You are on page 1of 141

TASAVVUF Hafta 1

PROF. Dr. İhsan SOYSALDI

ÜNİTE I
TASAVVUFUN TANIMI, KONUSU, GAYESİ VE
ÖZELLİKLERİ

1.1. Tasavvuf nedir?


1.2. Tasavvufun Özellikleri
1.3. Sufi ve Tasavvuf Kelimesinin Kökü
1.4. Tasavvufun Tarifi ve Kaynağı
1.5. Tasavvufun Konusu
1.6. Tasavvufun Gayesi
1.7. Değerlendirme Soruları
1.8. Kaynaklar
1.1 Tasavvuf nedir?

Tasavvuf, insanların ilk duyduklarında ya da okuduklarında ne olduğu hakkında merak

ettikleri ve hakkında fazla malumat sahibi olmadıkları konulardandır. Tasavvuf; İslâm'ın ruh hayatı

ve Hz. Peygamber'in şahsında temsîl ettiği manevî otoritenin, müesseseleşmiş ve günümüze kadar

yaygınlaşarak gelmiş şeklidir. Manevî otoriteden kastedilen; Hz. Peygamber'in "Üsve-i Hasene"

şeklinde ifâde edilen örnek kişiliğidir. Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.), siyasî, ilmî ve manevî

otoritelerin hepsini şahsında cem' etmiş bulunuyordu. Tasavvuf; İslâmî ilimlerin zirve noktası,

zübdesi ve özü olarak ifâde edilmiştir. Tasavvufun "hâl" olarak adlandırılan "ma'nevî tecrübe"

yönü, bu yolun zevk ve haz tarafıdır. Tasavvufu ahlâk şeklinde tarif edenlere göre, onu ahlâkî

olgunluğu ve kemâl sıfatlarını gerçekleştirmeyi esas alan İslâmî bir ilim olarak düşünmek gerekir.

Zira o, insanın iç dünyasını îmara ve kötü duygularını tashihe çalışan bir ahlâkî sistemdir.
Hz. Peygamber'in insanların ibâdet ve davranışlarında, muamelât ve tavırlarında kalbi ve

derûnî duygulan öne çıkararak takvayı tavsiye eden pek çok emirleri bulunmaktadır. İnsandaki

dünya tutkusunu atıp, ibâdet ve kulluk şuurunu canlandırmayı sağlayan ve Efendimiz'in: Hakk'ın

da halkın da sevgisine mazhar olmaya vesîle olarak

tavsîf buyurduğu zühd ve zâhidâne hayat, tasavvufun önceleri "zühd" daha sonraları "tasavvuf"

adıyla ortaya çıkmasının en önemli sebeplerinden biri olmuştur.

Tasavvufu sünnet açısından temellendirirken "Cibril Hadisi" olarak bilinen hadis esas

alınmaktadır. Burada geçen İslam, İman ve İhsan kavramları önem arz etmektedir. Burada

İslam, kişinin ibadet ve muamelatla ilgili hükümlerinin ele alındığı ilim açısından bakıldığında

fıkıh ilminin teşekkülüne giden yolu açmıştır. İman, kalbe ait konular içerip, buradan kelam ve

akaid ilminin ortaya çıkışını hazırlamıştır. İhsan ise, " Sen Allah'ı görmüyorsan da Allah'ın seni

gördüğünü bilerek ibadet etmen" ifadesiyle anlatılmakta ve İslam ve imanın ileri derecesi kabul

edilmektedir.

1.2. Tasavvufun Özellikleri

Tasavvuf da diğer İslami ilimlerde olduğu gibi kaynağını Kur'ân ve Sünnet olarak
belirlemiştir. Bununla birlikte konusu, gayesi ve kullandığı metodlar açısından diğer İslami
ilimlerden bazı farklı özelliklere haizdir. Tasavvufun özelliklerini şu şekilde vermek
mümkündür.

1- Tasavvuf, tatmak ve yaşamakla, manevî tecrübe ile anlaşılan hâl İlmidir, kaal
ilmi değildir. Tasavvufta yaşanılan tecrübeler sözle anlatılamayacağı için kaal
değil hal ilmi denilmiştir. Bundan dolayıdır ki tasavvufun birden fazla tarifi ve
tanımı yapılmış, her sufi kendi yaşadığı tecrübelerden yola çıkarak bir tarif
yapmıştır.

2. Tasavvuf bilgisinin konusu "ma'rifetullah"tır. Tasavvufta gaye müntesipleri yani


tasavvufa giren kişileri "İhsan" mertebesine ulaştırmaktır. Bu şuura erdirmektir.
Tasavvufta bilginin temeli Allah'ı tanımak (marifet), rüknü O'nu sevmek (aşk ve
muhabbet), zirvesi de O'na ulaşmak (vuslat)tır.
3. Tasavvuf tatbikî bir ilim olduğundan, mürşid ya da şeyh denilen üstad nezdinde ve
terbiyesi altında öğrenilir. İslami ilimlerden olan kıraat da olduğu gibi bir üstad
gözetiminde talim edilmesi gerekir. Diğer ilimler için böyle bir zorunluluk söz konusu
değildir. Bu özellik tasavvufu diğer ilimlerden ayıran bir özelliğidir.

4. Tasavvuf neş'esini öğreten, mürşid ya da şeyh denilen zâtın Hz. Peygamber (s.) 'e
ulaşan kesiksiz bir silsileye sahip bulunması gerekir. Bu manevi eğitimi yürüten zatın
Hz. Peygamber (s.)'e kadar ulaşan kesintisiz bir silsileye sahip olması zaruridir. Manen
Allah Resulü'nün otoritesini devam ettiren tasavvuf büyükleri böyle bir silsileye sahip
olmanın şart olduğunu belirtmişlerdir. Hicretin ilk asrında bu silsile şartı tefsir, hadis,
fıkıh gibi diğer İslami ilimlerde bir silsile ve rivayet zinciri aranırken İslami eserlerin
tedvininden sonra buna fazlaca gerek duyulmamıştır. Bun karşı tasavvuf ilmiyle iştigal
eden zatlar kendi ilimlerinin gereği olarak silsile şartını devam ettirmişlerdir.
5. Tasavvuf kitabî bir ilim değildir. Tasavvuf diğer İslami ilimlerde olduğu gibi, o ilmin
eserlerini okuyarak; fıkıh eserini okuyarak fakih, hadis kitabını okuyarak muhaddis,
tefsir eserini okuyarak müfessir olabilirken, tasavvufta bir mürşid-i kamilin terbiyesi
ve gözetimi altına girmeden bu eğitimi almak mümkün olamamaktadır. Kitaplardan
okunarak bu terbiyenin elde edilmesi imkansızdır.

6. Tasavvuf mâverâe'l-akl bir ilimdir. Tasavvuf felsefe ve mantık gibi tamamen aklı esas
alan bir ilim değildir. Kelam ilminin dini nasları şerh ve yorumlamada aklı bir araç
olarak kullanırsa, tasavvuf da keşf ve ilham denilen bilgi kaynağından istifade eder.
Tasavvuf tamamen akıl üstü bir ilim görülmesi de doğru bir görüş değildir. Tamamen
aklı terk etmediği gibi sadece aklı esas alan bir ilim de değildir. Tasavvufun keramet
gibi kendine has konuları mevcuttur ki bunları akılla izah mümkün değildir. Keramet
Allah'ın veli kullarına verdiği özel bir haldir.

7. Tasavvuf, gözle gördüğümüz bu şehâdet ve nâsût âleminden başka, zaman zaman gayb
âleminden de bahseder. Tasavvuf konusu gereği bazen görülmeyen âlemden de
bahseden bir ilimdir. Kutup, gavs ve ricalü'l-gayb denilen tasarruf sahibi kimseler
tasavvufta vardır. Bu gayb âlemine ait bilgiler bir mürşid gözetiminde ve terbiyesinde
olan zevk, hal, kalbi keşif ve ruhi tecrübelerle elde edilir. Güzel ahlak ve manevi
kemalat da marifete ve kalbi bilgiye erişmenin yollarından kabul edilir.
8. Tasavvufa tarikat denilen ve Allah'a götüren özel yollarla girilir. Bu yollar kişiler istidat
ve karakter yapılarına ve feyz almadaki değişik durumlarına göre farklılık arz etmektedir.
Bundan dolayı birçok tarikatlar ortaya çıkmış ve her tarikat kendi mürşidinin
önderliğinde manevi yolculuğunu tamamlamaktadır. Bu yoların her birinin kendine özgü
kural ve kaideleri mevcuttur.

1.3. Sufi ve Tasavvuf Kelimesinin Kökü

Tasavvufu anlatırken tasavvufun nereden geldiği kelime olarak nereden türetildiği konusu

karşımıza çıkmaktadır. Bu konuda birçok farklı görüş ortaya çıkmıştır. Sûfî ve tasavvuf kelimeleri

Kur'an ve hadislerde zikredilmediği gibi, sahabe ve tabiîn devrinde bilinen kavramlar da değildir.

Hz. Peygamber (s.a.s.) devrine yetişen ve O'nu görme bahtiyarlığına eren kimselere "sahâbî" adı

verildiğinden o dönemde zühd ve takva ile temayüz eden şahsiyetlere bir başka ad verilmesine

ihtiyaç duyulmamıştır. Sahâbîlere yetişen ikinci nesle de "tabiîn" dendiğinden bu isimle anılmak

onlara şeref olarak kâfiydi. "Tebe-i tabiîn" döneminde iyice genişleyen İslâm dünyasında refah

seviyesi yükseldikçe halkın ibadet ve zühd konularına yönelenlerine yeni bir takım adlar verilmeye

başlandı. Bu adlar arasında en yaygın olanları âbid, zâhid, nâsik, bekkâ gibi isimlerdi. Bunların

arkasından hicrî II. asrın ortalarından sonra kulanılmaya başlayan ve giderek yaygınlaşan kavram

ise "sûfî" kavramıdır. İlk defa "sûfî" lakabıyla anılan zat, bir rivayete göre Câbir b. Hayyân

(ö.150/767), bir başka rivayete göre ise Ebû Hâşim'dir. Her ikisi de Kûfeli olan bu zatların

durumları nazar-ı i'tibara alındığında "sûfî" kavramının önce Küfe ve Basra'da ortaya çıktığı

söylenebilir. Sûfi ve tasavvuf kelimelerinin hangi kökten geldiği konusu ihtilaflıdır. Kuşeyrî ve

Hucvurî gibi bazı müellifler bu kelimenin Arapça herhangi bir kelimeden türemiş olmadığını, olsa

olsa câmid bir lakap olabileceğini belirtmektedirler. Sûfî ve tasavvuf kelimelerinin Arapça bir kökü
bulunduğunu öne sürenler ise bir kelime üzerinde ittifak edemeyerek değişik görüşler öne

sürmüşlerdir. Tasavvuf kelimesine kök olarak öne sürülen başlıca kelimeler şunlardır:

1. Asr-ı saadetteki ashâb-ı suffenin suffesinden,


2. Bir çöl bitkisi olan sufâneden,
3. Duruluk ve temizlik anlamına gelen safa ve safvetten,
4. Saff-ı evvelden,
5. Kendilerini halka hizmete veren Benu's-sûfeden,
6. Ense saçı ve kıl demek olan sûfetü'l-kafâdan,
7. Sıfat kelimesinden,
8. Yunanca hakim ve filozof anlamına gelen sofiadan,
9. Yün anlamına gelen sûftan.

Sûfî kelimesinin kökü olarak en çok hüsn-i kabul gören kelime, yün anlamına gelen Arapça

"sûf 'tur. Klâsik tasavvuf yazarlarının ilklerinden olan Ebû Nasr Serrâc (ö.378/988),

peygamberlerin, evliya ve asfiyânın yolu dediği sûf giyme âdetinden hareketle sûfî kelimesini bu

kökten sayar. İnsanların giydikleri libasa nisbetle isim almalarının eski bir âdet olduğunu, İsâ'nın

arkadaşlarının beyazlar giydikleri için "beyaz libaslı" anlamına "havariler" adını aldıklarını belirten

Serrâc, sûfîlere de yünlü giydikleri için sûfî dendiğini; gömlek giyinenin fiili "tekammesa" ile ifâde

edildiği gibi, sûfîlerin ilmine de "tasavvuf" denildiğini anlatmaktadır. Onun ifadesine göre sûfîleri,

fakihlerin fıkha, muhaddislerin hadise, müfessirlerin tefsire nisbeti gibi kendi hal ve

makamlarından birine nisbet edip adlandırmak mümkün değildir. Çünkü haller ve makamlar pek
çok ve değişken olduğundan sûfînin ad ve lâkabının devamlı değişmesi gerekir. Bu ise işi iyice

zorlaştırmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Sûfî kelimesinden önce âbid, zâhid, nâsik ve bekkâ gibi değişik isimlerle anılan tasavvuf

mensupları, bu ismin yaygınlaşmasından sonra da muhtelif memleketlerde değişik

bazı isimlerle anılmışlardır. Vatanlarını terkettikleri için "gurebâ", diyar diyar dolaştıkları için

"seyyâhîn" (gezginciler), sahralarda dolaşarak zaman zaman mağaralarda yaşadıkları için

Horasanlılarca "şikeftiyye", açlık ve az yemeye dikkat ederek dünyaya önem vermedikleri için

Şamlılarca "cûıyye" (açlar), mülkün Allah'a aid olduğu düşüncesinden hareketle Allah'tan

başka herkese karşı müstağni davrandıkları için "fukara", kalplerini nurlandırmaya çalışmaları

sebebiyle "nûriyye" gibi adlar almışlardır. Sühreverdî, mukarrebûnu sûfiye, ebrârı mutasavvife

anlamında kullanmakta, fakr, zühd ve tasavvuf arasında bir ilişki bulunduğuna dikkat

çekmektedir.

Burada şu unutulmamalıdır ki, bütün isimler her ne sebeple uygun ya da değil denilse

de esas önemli olan manasının ne olduğu içeriği önemli olmaktadır. Manevi arınmanın olması

isminin ne olduğundan daha önemlidir.

1.4. Tasavvufun Tarifi ve Kaynağı

Tasavvufun tarifi konusunda da hangi kökten geldiği konusunda olduğu gibi farklı
görüşler ortaya konulmuştur. Tasavvuf, nazarî ve aklî bir ilim olmadığı, aksine tecrübî bir ilim
olduğu için tarifleri de pek çoktur. Çünkü her mutasavvıf tasavvufu yaşadığı manevî tecrübelere
ve bulunduğu makamlara göre tanımlamaktadır. Bu tariflerin sayısını bine kadar çıkaranlar,
hattâ "mutasavvıfların sayısıncadır" diyenler vardır, İngiliz Müsteşrik Nickolson, Kuşeyrî
Risalesi ile Attâr'ın Tezkiretü'l-evliyâ'sı ve Câmî'nin Nefehâtü'l-üns'ünde geçen yetmiş sekiz
tarifi kronolojik sırayla bir araya getirmiştir. Tasavvufu ayrı ifade ve lâfızlarla ele alan bu
tarifleri on grupta toplamak mümkündür. Biz bu bölümde tarifleri on maddede gruplandırdıktan
sonra bunların Kur'an ve sünnetten mesnetlerini göstermeye çalışacağız. Önce tasavvuf
tariflerini sıralayalım:
1. Tasavvuf zühddür,
2. Tasavvuf güzel ahlâktır,

3. Tasavvuf tasfiye; yani kalp temizliğidir,


4. Tasavvuf tezkiye; yani nefs ile mücâhededir,

5. Tasavvuf istikamet; yâni kitap ve sünnete sarılmaktır,


6. Tasavvuf Allah'a tam teslimiyyet ve rabbânîliktir,
7. Tasavvuf Hakk'a vuslattır (ihsan),
8. Tasavvuf İslâm'ın ruh hayatıdır,
9. Tasavvuf bir bâtın ilmidir,
10. Tasavvuf havassa aid ledün ilmidir.

Tasavvuf ve sufi kelimeleri Kur'an ve sünnette geçmese de mutasavvıflar tasavvufu tarif


ederken kullandıkları kavramlara bakıldığında genelde Kur'an ve sünnet kaynaklı olduğudur.

1-Tasavvuf zühddür: Zühd dünyaya rağbet etmemek, masivaya yüz çevirip Allah'a
yönelmektir. Allah'ın sevgisinin önüne geçen başka sevgileri kalpten çıkarmaktır. Tasavvufun
bu yönünü daha fazla öne çıkaran mutasavvıflar tasavvufu zühd olarak tarif etmişlerdir.
Tasavvufi görüşün ilk ortaya çıkış şekli göz önünde bulundurulduğunda bu görüşün isabetli
olduğu dikkat çekmektedir. Tarihi esasa göre bir sıralama yapıldığında ilk tasavvuf tarifini
yapan Maruf Kerhi'nin (ö.200/815) tanımı da zühdü esas alan tariflere uygundur.

Zühd, tasavvufun gerçekleştirmek istediği ruhi olgunluğa götüren bir vasıta olup bir
gaye değildir. Zühd kavramı gerek Kur'an gerekse hadislerde geçen bir kelimedir. "Zaten onlar
Yusuf hakkında zahid idiler, O'na değer vermezlerdi."1 Ve başka bir ayette Allah'a yönelme
manasında "Tebettül" kelimesi kullanılmıştır. "Her şeyden kesilerek tam anlamıyla Allah'a

1 Yusuf,12/20.
yönel" bunun gibi daha birçok ayette dünya hayatından uzak durmanın onu gönlüne
koymamaktan bahsedilmektedir.

Ayetlerde dünya hayatına meyletmenin yerilmesi bunun yerine ahiret hayatına önem
verilmesinin istenilmesi, insanın fıtri olan dünya sevgisine dur diyebilmektir.

Hadislerde de zühd hayatı övülmüş, dünya ve onun içindekilere duyulan aşırı sevgi
yerilmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte bir sahabe Hz. Peygamber (s.)'e "Ya Rasulallah bana
öyle bir amel göster ki, onu işlediğim zaman beni hem Hak hem de halk sevsin. Hz.
Peygamber (s.) buyurur: "Dünyaya karşı zahid ol ki Allah tarafından sevilesin. İnsanların
ellerindekine karşı zahid ol ki, onlar
o
tarafından sevilesin" Hz. Peygamber (s.)'in buna benzer daha birçok dünya hayatına değer
vermemeyi öğütleyen hadisleri vardır.

2. Tasavvuf güzel ahlâktır:

İslam'ın ahlak konusuna verdiği önemden dolayı bazı mutasavvıflar özellikle


tariflerinde ahlak meselesini ön plana alarak açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu
tariflerden bir kaçı şöyledir:

- Ebû Muhammed Cerîrî (ö. 311/923): "Tasavvuf, her güzel huyu benimsemek ve her
kötü huydan sıyrılmaktır."
- "Ebû Bekir Kettânî (ö. 322/933): "Tasavvuf ahlâktır. Ahlâkî açıdan senden üstün
olan safâ ve manevî temizlik açısından da üstündür."
- Ebû Muhammed Murtaiş (ö. 328/939): "Tasavvuf güzel ahlâktır."
Ahlâkın İslâm'ın gerçekleştirmeyi amaçladığı en üstün değerlerden olduğu
bilinmektedir. Nitekim Kur'ân'da: "Sen yüce bir ahlâk üzeresin." âyet-i kerîmesiyle
Hz. Peygamber'in yüce ahlâkı övüldüğü gibi bizzat kendileri de: "Ben başka bir
maksadla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim’’ buyurmuşlardır.
Hz. Aişe validemize "Efendimiz'in ahlâkından sorulduğunda o: "O'nun ahlâkı
Kur'an'dı." diye karşılık vermişti. Hadis, Siret ve Şemail kitaplarında O'nun güzel
ahlâkını anlatan özel bölümler bulunmaktadır.
3. Tasavvuf tasfiyedir, kalp temizliğidir:

Mutasavvıfların bir kısmı da kalbin temiz olmasına ehemmiyet verdikleri için tasavvufu
bu yönü esas alarak tarif etmişlerdir. Bu tariflerden bir kaçı şöyledir:

- Bişr Hâfî (ö. 227/841): "Sûfî, kalbini Allah için tasfiye edip tertemiz yapan

kimsedir."
- Ebû Saîd Harrâz (ö.277/890) "Sûfî, Allah'ın kalbini tasfiye edip nurla doldurduğu
kimsedir. Böyle kalbine nur giren kimse zikr-i ilâhîden lezzet duyar."
- Cüneyd Bağdadî (ö.297/909): "Tasavvuf Allah'ın safâyı sana has kılmasıdır.
Allah'tan gayri herşeyden (mâsivâ) gönlü arındırılan kimse gerçek sûfîdir."

Tasavvuf tarifleri içerisinde kalp temizliğini öne çıkaran tarifler sayı bakımında önde
bulunmaktadır. Bu da tasavvufta kalp tasviyesinin önemli olmasındandır.

Kur'an'da Allah da "selim kalbin" işaret eden ayette "O gün ne mal, ne evlad fayda verir.
Ancak Allah'ın huzuruna selim bir kalple gelenler müstesna."2

Nitekim hadislerde de kalp saflığı konusu işlenilmiş ve Allah Resulu (s.) bu konudaki
hassasiyete dikkat çekmiştir. "Haberiniz olsun ki insan vücudunda bir et parçası vardır.
O iyi ve sağlam olursa vücut da iyi ve sağlam olur. Eğer o kötü olursa vücudun tamamı
kötü ve fasit olur. Bilesiniz ki o et parçası kalptir." 3 Kalp tasfiyesi neticesinde kul
takvaya götüren bir başlangıca girer. Kalp tasfiye edilince daima iyiliğe meyleder. İyi
ve güzel amelleri işlemekte zorlanmaz.

4- Tasavvuf tezkiyedir; nefs ile mücahededir:

Yine bazı sufiler nefsi eğitmeyi esas aldıklarından tasavvuf tarifini buna göre
yapmışlardır. Bunlardan Cüneyd Bağdadi: "Tasavvuf sulhü olmayan bir cenktir."
Sözüyle nefisle olan mücadelenin hiç durmadan sürdüğüne işaret etmektedir. Bu konuda
Kur'anda Allah Teala " Andolsun nefse ve onu Yaratana. O, nefse kötülüklerini
göstererek ondan kaçınmayı ilham etmiştir. Nefsini tezkiye eden, arıtıp kötü huy ve

2 Şuara, 26/88-89.
3 Buhari, İman, 39.
sıfatlardan korunan kişi kurtulmuş, onu kirleten ise hüsrana uğramıştır. 4 Nefis
tezkiyesi, nefsin riyazat ve mücahede yoluyla kötü sıfatlarının ortadan kaldırılmasıdır.
Hz. Peygamber (s.) de "Senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir."
Hadisinde insanın kendi düşmanını kendi içinde taşıdığını buyurmaktadır.

5.Tasavvuf istikamet; kitap ve sünnete sarılmaktır: Diğer İslami ilimler ne kadar Kur'an ve
Sünnete uygunsa tasavvufta o derece bu konuya hassastır. Şeriata uymayan tasavvuf ve
tarikat olmaz. Seri Sakati: "tasavvuf toplu zikir, Kur'an'ı dinleyip vecde gelmek ve Kitap ve
Sünnete ittiba ederek ameldir" diyerek tarif etmiştir. Cüneyd Bağdadi bir tarifinde
"Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattir." Der.

6- Tasavvuf Allah'a tam teslimiyyet ve kulluktur: Bir kısım sufiler Allah teslimiyeti ve
O'na kulluk etmeyi daha fazla önemseyerek tasavvufu tarifte bu hususu öne çıkarmışlardır.
Bunlara örnek verirsek;

Ebu Muhammed Ruveym (ö.303/915): "Tasavvuf, Allah ile birlikte nefsi murad-ı ilahiye
bırakmaktır."

Ebu Ali Ruzbari (ö.322/933): "Tasavvuf kişinin kovulsa bile Sevgili'nin kapısında diz çöküp
beklemesidir."

Ebu Sehl Su'luki "Tasavvuf itirazı terketmektir." Gibi tarifleri çoğaltmak mümkündür. Kulluğun
ve Allah'a teslim olmak yani tam manasıyla Müslüman olabilmenin ehemmiyeti ortaya
konulmaktadır.

7-Tasavvuf Hakk'a vuslattır: Tasavvufta ulaşılmak istenen nihai hedef Hakk'a vuslat ve Allah
rızasıdır. Bundan ilhamla bazı sufiler tasavvufu bu merkezde tarif etmişleridir. Bu tariflerden bir
kaçı şöyledir:

Zünnûn Mısrî (ö. 245/859): "Ehli tasavvuf, Allah'ı her şeye tercih eden ve Allah'ın da kendilerini

herşeye tercih edip yücelttiği kimselerdir."

Ebu'l-Huseyn Nûrî (ö.295/907): "Tasavvuf, Hakk'ın nasîbi için nefsin nasibini külliyyen
terketmektir."

4 Şems, 91/7-10.
Allah'ın bu yakınlığa işaret eden Kur'an'da "Biz ona şah damarından daha yakınız"5
"Attığı zaman sen atmadın Allah attı. "6

6. Tasavvuf İslâm ruh hayatıdır:


İbadet, riyâzat ve mücâhede sonucu ruhta meydana gelen kemal ve inkişâf, marifet-i
ilâhiyye ve varlık konusunda bir takım ledünnî ve keşfî bilgilerin ortaya çıkmasını, aşk,
cezbe, şevk ve zevk gibi ruhî duyguların yaşanmasını sağlar. Bu yüzden bazı
mutasavvıflar tasavvufun bu yönüne dikkat çekerek bu tür tanımlar yapmışlardır.
Cüneyd Bağdâdî'nin iki sözü sûfîlerin ruh hâlini ve marifet-i ilâhiyye anlayışını ifade
etmektedir:

a) "Tasavvuf, Hakk'ın seni senlikten öldürüp kendisiyle diriltmesidir."

b) "Tasavvuf, sûfînin içinde bulunduğu bir sıfattır. Bu sıfat, hakikati itibarıyla


Hakk'ın, suret ve zahiri itibarıyla halkındır."

7. Tasavvuf bir bâtın ilmidir:


Tasavvuf, zahirden çok batına, suretten çok sirete ve kalbe önem veren bir ilim dalıdır.
Bundan dolayı bazı mutasavvıflar tasavvufu bu anlayış içerinde tarif etmişlerdir. Bunlardan
bazıları şöyledir:

Cüneyd Bağdadî: "Zahirine özen gösteren bir sûfi görürsen bilesin ki onun bâtını
haraptır." Zünnûn Mısrî: "Sûfî konuştuğunda hâline uygun söz söyleyen kimsedir.
O kendinde bulunmayan bir şeyden bahsetmez. Dilini tutup konuşmayacak olursa muamelesi
hâlinin tercümanı olur, haliyle dünyadan kat'-ı alâka ettiğini anlatır."

10. Tasavvuf, havâssa âid ledün ilmidir:

Bazı mutasavvıflarda tasavvufun havas denilen özel vasıflara sahip seçkin kişilerin ilmi
olduğunu düşünürler. Halkın bu konuları anlamalarını zor olduğu kanaatindedirler. Tasavvuf,
havâssa aid ledün ilmidir. Mutasavvıflar arasında yaygın olan görüşe göre Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in Allah'tan aldığı üç nevi ilim vardır. Bunlardan biri, Hz. Peygamber'in ashabının

5 Vakıa, 56/85.
6 Enfal, 8/17.
hepsine öğrettiği; emir ve nehiylerden oluşan şeriat ilmi, diğeri ashabın bazılarına talim
buyurduğu Özel ilim {tarikat, tasavvuf ya da havâss ilmi), bir diğeri de Allah ile kendisi
arasında bir şifre mesabesinde olan ve mânâsı sadece kendisine malum, muhatabı bizzat
kendileri olan ilimdir. Kur'an'daki hurûf-i mukattaa ve müteşâbih âyetler bu türdendir. Allah
Rasûlünün bizzat kendisinin: "Siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, çok ağlar, az
gülerdiniz." hadisi-i şerifi Hz. Peygamber'in her aldığı bilgiyi aktarmakla yükümlü olmadığını
göstermektedir. Ayrıca şu hadisler, Efendimizin bazı sahâbîlere mahrem şekilde öğrettiği öne
sürülen bir bilginin var olduğuna delil sayılmaktadır: Hz. Ebû Hüreyre der ki: "Ben Allah
Rasûlü'nden iki kap ilim aldım. Bunlardan birini halka anlattım. Diğerini eğer meydana çıkarıp
anlatacak olsaydım, şu boynum giderdi." Mutasavvıflara göre bu hadiste geçen ve anlatılmayan
ilim, şeriata bağlılık ve Hz.
Peygamber'e muhabbet sonucu meydana gelen Özel ve bâtınî ledün ilmidir.

1.5.Tasavvufun Konusu
Tasavvufun konusu Allah, varlık ve insan başlıkları altında toplanabilir. Bazı mutasavvıflar
ruhun tasfiyesi ve nefsi tezkiyesi ve ahlakın yüceltilmesini tasavvufun konusu olarak kabul
etmişlerdir. Böyle olunca tasavvufun konusu "tahalluk ve tahakkuk" olarak özetlenmiştir.
Tahalluk İslam ahlakını öğrenmek, tahakkuk da bunu gerçekleştirip manevi yükseliş sonucu
bazı tahkiki bilgilere ulaşmaktır.

Kâinat ve varlık da tasavvufun konuları arasında yer alır. Çünkü tasavvuf, Allah, insan
ve varlık arasındaki ilgiyi "vahdet-i vücud", "vahdet-i şühûd" ya da "tevhîd-i vücûdî ve şühûdî"
gibi düşünce sistemleri içinde inceler. Nitekim ilgili bahislerde görülecektir.

1.6.Tasavvufun Gayesi
Allah her şeyi bir gaye için yaratmış hiçbir şey gayesiz boşuna değildir. Allah Resulü
(s.) gönderiliş gayesi olarak "Mekarimi ahlakı tamamlamak" olduğunu ifade etmektedir.
Tasavvufun gayesi insanı kötü ahlaktan, çirkin huylardan uzaklaştırmak, güzel
vasıflarla bezemek, Allah ve Resulu (s.)'nün ahlakını benimseterek Hz. Peygamber (s.)'e tam
bir ittiba ile "İnsan-ı kamil" yetiştirmektir.

1.7.Değerlendirme Soruları
1- Tasavvuf denilince ne anlıyorsunuz?
2- Sufi ve tasavvuf kelimelerinin türetildiği kök hakkında bilgi veriniz.

3- Tasavvufun Kur'an ve Sünnete uygun olmasını anlatınız.

4- Tasavvufun konusu hakkında neler söylebilirsiz?

5- Tasavvufun gayesi nelerdir?


6- Tasavvufun özellikleri nelerdir?

1.8. Kaynaklar
1- Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.

2- Bardakçı, Necmeddin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Isparta,


2000.

3- Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1992.

4- Komisyon, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul, 2010.

5- Komisyon, Tasavvuf el Kitabı, Ankara, 2012.


6 -Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, İstanbul, 2011.
7- Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul

2002.
2
Müzemmil, 73/8.
3
İbn Mace,Zühd,1.
7
Acluni, Keşfu'l-hafa, Beyrut1351,c.I; S.142.
TASAVVUF

2. Hafta

Prof. Dr. İhsan SOYSALDI


2. ÜNİTE Tasavvufun Kitap ve Sünnetten Temelleri

2.1.Tasavvufun İslami Kaynakları

2.1.1. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şerifler

2.1.2. Peygamberlerin Halleri ve Yaşam Tarzları

2.1.3. Hz. Peygamber ve Ashabının Hayat Tarzları

2.2. Zühd ve Güzel Ahlâk

2.2.1. Nefis Tezkiyesi, İstikamet ve Teslimiyet

2.2.2. Kalb Tasfiyesi

2.2.3. Gece İbadeti

2.2.4. Takvâ

2.2.5. Ledün ilmi

2.2.6. İhsan ve Hakk’a vuslat

2.3. Değerlendirme Soruları

2.4. Kaynaklar

2.1.Tasavvufun İslami Kaynakları

Tasavvuf kaynak olarak kendisine diğer İslami ilimlerde olduğu gibi Kur’an ve
Sünneti esas almıştır. Kur’an’da tasavvufun ele aldığı konu ve kavramalar sıkça
geçmektedir. Kur’an Kerim’in birçok ayetinde sabır, şükür, nefs, rıza, dünya ve masiva
gibi konular geçmektedir. Hz. Peygamber (s.)’in örnek hayatı sufilerin önünde güzel bir
örnek olarak durmaktadır. Bu hayatı gösteren ibadetler ve gece namazları, dünya malına
değer vermeyen hali ile sufilere en güzel numuneleri vermiştir.

Sahabe-i Kiram da bu yaşayıştan etkilenip amel yönünden takva ve yüksek


ahlaki davranışları ile öne çıkmıştır. Bu yaşayış tarzı daha sonraki dönemlerde yaşayan
sufilere ilham kaynağı olmuştur.

2.1.1. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i şerifler

Tasavvufi düşüncede konuları destekleyen onlara kaynaklık eden ayet-i


kerimeleri vermek gerekirse;

“Rabbinin adını an, her şeyi bırakıp yalnız O’na yönel”1 ayeti bütün diğer
varlıklardan sıyrılarak sadece Allah’a yönelme ki burada esas olan kalp ile olan yönelme
yani kalpteki diğer sevgilerin yönelişlerden arınmanın önemi vurgulanmaktadır.

“Onlardan sonra yerlerine uygunsuzlar geldi de namazı bıraktılar. Nefsani


arzularına uydular. Bunlar azgınlıklarının cezasını bulacaklar. Ancak tevbe eden, iman
edip hayırlı ve yararlı işler yapanlar müstesna, bunlar cennete girerler ve hiç zulme
uğramazlar.”2 Burada insanların nefislerin uymaları yerilmekte bu durumda olanların
cezaya uğrayacakları fakat tevbe edip bu hallerinden pişmanlık duyanların bundan ayrı
tutulacakları, böyle olanlar zulme uğramaz ve cennete girerler ifadesiyle Allah’ın
rahmeti büyüktür.

“Dünya hayatı gökten indirdiğimiz su gibidir”3 bu ayette de dünyanın faniliğini


vurgulayan bir ifade söz konusudur.

“ Her şey yok olacak ve sadece yüce ve cömert olan Rabbinin varlığı
kalacaktır.”4 Rahman Suresindeki bu ayette dünya ve Allah’ın dışındaki her şeyin yok
olmaya mahkum oluşu hatırlatılmaktadır.

Tasavvufa kaynaklık eden Hadis-i Şeriflerden örnek verirsek;

1 Müzemmil, 73/8.
2 Meryem, 19/59,60.
3 Yunus, 10/24.
4 Rahman, 55/26,27.
“Sizin en hayırlınız, ahlakı en güzel olanınızdır.” 5 İslam dini açısından ahlakın
ne derece ehemmiyet arz ettiği burada bir kez daha görülmektedir.

“Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”6 Bu hadiste de Allah Resulü


(s.) kendisinin gönderilmesine sebep olarak güzel ahlakı ve onu tamamlamayı
göstermesi gerçekten dinimizin ahlaki değerlere verdiği önemi gözler önüne
sermektedir.

“Müminlerin iman yönünden en mükemmel olanı, ahlakı en iyi olanıdır.” 7 Bu


hadiste de ahlakla iman arasındaki irtibatı dikkate değer bir tespit olarak görülmektedir.
İmanı müminin davranışlarına yansıması içteki o güzelliğin hareketlere tesir etmesi
mühim bir konu olarak verilmektedir.

“Şükredici bir kul olmayayım mı?”8 hadisi Allah Resulü (s.)’nün bir kul olarak
Rabbine olan şükür borcuna ne kadar dikkat ettiğini biz ümmetlerine de bu konuda nasıl
hassasiyet göstermemiz gerektiği ifade edilmektedir.

“Farz namazlardan sonra en faziletli namaz gece namazıdır.” 9 Peygamberimiz


(s.)’in gece namazına verdiği değer ve bizlere de bu konuda yaptığı bu hatırlatma
önemlidir.

2.1.2. Peygamberlerin Halleri ve Yaşam Tarzları

Tasavvufta diğer peygamberlerin hayatlarının ve örnek davranışlarının önemi de


dikkat çekicidir.

“İyilik eden bir kimse olarak tam bir hulusla Allah’a teslim eden ve İbrahim’in
tevhid dinine uymuş kimseden daha güzel din sahibi kimdir? Allah İbrahim (a.)’i dost
edinmiştir.”10 Tasavvufta Hz. İbrahim Peygamberin de ayrı bir değeri vardır. Allah’ın
dostu olabilmeyi başarmış bir nebidir.

“Gönderdiğimiz öyle peygamberler vardır ki, onları bundan önce sana beyan
ettik. Öyle peygamberler vardır ki sana onların kıssalarını bildirmedik ve Allah Musa
5 Buhari, Edeb, 38,39.
6 İmam, Malik, Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, I.
7 Ebu Davud, Sünnet,14.
8 Buhari, Teheccüd, 6.
9 Müslim, Sıyam, 232; Ebu Davud, Savm, 55.
10 Nisa, 4/125.
(a.)’ya (vasıtasız) hitap etti.”11 Burada da Hz. Musa (s.)’nın Allah’ın bu hitabına mazhar
oluşu da tasavvufta örnek alınan peygamberler arasında yer almasını gösteren ayet-i
kerimelerdendir.

Mutasavvıflar Hz. İsmail (a.)’in teslimiyetini sufide bulunması gereken bir sıfat
olarak kabul etmişlerdir. “(Resûlüm!) Kitap’ta İsmail’i de an. Gerçekten o, sözüne
sâdıktı, resûl ve nebî idi.”12 Hz. İsmail (a.)’in Allah’ın övgüsüne mazhar olan bu güzel
vasıflarıyla mutasavvıflara örnek olmuştur.

2.1.3. Hz. Peygamber ve Ashabının Hayat Tarzları

İslamî ilimlerin tümünü besleyen kaynak ilk derecede Kur’an, ikinci derecede de
Sünnettir. Sünnet; kelime anlamıyla yol, tarz ve tavır demektir. Sünnet bir İslâmî terim
olarak da, Hz. Muhammed'in izlediği tavır ve tarz anlamında kullanılmaktadır.

Kur’an, ahlakın evrensel kaynağıdır. Hz. Peygamber de bunun en güzel örneğini


temsil etmektedir. Çünkü O, yaşamı boyunca hep Kur’anın belirlediği çizgide
davranışlarını gerçekleştirmiştir. (Bk. Kalem, 68/4). Kur’andaki esasları hayatına
geçirerek bir bakıma canlı Kur’an haline gelen Hz. Peygamber'in ahlâkı hakkında Hz.
Aişe şunu söylemiştir: "O'nun ahlâkı Kur’andı."13

Hadîs, kitaplarında O'nun güzel ahlâkını anlatan özel bölümler bulunmaktadır. O


rahmet peygamberiydi. Uhud günü yanağı yarılıp dişi kırıldığında kendisinden beddua
etmesi istenmiş, o şu karşılığı vermiştir: "Ben lanetçi olarak gönderilmedim. Ben ancak
davetçi ve âlemlere rahmet olarak gönderildim."14

Allah Resulü Kur’an-ı Kerîmde, en güzel örnek (üsve-i hasene) sahibi olarak
gösterilmektedir: "Sizin için Allah'ın Resülü'nde en güzel bir örnek vardır..."15 Tasavvuf
erbabı Hz. Peygamber (s.)’in bu yaşantısını kendi hayatlarına bire bir örnek almışlardır.

11 Nisa, 4/164.
12 Meryem, 19/54.
13 Müslim, Misafirin, 139.
14 Müslim, Birr, 87.
15 Ahzâb, 33/21.
Şüphe yok ki Allah her nefse bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar duygusu vermiştir.
Şu var ki insan, sonuç itibariyle hangi şeyin iyi hangisinin kötü olduğunu her zaman ve
her hususta aklıyla bilemez. Özellikle ferdî ömrün kifayet etmeyeceği derecede uzun
tecrübelere bağlı olan şeyleri, bir tebliğ olmadıkça bilemez.

Tasavvufî eğitimde de nazarî bilgilerden çok uygulamaya ve bir örnek şahsiyete


(üsve-i hasene) ihtiyaç vardır. Bu nedenle Hz. Peygamber‟in ahlakı yani söz fiil ve
davranışları mutasavvıflarca tasavvufî hayatı teşvik edici unsurlar olarak bulunmuş ve
pek çok mutasavvıf, hayat tarzı ve davranış bütünlüğü açısından onu örnek almıştır.
Böylece, Kur'an-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde nazarî olarak temellerini bulan tasavvuf,
Hz. Peygamber'in fiilî hayatında en üst düzeyde temsil edilen bir gerçeklik olarak kabul
edilmiştir.

Bu nedenle diyebiliriz ki, nefis terbiyesi ve tezkiyesi metotlarını Allah


Resulünden miras alan mutasavvıfların yaşayışı Hz. Peygamber’in, ondan sonra ashabın
terennüm etmiş oldukları semavî nağmelerin tekrarından başka bir şey değildir.

Hz. Peygamber'in zühd, takva ve ruhanî hayatı, sahabenin hayatında da derin


izler bırakmıştır.

İbâdet ve taata son derece ehemmiyet veren Hz. Ömer hakkında Hz. Abbas
şunları söylüyor: "Ben Ömer'in komşusu idim. Ondan daha faziletli bir adam görmedim.
Geceleri namazda, gündüzleri oruçta ve insanların işini görmekte idi." Buna rağmen O,
" Rabbim bana merhamet etmezse hâlim nice olur. " diyordu.

Hz. Osman ise zühdü, takvası ve ince kalpliliği ile sahâbe arasında ayrı bir yere
sâhipti. Nitekim Hz. Ali onun: "Onlar ki, îmân ettiler, sâlih ameller işlediler, Sonra
ittika ettiler ve ihsan ettiler. Şüphesiz Allah ihsân edenleri sever."16 Ayetinde zikri geçen
zümreden olduğunu söyler.

Hz. Ali ise tasavvuf erbabının en fazla örnek aldıkları ve bağlandıkları sahabe
olup, tarikatların manevi silsilelerinin hemen hepsinde şecereyi Hz. Peygamber'e
bağlayan zât olarak yer almakta ve "şâh-ı velâyet" olarak anılmaktadır.

