You are on page 1of 45

TASAVVUF

Ashabı suffe, sufane (bitki), Saffı evvel, suf (yün)...gibi manalara gelir ancak en çok
tutan görüş yün giymek manasındakidir. Tasavvuf zühd, güzel ahlak, kalp temizliği,
nefs ile mücadele, kitap ve sünnete sarılmak... gibi tarif edilebilir Tasavvuf,
başlangıçta zühd ve ahlak hareketi olarak ortaya çıkmış, zamanla teorik düzleme
doğru gelişmiştir. Sufiler sapkın ve bid'atçi akımlara karşı gerçek tasavvufun
mahiyetinin tespiti için eserler vererek ilk tasavvufi eserleri bu doğrultuda
vermişlerdir.
Tasavvufun teorik düzleme doğru gelişmesi ile ortaya çıkan tasavvuf İlker askeri bir
ilim dalının önemli saç ayaklarından olan terminolojinin oluşmasında ve gelişmesinde
de önemli rolü oynamıştır böylece seyri sülük denilen yöntemi, literatürü ve
terminolojisiyle tasavvuf diğer İslami ilimler arasındaki yerini almıştır.
Tasavvufun 3. ve 4. asırda müdevvin hale gelmiş diğer İslami ilimler göre daha geç
teşekkür ettiği görülmektedir bunun sebepleri şöyledir:
a. Tasavvufun fıkıh, hadis, kelam ilmi gibi acil çözüm bekleyen sorunlarının olmayışı
b. Tasavvufun büyük hamleler içinde olması ve sürekli yeni yorumların ortaya çıkması
c. Tasavvuf terminolojisinin, seyrü sülük’ün tabiatı gereği uzun zaman alması Tasavvuf
Tarihinin Konusu: İslam ruh hayatı, kurumları, ricali, tarikatları ve kurucularıyla
prensipleri ve kavramlarıdır
Tasavvuf Tarihinin Gayesi: tasavvufi hayatın, düşünce ve müesseselerin fikri yapılarını
inceleyerek sufilerin hayatları, tarikatları, düşünceleri hakkında bilgi vermek, İslam
medeniyet ve düşünce tarihinin bir yönünü tarafsız bir gözle ortaya koyup
tanıtmaktır.
Tasavvuf tarihi zühd, tasavvuf ve tarikatlar olmak üzere 3’e ayrılır
Zühd dönemi ilk iki yüzyıla verilen isimdir. Bu evredeki halkın zenginleşmesi, israfın
artması, lüks hayat tarzlarının benimsenmesi gibi durumlara karşı olarak zühd
hareketi ortaya çıktı.
Tasavvuf dönemi Sufi ve tasavvuf kelimelerinin kullanılmaya başlandığı 2. Asrın
sonların ilk sufi adlarının duyulduğu 6. Asra kadar süren döneme denir.
Tarikatlar dönemi 6. Asırdan günümüze kadarki dönemdir.
Tasavvuf Tanımları Arasındaki Farklılığın Sebepleri
Tasavvuf yaşandıkça anlaşılan tecrübi bir ilim olması sebebiyle kelimelerle ifadesi
zordur. Sufiler ise kendi durumlarına göre tarif etmişlerdir. Diğer bir sebebi ise
bölgesel değişkenliktir. Siyasi, kültürel ve ekonomik şartlar tasavvufun farklı
tanımlanmasının sebeplerindendir. Bireysel yolculuk, kişiye özel tecrübe.
Tasavvufun Konusu dinin ihsan boyutudur. Yani dinin fert ile Yaratıcı arasında kalan
manevi tarafıdır. Takva, zikir, sabır, şükür, nefis muhasebesi, muhabbetullah gibi
konular işlenir.
Tasavvufun Gayesi ise İhsan mertebesine ulaşmış, nefsini terbiye, tezkiye, tasfiye ve
tahliye ederek güzelleştirmiş, ilahi rızayı kendine amaç edinmiş, kendini hakka ve
halka hizmet için adamış bir insanı kamil yetiştirmektir.
Tasavvuf – Mistisizm İlişkisi
Mistisizm Dilsiz olmak, konuşmamak anlamına gelir. Terim olarak ise ruh terbiyesiyle
manevi hiyerarşide duygusal ve sezgisel süreçleri kullanarak yeni idrak düzeyine
varma esasına dayalı Tanrı'ya ulaşma yolu demektir. Dilimizde tasavvuf deyince islam
tasavvufu kastedilmekte, diğer din ve felsefi düşüncelerde ise bu manavdaki telakkiler
için mistisizm kavramı kullanılır.
Mistisizm’in özellikleri
a. Mistik sistemlerin kendilerine göre birtakım ahlaki değerleri vardır
b. Ahlaki yükseliş için yapılan riyazıyatların sonucu, hakikatte fani olmaktır
c. Hakikati akıl yoluyla değil, keşif ve manevi tecrübe ile kavranmaya çalışılmalıdır
d. Hakikati keşfedende mutlak bir huzur ve rahatlama hali vardır
e. Mistik tecrübeler genelde temsili olarak sembollerle anlatılır
Tasavvufun özellikleri
a. Kur’an ve hadise dayanan İslami ilimlerdendir.
b. Nazari olmanın yanında ameli bir ilimdir. Hedefe sadece öğrenmekle değil aynı
zamanda öğrendiğini hayatına tatbikle ulaşılabilir.
c. Bilgi kaynağı akıl, duyu, Keşf, ilham ve sezgidir.
d. Tasavvufi bilgi edinmenin yolu ise seyrü sülük’tür
Mistisizm ile Tasavvufun farkları
a. Mistisizm’de pasiflik ve metodsuzluk varken nerde başlayıp nerde biteceği belli
değildir, tasavvufta ise seyrü sülüküm başlangıcı, hedefi, kemalat yolunda ilerleyişin
yöntem ve sınırları bellidir.
b. Tasavvufta terbiye yöntemleri kişinin karakter yapılarına göre farklı iken mistisizm
de böyle bir fark yoktur.
c. Mistsizm’de ıstırap özel bir yer kaplarken tasavvufta ıstırabın özel bir yeri yoktur
d. Mistisizm’de şeyhe intisap yoktur, tasavvufta ise seyrü sülük bir şeyhin huzurunda
başlar
e. Mistisizmde şeyh olmadığı için evrad ve ezkar da yoktur tasavvufta ise şeyhin
müridin seviyesine göre verdiği bir evrad ve ezkar vardır.
f. Mistik hallerde kendinden geçme hali esasen tasavvuftaki kişiler için ise derunilik
esastır
Tasavvufun diğer İslami ilimlerle ilişkisi
Tasavvufun diğer İslami ilimlerle arasındaki en önemli fark hem nazari hem de pratik
yöne sahip olmasıdır.
-Tefsirin metodları dirayet ve rivayettir sufiler buna ek olarak işari metodunuzda
eklemişlerdir. İşari metod ilk anda akla gelmeyen fakat derin bir tefekkür ve
teemmülle kalbe doğan manalarla tefsir etme metodudur. (El Kuşeyri Letaifül işarat –
İsmail Hakkı Ruhul beyan)
-Hadis ilmi peygamberin söz, fiil, takrir ve huylarıyla ilgili özellikleri inceler ve Hz
peygamberin ruhi ve zühdi hayatıyla ilgili söyledikleri ise tasavvufun temelini
oluşturur. İlk Zahit'lerin ekserisi de muhaddislerdir. Ancak Muhaddisler hadisleri
belirli şartlarda incelemişlerdir mutasavvıflar ise manaya öncelik vererek titiz
çalışmalar yapmamışlardır. Hadisleride İşari yolla Şerh etmişler ve kırk hadis
mecmuaları oluşturmuşlardır (hakim et-Tirmizi Nevadirül usul – Sadreddin Konevi
Şerhu hadisi Erba’in)
-Fıkıh ile tasavvuf bir bütünün farklı yönlerini inceleyen iki ilim dalıdır. Fıkıh namaz,
zekat, oruç gibi ibadetlerle nikah, ticaret gibi muamelatları (zahir kısım) inceler
tasavvuf ise huzuru kalb, huzû, huşu gibi zahirin batınını inceler.
-Kelamın konusu olan Allah, insan, kainat tasavvufunda konusudur. Kelam bu konuları
Kitap ve sünneti esas alarak akıl yoluyla açıklamaya çalışırken tasavvuf kitap ve
sünnetin ışığında keşf, ilham ve manevi tecrübelerlede bu konuları açıklamaya çalışır.
Tasavvufun amacı kalp tasfiyesi ve nefs tezkiyesiyle bireyde bilinçli ve istekli bir
şekilde ahlakı yüceltmektir. Bu bakımdan -ahlak ile tasavvuf iç içedir.
DİĞERLERİNDEN AYIRAN YÖNLERİ
Tatbiki Bir İlim Oluşu
Tasavvufu hadis, fıkıh, kelam gibi diğer islami ilimlerden ayıran en önemli özellik
tatbiki bir ilim oluşudur. Tecrübe ve tatbikata dayalı oluşu tasavvuf ilmine kazandırdığı
özgürlük ise uygulamalar sonucu tasavvufta farklı bir bilgi kaynağını oluşmasıdır.
Tasavvufta aklın yanında kabul edilen bu özgün bilgi kaynağı kalptir. Bu bilgi kaynağı
potansiyel olarak her insanda vardır ancak yanlış uygulamalarla körelmiş veya
kullanılmadığı için atıl haldedir. Atıl halde bulunan veya körelmiş haldeki bu bilgi
kaynağı tasavvufi uygulamalarla ortaya çıkarılmayı beklemektedir. Tezkiye ve tasfiye
metodları ile arındırılan kalp yeni bir bilgi kaynağı olarak zuhur edecektir.
İnsandaki kalp potansiyelinin dayalı bilgi kaynağının yöntemi ise keşf ve müşahededir.
Keşf kalbin kalp gözünün yani basiretin açılması, müşahede ise basiretle görülebilecek
şeylere muttali olmaktır.
Tasavvuf ilminin tatbiki bir ilim olmasından kaynaklanan özellikleri şunlardır a. Aklın
yanımda bilgi kaynağı olarak kalbe önem vermesi
b. Akıl yürütme ve rasyonel bilgiye ek olarak keşf ve müşahade yöntemini geliştirmesi
c. Yukarıdaki özelliklere bağlı olarak ilham, keşf, feth, vehb, zevk, müşahede, ledünni
ilim gibi terimlerle karşılanan kendisine özgü bir epistemoloji kurması
d. Riyazat ve mücahede yöntemine ve buna bağlı olarak seyrü sülük metodlarına
sahip olması
e. Tasavvufi uygulamaların bir rehberin yardımıyla gerçekleşmesi gerekliliği
f. Sûfilerin manevi hallerini anlattıkları vakıat türü eserlerin ve tasavvuf ahlakının
anlatıldığı adabül müridin türü eserlerin oluşması
g. Tatbikat sonucu olarak kurumsallaşmayı, tekke ve tarikatlar mimarisinin doğuşu
h. İnsani tecrübelere verdiği önem nedeniyle insanı fıtri olarak etkileyen hususları
tespitteki özgünlüğü
i. İnsanın duygu ve davranışları üzerinde durduğundan insan doğasının değişmez
realitesine ilişkin evrensel tespitlerde bulunması
j. Farklı önceliklere ve hususlara vurgu yapan tarikatlar sayesinde farklı karakter
yapılarına sahip halklarda kolayca yaşanabilmesi
Sembolik Dile Sahip Olması
Sembol görünmez ve müphem olan gerçekliği, bir düşünceyi görünebilir kılan ya da
algılanması imkansız olanı çağrıştıran somut göstergeyi ifade eder. Bu bakımdan
anlamı göstermenin bir yolu, bir işaretten ibaret olan sembol esrarlı bir olgu hakkında
çok net olmayan bir duygu his ve izlenim verdiği için bir habercidir, dili bilincin maddi
ve kutsal düzeyini bir araya getirip birleştiren bir unsurdur.
Tasavvuf diğer disiplinlerden farklı bir epistemolojik yapıda yüksek idrak, sezgi ve şuur
neticesinde ortaya çıkan deruni bir ilim olduğu için kendine has bir terminojisi vardır.
Sufilerin sıklıkla vurguladıkları gibi tasavvufi şuur söz ile değil hal ile elde edilir. Mutlak
vücudun sırrı akli ve entelektüel terminolojiye sığmaz. Onun içindir ki sufiler bu hali
ifade etmede genellikle semboller vasıtasıyla ima ile yetinirler.
Sufiler sembolik dili kullanmalarının sebepleri
a. Hakikati, dinleyende etki bırakacak şekilde daha etkili ifade edebilmek için irşat ve
yönlendirme kastıyla
b. Anlaşılması zor olan hakikatleri, insanları fitneye sürüklemesi endişesi
c. Sadece ehil olanın anlayacağı semboller kullanarak sırrın hakkına riayet etme d. Az
söze yoğun mana yükleyerek manaların mülahaza yoluyla elde edilmesini sağlamak
e. Çok değerli hakikatleri ehil olmayanlardan kıskanmaları ve hikmetleri hasetlerden,
inkar ve karalamalardan korumak düşüncesi
f. Fukahanın ve siyasilerin sert tutumlarından çekinmeleri
Tasavvufta Metod
Bilgi Kaynağı Olarak Kalp
Tasavvufu diğer İslami ilimlerden ayıran en önemli özellik bilgi kaynağı olarak aklın
yanında kalbi de kullanmasıdır. Ölçülebilir, görülebilir alem için elimizdeki en değerli
araç akıldır ancak buna rağmen metafizik alana uygun ve yeterli bir araç değildir.
Metafiziği bilebilecek olan araç metafiziğe uygun olmalıdır, halbuki akıl görüntüler
âlemini inceleme potansiyelindedir. Kalbin ise faaliyet alanı daha geniştir. Kalp aklı da
içine alan insani hakikati ifade eder. Akletme kalbin bir işlevidir, düşünceyi oluşturan
aklın kaynağıda kalptir.
Mutasavvuflara göre kalbin metafizik alanda bilgi kaynağı haline gelmesi kalp tasfiyesi
ve tezkiyesi denilen usulle mümkündür.
İnsan kalbi tasavvufi gelenekte hem mülk hem de melekut âleminin sınırlarını içeren
bir mahiyettedir. Ancak kalbin üzeri kirlerle ve tozlarla kaplı bir ayna gibidir. Şayet bu
ayna kirlerinden temizlenirse mülk ve melekût aleminin bütün sırları ayna haline
gelen bu gönülde tecelli eder. Bu yüzden kalbin insanla ve evrenle ilgili en temel
hakikatleri içerdiği fikri tasavvufu diğer İslami ilimlerden farklılaştırmaktadır.
Kalbin Makamları – Letaif
Halvetiyye gibi nefsin mertebelerini seyrü sülük esas kabul eden tarikatlarda seyrü
sülük nefsin yedi mertebesi üzerine yapılır. Bunlar sırasıyla emmare, levvame,
mülhime, mutmainne, raziye, marziye, kamile makamlarıdır. Nakşıbendiye gibi ruhani
tarikatlar ise seyrü sülükü kalbin latifeleri üzerine yaparlar (Letaif insan vücudunda var
kabul edilen manevi ve nurani cevherler). İnsan vücudunda beşi halk (ateş, su, toprak,
hava, nefs) beşi de emr (kalp, ruh, sır, hafi, ahfa) alemine ait on latife vardır. Çoğu
mutasavvıf emr alemine ait beş latifenin aslında bir olduğunu ancak mertebesine göre
isimlendirildiğini söylemişlerdir. Bu beş latifenin zikrini tamamlayanlara sırayla letaifi
nefs, letaifi kül, nefyü isbat zikirleri ardındanda murakabe öğretilir.
Nefsin Mertebeleri
a. Nefsi Emare: Devamlı kötü işler emreden nefis demektir.
b. Nefsi Levvame: Kendini kınayan, kötüleyen, azarlayan nefis demektir. Tövbe ve
terbiye ile bir derece uyanan nefis, bu merhalede kendi işlediği kötülükleri önce zevk
alıp yapsada peşinden pişman olur, kendisini kınar yapmamak için karar verir.
c. Nefsi Mülhime: İlham, feyiz ve keşfe ulaşan ve hayırda kalbe yoldaş olan nefis
demektir.
d. Nefsi Mutmainne: Huzur bulmuş, sakin olmuş, rahatlamış, ıstırabı dinmiş, şek ve
şüphesi gitmiş nefis demektir. Bu mertebe yüce Allaha dostluk yani velayet
mertebesidir.
e. Nefsi Radiye: Allahtan razı olan, Ondan gayri her şeyi gözünden silip atan ve sadece
Rabbine nazar eden nefis demektir.
f. Nefsi Merdıyye: Yüce Allahın kendisinden razı olduğu nefistir. Bu nefis sahibi öyle
terbiye olmuştur ki, ne yapsa Allah rızasına uygun olur.
g. Nefsi Kamile: Kamil, olgun, tertemiz, safi nefis demektir. Bu makamdaki nefs
sahipler Allahu Tealanın en seçkin ve en has kullarıdır.
Rasyonel bilgi ile İlhami Bilginin Özellikleri
Tasavvufi gelenekte bilgiye ulaşma yolları üç şekildedir.
a. Akıl yoluyla elde edilen, hata ve şüphe ihtimali her zaman bulunan bilgi akli bilgi
b. Ruhani ve manevi tecrübeler, ilahi tecelliler ve müşahedeler vasıtasıyla elde edilen
keşfi bilgi
c. Allah’ın, Rasulleri vasıtasıyla bildirdiği şeriat bilgisi
Sufiyi nihayet hedefine götüren keşfi bilgidir. Keşfi bilgi erdemli bir yaşantı
neticesinde doğrudan, vasıtasız, sezgisel olarak Allah tarafından ihsan edilen gerçek
bilgidir. İnsan bu bilgiyi kendini metafiziğe bağlayan latifelerinin derinliklerinde,
ruhunda açık, zorunlu ve tecrübi olarak bulur. Bu bilgiyi teorik olmayıp pratiğe ahlaki;
dini ve tasavvufi bir takım ibadet ve uygulamalara dayali olarak elde edilir. Rasyonel
bilgi ise aklın açık önermeleri ile zaruri olarak ya da bir delilin delaletini bilmek şartıyla
hasıl olan bilgidir. Dış dünyanın bilgisini elde etmeye yarayan metodlar belli bir yere
kadar önemlidir. Hakka doğru yükseldikçe artık soyut ve mutlak varlık alanına girdiği
için bilgi metodu da değişir. Hakikate ulaşmada keşif ve müşahade metodu harfiyen
yerine getirilerek insanın kendini tanıması yolu geçerlidir. Allah’ı tanıma ancak O’na
yükselerek, O’nun vasıflarıyla vasıflanarak O’na benzeyerek gerçekleşir. Allah’a
yükselebilmek içinse gerçekte asıl tabiatımızı oluşturan fakat başka şeylere
yönelmekten dolayı bizzat kendi ilgisizliğimiz içerisinde farkına varamadığınız ilahi
unsurla aynileşerek mümkün olacaktır.
Sufi epistemolojisinde b ilgi melekeleri birbirinden bağımsız görülmez. Tek bir idrak
nuru vardır ve bu nur duyumsanabilir şeylere nispetle duyum, kavramlara nispetle
akıl, keşfi bilgiye nispetle de kalp adını alır. Sadece bilme şekillerinde belirgin bir
ayırım söz konusudur. Akıl sınırlayarak, zapt edip bağlayarak idrak etmeye çalışırken
kalp ise sınırlandırmadan sürekli değişerek Hakk’ın asla tekrar etmeyen tecellilerini
yakalamaya çalışır.
Sufilerin Vahiy Telakkisi
Vahiy bizzat Kuran- ı Kerim’de kullanıldığı şekliyle insan, hayvan ya da diğer varlıkları
da içine alacak şekilde, bu varlıkların kendi mertebelerine uygun olarak
bilgilendirilmelerini ifade eden ve sadece Nebiler has ilahi vahiy anlamında kullanılmış
ve anlaşılmıştır.
