You are on page 1of 6

1

Wabi-Sabi Nedir?

Geleneksel Japon estetiğinden ortaya çıkan Wabi-Sabi, kusurlu ve geçiciliğin kabulü üzerine
odaklanmış bir bakış açısıdır. XV. yüzyılda süslemelere ve zengin malzemelere tepki olarak
ortaya çıkmıştır. Öne çıkan özellikleri arasında asimetri, basitlik, alçakgönüllülük, samimiyet ve
doğal nesneler vardır.
Eğer Japoncanın geleneksel estetik duyarlılığını özetleyen bir deyim varsa, o da Wabi-Sabi
olabilir. Üst üste binen tanımlarla iki eski kelimenin bir kombinasyonu olan wabi-sabi, varoluş
gerçeklerinin Budist görüşüdür. Hem yaşam hem de sanat, kusursuz ve ebedi oldukları için değil,
kusurlu ve geçici oldukları içindir. Mahayana Budist yaşamı, acı ve nihayetinde boş olarak
işaretlenmiş, geçici bir yaşam anlayışı olarak doğmuştu, Wabi-Sabi bu tanıma, Japonların doğal
süreçlere ve materyallere olan duyarlılığını, sadeliğini ve zevklerini ekledi. Klasik Batı’nın
estetik idealleri; güzelliği, mükemmelliği, simetriyi ele almaktır. Wabi-sabi ise sağlam ve
gerçekçidir. Hiçbir şey sürekli, hiçbir şey mükemmel değildir. Bu zor gerçekleri kabul etmek,
daha derin bir güzelliğin gerçekçi takdirine kapı açmaktır. Wabi aslında, doğadaki yaşamın
yalnızlığını toplumdan uzak bir şekilde tanımladı; Sabi yalın ya da solmuş, açan bir çiçek
anlamına geliyordu. Fakat XIV. yüzyılda, iki kelime daha pozitif anlamlar almaya başladı. Wabi,
doğada yalnız yaşayanların daha olumlu yönlerine vurgu yaptı. Bu sessiz, rüstik bir sadelikti. Öte
yandan Sabi, yaşlılıkta güzelliği, yıpranmış bir karakterde, zamanla gelebilen huzura, kaçınılmaz
aşınmanın patinaja dönüştüğü ve yara izlerinin deneyim bulgusuna dönüştüğü güzelliğe
ulaşmaya başladı. Kyoto’daki toplumun üyeleri bu gerçekliğin aydınlanmaya karşı olumlu bir
adım olarak kabul edildiğini öngördüler. Aynı zamanda, Wabi-Sabi olarak bilinen basit, zarif
işçilik, Japon yüksek kültürünü doğuran Çin sanatının ve kültürünün abartılı mükemmelliğine bir
tepki olarak geldi. Böylece, Japonya kendine özgü bir estetik iddia etti.
Japonya’da, Wabi-Sabi’nin belirtileri ve etkileri her yerde kendini gösterdi. Kyoto’nun
tapınaklarının yıpranmış odununda; yaprakların yosunlu zeminini örttüğü Japon bahçelerinde ve
yüzyıl boyunca kayda değer bir değişim geçirmiş yaşlıların yüzlerinde. Wabi-Sabi günümüzde
tasarım konferanslarında, sanat galerilerinde, sempozyumlarda, ev dekorasyon dergilerinde
tartışılmaktadır. Modern tasarım ve mimarinin temiz, pürüzsüz çizgileri, Wabi-Sabi’nin
düzensiz, asimetrik ve her zaman kavisli hatlarının karşıtıdır. Modernin teknolojik cilası ve görsel
berraklığı, Wabi-Sabi’nin doğallığı ve belirsizliği gibi bir şey değildir. Japonya’da, diğer
kültürlerde olduğu gibi, teknolojik mükemmelliğin yükselişi, doğal materyallerin ve organik
süreçlerin mukayeseli bir şekilde değerlendirilmesini sağlamıştır. Dünyadaki sınırlamalarının
farkındalığı arttıkça -Wabi-Sabi gibi bir kavrayışta yenilenmiş bir takdir kazandı. XXI. yüzyılda
Japon kültürünün bir parçası oldu.
2

