Professional Documents
Culture Documents
Ekonomik Darlık
Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın Kuruluşu
Menemen Olayı
1930’larda Parti ve Devlet
Rejimin İdeolojik Temelleri
Atatürk ve İnönü
Toplumun Biçimlendirilmesi
1930’larda Türkiye’nin Dış Politikası
Ekonomik Darlık
Her ülkenin siyasal, ekonomik, toplumsal, kültürel kurumları arasında, sıvılar
örneğinden bildiğimiz "bileşik kaplar" yasası gibi bir ilişki vardır. Hiçbir kurum
ya da alan, ötekilerden bağımsız var olamaz. Bu da, yapılacak değişikliklerin
geniş kapsamlı olmasını, bütün alanlarda birden yürütülmesini gerektirir. Yine de,
çeşitli etkenler arasında, en önemlisi ekonomik olanlardır. Ekonomik yapının
sağlam ve istikrarlı olması, servet ve gelirin toplumun bireyleri arasında âdil
dağıtılması, çağdaş siyasal kuruluşun sorunsuz yaşaması için zorunludur.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkenin kendi kendine yeterli olması (yerli malı
kullanılması),
Yeni cumhuriyet yönetimi, böyle bir duruma gelmemek için ekonomik, toplumsal
ve siyasal bakımlardan durağan kalma pahasına, kendi kendine yeterli bir içe
kapanma dönemine girdi. Zaten 1920’li yıllarda yeniden kuruluş sorunlarıyla
uğraşılıyordu. 1929’da ABD’de başlayan büyük ekonomik bunalım bütün
dünyayı etkisi altına alınca, Türkiye de giderek soyutlandı ve dış ülkelerle
işbirliği ederek hızlı gelişme olanaklarından yoksun kaldı.
12 Ağustos 1930’da kurulan SCF, temel olarak, devletin yurttaşlara ağır vergiler
koyarak ekonomi alanına girmesine karşıydı. Ayrıca, II. Meşrutiyet’ten beri
süregelen iki dereceli seçim sisteminin değiştirilmesini istiyordu. Bu sisteme göre
"birinci seçmen"lik yeterliği olan erkekler, milletvekillerini seçecek asıl "ikinci
seçmen"leri oylarıyla belirlemekte; bütün adaylar CHF üst yönetimince
gösterilmekteydi (Bu usûl 1946 yılına kadar devam etmiştir).
Menemen Olayı
23 Aralık 1930 günü, bütün tarikatlar gibi yasaklanmış bulunan Nakşibendi
tarikatından oldukları ileri sürülen altı kişi, içlerinden Derviş Mehmet’in mehdî
olduğu iddiasıyla, civardaki bir köyden Menemen’e gelerek şeriat ilân etmeye
kalkıştılar.
Türk Tarih Tezi ile Türklerin ezelden beri önemli medeniyetler kurduğu
vurgulanıyor, bu yolla ulusçu bir bilinç ve duyarlılık oluşturularak saygın bir
ulusal kimlik yaratılmak isteniyordu. Bu tarihi görüşte altı yüz yıllık Osmanlı
İmparatorluğu ikincil bir konuma itiliyor, İslam dininin Türkler üzerindeki etkileri
de neredeyse hiç vurgulanmıyordu. Bu anlamda bu yeni tarih tezi dünyevileşen
ve laikleşen Türkiye’ye daha fazla hitap etmekteydi. Ayrıca arkeoloji ve
antropoloji çalışmalarına ağırlık verilerek "bilimsel" kanıtlar da üretilmeye
çalışılıyordu. Örneğin Türklerin kafa yapılarının Avrupa’nın brakisefal* kafa
yapısıyla benzerliğine dikkat çekilerek Türklerin aynı zamanda Avrupa ailesinin
de bir parçası olduğu anlatılıyordu.
