You are on page 1of 4

EN

(/k24/kategori/english)

EDİTÖRDEN (/k24/kategori/editorden) DOSYA (/k24/kategori/dosya) KRİTİK (/k24/kategori/kritik) SÖYLEŞİ (/k24/kategori/soylesi)

PORTRE (/k24/kategori/portre) EVVEL ZAMAN (/k24/kategori/evvel-zaman) KİTAPLAR (/k24/kitaplar) DİĞER

Anna Kavan ve Buz romanı üzerine


Buz. Mevsimler yok oluyor. Kaynaklar yok denecek kadar
azalıyor. Yaklaşmakta olan buz çağı, bildiğimiz dünyanın
sonunu hazırlayacak büyük yıkımın tetikleyicisi oluyor. Bu
iklimsel gelişmenin yanı sıra dünya büyük bir kaosun tehdidi
altında

15 Mart 2018 14:02

- A +
ESRA ERTAN (/k24/yazarlar/esra-
ertan)
@e-posta
(mailto:kritik24editor@gmail.com)
Kritik (/k24/kategori/kritik)

Buz (http://www.everestyayinlari.com/kitap-detay.php?k=10662), Anna Kavan’ın ilk kez


1967’de yayımlanan romanı. Metin, anlatım dili ve formu açısından farklı türlerin çatısı
altında kategorize edilebilir belki. Hatta yazarın, çok sevdiği Franz Kafka’nın tesirlerini
taşıyan yaratıcı bir dil inşa ettiği de söylenebilir. Zira Buz adlı romanının, “kafkaesk” bir
anlatıma yakın durduğu da birçok yerde ifade ediliyor. Buna karşı çıkmak söz konusu değil.
Ancak buna benzer edebî konumlandırmaların sınırlayıcı bir tavrı olduğunu düşünmek de
metnin analizi açısından
-45% iyi olacaktır.
-30% Analitik
-29% bir okumanın
-25% okuru tahrik-30%
etmesi, davet
-29%
etmesi hatta belki meydan okuması ve kendinden kuşku duyması gerekir ki bu bilgi açılımlı
bir okumayı ama aynı zamanda bir ölçüde çağrışımsal bir okumayı da mümkün kılsın.
“Gerçeklik benim için her zaman Küçük İşletmeler İçin %50 Devlet Teşvik…
bilinmez nitelikte bir şey Ticket Restaurant Yemek Kartı Kayıt Ol
olmuştu” by Taboola

Buz, bu anlamda zengin bir okumayı mümkün


kılan ilginç bir metin. Zaman, mekân gibi olguları,
metnin odağından uzak tutarak tasarlanmış bir
kurgu ile karşımıza çıkıyor. Bu durum metne
evrensel bir kaygı ve kuşku ile yaklaşmamızı
mümkün kılarken, onu, zengin çağrışımlarla
dönüşmeye açık bir okumanın da biricik nesnesi
konumuna taşıyor. Bir çağı kapatmış, bir dönemin
sonuna gelmiş, kaynaklarını ve insan olma
hasletlerini tüketmiş bir dünyanın karşı karşıya
kaldığı “yazgı”yı anlatmaya çalışıyor Buz. Mevsimler yok oluyor. Kaynaklar yok denecek
kadar azalıyor. Yaklaşmakta olan buz çağı, bildiğimiz dünyanın sonunu hazırlayacak büyük
yıkımın tetikleyicisi oluyor. Bu iklimsel gelişmenin yanı sıra dünya büyük bir kaosun
tehdidi altında. Militarist devletlerin kendi aralarında yaşadıkları politik/ekonomik
mücadeleler insanların tabiatını da değiştiriyor.