Sufiler vahyi tümüyle varlığa yönelen umumi, her şeye şâmil ilahiyi bir hitap olarak
görmüşlerdir. Bu hitabın idraki doğrudandır, hatta idrakın bizzat kendisi herhangi bir
ayrım ya da tabir olmaksızın idrâkin ta kendisidir. Sufiler nübüvvet vasfı olmayan
velilerin hususi bir yolla bilgilendirilmelerini ifade eden ilhamı umumi vahyin bir çeşidi
saymışlardır. Vahiy herhangi bir vasıta olmaksızın mananın direk kalbe doğmasıdır.
Kendisine vahyedilen kişi herhangi bir duyu ve idrak aracılığı olmaksızın nasıl ve ne
sebeple geldiğini anlamadan bu manayı akleder. Vahyi diğer ilahiyi varidattan iki bariz
vasıflara ayrılır. İlahiyi vahiy öyle süratlidir ki mananın muhataba ilke edilip aktarım
anı ile idrak anı arasında zamansal bir fark yoktur. Otorite ise kendisine vahyedilen
kişinin vahyin dışına çıkamayacak olmasıdır. Peygamber olmayan kişilere bahşedilen
ilahi vahiy için ilham kelimesi kullanılmıştır. İlhamda hata ve yanılma olabilir. Vahiy ile
ilham arasındaki en büyük farklar: Vahiyde aracı ruhul kuds’tür. İlahi vahide hata
yanılgı ve şeytan hilesi mümkün değilken ilhamda bunlar olabilir.
Sufilerin Kur’an Telakkisi
Sufiler ilahi bir hitap olması cihetinden kur’an-ı sadece malumat yığını bir metin olarak
algılamazlar. Şüphesiz zahiren sabit olan metni ihmal ve inkar etmezler, ancak kuranı
yüce Allah’ın herhangi bir sınırlamaya tabi olmayan mutlak kelam sıfatının bir
tezahürü gördükleri için onda onun ihtiva ettiği manalarda bir sınır görmezler. Kuran
sufiler için bahşedilen tüm ilham ve irfanın dayandığı bir hazine asli bir kaynaktır. Bu
yüzden sufiler bütün eserlerini doğrudan ya da dolaylı olarak Kuran’ın yorumu
şeklinde meydana getirmişlerdir Kuran Sufilerin nazarında tümüyle varlık ve insanla
paralel tarzda ele alınır ve genel bir gerçeklik olarak hakikatin birbirinden mutlak
anlamda bağımsız görülemeyecek üç ayrı veçhesi şeklinde mütala edilir.
Sufilerin Kur’anla İlişkisi
Sufiler kur’anı anlama ve yorumlamada kendilerine has yöntemler geliştirmişlerdir.
Bunlar bizzat kitabın işletilmesi ya da vahyin kalbe tekrar tekrar inişi şeklinde kalbi bir
tecrübedir ve buna te’vil metodu olarak iş’ari tefsir ismi verilmiştir. Tecrübi olduğu
için tecrübenin değişimine ve gelişimine binaen her bir okuma da manası sürekli yeni
anlamlar kazanır. Bu metod ile Sufiler kur’andan ilk etapta anlaşılmayan manaları elde
eder. Kuran’ın farklı ve sonsuz anlamları sufiye tam bir inanç ve edep haliyle kuranı
sürekli okumasıyla açılmaktadır. Bu sebeple tasavvufi gelenekte kuran tilaveti ve
murakabesi önemli bir ibadet şekli olarak ortaya çıkmıştır. Onlar Kuran’ı kendi
akıllarıyla değil bizzat Allah’ın kendilerine bahşettiği bir ihsanla anlamışlardır. Sufi
zahirden batına geçtikten sonra nihai olarak batıni te’ville de yetinmez, bizzat
Peygamberin şahsında olduğu gibi Kur’an-i sıfatla sıfatlanır, onunla süslenir, onunla
ahlaklanır ve onunla bütünleşir.
İş’ari Tevilin İmkanı
Sufiler; Kur’an Allah kelamıdır, kelam ise Allah’ın sıfatıdır. Allah için nihayet söz
konusu olmadığı gibi Kelamının manası içinde nihayet yoktur, dolayısıyle kur’an
lafızlarının işaret ettiği manalar Allah’ın kelam sıfatına işaret ettiğinden ilahi sıfattır ve
mahluk değildir bu yüzden mahlûkatın sonradan yaratılmış olan aklı ve idraki ilahiyi
kelamın manasının nihayetine ulaşamaz demişler ve sınırlı olan akıl ile kur’an’ın
sınırsız manaları tam olarak anlaşılamaz ve bu yüzdende daha geniş olan kalp ile te’vil
edilmelidir diyerek iş’ari yorumun imkanına işaret etmişlerdir.
İş’ari Te’vilin Geçerlilik Şartları
a. İş’ari mananın zahiri manaya ters düşmemesi
b. Bir başka yerde bu mananın doğruluğuna şahit bulunması
c. Şer’i ve akli bir muarızın bulunmaması
d. Batın mananın tek mana olduğu ileri sürülmemeli
Sufilerin Peygamber Telakkisi
Mutasavvıflar kendilerine Hz Peygamber’in uygulayarak hayata geçirdiği dini hayatı ve
onun sahip olduğu manevi yönü hedef olarak seçmişlerdir. Peygamberimizin hayatı ve
tatbik etmiş olduğu manevi yönü bir silsile halinde bir önceki nesildeki temsilcinin
daha sonraki nesle aktarılmasıyla günümüze kadar ulaşmıştır. Sufilere göre vahye
muhatap olan her peygamberin nübüvvet yönüyle birlikte kendine has velayet yönü
de vardır. Genel anlamıyla nübüvvet sınırları belirlenmiş bir emin elçilik ve örneklik
görevidir. Velayet ise her peygamberin nübüvvetinin yanı sıra kendi iç dünyası
diyebileceğimiz deruni hayatıdır. Nübüvvet, peygamberlerin onu elde etmek amacıyla
özel gayretleri olmadan Allah’ın insanlar arasından seçerek onlara verdiği ilahi bir
görevdir. Velayet ise onların manevi amelleri tecrübeleri ve ilahi sevgilerinde
derinleşmeleri sonucu Allah tarafından onlara ihsan edilen bir lütuftur.
Sufilerin İnsan Ve Alem Telakkisi
İnsan-ı Kamil
İnsanı kamil yüce Allah’ın zat, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde
kendisinde tecelli ettiği varlıktır. Tasavvuf düşüncesine göre alemin var oluşunun ve
varlığını sürdürmesinin sebebidir bütün isimleriyle, sıfatlarıyla Cenabı Hakk’ı en güzel
şekilde temsil yeteneğini kazanmış tahkiki irfanı ve marifeti gerçekleştirmiş kişidir. Asıl
manada insanı kamil ise Hz Muhammed(s.a.v)’dir, bu makama erişen evliyaullah ise
onun vârisidir. İnsanı kamilin bir özelliği de Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmış olması
dolayısıyla ahlaki kemale sahip olmasıdır
Hakikat-i Muhammediyye
Hakk’ın zuhur ettiği en yetkin yaratılmış tecelli yeri, en özel anlamıyla insanı kamil
demektir. Yüce Allah’ın bütün güzel isimlerini kendinde barındıran ilk taayyünle
birlikte olan zattır. Bütün varlıklar ilahi bir ismin özel tecelli yeridir ancak Hz
Muhammed(s.a.v) bütün isimlerin anlamlarını kendinde toplayan yegane kişidir.
Varlık formlarında Hakk’ın tenezzülünün ilk aşamasıdır. Tasavvuf tarifinde bu fikri ilk
olarak et-Tüsteri ortaya çıkarmış ancak dillendirmemiştir. Daha sonra Hallacı Mansur,
el-Hemedani gibi isimler ana hatlarını çizmiş ve ibnül arabi ve el-Cili tarafından en son
şeklini almıştır
Tasavvufun doğuşu
1)Asr-ı saadet
Zühd,bir şeye isteksiz olmak,değer vermemek,masivaya değer vermeme dünyadan
yüz çevirme,ahirete yönelik yaşama, bu amaçla ibadete sarılmadır. Temsilcisine zahit
denir. Bu anlayışın temeli halvet, tebettül,takva,tevekkül, zikir, riyazet, vera, hüzün,
sabır, aşk, muhabbet, ümit, cehennem korkusudur.
Bu dönem Emeviler öncesi ve sonrası olarak incelenir. Asr-ı saadette zühdü besleyen
unsurlar Kur’an ve sünnetken,Hz. Osman’dan sonraki hadiseler, Emevi yönetiminin
keyfi uygulamaları ve yansımaları, zühd hareketini Şekillendirmiştir. Kabe etrafında
olan ve ibadet eden insanlarla, peygamberin Hira mağarasında inzivaya çekilmesi bu
dönemdeki zühd hareketlerindendir.
a) Bir zahid olarak Hz. Peygamber
Peygamber’in yaşantısı Zahitler için bir model olmuştur. Hayatı boyunca üst üste iki
gün arpa ekmeği ile dahi karnını doyurmayan, bazen bir ay evinde yemek pişmeyen,
sade bir hayat yaşayan Hz. Peygamber hanımlarının dünyalık isteği üzerine kızıp bir ay
boyunca ayrı yaşamış, hasır üzerinde yatmıştı. Peygamber’in dünyayı tamamen terk
etmeyip, Kur’an’dan hareketle dünyaya kendini kaptırmamayı ve sadece hak ettiği
değeri vermeyi vurgulamıştır.
b) Ashab-ı Kiram’ın Zühd Hayatı
Hz. Ebu Bekir dünyayı tamamen terk ederek her şeyini Allah yolunda infak edenlerin;
Hz. Ömer dünyanın yarısını Allah yolunda diğer yarısını aile ve akrabaları için
ayıranların; Hz. Osman dünyalık biriktiren, ancak bu biriktirdiğini Allah yolunda
harcayanların(nerden geldiğini unutmamak için odun taşırdı); Hz. Ali dünyaya
meyletmeyen, dünya kendisine geldiği halde onu reddedenlerin önderidir.
c) Suffe Ashabı
Sayıları 70-300 arasında olan, vakitlerinin çoğunu Hazreti Peygamber’in mescidinde
ilimle, ibadetle geçiren ve burada barınan sahabeye ad olarak verilen Suffe Ashâbı’nın
başka meşguliyetleri yoktu.
Ebü’d Derda, ticaret ve ibadeti yürütemeyeceğini düşünüp bütün yaşamını
Peygamber’in yanında geçirmeye çalışmış, kadı olduktan sonra bile zühd hayatını terk
etmemiştir.
Ebu Zer el-Gıfari, Peygamber sonrasında, özellikle Hz. Osman döneminde yaşanan
bollaşma dolayısıyla müslümanların lüks içinde yaşamalarını eleştirmiş, zekat dışı vergi
alınarak sade yaşamı önermiştir.
Selman-ı Farisi, her zaman az ile yetinmiş elinin emeğiyle geçinmiştir.
Yine ölçülü yaşamama ilgili Osman b. Maz’un, Gece namaz Abdullah b.Amr var.
2)Zühd Dönemi
Asr-ı saadetten sonra zühd Hareketi yayılmıştır. Müslüman coğrafyasının gelişmesi,
yeni topluluk ve kültürler, siyasi idarenin baskıcı uygulamaları, lüks ve israf tüketimi
zühd hayatına yönlendiren başlıca sebepleridir. En temel nedeni aşırı ve kontrolsüz
dünyevileşmedir.
1. Zühd dönemi, Dini bir hareket veya mezhep olmaktan ziyade Kur’an ve sünnetin
önderlik ettiği bir eğilimdir.
2. Zühd dönemi, Emevi Yönetimine karşı tepkinin ön plana çıktığı, toplumsal buhranların
zühd hareketini şekillendirdiği dönemdir.
a) Zühd hareketinin ortaya çıkış nedenleri
Emevilerin ilk yıllarından itibaren, sürekli ibadetle meşgul olan, dünyayı sırt çeviren,
yeme-içme-giyim de perhizkar davranan bir cümle oluşmuş ve bunlara fukara ,cû’iyye,
şikeftiyye, âbid, zâhid, nâsik, kurrâ gibi isimler verilmiştir. Nedenleri:
• Zühd Kur’an Kaynaklı olduğu için en önemli etken Kur’an ve sünnettir. Kur’an’da ve
hadislerde dünya hayatına değil, asıl ahiret hayatına öncelik vermeleri, Allah’ı
görüyormuşcasına ibadet eden takva sahibi zahid ve abidlerin temel sâikleridir. Bu
kişiler peygamberi ve sahabeyi örnek almışlardır.
• Peygamberin vefatından sonra ona duyulan özlem ve ihtiyaç
• İnsanların yaratılıştan getirdiği psikolojik durumun tesiri, başka bir ifadeyle zahidin
tutumu. (toplumda aradığı huzuru bulamayınca mistik arayışlara girmişler.)
• Zamanla oluşan ahlaki çöküntü ve dini hayatın zayıflamasıyla insanlar ibadet ve taatla
meşgul olmaya başladı. Bu kişilere âbid, nâsik, kurrâ, zâhid isimleri veriliyordu.
• Belirginleşen ayrışmalar, huzur ve emniyet ortamının kaybolması, Emevi yönetimi
umutsuzluğa yöneltmiş ve dünya hayatından uzaklaşan zahidler çıkmış.
• Siyasi çekişme ile çıkan Haricilerin sebep olduğu terör havasına tepki olarak insanlar
inzivaya çekildi.
• Sınırların genişlemesi ile çıkan lüks ve dünya zevklerine düşkünlük, toplumda duyarlı
müslümanların eleştirilerine sebep olmuştur
• Emevi yönetiminin bir devlet politikası olarak yürüttüğü Arap milliyetçiliği, Arap
olmayan unsurlara karşı sert ve gayri İslami tutumları zühd hareketinin önemli
sebeplerindendir. Tasavvufî tartışmaların yanında, fıkhî ve kelamî tartışmalar da
ortaya çıkmıştır.
• Kelamcıların şüphe ile yaklaşmaları, fukahânın insanı tatmin etmeyen kalbine tesir
etmeyen kuru mütaalaları zühd hareketini besleyen diğer unsurdur.
• İslam öncesi dönemde bulunan manastırlarda ,Cahiliye Araplari buradaki rahiplerle
görüşüyor, Hristiyan Arapların zühd ve ruhbanlık deneyimlerinden haberdar
oluyorlardı. Bu münasebetler zühd telakkisinin özü itibarıyla Hristiyanlıktan intikal
ettiği anlamına gelmemekle beraber, ferdî tercihte tesiri olduğuna işaret eder. Zühd
Döneminin Genel Özellikleri.
• Asr-ı saadetle başlar 2. hicri asrın sonuna kadar devam eder.
• Bu dönemde ayet ve hadisler yorumlanmıştır. İlk zahidler,tarikatlar üstü şahsiyetler
olarak kabul edilmişlerdir.
• Ortaya konulan pratikler, riyazet ve mücahedeler ahlaken olgunlaşmaya yöneliktir.
• Riyazet ve mücahede uygulamaları son sınırına kadar götürülmüştür.
• Zühd hayatı tevbe, riyazat, mücahede, sabır, takva, tevekkül, hüzün, muhabbet gibi
terimlerle şekillenmiştir.
• Bu dönemin zihniyet yapısı dinin pratiklerine ve şeklî yapısına önem verme, şeriattan
ayrılmama ve tevilden kaçınma şeklindedir.
• Bu devrede gözü yaşlı, benzi soluk zahidler zamanlarını tevekkülle ibadet ederek
geçirmişlerdir.
• Bu dönemde nazariyeden çok amele, istikamete önem verilmiştir.
• Bu dönemde tasavvufun tahakkuk boyutuna ilişkin örnekler münferid olsa da
mevcuttur.
• İlk tekke bu dönemde inşa edilmiştir.
• Zühd Edebiyatı sade, basit, çoğunlukta mensur şekilde söylenmiş nasihat ve hikmet
türü sözlerden ibarettir.
• Bu dönemde Kitabü’z-Zühd’lerin dışında bir eser yoktur.
• Âbid,nâsik,bekkâun,zâhid ve kurrâ gibi kavramların kullanılması dönemin özelliğini
ifade etmesi bakımından önemlidir.
• 2. asırda fıkhın kuru bakış açısı, kelamın insanı tatmin etmemesi zühd hareketine
gönül veren diğer bir unsurdur.
• Bu dönem İslam’ın temel dinamikleri kadar siyasal ve sosyal problemlere karşı çıkışın
tezahürüdür.
• Öne çıkan fikirler, yapılan vurgular, bölgesel problemlere çözüm olarak ortaya atılan
değerlendirmelerdir.
• Bu dönemde zahidlerin yaşantıları münferid özellik taşır. Bazı zahidler öncülüğünde
Medine, Basra, Kûfe ve Horasan’da 4 büyük zühd ekolü ortaya çıkmıştır.
• Dünyayı tamamen dışlayan zühd hayatının uç örnekleri fazla barınamayıp, bireysel
tercih olarak kalmıştır. Bu davranışta iç huzursuzlukların, devletin tepesinde yaşanan
kavgaların etkisi vardır.
• Zühd Mektepleri
1)Medine Mektebi Medine’de , Kur’an Ve sünnet merkezli rues hayatı ilk olarak Hz.
Peygamber’in şahsında, sahabe Ashâb-ı Suffe nezdinde tezahür etmiştir.Bu ekolün
besleyen en önemli unsur onların Zahidane hayatlarıdır. Özellikle Emevi yönetime
karşı yapılan muhalif etti Medine’nin önemli yeri vardır. Bu ekolün tipik temsilcisi
konumunda olan Said b. el-Müseyyeb’in Şahsında bu ekolün sünnet merkezli sade bir
zühd hayatını öngördüğü ifade edilir.
2)Basra Mektebi Basra, sadece tasavvuf değil kelami ve felsefi tartışmalarda da aklı
öne çıkaran bir ilim, irfan merkezidir. Basra’daki zühd hareketi iki çizgi de gelişim
göstermiştir.
İlki tipik bir zühd anlayışı olan ve Hasan Basri tarafından temsil edilen “Korku ve
Hüzün Ekolü” : daima korku ve kaygı içinde olduğu ifade edilen Hasan basri ye göre
insan sürekli olarak bu hal içerisinde olmalıdır. İnsan yaptığı ibadetin kabul edilip
edilmediğini bilemediği için korku duyar; bununla birlikte bu bilgisizlik ibadetinin
kabul edilmediği anlamına gelmediği için de bir ümit içerisinde olmalıdır. Bu nedenle
insan havf ve reca arasında bir hayat sürmelidir. Ona göre zühd,az yemenin haram ve
şüphelilerden kaçınmanın yanında fani olan her şeyden feragat etmektir. Dünyaya sırt
çevirmek, mal ve makama göz dikmemek, Allah’a tevekkül ve teveccüh etmektir.
Hasan Basri’nin talebelerinden olan Malik b.Dinar da Korku ve hüzün temelinde bir
zühd anlayışı benimsemiştir.Ona göre her günahın temelinde dünya sevgisi ve
menfaat hırsı bulunmaktadır. Bu sevgi ve hırsın yerine Allah sevgisini yerleştirmek
gerekir. Habib Acemi, Muhammed b.Vasi, Abdulvahid b.Zeyd, Ferikat Sebhi gibi
isimlerle gelişti.
İkinci Zühd anlayışı ise Rabiatü’l-Adeviyye’nin Başını çektiği, Allah’a karşılıksız sevmek
ilkesiyle hareket eden “Sevgiye Dayalı Zühd Ekolü” dür.Bu zühd anlayışı, Allah’a zatı
itibarıyla Sevgi duymak ve herhangi bir beklenti içerisinde olmaksızın ona bağlanmaya
dayanmakla birlikte; vera’ , hüzün, tevekkül gibi o dönem zühdünün temel
hususiyetlerini içerir.Allah’a ibadetinin asıl sebebi cehennemden korkması ya da
cenneti umması değil yalnızca Allah’ı sevmesinden dolayıdır. Amr b.Mürre, Utbe
b.Eban ve Maruf kerhi gibi isimlerle gelişti.