Ashab-ı Suffa hakkında da Ebu Hureyre şunları söylüyor: “Ben ashab-ı suffe'den
yetmiş kadar kişi gördüm, bunlar dizlerini geçmeyen elbiseler içinde namaz kılarlar,

16 Maide, 5/93.
rukua eğilince de avret yerlerinin açılmasından korkarak elleriyle dizlerindeki elbiseyi
tutarlardı.”17 Ashab-ı Suffa, İslamın ruh hayatını geliştirmek bakımından büyük bir
ehemmiyeti haiz oldukları gibi, tasavvufun ilerlemesinde önemli kişilerdir.

2.2. Zühd ve Güzel Ahlâk

Tasavvufta bir dönem olarak zühd ilk başlangıç olarak kabul edilmektedir. Zühd
dünyaya rağbet etmemek, masivaya yüz çevirip Allah’a yönelmektir. Allah’ın sevgisinin
önüne geçen başka sevgileri kalpten çıkarmaktır. Tasavvufun bu yönünü daha fazla öne
çıkaran mutasavvıflar tasavvufu

zühd olarak tarif etmişlerdir. Tasavvufi görüşün ilk ortaya çıkış şekli göz önünde
bulundurulduğunda bu görüşün isabetli olduğu dikkat çekmektedir. Tarihi esasa göre bir
sıralama yapıldığında ilk tasavvuf tarifini yapan Maruf Kerhi’nin (ö.200/815) tanımı da
zühdü esas alan tariflere uygundur.

Zühd, tasavvufun gerçekleştirmek istediği ruhi olgunluğa götüren bir vasıta olup
bir gaye değildir. Zühd kavramı gerek Kur’an gerekse hadislerde geçen bir kelimedir.
“Zaten onlar Yusuf hakkında zahid idiler, O’na değer vermezlerdi.”18 Ve başka bir ayette
Allah’a yönelme manasında “Tebettül” kelimesi kullanılmıştır. “Her şeyden kesilerek
tam anlamıyla Allah’a yönel”19 bunun gibi daha birçok ayette dünya hayatından uzak
durmanın onu gönlüne koymamaktan bahsedilmektedir.

Ayetlerde dünya hayatına meyletmenin yerilmesi bunun yerine ahiret hayatına


önem verilmesinin istenilmesi, insanın fıtri olan dünya sevgisine dur diyebilmektir.

Hadislerde de zühd hayatı övülmüş, dünya ve onun içindekilere duyulan aşırı


sevgi yerilmiştir. Nitekim bir hadis-i şerifte bir sahabe Hz. Peygamber (s.)’e “Ya
Resulallah bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim zaman beni hem Hak hem de
halk sevsin. Hz. Peygamber (s.) buyurur: “Dünyaya karşı zahid ol ki Allah tarafından

17 Buhârî, Salât, 58.


18 Yusuf,12/20.
19 Müzemmil, 73/8.
sevilesin. İnsanların ellerindekine karşı zahid ol ki, onlar tarafından sevilesin”20 Hz.
Peygamber (s.)’in buna benzer daha birçok dünya hayatına değer vermemeyi öğütleyen
hadisleri vardır.

Tasavvufun gerçekleştirmeyi hedeflediği hususlardan biri de güzel ahlâktır.


Dolayısıyla güzel ahlâkla ilgili âyet ve hadisler de aynı zamanda tasavvufun delilleri
olacaktır. Ahlâk konusunda en güzel örnek Hz. Peygamber (s.a.)’dir. Nitekim Allah
Teâlâ onun hakkında “Sen yüce bir ahlâk üzeresin”21 buyurmuştur. “Ben başka bir
maksatla değil, ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim”22 hadisi de konunun
önemine dikkat çekmektedir.

2.2.1. Nefis Tezkiyesi, İstikamet ve Teslimiyet

Tasavvufta nefis tezkiyesi önemli bir yere sahiptir. Nefsi terbiye etmek suretiyle
ona hakim olabilmek ve onun isteklerine karşı durabilmek amaçlanmıştır.

Bu konuda Kur’an-ı Kerimde “Allah’tır, ümmilere kendi içlerinden, onlara


Allah’ın ayetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir
peygamber gönderen.”23 Ayeti Hz. Peygamber (s.)’in görevlerinden birinin de tezkiye
olduğunu ifade etmektedir.

Nitekim başka bir ayette de bütün inananlara nefsi tezkiye etmeleri


istenmektedir. “Andolsun nefse ve onu Yaratana. O, nefse kötülükleri göstererek ondan
kaçınmayı ilham etmiştir. Nefsini tezkiye eden, arıtıp kötü huy ve sıfatlardan korunan
kişi kurtulmuş, onu kirleten ise hüsrana uğramıştır.”24 Ayetiyle Cenab-ı Allah
kullarından nefsini arındırmalarını talep etmektedir.

Tasavvufun Kur’an ve Sünnetten delilleri arasında yer alan ayetlerden bir kısmı
da “istikamet”le ilgilidir. Kur’an-ı Kerim’deki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol”25
ayeti, istikâmet üzere olmayı emreder. Hz. Peygamber’in “Hûd suresi beni ihtiyarlattı”26
20 İbn Mace,Zühd,1.
21 Kalem, 68/4.
22 İmam Malik, Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8.
23 Cuma, 62/2.
24 Şems, 91/7-10.
25 Hud, 11/112.
26 Tirmizi, tefsiru’s-sure, 56.
şeklindeki hadisi, bu işin ne kadar zor olduğunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
İstikametin gerçekleştirilmesi, edep kurallarına uymaya bağlıdır. Edep ve terbiye
konusunda da yine yegâne örnek Hz. Peygamber (s.)’dir. O şöyle buyurmuştur: “Beni
Rabbim terbiye etti de benim edebim ne güzel oldu.”27 Tasavvufun Kur’an ve Sünnetten
delilleri arasında yer alan ayetlerden bir kısmı da “teslimiyet”le ilgilidir. Kur’an-ı
Kerim’de “Ben âlemlerin Rabb’ına teslim oldum”28 ayetiyle dile getirilen bu gerçek,
hadis-i şerifte “İslam ol, kurtul”29 sözüyle ifadesini bulmuştur. Gerçek kulluk Allah’a
teslimiyetle mümkündür. Zira “Allah, kulunun kendisinden başkasına kul olmamasını”30
ve “insanın hevasının ve duygularının esiri olmamasını”31 ister.

2.2.2. Kalb Tasfiyesi

Tasavvufun en fazla dikkat çektiği ve ehemmiyet verdiği konuların başında da


kalb tasfiyesidir.

Kur’an’da Allah da “selim kalbin” işaret eden ayette “O gün ne mal, ne evlad
fayda verir. Ancak Allah’ın huzuruna selim bir kalple gelenler müstesna.”32

Nitekim hadislerde de kalp saflığı konusu işlenilmiş ve Allah Resulu (s.) bu


konudaki hassasiyete dikkat çekmiştir. “Haberiniz olsun ki insan vücudunda bir et
parçası vardır. O iyi ve sağlam olursa vücut da iyi ve sağlam olur. Eğer o kötü olursa
vücudun tamamı kötü ve fasit olur. Bilesiniz ki o et parçası kalptir.”33 Kalp tasfiyesi
neticesinde kul takvaya götüren bir başlangıca girer. Kalp tasfiye edilince daima iyiliğe
meyleder. İyi ve güzel amelleri işlemekte zorlanmaz.

2.2.3. Gece İbadeti

27 Acluni, Keşfu’l-Hafa, C.I,s.70.


28 Bakara,2/131.
29 Buhari, Bed’ul-Vahy,6.
30 İsra,17/23.
31 Casiye,45/23.
32 Şuara,26/88,89.
33 Buhari, İman, 39.
Tasavvufta gece yapılan ibadetin kıymeti değeri hususunda şüphe yoktur. Sırf
Allah rızası için kılınan namaz, yapılan tesbihat ve tevbeler Cenab-ı Allah’ın en fazla
hoşnutluğunu kazanacak amellerdir. Özellikle teheccüd namazı ve bu namaz akabinde
yapılan zikirler tasavvuf erbabınca makbul ameller olarak görülmektedir.

“Gecenin bir bölümünde uyanıp kalk ve sana mahsus olmak üzere bir nafile
(teheccüd) namazı kıl! Ola ki, Rabbın seni övgüye lâyık bir makama ulaştırır.”34 Bir
başka ayette de Allah Telala “Senin Rabbın şüphesiz bilir ki, sen gecenin üçte ikisinden
daha azını, yarısını ve bazen de üçte birini ibadetle geçirmektesin”35 uyarılarıyla hem
Allah Resulüne hem de biz ümmetlerini bu hususun önemini hatırlatmaktadır. Yine
hadislerde de bu mevzu anlatılmaktadır. “Farz namazlardan sonra en faziletli namaz,
gece namazıdır.”36 Burada da gece yalnız Allah rızası için işlenilen amelin ne kadar
kıymatli olduğu belirtilmektedir.

2.2.4. Takvâ

Tasavvufta takva kalbi günahlardan temizlemek demektir. Kişinin Allah’a itaatle


ilahi cezadan sakınmasıdır. İlim ile haşyet veya takva birbirine bağlıdır. “Allah’tan
kulları içinde sadece alimler korkar.”37 Burada ilmin müminin hayatındaki yeri ve
ehemmiyeti de ortaya konulmaktadır.

“Her kim Allah’a ve peygamberine itaat eder, Allah’tan korkar, O’nun


azabından sakınırsa, işte böyleleri muradlarına erecek olanlardır.”38 Ayeti de takvanın
nasıl olmasını özetleyen bir ayettir.

2.2.5. Ledün ilmi


34 İsra,17/79.
35 Müzemmil,73/20.
36 Müslim, Sıyâm 232; Ebû Davûd, Savm, 55.
37 Fatır,35/28.
38 Nur,24/52.
Tasavvuf tariflerinin bazısında onun havassa ait ledün ilmi olduğu verilmektedir.
Bütün İslami ilimlerin ana kaynağı Kur’an ve sünnet olmakla birlikte bilgiye ulaşmada
kullanılan vasıtalar farklılık olabilmektedir. Mesela kelam gibi ilimler akıl aracılığı ile
istidlal ve burhan yolunu kullanırken, tasavvuf keşf ve ilham gibi ledün yolunu
kullanmaktadır. İlm-i ledün’ü elde edebilmek için ibadet, riyazet ve mücahede ile belli
bir olgunluğa ulaşmış olmak gerekir. Bu konuya işaret eden pek çok ayet vardır.
Örneğin, Musa (a.s.)’ın olayların dış yüzüne bakarak hükmettiğini, Hızır (a.s.)’ın ise
ilm-i ledün sayesinde meselenin içyüzüne vakıf olarak hareket ettiğini açıkça ifade eden
âyetler dikkat çekicidir.39

Bu konuda delil sayılabilecek âyetlerden bazıları şöyledir: “Takvâ üzere olunuz


ki Allah size öğretsin.”40 “Eğer takvâ üzere olursanız Allah size furkan; iyi ile kötüyü
ayırt edecek nur verir.”41 “Allah’tan korkun ve Resûlü’ne inanın ki, Allah size
rahmetinden iki kat versin ve sizin için, ışığında yürüyeceğiniz bir nur ortaya koysun.”42

Bu konuya delil olabilecek hadislerden bazıları şöyledir: “Siz benim bildiklerimi


bilmiş olsaydınız, çok ağlar az gülerdiniz.”43 “Her ümmetin muhaddesleri; keşf ve
ilhama mazhar kişileri vardır. Bu ümmetin muhaddeslerinden biri de Ömer b.
Hattâb’dır.”44

İlim sadece insanın kendi kesbiyle elde edilmez bunun yanında Allah’ın seçkin
kullarına verdiği bir de “vehbi-ledünni” ilim dediğimiz bir ilim türü vardır. Tasavvufta
da bu ilimden istifade eden birçok sufi mevcuttur.

2.2.6. İhsan ve Hakk’a vuslat

İhsan konusunu daha öncede bahsetmiş ve Cibril Hadisinde geçen “ihsan”


kavramında geldiğini ifade etmiştik. Hatta tasavvufun gayesi olarak veren

39 Kehf,18/65-82.
40 Bakara,2/282.
41 Enfal,8/129.
42 Hadid,57/28.
43 Buhârî, Küsûf, 2; Müslim, Salât, 112.
44 Buhârî, “Fezâil”, 16.
mutasavvıfların olduğunu söylemiştik. Tahakkuk ve müşâhede yoluyla Hakk’a vuslat ve
Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmeye çalışma, tasavvufun insanı ulaştırmak istediği
son noktadır. Allah’a varmayı ve O’nunla olmayı başaranlar, aynı zamanda “Allah’ın
kendilerinden razı olduğunu haber verdiği, rıza ve ihsan makamına erdirdiği
kullardır.”45 Bu durum bir hadiste şu şekilde beyan edilir: “Benim velî kuluma
düşmanlık edene Ben harp ilan ederim. Kulum Bana, üzerine farz kıldığım şeylerden
daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşamaz. Kulum farzlardan sonra nafilelerle yaklaşmaya
devam ederse Ben onu severim, Ben onu sevince de onun işiten kulağı, gören gözü,
tutan eli, yürüyen ayağı, düşünen aklı ve konuşan dili olurum. Böyle bir kulun istediğini
hemen veririm, Bana sığınınca onu korurum.”46

2.3. Değerlendirme Soruları

1- Kur’an ve Hadisin tasavvufa kaynak oluşu nasıldır?

2- Peygamberlerin örnek yaşayışları ve tasavvufa etkisi hakkında bilgi veriniz.

3- Allah Resulu ve ashabının yaşayışlarının tasavvufa örnek oluşunu izah ediniz.

4- Tasavvufta zühd ve güzel ahlak neleri ifade eder anlatınız.

5- Nefsi tezkiyesini tasavvuf açısından izah ediniz

6- Kalp tasfiyesi ve tasavvuf ilişkisini anlatınız.

7- Gece ibadetinin ehemmiyetini belirtiniz.

8- Takvayı anlatınız.

2.4 Kaynaklar

45 Tevbe,9/100.
46 Buhârî, Rikâk, 37.
1- Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991.

2-Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.

3-Bardakçı, Necmeddin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Isparta, 2000.

4- Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1992.

5- Komisyon, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul, 2010.

6- Komisyon, Tasavvuf el Kitabı, Ankara, 2012.

7 -Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, İstanbul, 2011.

8-Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2002.


TASAVVUF
3. Hafta

Prof. Dr. İhsan SOYSALDI


3. Ünite Tasavvuf Klasik Eserleri

1- Tasavvufla İlgili Kaynak Eserler


2- Tasavvuf İlminin Kaynak Eserleri (Klasikler)
3- Tasavvuf Tarihinin Kaynak Eserleri
4- Değerlendirme Soruları
5- Kaynaklar

Tasavvufla ilgili Kaynak Eserler

A-Tasavvuf İlminin Kaynak Eserleri (Klasikler)

Tasavvuf konusu gereği sözden çok yaşantıya değer veren yani kalden çok hali
anlatılan bir ilimdir. Buna rağmen bilimin yazılı kaynağı olması gerekir. Bu bir
ihtiyaçtır. Her ilim dalının kaynak eserleri önemli bir yer tutmaktadır. Tasavvufun ilmi
altyapısını oluşturan kaynak eserler gerçekten İslam Tarihinde adından çokça söz ettiren
eserler olmuşlardır. Bilindiği üzere tasavvuf tarih içerisinde hicri 2. Asırdan sonra
ortaya çıkan bir ilim dalı olarak görülmektedir. Ülkemizde de 1990’lı yılların başlarında
İslam Felsefesinden ayrılarak müstakil bir ilim dalı halini almıştır.

Kur'an ve sünnet kaynağına dayanan tasavvufî düşünce, mutasavvıfların


yazdıkları bu eserlerle belli bir derinlik kazanmış ve sistematize edilmiştir.
Kendilerinden sonrakilere kaynaklık eden bu eserlerin kısmen hadis, tefsir, kelam ve
fıkıh gibi diğer ilimlerle de münasebetleri vardır.

Burada tüm tasavvufî eserleri veya sufi müellifleri zikredebilmek mümkün


olamayacağından, bu eserlerden seçtiğimiz bazılarını -ki bunlar tasavvufun klasikleri
olarak da değerlendirilebilir- görmeye çalışalım;

1- er-Ri‘âye lî Hukûkillah:
Hâris b. Esed el-Muhasibi (ö. 243/857)’nin bu eseri günümüze ulaşabilen
tasavvufun ilk kaynak eserlerinden biridir. Muhasibinin sistemli olarak tasavvufi
görüşünü veren bir eserdir. Muhasibi Gazalinin hocasıdır. İhya-ı ulumi’d-din eserinin
sanki orijinali durumunda bir eserdir. İki eser bir araya getirildiğinde İhya, Riayenin
açıklaması gibidir. Gazalinin Muhasibiden ne kadar etkilendiği açıkça görülmektedir.
Riaye ilk olarak Allah’ın hukukuna riayet etmenin ne demek olduğunu izah ederek
konuya giriş yapmaktadır. Bu konuyu teker teker açıklayan Muhasibi, daha sonraki
bölümde ise, tamamıyla ahlak felsefesini ilgilendiren hususları tahlil etmiştir. Bu
konular birbiriyle zıt olan riya ve ihlas kavramları olmak üzere, riyaset (baş olma
isteği), mübahat (önemsemezlik), tefahür (övünme), tehasüd (hasedleşme), üstün gelme
gibi ahlakın kötü sıfatlarını ele alır ve bunları açıklayarak konuyu izah etmektedir.

Margaret Smith (London 1935), Abdülhalîm Mahmûd, Tahâ Abdülbâkî Sürûr


(Kahire 1958) ve Abdülkadir Ahmed Atâ (Kahire 1970) tarafından yapılan neşirleri
mevcuttur. Türkçede biri, Kalb Hayatı adıyla Abdülhakim Yüce’ye (İzmir 1997), diğeri
de Şahin Filiz ve Hülya Küçük’e (İstanbul 1998) ait iki tercümesi vardır.

2- Kitabü Hatmi’l-Evliya:

Tasavvufi düşüncenin ilk temsilcilerinden biri olarak kabul edilen Hakîm


Tirmizi’nin (ö. 320/932) bu eseri, tasavvufun temel öğretilerinden biri olan
“velayet” meselesini müstakil olarak ele alan ilk eserdir. Tirmizi, eserinde
velâyetle ilgili yüz elli beş soru ortaya atmıştır. Bu sorular İbn Arabi tarafından
Fütuhatü’l-Mekkiyye‟de cevaplanmıştır.

Tirmizi farklı ilim dalından insanların kendi fikirlerini ortaya koydukları


bir mesele olan velayet kavramını kendi düşünce penceresinden anlatmıştır.

Eserin Osman Yahya tarafından değişik eserlerdeki pasajlarının


çıkarılmasıyla gerçekleştirilen neşri (Beyrut 1965) vardır. Salih Çift tarafından
yapılan Türkçe tercümesi Veliliğin sonu: Velayet ve Nübüvvet Tartışması adıyla
yayımlanmıştır (İstanbul 2006).

3- el-Lüma‘ fi’t-Tasavvuf:

Tasavvufun ilk dönem kaynak eserlerinden olan lüma Ebû Nasr Serrac
et-Tûsî‟nin (ö. 378/988) tasavvuf ilminin kaynakları ve ortaya çıkışı hakkında
bilgi veren bu eserinde tasavvuf kavramları geniş biçimde ele alınmaktadır.
Eserin en temel özelliklerinden biri; hâl ve makāmları belli bir sıralamaya tabî
tutması, tasavvufî eğitimin seyr ü süluk problemlerini irdelemesi ve tasavvufu
bağımsız bir ilim olarak açıklayan ilk klasik olmasıdır. Bir diğer önemli özelliği
de tasavvufî hayatta görülen yanlışlıkları “Galatatü’s-Sufiyye” başlığı altında
incelemesi dolayısıyla tasavvuf ve mutasavvıflara karşı özeleştiri yapılmış
olmasıdır.

Serrac kitabı yazma nedenini ise şöyle anlatmaktadır: “ Birisi benden


tasavvufun ve sufilerin yolunun ne olduğunu ve halkın mutasavvıflar hakkındaki
yorumlarının sebebini sordu. Zira halkın bazısı sufiler hakkında ifrata gidecek
bazı düşüncelerle onları yüce mertebelere çıkarmakta, bazıları da
küçümsemekte, bir başka kesim ise, sufileri zındıklıkla suçlamaktadır. Soru
soran zatın bunlardan hangisinin doğru olduğunu kitap ve Sünnete uygun olarak
acıkmamı istedi” diyerek kitabı yazma sebebini belirtmiştir.

R. A. Nicholson tarafından İngiltere‟de (Leiden 1914) Andulhalim


Mahmûd tarafından Kahire‟de yayımlanmış olan eser, H. Kâmil Yılmaz
tarafından İslâm Tasavvufu adıyla (İstanbul 1996) Türkçeye çevrilmiştir.

4- Kutu´l-Kulub:

Ebû Tâlib el-Mekki (ö. 386/996)‟ye ait olan bu eserde kırk sekiz ana
başlık bulunmaktadır. Bunlardan birkaçını vermek gerekirse:

- Muameleye dair bazı ayetler

- Gece ve gündüz evradı ile ilgili ayetler

- Gündüz ve gece namazı kılmanın fazileti

- Kur’an okuma adabı ve okuyucunun sıfatları

- Nefis muhasebesi ve vakitlere riayet edilmesi

- Müridlerin esası

-İslam’ın beş temeli

Gibi başlıklar altında konular işlenilmiştir. Eser Kur’an ve özellikle


hadislere yer vermesiyle dikkat çeken bir çalışmadır. Gazali’nin İhyasına
kaynaklık eden eserlerdendir.

Nurettin Şeribe tarafından neşredilen (Mısır 1372/1953) eser Türkçe’ye


Yakup Çiçek ve Muharrem Tan tarafından (İstanbul 1998-1999) çevrilmiştir.

5- et-Ta‘arruf lî Mezhebi Ehli’t-Tasavvuf:

Ebu Bekir Kelabazi (ö. 380/990) tarafından kaleme alınan bu eserde


itikadi konularla birlikte tasavvufî kavramlar açıklanarak sünni tasavvuf ile
sünni akide arasındaki uyum gösterilmeye çalışılmıştır. İlk dönem sufilerinin
itikadi konulara yaklaşımını aktarması eserin en önemli özelliğidir. Sahte
mutasavvıflar yüzünden kaleme aldığı söylenilerek başlanan eserde, kelâm
alimlerinin tartıştığı inanç konularında sufilerin bakışını dile getirmiştir. Diğer
bölümlerde de tasavvuf terimleri üzerinde durmuştur. Eser hakkında, “Ta‘arruf
olmasaydı tasavvuf bilinmezdi” denilmiştir. Yazılış sebebi olarak yerleşik dini
inançlarla sufilik arasında ortak bir temel oluşturmak bu alanda yaşanılan
karmaşanın çözümüne katkı sağlamak ve bu yolu tercih edenlere rehberlik
yapmak için kaleme alınmıştır.

İsmail Müstemlî‟nin Farsça, Ali Konevî‟nin de Arapça olarak şerh ettiği eser,
A.J. Arberry tarafından The Doctrin of Sufism adıyla İngilizce‟ye (Cambridge
1936), Süleyman Uludağ tarafından da Doğuş Devrinde Tasavvuf adıyla
Türkçeye (İstanbul 1979) çevrilmiştir.

6- er-Risaletü’l-Kuşeyriyye:

Tasavvufun en önemli eserlerinden olup Abdülkerim Kuşeyri (ö.465/1072)


tarafından kaleme alınan bu eserde şeriat ve hakikat dengesi gözetilmektedir.
Kuşeyri kendi döneminde tasavvufta ortaya çıkan duraklama döneminden
şikayet etmekte, hatta bu yolun artık yok olduğunu bile düşünmektedir. Şeriata
uymanın azaldığı, daha ziyade menfaatin öne çıktığı bir düşüncenin hakim
oluşundan şikayet etmektedir. Bu duruma olan tepkisi ve insanları uyarmak
amacıyla İslam ülkelerindeki sufi topluluklara bir mektup mahiyetinde bu eseri
yazmıştır.

Eserin girişinde tasavvufun problemlerine değinilmiş, önceki sûfîlerden


söz edilerek gerçek tasavvufun ortaya konulmak istendiği belirtilmiştir. Daha
sonra hayat hikâyesinin anlatıldığı ve Kuşeyri Ricali diye adlandırılan seksen üç
sufiden bahsedilmiştir. Eserde tasavvufî hâl ve makamlarla ilgili pek çok terim
Kur’an ve hadislerdeki anlamlarından başlanmak suretiyle önceki şeyhlerin
konuyla ilgili görüşleriyle birlikte tahlilî bir tarzda ele alınmıştır.

Farsça ve İngilizce tercümeleri olan eserin, dilimizde Tahsin Yazıcı


(Ankara 1966) ve Süleyman Uludağ tarafından (İstanbul 1979, 1991) yapılan
tercümeleri mevcuttur.

7- Keşfü’l-Mahcub:

Eser Ebu’l-Hasen Ebi Ali el-Hucviri (ö. 465/1072) tarafından Farsça


olarak yazılmıştır. Tasavvufta yazılan ilk Farsça eserdir, tasavvufun muhteva
açısından en geniş eserlerindendir. Hucviri eseri yazarken Süleminin
Tabakatü’s-Sufiyyesinden, Serrac’ın Lüm’asından, Kuşeyrinin Risalesinden
yararlanmıştır. Eserde, tarikatın usulleri, sufilerin makamları, sözleri ve
davranışları hakkında sorular üzerine yazdığı bilinmektedir.

Jukovski tarafından neşredilen (Leningrad 1926) eserin İngilizce


tercümesi R. A. Nicholson’a (1911), Arapça tercümesi Abdülhadî Kandil’e
(Kahire 1974), Hakikat Bilgisi adını taşıyan Türkçe tercümesi de Süleyman
Uludağ’a (İstanbul 1982) aittir.

8- İhyau ‘Ulumi’d-Din:

Muhammed Gazali’nin (ö. 505/1111) bu eseri tasavvufta özellikle


günümüz insanına hitap eden bir eser olarak dikkat çekmektedir. Gazali İslam
dünyasının içerisinde bulunduğu kötü ve istenmeyen durumlardan dolayı selefin
ilmi artık yok olmaya başladığını belirterek, dinde yaşanan bu kötü gidişe
peygamber ve Salihler nezdinde faydalı olan ilimleri açıklamak üzere bu eseri
yazdığını belirtmektedir.

İhya’nın pek çok baskıları ve muhtelif dillere tercümeleri (Mehmet A.


Müftüoğlu, İstanbul 2008) vardır. Gazâlî’nin el-Munkiz Mine’d-Dalâl (A.S.
Furat, İstanbul 1972) ile Mişkatu’l-Envar (Şadi Eren, İstanbul 2007) adlı eserleri
de tasavvufî açıdan önemlidir.

9- Avarifü’l-Ma‘arif:

Ebu Hafs Şihabeddin es-Sühreverdî (ö. Bağdat 632/1236)’nin kaleme


aldığı tasavvufun önemli bir kaynak eseridir. Sahte ve hakiki sufileri ayırma
gerekçesi nedeniyle Avarifi kaleme aldığı bilinmektedir.

Eserde tasavvufun teorik tarafından çok pratik tarafına önem verilmiş,


tasavvufî ahlâk ve terimler dönemin ilmî usulleriyle ele alınmıştır. Sühreverdi
şathiye gibi ifadelere iltifat etmemekle birlikte, zaman zaman bunları açıklamaya
çaba harcamıştır. Eserin önemli bir özelliği de, tekke hayatı ve halvet adabı gibi
konulara yer verilmiş olmasıdır. Bu açıdan eser daha sonra yazılan adab ve erkan
kitaplarına kaynaklık etmiştir.

Arapça olarak şerh edilen ve Farsçaya da çevrilen eser ilk olarak Bigalı
Ahmed tarafından Türkçeye kazandırılmıştır. H. Wilberforce tarafından İngilizce
(Londra 1891, New York 1970), R. Gramlich tarafından da Almancaya
(Wiesbaden 1978) çevrilen eserin günümüz Türkçesinde, biri H. Kâmil Yılmaz
ve İrfan Gündüz’e (İstanbul 1989), diğeri de Dilaver Selvi ve Yahya Pakiş
(İstanbul 1988)‟e ait olmak üzere iki tercümesi vardır.
10- el-Fütuhatü’l-Mekkiyye:

İbn Arabi (ö. 638/1240)’nin kaleme aldığı bu kıymetli eser tasavvuf


açısından son derece önemli bir eserdir. Eserde bir müslümanı ilgilendiren bütün
meseleler bir sûfî gözüyle ele alınmıştır. Şu altı bölümden oluşmaktadır: 1-el-
Ma’arif, 2- el-Muamelat, 3- el-Ahval, 4-el-Menazil, 5- el-Münazalat, 6- el-
Makamat.

Eser üzerinde en çok çalışan sufilerden biri İmam Şarani’dir. Nihat


Keklik de eseri değişik bir tasnifle özetlemiş ve iki cilt halinde neşretmiştir. Eser
Türkçeye Ekrem Demirli tarafından çevrilmiştir. (İstanbul 2006-2011). Esere
dair bir kullanışlı bir fihrist çalışması M. İbrahim Muhammed Salim tarafından
yapılmış ve Ali Akay tarafından tercüme edilmiştir. (İstanbul 2011)

11- Fusûsu’l-Hikem:

İbn Arabi (ö. 638/1240)’nin en meşhur eserlerindendir. Fusus yirmi yedi


peygamberin isimlerinden hareketle her bir ismin hikmetine izafeten yirmi yedi
bölümden oluşmaktadır. Peygamberler hakkındaki hakayık ilmi bakımından
tefsiridir diyebiliriz. Bununla beraber hadislerden de yararlanılmıştır.

Çeşitli dünya dillerine çevrilen ve en çok şerh edilen eserlerden biri olan
Fusus, Davud-ı Kayseri tarafından Arapça, Abdullah Bosnevi tarafından da
Türkçe olarak şerh edilmiştir. Son şerhlerden biri Ahmet Avni Konuk’a aittir
(Hazırlayanlar: Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın, İstanbul 1987-1992). Türkçe
tercümesi N. Gencosman tarafından 1952 de yapılmıştır. Eserin ayrıca Ekrem
Demirli tarafından da tercüme ve şerhi yapılmıştır (İstanbul 2006).

A. Tasavvuf Tarihinin Kaynak Eserleri

Tasavvuf tarihinde kaynaklık etmiş önemli müelliflerin eserleridir. Tasavvufun


günümüze kadar ulaşmasında büyük katkılar sağlamış mutasavvıfların eserleridir.

1-Tabakatü’s-Sufiyye:

Ebu Abdurrahman es-Sülemi (ö. 412/1021)’ye ait olan bu eser, sufi tabakatı
olarak yazılan ve günümüze gelen en eski ve geniş eserdir. Sülemi, hicri ikinci
asırdan başlayarak kendi dönemine kadar olan sufileri beş tabakada ele alarak
incelemiş, ilk dört tabakada yirmişer, son tabakada da yirmi üç olmak üzere 103
mutasavvıfı, kısaca hayatı, şeyhi, müridleri ve tasavvufa dair bazı sözleriyle birlikte
tanıtmıştır. Nureddin Şeribe tarafından neşredilen eserin (Mısır 1953, 1969, 1986)
Türkçeye tercümesi yapılmamıştır.
Eser kendisinden sonra da pek çok müellife kaynaklık etmiştir. Bunlardan birisi
de Abdullah Herevi’dir. Aynı adı taşıyan eseri Sülemi’nin eserinin Farsça’ya
tercümesidir.

2- Hilyetü’l-Evliya ve Tabakatu’l-Asfiya:

Sülemi’nin talebesi olan Ebu Nuaym İsfehani (ö. 430/1039) bu eserini


hazırlarken hocasının eserinden istifade ettiğini açıkça ifade etmiştir. Eserin baş
tarafında tasavvufun mahiyeti hakkında bilgi verilmekte, onun ardından hulefa-i
raşidin, aşere-i mübeşşere, ashab ve suffe ashabı, daha sonra da tabiin, tebe-i tabiin
devri ve müellifin çağına kadar yaşayan 700 kadar zahid ve sufinin hayatı
hakkındaki rivayetler aktarılmaktadır. Bu eser, "evliya" kategorisine Sünnî
mezhebin dört kurucusunu da dâhil etmesi açısından dikkat çekicidir. Eser Mısır’da
Mektebetü‟l-Hanci tarafından on cilt halinde tahkikli olarak 1932‟den beri üç-beş
defa tab’ edilmiştir. (Kahire 1982, 10 cilt). Bir heyet tarafından İbnü’l-Cevzi’nin
Sıfatü’s-Safve’siyle birlikte Türkçeye çevrilmiştir.

3- Sıfatu’s-Safve:

İbnu’l-Cevzi (ö. 597/1200)’nin bu eseri, Ebu Nuaym’ın Hilyetü’l-Evliya’sının


değişik bir tasnifle yapılmış özetidir. Müellif eserine Hilye’nin farklı özeliklerini
tanıtarak başlar. Bundan sonra Hz. Peygambere genişçe yer ayırır. Bunlar eserin
Hilye’den ayrılan noktalarıdır. Sonra ilk zahid ve sufilerin hayat ve
menkabelerinden bahseder. Dört cilt olarak neşredilen eserde 1031 sufi ve zahidin
terceme-i hali bulunmaktadır. Sufiler ve zahidler bölgelere göre gruplandırılmış,
kadın sûfîlere geniş yer verilmiştir.

4- Tezkiretü’l-Evliya:

Feridüddin Attar’ın (ö. 618/1221), Cafer Sadık’tan başlayarak 97 zahid ve


sufinin hayat hikayelerini naklettiği Farsça bir kaynaktır. Nazarî ve felsefî
tasavvuftan daha çok, sade ve saf duygulara yer verilen eser bu yönüyle tarikat
çevrelerinde ona olan ilgiyi artırmıştır.

R. A. Nicolson tarafından neşredilen (Londra 1907) eserin Uygurcası Pavet de


Courteille tarafından neşredilmiş ve Fransızca’ya çevrilmiştir (Paris 1886). Eser
Süleyman Uludağ tarafından tam metin olarak Türkçeye (Bursa 1984, İstanbul
2007) çevrilmiştir.

5- Tabakatu’l-Evliya:

İbnu’l-Mulakkin (ö. 804/1402)’ın bu eseri tanzimi itibariyle Tabakatu’s-


Sufiyye’ye benzemekle birlikte, ihtiva ettiği terceme-i haller açısından ondan çok
zengindir. Eserde, II/VIII. asrın ortalarından yazıldığı VIII/XIV. asrın son on yılına
kadar olan 230 kadar sufinin hayat hikâyesi anlatılmaktadır. VII-VIII/XIII-XIV.
asırlarda yaşayan sufilerle veya onların çocukları ile görüşmesi eserin önemini
artırmaktadır. Nureddin Şeribe’nin hazırladığı tahkikli neşir (Kahire 1986) eserden
istifadeyi kolaylaştırdığı gibi, benzeri eserlerle mukayese imkânı da vermektedir.

6- Nefehatü’l-Üns min Hadarati’l-Kuds:

Molla Cami (ö. 895/1495)’nin bu eseri, Herevî’nin Sülemi’den Farsçaya tercüme


ettiği Tabakatu’s-Sufiyye adlı eser esas alınarak yazılmış bir sufi tabakatıdır. İlk
ikisine göre çok genişletilmiş olan eserde XV. asırdan önce yaşamış çoğu Orta
Asyalı olmak üzere 502 erkek 34 kadın olmak üzere 616 sufinin tercüme-i hal yer
verilmiştir. Nefahatü’l-Üns’te sufiler anlatılırken kronolojik bir sıra takip edilmemiş
sufiler daha çok mensup oldukları tarikatlara ve bölgelere göre gruplandırılarak
anlatılmıştır.

Aslı Farsça olan eser (Nşr. Mehdi Tevhidi Pur, Tahran 1336/1917) Lamiî Çelebi
tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Çeviriyi yaparken Nakşibendi, Halveti ve Zeyniler
ile 15 kadar Anadolu evliyasını (Yunus Emre, Hacı Bektaş vs. ) da ilave etmiştir.
Ali Şir Nevayî (ö. 907/1501) tarafından da Çağatay Türkçesine Nesayimü’l-
Mahabbet adıyla çevrilmiştir. Zekeriya Osmanî tarafından Arapçaya çevrilen eserin
Giriş kısmı Sivestre de Sacy tarafından Fransızca‟ya çevrilmiştir. Süleyman Uludağ
ve Mustafa Kara da Lamiî Çelebi tercümesini sadeleştirerek günümüz Türkçesine
(İstanbul 1995) kazandırmışlardır.

7- Tabakatu’l-Kübra:

Abdulvahhâb Şa’rani (ö. 973/1565)’nin bu eserinin orjinal adı, Levakıhu’l-Envar


fi Tabakati’l-Ahyar’dır. Hilyetü’l-Evliya’nın tasnifine benzer şekilde kaleme
alınmıştır. II/VIII. Asırda yaşamış 400 kadar sufinin fikir, menkabe ve hayat
hikâyelerini ihtiva eder. Eser bir kaç defa basılmıştır. (Mısır, 1938, 1988)
Abdulkadir Akçiçek tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

8- Sefine-i Evliya:

Hüseyin Vassaf‟ın (ö. 1929) bu eseri Halvetiyye, Nakşibendiyye, Kadiriyye ve


Mevleviyye gibi Osmanlı Devleti’nde yaygın olan tarîkatları ve önemli şahsiyetleri
tanıtan genel anlamda bir tarikatlar ansiklopedisidir. Fakat aktardığı iktibaslar ve
kullandığı üslup yönüyle tasavvuf kültürü açısından pek çok inceliğe de kaynaklık
eder.

Mehmed Sami es-Sümbüli tarafından yazılan Esmar-ı Esrar adlı eserin şerhi
olarak kaleme alınan eserde iki bin kadar sufinin hayatı hakkında bilgi verilmiştir.
Bunlardan çoğu da Anadolu’da yaşayan sûfîlerdir. Eserin en önemli özelliklerinden
biri de fotoğraflar, el yazıları ve küpürlerden oluşan zengin bir görsel malzeme
içermesidir.
Yazması Süleymaniye Kütüphanesi (Yazma Bağışlar Kitaplığı Nu. 2309)‟de
bulunan eser Mehmet Akkuş ve Ali Yılmaz tarafından 5 cilt olarak yayına
hazırlanmıştır (İstanbul 2006).

9- eş-Şakaiku’n-Nu’maniyye fi Ulemai Devleti’l-Osmaniyye:

Taşköprülüzade (ö. 968/1561) bu eserinde kendi dönemine kadar olan Osmanlı


mutasavvıflar ve âlimlerinin hayat hikayelerini on tabaka halinde anlatır. Beş yüz
kadar alim ve mutasavvıfın yer aldığı eserde 150 civarında Osmanlı mutasavvıfı yer
alır.

Arapça yazılan eserin birçok Türkçe çevirisi bulunmakla birlikte Mecdi Mehmed
tarafından esere ilavelerle Tercüme-i Şakāik adıyla yapılan Osmanlıca çevirisinin
ayrı bir kıymeti vardır.

4- Değerlendirme Soruları

1- Tasavvufun kaynakları hakkında kısa bir bilgi veriniz.


2- Riaye hakkında bilgi veriniz.
3- Hatmu’l-Velaye adlı eseri tanıtınız.
4- Eserlerde genelde neye dikkat edilmiştir.
5- Lüma’ hakkında bilgi veriniz.
6- Bu eserleri tanımak size ne kazandırdı?

5- Kaynaklar

1- Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991.

2-Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.

3-Bardakçı, Necmeddin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Isparta, 2000.

4- Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1992.

5- Komisyon, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul, 2010.

6- Komisyon, Tasavvuf el Kitabı, Ankara, 2012.

7 -Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, İstanbul, 2011.

8-Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2002.


TASAVVUF

4. Hafta

Prof. Dr. İhsan SOYSALDI


4. Ünite Tasavvufun diğer İslami ilimlerle münasebeti

Tasavvufun Diğer İslami İlimlerle Münasebeti

Tasavvuf ve Diğer İslâmî İlimler

Tasavvuf ve Tefsir

Tasavvuf ve Hadis

Tasavvuf ve Fıkıh

Tasavvuf ve Kelâm

Tasavvufun Sosyal İlimlerle Münasebeti

Tasavvuf ve Felsefe İlişkisi

Tasavvuf ve Psikoloji İlişkisi

Tasavvuf ve Sosyoloji İlişkisi

Tasavvuf ve Eğitim İlişkisi

Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Değerlendirme Soruları

Kaynaklar
İslâmiyet zahirden çok öze değer veren, ruha hitap eden, bulunduğu toplumun
ihtiyaçlarını karşılayan, İslam toplumunun sorunlarına çözüm yolları arayan bir dindir. Sosyal
hayatın her safhasıyla iç içe olan tasavvuf ilmi de toplumun dikkatini çekmiş ve tarih boyunca
hakkında pek çok eser vücuda getirilmiştir.

Tasavvufun dışındaki İslami ilimler gibi ihtiyaç üzerine ortaya çıkan tasavvuf; diğer
İslam ilimleriyle ilişki içerisindedir. Bundan dolayı tasavvufu İslami ilim ve sanat şubelerinin
hiçbirinden ayrı olarak düşünemeyiz. Tasavvuf tefsirle, hadisle, fıkıhla, kelamla ve diğer
İslami ilimlerle birlikte vardır. Bunlar birbirini tamamlayan ilimlerdir.

Asrı Saadette tasavvuf adıyla bir kurumun bulunmaması nedeniyle Tasavvuf, Hz.
Peygamber devrinde yoktu öyleyse batıldır, bidattir. Şeklinde iddialar ortaya atılmıştır. Oysa
İslami ilimler ilk yıllarda bir bütün halindeydi. Fıkıh, kelam, tefsir, tasavvuf gibi bölümlere
ayrılmış değildi. Bugünkü şekliyle tefsir, kelam, hadis de Peygamber (s.) döneminde yoktu,
kelam ve fıkıh mezhepleri de mevcut değildi. Bu tasnifler daha sonraki yıllarda ortaya
çıkmıştır.

TASAVVUFUN MAHİYETİ VE DİĞER İLİMLERLE MÜNASEBETLERİ

Tasavvufun diğer İslami ilimlerle olan beraberliği asr-ı saadetle sınırlı değildir. Daha
sonraki aşamalarda da aynı benzerlik dikkati çekmektedir. Tasavvuf da, diğer İslam ilimleri
gibi hicri ikinci, üçüncü asırlarda teşekkül etmiştir. Tasavvufî düşünce, sistemleştikten sonra
belli başlı kaideler ortaya çıkmıştır.