Bu sert mücadelelerin gölgesinde yaşamaya çalışan


insanların ruhları da soğumaya başlıyor. Çürüme her
yerde. Öte yandan, romanın başkarakterlerinin
isimleri de yok. Anna Kavan, isim koyma
mefhumundan uzak durmaya çalışıyor. Sanki onun
için ülkelerin, kentlerin, kadınların ve erkeklerin
isimlerinin belirleyici bir önemi yok. O, bu tercihi ile
kurguyu baştan sona tahakküm altına alan gizem
duygusunun çözülmesini istemez gibi. Bilinmezliğin
bir tipi fırtınası içine karışmasını ister gibi. Gümüş
saçlı kız, anlatıcı ve muhafız gibi başkahramanlar
genel olarak bir tercüme eylemiyle karşımıza
çıkıyorlar. Yani tavırları, fikirleri ve nasıl bir hayat
yaşadıkları ile ilgili bazı öngörüler var. Ancak yine de
onların gerçekliği de buzla birlikte silinip, yok
olacakmış hissi uyandırıyor okurda. Bununla birlikte
gümüş saçlı kızın, anlatıcının ya da muhafızın
gerçekten var olup olmadığı bir yerden sonra önemini
kaybediyor. Belki kurgunun inşası içerisinde hiç
önem teşkil etmemişti. Yaşamda neyin önem teşkil
ettiğine dair kimsenin bir şey bilmediği/emin olmadığı bir dünyada onlar, kafa
karışıklığının, ortaya çıkan sapkınlıkların birer simgesi hâline dönüşüyorlar. Metnin
ilerleyen bölümlerinde anlatıcı ve muhafızın, gümüş saçlı kızın peşinde olduklarına dair
süregelen kovalamaca ve akıl oyunları, okurda muhafızla anlatıcının aynı kişi olabilecekleri
izlenimini güçlendiriyor. Öte yandan okur, gelişen olayları anlatıcının naklettikleri ile
öğreniyor. Onun gördüklerinin/hissettiklerinin tanıklığını yapıyor. Ve bu, okuru her şeyi
gören “göz” konumunda sabitlerken, metinde bir başkalaşımın gerçekleşmekte olduğunu da
görme şansını veriyor. Evet, anlatıcı, fiziksel ve zihinsel kudretinden etkilendiği muhafızın
bu iktidarını sık sık dillendiriyor ve evet, diğer yandan onun bu azametinden kaygı
duyduğunu, buna öfkelendiğini ve hatta bir ölçüde bunun karşısında ezildiğini de ifade
etmekten geri durmuyor. Ancak muhafızın kendisinde sebep olduğu tüm duygu durumları
ona bir özdeşleşme imkânı da yaratıyor. Muhafız, anlatıcının kendisini anlaması için
sınanması gereken bir figür gibi. İlerleyen bölümlerde anlatıcı, muhafızla aynı kişi
olduklarına dair görüşünü paylaşıyor okurla. Yani ona dönüşmüş olabileceğini düşünüyor.
Dünyayı başkalaştıran buz, bir imge olarak anlatıcıdaki bu başkalaşımın izdüşümü gibi. Bu
ikilik, metni halüsinatif bir kurgu olarak tanımlamamıza da olanak tanıyor. Mühim olan bu
halüsinatif etkilerin gerçekliği tanımlarken devamlı olarak değişen, dönüşen, ortaya çıkan,
kaybolan ya da zayıflayan/güçlenen olguları nasıl tercüme ettiğimiz ile ilgili olması bana
kalırsa. Kahramanlar yaklaşmakta olan buzun yok edici gücüne karşı koymanın yollarını
ararken ya da karşı koymaktan vazgeçerken birbirlerine dönüşebiliyorlar, birbirlerinden
uzaklaşabiliyorlar ya da birbirleriyle çarpışabiliyorlar. Bu, Kavan’ın kaotik zihinsel
yaratıcılığının bir tezahürü öte yandan. Dolayısıyla kurgunun içerik olarak vadettiği bir
şimdi ya da gelecek tasarısı yok. Düşmekte olan dünyanın bir umudu olabileceğine ya da
kurtuluşun reçetesinin ne olabileceğine dair bir öngörüsü de yok. Olmakta olanı resmediyor
Kavan. Gerçeği tanımlama ve ona katlanma arzusunu, birbiriyle dirsek teması içinde olan
anlatı dillerini birbirine yaklaştırarak anlatmayı seçiyor. Ancak bu dil, tanıdığımız güvenli
alanı dışlayarak neredeyse okura eziyet eden, onun algılarını felç eden bir dile, bir kâbus
diline dönüşüyor.
Öte yandan dünyayı beklemekte olan tek sorun iklimsel bir facia değil. Ağır değişimin
yarattığı askerî/politik bir rekabet ortamı da söz konusu. Ve bu durum isimsiz ülkelerde,
kentlerde bir yağma kültürünün de ortaya çıkmasına zemin hazırlıyor. Bu karanlık tabloyu
hiçe sayarcasına dünyanın farklı yerlerine bir karnaval havası hâkim diğer yandan.
Şüphesiz, mekânı kuşatan bu çokseslilik, bu şok edici karmaşa bulanık bir zihnin de
dışavurumu aynı zamanda. Buz bir imge olarak sonsuz kışın altını çiziyorsa da bu kış,
dinmek bilmeyen bir savaşın da metaforu. Anna Kavan’ın kendisine karşı, düşüncelerine,
endişelerine karşı verdiği savaşın cisimleşmiş hâli.