3)Kûfe Mektebi
Bu bölge Şiiliğin merkezi olarak bilinir.Buse halkından bir grup Hazreti Hüseyin’in şehit
edilmesinde, ona vermiş oldukları sözü tutmamalarından kaynaklı bir sorumluluk
duyarak, bundan pişman olmuşlar, üzüntü ve gözyaşı ile zühd hayatına
yönelmişlerdir.Tevvâbûn hareketi altında tecessüm eden bu zümreye, çok ağladıkları
için bekkâûn adı verilmiştir.Bu meshepte şia temayülü ve ehl-i beyt sevgisi, şiirde
platonik aşk anlatımı, remzi ve sembolik üslup bu bölgenin manevi hayatının bariz
vasıfları olarak göze çarpar. Bu mektebin önde gelen zahidleri arasında Said b. Cübeyr,
Cafer es-Sadık, Ebu Haşim el-Kûfî (ilk sûfî lakabıyla anılan kişidir),Cabir b. Hayyan,
Süfyan Sevrî (zühdüyle meşhurdur, vera ve takvada en üst mertebede denir), Davud
Tâî (Ebu Hanife’nin talebesi) ve İbn Semmâk sayılabilir.
4)Horasan Mektebi
Anadolunun İslamlaşmasında önemli bir yeri vardır.Bu bölge tefsir, hadis, fıkıh, kelam,
tasavvuf alanında mümtaz şahsiyetler çıkarmıştır.Melamet anlayışını benimseyen
sufîlere karşılık olarak “Horasan Erenleri “ tabiri kullanılmıştır.Zaman zaman Bağdat ve
Basra civarındaki sufîler de görüşerek onlardan etkilenmiş olmalarının yanında
tevekkül konusunda onlardan ayrılmaktadır.Şakîk Belhî, İbrahim b. Edhem,Fudayl b.
İyaz,Abdullah b. Mübarek ve Ahmed b. Harb bu mektebin önemli
şahsiyetlerindendir.Bölgenin İslamlaşma sürecinde civardaki âlimlerin genelde ibret
verici, zühd ve takva içerikli hadisleri konu edinmeleri dikkat çeker.Horasan’da ilk eser
yazan kişi olarak bilinen Abdullah b. Mübarek’in Kitabü’z-Zühd ve’r-Rekâik eseri
bunun en güzel örneklerindendir.O sade bir zühd anlayışı benimsemiştir, her şeyin
temeli edeb olmalıdır.Edebi basit görenin sünnetinde, sünneti basit görenin farzında,
farzı basit görenin marifetinde aksaklıklar vardır.
Horasan mektebinin en temel hususiyeti tevekkül ve teslimiyet olup , en önemli zahidi
İbrahim b. Edhem’dir. Ona göre zühd üçe ayrılır:
-Farz olan zühd ve haramlardan sakınmaktır.
-Fazilet olan zühd ,helal nimetlere karşı gösterilen zühddür.
-Selamet olan zühd ise şüphelilerden sakınmaktır.
Fudayl b. İyaz’a göre, Allah korkusu sayesinde kul kalbinden dünya sevgisini ve
rağbetini atabilir.Bekkâûn zümresindedir. Zâhir ulemasını “Alimü’d- Dünya” olarak
tanımlar.Mümini “Az konuşan,çok çalışan,sözünde hikmet,sükutunda
tefekkür,bakışında ibret,işinde iyilik bulunan kişi” olarak tarif eder.
Şakik Belhî, tevekkülün mahiyetini, sebeplerini, teşrii hikmetlerini,kazanılması yollarını
teykik ederek müridin sülûkü üzerinde yapacağı tesir üzerinde duran ilk zâhiddir.
Onun tevekkül anlayışında dünya hayatında kazanmaya olumsuz bir bakış
vardır,Allah’ın kendisini bir şekilde rızıklandıracağını, bu nedenle rızık peşinde
koşmanın anlamsız olduğunu düşünür.
Tasavvufun Gelişimi
1)Zühdden tasavvufa geçiş
İlk 2 asır zühd evresi
2-7. asır tasavvuf evresi
7.- günümüze kadar ki dönem tarikatlar dönemi
Takva iyi bir müslümanda bulunmadı gereken ahlaki niteliklerin tamamıdır.
Peygamberin sohbetinden daha faziletli bir şey olmadığı için bu sohbetlerde
bulunanlara sahabe, sahabenin yaşadığı çağdan sonra yaşayan ve sahabelerle sohbet
edenlere tâbiûn, sonra gelenlere ise etbâu’t-tâbiîn adı verilmişti.Bunlardan sonra halk
ihtilafa düştü, bunun sonucunda dinin hükümlerine dikkat ve hassasiyetle riayet eden
insanlara zühhâd ve ubbâd (zâhidler ve âbidler) adı verildi. Daha sonra bid’at
mezhepleri ortaya çıktı ve her mezhep halkı kendisine davet etmeye başladı, zahidler
zümresinin kendi içinde bulunduğunu iddia etti. Bunun neticesi olarak kendilerine ârız
olan gaflet ve musibetlerden sakınmaya çalışan Ehlisünnetin ileri gelenleri mutasavvıf
(mesleklerine ise tasavvuf) adını alarak diğerlerinden ayrılmışlardır.
2)Tasavvufun müstakil bir ilim haline gelişi
Tasavvuf hicri 2. asrın ortalarından itibaren müstakil bir ilim olarak şekillenmeye
başladı. Önceki yıllarda müslümanın ihtiyaç duyduğu her türlü bilgi için fıkıh tabiri
kullanılmaktaydı. Sonraki yıllarda akaid ve tevhide dair bilgiler “Fıkhu’l-Ekber” , ibadet
ve muamelata dair bilgiler “Fıkıh” veya “Fıkh-ı Zahir” , nefis terbiyesi ve tezkiyesine ait
bilgiler ise “Fıkh-ı Bâtın” adı altında ele alınmıştır.Mutasavvıflar genellikle diğer İslâmî
ilimlerle uğraşanlara saygı duymuşlar, fikirlerinden istifade etmişler, ancak onların ilim
ve din anlayışlarıyla yetinmemişlerdir. Sufi adının ne zamandan beri kullanıldığı
hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Sufi adıyla ilk anılan kişi Ebû Hâşim el-Kûfi
‘dir.
Tasavvuf Döneminin Özellikleri
• Tasavvuf bağımsız bir ilim haline geldi, sufiler toplum içerisinde belirli bir zümre olana
tanındı.
• Tasavvuf terimlerini ve meselelerini açıklayan en önemli kitaplar bu dönemde yazıldı.
• Derûnî ve rûhî yönelme arttı.Nefs tezkiyesi, kalb tasfiyesi, muhabbet, marifet, ilahi
aşk, fenâ, bekâ, havf-reca, kabz-bast,mahv-ispat, varid-keşf gibi terimler kullanılmaya
başlandı.
• Zühd döneminde ahlak eğitimi daha baskınken bu dönemde keşf ve marifet boyutu
belirgin hale geldi.
• Ayet ve hadislere işari yorumlar yapılmaya başlandı.
• Tasavvuf, bazı sufilerin içsel tecrübelerini ifade eden sözleri yüzünden çok sert
eleştirildi.Gazali’nin İhyâu Ulumi’d-Din eseri ile bu eleştiriler son buldu.
• Bazı sufilerin ortaya koyduğu tasavvufi anlayış kendilerinden sonrakilerce
sürdürülerek adlarıyla anılan tarikatlar oluşmasına neden oldu.
• Tasavvuf hayatının sistemleşmesine, hikemî ve felsefî bir boyut kazandıran önemli
simalar bu dönemde yaşadı.
• Tasavvufi hayat Basra, Kûfe, Horasan’dan yayılarak,Bağdat,Şam,Nişabur, Mısır’a kadar
uzandı.
• Tasavvuf Mektepleri
1)Nişabur Mektebi (Melamet ve Fütüvvet)
Horasan’daki tasavvuf anlayışı zamanla Nişabur da daha hakim ve yaygın hale geldi.Bu
mektebin temel anlayışı olan melâmetîlik anlayışı,dünyevîleşmeye tepki olan zühd gibi
şekle ve zâhire önem vermeye başlayan tasavvuf anlayışına bir tepkidir.Kurucusu
Hamdûn Kassâr ‘dır (ö. 271/884). Melâmi tasavvuf anlayışında melâmet ve fütüvvet
esastır. Melâmet nefsi ayıplamak, aşırılıklarına karşı durmak, amellerinde noksanlık
görmek anlamına gelir. Fütüvvet ise önceleri cömertlik, yiğitlik anlamına gelirken
sufiler bunu insanın kemale ermesi yolunda isâr,şikayet etmeyi terk ve nefisle
mücadele anlamında kullanmaya başlamışlardır. Levvame nefs düşüncesi bu anlayışta
önemli bir yer tutar. Nişabur bölgesinde yaşayan önemli sufiler
Hamdun el-Kassar:En öne çıkan sufisidir.
Bayezid-i Bestami:Sekr halinde söylediği ”Ben kendimi tesbih ederim, benim şanım ne
yücedir” ve “Cübbemin içinde Allah’tan başkası yoktur” sözleriyle hep tartışma
konusu olmuştur.
Yahya b. Muâz:Vecd, fena ve sekr ehli olup “aşk sarhoşu” tabirini kullanmıştır. Ona
göre kişinin muhabbetinin hakikati vuslatla artmadığı gibi ayrılıkla da azalmaz.
Ebû Hafs Haddâd:Tasavvufu bütünüyle edeb olarak görmüş, fütüvveti başkalarına
insafla muamele etmek ve başkalarından insaf beklememek şeklinde tanımlamıştır.
Cüneyd-i Bağdadi:Ona göre fütüvvet kendini görmemek ve mensubiyeti terk etmektir.
2)Mısır Mektebi (Marifet ve Muhabbet)
Muhabbet ve marifet kavramları çerçevesinde oluşmuştur.Öncüsü Zunnûn-i Mısrî,
Maruf-i Kerhi’yi takip etmiştir. O tarihlerde Yeni Eflatuncu fikirlerin yaygın olduğu
Mısır’da yaşayan Zunnun’a göre marifet tasavvuf yolunun gayesidir.
3)Şam Mektebi (Açlık ve Gece İbadeti)
Açlık ve gece ibadetine önem verilen bu mektepteki sufiler “cûiyye ve ehlü’l leyl”
olarak bilinirlerdi.Bu mektebin önde gelenleri Süleyman ed-Dârânî,Ahmed b. Ebi’l-
Havari, Ahmed b. Asım Antâki,Ebû Abdullah b. Cellâ ve Feth-i Mevsılî’ dir.
Süleyman Dârânî: Gece ehli tabirini ilk kullanan kişidir.Gece ehlinin gece
ibadetlerinden aldığı lezzet, eğlence ehlinin aldığı lezzetten çok fazladır.Gece ehlini
üçe ayırır. İlki düşünerek okuyan ve ağlayanlar, ikincisi düşündüğünde sayha (nâra
atmak) eden ve rahatlayanlar,üçüncüsü ise okuyan ve düşünen sonucunda ise
düştüğü hayret nedeniyle sayha etmeye mecali kalmayanlardır.
4)Bağdat Mektebi (Aşk ve Tevhid)
Tasavvufun felsefi bir boyut kazanmaya başladığı yerdir. Basra sufilerinin tesiri
görülen bu mektepte ilahi aşk ve tevhid en önemli kavramlardır. İlk sufi adını alan Ebu
Haşim Sufi, tasavvufun tarifini yapan ilk kişi olan,muhabbet ve marifet kavramları
üzerine yoğunlaşmış olan Maruf-i Kerhi , kalb,nefs,takva kavramlarının tasavvufi
anlamları konusunda ilk yorum yapanlardan Mansur b. Ammar, zühd ve verası ile
meşhur olan ve “yalın ayak” lakabıyla tanınan Bişrî Hafî bu mektebin önemli
sufileridir.Bu mektebin kurucusu sayılacak kişi Hâris el-Muhâsibi ‘dir.Nefs
muhasebesini tasavvufi düşüncesinin merkezine almıştır, 30 civarındaki eserlerinden
birisi “er-Riaye”dir. Başta Kuşeyri, Ebu Talip el-Mekki ve Gazali olmak üzere
kendinden sonraki sufilere tesiri çok büyüktür.
Cüneyd-i Bağdâdi diğer bir önemli sufidir.Sekri tercih eden sufilere karşılık,sahvı tercih
etmiş ve sekr halindeyken kalbe gelen halleri farketmenin mümkün olmadığını dile
getirmiştir. Tasavvufun en çok tercih edilen “Hakk’ın seni senden öldürmesi ve
kendisiyle diriltmesidir” şeklindeki tanımı Bağdadi’ye aittir.
“Ene’l Hak” sözüyle idam edilmiş, tasavvuf tarihinde en çok tartışılan kişilerin başında
gelen,Tavasin isimli eserin yazarı Hallac-ı Mansur’a sufiler temkinli yaklaşmakla
beraber fikirlerini genel olarak kabul etmişlerdir.
Bağdat mektebinin tasavvuf tarihindeki ayırt edici özellikleri:
-Tasavvufi ve kelâmi anlamda tevhid ve bu kavram çerçevesinde fenâ,bakâ,marifet ve
ilahi aşk
-Nefsin afetleri, kurb, üns, isâr, gaybet, huzur, üns,vecd gibi hal ve makamlar
Tasavvuf klasikleri
-er-Ri’âye li hukûkillah: Bu eser Haris b. Esed el-Muhasibi’ye aittir. Gazali’nin ihyasına
modeldir. Bir ahlak ve tasavvuf felsefesi ortaya koymuştur.İslamda tasavvufi yaşantıyı
ilk sistemleştiren eserdir.
-Hatmü’l -evliyâ: Hakim Tirmizi’nin bu eseri, tasavvuf felsefesinin ilk
kaynaklarındandır. Helenistik felsefe ve gnostik düşüncenin tesirilerinin görüldüğü
müellif, bu medenle “Hakim” adıyla anılır.Bu eserinde velayet konusunda orjinal
görüşler dile getirmiştir.
-Kitabu’l-Luma’: Ebu Nasr es-Serrac bu eseri,tasavvuf kavaramlarını ayrıntısıyla ele
alan ilk eserdir.Serrac bu eserinin bir bölümünde “sufi geçinenlerin yanlışları” adlı bir
bahis açar.Tasavvuf ilminin kaynakları ve ortaya çıkışı hakkında bilgi veren ilk eser.
-Kûtü’l-Kulûb: Ebu Talib el-Mekkî’ye ait bu eser,zikir, Kur’an okumanın adabı,
muhasebe-i nefs, sabır, rıza, havf, zühd, tevekkül gibi tasavvufi haller ve makamlar ile
ibadetlerden oluşan konuları içerir.
-et-Taarruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf: Ebu Bekir el-Kelabazi’ye ait bu eserde itikadi
konular, tasavvufi bakış açısıyla ele alınır ve sufilerin itikadi görüşlerine yer verilir.
-er-Risale: Kuşeyri’nin bu eserinde tasavvufun ehlisünnet düşüncesine uygunluğu
ortaya konularak sufi terminolojinin temel kavramlarına açıklık getirilir. En şöhret
bulan risaledir.
-Keşfü’l-Mahcûb: Hücvîrî’ye ait bu eserde, ilim, fakr, tasavvuf, kıyafet ve melamet
hakkında yapılan açıklamalardan sonra sahabe,tabiîn ve sufilerden toplam 114
biyografiye yer verilmiştir.12 tasavvuf yolundan bahseder.
-Menazilü’s-sâirîn: Müellifi Abdullah b. Muhammed el-Ensari el-Herevi’dir. Tasavvufi
makamları ele alır. 100 makam bulunur.
-İhyâu Ulumi’d-Din:Gazali’nin 4 ciltten oluşan bu eserinin birinci kısmı ibâdât (ilim,
akaid, ibadetler), ikinci kısmı muâmelât (ahlak ve adâb), üçüncü kısmı mühlikât (kalbî
hayatı öldüren hastalıklar), dördüncü kısmı da münciyât (tasavvufi hal ve makamlar)
ile ilgilidir.En çok okunan ve tanınan eser.Eserin amacı İslami inançları diriltmek için
tasavvufi düşünceyi sağlıklı bir zemine çekmektir.
-Safvetü’t-tasavvuf: Müellifi el-Makdisî’dir. Âdâb ve erkâna dair konuların ayet ve
hadislerle delillendirilmesi dikkat çeker.Dikkat çeken yön Melamiliğe yöneltilen
tenkitlerdir.
-Meşrebü’l-ervâh:Ruzbihân-ı Baklî’nin bu eserinin 1001 makam ihtiva ettiği söylenir.
-Avârifü’l-maârif: Ebu Hafs Ömer Sühreverdî bu eserde aldığı konuları Kur’an ve
sünnetten örneklerle desteklemiştir.63 bölüm vardır.Tekke adabından bahseder.
-el-Futûhâtü’l-Mekkiyye ve Fusûsü’l-Hikem: Müellifi Şeyhü’l Ekber olarak da bilinen
Muhyiddin b. Arabî’dir. Fütuhat’ın giriş kısmında Kudüs ve Medine’yi ziyaret ettikten
sonra Kabe’de bulunduğu sürede kendisine gelen ilham ve feyzleri bir araya
topladığını belirtmektedir. Fütuhatta yer alan konular arasında mantıki bir bağ
kurmak çok defa zordur. Sufilerin varlık ve bilgi nazariyesi ve kozmoloji ve metafizik
anlayışlarının yanı sıra nübüvvet, risalet, velâyet gibi hem zahiri hem de batıni yönü
olan bir çok konu hakkında özgün bilgiler verilen bu eser,toplam 560 babdan oluşur
ve çok çetrefilli bir dil kullanılmıştır. Fusûsu’l-Hikem ‘in girişinde ise Fusus’un
rüyasında kendisine Peygamber tarafından verildiğini ve aynen tarif edildiği şekilde
yazdığını belirtir.Eser, dilinin ağırlığından ve gördüğü ilgiden dolayı İslâmî literatürde
Hakkında çok şerh yazılan metinler arasında gelir.Hey Siri 27 bölüme ayırmış her
bölüme bir peygamberin adını vermiştir. Diğer eserlerinde dağınık halde dile getirilen
vahdet-i vücud öğretisi daha derli toplu bir tarzda bu eserde ortaya konulmuştur.
-Mesnevî: Mevlana Celaleddin-i Rûmî’ye ait olan bu eserin asıl adı “Mesnevî-i
Manevî” dir. Tasavvufun bütün konularını didaktik bir üslupla ele alan eser zengin bir
şey var yeteneğine de zemin hazırlamıştır, çok sayıda tercüme ve şerhi mevcuttur, en
çok şerh edilen ve en çok satılan kitaptır. 6 cilt 25618 beyit 560 babtan oluşur.
-el-Hikemü’l-Atâiyye: El-İskenderî’nin bu eserinin asıl konusu tevhiddir. İman, ibadet
ve tasavvufi üzerinde durulmuş ve kamil insan olmanın yolları gösterilmiştir. Eserde
son derece güçlü bir üslubun kullanılması nedeniyle, daha sonraki dönemlerde sufiler
arasında “namazda Kur’an’dan başka bir kitap okumak caiz olsaydı bu el-Hikem
olurdu “ sözü yaygınlık kazanmıştır. 264 hikmet,tefekkür ve ahlak kitabı.
-el-İnsanü’l-Kâmil: Abdülkerim el-Cîlî’ye aittir.İnsan-ı kamil düşüncesi çerçevesinde
ele alınmıştır.Bir mukaddime 63 babtan oluşur.
Sûfî Tabakâtı
-Tabakâtü’s-sûfiyye: Ebu Abdurrahman es-Sülemî bu eserinde sufileri 5 tabakaya
ayırmış ve toplam 103 sufinin biyografisine yer vermiştir.İlk 4 tabaka 20 son tab. 23
-Hilyetü’l-evliya ve tabakatü’l-asfiyâ: Ebu Nuaym Isfahâni’nin kaleme aldığı bu eser,
700 kadar zahid ve sufinin hayatını, fikir ve görüşlerini aktarmaktadır. Bu yöntemiyle
tasavufi hayatın sahabe döneminde de var olduğunu ifade etmek istemiştir. Şimdiye
kadar yazılan en geniş sufi tabakatı olma özelliğini taşır.Eserde dikkat çekici bir diğer
özellik, verilen bilgilerin senetleriyle aktarılmış olmasıdır.En geniş sufi tabakatı.
