You are on page 1of 8

XVII.

Yüzyıl Osmanlı Devleti Tarihine Kısa Bir Giriş

XVII. Yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu için mali bunalımlar ve siyasi krizler arasında geçmişti.
Özellikle, Avusturya ile Uzun Savaş (1593-1606), Osmanlı tarihinde birçok bakımdan bir
dönüm noktasıdır.1 Aslında, Sultan I. Ahmet’in tahta geçmesiyle birlikte imparatorlukta temel
değişikler yaşanmıştı, saltanat verasetindeki değişiklikte bunlardan birisidir. Saltanat veraseti
hakkında Neşri (1493), kardeş katlinin Osmanlılarda “adet-i kadime” olduğuna işaret eder. 2 I.
Ahmet tahta çıktığında, tek erkek kardeşi şehzade Mustafa olduğu için, Veziriazam Nakkaş
Ahmet Paşa ve diğer vezirler, Mustafa’nın katiline müsaade etmediler. 3 Şehzade Mustafa’da
ağabeyinin vefatına kadar sarayda, bir nevi hapiste tutulmuştur. Yine I. Ahmet zamanında
Avusturya ile akdedilen Zitvatorok muahedesi, Osmanlı padişahlarının imparatorun üstünde
tuttukları mevkilerine imparatorları da çıkartmış ve bu suretle müsavat esası üzere bir
anlaşma yapılmıştır.4
Genellikle bir kargaşa içerisinde geçen XVII. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu, göreve gelen, iş
bilen ve iyi yetişmiş devlet adamları sayesinde ayakta kalabilmeyi başarmıştır. Bu kargaşanın
ana nedenlerinden biri de ocaklının isyanlarından kaynaklanıyordu. Özellikle IV. Murad’a Koçi
Bey tarafından sunulan risalede Yeniçeri Ocağı’nın nasıl bozulduğu ve nasıl düzeleceği
hakkında bir bölüm vardır. Açıkça, kanun-u kadim’e dönülmeden fesat ehlinin ıslah
edilemeyeceğinden bahseder.5 XVI. yüzyılda hız kesmeden devam eden fetih siyaseti, XVII.
yüzyılda, her ne kadar askerlerin isyanları ve merkezdeki otorite boşluğundan zaman zaman
sekteye uğrasa da düşman ile olan mücadelelerden vazgeçilmiyordu. Özellikle batıya,
Avusturya ve Venedik üzerine yapılan seferlerden dolayı ekonomik sıkıntılar baş göstermişti.
Venedik Cumhuriyeti’yle XVI. yüzyılın sonu ile, XVII. yüzyılın başı arasında siyasi amaçlı
misyonlar azalsa da bunun tersine ticari ilişkiler artmıştır. 6 Seferlerden dolayı sıkıntıya düşen
hazinenin, para üzerindeki değeri düşürmesi “tağşiş”, esnaf ve reayayı zor duruma sokuyor,
bu yüzden her ne kadar düşman bile olsa, sultan tarafından verilen ahitnamelerle ticari
ilişkiler savaşın en hararetli zamanlarında dahi devam ediyordu. Elbette, seferlerin yükü
devlet bütçesine ağır geldiğinden mali krizler yaşanmaktaydı. Bu krizlerin aşılması için çeşitli
yöntemlere başvuruldu. Bunlardan biride müsadere sistemidir. XVII. yüzyılın başlarından
itibaren devletin ekonomik, idarî ve askerî açıdan gittikçe ağırlaşan bir bunalıma
sürüklenmesi müsadere yönteminin yaygınlaşmasına sebep olmuştur.7 Bu sistemde ölen
veya idam edilen devlet adamının mallarına devlet tarafından el konulup, hazineye aktarıldı.
Diğer yandan haremde, Kanuni’nin nikahlı eşi Hürrem Sultan ile başlayan kadınlar saltanatı
“tagallüb-i nisvan”, IV. Murad’ın ipleri eline alana kadar sürmüş, bu uzun dönem içerisinde
Nurbanu Sultan, Safiye Sultan ve Kösem Sultan gibi padişah anneleri ve eşleri devlet işlerine