Tasavvuf ve Tefsir

Tefsir, nüzul sebeplerini de nazarı itibara alarak Kur’an ayetlerinin yorumunu yapan
ilimdir. Tefsirde de geçen Allah’ın seçkin kullarına bahşettiği vehbi ilim vardır. Bu ilim,
Allah’a karşı takva, mahlukata karşı tevazu, dünyaya karşı zühd ve nefse karşı amansız bir
mücahede ile elde edilir. Bu nedenle Allah’ın ayetlerini anlamaya mani kibir, ucub, hased ve
dünya sevgisi gibi kalbî hastalıklar, tasavvufî terbiye ve tasfiye ile tedavi edilmediği
müddetçe Kur’an’ın esrarından hisse alabilmek mümkün değildir. Nitekim “Dünyada haksız
yere kibirlenip büyüklük taslayanları, ayetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım” (el-
A‘raf, 146) ayeti bunu açıkça ifade eder. İşte bu nedenledir ki sufiler, Kur’an-ı Kerim’in
esrarını kavrayabilmek için nefis tezkiyesini şart koşmuşlardır. Onlara göre “Bildiği ile amel
edenlere Allah bilmediklerini öğretir” sözü vehbi ilme işaret eder.

Mutasavvıflar, rivayet ve dirayet tefsir metoduna ilave olarak bir de “işari” tefsir
yorumunu getirmişler ve işari mana verilirken uyulması gereken şu üç hususa dikkat
çekmişlerdir:
1) İşari mananın zahiri manaya ters düşmemesi

2) Verilen mananın Kitap ve sünnetin muhtevası içinde olması

3) İşari mana için lafızların siyak ve sibaklarının uygun olması. Müfessirlerin kullandıkları
rivayet ve dirayet metodundan başka, mutasavvıf müfessirlerin kullandığı “işari” metot bazı
müteşabih ayetlerin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktadır. Ayetlerin zahirî
manalarından başka öze ait batıni manalarının bulunduğu konusunda ehl-i sünnet bilginleri
ittifak halindedir. İhtilâf batıni cihetin keyfiyeti ve mahiyeti konusundadır.

Mutasavvıfları işari yoruma sevk eden bazı müteşabih ayetler vardır ki onlardan
birkaçı şu ayetlerdir:

1) “Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 50/16).

2) “Evvel O’dur, Ahir O’dur; Zahir de O’dur, Batın da.” (Hadîd, 57/2).

3) “Allah yerlerin ve göklerin nurudur.” (Nur, 24/35).

4) “Nereye yönelirseniz yönelin Allah oradadır.” (Bakara, 2/115)

İşârî Yorum Yapan Tefsirlerden Bazıları

1) Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim: Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (ö.283/896)

2) Hakaiku’t-tefsir: Ebu Abdurrahman es-Sülemi (ö.412/1021)

3) el-Keşf ve’l-beyan an Tefsiri’l-Kur’an: Ebu İshak Ahmed es-Sa’lebi (ö.427/1035)

4) Letaifü’l-işarat: Abdülkerim el-Kuşeyri (ö.465/1072)

5) Keşfü’l-esrar ve ‘uddetü’l-ebrar: Ebü’l-Feyz Ahmed

6) Tenbihü’l-efham ilâ tedebbüri’l-Kitab ve tazarrufi’l-ayat ve’n-nebei’l-azim: İbn Barracan


el-Endulusi (ö.536/1141)

7) Araisü’l-beyan: Ruzbihan el-Bakli (ö.606/1209)

8) Aynü’l-hayat: Necmüddin Kübra (ö.618/1221)

9) Nuğbetü’l-beyan fî Tefsiri’l-Kur’an: Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi (ö.632 /1234)

10) el-Me’arif: Seyyid Burhaneddin et-Tirmizi (ö.638/1240)

11) Tefsiru İbni’l-Arabi: Muhyiddin İbnü’l-Arabi (ö.638/1240)

12) Bahru’l-hakaik: Necmüddin ed-Daye (ö.654/1256)


13) et-Te’vilat: Abdurrezzak el-Kaşani (ö.730/1330)

14) Tekmiletü’t-Te’vilatı Necmiyye: Alaüddevle es-Simnani (ö.736/1335)

15) Tefsir: Muhyiddin Muhammed Niksari (ö.901/1495)

16) el-Fevatihu’l-ilahiyye ve’l-mefatihu’l-gaybiyye: Nimetullah Nahcuvani (ö.902/1496)

17) Mecalisü’t-tefasir: Hamdullah Ahmed Çelebi (ö.914/1508)

18) Fütuhat-ı ayniye: İsmail Ankaravi (ö.1040/1631)

19) Ruhu’l-beyan: İsmail Hakkı Bursevi (ö.1137/1725)

20) Ruhu’l-meani fi tefsiri’l-Kur’ani’l-Azim ve’s-Seb’i’l-Mesani: Şihabüddin Mahmud el-


Alusi (ö.1270/1854)

Mutasavvıfların bazı ayetlere getirdikleri işari yorumlara birkaç örnekler:

1) Bir gün Seri es-Sekati’nin yanında şu ayet okunmuştu: “Kur’an okuduğun zaman biz onu
seninle ahirete inanmayanlar arasında bir perde yaparız.” (el-İsra, 17/45) Seri: “Bu ayette
geçen hicaptan maksat nedir bilir misiniz? Maksat, gayret hicabıdır. Allah’tan daha kıskanç
biri yoktur. Gayret hicabından maksat, Allah’ın kâfirleri dinin doğruluğunu tanımaya ehliyetli
kılmamış olmasıdır.”

2) “Allah, dilediğini mahv dilediğini ispat eder” (Ra’d, 13/39) ayetini, mutasavvıflar şöyle
izah etmişlerdir: Allah Teâlâ, ariflerin kalbinden Allah’tan başka şeylerin hâtıra ve
düşüncesini mahveder, mürid ve mübtedilerin dilinde Allah’ın zikrini ispat ve var eder.

Tasavvuf ve Hadis

Hadis Hz. Peygamber’in (s.) söz, fiil, takrir, yaratılış ve huyla ilgili vasıf ve
özelliklerini inceleyen bir ilim dalıdır. Diğer İslâmî ilimler gibi, tasavvufun da Kur’an-ı
Kerim’den sonra başvurduğu ikinci kaynak hadislerdir. Tasavvufun hadis ilmiyle olan
münasebeti, tefsirle olan münasebeti gibidir. Yani tasavvufî hayatın temelini oluşturan Hz.
Peygamber (s.)’in ruhi ve zühdi hayatı ve konu ile ilgili sözleri, tasavvuf ile hadis ilmini
birbirine yaklaştırmıştır.

Mutasavvıfların başlangıçtan beri hadis ilmiyle meşgul olduğu ve ilk zahid-sufilerin


çoğunluğunun muhaddis olduğu bilinmektedir. Ancak mutasavvıfların hadis rivayeti
konusunda muhaddislerin hassasiyetini gösterdikleri söylenemez. Çünkü muhaddisler
hadisleri hıfz ve rivayet için belli titizliklerle öğrenip naklederken; mutasavvıflar, hadisleri bir
irşat vesilesi ve ahlâkî bir öğüt şeklinde değerlendirmişlerdir. Bu nedenle hadis rivayetinde
özellikle senet üzerinde pek fazla durmamışlardır.
Sonuç olarak da bazı tasavvufi eserlerde zayıf ya da mevzu hadisler görülmektedir.
Tasavvufun hadis ilmiyle olan bir başka alâkası da, tefsir ilminde olduğu gibi, hadislerin de
işari metot ile şerh edilmesi ve muhtelif konularda kırk hadis mecmualarının meydana
getirilmesidir.

Zühd, vera, ihsan, tevazu, isar, sabır, şükür ve tevekkül gibi kalbin amelleriyle ilgili
hadisler, tasavvuf ehlinin bu konudaki fikir ve anlayışlarının temelini oluşturmuştur.

Mutasavvıflar, Allah’a muhabbetin Hz. Peygamber’in (s.) izinden gitmekle


gerçekleşeceğini çok iyi bildiklerinden her konuda ona tabi olmayı esas edinmişlerdir. Öte
yandan Hz. Peygamber’den (s.) bize kadar kesintisiz şekilde intikal etmiş olanlar, sadece
onun mübarek sözleri değildir. Onun bütün davranışları da aynı şekilde en ince teferruatına
kadar sahabe tarafından nakledilmiş ve böylece bize kadar ulaşmıştır.

Tasavvufun bir ilim olarak ortaya çıkışından önce, gerek muhaddisler ve gerekse
mutasavvıflar tarafından kaleme alınan Kitâbü’z-zühd’ adlı eserler hadis ilmiyle tasavvuf
arasında bir köprü görevi üstlenmişlerdir. Bu konuda ilk kaleme alınan Kitâbü’z-zühd, Şii
ulemasından Ebû Hamza Sabit b. Dinar’ındır (ö.150/768). Kitap maalesef günümüze
ulaşmamıştır. Günümüze ulaşan ilk Kitabü’z-zühd, Abdullah b. Mübarek’e (ö.181/797) aittir.

Bazı Kitabü’z-zühd müellifleri ise;

Ebu Mes’ud b. İmran el-Mevsıli (ö. 185/801)

Veki b. el-Cerrah (ö. 197/812)

Esed b. Musa el-Ümevi (ö. 212/827)

Bişr b. Haris el-Hafi (ö. 227/841)

Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)

Haris b. Esed el-Muhasibi (ö. 243/857) Hatib el-Bağdadi (ö. 463/1071).

Tasavvufî Hadis Şerhleri

1) Nevadiru’l-usul: Hakîm et-Tirmizi (ö.320/932)

2) Bahru’l-fevaid: Ebu Bekir el-Kelabazi (ö.380/990)

3) Haletü ehli’l-hakika maallah: Ahmed er-Rifai (ö.578/1183)

4) Şerhu Hadis-i Erbain: Sadreddin Konevi (ö.673/1274)

5) Behcetü’n-nüfus: İbn Ebi Cemre (ö.699/1300)


İşari Hadis Şerhi Örnekleri

1. “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.” (Buhârî, “Rikak”, 8;


Müslim, “Münafikun”, 17) “Kolaylaştırınız”, yani, gönüllü olan insanların yüzlerini ve
yönlerini Allah’a çeviriniz. Onları, bütün ihtiyaçlarını Allah’tan ister hale getiriniz; her nevi
hallerinde Hak üzere olmaları için kendilerine rehber olunuz. “Zorlaştırmayınız”, yani insanı
insana muhtaç hale getirmeyiniz.

2. “Allah’ım Senden sıhhat, iffet, emanet, güzel ahlâk ve kaza kaderine rıza diliyorum.”
(Feyzü’l-kadir, II, 139) Sıhhat, emirleri yerine getirmek için; iffet, yasaklardan korunmak
için; emanet, günah işleyen organları kötülemek için; güzel ahlâk, halkın yükünü taşımak için;
kazaya rıza ise Rububiyet ve Ulûhiyeti temaşa etmek içindir.

3. “Seyahat ediniz, sıhhat bulunuz, ganimet elde ediniz.” (İbn Hanbel, el-Müsned, II, 380)
Seyahat, gönül için yapılan seyahattir. Bu seyahatle gönül erbabı ile görüşülür, sohbet edilir,
hasta gönüller şifa bulur, deruni dertler yok olur. Bundan büyük de ganimet olmaz.

4. “İlim Çin’de de olsa alınız.” (Keşfü’l-hafa, I, 138) Çin’den maksat, yakin ve temkin ehli
mürşidlerin vücudlarıdır. Bu vücudlar, irfan ve marifetin kaynağıdır. Sâlik, bu mürşid-i
Rabbani ve vesile-i Yezdani için seyahat edecek ve onu arayıp bulacaktır.”

5. “Kalbimi bir örtü bürür de onu kaldırmak için günde Allah Teala’dan yetmiş kere af
dilerim.” (Müslim, Zikr, 41) Ebû Ali Dekkak, bu hadisi şöyle yorumlar: “Hz. Peygamber (s.)
devamlı bir yükseliş durumunda idi. Bir halden diğer bir hâle ulaştığı zaman yeni hâline
nazaran eski hâlini bir hicap ve örtü kabul ederdi. Onun halleri devamlı olarak artış
gösterirdi.”

Tasavvufî Düşüncede Hadisler ( Bazı Örnekler)

1. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve kainatı yarattım.” İsmail Hakkı Bursevî, bu
hadisle ilgili kaleme aldığı Kenz-i Mahfi adlı eserinin girişinde özetle şöyle der: “Bu hadis
zahir ulemasına göre mevzudur. Fakat batın ehli sufilere göre, sahih bir hadistir. Sufilerce
bizzat Hz. Peygamber’in ağzından alınmış, manevi âlemde ondan işitilmiştir. Bu nedenle de
sahihtir.” Bayezid-i Bistami’nin (ö. 234/848), zahir ulemasına “Siz ilminizi ölülerden, biz ise
Hay ve La yemut olan Allah’tan alırız” dediği rivayet edilir. Ahmed b. Hanbel’in şu üç hadis-
i şerifi bizzat Hz. Peygamber’den (s.) rüyasında aldığı rivayet edilir.

2. “Nefsini bilen Rabbini bilir.” (Temyiz, 150; Acluni, II, 262)

3. “Yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım.” (Temyîz, 150; Acluni, II, 195)

4. “Bir anlık tefekkür, bir senelik ibadetten hayırlıdır.” (Acluni, I, 310)

5. “Ölmeden önce ölünüz.” (Acluni, II, 291)


Tasavvuf ve Fıkıh

Tabiin ve tebe-i tabiin dönemlerinde henüz İslami ilim dalları tam olarak
şekillenmediğinden “fıkıh” kelimesi “mutlak ilim” anlamında kullanılıyordu. Daha sonra ilim
dalları ortaya çıkmaya başlayınca; fıkıh ilmi üç ana dala ayrılmıştır: el-Fıkhü’l-Ekber (Akaid),
el-Fıkhü’z-Zahir (Fıkıh), el-Fıkhü’l-Batın (Tasavvuf). Dolayısıyla son şekliyle tasavvuf, fıkıh
ilmini tamamlayan bir ilim dalıdır. Bu yüzden tasavvufu olmayan fakih, fasık; fıkhı olmayan
mutasavvıf, zındık sayılmıştır. Bu ikisini birleştiren “tahkik ehli” kabul edilmiştir.

Fıkhın dışarıdan incelediği konuları, tasavvuf içerden anlamak ve anlatmak istemiştir.


Mesela nasıl ibadetlerin zahiri bir şekli varsa ve bunlarla ilgili hükümler fıkıh ilminin
konusunu teşkil ediyorsa, huzur-ı kalp, huşu da öyle bir batıni şekli vardır ki o da tasavvufun
konusu olmaktadır. Mutasavvıflara göre bedenin zahiri olan fiil ve hareketlerinde iyilik veya
kötülüğe meyletmesi kalbin salâh ve fesadına bağlıdır. Çünkü kalpteki salâh ve fesad vücudun
her tarafına tesir eder.

Fıkıhçılar namaz, oruç, hac gibi ibadetlerle nikâh, talak, ticaret ve kısas gibi muamelâtı
inceleyip hükümlerini tebliğ ederken, mutasavvıflar zühd, takva ve ihlâs gibi ahlaki ahkâmı
canlı örnekler halinde sunmaya gayret etmişler ve fıkhın bıraktığı boşluğu doldurmaya
çalışmışlardır.

Yine mutasavvflar, fıkhî konularda azimet yolunu seçip ruhsatlardan uzaklaşmayı


tercih etmişlerdir. Azimetin uygulanması da belli bir fıkıh bilgisini gerektirdiğinden sufilerin
fıkıhla ilgilenmeleri elbette bir zorunluluktur. Mesela Ebu Talib Mekki'nin Kutu'l-Kulub'u bir
tasavvuf-fıkıh sentezidir. Meşhur fıkıh âlimi İbn Abidin'in bir Müceddidiyye tarikatı mensubu
olması, Anadolu'da ilk ilmihalin bir Ahî şeyhi Ahi Evren'e ait oluşu fakihlerin de tasavvufla iç
içe olduğunu göstermektedir.

Ebu Talib el-Mekki, ulemanın en güvenilenini fıkıh ehlini sonra da muhaddisleri


gösterir. Ameldeki mezhebi itibariyle Hanefi olan Kelabazi, hadis ve fıkıh ilimleriyle geniş
ölçüde meşgul olmuştur. Şihabuddin es-Sühreverdi; fıkıh, hadis, tasavvuf ve diğer ilimlerde
zamanının en önemlileri arasında sayılmıştır.

Tasavvuf ve Felsefe İlişkisi

Eşyanın mahiyet ve hakikatini bilmek, varlığın sebebini açıklama gayreti, insanın


kendini bilip tanıma çabası olarak tanımlanan felsefe; varlık, Allah ve insan gibi konulara ait
problemleri aklın verileriyle çözmeye çalışır. Tasavvuf da varlık, insan ve Allah konusunu
inceleyen bir ilim olduğundan, konuları itibarıyla felsefeyle alakalıdır. Ancak tasavvuf ve
felsefenin, problemlerin çözülmesinde kullandıkları metotları farklıdır. Öncelikle tasavvuf
felsefe gibi aklî bir ilim değildir. Felsefe adı geçen konuları incelerken, aklı esas almakta;
tasavvuf aynı konuları Kitap ve Sünnet çizgisinde, fakat keşf ve ilham yoluyla, manevî
tecrübelerle çözümlemeye çalışmaktadır.

Tasavvuf ve Psikoloji İlişkisi

Psikoloji, insan davranışlarının nasıl ve niçin meydana geldiğini inceleyen bir ruh
bilimidir. Bu ilim, hayatın her cephesini, kendimizi, diğer insanları daha iyi anlamaya, beşerî
münasebetlerde ortaya çıkan problemleri çözümlemeye yardımcı olur. Böylece kişinin
kendisiyle ve çevresiyle daha uyumlu bir fert olarak yaşamasını temin etmeye çalışır.
Tasavvuf da insana önce kendini, ardından Rabbini tanımayı öğrettiği, ruhi ha-yattaki nefsani
(iç) problemleri çözmeye çalıştığı, insanın insanlarla ilişkilerindeki problemlerine çözümler
ürettiği ve ferdî ruhi olgunluğa eriştirmeyi hedef seçtiği için psikoloji bilimi ile de yakından
ilgilidir.

Tasavvuf ve Sosyoloji İlişkisi

Toplum bilimi ve içtimaiyat olarak isimlendirilen sosyoloji, insan toplum ve


gruplarının gelişmesini belirleyen konular ile sosyal olaylardaki neden ve niçin sorularının
cevaplarını bulmaya çalışır. Tasavvuf da fertlerin yetişmesini temin ederek onlardan oluşan
gruplar vasıtasıyla toplum bazında hizmet etmeyi hedef edinmiştir.

Bu bağlamda tasavvuf, çok sayıda insana ulaşmış ve tarikatların oluşmasıyla da bir


toplum (halk) hareketi boyutu kazanmıştır. Toplumun her kesiminden gelerek tasavvuf çatısı
altında buluşan insanlar zengin-fakir, bilen-bilmeyen herkes tasavvuf potasında adeta tek
vücut haline gelmişlerdir. Birbirlerinin sorunları ile ilgilenmişler, yol boylarında, sınırlarda
zaviyeler, imaretler, aş evleri ve benzeri sosyal kurumlar tesis etmişlerdir.

Tasavvuf ve Eğitim İlişkisi

Eğitim, insanın bütün kuvvet ve kabiliyetlerini, kendisinin, toplumun ve insanlığın


mutluluğuna yarayacak şekilde mümkün olduğu kadar en iyiye doğru geliştirmektir. İslam’ın
ruh ve beden eğitimi demek olan tasavvufun, genel eğitim konusu ile münasebetinin
bulunması gayet tabiîdir.

Tasavvufî terbiyenin özü, şüphe yok ki Hz. Peygamber’in terbiye metodunun


benimsenmesidir. Bu çerçeve içerisinde insanların farklı yapı ve kabiliyetlerine göre
davranılması esastır. Bu nedenle sünnetteki terbiye metotları kişiden kişiye değişiklik
gösterdiği gibi tasavvufta da mürşidden mürşide, müridden müride değişiklik göstermiştir.

Tasavvufun eğitim açısından en önemli hususiyeti, eğitimde anne ve baba ile


çocuklardan oluşan aile sistemini örnek alıp, müritleri aile sıcaklığında eğitmeye çalışmasıdır.
Tasavvufî telakkide şeyh baba, hanımı anne, müridler de o anne babadan olma kardeşler
(ihvan) gibi kabul edilmiştir.

Tasavvufî eğitimde örnek alma yoluyla eğitim özelliği de önemsenmiş, böylece tekke
ve tarikatlar, asırlar boyu Müslümanların dini, ahlaki yönden yetiştirildiği, estetik ve sanat
yönünden eğitildiği müesseseler olarak hizmet vermişlerdir. Halkın kendi inanış ve duyuşuna
göre kurdukları millî müesseseler olan tekkelerde kişilerin özel kabiliyet ve istidatlarını
geliştirmek için müsait ortam sağlanmış, en kaba ve en cahil insanlar bile tasavvufun sıcak ve
kucaklayıcı potasında eritilip eğitilmiştir.

Tasavvuf ve Edebiyat İlişkisi

Tasavvufun ilk devirlerinde edebî bakımdan dikkat çekici bir gelişme olmadığı gibi,
ilk sufiler dini his ve heyecanlarını genellikle kısa cümleler ve vecizeler halinde söylemişler,
şiire pek ilgi göstermemişlerdir. Bu yüzden tasavvuf edebiyatında ilk zuhur eden mahsuller
nesir türündendir. Dualar, tevhidler, naatler, münacat, ilâhî, vird, zikir ve medhiyeler,
tasavvufî edebiyatın konusunu teşkil eder.

“Edeb” kökünden türetilmiş olan edebiyat ile gönlü merkez kabul eden tasavvufun
müşterek ilgi alanı insandır. Tasavvuf, insanı konu olarak seçmiş, insanın ruh ve gönül
dünyasını aydınlatmayı ilke edinmiştir. Bunu yaparken de sanat ve edebiyatla yakın ilişki
içinde olmuş, özellikle de şiirde temayüz etmiştir. Mecazlı anlatımlarla ele alınan tasavvufî
aşk anlayışına dair Türk, Fars ve Arap edebiyatlarında Leylâ ü Mecnun, Hüsn ü Aşk ve
Mesnevî gibi çok güzel eserler vücuda getirilmiştir.

Tasavvuf edebiyatını da tekke ve divan edebiyatı olmak üzere iki grupta incelemek
mümkündür. Tekke edebiyatını temsil edenler arasında ilk akla gelenler olarak Ahmed
Yesevi, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Eşrefoğlu Rûmî ve Hacı Bayram-ı Velî'yi
sayabiliriz. Divan Edebiyatının temsilcileri olarak da, Nef'i, Fuzuli, Baki ve Şeyh Galib'i
söyleyebiliriz.
Değerlendirme Soruları

1- Tasavvufun diğer ilimlerle ilişkisini kısaca anlatınız.


2- Tasavvuf ve tefsir ilişkisini izah ediniz.
3- Tasavvuf hadis ilmi arasındaki bağı anlatınız.
4- Tasavvuf ve fıkıh arasındaki ilişkiyi belirtiniz.
5- Tasavvuf ve felsefe ilişkisi nasıldır?
6- Tasavvuf ve eğitim bağlantısını ifade ediniz.

Kaynaklar

1- Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991.

2-Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.

3-Bardakçı, Necmeddin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Isparta, 2000.

4- Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1992.

5- Komisyon, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul, 2010.

6- Komisyon, Tasavvuf el Kitabı, Ankara, 2012.

7 -Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, İstanbul, 2011.

8-Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2002.


TASAVVUF

5. Hafta

Prof. Dr. İhsan SOYSALDI


5. Ünite Tasavvuf ve Diğer ilimlerin münasebeti ve Tasavvuf Mistisizm ilişkisi

Tasavvuf ve Ahlak

Tasavvuf ve Musiki İlişkisi

Tasavvuf ve Hüsn-i Hatt-Tezhib İlişkisi

Tasavvuf ve Ekonomi İlişkisi

Tasavvuf ve Mistisizm

Mistisizmin Mahiyet ve Özellikleri

Mistik Akımlar

Hint Mistisizmi

Yunan Mistisizmi

Yahudi Mistisizmi

Yeni Eflatunculuk

Hıristiyan Mistisizmi

Tasavvuf ile Mistisizm Arasındaki Farklar

Değerlendirme soruları

Kaynaklar

Tasavvuf ve Ahlak

Ahlâk, huy anlamına gelen “hulk” kelimesinin çoğuludur. Kötü huyların ıslahı ve
ahlâk-ı mahmude denilen iyi huyların herhangi bir zorlamaya meydan kalmadan insanda bir
meleke hâlinde yerleşmesinin adıdır. Ahlak vicdan mahsulüdür. İnsanın manevî refahını ve iç
huzurunu temin eder. İslâm’da ahlâkın müstakil bir ilim olarak ortaya çıkışının tarihi yenidir.
İslâm’ın amelî ahlâk anlayışı, daha çok mutasavvıflarca gerçekleştirilmiş ve onlar tarafından
temsil edilmiştir. Teorik ahlâk ise, genellikle İslâm filozoflarınca ele alınmış ve
geliştirilmiştir. Tasavvuf, bir eğitim müessesesi olarak nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi ve
ahlâkın güzelleştirilmesiyle meşgul bulunduğu için, bazılarınca “ahlâk” olarak da
tanımlanmıştır. Mesela, Ebü’l-Hasan en-Nuri’ye göre tasavvuf ne bir takım merasimler ne de
bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf yalnızca ahlâktır. Hasan-ı Basri de takva ehlinin doğru
sözlülük, ahde bağlılık, sıla-i rahim, yoksullara merhamet ve güzel huy gibi ahlâkî faziletlerle
tanınabileceğini belirtmiştir. Tasavvuftaki kalp tasfiyesi ve nefis tezkiyesinin ana amacı,
kulun, iyilikleri hiçbir iç engel ile karşılaşmadan yapabilmesi ve hiçbir zorlama olmadan
ahlâkî esasları refleks haline getirmesidir. Diğer bir ifadeyle, tasavvufun gayesi ahlâkı
yüceltmektir. İç huzurun meydana gelmesi için maddî ihtiras ve arzuların zail olması gerekir.
Bu bakımdan tasavvuf ile ahlâk iç içedir.

Tasavvuf ve Musiki İlişkisi:

İslâmiyet doğduğu zaman, güzel sanatlar ve musiki, ilkel dinlerin yayılma vasıtası
durumundaydı. Uzun bir geçmişleri bulunan bu din mensuplarının dinle ilgili beste ve
nağmeleri büyük bir yekûn teşkil etmekteydi. Buna karşılık dini hükmünün tartışıldığı ilk
dönemlerde mutasavvıflar tarafından fazla rağbet görmemiş olan mûsikîye daha sonraki
devirlerde bilhassa Hicrî III. asırdan itibaren rağbet edildiği söylenebilir.

Bazı tarikat mensupları farklı düşünseler bile başta Mevlevîler olmak üzere diğer
tarikat mensupları mûsikîye az veya çok ilgi duymuşlar ve tercih etmişlerdir. Özellikle
Mevlevi dergâhlarında özel bir ilgi gören mûsikî, diğer dergâhlarda da zikir sırasında icra
edilmiştir. Dergâhlarda icra edilen mûsikî ve kullanılan mûsikî âletleri, tasavvufu mûsikî ile
adeta bütünleştirmiştir. Böylece dergâhlarda pek çok musikişinas yetişmiştir. Büyük musiki
üstatlarımızın isimlerinin başında bulunan "Dede" unvanı tasavvufî bir anlam ifade eder.

Tekke kültürü Türk müziğine daha çok Mevleviler kanalıyla tesir ederken, Bektaşilik yoluyla
da halk müziğine eserler kazandırmıştır.

Müzik (veya musiki) tasavvufî yönden tekkedeki ruhu yükseltme adına bir ön
çalışmadır. Konsantrasyonu temin eden bir araçtır. Zaman olur ki saatlerce anlatılsa da
anlaşılmayan Allah ve Peygamber sevgisi ve benzeri konular kısa bir zaman içerisinde
dinlenen beste ile kulaklara ve oradan da gönüllere hitap edebilir. Şiir ve nağmenin etkisi ile
zihinlere kazınır ve unutulmaz izler bırakabilir.

Tasavvuf ve Hüsn-i Hatt-Tezhib İlişkisi

İslam dünyasında resim, ilk dönemlerde dini açıdan hoş karşılanmadığı için Müslüman
sanatkarlar, fıtri kabiliyetlerini, hüsn-i hatt denilen güzel yazı ve tezhib denilen süslemeye
çevirmişlerdir. Böylece tekke ve dergâhlar, bir bakıma güzel sanatların gelişip kurumlaştığı
ihtisas alanları gibi hizmet vermişlerdir.

İslâm ve Türk tarihinin en büyük hat ustaları ile süslemecileri tasavvuf ve tekke
çevrelerinde himaye ve teşvik görmüş ve buralarda vârislerini ve haleflerini yetiştirmişlerdir.
Karahisari, Hasan Rıza, Rakım, Altunbezer, Şefik Bey ve Yesari-zade gibi hattatlar,
genellikle bu ortamda yetişmişlerdir.

Tasavvufî düşünce, oyma, kakma, cild, dikiş-nakış, dokuma ve örme gibi el


sanatlarında da etkili olmuştur. Mutasavvıflardan bazıları ilm-i heyet olarak bilinen
Astronomi ile uğraşmışlar, yıldızların esrarını çözmeye çalışmışlardır. Kur'an'daki âlemin
yaratılışına dair ayetler onları bu tür araştırmalara sevk etmiştir. Kimya ve simya ilimlerinin
de ehl-i tarik nezdinde ilgi gördüğü, ancak bu ilmi de daha çok nefis terbiyesine alet olarak
kullandıkları bilinmektedir. Matematik ilminin bile zaman zaman sufilerin ilgi alanı içinde yer
aldığı unutulmamalıdır.

Tasavvuf ve Ekonomi İlişkisi:

İnsanların dünyada yaşayabilmek için üretme ve ürettiklerini paylaşabilme


biçimlerinin ve bu faaliyetlerden doğan ilişkilerin bütünü olarak açıklanan ekonominin de
tasavvuf ile ilişkisi vardır. Çünkü tasavvuf insanın ihtiyaçları ile ilgilenmekte ve çözüm
üretmektedir.

Bu açıdan bakıldığında maddeden kaçmak değil, onu bir imtihan dünyası anlayışı
içinde kullanma eğiliminde olan tasavvuf, insanın aşırı isteklerine gem vurarak fazilet ve isar
anlayışına yer vermesi gereğini telkin eder. Dünya malına değer vermemeyi ve bu konuda
sebepleri yerine getirdikten sonra da Allah’a tevekkül etmeyi telkin eden tasavvuf, vicdanî
huzuru sağladığı gibi yokluk içindeki insanların buna sabretmesini de telkin ederek yol
gösterir.

Tasavvufta yanlış yorumlanan tevekkül anlayışının, ekonomik olarak geri kalmaya


sebep olduğu söylenebilir. Ancak bununla birlikte, tasavvufun genel anlamda iktisadî hayata
müspet etki ettiği malumdur. Nitekim teslimiyet ve tevekkül içinde, işlerinde ve sanatlarında
sadakat ve samimiyetle çalışan tarikat mensuplarının, iktisadî hayatın inkişafında katkı
sağladıkları bilinen bir gerçektir.

Tasavvuf ve Mistisizm

Mistisizmin Mahiyet ve Özellikleri

İnsanlık tarihi kadar eski olan düşüncelerden biri de mistik düşüncedir. Bu anlayışın
esası ilahi bilgi ve gizli tutulması gereken sırlara dayanmaktadır. Latince bir kelime olan
(mister) ise; gizli olmak, dilsiz olmak, dudakları ve gözleri kapamak gibi manalara
gelmektedir.

Mistik, ilahî konular hakkında bazı batıni bilgilere sahip olan ve bunlar hakkında
başkalarına bir şey söylememesi gereken kimse demektir.

Mistisizm ise, tabiatüstü âlemle irtibat kurarak, aklî denemelere dayanmadan sezgi
yoluyla, eşyanın özüne ait bilgiye ve Allah'a ulaşacağını ileri süren bir doktrin ve buna
inananların halleri ve yaşayışlarıdır.
Mistik haller, kendine özgü özelliklere sahiptir ve bunlar olağan dışı değil, normalüstü
durumlardır. Bu hallerin mistisizmin çeşitli nevilerine uyacak biçimde ahlâkî ve epistemolojik
bakımdan ortaya koyduğu özellikleri genel olarak şu şekilde sıralamak mümkündür:

Ahlâkî kemali sağlamak

Hakikati anlamak

Ruhi saadet

Mistisizm insan ruhunun ahlaken yükselmesini hedef aldığı için belirli ameli riyazatlar
vasıtası bu gayeyi gerçekleştirir. Bu riyâzatlar zaman zaman Yüce Hakikat'te yok olma
şuuruna ve onu aklen değil zevken idrake ulaştırır. Bunların neticesi ruhî saadettir. İnsanlara
bu konuları anlatmak zordur, onun çünkü mahiyet itibariyle derunî ve şahsidirler. Şahsî
tecrübe olduğu için de bütün insanlar arasında ortak olan bir şey değildir. Her mistiğin, kendi
hallerini ifade etmede muayyen bir yolu vardır. Sufilerin Allah’a giden yollar insanların
sayışıncadır. Sözleri de buna işaret etmektedir.

Mistik anlayışın en bariz özelliği, onun evrensel oluşudur. Hangi zamanda olursa
olsun insanoğlunun teşkil ettiği hiçbir kültür yoktur ki; mistik bir yanı bulunmasın. Hakeza
dinî ve ahlâkî yanı bulunmayan bir toplum olmadığı gibi mistik görüşü olmayan bir
medeniyet de yoktur. İnsanlık tarihi ile yaşıt olan mistik düşünceyi herhangi bir topluma mal
etmek veya bir toplumdaki mistik oluşumun kökenini bir başka topluma bağlamak, insan
fıtratını tanımamayı ve mistik yönelişin evrenselliğini bilmemeyi gerektirir.

Mistisizmin genel özellikleri şunlardır:

1. Mistisizmde gizlilik esastır, her konu herkese söylenmez. Mistik tecrübeler genellikle
sembollerle anlatılır. Bu anlayışın sebebi de, mistiklerin yaşadıkları manevî zevki
kendilerince ehil görülmeyenden gizlemek düşüncesidir.

2. Maddeye karşı tavır vardır. Zühd hayatı ve perhiz önemli yer tutar.

3. Çileli bir seyr ü süluk, yani çeşitli merhaleler, makamlar, dereceler vardır.

4. Mistisizm teoriden çok pratiktir, söz ile anlatılan değil yaşanan bir haldir.

5. Ulaşılması düşünülen varlıkta yok olma düşüncesi insanda dille anlatılamayan boyutta
deruni fakat hissedilen huzur ve sükûn hali oluşturur.

6. Bir bilgi kaynağıdır. Bu bilgiyle eşyanın hakikatini kavramak mümkün olur.

7. Hakikat, aklî metotlar yoluyla değil, kalbî metotlar yani iç aydınlanma ile elde edilir.

8. Mistisizm yokluğa kavuşmadır. Ahlaki yükseliş için yapılan gayretlerin sonucu, benliğin
devreden çıkarılması suretiyle varlığına inanılan hakikatte yok olmaktır.
9. Mistik hareketlerde fikirle birlikte teşkilat da vardır. Fikir, din ve ideolojilerde olduğu gibi
mistik hareketlerde de fikir sistemi, müessese ve kitap unsuru mevcuttur.

10. Mistisizmde sistemlerin kendilerine göre bir takım yüce değerleri vardır, bu değerlere
ulaşmak için nefsin temizlenmesi gerekir.

11. Mistisizmde hakikatler ortak ve aynı zamanda ilâhî kaynaklıdır.

Mistik Akımlar

Mistisizm, her dinin temel anlayışı doğrultusunda gelişme göstermiş, dolayısıyla


birbirinden farklı mistik akımlar ortaya çıkmıştır. Uzakdoğu’da Brahmanizm, Budizm,
vedalar ve nirvana anlayışı; Mısır’da Hermes’in çileye dayanan metodu; İskenderiye’de Yeni
Eflatunculuk; Yunan düşüncesinde Pisagor, nihayet Musevi ve İsevilerin dini düşünceleri
içinde gelişen mistik temayül ve tarikatların hepsi dinin temel felsefesi doğrultusunda ortaya
çıkmıştır. İslam dünyasında din kaynaklı olarak ortaya çıkan mistik derunî hayata, ruhânî fikir
ve hareketlere de tasavvuf adı verilmiştir.

Dünyanın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan mistik akımlardan bazıları şunlardır:

Yeni Eflatunculuk:

Yeni Eflatunculuk erken Hıristiyan Evrede Platonik ve Aristotelesci düşünceleri Doğu


düşüncesiyle birleştirmeye çalışan filozoflar tarafından geliştirilen bir felsefedir. Yeni-
Eflatuncu görüşü bir sistem haline koyan Plotinus’tur.

Plotinus’a göre Âlemin aslı maddî değildir, manevî ve ruhi bir esastan gelmektedir. Tanrı
mutlak ve değişmez bir birliktir. Çokluk ve değişiklik, Tanrının tesiri ile ortaya çıkar. İlk ve
Bir olan Tanrı hakkında hiçbir şey söylenemez. Onu tam manasıyla ne belirleyebilir ve ne de
kavramlarla açıklayabiliriz. Ulûhiyet hakkında söylenebilecek tek şey, onun, sonsuz birliğin
tam kendisi olduğudur. Âlem bu yüce kudretten taşıp akmakta sudur etmektedir. Âlem onun
mahiyetinden, bir çeşit zorunlulukla sudur etmektedir.

Hıristiyan Mistisizmi:

Hıristiyanlar arasında mistisizmin kurucusu ve bu kelimeyi ilk olarak kullanan kişi


Denys I’Areopagite’dir. Hristiyan mistisizminde esas kural şudur: kemâller ile üstünlük ve
nimetin kaynağı ve örneği olan Allah’ın akılla, ilimle bulunması mümkün değildir. O ancak
aşk ile bulunur. Allah yolunda varlığını vakfetmek, ancak Allah’da ve Allah için yaşamak
gerektiğini öğrenmekten ibarettir. Manastırlardaki keşiş ve rahibeler bu amaca ulaşmak için
riyazet yaparlar.

Hıristiyan mistiklerin bir yılın tüm günlerine yayılmış virdleri vardır: Ocak ayı tevhid
ve dostluğa dayalı ihsan, şubat tevazu, Mart ölüm düşüncesi, Nisan ihlas ve sıdk, Mayıs fakr
ve iffet, Haziran itaat, Temmuz yumuşaklık/tatlılık-sertlik/sebatkarlık, Ağustos gayret, Eylül
emniyet ve barış, Ekim sabır, Kasım zühd, Aralık ilahî aşk.
Hint Mistisizmi:

Çok tanrılı bir din olmakla birlikte Sanskrit dilinde Brahma adı verilen benzersiz bir
tek tanrı fikri vardır. Rijiler (Hint dervişleri), sessiz, hareketsiz, her şeye ilgisiz, sürekli ve
tekdüze bir cezbe halinde vakit geçirirler. Varlıkların tümünü kapsayan birliğin zatını düşünür
ve bütün eşyanın kendisiyle var olduğu külli madde hakkında bilgi sahibi olup onu daha iyi
tanımaya çalışırlar. Hint vedalarının en yaygın tefsiri Vedanta, panteist bazı yorumları içerir.

Milattan önce yaklaşık altıncı yüzyılda yaşayan Buda (Sanskrit dilinde hakim, bilge
anlamına gelir), bir hükümdar oğluyken zühd hayatını seçmiştir. Ona göne şirkin, fenalığın,
acıların, ölümün ve yeniden dünyaya gelişin sebebi şehvettir. O halde hayatın en yüce amacı,
ruhu şehvetin esaret bağlarından kurtarmaktır. Bunun da çaresi düşünme ve riyazattan,
dünyaya ait şeylerden yavaş yavaş ilişkiyi kesmekten, benlik ilişkilerinden kurtulmaktır. En
büyük şer cehalettir. Son aşamada salikin sevgisi her aşkın ezeli kaynağı olan Yüce Zata
ulaşılır (Nirvana). Buda, Brahmanizm’de devrim yapmış ama mistik yönüne dokunmamıştır.

Yunan Mistisizmi:

Pisagor’un icadı olan işrak (aydınlanma, doğuş) hikmeti, felsefe ilimleri konusunda
bizim ilimlerimiz arasında tasavvuf gibidir. İşrak hikmetinin özü ve neticesi, amel kuvveti ile
nefsin kemal kazanmasını sağlamaktır. Pisagor, ruhbanlık zaviyesinin kurucudur. Onun
meşhur üçgeni her şeyin Bir’den türediğini açıklamaya yöneliktir.

Pisagor mistisizminin süluk mertebeleri; Hazırlık devresi (müritliğe kabul), tasfiye (Katharsis)
ve irşaddan, irşadın son derecesi olan kemal (Teleiotes)’den oluşmaktadır.

Yunan filozofu Sokrat ise, ahlâk felsefesinin kurucusu sayılır. Sokrat’ın talebelerinden
Eflatun da mistik filozoflardan biridir. Bu zat, meşhur mağara istiaresiyle, hakikate ulaşmanın
adım adım olduğunu göstermeye çalışmıştır. Yunan mistisizmi içinde gelişen akıl, gazap ve
şehvet kuvvetleriyle, bunların itidali olan hikmet, şecaat, itidal ya da iffetin adaleti getirmesi
fikri, İslam dünyasında da savunulmuştur.

Yahudi Mistisizmi: Kabbala

Kabbala, Yahudi Mistisizminin sözlü ve yazılı kaynağını teşkil etmektedir. İbranice


anlamı “almak, kabul etmek, vahiy olarak almak ” olan bu sözcük “qbl” kökünden türemiştir.
Yahudi mistikleri olan Kabalistler, eski Ahit’in ilk beş kitabı Torah’ı mistik manada
yorumlayarak ona gizemli ve özel manalar yüklerler.