Mutluluğun Gizi

Bir tüccar mutluluğun gizini öğrenmesi için oğlunu, insanların en bilgesinin yanına yollamış.
Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya
varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman,
girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış:
Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş;
Dünyanın dört bir yanından gelen lezzetli yemeklerle dolu bir masa varmış. Bilge sırayla bu
insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek
zorunda kalmış. Delikanlının ziyaret sebebini açıklamasını, dikkatle dinlemiş bilge, ama
mutluluğun gizini açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını,
kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini söylemiş.
“Ama sizden bir ricada bulunacağım” diye eklemiş bilge. Delikanlının eline bir kaşık verip,
sonra bu kaşığın içine iki damla yağ koymuş ve eklemiş: “Sarayda dolaşırken bu kaşığı elinizde
tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz.” Delikanlı, sarayın merdivenlerini inip, çıkmaya başlamış, tüm
sarayı dolaşmış ama gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin karşısına çıkmış.
“Güzel” demiş bilge. “Peki, yemek salonumdaki acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvanın
yaratmak için bir yıl uğraştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanemdeki parşömenleri fark ettiniz
mi? Utanan delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmiş. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki
damla yağı dökmemeye çalışmış, başka bir şeye dikkat etmemiş.
“Öyleyse git evrenin harikalarını tanı” demiş bilge. “Oturduğu evi tanımadan bir insana
güvenemezsin” İçi rahatlayan delikanlı, kaşığı alıp sarayı gezmeye başlamış. Bu kez, duvarlara
asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları,
çiçeklerin güzelliğini görmüş. Bilgenin yanına döndüğünde, gördüklerini bütün ayrıntılarıyla
anlatmış.
“Peki, sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?” Diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı,
iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. “Peki” demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi. “Sana
verebileceğim tek bir öğüt var: Mutluluğun gizi, dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama
kaşıktaki iki damla yağı unutmadan…”
3

Düşünce Özgürlüğünün İlk Havarisi

"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım.
Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan
dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı
sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."
Düşüncelerinin açıklanmasının kendisi için çok tehlikeli olduğunu bildiği halde, yukarıdaki
cümlesinden de anlaşılacağı gibi, yazı ve konuşmalarında düşüncelerini hep böyle açıkça ifade
etmiştir. Kopernik kuramına dayanan güneş merkezli sistem Kilisenin öğretilerine ters düşüyor
ve bunları coşku ile savunması Kilisenin öfkesini çekiyordu. Bruno evrenin sonsuzluğu yanında
evrenin birliği ilkesini de benimser. Buna göre Ortaçağ felsefesinde temel alınan gök ile yer
ayrılığını reddeder. Bruno; Tanrı'nın ve evrenin birbirinden farklı iki felsefe olmadığı, ama aynı
gerçekliğin iki sonsuz görünümü olduğunu kabul eder.

Bruno, insanlığın yaratılış yazgısının yeniden gözden geçirilmesi gerektiği sonucuna varmıştı.
Kilise için bu olacak iş değildi. Çünkü Kilise ye göre yaratılış Âdem’le başlamış, kıyametle
sona erecekti. İnsanlığın aydınlanmasını için savaşan Bruno, tarihin her dönemimde halkların
karanlıkta kalmalarını isteyen resmi görüşün savunucusu otorite tarafından yakılmıştır. Her
resmi görüş, belli bir süreçte eskir ve karanlığın temsilcisi durumuna düşer. Ancak, gerçeği
yakalayan bilimin savunucuları, ürettikleri bilgiler eskise de, yolları ve yordamları ile aydınlığı
temsil ederler. Bilim tarihinin, yolu-yordamı en aydınlık kişiliklerinden birisi de Bruno ’dur.
İnandığı doğruyu, kendine hiçbir çıkar sağlamadığı halde, salt insanlığa sağlayacağı çıkar
açısından dirençle savunan insanların en güzel örneğidir Bruno.
4

Felsefe Gerekli midir?


