You are on page 1of 44

TARIM İKTİSADI

TARIMSAL ARTIK KAVRAMI VE TARIMSAL ARTIĞIN ÖNEMİ


Tarımsal artık ya da tarımsal fazla; tarımsal üreticilerin elde etmiş oldukları üretimden,
kendilerinin ve ailelerinin kendi yeniden üretimlerini gerçekleştirmeleri için gerekli miktardan (ailenin
öz tüketimine dönük ayrılan kısım; bakım, onarım ve yenileme giderleri vb.) kalan fazla üretim olarak
tanımlanır. Dolayısıyla tarım sektöründe diğer sektörlerden farklı olarak tarımsal üretimin tamamının
piyasaya arz edilmesi mümkün değildir.

Tarımsal artık; ya bir başka ürünle değiştirilir (ekonomik iş bölümünün ortaya çıkması), ya da
kendileri doğrudan tarımsal uğraşıda bulunmayan insanların yararına kullanılabilir. Tarımsal artık
kavramı bir ekonomi için ikiye ayrılarak incelenebilir:

a) Gerçek (Var Olan) Tarımsal Artık: Bir toplumda tarımsal üretim ile tarımsal üreticilerin
zorunlu tüketimleri arasında görülen farktır.
b) Gizli (Potansiyel) Tarımsal Artık: Bir toplumun elinde bulundurduğu kullanılabilir
kaynakların tümü göz önüne alındığında olası tarımsal üretim ile tarımsal üreticilerin
zorunlu tüketimi arasında görülen farktır.

Tarihsel sürece bakıldığında, ilkel sermaye birikiminin kaynağının tarımsal artık olduğu görülür.
Nüfus artışlarının tarımsal ürünler üzerinde yaratmış olduğu talep baskısı ürün fiyatlarını artırmış ve
tarımsal üretici gelirleri yükselmiştir. Bu durum sadece tarımsal üreticiler lehine değil, toprak sahipleri
için de avantajlı bir durum yaratmıştır. Sanayi Devrimini takiben de tarımsal artık önemini korumuş
ve ülkelerin kalkınma süreçlerinde önemli rol oynamıştır. Zira sanayi sektörü ile tarım sektörü arasında
bulunan talep ilişkisi önemlidir. Ülkelerin kalkınma süreçlerinde yeni kurulan endüstrilerin, tarım
kesiminin talebiyle beslenmesi gerekir. Söz konusu talep; sadece tarım sektörü için gerekli alet,
makine ve ekipman, gübre gibi tarımsal girdilere olan talep değil ayrıca gıda ve dokuma ürünleri gibi
tüketim mallarının talebini de kapsamaktadır.

Günümüzde de tarımsal artık, özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kalkınma


hedeflerine ulaşabilmeleri adına önemini korumaktadır. Genelinde tarım sektörünün, özelinde ise
tarımsal artığın; ekonomik kalkınma bakımından üstlendiği işlevler aşağıdaki gibi değerlendirilebilir:

a) Tarımsal artığın yükseltilmesi yoluyla, kurulan sanayilerin ihtiyaç duyduğu finansmanın


sağlanmasında kullanılması.
b) Kalkınma sürecinde artış gösteren kentli nüfusun beslenme gereksinimlerinin
karşılanmasına dönük gıda endüstrilerinin hammadde ihtiyacının karşılanması.
c) Yukarıda ifade edildiği gibi sanayi ürünlerine olan talebin gelişmesine kaynaklık etmek.
(Bir yandan verimlilik artırıcı modern tarımsal girdi talebinin diğer yandan endüstrilerce
üretilen gıda ve tekstil ürünlerine olan talep şeklinde.)
d) Kalkınma sürecinde gelişme gösteren tarım dışı sektörlere ihtiyaç duydukları işgücünü
sağlamak.

Bir ülkede tarımsal artığın ortaya çıkarılması, ülke kalkınması için yeterli koşul değildir. Zira
artığın piyasaya intikalinin sağlanarak değerlendirilmesi, ticari bir meta haline dönüşmesi gerekir. Bu
konuda en önemli engel olarak taşıma ve ulaştırma olanaklarının yetersizliği görülebilir. Özellikle
bozulabilir tarımsal ürünler bakımından bu yetersizlik, önemli bir kısıt oluşturur. Tarımsal artığın
yükseltilebilmesinin iki alternatifi vardır; ekstansif ya da entansif yöntemlerin devreye sokulması.
Bunlardan ekstansif yöntem, yeni toprakların üretime açılmasını gerektirir. Entsansif yöntem ise birim
alanda daha yoğun ve kaliteli girdi kullanımını gerektirir. Günümüz modern tarımsal yapılarında
üretime açılabilecek alanların sınırına ulaşıldığı için entansif yöntem ağırlıklı olarak kullanılmaktadır.
Entansif yöntemin devreye sokulabilmesi için ise yeni tarımsal teknolojilerin devreye koyulması
gerekir. Söz konusu teknolojiler üç ana başlık altında toplanabilir:

1) Kimyasal Gelişmeler
2) Mekanik Gelişmeler
3) Biyolojik Gelişmeler

Bunlardan kimyasal gelişmeler, 19. Yüzyılda kimya endüstrilerinde ortaya çıkan gelişmelerin bir
sonucu olarak görülebilecek kimyasal gübrelerin ve zirai ilaç kullanımın devreye girmesiyle işlerlik
kazanmıştır. Kimyasal gübre kullanımın devreye girmesiyle, tarımsal ürünlerin, sürekli ekim sonucu
toprakta yaratmış olduğu mineral kayıplarını telafi edebilmek mümkün olmuş ve zorunlu nadas
uygulamaları esnetilebilmiştir. Doğru zamanda optimal düzeyde kimyasal gübre kullanımı birim alana
önemli ölçüde verim artışı sağlayarak pazarlanabilir tarımsal artık düzeyini önemli ölçülerde
yükseltmiştir. Kimyasal gübre ve zirai ilaç kullanımının yaygınlaşmasının olumsuz tarafı ise şüphesiz
yaratmış olduğu toprak ve su kirlenmesine bağlı çevresel tahribattır. Çevre tahribatının insan, bitki ve
hayvan sağlığı üzerinde doğurduğu olumsuz etkilere dikkat edilmelidir.

Tarımdaki mekanik gelişmelerden; tarımsal makine, araç-gereç ve ekipman kullanımı anlaşılır.


Özellikle traktörün tarıma girişiyle, doğru ve düzgün ekim koşulları oluşmuş ve birim alana verim
düzeyi önemli ölçüde yükselmiştir. Traktörün yanında zaman içinde biçerdöverin kullanılmaya
başlanmasıyla, işgücü ve hayvan gücünden tasarruf sağlanabilmiştir. Tarımda mekanizasyona geçişin
verimlilik etkisi mutlak olmakla birlikte tarımda bir işsizlik sorununun da kaynağını oluşturmuştur. Bu
nedenle iktisadi etkisi yanında sosyal etkileri de bulunan göç olgusu ortaya çıkmış ve kırsal alanlardan
kentlere göç sonucunda göç eden kitlelerin barınma, eğitim, sağlık vb. pek çok sorunu gündeme
gelmiştir.

Tarımda biyolojik gelişmeler, yeni hayvan ve bitki türlerinin geliştirilmesi ve mevcut türlerin ıslah
edilmesi üzerine yoğunlaşmıştır. Bu nedenle gen teknolojisi ön plana çıkmış durumdadır. Gen
teknolojisindeki gelişmelerin en önemli özelliği, birkaç ülkenin tekelinde bulunması ve oldukça
maliyetli bir teknoloji olmasıdır. Özellikle son yıllarda genetiğiyle oynanmış tarımsal ürünlerin piyasaya
sürülmesiyle, açlık ve yetersiz beslenme gibi sorunların üstesinden gelinebileceği düşünülmesine
karşın bu tip ürünlerin insan sağlığı üzerindeki tartışmaya açık etkileri, bu teknolojiye ihtiyatla
yaklaşılmasını gerekli kılmaktadır.

19. Yüzyılda hız kazanan tarımsal teknolojilerdeki gelişmeler; I. Dünya Savaşı, Büyük Bunalım ve
II. Dünya Savaşı dönemlerinde sekteye uğramışsa da 20. Yüzyılın ikinci yarısında önemli bir ivme
kazanmıştır. Özellikle 1960’lı yıllarda orta doğu ve Güney Doğu Asya ülkelerinde ortaya çıkan tohum
ıslahına dönük gelişmeler “Yeşil Devrim” olarak adlandırılmış ve dünyanın göreli olarak
sanayileşmemiş ülkelerinde önemli verim artışlarına yol açmıştır. Günümüzde tarım teknolojisindeki
gelişmelerde öncü olan ülkeler, olarak başta ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri olmak üzere
sanayileşmesini tamamlamış, ortalama gelir seviyesi yüksek olan ülkeler ön plana çıkmaktadır.

TARIM SEKTÖRÜNÜN EVRENSEL ÖZELLİKLERİ


1.) Tarımsal Üretimin Doğa Koşullarına Olan Bağlılığı:
Tarım sektörü, tüm ülke ekonomilerinde ölçüsü değişmekle birlikte, doğa koşullarının etkisi
altındadır. Ekonomik olarak en gelişmiş ülkelerde bile, bu bağlılık azalmış olmakla birlikte devam
etmektedir. Sera tipi üretim, sulama, yapay yağmurlama, teraslama vb. birçok yeni üretim teknikleri
devreye girmiş olmasına karşın sektör, iklim koşullarındaki değişmelere bağlı olan risklerle karşı
karşıyadır. Bu durum, özellikle sermaye yetersizliği sebebiyle ileri teknikleri uygulamaktan yoksun olan
tarımsal üreticileri; olağan dışı iklim değişiklikleri, doğal afetler gibi durumlar karşısında çaresiz bırakır.
Öte yandan tarımın doğa koşullarına olan bağlılığı, üretim planlaması konusunda da belirsizliğe bağlı
sorunlar ortaya çıkarır.

2.) Tarımsal Üretim Sürecinin Sanayi Sektörüne Kıyasla Uzun Olması:


Tarımsal üretimde, üretime karar verildiği an ile gerçekleştiği an arasında geçen süre göreli
olarak uzundur. Örneğin: Mayıs ayında buğday elde etmek isteyen üreticinin, üretime eylül ayında
başlaması gerekir. Bekleme süresi, ağaç meyvelerde birkaç yıla kadar uzayabilir. Tarımsal üretim
sürecinin göreli uzunluğu, piyasa mekanizması kapsamında, üreticiyi zor durumda bırakırken bazı
durumlarda ortaya çıkan fırsatların değerlendirilememesine neden olur. Örneğin ani talep artışları
karşısında üretici, buna arzı artırmak suretiyle karşılık veremeyebilir. Tarımda sermayenin devir hızının
göreli düşüklüğü, sanayiden farklı biçimde, bazı kâr amaçlı kapitalist firmaların tarımsal yatırım
yapmasının önünde bir engel oluşturur. Bu nedenle özellikle bekleme süresinin uzun olduğu, hububat
başta olmak üzere tarla bitkilerinde üretim, genellikle küçük aile işletmeleri tarafından
gerçekleştirildiği görülür.

3.) Tarımsal Üretimin Doğrudan İnsanların Zorunlu Gereksinimlerini


Karşılamaya Dönük Olması:
Tarımsal ürünlerin önemli bir bölümünün, insanların zorunlu ihtiyacı olan beslenme ihtiyacının
karşılanmasına dönük olması, bu ürünlere daima bir talebin olacağını gösterir. Üretici açısından
önemli bir avantaj olan bu durum, aynı zamanda bir dezavantajı da içinde barındırır. Zira insanların
beslenme konusunda bir doyum noktasına sahip olmaları, talebin belirli bir seviyenin üzerine
çıkmayacağını ifade eder.

4.) Tarımsal Üretimin Mevsimlik Oluşu:


Bir yıl içerisinde, tarımsal faaliyetler bazı dönemlerde oldukça yoğun iken bazı dönemlerde
yoğunluğun azaldığını, hatta yıl içinde bazı dönemlerde işgücünün tamamen atıl kaldığı görülür. Bu
durum tarımda bir mevsimlik işsizlik sorununa kaynak teşkil eder.

5.) Bağlı Ürünlerin Çokluğu:


Sanayi sektörü bazı tarımsal ürünlerin ikame edicisi ürünleri arz edebilmesine karşın bazı takım
ürünleri, hammadde formunda, tarım kesiminden sağlamak durumundadır. Örneğin et ve süt. Bu
durum, iki sektör arasında bağımlılık ilişkilerinin halen devam etmekte olduğunu gösterir.

TARIMSAL ÜRETİMİN YAPISI


Tarımsal üretim, yapısal olarak dört başlık altında incelenir:

1) Bitkisel üretim
2) Hayvansal üretim
3) Ormancılık ve orman ürünleri üretimi
4) Balıkçılık ve su ürünleri üretimi

Türkiye’de tarımsal işletmelerinin %80’inde, bitkisel ve hayvansal üretim birlikte yapılmaktadır.


Bunun temel sebebi, üretimin ağırlıklı kısmının küçük aile işletmeleri tarafından gerçekleştiriliyor
olmasıdır. Bu nedenle bu işletmelerde, iş bölümü ve uzmanlaşmanın zayıf olduğu görülmektedir.
Genellikle üretici, üretimin tüm aşamalarını bilmek ve tüm aşamalarında çalışmak durumundadır. Bu
durum, eksik uzmanlaşma sebebiyle, tarımsal verimlilik kayıplarına sebep olur.

Gelişmiş toplumlarda ise üreticiler, iktisadi uzmanlaşmanın sağladığı ekonomik yararları göz
önüne alarak, işletmesinin sermaye donanımını, ölçek büyüklüğünü ve piyasa talebini göz önünde
bulundurarak tek bir üretim dalında uzmanlaşırlar. Bir genelleme olarak; gelişmiş ülkelerde hayvansal
üretim ağırlıklı iken, gelişmekte olan ülkelerde bitkisel üretimin daha ağırlıklı olduğu görülmektedir.
Bunun temel sebebi, hayvansal üretimin göreli olarak daha fazla sermaye gerektiriyor olmasıyla
ilişkilendirilebilir.

TARIMDA SOSYOEKONOMİK ÖRGÜTLENME


Tarım sektöründe üretimin gerçekleştirilebilmesi, genellikle kolektif nitelikte bir iş bölümünü
gerektirdiği için tarımsal uğraşı, ilk çağ medeniyetlerinden bu yana bazı sosyoekonomik
örgütlenmeleri gerekli kılmıştır. Bu organizasyonlar beş temel başlık altında incelenebilir.

1) İlkel Kolektif Tarım


2) Feodal Üretim Biçimi
3) Köylü Tarımı-Aile Tipi Tarımsal Organizasyon
4) Kapitalist Tarım
5) Sosyalist Tarım

Bir tarımsal örgütlenmede hangi sosyoekonomik organizasyonun geçerli olduğunun göstergesi,


o toplumda mülkiyet ilişkileri temelinde kurulan, üretim ve bölüşüm ilişkilerine bakarak anlaşılabilir.
Her ne kadar tarihsel süreçte, yukarıdaki sıralamaya göre, sosyoekonomik örgütlenme tarzı
egemenliğini yitirmiş olsa da günümüz tarımsal yapılarında, özellikle az gelişmiş ülkelerde, birden fazla
organizasyon beraberce varlığını sürdürmektedir. Tarımdaki sosyoekonomik organizasyonların
özellikleri aşağıda incelenmektedir.

1.) İlkel Kolektif Tarım:


İlkel kolektif tarımın belirleyici özelliği; bireysel mülkiyetin yokluğunda, tarımcı toplulukların
beraberce üretip tükettikleri bir organizasyon oluşudur. İlkel kolektif tarım; toplayıcı, göçebe ve ilkel
yerleşik aşama olmak üzere üç evreden geçmiştir. Gerek sürülerin otlatıldığı gerekse de üzerinde
tarım yapılan -kolektif nitelikteki- toprak üzerinde insanlar, kan bağına dayanan kabileler şeklinde
organize olmuş ve ürün paylaşımını kabile içerisindeki hiyerarşi uyarınca gerçekleştirmişlerdir.
Zamanla mülkiyet ilişkilerinin gelişmesi, bu tarımsal organizasyonun giderek gerilemesine sebep
olmuştur.

2.) Feodal Tarım:


Feodal Tarım; merkezi siyasi gücün zayıflaması sonucunda, insanların güvenlik ve geçim
kaygısıyla yerel, siyasi, hukuki ve iktisadi güç sahibinin himayesinde organize olarak, tarımsal üretimi
gerçekleştirdikleri üretim biçimini ifade eder. Feodalizmde üretim; askeri performansı ve kabiliyeti
sebebiyle kendisine toprak bahşedilmiş feodal güç sahibinin (Lord, Senyör, Bey vb.) mutlak
egemenliğinde, serf-maraba gibi bağımlı kişiler tarafından gerçekleştirilir. Feodalizmin iktisadi olarak
belirleyici özelliği; bağımlı emek sahiplerinin (serf-maraba) angarya emeğinin -ürün formunda- feodal
güç sahibi tarafından mal edinilmesidir. Böylece oluşan feodal rant, üretim anlamında, sistemin
devamlılığını sağlar. Toprak üzerindeki siyasi ve hukuki kuralları belirleme gücüne sahip olan feodal
güç yerele yayılmış olup bu güç, soy prensibi üzerinden nesiller arasında aktarılır. Avrupa tarımında V.
ve XII. yüzyıllar arasında egemen üretim biçimi olan feodalizm; XIII. yüzyıldan itibaren, nakde dayanan
ticari ilişkilerin gelişmesiyle çözülmeye başlamış ve Sanayi Devrimini takiben, Doğu Avrupa tarımı
haricinde, ortadan kalkmıştır. Türkiye tarımında da 1990’lı yıllara kadar Güneydoğu Anadolu
Bölgesinde yaygın olan feodal ilişkiler giderek çözülmekte ve yerini kapitalist ilişkilere bırakmaktadır.

3.) Köylü Tarımı (Aile Tipi Tarımsal Organizasyon):


Köylü tarımının temel belirleyici özelliği, toprak mülkiyetinin bir hanenin elinde olması ve
üretimde asli olarak hane halkının emek gücünün kullanılmasıdır. Bu iki belirleyici özellik uyarınca
köylü ailesinin birincil amacı, kendi yeniden üretimini gerçekleştirmek olup ancak bu kısım teminat
altına alındıktan sonra, elde kalan tarımsal artık piyasada değerlendirilmek üzere kullanılır. Köylü
tarımında esas olarak hane halkı emeği kullanıldığı için başta aile reisi olmak üzere üretim sürecine
katılan aile fertleri, üretimin aşamalarını bilmek durumundadırlar. İş bölümü ve uzmanlaşmanın
genelde eksik olduğu köylü tarımında, bu nedenle düşük verimlilik koşulları gözlenebilir. Öte yandan
ailenin sahip olduğu toprakların küçük ve çok parçalı oluşu, ölçek sorunu sebebiyle, verimlilik üzerinde
olumsuzluk yaratan bir diğer faktördür. Geleneksel ve toplumsal ilişkilerin daha baskın olduğu
koşullarda köylü tarımının avantaj sayılabilecek özelliği; otarşik yapısı gereğince, genel ekonomik
bunalım koşullarından -diğer kesimlere göre- daha az etkilenmeleri ve diğer sektörlere bağımlı
olmadan yaşamlarını sürdürebilmeleridir.