1
Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye II, 10. Baskı, İstanbul 2020, İş Bankası Kültür Yayınları, s.19
2
a.g.e., s.79
3
a.g.e., s.85
4
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III. Cilt, I. Kısım, 7. Baskı, Ankara 2009, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
s.594
5
Zuhuri Danışman, Koçi Bey Risalesi, İstanbul 1972, Milli Eğitim Basımevi, s.41-45
6
Maria Pia Pedani, Osmanlı Sultanı Adına, Ankara 2011, Türk Tarih Kurumu Basımevi, s.146
7
Tuncay Öğün, “Müsadere”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 32, Ankara 2006, s.67-68
karışmaya başlamıştı. İstikrarsızlığın artmasının en önemli nedenlerinden biri de Harem’in
devlet politikalarına müdahale etmesidir. Burada özellikle belirtmeye çalıştığımız nokta,
padişahın mutlak otoritesi, tüm imparatorluk çatısını tutan kilit taşıdır; 1574-1623
döneminde bu temel kural etkisini yitirmiştir.8
XVII. yüzyılda had safhaya çıkan diğer bir kanunsuzluk ise devlet memurluklarının rüşvet ile
alınıp satılmasıydı. Önemli bir makama geçmek isteyen kimse, üst makama veya Harem’e
hediye adı altında hatırı sayılır bir rüşvet ödemek zorundaydı. İstenen makama göre bir fiyat
listesi bile tespit edilmişti.9 Osmanlı idaresinde bozukluklar üzerine telhis yazan namuslu
küttab (bürokratlar), Osmanlı devlet düzeninde kopmanın başlıca kaynağını rüşvette
bulurlar.10
Her ne kadar bu bozuluş ve kargaşa devletin yıkıldığı yirminci yüzyıla kadar devam etse dahi,
tahta çıkan otoriter padişahlar ve zaman zaman göreve gelen namuslu ve ehil bürokratlar
sayesinde gevşemenin önüne geçilmeye çalışılmıştır. II. Osman devletteki bozulmanın farkına
varmış fakat kısa ve acıklı süren saltanatında buna bir çözüm bulamamış ve Osmanlı tarihinde
ilk defa kul taifesinin isyanı sonucu bir padişahın, yani hanedan üyesinin kanı dökülmüştü.
Yazarı belli olmayan ve İbranice yazılan kronikte olay bir Yahudi’nin gözünden anlatılmıştı,
şöyle diyordu;
İsyancılar yeniçeri ağasının evine saklanan sultanı buldular. Başında kavuğu dahi olmayan
sultan, sıradan bir insan gibi isyancılar tarafından yürütülerek Orta Mescid’e kadar getirildi.
Sultan ayağa kalktı ve “ey halkım, ey kardeşlerim” şeklinde hitap ederek konuşmaya başladı.
Güzel şeyler söyledi. Üzüntülü ve acılı bir şekilde kalabalığı sakinleştirmeye çalıştı. Kendilerine
altın, gümüş ve güzel elbiseler vaat etti. Karşısında ise büyük bir kalabalık kendisini
dinliyordu. Ancak Tanrı bu kalabalığın zinakar kalplerini katılaştırdığı için sultanın sözleri
kendilerine zerre kadar tesir etmedi. Zira bu azgın kalabalık sultanı öldürmeyi kafasına
koymuştu bir kere. Aralarında anlaşarak sultanı katletmeye karar verdiler. Ne sultanı
dinlediler ne de ondan korktular.11 Daha sonra sultanı Yedikule Zindanına hapseden isyancılar
Kara Davut Paşa önderliğinde onu öldürmeye geldiler. Sultan gelenleri görünce kalbi
yerinden çıkacak gibi oldu; sesi soluğu kesildi. Sultan öfkeli bir halde onlara doğru ilerledi
fakat kendisine yardım edecek Allah’ın bir kulu yoktu. Karşısındakiler sultanla baş
edemeyeceklerini anlayınca hayalarından ve diğer hassas yerlerinden tutarak zapt etmeye
çalıştılar. Daha sonra tepeden tırnağa bütün kemiklerini tek tek kırmak suretiyle işkence ede
ede sultanı hunharca katlettiler.12
Sultan II. Osman’ın zorbalar ve hainler tarafından katlinin ardından kısa bir süre sonra tahta
çıkan kardeşi IV. Murad, isyancılara ve fesat ehline karşı acımasızca davranmış, hükümdar ve
devlet otoritesini yeniden tesis etmişti.