-Tezkiretü’l-Evliyâ: Feridüddin Attar’a aittir. 97 sufinin biyografisine yer verilmiştir.
-Tabakâtü’l-Evliyâ: İbnü’l-Mulakkın’a ait bu eserde 229 sufinin hayat hikayesine yer
verilmiş, bir sufinin talebeleride tanıtılarak sayı 577’ye çıkarılmıştır.
-Nefahâtü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds: Nureddin Abdurrahman b. Ahmed Camî’ye
aittir. 616 sufinin hayatına yer verilmiştir,Cami’nin vefatından 29 yıl sonra Lâmiî
Çelebi, Osmanlı Türkçesine 15 sufinin hal tercümesini ilave ederek tercüme etmiştir.
-et-Tabakatü’l-Kübra: Abdülvehhab Şaranî’ye aittir.Mısır ve çev. Sufiler tanıtıldı.
-el-Kevâkibü’d-Dürriyye:Eserin müellifi Abdurrauf Münâvî’dir. Mutezileyi reddiye var.
-Tibyâbu vesâili’l-hakâık fi beyâni selâsili’t-tarâık:Harîrîzâde Muhammed
Kemaleddin Efendi kaleme almıştır.167 tarikatı bilgi verir.
-Sefine-i Evliyâ:Hüseyin Vassaf’ın 5 ciltlik eseridir.
DİĞER (TEFSİR-TASAVVUF, HADİS-TASAVVUF ESERLERİ FİLAN)
Ebu Abdurrahman es-Sulemi: Hakaikut Tefsir
Abdulkerim el-Kuşeyri: Letaifu işarat
İbn Berrecan: Tefsirul Kuranul Azim ______________Tefsir-Tasavvuf
Abrezzak el-Kesani : Tevilatül Kuran
İsmail Hakkı Bursevi: Ruhul Beyan

Hakim et-Tırmizi: Nevadirul Usul


El-Kelebazi: Bahrul Fevaid
Ahmed er-Rİfai: Huletül ehlil Haluka Maalah____________________Tefsir-Hadis
Sadrettin Konevi: Şerhu Hadisi Erbain
İbn Ebi Ceme: Rehçetün Nufud
(diğer)Muhyiddün Arabi: Şeyhul Ekber
(diğer)Abdullah b.Mübarek: Kitabüzzühd
İlk Tasavvuf Silsileleri
Tasavvufta silsile, bir tarikatın birbirine icazet veren şeyhlerinin adlarını ihtiva eden
liste anlamına gelmektedir. Sufilere göre, Hz. Peygamber, başta ilk 4 halife olmak
üzere bir kısım ashaba hususi tarzda zikir telkininde bulunmuş, daha sonra bu zikir
usulleri devam ettirilerek tarikatlar/silsileler meydana gelmiştir. İlk tasavvuf silsileleri
tarikatların oluşmasından önceki silsilelerdir, günümüze kadar gelmemiş, tarikat
silsilelerine temel oluşturmuştur.
Adı Kurucusu Öne çıkan kavram
Muhâsibiyye Haris el-Muhâsibî Rıza
Kassâriyye Hamdûn b. Ahmed Kassar Melâmet
Tayfûriyye Ebu Yezîd Tayfûr b. Îsâ Bistâmî Sekr
Cüneydiyye Cüneyd-i Bağdâdî Sahv ve Temkîn
Nûriyye Ebu’l-Hüseyn Ahmed b. Muhammed Nûrî Îsâr
Sehliyye Sehl b. Tusterî Nefs ile mücâhede
Hakîmiyye Ebû Abdullah b. Muhammed Ali Tirmîzî Velâyet
Harrâziyye Ebû Saîd Harrâz Fenâ ve Bakâ
Hafîfiyye Ebû Abdullah Muhammed b. Hafîf Gaybet ve Huzur
Seyyâriyye Ebû Abbâs Seyyârî Cem ve Tefrîk
Tasavvuf Terimleri
Fütüvvet ve Ahîlik
“Yiğitlik, erlik, gençlik, mertlik” anlamlarına gelen fütüvvet, kişinin kendinde nefsi
adına bir erdem, hak ve üstünlük görmemesidir. Başkalarını kendinden daha önemli,
değerli ve saygın görmektir. Başkalarının hak ve çıkarını kendisininkinden önde
tutmak, toplumun ve diğer insanların kurtuluş ve mutluluğu için kendini fedâ
etmektir. Karşılıksız yardım ve iyilikte bulunmaktır. Tevâzuun daha ileri boyutudur.
Çünkü tevâzu sahibi, hakkı olduğunu görür ve onu bırakır; kendinde gördüğü erdemi
kendinden aşağıda olanlardan gizler. Fütüvvet sahibi ise erdem görmek bir yana,
kimseye karşı hak sahibi olduğunu iddia etmez, hatta herkese karşı sorumluluk
taşıdığına inanır.
Fütüvvet konusunda ilk eser es-Sülemî’ye aittir.
El-Kâşânî’ye göre fütüvvet ahlakının temel ilkeleri şunlardır:
-Düşmanlığı terk etmek
-Hatalardan vazgeçmek
-Eziyeti unutmak
-Sadece gözden değil, gönülden ırak olanlara da yaklaşmak
-Eziyet (kötülük) edene ikram (iyilik) etmek
-Haksızlık edenin özrünü kabul etmek
Fütüvvet, Abbasi halifesi Nâsır li-Dînillâh zamanında kurulup teşkilat halini almış ve
Selçuklular döneminde de faaliyetlerini sürdürmüştür. Fütüvvet teşkilatı, İslam
toplumunda, özellikle Bağdat ve Anadolu topraklarında tasavvufî ilkelere dayalı bir
ordu ve esnaf teşkilatının oluşmasını sağlamıştır. Esnaf ve zanaat erbabını
teşkilatlandırarak meslek loncaları oluşturmuştur.Fütüvvet ahlakını anlatan müstakil
eserlere Fütüvvetname adı verilir.
Ahîlik, Arapça’da “kardeşlik” anlamına gelir ve fütüvvetle aynı manaları taşır.
Anadolu’da Ahî Evran olarak bilinen Şeyh Nâsıruddîn Mahmud tarafından kurulup
teşkilatlandırılmıştır.
Ahîlerin temel özellikleri:
-Zaviyelerine gelenlere nazik ve kibar davranırlar.
-Yabancıların karınlarını doyururlar.
-Gelen misafirlerin her türlü ihtiyaçlarını karşılarlar.
-Halka zulmeden zalimlere karşı savaşırlar.
-Her ahînin mutlaka bir işi ve sanatı, geçim kaynağı vardır.
-Başlarında, aralarından seçtikleri bir reis bulunur.
-Seçilen reis bir zaviye kurar.
-Reis, zaviyenin içini döşeyerek her türlü ihtiyacını karşılar.
-Ahîler, gündüz kendi işlerinde çalışırlar.
-Günlük kazançlarını ikindiden sonra reislerine getirirler.
-Toplanan paralar, zaviyenin giderleri için harcanır.
-Şehre gelen yabancıları, zaviyeye davet eder ve orada misafir ederler.
-Eğer misafir edecek yabancı bulamazlarsa, kendileri toplanıp yemek yer, ilahî söyler,
zikir çeker ve semâ ederler.
-Sabah namazından sonra işlerine gitmek üzere zaviyeden ayrılırlar.
Melâmet
“Kınama, ayıplama, kötüleme, karalama” anlamlarına gelen melâmet, kınayanların
kınamasından çekinmeden doğru yolda yürümektir. Kim halkı Hak yola davet etse,
herkes onu, kınamaya, kötülemeye başlar. Hak yolundaki erlerin kınanmayı göze
almaları ve buna aldırış etmemeleri gerekir. Melâmetîler’in pîri Hamdûn Kassâr:
“Melâmet terki selâmettir” der. Melametin 3 temel esası vardır:
-Kınayanın kınamasından korkup çekinmemek
-Hayrı (yaptığın iyilikleri) gizlemek,şerri (kendi kötü yönlerini) açığa vurmak
-Kendi nefsini ayıplamak, kötülemek, kınamak
Sülemî’ ye göre sûfilik ve melâmetilik arasındaki farklar:
-Sûfilerin saf, hırka ve tac gibi belli bazı kıyafetleri vardır, melâmet ehlinin ise belli bşr
kıyafeti olmamakla beraber onları halktan ayırmak mümkün değildir.
-Sûfiler ibadet, zikir, semâ ve vecd gibi manevi halleri gizlemezler, melâmet ehli ise
gizli tutar.
-Sufilerin belli bir tarikat adabı, erkanı ve evradı, kısacası tarikat törenleri
vardır.Melâmet ehli her türlü merasimden kaçınır, yalnızca sohbete önem verir.
-Melâmetî; “ibadetini gizli tutan, ama günahını açığa vuran kimse “ olarak tanımlanır.
-Melâmetî, gösteriş ve kendini beğenmeden şiddetle kaçınır, ihlasa büyük önem
verir.
-Melâmetî, farzı terk etmemek, haramı işlememek şartıyla, özellikle halkın kınamasına
yol açan konuları bilerek ve isteyerek yapar.Kınana kınana nefsini ezeceğine ve yola
getireceğine inanır.
Ortaya çıkışından itibaren Melâmetîlik üç aşama geçirmiştir:
-Kassâriyye Melâmetîliği: Hamdûn Kassâr’ın kurduğu ilk dönem melâmetîliği
-Bayramiyye Melâmetîliği: Dede Ömer Sikkînî’nin kurduğu ikinci devre melâmetîliği
-Nûriyye Melâmetîliği: Muhammed Nûru’l-Arabî’nin kurduğu son devir melâmetîliği
Sekr-Sahv
Sekr, sarhoşluk, mest olmak, kendinden geçmek, kendini kaybetmek anlamına gelir.
Sâlikin güçlü bir manevi hal sebebiyle kendinden geçmesiyle elde ettiği rûhî/manevî
haz ve zevktir. Zahiri ve bâtıni kayıtları bir yana bırakıp Hakk’a yönelen sekrân (manevi
sarhoş), cemal tecellisini seyredince sekr halini yaşar, ruh haz duyar, kalb sermest
olur. Sekr halini yaşayan sufî, her şeyi Allah ile her şeyde Allah’ı görür, her sesle O’nu
anar.
Sekr halindeki sâlik, şer’i hükümlere aykırı sözler söyleyebilir, davranışlarda
bulunabilir. Bu durumdaki dayanaksız sözlere dikişsiz şatahât veya doğrudan
şatahât denir.
Sahv ise ayıklık, kendinde olma hali, kendine gelme, uykudan uyanmak anlamlarına
gelir. Hislerini yitiren ve kendinden geçen ârifin hissine geri dönmesi; kendinden
geçen salikin manevi tecrübeden sonra kendine gelmesi, bilinç ve idrak durumuna
geri dönmesidir.
Sekr hali mi sahv hali mi daha üstündür, sufiler arasında tartışılmıştır. Coşkun bir
tasavvufu savunanlar sekri, temkinli bir hayatı tercih edenler ise sahvı savunmuşlardır.
Tasavvuf tarihinde Bâyezîd-i Bistâmî, Yahya b. Muâz er-Râzî ve Hallâc-ı Mansûr sekri;
Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkadir Geylâni ise sahvı savunur.
Fenâ-Bekâ
Fenâ, yok olmak, hiç olmak, silinmek anlamına gelir. Nesnelerin, Allah’ın dışındaki
bütün varlıkların (masiva) sufinin gözünde silinmesi ve kulun kendi fiillerini
görmemesidir. Kulun benliğinin kaybolmasıyla tevhîdin gerçekleşmesi demektir. Kul,
Allah tefekküründe o derece boğulur ki, benlik bilincini de kaybeder; buna fenâ fi’t-
tevhîd denir.
3 türlü fenâ vardır:
1- Fenâ fi’l- kusûd: Kulun kendi kişisel irade ve arzularına göre değil de Allah’ın irade
ve isteklerine göre davranması, kendi iradesini Allah’ın iradesinde yok etmesidir.( Lâ
maksûde illallâh)
2- Fenâ fi’ş-şuhûd: Allah’tan başka bir şey görmeme, aşk ve vecdin etkisiyle her şeyi
Allah’ın tecellisi olarak görmek ( Lâ meşhûde illallâh)
3- Fenâ fi’l-vücûd: Varlıkta fani olmak; her şeyi hem Hak olarak görmek, hem Hak
olarak bilmek; bu hâle zevkle ulaşmak (Lâ mevcûde illallâh)
Cüneyd-i Bağdâdî, fenâ konusunda üçlü bir derecelenme öngörür:
a- Amel ve ibadetleri yerine getirmeye çalışarak ve nefsin istek ve arzularına karşı
çıkarak kötü sıfatlardan fânî olmak.
b- Tamamen Allah’a yönelerek ibadetlerden zevk alma duygusundan da fânî olmak.
c- Nihayet Allah’ı müşahede etmenin farkına varmaktan da fânî olmak.
Kâşânî’ye göre basitten mükemmele doğru fenâ aşamaları:
a- Şehvetlerden fani olmak: Kişide nefsin kötü niteliklerinin ortadan kalkması.
b- İstek ve arzulardan fânî olmak: Dış organlarıyla ve kalbiyle kötü istek ve şehvetten
fânî olma halidir.
c- Hak ile tahakkuk eden kimsenin fenâsı: Bu kişi Allah dışında hiçbir şeye arzu
duymaz, çünkü Hak kendisiyle birlikte başkasının bulunmasına izin vermez.
d- Vecd ehlinin fenâsı: Hakk’a olan yakınlığı, kişinin başka bir varlığı algılamak bir yana,
kendisini bile idrak etmesine izin vermez.
e- Vücûd sahibinin fenâsı: Hak’ta fânî olanın halidir. Kişi kendini ve başkalarını
algılayabilir, fakat bir varlık görmez, varlığın yalnızca Allah’a ait olduğunu görür, bilir
ve anlar.
Seyr ü sülûk sırasındaki eğitim sürecine göre fenânın çeşitleri:
a- Fenâ fi’l-ihvân: Tarikatta ihvan ve kardeşlik sevgisini gönle yerleştirip ihvânın arzu
ve isteklerini kendi arzu ve isteklerinin önünde tutmaktır.
b- Fenâ fi’ş-şeyh: Sâlikin kendi irade ve isteklerini yok edip yerine şeyhininkileri
koymasıdır.Şeyhte fânî olmasıdır.
c- Fenâ fi’l- pîr: Şeyhte fânî olmayı gerçekleştiren sâlîke şeyhi, tarikat pîrinde fânî
olmayı öğretir, onu pîrin etkisine terk eder.
d- Fenâ fi’r-Resûl: Sâlikin Hz. Peygamber’in şahsında sevgi ve aşkla erimesi, onun
kişiliğinde fenâ bulmasıdır, onun sıfatlarıyla bezenmesidir.
e- Fenâ fillâh: Sâlikin kendi beşerî sıfat ve vasıflarından, arzularından sıyrılıp Allah’ın
sıfatlarıyla donanmasıdır.
Fenâ, kulun varlığını görmekten fânî olması, bekâ ise bütün hükümlerde Allah’ın
varlığını müşahede etmesidir.
Beka, kulun, Allah’ın her şeyi ayakta tuttuğunu, O’nun dışındaki her şeyin yok
olacağını, ancak Allah’ın sonsuza dek kalıcı olduğunu görmesidir. Kulun kendinde
olandan geçip, Allah’a ait olanla kalıcılığa ermesidir. Bütün varlıkların kişi için tek şey
haline gelmesi ve bütün hareketlerinin Allah’a muvâfakat halinde bulunmasıdır.
Bakanın dereceleri:
a- Kötü huyların ve davranışların yok olması fenâ, yerlerini güzel huyların ve iyi
davranışların alması bakadır. Tahliye ( kötü huyun boşaltılması) ve tahkiyedir ( iyi
huyun doldurulması).
b- Kulun kendi sıfatlarından sıyrılması fenâ, Allah’ın sıfatlarıyla donanması bakadır.
c- İnsanın, kendini, çevresindeki yaratılmışları ve eşyayı görmeyip yalnızca Allah’ı
görmesi bakadır.
Fenâ halinin devamı, kulluk görevlerini yapmaya engel olduğundan, baka haline
dönmek esastır.
Cem’- Fark
Bir araya gelme, toplama, birlik, bütünlük anlamındaki cem’ , halkın gözden silinip
sadece Hakk’ı müşâhede etmektir. Bu, Hakk’ı halksız görmek, halkı değil yalnızca
Hakk’ı seyretmek, bütün eşya ve varlıkların Allah sayesinde var olduklarını görmek,
her şeyi Allah’tan görmektir. Bu, öncesiz ile sonradan olan arasındaki ayrılığın ortadan
kalkmasıdır. Eşyaları ayırt edici akıl, kadîm olan zât nurunun kendisine galip
gelmesiyle örtülü kalır. Hak geldiğinde batıl kaybolduğundan, sonradan olma ile
öncesiz olma arasını ayırt etmekten uzaklaşır. Bu hale cem adı verilir. Başka bir tanıma
göre, insanı aleme iltifat etmekten alıkoyacak şekilde, himmetin sadece Hakk’a
kulluğa odaklaşmasıdır. Birliği çoklukta görmektir ki bu, bütün isim ve hakikatleri
içeren birliği bakımından zâtın müşâhedesidir.
Cem’u’l-cem , sâlikin sadece hakikat sultanını görmesidir. Allah’ta bütünüyle
silinmesidir. Halkta Hakk’ı görmek ve halk olmaksızın Hakk’ı görmektir.
Aynü’l-cem, bütün fiillerin hakiki ve tek fâili olarak Hakk’ı görmektir.
Ayrılık, ayırt, başkalık alâmeti, ayırmak, seçmek, seçilmek anlamlarına gelen fark, halkı
Hak olmadan görmek veya kulluğu görmektir. Çoklukta birliği, birlikte çokluğu,
herhangi bir karşılıklı engelleme olmaksızın görmek demektir. Beşerî hallere yaklaşma
ve kulluğu yerine getirme açısından kulun çabasına fark denir. Buna göre, Allah
tarafından olan lütuf ve ihsanlar da cem adını alır.
Allah, bir kimseye ibadetini veya başka bir fiilini müşâhede ettirirse, o kul tefrikadadır.
Tefrika, kul ile Rab arasındadır.
Bağdâdî:“Vücûdda (Allah) kurbiyet cem, beşeriyette kaybolma tefrikadır.”
Nasrâbâdî:”Sâlik, fark makamında Hakk’ın sıfatlarına, cem makamında nazar eder.”
Şîrâzî:”Cem, Hak ile olan şeydir; tefrika ise Hak için olandır.”
Cem ile fark,ışık ile karanlığın birbirini takip etmesi gibi, daima birbirini izler, cem hâli
çıkınca fark, fark zâhir olunca cem yok olur.
Aşk
Arapça’daki ışk kelimesinden türeyen ve “şiddetli ve aşırı sevgi; bir kimsenin kendisini
tamamen sevdiğine vermesi, sevdiğinden başka güzel görmeyecek kadar ona düşkün
olması” manalarına gelen aşkın sözlük manası ise sarmaşıktır.
İslami literatürde aşk, ilahi (hakiki aşk) ve beşeri (mecazi/uzrî aşk) olmak üzere iki
anlamda kullanılmıştır. Hem ilahi hem mecazi anlamda aşk, edebiyatın özellikle de
tasavvuf edebiyatının ana temalarından birini oluşturmuş ve böylece bu kavram
etrafında geniş bir aşk edebiyatı meydana gelmiştir.
Hallâc-ı Mansûr, Bâyezîd-i Bistâmî, Mevlana ve İbnü’l Arabî başta olmak üzere bazı
mutasavvıflarda tam anlamıyla aşk hali mevcuttur.