Köylü tarımı; Avrupa tarımından başlayarak, tarımda kapitalist ilişkilerin gelişmesiyle


çözülmeye başlamıştır. Ülkemizde hala egemen tarımsal sosyoekonomik örgütlenme biçimi olan
köylü tarımı; küçük aile işletmeleri eliyle yapılmakta olup, özellikle 1980 sonrasında bir gerileme
sürecine girmiştir. Toplam işletme sayısındaki önemli düşüşlerle kendini gösteren bu gerileme süreci,
aynı zamanda geçim olanaklarının zorlaşması sonucu, bir üretimden kaçış olgusuna da işaret
etmektedir.

4.)Kapitalist Tarım:
Kapitalist tarımın belirleyici iki özelliği, kâr amaçlı üretim ve üretim sürecinde ücretli emek
kullanımıdır. Kapitalist işletmeler, tamamen piyasadaki talep ve fiyat koşullarına göre üretim ölçeğini
ayarlar ve kâr amaçlı olarak üretim yaparlar. Üretim sürecinde uzmanlaşmış emek kullanımı geçerli
olup, emek sahipleri ücret karşılığı çalışırlar. Kapitalist işletmeler açısından toprağın mülkiyetine sahip
olmak bir zorunluluk olmayıp sermaye sahibi, toprak kiralama yoluna gidebilir. Kapitalist işletmeler;
ölçek ekonomilerinden yararlanabilmek amacıyla büyük ölçekli üretimi tercih edebilecekleri gibi,
modern tarımsal teknolojileri kullanabilmek için gerekli sermaye birikimine sahip oldukları için ölçek
genişletmeksizin optimum ve kaliteli girdi kullanımına da gidebilirler. Tarımda kapitalist işletmeler,
tamamen kâr odaklı üretimde bulundukları için genellikle sermayenin devir hızının göreli olarak
yüksek ve riskin daha düşük olduğu, başta hayvancılık olmak üzere yüksek kâr marjına sahip
endüstriyel (pazarlık) ürünler üretiminde yoğunlaşırlar.

Ülkemizde kapitalist tarımsal işletmeler, 1950’li yıllardan başlayarak, başta Ege ve Akdeniz kıyı
şeridi ile Marmara Bölgesinde yoğunlaşmıştır. Bunun sebebi, bu bölgelerdeki uygun iklim şartlarının
yanı sıra toprağın verimli oluşudur. Ayrıca Türkiye’nin sanayi kuruluşlarının ağırlıklı bölümünün bu
bölgelerde yoğunlaşmış olup ulaşım ve taşımacılık olanaklarının göreli gelişmişliği, kapitalist
işletmelerin bu bölgelerde yoğunlaşmasının bir diğer nedeni olarak görülebilir. Son yıllarda, sözleşmeli
üreticiliğe dayalı olarak, orta ve küçük işletme sahipleri ile gıda firmaları arasında yapılan sözleşmeye
dayalı yürütülen yatırımlar, kapitalist ilişkilerin küçük üreticilik üzerinden gelişiminin bir örneği olarak
değerlendirilebilir. Son olarak dönemsel olarak ücretli işgücü kullanan orta ölçekli işletmeler, yarı
kapitalist nitelikteki üretim organizasyonlarına örnek olarak gösterilebilir.

Hane Halkı Tarımının ve Kapitalist Tarımın Karşılaştırması:


HANE HALKI TARIMI KAPİTALİST TARIM
- Temel amaç, hane halkı yeniden üretimi. - Temel amaç, kar maksimizasyonu.
- Sadece hane halkı emeği kullanımı. - Ücretli emek kullanımı.
- Mutlak toprak mülkiyeti. - Toprak kiralama olanağı.
- Kısıtlı sermaye birikimi. - Yüksek sermaye birikimi.
- Eksik uzmanlaşma. - Yüksek uzmanlaşma.
- Düşük verimlilik. - Yüksek verimlilik.

5.) Sosyalist Tarım:


Sosyalist tarımda; üretim araçlarının mülkiyeti devlete ait olup, üretim kararı merkezi
planlamanın hedefleri doğrultusunda alınır. Sovyet tarımında üretim, kolhoz ve sovhoz adı verilen
üretim birimleri tarafından gerçekleştirilmekteydi. Bunlardan kolhozlar, tarımsal çıktının ağırlıklı
bölümünü üreten kolektif nitelikteki tarımsal birliklerdir. Kolhozlar, kendi aralarında toprağın kullanım
durumuna göre “toz”, “artel” ve “komün” olarak üçe ayrılmaktaydı. Kolhozların ortak özelliği, üretim
araçlarındaki kolektif mülkiyet uyarınca üretimin müştereken yapılmasıdır. Diğer üretim birimi olan
sovhozlar ise kolhozlara kıyasla tarımsal üretimin daha düşük bir yüzdesini üreten, bazı spesifik
ürünlerde uzmanlaşmış, genelde 200 hektarın üzerindeki topraklarda faaliyet gösteren devlet
çiftlikleridir. Sovhozlarda tüm üretim araçları devletin mülkiyetinde olup çalışanlar işçi, memur ve
gündelik işçi konumundadır. Sosyalist tarım, zaman içerisinde, başta düşük verimlilik ve kalitesiz
üretim olmak üzere çeşitli sorunlarla karşılaşmıştır. Sistemin en belirgin zayıflığı ise çalışanların
mülkiyet yoksunluğu ve üretime karar verme sürecindeki inisiyatif eksikliğine bağlı motivasyon
eksikliği olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde sosyalist tarımı, eski özellikleriyle, bire bir tarımsal
sistem olarak uygulamakta olan ülke bulunmamaktadır. Ancak Küba’daki tarımsal yapı ve İsrail’deki
Kibbutz modeli, başta kolektif çalışma olmak üzere sosyalist tarımın bazı özelliklerini içinde
barındırmaktadır.

TARIMSAL ÜRÜN ARZI (SUNUMU)


Tarımsal ürün arzının genel makroekonomik arz konusundan ayrı olarak incelenmesinin sebebi,
tarımsal üretimin yapısından kaynaklanmaktadır. Öncelikle bir tarımsal üretici açısından x malı için arz
fonksiyonunu yazıp, arzı belirleyen faktörleri tespit edebiliriz.

S = f (P , Pü . ., P ğ , T, D)

Burada;

 Px: x malının fiyatı


 Püre.fak: x malının üretiminde kullanılan üretim faktörlerini fiyatları
 Pdiğer: diğer ürünlerin fiyatları
 T: üretimde kullanılan teknoloji düzeyi
 D: dışsal faktörler

Öncelikle arzı belirleyen, ürünün fiyatı dışındaki faktörleri sabit kabul edip, tarımsal ürün arzı ile
ürünün fiyatı arasındaki ilişkiyi incelersek, bildik şekliyle arz fonksiyonunu aşağıdaki gibi yazabiliriz:

S = f (P )
Ürünün fiyatı ile arz arasındaki doğrusal ilişkininin duyarlılığını, pozitif bir değer alacak olan arzın
fiyat esnekliği (eS) ile ölçmek mümkündür.

𝛥𝑄𝑥 𝑃𝑥
∙ =𝑒 , 𝑒 >0
𝛥𝑃𝑥 𝑄𝑥

Arz fonksiyonundan pozitif eğimli olarak türetilen arz eğrisi; esneklik değeri arttıkça
yatıklaşırken, esneklik değeri düştükçe dikleşir. Genellikle geçimlik ürünlerde esneklik değerinin
düşük, pamuk, tütün gibi endüstriyel ürünlerde esneklik değerinin yüksek olması beklenir.

Arz ile fiyat ilişkisinin anlam kazanabilmesi için üreticinin piyasaya entegre olması gerekir.
Üreticinin piyasaya entegrasyon düzeyi yükseldikçe arz-fiyat ilişkisi anlam kazanır. Tersi durumda, yani
üreticinin piyasaya erişiminde güçlük olduğu durumda, ilişki zayıflar. Arz ile fiyat arasındaki ilişki
itibariyle farklı hipotezler ileri sürülebilir.

1.) Sx = f (Pt) (Pt: cari dönem): Bu durum daha ziyade göreli olarak arzın kısa dönemde
değiştirilebileceği ürünler için düşünülebilir (örneğin maydanoz, salatalık, marul gibi ürünler).

2.) Sx = f (Pt-1): Arz planlaması yapılırken geçmiş dönem fiyatına bakılır. Yani geçen dönem fiyatı
bu dönem arzını etkiler. Tarımsal üretim açısından bu tip fiyat arz ilişkisine sahip ürünler için yıllık ürün
adı verilir. (Örneğin buğday başta olmak üzere tahıllar grubu.)

3.) Sx = f (Pt-1, Pt-2, Pt-3, …, Pt-n): Tarımsal üretici arz planlamasını yaparken üretmekte olduğu
ürünlerin geçmiş yıllardaki fiyat serilerini inceleyip, buna göre bir karar verebilir.

4.) Se = f (Pt-1x, Pt-1y, Pt-1z, … Pt-1n): Üretici yetiştirebileceği alternatif ürünlerin geçmiş yıldaki
fiyatlarına bakabilir. Bu sayede geçmiş yılda piyasada yüksek fiyattan işlem görmüş olan alternatif
ürünlerin ekimine yönelebilir.

Hipotezleri artırmak mümkündür. Türkiye’de yapılan çalışmalar genellikle (2) numaralı


hipotezin yaygın olarak kullanıldığını göstermektedir. Tarımsal analizlerde de bu hipotez yaygın olarak
kullanılmaktadır.

Tarımsal arz ile fiyat ilişkisi açısından sanayi ve hizmet sektörlerinden farklı olarak arz-zaman
ilişkisinin incelenmesi gerekir.

ARZ ZAMAN İLİŞKİSİ


Tarımsal üretimde arz zaman ilişkisi üç dönem itibariyle incelenir. Bunlar,

1) Çok kısa dönem (piyasa dönemi)


2) Kısa dönem
3) Uzun dönem
1.) Çok Kısa Dönem:
Arzın fiyat esnekliği 0’a eşittir. Kapalı bir ekonomide çok kısa dönem; ürün bir defa elde
edildikten sonra, yeni hasatın elde edilmesine kadar geçen süre olarak ifade edilir. Üretim döneminde
elde edilen ürün düzeyi ise “stok” olarak tanımlanır. Dolayısıyla çok kısa dönemde ürün elde edildikten
sonra fiyattaki değişmeler ne yönde olursa olsun arzı değiştirmeye olanak yoktur. Kısa dönemde
stoklama olanağı yok ise, üretici fiyat dalgalanmaları karşısında çaresiz kalır. Örneğin buğday hasat
edildikten sonra artık piyasadaki buğday miktarı stok olarak tanımlanır. Eğer talep artar ve fiyatlar
yükselirse piyasaya arz edilecek miktarı arttırabilmek için bir sonraki üretim dönemini beklemek
gerekir. Bu durumda arz eğrisi aşağıdaki biçimde çizilir. Dolayısıyla çok kısa dönemde piyasa fiyatı
talep düzeyi tarafından belirlenir.

Eğer tarımsal ürün stok edilebilir özelliğe sahipse ve üreticinin gelir düzeyi stok maliyetini
karşılayabiliyorsa ya da ürünün alternatif kullanım alanları var ise çok kısa dönemde arz esnekliği,
oldukça katı olmasına rağmen 0 değildir.

2.) Kısa Dönem:


Tarımsal işletmelerin üretim hacmini değiştirebilmek için tüm üretim faktörlerini
değiştiremeyecekleri kadar bir zaman aralığı, kısa dönemi gösterir. Bir başka ifadeyle üretim
faktörlerinden en azından bir tanesi bu dönemde sabittir.

Örneğin bir tarımsal işletme üretim süresinde kullandığı toprağı ya da tarımsal makineleri kısa
dönemde değiştiremeyebilir ancak kullanmakta olduğu gübre miktarı ya da emek miktarını arttırabilir.
3.) Uzun Dönem:
Tarımsal işletme tüm üretim faktörlerini değiştirebilir. Uzun dönemde üretim teknolojisi de
değiştirilebilir. Uzun dönemde piyasaya giriş çıkışlar tamamen serbesttir, yeni tarımsal işletmeler
üretime başlayabilecekleri gibi zarar durumuyla karşılaşan işletmeler piyasayı terk etmek zorunda
kalırlar. Bu durumda piyasada aşırı kâr ortadan kalkar. Dolayısıyla teknolojinin de değiştirilebilir
olduğu uzun dönemde tarımsal işletmeler normal kâr düzeyinde faaliyette bulunurlar ve arz eğrisi kısa
döneme kıyasla daha yatay olarak çizilir.

TERSİNE DÖNEN VEYA NEGATİF EĞİMLİ ARZ EĞRİSİ


Üreticinin hedefinin kendi yeniden üretimini sağlamak ve piyasayla entegrasyonunun kısıtlı
olduğu durumda ortaya çıkabilir. Arzın normal ürün yılına göre kıt ya da bol olması durumlarında
negatif eğimli arz eğrisinin nasıl oluştuğu ayrı ayrı açıklanabilir.

Varsayılsın ki hava koşullarının çok iyi gitmesi sebebiyle üretim düzeyinde bir bolluk yaşansın,
arz normal ürün düzeyinin, önüne geçsin. Bu durumda ürün fiyatının düşmesi beklenir üretimi
ihtiyacının çok üstünde olan üreticiler arz fazlasını piyasada düşük fiyatlara satmak zorunda kalır. Fiyat
düşmeye devam ettikçe ancak piyasadan elde edebileceği ve gereksinim duyduğu malları satın
alabileceği miktarda parayı elde edebilmek için artan miktarlarda tarımsal ürünü piyasaya arz
edeceklerdir.

Arzın normal üretim yılına göre kıt olduğu bir yılda ise ürünün piyasa fiyatı yüksek düzeyde
oluşur. Geçimlik kesim elde ettiği ürün ancak kendi gereksinimine yeten miktarda olduğundan piyasa
fiyatı yüksek olmasına rağmen piyasaya çok az miktarda ürünü arz etmek durumuyla karşı karşıya
kalır. Öte yandan sattığı ürün sonucunda eline geçecek para ile gereksinim duyduğu öteki malları satın
aldığından ve satacağı miktarı eline geçecek paraya göre belirlediğinden fiyat yükseldikçe daha az
satarak gereksinim duyduğu parayı elde edebilecektir.

Negatif eğimli arz eğrisini aşağıdaki şekilde görebiliriz. Dikkat edilirse teğet noktasından sonra
esneklik değeri negatif değer almaktadır.
TARIMSAL ARZI FİYAT HARİCİNDE ETKİLEYEN FAKTÖRLER
Tarımsal ürün arzını belirleyen faktörlerden fiyat dışındaki herhangi birini değiştirdiğimizde, arz
eğrisinin konumu değişir. Bu nedenle bu faktörlere, arzı kaydırıcı faktörler denir. Arz eğrisinin
konumunun değiştiği koşulda, aynı fiyat düzeyinde, arz edilen miktar artar ya da azalır. Bu faktörleri
sırayla inceleyelim.

1.) . Üretim Faktörleri ya da Girdi Fiyatları:


Tarımsal üretimde üretim faktörlerine yapılan ödemeler üretimin maliyetini oluşturur. Herhangi
bir ürünün üretiminde kullanılan faktör miktarları aynıyken faktörlerden bir ya da birkaçının fiyatının
yükselmesi, arzın azalarak sola koymasına neden olur. Aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi ürünün fiyatı
değişmemesine karşın üründen arz edilen miktar azalır (Qa’dan Qb’ye)

Üretim faktörlerin birinin ya da birden fazlasının fiyatı düştüğünde ise ürün arz eğrisi bütünüyle
sağa kayar.

Girdi veya üretim faktörleri konusunda dikkate alınması gereken önemli bir kavram, girdi fiyat
esnekliğidir. Türkiye gibi ülkelerde, girdi piyasalarında eksik rekabet koşulları geçerli olduğundan, girdi
fiyatları aşağı doğru esnek olmayıp artma eğilimindedir. Üretim fonksiyonunu Q=f(K,L) olarak
yazdığımızda -üretimde kullanılan işgücü faktörünü sabit kabul edersek- arzın artırılabilmesi, girdilerin
miktarının artırılmasını gerektirir. Bu durumda girdi fiyatlarındaki değişmelerin, arz edilen miktar
üzerinde etkili olması beklenir. Türkiye tarımı açısından önemli bir sorun, ürün fiyat esnekliği ile girdi
fiyatları esnekliğinin birbirinden farklı olmasıdır. Zira pek çok ürün açısından ürün fiyatlarındaki artış
oranı, girdi fiyatları artış oranının altında kalmaktadır. Bunun birincil sebebi, Türkiye’de tarıma girdi
temin eden endüstrilerdeki oligopol benzeri yapılara bağlanabilir. Öte yandan tarımsal ilaç gibi bazı
girdilerde ithalata olan bağımlık sebebiyle kur artışlarına bağlı önemli fiyat yükselişleri geçerli
olabilmektedir. Ürün piyasalarında ise göreli rekabetçi yapıların varlığı, ürün fiyat artışlarının girdi fiyat
artışlarının gerisinde kalmakta ve sonuçta üreticilerin gelir düzeyi düşmektedir. Bu durumun
beklenilen sonucu olarak bazı ürünlerde girdi kullanımların azaltılması sebebiyle, arz eğrisinde sol
yönlü bir kayma gerçekleşmekte ve rekolte düzeyi düşmektedir.

2.) Alternatif Tarımsal Ürünlerin Fiyatları:


Belirli büyüklükte bir toprak parçasına sahip olan bir tarımsal işletme, bu toprak parçası
üzerinde iklim ve toprak kısıtlarını göz önünde bulundurmak kaydıyla, alternatif ürünler
yetiştirebileceği gibi aynı toprak üzerinde hayvancılık dahi yapabilir. Burada şüphesiz en önemli
gösterge, alternatif ürünlerin piyasa fiyatlarıdır. Bir tarımsal ürünün piyasa fiyatının, diğerinin arzını
belirleyebilmesi için söz konusu üretim faktörlerinin her iki ürünün üretimine kolaylıkla intibak edebilir
olması gerekir.

Üretim faktörleri arasında en kolay intibak edilen faktör, emektir. Emeğin yanında asli üretim
faktörü olan toprak çeşitleri, ürünlerin üretimine doğa koşullarından gelen sınırlamalar haricinde
intibak edebilir. Sermaye veya yatırım mallarının alternatif ürüne intibak düzeyi ise kullanılan
teknolojinin niteliği ile ilgilidir. Emek yoğun teknoloji daha kolay intibak edebilirken, sermaye yoğun
teknolojideki araç-gereç ve makineler aşırı uzmanlık isteyen şekilde geliştirilmiş olduklarından,
alternatif ürün yetiştirilmesine intibakları daha güçtür.