İşte Kabalist gelenek de kaynağını buradan alır. Kabala geleneği, Musa’ya Sina Dağı’nda
vahiy edildiğine inandıkları Torah’ın yazılı ve sözlü olarak iki şeklinin bulunduğunu iddia
eder.
Kabalalist geleneğin, başlıca öğretileri ve iddiaları maddeler halinde ve şu şekilde
özetlenebilir:

• Evren bir bütündür ve belli bir düzen doğrultusunda sürekli hareket halindedir.

• Evrende yer alan her şey Yaratıcı'nın bir parçasıdır; insan da, evrenin ve Yaratıcı'nın bir
parçası olarak bir 'Küçük Evren'dir.

• Evren ve insan Ezelî Işık’tan intişar eder. Bu Ezelî Işık dünyevî her şeye nüfuz etmiştir.

• Tanrı kendini on ayrı oluşum aşamasıyla göstermiştir. Bu aşamalar, Kabalist gelenek içinde
Sefira adını alırlar. Çoğulu Sefirot olan bu sözcük İbranice'de "sayılar" anlamına gelmektedir.

İbrani alfabesinin 22 harfi ve bu 22 harfin derin, mistik anlamları üzerine kurulu olan bu gizli
öğreti, 13. Yüzyılda yazılmaya başlanmış, İspanya ve Güney Fransa’da nüfuz bulmuştur.

Tasavvuf ile Mistisizm Arasındaki Farklar

Tasavvufu batı ya da doğu mistik sistemleriyle aynı saymak mümkün olmamakla


birlikte bu sistemlerle benzerlikleri olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak yukarıda bahsedilen
mistisizm sınıflandırmalarını ele alıp tasavvufu bunlardan birine bağlamak, meseleyi, daha
başlangıçta çıkmaza sokmak olur. Gerek Hint, gerek Hıristiyan mistisizmleri ve gerekse Yeni
Eflatuncu mistisizm vd., tasavvufta yer alan birçok konuyu içermiş olmalarına rağmen
tasavvuftan ayrı disiplinlerdir. İnsan ruhu, Allah, tabiat, hayat ve olayların mistik açıdan
gözlenmesini esas almaları itibariyle bu sistemlerin ortak yanları elbette olacaktır. Çünkü
mistisizm insanlığın ortak malı, ortak tavrıdır. İnsanın insan olarak sahip bulunduğu ortak
özelliklerden doğan birtakım neticeler vardır ki bunların başkalarından kopya edilmesi
gerekmez.

Kur'an, genel manada, "İslam"dan bütün semavî dinleri anlar. Bu evrensellik, değişik
pek çok elemanın İslam bünyesi içinde eritilmesini ve özel manada İslam'ın,
değerlendirilişinde, önceki değişik düşünce form ve dillerin de değerlendirilmesiyle
anlaşılması gerektiğine dikkat çekmektedir. Bu, sufi düşünceyi ifade için muhtelif kültür
verilerinin kullanılmasını mümkün hale getirmektedir. Konumuzun bir özelliği olarak şu
noktayı da unutmamak gerekir: Mistik yaklaşımın realiteye bakışı ve onu kucaklayışı yatay
değil, dikeydir. Yani, bu yaklaşımda, deneysel ilimler ve düşüncenin ilk basamaklarında
olduğu gibi objeler âleminde genişliğine tetkik yerine, iç aydınlanma ve ilhama dayalı direkt
bilgi edinme esastır. Böyle olunca sufinin realiteyle kucaklaşmasına kronolojik ve tarihsel bir
zemin ve geçmiş aramak, işin mahiyeti icabı, isabetli değildir. Sufinin muhtaç olabileceği
başka kaynak ve imkânlar sadece ruhsal tecrübeleri aktarırken dil ve diğer ifade unsurları için
söz konusu edilebilir.
Her kültürün bir mistik boyutu olduğu hesaba katıldığında tasavvuf İslâm mistisizmi
veya İslâm’ın mistik boyutu olarak adlandırılabilir. Çünkü tasavvuf teorik ve pratik olarak
varlığını İslam dinine borçludur. Bu itibarla tasavvuf bir felsefi sistem olarak varlığını
sürdürmeye razı olmamış, kendini bir İslami yaşantı tarzı olarak kabul ettirmiştir. Bu yüzden
İslam filozoflarından birçoğunda tasavvufa meyil olmasına rağmen; onlar, daima kendi
sistemleriyle tasavvufu ayırmışlar ve mistik dünya görüşünün hududunda kalmışlardır.

Mistisizm ile İslam'ın mistik yönünü oluşturan tasavvufu çoğu zaman karıştırarak aynı
sayanlar bulunsa da gerçekte aralarında farklar vardır. Bu farkları şöyle sıralayabiliriz:

1) Tasavvuf mistisizmi kapsar, tersi mümkün değildir.

2) Tasavvufun dayandığı beşer üstü bir menşei olduğu halde, mistisizmin yoktur.

3) Mistisizm, ruhun cesede hâkimiyetini sağlama ameliyesidir. Tasavvuf ise ruhun arıtılıp
Hakk'a vuslata erdirilmesidir.

4) Mistisizmi karakterize eden iki şey vardır: Pasiflik ve metot yokluğu. Mistisizm pasif,
tasavvuf aktiftir. Mistisizmde fert kendisine gelen şeyi sadece kabul etmek durumundadır.
Tasavvufta ise, bir istidat ve kabiliyet gerekli olmakla beraber çalışma ve gayret de şarttır.

5) Tasavvufta, insanın kendi kendine intisap etmesine imkân yoktur. Tasavvufa seyr-i süluk
ancak bir şeyh vasıtasıyla olur. Mistisizme gelince: Ne şeyh, ne de intisap edilecek nizami bir
tarikat vardır.

6) Tasavvufta zikir ve şeyh ile birlikte bulunmak (sohbet) esastır. Mistisizmde böyle bir esas
yoktur.

7) Mistisizmde bir "silsile" olmamasına mukabil, bütün mutasavvıflarda kesintisiz bir "silsile"
vardır ve bunun bulunması şarttır.

8) Tasavvufta doktrinin yanı sıra şifahî öğretim esastır ve bu, şeyh vasıtasıyla müride aktarılır.
Mistisizmde ise mürşit tarafından verilen bir öğretim yoktur. Zaten mürşit olmayınca ne
öğretim ne de bu öğretime tabi mürit vardır.

9) Tasavvufa intisap birbirini takip eden üç safhada gerçekleşir:

a. Ferdin istidadı (yani kapasitesi ve kabiliyeti): Tasavvufta manevi yükseliş için ferdî gayret
esas olduğu hâlde mistisizmde değildir.

b. Bir tarikata bağlanmak suretiyle kişiye manevi tesir ve feyzin verilmesi,

c. Bazı dış destek ve yardımcı unsurlar.

10) Tasavvufta her tarikatın adab ve erkân denilen özel metotları olup bunlar fertlerin karakter
yapılarına göre farklılık arz ettiği hâlde, mistisizmde bu farklılık ve zenginlik yoktur.
11) Tasavvufi tarikatlarda, tespit edilmiş belirli bir "ezkar ve evrad"ın bulunması onu
mistisizmden ayıran temel farklardan biridir. Mistisizmde tespit edilmiş bir "ritüel" yoktur.

12) Mistiklerin bazıları yaptıkları dualarla, İslam tasavvufundaki tabirle, ancak "ilme'l-yakin"
derecesine yükselebilirler. Hâlbuki tasavvuf ehli yaptıkları zikir ve mücahedelerle "ayne'l-
yakîn" derecesini de geçerek "Hakka'l-yakin"e ulaşırlar.

13) Her tasavvufi çalışma ve "tahkik" özü itibariyle derunidir, "iç"e aittir. Mistik haller ise
bunun aksine olarak "extase" yani "kendinden çıkış" ile alakalıdır.

14) Mistik sadece vecd ehli olduğu hâlde, sufi hem vecd ehli, hem de ilim talibidir.

15) Tasavvuf, insana ruhi bir yükselme sağladığı hâlde, mistisizmde gelip geçici hazlar vardır.

16) Tasavvufta her mevzuda bir hiyerarşi vardır. Mistisizmde hiyerarşi yoktur.

17) Mistiklerde ıztırap, bir nevi itiyat haline gelmiş bir şeydir ve bu mistisizmde fiilen bir
ehemmiyet arz eder durumdadır. Yani Mistisizm'de ıztırap önem taşıdığı hâlde tasavvufta
ıztırabın hususî ve imtiyazlı bir yeri yoktur.
Değerlendirme soruları

Ahlak ve tasavvuf arasında nasıl bir ilişki vardır?

Musikiye sufilerin yaptığı katkılar olmuş mudur?

Ekonomi ve tasavvuf nasıl ilgilidir?

Mistisizm ve tasavvuf ilişkisi nasıldır?

Mistik akımlar nelerdir?

Tasavvuf ve Mistisizm arasındaki farlar nelerdir?

Kaynaklar

Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991.

Baldick, Julian, Mistik İslam, Terc. Y. Sait Müftüoğlu, Birey Yayınları, İstanbul 2002.

Bardakçı, Necmeddin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Isparta, 2000.

Bayraktar, Mehmet, “Tasavvufa Yabancı Tesir Meselesi”, Tanımı Kaynakları ve Tesirleriyle


Tasavvuf, Haz. Coşkun Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul 1991.

Bolay, Süleyman Hayri, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, 2.bs., Töre-
Devlet Yayınları, 1979, s.171-172.

Burckhart, Titus, İslâm Tasavvuf Doktirinine Giriş, Çev. F. Arslan, Ġstanbul 1982.

Chittick, William, Tasavvuf, Kısa Bir Giriş, Çev. Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul 2003

Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.

Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1992.

Komisyon, Tasavvuf el Kitabı, Ankara, 2012.

Komisyon, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul, 2010.

Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, İstanbul, 2011.

Öztürk, Y. Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarîkatler, Sidre Yayıncılık, Ġstanbul 1988.


Peyami Safa, Mistisizm: Tasavvuf, Babıâli Yayınları, İstanbul 1961

Reis, Bedriye, Gazâlî’de -Marifet İlişkisi, Emin Yayınları, Ġstanbul 2011.

Sahmarani, Esad, Tasavvuf, Menşei ve Istılahları, Terc. M. Tan, İz Yayınları, Ġstanbul 2000.

Schimmel, Annemarie, İslam’ın Mistik Boyutları, Çev. Ergün Kocabıyık, Kabalcı 2001.

Schuon, Frithjof, İslâm’ın Metafizik Boyutları, Çev. Mahmut Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul
1996.

Sunar, Cavit, Ana Hatlarıyla İslâm Tasavvufu Târihi, AÜĠF Yayınları, Ankara 1978.

Sunar, Cavit, Mistisizm Nedir, Kılıç Kitabevi, İstanbul 1979.

Sunar, Cavit, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara
1974.

Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2002.


TASAVVUF 6. Hafta

Prof. Dr. İhsan SOYSALDI


6. Ünite Tasavvuf Tarihine Giriş ve Zühd Dönemi

Tasavvuf Tarihi nedir? Tasavvuf Tarihinin Dönemleri Zühd Dönemi Tasavvuf


Dönemi Tarikat Dönemi
H.z. Peygamber (s.)'in Hayatında Zühd
Sahabenin Hayatında Zühd
Değerlendirme Soruları
Kaynaklar

Tasavvuf Tarihi nedir?

Tasavvuf tarihi; İslam'ın ruhani ve manevi hayatını ele alan tasavvufun


ortaya çıkışını, kurumlarını, büyük sufileri, tarikatları, kurucularını ve diğer İslami
kurumlarla olan ilişkisini, tarihi seyri içerisinde inceleyen ilmin adıdır. Tasavvuf
tarihi denildiğinde İslam Tasavvufu kastedilmektedir. Diğer din ve düşüncelerdeki
tasavvufi telakkiler olarak mistisizm ismi kullanılmaktadır.
Tasavvuf tarihi hem genel tarih hem de ilimler tarihiyle düşünce tarihinin bir
parçası durumundadır. Bu sebepten dolayı genel tarih kitapları medeniyet tarihi
kitapları, felsefe tarihi ve düşünce tarihi kitaplarıyla medeniyet tarihi kitaplarında
tasavvuf tarihinden bahseden bölümler bulunmaktadır.

Tasavvuf tarihinin konusu, İslam'ın ruh ve manevi hayatı, bunların


müesseseleri, büyük şahsiyetleri, tarikatlar, kurucuları, prensipleri ve terim ve
kavramları olarak ifade edebiliriz.
Tasavvuf tarihinin gayesi; tasavvuf! Hayatın, düşüncesini ve müesseselerini fikri
yapılarını inceleyerek mutasavvıfların hayatları ve tarikatları hakkında bilgi vermek,
bunu ilimler tarihi açısından objektif olarak ortaya koymaktır. Tasavvufun yaşanılan
yönünü tespit etmek bu ilmin vazifesidir.

Genel kabule göre tasavvuf tarihi zühd dönemi, tasavvuf dönemi ve tarikat
dönemi olarak üç ana bölüm içerisinde ele alınmaktadır.

Tasavvuf Tarihinin Dönemleri

Zühd Dönemi

Bu dönem Hz. Peygamber (s)'le başlayan tabiin ve tebe-i tabiin ve ilk iki asrı
içine alan, tasavvufun ortaya çıkışına kadar olan dönemdir.

Tasavvuf dönemi

Sufi ve tasavvuf kavramlarının ilk kez kullanılmaya başlanıldığı hicri II. Asrın
sonundan tarikatların ortaya çıkışına kadar olan üç- üç buçuk asırlık bir döneme tekabül
etmektedir. Tasavvuf isim olarak bu dönemde ortaya çıkmış ve müessese haline
gelmiştir. Cüneyd-i Bağdadi, Ebu Nasr Serrac, ve Gazali gibi büyük sufi ve ilim adamları
bu dönemde yaşamışlardır.
Tarikat Dönemi

Hicri VI. Miladi XI. asırda kurulmaya başlayan tasavvufun müesseseleşmiş


halidir. Sosyal hayatın bir parçası haline geldiği yıllardır. Bu dönemde İbn Arabi gibi
büyük fikir adamlarının da ortaya çıktığı, medrese ve tekke çatışmalarının
alevlendiği, şiir ve edebiyatta en değerli eserlerin verildiği ve günümüze kadar gelen
dönemdir.
H.z. Peygamber (s.)'in Hayatında Zühd

Hz. Peygamber (s)'in kendisinin zühd hayatı yaşadığı bunu ashabına da


tavsiye ettiği bilinmektedir. Bu konuda Allah Resulünün örnek yaşayışından bazı
misaller vererek konuyu izaha çalışalım:

İbn Sa'd'in kaydettiğine göre İbn Abbas onun (s.) zahidine yaşantısını şu
şekilde anlatır: Hz.
Peygamber (s.), peş peşe birkaç gece aç sabahlar, hane halkı da çoğu zaman akşamları
yiyecek bir şey bulamazdı. Zaten ekmekleri arpa ekmeğiydi.

Enes b. Malik (r.)'in rivayetine göre, Hz. Fatıma Peygamberimize pişirdiği


ekmekten bir parça getirmiş ve Peygamberimiz "Bu nedir?" diye sorduğunda "Pişirdiğim
çörektir. Size getirmeden canım çekmedi." Demişti. Efendimiz ise, "Üç gündür babanın
boğazına giren ilk lokma bu olacak" buyurdu. Ebu Hureyre Peygamberimizin açlıktan
dolayı karnına taş bağladığını rivayet etmiştir.

Yine Hz. Aişe (r.) anlatıyor: "Allah Resulünün midesine bir günde iki tür yemek
birden girmedi. Et yediği zaman başka bir şey yemediği gibi, hurma ve ekmek yediğinde
de onların üzerine bir şey ilave etmezdi. Hz. Peygamber (s.)'in yatağı, içi hurma lifiyle
dolu bir deriden ibaretti. Hz. Peygamber'in hiçbir zaman karnı doymamış ama asla
şikâyetçi de olmamıştır. Bazen onun (s.) bu haline acır ve "Bari sana yetecek kadar bir
rızka erişseydin" derdim. O ise, Ulü'l-azm peygamberlerin bu dünyadan böyle gelip
geçtiklerini anlatırdı."

Ebu Nadr naklediyor: Ben Aişe validemizin şöyle konuştuğunu duydum. "Bir
gün Allah Resulü ile birlikte oturuyorduk. Babam Ebu Bekir bize bir koyun budu ikram
etti. Gece karanlığında Allah Resulü ile onu kesmeye çalışıyorduk. Birisi kandiliniz ve
ışığınız yok mu? Diye seslendi. Dedim ki: yakacak yağımız olsa onu yerdik."

Hz. Peygamber (s.)'in dünyaya yönelmeyi ve ona esir olmayı kötüleyen çok
hadisleri vardır:

"Kimin himmet ve kaygısı dünya olursa, Allah onun işini dağıtır. Fakirliğini
gözünün önüne koyar. Kimseye nasibinden fazla dünyalık gelmez. Niyet ve himmeti
ahirete olanın işini Allah Teâla toparlar, gönlüne zenginlik verir. O arkasına dönse de
dünya ona gelir."

Tirmizi ve İbn Mace'nin Sünen'lerinde kaydettikleri bir hadise göre, Hz.


Peygamber: "Bu para bende iken Rabbime ne yüzle giderim" buyurmuştur. Kendisinden
bir şey istendiğinde derhal verir, eğer istenen şey kendisinde yoksa vaat eder ve eline
geçen ilk fırsatta bu isteği karşılardı. Bir defasında ashab-ı suffe: "Ya Resulallah, hurma
yemekten ciğerlerimiz kavruldu" demişlerdi. O da: "Medineliler bize ne veriyorlarsa biz
de size onu veriyoruz" şeklinde karşılık vermişti. Yine sadaka vermeye ve infak etmeye
son derece heveskâr idi: "Veren el, alan elden hayırlıdır" buyurmuştur.

Müslim'in Sahih'inde kaydettiğine göre, Medine'ye hicret ettikten bir süre sonra,
yedi sekiz kadar sahabenin bulunduğu bir mecliste, onlardan "Yalnız Allah'a kulluk
etmek, beş vakit namaz kılmak, Ulü'l-emre itaat etmek ve kimseden bir şey istememek
üzere" biat etmelerini istemişti. Ravinin ifadesine göre: "Bu biate katılanlar, asla
kimseden bir şey istemedikleri gibi, savaşta kazara ellerinden kılıçları düşecek olsa bile,
onu yerde bulunan kimseden istemez, kendileri yere inip alırlardı."

Hz. Peygamber (s.) evini süsleyen kızı Fâtıma'nın evine girmemiş ve "Böyle
süslü yerlere girmek bize yakışmaz" buyurmuştur.

Allah Resulü (s.) mal biriktirmeye asla hevesli değildi. Çünkü en başta tercihini
yaparken "Kul peygamberlikten" yana kullanmıştı. Bunu şöyle anlatmaktadır: " Kul
peygamberlikle melik peygamberlik arasında muhayyer bırakıldım. Cebrail mütevazı
davranmamı işaret etti. Ben de kul peygamber olmayı tercih ettim. Bir gün doyayım ve
birkaç gün aç kalayım dedim." Buyurarak bu konuya işaret etmektedir.

Sahabenin Hayatında Zühd

Tasavvufun temelini Allah Resulü ve O'nun ashabının yaşayışları


oluşturmaktadır. Onların günlük hayatlarından yeme içme alışkanlıklarından,
kıyafetlerinden ibadet hayatlarından nafile ibadetlere verdikleri değerden, tenha yerleri
tercih etmelerinden, Allah'a teslimiyet ve tevekküllerinden oluşan örnek yaşayışları
tasavvufa kaynaklık etmektedir.

Bu konuda en başta dört halife hayatlarıyla örnek olmuşlardır.

Hz. Ebu Bekir


Tasavvufi düşüncede Hz. Ebu Bekir (r.)'in ayrı bir yeri vardır. Zühd hayatı
açısından onun örnek ahlakı takdire değerdir. Allah Resulüne malının tamamını
getirdiğinde "Çoluk çocuğuna ne bıraktın?" sorusuna "Allah'ı ve Resulünü" cevabını
vermiştir.

Ebu Bekir (r.) Allah Resulünün sağlığında da halkın hizmetine koşan,


genç-ihtiyar herkese yardım etmeye alışmış bir fazilet abidesiydi. Nitekim bir gün
Peygamberimiz (s.) soruyor: "Bugün içinizde oruçlu olan var mı?" Bir tek Hz. Ebu
Bekir'den "Evet" cevabı geliyor. Allah elçisinin peş peşe sorduğu: "Bugün hiç cenaze
teşyiine iştirak edeniniz oldu mu? Bugün bir yoksulu doyuranınız var mı? Bugün bir
hasta ziyaretinde bulunanınız oldu mu?' şeklindeki sorularda da sadece O'ndan müspet
cevap gelince Efendimiz (s.) şöyle buyuruyor: "Bütün bu faziletleri kendisinde toplayan
kimsenin gideceği yer cennettir"

Kızı Aişe validemizin, giydiği bir elbisesinden hoşlandığını hissedince onu:


"Bilmez misin ki, bir kimse dünya zineti sebebiyle kendini beğenirse onu
çıkarıncaya kadar Rabbinin gazabına uğrar" diye uyarmıştı. Çünkü o, katıksız marifet
duygusundan bir tad almış, bu tadın onu tadanları Yüce Allah'ın zatından başka her
şeyden alıkoyacağını anlamıştı.

Takva ve vera duygusunun bir gereği olarak zaman zaman parmağıyla dilini
tutup: "Başıma ne geldiyse hep bunun yüzünden" derdi. Bazen da diline sahip olmak için
ağzına çakıl taşları koyduğu rivayet edilirdi.
H.z Ömer

Hz. Muhammed (s.)'in, "Eğer benden sonra peygamber gelecek olsaydı, bu Ömer
olurdu" beyanı ışığında, birçok yönleriyle peygamberine bir fıtrat taşıdığını öğrendiğimiz
Hz. Ömer, zühd konusunda zirvelerde bir hayat yaşıyordu. Halifeliği sırasında yamalı bir
cübbe giymesi, Kâdisiye savaşında elde edilen ganimetler karşısında hıçkıra hıçkıra
ağlayıp "bugün sevinç ve keyf günüdür, gülmen gerekirken ağlıyorsun" diyenlere "Evet,
doğrudur ama Allah kimlere bolluk vermiş ise, mutlaka aralarına düşmanlık ve dargınlık
koymuştur" diyerek bir taraftan dünya malına meyl ü muhabbeti olmadığına diğer
taraftan toplumları helâke götüren, Allah'ın umumi bir kanununa işaret etmesidir. Birgün
arkadaşları ile mezbelelikten geçerken duyulan kokular karşısında "İşte hırs ile
koşuştuğunuz dünyanız budur" diyerek onları irşadı.
Çeşit çeşit elbiseler giyme imkanı olduğu halde, bir tek elbise ile idare etmesi ve
onu giyilemeyecek seviyeye gelinceye kadar giymesi; onun zühdü hakkında bize bir fikir
vermeye yetecek misallerdir.

İkrime b. Halid anlatıyor: Birgün Hz. Hafsa, İbn Ömer ve İbn Mutî, Hz. Ömer'e
"Eğer lezzetli ve kuvvetli yemekler yersen daha iyi vazife görebilirsin" derler. Bu teklif
karşısında Hz. Ömer "Biliyorum ki, hepiniz benim hakkımda sâdık ve hayırhâh
kimselersiniz. Fakat ben iki arkadaşımı belli bir yolu takip eder gördüm. Eğer onların
yolundan ayrılırsam, vardıkları konağa yetişemem" diye cevap verir. Ve şu sözler de ona
ait: "Tamahkârlık fakirliktir. Başkalarından bir şey beklememek ise zenginliktir." "Kış
mevsimi abidlerin ganimetidir" "Allah 'a yemin olsun ki biz hayatın lezzetlerine önem
vermeyiz. Eğer bir oğlağın kesilip, pişirilmesini, en güzel ekmeklerin yapılmasını, kuru
üzümlerin suya konulup keklik gözü gibi olunca bana getirilmesini emretseydim, bu
oğlaktan yer, bu hoşaftan içerdim. Fakat biz bu zevklerimizi ahiret hayatımıza bırakmak
istiyoruz. Çünkü Allah 'siz bütün güzel şeylerinizi dünya hayatında harcadınız, onların
zevkini sürdünüz' (Ahkâf, 46/20) buyurur."

Nefis ve vicdan mekanizmalarını oluşturan her şeyi bütün bütün sorgulamak


anlamına gelen muhasebe ve murakabe, ancak İslâm'ın insanlığa kazandırdığı bir
husustur. İslâm'ın güzelliklerine uyanamamış Batı dünyası ve onun kriterlerine göre
hayat sürdürenler 'otokontrol' deyip bunu hayata geçirmek, böylece birçok menfi
düşünce ve fiillerin önünü almak isteseler de bunda başarılı olmaları düşünülemez. Nasıl
olsun ki; ukbayı dünya gibi mütalaa etmeyen, burada yaptığı küçük- büyük herşeyin
hesabını vereceğine inanmayan, cennet, cehennem gibi mefhumlara alabildiğine kapalı
insanlar... evet bunların otokontrolleri sadece bir aldatmacadan ibarettir.

İşte sadece bizim dünyamızda görülen, gerçek mânâ ve muhtevasını İslâm ile
bulan muhasebe ve murakabe, Hz. Ömer gibi daha dünyada iken cennetle müjdelenmiş
devâsâ bir kâmette doruk noktadadır.

Hz. Ömer'in muhasebesine ait örnekleri aşağıda okurken, onun hiç kimseye hesab
vermeye mecbur olmadığı koskoca bir İslâm devletinin halifesi olduğunu unutmamakta
yarar var. Buna rağmen bu idrak, bu şuur, bu iz'an..

"Hesaba çekilmeden önce nefsinizi hesaba çekin. Tartılmadan önce nefsinizi


tartın."

"Allah'a yemin olsun ki, yeryüzü dolusu altınım olsaydı, O'nun azabı gelmezden
önce hepsini verip kendimi o azaptan kurtarmaya çalışırdım" "İnsanların en iyisi bana
ayıplarımı gösterendir." "Eğer Fırat kıyısında bir deve kaybolarak ölüp gitse (veya "bir
koyun suya düşüp boğulsa")Allah'ın onu bana soracağından korkarım." "Yerden bir
saman çöpü alarak "keşke şu saman çöpü olsaydım. Keşke hiç yaratılmasaydım. Keşke
annem beni hiç doğurmasaydı. Keşke hiçbir şey olmasaydım. Keşke unutulup gitseydim.
Keşke bir koç olsaydım. Sahiplerim kendilerine göre beni besleyip, sevdikleri için
kesseydiler. Etimin bir kısmını kebap, bir kısmını kavurma yapıp yeseler, sonra dışkı
olarak dışarı atsaydılar, ama beşer olmasaydım."

"Eğer gökten birisi seslenerek 'ey insanlar, biriniz hariç hepiniz cehenneme
gireceksiniz' deseydi, o kişi ben olabilirim ümidini taşırdım, 'ey insanlar, biriniz hariç
hepiniz cennete gireceksiniz' deseydi, o kişi ben olabilirim diye korkardım. "

"Benim valilerimden biri, birisine zulmetse, o zulüm bana ulaşsa, ben de onun o
halini değiştirmezsem, o zaman ben zulmetmişim demektir."
İbn-i Ömer anlatıyor "vefatından az önceydi. Şöyle söyleniyordu 'eğer Rabbim bana
merhamet etmeyecek olursa, vay benim halime, vay anamın haline'."
Bunlar, bugünün insanının, kadınıyla erkeğiyle, idarecisiyle idare edileniyle,
ibadet ü taatında derinleşeniyle, derinleşemeyeniyle hasılı herkesin ama herkesin
düşünce ufuklarını açacak, hayat çizgisine yön verecek nice sözler...

"Allah ile irtibat" ilk bakışta çok müphem bir kavram. Bundan ne kastedildiği
ancak beyanla anlaşılabilecek cinsten. Zira O'nun Kayyumiyetinin an be an mütecelli
olan tecellileri ile hayatını sürdürebilen kâinat ve onun içindeki tüm varlıkların Allah'tan
kopuk olduğu söylenemez ki! O'ndan kopukluk, ferdî planda ölümün, umumî planda
kıyametin kopması demektir. Bu bağlamda Hz. Ömer gibi bir dâhinin İslâm'a uyandıktan
sonra Allah'tan kopuk olduğu düşünülemez bile. Öyleyse Hz. Ömer'in Allah ile irtibatı
derken, bu irtibat vesilelerinin en kuvvetlisi olan namazı daha doğrusu onun namazını
kasdettiğimizi ifade edelim. Evet, namaz Ma'bud-kul münasebetinin en kestirme yolu,
irtibat vesilelerinden en çok başvurulanı ve eğer şartlarına riayetle madde-mânâ
bütünlüğü içinde eda edilirse insanı Allah'a ulaştıran bir unsurdur.
Geceleri kalkıp geç vakitlere kadar namaz kılan, yana-yakıla dua eden Hz. Ömer,
aile efradını da gece ibadeti için "Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et.
Senden rızık istemiyoruz; (aksine) Biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç takva iledir"
(Taha, 20/132) âyetini okuyarak uyandırırdı. Ağlamaktan dolayı yüzünde iki siyah çizgi
oluşan gönül ve kalb dünyamızın mimarı, mana âleminin sultanı Hz. Ömer, cemaat
içinde kendini tutamayıp ağladığında sesi arka saflardan işitilecek kadar kendinden
geçerdi.
Çoğu zaman ayetlerin gerisini ağlamasından dolayı getiremez, bazen düşer,
bayılır daha sonra insanlar onu hasta zannederek evine ziyarete giderler, bazen de rukûa
giderdi. Bir keresinde, Yusuf sûresinde "Ben gam ve kederimi sadece Allah'a
arzediyorum" (Yusuf, 12/86) âyetine gelip takılmış ve âyeti tamamlayamadan rukûa
gitmişti.

Hz. Ömer, Rabbi ile irtibat adına namaza durduğunda, bu dünya ile olan bütün
bağlarını koparır, kendini mânâ âleminin o huzur iklimine salar ve âdetâ kendinden
geçerdi. Nitekim Ebu Lü'lü tarafından namazda hançerlendiğinde, kendi ifadesine göre,
üçüncü hançeri yiyinceye kadar, kendisine kasd eden o katili köpek zannetmiş. Aman
Allahım bu ne irtibat! Kendini ubudiyete bu ne salış!
Maddî âlemin maddî boyutları içinde dolaşıp duran, aklı, kafası, ruhu gözüne
inmiş maddeperest insanların anlayamayacağı, bu sebeble belki inkâr cihetine bile
gidecekleri bir vakayla bu bahsi kapatalım. Misver b. Mahreme anlatıyor: "Ömer
vurulduğu zaman bayılmıştı. Ayıltma çabaları ise sonuç vermiyordu. O arada bazıları
eğer daha ölmemişse, onu namazdan başka bir şeyle ayıltamazsınız' dediler. Bunun
üzerine bazıları 'Ey müminlerin emiri. Namaz vaktidir' diye seslendi. Ömer 'Ya Allah.
Namaz kılmayanın İslâmiyet'ten nasibi yoktur, diyerek ayağa kalktı."

Hz. Osman

Hz. Osman'ın en belirgin özelliklerinden bir diğeri tevazuu ve zühdü idi. O


hayatının başlangıcında ne ise, sonunda da odur. İslâm'a önce girmenin, peygamber
kızlarıyla evlenmenin, mal varlığını bu uğurda feda etmenin, ailesiyle ilk hicret eden
insan olmanın ve daha sonraları koskoca bir İslâm devletinde yegane söz sahibi
bulunmanın uyarabileceği yakışıksız düşünceler ve ameller içine hiç ama hiç girmemiştir
Hz. Osman. Kim bilir, belki de Hz. Osman'a daha dünyada iken cennetle
müjdelenmesine vesile olan, onun bu özelliğidir.
Evet, o tam anlamıyla bir tevazu ve zühd insanıydı. Efendimiz'in, "Herkesin
(cennette) bir dostu vardır. Benim cennetteki dostum da Osman'dır.." dediği ve Sahâbe-i
Kiram'ın Ebu Bekir ve Ömer (r.)'den sonra hürmet, ihtiram ve saygıda önde tuttukları Hz.
Osman, hem şahsî, hem de devlete ait onca imkânlar içinde bulunmasına rağmen bazen
mescitte uyur ve taşlar mübarek vücudunda izler bırakırdı. Bunu gören insanlar ise, onun
bu engin tevazuu karşısında sadece "işte müminlerin emiri" demekle iktifa ederlerdi.
Yine, evinde başkalarına ziyafet verir fakat kendisi sirke ve zeytinyağı ile geçiştirirdi.
Geceleri abdest alırken, abdest suyunu kendisi hazırlayan, "Hizmetçilerinden birine
emretsen de o getirse" diyenlere, hayır, gece onların istirahat vaktidir.. " mukabelesinde
bulunan Hz. Osman, genellikle gündüzlerini oruçla, gecelerini de ibadetle geçirirdi.
Hatta bazı rivayetlerde onun bir rekatta Kur'an-ı Kerim'i hatmettiği veya gecenin hepsini
Kur'an okuyarak ihya ettiği ifade edilir.
Hz. Peygamber (s.)'in, ahirette cennete gireceği müjdesini verdiği bir şahsın,
kendisini bu denli ibadet ü taata vermesini herhalde kalbî ve fikrî dinamikleriyle
kendisini bütünüyle dünyaya salan günümüz insanına anlatmak ve izah etmek çok zor
olsa gerek. Halbuki o insan ve onun emsali nice şahıslar, dünyada ukba yörüngeli bir
hayat yaşayan ve Efendimiz'in gelmiş, geçmiş günahlarının bağışlanmasına rağmen
ibadete kendini salıp, bunu "Allah'a çok şükreden bir kul olmayayım mı" ifadesinde
yerini bulan felsefesine göre hayatlarını dizayn eden insanlardı. Bu açıdan değil aşere-i
mübeşşere içinde yer alan Hz. Osman'ın böylesi ibadet etmesi, belki de etmemesinin
izahı çok zor yapılabilir.

Ayrıca onun ibadetlerdeki derinliği, huşu ve huduu hesaba katılacak olursa, kısa
kesitleriyle tanıtmaya çalıştığımız Hz. Osman karşısında büyülenmemek elden gelmez
zannediyorum.

Evet, içinde yaşadığımız her şeyin maddeye endeksli olduğu şu asırda Hz. Osman
gibi insanlara ve onun taşımış olduğu ruha, fikre, zihne ne kadar muhtacız!

Çeşitli yönleriyle Hz. Osman üst başlığı açtığımız bu fasılda, onun hicreti,
cömertliği, hayası ve tevazuuna kısaca temas ettik. Tabiî bütün bunlar onu tanıma adına
deryadan birer damla. Makale çerçevesi içinde ancak ele alabildiğimiz ve
değerlendirdiğimiz hususlar. Okuyucularımızdan daha teferruatlı malumat edinmek
isteyenleri, Hz. Osman hakkında yazılmış müstakil kitaplara havale edip, şu özet
bilgilerle bu faslı kapatıyoruz:

Allah Rasulü'nün vefatı esnasında hepimizin bildiği veya tahmin edebileceği gibi
Sahabe büyük bir şaşkınlık içinde bulunuyordu. Herkes üzüntüsünden neredeyse akl-ı
selimini kaybetmiş ve ne yapacaklarını bilmez halde, oradan oraya koşturup duruyordu.
İşte bu esnada Hz. Osman da yüksekçe bir duvarın üstüne oturmuş, Hz. Ömer bir ara
oradan geçerken, selam vermiş, Hz. Osman ise kendinde olmadığı için bu selamı
duymamış. Hz. Ömer'in daha sonraları bu ânı Hz. Ebu Bekir'e hikaye ettiğini ve bunu
"şaşılacak bir vak'a" olarak anlattığını biliyoruz.

Aslında bu vak'a, bize onun Hz. Peygamber (s.) ile olan kalbî bağlılığını anlama
ve idrak etme adına çok önemli bir vesika teşkil etmektedir. O, devrindeki hemen herkes
gibi bir peygamber aşığıdır. -O Peygamber'e de, o Peygamber'e aşık olana da canlar
kurban !-

Ve şu vak'a da ona ait; bir gün Hz. Osman kölesine "Vaktiyle ben senin kulağını
çekmiştim. Haydi, benden öcünü al." Israrlar karşısında köle, efendisinin kulağını
parmakları arasına alır. Hz. Osman "Sıkı çek yavrum. Kısas dünyadadır. Ahirette kısas
yoktur" der. Sosyal adalet deyip, yıllardan beri arkalarına taktıkları yığınları aldatan
sistemlerin, sistem kurucularının ve onların temsilcilerinin kulakları çınlasın!

Hz. Osman'ın hayatında mutlaka bilinmesi gerekli olan iki hususa da işaret edip,
hilafeti dönemine geçelim: Daha sonraları, hassaten şehid edilmeden önceki muhasara
esnasında çok konuşulan ve maalesef günümüze kadar gelen ona ait meselelerden biri
Bedir savaşında Hz. Osman'ın bulunmayışıdır. Halbuki sahih bütün kaynaklarda
belirtildiği üzere hanımı Hz. Rukiyye'nin hastalığı sebebiyle, bizatihi Efendimiz (s.)
tarafından onun Medine'de kalması emredilmiştir. Hatta Allah Resulü Hz. Osman'ı,
Medine'de yerine halef bırakmıştır. Kaldı ki Bedir ganimetleri dağıtılırken, ona da hisse
ayırması bunun en büyük göstergesidir. Yoksa bazı şom ağızlıların iddia ettiği gibi Hz.
Osman, Bedir'den kaçmış değildir. İslâm adına yurdunu yuvasını hiç bilmediği
memleketlere (Habeşistan) giderek fedakârlık yapan, maddî-manevî tüm varlığını din
uğrunda feda eden bir insan hakkında bunları düşünmek bile insanın günahkâr olması
için yeter.
H.z. Ali

Hz. Ali devamlı olarak Hz. Peygamber (s.)'in yanında bulunduğu için Tefsir,
Hadîs ve Fıkıhta sahabenin ileri gelenlerindendir. Hatta Resulullahın tabiri ile "İlim
beldesinin kapısı" olarak ümmetin en bilgini idi. Hz. Peygamber yolunda insanları
hakka iletmek için büyük gayretler sarfetmiş ve hilâfet dönemi iç karışıklıklarla dolu
olmasına rağmen İslâm'ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları
olmuştu.
Medine'de duruma hakim olup yönetimi tam olarak eline aldıktan sonra öğretim
için merkezde bir okul kurdu. Arapça gramerin öğretilmesini Ebu Esved ed-Düeli'ye,
Kur'an okutma ve öğretme işini Abdurrahman es-Sülemi'ye, Tabiî ilimler konusunda
öğretmenlik görevini Kümeyl b. Ziyâd'a verdi. Arap edebiyatı konusunda çalışma
yapmak üzere de Ubade b. es-Samit, ve Ömer b. Seleme'yi görevlendirdi. Devlet
yönetimi ve hizmetlerini; maliye, ordu, teşrî ve kaza gibi bölümlere ayırarak
yürütüyordu. Malî işleri, dağıtma ve toplama diye iki kısma ayırmazdı.

Ümmetin malını ümmete dağıtırken de son derece titiz davranırdı. Kendisine bir
pay ayırma noktasında gayet dikkatli olup, kimsenin hakkına tecavüz etmemekte de
büyük bir örnek idi. Kendisini Kûfe'de görenler, kışın soğuğunda ince bir elbisenin
altında tir tir titreyerek camiye gittiğini aktarırlar.
Hz. Ali bütün bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halifeydi. Beş
yıllık halifeliği çok önemli olaylarla, savaş ve sıkıntılarla geçmişti. Fitnelere karşı
sonuna kadar doğru yoldan sabırla mücadele etmek istedi sonunda şehid oldu.

Hz. Ali İslâm'ın bütün güzelliklerine vakıftı. Çünkü o, Rasulullah'ın daima


yanında bulunmuştu. Vahiy kâtibiydi, hâfız, müfessir ve muhaddisti. Hz. Peygamber'den
beş yüzden fazla hadis rivayet etti.

Değerlendirme Soruları
Tasavvuf Tarihi nedir?
Tasavvuf Tarihinin konusu ve gayesi nedir?
Zühd dönemi, tasavvuf ve tarikat dönemini anlatınız

Hz. Peygamber'in zühd hayatı nasıldır?

Ashabın Zühd hayatı hakkında bilgi veriniz.

Kaynaklar
Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991.
Baldick, Julian, Mistik İslam, Terc. Y. Sait Müftüoğlu, Birey Yayınları, İstanbul 2002.

Bardakçı, Necmeddin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, İsparta, 2000.

Bayraktar, Mehmet, "Tasavvufa Yabancı Tesir Meselesi", Tanımı Kaynakları ve


Tesirleriyle
Tasavvuf, Haz. Coşkun Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul 1991.

Bolay, Süleyman Hayri, Türkiye'de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, 2.bs.,


Töre-Devlet Yayınları, 1979, s.171-172.

Burckhart, Titus, İslâm Tasavvuf Doktirinine Giriş, Çev. F. Arslan, Gstanbul 1982.

Chittick, William, Tasavvuf, Kısa Bir Giriş, Çev. Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul
2003

Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.

Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1992.


Komisyon, Tasavvuf el Kitabı, Ankara, 2012.
Komisyon, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul, 2010.
Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, İstanbul, 2011.
Öztürk, Y. Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarîkatler, Sidre Yayıncılık, Gstanbul 1988.

Peyami Safa, Mistisizm: Tasavvuf, Babıâli Yayınları, İstanbul 1961


Reis, Bedriye, Gazâlî'de -Marifet İlişkisi, Emin Yayınları, Gstanbul 2011.

Sahmarani, Esad, Tasavvuf, Menşei ve Istılahları, Terc. M. Tan, İz Yayınları, Gstanbul


2000.

Schimmel, Annemarie, İslam'ın Mistik Boyutları, Çev. Ergün Kocabıyık, Kabalcı 2001.

Schuon, Frithjof, İslâm'ın Metafizik Boyutları, Çev. Mahmut Kanık, İz Yayıncılık,


İstanbul 1996.