Mecnun ve Leyla, Cemil ve Büseyne gibi aşk hikayelerini ilahi aşkın değişik bir biçimi
olarak gören mutasavvıflar, Allah aşkını herkesin anlayabilmesi için bir takım
benzetmeler kullanmışlardır. En önemlileri; kadın, pervane-mum, ateş, gül-bülbül ve
bâde misalleridir.
Rıza
Sızlanmama, yakınmama, hoşnut ve memnun olma, beğenme, izin, müsaade
anlamlarına gelen rıza, kalbin, ilahi hükmün akışı karşısında sükûnet halinde
bulunmasıdır. Rıza makamına erenler, Allah’tan Rab olarak razı oldukları gibi, iyi veya
kötü her hallerinde de tasarruf sahibi ve mâlik olarak ondan razı olurlar.
Kulların mânevi derecelerine göre rıza çeşitleri:
a- Şehitlerin rızası: Vusûl isteği olmadan onların Allah’a olan sevgiledir.
b- Sıddıkların rızası: Sürekli yükseliş içinde olduklarından, onlarınki manevi
menzillerde hazır olana rıza göstermekten ibarettir.
c- Mukarrebînin rızası: Hak’tan halka dönüş sırasında her şeye razı olmak şeklindedir.
Ruveym b. Ahmed el-Bağdâdî: “Rıza, kendisine isabet eden belalardan dolayı kişinin
haz duymasıdır.”
Cüneyd-i Bağdâdî: “Rıza, iradeyi ortadan kaldırmaktır.”
el-Kannâd:” Rıza, kaderin acı tecellileri karşısında kalbin huzur ve sükûn halinde
bulunmasıdır.”
İbn Atâ:”Rıza, Hakk’ın ezeli tercihini gören salikin, onun, kendisinin kendisi için yaptığı
tercihten daha iyi olduğunu kavrayarak kızmayı ve şikayeti bırakmasıdır.”
Rıza, başlangıçta kulun çabasına bağlı olarak elde edilir; fakat rızanın ileri düzeyleri ve
sonu ise Allah vergisi olup haller arasında yer alır.
İbâhiyye
Kendilerini tasavvuf fırkası olarak nitelendiren bazı zümreler, bâtına önem vererek
şer’i hükümlere bağlı olmadıklarını iddia etmişlerdir. Bu tür hükümlerin, eşyanın
özünü kavrayamayan halk kesimini ilgilendirdiğini ileri sürerek dinen yasak olan bazı
uygulama ve düşünceleri kendilerine mübah saymışlardır. Bâtınîler, Karmatîler ve
İsmailîler gibi İbâhiyyeler de böyle bir zümredir. Bu düşünceyi savunanlar, genelde
manevî hallerden ve hakikatlerden bahsederken, kulluk boyunduruğundan da
kurtulup hürriyete kavuştuklarını, Allah’a vuslat hali ve hakikati ile muttasıf olduklarını
söylerler. Nefsaniyetlerinin yok olup fena mertebesine ulaştıklarını, işledikleri
haramlardan veya işlemedikleri farzlardan dolayı azarlanıp yerilemeyeceklerini iddia
etmişlerdir. Kendilerini denize benzetirler. Nasıl ki denizi pislikler kirletemiyorsa,
kalbimizi de hiçbir haram kirletemez derler. İleri sürdükleri iddialardan biri de
nefsimize hükmetmek gücüne sahip olmadığımız için onu haramdan, kötülüklerden
men edemeyiz.
Tasavvufun esasları
a)Gizli ve aşikârede sevgisinden dolayı Allah’a ibadet ve kulluk etmek, korkusundan
dolayı da O’na itaat etmekten ibaret ‘takva’dır.Takva, ihlas, doğru niyet ve vazifelere
iltizamla gerçekleşir.
b)Sünnete uymakla ‘istikamet’tir. İstikamet de, Allah’ın hududunu muhafaza etmek,
hayrın kemali ve güzel ahlakla gerçekleşir.
c)Kendisini maksadı olan Allah’tan alıkoyacak ister ameller olsun, ister şahıslar olsun
büyün mahlukattan yüz çevirmektir. Bu da zühd ve sabırla gerçekleşir.
d)Darlıkta ve genişlikte Allah’tan razı olmaktır. Bu kanaat ve tevekkülle olur.
e)Allah’a sığınarak tevbe ve inabeyle O’na dönüşür. Bu ise zikir ve şükürle gerçekleşir.
Gazali ve Sünnî Tasavvuf
Mişkâtu’l-Envâr : Gazali’nin en önemli eserlerindendir. Tahakkuktan sonra
varidatlarla her sufinin kendisine açılan hakikat denizinde ehlisünnet akidesi içinde
anlaşılması gerekenleri Mişkat ile aydınlatmıştır. Bu eserini üç kısma ayırır:
Birinci bölümde gerçek nurun Allah olduğunu beyan eder. “Nur” isminin aslında Allah
hakkında kullanıldığını, diğer aydınlık varlıklara mecaz olarak söylenildiğini iddia eder.
Nur, bizatihi görülen ve başkasını gösterenden ibarettir;güneş, ay, ışık veren ateş...
Bu, duyularla hissedilen nurdur. Nûrların özel bir sırası vardır. İlk kaynağa kadar
yükselir ve orada son bulur. İlk kaynak Zatına başkasından nur gelmeyen, nurların
hepsinin kendisinden doğduğu, bütün nurların kaynağı, cevherinde ihtiyaçsız ve hakiki
olan aslî nurdur. Ondan başkaları ödünç olarak nur ismin almışlardır, O’na nisbetle
bizatihi muhtaçtırlar. Ödünç alan muhtaçtır, ihtiyaçsız olan ödünç verendir.
İkinci bölümde, temsilin sırrından, metodundan bahsederken Eflatunculuğun
misallerini sunar. Sonra süflî alemde ortaya çıkan nurları ve görülen alemdeki, yani
duyular alemindeki misalleri ortaya koyar. Görülen alemle görülmeyen alem
arasındaki bağ, yükselişin devamı ve ilahi huzura ulaşmak için zorunludur.
Üçüncü fasılda, Allah, zatında, zatına, zatıyla tecelli eder, örtü örtülene nisbetledir der
ve yaratılanlardan örtülmüş olanları üçe ayırır. Bir kısmı yalın zulmetle, bir kısmı yalnız
saf nurla, bir kısmı da zulmetle birleşik olan nurla örtülmüş olanlardır. Bu faslın
sonunda nurların makamlarından ve saliklerin mertebelerinden bahseder.
Tehafütül Felasife: Gazali bu eserinde felsefecileri eleştirmiştir. 17 mesele üzerinden
filozofların çelişkiye düştüğü yerleri söyler.
Filozofların kullandığı yöntemin temelsizliğini ve tutarsızlığını ortaya koymak suretiyle
onlar hakkında iyimser düşünenleri uyarmayı amaçladığını belirten Gazzâlî, bir tez
ortaya atarak değil sorgulayarak ve reddederek onlara karşı çıkacağını, filozofları
sıkıştırıp kesinliğine inandıkları şeyleri geçersiz kılacağını belirtir (s. 9). Tehâfütü’l-
felâsife’deki temel iddiaya göre filozofların öğretileri tutarsızdır, doğru
temellendirilmemiştir; yargıları incelemeye ve kesin bilgiye değil zan ve tahmine
dayandığı için aralarında görüş birliği yoktur.
iŞRAKİ GELENEK
Işraki geleneğin kurucusu Şehabettin Sühreverdi’dir. O tasavvufun kurucuları sayılan
Bestami, Hallac gibi sufileri kendi deyimiyle müteellih hakimlerden (İlahiyatçı filozof)
saymıştır. Nazari hikmetin keşf ve şuhudla birleştirilmesi ile hikmete ulaşabileceğini
söyler. Yaşadığı dönem itibariyle tasavvufu, felsefeye karşı felsefenin araçları ile
savunmuştur. Suhreverdi ne kendinden önceki sufilerin ne de akıl ve nazarı kullanan
filozofların yolunu tutmamıştır. Hikmetü'l İşrak eserinde zevk tasavvuf ile nazar ve
düşünceye dayanan felsefe arasında bir sistemden bahseder.
İşrak yolunun saliki; başlangıçta nurların müşahedesine engel olacak bahs
(araştırma) ve nazarın engelini ortadan kaldırmak için felsefeyi kullanır. Sonra da
nihayetsiz olan parıltılara ulaşmak ve devamını sağlamak gayesiyle de nefsin terbiye
metodunu kullanması gerekir.
Hikmetü'l İşrak ın başında Suhreverdi, kitabın teellüh ve bahsin ikisini de talep eden
için olduğunu yazmıştır. Sadece araştırma isteyenlere meşşainin yolunun gerektiğini
dile getirir. Işrakilerin işlerinin fikirler olmadan düzenlenemeyeceğini söyler.
Bu geleneğe en çok rağbet gösteren Şemsettin Şehrezuri’dir. Anadolu'da işraki
felsefe düşüncesi Sadrettin Konevi gibi birçok Sufi tarafından yayılmış ve İsmail Hakkı
Bursevi aracılığıyla da günümüze kadar ulaşmıştır.
EKBERÎ GELENEK
İslam’ın ilk yıllarından itibaren Cüneyd-i Bağdâdî’ye İbnü’l Arabi’ye kadar Kitap ve
sünnete bağlılık, Allah’a itaat ve ibadet, kalbi masivaya muhabbetten temizlemek,
daima Allah’tan korkmak sufilerin karakterleriydi. İbnü’l Arabi ile birlikte nefsin hal ve
keyfiyetlerinden daha çok, onun hakikati ve mahiyeti meselesi, âlemin ne şekilde
meydana geldiği, bu meydana girişte ilk şeyin ne olduğu soruları ele alındı; tasavvufun
felsefesine girişildi ve İslam’ın tevhit akidesi vahdet-i vücûd şekli altında, akıl yoluyla
da isbat edilmeye çalışıldı. Vahdet-i vücut sisteminin kurucusu İbnü’l Arabi’nin
Futûhât-ı Mekkiye’sindeki bu nazariyyeye dair esas fikirleri, eşya, esma ve sıfatlarını
tecellileridir; ona göre Allah havadisin yani sonradan meydana gelenlerin mahalli
değildir. Ne O eşyaya; ne de eşya O’na hulul edemez ve eşya ile birleşmesi muhal ve
mümtenidir. Vahdeti-i vücud akılla temellendirilmiş, dinî ve tasavvufi bir meslektir.
İbnü’l Arabi, Allah’ın bütün zatî sıfatlarını kabul etmekte ve bu sıfatların Kur’an da
bildirildiğini tasdik etmektedir. Her ne kadar eşya, Hakk’ın vücudu ile ayakta durmakta
ve O’nun ike var olmaktaysa da, ancak var edenle var olan aynı şey değildir. Var eden,
Hakk; her çeşit noksan sıfatlardan münezzehtir, yarattıklarına benzemez. İbnü’l Arabi
ve Mevlana’dan sonra vahdet-i vücud, kendisine pek çok taraftar bulduğu gibi,
muhaliflerle de karşılaşmıştır. Bu düşüncenin tanınmasında ve yaygınlaşmasında en
önemli görevi Fusûs şerhleri üstlenmiştir. En doğru yol; vahdet-i vücûdu inkar
etmeyerek, anlayamadığı bir meseleyi Allah’a havale ederek, söz ve hareketleriyle,
zahiren ve batınen, amelî ve itikadî olarak Rasulullah’a ve şer’i şerîfe tâbi olan zatları
tekfir etmemektir.
Tasavvufun kurumsallaşması
1- VI/XII. 100 yıl öncesi ve sonrası arasındaki farklılıklar
Önceki dönemde tasavvufi anlamlar daha sade bir dille anlatılıyordu.Bu dönemde
ilahi aşk, nur, marifet gibi tasavvuf anlayışını dile getiren yeni terimler oluşturulmuş
ayrıca eskilerine yeni anlamlar yüklenmeye başlamıştır.
a. İlahi aşk: Tasavvuf tarihinde Rabiatü’l Adeviyye ile başlayan Allah sevgisine dayalı
bir hayat tarzı Bayezid-i Bistami, Hallac-ı Mansur Yedi Sofiler başta olmak üzere bir
sonraki bir çok Sufii tarafından benimsenmiştir. İlk Sufiiler Allah sevgisini ifade
ederken “hûb, muhabbet, habîb, mahbûb” Gibi kelimeleri kullanırken daha sonrakiler
“aşk, aşık, mâşuk” gibi kelimeleri kullanmaya başlayınca ilahi aşk kavramı
doğmuştur.Aşk kavramını ilk defa muhabbetten ayırarak etraflı bir şekilde ele alan
sufi Ahmet Gazali’dir. Alemin yaratılışını ve devamını aşk esasına dayandıran
sufiler,bu esasla uyuşmayan İblis ve cehennem telakkîlerinin değişik bir yorumunu
yapmışlardır.Bu yoruma göre İblisin Allah’tan başkasına secde etmeyi reddetmesi
onun Allah’a olan aşkının bir sonucudur. Eğer maşuku uğurunda en büyük azaba
katlanmak aşk ise bunu en iyi şekilde İblis yapmıştır.
b. Nur: İmam-ı Gazali’nin tasavvufu “nur “ ağırlıklı bir anlayış temelini oturttuğu
bilinmektedir. Gazali bu hususu açıklamak üzere Mişkâtü-l envâr adlı eserini kaleme
almıştır. Ona göre Allah en yüce ve hakiki bir nurdur diğer bütün nurların da kaynağı
O’dur. Bütün varlıklar onurun yansımalarıdır. Bu nurların sayılamayacak kadar
dereceleri vardır. Kaynağından uzaklaşan nurların nurluluk derecesi azaldığından
karanlıkları artmaktadır. Gazali bu görüşleriyle tasavvufta İşrakıyye’nin kurucusu olan
Sühreverdî’ye ilham kaynağı olmuştur.
c. Vahdet-i vücûd: anlayışın esaslı bir şekilde ortaya konması Muhyiddin İbnü’l Arabî
tarafından gerçekleştirilmiştir. İbnü’l-Arabî’nin görüşleri daha çok el-Fütûhâtü’l-
Mekkiyye ve husûsiyle Füsûsü’l- hikem Abla eserleri vasıtasıyla sonraki nesillere
aktarılmış “şeyhü’l- ekber” ünvanı sebebiyle görüşleri çerçevesinde oluşan mektebe
Ekberiyye denilmiştir.İmam-ı Rabbani varlığın birliği anlayışının seyri sülûkun ileri
mertebelerinden birinde meydana geldiğini belirtmiş, bu mertebede her şeyin tek
varlık olarak göründüğünü, yani varlıkta birliğin ontolojik bir geçerliliği olmayıp
yalnızca görüntüden ibaret olduğunu, söz konusu mertebe aşıldığında zâtın gölgeleri
olan kainatın farklı bir varlığa sahip olduğunun bilindiğini vurgulamıştır.
d. Seyr u sülûk: sözlükte “yola girmek, yolda yürümek, katılmak, intikal etmek“ gibi
anlamlara gelir. İlk dönem tasavvuf klasikleri nde insanı Hakk’a ulaştıran bütün fiilleri
kapsayan geniş bir kullanıma sahip iken VI/ XII. yüzyıldan itibaren daha çok “Hakk’a
ulaşma yolunda belli tasavvufi âdâp ve erkânın uygulanması” anlamını kazanmış ve
aynı anlama gelen “seyr” kelimesiyle birlikte kullanılmıştır.
e. Pîr: Farsça “ihtiyaç, tecrübeli kimse” manasına gelir. Günümüze kadar gelen
tarikatların teşekkül ettiği VI/XII. Yüzyıldan sonra bir kavramı kurumsal bir anlam
kazanmış, tarikatı kurucusunda pir ya da piri tarikat adı verilmiştir. Mesela
Abdülkadir-i Geylânî Kâdirîliğin, Ahmed er- Rıfai Rifâîliğin, Mevlana Celâleddin-i Rûmi
Mevlevîliğin pîri olarak anılmıştır. Bazı tarikat kurucularına pir-i evvel denir.Tasavvufi
uygulamalarda güncelleme yapan da Pir-i Sani. (Her pir şeyhtir ancak her şeyh pir
değildir)
f. Halîfe: sözlükte “birinin arkasından gelmek, yerine geçmek“ gibi manalara gelen
halife kelimesini ilk defa tasavufi anlam yükleyen İmam Gazali olmuştur. İnsanın Allah
tarafından üflenen bir ruh taşıdığına ve Allah’ın Âdem’i kendi suretinde yarattığına
dikkati çeken Gazâli Allah ile insan arasında manevi mahiyette özel bir münasebetin
bulunduğunu belirtmiş ve insanın Allah’ın halifesi olmasını da bu münasebete
bağlamıştır. Halife ve hilafet konusunu tasavvufun temel kavramı haline getiren ise
Muhyiddin İbnü’l Arabî ve takipçileridir.Ona koru Allahım halifesi, isim ve sıfatlarıyla
kendisinde en mükemmel biçimde tecelli ettiği insân-ı kamildir. Mülk
Allah’ındır;insan-ı kamil bu mülkte O’nun halifesi, yani vekilidir.
g. Râbıta: Sözlükte “bağlamak” manasındaki “rabt” Kökünden türeyen ve “iki şeyi
birbirine bağlayan ip; alaka ,bağ, münasebet” anlamlarına gelir. Tasavvufta salikin
kamil bir mürşide gönlünü bağlaması, onun suret ve sîretini (hem yüzünü hem ahlak
ve davranışlarını) düşünmesini ifade etmektedir. Tasavvuf yolunda mürid şeyhin
manevi halini kendi üzerine yansıtabilmek için ona gönülden bağlanmalı ve
sevmelidir. Bu sevginin gücü nispetinde müride şeyhten manevi hal sirayet etmekte,
böylece kalbi dünyevi şeylerden temizlenerek Allah’ı hatırlar hale gelmektedir.
h. Silsile: Tasavvufta bir tarikatın birbirine icazet veren şeyhlerinin isimlerini ihtiva
eden liste anlamına gelmektedir. Silsileler ilk dönemlerde muhtemelen şifahi olarak
aktarılmış, tarikatların yaygınlaştığı VI. yüzyıldan itibaren kayda geçirilmeye
başlanmıştır. Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddin-i Kübra’nın müridi
Radıyyüddin Ali Lala’ya verdiği icazetname Hz. Ali’ye ve onun kanalıyla Hz.
Peygamber’e ulaştırmıştır, silsilelerin ilk yazılı örneklerinden biridir.
2-Tarikatların Teşekkülü
Kur’an’da ve hadislerde müminlerin dünya hayatına ve maddi zevklere dalmamaları,
ahirete manevi değerlere öncelik vermeleri, asıl ebedi hayatın ölüm sonrasında
bulunduğu dünyanın ise fani bu uygulanmıştır. Bütün bu uyarılar ehlisünnet
seçkinlerin ahiret hayatına dünya hayatından daha fazla önem vermelerine sebep
olmuş Allah’ı görüyormus gibi ibadet eden takva sahibi bir mümin olmak hayatın
gayesi haline gelmiştir. Öte yandan kalplerin ancak Allah’ı zikretmekle tatmin olacağı,
müminlerin Allah’ı çokça zikretmesi gerektiği, iyi ve temiz kalbe sahip olanların diğer
bütün organlarının da iyi ve temiz hale geleceği gibi hususların ayet ve hadislerde
vurgulanması da dini hayatın temeline Allah’ı çokça zikretme ve kalp temizliği
konularını yerleştirmiştir. Bu hayat tarzına II/VIII. yüzyıldan itibaren “tasavvuf”
denemeye başlamış, bunu benimseyip uygulayanlara da “sufi” denilmiştir. İlk
dönemlerden itibaren Tasavvuf ehli, bu hayatın dışında gördükleri “avam,dünya ehli”
kimselerle kendi aralarında farklı ölçülerde de olsa mesafe bırakmayı tercih ederek
ayrı gruplar oluşturmuşlardır. Zira avam nefsani tutkuları, dünyevi menfaat ve hazları
az veya çok bağımlıdır.Tasavufi hayatta manevi kardeşlik bağı ile birbirine bağlanan
fertlerin bir araya gelerek sohbet ve zikir yapmaları, zaman zaman da inzivaya
çekilmeleri için hankahlar kurulmaya başlanmıştır. Sonraki dönemlerde dergah, tekke,
zaviye gibi isimlerle de anılan bu merkezlerin düzenli bir şekilde çalışması ve
maksadına uygun faaliyetlerde bulunması için uyulacak birtakım kurallar, adap ve
erkan tarzında kitaplar kaleme alınmıştır.İleri gelen sufilerin anlayış ve
yaşayışlarındaki kısmi farklar başından beri mîzac, karakter, meşrep farklılıkları olarak
değerlendirilmiş, tasavvufi hayata eğilimli olanlar için bunlardan kendi meşreplerine
en uygun olanı tercih etme imkanı sağlanmıştır.III/IX. yüzyılla Birlikte ortaya çıkan
akımların en önemlileri Haris el-Muhasibi, Serî es-Sakati, Cüneyd-i Bağdadi gibi
sufilerin temsil ettiği Bağdat mektebi ile Bayezid-i Bistami, Hamdun el-Kassar gibi
sufilerin temsil ettiği Nişabur mektebi olmuştur. İlkinde daha ziyade tevhid ve marifet
anlayışı vardır, harekete tasavvuf, mensuplarına sufi deniliyordu. Dış görünüşe önem
verdikleri için toplumda ayrı bir zümre olarak farkediliyorlardı. İkincisinde melâmet ve
fütüvvet anlayışına ağırlık verilmiştir, harekete melamet, mensuplarına melameti
denilmekteydi. Halktan biri gibi görünmeyi tercih ediyorlardı.