3.) Tarımsal Üretim Teknolojisi:


Tarımsal üretim teknolojisinde meydana gelebilecek iyileşme ya da kötüleşmeler, üreticinin
maliyet fonksiyonları üzerinde etkili olur. Maliyetlerde azalış meydana geldiğinde arz eğrisi sağa
kayarken, tersi durumda arz eğrisi sola kayacaktır. Tarımdaki teknolojik gelişmeler 2.Dünya Savaşı
sonrasında hız kazanmış ve verim düzeyi üzerinde olumlu etkiler meydana getirmiştir. Bunlar arasında
kimyasal gübre çeşitleri, ıslah edilmiş tohumlar ile tarımsal alet ve makineler ile zirai mücadele
ilaçlarını saymak mümkündür. Teknolojik gelişmelerin arz ve verim düzeyi üzerindeki olumlu etkilerine
karşın yaratmakta oldukları negatif dışsallıklara da dikkat etmek gerekir. (Örneğin aşırı zirai mücadele
ilacı ya da gübreleme neticesinde oluşabilecek toprak ve su kirliliğine bağlı insan sağlığı üzerinde
oluşabilecek olumsuz etkiler.)

4.) Dışsal Etkenler:


“Tarımın evrensel özellikleri” konu başlığında gördüğümüz gibi, tarımsal üretimde doğa
koşullarının doğrudan etkisi söz konusudur. Bir üretim dönemi ile sınırlı olan kısa dönemde üretimde
kullanılan tüm üretim faktörleri ve teknoloji düzeyi veri iken; kuraklık, mevsimsiz yağmurlar, aşırı
soğuk ve su baskını gibi etkenler, üretim hacminin beklenen düzeyin altına düşmesine sebep olabilir.
Olumsuz koşulların minimize edilebilmesi, teknolojik gelişmelerin tarıma sokulmasına bağlıdır.
Örneğin kuraklık koşullarına karşı mücadelede kanal, baraj gibi alt yapı yatırımlarının yapılması, selle
mücadelede bentlerin inşa edilmesi, aşırı yağmura karşı drenaj sistemlerinin devreye sokulması,
erozyonla mücadelede, ağaçlandırma çalışmaları ve benzeri…

TARIMSAL ÜRETİMDE NEO KLASİK YAKLAŞIM VE AZALAN VERİMLER YASASI


Neoklasik yaklaşım, her bir üreticiyi bir karar birimi olarak ele alır. Karar birimi; her bir ürüne ne
kadar emek harcayacağını, girdi kullanıp kullanmayacağını, kullanacaksa ne ölçekte kullanması
gerektiğini tamamen piyasadaki fiyat ve maliyet koşullarını gözeterek kâr maksimizasyonu
doğrultusunda kararlaştırır. Böylece neoklasik yaklaşım, çıktı ve girdilerin çeşitleri ve miktarları
üzerinde değişiklik yapabilmesi fikri üzerinde odaklanır.

Girdi ve çıktılar arasında üç ilişki, üretim kapasitesinin belirlenmesi konusunda etkili olur. Bunları
aşağıdaki gibi sıralayabiliriz:

1. İlişki : Farklı girdi seviyelerine karşılık gelen değişik çıktı seviyeleri. Örneğin farklı azotlu gübre
kullanılması sonucu elde edilen farklı arpa çıktı düzeyleri. Bu ilişki faktör-ürün ya da girdi-çıktı ilişkisi
olarak adlandırılır. Bir diğer ifade ile girdi ve çıktılar arası fiziksel ilişki yani üretim fonksiyonu olarak
tanımlanır.

2. İlişki: Belirli bir çıktı düzeyine erişebilmek için gerekli 2 ya da daha fazla girdinin
kombinasyonu. Örneğin aynı miktarda buğday üretimi için gerekli farklı emek ve toprak düzeyleri. Bu
ilişkiye faktör-faktör ilişkisi ya da üretim yöntemi (metodu) adı verilir.

3. İlişki : Belirli bir girdi setinden elde edilebilecek olan farklı çıktı düzeyleri. Örneğin aynı toprak
parçası üzerinde elde edilebilecek farklı fasulye miktarları bize ürün-ürün ilişkisini ya da girişimci
tercihini tanımlar.

Girdiler ve Çıktılar arasındaki Fiziksel İlişkinin İncelenmesi:


Farklı azotlu gübre kullanılması ile elde edilebilecek olan buğday çıktısını ele alalım. Varsayım
gereği gübre temininde herhangi bir engelin olmadığı koşulda, ilave azotlu gübre artışı karşısında
buğday çıktısının hareketini inceleyelim. Bu durumda artan miktarda gübre kullanımına karşılık gelen
çıktı düzeyinin arması beklenir. Ancak bu artışın bir sınırı vardır. Bu sınırın ötesinde gübre ve toprakta
bulunan ürünü besleyen diğer mineraller arasında bir dengesizlik oluşacağından artan gübre kullanımı
çıktı düzeyini düşürmeye başlar. Bu durumu aşağıdaki birinci grafikten izlemek mümkündür.
Grafikten görüldüğü gibi K noktasına kadar kullanılan gübre miktarındaki artışlar çıktı miktarını
artırmaktadır. Gübre girdisi ile buğday çıktısı arasındaki ilişki üretim fonksiyonunu tanımlar ve toplam
fiziksel ürün eğrisi (TFÜ) ile gösterilir. Grafiğe göre çıktı düzeyi 150 kg gübre kullanımı (X) ile 3762
kg’lık bir tepe noktasına ulaşıp (Y) bu noktadan sonra azalmaya başlamaktadır. Dikkat edilirse grafik
orijinden başlamamaktadır. Bunun nedeni tohumun toprağa atılmasının ardından üretimde hiç gübre
kullanılmasa dahi bir miktar ürün elde edilebilmesinin imkan dahilinde oluşudur. Grafiğe göre diğer
girdiler sabitken hiç gübre kullanılmadan elde edilebilen buğday çıktısı 2200 kg’dır. Üretim
fonksiyonundan teorik olarak aşağıdaki saptamaları yapmak mümkündür.

1) Hiç gübre kullanılmadan elde edilebilecek çıktı düzeyi 2200 kg olup buna temel çıktı
düzeyi adı verilir.
2) Diğer girdiler sabitken elde edilebilecek olan maksimum çıktı düzeyi, grafikte 3762 kg
olarak gösterilmiştir. Bu düzey, maksimum çıktı düzeyi olarak tanımlanır. Şekle göre çıktı
düzeyi artış göstermekle birlikte bu artışın hızı azalan hızla artıştır. Maksimum çıktı
düzeyine ulaşıldıktan sonra ilave girdi (gübre) kullanımı sonucunda toplam fiziksel ürün
düzeyi azalmaya başlar ve TFÜ eğrisi negatif eğimli hale gelir.
3) Her bir ek girdi kullanımı sonucu elde edilen ek çıktı miktarlarına marjinal fiziksel ürün
adı verilir. Bu eğrinin negatif eğimli olması bize her bir ilave girdi kullanımı için azalan
miktarda çıktı artışını gösterir ve azalan marjinal getiriler prensibini belirtir. MFÜ eğrisi,
matematiksel olarak, TFÜ eğrisinin her bir noktasındaki eğimine eşit olduğundan,
𝑑𝑦
MFÜ =
𝑑𝑥
olarak hesaplanır.
4) Girdinin, ortalama fiziksel ürün ile hesaplanan bir verimlilik ölçütü bulunmaktadır OFÜ,
TFÜ nün kullanılan girdi miktarına bölünmesi ile elde edilir.
𝑌
OFÜ =
𝑋İ
Örneğimizde 1 kg gübre kullandığında elde edilebilecek buğday miktarları bize verimlilik
göstergesini verir ve bu göstergeyi kullanmak suretiyle ürün bazında bir verimlilik
karşılaştırması yapmak mümkün ve anlamlı olur.
5) Tek bir girdi ve çıktı arasındaki fiziksel ilişkinin son ölçütü girdi esnekliğidir. Girdi esnekliği
değişken girdideki % değişim sonucunda çıktıdaki % değişim olarak tanımlanır ve
aşağıdaki formül uyarınca hesaplanır:
𝑑𝑌
Ç𝚤𝑘𝑡𝚤𝑑𝑎 % 𝐷𝑒ğ𝑖ş𝑚𝑒 𝑌 𝑑𝑌 𝑋
= = ∙
𝐺𝑖𝑟𝑑𝑖𝑑𝑒 % 𝐷𝑒ğ𝑖ş𝑚𝑒 𝑑𝑋 𝑑𝑋 𝑌
𝑋
𝑒 = MFÜ
OFÜ
Esneklik değeri bakımından e> 1 ve e < 0 değerleri, tarımsal işletme için ekonomik olarak
çalışmanın anlamsız olduğu alanları ifade eder. Zira ilk durumda (e>1 durumunda), çıktı
seviyesi girdideki artıştan daha fazla artarken girdi kullanımını kesmek rasyonel değildir.
Öte yandan e<0 durumda, girdi artışı karşısında çıktı azalmakta olup girdi miktarını
azaltmak çiftçini yararına olacaktır.

TARIMSAL ÜRÜN TALEBİ (İSTEMİ)


Aynı tarımsal ürün arzını incelerken yaptığımız gibi tarımsal x ürünü için de talep fonksiyonunu
yazarsak;

D = f (P , P ğ , G, T, N)

Burada:

 Px: x ürünün fiyatı


 Pdiğer: x ürününün ikamesi ya da tamamlayıcısı olan ürünlerin fiyatları
 G: Tüketicinin geliri
 T: Tüketicilerin zevk ve tercihleri
 N: Nüfus

Öncelikle talebi belirleyen ürünün fiyatı haricindeki değişkenleri sabit kabul edip, ürünün fiyatı
ile talep edilen miktarlar arasındaki ilişkiyi inceleyebiliriz.
TARRIMSAL ÜRÜNÜN FİYATI İLE TALEP DÜZEYİ ARASINDAKİ İLİŞKİNİN
İNCELENMESİ
Bu durumda yukarıda yazılan fonksiyon Dx = f (Px) haline dönüşür. “Fiyatın fonksiyonu olarak
talebi” gösteren bu ifade, o maldan talep edilen miktar arasındaki ilişkiyi vermektedir. Fiyatın
fonksiyonu olarak talepten hareketle talep çizelgesi ve talep eğrisinin elde edilişi tüm normal mallarda
olduğu gibidir:

TOPLAM GIDA MALLARININ TALEBİNİN FİYAT ESNEKLİĞİ


Gıda maddeleri için talebin fiyat esnekliği normal mallarda olduğu gibi aşağıdaki formül
yardımıyla hesaplanır:

𝛥𝑄 𝑃
𝑒 = ∙
𝛥𝑃 𝑄

Gıda maddeleri insanların zorunlu olan beslenme ihtiyaçlarını karşılamaya dönük olduğundan
bu mallar için fiyat esnekliği oldukça katıdır. Gıda maddelerinin talebinin fiyat esnekliğinin katı oluşunu
fiyatın yükselmesi ve düşmesi durumlarında ayrı ayrı açıklamak mümkündür. Öncelikle toplam gıda
maddelerinin fiyatlarının (fiyat endeksinin) yükseldiği kabul edilsin. İnsanlar gıda maddelerinin fiyatları
yükseldiği için yemek yemekten vazgeçmezler. Beslenme gereksiniminin bir başka gereksinmeyle
ikamesinin olanaksız olması, gıda malları fiyatlarının yükselmesi halinde, insanların başka
gereksinimlerin karşılanmasından özveride bulunup mutlaka bu gereksinmeyi karşılamalarını
gerektirir. Tersi durumda, yani gıda maddelerinin fiyatlarının düştüğü varsayılırsa, böyle bir fiyat
düşüşü halinde insanlar eskiden tüketme alışkanlığına sahip oldukları gıda maddelerinin birkaç katını
tüketemezler. Zira insanların gıda maddeleri tüketiminde bir doyum noktası vardır. Söz konusu
noktaya eriştikten sonra insanların gıda tüketim düzeyleri giderek azalmaya başlar.

Talebin fiyat esnekliğinin katılığını tekil bir gıda malı için gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler
açısından göreli olarak karşılaştırmak mümkündür. Tekil bir gıda malı için fiyatın Pa’dan Pb’ye
yükseldiği durumda, negatif eğimli talep kanununa bağlı olarak, maldan talep edilen miktar azalır.
Ancak fiyat artışı durumunda talep edilen miktardaki azalış, gelişmiş ülkedeki orta gelir grubundakiler
için daha fazladır (Qa’dan Qc’ye). Öte yandan gelişmekte olan ülkedeki orta gelir grubundaki insanlar
doyum noktasının göreli olarak daha uzağında olduklarından fiyat artışı karşısında göreli olarak
taleplerini daha az kısarlar (Qa’dan Qb’ye).

NEGATİF EĞİMLİ TALEP KANUNUNUN BİR İSTİSNASI: GIFFEN MAL


Talep edilen mal miktarı ile malın fiyatı arasındaki tersine ilişkinin bir istisnası bulunur. Giffen
malı adı verilen bu mallar için fiyat artışları karşısında talep artarken fiyat düştüğünde talep edilen
miktar da azalmaktadır. Paradoksal gibi görünen bu durum, 19. Yüzyılın fakir İrlanda’sında, gelir düzeyi
oldukça düşük emekçi kesimler açısından Sir Henry Giffen tarafından gözlemlere dayanarak ortaya
konulmuştur. Giffen’ın gözlemleri sonucu elde etmiş olduğu bulgular şu şekildedir: Gelir düzeyi çok
düşük olan işçiler, gelirlerinin önemli kısmını yaşamlarını sürdürebilmek için yemek zorunda oldukları
patates alımı için harcamaktadırlar. Kendileri için temel besin maddesi niteliğinde olan patatesin fiyatı
yükseldiğinde, işçiler satın almakta oldukları patates için daha fazla para ödemek zorunda
kalmaktadırlar. Bu durumda; patates cinsinden satın alma güçleri, reel gelirleri (reel gelir = )

azalır. Kişiler, yaşamlarını sürdürebilmek amacıyla daha önce aldıkları patates miktarı için daha fazla
ödemek zorunda kalırlar. Bunu yapabilmek için ise fiyat artışı karşısında daha önce aldıkları patatesten
daha besleyici ve daha pahalı gıda ürünlerinden daha az tüketmek zorunda kalırlar. Bir başka ifadeyle
işçiler, söz konusu göreli olarak pahalı gıda ürünleri yerine de patates yemek zorunda kalırlar. Sonuçta
tüketiciler, toplam harcamaları içinde çok önemli yer tutan temel gıda maddesinin (patates) fiyatı
yükselmesine rağmen tüketim düzeylerini artırmış olurlar.

Patatesin fiyatı düştüğünde ise gelir düzeyi düşük işçilerin reel gelirleri yükselir. Bu defa işçiler,
beslenmeleri için gerekli patates için daha az harcamada bulunmak durumunda oldukları için daha
önce satın alamadıkları besin değeri daha yüksek ve göreli olarak lüks gıda maddelerini satın almaya
yönelirler. Böylece işçiler fiyatı düşen, kendileri için temel gıda maddesi niteliğindeki patates için
tüketim düzeylerini düşürmüş olurlar. Türkiye’de çok düşük gelir grupları için bazı bölgelerde mısır
ekmeği, bazı bölgelerde ise buğday ekmeği Giffen malı özellikleri göstermektedir.
TALEBİ KAYDIRICI FAKTÖRLER
Fiyat haricindeki değişkenlerden bir tanesi değiştiği zaman talep doğrusu bütünü ile yer
değiştirir. Bu nedenle, bu değişkenlere talebi kaydırıcı değişkenler adı verilir. Talep fonksiyonunda yer
alan talep doğrusunu kaydıran değişkenler sırayla incelenebilir.

1.) Gelir ile Gıda Malları Talebi Arasındaki İlişki


Gıda ürünleri insanların beslenme ihtiyacını gidermesi sebebiyle; gelir seviyesindeki artışların,
gıda mallarına olan talep düzeylerini artırıcı yönde etkide bulunması beklenir. Gelir artışlarının talep
üzerindeki etkisini, gelirin bir defa artması ile gelirdeki artışın sürekli olması durumlarında ayrı ayrı
inceleyerek ortaya koyabiliriz.

a.) Gelirin Bir Defaya Mahsus Artması Durumunda Talebin Değişmesi:

Tüketicinin talebini etkileyen gelir haricindeki tüm faktörler sabitken, gelir bir defaya mahsus
artarsa gıda mallarına olan talep artar ve talep eğrisi bütünüyle sağa kayar. Bu koşulda gıda ürünlerinin
fiyat düzeylerinde bir değişme olmamasına rağmen talep edilen mal miktarları artmış olur.

b.) Gelir Artışında Süreklilik ve Engel Eğrisi:

Bir ülkede ekonomik gelişmeyle birlikte kişi başına düşen gelirin sürekli artması halinde,
gelirdeki değişmeyle birlikte, talep edilen miktar arasındaki ilişkiyi;

D = f (G)

şeklindeki fonksiyonla göstermek mümkündür. Engel eğrisini ifade eden ve gelir talep fonksiyonu da
denilen bu fonksiyonda, gelir değişmeleri halinde talep edilen miktarın değişmesi şeklinde gösterilen
tepkinin şiddeti talebin gelir esnekliği (eg) ile ölçülür,

∆𝑄 𝐺
𝑒 = ∙
𝛥𝐺 𝑄

Gıda mallarında talebin gelir esnekliği değeri düşüktür. Ayrıca gelir düzeyi yükseldikçe, gelir
esnekliği daha da azalır. İnsanların gelirleri yükseldikçe; gıda malları talebindeki artış, gelirdeki artış
oranından düşük olur. Ancak esneklik değeri, gerek ülkelerin gelişmişlik düzeyleri gerekse ülkelerdeki
farklı gelir grupları arasında değişiklik gösterir. Örneğin gelişmiş ülkelerde toplam gıda mallarının
talebinin gelir esnekliği 0,2-0,3’lere kadar düşerken, az gelişmiş ülkelerde katsayı 0,9’a kadar
yükselmektedir.

Farklı gelir grupları açısından değerlendirildiğinde; talebin gelir esnekliği arasındaki farklılık, gelir
dağılımı piramidi yardımıyla incelenebilir. Gelir düzeyi bakımından bir ülkedeki gelir gruplarını alt, alt-
orta, orta, orta-üst ve üst olmak üzere beş gelir kategorisinde incelersek, piramidin tabanına en alt
gelir grubunu yerleştiririz.
Şekilden de görülebileceği gibi alt gelir gruplarından üst gelir gruplarına doğru gidildikçe
esneklik değeri düşmektedir. Bu durum aynı zamanda alt gelir grupları için talep eğrisinin göreli olarak
daha yatay olacağı anlamını taşır. Bu durumda bir ülkede kişi başına düşen ortalama gelir düzeyi aynı
iken gelir dağılımını daha adil hale getirmeye yönelik izlenebilecek maliye politikaları sonucunda gelir
dağılımı eskisine göre daha adaletli hale gelirse, özellikle alt gelir grupları itibariyle, gıda malları
talebinin yüksek olması beklenir.