8
Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye II, 10. Baskı, İstanbul 2020, İş Bankası Kültür Yayınları, s.47
9
Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye III, 7. Baskı, İstanbul 2020, İş Bankası Kültür Yayınları, s.21
10
a.g.e., s.21
11
Nuh Arslantaş-Yaron Ben Naeh, Anonim Bir İbranice Kroniğe Göre 1622-1624 Yıllarında Osmanlı Devleti ve
İstanbul, 1. Baskı, Ankara 2013, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s.36
12
a.g.e., s.38
XVII. Yüzyılda Osmanlılarda Tasavvuf

Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan itibaren ilim insanlarına ve tasavvuf ehline özel bir
ihtimam göstermiş, onları daima himayesi altına almaya çalışmıştır. Daha bir beylik halinde
iken 1331 yılında İznik’te kurulan ilk medrese ilime, ilk müderrislerden biri olarak Davud-i
Kayseri ise, ilim insanlarına verilen önemi açıklamaktadır.
Osmanlı Devleti’nin ilk müderrisi ve ilk düşünürlerinden biri olan Davud-i Kayseri’nin
eserlerinden dinî ve aklî ilimlerde iyi bir öğrenim gördüğü anlaşılmaktadır. Dinî ilimlerden
bilhassa fıkıh ve hadis sahalarında derin bilgiye sahipti. Ancak daha ziyade tasavvuf, kelâm ve
felsefe alanlarındaki dirayetiyle temayüz etti. Davud-i Kayseri, tasavvufî düşünce açısından
İbnü’l-Arabî’nin yolunu takip etmekle birlikte tarikat mensubu ve irşad faaliyeti yürüten bir
şeyh değildir.13
İki farklı olgu ve kurumun, medrese ve tasavvufun, İznik Medresesi’yle başlayan ve bu
eksende devam eden geleneği XVII. yüzyıla gelindiğinde farklı bir kimliğe bürünmeye
başlayacak, taassupa varan dini hareketler ve resmi ulema ile tekke şeyhleri arasında
hararetli tartışmalar vuku bulacaktır.
Osmanlı Hanedanın, bürokratların, askerlerin ve toplumun, henüz devletin erken
dönemlerinde inkişaf eden tekke ve dervişlere olan ihtiram ve tazimlerini, tarihin önemli
kaynak kitaplarından olan menakıpnamelerden öğreniyoruz. Menakıpnameler kısaca şöyle
açıklanabilir; Genel olarak herhangi bir tarikata mensup bir velinin hayat hikayesini ve
kerametlerini ihtiva eden eserlere menakıp veya menakıpname adı verilmektedir. Bu
eserlerin yazılışındaki temel gaye, muhakkak ki o velinin müritlerinin yetişmesi ve dolayısıyla
tarikatın bütünlüğünü sağlamaktır. Fakat ikinci olarak velinin ve tarikatının propagandasını
yapmak gelir. Ama unutulmamalıdır ki, önemli bir amil daha, menakıpnamelerin yazılışında
kendini gösterir. Bu, çoğu zaman tarikatlara ve şeyhlerine iyi gözle bakmayan ve resmi din
görüşünü temsil eden ulema nazarında veliyi ve tarikatını kabul ettirmektir. Bu husus en az
birincileri kadar önemli bir yer tutar; çünkü bunun gerçekleşmesi halinde tarikatın daha kolay
şartlar altında yayılacağı şüphesizdir.14 Bu ikinci amili, Fatih Sultan Mehmet döneminde
yaşayan ve bir Kalenderi şeyhi olan Otman Baba örneği ile açıklayalım. Otman Baba
kendinden sonra talebesi Küçük Abdal tarafından yazılan, onun yaşamını ve kerametlerini
anlatan menakıpnamesinde, Fatih ile arasında, ilginç bir hadise cereyan etmişti. Şöyle ki; bir
gün Baba, Silivri-Kapısı’nda oturuyordu, Fatih’in Mahmut Paşa ile yapacağı seferi konuşurken,
Macarlardan Belgrad Kalesi’ni almak niyetinde olduğunu işitti. Baba doğrularak sultanı bu
seferi yapmaması için uyardı ve dedi ki, “Çanlarına ot tıkarlar, kaçarsın.” Sultan bu söz
üzerine hiddete geldi, kılıcını çekip yürüdü. Mahmud Paşa ileri atılıp, “Hay sultanım neylersin,
zinhar ve zinhar sakın sen tasavvur ettiğin kimse değildir, gafil olma ki bu kimse sahib-i
velayettir” dedi, önledi. Bu uyarıya aldırmayan sultan Belgrad seferini yaptı (1456) ve her şey
13
Mehmet Bayrakdar, “Davud-i Kayseri”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 9, İstanbul 1994, s.32-35
14
Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menakıpnameler (Metodolojik Bir Yaklaşım), Ankara 1992,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, s.36
Baba’nın dediği gibi çıktı. Bundan sonra başka bir defa, Otman Baba, sultan şehirde
dolaşırken onun önüne çıktı ve doğrudan şu soruyu sordu: “Tiz cevap ver ki, sultan sen misin,
yohsa ben miyim?” Fatih onu tanıdı ve atından inip elini öptü; dedi ki “Padişah sensin ve sırr-i