Sunar, Cavit, Ana Hatlarıyla İslâm Tasavvufu Târihi, AÜGF Yayınları, Ankara 1978.

Sunar, Cavit, Mistisizm Nedir, Kılıç Kitabevi, İstanbul 1979.

Sunar, Cavit, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Ankara Üniversitesi Basımevi,
Ankara 1974.

Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2002.


TASAVVUF

7. Hafta

Prof. Dr. İhsan SOYSALDI


7. Ünite Tasavvuf Dönemi Tasavvuf Ekol ve Mektepleri

Tasavvuf Dönemi

Tasavvuf Ekol ve Mektepleri (H. III. ve IV. Asırlar)

Nişabur Mektebi

Mısır Mektebi

Şam Mektebi

Bağdad Mektebi

Tasavvuf Yolları (H. III. ve IV. Asır)

Değerlendirme Soruları

Kaynaklar
Tasavvuf Dönemi

H. III.-IV. / M. IX.-X. asırlar tasavvuf tarihinde yüzyıllar boyu kendilerine bağlanılan


büyük mutasavvıfların yetiştiği önemli bir dönemdir. Bu asırlar, İslâm siyasi, içtimai ve
ilimler tarihi açısından büyük önem taşımaktadır. Abbasî devletinin gelişme dönemi sayılan
bu yıllar, Bağdad ve çevresinin ilim merkezi haline geldiği yıllardır. Muhtelif kavim ve
kabilelerin birbiriyle kaynaşıp tanıştığı ve muhtelif kültürlerin buluştuğu bir dönemdir.
Batınilik ve Karmatilik gibi bâtıl cereyanlar, Matüridilik ve Eş'arilik gibi ehl-i sünnet kelâm
mezhepleriyle Hanefiyye, Malikiyye, Şafiiyye ve Hanbeliyye gibi amelî mezhepler ve
ardından felsefî cereyanlar hep bu asırlarda ortaya çıkmışlardır. Bu asırlarda Şia'nın belli
ölçüde teşkilatlanmış olduğu hesaba katılırsa, bu yüzyıllar hem siyasî, hem içtimaî, hem de
dini açıdan son derece hareketli bir dönemdir.

Bu asırlar tasavvufun fıkıh, kelâm ve hadis gibi ilimlerden ayrılıp inkişaf ettiği
tekâmül devresidir. İlk tasavvufî eserler bu dönemde kaleme alındığı gibi, ilk tasavvuf
kavramları da bu dönemde kullanılıp yaygınlaşmaya başlamıştır. Tasavvuf, tahalluk (eğitim)
ve tahakkuk (keşf ve marifet) boyutuyla bu dönemde büyük bir gelişme göstermiştir. Bu
dönemin mutasavvıfları insan ruhunu tahlil etmekte; ona arız olan halleri beyan ederek
geçeceği makamlardan bahsetmekte, kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesi gibi konuları gündeme
getirmektedir. Fena ve baka kavramlarıyla ittihad fikri ilk defa bu asırlarda Hallâc (ö.
309/921) ve Beyazid (ö. 262/875J gibi mutasavvıflarca ifade edilmiştir.

Rabia ile başlayan sevgi ağırlıklı tasavvufî düşünce Maruf Kerhi ile gelişmiş, H. III. ve
IV. asırda tasavvufî telakkilerin ağırlıklı konusu haline gelmiştir. II. asırda Hasan Basri ve
talebelerince temsil edilen Basra mektebinin hüzün ve korkuya dayalı tasavvuf telakkisi III.
asırda artık yavaş yavaş yerini aşk ve muhabbete bırakmıştır. III. asırda yetişmiş ve eserleriyle
daha sonraki dönemleri etkilemiş bulunan Haris Muhasibinin de sevgi üzerine eser yazması
veya eserlerinde sevgiye özel bir bölüm ayırması, bu dönem tasavvufunun "sevgi damgası"
taşıdığını gösterir.

Hicri ilk iki asrın zahid-sufileri genellikle Basra, Küfe ve Horasan'dan yetiştikleri
halde III. ve IV. asrın mutasavvıfları İslâm memleketlerinin hemen her tarafından, tasavvufun
değişik boyutlarıyla temayüz edip yetişmişlerdir. Basra, Küfe ve Horasan, tasavvufî
canlılığını sürdürürken, Mısır, Nişabur, Şam ve özellikle Bağdad bu asırlarda büyük
mutasavvıflar yetiştirmiştir.

Basra'da Sehl b. Abdullah Tüsterî (ö. 283/896), Kûfe'de îbn Semmâk (ö. 183/799),
hicri üçüncü yüzyılın mutasavvıfları arasında sayılırken, Horasan'da Ahmed b. Harb (ö.
234/848), Hâtim-i Esamm (ö. 237/851), Ahmed b. Hadraveyh (ö. 240/854), Ebû Türâb
Nahşebî (ö. 245/859), Ebû Abdullah Siczî (ö. III. h, IX. m asır), tevekkül ve fütüvvet ağırlıklı
Horasan tasavvufunun temsilcilerini oluşturur. Horasan'da bu yıllarda gelişen fütüvvet
genellikle şecaat, mürüvvet, sehavet ve kerem anlamları taşımakla birlikte, isar, kendini
hizmete feda, başkalarına eziyet vermemek, iyiliği yaymak, sızlanmayı bırakmak; makam
tutkusundan uzaklaşmak ve nefsle savaşmak gibi anlamlar kazanmıştır.

Bu asırlarda Horasan ve Maveraunnehir bölgesinde yetişen mutasavvıfların önde


gelenlerinden biri Hakim Tirmizi diye maruf olan Ebû Abdullah Muhammed b. AH (ö. 320/
932)'dir. Hanefî fıkhını ve İslâm'ın zahirî ilimlerini tahsil eden, hadis ilminde de belli bir yeri
bulunan Hakim Tirmizi, Tasavvufta özellikle "Velayet" konusunda yazdığı Hatmu'l-Velâye
adlı eseriyle dikkat çekmiştir. İbn Arabî onun eserlerinden yararlanmıştır. Hakim Tirmizi,
mutasavvıflar arasında felsefeyle meşgul bulunanların ilklerindendir.

Nişabur Mektebi, Fütüvvet ve Melâmet

Hicri II. asır'da tasavvufun önemli merkezlerinden biri olan Horasan'ın yanı sıra, III.
asırda Nişabur'un da "fütüvvet ve melamet" özellikleriyle tanınan bir merkez haline geldiği
görülmektedir. Bu asırlarda, bu bölgede yetişen mutasavvıfların başlıcaları, Bâyezid Bistâmi,
Yahya b. Muaz Razi, Ebû Hafs Haddâd ve Hamdûn Kassar’dır. Bayezid Bistami, sekri
sahvına, mahvı isbatına galip ve şatahat üslubuyla konuşan bir sufidir. Bu yüzden sözleri
bazan kendisi hakkında bir takım endişeler uyandırmıştır. Onun 'Sübhani ma azame şani (Ben
kendimi tesbih ederim, benim şanım ne yücedir!) "Leyse fi cübbetî sivallah" (Cübbemin
içinde Allah'tan başkası yok) sözleri, ilk vahdet-i vücûd terennümleri sayılabilir. Bayezid
fenaya erişini şöyle anlatır: "Beni bir kere karşısına aldı ve dedi ki: "Ey Bayezid, halk Beni
görmek istiyor." Ben de dedim ki: "Öyleyse beni vahdaniyetinle süsle, ben ligini giydir,
ahadiyyete erdir. Halk Senin sıfatlarını görünce Seni gördük desinler. O zaman Sen, Sen
olursun, ben ise orada bulunmam." Bayezid bu sözleriyle "fena fillah" ile benlikten geçmeyi
manevî sekr halini anlatmaktadır. Bayezid, tasavvuf kavramlarrına "sekr" kavramını
kazandırmış ve bu kavram muhabbet ve aşk kelimelerinin yanında önemli bir yer tutmuştur.
Nişabur'dan yetişen sufilerden biri olan Yahya b. Muaz Razi (ö. 258/871), Bayezid'in hem
hemşehrisi hem de çağdaşıdır. O da fena, vecd ve sekrden bahseden, "aşk sarhoşu" deyimini
kullananlardandır. Rabia'dan sonra Allah sevgisi konusunda Ma'ruf kerhi gibi, açıkça söz
söyleyenlerin ilklerindendir. Onun muhabbet anlayışı huşu, huzu ve Allah'a teslimiyet gibi
faziletlere dayanır. Ona göre muhabbetin hakikati, vuslatla artmaz, hicranla azalmaz. Yahya,
muhabbetten başka marifetten de bahseden ve Hakk'ın marifetini halkın marifetinden üstün
sayan bir sufidir. Hakk'tan uzaklaşmayı fevt, halktan uzaklaşmayı mevt diye adlandırır, fevti
mevtten daha kötü görür. Çünkü fevt, gafletle fırsatı kaçırmak, insan ile Allah arasındaki
bağlantıyı kesmektir. Mevt ise halk ile alâkayı kesmek, Hakk ile irtibatı sağlamlaştırıp
marifetullaha ermektir. Yahya b. Muaz, Bayezid gibi sekri esas alan tasavvufî görüşün sahibi
olduğu halde, zühdün esası sayılan temel ilkelere sıkı sıkıya bağlıydı. Zahidliğin az uyumak,
az konuşmak, az yemek ve halvetle tamamlanabileceğini söylerdi.

Bayezid ve talebesi Yahya "sekr"in savunucusu oldukları halde, onlarla çağdaş sayılan
Bağdad mektebinin güçlü temsilcileri Cüneyd ve arkadaşları sekr yerine "sahv" ve temkinden
yana olmuşlardır. Horasan asıllı Nişabur sufilerinden biri de Ebu Hafs Haddâd (ö.
270/883)'dır. Tasavvufu "Edebden ibarettir." diye tanımlayan Ebu Hafs, Horasan mektebinin
fütüvvet telakkisini benimseyen, hac yolculuğu sırasında Irak ve Hicaz bölgesindeki sufilerle
görüşen ve onların fikirlerinden de etkilenmiş bulunan bir mutasavvıftı. Fütüvveti
"Başkalarına insafla muamele etmek ve başkalarından İnsaf etmelerini beklememek" diye
tanımlar ve fütüvvetin sözle değil, fiil ve tatbikatla gerçekleşebileceğini söylerdi. Nişabur
mektebine mensup mutasavvıflar, Basra mektebinden etkilenmekle birlikte, daha çok Horasan
mektebinin tesiri altındaydılar. Aslında tasavvufi ekoller, gerek kaynaklarının aynı oluşu,
gerekse devamlı münasebetleri sayesinde, daima birbirlerinden etkilenmişlerdir. Hamdun
Kassar (ö. 271/884) ile Nişabur'da ortaya çıkan "melamet" fikri, Irak'ta ve diğer bölgelerde
gelişen zühd ve tasavvuf hareketine bir tepki mesabesindeydi. Melamiler Irak tasavvufunu
daha çok şekil, kisve ve zahirî şartlar ağırlıklı bir ekol olarak görürken, melâmet fikrini dini
ve içtimaî merasimlere karşı bir tepki olarak değerlendirmekteydiler. Melamet genellikle,
"nefsi dizginlemek, kınamak, itham etmek, kendine aid ibadet ve taatları azımsamak" şeklinde
anlaşılır. Bu yüzden melâmet fikri selbî düşünceye daha çok ağırlık verir. Melameti, zemm ve
levm fiillerinden bahsettiği kadar sena ve medih fiillerinden bahsetmez. Riyayı anlattığı ve
çirkinliklerinden bahsettiği kadar ihlâstan söz etmez. Bu düşünceye sahip kişiler, amellerinin
eksiklik ve kusurlarını anlatmayı amellerinin güzellikleri konusunda söz etmeye tercih
ederler. Bu yüzden melâmet "sahv" yolunu benimseyen, halvetten çok celvete Önem veren bir
anlayıştır. Nişabur'da gelişen melamet anlayışının ilk tabakasını Hamdun Kassar ve Ebu
Osman Hiri (ö. 298/910); ikinci tabakasını Mahfuz b. Mahmûd Nişaburi (ö. 303/915), Ebu
Mu-hammed Murtaış (ö. 328/939), Abdullah b. Münazil (ö. 329/940); üçüncü tabakasını da
Ebû Bekîr Nişaburi (ö. 360/970), Ebu'l-Huseyn Ali b. Bundar (ö. 350/961), Ebu'l-Hasan
Buşenci (ö. 348/958), Ebu Amr İsmail b. Nüceyd (ö. 366/976) teşkil eder. Başlangıçta
tasavvufa tepki gibi ortaya çıkan melâmet hareketi, daha sonraları tasavvuf sistem içinde, bir
yandan bir meşrebin adı olma özelliği kazanırken, diğer yandan bir tarikatın adı olmuştur.
Bununla birlikte tarih boyunca melâmet fikri ve melamilik mensubu kişiler, genellikle
ihtiyatla karşılanmış ve zaman zaman da takibata uğramıştır.

Mısır Mektebi, Ma'rifet ve Muhabbet

Mısır'da sistem bazında tasavvufun temelleri Zünnun Mısri (ö. 245/859) tarafından
atılmıştır. Zünnun, Ma'ruf Kerhi'den sonra marifet ve muhabbet konusunda söz söyleyen ve
bu konuda nazariye geliştiren safilerdendir. Ona göre marifet üç türlüdür: Birincisi genel
anlamda mü'minlerin, ikincisi kelamcıların ve hikmet ehli kişilerin, üçüncüsü de Allah'ı
kalpleriyle tanıyan evliyanın marifetidir. Bu üçüncüsü marifet derecelerinin en üstünü olup
yakin ile dopdoludur. Allah'ı vahdet sıfatıyla tanımaktır. Bu tür bir marifet, istidlal ve nazar
yoluyla değil, ilham yoluyla gönle doğan, Allah tarafından kalbe ifaza olunan bir marifet
türüdür. Keşf ve ilham ile hâsıl olan bu marifetin dışındaki yollarla Zât-ı kibriya'yı tanımak,
ancak selbî sıfatlarla olur. Zünnun yakini marifetin Hakk'ın bir ikramı olduğunu şu lâfızlarla
anlatır: "Ben Rabbımı Rabbımla tamdım. Eğer O olmasaydı asla O'nu tanıyamazdım."
Zünnun'un marifetle ilgili gördüğü muhabbet, insanı Allah ile ittisale erdirecek mahiyettedir.
İnsan bu sevgi ve ittihad sayesinde kendisinin Hakk'ta müstağrak olduğunu hisseder. Ancak
böylesine ulvi ve ruhi sevgiye eren kimse, durumunu başkasına arzetmekten sakınmalı, sır
saklamasını bilmelidir. Zünnûn Mısri, Mısırlı bir sufi olmakla birlikte, onun tesir ve nüfuzu,
Mısır dışında Sehl b. Abdullah Tüsteri, Ebu Türab Nah-şebi, Ebu Abdullah b. Cella ve Ebu
Said Harraz gibi mutasavvıflara kadar uzanmıştır.

Şam Mektebi, Açlık ve Gece İbadeti

Şam tasavvufu, genellikle açlıkla eğitimi ve gece ibadetini öne çıkaran ve bu yüzden
"Cuıyye ve ehlü'l-leyl" adıyla anılan sufilerce temsil edilmiştir. Bunların başında Ebu
Süleyman Darani (ö. 215/830) ve talebeleri Ahmed b. Ebi'l-Havârî ile Ah-med b. Âsim
Antaki gelmektedir. Ebû Abdullah b. Cellâ ile Feth Mevsıli bu dönemde Şam bölgesinde
yetişen ünlü mutasavvıflar arasında yer alır.

Şam mektebinin önderlerinden sayılan Dârânî, tasavvuf tarihinde "ehlü'l-leyl" tabirini


ilk kullanandır. Ona göre ehlü'l-leyl olan kimselerin gece ibadetinden aldığı tad ve haz,
eğlence düşkünlerinin eğlenceden aldıkları taddan daha fazladır. Darani, ehlü'l-leyli üç derece
olarak tasnif eder: Birinci derece, düşünerek okuyan ve ağlayan, ikinci derece düşününce
cezbelenip sayha eden ve bununla rahatlayan, üçüncü derece ise okuduğunu düşünen ve
bunun sonucu şaşkınlık ve hayrete düşerek sayha etmeye mecali kalmayanlardır. Yine o,
"takva ehli kimselerin ölümünü ebedi hayata açılan bir kapı olarak görmekte, diri oldukları
halde nice ölmüş kimselerin bulunduğuna" dikkat çekmektedir. Allah ile kul arasındaki
sevginin "dil dudak deprenmeden" anlaşılması gereken bir keyfiyet olduğuna işaretle der ki:
"Arifin basiret gözü açılınca dünya gözü kapanır. Artık Allah'tan başka birşeyi görmez olur."
Ebu Süleyman'a göre kalh dünya yerleşince orada ahırete yer kalmaz. Dârânî'nin talebesi ve
Cüneyd'in arkadaşı bulunan Ahmed b. Ebi'l-Havari, Cüneyd tarafından "Reyhanetü'ş-Şam"
lakabıyla anılırdı. Ahmed, dünya sevgisinin Hakk'a nasıl perde olduğunu şöyle anlatır: "Kim
dünyaya istek ve sevgiyle bakarsa, onun gönlünden yakin nuru ve zühd çıkarılır. Allah
Rasulü'ne ittibâ etmeden yapılan amel boşunadır." Ebu Abdullah b. Cella, ana-babası
tarafından Allah yoluna vakfedilmiş bir gönül eriydi. abid, zahid ve muvahhid kavramlarını
şöyle açıklardı: "Övgü ile yergiyi eşit gören zahid, farz ibadetleri tam ve zamanında yapmaya
çalışan abid, bütün fiilleri Allah'a ait gören, Vâhıd'den başkasını görmeyen muvahhiddir." Bu
söz bile daha o devirlerde sufilerin vücudi tevhid konusuyla ilgilendiğini göstermektedir.
Bunlardan başka Şam bölgesinde bu yıllarda yetişmiş bulunan Ahmed b. Asım Antaki ile Feth
Mevsıli ve benzerleri bu mektebin özelliklerine yeni ve farklı bir şey ilâve etmemişlerdir.
Bağdad Mektebi, Tevhid ve Aşk

Asırlar boyu İslâm devletinin pây-i tahtı olan Bağdad, aynı zamanda ilim ve kültür
merkezi olma özelliğine sahip bulunduğundan, tasavvufun en büyük temsilcileri ve eser sahibi
müellifleri burada yetişmiştir. Bağdad tasavvuf mektebi Basra mektebinin izlerini
taşımaktadır. Bağdad sufileri arasında ilk defa "sûfî" adıyla anılan Ebu Haşim Sûfî ile ilk
tasavvuf tarifi yapan Ma'ruf Kerhî'nin önemli bir yeri vardır. Ma'ruf Kerhi ma'rifet ile
muhabbet arasında ilgi kurmasıyla ünlüdür. Sevginin bir Hakk vergisi (vehbi) olduğunu,
insanlardan öğrenilecek (kesbi) bir konu olmadığını, dolayısıyla makam değil hal olduğunu
ifade etmiştir. Hicrî III. asırda Bağdad'da yetişen sufilerden biri Mansur b. Ammar'dır (ö.
225/840). Ateşin bir vaiz ve iyi bir hatib olan Mansur, "nefs, kalb ve takva" gibi gönül
alemine ait kavramlardan ilk bahsedendir. Bağdad'daki Mu'tezile mensuplarının "halk-ı
Kur'an" görüşüne karşı ehl-i sünnet görüşünün savunucusu oldu. Ahmed b. Hanbel ve
arkadaşlarının yanında yer aldı. Bağdad'ın "yalın ayak" anlamına gelen "Hafi" lakabıyla ünlü
sufisi Bişr b. Haris (ö. 227/841), zühd ve vera ile tanınmış bir şahsiyetti. Hatta devrin Abbasî
halifesi Me'mun, onun hakkında: "Bu beldede (Bağdad) ondan başka kendisinden çekinilip
utanılacak bir kimse kalmadı." derdi. Zengin bir ailenin çocuğu olmasına, çocukluğu bolluk
ve refah içinde geçmiş bulunmasına rağmen, tasavvuf yoluna girince son derece zahidane bir
hayat yaşamıştır. Eserleri ve tesiri bugünlere uzanan Bağdad sufilerinden biri de Haris b. Esed
Muhâsibî (ö. 243/857)'dir. O, bir sûfînin eğitim içinde geçireceği gelişmeleri, bu gelişmeler
sırasında İnkişaf edecek hakikatleri ve tecelli edebilecek marifet ve bilgilerle maneviyat
yolunun sıkıntılarını en iyi şekilde anlatmıştır. Daha sonraki tasavvuf müellifleri Kuşeyri ve
Gazzali'nin eserlerinde atıflarda bulunduğu Muhâsibî, ilim, takva ve hâl açısından eşsiz bir
sufidir. Ona göre "batınını murakabe ve ihlasla doğrultan kimsenin Allah Teâlâ zahirini
mücahede ve sünnete uymakla süsler." Muhasibi kendisinden sonraki mutasavvıflar üzerinde
etkili olmuş, eserleriyle tasavvuf tarihimizde derin izler bırakmıştır. Otuzu, aşkın eseri
günümüze ulaşmıştır. Muhasibi'nin tasavvuftaki metodu, ruhi hayatın gelişmesine etki eden
tesirlerin sebep ve sonuçlarını inceleyen "tahlilci" bir metoddur. Nitekim onun "ibadetin esası
vera, veranın esası takva, takvanın esası nefs muhasebesi, muhasebenin esası havf ve recadır."
sözü bu anlamda bir ölçüsüdür. "Muhasibi" tasavvuf yolunda "nefs muhasebesi"ni esas aldığı
için bu adla meşhur olmuştur. Muhasibi ile çağdaş ve arkadaş olan ve Cüneyd Bağdadi'nin
dayısı ve üstadı bulunan Seri Sakati, tevhid ve takva ilimlerinden bahseden sufilerin
ilklerindendir. Önceleri ticaretle meşgul olan bu gönül adamı, daha sonra ticareti bırakarak
kendini ibadet ve zühde vermiştir. Onun tasavvuftaki en önemli özelliği, hakikat ve tevhidden
ahval ve makamattan bahseden sufilerin ilklerinden olmasıdır. Kuşeyrî, Seri'yi ilim ve
hakikati cem'eden beş kişiden biri olarak saymaktadır. Ebu Hamza Bağdadi (Ö. 269/882) özel
anlamda Bağdad tasavvufunda, genel olarak tasavvufta zikir safası, cem'-i himmet, muhabbet,
aşk, kurb ve üns gibi kavramlardan ilk bahsedendir. Ebu'l-Huseyn Nuri (ö. 295/907) tevhid
konusunu tenzih ve ittisal arası bir ifade ile anlatan sufidir. Cüneyd ile çağdaş ve arkadaştır.
Tevhid konusundaki ince düşüncesi sebebiyle, zaman zaman sıkıntılı ithamlara da maruz
kalmış olmakla birlikte, Nuri'nin fikirleri, Hallac ve benzerleri için bir ön hazırlık niteliği
taşır. Sufilerin yanlış anlaşılabilecek bu tür bazı sözlerini değerlendiren Ebu Nasr Serrac, el-
Luma' adlı eserinde onun fikirlerine özel bir bölüm ayırmıştır.

Cüneyd Bağdadi (Ö. 297/909) Tasavvuf ve tarikatlarda "ser-halka" kabul edilen


müstesna sûfîlerden biridir. Daha önce temas ettiğimiz Nişabur mektebi mensubu "sekr ve
manevî sar-hoşluğu" önde tutan Bayezid-i Bistami'ye mukabil Cüneyd, "sahv ve temkin"in
mümessili sayılır. Onun anlayışına göre insan ayıklık hâlinde nefsinin içinde neler olduğunu
fark eder. Halbuki sekr hali arttığında mesuliyetin kalkacağı bir konuma düşer. Sekr, kulun
kalbine gelen ve aklını başından alan bir hal ile olur. Sahv ise sekrden sonra gelen bir hal
olup, insanın elem veren şeyi ayırd etmesine, Hakk yolda elem vereni tercih etmesine imkân
veren bir durumdur. Cüneyd, sahip olduğu sistematik kafa yapısı sebebiyle, tasavvufun
esaslarını yaymış ve geniş bir etki alanı oluşturarak, tesirini yıllar boyu sürdürmüştür.
Cüneyd, tasavvufu "Hakk'ın seni senden öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir." diye
tanımlarken insanın nefsini imha etmesi ve Hakk ile ve Hakk'ın iradesiyle hareket etmesi
anlamını kast etmektedir. Bir başka tarifinde Cüneyd: "Tasavvuf insanlara uymamak için
kalbi tasfiyedir." der. Tabii ahlâk ile yaşamak, beşerî sıfatları söndürmek, nefsi dâvalardan
sakındırmak, ruhani sıfatlan benimsemektir. Cüneyd, tasavvuf kavramlarından tevhid
konusunda söz söyleyen sufilerin ilklerindendir. "Tevhid kadîm ile hadisin arasını tefrik
etmektir. Allah'ın ezeliyet sıfatında tek olduğunu; O'nun fiilini işleyen hiçbir şeyin mevcud
olmadığını bilip ikrar etmektir. "En şerefli ve en yüce meclis, tevhid meydanında düşünerek
yapılan meclistir." Tevhid yakînden ibarettir. Yani halkın harekât ve sekenatının, şeriki
bulunmayan Allah'ın fiili olduğunu bilmesidir. Bunu yapan Allah'ı tevhid etmiş olur. Tevhid
bilgisi, tevhidin vücuduna zıddır. Tevhidin vücudu bilgisinden farklıdır, derken vecd ve cem'
halinde Allahdan başka bir şey görmemek, sahv ve fark halinde ise âlemi Allah saymamak
anlayışını ifade etmektedir. Cüneyd'in tevhid konusundaki fikirleri Bayezid ve
Hallacınkilerden farklı bir konumdadır. Bu dönemde fena ve baka kavramlarını ilk defa
kullanan ve bu konuda bir eser kaleme aldığı tabakat müelliflerince ifade edilen Ebu Said
Harraz (ö. 277 /890) aynı zamanda ilm-i bâtın konusunda söz söyleyenlerin ilkidir. Ancak
bâtın ilmi konusunu ulu orta değil, belli bir süzgeçten geçirme lüzumunu ifade için "şeriatın
zahirine muhalif olan bâtın ilminin her çeşidinin batıl olduğunu" söylerdi. "Fena dünyanın
fani olduğunu bilmek; baka ahiretin baki olduğunu kavramaktır." diye konuşurdu. Yani onun
anlayışına göre fena ve baka, kulun ubudiyyetini görmekten fani olması, amellerini
görmemesi; baka Hakk'm rububiyyetinde baki olması, Allah'ın güzellik ve ihsanını görmesi,
kulluk aczini kavramasıdır."

Bu dönemin en önemli ve en renkli şahsiyetlerinden biri de Hüseyn b. Mansûr


Hallac'dır (ö. 309/921). "Ene'l Hakk" (Ben Hak'ım) sözünü söylediği için zındıklık ithamıyla
yargılanan Hallâc araya giren bazı siyasî sebeplerin de etkisiyle idam edilen ilk sufilerdendir.
Duygu ve düşüncelerini bazen şiir, bazen de nesirle ifade etmiş ve onun 'Tavasin" adlı eseri
özellikle çok tartışılmıştır. Hallac'ın sözlerinde küfr kokusu duyanlar olduğu gibi, onun
fikirlerini coşkun bir ruh halinin ürünü ve sekr, cezbe mahsulü şathiyyât olduğunu söyleyenler
de vardır. Sufiler genellikle Hallac'ın fikirlerini benimsemiş ve tasavvuf tarihi boyunca Hallac
hep savunulmuştur. Mevlânâ onun idamını Hakk ile arasındaki ittihad sırrını açığa
vurmasında arar ve onu övücü sözlerle yâd eder.

Değerlendirme Soruları

Tasavvuf dönemini anlatınız

Nişabur mektebi hakkında bilgi veriniz

Mısır mektebini anlatınız

Şam mektebi hakkında bilgi veriniz

Bağdat mektebini tanıtınız


Kaynaklar

Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991.

Baldick, Julian, Mistik İslam, Terc. Y. Sait Müftüoğlu, Birey Yayınları, İstanbul 2002.

Bardakçı, Necmeddin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Isparta, 2000.

Bayraktar, Mehmet, “Tasavvufa Yabancı Tesir Meselesi”, Tanımı Kaynakları ve


Tesirleriyle

Tasavvuf, Haz. Coşkun Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul 1991.

Bolay, Süleyman Hayri, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, 2.bs.,


Töre-Devlet Yayınları, 1979, s.171-172.

Burckhart, Titus, İslâm Tasavvuf Doktirinine Giriş, Çev. F. Arslan, Ġstanbul 1982.

Chittick, William, Tasavvuf, Kısa Bir Giriş, Çev. Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul
2003

Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.

Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1992.

Komisyon, Tasavvuf el Kitabı, Ankara, 2012.

Komisyon, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul, 2010.

Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, İstanbul, 2011.

Öztürk, Y. Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarîkatler, Sidre Yayıncılık, Ġstanbul 1988.

Peyami Safa, Mistisizm: Tasavvuf, Babıâli Yayınları, İstanbul 1961

Reis, Bedriye, Gazâlî’de -Marifet İlişkisi, Emin Yayınları, Ġstanbul 2011.

Sahmarani, Esad, Tasavvuf, Menşei ve Istılahları, Terc. M. Tan, İz Yayınları,


Ġstanbul 2000.

Schimmel, Annemarie, İslam’ın Mistik Boyutları, Çev. Ergün Kocabıyık, Kabalcı


2001.
Schuon, Frithjof, İslâm’ın Metafizik Boyutları, Çev. Mahmut Kanık, İz Yayıncılık,
İstanbul 1996.

Sunar, Cavit, Ana Hatlarıyla İslâm Tasavvufu Târihi, AÜĠF Yayınları, Ankara 1978.

Sunar, Cavit, Mistisizm Nedir, Kılıç Kitabevi, İstanbul 1979.

Sunar, Cavit, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Ankara Üniversitesi Basımevi,
Ankara 1974.

Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2002.


TASAVVUF

8. HAFTA

Prof. Dr. İhsan SOYSALDI


8. Ünite İlk Mutasavvıflar

İLK MUTASAVVIFLAR

1. İbrahim Edhem

2. Zünnûn Mısrî

3. Ma'rûf Kerhî

4. Seriyy Sakati

5. Bişr Hafi

6. Şakîk Belhî

7. Ebû Yezîd Bistâmî

8. Hamdun Kassâr

9. Cüneyd Bağdadî

10. Değerlendirme Soruları

11. Kaynaklar
İlk Mutasavvıflar

İlk mutasavvıfların hayatlarından bahseden kitapların en eskilerinden olan Kuşeyri


Risalesinde geçen sufilerin sayısı seksen üçtür.

Abdurrahman Sülemî, Tabakat'ında sufileri beş tabakaya ayırmıştır. Kronolojik sırayla


yapılan bu tasnifin;

Birinci tabakası; Fudayl b. İyâz’dan, Ebû Türab Nahşebî'ye kadar yirmi kişidir.

İkinci tabaka, Ebu Kasım el-Cüneyd'den, Ebû Abdillah es-Seceziy’ye kadar, yirmi
kişidir.

Üçüncü tabaka, Ebu Muhammed el-Ceriri ile başlar ve Ebû Cafer b. Sinan'da sona erer
ve yirmi tanedir.

Dördüncü tabaka, Ebu Bekr eş-Şibli'den, Ebu Bekr b. Ebi Sa'dan'a kadar yine yirmi
kadardır.

Beşinci tabaka, Ebû Saîd b. Arabi’den, Ebû Abdillah Muhammed İbn Abdü'l-Hâlık ed-
Dînevertye kadar yirmi üç kişidir.

Feridud-Din Attar (540-618/1145-1221), "Tezkiretü'l-Evliya" isimli eserinde


Sûfîyye'yi Cafer Sâdık b. Muhammed ve Veysel Karanî'den başlatıyor.

Hucvurî, "Keşful-Mahcub"unda önce Raşid halifelerin hayatlarından bahsediyor. Daha


sonra sufiyye'nin Ehl-i Beyt'ten olanlarını zikrediyor. Hz. Hasan b. Ali ile başlayan bu tasnif,
Cafer Sadıkta nihayet buluyor. Bundan sonra "Ehl-i Suffa" adıyla devam eden tasnifte ilk
sırayı Veysel Karanı alıyor.

Daha sonra "Etbau't-Tabiin'den kendi zamanına kadar, Habib A'cemi'den başlıyarak,


Muzaffer b. Ahmed b. Hamdandı son buluyor.

Mevlana Cami’in "Nefehatul-Üns" adlı esrinde 571 tane sûfînin hâl tercümesi yer
alıyor. Ayrıca "Menakıbu'n-Nisail-Arifat" adıyla 32 tane de kadın sufiyyenin tercüme-i
halinden bahsedilmiştir. Nefehat'ta ilk hayatı anlatılan sûfî, Ebû Hâşim Sufidir.
Bu kitaplarda yer alan sufiyyeden bir kısmının hayatlarım malumat kabilinden burada
kısaca zikretmekle iktifa edeceğiz. Fazla bilgi almak isteyenler hem bu kitaplara, hem daha
sonraki tabakat kitaplarına ve ansiklopedilere müracaat edebilirler.

İbrahim Edhem

Adı İbrahim b. Edhem’dir. Belh şehrinde dünyaya geldi. Bir melikin oğludur.
Rivayete göre; bir gün avlanmak için çıktığında, avına nişan alırken hatiften bir ses, onu
gafletten uyardı. Sohbet sırasında kendisine bu yola sülukunun başlangıç sebebini anlatması
istendiğinde, o şu hikâyeyi anlatmıştır:

"Benim babam Horasan meliklerindendi. O sırada çok gençtim. Her zamanki gibi yine
bir gün atıma binip, köpeğimle birlikte avlanmak için ormanlara gittim. Bir ara tavşan izine
rastladım. Tam silâhımı çekeceğim bir sırada kimin söylediğini hisse demediğim bir ses
işittim. Bana şöyle söylüyordu. "Ey İbrahim. Bunun için mi yaratıldın? Bununla mı
emredildin?"

İrkildim ve durakladım. Bu ses üç kere tekrarlandı. Daha sonra devamla; Vallahi sen
bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın! Tarzında sona erdi. Bu hâdiseden sonra
oradan uzaklaştım. Yolda babamın çobanlarından birine tesadüf ettim. Onun elbiselerini,
kendi elbise ve atımla değiştirerek Mekke'ye doğru yola çıktım..."

İbrahim Edhem, Mekke'ye giderek, orada Süfyân Sevrî, Fudayl b. İyâz ve Ebû Yûsuf
Gasûlî'ile arkadaşlık yaptı. Oradan Şam'a geçti; ölünceye kadar orada kalarak, elinin emeğiyle
geçindi. 161/778 târihinde vefat etti. 162, 166 hicrî tarihlerinde de vefat ettiği rivayet
edilmiştir.

İbrahim Edhem'e göre sâlihler mertebesine ulaşabilmek için altı kapıdan geçmek
gerekir; onlar da:

- Nimet peşinde koşmayı bırakıp, sıkıntıya alışmak.


- Azameti terkedip, alçakgönüllü olmak.
- Zenginlik ihtirasından vazgeçip, Hakk'ın verdiğine şükretmek.

- Tembelliği terkedip, çalışmaya devam etmek.


- Emelleri bırakıp, amellere sarılmak.

- Uykuyu terk edip (kıllet-i menâm), ekseri vakitleri uyanık geçirmek.

Eserleri: An Ademi İsticabati'd-Dua. (Süleymâniye kütp.) nr.. 1014/8, Münâcât,


(Gelibolulu Tâhir-Süleymâniye) nr. 28/16.

Zünnûn Mısri (k.s.):

Adı Sevban b. İbrahim, künyesi Ebû'l-Feyz, lakabı, Zünnûn’dur. Mısır yakınlarında


İhmin adındaki kasabada doğdu. İmam Şafii'nin kabri bu kasabadadır. Babası, Nube'lidir.
(Nube, Sudanlı bir kabile adıdır. Bu kabile İslamiyet'ten çok önce gelip Mekke'ye
yerleşmiştir.) Zünnun’un bir de Zülkifl adında kardeşi vardı.

Zünnun, Malik b. Enes'in talebesi olmuş, Muvatta’ı ondan dinlemiş; fıkıh okumuş ve
onun mezhebine intisâb etmiştir. Şeyhi Mağrib'de Şeyh İsrafil’dir.

Molla Cami’nin rivayetine göre Zünnun, tasavvuf hakkında söz söyleyenlerin ilkidir.
245/858 tarihinde vefat etti.

Zünnun, üç ilim getirdiğini; bunlardan ilkini avam ve havassın kabul ettiğini, ikincisini
havassın kabul edip, avamın kabul etmediğini, üçüncüsünü her ikisinin de reddettiğini söyler.
Bu ilimler sırasıyla tevbe, tevekkül-muhabbet ve hakikattir. Zünnun, Allah'a muhabbetin
alâmetinin, ahlâkında, fiil ve hareketlerinde Hakkın habibi Peygamber (s.) ve Onun sünnetine
yapışmak olduğunu söylemiş; muhabbetin kendisini de, Hakkın sevdiğini sevmek, buğz
ettiğinden uzaklaşmak, her hayırlı olan işe sarılmak, masiva ile gönül bağlarım koparmak ve
dinde Peygamber (s.) in yolundan ayrılmamak, tarzında ifade etmiştir. Zünnun, alçak gönüllü
olmak isteyen bir kimsenin, kendisini her an Hakkın kudret ve azametini müşahedeye
sevkederek, zikr-i daim içerisinde bulunmasını, zira nefsinin bu suretle zayıflayacağını; Allah
Teala’nın tecellilerine nazar eden kimsenin nefsin sultasından kurtulacağını söyler.

Zünnun'a göre Hakk Teala ile ünsiyyet berrak bir nurdur. Halk ile alâkanın neticesi
ise, gamdır. İbadetin anahtarı tefekkür; heva ve hevesin alâmeti de şehvete uymaktır. Arif her
an Allah'tan korkan ve bu suretle de kendisini her zaman O'na yakın hisseden kimsedir.

Zünnun'un başından geçtiği rivayet edilen aşağıdaki hikaye çok ibret verici olduğu için
aynen alınmıştır: "Bir gün Zünnun, Nil'de gezinti yapmak için, dostları ile gemiye binmişti.
Mısır halkının âdeti böyle idi. Bu sırada başka bir gemi, gezisini tamamlayıp geri dönmekte
idi. İçinde eğlenen, oynayan ve yakışıksız işler yapan bir topluluk vardı. Bu manzara
talebelerin hoşuna gitmemişti. Dediler ki; ey şeyh, dua buyur da, bunların hepsini Allah Teâlâ
suya gark etsin, bu suretle halk onlardan kurtulmuş ve o hâl onlara ibret olmuş olsun". Bunun
üzerine Zünnun (k.s.) derhal ayağa kalktı ve ellerini yukarıya kaldırarak: "Ey ulu ve yüce
Allah'ım, şu topluluğa bu dünyada hoş bir hayât ihsan ettiğin gibi, öbür dünyada da
kendilerine güzel bir makam bahşet "dedi. Müridler onun bu niyazından hayrete düştüler.
Gemi yaklaşıp, içindekilerin gözü Zünnun'a ilişince, başlarını önlerine eğip ağlamaya
başladılar ve ellerindeki çalgı âletlerini fırlatıp attılar. Tevbe edip Hakka yöneldiler. O zaman
Zünnun talebelerine şöyle seslendi: "O dünyadaki güzel hayât, bu dünyâdaki tevbedir. Maksat
ve muradın tamamen hâsıl olduğunu görmüyor musunuz? Hiçbir kimseye zarar gelmeden siz
de, onlar da muradlarına nail olmadınız mı?". İbn Meyman, Zünnun'a "Sufi kimdir?" diye
sorduğu zaman O:

"Konuştuğu zaman gerçekleri söylemekten çekinmeyen; sustuğu zaman da masiva ile


alâkanın kesikliğini devam ettirmek için uzuvları harekete geçen kimsedir" demiştir.

Zünnun'a göre halk muamele konusunda iki çeşittir: Bir kısmı amel eder ve Allah için
amel ettiklerini zannederler. Gerçekte bunlar kendileri için amel ederler. Bu gibilerin arzu ve
hevesleri dünyadan kesilmiş bile olsa, neticede yine de sevap kazanma arzu ve hevesiyle
ibadet etmiş olurlar. Diğerleri ise sırf Hakk'ın emrine tazim maksadıyla yaparlar.

Ma'ruf Kerhi (k.s.):

Adı Ebu Mahfuz el-Kerhi’dir. Ma'ruf b, Firuzani olduğu da rivayet edilmiştir. Diğer
bir rivayete göre de Ma'ruf b. Ali'dir.

Ma'ruf, Seriyy Sakati'nin hocasıdır. Davud Tai ile arkadaşlık etmiştir. 220/815
tarihinde Bağdad'da ölmüştür. Kabri oradadır. İbrahim b. Cezeri, kabrinin mücerreb bir tiryak
olduğunu söyler.

Babasının İmam Ali Rızanın kapıcısı olduğu ve bu şıralarda ihtida ettiği rivayet
ediliyorsa da; Ebu Ali Dekkak, Ma'ruf un ebeveyninin önceleri hıristiyan olduğunu rivayet
eder. Anne-babası onu küçük yaşlarında hıristiyan bir öğretmene göndermişler. Bir gün
öğretmen, Marufa teslis inancından bahsederken, o; Allah birdir, diye mukabelede bulunmuş.
Bu cevap karşısında sinirlenen hocası, Ma'rufu dövmüş; o da memleketini terk etmiştir. Bu
durum karşısında ebeveyni çok üzülmüş ve "Keşke bize mensup olduğu din ile dönse de, biz
de ona uysak" diye feryad etmişlerdir.