Talebin gelir esnekliğini farklı gıda ürünleri için inceleyip bazı genellemeler yapmak mümkündür.
Buna göre et ve süt ürünleri gibi protein içeren, göreli olarak daha lüks olan gıda ürünlerinde talebin
gelir esnekliği katsayısının daha yüksek olması beklenir. Öte yandan karbonhidrat ve nişasta içeren,
göreli daha zorunlu gıda malları için talebin gelir esnekliği daha düşük değer alır.

2.) Nüfus ile Gıda Malları Talebi Arasındaki İlişki


Bir toplumda gerçekleşen her doğum olayı, doyurulması gereken bir midenin daha ekonomiye
katılması anlamına geldiğinden, nüfusun artmasıyla gıda mallarının talebinde bir artış meydana gelir.
Özellikle nüfusun sürekli artış gösterdiği ülkelerde; tarımsal ürün arzı talebi karşılamaya yetmediği
koşullarda, beslenme yetersizliği gözlenir. Bazı Afrika ülkelerinde yıllık nüfus artış hızı %3’ün üzerinde
olduğundan ve gelir artamadığı için açlık sorunu ile dahi karşılaşılabilir.

Gelir ve nüfus beraberce ele alındığında, gıda maddeleri talebindeki artış hızını aşağıdaki eşitlik
yardımı ile hesaplamak mümkündür.

T=N+e ∙G

Burada,

 T: Gıda malları talebindeki artış hızı


 N: Nüfus artış hızı
 eg: Talebin gelir esnekliği
 G: Gelir artış hızı

Eşitlik uyarınca bir ülkede nüfus artış hızı ne kadar yüksekse ve talebin gelir esnekliği ve reel
(gerçek) gelir artış hızı ne kadar büyükse, talep artışı da o denli büyük olur.

Bu konuda gelişmişlik düzeyi farklı ülkelere açısından bir çıkarımda bulunulabilir:

GELİŞMEKTE OLAN ÜLKE GELİŞMİŞ ÜLKE


G = %2 G = %4
eg = 0,6 eg = 0,2
N = 2,5 N = %1
Not: Değerler mutlak olmayıp, kıyaslama amacıyla ortalama olarak hesaplanmıştır. Talebin gelir
esnekliğinin ve nüfus artış hızının, gelişmekte olan ülkelerde göreli yüksekliğine dikkat edilmelidir.

3.) Diğer Malların Fiyatları


Tüketici teorisinden hareketle tüketiciler tüketim tercihlerini oluştururlarken farklı malların
fiyatlarını göz önünde bulundururlar, burada dikkat edilmesi gereken nokta tarımsal ürünler ve gıda
malları arasındaki ikame ve tamamlayıcılık ilişkileridir. Bu ilişkileri ortaya koyabilmek için çapraz
esneklik formülünden yararlanılır.

∆𝐺 𝑃
𝑒 , = ∙
∆𝑃 𝑄

Esneklik değeri pozitif ise mallar ikame, rakiptir.

Esneklik değeri negatif ise mallar tamamlayıcıdır.

Eğer iki mal arasındaki çapraz fiyat esneklik katsayısı 1’den büyükse, ikame ilişkisi güçlü
demektir. Buna örnek olarak fasulye ile nohut ve turunçgiller arasındaki (portakal ile mandalina) güçlü
ikame ilişkisi verilebilir. Öte yandan esneklik katsayısı pozitif ancak 1’den küçükse ikame ilişkisi zayıf,
e = 0 ise iki ürün arasında ikame ilişkisi yok demektir.

Tamamlayıcılık ilişkisinde ise ters yönlü ilişki söz konusudur. Yani bir ürünün fiyatının artması
tamamlayıcısı olan ürünün talebinin düşmesi anlamına gelir. Örneğin şekerin fiyatının artması
durumunda çay talebinin düşmesi.

4.) Tüketicilerin Zevk ve Tercihleri


Tüketicilerin zevk ve alışkanlıklarında meydana gelebilecek değişiklikler -ceteris paribus- gıda
mallarının talebinde artış ya da azalışlara yol açabilir. Örneğin bir dönem tereyağı tüketiminin, kalp ve
damar hastalıklarına dair tıbbi araştırmalara dayalı olarak yaratılan algının, tereyağı tüketimini
düşürmesi. Yine şeker tüketiminin, diyabet başta olmak üzere çeşitli hastalıklara yol açtığının medya
aracılığıyla kitlelere aktarılmasının, şeker talebini düşürmesi.
5.) Endüstride Hammadde Olarak Kullanılan Tarımsal Ürünlerin Talebi
Tarımsal ürünlerin bir kısmı çeşitli endüstrilerde hammadde olarak kullanılmasına karşın son
yıllarda bunları ikame edebilen yapay hammaddeler geliştirilmiştir. Örneğin hazır giyim sektöründe
pamuk ipliğinin yerini yapay lifler alırken, doğal kauçuk yerine yapay kauçuğun, sabun yerine deterjan
kullanımının yaygınlaşması.

Tarımsal kökenli olup endüstride hammadde olarak kullanılan ürünlerin talebinin fiyat esnekliği
oldukça duyarlıdır. Bunun sebebi sentetik olanlarıyla ikama edilebilirliklerinin oldukça yüksek
olmasıdır.

TARIM SEKTÖRÜNDE PİYASA DENGESİ ANALİZİNE YÖNELİK TEORİK


YAKLAŞIMLAR
Tarım sektöründe arz ve talebin beraberce analizi, üç teori kapsamında incelenecektir.

1.) Treadmill Kuramı:


Bu kuram ilk defa, yeni teknolojileri adapte eden üreticilerin, gelir seviyelerini yükseltme
çabalarının bir yansıması olarak “ürün fiyatı açmazı” olarak ortaya atılmıştır. Teoriye göre; sermaye ve
beşeri birikimi göreli olarak fazla olan “öncü çiftçiler” yeni icadı, ilk defa kullanabilme olanağı
sebebiyle, üretim sürecinde göreli düşük birim maliyetlere sahip olurlar. Bu durum öncü çiftçilerin
maliyet eğrilerinde aşağı yönlü bir kaymaya sebep olur. Rekabet koşullarının varlığına bağlı olarak,
piyasadaki tüm üreticiler ürünü P0 fiyatından satacaklarından, kısa dönemde öncü çiftçiler açısından
aşırı kâr elde etme olanağı doğar.

Ancak bu durum fazla uzun sürmez ve daha fazla üretici teknolojik yeniliği adapte ettikçe üretim
düzeyi artıp fiyatlar düşeceğinden, daha düşük maliyetlere karşın aşırı kâr durumu ortadan kalkar.
Hatta uzun dönemde teknolojik yeniliği adapte edemeyen üreticilerin, fiyat düşüşü karşısında
üretimden çekilmeleri durumu dahi ortaya çıkabilir. Uzun dönemde ürünü hammadde olarak kullanan
gıda/tekstil gibi endüstriler talep düzeylerini değiştirmedikleri takdirde bu durumdan kazançlı
çıkabilirler.

2.) Cob Web (Örümcek Ağı) Kuramı:


Cob Web teorisi dinamik bir arz ve talep tahminine dayanır. Teorinin üç tane varsayımı
bulunmaktadır:

1. Hasat tamamlandıktan sonra piyasaya arz edilen ürün miktarı bir önceki
dönemin fiyatının fonksiyonudur.
Q = f(P )
2. Tüketicilerin davranışları ceteris paribus ürünün fiyatına bağlıdır. Ancak onlar
için dönem farkı söz konusu olmadığı için üründen cari dönemde talep edilecek
miktarlar, aynı dönem fiyatının bir fonksiyonudur
𝑄 = (𝑃 )
3. Her dönemde piyasada arz miktarlarını talep miktarlarına eşitleyen bir denge
fiyatı oluşmaktadır. Dolayısıyla, ürün stokunun tamamı satılmaktadır. Dönem
denge fiyat seviyesinden daha fazla ürün satılmasına olanak yoktur.
𝑄 =𝑄

Bu varsayımlar uyarınca teori açıklanırsa, ilk dönemde de hasadın ardından bir önceki dönemde
de fiyat P0 seviyesinde olduğu için piyasaya arz edilen ürün miktarının da Q0 düzeyinde olduğu kabul
edilsin.

Bu durumda ilk dönem itibariyle Q0 miktarında piyasaya arz edilen ürün için üreticilerin razı
olabilecekleri en düşük fiyat P0’dır. Ancak tüketicilerin ödemeye razı oldukları fiyat P3 olup, bu durum
talep eğrisinden okunabilir. Böylece ilk dönemin sonunda, P3 fiyat seviyesinden hem tüm stok satılmış
olacak hem de o fiyattan ürün almaya hazır olduğu halde ürün bulamayan tüketici kalmayacaktır.
Üreticilerin bir sonraki yılın üretim planlarını yaparlarken -birinci varsayım uyarınca- önceki dönemin
fiyat düzeyini baz alacaklarından, P3 fiyat seviyesinden üreticilerin [0,Q2] kadar ürünü piyasada
satmak üzere arz edeceklerdir. Üçüncü varsayım uyarınca, planlanan ve gerçekleşen miktarların aynı
olduğu kabul edildiğinden, ikinci dönemde piyasaya [0,Q2] kadar ürün arz edilecektir. Bu dönemde
tüketicilerin ödemeye istekli oldukları fiyatı talep eğrisine bakarak bulmak mümkündür. Piyasaya arz
edilen miktarı [0,Q2] kadar olduğunda, tüketicilerin ödeyecekleri azami (maksimum) fiyat P1’dir. Fiyat
ve miktar değişkenlerinin zaman içinde ve sıra ile aldıkları bu değerler izlenmeye devam edilirse arz
ve talep eğrilerinin kesişim noktalarına ulaşılır. Bu duruma “Dengeye Ulaşan (Yönelen) Cob Web” adı
verilir.

Ancak her zaman dinamik dengenin kurulacağını söylemek yanlıştır. Zira dengenin kurulabilmesi
için arz eğrisinin eğimi, talep eğrisine göre daha az (daha dik) olmalıdır. Aksi durumda yani talep
eğrisinin arza göre eğimi daha az olursa dengeden uzaklaşılır ve “Dengeden Uzaklaşan Cob Web” adı
verilir. Bu durumu aşağıdaki grafikten görmek mümkündür.

Üçüncü ve son bir ihtimal ise arz ve talep eğrilerinin eğimlerinin birbirine eşit olması durumu
olup buna, “Sallanan Cob Web” adı verilir. Burada hareket, değişmeyen iki fiyat ve iki miktar rakamı
arasında sürüp gider.
3) King Kanunu (Bolluk Paradoksu):
Gregory King, 17. yy. İngiltere’sinde buğday piyasasını incelediğinde, genel olarak tüm tarımsal
ürünler için geçerli olduğunu savunduğu ve kendi adı ile anılan yasayı ortaya koymuştur. King, buğday
fiyatları ve üretici gelirleri arasındaki ilişkiyi incelediğinde; bol ürün yılında fiyatların düşmesi
sonucunda üretici gelirlerinin düştüğünü gözlemlemiştir. King Yasası grafik yardımıyla açıklanabilir.

Herhangi bir t döneminde; tarımsal ürünün arzının S1, talebinin ise D şeklinde olduğunu kabul
edelim. Ayrıca tarım sektörünün yapısı gereği arz ve talebin, katı-esnek olduğunu kabul edelim.
Üretim dönemini izleyen t+1 döneminde hava koşullarının çok iyi gitmesi durumunda üretimin bir
önceki yıla göre daha fazla olduğunu ve bunun sonucu olarak arzın artarak S2 konumuna geldiğini
kabul edelim. Talep düzeyinde bir değişiklik yok iken söz konusu ürünün fiyatı P1’den P2’ye
düşecektir. Talep esnekliği ne kadar düşük ise arz artışı sonucunda fiyattaki düşüş de o denli büyük
olur. Arz artışı sebebiyle fiyatlarda önemli bir düşüşün olması üretici gelirlerinin normal ürün yılında
elde ettikleri gelir düzeyinin de altına düşmesine neden olmaktadır. Öyle ki t dönemde (ilk dönemde)
P1 fiyatından piyasada [0,Q1] kadar ürün alınıp satılırken, üreticilerin satış gelirleri toplamı 0,P1,D1,Q1
dikdörtgenin alanına eşittir. Bir sonraki dönemde fiyat P2 düzeyine düşerken, toplam hasılat
0,P2,D2,Q2 dikdörtgeninin alanına eşit olur. 0,P1,D1,Q1 > 0,P2,D2,Q2 ve A1>A2 olduğundan, bol ürün
yılında üretici gelirlerinin düştüğü görülmektedir. Bu nedenle King Yasası’na “bolluk paradoksu” adı
da verilir.

TARIMA DEVLET MÜDAHALESİ


Yüz yıllardan beri devlet organizasyonu tarım sektörüne farklı seviyede ve yöntemlerle
müdahale etmiştir. Günümüzde tarım sektörüne devlet müdahalesi, piyasa ekonomilerinin en
gelişmiş olduğu ekonomilerde bile gözlenmektedir. Örneğin ABD ve AB gibi gelişmiş ülkelerde de
tarımsal müdahale, ekonominin ayrılmaz bir özelliği durumundadır. Tarıma devlet müdahaleleri ortak
bir olgu olmakla beraber müdahalenin amacı, şekli ve yoğunluğu ülkeler arasında farklılık gösterir. Bu
farklılıklar ise ülkelerin değişik sosyoekonomik koşulları tarafından belirlenir. Örneğin bir Afrika ülkesi
için müdahalenin öncelikli amacı beslenme güvenliğinin sağlanması iken, gelişmiş AB ülkeleri için
müdahalenin öncelikli amacı ürün piyasalarında fiyat ve üretici açısından gelir istikrarının sağlanması
olabilir.

Hangi amaçla olursa olsun ve hangi destekleme yöntemi benimsenirse benimsensin devlet
müdahalesinin iktisadi değerlendirmesinde üç faktör önemlidir. Bunlar üretici, tüketici refahı ile
müdahalenin devlete olan mali yüküdür. Dolayısıyla bir müdahale politikası, bu üç faktörü beraberce
göz önüne almak durumundadır.

Tarıma devletler niçin müdahale ediyor?


1) Ülkeler, nüfusun gıda güvencesini sağlamak amacıyla tarımsal ürün piyasalarına
müdahalelerde bulunabilirler.
2) Tarımsal ürünlerde fiyat ve gelir esnekliği katsayıları, sınaî ürünlere göre daha düşük
değerler almakta, arz ve talebin dönemsel uyumsuzluğu müdahale sebebi olmaktadır.
Örneğin; talep seviyesinin düşmesine bağlı olarak fiyat açısından bir sıkıntı ortaya
çıktığında, devlet üretici gelirlerinde bir gerilemeyi engellemek için piyasaya
müdahalede bulunabilmektedir.
3) Tarım sektörünün doğa koşullarına olan bağlılığı sebebiyle oluşan piyasa
düzensizliklerini gidermek amacıyla tarımsal piyasalara müdahalede bulunulabilir.
Örneğin sel sebebiyle mağdur olan üreticilere devlet tarafından kredi borçlarının
ertelenmesi suretiyle destek verilmesi.
4) Tarımsal üretimde verimlilik düzeyinin yükseltilmesi ve üretici gelirlerinin istikrara
kavuşturulması amacıyla piyasalara müdahalede bulunulabilir.
5) Özellikle ihracat gelirlerinin ağırlıklı kısmını tarımsal ürünlerin oluşturduğu ülkelerde
ihracat gelirlerinin artırılabilmesi amacıyla devlet destekleme biçiminde müdahalede
bulunabilir. Örneğin tarımsal ihracatı artırabilmek amacıyla ihracata teşvik pirimi
verilmesi.

DEVLETİN TARIM KESİMİNE MÜDAHALE YÖNTEMLERİ:


1.) Dolaysız (Doğrudan) Devlet Yardımları: Bu yardımlar, devletin üreticiye doğrudan ve
karşılıksız olarak dağıttığı verim arttırıcı modern girdiler, sübvansiyonlar, vergi indirimleri, yol sulama,
drenaj gibi alt yapı yatırımları ve transferler gibi yardımlardan oluşur. Bu durumda üretici gelirini iki
parçaya ayırıp incelemek yerinde olur:

Üretici geliri = Y + Y

Yg: Üreticinin reel geliri

Yd: Yardım sonucunda elde edilen gelir

Dolaysız yardımlar; modern girdi kullanımını teşvik ettiğinden, tarımsal üretim ve verim
düzeyinin yükselmesine de yardımcı olurlar.
2.) Tarımsal Ürün Talebini Değiştirmeye Yönelik Müdahaleler: Devlet bazen bir tarımsal
üründe meydana gelen arz fazlasını ortadan kaldırmak, bazen bir tarımsal ürüne olan talebi başka bir
tarımsal ürüne kaydırmak için piyasaya müdahalede bulunabilir. Söz konusu müdahalenin iktisadi
gerekçesinin dışında sağlık ve sosyal anlamda gerekçeleri olabilir. Örneğin: Genç neslin
beslenmesinde önemi bulunan süt ve yoğurt tüketiminin özendirilmesi kuş gribi tehdidi karşısında
balık tüketiminin özendirilmesi vb. gibi.

3.) Tarımsal Üretimi Sınırlamaya Dönük Müdahaleler: Devlet, iktisadi ve bazen stratejik
gerekçelerle belirli bir ürünün üretim alanlarını kısıtlamaya gidebilir. Üretim kısıtlamalarına dönük
müdahaleler, zorunlu nadas ve kota uygulamaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle ABD’de ve
AB ülkelerinde, arz fazlasına engel olabilmek için bu tür uygulamalar sıklıkla gözlenmektedir. Ancak
bu uygulamalar içerisinde devletin üreticiyi tazmin etmesi durumu ortaya çıkabilir. Örneğin boş
bırakılan ekilmeyen araziler için tazmin edici ödemeler yapılması.

4.) Fiyata Yönelik Müdahaleler-Destekleme Akınları Sistemi: Devlet herhangi bir malın
piyasada oluşacak fiyatına müdahale ederek üretici gelirlerinin belirli bir düzeyin altına düşmesini
engelleyebilir. Fiyata dönük müdahaleler içerisinde en yaygın kullanılan destekleme alımları, taban
fiyat desteğidir. Destekleme alımları sistemi Türkiye'de de 1930'Iu yıllardan 2000'li yıllara kadar Türk
tarımında pek çok ürüne uygulanmış ve temel destekleme sistemi olarak benimsemiştir. Destekleme
alımlarında fiyata doğrudan bir müdahale söz konusudur ve temel amaç üreticiyi desteklemektir. Söz
konusu yöntemi bir grafik yardımıyla inceleyebiliriz.