İnsanlar yüzyıllar boyunca merak etmiş, araştırmış ve öğrenmiştir. Bu ilgi ve merak tarih boyunca
giderek artmıştır. Merakın en büyük temsilcileri şüphesiz çocuklardır. Sürekli bir yerleri
kurcalarlar, farklı şeyler keşfederler ya da kendi yeteneklerini geliştirirler. Peki, felsefe gereksiz
midir? Bilim tek başına olsa ne fark eder? Felsefenin sonuca ulaşamaması onu gereksiz yapar
mı? Felsefenin kavramsal olarak doğuşu bilinse de aslında insanlar çok daha öncesinden
merakları sayesinde felsefe yapmaya başlamışlardır. Yani felsefenin doğuşu sorgulamanın
doğuşuyla aynı zamanda olmuştur. Neden? Niçin? Nasıl? Neden varım? Amacım ne? Gibi
sorular önceki zamanlarda merak sayılsa da sonraki yüzyıllarda bunların felsefenin başlangıcı
olduğu anlaşılmıştır. Bilimin doğuşu ise daha sonradan olmuştur. Felsefenin sorularına verilen
cevaplar bilimi ortaya çıkarmıştır. Buradan şu sonuç çıkıyor: Bilimin temelinde felsefe vardır.
Cevap almak ya da almamak felsefe için önemli değildir. Tabi alınamaz diye bir şey söz konusu
değildir. Doğru bilgiye ulaşmak için bir araçtır. İnsanların bu dünyada doğruya ulaşması bir amaç
olduğuna göre amaca ulaşmak için araçları kullanmak pek de garipsenmemelidir.
Doğruya ulaşmak dünyevi anlamda doğru bilgiye ulaşmakken, dinler açısından tanrıya
ulaşmaktır. Bu yolda insanları refaha ulaştırmanın yanında kötü sonuçlarda doğurmuştur.
Doğurduğu sonuçlar insan kaynaklı ve lokal bazlı olduğu konusunda pek çok kaynak
bulunmaktadır. Sonuç olarak sırf kötü sonuçlar doğuruyor diye bir araca kötü ve gereksiz demek
hem söyleyen hem söylenen açısından mantıksızdır. Çünkü aracın herhangi bir bilinci olmamakla
beraber sonuçlarını tahmin etme gibi yetisi de yoktur. Araçlar kullanana göre şekillenir. Bu
yüzden felsefe suçlu gösterilemez. Diyelim ki felsefeciler suçlu olsun. O da görelidir. Dünya
üzerinde pek çok bilgi düşünülerek bulundu, bulunmaya da devam edecek. Sırf tüm bilgileri
henüz bulamadık diye kullandığımız araca gereksizdir demek kendi içimizdeki paradoksların en
büyüğü olsa gerek.
“Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir.”
Karl JASPERS
5

Stoa Felsefesini Benimsemek


Stoa Felsefesini Benimsemek: Basit Bir Zihin Hilesiyle Hayatınızı Değiştirmek Mümkün
Olabilir mi?
Başımıza gelen ya da çevremizde gerçekleşen olayları kontrol etmemiz mümkün olmasa da,
onlara atfettiğimiz anlamı kontrol edebileceğimiz temeli üzerine şekillenen stoa okulu,
Helenistik felsefenin en önemli akımlarından biridir. Ekolün en önemli takipçilerinden olan
Yunan filozof Epiktetos, bireyin kontrolünde olanların ne kadar kısıtlı olduğuna dikkat
çekerken, bu durumu bir paradoks olarak niteler; zira kontrol edemediklerimizin anlamlarını,
başka bir deyişle bize ifade ettiklerini kontrol ederek, aslında her şeyin kontrolünü elimizde
tutmaktayızdır. Olayları, başkalarının kararlarını, iyi ya da kötü haberleri nasıl
yorumlayacağımızı belirlemek sadece ve sadece bizim elimizdedir. Çünkü çevremizdeki tüm
olaylar ve nesneler aslında nötrken, kendi perspektifimizde filtreleyerek, onlara pozitif/negatif
yüklerini biz bahşederiz aslında.