Ma'ruf, Ali b. Musa er-Razi’nin derslerine devam etmiş ve bir müddet sonra tekrar
evine dönmüştür. Eve gelip kapıyı çalan Ma'rûf a kim olduğu sorulunca o, "Ma'rûf cevabını
vermiştir. "Hangi din ile geldin" denildiğinde "İslam'la" demiştir. İşte bu sırada ebeveyni de
müslüman olmuştur. Ma'rûf a göre sûfî bu dünyâda misafirdir. Ona takaza etmek cefâdır;
onun da edebli olması ve kimseye kötülük etmemesi lâzımdır. Dâvûd Tâi'nin arkadaşlarından
biri Ma'rufa:

— Ameli terk etmekten sakın, zira amel sana Allah'ın rızasını kazandırır, deyince
Ma'ruf, bu amelin neler olduğunu sordu. O da:

— Rabbine ibadet etmen, Müslüman. kardeşlerine hizmet ve onlara nasihatta


bulunmandır, cevabını verdi.

Ma'ruf, "Allah Teâlâ kuluna hayır murad ettiği zaman cedel kapısını kapayıp, amel
kapısını açar; şer murad ettiği zaman da, cedel kapısını açıp, amel kapısını kapatır" demiştir.

Ona göre cömertlik, güç zamanda dahî ihtiyâç sahiplerine yardım elini uzatmaktır.

Ma'rûf, kalblerden dünyâ sevgisini atmakla Allah'a itaatin mümkün olacağını söyler.
Seri Sakatı, bayram günü Ma’rufu hurma çekirdeği toplar halde gördüğünde, onları ne
yapacağını sorar. Ma'ruf, bir çocuğu ağlar durumda gördüğünü ve ona niçin ağladığını
sorduğunda onun kendisine: "Ben yetimim; ne annem ne de babam var. Arkadaşlarımın cici
elbiseleri, güzel oyuncakları var; fakat benim yok, onun için ağlıyorum" cevabını vermesi
sebebiyle çekirdek toplayıp, pazarda satıp, parasıyla ona ton alıp sevindireceğini söyledi. Seri
ona:

— Bu işi. Bana bırak, sen müsterih ol, dedikten sonra şunları söylüyor:

"Küçüğü elinden tutup götürdüm ve ona güzel bir elbise ile top aldım. Çok sevindi.
İşte bu sırada gönlümde bir nûr peyda oldu; bambaşka bir hayat yaşadım".
Ölümüne sebeb olan hastalığı anında, vasiyetini sordukları zaman o: ölünce
gömleğinin sadaka olarak verilmesini; zira kendisinin dünyaya çıplak olarak geldiğini ve yine
öylece dönmek istediğini söylemiştir.

Seri Sakatı (k.s.):

Adı Seri, künyesi Ebu'l-Hasan'dır. Cüneyd'in dayısı ve hocası olduğu ve Ma'ruf ile
arkadaşlık ettiği rivayet edilir. Haris Muhasibi ve Bişr-i Hafi'nin akranıdır. Bağdad'da
zamanının ileri gelenlerindendi.

Seri'nin Bağdad'da tevhid hakkında söz söyleyenlerin ilki olduğu söylenir. Ebu'l-
Hasan b. Miksem Seriyy Sakati’nin 251 h. târihinde vefat ettiğini rivayet eder. Nefehatın
beyanına göre ramazan ayında, salı günü 250/867 târihinde sabaha karşı vefat etmiştir.

Seri Sakati'den şu hadîs rivayet edilmiştir: "Ashabtan Hazım b. Hermeleti'l-Gıfâri


şöyle dedi: Bir gün Resûlullah beni gördü ve:

— Ya Hazım! "La havle ve lâ kuvvete illa billah"ı zikretmeyi çoğalt; çünkü bu, cennet
hazinelerindendir".

Cüneyd, Seriyy Sakati'den daha çok ibadet ehli bir kimseye rastlamadığını; yetmiş
sene onu, kimsenin yan üstü yatar bir durumda görmediğini nakleder. Seri; ilim, edeb, emanet
ve iffetin insanların kadrini yükselten hasletler olduğunu söyler. O, sünnete tabi olarak yerine
getirilen ibâdetin az da olsa, bid'atlere bağlı olarak yapılandan daha hayırlı olacağını; takva ile
olan amelin asla küçümsenemeyeceğini ifade ederek, sünnet ve zühd yolunun önemini
belirtmiştir.

Seri diğer bir sözünde yine edebten bahsederek, onun aklın bir tercümanı olduğunu,
Hak'tan korkan kimselerin ancak adaleti tahakkuk ettireceğini, bu suretle kötü insanların, bu
gibi kimselerden çekineceğini, insanın dilinin, kalbinin tercümanı, yüzünün ise onun bir
aynası olduğunu; zira kalbin özelliklerinin yüzde tecelli ettiğini söyler.

Seri ayrıca, Allah Teala'ya marifetin alâmetinin Hakkın hukukunu gözetmek, güzel
ahlâkın ise, insanlara hizmet edip, onlara eziyet etmemek olduğunu anlatır. Seri'ye göre beş
şey güzeldir, onlar da: Pişmanlık duyup ağlamak, kusurları gidermek, Allah'a ibadet,
kalblerden lekeleri temizlemek ve nefsin heveslerine uymamaktır. Seri "bir kere şükredip -el-
hamdülillâh- dediğim için otuz senedir istiğfar ediyorum" deyince; orada bulunanlar bunun
sebebinin ne olduğunu sordular. O: "Bir gün, benim dükkanım dışında bütün dükkânların
yandığını haber verdiler, -el-hamdülillah- demiştim. Kendimi kardeşlerime tercih edip, dünyâ
için hamd ettiğimden dolayı istiğfar ediyorum" dedi.

Bişr Hafi (k.s.):

Adı Bişr b. Haris b. Abdirrahman b. Ata b. Hilal b. Mahan b. Abdillah el-Hafi, künyesi
Ebun-Nasr'dır. Merv şehrinde dünyaya geldi; Bağdad’da yaşadı ve orada vefat etti, 227/842.

Bişr’in tevbesine ve doğru yolu bulmasına sebep olarak şu hadise anlatılır:

Bir gün Bişr yolda giderken, üzerinde "İsm-i Celal" yazılı bir kağıt bulur. Ayaklar
altında çiğneneceği endişesinden onu alır, satan aldığı bir ecza ile üzerini temizleyerek, bir
duvar kovuğuna koyar. Bu hâdiseden sonra rüyasında kendisine: "Ey Bişr! Sen benim ismimi
temizlediğin gibi, ben de senin adını dünya ve ahirette pak eyleyeceğim" tarzında bir ses işitir.

Kuşeyri'nin rivayetine göre Bişr, zühd ve vera sahibidir. Günlerinin ekserisini oruçlu
geçiren, nefsine karşı ruhunu tehzîb etmeye çalışan, ibâdetle rızâ makamına yükselen bir
kimsedir.

Abdurrahman b. Ebi Hatem onun şu sözünü rivayet eder: "Peygamber (s.) Efendimiz'i
rüyada gördüm, bana: "-Ey Bişr! Akranın arasında Allah senin kadrini niçin yükseltti, biliyor
musun? Dedi. Ben: Hayır, yâ Resûlâllah! Diye mukabelede bulundum; O zaman, Peygamber
(s.a.) Efendimiz: Sünnetime bağlılığından, salih kimselere hizmetinden, ihvana nasihatından,
ashabıma ve ehl-i beytime muhabbetinden dolayı Hak seni iyiler zümresine kattı", buyurdu.

Bişr, sabrın çok güzel bir haslet olduğunu, şehvetlerin, nefse âit olan hazların ortadan
kalkmasıyla, ibadetten bir lezzet alınabileceğini söyler. Bişr'e göre, şehevî arzularıyla kendisi
arasına bir engel koyamayan kimse, yaptığı ibadetlerde huzur ve lezzet bulamaz. İnsanın
gönlü ve görüşü Müslüman olmadığı takdirde, diliyle yaptığı dualar ona bir fayda sağlamaz.
Muhammed İkbâl bu hususta şunları söylüyor: "Yaptığın dua ile Allah'ın takdirini
değiştiremezsin; belki dua etmekle sende bir değişiklik meydana gelir." Bişr'e göre dua,
günahları terk etmektir; yani değişmektir. Ayrıca Bişr, dünya sevgisiyle yapılan ibadetlerin
riyadan uzak olamayacağım belirterek, Allah Teala'nm riyasız kalplere tecellî edeceğini ifade
etmiştir.

Şakîk Belhî (k.s.):

Adı Şakik b. İbrahim Ebu Aliyyi'l-Ezdi’dir. Belh şehrinde dünyaya geldi. Horasan
şeyhlerinin meşhurlarındandır. İbrahim Edhem’e arkadaşlık yaptığı ve ondan tarikat feyzi
aldığı rivayet edilir. 164/780 tarihinde şehit olarak vefat etti. Kabri Horasan civarında
Hatlan'dadır. Şakik'ın tevbesine sebep olan iki hikâye nakledilir; bunlardan biri:

Şakik zengin bir ailenin çocuğu idi; ticaret için taşraya çıkmıştı. Gittiği şehirde
putlarla dolu bir mabede girdi. Orada başını, sakalım tıraş etmiş, putlara hizmet eden bir
hizmetçi gördü ve ona:

— Senin Hayy, Alim ve Kadir olan Rabb'in var, O'na ibadet etsene. Sana hiçbir zarar
ve faydası dokunmayan bu putlara niçin tapıyorsun?" dedi. Bunun üzerine hizmetçi:

— Eğer dediğin gibiyse, inandığın Allah sana memleketinde rızkını vermeye kadirdir;
niçin bunca zahmetler çekip ticaret için buralara kadar geldin?" diye sordu. Bu sözü işiten
Şakik, hizmetçinin konuşmasından müteessir olarak, dünya muhabbetinden kalben uzaklaşmış
ve zühd yolunu seçmiştir.

Diğeri ise:

Şakîk zamanında halkın kıtlıktan gam ve keder içinde bulunduğu sırada, bir kölenin
çılgınca eğlendiğini görmüş ve ona:

— Bu sevincin nedir? Halkın kıtlıktan ne halde olduğunu görmüyor musun?


Dediğinde, köle; bu hadisenin kendisini ilgilendirmediğini, zira efendisinin köyünde bütün
ihtiyaçlarının karşılandığı cevabını verince, Şakik kendi kendine:

"Fakir bir mahluk olan efendisinin çiftliği olduğu için o kendi rızkını düşünmüyor da,
efendisi Ganiyy-i mutlak olan bir müslümana, kendi rızkından endişe etmek yakışır mı?"
demiştir. Şakik ile İbrahim Edhem arasında geçtiği rivayet edilen konuşma çok meşhurdur:
Şakik, İbrahim Edhem'e, şükrünü nasıl yerine getirdiği hakkında bir sual tevcih ettiğinde o:
— Rızık bulduğumuzda şükreder, bulamadığımız zaman sabrederiz", cevabında
bulunmuş; Şakik:

— Onu Horasan köpekleri de yapar, diyerek, kendisinin bulduğu zaman tasadduk


ettiğini, bulamayınca şükrettiğini söylemiştir. Şakik'e göre tevekkül, Allah'ın va'dine razı
olmaktır. O, zahidin zühdünün fiiliyle, zahid geçinenin zühdünün ise lisanıyla olduğunu,
dünyâ arzularından kalbin temizlenmesi nisbetinde oraya âhiret sevgisi ve Allah rızâsının
girebileceğini; emniyet, korku ve ıztırap ile mahmul olan kimsenin cehennem ateşinden
kurtulacağını; ibâdetin evvelinin sabır, sonunun rıza olduğunu söylüyor. Şakik'e göre, Allah
kendisine itaat eden kimseyi ölümünde ihya eder; âsî olanı da hayatında öldürür.

Ebu Yezid Bistami (k.s.):

Adı Tayfur b. İsâ b. Adem b. Süruşan'dır. Babası önceleri mecûsî idi. Sonra müslüman
olmuştur. Adem ve Ali isimlerinde iki kardeşi vardır ve her ikisi de zühd ve takva sahibiydi.
Bistam'da dünyâya geldi. Bistam, Nişabur yolu üzerinde büyük bir şehir merkezidir. 261/874
târihinde vefat etti. Hüseyin b. Yahyâ, 234/848-49 târihinde vefat ettiğini rivayet eder. Hanefi
mezhebindendir. Bayezid "vahdet-i vücud" akidesinin öncüsü olarak bilinir. Şatahat
kabilinden birtakım sözler söylediği, bu sebepten de zamanında çok tenkide uğradığı söylenir.
Bayezid'e göre Hakka vuslat fena ile gerçekleşir. Fena-yı fiil, tevhid-i efale, fena-yı sıfat,
tevhid-i sıfat'a ve fena-yı Zat, tevhid-i Zat'a ulaştırır.

Bistâmi'ye farz ve sünnetin ne olduğu sorulduğunda o: Sünnetin dünyâyı terk, farzın


da Allah ile sohbet etmek olduğunu söyledikten sonra, şunları ilâve etmiştir: "Sünnet
Peygamber (s.)’in hayatını rehber ittihaz etmektir ki o, dünyâya hiç iltifat etmemiştir. Kitab
(Kur'an-ı Kerim) ile meşgul olmak ise, insanı Mevlâ'sıyla sohbet durumuna getirir. Kim farz
ve sünnete uygun hareket ederse, kemâle ermiş olur".

Bistami'ye göre abid; Allah Teala'ya namaz, oruç, zekat, hac gibi farzları yerine
getirmek, sünnet ve nafilelerle de Ona yaklaşmak için ibadet eder. Arif ise her haliyle
ibadettedir. Bistami ilmin önemini şu sözleriyle belirtmiştir: "Otuz sene mücahede ile meşgul
oldum. İlimden ve ona uymaktan daha güç bir şey bulmadım. Şayet ulemanın ihtilâfı
olmasaydı, ben yolumda ilerleyemezdim; tevhid dışında ulemanın ihtilâfı rahmettir".
Bistami'ye göre Allah'a yaklaşmak için ihlas şarttır. Muhabbet ehlinin kalbleri cennet
sevgisiyle değil, Allah sevgisiyle dolu olmalıdır. Hakk'ın Zat'ını anlamaya çalışmak cehalettir;
marifetin hakikatini bilmek insanı hayrete düşürür; işaret ise (Allah'a bir mekân izafe etmek)
şirktir. Arif amele, zahid ise mideye rağbetten rahatsız olan kimsedir. Falan yerde ulu bir pir
var diye Bayezid'e bahsedildi. O da o piri görmek için gitti. Yanma yaklaşınca onun kıbleye
karşı tükürdüğünü gördü. Onunla görüşmeden, oradan uzaklaştı. Niçin onunla görüşmediğini
soranlara: "Şayet bu adam tasavvuf yolunda bir mertebe sahibi olsaydı, şeriate aykırı bir
davranışta bulunmazdı" cevabını verdi. Ebu Yezid, zühd için menzil olmadığını; kendisinin
zühd makamında üç gün kaldığını, ilk gün dünya ve içindekilerden, ikinci gün ahiretten,
üçüncü gün Allah'tan başka her şeyden kalben uzaklaştığını, dördüncü gün ise kalbinde
Hak'tan başka bir şeyin kalmadığını söyler. Ebu Yezid'e göre keramet izharı, keramet
sahibinin fevkalâdeliğini ve ona intisabı gerektiren bir özellik değildir. Havada bağdaş kurup
oturma kerameti gösteren bir adam, haddi muhafaza edip, şeriata uymadığı takdirde ona
inanılmaz. Bayezid hakkında rivayet edilen şu kıssa son derece ibret vericidir: Bistami, hacca
gitmeye karar verip evinden ayrıldıktan kısa bir zaman sonra geri dönmüştür. Kendisine
kararından niçin caydın diye sorduklarında o: "Yolda kılıcını çekmiş bir zenciye rastladım,
bana:

— Geri dönersen ne âlâ, yoksa başını bedeninden ayırırım, dedi. Sonra da şunları ilâve
etti: "Allah'ı Bistam'da bırakıp, Beytul-Harem'e gidiyorsun ha! Daha sonra biri yanıma gelip,

— Nereye gidiyorsun? Diye sordu.

— Hacca, dedim.

— Neyin var? Dedi.

— Yirmi dirhemim, dedim.

— Onu bana ver ve yedi kere etrafımı tavaf et, senin haccın işte budur, dedi. Ben de
böyle yapıp geri döndüm.

Bistami'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Bir kere Mekke'de bulunuyordum. Sâdece
Kabe'yi görmüştüm. Tatmin olmadım. İkinci defa gittiğimde hem evi, hem de sahibini
gördüm. Henüz tevhidin hakikatına ulaşamadığımı hissettim. Üçüncü kere gidişimde evin
sahibini gördüm. O sırada sırrıma ve ruhuma. Şöyle seslenildi: Ey Bayezid! Nefsini
görmediğin müddetçe bütün kâinatı görsen bile müşrik olmazsın; fakat kâinatı hiç gör-mesen
de nefsini görsen şirke düşersin. İşte o anda varlığımı görmekten de tevbe ettim. Aşağıdaki
rubai bu hususu çok güzel anlatıyor: Geh mu'tekif-i deyrem ü geh sakin-i mescid Ya'ni ki türa
mi talebem hane be hane. Hâcî be-reh-i Kabe ve men talib-i didar, O hâne hemî cûyed ü men
sâhib-i hâne. "Bazen kilisede i'tikaf ediyor, bazen de mescitte sakin oluyorum. Yâni her yerde
seni aramaktayım. Hacı Kabe yolunda, ben ise didarın talibiyim. O evi arıyor; ben ise evin
sahibini!..."

Hamdun Kassar (k.s):

Adı, Hamdun b. Ahmed b. İmare; künyesi Ebu Salih'tir. Nişâbur'da dünyâya geldi,
Horasan Melametiyye'sinin şeyhi ve imamıdır. Melâmet, tasavvufta bir meşreptir; bu
meşrebin onun vasıtasıyla yayıldığı rivayet edilir. Hamdun ilimde behresi olan bir kimse idi.
Süfyan Sevri'ye intisap etti. Abdullah Menazil'in hocasıdır. Selem b. Hasan el-Barusi, Ebu
Türab en-Nahşebi, Ali en-Nasrabazi ve Ebu Hafs el-Haddad ile arkadaşlık yaptı. 271/884-85
tarihinde Nişabur'da vefat etti; kabri Hire'dedir.

Hamdun; fazilet sahibi, muhabbet ehli, Hak aşıkı bir kimse olarak bilinir. O, Allah'ın
ahdine bağlı olmayan kimsenin, şeriat adabına riayetinin de zayıf olacağını; zîrâ Allah
Teâlâ'nm Kur'an-ı Keriminde: "...bir de ahdi yerine getirin; çünkü ahdinden cayanlar
sorumludur"(İsra,17/34) Buyurduğunu söyler. Ona göre ecdattan ibret almak, siretlerini
tedkik ederek, onların yaşayışlarını zamana en uygun bir şekilde değerlendirip, devam
ettirmeye çalışmak şarttır. İnsanın daima meziyet sahibi kimselerle düşüp kalkması ve bu
hasletlerin kendilerine geçmesini te'mine gayret etmeleri lâzımdır. Molla Cami, Hamdun
Kassar'ın şeriatın zahirine muhalefetten çekinen muttaki bir kimse olduğunu söyledikten
sonra, kendi zamanında şer'-i şerife uymayan, her şeyi mubah gören, zındıklığı ve
hürmetsizliği âdet edinerek, melâmi ismiyle yadedilen kimselerin onunla yakından, uzaktan
hiçbir münasebeti olmadığını da ilâve eder. Bir gün Nişabur'un ileri gelenleri ona halka va'z
etmesini; zira sözlerinin ölü kalbler için faydalı olacağım söyleyince o şu cevabı vermiştir:
"Va'z etmem caiz değildir; çünkü benim kalbim henüz dünyâya: ve makamına bağlı. Bu
yüzden sözüm faydalı olmaz ve kalblere tesir etmez. Kalblere te'sir etmeyen bir sözü
söylemek ilimle alay etmek ve dîni hafife almak olur". Selefin sözü niçin kalbler için daha
faydalıdır? Sorusuna da şu cevabı vermiştir: "Çünkü onlar İslâm'ın izzeti, nefsin kurtuluşu ve
Hakk'ın rızası için konuşmuşlardır. Biz ise nefsin izzeti, dünyâ arzusu ve "halkı memnun
etmek için konuşuyoruz'.

Cüneyd Bağdadî (k.s.):

Adı Cüneyd b. Muhammed Ebû'l-Kâsım el-Cezzaz’dır. Babası züccaciyeci idi.


Sûfîlerin seyyidi ve imamı olarak bilinir. Bağdad'da dünyaya geldi. Şâfî Mezhebine
mensuptur. Haris Muhasibi, Seriyy Sakati ve Muhammed b. Ali el-Kassab el-Bağdadi ile
arkadaşlık etmiştir. Attar'ın ifadesine göre Cüneyd, izinden gittiği ve feyz aldığı tek mercidir.
279/908 târihinde vefat etti. Tarih-i Yafii'de 298/909 tarihinde vefat ettiği rivayet edilmiştir.
Cuma akşamı vefat edip, cumartesi günü defnedilmiştir.

Senedi Cüneyd'e kadar uzanan hadis şudur: "Resulullah (s.) buyurdu: "Mü'minin
ferasetinden hazer ediniz; çünkü o, Allah Teâlâ'nm nuruyla bakar". Ve şu ayeti okudu: "İşte
bunda düşünen ferâsetli kimseler için ibretler vardır'.(Hicr, 15/75)

Cüneyd'e göre Cenab-ı Hak'tan gaflet, cehennem ateşine girmekten daha kötüdür. Ona
göre arif, muhatabı sustuğu halde, onun hususiyyetini anlayabilen kimsedir. Cüneyd bir
konuşmasında, tasavvufa lâf olsun diye değil, bilâkis dünyayı terk etmek, aç kalarak nefsi
öldürmek, alışılan ve nefse hoş gelen şeyleri bırakmak için girdiğini söyler. Ona göre tasavvuf
sulh ile değil, cenk ile hâsıl olur. İrfan, Hakk'a yaklaşmaktır; birr ve ihsan yoluyla yapılan
amel ve hareket değildir diyen bir adama Cüneyd: "Teklifi ortadan kaldırmak isteyen kimse,
ancak böyle konuşur. Bence bu o kadar büyük bir günahtır ki, hırsızın ve zinâ edenin hâli
bunun yanında pek küçük kalır. Allah'a arif olanlar, salih amelleri Allah'tan öğrenirler ve o hâl
üzere Allah'a dönerler. Ben eğer bin sene yaşasam, birre ait ameli zerre kadar eksiltmem" diye
mukabelede bulunmuştur. Ona göre Resulullah'ın sünnetine ait olan yollardan başka, bütün
yollar halka kapalıdır; yani o yolların hiçbiri insanları Hakk'a götürmez. Ömrünü Hak zikriyle
geçiren bir kimse, bir an için Ondan yüz çevirse, kaybı, o güne kadar olan kazancından daha
çoktur. Cüneyd; tasavvuf yoluna sağ elde Kur'an, sol elde sünnet olduğu halde girileceğini;
şüphe çukurlarına düşmemek ve bid'at karanlıklarında kaybolmamak için bu iki meşalenin
ışığına ihtiyaç olduğunu hatırlatır. Cüneyd Bağdadi’nin Süleymaniye Kütüphanesindeki
yazma risaleleri şunlardır:
1. Resâilü'l-Cüneyd, (Şehid Ali Paşa) nr. 1374/1-3.

2. Kitabu Duai'l-Ervâh, (Şehid Ali Paşa) nr. 1374/4.

3. Kitabü'l-Fena, (Şehid Ali Paşa) nr. 1374/5.

4. Risale fi'l-Uluhiyat, (Şehid Ali Paşa) nr. 1374/7.

5. Risale fl't-Tefsir, (Şehid Ali Paşa) nr. 1374/6.

6. Risale fi'l-Fark Beyne'l-İhlas ve's-Sıdk, (Şehid Ali Paşa) nr.1374/10.

Değerlendirme Soruları

İbrahim Edhem hakkında bilgi veriniz.

Zünnün Mısri Kimdir? Anlatınız.

Maruf Kerhiyi tanıtınız.

Bayazıd Bistami hakkında bilgi veriniz.

Cüneyd Bağdadiyi tanıtınız.

Kaynaklar

Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991.

Baldick, Julian, Mistik İslam, Terc. Y. Sait Müftüoğlu, Birey Yayınları, İstanbul 2002.

Bardakçı, Necmeddin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Isparta, 2000.

Bayraktar, Mehmet, “Tasavvufa Yabancı Tesir Meselesi”, Tanımı Kaynakları ve


Tesirleriyle

Tasavvuf, Haz. Coşkun Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul 1991.

Bolay, Süleyman Hayri, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, 2.bs.,


Töre-Devlet Yayınları, 1979, s.171-172.

Burckhart, Titus, İslâm Tasavvuf Doktirinine Giriş, Çev. F. Arslan, Ġstanbul 1982.
Chittick, William, Tasavvuf, Kısa Bir Giriş, Çev. Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul
2003

Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.

Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1992.

Komisyon, Tasavvuf el Kitabı, Ankara, 2012.

Komisyon, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul, 2010.

Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, İstanbul, 2011.

Öztürk, Y. Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarîkatler, Sidre Yayıncılık, Ġstanbul 1988.

Peyami Safa, Mistisizm: Tasavvuf, Babıâli Yayınları, İstanbul 1961

Reis, Bedriye, Gazâlî’de -Marifet İlişkisi, Emin Yayınları, İstanbul 2011.

Sahmarani, Esad, Tasavvuf, Menşei ve Istılahları, Terc. M. Tan, İz Yayınları,


Ġstanbul 2000.

Schimmel, Annemarie, İslam’ın Mistik Boyutları, Çev. Ergün Kocabıyık, Kabalcı


2001.

Schuon, Frithjof, İslâm’ın Metafizik Boyutları, Çev. Mahmut Kanık, İz Yayıncılık,


İstanbul 1996.

Sunar, Cavit, Ana Hatlarıyla İslâm Tasavvufu Târihi, AÜĠF Yayınları, Ankara 1978.

Sunar, Cavit, Mistisizm Nedir, Kılıç Kitabevi, İstanbul 1979.

Sunar, Cavit, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Ankara Üniversitesi Basımevi,
Ankara 1974.

Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2002.


TASAVVUF

9. HAFTA

Prof. Dr. İhsan SOYSALDI


9. TAHALLUKLA İLGİLİ KAVRAMLAR

A- İBÂDET VE AHLÂKLA İLGİLİ KAVRAMLAR

1- TEVBE

2- ZİKİR

3-MURAKABE

4- İHLÂS

5- SABIR

6- ŞÜKÜR

7- RIZA

8- FAKR

DEĞERLENDİRME SORULARI

KAYNAKLAR
TAHALLUKLA İLGİLİ KAVRAMLAR

Bu kısımda, sûfî ıstılahlarından ahlakla alakalı, insan hayatının birer parçası halinde
olan kavramları ele alıp, Salâhî’nin onlara ne anlam yüklediğini görmeye çalışacağız.

Klâsik dönem müelliflerinden Kuşeyrî ve Hucvîrî, mutasavvıfların kullandıkları özel kavram


ve terimleri kullanmalarını iki nedene bağlamaktadırlar:

1-Anlaşılması zor olan konuları ehli tarafından daha kolay olarak anlaşılmasını temin etmek,

2-Ehli olmayan kimselerden tasavvufî sırları gizli tutmak.

Bunlar da kendi aralarında iki ana başlık altında değerlendirilir. Birincisi ibâdet ve ahlaka
dair olanlar, ikincisi ise, daha çok sâlikin, tasavvuf yolunun yolcusunu bilmesi gereken
kavramlardır. Şimdi Salâhî’nin bu konuyla ilgili görüşlerine geçelim.

A- İBÂDET VE AHLÂKLA İLGİLİ KAVRAMLAR

1- TEVBE

Tevbe, lügatte, pişmanlık, nedâmet, dönme, vazgeçmek, günâhı bırakıp Allah'a


yönelmek manalarına gelmekte olup, isyandan itaate, günahtan sevaba, hatadan doğruya,
batıldan Hakk'a dönmeye tevbe denir. Kur’ân-ı Kerim’de türevleriyle birlikte seksen altı
yerde geçmektedir. Tevbenin vücûbu, âyet ve hadislerde açık bir şekilde belirtilmiştir.
“Hepiniz Allah'a tevbe edin ey mü'minler!” âyeti umum bir emirdir. “Ey iman edenler,
Allah'a yüreğinizin bütün özlüğüyle, ihlâs ile dönün” âyeti de, tevbenin hulus-i kalb ile
yapılmasını emreder.

Salâhî hadisten de delil getirir: Peygamber Efendimiz (s.) tevbeyi izâh ederken şöyle
buyurmuştur: “Ey insanlar! Allah'a tevbe edin ve O'ndan mağfiret dileyin. Çünkü ben günde
yüz kere tevbe ederim.” sözüyle kendini de bu hususta müşahhas örnek gösterip konuya
açıklık getirmiştir. Dolayısı ile bu hadis biz müslümanların bu durum karşısında kendimizi
daha bir dikkatle hesaba çekip kontrol etmemizi istemektedir.
Tevbe günlük hayatımızın adeta bir parçası olmuş, herkes tarafından gerek bilinçli,
gerekse bilinçsiz sıkça söylenen bir ıstılahtır. Mânası bilinen ama tam olarak icra edilmeyip,
sözde kalan öze indirilemeyen bir tasavvufî düstûrdur.

Kuşeyrî (ö.465/1072), tevbeye şöyle yaklaşır: “Tevbe, kalpteki kötülükte ısrar


düğümünü çözüp Hakk'a dönmek ve Rabb'ın hukukunu gözetmektir. Tevbe, kötü ve günah
işlere pişman olup Hakk'a yönelmedir. Küfürden imana dönmek kafirlerin, kötü işlerden iyi
işlere geçmek fâsıkların, kötü huylardan iyi ahlaka tebdil etmesi iyilerin (ebrârın), masivâdan
Hakk'a dönmesi nebi ve velilerin tevbesidir. Avam günahtan, havas gafletten tevbe eder.”

Örnek olarak verdiğimiz Kuşeyrî’nin, tevbeyi, çeşitlendirerek sistematize ettiği ve


cehennem korkusuyla yapılan tevbeye “tevbe”, cennete girme ümidiyle yapılan tevbeye
“inâbe”, sırf Hak için yapılan tevbeye “evbe” azaptan korkup tevbe etmesine “inâbe tevbesi”,
Allah'ın kereminden utanıp tevbe etmeye “isticabe tevbesi” şeklinde açıkladığı görülür.

Kuşeyrî, tevbede uyulması gereken rükûnlar olduğunu ifâde ederek; farzları ifâ,
borçları edâ, helâl lokma, nefse muhalefetten ibaret olduğunu söyler. Bu durumda kulun
Hakk'a dönüşü, Hakk'ın kendisine dönüşünün ve yönelişinin işaretidir. Tevbe-i nasuh: Bir
daha eski duruma dönmeme azmiyle yapılan samimi ve ciddi tevbedir. Tarîkata girenlerin
yaptığı ilk iş, tevbedir. Onun için tevbe, sülûk ehlinin ilk menzilidir. Bu yüzden klasik
makam sıralamalarının hemen, hemen tamamı tevbeyle başlatılır.

Allah Teâlâ'nın rahmet ve mağfiret kapısı her zaman açıktır. Zira bu dergâh,
Mevlâna'nın da belirttiği gibi ümitsizlik dergahı değildir. Geçmiş günahlarından pişmanlık
duyup, Allah'a sığınmak isteyen bir kimse, mutlaka huzura kavuşur. Rasulullah (s.):

- “Günahlarından tevbe eden, hiç günah işlememiş gibidir” buyurmuştur.

Kulun Mevlâsı karşısında, kusurlarını itiraf ederek, O'na sığınması, mânen temizlenmesine
vesile olur. İnsan, Allah'ın huzuruna günahtan başka ne ile gelebilir?

Tevbe konusunda ve işlenen günahların ne kadar çok olduğunun şuuru ve bilinci içerinde olan
bir gönül, ıstırabını ve sıkıntısını sadece Rabb’ine anlatır.

Tevbe hakkında sunduğumuz bu ön bilgi ve değerlendirmlerden sonra Salâhî’nin görüş ve


açıklamaları şöyledir:
Ona göre, tevbe Allah Teâlâ’ya rücûdan ibarettir. Ve tevbe üç şeyden oluşur: 1-
Günahtan pişmanlık 2- Günahı halde terk etme 3- İstikbalde onu terk etmeye azmetmektir.
Benzeri tanım Salâhî’den önce Şeyh-i Ekber tarafından da yapılmıştır. İbn Arâbî (k.),
tevbenin şartının, günaha dönme azmini terketmekten ibaret olduğunu belirtir.

Salâhî tevbeden sonra inâbe geldiğini ve bu kelimenin, Allah’a dönmek manasını ifâde
ettiğini söyler. İnâbet-i amme ise, hâdiselere muhalefetten ona uymaya dönmeyi ifâde
ederken; ona göre, İnabet-i hassa, irâde bazında olan karşı çıkış sebebiyle olaylara uymaya
dönmek şeklinde anlaşılmalıdır. Daha ileri merhale olan İnabet-i hassulhas, halka olan
sevgisinde kendi mâsivasını görmek demektir. Salâhî, bundan sonra muhasebenin geldiğini
kaydeder ve ekler: Muhasebe, güzellikler ile kötülükler arasında mukayeseden ibarettir. Kul,
hangisini tercih ettiğini bilmesi önemlidir. Mukayesede kul üç şey’e muhtaçtır: Biri mizan-ı
şeriatı elden düşürmemektir, Çünkü şeriât mizanını ihlâl eden için Hak ile batılın arasını
tefrik mümkün olamaz. İkincisi nefse kötü zandan ibaret olan cezm ve ihtiyatı bırakmaktır.
Şöyle ki, inanarak ve nefis hayrı ihlâsla işlemelidir. Yoksa Allah Teâlâ rahmet eyleye Allah
Teâlânın “ Rabbimin acıyıp koruduğu hariç nefis aşırı şekilde kötülüğü emredicidir.”
kavlinde olduğu gibi ve üçüncüsü kula Allah’tan gelen nimetler, onun fitneye düşmesine
sebep olmasın yani eğer Allah tarafından verilen nimet masivâya meylettirirse, o nimet fitne
olur.

Müellifimiz Salâhî naklettiğimiz bu izâhlarıyla tevbenin üç önemli hususuna işaret


eder: Pişmanlık, şuanda günahı terk etmek ve gelecekte günaha bir daha dönmemeye
azmetmek.

Diğer önemli bir konu da muhasebe ve tevbenin birbiriyle olan alakasıdır. Ona göre
muhâsebe, iyi ve kötü, güzel ve çirkinin karşılaştırması şeklinde bir mukayeseden ibarettir.
Ancak bunun için üç şey gereklidir: 1- Şeriat terazisi, 2- Kötü zandan nefsi uzaklaştırmak, 3-
Allah tarafından ihsan edilen nimetlerin kulun nefsini masivâya meylettirmemesi.

Salâhî’nin bu görüşüne benzer tarzda açıklamalar yapanlar arasında, Rabia'tül-


Adevîyye, Ebû'l-Hasan en-Nuri ve Ruveym'i zikredebiliriz. Salâhî bu sûfîlerle tevbeyi,
günahları terk etme olarak anlamaları, Allah'a yaklaşmaya vesile olarak bilmeleri, yalnızca
bağışlanmayı istemenin yeterli olmayacağı noktalarında aynı görüşü paylaşırlar.

Seleften Cüneyd, Salâhî’ye göre tevbeye farklı bir yorum getirir:


Cüneyd b. Muhammed, “tevbe nedir?” sorusuna: “Günahı unutmandır” diye cevap
vermiştir. Bunun manası şudur: Günah olan fiilin zevkini ve izini kalbinden öylesine
çıkaracaksın ki, ruhunda bundan eser kalmasın. Böylece hayatta bu günahı kesinlikle
tanımamış biri haline gelirsin. (Kötülük yaptığında, Allah'ın heybet ve azameti gönlünü
öylesine kaplasın ki, günah ve onun bıraktığı iz aklına gelmesin). Eğer tevbe edeceksek önce
o işlediğimiz günahları bütün benliğimizden silmemiz ve hiçbir zaman hatırlamamız gerekir.
Hatırlamak, çağrışım mekanizması sbebiyle o günaha dönmemize bir ön basamak olabilir. Bu
hem ruh hem beden bütünlüğü içerisinde olmalıdır.

lk dönem sûfîlerinden Sehl Tüsterî'ye “tevbe nedir?” diye sorulunca “günahını


unutmandır” diye cevap vermiştir.

Tevbe yapılırken önemli olan husus niyetin ve kendi acziyetinin farkında olmaktır.

Özetle söylemek gerekirse Allah’ın yakınlığı ve gücü tevbeye motive edici faktörlerin başında
gelir.

Zunnûn Mısrî; “Halkın tevbesi günahtan, evliyanın tevbesi gafletten, Nebilerin tevbesi
başkalarının nail olduğu şeye ulaşmaktan aciz olduklarını görmekten olur”demiştir.

Herkesin mânevî mertebesine göre, tevbe etme durumu farklı olmaktadır. İlk basamakta tevbe
farklı iken ikincisinde daha ağır bir duruma üçüncüsü ise, tamamen özel seçilmiş insanların
yapabileceği bir mahiyete bürünmektedir.

Tevbe, geçmişteki işlenmiş günahlar psikolojik ifâdeyle impulsif davranışlar ve


yasaklanmış arzular için af dilmektir. Bu bazen her insanda olabilir ve kişi, kendi kendini
sorgulama gereği hissedebilir. Bu durumda kendi kendine bir iç hesaplaşma yaşayabilir. Bu
durumu en güzel şekliyle ifâde edip açıklayan İbrâhim b. Ethem’dir. O, Belh’te sarayında
uyurken tavandan gelen garip seslerle uyanması ve kim var orada diyerek seslenmesi
neticesinde, cevap olarak, “bir dost” sözünü işitmesi üzerine, orada ne aradığını sorması ve
“devemi kaybettim onu arıyorum” cevabı karşısında; “ahmak deve orada mı?” diye sorunca
İbrahim Edhem’in hayatını değiştiren karşılığı alır. “Aranır der”, a düşüncesiz! Sen Allah’ı
ipek elbiseler içerisinde altın sedirde uyuklarken mi arıyorsun?”
Ebû Hüseyin Nuri tevbe bahsinde şunları ifâde eder; “Tevbe, Ulu ve Yüce Allah'tan
başkasını zikretmekten tevbe etmektir” demiştir. “Ârif, Allah'tan başkası aklına geldiği için
tevbe eder”.

Yine bu tarif de bir önceki gibi özel insanların farklı dünya yapısı olan hâl insanlarının
durumuna ,işaret etmektedir. Allah’tan gayrını düşünmek böyle şahsiyetler için bir günahtır.

Sehl'in söylediği bu söz, tevbesini sahih ve sağlam yapmak isteyen samimi her mürid
için yeterli ve gerekli bir husustur. Batınından anlatılan halaveti tamamıyla yok ettiği için
arife çok kolay gelir. Ârif için bu zevkten kurtulmanın yolları çok çeşitlidir. Yakîn ve saf bir
müşahede ile gönlüne sadece Allah sevgisini dolduran kimsenin kalbinde, başka hangi zevkler
kalabilir? Hevâ ve hevese karşı duyulan zevk, Cenab-ı Hakk'a karşı hissedilen sevginin
yokluğundan veya azlığından kaynaklanır.

Tevbe ve yapılışındaki insan psikolojisini ilgilendiren bu söz, kulun yalnız ve çaresiz


kalması durumunda, derdini, günahını ve sıkıntısını açacağı hakiki bir dost aradığında gönlü
yandığında, pişman olup göz yaşı döktüğünde, döneceği yöneleceği bir tek Rabbi vardır onu
başkası anlayamaz.

Yine ilk dönem sûfilerinden es-Sûsî’ye tevbeden sorulduğu zaman: “Tevbe, ilmin kötü
ve kerih gördüğü şeylerden, iyi gördüğüne ve sevdiğine yönelerek tevbe etmektir” cevabını
verdi. Kendisine ilmin bütün sarahati açıkça bildirilmiş kimse için bu, zahiri ve batını içine
alan umumi bir sıfattır. Çünkü, güneşin doğuşu ile gece ortada kalmadığı gibi, ilimle birlikte
cehalette bulunmaz. Bu durum, umumi ve hususi bütün yönleri ile tevbenin kısımlarını içine
alır. Bu ilim, umumi ve hususi tevbenin bütün özellikleri ile zahiri ve batını temizler ve
öylece zahir ve batın ilminin oluşmasını sağlar.”

Salâhî de, ilmin ne kadar önemli olduğuna ve İslâm’ın ilme verdiği değere bir de
mutasavvıfların bakış açısından vermektedir. İlim öyle değerli bir hazinedir ki bunun
kıymetini bilip, faydalanan için bir güzellik kaynağıdır.

Görüldüğü gibi bu mutasavvıflarla Salâhî arasında sadece izah açısından bir de değişik
yönleri belirtmesi bakımından da fark bulunur. Yani tevbeyi günahı unutma, izinin kalpten
silinmesi, günah işleyen ve ondan zevk alan nefsi hor ve küçük görme, ilmin kötü gördüğü
şeylerden iyi gördüğü şeylere yönelme olarak özetleyebiliriz.
2- ZİKİR

Zikir, anmak, hatırlamak, yad etmek, düşünme, söz konusu etme, beyân ve ifâde etme
gibi anlamlara gelir. Hatırlamak ve yad etmek, zikir kelimesinin sanıldığından daha farklı bir
boyutta olduğunu gösteren ifâdelerdir. Yani o kuru bir tekrar değil insanı saran kuşatan bir
hatırlamadır. Zikir kavramı, özellikle günümüzde genel tasavvuf çizgisinde olan tarîkatlarda
kullanılan, günlük hayatımızın bir parçası durumuna gelmiş bir tasavvufî ıstılahtır. Çoğu
zaman sadece dille Allah'ı anma, O'nun isimlerini söylemek şeklinde yanlış anlaşılan ve bu
şekilde uygulanan zikir, gerçek derûnî cephesi, kalpte zikredilenin yer etmesi şeklinde manası
unutulmakta ve tavsiye edilen şekliyle yerine getirilmemektedir.

Kur’ân-ı Kerim'de zikir konusu iki yüz doksan iki yerde geçmektedir. “Unuttuğunda
hemen Rabb’ini an” âyetinde unutmanın zıddı olarak zikir verilmektedir. Bir başka âyette
“Dünya malı ve çoluk çocuğun, insanı Allah'ın zikrinden alıkoymaması” emredilmektedir.
Diğer yandan “Hakk'ın zikrinden yüz çevirenin dar bir geçimle iptilâ edileceğine” dikkat
çekilmektedir.