3-Tarikatların ortak unsurları
1) İnsani unsurlar
Tarikatların hedef kitlesi insandır. Tarikat eğitimi, insanın içsel gelişimini sağlamayı,
davranış bozukluklarına gidermeyi ve insanın Kemal’e ermesini gerçekleştirmeyi
hedeflemektedir. İnsani unsurlar şu şekilde sıralanabilir:
a- Pîr ve Pîr-i Sânî: Tarikat kurucuları ne pir adı verilmektedir. Tarikat kurucuları
“Sahib-i tarikat“, “Şeyh-i tarikat“, “Pir-i tarikat“, “Serçeşme” gibi ifadelerle anılır ve
tarikat ona nispet edilir. Şeyh vefat ettiği zaman genellikle tarikatın adap ve erkanı
düzenli ve sistemli halde bulunmadığından bu tarikata girenlerin tarikat esaslarını iyi,
kolay ve doğru kavramalarını sağlamak için tarikat ve ona ilişkin esaslar düzenli ve
sistemli bir hale getirilir,bunu o şeyhin manevi mirasını devralmış, ehliyetli bilgili ve
deneyimli halifelerden biri yapar. Bunu yapan şeyhe “Pir-i sanî” veya “İkinci bani”
denir. Genellikle tarikat nihai şeklini “pir-i Sani” ile kavuştuğundan tarikatın ikinci
pirlerine büyük önem ve değer verilir.
b- Şeyh ve Halife: Tarikata giren kimseleri, o tarikatın seyr u sülûk esaslarına göre
yetiştirme, onları denetleme yetkisine sahip şahsiyetlere şeyh denir. Bu şeyh ta’lim ve
sohbet şeyhi değil terbiye ve süluk şeyhidir. Bir anne veya baba bir çocuğu nasıl
terbiye etme hakkına sahipse şeyh de o şekilde mürit ve dervişleri terbiye hakkına
sahiptir. Böyle bir görev ve sorumluluğu vardır. Allah’tan gelen feyiz ve bereketin şeyh
kanalıyla müritlerin kalbine aktığı düşünülür.
Birinin yerine geçen, arkasından gelen, vekil olan kişi anlamına gelen halife; tasavufi
ıstılah olarak, şeyhin müritlerinin yetişkinleri arasında, kendisi gibi mürşid-i kâmil
olmaya ve insan yetiştirmeye manevi yetenek kazananları, irşad ile görevlendirdiği
kişiye denmektedir. Halifelik makamına gelen kimseye, şeyh tarafından ehliyetname
veya şehâdetnâme anlamına gelen “hilafetname“ verilir. Hilafetname; tasavvuf
yolunda, usulünce seyr u sülukunu tamamlayarak, belli menzilleri aşıp irşat
kabiliyetini elde eden kişiye, mürşitlik yapabilirliğini göstermek üzere, şeyh tarafından
verilen mühürlü vesikaya verilen isimdir.Tasavvuf tarihinde ilk devirlerde böyle bir
belge olmamakla beraber sonradan şeyhlik taslayanların çoğalmasına karşı bir önlem
olarak ortaya çıkmıştır. Bu belgeye bazen icazetname denilirdi. Bu belge sınırsız
yetkiler için verildiği gibi bazen sadece zikir telkin etme veya rüya tabir etme gibi
görevler içinde verilebilir.
c- Muhib, Talib, Mürid ve Sâlik: Şeyhin etrafında bir müritler topluluğu mevcuttur.
Müridler ve dervişler şeyhlerine tam bir teslimiyet içerisinde bağlıdırlar. Her önemli
işte onun iznini alırlar, her davranış ve duygularının şeyhe malum olduğuna inanırlar.
Şeyhin emir ve tavsiyelerine muhalefet etmeyi veya verilen vazifeyi ihmal etmeyi
helak olma sebebi sayarlar. Bazı kimseler şeyhe intisap etmez, tarikata girmez ama
sufileri ve ehlullahı sever, meclislerine devam eder, hayatlarını kolaylaştırmak için
ellerinden geldiğince onlara yardımcı olurlar. Bunlara Muhib/ sempatizan denir.Bazı
muhibler zamanla talib olur ve şeyhe intisab edebilirler. Mürid olmak isteyen kişiye
tâlib denir. Talib, Düşünüp taşındıktan sonra müsait olmaya karar verip bir mürşit
aramaya başlar. Bazılarında merit olma arzusu ,ani’den de hararetli bir şekilde içine
doğar. Bu arzuya irade denir. Arada şeyhi çabuk bulanlar olduğu gibi, pîrini bulmak
için yıllarca araştıranlar ve diyar diyar gezenlerde vardır.
Hidayet nuruyla kendi kusurlarının farkına varıp kemale ulaşma arzusunda olan ve bu
olgunluğun eğitimini verecek bir mürşide bağlanan kişiye mürid denir.
Seyr u sülûkunu devam ettirmekte olana sâlik, tamamlayıp Hakk’a vasıl olana ise vâsıl
adı verilir.
d- Silsile: Hemen her tarikatın kendisini Hz. Peygambere dayandıran bir silsilesi
mevcut olup bunlar hakkında pekçok eser yazılmıştır. Hz. Peygamberin soyundan
gelenlerin içinde bulunduğu isnâd “ silsile-i zeheb/altın silsile”, “silsile-i
sâdât/seyyidler silsilesi” diye adlandırılmıştır. Müesseseleşme döneminde icâzetin
olması bir şeyhin gerçekliğinin delili olarak görülmüştür.
2)Fiilî Unsurlar
a- Zikir: Tarikatların temeli olanı zikir, gelişigüzel yapılan bir hareket olmayıp bunun
çeşitli safhaları vardır ve bunlara riayet şarttır. Her tarikat kendi zikir meclislerinin
adap ve erkanını tespit eder ve sâliklerin buna uymalarını ister. Tarikatlarda zikir ya
Kelime-i tevhid ya da esma-i hüsnâdan biri ile belli sayıda tekrar ederek yapılır.
Zikirden asıl olan diğer varlıklarla ilgili duygu ve düşünceleri kalpten atarak Allah’ı
anmaktır. Her tarikat kendine mahsus zikir tarzları geliştirmiş,Zikri esas alınacak
isimleri tespit etmiş, topluca veya tek başına yapılan zikirlerle ilgili belli adap Erkan
benimsemiştir. Şeyhin önerisi ile müridin bireysel olarak gerçekleştirdiği zikre
vird/evrad, okuduğu duaya hizb/ahzab ve gece yapılan zikre vird-i leylî adı verilir.
• Sema’: İlk asırlarda dini musiki anlamına gelen Sema, mevlevilik tarikatının
zikrine verilen isimdir. Ayakta ve dönerek, musiki eşliğinde icra edilir. Zikir esnasında
dervişler hareketleriyle çeşitli dini-Tasavvufi temaları sembolize ederler. Bir adı da
mukabeledir. Mevlana zamanında bir nizama bağlı kalmaksızın dini ve tasavufi bir
coşkunluk vesilesiyle icra edilen Sema, daha sonraki devirlerde bir nizama bağlanmış;
icrası öğrenilir ve öğretilir olmuştur. Sema’nın yapıldığı alana ‘semahane’ denir.
Daireselliği, evreni sembolize eder. Şeyhim oturdu kırmızı poz, Mevlana’nın rakamı
kabul edilir. Güneş batarken gökyüzü nasıl kırmızı olursa, Mevlana da güneş batarken
vefat etmiştir. Postun kırmızı rengi vuslatı yani Allah’a kavuşmayı anlatır.
Semazenlerin başlarına giydikleri “sikke”; insanın kötü huylarının yani nefsinin mezar
taşını, “tennûre” nefsinin kefenini, üstüne giymiş olduğu “hırka” ise nefsini simgeler.
• Hatm-i Hâcegân: Nakşibendiyye tarikatında şeyhin huzurunda oturarak icra
edilen zikirdir. Sessiz olarak (hafi) yapılır. Herkes okuyacağı dua, ayet ve selevatı
şeyhin işaretleriyle okur.On kişiden fazla ise büyük hatme, değilse küçük hatme
yapılır. Rabıta ile başlar, silsile şeyhlerini ihtiva eden bir dua ile sona erer. Hatme
esnasında gözler kapalıdır.
• Darb-ı Esmâ: Halvetîlerim toplu zikridir. Halka halinde oturarak hafifçe
sallanarak yapılır. Vücudun hafif hareket etmesi masivadan sıyrılmak için bir vesile
olarak kabul edilir. Haftanın belli günlerinde Halvetiye tekkelerde cehrî olarak topluca
yapılan zikre “darb-ı esmâ, devrân, hadrâ” adı verilir. Devran da ilahiler okunur. Zikir
yapılırken musikiye önem verilir.
• Zikr-i Kıyâm: Ayakta ve sesli olarak yapılan bu zikir Rıfai ve Sa’dîlerin zikirlerine
verilen isimdir. Rıfai tarikatında zikir esnasında şeyhin makamının önünde beline kılıç
kayışı bağlamış iki mürid hazır bekler.Her bir tarikatta icra edilen dediki
merasimlerinin bir edebi adabı vardır. Zâkirlerin ilahi huzurda oldukları bilincine
ermeleri, manevi coşku edinmeleri, kalplerini Hakk’a rabtetmeleri esastır.
• Devrân: Kâdirî zikri olup ayakta, oturarak ve dönerek yapılır. Kadirilik tarikatı,
ayinlerinde zikir tarzlarından “Cehri“ ve “kıyam“ usulünü benimsemiştir. Kıyam
zikrinde yanyana dizilip karşılıklı saflar oluşturulur, adım atılmadan bel hizasına kadar
eğilip doğrularak, dizler üzerinde yaylanarak veya beden ile başı sağa sola döndürerek
sağlanan, belli bir ahenk içindeki hareketlerle zikredilir.Ama asıl Şakir, ayakta durarak
icra edilen tarzdadır.Devranın her bir usulü bir manaya işarettir. Bir şeyhin devran
yaptırış tarzı onun tavr-ı sülukunu yani ruh-ı insanînin ma’den-i asliyesinden alem-i
şehadet’e gelişini ve tekrar oraya vuslatını ifade eder Buda aynı zamanda vuslatın
zevkine ermek ve “kurbet” makamına ulaşmak demektir.
• Bedevi Topu: Bedevîlikte esas olan Kalbi zikir olmakla birlikte, zamanla ciddi
zikirde önem kazanmış, oturarak veya ayakta yapılmıştır. Bedevi ayin sırasında
dervişlerin heyecanı artınca, birbirlerine sarılarak zikre devam etmelerine “bedevi
topu” denilmiştir.
• Zikr-i Erre: Prensiplerini Ahmet Yesevî’nin koyduğu Yesevilik, ciddi zeki usulünü
benimsemiştir. Zikir esnasında ses, boğazdan hızar veya üç kız sesi gibi çıktığından,
buna zikr-i erre, zikr-i minşâri ve bıçkı zikri gibi isimler verilmiştir.
b) Halvet, Çile ve Erbaîn: Tasavvufun eğitim usüllerinden biri de halvettir. Hayrete
karar verildiğinde müridin halktan ayrı ve uzak bir yere çekilmesi şarttır. Çünkü
halktan uzak olunca zahiren ve Batı’nın Hakk’a olan yakınlık artar. Ayrıca bu hazırlık
aşamasında halvet süresi boyunca kişiye gerekli olan ilimlerin de öğrenilmesi
zaruridir. Bunlar öncelikle temel dini meselelere dair ilimlerdir. Bunların dışında asıl
yönlendirici olan şükür,amel, vera’ ve tevekkülün de bilinmesi gerekir. Merit halvete
çekildiği halvethaneyi kabir,cübbesini de kefen olarak kabul etmelidir. Halvet ile
salikin gönül dünyası aydınlanmaya başlar. Salikin halvet esnasında gerçekleştirdiği
ibadetler, zikirler, tesbihler, virdler, dualar, gözyaşları ve tövbeler içini yıkar. Halvet
uygulaması 40 günle sınırlıdır. Salik gündelik yaşamın önemli bir evresinde şeyh
tarafından halvetle özel bir eğitime tabi tutulur. Halvet nefsi kontrol altında tutma
eğitimidir. Halvet eğitimi bir temrin, bir riyazet ve mücahede eğitimidir. Zorluklarla
baş edebilme eğitimi, sıkıntılara göğüs germeyi becermektir.
c) Seyr u Süluk: Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmaktır.
• Seyr İlallah: Nefsten gerçek varlık tarafına doğru yapılan seferdir. Salik, Hakk’ın
sevgisine ermek için farz, vacip ve nafile olarak kendisine emredilen ahkâma sarılır ve
onları ifaya çalışır.
• Seyr Fillah: Salikin Hakk’ın ahlakıyla süslenerek beşerî zaaflardan sıyrıldığı seyr
derecesidir. Kulun nafilelere devam ile Hakk’ın, kendisinin gören gözü, tutan eli,
duyan kulağı olması halidir. Hakk’ın sıfatları ile ahlaklanmak, O’nun isimlerine
tahakkuk ettirmek suretiyle Hak’ta en yüksek ufka yükselmektir.
• Seyr Maallah: Salik için “ahadiyet “ mertebesinin idrak edildiği ve cem’
duygusunun hakim olduğu seyr makamıdır. Salik, zahir ve batın ikiliğinden kurtulur,
veliliğin sonuna ulaşır ve Ehadiyet makamı elde edilir. İkilik hali bulundukça “kâbe
kavseyn” , yok oldukça “ev ednâ” diye isimlendirilir.
• Seyr Anillah:Tevhit ve cem’ makamına ermiş olan salikin teklikten çokluğa,
Hak’tan halka yönelişidir. Seyr u sülûkun tamamlanmasından sonra salikin irşad
amacıyla halkın arasına karışmasıdır. Seyr ilallah ve seyr fillah ile velilik makamına
ulaşılırken, seyr maallah ve seyr anillah ile mürşidlik makamı ve yetkisine kavuşulur.
d) Seyahat: Tasavvufi eğitimin erdirici yollarından biri de seyahattir. Tasavvuf
düşüncesinde kişinin durağan ve statik değil dinamik ve hareketli olması önemlidir.
Dar çerçevede kalan kişilerin ufku çevresi ile sınırlıdır. “Seyahat edin ki sıhhat
bulasınız“ , “çok yaşayan değil çok gezen bilir“, “işleyen demir ışıldar“ gibi sözler ile
seyahatin bir ruh ve beden eğitimi olduğu vurgulanmaktadır.
3)Maddî Unsurlar
a) Tekke: Tekke, Farsça bir kelime olup dayanılacak ve sığınılacak yer ve makam gibi
anlamlara gelmektedir. Tasavvufi bir ıstılah olarak; dervişlerin ve tarikat ehlinin
toplanıp şeyh ve ya halifesinin gözetimi altında zikir, ayin veya ibadet ettikleri, seyr u
süluk ile meşgul oldukları, nefs terbiyesi gördükleri, ruhen ve ahlaken eğitilip olgun ve
yetkin kişiler haline geldikleri yere verilen isimdir. Küçük tekkelere “zaviye“,
büyüklerine de “dergâh veya hânkâh” denilir.Bütün tekkelerin bağlı bulunduğu ve
merkez tekke durumunda olana da “Âsitâne” denilmektedir.
b)Tarikat Kıyafetleri
• Hırka: Mürid adayı, şeyhine biat ederek mürid olur. Müridliğe kabul edilen
talibe belli bir usul ile bir hırka giydirilir. Buna irade, müridlik hırkası denir. Hırka
giymenin, tarikata girmek gibi bir anlamı vardır. Hırka giymek, mürid adayını şeyhin
kabul ettiğinin, dolayısıyla Hakk’ın da kendisini kabul ettiğinin simgesidir.Sadece
Allah’a muhtaç olduğunun, O’nun dışında kimseye muhtaç olmadığını simgeler.
• Kemer: Bir defaya mahsus olmak üzere şeyh tarafından dervişe tekbir ile
kuşatılan, şeyh ve tarikata bel bağlamayı sembolize eden, beş altı parmak
genişliğinde, yünden dokunmuş, kenarları deri ile çevrilmiş kaıln kuşağa denir. Kemer,
hizmete bel bağlayışı temsil eder. “Kemer sıkmak” tabiri kendini canla başla tarikata
vermek anlamında kullanılır.
• Tâc: Tarikatlarda şeyhlerce giyilen özel başlıklara taç denir. Kimi tarikatlar
taçlarına kendilerine özel isimler vermeyi yeğlerler. İlk dönemlerde mutasavvfılar ayrı
bir başlık giymezlerdi. Ama sonradan, diğer insanlardan kendilerini ayırmak için, taç
adı verilen başlıklar kullanmaya başladılar.Zamanla taçların biçimi, rengi değişerek
farklılaşmış, tarikatların birbirinden ayrılmasını sağlayacak bir yapı kazanmıştır.
Taçların üst kısmına kubbe (kabir taşına benzer), başa geçen kısmına lenger adı verilir.
Ayrıca üzerine destâr denen bir sarık (kefeni simgeler) sarılır.
• Seccâde ve Post: Tarikatta tarikat pîrinin makamı anlamında kullanılır.Şeyhin
oturduğu post, tarikat pirinin makamıdır. Şeyh o posta oturmakla pîri temsil etmiş
olur. Bundan dolayı şeyhe “post-nişîn” de denir. Seccade namaz kılmak için
kullanılır.Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarına işaretle seccadede dört köşe
bulunur.
• Keşkül: Bir nevi çanaktır. Büykü Hindistan cevizinden yapılır. İki ucuna bir ip
bağlanarak tutulur. Bazı dervişler bununla dolaşır, yiyecek toplayıp tekkeye götürür.
Gezgin dervişler keşkülü çölde su kabı yaparlar. Aç kalırlarsa ve muhtaç düşerlerse
“şey’en lillah (Allah rızası için)” diyerek kumbara olarak kullanırlar. Bundaki asıl amaç
nefs-i emmareye derstir (nefsi eğitmek için).
• Teber ve Nîze: Teber, dervişlerin yanında taşıdıkları baltadır. Esasen bir savaş
aletidir, iki yüzlü olanı da bulunur. Derviş bunu şehirde, çölde, dağda gezerken taşır,
hayvan ve haşeratı uzaklaştırmak için de kullanır. Nîze, nacak ve şiş de aynı gaye ile
kullanılır.
4)Ortak Dil
Agâh etmek: Farsça, uyandırmak anlamına gelmektedir. Mevlevi tarikatında mutfakta
görev yapan iç meydancının, sabah ezanından evvel, tekke odalarında yatanları
kapılara vurarak “agâh ol dedem” diyerek uyandırmasıdır. Uyuyan dervişin hafifçe
yastığına el ucuyla sağ elinin parmak uçlarıyla vurulur ve yavaş bir sesle, adıyla hitap
edilerek söylenirdi ki bu, uyan demektir.