Destekleme alımları sisteminde devlet, üreticiyi korumak amacıyla, piyasa fiyatının belirli bir
düzeyin altına düşmesini engellemek amacıyla, belirlemiş olduğu bir fiyat düzeyinden ürün alımı
yapmayı taahhüt eder. Devletin alım garantisi verdiği bu fiyata "taban fiyat" adı verilir. Piyasa fiyatının
saptanan taban fiyatın altına düşmesini önlemek için devletin bizzat kendisine bağlı kuruluşlar ya da
kooperatifler aracılığıyla ürünün en azından bir bölümünü satın alması gerekir.

Sistemin işleyişini grafik yardımıyla açıklarsak, ürünün arzı ve talebine hiçbir müdahale olmadığı
koşulda, piyasada oluşacak denge fiyat düzeyini Pp olarak görebiliriz. Pp denge fiyatından piyasada
satılacak ürün miktarı ise Qp kadar olacaktır. Devlet düşük gördüğü bu fiyatı yükseltmek için, taban
fiyatı olarak Pt, fiyatını ilan etmiş olsun.

Böyle bir fiyat ilanı, devletin piyasada alışverişi serbest bıraktığı ama bu fiyattan kendine bağlı
kuruluşlara ne kadar ürün getirilirse satın almaya hazır olduğunu ifade eder. P t fiyatından piyasada
talep edilen ürün miktarı Qt kadarken, arz edilen ürün miktarı Qa. kadardır. Bu durumda piyasada,
[Qt,Qa] kadar bir arz fazlası, yani Pt fiyatından alıcı bulamayan ürün vardır. Devletin taban fiyat olan P t
fiyatından, söz konusu arz fazlasını satın alması gerekmektedir.

Politika sonucunda devlet müdahalesi ile piyasa fiyatı Pp'den Pt'ye çıkmakta ve üreticiler Qt
kadar ürünü piyasada satarken, [Qt,Qa] kadar ürün devlet tarafından satın alınarak daha sonra
satılmak ya da ihraç edilmek üzere stoklanmaktadır. Öte yandan devletin stok maliyeti, [Q t,L,K,Qa]
dikdörtgeninin alanına eşittir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus destekleme
sonucunda üreticinin refahının artmasına karşın, tüketicilerin yüksek fiyat karşısında refah
seviyelerinin düşmesidir. Son olarak devletin stoklama maiyetleri de desteklemenin sonucu olarak
değerlendirilmelidir.

Üretici-Tüketici Fiyat Farkına Devlet Müdahalesi - Benson Modeli: Tarıma devlet


müdahalesi yöntemlerinden bir diğeri, taban fiyat modelinden farklı olarak piyasada oluşacak
denge fiyatına müdahale etmeksizin, devletin bir hedef fiyat üzerinden üreticiyi desteklemesidir.
Aynı destekleme alımları sisteminde olduğu gibi müdahale sistemi aşağıdaki grafik yardımıyla
açıklanabilir.

Grafikten izlenebileceği gibi herhangi bir devlet müdahalesi olmadığında ürün piyasasında
denge fiyatı Pp düzeyinde oluşmaktadır. Modelde devlet piyasa fiyatından ürünün alım satımına
herhangi bir müdahalede bulunmaz ancak üreticinin refahını gözeterek grafikteki P h hedef fiyatını
tespit ederek [Pp,Ph] fiyat farkını üreticilere ödemeyi taahhüt eder. Hedef fiyat, genelde üreticinin
ortalama üretim maliyetlerine belirli bir kâr marjı eklenmesi suretiyle tespit edilir.

Benson modeli destekleme alımları sistemiyle karşılaştırılırsa, tüketicilerin Benson modelinde


kazançlı çıkacakları anlaşılabilir. Zira tüketiciler piyasa fiyatından ürünü tüketebilmektedirler.
Üreticiler de devletin belirlediği hedef fiyat nispetinde kazançlı çıkarlar. Ancak Benson modelinin
devlete olan maliyeti daha fazladır. Çünkü bu modelde devlet değerlendirmek üzere herhangi bir
ürüne sahip olmamaktadır.

5.) Doğrudan Gelir Desteği Sistemi: Türkiye tarımında, IMF ve Dünya Bankası’nın telkin ve
önerileri doğrultusunda 2002-2006 yılları arasında, tek destekleme sistemi olarak benimsenerek
uygulanmış bir destekleme sistemidir. Doğrudan Gelir Desteği Sistemi (DGD); hedef üretici kitlesine,
kısmen üretimle ilişkili (ürün sigortası desteği, doğal afet yardımı vb.) ya da üretimden bağımsız olarak
hükümet tarafından gelir ödemesi yoluyla gerçekleştirilen bir destekleme sistemidir. Sistemin diğer
destekleme sistemine göre avantajlı yönü, devlet bütçesinden üreticilere doğrudan gelir transferine
dayanması ve ürün fiyatlarına herhangi bir müdahalenin söz konusu olmamasıdır. Ayrıca hedef kitle
(üreticiler) söz konusu gelir desteğini verimlilik artırmak için kullandığında, bir verim artışı ortaya
çıkarabilmesidir. Son olarak sistem piyasa fiyatına bir müdahale öngörmediğinden, Dünya Ticaret
Örgütü (DTÖ) kararlarıyla uyumlu bir sistemdir.

Doğrudan Gelir Desteği Sistemi, Türkiye’de tarım sektöründeki mülk sahiplerine dönüm başına
nakit ödemesi şeklinde gerçekleştirilmiş ve üst sınır olarak başlangıçta 200 daha sonra 500 dönüm
kabul edilmiştir. Ödenen meblağlar bütçeden karşılanmıştır. Vergi mükelleflerinden tarımsal
üreticilere gelir aktarımı sistemin işletilmesiyle 2,8 milyon üretici kayıt altına alınabilmiş ve sistemin
en önemli katkısı bu durum olmuştur. DGD sistemi çeşitli yönlerden eleştiri konusu olmuştur. Bu
eleştiriler arasında; ödemelerden sadece mülk sahiplerinin yararlanmış olması ve dolayısıyla ortakçı
ve kiracıları kapsamaması, Güney Doğu Anadolu başta olmak üzere aslında desteğe ihtiyacı olmayan
büyük toprak sahibi zengin çiftçilerin ödemelerden yararlanması, ödenen paraların üretim sürecinden
ziyade üreticilerin cari harcamalarının finansmanında kullanılmış olması vb. sayılabilir. Sıralanan
eleştiriler neticesinde sistem 2007 yılından itibaren kaldırılmıştır.

6.) Havza Bazlı Destekleme Modeli: Türkiye tarımında 2010 yılında yayımlanan Tarım
Havzaları Yönetmeliğine göre, tarımsal üretimin uygun ekolojilerde geliştirilmesi için belirlenen tarım
havzalarında tarımsal faaliyetlerin entegre bir şekilde yürütülmesi, desteklenmesi, örgütlenmesi ve
tarım envanterinin hazırlanması amaçlanmıştır. Bu amaca yönelik olarak kurulan Havza Bazlı
Destekleme Modelinde, Türkiye’deki tarımsal havzalar iklim, toprak, topografya, arazi sınıflandırması,
üretim potansiyeli, dış ticaret vb. kriterler çerçevesinde oluşturulan “etkin ve verimli ürün” merkezli
olarak saptanmıştır. Tanımlanan 941 tarım havzasında; arz açığı bulunan, stratejik açıdan önemli,
insan sağlığı ve beslenmesi, hayvan sağlığı ve beslenmesi için önem arz eden 21 ürün saptanarak,
ekolojik ve ekonomik olarak hangi havzalarda destekleneceği belirlenmiştir. Türkiye tarımı açısından
modelin etkin biçimde uygulanması sağlanabilirse hem ekonomik hem de ekolojik açıdan
sürdürülebilir tarımsal koşullara büyük katkı sağlayacağı düşünülmektedir.

TARIM POLİTİKALARI
Tarımsal artığın ortaya çıkarılıp değerlendirilmesi, tarım politikalarını vermektedir. Bir diğer
ifadeyle tarım politikası, tarımsal artığı ekonomik olarak etkileyen eylemler bütünüdür. Tarım
politikalarını genel makro ekonomik politikalardan soyutlamak mümkün değildir. Zira tarım
politikalarının başarısı, makro ekonomik politikalarla ne kadar uyumlu olduğuna bağlıdır.

Tarım politikaları tarihsel olarak incelendiğinde, bunalım ve savaş dönemlerinde politikaların


göreli olarak daha müdahaleci olduğu görülmektedir. Öte yandan olağan dönemlerde, politikaların
daha liberal olduğunu gözlemek mümkündür. Tarım politikaları incelenirken, genelde dönemsel analiz
yapmak daha uygundur. Dönemsel analizde bazı yıllar kırılma, bazı yıllar ise reform yılı olarak kabul
edilir. Yapısal değişikliklerin olduğu yılları kırılma, bunun haricindeki değişiklik yılları ise reform yılları
kabul edilir. Bu tespitlerden hareketle Türkiye’de Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren günümüze
kadar uygulanan tüm tarım politikalarını incelemek mümkündür.

1923-1940 Dönemi: Geçimlik Üretim Açmazı


Yeni kurulan Cumhuriyet hükümeti, geçmişten, teknolojik açıdan oldukça geri ve eğitim seviyesi
düşük bir insan kaynağı devralmıştır. Buna ek olarak 1. Dünya Savaşı ile Kurtuluş Savaşı’nda erkek
nüfusun önemli ölçüde yitirilmiş olması, tarım sektörünün ihtiyacı olan işgücü seviyesini düşürmüştür.
Bu şartlarda hükümetin tarımsal bakımdan öncelikli hedefi, ülke nüfusunun beslenme güvencesini
sağlayabilmektir. Bu öncelikli hedefin yanı sıra, tarım dışı zorunlu ürünler ithalatının
gerçekleştirilebilmesi için tarımsal ürünler ihracatının yükseltilmesi ve ileride kurulması planlanan
sanayilere hammadde arzının sağlanabilmesi, tarım sektöründen beklenilen ikincil hedefler olarak
belirlenmiştir.

Osmanlı döneminden devralınan geçimlik üretim yapısının değiştirilmesi ve tarımsal artığın


yükseltilmesi amacıyla çeşitli uygulamalara girişilmiştir. Söz konusu uygulamalar; kırsalda yaşayanlara
toprak dağıtımı, verimliliği artırmaya dönük zirai yeniliklerin tarıma dahil edilmesi, tarımsal piyasaların
gelişebilmesi için fiyat ve kredi mekanizmasının geliştirilmesi ile tarımsal üreticiler lehine gelir
transferi yaratan ve üretim maliyetlerini düşürmeye yönelik mali politikalar üzerine yoğunlaşmıştır.
Bunlardan ilki toprak dağıtımı ile ilgilidir. Bunun için Cumhuriyetin ilanı sonrasında 1926 yılında
uygulamaya konulan Medeni Kanun'da kırsal alanda özel mülkiyet güvence altına alınmıştır. Üzerinde
tarım yapılmayan toprak miktarının oldukça fazla oluşu, hükümeti, bütünüyle hazineye ait olan ancak
işlenmeyen toprakları dağıtarak bu potansiyeli değerlendirmeye yöneltmiştir. Bu kapsamda 1923-
1934 yılları arasında 711.322 hektar toprak, topraksız veya az toprak sahibi kişilere dağıtılmış ve
dağıtılan toprak miktarı 1934 yılında toplam ekilebilir alanların %11'ine ulaşmıştır.

Tarımda verim düzeyini artırmaya dönük zirai yenilikler, ıslah ve mücadele çalışmaları ile
tarımsal araç ve makinelerin üretim sürecine sokulabilmesi üzerinde yoğunlaşmıştır. Yeniliklerin
tarıma sokulabilmesi için öncelikle hukuksal alt yapının kurulması gerektiğinden, yenilikleri teşvik
amaçlı yasal zemin oluşturulmuştur. Nitekim 1923'te çıkarılan bir yasa ile tarım makine ve araçlarının
T.C. Ziraat Bankası kanalıyla ithal edilip üreticiye gümrüksüz olarak dağıtılması, tarım makinelerinde
kullanılan akaryakıt, yağ ve makine aksamından alınan gümrük ve tüketim vergilerinde vergi iadesi
uygulanması ve hayvan ithalinin iki yıl süreyle gümrük vergilerinden muaf tutulması hükme
bağlanmıştır. Tarımda makine ve araç kullanımını teşvik edici yasal düzenlemeye karşın tarımda
mekanizasyon gerekli sosyoekonomik, teknik ve fiziki şartlar oluşturulmadan devreye sokulduğu için
1920'li yılların sonunda -daha sonra bir benzeri yaşanacak- üretim dışı kalan makine ve araçlarla
karşılaşılmıştır.

Tarımda verimliliği artırmaya dönük başarılı ve olumlu sonuçlar veren esas hamle ıslah ve
mücadele çalışmaları ile ilgilidir. Bu alanda ilk adımlar 1924 yılında Ankara'da Zirai Mücadele
Müdürlüğü ve 1925 yılında ise Eskişehir'de Ziraat Vekaletine bağlı olarak bir Tohum Islah İstasyonu
kurularak atılmıştır. İzleyen yıllarda tohum ıslah ve deneme istasyonları yaygınlaştırılmış ve açılan
deneme tarlaları ile üretme çiftliklerinde yeni bitki türleri denenmiş, mevcut türler ıslah edilmiş ve
nihayet yeni cins tohumlar üretilerek çiftçilere dağıtılmıştır. Bu bağlamda ilk faaliyetler olarak 1925
yılında Adana'da pamuk, Alpullu'da şeker pancarı, 1927 yılında Samsun, İzmir ve Malatya'da tütün ve
1928 yılında İstanbul’da buğday ıslah çalışmaları yapılmış, meyvecilik için fidanlıklar kurulmuştu.

Maliyetler yönünden en önemli hamle 17 Şubat 1925'te aşar vergisinin kaldırılmasıdır. Osmanlı
maliyesinin temelini teşkil eden ve parasal ekonominin yeterince gelişmemiş oluşuna bağlı olarak
çoğunlukla ayni olarak tahsil edilen aşar vergisi üretici açısından önemli bir maliyet unsuru olduğu için
üretim artışlarını ve kırsal sermaye birikimini engelleyici bir etkiye sahipti. Bu nedenle aşar vergisinin
kaldırılması ile birlikte tarımda üretimi teşvik edici bir ortam yaratılarak sermaye birikiminin
artırılabilmesi hedeflenmiştir.

Gerek aşar vergisinin kaldırılmasının gerekse de erkek nüfusun savaş sonrasında yeniden
toprağa dönmesi ve dağıtılan toprakların üretime açılmasının etkisiyle, üretim düzeyi hızla artmıştır.
Nitekim buğday üretimi; dönemin ilk yıllarında 1 milyon tonun altında iken, 1928- 1929 ortalaması 2
milyon tona yükselmiştir. Üretimdeki büyük oranlı artışlara karşın dış ticarette -Lozan Antlaşması
(1923) gereği 1929 yılına kadar dış koruma uygulanamadığı için- piyasa fiyatları düşük dünya fiyatları
düzeyinde seyretmiştir. Bu nedenle tarımsal hasılanın yıllık büyüme hızlarının ortalaması %16,2'yi
bulmasına karşın beklenen sermaye birikimi artışları ortaya çıkmamıştır. Bu nedenle dönemin
sonundan itibaren Büyük Dünya Ekonomik Bunalımının (1929) da ortaya çıkmasıyla birlikte
Cumhuriyet hükümeti üreticiler lehine fiyat ve kredi mekanizmasına işlerlik kazandırmaya dönük
tedbir ve uygulamaları yeniden gözden geçirmek zorunda kalmıştır.

1930-1940 Dönemi: Devletçi Sanayileşme Modeline Paralel Tarıma Artan


Devlet Desteği
Türkiye tarımında 1930-39 dönemini, tarımsal açıdan, iki alt dönem itibariyle ele almak gerekir.
Buna göre 1930’larn ilk yarısında tarımsal üretim genel bir durgunluk içerisinde olmuş ve genel bitkisel
üretim hacmi 1928-29'dan 1932-33'e kadar önemli bir değişme göstermemiştir. Öte yandan iç ticaret
hadleri tarım sektörünün aleyhine dönmüş ve tarımsal ürünlerle sanayi ürünleri arasındaki fiyat oranı
%20 gerilemiştir. Bu gerilemenin sebebi hükümetin uygulamaya koyduğu yeni sanayileşme
stratejisiyle yakından ilişkilidir. Zira hükümet Büyük Bunalım sonrasında sanayileşme stratejisinde
yapısal bir değişikliğe gitmiş ve planlı sanayileşme modelini benimsemiştir. Bu modelde
sanayileşmenin finansmanı büyük ölçüde tarım kesiminden sanayi kesimine kaynak aktarımına
bağlıdır. Bu nedenle devlet kendi bünyesinde faaliyete geçirdiği sanayi işletmelerinin üretmeye
başladığı malların fiyatlarını -1929 sonrasında devreye giren dış koruma ile birlikte- yüksek tutmuş ve
sanayi ürünleri lehine açılan fiyat makası yoluyla tarımdan sanayiye sürekli kaynak aktarmak çabası
içerisinde olmuştur. Kaynak aktarımının gerçekleşebilmesi ve sürekliliği ise tarım kesiminde özellikle
küçük ve orta üreticilerin devlet tarafından fiyat ve krediler açısından desteklenmelerine bağlıdır.
Nitekim fiyat hareketleri ağırlıklı olarak buğday ve hububat ürünlerini etkilediğinden ve ürün deseni
içerisinde ağırlığı bu ürünler oluşturduğundan üreticiler açısından fiyatlara bağlı gelir aşınmasını telafi
edebilmek amacıyla devlet üreticiyi fiyatlar yönünden destekleme amaçlı çeşitli ekonomik politikaları
yürürlüğe koymuştur. Büyük Bunalım sonrasında; hükümetin demiryolu taşımasındaki fiyatlandırma
politikalarından, sanayileşme yoluyla tarımsal ürünlerin iç taleplerini artırmaya, tarım satış
kooperatifleri kurulmasından bazı ürünlerde alımlar yaparak tarım ürünlerinin mevsimlik fiyat
dalgalanmalarını azaltmaya yönelik çabaları bu kapsamdadır. Örneğin 1932 yılında çıkarılan bir yasa
ile T.C. Ziraat Bankası'na bağlı olarak kurulan Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) hububat ağırlıklı olmak
üzere tarımsal ürünlerde alım garantisi getirmiş ve piyasa fiyatı 3,5 kuruş olan buğdayı 5 kuruştan
satın almaya başlamıştır.