Dil Devrimi
Türk ulusçuluğunun pekiştirilmesinde tarih tezi kadar dilin de önemli bir rolü
olduğu düşünülmekteydi. Daha sonra Türk Dil Kurumu adını alacak Türk Dili
Tetkik Cemiyeti (1932) oluşturularak Türkçe’deki yabancı sözcüklerin, özellikle
Arapça ve Farsça kökenli sözcüklerin temizlenmesi çalışmalarına hız verildi.
Amaç ulusal bir dil yaratmaktı, böylece dinsel ve "Doğu" etkisi çağrıştıran
semboller giderek kültürden de dışlanabilecekti. Hiç kuşkusuz böyle bir girişimde
Osmanlıca ve Osmanlı kültürel yapısıyla araya mesafe konmasının da önemli bir
rolü olmuştu. Türk ulusunu oluşturan temel ögelerden birinin Türk dili olduğu
vurgulanmaktaydı. Bu nedenle eski Türkçe kitaplardan, Anadolu’dan,
Kafkaslar’dan ve Orta Asya’dan "öztürkçe" sözcükler derlenmeye çalışıldı.
Ancak öztürkçecilik hareketinin sınırlı bir etkisi oldu, çünkü dilin birdenbire
değişmesi mümkün değildi. 1936 yılında başka bir kuram gündeme geldi: Güneş
Dil Teorisi. Bu kurama göre bütün diller tek bir kök dilden türemiş, bu dil de Orta
Asya’da doğmuş, buradan tüm dünyaya yayılmıştı. Türkçe ise bu kök dile en
yakın dildi ve adeta tüm diller Türkçe’den türemişlerdi. Dolayısıyla yabancı
kelimelerin Türkçe’den mutlaka atılması gerekmiyordu, çünkü zaten o yabancı
kelimeler Türkçe’den türemişlerdi. "Dil Devrimi" olarak adlandırılan bu
çalışmalarla ayrıca seçkinler ve halk arasındaki uçurumun da kapatılacağı
düşünülmüştü. Atatürk’ün ölümünden sonra bu kuramlar çok fazla rağbet
görmedi. Ancak Türk dili etrafında cereyan eden tartışmalar o yıllarda ulusal dil
oluşturma kaygısının ne denli önem kazandığını göstermesi açısından önemlidir.
Üniversite Reformu
Genç Cumhuriyet yönetiminin düşünsel hayat açısından üzerinde önemle durduğu
konulardan birisi de üniversitenin yeniden yapılandırılmasıydı. Eski adı
Darülfünun (Bilimler Evi) olan üniversiteye akademik olarak yetersiz olduğu ve
Cumhuriyet reformlarına ilgisiz olduğu yolunda ciddi eleştiriler yöneltilmekteydi.
Cumhuriyet reformlarına bağlı çağdaş bilim adamları yetiştirmek amacıyla 1933
yılında zamanın eğitim bakanı Dr. Reşit Galip’in öncülüğünde bir üniversite
reformu yapılarak üniversite öğretim üyelerinin üçte ikisinin (yüz kişi)
görevlerine son verildi. Bu süreçte İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ahmet Ağaoğlu
gibi ünlü bazı profesörler üniversitedeki işlerini kaybettiler. Yeni yasa öte yandan
İkinci Meşrutiyet döneminden beri var olan üniversite özerkliğini de ortadan
kaldırdı. Rektör ve dekan seçimleri yerine atama usulü kabul edilmekteydi.
Ayrıca üniversite reformu sonrasında, 1933’de Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü,
1934’de Milli Musiki ve Temsil Akademisi, 1935’de Ankara’da Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi kuruldu; eski adı Mülkiye Mektebi olan kurum Siyasal
Bilgiler Okulu adını aldı.