Edebî türlerin sınırları


Buz romanı, pek çok yerde bir bilimkurgu romanı olarak anılıyor. 2014 yılında Türkiye'de
basılan kitabın çevirmeni Selahattin Özpalabıyıklar, kaleme aldığı sunuş yazısında metnin
marjinal bir bilimkurgu olduğunu işaret ediyor. Bunun sebebini de, metnin
durduğu/varolduğu zengin, bereketli alana referans vererek açıklıyor. Çağdaş bir metni bu
türün sınırları içinde değerlendirmek ve neden bu sınırlara ihtiyaç duyduğumuzu
açıklamak, o metnin kurduğu dilin ruhunu anlamak açısından önemli. Kavan metnini
düşsel bir atmosfer içinde tasarlayarak, bu atmosferi kaosun yüreğine taşıyarak ve birbiriyle
çelişen bir yokluk/bolluk tablosu çizerek, kahramanlarını yarattığı bu “çivisi çıkmış dünya”
tasavvuru ile birlikte anlamlandırmaya çalışıyor. Bildiğimiz, kurallarına aşina olduğumuz
simgesel düzende bir yarık açmayı başarıyor böylelikle. Eğilip baktığımız bu yarıktan okuru
huzursuz eden, bildik olanı yabancılaştıran hatta onu belirsiz şekilde temsil edeni yani
“simgesel” olandan geriye kalanı göstermeye çabalıyor. Yani kurguladığı şey, aklın, inancın
rehberliği karşısında arzunun tatmin edilmesinin imkânsızlığı oluyor.

“Kaybolmuştum, alacakaranlık çoktan çökmüştü, saatlerdir araba sürüyordum ve benzinim


bitmek üzereydi…”

Buz’un başkarakterlerinden biri olan gümüş saçlı kızın zayıflığına, çelimsizliğine ve


olabildiğince Kuzeyli olan solgun görüntüsüne yapılan vurgu, Kavan’ın bir anlamda kendi öz
şefkatinden de mahrum kalmış olan çocuk/çocuksu yanının cisimleşmiş hâli. Onun kendi
iradesini reddeden, dünyayı okuma şansını elinden alan ve onu ebedî çocukluğa mahkûm
eden anlatıcı ve muhafız karakterleri ise tam da bu “çocuksuluğu” güçlendirmek için orada
gibiler. Üç kahramanın arasındaki bağ, simgesel düzendeki değişimle at başı giden bir
temasın da altını çiziyor metinde. Dünyayı önlenemez biçimde etkisi altına alan buz,
kahramanların arasındaki efendi/kurban ilişkisiyle bir bütünlük teşkil ediyor. Bu bütünlük
duygusu, metni tercüme etme edimimiz açısından önemli. Tercüme gayretimiz, romanın
gerçeği anlama/anlamlandırma amacını görünür ve anlaşılır hâle getirirken, bir eksiği de
beraberinde getiriyor. Buz, bir metafor olarak simgesel düzeni anlama gayretimizi tehdit
eden “her şeyi” kapsayan, kuşatan büyük bir boşluk olarak orada. Kavan, tutsaklaştırılmış/
çocuksu kalmış iradesiyle giriştiği mücadeleyi, evrensel bir endişe/korku -dünya için- ile
kaynak yapıp, içeriden gelen zorluklarla dışarıdan gelen zorlukları birlikte betimleyebildiği
bir anlatı dili kurmaya muvaffak oluyor. Bu anlamda yaratıcı sanatçı, yaşadığı dönemin
politik/kültürel ikliminin günlüğünü tuttuğu bir tür tarih yazıcılığı rolünü de üstlenmiş
oluyor. Anna Kavan, modern bir metinde içsel dünyanın çatışmalarının başka bir deyişle
nevrozlarının okumasını yapabileceğimiz önemli bir anlatı dili inşa etmiş oluyor.

Bununla birlikte, romanın erkek kahramanları olan anlatıcı ve muhafız, ideolojik birer figür
olarak bastırılmış cinsel enerjinin de tezahürü aynı zamanda. Muhafız ve anlatıcı, gümüş
saçlı kızı korumak için, himaye etmek için onu takip ediyorlar. Hapsediyorlar. Saklıyorlar.
Ancak bu abartılmış sahiplenme arzusu, iyi niyet çabası olmaktan çok, bir şiddet eylemi
olarak iktidar enerjisini açığa vuran ürkütücü bir güç olarak çıkıyor karşımıza. Anlatıcının
neredeyse yaşama ülküsü hâline gelmiş olan gümüş saçlı kızı arayış yolculuğu, denetim
altında tutulan bu cinselliğin acımasızlığının tekrar tekrar altını çiziyor. Öyle ki bu güç,
dünyanın kaynaklarını yok eden, âdil olmayan bir düzenle yağmalayan ve nihayetinde
gezegenin sonunu hazırlayan bir felaketin, bir şiddetin de müsebbibi olarak metni kapsıyor,
kuşatıyor. Anlatıcının naklettikleri ile bilgi sahibi olduğumuz/öğrendiğimiz gelişmeler, bize
yine bu düzeni onaracak olanın bu güçle yüzleşecek, barışacak, onu evcilleştirecek olan
muhafızların, anlatıcıların olduğunu da söylemekten geri durmuyor.