Öte yandan bunalım koşullarının ortadan kalkmasının ardından devletin üreticilerin modem
tarımsal girdi kullanımını artırmaya dönük girişimlere yeniden hız verdiği görülmektedir. Bu
kapsamda, 1937 yılında 3130 sayılı kanunla kurulan Zirai Kombinalar İdaresi’nin faaliyete geçmesinin
ardından, bunalım döneminde mazot fiyatlarının yükselmesi sebebiyle tarla sürümünde gerileyen
traktör kullanımı yeniden teşvik edilen tarımsal araç haline gelmiştir. Ayrıca pulluk başta olmak üzere
diğer tarımsal aletlerin yapımına da kurulan imalathanelerde hız verilmiştir. Devlet tarımsal ilaç,
tohumluk, gübre kullanımı gibi mekanizasyon harici diğer girdi kullanımını teşvik etmişse de tarımsal
üretimi artırabilme amacı güden strateji seçimi, üzerinde üretim yapılan tarımsal arazileri artırmaya
dönük ekstansif yöntem uyarınca yapıldığından, girdi kullanımı önemli boyutlara erişememiştir. Ancak
gerek bu gelişmeler gerekse bunalımın etkilerinin hafiflemesi sebebiyle 1930'ların ikinci yarısında
tarım kesimi küçümsenemeyecek bir toparlanma eğilimine girmiştir. Nitekim bitkisel üretim 1936'dan
başlayarak artmaya başlamış ve 1938- 1939 yıllarının genel bitkisel üretim düzeyi 1928-29 ve 1932-
33 düzeylerinin %63 düzeyinde üzerine çıkmıştır. Tarım ile sanayi arasındaki ticaret hadleri ise 1932-
33'ten 1938-39'a kadar tarım lehine %2'lik sınırlı da olsa artış göstermiştir.

Cumhuriyetin kuruluşundan 2. Dünya Savaşına kadar olan dönemin genel bir değerlendirmesi
yapılırsa, tarımsal açıdan uygulanan ekonomik politikaların doğru olmakla birlikte özellikle bitkisel
üretimde verim düzeyleri açısından hedeflenen sonuçlara ulaşılamadığı kabul edilebilir. Bunun temel
sebebi ise verim düzeyinin temel belirleyicisi olan modem tarımsal tekniklerin geliştirilmesi ve
adaptasyonu için gerekli sermaye birikimi ile eğitim ve bilgi noksanlığına bağlanabilir.

1939-1945 Dönemi: Savaş Ekonomisine Bağlı Durgunluk ve Gerileme


1939 yılında başlayan 2. Dünya Savaşı ile birlikte Türkiye her ne kadar savaşa girmemiş olsa da
savaş ekonomisi koşullarının geçerli olduğu bir döneme girilmiştir. Çünkü savaşın başlamasıyla birlikte,
milli güvenliğin sağlanabilmesi için asker sayısı artırılmış ve doğal olarak hammaddesini tarımsal
ürünlerin oluşturduğu gıda maddeleri öncelikli olarak orduya tahsis edilmiştir. Savaş ekonomisinin
geçerli olduğu bir ülkede ordunun ve şehirlerin hububat ihtiyacının üreticilerden sağlanmasına ilişkin
iki farklı politika alternatifi söz konusudur. Bunlardan birincisinde devlet piyasaya yoğun bir biçimde
müdahale eder. Ticareti ve hatta gerekirse üretimi sıkı polisiye önlemlerle denetim altına alarak
gerekli hububatı kendi saptadığı fiyatlar üzerinden sağlamaya çalışır. Böylece fiyat artışlarının önüne
geçmeye çabalar. İkinci alternatifte devlet piyasaların işleyişine daha fazla bel bağlar. Fiyatlar ve
piyasa koşulları üzerindeki denetim ve müdahaleden mümkün olduğunca kaçınır. Fiyat artışlarının
üreticiyi harekete geçireceğini ve talep artışlarının üretimdeki artışlarla karşılanacağını bekler. Böylece
açık piyasada oluşan fiyat artışları büyük ölçüde kabullenilmiş olmaktadır.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında Tek Parti Rejiminin Refik Saydam hükümeti (1939-Temmuz 1942)
diğer iktisadi konularda olduğu gibi iaşe konusunda da birinci politika yaklaşımını uygulamıştır. Onu
izleyen Şükrü Saraçoğlu hükümeti (Temmuz 1942-1945) ise ikinci yaklaşım doğrultusunda bir iki ufak
çekingen adım atmakla birlikte önceki politikaların genel niteliğini değiştirmemiş, hatta bazı konularda
müdahalecilik uygulamalarını daha da ağırlaştırmıştır.

Hükümet iaşe sorununu çözmeye yönelik olarak Milli Koruma Kanununu (Ocak 1940)
çıkarmıştır. Kanun hem ticaret hem tarımsal üretim alanında hükümete geniş yetkiler tanıyordu.
Köylüler üzerindeki yükümlülükler eşit olarak dağıtılmıyordu. Örneğin 41. maddeye göre, daha geniş
toprakları işleyen üreticilerin hayvanlarına muafiyet sağlanırken, 40 dönümden az toprağı işlemekte
olan köylülerin hayvanlarına el konulabilecekti.

Refik Saydam hükümeti, Milli Korunma Kanunu’na dayanarak çıkarttığı kararnamelerle, pek çok
piyasayı denetim altına almaya çabalamıştır. İaşe konusunda ise hükümet, savaşın ilk bir buçuk yılında
müdahalecilikten kaçınmıştır. 1939 Sonbaharı ve 1940 yılı büyük ölçüde stoklara dayanılarak
geçilmiştir. 1940 yılının sonlarına doğru TMO'nun hububat stokları erimeye ve iaşe sorunu ciddi
boyutlar kazanmaya başlamıştır. Bunda en önemli neden üreticilerin ve tüccarların olumsuz
beklentileri sebebiyle stoklamaya girişmeleri ve Ofisin yeterince alım yapamaması olmuştur. Bunun
üzerine hükümet 1941 yılının şubat ayından itibaren yeni bir uygulama başlatmış ve geçimlik,
tohumluk ve hayvan yemi için belirli bir pay ayrıldıktan sonra bütün üreticilerin hububat ürünlerini
daha önceden belirlenen fiyatlarla TMO'ya satmalarını istemiştir. Bu ilandan hemen sonra açıklanan
resmi fiyatlar piyasa fiyatlarının biraz altına inmiştir. Ancak hem enflasyon hem de iç ticaret hadlerinin
tarım aleyhine dönmesi nedeniyle aradaki fark zaman içinde hızla açılmıştır. Örneğin serbest
piyasadaki buğday fiyatlarının 50 kuruşa doğru tırmandığı 1942 yılının yaz aylarında devlet, buğday
ürününe 20 kuruştan el koymayı amaçlamaktaydı.

Bu müdahaleci anlayışa rağmen TMO'nun alımları saptanan hedeflerin altında kalırken, hububat
fiyatları hızla tırmanmaya devam etmiştir. Pek çok belediye ekmeklik un bulamaz duruma gelmiş ve
kentlerde ekmek tüketiminin karneye bağlanması uygulaması yürürlüğe konmuştur. 1942'de iş başına
gelen Şükrü Saraçoğlu hükümeti daha esnek bir politika arayışına girmiştir. Ağustos 1942'de çıkarılan
bir talimatname ile hububat ürünlerinin tümüne değil belirli oranlarda el konulmasına, el konulmayan
bölümlerin ise üretici tarafından serbestçe satılabilmesine karar verilmiştir. Buna göre her üreticiden
50 tona kadarki hububat üretiminin %25'ini, 50 ile 100 ton arasındaki üretimin %35'ini, 100 tonun
üzerindeki üretimin ise %50'sini saptanan fiyatlar üzerinden devlete teslim etmesi istenmiştir. O
yıllarda buğdayda ortalama verimin hektar başına 800 kg civarında olduğu düşünülürse bu kararla o
dönemde Türkiye'deki tarımsal işletmelerin büyük çoğunluğunu oluşturan ve 600 dönümden az
toprak işleyen üreticilerin ürünlerinin %25'ine el konulduğu hesabından bu kurala "%25 Kuralı"
denilmiştir. Ancak Saraçoğlu hükümeti el koyduğu ürünlere bir önceki hükümetin verdiği fiyatları
vermeye devam ettiğinden öreticiler ürünlerini kaçırma çabalanın sürdürmüşlerdir. %25 Kuralı
uygulamasının çok önemli bir diğer sonucu daha olmuştur. Bu uygulama iaşe sorununun yükünü daha
dengeli olarak dağıtmak yerine yükü esas olarak küçük ve orta üreticilerin üzerine yıkmış ve köylü
üretici kategorileri arasındaki gelire dayalı farklılaştırmayı artırmıştır.

1943 yılı başlarında iaşe sorunlarının daha da ağırlaşması üzerine mayıs ayında çıkarılan bir
kararnameyle devletin el koyduğu miktarlar artırıldığı gibi hububata ek olarak baklagiller de uygulama
kapsamına alınmıştır. Nisan 1944'te çıkarılan yeni Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu ile vergi oranı
tüm ürünlerde %10 olarak benimsenmiştir. Bu uygulamayla birlikte bir bakıma Osmanlı temel vergisi
olan aşar vergisi geri getirilmiştir.

Sonuç olarak 2. Dünya Savaşı boyunca uygulanan/uygulanmak zorunda kalınan politikalar


sonucunda savaşın mali yükünü ağırlıklı olarak küçük ve orta köylü kategorileri üstlendiğinden, Tek
Parti Rejimi nüfusun %80'ine varan kısmının tarım sektöründe yaşadığı bir ülkede siyasi bakımdan bir
tepki zemini hazırlamış oldu. Bu tepki çok partili dönemin başlangıcı 1946 seçiminde sandığa tam
olarak yansımasa da 1950 seçimlerinde resmi olarak ifadesini bulmuş ve Demokrat Parti’yi iktidara
taşımıştır.

1950-1960 Dönemi: Tarımda Piyasaya Dönük Sermaye Birikimi Koşullarının


Oluşması
Demokrat Parti'nin 1950-60 yıllan arasında, kesintisiz on yıl süren iktidarı boyunca, tarım
politikalarında önemli yapısal dönüşümler söz konusudur. Söz konusu dönüşümlerde ekonomik görüş
farklılığının etkisi büyüktür. Zira dönem boyunca uygulanan tarım politikaları Tek Partili dönemle
kıyaslandığında çok daha liberal bir anlayışla kurgulanmıştır. Demokrat Parti iktidara gelişiyle beraber
siyasi ve ekonomik bakımdan iki kutuplu hale gelen dünyada yönünü Batıya çevirmiş ve uluslararası iş
bölümü kapsamında Batının "manavi", "kasabi" olma görevini üstlenmiştir. Bu durumun ortaya
çıkışında 1950-53 arasında gerçekleşen; görünürde Güney-Kuzey Kore, özünde Batı-Doğu Blokları
arasında meydana gelen savaşın etkisi büyüktür. Çünkü Türkiye, "Kore Konjonktürü” diye nitelenen
bu yıllar boyunca savaş koşullarına bağlı olarak yükselen tarım ve gıda malları fiyat artışlarından
yararlanma imkanını bularak tarımsal ürün ihracatını hem miktar hem de değer olarak artırmış ve
Batının savaş sebebiyle artan ihtiyacını karşılamıştır.

Uluslararası iş bölümünün ve ülke içindeki üreticilerin refah artışı için gerekli olan tarımsal
üretimin artırılabilmesi için yapılan iki hamle oldukça önemlidir. Bunlardan ilki üretim artışı için
ekstansif yöntemin devreye sokulması; yani önceden üzerinde tarımsal üretim yapılmayan marjinal
arazilerin üretime açılmasıdır. Bunun için yapılan düzenlemeler çayır ve meralık alanlar dahil olmak
üzere marjinal arazilerin üretime açılmasına imkan tanınmıştır. Sağlanan bu imkanın değerlendirilmesi
sonucu on yıllık dönemde ekilen arazilerin düzeyi %50'nin üzerinde bir artış ile 9,8 milyon hektardan
15,3 milyon hektara kadar yükselmiştir. Yeni üretim alanlarının devreye girmesiyle beraber bitkisel
üretim artışları ortaya çıkmakla birlikte benzer artış verimlilik bakımından gerçekleşmemiştir. Ekilen
toprak miktarında ifade edilen %50'lik artışla birlikte aynı yıl aralığında tahıl üretiminin de %50
düzeyinde artarak 10,5 milyon tondan 15,2 milyon tona yükselmiş olması ve hektara verimliliğin 1100
kg civarında sabit kalması bu durumu açıkça ortaya koymaktadır.

Tarımsal üretimin artırılmasına dönük diğer hamle tarımda "traktörleşme" deyimiyle ifade
edilebilecek mekanizasyona geçiştir. Marshall yardımı ile satın alınan traktörlerin üreticilere
dağıtılması ile işlerlik kazanan uygulama ile birlikte 1950 yılında 16.585 olan traktör sayısı dönemin
sonuna gelindiğinde 42.136'ya erişmiştir. Traktör sayısındaki artışla birlikte traktörle işlenen tarımsal
alan miktarında da üç kata varan artış gerçekleşmiştir. Traktör sahipliği bakımından sermaye sahibi
büyük toprak sahipleri önceliğe sahip olmakla birlikte traktörlerin ekim ve sürün zamanları haricinde
atıl kalmasının ekonomik rasyonalitesinin olmaması, traktörlerin kiraya verilerek küçük ve orta köylü
kategorileri tarafından kullanılmasını sağlamıştır. Böylece dönemin sonuna gelindiğinde traktör
ekonomik ve sosyal yönden geniş üretici kategorileri tarafından kullanılan temel tarımsal makine
özelliğini kazanmıştır. Traktörün iktisadi olarak şüphesiz en önemli sonucu emekten tasarruf edici
niteliği itibariyle tarımsal işletmelere maliyetler yönünden bir katkı sağlaması ve üründen ürüne
değişmekle birlikte üretim düzeylerini artırması olmuştur. Ancak kırdan kente göçü ortaya çıkarması
bakımından sosyal bir soruna kaynaklık etmesi ve bazı çevrelere göre makineleşmeyi farklı toprak
tiplerine uygun araç ve gereçlere dayalı olarak yürütmek yerine sadece traktöre indirgemesi bir teknik
sermaye israfına yol açmıştır.

Üretimin artırılmasına dönük olarak belirtilen bu iki hamlenin yanı sıra Demokrat Parti'nin
tarımsal ürünlerin piyasaya intikalini kolaylaştıran karayolu hamlesi bu dönemin ileriye dönük en kalıcı
ve radikal politikası olarak değerlendirilebilir. Girişilen karayolu hamlesi ile 1950 yılında 47.080 km
karayolu kullanıma uygun iken 1960 yılında 9.168 km'si toprak köy yolu olmak üzere 61.542 km’lik
karayoluna ulaşılmıştır. Öte yandan bu dönemde motorlu taşıt kullanımına uygun katı yüzeyli yol
miktarının yedi kat artmış olması üreticilerin piyasaya entegrasyonu bakımından oldukça önemli bir
rol oynamıştır. Çünkü Tek Parti döneminin demiryolu hamlesi göz önüne alındığında döşenen
demiryolları taşımacılık açısından çok önemli bir başarı sağlamış olsa da ancak şehirleri birbirine
bağlayabilmiştir. Oysa karayolu hamlesinin tarımsal açıdan önemli sonucu köyleri kasabaya, kasabaları
ise şehirlere bağlayabilmiş olmasıdır. Nitekim motorlu taşıt kullanımına uygun karayollarının hizmete
girmesiyle tarımsal ürünlerin fiziki hareketliliği sağlanabildiğinden, göreli olarak öz tüketimin ağırlıklı
olduğu tarımsal yapıda bir dönüşüm gerçekleşmiş ve piyasaya dönük üretimin önü açılmıştır. Nitekim
ulaşım ve pazarlama olanaklarının gelişmesiyle üreticiler iklim koşullarının elverdiği ölçülerde ürün
desenini buğday, arpa gibi geçimlik ürünlerden şekerpancarı, tütün ve pamuk gibi ticari bakımdan
daha fazla gelir getiren ürünlere doğru kaydırmışlardır. Dönemin başı ve sonu kıyaslandığında tütün
ekim alanlarında %60'a, şekerpancarında ise dört katı bulan artış gerçekleşmiştir. Endüstriyel ekim
alanlarının genişlemesine paralel bir gelişme üreticilerin gelir düzeylerine yansımış ve bu tür
ürünlerden elde edilen ortalama gelir artışı geçimlik ürünlerin oldukça üzerinde seyretmiştir.

Üreticilerin gelir düzeylerine olumlu yönde katkı yapan bir diğer faktör iktidar partisi tarafından
tarım sektörüne verilen finansman ve teşvik uygulamaları olmuştur. Tarımsal Kalkınma Bankası ve
Kredi Kooperatiflerince dönem boyu verilen krediler beş katın üzerinde artış göstermiş ve başta
traktör olmak üzere üretimi artırmaya dönük girdi alımlarında kullanılmıştır.

Tarım sektöründe özellikle dönemin ilk yarısında üretim ve gelir düzeyi bakımından sağlanan bu
olumlu gelişmeler, dönemin ikinci yansındaki genel makro ekonomik dengelerin bozulmasıyla birlikte
bir duraklama sürecine girmiş ve dönemin sonuna gelindiğinde tarımsal açıdan bir tıkanma ile
karşılaşılmıştır. Bu durum tarımsal kalkınmayı selektif makineleşme yerine "traktörleşmeye” ve birim
alana verimliliği artırmayı hedefleyen artan verimlilik artırıcı girdi kullanımı yerine arazi genişlemesine
dayalı geçici çözüm anlayışı sebebiyle oluşmuştur. Nitekim dönemin sonunda bir yandan yedek parça
ve tamirci noksanlığı sebebiyle traktör mezarlıkları oluşurken diğer yandan ekilebilir arazilerin sınırına
ulaşılmıştır.

Sonuç olarak özellikle üreticilerin piyasa merkezli tarıma yönelmesinde çok başarılı olarak
nitelenebilecek bu dönemde uzun dönemli ve istikrarı hedefleyen politikaların uygulanmamış olması
dönemin sonuna gelindiğinde yeni politika arayışlarını zorunlu kılmıştır.