hudasın ve ben senin kemine kemterünüm babacığım”.15
Bu gibi menkabeler, Osmanlı tarihinde yazılı ve sözlü olarak yüzyıllarca anlatıla gelmiştir.
Ahmet Yaşar Ocak’a16 göre evliya menkabelerinin önemli bir kısmı, gerçekten yaşanmış tarihi
vak’alardan kaynaklanır. Anlatılan olaylar belli bir tarihte ve coğrafi mekanda vukua gelmiştir.
Ancak, menkabelerde varılmak istenen hedeflerden biri de kahraman olan veliyi yüceltmek
olduğundan, bu gerçek olaylar deforme edilmiş veya menkabe motifleriyle kamufle bir hale
getirilmiştir. Buna rağmen söz konusu olayları teşhis etmek zor değildir.
Eski Osmanlı rivayetlerinde alpler, alp-erenler, ahiler Osman Gazi’nin en yakınları olarak
gösterilir. Rivayette Osman, bir Babai halifesi olan Şeyh Ede-Bali’nin irşadı ve beline gaza
kılıcını bağlaması ile gazi olmuş, gaza akınlarına başlamıştır.17 Bu rivayetteki “irşat” kelime
anlamı olarak; doğru yolu göstermek, doğru yola sevk, ve gafletten ikaz demektir. 18 Bundan
sonraki Osmanlı sultanları da, kendilerini ikaz ve irşat edecek olan tekke şeyhleri ile yakın
ilişkiler kurmuşlardır.
XVII. ve XVIII. yüzyıl, bu ilişkiyi anlamak açısından bizim için çok önemlidir. Devrin tanınan
tekke şeyhleri ve padişahları arasında samimi ilişkiler kurulmuştu. Osmanlı tarihindeki en
mühim olaylardan biri olan Sultan II. Osman’nın katli meselesi, sultanın Hac vazifesini yerine
getirmek istemesinden ve Anadolu’dan yeni asker toplamak arzusundan doğmuştu. Onu bu
fikirden vazgeçirmek isteyen şahıslardan biride Şeyh Aziz Mahmut Hüdai Efendi idi. Şeyh
Efendi, sultana nasihat ettiyse de sözünü dinletemedi. 19 Aziz Mahmut Hüdayi Efendi,
Celvetiyye Tarikatı kurucusu olup, uzun zamandır Üsküdar’daki hankahında irşat ile meşguldü
ve padişahlarla samimi münasebetler tesis etmişti. Hüdayi’nin hayatından bahseden
kaynaklar onun Sultan I. Ahmet ile de bir ilişki içerisinde olduğunu, hatta sultanın ona intisap
ettiğini kaydetmektedirler.20
Aslında Osmanlı sultanlarının tıpkı I. Ahmet gibi intisap ettiği şeyhler ve mensubu oldukları
tarikatlar vardı. Biz XVII. ve XVIII. yüzyıllar içerisindeki padişahların mensubu oldukları
tarikatları kısaca inceleyip, daha sonra bu yüzyıllardaki temsilcilerine ve Nakşibendiyye
Tarikatı başta olmak üzere muhtelif tarikatlara bakacağız.
Klasik dönemde Osmanlı sultanları Mevlevilik, Halvetilik, Nakşibendilik gibi yüksek tarikatları
benimsediler ve onların desteğini aldılar. Resmi olarak tarikatları tanıyor, onlara vakıflar
bağışlıyorlardı. Sultanlar, halk üzerinde nüfuzlarını devam ettirmek için tarikatlarla
özdeşleşmeyi gerekli görmekteydiler. Bundan vazgeçemezlerdi. 21 Yukarıda Aziz Mahmut
15
Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, 5. Baskı, İstanbul 2019, İş Bankası Kültür Yayınları, s.100
16
Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menakıpnameler (Metodolojik Bir Yaklaşım), Ankara 1992,
Türk Tarih Kurumu Basımevi, s.34
17
Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, s.35
18
Şemseddin Sami, Kamus-ı Türki, Tıpkıbasım, 7. Baskı, İstanbul 2013, Kapı Yayınları, s.89
19
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, III. Cilt, I. Kısım, 7. Baskı, Ankara 2009, Türk Tarih Kurumu Basımevi,
s.136
20
Hasan Kamil Yılmaz, Aziz Mahmut Hüdayi, 1. Baskı, Ankara 2015, DİB Yayınları, s.33
21
Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye II, 10. Baskı, İstanbul 2020, İş Bankası Kültür Yayınları, s.231
Hüdayi ve kurduğu Celvetiyye tarikatına kısaca değindik, şimdi ise Osmanlı’da Nakşibendi
tarikatının durumuna bakıp meseleyi detaylandıralım. Osmanlı İmparatorluğu’nda,
tarikatların birçoğu dışarıdan gelmiş olup, az sayıda tarikatın bu toprakların mahsulü
olduğunu söyleyebiliriz. Nakşibendiyye Orta Asya’da, Halvetiyye İran’da hayat bulmuş olup,
etkilerini de en çok Osmanlı ülkesinde göstermişlerdir. Bunun yanında Mevlevilik, Hazreti
Mevlana’ya atfedilen bir tarikattır ve devletin kuruluşundan, yıkılışına değin resmi olarak
faaliyetlerini sürdürmüştür. Hacı Bayram Veli tarafından tesis edilen Bayramiyye, Osmanlı
Ankara’sında yeşermiş, bu tarikattan farklı kollar doğmuştur.