İnsan unutur, gayesini, nereden geldiğini unutur. Çünkü dünya ve içindeki bütün her
şey onu Allah’ı anmaktan alıkoyar. Özellikle maddiyat ve para, insanları birbirinden ayıran,
düşman eden bu fânî şeyler Rabbi unutturur. İşte zikir burada bir hatırlama ve kendini bilme,
Rabbini bilmesi vesilesi şeklinde kendini gösterir.

Kelâbâzî (ö.380/990), eseri Taarruf’ta zikri, Allah'ı anmak ve hatırlamak, O'nu unutup
gaflet halinde olmamak diyetanımlar. Genel tasavvuf çizgisinde olan tarîkat ehline göre, belli
kelime ve ibarelerle belli zamanlarda, belli sayıda belli bir edeb dahilinde her gün düzenli
olarak söylemeleri olarak izah edilir. Zikir sevgi alameti ve eseridir.

Zikir icra edilişine göre iki türlüdür: 1- Cehrî yani açık sesli olarak yapılan,
çevredekilerin işitebileceği şekilde yapılır, sesli zikri esas olarak alan tarîkatlara cehri
tarîkatlar denir. 2- Hafi zikir, zikredenin sadece kendinin duyabildiği alçak sesle yapılan zikir
olup, melâmet ehli ve nakşibendîler hafi zikri, rifâîler, kâdîrîler ise cehri zikri tercih
etmişlerdir. Zikir, böylece lisan ve kalp zikri olmak üzere de ikiye ayrılır.

Zikrin oluşumu şöyle anlatılır: Sâlik durmadan “Allah, Allah” der, sonra bir noktaya
gelir dili hareketsiz kalır, o zaman kalbinin “Allah, Allah” dediğini işitir, kalbi zikreder o
bunu dinler. Bir de, ayakta ve oturarak yapılan zikir olmak üzere ayrı bir tasnif daha vardır.
Yesevîlikte hançereden testere sesine benzer bir ses çıkarılarak yapılan zikre, erre zikri denir.

Kelâbâzî zikir kavramını izâh ederken, zikir esnasında uyulması gereken bir usûl ve
edep vardır. Kişi, eğer oturarak zikrediyorsa kıbleye yönelmeli, başını öne eğerek zikri
tamamlamalı, zikir edilen yer boş ve temiz olmalıdır.

Şâyet bir kimse riyâ endişesinden dolayı tereddüt içinde olursa, hafi zikir onun için
faydalıdır. Bazen de cehri zikri tercih etmesi tavsiye edilmiştir. Bu farklılık kişinin
durumuna, yapısına eğilimine ve ortama göre farklılık arz edebilir. Sadece hafî zikir
uyguladığı bilinen tarîkatların dahi cehrî zikir çektikleri bir vâkıadır.

Bu hususta Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: “Rabbini, içinden yalvararak ve


korkarak (fakat) yüksek olmayan bir sesle sabah ve akşam an, gafillerden olma.”

Allah’ı her an zikretme, O’nu unutmamak ve hatırlamak, yine O’nun bize bizden daha
yakın olduğunu bilerek ve düşünerek yaşamak, tasavvufî açıdan önemlidir. Eğer Allah (c.)
unutursak gayemizi, vazifemizi unutur ve sıradan bir insan oluruz. Her zaman alçak gönüllü
ve tevâzu içinde Rabb’imize yalvarıp af dilemeliyiz.

Zikirde İslâm'ın ruhuna aykırı istek ve davranıştan uzak durmak tavsiye edilmiştir.
Nitekim bu âyette bu hususu teyit eder.

“Rabb’inize yalvara yakara gizlice dua edin. Şu bir hakikattir ki, Allah haddi aşanları
sevmez.”

Duanın gizli ve içten olanı acizliğinin farkına vararak yapılanı makbuldür. Çünkü O,
alemlerin hakimidir, insan ise sadece bir kuldur. İşte bu idrak içerisinde olmak kul için en
doğru hâl olacaktır.

Zikrin neticesinde zikredende bazı değişiklikler olmakta ve insanı manen güçlendirip


Allah'a yaklaşmasına vesile olmaktadır. Bu konuda İbn Kayyim (ö. 751/1350) de zikrin
faydalarından bahsetmektedir. Bunlardan önemli olanları şeytanı uzaklaştırması, Allah'ın
hoşnutluğunun kazanılması,insana huzur vermesi gam ve tasayı yok etmesi, İslâm’ın ruhu
olan sevgi ve muhabbeti sağlamasıdır. Ebû Talib el-Mekkî “zikir, murakabeyi temin eder,
ihsan kapısının açılmasını sağlar. Zikir, kalbin hayatiyeti için balığın suya ihtiyacı
nispetindedir. Zikir, dilin, gıybet, yalan gibi batıl ve haram şeylerle meşguliyetini önler”
şeklinde bir açıklama yapmıştır.

Zikir, ayrıca mutlak ve mukayyed olarak iki kısımda icra edilir. Mukayyed zikir,
namazdan sonra yapılan tesbih, tahmid ve tekbirler, yemekten sonra, yatarken v.s. yapılan
dua, istiğfar ve zikirlerdir. Mutlak zikir zaman ve mekanla alakalı değildir. Mü'min her
halükârda Rabbini anmalı, O'nu dilinden düşürmemelidir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim'de:

“Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin. O'nu sabah-akşam tesbih edin”

“Artık namazı bitirdiğiniz vakit ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerindeyken Allah'ı
anın” buyurulmuştur.

Bu âyetin ışığında, insan her gün her saatte Allah’ı zikretmeli, O’nu tesbih etmeli,
ayakta, yatarken, her vakitte O’nu yâd etmelidir. Bu sadece dille değil gönülle ruhla ve kalple
bir bütün olarak olmalıdır, diyebiliriz.

Salâhî zikri, riyâzatın en büyük şartı olarak kabul etmektedir. Bunun delili de “Yemin
olsun ki Allah’ın zikri en büyüktür.” Âyetidir. Seri Sakatî de zikirle ilgili olmak üzere onun
insan fizyolojisi üzerindeki etkilerinden bahseder! Zikreden öyle bir samimi atmosfere girer
ki, bu hâl onu kuşatır.

Salâhî de, aynı şekilde, Allah’ı hakkıyla zikreden ve O’nu bütün benliğiyle hisseden
kişide öyle bir hâl oluşur ki, bu durum, herkes tarafından fark edilecek bir fizikî etki bırakır.
İnsan sevinince ya da üzülünce bir kuvvetli duygu anında yüzünün şekli nasıl değişirse, aynen
bunun gibi Rabb’ini anınca da bir değişiklik olması son derece normal bir hâdisedir.

Salâhî, zikri genel manasıyla inananları Allah Teâlâ’ya yakınlaştırıcı bir vasıta olarak
görür. Allah zikri gibi veya Lâilâheillallah gibi, ya da bunlardan başka diğer tesbihât, dualar
hep zikir olarak kabul edilirler. Özel olan zikir, şeyhin verdiği belli zikirdir. Allah’ın isimleri,
manevî ilerleme ve eğitim için verilir.

Salâhî bir örnekle konuyu açıklamayı sürdürür Abdullah b. Mugaffel, oğlunun;


“Allah'ım! Senden cennetin sağındaki beyaz köşkü istiyorum” tarzında dua ettiğini duyunca
“Hz. Peygamber (s.)’den şunu duyduğunu kaydeder: “Bu ümmetten bir topluluk haddi
aşacaktır”
Bu hadis, insanın dua ederken isteklerinde ölçülü olması gerektiğini, esas gayesini
unutup başka geçici isteklerde bulunmasının haddi aşmak olacağını gösterir. Her işimizde
aşırı davranışlardan uzak durmamız gerektiği gibi, Allah’tan dilediğimiz isteklerimizde sınırı
aşmamak en güzel yol olacaktır.

Mutasavvıfımız Salâhî, açıklamalarına devam eder: Açık zikre devamın sonucu, gaflet
ve unutmaktan kurtuluştur. Gizli zikir, dilin susmasıyla kalple yapılan zikirdir. Sır zikri,
zikredene varidâttan tecelli olan şeydir. Zikr-i şail ise, zahir ve batın Allah’a yaklaşmada
kullanılan bir teşvik ile lisan, zikirle, azaların taatı ve kalb varidat ile meşgul olabilsin. Allah
Teâlâ’nın zikri “And olsun ki, Allah zikri en büyüktür.” Kavl-i şerifini düşünerek yapılanıdır.
Tam bir marifet ve ibadetten ibarettir. Hz. Peygamber (s.)’in “Ben Allah’ı hakkıyla en iyi
bilen ve ondan hakkıyla korkanınızım.” İfadesine göre, bir kimse “Zikr-i Ekber”e ulaşması
için bu marifet ve taata ulaşması gerekir.

İmam Nevevî de: “Zikir kalb ve dil ile olur. En faziletlisi, kalb ve lisanla birden
yapılanıdır. İkisinden birini tercih eden için kalbî zikir daha faziletli kabul edilmiştir. Riya
korkusu, dil ile zikri bazı hallerde terk etmeye zorlayabilir. Çünkü zikirden maksat Allah
rızasını kazanmaktır.” demiştir.

Bilindiği üzere her işte ihlâs esastır. Bu Allah’ı zikir hususunda daha bir önem kazanır, O
bizim her şeyimizi bildiğine gizlediğimizi açığa vurduğumuzu bildiğine göre yapmacık
davranışlar riyâ kokan dua ve niyazlar sadece bizi ve bizim gibi insanları aldatabiliriz. İşte
zikirde ihlâs, Allah’la kul arasındaki bağlantıyı tamamlayan bir unsur olarak önemlidir.

Mutasavvıfımız Salâhî sözlerine bir âyetle devam eder, bu Allah Teâlâ’nın buyurduğu
gibi “ Ve senin zikrini yükselttik” yükselmiş zikirdir. Bazen zikr-i merfu ile Hakkın kulunu
zikrinden ibarettir. Allah Teâlâ “Nefsinde Beni zikredeni Bende zikrederim.” buyuruyor.
“Cemaatında Beni zikredeni Bende zikrederim. Onlardan en hayırlısı biz senin zikrini
yükselttik.” kavli şerifinin manası da bu yönde yorumlanmıştır. Hakiki zikir, zikrin hakikate
mensup olmasından ibarettir. Zira fiillerin hepsi, gerçekte Hakkın yaratmasıyladır. Kulun
yaratmasına ait değilse, zikr-i hakikî de böyledir. Yani Hakka aittir. Zira kula ait olan zikrin,
bu hakikî olanıyla bir bağı olamaz ki bu durum kulun zikrettiği vakitte zikr-i hakikî değildir.

Fudayl b. İyad (ö.187/803) da: “İnsanlar için ameli terk etmenin riya olduğunu”
söyler. Kalbi gaflet içinde olan bir kimse yaptığı zikirden fayda sağlayamaz. Bu gibi
durumlarda, önce nefisle mücadele yapılıp, kalp kontrole tabi tutulmalı, huzur temin
edilinceye kadar bu ameliyeye devam edilmelidir.

Yine önemli bir husus bu verilen örnekte olduğu gibi yapılan ibadette, gönül, huzur ve
sükûn içerisinde olmalıdır. Eğer böyle olmazsa yapılan ibadetten bir netice beklenemez.
Yapılan her işte gönül ve kalp, vücut ve ruh hepsi birlikte hareket etmezse, istenilen sonuca
ulaşmak zordur.

Salâhî’nin en çok etkilendiği mutasavvıf İbn Arâbî (ö. 638/1240), de zikir hususuna
şöyle bir açıklama getirir: Zikir gafletin zıddı ve huzurdur. İnsanı şuhûda götürür, feth ve keşf
ve o Kur’ândır. Bir zikir meclisinde Allah da hazır olur ve o mecliste bulunanlar bu Allah
zikrinden istifâde ederler.

Salâhî ile Ebû Kasım Cüneyd, İmam-ı Gazalî (ö.505/1111), İbn Ata gibi sûfîler aynı
kanaattedirler. Bu ortak noktalar, kalple zikrin önemli oluşu, zikrin masivâyı unutturup Allah'ı
hatırlatması, ruhanî ve cismanî lezzet tattırmasıdır.

Zikir, çok hassas bir konudur. İnsan bir sevdiğini hatırladığında ona olan özleminden
ve sevgisinden dolayı nasıl gözleri dolar kalbi heyecanla atarsa, Allah’ı anarken de öyle bir
ruh hali olmalı ki, hepsinden farklı ve duygu yüklü heyecanlı ve huzurlu olması gerekir.
Çünkü O, bizim Yaratıcımız, Sahibimiz, kalplerimizde olanı Bilendir. O’na karşı herkesten
daha fazla samimi olmalıyız. Nasıl bir sevdiğimizi incitmekten korkuyorsak O sevgililerin
Sevgilisi olarak buna herkesten ve her şeyden daha layık değil midir? Elbette ki daha layık
olan Allah Teâlâ’dır.

Hatm-i Hâcegan

Hatm-i hâcegan üç yönüyle açıklanmıştır. Başlamadan önce yedi istiğfar ve yedi


salavat –ı şerife ondan sonra açık olarak, nakşibendiyye büyüklerinin ruhlarına bir niyaz yolu
ile fatiha denilip, okunmasından sonra hatme başlanır. Tertip önce yedi fâtiha şerife besmele
ondan sonra yüz salavat-ı şerife daha sonra yetmiş dokuz adet inşirah sûresi besmeleyle
ondan sonra bin ihlâs şerif besmeleyle sonra yüz salavât-ı şerif, yedi fâtiha-ı şerif besmeleyle,
dua ondan sonra üç salavât-ı şerife ile hatme’n-nur ikinci tertipte ihlâs-ı şerife fâtiha ve
salavât-ı şerife ve dua ile hatim olunur. Ve üçüncü tertip, ilk tertip üzere ihlâs-ı şerif inşirah
sûresi üzerine takdim olunur. Hatim diye isimlendirilmesinin sebebi ise, Kur’ân-ı Azim’uş-
şanın sırları ve diğer indirilmiş kitaplar sırları toplayan, ve fatiha sırları ve Kur’ân’ın sırlarını
toplaması sebebiyle fatiha-ı şerife ile başlayıp ve fatiha-ı şerif ile bitirmek olduğundan sanki
indirilmiş kitaplar mesabesinde olur.

Fatiha-ı şerif iki yerde geçmesi ile bir kerede nüzûlüne dahi işarettir. Hâcegâna tesbiti
Sultan Tayfur bin İsâ Beyâzıd-ı Bestâmî, Hoca Ebu’l- Hasan Haregânî, Hoca Ebû Ya’kub
Hemedânî, Hoca Abdulhâlık Gücdevânî ve Hoca Bahauddin Nakşibend (k.) hazretleri bazı
önemli işler ve zor zamanlarda sehv için düşmanları kahr ve belânın def’i için okunmasına
devam ile diğerinden onlara nispet olunup hatm-i hâcegan diye isimlendirilir. Tertibin esrârı
Kur’ân sûrelerinin tertibine uygunluk içindir. Ve ikinci tertipte salavât-ı şerifenin fatihanın
geciktirilmesiyle salavât ile hatm olunsun ki, iki salavât arasında olan duanın kabulüne eser
vârid olmuştur. Ebû Süleyman Dârânî “ Kim Allah’ın hâcetini gidermesini isterse Nebi (s.)’ye
salavâtı artırsın sonra Allah hâcetini giderir ve Nebi (s.)’ye salavât ile bitirsin muhakkak ki,
Allah Teâlâ iki salavâtı kabul olur ve o ikisi arasındaki dua eden için en keremlidir. İlk
tertipte ve üçüncüde duadan sonra salavât ile hatim olunacak esere riayet olunmuş olur.

Üçüncü tertipte ihlâs-ı şerif, inşirâh sûresinin ayetlerinin çoğu cemâli içerir ve ihlas-ı
şerifin çoğunluğu kemâlâtı ve celâle ilgili âyetler olduğundan cemâlden üns hasıl olur ve
ünste dua kabule daha yakındır. Zira elem neşrah cemâli içine alır ki, kalbin açılması ve zikir
yükseltir, cemâlden neş’et eder.” “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.” Cemâli
hissettirir ve cemâli teyit eder ki, zorluk celâle kolaylık cemâle işarettir. İhlâs-ı şerifin
çoğunluğu kemâlâtı celâlle ilgilidir, o gayb-ı mutlaktır. Bundan da ehadiyyet-i zât-ı mutlak
kastedilir. Demek ki, celâl azimet-i zâhirdir. Allah lafaza-i celâlidir ki, celâl ve cemâli
toplayan sıfatıdır. Esmâ ve sıfatlar celâl ve cemâlle alakalıdır. Samedi cemâlle ilgilidir ki,
bütün ihtiyaç sahibinin ihtiyaçlarını revâ edicidir demek olur.

O, hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de O’na benzemez manasını ifade eder ki, bu
makam-ı hayrettir. Celâl ve azimeti tecelli eder. Ve fâtiha-ı şerif de böyledir. Celâl ve celâli
toplayandır, Allah lafza-i celâli içine alır. Rabbu’l- Âlemîn de aynıdır. Mâlik manasına
olduğu itibariyle memluk celâl ve azimeti zâhirdir. Mertebe manasına olduğu itibariyle
terbiye celâl ve cemâlle meydana gelir. Rahman ve Rahim cemâle müteallik olduğu açıktır.
Zira nimet verme ve latiflik cemâldir. “Maliki yevmi’d-din” kelâmında celâl, cemâlden daha
galiptir. Cezâ gününün sahibi demek ceza hayırda ve şerde kullanılır ki, sevap ve cezadan
ibarettir. “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dilerim.”
3- MURÂKABE

Murakabe lügatte, denetleme, gözetleme, gözetme, kontrol, korumak, dikkati belli bir
noktaya toplama, Allah’ı kalp ile düşünmek gibi manalara gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de
murakabe türevleriyle birlikte on dört yerde geçmektedir. Âyetler: “Allah Teâlâ her şeyi
görüp gözetir” ; “Şüphesiz Allah, Hepinizi gözetmektedir.”

Hz. Peygamber (s.) İhsan veya Cibrîl hadisinde murakabeyi tarif eder: “ Allah’a sanki
O’nu görüyormuş gibi ibadet et. Her ne kadar O’nu görmüyorsan da, O seni görüyor.”

Kul her hâlini ve hareketini, bu noktayı göz önünde tutarak yaşar. Kulun her an Allah’ın
kendini gördüğünü, yaptıklarının kaydedilip hepsinin karşılığını göreceğini düşünerek
davranması, ona hem dünya, hem de ahiret hayatına yarar sağlayacaktır.

Mutasavvıfımız Salâhî ise murakebeyi şöyle açıklar;

Murâkabe muhafaza mânâsınadır. Âyet “Onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun”
Buradaki mânâya göre, murakabe zâhir ve bâtın olarak Hakka teveccüh ile istenilen şeyin
sürekli düşünülmesinden ibarettir. İnsan, hayatının, her anında murâkabede olmalı ve bu
gerçeği idrak ederek yaşamalı ki yapacağı bütün işleri Allah’ın rızasına uygun olabilsin.
Kişinin Allah’ın gözetimi ve koruması altında olduğunu bilerek davranması, toplum hayatı ve
düzenin sağlanması için yaralı olacak bir bilinç hâlidir.

Müellifimiz bu ifâdeleriyle murâkabeyi muhafaza manasında ele alarak izâh etmiştir.


O, insanın Allah’ı her an aklından çıkarmamaya çalışarak Hakkın rızasına uygun olarak
yaşaması gerektiğini söyler.

Gazâlî, murakabe hususunda şu ifâdeleri kullanmaktadır: Kul bütün ömrünün


muhasebesini yapmalı ve önce kendi kendine hesabını vermelidir. O zamana kadar geçen
ömründe, uzuvlarının neler yaptığını günah ve sevap listesini çıkarmaya çalışmalıdır.

Müellifimiz Salâhî murakabe kavramını izâha devam ederek;


Murakabe, riayet ve hürmeti içerisine alır. O, murakabeyi 1-murakabe-i amme:
Üzerlerine farz olan şeyin kıyamını muhafazalarından ve Allah’ın belirlediği sınırda
durmalarından ibarettir. 2- Murakabe-i mürîdîn: Allah’ın huzurunda olma şuurunu kalbten
hissetmekten ibarettir. 3- Murakabe-i vasilin: Hak üzerine cemlerini fark eyleyen şeyden, yine
Hakkın onları koruması ki, onlar Hakkı Hakla murâkabe ederler kendilikleri ile değildir.
Burada Hakka hürmet söz konusudur. Allah Teâlâ’nın “Her kim, Allah’ın emir ve
yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabb’inin katında kendisi için daha hayırlıdır” kavlinde
olduğu gibi tazim ve hürmetin de mertebeleri vardır. Genel ve özel olması yönünden iki
şekilde ta’zim vardır. Ta’zim Hakk’ın azametini bilmek demektir. O’nun azameti ile kendi
aczini ve o büyükğü karşısındaki küçüklüğünü birleştiren kul Allah’ın emirlerine isyan etmez.
Kazasına ve kaderine karşı çıkıp itiraz etmez. İşte bu tavır bu ise, fiillerinde Hakkın
muvafakatı muradı üzerine bulunduğunu gösterir. Ayrıca muradın da Hakkın muradına uygun
olması söz konusudur. Yine onun iradet ve ihtiyarı Hakkın iradet ve ihtiyarına uygun olması
sebebiyle iradesi Hakk’ın iradesi altına girmiş ve ihtiyarı Hakk’ın ihtiyarına muvafık
olmuştur. Eğer böyle olursa, Hakk’a tazimle sıfatlanmış olur, hürmet edilmesi gerekenlere
tazim etmek, ibadeti şeriatı yaşamaktır. Söz verdiği şeyde rağbet ve sakındırdığı şeyden
korkmanın birlikte olması ve Allah’ın hürmet edilmesini istediği şeyler tazim etmek orta
derecede olanların, Allah Teâlâ’dan utandığı içindir, mükafatları istemekten ve cezadan
korkmaktan dolayı değildir.

Mutasavvıfımız Salâhî bu izâhlarıyla murâkabe anlayışını yansıtmaktadır. İslâm’ı


yaşamada ve Allah’ın rızasını kazanmada önemli bir prensip olarak murakabe, kulun devamlı
olarak hatırında tutması gereken özel bir düstûrdur. Kişi, devamlı surette biri tarafından
kontrol altında olduğunu, gözetlenip korunduğunu bilerek yaşarsa, hayatını bir düzene ve
istikrara kavuşturmuş olacaktır.

4- İHLÂS

İhlâs kelimesi lügatte; bir nesneyi hâlis kılmak, katıksız olmak, saf, vâsıl olmak, riyâyı
ve gösterişi terketmek, kalbi bulandıracak şeylerden uzak durmak,öz, tevhid, tahsis etmek gibi
mânâlara gelmektedir. İhlâs kelimesi müştaklarıyla birlikte Kur’ân-ı Kerim’de otuz bir yerde
geçmektedir. Bu âyetlerden bazıları, “ Biz bu kitabı sana hak ile indirdik; öyle ise sen de
yalnız kendisine hâlis kılarak Allah’a kulluk et.” “Kendilerine, dini yalnız Allah’a hâlis
kılarak, O’na ibadet etmeleri emrolundu.” “Her kim Rabb’ine kavuşmayı arzu ederse, yararlı
bir iş yapsın ve Rabb’ine yaptığı ibadete kimseyi ortak etmesin.” Bu âyetlerden de
anlaşıldığı gibi, yapılan her amel ve hareket, sırf Allah için olmalı araya başka hiçbir şey
girmemelidir. Aksi takdirde yapılan her güzel işin değeri olmayacaktır.

Tehânevî ihlâsı riyâ, gösteriş, şirk ve âlâyişin zıddı; samimiyet, sırf Allah rızasını
düşünmek, sadece Allah’ı düşünerek konuşmak, yaşamak, ibadet etmek , yaptığı amel için
Allah’tan başkasını şahit olarak istememek, Allah ile olan tüm ilişkilerde aradan bütün
varlıkları çıkarmak gibi şeklinde tanımlar.

Salâhî ihlâs kavramına yaklaşımı şu şekildedir:

İhlâs her amelde kalbin riyadan ve niyetlerine insanların karıştırılmasından korunmasıdır.

Mutasavvıfımız bu kısa tanımla ihlâstan ilk anda ne kastedildiğini anlatmakta, ihlâsın


daha ziyade kalple ilgili bir kavram olduğunu kişinin ihlâsını bilmenin, ancak Allah’la kendisi
arasında bir iş olduğunu da vurgulamaktadır. Kulun gayesi, hiçbir zaman halkın övgü ve
takdirini kazanmak olmamalıdır. Hatta bunları düşünceden dahi uzaklaştırmak gerekir.

Salâhî sözlerine ilk dönem sûfîlerinden Cüneyd (k.)’in görüşüyle devam eder: İhlâs
konusunda Cüneyd-i Bağdâdî (k.) ihlâsın kul ile Allah arasında bir sır olduğunu ve bunu
hiçbir varlığın hatta meleğin bile onu bilmediğini ve sevap yazamadığını, şeytanın da haberi
olmadığından onu fesada uğratamadığını ifâde eder. Hevâ ve hevesin dahi onu fark edip
kendilerine meylettiremediklerini kaydeder.

Bu izâhlarla da bir kez daha anlaşılmaktadır ki, insan her ibadet ve taatında karşılığı
yalnız Allah’tan beklemeli ve başkalarından hiçbir menfaat talep etmemelidir. Allah’la olan
münasebetlerini ve ibadetleri gizli yapmaya özen gösterilmelidir.

Salâhî, ihlâs konusunu anlatmaya devam eder: Hz. Peygamber (s.) “Muhakkak ki, her
hak için bir hakikat vardır, hiçbir hakikate ihlâs olmaksızın ulaşılamaz. Ta ki, ona insanların
işlediği hayır işlerinden dolayı teşekkür etmesini sevmez” Mutasavvıflara göre, buna ihlâs-ı
amme derler, bazıları ihlâs dünya arazlarıyla ilgili olan hususlardan amelleri karışık olan
şeyden ameli tasavvufiye kılmaktan ibarettir demişlerdir. İhlâs-ı havas, amelden gösterişi
çıkarma ilimden bir şekilde ki, nefsinde amel ile iftihar etmenin ve o amel üzerine sevaba
müstehâk olduğunu inanmasın, o ameli Cenab-ı Hakka layık görmemeli belki amel Cenab-ı
Haktan kişinin üzerine minnet ve ihsan kaynağı görülmelidir. İhlâs ile taleb avazdan
kurtulma olur muhakkak ki, kul ve kulun sahip oldukları onun efendisinindir. Ve ihlâsı
hassü’l hassa ihlâsı görmekten dahi ihlâsdır.

Salâhî bu sözleriyle de, ihlâsı sınıflandırmış genel ve özel olmak üzere ikiye
ayırmıştır. Ona göre yapılan bütün işlerden gösteriş ve övünmeyi uzaklaştırmak ve tevâzuyu
yerine geçirmek gerekmektedir. Özel olan ihlâsın da, daha ileri seviyesi, kendisindeki ihlâsı
görmemek ve belli etmemektir.

Kuşeyrî de, ihlâs kavramını belli bir sınıflandırma içerisinde işlemiş, Allah’a karşı
vazifelerde kulun durumuna göre bir derece tayin ederek açıklama yapmıştır. Böyle olunca,
herkesin ihlâsı aynı derece olmadığı da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunu da daha önce
verildiği gibi bilecek tek varlık Allah Teâlâ’dır.

Kendini ihlâslı görmek bile ihlâsın bir illetidir ki, ondan da kurtulmak gerekir, ve
bunun açıklamasını görülmeli ve bilinmeli ki, kulu istihlâs edip muhlis kılan Allah Teâlâ
Hazretleridir.

İhlâssız yapılan işler insana bir şey vermemekte, geçici faydalarla insanı avutmaktadır.
İnsanlardan gelecek menfaat ve faydalar hep geçicidir. Hatta bir gün o faydaların zararı dahi
görülebilir. Ama Allah’tan bir karşılık bekleyerek ya da O’nun hoşnutluğunu kazanmak
arzusuyla yapılan her amel daha değerlidir. Bu izahlar genel tasavvuf çizgisini yansıtan
ifâdelerdir. İnsanın her zaman bu bilinç ve idrak içerisinde olması kendi hayrı için daha
faydalı olacaktır. Kulların kendisini iyi bilmesi övmesi için yapılan amellerden bir hayır
beklemek boş bir bekleyişten başka bir şey değildir.

Kuşeyrî (ö.465/1072) İhlâsın, ibadet ve taatte yalnız Hakk’a yönelmek olduğunu,


bunun da taatte sadece Allah’a yaklaşma isteği ile olacağını belirtmektedir. Allah’ın dışındaki
bir varlık için bir şey yapmak ve halk tarafından sevilmeyi arzulamak, onların beğeni ve
övgüsünü kazanmayı istemek, Allah’ın rızası dışında herhangi bir gaye ve hedef taşımak
ihlâsa engel olacak şeylerdir.

Salâhî’nin takipçisi olduğu İbn Arâbî de, ibadette ihlâslı olmayı, Allah’ın zâtı dışında
hiçbir şeye yönelmemek, yalnızca Allah’ı kasdetmek olduğunu, ihlasın bir ameli işlerken
olacağı şeklinde ifâde etmektedir. Eğer işlenen amel ihlâsın şartlarını taşıyorsa, ihlâslı bir
amel olur ve işleyen de samimi ve muhlis bir kul olur.
5- SABIR

Sabır, sözlükte; dayanma, dayanıklılık, hapsetmek, bir kimseyi bir nesneden


alıkoymak, zorlukta darlıkta tutmak, nefsine hâkim olmak, gibi manalara gelmektedir.

Görüldüğü gibi sabır, bir çok mânâlara gelmektedir. Dar bir çerçevede onu ele alıp
geniş bir bakış açısıyla vermemek yanlış olacaktır. Bu kavram, günlük hayattaki
kullanımından daha boyutlu bir anlam içermektedir.

Sabır, Kur’ân-ı Kerim’de müştaklarıyla beraber yüz üç yerde geçmektedir. Bu hususta


Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur:

“Habibim, sen şimdilik güzel bir sabır ile katlan” bu âyet, sabrın estetiğine işaret eder ve Hz.
Peygamber (s.)’i bu yönde motive eder.

Yine bir âyet:

“Andolsun, sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mal, can ve mahsullerden yana
eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele” Burada da, sabrın meyvesi
müjdelenmiştir. İnsanda olgunluğa, mânevî tekâmüle yol açan, sabır, tahammül, katlanmak
Kur’ân-ı Kerim’de detaylarıyla ve yeterince işlenmiştir.

Konuyla ilgili bir başka ayette de, “O halde habibim, azim sahipleri olan
peygamberlerin sabrettikleri gibi, sen de sabret” buyurulmuştur. Bu âyet, büyük
peygamberlerin hep sabırla yücelik kazanmalarına, işâret etmektedir.

Bu ve benzeri âyetler insanın sabırla kendi hakikatini ulaşacağı, yetkinleşeceği


hususunu vurgular. Esasen nefisle cihâdın ana mihveri de sabırdır. Dolayısıyla sabır konusu
temelde insanın tüm hayatını kapsayacak bir oluşum, inşâ sürecini ifâde eder, diyebiliriz.

Sabır, az sözle çok şeylerin ifade edildiği ender ıstılahlardan olup, İslâmî hayatta
önemli bir prensip, müslümanların takınması gereken tavır ve hasletlerin başında gelmektedir.
İslâm’ı yaşamak isteyen bir müslüman sabrı hayatında bizzat uygulamalı ve bu hususta azâmi
gayret göstermelidir. Sabır, insanın saadet sırrıdır. Sûfî, riyazât ve mücâhede için sabrı bir
düstur olarak benimsemelidir. Zira nefisle mücadelenin en mühim şartı sabırdır. İbrahim el-
Havvas, sabrı Kitap ve sünnetin hükümlerine sebat olarak târif etmiş; Allah Teâlâ'nın sabırlı
olmamızı emrettiğini belirtmiştir.

İlk dönem sûfîlerinden Kuşeyrî ise, başa gelen musibetlerden dolayı Allah'tan başka
kimseye şikâyetçi olmamak, sızlanmamak, yakınmamak, kendine acındırmamaktır.

Derdini sadece Allah’a açma isterse yalnız ondan yardım dilemek esastır. O, verirse
başa kakmaz, hor görmez insanlar gibi ezmek için baskı yapmak sömürmek için bir yardım da
bulunmaz. Çünkü Allah, yarattığı kullarına merhâmet gözüyle bakar onları esirger ve bağışlar.

Kul, karşılaştığı sıkıntı ve belaların verdiği üzüntüyü sadece Allah'a arz eder ve Onun
inâyetini ister. Şekva, yani şikâyeti Allah'a sunma, kazaya rıza gösterme haline de aykırı
düşmez. Böyle bir serzeniş ve yakınma şikâyet olarak karşı gelme olarak tanımlanmaz. Bu
hareket rızâ makâmına ters değildir. İncelik içinde incelik sır içinde sır vardır. Bunalan kul ile
Allah arasındaki özel bir ilişkidir.

Fakirin sabırlı, zenginin şükür ehli olması lazımdır. Sabır, musibetle karşılaşılan ilk
anda söz konusudur. Sabır haramlardan uzak kalmada ve dini emirlere uymada bahis konusu
olur. Sabr-ı cemil: Yakınmadan ve sızlanmadan gösterilen sabırdır.

Cürcânî’ye göre sabır da önemli bir nokta da ilk sıkıntı ve belâ anında bunu
gösterebilmek esastır. Çünkü o ilk an çok zor tahammülü güç bir zamandır. Hep kullara sabrı
cemil tavsiye edilmiştir. Sabrı, nefse haz veren şeylerden uzaklaşmak şeklinde de târif
edebiliriz. Sabır makamına ulaşmış bir kimse, musibetlerden müteessir olmaz. Çünkü kişi
belaya sabretmekle, kazaya razı olur.

Sabır ifâde etmesi anlatılması zor bir kavram, çünkü derin bir mânaya sahiptir.
Yaşanarak görülmesi, hissedilmesi daha bir anlam kazandırır. Kelimeler bazı gerçekleri
ifâdede aciz ve eksik kalmaktadır. Sabır kulun iradesi içinde olduğu gibi, iradesi dışında da
olur. Allah Teâlâ'nın emir ve yasaklarına riâyette sabır irade içi, Hakk'ın hükmüne teslim
olman ise, irade dışı sabırdır.

Bu ifâdeler bir başka yönden sabrı tarif ederek, irade ile bağını anlatır. Her zaman
irademizle sabır gerçekleşmediğini irade dışı da sabretmenin olabileceğini izah eder.
Hz. Ali (r.): “İmanda sabır, cesetteki baş hükmündedir” demiştir. Başsız cesedin hiçbir
önemi olmayacağı gibi, sabırsız imanın da bir değeri olamaz.

İki büyük sûfî ve müellif Kuşeyrî ve Serrâc sabır konusunu, farklı görüş ve
örnekleriyle açıklamamışlar, zenginlik kazandırmışlardır.

Ünlü sûfî Ebû Tâlib el-Mekkî Kutu’l-Kulûb’ta, sabır, uygulama yerlerine göre çeşitli
isimler altında yer almaktadır. O, hayatta en çok ihtiyaç duyulan, her an uygulanıp başarı
beklenecek esaslı düstûrlardandır. O öyle bir olgunluk ve yükseliş sağlamalı ki, kişi bu sabırla
yoğrulup hem hâl olsun. Kişi zahiri ve batini her türlü menfi, mekruh ve kötülüklerden
sakınmak için sabra muhtaçtır. İlim yol gösterir, sabırsa bu yolu kabul eder. Sabrın kabulü
olmaksızın ilmin yalnızca yol göstermesi pek fayda sağlamaz. Zahirde ve batında yöneticisi
ilim olan kişinin bu durumu, ancak sabrı kendisine mesken ve makam olması ile tamamlanır.

Gazâlî İhyâ’da, ilimle sabrı aynı potada ele almış ve bir yorum getirmiştir. İlimsiz
bilgisiz sabır zor ve mümkün olmayan bir durumdur. Her şeyin başı ve sonu ilimdir. Tabii ki,
yalnız ve kuru kuruya bilgi de, bir fayda vermez. İki durumda da eksiklik olmamalıdır.
Bunların birbirini tamamlar vaziyette olması ve böylece en güzel şekliyle kişide tezâhürü
esâstır. İlim ve sabır, ruh ile ceset gibi birini diğerinden ayırmak mümkün olmayan iki ana
unsurdur. Her ikisinin aslı ve dayanağı akıldır. Akıl, sabırla nefse hakim olur, ilimle de ruha
doğru yükselir. İlimle sabır, her biri kendi yerinde sapasağlam durduğu sürece ruh ile nefs
arasında bir berzah, bir ayırıcı rolünü oynarlar. Bu konuda gerçek bir itidal ve apaçık bir
adalet vardır. İlimle sabrın birinin diğerinden ayrılması, birinin diğerine meyletmesi, nefsin
ruha veya ruhun nefse meyletmesi demektir.

Bir başka görüş ve sabra getirilen açılım da Gâzalî’nin, akıl ile sabrın bağlantısına olan
ilginç yaklaşımıdır. Bu ifâdeler tasavvufun aklı ihmâl ettiğini iddia edenlere en güzel cevaptır.

Salâhî, sabrın itaat ve ibadet üzerine nefsi zorlamak ve bunun için gerekli olan emir
ve nehiyden ibaret olduğunu söyler.

Ebu’l-Hasan b. Sâlim’in sabır konusunda ki görüşleri de Salâhî’nin görüşleriyle bir


paralellik arz eder. Sabır ve mârifeti beraber ele alır ve bağlantılı olduklarını vurgular; sabrın
insan hayatı içerisinde bir şuur hâline gelmesi gerektiğini ifâde eder.
Sabır gerçekten zor bir iş, insanın kendini ibadete zorlaması, başına gelen belâ ve
musibetlere tahammül etmesi, güç sınırlarını zorlamaktadır. Bu anlatıldığı derecede sabırlı
olmak, her insanın başarabileceği tarzda bir iş değildir. Bu derece bir sabır, uzun bir manevî
eğitim ve terbiye sonunda olabilecek, ya da Allah’ın bazı kişilere verdiği doğuştan bir özellik
olarak görülmektedir.

Mutasavvıfımız Salâhî’ye göre, sabırda en mühim noktalar sâlih amelleri görmeyi terk
etmek, hiçbir zaman amele güvenmemek ve son nefeste imanlı gidip gitmeme hususunu
akıldan çıkarmamaktır. Yapılan sâlih amellerin bir çoğu, zaten bizim vazifemiz olan işlerdir.
Bunlara bakarak kendisini cennetlik ilân eden kişi hata etmiştir. Kişinin günahından çok
sevabına tevbe etmesi gibi ince bir nokta burada görülmektedir. Kendisinin üstünlüğünde
iddiada bulunmak ve alim olduğunu söylemekten uzak durmaktır. İlim adamlığı iddiasının ve
kendini böyle lanse edip övünmenin yanlış olduğunu, kendisine ve ilmine güvenerek kişinin
gururlanmaması gerektiğini ve bu hususta her zaman sabırla hareketin en doğru yol olacağını
anlatır.

Kendi amellerini görmemek, hep kendini aciz ve muhtaç görmek tabiî ki, mânevî
anlamda, Allah’ın bir kulu olduğunu hatırından çıkarmadan yaşamaya gayret etmek
gerekmektedir. Alim olduğu iddiasını güdenler, bir gün ne kadar bilgisiz olduklarını
göreceklerdir. Bu iş iddia ile olmaz.

Bu görüşler çerçevesinde Abdullah-ı Salâhî, sabır konusunu hâllerle


ilişkilendirmektedir. Ona göre hâllerden maksat, kulun kalbine gelen vecd, ilham gibi hâlleri,
sırları kendinde gizlemesi, açığa vurmamasıdır. Böyle durumlarda sabır gerekir. Eğer böyle
yapmazsa emaneti korumamış olur. Bu durumuyla sabır, yaşaması bir hâldir.

Sehl et-Tüsterî de sabır meselesinde, Allah Teâlâ'dan bir çıkış kapısı açmasını
beklemek diyerek farklı bir görüş açısı getirmiştir. Sehl'e göre en faziletli ve en a'lâ hizmet
sabırdır.

İbn Arâbî de sabır konusunda şu veciz ifâdelerde bulunur: Sabır hayrın toplandığı beş
bâtınî amelin içerisinde değerlendirir. O, sabrı bu beşi içinde en şereflisi olarak kabul eder,
çünkü nefse en ağır geleni sabırdır. O isteklerine hapseder, ve bir mücadele olarak görür.
Her şeyin gizlisi makbuldür, açığa vurulan mânevî haller ve gizli kalması gereken
mahrem olaylar, herkese ifşâ edilirse o özel durumu ortadan kalkar bir önemi kalmaz. Herkes
her şeyi bilirse sır denilen şeyin bir manası kalmaz.

Sabır kavramına benzer bir yaklaşım içerisinde bulunanlar arasında, Şiblî, Sehl b.
Abdillah ve Ebû Muhammed Ahmed el-Ceriri gibi selef dönemi sûfîlerini sayabiliriz.
Salâhî’nin bu sûfîlerle olan ortak noktalar 1- Sabrın neticesinin rıza oluşu 2- Kendi nefsinde
meydana gelen belaya sabrın ancak ilim gereği oluşu. 3-Bu gelen belanın, hükmen ilâhî
ilimden olması.

Günümüz psikolojisi açısından sabır, inancın özüdür. Sabır, bu özel tasavvûfî hayatın
bir tür anahtarı konumundadır. Sessizlik, sabrın davranış olarak ortaya çıkışıdır, içsel sessizlik
yaşantısı ise, daha çok kişilik bütünleşmesi sağlar. Sûfî, kötü, yıkıcı duygularını durdurmada
hep sabrı kullanır. İç huzur ve ahenk bu şekilde temin edilir.

Kısaca diyebiliriz ki sabır bir şahsiyet yapılanmasıdır. İnsanın olgunluğu açısından Sabır, bu
yönüyle acı olmasına rağmen yapıcı bir özellik gösterir.