Tarikatlarda Adap ve Erkanın Oluşumu
Tasavvufta zamana, mekana, muhataba, hale ve makama göre belirlenen adap
vardır. Allah'a vuslat yolunda uyulması gereken kurallar bütününe adap ve erkan
denir. Bu kurallar bütününe uymamak, manevi eğitimde başarısız olmayı ifade
ettiğinden usul, adap olmaksızın vuslatın gerçekleşmeyeceği benimsenmiştir.
Adabü’s-sülûk, sufilerce keşf ve müşahede makamına ermek isteyen kişinin riayet
etmesi gereken kurallar bütünüdür. Bunlar;salik bütün amellerini şeriatin gereklerine
sünnetin kriterlerine uydurmalı,Nefsini maddî kirlerden arındırmalı,Batınını cismani
kayıt ve kaygılardan kurtarmalı,Mahlukatı fena gözüyle görerek kendisini Allah'tan
alıkoyacak her şeyden kaçınmalı ,bu arada yaptığı ameli bir mükafat beklentisi ile
değil sırf Allah rızasını gözeterek ifade etmelidir.
Tekkelerin kurulmaya başlamasıyla bu mekanlara özgü düzenlemeleri de içeren bir
takım adet ve görenekler oluşmaya başlamıştır. Günlük hayattaki konuşma tarzından
uyumaya kadar Derviş'in bütün hayatını tamamı ile kuşatan bu kurallar tarikatların
teşekkülü ile daha da belirginleşmiştir.
Mutasavvıfların sohbetlerinde bulunanların, bir şeyhe bağlananların ve tarikatta
girenlerin uymaları gereken adap ve erkandan, süluk eğitimi esnasında yerine
getirilmesi gereken esaslardan bahseden, bu itibarla müritlere yol göstermek üzere
kaleme alınan eserlere genel olarak “adabü'l müridin” , “vesaya”, “tarikatname”,
”hurde-i tarikat” ,”mi'yar-ı tarikat” gibi isimler verilmiştir.Bu eserlerin geçmişi
tarikatların teşekkülünden öncesine kadar uzanmakta olup , bunlar içerisinde . Haris
b. Esed el-Muhasibi'nin Adabü'n nüfus ve Kitabü'n-nesaih, Hakim Tirmizi'nin Adabü'l-
müridin gibi eserleri örnek olarak zikredilebilir.
Ebu Said Ebü'l Hayr, Tekke mensuplarının uymaları gereken adabı şu şekilde
zikreder:
-Elbiseleri temiz olmalıdır,
-Mescidde adabına uygun oturmalıdır,
-Namazlarını ilk vaktinde cemaatle kılmalıdır,
-Gece namazlarına devam etmelidir,
-Seherlerde Tevbe istiğfar ile meşgul olmalıdır,
-Tan yeri ağardıktan güneş doğana kadar Kur'an okumalı, dünya kelamı
söylememelidir,
-Akşam namazı ile yatsı arasında zikirle meşgul olmalıdır,
-Muhtaçlar ve zayıflarla ilgilenmelidir, onları incitmemelidir,
-İzin almadan bir şey yememelidir,
-İzin almadan seyahate çıkmamalıdır.
Halvetilige dair en kapsamlı adab kitabının müellifi olan Muhammed b. Hasan el-
Halveti müridin zikir esnasında uyması gereken adabı;
-Temiz bir yerde oturmak
-Diz çöküp kıbleye yönelmek
-Oturulan yeri ve elbiseleri Güzel kokularla hatırlamak
-Giydiği elbiseler de en küçük bir kul hakkı bulunmamak
-Karanlık bir yer seçmek
-Kalp gözünün açılması için kafa gözünü yummak
-Zikir boyunca mürşidini gözü önünde tutmak
-Açık ve gizli zikir arasında fark görmemek
-İhlas ve sıdk üzere olmak
-Zikir için kelime-i tevhidi seçmek
-Zikrin manasını sürekli olarak kalbinde yaşatmak
-Masivayı kalpten çıkarmak şeklinde sıralamıştır .
Başlıca Tarikatlar
Kadiriyye
Abdülkadir-i Geylani tarafından Irak'ın Bağdat şehrinde kurulan Kadiriyye tarikatı
İslam dünyasının en yaygın tarikatlarındandır. Soyu baba tarafından Hz Hasan'a anne
tarafından Hz Hüseyin'e ulaşan Abdulkadir -i Geylani'nin birçok çocuğu olmuş ve
Kadiriyye bunlar vasıtasıyla oldukça geniş çevreye yayılmıştır.Abdulkadir Geylani
Bağdat'ta dini ilimleri tahsil ettikten sonra tasavvuf yoluna girdi. Kendisine tahsis
edilen medrese de ders okutmaya başlayan Geylani aynı zamanda irşad faaliyetlerini
sürdürdü. Kadiriyye tarikatında zikir cehri olup, Tevhid ve lafza i Celal (Allah
ismi)zikrinden ibarettir.Toplu olarak yapılan zikir Devran şeklinde icra edilmektedir.
Rifaiyye
Ahmet er-Rifai tarafından Güney Irak'ta Kufe, Vâsıt ve Basra arasındaki Betâih
bölgesinde kurulmuştur. Kurucusunun nisbesinden dolayı Rifaiyye diye bilindiği gibi
ismine izafetle Ahmediyye, kurulduğu bölge olan Betaih’e nispetle Betaihiyye
adlarıyla anılmaktadır. Günümüzde Türkiye'de Rufaiyye şeklinde söyleyenler de
vardır.
Rifaiyye Tarikatı Irak'ın Betaih bölgesinden Suriye Hicaz Yemen Mısır ve bazı Anadolu
şehirlerine yayılmıştır. Günümüzde Mısır, Suriye, Yemen, Irak, Türkiye ve Balkan
ülkelerinde varlığını sürdüren tarikat Balkanlar'dan Avrupa ülkelerine Amerika Birleşik
Devletleri, Kanada ve Avustralya'ya kadar ulaşmıştır.
Silsilesi Hz Ali'ye dayanan Rifaiyyede tek başına yapılan bütün zikirler müridin kendi
işiteceği kadar yüksek sesle (cehri)icra edilir.Toplu zikir ise hem oturarak (kuudi)hem
ayakta (kıyami)yapılmaktadır.
Bazı gün ve gecelerde zikir sırasında Burhan denilen kerametlerin izharıda söz
konusudur.Ismi celal zikrinin hızlandığı bir sırada zikri yöneten şeyh kılıç, şiş, tığ, topuz
gibi aletleri zikir yapan dervişler arasından seçtiği kimselerin yanak, karın, gırtlak, göz
çukuru ucu gibi vücudun değişik yerlerine saplar. Burhan göstermekten maksadın
Allah dilemedikçe ateşin yapmayacağı kesici aletlerin kesilmeyeceği vahşi hayvanların
zarar veremeyeceğini ispatlamak olduğu belirtilmektedir.
Sühreverdiyye
Ebu Hafs Şehabeddin Ömer es-Sühreverdi tarafından Bağdat'ta kurulmuştur.Şeyh
Şehabeddin’in yetişmesinde amcası ve şeyhi Ebun- Necib es-Sühreverdi'nin önemli
rolü sebebiyle tarikatının kuruluşunu Ebun Necib'e kadar götürenler de
vardır.Sühreverdiyye Irak'la birlikte Suriye, İran, Pakistan, Hindistan, Çin, Türkistan
bölgelerinde yayılmış zamanla Hindistan'ın en yaygın tarikatlarından biri haline
gelmiştir. Sühreverdiyye tarikatında zikir oturarak(kuudi) ve sesli (cehri/celi)olarak
kelime-i Tevhid çekmekten ibarettir.
Zeyniyye
Zeynüddin Hafi'ye nispet edilen ve Horasan'ın Herat şehrinde kurulmuştur.Zeyniyye
15. Yüzyılın başlarında kuruluşunun ardından yayıldığı geniş coğrafyada halkla birlikte
üst düzey alimlerin ve yöneticilerin de ilgisini çekmeyi başarmış,ancak bu konumunu
uzun süre devam ettiremeyerek 16. Yüzyıldan itibaren etkisini yitirmeye başlamıştır.
Ebheriyye,Evhadiyye,Zahidiyye
Kutbüddin el-Ebheri ile Ebheriyye tarikati teşekkül etmiştir.Kutbüddin el- Ebheriden
sonra silsile Rukneddin-i Sücasi vasıtasıyla Evhadüddin-i Kirmani'ye ulaşmış ve bu
silsileden Evhadiyye tarikatı vücut bulmuştur.Şehabeddin Mahmut ve Cemaleddin-i
Tebrizi ile Ibrahim Zahid-i Geylaniye ulaşan silsileden ise Zahidiyye tarikatı meydana
gelmiştir.
Selefiyye
Safiyyüddin-i Erdebili tarafından kuruldu için Safeviyye diye bilindiği gibi
Azerbaycan'ın Erdebil şehrinde kurulması sebebiyle Erdebiliyye diye de anılır.
Bayramiyye
Bir Türk şeyh olan Hacı Bayram-i Veli'ye nispet edilen Ankara merkezli Bayramiyye
tarikatı daha kurucusu hayattayken geniş çerçeve yayılmıştır. 17. Yüzyılın ilk yarısında
da Aziz Mahmut Hüdayi' ye nispet edilen Celvetiyye kolu doğmuştur.
Bayramiyye tarikatında Safeviyye'de olduğu gibi esma zikri uygulanır.
Halvetiyye
Halvetiyye tarikatının kurucusu Ömer el-Halvetidir.Tarikatta ikinci pir olarak kabul
edilen Seyyid Yahya-'yi Şirvani ile Halvetiyye Azerbaycan topraklarında önce ciddi
gelişme göstermiştir.Ruşeniyye, Cemaliyye, Ahmediyye, Şemsiyye şeklinde dört ana
kola ayrılan halvetiyye de zamanla 40'ı aşkın şube meydana gelmiştir.
Halvetiyye tarikatı Anadolu'ya Amasyalı Pir İlyas tarafından getirilmiştir onun ve
halifelerinin gayretleriyle Amasya ve Tokat civarında yayılmıştır.Tarikatın Osmanlı'da
geniş çerçeveye yayılışı ise Yahya-'yi Şirvani'nin Anadolu halifeleri ile oluşan farklı
silsileler vasıtasıyla 15 yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerçekleşmiştir.
Sa'diyye
Suriye'de teesüs eden Şam merkezli Sa'diyye tarikatı Sa'deddin Cebavi'ye nispet
edilmiştir.
Yeseviyye
Türk şeyhi Hoca Ahmet Yesevi ye nispet edilen Yeseviyye tarikatı 6 ve 12 yüzyılda Orta
Asya'da teşekkül etmiştir.
Bektaşiyye
Yesevi dervişlerinden Hacı Bektaşi Veli 7 ve 13 yüzyılda Anadolu'ya gelerek
Sulucakarahöyük'te dergahını kurmuş ve onun adına nispetle bektaşiye tarikatı
doğmuştur.
Nakşibendiyye
Bahaeddin Nakşbend'e nispet edilen Nakşbendiyye tarikatı islam dünyasının en yaygın
ve etkili tarikatlarından birisidir. İmamı Rabbani ile birlikte 11. ve 17 .yüzyılda
Hindistan'da teşekkül eden Müceddidiyye kolu da Nakşbendiyye'yi Hindistan'ın en
faal tarikatlarından biri haline getirdi.
13 ve 19 yüzyılın ilk yarısında Halid-i Bağdadi ile oluşan Halidiyye kolu hemen hemen
bütün Arap topraklarında Türkiye'de ve Kürtlerin yoğun olduğu bölgelerde
Müceddiliğin yerini aldı.Nakşbendiyye silsilesi Hz ebubekir'e dayanmaktadır.Tarikatta
kelimat-ıKudsiyye diye anılan onbir İlke müridin günlük hayatta ve zikir sırasında
riayet etmesi gereken unsurlardır.Nakşbendiyye'de genellikle zikr-i hafi icra
edilmektedir.
Kübreviyye
Necmettin Kübraya nisbet edilen tarikat Orta Asya’da teşekkül etmiştir. Kolları
zehebiyye ve Nurbaşiyyedir.
Medyeniyye
Ebu medyene nispet edilir. Kuzey Afrika kaynaklı ilk tarikat olarak anılır.
Şaziliyye
Ebul Hasan eş şazili tarafında libyada kuruldu. Kolları Zecrukiyye ve Mirganiyye
Bedeviyye:
Ahmed el Bedevi tarafından Mısırda kurulmuştur. Ahmediiye diye de bilinir.
Desukiyye:
Abdülaziz ed-Desuki tarafndan Mısır-Desukta kuruldu.
Çiştiyye:
Hasan el-Cişti tarafından Hindistanda kurulmuştur.
Mevleviyye:
Mevlana Konyada kurdu. 2 zıt kolu var; veled ve şems kolu. Silsilesi Hz.Ali
Ekberiyye:
Bazıları ibnul arabi bazıları en Nablusi kurdu der
Hızıriyye:
Hızırdan ruhani olarak hırka giymek suretiyle tarikata girenler.
A) Tasavvufun Tesir Halkası
1-Tasavvufun Kültürel Hayata Tesirleri
Tasavvuf İslam düşünce ve hayatının en orijinal ve özgün yönlerinden biridir.
Tasavvufun beşeri bilimler, edebiyat, güzel sanatlar ve musiki sahasında
gerçekleştirdiği tesir halkaları şunlardır.
a. Tasavvuf ve Felsefe
İnsanın ve eşyanın hakikatini tanıma gayreti olarak ele alındığında felsefe ile
tasavvufun konusu aynıdır.Ikisi de ontolojik ve epistemolojik ve hatta etik
yaklaşımlarla, bilgi ve kaynağı, ahlaki değerleri inceler. Felsefe aklı esas alırken
tasavvuf kalbi ve keşfi esas alır. İmamı Gazali ile tasavvuf büyük oranda eleştirilerden
kurtularak sağlam temeller üzerine dururken yine onun yazdığı felsefe eleştirisi olan
"Tehafütü'l felasife" nedeni ile felsefe ile arası açılmış gibi görünmektedir. Konuları
itibarı ile birbirine bu kadar yakın olan iki disiplinin ayrıldıkları yöntem ve olayları ele
alıştaki konum farklıdır.
b.Tasavvuf ve Psikoloji
Tasavvuf bireyin kamil bir insan olabilmesi için yaşadığı seyrü süluktur.İnsanın iç
dünyasına yönelmesidir.İç çatışmalardan kurtulan insan, kendini tanıdıkça Rabbini
gerçek manası ile tanımaya (marifet) başlar.Tasavvuf ile insanın iç dünyasını ve buna
bağlı davranışlarını inceleyen psikoloji ile yakın irtibatı vardır.
c.Tasavvuf ve Sosyoloji
Tasavvuf her ne kadar ferdi planda yaşanıyor gibi gözüksede yapısı itibariyle bir
mürşid-i kamilin kontrolünde ve rehberliğinde olmasıdır.Tekkeler ve imarethane gibi
yapılar İslam toplumlarının çok önemli sosyal yapısı durumundadır.Bu yönüyle insan
topluluklarını ve sosyal olayları inceleyen sosyoloji ile yakın irtibatı bulunmaktadır.
d.Tasavvuf ve İktisat
İnsanı ilgilendiren her hususta tasavvufun bir irtibatı vardır.Bu irtibat çoğu zaman
sistemli ve kurumsal boyuttadır. Tasavvufun ilgili olduğu bu konulardan
biri de ekonomidir.İnsan sınırsız istek ve arzu ile doludur.Ancak imkanlar sınırlıdır. İşte
bu noktada tasavvuf tevekkül ve rıza gibi kavramlarla kişileri manevi yönden eğitirken
çoğu zaman yanlış anlaşılan "bir lokma bir hırka" prensibi ile tüketim konusunda
askeri bir vizyon kazandırmaya çalışır. Ahilik Teşkilatı gibi oluşumlarla özellikle
Osmanlı ticaretinde tasavvufun büyük bir yeri olmuştur.
e.Tasavvuf ve Eğitim
Tasavvufla en fazla irtibatı olan ilim dalı eğitimdir.Kişinin davranışlarında kendi
yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen değişme meydana getirme süreci olarak
tanımlanan eğitim ile tasavvufun insanı kemale ulaştırma yolu olan seyrü süluk süreci
aynı olguya işaret etmektedir. Tasavvufun yetiştirmek istediği insan modeli "insan-ı
kamildir".Tasavvuf gönül dünyasına ait kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesini
gerçekleştirmeyi hedefler. Böylece kalbin nazargah-ı ilahi olması arzulanır. Bu eğitim
esnasında masivayı terk etmek, emmare nefsin arzularından uzaklaşarak ruhu
güçlendirmek ve düzenli zikir ve tefekkür esastır.Tasavvufi eğitim daha ziyade
yetişkinleri ferdi olarak ve tedrici şekilde eğitir.
f.Tasavvuf ve Edebiyat
Tasavvuf öncelikle insanın iç dünyasında yaşanan vicdani zevki, hissi bir hayat tarzıdır.
Merkezinde kalp vardır, kemalin ne güzelliğin peşindedir.Sufilerin asli vazifelerine
ilave olarak, kabalıklarını yontarak ince bir ruha sahip olabilmesi amacıyla tekke
muhitinde hüsn-i hat, tezhib, musiki ve mimari başta olmak üzere güzel sanatlarla
meşgul olduklarını görmekteyiz. Tasavvufun sanatın hemen her alanı ile ortak bir
yönü vardır. Bunların başında edebiyat musiki ve mimari gelmektedir. Tasavvufun en
çok edebiyat ve özel olarak ise şiir ile irtibatı görülmektedir.
g.Tasavvuf ve Musiki
Sufiler yalnız edebiyatta değil musikide de önemli bir yere sahiptir. Zühd döneminde
musikiye mesafeli davranan sufiler tasavvuf dönemi olarak kabul edilen Hicri 3.
Asırdan itibaren özellikle "Sema"yı insanın dini his ve heyecanını arttıran bir pratik
olarak görmüşlerdir. "Sema" Mevlevilik olmak üzere birçok tarikatın temel
esaslarından biri ve tekkeye gelen sufilerin manevi eğitimlerinin bir aracı olmuştur.
Mevlevi tekkeleri birer konservatuvar haline gelmiş dini musikinin gelişmesine katkı
sağlamıştır.
ğ.Tasavvuf ve Mimari
Tekkeler özellikle Osmanlı toplumunda yeni bir mimari türünün oluşmasına neden
olmuştur. Tekke, dergah,zaviye ve hankâh gibi isimlerle anılan sufilerin zikirhaneleri
zaman içerisinde fonksiyonunu arttırarak han, aşevi gibi maddi ihtiyaçların musiki,
hüsn-i hat ve tezhip gibi sanat dallarının en önemlisi manevi eğitimin merkezleri
olmuştur.Çok fonksiyonlu bu özellikleri nedeniyle bugünkü modern üniversite
kampüslerinin ilk numuneleri olarak görülmüştür.
h.Tasavvuf ve Güzel Sanatlar
Sufiler, "Allah güzeldir, güzeli sever "hadis-i şerifinden hareketle Allah'ın "el-
Cemil"sıfatının hakikatine ermeye çalışmışlardır.Kainattaki güzellikleri bu sıfatın
tecellisi olarak görmüşlerdir.Bu yönüyledir ki İslami sanatların merkezinde tasavvuf
vardır.