Kafka’dan gelen ilhamı aşmak


Anna Kavan’ın yaratıcı bir yazar olarak, kendisininkine benzer sancılarla mücadele etmiş
olan Franz Kafka’yı öncü kabul etmesi, yaratıcı yazınını şekillendiriyor, yürüyeceği yolu
anlamasında yardımcı oluyor. Bununla birlikte ebeveynleri ile yaşadığı çatışma, kendi
toplumsallığı ile kurduğu sağlıksız ilişki, ilaç bağımlılığı ve bunların nihayetinde gelişen
ruhsal dalgalanmalarla yazıyı bir ifşa, şifalandırıcı bir eylem alanına dönüştürdüğüne tanık
oluyoruz. Bununla birlikte, kendinden önceki ve sonraki pek çok kadın yazar gibi, sınırlayıcı
edebî normlara mesafeli durarak, anlatının içeriğini ve olanaklarını zenginleştiren bir dil ve
biçim anlayışını yakalamaya çalışıyor. Kişisel kaygılarını, toplumsal olana ve sonrasında
evrensel olana yaklaştırarak, zihinsel ve duygusal karmaşasını, çelişkilerini ve korkularını
görünür kılma, onlara cesaretle yaklaşabilme, bakabilme imkânını, bu gayreti içeren bir dil
inşa ederek gerçek kılıyor. Bu yaklaşım Buz’u, bir türün -bilimkurgu- sınırları içerisinde
okuyabilmeyi mümkün kılarken, bir o kadar da bu türün sınırlarını ihlal ederek özgür ve
açık bir okuma yapmayı mümkün hâle getiriyor. Dolayısıyla metin, Franz Kafka’nın
üslubuna dokunduğu yerde "kafkaesk"leşebilirken distopyanın, bilimkurgunun alanında da
bayrağı taşıyabiliyor. Halüsinatif bir metin kılıfını kuşanırken rüya okuması
yapabileceğimiz düşsel çağrışımlara da kapısını açık bırakıyor. Ve metin, Franz Kafka
ilhamını aşkın bir şekilde Anais Nin, Flannery O’Connor, Shirley Jackson ve hatta Herta
Müller’in anlatım zenginliğinde, kendini anıştıran etkili üslubuyla düşündürüyor,
sorgulatıyor. Herta Müller de Tek Bacaklı Yolcu (http://sirenyayinlari.com/siren/zamanin-
ruhu/tek-bacakli-yolcu/)'da nehirleri, metro duraklarını, balık lokantalarını ya da
memurların uğradığı barları isimsiz bırakacaktır. Böylelikle Anna Kavan gibi o da,
yabancılaşmayı kapsayıcı, bunaltıcı bir dilin içerisinde okuruna duyumsatacaktır. Shirley
Jackson ise zihinsel ve duygusal dalgalanmalarını, mekânı başkalaştırarak, neredeyse
zihninin ikametgâhına dönüştürerek, kaygılı içsel dünyasını Anna Kavan gibi duyarlı bir dil
ile anlatılabilir hâle dönüştürmeyi başaracaktır. Buz kadar kaygan ve kırılgan bu dili Anais
Nin’in de metinlerini kuşattığını görecektir okur.

YAZARIN TÜM YAZILARI (/k24/yazarlar/esra-ertan)

Önceki Yazı Sonraki Yazı

"Dünyadan Aşağı bir yarım cümledir, her "Derinliği giyinmek"- Bir bahçenin
okur kendi tamamlar..." masalı

(/k24/yazi/gaye-boralioglu,1648) (/k24/yazi/binbir-bahce-
masallari,1650)

anna kavan (/k24/etiketler/anna kavan) buz (/k24/etiketler/buz)

franz kafka (/k24/etiketler/franz kafka) distopya (/k24/etiketler/distopya)

toplumsal cinsiyet (/k24/etiketler/toplumsal cinsiyet) iktidar (/k24/etiketler/iktidar)

esra ertan (/k24/etiketler/esra ertan)

(http://platform24.org/) Hakkında (/k24/hakkinda) Email adresiniz Bültene Kayıt ↑ Yukarı çık

İletişim (/k24/iletisim) RSS Listesi (/rss-listesi) T24 ana sayfa (/)


Facebook (https://www.facebook.com/kitapkulturkritik)
Twitter (https://twitter.com/kitapkritik24)

© Tüm hakları saklıdır.

You might also like