Türkiye’nin bilimsel gelişmesinde 1930’lu yılların özel bir önemi vardır. Bunun
nedeni nazilerin elinden kaçarak Türkiye’ye sığınan çok sayıda Alman bilim
adamının yaptığı katkılardır. Çoğunluğu Yahudi kökenli bu bilim adamları
nazilerin iktidara gelmesi nedeniyle Almanya’yı terk etmek zorunda kalmış,
Türkiye’de tıptan hukuka, mimariden temel bilimlere kadar birçok dalda değerli
katkılar yapmışlar, birçok bilim adamı yetiştirmişlerdir. Bu kişilerin bir kısmı
savaştan sonra hem Avrupa’da hem de Amerika’da bilimsel gelişmelere büyük
katkıda bulunacaklardı.
Atatürk ve İnönü
Önder İmajının Önemi
1930’larda yaygın olarak göze çarpan kampanyalardan biri de, tek-parti
yönetiminin önderi etrafında kenetlenen bir toplum yaratmaya ilişkin olanıydı.
Atatürk imgesinin siyasal yaşamda öne çıkarılması hedefleniyordu. Bu anlayışta
hiç kuşkusuz 1930’lu yıllarda çeşitli ülkelerde "şeflik" sistemlerinin yayılmasının
da etkisi vardı. Atatürk "halaskâr" (kurtarıcı), "büyük", "ulu", "eşsiz", "yüce",
"ölümsüz", "başöğretmen" gibi sıfatlar kullanılarak, adeta doğaüstü ve tanrısal bir
niteliğe kavuşturulacaktı. Bazıları İsa’ya, Musa’ya, Nuh’a, Hızır’a, Mehdi’ye
benzetmiş, bazıları Tanrıtürk demiş, Atatürk’e neredeyse mistik sıfatlar
yakıştırılmış, onun şahsında Türk ulusunun cisimleştiği söylenmişti. Dönemin
ünlü gazeteci yazarlarından Falih Rıfkı Atay, 1931’de "Kemalist inkılapçıların
baş işlerinden biri Mustafa Kemal’i her gün daha iyi tanıtmaktır. Her tarafta
Fırka ocaklarında Mustafa Kemal köşesi hemen yapmağa başlamalıyız" diye
yazmıştı. Dönemin CHP belgelerinde devlet, "atası etrafında toplanan millet"
olarak sunuluyordu. Türkiye’nin siyasal sistemi, liderliğe aşırı bir önem
veriyordu. Daha sonra 1938’de cumhurbaşkanlığına seçilen İsmet İnönü ise
kendisine "Milli şef" denmesini severek kabullenecek, paralara ve pullara
Atatürk’ün yerine kendi resmini bastıracaktı.
Atatürk’ün Ölümü
1924 ve 1927’de iki kez kalp krizi geçirmesine rağmen, Atatürk’ün sağlığı
1937’ye kadar genel olarak iyiydi. Ama durumu özellikle 1938 martından sonra
karaciğer rahatsızlığından dolayı iyice kötüleşti. Bu gelişmeler bir yandan
kamuoyundan gizlenirken, bir yandan da Ankara kulislerinde Atatürk’ün yerine
kimin cumhurbaşkanı seçileceği konuşulmaya başlamıştı. Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk 10 Kasım 1938 sabahı
öldü. Cenaze törenine on binlerce kişi katıldı, hatta izdihamdan on bir kişi
hayatını kaybetti. Atatürk’ün cenazesi İstanbul Dolmabahçe Sarayı’ndan alınarak
Ankara’da, Anıtkabir’e nakledileceği 1953 yılına kadar, Etnografya Müzesi’nde
tutuldu.