2-Tasavvufun Sosyal Hayata Tesirleri
Tasavvuf, zühd döneminden itibaren bireysel yapıdan evrilerek toplumsal bir hale
gelmiştir. İslam toplumlarında alim ve cahil, zengin ve fakir, sultan ve köle gibi hiçbir
kategorisini dışarıda bırakmayacak şekilde etkilemiştir.Tasavvuf, İslam’ı en güzel
şekilde yaşama gayretidir. İmamı Gazali gibi bilge sufilerin eserlerinin tesiriyle hicri 7.
yüzyıldan itibaren ana tarikatların ortaya çıkması ve yayılması Müslüman toplumların
özellikle gündelik hayatını derinden etkilemiştir. Tarikatların okulları olan tekkeler bu
toplumların birlik ve dirliğinin sağlandığı yerler haline gelmiştir.Tekke ve zaviyeler
gönüllü eğitim kurumları, ihtiyaç halinde güvenlik gücü, sosyal güvenlik kurumu
rolünü üstlenmiştir. Tekkeler bir yardım müessesesi olduğu kadar, imar ve iskan aracı,
emniyet yeri ve dini propaganda merkezi olmuşlardır. İslam ahlakının temel
unsurlarından biri olan yalnız kendini düşünmeme, diğergamlık (isar) tekkelerde hayat
bulmaktaydı.İşte bu yönüyledir ki devlet erkanı sosyal huzursuzlukları da önleyen
"Darü'l İrfan-ı ilahi" olan tekkeleri desteklemişlerdir. Tasavvufi hayatın yaşandığı ve
yayıldığı mekanlar olan tekkelerin temel fonksiyonunu şöyle özetleyebiliriz:
-Kapısı herkese açık olan ve gönül eğitiminin verildiği yaygın eğitim kurumu.
- Fakir ve gariplerin dertlerine çare bulunmaya çalışılan sosyal yardım kurumu.
-Bulundukları şehre gelen misafirlerin ağırlandığı misafirhane.
- Manevi cihad yanında savaşlarda bir üst vazifesi görmüşlerdir.
- Ahi tekkeleri gibi ticari hayatın düzene sokulduğu mekanlardır.
-Sanatın öğrenildiği konservatuar, zanaatın öğrenildiği atölyedir.
3-Tasavvufun Siyasi ve Askeri Hayata Katkıları
Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan itibaren Horasan, Irak ve Endülüs kökenli sufilerin
ortaya koyduğu tasavvuf anlayışı bir bütün haline gelmeye başlamış ve toplumun her
katmanında tasavvufi bir yapılanma görülmeye başlamıştır. Sufilerin kullandıkları
gönlü esas alan ve yaşayarak yaptıkları sade ve mütevazi tebliğ metodu İslam'ın
yayılmasında çok etkili olmuştur. Osmanlı'nın zayıflamasına paralel olarak İslam
coğrafyasında görülmeye başlayan sömürge hareketleri karşısında sufilerin
fonksiyonu büyüktür. Kurtuluş Savaşı'nda bütün din adamlarının büyük katkıları
olmakla birlikte özellikle tekke mensuplarının müritleri ile birlikte yaptıkları mücadele
çok önemlidir. Horasan erenleri denilen sufiler ile başlayan tasavvufun İskan ve
İslamlaşma’daki rolü Selçuklu ve Osmanlılar döneminde devam etmiştir. Yeniçeri
Ocağı'nın arka planında Bektaşi tarikatının bulunması tekke-asker münasebeti
açısından çok önemlidir. Savaş zamanlarında padişah ve askerin manevi moral gücü
olmakla birlikte bizzat savaşlarda da yer almışlardır.
B)İSLAMLAŞMA FAALİYETLERİ
Tasavvuf ehli müslüman halkın dini inanç ve duygularını canlı tutmak,
gayrimüslimlerin Müslüman olmasına vesile olmak,işgale ve sömürgeye karşı İslam
memleketlerinde direniş cephesi oluşturmak, fethedilen bölgelere yerleşerek
İslamiyeti ikna yoluyla yaymak gibi önemli fonksiyonlar icra etmişlerdir. Türklerin
İslamiyeti kabul etmesinde tasavvuf ehlinin irşad faaliyetlerinin büyük rol oynadığı
belirtilmelidir.Nakşibendiyye nin önemli şeyhlerinden İmamı Rabbani' nin "Dini ilahi"
adıyla yeni bir din kuran Babür hükümdarı Ekber Şah ve onun yerine geçen oğlu
Cihangir'e karşı gerçekleştirdiği mücadelesi sonucu Hint Yarımadası'nda İslamiyet'in
yok olmaktan kurtulduğu kaydedilmektedir.Afrika kıtasında faaliyet gösteren
Şaziyye'nin Senusiyye kolu Fas'tan Yemen'e kadar geniş bir bölgede etkili olmuş
tarikat adına kurulan zaviyelerde Kur'an-ı Kerim ve diğer dini ilimler okutularak
Müslüman topluma yeniden dini canlılık kazandırılmıştır.Tasavvuf ehlinin Anadolu ve
Balkanların islamlaşmasında da ciddi etkilerinin olduğu bilinmektedir.Osmanlı Devleti
sufilerin bu gayretinden azami ölçüde istifade etmeye çalışmışlardır. İslamlaşma da
önemli etkileri görülen tekke ve zaviyelerin, kuruldukları bölgelerde nüfus çeken
odaklar haline geldikleri görülmektedir.Muhtelif yerlerden Anadolu'ya göç eden
dervişlerin ilk geldiklerinde tekkelerinin dağ ve bayırlarda kurdukları ve buraları imar
ederek ziraate elverişli hale getirdikleri bilinmektedir.Zamanla buralarda köy ve
mahalleler oluşmuş böylece birbirine bağlı iki süreç olan müslümanlaşma ve
müslüman kentlerin gelişmesinde tasavvuf ehlinin esaslı bir rol oynadıkları
görülmektedir. Türbelerinde islamlaşmaya önemli etkisi olmuştur.
5.BÖLÜM
Tasavvufî terbiye ve ahlak
1-Tasavvufta İnsan
İnsan, Arapça bir kelime olup “insan topluluğu” anlamına gelen “ins” kelimesinden
türetilmiştir.İlk eşiyle birlikte cennetten çıkarıldışı bir yandan insanın zaaflarına,diğer
yandan da sonunda yer yüzünde halife kılınacak olan bu seçkin varlığın kaderine işaret
etmektedir.İnsanın yer yüzünde halife olarak görevlendirilmesi, insanı diğer
varlıklardan farklı kılan en önemli özelliğidir. İnsan bu görevi yerine getirebilecek güç
ve yetenekte yaratılmıştır. Ona ayrıca iyilik ve kötülüğü kavrayıp bunlardan birini
seçme yeteneği de verilmiştir bu, onun kendisini sorumlu kılmaya yetecek bir
özgürlüğe de sahip olduğu anlamına gelir. Kendisine verilen göz,kulak,kalb (akıl),
olayları gözlemlemesi ve değerlendirmesi gibi vasıtalarla ona doğru yol gösterilmekte
ve değerlerin bilincine varıp bunlardan çıkan ahlaki ilkeleri kavrayarak gereklerini
yerine getirmesi beklenmektedir. İnsanın hilafet görevini yerine getirme sürecinde
aşması gereken en önemli engel, kuşkusuz yine insanın kendisidir. Çünkü onun
nankörlük, geçici hazlara düşkünlük,cimrilik, umutsuzluk, unutkanlık, acelecilik,
gerçeğe karşı direnme ve benzeri zaafları bulunmaktadır ve ahlaki gelişim sürecinde
bu zaaflarını yenmeyi öğrenmek durumundadır. İşte tasavvuf bu işin yani nefis
terbiyesinin ne şekilde yapılabileceğini ve kişilere özel metot ya da metotlarını
gösteren bir eğitim ve terbiye sistemi sunmaktadır. Zira özünde en güzel şekilde
yaratılan insan, nefis terbiyesini başaramadığı zaman Kur’an’ın İfadesiyle aşağıların
aşağısına düşmeye mahkûmdur. Hatırda tutulması gereken diğer bir husus da, dünya
hayatının geçici olduğu ve ölümün kaçınılmazlığı karşısında insan için en akıllıca işin bu
yeryüzü sınavını başarıyla geçme çabası içinde bulunması gerektiğidir.
İnsan-ı kamil hak ile halk arasında bir köprü vazifesi görür. Gerçek insan-ı kamil olan
Hz. Peygamber ile onun vârisi olan insan-ı kamilin bir özelliği de aynı Allah’ın ahlakıyla
ahlaklanmış olması bakımından ahlaki kemale sahip bulunmasıdır. İnsan-ı kamil şeriat,
tarikat, hakikat ve marifet itibari ile tam ve ergin olan kişidir. Kamil insanın sözleri
doğru, işleri iyi, ahlakı güzeldir, marifet sahibidir, yani eşyayı ve ondaki hikmetleri
gereği gibi bilir. İnsan-ı kamilin Bir başka fonksiyonu da ilahi varlık için en büyük şahit
ve delil olmasıdır. Bu değil öteki bütün delillerden daha güçlüdür çünkü ilahi isim ve
sıfatlar hiçbir varlıkta insanı kamil de olduğu kadar parlak bir şekilde görünmez. O,
Allah isminin masaları, yaratılışın gayesi ve Allah’ın halifesidir.
2-İnsanın Manevi Yapısı
İnsan, beden ve ruhdan oluşan bir varlıktır. İnsanın manevi yapısını özelliklerini daha
iyi anlamak için Kur’an’da insan ile ilgili geçen ayetleri iyi kavramak gerekir:
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık” (Tin,6/165)
“Allah sizi yer yüzünde halife yaptı” (En’am,6/165)
“İnsan zayıf yaratılmıştır” (Nisa,4/28)
“Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır” (Mearic,79/19)
Bu ayetleri dikkatle bakıldığında, insanın ikili bir yapısı olduğu anlaşılır. Bu ayetlerin
insanın Ahsen-i takvim üzerine yaratıldığına, Allah’ın halifesi olduğuna işaret ettiği gibi
insanın zayıf, hırslı, huysuz ve azgın yönlerine dikkat çekildiği de görülür. Bu manada
Mutasavvıflar hilkatti insana yüklenen ikili yapı üzerinde durmuşlar ve insanın bu iki
yönünden hangisini seçerse ona göre derece alacağını ifade etmişlerdir.İnsanın iki
yakası ile ilgili en dikkat çekici izahlara Mevlana da rastlıyoruz. O, mesnevi de bu
hususla ilgili uzun bahisler açmıştır. Bir de Leyla-Mecnun hikayesi ile de anlatır.
3-Tasavvufi Hal ve Makamlar
Makam:Kulun tekrar ede ede kazandığı ve vasıf haline getirdiği âdâb ve ahlaktır.
Makam denilen âdâb ve ahlak; istek, arayış, sıkıntılara göğüs germe ve çalışarak elde
edilir.Makam çalışarak elde edildiği için kesbî, hakkını vererek ve seçimlerini
gerçekleştirmek suretiyle ulaşıldığı için kalıcıdır.Bir makamın kazanılması,Allah’ın o
kimseyi o makamda ikamet ettirdiğini göstermesiyle olur. Genellikle makamların ilki
tövbe, sonuncusu da rıza olarak kabul edilir.
Hâl:Kulun kasdı ve teşebbüsü olmadan kalplere gelen neş’e ve hüzün, rahatlık ve
sıkıntı gibi manalardır.Hâller, Allah’ın kula lütuf ve ikramıdır, yani vehbîdir.Bu yüzden
de makam gibi kalıcı ve daimi değildir. Makam, ceza ve gayretle elde edildiğinden,
makam sahipleri makamında temkinlidir. Hâl sahipleri ise hâllerinde yükselme
durumundadır. Hâl geldiğinde kul onu uzaklaştırmaya, gelmediği zaman getirmeye
muktedir olamaz. Bu yüzden makam sahibi mücahedesiyle kâim olduğu halde, hâl
sahibi nefsinde fânidir. Cüneyd-i Bağdadi hâlin şimşek gibi gelip geçici olduğunu
söyler. Sühreverdi hâl ile makamı; biri diğerinin başlangıcı olarak ifade eder ve hâlin
zamanda makama dönüştüğünü ifade eder.
Vakt:Mazi ile istikbal arasındaki zaman diliminde sûfînin içinde bulunduğu şeydir.
Gönül dünya ile meşgul olunca vakit dünya, ukbâ ile meşgul olunca vakit de ukbâ olur.
Bir bakıma insana galip olan hal, kişinin vaktidir. Sufiler “vakit” kavramını “İbnü’l-vakt”
şeklinde kullanırlar.(İbnü’l-vakt: İçinde bulunduğum vakit neyse sadece onunla meşgul
olmaktır. Sufiler bunu bir adım daha ileri taşımışlardır. Buna da “Ebu’l-vakt”
demişlerdir bunda ise zamanı sen yönetirsin,zamanı en iyi şekilde nasıl
değerlendireceğine sen karar verirsin, zaman sana tabi olur)
4-Usûl-i Aşere
Necmeddîn-i Kübrâ’nın 10’lu tasnifi şöyle:
Tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, zikir, teveccüh, sabır, murâkebe ve rızâ.
a-Tövbe: Tasavvufta tövbe, kişinin kötü işleri terk edip Allah’a dönmesini ifade eder.
Mutasavvıflara göre sohbete üç şartın yerine getirilmesi gerekir: pişmanlık, geçmişte
yapılan hataları derhal terk etmek ve geçmişte işlenen günahların benzerlerini bir
daha yapmamaya azmetmektir. Kübra,tövbeyi kulun kendi iradesiyle Allah’a
yönelmesi şeklinde tanımlar. Ona göre bu yolun ilk adımıdır ve sağlam bir kararlılık
gerektirir. Kişinin öncelikle geçmiş günahlarından tövbe etmesi şarttır. Günah,
dünyevi ve uhrevi herhangi bir şeye duyulan ilgidir. Bu ilgi tasavvufa göre yasak
olmasa da Allah ile kul arasında bir perde teşkil etmekte ve zihin bulanıklığına neden
olmaktadır. Allah ile kul arasındaki en büyük perdede insanın vücudu yani varlığıdır.
Burada söz edilen “Sen çıkınca aradan kalır seni yaradan” sözüyle ifade edilen varlık
ve benliktir.
b-Zühd: Kübra’ya göre zühd, az veya çok dünya malından, hoşa giden şeylerinden ve
makamlarından uzak durmaktır. Ona göre gerçek zühd için bu da yeterli değildir; aynı
zamanda ahiret hususunda da herhangi bir şey talep etmekten uzak durmayı
gerektirir. Zira dünya gibi ahirette mahlûktur.
c-Tevekkül: Güvenme, bel bağlama, vekil tayin etme ve havale etme anlamlarına gelir.
Kübra tevekkülü tıpkı bir ölü gibi Allah’a güvenerek bütün sebep tedbirlerden uzak
kalmak şeklinde tanımlar ve Kuşeyrî gibi mahallinin kalb olduğunu söyler.
d-Kanaat:Azla yetinmek ve kısmete razı olmak demektir. Hakikat ehlinin nazarında
kanaat, nefsin alışık olduğu şeylerin bulunmaması durumunda sükût etmektir.
Kübra’ya göre ise kanaat, yaşamak için zaruri olan ihtiyaçların dışında kalan bütün
nefsani arzu ve hayvani isteklerden ölü bir kimsenin uzak kaldığı gibi uzak durmak,
yeme içme ve mesken konusunda israfa kaçmamaktır.
e-Uzlet: İnziva, yalnızlık, tek başına yaşamak, topluma karışmamak gibi anlamlara
gelir. Tasavvufta ne bir meleğin ne de diğer herhangi bir kimsenin bulunmadığı bir
halde ve yerde Hak ile mânen konuşmak, mâsivâdan ilgiyi kesip tamamen O’na
yönelmek ve kendini ibadete vermek şeklinde tanımlanır. Kübra’ya göre uzlet, tıpkı bir
ölü gibi inziva ve halvet yoluyla halkla beraber yaşamaktan yüz çevirmek demektir.
Ona göre halkla beraber olmak bir zehirdir; tiryakı halvettir. İnsanlarla yaşamanın bir
takım zorlukları, meşguliyetleri ve kötülükleri vardır.Nefis oyun, eğlence ve halkla
ünsiyet içinde bulunmaktan zevk alır. Halvete giren kimse ise nefsine engel olur, duyu
organlarını hapseder ve faaliyetten alıkoyar.
f-Zikir: Anmak, hatırlamak, yâd etmek gibi anlamlara gelir. Kübra’ya göre zikir,
Allah’tan başka her şeyi unutarak sadece O’nu anmaktır. Zira Allah “Unuttuğun zaman
Rabbini zikret” buyurmaktadır. Kübrâ halveti perhize, zikri ise müshile benzetir.Doktor
nasıl ki hastanın içinde bulunan zararlı maddelerden kurtulması için ona müshil
içiriyorsa, şeyhde müridin manevi pisliklerinden arınması için ona zikir telkin eder.
g-Teveccüh: “Yönelmek” demektir. Tasavvufta kalbin Hakk’a boyun eğmesi ve her
çeşit varlık ve olgunun suretinden arınmakla Allah’ı gözetmesi demektir. Dört türlü
teveccüh vardır: Allah’a teveccüh, kalbe teveccüh, müridin şeyhine ve şeyhin
müridine teveccühü.
h-Sabır: Tahammül ve dayanma anlamına gelen bu kelime tasavvufta nefsi itaatleri
yerine getirmeye, emir ve yasaklara uymaya; bunun yanı sıra ruhu farklı belalara karşı
direnç göstermeye zorlamak şeklinde tanımlanır. Kübra’ya göre sabır ve zühd iç içedir.
Sabır, tıpkı bir ölü gibi mücahede ile nefsin haz duyduğu şeylerden uzak kalmak
demektir. Bu yolla nefsin alışkanlık haline getirdiklerini ve istediklerini ona vermeden
örnek ve güzel bir yol üzerinde dosdoğru yürümesini teminde sebat göstermek
gerekir.
ı-Murâkebe:Denetleme,gözetleme ve muhafaza anlamına gelir.Tasavvufta kulun
Hakk’ın her halükarda kendisini denetlediğini ve kalbinde bulunan şeylere muttali
olduğunu bilmesidir.Bu bilginin sürekli olması,kul tarafından Rabbine yönelen bir
murâkebedir.Murâkebenin birde feyiz beklemek manası vardır.
i-Rızâ: Hoşnut ve memnun olmak anlamına gelir. Tasavvufta Allah’ın her türlü fiil ve
takdiri karşısında kalbin sürûru ve ondan razı olması demektir. Kübra’ya göre de rıza
bir ölünün teslimiyeti gibi nefsin rızasından ayrılarak hiçbir ezeli hükme itiraz etmeden
ve münakaşaya girmeden bütün işleri Hakk’ın ebedi tedbirine havale etmektir.
5-Seyr u Sülûk Terimleri
a-Bey’at veya İntisab: Lügatte bey’at satmak, satış muamelesi yapmak demektir.
Tasavvufi anlayışta bey’atin temeli, Hz. Peygamber’in İslam’a girmek isteyen
kişilerden cihad ve hicret gibi önemli faaliyetlere kayılacak sahabilerden bey’at
almasıdır.Kur’an’da Hudeybiye’de bey’at eden sahabiler övülmekte, onların Allah
Rasûlü’ne olan bey’atleri Allah’a yapılmış bey’at sayılmaktadır.Bütün tarikatlarda
bey’at, gayesi ve yapılış şekli itibariyle hemen hemen aynıdır.
b-Velî-Velâyet:Allah’a dost veya Allah için dost olan kişi demektir. Tasavvufta; “feîl”
vezninde ve ism-i mef’ûl manasında “Allah’ın gözetip koruduğu kimsedir”. Yine “feîl”
kalıbında ism-i fâil manasında “Allah’a tâat ve ibadet işini uhdesine alan kişi”
demektir.
Velayet velînin sıfatıdır. İki türlüdür:
Velayet-i âmme:Şeriatın farz ve vacip derecesindeki emirlerini edâ etmek için
çabalama ve gayret gösterme halidir.
Velayet-i hâssa: Farz ve vacip amellerde ileri gitmekle birlikte,Kur’an’ın zikir ve
tefekkür konusundaki emirlerine sarılarak, ayakta, oturarak ve yanları üzre
yattıklarında bile zikir ve fikir uyanıklığına ermiş, murakabeden gafil olmayan, bütün
ibadetlerinde “ihsan” denilen Allah’ı görüyormuşcasına kulluk şuuruna ulaşmış
kişilerin halidir. Kurb ve huzur hali bu makamdadır.

You might also like