Nakşibendilik
XIV. Yüzyılda kuruluşu, Hacegan olarak adlandırılan silsileye mensup olan Muhammed
Bahaüddin Nakşibend’e atfedilen Nakşibendi tarikatının, kısa süre içerisinde başlıca Orta
Asya’da ve daha sonra Anadolu’da hızlı bir şekilde yayılmasının en önemli nedenlerinden biri
Sünni İslam’a sıkı sıkıya bağlı olmasıdır. Muhammed Nakşibend kendi yolunu tanımlarken:
Bizim tarikimiz ürve-i vuska/kopmayan kulptur. Hz. Resul’ün eteğine sarılmak ve sahabe-i
kiramın sözüne uymaktır, der.22 Bu görüş, tarikatın XVII. yüzyılda büyük temsilcilerinden olan
ve uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğunda yaşayıp, burada vefat etmiş Muhammed Murad
Buhari tarafından da tasdik edilmiştir: ekleme ve çıkarma yapılmadan aslı üzere devam eden
bu usul sahabilerin yoludur.23 XVII. yüzyılda Asya’da ve Anadolu’da, uzun zamandır sağlam
temeller üzerine inşa edilmiş bu tarikat, günümüzde dahi varlığını sürdürmektedir. Osmanlı
ülkesine ilk girişi ve tarikatın Anadolu ve Rumeli’de yayılmasına öncülük eden mutasavvıf,
alim ve şair Abdullah İlahi’dir. Aslen Kütahya-Simav’lı olan İlahi, ilk öğrenimine doğduğu
yerde başlayıp daha sonra devrin ilim merkezi İstanbul’a giderek Zeyrek Medresesi’ne devam
etti. Kendisinden ders aldığı hocası Mevlana Ali et-Tusi ile birlikte Horasan bölgesine giderek
tasavvufa meyletti ve devrin ünlü mutasavvıflarından olan Nakşibendi şeyhi Ubeydullah
Ahrar’a intisab etti. Simav’a dönünce dergahını kurarak Nakşibendiliği yaymaya başladı. 24
Bundan sonra Nakşibendilik, Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde hızla yayılmış, XVII. ve XVIII.
yüzyıllarda bu tarikata mensup meşhur sufiler yetişmiştir. Yalnızca Osmanlı toplumundan
değil, devlet erkanından da Nakşibendi tarikatına mensup olanlar olmuştur. Her ne kadar
Mevlevilik gibi yüksek zümreler arasında pek yer edinememişse de varlığını korumayı ve
sürdürmeyi başarmıştır. Nakşibediyye Tarikatı, İstanbul'da kol ve şubeden ziyade, tekkeleri
merkezli olarak temsil edilmiş ve yayılmıştır. 25

Muhammed Murad Buhari


XVII. Yüzyılda bu tekkelerin şeyhliğini yapanlardan biriside Nakşibendi büyüklerinden
Muhammed Murad Buhari’dir. 1640 yılında Semerkand’da doğan Buhari, 1720 yılında
İstanbul’da vefat etmiş olup, kendi adıyla anılan tekkesinin haziresine defin edilmiştir.
Kaynaklara göre üç yaşındayken çocuk felci geçirmiş ve ayakları kötürüm olmuştur. Onun bu
hali, hayatına ve özellikle ilim öğrenmek isteğine asla tesir etmemiştir. İlim öğrenmek için

22
Halil İbrahim Şimşek, 18. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nakşibendi-Müceddidilik, İstanbul 2016, Litera
Yayıncılık, s.28
23
aynı eser, s.29
24
Hamid Algar, Nakşibendilik, 6. Baskı, İstanbul 2019, İnsan Yayınları, s.580
25
Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler, İstanbul 2007, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, s.379
yaptığı seyahatler ve özellikle zorlu bir yol olan Hac vazifesini dahi üç kez ifa etmiştir. Onun
bu azminin bir göstergesi de Şam’da ikamet ederken İstanbul’a davet edilmesi ve Bursa ve
Konya yolculukları haricinde hayatını İstanbul’da sürdürmesi ve etrafına ilim yaymasıdır. 26
Nakşibendiyye-Müceddidiyye’yi Anadolu’ya getiren ilk sufi diye bilinen Murad Buhari halkın
yanı sıra şeyhülislam, vezir ve paşalardan şeyhler ve medrese alimlerine kadar toplumun
hemen her kesiminden insanlar üzerinde etkili olmuştur. Şeyhülislam Seyyid Feyzullah
Efendi, La‘lizade Abdülbâki, Şeyh Mehmed Emin Tokadi Şeyhülislam Veliyyüddin Efendi, Ebû
Saîd el-Hâdimî ona intisap eden önemli şahsiyetler arasında zikredilebilir. Bazı kaynaklarda
oğlu Muhammed Bahaeddin Muradi’ye dair bilgiler onun hakkındaki bilgilerle karıştırılmıştır.
Muradi nisbesiyle anılan aile mensupları arasından birçok âlim ve sufi yetişmiş, bunlardan
bazıları Şam’da Hanefî müftüsü olarak görev yapmıştır. 27

Mehmed Emin Tokadi


Mehmed Emin Efendi 1664 yılında Tokat’ta doğmuştur. Babası Hasan Efendi, XVII. yüzyılın
meşhur Nakşibendi şeyhlerinden Seyyid Mahmud Urmevi Amid’inin müridlerindendir.
Bundan dolayı Derviş Hasan diye tanınmıştır. Gençliğinin önemli bir kısmını Tokat’ta geçiren
Emin Efendi, 1688 yılında İstanbul’a gelip yerleşmiş ve bazı seyahatleri dışında vefatına kadar
burada yaşamıştır. Emin Efendi yalnızca tasavvufla uğraşmamış, Şeyhülislam Mirzazade
Muhammed Efendi’den çeşitli disiplinlere dair dersler almıştır. Ayrıca bu derslere devamı
sırasında Yedikuleli Abdullah Efendi’den hüsn-i hat öğrenmiştir. Hacca gideceği zaman Kadiri
şeyhlerinden Mehmet Efendi, Emin Efendi’den, Mekke’ye vardığında Nakşibendi
şeyhlerinden Yekdest Ahmed el-Cüryani ile görüşüp kendisine selamını iletmesini ister. 1702
yılının Kasım-Aralık ayında Mekke’ye varan Emin Efendi, Ahmed el-Cüryani ile tanışıp ona
intisap eder ve böylece Nakşibendi tarikatına mensup olmuş olur. Hasib Üsküdari’nin yazdığı,
Mehmed Emin Efendi’yi anlatan menakıbnamede Emin Efendi, Ahmed el-Cüryani’ye ileteceği
selamı unutmuş, bunun üzerine el-Cüryani “size emanet edilen şeyi unuttunuz” buyurmasıyla
kendisine gelmiş ve selamı iletmiştir. 1743 yılında Yekdest Ahmed’in halifesi Kırımi Ahmed
Efendi vefat edince onun postnişin olduğu Emir Buhari Tekkesi şeyhsiz kalmıştır. Mehmed
Emin Efendi pekte istemeyerek bu tekkenin şeyhliğini kabul etmiştir. 1745 yılında vefat eden
Mehmed Emin Efendi, ardında genellikle tasavvufla alakalı eserler bırakmıştır. Arapça ve
Farsça bilen Emin Efendi, yalnız telif değil tercüme eserlerde yazmıştır. 28

26
Halil İbrahim Şimşek, 18. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nakşibendi-Müceddidilik, İstanbul 2016, Litera
Yayıncılık, s.87-90
27
Halil İbrahim Şimşek, “Murad Buhari”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 31, İstanbul 2006, s.185-187
28
Halil İbrahim Şimşek, 18. Yüzyıl Osmanlı Toplumunda Nakşibendi-Müceddidilik, İstanbul 2016, Litera
Yayıncılık, s.141-160
Şeyhülislam Seyyid Feyzullah Efendi
Seyyid Feyzullah Efendi 1639’da Erzurum’da doğmuştur. Feyzullah Efendi 1664’de padişahın
hocası olan Mehmed Vani Efendi’nin isteğiyle İstanbul’a gelmiş ve 1669’da daha sonra
padişah olan II. Mustafa’nın hocası olmuştur. İstanbul’un birçok medresesinde müderrislik
yapmış ve 1678’de Şehzade Ahmed’in (III. Ahmed) hocalığı vazifesine tayin edilmiştir.
Tasavvuf sahasında 1681’de İstanbul’a davet edilmesini sağladığı Murad Buhari’den eğitim
almıştır. Feyzullah Efendi sırasıyla nakibü’l eşraf ve şeyhülislam olmuştur. Edirne Vakası diye
bilinen isyanda idarede haksızlıklara neden olduğu ve diğer bazı gerekçelerle 1703’te
azledilmiştir. Ailesinden bazı fertlerle Trabzon’a gönderilirken isyancıların eline geçmiş ve feci
işkencelerle öldürülmüştür.29 Feyzullah Efendi’nin katledilmesinin en önemli nedenlerinden
biride, Osmanlı tarihinde ilk defa olmak üzere oğlu Fethullah Efendi’nin kendinden sonra
şeyhülislâm olması hususunda padişahtan bir ferman bile aldı. Bu uygunsuz icraatları ve
giderek nüfuzunu daha da arttırıp tayinlere, azillere müdahalesi içten içe büyük bir tepkinin
oluşmasına yol açtı.30

29
Şimşek, Nakşibendilik-Müceddidilik, s.118
30
Mehmet Seyhan Tayşi, “Seyyid Feyzullah Efendi”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 12, İstanbul 1995, s.527-528
KAYNAKÇA

Halil İnalcık, Devlet-i Aliyye II-III, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2020.
Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve Devlet, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2020.
İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, TTK Yayınevi, Ankara, 2020.
Zuhuri Danışman, Koçi Bey Risalesi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972.
Maria Pia Pedani, Osmanlı Sultanı Adına, TTK Yayınevi, Ankara, 2011.
Öğün, Tuncay, (2006), Müsadere, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 32, Sayfa 67-68.
Nuh Arslantaş, Yaron Ben Naeh, Anonim Bir İbranice Kroniğe Göre Osmanlı Tarihi, TTK
Yayınevi, Ankara, 2011.
Bayraktar, Mehmet, (1992), Davud-i Kayseri, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 9, Sayfa 32-35.
Ahmet Yaşar Ocak, Kültür Tarihi Kaynağı Olarak Menakıpnameler, TTK Yayınevi, Ankara,
1992.
Şemseddin Sami, Kamus-ı Türki, Kapı Yayınları, İstanbul, 2013.
Hasan Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdayi, DİB Yayınları, Ankara, 2015.
Halil İbrahim Şimşek, 18. Yüzyılda Osmanlı Toplumunda Nakşibendilik-Müceddidilik, Litera
Yayıncılık, İstanbul, 2016.
Şimşek, Halil İbrahim, (2006), Murad Buhari, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 31, Sayfa 185-187.
Hamid Algar, Nakşibendilik, İnsan Yayınları, İstanbul, 2019.
Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler, Osmanlı Araştırmaları Vakfı,
İstanbul, 2007.
Tayşi, Mehmet Seyhan, (1995), Seyyid Feyzullah Efendi, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 12,
Sayfa 527-528.

You might also like