Bir kez daha hükümeti kurmakla görevlendirilen Celal Bayar, bu görevde fazla
kalamadı. 1939 seçimlerinden sonra başbakanlığa İnönü’ye yakınlığıyla tanınan
Refik Saydam getirildi. Yeni kabinede Atatürk’ün isteği ve yardımlarıyla
yıldızları parlamış olan Celal Bayar, Şükrü Kaya ve Tevfik Rüştü Aras gibi güçlü
isimlere yer verilmedi. Bu kişiler bundan sonra önemli ve etkili mevkilere
gelemeyeceklerdi. Öte yandan İnönü, parti içindeki gücünü arttırma amacıyla
geçmiş dönemlerdeki muhaliflerle barışma siyaseti güderek, Atatürk döneminde
siyasetten uzaklaştırılmış olan Kurtuluş Savaşı’nın bazı önemli isimlerinin de
itibarlarını iade etti. Bunlardan en önemlileri Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet
Bele gibi eski ünlü komutanlar, Hüseyin Cahit Yalçın gibi tanınmış muhalif
gazetecilerdi. Bu kişilere Atatürk’ü eleştirmemeleri ve geçmiş olayları gündeme
getirmemeleri koşuluyla CHP içinde etkin olabilecekleri sözü verildi.
Toplumun Biçimlendirilmesi
Halkevlerinin Kurulması
Yeni kurulan Cumhuriyet’in yeni bir toplum oluşturması hedefleniyordu. Bu
doğrultuda girişilen bir dizi atılımın en önemlilerinden biri, hiç kuşkusuz
Halkevlerinin kurulmasıdır. Halkevleri, 1931’deki parti kurultayının ardından,
CHP’nin "halka gitmek" ve Cumhuriyet’in getirdiği reformları tabana yaymak
amacıyla 1932 yılında gerçekleştirdiği uygulamalardan biridir. Türk Ocakları’nın
binalarında faaliyet gösteren, bütçesi devlet tarafından karşılanan ve hem partinin
hem de devletin güdümünde olan bu kuruluşlara valiler ya da kaymakamlar
başkanlık ediyordu. Halkevleriyle amaçlanan yetişkinleri eğitmek, kültür
düzeylerini geliştirmek ve Cumhuriyet rejimine bağlı vatandaşlar yetiştirmekti.
1930’lu yıllar boyunca Türkiye’nin pek çok büyük il ve ilçesinde 379 Halkevi
kuruldu. Bu rakam 1946 yılına kadar 455’e çıktı. Halkevleri "seçkinci"
yapıları nedeniyle halka gitmekte pek başarılı olamadılarsa da ülkenin
kültürel hayatında önemli gelişmelere öncülük ettiler. Birçok resim sergisine
ve tiyatro temsiline ev sahipliği yaptılar. Halkevlerinin resmi yayın organı olan
Ülkü dergisi de, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıldızı parlayacak
birçok sanatçı ve bilim adamının ilk yazılarını yayınladı.
Bayramlar
Toplumun yeni rejimi kutlama yoluyla söz konusu rejime iştirak etmesi anlamına
gelen ulusal bayram günleri de Cumhuriyet’in simgeleştirilmesi açısından
önemliydi. Kutlamaların alabildiğine görkemli olmasına özen gösterilen
Cumhuriyet’in 10. kuruluş yıldönümü bunun en iyi örneğidir. Cumhuriyet’in ilan
edildiği günün yanı sıra Milli Mücadele’nin önemli dönemeçlerini temsil eden 23
Nisan, 19 Mayıs ve 30 Ağustos günleri de ulusal bayram günü ve resmi tatil kabul
edilmiştir. Ancak, eğitim yoluyla vatandaşlık bilincinin aşılanmasının ne kadar
uzun erimli ve pahalı bir yatırım olduğu düşünülecek olursa, okuma-yazma
oranının %10’larda olduğu bir dönemde bu bayramların gördükleri işlev daha iyi
anlaşılacaktır.
