You are on page 1of 3

İslam Tasavvufunun Meseleleri

Tasavvuf İslâm mistisizmin ismidir. Mistisizm, insanın aklî melekleriyle


ulaşamadığı bir yüceliğe ya da “mutlak”a sezgi yoluyla doğrudan doğruya ulaşması, onunla
doğrudan temas kurmasıdır. Burada ifade edilen “mutlak “ ve “yüce” olan şey ise Tanrı’dır.
Tasavvuf din anlayışının belirgin özellikleri Kur’an ve hadiste zâhirden ziyâde bâtına
önem vermek; vareden ile varedilen arasında varlık itibariyle ayrılık bulunmadığını kabul
etmek; İnsan’ın Allah’tan geldiği gibi yine Allah’a gideceğini, anak bunun için mutlaka
ölümü beklemek gerekmediğini, nefsi tertemiz kılmakla ezeldeki birliğe daha hayatta iken
dönüleceğini iddia etmektir.

Şark’tan Haber

Hind felsefesinde panteizmin sihri bir önemi mevcuttur. Hindu düşüncesi esas itibariyle pratik
gayelere yöneliktir ve pratik hedefi bulunmayan herhangi bir bilgi söz konusu değildir. Bu düşüncede
asıl maksat evrenin aslî hakikatini bulmak ve kendi nefsini onunla özdeş kılmak suretiyle mutlak güç
sahibi olmaktır. Mutlak gücün elde edilmesi beşerin küçük arzular peşinde dolaşmaktan kurtarır ve
doğrudan doğruya, varılabilecek en yüksek hedefe ulaştırır. En yüksek hedef ruhun Tanrı ile
birleşmesidir. Ayrıca beşer iyiliği bir olan ile birleşmek suretiyle bulabilmektedir. İşte bu mistik
birliktir; bir çeşit ölüm hali gibidir, zira bir ile bir olmak halinde duyu organlarımızın faâliyete
geçebileceği bir şey kalmamıştır. Mistik birlik halinde bir olandan başka hiçbir şey kalmamıştır. Şu
halde mistik birlik halinde beşer her türlü dünyevi arzusundan sıyrılmış olur. Bu kutsal vecd haline
nirvana adı verilmektedir. Bu da ruhun kurtuluşudur. Budizim’e gelince, o klâsik Hindû doktirini
içinde bir çeşit i’tizal ya da reform hareketi halinde meydana çıkmıştır. Bundan dolayı Budizim’in
özünde de ferdi şahsiyetin yok edilmesi esastır. Budizim’in hareket noktası evrenin her tarafında
acının bulunduğu ve beşerin bu acıdan kurtularak sonsuz hazza kavuşmasının ancak dünya hayatına
sırt çevirmekle mümkün olduğudur. Budizim’de acıdan kurtulmak için ahlâkı tasfiye ya da tefekkür
yolu kullanılmaktadır. Hinduizm’de tefekkür ve temmülün son noktası ferdi ruhun evrensel ruh ile
birleşmesi yani nirvanadır. Budizim’de nirvana ruhun bir vücuttan öbürüne dolaşarak hayata devam
etmesinin son bulmasıdır.