1960-1980 Dönemi: Tarımda Devlet Desteğinde Modernleşme


Tarım politikaları, 1963 yılından itibaren yeniden benimsenen, planlı kalkınma modeli
çerçevesinde yürütülmeye başlanmış ve tarım sektörüne sanayi sektörü için öngörülen ithal ikameci
strateji çerçevesinde çeşitli misyonlar yüklenmiştir. Buna göre tarım sektörü bir yandan önceki
dönemde oluşan göçler neticesinde artan şehir nüfusunu besleyecek, diğer yandan ülkenin temel
ihracatını oluşturmaya devam edecek ve nihayetinde sanayileşmenin finansmanında katkıda
bulunacaktır. Ancak tarım sektöründen beklenilen katkıların ortaya çıkabilmesi için dönemin başı
itibariyle tek seçenek bulunmaktadır: birim alana verimliliği artıracak modern tarımsal girdileri tarım
sektörüne sokmak. Bir başka ifadeyle entansif yöntem kapsamında tarımsal verim düzeyini ve üretici
refahını artırmak. Bu amaca dönük olarak üreticilere tamamen devlet tarafından verilen girdi ve fiyat
destekleri, bu dönemin ayırt edici özelliği olmuştur. Nitekim kimyasal gübre fiyatları 1963 yılından
1974 yılına kadar sabit tutulmuş, yarısı iç üretimden, yarısı yurt dışından sağlanan gübre piyasa fiyat
artışları devlet tarafından ödenmiştir. Aynı zaman aralığında tarımsal ürün fiyatlarının üç kat artmış
olması desteğin boyutunu ortaya koymaktadır. Yine tarımsal mücadele ilaçları, tohumluk-fidan,
hayvan yemi gibi diğer girdilerde de yoğun devlet desteği gerçekleştirilmiştir. Örneğin yurt içinde
sadece formülasyonu yapılan tarımsal mücadele ilaç fiyatları 1974 yılından itibaren önemli artışlar
göstermesine karşın bu artışlar devlet sübvansiyonları ile karşılanmış ve 1963-1980 arasında
üreticilere yaklaşık sabit fiyatlarla ilaç kullandırılmıştır. Benzer şekilde sübvansiyonlu fiyatlarla yapay
hayvan yemi sağlanmış ve damızlık hayvan dağıtımları gerçekleştirilmiştir.

Tüm bu desteklerin sonucunda, üreticilerin kullandığı modern girdi düzeylerinde büyük artışlar
ortaya çıkmıştır. Nitekim 1960 yılında 107 bin ton olan kimyasal gübre tüketimi 1970 yılında 2,1 milyon
tona ve 1979 yılında 7,7 milyon tona yükselmiştir. Dönem boyunca kullanılan tarımsal mücadele ilacı
dört kat artarken yapay hayvan yemi üretimi 20-30 bin ton düzeyinden 3 milyon tona erişmiştir.
Dolayısıyla üretici devlet desteğine girdi kullanımını beklenilenin üzerinde artırarak cevap vermiştir.
Girdi kullanımının artışının sonucu ise net olarak verim artışları olarak gerçekleşmiştir. Örneğin tahıl
üretiminde hektara verimlilik 1960-1962 döneminde 1100 kg iken 1969-1971 döneminde 1400 kg’a
ve 1979-1981 döneminde 1900 kg’a yükselmiştir. Şekerpancarı, tütün, ayçiçeği gibi endüstriyel
ürünlerde de dönemin başı ile sonu kıyaslandığında sırasıyla %12, %61, %42 düzeylerinde verimlilik
artışları söz konudur.

Bu dönemde devlet desteğinin yoğunlaştığı bir diğer alan, ürün fiyat ve kredi destekleridir.
Devlet kendi bünyesindeki Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) ve Birlikler eliyle piyasa fiyatlarının
üzerinde alımlar yaparak üretici refahını artırmıştır. Öyle ki bu dönemde tarım ile tarım dışı kesimler
arasındaki ticaret hadleri tarım kesimi lehine bir gelişme göstermiştir. 1965 yılı baz alındığında,
çiftçinin eline geçen fiyatların çiftçinin ödediği fiyatlara bölünmesi ile hesaplanan iç ticaret hadleri,
1968’de 121’e, 1973’te 132’ye yükselmiş ve 1976 yılında 118 civarında kalmıştır. Dolayısıyla bu
verilerden 1973-74 Petrol Krizi’nin ve siyasi istikrarsızlığın ekonomi üzerinde olumsuz etkilerinin
ortaya çıktığı 1977 sonrası dönem hariç tutulursa dönem boyunca diğer kesimlerden tarım kesimine
reel bir kaynak transferi yapıldığı sonucuna varılmaktadır. Planlı dönemde tarım sektörüne verilen
kredi miktarında da önemli artışlar söz konusudur. Tamamına yakını T.C Ziraat Bankası tarafından
sübvansiyonlu olarak sağlanan tarımsal kredi miktarı 1963 yılından 1979 yılına 2,5 milyar Türk
lirasından 120 milyar Türk lirasına yükselmiş, tarım kesimine verilen krediler için uygulanan faiz
oranları diğer sektörlere verilen kredi faiz oranlarından %30-40 düzeyinde düşük tutulmuştur.

Devlet desteğinin yoğunlaştığı son alan, tarımda sulama ağırlıklı olmak üzere, alt yapı yatırımları
olmuştur. Devlet Su İşleri’nin kalkınma plan hedefleri doğrultusunda inşa ettiği baraj, bent ve kanallar
aşamalı olarak devreye sokulmuş ve bölgesel bazda sulu tarıma geçişte önemli başarılar elde
edilmiştir. 1963-1980 döneminde yaklaşık 1,3 milyon hektarlık alanın sulamaya açılması bu başarının
somut bir göstergesidir.

Dönem hakkında genel bir değerlendirme yapılırsa, üretim ve verimlilik ölçütleri bakımından
dönemin oldukça başarılı olduğu ve dönem başında tarım sektörüne yüklenilen görevlerin sektörce
yerine getirildiği ifade edilebilir. Dönem boyunca uygulanan politikaların eleştiriye açık tarafı,
politikaların finansman yönüyle ilgilidir. Zira tarım kesimine yapılan desteklerin finansmanı vergi
benzeri sağlam ve süreklilik arz eden kaynaklara dayandırılmaksızın hazineden kaynak aktarımı
suretiyle T.C Ziraat Bankası’na görev zararı yazılarak yapıldığı için bütçe açıklarının temel
sebeplerinden birisini oluşturmuştur. Para otoritesinin para arzını artırarak söz konusu açığı
kapatmaya çalışması ise tarımsal desteklerin dönemin sonunda oluşan yüksek oranlı enflasyonun
kaynağı haline gelmesi gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Eleştirilerin bir başka yönü tarımsal desteklerin
dozu ve süresi ile ilgilidir. Fiyat desteklerinin piyasa koşullarını göz ardı ederek siyasi bakımdan oy
kazanmaya dönük olarak belirlenmesi ve üreticiye uzun süreli ve koşulsuz destek garantisi verilmesi
bir kaynak israfına yol açmıştır. Bu nedenlere bağlı olarak bu dönemdeki tarım politikalarının içerik ve
uygulama yönünden doğru ancak finansman ve süre bakımından hatalı olduğu sonucuna varılabilir.
1980-1999 Dönemi: İhracata Dönük Büyüme Stratejisine Uyum ve Tarımda
Gerileme Koşullarının Oluşması
24 Ocak 1980’de Türkiye ekonomisinde yapısal değişikliklerin gerçekleştirilmesi yönünde alınan
bir kararlar dizisi ile birlikte tarım sektörü için de radikal değişimleri içeren yeni bir dönem başlamıştır.
Alınan kararlarla birlikte neo-liberal yaklaşımların ekonomide öngördüğü politika değişikliklerinin
temel argümanı, tüm piyasalardaki dengelerin minimum devlet müdahalesi uyarınca fiyat
mekanizmasınca gerçekleştirilmesine dayanmaktadır. 1980’de üç haneye ulaşan enflasyonun
gerekçelerinden birisi olarak önceki dönemdeki aşırı tarımsal destekler görüldüğünden, söz konusu
temel argüman uyarınca devlet desteğini hızlı biçimde azaltan uygulamalar yürürlüğe girmiştir.
Desteklerin azaltılması süreci destekleme alımları, tarımsal kredi miktar ve faizleri ile girdi
sübvansiyonları üzerinden gelişme göstermiştir.

Destekleme alımı yapılan ürün sayısı dönemin başlangıcındaki 23 düzeyinden 1990 yılında 10
ürüne indirilmiştir. Destekleme fiyatlarının belirlenmesinde önceki dönemlerden farklı kriterler
gözetilmeye başlanmıştır. Destekleme fiyat artış oranları genellikle enflasyon oranının altında kalmış
ve alımların toplam değeri 1980 öncesinde tarımsal katma değerin %15’ini teşkil ederken 1980-1988
yıllarında bu oranın yaklaşık yarısına düşmüştür. Öte yandan aynı dönemde fiyata dayalı girdi
sübvansiyonlarının azaltılmasıyla birlikte destekleme alım fiyatları ile girdi fiyatları arasındaki makas
girdiler lehine açılmıştır. Nitekim 1980-86 arasında 14 ürün için destekleme fiyatları 12 kat artarken,
bu ürünlerin üretiminde ağırlıklı olarak kullanılan gübre, tarım ilacı, tohumluk, sulama ve akaryakıt
karşılığında çiftçinin ödediği fiyatlar 24 kat artmıştır. İç ticaret hadleri bakımından da 1976-79
ortalaması ile kıyaslandığında 1988 itibariyle tarım kesimi aleyhine %47’lik bir gerileme söz
konusudur. Tüm bu sıralanan gelişmeler, tarımsal artığın 1980 öncesine göre daha büyük bir
bölümünün fiyat mekanizması yoluyla ihracata dayalı büyüme stratejisinin hedef sektörü olan sanayi
sektörüne aktarımının ifadesidir.

1980 sonrasında üretici gelirlerini düşüren bir diğer etken tarımsal kredi miktar ve faizleriyle
ilişkilidir. 1980-88 döneminde bir yandan tarımsal kredilerin toplam içerisindeki payı %23,4’ten
%10,4’e düşürülürken diğer yandan negatif faiz uygulamasından vazgeçilmiş ve bu durum üreticiler
açısından borçlanma maliyetlerini artırmıştır.

1987’de yapılan genel seçiminde köy ve beldelerde oy kaybına uğrayan Anavatan Partisi
Hükümeti bu durum karşısında tarımsal üretici destek eşdeğerini (tüketicilerden ve vergi
mükelleflerinden niteliği, amacı veya tarımsal üretim, gelir veya tarım ürünleri üzerindeki etkisi ne
olursa olsun, her türlü tarımsal destekleme politikalarından kaynaklanan transferlerin üretici
fiyatlarıyla ölçülmüş gayri safi parasal değerinin bir göstergesidir) artırıcı uygulamalara gittiyse de
bunlar ancak bir revizyon niteliği taşımış ve asla 1980 öncesi dönemle kıyaslanamayacak düzeyde
gerçekleşmiştir. Özellikle 1989 sonrasında uygulanmaya başlanan sıcak para girişlerine dayanan cari
işlemler açığını finanse etmeye dönük politikanın artan bütçe açıklarıyla beraber yürütülmesi, ikiz açık
sorununu gündeme getirmiş ve 1994 Nisan’ında 24 Ocak Kararlarının devamı niteliğindeki 5 Nisan
Kararları alınmak durumunda kalmıştır.
5 Nisan Kararlarının ardından, 24 Ocak Kararlarına benzer biçimde, fiyat yoluyla yapılan
desteklemelerin ürün kapsamı 26’dan 9’a düşürülerek (hububat ürünleri, şekerpancarı, haşhaş ve
tütün) daraltılmış ve bu ürünler dışında, devlet tarafından ürün fiyatı belirlenmemesi, devlet alımı
yapılmaması ve finansman sağlanmaması ilkesi benimsenmiştir. Ancak Tarım Satış Kooperatifleri
kendi nam ve hesaplarına alımlarını sürdürmüştür. Devlet bu alımların finansmanı için Destekleme
Alım ve Fiyat İstikrar Fonundan Ziraat Bankası aracılığıyla yıllık %50 basit faizli kredi kullanım imkanı
sağlamıştır. Böylece pamuk, ayçiçeği, fındık, kuru incir, çekirdeksiz kuru üzüm, zeytin, zeytinyağı, soya
fasulyesi, yerfıstığı, antepfıstığı, kırmızıbiber, yaş ipek kozası, tiftik, kuru kayısı ve çay desteklenmiş ve
bu ürünlerin önemli kısmı için verim artışları sağlanmıştır. Destekleme kapsamındaki ürünlerde pazar
fiyatları dünya fiyatlarının üzerinde tutulmasına karşın girdi fiyatlarının ürün fiyatlarına göre daha hızlı
artması sonucunda üreticilerin alım gücü zayıflamıştır. 5 Nisan sonrası uygulamaların eleştirilen
önemli diğer iki sonucu ise aşırı devlet alımları sebebiyle ürün borsacılığının gecikmesi ve eritilemeyen
ürün stoklarının ortaya çıkması olmuştur.

1999-2013 Dönemi: Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği Ekseninde Piyasa


Merkezli Tarıma Adaptasyon
1999 yılında Uluslararası Para Fonu (IMF) ile imzalanan stand-by antlaşması, Türkiye tarımı
açısından yeni bir dönüm noktası olmuştur. Bunun sebebi antlaşmanın tarım sektörü açısından bir
yeniden yapılanma sürecini öngörmesi kadar bundan böyle tarım politikalarının özerkliğinin önemli
ölçüde yitirilerek uluslararası düzenleyici kuruluşların ilke ve kararları çerçevesinde yürütülmeye
başlanmasıyla ilişkilendirilebilir. Türkiye tarımı 1999’dan itibaren Dünya Ticaret Örgütü’nün Uruguay
Round (1994) ve Avrupa Birliği’nin Gündem 2000 sonrasında birbirine paralel olarak almış olduğu
devlet desteğini azaltarak tarımsal gelişmeyi piyasa araçları aracılığıyla gerçekleştirmeyi öngören
kararlara eklemlenmeyi hedefleyen bir sürece girmiştir. Nitekim bu kararların yansımalarını tarımsal
KİT’lerin (Türkiye Zirai Donatım Kurumu, İGSAŞ, TÜGSAŞ, TŞFAŞ, ÇAYKUR, TEKEL) özelleştirilmesi,
Tarım Satış Kooperatifleri ve Tarımsal Birliklerinin işlevlerinin sınırlandırılması, kamusal desteğin yeni
bir destekleme modeli çerçevesinde azaltılması ile tütün, şekerpancarı ile fındık gibi önemli ürünlerin
arzını azaltmaya dönük uygulamalarda görmek mümkündür. Söz konusu uygulamaların 1999-2005
arasındaki sonuçları ise iç ticaret hadlerinin aynı 24 Ocak ve 5 Nisan sonrasında olduğu gibi tarım
aleyhine gelişmesi, üretim artışlarının nüfus artış hızının gerisinde kalması ve temel tarımsal ürünlerde
kendine yeterliliğin Cumhuriyet tarihinde ilk defa yitirilmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Öyle ki devletin
tarıma desteği 2000 yılında 6,2 milyar dolardan 2005’te 2,8 milyar dolara inmiş, tarıma yönelik
destekler milli gelirin %3’ünden %0,7’sine gerilemiştir. Bu dönemde daha önceki dönemlerde
gözlenmeyen bir diğer gelişme tarımsal ekim alanlarının azalmasıdır. 1999 yılında 18,5 milyon hektar
olan ekili tarla alanları 2003’te 17,6 milyon hektara gerilemiş, bir başka ifadeyle üretici bu süreçte
yaklaşık 900 bin hektar alanı işlemekten vazgeçmiştir. Öte yandan üretimi azaltmaya dönük çıkarılan
Tütün ve Şeker Yasaları (2001) ile tütün üretimi 100 bin, şekerpancarı üretimi ise 3,5 milyon ton
azaltılmıştır.

2000’li yıllarla birlikte, piyasa merkezli tarım politikalarının işlerlik kazanmasıyla birlikte
gözlenen bir diğer çarpıcı gelişme, üretici yapısındaki değişme olmuştur. Değişim daha önceki
dönemlerin hepsi için geçerli olan egemen üretim birimini temsil eden küçük ve küçük orta ölçekli
tarımsal işletmelerin sayısındaki azalmayla birlikte orta büyük ve büyük işletmelerin sayısında ve
tasarrufunda bulundukları arazilerin oranında artış olarak gerçekleşmiştir. 1990’ların başından
itibaren 5 hektara kadar araziyi tasarrufunda bulunduran işletmelerin sayısında süreklilik gösteren
azalışa 2000’li yıllarda 20 hektarın üzerindeki araziyi tasarrufunda bulunduran işletmelerin sayısında
artış eşlik etmiştir. 1991 Tarım Sayımında 5 hektarın altında toprağa sahip işletmelerin sayısı toplam
işletmelerin %67,87’siyken 2006 Tarımsal İşletme Yapı Araştırmasında bu oran %57,49’a düşmüştür.
Aynı dönem itibariyle 20-50 hektar araziyi işleyen işletme sayısının oranı ise %4,27’den %6,60’a
çıkmıştır. Öte yandan işletmelerin tasarrufunda bulunan arazilerin oranında 50 hektarın üzerindeki
işletmelerin 2001-2006 arasında %11’den %21’e olan artış tarımda bir toprak yoğunlaşmasına işaret
etmektedir. Bu durum tarımda öz tüketim öncelikli üretim yapan işletmelerin yanında tamamen kar
amaçlı piyasa merkezli üretim yapan işletmelerin yaygınlaşmasıyla birlikte orta ve büyük işletmeler
lehine bir gelişmeyi göstermektedir.