Cumhuriyet ve Kadınlar
1930’larda kadınların toplumsal ve siyasal yaşamı ile ilgili önemli gelişmeler
oldu. Gerçi Türkiye’de kadınlar 1926’da kabul edilen Medeni Kanun’la tek
eşlilik, boşanma, miras ve çocukların velâyeti konularında erkeklerle eşit
haklara kavuşmuşlardı, ama siyasal yaşama katılma hakkını ancak
1930’larda elde edebildiler. Bu gelişmede CHP ileri gelenlerinin konuya olumlu
yaklaşmaları kadar, 1924’te kurulan Türk Kadınlar Birliği’nin propaganda
faaliyetlerinin de önemli bir rolü vardı. Birliğin kuruluş amacı, "siyasî nitelik
taşımayan her türlü etkinliği yapmak, kadınlarla ilgili meselelerde, aile ve toplum
hayatında, çalışma hayatında, fikir alanında kadınların ilerlemesi ve yükselmesi
için faaliyet göstermek, medeniyet içinde kadının yer almasını sağlamak,
kadınları ve genç nesilleri ilerleme anlayışı içinde eğitmek, Cumhuriyet rejimini
benimsetmek, yoksul ve kimsesiz kadınlara yardımcı olmak ve onları çalışmaya
teşvik etmek" olarak ilan edilmişti (Leyla Kaplan). 1930 belediye seçimleri
yaklaşırken Birliğin yerel seçimlerde kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilmesi
ile ilgili faaliyetleri olumlu rol oynadı ve kadınlar ilk kez bir yerel seçimde oy
kullanma hakkına kavuştu. Ardından, 1934 yılında kadınlara genel oy hakkı
verildi ve ertesi yıl yapılan seçimlerde 18 kadın milletvekili Büyük Millet
Meclisi’ne girdi. Türk Kadınlar Birliği aynı yıl İstanbul’da düzenlenen
Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi’ne ev sahipliği yaptı. Ancak Birlik bu
gelişmelerin hemen ardından, hükümetten gelen telkinler nedeniyle kapatıldı.
Kapatılma gerekçesi, 1930’ların ilk yarısında kapatılan başka kuruluşlar gibi, artık
partiden özerk yapılanmalara gerek kalmamış olmasıydı.
Gençlik ve Spor
Devletin ve CHP’nin 1930’larda toplumsal yaşamın her yönüne müdahale etme
girişimi kendini gençlik ve spor alanında da hissettirdi. Bunda CHP’nin birçok
Avrupa ülkesinde gündeme gelen gençlik teşkilatı kurma niyeti kadar ülkedeki
spor teşkilatlarının kendi içlerinde yaşadıkları problemlerin de rolü vardı. 1935’te
toplanan CHP’nin Dördüncü Kurultayı’nda spor ve gençlik örgütü meselesi yeni
parti programının en kapsamlı maddelerinden biri olarak yer aldı. Öte yandan
parti-devlet bütünleşmesi olarak adlandırılan süreç daha merkezi, daha düzenli ve
tek renkli bir spor örgütlenmesine giden yolu açtı. CHP programının 52.
maddesine göre Türk gençliğinin, kendisini "temiz bir ahlâk, yüksek bir yurt
ve devrim aşkı içinde toplayacak ulusal bir örgüte bağlanacağı" tespit
edilmişti. Buna göre, "bütün Türk gençliğine şevk ve sıhhatlerini, nefse ve ulusa
inançlarını besleyecek beden eğitimi verilecek ve gençlik, devrimi ve bütün
erginlik şartları ile yurdu korumayı en üstün ödev tanıyan ve onları, bu ödev
uğrunda bütün varlıklarını vermeğe hazır tutan bir düşünüşle yetiştirilecekti."
Ayrıca bu maddeye göre "okullarda, devlet kurumlarında ve fabrikalarda
bulunanlar, yaşlarına göre beden eğitimi ile uğraşmak yükümlülüğü altına
alınacak"tı. 1936’da spor işleri pratikte CHP’nin yönetimi altına girdi. 1938’de
çıkarılan Beden Terbiyesi Kanunu ile gençlere "boş zamanlarında gençlik
kulüplerine girme ve fiziki egzersizlere katılma yükümlülüğü" getiriliyordu. CHP
yönetimi bu yolla toplumsal disiplini sağlamayı amaçlamaktaydı. Bu kanunun,
1945’e kadar fiilen uygulanmasına çalışıldıysa da pek başarılı sonuçlar verdiği
söylenemez.