6- ŞÜKÜR

Şükür aynı sabır gibi günümüz de sık kullanılan ama reel hayatta çoğunlukla tam
manası bilinmeyen ve uygulamada hatalı kullanılan ıstılahlardandır. Sadece sözle ifade
etmekle yerine getirileceği sanılan bir kavram olan şükür, sözlükte; teşekkür, nimeti dile
getirme, ihsanın bilinmesi ve yayılması, Allah’a güzel senâda bulunmak, gibi anlamlara
gelmektedir. Özel ve anlaşılması için ince bir tefekkür gerektiren şükür, sözle anlatılamaz,
yerine getirilemez bir kulluk borcudur. Her zaman olduğu gibi hep eksik bilgi ve yanlış
değerlendirmeler sonucu, insanlar bu kavramı da yalnız dille ifâde etmekle ifâ edileceği
hatasına düşmüşlerdir. İnsan şöyle düşünse, bir tek nimetin dahi şükrünün bir ömür boyu
süreceği gerçeğini bulması zor olmayacaktır.

Şükür, Kur’ân-ı Kerim’de müştaklarıyla beraber yetmiş dört yerde geçmektedir.


Örnek vermek gerekirse bu âyetlerden biri şöyledir:

“Andolsun şükrederseniz, nimetinizi artırırım, şâyet nimetlerimi inkar ederseniz, şüphesiz


benim azabım çok şiddetlidir”
Âyet-i Kerime’den de anlaşıldığı gibi, nimeti veren de Allah, onu azaltıp çoğaltacak
olan da yine O’dur. Kullara düşen ise, Allah’ın bu lütuf ve ihsanlarına karşı O’na teşekkür
etmeleri Allah’ı hatırlamaları gerekmektedir.

Şükür kavramı Hz. Peygamberin örnek hayatında da yerine en geniş mânâsıyla


bulmaktadır. O, Hz. Aişe’nin naklettiği hadise ile onun, kulluk bilincini ve Allah’a karşı olan
şükran borcunu nasıl yerine getirdiğini görürüz.

Bu olay, Hz. Peygamber’in hayatının müstesnâ sahnelerinden biridir. O her haliyle


ümmetine önder ve rehber olmanın bilinci içersinde davranmış ve bunu da en güzel şekliyle
gerçekleştirmiştir. Allah’ın en sevgili ve seçkin kulu olmasına rağmen hiçbir zaman kulluk
vazifesi unutmamış ve bu şuurunu kaybetmemiştir. Bu noktada şükür kavramının ve onun
taşıdığı anlamın ehemmiyeti bu güzel örnekte de vurgulanıyor. Kullar kendilerine,
ibadetlerine ve özel bazı vasıflarına güvenmemeli hiçbir kimsenin sonunun iyi ve hayırlı
olacağına dair bir garantisi yoktur.

Tehânevî, Keşşâf adlı eserinde konuyla ilgili olarak, gerçek şükür, Hakk'ın insanlara
bahşetmiş olduğu nimetlerin cinsinden, başkalarını da faydalandırmaktır, der. Bu tarzda
yerine getirilmesi gereken şükür, herkes tarafından yapılamadığı için Cenab-ı Hakk Kur'ân-
ıKerimde;“Kullarım içinde hakkıyla şükreden azdır” buyurmuştur.

Bu âyette de görüldüğü gibi kullar hep nankörlük etmiş ve etmektedirler. Layıkıyla şükreden
çok az kul vardır. Neden böyle olduğunu kişi kendini muhasebe ederek, tefekkür ve
tedebbürle bulacaktır. İnsan hep vefasızlık yapmaktadır. Bu sadece Allah’a karşı vazifelerde
değil diğer insanlara karşı vazifelerde ve teşekkür etmede ihmalkâr davranılmaktadır.

“Ya Rabbi, şükür! el-Hamdülillah, verdiğin nimetlere şükürler olsun!” ve buna benzer tazarru'
ve niyazlar, şükrün dil ile ifadesi olup, hamd ve zikir olarak mütalaa edilmelidir.

Bu gün toplumlarda yaşanan fakirlik ve açlık olaylarının esas sebeplerinden başında


insanların kendilerine verilen nimetlerden başkalarına dağıtmamaları, fakir ve ihtiyaç
sahibinin yardımına koşmamalarıdır. Âyet-i Kerime’de de buyurulduğu gibi şükrü layıkıyla
yapan çok azdır. Ayrıca zikir konusu, şükür ile birlikte mütalâa edilmiş ve birbirini
destekleyen kavramlar olarak verilmiştir.
Şükür, kulun Hakk'ın kendisine bahşetmiş olduğu göz, kulak, diğer âza ve çeşitli
nimetleri yerinde sarf etmektir. Mesela, zenginliğe şükür, fakire infakla, sıhhate şükür,
hastaları gözetip, onları ziyaret etmekle, ilme şükür, bir başkasına öğretmekle, tokluğa şükür,
aç olanı doyurmakla v.s. yerine getirilmiş olur.

Burada her nimetin şükrü, kendi cinsinden olması tavsiye edilmektedir. Bazen bunun
dışına çıkmakta mümkün olmamaktadır. Bir ilim adamının yapacağı en iyi şükür bilgisini
diğer insanlara aktarması, faydalı olmasıdır. Zenginin de en uygun şükür şekli muhtaç
olanlara malıyla yapacağı yardım şeklidir.

Sühreverdî (ö.632/1234) Avârif adlı eserinde, şükrün hakikatini anlatırken, kulun,


dinine zarar verenler dışında kendisi hakkında takdir edilen her şeyi, nimet olarak bilmesidir,
der. Çünkü, Allah Teâlâ, mü'min kulu için ancak onun hakkında nimet olan şeyi takdir eder.
Bu nimet, kulun bilip anlayabileceği dünyevi bir nimet, ya gelebilecek kötülükleri tehir edici
bir nimet veya derecesini yükselten, günahlarını azaltan ve yok eden bir nimet olabilir. Kul,
Mevlâ'sının, kendisini kendinden daha çok sevdiğini, menfaatine olan şeyi daha iyi bildiğini,
Allah'tan gelen her şeyin nimet olduğunu idrak edince şükretmiş olur.

Sühreverdî Avârifte, yaptığı tasvirle rıza hâlini yansıtmaktadır. Allah’ın verdiğine,


vereceğine, vermediğine yani her hâle şükür içinde olmak esasi bir husus olarak karşımıza
çıkıyor. Öyle ki, kul Allah’tan memnun ve râzı, Allah ta kulundan râzı olacaktır. Nimetin
gecikmesi, ya da verilmemesi, bazen hayır da olabilir. Sonuçta biz bilemeyiz, Allah daha
iyisini bilir. İşte bu anlayışta, kulluktaki teslimiyet sırrı, tasavvufî ahlaka uygun bir umde
olarak görülür.

Mutasavvıfımız Salâhî'nin şükür kavramına yaptığı izah şöyledir:

Şükür, nimet verenin nimetlerini itiraf etmektir. Lügatte şükür, nimeti verene bir şey
ile övgüdür. Şükreden nimeti düşünerek nimet vereni Allah’ı hatırlamasıdır. Şükür Allah
Teâla’nın verdiği nimetleri mekruh olan yerlere sarfetmemektir.

Mutasavvıfımız Salâhî şükrü önce lügat anlamını vererek konuya giriş yapmaktadır.
Şükrün bir övgü olduğunu nimeti vereni hatırlamak ve nimetin yanlış yollarda sarfedilmemesi
gibi noktalar konunun temel taşlarını oluşturmaktadır.
Salâhî önce, şükrü tarif edip, sözlük mânâlarını verir, sonra da, nimeti vereni
hatırlamayı, şükür çerçevesine dahil eder, ki bu da bireyde kulluk şuurunun derinleşmesine
yol açar. Ayrıca, verilen nimeti Allah’ın kerih olarak beyân ettiği yerlere harcamaktan, uzak
durmanın da şükür olacağını belirtmiştir. Bu meyanda Kuşeyrî, de şükrün dil, beden ve uzuv
olmak üzere üç kısma ayrıldığını, dilin şükrünün Hakk'ın nimetini ikrar ve itiraf, beden ve
uzuvların şükrünün ise edebi muhafaza, ibadete devam ve doğruluk olduğunu söylüyor.
Ayrıca gözlerin şükrünün, insanlarda görülen ayıbı görmemek, kulağın şükrünün de işittiği
kusuru duymamak olduğunu zikreder.

Kuşeyrî, şükrü üç kategoride ele alarak her birinin ayrı şekillerde yerine getirilmesini
kaydeder. Özellikle, insanların ayıbını görmemenin gözün şükrü oluşu, kulağın da, kötü
sözleri duymama şeklinde, şükrü olduğunu söylemesi konuya daha bir ayrı pencere açar.
Çünkü Allah Teâlâ, bizim bütün kusurlarımızı örtüyor ve yüzümüze vurmuyor. Kullarını da
diğer insanların suçlarını günahlarını ifşâ etmekten uzak durmalarını ikâz erdiyor.

Salâhî, şükrü anlatırken nimeti vermeyi ve vermemeyi nefse, bedene, dünyaya, ahirete
yönelik olarak yapmaktadır. Şükür, marifet nimetinin ismidir. Zira, nimeti vereni bilmek de,
şükürdür. Bu yüzden Allah Teâlâ İslâm’ı, imanı, Kur’ân’ı şükür ismiyle isimlendirdi. Davud
(a.) Allah Teâlâ’ya nasıl şükredeceğini sorduğunda, son ihtiyacı olan şeyden sonra, bir diğeri
için de şükretmesini istedi. Yine Davud (a.)’a elinde bulunan nimetlerin Hak Teâlâ’dan
olduğunu bilmesinin de şükür olduğunu ona izah etti. O, böylece, Allah’ın sonsuz ve sayısız
olan ilahî nimetleri üzerine şükür etmenin, bu şekilde olacağını kaydeder.

Salâhî, şükür konusunu izâha devam ederek, onun bir tür marifettir der ve bu
ameliyyenin en temel şartının da, bilmek yani nimeti verenin kimliğinin idraki içerisinde
bulunmak olduğunu söyler. Bu sebeple Allah (c.), İslâm, İmân ve Kur’ân’ı şükür ismiyle
adlandırmıştır. Çünkü bir çok insan, kendisine verilen nimetlerin kim tarafından verildiğinin
şuuru içerisinde bulunmamaktadır. Çoğu zaman, her şeyi kendisinin kazanıp elde ettiğini
zanneder.

İlk dönem sûfîlerinden Sehl b. Abdullah da, İlmin şükrü amel, amelin şükrü ise ilmi
artırmak olduğunu vurgular. Sülemî, Muhammed b. el-Belhî’den, nakille şükrün meyvesinin
Hakk'ı sevmek ve hürmeti korumak olduğunu ifâde eder.
Salâhî, yukarıda zikrettiğimiz Cüneyd (k.)’in görüşüne benzer bir tarzda şükrü dört
kategoriye ayırır. İlk şükür, hidayet nimeti ve tevfîk üzerine olan şükürdür. İkincisi, Allah’ın
hukukunu yerine getirme nimeti üzerine şükürdür. Üçüncüsü, tahkîk mertebesine ulaşma
nimeti üzerine şükürdür. Dördüncüsü ise, sıdk, tevazu, haya, hulk, isâr, kerem ve fütüvvet gibi
güzel vasıfların kulda bulunmasına şükürdür.

Yukarıdaki alıntıdan anlaşıldığı üzere Salâhî, şükrü anlatmaya devam ederek, bir
sıralama yapar. İlk şükrün hidayet ve tevfîk üzere olmaya karşı olduğunu ikincisinin Allah’ın
hukukunu ifâ etme üzerine olduğunu üçüncüsünün tahkîk mertebesine erişme nimetine karşı
şükür, dördüncü olarak ta doğruluk, haya, ahlâk ve fütüvvet gibi güzel vasıflara sahip
olmaktan dolayı yapılması gereken şükür olduğunu söyler.

Salâhî ile şükür kavramının izahında aynı görüşte olan mutasavvıflar, Haris el-
Muhasibî, Ebû Hamza el-Bezzaz ve Abdulkadir Geylanî'yi sayabiliriz. Birleştikleri noktalar;
şükrün sonucu nimetin artması, şükrün hem dille hem de fiille olmasının lüzûmu, nimeti
getirene değil gönderene bakılması ve O'na şükredilmesi, ilimle şükrün münasebeti gibi
hususlardır. Bu keyfiyet bize Salâhî’nin, kendinden önceki sûfîlerden etkilendiğini gösterir. .

Salâhî de gibi nimeti vereni tanımayı da bir şükür çeşidi olarak görür. Yine o, Rabb’in terbiye
edici oluşunun hatırlanması da başka bir şükür vasıtası kabul eder.

O, farklı bir yönden konuya yaklaşıp şükrün nihayetinin hayret makamı olduğunu belirterek
bahsedilen kendinden önce tanımlar yapan sûfîlerden ayrılır.

Mesela, Salâhî ile Muhammed el-Belhî ile ayrıldığı noktalar ise, şükrün dil, beden ve
uzuvlardan ibaret olmak üzere üç yönlü olduğu, şükrün meyvesinin Hakk'ı sevmek olduğu,
nihayetinin ise “hayret” olduğu gibi hususlar farklılık olarak göze .çarpmaktadır.

7- RIZA

Sözlükte rıza, râzı olma, muvafakat, sızlanmama ve yakınmama, hoşnutluk ve


memnun olma hali gibi anlamlara gelmektedir. Allah'a yaklaşanların en yüce makamlarından
biri olan rıza, muhabbetin doğurduğu bir hâldir. Alimlerin icmasıyla rıza, müekked sünnettir.
Vâcip olduğunu söyleyenler de vardır. Ancak rıza hakkında, sabrın emredilmesi gibi bir emir
gelmemiş, yalnız Allah, rıza sahiplerini şöyle övmüştür:”Allah onlardan razı olmuştur, onlar
da O'ndan razı olmuşlardır” “Ey huzura eren nefis! (Allah'ı) razı edici ve (Onun tarafından)
razı edilmiş olarak Rabb’ine dön! İyi kulların arasına gir!” ayeti bu konuyu izah eden bir
ayettir. Kur’ân-ı Kerim’de yetmiş üç yerde rıza ve türevleri geçmektedir. Rıza makamların
en yücelerindendir. Âyet-i Kerimede de belirtildiği gibi, Allah’ın kulundan, kulun da
Allah’tan razı olması övülmüş ve insanın bu mertebeye gelmeye gayret etmesi tavsiye
edilmiştir. Böyle olması neticesinde nefis, ruh ve kalb huzura erer. Her türlü tatmine ulaşır.
Bütün problemler ortadan kalkar.

Rıza, günlük konuşmalarımızda en sık kullandığımız kelime ve kavramların başında


gelir. Kavramları anlarken ve uygularken hep maddi ve fiziki şeyler düşünüldüğünden hataya
düşülmektedir. Bu konudaki bir başka hata da, hep kendi yaşantımıza göre değerlendirme
yapmaktan kaynaklanmaktadır.

Hucvîrî (ö.465/1072) rıza, iradeyi ortadan kaldırmak, kaderin acı tecellileri karşısında
kalbin huzur ve sükûn halinde olmasıdır. Rıza, Hakk'ın ezelî tercihini gören sâlikin, O'nun
kendisi hakkındaki tercihinin kendisinin kendisi lehinde yaptığı tercihten daha iyi olduğunu
kavrayarak kızmayı ve şikâyeti bırakmasıdır. Rızanın oluşumu iki türlü olmaktadır. Birincisi,
Allah'ın kulundan razı olması ikincisi ise, kulların Allah'tan razı olmaları. Bu iki rıza halini
gerçekleştiren nefse nefs-i marziye ve nefs-i râziye denir.

Rızanın hakikati ise, Allah'ın takdirine itiraz etmemektir. Acı ve üzüntü duymamak,
rızanın şartı değildir. Acı ve üzüntü, rızaya aykırı olmaz. Nasıl hastanın, tadı ve kokusu kötü
bir ilacı alırken acı duyması, yahut günün sıcağında oruç tutanın, susuzluğun ve açlığın
ızdırabını çekmesi, savaşırken mücahidin, aldığı yaranın acısını duyması, bunların bu işleri
yapmağa razı olmalarına aykırı değildir. Zaten acı duyulmasa rızanın pek değeri de kalmaz.

Bu değerlendirmeler yanında, Serrâc da konuyu bir sıralama içerisinde ele alır. Farklı bir
bakış açısını farklı sûfîleri örnek vererek anlatır.

Salâhî, rıza kavramını genel ve özel olarak iki bölümde ele alır.

Ona göre, genel manada rıza, kulun Rab olarak Allah’ı, din olarak İslam’ı, nebi olarak
Hz. Peygamber ( s.)’i kabul edip razı olmasıdır. Yani Rabb Allah, din İslam ve Peygamber
Muhammed (s.) olduğuna razı olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ ve Rasulü kula bütün eşyadan
daha sevimli ve daha üstün ve taata hepsinden daha layık olmalıdır.
Müellifimiz Salâhî, rızada kulun Rab olarak Allah’ı din olarak İslâm’ı, peygamber
olarak da Hz. Peygamber (s.)’i kabul etmesini ilk şart olarak ileri sürer. Allah ve Rasûlünü,
her şeyden daha sevimli ve ibadete en layık olanın sırf Allah olduğunu bilmenin de rıza
içerisinde değerlendirmenin yerinde olduğunu izâh etmektedir.

Rıza konusunda kelam sardeden Fudayl da, her işte istihare edilmesini, kişinin bir işi
yalnız başına seçmemesini, zira nice kendi arzusuna göre bir işi seçen kulun, o iş yüzünden
mahvolduğunu ifâde eder.

Ebû Süleyman ed-Dârânî de, rızayı, kalbin arzularından temizlenmesi şeklinde


açıklamıştır.

Salâhî rızayı kendisinden önceki bu iki sûfîden daha farklı bir bakışla ele almıştır.
Salâhî, meseleyi daha üst bir seviyeden açıklamış ve din olarak İslâm’dan ve peygamber
olarak Hz. Peygamber’den razı olmak ve bunu gönül hoşnutluğu içinde kabul etmek şeklinde
değerlendirir. Fudayl, yapılan her işte Allah’ın rızasını düşünerek hareket edilmesini ve bunun
için de istihâreyi tavsiye etmektedir. Dârânî ise, kalbin arzu isteklerden sıyrılması olarak
görür.

Abdullah Salâhî, rıza-yı hassa konusunu işlerken, bu konudaki erbab olan kişilerin,
Allah Teâlâ’nın isteklerine razı oldukları gibi, bütün hâllerinin sahibi ve onlarda tasarruf
yetkisine sahip olan Hak olduğuna, yani kaza ve kaderine razı olduklarını kaydeder. Ona göre
insanın bu durumda kesinlikle ve çocuğun ölümünden nefsinde bir darlık bir sıkıntı
bulmaması gerekir. Sâdık olarak kalmanın manası da, budur. Yani, tereddütsüz olarak muradı
Hak üzere vukûfdan ibarettir.

Rıza öyle bir hâldir ki, onda bir çok hikmetler ve sırlar saklı basit bir mesele gibi
görülmesi insanların çok basit düşünmeyi adet haline getirmelerinden kaynaklanmaktadır.
Oysa biraz derin ve geniş boyutlu bakıldığında geri planda nelerin olduğu fark edilecektir.
Rızayı gerçekleştirmek o kadar kolay değildir. Şairin de ifâde ettiği gibi tasavvuftaki tekâmül
tecrübesi bir rıza lokmasıdır yiyemezsin demedim mi sözü bu işin zor ve katlanmanın daha da
acı olduğunu gösterir.

Salâhî öncesi sûfîlerden Cafer İbn Muhammed es-Sadık, rızayı kulluk bağlamında ele
alır, kulluğu üçe ayırıp, 1- Allah'ın vaadine güvenmek, 2- O'nun emriyle çalışmak ve 3- O'nun
hükmüne razı olmaktır. Bu durumda görüldüğü üzere, rıza, bu sayılan basamakların en üstü
ve hepsiyle birlikte özel bir kavram olarak görülmektedir. Bu kategorik değerlendirmeleri
Salâhî’nin konuyla ilgili görüşlerine büyük bir yakınlık arz eder. Salâhî de, rızayı aynı
şekilde, Allah’ın kader ve kazasına boyun eğme ve rıza göstermek olarak açıklamıştır.

Cüneyd-i Bağdâdî de rızayı, kalbin daima Allah'ın kul hakkında ezeldeki seçimine
bakması olarak değerlendirir, ki bu da kızmayı bırakmaktır. Şeklinde tanımlar, sonuçta
diyebiliriz ki, her üç sûfî de aynı şeyleri anlatmakta, fakat farklı açılardan bakıp izâh
etmektedirler.

Ebu Yezid-i Tayfur el Bistâmî (k.)’nin “Ey Eba Yezid! Senin istediğin şeyler Hak
içindir, istememeyi istiyorum, O’nun istediği sadıkın vukufu budur, Hakkın muradı yanında
bundan başka murad olamaz.” Şeklindeki sözlerine Salâhî şöyle bir izah getirmektedir.
Demek ki, irade, rıza ve muhabbeti biraraya getirmektir. Kul için Hakk’ın dilediklerine
rızanın semeresi rıza-yı hassadır. Ve kulun Allah’tan râzı olması, rızayı muhabbettir.

Salâhî, rızayı, kısa ve öz bir açıklamayla, Hakk’ın dilemesinin yanında kulun başka bir
isteğin ve muradın söz konusu olamayacağını vurgular. Bir başka ifâdeyle irade, sevgi ve
rızanın bir araya gelmesidir, demiştir. Allah’ın istediklerine razı olmanın meyvesinin hâs rıza
olduğunu, kulun Allah’tan razı olmasının muhabbet rızasına dahil olduğunu anlatmaktadır.

İlk asır sûfîlerinden Fudayl b. Iyaz, Bişr-i Hafî'ye rızayı, “dünyadan el etek çekmek
olan zühdden daha faziletlidir, çünkü rıza mertebesinde bulunan kimse, derecesinin üstünde
bir şey temenni etmez” diyerek tanımlamıştır.

Salâhî rızayı anlatırken muhabbet ile Allah’ın iradesine razı olmak, kabul etmek
şeklinde yorumlar. Fudayl ise, makam ve mertebe olarak rızanın ne kadar üstün bir mertebe
olduğunu belirtmek için zühd ile bir kıyas yapmış ve onun zühdden de yüce olduğunu
vurgulamıştır.

Mutasavvıfımız Salâhî ile aynı görüşte olan izahları birbirine paralellik arz eden
mutasavvıflar arasında Ebû Ali ed-Dekkâk, İmran b. Hüseyin, Ebû Abdillah b. Hafif'i
sayabiliriz. Onların ittifak edilen noktalar, her şeyde Allah'ın rızasının olduğunu söylemenin
hatalı oluşu, teşekkür etmeyi bilmeyene teşekkür edilmeyeceği, bütün davranış ve
hareketlerde gayenin Allah rızası olduğu şeklindedir.
Rıza konusunda Sühreverdî değişik bir yorum getirir. O, rızayı teslimiyet ve güven
esasına dayandırır.

Câmî (ö.898/1492) ve Kuşeyrî (ö.465/1072) de, rızayı açıklarken verdikleri örneklerle,


muhabbetin işin esası olduğunu ve o olursa her işin zevkle ve keyifle olabileceğini anlatırlar.

Salâhî’nin etkilendiği meşhur sûfî İbn Arâbî de rızayı Allah’ın kazası ile
irtibatlandırır. Ve rıza sabırla rızanın birlikte olduğunu birbirini destekleyen takip eden
makamlar olduğunu ileri sürer. Ayrıca rızayı başka bir açıdan da imanla bağlantılı olarak
açıklar. ona göre Allah’ın her türlü kazasında âdil iman O’ndan razı olmaktır.

Salâhî’nin selefi olan sûfîlerden ayrıldığı noktalar kısaca şunlardır; 1- Yapılacak


işlerde istihâre edilmesi, 2- Kalbin arzularından temizlenerek hoşnut olması, 3- Her hali hoş
görme 4- Kızmayı bırakma başlıklarını sayabiliriz.

Bütün bu açıklamalardan şu sonuca varmak mümkündür; rızada esas olan huzurlu,


muhabbet ile dolu bir kalp ve her zaman her konuda Allah’tan razı olmaktır.

8- FAKR

Fakr, lügatte yoksulluk, muhtaç olmak, ihtiyaç duyulan şeyin yokluğu anlamlarına
gelmektedir. Kur’ân-ı Kerim’de on dört yerde geçmektedir. Bunlardan on ikisi fakir, birinde
bel kemiği, ikisinde muhtaç anlamlarında kullanılmıştır. Fakr kavramı lugat bakımından ele
alındığı esas manası maddi fakirliktir. Sûfîler bu kavramı zamanla manevî yönde ele alıp
değerlendirmişlerdir. Tasavvufî manada fakr, dervişlik sâlikin hiç bir şeye malik ve sahip
olmadığının şuurunda olması, her şeyin gerçek malik ve sahibinin Allah olduğunu idrak
etmesidir. Sâlikin kendisini daima Allah'a muhtaç bilmesi, Allah'ın hiç bir şeye ihtiyacı
olmadığını kavraması ve fena, fena fillahtır.

Kelabâzî, sâlikin Hakk'ta fani olması ve kendini ona muhtaç bilmesi, fakrdır. “Ey
insanlar sizler fakirsiniz, Allah'a muhtaçsınız.” âyeti bunun delilidir. Fakr iki türlüdür, fakr-i
sûri, kişinin malı mülkü olmaması ve fakr-ı manevi, kişinin kendisini mutlak surette Hakk'a
muhtaç bilmesi, katında varlıklı olma ile yoksul olma halleri bir ve eşit olması, varşlık hâlinde
şımarmaması, yoklukta üzülmemesidir. Sûfîlikte önemli ve değerli olan manevi fakrdır. Fakr
yolu manevi yolcunun (sâlikin) varmak istediği en önemli hedeflerden biridir. Hakk'a
ulaşmanın yolu yokluktur. Allah'a kul olan ve O'na satılan insanın değeri, dünyadaki
değerlerle ölçülemez, onu hiçbir maddi güç satın alamaz.

Muhammed İkbal fakr kavramını insanın aşırıya gidişini eleştirerek altın örneğini
verir. Altının bu kadar değerli oluşunun, insanın ona verdiği önem ve kıymetten
kaynaklandığını ve onun sıradan bir maden olduğunu kaydeder.

İkbal bir başka sözünde de zenginlik ve fakrı kıyaslamış, altının verdiği zenginlik ile
fakrdan elde edilecek şeylerin bu zenginlikle çok farklı olduğunu ifâde etmiştir.

Fakrı yaşamanın ferde sağladığı faydalar, çoktur. İnsandaki fakr özelliği de, cemiyet
hayatında arzu duyulan sevgi ve kardeşliğin devamını temin eder. İnsanlar arasında meydana
gelen huzursuzlukların kaynağını, onların masivâya karşı duydukları aşırı rağbet teşkil eder.
Hakikat yolu, tehlikelerle doludur. İnsanların büyük bir kısmı, gerçeğe ulaşamadan, masivâ
tuzaklarına yakalanır. Bu tuzakların, insan ruhunda meydana getirdiği huzursuzluk cemiyete
akseder. Bu suretle fertler arasındaki birlik ve kardeşlik duygusu, kısa zamanda basit
çekişmelerle düşmanlığa dönebilir. Yaratılanı, yaratandan ötürü hoş görebilmek fakr
sayesinde gerçekleşir.

Genel olarak fakrı açıkladıktan sonra şimdi bu konuda Abdullah-ı Salâhî'nin düşüncelerini
görelim:

Ona göre sâlik, bu makama ulaştığında, ruh, bütün bozulmalar ve iltifatlardan


kurtulmakla, hakikatlerin hükümleri birliğine ulaşır. Kul o zamanda kevn makamına ve
bundan sonra yardım makamına geçmiş olur. Hakikate dönmekten ibaret olan hakikat-ı fakrın
tahkikinden ötürü ona fakr-ı tam denilmiştir.

Ahmed Rifâî (ö.578/1182), fakr kavramına Salâhî’ye göre bir başka pencereden
bakarak, imkan içerisinde olduğu halde, fakrı tercih etmeyi savunur. O, sadece yokluk ve
açlıkla bu işin olmayacağını, belki de varlık içersinde bu kavramın daha içten ve samimi
yaşanacağını ifâde eder.

Nitekim Ahmed Rıfâî, mahlukun baştan aşağı acz içinde (fakir) olduğunu, Zühd ve
takvânın, bir dağ başında inzivaya çekilip, kuru ekmek yemek, eski elbise giymek olmadığını,
belki dünya lezzetlerinden tatmaya muktedir olduğu halde, hiçbirine iltifat etmemek ve kalbin
bu husustaki meylini mahvetmektir diyerek gerçek fakirliğin züht ve takvâ neticesi meydana
geleceğini, maddi fakirliğin ise makbul bir şey olmadığını belirtmiştir.

Salâhî, fakr konusunu izâha devam ederek, Şeyh Muhyiddin ibn Arâbî’den nakilde
bulunur: “ fakr tamam olduğunda işte o Allah’tır.” Ve Salâhî gerekçeyi ekler: Zira böyle
kimselerin nefsinde Allah Teâlânın dışındakilerin marifeti tamam olmalı ki, tam bir fakr
içerisinde Allah Teâlâ’ya muhtaç olabilsin. Fakru’l-gına ise, fakr-ı tamdır, fakrı rızada yine
böyledir. Hz. Ali (k.), Allah Teâlâ’nın mahlukatında, sevap fakrı ve ceza fakrı olduğunu, bu
fakrların alametlerinin ise, fakrı, sevap fakrı olduğunda, onun mahlûkâtına iyilik etmesi ve
Rabb’ine itaat etmesi, şayet iyilik edemezse fakrından dolayı yine Allah’a şükretmesi
şeklinde konuya açıklama getirir. Fakr-ı ceza ise, mahlukata kötülük eder, ve Rabb’ine isyan
eder, şikayeti artırır, kazaya öfkelenir. Bu anlatılanlar, kul üzerinde görülen çirkinliklerdir.
Mekruh olan gerek fakr, gerek hastalık, gerek hüzün, gerek korku, diğer başka sıkıntıları içine
alır. Fakru’l-fakr için, bazıları, zenginlik üzerine fakrın seçimini terk etmektir, demiştir. Bu,
Allah Teâlâ’nın seçimi ve istemesinin kulun seçimi ve iradesi üzerine uyması ve tercihinden
ötürüdür. Böyle olan fakrın ortaya çıkışı, ister fazilet olsun, ister zenginlik olsun, bunların
hepsinin Allah Teâlâ’nın seçiminde daima fazilet üzeredir.

Dördüncü hicri yüzyıl mutasavvıflarından Zunnun Mısrî'ye göre fakr, lisanıyla ihtiyaç
talep etmektir. Kuşeyrî’nin eseri Risâle’de vermiş olduğu misal, konuyu en ince ve hassas
noktasından açıklamaktadır. Bir hikaye ile verilmek istenen mesaj ve ibret büyüktür. İnsan her
hâlde ve şartta, aynı bilinç içerisinde olsa, rızık endişesi ve fakirlik korkusunu üzerinden
atmış olacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir diğer husus da, Allah’ın rızık
verici oluşuna güvenerek gayret ve çalışmayı terk etmek gibi yanlış bir tutum ve anlayışa
gidilmemelidir. Yapılması gereken işler yapıldıktan sonra, karşılığı beklenmelidir. Yoksa
emek olmadan yemek beklemek hayalle uğraşmaktan başka bir şey değildir.

İbn Arâbî’nin bu görüşü, Salâhî’nin görüşlerine yakın, fakat anlatım ve bakış


açısından farklı sayılabilir. Aslen anlatılmak istenen maksat, aynıdır. Fakr, bir yerde, rızık
konusunda her şeyi yerine getirip, sonucunu Allah’a bırakmak şeklinde yorumlanmıştır.
Salâhî, zenginlik içinde de olsa fakrı tercih etmeyi fakrın fakrı olarak belirtir.

Salâhî açıklamalarına ünlü mutasavvıf Şiblî (k.)’nin bir tarifiyle devam eder: Fakir,
Hak’tan başka bir şeye gayret etmeyen kişidir. Sahip olunan, sahip olamaz. Muzafferu’l-
Karmatî ise, “ Fakir, Allah’a haceti olmayandır” demiştir. Bu söz birkaç şekilde
yorumlanabilir. Birinci şekli, bu durum, öyle bir kimsenin hâlidir ki, o, Hak’tan başkasını
istemez. O makamını tahkik ettiğinden, istemek için Hakk’ın dışında başka bir sebep
görmezler. Hakk’a tevbeyi istemesinden dolayı cezalardan, ya da korkmalarından ötürü ibadet
etmezler belki, sadece Allah için ibadet ederler. Böyle kimselerin Hak’tan başka haceti
kalmaz.

Bu ifâdelerle Salâhî’nin bize vermek istediği mesaj, yapılan ve yapılmayan her işte,
Allah rızasının olması ondan başka bir gayenin güdülmemesi samimi olunmasıdır. Bizce fakr
kavramı ve yapılan fakir tarifleri arasındaki farklar, sûfîlerin yaşadığı hâlleri yansıtmaktadır.
Manevî açıdan olaya bakmak ve her şeye farklı bir yorum getirmenin özünde bu tür
oluşumlara rastlanır.

Fakrın sınıflandırılmasını Sühreverdî’de de görüyoruz. O, fakrı üçe ayırır: Birincisi


avamın fakrıdır ki, malı olmamaktır. İkincisi havassın fakrıdır, bu da kendi sıfatlarından fani
olmaktır. Üçüncüsü havassu'l-havassın fakrıdır ki, kendi vücudundan fani olmaktır.

Mutasavvıfımız Salâhî’nin fakra yaptığı ikinci yorum da, ihtiyaçları istemekten uzak
olmaktır. Bu durum, fenâ halidir. Zira fâni bir şeye sıfat olarak şuur atfedilemez. Allah’tan
isteyecek bir şeye muhtaç olduğunu düşünmez. Yani, onun ihtiyaç ve muhtaçlılık anlayışı
farklıdır. Onun üçüncü bir fakr yorumu, muhtaç olmamaktan murat bir haldir ki, kişiyi Allah
Teâlâ bütün maksatlarına eriştirdiğinde bir hedef ve gaye onda kalmaz, onun istemesine
muhtaç da olmaz.

Dördüncü bir yorum ise, ihtiyaçsızlıktan kastedilen irâde ve istemeyi Allah’ın


iradesine bırakmaktan ibarettir. Beşinci bir yorum da, ayân-ı sâbitesini şuhûd ile sırr-ı
kudrete vakıf olanlardan olsun ki, ondan talep mümkün olmaz. Bir gözden perde
kaldırıldığında artık o makamda bir şey talep etmez. Zira ayân-ı sabitesinde olan şeyi istemek,
hasılı tahsil kabîlindendir. Ve olmayan şeyi istemek de, muhali istemek gibi olur.

Salâhî bu yorumuyla fakr kavramını çok özel bir şekilde açıklamış, insanların
anlayabilmesi için verdiği örnekler konuyu özünden yakalamış görülmektedir. İşin püf
noktası, ihtiyacın ne olduğunu bilmeyen ve her şeyden fânî olmuş vazgeçmiş bir kulun, artık
Allah’tan isteyecek bir şeyi kalmamıştır. Aslında bu yoruma bakınca, günümüzü görmek pek
de zor olmuyor. Dıştan bakışta herkesin ihtiyaçları ve Allah’tan istekleri farklılık
gösterebilmekte ve bir kimse için hayati önem taşıyan bir ihtiyaç, bir başkası için hiçbir şey
ifâde etmeyebiliyor. Bunu, belli maddi olguları ve değerleri aşmış, maneviyât deryasında
boğulmuş kullar için düşünecek olursak, ifâdeleri anlamak fazla zor olmayacaktır.

Salâhî, açıklamasına devam ederek, gına tam manasıyla sahip olmanın ismidir. Bu ise,
ancak Hak Teâlâ hakkında doğru olacak bir ifâdedir. Zira her şeyin zatı, Hak içindir. Ve
Hakkın zatı ise, bir şey için değildir. Gınau’l-ubbad, kulun Hakla beraber masivadan uzak
olması, Hakk’ın vücûdu ile kaim, nefsi mucidiyle zengin ve devam eden bir varlık olarak,
istenilen şeye istikamet, vadedileni elde etmeyi öne alır. Böylece gınasından ötürü sebeplere
ihtiyacı olmaz. Onun düşüncesi öncelikle Hak nimeti yanında halkın görmesinden gizlenmesi
ve sırrı gizlemek olur.

Salâhî’den önce aynı görüşü paylaşan bazı mutasavvıflar vardır. Bunlar arasında, Ebû
Muhammed Cerirî, Ebû Abdullah Hafif, Yahya b. Muaz'ı sayabiliriz. Hepsinin bu konudaki
ortak kanaati, dünyada dilenciliğin padişahlıktan daha iyi olduğu, asıl fakrın fakr-ı hakiki
olduğu ve bunun neticesinin de hakiki zenginlik olduğudur.

Yine Ali er-Ruzbârî, istek ve ihtiyaçların yalnız Allah’a arzedilmesinin gerçek fakrı ifâde
ettiği kanaatindedir. Böyleleri başkasından gelecek şeylere iltifât etmezler ve istemezler. İşte
bunlar gerçek fakre ulaşmış kimseleredir.

İlk dönem sûfîlerinden ed-Derrâc fakr kavramına yüklemiş olduğu anlam verdiği
örnek olayı ne kadar güzel anlatmakta kıssadan hisse denilen olay burada bir kez daha tezahür
etmektedir.

Yine fakr konusunda sûfî İbn Cellâ’nın sözü de, üzerinde düşünülmesi gereken bir
yorumdur. Bir konunun açıklanması istenildiğinde, bahis konusu hâli bizzat kendisinin
yaşamak istemesi ve yapmadığı şeyi de başkasına söylememe prensibi, onun kanaatinin
temelini teşkil eder.

Gerçek fakr, kişinin nefsi için değil, Allah için fakir olmasıdır. Bu yüzden bütün
nefsânî arzuları, hırs ve tamaı artmak, içinde Allah düşüncesinden başka bir şey kalmamaktır.
Sûfînin bütün ruhunu Allah sevgisi kaplayıp O’ndan başka hiçbir şeye meyil ve muhabbeti
kalmayınca, fakra ermiş sayılır. Böyle bir fakirlik, mal sahibi olmaya engel değildir. Hatta
denilebilir ki, sabır ve rıza ile beraber bulunmayan fakirlik eksikliktir. Böyle bir fakrın hiçbir
fazileti yoktur. İbn Ata'nın: “Servetinin hakkını vererek şükreden zengin, sabreden fakirden
iyidir.” Sözü de sabretmeyen fakirin durumunun daha da kötü olduğunu göstermektedir. Fakr
konusunda Salâhî ve İbn Atâ’nın ayrıldığı noktalar, fakrın takva ve zühd neticesi olduğu,
maddi fakirliğin makbul görülmediği gibi hususlardır.

Netice olarak fakr hakkında şunları söylemek yeterli olacaktır; fakr her şeyi Allah’tan
istemek başkalarına el açıp istekte bulunmamaktır. Fakrın bugün anlaşıldığı gibi yanlış
anlaşılmaması gerektiği, tasavvuf kesinlikle fakirliği, tembelliği ve asalak gibi yaşamayı
istemez. Dünyaya sırtını dönüp, geçimini başkalarına yıkmak yoktur. Bilâkis kendi emeği ve
alın teri ile geçinmek helâl rızık ile yaşamak övülmüştür. Fakr her zaman Allah’a olan
ihtiyacımızı unutmamak, aciz olduğumuzun farkında olmaktır. İhtiyacını yalnız Allah’a ifâde
etmek başkasından bir şey beklememektir.

DEĞERLENDİRME SORULARI

Tevbe hakkında bilgi veriniz.

Zikir konusunu anlatınız.

Murakabe kavramını açıklayınız.

İhlas hakkında bildiklerinizi anlatınız.

Sabır ve şükür hakkında neler söyleyebilirsiniz.

Kaynaklar

Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara 1991.

Baldick, Julian, Mistik İslam, Terc. Y. Sait Müftüoğlu, Birey Yayınları, İstanbul 2002.

Bardakçı, Necmeddin, Sosyo-Kültürel Hayatta Tasavvuf, Isparta, 2000.


Bayraktar, Mehmet, “Tasavvufa Yabancı Tesir Meselesi”, Tanımı Kaynakları ve Tesirleriyle

Tasavvuf, Haz. Coşkun Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul 1991.

Bolay, Süleyman Hayri, Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi, 2.bs., Töre-
Devlet Yayınları, 1979, s.171-172.

Burckhart, Titus, İslâm Tasavvuf Doktirinine Giriş, Çev. F. Arslan, Ġstanbul 1982.

Chittick, William, Tasavvuf, Kısa Bir Giriş, Çev. Turan Koç, İz Yayıncılık, İstanbul 2003

Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 1994.

Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 1992.

Komisyon, Tasavvuf el Kitabı, Ankara, 2012.

Komisyon, Tasavvuf Klasikleri, İstanbul, 2010.

Küçük, Hülya, Tasavvufa Giriş, İstanbul, 2011.

Öztürk, Y. Nuri, Tasavvufun Ruhu ve Tarîkatler, Sidre Yayıncılık, Ġstanbul 1988.

Peyami Safa, Mistisizm: Tasavvuf, Babıâli Yayınları, İstanbul 1961

Reis, Bedriye, Gazâlî’de -Marifet İlişkisi, Emin Yayınları, Ġstanbul 2011.

Sahmarani, Esad, Tasavvuf, Menşei ve Istılahları, Terc. M. Tan, İz Yayınları, Ġstanbul 2000.

Schimmel, Annemarie, İslam’ın Mistik Boyutları, Çev. Ergün Kocabıyık, Kabalcı 2001.

Schuon, Frithjof, İslâm’ın Metafizik Boyutları, Çev. Mahmut Kanık, İz Yayıncılık, İstanbul
1996.

Sunar, Cavit, Ana Hatlarıyla İslâm Tasavvufu Târihi, AÜĠF Yayınları, Ankara 1978.

Sunar, Cavit, Mistisizm Nedir, Kılıç Kitabevi, İstanbul 1979.

Sunar, Cavit, Tasavvuf Felsefesi veya Gerçek Felsefe, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara
1974.

Yılmaz, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul 2002.

You might also like