Batı Rüzgârı
Eski Yunana’da mistisizmin dini bir kaynağı mevcuttu, ama sonra bunu daha çok
filozoflar tarafından gelistirilmiştir. Eflâtun’daki mistik fikirlerin Pitagorastan geldiği ve
Pitagoras’ın Orfeus dininin tesiri altında bu düşüncelere vardığı kabul edilir. Batı dünyasında
ilk mistik düşünce Pitagoras’da görülmektedir. Pitagoras bir tarikat kurmuştu ve orada
müridlerine bu dünyanın geçici ve aldatıcı olduğunu, ruhun burada bir hapishane hayatı
yaşadığını, fakat görünmeyen bir Tanrı ile mistik birlik kurmak suretiyle ruhun kurtulacağını
öğretiyordu. Bu fikirler Yunan dünyasına din yoluyla girmiştir.
Yeni Eflâtunculuğun kurucusu sayılan Plotinus mistik karakterde birfelsefe ortaya
koyduğu için onun esas konusu ruhtur. Teorisinin bütün gayesi rûhun şimdiki haline nasıl
geldiğini açıklamak, sonra da rûhun gideceği yer hakkında yol göstermektir. Hareket noktası
Eflâtun’un düzalizmidir. Plotinus madde ve ruh düalizmi meselesini halletmek ve ikisi
arasındaki mutlak ayrılık fikrini kaldırmak üzere bir sudur nazariyesi ortaya attı. Ona göre
Tanrı her şeyin başı, ilk ve mutlak varlık olmak itibariyle bütün zıtlıklardan münezzeh ve
onların üzerindedir. Tüm varlıklar ondan çıkmıştır, ancak bilinen varlıklar ve onlara ait
özellikleri Tanrı ile kıyaslamaya imkan yoktur.
İslam Tasavvufunun Yabancı Menşeleri
İslâm tasavvufunun yerli kaynakları tasavvufu gerek düşünce gerek tatbikat
itibariyle tamamen Kur’an ve sünnete dayandırırlar. Bu eserlerin pek çoğu mutasvvıflar
tarafından yazılmış olduğu için onların mesleye eleştiriçi tarih acısından bakmaları
beklenmezdi. Bununla birlikte yerli kaynakların tasavvufu sırf İslâmî menşeli görmeleri
tamamen yanlış değildir. Zira onlar bu düşünceyi gerçekten Kur’an ve sünete uydurmuşlar ve
kendilerini tamamıyla İslam’ın içinden görmüşlerdir. Bu konu bağlamında tasavvufun
menşeleri ile ilk defa oryantalistler meşgul oldular. Bunlara göre Araplar mistik düşünceye
kabiliyetli bulunmadıklarından dolayı tasavvuf onlara dışarıdan gelmiş olabilir. Nitekim İslâm
mistisizminin asıl doğuş ve gelişme yeri İran olmuştur. Bu oryantalist tezlere karşı İslâmî
menşe tezini şiddetli savunanlarda vardı. O savunanlara göre İslam tasavvufu içinde sözü
geçen yabancı etkiler çeşitli dereclerde bulunmakla birlikte tüm bu etkiler Kur’an ve sünnet
içinde asimile edilmiştir. Bu asimilasyon işinin her zaman başarılı olduğu söylenemez, fakat
ortada bir İslam tasavvufunun bulunduğu muhakkaktır.
İslam tasavvufundaki fena doktirinin Budizim’deki nirvanya çok benzemesi ve
İslâm’ın temel ilkeleriyle kolay uzlaştırılmayışı ve bu uzlaştırma gayretlerinin neticesi olarak
beka doktirini meydana çıkmıştır. Hıristiyanlığın fikirden ziyade hayat tarzı olarak İslam
tasavvufuna bir tesir yarattığına dair kanıtlar vardır. İlk İslâm zâhidlerinin Hıristiyanlık’taki
zühd ve manastır hayatından bazı ilhamlar aldıkları anlaşılıyor. Mekke’de İslâm’dan önce de
sûfilerin bulunduğu bize bu hususu açıkça göstermektedir.
İslam tasavvufunda özellikle sonraki dönemlerde pek büyük etkisi bulunan Yeni-
Eflâtuncu düşünce İslâm dünyasına Hıristiyanlar aracılığıyla girmiştir. İslam tasavvufunun
ikinci devre denilen ve vahdet-i vücudcu mistiklere kadar olan zamanda Yeni-Eflatuncu
düşüncesinin tesiri açıkça bellidir. Esasen tüm felsefi düşünce sahasını saran bir doktirinin
sufi entelektüellerine kadar varması normaldir. Ayrıca şeriata en fazla bağlı kalan , yani İslam
düşüncesi çerçevesinden çıkmamaya fevkalâde önem veren Gazâlî’de bile Plotinus’un tesirini
açıkça taşıyan birçok temalar mevcuttur. Bu bağlamda İbn Arabî ve onu takip edenlere
gelince, bunlarda Philon ‘un ve Plotinus’un etkisi o kadar kuvvetlidir ki,bu etkinin zaman
zaman İslâm’ın orijinal kaynaklarına olduğu görülür. Philon gibi İbn Arabî de Kuran ve hadisi
bâtınî manâların birer sembolü olarak görmüştür.
İslam Tasavvfunun Tarihi Gelişimi

İslâm’da ilk sûfiler diye gösterilen kimselerin esas karakteri zühd ve takvâda dikkati
çekeçek kadar ileri gitmeleridir. Bu kimseler Allah yolunda maddî hayatlarını hiçe sayıyorlar
ve tüm dünyevi varlıklarından kurtuldukları ölçüde Allah’a yakın olacaklarını düşünüyorlardı.
Bununla birlikte sûfî kelmesi ve tasavvuf kavramı Hicrî ikinci yüzyılda meydana çıkmıştır. İlk
sûfileri mistik olmaktan ziyade zahid saymak doğrudur, zira bunlar keşf yoluyla Kur’an’ın
derûnî hakikatlerine ulaşma iddiasında değillerdi.
Dokuzuncu yüzyıldan itibaren zühd hareketi daha çok mistik bir karakter kazanmıştır.
Bu istihalenin başında meşhur sûfî Hâris Muhâsibî’vardır.Muhâsibî ilk olarak sûfî anlayışını
bir doktrin halinde geliştirmeye çalıştı. Muhâsibî’ye kadar sûfîler daha ziyade Allah korkusu
ve kısmen Allah sevgisinden bahsediyorlardı. Fakat ilk defa o oldukça ferdileşmiş ve Allah
tarafından bir lutuf olarak verilmiş aşktan bahsetti. Muhâsibî zühdü, korku ile birlikte fakat
ondan daha çok sevgi ile birleştirmiş bir sûfîdir.Ayrıca tasavvufun zühd devrinde sünnî itikadı
ile herhangi bir çatışma olmamıştır. Zünnûn-ı Mısrî, Bâyezid-i Bistamî ve Cüneyd-i Bağdadî
bu dönüm noktasının en renkli simalarıdır. İslâm mistisizmine panteizmin girişi bunlarla
başlamıştır.Yunan felsefesinin ilk izleri de yine bu yüzyılda Tirmizi ile ortaya çıkıyor.
Bâyezid vecd halinde söylediği ve dini temel ilkelerine zıd görünen sözleriyle meşhur
olmuştur.
Sûfîler fıkıhçıların yolunu beğenmiyorlardı ve bunun için İslam’ı asıl kendilerinin
doğru anladığını ve uyguladıklarını iddia ederek ilmi tasavvuf diye bir ilim sahası icâd ettiler.

You might also like