Köycülük bir ideoloji olarak köyleri ve köylüleri şehirlere karşı üstün tutan bir
ideolojiydi. Köy ve köylü yüceltilirken, şehir ve şehirliler eleştiriliyordu. Köylüler
Türk ulusunun aslını oluşturan, ulusal gelişmede belirleyici, saflığı bozulmamış,
asil, akıllı ve değişime açık insanlar olarak tasavvur ediliyorlardı. Köycülerin en
ayırt edici özelliklerinden biri şehirleşmeye karşı oluşları ve sanayileşmenin
getirebileceği toplumsal sorunlardan duyulan korkuydu. Şehirler
kozmopolitliği, toplumsal sınıf çatışmalarını, işsizliği, ekonomik bunalımları, işçi
grevlerini, devletin kısıtlı toplumsal kontrolü gibi şeyleri simgeliyordu. Böyle
olunca da köylülerin köylerinde tutulması köycülerin önemle üzerinde durdukları
konuların başında gelmekteydi. Köycülük CHP önde gelenleri tarafından büyük
ölçüde desteklenmişti; örneğin 1930’ların başında Maarif Vekili olan Reşit Galip,
köycülüğüyle bilinen birisiydi. 1940’ların ilk yarısında CHP’nin genel sekreteri
ise "sanayi ve sanayileşmiş medeniyetin düşmanı" olarak tanınan Memduh Şevket
Esendal’dı. Köycülük hareketi 1930’larda büyük ölçüde ayakları pek de yere
basmayan "romantik" bir hareket olmakla beraber, köycü düşünceler Köy
Enstitülerinin 1940’da resmen hayata geçirilmesiyle önemli bir ivme kazandı.
1930’larda Türkiye’nin Dış Politikası
"Yurtta Barış, Dünyada Barış"
1930’lar dış politika açısından tüm dünyada sorunlu yıllar oldu. Birinci Dünya
Savaşı’ndan zararlı çıkıp sınırların yeniden gözden geçirilmesini arzu eden
devletlerle statükoyu koruma eğiliminde olan devletlerin çatışması gündeme
geldi. ABD’nin kendi içine kapanması, Fransa’nın ekonomik ve askerî olarak
yeterince güçlü olamaması ve Birleşik Krallık’ın kararsız ve çatışmayı göze
alamayan tutumu, sınırların gözden geçirilmesi gerektiğini savunan Almanya ve
İtalya gibi devletleri güçlendirdi. Türkiye ise mevcut dünya dengesinin
değişmemesi yolunda bir politika geliştirmeye çalışıyor, "yurtta sulh, cihanda
sulh" anlayışını hayata geçirmeyi arzuluyordu. Bu yıllarda Türkiye’yi en çok
Lozan Antlaşması’ndan kalan sorunlar meşgul etti. Ülkenin dış politikasındaki en
temel yönelimlerden biri de kuzey komşusu Sovyetler Birliği ile iyi ilişkileri
sürdürmek oldu. Sovyetlerle dostluk politikası CHP yönetiminin herhangi
bir şekilde sosyalizme yakınlık duymasından kaynaklanmıyordu. Aksine,
sosyalist akımlar ülke içinde büyük ölçüde baskı altına alındı, bazı sosyalistler
faaliyetlerini yasadışı Türkiye Komünist Partisi kanalıyla yeraltında sürdürmek
zorunda kaldılar. Sovyetlerle iyi ilişkiler yürütme çabası ise, daha çok Kurtuluş
Savaşı günlerinden kalan ve pragmatizm1 ekseninde gelişen, güçlü komşu ülkeyle
dostluk kurmaya dayalı anlayıştan kaynaklanıyordu.