Julius Caesar ve illeism


Bilim, Julius Caesar'ın döneminde bir hayli çok kullandığı, kendisinden söz ederken, üçüncü
tekil şahıs kullanarak cümle kurmasının çok ilginç sonuçları olabileceğini ortaya çıkardı.
Literatüre "illeism" olarak geçen bu durum, Samuel Taylor Coleridge tarafından isimlendirildi.
Latince’ de "ille" kelimesi "o" zamiri anlamına geliyor. Prensip olarak illeism'i pratik olarak
kullanmak, kendi bakış açınızda bulunan duygusal sisi temizleyip önyargılarınızı görmenizi
sağlar. Birçok araştırma kendinizle üçüncü tekil şahıstan konuşmanın kısa vadede daha iyi
kararlar vermenizi sağladığını ortaya çıkarmıştır. PsyArxiv'de yer alan bir ön baskı ise illeism'in
duygusal düzenleme ve objektif düşünmek için uzun vadeli faydaları olduğunu, bunların da
pratik yaparak geliştirebileceğini buldu. Bulgular, bilgelik psikolojisi üzerine çalışmaları
bulunan, Waterloo Üniversitesi'nden Igor Grossmann tarafından ortaya çıktı ve The Intelligence
Trap: Revolutionise your Thinking and Make Wiser Decisions ismiyle kitaplaştırıldı.
6

Baldıran
Antik Yunan filozofu ve Yunan felsefesinin kurucu olan, heykeltıraş Sophroniskos’un ve ebe
Fenarete’nin oğlu olan Sokrates günlerden bir gün sokağa çıkıp Atinalılara dedi ki: “Zeus’tan
Apollonia kadar 500 çeşit tanrınız var. Hâlbuki kâinatta milimetrik bir düzen var, birden fazla
el karışırsa bu düzen karışır yaratıcı bir tanedir.” dedi. Melethus diye biri onu, “Bu Sokrates
denen adam devletin kabul ettiği tanrılara inanmıyor, gençlerin ahlakını bozuyor.” diye ihbar
etti. Sokrates’i mahkemeye çıkardılar ve 501 kişi onu yargıladı. Yargılama sonucunda baldıran
zehri içirilerek öldürülmesine karar verildi. Sokrates, bir ay hapis yattıktan sonra kendisine
baldıran zehrini sunup “iç” dediler. Hiç tereddüt etmeden içeceği sırada hanımının ağladığını
duydu ve “niye ağlıyorsun?” diye sordu. Hanımı “Seni suçsuz yere öldürüyorlar.” dediğinde
Sokrates, eşine şu karşılığı verdi: “İyi ya işte suçlu yere öldürülsem daha mı iyi olacaktı?” dedi.
Sonra da ağlamaya başlayan talebelerine dönüp “Unutmayın ben ne ilk ne son olacağım hak ve
hakikati, gerçeği günlük hayat kaygılarının üstünde tutan birçok insanın akıbeti benim gibi
olacak.” dedi ve baldıran zehrini içerek öldü. O gün bugündür inandığı değerler uğruna, doğru
yaptıkları adına eğer birileri tarafından anlaşılmazda mahkûm edilirse ve kendisine zehir verilip
içmesi istenirse bunu rahatlıkla içen, haysiyetiyle yaşayan, dik duran, eğilmeden yaşayanların
kullandığı bir metafordur bu baldıran zehri ve şurası çok dikkat çekicidir ki Sokrates mahkûm
eden 501 kişinin adını sanını yeryüzünde bilen yoktur fakat Sokrates bütün görkemiyle yaşıyor.
Bitki olarak baldıran, baldırgan ya da ağı otu; zehir olarak baldıran ise şeytantersi ya da yine
baldırgan diye de bilinir.

You might also like