Bu dönemde ortaya çıkan tarımsal politikalardaki anlayış değişikliği Dünya Bankası ile yapılan
Tarım Reformu Uygulama Projesi (TRUP) Anlaşması (Dünya Bankası ile imzalanan TRUP, Doğrudan
Gelir Desteği, Alternatif Ürün Projesi, Tarım Satış Kooperatiflerinin Yeniden Yapılandırılması ve Proje
Destek Hizmetleri olmak üzere dört projeden oluşmaktadır) gereğince tarımsal destekleme modelinin
değiştirilmesini de beraberinde getirmiştir. O döneme kadar var olan tüm girdi, kredi ve pazar
desteklerini kaldırarak devlet desteğinin nakdi olarak üreticilere ödenmesi şeklinde benimsenen
Doğrudan Gelir Desteği (DGD) sistemi 2000 yılında dört bölgede gerçekleştirilen pilot uygulama ve
2001 yılında Resmi Gazetede yayımlanan tebliğin ardından 2006 yılına kadar Türkiye tarımında tek
destekleme sistemi olarak uygulanmıştır. Sistem, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün destekleme
ölçütlerine uygun olan, üretim ve fiyattan bağımsız desteklerini kapsayan “yeşil kutu” destekleri
kapsamında, hedef üretici kitlesine üretimden ve fiyattan bağımsız olarak devlet tarafından gelir
ödemesi yoluyla gerçekleştirilmiştir. Ödemelerde arazi mülkiyetine bağlı miktarın kayıt altına alınması
esas alınmış ve ödemeler dönüm başına gerçekleştirilmiştir. Buna bağlı olarak 2004 yılına gelindiğinde
kayıt altına alınan yaklaşık olarak 3 milyon üreticiye dönüm başına ödeme yapılmıştır. DGD sistemi her
ne kadar üretim ve fiyattan bağımsız olarak tüketicilere herhangi bir suni artış olmaksızın piyasa
fiyatından tüketebilme imkanı tanıması, üreticilerin kayıt altına alınması ve daha etkin girdi kullanımı
ile üretimi artırmalarını teşvik etmesi gibi işlev ve beklentilere sahip olsa da önemli eleştirilerle
karşılaşmıştır. Bunlar arasında en olumsuz olanı sistemin tamamen arazi mülkiyetini esas alması
sebebiyle üretim ve verim artışı üzerinde bir etkisinin bulunmaması olmuştur. Zira ödemeler üreticiler
tarafından verim artırıcı girdilerin miktar ve kalitesini yükseltmekten ziyade geçmişten gelen borçların
ödenmesi ve üretim harici tarım dışı harcamaların finansmanında kullanılmıştır. Ödemelerden tapusu
olmayan ortakçı ve kiracıların yararlanamaması ve tek destekleme sistemi olması sebebiyle alternatif
sistemlerin getirebileceği katkıların göz ardı edilmiş olması sisteme yöneltilen diğer başlıca eleştiriler
olmuştur. Tarımda uluslararası destekleme ölçütlerine uyum sürecinin bir geçiş aşaması olarak
görülebilecek DGD sistemi 2006 yılından itibaren kaldırılmıştır.
2006 Tarım Kanunu Sonrası Gelişmeler
2006 Nisan’ında kabul edilen 5488 Sayılı Tarım Kanunu, Türkiye tarımında sektörünün işleyiş ve
üretim koşullarının hukuki alt yapısını oluşturduğu gibi ileriye dönük uygulanacak tarım politikalarının
da çerçevesini çizmiştir. Kanunun 4. maddesindeki amaçlar başlığında belirtildiği üzere üretim, piyasa
mekanizmasına bağlı olarak arz ve talep koşullarına bağlı olarak gerçekleşecek ve devlet piyasanın
etkin işleyişi için gereken tedbirleri alacaktır. Söz konusu tedbirler, doğal ve biyolojik kaynakların
korunması ve geliştirilmesi, verimliliğin artırılması, üretici örgütlerinin geliştirilmesi, tarımsal
piyasaların (ürün borsaları) geliştirilmesi, kırsal kalkınmanın sağlanması, gıda güvencesi ve
güvenliğinin güçlendirilmesi başlıkları altında toplanmıştır. Dolayısıyla kanun uyarınca müdahaleci ve
destekleyici devlet modelinden düzenleyici ve denetleyici devlet modeline geçilmiştir. Nitekim Madde
5’te belirtilen tarım politikalarının ilkeleri de söz konusu denetleyici ve düzenleyici yaklaşımın
özelliklerini içinde barındırmaktadır. Bunların tamamı tarımsal gelişmenin piyasa araç ve
mekanizmalarına bağlı olarak refah artışını ortaya çıkaracağı beklentisinden hareketle aşağıdaki gibi
sıralanmaktadır:

- Tarımsal üretim ve kalkınmada bütüncül yaklaşım


- Uluslararası taahhütlere uyum
- Piyasa mekanizmalarını bozmayacak destekleme araçlarının kullanımı
- Özel sektörün rolünün artırılması
- Sürdürülebilirlik, insan sağlığı ve çevreye duyarlılık
- Yerinden yönetim
- Katılımcılık
- Şeffaflık ve bilgilendirmek

Kanunda ayrıca piyasa aktörleri olan Ürün Konseyleri ve Üretici Örgütleri tanımlanmış ve
destekleme konusunda öncelik, tüccar-sanayici ile üretici arasında hukuki bir anlaşmaya dayalı
sözleşmeli üreticilere tanınmıştır. Temel destekleme modelinin Tarım Bakanlığı tarafından alt
yapısının hazırlanması öngörülen Havza Bazlı Destekleme Modeli olması kararlaştırılmış, tüm
destekleme programlarının finansmanının bütçe kaynakları ile dış kaynaklardan sağlanması karara
bağlanmıştır. Ayrıca bütçeden ayrılacak kaynağın gayri safi milli hasılanın yüzde birinden az olmaması
gereği kanunda belirtilmiştir. Son olarak tarım politikasının temel hedeflerinden olan kırsal
kalkınmanın uygulamaya dönük tedbirlerinin alınmasına yönelik olarak çeşitli kamu kurum ve
kuruluşlarını bünyesinde barındıran Tarımsal Destekleme ve Yönlendirme Kurulunun kurulması
kanunda yer almıştır.

Kanunun yürürlüğe girilmesinin ardından kanunda belirtilen kurumsal düzenlemeler


gerçekleştirilmiş ve piyasa merkezli politikalara işlerlik kazandırılmıştır. Bununla birlikte 2010 yılından
itibaren devreye sokulan Tarım Havzaları Üretim ve Destekleme Modeli kapsamında tarımsal
destekler, fark ödemesi desteklerinin yanı sıra hayvancılık, mazot, gübre ve toprak analizi, sertifikalı
tohum fidan kullanım ve sertifikalı tohum üretim destekleri olarak gerçekleştirilmektedir. Ödemeler
Çiftçi Kayıt Sistemine kayıtlı üreticilere destekleme kapsamındaki bitkisel ürünlerde kg başına,
hayvancılıkta hayvan başına nakdi ödeme (2013 yılı için fark ödemeleri kg başına dane mısır için 4;
buğday, arpa, çavdar, yulaf, tritikalede 5; çeltik, kuru fasulye, nohut, mercimekte 10; çayda 12; yağlık
ayçiçeğinde 24; kanolada 40; aspirde 45; kütlü pamuk ve soya fasulyede 50; zeytinyağında 60 kuruş
olarak yapılacaktır. Hayvancılık ödemeleri ise büyük ve küçük hayvan başına ödemelerin yanı sıra
ipekböceği, arıcılık, su ürünleri, tiftik üretimi, süt primi ve kaba yem desteğini kapsayacaktır) şeklinde
gerçekleştirilmektedir.

Önümüzdeki dönemlerde desteklemelerin yine fark ödemesi şeklinde olmakla birlikte Avrupa
Birliği Ortak Tarım Politikası (OTP)’nın hedef destek alanları olarak saptadığı kırsal kalkınma başta
olmak üzere çevre koruma, yüksek kalitede gıda güvenliği ve hayvan refahı alanlarında yoğunlaşması
muhtemel gözükmektedir.

Geçmişten Günümüze Avrupa Birliği Ortak Tarım Politikası ve Geleceği


Türkiye’nin, gerek en büyük dış ticaret ortağı olması gerekse Avrupa Birliği (AB) Gümrük Birliğine
dahil olması sebebiyle, AB tarım politikalarının geçmişi ve geleceği hakkında bilgi sahibi olmak önem
taşımaktadır. Avrupa Birliği’nin -eski adıyla Avrupa Topluluğu’nun- kuruluşundan itibaren tarım
politikalarının ortak bir tarım politikası kapsamında yürütülmesi üzerinde uzlaşı sağlanmış ve Topluluk
Ortak Tarım Politikası (OTP) 1962 yılında yürürlüğe girmiştir. OTP’nin başlangıçtaki temel amacı; II.
Dünya Savaşını takiben, topluluğa üye ülkelerin, tarımsal açıdan kendi kendine yeterliliklerini
sağlayabilmesi olarak benimsenmiştir. Her ne kadar üye ülkeler, sanayileşmiş ülkeler olarak tarımsal
yetersizliklerini ithalat yoluyla kapatabilme olanağına sahip olsalar da Savaşın kendileri açısından
getirmiş olduğu olumsuz tecrübeler üye ülkeleri tarımsal yeterliliklerini sağlama yönünde bir ortak
politika uygulamaya itmiştir.

OTP topluluk üyesi bir ülke, grubunun ortak politikanın öngördüğü kurallara sıkı sıkıya uyarak
topyekün uyguladığı bir politikadır. Politika, oldukça yüksek düzeyde müdahale ve denetimleri
öngören bir kurallar bütününden oluşmaktadır. Bu nedenle OTP’nin uygulamaya girmesinden itibaren
dünya tarım politikalarını etkileme ve yönlendirme gücü yüksek olmuştur.

OTP’de destekleme mekanizması, Topluluk tarafından tespit edilen çeşitli fiyatlar üzerinden
yürütülmekteydi. Bunlardan “müdahale fiyatı”, toplulukta üretilmekte olan ürünlerin tamamına
yakınını kapsayan bir taban (minimum) fiyatıdır. Topluluk, tarımsal üreticileri desteklemeye yönelik
olarak, müdahale fiyatlarını dünya fiyatlarının oldukça üzerinde tespit etmekteydi. Müdahalede
kullanılan bir diğer fiyat ise dış korumada kullanılan “gösterge fiyatı” idi. Gösterge fiyatı, toplulukta
dış korumanın sağlanmasında bir tür değişken oranlı gümrük vergisi olarak nitelendirilebilecek
“prelevman”ın hesaplanmasında kullanılmaktaydı. Buna göre topluluğa prelevman ödenmeksizin
tarım ürünü ihraç edebilmek imkân dışıydı. Prelevman Topluluğa tarımsal ürünün girişinin hesabında
kullanılan ve teorik bir fiyat olan “eşik fiyat” ile ithalatçı fiyatı arasındaki farktır. Eşik fiyat ise gösterge
fiyatın bir türevi olup aşağıdaki gibi hesap edilmektedir:

Eşik Fiyat = Gösterge Fiyatı − Navlun Giderleri

Söz konusu korumacılığa yönelik fiyatları bir örnek yardımıyla açıklamak mümkündür:

 Topluluk destekleme fiyatı: 70br/ton


 Gösterge fiyatı: 100br/ton
 Eşik fiyat: 95br/ton
 İthalatçı fiyatı: 60br/ton
 Navlun Giderleri: 5br/ton

Prelevman = Eşik Fiyatı − İthalatçı Fiyatı

= 95 − 60 = 35br/ton

Topluluk, OTP’nin korumacılığa yönelik olarak prelevman haricindeki koruma araçlarını


kullanarak da iç piyasadaki üreticileri desteklemekteydi. Bazı ürünler sabit oranlı vergilerle, geriye
kalan ürünler ise telafi edici vergilerle dış korumaya tabii tutuluyordu. Ayrıca telafi edici fiyatlar sistemi
adı verilen bir uygulama ile topluluk içi fiyatlar, belirli bir düzeyin altına düştüğü takdirde tazmin edici
ödemeler yoluyla üreticiler desteklenmekteydi.

OTP’nin korumacılığa yönelik müdahalelerinin yanı sıra tarımsal ihracatın artırılmasına dönük
uygulamaları da bulunmaktaydı. Üretimin iç talep düzeyini aşması durumunda Topluluk içi fiyat düzeyi
ile dünya piyasa fiyatı arasındaki farkın ödenmesini garanti edilmesi suretiyle arz fazlasını ihracata
yönlendirmeye dönük Réstitution adı verilen bir teşvik sistemi uygulanmaktaydı. Bir tür ihracatı teşvik
primi olarak görülebilecek bu uygulama ile aynı zamanda tarımsal ihracatın artırılabilmesi de
amaçlanmaktaydı.

Görüldüğü gibi Topluluk OTP ile tarımsal üreticilere yüksek oranlı bir destekleme ve koruma
sağlamaktaydı. Ancak dış korumayla ilgili uygulamaların istisnaları bulunmaktadır. Avrupa Topluluğu
tercihli ticaret sistemini devreye sokarak bazı ülke gruplarına tarımsal ticarette bazı imtiyazlar tanımış
ve uygulamıştır. Topluluk söz konusu sistem uyarınca prelevman haricinde 100’ün üzerinde ülkeye
kalan koruma uygulamalarında bazı esneklikler getirmiştir. Ancak 1970’li yılların ortaları itibariyle
tanınan ayrıcalıklar toplam tarımsal ticaret hacminin %3,5-4’ünü aşmamıştır.

Tercihli ticaret sisteminin uygulandığı başlıca ülke grubu Akdeniz ülkeleri olmuştur. Akdeniz
ülkelerinin, AT (Avrupa Topluluğu) ile oldukça yakın sosyokültürel bağları bulunması ve bazılarının eski
Fransız ve İtalyan sömürge ülkeleri olması sebebiyle bu ülkeler ayrıcalıklar tanınmıştır. Ancak 1981’de
Yunanistan’ın, 1986’da ise İspanya ve Portekiz’in topluluğa tam üye olmalarıyla Akdeniz ülkelerine
tanınan ayrıcalıklar erozyona uğramıştır.

Tam anlamıyla tercihli ticaret yapılan ülke grubunu ise Afrika-Karayip-Pasifik (AKP) ülkeleri
grubu oluşturmuştur. Söz konusu ülke grubuna dahil 68 ülke ile 1975 yılında imzalanan I. Lome
Sözleşmesi ile bu ülkelere üretmekte oldukları tarım ürünlerini tarife ve tarife dışı engellerle
karşılaşmaksızın Topluluk pazarına sokabilmeleri olanağı tanınmıştır. AKP ülkelerinin tamamına
yakınının eski sömürge ülkeleri olması ve bu ülkelerde üretilen tropikal ürünlerin Topluluk üreticileri
bakımından rekabet sorunu doğurmaması, bu ülkelere tanınan ayrıcalıkların temel sebepleri olarak
görülebilir.
Bir diğer ticari ayrıcalığa sahip ülke grubu 1990’dan sonra ortaya çıkan Orta ve Doğu Avrupa
grubu eski sosyalist ülkeleri olmuştur. Söz konusu ülkeler, AT’nin müstakbel üyeleri olarak
görülmüşlerdir. Nitekim 2000’li yıllarda bu ülkelerin önemli bir kısmı tam üyeliğe kabul edilmiştir. Son
olarak Merkazür (Batı-Latin Amerika ülkeleri) ülkeler de bazı ayrıcalıklardan faydalanmışlardır.

AT, OTP ile ulaşmak istediği beslenme güvencesi ve kendine yeterlilik hedeflerine 1980’li yıllarda
ulaşmıştır. Ancak bu yıllardan itibaren tarımsal piyasalarda ortaya çıkan durgunlukla birlikte önemli
ürün stokları oluşmuştur. Durgunluk tarım sektöründe talep esnekliğinin düşük olmasından ve 1970’li
yıllardaki petro-dolar’ların gelişmekte olan ülkelere kredi olarak kullandırılması olgusunun sona
ermesinden kaynaklanmıştır. Yine AT tüketicilerinin harcamaları içerisindeki tarımsal harcamaların
%15’ler düzeyine düşmesi ve tarımsal ürünler ticaretinde AT ve ABD arasındaki sübvansiyon savaşları
da durgunluğun diğer sebepleri olmuştur.

Bu koşullar altında, OTP’yi reforma tabii tutma ihtiyacı doğmuştur. Ancak reform taslağı
üzerinde 1992 yılına kadar bir uzlaşı sağlanamadığından OTP’nin reform sürecine alınması gecikmiştir.
Bu gecikmenin sebepleri aşağıdaki gibi sıralanabilir:

1) OTP birbirini tamamlayan mekanizmalardan oluşmaktadır. Bu nedenle mekanizmaların


birinde yapılacak bir değişiklik tüm sistem üzerinde etkili olmaktadır.
2) AT’yi oluşturan ülkelerin çıkarları arasında farklılıklar bulunması. Bu nedenle
politikalarda homojenliğin sağlanması ancak yapısal uyumla mümkündür. Ancak AT’de,
tüm çabalara karşın, 1980’li yıllara gelindiğinde ülkeler arasında çıkar farklılıklarının
bulunması sebebiyle yapısal bir uyum sağlanamamıştır.
3) OTP’de yapılacak reforma dönük değişikliklerin AT’deki çiftçilerde oluşturacağı
tepkilerden çekinilmesi. AT’deki çiftçilerin önemli bir kısmının örgütlü insanlar olduğu
düşünüldüğünde hükümetler olası reaksiyonlardan çekindikleri için reforma karşı direnç
göstermişlerdir.

Reformun gecikmesine yol açan bu etkenlere karşın reform kaçınılmaz hale gelmiş ve 1992
yılında McSharry Reformu adı altında bir reform paketi kabul edilmiştir. Reformun iki temel özelliği
bulunmaktadır:

1) Topluluk içi destekleme fiyatlarının kademeli olarak dünya fiyatları düzeyine çekilmesi.
2) Bitkisel üretimde zorunlu nadas, hayvansal üretimde kota uygulamalarına geçilerek arz
fazlasının kontrol altına alınması.

Reformun kabul edilmesinin ardından ABD ve AT arasındaki sürtüşmeler hafiflemiş ve Dünya


Ticaret Örgütü (DTÖ), Uruguay Round’unda uluslararası düzeyde tarımsal ürün ticaretinin
liberalleştirilmesine dönük antlaşma ümidi artmıştır. Nitekim Uruguay Round’unda imzalanan DTÖ
Tarım Antlaşması ile OTP Reform uygulamaları uluslararası düzeyde kabul görmeye başlamıştır.

Gündem 2000 (Agenda 2000), Nisan 2003 ve Haziran 2004 Reformları


1992 McSharry Reformu ile başlayan OTP’nin dönüşüm süreci; Gündem 2000, Nisan 2003 ve
Haziran 2004’te alınan kararlar ile daha yüksek bir ivme kazanmıştır. Her üç tarihte alınan kararların
temel prensibi ortaktır: Fiyat desteklemelerine dayanan birlik içi destekleri doğrudan yardım
programları ile ikame ederek ürün bazında farklı vadelerde olmakla birlikte birlik içi fiyatları aşağı
çekmek ve OTP’yi müdahaleci fiyat desteklerine dayanan bir tarım politikasından kırsal kesim ile
kentsel kesim arasındaki ekonomik eşitsizliği giderici bir yardım programına dönüştürmek. Bu amaca
dönük olarak iki aşamalı bir dönüşüm süreci öngörülmüştür:

1) Birinci aşamada AB tarımsal ürün fiyatları ile dünya piyasa fiyatları arasında çeşitli
tarımsal ürünlerde hala mevcut bulunan fiyat makasını daraltabilmek için üreticilere
doğrudan yardımları artırıp fiyata dayalı yardımları tamamen ortadan kaldırmak.
2) İkinci aşamada daha etkin ürün desenini teşvik ederek tarımsal üretimin rekabet
edebilirliğini geliştirmek ve bu suretle doğrudan yardımların reel değerini düşürmek.
Sonuçta yardımları uzun vadede ürün dışı spesifik sosyal amaçlı yardımlara
dönüştürmek.

Söz konusu reform sürecinde AB üretici desteklerini dört temel konuda yoğunlaştırmıştır.
Bunlar;

- Yüksek kalitede gıda güvenliği


- Çevrenin korunması
- Hayvan refahı
- Kırsal kalkınma

konu başlıklarıdır.

Bunlardan kırsal kalkınma konu başlığı, OTP’nin gelecekteki işlevini de belirleyici niteliktedir.
Kırsal kalkınma düzeyinde meydana gelecek ilerlemeler AB’nin iç politikalarının ileri seviyede dış
ticareti üzerindeki saptırıcı etkilerinde azalmayı da beraberinde getirecek ve OTP bu sayede DTÖ
yaptırımları ile daha uyumlu hale gelecektir.

You might also like