Türkiye ve Balkanlar
Türkiye 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne girdi. Milletler Cemiyeti I. Dünya
Savaşı’nın sonunda galip devletler tarafından uluslararası ilişkilerde istikrar
sağlamak amacıyla kurulmuştu. Türkiye’nin bu cemiyete girmesi kendi barış ve
güvenliğini koruma kaygıları yanında uluslararası alanda yalnızlığını giderme
amacını da taşıyordu. Türkiye yine benzer nedenlerle 1934 yılında Yugoslavya,
Yunanistan ve Romanya ile birlikte Balkan Antantı’nı imzaladı. Anlaşmayı
imzalayan dört devlet birbirlerine Balkan sınırları konusunda güvence veriyor ve
çıkarlarına yönelen bir tehdit durumunda birbirleriyle görüşmelerde bulunmayı
taahhüt ediyorlardı. Ancak Bulgaristan ve Arnavutluk’un katılmaması ve İtalya
1
Pragmatizm, bir eylemi fayda sağlayıp sağlamadığına göre iyi ya da kötü olarak değerlendiren kuramdır.
ile Almanya’nın bölgedeki nüfuzlarını arttırmaları nedeniyle, Antant pek işlevsel
olamadı, 1940 yılında dağıtıldı.
Türkiye her iki uluslararası adımda da komşusu ve iyi ilişkiler içinde olduğu
Sovyetler Birliği ile görüş alışverişinde bulunmuş, Sovyetlerin endişelerine
karşılık güvence vermişti. İki ülke arasındaki yakın ilişkiler sadece dış politikayla
da sınırlı kalmıyordu. Sovyetler Birliği, Türkiye’nin 1930’lardaki sanayi
planlarına teknoloji ve insan gücü sağlayarak destek oldu. Ancak iki ülke
arasındaki ilişkiler 1936 Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nden sonra gergin bir hal
aldı. Sovyetler Birliği’nin önerdiği Stalin-Atatürk görüşmesi de gerçekleşmedi.
Türkiye ve Ortadoğu
1930’larda Ortadoğu’yu ilgilendiren gelişmelerde de aktif rol oynamak isteyen
Türkiye, 1937 yılında Irak, İran ve Afganistan’ın yer aldığı Sadabad Paktı’na
katıldı. Taraflar ortak sınırlarına saygı gösterecekleri, saldırı amaçlı hiçbir gruba
katılmayacakları ve birbirlerinin içişlerine karışmayacakları konusunda
anlaşmaya vardılar. Sadabad Paktı’nın imzalanmasında, Mussolini’nin
İtalya’nın geleceğinin Asya ve Afrika’da olduğunu söylemesi ve 1935 yılında
Habeşistan’a saldırması etkili olmuştu.
Boğazların Durumu
Türk dış politikasını ilgilendiren en önemli gelişmelerden biri de 1936’da
imzalanan Montreux Boğazlar Sözleşmesi oldu. Lozan’da imzalanan Boğazlar
Sözleşmesi gereğince Boğazlar bölgesi silahtan arındırılmış ve Boğazlardan
geçişi denetlemek üzere Uluslararası Boğazlar Komisyonu kurulmuştu. Bu
anlaşmaya Milletler Cemiyeti, özellikle de Birleşik Krallık, Fransa, İtalya ve
Japonya garanti vermişlerdi. Ancak Milletler Cemiyeti’nin uluslararası barış ve
güvenliği koruyacağı yönündeki umutlar kısa sürede sönünce, Türkiye bu
sözleşmenin değiştirilmesi için uluslararası bir konferansın toplanması yönünde
talepte bulundu. Söz konusu konferans 1936 yılında İsviçre’nin Montreux
kentinde Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, Fransa, Yunanistan, Romanya,
Bulgaristan, Yugoslavya, Japonya ve Türkiye’nin katılımıyla toplandı.
Birleşik Krallık, Akdeniz’e iniş yollarının güvenliği açısından, Sovyetler Birliği
ise Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerin haklarını genişletmek amacıyla Türkiye’nin
taleplerini olumlu karşıladılar. Bu sözleşmeyle Boğazlar Komisyonu kaldırılarak
Boğazların egemenliği Türkiye’ye verildi.
Kaynak: