You are on page 1of 488

TAŞUSTASI

Orijinal adı: Stenhuggaren


© 2005 Camilla L.ackberg
ilk kezlsveç'te Bokforlaget Forum tarafından basılmıştır.
Nonlin Ageney (lsveç) aracılı�ıyla yayımlanmıştır.
Yazan: Camilla L.ackberg
Ingilizceden çeviren: Taciser Belge, Ayşen Anadol

Türkçe yayın haklan: © D�an Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.


1. baslıı 1 Mayıs 2014/ISBN 978-605-09-2063-5
Sertlflka no: 11940

Kapalı tasanmı: Yavuz Korkut


Baslıı: Görsel Dizayn Ofset Matbaacılık Tic. ltd. Şti.
Atatürk Bulvan Deposite Alışveriş Merkezi AS Blok
4. Kat No: 405lkitelli OSB- Başakşehir /ISTANBUL
Tel: (212) 671 91 00
Sertifika no: 16269

Dopn Egmont Yayınohlı ve Yapımalılı ne. A.Ş.


19 Mayıs Cad. Golden Plaza No. 1 Kat 10 , 34360 Şişli -ISTANBUL
Tel. (212) 373 77 001 Faks (212) 355 83 16
www.doganldtap.com.tr 1 editor@doganlıitap.com.tr 1 satis@doganldtap.com.tr
Taş Ustası

Camilla Lackberg

Çeviren: Taciser Belge


Ayşen Anadol

.!]3 DOGAN
-KITAP
Ulle'ye . . .
Aklına gelebilecek bütün mutluluklar senin olsun.
Istakoz yatakları artık eskisi gibi değildi. O zamanlar ka­
ra kabukluları sepetle toplayanlar yılınadan çalışan, mes­
lekten ıstakozculardı. Şimdi yaz ziyaretçileri sırf keyif için
bütün bir hafta ıstakoz avlıyordu. Kurallara da saygıları
yoktu. Yıllardır bunu o kadar çok görmüştü ki. Istakozların
yasalara uygun biçimde tutulduğu izlenimini vermek ama­
cıyla kullanılan bazı yöntemler vardı; örneğin, dişilerin göz­
le görülebilen yumurtalarının fırçayla gizlice alınması veya
başkalarının sepetinden izinsiz ıstakoz alınması. Hatta ba­
zıları suya dalıp doğrudan sepetlerden çıkarırdı ıstakozları.
Ara sıra bu işin sonu nereye varacak, ıstakozcuların arasın­
da bir tane olsun onurlu biri var mı diye merak ederdi. Bir
seferinde sepet yukarı çekilince içinden bir şişe konyak çık­
mıştı; kim bilir kaç ıstakoz yürütülmüştü yerlerine bu şişe
konurken? Ama hiç değilse o hırsızın bir onuru, bir mizalı
duygusu vardı."
Frans Bengtsson kendi ıstakoz sepetlerini yukarı çeker­
ken, derin derin iç geçirdi. Ama sepetinde iki şahane ıs ta­
kozu görünce yüzü güldü. Istakozlann nerede birikıneye me­
yilli olduklan gözünden hiç kaçmazdı; üstelik sepetlerini yıl­
dan yıla koyup talihinin yaver gideceği birkaç gözde nokta­
sı vardı.
Üç sepet sonra bu değerli yaratıktan idare edecek çapta
10

bir yığın oluşmuştu. Rezalet denecek kadar yükı;ek fiyata sa­


tılmalarının nedenini gerçekten anlamıyordu. İştah kapat­
tıkları söylenemezdi, ama seçme hakkı olsaydı akşama rin­
ga balığı yemeyi tercih ederdi. Hem daha lezzetli, hem daha
ucuzdu. Ama ıstakoz avından elde ettiği gelir, yılın bu mevsi­
minde emekli aylığına hatırı sayılır bir katkıydı.
Son sepet takılmış gibiydi, sert bir hamleyle çekmek için
ayağını teknenin küpeştesine dayadı. İpin yavaş yavaş gev­
şediğini hissetti ve sepetin zarar görmemiş olmasını diledi.
Eski ahşap teknesinin küpeştesinden eğilip ne durumda ol­
duğuna baktı. Ama yukarı gelen sepet değildi. Kabaran de­
niz, bir an için gökyüzünü işaret ediyormuş gibi görünen be­
yaz bir el tarafından yarıldı.
Önce insiyaki olarak, su yüzeyinin altında yüzen her ne
ise, ıstakoz sepetiyle birlikte yeniden derinlerde kaybolup
gitsin diye ipi bırakmak istedi. Ama sonra mesleki uzmanlı­
ğı galip geldi ve ucunda sepetin bağlı olduğu ipi çekmeye de­
vam etti. Bedeninde hala yeterince güç vardı; şimdi ona ihti­
yacı olacaktı. Bulduğu o korkunç şeyi tek bir hamlede küpeş­
tenin üstünden aşırıp tekneye alabilmek için bütün gücüyle
asılmalıydı. Cansız beden güverteye tok bir sesle düşüneeye
kadar sükunetini kaybetmedi. Denizden çekip çıkardığı bir
çocuktu. Bir kız çocuğu. Uzun saçları yüzüne ve gökyüzüne
dikilmiş, artık görmeyen gözleri kadar mavi dudaklarına ya­
pışmıştı. Bengtsson küpeşteden sarktı ve kustu.

* * *

Patrik, hiç düşünemeyeceği kadar yorgun hissediyordu


kendini. Küçük bebeklerin çok uyudukları tahmini, son iki
ayda yerle bir olmuştu. Ellerini kısa kahverengi saçlarının
arasından geçirdi, ama sonuçta saçlan eskisinden daha dağı­
nık hale geldi. Eğer kendisi bu kadar yorgunsa, Erica'nın ne
11

halde olduğunu hayal bile edemiyordu. En azından kendisi


gece yarısı durmadan kalkıp meme vermek zorunda değildi.
Doğumevinden geleli beri Erica'nın bir kez olsun güldüğünü
hatırlamıyordu, gözlerinin altında siyah halkalar oluşmuş­
tu. Sabahleyin yüzündeki çaresizliği görünce onu ve Maja'yı
bırakıp gitmek zor oluyordu. Yine de arabasına binip, bildik
yetişkinler dünyasına doğru yola koyulunca büyük bir rahat­
lama duyduğunu itiraf etmeliydi. Maja'yı dünyadaki her şey­
den çok seviyordu, ama eve bir bebek getirmek, yabancı, ta­
nımadık bir dünyaya adım atmak gibiydi, her köşede pusu
kurmuş, bilmediğin yeni bir dert çıkıyordu karşına. Neden
uyumuyor? Neden ciyak ciyak bağırıp duruyor? Sıcaktan mı
rahatsız oldu? Yoksa üşüdü mü? Cildindeki kırmızı lekecik­
ler nedir? Yetişkin serserilerle nasıl başa çıkılacağını bilirdi,
oysa bu bambaşka bir şeydi.
Önündeki kağıtlara boş gözlerle bakıp beynindeki örüm­
cek ağlarını, işine devam edebilecek kadar olsun, temizleme­
ye çalıştı. Telefon çalınca oturduğu yerden neredeyse fırladı,
yine de ahizeyi eline alacak kadar toparlanabilmesi için tele­
fonun üç kez çalması gerekmişti.
"Patrik Hedström."
On dakika sonra, kapının yanındaki çengelden ceketini
kapıp Martin Molin'in ofisine koştu: "Martin, yaşlı bir adam,
Frans Bengtsson adında biri, ıstakoz sepetini çekerken bir
ceset çıkarmış."
"Ne tarafta?" diye sordu Martin. Biraz kafası karışmış gi­
biydi. Bu çarpıcı haber, Tanumshede polis merkezindeki pa­
zartesi sabahı uyuşukluğuna son vermişti.
"Fjallbacka'nın dışında. lngrid Bergman Meydanı yanın­
daki iskelede demirlemiş . Harekete geçmeliyiz. Ambulans
yoldaymış."
Martin lafı ikiletmezdi. O da soğuk ekim havasında üşü­
memek için ceketini kaptı, sonra Patrik'in peşinden araba-
12

ya gitti. Göz açıp kapayıncaya kadar Fj allbacka'ya vardılar;


araba keskin virajları alırken yolun kenarına doğru yattık­
ça, Martin endişeyle kapı koluna yapışmaktan kendini ala­
mıyordu.
"Boğulmuş mu?" diye sordu Martin.
"Nereden bileyim yahu?'' dedi Patrik, ama Martin'e ters­
lendiği için hemen pişman oldu. "Kusura bakma, uykusuz­
luktan."
"Önemli değil" dedi Martin. Patrik'in son haftalarda ne
kadar bitkin göründüğünü düşününce, onu bağışlamaya çok­
tan hazırdı.
Patrik, arabayı Galarbacken'den ahşap teknenin demir­
Iediği iskeleye doğru yokuş aşağı sürerken, "Tek bildiğimiz"
dedi, ''kızın cesedinin yaklaşık bir saat önce bulunduğu. Yaş­
lı adamın dediğine bakılırsa denizde çok uzun zaman kalmış
gibi görünmüyormuş. Bunu birazdan anlarız."
"Kız mı dedin?"
"Evet, bir kız çocuğuymuş."
"Amma boktan iş" dedi Martin, bu sabahki hislerine uyup
işe gelmek yerine Pia'yla yatakta kalmış olmayı dileyerek.
Cafe Bryggan'da park edip tekneye koştular. İnanılınaya­
cak gibiydi, ama henüz hiç kimse ne olduğunu fark etmemiş­
ti, böylece olay yerinde biriken meraklıları uzaklaştırmak ge­
rekmeyecekti.
"Kız teknede yatıyor" dedi onları iskelede karşılamaya ge­
len yaşlı adam. "Gerektiğinden fazla dokunmak istemedim."
Patrik yaşlı adamın benzinin atmış olduğunu fark etmek­
te gecikmedi. Ne zaman bir cesede baksa aynı şey kendisine
de oluyordu.
"Nerede çıkardın onu?" diye sordu Patrik; ölü kızı görmeyi
bir iki saniye daha geciktirmek için sormuştu soruyu. Daha
onu görmemişti, ama şimdiden midesinde bir burulma vardı.
"Porsholmen dışında bir yerde. Adanın güneyinde. Çekti-
13

ğim beşinci sepetin ipine dolanmıştı. Yoksa onu bu kadar ça­


buk bulamazdık. Hele akıntılar denize sürükleseydi, belki de
hiç bulamazdık."
Bengtsson'un bir cesedin denizde nasıl hareket ettiği ko­
nusunda bu kadar bilgili olması Patrik'i şaşırtmadı. Eskiler
bilirdi, ceset önce batardı, sonra içi gazlarla doldukça yavaş
yavaş su yüzüne çıkardı, zamanla tekrar derinlere gömülür­
dü. Eski günlerde boğulmak, balıkçılar için gerçek bir tehli­
keydi; Bengtsson mutlaka daha önce de talihsiz kurbanları
aramaya çıkmıştı.
Istakozcu bu düşünceyi doğrulamak istercesine, "Orada
çok uzun süre kalmış olamaz. Daha suyun yüzeyine çıkma­
mıştı" dedi.
Patrik başıyla onayladı. "Raporda bunu söylemişsin zaten.
Öyleyse artık baksak iyi olacak."
Martin ile Patrik, teknenin bağlı olduğu iskelenin ucuna
doğru çok yavaş adımlarla yürüdüler. Küpeştenin yanına ge­
lene kadar güvertede yatan şeyin ne olduğunu tam göremedi­
ler. Yaşlı adam çektiğinde kız sırtüstü düşmüştü, ıslak ve do­
laşık saçları neredeyse bütün yüzünü örtüyordu.
"Ambulans gelmiş" dedi Patrik.
Martin başını halsizce salladı. Çilli yüzü ve bakır sarısı
saçları, bembeyaz yüzüyle kıyaslandığında birkaç ton daha
koyu görünüyordu; bulantısını kontrol etmeye çalışmaktaydı.
Kurşuni hava ve aniden esmeye başlayan kuvvetli rüzgar,
korkutucu bir fon oluşturuyordu. Patrik araçtan bir sedye çı­
karıp onlara doğru hiç acele etmeden getiren cankurtaran
ekibine el salladı.
İki acil sağlık görevlisinden biri tekneyi başıyla işaret ede­
rek, "Boğulma vakası mı?" diye sordu.
"Evet. Öyle görünüyor" diye cevap verdi Patrik. "Ama adli
tabip karar verecek. Sizin onu alıp götürmek dışında yapabi­
leceğiniz bir şey yok."
14

"Evet, bunu duyduk" dedi adam. "Sedyeye çıkararak baş­


layalım işe."
Patrik başını salladı. Felakete kurban giden çocuklarla
karşılaşmanın bir polis memurunun görevini yaparken ba­
şına gelebilecek en kötü şey olduğunu düşünürdü hep. Ma­
ja doğduğundan beri, hissettiği huzursuzluk sanki bin kat
artmıştı. Şimdi yapması gereken işi düşündükçe yüreği sızlı­
yordu. Kızın kimliği tespit edilir edilmez annesiyle babasının
hayatını mahvedecek haberi vermek zorundaydılar.
Sağlıkçılar tekneye atlamışlardı. Kızı dikkatlice tutup is­
keleye çıkardılar. Islak kızıl saçları solgun beyaz yüzünün
çevresinde yelpaze gibi açılmıştı; camiaşmış gözleri rüzgarla
sürüklenen gri bulutları seyreder gibiydi.
Patrik önce bakışlarını kaçırdıysa da, şimdi büyük bir is­
teksizlikle aşağıya, yerde yatan kıza baktı. Sonra buz gibi bir
el yüreğini sıktı.
"Ah hayır, aman Tanrım hayır!"
Martin ona şaşkın şaşkın baktı. Sonra birden Patrik'in ne
demek istediği kafasına dank etti. "Kim olduğunu biliyor mu­
sun?"
Patrik sessizce başını salladı.
Strömstad 1923

Agnes bunu asla yüksek sesle söylemeye cesaret edemez­


di, ama bazen kendisi doğarken annesinin ölmüş olmasının
ne büyük şans olduğunu düşünürdü. Böylece babası sade­
ce ona kalmıştı, annesi hakkında duyduklarına bakılırsa ko­
lay kolay o küçücük parmağında oynatabileceği bir kadın de­
ğildi. Ama babası, annesiz çocuğundan hiçbir şey esirgeme­
yecek kadar yumuşak kalpliydi. Agnes bunu çok iyi bildiğin­
den, onu sonuna kadar sömürüyordu. Bazı iyi niyetli akraba­
lar ve dostlar babasını uyarmak istediler, ama o biricik kızı­
na hayır demekte zorlanır, önünde sonunda kazanan yine kı­
zın güzel yüzü olurdu. O iri gözler çabucak iri gözyaşlarıyla
dolar, yaşlar yanaklanna doğru inerdi. İş bu noktaya varınca
adamın yüreği yumuşar, genellikle kızın istediği olurdu.
Sonuç olarak şimdi on dokuz yaşında, olağanüstü şıma­
rık bir kızdı. Zamanla onu tanıyan pek çok kişi, oldukça kö­
tü bir yanı olduğunu söyleme cesaretini gösterirdi. Bunu gö­
ze alanlar çoğunlukla kızlardı. Agnes anlamıştı ki, oğlanlar
onun güzel yüzüne, büyük gözlerine, gür saçiarına bakıyor­
du, daha ötesine değil. Babasının ona istediği her şeyi verme­
sini sağlayan şeyler de bunlardı.
Strömstad'da tepenin üzerinden denize bakan villaları,
kenttekilerin en azametlisiydi. Yapının bedeli kısmen anne­
sine miras kalan servetle, kısmen de babasının granit işin-
16

den kazandığı parayla ödenmişti. Taş yontma ustalarının bü­


yük şirketlere karşı düzenlediği 1914 grevinde babasının her
şeyi kaybetmesine ramak kalmıştı. Ama sonunda düzen ye­
niden kurulmuş, savaştan sonra işler yeniden büyümeye baş­
lamıştı. Özellikle Strömstad dışındaki Krokstrand taşocağı
Fransa'ya gönderilen teslimatla büyük karlar elde ediyordu.
Paranın nereden geldiği Agnes'in pek urourunda değildi,
zengin olarak doğmuş ve her zaman zenginler gibi yaşamıştı.
İstediği mücevherleri ve güzel elbiseleri satın alabildiği süre­
ce, para ınİrasla mı gelmiş, yoksa çalışılarak mı kazanılmış
onun için fark etmezdi. Herkesin hayatı böyle görmediğini bi­
liyordu. Anneannesi ve dedesi, kızlarının Agnes'in babasıyla
evlenmesi karşısında dehşete düşmüşlerdi. Babası daha ye­
ni yeni servet yapıyordu ve yoksul bir aileden geliyordu. Ai­
lesi büyük yemek davetlerine ayak uyduramazdı ve aile üye­
lerinden başka kimse olmayacaksa yemeğe davet edilirler­
di. Bu davetler bile utandırıcıydı. Zavallıcıkların zarif salon­
larda nasıl davranacaklarına ilişkin en ufak bir fikirleri yok­
tu, sohbetlere katkıları da yok denecek kadar azdı. Agnes'in
anneannesi ve dedesi, kızlarının August Stjernkvist'te, daha
doğrusu doğduğu zamanki soyadıyla Persson'da ne bulduğu­
nu hiçbir zaman anlamamışlardı. Yalnızca soyadını değişti­
rerek toplumsal merdivende yükselme girişimi onları kandır­
maya yetemezdi. Ama torunlarına bayılıyorlardı, doğumdan
sonra annesi öyle ansızın ölüp gidince, Agnes'i şımartmakta
babasıyla yarışa girdiler.
''Tatlım, ben işe gidiyorum."
Babası odaya girince Agnes döndü. Pencerenin karşısın­
daki muhteşem piyanoyu çalmaktaydı, daha çok orada otu­
rurken ne kadar hoş göründüğünü bildiği için. Müzikte ye­
tenekli değildi. Küçüklüğünden bu yana aldığı pahalı piyano
derslerine rağmen, yalnızca önünde duran nota kağıdındaki
parçayı güçbela çalıyordu.
17

"Baba, geçen gün gösterdiğim elbise konusunu düşündün


mü?" Yalvaran bakışlarını babasına çevirmişti ve her zaman­
ki gibi adamcağızın yüreğinin nasıl parçalandığını görüyor­
du, hayır demek istediğini ve bunu yapmaya gücünün yetme­
diğini.
"Canım, sana daha yeni Oslo'dan bir elbise aldım ya . . . "
"Ama onun astarı kapitone. Cumartesi günü o sıcak hava­
da, astarı kapitone bir elbiseyle partiye gitmemi beklemiyor­
sun herhalde, değil mi?"
D argın dargın kaşını çatarak baktı babasına ve tepkisini
bekledi. Babası normalde olduğundan daha fazla direnirse,
dudağını titretmesi gerekecekti, o da işe yaramazsa, birkaç
damla gözyaşı genellikle işi çözerdi. Ama babası bugün yor­
gun görünüyordu, kendi açısından daha fazla çabalaması ge­
rekmeyeceğini düşündü. Her zamanki gibi haklı da çıktı.
"Peki, tamam, yarın git mağazaya ısmarla öyleyse. Ama
günün birinde bu yaşlı babanın saçlarını ağartacaksın."
August başını salladı, ama Agnes fırlayıp onu yanağından
öpünce gülümsemesini tutamadı.
"Bak şimdi sen oturup gamlarını çalış" dedi, "cumartesi
günü bir şey çalınanı isteyebilirler, hazır olsan iyi edersin."
Agnes mutlulukla dönüp piyano taburesine oturdu, uy­
sal bir tavırla pratik yapmaya başladı. Daha şimdiden salı­
neyi gözünün önüne getirebiliyordu. Titreşen mum ışığında
yeni kırmızı elbisesiyle piyanonun başında otururken, gözler
onun üzerinde toplanacaktı.

* * *

Migren sonunda hafifliyordu. Alnını çevreleyen demirden


kelepçe yavaş yavaş pençesini gevşetiyordu; artık ihtiyatla
gözlerini açabilirdi. Yukarı kat sessizdi. İyi. Charlotte yata­
ğında döndü ve yeniden gözlerini kapatıp ağrının hafifleme-
18

sinin tadını çıkardı. Çok geçmeden ağrı yerini eklemlerinde­


ki rahatlamaya bıraktı.
Bir an dinlendikten sonra dikkatle yatağın kenarına otu­
rup şakaklarını ovdu. Ağrı nöbetinden sonra hassaslık hala
tam geçmemişti; deneyimlerinden biliyordu ki, sıkıntısı bir­
kaç saat daha sürecekti.
Albin yukarıda şekerleme yapıyor olmalıydı. Bu, vicdan
azabı çekmeden yukarıya, yanına gitmeyi biraz daha geeikti­
rebilir demekti. Ne kadar dinlenebilirse o kadar iyi olacaktı.
Son aylarda yaşadığı stresten dolayı migren krizleri sıklaş­
mıştı, enerjisini son dirhemine kadar tüketiyordu.
Onunla aynı çileyi çeken arkadaşına telefon edip ne ya­
pıyor diye sormaya karar verdi. Charlotte şu sıralarda çok
stresli olsa da, Erica'nın ruh halinden endişelenmemek elin­
de değildi. İki kadın tanışah uzun zaman olmamıştı. Bebek
arabasıyla dışarıda gezerken sık sık karşılaşınca konuşma­
ya başlamışlardı. Erica Maj a'yı, Charlotte ise sekiz aylık oğ­
lu Albin'i gezdiriyordu. Birbirlerine bir taş atımlık mesafe­
de yaşadıklarını anlayınca hemen hemen her gün buluşma­
ya başladılar. Ama çok geçmeden Charlotte yeni edindiği ar­
kadaşı için endişelenmeye başladı. Evet, onu Maja doğmadan
önce tanımıyordu, ama sezgileri ona arkadaşının bugünlerde
bu kadar cansız ve mutsuz olmasında bir tuhaflık olduğunu
söylüyordu. Charlotte lohusalık depresyonu konusunu ustu­
ruplu bir biçimde Patrik'e açmıştı. Ama o, konunun üzerinde
durmamış, yeni bir bebeğin doğmasının büyük bir alışma dö­
nemi gerektirdiğini ve bir düzene girdikten sonra her şeyin
düzeleceğini söylemişti.
Komodinin üzerindeki telefona uzanıp Erica'nın numara­
sını tuşladı.
"Merhaba, ben Charlotte."
Erica cevap verdiği n d e sesi uykulu ve durgun du,
Charlotte'u daha fazla tedirgin etti bu. Yolunda gitmeyen bir
19

şey vardı. Hiç de yolunda gitmeyen bir şey.


Ama bir süre sonra Erica hafiften canlanmaya başla­
dı. Charlotte bile, kaçınılmaz olanı biraz daha ertelemenin,
birkaç dakika sohbet etmenin insana iyi geldiğini düşündü.
Ama az sonra yukarı çıkacak, onu bekleyen gerçekliğe döne­
cekti.
Sanki Charlotte'un içinden geçenleri sezmiş gibi, Erica, ev
arama işinin nasıl gittiğini sordu.
''Yavaş, çok yavaş. Görünen o ki Niclas başını işten alamı­
yor. Aralıayla dolaşıp evlere bakacak zamanı hiç yok. Şu an­
da seçebileceğimiz bir ev de yok ortada, o yüzden daha bir sü­
re buralarda kaldık galiba." İçini çekti.
"Merak etme, yoluna girecektir, görürsün." Erica'nın se­
si rahatlatıcıydı, ama ne yazık ki Charlotte onun telkinleri­
ne pek fazla güvenemezdi. Altı aydır Niclas ve çocuklarla bir­
likte annesi ile Stig'in yanında oturuyorlardı. Görünüşe ba­
kılırsa altı ay daha bu böyle devam edecekti. Sabahtan ak­
şama kadar klinikte olan Niclas için bu sorun olmayabilirdi,
ama çocuklarla birlikte eve kapanan Charlotte için dayanıl­
maz bir durumdu.
Niclas ilk kez bu fikri ortaya attığında teoride kula­
ğa çok hoş gelmişti. Uddevalla'da beş yıl geçirdikten son­
ra, Fj allbacka'da bölge doktoru pozisyonunda bir yer açılın­
ca, böyle bir değişikliğin zamanı geldiğini hissetmişlerdi. Öte
yandan Albin de yoldaydı, evliliklerini kurtarmak için son
şans olarak gebe kalmıştı. O halde neden hayata en baştan
başlamasıniardı ki? Niclas anlattıkça plan kulağa daha da
iyi geliyordu. Artık iki çocuklu olacaklarına göre, bebek bakı­
cısının yakınında olmak da çekici gelmişti. Ama gerçek bam­
başka bir hikayeydi. Charlotte birkaç gün geçer geçmez, an­
ne baba evini neden bir an önce terk etmek istediğini tam
olarak hatırlamıştı. Öte yandan istediği değişikierin pek azı
gerçekleşmişti. Ama ne kadar isterse istesin, Erica'yla payla-
20

şabileceği bir konu değildi bu. Sır olarak kalması gerekiyor­


du, yoksa bütün aileyi yıkıma sürükleyebilirdi.
Erica'nın sesi, daldığı düşünceleri kesti: "E, annenle hayat
nasıl gidiyor? Seni delirtiyor mu?"
"En hafif deyişle, öyle. Yaptığım her şey yanlış. Çocukla­
ra çok sert davranıyorum, çocuklara çok yumuşak davranıyo­
rum. Çok sıkı giydiriyorum, çok ince giydiriyorum, az yediri­
yorum, çok yediriyorum, çok şişmanım, çok zayıfım, çok da­
ğınık biriyim . . . Liste bitmek bilmiyor ve burama geldi artık"
dedi, elini çenesinin bizasma götürerek.
''Ya Niclas'a ne diyor?"
"Ona bir şey demiyor, Niclas annemin gözünde mükem­
mel. Onu pohpohluyor, onun üzerine titriyor, böylesine de­
ğersiz bir karısı olduğu için ona acıyor. Annerne göre Niclas
yanlış bir şey yapamaz."
"Niclas annenin sana nasıl davrandığını görmüyor mu?"
"Dediğim gibi, Niclas hemen hemen hiç evde durmuyor ki.
O etrafta olduğu zaman annem en iyi tavrını takınıyor. Dün
ben biraz yakınmaya kalkışınca, Niclas ne dese beğenirsin?
'Ama Charlotte'cuğum sen de biraz taviz veremez misin?' Bi­
raz taviz mi? Biraz daha taviz verirsem tamamen silinece­
ğim. O kadar öfkelendim ki, o andan beri tek kelime konuş­
madım onunla. O yüzden herhalde şimdi, bu kadar mantıksız
bir karısı olduğu için ofisinde oturmuş, kendine acıyordur. Bu
sabah başımın çatiayacak gibi ağrımasına şaşmamalı."
Yukarıdan gelen bir sesle, Charlotte isteksizce ayağa
kalktı.
"Erica ben yukarı koşuyorum, Albin'e bakmaya. Yoksa
ben oraya varmadan annem başlar kurban rolünü oynama­
ya . . . Ama unutma, bu öğleden sonra sana geliyorum, biraz
çörek de getireceğim. Bu arada ne kadar kendi derdime düş­
müşüm gördün mü, nasılsın diye bile sormadım. Ama biraz­
dan geleceğim zaten."
21

Telefonu kapattı, parmaklarını saçlarının arasından şöy­


le bir gezdirerek düzeltti, derin bir soluk aldı ve yukan çıktı.

* * *

Böyle olması gerekmiyordu. Hiç böyle olması gerekmiyor­


du. Çocuk sahibi olmak hakkında, anne baba olunca hayatın
nasıl devam edeceği hakkında tonlarca kitap devirmişti, ama
okuduğu hiçbir şey onu gerçeğe hazırlamamıştı. Tersine, bü­
tün yazılanların büyük bir komplonun parçası olduğunu his­
sediyordu. Yazarlar mutluluk hormonlannı, bebeği kucağını­
za alınca nasıl pembe bulutlar üzerine uçacağınızı, o küçü­
cük mutluluk bohçasına ilk görüşte nasıl sırılsıklam aşık ola­
cağınızı anlata anlata bitiremiyordu. Elbette arada, hayatı­
nızda hiç olmadığınız kadar yorgun olabileceğinizden de dem
vuruyorlardı. Ama bu da romantik bir haleyle çevrelenmişti,
barikulade annelik paketinin bir parçasıydı.
Deli saçmasıl Erica'nın iki aylık annelikten sonra vardığı
kanı buydu. Yalanlar, propaganda, tamamen zırva! Maja'nın
gelmesinden sonra yaşadığı sefalet, yorgunluk, öfke, ümitsiz­
lik ve bunalım, duygularını hayatı boyunca bu kadar yoğun
hissetmemişti. Ve o, ciyaklayan ve evet, aslında çirkin, kırmı­
zı bohça göğsüne dayandırıldığında, başka her şeyi unuttura­
cak bir sevgi de duymamıştı ona. Annelik güdüleri çok yavaş
bir şekilde içine işlemeye başlamış olsa bile sanki evleri bir
yabancının istilasına uğramış gibiydi. Bazen Patrik'le bebek
yapmaya karar verdikleri için pişman oluyordu. O kadar iyi
geçiniyorlardı ki, ikisi baş başa. Sonra diğer insanlarla pay­
laştıklan bencillik, kendi genlerinin yeniden üretilmesi arzu­
suyla bir araya gelmişti. Bir anda hayatlarını değiştirmişler­
di ve Erica yirmi dört saat süt veren bir makineye dönmüştü.
Böylesine küçücük bir bebeğin aç kurt gibi meme emme­
sini aklı alınıyordu. Maja sürekli Erica'nın memelerine yapı-
22

şıyordu, üstelik dolan memeleri neredeyse patlayacak kadar


büyümüş ve Erica neredeyse yürüyen iki kocaman meme­
ye dönüşmüştü. Fiziksel görünümü de hiç hoş değildi. Doğu­
mevinden döndüğünde hala hamile gibi görünüyordu ve ki­
lolar istediği hızda kaybolmuyordu. Tek teseliisi o hamiley­
ken Patrik'in de at gibi tıkınarak kilo almış olmasıydı. Şimdi
onun da belinde taşıdığı birkaç fazla kilosu vardı.
Tanrı'ya şükür ağrıları artık neredeyse geçmişti, ama
kendini hala terli, şişkin ve genel olarak berbat hissediyor­
du. Bacakları jilet görmeyeli aylar olmuştu, saçlarının derhal
kesilmesi, hatta fare rengine dönüşmüş bazı bölgelerine röf­
le yapılması gerekiyordu, normalde omuzlarına kadar inen
saçları sarıydı. Erica'nın gözlerinden hülyalı bir bakış geçti,
ama sonra gerçekler üstün geldi. Evden dışarı nasıl çıkabilir­
di ki? Ah Patrik'i nasıl da kıskanıyordu. Hiç değilse her gün
sekiz saatini gerçek dünyada geçiriyordu, yetişkinlerin dün­
yasında. Bugünlerde ona evde arkadaşlık edenler yalnızca
Ricki Lake ve Oprah Winfrey'di; Maja emdikçe emiyor, Erica
ise bitkin bir halde, uzaktan kumandayla televizyon kanalla­
n arasında geziniyordu.
Patrik işe gitmek yerine evde kalıp Maj a ve onunla vakit
geçirmeyi tercih ettiğini söylese de, Erica onun bir süreliğine
de olsa ana kızın küçük dünyasından kaçabildiği için nasıl ra­
batladığını gözlerinden okuyabiliyordu. Ve onu anlayabiliyor­
du. Ama aynı zamanda içinde bir acı büyüyordu. Bu karşılıklı
verilmiş bir karar ve karşılıklı yürütülecek bir projeyken, ne­
den böylesine ağır bir yükü sadece o taşıyordu? Patrik'in de
bu yükün-yansını payiaşması gerekmiyor muydu?
Böylece her gün Patrik'in eve gelmeye söz verdiği saati sı­
kı bir takibe aldı. Patrik beş dakika bile geç kalsa rahatsız­
lığını belli ediyordu; biraz daha gecikirse tam bir öfke patla­
ması sergileyebilirdi. Patrik kapıdan içeri girdiği anda, Erica
eğer meme verme programına uygunsa Maja'yı onun kucağı-
23

na atıyordu. Sonra bebeğin çığlıklarından bir süre kurtula­


bilmek için kulağını tıkaçla kapatıp kendini yatağa atıyordu.
Erica, elinde telefon, derin bir soluk aldı. Hiçbir umut yok
gibiydi. Ama arkadaşıyla sohbet etmek, bu kasvetin içinde
ona iyi gelen kısa bir mola oluyordu. İki çocuk annesi ola­
rak Charlotte, sırtını dayayacağı sağlam bir kayaydı; hem de
sakin ve rahatlatıcı sözlerle dolu bir kaynak. Erica yalnızca
kendi sıkıntılarına odaklanmak yerine, onun yaşadığı güç­
lükleri dinlemenin de hoş bir tarafı olduğunu itiraf etmek
zorundaydı.
Elbette Erica'nın hayatında bir başka kaygı kaynağı da­
ha vardı: kız kardeşi Anna. Maja doğduğundan beri onunla
yalnızca birkaç kez konuşmuştu ve bir şeylerin ters gittiği­
ni hissediyordu. Telefonda konuşurken Anna'nın sesi durgun
ve mesafeli gelmişti, ama o, her şeyin yolunda olduğunu söy­
lemişti. Erica kendi derdine öyle düşmüştü ki, kardeşini da­
ha fazla sıkıştırmamıştı. Ama bir şey iyi gitmiyordu, bundan
emindi.
Sıkıntılı düşünceleri bir kenara itip Maja'yı bir memesin­
den öbürüne aktardı ve bu da bebeğin biraz mızıldanmasına
neden oldu. Bitkin bir halde uzaktan kumandayı eline alıp
kanalı değiştirdi. "Cesur ve Güzel" başlamak üzereydi. Ar­
zuladığı tek şey öğleden sonra Charlotte'la kahve molasında
buluşmaktı.

* * *

Lilian çorbayı hızla karıştırıyordu. Bu evde her şeyi onun


yapması gerekiyordu. Yemek pişirmek, temizlik, çocuklara
bakmak. En sonunda Albin uyumuştu, torununu düşününce
yüz ifadesi yumuşadı. Küçücük bir melekti o. Sesi bir civciv
kadar bile çıkmıyordu. Ötekine hiç benzemiyordu. Kaşlarını
çattı ve daha hızlı karıştırmaya başladı, tencereden saçılan
24

çorba damlacıkları cızırdayıp topaklar halinde ocağın üzeri­


ne yapıştı.
Mutfak tezgahının üzerine bardak, çorba kaseleri ve ka­
şıklarla dolu bir tepsi yerleştirmişti . Tencereyi dikkatli­
ce ocaktan alıp sıcak çorbayı kaselere boşalttı. Çorbanın bu­
harla birlikte yükselen aromasını içine çekti ve memnuniyet­
le gülümsedi. Tavuk çorbası; Stig'in en sevdiği çorba buydu.
Büyük bir iştahla yemesini umdu.
Tepsiyi ihtiyatla aldı, dirseğini kullanarak merdivene gi­
den kapıyı açtı. Hep bu merdivenleri inip çıktığını düşünür­
ken hırçınlaşmıştı. Günün birinde hacağını kırıp merdivenin
dibinde kalacaktı ve o zaman anlayacaklardı onsuz hayatın
ne kadar zor olduğunu. Onlar için her şeyi yapmıştı, bir ev
kölesi gibi. Tam bu anda, Charlotte aşağıda, bodrumda yata­
ğında dalga geçiyordu, migren gibi uydurma bir bahaneyle!
Amma boktan saçmalık! Bu evde migreni olan biri varsa, o
da Lilian' dı. Niclas'ın buna nasıl dayandığını aklı alınıyordu.
Ailesine bakabilmek için elinden geleni yapıyor, bütün gün
klinikte deli gibi çalışıyordu, eve gelince de, bodrumdaki ya­
tak odasında sanki bomba patlamış gibi görünüyordu. Bura­
da geçici bir süre kalmaları etrafı temizleyip toplamayacak­
ları anlamına gelmezdi. Üstelik Charlotte, akşamları koca­
sı eve gelince hiç çekinmeden çocuklarla ilgili işleri paylaş­
masını istiyordu. Öyle yapacağına, bütün günü çok çalışarak
geçirmiş bir adama biraz dinlenme fırsatı vermesi, çocukla­
rı ondan biraz uzak tutup televizyon karşısında huzur için­
de oturmasına izin vermesi gerekirdi. Büyük kızın neden o
kadar yaramaz olduğuna şaşmamalıydı. Kuşkusuz annesinin
babasına saygılı davranmad,ığını görmüş olmalıydı. Bu da
ona yol göstermekti bir nevi.
Lilian tepsiyi misafir odasına götürmek üzere kararlı
adımlarla merdivenin son basama\tlarını tırmandı. Hasta­
landığı zaman Stig'i oraya yerleştirirdi. Yatak odasında inle-
25

yip sızianmasına izin veremezdi. Lilian ona bakacaksa gece


deliksiz uyumalıydı.
"Canım?" Kapıyı ihtiyatla itip araladı. "Haydi, uyan artık,
bak sana yiyecek bir şeyler getirdim. En sevdiğin şey, tavuk
çorbası."
Stig ruhsuz bir gülümsemeyle ona karşılık verdi. "Aç deği­
lim, belki sonra" dedi zayıf bir sesle.
"Saçmalama. Doğru düzgün karnını doyurmazsan gücü­
nü toplayamazsın. Haydi kalk, biraz dik otur, sana ben ye­
diririm."
Yardım edip onu doğrulttu, kendisi de yatağın kenarına
oturdu. Çocukmuş gibi, ağzının kenarlarından dökülenleri si­
lerek çorbasını içirdi.
"Gördün mü, hiç de fena değilmiş, ha? Ben bilirim bir ta­
nemin canının ne istediğini, hem doğru düzgün yersen çabu­
cak ayağa kalkarsın, gör bak."
Bir kez daha cansızca gülümsedi Stig. Lilian onun uzan­
masına yardım etti, bacaklarının üzerine battaniyeyi örttü.
''Ya doktor?"
"Ama tatlım, unuttun mu, artık doktorumuz Niclas. Ya­
ni doktorumuz evde, burada. Eminim bu akşam seni kont­
rol edecektir. Tanısını bir kez daha kontrol etmesi gerekiyor­
muş, Uddevalla'daki bir meslektaşına da danışacak. Çok geç­
mez, her şey hallolur, görürsün."
Lilian son bir kez daha hastasının üstündeki battaniyeyi
titizlikle düzeltip sıkıştırdı, boşalmış çorba kasesiyle tepsiyi
alıp merdivene doğru gitti. Yaptığı işler yetmezmiş gibi şimdi
bir de hastabakıcılık çıkmıştı. Ön kapının vurulduğu duydu,
hızla aşağıya İnıneye başladı.

* * *

Patrik eliyle kapıya sertçe vurdu. Rüzgar hızla fırtınaya


dönmüştü. Yağmur damlacıkları üzerlerine geliyordu, ama
26

yukarıdan değil arkadan; rüzgar, yere çökmüş incecik si­


si dalgalandırıyordu. Gökyüzü kararmıştı, açık kurşuni bu­
lutlarla koyu kurşuni bulutlar yol tol olmuştu, beyaz köpük­
lü dalgalarla kabaran kirli kahverengi deniz, yaz günlerinin
mavi pırıltısından çok uzaktı. Patrik'in annesinin eskiden
dediği gibi, denizde beyaz kazlar vardı.
Kapı açıldı, Patrik ile Martin fazladan güç toplamak için
derin bir soluk aldılar. Kapıda duran kadının boyu Patrik'in
ancak omzuna geliyordu ve çok ama çok inceydi. Permalı kı­
sa kıvırcık saçları kahverenginin belirsiz bir tonundaydı. Bi­
raz fazlaca alınmış ve göz kalemiyle çizilmiş kaşları biraz ko­
mik bir ifade veriyordu yüzüne. Ama şu an içinde bulunduk­
ları durum hiç komik değildi.
"Merhaba. Biz polisiz. Charlotte Klinga'yı arıyoruz."
"Kızım olur. Neyle ilgili arıyorsunuz?"
Sesi yumuşak olmayacak kadar tizdi. Erica'dan Char­
lotte'un annesi hakkında epey hikaye dinlemiş olan Patrik,
bütün gün kadını dinlemenin ne kadar zor bir iş olduğunu bi­
liyordu. Ama böylesi ufak ayrıntılar önemsiz sayılabilirdi.
"Kendisine onunla konuşmak istediğimizi söyleyebilirsi­
niz memnun oluruz."
"Elbette, ama neyle ilgili?"
Patrik üsteledi: "Önce kızınızla konuşmak istiyoruz, kusu­
ra bakmazsanız . . . " Sesi merdivenlerden inen ayak sesleriyle
kesildi ve bir saniye sonra kapıda Charlotte'un tanıdık yüzü
belirdi.
"A, merhaba Patrik! Ne güzel seni görmek. Ne yapıyorsun
burada?"
Birdenbire yüzüne bir kaygı ifadesi oturuverdi. "Erica'ya
bir şey mi oldu? Daha yeni görüştük, iyi gibi görünüyordu,
sandım ki. . ."
Patrik elini kaldırdı. Martin, gözleri yerdeki bir ahşap bu­
dağına dikili, yanında sessizce duruyordu. Genellikle işini se-
27

ven biriydi, ama şu anda polis olmaya karar verdiği için ken­
dine küfrediyordu.
"İçeri girebilir miyiz?"
"Şimdi beni geriyorsun Patrik, ne oldu?" Birden aklına bir
şey düştü. "Niclas, değil mi, bir araba kazası falan mı oldu?"
"Önce içeri girelim."
Annesi de Charlotte da yerlerinden kıpırdama gücü bu­
lamayınca, Patrik işi ele aldı ve onları mutfağa yönlendirdi,
Martin de arkalarından geliyordu. Ayakkabılarını çıkarma­
dıklarını fark etti, arkalarında ıslak ayak izleri bıraktıkları­
na hiç şüphe yoktu. Ama şu anda yerlerin biraz çamurlanma­
sının hiç önemi yoktu.
Charlotte ile Lilian'a mutfak masasına oturmalarını işa­
ret etti. Kendileri de onların karşısına oturdular.
"Charlotte çok üzgünüm ama . . . " Bir an duraksadı, "Sana
kötü bir haberim var." Sözcükler ağzından sertçe ve birden­
bire çıkmıştı. Seçtiği kelimeler daha şimdiden kendisine yan·
lış geliyordu, ama söyleyeceği şey için doğru sözcük var mıydı?
"Bir saat önce bir ıstakoz avcısı boğulmuş küçük bir kız
buldu. Çok ama çok üzgünüm Charlotte . . . " Sonra devam et­
meye gücü yetmedi. Sözcükler aklındaydı, ama her biri o ka­
dar korkunçtu ki, ağzından çıkmaya razı değil gibiydiler. Za­
ten daha fazlasını söylemeye de gerek yoktu.
Charlotte gırtlaktan gelen bir hırıltı çıkararak soluğunu
tuttu. Ayakta durabilmek için iki eliyle masaya yapışınıştı ve
boş gözlerle Patrik'e bakıyordu. Mutfağın sessizliğinde bu hı­
rıltı sesi bir çığlıktan daha kuvvetliydi. Patrik gözyaşiarına
ve sesine hakim olabilmek için yutkundu.
"Bir yanlışlık olmalı. Sara olamaz o!" Lilian'ın dehşet do­
lu bakışları Patrik ile Martin'in arasında mekik dokuyordu,
ama Patrik yalnızca başını salladı.
"Çok üzgünüm" dedi tekrar, "ama kızı biraz önce kendim
gördüm, Sara olduğuna hiç kuşku yok."
28

"Ama oyun oynamaya Frida'nın evine gidiyordu. Ben de


gördüm o yöne gittiğini. Bir yanlışlık olmalı. Eminim orada
oynuyordur." Lilian rüyadaymış gibi ayağa kalkıp duvarda­
ki telefona gitti. Yanında asılı duran telefon rehberine bakıp
numaralan hızla tuşladı.
''Merhaba Veronika, ben Lilian. Dinle, Sara orada mı?" Bir
an dinledi sonra alıize elinden düştü ve kordonun ucunda sal­
lanmaya başladı.
"Oraya gitmemiş." Masaya yığıldı ve karşısındaki polisle­
re gözlerini çaresizce dikti.
Birden bir çığlık duyuldu; Patrik ile Martin ayağa fırladı­
lar. Charlotte hiç kıpırdamadan çığlık atıyordu, gözleri gör­
müyor gibiydi. Tiz, ilkel ve delici bir sesti. Acımasızca dışarı
çıkmaya zorlanan katıksız acı, iki polis memurunun tüyleri­
ni diken diken etti.
Lilian sanlmak üzere kızına doğru atıldı, ama Charlotte
onu hızla itti.
"Niclas'ı bulup ona haber vermek istedik, ama klinikte de­
ğildi. Mesaj bıraktık, mümkün olan en kısa zamanda evine
dönmesini söyledik. Rahip de yolda." Sözlerini artık ulaşıl­
maz bir noktaya gelmiş olan Charlotte'tan çok, Lilian'a yö­
neltiyordu. Patrik durumu hiç iyi idare edemediğinden emin­
di. Gerekirse yatıştıncı ilaç verecek bir doktorun da hazır bu­
lunmasını sağlamalıydı. Ne yazık ki Fjallbacka'nın tek dok­
toru kızın babasıydı ve onu bulamamışlardı. Martin'e döndü.
"Cep telefonundan kliniği ara, hemşireyi buraya getirte­
lim, yanında yatıştırıcı bir ilaç da getirsin."
Martin söyleneni yaptı, mutfaktan kısa bir süre çıkabil­
mek için bu iyi bir bahane olmuştu. On dakika sonra Aina
Lundby kapıyı vurmadan içeri girdi. Charlotte'a bir hap ver­
di ve Patrik'in yardımıyla, kanepeye uzanması için onu otur­
ma odasına götürdü.
"Bana da yatıştırıcı bir hap verilmesi gerekmiyor mu?" di-
29

y e sordu Lilian. "Sinirlerim zaten hep zayıftır v e böyle bir


olayda . . . "
Lilian ile aynı yaşta görünen bölge hemşiresi yalnızca ho­
murdandı ve donuyormuşçasına dişleri takırdayan Char­
lotte'un üzerini bebeğine bakan bir anne gibi hattaniyeyle
güzelce örtüp kenarlannı sıkıştırdı.
"Hapsız da yaşayabilirsin" dedi, eşyalannı toplarken.
Patrik, Lilian'a dönerek yumuşak bir sesle, "Sara'nın gi­
deceği arkadaşının annesiyle konuşmamız gerekecek. Hangi
evdi?" diye sordu.
Lilian, Patrik'in gözlerinin içine bakmadan "Sokağın
ucundaki mavi ev" dedi.
Birkaç dakika sonra rahip kapıyı çaldığında, Martin'le bir­
likte ellerinden geleni yaptıklarına ikna olmuştu Patrik. Ge­
tirdikleri haberle kedere boğulan evi terk edip garaj yolunda
bekleyen arabaya bindiler. Ama Patrik motoru çalıştırmadı.
"Lanet olsun!" dedi Martin.
"Lanet olsun!" dedi Patrik.

* * *

Kaj Wiberg, Florin'lerin garaj yoluna bakan mutfak pen-


ceresinden dışarıyı gözetliyordu.
''Yaşlı cadı şimdi neyle uğraşıyor acaba?"
Kansı Monica, oturma odasından "Ne dedin?" diye seslendi.
Kaj sesin geldiği yöne yarı dönerek cevap verdi: "Florin'le-
rin kapısının önüne bir polis arabası park etmiş. iddiaya gi­
rerim ki orada bir şeyler dönüyor. Komşu diye o yaşlı kadını
çekmek, işiediğim günahiann bedeli olsa gerek."
Monica endişeli bir yüzle geldi mutfaktan. ''Yoksa bizim­
le ilgili olduğunu mu düşünüyorsun? Biz yanlış bir şey yap­
madık ki." Düz, kısa, sarı saçlarını tarıyordu; tarağı tutan eli
havada, pencereden dışarı baktı.
30

Kaj homurdandı. "Bunu ona anlat. Hele bekle, balkon ko­


nusunda mahkeme beni haklı bulsun da gör. O zaman hiç
utanmayacak mı? Umarım o balkonu yıkmak için bir bavul
para harcar."
"Evet ama Kaj , gerçekten biz doğru olanı mı yapıyoruz?
Demek istiyorum ki, bizim arsamıza sadece birkaç santim te­
cavüz etmiş. Bizi de rahatsız etmiyor. Şimdi zavallı Stig de
hasta yatıyor . . . "
"Hasta ha, ne demezsin! O kahrolası karıyla yaşasaydım
ben de hasta olurdum. Doğrusu ne ise o yapılır. Eğer balkon­
ları bizim arsamıza taşıyorsa ya parasını ödeyecekler ya da
yıkacaklar o lanet şeyi. Bizi ağacımızı kesmeye zorlamadılar
mı? Canım, yıllanmış huş ağacımızı, sadece Lilian Florin'in
deniz manzarasını engelliyor diye oduna çevirdiler. Yoksa
yanılıyor muyum? Gözden kaçırdığım bir şey mi var?" Flo­
rin'lerin komşusu oldukları son on yıldır başlarına gelen hak­
sızlıkları düşündükçe için için öfkeleniyordu, karısına kin do­
lu gözlerle baktı.
"Yoo , Kaj , çok haklısın." Monica gözlerini yere indirdi, ko­
cası bu ruh haline girdiğinde en iyi savunmanın geri çekil­
mek olduğunun farkındaydı. Bir boğa için kırmızı ne ise Kaj
için de Lilian Florin öyleydi; onun adının geçtiği yerde sağdu­
yuya, akla, mantığa yer yoktu. Ama Monica da itiraf etme­
liydi ki bu kadar çok sorun olması yalnızca Kaj'ın hatası de­
ğildi. Lilian'a katlanmak kolay değildi, onları rahat bırakmış
olsaydı işler buraya varmazdı. Oysa Lilian, her konuda mah­
kemeye gitmişti, yanlış gösterilen arsa sınırı, arka bahçeden
onun arsasından geçen patika, onun parseline çok yakın ol­
duğunu iddia ettiği küçük kulübe ve hepsinin üzerine bir de
birkaç yıl önce kesrnek zorunda kaldıkları güzelim huş ağacı.
Her şey, içinde oturdukları bu binanın inşaatıyla başlamış­
tı. Kaj ofis malzemeleri mağazasını birkaç milyon krona he­
nüz satmıştı; Göteborg'daki evi satıp erken emekliliğe geçe-
31

rek her zaman yaz tatilini geçirdikleri Fjallbacka'ya yerleş­


ıneye karar vermişlerdi. Ama pek fazla huzur bulamadıkları
kesindi. Lilian yeni yapılan binaya yüzlerce itirazda bulun­
muştu. Engellemek için dilekçeler yazmış, herkesi örgütle­
yip imza toplamıştı. İnşaatı durduramayınca, akla hayale ge­
lebilecek her konuda onlarla dalaşmıştı. Kaj'ın değişken mi­
zacı da buna eklenince iki komşu arasındaki kan davası her
tür sağduyuyu yok edecek biçimde tırmanmıştı. Florin'lerin
yaptırdığı balkon, bu savaşın şimdilik son anlaşmazlık konu­
suydu. Wiberg'lerin kazanacak gibi görünmesi, Kaj'ı avantaj ­
lı duruma getirmişti; bunu sonuna kadar kullanmaktan mut­
luluk duyuyordu.
Kaj perdenin arkasından gözetlerken heyecanla fısılda­
dı: "Şimdi adamlar evden çıkıyor, polis arabasına biniyorlar.
Bekle bak, bir dakikaya kalmaz kapımızı çalarl;r. Konu her
ne ise, onlara bütün gerçekleri anlatacağım. Polise şikayette
bulunmayı bilen tek kişi Lilian Florin değil. Birkaç gün ön­
ce şu çitin ötesinden bağırarak hakaretler yağdırmıyor muy­
du bana, gününü göstereceğim sana demiyor muydu? Tehdi­
de başvurma, öyle deniyor sanırım. Bu yüzden hapse bile atı­
labilir . . . " Kaj dudaklarını yaladı, yaklaşmakta olan çatışma­
ya hazırlanıyordu.
Monica içini çekti ve oturma odasındaki rahat koltuğa
yerleşti. Bir kadın dergisi alıp okumaya başladı. Artık bun­
larla uğraşacak enerjisi kalmamıştı.

* * *

"Arabayla gidip kızın arkadaşı ve annesiyle konuşsak iyi


olmaz mı, ne dersin? Hazır buradayken."
"Olur" dedi Patrik içini çekerek; garaj yolunda geri geri
gitti. Aslında yolun yukarısında, sağda birkaç bina ötedey­
di ev, aralıayla gitmelerine gerek yoktu, ama Sara'nın baba-
32

sı eve gelmek üzereyken Florin'lerin garaj yolunu kapatmak


istemedi.
Ciddi bir tavırla, yalnızca üç bina ötedeki mavi evin kapı­
sını vurdular. Sara ile aynı yaşta bir kız kapıyı açtı.
Martin dostça bir sesle, "Merhaba. Sen Frida mısın?" di­
ye sordu. Kız başıyla evet diyerek içeri girmeleri için kenara
çekildi. Frida onları kilküllerinin altından incelerken, bir an
koridorda beceriksizce durdular. Sıkıntı içindeki Patrik so­
nunda, "Annen evde mi?" diye sordu.
Kız yine tek kelime söylemeden koridor boyunca koşup
solda, Patrik'in mutfak olduğunu düşündüğü odaya girdi.
Patrik bir fısıldaşma duydu, sonra otuz yaşlannda koyu renk
saçlı bir kadın onları karşılamak üzere dışarı çıktı. Gözleri
heyecandan kıpır kıpırdı, koridorda duran adamlara soru so­
rarcasına baktı. Patrik, kadının onların kim olduğuna dair
hiçbir fikri olmadığını anladı.
Martin de herhalde aynı şeyi düşünerek, "Iyi günler Ba­
yan Karlgren. Biz polis merkezinden geliyoruz" dedi. "Sizin­
le biraz konuşabilir miyiz? Özel olarak?" Martin anlamlı ba­
kışlarını bir an Frida'ya çevirdi. Kadın bembeyaz oldu, kızı­
nın duymasını istemedikleri şeyin ne olduğunu tahmin ede­
biliyordu.
"Frida, odana çıkıp oyna."
"Ama anne ... " diye karşı çıktı kız.
''Tartışma istemiyorum. Yukarı çık, ben seni çağırana ka­
dar orada kal."
Önce kız yine itiraz edecek gibiydi, ama annesinin çelik
gibi sert sesi, ona bu savaşı kazanamayacağını hatırlattı. So­
murtarak, ayaklarını sürüye sürüye yukarı yollandı, arada
bir arkaya dönüp umut dolu gözlerle büyüklere bakıyordu, fi­
kirlerinden cayacaklar mıydı? Merdivenin tepesine ulaşıp ar­
kasından oda kapısını çarpana kadar kimse yerinden kımıl­
damadı.
33

''Mutfakta oturabiliriz."
Veronika Karlgren onları, muhtemelen öğlen yemeğini
hazırlamakta olduğu büyük ve sevimli mutfağına buyur etti.
Kibarca el sıkıştılar ve kendilerini tanıttılar, sonra mut­
fak masasının etrafına oturdular. Frida'nın annesi dolaptan
çıkardığı fincanlara kahve doldurdu, bir tabağa da bisküvi
koydu. Bunları yaparken, Patrik onun ellerinin titrediğini,
kaçınılmaz olanı, ona söylemeye geldikleri şeyi mümkün ol­
duğu kadar ertelemeye çalıştığını fark etmişti. Sonunda da­
ha fazla ertelemeye imkan kalmadı ve kadın karşılanndaki
sandalyeye bıraktı kendini.
"Sara'ya bir şey oldu değil mi? Yoksa neden Lilian beni
arayıp sonra da telefonu kapatsın?"
Patrik ile Martin söze diğerinin başiayacağını umdukları
için bir an sessiz kaldılar. Sessizliğin uzaması Veronika'nın
sözlerinin onaylanması anlamına geliyordu; bu düşünceyle
kadının gözleri doldu.
Patrik boğazını temizledi. "Evet, ne yazık ki Sara bu sa­
bah denizde boğulmuş olarak bulundu."
Veronika soluğunu tuttu, ama bir şey söylemedi.
Patrik devam etti: "Kaza gibi görünüyor, ama nasıl oldu­
ğuna karar verebilmek için soruşturmamız gerekiyor." Elin­
de kalemi ve not defteriyle hazır bekleyen Martin'e baktı.
"Lilian Florin'e göre, Sara bugün Frida'yla oynamak üze­
re buraya gelecekmiş. Bu, kızlar arasında planlanmış bir şey
miydi? Ayrıca bugün pazartesi olduğuna göre okulda olmala­
rı gerekmiyor muydu?"
Veronika'nın gözleri masanın üzerine dikilmişti. "Bu haf­
ta sonu ikisi de hastaydı, bu yüzden Charlotte'la ben onla­
rı okula göndermemeye karar verdik, ama birlikte oynama­
larında bir sakınca görmedik. Sara'nın öğleden önce gelme­
si gerekiyordu."
"Ama hiç gelmedi, öyle mi?"
34

"Evet, hiç gelmedi." Veronika başka bir şey söylemedi. Da­


ha fazla bilgi almak için Patrik'in soru sorması gerekiyordu.
"Neden gelmediğini merak etmediniz mi? Neden telefon
edip sormadınız?"
"Sara biraz . . . nasıl dese m . . . farklıydı. Canı ne isterse onu
yapardı. Çoğu zaman sözleştiğimiz halde gelmezdi, çünkü
başka bir şey yapmaya karar verirdi. Kızlar sanırım bazen
bu yüzden kavga ederlerdi, ben karışmak istemezdim. Duy­
duğum kadarıyla Sara, şu baş harflerle anılan sorunlardan
birini yaşıyordu, onun için işleri büsbütün kötüleştirmenin
bir anlamı yoktu." Masada oturmuş, bir kağıt peçeteyi lime
lime etmekteydi. Önünde beyaz kağıt parçalarından küçük
bir tepecik olmuştu.
Martin başını defterden kaldırdı, kaşlarını çattı. "Şu baş
harflerle anılan sorunlar mı? Ne demek istediniz?"
"Bilirsiniz, bugünlerde iki çocuktan birinde görülen şey­
ler: DEHB, I ZADE,2 BİB3 veya başka ne diyorlarsa."
"Neden Sara'nın bir rahatsızlığı olduğunu düşünüyordu­
nuz?"
Veronika omzunu silkti. "Herkes konuşuyordu bunu. Ben­
ce de uyuyordu onun durumuna. Sara bazen tahammül edil­
mez bir çocuk olurdu; ya bir rahatsızlığı vardı ya da yetişti­
rilme tarzı yanlıştı." Ölü bir kız hakkında böyle konuştuğu
için utanarak önüne baktı. Kağıdı daha da büyük bir hırsla
bıraktığı yerden didiklerneye devam etti ve çok geçmeden or­
tada peçete diye bir şey kalmadı.
"O halde bu sabah Sara'yı hiç görmediniz? Telefonla da si­
zi aramadı?"
Veronika başını salladı.
"Eminsiniz değil mi, aynı durum kızınız için de geçerli?"

1. Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu. (yay.n.)

2. Zaman Algısı ve Dikkat Eksikliği. (yay. n.)

3. Beyin işlev bozukluğu. (yay. n.)


35

"Evet, bütün sabah benimle birlikteydi, Sara ile konuşsaydı


bilirdim. Hem Sara'dan ses seda çıkmadığı için küskün bir ha­
li vardı, o yüzden eminim birbirleriyle hiç konuşmadıklarına."
"Öyleyse, sanırım size soracağımız başka soru kalmadı."
Veronika hafifçe titreyen bir sesle sordu: "Charlotte na­
sıl?"
"Bu koşullarda nasıl olabilirse öyle." Patrik'in bulabildiği
tek cevap buydu.
Bir an, Veronika'nın gözlerinde, kendi çocuğunun bir ka­
zaya kurbanı gittiğini aklından geçiren her annede görüle­
bilecek dipsiz bir uçurumun açıldığını gördü. Aynı zamanda
kendi çocuğunun değil de, başkasınınkinin başına gelmiş ol­
masından duyulan rahatlamayı da gördü. Öyle hissettiği için
onu ayıplayamazdı. Son bir saat içinde kendi düşünceleri de
iki de bir Maja'ya kaymıştı. Yumuşacık ve cansız bedeninin
görüntüsü gözünde canlanıyor, yürek atışlarını hızlandırı­
yordu. Kendisi de kazanın başkasının çocuğunun başına gel­
miş olmasından dolayı minnet duyuyordu. Onurlu olmasa da
insani bir duyguydu.
Strömstad 1923

Tecrübelerine dayanarak taşın neresinden e n kolay yarı­


lacağına karar verdi ve çekici keskinin üzerine vurdu. Yerin­
de bir karardı, granit tam hesapladığı yerden yarıldı. Yılların
deneyimi doğru yolu göstermişti, ama doğal yetenek de işin
büyük bir parçasıydı.
Anders Andersson, daha küçük bir çocukken ilk kez ta­
şocağına geldiğinde taşı sevmişti, taş da onu sevmişti. Ama
ömür törpüsü bir meslekti. Granit tozu ona dokunuyordu,
her geçen yıl ciğerleri daha fazla etkileniyordu, ayrıca taşlar­
dan saçılan parçacıklar bir anda insanın gözünü kör edebilir
veya yıllar geçtikçe görüşünü bulanıklaştırabilirdi. Kışın so­
ğuğunda eldivenle çalışıp düzgün bir iş çıkarmak neredeyse
imkansızdı, parmaklarınız donar, kopacak gibi olurdu. Yaz­
ları kavurucu sıcağın altında pişer, tere batardınız. Anders
ister yol yapımında kullanılan "iki-öre" denen on santimlik
küp parke taşlan üzerinde çalışsın, ister daha ileri beceri is­
teyen işlerde çalışma ayncalığını elde etmiş olsun, emek har­
cadığı her zorlu dakikayı severek yaşardı. Dünyaya bu işi
yapmak için geldiğini biliyordu. Daha yirmi sekiz yaşında
sırtı ağrımaya başlamıştı, azıcık rutubete maruz kalsa uzun
öksürük nöbetlerine tutulurdu, ama bütün enerjisiyle önün­
deki işe odaklanınca hastalıklarını unutur, yalnızca parmak­
larının altındaki köşeli taşın sertliğini hissederdi
37

Bildiği taşlar arasında en güzeli granitti. Çoğu taş usta­


sı gibi o da Bohuslan bölgesine çok eski tarihlerden beri taş
ustalarının yetiştiği Blekinge'den gelmişti. Blekinge graniti,
Norveç sınırına yakın bölgelerin taşlarına göre işlenmesi da­
ha zor bir granitti. Bu elverişsiz taşlar sayesinde edindikleri
hüner nedeniyle Blekinge'li taş ustalarına saygı duyulurdu.
Geleli üç yıl oluyordu, daha ilk günden buradaki granite hay­
ran olmuştu. Gri ile pembenin buluşmasında, taşın doğru bir
biçimde yarılması için ustalık gerektirmesinde, onu çeken bir
şey vardı. Bazen çalışırken taşla konuşurdu, eğer olağanüstü
zor bir parçaysa onu kandırmaya çalışır, işlenıneye uygun ve
bir kadın kadar yumuşak ise okşardı.
Gerçek kadınlardan hiç davet almıyor değildi. Çoğu bekar
taş ustası gibi, fırsat bulduğunda o da eğlencesine bakardı,
ama hiçbir kadın yüreğini hoplatacak kadar çekici gelmemiş­
ti ona. Buna razı olmuştu. Kendi başına pekala idare ediyor­
du. Ekibindeki gençler tarafından sevilir, sık sık onların ev­
lerine, bir kadın eliyle hazırlanmış akşam yemeğine davet
edilirdi. Hem onun taşları vardı. Üstelik tanıştığı her kadın­
dan daha güzel, daha sadıktı taşlar. Taşlarla arasında iyi bir
işbirliği vardı.
"Hey Andersson, bir dakika buraya gelir misin?" Anders
üzerinde çalıştığı büyük bloku bırakıp o yöne döndü. Usta­
başı seslenmişti. Böyle durumlarda beklentiyle karışık tela­
şa kapılırdı. Ustabaşı sizden bir şey isterse, bu ya iyi ya da
kötü haberdi. Size daha fazla iş teklif edebilir ya da taşoca­
ğıyla işinizin bittiğini, şapkanızı alıp evinize dönmenizi söy­
leyebilirdi. Aslında Anders birinci şıkla karşılaşacağına ina­
nıyordu. Mesleğinde usta olduğunu, şirket küç.ülmeye gide­
cek olsa bile kendisinden önce kovulacak çok adam olduğu­
nu biliyordu. Öte yandan her zaman mantık işlemezdi. Siya­
set ile iktidar kavgası pek çok iyi taş ustasını eve göndermiş­
ti. Bu yüzden hiçbir şey garantili değildi. Sendikayla kuvvet-
38

li bağlan olması da, patron birilerinden kurtulmak istediğin­


de onu zor duruma düşürebilirdi. Siyasette aktif taş ustala­
rı pek tutulmazdı.
Ustabaşını görmeye gitm eden son bir defa taş bloku­
na baktı. Bu, parça başı bir işti, kaybettiği her dakika geli­
rin düşmesi anlamına geliyordu. Yapmakta olduğu işte, her
taş için iki öre alıyordu; bu işe "iki-öre" denmesinin nedeni de
buydu. Eğer ustabaşı lafı uzatırsa, kaybettiği zamanı kazan­
mak için çok çalışması gerekecekti.
"İyi günler Larsson" dedi Anders, elinde kasketiyle eğile­
rek. Ustabaşı protokole çok önem veren biriydi. Hak ettiğini
düşündüğü saygı gösterilmediğinde, işten adam çıkardığı gö­
rülmüştü.
Tombul adam "İyi günler Andersson" diye mırıldandı, bı­
yığını çekiştirerek.
Anders bunun altından ne çıkacağını merak ederek gergin
bir halde bekledi.
"Durum şöyle, Fransa'dan bir anıt mezar için büyük bir
sipariş aldık. Bu bir heykel olacak, taşı sana kestirmeyi dü­
şündük."
Anders'in yüreği sevinçten küt küt atıyordu ama korku da
taş gibi oturmuştu midesine. Bir heykel hammaddesini kes­
me sorumluluğunun kendisine verilmesi büyük bir fırsat­
tı. Her zamanki işlerden çok daha fazla para getirirdi, üste­
lik daha eğlenceli ve iddialı bir işti. Ama aynı zamanda çok
büyük bir tehlikesi vardı. H eykel gemiye bindirilene kadar
tüm sorumluluk onda olacaktı, herhangi bir şey yanlış gider­
se, yaptığı iş için tek öre almayacaktı. İki taşı yontma görevi
verilmiş bir taş ustası söylencesi vardı; adam işin son aşama­
sına gelince bir yanlışlık yapmış ve iki taşı da mahvetmişti;
söylenenlere bakılırsa morali öyle bozulmuştu ki, kendi ca­
nına kıymış, arkasında yedi çocuk ve dul bir eş bırakmıştı.
Ama koşullar böyleydi. Bunu değiştirmek onun elinde değil-
39

di v e öyle bulunmaz bir fırsattı ki bu, elinden kaçmasına izin


veremezdi.
Anders eline tükürdü ve ustabaşına uzattı, o da aynı şeyi
yaptı ve ellerini sıkıca birbirine kenetleyerek tokalaştılar. Bu
bir anlaşmaydı. Anders anıtın yapılma işinden sorumlu ola­
caktı. Taşocağındaki diğer arkadaşlarının tepkilerinden bi­
raz korkuyordu. Ondan çok daha uzun yıllar bu işi yapmış
adamlar vardı. Bazıları işin kıdemlilerden birine verilmesi
gerektiğini söyleyip yakınacaktı; Anders'ten farklı olarak, di­
ğerlerinin bakmaları gereken aileleri vardı. Kış gelirken baş­
larına devlet kuşu konmuş gibi olacaktı. Öte yandan hepsi de
biliyordu ki, Anders ne kadar genç olursa olsun, içlerindeki
en yetenekli taş ustasıydı. Üstelik Anders kendisiyle birlik­
te çalışmak üzere aralarından birilerini seçecekti ve seçece ­
ği adamların zayıf ve güçlü yanlarını iyi tarttığı, en fazla ki­
min ihtiyacı olduğunu hesaba kattığı daha önce görülmüştü.
"Yarın ofise gel, ayrıntıları görüşelim" dedi ustabaşı, bıyı­
ğını burarak. "Mimar, ilkbalıara doğru gelecek, ama planlar
bize ulaştı, kaba kesime başlayabiliriz."
Anders suratını astı. Çizimierin üzerinden gitmek birkaç
saat alırdı; bu da şu an üzerinde çalıştığı işten zaman çala­
caktı. Ve şimdi her kuruşa ihtiyacı vardı, çünkü anıtın sözleş­
mesine göre ödeme, iş bittikten sonra yapılacaktı. Bütün bun­
lar, kendini daha uzun iş günlerine alıştırması gerektiği an­
lamına geliyordu, çünkü bir yandan da parke taşlarını kes­
meye devam etmeliydi. Ama ofise gitmekten hoşlanınama­
sının tek nedeni, işinin kesintiye uğraması değildi. Nedense
ofis onu hep rahatsız ederdi. Oradaki insanların elleri fazla
yumuşak, yürüyüşleri çok zarifti, şık ofis giysileri içinde ya­
vaşça yürüyorlardı; kendini onların yanında hantal bir hödük
gibi hissediyordu. Baştan aşağı iyice yıkanıp paklansa da, ki­
rin derisine işlediği gerçeği değişmiyordu. Yapılması gereken
yapılmalıydı. Oraya gitmek ve çizimiere bakmak zorundaydı;
40

sonra kendini evinde gibi hissettiği taşocağına dönerdi.


"Öyleyse yarın görüşeceğiz" dedi ustabaşı, ayaklarının
üzerinde öne arkaya sallanarak. "Saat yedide. Geç kalma"
diye tembihledi, Anders yalnızca başını salladı. Bunu tehli­
keye atamazdı zaten. Böyle bir fırsat insanın eline her za­
man geçmezdi.
Canlı adımlarla, üzerinde çalıştığı taşın başına geri döndü.
Hissettiği mutlulukla taşı tereyağı gibi kesti. Hayat güzeldi.

* * *

Uzayda fır fır dönüyordu. Kendisi düşerken gezegenler ve


yumuşak bir ışıltı yayan diğer gökcisimleri yanından hızla
geçiyordu. Rüya sahneleri anlık gerı,:eklerle karışıyordu. Rü­
yasında Sara'yı gördü. Gülümsüyordu. Küçücük bebek bede­
ni ne kadar mükemmeldi. Mermer beyazı, uzun, hassas par­
maklarıyla minicik eller. Doğumundan sonraki ilk dakikalar­
da Charlotte'un işaretparmağını yakalamış ve bu korkutucu
yeni dünyada tutunacağı tek dal gibi asılmıştı. Belki de öy­
leydi. Çünkü kızının, işaretparmağını sımsıkı kavrayan eli,
sonraki günlerde, yüreğini de daha sıkı bir biçimde avucunun
içine almıştı. Öyle sıkı bir kavrayıştı ki bu, Charlotte daha o
zamandan biliyordu ömrü boyunca onu bırakmayacağım.
Şimdi göklerde yaptığı yolculukta güneşin yanından geçi­
yordu; güneşin göz kamaştırıcı ışığı Sara'nın saçının rengi­
ni hatırlattı. Ateş gibi kızıl saçlar. Şeytan gibi kızıl, demişti
biri iltifat olsun diye ve şimdi rüyasında, bu iltifatı o zaman
da sevmediğini hatırladı. Kollarında yatan çocuğun şeytana
benzer hiçbir yanı yoktu. Önceleri punk'çılarınki gibi dim­
dik duran kızıl saçlarında şeytanı hatırlatan hiçbir şey yok­
tu ve yıllar geçtikçe, o saçlar uzamış, gürleşmiş, omuzlanna
dökülmüştü.
Sara'nın, yüreğini sımsıkı kavrayan parmaklarının ve ne-
41

şeyle hoplayıp zıpladığı zaman daracık omuzlannda dalgala­


nan kızıl saçlannın görüntüsünü şimdi bu kabus uzaklaştın­
yordu. Onların yerine ıslanmış, koyu renk, biçimsiz bir hale
gibi yayılmış saç tutarnları görüyordu. Bu saç tutarnları öne
arkaya dalgalanıyor ve yosundan uzun kollar ona ulaşınaya
çalışıyordu. Deniz bile kızıl renginden hoşlandığı bu saçları
sahiplenmeye çalışıyordu. Rüyasında mermer renginin ko­
yulaşıp maviye ve mora dönüştüğünü gördü. Sara'nın gözle­
ri kapalıydı, ölüydü. Kız suyun içinde yavaş yavaş dönmeye
başladı, ayak parmaklan gökyüzüne dönüktü, elleri karnının
üzerinde bitişmişti. Sonra hız arttı, kendi etrafında fır döner­
ken kurşuni su yarıldı ve yeşil kollar geri çekildi. Kız gözleri­
ni açtı. Bütünüyle, tek kelimeyle, bembeyazdı lar.
Onu uykudan uyandıran çığlık derin bir uçurumun dibin­
den geliyor gibiydi. Omuzlarında onu sertçe sarsan Niclas'ın
ellerini hissedene kadar, duyduğu çığlığın kendisine ait ol­
duğunu anlayamadı. Bir an rahatlar gibi oldu. Bütün bun­
lar rüyaydı. Sara hayattaydı, iyiydi; sadece pis bir kabus ona
oyun oynuyordu. Ama sonra Niclas'ın gözlerine bakınca ora­
da gördükleri, bağrında yeni bir çığlığa yer açtı. Niclas bu­
nu önlemek için onu kendine doğru çekti ve çığlık hıçkırıkla­
ra dönüştü. Gömleğinin önü ıslaktı; Charlotte, onun hiç aşİ­
na olmadığı terinin tuzunu tattı.
"Sara, Sara" diye iniedi genç kadın. Artık uyanmıştı, ama
uzaydan düşme hali devam ediyordu. Sırtının dik tutan tek
şey, Niclas'ın onu saran kollarıydı.
"Biliyorum, biliyorum." Niclas onu kollarında salladı, se­
si boğuktu.
"Neredeydin?" diye sessizce hıçkırdı Charlotte, ama Niclas
onu kollarında sallamaya ve titreyen eliyle saçlannı okşama­
ya devam etti.
"Şışşt, buradayım artık. Uyu sen."
"Yapamam."
42

"Yaparsın, şışşt . . . " Karanlığa ve rüyalara teslim olana ka­


dar Niclas onu belli bir ritimle kollarında sallamaya devam
etti.

* * *

Onlar dışarıdayken haber polis merkezinde yayılmıştı.


Çocuk ölümleri ender görülen vakalardandı; çocuklar araba
kazası kurbanı olabilirlerdi, ama bu da kırk yılda bir meyda­
na gelirdi. Başka hiçbir şey bütün binayı böylesi bir kasvet­
le saramazdı.
Resepsiyon masasının yanından geçerken Annika, Patrik'e
sorgulayan gözlerle baktı, ama Patrik'in kimseyle konuşacak
hali yoktu. Yalnızca odasına gitmek ve kapıyı kapatmak isti­
yordu. Koridorda Ernst Lundgren'le karşılaştılar, ama o da
bir şey söylemedi, böylece Patrik hızla küçük ininin sessizli­
ğine daldı, Martin de aynısını yaptı. Profesyonel eğitimlerin­
de böyle bir durumla karşılaştıklarında ne yapacakları öğre­
tilmiyordu. Birine ölüm haberi vermek, bu mesleğin en iğrenç
görevlerinden biriydi. Çocuklarının bir kazada hayatını kay­
bettiğini anne babalara haber vermek ise dünyanın en kötü
şeyiydi. Sağduyuya, toplumsal nezakete aykırıydı. Hiç kimse
böyle haberler iletıneye zorlanmamalıydı.
Patrik masasına oturdu, başını ellerinin arasına aldı. Çok
geçmeden gözlerini yeniden açtı, çünkü gözkapaklarının ar­
kasındaki karanlıkta gördüğü tek şey, Sara'nın mavimsi sol­
gun cildi ve gökyüzüne dikilmiş, görmeyen gözleriydi. Bunun
yerine masasında duran çerçeveli fotoğrafı alıp yüzüne müm­
kün olduğu kadar yaklaştırdı. Maj a'nın ilk fotoğrafı. Bitkin
ve morluklada kaplı bir halde, doğumevinde Erica'nın kolla­
rında dinleniyordu. Çirkin ama güzeldi; bu duyguyu ancak
çocuklarını ilk kez gören anne babalar anlardı. Erica ise ha·
raptı, belli belirsiz gülümsüyordu, ama yüzünde yeni bir ka-
43

rarlılık ve mucize olarak tanımlanabilecek bir işi başarma­


nın gururu vardı.
Patrik neredeyse ağlayacak kadar duygusal olduğunun
farkındaydı. Ancak şimdi, bu sabah, kızının doğumuyla bir­
likte üstlendiği sorumluluğun büyüklüğünü anlamıştı. An­
cak şimdi anlıyorrlu sevgisinin ve korkusunun çapını. Boğu­
lan kızı teknenin güvertesinde heykel gibi yatarken gördü­
ğünde, bir an Maja'nın hiç doğmamış olmasını dilemişti. Onu
kaybetme riskiyle nasıl yaşayabilirdi?
Fotoğrafı dikkatlice masanın üzerine bıraktı ve koltuğuna
yaslandı, ellerini başının arkasında kenetledi. Fj allbacka'ya
çağrılmadan önce üstlendiği görevlerin tümü aniden anlam­
sız geldi. En çok da eve dönmek, kendini yatağa atmak, örtü­
yü başının üstüne çekmek, günün geri kalanı öyle geçirmek
istedi. Kapının vurulmasıyla düşünceleri kesildi. "Girin" diye
seslenince, Annika kapıyı ihtiyatla iterek açtı.
"Selam Patrik, kusura bakma rahatsız ediyorum seni.
Yalnızca haber vermek istedim, adli tıptan telefon geldi, ce­
sedi teslim almışlar. Otopsi raporu yarın değil, öbür gün eli­
mizde olacak."
Patrik bitkince başını salladı. "Teşekkürler Annika."
Annika duraksadı. ''Tanıyor muydun onu?"
"Evet, Sara ve annesiyle son zamanlarda birkaç kez bu­
luşmuştuk. Maja doğduğundan beri Charlotte ile Erica sık
sık bir araya geliyorlardı."
"Sence nasıl oldu bu iş?"
Patrik içini çekti ve başını kaldırmadan boş boş önünde­
ki kağıtlarla oynamaya başladı. "Boğuldu, duymuş olmalısın.
Herhalde oynamaya iskeleye gitmişti, denize düştü ve son­
ra çıkamadı. Su o kadar soğuk ki, bedeni hızla ısı kaybetmiş
olmalı. Ama en korkuncu, Charlotte'a haber vermekti . . . " Se­
si çatiadı ve gözlerinde biriken yaşları Annika görmesin diye
başını çevirdi.
44

Annika anlayışlı bir tavırla kapıyı kapatıp onu rahat bı­


raktı. Zaten böyle bir günde pek fazla çalışamayacaktı.

* * *

Erica tekrar saate baktı. Charlotte yarım saat önce gelmiş


olmalıydı. Göğsüne gömülmüş, uyuklayan Maja'yı dikkatlice
öbür tarafa aktardı ve telefona uzandı. Charlotte'un evinde
zil defalarca çaldı, ama cevap veren olmadı. Çok tuhaftı. Bel­
ki bu öğleden sonra buluşacaklarını unutup dışarı çıkmıştı.
Gerçi onun yapacağı şey değildi bu.
Erica, çok kısa sürede yakın arkadaş olduklarını düşün­
dü. Belki her ikisi de hayatlarının kırılgan bir dönemindey­
diler, belki de birbirlerine çok benziyorlardı. Gerçekten ko­
mikti. Charlotte ve o sanki kardeş gibiydiler; hatta Anna'yla
yaşamadığı türden bir kardeşlik duygusu vardı aralarında.
Charlotte'un onun için endişelendiğini biliyordu ve bunca ka­
osun ortasında bu ona güven veriyordu. Erica hayatı boyunca
başkaları için endişelenmişti, özellikle de Anna için. Bir kez
de ona küçük ve korkmuş biri gibi davranılması tuhaf bir öz­
gürlük duygusu tattırmıştı Erica'ya.
Aynı zamanda Charlotte'un da bazı sorunları olduğunu bi­
liyordu. Annesi Lilian ve babası Stig'le aynı evde yaşamak
zorunda kalması değildi tek sorun. Özellikle Lilian'la yaşa­
mak pek kolay olmasa gerekti. Charlotte, kocası Niclas hak­
kında konuşurken yüzünde güvensiz ve gergin bir ifade beli­
riyordu. Erica, Niclas'la birkaç kez karşılaşmıştı, ama ilk iz­
lenimlerine göre, bu adamda güvenilmez bir yan vardı. Güve­
nilmez demek belki biraz ağır kaçardı. Belki de Niclas iyi ni­
yetli, ama sonuç olarak başkasının değil, kendi ihtiyaç ve ar­
zularını önde tutan insanlardan biriydi. Charlotte, Erica'nın
bu izlenimini doğrulayan birkaç şey söylemişti, ama çoğu za­
man satır aralarını okumak ona kalıyordu, çünkü arkada-
45

şı genellikle kocasından hayranlıkla bahsederdi. Charlot­


te Niclas'a hayrandı; birkaç kere, bu kadar şanslı olmasına
inanamadığını söylemişti. Niclas gibi biriyle evlenmiş olması
ona inanılmaz bir şey gibi geliyordu.
Erica tarafsız baktığında, fiziksel yönden Niclas'ın karı­
sından daha üstün sayılacağını elbette görebiliyordu. Kadın­
ların değerlendirmesine göre yeni doktor uzun boylu, sarışın
ve yakışıklıydı. Karısından farklı olarak, gerçekten geniş bir
akademik birikimi de vardı. Ama manevi açıdan, Erica duru­
mun tam tersi olduğunu görüyordu. Şanslı olduğu için dua
etmesi gereken biri varsa, o da Niclas'tı. Charlotte sevgi do­
lu, akıllı, nazik bir insandı ve Erica şu bedbin halinden bir
kurtulsa, arka daşının güçlü yanlannı keşfetmesi için elinden
geleni yapacaktı. Ne yazık ki şu anda arkadaşının durumuna
kafa patlatmaktan fazlası gelmiyordu elinden.
Birkaç saat sonra hava kararmış, dışarıda fırtına şid­
detlenmişti. Erica saate bakınca, memesini emzik sanan
Maja'yla birlikte bir iki saat uyumuş olduğunu fark etti. Tam
Charlotte'u aramak için telefona uzanacağı sırada ön kapının
açıldığını duydu.
"Merhaba" diye seslendi. Patrik'in eve gelmesine daha bir
iki saat vardı, belki de nihayet aklını topariayan Charlotte
gelmişti.
"Benim." Patrik'in sesinde boş bir tım vardı; Erica hemen
tedirgin oldu.
Patrik odaya girdiğinde Erica iyice endişelendi. Yüzü kül
gibi olmuştu, gözleri de ölü gibi bakıyordu, Erica'nın kolla­
rında uyuyan Maj a'yı görene kadar da öyle kaldı. İki uzun
adım atarak yanlarına geldi ve Erica'nın karşı koymasına
fırsat vermeden Maja'yı kaptığı gibi sıkıca göğsüne bastırdı.
Maja böyle ansızın kucaklandığı için uyanıp avaz avaz ağla­
maya başlayınca da durmadı.
"Ne yapıyorsun? Maja'yı korkutuyorsun!"
46

Erica ağlayan bebeği Patrik'ten alıp yatıştırmaya çalıştı,


ama Patrik buna izin vermedi ve bebeğe daha da sıkı sanldı.
Maja şimdi çılgınlar gibi bağırıyordu. Erica, aklına daha iyi
fikir gelmediği için Patrik'in koluna bir tokat attı. "Kes şu­
nu! Neyin var senin? Görmüyor musun korkudan ödü patlı­
yor" dedi.
Patrik kendine gelir gibi oldu. Öfke ve korkudan pancar
gibi kızarmış kızına karmakarışık duygularla baktı.
"Mfedersin." Bebeği yatıştırmak için elinden geleni ya­
pan Erica'ya verdi Maj a'yı. Birkaç dakika sonra Erica bebe­
ğin çığlıklarını hıçkırıklara dönüştü:rmeyi başarmıştı. Gözle­
ri fırtınaya dikili bir halde kanepede oturan Patrik'e baktı.
"Ne oldu, Patrik?" diyP. Rordu, bu kez daha müşfik bir ifa­
deyle. Sesine biraz endişe bulaşmasını önleyememişti.
"Bugün bir çocuğun bo ğulduğu ihb arı geldi. Burada
Fjallbacka'da. Martin'le olay yerine gittik."
"Aman Tanrım! Ne olmuş? Kimmiş?"
Sonra kafasına binlerce düşünce üşüştü ve sonunda birden­
bire her şey bir yapbozun parçaları gibi yerli yerine oturdu.
"Aman Tanrım!" diye tekrarladı. "Sara, değil mi? Bugün
Charlotte bana kahveye gelecekti, hiç görünmedi, ben aradı­
ğım zaman telefona da cevap vermedi. Öyle, değil mi? Sara'yı
buldunuz, değil mi?"
Patrik yalnızca başını sallayabildi. Erica yere çökmemek
için koltuğa attı kendini. Sara'nın daha iki gün önce oturma
odalarındaki kanepenin üzerinde zıplayışı gözlerinin önüne
geldi. Başının etrafında uçuşan uzun kızıl saçları ve durdu­
rulmaz bir ilkel güç gibi içinde köpüren kahkahasıyla.
"Aman Tanrım!" dedi Erica yeniden. Elini ağzına götürdü,
midesine taş oturmuştu sanki. Patrik pencereden dışarı ba­
kıyordu; Erica onun çene kemiklerinin kilitlendiğini gördü.
"Korkunçtu, Erica. Sara'yı çok fazla görmedim, ama onu
orada, o teknenin içinde yatarken görmek, cansız bir halde . . .
47

Maja'yı düşünüp durdum. O andan beri d e aklımdan çıkmı­


yor. Öyle bir şeyin Maja'nın başına geldiği düşüncesini ka­
famdan söküp atamıyorum . Sonra olanları Charlotte'a an­
latmak . . . "
Erica bir inilti, acı dolu bir ses çıkardı. Charlotte'un ve
Niclas'ın acısını ne kadar derinden paylaştığını tarif ede­
cek sözcükler bulamıyordu. Maja'yı daha sıkı tuttuğunu fark
edince Patrik'in tepkisini anladı. Onu hiçbir zaman bırakma­
yacaktı. Burada oturup ona sımsıkı sarılacak, güvende olma­
sını sağlayacaktı, sonsuza kadar. Ama Maja huzursuzca kı­
pırdandı, bütün çocuklar gibi o da bir şeyin yolunda gitmedi­
ğini hemen sezmişti.
Dışarıda fırtına azınaya devam ediyordu. Parik ve Erica
uzun bir süre orada, doğanın vahşi oyununu seyrederek öy­
lece oturdular. İkisi de denizin aldığı çocuğu unutamıyordu.

* * *

Adli Tabip Tord Pedersen yüzünde olağandışı bir karar­


lık ifadesiyle işe girişti. Bu mesleği yıllarca yaptıktan sonra
katı denebilecek bir tavır benimsemişti, kişinin bakış açısı­
na göre, ya takdir edilecek ya da tİksinilecek bir tavır; işini
yaparken karşılaştığı görüntüler ne kadar dehşet verici olur­
sa olsun, işgününün sonunda üzerinde hiçbir iz bırakmıyor­
du. Ama küçük bir çocuğu kesip açmanın temel güdülerle çe­
lişen, bütün düzeni bozan, adli tabip olarak yıllardır sürdür­
düğü mesleğin ona verdiği nesnel profesyonelliğin altını oyan
bir yanı vardı. Çocuğun savunmasızlığı, ruhunun katlanabi­
leceği bütün savunma duvarlarını yıktı ve kızın göğsüne doğ­
ru hareket eden eli hafifçe titredi.
Kız içeri getirildiğinde varsayılan ölüm nedeninin boğul­
ma olduğu söylenmişti. Şimdi bu hipotezi yalanlamak veya
doğrulamak ona kalmıştı. Ama şu ana kadar çıplak gözle gö-
48

ründüğü kadarıyla, bunun tersini işaret eden bir şey yoktu.


Otopsi odasında acımasız bir parlaklık yayan beyaz ışık,
kızın cildinin mavimsi rengini iyice belirginleştiriyor, don­
muş olduğu izlenimi yaratıyordu. Altındaki soğuk alümin­
yum masa soğuğu yansıtır gibiydi. Pedersen yeşil cerrah ön­
lüğünün içinde titredi. Çocuk orada yatarken çıplaktı; onun
savunmasız bedeninde bir kesik açarak sanki ona şiddet uy­
guluyordu. Bu duyguyu uzaklaştırmak için kendini zorladı.
Yaptığı işin, hem kız hem de ebeveyni için çok önemli oldu­
ğunu biliyordu, onlar farkında olmasalar bile. Bu acı veren
süreç içinde, kesin ölüm nedeni belirlenmeliydi. Bu vakada
hiçbir belirsizlik yokmuş gibi görünse de, kuralların bir nede­
ni vardı . O hunu profesyonel bir düzlemde biliyordu, ama bir
insan ve iki çocuk babası olarak, yaptığı işte ne kadar insan­
lık vardı, merak ediyordu.
Strömstad 1 923

"Agnes, bugün sıkıcı toplantılar dışında bir iş yok. Benim­


le birlikte gelmen iyi fikir değil."
"Ama bugün seninle gelmek istiyorum . Çok sıkıldım. Ya­
pacağım hiçbir şey yok."
''Ya arkadaşların?"
"Hepsi meşgul" diye cevap verdi Agnes somurtarak. "Brit­
ta düğününe hazırlanıyor, Laila anne babasıyla birlikte
Halden'e, erkek kardeşini ziyarete gidiyor, Sonja da annesi­
ne yardım ediyor." Üzüntülü bir sesle ekledi: ''Yardım edece­
ğim bir annem olsaydı. .. " Kılkülünün altından babasına bak­
tı. Evet, taktiği işe yaramıştı, her zamanki gibi.
Adam göğüs geçirdi. "Peki öyleyse, istersen gel. Ama sa­
kin oturacaksın, kasırga gibi dolanıp çalışanlada konuşma­
yacaksın. Son geldiğinde o zavallı ihtiyarları allak bullak et­
tin; kendilerine gelmeleri birkaç gün aldı." Kendini tutarna­
yıp kızına gülümsedi. Kesinlikle ele avuca sığmayan bir kız­
dı, ama Norveç sınırının bu yakasında ondan daha göz alıcı­
sı bulunamazdı.
Agnes mutlu bir gülüşle karşılık verdi, bir kez daha za­
fer kazanmıştı; babasını kucaklayarak ve göbeğine küçük bir
şaplak atarak ödüllendirdi.
"Kimsenin benimki gibi bir babası yoktur" diye cilve yaptı.
Keyiflenen August Stjernkvist kıkır kıkır güldü.
so

Sonra onu kendine doğru çekerek, "Sen olmasaydın ne ya­


pardım ?" dedi yarı ciddi yarı şaka.
"Ah, bu konuda dertlenmene gerek yok, çünkü hiçbir yere
gidecek değilim."
"Evet, en azından şimdilik öyle" diyen August, hüzünlene­
rek kızının koyu renk saçlarını okşadı. "Ama günün birinde
biri gelecek ve seni benden çalıp götürecek, bunun için fazla
beklerneye gerek yok. Yani sen beğenebileceğin birini bulabi­
lirsen tabii" diyerek güldü. "Ne var ki, şu ana kadar hoşuna
giden biri çıkmadı."
"Evet, ama önüme çıkan her erkeğe razı olarnam ki" diye­
rek güldü Agnes. "Önümdeki örneğe bakılırsa, seçici olmam
herhalde seni şaşırtmıyordur."
"Bana bak küçük kız, bu kadar iltifat yeter ama" diye Au­
gust toparlandı. "Benimle ofise geleceksen haydi kalk. Patro­
nun işe geç kalması yakışık almaz."
Bu tembihlere rağmen yola çıkmaları bir saati buldu. Ön­
ce saçlarını yapmak ve kıyafet beğenmekle zaman geçti, ama
babası sonucu görünce harcanan çabaya değmiş olduğunu
kabul etti. Böylece ofise yarım saat geç gittiler.
"Özür dilerim, geciktim" dedi August, üç adamın oturup
onu beklediği odaya hızla dalarken. "Ama gecikme sebebimi
görünce beni bağışlayacağınızı umarım." Eliyle hemen arka­
sından onu takip eden Agnes'i gösterdi. Vücuduna yapışarak
incecik belini ortaya çıkaran kırmızı bir elbise giymişti. Çoğu
genç kız saçlarını 1 920'lerin modasına uygun olarak kısacık
kestiriyordu, ama Agnes bu modaya uymayarak akıllıca dav­
ranıyordu. Dolgun siyah saçları basit bir topuzia ensesinde
toplanmıştı. Evdeki ayna sayesinde, bıraktığı etkinin çok iyi
farkındaydı. Şimdi erkeklerin önünde dururken, sonuna ka­
dar bunun tadını çıkarıyordu; eldivenlerini çıkardı, her biri­
nin tek tek elini sıkmasına izin verdi.
Büyük bir zevkle, istediği etkiyi yarattığını fark etti. İç-
51

lerinden ikisi, sudan çıkmış balık gibi ağızları açık duruyor­


du ve elini biraz fazla uzun tutmuşlardı. Ama üçüncüsü fark­
lıydı. Agnes şaşırarak yüreğinin hoplarlığını hissetti. Yap ılı
ve güçlü biriydi, başını kaldırıp bakınadı bile, elini de kısaca
sıkıp bıraktı. Öbür iki adamın elleri yumuşak ve neredeyse
kadın eli gibiydi, ama bu adamınki farklıydı. Avucunun içi­
ne sürtünen nasırları hissetmişti, parmakları da ince uzun­
du. Bir an için onun elini bırakmamayı geçirdi akimdan, son­
ra uslu bir kız gibi başıyla selam verdi. Gözlerine yalnızca kı­
sacık bir an değen gözleri kahverengiydi, ailesinde Valon ka­
nı olduğunu tahmin etti.
Tanışmadan sonra köşede bir sandalyeye oturup elleri­
ni kucağında k avu ş tu rdu Babasının bir an tereddüt ettiğini
.

fark etti. Onu dışarı göndermeyi tercih ederdi, ama Agnes en


meleksi ifadesini takınarak yalvaran bakışlarını ona çevirdi.
Her zamanki gibi babası onun isteğini yerine getirdi. Hiçbir
şey söylemeden başıyla orada kalmasını onayladı. Odadan
küçük bir çocuk gibi dışarı atılmamak için bu seferlik bir fa­
re kadar sessiz durmaya karar verdi. Bu adamın önünde öyle
bir muameleye maruz kalmak istemiyordu.
Normalde bir saat sessiz kaldığı toplantılarda sıkıntıdan
gözyaşiarına boğulacak gibi olurdu, oysa bu kez hayır. O bir
saat çabucak geçti, toplantı bittiğinde Agnes böyle olmasının
nedenini kesinlikle anlamıştı. Bu adamı istiyordu, şimdiye
kadar istediği her şeyden çok.
Ve istediğini genellikle alırdı.

* * *

"Niclas'ı ziyaret etmemiz gerekmez mi?" diye yalvarırcası­


na sordu Asta kocasına. Ama Arne'nin taş gibi katı yüzünde
hiç de anlayışlı bir ifade yoktu.
"Sana benim evimde o adamın adı bir daha ağza alınma-
52

yacak demedim mi?" Arne, mutfak penceresinden dışarı bak­


tı; dalıp giden bakışları granit gibiydi.
"Ama küçük kıza olanlardan sonra . . . "
"Tanrı cezasını verdi. Ben sana günün birinde böyle olaca­
ğım söylememiş miydim? Bütün olanlar onun suçu. Beni din­
leseydi, böyle olmazdı. Tanrı korkusu olan insanların başına
kötülük gelmez. Bir daha bu konu konuşulmayacak!" Eliyle
masaya vurdu.
Asta içini çekti. Elbette kocasına saygısı vardı ve genel­
likle en iyisini de o bilirdi, ama bu olayda yanılmış olabile­
ceğini düşünüyordu. Yüreğinin derinliklerinden bir ses, bu­
nun Tanrı'nın istekleriyle uyuşmadığını söylüyordu. Oğulla­
rımn ha şma korkunç bir şey geldiğinde elbette onun yanına
koşmaları gerekirdi. Evet, doğru, küçük kızı hiç tanımamış­
tl, yine de kendi kanlarının canlarının bir parçasıydı o. Ve ço­
cuklar Tanrı'nın ülkesine aitti, İncil'de öyle yazıyordu. Ama
bunlar, yalnızca mütevazı bir kadının düşünceleriydi. Arne,
ne de olsa bir erkekti ve en iyisini o bilirdi. Her zaman öyle
olmuştu. Her zamanki gibi düşüncelerini kendine sakladı ve
masayı toplamak üzere ayağa kalktı.
Oğluyla görüşmeyeli yıllar oluyordu. Elbette arada sıra­
da bir yerlerde karşılaşıyorlardı; geri dönüp Fj allbacka'ya
yeniden yerleştiği için bundan kaçınmak mümkün değildi,
ama durup oğluyla konuşmaması gerektiğini biliyordu. Oğ­
lu onunla konuşmak için birkaç kez durup beklemişti, ama
o kendisine verilen talimata uyarak başını çevirip hızla ora­
dan uzaklaşmıştı. Yine de, bakışlarını yeterince hızlı çevire­
memiş ve oğlunun gözlerindeki kırgın bakışı görmüştü.
Bununla birlikte İncil diyordu ki, insan babasını ve anne­
sini onurlandırmalıdır, ama yıllar önce o gün olanlar, göre­
bildiği kadarıyla Tanrı'nın sözlerine karşı geliyordu. O yüz­
den oğluna, yüreğindeki yeri yeniden açamıyordu.
Masada oturan Arne'yi seyretti. Sırtı hala bir köknar ağa-
53

cı kadar dikti, arada birkaç kırlaşmış teli olsa da siyah saçla­


rı seyrelmemişti. Artık ikisi de yetmişin üstündeydiler. Genç­
liklerinde, kızların nasıl da Arne'nin peşinden koştuğunu ha­
tırladı, ama Arne hiçbirine ufacık bir ilgi bile göstermemiş­
ti. Asta on sekizine bastığında Arne onunla evlenmişti ve bil­
diği kadarıyla asla bir başka kadına bakmamıştı. Bu bakım­
dan, evde de farklı değildi, cinselliğe fazla meraklı olmamış­
tı. Asta'nm annesi her zaman, evliliğin bu yönüne katlanma­
nın kadının görevi olduğunu söylerdi. Seks hoşlanılacak bir
şey değildi, o yüzden Arne'nin yüksek beklentileri olmaması­
nı, kendi adına büyük bir şans olarak kabul ediyordu.
Yine de bir erkek evlatları olmuştu. Kocaman, harikulade,
fuıpsa rı bir oğlan, sanki hık demiş annesinin burnundan düş­
müştü, babasından aldığı özellikler ise yok denecek kadar az­
dı. Belki de işler o yüzden bu kadar ters gitmişti. Biraz da­
ha babasma benzeseydi, Arne'nin oğluyla daha fazla ilişkisi
olurdu. Ama öyle olmamıştı. En başından beri oğlan Asta'nın­
dı ve onu sevebildiği kadar sevmişti. Bu kadarı yeterli değil­
di elbette. Çünkü karar günü gelip çattığında, kocası ile oğlu
arasında bir seçim yapmak zorunda kalınca, kocasını seçerek
oğlunu yüzüstü bırakmıştı. Başka nasıl olabilirdi ki? Çocuklu­
ğundan beri ona öğretilen, bir kadının kocasının yanında dur­
ması gerektiğiydi. Bazen kederli anlarda, ışıklar sönünce, ya­
tağında tavanı seyrederek yatarken bir sürü şey düşünüyor­
du. Doğru diye ona öğretilen bir şeyin böylesine yanlış görün­
mesine şaşıyordu. İşte bu nedenle Arne'nin her zaman neyin
doğru, neyin yanlış olduğunu bilmesi büyük bir rahatlıktı.
Birçok kez ona, bir kadının yargısına güvenilmez demişti; bir
kadına yol göstermek erkeğin göreviydi. Bunda insana güven
veren bir şey vardı. Birçok yönden babası da Arne gibi biri ol­
duğundan, erkeklerin karar verdiği bir dünya onun bildiği tek
dünyaydı. Ve onun Arne'si zekiydi. Herkes bunda hemfikirdi.
Yeni rahip bile geçenlerde Arne'yi övmüştü. Birlikte çalış-
54

ma zevkine kavuştuğu en güvenilir kilise zangoçlarından bi­


riydi ve Tanrı da böyle sadık hizmetkarları olduğu için min­
nettar olmalıydı. Arne bütün bunları koltukları kabararak
aniatmıştı eve geldiğinde. Arne'nin yirmi yıldır Fjallbacka'da
zangoçluk yapması boşuna değildi. Tabii, o kadının burada
din görevlisi olarak bulunduğu o talihsiz yıllar sayılmazsa.
Asta, her şey bir yana, o yılların geri gelmesini asla istemez­
di. Tanrı'ya şükür kadın en sonunda istenmediğini anlamış
ve gerçek bir bölge rahibinin gelmesi için çekilmişti. O kadı­
nın görev süresinde zavallı Arne ne sıkıntılar çekmişti! Elli
yıllık evliliklerinde Asta ilk kez o zaman kocasının gözlerinin
yaşlarla dolduğunu görmüştü. Sevgili kilisesinin vaiz kürsü­
sünde bir kadın görme fikri bile onu yıkmaya yetmişti. Ama
Tanrı'nın, tefecileri mabedinden kovacağını da söylemişti. Ve
o zaman da yine Arne haklı çıkmıştı.
Asta'nın tek isteği, Arne'nin oğlunu affetmesi, yeniden yü­
reğindeki yerine yerleştirmesiydi. O güne kadar Asta mutlu­
luk yüzü görmeyecekti. Ama aynı zamanda farkındaydı ki,
bu korkunç olaydan sonra bile Arne Niclas'ı affetmezse, ba­
rışma umudu artık hiç kalmayacaktı.
Keşke kızı tanımış olsaydı. Şimdi artık çok geçti.

* * *

Sara bulunduğundan bu yana iki gün geçmişti. O günün


acısı azalmıştı, çünkü acımasızca zorlayan günlük sorumlu­
luklara dönmeleri gerekiyordu ve bir çocuk öldü diye insan­
lar sorumluluklarından kurtulmuyordu.
Telefon çaldığında Patrik bir darp olayıyla ilgili raporu­
nun son cümlesini yazmaktaydı. Kimin aradığını ekrandan
gördü ve içini çekerek ahizeyi kaldırdı. Kaçmanın fayda­
sı yoktu, en iyisi şimdi cevap verip bu işi bitirmekti. Telefo­
nun öbür ucundaki tanıdık ses Adli Tabip Tord Pedersen'in-
ss

di. Esas konuya girmeden önce kibarca selamiaşıp karşılık­


lı hal hatır sordular. Patrik'in, beklediği sonuçları duymadı­
ğının ilk belirtisi, kaşlarının arasında oluşan çizgiydi. Bir da­
kika sonra çizgi derinleşti. Patrik uzmanın raporunu sonuna
kadar dinledikten sonra ahizeyi var gücüyle çarparak telefo­
nu kapattı. Kafasında düşünceler uçuşurken bir an durup to­
parlanmaya çalıştı. Sonra ayağa kalktı, telefonla konuşurken
notlarını yazdığı defteri alıp Martin'in odasına gitti. Aslın­
da önce Polis Şefi Bertil Mellberg'in ofisine gitmesi gerekirdi,
ama aldığı bilgiyi güvendiği biriyle paylaşmaya ihtiyaç duy­
muştu. Ne yazık ki şefi bu kategoriye girmiyordu. Meslektaş­
ları arasında yalnızca Martin buna layıktı.
''Martin?"
Patrik içeri girdiğinde arkadaşı telefonla konuşuyordu,
ama koltuğa oturmasını işaret etti. Telefon görüşmesi sona
ermek üzere gibiydi; Martin alçak sesle, esrarengiz bir tavır­
la, "Hm . . . tabii. . . ben de . . . aynen" derken kıpkırmızı kesilerek
konuşmaya son verdi.
Kendi sıkıntılarına rağmen, Patrik genç meslektaşına ha­
fifçe takılınaktan kendini alamadı: "Kiminle konuşuyordun
bakalım?"
Martin'den aldığı cevap duyulmayacak bir mırıltıdan iba­
retti, yüzü ise kıpkırmızı kesilmişti.
"Birisi cinayet haberi mi verdi? Strömstad'daki meslek­
taşlardan biri mi, yoksa Uddevalla'dan mı? Yoksa Leif G. W.
Persson biyografini yazmaya mı heveslendi?"
Martin koltuğunda kıpırdandı, biraz daha duyulur bir ses­
le, "Pia" dedi.
"Ha, anladım, Pia. Hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Bakalım
kaç ay olmuş . . . Üç ay değil mi? Bu senin için bir rekor olma­
lı, ha?" diye Patrik takılınaya devam etti. Şu son yaza kadar
Martin, kısa ve mutsuz ilişkiler uzmanı olarak ün salmıştı,
çünkü genellikle, bir başkasıyla yaşayan, ama bir yandan da
56

küçük bir macera arayan kadınlara tosluyordu. Ama Pia yal­


nızca müsait olmakla kalmıyordu, son derece çekici ve ciddi
bir kadındı da.
"Cumartesi akşamı üçüncü ayımızı kutluyoruz." Martin'in
gözleri parladı. "Ve birlikte bir eve taşınıyoruz. Grebbe­
stad'da harika bir ev bulduğunu söylemek için aramış. Bu
akşam gidip göreceğiz." Rengi normale dönmüştü, ama sırıl­
sıklam aşık olduğunu saklaması imkansızdı.
Patrik, Erica ile kendisinin, ilişkilerinin başında nasıl ol­
duklannı hatırladı. B. Ö. Bebekten Önce. Onu çok seviyordu,
ama o fırtınalı kendinden geçme hali, şimdi bulanık bir rüya
gibiydi. Kirli bezler ve uykusuz gecelerin etkisi kuşkuya yer
bırakmayacak kadar belirgindi.
"İyi de senden ne haber? Erica'nın namusunu ne zaman
kurtarıp onu nikahına alacaksın? Kanunen de Maj a'nın ba­
bası olmak istemiyor musun?"
"Bu benim bileceğim, senin de bir süre sonra keşfedeceğin
bir konu . . . " dedi Patrik sıntarak.
"Peki o zaman, sen buraya benim özel hayatımı kazıma­
ya mı geldin, yoksa bana söylemek istediğin bir şey mi var?"
Patrik'in yüzü birden ciddileşti. Şaka kaldıracak bir du­
rumda olmadıklarını kendine hatırlattı.
"Biraz önce Pedersen aradı. Sara'nın otopsi raporunu
faksla gönderiyor, ama bana içeriğini özetledi. Anlattıklarına
göre kaza sonucu boğulmamış. Öldürülmüş."
"Ne diyorsun sen?" Martin kederle ellerini iki yana açar­
ken kalemliği devirdi, masaya saçılan kalemiere aldırış et­
medi. Bütün dikkatini Martin'in söyleyeceklerine vermişti.
"Önce o da bizim gibi kaza olduğunu sanmış. Bedeninde
hiçbir iz yokmuş, kıyafetleri mevsime uygunmuş ve tama­
men giyinikmiş, yalnızca ceketi yokmuş, ama ceket suya gi­
rince kaybolmuş olabilir. Hepsinden önemlisi, inceleme sonu­
cunda ciğerlerinde su bulmuş." Sessizliğe gömüldü.
57

Martin yine iki elini yana açtı ve kaşlarını kaldırdı. "Öy-


leyse kaza olmadığını nasıl söyleyebiliyor?"
"Banyo suyu."
"Banyo suyu mu?"
"Evet. Ciğerlerinde deniz suyu yokmuş. Banyo suyuymuş.
Veya büyük ihtimalle banyo suyuymuş dersem daha doğru.
Her neyse, Pedersen o suda şampuan ve sabun tortuları bul­
muş ve bu da banyo suyu olduğunu gösterir."
"Demek ki bir küvette boğulmuş" dedi Martin, inanmaz
bir sesle. Bunun trajik ama sıradan bir boğulma vakası ol­
duğuna o kadar inanınışiardı ki, bu yeni teoriye uyum sağla­
makta güçlük çekiyorlardı.
"Evet. Öyle görünüyor. Pedersen'in cesette bulduğu çü­
rükler de böylece açıklanmış oluyor."
"Bedende hiç darp izi yok demiştin."
"Eh, ilk bakışta öyleydi. Ama sonra ensesindeki saçla­
rı kaldırıp daha dikkatle inceleyince, el izine uyan çürükler
görmüş. Onu zor kullanarak suyun altında tutan birinin eli."
"Aman Tanrım!" Martin kusacak gibiydi. Patrik de haberi
ilk duyduğunda böyle olmuştu.
"Öyleyse bir cinayet vakasıyla karşı karşıyayız" dedi Mar­
tin. Sanki gerçekle yüzleşmeye zorluyordu kendini.
'Ve şimdiden iki gün kaybetmiş durumdayız. Kapıları çal­
maya, aileyle ve arkadaşlarıyla konuşmaya başlamalıyız,
kız hakkında ve onu tanıyan herkes hakkında ne kadar bilgi
varsa toplamalıyız."
Martin suratını buruşturdu; Patrik onun tepkisini anlıyor­
du. Eğlenceli bir iş olmayacaktı bu. Aile zaten perişan durum­
daydı, şimdi bir de polis gidecek, her şeyi karıştıracaktı. Çoğu
durumda bir çocuğun ölümüne en fazla üzülen kişi çocuk ka­
tili olurdu. Bu nedenle Patrik ve Martin çocuğunu kaybetmiş
bir ailenin normalde bekleyeceği anlayışı gösteremezlerdi.
''Mellberg'le görüştün mü?"
58

"Hayır" diye içini çekti Patrik. "Ama şimdi görüşeceğim .


Telefonda haberi ilk biz aldığımız için soruşturmayı benim­
le birlikte yürütür müsün diye soracaktım. Bir İtirazın olur
mu?" Bunu laf olsun diye sorduğunu biliyordu. Her ikisi de,
meslektaşları Ernst Lundgren veya Gösta Flygare'nin bisiklet
hırsızlığı dışındaki bir vakanın başına getirilmesini istemezdi.
Martin cevap olarak başını sallamakla yetindi.
"Tamam" dedi Patrik, "haydi öyleyse bitirelim şu işi."

* * *

Başmüfettiş Mellberg önündeki mektuba zehirli bir yılan­


mış gibi baktı. Bu onun başına gelebilecek en kötü şeylerden
biriydi. Geçen yaz onu rezil eden Irina olayı bunun yanında
sönük kalırdı.
Alnında küçük ter damlaları birikıneye başladı, oysa ofi­
si oldukça serindi. Mellberg dalgın dalgın alnındaki teri sildi,
kelini örtrnek için kuş yuvası gibi tepeye topladığı birkaç saç
telini de dağıtınayı becerdi. Canı sıkılmış bir halde, saçını es­
ki haline getirmeye çalışırken kapı vuruldu. Saçını son kez
eliyle düzeltip sert bir sesle "Gir!" dedi.
Hedström, Mellberg'in ses tonuna rağmen istifini bozma­
mıştı ama yüzünde pek sık rastlanmayan ciddi bir ifade var­
dı. Başmüfettiş, Patrik'in genellikle saygısız davrandığını dü­
şünürdü. Ernst Lundgren gibi üstlerine gereken saygıyı gös­
teren adamlarla çalışmayı yeğlerdi. Hedström ise, sırtını dö­
ner dönmez ona dilini çıkarıyormuş gibi geliyordu. Ama za­
man, sapla samanı ayıracaktı; fazla yumuşak ve alaycı olan­
lar daima meslekten ilk kopanlar olurdu.
Bir an için Mellberg mektubu unutmuştu; Hedström kar­
şısındaki koltuğa oturunca kağıdın göz önünde durduğunu
fark etti, çabucak üst çekmecesine kaydırdı. Vakit kaybetme­
den bu konuyla ilgilenmesi gerekecekti.
59

"Pekala, neler oluyor?" Mellberg, mektubun şokuyla se­


sinin biraz titrediğini hissetti ve kontrol etmeye çalıştı. As­
la zayıflık gösterme . . . Bu onun ilkesiydi. Astiarına boynunu
gösterecek olsa ilk yapacakları şey dişlerini geçirmek olurdu.
"Bir cinayet" dedi Patrik gergin bir sesle.
''Yine ne oldu?" Mellberg içini çekti. "Demir yumruklu es­
ki tanıdıklanmızdan biri karısına fazla sert mi vurmuş?"
Hedström'ün yüzü hala olağanüstü ciddiydi. "Hayır" diye
karşılık verdi, "geçen günkü boğulma olayıyla ilgili. Bunun
bir kaza olmadığı anlaşıldı. Kız öldürülmüş."
Mellberg hafif bir ıslık çaldı. "Deme yahu, deme" diye mı­
rıldandı. Kafasından karmakarışık düşünceler geçiyordu .
Öncelikle, çocuk cinayetleri keyfini kaçırırdı; ikincisi, Ta­
numshede polis şefi olarak bu beklenmedik olayın, konumu­
nu nasıl etkileyeceğini değerlendirdi. Buna iki şekilde bak­
mak mümkündü: Ya fazladan bir yığın boktan iş ve idari so­
runlar ya da onu mesleğinde yükseltecek ve büyük kentin
heyecanına, Göteborg'a götürecek bir fırsat. Ancak itiraf et­
mesi gerekirdi ki, şimdiye kadar ilgilendiği iki cinayet başa­
rıyla çözülmüş olsa da istediği etkiyi sağlayamamıştı. Ama er
ya da geç, üstleri onun merkeze ait olduğunu kabul edecek­
lerdi. Belki de bu olay merkeze gidişinin bileti olurdu.
Hedström'ün kendisinden başka bir tepki beklediğini dü­
şünerek hemen ekledi: "Biri, bir çocuğu öldürdü, demek isti­
yorsun öyle mi? Eh, o sapığın yanına kalmayacak bu." Mell­
berg, sözlerinin ağırlığını vurgularcasına yumruğunu sıktı,
oysa bu yalnızca Patrik'in gözlerindeki endişeyi artırdı.
"Ölüm sebebini öğrenmek istemiyor musun?" diye sordu
Hedström, ona yardım etmek istercesine. Ses tonu Mellberg'e
aşırı derecede sinir bozucu geldi.
"Elbette. Ben de onu soracaktım. Peki, adli tabip ne dedi
vakayla ilgili olarak?"
"Boğulmuş, ama denizde değil. Ciğerlerinde yalnızca tatlı
60

su bulunmuş; aynı zamanda sabun ve benzeri tortular da bu­


lunduğu için Pedersen banyo suyu olduğunu tahmin ediyor.
Kız, yani Sara bir küvette boğulduktan sonra dışarı taşınıp
denize atılmış. Kaza süsü verilmek istenmiş."
Hedström'ün naklettiği hikayenin Mellberg'in zihninde
yarattığı görüntü, başmüfettişi ürpertti ve bir an kendi terfi
meselesini unuttu. Bu meslekte geçirdiği yıllarda görmediği
şey kalmadığını zannederdi. Nesnellik duygusunu koruyabil­
diği için kendisiyle gurur duyardı; ama bir çocuğun öldürül­
mesinde öyle bir şey vardı ki, duygulanmamak elde değildi.
Küçük bir kıza saldırmak her tür ahlak sınırının ötesindey­
di. Cinayetin içinde uyandırdığı öfke duygusuna aşİna değil­
di, ama kabul etmeliydi ki, aslında hoş bir duyguydu.
"Şüpheli biri var mı?"
Hedström başını hayır anlamında salladı. "Ailede bildi­
ğimiz bir sorun yok, ayrıca Fj allbacka'da daha önce çocuk­
lara yönelik bir saldırı bildirilmemiş. Buna benzeyen bir va­
ka yok. Bu durumda işe, aileyi sorguya alarak başlamalıyız,
sence de öyle değil mi?" diye çekinerek sordu.
Mellberg lafın nereye varacağını hemen tahmin etti. Hiç­
bir itirazı yoktu. Geçmişte de Hedström'e ayak işlerini yaptı­
rıp olay çözüldüğünde spotları kendi üzerine çekmekte başa­
rılı olmuştu. Bunda utanılacak bir şey yoktu. Ne de olsa so­
rumlulukları devredebilmek, başarılı liderliğin anahtarıydı.
"Bu soruşturmayı almak istiyormuş gibisin."
"Evet, çünkü ilk telefon geldiğinde biz cevap verdik ve kı­
zın ailesiyle de tanıştık."
"Eh, iyi öyleyse, tamam" dedi Mellberg, başını sallayarak.
''Yalnız beni bilgilendirmeyi ihmal etme."
"Tamam" dedi Hedström bir baş hareketiyle. "O zaman
Martin'le birlikte başlıyoruz."
"Martin mi?" dedi Mellberg uğursuz bir ses tonuyla .
Patrik'in ciddiyetsiz konuşmalarına zaten sinirleniyordu; iş-
61

te şimdi ona haddini bildirmek için bir fırsat geçmişti eline.


Burada kararları kimin verdiğini ona göstermek için bu mü­
kemmel bir fırsattı.
"Olmaz, şu anda Martin'i sana veremem. Dün ona bir di­
zi çalıntı araba vakası verdim, herhalde Baltık'tan gelip böl­
gede iş tutan bir çete. Dolayısıyla onun çok işi olacak. Ama . . . "
dramatik bir etki yaratmak için durakladı, Hedström'ün yü­
zündeki üzüntülü ifadenin tadını çıkardı. "Ernst'in şu sıra
fazla işi yok, onun için bu olayda ikiniz birlikte çalışırsanız
iyi olur." Patrik oturduğu yerde acı çekiyormuş gibi kıvran­
maya başladı; Mellberg, parmağını en hassas noktaya, me­
cazen söylenecek olursa Hedström'ün tam gözünün üstüne
bastığım biliyordu. Hedström'ün ıstırabını biraz hafifletme­
ye karar verdi. "Ama seni soruşturmanın başına getiriyorum,
Lundgren doğrudan sana bilgi verecek."
Mellberg açısından Ernst Lundgren'le geçinmek daha ko­
laydı gerçi; ama adamın yetersizliğinin de farkındaydı. Ken­
di ayağına kurşun sıkmak aptallık olurdu . . .
Kapı Hedström'ün arkasından kapanır kapanmaz mektu­
bu çekmeceden çıkardı ve en azından onuncu kez okudu.

* * *

Morgan bilgisayarının başına oturmadan önce parmakla­


rını ve omuzlarını birkaç kez esnetti. Bazen önündeki dünya­
nın derinliklerine dalıp saatlerce aynı pozisyonda oturduğu
olurdu. Gerekli her şeyin önünde durup durmadığını dikkat­
le kontrol etti; böylece yerinden kalkmasına gerek kalmaya­
caktı. Evet, her şey vardı. Bir büyük şişe kola, büyük boy bir
Heath çİkolatası ve büyük boy bir Snickers. Bu onu bir süre
idare ederdi.
Fredrik'ten aldığı kitabın ağırlığını dizlerinin üzerinde
hissediyordu. Bilmesi gereken her şey onun içindeydi. Ken-
62

di başına yaratamadığı bütün o fantezi dünyası, bu kalın ka­


pakların arasındaydı ve çok geçmeden biriere ve sıfırlara dö­
nüşecekti. Bunu yapmakta ustalaşmıştı; öte yandan doğanın
cilvesine bakın ki, duygulara, hayal gücüne, rüyalara ve pe­
ri masallarına onun beyninde yer yoktu. O daha çok mantık
alanının, rahatça öngörülebilen birierin ve sıfırların, ekran­
da görünebilir hale dönüşen şeylerin, minicik elektrik akım­
larının sihirbazıydı.
Bazen düşünürdü, Fredrik'in becerdİğİ şeyleri yapabilmek
insanda nasıl bir duygu uyandırırdı? Beyninden başka dün­
yalar çıkarmak, başka insanların duygularını bir araya ge­
tirmek ve onların hayatiarına girmek. Bunlar aklına geldi­
ğinde Morgan çoğu zaman omzunu silker ve bu tür becerile­
rin önemli olmadığını düşünürdü. Ama bazen de derin dep­
resyon dönemlerinde, engelli olmanın bütün ağırlığını hisse­
der ve diğerlerinden bu kadar farklı yaratılmış olması onu
derin bir umutsuzluğa sürüklerdi.
Öte yandan yalnız olmadığını bilmek de ona bir tesel­
li olurdu. Kendisi gibi insanların web sitelerini ziyaret eder,
bazılarıyla elektronik postayla haberleşirdi. Bir keresinde
Göteborg'a kadar gidip onlardan biriyle tanışmıştı, ancak bu­
nu bir daha yapmayacaktı. İkisinin de diğer insanlardan te­
melde o kadar farklı olması, ilişki kurmalarını çok güçleştir­
miş ve görüşmelerinin her anı berbat geçmişti.
Yine de ona benzeyen birilerinin olduğunu bilmek hoş ol­
muştu. Ama bilmek yeterliydi. Sıradan insanların çok önem­
li bulduğu sosyalleşmeye özlem duymuyordu. Küçük kulübe­
sinde, kendisine arkad� şlık eden bilgisayarlarıyla baş başa
kalmak ona iyi geliyordu. Bazen annesiyle babasının yanın­
da olmasına tahammül edebiliyordu, ama sadece onlara. On­
larla birlikte olmak güvenliydi. Onların yüz ifadelerinde, be­
den dillerinde ortaya çıkan sözsüz iletişimi ve kendi beyninin
kesinlikle başa çıkamadığı daha binlerce küçük işareti oku-
63

maya ve yorumlamaya yıllarını vermişti. Onlar da kendileri­


ni ona göre uyarlamayı, en azından onun yeterince anlayaca­
ğı bir dilden konuşmayı öğrenmişlerdi.
Önündeki ekran boştu ve bekliyordu. En hoşlandığı an
buydu. Sıradan insanlar böyle anları "sevdiklerini" söyleye­
bilirlerdi, ama o, sevmenin ne anlama geldiğini bildiğinden
emin değildi. Belki de tam şu anda hissettiği şeydi. İçsel bir
tatmin, ait olma ve normal olma duygusu.
Morgan yazmaya başladı, parmakları klavyede uçarcasına
geziniyordu. Arada bir dizinin üzerindeki kitaba göz atsa da
çoğu zaman gözü ekrana kilitliydi. Bedeninin ve parmakları­
nın hareketlerini koordine etmekte çektiği güçlüğün, çalışır­
ken mucize kabilinden birdenbire ortadan kaybolmasına her
zaman hayret ederdi. Ansızın, aslında olması gerektiği gibi
becerikli biri olur, ellerine güvenirdi. "Motor beceri bozuklu­
ğu" adı veriliyordu bu soruna; eğilip ayakkabısını bağlamak
veya gömleğini iliklemek istediğinde parmaklarını gerekti­
ği gibi kullanamıyordu. Bunun tanının yalnızca bir parça­
sı olduğunu biliyordu. Onu başkalarından farklı kılan şeyin
ne olduğunu anlıyordu. Ama durumu değiştirmek için hiçbir
şey yapamıyordu. Farklılık konusuna gelince, kendisi gibi in­
sanlara "anormal" denirken, başkalarına "normal" denmesi­
ni yanlış buluyordu. Aslında yanlış grupta olmasına yol açan
yalnızca toplumsal önyargılardı. O yalnızca . . . farklıydı. Dü­
şünme süreçleri farklı yönlerde hareket ediyordu. Bunlar da­
ha kötü değil, yalnızca farklı yönlerdi.
Bir an durdu, kola şişesinden bir fırt çekti, sonra parmak­
ları yine olanca hızıyla klavyede hareket etmeye başladı.
Morgan hayatından memnundu.
Strömstad 1923

Anders elleri ensesinin altında kenetlenmiş, tavana baka­


rak yatıyordu. Geç olmuştu; her zamanki gibi, uzun bir işgü­
nünün yorgunluğunu kollarında ve hacaklarında hissediyor­
du. Ama bu akşam sanki tam olarak gevşeyemiyordu. Kafa­
sında o kadar çok şey dönüyordu ki, bir sinek sürüsünün or­
tasında uyumaya çalışır gibiydi.
Anıt taşı için yapılan toplantı iyi gitmişti, derin düşünce­
lere dalmasının nedeni de buydu. Çok iddialı bir iş olacağı­
nı biliyordu; farklı yaklaşımları gözden geçiriyor, hangi yol­
dan ilerlemenin en iyi seçenek olduğuna karar vermeye çalı­
şıyordu. Daha şimdiden taşı dağın neresinden çıkarıp almak
istediğini biliyordu. Taşocağının güneybatı köşesinde henüz
el değmemiş sarp bir kayalık vardı. Büyük, güzel bir granit
parçasını almayı düşündüğü yer orasıydı. Talihi biraz yaver
giderse kusursuz ve sağlam bir taş çıkacaktı oradan.
Derin düşünceler arasında kaybolmasının diğer nedeni de
siyah saçlı, mavi gözlü kızdı. Bunların yasak düşünceler ol­
duğunu biliyordu. O tür kızlar kendisi gibi adamlara göre de­
ğildi; bir an olsun düşünmesi bile yanlıştı. Ama elinde değil­
di. Onun küçücük elini avucunda tuttuğu an, hemen bırak­
mak için kendini zorlamıştı. Kızın elinin kendi tenine dokun­
duğu her saniye, bırakmanın daha güç olduğunu hissetmiş­
tL Ateşle oynamaktan hiçbir zaman zevk almamıştı. Bütün
65

toplantı bir sınav gibiydi. Duvardaki saatin akreple yelkova­


nı ilerlerken, tüm o süre boyunca, dönüp de o köşede öyle ses­
sizce oturan kıza bakmamak için kendini zor tutmuştu.
Hiç bu kadar güzel bir şey görmemişti. Hayatında yalnız­
ca anlık olarak yer alan kızlar, hatta kadınlardan onunla ay­
nı cümlede söz etmek bile imkansızdı. O büsbütün başka bir
dünyaya aitti. İçini çekti, yan dönüp bir kez daha uyumaya
çalıştı. Yeni gün, her zaman olduğu gibi sabah beşte başlaya­
caktı ve bütün geceyi hiç uyumadan düşüncelere dalarak ge­
çirip geçİrınediği kimsenin umurunda olmayacaktı.
Şiddetli bir ses duyuldu. Cama çarpan bir çakıl taşı gi­
biydi, ama ses bir aniıktı ki, yanılmış olabileceğini düşündü.
Her neyse, artık ortalık sessizdi; yeniden gözlerini kapadı.
Ama sonra ses yine duyuldu. Kuşkuya yer bırakmayacak şe­
kilde. Birisi cama çakıl taşı atıyordu. Anders, yatakta dimdik
doğruldu. Birlikte bira içtiği arkadaşlarından biri olmalıydı.
Ev sahibesi dul kadın uyanırsa cevabı taşı atan versin diye
geçirdi aklından kızgınlıkla. Kiracısı olduğu evde son üç yıl­
dır sorunsuz yaşamıştı, başına dert açılmasını hiç istemezdi.
İhtiyatla pencerenin mandalını çevirdi ve açıp baktı. Ze­
min katta oturuyordu, ama büyük bir leylak görüşünü ka­
patıyordu. Solgun ay ışığında orada kimin olduğunu görmek
için gözlerini kısarak baktı.
Ve gözlerine inanama dı.

* * *

Uzun süre tereddüt etti. Hatta ceketini bile giydi, son­


ra çıkardı, iki kez. Ama en sonunda kararını verdi. Ona des­
tek olmak istediğini göstermesinde hiçbir sakınca yoktu;
Charlotte'un ziyaretçi isteyip istemediğini o zaman anlardı.
Arkadaşı kendi özel cehennemine gömülü bir haldeyken, bu­
nu bilerek evde oturması imkansızdı.
66

Yürürken iki gün önceki fırtınanın bıraktığı izierin hala


yolun üzerinde durduğunu gördü. Devriimiş ağaçlar, etrafa
saçılmış dallar ve moloz, kırmızı, sarı yaprak kümelerine ka­
rışmıştı. Ama bu fırtına, şehrin üzerine çöken kirli güz taba­
kasını da sanki beraberinde götürmüştü. Şimdi taptaze ko­
kan hava, yeni silinmiş bir cam kadar berraktı.
Maj a arabasında avazı çıktığı kadar bağırıyordu; Eri­
ca yürüyüşünü hızlandırdı. Maja, uyanıkken sebebi ne olur­
sa olsun bebek arabasında yatmanın saçma bir şey olduğuna
karar vermiş gibiydi ve yüksek sesle protesto ediyordu. Çığ­
lıklar Erica'nın kalp atışlarını hızlandırdı, alnında paniğin
sebep olduğu küçük ter damlaları oluşmaya başladı. İlkel bir
korku ona hemen bebek arabasını durdurma smı ve Maja'yı
kucağına alarak kurtların elinden kurtarmasını söylüyordu,
ama kendini tuttu. Charlotte'un annesinin evine varmasına
az kalmıştı, çok geçmeden orada olacaktı.
Tek bir olayın dünyaya bakışını bütünüyle değiştirme­
si çok tuhaftı. Erica, Salvik kamp bölgesindeki koy boyun­
ca bir dizi inci gibi uzanan evlerin, deniz ve ada manzarasıy­
la son derece huzurlu göründüğünü düşünürdü. Şimdi dam­
ların üzerine, özellikle de Florin ailesinin evine kasvetli bir
hava çökmüştü. Bir kez daha durakladı; öyle yaklaşmıştı ki,
dönmek aptalca olacaktı. Dostluklar kriz zamanlarında sına­
nırdı; gereksiz bir ihtiyat veya korkaklık yüzünden dara düş­
müş arkadaşlarına sırtını dönecek insanlardan değildi o.
Nefes nefese arabayı yokuş yukarı itti. Florin'lerin evi yo­
kuşun ortasındaydı, soluklanmak için garaj yolunda bir sa­
niye durakladı. Maja'nın çığlıkları, bir işyerinde olsa usulsüz
sınıflandırmasına girecek bir desibel düzeyine ulaşmıştı; bu
yüzden hızlanıp bebek arabasını park etti ve kızını kucağı­
na aldı.
Birkaç saniye boyunca ön kapıda, eli havada, hızlı kalp
atışlarını dinleyerek durdu. Sonunda kapıya kuvvetiice vur-
67

du. Kapı zili vardı ama nedense evin içine öyle cırlak bir ses
göndermenin ortamı fazlaca huzursuz edeceğini düşündü.
Upuzun ve sessiz bir dakika geçti ve tam Erica dönüp gitmek
üzereyken evin içinden ayak sesleri duyuldu. Kapıyı açan
Niclas'tı.
''Merhaba" dedi Erica alçacık bir sesle.
"Merhaba" dedi Niclas; solgun yüzünde, yaşlarla parlayan
kızarmış gözlerinde elem okunuyordu. Erica onun ölmüş, ama
yeryüzünde kalmaya mahkum birine benzediğini düşündü.
"Kusura bakmayın, sizi rahatsız ettim, niyetim bu değildi,
ben sadece . . . " Söyleyecek bir söz aradı ama bulamadı. Arala­
rına ağır bir sessizlik çöktü. Niclas bakışlarını kendi ayakla­
rına dikmişti; Erica ise kapıyı çaldığından bu yana ikinci kez
arkasını dönüp koşarak evine kaçmak üzereydi.
"İçeri gelmek ister misin?" diye sordu Niclas.
"Sence gelmem iyi olur mu?" diye sordu Erica. "Demek is­
tiyorum ki sence bir. . . " Doğru kelimeyi aradı. " . . . yardımı olur
mu?"
"Ona yatıştırıcı ilaç verdiler ve aslında pek . . . " Niclas cüm­
lesini bitirmedi. "Ama birkaç kez, seni daha önce araması
gerektiğini söyledi, belki de bu konuda onu rahatlatman iyi
olur."
Bütün olanlardan sonra Charlotte'un ona telefon edip
randevularını iptal etmediğine üzülmesi, Erica'ya arkadaşı­
nın kafasının ne kadar karışık olduğunu düşündürdü. Ama
Niclas'ın peşinden oturma odasına girince, dudaklarından
küçük bir çığlığın kaçmasını engelleyemedi. Niclas yürüyen
bir ölü gibi görünüyorsa, Charlotte çoktan toprağa gömülmüş
birine benziyordu. Enerjik, içten, hayat dolu Charlotte'tan
geriye hiçbir şey kalmamıştı. Kanepenin üzerinde yatan san­
ki boş bir kabuktu. Yüzünü çevreleyen bukleli siyah saçları
düz ve cansız çalı süpürgesine dönüşmüştü. Annesinin dur­
madan eleştirdİğİ fazla kiloları, Zorn'un resmettiği şehvetli
68

Dalarna'lı kadınları hatırlatırdı Erica'ya ve o kiloları arkada­


şına yakıştırırdı. Ama şimdi, hattaniyenin altında kıvrılmış
yatarken, solgun yüzü ve bedeni sağlıksız görünüyordu.
Uyumuyordu. Cansız gözleri boşluğa bakıyor, battaniye­
nin altında sanki soğuktan hafifçe titriyordu. Erica, ceketi­
ni çıkarmadan içgüdüsel olarak Erica'nın yanına koştu, ka­
nepenin yanında yere çömeldi. Maja'yı yanında yere yatırdı.
Bebek odadaki havayı sezmiş gibiydi, bu kez hiç sesini çıkar­
madan ve kıpırdamadan yattı.
"Ah Charlotte , çok üzgünüm." Erica ağlıyordu, Char­
lotte'un yüzünü elleri arasına aldı, ama boş gözlerde hiçbir
hayat belirtisi yoktu.
"Bu kadar süredir hep böyle miydi?" diye sordu Erica.
Niclas hala odanın ortasında ayaktaydı, hafifçe sallanı­
yordu. Nihayet başını salladı ve gözlerini ovuşturdu. "İlaç­
tan. Ama ilaçları kesince çığlık atmaya başlıyor. Yaralı bir
hayvan gibi ses çıkarıyor. O sese dayanamıyorum."
Erica dönüp Charlotte'a baktı, şefkatle saçlarını okşadı.
Günlerdir yıkanmamış, giysilerini değiştirmemişti, bedenin­
den hafif bir ter ve korku kokusu yayılıyordu. Dudakları kı­
pırdandı, sanki bir şey söylemek ister gibiydi, ama önce bu
mırıldanmadan bir şey anlaşılmadı. Bir süre daha uğraştık­
tan sonra Charlotte kısık bir sesle, ''Yapamadım. Sana tele­
fon etmeliydim" dedi.
Erica başını şiddetle iki yana salladı ve arkadaşının saçını
okşamaya devam etti.
"Hiç önemi yok bunun. Dert etme."
"Sara gitti" dedi Charlotte, ilk kez bakışlarını Erica'nın
üzerinde topladı. Gözleri alev alev yanıyordu, öylesine acıy­
la doluydular.
"Evet Charlotte, Sara gitti. Ama Albin burada, Niclas da
burada. Şimdi siz birbirinize yardım etmelisiniz." Söyledikle­
ri kendi kulağına basmakalıp sözler gibi geldi, ama belki de
69

Charlotte'un kulaklarına ancak bir klişenin basitliği ulaşabi­


lirdi. Yine de bunun tek sonucu Charlotte'un yüzünü çarpı­
tarak gülümsernesi ve donuk bir sesle, "Birbirimize yardım
etmeliyiz" demesi oldu. Gülümsernesi daha çok yüz buruş­
turma hareketi gibiydi ve o sözleri tekrarlarken sesi acı do­
luydu. Ama belki de Erica'ya öyle geliyordu. Güçlü yatıştırıcı
haplar tuhaf sonuçlar verebilirdi.
Erica arkalarından gelen bir sesle başını çevirdi. Lilian
kapıda duruyordu, öfkeden nefesi tıkanacak gibiydi. Şimşek
gibi çakan bakışlarını Niclas'a çevirdi.
"Charlotte ziyaretçi kabul etmeyecek dememiş miydik?"
Durum Erica için son derecede rahatsız ediciydi, ama Nic­
las kayınvalidesinin ses tonuna pek aldırış edecek gibi gö­
rünmüyordu. Lilian cevap alamayınca, dönüp hala yerde otu­
ran Erica'ya baktı.
"Charlotte birilerinin odaya girip çıkmasına dayanama­
yacak kadar zayıf hissediyor kendini. Bunda anlaşılmaya­
cak bir şey yok zannederim!" Eliyle bir hareket yaptı, sanki
Erica'yı sinek kovar gibi kızının yanından uzaklaştırmak is­
tiyordu; derken Charlotte'un gözleri ilk kez bir hayat belir­
tisi gösterdi. Başını yastıktan kaldırdı ve doğrudan annesi­
nin gözlerinin içine baktı. "Erica'nın burada kalmasını isti­
yorum." Kızının protestosu Lilian'ın öfkesini iyice körükledi,
ama kendisine zorlukla hakim olarak söylemek istediği lafı
yuttu, hızla mutfağa gitti. Ortalıktaki hareketlilik Maja'nın
geçici sessizliğini bozdu ve odayı hırçın ağlaması doldurdu.
Charlotte kanepede doğrulmaya uğraştı. Niclas, durgunlu­
ğundan sıyrılarak ona yardım etmek üzere yaklaştı. Ama
Charlotte haşin bir el hareketiyle onu uzaklaştırıp Erica'ya
uzandı.
"Oturmak istediğinden emin misin? Yatıp biraz daha din­
lensen daha iyi olmaz mı?" dedi Erica endişeli bir sesle. Ama
Charlotte yalnızca hayır anlamında başını salladı. Konuşma-
70

sı pek anlaşılmıyordu, yine de büyük bir gayretle, " . . . Yattı­


ğım yeter" demeyi başardı. Sonra gözleri doldu ve fısıldadı:
"Bütün bunlar rüya değil, değil mi?"
"Hayır, rüya değil" dedi Erica. Sonra ne diyeceğini bileme-
di. Kanepede Charlotte'un yanına oturdu, Maja'yı kucağına
aldı, bir kolunu arkadaşının omzuna doladı. Tişörtünün ne­
mini bedeninde hissetti; Niclas'tan, duş yapması ve giysileri­
ni değiştirmesi için Charlotte'a yardım etmesini isterneyi dü­
şündü.
"Bir hap daha almak ister misin" diye sordu Niclas, bir az
önce onu açıkça yanından kovan karısının yüzüne bakmaya
bile cesaret edemeden.
"Artık hap yok" dedi Charlotte, hayır anlamında başını
kuvvetiice sallayarak. "Zihnimi berrak tutmalıyım."
"Duş yapmak ister misin?" diye sordu Erica. "Niclas ya da
annen sana yardım etmekten memnun olurlar, eminim."
"Sen yardım edemez misin bana?" dedi Charlotte, her yeni
cümlede sesi daha güçlü çıkıyordu.
Erica bir an duraksadı, ardından "Elbette" dedi.
Bir kolunda Maja'yla, arkadaşının koltuktan kalkmasına
yardım etti ve onu oturma odasının dışına yönlendirdi.
"Banyo nerede?" diye sordu Erica. Niclas sesini çıkarma­
dan koridorun sonundaki kapıyı işaret etti.
O kapıya yürüyüş bitmek bilmedi. Mutfağın önünden ge­
çerken Lilian onları yakaladı. Tam ağzını açıp söylenmeye
başlayacakken Niclas araya girdi ve bir bakışıyla onu sustur­
du. Erica, mutfaktan gelen telaşlı homurdanmalar duyduysa
da fazla üstünde durmadı. Önemli olan Charlotte'un daha iyi
olmasıydı ve Erica, duş yapıp giysileri değiştirmenin onarıcı
özelliklerine yürekten inanırdı.
Strömstad 1923

Bu, Agnes'in pencereden süzülüp ilk kez evden kaçışı de­


ğildi. O kadar kolaydı ki. Yalnızca pencereyi açıyordu, dama
tırmanıyordu, eve yapışık gibi duran ağaçtan aşağı iniyordu.
Çocuk oyuncağı gibiydi. Ama iyice düşünüp taşındıktan son­
ra, ağaca tırmanma işini güçleştireceği için elbise giymeme­
ye karar vermişti. Onun yerine kalçasını sıkıca saran dar bir
pantolon giymeyi yeğlemişti.
Ne karşı koyma isteği duyduğu ne de istese bile karşı ko­
yamayacağı dev bir dalgaya kapılmış gibi hissediyordu ken­
dini. Birine karşı böyle güçlü duygular beslemek hem korku­
tucu hem de hoştu ve daha önce ciddiye aldığı anlık sevda­
ların çocukça olduğunun farkına varıyordu. Şimdi hissettiği
duygular yetişkin bir kadının duygularıydı ve hayal ederne­
yeceği kadar güçlüydü. O sabahtan beri düşünerek geçirdi­
ği uzun saatlerde, göğsünde hissettiği sıcaklığın yasak mey­
veye duyulan arzu olduğunu aniayacak kadar görüşü berrak­
laşıyordu arada bir. Ne var ki o duygu gerçekti ve kendini bir
şeyden alıkoymaya hiç alışık değildi. Alıkoymak niyetinde de
değildi; ama kesin bir planı da yoktu. Yalnızca ne istediğinin
çok iyi farkındaydı ve onu şimdi istiyordu. Yaptıklarının so­
nuçlarını hiçbir zaman hesaba katmamıştı. Onun için her şey
her zaman yolunda gitmişti, bu kez gitmemesi için bir neden
var mıydı?
72

Anders'in onu istemeyebileceği fikrini aklının ucundan bi­


le geçirmedi. Bugüne kadar kendisine ilgisiz kalan bir erkek­
le karşılaşmamıştı. Erkekler bir ağacın dalındaki elmalar gi­
biydi, yapması gereken tek şey elini uzatıp almaktı, ama bu
elmanın ötekilere göre biraz tehlikeli olduğunu kabul edi­
yordu. Babasının haberi olmadan evli erkeklerle öpüşmüş­
tü, hatta bazılarıyla daha da ileri gitmişti, ama hepsi, şimdi
görmeye gittiği erkekten daha güvenliydi. En azından onlar
kendi sınıfından insanlardı. Onlarla ilişkisi ortaya çıksaydı
başta skandal olurdu, ama bu tür şeylere hoşgörüleri vardı.
Ama işçi sınıfından bir erkek. Bir taş ustası. Bunu düşün­
mek bile kimsenin cesaret edeceği şey değildi. Zaten akılla­
rından bile geçmezdi.
Ama o kendi sınıfından erkeklerden bıkmıştı. Omurgasız,
soluk tenli, yumuşacık elleri olan, cırtlak sesli adamlar. On­
ların hiçbiri şimdi karşılaşacağı erkek gibi değildi. Nasırlı el­
lerinin kendi avucuna değişini hatıriayınca ürperdi.
Nerede oturduğunu şüphe uyandırmadan bulmak kolay
olmamıştı. Peşinde kimsenin olmadığı bir anda ücret mak­
buzlarına bir göz atarak adresini ele geçirmiş, sonra da pen­
cereleri gözetleyerek hangi odada kaldığını keşfetmişti.
İlk attığı taş cevap getirmedi, ev sahibesi yaşlı kadını
uyandırmaktan korkarak bir an bekledi. Ama evin içinde ha­
reket eden biri yoktu. Durup ay ışığının dünyevi olmayan ay­
dınlığında kendine çekidüzen verdi. Basit ve siyah şeyler seç­
mişti, sosyal konumlarındaki farklılığı azaltmak için. Aynı
nedenle, işçi kadınlar arasında yaygın, basit bir modeli seçe­
rek saçlarını da örmüş, tepesinde toplamıştı. Elde ettiği so­
nuçtan memnun kalarak, çakıl taşı döşeli geçitten bir taş da­
ha alıp pencereye fırlattı. Şimdi içeride bir gölgenin hareket
ettiğini görüyordu; yüreği hopladı. Kovalamacanın heyecanı
vücuduna adrenalin pompaladı, Agnes yanaklarının kızardı­
ğını hissetti. Anders şaşırmış bir halde pencereyi açınca Ag-
73

nes onun görüşünü yarı yarıya engelleyen leylak salkımları­


nın arkasına gizlendi ve derin bir soluk aldı. Av başlamıştı.

* * *

Mellberg'in ofisinden çıktığında Patrik'in hem yüreğinde


hem de adımlarında bir ağırlık vardı. Huysuz herif! İlk ak­
lına gelen bu oldu. Başmüfettişin ona Ernst'i kakalamasının
nedeni intikam almaktı. İşler bu kadar trajik olmasa, komik
denebilirdi. Ne budalalık!
Patrik, Martin'in odasına gitti, beden dili işlerin istediği
gibi gitmediğini gösteriyordu.
"Ne dedi?" diye sordu Martin, uğursuz bir önseziyle.
"Ne yazık ki seni gözden çıkaramıyor. Senin karışık bir
araba hırsızlığı konusunda çalışmaya devam etmen gereki­
yor. Ama Ernst'e gelince, sorun yok; herhalde onsuz yapabi­
leceğine inanıyor olmalı."
"Şaka yapıyorsun" dedi Martin alçak sesle, çünkü Patrik
içeri girdikten sonra kapıyı kapamamıştı. "Sen ve Lundgren
birlikte çalışacaksınız, öyle mi?"
Patrik üzüntüyle başını salladı. "Öyle görünüyor. Kati­
lin kim olduğunu bilseydik telgraf çekip onu tebrik ederdik.
Ernst'i mümkün oluğunca işin dışında tutamazsam bu soruş­
turma batar."
''Yani, vaziyet boktan" dedi Martin. Patrik de aynı fikir­
deydi. Bir an sessiz kaldıktan sonra biraz canlanabilmek için
hacaklarına bir şaplak atıp koltuğundan kalktı.
"İşe başlamaktan başka çare yok."
"Nereden başlamayı düşünüyorsun?"
''Yapılması gereken ilk iş herhalde kızın anne babasını ye­
ni gelişmelerden haberdar etmek ve ürkütmeden birkaç soru
sormak."
"Ernst'i yanında götürecek misin?" diye sordu Martin, ha­
fif bir endişeyle.
74

"Hayır, sanırım kendi başıma hallederim. Yeni görevini


ona bildirmek için biraz daha bekleyebilirim belki."
Ama koridora çıkınca Mellberg'in, planlarını çoktan boz­
duğunu anladı.
"Hedström!" Ernst'in ağlamaklı ve tiz sesi kulaklarını tır­
maladı.
Bir an için Patrik, Martin'in ofisine kaçıp saklanmak iste-
di. Ama bu çocuksu dürtüye karşı koydu. Bu yeni ekipte hiç
değilse bir kişi yetişkin gibi davranabilmeliydi.
Hevesle yanına gelen Lundgren'e "Buradayım!" diyerek el
salladı. Yüzünde hep huysuz bir ifade olan uzun boylu, sıs­
ka Ernst sevimli bir adam değildi. Ortalama bir polisten bek­
lenen görevleri yerine getirmeye ne yapısı ne de yetenekleri
uygundu. Patrik, geçen yılki olaydan sonra, delice cesareti ve
gösteriş merakı yüzünden meslektaşının oldukça tehlikeli bi­
ri olduğunu düşünüyordu. Ve şimdi Lundgren ile ortak olma­
ya zorlanıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra Lundgren'in
yanına gitti.
"Şimdi Mellberg'le görüştüm. Küçük kızın cinayete kur­
ban gittiğini ve bu işi birlikte yürüteceğimizi söyledi."
Patrik sinirlendi. Mellberg'in arkasından dolap çevirip
yetkiyi Lundgren'e vermemiş olmasını diledi.
"Sanırım Mellberg, soruşturmayı benim yürüteceğimi, se­
nin de benimle çalışacağını kastetti. Öyle değil mi?" dedi, ka­
dife kadar yumuşacık bir sesle.
Lundgren bakışlarını kaçırdı, ama Patrik'in o bakışlar­
daki nefreti fark ederneyeceği kadar hızlı davranamadı. Pat­
rik kumar oynamış ve galiba kazanmıştı. "Evet, sanırım bu
doğru" dedi Ernst kırgın bir sesle. "Peki öyleyse, nereden
başlıyoruz . . . patron?" Son sözcüğü büyük bir nefretle telaf­
fuz etti, Patrik de sıkıntıyla yumruklarını sıktı. Ortaklık­
larının ilk beş dakikasından sonra adamı boğacak hale gel­
mişti bile.
75

"Haydi gel, benim ofise gidelim." Ona yol gösterdi ve ma­


sasına oturdu. Ernst uzun bacaklarını öne doğru uzatarak zi­
yaretçi koltuğuna oturdu.
On dakika sonra Ernst eldeki tüm bilgilerden haberdardı
artık; Sara'nın anne babasının oturduğu eve gitmek üzere ce­
ketlerini kapıp yola çıktılar.
Fj allbacka'ya giden yolu tam bir sessizlik içinde geçti­
ler. İkisinin de birbirlerine söyleyecek sözü yoktu. Yokuşu
çıkıp evin araba yoluna girince, Patrik dışarıda duran be­
bek arabasını tanıdı. İlk tepkisi, bir bu eksikti, demek oldu.
Ama sonra hemen bu fikrini değiştirdi. Erica'nın orada olma­
sı aile için iyi olabilirdi. En azından Charlotte için. En çok
Charlotte'a üzülüyordu; bu yeni haberi nasıl karşılayacak­
tı kim bilir? İnsanların tepkileri çok farklı olabiliyordu. Sev­
diklerinin bir kaza sonucu ölmesi yerine cinayete kurban git­
mesinin daha iyi olduğunu düşünenler vardı. Bu durumda
hiç değilse suçlayacak biri oluyor, böylece acılarını belirli bir
noktaya odaklayabiliyorlardı.
Patrik ensesinden ayrılmayan Ernst'le ön kapıya giderek
kapıyı hafifçe çaldı. Kapıyı Charlotte'un annesi açtı, Patrik
kadının bozulduğunu hemen anladı. Yüzü kızarınıştı ve göz­
lerinde, Patrik'in bir daha görmek isterneyeceği çelik gibi bir
pırıltı vardı.
Patrik'i tanıyınca kendine hakim olmak için gözle görünür
bir çaba harcadı ve yüzüne sorgulayıcı bir ifade yerleştirdi.
"Polis mi?" diye sordu, onları içeri almak üzere kenara çe­
kilirken.
Patrik tam arkadaşını tanıştırmak üzereyken, Ernst, "Biz
tanışıyoruz" dedi. Lilian'a başıyla selam verdi, kadın da başı­
nı saliayarak karşılık verdi.
Vay vay, diye düşündü Patrik. Lilian ile kapı komşusu
arasındaki sürtüşmeler üzerine yazılan polis raporlarının
havada uçuşmasına bakılırsa, polis merkezindeki herkes çok-
76

tan Lilian'la tanışmış olmalıydı. Ama bugün, komşular arası


basit bir anlaşmazlıktan çok daha ciddi bir görevle gelmişler­
di buraya.
"Bir dakika içeri girebilir miyiz?" diye sordu Patrik. Lilian
başını salladı ve onları bir masanın başında Niclas'ın oturdu­
ğu mutfağa aldı. Onun da yanakları öfkeden kızarmış gibiy­
di. Patrik etrafa bakındı, gözleriyle Charlotte ve Erica'yı arı­
yordu. Niclas bunun farkına vardı ve "Erica, Charlotte'a duş
yapması için yardım ediyor" dedi
"Charlotte nasıl?" diye sordu Patrik, Lilian ona ve Ernst'e
kahve koyarken. Kadın fincanları masanın üzerine, önlerine
bıraktı.
"Kendinde değildi. Ama Erica'nın gelmesi mucizeler ya­
rattı. Charlotte ilk kez ayağa kalkıp duş yapıyor, üstünü de­
ğiştiriyor, şeyden beri . . . " Biraz durakladı. "Olaydan beri."
Patrik kararsız kalmıştı. Niclas ve Lilian'la özel olarak
konuşup durumu Charlotte'a bildirme işini Erica'ya mı bı­
rakmalıydı, yoksa o da gücünü toplamışsa aralarına katılma­
lı mıydı? İkinci seçenek üzerinde karar kıldı. Ayağa kalkmış­
sa, ailenin desteğini de alıyorsa, bu konuda sorun çıkmazdı.
Üstelik Niclas doktordu.
"Buraya gelmenizin nedeni tam olarak nedir?" dedi Nic­
las. Kafası karışmış, şaşkın bakışlarını Ernst ile Patrik'e çe­
virmişti.
"Charlotte yanımıza gelene kadar beklesek daha iyi olur."
Lilian ile Niclas buna memnun olmuş gibi görünüyorlardı,
ama aralarında telaşlı, esrarengiz bir bakışma oldu. Sessiz­
lik içinde beş dakika geçti Bu koşullarda havadan sudan ko­
nuşmak da yakışık almazdı.
Patrik mutfağa bir göz attı. Hoşluğuna hoştu, ama birin­
ci sınıf sapiantılı biri tarafından düzenlendiği açıkça belliy­
di. Her şey pırıl pırıldı, her yere tam bir geometrik düzen
hakimdi. Düşüncelere daldı. Kendi mutfaklarından biraz
77

farklıydı burası; onların evinde, mikrodalgada ısıtılan hazır


yemekierin kutuları çöp tenekesinden taşar, eviye darmada­
ğın görünürdü. Patrik bir kapının açıldığını duydu ve kolun­
da uyuyan Maja'yla Erica mutfağa girdi. Duşun etkisiyle bi­
raz dirilmiş olan Charlotte da yanındaydı. Erica'nın yüzün­
deki şaşkınlık ifadesi, çabucak endişeye dönüştü ve diğer eli­
ni Charlotte'un koluna geçirip arkadaşını bir sandalyeye yö­
neltti. Patrik, Charlotte'un önceden nasıl göründüğünü bil­
miyordu, ama şimdi yüzüne biraz renk gelmişti, bakışları
berrak ve tetikteydi.
"Burada ne arıyorsun?" diye sordu Charlotte, uzun za­
mandır günlerini çığlık atmak ile bütünüyle suskunluk ara­
sında geçiren birinin kılçıklı sesiyle. Ne olduğunu kendisinin
de bilmediğini belirtmek için omuz silken Niclas'a baktı.
"Seni beklemek istedik, açıklama yapmadan önce . . . " Ağ­
zından dökülen sözcükler Patrik'in söylemek istediği şeyi ifa­
de etmekte yetersizdi. Neyse ki Ernst çenesini tuttu ve duru­
mu Patrik'in yönetmesine izin verdi.
"Sara'nın ölümü hakkında bazı yeni bilgilere ulaştık."
"Kaza hakkında yeni şeyler mi öğrendiniz? Nedir bu bil­
gi?" diye sordu Lilian heyecanla.
"Kaza değil gibi görünüyor."
"Ne demek istiyorsunuz? Neden kazaya benzemiyormuş?"
dedi Niclas belirgin bir hayal kırıklığıyla.
"Kaza değil. Sara cinayete kurban gitmiş."
"Cinayet mi? Ne demek istiyorsun? Boğuldu, öyle değil
mi?" diye sordu, Charlotte. Kafası karışmış gibiydi, Erica
onun elini tuttu. Maja etrafında dönenlerden habersiz, hala
Erica'nın kolunda uyuyordu.
"Boğuldu, ama denizde değil. Adli tabip ciğerlerinde tuzlu
su bulamadı, halbuki olması gerekirdi. Tatlı suda boğulmuş,
büyük ihtimalle banyo küvetinde."
Masanın etrafında oturanların üzerine patlama öncesi
78

sessizliği çökmüştü. Patrik endişeyle Charlotte'a baktı, Eri­


ca kocaman gözlerini kocasının yüzüne dikti, besbelli tehlike­
yi sezmişti.
Patrik ailenin şoka girdiğini anlamıştı, onları gerçek dün­
yaya geri getirmek için tedbiri elden bırakmadan sorular sor­
maya başladı. Şu anda bunun en iyi yaklaşım olduğunu dü­
şünüyordu. Ya da en azından öyle olmasını umuyordu. Her
ne olursa olsun, bu onun göreviydi, hem Sara hem de ailesi
için bu görüşmeyi yapmalıydı.
"Öyleyse şimdi o sabah Sara'nın yaptığı her şeyin üstün­
den saat saat, ayrıntılı bir biçimde geçelim. Hanginiz gördü
onu en son?"
"Ben" dedi Lilian. "En son ben gördüm. Charlotte aşağı­
da bodrumda dinleniyordu, Niclas işe gitmek üzere yola çık­
mıştı, Sara'yla ben ilgileniyordum. Saat dokuzu biraz geçtik­
ten sonra Frida'ların evine gideceğini söyledi. Paltosunu giy­
di ve gitti. Giderken el salladı" dedi Lilian, ifadesiz, mekanik
bir ses tonuyla.
"Saat dokuzu biraz geçtikten sonra dediniz, daha kesin
söyleyebilir misiniz? Yirmi geçe miydi? Beş geçe miydi? Do­
kuzu geçeli ne kadar olmuştu? Her dakikanın hesabını tut­
mak gerekecek."
Lilian bir kez daha düşündü. "Sanınm, dokuzu on geçiyor­
du. Ama emin değilim."
"Pekala, komşuların bir şey görüp görmediğini araştırırız,
böylece belki çıkış saatini doğrulayabiliriz." Defterine not al­
dı ve devam etti: "Ondan sonra onu hiç kimse görmedi mi?"
Hepsi hayır anlamında başlarını salladılar.
Ernst sert bir sesle sordu: "Peki geri kalanınız ne yapıyor­
du o sırada?"
Patrik çok utanmıştı; meslektaşının duyarlı olmaktan
uzak sorgu tekniğine içinden küfretti.
"Niclas, Ernst prosedür gereği hem sana hem Charlotte'a
79

aynı soruyu sormamız gerektiğini kastediyor. Dediğim gibi,


tamamen usul gereği, en kısa sürede sizleri şüpheli konu­
mundan çıkartmak için."
Meslektaşının sorusunun etkisini yumuşatma çabası işe
yaramış gibiydi. Niclas da, Charlotte da bu tedirgin edici so­
ru karşısında Patrik'in açıklamasını fazla dertlenmeden ka­
bul etmiş gibiydiler.
"Ben klinikteydim" dedi Niclas. "Saat sekizde başlıyorum
işe."
"Ya sen Charlotte?" diye sordu Patrik.
"Annemin dediği gibi bodrum katında yatmış, dinleniyor­
dum . Migrenim tutmuştu" dedi şaşkın bir sesle. Birkaç gün
önce migreni çok büyük bir sorun olarak görmesi, sanki şim­
di ona inanılmaz geliyordu.
"Stig de evdeydi. Yukanda uzanmıştı. Birkaç haftadır ya­
taktan çıkamıyor" diye açıkladı Lilian. Patrik ile Ernst'in, ai­
lesinin ne yapıp ne ettiklerini sorgulaması canını sıkmış gi­
biydi.
"Ah evet, Stig. Onunla da konuşmalıyız biraz sonra" dedi
Patrik. Lilian'ın kocasını tamamen unutmuştu.
Uzun bir seslik oldu. Bir başka odadan bir çocuğun ağla­
ması duyuldu. Lilian kalkıp Albin'i getirmeye gitti. Maja gibi
Albin de evdeki bu kargaşa sırasında uykudaydı. Lilian ku­
cağında onu mutfağa getirdiğinde hala yarı uykuluydu ve yü­
zünde her zamanki ciddi adam ifadesi vardı. Lilian tekrar
sandalyesine oturup torununun boynundaki altın zincirle oy­
namasına izin verdi.
Ernst bir soluk aldı; yeni sorular sormak üzereydi ki
Patrik'ten gelen uyarıcı bir bakışla vazgeçti. Bunun üzerine
Patrik ihtiyatlı bir şekilde sorgusuna devam etti.
"Sara'ya zarar vermek isteyecek birileri olabilir mi?"
Charlotte hayretle ona baktı ve boğuk bir sesle "Kim
Sara'yı incitmek isteyebilir ki? O daha yedi yaşındaydı." Sesi
BO

kılçıklandı, ama kendini kontrol etmek için büyük çaba har­


cıyordu.
"Demek hiçbirinizin aklına bir cinayet nedeni gelmiyor.
Size zarar vermek isteyen biri yok, öyle mi?"
Son soru Lilian'ı harekete geçirdi. İlk geldiklerinde yüzün­
de beliren al lekeler yeniden alevlenmişti.
"Zarar vermek isteyen biri mi? Doğrusu var. Bu tanıma
uyan tek bir kişi var, o da komşumuz Kaj . Ailemizden nefret
ediyor ve yıllardır hayatımızı cehenneme çevirmek için elin­
den geleni yapıyor!"
"Saçmalama anne" dedi Charlotte. "Sen ve Kaj yıllardır
kavga ediyorsunuz zaten, neden bu yüzden Sara'ya zarar
vermek istesin ki?"
"O adam her şeyi yapar. Psikopatın biri o. Oğlu Morgan'a
bir bakın. Kafası yerinde değil onun, öyle insanlar her şeyi
yapabilir. Kliniklerden çıkarılıp sokaklara terk edilen psiko­
patlara ve yaptıklarına bir bakın. Aklı başında biri, onu çok­
tan bir yere kapatırdı."
Niclas, Lilian'ı yatıştırmak için elini onun kolunun üze­
rine koydu, ama bunun hiçbir etkisi olmadı. Seslerinin tonu
Albin'i rahatsız etmişti, sızianınaya başladı.
"Kaj benden nefret ediyor, çünkü nihayet ona karşı çıkan
birine rastladı. Eskiden büyük bir şirketin yöneticisi olduğu
ve parası da bol olduğu için kendini önemli biri sanıyor. Ka­
rısıyla o bunun için buraya taşındılar, burada herkes onlara
kraliyet ailesine mensuplarmış gibi davranıyor. Çok densiz
biri, ondan her şey beklenir."
"Kes şunu anne!" diye annesine patlayan Charlotte'un se­
sine yeni bir sertlik gelmişti. "Olay çıkarma."
Kızının böyle patlaması Lilian'ı susturdu. Çenesi öfkeyle
kasıldı; kızına karşı çıkmaya cesaret edemiyordu.
Lilian'ın bu taşkın sözleri üzerine şaşıran Patrik, "Öyley­
se . . . " dedi ve duraksadı, "komşunuzdan başka ailenize kötü-
81

lük yapacak biri aklınıza gelmiyor, öyle mi?"


Hepsi hayır anlamında başlarını salladı. Patrik defterini
kapattı.
"O zaman şimdilik başka sorumuz yok. Tekrar başınız sağ
olsun."
Niclas polisleri geçirmek üzere ayağa kalktı . Patrik,
Erica'ya döndü.
"Kalıyor musun, yoksa seni eve bırakalım mı?"
Erica gözlerini Charlotte'tan ayırmadan cevap verdi: "Ben
biraz daha burada kalacağım."
Dış kapımn önünde Patrik derin bir soluk almak için durdu.

* * *

Stig alt kattan alçalıp yükselen sesleri duyuyordu. Ziya­


retçinin kim olduğunu merak etti. Her zamanki gibi, ne olup
bittiği konusunda onu bilgilendirmeye zahmet eden yoktu.
Belki böylesi daha iyiydi. Doğrusu, olayların ayrıntılarıy­
la başa çıkabilir miydi, bilemiyordu. Bir bakıma burada, yu­
karı katın huzurlu sessizliğinde kendi kozasında yatmak ve
Sara'nın ölümünün tetiklediği tüm duyguları oluruna bırak­
mak daha iyiydi. Hastalığı her nedense bu acıyla baş etmesi­
ni kolaylaştırmıştı. Fiziksel acı sürekli bilincine saldırıyor ve
duygusal işkencenin bir kısmını uzaklaştınyordu.
Stig zorlanarak yatağında döndü ve duvara boş gözlerle
bakmaya başladı. Kızı, kendi öz torunu gibi sevmişti. Elbet­
te inişli çıkışlı ruh haliyle zor bir çocuk olduğunu biliyordu,
ama Stig'i görmek için yukarı geldiğinde asla öyle davran­
mazdı. Sanki içgüdüsel olarak Stig'in bedenini harap eden
hastalığı hissediyordu. Hem Stig'e hem hastalığına saygı
gösterirdi. Herhalde ne kadar kötü bir durumda olduğunu
bilen tek kişi oydu. Ondan başka herkesin yanında ne kadar
büyük bir acı çektiğini gizlerneye çalışırdı. Babası da, büyük-
82

babası da kalabalık bir hastane koğuşunda ölmüştü ve bu


kaderden kaçabilmek için yapmayacağı şey yoktu. Bu neden­
le Lilian ile Niclas'ın karşısında gücünü son damlasına ka­
dar toplar, kendine çekidüzen vermeye çalışırdı. Hastalığı da
galiba onu hastaneden uzak tutuyordu. Bazen daha iyi olu­
yordu, belki normalden daha mecalsiz, daha bitkin hissedi­
yordu kendini, ama günlük hayatı tam anlamıyla idare ede­
biliyordu. Sonra yine hastalanıp birkaç hafta yatmak zorun­
da kalıyordu. Niclas'ın endişesi gitgide artıyor gibiydi; neyse
ki Lilian, Stig'in evde kalmasının daha iyi olacağına onu ik­
na etmişti.
Lilian gerçekten de Tanrı'nın bir armağanıydı. Altı yılı ge­
çen evliliklerinde elbette çatışmalar olmuştu ve bazen çok
sert bir kadın olabilirdi, ama en iyi ve müşfik tarafı hasta­
lığında ona bakarken ortaya çıkmıştı. Hastalandığından bu
yana birbirlerini tamamlıyorlardı adeta. Lilian ona bakma­
ya bayılıyordu, o da Lilian'ın bunu yapmasına bayılıyordu.
Şimdi yollarının ayrılmasına bu kadar yaklaşınaları akıl al­
maz bir şeydi. Her kötü olayın mutlaka iyi bir yanı vardır, di­
ye düşünürdü Stig her zaman. Ama bu, en büyük kötülükler
başlarına gelmeden önceydi. Ve bu olayda hiç iyi bir yan gör­
müyordu.
Kız onun durumunu anlardı. Yumuşak elinin sıcaklığını
şu anda yanağında hissediyordu. Yatağının kenarına oturup
o gün olup biten her şeyi anlatırdı, Stig de başını saliayarak

büyük b dikkatle dinlerdi. Ona çocuk gibi değil de, yaşıtı gi­
bi davranırdı. Kız da bunun değerini bilirdi.
Şimdi gitmiş olması akıl almazdı.
Gözlerini kapadı, yeni ve güçlü bir sancıyla kendinden
geçti.
Strömstad 1 92 3

Garip bir sonbahardı. Anders daha önce hiç bu kadar yor­


gun hissetmemişti kendini. Agnes ona yeni bir güç zerk edi­
yordu, öyle ki o, hayatına girmeden önce nasıl olup da bede­
nini çalıştırahildiğini merak ediyordu bazen.
Agnes'in cesaretini toplayıp penceresine geldiği o ilk ak­
şamdan sonra bütün hayatı değişmişti. Şimdi artık Agnes ge­
lene kadar güneş ortalığı aydınlatmıyor, ayrıldıklarında da
o ışık sönüyordu. İlk ay birbirlerine temkinli yaklaşmışlar­
dı. Agnes çok utangaç ve sessizdi, Anders ise onun ilk adımı
atma cesaretini göstermiş olmasına hala şaşırıyordu. Böyle
öne atılması Agnes'e uygun bir davranış değildi, kendisi uğ­
runa ilkelerinden böylesine uzaklaştığını düşününce, ılık bir
şey yayılıyorrlu içine.
Evet, Anders ilk başta biraz tereddüt etmişti. Ufuktaki so­
runları seziyor ve durumun imkansızlığını görüyordu. Ama
içindeki duygu öylesine güçlüydü ki, sonunda her şeyin çö­
züme kavuşacağına ikna etmişti kendini. Agnes ise her şe­
ye güvenle bakıyordu. Başını omzuna yasladığında, zarif eli­
ni onun eline bıraktığında, Anders dağları devirecek gibi his­
sediyordu kendini.
Buluşabildikleri saatler azdı. Taşocağından eve akşamın
geç saatlerine kadar dönemiyor, sonra da sabahları erken
kalkması gerekiyordu. Ama Agnes buluşmalarının bir yolunu
84

buluyordu her zaman ve Anders bunun için onu çok seviyor­


du. Kentin dışında, karanlığın koruyucu örtüsü altında sık sık
uzun yürüyüşlere çıkıyorlar, sonbaharla gelen soğuklara rağ­
men her zaman oturup öpüşecek kuru bir yer buluyorlardı.
Anders çekinerek gelecek konusunu açmaya çalışmıştı.
Agnes'in başını belaya sokmak istemiyordu, bunu göze ala­
mayacak kadar çok seviyordu onu; ama bedeni onu gelecek­
teki bir birleşmeye giden yolu seçmeye zorluyordu. Bu ko­
nu hakkında konuşma çabaları Agnes'ten gelen bir öpücük­
le susturuluyordu.
"Bunu konuşmayalım" demişti Agnes, onu tekrar öperek.
''Yann evine geldiğimde dışan çıkma, bırak ben içeri geleyim."
"Ama dul kadın ne olacak?" diyehilmiştİ Anders, bir kez
daha bir öpücükle susturulmadan önce.
"Şış şt" demişti Agne s , "fareler kadar sessiz oluruz."
Anders'in yanağını okşayarak devam etmişti sonra: "Birbiri­
ne aşık iki sessiz farecik."
"Ama, şey ne olacak . . . " diye sormuştu genç adam, gergin
ama aynı zamanda heyecanlı bir ses tonuyla.
"O kadar çok düşünme" diye karşılık vermişti Agnes gü­
lümseyerek. ''Yalnızca şimdiki zamanda yaşayalım. Ne ma­
lum yarın ölmeyeceğimiz?"
"Ah hayır, öyle konuşma" demişti Anders onu kendine
doğru çekerek. Haklıydı. Çok fazla düşünüyordu.

* * *

"İyisi mi, biz önce şu konuyu halledelim." Patrik içini çekti.


"Ne önemi var anlayamadım" diye homurdandı Ernst. "Li­
lian ile Kaj yıllardır kavga ediyorlar, ama Kaj'ın kızı öldür­
mesi için bir sebep olarak göremiyorum ben bunu."
Patrik şaşırmıştı. "Sen onları tanıyor gibisin. Lilian kapıyı
açtığında da böyle bir izienim edinmiştim."
85

"Yalnızca Kaj'ı tanıyorum" dedi Ernst ters bir tonda. "Biz


eski dostlar bazen birlikte kağıt oynarız."
Patrik kaşlarını çattı. "Bu dostluktan kaygılanınam ge­
rekiyor mu? Biliyor musun, bu koşullarda soruşturmada yer
alamayabilirsin."
"Saçmalık" dedi Ernst yüzünü ekşiterek. "İtiraz ettim di­
ye bir soruşturmayı yürütemeyeceksek hiçbir bok yapama­
yız. Bu şehirde herkes herkesi tanır, bunu sen de benim ka­
dar bilirsin. İşimle özel hayatımı birbirine karıştırmayacak
kadar aklım var."
Patrik aldığı cevaptan gerçekten tatmin olmamıştı, ama
Ernst'in bir ölçüde haklı olduğunu biliyordu. Şehir o kadar
küçüktü ki herkesin herkesle bir şekilde ilişkisi vardı ve böy­
le bir neden, birini soruşturmadan çıkarmak için bahane ola­
rak kullanılamazdı. Bunun için daha yakın bir ilişkinin ol­
ması gerekirdi. Çok yazık! Bir an için taze sabah havası onu
çarpmış, Lundgren'den kurtulmak için bir fırsat çıktığını dü­
şünmüştü.
Yan yana yürüyerek bitişikteki komşunun evine yaklaştı­
lar.
Kapının yanındaki pencerenin perdesi dalgalandı, ama
çabucak eski haline döndü ve arkasında kimin durduğunu
göremediler.
Patrik, Lilian'ın "vitrin" dediği evi inceledi. Evinden işe
giderken her gün önünden geçerken görürdü evi, ama hiçbir
zaman dikkatli bakmamıştı. Çok hoş olmadığı konusunda ay­
nı fikirdeydi. Bir sürü cam ve yapay çıkmalarla modern bir
tasanmdı. Sanki ınİmara istediğini yapması için açık çek ve­
rilmiş gibiydi ve Patrik, Lilian'ın bir ölçüde haklı olduğunu
kabul etmek zorundaydı. Ev tam da dekorasyon dergilerin­
de görünmek için yapılmış gibiydi; bulunduğu eski mahalle­
ye, bir yeniyetme emekiiierin verdiği partiye ne kadar yakı­
şırsa o kadar yakışıyordu. Kim demişti parayla zevkin iç içe
86

olduğunu? Bu evin yapım iznini onayiayan şehrin imar mü­


dürü kör olmalıydı.
Patrik meslektaşına döndü: "Kaj ne iş yapar? Yani hafta
içi evde olduğuna göre? Lilian genel müdür olduğundan bah­
setmişti."
Ernst "Şirketini satıp erken emekli oldu" dedi. Profesyo­
nelliğinden şüphe edildiği için sesi hala kırgındı. "Futbol ta­
kımının da koçu. Aslında bu konuda çok iyidir. Gençken yıl­
dız oyuncu olacakken başına gelen bir kaza yüzünden bu ha­
yali gerçekleşemedi. Ve tekrar ediyorum, boşuna vakit harcı­
yoruz. Kaj Wiberg gerçekten iyi adamdır, tersini iddia eden
yalan söylüyor demektir. Bütün bunlar çok saçma."
Patrik onun yorumlarına aldırış etmeyip merdivenleri tır­
mandı.
Kapıyı çalıp beklediler. Çok geçmeden ayak sesleri işitildi
ve kapı Patrik'in Kaj olduğunu tahmin ettiği kişi tarafından
açıldı. Ernst'i görünce adamın yüzü aydınlandı.
"Selam Lundgren, işler nasıl? Bugün kağıt oynamayaca­
ğız, değil mi?"
İkisinin de tepki vermediğini görünce yüzündeki geniş gü­
lümseme söndü. Gözleri fıldır fıldır oynuyordu. "Peki öyleyse,
bakalım ihtiyar cadı bu kez ne istiyor?" Büyük oturma odası­
na aldı onları, kendisi rahat bir koltuğa yerleşip konuklarına
kanepeyi gösterdi.
"Başlarına gelene üzülmüyor değilim; gerçekten büyük bir
trajedi. Ama bu koşullar altında bile bizimle kavga etmesini
aklım almıyor. Sanırım bu onun nasıl biri olduğunu gösteriyor."
Patrik bu yoruma kulak asmadan karşısındaki adamı in­
celemeye koyuldu. Orta boylu, zayıf biriydi, bir tazı fiziğine
sahipti, saçları gümüşi ve kısaydı. Bununla birlikte alelade
bir yanı vardı; bir banka soymaya kalkışsa tanıkların hiçbir
şekilde tarif ederneyeceği bir adam.
"Bir şey gören olup olmadığını öğrenmek için tüm ma-
87

halleyi tarıyoruz. Sizin aranızdaki anlaşmazlıklarla bir ilgi­


si yok bunun." Patrik, Lilian'ın onu hedef gösterdiğinden hiç
bahsetmemeye baştan karar vermişti.
"Anlıyorum" dedi Kaj . Sesinde hafif bir hayal kırıklığı var­
dı. Komşusuyla arasındaki kan davasının hayatının değiş­
mez ve neredeyse temel parçalarından biri olduğunun açık
bir kanıtıydı bu.
"Ama neden soru soruyorsunuz?" diye devam etti. "Kızın
boğulması trajik bir olay, polisin daha fazla soruşturması­
na ne gerek var? Onun için yapılabilecek bir şey kalmadı ki"
diye kıkırdadı, ama Patrik'in bunu hiç de komik bulmadığı­
nı belli eden hali karşısında hemen yüz ifadesini değiştirdi.
Sonra nihayet kafasına dank etti.
"Yanılıyor muyum yoksa? Kızın boğulduğu söyleniyor,
ama insanların nasıl konuştuğunu bilirsiniz. Eğer polis et­
rafta dolaşmaya başlamışsa bu, ölümünün farklı bir nedeni
olduğu anlamına gelir. Öyle değil mi?" dedi heyecanla.
Patrik ona hafif bir tiksintiyle baktı. Bu insanların ne­
si vardı? Küçük bir kızın ölümünden nasıl olur da heyecan
duyabilirlerdi? İnsanlarda artık hiç mi anlayış kalmamıştı?
Kaj'ı cevaplarken duygularını belli etmemeye çalıştı.
"Evet, bir bakıma doğru" dedi. "Ayrıntılara girernem ama,
Sara Klinga öldürüldü; bu nedenle onun o gün yaptığı her şe­
yi bilmemiz son derecede önemli."
"Öldürüldü mü? Vay be, bu korkunç bir şey!" Yüzünde bir
sevgi ifadesi belirdi, ama Patrik bunun çok içten olmadığını
görmediyse de hissetti.
Patrik, Kaj'ın suratma tokat atmamak için kendini zor tu­
tuyordu. Adamın sahte sevgisini iğrenç bulmuştu, yine de
kendini zorlayarak konuştu: "Dediğim gibi, size ayrıntıları
anlatamam, ama pazartesi sabahı Sara'yı gördüyseniz nere­
de ve kaçta gördüğünüzü bilmemiz önemli. Hatırlayalıildiği­
niz en kesin haliyle."
88

Kaj kaşlarını çattı v e iyice düşündü. "Durun bakayım, pa­


zartesi . . . Evet o sabah bir şey gördüm, ama tam olarak ne za­
mandı, kesin söyleyemem. Evden çıktı ve hızla koştu. O kız
normal insanlar gibi yürümezdi, her zaman hoplayıp zıplar­
dı, şişkin bir lastik top gibi."
"Hangi yöne gittiğini gördün mü?" diye sordu Ernst. Ziya­
retin başından beri ilk kez konuşuyordu. Kaj ona eğlenerek
baktı. Oyun arkadaşını işbaşında görmek ona herhalde ko­
mik gelmişti.
"Hayır, yalnızca araba yolundan aşağı giderken gördüm.
Gözden kaybolmadan önce geri dönüp birine al salladı, ama
ne yöne gittiğini görmedim."
"Saati hatırlıyor musunuz?" diye sordu Patrik.
"Tam olarak hayır, dokuz civan olmalı. Kesin bir şey söy­
leyemiyorum, kusura bakmayın."
Patrik devam etmeden önce bir an duraksadı . "Lilian
Florin'le aranızın iyi olmadığını duymuştum."
Kaj öfkeyle homurdandı. "Evet, kesinlikle öyle diyebilir­
siniz. Onun gibi bir acuzeyle 'dostane' ilişki kuracak biri de
yoktur."
"Bu . . . " Patrik doğru kelimeyi bulmaya çalıştı. " . . . husume­
tin özel bir nedeni var mı?"
"Lilian Florin ile kavgalı olmak için özel nedene gerek
yoktur, ama yine de benim oldukça iyi bir mazeretim var. So­
run biz ev yapmak üzere bu arsayı alır almaz başladı. Tasa­
rımla ilgili itirazları vardı ve inşaatı durdurmak için elinden
geleni yaptı. Küçük bir protesto fırtınası koparmaya çalıştı
da diyebiliriz." Kendi kendine güldü. "Fjallbacka'da bir pro­
testo fırtınası. Dizlerimin titrediğini fark ediyor musunuz?"
Kaj gözlerini kocaman açarak korkmuş gibi görünmeye çalış­
tı, sonra bir kahkaha patlattı. Sonra toparlanıp devam etti:
"Eh idare etmeyi öğrendik, o küçük patırtıyı yatıştırdık, ama
hem zaman hem para bakımından bize maliyeti yüksek oldu.
89

O zamandan beri de şu ya da bu nedenle kavga devam edi­


yor. Onun ne kadar ileri gidebileceğini siz de biliyorsunuz.
Onca yıl hayatımızı cehenneme çevirdi." Arkasına yaslanıp
bacak bacak üstüne attı.
"Evi satıp başka yere taşınamaz mıydınız?" diye ihtiyatla
sordu Patrik.
"Taşınmak mı? Asla. Ona bu zevki tattırmam. O taşınsın.
Şu sıralar temyiz mahkemesinden cevap bekliyorum."
"Temyiz mahkemesi mi?" diye sordu Patrik.
"İmar yasasını kontrol etmeden evlerine bir balkon yaptı­
lar. Benim arsama iki santimlik tecavüz var, yasalara aykırı.
Karar çıkar çıkmaz o balkonu yıkmak zorundalar. Bir iki gü­
ne karar çıkacak, işte o gün Lilian'ın yüzünü görmek için sa­
bırsızlanıyorum." Yüzü aydınlanmıştı.
"Şu anda onların balkondan daha önemli kaygıları oldu­
ğunu düşünmüyor musunuz?" demekten kendini alamadı
Patrik.
Kaj 'ın yüzü karardı. "Elbette yaşadıkları traj ediye du­
yarsız değilim, ama adalet adalettir. Böyle konular Adalet
Tanrıçası'nın ilgi alanına girmez" dedi ve onaylaması için
Ernst'in yüzüne baktı. Ernst anlayışla başını saliayarak onu
onaylarken, bu soruşturmaya katılmasının uygun olup olma­
dığı konusunda Patrik'in kaygısını haklı çıkaran bir neden
daha vermiş oldu ona. Ernst'in sorgu listesindeki biriyle ah­
hap olduğu ortaya çıkmadan önce duyduğu kaygı yetmezmiş
gibi bir de bu eklenmişti.

* * *

Civardaki evleri taramak üzere ayrıldılar. Ernst ısırıcı


rüzgara karşı güçlükle yürürken homurdandı. Uzun boyu yü­
zünden bedeni rüzgarın hedefi haline geliyor gibiydi, zayıf ol­
ması da öne arkaya yalpalamasına, dengesini bulmakta zor-
90

lanmasına neden oluyordu. Genzine gelen safranın tadını


duydu.
Bir kez daha yarı yaşındaki burnu havada bir veletten
emir almak zorunda kalmıştı. Bunu anlayamıyordu. Neden
bunca yıllık deneyimleri ve becerileri sürekli göz ardı edili­
yordu? Bulabildiği tek açıklama bunun bir komplo olduğuy­
du. Bütün bunların sebebi veya ardındaki güç konusunda ka­
fası bulanıktı, ama buna aldırmıyordu. Anlaşılan, sahip oldu­
ğuna kuşku rluymadığı bu nitelikleri yüzünden bir tehdit ola­
rak görülüyordu.
Kapıları çalıp durmak çok sıkıcıydı, kapalı, sıcak bir yerde
olmak istedi. Ayrıca insanlar işe yarar bir şeyler de söylemi­
yorlardı. Küçük kızı gören olmamıştı, ağızlarından çıkan tek
laf olayın ne kadar korkunç olduğuydu. Ernst de bunu kabul
etmek zorundaydı. Çocuk sahibi olma gafletinde bulunmadı­
ğı için şanslıydı. Kadınlarla mesafesini korumayı da becer­
diğini düşündü, aslında kadınların onunla pek ilgilenmediği
gerçeğini göz ardı ederek.
Florin'lerin evinin solundakileri dolaşacak olan Heds ­
tröm'e bir göz attı. Bazen şunun bumuna bir yumruk patiat­
sam diye parmakları kaşınıyordu. Bu sabah, kendisini de ya­
nında götürmesi için Hedström'ü zorladığında, onun gözle­
rindeki bakışı görmüştü. Aslında bu, kısa bir an için Ernst'i
tatmin etmişti. Hedström ile Molin'in arasından su sızmaz­
dı; kendisi ve Gösta gibi daha yaşlı meslektaşlarını hiç din­
lemezlerdi. Tamam, Gösta belki mükemmel polis örneği de­
ğildi, ama meslekte geçirdiği bunca yılın hatırına saygı gör­
meyi hak ediyordu. Bu koşullarda tüm enerjisini verecek ka­
dar işine ilgisi kalmamasma da şaşmamalıydı. Daha dikkatli
düşününce, kendisinin de her molada tüymek istemesinin bu
genç meslektaşlar yüzünden olduğunu anladı. Rahatlatıcı bir
düşünceydi bu. Elbette bu onun suçu değildi. İş performan­
sının bu kadar düşmesi ara sıra suçluluk duymasına neden
91

olmuyor değildi; neyse ki sonunda sorunun kaynağına par­


mak basmak ona iyi gelmişti. Meselenin özü buydu. Hepsi,
bu burnu havada gençler yüzündendi. Birden hayat çok, çok
daha güzel göründü. Bir sonraki kapıyı çaldı.

* * *

Frida bebeğinin saçlarını tarıyordu. Güzel görünme­


si önemliydi bugün, çünkü bir partiye gidiyordu. Önündeki
masaya daha şimdiden kahve ve pastalar konmuştu. Mini­
cik plastik fincanlar ve çok şık kırmızı tabaklar. Doğal olarak
şakacıktan pastalardı bunlar, ama oyuncak bebekler sahici
pasta yiyemediklerine göre, bunun bir önemi yoktu.
Sara bebeklerle oynamanın aptallık olduğunu düşünürdü
her zaman. Bunun için yaşlarının geçtiğini söylerdi. Oyun­
cak bebekler, bebekler içindir, demişti Sara; ama Frida be­
beklerle oynamayı çok seviyordu. Sara bazen çok usandırı­
cı olabiliyordu. Her zaman karar veren o olmalıydı. Her şey
onun istediği gibi olmalıydı, yoksa surat asar, kırıp dökmeye
başlardı. Frida'nın eşyalarını kırınca, annesi gerçekten çok
kızardı. O zaman Sara eve dönmek zorunda kalırdı; annesi,
Sara'nın annesini telefonla arardı ve sesi çok öfkeli çıkardı.
Ama Sara iyi davrandığı zaman Frida onu çok severdi, bu
nedenle yine onunla oynamak istiyordu. Yalnızca iyi davran­
masını umuyordu.
Sara'ya ne olduğunu anlayamıyordu. Annesi ona Sara'nın
öldüğünü, denizde boğulduğunu söylüyordu ama öyleyse şim­
di neredeydi? Cennette demişti annesi, o da durup uzun uzun
gökyüzüne bakmış, ama Sara'yı görememişti. Sara cennette
olsaydı mutlaka ona el sallardı. El sallamadığına göre, ora­
da değil demekti. O zaman soru şuydu: Sara neredeydi? Öy­
le büsbütün ortadan kaybolamazdı, değil mi? Annenin de öy­
le ortadan kaybolduğunu düşünsene. Frida korkuya kapıldı.
92

Sara ortadan kaybolabiliyorsa, anneler de aynı şekilde kay­


bolabilirler miydi? Bu pis düşünceyi kovmak için bebeğini
kucaklayıp sımsıkı göğsüne bastırdı.
Merak ettiği bir şey daha vardı. Kapıyı çalıp Sara hak­
kında bilgi veren kocaman adamların polis olduğunu söyle­
mişti annesi. Frida, polise her şeyi söylemek gerektiğini bili­
yordu. Onlara hiçbir zaman yalan söylenemezdi. Ama o, pis
ihtiyar adam hakkında kimseye bir şey söylerneyeceği konu­
sunda Sara'ya söz vermişti. Çekip gitmiş birine verilen sö­
zün tutulması gerekir miydi? Eğer Sara gittiyse, Frida'nın
ihtiyar adamdan bahsettiğini de öğrenemezdi. Ama ya geri
döner de Frida'nın boşboğazlık ettiğini öğrenirse? O zaman
öfkesi eskisinden beter olurdu . Hatta Frida'nın odasındaki
her şeyi kırıp dökerdi, bebeğini bile. Frida pis ihtiyar adam
hakkında hiçbir şey söylememenin daha doğru olacağına ka­
rar verdi.

* * *

"Flygare, bana ayıracak bir dakikan var mı?" Patrik gir­


meden önce Gösta'nın kapısına vurmuştu, yine de meslekta­
şının, bilgisayar ekranında bir golf sitesini hızla kapadığını
gördü.
"Tabii, sanırım boş bir dakikarn var" dedi Gösta, asık bir
suratla; iş saatlerinde pek de soylu sayılmayacak ilgi alan­
larının Patrik'in gözünden kaçmarlığını üzüntüyle fark etti.
"Kız hakkında mı?" diye daha yumuşak bir tonda devam et­
ti. "Annika'dan duyduğuma göre kaza değilmiş. Korkunç" de­
di başını sallayarak.
"Evet, Ernst'le ben de şimdi ailesiyle görüştük" dedi Pat­
rik ve ziyaretçi sandalyesine oturdu. "Artık bir cinayet so­
ruşturması yürüttüğümüzü anlattım onlara. Aile üyelerine,
Sara'nın kaybolduğu sırada nerede olduklannı, saatin kaç ol-
93

duğunu ve onlara zarar vermek isteyen birileri olup olmadı­


ğını sorduk."
Gösta sorgularcasına Patrik'e baktı. "Aileden birinin kızı
öldürmüş olabileceğini mi düşünüyorsun?"
"Şu anda hiçbir şey bilmiyorum. Ama her halükarda, on­
ları en kısa zamanda soruşturmadan elememiz önemli. Aynı
zamanda bölgede hiç cinsel tacizci var mı kontrol etmek ge­
rekiyor."
"Ama Annika'nın anlattıklarına göre kıza taeizde bulunul­
mamış sanıyorum" dedi Gösta.
"Adli tabibe göre böyle bir şey yok, ama cinayet kurba­
nı küçük bir kız olunca . . . " Patrik cümlesini bitirmedi, Gösta
onun ne demek istediğini anlamıştı. Basında çocukların İstis­
ınarı hakkında o kadar çok yazı çıkmıştı ki, konuyu göz ardı
edemezlerdi.
"Öte yandan" diye devam etti Patrik, "onlara zarar ver­
mek isteyen biri olup olmadığı sorusuna, beni şaşırtan bir ce­
vap aldım hemen."
Gösta elini havaya kaldırdı. "Bırak da tahmin edeyim, Li­
lian kurtların önüne Kaj'ı attı."
Patrik bu söz üzerine hafıfçe kaşlarını çattı. "Evet, sanırım
öyle de diyebilirsin. Her neyse birbirlerini hiç sevmiyorlar.
Mahalleyi kapı kapı dolaştık ve Kaj'a resmi olmasa da, bazı
sorular sorduk. Altta, bol bol birikmiş kin yatıyor denebilir."
Gösta homurdandı. "Ben 'altta yatıyor' demezdim. Ne­
redeyse on yıldır parlak gün ışığında oynanan bir dram bu.
Şahsen ben bundan bıktım usandım."
"Annika'dan duyduğuma göre on yıl içindeki şikayet dosya­
larını sen devralmışsın. Bana biraz bunları anlatabilir misin?"
Gösta cevap vermeden önce arkaya döndü ve oradaki raf­
tan bir dosya aldı. Hızlıca sayfaları karıştırıp aradığını buldu.
"Bende yalnızca son yıllara ait olanlar var; geri kalanı
aşağıda arşivde."
94

Patrik başım salladı.


Gösta sayfaları çevirdi, bazılarına biraz uzunca göz gez­
dirdi.
"En iyisi sen bu dosyayı al. Burada bazı iyi ayrıntılar var.
Aklına gelebilecek her konuda her iki tarafın şikayet dilekçe­
leri."
"Örneğin ne hakkında?"
"Mülke izinsiz girme . . . Bir keresinde Kaj onların arsasına
ait bir yerden geçmiş ve ölümle tehdit edilmiş . . . Lilian açık­
ça Kaj 'a hayatına değer veriyorsa dikkatli olmasım söyle­
miş." Gösta dosyanın sayfalarım çevİrıneye devam etti. "Son­
ra Kaj 'ın oğlu Morgan hakkında bir sürü şikayet var. Lili­
an, oğlanın onu gözetlediğini iddia etmiş, şimdi alıntılıyo­
rum: 'Onun gibi oğlanların çok güçlü cinsel güdüleri olduğu­
nu duydum, o da bana tecavüz etmeyi tasarlıyor,' Alıntının
sonu. Ve bu yalmzca küçük bir derleme."
Patrik şaşkınlıkla başını iki yana salladı. "Yapacak daha
iyi işleri yok muymuş?"
Gösta kuru bir sesle, "Galiba yokmuş" dedi. Dosyayı
Patrik'e uzatarak ''Ve her nedense başlarına gelen felaketle­
ri gelip bana anlatmakta ısrarlılar. Ama bu işi şimdilik sana
devretmekten memnuniyet duyarım" diye ekledi. Patrik bi­
raz endişeyle dosyayı aldı.
"Ama Kaj da, Lilian da kavgacı şeytanlar olsa bile ben
Kaj'ın kızı öldürecek kadar ileri gideceğinden kuşkuluyum."
"Şüphesiz haklısın" diyen Patrik, dosyayı koltuğunun al­
tına alıp ayağa kalktı. "Ama dediğim gibi, madem şimdi adı
öne çıktı, bu ihtimali de inceleyeceğim."
Gösta bir an duraksadı. "Başka yardıma ihtiyacın olursa
haberim olsun. Mellberg bu konuyu Ernst'le ikinizin araştı­
racağınızı söylerken herhalde ciddi değildi. Bu bir cinayet so­
ruşturması ne de olsa. Yardımım dokunabilirse . . . "
"Teşekkürler, minnettar olurum. Sanırım haklısın. Mell-
95

berg yalnızca bana gıcıklık etmek istemiş olmalı. O bile, se­


nin ve Martin'in bana yardım etmenizi yasaklamış olamaz. O
nedenle, yarın herkesi bir brifınge çağırınayı düşünüyorum.
Mellberg buna karşıysa o zaman açıkça söylemek zorunda.
Ama dediğim gibi, öyle olduğunu sanmıyorum."
Çıkmadan önce Gösta'ya bir baş hareketiyle teşekkür et­
ti ve sola dönüp kendi bürosuna gitti. Masasındaki koltuğu­
na oturup dosyayı açtı, okumaya başladı. Okudukça insanoğ­
lunun ne kadar küçülebileceği konusunda bir gezintiye çık­
mış gibi oldu.
Strömstad 1923

Pencerenin camına ihtiyatla vururken eli biraz titre-


di. Pencere derhal açılınca Anders'in orada oturmuş kendi­
sini beklediğini düşündü, içi mutlulukla dol du . Oda sıcaktı,
Anders'in yanaklarının sıcaktan mı, yoksa kendilerini bek­
leyen saatierin beklentisiyle mi al al olduğunu kestiremedi.
Herhalde ikincisinden olmalıydı, çünkü aynı sıcaklığı kendi
yüzünde de hissediyordu.
O pencereye ilk çakıl taşını attığından beri özlemle bekle­
dikleri an nihayet gelmişti. Ona doğru adım atarken çok dik­
katli olması gerektiğini içgüdüsel olarak biliyordu. Hayatta
bildiği bir şey varsa o da erkekleri okumaktı. Onları okumak
ve sonra arzu ettikleri kadını onlara vermek. Anders olayın­
da bu, daha ilk geceden hemen odasına süzülüp yatağına gi­
rivermeyi ne kadar çok isterse istesin, bir yüzyıl kadar uzun
süren birkaç hafta boyunca, utangaç kız rolü oynaması ge­
rektiği anlamına geliyordu. Farklı bir davranışın Anders'i
ürkütüp kaçıracağını biliyordu. Onu kazanmak istiyorsa bu
oyunu oynamalıydı. Fahişe veya Meryem olmak. Erkeklere
ikisini de verebilirdi.
"Korkuyor musun?" diye sordu Anders, daracık yatağında
onun yanına otururken.
Zoraki bir gülümsemeyle cevap verdi. Şimdi olacaklar ko­
nusunda ne kadar deneyimli olduğunu bilse asıl o korkudan
97

titrerdi. Ama gerçek yüzünü ona gösteremezdi. Şimdi yapa­


mazdı; ilk kez bir erkeği, onun da kendisini istediği gibi ister­
ken değil. Böylece yere baktı ve hafıfçe başını salladı. Anders
güven vermek için ona sarılınca başını omzuna yasladı ve gü­
lümsemesini tutamadı.
Sonra ağzıyla onun ağzını aradı. Öpüşme derinleşip cid­
dileşmeye başlayınca, Anders'in dikkatle bluzunun düğmele­
rini açtığını hissetti. Erkek harap edici bir yavaşlıkla ilerli­
yordu. Bluzunu çekip yırtmak istedi. Ama bunun, haftalar­
dır yaratmaya uğraştığı imajı yıkacağını biliyordu. Çok geç­
meden Agnes doğasındaki tutkuyu gösterebilecekti; Anders
ise kızı ayartanın kendisi olduğunu düşünecekti. Erkekler bu
kadar basitti işte.
Son giysi de düştüğünde yatak örtülerini utangaçça üzeri­
ne çekti. Anders onu okşadı ve gözlerinin içine baktı; sessiz­
ce izin istiyordu. Agnes'in yanına süzülmek için onun başıyla
onaylamasını bekledi.
''Mumu söndürebilir misin?" diye sordu Agnes, ürkmüş gi­
bi sesini incelterek.
"Evet, tabii, kesinlikle" dedi Anders. Kızın karanlığın ör­
tüsünü tercih edeceğini fark edemediği için utanmıştı. Korno­
cline uzandı, mumun alevini parmaklarıyla söndürdü. Agnes
karanlıkta onun kendisine doğru döndüğünü ve dayanılma­
yacak kadar yavaş hareketlerle bedenini keşfetmeye başladı­
ğını hissetti.
Tam gerektiği anda sahte bir acı iniltisi çıkardı; kan ol­
mamasının kendisini ele vermeyeceğini umuyordu. Ama da­
ha sonra Anders'in gösterdiği özene bakarak hiçbir şeyden
şüphelenmediğini anladı. Agnes oynadığı oyundan tatmin ol­
muştu. Bu iş beklediğinden daha sıkıcı olmuştu, zira doğal
güdülerini bastırmak zorunda kalmıştı, ama gizilgüç oraday­
dı. Çok yakında taçyaprakları açılacak, bu da Anders'e tatlı
bir sürpriz olacaktı.
98

Kolunun çukurunda yatarken, ikinci bir raunt başlatsam


mı diye düşündü, ama biraz beklemenin daha iyi olacağına
karar verdi. Şimdilik rolünü iyi oynamış olmakla yetinmeliy­
di. Bir sonraki adım, ona yaptığı uzun vadeli yatırımdan en
yüksek kar payını almaktı. Elini doğru oynarsa bu kış onu
oyalayacak eğlencenin tadını sonuna kadar çıkarabilirdi.

* * *

Monica tekerlekli sepetiyle dolanıyor, raflara kitapları


yerleştiriyordu. Hayatı boyunca kitapları sevmişti. Kaj şir­
keti sattıktan sonraki ilk yıl evde sıkıntıdan patlamıştı. Kü­
tüphaneden yarım zamanlı çalışacak birini a rad1klarını söy­
lediklerinde, bu fırsatın üstüne atlamıştı. ihtiyacı olmadığı
halde çalışacağını duyunca Kaj onun keçileri kaçırdığını dü­
şünmüştü; Monica onun bu işi, kendi prestijine zarar veren
bir durum olarak gördüğüne inanıyordu. Ama bunlara aldır­
mayacak kadar keyif alıyordu işinden. Çalıştığı yerde iyi bir
atmosfer vardı, hayatının biraz olsun anlam kazanması için
bir topluluğa ihtiyaç duyuyordu. Yıllar geçtikçe Kaj asabileş­
miş, huysuzlaşmıştı, Morgan'ın ise artık ona ihtiyacı yoktu.
Torun da olmayacak gibiydi; en azından böyle bir olasılık gö­
rünmüyordu. Bu zevk bile ondan esirgenmişti. İşte karşılaş­
tığı insanlar torunlarından bahsedince onlara gıpta ederdi. O
insanların gözlerindeki ışıltıyı görünce Monica'nın içini kıs­
kançlık kaplardı. Morgan'ı sevmediğinden değil. Oğlu her ne
kadar sevilmesi zor biri olsa da, onu severdi. Onun da anne­
siyle babasını sevdiğini düşünüyordu. Sadece bunu göster­
mesini bilmiyordu. Belki de hissettiği şeyin sevgi olduğunu
bile bilmiyordu.
Morgan'ın bir sorunu olduğunu fark etmeleri çok uzun za­
man almıştı. Veya bir şeylerin olması gerektiği gibi olmadı­
ğını biliyorlardı, ama Morgan'da gördükleri şeyi kendi dene-
99

yimleriyle açıklayamıyorlardı. Zihinsel olarak yetersiz değil­


di çocuk, hatta yaşına göre çok zekiydi. Monica onun otistik
olduğunu düşünmüyordu; içine kapanık değildi, dokunuldu­
ğunda olumsuz tepki vermezdi - kitaplardan okuduklarına
göre, otistiklerde görülen şeyierdi bunlar. Morgan, DEHB ve
ZADE gündelik dile yerleşmeden çok önce okula gitmişti; o
nedenle bu tür bir tanı hiç konulmamıştı. Bununla birlikte
Monica bir şeylerin yolunda olmadığını anlamıştı. Tuhaf dav­
ranışları vardı çocuğun; birinin yol göstermesine karşı diren­
diği belli oluyordu. İnsanlar arasındaki görünmez iletişimi
düpedüz anlamıyor gibiydi, sosyal ilişkileri yöneten kurallar
onun için İbraniceydi sanki. Her zaman yanlış şeyler yapı­
yor, yanlış şeyler söylüyordu. Monica insanların, oğluna di­
siplin vermediğini, gevşek davrandığını düşünerek arkasın­
dan konuştuklarını da biliyordu. Ama o, bunun ötesinde bir
şeyler olduğunu da biliyordu. Morgan'ın motor becerileri bile
sorunluydu. Sakarlığı yüzünden küçük büyük birçok kazaya
yol açıyordu. Bazen bunlar kaza bile değildi, maksatlı olarak
yapıyordu. Onu en üzen şey, oğluna neyin doğru neyin yanlış
olduğunu öğretmenin imkansızlığıydı. Her şeyi denemişlerdi:
ceza, rüşvet, tehdit, vaatler, ebeveynterin çocuklarına bilinç
kazandırmak için başvurdukları tüm araçlar. Ama hiçbiri işe
yaramamıştı. Morgan, yerin dibine batmasını gerektiren feci
şeyler yapar, ama en ufak bir utanç. duymazdı.
Oysa on beş yıl önce inanılmaz bir şans gelmişti ayak­
la:rına. Yıllardır görüştükleri öğretmenlerden biri mesleği­
ne tutkuyla bağlıydı, bu alanda çıkan her yeni araştırınayı
okurdu. Bir gün onlara Morgan'ın durumuna uyan bir tanı­
dan bahsetmişti: Asperger sendromu. Otizmin bir türüydü,
ama hastanın zekası normal ile yüksek arasında bir düzey­
de olurdu. Monica bu terimi ilk kez duyduğunda geçmiş yıl­
ların yükü bir an için omuzlarından kalkmıştı. Bunun tadı­
m çıkarmış, keyifle adeta dilinin üzerinde kaydırmıştı: As-
1 00

perger. Bu yalnızca kendi uydurdukları bir şey değildi, ço­


cuklarını iyi yetiştirmeyi becerernemiş de değillerdi. Herkes
için gündelik hayatı kolaylaştıran şeyleri Morgan'ın anlama­
sının güç, hatta imkansız olduğunu düşündüğünde haklıy­
dı: beden dili, yüz ifadeleri, üstü kapalı sözler. Bunların hiç­
biri Morgan'ın beynine kaydolmuyordu. Nihayet ilk kez ona
ciddi bir yardım sunabileceklerdi. Ya da Monica sunacaktı.
Dürüst olmak gerekirse Kaj , Morgan'la pek ilgilenmezdi. So­
ğuk bir dille oğlunun hiçbir zaman beklentilerini karşılaya­
mayacağını söylediğinden beri onunla ilgilenmiyordu. Ar­
tık Morgan, Monica'nın oğlu olmuştu. Böylece Asperger hak­
kında bulabildiği her şeyi okuyan ve oğluna gündelik haya­
tı sürdürebilmesinde yardımcı olacak temel araçları gelişti­
ren, o oldu. Çeşitli senaryoların betimlendiği küçük kartlar;
belirli durumlarda ne yapılması gerektiğine dair rol oyunla­
rı; beyninin sezgisel olarak kavramayı reddettiği şeyleri zi­
hinsel olarak anlamasını sağlayacak karşılıklı konuşmalar . . .
Morgan'la açıkça konuşmak için de büyük zahmetlere girdi.
İnsanların dile renk ve anlam katmak için kullandıkları tüm
mecazlardan, abartmalardan ve söz sanatlarından arındırıl­
mış bil dil konuşmaya özen gösterdi. Büyük ölçüde başarı­
lı da oldu. En azından hayatını iyi kötü idare edebiliyordu
Morgan, ama çoğu zaman kendi kendine kalmayı tercih edi­
yordu. Bilgisayarlanyla.
Monica başlarda Lilian Florin'e biraz sinir olurdu; onun
bu duygusunu Lilian'ın nefrete dönüştürmeyi başarmasının
nedeni buydu. Monica başka her şeye katlanabilirdi. imar
yasaları, sınır tecavüzleri, şu veya bu konuda tehditler onun
hiç umurunda değildi. Ona göre bu kan davasında Kaj da, Li­
lian kadar suçluydu, hatta bazen Kaj'ın bundan zevk aldığını
düşünürdü. Ama Lilian'ın tekrar tekrar Morgan'la uğraşma­
sı, Monica'nın içindeki dişi kaplanı uyandırmıştı. Oğlu fark­
lı biri olduğu için Lilian da, başkaları da Morgan'la istedik-
1 01

leri gibi alay etme hakkına sahiplermiş gibi davranıyorlardı.


Birisi azıcık farklıysa, onu Tanrı korusun. Hala anne baba­
sıyla aynı evde değilse bile, aynı arazi içinde yaşaması kimi­
lerini uyuz ediyordu. Ama hiçbiri Lilian kadar kötücül değil­
di. Lilian'ın uydurduğu şeyler Monica'yı öyle sinidendiriyor­
du ki sağduyulu düşünemiyordu. Birçok kez Fjallbacka'dan
taşınınayı bile düşünmüş, bu konuyu Kaj'a da açmıştı, ama
bunun yararı olmayacağını biliyordu. inatçının tekiydi o.
Sepetindeki son kitapları raflara yerleştirdi, son bir tur
daha atıp toplayacak kitap kaldı mı diye baktı. Yıllardır
Lilian'ın Morgan'a yaptığı kötücül saldırılar aklına gelin­
ce elleri öfkeyle titredi. Yalnızca birçok kez polise şikayette
bulunmakla yetinmemiş, bir de kasabada, yalanlanması
imkansız birtakım dedikodular yaymıştı. Ateş olmayan yer­
den duman çıkmaz, derlerdi ya. Herkes Lilian Florin'in kor­
kunç dedikoducu olduğunu bildiği halde, söylediği yalanlar
tekrarlana tekrarlana gerçek gibi kabul edilmişti.
Lilian şimdi de kasahada acısını p aylaşanların sempa­
tisini toplamakla meşguldü. Yaptığı pisliklerin çoğu tek bir
olay yüzünden affedilmişti. Ne de olsa torununu kaybetmiş­
ti. Ama bu bile Monica'nın ona acımasına yetmiyordu. Ha­
yır, Monica içindeki duygudaşlığı başkası için saklıyordu:
Lilian'ın kızına. Charlotte'un bu kadının kızı olmasına aklı
ermiyordu. Ondan daha iyi bir insan olamazdı, Charlotte'u
düşündükçe yüreği parçalanıyordu.
Ama Lilian için tek bir damla gözyaşı bile dökmeyecekti.

* * *

Doktor her zamanki saatte, sabah sekizde kliniğe gelince


Aina şaşırdı.
''Merhaba Niclas" dedi duraksayarak. "Bugün geç gelirsin
diye düşünmüştüm."
1 02

Niclas sadece başını salladı ve doğruca muayene odasına


gitti, açıklamada bulunacak gücü yoktu. Bir dakika daha ev­
de durmaya dayanamazdı, her ne kadar evden çıktığı için bü­
yük bir suçluluk duysa da. Çünkü bu, Charlotte'u acı çeker­
ken evde Lilian ve Stig ile yalnız bırakmanın suçluluğundan
daha beterdi. Gırtlağına yapışan, nefes almasını zorlaştıran
bir suçluluk duygusu. Orada bir dakika daha kalsaydı bo­
ğulacaktı, bundan emindi. Charlotte'un yüzüne bakamıyor­
du, bakışlarının karşılaşmasına dayanamıyordu. Onun göz­
lerindeki ıstırapla kendi suçluluk duygusu bir arada, katla­
nılacak şey değildi. Bu nedenle işyerine kaçmıştı. Korkaklık­
tı, biliyordu. Ama kendisi hakkında çok yanılmıştı. O yürekli
ve güçlü biri değildi.
Sara'nın zarar görmesini istememişti. Hiç kimsenin za­
rar görmesini istememişti. Niclas, hasta dosyaları ve başka
kağıtlarla dolu masasında felce uğramış gibi otururken elini
göğsüne bastırdı. Öylesine keskin bir acıydı ki, damarlarında
dolaştığını ve kalbinde toplandığını hissediyordu. Birdenbire,
bir kalp krizinin nasıl olabileceğini anladı. Verdiği acı kesin­
likle bundan fazla olamazdı.
Parmaklarını saçlarında dolaştırdı. Olup bitenler, çözüm­
lenmesi gereken, akıl karıştırıcı bir bilmece gibi duruyordu
önünde. Yine de bunu çözmesi gerekiyordu. Bir şey yapmak
zorundaydı. Elleri kolları bağlı kaldığı bu durumdan bir şe­
kilde kurtulmalıydı. Önceden her şey ne kadar yolunda git­
mişti. Yıllardır çekiciliği, becerikliliği, candan ve dürüst gü­
lümsemesi, onu yaptıklarının sonucuna katianmaktan kur­
tarmıştı, ama artık belki de yolun sonuna gelmişti.
Önündeki telefon çalmaya başladı. Muayene saati gelmiş­
ti. Perişan bir halde olsa da, yerinden kalkıp hastalan iyileş­
tirmek zorundaydı.

* * *
1 03

Erica göğsüne astığı kangurudaki Maj a'yla, ortalığı te­


mizlemeye çalışıyordu. Kayınvalidesinin son ziyaretini dü­
şünürken, oturma odasında elektrikli süpürgeyi çılgın gibi
itekliyordu. Kristina'nın yukarı kata çıkmasını gerektirecek
bir şey olmayacağını umut ederek, o gelmeden önce giriş ka­
tının temiz görünmesine çabalıyordu, böylece her şey yolun­
da gidecekti.
Kristina'nın son gelişinde Maja üç haftalıktı ve Erica hala
donuk bir sis tabakasının içinde gibiydi. Toz yumakları ner­
deyse sıçan büyüklüğüne ulaşmıştı, eviye kirli tabaklada do­
luydu. Elbette Patrik temizlik yapmaya niyetlenmişti, ama
eve gelir gelmez Erica Maja'yı onun kucağına attığı için, elekt­
rik süpürgesini dolaptan çıkarmanın ötesine geçememişti.
Kristina içeri girince yüzünde bir tiksinti ifadesi belir­
miş, ama torununu görünce, bu ifade hemen silinmişti. Bun­
dan sonraki üç gün boyunca Erica yaşadığı sis perdesinin
içinde Kristina'nın homurdanmalarını dinlemişti: İyi ki gel­
mişti, yoksa bu kadar toz içinde Maja mutlaka astım olurdu.
Onun zamanında kimsenin bütün gün gözlerini televizyona
dikip oturmarlığını söylemişti. Kadınlar yeni doğmuş bebeğe
ve evdeki daha büyük çocuklara bakmayı becerir, evi temiz­
ler, yemek pişirir ve kocaları geldiğinde sofrayı hazır ederler­
di. Neyse ki Erica, kayınvalidesinin bu sokuşturmalarına si­
nirlenemeyecek kadar takatsiz hissediyordu kendini. Aslın­
da Kristina'nın, arabasına koyduğu Maja'yı göğsünü kabarta
kabarta gezdirdiği veya banyo yaptırırken, altını değiştirir­
ken yardım ettiği o dakikaların değerini biliyordu.
Erica saatine baktı. Kristina'nın vals yaparak kapıdan
içeri girmesine bir saat kalmıştı, oysa bulaşıklara henüz el
sürememişti. Ayrıca toz alması da gerekiyordu galiba. Kızı­
na baktı. Maja, göğüs askısında elektrik süpürgesinin sesini
dinleyerek mışıl mışıl uyumuştu. Erica, onu uykuya yatırır­
ken bu yöntemin işe yarayabileceğini düşündü. Şimdiye ka-
1 04

dar denedikleri her şey yüksek sesli itirazlada karşılaşmıştı,


ama bir yerlerde çocukların elektrik süpürgesi, çamaşır ve­
ya kurutma makinesinden gelen monoton sesler eşliğinde uy­
kuya dalmaktan hoşlandıklarını okumuştu. En azından de­
nemeye değerdi. Şimdilik onu uyutmanın tek yolu, Erica'nın
karnının veya göğsünün üzerinde yatırmaktı ki bu gide­
rek çekilmez oluyordu. Belki de dokuz kez anne olan Anna
Wahlgren'in yazdığı Bebek Kitabı'nda okuduğu yöntemleri
denemeliydi. Maja doğmadan önce okumuştu, ama gerçek be­
bek sahneye çıktıktan sonra, hazınettiği bütün teorik bilgiler
pencereden uçup gitmişti. Bunun yerine, Maja karşısında bir
tür "dakika dakika ayakta kalma mücadelesi verme" felsefesi
uygulamaya başlamışlardı. Erica, artık kontrolü yeniden ele
geçirme zamanının gelmiş olduğunu hissediyordu. İki aylık
bir bebeğin bütün evi kontrol altına alması akla yatkın bir
şey değildi. Erica böyle bir durumla başa çıkabilseydi farklı
olurdu, ama o gitgide daha fazla karanlığa gömülmüştü.
Kapıya kısa kısa vurulunca düşünceleri kesintiye uğradı.
Ya vakit çok çabuk geçmişti ya da kayınvalidesi bir saat er­
ken erken gelmişti. İkincisi daha büyük bir ihtimaldi. Erica
ortalığa sıkıntıyla bir göz attı. Eh yapacak bir şey yoktu, elin­
den gelen bu kadardı. Sadece yüzüne bir gülümseme yerleş­
tirip kayınvalidesini karşılaması gerekiyordu. Ön kapıyı açtı.
"Ah canım, bak Maj a'yla birlikte cereyanda duruyorsu­
nuz! Üşütür sonra, biliyorsun."
Erica gözlerini kapadı ve içinden ona kadar saydı.

* * *

Patrik annesinin ziyareti boyunca her şeyin yolunda git­


mesini diliyordu. Biliyordu ki bazen biraz . . . nasıl demeli, bu­
naltıcı biri oluyordu. Erica'nın kayınvalidesiyle ilişkisinde
genellikle sorunu yoktu, ancak Maja'nın doğumundan beri,
1 05

Erica kendinde değildi. Aynı zamanda Erica'nın dinlenıneye


ihtiyacı vardı, ama Patrik buna imkan yaratamadığı için, el­
lerinde olanlarla idare etmeye çalışıyorlardı. Patrik bir kez
daha Erica'nın danışacağı birini, profesyonel birini bulma­
sı gerektiğini düşündü. Ama kime soracaktı? Yok, en doğru­
su, Erica'nın kendi bildiği yoldan sorunu çözmesiydi. Belli bir
düzen kurar kurmaz depresyon geçecekti. En azından buna
inanmak istiyordu. Ama belki de buna inanınayı tercih etti­
ğine, çünkü böylece pek az çaba göstermesi gerekeceğine da­
ir içini kemiren küçük bir şüphenin de önüne geçemiyordu.
Evi aklından çıkarmaya zorladı kendini ve dikkatini
önündeki notlara verdi. Saat dokuzda toplantıya çağırınış­
tı herkesi. Yalnızca beş dakikası kalmıştı. Tahmin ettiği gibi
Mellberg bir personel daha eklenmesine itiraz etmemişti; bu­
nun kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu. Mellberg standartla­
rına göre bundan ötesi saçma olurdu. Yalnızca iki detektifle,
yani Ernst ve Patrik'le, bir cinayet davası nasıl sürdürülebi­
lirdi ki?
İlk gelen Martin oldu, odadaki tek ziyaretçi koltuğuna
oturdu. Ötekiler kendi sandalyelerini getirmek zorundaydılar.
"Yeni daire nasıldı?" diye sordu Patrik. "İşe yarar bir yer
mi?"
"Şahaneydi" dedi Martin, gözleri parlayarak. "Hemen ka­
rar verdik. Önümüzdeki değil, ondan sonraki hafta sonu ge­
lip karton kutulan taşımamıza yardım edersin."
"Öyle mi?" diye güldü Patrik. "Ne kadar düşüncelisin. Bu
konuda sana sonra cevap veririm, önce evdeki patrondan izin
almalıyım. Şu sıralar Erica bana bırakacağı zaman konusun­
da biraz cimri davranıyor, onun için hemen söz veremem."
"Tamam" dedi Martin. "Taşınmasına yardım ettiğim çok
insan var, onlardan yardım alabilirim, sanırım sen olmadan
da hallolur bu iş."
"Doğru mu duydum? Ne taşınması?" diye sordu Annika,
1 06

bir elinde kahve fincanı, diğerinde bloknotuyla içeri süzülür­


ken. "Kulaklarıma inanamıyorum! Gerçekten sen de bizlere
katılıp artık evli barklı mı oluyorsun Martin?"
Annika ona takıldığında Martin'in her zaman olduğu gibi
yüzü kızardı, yine de gülümsemeden edemedi.
"Evet, doğru duydun. Pia'yla Grebbestad'da bir daire bul­
duk. İki hafta sonra taşınıyoruz."
"İyi, bunu duyduğuma memnun oldum" dedi Annika. "Za­
manı gelmişti. Rafta kaldın tozlanıyorsun diye senin için
üzülüyordum. E. .. minik ayakların pıtı pıtısını ne zaman du­
yacağız?"
"Bir nefes alalım yahu!" dedi Martin. "Erica'yı bulduğun­
da Patrik'in de başının etini yemiştin. Bak şimdi ne halde­
ler? Zavallı adam Erica'yla çoluk çocuğa karışsın diye yaptı­
ğın baskıya dayanamadı, olduğundan on yaş fazla gösteriyor
şimdi." Şaka yaptığını belli etmek için Patrik'e göz kırptı.
"O halde, nasıl yapılacağı konusunda birkaç ipucuna ihti­
yacın olursa, ben buradayım" dedi Patrik neşeyle.
Martin tam bir espriyle karşılık vermek üzereydi ki, Ernst
ile Gösta aynı anda itişerek, sandalyelerini kapıdan geçirip
içeri girdiler. Gösta, büyük bir umursamazlıkla odanın tam
ortasında bir yer seçen Ernst'in yanından homurdanarak
geçti.
Gösta sandalyelerini kenara çekmiş olan Martin ile Anni­
ka'ya kaşlarını çatarak, "Buraya hepimiz sığamayacağız" dedi.
"Annemin dediği gibi, her zaman bir kişiye daha yer var­
dır" diye karşılık verdi Annika alaycı bir tonda.
En son, amaçsız bir şekilde ortalıkta dolanan Mellberg
geldi, ama oturmadı, kapının pervazına yaslanınakla yetindi.
Patrik kağıtlarını masasının üzerine yayıp derin bir nefes
aldı. Bir cinayet soruşturmasının ne demek olduğu birdenbi­
re bütün şiddetiyle kafasına dank etmişti. Bu işi hayatında
ilk kez yapmıyordu, ama yine de gergindi. İlginin merkezin-
1 07

de olmak hoşuna gitmiyordu, bütün ağırlık omuzlarına bin­


mişti. Diğer seçenek, işi Mellberg'e bırakmaktı, oysa Patrik
ne pahasına olursa olsun buna izin veremezdi. Artık bir an
önce işe koyulmalıydı.
"Bildiğiniz gibi, Sara Klinga'nın kazaya değil, cinaye­
te kurban gittiğini doğrulayan bilgiler almış bulunuyoruz.
Ölüm nedeni boğulma, ama ciğerlerinde tatlı su vardı, deniz
suyu değil. Bu da onun başka bir yerde boğulup sonra denize
atıldığını gösteriyor. Bunun yeni bir bilgi olmadığını biliyo­
rum; bütün ayrıntılar Adli Tabip Pedersen'in raporunda yer
alıyor. Annika size raporun kopyalarını hazırladı." Zımbalan­
mış kağıt destelerini masanın çevresindekilere dağıttı, her­
kes bir kopya aldı.
"Ciğerlerindeki suya dayanarak bir şey çıkarmak müm­
kün mü? Suda sabun kalıntısı varmış. Örneğin ne tür bir sa­
bunmuş, bulabilir miyiz?" diye sordu Martin, otopsi raporun­
daki bir maddeye işaret ederek.
"Evet, umarım bulabiliriz" diye cevap verdi Patrik. "Sudan
alınan örnek Ulusal Adli Tıp Laboratuvarı'na analize gönde­
rildi, birkaç güne kadar ne bulduklarını öğrenebileceğiz."
"Giysilerden ne çıktı?" diye devam etti Martin. "Banyoda
boğulduğu sırada giyinik miymiş, yoksa çıplak mı? Yani bir
banyo küvetinde boğulduğunu kesin olarak kabul edebiliriz,
değil mi?"
"Korkarım cevabım aynı olacak. Giysileri de analize gön­
derildi. Sonuçlar gelene kadar ben de sizden fazlasını bilmi­
yorum."
Ernst gözlerini devirdi. Patrik ona sert sert baktı. Adamın
aklından ne geçtiğini çok iyi biliyordu. Akıllıca sorular sora­
nın kendisi değil de, Martin olması onu kıskandırmıştı. Pat­
rik, bir cinayet vakasında ekip olarak çalıştıklarını, bu işin
bir yarış olmadığını Ernst'in bir gün aniayıp anlamayacağı­
nı merak ediyordu.
1 08

"Bir seks cinayetiyle mi karşı karşıyayız?" diye sordu Gös­


ta, Ernst'in bakışındaki sıkıntının daha da artmasına yol
açarak. Tembellikte baş ortağı olan Gösta bile yerinde bir so­
ru sorabilmişti.
"Bir şey söylemek mümkün değil" diye cevap verdi Patrik.
"Martin' den çocuklara yönelik cinsel suç işleyenler listesini
taramasını isteyeceğim."
Martin kabul anlamında başını sallayıp not aldı.
"Ayrıca aileyi de daha yakından incelemeliyiz" dedi Pat­
rik. "Ernst'le ben, Sara'nın ölüm nedeninin cinayet olduğunu
söylemeye gittiğimizde, ilk görüşmeyi yaptık. Hatta Sara'nın
büyükannesinin muhtemel suçlu olarak işaret ettiği kişiyle
de görüştük."
"Bir tahminde bulunayım" dedi Annika ekşi bir sesle. "Kaj
Wiberg adında biri olabilir mi bu?"
"Evet" dedi Gösta. "Patrik'e yıllardır bize yapılan şikayetleri
içeren dosyayı verdim."
"Zaman ve kaynak israfı" dedi Ernst. "Kaj'ın, kızın ölü­
müyle ilgisi olduğuna inanmak tamamen saçmalık."
"Doğru ya, siz tanışıyorsunuz Kaj'la" dedi Gösta ve bunun
farkında olup olmadığını anlamak için sorgulayan bakışları­
nı Patrik'e çevirdi. Patrik başını sallayarak, durumu bildiği­
ni onayladı.
"Her neyse" diye araya girdi Patrik, Ernst'in yine bir şey
söylemeye çalıştığını görünce, "Kaj 'ı soruşturmaya devam
edeceğiz ve böylece en kısa zamanda, olaya karışıp kanşma­
dığına karar vereceğiz. Bu aşamada bütün olasılıklara açık
olmalıyız. Öncelikle kız ve ailesi hakkında bilgi toplamalıyız.
Çocukla aile arasında sorun olup olmadığını anlamak için
Ernst'le birlikte okuldaki öğretmenleriyle konuşmayı düşü­
nüyorum. Elimizdeki bilgi çok kıt olduğu için yerel basından
da yardım isteyebiliriz. Bize bu konuda yardımcı olabilir mi­
sin Bertil?"
1 09

Cevap alamadı, soruyu biraz daha yüksek sesle yineledi:


"Bertil?" Yine cevap gelmedi. Kapı pervazına yaslanan Mell­
berg çok uzaklarda, kendi düşüncelerine dalmış gibi görünü­
yordu. Patrik sesini bir ton daha yükselttikten sonra nihayet
bir tepki aldı.
"Ah pardon, ne dedin?" diye sordu Mellberg. Patrik bir kez
daha bu adamın nasıl şef olabildiğini düşündü.
''Yerel basınla görüşebilir misin diye sordum. Bir cina­
yet olduğunu ve her tür bilginin yaralı olacağını söyle onla­
ra. Bana öyle geliyor ki, bu işte kamu desteğine ihtiyacımız
olacak."
"Ha, peki, elbette" dedi Mellberg, yüzündeki şapşalca ifa­
de hala silinmemişti. ''Tamam, ben basınla konuşurum."
Patrik, iki eliyle masanın üstüne vurarak, "Peki öyleyse.
Şimdilik yapabileceklerimiz bu kadar" dedi. "Başka soru var
mı?"
Kimse bir şey demedi; birkaç saniye süren sessizlikten
sonra herkes emir almış gibi eşyalarını topladı.
"Ernst?" dedi Patrik. "Yarım saate kadar çıkmaya hazır
olur musun?"
"Nereye?" diye sordu Ernst her zamanki tersliğiyle.
Patrik derin bir nefes aldı. Bazen bu adam konuşuyor
mu, yoksa yalnızca dudakları mı hareket ediyor bilemiyordu.
"Sara'nın okuluna. Öğretmenlerle konuşmaya" dedi, her keli­
menin üzerine basa basa.
"Ha, tamam, o konu. Elbette yarım saate hazır olurum."
Patrik ona ters ters baktı. Bu istemediği ortağına iki üç
gün daha zaman tanıyacak, sonra Mellberg'e karşı çıkmayı
göze alarak, usturuplu bir şekilde Molin'i isteyecekti.
Strömstad 1924

Yeniliğin verdiği zevk tükenmek üzereydi. Bütün kış ka­


çamak randevularla geçmiş, başlangıçta Agnes her dakika­
sından zevk almıştı. Ama şimdi kış sona ermişti, bahar ses­
sizce yaklaşırken içine yavaş yavaş bir bıkkınlık duygusunun
yayıldığını hissediyordu. Dürüst olmak gerekirse, onu neden
bu kadar çekici bulduğunu artık anlayamıyordu. Tabii ki ya­
kışıklıydı, bunu inkar edemezdi, ama konuşması yontulma­
mıştı, eğitimsizdi ve sürekli ter kokuyordu. Hele de kış mev­
simi koruyucu karanlığını geri çekerken, evine gizlice sızmak
artık o kadar kolay değildi. Bu işe bir son verecekti, odasında
aynanın karşısında otururken kararını verdi.
Elbisesini son kez gözden geçirdikten sonra kahvaltıya,
babasının yanına indi. Bir gece önce Anders'le buluşmuş, vü­
cudu hala yorgunluğu atamamıştı. Babasını yanağından öp­
tükten sonra kalıvaltı masasına oturdu, bitkin bitkin kayısı
kıvamındaki yumurtasının kabuğunu soymaya başladı. Öyle
yorgundu ki, yumurta kokusu midesini bulandırdı.
"Ne var tatlım?" diye kaygıyla sordu August. Masanın öte­
ki ucundan gözlerini kızına dikmişti.
•eyalnızca biraz yorgun um" diye cevap verdi Agnes perişan
bir halde. "Dün gece iyi uyuyamadım."
"Ah canım" dedi babası sevecenlikle, "ama bir şeyler ye,
sonra yine yatarsın. Belki de seni Doktor Fern'e götürmeli-
111

yiz. Kış boyunca hep bir keyifsizlik vardı üstünde."


Agnes gülümsemesini peçetesinin arkasına gizledi. Göz­
lerini indirip babasına cevap verdi: "Evet biraz yorgunum.
Ama daha çok kışın kasvetinden olmalı. Bekle bak, ilkbahar
gelince yeniden canlanınm."
"Eh, peki bakalım. Ama bunu bir düşün. Belki doktorun
görmesi iyi olabilir."
"Tamam babacığım" dedi Agnes, yumurtasından bir lok­
ma almaya kendini zorlayarak.
Ama yapamadı. Yumurtanın beyazı ağzına değdiği an mi­
desi bulandı ve boğazına bir şeyler geldi. Eli ağzında masadan
fırladı, giriş katındaki tuvalete koştu. Kapağı kaldırdığı an
bir gece önce yedikleri, safrayla karışık tuvalete boşaldı. Göz­
lerinin yaşla dolduğunu hissediyordu, birkaç kez daha mide­
sindekileri boşalttı. Bir süre bekledi, çıkacak bir şey kalmadı­
ğından emin olunca ağzını sildi ve titreyen bacaklanyla tuva­
letten çıktı. Dışarıda babası bekliyordu, telaşianmış gibiydi.
"Canım, nasılsın?"
Agnes yalnızca başını iki yana salladı ve ağzındaki iğrenç
kusmuk tadından kurtulmak için yutkundu.
August kolunu onun omuzuna doladı, oturma odasına gö­
türüp kanepeye oturttu. Elini alnına koydu.
"Agnes, soğuk soğuk terliyorsun. Şimdi hemen Doktor
Fern'i arıyorum, gelip seni görsün."
Agnes dermansızca başını sallayıp kanepeye uzandı, göz­
lerini kapadı. Gözkapaklarının ardında oda fırıl fırıl dönü­
yordu.

* * *

Gerçekle hiçbir bağı olmayan gölge bir dünyada yaşamak


gibiydi. Anna'nın gerçekten seçme şansı yoktu, ama yine de
yaptığı şeyin doğru olup olmadığı konusunda büyük bir şüp-
1 12

heye düşmüştü. Kimsenin onu anlamayacağını biliyordu. So­


nunda Lucas'tan ayrılmayı başardıktan sonra, neden yine
ona dönmüştü? Özellikle de Emma'ya yaptıklarından son­
ra. Neden ona geri döndüğüne verebileceği tek cevap vardı:
Kendisi ve çocuklarının hayatta kalabilmesi için bunu yap­
masının gerektiğine inanmıştı. Lucas her zaman tehlikeli bi­
ri olmuştu, yine de her zaman kendini dizginlerdi. Oysa şim­
di sanki içinde bir şey kopmuş, kendini kontrol mekanizması
yerini sapiantılı bir deliliğe bırakmıştı. Durumunu tanımla­
yacağı tek sözcük, delilikti. Onun bir parçası her zaman böy­
leydi; Anna bunu her zaman sezmişti. Belki de başlangıçta
Lucas'ta ona çekici gelen şey, bu potansiyel tehlikeydi. Şim­
di yüzeye çıkmıştı ve Anna kendi hayatı için endişeleniyordu.
Çocukları yanına alıp onu terk etmiş olması Lucas'ın de­
liliğinin gün yüzüne çıkmasının tek sebebi olamazdı. Birkaç
faktör bir araya gelmiş, içindeki devrenin sigortasını attır­
mıştı. Hatta işi bile -ki her zaman en büyük başarıları ka­
zandığı alandı- ona ihanet etmişti. Birkaç başarısız girişim­
den sonra meslek hayatı sona ermişti. Anna ona geri dön­
meden çok kısa bir süre önce onun iş arkadaşlarından biri­
ne rastlamıştı. Adam, şirkette bir başarısızlığa uğradıkları
zaman Lucas'ın gitgide daha da mantıksız davrandığını söy­
lemişti. Aniden öfkeleniyor, saldırganlaşıyordu. En sonunda
önemli bir müşteriye saldırmış ve işten kovulmuştu. Müşteri
dava açmıştı; polis en kısa sürede soruşturma başlatacaktı.
Lucas'ın ruhsal durumu hakkında anlatılanlar onu üzü­
yordu, ama bir gün eve döndüğünde her şeyin kırılıp dökül­
düğünü görünce, artık başka seçeneği kalmadığını anlamış­
tı. Eğer Lucas'ı hoş tutmazsa veya geri dönmezse, ona, daha
da beteri çocuklara zarar verecekti. Emma ile Adrian için bi­
raz olsun güvenlik sağlamanın tek yolu, mümkün olduğunca
düşmanın yakınında kalmaktı.
Anna bunu biliyordu, ama yağmurdan kaçarken dolu-
1 13

ya tutulduğunu da hissediyordu. Resmen kendi evinde ha­


pis gibiydi, saldırgan, kafadan kaçık Lucas da onun bekçisi.
Çok sevdiği ve çok tatminkar bulduğu Stockholm Müzayede
Evi'ndeki yarım zamanlı işini bırakmaya zorlaınıştı onu. Yi­
yecek alışverişi yapmak ve çocukları okula götürmek dışında
evden çıkmasına izin vermiyordu. Kendisi de başka bir iş bu­
lamamıştı, hatta aramıyordu. Östermalm'daki büyük, şık ev­
den çıkmak zorunda kalmış, şehrin dışında iki odalı bir yere
sıkışmışlardı. Ama çocuklara vurmadığı sürece her şeye kat­
lanmaya hazırdı. Bedenindeki çürük izleri ona eski, aşİna ol­
duğu bir elbiseyi giyrnek gibi geliyordu. O kadar uzun zaman
bu şekilde geçmişti ki, şimdi yaşadıkları değil, aradaki kısa
özgürlük dönemi gerçek değilmiş gibi geliyordu ona. Anna
durumu çocuklardan gizlemek için de elinden geleni yapıyor­
du. Çocukların kreşe gitmeleri konusunda Lucas'ı ikna etme­
yi başarmıştı; gündelik hayatları değişmemiş gibi davranma­
ya çalışıyordu. Yine de onları kandırdığından emin değildi.
En azından şimdi dört yaşına gelmiş olan Emma'yı kandır­
mak kolay değildi. Önce yeniden babalarının yanına taşın­
maktan büyük heyecan duymuştu, ama Anna artık kızının
ona sorgulayan gözlerle baktığını fark etmeye başlıyordu.
Anna kendi kendini doğru kararı verdiğine inandırmaya
çalışıyor, ama bu durumun hayatının sonuna kadar devam
edemeyeceğini de biliyordu. Lucas'ın çılgınlığı ne kadar ar­
tarsa onun korkusu da o kadar artıyordu. Kesinlikle biliyor­
du, bir gün çizgiyi aşacak, gerçekten onu öldürecekti. Soru,
nasıl kaçacağıydı. Erica'yı aramayı, ondan yardım isteme­
yi düşünmüştü, ne var ki Lucas telefonun başında şahin gi­
bi bekliyordu. İçinde onu durduran başka bir şey daha var­
dı. Daha önce sıkıştığında Erica'ya o kadar sık başvurmuş­
tu ki, bu kez meseleyi bir yetişkin gibi, kendi başına çözmesi
gerektiğini hissediyordu. Yavaş yavaş bir plan yaptı. Mahke­
mede Lucas'ın inkar ederneyeceği deliller toplayacaktı. O za-
1 14

man ona ve çocuklara güvenli bir yer sağlanacak, yeni kim­


likler verilecekti. Bazen çocukları kapıp en yakın kadın sığı­
nağına kaçmak istiyordu, ama elinde Lucas aleyhinde bir de­
lil bulunmayınca bu ancak geçici bir çözüm olabilirdi. Sonra
yine dönüp cehenneme geleceklerdi.
Böylece her şeyi belgelerneye başlamıştı. Kreşe giden yol
üzerindeki AVM'lerden birinde bir fotoğraf kabini vardı. Giz­
lice oraya giriyor yaralarının fotoğrafını çekiyordu. Bunların
başına geldiği tarihi ve saati not ediyor, fotoğraftarla notla­
rı Lucas'la kendisinin düğün foroğrafının bulunduğu çerçe­
venin arkasında saklıyordu. Bunda hoşuna giden bir sembo­
lizm vardı. Çok geçmeden kendisinin ve çocuklarının kade­
rini resmi otoritelere güvenle teslim edecek kadar malzeme
biriktirmiş olacaktı. O zamana kadar Lucas'a katlanmak ve
hayatta kalmayı becermek zorundaydı.

* * *

Patrik ile Ernst okulun park alanına girdiklerinde ders


arasıydı. Sert rüzgara rağmen kalabalık çocuk grupları sarı­
mp sarmalanmış, üstelik görünüşe bakılırsa soğuğa aldırma­
dan bahçede oynuyorlardı. Patrik soğuktan titreyerek kendi­
ni içeri attı.
Birkaç yıl sonra kendi kızı da bu okula gidecekti. Hoş bir
düşünceydi bu; Maja'yı sapsarı saçları iki yandan örgülü, ön
dişlerinin arası boş, bu salonda koştururken gözünün önü­
ne getirebiliyordu, tıpkı Erica'mn çocukluk fotoğrafındaki gi­
bi. Maja'nın annesine benzemesini umuyordu. Erica çocuklu­
ğunda son derece sevimli bir kızdı. Hala da öyleydi, Patrik'in
gözünde.
Şanslarını deneyip ilk gördükleri sınıfa yöneldiler, açık
duran kapıyı tıklattılar. Oda kocaman pencereleri ve duvar­
larda çocukların yaptığı resimlerle aydınlık ve hoştu. Genç
1 15

bir kadın öğretmen kağıtlara gömülmüş, masasında oturu­


yordu. Kapının vurulduğunu duyunca yerinden sıçradı.
"Evet?" Gencecik olmasına rağmen, tam bir öğretmen se­
si edinmeyi başarmıştı. Bu sesi duyan Patrik derhal hazır ola
geçip selam verme isteğini zor bastırdı.
"Polis merkezinden geliyoruz. Sara Klinga'nın öğretmeni­
ni arıyoruz."
Kadının yüzünden bir gölge geçti ve başını salladı. "Be­
nim." Ayağa kalktı, Patrik ile Ernst'in ellerini sıktı. "Beatrice
Lind. Birinci sınıftan üçe kadar öğretmenleri benim." Otur­
maları için sıraların yanındaki küçük sandalyeleri gösterdi.
Patrik büyük ihtiyatla otururken kendini dev gibi hissetti.
Ernst'in bir türlü eşgüdümlü çalıştıramadığı beden parçala­
rını topariayıp sandalyeye kendini uydurması Patrik'i bıyık
altından gülümsetti. Sonra yeniden yüzünü öğretmenden ya­
na çevirdi, ifadesi ciddileşti ve görevine odaklandı.
"Ne kadar korkunç ve acı bir olay" dedi Beatrice, titreyen
bir sesle. "Bir çocuğun bir gün buradayken ertesi gün yok ol­
ması. . . " Şimdi altrludağı da titremeye başlamıştı. "Ve boğul­
ması. . . "
"Evet. Özellikle de ölüm nedeninin bir kaza olmadığı anla­
şıldıktan sonra." Patrik olayın bir cinayet olduğunun bütün
şehre yayılmış olacağını düşünmüştü, ama Beatrice'in şaş­
kınlığı kuşkuya yer bırakmıyordu.
"Ne? Ne demek istiyorsunuz? Kaza değil miymiş? Ama bo­
ğuldu, değil mi?"
"Sara öldürüldü" dedi Patrik, bu sözlerin fazla sert oldu­
ğunu hissederek. Daha yumuşak bir ses tonuyla ekledi: "Bir
kaza sonucu ölmedi, o nedenle Sara hakkında her şeyi öğren­
mek zorundayız. Nasıl bir çocuktu, ailede sorunlar var mıydı,
bunun gibi şeyler."
Beatrice'in hala kendine gelernediğini görüyordu; ama ka­
dın aynı zamanda bütün bunların ne anlama geldiğini düşü-
116

nüyor gibiydi. Bir süre sonra kendini topariadı ve "Eh, Sa­


ra hakkında neler söylenebilir? O çok ... " Doğru kelimeyi bul­
maya çalıştı. " . . . Canlı bir kızdı. Bu hem iyi hem de kötüydü.
Sara etraftayken sakin bir dakika olamazdı ve dürüst olmak
gerekirse sınıfta düzeni sağlamak bazen zordu. Lider gibiy­
di, ötekileri sürüklerdi, ben durdurmasam ortalık tam bir sa­
vaş alanına dönebilirdi. Aynı zamanda . . . " Beatrice yine du­
raksadı, ağzından çıkan her sözcüğü tartar gibiydi. " . . . Aynı
zamanda onu bu kadar yaratıcı yapan da bu enerjiydi. Re­
sim yapmada, başka sanatsal işlerde son derecede yaratıcıy­
dı, gördüğüm en üretken hayal gücüne sahipti. Kısacası biri­
sine şaka yaparken de, bir sanat eseri üretirken de yaratıcı
bir çocuktu."
Ernst ufacık sandalyesinde kıpırdanarak, "Onda ZAD E
denen veya her neyse öyle bir sorun olduğunu duyduk" dedi.
Saygısızca konuşması Beatrice'in onu sert bir bakışla ce­
vaplamasına yol açtı. Patrik meslektaşının ezilip büzüldüğü­
nü eğlenerek gördü.
"Evet, Sara'da ZADE vardı, bu doğru. Bunun için özel eği­
tim alıyordu. Bizim bu alanda epey tecrübemiz var; bu sa­
yede o çocuklara optimal olarak işlevlerini yerine getirmele­
ri için gerekenleri verebiliyoruz." Konuşması konferans verir
gibiydi ve Patrik onun bu işi severek yaptığını düşündü.
"Sara'da bu sorun hangi belirtileri gösteriyordu?" diye sor­
du Patrik.
"Size anlattığım gibi, muazzam bir enerjisi vardı, bazen
bağırıp çağırma, tepinme nöbetleri geçirirdi. Ama dediğim gi­
bi aynı zamanda çok yaratıcı bir çocuktu. Pek çok cahil in­
san Sara gibi çocukların kötü, aşağılık veya terbiyesiz oldu­
ğunu söylese de, asla öyle değildi. Sadece dürtülerini kontrol
etmekte zorlanıyordu."
"Öteki çocuklar onun davranışiarına nasıl tepki verirdi?"
Patrik gerçekten merak etmişti.
117

"Duruma göre değişirdi. Bazıları onunla hiç geçinemez,


geri çekilirlerdi. Bazılarıysa onun patlamalarını olağan ka­
bul eder, normal zamanda güzelce geçinirlerdi. En yakın ar­
kadaşı Frida Karlgren'di. Evleri bitişikti."
"Evet. Onunla görüştük" dedi Patrik, başını sallayarak.
Sandalyesinde bir kez daha kıpırdandı. Bacakları karınca­
lanıyor, sağ kalçasına kramp girmek üzere olduğunu hisse­
diyordu. Ernst'in de kendisi kadar rahatsız olduğunu umut
ediyordu.
''Ya ailesi?" diye Ernst araya girdi. "Sara'nın evde sorunla­
rı var mıydı?"
Patrik meslektaşının da kalçasını ovduğunu görmekten
mutluluk duydu.
"Ne yazık ki o konuda size yardımcı olamam" dedi Beatri­
ce, dudaklarını büzerek. Öğrencilerinin aile hayatı hakkında
bildiklerini başkalarıyla paylaşmadığı belliydi. "Anne baba­
sı ve büyükannesiyle sadece bir kez karşılaştım. Dengeli, hoş
insanlara benziyorlardı. Sara'dan da hiçbir zaman kötü bir
şey duymadım."
Tiz bir zil sesi duyuldu, teneffüs saati sona ermişti ve ko­
ridorda başlayan canlı itiş kakış, çocukların zilin çağrısına
uyduklarına gösteriyordu. Beatrice ayağı kalktı, görüşmenin
bittiği gösterircesine elini uzattı. Patrik kendini sandalyeden
kurtarınayı başarıp ayağa kalktı. Göz ucuyla Ernst'in bir ha­
cağını ovduğunu gördü, belli ki hacağı fena halde uyuşmuştu.
Öğretmene veda ettikten sonra iki yaşlı adam gibi ayaklarını
sürüye süreye sınıftan dışarı çıktılar.
"Lanet olsun! Ne rahatsız iskemlelerdi" dedi Ernst araba­
ya doğru topallarken.
"Galiba artık o kadar esnek değiliz" dedi Patrik, şoför kol­
tuğuna gömülürken. Bacaklarını rahatça uzatacağı koltuk
inanılmaz bir lüks gibi geldi ona.
"Kendi adına konuş" diye homurdandı Ernst. "Benim fizik-
118

sel durumum ergenlik dönemimdeki kadar iyi. Ama o lanet


olası minyatür sandalyeler kimse oturamasın diye yapılmış."
Patrik konuyu değiştirdi. "Bu ziyaretten fazla bir şey çıka­
ramadık."
"Bu kız çocuğu püsküllü bela gibi bir şeymiş" dedi Ernst.
"Şimdilerde ZAD E türü yakıştırmalarla çocukların yara­
mazlıklarına bahane bulunuyor. Benim zamanımda böyle
davranışlarda bulunanların kıçına cetvelle birkaç kez vuru­
lurdu. Ama şimdi çocuklar psikologların verdiği ilaçlarla ya­
tıştırılıyor, pohpohlanıyor. Toplumun cehenneme doğru git­
tiğine şaşmamak gerek." Ernst kara düşüncelere dalıp başı­
nı sallayarak, arabanın penceresinden dışarı baktı.
Patrik bu sözlere cevap vermedi . Gerçekten anlamsız
olurdu.

* * *

''Yine meme mi vereceksin? Bizim zamanımızda dört sa­


atten önce kesinlikle verilmezdi" dedi Kristina ve "yalnızca"
iki buçuk saat sonra Maja'ya yeniden süt vermek için koltu­
ğa yerleşen Erica'ya iğneleyen gözlerle baktı.
Bu durumda Erica tartışmanın yararlı olmayacağını bi­
liyordu, bu yüzden Kristina'nın sözlerine hiç kulak asmadı.
Sabahtan beri fırlatılan eleştiri okiarından sadece biriydi bu
ve Erica çok geçmeden sabrının tükeneceği noktaya geleceği­
ni hissediyordu.
Tam tahmin ettiği gibi evi yeterince temizleyememiş ol­
ması gözden kaçmamıştı. Şimdi kayınvalidesi elektrik süpür­
gesini çılgınca koşuşturuyor ve en sevdiği konuda, tozun kü­
çük çocuklarda astıma yol açması hakkında bir şeyler mırıl­
danıyordu. Bundan önce göstere göstere mutfağa girmiş, evi­
yenin ve süzme tepsisinin üzerine bırakılmış bütün bulaşık­
ları yıkamış ve bu süre içinde Erica'ya bulaşığın en doğru şe-
1 19

kilde nasıl yıkanacağı konusunda talimat vermişti. Bulaşık­


lar önce çalkalanacaktı ki üzerlerine yemek kalıntıları yapış­
masın; ayrıca hepsini hemen yıkamak en doğrusuydu. Yoksa
tabaklar birikirdi. Erica dişlerini kenetleyerek Kristina'nın
aralıayla Maja'yı gezdirmeye götüreceği, kendisinin de uzun­
ca bir şekerleme yapabileceği ana odaklanmaya çalıştı. Ama
bu kadar sıkıntıya değer mi diye düşünmeye başlamıştı.
Sallanan koltuğa rahatça yerleşerek Maja'ya meme ver­
meye çalıştı. Ama bebek odadaki gerginliği sezmişti. Sabahın
uzunca bir bölümünde huzursuz olup mızmızlanmıştı; şimdi
de yatışması için kendisine ikram edilen bir parça sütü inat­
la reddediyordu. Erica küçücük kızına karşı bu irade savaşı­
nı verirken terliyordu. Nihayet Maja yelkenleri suya indirip
meme emıneye başlayınca Erica rahatladı. Ama çok temkin­
li davrandı, yoksa bütün savaş boşa giderdi, televizyonu açtı.
"Cesur ve Güzel" oynuyordu. Erica kendini, Brooke ile Ridges
arasındaki karmaşık ilişkiye vermeye çalıştı. Kristina elekt­
rik süpürgesiyle koşarak geldi, televizyona bir göz attı.
"Ayy bu saçmalığa nasıl dayanıyorsun? Onun yerine bir
kitap okusana."
Erica, televizyonun sesini açarak karşılık verdi. Bir sani­
ye kadar bu intikamcı karşılığın tadını çıkardı. Sonra kayın­
validesinin hakarete uğramış gibi baktığını görünce televiz­
yonun sesini kıstı. Başkaldırmanın cezasının ağır olacağını
biliyordu. Saatine bir göz attı. Tanrım, öğleyi henüz geçmiş­
ti. Patrik'in eve dönmesine sonsuzluk kadar uzun bir zaman
vardı. Bunun gibi bir gün daha geçecekti; Kristina'nın, oğlu
ve gelinine paha biçilmez bir yardımda bulunduğuna inana­
rak eşyalarını toplayıp evine dönme saati gelene kadar. Bit­
mek bilmeyen iki gün. . .
Strömstad 1924

Havanın ılıması taş ustalarının ruh durumunda mucizeler


yaratırdı. Anders işine gittiğinde yoldaşları küsküye vuran
çekiç sesleriyle aynı ritimdeki iş şarkılarını söylemeye başla­
mışlardı bile. Büyük granit parçalarını patlatmak için barut
koyacakları delikleri açmaya çalışıyorlardı. Bir adam küskü­
yü tutuyor, diğer ikisi sır.a yla, taşın içinde irice bir delik açı­
lana kadar birbiri ardına çekiçle vuruyordu. Sonra barut dö­
külüyor ve ateşleniyordu. Dinamitle çalışmayı denemişlerdi,
ama yürümemişti. Patlamanın basıncı çok büyüktü; graniti
un ufak ediyor, her yöne dağılıp saçılmasına yol açıyordu.
Anders yanlarından geçerken adamlar, işlerinin ritmini
bozmadan başlarını saliayarak onu selamladılar.
Yüreği neşeyle dolu, heykel için taşı yonttuğu yere gitti.
Kış boyunca çok yavaş ilerlemişti iş, çoğu gün soğuktan ta­
şı işlernek mümkün olmamıştı. Uzun süreler işe ara verip iyi
havaların gelmesini beklemek zorunda kalmış, bu yüzden ye­
terli para kazanamamıştı. Ama artık azimle devasa granit
parçası üzerinde çalışmaya başlayabilirdi ve şikayet etmiyor­
du. Kış onu mutlu edecek başka şeylerle gelmişti.
Bazen olanlara inanamıyordu. Gökten yeryüzüne bir me­
lek insin ve onun yatağına girsin! Birlikte geçirdikleri her an
onun için çok değerli bir anı olarak kalbinin derinliklerinde
saklanıyordu. Ama bazen gelecekle ilgili düşünceler neşesini
121

kaçırıyordu. Birkaç kez konuyu açmaya çalışmış, ama kız her


seferinde bir öpücükle onu susturmuştu. Böyle şeyler konuş­
mamalıyız, demişti, her şeyin yoluna gireceğini de ekleyerek.
O bunu, Agnes'in de kendisi gibi birlikte bir gelecek istediği
şeklinde yorumlamıştı. Bazen onun sözlerine, her şeyin yolu­
na gireceğine gerçekten İnanacak gibi olurdu. En derinlerde
bir yerde Anders gerçek bir romantikti; aşkın her şeye galip
geleceği inancı ruhunda kök salmıştı. Tabii ki aynı toplumsal
sınıfa ait değillerdi, ama kendisi becerikli, çalışkan bir adam­
dı. Eğer bir fırsat verilirse ona iyi bir hayat yaşatacağına ina­
nıyordu. Eğer Anders'in duygularını paylaşıyorsa, maddi ko­
nular Agnes için de çok önemli olamazdı. Onunla paylaşaca­
ğı hayat, Agnes açısından bazı fedakarlıklar gerektirecekti.
Böyle bir günde, ilkbahar güneşi parmaklarını ısıtırken, her
şeyin yoluna gireceğine inanıyordu. Şimdi yalnızca babasıyla
konuşmak için kızın izin vermesini bekliyordu. Ondan sonra
hayatının konuşmasını hazırlamaya başlayabilirdi.
Kalbi güm güm atarken, titiz çekiç vuruşlarıyla heyke­
li oymaya devam etti . Kafasında sözcükler dolanıyordu.
Agnes'in hayaliyle birlikte.

* * *

Arne dikkatle gazetedeki ölüm haberlerini okuyordu. Bur­


nunu kırıştırdı. Tahmin etmişti zaten. Haberi resimiemek
üzere bir oyuncak ayı seçmişlerdi; bu, onun nefret ettiği bir
adetti. Bir ölüm ilanı, Hıristiyan Kilisesi'nin simgelerini ta­
şımalıydı, başka şeye gerek yoktu. Oyuncak ayının Tanrısal
bir yönü olamazdı. Ama başka ne bekleyebilirdi ki? Oğlu baş­
tan umutsuz vakaydı, onun yaptıkları artık Arne'yi hiç şa­
şırtmıyordu. Kendisi gibi Tanrı korkusuyla yaşayan bir adam
için, doğru yolu seçmeyi reddeden bir çocuğun babası olmak
son derece utanç verici bir şeydi. İşin aslını bilmeyenler baba
1 22

oğulun arasınİ yapmaya çalışmışlardı. Duyduklarına göre oğ­


lan akıllı, iyi bir insandı. En azından doktor olmuştu, onur­
lu bir mesleği vardı. Kapılarına kadar gelip bu tür saçmalık­
ları anlatanların çoğu kadındı. Erkekler bilmedikleri konular
üzerine konuşmanın faydası olmayacağını bilirdi. Elbette oğ­
lunun düzgün bir meslek sahibi olduğunu ve işlerinin iyi git­
tiğini kendisi de biliyordu. Ama yüreğinde Tanrı yoksa, bu­
nun hiçbir anlamı yoktu. Arne'nin en büyük rüyası, oğlunun
büyükbabasının yolundan gidip bölge rahibi olmasıydı. Ken­
disi çocukken en büyük ernelinden vazgeçmek zorunda kal­
mıştı, rahiplik yolu ona kapanmıştı, çünkü babası din eğitimi
alması için gereken parayı içkiye yatırmıştı. O yüzden kilise
zangoçluğuna razı olmak zorunda kalmıştı. Hiç değilse bu sa­
yede bütün zamanını Tanrı'nın evinde geçirebiliyordu.
Ama kilise de artık eskisi gibi değildi. Eskiden her şey çok
farklıydı. O zamanlar herkes kendi yerini bilir, rahibe bü­
yük saygı gösterilirdi. İnsanlar ellerinden geldiğince Rahip
Schartus'un dediklerine uyarlardı. Bugün rahiplere bile izin
verilen şeylerle ilgilenmezlerdi: Dans, müzik, evlilik dışı iliş­
kiler, bu kötülüklerin sadece bir kaçıydı. Ama Arne için ka­
bul edilmesi en zor şey, kadınların da Tanrı'nın temsilcile­
ri olarak kabul edilmesiydi. Bunu kesinlikle anlayamıyordu.
İncil bu konuda son derecede açıktı: "Kadınlar cemaatte ses­
siz olacak." Tartışılacak şey miydi bu? Kadınların ruhhan sı­
nıfında yeri yoktu. Rahip eşi olarak, hatta diyakoz olarak el­
bette destekleyici hizmet verebilirlerdi, ama bunun ötesinde
cemaatte söz hakkına sahip olmamaları gerekirdi. Fjallbacka
kilisesine bir kadının getirildiği dönem çok kötü olmuştu. Ar­
ne pazar günleri ayine katılmak için Kville'ye kadar gitmek
zorunda kalmış, o kadına kilisede hizmet etmeyi reddetmişti.
Yüksek bir bedel ödemişti, ama buna değerdi. Şimdi o gudu­
bet kadın gitmişti. Tabii ki yeni gelen papaz da ona göre faz­
la moderndi, ama hiç değilse bir erkekti. Şimdi yapılacak iş,
1 23

Fj allbacka kilisesine bir daha kadın rahip gelmemesini ga­


rantiye almaktı. Koro şefi bile olsa rahip olmasından daha
iyiydi, ama o bile fazlaydı.
Arne sornurtarak Bohuslaningen gazetesinin sayfasını çe­
virdi. Asta evin içinde asık suratla dolanıyordu. Karısının
küçük kız yüzünden üzüldüğünü biliyordu. Ama ona söyle­
mişti, inancının gücüne sarılmalıydı, O'nun hakiki yolundan
çıkmamalıydı. Çocuğa yazık olmuştu elbette, ama onun başı­
na gelenler Arne'nin her zaman söylediklerini kanıtlıyordu.
Oğulları doğru yolu seçmemişti, er ya da geç cezalandırıla­
caktı. Tekrar oyuncak ayı resmiyle verilen ölüm ilanının say­
fasına döndü. Büyük ayıp, gerçekten . . .

* * *

Mellberg basının odağı olmaktan bu kez her zamanki


memnuniyeti duymuyordu. Basın toplantısı bile düzenleme­
mişti. Yalnızca yerel basından birkaç kişiyi ofisine çağırmış­
tı. Şu anda eline geçen mektup başka her şeyi gölgede bırak­
mıştı; başka işlere dikkatini vermekte zorlanıyordu.
"Somut ipuçları bulabildiniz mi?" diye soran genç bir mu­
habir, hevesle cevabını bekledi.
"Şu anki durumda yorum yapabileceğimiz hiçbir şey yok"
dedi Mellberg.
"Aile içinde şüphelendiğiniz biri var mı?" Soru, rakip ga­
zetenin muhabirinden gelmişti.
"Şu anda bütün ihtimalleri değerlendiriyoruz, ama somut
bir şey yok elimizde."
"Bir seks cinayeti miydi?" diye sordu yine aynı muhabir.
"Bu konuya giremem" dedi Mellberg muğlak bir ifadeyle.
"Bir cinayet olduğuna nasıl karar verdiniz?" diye araya
girdi üçüncü bir muhabir. "Cinayet olduğunu gösteren yara
heresi var mıydı?"
1 24

"Soruşturma nedeniyle buna cevap veremem" dedi Mell­


berg. Gazetecilerin yüzündeki sıkıntının arttığını görüyor­
du. Gazetecilerle konuşmak her zaman gevşek bir ip üzerin­
de yürümek gibiydi. Onlara, polisin görevini yaptığını göste­
receksin, ama soruşturmaya zarar vermeyeceksin. Genellikle
kendini bu denge oyununun ustası sayardı, ama bugün zorla­
nıyordu. Mektupla gelen bilgi konusunda ne yapacağını bile­
miyordu. Gerçekten doğru olabilir miydi?
Gazetecilerden biri ona kırgın bir ifadeyle bakınca bir so­
ruyu atladığını anladı.
"Pardon, sorunuzu tekrar edebilir misiniz?" dedi. Kafası
karmakarışıktı. Muhabirin yüzünde şaşkın bir ifade belirdi.
Bu tür toplantılarda birkaç kez karşılaşmışlardı. Başmüfettiş
her zaman her şeyi bilir bir edayla, şişinerek konuşurdu, oysa
bugün alçak perdeden laflar ediyor, dalgın görünüyordu.
"Pekala. Bölgedeki anne babalar çocuklarının güvenliği
konusunda endişelenmeliler mi diye sormuştum."
"Her zaman anne babaların çocuklarını yakından izleme­
leri gerektiğini söyleriz, ama bu olay kitlesel bir isteriye yol
açmamalı. Bunun kendi b aşına değerlendirilmesi gereken
bir olay olduğuna ve şüphelinin yakında tevkif edileceğine
inanıyorum."
Ayağa kalkarak toplantının bittiğini belirtti. Muhabir­
ler itaatkar bir şekilde defterlerini, kalemlerini toplayıp te­
şekkür ettiler. Müfettişi biraz daha sorgulayabilecekleri ka­
nısındaydılar, ama yerel basının polisle iyi ilişkileri koruma­
sı da çok önemliydi. Daha zor soruları kent toplantısına ka­
tılacak olanlara bıraktılar. Burada, Bohuslan'da gazeteciler
genellikle söyleşi yaptıkları kişilerin komşularıydı. Çocukla­
rı aynı spor takımlarında oynuyor, aynı okula gidiyordu; top­
luluğun uyumunu bozmamak için büyük haber yakalama is­
teğini freniemek zorundaydılar.
Mellberg sırtını koltuğuna yasladı; memnundu. Gazeteci-
125

ler, onun vermek istediğinden daha fazla bilgi alamamışlardı


ve yarın yerel gazetelerin ön sayfasında haberler yayımlana­
caktı. Bunun kamuoyunu uyandıracağını ve ipuçları vermek
üzere kendilerini aramaya başlayacaklarını umuyordu. Poli­
sin şansı yaver giderse, bir sürü dedikodu arasında işe yarar
bir şeyler yakalanabilirdi.
Mektubu çıkardı, yeniden okumaya başladı. Hala gözleri­
ne inanamıyordu.
Strömstad 1 924

Yatak odasında alnında ıslak bir bezle yatıyordu. Dok­


tor onu dikkatle muayene etmiş, yatakta dinlenmesini söyle­
mişti. Şimdi aşağıda babasıyla konuşuyordu, bir an ciddi bir
hastalığı olduğundan korktu. Daktorun gözlerinde :m h k bir
kaygı belirmiş, ama hemen geçmişti. Elini okşayıp düzelece­
ğini söylemişti. Yalnızca bir süre dinlenmesi gerekiyordu.
Hastalığının gerçek nedenini doktora söyleyemezdi. Bü­
tün kış geceleri geç saatiere kadar dışarıda olması sağlığını
etkilemişti. Kendisine koyduğu teşhis buydu, ama bunu sır
olarak saklamak zorundaydı. Doktor Fern'in reçeteye onu
güçlendirecek damlalar yazacağım umuyordu. Artık Anders
ile ilişkisini soniandırmaya karar verdiğine göre, çok geçme­
den eski haline dönecekti. Bu arada birkaç haftayı yatakta
bakılarak geçirmenin bir zararı yoktu. Agnes öğle yemeği­
ne ne isteyeceğini uzun uzun düşündü. Dün akşam yedikle­
rini tuvalete boşalttığı için şimdi midesinin guruldadığını ve
yeniden yemekle dolmak istediğini hissediyordu. Belki krep,
belki aşçının yaptığı o lezzetli köftelerden ve yanında başlan­
mış patates, kremalı sos ve yabanmersini.
Merdivenlerden gelen ayak seslerini duyunca örtülerin al­
tında büzüldü ve biraz inledi. Kapı açılmadan bir saniye önce
kararını vermişti, köfte isteyecekti.
* * *
127

Bir gün öncesinden beri içinde bir öfke kabarıyordu. O


kahrolası kadın, ne kendini bilmez, ne utanmaz bir insandı!
Polise onu göstermesi akıl almaz bir şeydi. Kaj aptal değildi;
çok geçmeden dedikoduların bütün şehre yayılacağını, ken­
disi ne derse desin işe yaramayacağını çok iyi biliyordu. İn­
sanların kafasında kalacak tek şey, polisin evine gelmesi ve
çocuk hakkında sorular sorması olacaktı. Yumruklarını ek­
lemleri beyaztaşana kadar sıktı. Bir an duraksadıktan son­
ra ceketini giydi, dışarı çıktı, kararlı adımlarla yürüyordu.
İki evin arasına koyduğu çit doğrudan onların bahçesine geç­
mesini önlüyordu; bu yüzden önce sokağa çıktı, sonra araba
yolundan Florin'lerin evine doğru ilerledi. Yaktaşmadan ön­
ce Charlotte ile Niclas'ın evde olup olmadığını kontrol etmiş­
ti. O kaltağa ağzının payını verecekti. Şehirdeki herkes gibi
mutfak kapısını kilitlemediğini bildiği için, kapıyı vurmadan
doğruca mutfağa gitti. Lilian onu görünce yerinden sıçradı,
ama hemen toparlandı, yüzünde o kibirli, ''ben senden kat­
bekat üstünüm" ifadesi belirdi. Gerçekten kendini bir şey sa­
nıyordu. Boktan küçük bir kasahada sıradan bir moruk değil
de, bir kraliçeymiş gibi davranıyordu.
Kaj , "Polisi evime yollamakla ne yapmaya çalışıyorsun?"
diye bağırarak yumruğunu mutfak masasının üzerine indirdi.
Lilian soğuk soğuk onu süzdü. "Ailemize kötülük yapmak
isteyen biri var mı diye sordular, ben de hemen seni düşün­
düm. Şimdi hemen evimden çıkıp gitmezsen, polisi çağıraca­
ğım. Böylece senin neler yapabileceğini kendi gözleriyle gör-

müş olurlar."
Kaj atılıp Lilian'ın boğazını sıkmamak için zor tuttu ken­
dini. Kadının sakin görüntüsü öfkesini kamçıladı, gözlerinin
önünde noktacıklar uçuşmaya başladı.
"Hele bir dene bakalım, lanet olası kaltak!"
"Yapamayacağımı sanma. Hiç şüphen olmasın, yaparım.
Sürekli beni ve aileınİ tehdit ettin, canımıza okudun, taciz et-
128

tin." Teatral bir edayla elini göğsüne bastırarak kurban po­


zuna, Kaj'ın yıllardır görmekten bıktığı o poza geçti.
Yine aynı numarayı yapmıştı işte. Kaj'ı kötü kişi, kendini
de kurban gibi gösteriyordu; oysa durum tam tersiydi. Kaj iyi
bir insan olmaya uğraşmıştı. Gerçekten. Çekişmenin dışında
kalmaya, onun seviyesine inmemeye çalışmıştı. Ama birkaç yıl
önce, eğer Lilian istiyorsa ona savaşın nasıl olacağım görece­
ğille karar vermişti. Ondan sonra da işler çığırından çıkmıştı.
Kaj yine de kendini tutmaya çalıştı, yalnızca kilitlenmiş
dişleri arasından tısladı: "Ama başaramadın işte. Polis hak­
kımda söylendiğİn yalaniara inanmadı."
"O zaman polisin araştırahileceği birkaç seçenek daha
var" dedi Lilian kötücül bir sesle.
"Ne demeye çalışıyorsun?" diye sordu Kaj ; ama onun nere­
ye varmak istediğini anlayınca, kendi sorusuna kendi cevap
verdi. "Bu işe Morgan'ı karıştırma, duydun mu beni!"
"Bir şey söylememe bile gerek yok." Sesinde artık daha da
kötücül bir tım vardı. "Polis yakında, bitişik evde kafası ye­
rinde olmayan birinin oturduğunu fark edecek. Öyle birinin
neler yapabileceğini herkes tahmin eder. Haydi bu olmadı di­
yelim, dosyalardaki şikayetlere bakınca anlarlar."
"O şikayetler baştan sona deli saçmasıl Bunu sen de bi­
liyorsun! Bırak pencereden sizi gözetlemeyi, Morgan bir kez
bile arazinize ayak basmadı."
"Ben gördüğümü bilirim" dedi Lilian. "Dosyalara baktık­
tan sonra polis de anlayacak."
Kaj ona cevap vermedi. Uğraşmak faydasızdı.
Sonra öfke her şeye hakim oldu.

* * *

Martin masasındaki kağıtlara iyice gömülmüştü, Patrik


ofisinin kapısını çalınca yerinden sıçradı. ''Maksadım sana
129

kalp krizi geçirtmek değildi" dedi Patrik, yüzünde bir gülüm­


semeyle. ''Meşgul müsün?"
''Yok, gel içeri" diyen Martin eliyle girmesini işaret etti.
"E, nasıl gitti? Öğretmenden aile hakkında bir şeyler öğrene­
bildin mi? Adam sana bir şey söyledi mi?"
"Öğretmen kadındı" diye düzeltti Patrik. "Hayır, pek bir
şey söylemedi" diye ekierken sabırsızianmış gibi eliyle haca­
ğına vuruyordu. "Sara'nın ailesiyle bağlantılı sorunlar hak­
kında bir şey bilmediğini söyledi. Ama Sara hakkında bir
şeyler öğrendik. Kızda galiba ZADE varmış ve anlaşılan in­
sanı epeyce uğraştırıyormuş."
"Nasıl yani?" diye sordu Martin. Son yıllarda çok yaygın
olan bu ta nmın ne anlama geldiğini tam kestiremiyordu.
"istediği olmayınca hemen heyecanlanabilen, saldırganla­
şabilen, huzursuz biriymiş. Dikkatini toplamakta güçlük çe­
kiyormuş."
"Başa çıkması oldukça zor biriymiş gibi geliyor kulağa"
dedi Martin.
Patrik başıyla onayladı. "Evet, ben de öyle yorumladım,
ama tabii ki öğretmen tam bu kelimelerle söylemedi."
"Sara'yı daha önce gördüğünde böyle bir şey dikkatini çek­
miş miydi?"
"Onu daha sık gören Erica'ydı. Ben birkaç kez gördüm ,
tek aklımda kalan çok canlı göründüğüydü; Ama tepki duy­
duğum bir şey değildi."
"ZAD E ile DEHB arasında arasındaki fark tam olarak ne­
dir?" diye sordu Martin. "Bana ikisi de aynı şey gibi geliyor."
"Hiç fikrim yok" dedi Patrik omuzlarını silkerek. "Hem bu
sorunun cinayetle bir ilgisi var mı bilmiyorum, ama bir yer­
den başlamak zorundayız, değil mi?"
Martin başıyla onayladı, sonra önündeki kağıtları işaret
etti. "Son yıllardaki seks cinayeti raporlarını kontrol ettim.
Buna uyan hiçbir şey yok. Aile bireyleri tarafından çocuklara
1 30

karşı işlenmiş birkaç suç var, ama kanıt bulunamadığı için


dosyayı kapatmak zorunda kalmışız. Ama bir malıkurniyet
var. Kızına tecavüz eden babayı hatırlıyorsun, değil mi?"
Patrik başını salladı. Ağzında bu kadar kötü tat bırakan
bir başka olay hatırlamıyordu. ''Torbjörn Stiglund, evet, ama
o hala hapiste, değil mi?"
"Evet, telefonla konuşup, kontrol ettim. izinle bile dışa­
rı çıkmamış. O nedenle adını listeden silebiliriz. Geri kalanı­
na gelince çoğu tecavüz, ama hepsi yetişkinlere tecavüz. Son­
ra bazı sarkıntılık olayları var, kurbanlar yine yetişkin. Bu
arada, tanıdık bir isim ortaya çıktı." Martin, Patrik'in en son
kendi masasında gördüğü, ama şimdi Martin'in masasına ge­
len dosyayı gösterdi. "Florin ailesinin dosyasını masandan
aldığım için kusura bakmazsın, değil mi?"
Patrik başıyla hayır dedi. "Elbette hayır, sanırım Lilian'ın
Morgan Wiberg hakkındaki şikayetlerinden söz ediyorsun."
"Evet. Lilian, Morgan'ın birkaç kez gizlice evlerinin önün­
de kadar gelip soyunurken onu pencereden gözetlediğini id­
dia ediyor."
"Evet, okudum onu" dedi patrik, bıkkın bir sesle. "Ama
doğrusunu istersen bu raporlara hangi yönden bakmalıyım,
bilmiyorum. iddialarının hiçbir dayanağı yok. Her iki tarafın
da suçlamaları var, bunlar polisin zamanını ve kaynaklarını
boşa harcamaktan başka bir işe yaramıyor."
"Seninle aynı fikirdeyim galiba. Ama yan komşuda bir
röntgenci olduğu gerçeğine gözümüzü kapatamayız. Bilirsin,
seks suçları bu tür girişimlerle başlar" dedi Martin.
"Biliyorum ama bana oldukça zorlama geliyor. Varsaya­
lım, hiç inanmasam da Lilian Florin'in söyledikleri doğru.
Morgan'ın dikizlemeye çalıştığı, sonuçta yetişkin bir kadın­
dı. Çocuklara cinsel ilgi duyduğunu düşündürecek bir şey
yok ortada. Ayrıca, Sara cinayetinin cinsel bir taeizle başla­
yıp başlamadığını da bilmiyoruz henüz. Ölüm sonrası mua-
131

yenede bunu gösteren bir kanıt yok. Am a Morgan'ı yakından


incelemek iyi olacak. En azından bir konuşmalı."
"Seninle gelebilir miyim?" diye sordu Martin hevesle .
''Yoksa Ernst'i mi tercih ediyorsun?"
Patrik yüzünü buruşturdu. "Asla tercih etmem. Bana so­
rarsan, buyur gel. Sorun, Mellberg'in ne diyeceği."
"En azından sorarız. Sanırım, son birkaç gündür daha sa­
kin. Belki yaşlandıkça yumuşuyordur."
"Emin değilim" dedi Patrik gülerek. "Ama gider bir yokla­
rım, bakalım planımızı kabul edecek mi? Bugün öğleden son­
ra gidebiliriz. Önce bitirmem gereken masa başı işim var."
"Bana göre hava hoş . O zaman ben de elimdekileri bitiri­
rim" dedi Martin, masasındaki dosya yığınını göstererek. "O
saate kadar raporumu tamamlarım. Ama dediğim gibi, faz­
la bir şey beklemiyorum; bu durumla uyuşan bir şey görün­
müyor."
Patrik başını salladı. "Elinden geleni yap."

* * *

Gösta bilgisayarının önünde neredeyse uyuyakalacaktı.


Çenesi göğsüne düşüyor ve böylece tamamen rüyalar alemine
dalmayacak kadar uyanık kalabiliyordu. Şu ayaklarımı bir
süre masanın üzerine uzatabilseydim, diye geçirdi aklından.
Azıcık kestirebilseydi, sonra hemen işine koyulacaktı. İspan­
ya'daki gibi. Oradaki insanlar siestanın değerini anlamışlar­
dı. Ama İsveç'te böyle bir şey yoktu. Burada sekiz saatlik bir
işgününün eziyetini çekecek, bu arada coşkunu, motivasyo­
nunu en yüksek düzeyde tutacaktın. Ne korkunç bir memle­
kette yaşıyordu.
Telefonun tiz zili onu yerinden sıçrattı.
"Lanet olsun!" dedi. Ekranda telefon numarasını tanıyın­
ca, can sıkıntısı geçmedi. Bu moruk tavuk şimdi ne istiyor-
1 32

du? Sonra, olanları düşününce biraz daha anlayış göstermesi


gerektiğini düşündü. Sabırlı olmaya karar verip telefonu açtı.
"Gösta Flygare, Tanumshede polis merkezi."
Öteki uçtaki ses gergindi. Gösta ona sakin olmasını, böy­
lece dediklerini daha iyi duyabileceğini söyledi. İşe yarama­
clığını görünce tekrar etti: "Lilian, biraz daha yavaş konuş­
malısın, ne dediğini anlayamıyorum. Şimdi derin bir soluk al
ve söylediğini tekrarla."
Nihayet bu işe yaramış gibiydi, böylece kadın baştan baş­
ladı. Gösta dinlerken kaşlarını kaldırdı. İşte bu, beklenme­
dik bir durumdu. Defalarca onu teskin ettikten sonra sonun­
da telefonu kapatmasını sağladı. Ceketini kaparak Patrik'in
odasına girdi.
"Hey Hedström." Kapıyı vurma zahmetine girmemişti bi­
le, ama Patrik çalışırken oda kapısını açık bırakırdı, dolayı­
sıyla, Gösta'ya göre, insanlar pat diye içeri girerse bu onun
hatasıydı.
"Evet?" dedi Patrik.
"Biraz önce Lilian Florin' den bir telefon aldım."
"Öyle mi?" dedi Patrik ilgiyle.
"Orada bir şeyler oluyor. Kaj'ın ona saldırdığını söyledi."
"Ne diyorsun?" Patrik, Gösta'ya bakabilmek için döner
sandalyesini ona doğru çevirdi.
"Evet. Bir az önce Kaj onun evine girmiş, bağırıp çağırma­
ya başlamış, Lilian onu dışarı çıkarmak isteyince yumrukla­
maya başlamış."
Patrik inanmakta güçlük çekerek, "Deli mi bu?" dedi.
Gösta omzunu silkti. "Bana söylediği bu. Söz verdim, he­
men geliriz diye." Ceketini havaya kaldırarak hemen çıkabi­
leceklerini belirtti.
"Elbette" diyen Patrik, yerinden fırlayıp köşedeki askıdan
ceketini aldı.
Yirmi dakika sonra Florin'lerin evinin arka kapısındaydı-
1 33

lar. Kapıyı çalar çalmaz Lilian karşılarında belirdi ve onları


içeri aldı. Eşikten içeri adım attıkları anda da çılgınca elleri­
ni kollarını sallamaya başladı.
"Bana yaptığını görüyor musunuz?" Yanağındaki ha­
fif kızarıklığı, ardından da kolunu sıvayarak yukarı tarafta­
ki morluğu gösterdi. "Bunun için de hapse girmezse, ne diye­
yim . . . " Kendini iyice tahrik ediyor, öfkeden konuşmakta güç­
lük çekiyordu.
Patrik elini yatıştırıcı bir tavırla kadının morarmış kolu­
nun üzerine koydu. "Bu işle yakından ilgileneceğiz, sizi te­
min ederim. Bu arada, bir doktora göründünüz mü?"
Lilian başını salladı. "Hayır. Bunu yapmam gerekli mi?
Yüzüme vurdu, kolumdan yakaladı ama ciddi yaralanma
yok" diye itiraf etti İsteksizce. "Belki kanıt olarak fotoğraf çe­
kersiniz" Yüzünde bir umut ışığı belirdi, ne var ki Patrik ver­
diği cevapla o ışığı söndürüverdi.
"Hayır, buna gerek yok, biz gördük. Gidip Kaj'la konuşa­
cağız. Sonra nasıl ilerleyeceğimize karar vereceğiz. Yanınıza
çağırabileceğiniz bir arkadaşınız var mı?"
"Evet, arkadaşım Eva'yı çağırabilirim."
"İyi. Sanırım onu aramalısınız. Sonra bir kahve yapın
kendinize, biraz rahatlamaya çalışın. Bu iş yoluna girecek,
merak etmeyin." Patrik onu teskin etmeye çalışıyordu; bir
yandan da kadının davranışlanndaki teatral havadan rahat­
sızdı. Yanlış giden bir şey var gibiydi.
Lilian umutla, "Resmi şikayet dilekçesi vereyim mi? Form
doldurayım mı?" diye sordu.
"Bunlara sonra bakarız . Önce Patrik'le birlikte gidip
Kaj'la küçük bir konuşma yapacağız." Gösta'nın olağandışı
otoriter bir havası vardı, yine de Lilian belirsiz vaatlerle ya­
tışmayacaktı.
"Konuyu kapatacağınızı söylemeyin sakın bana. Savun­
masız yaşlı bir kadın böyle korkunç bir saldırıya maruz kal-
1 34

dığında buna müdahale etmeyecek kadar tembelsiniz. Önce


şefinizi arayacağım, sonra mecbur kalırsam gazeteler ve ... "
Gösta kadının azarlamasını kesti ve çelik gibi keskin ses
tonuyla, "Kimse konuyu kapatmaya çalışmıyor Lilian" dedi.
"Ama şimdi şöyle yapacağız: Önce Kaj'la konuşacağız, son­
ra formalitelerle ilgileneceğiz. Bir İtirazın varsa, şefimiz Ber­
til Mellberg'i aramakta ve şikayetlerini bildirmekte serbest­
sin. Bunun dışında, suçlanan kişiyle görüştükten sonra bura­
ya döneceğiz."
Lilian bir an kendisiyle mücadele ettikten sonra geri adım
atması gerektiğini kabullendi. "O halde Eva'yı arayayım.
Ama biraz sonra buraya döneceğinizi umuyorum" diye ho­
murdandı suratını asarak. Son olarak dayanarnayıp hir gös­
teri daha yaptı; arkalarından kapıyı öyle bir çarptı ki, yankı­
lanması bütün mahallede duyuldu.
"Bu olanlara ne diyorsun?" diye sordu Patrik, hala böyle­
sine otoriter davrananın Gösta olduğuna inanmakta güçlük
çekerek.
"Bilmiyorum . . . " dedi Gösta düşüneeli bir ifadeyle. ''Yanlış
giden bir şey var gibi geliyor bana."
"Katılıyorum. Ben de senin gibi düşünüyorum. Kavgayla
geçen bunca yılda Kaj hiç şiddete başvurdu mu?"
"Hayır, başvursaydı her şeyden önce bunu konuşurduk,
inan bana. Öte yandan Kaj daha önce böyle bariz bir cinayet
suçlamasıyla da karşılaşmamıştı."
"Bu noktada haklısın" diye cevap verdi Patrik. "Ama şid­
dete başvuracak bir tipe benzemiyor, değil mi? Daha çok, eli­
ne fırsat geçtiğinde Lilian'a çelme takma amacında."
"Evet. Seninle aynı fikirdeyim. Ama önce bakalım, o ne di­
yecek."
"Öyle" dedi Patrik ve kapıyı çaldı.
Strömstad 1924

Babası içeri girince soğuk bir el Agnes'in yüreğini sık­


tı. Yolunda gitmeyen bir şey vardı. Son derece kötü bir şey.
Onu son gördüğünden beri August sanki yirmi yıl yaşlanmış­
tı. Agnes o an ölmek üzere olduğunu düşündü. Bu kadar kısa
zamanda babasının yüzünde böylesine derin çizgiler belirme­
sine bundan başka hiçbir şey neden olamazdı.
Ellerini göğsüne bastırdı ve duyacaklarına kendini hazır­
ladı. Ama yerine oturmayan bir şey vardı. Babasının gözle­
rinde görmeyi beklediği kederden eser yoktu; tersine, gözleri
öfkeden kararmıştı. Kızı ölüm döşeğindeyse, bu öfke niyeydi?
Babası, ufak tefek bir adam olmasına rağmen yattığı ya­
tağın başında kocaman, tehditkar bir karaltı gibiydi. Agnes
içgüdüsel bir tepkiyle en acınası poza büründü. Sayısı az da
olsa babasının ona gerçekten kızdığı durumlarda, bu hali her
zaman işe yaramıştı. Ama bu kez işe yaramış görünmüyordu,
huzursuzluğu arttı. Sonra aklına bir şey geldi. Ama o kadar
inanılmaz ve korkunç bir şeydi ki, hemen bu düşünceyi kafa­
sından kovdu.
Ama düşünce, acımasızca geri döndü. Babasının dudakla­
rının kıpırdadığını görüyordu, ama adam o kadar altüst ol­
muştu ki, ses tellerinden felce uğramış gibiydi. Saçma sa­
pan bir düşüncenin, yüksek bir ihtimal olabileceğini işte o an
dehşetle fark etti.
1 36

Yavaşça örtülerin altında iyice büzüldü. Babasının eli şid­


detle yanağına inince bilmediği bir yakıcılık hissetti, vesvese
sandığı şey gerçek olmuştu.
"Sen, sen . . . " diye kekeledi babası, çaresizce dudaklarından
çıkacak sözcükleri ararken. "Seni orospu seni! Kimdir o, ne­
yin nesidir?" diye kekelemeye devam etti. Agnes büzülmüş
yatarken, adamın üst üste yutkunduğunu gördü. Güçlü ve iyi
huylu biri olan babasını hiç böyle görmemişti, manzara kor­
kunçtu.
Agnes yüreğine korkunun yanı sıra şaşkınlığın da çöktü­
ğünü hissetti. Bu nasıl olabilirdi? Gerekli önlemleri almışlar,
her zaman tam zamanında durmuşlardı. Çılgın fantezileri sı­
rasında, sonunda başını belaya sokacağını hiç düşünmemişti.
Tabii ki duymuştu başka kızların kazayla hamile kaldıklan­
nı, ama onlara hep tepeden bakarak yeterince dikkat etme­
diklerini düşünmüştü. Erkeğin durması gereken noktadan
daha ileri gitmesine izin vermiş olmalıydılar.
Ve şimdi öylece yatıyor, çılgın gibi bir çözüm arıyordu .
Onun sorunları her zaman çözülürdü. Elbette bu durumun
da bir çaresi bulunacaktı. Her zamanki gibi, başını derde
soktuğu zaman babasının anlayış göstermesini sağlamak zo­
rundaydı. Tabii, hiçbir zaman bu kadar ciddi bir şey olma­
mıştı, ama babası her zaman onun imdadına yetişmiş, her
şeyi yoluna koymuştu. Şimdi de aynını yapmak zorundaydı.
Agnes ilk şok geçince biraz sakinleşti. Elbette bu durum­
la başa çıkılabilirdi. Babası bir süre çok öfkeli olacak, ama
onu bu beladan kurtaracaktı. İnsanın gidip bunu halledeceği
yerler vardı. Yalnızca paraya bakardı, en azından bu yönden
dert etmesi gerekmiyordu.
Bir plan hazırlamış olmaktan memnun, babasını tavla­
mak üzere ağzını açtı. Ama babası yanağına bir tokat daha
aşk edince, sesini çıkaramadan kalakaldı. İnanamayarak ba­
basına uzun uzun baktı. Ona el kaldırabileceğini hayal bile
1 37

edemezdi, oysa şimdi üst üste iki tokat atmıştı. Hiç de adil
olmayan bu davranış, içinde büyük bir öfkeye neden oldu, ya­
tağında doğrulup bir daha açıklamaya çalıştı. Şırrak! Üçün­
cü tokat iyice hassaslaşmış yanağına iniverdi ve öfkelenen
Agnes'in gözleri yaşlarla doldu. Ona böyle davranmasının
nedeni neydi? Pes ederek yastıkianna gömüldü ve bu kadar
iyi tanıdığını sandığı babasına bakakaldı. Karşısında duran
adam bir yabancıydı.
Agnes, yavaş yavaş hayatının kötü bir dönemecine girmek
üzere olduğunu fark etti.

* * *

Kapı usulca tıklatılınca Niclas başını kaldırdı. Hasta bek­


lemiyordu, masasına yığdığı kağıtlara gömülmüştü. Canı sı­
kılmış bir halde kaşlarını çattı.
"Evet?" Ses tonu, geleni başından savmak ister gibiydi.
Dışardaki kişi bir an duraksamıştı. Sonra kapı koluna bastı­
rıldı ve kapı sonuna kadar açıldı.
"İşini bölüyor muyum?"
Ses eskiden bildiği gibi çekingendi. Niclas'ın çatık kaşları
hemen düzeldi.
"Anne?" Koltuğundan fırlayıp, kapı aralığında tedirgin
duran ufak tefek kadına bakakaldı. Annesi her zaman onun
koruma hislerini kabartırdı, şimdi de koşup ona sarılmak is­
tiyordu. Ama onca yıldan sonra böylesine açık duygu gösteri­
lerinin annesini ürküttüğü biliyordu. Bu yalnızca onu üzerdi;
kendini tuttu ve ilk adımı onun atmasını bekledi.
"İçeri girebilir miyim? Yoksa meşgul müsün?" Niclas'ın
masasındaki kağıt yığınlanna baktı ve dönmek üzere bir ha­
reket yaptı.
"Hayır, kesinlikle hayır, gir içeri, gir." Bir okul çocuğu gibi
hissediyordu kendini, masasının etrafını dönüp ona bir san-
138

dalye çekti. Kadın sandalyenin ucuna ilişti, gergin bir halde


etrafa göz gezdirdi. Oğlunu hiç işyerinde görmemişti; o yüz­
den böyle bir atmosferde karşılaşmalarının annesine garip
gelmiş olabileceğini düşündü. Aslında annesi o kadar uzun
zamandır onu görmemişti ki, bu bile tek başına durumu ga­
ripsemesine yeterdi. Sanki bir an içinde on yedi yaşında bir
delikanlıdan yetişkin bir erkeğe dönüşmüş gibiydi. Bunu dü­
şününce göğsünde bir öfke kabarmaya başladı. O pis ihti­
yar yüzünden hem annesi hem de kendisi o kadar çok şeyden
mahrum kalmışlardı ki . . . Tanrı'ya şükür Niclas o ihtiyardan
kaçınayı başarmıştı; oysa annesine dikkatle bakınca, yılların
ona merhamet etmediğini fark etti. Annesinin yüzünde, on­
dan ayrıldığı zamanki yılgın, itaatkar ifadeyi görüyordu; yeni
eklenen kırışıklar durumu daha da kötüleştirmişti.
Niclas sandalyesini onun yanına çekti. Kadın sanki bura­
ya ne söylemeye geldiğini bilmiyordu. Bir sessizlik anından
sonra, "Kız için çok üzgünüro Niclas" dedi. Söyleyebildiğinin
hepsi bu kadardı, Niclas'ın yapabildiği de yalnızca başını sal­
lamak oldu.
"Onu tanımadım . . . ama tanımayı isterdim." Sesi titredi,
Niclas annesinin yüreğindeki bütün o duygulan hissetti. Bu­
raya gelmek herhalde onun için çok zor olmuştu. Bildiği ka­
darıyla daha önce hiçbir zaman babasının emirlerinin dışına
çıkmamıştı.
"Harika bir çocuktu" dedi Niclas. Kelimeleri söylerken
boğazında bir şey düğümlendi, ama gözyaşlan akmadı. Son
günlerde akıttığı gözyaşiarına bakılırsa belki de artık tüken­
mişti. "Onda senin gözlerin vardı, ama kızıl saçlarını kimden
aldığı bilmiyorum."
"Büyükannemin saçları, hayatta görebileceğin en güzel kı­
zıl renkteydi. Kızıl saçı ondan almış olmalı." Adını söylemek­
te tereddüt ediyordu, ama sonunda söyledi: "Sara."
Asta kucağında duran ellerine baktı. "Ara sıra onu görür-
139

düm. Onu ve oğlanı. Onları dışarıda gezdirirken karını da.


Ama hiçbir zaman konuşmadım. Yalnızca birbirimize bakar­
dık. Şimdi keşke hiç değilse bir kez kızla konuşsaydım diyo­
rum. Burada bir büyükannesi olduğunu biliyor muydu?"
Niclas evet anlamında başını salladı. "Ona seni çok anlat­
tım. Adını biliyordu, fotoğraflarını da gösterdik. Yanıma al­
dıklarımı, şey olduğunda . . . " Cümleyi tamamlayamadı. Ya­
bancılaşmalarına neden olan mayın tarlasına adım atmaya
ikisi de cesaret edemiyordu.
"Duyduklarım doğru mu?" Asta kaşlarını kaldırdı ve ilk
kez oğlunun yüzüne baktı. "Ona biri mi zarar vermiş?"
Niclas cevap vermeye çalıştı, ama kelimeler boğazına ta­
kıldı. Ona anlatmak istediği çok şey vardı, göğsüne devasa
bir kaya gibi oturan onca sır. Hepsini annesinin ayakları­
nın dibine koymak isterdi. Ama yapamazdı. Çok uzun zaman
geçmişti.
Artık akmaz zannettiği yaşlarla doldu gözleri. Yaşlar taş­
tı, yanaklarından aşağı süzüldü. Annesine bakmaya cesa­
ret edemedi. Ne var ki annesinin içgüdüleri bütün yasakla­
rı, uyarıları yendi ve birkaç saniye sonra Niclas onun güçsüz
kollarının boynuna sarıldığını hissetti. Annesi o kadar mini­
cik, kendisi o kadar iriydi ki . . . Oysa şimdi bu durum sanki
tersine dönmüştü.
"Tamam, tamam." Annesi deneyimli elleriyle sırtını okşa­
dı. Niclas bütün o yılların uçup gittiğini hissetti, yeniden ço­
cuk olmuştu. Annesinin ellerinde, güvende. Ilık soluğu ve ku­
lağında her şeyin düzeleceğini söyleyen yatıştırıcı sesi. Yata­
ğın altındaki canavar yalnızca bir hayaldi ve onları kovarsa
yok olacaktı. Ama bu kez canavar kalıcıydı.
"Babam biliyor mu?" diye sordu, ağzı annesinin omuzuna
yaslıyken. Sormaması gerektiğini biliyordu, ama dayanama­
mıştı. Annesinin birden katılaştığını, teselli veren kollarının
uzaklaştığını hissetti. Büyü bozulmuştu; annesi yine ona en
1 40

çok ihtiyaç duyduğu anda, babasının tarafını tutan o yılgın,


kır saçlı, ufak tefek yaşlı kadın olmuş, karşında oturuyordu.
Duyguları çok çelişkiliydi. Annesinin hasretini çekiyor, onu
seviyordu; ama aynı zamanda acı ve nefretle doluydu, çünkü
annesine ihtiyacı olduğunda onu savunmamıştı.
"Buraya geldiğimi bilmiyor" dedi Asta. Niclas onun git­
mek üzere olduğunu görebiliyordu. Ama gitmesine izin vere­
mezdi. Bir dakikacık daha yanında tutmak istiyordu onu ve
bunu nasıl yapacağını biliyordu.
"Çocuklann fotoğraflarını görmek ister misin?" diye sordu
yumuşak bir sesle. Annesi evet anlamında başını salladı.
Niclas masasına gitti, üst çekmeceyi açtı. Fotoğraf albü­
münü çıkanp annesine uzattı. Kendisi albüme bakamıyordu.
Buna henüz hazır değildi. Annesi baktığı her resme hüzün­
le tebessüm ederek, saygıyla sayfaları çevirdi. Kaybettiği şey
birdenbire neredeyse elle tutulabilir gibi olmuştu.
"Ne güzeller" dedi. Sesinde bir büyükanne gururu vardı.
Ama çocuklardan biri ebediyen gittiği için de kederle karışık
bir gururdu bu.
"Karının soyadını almışsın, öyle mi?" diye sordu Asta, se­
sinde bir tereddütle. Kucağındaki albüme sıkı sıkıya yapış­
mıştı.
"Evet" dedi Niclas. Gözlerini ondan uzak bir noktaya kit­
lenmişti. "Babamın adını devam ettirmek istemedim."
Asta başını salladı yalnızca. "İşine dönmen gerekmiyor
mu?" diye sordu huzursuzlanarak. Masasında oturan oğlunu
seyrediyordu.
Niclas amaçsız hareketlerle önündeki kağıtları çekiştirdi,
son gözyaşlannı zorla zapt ederek yutkundu.
"Ayakta kalabilmek için başka seçeneğim olmadığını anla­
dım" dedi.
Annesi bu açıklamayla yetindi, ama gözlerindeki endişe
artmıştı. "Sakın geride kalanları unutma" dedi yumuşakça.
141

Niclas'ın yüreğindeki en zayıf noktaya ürkütücü bir kesinlik·


le dokunmuştu.
Ama Niclas sanki iki ayrı insan olmuştu. Biri eve dönmek,
Charlotte ve Albin'le birlikte olmak, onları bir daha hiç bı­
rakmamak istiyordu; öteki ise kaçmayı, payiaştıkça daha da
kötüleşen acıdan uzaklaşmayı istiyordu. Her şeyden çok ken­
di suçunun bir ayna gibi Charlotte'un yüzünde yansımasını
görmek istemiyordu. Bu nedenle sonunda kazanan, kaçma
dürtüsü olmuştu. Bütün bunları annesine söylemek istedi.
Büyümüş bir adam da olsa başını annesinin kucağına koy­
mak, ona her şeyi anlatmak, sonra onun, her şeyin düzele­
ceğini söyleyen, teselli edici sesini duymak istedi. Ama o an
geç ti ve annesi fotoğraf albümünü masanın üzerine koyduk­
tan sonra ayağa kalktı ve kapıya yöneldi.
"Anne?"
"Evet?" dedi Asta, ona doğru dönerek.
Niclas fotoğraf albümünü ona uzattı. "Bunu sen al, bizde
daha çok resim var."
Asta duraksadı, ama sonra kabul etti, sanki değerli ama
kırılgan bir altın yumurta tutuyordu elinde. Albümü dikkat­
lice çantasına koydu.
Niclas "En iyisi, bir yere gizle" dedi sakince. Yüzünde bu­
ruk bir gülümseme vardı, ama Asta arkasından kapıyı ka­
patmıştı bile.

* * *

Tavana baktı ve duvara hafıf bir tekme attı. Bu iş nasıl bu


hale geldi diye düşündü. Neden o? Ve neden mümkünken iti­
raz etmemişti?
Duvarlardaki posterler ona kime benzemek istediğini ha­
tırlatıyordu. Normalde, etrafındaki kahramanlar onu da ­
ha sıkı dövüşmeye, daha fazla çaba göstermeye kışkırtırdı.
1 42

Bugün ise yalnızca onu öfkeden delirtiyorlardı. Onlar böyle


boktan bir duruma katlanmazlardı. Hemen karşı çıkarlar­
dı. Yapılması gereken yapılırdı. Bugün oldukları yerde olma­
larının nedeni buydu. Onlar bu nedenle kahramandı. Ken­
disi ise ufacık bok un tekiydi, başka bir şey olacağı da yok­
tu. Rune'nın her zaman söylediği gibi. Bunu söylediği zaman
ona inanmak istememişti. O nedenle kendi bildiğini okumuş­
tu ve Tanrı'nın önünde yemin ediyordu ki, Rune'ya yanıldığı­
nı gösterecekti. Rune'ya bir kahraman olduğunu gösterecek­
ti. Rune pişman olacaktı, sarf ettiği kırıcı, aşağılayıcı sözler­
den pişmanlık duyacaktı. Ondan sonra üste çıkan o olacak­
tı ve Rune diz çöküp kendisine bir dakika ayırması için ona
yalvaracaktı.
En kötüsü, başlangıçta Rune'yı sevmiş olmasıydı. Annesi
ile Rune görüşmeye başladıklarında, onun çok havalı bir ol­
duğunu düşünmüştü. Büyük bir Amerikan arabası kullanı­
yordu, havalı motosikletler kullanan arkadaşları da vardı,
bazen onun arkaya binmesine bile izin verirlerdi. Ama sonra
evlenmişler, her şey darmaduman olmuştu. Birdenbire Ru­
ne ile annesi bir ev, bir Volvo ve hatta lanet bir karavan sa­
hibi olan sıradan Svensson'lar haline gelmişlerdi. Motosik­
letli arkadaşlar gözden kaybolmuş, onların yerine diğer sıra­
dan Svensson'larla gezmeye başlamışlardı. Cumartesi gecele­
ri yemekli partiler veriyorlardı. Elbette, onların da bir çocuk
sahibi olması gerekiyordu. Rune'nın bir defasında sıkıcı kom­
şularına böyle söylediğini duymuştu. "Tabii ki Sebastian'ı
seviyorum" demiş, ama sonra ciddi bir ses tonuyla eklemiş­
ti: ''Yine de insanın kendi çocuğu olması başka." Böylece Ru­
ne ile annesi bir türlü kendi çocuklarını yapamayınca, Ru­
ne bunun acısını üvey oğlundan çıkarmaya başlamıştı. Bir
çocuk yapamaması Rune'yı bunaltmış, onun çektiği sıkıntı­
nın sonuçlarına Sebastian katlanmak zorunda kalmıştı. An­
nesi birkaç yıl önce kanserden ölünce, durum daha da kötü-
1 43

leşmişti. Rune şimdi kendisine ait olmayan bir çocuğu sırtın­


da taşıyor ve bunu her zaman vurguluyordu. Sebastian anne­
si öldüğünde korkunç bir eve evlatlık olarak verilmediği için
ne kadar minnettar olduğunu göstermeye çalışsa da bir işe
yaramıyordu. Rune onu yetiştirirken, kendi çocuğuymuş gi­
bi davranmakta ısrar ediyordu. Ama Sebastian bazen, eğer
Rune'nın kendi çocuğuna bakma şekli buysa, iyi ki annesiyle
Rune'nın bir çocuğu olmadığını düşünüyordu.
Rune onu dövdüğünden falan değil. Hayır, Rune gibi or­
talama düzgün bir Svensson asla bunu yapmazdı. Ama ba­
zen s a nki öyle davransa daha iyi olacak gibi geliyordu
Sebastian'a. O zaman Sebastian'ın ondan nefret etmesi için
daha elle tutulur bir nedeni olacaktı. Oysa şimdi onu yalnız­
ca zihinsel olarak taciz ediyordu - dışarıdan bakınca görün­
meyen bir şeyle.
Sebastian gözleri tavana dikili yatarken, zihni bir an ber­
raklaşarak şimdi içinde bulunduğu duruma nasıl geldiğinin
farkına vardı. Her şeye rağmen üvey babasını seviyordu. Ru­
ne onun bildiği tek babaydı ve Sebastian, onu memnun et­
mekten ve karşılığında sevilmekten başka bir şey isteme­
mişti. İşte bu nedenle boğazına kadar boka saplanmıştı. Bu­
nu anladı. Aptal değildi. Ama akıllı olmasının ona ne faydası
vardı? Hala çıkmazdaydı.

* * *

"Neler saçmalıyorsun öyle?" Kaj'ın yüzü pancar kırmızısı­


na dönmüştü. Yan komşusunun evine saldırmaya hazır az­
gın boğa gibiydi. Patrik çaktırmadan onun yolunu kesti, ya­
tıştırıcı bir tavırla iki elini havaya kaldırdı.
"Şöyle oturup konuyu kavgasız gürültüsüz, sakince konu­
şabilir miyiz?"
Kaj'ın beyni, öfke kalkanının ördüğü duvar yüzünden ça-
1 44

lışmıyor, kelimeleri kavramıyor gibiydi. Patrik ile Gösta ba­


kıştılar. Birdenbire, Lilian'a saldırmış olması o kadar da ina­
nılmaz görünmedi gözlerine. Ama belirli kalıplar içinde dü­
şünmek tehlikeli olurdu, bu nedenle Kaj 'ın konu hakkında
söyleyeceklerini dinlemeden önce herhangi bir sonuç çıkar­
mamaları en doğrusuydu.
Patrik'in sözleri birkaç saniye sonra kafasına dank edin­
ce, Kaj evin içine girdi. Patrik ile Gösta'nın da aynı şeyi yap­
masını bekler gibiydi. Onlar da ayakkabılarını çıkarıp onu iz­
lediler. Mutfağa girince Kaj'ın tezgaha yaslanmış, kollarını
göğsünde kavuşturmuş, yüzü onlara dönük olarak beklediği­
ni gördüler. Kavuşturduğu tek kolunu bir an serbest bırakıp
mutfak sandalyelerine oturmalarını işaret etti. Belli ki ken­
disi oturmayacaktı.
"Kart tavuk ne söyledi size? Ona vurduğumu mu? Bunu
mu iddia ediyor?" Yine yüzü kızarınaya başladı. Patrik bir an
Kaj'ın gözlerinin önünde kalp krizi geçirmesinden korktu.
Patrik'ten önce davranan Gösta sakin bir sesle, "Bir saldı­
rı şikayeti aldık, evet" diye cevapladı.
''Yani beni şikayet etti ihtiyar kaltak!" diye bağırdı Kaj .
Şakaklarındaki kır saçlarında ter damlacıkları birikıneye
başlamıştı.
"Lilian bir şikayet dilekçesi vermedi resmen . . . henüz ver­
medi" diye ekledi Patrik. "Önce kavgasız gürültüsüz sizinle
bir konuşmak istedik işin aslını anlamak için." Not defterine
göz attı ve devam etti: "Öyleyse, bir saat önce Lilian Florin'in
evine gittiniz, değil mi?"
Kaj isteksizce başıyla onayladı. ''Yalnızca, çocuğun ölümü
konusunda beni zanlı durumuna düşürmekle ne yapmaya ça­
lıştığını sormak istedim. Yıllardır bir sürü iğrenç şey yaptı
ama bu kadarı . . . " Daha çok ter damlası belirdi şakaklarında,
öfkeden dili sürçüyordu.
"Böylece doğruca evden içeri girdin, öyle mi?" diye sordu
1 45

Gösta. O da Kaj'ın sağlık durumundan endişelenmeye başla­


mıştı.
"Evet, ne olmuş yani, kapıyı vursaydım beni içeri almazdı.
Onu hazırlıksız yakalamak istedim. Ne biçim işler karıştır­
dığının farkında olup olmadığını soracaktım." Şimdi ilk kez
Kaj'ın sesinde bir endişe hissediliyordu.
"Sonra ne oldu?" Kaj konuşurken Patrik not alıyordu.
"Olan biten buydu!" Kaj ellerini iki yana açtı. "Herhalde
ona biraz bağırıp çağırdım, bunu memnuniyetle söyleyebili­
rim, o da bana defolup gitmemi söyledi. Ben de söyleyecekle­
rimi söylediğim için çıkıp gittim evden."
''Yani ona vurmadınız, öyle mi?"
"Herhalde burnuna bir yumruk atmak istemişimdir, ama
o kadar da aptal değilim."
"Bu hayır anlamına mı geliyor?" diye sordu Patrik.
"Evet, hayır anlamında söyledim" diye cevap verdi Kaj
asık suratla. "Ona dokunmadım, öyle iddia ediyorsa, yalan­
dır. Bu da beni hiç şaşırtmaz." Artık sesi gerçekten de endi­
şetenmiş gibi çıkıyordu.
"Hikayeni doğrulayacak biri var mı?" dedi Gösta.
''Yok öyle biri. Oraya Niclas işe gittikten ve Charlotte da
küçük oğlanı arabasıyla gezmeye çıkardıktan hemen sonra
gittim." Bir eliyle alnındaki teri silip pantolonuna sürdü.
"Ne yazık ki sizin sözleriniz Lilian'ın ifadesine uymuyor"
dedi Patrik. "Lilian'ın kolunda izler var."
Patrik'in ağzından çıkan her sözle Kaj biraz daha pısıyor­
du. Baştaki öfkesi yerini yılgınlığa bırakmıştı. Sonra birden­
bire toparlandı.
"Kocası? O evdeydi. Aman Tanrım, onu unutmuşum. Ha·
yalet gibi biridir. Hiç kimse Stig'i göremiyor artık. Ama evde
olmalı. Belki bir şeyler görmüş veya işitmiştir."
Bu düşünceyle yeniden cesaretini topladı. Patnk, Gösta'ya
baktı. Stig hiç akıllanna gelmemişti. Onunla Sara'nın ölümü
1 46

hakkında bile konuşmamışlardı. Kaj haklıydı. Stig, soruştur­


ma açısından baştan beri, şu ana kadar görünmeyen adamdı.
Onu büsbütün unutmuşlardı.
"Gidip onunla da görüşeceğiz" dedi Patrik. "Sonra ne ola­
cağına bakarız. Ama onun ekieyecek bir şeyi yoksa, sizin için
durum parlak görünmüyor, eğer Lilian dava açmak isterse . . . "
Devamını getirmesinin bir anlamı yoktu. Kaj muhtemel
sonuçların gayet farkındaydı.

* * *

Charlotte amaçsızca geziniyordu. Alvin arabasında mışıl


mışıl uyumaktaydı. Yatıştırıcı hapları bıraktığından beri, oğ­
lunun yüzüne bakmaya içi elvermiyordu. Ama yapması gere­
keni yapıyordu. Altını değiştiriyor, onu giydiriyor, besliyor­
du, ama bunları duygusuzca, mekanik hareketlerle yapıyor­
du. Çünkü, ya yine böyle bir şey olursa, diye düşünüyordu.
Ya Albin'e de bir şey olursa? Sara olmadan hayata nasıl de­
vam edeceğini bile bilemezken. Kendini yürümeye zorlaya­
rak adım adım ilerliyordu. Ama aslında istediği, kaldırırnın
ortasına küçük bir yığın halinde çöküp bir daha da ayağa
kalkmamaktı. Ama bunu yapamazdı, ilaçların yarattığı sise
de gömülmeyecekti bir daha. Çünkü her ne olursa olsun, Al­
vin hala buradaydı. Onun yüzüne bakamasa da, bedenindeki
tüm sinirleriyle, hala yaşayan bir çocuğu olduğunu hissedi­
yordu. Onun uğruna soluk almaya devam etmeliydi. Ama öy­
le zordu ki!
Bir de Niclas vardı, kaçıp işe giden. Kızları öldürüleli üç
gün olmuştu ve o şimdiden klinikteki ofisine gitmiş, soğuk al­
gınlıklarını, hafif hastalıkları tedavi ediyordu. Belki de has­
talarıyla hiçbir şey olmamış gibi sohbet ediyor, hemşirelerle
flört ediyor, yüce doktor rolünde keyfine bakıyordu. Charlot­
te haksızlık ettiğini biliyordu. Niclas'ın da kendisi kadar acı
1 47

çektiğini biliyordu. Yalnızca her ikisinin de bir dakika, son­


ra bir dakika daha, sonra bir dakika daha nefes alabilmek
için ayrı ayrı bir neden araması yerine, bu acıyı paylaşabil­
meyi istiyordu. İstediği tam olarak bu olmasa da, ona en çok
ihtiyaç duyduğu anda yanında olmadığı için Niclas'a öfke du­
yuyor, onu küçük görüyordu. Öte yandan belki de ondan faz­
la bir şey beklememeliydi. Ne zaman ona yaslanabilmişti ki?
Niclas kocaman bir çocuk olmaktan hiç vazgeçmiş miydi? Ço­
ğu insanların hayatını şekillendiren ufak tefek günlük işle­
ri Charlotte'un halletmesini beklemekten başka bir şey yap­
mış mıydı? Hayatı kendi bildiği gibi yaşama hakkına sahip
olduğunu sanıyordu. Yalnızca eğlenceli, zevkli şeyler yap­
m a k . Tıp fakültesini bitirmesi bile Charlotte'u şaşırtmıştı.
Bütün o zorunlu aşamaları tamamlayıp yorucu gece nöbet­
lerine dayanacağına hiç inanmamıştı, ama herhalde sonun­
da elde edeceği ödülü düşünmek onu gayrete getirmişti. Baş­
kalarından saygı görmek istiyordu. Mutlu ve başarılı biri ol­
mak. En azından dış görünüşüyle.
O nunla yaşamasının nedeni, arada bir içindeki öteki
adamı bir an için bile olsa görmekti. Kırılgan ve duyguları­
nı gösterebilen bir adam. Gerçek kimliğini göstermeye cesa­
ret eden, cazibesini her zaman en tepe noktada tutmak zo­
runda olmayan adam. Böyle kısa anlarda gördüğü Niclas ol­
masa, ona aşık olmazdı. Gerçi şimdi bunlar bir ömür kadar
eskide kalmıştı. Son yıllarda bu halleri giderek azalmıştı ve
Charlotte artık onun kim olduğunu, ne istediğini bilmiyordu.
Kimi zaman daha zayıf anlarında, Niclas'ın gerçekten bir ai­
le kurmayı isteyip istemediğini soruyordu kendine. Kendisi­
ne karşı acımasızca dürüst olması gerekirse, Niclas'ın ailevi
sorumluluklardan uzak bir hayatı yeğleyeceğine inanıyordu.
Ama yine de hoşuna giden bir şeyler olmalıydı, yoksa bu ka­
dar uzun zaman yanlarında kalmazdı. Şu karanlık günlerde,
bencilliğin öne çıktığı anlarda, olanların en azından Niclas'la
1 48

kendisini yakınlaştıracağını ummuştu. Oysa bu konuda çok


yanılmıştı. Şimdi eskisinden daha uzaktılar birbirlerine.
Charlotte farkına bile varmadan Fjallbacka kamp alanı­
na kadar yürümüştü; şimdi Erica'nın kapısının önündey­
di. Dün arkadaşının gelmesinin anlamı çok büyüktü, ama
Charlotte'un hala kuşkulan vardı. Hayatı boyunca çok az yer
kaplamaya çalışmıştı, hiçbir zaman kendisi için bir şey iste­
memiş, kimseye rahatsızlık vermemişti. Acısının başkaları­
nı nasıl etkilediğini biliyordu, o yüzden Erica'nın omuzları­
na daha fazla yük bindirrnek istemiyordu. Ama bir dost yü­
zü görmeye de ihtiyacı vardı. Kaçıp gitmeyecek veya annesi­
nin yaptığı gibi, fırsattan istifade edip ne yapması gerektiği­
ni söylemeyecek biriyle konuşmak istiyordu.
Albin kıpırdamaya başladı, Charlotte dikkatlice onu ara­
badan kaldırıp kucağına aldı. Hala yarı uykuda olan Albin,
etrafa bakındı, Charlotte ön kapıyı vurunca korkudan sıçra­
dı. Tanımadığı, orta yaşlı bir kadın açtı kapıyı.
"Merhaba" dedi Charlotte duraksayarak, ama sonra onun
Patrik'in annesi olabileceğini fark etti. Sara'nın ölümünden
öneeye ait bulanık bir anı su yüzüne çıktı, Erica'nın ona ka­
yınvalidesinin ziyarete geleceğinden bahsettiğini hatırlattı.
"Merhaba, Erica'yı mı arıyorsunuz?" dedi Patrik'in anne­
si. Cevabını beklemeden kenara çekilip Charlotte'u hole aldı.
"Uyanık mı?" diye sordu Charlotte çekinerek.
"Evet, Maj a'ya meme veriyor. Bugün kaçıncı kez meme
verdiğini sayınayı bıraktım artık. Eh ne yapalım, sanırım ye­
ni usulleri anlamıyorum. Benim zamanımda çocuklara dört
saate bir meme verilirdi, asla daha fazla değil ve işin doğru­
su, o kuşağın bir şikayeti yok." Patrik'in annesi dır dır ko­
nuşmaya devam etti, Charlotte da tedirgin bir şekilde onu iz­
ledi. Son günlerde etrafındaki herkesin ayakuçlarına basa­
rak yürümesinden sonra, birisinin onunla normal ses tonuy­
la konuşması garip geldi. Sonra Erica'nın kayınvalidesinin
1 49

birden onun kim olduğunu anladığını gördü; kadının hem se­


sinde hem hareketlerindeki rahatlık kayboldu. Elini ağzına
usulca vurup, " Bağışlayın, kim olduğunuzu fark etmedim"
dedi.
Charlotte buna ne cevap vereceğini bilemedi. Tek yapabil­
diği Albin'e daha sıkı sanlmak oldu.
"Gerçekten özür dilerim . . . " Erica'nın kayınvalidesi ger­
gin bir tavırla ağırlığını bir ayağından öbürüne aktardı.
Charlotte'un yanında olmamak için canını verirmiş gibi gö­
rünüyordu.
Bundan sonra hep böyle mi olacak? diye düşündü Charlot­
te. İnsanlar sanki cüzamlıymış gibi ondan kaçacak mıydı? Fı­
sıldaşarak arkasından işaret edip, gözlerinin içine bakmaya
cesaret edemeden, "Kızı öldürülen kadın bu işte" diye konu­
şacaklar mıydı? Belki yalnızca gerginlikten, belki ne diyecek­
lerini bilmedikleri için veya belki de trajedilerin, çok yaklaşı­
lırsa kendi hayatiarına da bulaşacağından duyulan mantık­
sız bir tür korku nedeniyle.
" C harlotte?" diye se slendi Erica oturma odasından.
Patrik'in annesi uzaklaşmak için bir bahane bulduğuna çok
sevindi. Charlotte yavaşça ve biraz da tereddüt ederek, sal­
lanan sandalyesinde oturmuş Maja'yı emziren Erica'nın ya­
nına gitti. Manzara hem tanıdık hem de tuhaf bir şekilde
uzak gelmişti Charlotte'a. Son iki ayda kaç kez gelmiş ve ay­
nı manzarayla kaç kez karşılaşmıştı? Ama bu düşünce onun
zihninde Sara'nın görüntüsünü de canlandırdı. Charlotte bu­
raya en son geldiğinde Sara da yanındaydı. Zihnini zorlaya­
rak bunun yalnızca bir önceki pazar olduğunu fark etse de,
anlamakta zorlandı. Sara'nın beyaz kanepenin üzerinde,
uzun kızıl saçlan yüzünün çevresinde uçuşurken nasıl zıpla­
dığı geldi gözlerinin önüne. Onu uyardığım hatırlıyordu. Sert
bir dille durmasını söylediğini. Şimdi hepsi ne kadar basit
görünüyordu. Yastıkların üzerinde birazcık zıplasa ne zararı
ı so

vardı? Bunu düşününce bir baş dönmesi hissetti, Erica ayağa


fırlayıp onu kolundan yakaladı ve en yakın koltuğa oturma­
sına yardım etti. Erica'nın memesi ağzından böylesine sertçe
çekilince Maja yaygarayı bastı, ama Erica kızının bu protes­
tolanna aldırınayıp onu yaylı beşiğine bıraktı.
Erica'nın kollarını boynuna dolamasıyla Charlotte, pazar­
tesi günü polisin eve gelip Sara'nın cinayete kurban gittiğini
açıkladığı andan beri bilinçaltını kemiren soruyu yüksek ses­
le sormaya cesaret etti. "O gün neden Niclas'ı bulamadılar?"
Strömstad 1924

Ustabaşı taşocağından onu çağırdığında Anders heykelin


kaidesi üzerindeki işini henüz bitirmişti. İçini çekti, kaşları­
nı çattı; dikkatini yoğunlaştırdığı zaman rahatsız edilmekten
hoşlanmazdı. Ama elbette emre uyacaktı, her zamanki gibi.
Aletlerini granit blokunun yanında duran alet kutusuna dik­
katlice yerleştirdi ve ustabaşının söyleyeceklerini dinlemeye
gitti.
Şişman adam sinirli sinirli bıyıklarını çekiştiriyordu.
"Ne yaptın sen be Andersson?" dedi ustabaşı yarı şaka,
yarı endişeli bir sesle.
"Ben mi? Ne olmuş?" dedi Anders. İş eldivenlerini çıkara­
rak adama şaşkın bir ifadeyle baktı.
"Merkez bürodan seni çağırıyorlar. Oraya gitmen gerek,
hemen şimdi."
"Lanet olsun!" diye sessizce küfür etti Anders. Yine hey­
kelde değiştirecek bir şey mi bulmuşlardı son dakikada? Bu
mimarlar veya "sanatçılar" veya kendilerine ne diyorlarsa
onlar, stüdyolarında oturup eskizlerini yenilerken ne yap­
tıklarının farkındalar mıydı acaba? Sonra taş ustasının da
aynı kolaylıkla bu değişimi taşa uygulamasını bekliyorlar­
dı. Onun daha en başta kesimlerin yönünü, orijinal çizimie­
re dayanarak nereden yontınaya başiayacağını planladığını
bir türlü anlamıyorlardı. Çizimierde bir değişiklik, başlangıç
1 52

noktasını tamamen değiştirecekti ve en kötüsü taş çatlayabi­


lirdi, o zaman yaptığı iş baştan sona boşa gidecekti.
Anders karşı çıkmanın yararı olmayacağını da biliyordu.
Kararı müşteri verirdi. O yalnızca, heykelin tasarımını ya­
pan kişinin yapamadığı veya yapmayacağı o zor işleri yerine
getirmek zorundaydı.
"Eh, demek ki oraya gidip ne diyeceklerini duymam gere­
kecek" dedi içini çekerek.
Anders'in neden korktuğunu bilen ustabaşı "Önemli bir
şey olmayabilir" dedi. Bu sefer nedense yüreği yumuşamıştı.
Anders yola doğru uyuşuk adımlarla ilerken, "Neyse, ge­
ciktirmenin yararı yok" diye karşılık verdi ustabaşına.
Çok geçmeden çekine çekine büronun kapısını vurup içeri
girdi. Ayakkabılarını mümkün olabildiğince paspasta temiz­
ledi, ama üzerindeki giysiler granit tozu ve çapak içindeydi,
ayrıca elleri ve yüzü de kirliydi; bu yüzden bunun boşuna bir
çaba olduğunu fark etti. Ama buraya hemen gelmesi söylen­
mişti, o halde onu olduğu gibi kabul etmeleri gerekirdi. Cesa­
retini topladı ve kendisini müdürün özel odasına götürecek
adamın peşinden gitti.
Etrafa şöyle hızlıca bir göz gezdirince yüreği daraldı. Çağ­
rılma nedeninin heykelle ilgisi olmadığını hemen anladı. Çok
daha ciddi konular görüşülecekti.
Odada üç kişi vardı. Masasında oturan müdürün yüzü
bastırılmış bir öfkeyi yansıtıyordu. Bir köşede Agnes otu­
ruyor, gözlerini yerden kaldırmıyordu. Masanın önünde ise
Anders'in tanımadığı bir adam oturuyor, gizleyemediği bir
merakla ona bakıyordu.
Anders nasıl davranması gerektiğini bilemeyerek, odanın
içine bir metre kadar girdi ve neredeyse hazır ola geçti. Ne
olursa olsun, bir erkek gibi karşılayacaktı. Er veya geç bu du­
rumla yüzleşecekti; yalnızca bunun koşullarını kendisi belir­
lemiş olmayı isterdi.
1 53

Agnes'in bakışlannı yakalamak istedi, ama o başını kal­


dırmayı inatla reddediyor, ayakkabılarına bakmaya devam
ediyordu. Kalbi sızladı. Bütün bunlar ona inanılınayacak ka­
dar zor gelmiş olmalıydı. Ama hala birbirlerine aittiler, ilk
fırtınayı atlattıktan sonra birlikte kendi hayatlarını kura­
caklardı.
Anders bakışlarını Agnes'ten çekti ve masasının arka­
sında oturan adama sakince baktı. Agnes'in babasının ko­
nuşmasını bekledi. Bu çok uzun zaman aldı, akreple yelko­
van dayanılmayacak kadar ağır ilerliyordu. Sonunda August
Stjernkvist konuştuğunda sesi soğuk, metalik bir tondaydı.
"Öğrendiğime göre sen ve kızım gizlice buluşuyormuşsu­
nuz."
"Koşullar bizi buna zorladı, evet" diye cevap verdi Anders
sakince. "Ama ben Agnes'e karşı her zaman onurlu niyetler
besledim" diye devam etti, Stjernkvist'in gözlerinin içine ba­
karak. Bu belli ki onun beklediği cevap değildi.
"Anlıyorum . . . " Stjernkvist boğazını temizleyerek ne diye­
ceğine karar vermek için zaman kazanmaya çalıştı. Sonra öf­
kesi geri döndü.
"Peki, bunu nasıl yapacaktın? Varlıklı bir kız ve yoksul bir
taş ustası! Bunun mümkün olabileceğine İnanacak kadar ap­
tal mısın sen?"
Anders adamın sesindeki küçümsemeyle sersemledi. Ap­
talca mı davranmıştı? Bombardıman gibi yağan aşağılama­
lar karşısında kararlılığı çökmeye başladı ve birdenbire yük­
sek sesle söylendiğinde bu fikrin ne kadar aptalca olduğu­
nu fark etti. Bunun asla mümkün olamayacağı açıkça belliy­
di. Yüreğinin yavaş yavaş parçalandığını hissediyordu; ça­
resizce Agnes'in bakışlarını aradı. Bu onların sonu muydu?
Ona bir daha göremeyecek miydi? Agnes hala başını kaldı­
rıp bakmıyordu.
"Agnes ve ben birbirimizi seviyoruz" dedi yavaşça. Ağzın-
1 54

dan çıkanların, bir malıkurnun son sözlerine ne kadar benze­


diğini fark ediyordu.
"Kızımı senden iyi tanıyorum delikanlı. Onun sandığın­
dan bile daha iyi tanırım ben kızımı. Elbette onu şımart­
tım ve olması gerekenden daha serbest bıraktım, ama onun
emelleri olan biri olduğunu biliyorum. O geleceğini bir işçiyle
geçirmek için hiçbir şeyini feda etmez."
Kelimeler ateş gibi yakıyorrlu Anders'i; ona yanıldığını
haykırmak isterdi. Stj ernkvist, onun bildiği Agnes'i anlat­
mıyordu kesinlikle. O iyi, merhametli biriydi ve her şeyden
önemlisi, Anders onu ne kadar tutkuyla seviyorsa, Agnes de
aynı şekilde seviyorrlu onu. Mutlaka o da hazırdı birlikte ya­
şayabilmeleri için yapması gereken fedakarlıklara. Bakışla­
rıyla Agnes'i başını kaldırıp kendisine bakmaya, babasına iş­
lerin öyle olmadığını anlatmaya zorladı, ama Agnes sessiz ve
uzak duruyordu. Anders'in üzerinde durduğu zemin yavaş
yavaş çökmeye başladı. Yalnızca Agnes'i kaybetmekle kal­
mayacak, bu koşullar altında işine devam etmesine de izin
verilmeyecekti.
Stjernkvist tekrar konuşmaya başladı; bu kez Anders, öf­
kenin arkasındaki acıyı hisseder gibi oldu. "Ama her şey baş­
ka bir ışık altında görünüyor şimdi. Normal koşullarda kızı­
mm bir taş ustasıyla beraber olmasına engel olmak için her
şeyi yapardım. Ama ikiniz bir olup, beni bir oldubittiyle kar­
şı karşıya bıraktınız."
Anders şaşkınlık içinde adamın neden söz ettiğini anla­
maya çalışıyordu.
Stjernkvist onun şaşkın ifadesini gördü ve devam etti: "O
bir bebek bekliyor. Bu sonucu göremediyseniz, ikiniz de sa­
lak olmalısınız."
Anders'in soluğu tıkandı. Agnes'in babasıyla hemfıkirdi.
Gerçekten de salaklardı. O da aldıkları tedbirlerin yeterli ol­
duğuna Agnes kadar emindi. Şimdi her şey değişmişti. Duy-
1 55

guları karmakarışıktı, altüst olmuştu. Bir yandan sevgili­


si Agnes onun çocuğunu doğuracağı için mutluydu; öte yan­
dan babasının karşısında utanıyor, onun öfkesini anlıyordu.
Onun kızına biri böyle bir şey yapsaydı, o da öfkeden küple­
re binerdi. Anders gergin bir halde, müdürün devam etmesi­
ni bekledi.
August Stjernkvist hala kızının yüzüne bakmayı redde­
derek, kederle, "Doğal olarak tek bir çözüm var" dedi. "Ev­
lenmek zorundasınız ve bu amaçla bugün Yargıç Flemming'i
çağırdım. Derhal sizi evlendirecek, formalitelerle sonra uğ­
raşacağız."
Agnes ilk kez köşesinden başını kaldırıp baktı. Anders şa­
şırarak Agnes'in gözlerinde e n ufak bir sevinç ol madığını gör­
dü; tersine bu bakışlarda çaresizlik vardı. Babasına yalvarır
gibi, "Sevgili babacığım" dedi, "lütfen beni buna zorlama. So­
runu çözmenin başka yolları da var, beni onunla evlenıneye
zorlayamazsın. Ne de olsa o . . . basit bir işçi."
Anders kelimelerin suratma kırbaç gibi indiğini hissetti.
Onu ilk kez görüyor gibiydi, sanki gözlerinin önünde başka
bir şeye dönüşmüştü.
"Agnes?" dedi, sanki tanıdığı kız olarak kalması için yal­
varıyordu ona; oysa bütün rüyaların paramparça olup yerle­
re saçıldığını anlamıştı bile.
Agnes ona aldırmadan çaresizlik içinde babasına yalvarma­
ya devam etti. Ama August kızına bakmaya bile tenezzül et­
medi. Yalnızca yargıca baktı ve ''Yapman gerekeni yap" dedi.
"Baba ne olur, lütfen!" diye çığlık attı Agnes ve dramatik
bir tavırla babasının ayaklarına kapandı.
"Sus!" dedi babası, nihayet soğuk gözlerini ona çevirerek.
"Kendini gülünç duruma düşürme. Artık isterik numaralarına
katlanmaya niyetim yok. Yatağı kendi ellerinle yaptın, şimdi
içine girmek zorundasın" diye bağırdı. Kızı hemen sustu.
Agnes yüzünde acı bir ifadeyle isteksizce ayağa kalktı ve
156

yargıcın işini yapmasını bekledi. Asık suratlı gelinin, damat­


tan birkaç metre uzakta durduğu garip bir nikah töreniydi.
Yine de yargıcın sorusuna her ikisinin de verdiği cevap "evet"
oldu.
August iş toplantısına benzeyen tören sona erince, "O hal­
de bu iş tamam" dedi. "Tabii ki artık senin burada çalışma­
na izin veremem." Anders, beklediğinin de bu olduğunu doğ­
rularcasına, yalnızca başını öne eğdi. "Ne kadar yanlış işler
yapmış olsan da, kızımı beş parasız bırakamam; bu kadarını
annesine borçluyum."
Agnes, her şeyi henüz kaybetmediğine dair küçük bir
umutla, gergin bakışlarını babasına çevirdi.
"Sana Fjallbacka'da ki ocakta bir iş ayarladım. Başka bir
taş ustası heykeli bitirebilir. Bir mutfağı, bir de odası olan
bir yere bir aylık kirayı da ödedim. Bir ay sonra kendi başını­
zın çaresine bakarsınız."
Agnes'ten bir iniltİ çıktı. Sanki boğulacakmış gibi bir elini
boğazına götürdü. Anders yavaş yavaş batmakta olan bir ge­
mideymiş gibi hissetti kendini. Agnes ile bir gelecek kurmak
için beslediği ufacık umut kırıntısı da, Agnes'in çiçeği bur­
nunda kocasını ne kadar aşağı gördüğünü fark edince yerle
bir olmuştu.
"Canım babacığım, lütfen" diye bir daha yalvardı. "Bunu
bana yapamazsın. Bu adamla pis kokulu bir kümese tıkılaca­
ğıma canıma kıyarım daha iyi."
Anders bu sözler üzerine yüzünü buruşturdu. Çocuk olma­
saydı, sırtını dönüp çıkar giderdi, ama gerçek bir erkek, ko­
şullar ne olursa olsun sorumluluklarını yerine getirirdi. Da­
ha küçücükken beynine işlenmişti bunlar. Artık insanı boğa­
cak kadar küçük görünen bu odada ayakta durmaya devam
etti ve kendisini iğrenç bulduğu apaçık belli olan bir kadınla
nasıl bir geleceği olacağını hayal etmeye çalıştı.
August "Olan oldu" dedi kızına . Ardından, "Taşıyabile-
1 57

ceğin ne varsa öğleden sonra toplayabilirsin, sonra araba


Fjallbacka'ya gidecek. Eşyalarını akıllıca seç. Parti kıyafet­
lerine pek ihtiyacın olmayacak" diye kinle ekledi. Kızına ne
kadar derinden yaraladığını göstermek istiyordu. Ruhundaki
bu yara asla iyileşmeyecekti.
Arkalarından kapı kapanınca içeriye gök gürültüsü gi­
bi sessizlik çöktü. Sonra Agnes öyle bir nefretle ona baktı ki,
Anders dönüp kaçmamak için ayaklarını sıkıca yere bastır­
dı. İçinden bir ses ona, hala vakit varken kaç diyordu, ama
ayakları yere mıhlanmıştı sanki.
Gelecek kötü günlere dair bir önseziyle titredi.

* * *

Morgan polis memurlarının gelip gittiklerini gördü, ama


anne babasının evinde ne işleri olduğunu düşünerek vaktini
harcamadı. Uzun boylu düşünen biri değildi.
Gerindi. Akşam olmasına rağmen her zamanki gibi, bü­
tün gün bilgisayarının başından kalkmamıştı. Annesi bu­
nun sırtına kötü bir etki yapmasından korkuyordu, ama
gerçekten bir şey olmadıkça bunu dert etmeye niyeti yok­
tu Morgan'ın. Tabii sırtı biraz kamlıurlaşmaya başlamıştı,
ama ağrısı yoktu. Sorun yalnızca görünüşte kalıyorsa kafa­
sına takmazdı. Normal olmayan biri, bir parça kambur olsa
ne fark ederdi?
Huzur içinde oturmak büyük bir keyifti. Şimdi kız gittiği­
ne göre, o rahatsız edici unsur da ortadan kalkmıştı. Onu hiç
sevmemişti. Gerçekten. Kendi işine en çok gömüldüğü anda
gelir, gitmesini söylediği zaman da duymamış gibi yapardı.
Öteki çocuklar ondan korkardı. Nadiren evin dışına çıktığın­
da, arkasından parmaklarıyla onu göstermekle yetinirlerdi.
Ama kız öyle yapmazdı. Ha bire işinin arasına girer, ilgisi­
ni ister, ona bağırdığı zaman da korkmazdı. Bazen Morgan'ın
1 58

içi öyle bir daralırdı ki, gitsin diye iki eliyle kulaklannı kapa­
tıp avazı çıktığı kadar çığlık atardı. Ama kız yalnızca gülerdi.
Onun için artık geri gelemeyecek olması gerçekten en iyisiy-
di. Bir daha hiç gelmeyecekti.
Ölüm onu büyülüyordu. Ölümün kesin son oluşundaki bir
şey, beynini her türlü ölüm şekliyle meşgul ediyordu. En çok
hoşlandığı oyunlar, içinde bir sürü ölüm olanlardı. Kan ve
ölüm.
Ara sıra kendi hayatına da son vermek isterdi. Artık ya­
şamak istememesi değildi asıl neden, ölmenin nasıl bir şey
olduğunu görmek istiyordu. Geçmişte niyetini açıkça gös­
termişti. Anne babasının yüzüne karşı kendini öldürmeyi
düşündüğünü söylemişti. Bilgi paylaşma gibisinden. Ama
gösterdikleri tepki, böyle düşünceleri kendine saklamasına
yol açmıştı. Kıyamet gibi bir kavga çıkmıştı, ardından psi­
kolog ziyaretleri sıklaşmış, anne babası, daha doğrusu an­
nesi her an onu gözetlerneye başlamıştı. Morgan bundan
hoşlanmamıştı.
Herkesin ölümden neden bu kadar korktuğunu anlamı­
yordu. İnsanların anlaşılmaz duyguları, ölümden bahsettik­
leri zaman daha da keskinleşiyordu. Gerçekten anlamıyor­
du. Ölüm de tıpkı hayat gibi varoluşun bir haliydi. Neden bi­
ri ötekinden daha iyi olsundu ki?
Kız öldükten sonra onu keserierken orada olmak isterdi,
orada durup seyretmesine izin verilmesini. Herkesi bu kadar
dehşete düşüren nedir görmeyi. Belki cevap, kızı açtıkların­
da belli olurdu. Belki de cevap, kızı kesip açan insanların yü­
zünden okunurdu.
Bazen morgda yatanın kendisi olduğunu düşlerdi. Soğuk
madeni bir masada, çıplak bedenini örten hiçbir şey olmadan.
Düşlerinde, boğazını düz bir çizgi halinde kesmeden hemen
önce, pataloğun elinde parlayan çeliğin parıltısını görürdü.
Ama kimseye bu düşüncelerinden bahsetmedi. O zaman
1 59

onun yalnızca farklı olmakla -ki yıllardır bu "farklı" yaftasıy­


la birlikte yaşamayı öğrenmişti- kalmadığını, gerçekten deli
olduğunu düşünebilirlerdi.
Morgan bilgisayar ekranındaki koda döndü. Sessizlik ve
sükuneti seviyordu. Kızın gitmiş olması gerçekten harika bir
şeydi.

* * *

Lilian kapıyı onlar çalmadan açtı. Patrik, evden ayrıldık­


larından beri kendilerini gözetlediğinden kuşkulandı. Kori­
dorda, önceden orada olmayan bir çift ayakkabı duruyordu,
Patrik bunlann Lilian'a destek olmak üzere gelen arkadaşı
Eva'ya ait olduğunu düşündü.
"Evet?" dedi Lilian. "Kendini savunmak için neler söyledi?
Şu şikayet dilekçesini halledelim ki, hemen içeri alın onu."
Patrik derin bir nefes aldı. "Önce kocanızla kısa bir görüş­
me yapmak istiyoruz, dilekçeden önce. Hala net olmayan bir­
kaç nokta var."
Bir an kadının yüzünden bir kararsızlık bulutu geçtiğini
gördü, ama hemen yeniden kavgacı ifadesini takındı.
"Bu kesinlikle olacak şey değil. Stig hasta. Yukarıda, ya­
tağında dinleniyor, hiçbir koşul altında rahatsız edilemez."
Sesine hafiften sinirli ve gergin bir ton gelmişti. Patrik, po­
tansiyel bir tanık olan Stig'i Lilian'ın da unutmuş olduğunu
düşündü. Bu nedenle onunla konuşmak için izin koparmak
daha da önemli bir hale gelmişti.
"Ne yazık ki elimizden bir şey gelmez. Eminim bizi bir iki
dakika kabul edecektir" dedi Patrik, becerebildiği en otoriter
sesle ve niyetinin kesinliğini göstermek üzere paltasunu çı­
kardı.
Lilian tam ağzını açacakken, Gösta en resmi polis sesiyle,
"Eğer Stig ile konuşmamıza izin verilmezse, bu, yargının en-
1 60

gellenmesi olarak değerlendirilebilir. Resmi dilekçen açısın­


dan iyi olmaz" dedi.
Patrik, meslektaşının ısrar etmesinin işe yarayacağından
emin değildi, ama öfkeyle merdivenlere doğru giden Lilian
üzerinde istenen etkiyi yaratmış görünüyordu. Lilian da on­
larla birlikte yukarı çıkmaya davranınca Gösta elini sertçe
onun omuzuna koydu.
"Biz yolu buluruz, teşekkürler."
"Ama . . . " Kadının gözleri ateş saçıyordu, geçerli mazeretler
bulmaya çalıştı, ama sonunda teslim oldu.
"Neyse o zaman, uyarınadı demeyin. Stig iyi değil ve içe­
ri dalıp bir sürü soru sormanız yüzünden daha da kötüleşirse
karışmam. O zaman . . . "
Ona aldırmadan yukarı çıktılar. Misafir odası soldaydı,
Lilian kapıyı açık bıraktığı için kocasının yerini bulmak zor
olmadı. Stig yatağındaydı, ama uyanıktı, bir şey bekler gi­
bi başını kapıya çevirdi. Lilian'ın mutfaktan gelen heyecan­
lı sesinden, onların yukarı çıktığını anlamış olmalıydı. Pat­
rik odaya Gösta'dan önce girdi ve nefesi kesilecek gibi oldu.
Yatakta yatan adam öylesine cılız ve öylesine erimişti ki, ör­
tülerin altından kemikleri fırlıyordu. Yanakları çökmüştü,
grileşmiş cildi sağlıksızdı. Saçı bembeyaz olmuştu, olduğun­
dan daha yaşlı görünüyordu. Odada mide bulandırıcı bir has­
ta kokusu vardı. Patrik yalnızca ağzından soluk alma isteği­
ni bastırmak zorunda kaldı.
Kararsızca elini uzatıp kendini Stig'e tanıttı. Gösta da ay­
nı şeyi yaptı, sonra her ikisi de küçücük odada oturacak bir
yer aradılar. Stig hasta yatağında yatarken ikisinin de onun
başına dikilip durması fazlasıyla resmi kaçacaktı. Stig grileş­
miş elini kaldırıp yatağın kenannı işaret etti.
"Ne yazık ki size sunabileceğim tek yer bu." Sesi kuru ve
zayıftı. Patrik adamın bu kadar tükenmiş olmasının şaşkın­
lığı içindeydi. Bu adamın hastalığı evde bakılacak aşamayı
161

çoktan geçmişti. Hastanede olması gerekirdi. Ama bu onun


karışacağı bir konu değildi, ne de olsa aynı evde oturan bir
doktor vardı.
Patrik'le Gösta ihtiyatla yatağın kenarına iliştiler. Yatak
yaylanınca Stig yüzünü buruşturdu, Patrik onun canını acıt­
tıkları için korkup özür diledi. Stig el hareketiyle özre gerek
olmadığını belirtti.
Patrik boğazını temizledi. "Her şeyden önce, torununuzu
kaybetmenizden ötürü baş sağlığı dilerim." Yine sesi çok res­
mi gelmişti kendisine, nefret ettiği bir şeydi bu.
Stig gözlerini yumdu, cevap vermek için kendini toparla­
maya çalışır gibiydi. Belli ki sözcükler yenıneye çalıştığı duy­
gııl arı harekete geçiriyordu.
"Teknik yönden Sara benim gerçek torunum değildi . . . bü­
yükbabası, yani Charlotte'un babası, sekiz yıl önce öldü. Ona
bebekliğinden beri baktım, şeye kadar . . . " Bir an durakladı,
sonra " . . . şimdiye kadar, sonuna kadar" dedi. Yine gözlerini
kapattı, ama tekrar açtığında kendine gelmiş gibiydi.
"O sabah neler olduğunu öğrenmek için ailenin geri kala­
nıyla biraz konuştuk" dedi Patrik. "Sizin dikkatinizi çeken
özel bir şey duydunuz mu, bilmek isteriz. Örneğin Sara saat
kaçta evden çıktı?"
Stig başını salladı. "Kuvvetli uyku hapları alıyorum ve ge­
nellikle saat ondan önce uyanmıyorum . O saatte zaten çık­
mıştı evden." Gözlerini bir kez daha kapattı.
"Eşinize Sara'ya zarar verebilecek birisi var mı diye sor­
duğumuzda komşunuz Kaj Wiberg'in adını verdi. Siz bu de­
ğerlendirmeye katılıyor musunuz?"
"Lilian, Sara'yı Kaj'ın öldürdüğünü mü söyledi?" Stig on­
lara kuşkuyla baktı.
''Yani, tam olarak o sözcükleri kullanmadı, ama komşunu­
zun ailenize kötülük yapmak isteyebileceğini ima etti."
Stig içini çekti. "Ben o ikisinin nesi var anlamadıll). Ara-
1 62

larındaki kan davası ben bu eve gelmeden, Lennart ölmeden


önce başlamış. Doğrusu ilk taşı atan kirndi bilmiyorum, ama
Lilian da Kaj kadar bu kan davasını sürdürecek yeteneğe sa­
hiptir. Ben mümkün olduğu kadar dışında kalmaya çalıştım,
ama kolay değildi." Başını salladı. ''Yok, gerçekten anlamı­
yorum neden bunu sürdürüyorlar. Benim karım sıcak, tat­
lı bir kadındır, ama konu Kaj ve ailesine gelince sanki ora­
da kör bir nokta var. Biliyor musunuz, bazen onun ve Kaj'ın
bundan hoşlandığım düşünüyorum. Sanki bu kavga için ya­
şıyorlar. Ama kulağa çok saçma geliyor. Niye insan bu şekil­
de davranır, davalar falan? Üstelik bize pahalıya mal oluyor.
Kaj bu masrafa katlanabilir, ama biz o kadar varlıklı değiliz,
ikimiz de emekliyiz. İnsan neden böyle kavga etmeyi sürdü­
rür ki?"
Sorunun cevabı kendi içindeydi. Stig bir cevap beklemi­
yordu.
"Hiç birbirlerine vurdular mı?" diye ilgiyle sordu Patrik.
"Aman Tannm, hayır" dedi, Stig üstüne basa basa. "O ka­
dar deli değiller." Güldü.
Patrik ile Gösta bakıştılar. "Bugün biraz önce Kaj'ın bura­
ya geldiğini duydunuz mu?"
"Evet. Duymamam mümkün değildi" dedi Stig. "Aşağıda
mutfakta korkunç bir patırtı vardı ve Kaj sövüp sayıyordu.
Ama Lilian onu süklüm püklüm ederek dışarı attı." Patrik'e
baktı. "Bazı insanları gerçekten anlamıyorum. Birbirleriyle
ne sorunları olursa olsun, olup bitenlerden sonra insan biraz
anlayış gösterir. Sara'ya olanlan kastediyorum."
Patrik, son günlerde öne çıkan tepkinin anlayış olması
gerektiği konusunda Stig'le aynı fikirdeydi, ama bütün su­
çu Kaj'a yüklemenin doğru olduğuna inanmıyordu. Lilian da
saygı konusunda çok kötü sınav vermişti. Zihninde pis bir
kuşkunun şekillenmeye başladığını hissetti. Sorularına de­
vam etti, bazı noktaların doğrulanmasını istiyordu. "Kaj git-
1 63

tikten sonra Lilian'ı gördünüz mü?'' diyerek soluğunu tuttu.


"Elbette" dedi Stig, Patrik'in neden bunu sorduğuna şaş­
mış gibiydi. ''Yukarı geldi, çay getirdi ve Kaj'ın edepsizlik et­
tiğini söyledi."
Patrik, Stig'le konuşmak istediklerini söylediklerinde
Lilian'ın neden bu kadar rahatsız olduğunu şimdi anlıyordu.
Kocasını unutınakla taktiksel bir hata yapmıştı.
"Onda değişik bir şey fark ettiniz mi?"
"Değişik mi? Ne demek istiyorsunuz? Biraz üzgün görünü­
yordu ama bunda şaşılacak bir şey yok."
''Yüzüne tokat yediğine dair bir işaret yok muydu?
''Yüzüne tokat mı yemiş? Yok, kesinlikle yok böyle bir şey.
Kim yapıyor bu suçlamayı?" Stig şaşırmış görünüyordu. Pat­
cik ona acımak üzereydi.
"Lilian, Kaj'ın kendisine saldırdığını iddia ediyor. Kanıtla­
mak için bize morluklarını gösterdi, yüzünü de."
"Ama Kaj gittikten sonra yüzünde hiçbir iz yoktu. Anlamı­
yorum . . . " Stig huzursuzlanarak kıpırdanınca, acıyla yüzünü
yeniden buruşturdu.
Patrik, meslektaşı Gösta'ya işlerinin bittiğini işaret eder­
ken yüz ifadesi ciddileşmişti.
"Aşağı inip karınızla bir görüşme daha yapacağız" dedi.
Mümkün olduğunca dikkat ederek yerinden kalktı.
"Ama kim . . . "
Stig'i yatağında kafası karışmış bir halde bıraktılar. Pat­
rik onun, kendileri gittikten sonra karısıyla ciddi bir konuş­
ma yapacağını tahmin etti. Ama Lilian'la ciddi konuşmayı
önce onlar yapacaklardı.
Aşağıya inerken öfkeden köpürüyordu. Sara'nın ölümünün
üzerinden daha üç gün geçmişti ve Lilian bunu kendi kan da­
vasında silah olarak kullanmaya çalışıyordu. O kadar. . . du­
yarsızca bir davranıştı ki, Patrik bunun mümkün olabilece­
ğini anlamakta güçlük çekiyordu. En kızdığı şey de, onun to-
1 64

rununu katleden kişiyi bulmak için tüm güçlerini seferber et­


meleri gerekirken, Lilian'ın vakitlerini ve kaynaklarını boşa
harcatmasıydı. Lilian'ın, hareketlerinin sonucunu bir an bi­
le düşünmemesi o kadar iğrenç ve sapıkça bir şeydi ki, Patrik
onun bu davranışını açıklayacak sözcük bulamıyordu.
Mutfağa girdiklerinde Lilian'ın yüzünde, savaşı kaybet­
miş birinin ifadesi vardı.
"Stig'den bazı ilginç bilgiler aldık" dedi Patrik uğursuz
bir sesle. Lilian'ın arkadaşı Eva merakla onlara baktı. Belli
ki Lilian'ın anlattığı hikayeyi yutmuştu, ama birkaç dakika
içinde arkadaşının ne mal olduğunu görecekti.
Lilian son bir kez kontrolü eline alma girişiminde bulu­
narak, "Bir hastayı neden rahatsız ediyorsunuz, anlayama­
dım, ama galiba günümüzde polisin kimseye nazik davran­
maya niyeti yok" diye söylendi.
"Bu konuda çok haklısınız" diyen Gösta, sakin sakin mut­
fak sandalyelerinden birine, Lilian ile Eva'yı görecek şekil­
de yerleşti. Patrik de onun yanına bir sandalye çekip oturdu.
"Stig'le konuşmak iyi fikirdi, çünkü çok önemli bir açıkla­
mada bulundu. Belki bunu siz de bize açıklamak istersiniz."
Lilian kocasının ne gibi bir açıklama yaptığını sormadı.
Öfkeli bir sessizlik içinde devam etmelerini bekledi. İlk sözü
Gösta aldı.
"Kaj gittikten sonra odasına çıktığını, sana birinin vurdu­
ğuna dair hiçbir işaret olmadığını söyledi. Üstelik sen de ona
bu olaydan bahsetmemişsin. Bunu açıklar mısın?"
Lilian, durumu kurtarmak üzere son bir kez cesaretini
toplayarak, "Sanırım morlukların ortaya çıkması biraz za­
man alıyor" diye homurdandı. "Hem Stig'i üzmek istemedim,
durumunu düşünerek. Bunu anlayacağınızdan eminim."
Bundan daha fazlasını da anlamışlardı. Lilian da bunu bi­
liyordu.
Patrik bakışlarını ondan uzağa çevirerek, "Birini suçla-
1 65

mak için yalan söylemenin ne gibi sonuçlar doğuracağını bili­


yorsunuzdur umarım" dedi.
"Ben yalan söylemedim" dedi kadın öfkeyle. Ardından bi­
raz daha sakin bir sesle ekledi: "Ee, belki . . . biraz abarttım.
Ama bana saldırmak üzereydi. Bunu gözlerinden anladım."
''Ya bize gösterdiğiniz morluklar?"
Lilian bir şey söylemedi, söylemesine gerek de yoktu. Mor­
lukları onlar gelmeden önce Lilian'ın kendi kendine yaptığını
zaten biliyorlardı. Patrik ilk kez onun gerçekten kafadan sa­
kat olup olmadığını düşündü.
Lilian inatla, "Ama onu sorgulamanız için bir neden ge­
rekiyordu" dedi. "Ancak bu şekilde onun veya Morgan'ın kızı
ö1 diirdü ğii n e dair kanıt arayacaktınız. İkisinden biri olduğu­
na eminim, size doğru yolu göstermek istedim."
Patrik ona inanamayarak baktı. Ya hayatında hiç görme­
diği kadar inatçı bir insandı ya da kafadan çatlak. Her ne
olursa olsun, bu aptallıklara bir son vermek gerekiyordu.
"Bundan sonra işimizi yapmamıza izin verirseniz, çok
makbule geçecek. Wiberg ailesini de rahat bırakın. Anlaşıl­
dı mı?"
Lilian başını salladı, ama öfkeden çıldırdığı belliydi. Bu
konuşma sırasında arkadaşı Eva şaşkınlık içinde olanları
seyrediyordu. Patrik ve Gösta'yla birlikte evden çıkmak için
ayağa kalktı. Lilan'la arkadaşlığı belli ki büyük bir sarsıntı
geçirmekteydi.
Merkeze dönüşte Lilian'ın hikayesini tartışmadılar. Her
şey fazlasıyla bunaltıcıydı.

* * *

Yatağında yatan Stig bir huzursuzluk hissetti. Lilian'ın


kızacağını biliyordu, ama başka ne yapabilirdi? Yukarıya,
odasına geldiğinde gayet normaldi. Kaj'ın ona saldırmasıyla
1 66

ilgili saçmalığı anlamıyordu. Neden böyle bir konuda yalan


söylemişti?
Merdivenlerdeki ayak sesleri tahmin ettiği kadar öfke­
li geliyordu kulağa. Bir an örtüyü başına çekip uyuyor takli­
di yapmak istedi ama sonra iyimserleşti. Bu kadar büyütüle­
cek bir mesele değildi. Sadece doğruyu söylemişti; Lilian bu­
nu görmeliydi. Hem sonra, her şey bir hatadan ibaretti.
Lilian'ın yüz ifadesi, Stig'in bilmek isteyeceğinden fazla­
sını söylüyordu. Belli ki ona çok kızmıştı. Onun bu halinden
Stig hiç hoşlanmazdı. Onun Lilian'ı gibi sıcak, iyi yürekli bir
insan, nasıl olur da bazen böylesine çekilmez olurdu? Ansı­
zın, polisin ima ettiklerinin doğru olup olmadığını düşündü.
Karısı Kaj'ı mı suçlamıştı? Ama bu fikri kovdu kafasından.
Sadece bu yanlış anlamanın düzeltilmesini istiyordu, ondan
sonra durumu kavrayabilirdi.
"O koca ağzını kapalı tutamaz mısın sen?" Lilian'ın karal­
tısı tepesindeydi, tiz sesi beynine iğne gibi batıyordu.
"Ama şekerim, ben yalnızca . . . "
"Doğruyu söyledin, değil mi! Bunu mu demek istiyorsun?
Senin gibi dürüst insanlar etrafımızda olduğu için çok şans­
lıyız Stig. Kendi karısını tehlikeye atmaktan hiç çekinmeyen
dürüst, onurlu insanlar. Benim yanımda olduğunu düşün­
müştüm."
Stig yüzüne salyaların saçıldığını hissetti ve tepesindeki
çarpılmış suratı tanımakta güçlük çekti.
"Ama ben her zaman senin yanındayım Lilian. Sadece bil­
miyordum . . . "
"Bilmiyordun, öyle mi? Sana her şeyi teker teker öğret­
mek mi lazım, seni sersem budala seni!"
"Ama bana bir şey demedin ki . . . Polis herhalde bütün bun­
ları hayal ediyor. Yani sen böyle şeyler uydurmazsın, değil
mi?" Stig kendisine yönelen bu öfkede bir mantık bulmak
için kahramanca mücadele ediyordu. Ancak şimdi Lilian'ın
1 67

yüzündeki morarınaya başlamış lekeyi fark etti. Gözleri kı­


sıldı, ona merakla baktı.
''Yüzündeki o iz ne Lilian? Yukarı bana bakmaya geldi­
ğinde yoktu bir şey. Polisin söylediği doğru mu? Kaj'ın bura­
dayken sana vurduğu hikayesini sen mi uydurdun?" Sesinde
kuşku vardı, ama Lilian'ın omuzlarının çöktüğünü görünce
başka bir şey sormasına gerek kalmadı.
"Neden bu kadar aptalca bir şey yaptın ki?" Şimdi roller
tersine çevrilmişti. Stig'in sesi keskindi. Lilian yatağın kena­
rına çöktü. Yüzünü avuçlarının arasına gömdü.
"Bilmiyorum Stig. Aptallık ettiğimi şimdi anlıyorum, ama
Kaj'ı ve ailesini yakın takibe almalarını istedim. Onların bir
biçimde Sara'nın ölümüyle ilgili olduklarına kesinlikle ina­
nıyorum. Sana her zaman söylemedim mi, o adamın vicdan­
sızın teki olduğunu? Ve o tuhaf Morgan'ın çalıların arasına
saklanıp beni gözlediğini. Polis neden bir şey yapmıyor?"
Bedeni hıçkırıklarla titriyordu. Stig çektiği acılara rağ­
men son gücünü toplayarak yatağında doğruldu ve karısına
sarıldı. Sırtını sıvazlayarak onu yatıştırmaya çabaladı, ama
gözleri huzursuz, sorularla doluydu.

* * *

Patrik eve geldiğinde Erica yalnız başına karanlıkta otu­


ruyor, düşünüyordu. Kristina Maja'yı gezdirmeye çıkarmış,
Charlotte ise çoktan evine gitmişti. Charlotte'un söyledikleri
Erica'nın zihnini kurcalıyordu.
Patrik'in ön kapıyı açtığını duyunca gidip onu karşıladı.
"Neden karanlıkta oturuyorsun?" Patrik elindeki birkaç
alışveriş torbasını tezgahın üzerine bıraktıktan sonra ışıkları
açmaya başladı. Parlak ışık, bir an Erica'nın gözlerini kamaş­
tırdı. Sonra mutfak masasının yanındaki bir iskemieye bırak­
tı kendini ve kocasının getirdiği paketleri açmasını seyretti.
1 68

"Evde her şey ne güzel" dedi Patrik neşeyle etrafına baka­


rak. "Annemin ara sıra gelip biraz yardım etmesi gerçekten
hoş" diye devam etti, Erica'nın ona kötü kötü baktığının far­
kında olmadan.
"Ah, evet, pek güzel" dedi Erica buruk bir sesle. "Kırk
yılda bir temiz, derli toplu bir eve gelmek harika bir şey ol­
malı."
''Ya evet, kesinlikle!" dedi Patrik. Her geçen saniyede ken­
di mezarını daha derin kazdığından hala habersizdi.
"Belki bundan sonra buranın daha derli toplu olması için
evde kalmayı da düşünebilirsin!" diye bağırdı Erica.
Sesinin yükselmesi Patrik'i yerinden sıçrattı. Yüzünde
şaşkın bir ifadeyle Erica'ya döndü.
"Ne dedim ben şimdi?"
Erica sandalyesinden kalktı ve hiddetle mutfaktan çıktı.
Bazen ona söyleneni bile anlamayacak kadar aptal oluyordu
Patrik. Anlamıyorsa, ona açıklayacak hali yoktu.
İçeri geçti, loş oturma odasının penceresinden dışarıyı
seyretmeye koyuldu. Dışarıdaki hava tam olarak iç dünyası­
nı yansıtıyordu. Kurşuni, fırtınalı, yağışlı ve soğuk. Ara sıra
insanı yanıltan bir durgunluk, sonra kuvvetli bir fırtına. Ya­
naklarından gözyaşları süzülmeye başladı. Patrik geldi, kol­
tukta yanına oturdu.
"Bu kadar aptal olduğum için kusura bakma. Evde an­
nemle olmak o kadar da kolay olmamalı, değil mi?"
Erica altdudağının titrediğini hissediyordu. Ağlamaktan o
kadar bıkmıştı ki . . . Son birkaç ay ağlamaktan başka bir şey
yapmamış gibi hissediyordu kendini. Ah, başına neler gelece­
ğine biraz hazırlıklı olsaydı. Bebeği olduğu zaman büyük bir
sevinç hissedeceğini sanırken tam tersi olmuştu. En karanlık
anlarında Patrik kendisiyle aynı duyguları hissetmiyor diye
neredeyse ondan nefret ediyordu. Mantıken, birinin evi çekip
çevirmesi gerektiğini biliyordu. Ama sadece bir dakikacık ol-
1 69

sun Patrik'in kendisini onun yerine koymasını ve nasıl his­


settiğini anlamasım istiyordu.
Patrik sanki onun düşüncelerini okumuş gibi, "Seninle
yer değiştirmeyi o kadar isterdim ki bilemezsin, gerçekten
öyle" dedi. "Ama yapamam, onun için de sen bu kahrolası ce­
saretini bir kenara bırakıp neler hissettiğini bana anlatma­
lısın. Belki de bir profesyonelle konuşmalısın. Çocuk Bakımı
Merkezi'nde bize yardım edecek birileri vardır."
Erica başını salladı. Depresyonu kendi kendine geçecekti.
Geçmeliydi. Hem ayrıca bunu kendisinden daha şiddetli geçi­
ren kadınlar vardı.
"Charlotte uğradı bugün" dedi.
"O nasıl?" diye sordu Patrik usulca.
"Ne kadar olabilirse, o kadar iyi." Bir an durakladı. "Bir
şey bulabildiniz mi?"
Patrik kanepenin arkasına yasiandı ve tavana baktı. De­
rin bir nefes aldı. "Hayır, ne yazık ki. Nereden başlayacağı­
mızı bile bilmiyoruz. Hem Charlotte'un o üşütük annesi so­
ruşturmaya yardım edeceğine, komşusuyla güttüğü kan da­
vasına daha fazla cephane yetiştirmekle meşgul. İşimizi ko­
laylaştırmıyor yani."
"Ne demek bu şimdi?" diye ilgiyle sordu Erica. Patrik ona
günün hızlı bir özetini verdi.
"Sara'nın ailesinden birinin onun ölümüyle ilgisi olduğu­
nu mu düşünüyorsun?"
"Hayır, buna inanmam zor" dedi Patrik. "O sabah her biri­
nin olay yerinde olmadığının makul kanıtları var."
"Var mı?" diye sordu Erica, garip bir ses tonuyla. Patrik
tam ona, ne demek istediğini sormak üzereydi ki, ön kapı
açıldı, Kristina kucağında Maja'yla içeri girdi.
"Bu çocuğa ne yapıyorsunuz bilmem" dedi Kristina bıkkın
bir halde. "Gelirken arabanın içinde çığlık çığlığa ağlıyordu,
bir türlü yatışmadı. Bir parça sıkıldı mı hemen kucağa alır-
1 70

sanız böyle olur. Şımartıyorsunuz onu. Ne sen ne de kız kar­


deşin, böyle ağlamazdınız . . . "
Patrik, gidip Maja'yı ondan alarak bu söylevi kesti. Erica,
Maja'nın ağlama tonundan çok aç olduğunu anlıyordu; içini
çekerek koltuğuna oturdu, süt verme sutyenini açtı ve süte
batmış, şekilsiz bir tülbendi çekip aldı. Yine vakit gelmişti. . .

* * *

Monica eve girer girmez bir gariplik hissetti. Kaj'ın öfkesi,


havadaki ses dalgaları gibi ona doğru yayılıyordu; o an ken­
dini daha da yorgun hissetti. Bu sefer neydi sebep? Onun bu
asabi hali yıllar önce canına tak etmişti, başka bir halini ha­
tırlamıyordu bile. Ergenlik çağından beri birlikteydiler; belki
o sıralar bu değişken ruh halleri onu heyecanlandırmış, çeki­
ci gelmişti. Artık hatırlamıyordu bile. Önemli değildi; hayat
kendi yolunu çizmişti. Hamile kalmıştı, evlenmişlerdi, Mor­
gan doğmuştu, sonra da günler geçmeye başlamıştı. Cinsel
hayatları yıllar önce bitmişti; yatak odasını çoktan ayırmış­
tı. Belki hayatta bundan fazlası vardı, ama Monica her şe­
yin böyle akıp gitmesine alışmıştı. Elbette zaman zaman bo­
şanma fikrini zihninde evirip çevirmişti. Hatta yaklaşık yir­
mi yıl önce gizlice çantasını toplamıştı, Morgan'ı yanına alıp
gidecekti. Ama sonra, Kaj'ın yemeğini hazırlayıp birkaç göm­
leğini ütülemeye ve arkasında kirlileri bırakmamak için ça­
maşır makinesini çalıştırmaya karar vermişti. Farkına bile
varmadan bütün bavulunu boşaltmıştı.
Monica mutfağa gitti. C anı sıkkın olduğunda Kaj'ın her
zaman mutfakta oturduğunu bilirdi. Belki de sinirini bozan
esas nedeni buradan gözetleyebildiği için. Şimdi de perdeyi
küçük bir aralık bırakacak şekilde kenara çekmiş, bitişikte­
ki evi gözlüyordu.
''Merhaba" dedi Monica, ama karşılığında uygar bir cevap
1 71

alamadı. Bunun yerine upuzun ve nefret dolu bir dırdır işitti.


"Bugün o kaltak ne yaptı biliyor musun?" Ne Kaj bir ce­
vap bekledi, ne de Monica sormaya yeltendi. "Polisi çağırıp
ona saldırdığımı söyledi! Kendini yaralayıp polise göstermiş,
ona benim vurduğumu söylemiş. Dayanılmaz oldu bu kadın."
Monica mutfağa girdiğinde Kaj'ın son kavgasının içine çe­
kilmemeye kararlıydı, ama bu kadarını beklemiyordu. Elin­
de olmadan içinde öfkenin kabardığını hissetti. Önce endişe­
sini gidermeliydi. "Ona vurmadığından emin misin Kaj? Ba­
zen fazla ileri gidebiliyorsun, biliyorsun . . . "
Kaj ona aklını kaçırmış gibi baktı. "Ne diyorsun sen yahu?
Onun eline bu fırsatı verecek kadar aptal mıyım ben? Suratı­
na bir yumruk patlatmaktan mutluluk duyarım, ama ondan
sonra yapacaklarını bilmiyor muyum sanıyorsun? Evet, der­
sini vermeye gittim, ama ona dokunmadım!"
Monica onun doğruyu söylediğini anladı ve yandaki eve
kinle bakmaktan kendini alamadı. Ah, Lilian onları bir ra­
hat bıraksaydı . . .
"Peki sonra ne oldu? Polisler bu yalaniara inandı mı?"
"Yok, hayır, şükürler olsun. Yalan s öylediğini anladı­
lar. Stig'le konuşmaya gideceklerdi ve sanırım o da bütün
hikayeyi çökertti. Ama neredeyse istediği olacaktı."
Mutfak masasında kocasının karşma oturdu. Kaj'ın yü­
zü pancar kırmızısıydı, parmaklarını masanın üstünde davul
çalar gibi tıkırdatıyordu.
"Havlu atıp başka yere taşınsak diyorum? Böyle devam
edemeyiz." Bu daha önce de defalarca dile getirdiği bir istek­
ti, ama her zaman kocanın gözlerinde aynı kararlılığı gör­
müştü.
"Söz konusu bile olamaz, sana söyledim. Asla beni evim­
den kovamayacak. Ona bu zevki yaşatamam."
Masaya yumruğunu indirip sözünü noktaladı. Buna hiç
gerek yoktu. Monica bunların hepsini daha önce duymuştu.
1 72

Faydasızdı. Dürüst olmak gerekirse kendisi de Lilian'a bu


zaferi tattırmak istemiyordu. Hele o kadının Morgan hakkın­
da söylediklerinden sonra, bunu hiç istemiyordu.
O ğlu aklına gelince , konuyu değiştirdi. "Bugün hiç
Morgan'a baktın mı?"
Kaj isteksizce bakışlarını Florin'lerin penceresinden ayır­
dı ve homurdandı: "Hayır, bakınarn gerekiyor muydu? Bili­
yorsun odasından hiç çıkmıyor."
"Tamam, sadece gidip bir merhaba dersin, ne yaptığına
bir bakarsın diye düşünmüştüm." Bunun hep boşa çıkan bir
iyi niyet olduğunu biliyordu Monica, ama hala umudunu kes­
memişti. Ne de olsa Morgan onun oğluydu.
"Neden bakmalıymışım ki?" diye homurdandı Kaj . ''Yanın­
da birini istiyorsa o da buraya gelebilir." Ayağa kalktı. ''Yiye­
cek bir şeyler var mı?"
Monica sessizce ayağa kalkıp yemeği hazırlamaya başladı.
Yıllarca önce, nasıl olsa evde oturduğuna göre, yemeği Kaj'ın
yapabileceğini düşünmüştü. Artık bunu aklından bile geçir­
miyordu. Her şey her zaman olduğu gibiydi. Ve her zaman
öyle olacaktı.
Fj allbacka 1924

Fj allbacka yolculuğu sırasında tek kelime bile konuşma­


mışlardı. Birbirlerinin kulağına fısıldaşmalarla geçen bunca
geceden sonra, şimdi birbirlerine söyleyecek tek kelime bile
kalmamıştı. Kurşun asker gibi kaskatı oturuyorlardı, gözleri
ileriye dikilmişti, ikisi de kendi düşüncelerine dalmıştı.
Agnes dünyanın başına yıkıldığını düşünüyordu. Ömrü­
nü geçirdiği şahane villada, zevkle döşenmiş yatak odasın­
da, kendi kocaman yatağında bu sabah mı uyanınıştı gerçek­
ten? Şimdi yanında bir bavul ve kabul etmek bile istemedi­
ği bu adamla trende oturup, sefalet dolu bir hayata doğru yo­
la çıkması mümkün müydü? Anders'in yüzüne bakmaya bile
katlanamıyordu. Yolculuk sırasında bir an, Anders onu tesel­
li etmek istercesine elini tutmaya çalışmıştı. Büyük bir tik­
sintiyle ona bakmış ve bir daha bunu yapmamasını dileyerek
elini hızla çekmişti.
Birkaç saat sonra, şirketin verdiği, ikisinin paylaşacakları
ev olan barakanın önünde durduklarında Agnes önce araba­
dan inmek istemedi. Kımıldamadan oturuyordu; çevresini sa­
ran pislikten, sümüklü çocukların bağırış çığırışlarından felç
olmuş gibiydi. Bu mümkün değildi, bu onun hayatı olamazdı!
Bir ara taksi şoförüne tren istasyonuna geri dönmesini
söyleyecek oldu, ama bunun boşuna olduğunu fark etti. Nere­
ye gidecekti? Babası bundan böyle onunla bir işi kalmarlığını
1 74

açıkça belli etmişti. Karnında çocuk taşıması bir yana, ev ka­


dını hayatını aklından bile geçirmemişti. Pis sefil barakaya
giden yol dışında bütün yollar ona kapalıydı artık.
Boğazında bir yumruyla nihayet arabadan indi. Ayağı ça­
mura saplanınca yüzünü buruşturdu. İşin kötüsü, en sev­
diği, önü açık, kırmızı ayakkabısını giymişti. Parmakları­
nın çamura bulandığını hissetti. Göz ucuyla, etraftaki per­
delerin aralandığını ve meraklı gözlerin kendisine baktığı­
nı gördü. Başını geriye attı. İstedikleri kadar bakabilirler­
di. Umurunda değildi. Hepsi de sıradan hizmetçilerdi. Da­
ha önce gerçek bir hanımefendi görmemişierdi muhteme­
len. Her neyse, bu durum fazla sürmeyecekti. Bu durumdan
kurtulmanın bir yolunu mutlaka bulacaktı; cazibesini kul­
lanarak ya da yalan söyleyerek her durumla başa çıkmasını
hilmiştİ bugüne kadar.
Çantasını aldı ve kararlı adımlarla kulübeye doğru yürü­
dü.

* * *

Sabah kahve arasında Patrik ve Gösta, Martin ile Anni­


ka'ya bir gün önce olanları anlattılar. Ernst saat dokuzdan
önce nadiren işe gelirdi, Mellberg ise personeliyle kahve iç­
meyi kendine yakıştıramadığı için odasında kalmıştı.
"Kurşunu kendi ayağına sıktığının farkında değil mi?" di­
ye sordu Annika. "Böyle saçmalıktarla uğraşacağınıza, katili
bulmaya odaklanmanızı istemeli." Patrik ile Gösta'nın birbir­
lerine söylediklerinin yankısı gibiydi bu sözler.
Patrik başını sallamakla yetindi. "Burnunun ucunu göre­
meyecek kadar aptal mı, yoksa sadece kaçık mı anlayama­
dım. Ama artık bunu geride bırakmalıyız. Umarım dün onu
biraz korkutmuşuzdur, bir daha yapmaz. Üzerinde çalışabi­
leceğimiz bir ipucu var mı?"
1 75

Kimse cevap vermedi. Bu da ellerinde ipucu olmadığı an­


lamına geliyordu.
"Laboratuvardan sonuçları ne zaman alacağız demiştin?"
diye sordu Annika, sessizliği bozarak.
"Pazartesi" dedi Patrik.
Gösta, kahve fincanının üzerinden diğerlerine bakarak,
"Aile şüpheliler listesinden düştü mü?" diye sordu.
Patrik dün gece Erica'nın, "Bütün aile fertlerinin nerede
olduğu kanıtlandı mı?" diye sorarken sesindeki tuhaflığı ha­
tırladı. Patrik'in de içini kemiren bir şey vardı; yapması gere­
ken, bunun ne olduğunu bulmaktı. "Tabii ki hayır" dedi. "Ai­
le üyeleri her zaman zanlıdır, ama bizi belli bir yöne götüre­
cek somut bir şey yok."
"Peki nerede olduklannı kanıtıayabiliyorlar mı?" diye sor­
du Annika. Soruşturma sırasında her zaman kendini dışa­
rıda bırakılmış hissederdi; bu nedenle olup bitenleri duyma
fırsatı yakaladığı için memnundu.
"inandırıcı, ama doğrulanmamış ifadeleri var diyebilirim"
diye karşılık verdi Patrik. Kahve fincanını yeniden doldur­
mak üzere yerinden kalktı, tezgaha yaslandı. "Charlotte mig­
reninden dolayı aşağı katta uyuyormuş. Stig de uyuduğunu
söyledi. Uyku hapı almış, ne olup bittiğinden haberi yokmuş.
Lilian evdeymiş, Sara çıktığında Albin'e bakıyormuş ve Nic­
las da işindeymiş."
Annika kuru bir sesle, "Öyleyse bazılarının sağlam tanık­
lan var" dedi.
"Annika haklı" dedi Gösta. "Onları sıkıştırmayarak gali­
ba biraz fazla yumuşak davrandık. Söyledikleri şeyler sorgu­
lanabilir. Niclas hariç, hiçbirinin hikayesinin doğrulanması
mümkün değil."
İşte buyd.u ! Patrik bilinçaltını kemiren şeyin ne olduğu­
nu anladı. Odada volta atmaya başladı. "Niclas işyerinde ola­
maz. Hatırlamıyor musun?" dedi, Martin'e dönerek. "O sabah
1 76

Niclas'a ulaşamadık. Evine gelmesi neredeyse iki saat aldı.


Nerede olduğunu biliyor muyuz? Peki, bize klinikteydİm di­
yerek neden yalan söyledi?"
Martin hiç ses çıkarmadan başını salladı. Bunu nasıl atla­
mışlardı?
"Bitişik komşunun oğlu Morgan'ı da sorgulamamız ge­
rekmez mi?" diye sordu Gösta. "Doğru veya yalan, pencere­
lere gizlice yaklaşıp içeriyi gözetlediğine, görünüşe bakılır­
sa muhtemelen Lilian'ı soyunurken görmeye çalıştığına da­
ir şikayet var. Gerçi insan neden öyle bir şeyi görmek ister,
düşünemiyorum bile." Kahvesinden bir yudum alıp diğerleri­
ne baktı.
"O şikayetler oldukça eski tarihli. Dediğin gibi doğru ol­
duklarına ilişkin pek bir kanıt yok, hele dün olanları göz
önüne alırsak." Patrik sesinin sabırsızca çıktığını anladı.
Lilian'ın eski veya yeni yalanlarını kurcalayarak daha fazla
vakit kaybetmek istediğinden emin değildi.
"Öte yandan, elimizde başka ipucu olmadığını biraz ön­
ce gördük. Onun için . . . " Gösta ellerini iki yana açtı, şimdi üç
çift göz ona şaşkınlıkla bakıyordu. Soruşturma sırasında ini­
siyatif aldığı pek görülmemişti. Bu kadar ender gördükleri
bir durum olduğundan, dikkatlerini ona vermeleri gerekti­
ğini düşündüler. Söylediğini desteklemek için Gösta ekledi:
"Ayrıca, eğer yanılınıyorsam Morgan'ın odasından Florin'le­
rin evi görünüyor, o nedenle o sabah bir şey dikkatini çekmiş
olabilir."
"Haklısın" dedi Patrik, bir kez daha kendini aptal gibi his­
sederek. Morgan'ın da en azından potansiyel olarak tanık­
lık yapabileceğini düşünmeliydi. "Tamam, şöyle yapacağız:
Sen ve Martin, Morgan Wiberg ile görüşün ve . . . " Sesini al­
çalttı, ama o adı söylemeye zorladı kendini. "Ernst ve ben de
Sara'nın babasına daha yakından bakarız. Bugün öğleden
sonra tekrar buluşuruz."
1 77

"Ya ben? Benim yapabileceğim bir şey var mı?" diye sor­
du Annika.
"Telefona yakın dur. Olay artık basının çok ilgisini çeke­
cek noktaya geldi, o nedenle şansımız yaver giderse kamuo­
yundan da bazı faydalı bilgiler gelebilir."
Annika ayağa kalkıp kahve fincanını bulaşık makinesine
koydu. Ötekiler de aynısını yaptılar. Patrik de Ernst'i bek­
lemek üzere odasına gitti. Her şeyin bir sırası vardı. Devam
eden bir cinayet soruşturması olduğunda işe vaktinde gelme­
nin önemi hakkında konuşacaklardı.

* * *

Mellberg, kaderinin hızla yaklaştığını görüyordu. Yalnız­


ca bir gün kalmıştı. Mektup hala üst çekmecesindeydi. Bir
kez daha bakmaya cesaret edememişti. Ama içeriğini ar­
tık ezbere biliyordu. İçinde bu kadar karşıt duyguların çar­
pışması onu afallatmıştı. İlk tepkisi reddetmek, öfkelenmek,
şüphetenrnek olmuştu. Ama yavaş yavaş bir umut da belir­
meye başlamıştı. Onu bu kadar şaşırtan da bu umuttu. Her
zaman hayatının neredeyse mükemmel olduğunu düşünmüş­
tü, en azından bu uyuşuk kente gönderitene kadar. O zaman­
dan beri hafiften bir iniş yaşadığını kabul etmek zorunday­
dı. Hak ettiğini hissettiği, ama hala ne zaman verileceği be­
lirsiz terfi dışında, bir eksiği yoktu. Evet doğru, Irina'yla ya­
şadığı utanç verici macera, hayattan birkaç şey daha bekledi­
ğine inandırmış olabilirdi onu, ama bu olayı hemen aklından
çıkarmıştı.
Kimseye ihtiyaç duymamaya her zaman çok önem vermiş­
ti. Hayatında en yakın olduğu, yakın olmak istediği tek insan
sevgili annesiydi, ama o artık yaşayanlar dünyasında değildi.
Mektup bütün bunların değişebileceğini ima ediyordu.
Soluk almakta zorlandığını hissetti. Korku, sabırsız bir
1 78

merakla iç içe geçmişti. Bir yanı, günün daha çabuk geçmesi­


ni, yannın getireceği kesinliğin, kuşkunun yerini almasını is­
tiyordu. Ama aynı zamanda günün duracak kadar yavaş geç­
mesini de istiyordu.
Bir ara, her şeyin canı cehenneme diyesi gelmişti. Mek­
tubu çöp kutusuna at, sorunun kendi kendine hallolmasını
bekle. Ama bunun asla olmayacağını biliyordu.
İçini çekti, ayaklarını masanın üzerine uzattı ve gözlerini
kapattı. En iyisi sabırla yarının ne getireceğini beklemekti.

* * *

Gösta ile Martin, Morgan'ın kulübesine yöneldiklerinde,


kimsenin fark etmemesini dileyip büyük evin önünden ken­
dilerini gösterınemeye çalışarak geçtiler. İkisi de Kaj'la kar­
şılaşacak havada değildi. Morgan'la gürültüsüz patırtısız,
anne babası karışmadan konuşmak istiyorlardı. Ayrıca o bir
yetişkindi, anne babasının orada bulunmasına gerek yoktu.
Kapının açılması uzun zaman aldı, öyle ki içeride kim­
senin olmadığını sandılar. Ama sonunda kapı açıldı ve otuz
yaşlarında, solgun yüzlü, sarışın bir adam belirdi.
"Kimsiniz?" Sesi monotondu ve yüzünde bu sorunun ceva­
bını bekliyormuş gibi bir ifade yoktu.
"Polis merkezinden geliyoruz" dedi Gösta, kendilerini ta­
nıtarak. "Mahalleyi dolaşıyoruz, küçük kız hakkında komşu­
larla görüşüyoruz."
"Anladım" dedi Morgan, aynı yüz ifadesiyle. Kenara çekil­
medi.
"İçeri girip biraz seninle konuşabilir miyiz?" dedi Martin.
Bu garip genç adamın karşısında biraz rahatsız hissetmeye
başlamıştı kendini.
"Girmezseniz daha iyi olur. Saat şimdi on, ben sabah do­
kuzdan on biri çeyrek geçeye kadar çalışırım. Sonra on biri
1 79

çeyrek geçe ile on iki arası öğlen yemeğimi yerim, sonra yi­
ne çalışırım, öğleden saat ikiyi çeyrek geçeye kadar. Ondan
sonra saat üçe kadar kahve ve kuralıiye arası için annemle
babamın evine giderim. Sonra yine çalışırım saat beşe kadar
ve sonra akşam yemeğimi yerim. Sonra Kanal 2'de saat altı­
da akşam haberleri var, sonra altı buçukta Kanal 4'te ve son­
ra Kanal l'de yedi buçukta ve sonra saat dokuzda yine Kanal
2'de haberler var. Ondan sonra yatmaya giderim."
Hala o monoton sesle konuşuyordu, bütün bu süre boyun­
ca neredeyse hiç nefes almamış gibiydi. Sesi de biraz fazla tiz
ve inceydi, Martin ile Gösta birbirlerine baktılar.
"Görünüşe bakılırsa oldukça dolu bir programın var" dedi
Gösta . "Ama hak, seninle konuşmamız bizim için önemli. Bir­
kaç dakikanı ayırabilirsen çok makbule geçer."
Morgan bu söylenenleri hazınetıneye çalışır gibi görün­
dü bir an, sonra razı oldu. Kenara çekildi ve onları içeri aldı,
ama günlük düzeninin kesintiye uğramasından hoşnut olma­
dığı açıktı.
Martin içeri girince şaşırdı. Kulübe, hem çalışma odası
hem yatak odası işlevi gördüğü anlaşılan küçücük bir odadan
ibaretti, bir de minik bir mutfak girintisi vardı. Ortalık temiz
ve derli topluydu, bir şey hariç. Her yerde dergi yığınları var­
dı. Odanın çeşitli bölümleri arasında hareket edebilmeyi sağ­
lamak için dergi yığınları arasında dar yollar açılmıştı. Bir
yol yatağa gidiyordu, bir yol bilgisayara, biri de mutfağa. Bu
yolların dışında her yer dergiyle kaplıydı. Martin göz ucuy­
la yere baktı, çoğu bilgisayar dergisiydi. Kapaklarına bakılır­
sa önlerinde serili duran koleksiyon yılların birikimiydi. Bazı
dergiler yeni görünüyordu, bazıları iyice yıpranmıştı.
"Bakıyorum, bilgisayarlada ilgileniyorsun" dedi Martin.
Morgan gözleminin doğru olduğunu onaylamaksızın, ona
bakınakla yetindi. Rahatsız edici anlık sessizliği bozmak için
Gösta, "Ne tür bir iş yapıyorsun?" diye sordu.
1 80

"Bilgisayar oyunları tasarlıyorum. Çoğu fantastik" diye


cevapladı Morgan. Sığınacak bir yer ararcasına bilgisayarla­
rın yanına gitti. Martin onun yalpalayarak, sakar gibi yürü­
düğünü gördü, yanından geçerken dergi yığınlannı devirecek
gibiydi. Ama bir şekilde bunu atiattı ve kazasız belasız bilgi­
sayarının başına oturdu. Bütün o dergilerin ortasında ayakta
duran Martin ile Gösta'ya boş gözlerle baktı. İkisi de bu ga­
rip insanı nasıl sorgulayacaklarını düşünüyorlardı. Onda bir
gariplik vardı, ama ne olduğunu bilemiyorlardı.
"Ne kadar ilginç" dedi Martin. "Bu fantastik dünyaları na­
sıl yaratıyorlar diye hep merak etmişimdir. Herhalde müthiş
bir hayal gücü olması lazım."
"Ben oyunları yaratmıyorum. Onu başkalan yapıyor, ben
kodluyorum" dedikten sonra, "Bende Asperger var" diye sıra­
dan bir şeymiş gibi ekledi. Martin ile Gösta bir kez daha şaş­
kınlıkla bakıştılar.
"Asperger mi dedin?" diye tekrarladı Martin. "Ne yazık ki
bunun ne olduğunu bilmiyorum."
"Evet, çoğu kişi bilmez" dedi Morgan. "Otizmin bir türü,
ancak buna zeka da eşlik ediyor, normalden yüksek düzeye
kadar. Bende yüksek zeka var. Çok yüksek" diye ekledi, san­
ki sözleri duygusallıktan bütünüyle arınmıştı. "Biz Asperger
sendromlular, yüz ifadeleri, söz sanatları, ince alay, ses to­
nu gibi şeyleri anlamakta güçlük çekeriz. Sonuçta, toplumsal
ilişkiler kurmakta sorun yaşarız."
Sözleri, sanki bir kitaptan parçalar okuyormuş gibi geli­
yordu kulağa. Martin söylediklerini anlamak için gerçekten
çaba göstermek zorunda kalmıştı.
"Bu yüzden ben bilgisayar oyunlarını tasarlayamam, çün­
kü bunun için başkalarının duygularını anlarnam gerekir.
Ama öte yandan İsveç'in en iyi programcılarından biriyim."
Ağzından çıkanlar yalnızca gerçeği bildiriyordu, övünme ve­
ya gurur tınısı hiç bulaşmamıştı bu sözlere.
181

Martin elinde olmadan büyülenmiş gibiydi. Asperger'i da­


ha önce hiç duymamıştı, Morgan'ın açıklaması onu salıiden
ilgilendirmişti. Ama buraya iş yapmaya gelmişlerdi ve artık
başlasalar iyi olacaktı.
"Oturabileceğimiz bir yer var mı?" diye sordu odaya göz
gezdirerek.
"Yatağa oturun" diye cevapladı Morgan, uzaktaki duvara
bitişik yatağı işaret ederek. Gösta ile Martin, dergiler arasın­
dan ihtiyatla geçerek dikkatle yatağın kenarına oturdular.
Önce Gösta konuştu.
"Pazartesi günü Florin'lere olanları biliyorsundur sanı­
nın. O sabah garip bir şey gördün mü?"

Morgan cevap vermedi, onlara boş gözlerle baktı. Mar­


tin, "garip bir şey'' sözünün ona fazla soyut gelebileceğini dü­
şündü, soruyu daha somut bir şekilde sormayı denedi. İnsan­
lar arasındaki iletişimde ima edileni yorumlama yeteneği ol­
maksızın yaşamanın ne kadar zor olduğunu tahayyül bile
edemiyordu.
Morgan çekinerek, "Kızın evden çıktığını fark ettin mi?"
dedi. Yeterince kesin konuştuğunu umuyordu.
"Evet, kızı evden çıkarken gördüm" dedi Morgan, sonra
sustu, soruya ilişkin başka bir şey kaldı mı diye düşünüyordu.
Martin işin nasıl yürüdüğünü anlar gibi olmuştu; daha
kesin bir soru sordu. "O çıktığında saat kaçtı?"
"Saat dokuzu on geçe çıktı" dedi Morgan, hala o yüksek ve
tiz sesiyle.
"O sabah başka birini gördün mü?" diye sordu Gösta.
"Evet."
Martin, Gösta'dan önce davranarak, "Kimi gördün ve saat
kaçtı?" dedi. Meslektaşının bu garip adama artık tahammül
edemediğini sezmişti.
"Saat sekize çeyrek kala Niclas'ı gördüm" diye cevap ver­
di Morgan.
1 82

Martin onun söylediği her şeyi not ediyordu. Verilen saat­


Ierin kesin olduğundan hiç şüphesi yoktu.
"Sara'yı tanır mıydın?"
"Evet."
Gösta kıpırdanmaya başladı, Martin onu uyarmak için eli­
ni onun kolunun üzerine koydu. Morgan'dan bilgi almaya uğ­
raşırken sinirli bir çıkışın hiç yararı olmazdı.
"Onunla nasıl tanıştın?"
Morgan soruyu boş bakışlarla karşıladı. Bunun üzerine
Martin kelimelerini değiştirdi. Daha önce kesin konuşmanın
bu kadar güç olduğunu veya söylediği şeyin tam olarak ne
anlama geldiğini karşısındakinin anlayacağına ne kadar gü­
vendiğini hiç fark etmemişti.
".Bazen buraya gelir miydi?"
Morgan evet anlamında başını salladı. "Benim gündelik
düzenimi bozardı. Ben çalışırken kapıya vurur, içeri girmek
isterdi. Eşyalarımı ellerdi. Bir keresinde ona gitmesini söyle­
diğimde kızmıştı, bu yığınları yere devirdi."
"Onu sevmez miydin?"
"İşimi yaptırmıyordu. Dergilerimi yere deviriyordu" dedi
Morgan. Kız hakkında duygusallığa yaklaşabildiği en yakın
nokta buydu.
"Büyükannesi hakkında ne düşünüyorsun?"
"Lilian berbat bir insan. Babam öyle diyor."
"Lilian senin onlann evinin bahçesine gizlice geçip onu gö­
zetlediğini söylüyor. Böyle bir şey yaptın mı?"
Morgan hiç duraksamadan evet anlamında başını salladı.
"Evet, yaptım. Bir bakayım, dedim. Ama bunu söyleyince an­
nem çok kızdı. Bunu yapmarnam gerektiğini söyledi."
"Öyleyse bir daha yapmadın."
''Yapmadım."
"Annen yapmaman gerektiğini söylediği için mi?" diye sor­
du Gösta. Sesi alaycıydı, ama Morgan buna dikkat etmedi.
1 83

"Annem daima ne yapılmalı, ne yapılmamalı anlatır. Bir­


likte yapılacak ve söylenecek şeyleri çalışırız. Bana, bir insan
bir şey söylediğinde bunun bambaşka bir anlama gelebilece­
ğini öğretir. Yoksa insan yanlış bir şey yapabilir veya söyle­
yebilir." Morgan saatine baktı. "Saat on buçuk olmuş. Artık
işime dönmeliyim."
"Seni daha fazla rahatsız etmeyelim" dedi Martin ayağa
kalkarak. "Lütfen günlük düzenini bozduğumuz için bizi ba­
ğışla, ama polis olarak böyle şeylere her zaman istediğimiz
kadar özen gösteremiyoruz."
Morgan bu açıklamadan memnun kalmış gibi görünüyor­
du ve çoktan bilgisayarının ekranına dönmüştü. "Çıkarken
kapının kapandığından emin olun" diye seslendi. "Aksi hal­
de rüzgarla açılıyor."
"Tam bir çirkin ördek" dedi Gösta, bahçeden çıkıp bir blok
öteye park ettikleri arabaya giderken.
"Bence büyüleyiciydi, gerçekten öyle düşünüyorum" dedi
Martin. "Daha önce hiç duymamıştım Asperger sendromu di­
ye bir şey. Ya sen?"
"Benim zamanımda olan bir şey değil. Bugünlerde çok
acayip hastalıklar var. Ben şahsen 'budala' kelimesinin yet­
tiğini düşünüyorum."
M artin içini çekti ve şoför koltuğuna geçti. Belli ki
Gösta'da kendini başkalarının yerine koyma yeteneği yoktu.
Bir şey Martin'in bilinçaltını uğraştırıyordu. Gerçekten
doğru soruları sormuşlar mıydı? Hafızasını iyice yokladı,
ama sonunda vazgeçti. Belki de sadece hayal görüyordu.

* * *

Klinik gri bir sise gömülmüştü; otoparkta tek bir ara­


ba vardı. Ernst geç kaldığı için Patrik'ten paparayı yemiştİ
ve hala surat asıyordu. Arabadan inip ana kapıya doğru ge-
1 84

niş adımlarla yürümeye başladı. Patrik canı sıkkın bir hal­


de, arabanın kapısını sertçe çarparak kapattı ve Ernst'in ar­
kasından hızla yürüdü. Küçük bir çocukla uğraşıyordu sanki.
İlaç tezgahını geçtiler, sonra sola dönüp hasta kabul bö­
lümüne girdiler. Etrafta hiç kimse yoktu, ayak sesleri terk
edilmiş koridorda yankılandı. Sonunda bir hemşire buldu­
lar ve Niclas'ı sordular. Hemşire onun bir hastaya baktığı­
nı, ama işinin on dakika sonra biteceğini, oturup beklemele­
rini söyledi. Patrik, hasta kabul odalarının birbirine bu ka­
dar benzemesine her zaman şaşardı. Çirkin kumaşlarla kap­
lı aynı ahşap koltuklar, duvarlarda aynı anlamsız sanatsal
resimler ve hep aynı can sıkıcı dergiler . . . Hasta Bakım Reh­
beri adlı bir broşürün sayfalarını çevirdi ve adını duymadığı
bu kadar çok hastalık olmasına şaştı. Ernst ondan en uzak
köşeye oturmuş, ayağını asabi asabi yere vuruyordu. Ara­
da bir kendisine pis pis bakarken yakaladı Patrik onu, ama
umursamadı. Ernst işini doğru yapması koşuluyla istediğini
düşünebilirdi.
"Doktor şimdi serbest" dedi bir hastabakıcı. Onları, kağıt
yığınlarıyla dolu masasında oturan Niclas'ın odasına aldı.
Niclas çok yorgun görünüyordu. Ayağa kalkıp onlarla toka­
laştı, hatta gülümserneye çalıştı. Ama bu gülümseme gözle­
rine kadar ulaşamadı, onun yerine gülümserneye benzer, do­
nuk bir ifade belirdi yüzünde.
"Soruşturmada yeni gelişmeler mi var?" diye sordu.
Patrik hayır anlamında başını salladı. Sözlerinin inandı­
rıcı olmasını dileyerek, "Tam gaz çalışıyoruz ama henüz bir
ilerleme yok. Önemli bir ipucunun peşindeyiz" dedi. Oysa
içindeki şüphe gittikçe artıyordu. Bu kez başaracaklarından
hiç emin değildi.
Niclas bıkkın bir sesle, "Sizin için ne yapabilirim?" diye
sordu, parmaklarını sarı saçlarının arasında gezdirerek.
Patrik karşısındaki adamın, güzel hemşirelerle yakışıklı
1 85

doktorların aşk hikayelerini anlatan romaniann kapakların­


daki mankenlere benzediğini düşünmeden edemedi. Şu anda
bile yakışıklı bir adamın ışıltısı dışa vuruyordu. Patrik onun
kadınlara ne kadar çekici göründüğünü düşünebiliyordu. Yıl­
lar geçtikçe Charlotte'la evliliklerinde bunun sorun yarattığı­
nı Erica'dan duymuştu.
"Geçen pazartesi sabahı nerede olduğunuz hakkında bir­
kaç sorumuz olacak" diye başladı Patrik. Ernst hala surat
asıyordu, Patrik'in sorguya katılması için ona fırlattığı bakış­
Iara aldırış etmedi.
"Öyle mi?" dedi Niclas. Etkilenmemiş gibiydi, ama Patrik,
bakışlannın hafifçe değiştiğini fark etti.
"Bize işte olduğunuzu söylemiştiniz."
"Evet, her zamanki gibi saat sekize çeyrek kala yola çık­
tım" dedi Niclas, ama hafıfçe gerginleştiği gözden kaçmıyordu.
Patrik, Ernst'i de işin içine katmak için son çabayı sarf ede­
rek, "Bizim de anlamadığımız bu" dedi. Ama meslektaşı, inat­
la pencereden dışan araba parkına bakmaya devam ediyordu.
"O sabah sizi birkaç saat boyunca bulmaya çalıştık. Bu­
raya gelmemiştiniz. Elbette hemşireye sorabiliriz" dedi Pat­
rik, kapıyı işaret ederek. "Ofise giriş çıkış saatierinizi not et­
miş olması gerekir, burada olup olmadığınızı oradan kontrol
edebiliriz."
Niclas koltuğunda rahatsız bir biçimde kıpırdanıyordu,
şakaklarında ter damlacıkları birikıneye başlamıştı. Ama
hala etkilenmemiş gibi görünmeye çabalıyordu, Patrik onun
bu işi iyi kıvırdığını düşündü. Niclas sakin bir sesle, "Evet,
şimdi hatırladım" dedi. "Satılık birkaç eve bakmak için biraz
geç geldim. Charlotte'a sürpriz yapmak istediğim için ona
haber vermedim."
Patrik bu sakin ses tonunun altındaki gerginliği sezmiş
olmasa, cevabın makul olduğunu kabul edebilirdi. Niclas'ın
doğruyu söylediğine bir an bile inanmadı.
1 86

"Biraz daha kesin konuşabilir misiniz? Hangi evlere bak­


tınız?"
Niclas sinirli sinirli güldü, zaman kazanmaya çalışıyor gi­
biydi. "Tam hatırlamıyorum, bunu kontrol etmem lazım" de­
di duraksayarak.
"Şu an buralarda çok fazla satılık ev yok. En azından han­
gi mahalleleri dolaştığınızı hatırlıyor olmalısınız." Patrik so­
rularıyla onu sıkıştırmaya devam ederken, Niclas'ın daha
fazla sinirlendiğini gördü. O sabah ne yapmışsa yapmıştı,
ama bu kesinlikle ev bakmak olamazdı.
Bir an odaya sessizlik çöktü. Niclas'ın beyninin, duru­
mu kurtarmak için fazla mesai yaptığı açıkça belliydi. Sonra
Pat.rik on u n va zgeçtiğini gördü, Niclas'ın bedeni çöküvermiş­
ti. Şimdi bir yere varmak üzereydiler.
"Bunu . . . " derken Niclas'ın sesi çatallaştı. " . . . Bunu Char­
lotte'un duymasını istemiyorum."
"Herhangi bir söz veremeyiz. Her şey er veya geç açığa çı­
kar, ama başkalarını dinlemeden önce size konuşma fırsatı
tanıyoruz."
"Anlamıyorsunuz. Bu, Charlotte'u büsbütün mahveder,
eğer . . . " Sesi yine çatallaşmıştı. İşin nereye varacağı konu­
sunda hiçbir fikri olmasa da Patrik ona acımaktan kendini
alamadı.
"Dediğim gibi herhangi bir söz veremeyiz." Niclas'ın endi­
şesini yenip konuşmaya devam etmesini bekledi. Nazik, tatlı
Charlotte'un görüntüsü geldi gözünün önüne ve ansızın acı­
ma ve iğrenme duyguları birbirine karıştı. Bazen hemcinsle­
rini dinlerken utanıyordu.
"Ben . . . " Niclas boğazını temizledi. "Ben bir başkasıylay­
dım."
"Kim olabilir bu kişi?" diye sordu Patrik. Artık Ernst sor­
guya katılsın diye uğraşmayı bırakmıştı. Ama meslektaşı ba­
kışlannı ansızın pencereden çevirdi, konu ilgisini çekmişti.
1 87

"Jeanette Lind."
"GaHirbacken'deki hediyelik eşya dükkanının sahibi mi?"
diye sordu Patrik. Hayal meyal, yuvarlak hatlı, ufak tefek,
kahverengi saçlı kadını hatırladı.
Niclas başını salladı. "Evet o, Jeanette. Biz . . . " Yine aynı
tereddüt hali gelmişti üzerine. "Biz epeydir birlikteyiz."
"Epey ne kadar?"
"Birkaç ay. Belki üç aydır."
"Nasıl buluşuyordunuz?" Patrik'in sorusu gerçekten me­
raktandı. İlişki yaşayanların nasıl olup da buna zaman bul­
duklarını hiç anlamamıştı. Veya nasıl cesaret ettiklerini. He­
le de, birisinin evinin önünde bir arabanın beş dakika park
ettiği görülse a m n d a dedikodulann yayıldığı Fjallbacka gibi
küçücük bir kentte.
"Bazen öğlen yemeği saatlerinde, bazen de geç saatiere
kadar çalıştığımda. Bir seferinde acil hastaya çağrıldığıını
söyledim."
Patrik herifin burnuna bir yumruk yapıştırmamak için
zor tuttu kendini. Ama kişisel duygularını bir kenara bırak­
tı. Konu onun cinayet saatinde nerede olduğunu kanıtiaya­
cak kişiyi bulmaktı.
''Ve geçen pazartesi sabahı birkaç saat ayırıp . . . Jeanette'i
görmeye gittiniz."
"Evet, doğru" dedi Niclas boğuk bir sesle. "Bir süredir erte­
lediğim bazı ev ziyaretlerini yapmak zorunda olduğumu, ama
acil bir şey olursa cep telefonumun açık olduğunu söyledim."
"Ama öyle değildi. Üst üste birkaç kez hemşirenizi aradık
ve cep telefonunuza cevap vermediniz."
"Şarj etmeyi unutmuşum. Klinikten çıkar çıkmaz telefon
kapandı, ama ben farkına varmadım."
"Klinikten kaçta çıktınız sevgilinizle buluşmak için?"
Bu son kelimeler Niclas'ın suratma bir tokat gibi indi,
ama itiraz etmedi. Bunun yerine yine parmaklarını saçları-
1 88

mn arasında gezdirip, "Sanırım dokuz buçuğu biraz geçe" de­


di yorgun bir ifadeyle. "Sekizle dokuz arası telefonda konsül­
tasyonlarımı yaptım, yarım saat de evraklara baktım. Her­
halde dokuz buçukla ona yirmi kala arası olmalı."
"Biz size saat bire doğru ulaşabildik. Bu saatte mi kliniğe
döndünüz?" Patrik sesinden bir şey belli etmemeye çalışıyor­
du, ama onu, kızının ölüsü denizdeyken sevgilisiyle yatakta
gözünün önüne getirmekten kendini alamadı. Hangi yönden
bakılırsa bakılsın, Niclas Klinga hiç hoş olmayan bir görün­
tü sunuyordu.
"Evet, doğru. Saat birde hastalara bakmaya başlarnam ge­
rekiyordu. Bire on kala geldim."
"Hikayenizi doğrulamak için Jeanette'le konuşmamız ge­
rekecek. Farkındasımz değil mi?" dedi Patrik.
Niclas başını salladı, ardından ricasını bir kez daha yine­
ledi: "Charlotte'u bu işe karıştırmamaya çalışın. Bu onu ta­
mamen yıkar."
Bunu önceden düşünecektin, diye aklından geçirdi Patrik,
ama yüksek sesle söylemedi. Niclas da herhalde son günlerde
aynı şeyi aklından geçiriyor olmalıydı.
Fj allbacka 1924

İşinden hiç zevk almayalı o kadar uzun zaman geçmişti


ki, o günler, uzaklarda kalmış hoş bir hayal gibiydi. Her gün
tekrarlanan ağır iş bütün şevkini söndürmüştü, artık elinde­
ki işler üzerinde hiç düşünmeden çalışıyordu. Agnes'in talep­
leri de hiç bitmiyordu. Üstelik, bir sürü çocuk bakan öbür taş
ustalarının eşlerinin tersine parayı da idare edemiyordu. Ge­
tirdiği para sanki onun parmakları arasından akıp gidiyor,
çoğu zaman yiyecek parası kalmadığı için taşocağına aç kar­
nma gidiyordu. Oysa kazandığı her kuruşu eve getiriyordu.
Taş ustaları arasında en büyük eğlence poker oynamaktı.
Hafta sonları ve akşamları oyun zamanıydı, çoğu zaman er­
kekler eve cepleri boş, süklüm püklüm dönerlerdi. Kavga et­
menin beyhude olduğunu çoktan gören karılarının yüzlerin­
de umutsuzluğun derin çizgileri vardı.
Umutsuzluk Anders'i de yıpratmaya başlamıştı. Bir yıl­
dan az bir zaman önce Agnes'le birlikte güzel bir rüya gibi
görünen hayat, cezaya dönüşmüştü. Yaptığı tek yanlış, onu
sevmek ve karnma bir çocuğun tohumlarını ekmekti, ama
ölümcül bir günah işlemiş gibi cezalandırılıyordu. Karısının
karnındaki çocuktan ötürü de artık mutluluk duymuyordu.
Hamileliği sancısız geçmeınİştİ ve şimdi son günlerde ağrıla­
rı artmıştı. Hamilelik boyunca her gün bir başka yerinin ağ­
rıdığından şikayet etmiş, hiçbir ev işi yapmamıştı. Bu onun
sabahın köründen akşamın geç saatlerine kadar ocakta çalış-
1 90

masının yanı sıra, bir ev kadınının yapması gereken işleri de


yapması anlamına geliyordu. Öbür taş ustalarının kadın işle­
ri yaptığı için onunla alay etmesi veya ona acıması da işin ca­
basıydı. Çoğu zaman arkasından konuşulanlara aldırmaya­
cak kadar yorgun oluyordu.
Bununla birlikte Anders çocuğun doğmasını dört göz ­
l e bekliyordu. Belki annelik içgüdüsü Agnes'i, kendini dün­
yanın merkezi gibi görmekten caydırırdı. Bebeğin dünyanın
merkezi olması gerekirdi; belki de bu, karısı için yararlı bir
deneyim olurdu. Çünkü Anders, evliliği yürütebilecekleri fik­
rinden vazgeçmemişti. Verdiği sözleri hafife alan bir adam
değildi. Şimdi yasal bir bağla birleştiklerine göre, durum ne
kadar zor olursa olsun, kolayca bozulacak bir şey değildi bu.
Barakalarda yaşayan, çok çalışan, hiç şikayet etmeyen
diğer kadınları da görüyordu doğal olarak. Hayatta ona bir
haksızlık yapıldığını hissediyor, öte yandan bütün bunlara
kendisinin sebep olduğunu da dürüstçe kabul ediyordu. So­
nuç olarak şikayet etme hakkını kaybetmişti.
Dar patikadan ağır adımlarla ilerleyerek evin yolunu tut­
tu. O gün de diğerleri gibi tekdüzeydi. Kaldırım taşları kese­
rek geçirmişti günü, hep aynı kası çalıştığı için bir omzu ağ­
rıyordu. Aynı zamanda açlıktan midesi kazınıyordu; işe götü­
recek yiyecek kalmamıştı evde. Komşusu Jansson acıyıp da
onunla sandvicini paylaşmasaydı Anders bütün gün ağzına
lokma koymamış olacaktı. Hayır, diye düşündü Anders, bun­
dan sonra kazandığı parayı Agnes'e teslim etmeyecekti. Bak­
kaldan alışveriş yapma işini de tıpkı diğer işler gibi kendisi
üstlenecekti. Kendisi aç kalabilirdi, ama çocuğunun açlıktan
ölmesine izin vermeye hiç niyeti yoktu. Evde yeni bir düzen
kurmanın çoktan vakti gelmişti.
İçini çekti ve kapıyı açmadan önce bir an durakladı, sonra
karısının yanına gitti.
* * *
191

Annika kabul masasının camından girip çıkan herkesi gö­


rebiliyordu. Ama bugün ortalık sakin di. Yalnızca Mellberg
hala odasındaydı ve hiç kimse acil bir iş için merkeze gelme­
mişti. Ama onun ofisi hareketliydi. Medya kamuoyuyla ha­
berleri payiaşınca telefonlar gelmeye başlamıştı, yine de ta­
kip etmeye değer bir bilgi geldiğini söylemek için henüz er­
kendi. Zaten buna karar verecek olan da Annika değildi. Yal­
nızca gelen bilgiyi, ihbarda bulunanın adı ve telefon numa­
rasıyla birlikte not ediyordu. Notlar soruşturmadan sorumlu
olan kişiye verilirdi. Bu durumda, deneyimlerine göre, yersiz
suçlamalar ve yüksek dozda dedikodu içeren bu notları alan
şanslı kişi, Patrik oluyordu.
Ancak bu olay her zamankinden çok daha fazla dedikodu­
ya yol açmıştı. Çocuklarla ilgili her şey halk arasında genel­
likle duygusal bir çalkantı yaratırdı ve hiçbir şey, bir cinayet­
ten daha güçlü duygular uyandıramazdı. Ama telefonlar gel­
dikçe ortaya çıkan manzara hoş değildi. En dikkat çekici nok­
ta, eşcinselliğe gösterilen modern hoşgörünün, büyük şehirler
dışına çıkamadığıydı. Şimdi açık veya şüpheli eşcinsel olan er­
kekler hakkında bir sürü ipucu geliyordu. Çoğu kez öne sürü­
len iddialar gülünç ve saçmaydı. Bir erkeğin geleneksel erkek
işlerinden birinde çalışmaması bile onun "şu sapıklardan biri''
olduğunu göstermeye yetiyordu. Küçük kasaba mantığına gö­
re, bu bile o erkeğin eşcinsellikle suçlanmasına yetiyordu. Şu
ana kadar Annika'ya bir berber, yarı zamanlı bir çiçek satıcı­
sı ve görünüşe bakılırsa pembe gömlek giyrnek gibi akıl almaz
bir suç işleyen bir öğretmen hakkında çeşitli ihbarlar gelmiş­
ti. En şüphelisi ise, gündüz çocuk bakımı işinde çalışan bir er­
kekti. Annika bu adam hakkında ihbarda bulunan on kişi say­
dı ve göğüs geçirip hepsini bir kenara not etti. Bazen, küçük
kasabalarda zamanın hiç iledemediğinden şüpheleniyordu.
Bir sonraki telefon farklı çıktı. Hattın öbür ucundaki ka­
dın, adının gizli tutulmasını istiyordu, ama verdiği ipucu
1 92

kuşkusuz çok ilginçti. Bu, notların en üstüne yerleştirilecek­


ti. Annika'nın sırtından hafif bir ürperti geçti, çünkü olayla
ilgili hayati bir bilgi aldığını seziyordu. Bir olayda çatıağı ya­
rıp gerçeği ortaya çıkarmakta ona o kadar az rol düşüyordu
ki, hafiften bir tatmin duygusu yaşamaktan kendini alama­
dı. İşte bu, böyle anlardan biri olmalıydı. Telefon yine çaldı
ve ahizeyi eline aldı. Çiçekçi hakkında bir başka ihbar.

* * *

Arne ilahi kitaplannı isteksizce sıralara koydu. Genellikle


bu iş onu hoşnut ederdi, ama bugün değil. Yeni icatlar! Cuma
akşamı müzikli ayin, üstelik Tanrı korku ını olmayan türden
müzik. Neşeli, canlı ve hepten kafır! Müzik kilisede yalnızca
pazar günleri çalınmalı ve yalnızca ilahi kitabındaki ilahiler
okunmalıydı. Şimdi her şey çalınıyordu, bazı durumlarda in­
sanlar alkışlıyordu bile. Yine de buradakinin Strömstad'daki
kadar kötü olmadığına sevinmeliydi, oradaki rahip kiliseye
pop yıldızları getiriyordu. Bu gece gelenler neyse ki yalnızca
müzik kolejinden bazı gençlerdi, herkesin mırıldanabileceği
melodileri hem meyhanelerde hem de Tanrı'nın evinde söyle­
mekte sakınca görmeyen, turneye çıkmış salak Stockholm'lü
kadınlar değildi.
Her halükarda ilahiler söylenecekti ve Arne büyük bir
dikkatle koronun solundaki panoya ilahi numaralarını astı.
Sonra bir adım geri atıp düzgün yerleştirip yerleştirmediğine
baktı. Her ayrıntının mükemmel olması onu gururlandırırdı.
İnsanlar arasında da aynı düzeni kurmasına izin verilsey­
di, her şey ne kadar iyi olacaktı. İnsanlar kendi saçmalıkla­
rıyla uğraşacaklarına onu dinleyip öğrenebilirlerdi. Her şey
İncil'de vardı. Her şey en ufak aynntısına kadar orada anla­
tılmıştı, yalnızca kitabın söylediklerini okumaya zahmet et­
meleri yeterdi.
1 93

Hayatını bir rahip olarak yaşayamamasının kederi yine


üstüne çöktü. Çevresine bakınıp kimsenin olmadığını görün­
ce, koro bölümünün kapısını açıp saygıyla kilisenin sunağı­
na çıktı. Haça asılı duran bir deri bir kemik kalmış, yaralı
İsa'ya bir göz attı. Hayat bundan ibaretti. İsa'nın yaraların­
dan sızan kanı inceledi, başının derisine saplanmış dikenle­
re ve saygıyla eğilmiş başına baktı. Arkasını döndü, boş sı­
ralara baktı. Onun gözünde sıralar insanlarla, cemaatiyle,
dinleyicileriyle doluydu. Çekinerek ellerini havaya kaldırdı,
yankılanan canlı sesiyle mırıldandı: "Tanrı'nın çehresi senin
üzerinde ışısın . . . "
İnsanların içine bu sözcüklerin dolduğunu gözünün önü­
ne getirdi. Kutsanmayı yüreklerinde hissettiklerini ve ışılda­
yan gözlerle ona baktıklannı gördü. Arne yavaşça ellerini in­
dirdi, kürsüye bir göz attı. Buraya çıkmaya daha önce hiç ce­
saret etmemişti, ama bugün sanki Kutsal Ruh onun içindey­
di. Eğer babası önünde durmasaydı, kürsüye tam hakkıyla,
bir rahip gibi yaklaşabilirdi. Cemaatin başlarının üzerinden
onlara Tanrı'nın sözlerini açıklardı.
Çekinerek kürsüye doğru yürüdü, ama ayağını ilk basa­
mağa koyar koymaz kilisenin ağır kapısının gıcırdayarak
açıldığını duydu. Ayağını çekti ve işinin başına döndü. His­
settiği acı göğsünü asit gibi yaktı.

* * *

Dükkan yaz ayları ve tatil günleri dışında açık değildi; o


yüzden Patrik'le Ernst, Jeanette'i yılın geri kalan dokuz ayın­
da ekmek parasını kazandığı öteki işinde aramak zorunda kal­
dılar. Grebbestad'da kışın öğlen yemekleri için açık olan bir­
kaç lokantadan birinde garsonluk yapıyordu. İçeri girerierken
Patrik midesinin guruldadığını hissetti. Ama öğlen yemeği
için biraz erkendi, dolayısıyla içeride müşteri yoktu. Gençten
1 94

bir kadın masalann etrafında dolanıyor, hazırlık yapıyordu.


"Jeanette Lind?"
Kadın başını kaldırdı. "Evet, benim."
"Patrik Hedström ve Ernst Lundgren. Tanumshede polis
merkezinden geliyoruz. Bir sakıncası yoksa size birkaç soru
soracağız."
Kadın başını salladı, ama gözlerini çabucak yere eğdi.
Eğer biraz çıkarsama yapma yeteneği varsa, neden geldikle­
rini anlamış olmalıydı.
"Kahve ister misiniz?" diye sordu Jeanette. Patrik de,
Ernst de istekle başlarını salladılar.
Patrik onun kahve makinesine ilerleyişini seyretti. Böyle
tipleri tanırdı. Ufak tefek, esmer, yuvarlık hatlı. Büyük kah­
verengi gözler, omuzlarının altına kadar inen dalgalı kah­
verengi saçlar. Kesinlikle sınıfının en güzel kızı, hatta bel­
ki de bütün okulun. Popüler bir kız ve hep kendinden büyük,
havalı erkeklerle çıkan biri. Ama okul yılları geride kalınca
bu tür kızların parlak dönemi de son bulurdu. Yine de doğ­
dukları kentte kalırlardı, hiç değilse yıldız statüsünden arta­
kalanların orada olduğunu bilirierdi çünkü; bir başka kente
gitseler, yığınla güzel arasında sıradan biri olarak kalacak­
larını da bilirlerdi. Patrik, Jeanette'in kendinden epey genç,
Niclas'tan ise iyice genç olduğunu fark etti. Taş çatiasa yirmi
beşindeydi.
Jeanette önlerine birer fincan kahve getirdi, masaya otu­
rurken saçlarını savurdu. Ergenlik çağında bu hareketi bin­
lerce kez aynanın önünde çalışmış olmalıydı. Patrik onun cil­
ve yapmayı artık ezbere bildiğini kabul etmek zorundaydı.
"Evet. Haydi shoot, Amerikan filmlerinde söylendiği gibi."
Jeanette çarpık bir gülümsemeyle baktı, Patrik'i süzerken
gözleri hafifçe kısılmıştı.
Patrik, Niclas'ın bu kadında ne bulduğunu anlıyordu. O
da yıllarca okuldaki güzel kızlara özlemle bakmıştı. Oğlan-
1 95

lar hep aynıydı. Ama Patrik'in gerçekten hiç şansı yoktu. Kı­
sa boylu, zayıf, notları hallice, ortalama oğlanlardan biriydi.
Matematik derslerini asıp, sigara içilen bölümde dudakları­
nın kenarında sigaralarıyla vakit geçiren sert oğlanlara an­
cak uzaktan hayran hayran bakardı. ileriki yıllarda mesleği­
ni yaparken, bu çocuklardan bazılarıyla karşılaşmıştı elbet­
te. Bazıları tren istasyonundaki sarhoş barlarını ikinci evle­
ri haline getirmişti.
"Biraz önce Niclas Klinga'yla konuştuk ve . . . " Patrik bir an
tereddüt ettikten sonra ekledi: "Sizin de adınız geçti."
"Evet, eminim geçmiştir" dedi Jeanette. Adının geçtiği du­
rumdan hiç malıcup olmadığı açıktı. Patrik'e sessizce baka­
rak devam etmesini bekledi.
Ernst her zamanki gibi sesini çıkarmadan oturuyordu,
kahvesinden temkinli bir yudum aldı. Jeanette'e yönelttiği
anlık bakışlar, onun babası olacak yaşta olduğunu inkar edi­
yordu. Patrik meslektaşına ateş püsküren gözlerle baktı, ma­
sanın altından kavalkemiğine bir tekme atmamak için ken­
dini zor tuttu.
"Pazartesi sabahı onunla birlikte olduğunuzu söylüyor,
doğru mu bu?"
Jeanette bir kez daha, yine o çalışılmış tarzda saçlarını
savurdu ve başını salladı. "Bendeydik. Pazartesi izinliydim."
"Niclas evinize kaçta geldi?"
Jeanette ne cevap vereceğini düşünürken tırnaklarını in­
celemeye koyuldu. Tırnakları uzun, manikürlüydü.
"Galiba dokuz buçuk sularında. Hayır, aslında eminim,
çünkü saatin alarmını dokuz çeyreğe ayarlamıştım, Niclas
geldiğinde duştaydım."
Jeanette kıkırdayınca, Patrik büyük bir rahatsızlık duy­
du. Gözlerinin önüne Charlotte, Sara ve Albin geliyordu, ama
belli ki böyle görüntüler Jeanette'i hiç rahatsız etmiyordu.
"Ne kadar kaldı sizinle?"
1 96

"Öğlen birlikte yemek yedik. Onun saat birde klinikte ran­


devusu vardı, sanırım randevusundan yirmi dakika önce çık­
tı evimden." Bir kez daha kıkırdadı.
Tiksintisini belli etmemek için Patrik kendisini kontrol et­
mesi gerektiğini anladı. Ama Ernst'in hiç böyle bir rahatsız­
lığı yoktu. Orada oturdukça bakışlarındaki büyülenme dozu
artıyordu. ''Ve bütün bu süre boyunca Niclas hep evde miydi?
Bir iş için dışarı çıktı mı?"
"Hayır" dedi kadın sakince. "Hiçbir yere gitmedi, bundan
eminim."
Patrik, Ernst'e baktı ve "Ekleyecek bir şeyin var mı?" diye
sordu. Meslektaşı hayır anlamında başını sallayınca notları­
nı toparladı.
"Başka sorularımız da olabilir, yani geri gelebiliriz, şimdi­
lik bu kadar."
Jeanette "Umarım yardımım dokunmuştur" dedi ayağa
kalkarken.
Sevgilisinin kızının ölümü hakkında, babasıyla yatakta
oynaşırken katledilen çocuk hakkında tek kelime etmemiş­
ti. Bu kadar empati yoksunu olmasının, ahlaksız bir yönü de
vardı.
Patrik sandalyesinin arkasına astığı ceketini giyerken,
"Evet, teşekkürler" dedi kısaca. Dışarı çıkarken, Jeanette'in
masaları düzenlemeye devam ettiğini gördü. Bir şarkı mırıl­
danıyordu, ama ne olduğunu duyamadı.

* * *

Charlotte son birkaç aydır oturdukları bodrum katında,


amaçsızca volta atıyordu. Göğsündeki ağrı onu huzursuz edi­
yor, hareket etmeye zorluyordu. Albin'e doğru dürüst baka­
madığı için kendini suçlu hissediyordu. Onun bakımını bü­
yük ölçüde annesine bırakmıştı. Bu acının ortasında bebeğe
1 97

yer yoktu. Onun mavi gözlerinde ve gülümseyişinde yalnızca


Sara'yı görüyordu. Sara'nın küçüklüğüne o kadar benziyordu
ki; bu kadar benzediklerini görmek canını yakıyordu. Aynı za­
manda onun ne kadar endişeli ve ürkek bir çocuk olduğunu
görmek de Charlotte'a acı veriyordu. Sanki iki çocuk arasında
bölüşülmesi gereken enerjiyi Sara emmiş bitirmiş, ona hiçbir
şey bırakmamıştı. Ama Charlotte aldanmayacaktı. Sakladığı
sır yüreğini sızlatıyordu. Bu durumun değişeceğini umdu.
Charlotte dün Erica'ya söylediklerinden pişman olmuştu.
Şimdi onunla Niclas'ın birbirlerine tutunmaları gerekiyordu;
kuşkuları her şeyi daha beter hale getirmekten başka işe ya­
ramayacaktı. Onun da acı çektiğini görüyordu; eğer bu traje­
di onları bir araya getirmeyecekse artık hiç umut kalmamış
demekti.
Charlotte yatıştırıcı ilaçların sisinden çıktığından beri,
Niclas'ın, olabileceğini bildiği Niclas olmasını umut etmişti.
Şefkatli, anlayışlı, sevgi dolu. Bunun kısacık belirtilerini es­
kiden görmüştü ve Niclas'ın sevdiği yanı buydu. Ona yasla­
nabilmek dışında bir şey istemiyordu; daha güçlü olanın o ol­
masını istiyordu. Ama öyle olmamıştı. Niclas içine kapanmış,
paramparça olan hayatında onu yapayalnız bırakarak müm­
kün olduğu kadar çabuk işine gitmişti.
Ayağına bir şey takıldı. Charlotte yere eğilirken aniden
durdu. Niclas'a Sara'nın her şeyini toplayıp göz önünden kal­
dırmasını söylemişti; Niclas da bütün sabahı onun eşyalarını
kutulara koyup tavan arasına taşımakla geçirmişti. Ama bir
şey gözünden kaçmıştı. Sara'nın eski oyuncak ayısı, yarısı ya­
tağın altında, yerde yatıyordu, Charlotte'un ayağının çarptığı
şey buydu. Usulca ayıyı yerden aldı, etrafındaki her şey fırıl
fırıl dönmeye başlayınca yatağın kenarına oturmak zorunda
kaldı. Oyuncak ayı kirden topaklanmış gibi geldi eline. Sara
onun yıkanmasına izin vermezdi, bu yüzden ayı bir sokak kav­
gasından çıkmış gibiydi. Aynı zamanda tuhaf bir koku yayı-
1 98

yordu; herhalde Sara'nın asla istemediği şey, çamaşır makine­


sine atılıp, bu kokunun yerini deterjan kokusunun almasıydı.
Ayının bir gözü kaybolmuştu. Charlotte boncuk gözünden ka­
lan iplikleri elledi. Son ağladığından bu yana iki saat geçmiş­
ti, polis Sara'nın ölüm haberini getirdiğinden beri gözlerinin
kuru olduğu en uzun süreydi bu. Şimdi yine göğsünden hiçkı­
rıklar yükseliyordu. Charlotte oyuncak ayıya sarıldı, yatağın
Sara'nın uyuduğu tarafına uzandı. Sonra acı yüreğine çöktü.

* * *

"Mucizelerin sonu asla gelmeyecek" dedi Perlersen telefon­


da. "Dünya tarihinde ilk kez analiz sonuçları öngörülenden
önce geldi."
"Dur bir dakika, arabayı kenara çekeyim" diyen Patrik,
durahileceği uygun bir nokta aradı. Ernst otoyolun kenarın­
da küçük bir orman yolunu işaret etti.
"Tamam, artık trafiği birbirine sokmam. Peki, testierin
sonucu ne diyor?" Ses tonundan, fazla bir beklentisi olmadı­
ğı belliydi. Muhtemelen Sara'nın sabah kahvaltısında ne ye­
diğini bulmuşlardı. Ciğerlerindeki suya gelince, Patrik kendi
başına küçük bir araştırma yapmış ve sudaki sabunun cinsi­
nin aniaşılmasına pek imkan olmadığını anlamıştı. Pedersen
hemen bunu doğruladı.
"Daha önce de dediğim gibi, su sıradan musluk suyu ve
suda bulunan maddelerin karışımı, kuşkuya yer bırakmaya­
cak şekilde bunun Fjallbacka yöresinin suyu olduğunu göste­
riyor. Ne yazık ki sabun kalıntısının izleri herhangi bir mar­
kayla ilişkilendirilemiyor."
"Eh, buradan bir yere varamıyoruz galiba" diyerek içini
çekti Patrik. Cesareti kırılmıştı, bir kez daha davanın elin­
den kayıp gitmekte olduğunu hissetti.
"Evet, ciğerlerinde bulunanlara bakınca öyle" dedi Peder-
1 99

sen. Sesinde esrarengiz bir hava vardı. Patrik sürücü koltu­


ğunda doğruldu.
"Başka ne buldunuz?" diye sordu. Cevabı beklerken solu­
ğunu tutmuştu.
"Tam olarak ne anlama geldiğini bilmiyorum ama durum
şöyle" diye cevap verdi adli tabip. "Kızın mide içeriği kahval­
tıda yedikleri konusunda ailenin söylediklerini doğruluyor
ama . . . " Sonra durakladı, Patrik sabırsızlıktan neredeyse çığ­
lık atacaktı. "Midesinde garip bir şey var. Sanki kız kül ye­
miş gibi görünüyor."
"Kül mü?" dedi Patrik. Yüzünde şoke olmuş bir ifade be­
lirdi.
"Evet" dedi Pedersen. ''Ve bunu midede bulunca, labora­
tuvar akciğerlerdeki suyu bir kez daha kontrol etti, orada da
eser miktarda kül buldu. Birinci analizde bunu fark etme­
miştik."
"Ama bu küller midesine nasıl girdi?" Patrik gözünün
ucuyla Ernst'in şaşkınlıkla gözlerini ona diktiğini gördü.
"Kesin olarak söylemek mümkün değilse de, verilerin ve
otopsi raporunun üzerinden bir kez daha geçince, benim te­
orime göre, birisi külleri ağzından içeri zorla sokmuş. Büyük
kısmı suyla dışarı atılmış olsa da ağzında ve yemek borusun­
da da izlere rastladık."
Patrik tek kelime bile etmedi, ama kafası karmakarışıktı.
Neden biri bu kıza zorla kül yedirmişti? Kendini toplayıp sor­
ması gereken sorulara odaklandı.
"İyi de madem yutmaya zorlandı, o zaman neden akciğe­
rinde kül var?"
''Yine söylüyorum, benimki bir spekülasyon, ama ağzına
zorla tıkılınca, kül yanlış yere gitmiş olabilir. Eğer zorla kül
yedirildiği sırada zaten banyo küvetindeyse, bir kısmı da su­
ya karışmış olabilir. Biri onu boğarken sudaki kül ciğerleri­
ne gitmiştir."
2 00

Patrik bütün manzarayı korkunç bir berraklıkla gözleri­


nin önünde canlandırıyordu. Sara banyo küvetinde, yabancı,
tehditkar biri avuç dolusu külü ağzından içeri zorla sokuyor
ve sonra yutması için ağzını, burnunu tıkıyor. Aynı eller da­
ha sonra, suda yüzeye çıkan baloncuklar sona erene kadar
Sara'nın başını suyun altına bastırıyor ve her şey duruyor.
Arabanın dışındaki ormandan duyulan bir hışırtı ezici
sessizliği bozdu. Patrik alçak bir sesle, "Bütün bunları bize
fakslar mısın?" dedi.
"Yolladım bile. Laboratuvar küllere birkaç test daha yapa­
cak, oradan yararlı bir şey bulabilir miyiz diye. Ama sonuçla­
rı beklemek istemediler; bize bu bilgiyi hemen vermenin da­
ha önemli olduğunu düşünmüşler."
"Evet, doğrusunu yapmışlar. Küller hakkında daha fazla
bilgi ne zaman elimize geçer?"
"Gelecek haftanın ortalarında sanırım" dedi Pedersen. Son­
ra sakince ekledi: "Nasıl gidiyor? Bir ilerleme kaydettİn mi?"
Pedersen'in soruşturma hakkında soru sorması alışılmış
bir şey değildi, ama Patrik'i şaşırtmadı bu. Sara'nın ölümü
birçok insanı etkilemişti, en duyarsızları bile. Cevap verme­
den önce bir an düşündü.
"Pek ilerleme kaydedemedik ne yazık ki. Dürüst olmak
gerekirse, ilerieyebilmek için elimizde fazla bir ipucu yok.
Umarım bu bize bir yol gösterecek. Nasıl olacağını şu anda
göremiyorum, ama kabuğun kırılmasını mümkün kılacak ka­
dar tuhaf bir bilgi bu."
"Evet, öyle umalım" dedi Pedersen.
Bundan sonra Patrik, Ernst'e öğrendiklerinin kısa bir öze­
tini geçti. Dışardaki hışırtı devam ederken ikisi de sessizce
bir süre oturdular. Patrik bir yavru geyiğin kendilerine doğ­
ru koşarak gelmesini bekliyordu, ama duydukları herhalde
kızıl sonbahar yaprakları arasında bir şeyler arayan sineap­
ların ya da kuşların sesiydi.
201

"Ne dersin, Florin'lerin banyosunu incelemenin zamanı


geldi mi?"
"Bunu daha önce yapmamız gerekmez miydi?" diye sordu
Ernst.
"Olabilir" dedi Patrik pişmanlıkla. Ernest'in haklı olduğu­
nun farkındaydı. "Ama yapmadık, hiç yapmamaktansa şimdi
yapmak iyidir."
Ernst cevap vermedi. Patrik cep telefonunu çıkardı ve
Uddevalla'dan teknik ekip takviyesi isternek üzere gerek­
li görüşmelere başladı. Ernst'in sözleri kulağında çınlarken
ekibin acilen gelmesini rica etti, onlar da öğleden sonra ora­
da olacaklarını bildirdiler.
Patrik içini çekerek arabayı çalıştırdı, geri vitese geçti.
Kafasından küllerle ilgili düşünceler geçiyordu. Ve ölüm.
Fj allbacka 1924

Agnes hayatından nefret ediyordu. Yeni evine ilk adımını


attığı gün bile bu kadar nefret edebileceğini düşünernemiş­
tL Böylesine yoksulluk, b öyl es i ne sefillik aklının uc u n da n bi­
le geçmezdi. Fiziksel çevre yetmezmiş gibi karnı da şişmişti,
hamilelik onu çirkinleştirmiş, hantallaştırmıştı. Yaz sıcağın­
da durmadan terliyordu, her zaman bakımlı olan saçlan, düz
ve cansızdı. Onu bu iğrenç şekle sokan yaratığın bir an önce
dışarı çıkmasından başka bir şey istemiyordu; ama aynı za­
manda doğum sürecinden de çok korkuyordu. Aklına gelince
bayılacak gibi oluyordu.
Anders'le yaşamak da bir dertti. Keşke bir parça omurga­
lı olsaydı. Oysa kederli köpek yavrusu gözleriyle onu her yer­
de takip ediyor, bir parça ilgi için yalvarıyordu. Öteki kadın­
ların kendisinden nefret ettiğini biliyordu, çünkü o bütün gü­
nünü, onlar gibi pis evlerinin döşemelerini ovarak geçirmi­
yordu. Ne de kadir bilmez kocayı el pençe divan bekliyordu.
Ama öyle davranmasını nasıl bekleyebilirlerdi ki? Onlardan
çok üstündü, ne de olsa çok daha üst bir sınıftan geliyordu,
yetişme tarzı da ona göreydi. Anders'in, onun diz çöküp leş
gibi yer tahtalarını ovmasını veya öğle yemeğini taşocağına
götürmesini beklernesi makul değildi. Üstelik eve getirdiği
birkaç kuruşu idaresiz kullandığından şikayet etme cüreti­
ni gösteriyordu. Agnes'in durumundaki birinin hiçbir şeye el
203

sürmemesi gerekirdi; bakkala gittiğinde de her zaman paha­


lı şeyleri isterdi. Ekmek ve un almak yerine kendini biraz şı­
martması bu kadar gürültü koparmamalıydı.
Agnes içini çekti, şişmiş ayaklarını önündeki küçük ta­
burenin üzerine koydu. Birçok akşam, odanın tek pencere­
sinin önünde oturup hayatının ne kadar farklı olabileceğini
düşünmüştü - babası keçi gibi inatçı olmasaydı. Arada bir
Strömstad'a gitmek, babasının ayaklarına kapanmak, mer­
hamet dilemek geçiyordu aklından. Bunun işe yarayacağına
biraz inansa çoktan gitmişti bile. Ama babasını tanırdı, yüre­
ğinden hissediyordu ki bir yararı olmayacaktı. Olduğu yere
tıkılıp kalmıştı, içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için
bir yol bulana kadar sabırla beklemeliydi.
Ön verandada ayak sesleri duydu. Gelenin Anders oldu­
ğunu düşünerek içini çekti. Sofrada yemeğİn hazır olmasını
bekliyorsa, hayal kırıklığına uğrayacaktı. Onun çocuğunu do­
ğurmak için katlandığı ağrılar, sancılar düşünülürse, yemeği
onun hazırlaması gerekirdi. Evde yiyecek pek bir şey de yok­
tu zaten. Ücretini aldıktan bir hafta sonra para bitmiş oluyor,
bir sonraki ödeme için bir hafta daha beklemeleri gerekiyordu.
Ama bitişikteki Jansson çiftiyle arası çok iyi olan Anders, belki
onlardan bir parça ekmek veya çorbalık bir şeyler isteyebilirdi
Anders çekinerek kapıyı açarken "İyi akşamlar Agnes" de-
di. Altı aydan beri evli olmalarına rağmen, evde sıcak bir yu­
va havası henüz oluşmamıştı. Genç adam kapıda dururken
şaşkın görünüyordu.
"İyi akşamlar" diye homurdandı Agnes . Anders kir pas
içinde göründüğü için kaşlarını çattı. "Bütün o pisliği evin
içine getirmen şart mı? En azından ayakkabılarını çıkar."
Anders itaatkarca ayakkabılarını çıkarıp verandanın ba­
samaklarından birine yerleştirdi. ''Yiyecek bir şeyler var mı?"
diye sorunca, Agnes ona sanki dünyanın en kötü küfürlerini
etmiş gibi baktı.
204

"Sana yemek pişirecek birine benziyor muyum ben? Ayak­


ta zor duruyorum, sen ise içeri girer girmez sıcak yemeğin ma­
sada hazır beklesin istiyorsun. Hem, yemeğin parasını neyle
ödeyeceğim? Doğru dürüst para getirmiyorsun eve, tek kuruş
kalmadı. Bakkal da veresiye vermiyor artık. İhtiyar pinti!"
Veresiye sözünü duyunca Anders yüzünü buruşturdu .
Borçlanınaktan nefret ederdi, ama buraya taşındıklarından
beri Agnes deftere yazdırarak bir sürü şey almıştı.
"Neyse, bu konuyu konuşmamız gerekecek . . . " Kelimeler
Anders'in ağzından ağır ağır çıkmıştı. Agnes kötü bir koku
sezdi. Bu, iyiye işaret değildi.
Anders devam etti: "Bundan sonra parayı ben idare etsem
daha iyi olacak." Bunu söylerken kansının gözlerine bakmadı.
Agnes öfkesinin kabardığını hissediyordu. Ne demek isti­
yordu? Hayatındaki son zevkten de mi mahrum kalacaktı?
Anders, sözlerinin koparttığı fırtınanın tam farkına varma­
dan, "Bakkala kadar gitmen artık zor, bebek doğunca dışarı
çıkman iyice zorlaşacak, onun için bu işi ben üstleneyim" dedi.
Agnes o kadar öfkelenmişti ki, tek kelime söyleyemedi.
Sonra geçici suskunluğu kayboldu, bu konu hakkında aklın­
dan geçeni olduğu gibi dile getirdi. Söylediklerinin veya ona
yakıştırdığı sıfatıarın diğer barakalardan duyulduğunu bil­
diği için Anders'in huzursuzluk içinde kıvrandığını görüyor­
du, ama hiç urourunda değildi. İşçilerin kendisi hakkında ne
düşündüklerine zerrece önem vermiyor, ama Anders'in onun
düşüncelerini iyice bilmesini istiyordu.
Ettiği küfürlere rağmen Anders'in teslim olmadığını şaş­
kınlıkla gördü. İlk kez sağlam durmuş, onun bağırıp çağır­
masının sonuna kadar beklemişti. Soluklanmak için durdu­
ğunda, Anders ciğerleri patlayana kadar bağırabileceğini,
ama bundan sonra işlerin böyle yürüyeceğini söyledi.
Agnes nefes nefese kaldığını hissetti, hiddetten morarmış­
tı. Bu hale gelip soluksuz kalınca, babası yelkenleri indirirdi,
2 05

oysa Anders yalnızca ona uzun uzun baktı ve karısını yatış­


tırmak için hiçbir şey yapmadı.
Ondan sonra karnında keskin bir sancı hissetti ve dehşet
içinde sustu. Eve babasının yanına gitmek istiyordu.

* * *

Monica korkuyu midesine atılmış bir tekme gibi hissedi­


yordu.
"Buraya polis mi geldi?"
Morgan evet anlamında başını salladı, gözlerini ekran­
dan ayırmadı. Monica onunla konuşmak için doğru bir za­
man olmadığını biliyordu. Programına göre şimdi çalışma za­
manıydı, hiç kimse onunla konuşmamalıydı. Ama elinde de­
ğildi. Endişe adım adım bedenine yayılıyordu. Oğlunun yanı­
na gitmek, onu bir güzel sarsmak, her ayrıntıyı tek tek sor­
madan her şeyi anlatmasını sağlamak istiyordu, ama bunun
imkansız olduğunu biliyordu. Bunu yine her zamanki gibi sa­
bırla yapmalıydı.
"Ne istediler?"
Morgan gözlerini ekrandan ayırmıyordu; parmaklarının
klavyenin üzerinde koşuşturmasını bir an bile durdurmadan
cevap verdi: "Ölen kızı sordular."
Monica'nın yüreği bir değil, birkaç kez hopladı. Boğuk bir
sesle sordu. "Peki ne sordular?"
"O sabah çıkarken onu görüp görmediğimi."
"Görmüş müydün?"
"Neyi?" diye sordu Morgan, unutkanlığına bürünmüş gibi.
"Kızı görmüş müydün?"
Morgan soruya aldırmadı. "Neden şimdi sorup duruyor­
sun. Biliyorsun ki programıma uymuyor. Sen buraya genel­
likle çalışmadığım zamanlar gelirsin." Tiz, ince sesinde hiç­
bir sızlanma yoktu; yalnızca olguları söylüyordu. Annesi alı-
206

şılmış düzenden sapmıştı, ritmini kesintiye uğratmıştı ve bu­


nun onun kafasını karıştırdığını biliyordu. Ama Monica'nın
elinde değildi. Bilmek zorundaydı.
"Onu çıkarken gördün mü?"
"Evet, onu çıkarken gördüm" dedi. "Polise anlattım, sor­
dukları bütün sorulara cevap verdim. Oysa onlar da işimi
bölmüşlerdi."
Şimdi annesine yarı dönük şekilde oturmuş, zeki ama ga­
rip bakışlarıyla onu süzüyordu. Gözleri hep aynıydı. Hiç de­
ğişmez, hiçbir şekilde duyguları göstermezlerdi. En azından
son zamanlarda. Artık hayatını bir ölçüde kontrol edebiliyor­
du. Küçükken kontrol edemediği şeyler karşısında veya bir
seçim yapamadığı anlarda korkunç bir öfke ve kıstırılmışlık
patlamalan yaşardı. Hangi gün duş yapacağından, akşam ye­
meğinde ne yiyeceğine kadar, ufak konular olabilirdi bunlar.
Şimdi hayatı kompartımanlara ayrılmıştı, seçimler önceden
yapılıyordu. İki günde bir duş yapıyordu, dört çeşit akşam ye­
meği vardı, sırayla onları yiyordu ve kahvaltısıyla öğlen ye­
meği hep aynıydı. İşi de onun kurtuluşu gibi bir şey olmuştu.
İyi yaptığı bir şeydi ve yüksek zekasma bir çıkış yolu sağlıyor­
du; Asperger sendromlulann özel ruh hallerine de uygundu.
Monica'nın onun program dışı bir saatte görmeye gelme­
si ender bir şeydi. Bunu en son ne zaman yaptığını hatırla­
yamıyordu. Ama şimdi bir kez rahatsız ettikten sonra devam
etse de olurdu.
Dergi yığınları arasındaki yoldan geçip yatağın kenarına
oturdu.
"Bir daha ben yanında olmadan onlarla konuşmam iste­
miyorum" dedi.
Morgan yalnızca evet anlamında başını salladı. Koltuğu­
nu arkaya çevirmiş, bacaklarını açmış, kollarını kavuştur­
muş, sırtını dayamış, oturuyordu.
"Ne dersin? Rica etsem, onu görebilir miyim?"
207

"Kimi?"
"Sara'yı."
"Ne demek istiyorsun?" Monica odanın fırıl fırıl döndü­
ğünü hissetti. Son günlerin gerginliği dengesini bozmuştu.
Morgan'ın sorusu, kontrolünü kaybetmesine yol açtı.
"Neden onu görmek isteyesin ki?" Sesindeki öfkeyi gizle­
yemedi, ama her zamanki gibi Morgan buna tepki vermedi.
Sesini yükseltmesinin bir öfke belirtisi olduğunu anladığın­
dan bile emin değildi.
"Şimdi nasıl göründüğünü görmek için" diye sakince ce­
vapladı Morgan.
"Neden?" diye haykırdı Monica, sesi daha da yükselmiş­
ti. Yumruklannın sıkıldığını hissediyordu. Korkunun kıskacı
daralıyordu ve Morgan'dan çıkan her söz onu dehşete düşü­
ren karanlığı bir adım daha yaklaştırıyordu.
"Ne kadar ölü göründüğüne bakmak istiyorum" dedi Mor­
gan, gözlerini yere dikerek.
Monica nefes almakta zorluk çekiyordu. Sanki daracık ku­
lübenin duvarları üstüne üstüne geliyordu. Artık dayanama­
yacaktı. Biraz hava almalıydı.
Tek kelime bile etmeden kapıyı vurup çıktı. Derin derin
nefes aldıkça soğuk, yağışlı hava boğazına batıyordu. Bir sü­
re sonra nabzının yavaşladığını hissetti.
Pencereden ihtiyatla Morgan'a baktı. Koltuğunu çevirmiş­
ti. Elleri klavye üstünde koşturuyordu. Başını pencereye da­
yadı, oğlunun ensesine baktı. Onu o kadar çok seviyorrlu ki,
canı yanıyordu.

* * *

Lilian'a ev temizlemek kadar zevk veren başka bir şey


yoktu. Evdekiler onun takıntılı olduğunu düşünüyorlardı,
ama bu onu rahatsız etmezdi. Kendisinden uzak durup, yar-
208

dım etmeye kalkışmasalar çok mutlu olurdu.


Her zamanki gibi mutfaktan başladı. Her gün aynı işler.
Tezgahları ve masayı silmek, yerleri elektrik süpürgesiyle
geçmek, paspaslamak, haftada bir dolapları boşaltmak, içie­
rini silmek. Mutfakta işler bitince koridoru, oturma odasını
ve verandayı temizlerdi. Şimdi temizleyemediği tek yer, giriş
katındaki küçük misafir odasıydı, çünkü Albin orada uyuyor­
du. Bunu sonra yapacaktı.
Elektrik süpürgesini yukarı sürükledi. Stig ona daha kü­
çük bir model almak istemiş, Lilian nazikçe ama kesinlikle
reddetmişti. On beş yıldır bu süpürgeyi kullanıyordu, yeni gi­
bi çalışırdı hep. Her on beş dakika bir bozulan yeni model­
lerden çok daha iyiydi. Ama çok ağır olduğu tartışma götür­
mezdi. Yukarıdaki koridora ulaştığında nefes nefese kalmış­
tı. Stig uyanıktı, başını ona çevirdi.
"Kendini yıpratıyorsun" dedi cılız bir sesle.
"Hiçbir şey yapmadan oturup beklemekten daha iyidir."
Bu eskiden beri tekrarlayıp durdukları küçük bir tören-
di. Stig ona kendisini yarmamasını söyler, Lilian da ona ce­
vap yetiştirirdi. Lilian evdeki işleri yapmaktan vazgeçse, ba­
zılarını başkalarına bıraksa, Stig elbette farklı konuşurdu.
Lilian'sız bu ev darmaduman olurdu. Her şey dağılırdı. Her
şeyi birleştiren zamk oydu, bunu hepsi biliyordu. Sadece ba­
zen biraz takdir etselerdi. Hayır, hepsi sadece kendini yar­
mamasını söylüyordu. Lilian bildiği o eski gerginliğin birik­
tiğini hissetti. Stig'in odasına gitti. Kocası bugün biraz daha
solgun görünüyordu. Bunu fark etti.
"Daha kötü görünüyorsun" dedi. Yastıkları düzeltebilmek
için Stig'in başını tutup öne doğru çekti. Yastığı kabarttı ve
tekrar başının altına yerleştirdi.
"Biliyorum. Bugün iyi bir gün değil."
"En çok neren acıyor?" diye sordu Lilian, yatağın kenarı­
na oturarak.
209

"Her yerim, aynı" dedi Stig, hafifçe gülümserneye çalışa­


rak.
Lilian canı sıkkın bir ifadeyle, "Bundan daha kesin bir şey
söyleyemez misin?" dedi. Yatak örtüsünün üzerindeki kıv­
rımları eliyle düzeltti ve buyurgan bakışlarla kocasına baktı.
"Midem" dedi Stig. "Sanki biraz çalkalanıyor, bazen de
keskin bir sancı giriyor."
"Bu akşam gelince Niclas'ın sana bakması gerekecek. Bu
durumda burada yatamazsın."
"Ama hastaneye yatmam," Stig bu fikri kovmak için elini
salladı.
"Buna Niclas karar verecek. Sen değil." Lilian yatak örtü­
sünden ufak iplik parçalarını topladı, bakışlarını odada gez­
dirdi. "Kahvaltı tepsisi nerede?"
Stig yeri işaret etti. Lilian onun üzerinden eğilip baktı.
"Bir şey yememişsin" dedi, dargın bir sesle.
''Yüzüne bile bakamadım."
''Yemen lazım, yoksa hiç iyileşemezsin, bunu biliyorsun.
Şimdi aşağı inip sana domates çorbası yapacağım. Biraz gı­
da almalısın."
Stig yalnızca başını salladı. Lilian bu havadayken onunla
tartışmanın hiç yaran olmazdı.
Lilian merdivenleri öfkeyle, ayaklarını vura vura indi. Ne­
den her şeyi her zaman o yapmak zorundaydı?

* * *

Martin ve Gösta merkeze geri döndüklerinde kabul masası


boştu. Annika öğle yemeğine erken çıkmıştı. Martin masası­
nın üzerinde bir yığın halinde Annika'nın el yazısıyla yazılmış
notlan gördü. Herhalde halktan ihbarlar gelmeye başlamıştı.
Gösta "Yemeğe çıkacak mısın?" diye sordu.
"Hemen değil" dedi Martin. "Öğleyin yiyebilir miyiz?"
210

"O zamana kadar açlıktan ölürüm yahu, yine de yalnız ye­


mekten iyidir."
"Tamamdır, anlaştık" dedi Martin ve odasına gitti. Fj all­
backa'dan dönerken iyice düşünmüştü . Telefon rehberine
baktıktan sonra aradığını buldu.
Telefonu açan görevliye "Eva Nestler'i arıyorum" dedi. Gö­
revli, ondan önce arayanların olduğunu söyleyince, telefon
kuyruğunda sabırla beklerneye başladı. Her zamanki gibi iğ­
renç bir bekleme müziği çalıyordu, ama bir süre sonra hiç de
fena olmadığını düşündü. Martin saate baktı. On beş dakika­
dır bekliyordu. Beş dakika daha zaman verdi, sonra kapatıp
tekrar arayacaktı. Tam o sırada Eva'nın sesini duydu.
"Eva Nestler."
"Merhaba. Benim adım Martin Molin. Beni hatırladınız
mı bilmiyorum, ama birkaç ay önce çocuk taeizi şüphesiy­
le yürüttüğümüz bir soruşturma sırasında tanışmıştık. Ta­
numshede polis merkezinden arıyorum" diye aceleyle ekledi.
"Evet hatırladım. Patrik Hedström'le çalışıyorsunuz" dedi
Eva. "Çoğunlukla Patrik'le bağlantı kurduk, ama sizinle ta­
nıştığımızı da hatırlıyorum." Bir an sessizlik oldu. "Size nasıl
yardımcı olabilirim?"
Martin boğazını temizledi. "Asperger sendromu denen şey
hakkında bilginiz var mı?"
"Asperger sendromu. Evet, bir şeyler biliyorum."
"Bizim bir... " Martin sustu, kendini nasıl ifade edeceğini bi­
lemedi. Morgan zanlı olarak sınıflandırılamazdı, belki şüpheli
denebilirdi. Yeniden başladı. "Üzerinde çalıştığımız bir olayda
Asperger sendromlu biriyle karşılaştık, bu konuda daha fazla
bilgiye ihtiyacımız var. Bana yardım edebilir misiniz?"
"Evet, ama bilgilerimi tazelernem için biraz zamana ihti­
yacım olacak." Martin onun sayfaları çevirdiğini duydu, ran­
devu defteri olmalıydı. "Aslında bugün öğle yemeğinden son­
ra kendime bir saat ayırmıştım ufak tefek işler için, ama po-
21 1

lisin ihtiyacı varsa . . . " Sayfaları biraz daha çevirdi. ''Yoksa ge­
lecek salıya kadar randevu defterim dolu."
"Hemen olması iyi olur" dedi Martin aceleyle. Aslında bu­
nu telefonda halletmeyi düşünmüştü, ama Strömstad'a ara­
bayla gitmek mesele değildi.
"O zaman kırk beş dakika içinde görüşmek üzere."
"Elbette" dedi Martin. Sonra aklına bir şey geldi. "Gelir­
ken size öğle yemeği için bir şeyler getireyim mi?"
''Tabii, neden olmasın? Ödediğim vergilerden birazını ge­
ri almak hiç fena olmaz" dedi Eva. Ardından, ''Yalnızca şaka
yapıyorum" diye ekledi çabucak, şakasının yanlış anlaşabile­
ceğinden korkmuştu.
"Rorun yok" diyerek güldü Martin. ''Vergi iadenizin getire­
ceği yemek türü konusunda özel bir isteğiniz var mı?"
"Hafif bir şey iyi olur, belki bir salata . Çoğu insan yaz
mevsimi için zayıflamaya çalışıyor, ben galiba tersini yapıyo­
rum, kış için kilo vermeye çalışıyorum."
"Salata alırım" dedi Martin ve telefonu kapattı.
Ceketini alıp Gösta'nın kapısında durdu.
"Hey, bugün yemeği atlayacağız. Ben Strömstad'a gidip
Eva Nestler'le, genellikle danıştığımız psikiyatrla görüşece­
ğim." Gösta'nın yüz ifadesini görünce, "Elbette istersen sen
de gelebilirsin" diye ekledi.
Bir an Gösta buna niyetlenmiş gibi göründü. Ama birden
dışarıda gökyüzü yarıldı, o da başıyla hayır dedi. "Bu havada
çıkmayayım. Patrik ile Ernst'i arayıp bana yiyecek bir şeyler
getirmelerini söyleyeyim."
"Sen öyle yap. Ben çıkıyorum şimdi."
Gösta sırtını dönmüştü bile, cevap vermedi. Martin ön ka­
pıda duraladı, sonra ceketinin yakasını kaldırıp arabasına
doğru koştu.
Yarım saat sonra Martin arabasını nehrin kenarına,
Eva'nın ofisine bir taş atımlık mesafeye park ediyordu. Ofis,
212

Strömstad polis merkeziyle aynı binadaydı ve ikisinin birbi­


riyle çok işi olduğunu tahmin etti. Polisin psikiyatr yardımı­
na çok ihtiyacı oluyordu, örneğin bir taciz mağdurunun so­
ruşturmadan sonra profesyonel yardıma ihtiyacı oluyordu.
Eyalette çok sayıda psikiyatr yoktu; Eva bunlardan biriydi.
Parlak bir ünü vardı, çok bilgili kabul edilirdi. Patrik onun
hakkında hep iyi konuşmuştu, Martin de ondan yardım ala­
bileceğini umuyordu.
Aslına bakılırsa ona neden danışmak istediğini tam bilmi­
yordu. Morgan zanlı değildi ne de olsa, ama garip davranışla­
rı ve kişiliğinin arkasında yatanlar Martin'in merakını uyan­
dırmıştı. Asperger sendromu onun için yepyeni bir şeydi, bir
şeyler öğrenmesinin bir zararı olamazdı.
Vestiyere ceketini asmadan önce yağmur sularını sil­
keledi. İçindeki gömlek de ıslanmıştı, hafifçe titredi. Bir
kesekağıdının içinde Kahve ve Çörek'ten aldığı iki salata­
yı getirmişti. Eva kabul görevlisine Martin'in geleceğini ön­
ceden bildirmişti anlaşılan. Görevli Martin' e, Eva'nın adının
yazılı olan kapıyı başıyla işaret etmekle yetindi. Martin çeki­
nerek kapıyı tıklattığında, "Buyurun" diyen sesi işitti.
"Merhaba, çabuk geldiniz." Eva saate baktı. "Umanm bu­
raya gelirken hız sınırını aşmamışsınızdır." Ayıplayarak ba­
kıyormuş gibi yaptı, sonra güldü.
''Yok, öyle tehlikeli şeyler yapmadım. Ayrıca polisin bu­
günlerde başka işlerle meşgul olduğunu biliyorum" diye fısıl­
dadı Martin, bir sır payiaşıyormuş gibi göz kırparak. Eva'yı
ilk görüşte sevdiğini hatırladı. Yanında bulunanları rahat­
latma konusunda özel bir yeteneği vardı. Onun mesleğinde­
kilere özgü olmalıydı bu.
Martin odadaki küçük bir sehpaya öğle yemeğini yerleş­
tirdi.
"Karides salatası yersiniz umarım."
"Mükemmel" diye cevap veren Eva, masasından kalkarak
213

küçük sehpanın etrafındaki dört sandalyeden birine oturdu.


"Aslında kendimi kandırıyorum" dedi, küçük kaptaki so­
sun tümünü salatasına boşaltırken. "Bu sıvı yağı salataya
döktükten sonra, bari hamburger ısmarlasaydım. Ama sala­
ta psikolojik olarak iyi geliyor. Böylece akşam küçük bir di­
lim pasta yiyebilirim." O kadar güldü ki, göğüsleri hopladı.
Martin onun tombul vücuduna bakarak, Eva'nın kendini
sık sık kandırdığını düşündü, ama kadın çok zarif giyinmiş­
ti, kısa kır saçları ona modern bir hava verdiği gibi yaşına da
uygundu.
"Demek Asperger sendromu hakkında bilgi istiyorsunuz"
dedi.
"Evet. İlk kez dün karşılaştım bu olayla, şu aşamada sade­
ce merak ediyorum" dedi Martin, çatalıyla bir karİdes alırken.
"Bir şeyler biliyorum, ama bu tanıyla gelmiş hiçbir has­
tam olmadı. Onun için siz gelmeden önce konu hakkında bir
şeyler okudum. Tam ne öğrenmek istiyorsunuz? Söylenecek
çok şey var çünkü."
"Bakalım" dedi Martin biraz düşünerek. "Belki bana As­
perger sendromu olan birinin tanımlayıcı özelliklerinin ne ol­
duğunu ve hastalığın Asperger sendromu olduğunun nasıl
anlaşıldığını anlatabilirsiniz."
"Birincisi, yakın zamanlara kadar böyle bir tanı yoktu .
Aşağı yukarı on beş yıl önce ortaya çıktı, ama ilk kez kırk­
lı yıllarda Hans Asperger tarafından belgelendi. Fonksiyonel
bir arıza. Bazı araştırmacılar onda da bu sendromun olduğu­
nu iddia ediyor şimdi."
Martin başını salladı ve Eva'nın devam etmesini bekledi.
"Otizmin bir türü, ama böyle bir kişinin zekası normalden
başlayıp üstün zekaya kadar çıkabiliyor."
Martin bunu Morgan'ın da söylediğini hatırladı.
Eva devam etti: "Asperger sendromunu tanımlamayı güç­
leştiren nokta, belirtilerin hastadan hastaya değişmesi; bun-
214

lar birkaç gruba ayrılıyor. Bazı insanlar içe kapanıyor, da­


ha çok klasik otizmde olduğu gibi. Bazıları ise aşırı ölçüde dı­
şadönük oluyor. Asperger sendromunun erken teşhisine en­
der rastlanır. Anne babalar çocuklarının davranışının bir bi­
çimde anormal olmasından tedirgin olabilirler ama tam ola­
rak ne olduğunu anlatamazlar. Ve dediğim gibi çocuktan ço­
cuğa çok değişebilir. Asperger sendromlu çocukların kimi çok
erken konuşmaya başlar, kimi de çok geç; aynı şey yürüme­
de ve gelişimin başka birçok alanında da geçerlidir. Normal­
de sorun okul çağından önce ortaya çıkmaz, yanlış teşhis de
işte o sırada olarak konabilir. DEHB veya ZADE sanılabilir."
"Hastalık o zaman kendini nasıl belli eder?" Martin konu­
ya o kadar kendini kaptırmıştı ki yemeğini yemeyi unuttu.
Polis akademisine başvurmadan önce psikoloji okuma fikriy­
le oyalanmıştı biraz, bazen doğru seçim yapıp yapmadığını
düşünürdü. Hiçbir şey, bin bir şekliyle insan ruhu kadar il­
ginç olamazdı.
"En açık belirtiler sosyal iletişimde karşılaşılan zorluklar­
dır. Çocuklar sürekli uygunsuz şekilde davranır. Toplumsal
kuralları anlamazlar, pat diye doğruyu söyleme eğiliminde­
dirler, bu da başka insanlarla geçinmelerini zorlaştırır. Güç­
lü bir benmerkezcilik vardır. Başka insanların deneyimlerini
veya duygularını anlamakta zorlanırlar, yalnızca kendileriy­
le ilgilenirler. Başka çocuklarla oynarlarsa, ya her şeye ka­
rar vermek isterler veya onların her dediğine boyun eğerler.
Bu sonuncusu daha çok kız hastalarda görülür. Bir başka be­
lirti, çocuğun, özel bir ilgi alanı bulunca bunu saplantıya dö­
nüştürmesidir. Asperger sendromlu çocuklar inanılmaz dere­
cede ayrıntı meraklısı olurlar ve genellikle özel ilgi alanla­
rı hakkında her ayrıntıyı öğrenirler. Yetişkinler için bir çocu­
ğun bilgisini geliştirmesini seyretmek heyecan vericidir ama
Asperger sendromlu çocukların zihni tek ray üzerinden işler.
Kendi özel tutkularına öylesine sapiantılı bir biçimde bağlı-
215

dırlar ki, bir süre sonra diğer hiçbir şeye ilgi duymazlar. Ço­
cuklar okul çağına gelince, sapiantılı davranışlar ve düşünce­
ler meydana çıkar. Her şeyi belirli bir tarzda yapmak ister­
ler, çevrelerindeki insanlan da öyle davranmaya zorlarlar."
''Ya dil?" diye sordu Martin, Morgan'ın kendini ifade edi­
şindeki garipliği hatırlayarak.
"Evet, dil de güçlü bir belirtidir." Eva tabağındaki son sa­
lata parçasını sıyırıp devam etti: "Asperger sendromu olan
insanların günlük hayatta karşılaştığı en büyük güçlük bu­
dur. Biz insanlar iletişime geçtiğimizde sözcüklerle söyledik­
lerimizden daha fazlasını ifade ederiz. Beden dili, yüz ifadesi
kullanınz, bir cümlenin tonlamasını değiştiririz, farklı vurgu­
lar yapanz ve bol bol ben7.P.tme, mec a z kullanırız. Bütün bun­
lar Asperger sendromlu biri için güçlük yaratır. 'Kahveyi her­
halde atlayacağız' gibi bir ifade, birinin kahve fincanın üze­
rinden atıarnası gibi anlaşılabilir. Konuştuklarında da sesle­
rinin başkalannın kulağına nasıl geldiğini anlamakta güçlük
çekerler. Sesleri çok yumuşak, fısıltı gibi veya çok tiz ve ince
olabilir. Genellikle kendini tekrarlayan, tekdüze bir ses olur."
Martin başını salladı. Morgan'ın sesi bu tanıma uyuyordu.
"Benin karşılaştığım kişinin aynı zamanda hareketleri de
garipti. Bu da yaygın mıdır?"
Eva başını salladı. "Motor fonksiyonlar da belirgin bir işa­
rettir. Hantal, kazık gibi veya çok minimalist olabilir. Stereo­
tipiye de sık rastlanır."
Martin'in yüzünden bu son terimi açıklaması gerektiğini
anlamıştı.
"Stereotipi, tekrarlanan hareketler anlamına gelir, örne­
ğin eli küçük hareketlerle saHamak gibi."
"Motor beceriler konusunda sorunu olan Asperger send­
romlu biri yaptığı başka şeylerde aynı sorunu yaşar mı?"
Martin, Morgan'ın parmaklarının klavye üzerinde nasıl hız­
lı çalıştığını hatırlamıştı.
216

"Hayır, öyle olması gerekmez. Özel ilgi alanıyla bağlantılı


olarak veya kendisi için çok çekici olan bir şey yapıyorsa, çok
iyi çalışan bir motor-fonksiyon becerisi olabilir."
"Bu sendromu yaşayan çocukların ergenlik yılları nasıl
geçer?"
"İşte bu, bambaşka bir hikaye. Ama devam etmeden önce
biraz kahve içmek ister misiniz? Hazmedecek çok bilgi var. Bu
arada, not alacak mısınız yoksa hafızanız bu kadar iyi mi?''
Martin, masaya yerleştirdİğİ küçük kayıt cihazını işaret
etti. "Asistanım bu işi halledecek. Ama bir fincan kahveye
hayır demem." Karnı hafiften gurulduyordu. Öğlenleri genel­
likle salata yemezdi, dönüşte bir sosisli sandviççiye uğraya­
cağı kesindi.
Bir süre sonra Eva iki elinde dumanı tüten birer fincan
kahveyle geldi. Konuşmasına devam etti.
"Nerede kalmıştık? H a evet, ergenlik yılları. Asperger
sendromu tanısı koymanın güç olduğu bir dönemdir bu, eğer
önceden konmadıysa. İlk gençlik yıllarının tüm genel sorun­
ları onlarda da görünür, üstelik daha aşırı, daha belirgin bi­
çimde. Örneğin temizlik büyük bir sorun olur. Çoğu günlük
hijyen konusuna ilgisizdir. Duş yapmak, diş fırçalamak veya
elbise değiştirmek isteği duymazlar. Okula gitmek dert olur.
Okulda çaba göstermenin önemini anlamakta güçlük çeker­
ler ve okul arkadaşları ya da başka akranlarıyla sosyal et­
kileşime girmekte zorlanırlar. Bu nedenle grup çalışmaları­
na katılmak zor ya da imkansız olur, oysa şimdi okullarda bu
tarz çalışmalar gitgide daha çok öne çıkıyor. Depresyona ve
antisosyal davranışlara sık rastlanır."
Martin kulaklarını dikti. "Bu kategori altına neler girer?"
"Örneğin şiddet suçları, hırsızlık, kundakçılık."
"Öyleyse Asperger sendromu olan kişiler cinayet işlemeye
yatkın mıdır?"
"Hayır, Asperger sendromlu kişilerin genel olarak şiddet
21 7

suçlarına yatkın olduğu söylenemez, ama genel nüfusa göre


yüzde oranı kesinlikle daha yüksektir. D aha önce söylediğim
gibi güçlü ego takıntıları ve başkalarını anlama güçlükleri
vardır. Empati kurma yeteneğinden yoksun olmaları karak­
teristik özellikleridir. Biraz basitleştirecek olursak, sağduyu,
Asperger sendromlularda olmayan bir şeydir."
"Öyleyse Asperger sendromlu biri eğer . . . " Martin bir an
duraksadı. " ... Bir cinayet soruşturmasına karışmışsa, üzerin­
de daha çok mu durulmalıdır?"
Eva soruyu ciddiye aldı, cevap vermeden önce bir süre
üzerinde düşünmek için durakladı.
"Buna kesin bir cevap veremem. Tabii ki, dediğim gibi, ta­
nının bazı özellikleri, bu hastalarda çoğu insanın cinayet iş­
lemesini engelleyen eşiğin iyice düşmesine yol açar. Ama As­
perger sendromlu olup cinayet işieyecek kadar ileri gidenle­
rin yüzde oranı da çok düşüktür. Evet, gazeteleri okuyorum,
onun için de hangi olaydan bahsettiğinizi biliyorum" dedi
Eva kahve fincanını avuçlarının arasında okşayarak. "Benim
kişisel fikrim, bu yoldan gitmek son derece riskli olur. Ne de­
mek istediğimi anlıyor musunuz?"
Martin başını salladı. Eva'nın ne demek isteğini çok iyi
anlamıştı. Sadece farklı oldukları için suçlanıp sonuçta yan­
lış yapıldığı anlaşılan pek çok olay vardı. Ama bilgi güç de­
mekti ve Morgan'ın dünyasının içyüzünü biraz öğrenmenin
paha biçilmez bir değeri olduğunu hissetti.
"Bana zaman ayırdığınız için size gerçekten teşekkür et­
mek isterim. Umarım benim yüzümden ertelediğiniz işler
çok acil değildi."
"Yok, hiç değil" dedi Eva ve onu yolcu etmek için ayağa
kalktı. "Gardırobumun yenilenmeye fena halde ihtiyacı var­
dı, o kadar. Yani, gelecek haftaya kadar bekleyebilir."
Martin'e vestiyere kadar eşlik etti ve ceketini giymesini
bekledi; ceket artık kurumuştu.
218

"Bu berbat havada dışarı çıkmarnam çok iyi oldu" dedi


Eva. Pencereden dışarıya, hala hızını kesmeyen, meydanda
küçük gölcükler oluşturan yağınura baktılar.
"Galiba sonbahar hiç bitmeyecek" diye cevap verdi Martin
ve veda etmek için elini uzattı.
"Bu arada öğlen yemeği için teşekkürler" dedi Eva. "Baş­
ka sorularınız olursa lütfen arayın. Bu konuyu biraz okuyup
bilgi tazelemek benim için zevkti. Çoğu zaman buna fırsat
bulamıyorum."
"Tamam. Gerekirse sizi telefonla ararım. Tekrar teşek­
kürler."
Fj allbacka 1 924

Doğum, Agnes'in düşündüğünden çok daha korkunç oldu.


Neredeyse kırk sekiz saat doğum sancısı çekmişti; en sonun­
da doktor bütün ağırlığıyla karnının üstüne yatıp birinci be­
beği dünyaya getirmesini sağlamasaydı, neredeyse ölecek­
ti. Çünkü iki bebek vardı. İkinci oğlan hemen ardından geldi
ve iyice yıkanıp battaniyelere sarıldıktan sonra gururla ona
gösterildiler. Ama Agnes başını çevirdi. Hayatını mahveden
ve onu ölümün eşiğine kadar getiren bu yaratıkları görmek
istemedi. İster başkasına versinler, ister nehre atsınlar ve­
ya ne yaparlarsa yapsınlar, onu hiç ilgilendirmiyordu. İnce,
tiz çığlıkları kulaklarını tırmalıyordu. Mecburen bir süre din­
ledikten sonra, iki eliyle kulaklarını tıkadı ve bebekleri ku­
cağında tutan kadına çığlık çığlığa, "Götür bunları!" diye ba­
ğırdı. Dehşete düşen hemşire emre uydu. Agnes çevresindeki
insanların fısıldaşmaya başladığını duydu. Ama yavaş yavaş
çığlıklar uzaklaştı, artık uyumasına izin verilmesini istiyor­
du. Yüz yıl uyumak, sonra onu bu sefaletten ve bedeninden
çıkan, bakım gerektiren o iki canavardan kurtaracak prensin
öpücüğüyle uyanmak.
Uyan dığında ilkin hayalinin gerçekleştiğini düşün­
dü. Uzun boylu bir karaltı üzerine eğilmişti; bir an bekledi­
ği prens san dı onu, sonra gerçek kafasına dank etti. Üzerine
doğru eğilen Anders'in aptal suratını gördü. Yüzündeki sev-
220

gi dolu ifade midesini bulandırdı. Ona iki oğlan doğurdu di­


ye aralarının eskisinden farklı olacağını mı sanıyordu? İkisi­
ni de alıp gitse, ona da özgürlüğünü verse çok memnun olur­
du. Kısa bir an, bu düşüncenin göğüslerinde nasıl bir sevinç
duygusu uyardığım fark etti. Artık bedeni kocaman, şekilsiz
ve hamile değildi. İste se gidebilirdi; ait olduğu, kendisine la­
yık hayatı bulabilirdi. Sonra bunun ne kadar imkansız oldu­
ğunun farkına vardı. Babasının yanına dönme şansı olmadı­
ğına göre, nereye gidebilirdi? Parası yoktu, para bulmasının
da bir yolu yoktu, sokaklarda kendini satmak dışında. Şim­
diki hayatı bile bundan daha iyiydi. Durumu öyle umutsuz­
du ki başını çevirip hıçkınklara boğuldu. Anders onu okşadı.
Agnes becerebilseydi kollannı kaldınp o elleri uzaklaştırırdı.
"O kadar güzeller ki Agnes. Mükemmeller." Anders'in se­
si hafıfçe titriyordu.
Agnes cevap vermedi, sadece duvara baktı ve başka her
şeye kendini kapadı. Ah keşke biri gelip onu buradan alıp gö­
türseydi.

* * *

Sara hala dönmemişti. Annesi gelmeyeceğini söylemişti,


ama Frida ona inanmıyordu. Bunun annesinin öylesine söy­
lediği bir şey olduğunu düşünüyordu. Sara böyle ansızın, şıp
diye ortadan kaybolamazdı, değil mi? Eğer öyleyse, ona da­
ha iyi davranmadığı için pişmanlık duydu. Oyuncaklannı al­
dığında bu kadar kavga etmemeli, istediğini ona vermeliydi.
Belki artık çok geçti.
Pencereye gidip yine gökyüzüne baktı. Kurşuniydi, kir­
li gibi görünüyordu. Sara orada oturmaktan hoşlanıyor ola­
mazdı, değil mi?
Sonra bir de sır meselesi vardı, şu ihtiyar adam. Elbette
Sara'ya verdiği sözü tutmuş, konuşmamıştı. Ama annesi her
22 1

zaman doğruyu söylemesi gerektiğini söylemişti. Ve hiçbir


şey söylememek de yalan söylemekle aynı şey değil miydi?
Frida bebek evinin önüne oturdu. E n sevdiği oyuncağı
buydu. Küçükken annesininmiş, şimdi Frida'ya aitti. Bir za­
manlar annesinin Frida'nın şimdiki yaşında olduğunu hayal
etmek ona zor geliyordu. Annesi öyle . . . yetişkin di ki.
Bebek evi 1970'lerden kaldığını belli eden izler taşıyordu.
İki katlı tuğla bir evi temsil ediyordu, içi de kahverengi ve
turuncu renklerde döşenmişti. İçindeki mobilyalar, annesi­
nin bebek eviyle oynadığı günlerden kalmaydı. Frida her par­
çanın süper olduğunu düşünüyordu, ama pembe ve mavilerin
daha çok olmaması da yazıktı. Mavi en sevdiği renkti. Pem­
be ise Sara'nın en sevdiği renkti. Frida bunun garip olduğu­
nu düşündü. Pembe ile kırmızının uyuşmadığını herkes bilir­
di ve Sara'nın kırmızı saçları vardı, o zaman pembeyi sevrne­
mesi gerekirdi. Ama o yine de severdi. Sara hep öyleydi. Bir
çeşit uyumsuz.
Evin dört bebeği vardı. Çocuk bebekler, anne bebek, ba­
ba bebek. İki çocuk bebeği -ikisi de kızdı- aldı ve karşılıklı
oturttu. Genellikle yeşil kıyafetlisinin kendisi olmasını ister­
di, çünkü en güzeli oydu. Ama şimdi Sara öldüğüne göre ye­
şillisi o olabilirdi. Frida kahverengili bebek olmalıydı.
"Merhaba Frida, öldüğümü biliyor musun?" dedi yeşilli
Sara bebek.
"Evet, annem söyledi" dedi kahverengili.
"Ne diyor annen bu konuda?"
"Cennete gittiğini söylüyor ve bir daha benimle oynamaya
gelmeyeceğini."
"Ay ne sıkıcı" dedi Sara bebek.
Frida, Sara bebeğin kafasını evet anlamında salladı.
"Evet, bence de öyle. Öleceğini ve bir daha benimle oynama­
ya gelmeyeceğini bilseydim istediğin her oyuncağıını alabilir­
din, hiç şikayet etmezdim."
222

"Ne yazık" dedi Sara bebek. "Ölmüş olmam, demek iste­


dim."
"Evet, çok yazık" dedi kahverengili.
İki bebek de bir an sustu. Sonra Sara bebek ciddi bir ton-
da, "O adam hakkında bir şey söylemedin değil mi?"
"Hayır, söz vermiştim."
"Evet, çünkü o bizim sırrımızdı."
"Ama neden söylemeyeyim. İhtiyar adam kötüydü." Kah­
verengili bebeğin sesi tizleşmişti.
"Şundan. İhtiyar adam kimseye söyleme dedi. Ve ihtiyar
adam ne derse o yapılacak."
"Ama sen öldün, ihtiyar adam sana hiçbir şey yapamaz ar­
tık değil mi?"
Sara bebeğin buna söyleyecek bir sözü yoktu. Frida dik­
katlice bebekleri evin içine koydu ve yine pencereden bakma­
ya gitti. Sara öldüğü için her şey ne kadar zordu.

* * *

Annika yemekten henüz dönmüştü, Ernst'le ikisi geldikle­


rinde Patrik'e seslendi. Patrik yalnızca elini salladı ve aceley­
le ofisine doğru gitti, ama Annika ısrarlıydı. Patrik yüzünde
merak dolu bir ifadeyle döndü. Annika gözlüğünün üstünden
ona baktı. Çok yorgun görünüyordu Patrik, ayrıca yağmur­
da ıslanmak ona suda boğulmuş bir kedi görünümü vermişti.
Ama belli ki, evdeki bebek ile katıedilmiş bir çocuğun arasın­
da sıkışıp kalmak, ona kendine ait bir zaman bırakmıyordu.
Patrik'in gözlerindeki sabırsızlığı gördü ve raporunu ver­
mek üzere hızla ona doğru gitti. "Bugün bütün gazetelerde
haber çıktığı için bir sürü telefon aldım."
"İlginç bir şey çıktı mı?" dedi Patrik fazla heveslenmeden.
Halktan yararlı bir bilgi almaları o kadar ender rastlanan
bir şeydi ki, fazla ümit beslemiyordu.
223

"Hem evet hem hayır" dedi Annika. "Çoğu bildiğimiz dedi­


kodular, ezeli düşmanlarını ele verenler, her çeşit insan, ama
bu kez homofobi tavan yaptı. Çiçekçi dükkanında çalışan ve­
ya saç kesen bir erkek otomatik olarak eşcinsel sayılıyor, ço­
cuklara korkunç şeyler yapabilecek kişiler olarak kabul edi­
lİyorlar."
Patrik ağırlığını bir ayağından ötekine aktarıyordu, Anni­
ka hızla devam etti. Elindeki desteden en üstteki notu çekip
aldı, ona verdi.
"Bunda bir şey var gibi. Bir kadın aradı. Adını vermeyi
reddetti, ama Sara'nın küçük erkek kardeşinin tıbbi raporla­
rına bakmamız gerektiğini söyledi. Söyledikleri bundan iba­
retti, ama bana burada önemli bir şey varmış gibi geldi. izle­
mekte yarar olabilir, en azından."
Patrik fazla ilgilenmedi. Öte yandan Patrik telefonu eden
kadının sesindeki telaşı duymamıştı. Kötü niyetlerini sakla­
mayı bile becererneden dedikodu yayma meraklılarının se­
sinden çok farklıydı onun ses tonu.
"Evet, kontrol etmek faydalı olabilir, ama fazla ümitlen­
me. Ad vermeden yapılan ihbarlar genellikle boş çıkar." An­
nika tam bir şey söylemek üzere ağzını açmıştı ki Patrik eli­
ni kaldırdı.
"Evet, evet biliyorum. Bir şey sana bunun farklı olduğunu
hissettirdi. Söz veriyorum takip edeceğim. Ama hemen değil.
Şu anda çok acil işler var. Beş dakikaya kadar yemek odasın­
da brifing var, sonra sana anlatacak şeylerim olacak."
Patrik parmaklarını kapı pervazında tıpırdattı, sonra
elinde Annika'nın verdiği notla uzaklaştı.
Annika yeni gelen bilgiyi merak etti. Vakanın çözülmesi­
ne yarayacak kadar önemli olmasını diledi. Son zamanlarda
merkezdeki hava çok kasvetliydi.

* * *
224

Niclas'ın işinin başına oturacak ne rahatı vardı ne de hu­


zuru. Sara'nın yüzü peşini bırakmıyordu, polisin sabahki zi­
yareti bütün endişelerini su yüzüne çıkarmıştı. Belki dedik­
leri doğruydu, işe başlamakta çok erken davranmıştı. Ona
göre bu, ayakta kalabilmek için yaptığı bir şeydi. Düşünmek
istemediği konuları bir kenara bırakmasına yardım etmişti;
dikkatini ülser, nasır, üç günlük ateşlenıneler ve kulak en­
feksiyonlarına yoğunlaştırmıştı. Sara'yı düşünmesini engel­
leyecek her şeye razıydı. Veya Charlotte'u. Ama şimdi gerçek
acımasızca araya giriyor, hızla uçuruma doğru sürüklendiği­
ni hissediyordu. Kaygının bir yararı yoktu. Dürüst olmak ge­
rekirse, ki her zaman dürüst davranamıyordu, yaptıklarını
neden yaptığını bilmiyordu. İçindeki bir şey, sanki onu ula­
şamadığı bir avı aramaya itiyordu olanca gücüyle. Oysa öyle
çok şeyi vardı ki, en azından şimdiye kadar. Ama şimdi haya­
tı paramparça olmuştu, ne söyleyeceği bir söz ne de yapabile­
ceği bir şey bunu değiştirebilirdi.
Niclas önündeki raporların sayfalarını kayıtsızca çeviri­
yordu. Her zaman evrak işinden nefret etmişti, bugün de dik­
katini vermekte ciddi şekilde zorlanıyordu. Öğle yemeğin­
den sonraki ilk randevusunda hastasına karşı ters ve kaba
davranmıştı. Normalde kim olursa olsun, herkese cana ya­
kın davranırdı. Ama bugün kendi uydurduğu ağrılarla gelen
yaşlı kadın hastalarından birini daha pohpohlayacak enerjisi
yoktu. Bu hasta, kliniğin müdavimlerinden olsa da, artık ge­
ri gelmesi biraz şüpheliydi. Kadın, sağlık durumu hakkında
ne düşündüğünü pat diye söylemesinden hoşlanmamıştı. Her
neyse, böyle şeyler artık ona önemli gelmiyordu.
İç geçirerek önündeki tıbbi raporları toparladı. Ansızın
bunca zamandır bastırmaya çalıştığı duyguların yükü altın­
da kalmıştı. Tek bir hareketle masasının üzerindeki her şe­
yi yere savurdu. Kağıtlar tembelce uçuşup kocaman bir yı­
ğın halinde döşemenin üzerine kondu. Niclas aniden doktor
225

gömleğini üstünden çıkanp yere fırlattı ve ceketini giyip şey­


tan kovalıyormuş gibi koşarak ofisinden çıktı. Bir bakıma
gerçekten şeytan kovalıyorrlu onu. Kendini sakin görünmeye
zorlayarak bir an durdu ve hemşireye öğleden sonraki tüm
randevularını iptal etmesini söyledi. Sonra yağmurun altı­
na koştu. Bir gözyaşı damlası yolunu bulup ağzına geldi. Tu­
zun tadını alınca, kurşuni bir denizde başının etrafında be­
yaz köpüklerle su yüzünde yatan kızının görüntüsü canlan­
dı Niclas'ın gözünde. Bu onun koşmasını hızlanırdı. Kaçar­
ken gözyaşları yağmurla karışıyordu. En çok da, kendinden
kaçıyordu.

* * *

Kahve makinesi her zamanki kara katranı üretmek için


tekliyor, hırıldıyordu. Patrik eviyenin yanında durmayı ter­
cih etti, ötekiler fincanlarını alıp oturmuşlardı. Martin hariç
herkes oradaydı. Tam onun nerede olduğunu bilen var mı di­
ye soracakken, Martin nefes nefese içeri daldı.
"Kusura bakmayın, geç kaldım. Annika telefon edip top­
lantı olduğunu söylediğinde yoldaydım ve . . . "
Patrik elini kaldırdı. "Bunu sonra hallederiz. Şimdi sizinle
tartışmak istediğim konular var."
Martin başını salladı, Patrik'e meraklı gözlerle bakarak
masanın ucuna oturdu. "Sara'nın mide ve ciğer içeriğinin
analiz sonuçlan geldi. Ve garip bir şey bulundu." Masanın et­
rafındaki hava belirgin bir biçimde gerildi. Mellberg dikkat­
le Patrik'e bakıyordu, hatta Ernst ve Gösta da her zamankin­
den farklı olarak bu kez ilgilenmiş gibiydiler. Annika toplan­
tı sonrasında herkese tutanakları gönderebilsin diye her za­
manki gibi not alıyordu.
"Birisi kıza zorla kül yedirmiş."
Yere iğne düşse gök gürlemiş gibi ses çıkardı, odanın içi
226

o kadar sessizdi. Mellberg boğazını temizledi: "Kül mü? Kül


mü dedin?"
Patrik başını salladı. "Evet, ciğerlerinde ve midesinde kül
bulundu. Pedersen'in teorisine göre, kız banyo küvetindey­
ken biri ona zorla kül yedirmiş. Küllerin bir kısmi suya dö­
külmüş. Kız suda boğulunca o kül ciğerlerine girmiş."
"Ama neden?" dedi Annika hayretler içinde. İlk kez not al­
mayı unutmuştu.
"Evet, soru da bu. Ayrıca bu bilginin bizi nereye götüre­
ceği sorusunu da sormalıyız. Florin'lerin banyo küvetinin in­
celenmesi için ben zaten telefonla emir verdim. Külü nerede
bulursak, aradığımız cinayet mahalli orasıdır."
"Ama sen gerçekten aileden birinin . . . " Gösta cümlesini bi­
tirmedi.
"Ben bir şey düşünmüyorum" dedi Patrik. "Bir başka cina­
yet mahalli ihtimali daha ortaya çıkarsa, onu da aynı şekilde
didik didik tararız, özellikle bugün öğleden sonra yapılacak
aramadan bir şey çıkmazsa. Florin'lerin evi hala Sara'nın gö­
rüldüğü son yer, bu nedenle oradan başlamamız en doğrusu.
Sen ne dersin, Bertil?"
Soruyu laf olsun diye sormuştu. Mellberg soruşturmaya
hiç katılmamıştı, ama bir yanılsama da olsa da, işleri kontrol
edenin o olduğunun vurgulanmasından hoşlamrdı. Mellberg
başını salladı. "İyi fikir. Ama adli tıp neden evde daha önce
araştırma yapmadı?"
Patrik yüzünü buruşturmamak için kendini zor tuttu. Ay­
m şeye Ernst'in de daha önce parmak basması zaten yete­

rince kötüydü, ama bunu Mellberg'den duymak daha kötüy­


dü. Bütün bilgiler eldeyken akıllıca şeyler söylemek kolay­
dı. Patrik'in dürüst olması gerekirse, şimdiye kadar üstün­
körü bir incelemenin ötesinde evi aramak için geçerli bir ne­
denleri yoktu. Bunun için izin alabileceğinden bile emin de­
ğildi. Ama bunu belirtmekten vazgeçip mümkün olduğunca
227

üstü kapalı bir cevap verdi: "Elimizde artık somut bir ipu­
cu olduğuna göre, şimdi araştırmak daha doğru. Her neyse,
Uddevalla'dan gelen ekip saat dörtte orada olacak. Ben de
aramaya katılmaya karar verdim, Martin vaktin varsa sen
de benimle gelir misin?"
Patrik ihtiyatla Mellberg'e bakınıştı bunu söylerken. Mell­
berg'in Ernst'i ona kakalamak konusunda üstelemeyeceği­
ni umuyordu. Şansı yaver gitti. Mellberg tek kelime etmedi.
Belki de konuyu bütünüyle unutmuştu.
''Tabii ki gelirim" dedi Martin.
''Tamam öyleyse, toplantı bitmiştir."
Annika aldığı telefon hakkında bilgi vermek istemişti,
ama herkes ayağa kalkmıştı bile, böylece beklerneye karar
verdi. Not Patrik'in elindeydi, mümkün olan en kısa zaman­
da ona bakacağından emindi.
Annika'mn eliyle yazdığı not aslında Patrik'in arka cebin­
deydi. Unutulup gitmişti.

* * *

Stig merdivende ayak sesleri duydu ve kendini hazırladı.


Aşağıdan Niclas ile Lilian'ın seslerini duymuştu, ne konuş­
tuklarını biliyordu. Dikkatlice kendini yarı oturur pozisyo­
na getirdi. Sanki binlerce bıçak karnını deşiyor gibiydi, ama
Niclas odaya girene kadar Stig'in yüzündeki ifade yok oldu.
Babasının çaresiz, ufalmış, soğuk bir hastane yatağında çü­
rüyen görüntüsü aklından çıkmıyordu Stig'in. Bir kez da­
ha yemin etti, aynı şeyin kendi başına gelmesine izin verme­
yecekti. İçinde bulunduğu durum geçiciydi. Sancı daha önce
geçmişti, yine geçecekti.
"Lilian bugün kendini daha kötü hissettiğini söylüyor."
Niclas yatağın kenarına oturdu ve yüzüne en kaygılı doktor
ifadesi yerleştirdi. Stig onun gözlerinin kızarmış olduğunu
228

fark etti. Ağladığıysa bundan doğal ne olabilirdi? Stig de kü­


çük kızı çok özlüyordu, canı yanıyordu. Niclas'ın cevap bekle­
diğini fark etti.
"Kadınlar nasıldır bilirsin. Her şeyi abartırlar. Dün gece
pek iyi uyumamıştım, hepsi bu, ama şimdi daha iyi hissedi­
yorum kendimi." Sancısı dişlerini sıkmaya zorluyordu onu ve
kendini nasıl hissettiğini göstermernek onu çok yormaktaydı.
Niclas ona şüpheyle baktı, sonra yanında getirdiği koca­
man doktor çantasından aletlerini çıkardı.
"Sana inandığımdan emin değilim, tansiyonunu ölçmek­
le başlayıp hayati organlarını kontrol edelim. Sonra bakarız."
Tansiyon aletinin kol handım geçirdi, sıkmaya başlayana
kadar pompaladı. Göstergenin düşmesini bekledikten sonra
bandı çıkardı.
"1 5'e 8, fena değil. Göğsünü aç dinleyeyim."
Stig emre uydu, gömleğinin düğmelerini acayip şekilde
sertleşmiş ve isteksiz parmaklarıyla çözdü. Göğsündeki so­
ğuk dinleme aleti nefesini kesti. Niclas ciddi bir sesle, "Uzun
ve derin nefes al" dedi.
Her nefes canını acıtıyordu. Ama sırf irade gücüyle
Niclas'ın dediklerini yaptı. Biraz dinledikten sonra Niclas
stetoskopu kulağından çıkardı. Doğrudan Stig'in gözlerinin
içine baktı.
"Önlem almayı gerektirecek kesin bir şey yok, ama kendi­
ni daha kötü hissedersen bana söylemelisin. Seni baştan aşa­
ğı doğru dürüst kontrol ettirsek iyi olur. Seni Uddevalla'ya
göndersem bazı testler yaparlar ve benim kaçırdığım kötü bir
şey varsa bulurlar."
Stig başını saliayarak bu öneriyi kabul etmediğini belirtti.
"Benim için para ve zaman kaybına gerek yok. Herhalde bir
mikrop kaptım, yakmda iyileşirim. Daha önce de olmuştu bu,
değil mi?" Sesi yalvarır gibi çıkıyordu.
Niclas başını saliayarak içini çekti. ''Uyarmadm deme son-
229

ra. İnsanın vücudu bir şeyin yolunda gitmediğine dair bazı


işaretler veriyorsa çok dikkat etmek lazım, ama üstüne var­
mayacağım. Bu senin sağlığın, bu yüzden sana kalmış. Gerçi
aşağı inip Lilian'la karşılaşmayı hiç istemediğimi de söylemek
zorundayım. Eve geldiğimde cankurtaran çağırmak üzereydi."
"Evet, çok acelecidir, Lilian'cığım" diye kıs kıs güldü Stig,
ama bıçaklar yine karnma saplanmaya başlayınca hemen
sustu.
Niclas çantasını kapatıp Stig'e kuşkuyla baktı. "Bir sorun
olursa bana söyleyeceğine söz veriyor musun?"
Stig başıyla onayladı. ''Mutlaka."
Ayak seslerinden Niclas'ın aşağıya indiğini anlar anlamaz
sırtüstü uzanma pozisyonuna geçti. Sancı birazdan geçecekti.
Yeter ki hastaneden uzak olsun. Her ne pahasına olursa ol­
sun hastaneden kaçınacaktı.

* * *

Kapıyı açınca Lilian'ın yüzünde çeşit çeşit ifadeler belir-


di. Patrik'le Martin, arkalarında iki kadın bir erkek üç kişi­
lik bir ekiple kapıya dikilmişlerdi.
"Niye bunca insan geldi?"
"Banyonuzu inceleme iznimiz var."
Patrik onun bakışianna karşılık vermekte güçlük çekiyor­
du. Mesleği yüzünden kendini duyarsız bir bok gibi hissetme­
si çok tuhaftı.
Lilian granit kadar sert bakışlarla onları süzdü. Ama bi­
raz sonra kenara çekilip içeri girmelerine izin verdi.
"Buraları berbat etmeyin, daha yeni temizledim" diye çı­
kıştı.
Bu sözler üzerine Patrik bu işi daha önce yapmadığına
pişman oldu. Florin'lerin evi hafta başında fark ettiği gibi
her gün temizleniyordu. Odada işe yarayacak bir kanıt olsa
230

bile, kesinlikle şimdiye kadar çoktan temizlenmişti.


"Burada aşağıda bir tuvalet var, küvetli banyo yukanda."
Lilian eliyle üst katı işaret etti. "Ayakkabılarınız çıkann" di­
ye emretti. Herkes emre uydu. ''Ve Stig'i rahatsız etmeyin,
dinleniyor." Gizlemediği bir hiddetle mutfağa girdi, şangur
şungur gürültü çıkartarak bulaşık yıkamaya başladı.
Patrik'le Martin bakıştılar, sonra teknisyenlerle birlik­
te yukarı çıktılar. Kenara çekilerek ekibi banyoya soktular,
kendileri dışarıda, koridorda beklediler. Stig'in oda kapısı
kapalıydı, o yüzden alçak sesle konuyorlardı.
"Bunun gerçekten gerekli olduğunu düşünüyor musun?"
diye sordu Martin. "Failin yabancı biri olmadığını gösteren
hiçbir şey yok ve . . . aile de zor bir dönemden geçiyor."
Patrik neredeyse fısıltıyla "Doğru söylüyorsun" diye ce­
vap verdi. "Ama kendimizi rahatsız hissediyoruz diye birile­
rini eleyemeyiz. Aile bunu anlamasa bile, biz onlar için en iyi
olanı yapmayı düşünüyoruz. Onları şüpheliler listesinden çı­
karabilsek başka araştırmalara daha fazla yoğunlaşabiliriz.
Öyle değil mi?"
Martin başıyla onayladı. Evet, Patrik'in haklı olduğunu
biliyordu. Sadece bu çok tatsız bir şeydi. Merdivenlerde ayak
sesleri duyuldu, başlarını çevirince Charlotte'un sorgulayıcı
bakışlanyla karşılaştılar.
"Neler oluyor burada? Annem bir ordu adamla gelip ban­
yoyu incelediğinizi söyledi. Neden?" Sesi biraz yükselmişti,
onları geçip banyoya girmek istedi. Patrik onu durdurdu.
"Biraz oturup konuşalım mı lütfen?"
Charlotte arkalarındaki teknisyeniere son bir kez göz at­
tıktan sonra merdivenlerden inmeye başladı. Başını Patrik'le
Martin'e çevirmeden "Mutfakta oturacağız" dedi. "Annemin
de söylediklerinizi duymasını istiyorum."
Mutfaktan içeri girdiklerinde Lilian hala hiddetle şangur
şungur sesler çıkartarak bulaşık yıkamaktaydı. Albin yerde
23 1

bir hattaniyenin üzerinde oturuyor, anneannesinin yaptıkla­


rını şaşkın gözlerle seyrediyordu. Kadın sesini yükselttikçe
ürkmüş bir tavşan gibi sıçnyordu.
"Her şeyi darmaduman ediyorsanız, umarım sonra yerli
yerine koyarsınız." Lilian'ın sesi buz gibiydi.
Patrik, bir sandalyeye yerleşirken, "Hiçbir söz veremem"
dedi. "Bazı parçaları sökmek zorunda kalabilirler, ama sizi
temin ederim ellerinden gelen dikkati göstereceklerdir."
Charlotte Albin'i yerden kaldırıp kucağına aldı ve mutfak
sandalyelerinden birine oturdu. Küçük çocuk annesinin kol­
Iarına sokuldu. Charlotte kilo kaybetmişti, gözlerinin etra­
fında koyu halkalar vardı. Bir haftadır uyumamış gibiydi. . .
Aslında öyle d e olahi lirdi . Sorusunu sormak için ağzını aç­
tığında altdudağının titrediği görülüyordu. "O halde, neden
birdenbire bir sürü polisle geldiniz eve? Neden Sara'nın kati­
lini dışarda aramıyorsunuz?"
"Biz sadece bütün olasılıklan elemeye çalışıyoruz Charlot­
te. Konu şu . . . Elimize yeni bir bilgi geldi. Size şunu sormak
istiyorum, birinin Sara'ya kül yerdirmesi için bir sebep ola­
bilir mi?"
Charlotte, aklını kaçırmış gibi baktı ona. Albin'e daha sıkı
yapıştı. "Kül mü yemiş? Ne demek istiyorsunuz?"
Patrik adli tabibin ona söylediklerini anlattı ve ağzından
çıkan her kelimeden sonra Charlotte'un yüzünün daha da be­
yazlaştığım gördü.
"Bunu ancak bir deli yapabilir. O yüzden neden burada
vakit harcıyorsunuz, anlamakta daha çok güçlük çekiyorum."
Burada kelimesi çığlık gibi çıkmıştı ağzından. Annesinin
kaygısını sezen Albin çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Char­
lotte onu hemen yatıştırdı, Albin sustu, ama Charlotte gözle­
rini Patrik'ten ayırmıyordu.
Patrik az önce Martin'e söylediklerini tekrar etti: "Aileyi
soruşturmadan elememiz bizim için önemli. Ailenizden hiç
232

kimsenin Sara'nın ölümüyle bağlantılı olduğuna ilişkin bir


bilgi yok, kesinlikle. Ama bu ihtimali araştırmazsak, işimi­
zi yapmış olmayız. Bildiğiniz gibi, başka vakalarda da böyle
yapılıyor. Ne yazık ki, istediğimiz kadar duyarlı olamıyoruz."
Lilian homurdandı, eviyenin başında ayakta duruyordu.
Patrik'in kısa nutku hakkında ne düşündüğü belliydi.
"Anlıyorum tabii, anlıyorum" dedi Charlotte. "Sadece za­
manınızı daha verimli kullanınanızı isterdim."
"İstim üstünde çalışıyoruz, bütün ihtimalleri inceliyo­
ruz, sizi temin ederim." Patrik içgüdüsel bir hareketle ma­
sanın üzerinden eğilip elini Charlotte'un elinin üzerine koy­
du. Charlotte elini çekmedi, ama müthiş bir yoğunlukla göz­
lerini ona dikti, sanki ruhunun içine bakıyor, doğru söyleyip
söylemediğini anlamaya çalışıyordu. Patrik kaçmadı. Belli ki
Charlotte gördüğü şeyden tatmin olmuştu, gözlerini yere in­
dirip başıyla onu onayladı.
"Peki. Sanırım size güvenmem gerek. Neyse şanslısınız,
Niclas evde değil."
"Biraz önce buradaydı" dedi Lilian, yüzünü dönmeden.
"Stig'e baktı, sonra yine çıktı."
"Neden geldi eve? Hem neden geldiğini bana haber verme­
din?"
"Uyuyordun, sanırım. Günün ortasında neden eve geldi bil­
miyorum. Biraz ara vermeye ihtiyacı vardı herhalde. Her ney­
se, işe başlaması için erken olduğunu söylemiştim ona, ama
çocuk işine o kadar düşkün ki, hayran olmamak elde değil... "
Lilian'ın sözleri Charlotte'un saklamaya çalışmadığı de­
rin oflama sesiyle kesildi, bunun üzerine Lilian cinnet halin­
de bulaşık yıkamaya döndü. Patrik odada esen gergin hava­
yı hissediyordu.
"Ne olursa olsun, bunu duyması lazım. Kliniği arayacağım."
Charlotte, Albin'i yerdeki hattaniyesinin üzerine yatırdı
ve mutfak duvarındaki telefondan Niclas'ı aradı. O telefon-
233

dayken kimse konuşmadı. Patrik bir an önce oradan çıkmak­


tan başka bir şey istemiyordu. Birkaç dakika sonra Charlot­
te telefonu kapadı.
"Orada değilmiş" dedi, inanmamış gibiydi.
"Değil miymiş?" diye sordu Lililan bu kez yüzünü dönerek.
"Aina bilmiyor. Bugün işe dönmeyecekmiş. Eve geldiğini
sanıyordu."
Lilian kaşlarını çattı, yüzü hala mutfaktakilere dönüktü.
''Yani, on beş dakikadan fazla durmadı evde. Bir iki dakika
Stig'e baktı, sonra da gitti. Bende işe gittiği izlenimi bırak­
mıştı."
Patrik ile Martin bakıştılar. Yastaki babanın nereye gitti­
ği konusunda, kendi teorileri vardı.
Görevli teknisyen mutfak kapısının aralığından başını
uzattı. "Bu iş herhalde birkaç saat sürecek. Bitirdiğimizde
hemen sonuçları alacaksınız."
Patrik'le Martin keyifleri kaçmış bir halde ayağa kalktı­
lar ve Charlotte'la Lilian' a beceriksiz bir baş hareketiyle ve­
da ettiler.
"O zaman biz yola koyulalım. Küllerle bağlantılı bir şey
bulursanız, nerede olduğumuzu biliyorsunuz."
Charlotte başıyla onayladı, yüzü solgundu. Eviyenin ya­
nında ayakta duran Lilian sağır taklidi yaptı, onlara bakma­
ya bile tenezzül etmedi.
Sessizce evden çıktılar, arabaya doğru yürüdüler.
"Beni arabanla eve bırakır mısın?" diye sordu Patrik.
"Ama sen arabam aşağıdaki istasyonda bırakınadın mı?
Hafta sonu sana lazım olmayacak mı?"
"Şu anda oraya gitmeye dayanamayacağım. Cumartesi ve­
ya pazar birkaç saat işe gelip çalışmayı planlıyorum. Otobüs­
le gider, dönüşte arabayı alırım."
"Erica'ya bütün hafta sonunu evde geçirmeye söz verdin
sanıyordum."
234

Patrik yüzünü buruşturdu. "Evet biliyorum, ama bir cina­


yet soruşturmasını yöneteceğimi o zaman bilmiyordum."
"Ben hafta sonu çalışacağım, onun için bir ihtiyacın olur­
sa haber ver."
"Çok teşekkürler ama galiba kendi başıma sessizlik ve
sükunet içinde her şeyin üstünden geçmem gerekiyor."
''Yapman gerekeni sen daha iyi bilirsin" dedi Martin, ara­
baya binerken. Patrik yolcu koltuğuna oturdu . . . ama Mar­
tin'in haklı olduğundan emin değildi.

* * *

Nihayet Erica kayınvulidcsini evden yollayacaktı. İ nana ­


sı gelmiyordu. Bütün o tembihler, her şeyi ben bilirim anla­
mına gelen laflar, üstü örtülü şikayetler sabrını tüketmiş­
ti. Kristina'nın bir an önce küçük Ford Escort'una binip evi­
nin yolunu tutması için dakikalan sayıyordu. Erica, kayınva­
lidesi gelmeden önce özgüven eksikliği duyuyor idiyse, şimdi
bu durum daha da kötüleşmişti. Görünüşe bakılırsa yaptığı
hiçbir şey doğru değildi. Maja'yı doğru dürüst giydirmiyordu,
beslernesi hatalıydı; çok duyarsızdı, çok sakardı, çok tembel­
di, daha çok dinlenmeliydi. Eksiklerinin sonu yoktu ve şimdi
kucağında Maja'yla otururken, artık her şeyden vazgeçmeyi
düşündü. Bütün bunlarla asla başa çıkamayacaktı. Geceleyin
Maja'yı Patrik'le bırakıp uzun bir yolculuğa çıktığını görmüş­
tü rüyasında. Uzaklara, çok uzaklara gidiyordu. Sakin, hu­
zurlu bir yere, çığlık çığlığa ağlayan bebeklerin, sorumluluk­
ların veya taleplerin olmadığı bir yere. Kıvrılıp yatacağı, ye­
niden küçük bir kız olacağı ve birisinin ona baktığı bir yere.
Aynı zamanda içinde bununla yanşan, dümeni tam tersi
yöne çeviren, başka bir duygu daha vardı. Koruma içgüdü­
sü ve kucağında tuttuğu çocuğu asla bırakamayacağına iliş­
kin bir kesinlik. Bir hacağını veya kolunu kesrnek gibi, düşü-
235

nülemeyecek bir şey. Artık onlar tek kişi olmuşlardı ve bu­


nun içinden birlikte çıkacaklardı. Ama yine de Charlotte'un
onu, Sara'nın ölümünden önce yapmaya zorladığı şeyi düşün­
dü. Charlotte ona birisiyle, neler hissettiğini aniayacak biri­
siyle konuşmasını önermişti. Belki de böyle hissetmek nor­
mal değildi. Belki de böyle olmaması gerekirdi.
Her şeyi yeniden düşünmeye başlamasına, Sara'nın ölü­
mü neden olmuştu. Depresyonunu gözden geçirmesini sağla­
mış, Charlotte'tan farklı olarak, aydınlanması mümkün olan
karanlık bir dönemden geçtiğini görmesini sağlamıştı. Char­
lotte bundan sonraki hayatı boyunca yasını yaşamak zorun­
daydı. Ama Erica kendi durumuyla ilgili bir şeyler yapabilir­
di. Konuşacak birini aramadan önce Anna Walgren'in çocuk
bakımı tavsiyelerini yerine getirmeyi denemeliydi. Maja'nın
tam göğsünün üstünde değil de, başka yerde uyumasını sağ­
layabilseydi, büyük bir ilerleme kaydedilmiş olacaktı. Bu
projeye başlamadan önce biraz cesaret toplamalıydı. Ve ka­
yınvalidesini evden çıkarmalıydı.
Kristina odaya girip Erica ve Maja'ya endişe dolu gözler­
le baktı. ''Yine mi emziriyorsun onu? Son defa emzireli iki sa­
atten fazla geçmiş olamaz." Cevap beklemerli ve devam etti:
"Her neyse bir şeyleri düzene koymaya çalıştım. Çamaşırlar
yıkandı, bayağı birikmişti, haberin olsun. Bulaşıklar bitti ve
toz aldım. Bu arada biraz haroburger yapıp derin dondurucu­
ya koydum, böylece o korkunç donmuş gıdalardan başka yi­
yecek bir şeyiniz olsun. Düzgün beslenmelisin, biliyorsun de­
ğil mi, Patrik de öyle. O da bütün gün çok çalışıyor, sonra eve
gelince akşamın çoğunu Maj a'ya bakınakla geçiriyor, onun
da iyi beslenmeye ihtiyacı var. Görünce bayağı şaşırdığımı
söylemeliyim. Çok solgun ve yıpranmış göründü bana."
Aynı terane devam ettikçe ediyordu, Erica küçük bir kız gi­
bi elleriyle kulaklannı tıkayıp şarkı söylememek için dişleri­
ni sıkmak zorunda kaldı. Elbette kayınvalidesi oradayken bir-
236

kaç saat özgür kalmıştı, bunu inkar edecek değildi, ama açık­
ça, zararı faydasından fazlaydı. Boşalmak üzere olan gözyaş­
larının tehdidi altında, gözlerini inatla televizyondaki Ricki
Lake'e dikti. Kayınvalidesi neden sadece çıkıp gitmiyordu ki?
Duası kabul edilmişti galiba, çünkü Kristina valizini ko­
ridora çıkardı, paltosunu ve ayakkabılarını giymeye başladı.
"İdare edebileceğinden emin misin?"
Erica bıkkın bir edayla gözlerini televizyondan çekti, hat­
ta kendini zorlayıp ufak bir gülümseme hareketi yapmayı ba­
şardı.
"Tabii, idare ederiz." Sonra büyük bir çaba sarf ederek,
''Yardımların için çok ama çok teşekkür ederim" dedi.
Sözlerinin kulağa ne kadar sahte geldiğini Kristina'nın
sezmemiş olmasını diledi.
Galiba sezmemişti, çünkü kayınvalidesi nezaketle başını
salladı ve "Eh, bir parça yardımım dokunduysa ne mutlu ba­
na. Yakında yine gelirim" dedi.
Charlotte öfkeyle, topla kıçını da çık artık be kadın, diye
düşündü ve düşünce gücüyle kayınvalidesini ön kapıya doğ­
ru sürüklemeye çalıştı. Mucizevi bir şekilde işe yaramıştı;
Kristina'nın arkasından kapı kapanınca Erica derin bir ne­
fes alıp rahatladı. Ama bu, uzun sürmedi. Kristina'nın ayrıl­
masından sonra, sessizliği bozan tek şey Maja'nın ritmik so­
lukları olunca, birdenbire Anna'yla ilgili düşünceler su yüzü­
ne çıktı. Hala kız kardeşiyle haberleşememişti, Anna da onu
aramamıştı. İçi daralarak Anna'nın cep telefonu aradı, ama
son haftalarda hep olduğu gibi karşısında yalnızca telesek­
reteri buldu. Sayısız kısa mesajlarından birini daha bıraktı,
sonra kapattı. Anna neden cevap vermiyordu? Kardeşine ne
olduğunu düşünürken bir sürü senaryo kurdu, ama sonunda
bitkin düşüp vazgeçti. Bir gün daha bekleyecekti.

* * *
237

Lucas iş arayacağını söylemişti, ama Anna buna bir an bi­


le inanmadı. Üzerinde hırpani bir kılık, sakalı uzamış ve saç­
ları darmadağınık bir halde iş aramaya gidemezdi. İş aramak
yerine ne yaptığı hakkında da hiçbir fikri yoktu Anna'nın.
Ama sormaması gerektiğini biliyordu. Soru sormak kötüydü.
Sorular, gözle görünen izler bırakan sert darbelere yol açı­
yordu. Geçen hafta çocukları kreşe götürememişti. Yüzünde­
ki izler o kadar belliydi ki, Lucas bile onun bu halde sokağa
çıkmasının hata olacağını düşünmüştü.
Bu işin sonunun nereye varacağını bilmiyordu. Her şey
o kadar hızla tepetaklak olmuştu ki, başı dönüyordu. Öster­
malm'daki şık ev, brokerlik yapan Lucas'ın her gün tertemiz
giyinip sakin sakin işine gidişi, sanki uzaklaşan bir hayal gi­
biydi. O zaman bile kaçmak istediğini hatırlıyordu, ama ne­
den öyle olduğunu anlamak zordu. Şimdiki hayatıyla kar­
şılaştırılırsa, o kadar kötü olması imkansızdı. Tabii ki ara­
da bir dayak faslı oluyordu, ama iyi zamanları da olmuştu,
her şey hoştu, düzen içindeydi. Şimdi tıkış tıkış sığdıkları iki
odalı dairede etrafına bakınca buraya yerleşmenin ümitsizli­
ğini görüyordu. Çocuklar oturma odasında yere serdikleri şii­
telerin üzerinde yatıyorlardı, oyuncakları her yere dağılmış­
tı. Onları toplamaya bile hali yoktu. Lucas eve gelmeden ön­
ce ortalık temizlenmemişse bunun sonuçları çok sert olurdu.
Ama artık uğraşamayacaktı.
Onu en çok korkutan şey Lucas'ın gözlerinin içine baktı­
ğında, çok hayati bir şeyin kaybolduğunu görmekti. İnsanlı­
ğı kaybolmuştu, daha kara, daha tehlikeli bir şey almıştı ye­
rini. Hemen her şeyini kaybetmişti ve kaybedecek şeyi olma­
yan biri kadar tehlikeli bir şey yoktu.
Bir an evden çıkmak için bir çaba gösterip yardım isteme­
yi düşündü. Çocukları kreşten alıp Erica'yı arayacak, onları
almasını isteyecekti. Veya polisi arayacaktı. Lucas'ın ne za­
man eve döneceğini bilmiyordu. Tam hapishanesinden kaça-
238

cağı anda gelirse, bir daha kaçma, hatta hayatta kalma şan­
sı kalmayacaktı.
Bunun yerine pencere kenarındaki koltuğa oturup aviuyu
seyretmeye koyuldu. Alacakaranlığın hayatının üzerine ini­
şine bıraktı kendini.
Fj allbacka 1925

Yontu kalemine vuran balyozunun sesine ıslıkla eşlik edi­


yordu. Çocuklar doğduğundan beri eskiden çalışırken aldığı
zevk geri gelmişti, işe gittiği her gün artık çalışmak için bir
amacı olduğunu hissediyordu. İkizler onun hayalini gerçek­
leştirmişti. Sadece altı aylıktılar, ama şimdiden bütün dün­
yasını onlar kontrol ediyor, evrenini oluşturuyorlardı. Saç­
sız kafaların, dişsiz ağızların görüntüsü çalışırken gözünün
önünden gitmiyordu. Kalbi şarkı söylüyor, eve dönmek, onla­
rın yanına gitmek için akşamı iple çekiyordu.
Karısını düşündüğünde ise, granite vuruşunun düzen­
li ritmi bozuluyordu. Agnes hala çocuklarla bir bağ kura­
mamış gibiydi, oysa doğururken ölümün eşiğine gelmesin­
den bu yana uzun zaman geçmişti. Doktor bazı kadınların bu
tür bir deneyimden sonra toparlamasının uzun zaman aldı­
ğını söylemişti; böyle durumlarda çocukla, onların durumun­
da çocuklarla bağ kurmak için aylarca beklemek gerekebilir­
di. Ama artık altı ay geçmişti. Anders, Agnes'in işlerini ko­
laylaştırmak için elinden geleni yapmıştı. Uzun çalışma saat­
lerine rağmen, gece uyandıklarında da çocuklara o bakıyor­
du ve Agnes meme vermeyi reddettiği için beslenmelerine de
yardım ediyordu. Altlarını değiştirmekten, onlarla oynamak­
tan da memnundu. Ama o taşocağındayken çocuklara Agnes
bakmak zorundaydı. Bu Anders'i endişelendiriyordu. Çoğu
240

zaman işten eve döndüğünde bütün gün altlarının hiç değiş­


tirilmediğini görüyor, açlıktan çaresizlik içinde ağlar halde
buluyordu onları. Karısıyla konuşmaya çalışmıştı, ama o sa­
dece başını başka yöne çeviriyor, dinlemek istemiyordu.
Sonunda Janason'lara gidip Karin'le, Jansson'un karısıy­
la konuştu, kendisi yokken ara sıra onların evine uğrayıp bir
kontrol eder mi diye sordu. Kadın ona şaşkın gözlerle baktı,
ama sonra bunu yapacağına söz verdi. Anders ona çok mü­
teşekkirdi. Üstelik kendi çocuklarına yetişmesi bile zorken. . .
Sekiz çocuğu zamanının neredeyse tümünü alıyordu, yine
de elinden geldiğince sık sık gidip onunkilere de bakacağına
hiç duraksamadan söz verdi. Sanki Anders'in yüreğine otu­
ran bir taş kalkmıştı. Bazen Agnes'in gözlerinde garip bir pı­
rıltı görürdü , a ma bu görüntü o kadar çabuk kaybolurdu ki,
hayalinde uydurduğu bir şey olduğuna kendini inandırmıştı.
Bazen çalışırken durup bu görüntüyü düşünürdü, işte o za­
man çocuklarını gül gibi pembe yanaklarıyla yerde oturmuş
oyun oynarken göreceğinden emin olmak için balyozunu fır­
latıp eve koşmak isterdi.
Son zamanlarda her zamankinden daha çok iş almıştı. Bir
şekilde Agnes'in hayatından daha fazla memnun olmasını
sağlamalıydı, yoksa karısı onları mutsuz edecekti. Şirketin
barakalarma taşındıklarından beri, şehrin içinde bir yer ki­
ralayalım diye söylenip duruyordu, Anders de onun bu dileği­
ni yerine getirmek için elinden geleni yapmaya karar vermiş­
ti. Bu onu Anders'e ve çocuklara daha yumuşak kalpli dav­
ranmaya yöneltebilirdi. Daha çok çalışmak buna değerdi. Ta­
sarruf ettiği her kuruşu bir kenara koyuyordu. Artık ev har­
camalarını da kendi yaptığı için biriktirmek mümkündü, ger­
çi bu, evdeki yemekierin daha tekdüze olacağı anlamına ge­
liyordu. Annesi ona çeşit çeşit yemek pişirmeyi öğretmemiş­
ti; her zaman bulabildiği en ucuz malzemeyi alıyordu. Agnes
isteksizce bir ev kadının yapması gereken işlerin bazılarını
24 1

üstlenmeye başlamıştı ve biraz denedikten sonra pişirdikle­


ri yenebilecek hale geldi, böylece Anders çok yakında akşam
yemeği hazırlama sorumluluğunu ona devretmeyi umuyordu.
Daha canlı bir hayatı olan Fjallbacka'ya bir taşınabilseler­
di, durum düzelecekti. Hatta belki de bir yıldır Agnes'in ondan
esirgediği gerçek evlilik hayatına bile yeniden başlayabilirler­
di. Önündeki taş tam ortasından mükemmelce yarıldı. Bunu
iyi bir işaret olarak saydı; planı onu doğru yöne götürecekti.

* * *

Saat tam onda tren gara girdi. Mellberg yarım saatten be­
ri oradaydı. Birkaç kez arabayı çevirip eve dönmenin eşiği­
n e gelmiı;; L i. Ama b un un kimseye yararı ulma:.�;dı. Nerede ol­
duğunu araştırdığında, dedikodu da başlardı. En iyisi bu tat­
sız durumu cepheden karşılamaktı. Aynı zamanda göğsünde
coşkuya benzer bir şeyin kıpırdandığını da görmezden gele­
mezdi. Önce bu hisse bir teşhis bile koyamamıştı. Bir şeye,
herhangi bir şeye özlem duymak ona çok yabancıydı; öyle ki,
içinde fokurdayan bu duygunun ne olduğunu anlaması daki­
kalarca sürmüştü. Nihayet ne olduğunu bulduğunda bu bü­
yük bir sürpriz olmuştu.
İstasyon platformunda treni beklerken kapıldığı gergin­
lik, sakin durmasına izin vermiyordu. Birkaç kez ayak değiş­
tirdi, hayatında ilk kez sigara içen biri olmak istedi, böyle­
ce sigarayla sinirlerini yatıştırabilirdi. Evden çıkmadan önce
Absolut şişesine gözü takılmış, ama kendini tutmayı becer­
mişti. İlk buluşmalarında alkol kokmak istemiyordu. İlk izie­
nim önemliydi.
Sonra yine kafasında bir düşünce belirip kök saldı. Ya
söylediği doğru değilse? Gerçekten kimi beklediğini bilme­
rnek kafa karıştırıyordu. Doğru mu yalan mı olduğunu bil­
mernek Şimdiye kadar çok kararsızlık geçirmişti zaten, ama
242

şimdi mektupta doğruların yazıldığını umut etmeye daha çok


yaklaşmıştı. Ona garip gelse bile.
Göteborg'dan gelen tren istasyona girmek üzereydi. Mell­
berg yerinden sıçradı, bu hareket kel kafasını gizleyen, özen­
le taradığı saç tutamlarının yana, bir kulağının üzerine düş­
mesine neden oldu. Hızlı ve ezbere bir hareketle saçlarını ye­
rine oturttu, düzgün görünmesini garantiye aldı. Daha en
başında rezil olmak istemiyordu.
Tren öylesine hızlı girdi ki perona, Mellberg bir an hiç
durmayacağını sandı. Belki de onu burada heves ve belirsiz­
lik duyguları içinde bırakıp bilinmeze doğru yol almaya de­
vam edecekti. En sonunda tren sürtünme sesleri ve genel bir
curcuna içinde durdu. Gözleriyle bütün kapıları taradı. Bir­
denbire onun kendisini tanımayabileceği düşüncesi kafasına
dank etti. Yakasına bir karanfil falan iliştirseydi keşke. Son­
ra peronda bekleyen tek kişinin kendisi olduğunu fark etti.
Böylece en azından gelen yolcu Mellberg'i bulabilecekti.
En arka taraftaki kapılardan biri açıldı, bir an Mellberg
kalbinin duracağım sandı. Emekli bir kadın merdivenlerden
yavaşça indi. Onu görmenin yarattığı hayal kırıklığıyla kal­
bi yeniden atmaya başladı. Ve sonra o, ortaya çıktı. Mellberg
onu görür görmez, bütün kuşkuları yok oldu. Sakin, garip,
acıtan bir sevinç doldu içine.

* * *

Hafta sonları çok hızlı geçiyordu, ama Erica, Patrik'in ev­


de olmasından hoşlanıyordu. Cumartesileri, pazarları iple çe­
kiyordu. O zaman sabahları Maja'ya Patrik bakıyordu, ayrı­
ca bir gece göğsündeki sütü pompayla alıyor, böylece Maja'yı
Patrik besleyebiliyordu. Bu, bütün gece cennetteymiş gibi ra­
hat bir uyku uyuması demekti; her ne kadar sabahleyin top
gibi şişmiş, sızıntı yapan, ağrıyan memelerle uyansa da. Ama
243

buna değerdi. Cennetin, bütün gece deliksiz uyumak demek


olduğunu hiç düşünmemişti.
Ama bu hafta sonu farklıydı. Patrik cumartesi günü bir­
kaç saatliğine çalışmak için ofise gitmişti, fazla sessiz ve sa­
kindi. Erica onun neden gittiğini aniasa bile, kendini bütü­
nüyle Erica ile Maja'ya adamaması canını sıkıyordu. Sonra
da hayal kırıklığı kendini suçlamasına yol açıyordu, kötü bi­
ri gibi hissediyordu kendini. Patrik'in durmadan düşüncelere
dalması, Charlotte'la Niclas'ın kızlarını kimin öldürdüğünü
öğrenmelerine yarayacaksa, Erica bu ilgi eksikliğini bağışla­
yacak kadar yüce gönüllülük göstermeliydi. Ama bugünlerde
mantık ve akıl, onun en güçlü yanı değil gibiydi.
Bütün hafta kapalı geçen hava pazar günü akşamüstü aç­
tı ve kasahada uzun bir yürüyüşe çıktılar. Erica, güneşin gö­
rünmesiyle çevrenin ne kadar değiştiğine şaşırmaktan ken­
dini alamamıştı. Yağmurlu, fırtınalı havalarda Fjallbacka çı­
rılçıplak ve amansız bir kurşuni renkte görünüyordu, ama
şimdi çevrenin tek dağının eteğine sıkışan kasaba yine par­
lıyordu. Dokları yıkan ve Ingrid Bergman Meydanı'nın geçici
olarak sel baskınına uğramasına neden olan dev dalgalardan
eser yoktu. Şimdi hava berrak, deniz, sanki hep öyleymiş gi­
bi, yumuşak ve ışıltılıydı.
Patrik çocuk arabasını sürüyordu; Maja ilk kez arabasın­
da uykuya dalmıştı.
Erica "Nasılsın?" diye sorunca Patrik çok ama çok uzak­
lardaymış gibi sıçradı.
"Bu soruyu ben sana sormalıyım" dedi Patrik, ses tonunda
bir suçluluk duygusu vardı. "Benim için endişelenmeden de
yeterince zor zamanlar geçiriyorsun."
Erica onun koluna girdi, başını omuzuna yasladı. "İkimiz
de birbirimiz için endişeleniriz, tamam mı? Ve önce senin so­
runa cevap vermek gerekirse, doğrusunu söyleyeyim, benim
durumum daha iyiye gidiyor. Ama daha kötü olan şeyler de
244

var. Şimdi sen benim soruma cevap ver."


Patrik'in nasıl bir durumda olduğunu biliyordu, bir önceki
cinayet vakasında da böyle olmuştu, ama bu kez kurban bir
çocuktu. Her şeyin ötesinde arkadaşlarının çocuğuydu.
"Artık nasıl ilerleyeceğimi bilmiyorum. Bu soruşturmaya
başladığımız günden beri böyle hissediyorum. Dün tren is­
tasyonuna arabayla giderken her şeyin üzerinden bir kez da­
ha geçtim, ama artık bütün fikirleri tüketmiş gibiyim."
"Kimsenin bir şey görmediği doğru mu?"
Patrik içini çekti. "Tek gördükleri, Sara'nın evden çıktığı.
Ondan sonra hiçbir iz yok. Sanki yer yarıldı da içine girdi.
Sonra da denizden çıktı."
"Kısa bir süre önce Charlotte'u aradım, telefona Lilian
çıktı" dedi Erica ihtiyatlı bir tavırla. "Lilian'a göre bile çok
kısaydı konuşması. Bilmem gereken bir şey mi var?"
Patrik duraksadı, sonra her şeyi ona anlatmanın daha iyi
olacağına karar verdi. "Cuma günü evlerinde olay yeri incele­
mesi yaptık. Lilian buna biraz bozuldu ... "
Erica kaşlarını aldırdı. "Tahmin ederim. Ama neden? De­
mek istiyorum ki, cinayeti aile dışında birinin işlemiş olması
gerekir, değil mi?"
Patrik omuz silkti. "Evet, büyük ihtimalle öyle. Ama bu­
nun doğru olduğunu varsayamayız. Her şeyi araştırmalıyız."
Herkesin onun işini nasıl yaptığını sorgulamasına siniden­
ıneye başlıyordu. Sırf hoş bir fikir olmadığı için aileyi soruş­
turma dışında bırakamazdı. Olası yabancı bir şüpheliyi işa­
ret eden ipuçlan kadar, aile üyelerini de çok yakından incele­
mek önemliydi. Belirli bir yönü işaret eden ipuçlannın yoklu­
ğunda, bütün ipuçları eşit ölçüde değerliydi.
Erica Patrik'in sinidendiğini anlamıştı, kötü niyetle sor­
madığını göstermek için koluna hafifçe vurdu. Patrik'in gev­
şediğini hissetti.
"Akşam yemeği için bir şeyler almamız gerekiyor mu?"
245

Şimdi kreşe çevrilen eski kliniğin önünden geçiyorlardı, ileri­


de Konsum süpermarketinin tabelasını gördüler.
"Güzel bir şey olsun."
Arabayı Konsum otoparkına giden küçük yokuşa çevirir­
ken ''Yemeği mi, tatlıyı mı kastediyorsun?" diye sordu Patrik.
Erica ona bir bakış atınca gülmeye başladı.
"İkisini de" dedi Erica.
Çocuk arabasının alt sepetini bir sürü öteberiyle dotdur­
duktan sonra marketten çıkarken, Patrik şaşkınlıkla sordu:
"Kuyrukta arkarndaki kadın bana garip garip mi baktı? Yok­
sa uyduruyor muyum?"
"Hayır uydurmuyorsun. O kadın Monica Wiberg, Florin'le­
rin komşusu. Kocasının adı Kaj ve Morgan adında bir oğulla­
rı var, duyduğuma göre biraz garip bir çocukmuş."
Patrik şimdi anlıyordu kadının neden ona öfkeyle baktığı­
nı. Elbette oğlunu sorgulayan polis o değildi, ama aynı mes­
lekten olması bile kadının öfke duymasına yetmişti.
"Onda Asperger sendromu var" dedi Patrik.
"Kimde?" diye sordu Erica. Ne konuştuklarını çoktan
unutmuştu bile. Uyuyan Maja'nın başlığı yana kaymış, son­
bahar soğuğunda kulağını açıkta bırakmıştı. Erica başlığı
düzeltmeye uğraşıyordu.
"Morgan Wiberg'de" dedi Patrik. "Gösta ile Martin onun­
la konuşmaya gittiler, Asperger sendromu olduğunu kendi­
si söylemiş."
Erica merakla, "Nedir o?" diye sordu. Maja'nın kulaklarını
sıcacık başlığıyla düzgünce kapattıktan sonra çocuk arabası­
nı Patrik'in itmesine izin verdi.
Patrik, ona cuma günü Martin'den duyduklarını anlattı.
Psikiyatrla konuşması çok iyi bir fikirdi.
"Zanlı mı o çocuk?"
"Hayır, şimdilik öyle görünmüyor. Ama Sara'yı son gören
o, onun için hakkında ne kadar çok şey bilirsek, o kadar iyi."
246

"Sadece, biraz tuhaf biri olduğu için onu hedefe koyma­


yın da." Erica bunu söyler söylemez dilini ısırdı. "Mfedersin,
senin bunu yapmayacak kadar profesyonel olduğunu biliyo­
rum. Sadece böyle küçük kasabalarda biraz farklı olanlar,
kötü bir şey olduğunda hemen hedef gösterilir. Suçu köyün
delisinin üstüne at gitsin, gibi."
"Öte yandan küçük topluluklarda ayrıksı insanlar büyük
kentlere göre daha fazla saygı görürler. Eksantrik bir tip ,
günlük hayatın bir parçasıdır ve olduğu gibi kabul edilir. Bü­
yük kentte bu tipler çok daha fazla tecrit edilir."
"Haklısın ama o tür bir hoşgörü hep sallantılı bir zemin­
dedir. Benim söylemek istediğim bu."
"Evet, neyse, her halükarda Morgan'a başkalarından fark­
lı davranılmayacak, seni temin ederim."
Erica cevap vermedi ve yine Patrik'in koluna girdi. Eve
yürüyüşün geri kalan bölümünde başka şeylerden konuştu­
lar. Ama bütün o süre boyunca Erica, Patrik'in aklının başka
yerde olduğunu hissediyordu.

* * *

Bir gün önce hüküm süren güzel hava pazartesi günü boz­
du. Önceden olduğu gibi sert bir soğuk vardı, hava kurşuniy­
di ve Patrik kalın yün kazağına sarınmış, masasında oturu­
yordu. Geçen yaz klima çalışmıyordu, saunada çalışıyor gi­
biydiler. Şimdi de nem duvarlardan sızıyor, onu soğuktan tit­
retiyordu. Telefonun ziliyle yerinden sıçradı.
"Bir ziyaretçin var" dedi Annika'nın sesi, hattın öbür
ucundan.
"Kimseyi beklemiyordum."
"Jeanette Lind diye biri, seni görmek istediğini söylüyor."
Patrik yuvarlak hatlı, ufak tefek esrneri hatırladı ve kadı-
nın ne istediğini merak etti.
247

"Gönder içeri" dedi ve konuğunu karşılamak üzere ayağa


kalktı. Odasının önünde koridorda nazikçe el sıkıştılar. Jea­
nette yorgun ve bezgin görünüyordu. Patrik onu son gördüğü
geçen cumadan beri ne olduğunu merak etti. Lokantada art
arda fazla mesai mi yapmıştı, yoksa özel bir şey miydi?
"Bir fincan kahve ister misiniz?" diye sordu. Jeanette ba­
şıyla onayladı.
"Siz oturun, ben kahvenizi getireyim" dedi, Jeanette'e ko­
nuk sandalyelerinden birini göstererek.
Bir dakika sonra iki fincan kahveyi masasının üzerine
koydu.
"Size nasıl yardımcı olabilirim?" diyen Patrik, dirseğini
masaya dayayarak öne doğru eğildi.
Kadın cevap vermeden önce birkaç saniye geçti. Gözlerini
aşağıya çevirmişti. Kahve fincanını tutarak ellerini ısıtınaya
çalışıyordu, nereden başiayacağını düşünüyor gibiydi. Sonra
uzun, gür siyah saçlarını savurdu ve doğruca Patrik'in gözle­
rinin içine baktı.
"Geçen pazartesi Niclas'ın benimle birlikte olduğu doğru
değildi" dedi.
Patrik'in yüz ifadesi hayretini ele vermedi, ama içinde bir
şeyin hop ettiğini hissetti.
"Biraz daha anlatın" dedi sükunetle.
"Size yalnızca Niclas'ın söylememi istediği şeyi söyledim.
Bana saatleri bildirdi ve birlikte olduğumuzu söylememi is­
tedi."
"Peki sizden onu savunmanızı isterken bir neden ileri sür­
dü mü?"
"Dediğini yapmazsam her şeyin daha çok karmaşıklaşaca­
ğından başka bir şey söylemedi. Birlikte olduğumuzu söyler­
sem herkes için daha kolay olacaktı."
"Nedenini sormadınız mı?"
Jeanette omzunu silkti. "Bunun için bir neden yoktu."
248

"Bir çocuk cinayete kurban gittiyse bile mi? Suçun işlendi­


ği sırada yanınızda olduğuna tanıklık ederken bunun önem­
li bir konu olduğunu düşünmediniz mi?" diye sordu Patrik,
hayretler içinde.
Jeanette yine omzunu silkti. "Hayır" dedi. "Demek istiyo­
rum ki, Niclas kendi kızını öldürecek biri olamaz, değil mi?"
Patrik cevap vermedi. Bir dakika sonra sordu: "Niclas o
sabah gerçekten ne yaptığını söylemedi mi?"
"Hayır."
"Bu konuda bir fikriniz yok mu?"
Bir kez daha umursamaz bir omuz silkmesi. "O sabah
kendine izin verdiğini düşündüm. Çok çalışıyor. Karısı da
bütün gün evde olduğu halde, Niclas gelince evde kendisine
yardım etsin diye başının etini yiyor. Herhalde biraz serbest
kalmaya ihtiyacı vardı."
"Sizin yanınızda olduğunu söyleyerek evliliğini neden teh­
likeye atsın?" dedi Patrik. Jeanette'in ilgisiz ifadesini okuma­
ya çalışıyordu. Ama boşuna. Kadının duygularını biraz olsun
dışa vuran tek hareketi, uzun tırnaklı parmaklarının dur­
maksızın sinirli sinirli fıncana vurmasıydı.
"Hiçbir fıkrim yok" dedi sabırsızca. "Herhalde iki kötüden
birini seçti; kendi kızının katil zanlısı olmaktansa, sevgilisi­
nin ortaya çıkmasının daha iyi olacağını düşünmüş olmalı."
Patrik bunun biraz zorlama olduğunu düşündü, ama geri­
lim altında insanlar tuhaf tepkiler verebiliyordu; bunun çok
örneğini görmüştü.
"Geçen cumaya kadar onunla birlikte olduğunuza dair ta­
nıklık etmekte bir sorun görmediyseniz, şimdi neden fıkrini­
zi değiştirdiniz?"
Kadının parmaklan kahve fıncanına vurmaya devam edi­
yordu. Manikürü çok düzgündü, Patrik bile bunu görüyordu.
"Ben . . . ben, bütün hafta sonu bunu düşündüm, doğru değil­
miş gibi geldi. Demek istiyorum ki, sonuçta bir çocuk öldü, de-
249

ğil mi? Demek istiyorum ki, sizin her şeyi bilmeniz gerekir."
"Evet, bilmek zorundayız" dedi Patrik. Kadının bu açıkla­
masına inanmış mıydı, emin değildi, ama bunun önemi yok­
tu. Artık Niclas'ın pazartesi sabahı nerede olduğuna tanıklık
edecek biri yoktu; daha da kötüsü, birisinden sahte tanıklık
etmesini istemişti. Bu kadarı bile direğe birkaç uyarı bayra­
ğı asmaya yeterdi.
"Her neyse, buraya gelip bana anlattıklarınız için teşek­
kür ederim" dedi Patrik, ayağa kalkarak. Jeanette zarif, ufa­
cık elini uzattı ona ve veda ederken biraz uzunca tuttu.
O kapının dışına çıkar çıkmaz, Patrik farkında olmadan
elini blucinine sildi. Bu genç kadında ondan gerçekten hiç
hoşlanmamasına yol açan bir şey vardı. Ama onun sayesin­
de şimdi izleyecekleri somut bir ipucu vardı. Niclas Klinga'ya
daha yakından bakmanın zamanı gelmişti.
Birdenbire Patrik, Anna'nın ona verdiği notu hatırladı.
Hafif bir panikle ceplerini yokladı. Küçük kağıt parçasını bu­
lup çıkardığında, bu hafta sonu çamaşır yıkamaya vakit bu­
lamamalarına çok ama çok sevindi. Notu okudu ve bazı tele­
fon görüşmeleri yapmaya başladı.
Fj allbacka 1926

İki yaşına gelen veletler arkasında bağrışıyorlardı; Agnes


sinidenerek susturdu onları. Patırtı koparmakta bu oğlan­
lar gibisini görmemişti ömründe. Jansson'larda çok fazla va­
kit geçiriyorlardı. O sümüklü çocuklardan kim bilir neler öğ­
reniyorlar, diye düşündü. Oğullarını komşu kadının altı ay­
lık olduklarından beri kendi çocuklarıymış gibi yetiştirdiği­
ni göz ardı ediyordu. Ama kasahaya taşındıklarına göre ar­
tık her şey değişecekti. Agnes nakliye arabasında oturduğu
yerden dönüp sevinçle geriye baktı. O sefil kulübeyi bir da­
ha görmeyeceğini umut ediyordu. Hak ettiği hayata bir adım
daha yaklaşmıştı işte. En sonunda, canlı, kıpır kıpır bir çev­
rede, akıllı uslu insanlarla yaşayacaktı. Kiraladıkları ev öy­
le övünülecek bir şey değildi ya, odaları daha temiz, daha ay­
dınlık, hatta kulübeninkilerden birkaç metrekare daha bü­
yüktü. Ev en azından Fjallbacka'daydı. Ön verandadan indi­
ğinde bileklerine kadar çamura gömülmeyecekti, ayrıca taş
ustalarının birbiri ardına çocuk doğurmaktan başka bir şey
yapmayan o basit karılarından daha ilginç arkadaşlar edine­
bilecekti. Hayata çok farklı bakış açıları olan insanlar tanı­
yacaktı nihayet. Agnes, burun kıvırdığı o taş ustası karıla­
rından biri olduğuna göre, kendisinin bu yeni insanlar için
çok da ilginç biri olmayabileceğini göz ardı etmeyi seçiyordu.
Farklı olduğunu göreceklerini düşünüyordu.
251

Arkasındaki çocuklara yanın dönen Anders, "Johan, Karl,


sakin olun. Oturun yerlerinize, yoksa inip yürürsünüz" dedi.
Agnes her zamanki gibi onun çocuklara fazla yumuşak dav­
randığını düşündü. Agnes'e kalsa, çok daha yüksek sesle ba­
ğırmalı, ardından iki tokat atmalıydı. Ama bu konuda onun­
la tartışılmazdı bile. Çocuklarına kimse el kaldıramazdı. Bir
keresinde Agnes'i Johan'a bir şamar atarken yakalamış, ka­
rısını öyle bir haşlamıştı ki, Agnes bir daha onlara el kaldır­
maya cesaret edememişti. Başka her şeyde An ders' e dediği­
ni yaptırabiliyordu, ama iş Karl ve Johan'a gelince son sözü
kocası söylerdi. İsim1erini bile o koymuştu. Söylediğine gö­
re, isimler krallara layıksa, oğullarına da layıktı. Agnes bu­
run kıvırmıştı. Ne salakhk ! Ama çocuklarına ne isim verildi­
ği umurunda bile değildi; isimlerini Anders'in koymasına iti­
razı yoktu.
En iyisi de o dedikoducu Bayan Jansson'dan uzaklaşmak­
tı. Elbette, çocuklarına o kadının, hem de kendi isteğiyle sa­
hip çıkması işine gelmişti. Ama kadının sitemkar bakışları
Agnes'in sinirine dokunuyordu. Veletlerin kıçından bok sil­
meyi hayatının tek amacı olarak görmemesi Agnes'i kötü biri
mi yapıyordu yani?
Nakliye aralıası denize inen dar patİkalardan birindeki
eve kadar çıkmıyordu. Eşyalarını yolun son bölümünde ken­
dileri taşıyacaklardı. Kırık dökük mobilyalarını getirmek için
Anders'in birkaç sefer daha yapması lazımdı. Agnes evin sa­
hibi ihtiyarı selamladı, sonra yeni evine girdi. Minik bir ev­
deki iki küçük odayı hayatta bir basamak daha yukarı çık­
mak olarak göreceğini hiç düşünmemişti, ama o karanlık ku­
lübenin yanında bu yeni ev şato gibiydi.
Eteklerini hışırdatarak eşikten içeriye bir adım atınca es­
ki kiracının evi tertemiz bıraktığını görüp memnun oldu. Da­
ğınık ve pis yerlerde yaşamaktan nefret ederdi, ama şirketin
daracık kulübesinde temizlik yapmak hiç de iyi bir fikir gibi
252

görünmemişti gözüne. Üstelik temizlik yapmaya meraklı ol­


duğu da söylenemezdi. Pinti Anders'i kandırıp güzel perdeler
ve bir halı alabilirse, ev makul bir yer olabilirdi.
Oğlanlar bacaklannın arasından yarışarak geçip boş oda­
da deli gibi koşmaya başladılar. Ayakkabılarıyla taşıdıkları
çamurun temiz döşemeye yayıldığını görünce Agnes'in içinde
bir öfke kabardı.
"Karl! Johan!" diye bağırdı. Oğlanlar korkudan donup kal­
dılar. İkisine de şöyle kulak çınlatan bir tokat atmamak için
yumruklarını belinin iki yanına koydu. Sonunda oğlanları
kollanndan yakalayıp ön kapının dışına kadar sürükledi. İki­
sine de küçük bir çimdik atmaktan kendini alamadı, minik
suratlannın gözyaşlarıyla kaplandığı nı mutlulukla gördü.
Karl, "Baba!" diye ağlamaya başladı, Johan da hemen ko­
roya katıldı. "Babamı isteriiim!"
"Kes sesini" diye tısladı Agnes, endişeyle etrafına bakınır­
ken. Yeni evlerindeki ilk gün rezil olmak aman ne harikay­
dı! Ama çocuklar ağlamayı kesme noktasından çok uzaklaş­
mışlardı.
Hep birlikte "Baba!" diye ağlaştılar. Agnes düşüncesizce
bir şey yapmamak için derin derin, kontrollü soluklar aldı.
Derken oğlanlar vitesi yükseltti.
"Karin! Karin'i isteriz !" diye çığlıklar attılar, yere yatıp
küçük yumruklarını vurmaya başladılar.
Tıpkı babaları gibi sulu gözlüydüler. O kokmuş kalta­
ğı kendi analarına tercih etme cesaretini göstermeleri ola­
cak şey miydi? Agnes ayağının titrediğini hissetti; karınları­
na tekme atmamak için kendini zor tuttu. Neyse ki tam o sı­
rada Anders yokuşun başında belirdi. O ahenkli Blekinge ak­
sanıyla, "Ne oluyor burada?" diye sordu. Oğlanlar şimşek gi­
bi ayağa fırladılar.
"Babaaa! Anne kötüüü!"
''Yine ne oldu?" diye sordu Anders sabırla, bir yandan da
253

Agnes'e kınayan gözlerle bakıyordu. Agnes içinden ona küf­


retti. Ne olduğunu bile bilmeden oğullarının tarafını tutu­
yordu. Topuklarının üzerinde döndü, oğlanların bıraktığı ça­
murları temizlemek üzere eve girdi. Arkasında, yüzlerini ba­
balarının ceketine gömen oğlanların hıçkırdıklarını duyuyor­
du. Armut dibine düşerdil

* * *

Monica pazartesi günü hastalık bahanesiyle işe gitmedi.


Kızı bulduklarından beri topu topu bir hafta geçmişti, ama o
gün bu gündür sanki hayatına yıllar eklenmişti. Kaj'ın mut­
fakta orayı burayı karıştırdığını işitti, biliyordu, an mesele­
siydi. Ve elbette o an geldi.
"Monica-a-a-a. Kahve nerede?"
Gözlerini kapadı, zoraki bir kibarlıkla cevap verdi: "Ocağın
üstündeki dolapta, tenekenin içinde" dedi. Ardından, "Son on
yıldır olduğu yerde" diye eklemekten de kendini alamadı.
Mutfaktan bomurtulu bir cevap gelince içini çekerek ayağa
kalktı. Gidip yardım etse iyi olacaktı. Koskocaman bir adamın
bu kadar çaresiz olabilmesini anlayamıyordu. Onun nasıl otuz
kişi çalıştırdığını, işini nasıl götürdüğünü anlayamıyordu.
Kaj'ın elinden kahve kutusunu kaparak, "Bırak ben yapa­
yım" dedi.
Kaj aynı huysuz ses tonuyla, "Derdin ne senin?" diye sordu.
Monica kaç kaşık kahve koyduğunu sessizce sayarken de­
rin bir soluk aldı. Her şeyin üstüne bir de Kaj'la tartışmaya
değmezdi.
"Yok bir şeyim" dedi. "Biraz yorgunu m sadece. Polisin
Morgan'la konuşmaya gelmesinden de hoşlanmadım."
"E, ne yapabiliriz bu konuda?" dedi Kaj . Mutfak masasına
oturmuş, önüne kahve konmasını bekliyordu. ''Yetişkİn bir
adam o, sen kabul etmesen de" diye ekledi.
254

"Morgan için her şeyin ne kadar zor olduğunu herkesten


çok senin bilmen lazım. Neredeydİn yıllardır? Bu aileden de­
ğilsin galiba." Sinirlendiği sesinden belli oluyordu; rulo pas­
tayı gereğinden fazla bir enerjiyle kesmeye başladı.
"Senin kadar ben de bu ailenin bir ferdiyim. Ama Morgan'ı
senin kadar şımartmaya hiç niyetlenmedim. Ya da bir psiko­
logdan ötekine sürüklemeye. Ne yararı oldu ki? Bütün gün
kulübesinde oturmaktan başka bir şey yapmıyor, her yıl da­
ha da acayipleşiyor."
"Asla şımartmadım onu" dedi Monica; dişlerini sıkmıştı.
"Oğlumuza en iyi bakımı sağlamaya çalıştım, üstesinden gel­
mek zorunda olduğu öyle çok şey vardı ki. Sen onu yok say­
ınayı tercih ettin, bu tercihinle yaşamak zorundasın. Egzer­
sizlerine harcadığın zamanın yarısını ona ayırsaydın . . . "
Rulo pasta tabağını masaya neredeyse çarparak koydu,
sonra kollarını kavuşturup tezgaha dayandı.
"Pekala, pekala" dedi Kaj . Bir yandan ağzına bir dilim
pasta tıkarken, bir yandan da karısını yatıştırmaya çalışıyor­
du. Sabahın köründe o da tartışmak istememişti. "Bu mese­
leyi yine ısıtınaya gerek yok. Her neyse, polisin eve girip çık­
ması hiç hoş değil, seninle aynı fikirdeyim. Niye şu cadaloz
komşumuzla meşgul olmuyorlar?"
En sevdiği konu yine açılmışken perdeyi açtı ve Florin'le­
rin evine baktı.
"Ses seda çıkmıyor. Cuma günü o kadar araba orada ne
arıyordu acaba? İçeri götürdükleri bütün o kutular, alet ede­
vat da neyin nesiydi?"
Monica ister istemez gevşedi, kocasının karşısına oturdu.
Almaması gerektiğini bildiği halde bir dilim pasta aldı. Tatlıya
o kadar düşkündü ki, haseni genişlemeye başlamıştı bile. Ama
Kaj aldırmıyordu, o halde niye yememek için uğraşsındı ki?
"Hiçbir fikrim yok. Endişelenmeye de değmez. Önemli
olan Morgan'ı rahat bırakmaları."
255

Monica'nın karnındaki o buz gibi his, çaresizlik hissi ya­


tışmak bilmiyordu. Her gün daha da kötüleşmekteydi. Pasta­
daki şeker sinirlerini bir süre sakinleştiriyordu, ama biliyor­
du ki endişe yine yüreğini kaplayacaktı. Çaresizce karşısın­
daki Kaj'a baktı. Ona her şeyi söylemeyi düşündü, sonra bu­
nun ne kadar saçma olduğunu anladı. Otuz yıldır birlikteydi­
ler ve hiçbir ortak noktaları yoktu. Kaj bir dilim pasta daha
yemekteydi, karısının yüreğini paramparça eden kurt pençe­
lerinin farkında değildi.
"İşte olman gerekmiyor muydu?" diye sordu Kaj . Yemeyi
bırakmıştı.
Tipik Kaj . Aslında bir saat önce işe gitmiş olması gereki­
yordu, ama karısının evde kaldığını ancak şimdi fark etmişti.
"Hasta olduğumu söyledim. Kendimi iyi hissetmiyorum."
"İyi görünüyorsun" dedi Kaj eleştirircesine. "Biraz solgun­
sun belki. Sana o işi bırakınanı söyleyip duruyorum. Mecbur
olmadığın halde köle gibi çalışman delilik Aldığın maaşa ih­
tiyacımız yok."
Monica'nın içinde feci bir öfke kabardı. Ayağa fırladı.
"Artık bu lafları duymak istemiyorum . Yirmi yıl evde
oturdum, gömleklerini ütülemekten, sana ve iş arkadaşları­
na yemek pişirmekten başka bir şey yapmadım. Kendi haya­
tımı yaşamaya hakkım yok mu?"
Pasta tabağını kaptı, çöp tenekesine gitti ve son dilimle­
ri kahve telvelerinin ve yiyecek artıklarının üzerine göstere
göstere döktü. Sonra ağzı beş karış açılan Kaj'ı mutfak ma­
sasında bıraktı. Suratını görmeye bir saniye bile tahammül
edemeyecekti artık.

* * *

Mia bebek arabasını Jamboden hırdavat dükkammn arka­


sına yerleştirip Liam'ın uyuyup uyumadığını kontrol etti. İçe-
256

ri girip çabucak bir şeyler alacaktı, bebek arabasını da yanın­


da sürüklerneyi istemedi. Rüzgar sert esiyordu, ama dükkanın
önünde, suya bakan tarafta daha da sertti. Dükkanın arka ta­
rafını Veddeberget'in taş kütlesi rüzgardan koruyordu, beş
dakika için araba burada rahat rahat durabilirdi.
İçeri girince kapının çıngırağı çaldı. Dükkan, elinden her
iş gelenlerin ve tekne meraklılarının ihtiyaç duyabileceği her
türlü ıvır zıvırla tıka basa doluydu. Ne alacağını hatırlamak
için Markus'un verdiği alışveriş listesine göz attı. Eğer gere­
kenleri alırsa, Markus hafta sonunda bebek odasının rafları­
nı takmaya söz vermişti.
Mia sonunda bebek odasının tamamlanmasından mut­
luydu. Aylar geçmiş, Liam altı aylık olmuştu bile, ama oda­
sı hiHa inşaat alanı gibiydi. Hep düşlediği sıcacık, rahat be­
bek odası olamamıştı henüz. Sorun, odayı onarma işini erkek
arkadaşına bırakmış olmasıydı. Mia hayatında eline çekiç al­
mamıştı, oysa Markus eğer isterse bayağı becerikliydi; ne ya­
zık ki pek sık istemiyordu.
Mia bazen hayatıının geri kalanı da böyle mi geçecek diye
merak ederdi. İlk tamştıklarında Markus'un harika ,bir felse­
fesi olduğunu düşünmüştü: Her zaman hoşça vakit geçir, sı­
kıcı bir şey yapma. Onun bu hayat biçimine uymuş, hemen
hemen bir yıl boyunca harika, kaygısız bir hayat geçirmiş­
ler, bir sürü partiye giderek ve anlık kararlar vererek yaşa­
mışlardı. Ama bir süre sonra bıkmıştı bütün bunlardan. Ye­
tişkin olmanın sorumluluklarını üstleurnesi gerektiğini his­
sediyordu; özellikle de Liam'ı doğurduktan sonra. Bu arada
Markus kendi küçük aleminde yaşamayı sürdürüyordu; san­
ki Mia'mn artık iki çocuğu vardı. Yiyeceğe ve kiraya da kat­
kıda bulunmuyordu. Mia annesi ile babasından para almasa
açlıktan öleceklerdi.
Markus iş bulmakta güçlük çekmiyordu, sorun bu değildi.
Hayır, sorun, hiçbir işin Markus'un beklentilerini karşılama-
257

ması ya da her şeyin onun istediği gibi mükemmel olmaması,


dolayısıyla birkaç hafta sonra işi bırakıvermesiydi. Sonra bir
süre ortalarda gezinir, Mia'nın eline bakar, ardından cazibe­
sini kullanıp yeni bir iş daha bulurdu. Üstelik gündüzleri de
saatlerce uyur, ne ev işlerine ne de Liam'ın bakırnma yardım
ederdi. Gece yanlarına kadar da bilgisayar oyunu oynardı.
Doğrusu Mia artık bu hayattan bıkmıştı. Yirmi yaşınday­
dı, ama kırkında hissediyordu kendini. Durmadan dırdırlan­
dığını, üstelik bazen sesinin tıpkı annesi gibi çıktığını fark
edip dehşete düşmüştü.
Raflar arasında ilerlerken içini çekti. Listesine baktı .
Markus'un istediği çivi gibi bazı şeyleri kolayca bulmuş, ama
vidalar için yardım isternek zorunda kalmıştı. Sonunda işi
bitirip kasada parasını ödemek üzereyken saate bir göz at­
tı. Listede alınacakları tek tek işaret ederken on beş dakika
geçivermişti; koltukaltlarından ter akınaya başladığını his­
setti. Liam'ın uyanmamış olduğunu umdu. Satın aldıklarıy­
la kapıya koştu, dışarı çıkar çıkmaz tam da korktuğu gibi be­
beğin tiz çığlıklarını duydu. Ama bu çığlık Liam'ın aç, öfkeli
ya da huzursuz olduğu zamanlardakinden farklıydı. Tam bir
panik çığlığıydı bu, Veddeberget'in taş duvarına çarpıp yan­
kılanıyordu.
Mia'nın annelik içgüdüsü bir şeylerin ters gittiğini söyledi
ona; elindeki paketleri attı, bebek arabasına koştu. Liam'ın
yüzü kül ya da ise benzeyen bir şeyle simsiyah kaplanmış­
tı. Avaz avaz haykıran ağzında yine bir kül topağı olduğu­
nu gördü. Liam bu pis tattan kurtulmak için dilini dışarı çı­
karıp duruyordu. Bebek arabasının içi de siyah bir tozla kap­
lanmıştı, Mia dehşet içindeki oğlunu kaldırıp göğsüne hastır­
dığında üstü başı da toza bulandı. Zihni neler olup bittiğine
dair mantıklı bir teori geliştiremiyordu henüz. Liam kolların­
da, yeniden Jarnboden'e girdi. Bütün bildiği, birinin oğluna
bir şey yaptığıydı. Tezgahtar yardıma koşarken Mia da çare-
258

sizce bir kağıt mendille Liam'ın ağzından külleri çıkarmaya


çabaladı.
Böyle bir şeyi yalnızca bir deli yapabilirdi.

* * *

Saat ikide gereken bütün bilgiyi edinmişlerdi. Annika


ayak işlerini bitirmişti; Patrik faks cihazından sürekli akan
sayfaları toparlarken kısık sesle ona teşekkür etti. Martin'in
kapısını tıklattı, sonra cevap beklemeden içeri girdi.
"Selam?" dedi Martin; bu sıradan selamı soruya benzet­
meyi becermişti. Patrik ile Annika'nın hangi konuda çalıştı­
ğını biliyordu, çabalannın işe yarayıp yaramaclığını anlamak
için Patrik'in yüzüne bakması yetti.
Patrik selama karşılık vermeden Martin'in masasının
önündeki koltuğa çöktü, tek laf etmeden faks sayfalannı ma­
saya koydu.
"Bir şeyler buldunuz herhalde" diyen Martin, elini kağıt
yığınına uzattı.
"Evet, arama emrini almayı başardıktan sonra sanki
Pandora'nın kutusu açıldı. Bir sürü bilgiye ulaştık. Sen de
bak."
Bir süre sonra Martin, "Bu hiç iyi görünmüyor" dedi.
"Doğru, iyi görünmüyor" dedi Patrik başını sallayarak.
"Albin tam on üç kere kliniğe götürülmüş. Kırık bacak, ke­
sikler, yanıklar, Tanrı bilir daha neler neler! Çocuk suiisti­
mali konusunda ders kitabı okumak gibi bir şey."
"Sence bütün bunları yapan Charlotte değil, Niclas, öyle
mi?" Martin faks yığınını işaret ederek başını salladı.
"Birincisi, bunun çocuk suiistimali olduğuna dair bir ka­
nıt yok. Şimdiye kadar kimse soru sormaya lüzum görme­
miş. Teorik olarak dünyanın en talihsiz çocuğu olabilir. Böy­
le diyorum, ama ikimiz de böyle bir ihtimal olmadığını bili-
259

yoruz . Oysa birinin Albin'e tekrar tekrar zarar vermiş olma­


sı mümkün. O kişi Niclas mı, Charlotte mu, bundan emin ol­
mak, eh, mümkün değil. Ama şu an bizde en çok soru işareti
uyandıran Niclas. Bu yüzden de onun en olası aday olduğu­
nu varsayıyorum."
"İkisi birden olabilir mi? Böyle vakalar görüldü, sen de bi­
liyorsun."
"Elbette" dedi Patrik. "Her şey mümkün, göz ardı edeme­
yiz. Ama Niclas olay sırasında nerede olduğu hakkında yalan
söylediğine, üstelik başkasına da yalan söyletıneye çalıştığı­
na göre, kendisini içeri alıp ciddi bir konuşma yapmak iste­
rim. Bu konuda mutabık mıyız?"
Martin başını salladı. "Evet, kesinlikle. Getirelim ve eli­
mizdeki bilgileri bir bir sayalım, bakalım ne diyecek."
"O halde tamam, yapılacak iş belli. Hemen gidiyor mu­
yuz?"
Martin başını salladı. "Sen hazırsan ben de hazırım."

* * *

Bir saat sonra Niclas'ı sorgu odasında karşılarına oturt­


muşlardı. inatçı bir ifade vardı yüzünde, ama onu klinik­
ten aldıklarında karşı çıkmamıştı. İtiraz etmeye artık me­
cali kalmamış gibiydi. Polis merkezine giderlerken onunla
ne konuşmak istediklerini hiç sormamıştı. Gözlerini dışarı­
daki manzaraya dikmiş, suskunluğu ne hissettiğini aniatsın
istemişti. Patrik bir an adamın duygularını anlar gibi oldu.
Niclas'ın beyni kızının öldüğünü ancak kavrayabilmişti san­
ki; şu an bütün enerjisini bu gerçekle başa çıkmaya harcıyor­
du. Sonra Patrik doktor raporlarını hatırladı. Duyduğu sem­
pati çabucak, tamamen yok oldu.
"Neden seninle konuşmak istediğimizi biliyor musun?" di­
ye sakin sakin sordu.
260

"Hayır" dedi Niclas, masanın üstünü inceliyordu.


"Edindiğimiz bazı bilgiler . . . " diye başladı Patrik. Etkili ol­
sun diye bir an durdu. Ardından, "Rahatsız edici" diye ekledi.
Niclas tepki vermedi. Bütün vücuduyla öne eğildi, masaya
dayadığı elleri hafifçe titriyordu.
"Elimizdeki bilginin ne olduğunu bilmek istemiyor mu­
sun?" diye kibarca sordu Martin, ama Niclas buna da yanıt
vermedi.
"O zaman söyleyelim sana" diye devam etti Martin. Söze
başlaması için Patrik'e gözüyle işaret etti. Patrik boğazını te­
mizledi.
"Birincisi, pazartesi sabahı nerede olduğun hakkında bize
verdiğin bilginin doğru olmadığı anlaşıldı."
Niclas ilk kez başını kaldırıp baktı. Patrik bir şaşkınlık
ışıltısı sezdi gözlerinde, ama aynı anda ışıltı kayboldu. Her­
hangi bir cevap alamayınca Patrik devam etti.
''Yanında olduğunu söylediğin kişi ifadesini geri çekti. Ya­
ni, Jeanette iddia ettiğin gibi onunla birlikte olmadığını be­
lirtti, ayrıca ondan yalan söylemesini istediğini de anlattı."
Niclas tepki vermedi. Sanki bütün duyguları akıp gitmiş,
geride yalnızca bir boşluk kalmıştı. Kızgınlık, şaşkınlık, en­
dişe ya da Patrik'in beklediği herhangi bir duygu yoktu yü­
zünde. Patrik bekledi, ama sessizlik bozulmadı.
"Bir yorumda bulunmak ister misin?" diye sordu Martin.
Niclas başıyla hayır dedi. "Eğer öyle söylediyse ... "
"Belki söz konusu saatlerde nerede olduğunu bize söyle­
mek istersin."
Niclas omzunu silkti. Sonra kısık bir sesle, "Herhangi bir
ifade vermeye niyetim yok. Neden burada olduğumu, neden
bana bu sorulan sorduğunuzu bile anlamıyorum. Ölen benim
kızım. Ona neden zarar vermiş olayım ki?" Gözlerini kaldınp
Patrik'e baktı. Patrik bir sonraki soruya zemin hazırlandığı­
nı fark etmişti.
261

"Belki de çocuklarına zarar verme gibi bir huyun vardır.


En azından Albin'e."
Niclas bu kez irkildi, ağzı açık, Patrik'e dik dik baktı. Alt­
dudağı titriyordu; ilk kez duygulandığını görüyorlardı. "Bu
da ne demek?" dedi Niclas. Neler döndüğünü anlamamıştı,
gözleri Patrik ile Martin arasında mekik dokuyordu.
"Biliyoruz" dedi Martin; sakindi, önündeki kağıtları göste­
re göstere karıştırdı. Faksları hem kendi hem de Patrik için
kopyalamıştı.
"Ne bildiğİnizi sanıyorsunuz?" dedi Niclas. Sesinde
bir meydan okuma seziliyordu. Ama Martin'in önündeki
kağıtlara bakmaktan da kendini alamıyordu.
"Albin tam on üç ktırtı çtıı;ıitli yaralanmalar nedeniyle teda­
vi görmüş. Bir doktor olarak bu ne anlatıyor sana? Adamın
biri çocuğunu on üç kere yanık, kesik ya da kırık kemik ne­
deniyle getirse, ne düşünürsün?"
Niclas dudaklarını sımsıkı kapadı.
Patrik devam etti. "Her seferinde aynı kliniğe götürmedin
onu. Kaderi zorlamak olurdu bu, ne dersin? Ama Uddeval­
la hastanesinde ve bölgedeki kliniklerde tutulmuş raporları
toplayınca bir baktık on üç ediyor. Durmadan orasını burası­
nı sakatıayan bir çocuk mu bu?"
Niclas'tan yine cevap çıkmadı. Patrik onun ellerine baktı.
Bu eller bir çocuğa zarar verebilir miydi?
Martin, "Belki bir açıklaması vardır bu durumun" de-
di. Sesindeki nezaket insanı aldatabilirdi. ''Yani, insan ba­
zen bunalıyor, anlıyorum bunu. Doktorların çalışma saatleri
uzun, yoruluyorsunuz, gerginsiniz. Sara insanı yoran bir kız
zaten, bir de üstüne bebek, en dayanıkhmız bile bir an ko­
pabilir. insanda birikim yapıyor, bir yerden patlaması lazım.
Hepimiz insanız eninde sonunda, değil mi? Siz Fjallbacka'ya
taşındıktan sonra, 'kaza' raporlarına rastlamamamızın nede­
ni bu olabilir. Evde insana yardım eden birinin olması ve da-
2 62

ha rahat bir iş her şeyi aniden kolaylaştırıyor. Artık gerilip


birine patlamaya gerek yok."
"Ne benim hakkımda ne de hayatım hakkında bir şey bili­
yorsunuz. Bildiğİnizi sanıp sevinmeyin." Niclas gözleri masa­
ya dikili, beklenmedik bir hırçınlıkla konuşmuştu. "Artık bu
konuda konuşmayacağım, dolayısıyla psikolojik açıklamala­
rı kesin."
''Yani bütün bu raporlar hakkında bir yorumda bulunma­
yacak mısın?" Patrik raporların kopyalarını sallıyordu.
"Hayır, bulunmayacağım. Şimdi söyledim ya" diye yanıt­
ladı Niclas. inatla masanın üstünü inceliyordu.
Patrik "Farkındasın değil mi, bu bilgileri sosyal hizmet­
lere vermek zorundayız" dedi. Niclas'a doğru eğilmişti .
Niclas'ın dudakları yine hafifçe titredi.
"Ne gerekiyorsa yapın" dedi kısık bir sesle. "Beni burada
tutmaya niyetli misiniz, yoksa gidebilir miyim?"
Patrik ayağa kalktı. "Gidebilirsin. Soracağımız sorular da­
ha bitmedi ama." Niclas'ı ana kapıya kadar geçirdi, ama ikisi
de tokalaşmaya kalkışmadılar.
Partik sorgu odasına döndü. Martin onu bekliyordu.
"Ne diyorsun?" diye sordu Martin.
"Bilmiyorum. Aslında daha şiddetli bir tepki beklerdİm
adamdan."
"Evet, sanki kendini dış dünyaya kapatmış. Ama belki
duyduğu acı yüzündendir. Senin anlattığına göre, hiçbir şey
olmamış gibi kendini işe vermiş. Charlotte çöktüğünde güçlü
olması gerekiyordu. Kadın şimdi kendini daha iyi hissediyor­
sa, bu defa da o kendini bırakmış olabilir. Dediğim gibi, evet
tuhaf davranıyor, ama bir şey yaptığını varsayamayız. Ger­
çekten sıra dışı bir durum."
"Haklısın" diyen Patrik, içini çekti. "Ama bazı olguları da
göz ardı edemeyiz. Nerede olduğu konusunda Jeanette'ten
yalan söylemesini istedi. O sabah gerçekten nerede olduğu-
263

nu hala bilmiyoruz. Dünkü çocuk değilim ben. Bu raporlar


Albin'e zarar verildiğini açıkça gösteriyor. Failin kim olduğu­
nu tahmin etmem gerekirse, kesinlikle Niclas derim."
"Şu halde sosyal hizmetlere haber veriyoruz, öyle mi?"
Patrik duraladı. "Aslında hemen yapmamız lazım bu işi,
ama içimden bir ses, biraz daha bilgi edinene kadar, birkaç
gün beklernemizi fısıldıyor."
"Peki, patron sensin. Ne yaptığını biliyorsundur umanm."
"Doğrusunu söyleyeyim mi, en ufak bir fikrim yok" dedi
Patrik alaycı bir gülümsemeyle. "En ufak lanet olası bir fik­
rim yok."

* * *

Kapı çalınınca Erica irkildi. Maja oyun halısında sırtüstü


yatıyordu, Erica da bitkin bir halde, kendini kanepenin bir
ucuna atmıştı. Fırlayıp kapıyı açmaya gitti. Kapıda duranın
kim olduğunu görünce şaşkınlıkla kaşlannı kaldırdı.
''Merhaba Niclas" dedi, ama içeri buyur etmedi. Sadece bir
iki kere karşılaşmışlardı; adamın neden uğradığını merak etti.
"Merhaba" dedi Niclas, sonra sustu. Sanki dakikalar geçti
aradan, sonra "Girebilir miyim?" diye sordu. "Çok kısa kala­
cağım. Seninle konuşmam lazım."
"Elbette" dedi Erica, hala şaşkındı. "Gir içeri, kahve yapa­
yım."
Niclas paltosunu asarken, Erica mutfağa gitti ve kahve
yaptı. Sonra mızıldanmaya başlayan Maja'yı yerden kaldırdı,
serbest eliyle kahveyi koyup mutfak masasına oturdu.
Niclas, Erica'nın karşısına otururken, "Bu çok tanıdık ge­
liyor bana" dedi gülerek. "Bütün anneler tek elle her şeyi ya­
pabiliyor sanki. Nasıl beceriyorsunuz, bilmiyorum."
Erica da gülümsedi. Gülünce Niclas'ın yüzü öyle değişi­
yorrlu ki. Ama adam tekrar ciddileşti, yüzü karardı.
264

Zaman kazanmak istermiş gibi kahvesini yudumladı. Eri­


ca meraktan çatlayacaktı. Ne istiyordu bu adam ondan?
Erica'nın aklını okumuş gibi, "Niye geldiğimi merak edi­
yorsun herhalde" dedi Niclas . Erica cevap vermedi. Nic­
las kahvesinden bir yudum daha aldı ve devam etti: "Char­
lotte'un gelip seninle konuştuğunu biliyorum."
"Ama ne konuştuğumuzu söyleyemem sana."
Niclas elini kaldırdı. ''Yok, Charlotte'un sana anlattığını
sormaya gelmedim. Geldim, çünkü sen onun bu kasabadaki
en yakın arkadaşısın. Geldiğinde gördüklerime bakılırsa üs­
telik iyi bir arkadaşsın. Charlotte'un iyi bir arkadaşa ihtiya­
cı olacak."
Erica merakla adama baktı. Aynı anda, onun ne söyleye­
ceğine dair içine korkunç bir his doğdu . Yanağında mini mini
bir el hissetti. Maj a'ya baktı. Bebek halinden memnun, ona
bakıyordu, elini annesinin saçına uzattı. Doğrusu Erica ar­
tık Niclas'ı dinlemek istemiyordu. Yüreğinin derinliklerinde
bir şey, son birkaç aydır içinde yaşadığı kozada kalmak isti­
yordu. Çoğu zaman boğuluyormuş gibi hissetse de, güvenli,
tanıdık bir şeydi bu. Ama Niclas'ın söyleyeceklerinden kaç­
ma isteğini bastırdı. Bakışlarını Maja'dan Niclas'a çevirdi ve
"Elimden geldiği kadar yardım ederim sana" dedi.
Niclas başıyla onayladı, ama sonra bir an tereddüt et­
ti. Fincanı elinde evirdi çevirdi, derin bir soluk aldı ve
"Charlotte'u aldattım" dedi. "Aileme en kötü biçimde ihanet
ettim. Ama bir şey daha var. Altımızı oyan, bizi ayrı yollara
sürükleyen bir şey. Yüzleşmemiz gereken bir şey. Charlotte
onu aldattığıını bilmiyor henüz, ama ona söylemek zorunda­
yım. İşte o zaman sana ihtiyacı olacak."
"Anlat" dedi Erica yavaşça ve Niclas her şeyi bölük pör­
çük, tatsız bir hikaye halinde anlatarak içini boşalttı.
Bitirdiğinde, yüzündeki rahatlama apaçıktı. Erica ne diye­
ceğini bilemedi. Maja'nın yanağını okşadı, sanki onu çok çir-
265

kin, çok korkunç bir gerçekten korumak istiyordu. Yüreğinin


bir tarafı ayağa kalkıp adama cehenneme gitmesini söylemek
istiyordu. Başka bir tarafı ise onu kucaklamak, sırtım sıvazla­
mak, teselli etmek istiyordu. İkisini de yapmadı. "Charlotte'a
her şeyi anlatmak zorundasın" dedi. "Hemen eve git, bana an­
lattıklarını ona da anlat. Eğer konuşmak isterse ben burada
olacağım. Sonra da . . . " Erica durdu, nasıl söyleyeceğini bile­
miyordu. "Sonra da ikiniz hayatımza sahip çıkmalısınız. Eğer
Charlotte, dikkat et, eğer diyorum, eğer Charlotte seni bağış­
larsa, o zaman ikinizin birlikte hayata devam edebilmesi se­
nin sorumluluğunda. İlk yapacağın, ikinizin o evden ayrılına­
nızı sağlamak olmalı. Lilian, Charlotte'u çılgına çeviriyor, üs­
telik Sara öleli beri işler daha da kötüye gidiyor. Kendi eviniz
olmalı. Birbirinizi tekrar bulacağınız, Sara'nın yasını huzur
içinde tutacağınız bir ev. Orada yeniden bir aile olabilirsiniz."
Niclas başını salladı. "Evet, haklısın. Bu işi çoktan hallet­
meliydim, ama kendi derdime öyle düşmüştüm ki, göreme­
dim . . . "
Öne eğildi, gözlerini masanın üzerine dikti. Başını kaldır­
dığında gözleri yaşla doluydu. "Onu öyle özlüyorum ki Erica.
Öyle özlüyorum ki, sanki paramparça oluyorum. Sara gitti,
Erica. Ancak şimdi anlıyorum bunu. Sara gitti."
Gözyaşlan yanaklanndan aşağı indi, masaya damladı. Bü­
tün vücudu titriyordu, yüzü çarpılmış, tanınmaz hale gelmiş­
ti. Erica elini uzattı, adamın elini avucuna aldı. Adam acısını
hıçkırıklarında boğarken uzun süre birlikte oturdular.

* * *

O hafta sonu yine oldu. Sonuncusundan beri birkaç hafta


geçtiğinden Sebastian hepsinin bir rüya olduğunu, bitip gitti­
ğini düşünmeye başlamıştı. Derken geri geldi. Nefret, inkar,
acı anlan.
266

Keşke nasıl mücadele edeceğini bilseydi. Ne zaman orta­


ya çıksa iradesizliğinin bedenini felce uğrattığını hissediyor,
kendini bırakmak zorunda kalıyordu.
Sebastian, Veddeberget'in tepesinde, kollarıyla dizlerini
sarmış, oturuyordu. Bu yükseklikten bütün körfezi görebili­
yordu. Hava soğuk ve rüzgarlı, ama her nasılsa güzeldi. İlk
kez, içeride olmakla dışarıda olmanın aynı olduğunu hisset­
ti. Biraz yağmur yağsa her şey daha da güzel olacaktı. Çün­
kü yüreğinde tam da bu duygu vardı. Sanki yağmur yağıyor­
du. Bardaktan boşanırcasına yağıyor, iyi ve saf olan her şe­
yi sürükleyip götürüyordu. Sanki devasa bir lağımdan aşağı
koşmaktaydı.
Üstelik Rune fena halde azarlaınıştı onu. Bağırmış çağır­
mış, Sebastian'ın hiç çaba sarf etmediğini söylemişti. Kendi­
ni zorlamalıydı. Daha çok çalışınazsa herhangi bir geleceği
olamazdı, çünkü dersleri kafası alınıyordu işte. Ama Sebasti­
an çalışmıştı. Bu durumda mümkün olduğunca çok çalışmış­
tı. Her şeyin boka sarması onun suçu değildi.
Gözleri yanıyordu. Ceketinin yeniyle gözlerini sildi. Bura­
da bebek gibi ağlayarak oturmak istediği en son şeydi. Özel­
likle de her şey onun suçuysa. Bir parça daha güçlü olsay­
dı, bütün bunlar olmazdı. İlkinde değil. İkincisinde de değil.
Tekrar tekrar değil.
Gözyaşları yanaklarından aşağı süzülüyordu. Yaşları ce­
ketinin sert yeniyle öyle sert sildi ki yüzünde kırmızı izler
oluştu.
Bir an her şeye bir son vermek istedi. Ne kolay olurdu:
Kenara doğru birkaç adım atar, aşağıya atlardı. Birkaç sa­
niye içinde her şey biterdi, kimse de umursamazdı. Rune ra­
hata kavuşurdu. O zaman başka birinin çocuğuna bakmak
zorunda kalmazdı. Hatta belki başka biriyle tanışır, istediği
oğula kavuşurdu.
Sebastian ayağa kalktı. Düşünce çok çekici geliyordu ona.
267

Ağır ağır yarın kenanna geldi ve aşağı baktı. Dimdik iniyor­


du yar. Nasıl bir duygu olacağını hayal etmeye çalıştı. Hava­
da uçmak, birkaç saniye tüy gibi hafif olmak, sonra gövde­
si yere çarptığında çıkan küt diye bir ses. O an herhangi bir
şey hisseder miydi? Sınamak için bir ayağını yarın kenarın­
dan uzattı, ayağı havada asılı gibiydi. Sonra düştüğünde öl­
meyebileceği kafasına dank etti. Ya ölmez ve sakat kalırsa
ya da öyle bir şey olursa? Hayatı boyunca ağzından salyalar
akan bir bitki olarak yaşamaya devam ederse? İşte o zaman
Rune'nın gerçekten homurdanacak bir nedeni olurdu. Hiç
kuşku yok Sebastian'ı paketleyip bir bakımevine yatırırdı.
Ayağını yarın kenanna uzatmış duran Sebastian tereddüt
etti. Sonra yere oturdu ve yavaşça geri geri süründü. Kollarını
göğsünde kavuşturdu, ufuklara baktı. Uzaklara, çok uzaklara.

* * *

Niclas kapıdan girer girmez Lilian üstüne hücum etti.


"Ne oldu? Aina aradı, polisin işyerine gelip seni götürdü­
ğünü söyledi, doğru mu bu?" Lilian'ın sesi kaygılı, hatta ne­
redeyse panik yüklüydü. "Charlotte'a bir şey söylemedim" di­
ye ekledi.
Niclas eliyle durmasını işaret etti ona, ama Lilian öyle
kolayca baştan savılacak biri değildi. Mutfağa doğru yürü­
yen Niclas'ın dibinden ayrılmadı, onu soru yağmuruna tut­
tu. Niclas ona aldırmadan doğruca kahve makinesine gitti ve
kendine kocaman bir fincan kahve koydu. Makine kapatıl­
mıştı, kahve ılıktı, ama önemli değildi. Kahveye ihtiyacı var­
dı, ya da kocaman bir bardak viskiye, ama alkolsüz seçenek­
te karar kılmakta yarar vardı.
Masaya oturdu, Lilian da oturup başladı sorular sormaya.
Polis şimdi ne saçma sapan şeyler düşünüyordu? Niclas'ın
saygın biri, bir doktor, başarılı bir adam olduğunu bilmiyor-
268

lar mıydı? Kızının bu kadar talihli oluşuna, böyle bir adamı


yakalarlığına hala şaşırıyordu. Elbette, çıkmaya başladıkla­
rında henüz yeniyetmeydiler, ama Lilian Niclas'ın geleceği
olan biri olduğunu hemen anlamış, bu ilişkiyi teşvik etmişti.
Niclas'ın peşinde koşan kızlar arasından Charlotte'u seçme­
sini büyük bir şans olarak görüyordu. Tabii biraz çaba gös­
terdiğinde güzel kızdı, ama yeniyetmeyken bile birkaç ki­
lo fazlası vardı ve en kötüsü hırslı değildi. Yine de Charlotte
annesinin dileklerini yerine getirmişti. Lilian damadının ba­
şarısını madalya gibi göğsünde taşımıştı, oysa şimdi her şey
tehlikeye girmişti. Kasabadaki dedikoduculardan ödü kopu­
yordu; polisin Niclas'ı sorguya aldığı öğrenilirse dedikodu he­
men yayılırdı. Niclas'ın da gözleri ağlamaktan kızarmıştı; de­
mek ki onu çok zorlamışlardı.
"Ee, ne dediler?"
"Sadece birkaç soru sordular" dedi Niclas önemsemiyor­
muş gibi. Ilık kahvesini büyük yudumlarla içiyordu.
"Ne gibi sorular?" Lilian vazgeçmeyecekti. Kasahaya her
indiğinde dedikodulara göğüs gerecekse, neler olup bittiğini
öğrenmeliydi.
Niclas ona aldırmadı. Kalkıp boş kahve fincanını bulaşık
makinesine koydu.
"Charlotte aşağıda mı?"
"Dinleniyor" dedi Lilian. Cevap alamayınca öfkelendiğini
gizlememişti.
"İnip onunla konuşacağım."
"Ne konuşacaksın?" Lilian hala ısrarlıydı. Ama Niclas
usanmıştı.
"Charlotte ile benim aramda bu. Özel bir şey olmadığını
söyledim sana. Sana sormarlan karımla konuşmaya hakkım
var herhalde. Erica haklı. Charlotte'la benim ayrı bir eve ta­
şınma zamanımız geldi."
Her hecede Lilian irkilip geri çekiliyordu. Niclas ona dai-
269

ma saygılı davranmıştı, bu yüzden sözleri birer tokat gibi yü­


züne çarpıyordu. Özellikle de Niclas için, Niclas ve Charlot­
te için yaptıklarından sonra. Haksızlık kanını dondurmuştu,
söylenecek alaycı bir şey aradı, ama bulamadı; zaten Niclas
merdiveni yarılamıştı. Lilian tekrar mutfak masasına otur­
du. Düşünceler kol geziyordu zihninde. Nasıl böyle konuşur­
du Lilian'la? Oysa sadece onlann iyiliğini düşünmüştü. Dur­
madan fedakarlık yapmış, kendi çıkarını düşünmemişti. Sü­
lük gibiydi bunlar, bütün enerjisini emiyorlardı. Lilian artık
açıkça görüyordu. Stig, Charlotte, şimdi de Niclas. Onu kul­
lanıyorlardı. Eliyle ne uzattıysa kapmışlar, karşılığında hiç­
bir şey vermemişlerdi.

* * *

Charlotte oturmuş, babasını düşünüyordu. Tuhaftı, ölü­


münden sonra geçen sekiz yıl boyunca gitgide daha az dü­
şünmeye başlamıştı onu. Anıları birkaç belirli anın muğlak,
bulanık resimlerine dönüşmüştü. Ama Sara öleli beri, baba­
sını, sanki dün göçüp gitmiş gibi berrak görüntüler halinde
hatırlıyordu.
Çok yakındılar, o ve Lennart. Annesiyle olduklarından
çok daha yakın. Sanki aynı ruhu paylaşıyorlardı. Lennart
onu hep güldürürdü. Annesi pek seyrek gülerdi, Charlotte
hep beraber güldüklerini hiç hatırlamıyordu. Babası ailenin
diplomatıydı, daima arabuluculuk yapar, mazeretler bulma­
ya çalışırdı. Örneğin Lilian'ın neden sürekli kızının başının
etini yediğine, Charlotte'un neden düzgün bir şey yapamadı­
ğına, neden annesinin beklentilerini karşılayamadığına ma­
zeretler bulurdu. Oysa Charlotte babasını hiç hayal kırıklı­
ğına uğratmamıştı. Babasının gözünde mükemmel bir kızdı;
biliyordu bunu.
Lennart hastalandığı zaman çok sarsılmıştı. Hastalık ağır
2 70

ilerliyordu, hasta olduğunu fark edene kadar çok zaman geç­


mişti. Bazen Charlotte, biraz daha gözlemci olabilseydi ölü­
münü geciktirebilir miydi diye merak ederdi. işaretleri da­
ha önce görseydi? Ama o sırada Niclas'la Uddevalla'da otu­
ruyorlardı, Sara'ya hamileydi. Kendi hayatına gömülmüş­
tü. Lennart'ın iyi olmadığını nihayet fark ettiğinde, ilk kez
Lilian'la güç birliği yapmış, onu zorla muayene olmaya ikna
etmişlerdi. Ama artık çok geçti. Sonra her şey çok çabuk ge­
lişmişti. Bir ay sonra Lennart ölmüştü. Doktorların dediği­
ne göre sinir sistemine saldırıp vücudu çökerten seyrek rast­
lanır bir hastalık kapmıştı. Erken teşhis konmuş olsa da bir
işe yaramayacaktı. Charlotte buna rağmen kendini suçlu
hissetmişti.
Yasını tutacak kadar geniş bir yer olsaydı içinde, hatıra­
sını daha canlı tutabilir miydi acaba? Ama Lilian her köşeyi
doldurmuştu. Yas tutma hakkının yalnızca kendisine ait ol­
duğunu ilan etmiş, acısının herkesinkinden öncelikli olması
gerektiğini belirtmişti. Lennart öldükten sonraki haftalarda
ev dolup boşalmıştı durmadan. Gelenler Charlotte'u görmü­
yorlardı bile. Lilian teselli ediliyor, Lilian'ın acısı paylaşılı­
yor, Lilian bir kraliçe gibi gelenleri huzuruna kabul ediyor­
du. Böyle anlarda Charlotte annesinden nefret ederdi. Ka­
derin cilvesine bakın ki, Lennart'a tanı konmadan önce ba­
bası galiba Lilian'ı terk etmek üzereydi. Tartışmalar, dır­
dırlar artmıştı, ayrılık kaçınılmaz gibiydi. Derken Lennart
hastalanmış, Charlotte annesinin bütün eski hınçları rafa
kaldırıp bütün kalbiyle kendini kocasına adarlığını görmüş­
tü. Ancak çok daha sonraları, annesinin o doymak bilmez il­
gi odağı olma ihtiyacı Charlotte'un ağzında kekremsi bir tat
bırakacaktı.
Ama yıllar geçmiş, Charlotte öfkesini bir kenara bırak­
mıştı. Annesine durmadan öfkeleurneye değmeyecek kadar
dopdoluydu hayat. Babasını düşünmeye, yasını tutmaya da
vakti olmadı. Olmuyordu işte. Hayat peşinden koşup onu ez­
miş, yolun kenannda, acılar içinde bırakmıştı. Ve şimdi dün­
ya kadar vakti vardı, burada olması gereken adamı istediği
kadar düşünebilirdi. Ne demesi gerektiğini bilen, saçını ok­
şayıp her şeyin yoluna gireceğini söyleyen o adamı düşüne­
bilirdi. Lilian her zamanki gibi kendisiyle öyle meşguldü ki,
kimseyi dinlemiyordu ve Niclas da, eh, Niclas Niclas'tı işte.
Birbirlerine daha yakın olacakları umudu sönüp gitmişti.
Kocası kendini küçük kozasına kapamıştı. Charlotte'un da­
ha fazla yaklaşmasına hiçbir zaman izin vermemişti zaten,
ama hayatına girip çıkan bir gölgeden başka bir şey değildi
artık. Her gece başını Charlotte'un yastığının yanındaki yas­
tığa koyuyor, sonra öyle yan yana, birbirlerine dokunmama­
ya dikkat ederek yatıyorlardı. İkisi de tenlerinin birdenbire,
beklenmedik bir anda birbirine değmesinin, hiç dokunulma­
ması gereken yaraları açmasından korkuyordu. Birlikte çok
badireler atlatmışlardı. Her şeye rağmen birliktelik yanılsa­
masını koruyorlardı, ama artık yolun sonuna gelip gelmedik­
lerini merak ediyordu Charlotte.
Merdivenlerdeki ayak sesleri Charlotte'u bu sıkıntılı dü­
şüncelerden uzaklaştırdı. Başını kaldırınca Niclas'ı gördü.
Saate bir göz attı, kocasının eve geliş saatine daha çok vardı.
"Hey, geldin mi?" dedi şaşırarak, ayağa kalkmaya yeltendi.
Niclas, "Kalkma, konuşmamız lazım" deyince, Char­
lotte'un yüreği hopladı. Pek de güzel şeylerden konuşmaya­
cakları belliydi.
Fj allbacka 1 928

Evdeki hayat Agnes'in umduğu gibi İyiye gitmedi. Şu an­


da olduğu kişi, bir zamanlar olduğu kişiyi eziyordu hala. Her
geçen yıl öfkesi artıyordu; evlenmeden önceki hayatı sanki
uzak bir hayaldi. Gerçekten güzel elbiseler giymiş, zarif par­
tilerde piyano çalmış, talipleri onunla dans edebilmek için sı­
raya girmişler miydi? Her şeyin ötesinde, canının çektiği ka­
dar yemek ve tatlı yiyebildiği zamanlar olmuş muydu?
Babasını soruşturmuş, adamın çöktüğünü öğrenince çok
memnun olmuştu. Büyük evde tek başına oturuyor, sadece
işe gitmek üzere dışarı çıkıyordu. Bu, Agnes'in hoşuna git­
mişti. Yeterince acı çekince kızını yine yanına alırdı belki.
Ama yıllar geçmiş, hiçbir şey olmamış, Agnes'in umutları bi­
rer birer sönmüştü.
Dört yaşına gelen oğlanlarla baş etmek imkansızdı. Kü­
çücük olmalanna rağmen mahallede koşturup duruyorlardı;
Agnes'te onları disipline sokma arzusu ve enerjisi kalmamış­
tı. Anders kasabadan ta taşocağına kadar gitmek zorunda ol­
duğundan ortada yoktu. Oğlanlar uyanmadan gidiyor, onlar
yattıktan sonra eve geliyordu. Sadece pazarları biraz vakit
geçirebiliyordu çocuklarıyla, onlar da babalarının evde olma­
sından öyle mutluydular ki melek gibi davranıyorlardı.
Başka çocukları olmamıştı; Agnes bunun için gerekeni
yapmıştı. Anders beceriksizce konuyu açmaya, kansının ya-
2 73

tağına girme arzusunu dile getirmeye çalışmıştı, ama Ag­


nes hayır demekte hiç güçlük çekmiyordu. Bir zamanlar ona
duyduğu arzu yok olmuştu. Artık tiksiniyordu kocasından,
pis, yarık yarık parmaklarının tenine yaklaştığı düşünce­
si bile ürpertiyordu onu. Bu zoraki bekarlığa karşı çıkmayı­
şı, Agnes'in kocasını büsbütün aşağılamasına yol açmıştı. Ki­
milerinin anlayış diye nitelendireceği bu durum Agnes'e gö­
re omurgasızlıktı; Anders'in hala ev işlerinin çoğunu yapma­
sı da buna tuz biber ekiyordu. Gerçek bir erkek çocuklarının
giysilerini yıkamaz ya da kendine öğle yemeği hazırlamazdı.
Anders'in bütün bunları, kendisinin hiçbir şeye elini sürme­
mesi yüzünden yaptığını göz ardı ediyordu.
"Anne, Johan bana vurdu!" Karl koşa koşa annesinin si­
gara içerek oturduğu merdivenlere geldi. Agnes bu kötü alış­
kanlığı son zamanlarda edinmişti. Sigara parasını küstahça
Anders'ten istiyor, hele bir itiraz etsin diye bekliyordu.
Önünde durup ağlayan çocuğa soğuk gözlerle baktı, sonra
sigarasının dumanını ağır ağır yüzüne üfledi. Çocuk öksür­
dü, gözlerini ovuşturdu. Teselli bulmak için annesine yaslan­
dı, ama çoğu zaman olduğu gibi kadın oğluna sevgiyle yak­
laşmadı. Evde onlara sevgi gösteren Anders'ti. Oğlanları öy­
le şımartıyordu ki, bir de Agnes'in onları pışpışlamasına ge­
rek yoktu. Karl'ı itip yanından uzaklaştırırken kıçına bir de
şaplak indirdi.
''Mızıldamp durma, sen de ona vur" dedi sakin sakin, ardın­
dan temiz bahar havasına yine sigarasının dumanını üfledi.
Karl, yine reddedilmekten duyduğu hüzünle annesine bir
bakış fırlattı. Sonra başını eğdi, kardeşine doğru sinsi sinsi
yürüdü.
Birkaç gün önce komşu kadın utanıp sıkılmadan kapısı­
na dayanmış, Agnes'e çocuklarına sahip olmasını söylemişti.
Yük iskelesinin orada yalnız başlarına oynarken görmüştü
çocukları. Agnes yaşlı cadıya pis pis bakmış, kendi işine bak-
2 74

masını söylemişti sakince. Kadının en büyük kızı dedikodu­


lara bakılırsa, geçimini şehirde kendini çırılçıplak teşhir ede­
rek kazandığına göre, Agnes'e çocuklarına sahip çıkmasını
söyleyecek en son kişi oydu. Kadın incinmiş bir tavırla çıkıp
giderken "zavallı çocuklar" gibi bir şeyler mırıldanmış, bir
daha da gelip kapıyı çalmaya cesaret edememişti; Agnes'in
de istediği buydu zaten.
Bahar güneşinde arkasına yaslandı, kendini iyi hissetti­
ren ışınlara fazla yüz vermemesi gerektiğini kendine hatır­
lattı. Üst sınıflara mensup kadınların özelliği olan beyaz teni­
ni korumak istiyordu. Eski hayatından ona kalan tek şey, gö­
rünüşüydü; Agnes güzelliğini sonuna kadar kullanıyor, böy­
lece sıkıcı yaşamına bir parça renk katabiliyordu. Bir sarıl­
ma karşılığında dükkan sahibinden bunca şey elde edebil­
mesi şaşırtıcıydı; ucunda tatlı bir kazanç varsa, daha fazla­
sına da izin verebilirdi. Böylece eve tatlı bir şeyler, fazladan
yiyecek getirebiliyor, ama hiçbirini ailesiyle paylaşmıyordu.
Hatta Anders'ten büyük bir dikkatle sakladığı bir parça ku­
maşı bile vardı. Şimdilik arada bir kumaşı okşamakla, ipek­
si yumuşaklığını hissetmek için yanağına sürmekle yetiniyor­
du. Kasap da bir iki imada bulunmuştu, ama etin iyi tarafın­
dan birkaç parça almak için yapabileceklerinin de bir sınırı
vardı. Dükkan sahibi genç, yakışıklı sayılırdı, arka odada bi­
raz öpüşmek hiç de kötü olmuyordu, ama kasap altmışların­
da, şişko, yağlı bir öküzdü. Tırnak diplerinde kurumuş kan
olan o sosis parmakların Agnes'in giysisinin altına kayabil­
mesi için yumuşak bir biftekten çok daha fazlası gerekiyordu.
İnsanların arkasından konuştuğunu biliyordu. Ama top­
lumdaki eski konumuna bir daha ulaşamayacağını anlayınca
buna da aldırmaz olmuştu. Konuşurlarsa konuşsunlar, umu­
runda değildi. Eğer hayattaki bazı güzel şeyleri tadabilecek­
se, o dar kafalı işçi parçalarının ne diyeceğine aldırmıyordu.
İnsanların karısı hakkında konuştukları arada bir Anders'i
2 75

üzse de fark etmezdi. Agnes'e göre, böyle bir yerde oluşu


Anders'in suçuydu, kocasına acı vermek onu mutlu ediyordu.
Ama son birkaç haftadır Agnes'i huzursuz eden bir şey
vardı. Sanki bir şeyler oluyordu, ama Agnes'in haberi yoktu.
Birkaç kere Anders'i dalıp gitmiş, önemli bir şey düşünüyor­
muşçasına boşluğa bakarken görmüştü. Hatta bir keresinde
özel bir şey mi düşündüğünü sormuş, ama Anders inkar et­
miş ve hiç de inandırıcı olmamıştı. Bir şeyler karıştırıyordu,
Agnes emindi. Agnes'in etkileneceği, ama her nedense bilme­
sine kocasının izin vermediği bir şey. Bu onu çıldırtıyordu,
ama kocasını tanırdı, hazır olmadan bir şeyi açıklaması için
ısrar etmenin yararı olmazdı. Eğer aklına koyarsa, katır ka­
dar inatçı olurdu.
Dalgın dalgın sigara paketini alıp içeri girmek üzere aya­
ğa kalktı. Oğlanlar nerede, diye düşündü bir an, sonra omuz­
larını silkti, başlarının çaresine bakabilirlerdi. Agnes ise bir
öğle şekerlernesi yapacaktı.

* * *

Öğle saatleri geçmek bilmiyordu. Patrik Albin'in tıbbi ra­


porlarını okuyarak çok fazla zaman kaybetmişti. Sosyal hiz­
met yetkililerini çağırınayı ertelemekle doğru davranıp dav­
ranmadığını bilmiyordu . Ama bir şey, bunu yapmadan ön­
ce daha çok bilgi edinınesi gerektiğini söylemişti ona. Bü­
rokra sinin çarkları dönmeye başlayınca durdurması zor
olurdu, ayrıca hem polislerin hem de doktorların çocuk su­
iistimali kuşkusunu rapor etmekte gönülsüz davrandıkları­
nı bilirdi. Görünürdeki yara berenin sıradan bir açıklama­
sı olabilirdi, ama sosyal hizmet görevlileri işe el koyduğun­
da, kimse bu ihtimali düşünmezdi artık. Üstelik Klinga aile­
si Fj allbacka'ya taşınalı beri herhangi bir vaka görülmemişti.
Anlaşılan durum istikrar kazanmıştı. Ama tam da emin ola-
2 76

mıyordu, eğer Albin yine zarar görürse, sorumluluğu üstlen­


mesi gerekecekti.
Telefonun çalması, bu kasvetli düşüncelerini dağıttı.
"Patrik Hedström."
"Alo, ben Lars Kalfors, Göteborg Emniyeti'nden."
"Evet?" dedi Patrik. Adam isminin hatırlanacağından
emin gibiydi, ama Patrik daha önce hiç duymamıştı bu ismi.
Göteborg'dan birinin kendisini neden aradığı hakkında da
hiçbir fikri yoktu.
"Biraz önce, devam eden bir mesele hakkında size bazı bil­
giler gönderdik. Sizin dikkatinize sunulacaktı sanırım."
"Öyle mi?" dedi Patrik, iyice karışınıştı kafası. "Şöyle bir
bakayım. . . Masamda Göteborg'dan gelmiş herhangi bir mesaj
yok. Ta m olarak ne zaman gönderdiniz? Ne hakkındaydı?"
"Üç hafta önce sizinle temasa geçmiştim. Çocuk taeizi va­
kalarıyla uğraşan bölümdenim, bir çocuk pornografisi vaka­
sının peşindeyiz. Sizin bölgenizden biri gözümüze çarptı, bu
nedenle de sizi aradım."
Patrik kendini budala gibi hissetti; adamın neden söz etti­
ğini hiç mi hiç bilmiyordu. "Kiminle konuşmuştunuz?"
"O gün galiba izinliydiniz, dolayısıylaaa . . . bakayım . . . ney­
di adı?" Adamın karıştırdığı kağıtlann sesi geliyordu. "Halı,
işte burada. Ernst Lundgren'le konuşmuşum."
Patrik'in gözünü öfkeden kan bürüdü. Elleriyle Ernst'in
boynunu yakalayıp ağır ağır sıktığını hayal etti. Zoraki bir
sakinlikle, "Burada bir iletişim kopukluğu oldu herhalde" de­
di. "Bildiklerinizi bana anlatın. Ben de ne olup bittiğine bir
bakanın."
"Elbette. Anlatayım."
Kalfors meseleyi ana hatlarıyla anlattı. Üzerinde çalıştık­
ları çocuk pornografisi vakası öncelikliydi. Tanumshede po­
lis merkezinin soruşturmaya katkıda bulunabileceği kısmı­
na geldiğinde, Patrik soluğunu tuttu. Adamın anlattıkları-
2 77

nı dinlemeye zorladı kendini, sonra meseleyle derhal ilgilen­


meye söz verdi. Ardından her zamanki nezaket sözcükleriy­
le Kalfors'a veda etti. Ama telefonu kapatır kapatmaz aya­
ğa fırladı. İki adımda ofisini geçti, koridora çıkıp bağırdı:
"ERNST!"

* * *

Erica koltukta oturmuş, düşüncelerini düzene sokmaya


çalıalarken kapıya vurulunca yerinde zıpladı. Kim olduğunu
tahmin ederek kapıyı açmaya gitti. Charlotte'tu gelen. Üze­
rinde palto yoktu, evden buraya kadar koşmuşa benziyordu.
Alnından terler akıyor, tir tir titriyordu.
"Aman Tanrım, korkunç görünüyorsun" dedi Erica. Son­
ra söylediklerine pişman oldu, Charlotte'u tutup sıcacık evi­
ne soktu.
"Kötü bir zamanda mı geldim?" diye sordu Charlotte. Acı­
nacak haldeydi. Erica başını salladı.
"Tabii ki hayır. Kapım sana her zaman açık, biliyorsun
bunu."
Charlotte başını salladı, hala titriyor, kollarıyla bedenini
sarıyordu. Saçı ter ve yağmurdan başına yapışmıştı, bir tuta­
rnı neredeyse gözüne giriyordu. Terk edilmiş ıslak bir köpek
yavrusu gibiydi.
"Bir bardak çay ister misin?" diye sordu Erica.
Charlotte'un yüzündeki panik ifadesi, Sara'nın ölüm ha­
berini aldıktan sonra gözlerinde beliren çılgın bakışla iç içe
geçmişti. Yine de Erica'nın önerisini minnetle kabul etti.
"Otur, hemen gelirim" diyen Erica mutfağa gitti. Geçer­
ken Maja'ya bir göz attı, bebek halinden memnun görünüyor­
du, yanından geçen Charlotte'a merakla bakınakla yetindi.
"Oturursam koltuğun ıslanır" dedi Charlotte. Sanki dün­
yanın sonuydu bu.
2 78

"Boş ver, kurur" dedi Erica. "Sadece çilek çayı varmış, içer
misin, yoksa çok mu tatlı gelir?"
"İçerim" dedi Charlotte. Erica, saman verse de aynı şeyi
söyleyeceğinden kuşkulandı.
Erica döndüğünde elindeki tepside iki fincan çay, bir ka­
vanoz bal ve iki kaşık vardı. Tepsiyi üçlü koltuğun önündeki
masaya koyup Charlotte'un yanına oturdu.
Charlotte fincanını dikkatle kaldırıp çayını yudumladı.
Erica da yanında oturup aynı şeyi yaptı. Charlotte'u konuş­
maya zorlamak istemiyordu, ama içini boşaltırsa arkadaşının
rahatlayacağını düşündü. Belki nereden başiayacağını bilmi­
yordu. Niclas, Erica'yı görmeye geldiğini Charlotte'a söylemiş
miydi acaba? Sadece Maja'nın mınltılannın işitildiği uzun bir
sessizlikten sonra Charlotte bu sorunun cevabını verdi.
"Onun buraya geldiğini biliyorum. Anlattı bana. Başka bi­
riyle görüştüğünü biliyorsun zaten. Yine diye eklernem ge­
rek." Charlotte'un dudaklarından acı bir kahkaha koptu,
bastırmaya çalıştığı gözyaşları nihayet fışkırdı.
"Evet, biliyorum" dedi Erica. Arkadaşının "yine" sözüy­
le ne kastettiğini de biliyordu. Charlotte, Niclas'ın ilişkile­
rinden söz etmişti. Ama Fjallbacka'ya taşınalı beri bu işlerin
bittiğine inandığını da söylemişti. Bu bakımdan da yeni bir
başlangıç yapacaklarına söz vermişti Niclas.
"Aylardır görüşüyormuş kadınla. Düşünebiliyor musun?
Aylardır. Burada, Fjallbacka'da. Kimse görmemiş onlan. İna­
nılmaz derecede şanslı bu herif!" Kahkahası isterik hale gel­
mişti. Erica elini arkadaşının dizine teselli edercesine koydu.
"Kimmiş?" diye alçak sesle sordu Erica.
"Sana söylemedi mi?"
Erica başıyla hayır deyince, Charlotte, ''Yirmi beş yaşın­
da bir kaltak" dedi. "Kim olduğunu bilmiyorum. Jeanette mi
ne?" Charlotte eliyle boş ver işareti yaptı. Konu değişmişti.
Şimdi önemli olan Niclas'ın ihanetiydi.
2 79

''Yıllardır çektiklerimi anlatamam. Kaç kere bağışladım


onu, değişir dedim, unuturum dedim, devam etmeye söz ver­
dim. Bu kez gerçekten farklı olacaktı. Geçmişten uzaklaşa­
caktık, başka bir kasahada yaşayacak, b aşka insanlar ola­
caktık. Ya da ben öyle sandım." Yine o ürkütücü kahkaha.
Ama gözyaşları bitmek bilmiyordu.
"Öyle üzüldüm ki Charlotte." Erica arkadaşının sırtını sı­
vazladı.
''Yıllardır birlikteyiz. İki çocuğumuz var, ne badireler at­
lattık. Kızımızı yitirdik. Şimdi de bu . . . "
"Şimdi niye söylüyor sana?" Erica çayından bir yudum aldı.
"Sana söylemedi mi?" Charlotte şaşırmıştı. "İnanmaya­
c a ksın Bugün polis onu sorguya çek m i ş , o yü z den de bana
.

söylemek zorunda kalmış."


"Polis mi?" Gerçi Patrik işinden fazla söz etmezdi, ama
Erica, Niclas'la özel olarak ilgilendiklerini hiç bilmiyordu.
"Neden?"
"Bilmiyormuş, öyle söyledi. Ama şu kızla ilişkisini öğren­
mişler, bu yüzden de bir kurcalayalım demişler herhalde.
Ama her şey açığa çıkmış artık, öyle dedi. Kızına asla zarar
vermeyeceğini biliyorlarmış; sadece birkaç soru sormuşlar."
''Tek neden bu muymuş, emin misin?" Erica bunu sormak­
tan kendini alamamıştı. Patrik'in işi konusunda epeyce bir
fikri vardı; böyle bir bahaneyle insanı sorguya almayacak­
larını biliyordu. Özellikle de kurbanın babasını. Aynı anda
Niclas'ın kendisini görmeye gelmesini de sorgulamaya başla­
dı. Nihayetinde Erica sadece karısının arkadaşı değil, soruş­
turmanın başındaki dedektifle birlikte yaşayan kişiydi de.
Charlotte şaşırmış gibiydi. "Şey, bana öyle dedi. Ama bir
de . . . "
"Ne?"
"Ay, bilmiyorum, sen böyle söyleyince . . . bana her şeyi an­
latmadığı duygusu var içimde. Ama belki de şu sevgilisi hak-
280

kında söylediklerine takıldım, başka her şeye kör ve sağır


kaldım galiba."
Charlotte öyle acı çekiyormuş gibiydi ki Erica onu kucak­
layıp bebek gibi saHamak istedi. Ama başkalarına dokun­
maktan daima rahatsız olmuştu, bu yüzden Charlotte'un sır­
tını sıvaziamaya devam etti.
"Başka bir sebebi olabilir mi? Biliyor musun?" Hayal mi
görüyordu, yoksa Charlotte'un yüzünde aniden bir gölge mi
belirmişti. Ama öyle çabucak kayboldu ki gölge, bundan emin
olamadı.
En azından Charlotte kendin emin bir sesle, hemen cevap
vermişti. "Hayır, en ufak bir fikrim yok." Sonra sustu ve ça­
yını yudumladı. Geldiğinden daha sakindi, artık ağlamıyor­
du. Ama yüzü üzüntülüydü; kırık bir kalp dışarıdan görüle­
bilseydi eğer, Charlotte'un kalbinin de nasıl kırıldığı görüle­
bilirdi o anda.
"Niclas'la nasıl tanışmıştınız?" Erica arkadaşını konuştu­
rup rahatlatmak için değil, merak ettiği için soruyordu.
"Berbat bir hikaye olduğunu söylemeliyim." İlk defa ne­
redeyse gerçek bir kahkaha atmıştı. "Lisede benden bir sınıf
öndeydi. Arkadaşlarından birine aşıktım, ona pek dikkat et­
medim. Ama her nedense Niclas benimle ilgilendi, ilgisini de
göstermeye başladı, ben de bir süre sonra onunla ilgilenmeye
başladım. Bir iki ay çıktık, sonra ben çok sıkıldım."
"Ayrıldın mı ondan?"
"O kadar şaşırmış görünme, gücüme gider sonra." Güldü,
Erica da ona katıldı.
"Ne yazık ki kararlılığım bir iki aydan fazla sürmedi. Bir
akşam onu görmeye gittim ve dönme dolap yine dönmeye
başladı. Bu kez bütün yaz beraber olduk, sonra kankalarıy­
la içki gezisine katıldı. Döndüğünde arkadaşlarından duyma­
yayım diye bana bir hikaye anlattı. Son gece ortadan kaybol­
muş. Söylediğine göre çok fazla içmiş, barın arkasında sız-
281

mış. Ama gerçek çabucak ortaya çıktı tabii v e ilişkimiz ikin­


ci kez sona erdi. Sonrasında bir iki gözyaşıyla bu işi atıattığı­
ma şükrettim. Niclas ise sanki yaşamının son günüymüş gi­
bi Uddevalla'daki bütün kızları elden geçirdi; duyduğum ba­
zı hikayelere inanamazsın. Utanarak kabul ediyorum, bir­
kaç kez tenimin isteklerine boyun eğdim, ama hepsi ağzım­
da kekremsi bir tat bıraktı. Şimdi dönüp bakınca hikaye ora­
da bitmiş olsaydı, Niclas basit bir yeniyetmelik hatası ola­
rak kalsaydı, ne iyi olurmuş diyorum. Yaptıklarından, geldi­
ği noktadan iğrensem de, uzun süre aklımdan çıkmadı. Bir­
kaç yıl sonra tesadüfen karşılaştık; dedikleri gibi, gerisi ma­
lum. Başımı nasıl bir derde soktuğumu anlamalıydım."
"İnsanlar değişir. Yeniyetmeyken seni aldattı diye yetiş­
kin olduğunda aynı şeyi yapacağını varsayamazsın. Çoğu ki­
şi zamanla olgunlaşır."
"Anlaşılan Niclas olgunlaşmıyor" dedi Charlotte; yine acı
çökmüştü yüzüne. "Ama ondan nefret edemiyorum. Birlikte
çok şey atlattık, bazen gerçek ruhunu görür gibi oluyorum. Ne
kadar kırılgan ve açık olabileceğini gördüm birkaç kere. İşte o
anlar nedeniyle seviyorum onu. Ailesini biliyorum; henüz on
yedi yaşındayken babasıyla ne olduğunu da biliyorum, yani
bütün bunlan hafifletici sebep olarak gördüm galiba. Ama ne­
den beni bu kadar incitmek istediğini anlamış değilim."
"Ne yapacaksın şimdi?" Erica soruyu sorarken Maja'ya bir
göz attı ve gözlerine inanamadı: Kızı kendi kendine uyuya­
kalmıştı. Bugüne kadar böyle bir şey olmamıştı hiç.
"Bilmiyorum. Şu anda bununla uğraşmayı göze alamam.
Zaten önemli değilmiş gibi geliyor. Sara öldü, Niclas ne der­
se desin, ne yaparsa yapsın, Sara'nın ölümü kadar acıtamaz
içimi. Niclas her şeye baştan başlamamızı istiyor, en kısa za­
manda bir ev bulup annemle Stig'in evinden çıkalım diyor.
Ama şu anda ne yapacağımı bilmiyorum . . . "
Başını eğdi. Sonra birden ayağa kalktı.
282

"Eve gitmeliyim. Annem bugün Albin'e yeteri kadar baktı.


Bütün dertlerimi sana boşaltınama izin verdiğin için teşek­
kür ederim."
"istediğin gibi gelip gidebilirsin buraya, biliyorsun."
"Teşekkürler." Charlotte çabucak Erica'ya sarıldı, sonra
geldiği gibi çabucak çıktı gitti.
Erica oturma odasına gitti. Bebeğin önünde durdu, uyu­
yan kızına şaşkınlıkla baktı. Belki de gelecek hakkında umut
besleyebilirdi. Ne yazık ki Charlotte'un da aynı şeyi söyleyip
söyleyemeyeceğini bilmiyordu.

* * *

Morgan üzerinde çalıştığı bilgisayar oyununun en sevdi­


ği yerine gelmişti. İlk kılıç darbesinin indiği yer. Adamın ka­
fası yuvarlandı, senaryoya göre burada bol bol çılgın efekt ol­
malıydı. Parmakları klavyede hızla gezdi, ekranda sahne yıl­
dırım hızıyla belirdi. Hikayeleri yazanlara hayrandı, onla­
rı kıskanıyordu. Sonra o hikayeleri Morgan'a getiriyor, sa­
nal gerçeklik haline getirmesini istiyorlardı. Hayatta yoksun
olduğu tek şey, başkalarının sahip olduğu, sınırları delip fi­
kirlerin özgürce dolaşmasını sağlayan hayal gücüydü. Elbet­
te denemişti. Hatta bazen denemek zorunda kalmıştı. Örne­
ğin okulda kompozisyon yazmak. Bir karabasandı. Öğrenci­
lere bir konu ya da bir imge verilirdi; bundan bir sürü olay
ve karakter çıkarıp ağ gibi örmeleri istenirdi. Asla ilk cüm­
leden öteye geçememişti. Sanki aklı kepenkleri kapatıyor­
du. Bomboştu. Kağıt önünde bomboş durur, kelimelerle dol­
durulmak için has has bağınrdı, ama tek kelime bile çıkmaz­
dı zihninden. Öğretmenler ona fırça çekerlerdi. En azından
teşhis konduktan sonra, annesi gidip onlarla konuşana ka­
dar. Sonra öğretmenler çabalarına sadece garip garip baktı­
lar, sanki başka dünyalardan gelme bir yaratıktı da onu göz-
283

lemliyorlardı. Ne kadar haklı olduklarını bilemezlerdi. Okul­


da, sırasında önünde boş kağıtla otururken, sınıf arkadaşla­
rının kalem cızırtılarını dinlerken, kendini aynen öyle hisse­
derdi, başka dünyalardan gelme bir yaratık.
Bilgisayarların dünyasını keşfettiğinde Morgan ilk kez
kendini evinde hissetmişti. Bu ona kolay geliyordu, bunun
altından kalkabilirdi. Yapbozun hiçbir yere uymayan bir par­
çası olarak, tam da kendine uyan bir başka parça bulmuştu.
Daha gençken kendini deli gibi kodlama dillerine vermiş­
ti. Konu hakkında ne bulduysa okumuştu; öğrendiklerini sa­
atlerce anlatabilirdi. Sayılar ile harflerin yaratıcı kombinas­
yonlar halinde kullanılması ona son derece çekici geliyordu.
Ama bilgisayara ilgi duyar duymaz, kodlara duyduğu hay­
ranlık söndü gitti. Bilgileri orada bir yerde duruyordu; iste­
diği zaman o konuda öğrendiklerini çekip çıkarabilirdi, ama
artık ilgilenmiyordu, o kadar.
Kılıcın keskin kenarından akan kan ona yine kızı düşün­
dürdü. Öldüğüne göre kanı içinde pıhtılaşmış mıydı, yoksa
yoğun bir kütle gibi damarlarını mı dolduruyordu. Belki ku­
rumuş kanın pas rengine dönüşmüştü; bir keresinde, bilekle­
rini kesmeyi denediğinde görmüştü. Akan kana büyülenmiş
gibi bakmış, ağır ağır durmasını, pıhtılaşmasını, renk değiş­
tirmeye başlamasını seyretmişti.
O sırada odasına giren annesi şok geçirmişti. Sadece öl­
menin nasıl bir şey olduğunu görmek istediğini anlatmak is­
temişti ona, ama annesi tek kelime etmeden onu arabaya at­
mış, hastaneye götürmüştü, aslında hiç de gerekli değildi.
Bir yerini kesince acırdı, dolayısıyla fazla derinden kesme­
mişti, zaten kan da pıhtılaşmıştı. Ama annesi yine de kriz
geçirmişti.
Morgan ölümün normal insanlar için neden bu kadar kor­
kutucu bir kavram olduğunu anlamıyordu. Bir var olma du­
rumuydu o da, yaşamak gibi. Bazen ölüm ona, yaşamaktan
284

çok daha çekici geliyordu. Bu yüzden bazen kızı kıskanıyordu.


Çünkü şimdi o biliyordu. Bulmacanın çözümünü biliyordu.
Dikkatini bilgisayar oyununa vermeye çalıştı. Ölümü dü­
şünürken bazen saatierin geçip gittiğini görüyordu. Bu da iş
düzenini berbat ediyordu.

* * *

Ernst suratında ekşi bir ifadeyle Patrik'in önüne oturmuş,


gözlerini kaçırıyor, boyası gitmiş pabuçlarını inceliyordu.
" C evap ver, l a n e t h e rif! " Patrik b a ğırıyordu o n a .
"Göteborg'dan çocuk pornosuyla ilgili bir telefon geldi mi?"
"Evet" dedi Ernst homurdanarak.
"Peki bizim neden haberimiz olmadı?"
Uzun bir sessizlik oldu.
"Tekrar soruyorum" dedi Patrik; sesi tehditkar sayılacak
kadar alçaktı. "Neden bize bildirmedin?"
"O kadar önemli olduğunu düşünmedim" dedi Ernst. Ka­
çamak konuşuyordu.
"Önemli olduğunu düşünmedin!" Patrik'in sesi buz gibiy-
di. Yumruğunu masaya öyle bir indirdi ki klavyesi zıpladı.
"Düşünmedim" dedi Ernst.
"Neden?"
"Eh, o sırada herkes çok meşguldü . . . Biraz da olanaksız
göründü bana, yani, büyük şehirlerde yaparlar böyle şeyleri."
"Saçmalama!" dedi Patrik. Tiksintisini saklamaya çalış­
mıyordu. Koltuğundan kalkmış masasının arkasında dimdik
duruyordu. Öyle öfkeliydi ki, on santim uzamıştı sanki. "Ga­
yet iyi biliyorsun ki çocuk pornografisinin coğrafyayla hiç ala­
kası yoktur. Küçük kasabalarda da olur böyle şeyler. Şimdi
saçmalamayı bırak da asıl sebebini söyle. İnan bana, eğer be­
nim düşündüğüm şeyse, başın fena halde belada demektir!"
Ernst gözlerini pabuçlarından ayırdı ve Patrik'e meydan
285

okurcasına baktı, ama artık kartlarını açmanın zamanı gel­


diğini biliyordu.
"İnan dırıcı gelmedi bana. Yani, adamı tanıyorum , onun
bulaşacağı bir şey değildi sanki. O yüzden Göteborg polisi­
nin hata yaptığını düşündüm, eğer bu bilgiyi sizlere aktar­
saydım, belki de masum biri acı çekecekti. Bilirsiniz nasıl ol­
duğunu." Patrik'e kızgın kızgın baktı. "Bir süre sonra ara­
yıp 'Ay pardon yanlışlık olmuş, o size verdiğimiz ismi unu­
tun gitsin' derler, ama adamın ismi bu kasahada boka bat­
mıştır artık. İşte bu yüzden biraz bekleyip neler olacak göre­
yim, dedim."
"Biraz bekleyip neler olacak göreceksin, ha!" Patrik öy­
le öfkeliydi ki sinirden kekelememek için her heceyi tek tek
söylemeye zorluyordu kendini.
"Eh, yani, kabul edin ki bütün bunlar m antıkdışı. Adam
gençlerle çok güzel çalışıyor. Çok iyi şeyler yapıyor, bunu da
söylemem lazım."
"Hangi boku yediği umurumda değil. Göteborg'daki mes­
lektaşlarımız arayıp herifin adının çocuk pornografisi vaka­
sında geçtiğini söylerlerse, m utlaka bunu araştırmalıyız. La­
net olası işimiz bu! Siz ikiniz kankays anız . . . "
"Kanka falan değiliz" diye mırıldandı Ernst.
" . . . Ya da arkadaşsanız ya da her ne bokumsa, hiç fark et­
mez, aniadın mı! Orada oturup kimi tanıyıp kimi tanımadığı­
na göre neyin soruşturulacağına neyin soruşturulmayacağı­
na karar veremezsin!"
"Bunca yıldır polisim . . . " Ernst cümlesini tamamlayama­
dan Patrik onun lafını kesti.
"Bunca yıldır polissen doğrusunu bilmen gerekirdi! Cina­
yet soruşturmasında adamın adı geçtiğinde, ağzını açıp iki
çift laf etmeyi düşünmedin mi? Göteborg'un telefonu konu­
sunda bizi bilgilendirmenin tam zamanı değil miydi?"
Ernst pabuçlarını incelemeye dönmüştü, tartışmaya gir-
286

rnek istemiyordu. Patrik içini çekti, oturdu. Ellerini kavuştu­


rup Ernst'e kötü bir bakış attı.
"Eh, artık yapabileceğimiz bir şey yok. Göteborg'dan bütün
o verileri aldık, dolayısıyla adamı sorguya alacağız. Evini ara­
mak için izin de gerek. Diz çöküp dua et ki adamın kulağı­
na kar suyu kaçmış olmasın da bütün kanıtları temizlemesin.
Mellberg'e de haber verdim. Seninle konuşmak isteyecektir."
Ernst tek kelime etmeden kalktı. Mesleğinin en kötü ha­
tasını yaptığını biliyordu. Hem de ne hata.

* * *

"Anne, eğer bir sır saklayacağıma söz vermişsem, sözümü


ne kadar zaman tutmam gerek?"
"Bilmiyorum" dedi Veronika. "Kimsenin sırrını başkaları­
na söylememelisin, değil mi?"
"Hımmm" dedi Frida, kaşığıyla yoğurdunda daireler çizi­
yordu.
''Yemeğinle oynama" dedi Veronika. Sinir içinde eviyenin
süzgecini temizliyordu. Sonra işin ortasında durdu, kızına
döndü.
"Niye soruyorsun?"
"Bilmem" dedi Frida, omzunu silkerek.
"Gayet iyi bilirsin. Şimdi, söyle bakayım, niye sordun?"
Veronika mutfak sandalyesine, kızının yanına oturdu, dü­
şünceli düşüneeli baktı ona.
"Kimsenin sırrını başkalarına söylememem lazımsa söyle­
yemem, değil mi? Ama . . . "
"Ama ne?" Veronika dikkatle kızının ağızını arıyordu.
"Ama söz verdiğin kişi ölmüşse, yine de sırrını saklamak
zorunda mısın? Söylersen ve o ölmüş kişi çıkagelir de sana
çok kızarsa?"
"Tatlım, sırrını saklamaya söz verdiğin kişi, Sara mı?" Fri-
287

d a yoğurdunda daireler çizmeyi sürdürdü. "Bunu daha önce


de konuştuk, bana inanmalısın, gerçekten çok üzüldüm, ama
Sara artık hiç geri gelmeyecek. Sara cennette, orada sonsuza
kadar, hep kalacak."
"Sonsuzun da sonuna kadar mı? Bin milyon milyar yıl mı?''
"Evet, bin milyon milyar yıl. Şu sırra gelince, sadece bana
söylersen Sara kızacağını sanmıyorum."
"Emin misin?" Frida mutfak penceresinden görebildiği
kurşuni gökyüzüne dertli dertli baktı.
"Kesinlikle eminim." Veronika güven vermek için elini kı­
zının koluna koydu.
Frida annesinin dediklerini düşünürken bir an sessizliğe
hüründü; sonra tereddütle, "Sara çok ama çok korkmuştu"
dedi. "Pis ihtiyar adam onu korkutuyordu."
"Pis ihtiyar adam mı? Ne zaman oldu bu?" Veronika yüre-
ği ağzında, kızının cevabını bekledi.
"Cennete gitmeden bir gün önce."
"O zaman olduğundan emin misin?"
Annesinin ondan kuşkulanmasına kızan Frida somurttu.
"Ev-e-e-t, kesinlikle eminim. Haftanın günlerini biliyorum ,
bebek değilim ben."
''Yok, hayır, biliyorum bunu. Kocaman oldun, elbette hangi
gündü biliyorsun." Veronika kızını rabatlatmaya çalışıyordu.
Sonra dikkatle biraz daha konuşmasını sağlamaya çalıştı.
Frida hala somurtuyordu, ama sırn paylaşma arzusu sonun­
da galip geldi.
"Sara dedi ki yaşlı adam iğrençmiş. Suyun yanında oynar-
ken gelip onunla konuşmuş, hem de kötü bir adammış."
"Kötü olduğunu Sara mı söyledi?"
"Hımm" dedi Frida. Ona göre bu cevap yeterliydi.
Veronika sabırla devam etti. "Tam olarak ne dedi Sara?
Nasıl kötüymüş?"
"Sara'nın kolunu tutmuş, çok acımış kolu. Şöyle sıkmış
288

kolunu." Frida göstermek için sağ eliyle sol kolunu sımsıkı


yakaladı. "Sonra salak salak şeyler de söylemiş."
"Nasıl salak şeyler?"
"Sara hepsini anlayamamış. Fena bir şey olduğunu bili­
yormuş işte, öyle dedi. 'İpsiz ölü' ya da onun gibi bir şey."
"İpsiz ölü mü?" Veronika şaşkındı.
"Salakça olduğunu söyledim sana, Sara da anlamamış.
Ama fenaymış, öyle dedi. Hem de Sara'yla doğru düzgün ko­
nuşmamış, bağırmış. Çok bağırmış, Sara'nın kulakları ağrı­
mış." Frida göstermek için elleriyle kulaklarını kapadı.
Veronika dikkatle kızının ellerini kulaklarından çekti.
"Biliyor musun? Bu öyle bir sır ki benden başkalarına da söy­
lemen gerekebilir."
"Ama sen dedin ki . . . " Frida'nın keyfi kaçmıştı. Gözleri yi­
ne dışarıdaki kurşuni göğe kaydı.
"Biliyorum, öyle dedim, ama eminim ki, Sara bunu polis­
lere söylemeni isterdi."
"Niye?" dedi Frida, hala endişeliydi.
"Çünkü biri ölüp de cennete gittiğinde, polis onun bütün
sırlarını öğrenmek ister. Hem insanlar sırlarını polisin de
bilmesini ister genellikle. Her şeyi bilmek polisin işidir."
''Yani bütün sırları bilmeleri lazım, öyle mi?" Frida şaş-
kındı. "Sandvicimi yemek istemeyip, koltuk minderinin altı­
na sokuvermiştim, onu da söylemem lazım mı?"
Veronika gülümsemekten kendini alamadı. ''Yok, hayır,
polisin bu sırrı bilmesi gerekmiyor."
"Ben sağken değil ama ölürsem, sen bunu onlara söyle­
mek zorunda mısın?"
Veronika'nın tebessümü silindi. Başını salladı. Sohbetleri
nahoş konulara kaymıştı. Kızının sarı saçlarını yavaşça ok­
şadı ve fısıldadı: "Bu konuda üzülmemelisin, çünkü sen ölme­
yeceksin."
"Nereden biliyorsun anne?"
289

"Biliyorum işte." Veronika aniden sandalyesinden kalktı,


yüreği onu soluksuz bırakacak kadar sıkışmış bir halde hole
doğru yürüdü. Kızı gözyaşlarını görmesin diye başını çevir­
meden, gereksiz yere kabalaşan bir sesle, "Paltonu, ayakka­
bılarını giy" dedi. "Hemen polisle konuşmaya gidiyoruz."
Frida boyun eğdi. Ama dışan çıkıp arabaya yürürken ağır
kurşuni göğün altında gayriihtiyari ürktü. Annesinin haklı
olmasını umdu. Sara'nın kızınamasını umdu.
Fj allbacka 1928

Anders oğlanları seve okşaya giydirdi, saçlarını taradı.


Günlerden pazardı, çocukları dışarı, güneşte yürümeye çıka­
racaktı. Babalanyla gezmeye gidecekleri için sevinçten sürek­
li zıpladıklarından onları giydirmek zor oldu, ama sonunda
gitmeye hazırdılar. Oğlanlar hoşça kal diye seslendiklerinde
Agnes cevap vermedi. Çocukların annelerine baktıklarında,
gözlerinde beliren o susamış ve hayal kırıklığına uğramış ifa­
deyi yeniden görmek Anders'in yüreğini parçaladı. Agnes san­
ki anlamıyordu, ama oğlanlar özlüyorrlu onu; kokusunu özlü­
yorlardı, onları saran kollarını. Karısının bunu bildiği halde
oğlanları reddettiğini düşünmek bile istemiyordu, ama sık sık
aklına geliveriyordu işte. Oğlanlar dört yaşına gelmişti; anne­
lerinin onlarla ilişkisinin doğal olmadığını görebiliyordu An­
ders. Önceleri çok zor bir doğum olmasına yormuştu, ama yıl­
lar geçtiği halde Agnes onlara sevgi göstermiyordu.
Oysa kendisi, çocukların ellerini sıkıca tutmuş, yokuş aşa­
ğı inerken kendini dünyanın en zengin adamı olarak görü­
yordu. Çocuklar henüz küçüktü, yürüyeceklerine koşmayı
tercih ediyorlardı. Bacakları onlarınkinden çok daha uzun ol­
duğu halde, bazen onlara yetişrnek için koşmak zorunda ka­
lıyordu. Çok hoş bir manzara oluşturduklarını biliyordu: İri
ve uzun boyuyla en iyi pazar kıyafetini giymiş baba ve bir
taş ustasının oğulları ne kadar iyi giyinebilirse o kadar te-
291

miz pak giyinmiş, karmakarışık sarı saçları tıpkı onun saçla­


rının renginde olan oğlanlar. Gözleri bile onunki gibi kahve­
rengiydi. Oğlanların babalarına ne kadar benzediği Anders'e
sık sık söylenir, onun da göğsü gururla kabarırdı. Arada bir,
görünüş ya da davranış bakımından Agnes'e benzemedikle­
ri için minnet duyduğu olurdu. Yıllar geçerken karısında katı
yürekli bir yan olduğunu fark etmişti; çocukların ona çekme­
mesini umut ediyordu.
Köydeki dükkanın önünden geçerken adımlarını hızlan­
dırdı, o tarafa bakmamaya çalıştı. Elbette arada sırada gidip
bazı ihtiyaçlarını alıyordu dükkandan, ama söylenenleri du­
yalı beri bu ziyaretiere mümkün olduğu kadar bir sınır koy­
m aya çah şıyordu. Dedikodularda gerçek payı olduğunu dü­
şünmese, dükkanın önünden başı dik geçebilirdi. En fenası,
dedikodulardan bir an bile kuşku duymamıştı. Kuşku duy­
sa bile, dükkan sahibinin üstten tebessümleri ve küstah se­
si Anders'i inandırmaya yetecekti. Bazen daha ne kadar da­
yanabileceğini düşünürdü Anders. Oğlanlar olmasa çoktan
çekip giderdi. Ama ikizler karısını terk etmek yerine başka
bir seçenek aramak zorunda bırakınıştı onu ve işte bulmuş­
tu, inanıyordu buna. Anders'in bir planı vardı. Bir yıl boyun­
ca çok çalışmıştı planını uygulamak için, ama yakındı artık.
Son parçalar da yerine oturunca yeni bir başlangıç yapabil­
mek, her şeyi düzeltmek için bir şans sunabilecekti ailesine.
Belki o zaman Agnes'in de isteklerini biraz olsun yerine geti­
rebilirdi, böylece kadının yüreğini gitgide kaplayan karanlık
ortadan kalkabilirdi. Yeni hayatlarının nasıl olacağını, hep­
sine bundan daha fazla şeyler sunduğunu şimdiden görebili­
yordu sanki.
Çocukların ellerini iyice sıktı ve başlarını yana eğip baba­
larına baktıklarında onlara gülümsedi.
"Baba, kola alabilir miyiz?" Johan, babası neşeli olduğu
için bu isteğinin yerine geleceğini umuyordu. Geldi de. Bir
292

an düşündükten sonra Anders onayını verdi, oğlanlar ne­


şeyle çığlıklar atıp hoplayıp zıpladılar. İki kola almak için
dükkfma gitmek gerekecekti, ama değerdi. Az kalmıştı, bü­
tün bunlardan kurtulacaktı.

* * *

Gösta ofisinde masasına çökmüş oturuyordu. Ernst'in bir


çuval ineiri berbat edişi açıklanalı beri hava çok gergindi.
Gösta başını salladı. Meslektaşı yıllar içinde birkaç hata yap­
mıştı, ama bu kez bir polis memurunun işini nasıl yapması
gerektiğini göz ardı ederek fazla ileri gitmişti. İlk kez Gösta,
Ernst'in yaptıkları yüzünden kovulabileceğini düşünüyordu.
Artık Mellberg bile arka çıkmazdı ona.
Pencereden umutsuz gözlerle dışarı baktı. Yılın bu zama­
nından nefret ederdi. Kıştan bile beterdi. Yazın anısı henüz
zihninde tazeydi, golfte yaptığı her sayıyı gözünde canlandı­
rabiliyordu. Kış yaklaşırken en azından unutkanlık devreye
girer, bazen golf sahasında o mükemmel vuruşları gerçekten
yapıp yapmadığını, hepsinin sadece bir rüyadan mı ibaret ol­
duğunu merak ederdi.
Telefon hülyalarını yarıda kesti.
"Gösta Flygare."
"Hey Gösta, ben Annika. Hatta Perlersen var, Patrik'i an­
yor, ama şu an ona ulaşamıyorum. Pedersen'le sen konuşabi­
lir misin?"
''Tabii, bağla." Bir iki saniye bekledi. Sonra hatta tık sesi­
ni, ardından adli tabibin sesini duydu.
"Alo?"
"Evet, buradayım. Ben Gösta Flygare."
"Patrik'in işe çıktığını duydum. Ama sen de şu küçük kız
cinayetinin soruşturulmasında görevlisin, değil mi?"
"Merkezdeki herkes soruşturmaya dahil, az ya da çok."
293

"Güzel. Şu halde elde ettiğimiz bilgileri sen not edebilir­


sin, ama her bilginin Hedström'e ulaşması çok önemli."
Gösta bir an, Pedersen'in şu Ernst'in fiyaskosunu du­
yup duymadığını merak etti, ama sonra bunun mümkün ol­
madığını anladı. Muhtemelen başmüfettişe bütün bilgile­
rin ulaşması gereğini vurgulamak istemişti. Gösta'nın da,
Lundgren'in hatasını tekrarlamaya hiç niyeti yoktu. Kesin.
Hedström her şeyi öğrenecekti, Pedersen'in boğazını temizle­
mesini bile.
"Not alırım, ama sen de her zamanki gibi fakslayacaksın,
tamam mı?"
"Elbette" dedi Pedersen. "Külleri analiz ettik. Yani kızın
midesiyle ciğerlerindeki külleri."
"Ayrıntıları biliyorum" dedi Gösta. Sinirlendiğini belli et­
mekten kendini alamamıştı. Ne yani, Pedersen onun lanet
olası bir getir götürcü çocuk olduğunu mu sanıyordu?
Adli tabip Gösta'nın sinirlendiğini fark etmişse bile aldır­
madı, sözlerine devam etti: "Bir iki ilginç şey bulduk. Birinci­
si, küller tam da taze değil. İçeriği, en azından bazı parçala­
rı. .. diyebiliriz ki. . ." Durdu. " . . . Epeyce eskiymiş."
"Epeyce eski mi?" dedi Gösta, hırçınlığı hala geçmemişti.
Ama merak ettiğini de saklayamazdı. "Ne demek, 'epeyce es­
ki'? Taş devrinden mi söz ediyoruz, yoksa çılgın 1 960'lardan
mı?"
"İşte çapanoğlu orada çıkıyor. Laboratuvara göre, tam ola­
rak kestirrnek çok zor. En iyi tahmine göre küller elli ila yüz­
yıl eski olabilir."
''Yüz yıllık küller ha?" Gösta şaşkındı.
"Evet, belki de elli. Ya da arada bir yerde. Ama buldukla­
rı ilginç şey yalnızca bu değildi. Küllerin arasında incecik taş
parçacıkları da varmış. Kesin konuşmak gerekirse, granit."
"Granit mi? Hangi cehennemden gelmiş bu küller peki?
Yanmış bir granit parçası olamaz, değil mi?"
294

"Hayır, taş yanmaz, hepimiz biliriz. Taş o zaman da toz


halinde olmalı. Daha kesin bir şey söyleyebilmek için analize
devam ediyorlar. Ama . . . "
Gösta adamın sesinden çok önemli bir şeyler döndüğünü
hissedebiliyordu. "Evet?" dedi.
"Bu noktada söyleyebilecekleri tek şey bir karışım olduğu.
Tahta kalıntılarıyla karışık . . . " Durdu, sonra devam etti: "Or­
ganik madde."
"Organik madde mi? Benim düşündüğümü mü söylüyor­
sun yani? İnsan vücudundan kalan küller mi?"
"Eh, bir sonraki analizler gösterecek bunu. İnsana
mı, yoksa hayvana mı ait olduklarını belirlemek şu anda
imkansız. Hatta belirleyebilecekleri de kesin değil. Ama la­
boratuvar uğraşacak. Dediğim gibi, bu organik madde tahta
ve granitle karışık."
'Vay anasını!" dedi Gösta. "Demek biri bu eski külleri sak-
ladı."
"Evet, ya da bir yerde buldu."
"Doğru, bulmuş da olabilir."
"İzini sürebileceğiniz bir ipucu var demektir" dedi Peder­
sen kuru bir sesle. "U mudum o ki birkaç güne kalmaz başka
bilgiler de buluruz. Mesela küllerin arasında gerçekten de in­
san kalıntısı var mı. O zamana kadar bununla yetinin."
"Evet, şimdilik yeter bu" dedi Gösta. Öğrendiklerini anlat­
tığı zaman meslektaşlarının yüzünde belirecek ifadeyi şimdi­
den gözünde canlandırabiliyordu. Asıl soru, bu bilgiyi nasıl
kullanacaklarıydı.
Ahizeyi yerine koydu, faks makinesinin başına gitti .
Pedersen'in söz ettiği granit parçacıkları kafasında dans edip
duruyordu. İpucu olabilirdi bunlar.
Ama bu fıkir zihninden uçtu gitti.

* * *
295

Asta doğrulurken inledi. Eski ahşap döşeme, ev yapılırken


yerleştirilmişti; sadece su ve sabunla temizlenebiliyordu. Be­
deni daha iş görürdü, ama her geçen yıl diz çöküp tahtaları
fırçalaması daha zor oluyordu.
Eve göz gezdirdi. Kırk yıldır burada yaşıyordu. O ve Ar­
ne. Daha önce Arne, anne babasıyla yaşamıştı bu evde, evle­
nince de yanlarından ayrılmamışlardı. Sonra birkaç ay ara­
lıkla hem annesi hem de babası ölüvermişti. Düşününce uta­
nıyordu ama çok zordu o yıllar. Arne'nin babası son derece
huysuzdu, annesi de ondan geri kalmazdı. Arne bu konuda
hiç konuşmazdı, ama laf arasında söylediği şeylerden küçük­
lüğünde epeyce dayak yediği anlaşılıyordu. Belki bu yüzden
Niclas'a kötü davranmıştı. Kırbaçla sevildiğini zanneden bir
çocuk muhtemelen günü geldiğinde kendi sevgisini de kır­
baçla gösterirdi. Tabii Arne kırbaç değil, kayış kullanmış­
tı. Kiler kapısının iç tarafında asılı duran ve oğlu, babasının
hoşlanmadığı bir şey yaptığında kullanılan geniş kahverengi
kayış. Ama Asta kirndi ki Arne'nin oğlunu yetiştirme tarzını
sorgulayacaktı? Oğlunun bastırmaya çalıştığı acı dolu çığlık­
larını duyduğunda yüreği parçalanırdı elbette, çile sona erin­
ce çocuğun gözyaşlarını şefkatli eliyle silerdi, ama Arne dai­
ma en iyisini bilirdi.
Zahmetle bir mutfak iskemiesinin üzerine çıktı ve perde­
leri indirdi. Henüz kirlenmemişlerdi, ama Arne'nin her za­
man dediği gibi, eğer herhangi bir şey kirlenmişse, çoktan yı­
kanmış olmalıydı. Kolları başının üstünde, tam perdeleri in­
direceği sırada, birden durdu. O korkunç gün de aynı şeyi
yapmamış mıydı? Evet, galiba yapmıştı. Orada durmuş per­
deleri değiştirirken dışarıda, bahçede yüksek sesli konuşma­
lar duymuştu. Arne'nin öfkeli sesini duymaya alışıktı, ama
olağandışı olan Niclas'ın da sesini yükseltmesiydi. Bu öylesi­
ne inanılmaz bir şeydi ve muhtemel sonuçları da öylesine va­
himdi ki, alelacele iskemieden yere atlamış, bahçeye koşmuş-
296

tu. Baba oğul iki savaşçı gibi karşı karşıya geçmişlerdi. Evin
içindeyken yüksek gibi gelen sesleri, şimdi neredeyse kulak
zarlarını patlatıyordu. Duramamış, Arne'ye koşmuş, kolunu
yakalamıştı.
"Neler oluyor burada?" Sesinin nasıl çaresizce çıktığı­
nı hala hatırlıyordu. Arne'nin kolunu tutar tutmaz bunun
yanlış olduğunu anlamıştı. Arne birden susmuş, ona dönüp
bakmıştı, gözlerinde en küçük bir duygu kırıntısı yoktu. Eli­
ni kaldırmış, Asta'ya şiddetli bir tokat atmıştı. Uğursuz bir
sessizlik kaplaınıştı ortalığı. Üç başlı taş heykel gibi kıpır­
tısız, öylece durmuşlardı. Sonra, yavaş çekim gibi Niclas'ın
kolunu geri aldığını, yumruğunu sıktığını ve babasının ba­
şına nişan aldığını görmüştü. Yumruğun Arne'nin yüzüne
çarpma sesi o acayip sessizliği bozmuş, her şeyi yine hare­
kete geçirmişti. Arne inanmaz bir ifadeyle elini yanağına gö­
türmüş, oğluna bakakalmıştı. Sonra Asta, Niclas'ın kolunun
yine geri çekilip yine Arne'ye doğru uçtuğunu görmüştü. Ar­
tık asla durmayacak gibiydi. Niclas robot gibi yeniden ve ye­
niden vuruyordu. Arne neler olduğunu anlayamadan yum­
rukları üst üste yiyordu. Sonunda hacakları dayanamadı, di­
züstü çöktü. Niclas soluk soluğaydı. Diz çökmüş babasına,
burnundan akan kaniara bakıyordu. Sonra dönüp koşarak
uzaklaşmıştı.
O günden sonra Niclas'ın ismini ağzına almak yasaklandı
Asta'ya. Niclas on yedi yaşındaydı.
Asta kolunda perdelerle dikkatle iskemieden indi. Son za­
manlarda o kadar huzursuz düşünceler içindeydi ki, o günün
anılarının tam da şu anda su yüzüne çıkması tesadüf ola­
mazdı. Kızın ölümü yıllardır unutınaya çalıştıklarını, bütün
o duygulari uyimdırmıştı. Yavaş yavaş, Arne'nin inadı yü­
zünden ne çok şey yitirdiğinin farkına varıyor, içinde haya­
tını zorlaştıracak duygular uyanıyordu. Kliniğe, oğlunu gör­
meye gideli beri yıllardır kanıksadıklarını sorgulamaya baş-
297

lamıştı. Arne her şeyi bilmiyordu belki de. Belki d e her şeyin
nasıl olması gerektiğine karar vermesi gereken kişi, Arne de­
ğildi. Belki Asta artık kendi hayatına dair kararları kendi­
si vermeliydi. Bütün bu düşünceler huzursuz etti onu, sonra
düşünmek üzere hepsini bir kenara attı. Şu anda yıkanacak
perdeler vardı.

* * *

Patrik kapıya otoriter bir tavırla vurdu. Yüzünü ifadesiz


bir hale getirmeye gayret ediyordu şu anda. Oysa içinde iğ­
renme duygusu kabarmakta, ağzına ekşi bir tat vermektey­
di. Aşağının aşağısı, hayal edebileceği en iğrenç türden biriy­
di bu adam. Tek teseliisi -Patrik bunu asla yüksek sesle dile
getirmezdi- bu tür insanlar kilit altına alındıklannda, hapis­
hane hayatının pek de kolay olmamasıydı onlar için. Pedofil­
ler, zincirin en aşağı halkasını oluştururlar, ona göre mua­
mele görürlerdi. Çok da iyi olurdu.
Yaklaşan ayak sesleri duydu, bir adım geri çekildi. Yanın­
da Martin huzursuzca kıpırdandı, arkalarında Uddevalla'dan
gelen birkaç meslektaş vardı; içlerinden bazılarının bu tür
vakalardaki bilgisayar uzmanlığı paha biçilemezdi.
Kapı açıldı, Kaj'ın ince bedeni göründü. Her zamanki gi­
bi resmi giyinmişti; Patrik adamın rahat bir kılığı olup olma­
dığını merak etti. Kendisi eve girdiği anda, havı gitmiş koşu
pantolonunu ve sıcacık sweetshirt'ünü giyerdi
''Yine ne oldu?" Kaj aralık kapıdan başını çıkardı ve özel
park yerindeki iki polis arabasını görünce kaşlarını çattı.
"Geldiğinizi böyle ilan etmeniz şart mı? Yandaki ihtiyar kom­
şum muhtemelen sevinçten ellerini ovuşturuyordur. Soracak
bir şeyiniz varsa, telefon edebilirdiniz ya da bir tümen değil
bir tane polis gönderebilirdiniz!"
Patrik adamı bir an baştan aşağı süzdü; Kaj kendinden bu
298

kadar emin olabilir miydi? Üniformalı polislerin kapısına da­


yanması, yakalandığına dair bir kaygı uyandırmamış mıydı
adamda? Belki de iyi bir aktördü. Biraz sonra anlaşılacaktı
her şey.
"Evi ve çevreyi arama iznimiz var. Sizden de sorgu için bi­
zimle merkeze gelmenizi rica edeceğiz." Patrik'in sesi son de­
rece resmiydi, duygularını kesinlikle açığa vurmuyordu.
"Evimi arama izni mi? Ne oluyor? O lanet kadın mı uydur­
du bunları? Yemin ederim . . . " Kaj verandaya çıkıp Florin'le­
rin evine yönelecek gibiydi. Patrik eliyle, Martin de vücuduy­
la yolunu kapattılar.
"Lilian Florin'in bununla ilgisi yok. Çocuk pornografisine
kanşmış olduğuna dair ihbar var."
Kaj kaskatı kesildi. Patrik adamın daha önce rol yaptığını
anla4ı. Bunu bilecekleri ihtimalini hesaba katmamıştı. Ke­
keleyerek soğukkanlılığını korumaya çabaladı.
"Ne . . . ne . . . ne diyorsun adamım?" Ama karşı çıkışı güçsüz­
ceydi, geçirdiği şok yüzünden omuzları çökmüştü.
"Dediğim gibi, etrafı arama iznimiz var; sen de arabalar­
dan biriyle bizi izlersen, merkezde sessiz sakin bu sohbete
devam ederiz."
Ağzına gelen safranın ekşi tadı Patrik'i durmadan yut­
kunmaya zorluyordu. Kaj'ın üstüne atlayıp, onu bir güzel
sarsalayıp sormak istiyordu: Çocuklarla, küçücük oğlanlarla
derdi neydi ki, yetişkinler gibi bir ilişki kuramıyordu? Ama
bu soruların daha vakti gelmemişti. Şimdi en önemli şey ka­
nıtların emniyete alınmasıydı.
Kaj'a sanki felç inmişti, hiç cevap vermeden, ceketini bile
almadan peşlerinden basamakları indi, polis arabalarından
birinin arkasına uslu uslu bindi.
Patrik, Uddevalla'dan gelen meslektaşlarına baktı. "Biz
onu götürüp sorguya başlarız. Siz burada ne gerekiyorsa ya­
pın, sorguda kullanabileceğimiz bir şey bulursanız, arayın.
299

Biliyorum belirtınem gereksiz ama yine de söyleyeceğim: Bü­


tün bilgisayarları alın ve arama izninin mülkün içindeki ku­
lübeyi de kapsarlığını unutmayın. Orada en az bir bilgisayar
olduğunu biliyorum."
Meslektaşları başlarıyla onay verip kararlı bir ifadeyle
eve girdiler.

* * *

Lilian eve girerken polis arabaları yanından ağır ağır ge­


çince içi coşkuyla doldu. Sanki rüyaları gerçek olmuştu .
Komşusunun evinin önünde neredeyse bir polis ordusu var­
dı, üstelik Kaj , suratında bozuk bir ifadeyle polis arabaların­
dan birine bindiriliyordu. Bedeninden bir sevinç dalgası geç­
ti. Bunca yıldır bu adam ve ailesiyle uğraştıktan sonra, so­
nunda herif davranışlarının cezasını çekiyordu. Tanrı bili­
yordu ya Lilian daima doğru davranmıştı. Her şeyin adabı­
na uygun olmasını İstemek yanlış mıydı? Eğer adam komşu­
luk ruhuna aykırı hareket etmişse, Lilian da ona aynı şekilde
karşılık vermişse, elden ne gelirdi? İnsanlar bir de utanma­
dan Lilian'ın kavgacı olduğunu iddia ediyorlardı! Ah, evet,
kasahada dolaşan dedikoduları duymuştu. Ama aralarında­
ki bu husumette sorumluluğu olduğunu asla kabul etmiyor­
du. Eğer Kaj durmadan onları rahatsız etmese, budalaca şey­
ler yapmasaydı, gıkı bile çıkmazdı Lilian'ın. Normal koşul­
larda kimse ondan daha nazik, daha uyumlu olamazdı. O ga­
rip oğullarını polise anlattığında da, hiç mi hiç suçluluk his­
setmemişti. Herkes bilirdi: kafasında bir tahtası eksik olan­
lar er geç sorun yaratırdı. Polis ifadesinde Morgan'ın etra­
fı dikizlemesini biraz alıartmış olabilirdi, ama daha fazla so­
run çıkmaması için yapmıştı bunu. Böylelerinin alıp başını
gitmesine izin verilirse, ne yapacakları belli olmazdı ve seks
dürtülerinin aşırı aktif olduğu herkesçe malumdu.
3 00

İşte şimdi herkes durumu görecekti. Onun evinin önü po­


lis kaynamıyordu. Kapısının önünde durup kollarını kavuş­
turdu, yüzünde hain bir gülümsemeyle gösteriyi seyretmeye
başladı.
Kaj'ı bindirdikleri polis arabası gidince istemeye istemeye
içeri girdi. Bir an düşündü: Acaba kaygılı bir vatandaş ola­
rak karşıya geçip neler olduğunu sorsa mıydı? Ama daha bu
düşünce zihninden geçerken, polisler Kaj'ın evine girip göz­
den kayboldular, şimdi gidip kapıyı çalarak fazla meraklı biri
gibi görünmek istemiyordu.
Ayakkabılarını çıkarıp ceketini asarken Monica'nın olan­
lardan haberi olup olmadığını merak etti. Kütüphaneye te­
lefon edip bildirse miydi, tabii iyi bir komşu olarak? Ama da­
ha karar veremeden Stig'in yukarıdan gelen sesi düşüncele­
rini yarıda kesti.
"Lilian, sen misin?"
Yukarı çıktı. Bugün Stig'in sesi zayıf çıkıyordu. "Evet sev­
gilim, benim."
"Nerelerdeydİn?"
Lilian yatak odasına girince Stig ona acıklı acıklı baktı.
Öylesine zayıf düşmüştü ve Lilian'a öyle ihtiyacı vardı ki. . .
İçinde bir şefkat hissi uyandı. Böyle ihtiyaç duyulmak yü­
reğini ısıtıyordu. Charlotte çocukken de böyle hissederdi. O
küçücük çaresiz varlıktan sorumlu olmak ne büyük bir kud­
ret duygusuydu. Aslında en çok o dönemi sevmişti. Yavaş ya­
vaş, Charlotte büyüdükçe annesinin parmaklarının arasın­
dan kayıp gitmişti. Lilian'ın elinde olsa zamanı durdurur,
Charlotte'un büyümesine izin vermezdi. Ama kızının eteğine
ne kadar yapıştıysa, Charlotte da o kadar kaçınıştı annesin­
den. Lilian'ın hak ettiğini düşündüğü sevgi ve saygıyı, Char­
lotte ona değil de, babasına göstermişti. Charlotte'un anne­
si değil miydi Lilian? Bir babanın konumu anneninkinden
aşağıda olmalıydı. Kızı doğuran oydu, ilk yıllarda bütün ihti-
301

yaçlarına cevap veren de oydu. Sonra Lennart araya girmiş,


Lilian'ın bütün emeklerinin semeresini toplamıştı. Charlotte
babasının kızıydı artık. Charlotte taşınınca baş başa kalmış­
lar, işte adam o zaman boşanmaktan söz etmeye başlamıştı,
sanki bunca yıldır önem verdiği tek kişi Charlotte'tu.
Anılar, öfkenin gırtlağına kadar yükselmesine yol aç­
tı, Stig'e gülümserneye zorladı kendini . En azından onun
Lilian'a ihtiyacı vardı. Bir de, kendisi bilmese de, bir dere­
ceye kadar Niclas'ın. Charlotte başına ne büyük talih kuşu
konduğunun farkında değildi. Kocasının ona yardım etmedi­
ğinden, çocuklar konusunda payına düşeni yapmadığından
şikayet ediyordu durmadan. Nankördü, nankör. Ama Niclas
da Lilian'ı derin bir hayal kırıklığına uğratmaya başlamıştı.
Eve gelip onu hiçe saymış, taşınmaktan söz etmişti. Bu kap­
rislerin nereden kaynaklandığını gayet iyi biliyordu. Sadece
Niclas'ın bu kadar kolay etkilenebileceğini ummamıştı.
"Çok haşin görünüyorsun" dedi Stig, karısının elini tut­
maya çalışarak. Lilian bunu fark etmemiş göründü, gidip ya­
tak örtüsünü dikkatle düzeltti.
Stig daima Charlotte'un tarafını tutardı, dolayısıyla Li­
lian ne düşündüğünü ona söyleyemezdi. Konuyu değiştirdi:
"Komşuda korkunç şeyler oluyor. Her yerde polis memurlan,
polis arabaları var. Bak söylüyorum, böyle insanlarla yan ya­
na yaşamak hiç hoş değil."
Stig irkilerek doğruldu. Aynı anda yüzünü buruşturup
karnını tuttu. Ama yüzü umut doluydu. "Sara'yla ilgili olma­
lı. Sence Sara hakkında bir şey mi buldular?"
Lilian başıyla onayladı. "Evet, buna şaşırmam doğrusu.
Öyle olmasa koskoca bir orduyu neden göndersinler?"
"Bütün bunların bir sona ulaşması Charlotte ile Niclas
için çok iyi olur."
"Evet, biliyorsun beni de çok huzursuz ediyordu, Stig.
Şimdi belki ruhum huzura kavuşur."
3 02

Stig'in elini okşamasına izin verdi. Adamın sesi her za­


manki gibi sevgi doluydu. "Elbette tatlım. Öyle iyi yüreklisin
ki, senin için korkunç bir dönem oldu." Lilian'ın elini çevirip
avucunu öptü.
Lilian elini tutmasına bir saniye daha izin verdi, sonra
çekti. Ters bir tavırla, "Birinin de beni düşündüğünü duy­
mak güzel" dedi. "Haklı olduğumuzu ve Kaj'ı Sara nedeniyle
götürdüklerini umalım."
"Başka ne olabilir ki?" Stig şaşırmış gibiydi.
"Şey . . . bilmiyorum . Düşünmedİm bu konuyu. Ama onun
neler yapabileceğini bilen bir ben varım . . . "
Stig onun sözünü kesti: "Cenaze töreni ne zaman?"
Lilian yatağın ucundan kalktı. "Cesedi ne z a m an alabile­
ceğimizi haber vermelerini bekliyoruz. Gelecek hafta alırız
herhalde."
"Lütfen 'ceset' kelimesini kullanma. Bizim Saramızdan
söz ediyorsun."
"Aslında o benim torunum, senin değil."
"Onu ben de severdim, biliyorsun" dedi Stig nazikçe.
"Evet, şekerim, biliyorum . Mfet beni. Her şey benim için
çok zor, kimse de bunu anlamış görünmüyor." Gözyaşını sil­
di, Stig'in yüzündeki pişmanlığı görmüştü.
"Hayır, sen beni affet. Budalaca konuştum. Beni affedebi­
lir misin sevgilİm?"
"Elbette" dedi Lilian, yüce gönüllü bir tavırla. "Ve artık
dinlenmeni, bütün bunları düşünmemeni istiyorum. Aşağı
inip çay demleyeceğim, sana da bir fincan getiririm. Sonra
belki biraz uyuyabilirsin."
Stig karısına gülümseyerek, "Seni hak etmek için ne yap­
tım?" diye sordu.

* * *
3 03

Mellberg'in işine yoğunlaşması kolay değildi. Hayatının o


bölümüne öncelik verdiğinden değil, ama genellikle bir şey­
leri yapıp bitirirdi. Ernst'in sebep olduğu durumla öncelikle
ilgilenmeliydi. Ama geçen cumartesiden beri hiçbir şey aynı
değildi. Oğlan evde video oyunları oynamaktaydı. Dün aldığı
yeni oyunları. Mellberg daima idareli harcama yapardı, ama
şimdi inanılmaz bir dürtüyle cömert olmak istiyordu. Video
oyunları listenin başında olduğuna göre, video oyunları satın
alınacaktı. Mellberg üç oyun almıştı, fiyatı görünce dehşete
kapıldıysa da duraksamamıştı.
Sonuç olarak çocuk onundu. Simon, oğlu. Eskiden kuşku
duyuyorsa da onu trenden inerken görünce bütün kuşkula­
rı buhar olup uçmuştu. Aynı semirmiş heden, aynı güçlü yüz
hatları. İçindeki duygular onu şaşırtıyordu. Mellberg bu ka­
dar güçlü duyguları olabilmesine hala şaşırıyordu. Hiç kim­
seye ihtiyacı olmamakla övünmüştü şimdiye dek. Eh, muhte­
melen annesi dışında.
Annesi onunki kadar mükemmel genlerin aktarılmayacak
olmasının günah ve utanç verici olduğunu söylerdi hep. Kuş­
kusuz haklıydı. İşte bu nedenle keşke annesi oğlunu görebil­
seydi. Haklı olduğunu göstermek için. Oğlana bir göz atan
babasının özelliklerinden çoğunu aldığını görürdü. Armut
gerçekten de dibine düşmüştü. Çocuğun annesi mektubunda
onun tembel, meraksız, disiplinsiz olduğunu yazmıştı; dersle­
ri de zayıftı. Ama bu onun çocuk yetiştirme becerisini göste­
riyordu, oğlanın nasıl bir insan olduğunu değil. Simon baba­
sıyla, bir erkek rol modeliyle biraz daha vakit geçirmeliydi, o
kadar. Çok geçmeden onu adam ederdi.
Elbette video oyunlarını getirdiğinde Simon'un en azından
teşekkür etmesini beklemişti, ama zavallı çocuk muhtemelen
hediye aldığına öyle şaşırmıştı ki ne diyeceğini bilememişti.
Mellberg'in insanları iyi tanıması büyük bir şanstı. Bu aşa­
mada zorlamak faydalı olmazdı. Çocuk büyütmek konusun-
304

da pek bir şey bilmiyordu. Bu konuda bir pratiği yoktu ka­


bul, ama ne kadar zor olabilirdi ki? Sadece sağduyulu olmak
yeterdi herhalde. Çocuk daha çok gençti, herkes de zor olaca­
ğını söylüyordu, ama Mellberg'e göre mesele, uygun dili bul­
maktan ibaretti: Köylülerle argo konuşacaksın, bilim adam­
larıyla Latince. Ve insanlarla onların seviyesinde konuşma­
yı bilen biri varsa, o da kendisiydi. Sorun olmayacağından
emindi.
Koridordaki sesler Patrik ile Martin'in geldiğini haber
verdi. O pedofil heritin de yanlarında olmasını umdu. Her za­
mankinden farklı olarak bu sorguya katılmaya niyetliydi. Ve
bu kez kadife eldiven giymeyecekti.
Fj aJlbacka 1 92 8

Sıradan bir gün gibi başlamıştı o gün. Sabah oğlanlar


komşuya koşmuşlardı; akşama kadar orada kaldıkları için
şanslıydı . İhtiyRr kadın çocuklara üzülüyor, onları doyuru­
yordu, böylece zaten topu topu bir iki sandviçten ibaret olan
öğle yemeklerini hazırlamaktan da kurtulmuştu. Bu durum
Agnes'i öyle neşelendirmişti ki lütfedip yerleri bile sildi. Böy­
lece akşama kocasından hak edilmiş bir övgü alacağından
emin oldu. Adamın ne düşündüğü umurunda değilse de, hala
ilgi merkezi olmaktan hoşlanıyor, övgünün lüks hayatın bir
parçası olduğuna inanıyordu.
Anders'in ön merdivenlerdeki ayak sesini duyduğunda
Karl ile Johan çoktan uyumuştu, kendisi de mutfak masa­
sında bir kadın dergisi okumaktaydı. D algın dalgın kocası­
na baktı, başıyla selam verdi, sonra birden irkildi. Anders ge­
nelde eve geldiğinde yorgun ve üzgün olurdu, oysa şimdi göz­
lerinde Agnes'in çoktandır görmediği bir pırıltı vardı. İçinde
belli belirsiz bir huzursuzluk uyandı.
Anders karşısındaki tahta sandalyeye çöktü, ellerini ka­
vuşturup aşınmış masanın üzerine koydu.
"Agnes" dedi ve durdu . Sessizlik öyle uzun sürdü ki
Agnes'in karnındaki tatsız his bir yumruya dönüştü. Belli ki
aklında bir şey vardı kocasının; Agnes hayatta bir şey öğren­
mişse o da sürprizierin pek nadiren hoş olduğuydu.
306

"Agnes" dedi yine, "geleceğimiz ve ailemiz hakkında son


zamanlarda epeyce düşündüm, bir değişikliğe ihtiyacımız ol­
duğuna karar verdim."
Pekala, şimdilik adamın ne dediğini anlayabiliyordu. Sa­
dece, daha iyi bir hayat için onun ne yapabileceğini hayal
edemiyordu.
Anders büyük bir gururla sözünü sürdürdü. "İşte bu yüz­
den bu yıl birçok ekstra iş aldım ve hepsini biriktirdim ki bir
gidiş bileti alabilelim."
"Bilet mi? Nereye?" Agnes'in huzursuzluğu artıyordu. Ay­
rıca kendisinden para sakladığı için ona kızınıştı da.
"Amerika'ya" dedi Anders; karısından olumlu tepki bekle­
diği belliydi O ys a Agnes duyduğu şokla yüzünün hissizleşti­
.

ğini fark etti. Bu budala ne haltlar karıştırmıştı yine?


"Amerika mı?" diyebildi yalnızca.
Hevesle başını salladı Anders . "Evet, önümüzdeki hafta
gidiyoruz ve inan bana, her şeyi yoluna koyayım diye elim­
den geleni ardıma koymadım. Fjallbacka'dan oraya giden ki­
mi İsveçlilerle temas kurdum, bana dediler ki orada benim
gibi biri için çok iş varmış. Nitelikli bir işçi kendine iyi bir ge­
lecek sağlayabilirmiş 'over there '." Bu son kelimeleri Blekinge
aksanıyla yaya yaya söylemişti; belli ki bu yeni dilde iki keli­
me bilmekle gururlanıyordu.
Agnes onun o sırıtan, mutlu suratma bir tokat aşk etmek
istedi. Ne sanıyordu bu adam? Bu kadar saf mıydı, onunla
ve veletleriyle bir gemiye binip yabancı bir ülkeye gideceği­
ne inanıyor muydu sahiden? Bilmediği bir dili konuşan, bil­
mediği insanların yaşadığı, bilmediği bir ülkede, daha da
bağımlı bir konuma düşmeyi isteyeceğine inanıyor olabilir
miydi? Elbette buradaki hayatından nefret ediyordu, ama
günün birinde düştüğü bu cehennem deliğinden çıkabil­
me ihtimali vardı en azından. Doğruyu söylemesi gerekirse,
Amerika'ya gitmeyi aklından geçirmemiş değildi, ama kendi
307

başına, ona köstek olacak bir koca ve çocuklarla değil.


Ama Anders karısının yüzündeki dehşet ifadesini görme-
di. Neşesinden uçuyordu, biletleri çıkarıp masaya koydu. Ag­
nes önünde yelpaze gibi açılan dört kağıt parçasına umutsuz­
ca baktı. Bir yere büzüşüp ağlamak istiyordu.
Bir haftası vardı. Topu topu bir haftada bu durumdan bir
biçimde kurtulmak zorundaydı. Anders'e gülümserneye zor­
ladı kendini.

* * *

Monica meyve sebze almak için arabayla Konsum'a git­


mişti. Ama birden alışveriş sepetini bıraktı, h i çhir şey satın
almadan kapıdan çıktı. Bir şey ona eve gitmesini söylüyordu.
Annesiyle ninesi de böyleydi. Bir şeyleri hissedebiliyorlardı;
Monica da iç sesini dinlemeyi öğrenmişti.
Küçük Fiat'ının gaz pedalını kökleyerek dağ yoluna sap­
tı, Kullen Mahallesi'nden geçti. Siilvik'e çıkan yoldaki vira­
ja girdiğinde evlerinin önüne park etmiş polis arabasını gör­
dü ve içgüdülerini dinlemekte haklı olduğunu anladı. Polis
arabasının hemen arkasına park etti, dikkatle arabadan in­
di. Neyle yüz yüze geleceğini bilmiyordu, dehşet içindeydi.
Geçen hafta her gece aynı rüyayı görmüştü. Polis memurla­
rı eve geliyor ve aklından çıkarmak için elinden geleni yap­
tığı şeyi açığa çıkarıyorlardı. İşte şimdi gerçek olmuştu, rü­
ya değildi, çekine çekine eve yöneldi . Kaçınılınazı ertele­
meye çalışıyordu. Sonra Morgan'ın çığlığını duydu, koşma­
ya başladı. Bahçe patikasından yukarı, oğlunun küçük ku­
lübesine doğru. Morgan kulübesinin kapısında durmuş iki
polise bağırıyordu. Kollarını germiş, girişi kapatmaya çalış­
maktaydı.
"Kimse evime giremez! Burası benim!"
Onu mantığa davet etmeye çalışan bir polis "Arama izni-
308

miz var" dedi. "İşimizi yapmamız lazım. Lütfen bırak girelim


içeri."
"Hayır, her yeri dağıtacaksınız!" Morgan kollarını iyice
gerdi.
"Söz veriyoruz, dikkatli olacağız, mümkün olduğu kadar
dağıtmayacağız ortalığı. Ama almamız gereken bir iki şey
olabilir . . . bir bilgisayar varsa, mesela."
Morgan avazı çıktığı kadar haykırarak polisin sözünü kes­
ti. Gözleri bir oraya bir buraya gidiyordu, bedeni denetimden
çıkıp titremeye başlamıştı.
"Hayır, hayır, hayır, hayır, hayır" diye şarkı söyler gibi iti­
raz sesleri çıkarıyordu. Bilgisayarlarını hayatı pahasına ko­
rumaya hazır gibiydi; Monica gerçekten koruyacağını biliyor­
du. Telaşla onlara yaklaştı.
"Neler oluyor? Yardım edebilir miyim?"
"Kimsiniz?" Monica'ya en yakın duran polis sormuştu bu­
nu, ama gözlerini de Morgan'dan ayırmamıştı.
"Morgan'ın annesiyim ben. Burada oturuyorum." Büyük
evi gösterdi.
"Lütfen oğlunuza açıklar mısınız: Kulübeye girip etrafı
arama iznimiz var. İçerideki bilgisayarları alma iznimiz de."
Bilgisayar lafı geçer geçmez Morgan başını deli gibi salla­
maya ve yine şarkı söyler gibi "Hayır, hayır, hayır, hayır"lara
başladı.
Monica sakin sakin oğluna yaklaştı. Polislerden gözünü
ayırmadan Morgan'a sarıldı ve sırtını okşadı.
"Önce neden geldiğinizi söyler misiniz bana? Sonra emi­
nim ki size yardımcı olabilirim."
İki polisten genç olan utanmış gibi gözlerini indirdi. Çok
daha kaşarlanmış görünen daha yaşlı olanı Monica'ya sakin
sakin cevap verdi: "Kocanızı sorgulamak üzere merkeze gö­
türdük. Evi ve çevresini arama iznimiz var."
"Nedenini sorabilir miyim?" Gereksiz derecede soğukkanlı
309

çıkıyordu sesi, ama polislerin mantıklı bir açıklama yapma­


dan Morgan'ı aşıp içeri girmelerini kabul edemezdi.
"Kocanızın adı çocuk pornografisiyle ilgili bir vakada orta­
ya çıktı."
Morgan'ın sırtını okşayan eli sanki felç olmuştu. Konuş­
maya çalıştı, ağzından boğuluyormuş gibi bir ses çıktı.
"Çocuk pornografisi mi?" Sesini denetleyebilmek için bo­
ğazını temizledi. "Bir yanlışınız var. Kocam, çocuk pornogra­
fisiyle mi ilgili?"
Başı arı kovanı gibi uğulduyordu. Hep korktuğu, aklını
kurcalayan düşünceler. Ama hepsini bir rahatlama duygusu
bastırdı. En korktuğu şey için gelmemişlerdi.
Bir iki saniye içinde kendini topariadı ve Morgan'a döndü.
"Dinle beni. Bırak da kulübeye girsinler. Bilgisayarlan al­
malarına da izin vermelisin. İtiraz edemezsin, onlar polis,
onların hakkı bu."
"Ama ya her şeyi karıştırırlarsa? Peki takvimim ne ola­
cak?" Tiz sesi her zamanki gibi tekdüze değildi, sıra dışı bir
duyarlılık vardı bu seste.
"Eminim çok dikkatli olacaklardır, dedikleri gibi. Zaten
seçme şansın yok."
"Her şeyi birbirine sokmamaya söz veriyor musunuz?"
Polisler başlarıyla evet dediler, Morgan kapıdan bir adım
geri çekildi.
"Bilgisayarlardaki dosyalara dikkat edin. İşlerimin hepsi
orada, depoda."
Polisler tekrar başlarıyla tamam dediler, Morgan da kapı­
dan çekilip içeri girmelerine izin verdi.
"Bunu neden yapıyorlar anne?"
"Bilmiyorum" dedi Monica. İçi hala rahatlama hissiyle
kaplıydı. Ama memurların söyledikleri yavaş yavaş aklına
dank ediyordu. Midesinde bir bulantı başlamıştı, yukarı doğ­
ru ilerlemekteydi. Morgan'ın kolunu tutup evin önüne doğru
310

yürüdü. İkide bir başını kaygıyla kulübeye doğru çeviriyordu.


"Üzülme, dikkatli olmaya söz verdiler."
"Büyük eve mi gidiyoruz?" diye sordu Morgan. "Bu saatte
pek girmem büyük eve."
"Biliyorum" dedi Monica. "Ama bugün çok değişik bir şey
yapmamız gerek. Polisleri rahatsız edemeyiz. Dolayısıyla be­
nimle Gudrun Teyze'nin evine geleceksin."
Morgan'ın kafası karışmıştı. "Ama oraya sadece Noel'de
gideriz. Ya da birinin doğum günü olduğunda."
"Biliyorum" dedi Monica sabırla. "Ama bugün bir istisna
yapacağız."
Morgan bir an bunun üzerinde düşündü, sonra annesini
sözlerinde bir mantık olduğuna karar verdi.
Arabaya doğru yürüderken Monica Florin'lerin mutfak
penceresinde perdenin yana çekildiğini gözünün ucuyla gör­
dü. Lilian durmuş, onları seyrediyordu. Gülümsüyordu.

* * *

"Ne diyorsun, Kaj? Hiç de hoş bir durum değil bu." Patrik
Kaj'ın karşısında, Martin onun yanında, Mellberg ise sessiz­
ce köşedeki sandalyede oturuyordu. Sorguda pasif kalmayı
gönüllü olarak isteyince Patrik rahat bir nefes almıştı. Oda­
da hiç olmamasını tercih ederdi, ama en nihayetinde adam
başmüfettişti.
Kaj cevap vermedi. Çenesini göğsüne bastırmış, Patrik ile
Martin'e kafasının tepesini yakından izleme fırsatını vermiş­
ti. Saçları seyrelmişti, siyah saçlarının arasından pembe ka­
fa derisi görünüyordu.
"Bir çocuk pornografisi sipariş listesinde adının neden
geçtiğini açıklayalıilir misin? Yanlışlık olduğu mavalım da
aniatma bana. Listede adın ve adresin var; dolayısıyla sipari­
şi verenin sen olduğuna dair hiçbir kuşkumuz yok."
31 1

"Biri bana tuzak kuruyor olmalı." Kaj kendi kucağıyla ko­


nuşuyor gibiydi.
"Sahi miiii?" Patrik'in sesinden alaycılık akıyordu. "Peki, o
zaman birinin neden seni hapse tıkmaya çalıştığını bize anla­
tabilirsin belki. Yıllardır ne korkunç düşmanlar edinmişsin?"
Kaj cevap vermedi. Martin'in avucunu masaya şiddetle
vurmasıyla Kaj yerinden sıçradı.
"Duymadın mı soruyu? Hapse tıkılınanı kim isteyebilir?"
Hala cevap yoktu, Martin devam etti: "Kolaysa cevap ver
bakalım. Çünkü öyle biri yok."
Patrik ile Martin'in önünde bilgisayar çıktıları vardı. Pat­
rik birkaç dakika sessizce bunları karıştırdı, birkaç sayfayı
ayırdı, diğerlerini düzeltti.
"Şunu bil: Hakkında bir sürü malzeme var. İsimler var.
Hani şu . . . " Doğru sözcükleri bulmaya çalıştı. "Seninle aynı
merakı paylaşanlar ve senin ilişki kurduğun kişiler. Mal­
zemeyi onlardan ne zaman sipariş ettiğini biliyoruz, se­
nin de onlara malzeme sunduğunu biliyoruz, Göteborg'da­
ki meslektaşlarımızın büyük bir beceriyle açığa çıkardıkla­
rı sohbet oturumu kayıtları da var. Orada çok yetenekli bil­
gisayar uzmanları var, aniadın herhalde. Küçük grubunuzu
kimse hack'leyip de konuştuğunuz pek neşeli konulara ku­
lak ınİsafiri olmasınlar diye çektiğİn karmaşık koruma du­
varları durduramadı onları. Hiçbir şey kusursuz değildir,
bilirsin."
Kaj başını kaldırdı, gözleri Patrik'ten önündeki bilgisayar
çıktılarına gitti. Arkasındaki duvar saatinin yelkovanı tik
taklarken onun da bütün dünyası yıkılıyordu. Patrik adamın
sarsıldığını gördü: Tamamen korunmuş olduğunu düşündük­
leri dosyalara birileri girebilmişti demek. Şu anda Kaj poli­
sin ne kadar bilgisi olduğunu düşünüyordu açıkça. Biraz da­
ha bastırmanın vakti gelmişti.
"Şu anda evini didik didik arıyoruz. Meslektaşlarımız
312

amatör değiller. Bilmedikleri hiçbir saklı yer yoktur. Bulma­


dıkları hiçbir gizli delik de. Bilgisayarın ise gerçek birer hac­
ker olan bazı dostlarca incelenmek üzere Uddevalla'ya gön­
derilecek. Hani bilirsin, yasalardan yana olmasalar, canları
isterse internetten bankalara girip paracıkları oradan oraya
gönderiverecek kişiler."
Patrik meslektaşlarının hünerlerini biraz abartmış olabi­
leceğini düşündü, ama Kaj bunu bilmiyordu. Taktiğin işe ya­
radığını da görebiliyordu. Kaj'ın alnında ter tanecikleri belir­
miştİ ve görmese de adamın bacaklarının tir tir titrediğini de
hissedebiliyordu.
"Bilgisayar alanında amatör olabilirsin, ama Morgan bel­
ki söylemiştir sana, bir dosyayı silmen onun yok olduğu anla­
mına gelmiyor. Bizim bilgisayarcılar her şeyi bulup çıkarabi­
liyorlar, tabii sabit sürücüye zarar gelmemişse."
Patrik'in bıraktığı yerden Martin devam etti: "Onlar bil­
gisayarına bakar bakmaz seninle küçük bir konuşma yapa­
cağız. İşte o zaman neler çevirdiğini anlayacağız. Hem Göte­
borg hem de bizimkiler, polisin el koyduğu malzernede görü­
len çocukların kimliklerini saptamak için tam gaz çalışıyor.
Şu ana kadarki bilgilerimize göre en gözde kurbanların genç
oğlanlar. Doğru mu? Doğru mu Kaj? Göğsü kıllanmamış oğ­
lanları mı tercih ediyorsun? Gencecik masum çocukları?"
Kaj'ın altdudağı titriyordu, ama hiç sesini çıkarmadı.
Patrik eğildi, sesini alçalttı. Sorgunun doruk noktasına
ulaşmıştı.
"Peki ya kızlar? Küçük kızlar da var mı beğendiklerin ara­
sında? Hemen yakında küçük bir kız olması insanı ayartıyor
değil mi? Hemen yanda, komşunun evinde . Karşı koyman
mümkün olmamıştır. Özellikle de Lilian'a misilierne yapmak
söz konusuysa. Ne biçim bir duygudur, değil mi? Yıllarca
yapılan haksızlığın intikamını almak. Ama işler karıştı de­
ğil mi? Nasıl oldu? Kız mücadele etmeye mi başladı, annerne
313

söylerim mi dedi? Susturmak için mi boğdun onu?"


Ağzı beş karış açılmıştı Kaj'ın; önce Patrik'e, sonra Mar­
tin'e baktı. Gözleri kocaman kocaman, pırıl pırıldı. Başını
salladı.
"Hayır, o işle hiçbir ilgim yok. Asla dokunmadım kıza. Ye­
min ederim!"
Son sözleri çığlık çığlığa söylemişti. O an kalbi durup yığı­
lacakmış gibiydi. Patrik sorguyu kesmeyi düşündü, ama bi­
raz daha devam etmeye karar verdi.
"Sana neden inanalım? Çocuklara cinsel ilgi duyduğuna
dair kanıtımız var. Eğer herhangi birine tecavüz etmişsen
kanıtı var mı onu da biraz sonra öğreneceğiz. Yan evde otu­
ran yedi yaşındaki bir kız suda boğulmuş bulunuyor. Garip
bir tesadüf, ne dersin?"
Sara'da herhangi bir cinsel saldırı izi bulunmadığını söy­
lemedi. Ama Petersen'in de dediği gibi, bu, cinsel saldırı ol­
madığı anlamına gelmezdi.
"Yemin ederim o kızın ölümüyle hiçbir ilgim yok! Evimize
adımını bile atmadı. Yemin ederim!"
"Göreceğiz" dedi Martin büyük bir ciddiyetle. Patrik'e ka­
çamak bir bakış attı. Onun da gözlerinde "lanet olsun" ifade­
si vardı. Patrik'in hafif bir baş işaretiyle, Martin kalkıp te­
lefon etmeye gitti. Teknisyeniere banyoyu da elden geçirme­
lerini söylemeyi unutmuşlardı. Hatayı düzeltip hemen ya­
nıt verileceği sözünü alınca sorgu odasına döndü. Patrik hala
Sara hakkında sorular soruyordu.
"Demek şeytana uyup komşunun kızına bir kere bile . . . ilgi
göstermediğini söylüyorsun, bizim de buna inanmamızı bek­
liyorsun. Çok da tatlı bir kızdı."
"Dokunmadım kıza, söyledim size. Tatlı olduğunu da söy­
leyemem. Şeytanın lanet kızıydı o. Yazın gizlice bahçeye gi­
rer, Monica'nın çiçeklerini yolardı. Eminim o boktan annean­
nesi kışkırtıyordu onu."
314

Patrik, Kaj'ın huzursuzluğunun nasıl birden yok olduğu­


nu, Lilian'a duyduğu nefretin nasıl üstün geldiğini görünce
şaşırdı. Bu koşullarda bile nefret duygusu öyle içine işlemiştİ
ki, Kaj neden orada bulunduğunu bile unutmuştu. Sonra ger­
çekler yine kafasına dank etti ve masanın üzerine çökerken
omuzları düştü.
"O küçük kızı ben öldürmedim" dedi yavaşça. "Ona hiç do­
kunmadım, yemin ederim."
Martin ile Patrik bakıştılar ve bir karara vardılar. Şu an­
da bir ilerleme kaydedemeyeceklerdi. Kaj'ın evi ve bilgisa­
yarı arandıktan sonra ellerine daha fazla malzeme geçebi­
lirdi. Gerçekten şanslıysalar, teknisyenler hanyoda bir şey­
ler bulurdu.
Martin, Kaj'ı hücresine götürdü, Mellberg de hemen son­
ra ayrıldı. Patrik yerinde kaldı. Saate baktı. Yetmişti ar­
tık. Arabasına atlayıp eve gidecek, Erica'yı öpecek, burnunu
Maj a'nın minicik boynuna yasiayıp kokusunu içine çekecek­
ti. Daracık odada Kaj'la kapalı kaldıktan sonra duyduğu tik­
sintiyi ancak böyle giderebilirdi. Bir yetersizlik duygusu, evi­
nin güvenli ortamını özlemesine yol açıyordu. Bu vakayı zih­
ninden atamıyordu bir türlü. Kaj gibiler ortalarda dolaşma­
malıydı. Özellikle de küçük bir kızın ölümü vicdanlarının or­
tasına oturmuşsa.
Kapıdan çıkmak üzereyken Annika onu durdurdu. "Ziya­
retçilerin var; çoktandır bekliyorlar. Gösta da seninle hemen
görüşmek istiyor. Benim elimde de hemen bakman gereken
bir ihbar var."
Patrik içini çekti, bıraktığı kapı kendi kendine kapandı.
Hemen eve gitme planlarından vazgeçmesi gerekiyordu gali­
ba. Onun yerine Erica'ya telefon edip gecikeceğini söylemek
zorundaydı. Böyle bir konuşmayı da iple çekmiyordu doğrusu.

* * *
315

Charlotte'un parmağı kapı zilinin önünde duraksadı. Son­


ra kararını verdi, derin bir soluk aldı, zili çaldı. İçeriden zil
sesi geldi. Bir an dönüp kaçınayı düşündü, ama içerden ge­
len ayak seslerini duyunca kendini kıpırdamadan durmaya
zorladı.
Kapıyı açan kadını hayal meyal hatırlıyordu. Kasaba kü­
çüktü, bir yerlerde birbirlerine rastlamış olabilirlerdi, üste­
lik öteki kadın Charlotte'un kim olduğunu kesinlikle biliyor­
du. Bir anlık tereddütten sonra Jeanette kapıyı açıp yana
çekildi.
Charlotte kadının ne kadar genç göründüğüne şaşırdı. Is­
rar edince, Niclas yirmi beş yaşında olduğunu söylemişti. Bu
tür ayrınh hm neden öğrenmek istediğini kendi de bilmiyor­
du. İlkel bir ihtiyaç gibiydi, mümkün olduğunca çok bilme
dürtüsü. Belki de nedeni, kocasının ne aradığını bir biçim­
de anlama umuduydu; anlaşılan Charlotte'un ona veremedi­
ği bir şeyi arıyordu. Belki bu yüzden buraya gelme ihtiyacını
duymuştu. Niclas'ın şimdiye kadar ilişki kurduğu kadınlar­
la yüzleşmemişti. Onlara bakmak istemiş, ama cesaret ede­
memişti. Ama Sara'nın ölümünden sonra her şey değişmişti.
Sanki artık hiçbir şey ona zarar veremezdi. Bütün korkuları
yok olmuştu. Bir insanın başına gelebilecek en kötü şeyi tec­
rübe etmişti. O zamana kadar onu felç eden, dehşete düşüren
her şey artık önemsiz birer engelden ibaretti. Buraya gelme­
nin kolay olduğunu söyleyemezdi. Ama gelmişti. Sara ölmüş­
tü, bu yüzden gelmişti.
Jeanette ona ihtiyatla bakarak, "Ne istiyorsunuz?" diye
sordu.
Charlotte, boyu bir altmıştan fazla olmayan bu kadının
yanında kendini iriyarı hissetti. Bir yetmişlik boyuyla dev gi­
biydi sanki. Üstelik Jeanette'in vücudu iki hamilelikle bozul­
mamıştı. Dar bluzun altındaki göğüslerinin sutyensiz dim­
dik durduğunu gördü. Charlotte gözünde Niclas'ı, Jeanette'le
316

yatakta çıplak, bu mükem mel göğüsleri okşarken canlandır­


dı. Görüntüden kurtulmak için başını salladı. Zaten yıllar­
dır kendi kendine işkence etmişti. Ama görüntüler artık onu
eskisi kadar rahatsız etmiyordu. Aklında çok daha kötüleri
vardı. . . Sara'nın su yüzeyinde dalgalanırken görüntüsü.
Charlotte kendini gerçekiere dönmeye zorladı. Sakin bir
sesle, "Biraz konuşmak istiyorum sadece" dedi. "Bir fincan
kahve içer miyiz?"
Jeanette'in onun kapıda belİrınesini bekleyip beklemedi­
ğini bilmiyordu; ya da durumu sindiremeyecek kadar gerçe­
küstü bulup bulmadığını. Her halükarda, Jeanette şaşırmış
görünmüyordu. Sadece başını sallayıp mutfağa gitti, Charlot­
te da ardından.
Meraklanmıştı, daireye bir göz gezdirdi. Hayalindeki gö­
rüntüye epeyce yakındı. Küçük, iki odalı bir yer, çam mobil­
ya, fırfırlı perdeler, ana dekorasyon olarak da yurtdışı ge­
zilerden getirilmiş anı eşyası. Anlaşılan Jeanette kazandığı
her öre'yi biriktirip güneşli yerlere gitmişti ve bu geziler ha­
yatının doruk noktalarıydı. Yani, evli adamları becermedi­
ği zamanlarda, diye düşündü Charlotte ve mutfak masasına
oturdu. Kendinden emin göründüğünü umuyordu, ama öy­
le hissetmiyordu. Kalbi şiddetle çarpıyor, onu gerginleştiri­
yordu. Ama öteki kadının gözünün içine bakınıştı işte. Sa­
manlıkta yuvarlanmanın evlilik yemini, çocuklar ve ahlak­
tan daha ağır basmasına nasıl bir insanın yol açtığını ilk
kez görmüştü.
Charlotte hayal kırıklığına uğradığını hissedip şaşırdı.
Niclas'ın sevgililerinin bambaşka bir kategoride olacağını dü­
şünmüştü daima. Elbette, Jeanette güzel, düzgün vücutluy­
du, bunu inkar edemezdi, ama öyle -doğru kelimeyi aradı­
yavandı ki . . . Hiçbir sıcaklık, enerji yayılmıyordu kadından.
Evine ve kadına bakınca, hayatın akıntısına uyup gitmekten
başka hiçbir niteliği, hiçbir iddiası yoktu sanki.
31 7

Charlotte'un önüne bir fincan kahve koyan Jeanette ters


bir tavırla, "İşte buyur" dedi. Sonra masanın karşısına otur­
du ve tedirgince kahvesini yudumlamaya koyuldu. Charlotte
kadının uzun, manikürlü tırnakları olduğunu gördü. Küçük
çocukları olan annelerin dünyasında olmayan bir başka şey.
Karşısındaki kadının sözde sükunetini seyreden Charlot­
te, "Beni görünce şaşırdın mı?" diye sordu.
Jeanette omuzlarını silkti. "Bilmem. Belki. Seni fazla dü­
şünmüş değilim."
En azından dürüst, diye düşündü Charlotte. Küstahlığın­
dan mı, yoksa budalalığından mı, henüz bilemiyordu.
"Niclas'ın bana senden söz ettiğini biliyor muydun?"
Yine o umursamaz omuz silkiş. "Eninde sonunda ortaya
çıkacağını biliyordum."
"Nasıl biliyordun?"
"Bu kasahada herkes çok konuşur. Birini bir yerde gören
birileri daima vardır ve hemen dedikodu çarkları dönmeye
başlar."
"Bu oyunu ilk kez oynamıyor gibisin" dedi Charlotte.
Jeanette'in dudaklarının kenarında küçük bir tebessüm
belirdi. "Ne yapayım ki en iyileri kapılmış. Bu durum onları
da rahatsız etmiyor."
Charlotte gözlerini kıstı. "Demek Niclas da rahatsız olma­
dı, öyle mi? Evli ve iki çocuklu oluşundan?" İki çocuklu keli­
meleri boğazına takıldı, duygularının yine kabardığını, ken­
disini alt etmek üzere olduğunu hissetti. Büyük bir çabayla
bastırdı o duyguları.
Charlotte'un bir an duraksaması, Jeanette'e bazı insani
yükümlülükleri olduğunu hatırlatmıştı. Katı bir tavırla, "Kı­
zınıza gerçekten çok üzüldüm. Sara'ya" dedi.
"Kızımın adını ağzına alma, lütfen" dedi Charlotte; sesi
öyle buz gibiydi ki Jeanette büzüldü. Gözlerini indirdi, kah­
vesini karıştırdı.
318

"Sadece soruma cevap ver: Niclas evde bir ailesi olmasına


rağmen seninle yatarken üzgün müydü?"
Jeanette kaçamak cevap verdi. "Senden söz etmezdi."
"Hiç mi?"
"Senin hakkında konuşmak yerine yapacağımız h'aşka
şeyler olurdu." Sırf nezaket uğruna bile söylediklerine dik­
kat etmesi gerektiğini hatırlayana kadar, Jeanette'in ağzın­
dan kaçınıştı bu sözler.
Charlotte kadına tiksintiyle baktı. Ama Niclas'tan daha
da fazla tiksiniyordu; Niclas paylaştıkları her şeyi bu aptal,
dar kafalı, lisede sınıf kraliçesi seçileli beri dünyanın ayakla­
rının altında olduğunu zanneden kız için bir kenara atmaya
hazırdı. Evet, Charlotte bu tipleri bilirdi. Etkilere en açık ol­
duğu yıllarda dikkatierin üstünde oluşu, Jeanette'in egosunu
şişirdikçe şişirmişti. İnsanları incitmenin, kendisine ait ol­
mayanı almanın, bu tip kızlar için önemi yoktu.
Charlotte ayağa kalktı. Geldiğine pişman olmuştu. Haya­
linde Niclas'ın sevgilisini güzel, zeki, tutkulu bir kadın ola­
rak canlandırmayı tercih ederdi. Bir rakip olarak ona anlayış
gösterebilirdi o zaman. Ama bu kız pek ucuz görünmüştü gö­
züne. Niclas'ı Jeanette'le birlikte düşünmek midesini bulan­
dırdı; kocasına hala duyduğu az buçuk saygı da yavaş yavaş
yok olup gidiyordu.
"Kapıyı kendim bulurum" dedi ve mutfak masasında otu­
ran Jeanette'i kendi haline bıraktı. Çıkarken antredeki kü­
çük masanın üzerinde duran, üzerine "Lanzarote 1998" yazı­
lı seramik eşeğe çarptı. Eşek yere düşüp bin parçaya ayrıldı.
Keyifle parçaların üzerine basan Charlotte, kapıyı ardından
kaparken, "eşeğin eşeği" diye düşündü.
Fj allbacka 1 92 8

Felaket baş gösterdiğinde günlerden pazardı. Amerika'ya


giden gemi cuma günü Göteborg'dan hareket edecekti. He­
men hemen her şeyi toplamışlardı. Anders over there ihtiyaç­
ları olabileceğini düşündüğü son birkaç parçayı satın almak
üzere Agnes'i çarşıya göndermiş, ilk kez ona güvenip eline
para vermişti.
Köşeyi dönüp yokuş yukarı çıkmaya başladığında Agnes'in
sepeti aldıklanyla tıka basa doluydu. Uzakta birilerinin bağır­
dığını duyup adımlanın hızlandırdı. Kendi evine birkaç ev ka­
la, dumanlar Agnes'e ulaştı; bayırın yukarısında iyice yoğun­
laşıyordu. Agnes sepeti elinden bırakıp koştu. İlk gördüğü şey
alevlerdi. Evin pencerelerinden muazzam alevler fışkınyordu;
insanlar kafalan kesilmiş tavuklar gibi bir o yana bir bu yana
koşturuyorlardı. Erkekler ile kadıniann bir kısmı kova kova
su taşıyordu. Geri kalan kadınlar elleri başlarında korkudan
çığlıklar atmaktaydı. Yangın birkaç eve daha sıçramıştı; her
geçen an mahalleye daha da yayılıyorrlu sanki. Hem de inanıl­
maz bir hızla. Agnes ağzı açık, gözleri şoktan irileşmiş, man­
zaraya bakakaldı. Böyle bir görüntüyü asla beklemiyordu.
Simsiyah kalın bir duman evlerin üzerini kapak gibi ört­
ıneye başlamış, alttaki havayı sis gibi kurşuni ve bulanık ha­
le getirmişti. Agnes donmuş gibi kıpırtısız duruyordu. Komşu
kadınlardan biri geldi, kolunu tuttu.
320

"Agnes, gel benimle, burada öyle durup bakma." Çekip gö­


türmeye çalıştı Agnes'i, ama o kıpırdamadı. Evinin alevler
içindeki harabesine bakarken gözleri dumandan yaşlar için­
de kalmıştı. En parlak alevlerle yanan onun eviydi sanki.
"Anders . . . çocuklar . . . " dedi cansız bir sesle. Komşu kadın
onu oradan götürebilmek için bluzunun yenini çekiştirip du­
ruyordu.
"Şimdilik bir şey bilmiyoruz" dedi kadın. Agnes kadının
adının Britt ya da belki Britta olduğunu hayal meyal hatırlı­
yordu. Kadın, "Herkesin çarşı meydanında toplanmasım söy­
lediler. Belki de ailen oraya gitmiştir" diye ekledi, ama Agnes
kadının sesindeki kuşkuyu sezebiliyordu. Anders'in de, ço­
cuklann da orada olmadığını Agnes gibi kadın da biliyordu.
Agnes ağır ağır döndü, yangının sıcaklığını sırtında his­
setti. Uyuşmuş gibi, Britt ya da Britta'nın ardından yokuş
aşağı indi, onu meydana götürmelerine izin verdi; meydan­
da kadınların çığlıkları göklere çıkıyordu. Ama Agnes görün­
düğünde herkes sustu. Söylenti yayılmıştı bile; hepsi yanıp
giden evlerinin, eşyalarının ardından ağlıyordu, oysa Agnes
kocasının ve iki küçük çocuğunun ardından gözyaşı dökecek­
ti. Bütün anneler ona yürekleri sızlayarak baktılar. Eskiden
onun hakkında ne söylemiş, ne düşünmüş olurlarsa olsunlar,
şu an o, kocasını ve çocuklarını yitirmiş bir anneydi. Her biri
kendi küçüğünü bağrına bastı.
Agnes gözlerini yere dikmişti. Ağlamadı.

* * *

Patrik onlara yaklaşırken ayağa kalktılar. Veronika kızı­


mn elini sıkı sıkı tutmuştu; Patrik onları küçük ofisine sok­
tuğunda bile bırakmadı. Patrik onlara iki sandalyeyi işaret
etti, oturdular.
Patrik, "Pekala, size nasıl yardımcı olabilirim?" diye sor-
32 1

du. Frida'nın kaygılı yüz ifadesini görünce, güven veren bir


tebessüm belirdi yüzünde. Küçük kız annesine baktı, o da ba­
şıyla onayladı.
"Frida size bir şey anlatacak" dedi Veronika ve kızına yine
başıyla haydi dedi.
Frida adeta fısıldayarak, "Aslında bu bir sır" dedi.
"Ooo, bir sır" dedi Patrik. "Ne heyecanlı." Kızın anlatıp
aniatmamaya hala karar verememiş olduğunu anladığından
devam etti: "Ama biliyor musun, polisin işi herkesin sırrını
dinlemektir, yani polise bir sırrı açarsan, onu söylemiş sayıl­
mazsın."
Frida'nın yüzü aydınlandı. "O zaman dünyadaki bütün
sırlan öğreniyorsunuz, öyle mi?"
"Eh, belki hepsini değil. Ama çoğunu. Senin sırrın ne?"
"Sara'yı korkutan iğrenç bir ihtiyar adam vardı." Bir an
önce içindekileri dökmek için çabuk çabuk konuşuyordu.
"Çok çok iğrençti ve Sara'nın 'ipsiz ölü' olduğunu söyledi ve
Sara gerçekten çok korktu. Ama bana kimseye söyleme dedi,
çünkü ihtiyar adamın geri geleceğinden korktu."
Kız soluğunu tuttu. Patrik'in kaşlan çatıldı. İpsiz ölü mü?
"O ihtiyar adam neye benziyordu Frida? Hatırlıyor mu­
sun?"
Kız b aşıyla onayladı. "Çok çok ihtiyardı. En azından yüz
yaşında. Dedem gibi."
"Dedesi altmış yaşında" diyen Veronika, gülümsemekten
kendini alamadı.
Frida devam etti: "Saçı beyazdı, giysileri de siyahtı." Bir
şeyler daha söyleyecekti, sonra iskemiesine çöktü. "Hatırla­
dıklarım bu kadar" dedi kederli bir tavırla. Patrik ona göz
kırptı.
"Mükemmel. Polise söylenınesi gereken iyi bir sırdı bu."
"O zaman Sara göklerden geri geldiğinde kızmaz bana de­
ğil mi? Size söylediğim için?"
322

Veronika derin bir nefes alıp kızına ölümün gerçekliğini


yine anlatmak üzereyken Patrik sözünü kesti.
"Hayır, çünkü biliyor musun ne düşünüyorum? Bana ka­
lırsa Sara cennette öyle iyi vakit geçiriyor ki geri gelmeyi is­
temeyecektir, üstelik sırrını söyleyip söylemediğİn de urou­
runda değildir."
"Emin misiniz?" dedi Frida kuşkuyla.
"Eminim" dedi Patrik.
Veronika kalktı. "Başka bir şey sormak isterseniz, oturdu­
ğumuz yeri biliyorsunuz. Ama Frida'nın başka bir şey bildiği­
ni sanmıyorum, gerçekten." Duraksadı. "Acaba o . . . "
Patrik başını sallayarak, "Bilemeyiz, ama gelip bunlan an­
latıııanız müthiş bir şeydi. En küçük bir bilgi bile önemlidir."
Frida, Patrik'e yalvarırcasına bakarak, "Polis arabasına
binebilir miyim?" diye sordu.
Patrik güldü. "Bugün olmaz, ama başka bir gün ayariaya­
bilir miyiz, bakacağım."
Küçük kız memnundu, annesinin önü sıra koridora çıktı.
Patrik, Veronika'nın elini sıkarken "Geldiğiniz için teşek­
kür ederim" dedi.
"Bunu yapanı kısa sürede yakalarsınız umarım . Kızı­
mı gözümün önünden bir an bile ayırmaya cesaret edemiyo­
rum." Veronika bir yandan da kızının saçını okşuyordu.
"Elimizden geleni yapacağız" dedi Patrik. Onları ön kapı­
ya doğru yolcu ederken, göründüğü kadar kendine güvenmi­
yordu aslında.
Kapı artlarından kapanırken Frida'nın anlattıklarını dü­
şündü. İğrenç ihtiyar bir adam ha? Kızın tarifi Kaj'a uymu­
yordu. Kim olabilirdi?
Camın ardında oturan Annika'ya gitti. Saate bir göz atıp
yorgun argın, "Bakmam gereken ihbarlar olduğunu söylemiş­
tin" dedi.
"Evet, işte burada." Annika, Patrik'in önüne bir kağıt sür-
323

dü. "Gösta da seninle konuşmak istiyor, unutma. Eve gitmek


üzere, yani onu hemen yakalamalısın."
"Kimilerinin işi kolay" diye içini çekti Patrik, "evlerine gi­
debiliyorlar." Aradığında Erica hiç de mutlu olmamıştı, vic­
danı dürtüp duruyordu Patrik'i.
"Sen gitmesini söylediğin zaman gidiyor evine" dedi Anni­
ka. Gözlüğünün üzerinden Patrik'e bakıyordu.
"Teoride haklısın. Ama aslında Gösta'nın eve gidip biraz
dinlenmesi daha iyi olur. Burada oturup homurdanırken bize
bir katkısı olmuyor."
Patrik'in niyeti bu kadar sert davranmak değildi, ama ba­
zen meslektaşlarını işe sürüklemekten yorgun düşüyordu.
En azından ikisini. Eh, en azından Gösta, inisiyatiften epey­
ce yoksun olduğundan, Ernst gibi sorun çıkarmıyordu.
"En iyisi gidip ne istediğini öğreneyim."
Patrik ihbar kağıdını aldı ve Gösta'nın odasına yöneldi.
Kapısında bir an durduğunda, Gösta'nın bilgisayarında bir
iskarnbil oyununu kapattığını görebildL Kendisi eşek gibi ça­
lışırken meslektaşının boş boş oturması onu öyle sinirlendir­
di ki dişlerini sıktı. Şimdi bu durumu Gösta'yla tartışamazdı,
ama er ya da geç . . .
"Hah, geldin nihayet" dedi Gösta, canı sıkkın gibiydi. Pat­
rik "er" seçeneğinin daha doğru olup olmadığını düşünmeye
başladı.
Patrik sesinin hissettiği kadar eleştirel çıkmaması için ça­
ba harcayarak, "Halletmem gereken önemli bir mesele var­
dı" dedi.
"Eh, benim de söyleyecek bazı şeylerim var" dedi Gösta.
Patrik meslektaşının sesinde bir heves olduğunu duyup şa­
şırdı.
Patrik İngilizce "Shoot" dedi, sonra Gösta'nın şaşkın ba­
kışından adamın İngilizce deyimlerde pek de iyi olmadığını
fark etti. Tabii golfle ilgili değilse o deyimler . . .
324

Gösta ona Pedersen'le yaptığı konuşmayı aktardı; Patrik


gitgide artan bir ilgiyle dinliyordu. Gösta'nın uzattığı faksla­
ra baktı, incelemek üzere oturdu.
"Evveet, bunların ilginç olduğunu inkar edemem" dedi.
"Soru şu: Bu bilgiyle nereye varırız?"
"Evet" dedi Gösta, ''ben de aynı şeyi düşünüyordum. Eğer
doğru adamı bulursak, bu bilgi o adam ile cinayet arasında
bir bağlantı kurmamızı sağlayabilir. Ama o zamana kadar
buradan bir yere varamayız."
"Organik kalıntıların hayvana mı, insana mı ait olduğunu
kesin olarak söyleyemiyorlar, öyle mi?"
"Söyleyemiyorlar. Ama birkaç gün sonra bunun cevabını
alabiliriz."
Patrik düşüneeli görünüyordu. "Bir daha anlat Gösta. Pe­
dersen taş hakkında ne dedi?"
"Granitmiş."
''Yani burada, Bohusliin'da epeyce yaygın bir taş." Patrik
elini saçlarının arasından geçirirken hiç mutlu görünmüyor­
du. "Küllerin oynadığı rolü anlasak, bahse girerim Sara'yı ki­
min öldürdüğünü buluruz."
Gösta başını saliayarak aynı fikirde olduğunu belirtti.
Patrik ayağa kalkarken "Eh, şu anda bir yere varamayız"
dedi. "Ama bayağı ilginç bir haberdi bu. Haydi, şimdi eve git
Gösta, yarın dinlenmiş kafayla işe koyuluruz." Gülümseme­
yi bile becerdi.
Gösta ikiletmedi. İki dakika içinde bilgisayarını kapat­
mış, eşyasını toplamış, kapıya yönelmişti. Patrik o kadar ta­
lihli değildi. Saat yedi çeyrek vardı, yine de gidip masasına
oturdu, Annika'nın verdiği notları okudu. Biraz sonra telefo­
nu kaptı.

* * *
325

Bazen Erica gerçek dünyanın dışında durduğunu zanne­


derdi; durmadan büzülen minicik bir tüpün içinde kapalıydı.
Şu anda öyle küçüktü ki tüp, ellerini uzatsa duvarlarına de­
ğecekti.
Maj a göğsünde uyuyordu. Erica bir kez daha, onu yatırıp
kendi başına uyumasını sağlamaya çalışmıştı, ama Maja bir­
kaç dakika sonra uyanmış, annesinin göğsünde mışıl mışıl
uyurken birden kendini beşik gibi haysiyetsiz bir yerde bul­
ınayı protesto edercesine bağırmaya başlamıştı. Erica Bebek
Kitabı'ndaki önerileri denemeyi düşünmüş, ama düşünmek­
ten öteye gidememişti. Dolayısıyla her zamanki gibi vazge­
çip ağlayan Maj a'yı göğsüne yatırıp uyutarak susturmuştu.
Eğer Erica fazla kıpırdamazsa ve Maj a telefon ya da televiz­
yon sesiyle rahatsız edilmezse bir iki saat uyurdu. Erica ya­
rım saattir koltukta döşeme taşı gibi oturuyordu; telefonu
fişten çekmiş, televizyonun sesini kapatmıştı. Tabii ki günün
bu saatinde doğru dürüst bir şey yoktu televizyonda, bu yüz­
den TV4'ün anlaşılan kiloyla aldığı aptal bir Amerikan dizisi­
ni seyretmekteydi. Hayatından nefret ediyordu.
Suçluluk duygusuyla, emzirme yastığının üstündeki ipek
saçlı, mutlu, minik başa baktı. Bebeğin ağzı yarı açıktı, göz­
kapakları arada sırada titreşiyordu. Erica'nın mutsuzluğu
anne sevgisinden yoksun olmaktan ileri gelmiyordu. Maja'yı
bütün kalbiyle, çılgıncasına seviyordu. Oysa aynı zamanda
sanki başka dünyalardan gelmiş istilacı bir asalak, içindeki
bütün neşeyi emiyor, daha önceki hayatıyla hiçbir ilgisi ol­
mayan bir gölgeye dönüştürüyordu onu.
Bazen Patrik'e de böylesi bir öfke duymaktaydı. Erica'nın
dünyasına konuk sanatçı olarak şöyle bir uğruyor, sonra nor­
mal bir insan gibi çıkıp gerçek dünyaya gidiyordu; çünkü bu
yaşamı sürmenin nasıl bir şey olduğunu anlamıyordu. Daha
berrak düşündüğü zamanlarda, Erica haksızlık ettiğini ka­
bul ediyordu. Patrik bunu nasıl anlayabilirdi ki? Bebeğe onun
326

gibi fiziksel olarak bağlı değildi, duygusal olarak da öyle. Ne


olursa olsun, anne ile kızı arasındaki bağ başlarda öylesine
güçlüydü ki hem pranga hem de can suyu işlevi görüyordu.
Bir hacağı uyuşmuştu. Erica dikkatle pozisyon değiştir­
meye çalıştı. Riskliydi, biliyordu, ama hacağındaki ağrı çok
fazlaydı. Maja kımıldamaya başladı, gözlerini açtı ve hemen
ağzını beş karış açarak yemek aramaya başladı. Erica içi­
ni çekerek yine memesini verdi kızına. Maja topu topu ya­
rım saat uyumuştu, yine uykuya dalması fazla sürmeyecekti.
Böyle kıpırtısız oturursa poposu da ağrıyacaktı bugün. Lanet
olsun, diye düşündü o anda. Bu sefer Maj a'nın yalnız başına
uyuması gerekiyordu.
İş bir irade savaşına dönüştü. Bir köşede Erica, yetmiş iki
kilo. Öteki köşede Maja, altı kilo. Erica bebek arabasını sım­
sıkı yakalamış, oturma odası ile holün arasındaki eşikte bir
ileri bir geri kaydırıyordu. Tam bir kol boyu uzaklıkta, bir
ileri bir geri. Depreme yakalanmış gibi sallanan bir arabada
nasıl uyunabileceğini kavrayamıyordu, ama Bebek Kitabı'na
göre gereken tam da buydu. Bebeğe basit ve açık bir dille ta­
limat verin: "Şimdi uyuyacaksın, her şey annenin kontrolü
altında." Deneye başlayalı on beş dakika geçmişti ama, Eri­
ca durumun "kontrol altında" olduğunu söyleyemezdi. Bütün
hesaplara göre Maja'nın olağanüstü yorgun düşmesi gereki­
yordu, oysa kızın bağırtıları göklere yükselmekteydi, annesi­
nin sakinleştirici sıcaklığından uzaklaştırılmak onu çok kız­
dırmıştı. Erica bir an vazgeçip oturmayı, kızını emzirip uyut­
mayı çok çekici buldu, ama sonra bunun mantıklı olmadığını
düşünüp vazgeçti. Bebek yeni düzene ne kadar kızarsa kız­
sm, çığlıkları Erica'nın yüreğini ne kadar delerse delsin, ona
bakmaya yetecek enerjisi olan mutlu bir annenin Maja'ya
çok daha yararı olurdu. Dolayısıyla dayandı. Maja her pro­
testo çığlığı attığında Erica bebek arabasını bir ileri bir ge­
ri kaydırdı. Maja'nın sakinleşip uyumak üzere olduğunu gör-
327

düğünde dikkatle durdu. Anna Wahlgren'e göre bebek araba­


sını çocuk uykuya daimadan hemen önce durdurmak önem­
liydi, böylece bebek kendi kendine uyumuş olacaktı. Ve za­
fer! Yarım saat sonra Maja bebek arabasında mışıl mışıl uyu­
maktaydı. Erica arabayı dikkatle çalışma odasına götürdü,
kapıyı kapattı ve yüzünde mutlu bir tebessümle kanepeye
oturdu.
Saat sekiz olmuş, Patrik hala eve gelmemişti, ama Eri­
ca'nın keyfi yerindeydi. Gidip ışıkları yakmaya hali yoktu,
dolayısıyla alacakaranlık geceye dönüştüğünde ev karanlığa
gömüldü. Tek ışık televizyon ekranından geliyordu. Maja'yı
tekrar emzirirken tembel tembel televizyondaki reality prog­
ra mlarını seyretti. Utanılacak şeydi, ama bu programlara
fazla takılıyordu; Patrik de televizyona çıkmaya meraklı ki­
şilere homurdanıp duruyordu. Spor programiarına ayırdığı
vakit epeyce azalmıştı, ama bütün gece oturup Maja'yı em­
ziren kendisi olmadıkça, Erica'nın uzaktan kumandaya hük­
metmesine aldırmıyordu. Erica televizyonun sesini açtı; gü­
zelim kızların, kendisini evlenebilecekleri erkek olarak tak­
dim eden kibirli ve aptal bir adamın önünde hoplayıp zıpla­
yarak caka satmalanna çok şaşınyordu. Bütün televizyon iz­
leyicileri, adamın en moda Stockholm kulüplerinden kız kal­
dırma başansını artırmak için programa katıldığını görüyor­
du. Erica programın zeka yoksunu olduğu konusunda aslın­
da Patrik'le hemfikirdi, ama bir kere seyretmeye başlayınca
duramıyordu.
Ön kapıda bir ses duyunca televizyonun sesini kıstı. Bir
an eski karanlık korkusu kapladı içini, ama kendini topladı,
gelen Patrik olmalıydı.
Patrik, "Burası ne kadar karanlık" diyerek bir iki lamba
yaktı, sonra Erica ile Maja'nın yanına gitti. Eğilip Erica'nın
yanağından öptü, Maja'nın başını hafifçe okşadı ve kendini
kanepeye attı.
328

"Bu kadar geç kaldığım için çok üzgünüm" dedi. Erica o


günkü çocukça duygularını bir kenara attı; kızgınlığı geçiver­
mişti.
"Boş ver" dedi. "Kızımla ikimiz her şeyi hallettik." Maj a
çalışma odasında uyurken, kendine biraz vakit ayırabilmesi,
Erica'nın neşesini yerine getirmişti.
"Biraz hokey seyredebilir miyim?" Patrik televizyona has­
retle baktı, Erica'nın sıra dışı neşesini fark etmemişti.
Erica cevap olarak homurdandı. Ne budalaca bir soruydu!
''Tahmin etmiştim" dedi Patrik ve kalktı. "Kendime bir iki
sandviç yapacağım. Sen de ister misin?"
Erica başını salladı. "Epeyce önce yedim ben. Ama bir fin­
can çay iyi gider. Maj a biraz sonra doyar." Maja annesinin
dediklerini anlamış gibi emmeyi bıraktı ve mutlu mutlu etra­
fına bakındı. Erica minnetle üstünü başını düzeltti, Maja'yı
ana kucağına yerleştirdi ve mutfağa, Patrik'in yanına gitti.
Kocası ocak başında süt dolu cezveye kakao koyuyordu. Ar­
kasından sıkı sıkı sarıldı ona. Öyle iyi gelmişti ki. Maja doğ­
du doğalı birbirlerine ne kadar az dokunduklarını düşündü.
itiraf etmeliydi, bunun büyük ölçüde suçlusu kendisiydi.
"Günün nasıl geçti?" diye sordu Patrik'e. Çoktandır bu so­
ruyu sormamıştı.
"Korkunç" dedi Patrik. Buzdolabından yağ, peynir ve hav­
yar çıkardı.
"Kaj 'ı içeri aldığınızı duydum" dedi Erica ihtiyatla. Pat­
rik'in ne kadarını anlatmak isteyeceğinden emin değildi. O
günkü ziyaretçilerinden söz etmemeye karar verdi.
"Dedikodu hızla yayıldı desene?"
"Öyle de diyebilirsin."
"Peki, ne diyorlar?"
"Sara'nın ölümüyle ilgili olmalı diyorlar. Doğru mu?"
"Bilmiyorum." Patrik sıcak çİkolatasını kupaya döküp iki
sandviç yaparken yorgun görünüyordu. Erica'nın karşısına
329

oturdu ve peynirli havyarlı sandvicini sıcak çikolataya batı­


rıp yemeye başladı. Bir süre sonra sözüne devam etti: "Ama
onu Sara cinayeti dolayısıyla almadık içeri. Başka bir sebe­
bi vardı."
Yine sustu. Erica burnunu sokmaması gerektiğini biliyor­
du, yine de sormadan edemedi. Charlotte'un cansız bakışları
gözünün önünden gitmiyordu.
"Ama Kaj'ın, Sara'nın ölümüne bir biçimde karıştığını gös­
teren bir şey var mı?"
Patrik öteki sandvicini çikolataya batırdı. Erica ona bak­
mamaya çalışıyordu. Bu alışkanlığını barbarca buluyordu
doğrusu.
"Eh, olabilir. Ama bekleyip göreceğiz . Soruşturmayı da­
raltma riskini göze alamayız. Bakmamız gereken başka bir
şey daha var." Erica'dan kaçırdı gözlerini.
Erica soru sormayı bıraktı. Oturma odasından gelen ho­
murtular Maja'nın kendi başına oturmaktan sıkılmaya baş­
ladığının işaretiydi. Patrik kalkıp Maja ile ana kucağını yan­
larına getirdi. Onu mutfak masasının üzerine koyduğunda
Maja minnetle aguladı, elleriyle ayaklarını salladı. Patrik'in
yüzündeki yorgunluk izleri silindi, gözlerinde kızına sakladı­
ğı o özel pırıltı belirdi.
"Hanimiş babasının tathsı? Babasının küçük sevgili­
si güzel bir gün geçirdi mi? Sen dünyanın en tatlı kızı mı­
sın?" Yüzünü Maja'ya yaklaştırıp gevezelik ediyordu. Derken
Maja'nın yüzü buruştu, kıpkırmızı oldu ve bir iki ılılamadan
sonra altlarda bir yerden bir gürültü çıktı ve masanın çev­
resini berbat bir koku sardı. Erica durumu halletmek üzere
derhal ayağa kalktı.
"Ben hallederim, sen otur" dedi Patrik. Erica iskemiesine
minnetle çöktü.
Patrik altını değiştirip pijama giydirdiği Maja'yla geri gel­
diğinde, Erica bebek arabası sallama numarasından, Maja'yı
330

uyutınayı nasıl becerdiğinden coşkuyla söz etti.


Patrik kuşkulu gibiydi. "Uykuya daimadan kırk beş daki­
ka ağladı ha? Doğru mu bu sence? Televizyonda eğer ağlar­
sa emzirmen gerektiğini söylediler. Öyle ağlaması iyi bir şey
mi?"
Coşku ve anlayış gösterınemesi Erica'yı kızdırmıştı. "Me­
sele onu kırk beş dakika ağiatmak değil elbette. Birkaç gün
içinde ağlaması azalır. Hem eğer bunun iyi bir fikir olmadığı­
nı düşünüyorsan, o zaman evde oturup ona bakarsın! Bütün
gün burada oturup onu emziren sen değilsin. Zaten bu yüz­
den herhangi bir değişiklik yapma ihtiyacı hissetmiyorsun!"
Sonra gözyaşiarına boğularak yukarıya, yatak odasına
koştu. Patrik masa başında oturmuş kalmıştı, kendini buda­
la gibi hissediyordu. Ağzını açmadan önce düşünmeliydi.
Fj allbacka 1 928

İki gün sonra babası Fjallbacka'ya geldi. Agnes geçici ola­


rak başını soktuğu küçük odada oturmuş, ellerini kucağında
kavuşturmuş, bekliyordu. Geldiğinde dedikoduların doğru ol­
duğunu düşündü. Babası korkunç görünüyordu. Tepesindeki
saçlar iyice azalmıştı. Birkaç yıl önce tatlı bir tombuldu, oy­
sa artık neredeyse şişmandı, güçlükle soluk alıyordu. Kendi­
ni zorlamaktan yüzü kıpkırmızı olmuştu, ama altında kırmı­
zının örtemediği grimsİ bir renk daha vardı. Hiç iyi görün­
müyordu.
Babası eşikte durdu; odanın ne kadar küçük ve karan­
lık olduğunu görünce yüzünde inanamayan bir ifade belirdi.
Ama Agnes'i görür görmez koşup kızına sıkı sıkı sarıldı. Ag­
nes karşılık vermedi, ellerini kucağından kaldırmadı. Babası
ona ihanet etmişti, bunu hiçbir şey değiştiremezdi.
August kızının bir tepki vermesini sağlamaya çalıştı, son­
ra vazgeçip onu bıraktı. Yine de yanağını okşamaktan kendi­
ni alamadı. Agnes tokatıanmış gibi irkildi.
"Agnes, Agnes, benim zavallı Agnes'im." Yanındaki san­
dalyeye oturdu, ama bir daha ona dokunmadı. Yüzündeki
sevgi ifadesi Agnes'in midesini bulandırıyordu. Artık çok geç­
ti. Dört yıl önce ona ihtiyaç duymuş, babası onunla ilgilensin
diye yanıp tutuşmuştu. Artık fark etmiyordu.
August telaş içinde onunla konuşur, bazen kelimeler bo-
332

ğazına takılırken, Agnes hiç bakınadı babasına.


"Agnes, hata ettim, biliyorum, ne söylesem bir şey değiş­
meyecek. Ama şimdi korkunç durumdasın, bırak sana yar­
dım edeyim. Eve dön, sana bakayım. Her şey eskisi gibi ola­
bilir. Korkunç şeyler oldu, ama ikimiz birlikte üstesinden ge­
lebiliriz."
Sesinin yalvaran dalgaları Agnes'in kaskatı yüreğine çar­
pıp bin parça oldu. Sözleri sanki sitemliydi.
"Sevgili Agnes, lütfen eve dön. Ne istersen senin olacak."
Gözünün ucuyla babasının ellerinin titrediğini gördü; yal­
varan sesi hayal ederneyeceği kadar büyük bir tatmin duygu­
su veriyordu ona. Aslında hayal etmişti bunu; geçen karanlık
yıllarda birçok kez hayal etmişti.
Yüzünü ağır ağır babasına döndürdü. August bunu yal­
varmalannı kabul ettiğine yordu ve hevesle ellerini tutmaya
çalıştı. Ama Agnes ifadesiz bir yüzle ellerini çekti.
"Cuma günü Amerika'ya gidiyorum" dedi. August'un yü­
zündeki acının tadını çıkarıyordu.
"A. . . aa . . . merika." August kekeledi. Agnes adamın üstdu­
dağında ter tanelerinin belirdiğini gördü. Babasının bekledi­
ği bu değildi.
"Anders hepimiz için bilet almıştı. Orada bir geleceğimiz
olduğunu düşlüyordu. isteğini onudandırmak ve oraya tek
başıma gitmek niyetindeyim." Bu sözleri dramatik bir ifadey­
le söylerken gözlerini babasından çekti ve pencereden dışarı
baktı. Arkadan ışık geldiğinde profilinin çok güzel olduğunu
bilirdi; siyah giysileri de onca dikkatle koruduğu soluk teni­
ni vurguluyordu.
İki gündür herkes etrafında parmak uçlarına basarak ge­
ziniyordu. Ona küçük bir oda verilmiş, istediği kadar kala­
bileceği söylenmişti. Bütün o arkasından konuşmalar, bütün
o hor görmeler sanki rüzgarla uçup gitmişti. Kadınlar yiye­
cek ve giyecek getirmişlerdi. Üstündekilerin hepsi ya ödünç
333

ya da hediye verilmişti. Kendisine ait hiçbir şeyi kalmamıştı.


Anders'in taşocağından arkadaşlan da gelmişti. En iyi pa­
zar elbiselerini giymiş, yıkanıp paklanmış vaziyette, ellerin­
de başlıkları, öylece durmuş, yere bakmışlardı. Elini sıkmış­
lar, Anders hakkında bir şeyler mırıldanmışlardı.
Agnes bu yamalı yırtık kalabalıktan kurtulacağı anı iple
çekiyordu. Onu başka bir kıtaya götürecek gemiye binmenin
özlemi içindeydi. Deniz havasının, derisinin üstünü bir zar
gibi kaplamış olan pislik ve çürümüşlüğü üfleyip götürmesi­
ni istiyordu. O acıklı iyi niyet ve sempati gösterilerine bir iki
gün daha katlanmalıydı. Sonra yola çıkacak, asla geriye bak­
mayacaktı. Ama önce, bu yanında oturan şişmiş, kırmızı yüz­
lü adamdan, dört yıl önce onu zalimce terk eden adamdan is­
tediği bir şey vardı. Geçen dört yılın her birini ödeyecek, hem
de bu ona pahalıya mal olacaktı.
Babası kekelemeyi sürdürdü; hala Agnes'in verdiği habe­
rin şokundan kurtulamamıştı. "Ama orada nasıl, nasıl geçi­
neceksin?" Endişeyle sormuştu bunu, bir yandan da cebinden
çıkardığı küçük bir mendille alnındaki teri silmekteydi.
Agnes dramatik bir iç çekişle "Bilmiyorum" derken, yüzün­
den kaygılı bir gölge geçer gibi oldu. Bir anda yok olmuştu göl­
ge, yine de babasının fark edeceği kadar bir zaman geçmişti.
"Fikrini değiştiremez misin kalbimin ışığı? Gitme de gel,
ihtiyar babanla kal."
Agnes başını salladı, adamın başka bir öneri getirmesini
bekledi. Bu bakımdan onu hayal kırıklığına uğratmadı baba­
sı. Erkeklerin içini okumak öyle kolaydı ki.
"Peki, en azından bırak da sana yardım edeyim. Başlangıç
için biraz para, işlerini yoluna koyman için biraz harçlık. Se­
nin için bu kadarını bile yapamaz mıyım? Yoksa endişernden
ölürüm; öyle uzaklarda, tek başına . . . "
Agnes bu fikir üzerinde duruyormuş gibi yaptı. August te­
laşla ekledi: "Eminim ki deniz aşırı yolculuk için daha iyi bir
334

bilet edinıneni sağlayabilirim. Birinci sınıfta özel kamara.


Bir sürü yabancıyla kucak kucağa yolculuk etmekten iyidir."
Bağışlayan bir edayla başını eğdi Agnes ve bir an durduk­
tan sonra, "Pekala" dedi. "Sanırım bunu yapabilirsin. Para­
yı bana yann verirsin. Cenaze töreninden sonra." August bir
yeri yanmış gibi irkildi.
Ardından kelimelerini seçmeye çalıştı. Titrek bir sesle,
"Çocuklar" dedi, ''bizim aileye mi çekmişlerdi?"
Çocuklar hık demiş Anders'in burnundan düşmüşlerdi,
ama Agnes taş gibi bir sesle, "Tıpkı senin çocukluk resimle­
rine benziyorlardı" dedi. "Sanki senin küçük birer kopyan gi­
biydiler. İki de neden başka çocuklar gibi bir dedeleri olma­
dığını sorardı." Sözlerinin adamın ka lhi n e h1çak gibi saplan­
dığını gördü. Yalan yalan üstüne, ama August'un vicdanı ne
kadar sızlarsa, Agnes'in kesesini o kadar doldururdu.
Babası gözyaşları içinde gitmek üzere kalktı. Kapıda du­
rup son bir kez kızına baktı. Agnes ona bir yem parçası da­
ha atmaya karar vererek yine bağışlayıcı edayla başını salla­
dı. Tahmin ettiği gibi bu küçük jest onu mutlu etmişti; gözle­
ri pariayarak kızına gülümsedi.
Agnes onun gidişini nefretle izledi. Kendisine ihanet edil­
mesine bir kez izin verirdi. Kimsenin ikinci şansı olmazdı.

* * *

Patrik arabada oturup günün ilk görevine odaklanmaya


çalıştı. Dün akşam işten ayrılmadan hemen önce ettiği tele­
fonun peşini bırakmaması önemliydi. Ama dün gece Erica'ya
söylediği aptalca lafları unutmakta zorlanıyordu. Bu kadar
zor olacağını düşünemezdi. Bir çocuk büyütmenin kolay ol­
duğunu düşünmüştü her zaman. Evet, çok büyük işti, ama
son iki ayda olduğu kadar endişe yüklü olmamalıydı. İçini
çekti, keyifsizdi.
335

Fjallbacka'ya giren güney yolunun kenarındaki kahveren­


gi-beyaz blokların dışına park edene kadar o ana yoğunlaşıp
evdeki sorunlarını unutınayı başaramamıştı. Gideceği dai­
re birinci blok, ikinci merdiven boşluğundaydı. Birinci katın
merdivenlerini çıktı. Kapıda "Svensson ve Kallin" yazıyordu.
İhtiyatla kapıya vurdu. Dairede oturan çiftin küçük bir ço­
cuğu olduğunu biliyordu, çocuğu uyandıran bir yabancının
hiç de hoş karşılanmayacağının acıyla farkındaydı. Yirmi beş
yaşlannda genç bir adam kapıyı açtı. Saat dokuz buçuk oldu­
ğu halde, yeni kalkmış gibi mahmurdu.
"Mia, seni anyorlar."
Patrik'e selam vermeden yana çekildi ve ayağını sürüye
sürüye hole açılan küçük bir odaya girdi. Patrik'in göz gez­
dirdiği oda eskiden misafir odası olabilirdi, oysa şimdi bil­
gisayarıyla, birkaç kumanda koluyla ve bir masanın üzeri­
ne atılmış oyun yığınlarıyla tam bir oyun odasıydı. Bilgisa­
yar ekranında "mümkün olduğunca çok düşmana ateş edip
öldür" oyunlarından biri açıktı. Ya Svensson ya da Kallin ol­
duğunu tahmin ettiği genç adam başka bir dünyaya girmiş
gibi oyuna başladı.
Mutfak, holün ucunda soldaydı. Patrik ön kapıda ayakka­
bılarını çıkardıktan sonra mutfağa girdi.
"Gelin, Liam'ı doyuruyorum."
Küçük oğlan yüksek beyaz iskemiesinde oturmuş, ağzına
çorba ve bir tür meyve püresi veriliyordu. Patrik ona el salla­
dı ve peltemsi bir gülücükle ödüllendirildi.
"Oturun" dedi Mia, karşılarındaki sandalyeyi işaret ede-
rek.
Kadının dediğini yaptı ve defterini çıkardı.
"Dün tam neler olduğunu bana anlatır mısınız?"
Kaşığı tutan elin hafıfçe titremesi, önceki günkü olayların
ne kadar sinir bozucu olduğunu gösteriyordu. Kadın başını
salladı, olan biteni kısaca anlattı. Patrik not aldı, ama zaten
336

önceki gün Mia telefon edip olanları anlattığında Annika'nın


aldığı notlarda yazılan bilgilerle aynıydı.
"Arabanın çevresinde kimseyi görmediniz mi?"
Mia başını salladı. Annesinin oyun oynadığını zanneden Li­
am da başını çılgınca salladı; çorbayı ona yedirmek zor olacaktı.
"Hayır, kimseyi görmedim. Ne öncesinde ne de sonrasında."
"Bebek arabasını arka tarafa koyduğunuzu mu söylemiş­
tiniz?"
"Evet, orası daha gözlerden uzak; daha güvenli olacağını
düşündüm. Onu beraberimde içeri götürecektim ama uyuyor­
du, bebek arabasını mağazaya sokmaya değmeyecekti. Sade­
ce birkaç dakika kalacaktım."
"Çıktığınızda da bebek arabasında ve Liam'ın üzerinde
kara bir şeyler gördünüz."
"Evet, Liam deli gibi bağırıyordu. Bütün ağzı o şeyle kap­
lanmış olmalı, ama çoğunu tükürmeyi becermiş. Ağzının içi
simsiyahtı."
"Doktora götürdüğünüz mü onu?"
Mia başıyla yine hayır dedi. Patrik bir yaraya parmak
bastığım anladı.
"Hayır. Götürmeliydim herhalde, ama çabucak eve gitmek
istiyorduk. Liam da iyi görünüyordu, sadece korkmuş ve kız­
mıştı, ben de . . . "
Sesi kısıldı. Patrik de aceleyle, "Eminim zararlı bir şey de­
ğildir. Doğrusunu yapmışsınız. Çocuk gayet iyi görünüyor"
dedi.
Liam söylenenleri doğrularcasına kollarını salladı, bir ka­
şık çorba daha için ağzını kocaman açtı. Tombul katmerli çe­
nesinden de iştahının yerinde olduğu belliydi.
"Dün telefonda sözünü ettiğim gömlek, acaba siz . . . "
Mia kalktı. "Hayır, dediğiniz gibi, yıkamadım . O siyah
nesneyle kaplı. Küle benziyor sanınm."
Gömleği getirmeye gitti. Liam annesinin çorba tasının ya-
337

nma koyduğu kaşığa özlemle baktı. Patrik bir an tereddüt et­


ti, sonra Mia'nın sandalyesine geçip onun bıraktığı yerden
devam etti. İki kaşıkta sorun olmadı, ancak Liam otomobil
sesi çıkarmaya karar verip dudaklarını büzünce Patrik'in sa­
çı ve yüzü çorbaya bulandı. Tam o sırada Mia gömlekle içeri
girdi ve gülrnekten kendini alamadı.
"Ne hale gelmişsiniz! Sizi uyarmalıydım, en azından yağ­
murluk falan vermeliydim. Kusura bakmayın."
"Sorun değil" dedi Patrik, bir yandan da kirpikierinden
çorba kalıntılarını siliyordu. "Benim kızım iki aylık, biraz
pratik yapmak iyi geldi bana."
Mia "Buyurun, pratik yapmaya devam edin" diyerek otur­
du, Patrik'in küçük oğlanı beslemesine izin verdi. "Gömlek
burada" diyerek masanın üzerine koydu.
Patrik gömleğe baktı. Önü simsiyah ve kirliydi.
"Bunu götürmek istiyorum. Mümkün mü?"
"Elbette. Alın. Zaten atacaktım. Bir naylon torbaya koya­
yım."
Patrik torbayı alıp kalktı. "Aklınıza başka bir şey gelirse,
merkeze telefon edin" diyerek kartını uzattı.
"Tabii ararım. Neden böyle bir şey yaptıklarını anlamıyo­
rum. Gömlekten bir şeyler öğrenebilir misiniz?"
Patrik cevap olarak başını sallamakla yetindi. Gömleğe il­
gisinin nedenini söyleyemezdi. Sara cinayetiyle ilgili olarak
buldukları küller hakkında basma bir bilgi sızmaınıştı he­
nüz. Liam'a baktı. Şükür ki bu kez iş çığırından çıkmamış­
tı. Soru, cinayetin planlanıp planlanmadığıydı. Belki bunu
yapanı bu kez bir şey engellemişti. Ama gömlekteki külleri
analiz ettirmeden Sara'nın ölümüyle bağlantılı olup olmadı­
ğını bilemezlerdi. Yine de bahse girerdi ki bir bağlantı vardı.
Bu bir tesadüf değildi.
Patrik arabasına dönünce ceketinin cebinden cep telefo­
nunu çıkardı. Dün Kaj'ın evini arayan ekipten bir ses çıkma-
338

mıştı, bunun garip olduğunu düşündü. Dün aklında o kadar


çok şey vardı ki aldırış etmemişti, ama şimdi neden rapor
vermediklerini merak ediyordu. Kaj'ı sorgulamaya girerken
kapadığı telefonunu açmayı unuttuğunu görüp küfrü bastı.
Sesli mesaj göstergesi yanıp sönüyordu. 133'ü tuşladı, mesajı
dikkatle dinledi. Gözlerinde bir zafer pırıltısıyla telefonu ka­
padı ve tekrar ceket cebine tıktı.

* * *

Patrik toplantı mekanı olarak yine mutfağı seçmişti. Po­


lis merkezindeki en büyük odaydı ve bu durumda taze hazır­
lanmış kahveye yakınlığı da önemli olacaktı. Annika bir ko­
şu sokağın ucundaki fırına gitmiş, kocaman bir kutu fındık­
lı kek, hindistancevizli-kahveli pasta, çİkolatah yulaf topları
almıştı. Patrik kimseyi zorla toplantıya getirmemişti; beyaz
tahtanın önünde dururken herkesin ağzı yüksek kalorili tat­
lılarla doluydu.
Boğazını temizledi. "Bildiğiniz gibi dün bayağı olaylı bir
gün oldu."
Gösta başını sallayıp fındıklı keke uzandı. Ama Mellberg
ondan çabuk davrandı. Başmüfettiş üçüncü kek dilimini yi­
yordu ve dördüncüyü de alsa pek memnun olurdu. Ernst tek
başına bir kenara oturmuştu, herkes ona bakmamaya çalışı­
yordu. Yaptığı korkunç hata açığa çıkalı beri başında felaket
bulutları dolaşmaktaydı. Kimse baltanın ne zaman ineceğini
bilmiyordu. Bir cinayet soruşturmasının en yoğun aşamasın­
dayken, bu tür meseleler bir kenara bırakılırdı. Ama herkes
bunun an meselesi olduğunu biliyordu. Ernst dahil.
Bütün gözler Patrik'teydi. Sözlerine devam etti. "Şimdiye
kadar elde ettiğimiz bilgileri bir özetleyeyim. Çoğunu zaten
biliyorsunuz, ama nerede olduğumuza dair bir özet, yararlı
olabilir."
339

Yine boğazını temizledi, markörünü aldı ve konuşurken


beyaz tahtaya yazmaya başladı.
"Birincisi, kurbanın babası Niclas'ı sorguya aldık, cinayet
saatinde nerede olduğunu sorduk. Pazartesi sabahı nerede
olduğunu hala bilmiyoruz. Soru şu: Neden nerede olduğuna
dair bir hikaye uydurmaya çalıştı? Ayrıca, oğlu Albin'in be­
denindeki yara bereler hakkında klinikten aldığımız bilgile­
re dayanarak çocuk istismarından da kuşkulanıyoruz. Soru,
Sara'nın da istismar edilip edilmediği ve bu şiddetin tırma­
nıp cinayetle sonuçlanıp sonuçlanmadığı."
Beyaz tahtaya bir nokta koydu, yanına "Niclas" yazdı,
sonra iki çizgi çekip birine "Cinayet saatinde nerede", diğe­
rine "istismar kuşkusu" yazdı. Sonra tekrar meslektaşlarına
döndü.
"Dün Sara'nın oyun arkadaşı Frida annesiyle geldi ve 'iğ­
renç ihtiyar adam' dediği birinin Sara'yı ölümünden bir gün
önce çok korkuttuğunu anlattı. Bu adam kıza tehdit eder gi­
bi davranmış, ona 'ipsiz ölü' demiş. Bunun ne anlama gelebi­
leceğini açıklayacak biri var mı?"
Patrik gruba soru sorar gibi baktı. Önce kimse cevap ver­
medi. Sessizce oturdular; hepsi bu garip sözün ne olduğunu
çözmeye çabalıyordu.
Annika onlara baktı, ne salaksınız der gibi başını salladı
ve ''Muhtemelen 'iblisin dölü' demiştir" dedi.
Öyle apaçıktı ki, hepsi alınlarına bir şaplak atacaklardı
neredeyse.
"Tabii, elbette!" dedi Patrik. O da kendi salaklığına küfre­
diyordu. "O zaman dini bir fanatikle uğraşıyoruz demektir.
Frida adamı kır saçlı bir ihtiyar olarak tarif etti. Martin, lüt­
fen Sara'nın annesiyle konuşup bu tarife uyan birini tanıyor­
lar mı, sorar mısın?"
Martin başıyla evet dedi.
"Dün bir de ilginç bir haber aldık. Genç bir anne, için-
340

de oğlunun uyuduğu bebek arabasını Jarnboden'in arkası­


na koymuş. Sonra bir şey satın almak üzere mağazaya gir­
miş. Dışarı çıktığında çığlıklar atmaya başlamış, çünkü be­
bek arabasının içi ve çocuğun ağzı siyah bir maddeyle kaplıy­
mış. Sanki biri çocuğa o maddeyi yutturmaya çalışmış. Bu­
gün gidip çocuğun annesiyle konuştum, o da bana çocuğun o
sırada üstünde olan gömleği verdi. Gömleğin önü kül olması
muhtemel bir şeyle kaplıydı."
Masaya sessizlik çöktü. Kimse ağzındakini çiğnemedi,
kimse kahvesini yudumlamadı. Patrik devam etti: "Madde­
yi analize gönderdim. Bana öyle geliyor ki Sara'nın midesin­
de bulduğumuz külle aynı türden. Bu . . . saldırının ne zaman
olduğunu tam olarak biliyoruz, dolayısıyla herkesin o saatte
nerede olduğunu saptamakta yarar var. Gösta, ikimiz bu işi
halledeceğiz."
Gösta başıyla onayladı ve tabağındaki son hindistancevizi
kınntılarını topladı.
Beyaz tahta, notlar ve oklarla kaplıydı şimdi. Patrik'in
markörü havada bir an durdu. Sonra tahtaya bir nokta da­
ha koydu ve yanına "Kaj" yazdı. Özetinin en önemli noktası­
na geldiğini herkes anlamıştı.
"Göteborg'daki meslektaşiarımızla konuştuktan sonra,
Kaj Wiberg'in bir pedofil zincirine dahil olduğunu gördük."
Herkes sandalyesinde kıvranan Ernst'e bakmamaya gay­
ret etti.
"Dün Kaj'ı sorguya aldık, ayrıca Uddevalla'daki meslek­
taşlarımızın yardımıyla evini aradık. Sorgudan somut bir şey
çıkmadı, ama bunun ilk adım olduğu görüşündeyiz ve Kaj'ı
sorgulamayı sürdüreceğiz. Göteborg'dan gelen materyali kul­
lanarak, buradaki kurbanları saptamaya çalışacağız. Bildi­
ğiniz gibi Kaj yıllardır Fjallbacka'daki gençlerle yapılan ça­
lışmalarda aktif rol oynuyor, dolayısıyla bazı taciz olayiarına
kanşmış olması hiç de uzak bir ihtimal değil."
341

Gösta sordu: "Sara cinayetiyle bağlantılı olduğunu göste­


ren bir işaret var mı?"
"Biraz sonra ona geleceğim" dedi Patrik; kaçamak konuş­
muştu. Martin hayretle ona baktı. Sorgu sırasında herhangi
bir bağlantı kuramamışlardı.
"Kaj'ın evindeki arama sayesinde soruşturmadaki ilk bü­
yük ilerlemeyi kaydettik."
Odadaki tansiyon gözle görülür derecede artmıştı. Patrik
tam bir etki yaratmak için biraz ağırdan aldı. Sonra, "Dün
Kaj'ın evinde yapılan aramada Sara'nın ceketi bulundu" dedi.
Herkes soluğunu tuttu.
"Nerede bulmuşlar?" diye sordu M artin. Patrik'in ona
bundan söz etmemesine biraz alınmıştı.
"İşte mesele orada" dedi Patrik. "Asıl evde değil, oğulları
Morgan'ın oturduğu kulübede bulundu."
"İsa Mesih" dedi Gösta. "O tuhaf tipin buna karıştığına
yemin edebilirdim. Böyleleri . . . "
Patrik onun sözünü kesti. "Kötü göründüğünü biliyorum,
ama bu teoriye kilitlenmek istemiyorum henüz. Birincisi, ce­
keti oraya koyanın baba mı, yoksa oğul mu olduğunu bilmi­
yoruz; belki de Kaj saklamıştır oraya. İkincisi, henüz çöze­
mediğimiz birçok mesele var. Örneğin, Niclas'ın cinayet saa­
tinde nerede olduğu hakkında uydurduğu hikaye. Yani bun­
ları göz ardı edemeyiz. Buraya, beyaz tahtaya yazdığım bü­
tün noktalar üzerinde çalışmayı sürdürmemiz gerek. Başka
soru?"
Mellberg sözü aldı. "Harika bir iş Hedström. Çok iyi görü­
nüyor. Yazdığın bütün noktaların sağlamasını yapın, mutla­
ka." Tahtaya doğru bir işaret yaptı. "Ama Gösta'yla aynı fi.
kirdeyim. O Morgan denen çocukta yolunda gitmeyen bir şey
var. Senin yerinde olsaydım. . . " Elini teatral bir tavırla göğsü­
ne götürdü. " . . . O Morgan'a aman vermemek için bütün en­
gelleri kaldırırdım. Ama soruşturma senin sorumluluğunda,
342

karar verecek olan da sensin." Mellberg bunu öyle bir söyle­


mişti ki, Patrik'in, onun öğüdünü dinlemesinin çıkarına ola­
cağını herkes apaçık anlamıştı.
Patrik cevap vermeyince Mellberg mesaj ının alındığına
hükmetti. Memnun memnun başını salladı. Vakanın çözüme
kavuşması artık an meselesiydi.
Patrik kararlı adımlarla ofisine, günün görevleri üzerin­
de çalışmaya gitti. Herifçioğlu ne düşünürse düşünsündü.
Patrik'in onun dediklerini yapmaya hiç niyeti yoktu. Elbette,
ceketi Morgan'ın kulübesinde buldukları için o da bazı sonuç­
lara varmak istiyordu, ama bir şey -belki içgüdü, belki tecrü­
be belki de sadece sezgi- ona hiçbir şeyin göründüğü gibi ol­
madığını söylüyordu.
Fj allbacka ı 928

İsveç kıyılarına sırtını dönmüş olan Agnes gözlerini kapa­


yıp gözkapaklannı yalayan esintiye verdi kendini. Özgürlük
işte böyle bir duyguydu. Amerika'ya giden gemi Göteborg'dan
tam zamanında kalkmıştı. Rıhtım sevdiklerine hem umut
hem de hüzünle veda eden insanlarla doluydu. Birbirlerini
bir daha görüp görmeyeceklerini bilmiyorlardı. Amerika öyle
uzaktı ki oraya gidenlerin çoğu hiç dönmüyor, ancak mektup­
la haberleşebiliyorlardı.
Ama kimse Agnes'e veda etmeye gelmemişti. Bu da tam
onun istediği şeydi. Eski hayatını arkada bırakıyor ve yeni
bir dünyaya doğru yola çıkıyordu. Cebinde babasının verdiği
çekle, birinci mevki bir karnarada yıllardır ilk kez doğru yön­
de gittiğini hissediyordu.
Bir an Anders ile çocuklarını hatırladı. Cenaze töreninde
kilise hınca hınç doluydu; herkes hüzünlü bir koro halinde
burun çekmişti. Ama o ağlamamıştı. Şapka tülünün arkasın­
dan sunağın önündeki üç tabuta bakmıştı. Bir büyük, iki de
küçük tabut. Beyaz tabutlar çiçekler ve çelenklerle kaplıydı.
En büyük çelenk babasınınkiydi. Babasının gelmesini yasak­
laınıştı Agnes.
Tabutlara konacak bir şey de kalmamıştı aslında. Kızgın
alevler her şeyi yakıp yok etmişti, geriye hiçbir şey kalma­
mıştı. Dolayısıyla tabutlarda birkaç kalıntıclan başka bir şey
344

yoktu. Rahip onları bir kül kabına koymayı önermiş, ama Ag­
nes böyle olsun istemişti. Üç tabut toprağa indirilecekti.
Mezar taşlarını Anders'in iş arkadaşları hazırlamıştı. Üçü
için tek mezar taşı ve üzerine zarifçe oyulmuş isimleri.
Yangına kurban giden sadece üçüydü. Onların dışında sa­
dece evler yanmıştı, ama hasar büyüktü. Fjallbacka'nın tüm
aşağı kısmı, denize en yakın olan kısım şimdi kömür ve hara­
be halindeydi. Birçok ev yanıp kül olmuştu, rıhtımın olduğu
yerde yanmış kazıklar sudan çıkıyordu. Ama evinin yandığın­
dan şikayet eden pek yoktu. Yitirdiklerine tam ağlayacakları
sırada Agnes'i ve onun yitirdiklerini düşünüyorlardı. Kasaba­
nın o kesiminde yaşayan herkes cenazeye gelmişti; babaları­
nın elini tutmuş yürüyen küçük sarı saçlı çocukları gözlerinin
önünde canlandırdıklarında hepsinin yüreği acıyordu.
Ama anneleri tek bir damla gözyaşı bile dökmemişti. Cena­
ze töreni bittiğinde geçici evine gitmiş ve ona verilen ufak te­
fe eşyayı bavuluna yerleştirmişti. Sadaka. Sadaka almak zo­
runda kalmak öyle ağırına gidiyordu ki kusacak gibi oluyor­
du. Bir daha asla başkalarının merhametine sığınmayacaktı.
Geminin üst güvertesinde dururken, kimse onun çok ya­
kın bir zamanda yoksulluk içinde yaşadığını tahmin edemez­
di. Alelacele yeni giysiler almıştı, bavulları parayla satın alı­
nabilecek en şık şeylerdi. Elbisesinin yumuşacık kumaşını
zevkle okşadı. Dört yıldır mahkum olduğu eski püskü, soluk
giysilerden ne kadar farklıydı.
Eski hayatından ona tek kalan, bavulunun en altına dik­
katle sakladığı mavi tahta kutuydu. Kutunun kendisi önem­
li değildi, ama içeriği öyleydi. Bir gece önce gizlice evden çık­
mış, hak ettiği hayatın önüne hiçbir engelin dikilmemesi ge­
rektiğini ona hatıriatsın diye kutuyu doldurmuştu. Bir erke­
ğe güvenerek yaptığı hata ona dört uzun yıla mal olmuştu.
Babasının ona ihanetinden sonra başka hiçbir erkeğin aynı
şeyi yapmasına izin vermeyecekti. Babasının da yaptıklarını
345

pahalıya ödemesini sağlayacaktı. Yalnızlık en korkunç bedel­


di, ama parasının da ona doğru akmasını sağlayacaktı. Hak
etmişti o parayı. Babasının suçlu vicdanını hangi düğmelerin
harekete geçireceğini de biliyordu. Erkekleri kullanmak öy­
le kolaydı ki.
Birinin boğazını temizlernesiyle hülyalarından uyandı.
Öyle irkilmiştİ ki yerinden zıpladı.
"Ah, özür dilerim. Sizi korkuttum mu madam?"
Gayet zarif giyinmiş bir adam tatlı tatlı gülümseyerek eli­
ni uzattı.
Agnes tecrübeli gözleriyle adamı çabucak ölçüp biçtİkten
sonra gülümsedi ve eldivenli elini uzattı. Adamın üzerinde­
ki takım elbise pahalı, ısınarlama dikilmiş cinstendi; elleri de
hiç ağır iş görmemişti. Otuzlarında, hoş görünüşlü, hatta çe­
kiciydi. Parmağında yüzük yoktu. Bu yolculuk beklediğinden
daha hoş geçecekti anlaşılan.
"Agnes, Agnes Stjernkvist. Ve madam değil, matmazel."

* * *

Arkadaşı Dan, Erica'yı ziyarete gelmişti. Birkaç kere tele­


fonda konuşmuş olsalar da henüz evini ve Maja'yı görmemiş­
tL Şimdi koca gövdesi holü dolduruyordu. Tecrübeli bir baba­
nın rahatlığıyla bebeği Erica'dan aldı.
"Merhabaaaa, minik kız. Ne güzel şeysin sen öyle." Bebek
sesleri çıkararak Maja'yı havaya kaldırdı. Erica kızını kapıp
geri alma dürtüsünü bastırmak zorunda kaldı, oysa Maja du­
ruma itiraz eder görünmüyordu. Dan'ın de üç kızı olduğu göz
önüne alınırsa, ne yaptığını biliyor olmalıydı.
"Peki, küçük anne ne yapıyor?" diyerek Erica'ya sarıldı.
Bir zamanlar beraberdiler, ama romantik günler çoktan so­
na ermişti; yıllardır yakın arkadaştılar. Iki kış önce, ikisi de
sıkıcı koşullar altında bir cinayet soruşturmasına karıştıkla-
346

rında dostlukları epeyce hasar görmüştü, ama zaman, ara­


larındaki ayrılığı silip götürmüştü. Ne var ki, Dan karısı
Pernilla'dan boşandıktan sonra pek sık görüşmez olmuşlardı.
Dan bekar hayatına dalmış, Erica ise tam ters yolda ilerle­
mişti. Dan'ın birkaç uygunsuz kız arkadaşı olmuştu, ama şu
sırada tek başınaydı, çapkınlıkla meşguldü. Erica onu uzun
zamandır böyle mutlu görmemişti. Boşanma onu olumsuz et­
kilemişti; kızlarını on beş günde bir görebildiği için üzülüp
duruyordu, ama duruma alışınıştı anlaşılan. Hayatına de­
vam ediyordu.
"Bizimle yürüyüşe çıkar mısın?" diye sordu Erica. "Maj a
epeyce yoruldu, yürürsek arabasında uyuyakalır."
"Kısa bir yürüyüş o z a m a n" diye mırıldandı Dan. "Dışa ­
,

rısı epeyce serin, içeride sıcacık otururuz diye umuyordum."


"Sadece Maja uyuyana kadar." Erica'nın ikna ettiği Dan,
istemeye istemeye de olsa tekrar ayakkabılarını giydi.
Sözünü tuttu Erica. On dakika sonra içeri girmişlerdi,
Maja bebek arabasının yağmurdan koruyucu örtüsü altında
tatlı tatlı uyuyordu.
Dan, "Bebek alarının var mı?" diye sordu.
Erica "Hayır" dedi, "arada sırada çıkıp bakmalıyım."
"Bana söylemeliydin. Bizim eskisini bulup getirirdim."
"Artık daha sık geleceğini umuyorum. Bir dahaki sefere
getirirsin."
"Peki. Uzun zamandır gelip merhaba diyemediğim için
özür dilerim. Ama ilk birkaç ay nasıl geçer, bilirim, dolayı­
sıyla . . . "
"Özür dilemen gerekmiyor. Tamamen haklısın. Şimdiye
kadar konuk ağırlamaya hazır hissetmiyordum kendimi."
Kanepeye oturdular. Erica kahveyi ve fırından sıcak sıcak
çıkardığı kurabiyeleri getirdi. Dan hemen bir tane attı ağzına.
"Mımmm" dedi. "Sen mi yaptın bunları? Sesindeki şaşkın­
lığı gizlerneyi başaramamıştı.
347

Erica ona kötü kötü baktı. "Ben yapsaydım, böyle şaşır­


mazdın. Hayır, ben yapmadım. Kayınvalidem gelip yaptı."
itiraf etmekten çekinmemişti.
"Ben de öyle düşünmüştüm. Fazla yanmış olmadıklarına
göre sen yapmış olamazsın." Dan dalga geçiyordu onunla.
Erica şıp diye bir cevap yapıştıramadı. Haklıydı Dan. Hiç­
bir zaman kek, kurabiye falan pişirememişti.
Son zamanlarda hayatlarında neler olup bittiğini birbirle­
rine anlatarak hoşça vakit geçirdiler. Erica ayağa kalktı.
"Gidip Maja'ya bakayım."
Ön kapıyı yavaşça açtı, bebek arabasının içine baktı. Ne
garip, Maja örtünün altına kaymış olmalıydı. Yağmurdan ko­
ruyan örtüyü mümkün olduğu kadar sessizce çıkardı ve bat­
taniyeyi çekti. Korku bütün gücüyle yüreğine indi. Maja be­
bek arabasında değildi!

* * *

Oturmaya çalışınca Martin'in belkemiği çatırdadı; kolları­


nı başının üstüne kaldırıp omudarını düzeltti. Ağır kutuları
kaldırmak, eşyayı oradan oraya sürüklemek kendini çok yaş­
lı hissetmesine yol açmıştı. Birden jimnastik salonunda bir­
kaç saat geçirmenin iyi bir fikir olacağını düşündü, ama yi­
tirdiği zamanı tekrar kazanmak için çok geç kalmıştı artık.
Hem zaten Pia her zaman onun ince vücudunu sevdiğini söy­
lerdi, şu halde değişikliğe gerek yoktu. Ama sırtı fena halde
ağrıyordu.
itiraf etmeliydi, bu yeni yer güzeldi. Neyin nereye konaca­
ğına Pia karar vermişti, sonuç kendi bekar dairesinde bece­
rebildiğinin çok çok üstündeydi. Ama keşke kendi eşyaların­
dan bir kısmını getirebilseydi. Yalnızca müzik seti, televizyo­
nu ve IKEA'dan aldığı "Billy'' modeli kitap rafı sınavı geçmiş­
ti. Diğer malları hiçbir merhamet gösterilmeden çöplüğü boy-
348

lamıştı. Onu en çok oturma odasındaki eski deri üçlü koltuk­


tan ayrılmak üzmüştü. Çok eskidiğini kabul ediyordu, ama o
anılar . . . ah, o anılar.
Şimdi düşündüğünde, Pia'nın belki de tam bu nedenle kol­
tuğu atıp IKEA'dan ''Tomelilla" modelini almakta ısrar etti­
ğini kavrıyordu. Aslında eski çam mutfak masasını getirme­
sine de izin vermişti Pia, ama hemen gidip masayı tamamen
kaplayan bir örtü satın almıştı.
Eh, bütün bunlar makinenin çarkına giren kum taneleriy-
di. Şu ana kadar birlikte yaşamanın olumsuz bir yanını gör­
memişti. Her akşam eve, Pia'ya gelmeye, üçlü koltukta ona
sarılıp oturmaya, kucağında Pia'nın başı, televizyonda incir
çekirdeğini doldurmayan bir şey seyretmeyc bayılıyordu. Çift
kişilik yeni yatağa kayıp birlikte uyumaya da bayılıyordu.
Her şey hayal ettiği gibi harikaydı. Bekarlıktaki çılgın çap­
kınlık günlerinin bitişine üzülmesi gerekirdi, bazı arkadaşla­
rı öyle demişti, ama akşamdan kalmalığı ne kadar özlüyorsa
o günleri de o kadar özlüyordu. Ve Pia, basitçe söylemek ge­
rekirse, mükemmeldi.
Martin o budalaca taze aşık tebessümünü suratından sil­
di ve Florin ailesinin telefon numarasını çevirdi. Cevap vere­
nin o korkunç cadaloz olmamasını umdu. Charlotte'un anne­
si ona kaynana karikatürlerini hatırlatıyordu.
Şanslıydı. Charlotte açtı telefonu. Kadının sesinin ne ka-
dar cansız çıktığını duyunca Martin'in içi acıdı.
"Alo, ben Tanumshede polis merkezinden Martin Molin."
Charlotte ihtiyatlı bir sesle, "Konu nedir?" diye sordu.
Martin polisin telefon etmesinin hem kaygı, hem de umut
uyandırdığını bildiği için çabucak derdini anlattı: "Sadece bir
noktanın sağlamasını yapmak istedim. Aldığımız bir ihbara
göre, biri Sara'yı. .. o . . . " Martin kekeledi. " . . . Ölmeden bir gün
önce tehdit etmiş."
''Tehdit mi?" Martin, Charlotte'un yüzündeki şaşkın ifade-
349

yi görüyorrlu sanki. "Kim dedi bunu? Sara bize böyle bir şey
anlatmamıştı."
"Oyun arkadaşı, Frida."
"Ama Frida neden şimdiye kadar bir şey söylememiş?"
"Sara kimseye bir şey söylememesi için yemin ettirmiş
ona. Frida bunun bir sır olduğunu söyledi."
"Ama kim tehdit eder Sara'yı?" Charlotte asıl soruyu şim­
di sorabiliyordu ancak.
"Frida kim olduğunu bilmiyor. Ama adamı kır saçlı, siyah­
lar giymiş bir ihtiyar olarak tarif etti. Ayrıca adam anlaşılan
Sara'ya 'iblisin dölü' demiş. Bu size bir şey hatırlatıyor mu?"
"Elbette hatırlatıyor" dedi Charlotte. Dişlerini sıkmıştı.
"Kesinlikle hatırlatıyor ."

* * *

Birkaç gündür sancıları artmıştı. Sanki aç bir hayvan,


pençeleriyle midesini tırmalıyordu.
Stig dikkatle yan döndü. Aslında hiçbir şekilde rahat ede­
miyordu. Hangi yanına yatsa bir yeri sancıyordu. Ama en
sancılı yeri yüreğiydi. Sık sık Sara'yı düşünüyordu. Her şey
hakkında yaptıkları uzun, ciddi konuşmaları. Okul, arkadaş­
lar, çevresindeki her şey konusundaki büyümüş de küçülmüş
düşünceleri. Hiç kimse vakit ayırıp Sara'nın bu yanını gör­
mek istememişti. Yalnızca onun tuhaf, gürültücü, musibet
hallerine odaklanmışlardı. Sara da bu imgeye daha da mu­
zırlaşarak tepki vermiş, daha çok gürültü yapmış, öteheriyi
kırıp dökmüştü. Kızın içindeki bu kısır hırs döngüsünün üs­
tesinden nasıl geleceklerini bilememişlerdi.
Ama Stig'le geçirdiği saatlerde Sara huzur buluyordu. Öy­
le özlemiştİ ki kızı, içi acıyordu. Lilian'a benzetmişti onu.
Lilian'ın gücüne ve kararlılığına sahipti. İçindeki muazzam
ilgiyi ve sevgiyi gizleyen haşin tavırlarına.
350

Lilian onun aklını okumuş gibi odadan içeri girdi. Stig öy­
le bir hayale dalmıştı ki Lilian'ın merdivendeki ayak sesleri­
ni duymamıştı.
"Sana biraz öğle yemeği getirdim. Gidip taze ekmek almış­
tım." Kuş gibi şakıyordu Lilian. Tepsidekileri görünce Stig'in
midesi kalktı.
"Şu anda aç değilim" dedi ama karşı çıkmanın ne kadar
beyhude olduğunu da biliyordu.
Lilian sert hemşire sesiyle, "İyileşmek istiyorsan bir şey­
ler yemelisin" dedi.
Yatağın kenarına oturdu, tepsiden kefir kasesini aldı. Ka­
şığı dikkatle kaldırıp Stig'in rludakiarına götürdü. Stig iste­
meye istemeye ağzını açtı, besleurneye razı oldu. Kefirin bo­
ğazından aşağı inmesi midesini bulandırıyordu, ama bırak­
tı kadın istediğini yapsın. İyi niyetliydi Lilian, esasında haklı
olduğunu da biliyordu. Eğer yemezse, asla sağlıklı olamazdı.
Lilian "Şimdi nasılsın?" diye sordu; bir yandan da tereyağı
ve peynir sürdüğü ekmeği ısırsın diye Stig'e uzattı.
Stig yutkundu, zoraki bir tebessümle, "Aslında biraz daha
iyiyim" dedi. "Dün gece iyi uyudum."
Lilian "Bunu duymak güzel" diyerek kocasının elini okşa­
dı. "Sağlığınla oynamanın bir anlamı yok; ayrıca söz ver ba­
na, kötüleşirse bana söyleyeceksin. Lennart da senin gibiy­
di, keçi gibi inatçı; çok geç olana kadar muayene olmaya razı
gelmedi. Bazen düşünürüm, acaba daha fazla ısrar etseydim
şimdi hayatta olur muydu . . . " Hüzünle uzaklara baktı, kaşığı
tutan eli havada kalmıştı.
Stig onun diğer elini okşadı, "Kendini suçlamamalısın, Li­
lian" dedi nazikçe. "Hastalandığında Lennart için elinden ge­
leni yaptığını biliyorum, çünkü sen böyle bir insansın. Ölü­
münden sen sorumlu değilsin. Hem ben de daha iyiyim, inan.
Biraz dinlenebilirsem geçecek, eminim. Bugünlerde durma­
dan söylüyorlar ya, herhalde 'yıpranma'dır. Benim için kay-
351

gılanma. Kaygılanacak daha berbat şeyler var."


Lilian içini çekip başını salladı. "Doğru, belki de haklısın.
Şu anda dayanınam gereken çok şey var."
"Evet, zavallıcığım. Keşke sağlıklı olsaydım da acında sa­
na destek olabilseydim. Ben de kıza çok yanıyorum. Kim bi­
lir sen neler hissediyorsun. Bu arada, Charlotte nasıl? Birkaç
gündür yukarı çıkıp yanıma gelmiyor."
"Charlotte mu?" dedi Lilian. Stig bir an karısının gözünde
kötücül bir pırıltı gördüğünü sandı. Ama öyle çabuk kayboldu
ki hayal gördüğünü düşündü. Nihayetinde Charlotte, Lilian'ın
her şeyiydi. Daima kızı ve ailesi için yaşadığını söylerdi.
"Eh, Charlotte ilk zamanlardakinden daha iyi. Ama ben­
ce o yatıştırıcıları almaya devam etmeliydi. İnsanların ken­
di başlarına her şeyin üstesinden gelmeye çalışmalarını an­
lamıyorum; öyle güzel ilaçlar çıktı ki şimdi. Niclas ona reçete
yazmaya hazırdı, bana yazmayı ise reddetti. Ne aptalca, de­
ğil mi? Ben de acı duyuyorum, ben de Charlotte kadar altüst
oldum. Sara torunum değil miydi?"
Lilian'ın sesi tizleşmişti yine. Ama tam Stig kaşlarını çat­
maya başlamıştı ki, Lilian ağız değiştirip yine o sevgi dolu,
şefkatli eş oldu. Hastalığı boyunca kadının bu halini takdir
etmişti. Bütün olan bitenden sonra her zamanki Lilian olma­
sını bekleyemezdi. Gerginlik ve üzüntü onu da etkiliyordu.
"Bir şeyler yediğine göre, şimdi de biraz dinlen" diyerek
ayağa kalktı karısı.
Stig elinin hafif bir işaretiyle onu durdurdu. "Kaj'ı neden
sorguya almışlar, bir şey duydun mu? Sara'yla bir ilgisi var
mı?"
"Hayır, henüz bir şey duymadım. En son öğrenen biz olu­
ruz herhalde" diye homurdandı Lilian. "Umarım cezalandı­
rırlar o adamı."
Birden dönüp kapıdan çıktı, ama Stig bir an yüzünde bir
tebessümün belirdiğini gördü.
New York 1 946

"Over there" hayat beklediği gibi olmamıştı. Ağzının ve


gözlerinin çevresinde hayal kırıklığını gösteren acıyla yüklü
çizgiler oluşmuştu; yine de, kırk iki yaşındaki Agnes hala gü­
zel bir kadındı.
İlk birkaç yıl harikaydı. Babasının parasıyla gayet rahat
yaşıyordu, erkek hayranlarının yaptığı katkılar da bu haya­
tı iyice rahat hale getirmişti. Hiçbir şeyi eksik değildi. New
York'taki şık apartman dairesi sık sık coşkulu partilerin
mekanı oluyor, güzel insanlar evinin yolunu bulmakta güç­
lük çekmiyordu. Sayısız evlenme teklifi almıştı, ama bekle­
miş, çok daha zengin, çok daha şık, çok daha sofistike bir av
bulmayı istemişti. Bu arada hiçbir eğlenceye hayır dememiş­
ti. Sanki yitirdiği yılları telafi ediyor, herkesin iki misli hızlı
ve çılgınca yaşıyordu. Sevmesinde, eğlenmesinde ve giysilere,
mücevhere, evine aldığı mobilyaya para harcamasında hum­
malı bir sabırsızlık vardı. O yıllar çok uzakta kalmıştı artık.
1 932'de Kreuger krizi baş gösterdiğinde babası her şeyi­
ni kaybetmişti. Birkaç budalaca yatırım yüzünden biriktir­
diği bütün servet uçup gitmişti. Telgraf geldiğinde babası­
nın aptalca davranışına öylesine korkunç bir öfke duymuş ­
tu ki kağıdı paramparça edip üzerinde tepinmişti. Bir gün
Agnes'in olacak serveti ne cüretle kaybederdi? Onun güvenli­
ği, onun hayatı olabilecek her şeyi?
353

Babasına gönderdiği upuzun telgrafta onun hakkında ne


düşündüğünü, hayatını nasıl mahvettiğini en ince ayrıntıia­
nna kadar anlatmıştı.
Bir hafta sonra gelen telgrafta, adamın tabaneayı şakağı­
na dayayıp tetiği çektiği haberi geldi. Agnes telgrafı buruştu­
rup çöp sepetine attı. Ne şaşırmış, ne de üzülmüştü. Ona ka­
lırsa hak yerini bulmuştu.
Sonraki yıllar zor geçmişti. Anders'le geçen yılları kadar
zor değildi, yine de bir ayakta kalma mücadelesiydi. Şimdi
artık hayatta kalmanın tek yolu erkeklerin hayırseverliğiydi.
Mali kaynakları tükenince o zengin, görgülü hayranlarının
yerini yavaş yavaş daha alt toplumsal statüdeki sevgililer
almıştı. Evlenme teklifleri de bütünüyle bitmişti. Artık tek­
liflerin mahiyeti farklıydı, ama erkekler bedelini ödedikten
sonra, Agnes itiraz etmiyordu. Ayrıca geçmişindeki o zor do­
ğumdan sonra içinde bir şeyler hasar görmüş gibiydi, hamile
kalamıyordu. Ama bu, seyrek partnerlerinin gözünde Agnes'i
daha değerli kılmıştı. Hiçbiri bir çocuk yüzünden ona bağlan­
mak istemiyordu, ayrıca Agnes de o feci tecrübeyi bir daha
yaşamaktansa kendini bir binanın damından aşağı atardı.
Güzelim dairesini satmak zorunda kalmıştı; yenisi da­
ha küçük, daha karanlıktı, şehir merkezinden uzaktı. Artık
evinde parti vermiyordu, değerli eşyalarının çoğunu rehin
vermiş ya da satmıştı.
İkinci Dünya Savaşı çıktığında, kötü olan her şey daha
berbat hale gelmişti. Göteborg'da gemiye bindiğinden beri Ag­
nes ilk kez memleketini özlüyordu. Sıla hasreti yavaş yavaş
niyete dönüştü, savaş nihayet sona erdiğinde İsveç'e dönme­
ye karar verdi. New York'ta para edecek bir şeyi yoktu, ama
Fjallbacka'da hala ''benim" diyebileceği bir şey vardı. Büyük
yangından sonra babası yanan evin arsasını satın almış, ye­
rine yeni bir ev yaptırmıştı. Belki de bir gün evine döneceği­
ni umut ediyordu. Sahip olduğu her şeyi kaybetmesine rağ-
354

men evi hala duruyordu; tapusu Agnes'in adınaydı. Yıllardır


kiraya verilmiş, kirası bir gün gelirse diye bankaya yatırıl­
mıştı. Arada, bu paraya erişmeye çalışmış, ama yönetici, ba­
basının vasiyetine göre ancak memleketine döndüğünde para­
yı alabileceğini söylemişti. O zaman bu haksızlığı lanetlemiş­
ti, oysa şimdi anlıyordu ki hiç de budalaca bir iş olmamıştı bu.
Agnes'in hesabına göre para bir yıl yeterdi, o zaman zarfında
da kendisini geçindirecek birini bulmaya azmetmişti.
Bu planın başarısı, Amerika'daki hayatına dair uydurdu­
ğu hikayeye sadık kalmasına bağlıydı. Nesi var nesi yoksa
satıp her öre'sini çok zarif ve kaliteli bir elbise ile şık bavulla­
ra harcadı. Bavullar boştu; dolduracak bir şeyler almaya pa­
rası yctm cmişti , neyse ki ge mi de n indiğinde bunu kimse fark
etmeyecekti. Başarılı bir kadın görünümündeydi; kendini be­
lirsiz bazı yatırımlar yapan zengin bir adamın dulu konumu­
na yükseltmişti. "Finansla ilgili bir şey" diyecek, omuzlarını
bıkkın bir edayla silkecekti. İşe yarayacağından emindi. İs­
veçliler öyle saf insaniardı ki; vaat edilmiş topraklara giden­
lerden kolay etkilenirlerdi. Eve muzaffer bir şekilde dönme­
sinde bir gariplik bulmayacaklardı. Hiçbir şeyden kuşkulan­
mayacaklardı.
Rıhtım kalabalıktı. İki elinde birer bavul taşıyan Agnes'i
itip kakıyorlardı. Parası birinci mevki, hatta ikinci mevki bi­
lete yetmemişti, üçüncü mevkide tavus kuşu gibi göze bata­
caktı. Başka bir deyişle, gemide hanımefendi pozları takınıp
birilerini kandırmasına gerek yoktu. Göteborg'da indiğinde
onun hangi koşullarda yolculuk yaptığını kimse bilmeyecek­
ti nasılsa.
Yumuşak bir şeyin elini tutmaya çalıştığını hissetti. Ya­
naklarından yaşlar akan beyaz farbalalı elbise giymiş küçük
bir kız ona bakıyordu. Çevresindeki kalabalık dalga dalga bir
oraya bir buraya gidip geliyordu; muhtemelen anne babasını
kaybetmiş küçük kıza aldırış eden yoktu.
355

Agnes mükemmel öğrendiği dille, "Annen nerede?" diye


sordu.
Kız hıçkırarak ağlamaya başladı. Agnes'in hayal meyal
hatırladığına göre bu kadar küçük bir çocuk henüz konuşa­
mıyor olmalıydı. Hatta yürümeyi henüz öğrenmiş gibiydi, dü­
şüp kalabalığın ayakları altında ezilecekti.
Agnes kızın elinden tutup etrafına bakındı. Nereye bak­
sa, kaba iş elbiseleri görüyordu, oysa giysilerine bakılırsa
kız farklı bir sosyal sınıfa ait olmalıydı. Yardım isteyecekken
bir fikir geldi aklına. Cesurca, inanılınayacak kadar cesurca,
ama parlak bir fikir. Ölüp onu ikinci kez dul bırakan zengin
koca hikayesi, eğer yanında bir de küçük çocuk olursa daha
bir gerçeklik kazanmaz mıydı? Oğlanlardan neler çektiğini
hatırhyordu, ama küçük bir kız farklı olurdu. Şeker gibi tat­
lıydı bu kız. Agnes ona şık elbiseler giydirir, o güzel buklele­
rine kurdeleler takardı. Pek sevimli bir şeydi. Fikir Agnes' e
gitgide daha çekici geliyordu. Göz açıp kapayana kadar ka­
rarını verdi. İki bavulu bir eline aldı, diğeriyle kızın elini tut­
tu ve gemiye doğru yürüdü. Bindiğinde kimse bir tepki ver­
medi, dönüp geri bakma arzusunu bastırdı. İşin sırrı çocuğun
doğallıkla onun olduğu görünümü vermekti. Kız da şaşkın­
lıktan ağlamayı kesmiş, kuzu kuzu yanında yürümeye baş­
lamıştı. Agnes bunu doğru bir iş yaptığının işareti olarak al­
gıladı. Bir yabancıyla bunca rahat yürüdüğüne göre, ana ba­
bası ona hiç de iyi davranmıyor olmalıydı. Zamanla Agnes kı­
za dilediği her şeyi sağlayacaktı; çok iyi bir anne olacağını
adı gibi biliyordu. Oğlanlar çok zordu. Bu küçük kız farklıy­
dı. Hissedebiliyordu bunu. Her şey farklı olacaktı.

* * *

Charlotte telefon eder etmez Niclas eve geldi. Karısı me­


selenin ne olduğunu söylemek istemediği için yüreği ağzında
356

eve daldı. Merdivende elinde tepsiyle aşağı inen Lilian'ı gör­


dü. Lilian şaşkındı.
"Niye evdesin?"
"Charlotte telefon etti. Ne olduğunu biliyor musun?"
"Hayır, bana bir şey söylemez o" dedi Lilian; kızmıştı.
Sonra şirin gözükıneye çalışarak gülümsedi. "Taze çörek al­
mıştım. Mutfakta, torbadalar."
Niclas duymazdan geldi, bordum katına giden merdiven­
leri bir solukta indi. Lilian şimdi kulağını kapıya dayayıp ne
konuştuklarını duymaya çalışsa sürpriz olmazdı.
"Charlotte?"
"Buradayım, Albin'in bezini değiştiriyorum."
Banyoya girdi, karısının bez değiştirme masasının önünde
sırtı dönük durduğunu gördü. Duruşundan bile öfkeli olduğu
anlaşılıyordu; ne olduğunu merak etti.
"Bu kadar önemli olan ne? Hastalarım bekliyor." En iyi
savunma saldırıydı.
"Martin Molin telefon etti."
Bu adı hatırlamaya çalıştı.
"Tanumshede'deki polis" diye açıkladı Charlotte. Niclas
hatırladı. Çilli genç adam.
Ters ters "Ne istiyormuş?" diye sordu.
Albin'in bezini değiştirip üstünü başını giydirmeyi bitiren
Charlotte kollarında oğluyla Niclas'a döndü.
"Birinin Sara'yı tehdit ettiğini öğrenmişler. Ölmeden bir
gün önce." Sesi buz gibiydi. Niclas karısının söze devam et­
mesini bekledi.
"Evet?"
"Onu tehdit eden adam yaşlı, kır saçlı, siyah giysili ola­
rak tarif ediliyor. Sara'ya 'iblisin dölü' demiş. Bildiğin birinin
sözlerine benziyor mu bu?"
"Lanet olsun!" diye bağırdı Niclas ve yukarı koştu. Kapı­
yı yıkareasma açtığında Lilian'ı neredeyse yere deviriyordu.
357

Doğru tahmin etmişti; ihtiyar cadaloz orada durmuş dinli­


yordu. Ama şimdi buna kızmaya değmezdi. Ayakkabılarını
giydi, bağcıklarını bağlamaya boş verdi, ceketini kapıp ara­
basına koştu.
Kasabadan aşırı hızla geçip on dakika sonra anne babası­
nın evinin önünde lastiklerine feryat ettirerek arabayı dur­
durdu. Ev bayırda, mini golf sahasının tam üstündeydi ve ay­
nen çocukluğundaki gibiydi. Otomobilinin kapısını iterek açtı,
kapamaya zahmet etmeden indi. Sonra evin kapısına koştu.
Bir an durdu, derin bir soluk aldı ve kapıya sert sert vurdu.
Babasının evde olmasını umdu. Hıristiyanlıkla ilgisi olmasa
da, yapmaya niyedendiğini kilisede yapması uygun düşmezdi.
Evin içinden tanıdık, haşin bir ses geldi: "Ki m o?" Niclas
kapının kolunu çevirdi. Kapı, her zamanki gibi, kilitli değil­
di. Tereddütsüz içeri girdi ve bağırdı. "Neredesin, seni kor­
kak ihtiyar şeytan?"
"Neler oluyor?" Annesi elinde bir havlu ve bir tabakla
mutfaktan hole gelmişti. Sonra babasının hoşgörüsüz enda­
mıyla oturma odasından çıktığını gördü.
"Ona sor." Niclas titreyen parmağını babasına uzattı; on
yedi yaşından sonra onu yalnızca uzaktan görmüştü.
"Ne diyor bu?" Arne doğrudan oğluyla konuşmayı reddedi­
yordu. "Bu ne terbiyesizlik! Gelmiş bir de bağırıyor, küfredi­
yor. Yetti! Defol buradan!"
"Ne dediğimi çok iyi biliyorsun, ihtiyar piç." Kelime seçi­
minin babasını nasıl irkilttiğini memnuniyetle gördü. ''Üste­
lik korkak! Küçücük bir kızı tehdit etmek! Eğer onu sen öl­
dürdüysen, bir daha asla yürürnemeni sağlarım, lanet olası
herif!"
Annesi bir birine, bir diğerine baktı, sonra sesini yükselt­
ti. Bu o kadar olağandışı bir durumdu ki Niclas birden sustu,
babası da cevap vermeden çenesini kapadı.
"Şimdi, hanginiz lütfedip neler olduğunu bana anlatacak?
358

Niclas, öyle içeri dalıp bağırmaya başlayamazsın ve Sara'yla


ilgili bir şeyse bu, bilmeye hakkım var."
Niclas birkaç kez derin derin nefes aldıktan sonra sıkıl­
mış dişlerinin arasından, "Polis öğrenmiş" dedi. Babasına ba­
kamıyordu. "Sara'yı tehdit etmiş. Ölmeden bir gün önce." İçi­
ni öyle bir hiddet kapladı ki bağırdı. "Ne biçim adamsın sen?
Yedi yaşındaki bir çocuğu ölesiye korkutmak, ona 'iblisin dö­
lü' demek! Yedi yaşındaydı, anlamıyor musun? Yedi yaşında!
Cinayete kurban gitmeden bir gün önce ona tehdit etmenin
tesadüf olduğunu mu söyleyeceksin? Ha?"
Babasına doğru bir adım attı, adam telaşla geri çekildi.
Asta kocasına dik dik bakıyordu. "Oğlum gerçeği mi söy­
lüyor?"
Arne tumturaklı bir dille, "Burada durup ona buna cevap
veremem. Ben yalnızca Tanrı'ya cevap veririm" dedi ve sırtı­
nı karısıyla oğluna döndü.
"Hiç uğraşma. Bana şu anda cevap vereceksin."
Niclas şaşkındı . Annesi ellerini kalçalarına dayamış ,
Arne'nin ardından oturma odasına gidiyordu. Kavgaya ha­
zırdı. Arne ise karısının kendisine karşı gelmesiyle dehşete
düşmüştü.
"Cevap ver" diye sözünü sürdürdü Asta. O yaklaştıkça Ar­
ne odanın diğer ucuna doğru uzaklaşıyordu. Ağzını açıp kapı­
yor, ama ses çıkaramıyordu. "Sara'yı gördün mü?"
Arne meydan okurcasına "Evet, gördüm" dedi. Kırk yıldır
çantada keklik bildiği otoritesini yeniden kurmak üzere son
bir girişimde bulunuyordu.
"Peki, ne dedin ona?" Asta gözlerinin önünde neredeyse
yirmi santim büyümüş gibiydi. Niclas annesinin korkutucu
olduğunu düşündü, babasının gözleri onun da aynı şeyi dü­
şündüğünü gösteriyordu.
"Babasından daha sağlam olup olmadığını görmek iste­
dim. Benim ailenin tarafına çekip çekmediğini."
359

"Sizin taraf' diye homurdandı Asta. "Ah, evet, ne biçim


olurdu ama? Sofuluk tasiayan yalaka adamlarla burnu hava­
da kadınlar! Ailenin senin tarafındakiler işte onlar. Öykün­
ıneye değer bir şey mi oluyor bu nitelikler? Peki, ne sonuca
vardın?"
Arne yüzünde incinmiş bir ifadeyle, "Sus kadın, benim ai­
lem Tanrı'dan korkar. Kızın sağlam ayakkabı olmadığını an­
lamam da uzun sürmedi. Arsız, inatçı, gürültücü bir kızdı;
kızlar öyle olmamalı. Tabii ben de ona birkaç gerçeği söyle­
dim. Söylemek benim hakkımdı. Demek ki çocuğu doğru dü­
rüst yetiştirmemişler, bu açık. Birinin onJ,l .ele alma zamanı
gelmişti."
"Sen de onu ölesiye korkuttun." Niclas yumruklarını sık­
mıştı.
Arne gururla, "İblisin onda çöreklendiğini gördüm" dedi.
"Seni Tanrı'nın belası herif. . . " Niclas babasına doğru bir
adım attı; tam o sırada kapıya vurulması onu durdurdu.
Bir an için zaman durdu, sonra o an geçip gitti. Niclas
uçurumun kenarında durduğunu anladı, geri çekildi. Baba­
sının üstüne gitseydi duramayacağını biliyordu. Bu kez du­
ramazdı.
Babasıyla annesine bakmadan odadan çıktı, evin kapısını
açtı. Dışarıdaki adam Niclas'ı görünce şaşırdı.
"Ah, merhaba. Martin Molin. Tanışmıştık. Polis merkezin­
den geliyorum. Babanızla konuşmak istiyordum."
Niclas tek kelime etmeden yana çekildi. Arabasına doğru
yürürken polisin kendisine baktığını hissediyordu.

* * *

''Martin nerede?" dedi Patrik.


Annika, "Fjallbacka'ya gitti" dedi. "Charlotte iğrenç ihti­
yarımızı hiç zorluk çekmeden tanıdı. Sara'nın büyükbabası
360

Arne Antonsson. Charlotte'a göre delinin biri. Anlaşılan oğ­


luyla yıllardır konuşmuyorlarmış."
"Umarım Martin cinayet saatinde nerede olduğunu sor­
ınayı unutmaz; hem Sara'nın öldürüldüğü saatte, hem de
dünkü küçük çocuk olayında."
"Dünkü olayın sağlamasını iki kere yaptı. Saat bir ile bir
buçuk arasındaydı, değil mi?"
"Tam o saat. Neyse, en azından bir kişiye güvenebileceği­
mizi biliyoruz."
Annika gözlerini kıstı. "Mellberg, Ernst'le konuştu mu?
Yani, Ernst bu sabah çıkagelince şaşırdım. Kovulmasa bile
en azından açığa alınacağını düşünmüştüm."
"Biliyorum. Dün eve gönderilince olacağı buydu demiştim.
Sanki hiçbir şey olmamış gibi bu sabah orada oturduğunu gö­
rünce senin gibi ben de şaşırdım. Mellberg'le konuşmalıyım.
Bu kez görmezden gelemez. Gelirse, işi bırakıyorum ben!"
Patrik'in kaşları arasında derin bir çizgi belirdi.
"Öyle konuşma" dedi Annika; telaşlanmıştı. "Mellberg'le
konuş. Eminim Ernst işini nasıl halledeceğine dair bir pla­
nı vardır."
"Buna sen de inanmıyorsun, değil mi?" dedi Patrik. Anni­
ka gözlerini kaçırdı. Patrik haklıydı. Kendisi de inanmıyordu.
Annika konuyu değiştirdi. "Kaj'ı ne zaman tekrar sorgu­
ya alacağız?"
"Şimdi halledeyim o işi, diyordum. Ama Martin'in de ya­
nımda olmasını tercih ederim."
"Biraz önce çıktı, dolayısıyla geç gelir herhalde. Sana ha­
ber verecekti, ama telefonda konuşuyordun."
"Niclas'ın dünkü olay sırasında nerede olduğuna bakıyor­
dum. Sağlam kanıtı var, bu arada. Saat on ikiden üçe kadar
hasta bakmış. Üstelik sadece randevu defterine bakarak söy­
lemiyorum, hastalara tek tek sordum."
"Peki, bu ne demek oluyor?"
361

"Keşke bilsem." Patrik parmaklarıyla burun direğini sı­


vazladı. "Pazartesi sabahı nerede olduğunu hala kanıtlaya­
mamış durumda; üstelik nerede olduğunu gizlerneye kalkış­
ması da kuşku uyandırıyor. Ama dünkü olaya karışmamış.
Gösta ailenin diğer üyelerine telefon edip o saatte nerede ol­
duklarını öğrenecek."
"Kaj da bu soruyu ayrıntılı yanıtlamak zorunda."
Patrik başını salladı. "Hem de nasıl. Karısı da. Oğlu da.
Kaj'ı yeniden sorguladıktan sonra onlarla da konuşayım di­
yorum."
"Her şeye rağmen, katil bambaşka biri, hiç aklımıza gel­
meyen biri olabilir."
"En kötüsü de o ya. Biz kuyruğumuzu kovalarken ka­
til muhtemelen evinde oturmuş bize gülüyordur. Ama dün­
kü olaydan sonra erkek mi, kadın mı her kimse, onun henüz
buralarda olduğundan eminim. Muhtemelen Fjallbacka'lı bi­
ri olduğundan da."
Annika başıyla tutuklu hücresini işaret etti. '<ya da katil
zaten elimizde."
Patrik gülümsedi. '<ya da katil zaten elimizde. Eh, burada
fazla takılmayayım, adamın biriyle bir ceket konusunda ko­
nuşmak zorundayım."
Annika arkasından, "İyi şanslar" diye bağırdı.

* * *

Erica "Dan! Dan!" diye haykırdı. Nasıl bir panik yaşadı­


ğı sesinden anlaşılıyor, bu da büsbütün altüst ediyordu onu.
Bebek arabasındaki örtüleri telaşla karıştırdı, kızı bir biçim­
de bir köşeye sıkışmıştı sanki. Ama bebek aralıası boştu.
Endişeyle koşarak gelen Dan, "Ne oldu?" dedi.
Erica konuşmaya çalıştı, ama dili büyümüştü sanki, tu­
haftı, bir tek kelime bile çıkaramıyordu ağzından. Titreyen
3 62

eliyle bebek arabasını gösterdi, Dan da telaşla içine baktı.


Gözlerini boş arabadan ayıramıyordu; beynine inen bir çe­
kiç gibi onun gerçeği kavradığını gördü Erica.
"Maj a nerede? Gitmiş mi? Nerede . . . " Cümlesini bitire­
medi, çılgınlar gibi çevreye baktı. Panik içindeki Erica ada­
mı sıkı sıkı yakalamıştı. Nihayet sözcükler ağzından fışkırdı.
"Bulmalıyız onu! Kızım nerede? Nerede Maja? Nerede?"
"Şışşt, tamam tamam. Bulacağız onu. Endişelenme, bu­
lacağız kızı." Dan, Erica'ya güven vermek için kendi paniği­
ni gizliyordu. Ellerini Erica'nın omuzlarına koydu, doğruca
gözlerinin içine baktı. "Sakin olmalıyız. Ben onu arayacağım.
Sen polise haber ver. Her şey yoluna girecek."
Erica göğsünün soluk almanın tuhaf bir taklidiyle spazm­
lar halinde inip kalktığını hissetti, yine de söyleneni yaptı.
Dan ön kapıyı açık bıraktı, buz gibi bir rüzgar esti içeri. Ama
bu, Erica'yı rahatsız etmedi. Beynini çalışmaktan alıkoyan
felç edici bir panikten başka bir şey hissetmiyordu. Telefo­
nu nereye koyduğunu hatırlamıyordu. Oturma odasında dört
döndü, yastıkların altına baktı, eline geçirdiğini başka yana
attı. Nihayet telefonun oturma odasındaki kahve masasının
tam ortasında olduğunu fark etti. Kendini telefonun üstüne
attı, kaskatı parmaklada polis merkezinin numarasını tuşla­
dı. Tam o sırada Dan'ın dışarıdan gelen sesini duydu.
"Erica, Erica, buldum onu!"
Telefonu elinden attı, ön kapıya, Dan'ın sesine doğru koş­
tu. Çoraplı ayaklarıyla basamaklardan koşarak indi, park
yoluna yöneldi. Yağmur ve soğuk içine işliyordu ama urou­
runda bile değildi. Dan'ın ona doğru koştuğunu gördü, kol­
larında kırmızı bir şey tutuyordu. Korkunç bir ağlama sesi
duyuldu, Erica bir ferahlama duygusunun dalga dalga içini
kapladığını hissetti. Maja ağlıyordu, Maja yaşıyordu.
Erica kendini Dan' dan ayıran birkaç metreyi koşarak geç­
ti ve Maj a'yı adamın kollarından kaptı. Hıçkırarak kızına
363

sımsıkı sarıldı, sonra dizlerinin üzerine çöktü, Maj a'yı yere


yatırdı ve üzerindeki kırmızı tulumu yırtarcasına açarak bir
şeyi var mı diye baktı. Küçük kıza hiçbir zarar gelmemiş gi­
biydi, zaten şimdi de haykırışiarı göğe yükseliyor, kollarını
bacaklarını sağa sola savuruyordu. Hala dizlerinin üstünde
duran Erica kızını kaldırdı, tekrar sımsıkı sarıldı; gözyaşları
yağmur damlalarına karışıyordu.
"Haydi gel, içeri girelim . İliklerinize kadar ıslanacaksı­
nız" dedi Dan ve Erica'nın ayağa kalkmasına yardım etti. Be­
beğini saran kollarını hiç gevşetmeyen Erica onun arkasın­
dan basamakları çıkıp eve girdi. İçindeki rahatlama, hayal
ederneyeceği kadar fizikiydi. Sanki vücudunun bir bölümünü
kaybetmiş, sonra o bölüm yerine konmuı;ıtu. Hala lııçkınyor­
du. Dan, arkadaşının omzunu güven verircesine okşadı.
Erica nihayet sormayı başarabildi: "Nerede buldun onu?"
"Evin önünde yerde yatıyordu."
O anda ikisi de birinin Maja'yı oraya koymuş olması ge­
rektiğini anladı. Bu kişi bir sebeple bebeği arabadan almış,
gizlice evin etrafından dolaşmış ve uyuyan bebeği yere koy­
muştu. Durumu kavramanın uyandırdığı panik duygusu,
Erica'nın yine hıçkırmaya başlamasına yol açtı.
"Şışşt . . . Bitti artık" dedi Dan. "Onu bulduk, hiçbir yerine
bir şey olmamış. Yine de polise bildirmeliyiz. Onları araya­
cak zamanın olmadı, değil mi?"
Erica başını salladı. "Patrik'i aramalıyız" dedi. "Sen arar
mısın? Maja'yı bir daha asla kucağımdan bırakmayacağım."
Maj a'ya sıkı sıkı sarıldı. O sırada daha önce görmediği bir şe­
yi fark etti. Dan'ın süveterinin önüne baktı, Maj a'yı kendin­
den biraz uzaklaştırıp inceledi.
"Bu ne?" dedi. "Bu siyah toz gibi şey ne?"
Dan kirli süveterine baktı, sonra sadece "Patrik'in numa­
rası kaç?" diye sordu.
Erica titreyen sesiyle ona Patrik'in numarasını söyleyip
364

Dan'ın numarayı tuşlamasını izledi. Karnında sert bir yum­


ruvardı sanki.

* * *

Günler geçip gidiyordu. İçindeki acizlik duygusu Anna'yı


felç etmişti adeta. Ne söylese, ne yapsa onun haberi vardı.
Lucas her adımını izliyor, her konuştuğunu dinliyordu.
Şiddet de artmıştı. Anna'nın acı duymasından, aşağı­
lanmasından hoşlanıyordu artık. Canının istediği anda is­
tediğini alıyordu. Anna itiraz ettiği, direndiği anda Tanrı
ona yardım etsindi. Zaten Anna bunu düşünmüyorrlu bile.
Lucas'ın beyninde bir gariplik olduğu belliydi. Tüm duvar­
ları yıkınıştı artık, gözlerinde öyle kötücül bir şey vardı ki
Anna'nın hayatta kalma içgüdüsünü tutuşturuyor, eğer ya­
şayacaksa, adamın taleplerini yerine getirmesi gerektiğini
söylüyordu.
Kendisiyse bitmiş tükenmişti. Ona en fazla acı veren ço­
cuklarını seyretmekti. Artık yuvaya gitmelerine izin verilme­
diğinden Anna'yla beraber gölge gibi yaşıyorlardı. Uyuşuktu­
lar, annelerine yapışıyorlar, ona cansız gözlerle bakıyorlardı;
onu suçlar gibiydiler. Olan biten her şeyin suçlusu Anna'ydı.
Onları korumalıydı. Tam da amaçladığı gibi, Lucas'ı yaşarn­
Iarına sokmamalıydı. Ama bir anlık korku, boyun eğmesi­
ne yol açmıştı. Bunu çocukların iyiliği için, onların güvenli­
ği için yaptığına ikna etmişti kendini. Oysa kendi korkaklığı­
na teslim olmuştu. Alışkanlıkla, en az direnç göstereceği yolu
seçmişti. Ne var ki seçeneklerini yanlış değerlendirmişti bu
kez. En dar, en dolambaçlı, en tehlikeli yolu seçmiş, çocukla­
rını da kendisini izlemeye zorlamıştı.
Bazen Lucas'ı öldürmeyi düşünüyordu. Zaman zaman, ge­
cenin uzun saatlerinde rabatlayıp uykunun kucağına kaça­
mıyor, uyanık yatarken yanında uyuyan Lucas'ı seyrediyor-
365

du. Sonra mutfaktaki bıçaklardan birinin etine saplanıp onu


hayata bağlayan incecik ipliği kestiğini büyük bir zevkle ha­
yal ediyordu. Ya da boynuna ipi geçirip sıkı sıkı çektiğinde
ipin ellerini kestiğini hissediyordu.
Ama harika düşlerden öteye geçmiyordu bunlar. İçindeki
bir şey, belki iliklerindeki bir korkaklık, karanlık düşünce­
ler kafasında zıp zıp zıplarken, onu yatakta kıpırtısız yatma­
ya zorluyordu.
Bazı geceler Erica'nın bebeğini hayalinde canlandırıyor­
du. Henüz görmediği o küçük kızı. Çocuğu kıskanıyordu. Bü­
yürken Erica'nın ona gösterdiği sıcaklık, şefkat şimdi o bebe­
ğindi. O zaman iki kız kardeş değil, ana kız gibiydiler. Ama
o zaman Erica'nın değerini bilememişti. Boğuluyormuş gibi
olmuş, kendini değersiz hissetmişti. Annelerinin sevgisizliği
yüzünden hissettiği burukluk, kalbini öyle katılaştırmıştı ki
abiasının ona vermeye çalıştığı sevgiye açamamıştı kendini.
Anna, Erica'nın muazzam sevgi okyanusunu Maja'nın kabul
etmeye hazır olmasını samirniyetle umdu. Özellikle de abia­
sının hatırına. Aralarındaki yaş farkı ve mesafeye rağmen
Anna abiasım iyi tanırdı. Sevgisine karşılık bulmaya şiddetle
ihtiyaç duyan biri varsa, o da Erica'ydı. İşin garibi Anna onu
hep çok güçlü biri gibi görmüştü. Şimdi kendisi bunca güç­
süzken, abiasının gerçek kişiliğini de anlıyordu. Annelerinin
gördüğünü, onun iki kardeşin sevgiye layık olmadığını gör­
mesine yol açan şeyi herkesin görmesinden ölümüne korku­
yordu Erica. Anna'ya bir şans daha verilseydi eğer, Erica'ya
sarılır, o koşulsuz sevgi yılları için teşekkür ederdi. İlgi si,
azarları, Anna'nın yanlış yolda olduğunu düşündüğünde göz­
lerindeki endişe için teşekkür ederdi. Eskiden Anna'ya ken­
disini boğuluyormuş, nefes alamıyormuş gibi hissettiren her
şey için teşekkür ederdi. Kaderin cilvesi. Asıl boğuluyormuş,
nefes alamıyormuş hissini verenin ne olduğunu bilememişti.
Şimdiye kadar.
366

Kilitte dönen anahtarın sesini duyunca zıpladı. Yerde can­


sız cansız oynayan çocuklar da korkuyla duraladılar.
Anna kalkıp Lucas'ı karşılamaya gitti.

* * *

Schwarzenegger koyu camlı güneş gözlüğünün ardından


aşağı, ona bakıyordu. Terminatör. Keşke Sebastian da onun
gibi olsaydı. Serinkanlı. Sert. Hissetme yeteneği olmayan bir
makine.
Sebastian yatağında yatarken afişe gözlerini dikti. Rune'nın
sesini, o sahte ilgilenme sesini hala işitiyordu. O yapmacık, ya­
landan ilgi gösteren sesini. Aslında Runa'yı gerçekten kaygı­
landıran, onun hakkında söyleneceklerdi. Ne demişti?
"Kaj hakkında korkunç suçlamalarda bulunduklarını işit­
tim. iftiradan başka bir şey olduğuna inanmakta zorlanıyo­
rum, yine de sormaya mecburum: Sana ya da diğer çocuklara
uygunsuz davranışlarda bulunduğu oldu mu? Siz duştayken
gözetiedi mi ya da bunun gibi bir şey yaptı mı?"
Sebastian için için Rune'nın saflığına gülmüştü. "Duşta
gözetiedi mi?" Bu, o kadar kötü olamazdı. İçine oturan öbü­
rüydü. Şimdi her şey ortalığa saçılacaktı. Bu tür işlerin nasıl
yürüdüğü hakkında bir fikri vardı. Resim çekerler, saklarlar,
değiş tokuş yaparlar, ama ne kadar sıkı saklariarsa saklasın­
lar, hepsi ortaya çıkardı.
Sabah olur olmaz bütün okul öğrenecekti. Kızlar ona dik
dik bakacak, parmaklarıyla işaret edecek, kıkırdayacaklar­
dı. Erkek çocuklar bomolara dair şakalar, yanından geçerken
ahmakça el işaretleri yapacaklardı. Kimse ona sevgi göster­
meyecekti. Yüreğindeki boşluğun ne kadar büyük olduğunu
kimse görmeyecekti.
Başını biraz sola çevirdi ve Clint Eastwood'un Kirli Harry
posterine baktı. Böyle bir tabaneası olsaydı keşke. Ya da da-
367

h a iyisi, hafif makineli tüfeği. İşte o zaman Amerika' daki o


hergeleler gibi yapardı. Uzun kara bir pardösüyle okula gi­
rer, gördüğü herkesi tarayıp yere yıkardı. Özellikle de o ha­
valı herifleri, ona en kötü davrananları. Ama bunun çılgınca
bir fikirden başka bir şey olmadığını biliyordu. Kimseyi inci­
temezdi. Aslında onların suçu değildi. Suç kendisinindi, in­
citmek istediği de kendisiydi. Bitmesini sağlayabilirdi elbet­
te. Hiç hayır demiş miydi? Tam olarak dememişti. Kaj'ın bir
biçimde, onun nasıl üzüldüğünü, nasıl ineindiğini göreceğini,
kendi arzusuyla bu işe bir son vereceğini ummuştu.
Her şey çok karmaşıktı. Yüreğinin bir yanıyla Kaj'ı sever-
di. Harika davranmıştı ona; önceleri babası gibiydi. Rune'yı
hiç babası gibi hissetmemişti. Kaj'la konuşabiliyordu. Okul
hakkında, kızlar hakkında, annesi ve Rune hakkında; Kaj
kolunu omzuna atmış, onu dinlemişti. Ancak bir süre sonra
işler sarpa sarmıştı.
Ev sessizdi. Rune işe gitmişti; zaten bildiğini düşündü­
ğü bir şeyi, Kaj 'a yöneltilen suçlamaların temelsiz olduğu­
nu Sebastian'dan öğrendiği için mutluydu. Muhtemelen kan­
tinde oturup temelsiz suçlamalarda bulunan polisten yüksek
sesle yakınacaktı.
Sebastian yataktan kalktı, gitmeye hazırlandı. Kapıda du­
rup döndü. Her birine tek tek bakıp selamlar gibi hafifçe ba­
şını eğdi. Clint, Sly, Arnold, Jean- Claude ve Dolph. Kendisi­
nin olmadığı her şey olanlar.
Bir an onların da kendisine selam verdiğini sandı.

* * *

Babasıyla karşılaşmasından sonra damarlarında hala ad­


renalin kol geziyordu; Niclas hesaplaşması gereken bir son­
raki kişiyle kapışacak kadar kavgacı olduğunu hissetti.
Arabasıyla Galarbacken'e gitti. Jeanette'in, Azizler Gü-
368

nü'nde dükkanı bütün gün açık tutmak için hazırlık yaptığı­


nı görünce sıkı bir fren yaptı. Arabasını park etti, içeri girdi.
Tanıştıklarından beri ilk kez onu görünce belinde bir gıdık­
lanma hissetmedi. Ağzında ekşi, metalsi, kötü bir tat vardı;
hem kendisi yüzünden hem de onun.
"Ne yaptığını sanıyorsun?"
Niclas arkasından kapıyı çarpıp "Açık" levhasını zangır­
datınca, Jeanette dönerek ona soğuk soğuk baktı.
"Neden söz ettiğini bilmiyorum." Sırtını Niclas'a döndü ve
fiyat etiketi koyup raflara yerleştireceği ıvır zıvırla dolu ku­
tuyu açmaya devam etti.
"Pekala da biliyorsun. Neden söz ettiğimi kesinlikle bili­
yorsun. Polise koşup bir hırsı:t;-polis hikayesi aniatmadın mı?
Cinayet saatinde seninle olduğumu söyle diye seni zorladığı­
mı. . . Daha ne kadar batabilirsin? intikam mı almak istiyor­
sun, yoksa başıma dert açmak hoşuna mı gidiyor? Hangi ak­
la hizmet ettin? Bir hafta önce kızımı yitirdim. Anlamıyor
musun? Karımın arkasından iş çevirmek istemiyorum artık!"
Jeanette çakmak çakmak gözlerle, "Bana söz verdin" de-
di. "Birlikte olacağımıza söz verdin, Charlotte'u boşayacak­
tın, birlikte çocuk yapacaktık. Neler neler söz verdin bana
Niclas."
"Hangi lanet olası sebeplerle yaptım bunu sanıyorsun.
Çünkü bu laflan işitıneye bayılıyordun. Yüzük ve gelecek va­
atlerini duyar duymaz hevesle bacaklarını açıyordun da on­
dan. Çünkü arada sırada seninle yatakta eğlenmek istedim.
İnanamıyorum, bana İnanacak kadar budala olduğuna ina­
namıyorum. Bu oyunu benim kadar iyi bilirsin sen. Eminim
evli erkeklerden payına düşeni bol bol almışındır." Kaba söz­
lerinin her biri Jeanette'in tokat yemişçesine irkilmesine ne­
den oluyordu. Ama umursamadı. Çizgiyi aşmıştı, artık bu
kadına duygusal yanını göstermek, onun duygularını incit­
memek gibi bir arzusu yoktu. Şimdi uygun düşen, saf, hile-
369

siz hurdasız gerçeğin dile getirilmesiydi ve bu yaptıkların­


dan sonra Jeanette bunları işitmeyi hak ediyordu.
"Seni bok domuz!" dedi Jeanette ve kutudaki bir nesneyi
eline geçirdi. Bir an sonra porselen bir fener kulesi ıslık çala­
rak Niclas'ın başına doğru uçtu, ama pas geçti, vitrin camına
çarptı. Kulakları sağır eden bir şangırtıyla cam kırıldı, cam
parçaları şangır şungur aşağı indi. Sonra ortalığı öyle bir ses­
sizlik kapladı ki, sanki duvarlardan yankılanıyordu. İki sa­
vaşçı gibi birbirlerine baktılar; göğüsleri duyduklan karşılık­
lı öfkeyle inip kalkıyordu. Sonra Niclas birden döndü, sakin
sakin dükkandan dışarı çıktı. Duyulan tek ses, ayaklarının
altında çıtırdayan cam kırıklarıydı.

* * *

Arne çaresizce çıtını çıkarmadan duruyor, karısının top­


lanmasına bakıyordu. Asta bu kadar kararlı olmasaydı, ada­
mın görünüşü onu öyle şaşırtırdı ki elindekini bırakır, du­
rurdu . Arne şimdiye kadar asla çaresiz kalmamıştı. Ama
Asta'nın öfkesi işine devam etmesini sağladı, giysilerini kat­
lıyor, evdeki en büyük bavula yerleştiriyordu. Bavulu evden
nasıl çıkaracağına, nereye gideceğine dair en ufak bir fikri
yoktu. Önemli değildi. Onunla aynı evde bir dakika bile dur­
mayacaktı. Sonunda gözlerindeki perde kalkmıştı. İçinde da­
ima hissettiği o huzursuzluk, işlerin Arne'nin dediği gibi ol­
mayabileceği hissi, sonunda galip gelmişti. Arne mutlak bir
güce sahip değildi. Mükemmel değildi. Başkalarını itip kak­
maktan hoşlanan zayıf, acınası bir adamdı. Bir de şu Tanrı
inancı vardı. Muhtemelen pek de derin değildi bu inanç. As­
ta şimdi anlıyordu; Tanrı'nın sözlerini öyle kullanırdı ki, ga­
rip bir biçimde bunlar daima Arne'nin görüşlerine uygun dü­
şerdi. Eğer Tanrı Arne'nin tanrısı gibiyse, Asta o inancı pay­
laşmak istemiyordu.
3 70

"Ama Asta, anlamıyorum. Neden yapıyorsun bunu?"


Sesi küçük bir çocuğunki gibi mızmızdı, Asta cevap vermek
bile istemedi. Orada kapının eşiğinde duruyor, ellerini ovuş­
turuyor, Asta'nın çekmece ve dolaplardan birbiri ardına giy­
silerini çıkarmasını seyrediyordu. Asta'nın bir daha dönmeye
niyeti yoktu; en iyisi nesi var nesi yoksa alıp götürmekti.
"Nereye gideceksin? Gidecek yerin yok ki!"
Artık yalvarıyordu. Ama durumun olağandışılığı Asta'nın
sadece tüylerini ürpertti. Boşa geçen bütün o yıllan düşünme­
ıneye çalıştı; neyse ki hamurunda pratik bir yan vardı. Olan
olmuştu, ama artık hayatının bir gününü bile harcamayacaktı.
Durumun kontrolünden çıktığını çok iyi fark eden Arne
denenmiş v e sağlam bir yönlerne başvurdu. Sesini yükseltir­
se, kontrolü ele geçireceğini sandı.
"Asta, bu saçmalığa bir son vermek zorundasın! Derhal
giysilerini bavuldan çıkar!"
Asta bir an için gerçekten de toplanınayı bıraktı; ama yal­
nızca kırk yıldır gördüğü zulmü özetleyen bir bakış atmasına
yetecek bir an. Bütün gazabını, bütün nefretini toplamış, ko­
casına fırlatıyordu. Adamın irkildiğini, sonra bakışın etkisiy­
le büzüldüğünü memnuniyetle gördü. Arne tekrar konuştu­
ğunda, alçak, merhamet dilenen bir ses çıktı ağzından. Kont­
rolü sonsuza kadar elinden kaçırdığını fark etmiş bir ses.
"Öyle yapmak istememiştim . . . yani, elbette kızla öyle ko­
nuşmamalıydım, şimdi anlıyorum bunu. Ama saygısızdı, ba­
na öyle inatla davranınca, Tanrı'nın sesini duydum, müdaha­
le etmemi söyledi ve . . . "
Asta onun lafını kesti. "Arne Antonsson. Tann seninle hiç
konuşmadı. Konuşmayacak. Çünkü çok ahmak ve sağırsın.
Kırk yıldır dinlediğim, hani şu baban bütün parayı içkiye ya­
tırdığı için papaz olma şansını yitirme hikayen var ya, şunu
bil: Eksik olan para değildi. Annen kesenin ağzını sıkıca bağ­
lamış, babanın içip içip paraları bitİrınesine izin vermemişti.
371

Ama ölmeden önce bana seni papaz okuluna gönderip parayı


havaya saçmaya hiç niyetlenmediğini söyledi. Merhametsiz
bir kadındı belki, ama aklı başındaydı, senin papazlık yap­
maya uygun olmadığını görebiliyordu."
Arne'nin soluğu kesilmişti; karısına bakarken benzi gitgi­
de atıyordu. Asta bir an onun kalp krizi geçirdiğini düşündü,
istemi dışında yumuşamaya başladığını hissetti. Ama sonra
aniden döndü, sert adımlarla evden dışarı çıktı. Ağır ağır so­
luğunu bıraktı. Adamı mahvetmek hoşuna gitmemişti, ama
sonuçta o da Asta'ya seçim hakkı tanımamıştı.
Göteborg 1954

Neden sürekli yanlış yaptığını anlamıyordu. Kendini yine


kilerde bulmuştu ve karanlık kıçındaki yaranın daha da acı­
masına sebep oluyordu. Yarayı açan kemerin tokasıydı. Çok
kötü bir kız olmuşsa annesi kemerin tokalı ucunu kullanır­
dı. Bir de minicik bir bisküvi almanın neden çok kötü olduğu­
nu anlayabilseydi. Çok güzel görünüyorlardı, aşçı da o kadar
çok bisküvi yapmıştı ki, biri eksiise kimse fark etmezdi. Ama
tam ağzına tatlı bir şey tıkmak üzereyken annesinin bunu
her zaman sezdiğinden kuşkulanıyordu. Tam elini çok lezzet­
li bir şeye attığında, annesi arkasından ses çıkarmadan yak­
laşıverirdi. O zaman tek yapılacak tek şey, kendini hazırla­
mak ve annesinin iyi bir günde olmasını, hafif cezalardan bi­
rini vermesini ummaktı.
Önce babasına yalvarırcasına bakmaya çalışmıştı, ama o
daima gözlerini kaçırırdı. Gazetesini alır, annesi cezayı uy­
gularken gidip verandada otururdu. Artık ondan yardım is­
temiyordu.
Soğuktan titriyordu. Küçük hışırtılar zihninde büyüyor,
büyüyor, etrafta dev fareler, koskocaman örümcekler görü­
yor, yaklaştıklarını işitebiliyordu. Ne kadar vakit geçtiğini
anlamak çok zordu. Karanlıkta ne zamandır oturduğunu bil­
miyordu, ama karnından gelen gurultulara bakılırsa saatler
geçmiş olmalıydı. Hemen her zaman açtı, bu yüzden annesi
3 73

onu durmadan azarlıyordu. Sanki içinde bir şey ondan sürek­


li yiyecek, kek ve şeker talep ediyordu; o şey, içine tatlı dol­
durulsun diye haykırıyordu. Şu anda ise annesinin ona hep
yedirdiği katı, kuru, ekşi nesnenin tadı vardı ağzında. Kemer
darbeleri sona erip kilerde oturma zamanı geldiğinde annesi­
nin zorla boğazından akıttığı bir kaşık nesne. Annesi ona ita­
at yedirdiğini söylerdi. Annesi, kendi iyiliği için onu cezalan­
dırdığını da söylerdi. Bir kız bedeninin şişmanlamasına izin
vermemeliydi, çünkü o zaman hiçbir erkek ona bakmazdı ve
bütün hayatını yalnız geçirmek zorunda kalırdı.
Aslında bunun neden korkunç olduğunu anlamıyordu. An­
nesi, babasına asla coşkuyla bakmazdı; üstelik annesinin in­
cecik vücudunun etrafında dolanan, ona iltifatlar yağdıran,
yaltaklanan erkekler de mutlu etmiyordu annesini. Hayır,
annesiyle babasının arasındaki buz gibi soğuk havada yaşa­
maktansa yalnız yaşardı daha iyi. Belki de bu yüzden yiye­
cekler ve tatlılar ona çekici geliyordu. Belki bu sayede anne­
sinin azariarına ve dayaklarına dayanacak kalın, koruyucu
bir tabaka elde edebilirdi. Küçücük olduğu halde, daha şim­
diden annesinin beklentilerini yerine getiremeyeceğini bili­
yordu. Annesi bunu açıkça belirtmişti. Buna rağmen çok uğ­
raşmıştı. Annesinin her dediğini yapmış, özellikle de derisi­
nin altında toplanıp duran o yağları aç bırakmak için özellik­
le çabalamıştı. Ama hiçbiri işe yaramamıştı.
Ama her şeyin suçlusunun aslında kim olduğunu yavaş ya­
vaş öğreniyordu. Annesinin anlattığına göre, onlardan çok şey
isteyen babasıydı suçlu olan, işte bu yüzden annesi ona katı
davranmak zorundaydı. Önce garip gelmişti bu açıklama. Ba­
bası asla sesini yükseltmezdi, annesinden fazla bir şey isteye­
meyecek kadar güçsüz görünüyordu; yine de bu iddia öyle sık
dile getiriliyordu ki, gerçekmiş gibi gelmeye başlamıştı.
Babasından nefret etmeye başladı. Böyle fena ve mantık­
sız olmayı bıraksa, annesi tatlı olacak, dayak sona erecek,
3 74

her şey daha güzel olacaktı. O zaman yemekten vazgeçer, an­


nesi kadar ince ve güzel olur, babası ikisiyle de gurur duyar­
dı. Oysa babası yüzünden, annesi geceleri gözyaşları içinde
onun odasına geliyor, babasının yaptığı işkenceleri fısılda­
yarak bir bir anlatıyordu. Böyle gecelerde annesi, cezayı ve­
renin kendisi olmasının ona ne kadar acı verdiğini söylerdi
daima. Ona tıpkı küçükkenki gibi sevgilim derdi, her şeyin
farklı olacağı sözünü verirdi. İnsan bunları yapmaya mecbur,
derdi annesi, sonra ona sımsıkı sarılırdı; bu öyle sıra dışı, öy­
le beklenmedikti ki önce sopa gibi kaskatı durur, annesinin
kucaklamasına tepki gösteremezdi. Yavaş yavaş böyle anları
özlemeye başlamıştı; annesi ince kollarını onun boynuna do­
layacak, ıslak yanağını yanağında hissedecekti . O zaman an­
nesinin ona ihtiyacı olduğunu anlayacaktı.
Orada, karanlıkta otururken babasına duyduğu nefretin
içinde devasa bir canavara dönüştüğünü hissetti. Gündüz
vakti, aydınlıkta nefretini gülücükler ve reveransların ardı­
na saklamak, her şey yolundaymış gibi yapmak zorundaydı.
Ama burada, karanlıkta canavarı ortaya çıkarabiliyor, huzur
ve sessizlik içinde büyümesine izin veriyordu. Aslında cana­
varla çok iyi geçiniyordu. Eski, sevilen bir dosta dönüşmüştü
canavar, sahip olduğu tek dosta.
"Artık yukarı çıkabilirsin."
Yukarıdan gelen ses berrak ve soğuktu. İçini açtı, cana­
varı içeri çekti. Yine kilere kapatılana kadar canavar orada
oturmak zorundaydı. Kilere kapatıldığı zaman çıkar, büyü­
meye devam ederdi.

* * *

Patrik tam Kaj'ı sorgu odasına götürmek üzereyken tele­


fon geldi. Sessizce dinledi, sonra Martin'i aramaya gitti. Tam
kapısına vurmak üzereyken hatırladı: Annika, Martin'in
3 75

Fj allbacka'ya gittiğini söylemişti. Bu durumda yanına Gös­


ta'yı almaya mecburdu, kendi kendine küfretti. Ernst'i dü­
şünmemişti bile. Aklına geldiği anda boğazından bir öfke
yükseliyordu. Herif akıllıysa bir insanın becerebileceği ölçü­
de Patrik'ten uzak dururdu.
Neyse ki şansı vardı. İsterneye istemeye Gösta'nın odasına
doğru yürürken, Martin'in resepsiyondan gelen sesini duydu,
hemen onu bulmaya gitti.
"Halı, buradasın. Bu çok iyi oldu. Zamanında gelemezsin
sanmıştım. Hemen benimle geleceksin."
"Ne oldu?" Martin, camın ardındaki Annika'ya telaşla el
sallayıp ana girip kapısından hızla dışarı çıkan Patrik'i izledi.
"Genç bir erkek kendini asmış. Bıraktığı notta Kaj'dan söz
ediyor."
"Hass . . . "
Patrik polis arabasının direksiyonuna geçti ve mavi ça­
karları yaktı. Martin gayriihtiyari yolcu tarafındaki kapının
üstündeki kola tutunurken kendini yaşlı kadınlara benzetti.
Ama Patrik direksiyana geçince, hayat bir ölüm kalım müca­
delesine dönüyordu.
Topu topu on beş dakika sonra, Fjallbacka'nın, her neden­
se "Bataklık" diye adlandırılan bölgesindeki Ryd(m aile evi­
nin önünde durdular. Alçak tuğla evin önünde bir cankurta­
ran park etmişti; acil yardım ekibi arka taraftan tekerlekli
sedyeyi çıkarmaya çalışıyordu. Saçları seyrelmiş ufak tefek
bir adam, garaj yolunda bir aşağı bir yukarı koşuyordu; şok­
taydı sanki. Patrik ile Martin park edip arabadan dışarı çık­
tıklarında, cankurtaran ekibinden biri adamın yanına gitti,
omuzlarına sarı bir battaniye attı; onu oturmaya ikna etme­
ye çalışıyor gibiydi. Adam sonunda razı oldu. Battaniyeye sı­
kı sıkı sarınarak garaj yolu ile çiçek tarhı arasındaki sınırı
belirleyen alçak bordür taşına oturdu.
Cankurtaran ekibini eskiden tanırlardı; kendilerini tanıt-
3 76

maya gerek görmediler. Birbirlerine başlanyla selam vermek­


le yetindiler.
"Neler olmuş?" diye sordu Patrik.
"Üvey babası eve gelmiş, oğlunu garajda bulmuş. Çocuk
kendini asmış." Ekipten biri başıyla garaj kapısını gösterdi;
biri kapıyı indirmişti, sokaktan bakınca içerisi görünmüyor­
du.
Patrik birkaç metre ötede oturan ufak tefek adama baktı.
Adamın biraz önce gördüğünü hiç kimse hiçbir zaman görme­
meliydi. Adam üşümüş gibi titriyordu; Patrik bunun şok işa­
reti olduğunu bilirdi. Ama cankurtaran ekibinin işiydi bu.
"İçeri girebilir miyiz?"
"Evet. Çocuğu aşağı indirmeden önce bir bakasınız iste­
dik. Saatlerdir orada sallanıyormuş. Acele etmesek de olur­
du. Bu arada, garaj kapısını biz indirdik. Herkesin gözünün
önünde salianmasına gerek yok diye düşündük."
Patrik onun omzuna dostça vurdu. "Aferin, iyi düşünmüş­
sünüz. Belki elimizdeki cinayet soruşturmasıyla bağlantı­
sı vardır diye teknik ekibi de çağırdım . Yani indirmemeniz
iyi olmuş. Her an gelebilirler; mümkün olduğunca az insanın
ayakaltında dolaşmasını isteyeceklerdir. Diyorum ki, Martin
ile ben içeri gireyim, siz de şimdilik dışarıda bekleyin. Şu du­
rum da kontrolünüz altında mı?" Üvey babayı başıyla işaret
etti.
"Johnny onunla meşgul olacak. Adam şokta. Ama eminim
biraz sonra konuşabilirsiniz onunla. Çocuğun odasında bir
not bulduğunu söyledi. Elinde bir şey olmadığına göre, hala
oradadır."
"Güzel" dedi Patrik ve ağır ağır garaj kapısına yürüdü.
Kapıyı kaldırmak üzere kendini toplayıp tutarnağa doğru
eğilirken yüzünü buruşturdu.
Görüntü tahmin ettiği gibi korkunçtu. Arkasında duran
Martin'in soluğunun kesitdiğini duydu.
3 77

Bir an için çocuk doğruca onlara bakıyormuş gibi geldi


Patrik'e. Dönüp kaçmamak için kendini zorladı. Arkasında
boğulur gibi bir ses duyunca Martin'i önceden uyarması ge­
rektiğini anladı. Ama çok geçti artık. Dönüp baktığında Mar­
tin garajdan çıkmış çalılara doğru koşuyordu; orada kustu.
Patrik polis arabasının yanına başka biri aracın yanaştı­
ğını işitti; herhalde teknik ekip gelmişti. Ekibin gazabını çek­
mernek için dikkatle dolaşıyordu. Her şey bir yana, eğer du­
rum göründüğü gibi değilse, kanıtları silmek istemezdi. Ama
gördükleri intihardan başka bir şeye işaret etmiyordu. Sar­
kan ip tavandaki bir çengele asılmıştı. İlmek çocuğun boy­
nundaydı. Tekmeyle devrilen sandalye yerde duruyordu; ev­
den getirilmiş bir mutfak sandalyesine benziyordu. Sandal­
yenin yastığı kırmızı yalıanınersini desenliydi; neşeli parlak­
lığı bu ölüm dansı sahnesine tam bir zıtlık oluşturuyordu.
Patrik arkasında tanıdık bir ses duydu.
"Zavallı çocuk. Küçükmüş, öyle mi?" Uddevalla'dan gelen
teknik ekibin şefi Torbjörn Ruud garaja girdi ve başını kaldı­
np Sebastian'a baktı.
"On dört yaşında" dedi Patrik. Bir an sessiz kaldılar. İna­
nılmaz bir durumla yüz yüzeydiler; topu topu on dört yaşın­
daki bir çocuk, yaşamı öyle dayanılmaz bulmuştu ki ölümü
tek çıkış yolu görmüştü.
"İntihar olmadığını düşünmek için bir nedenimiz var mı?"
Torbjörn bir yandan da elindeki kamerayı hazırlıyordu.
"Hayır, aslında yok" dedi Patrik. "Bir not bile bırakmış;
ama daha görmedim. Notta cinayet soruşturmasına karışmış
bir kişinin adı geçiyormuş, yani işi şansa bırakamam."
"Şu kız vakası mı?" Torbjörn'ün bu sorusuna Patrik başıy­
la evet diye cevap verdi.
"Pekala, demek ki kuşkulu ölüm olarak ele alacağız. Nota
dikkat etmelerini söyle; bizim elimize geçmeden önce bir dolu
adamın parmak izi kalmasın üstünde."
378

"Hemen söyleyeyim." Patrik garajdan çıkmak için bahane


bulduğuna sevindi. Ağzını bir kağıt peçeteyle utana utana si­
len Martin'in yanına gitti.
"Kusura bakma" dedi Martin ve üzerlerinde öğle yemeği­
nin serpme kalıntıları duran ayakkabılarına kederle baktı.
Patrik "Hiç önemli değil. Benim de başıma geldi" dedi.
"Şimdi teknik ekip ile cankurtaran ekibi cesetle meşgul olur.
Şu nota bakacağım; sen de bir bak bakalım, üvey babayla ko­
nuşulabilir mi?"
Martin başını salladı ve eğilip ayakkabılarını becerebildi­
ği kadar sildi. Patrik Uddevalla'dan gelen teknik ekipten bi­
rine el salladı. Kadın araç gereç çantasıyla geldi, hiç konuş­
madan Patrik'in ardından içeri girdi.
Ev tuhaf bir sessizlik içindeydi. Ön kapıdan içeri girerier­
ken çocuğun üvey babası onlara bakıyordu.
Patrik etrafa göz gezdirdi.
"Herhalde yukarıda" dedi teknisyen. Galiba adı Eva'ydı.
Florin'lerin banyosunu arayanlardan biriydi.
"Evet, erkek çocuğa ait bir oda görmüyorum burada, muh­
temelen haklısın."
Merdiveni çıktılar; Patrik birden çocukken oturdukları evi
hatırladı. Evlerin hepsi aynı dönemde inşa edilmiş gibiydi;
bu üslubu iyi bilirdi, elyaf duvar kağıdını, açık renk çam ba­
samakları, geniş tırabzanı . . .
Eva haklıydı. Merdivenin sonundaki açık kapı dosdoğru
bir yeniyetmenin odasına açılıyordu. Kapı, duvarlar, hatta
tavan posterlerle kaplıydı; ortak temayı bulmak için dahi ol­
maya gerek yoktu. Çocuk aksiyon filmi kahramaniarına ba­
yılıyordu. Önce vurup sonra soru soranları; hepsi odadaydı.
Erkekler üstün konumdaydı tabii, ama koleksiyanda bir de
kadına yer verilmişti: Lara Croft rolündeki Angelina Jolie.
Ama Patrik, Sebastian'ın onun resmini duvara asmasındaki
tek nedenin, sert kahraman pozları olduğundan kuşkuluydu;
3 79

o bir çift kavuna bakılırsa çocuğu suçlayamazdı.


Çalışma masasının ortasında duran beyaz kağıt Patrik'i
gerçek hayata döndürdü. Gidip nota baktılar. Eva ince eldi­
venler giydi, araç gereç çantasından bir plastik torba çıkardı.
Baş ve işaretparmaklarıyla ucundan dikkatle tutarak mek­
tubu plastik torbaya attı ve Patrik'e uzattı. Patrik artık notu,
üzerindeki olması muhtemel parmak izlerini bozmadan oku­
yabilecekti.
Patrik sessizce mektuba göz gezdirdi. Kelimeler öyle acı
doluydu ki, az daha dengesini kaybedecekti. Kendini toplaya­
bilmek için boğazını temizledi, okumayı bitirince Eva'ya ver-
di. Mektubun hakiki olduğundan emindi.
Patrik içini öfke ve kararlılığın kapladığını hissediyordu.
Sebastian'a adalet dağıtan kara gözlüklü bir Schwarzeneg­
ger veremezdi, ama Patrik Hedström'ün yardımını sunabilir­
di. Bunun yeterli olacağını umut etmek zorundaydı.
Telefonu çaldı, dalgın dalgın cevap verdi; hala çocuğun an­
lamsız ölümüne kızıyordu. Dan'ın sesini duyunca biraz şaşır­
dı. Erica'nın arkadaşı onu doğrudan hiç aramazdı. Patrik'in
şaşkın yüz ifadesi çok geçmeden yerini dehşete bıraktı.

* * *

Damarları hala adrenalin dolu olduğu için Niclas, her za­


manki kaçma dürtüsü ağır basmadan önce başındaki bütün
belaları halletmeyi düşündü. Hayatında yanlış giden işlerin
sebebi çatışmaktan korkması, gücün önem kazandığı yerler­
de zaaf göstermesiydi. Hayatında hala bazı iyi şeylerin olu­
şunu Charlotte'a borçlu olduğunu anladı.
Garaj yoluna saptığında birkaç dakika öylece oturmaya ve
soluk almaya zorladı kendini. Charlotte'a ne diyeceğini dü­
şünmeye ihtiyacı vardı. Doğru kelimeleri bulmak çok önem­
liydi. Jeanette ile ilişkisini ona itiraf etmeye mecbur kaldı-
380

ğından beri aralarındaki uçurumun yan yana geldikleri her


dakika daha da açıldığını hissediyordu. İtirafından, hatta
Sara'nın ölümünden önce de ilişkilerinde çatlaklar vardı; iş­
te o çatlakların genişlemesi zor olmamıştı. Yakında çok geç
olacaktı. Paylaştıkları sır onları birleştirmemiş, ikisini ayrı
yönlere iten süreci hızlandırmıştı yalnızca. İşte oradan baş­
lamalıydılar. Şu andan itibaren dürüst olmazlarsa, evlilikle­
rini hiçbir şey kurtaramayacaktı. Oysa yıllardır ilk kez bunu
istediğinden kesinlikle emindi.
Arabasından inerken tereddüt içindeydi. İçindeki bir ses
hala kaçmasını, kliniğe gidip kendini işe gömmesini, kucak­
layacak yeni bir kadın bulmasını, bildik topraklara dönmesi­
ni söylüyordu. Ama o dürtüyü bas tırdı, adımlarını hızlandır­
dı ve kapıya doğru yürüdü.
Yukarıda mırıltılar duyuyordu; Lilian Stig'in odasında ol­
malıydı. Çok şükür! Yine o soru yağmuruna tutulmak istemi­
yordu; kapıyı mümkün olduğunca sessizce kapadı.
Bodrumdaki daireye indiğinde Charlotte hayretle baktı
kocasına.
"Erken geldin."
"Evet, konuşuruz diye düşündüm."
"Yeterince konuşmadık mı?" Umursamaz görünüyordu;
çamaşırları katlamayı sürdürdü. Albin yanında, yerde otur­
muş oyuncaklarıyla oynuyordu. Charlotte yorgun görünüyor­
du. Gece fazla uyuyamamıştı, biliyordu; yatakta durmadan
dönmüş, Niclas ise farkında değilmiş rolü oynamıştı. Onunla
konuşmamıştı, yanağını okşamamış, onu kollarına almamış­
tı. Gözlerinin altında koyu halkalar vardı; ne kadar zayıfladı­
ğını görebiliyordu. Kaç kere öfkeyle homurdanmıştı karısına;
kendini toplayıp kilo vermesini söylemişti. Oysa karısı eski
tombulluğuna kavuşsun diye neler vermezdi şimdi.
Niclas yatağa, karısının yanına oturdu ve elini tuttu.
Charlotte'un yüzündeki şaşkınlık, bunu çok seyrek yaptığı-
381

nı anlatıyordu. Acemi oğlanlar gibiydi, beceriksizce davranı­


yordu; bir an yine kaçıp gitmeyi düşündü. Ama karısının eli­
ni avucunda tuttu ve "Çok pişmanım, Charlotte" dedi. "Her
şey için. Hem fiziksel hem de zihinsel anlamda mesafeli ol­
duğum bütün o yıllar için; aslında benim kabahatim olduğu
halde içimden seni suçladığım her şey için; yaşadığım ilişki­
ler için; senden çalıp başkalarına verdiğim yakınlık için; bu
evden daha önce çıkmadığımız için; seni yeterince sevemedi­
ğim için. Bütün bunlar ve daha fazlası için özür dilerim. Geç­
mişi değiştiremem, ama şu andan itibaren her şeyin farklı
olacağına söz veririm. Bana inanıyor musun? Lütfen Char­
lotte, bana inandığını işitmek istiyorum!"
Charlotte gözlerini kaldırıp kocasına baktı. Gözleri yaşla
doldu, Niclas'a bakarken gözyaşları akınaya başladı.
"inanıyorum sana. Sara'nın hatırı için sana inanıyorum."
Başını sallamakla yetindi Niclas, devam edemeyecekti.
Boğazını temizledi ve "O zaman yapmamız gereken bir şey
var" dedi. "Çok düşündüm, bu sırla yaşamaya devam edeme­
yiz. Canavarlar karanlıkta yaşar."
Charlotte bir an durdu, sonra başıyla doğruladı. İçini çe­
kerek başını Niclas'ın omzuna koydu; karısının adeta içine
aktığını hissetti Niclas.
Uzun bir süre öylece oturdular.

* * *

Patrik beş dakika sonra evdeydi. Erica ile Maja'ya sımsı­


kı, uzun uzun sarıldı, sonra Dan'ın elini minnetle sıktı.
"Talihimiz varmış ki buradaydın" dedi, bir yandan da
Dan'ı şükran duyacağı insanlar listesine ekliyordu.
"Boş ver. Ama anlayamıyorum. Böyle bir şey yapmak ki­
min aklına gelir? Üstelik niye?"
Patrik kanepeye, Erica'nın yanına oturdu, elini tuttu. Eri-
3 82

ca'ya bir an tereddütle baktıktan sonra, "Muhte melen


Sara'nın öldürülmesiyle bağlantılı bu olay" dedi.
Erica irkildi. "Ne? Niye böyle düşündün? Niye . . . "
Patrik Maj a'nın yerde duran tulumunu işaret etti. "Küle
benziyor." Sesi çatladı, sözüne devam etmek için boğazını te­
mizlemesi gerekti. "Sara'nın ciğerlerinde kül vardı. Ayrıca . . . "
Doğru sözcüğü aradı. "Bir başka küçük çocuğa saldırdı biri.
Orada da kül bulduk."
Erica'nın kafası karışmıştı. "Ama ne anlama geliyor bu?"
İşittikleri anlamsızdı.
Patrik yorgun bir sesle, "Bilmiyorum" dedi, eliyle yüzü­
nü sıvazladı. "Biz de bir şey anlamıyoruz. Öteki küçük çocu­
ğun giysilerinde bulduğumuz külleri laboratuvara gönderdik,
Sara'nın midesinde bulduğumuz küllerle aynı kimyasal bile­
şimde mi, öğrenmek için. Henüz bir yanıt alamadık. Şimdi
Maja'nın giysilerini de göndereceğim."
Erica dilsizmiş gibi sadece başını salladı. Panik hali şaş­
kınlığa, uyuşukluğa dönüşmüştü. Patrik ona sarıldİ. "Merke­
ze telefon edip günün geri kalanında evde olacağıını bildire­
ceğim. Sadece Maj a'nın giysilerini göndereyim ki, mümkün
olduğunca çabuk analize başlasınlar. Bunu yapan her kimse,
yakalamalıyız." Erica'ya olduğu kadar kendine de verdiği bir
sözdü bu. Gerçi kızına bir zarar gelmemişti, ama işin ardında
yatan zihnin hunharlığı Patrik'i huzursuz ediyordu; aradık­
ları kişi son derece hastalıklı olabilirdi.
"Ben gelene kadar kalır mısın?" diye sordu Dan'a. Dan ba­
şını salladı.
"Kesinlikle. İstediğiniz kadar kalırım."
Patrik Erica'nın yanağını öptü, Maj a'yı şefkatle okşadı.
Sonra Maja'nın tulumunu aldı, ceketini giydi ve çıktı. Hemen
eve dönmek istiyordu.
Göteborg 1954

Agnes içini çekti; kız umutsuz vakaydı. Neler umut etmiş­


ti onun için, ne düşler kurmuştu. Küçükken ne tatlıydı; koyu
renk saçlarına bakan herkes, hemen onun kızı olduğunu dü­
şünüyordu. Agnes ona Mary demeye karar vermişti. Bu isim
bir yandan herkese Amerika'da geçirdiği yılları ve yurtdışın­
da yaşayarak elde ettiği statüyü hatırlatacaktı, bir yandan
da sevimli bir çocuk için güzel bir isimdi.
Ama birkaç yıl sonra bir şey olmuştu. Kızın her yanından
etler fışkırmaya başlamış, yağlar o tatlı yüz hatlarını maske
gibi kapatmıştı. Agnes iğreniyordu bu durumdan. Çocuk dör­
düne geldiğinde kalçası titriyordu, yanakları Saint Bernard
köpeği gibi sarkmıştı. Ama hiçbir şey onu yemekten alıkoya­
mıyordu. Tanrı bilir ya, Agnes her şeyi denemişti. Ama hiç­
biri işe yaramamıştı. Yiyecekleri saklamışlar, dolaplara ki­
lit vurmuşlardı. Ama Mary ağzına tıkahileceği bir şeyi kok­
laya koklaya bulan bir sıçan gibiydi. Şimdi on yaşındaydı ve
bir yağ yığınıydı. Kilerde geçirdiği saatler vazgeçirici bir et­
ki yaratmıyordu; yukarı çıktığında her zamankinden daha aç
olurdu.
Agnes bir türlü anlayamıyordu. Her zaman görünüşüne
çok önem vermişti; en azından hayattan istediği şeyleri elde
etmesini mümkün kılmıştı bu görünüş. Bir kızın bu anlam­
daki şansını mahvetmek istemesi anlaşılır şey değildi.
384

Arada sırada, kızı New York rıhtımından alıp getirme ka­


rarından pişmanlık duymuştu. Ama sadece bir parça. As­
lında tam da hayal ettiği gerçekleşmişti. Tatlı küçük bir kı­
zı olan zengin dula kimse direnememiş, hak ettiği yaşam bi­
çimini ona verecek adamı bulması topu topu üç ay sürmüş­
tü. Ake temmuzda biraz dinlenmek için Fjallbacka'ya gelmiş,
ama Agnes ona öyle bir olta atmıştı ki, adam iki ay sonra ev­
lenme teklif etmişti. Agnes kendisine çok yakışan bir mahcu­
biyetle evet demişti; sesiz sakin bir nikah töreninden sonra
kızıyla birlikte Göteborg'a, Ake'nin Vasagatan'daki geniş dai­
resine taşınmışlardı. Fj allbacka'daki ev yine kiraya verilmiş,
Agnes de küçük bir kasahada yaşamanın getirdiği yalıtılmış­
lıktan kaçtığı için rahat bir nefes almıştı.
İnsanların hala geçmişini ortaya sürmelerinden de hoş­
lanmamıştı. Çok uzun bir zaman geçmişti aradan, oysa An­
ders ile oğlanların anısı insanların zihninde hala canhy­
dı. Bir zamanlar olup bitenlerle neden bu kadar uğraştıkla­
rını anlamıyordu. Bir kadın hiç utanmadan Agnes'e ailesi­
nin öldüğü yerde nasıl yaşayabildiğini bile sormuştu. O sıra­
da Ake'ye kancasını taktığından bu tür sözleri umursamama,
dönüp uzaklaşma özgürlüğüne sahipti. Mutlaka dedikodu
yapacaklardı, ama artık aldırış etmiyordu. Amacına ulaşmış­
tı. Ake bir sigorta şirketinde muteber bir görevdeydi, ona ra­
hat bir hayat sağlayabilirdi. Ne yazık ki sosyal hayata fazla
ilgi göstermiyordu, ama Agnes bunu da değiştirirdi. Yıllardır
ilk kez pırıltılı bir partide dikkatierin toplandığı merkez ola­
caktı Agnes. Dans, şampanya, güzel giysiler ve mücevherler
istiyordu; artık hiç kimse bunları onun elinden alamayacak­
tı. Geçmişinin anılarını öylesine silmişti ki zihninden, bunlar
çok uzakta kalmış, nahoş bir rüya gibi geliyordu ona artık.
Ama hayat şapkasından bir numara daha çıkaracak­
tı. Pırıltılı partiler pek azdı, mücevherler içinde yüzdüğü de
söylenemezdi. Ake'nin fena halde cimri olduğu ortaya çık-
385

mıştı; Agnes her öre için mücadele etmek zorunda kalıyor­


du. Üstelik nikahtan altı ay sonra şu meşhur telgraf gelince
Ake'nin sergilediği hayal kırıklığı yakışıksız kaçmıştı. Telg­
rafta Agnes'e müteveffa zengin kocasından miras kalan var­
lığın, Agnes'in mülkünü yöneten kişinin kötü yatırımları yü­
zünden kaybedildiği bildiriliyordu. Tabii ki telgrafı Agnes
göndermişti, ama geldiği andaki teatral performansından
gurur duyuyordu; dramatik bir bayılma sahnesi bile vardı.
Ama Ake'nin böyle şiddetli bir tepki vereceğini hesaplama­
mıştı. Agnes kuşkulanmıştı doğrusu: Karısının maddi varlı­
ğını ele geçirme ihtimali, anlaşılan Ake'nin evlenme teklifin­
de Agnes'in tahmin ettiğinden daha fazla rol oynamıştı. Ama
ikisi için de olan olmuştu; artık mümkün olduğunca birbirle­
rine tahammül etmeye çalışıyorlardı.
Önceleri adamın cimriliği ve inisiyatiften tamamen yok­
sun oluşu Agnes'i sadece birazcık sinirlendirmişti. Ake'nin en
sevdiği şey geceler boyunca evde oturmak, masada önüne ko­
nan yemeği yemek, gazeteyi veya bir kitabın birkaç bölümü­
nü okumak, sonra ihtiyar adam pijamalarını giyip saat doku­
zu vurmadan yatağa girmekti. Yeni evlendiklerinde gecele­
ri arada sırada Agnes'i yoklardı, ama neyse ki artık aşk daki­
kaları ayda iki kereye inmişti, o da ışıklar sönükken ve pija­
ma üstünü çıkarmaya bile zahmet etmeden. Ama Agnes böy­
le gecelerin sabahında kocasından kolayca mütevazı bir tutar
koparabildiğini görmüştü; böyle fırsatların elinden kaçıp git­
mesine asla izin vermezdi.
Ama yıllar geçtikçe öfkesi nefrete dönüşmüş, Ake'ye kar­
şı kullanabileceği uygun bir silah aramaya başlamıştı. Koca­
sının kıza bağlandığını fark edince, o silahı bulduğunu an­
lamıştı. Ake'nin, kıza verdiği cezalara karşı çıktığını biliyor­
du, ama adam kavgadan kaçınırdı ve Mary'yi savunamaya­
cak kadar zayıftı. Böylece büyük bir zevkle, yavaş yavaş, kızı
Ake'nin aleyhine döndürmeye başladı.
386

Mary'nin nasıl şefkat ve ilgi hasreti çektiğini gayet iyi bi­


liyordu. Ona şefkat gösterdiği anda, kulağına Ake hakkında­
ki yalanların zelırini döktüğünde, zehrin yayıldığını, kök sal­
dığını adeta gözleriyle görebiliyordu. Artık sakin sakin, zeh­
rin işini görmesini bekleyecekti.
Zavallı Ake ne hata yaptığını anlamadı. Kızın kendisin­
den uzaklaştığını görüyordu, gözlerindeki nefreti fark etme­
miş olamazdı. Suçun Agnes'te olduğundan kuşkulanmıştı
muhtemelen, ama kızın ondan bunca nefret etmesi için ka­
rısının ne yaptığını tam olarak bilemezdi. Mary'yle elinden
geldiğince sık konuşuyor, hatta çok sevdiğini bildiği tatlıla­
rı rüşvet vererek bağışlanmaya uğraşıyordu. Ama hiçbir şe­
yin ysırı:ı r1 yoktu. Kız acımasızca ondan uzaklaştı, aradaki
mesafe arttıkça, Ake'nin karısına duyduğu öfke de aynı hız­
da artıyordu. Evlendiklerinden sekiz yıl sonra Ake korkunç
bir hata yaptığını anladı, ama bu hatadan dönmeyi becere­
medi. Mary artık onunla bütün ilişkisini kesmiş olsa da, Ake
kızın tek dayanağının kendisi olduğunu biliyordu. Eğer kü­
çük kızın hayatından çıkarsa karısının kıza neler yapabilece­
ğini hayal bile edemiyordu. Artık karısına karşı hiçbir umut
beslemiyordu.
Agnes bütün bunların farkındaydı. İçgüdüleri bazen ina­
nılmaz derecede doğru çıkıyor, insanları açık kitap gibi oku­
yabiliyordu.
Agnes tuvalet masasında oturmuş, makyaj yapıyordu .
Ake bilmiyordu, ama altı aydır kocasının en yakın arkadaş­
larından biriyle bir ilişki yaşamaktaydı. Tek bir ak bile düş­
memiş simsiyah saçlannı topuz yaptı, kulaklarının arkasına,
bileklerine ve göğüslerinin arasına biraz parfüm sürdü. Dan­
teili siyah ipek çamaşırlar giymişti; vücudu hala genç kızları
kıskandıracak kadar güzeldi.
Her zamanki gibi Eggers Oteli'ndeki randevusunu ip ­
le çekiyordu. Per- Erik, Ake'nin tersine gerçek bir erkekti;
387

artık sık sık karısından boşanmaktan s ö z eder olmuştu, bu


da Agnes'i mutlu ediyordu. Evli bir erkeğin bu tür vaatleri­
ne İnanacak kadar saf değilse de, Agnes'in yatak hünerlerine
hastalıklı denecek kadar düşkün olduğunu biliyordu. Tombul
küçük karısının bu konuda rekabet gücü yoktu.
Yine de Ake bir sorundu. Agnes'in beyni büyük bir hızla
çalışmaya başladı. Aynada kızının tombul yüzünü ve aç bir
ifadeyle bakan iri gözlerini görüyordu.

* * *

Uzun uzun duş alıp giysilerini değiştirdikten sonra bi­


le Martin burun deliklerinde bir gün öncesinin kusmuk ko­
kusunu duyabiliyordu. intihar vakası, sonra da Patrik'in te­
lefonda birinin Maja'ya saldırdığını söylemesi Martin'i sars­
mıştı; kendini çaresiz hissediyordu. Bu vakada öyle çok ipu­
cu, birbiri ardına gelen öyle garip olaylar vardı ki, taşları na­
sıl yerlerine oturtacaklarını bir türlü anlayamıyordu.
Patrik'in kapısı önünde duraladı . Olanlardan sonra
Patrik'in işe gelip gelmediğinden emin değildi. Ama ofisten
gelen gürültüler Patrik'i çoktan geldiğini gösteriyordu. İhti­
yatla kapıya vurdu.
Patrik "Girin" diye seslendi.
"Bugün geleceğinden emin değildim" dedi Martin. "Evde
Erica ve Maja'yla kalacağını düşündüm."
"Evde kalmak istedim. Ama bu işleri yapan psikopatı ya­
kalamayı daha çok istedim."
"Erica evde yalnız kalmayı istiyor mu peki?" diye sordu
Martin tereddüt ederek. Doğru laf ettiğinden emin olamıyordu.
"Biri gelsin onlarla kalsın istedim, ama Erica her şeyin
yolunda olduğunda ısrar etti. Yine de arkadaşı Dan'a telefon
ettim, hani dün olay saatinde bizim evde olan arkadaşına; o
da uğrayıp ilgileurneye söz verdi."
388

"Herhangi bir i z buldular mı?"


''Maalesef hayır. Yağmur yağıyordu, bütün izler silinmiş.
Maja'nın tulumunu laboratuvara gönderdim, ne çıkacak gö­
receğiz. Bana kalırsa bu sadece bir formalite. Küller bizdeki
diğer örneklerle eşleşmezse büyük bir tesadüf olur."
"Ama niye Maja?"
"Kim bilir?" dedi Patrik. "Bana bir uyarı olduğunu varsa­
yabiliriz. Vaka sırasında yaptığım ya da yapmadığım bir şey.
Bilmiyorum." Hayal kırıklığına uğramış gibiydi. "Şu anda en
iyisi tam gaz çalışmak ve bu işi mümkün olduğunca çabuk çöz­
mek. O zamana kadar hiçbirimiz rahat yüzü görmeyeceğiz."
"Öncelikle ne yapalım? Kaj'ı sorgulayalım mı?"
"Evet." Patrik çok ciddiydi. "Kaj'ı sorgulayalım."
"Farkındasın değil mi? Kaj gözaltındaydı, dün. . . "
"Elbette" dedi Patrik. Sinirlanmiş gibiydi. "Ama bu, onun
bir biçimde bu işe karışmamış olduğunu göstermiyor. Ya da
başka şeyler için hesap vermeyeceğini."
"Tamam, tamam! Sadece hatırlattım." Martin kendini sa­
vunur gibi ellerini kaldırmıştı. "Ceketimi asayım, seninle
sorgu odasında buluşuruz" dedikten sonra kendi odasına yol­
landı.
Patrik sorgu odasına gitmek üzere evrakı toparlıyorrlu ki
telefon çaldı. Ekrandan, arayanın Annika olduğunu görüp
açtı, önemli bir şey olmamasını umut etti. Gözaltındaki pis­
likle uğraşmayı kafasına koymuştu. Hemen şimdi.
"Evet?" Sesinin sert çıktığının farkındaydı, ama Anni­
ka'nın derisi kalındı, alınmazdı. En azından alınmayacağını
umuyordu.
Ne var ki Patrik gitgide artan bir ilgiyle onu dinlemeye
başladı, sonunda, "Tamam" dedi, "içeri gönder."
Martin'in ofisine koştu. "Charlotte ile Niclas buradalar, be­
ni arıyorlarmış. Ne diyecekler bir bakalım. Sorguyu biraz er­
telememiz lazım."
389

Cevabı beklemeden ofisine koştu. Birkaç saniye sonra ko­


ridorda ayak sesleri ve mırıldanmalar duydu. Sara'nın anne­
siyle babası odaya girince Patrik, Charlotte'un ne halde ol­
duğunu görüp şaşırdı. Onu son gördüğünden beri kadın ihti­
yarlamış gibiydi, giysileri üzerinden dökülüyordu. Niclas da
bitkin görünüyordu, ama karısı kadar kötü değildi. Ziyaret­
çi sandalyelerine oturdular, oluşan sessizlikte Patrik haber
vermeden gelmelerine yol açan bu kadar önemli şeyin ne ol­
duğunu merak etti.
Önce Niclas konuştu. "Biz . . . size yalan söyledik. Daha doğ­
rusu bazı şeyleri söylemedik, ki bu da yalan söylemek kadar
kötü." Patrik'in merakı artmıştı, ama Niclas'ın sözünü bitir­
mesini bekledi. Bir iki saniye sonra Niclas devam etti.
"Albin'in yaraları. Benim yaptığımı düşündüğünüz ya da
inandığınız o şeyler . . . Onları . . . onları . . . " Ne diyeceğini bilemi­
yor gibiydi, Charlotte sözü aldı.
"Sara yapmıştı." Sesi mekanik, duygudan yoksundu. Pat­
rik irkildi. Duymayı beklediği bu değildi.
"Sara mı?" Şaşırmıştı.
"Evet" diye yanıtları Charlotte. "Sara'nın sorunları oldu­
ğunu biliyorsunuz zaten. Güdülerini kontrol etmekte zorlanı­
yordu, korkunç öfke nöbetlerine tutulurdu. Albin doğmadan
önce öfkesini bizden çıkarırdı, ama biz kendimizi savunacak
kadar büyüktük, kendine ya da bize zarar vermemesine çalı­
şırdık. Ama Albin doğunca . . . " Sesi çatlamıştı, titreyen elleri­
ne baktı.
Niclas "Albin doğduktan sonra işler kontrolümüzden çık­
tı" dedi. "Budala gibi, küçük bir kardeşinin olması Sara'ya
olumlu etki yapar diye düşündük. Kendini sorumlu hisse­
deceği, koruyacağı bir bebek. Şimdi geriye dönüp baktığım­
da çok saf olduğumuzu düşünüyorum. Nefret etti Albin'den
ve Albin'e ayırdığımız vakitten. Her fırsatta ona zarar ver­
di. Yanlarında durmaya, gözümüzü üzerlerinden ayırmama-
390

ya gayret ettik, ama mümkün değildi. Çok hızlıydı Sara . . . "


Charlotte'a baktı, o da başıyla onayladı.
Niclas sözlerini sürdürdü: "Her şeyi denedik. Bir sosyal
hizmet uzmanı, bir psikolog, öfke yönetimi, ilaç . . . Deneme­
diğimiz bir şey kalmadı. Beslenme rejimini değiştirdik, şe­
ker ve çabuk etki eden karbonhidratları vermedik, çünkü ba­
zı bulgulara göre bunun olumlu bir etkisi vardı. Ama hiçbi­
ri, kesinlikle hiçbiri işe yaramadı. Çaresiz kalmıştık. Er geç
birine ciddi bir zarar verecekti. Onu bir yerlere göndermek
zorunda kalmak istemiyorduk. Zaten nereye gönderecektik?
Dolayısıyla Fjallbacka'daki bu iş ilanını gördüğümüzde, işte
çözüm dedik. Tam bir değişim. Üstelik Charlotte'un annesi
ile Stig de yanımızda olacak, üzerimizdeki baskıyı biraz h a ­
fifleteceklerdi. Mükemmel gibi görünüyordu."
Şimdi de Niclas'ın sesi çatlamıştı. Charlotte elini onun eli­
ne koyup sıktı. İkisi birlikte cehenneme gidip gelmişlerdi; bir
bakıma, hala oradaydılar.
"Gerçekten üzüldüm" dedi Patrik. "Ama sormam lazım:
Bana anlattıklarınızı kanıtlayabilir misiniz?"
Niclas başıyla evet dedi. "Bunu sormak zorunda olduğu­
nuzu biliyordum. Sara konusunu danıştığımız herkesi içeren
bir liste getirdik. Onları aradık ve polisin bazı sorular sorabi­
leceğini bildirdik. Hasta mahremiyeti ilkesini korumaları ge­
rekmediğini, polise her şeyi anlatabileceklerini söyledik."
Niclas listeyi Patrik'e verdi. Patrik işittiklerinin doğru ol­
duğundan kuşku duymuyordu. Yine de hepsinin doğrulan­
ması gerekiyordu.
Charlotte tereddütle sordu: "İlerleme kaydettiniz mi? Ya­
ni Kaj konusunda."
"Henüz sorgu aşamasındayız. Ne yazık ki bütün söyleye­
bileceğim bu kadar."
Charlotte sadece başını eğdi.
Patrik, Niclas'ın bir şey daha söylemek istediğini gördü,
391

ama dile getirmekte zorlanıyordu. Bekledi.


"Cinayet saatinde nerede olduğuma gelince . . . " Charlotte'a
bir göz attı, o da başıyla belli belirsiz onayladı. "Jeanette'le
konuşmanızı öneririm. ilişkimizi sona erdireceğimi söyleyin­
ce öç almak için yalan söyledi. Biraz baskı uygularsanız, ger­
çek ortaya çıkacak, eminim."
Patrik şaşırmamıştı. Jeanette'in söylediklerinde bir garip­
lik olduğunu sezmişti. Eh, zamanı gelince onu da ele alırlar­
dı. Eğer gerekirse. Niclas'ın cinayet saatinde nerede olduğu­
nu kanıtiayıp kanıtıayamaması o gün öğleden sonraki sorgu­
dan sonra önemsiz kalabilirdi.
Ayağa kalkarak tokalaştılar. Niclas'ın cep telefonu çaldı.
Cevap vermek üzere koridora çıktı ve bir an sonra yüzünde
şaşkın bir ifade belirdi.
"Hastane mi? Şimdi mi? Sakin ol, hemen geliyoruz."
Eşikte Patrik'in yanında duran Charlotte'a döndü.
"Stig fenalaşmış. Hastaneye gidiyorlar."
Patrik ikisinin koridorda uzaklaşmasını seyretti. Bu ka­
dar acı yetmemiş miydi?

* * *

Arne kiliseye sığınmıştı. Asta'nın sözleri öfkeli eşekarıla­


rının kovanı gibi zihninde dönüp duruyordu. Bütün dünya­
sı yıkılmak üzereydi, kilisede bulmayı umduğu yanıtları bu­
lamamıştı. Ön sırada otururken sanki taş duvarlar üstüne
üstüne geliyordu. Orada, çarmıha gerilmiş duran İsa'nın du­
daklarında da daha önce görmediği alaycı bir gülümseme var
gibiydi.
Arkasından gelen bir sesle döndü. Geç kalmış bazı Alman
turistler yüksek sesle konuşarak içeri girdiler, çılgınca fotoğ­
raf çekmeye başladılar. Hemen her mevsim gelen turistlere
daima sinir olurdu, bu da bardağı taşıran son damlaydı.
392

Arne ayağa kalkıp ağzından tükürükler saçarak bağırma­


ya başladı. "Defolun buradan! Hemen! Çıkın!"
Dediklerinin bir kelimesini bile anlamasalar da ses tonu
bu konuda kuşku bırakmıyordu. Ürkek ürkek çıkıp gittiler.
Arne, sonunda dediğini yaptırabildiğinden duyduğu mut­
lulukla yine sıraya oturdu, ama İsa'nın alaycı tebessümü onu
yine kedere boğdu.
Vaaz kürsüsüne bakınca içine yine cesaret geldi. Çok uzun
bir zaman önce yapması gerekeni yapmanın tam zamanıydı.

* * *

Hayat haksızlıktı. Doğduğundan beri mücadele etmek zo­


run d a kalmamış mıydı? Bedavaya hiçbir şey vermemişlerdi
ona. Kimse onun gerçek niteliklerini görmemişti. Ernst her­
kesin niye bu kadar saçmaladığını anlamıyordu. Sorun ney­
di acaba? Neden ona yan yan bakıyor, arkasından fısıldaşı­
yor, fırsatları elinden kapıyorlardı? Hep böyle olmuştu za­
ten. İlkokulda bile ona karşı birleşmişlerdi. Kızlar kıkırda­
mış, oğlanlar da okul dönüşü onu dövmüşlerdi. Babası yalıa­
nın çatalı üzerine düşüp öldüğünde bile kimseden şefkat gör­
memişti. Evlerdeki sivri dilli dedikoducuların ne dediğini bi­
liyordu. Zavallı anacığının bu işte parmağı olduğunu . . . Hiç
utanmıyorlardı.
Okulu bitirir bitirmez her şeyin daha iyi olacağına daima
inanmıştı. Gerçek dünyaya ayak bastığında. Polis olmayı seç­
mişti, çünkü ne kadar güçlü olduğunu kendine kanıtlamak
istiyordu. Ama kolluk kuvvetlerinde geçen yirmi beş yıldan
sonra planlarının pek de gerçekleşmediğini itiraf etmek zo­
rundaydı. Yine de, hiçbir zaman bu kadar boka batmamış­
tı. Kaj'ın böyle işlere bulaştığını hayal bile edemezdi. Birlikte
iskarnbil oynarlardı. Kaj harika bir dosttu, ayrıca Ernst'le ta­
kılmak isteyen bir iki kişiden biriydi. Temelsiz suçlamaların
393

insanların yaşamını nasıl mahvettiği hakkındaki hikayeleri


hepsi işitmişti. Dolayısıyla Ernst dostuna bir iyilik yapma
fırsatını elde edince, elbette yapmıştı. İnsan bunun için suç­
lanabilir miydi? Göteborg'dan gelen telefonu rapor etmeyi
savsakladığında iyi niyetle davranmıştı, ama kimse bunu an­
lamıyordu. Şimdi iş elinde patlamıştı. Lanet şans yüzüne ne­
den hiç gülmemişti? Dünkü intihar vakasının da yaraya tuz
basacağını kavrayacak kadar zekiydi.
Ama, Sibirya'ya sürülmüş bir malıkurnun yalnızlığıy­
la ofisinde otururken Ernst'in aklına dalıice bir fikir düş­
tü. Durumu nasıl kendi çıkarına çevirebileceğini tamı tamı­
na biliyordu. Günün kahramanı olacaktı ve şu burnu havada
Hedström'e kimin en tecrübeli polis olduğunu gösterecekti.
Mellberg köyün delisine daha yakından bakmaları gerektiği­
ni söylediğinde, gözlerini nasıl devirdiğini Hedström muhte­
melen görmüştü. Ama birinin zararına olan, diğerinin yara­
rına olabilirdi. Eğer Hedström iki kere ikinin kaç ettiğini bu­
lamıyor ve cinayeti çözemiyorsa, o zaman Ernst meydana çı­
kar ve çözerdi. Asıl suçlunun Morgan olduğunu herkes bili­
yordu; kızın ceketinin onun evinde bulunmuş olması da bü­
tün kuşkuları ortadan kaldırmıştı.
Ernst'in en çok hoşuna giden, planının son derece basit
oluşuydu. Morgan'ı sorguya alacak, hemen itiraf etmesini
sağlayacak ve katili tutuklamış olacaktı. Böylece Mellberg'e
Ernst'in, yani kendisinin amirlerinin söylediğini dinlediğini,
oysa Hedström'ün beceriksiz olması bir yana, itaatsiz de ol­
duğunu gösterecekti. Bunun sonucunda yine şefin gözüne gi­
recekti kuşkusuz.
Kalktı, kapıya giderken her zamankinden daha canlıydı.
İşte şimdi şöyle nitelikli bir polis soruşturması yapmanın za­
manı gelmişti. Çıkıp giderken kimse görmesin diye koridora
bir göz attı; ortalık süt limandı.
Göteborg 1957

Mary bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında


öylece duruyordu. En üstteki deri tabakasından kemiklerine
kadar bütün bedenini buz gibi bir boşluk kaplamıştı.
Annesi yanında ağlıyordu. Her zamankinden daha şık­
tı. Siyah cenaze giysisi ona yakışmıştı. Kimse güzelliğinin
ne kadar dramatik bir etki yarattığını görmezden gelemez­
di. Titreyen eliyle kocasının tabutunun üzerine tek bir kırmı­
zı gül koydu, sonra hıçkırarak kendini Per-Erik'in koliarına
attı. Per- Erik'in arkasında karısı duruyordu; yüzünün basit
hatlarında Agnes'e duyduğu sempatinin izleri vardı; neyse ki
kocasının, şu anda yakasını gözyaşlarıyla ısiatan kadınla kaç
kere yattığından habersizdi.
Mary kalbi ağrıyarak seyretti; keşke annesi onu kucak­
layarak teselli bulsaydı. Yine umursanmamıştı. Yine bir ke­
nara itilmişti. Kuşku, olanca ağırlığıyla üzerine çöktü, ama
Mary zorla da olsa uzaklaştırdı kuşkuyu kendinden. Şu anda
her şeyi sorgulamaya başlayamazdı, başlarsa ezilirdi.
Yanaklarına soğuk yağmur damlaları düşüyor, ama yüzü
duygularını belli etmiyordu. Kaskatı olmuş bacaklarıyla yer­
deki çukura doğru birkaç adım attı, elindeki gülü uzatmaya
çabaladı. İçindeki canavar kımıldadı, haydi dedi ona, kolunu
kaldırmasını, gülü orada, aşağıdaki çukurda duran parlak si­
yah tabutun üstünde tutmasını söyledi. Sonra parmaklarını
395

gördü; ağır çekim gibi dikenli sapı bıraktılar ve çiçek, daya­


nılmaz bir yavaşlıkla sert yüzeye doğru indi. Tahtaya çarp­
tığında ses gürültüyle yankılandı, ama kimse tepki vermedi,
demek ki ses sadece onun kafasındaydı.
Sonsuzluk kadar uzun bir süre orada durdu, sonra dirse­
ğinde hafif bir dokunuş hissetti. Per-Erik'in karısı ona şef­
katle gülümsedi ve başıyla artık gitme zamanının geldiğini
belirtti. Önlerinde, başta Agnes ile Per-Erik olmak üzere ce­
naze korteji yürüyordu. Adam kollarını annesinin omuzları­
na sarmış, o da Per-Erik'e yaslanmıştı.
Mary yanındaki kadına bir göz attı. Nasıl olurdu da, önün­
deki çifti saran cinsel gerilimi göremeyecek kadar budala ve
saf olabilirdi? Mary sadece on üç yaşındaydı, ama yağan yağ­
mur kadar açık seçik görebiliyordu bunu. Eh, salak kadın
çok geçmeden gerçeğin neye benzediğini anlardı.
Bazen on üç yaşından daha yaşlı hissediyordu kendini. İn­
sanların ahmaklığını on üç yaşındaki normal bir kızdan bek­
lenmeyecek bir nefretle inceliyordu; ama onun mükemmel
bir öğretmeni vardı. Annesi, herkesin sadece kendi arzuları­
nı tatmin etmekle meşgul olduğunu, kişinin hayattan bekle­
diğini tutup alması gerektiğini ona öğretmişti. Hiçbir şey bu­
na engel olmamalıydı, annesi öyle demişti ve Mary harika bir
öğrenciydi. Artık akıllı ve tecrübeli olduğunu hissediyordu.
Annesi, hak ettiği saygıyı ona göstermeliydi. Ne de olsa sev­
gisinin nerelere ulaşabildiğini kanıtlamıştı. Annesi için o ni­
hai fedakarlığı yapmamış mıydı? Şimdi o sevgiyi faiziyle ala­
caktı, bundan emindi. Artık karanlık kilerde oturup canava­
rın büyümesini seyretmek zorunda kalmayacaktı asla.
Gözünün ucuyla Per-Erik'in endişeyle onu izlediğini gör­
dü. Dudaklarında geniş bir gülümseme olduğunu fark etti,
hemen bastırdı o gülümsemeyi. Görünüşü kurtarmak önem­
liydi. Annesi hep söylerdi bunu. Annesi her zaman haklıydı.
* * *
396

Sirenierin sesi uzaktan bile duyuluyordu. Stig doğrulup


karşı çıkmak, cankurtaranı geri döndürüp onu eve götürme­
sini sağlamak istedi. Ama kolları ve hacakları ona itaat et­
meyi reddediyordu. Konuşmaya çalıştığında dudaklarından
sadece çatlak bir ses çıktı. Başının üzerinde Lilian'ın kaygılı
yüzünü gördü. "Şışşt, konuşmaya çalışma. Enerjini sakla. Bi­
raz sonra Uddevalla'da olacağız."
İsterneye istemeye mücadele girişiminden vazgeçti. Enerji­
si kalmamıştı. Ağrı oradaydı, her zamankinden daha kötüydü.
Hızla gelişmişti her şey. Sabah kendini epeyce iyi hisset­
miş, hatta birkaç lokma bir şey yiyebilmişti. Ama sonra ağ­
rı arttıkça artmış, sonunda dayanılmaz olmuştu. Lilian sa­
bah çayıyla yukarı çıktığında , artık konuşamıyordu, karı­
sı korkuyla tepsiyi elinden bırakıvermişti. Sonra sirk göste­
risi başlamıştı. Dışarıda siren sesi, merdivende ayak sesle­
ri, onu dikkatle sedyeye taşıyan eller, cankurtarana taşınışı,
son hızla yol alışları. . . Ama Stig bütün bunların pek de far­
kında değildi.
Hastaneye gitme korkusu ağrılardan daha baskındı. Zih­
ninde babasının hastane yatağındaki görüntüsü dönüyor, dö­
nüyordu: Küçükken onu havalara kaldıran, biraz daha büyü­
düğünde sevgiyle onunla güreşen, o kanlı canlı, mutlu adam­
dan çok farklı, küçücük, acınası bir adam. Stig artık öleceğini
biliyordu. Eğer hastaneye yatmışsa, ölmesi an meselesiydi.
Elini kaldırıp Lilian'ın yanağını okşamak istedi. Birlikte
öyle kısa bir zaman geçirmişlerdi ki. Elbette, münakaşa et­
mişler, kötü günleri olmuştu, hatta yollarının ayrılacağını bi­
le düşünmüştü, ama daima yeniden kavuşmayı başarmışlar­
dı. Lilian şimdi birlikte ihtiyarlayacak başka birini bulmak
zorundaydı.
Charlotte ile çocukları da özleyecekti. Çocuğu, diye düzelt­
ti ve yüreğine bir acı saplandı, fiziki olmanın ötesinde bir acı.
Olanlara dair tek olumlu yan buydu galiba. Ölümden sonra
397

yaşama, daha iyi bir yer olduğuna kesinlikle inanırdı. Belki


küçük kızla orada karşılaşır, o sabah gerçekten ne olduğunu
öğrenebilirdi.
Lilian'ın elini yanağında hissetti. Bilinçsizlik gerçekliği
örtmeye başladı, minnetle gözlerini yumdu. En azından ağrı­
dan kaçmak güzel olacaktı.

* * *

Morgan'ın küçük kulübesine doğru yürürken rüzgar yüzü­


ne çarpıyordu. Ernst'in coşkusu yolda biraz sönmüştü, ama
şimdi avı bu kadar yakınken, yine heyecan duydu içinde.
Kapıya otoriter bir vuruş, zafere giden yolu açacaktı; ni­
tekim birkaç saniye sonra içeriden duyulan ayak sesleriy­
le ödüllendirildi. Morgan'ın ince yüzü eşikte belirdi ve tuhaf
tekdüze sesiyle, "Ne istiyorsun?" diye sordu.
Bu doğrudan soru Ernst'i şaşırttı, konuşmadan önce zih­
nini topadamak zorunda kaldı. "Benimle polis merkezine
gelmek zorundasın."
"Neden?" diye sordu Morgan. Ernst sinidendiğini hissetti.
Ne acayip adamdı bu.
"Çünkü seninle birkaç şeyi konuşmak istiyoruz."
"Bilgisayarlanmı aldınız. Artık bilgisayariarım yok. Aldı­
nız onları." Morgan'ın sesi şarkı söyler gibi çıkıyordu. Ernst
bir fırsat çıktığını gördü.
"Kesinlikle. İşte bu yüzden benimle gelmelisin. Sana bil­
gisayarlarını iade edeceğiz. Onlarla işimiz bitti." Ernst bu
dalıice fikir için kendi kendini tebrik etti.
"Neden buraya getirmiyorsunuz? Onları buradan alıp gö­
türdünüz."
Ernst patladı: "Bilgisayarları istiyor musun, istemiyor
musun?" Sabrı taşmak üzereydi.
Bir anlık tereddüt ve bir iç muhasebeden sonra, bilgisa-
398

yarları geri alma hayali Morgan'ın bilinmeyen topraklara


adım atma isteksizliğini yendi.
"Gelirim. Bilgisayarlarımı almak için."
"Güzel. Merin" dedi Ernst. Morgan ceketini almaya gider­
ken o da kendi kendine gülümsüyordu.
Merkeze giderken hiç konuşmadan oturdular. Morgan
kendi tarafından camdan dışarı bakıyordu, Ernst de geveze­
lik etmek istemedi. Cephanesini resmi sorguya saklamalıydı.
O zaman kuşkusuz bu budalayı konuşturacaktı.
Merkeze geldiklerinde Ernst küçük bir açınazla karşılaştı.
Ötekiler neler karıştırdığını anlamadan Morgan'ı nasıl sor­
gu odasına sokacaktı? Anlariarsa bütün o parlak plan altüst
olurdu; kesinlikle kimse fark etmemeliydi. Derken kusursuz
bir fikir geldi aklına. Cep telefonundan resepsiyonu aradı ve
sesini değiştirerek Annika'ya arka kapıda olduğunu, bir pa­
ket teslim etmesi gerektiğini söyledi. Birkaç saniye bekledi,
bu arada Morgan'a sıkı sıkı yapışmıştı. Sonra yüreği ağzın­
da, Annika'nın merkezin öte tarafına koştuğunu umarak gi­
riş kapısına yöneldi. İşe yaramıştı. Annika her zamanki ye­
rinde değildi. Ernst çabucak Morgan'ı resepsiyondan geçir­
di, en yakın sorgu odasına soktu. Arkasından kapıyı kapa­
yıp kilitledi, yüzünde muzaffer bir gülücükle Morgan'dan İs­
kemlelerden birine oturmasını söyledi. Biri odayı havalandır­
mak için pencereyi yarı açık bırakmıştı. Çengelinden kurtu­
lan pencere çarpıp duruyordu. Ernst gürültüye aldırış etme­
di. Biri kafasını içeri sokmadan mümkün olduğunca çabuk
işe başlamak istiyordu.
"Evvveeet, dostum, işte buradayız." Ernst kayıt cihazını
büyük bir merasimle açtı.
Morgan'ın gözleri çevrede geziniyordu. Bir şey ona işlerin
yolunda olmadığını söylüyordu.
"Sen benim dostum değilsin" dedi sakin sakin. "Birbirimi­
zi tanımıyoruz, nasıl dost oluruz? Dostlar birbirini tanır." Bir
399

an durdu, sonra devam etti: "Bilgisayarlarımı alınam gerek.


Bunun için geldim buraya. Bilgisayarlarıının hazır olduğunu
söyledin."
"Öyle söyledim, evet" dedi Ernst alay ederek. "Ama bak,
yalan söyledim. Bir konuda haklısın: Ben senin dostun deği­
lim. Şu anda senin baş düşmanınım." Biraz dramatik olmuş­
tu, ama Ernst cümlesinden zalimce bir zevk duydu. Cümleyi
bir fılmde duyduğunu hatırladı.
Morgan "Artık burada durmak istemiyorum" dedi ve kapı­
ya baktı. "Bilgisayarlarımı geri istiyorum ve eve dönmek isti­
yorum."
"Unut bunu. Evini görene kadar çok vakit geçecek." Vay
be, çok iyiydi! Amerikan aksiyon filmlerinin senaryol a rmı
yazmalıydı. Konuşmaya devam etti: "Kızın ceketini senin ku­
lübede bulduk, ayrıca onu öldürdüğünü gösteren bol adli ka­
nıt var." Bu son laf tam bir yalandı, ama Morgan bunu bilmi­
yordu. Bu oyunda kural falan yoktu.
"Ama ben onu öldürmedim" dedi Morgan. "Bazen bunu is­
tememe rağmen" diye de ekledi. Sesi yine tekdüze çıkıyordu.
Ernst'in kalbi çarptı. Hayal ederneyeceği kadar iyi gidiyor­
du sorgu.
"Bana yalan atma, işe yaramaz. Adli kanıtlarımız var, ce­
ket elimizde, yani başka bir şeye ihtiyacımız yok. Ama şu
açık ki bana onu nasıl öldürdüğünü anlatırsan, senin yararı­
na olur. O zaman belki müebbet yemezsin. Hapishanede bil­
gisayarın olmayacak."
O anda, ilk kez, budalanın yüzünde hakiki bir heyecan
gördü. Güzel, demek ki paniğe kapılmaya başlamıştı. Demek
ki zayıf düşecekti biraz sonra. Durumunu iyice güçlendirmek
için hiç bıkmadan izlediği "NYPD Blue" dizisinden öğrendiği
bir numarayı denemeye karar verdi. Herifi yalnız bırakacak­
tı ki biraz terlesin. Durumunu düşünmeye vakti olursa Ernst
daha "Andy Sipowicz" diyemeden itiraf ediverirdi
400

"Gidip işeyeceğim. Biraz sonra sohbete devam ederiz."


Morgan'a sırtını döndü ve kapıya doğru yürüdü.
Morgan yalvaran bir sesle durmadan abuk sabuk bir şey­
ler söylüyordu. "Ben yapmadım. Hayatıının sonuna kadar
hapiste kalamam. Onu öldürmedim . Ceket nasıl kulübeye
geldi, bilmiyorum. Evine girdiğinde o ceket üstündeydi. Lüt­
fen beni burada bırakmayın. Annemi çağırın, annemle ko­
nuşmak istiyorum. Annem bu işi halleder, lütfen . . . "
Ernst kapıyı çabucak ardından kapattı, budalanın sesinin
koridordan işitilmesini istemiyordu. Birkaç adım sonra Anni­
ka onu gördü ve kuşkulu kuşkulu baktı.
"Ne yapıyorsun burada?"
"Bir şeye b akıyordu m Sorgu odalarından birinde cüzdanı­
.

mı unutmuşum galiba."
Annika ona inanmışa benzemiyordu, ama üstünde durma­
dı. O anda pencereden dışarı baktı ve bir çığlık attı: "Ne olu­
yor?"
"Ne oldu?" dedi Ernst. Karnında bir huzursuzluk yumağı
belirivermişti.
"Adamın biri pencereden dışarı çıktı, şimdi de otoyola doğ­
ru koşuyor."
"Canına yandığımın!" Kapıya yüklenen Ernst'in neredey­
se omzu çıkacaktı; telaşından kapının daima kilitli tutuldu­
ğunu unutmuştu.
"Kapıyı aç, Tanrı aşkına" diye bağırdı Annika'ya. Annika
korkuyla bu isteği yerine getirdi. Ernst ikinci kapıyı koparır­
casına açtı, Morgan'ın arkasından koştu. Morgan'ın dönüp
arkasına baktığını, sonra daha hızlı koşmaya başladığını gör­
dü. Dehşetle siyah bir kamyonetin hızla yaklaştığını gördü.
Panik içinde, "Ha-a-a-y-ı-ı-ır!" diye bağırdı.
Sonra güm diye bir ses geldi ve ortalığa sessizlik çöktü.

* * *
401

Martin merak içindeydi; Charlotte ile Niclas'ın bu kadar


telaş içinde Patrik'le konuşmak istedikleri mesele neydi aca­
ba? Niclas'ı şüpheliler listesinden silmelerine yol açacak bir
şey olmasını umut etti. Katilin kızın babası olma ihtimali,
üzerinde düşünülemeyecek kadar korkunç bir şeydi.
Niclas'a bir kulp takamıyordu. Albin'in tıbbi kayıtları çok
ciddiydi, ayrıca çocuğa zarar vermediğine, bu konuda masum
olduğuna dair ikna edernemiştİ Martin'i. Ama bir şey uymu­
yorrlu işte. Niclas karmaşık bir adamdı, en azından bunu söy­
leyebilirdi. Şöyle yan yana oturduğunuzda insanda sevecen,
sağlam bir adam olduğu izlerrimi bırakıyordu, ama özel ha­
yatını malıvetmiş gibiydi. Martin de bekarlık günlerinde öy­
le melek gibi biri olmamı:;; Lı, b una rağmen, artık biriyle bir­
likte yaşadığından, insanın öteki, üstelik de daha iyi yansına
nasıl ihanet edebildiğini anlayamıyordu. Jeanette'le beraber
olduktan sonra eve döndüğünde Charlotte'a ne diyordu? Sesi
nasıl oluyor da doğal çıkıyordu? Birkaç saat önce sevgilisiyle
yatakta yuvarlanmışken kansının gözüne nasıl bakabiliyor­
du? Martin bunu kesinlikle anlayamıyordu.
Niclas'ın mizacı tam da emin olamayacağınız cinstendi.
Erken saatlerde babasının evine girdiğinde gözlerindeki ba­
kışı görmüştü Martin. Niclas sanki babasını öldürmek isti­
yordu. Martin gelmese kim bilir neler olurdu?
Yine de. Niclas'ın çelişkili mizacına rağmen Martin onun
kendi kızım boğabileceğine inanamıyordu. Üstelik hangi ne­
denle?
Koridorda ayak sesleri duyduğunda düşünmeyi bıraktı ve
Charlotte ile Niclas'ın hızlı hızlı geçip gittiklerini gördü. Ne
aceleleri olduğunu merak etti.
Patrik kapıda belirince Martin kaşlarını kaldırarak mes­
lektaşına sorgulayıcı bir bakış attı.
Patrik "Albin'e zarar veren Sara'ymış" dedi ve iskemieye
oturdu.
402

Martin'in hiç beklemediği bir haberdi bu. "Doğruyu söy­


lediklerini nereden bileceğiz? Niclas dikkatleri kendi üzerin­
den başka yöne çekmek istiyor olamaz mı?"
"Olabilir tabii" dedi Patrik yorgun bir sesle. "Ama onlara
inandığımı söylemek zorundayım. Yine de anlattıklannı ka­
nıtlamamız lazım. Soru sorabileceğimiz kişilerin adlarını ve
telefon numaralarını verdiler. Üstelik Niclas da cinayet sa­
atinde nerede olduğunu kanıtıayabiliyor artık. Dediğine gö­
re Jeanette'ten ayrılmak isteyince kadın öç almak için yalan
söylemiş. Bu bakımdan da ona inanmak eğilimindeyim ve ta­
bii Jeanette'le ciddi bir konuşma yapmalıyız."
"Ne boktan . . . " diye başladı Martin, ama daha cümlesini
bitirerneden Patrik onunla aynı fıkirde olduğunu belirtti.
"Evet, insanlar bu soruşturmada en soylu yanlarını gös­
termediler" diyerek başını salladı Patrik. "Tam da sırası gel­
mişken, şu sorguya başlayabilir miyiz artık?"
Martin başıyla onayladı, defterini aldı ve kapıdan çıkmak­
ta olan Patrik'in peşinden gitmek üzere kalktı. Arkadaşının
arkasından, "Bu arada, Pedersen'den haber aldın mı? Küçük
oğlanın gömleğindeki küller hakkında?" diye sordu.
Patrik arkasına dönmeden, "Hayır" dedi. "Ama işi daha
da ciddiye alıp hem gömleği hem de Maja'nın tulumunu ince­
leme işini öne alacaklar. Bahse girerim küllerin kaynağının
aynı olduğunu bulacaklar."
"O kaynak her neyse" dedi Martin.
"Evet, her neyse."

* * *

Sorgu odasına girerek Kaj'ın karşısına oturdular. Pat­


rik sakin sakin önündeki kağıtları karıştırırken kimse sesi­
ni çıkarmadı. Kaj'ın asabi bir tavırla ellerini ovuşturduğu­
nu memnuniyetle gördü. Adamın üstdudağında ter tanecikle-
4 03

ri de belirmişti. Güzel, demek ki korkuyordu. Sorguyu kolay­


laştırırdı bu. Evi ararken ne çok kanıt topladıkları düşünü­
lürse, Patrik hiçbir kaygı duymuyordu. Bütün soruşturmala­
rında bu kadar bol kanıt elde etseler hayat çok kolaylaşırdı.
Sonra neşesi söndü. Çocuğun intihar notunun fotokopisi
çıkmıştı önüne; bu işi neden yaptıklarını, karşılanndaki ada­
mın kim olduğunu hatırladı birden. Yumruklarını sıktı, ka­
rarlıydı. Kaj'a baktı, Kaj gözlerini kaçırdı.
"Evinin aranmasıyla ortaya çıkan kanıtlar seni çoook
uzun bir süre kilit altında tutmaya yeter. Yine de hikayeyi
bir de senden dinlemek istiyoruz. Çünkü biz böyleyiz. Biz iyi
adamlarız."
Kaj titrek bir sesle, "Neden söz ettiğinizi bilmiyorum" de-
di. "Adalet saptırılıyor. Beni burada tutamazsınız. Ben ma­
sumum."
Patrik anlayışla başını salladı. "Biliyor musun, sana ina­
nır gibiyim. Şunlar olmasa kesinlikle inanırdım." Kalın bir
dosyadan birtakım fotoğraflar çıkarıp Kaj'a doğru itti. Kaj'ın
yüzünün önce solduğunu, sonra kıpkırmızı kesildiğini büyük
bir zevkle gördü. Adam Patrik'e sersemiemiş bir yüzle baktı.
"Gayet hünerli bilgisayar uzmanlarımız var demiştim sa­
na, öyle değil mi? Sildim sandığın şeylerin yok olmayacağı­
nı da söylemedim mi? Bilgisayarından dosya silmekte ma­
hirsin, ne yazık ki yeterince değil. İnternetten indirip pedofil
dostlarına paylaştıklarını da bulduk. Fotoğraflar, e-postalar,
videolar. Hepsini. Topunu birden."
Kaj ağzını açıp kapadı. Bir şeyler söylemeye çalışıyordu
sanki, ama o sözcükler diline yapışmıştı.
"Söylenecek fazla bir şey yok, değil mi? Yarın Göteborg' dan
iki meslektaşım gelecek, onlar da seninle konuşmak isteye­
ceklerdir. Keşfettiklerimizi son derece ilginç buldular."
Kaj tek kelime etmedi. Patrik de sözlerini sürdürdü, bir
biçimde adamı sarsmaya kararlıydı. Karşısındaki adamdan
404

iğreniyordu; temsil ettiği her şeyden, yaptığı her şeyden.


Ama iğrendiğini göstermedi. Sakin sakin, her şey yolunday­
mış gibi, sanki çocuk istismarını değil de, hava durumunu
tartışıyorlarmış gibi sürdürdü konuşmasını. Bir an Sara'nın
ceketi meselesini doğrudan ortaya atmayı düşündü. Ama
son dakikada biraz beklerneye karar verdi. Öne doğru eğildi,
Kaj'ın gözlerinin içine baktı ve sordu: "istismar ettiğiniz ço­
cukları hiç düşünür müsünüz siz? Bir nebze olsun düşünür
müsünüz, yoksa kendi ihtiyaçlarınızı tatmin etmekten başka
bir şey geçmez mi aklınızdan?"
Cevap verilmesini beklemiyordu, nitekim cevap alamadı.
Odayı kaplayan sessizlikte sözlerini sürdürdü: "Senin gibi bi­
riyle karşılaştığında yeniyetme bir delikanlının aklından ne ­
ler geçer, bilir misin? Ondan neleri çaldığını bilir misin?"
Kaj'ın yüzü hafifçe oynadı, Patrik'i duyduğu anlaşılıyordu.
Patrik gözlerini adamdan ayırmadan bir kağıt aldı ve masa­
da ona doğru ağır ağır itti. Kaj önce önüne bakmayı reddet­
ti, sonra gözlerini yavaşça kağıda indirdi ve okumaya başla­
dı. Yüzünde inanmaz bir ifadeyle Patrik'e baktı, Patrik sade­
ce başını salladı.
"Evet, okuduğun tam da o. Bir intihar notu. Sebastian
Ryden bu sabah canına kıydı. Üvey babası onu garajda asılı
buldu. Aşağı indirdiklerinde oradaydım."
"Yalan söylüyorsun." Kaj'ın notu tutan eli titriyordu. Ama
Patrik, notun gerçek olduğunu adamın bildiğini görebiliyordu.
Fısıldar gibi bir sesle sordu: ''Yalan söylemeye bir son ver­
mek ne güzel olurdu değil mi? Sebastian'ı umursuyordun,
bunu biliyorum. Onun hatırı için yap. Ne yazdığım okudun.
Bunun bitmesini istiyordu. Sen bitirebilirsin."
Ses tonu şetkatliyken bir yandan da tehditkardı. Patrik
çabucak Martin'e baktı. Martin kalemi defterinin üzerinde,
hazır bekliyordu. Kayıt cihazı da odada bir arı gibi uğulda­
maktaydı, ama Martin'in not tutma alışkanlığı vardı.
405

Kaj mektubu parmaklarıyla düzeltti ve bir şey söylemek


üzere ağzını açtı. Martin'in kalemi yazmaya hazırdı.
O sırada Annika kapıyı kırareasma açtı.
"Dışarıda bir kaza oldu, çabuk olun!"
Sonra koşarak koridorda ilerledi. Şokun bir anlık sessizli­
ğinden sonra Patrik ile Martin onun peşinden koştular.
Patrik kapıyı kilitlerneyi son anda hatırladı. Kaj'la daha
sonra uğraşacaklardı. Tek umudu o anın geçmemiş olmasıydı.

* * *

Mellberg biraz kaygılı olduğunu inkar edemezdi. Topu to­


pu birk aç gün geçmişti, evet, ama henüz aralarında bir baba­

oğul ilişkisi olduğu söylenemezdi. Elbette, biraz daha sabırlı


olmalıydı, ama hak ettiği takdiri, babaya duyulması gereken
saygıyı, bütün ebeveynlerin sözünü ettiği, belki birazcık şöy­
le sağlıklı bir korkuyla karışık koşulsuz sevgiyi gördüğünü
düşünmüyordu. Çocuk tam anlamıyla umursamaz görünü­
yordu. Bütün gün Mellberg'in kanepesinde takılıyor, tonlarca
cips yiyor, video oyunları oynuyordu. Mellberg onun böylesi
bir tembelliği kimden aldığını anlayamıyordu. Annesindendi
herhalde. Mellberg gençliğinde kendisinin bir enerji yumağı
olduğunu hatırlıyordu. Gerçi kendini ne kadar zorlarsa zor­
lasın, sporda bir başarı kazandığını hatırlayamıyordu -hatta
herhangi bir spor dalında kendisiyle ilgili tek bir anısı yok­
tu- ama hatırlayamamasını aradan bunca zaman geçmesi­
ne bağlıyordu. Gençliğine dair zihnindeki görüntü kesinlikle
yaylanır gibi yürüyen, kaslı bir delikanlıydı.
Saate baktı. Henüz öğle olmamıştı. Parmaklarını masa­
nın üzerinde tıkırdattı. Belki de eve gidip Simon'la birlikte
bir şeyler yapmalıydı. Çocuk mutlu olurdu herhalde. Mell­
berg biraz düşününce oğlunun utangaç olabileceğini fark et­
ti. Uzun süre ortalarda görünmeyen babasını kuşkusuz özle-
406

mişti, gelip onu kabuğundan çıkarmasını bekliyordu. Öyle ol­


malıydı. Mellberg ferahlayarak içini çekti. Çocukları anlıyor
oluşu ne şanstı; yoksa şimdiye kadar vazgeçmiş olur, çocu­
ğu orada, kanepede, acınası halde bırakırdı. Simon biraz son­
ra baba piyangosunda ne kadar şanslı olduğunu öğrenecekti.
Mellberg büyük bir coşkuyla ceketini giydi; bir yandan
da uygun bir baba-oğul faaliyeti olarak ne yapabileceklerini
düşünüyordu. Ne yazık ki bu Tanrı'nın unuttuğu delikte iki
gerçek erkeğin yapabileceği fazla bir şey yoktu. Göteborg'da
olsaydılar, oğlunu bir striptiz kulübüne götürür ya da ona ru­
let öğretirdi. Oysa şimdi ne yapacaklarını pek de bilmiyordu.
Eh, bir şeyler düşünürdü.
Hed ström'ün kapısının önünden geçerken kızının başına
gelenlerin ne berbat olduğunu düşündü. Ne olacağını asla bile­
meyeceğinin bir başka işaretiydi bu, en iyisi hala vakit varken
çocukların zevkini çıkarmaktı. Böyle düşünerek bugün eve er­
ken giderse kimsenin onu suçlamayacağına kendini ikna etti.
Islık çalarak resepsiyona doğru yürüdü, ama kapıların
durmadan açılıp kapandığını, adamlarının ön kapıya doğru
koştuklarını görünce durdu. Bir şeyler oluyordu ve her za­
manki gibi ona anlatmaya kimse zahmet etmemişti.
"Ne oluyor?" diye diğerleri kadar hızlı koşamayan, en ar­
kadan giden Gösta'ya bağırdı.
"Dışanda biri ezildi."
"Sıçtık" dedi Mellberg ve mümkün olduğunca hızlı koşma­
ya başladı.
Ön kapının hemen dışında durdu. Sokağın ortasında bü­
yük siyah bir kamyonet duruyordu. Muhtemelen sürücü olan
bir adam, elleriyle başını tutarak ortada dolaşıyordu. Sü­
rücü tarafında hava yastığı patlamıştı; sürücü yaralı değil­
di ama şaşkındı. Aracın önünde bir yığın yatıyordu. Patrik
ile Annika yığının yanında diz çökmüşlerdi, Martin ise sürü­
cüyü sakinleştirmeye çalışıyordu. Ernst uzun kollarını sar-
407

kıtmış, yüzü çarşaf gibi beyaz, bir kenarda durmuştu. Gös­


ta onun yanına geldi. Mellberg ikisinin fısıldaştıklarını gör­
dü. Gösta'nın sıkıntılı yüzü Mellberg'i kaygılandırdı. Midesi­
ne bir ağırlık çökmüştü.
"Cankurtaran çağıran oldu mu?" diye sordu. Annika "Evet"
dedi. Mellberg ne yapacağını bilemez halde Ernst ile Gös­
ta'nın yanına gitti. "Ne olduğunu biliyor musunuz?"
İkisinin pek de hayra yorulamayacak suskunluğu, alacağı
yanıttan hoşlanmayacağını gösteriyordu. Ernst'in sinirli bir
tavırla durmadan göz kırptığını gördü, dolayısıyla gözlerini
ona dikti.
"Pekala, biriniz cevap verecek mi, yoksa zorla ağzınızdan
mı alayım?"
Ernst tiz bir sesle, "Bir kazaydı" dedi.
"Bu 'kaza' hakkında bana biraz ayrıntı verebilir misin?"
diye sordu Mellberg; gözleri hala memurunun üzerindeydi.
"Sadece birkaç soru soracaktım, adam kaçırdı. Herif tam
bir lanet deliydi. Bir şey yapamazdım, değil mi?" Ernst'in se­
si saldırganca yüksekti; durumu kontrol altına almaya çalış­
sa da iş işten geçmişti.
Mellberg'in midesindeki ağırlık arttı. Sokakta yatan yığı­
na baktı.
"Aracın altındaki kim Ernst? Söyle." Fısıltıyla, adeta tıs­
layarak konuşuyordu. Bu, Ernst'e nasıl bir boka battığını
gösterdi.
Derin bir nefes alarak, "Morgan" dedi. ''Morgan Wiberg."
"Ne diyorsun sen!" Mellberg öyle bir kükremişti ki Ernst
de, Gösta da büzülüp geri çekildiler. Patrik ile Annika ise dö­
nüp ona baktılar.
"Bundan haberin var mıydı Hedström?" diye sordu Mell­
berg.
Patrik suratını asarak, "Hayır" dedi. "Morgan'ın sorguya
getirilmesi için herhangi bir emir vermedim."
408

''Yani biraz gösteriş yapayım dedin." Mellberg'in alçalttığı


sesi tehditkar bir sakinlikteydi.
"Önce köyün delisine bakmamızı söylemiştiniz. Ben de,
bazı meslektaşlarıının aksine . . . " Ernst Patrik'i başıyla işaret
etti, " . . . sizin fikirlerioize bütünüyle güvenirim ve dedikleri­
nizi daima dinlerim."
Normal bir durumda, yalakalık tutulacak en uygun yol
olurdu, ama Ernst bu kez işleri öyle bir hatırınıştı ki, iltifat­
lar bile Mellberg'in onu kayırmasını sağlayamazdı.
"Morgan'ın sorguya alınmasını özellikle söyledim mi? Söy­
ledim mi?"
Ernst bir an duraksar gibi oldu, sonra fısıldadı: "Hayır."
"Tamam, o zaman" diye haykırdı Mellberg. "Şu lanet can­
kurtaran hangi cehennemde? Yolda kahve molası falan mı
verdiler?"
Öfkesi tavana vurmuştu; Hedström'ün sakin sesi bile onu
yatıştırmaya yetmedi. "Acele etmeleri gerektiğini sanmıyo­
rum. Buraya vardığımızdan beri nefes almıyor. Galiba o an
ölmüş."
Mellberg gözlerini kapadı. Bütün meslek hayatının kayıp
gittiğini görebiliyordu. Bütün o zorlu çalışma yılları. . . Bel­
ki gündelik polis işleriyle fazla meşgul olmamıştı, ama siya­
set ormanında yol bulmak, nüfuzlu kişilerle samimiyeti iler­
letip önüne çıkanların üstüne basmak bütün vaktini almıştı.
Ve lanet, ahmak, hödük bir polis yüzünden bütün bunlar an­
lamsızlaşmıştı işte.
Ağır ağır Ernst'e döndü. Buz gibi bir sesle, "İnceleme sü­
recinde askıya alındın" dedi. "Senin yerinde olsam dönmeyi
beklemezdim."
"Ama efendim . . . " dedi Ernst; karşı çıkmaya hazırlanıyor­
du. Mellberg işaretparmağını kaldırınca birden sustu.
"Kapa çeneni" dedi amiri. Ernst oyunu kaybettiğini anla­
mıştı. En iyisi eve gitmekti.
Göteborg 1957

Agnes kocaman yatakta tembel tembel gerindi. İnsan


kendini capcanlı, enerjik hissettiren bir adamla seviştikten
hemen sonra alev alev yanıyordu. Per-Erik'in geniş sırtına
baktı; adam yatağın kenarına oturmuş ütülü pantolonunu
giyiyordu.
"Elisabeth'e ne zaman söyleyeceksin?" Agnes bir yandan
da kırmızı ojeli tırnaklarını herhangi bir kusur var mı diye
inceliyordu. Kusur bulamadı. Per-Erik'ten cevap çıkmayınca
gözünü tırnaklanndan ayırıp ona baktı.
"Per-Erik?"
Adam boğazını temizledi. "Henüz erken. Ake öleli bir ay
bile olmadı, sonra insanlar ne der . . . " cümlenin gerisini getir­
medi.
"Aramızdaki ilişkinin 'insanlar'ın düşündüğünden daha
anlamlı olduğunu sanıyordum." Agnes'in sesi hiç bu kadar
sert çıkmamıştı.
"Anlamlı tabii, sevgilim. Sadece . . . biraz bekleyelim diyo­
rum." Dönüp Agnes'in çıplak bacaklarını okşadı.
Agnes ona kuşkuyla baktı. Adamın yüz ifadesi okunamı­
yordu. Başka erkekleri okuduğu gibi asla gerçekten okuya­
mamıştı Per-Erik'i. Belki de bu yüzden, hayatında ilk kez, is­
tediği gibi bir erkek bulduğunu düşünüyordu. Zaten zama­
nı da gelmişti. Elli üç yaşında olmasına rağmen harika görü-
410

nüyordu, yine de yıllar istenmeyen bazı değişikliklere yol açı­


yordu, Agnes'te bile. Bir süre sonra artık görünüşüne güve­
nemeyecekti. Bu düşünce onu korkuttu; işte bu nedenle Per­
Erik ona verdiği sözleri tutmalıydı. Bunca yıllık ilişkilerinde
kontrolü elinde tutan her zaman Agnes olmuştu. En azından
ona göre. Ama ilk kez Agnes'in yüreğine kuşku doldu. Belki
de aldatılmaya göz yummuştu. Agnes, Per-Erik'in kendi iyili­
ği için, öyle olmamasını umdu.

* * *

Harald Spjuth bir rahip olarak hayatından memnundu.


Ama insan olarak bazen kendini yalnız hissederdi. Kırkına
gelmesine rağmen hayatını paylaşacak birini bulamamıştı;
bu da ona derin bir acı veriyordu. Belki de engel, taktığı ra­
hip yakasıydı, çünkü kişiliğinde aşkı bulmasını zorlaştıracak
bir şey göremiyordu. Gerçekten hoş, iyi bir insandı; aslında
kendini böyle tarif etmezdi, çünkü aynı zamanda alçakgönül­
lü ve utangaçtı. Görünüşü de yalnızlığını açıklamıyordu. Be­
yazperdedeki bir sinema kahramanı olmasa bile, yüz hatla­
rı hoştu, saçları da gürdü. Güzel yemekiere düşkünlüğüne ve
küçük bir kasabanın rahibi olmanın getirdiği dizi dizi kahve
sohbetlerine rağmen bir gram bile almama gibi haset edile­
cek bir özelliğe de sahipti. Yine de işler yolunda gitmemişti.
Harald umudunu yitirmemişti. Son zamanlarda kişisel
ilan vermekte ne kadar çalışkan olduğunu cemaati bilse ne
derdi, merak ediyordu. Dans ve yemek kurslarını deneyip
hiçbir ilerleme kaydedemeyince, bahar sonunda oturup ilk se­
ri ilanını vermişti. O gün bu gündür işler tıkırındaydı. Henüz
hayatının aşkını bulamamıştı, ama gayet hoş öğle yemekle­
ri yemiş, bir de üstüne pek tatlı birkaç mektup arkadaşı edin­
mişti. Evinde, mutfak masasının üstünde vakit bulduğunda
okuyacağı üç mektup daha bekliyordu. Ama önce görev.
41 1

Birkaç yaşlıyı ziyarete gitmişti; bu insanlar biraz sohbet


etme fırsatını bulunca memnun olur, kiliseye giderken sık
sık rahip evinin önünden geçerlerdi. İddialı meslektaşların­
dan çoğu cemaatinin biraz fazla küçük olduğunu düşünebilir­
di, ama Harald mutluydu. Sarı rahip evi çok güzel bir yuva ol­
muştu; iki yanı ağaçlıklı yoldan yukarı çıkarken kilisenin aza­
metli görünüşüne de hayrandı. Rahip evinin karşısındaki es­
ki kilise okulunun önünden geçerken, kasahada ayyuka çıkan
zehir zemberek tartışmayı düşündü. Bir emlak müteahhidi
yıkıldı yıkılacak gibi duran okulu yerle bir edip apartman in­
şa etmek istemişti. Bunun üzerine yerel gazetede derhal pro­
testo yazıları ve editöre mektuplar yayımlanmıştı; hepsi her
ne pahaı:ııııa olursa olsun yapıyı olduğu gibi korumak istiyor­
du. Harald bir bakıma her iki tarafı da anlıyordu, ama yıkıma
karşı çıkanların çoğunun, Fjallbacka'nın daimi sakinleri de­
ğil, yazlıkçılar olması dikkat çekiciydi. Doğal olarak yazın sı­
ğındıkları kasabanın mümkün olduğunca pitoresk ve sevim­
li olmasını istiyorlardı. Hafta sonları kasaba yollarında dolaş­
maktan hoşlanıyorlardı; büyük şehrin gündelik iş güç dünya­
sından kaçabilecekleri tatlı bir sığınak buldukları için kendi­
lerini talihli görüyorlardı. Sorun şu ki, gelişmeyen kasaba er
geç ölürdü; o tatlı manzarayı sonsuza kadar donduramazdı­
nız. Apartman dairelerine ihtiyaç vardı; kasabanın can dama­
rını etkilerneden Fjallbacka'daki her yapıyı ulusal varlık ilan
etmenin imkanı yoktu. Turizm iyi bir şeydi elbette, ama yaz
aylarının dışında da hayat devam ediyordu; Harald kiliseye
doğru yokuş yukarı çıkarken bunları düşünmüştü.
Kiliseye girmeden önce başını alabildiğine kaldırıp kilise­
nin kulesine bakmayı adet edinmişti. Bugünkü gibi rüzgarlı
günlerde kulenin sallandığı hissine kapılıyordu; heybetli gö­
rünümlü binlerce ton granitin üzerine düşecek gibi oluşu,
muhteşem kiliseyi inşa edenlere saygı duymasına neden olur­
du. Bazen o eski zamanlarda yaşamış olmayı, Bohuslan'ın
412

taş ustalarından biri olmayı isterdi. Bu adamlar adları san­


ları bilinmeden yaşamışlar, oysa elleriyle en basit yollardan
en muhteşem heykellere kadar her şeyi yaratmışlardı. Bütün
bunların romantik bir rüya olduğunu bilecek kadar bilge bi­
riydi rahip. Bu adamlar için hayat muhtemelen hiç eğlence­
li geçmemişti. Günümüzün sağladığı lüksleri sonuna kadar
takdir ediyordu; onlarsız yaşamanın daha iyi olduğunu düşü­
necek kadar budala değildi.
Böyle biraz hayal kurduktan sonra kapıyı açtı. Arne orada
olmasın diye neredeyse dua ettiğini fark edip kendini suçlu
hissetti. Adamın bir kusuru yoktu, işini iyi yapıyordu, ama
Harald kendi kendine itiraf etti: Schartau'nun sofu Luther­
ciliğinin eski takipçileriyle sorunu vardı, Arne ise bunların
en berbatlarından biriydi. İnsan bu kederli adamın benzeri­
ni bulmak istese Kaf Dağı'nın ardında aramak zorunda kalır­
dı. Arne felaketlerden zevk alıyordu sanki, her şeyin olumsuz
yanını görüyordu. Bazen Arne yanındayken Harald bütün
yaşam neşesinin kelimenin tam anlamıyla içinden çekilip çı­
karıldığını hissederdi. Adamın kadın rahipler konusunda­
ki şikayetleri de sabrını taşırmaktaydı. Arne selefi hakkında
her kötü söz söylediğinde Harald'a beş kron verseler, şimdiye
kadar zengin olurdu. Doğrusu, Tanrı'nın kelamını bir erke­
ğin değil de bir kadının vaaz etmesi neden bu kadar korkunç­
tu, anlamıyordu. Arne ne zaman tiratlarından birine başla­
sa, Harald, Tanrı'nın kelamını vaaz etmek için penis gerek­
li değildir deme arzusunu bastırmak, dilini tam zamanında
ısırmak zorunda kalırdı. Zavallı Arne bir rahibin ağzından
böyle bir laf çıktığım duysa o an düşüp ölürdü herhalde.
Kutsal emanetler odasına girdiğinde Arne'nin evinde gü­
ven içinde oturuyor olabileceği umudu söndü. Sesi duyulu­
yordu; muhtemelen, İsveç'teki en muhafazakar zangoca tos­
lamış olan zavallı birkaç turistle konuşmaktaydı. Harald bir
an için ayaklarının ucuna basarak kaçıp gitmek istedi. Son-
413

ra içini çekti, bir Hıristiyan'a yaraşır biçimde zavallıları kur­


tarmaya gitti.
Ama görünürde turist falan yoktu. Arne yukarıda, vaaz
kürsüsünde, boş sıralara gök gürültüsü gibi bir sesle vaaz ve­
riyordu. Harald inanamayan gözlerle baktı ona, adamcağızı
hangi musibet ele geçirmişti acaba?
Arne kollarını sallıyor, dağda vaaz veren İsa gibi canla
başla çalışıyordu. Sadece Harald kapıdan girdiğinde bir an
sustu. Sonra hiçbir şey olmamış gibi devam etti. Harald va­
az kürsüsünün altına saçılmış kağıtları gördü. Arne'nin bir
ilahi kitabının sayfalarını ellerini kollarını saliayarak yırtıp
aşağı attığını fark edince bunun nedeni de açıklanmış oldu.
Harald kilisenin orta nefinde kararlı adımlarla yürüyerek
öfkeyle bağırdı: "Ne yaptığını sanıyorsun sen?"
Arne saldırgan bir tavırla, "Çok uzun süre önce yapılma­
sı gerekeni" diye yanıtladı. "Bu korkunç yeni icatları yırtıp
atıyorum. Günah dolu bunlar." Homurdanarak sayfaları yırt­
mayı sürdürdü. "Her şeyin neden değişmesi gerektiğini an­
lamıyorum. Her şey eskiden daha iyiydi. Artık ahlak kalma­
dı, ister perşembe olsun ister pazar, insanlar dans edip şar­
kı söylüyor! Üstelik her yerde çiftleşiyorlar, hem de evliliğin
kutsallığına başvurmadan!"
Saçlan dimdik olmuştu; Harald zavallı Arne'nin aklını ka­
çırıp kaçırmadığını merak etti. Bu ani patlamaya neyin yol
açtığını bilmiyordu. Arne elbette bu fikirlerini yıllardır mırıl­
danıp duruyordu, ama şimdiye kadar böyle cüretkar bir dav­
ranışta bulunmamıştı.
"Sakinleşmelisin Arne. Lütfen kürsüden in, konuşalım."
"Konuşalım ha? Konuşmaktan başka bir şey yapmıyor ki
kimse." Arne'nin sesi yüksekten adeta püskürüyordu. "İşte
bunu söylüyorum, artık eylem vakti geldi! Buradan da başla­
yabiliriz." Bir yandan da sayfalar birbiri ardına kar taneleri
gibi aşağı süzülüyordu.
414

İşte o an Harald sükunetini kaybetti. Bu adam onun kili­


sesini tahrip ediyordu! Bu saçmalıkların bir sınırının olma­
sı lazımdı.
"İn oradan aşağı Arne, hemen şimdi in!" Zangoç durakal­
dı. Rahip şimdiye kadar asla sesini yükseltmemişti. Normal
olarak çok nazikti, dolayısıyla bağırınası etkili oldu.
"Oradan inmek için on saniye vaktin var, yoksa oraya ge­
lir iri miri demeden seni ben aşağı indiririm!" Harald'ın yüzü
öfkeden kıpkırmızıydı. Gözlerindeki ifade dediğini yapacağı­
nı gösteriyordu.
Arne'nin saldırganlığı başladığı gibi hızla söndü, rahibi­
nin buyruğuna kuzu kuzu uydu.
"Pekala o zaman" dedi Harald. Şimdi sesi daha yumuşak­
Lı. Arne'nin yanına gidip kolunu omzuna attı. "Benim eve gi­
delim. Kahve yaparım, sağ olsun Signe'nin yaptığı kahveli
kekten bir parça yeriz. Sonra konuşuruz. Sen ve ben."
Orta neften kapıya doğru yürüdüler. Ufak tefek adam ko­
luyla iri adama sarılını ştı. Tuhaf bir gelin damat gibi.

* * *

Monica arabadan indiğinde başı döndü biraz. Bir gece ön­


ce pek uyuyamamıştı. Kaj'ın o korkunç şeyle suçlanması sa­
bahın körüne kadar onu uyutmamıştı.
En kötüsü, kuşkuya yer olmamasıydı. Polis memurunun
suçlamaları okuyuşunu duyunca ilk andan itibaren gerçek
olduklarını anlamıştı. Yapbozun çoğu parçası yerine otur­
muştu. Birlikte geçirdikleri yıllar boyunca olanların açıkla ­
maları bir bir ortaya çıkıyordu.
Bir iğrenme hissi midesini altüst etti. Arabaya yaslanıp
asfalta biraz safra çıkardı. Bütün sabah bu bulantıyla müca­
dele etmişti. İşe gittiğinde patronu bu koşullar altında eğer
isterse çalışmak zorunda olmadığını söylemiş, ama o, eve
415

gitmeyi reddetmişti. Bütün gün evde oturma fikri itici geli­


yordu. Kaj'ın evinde dolaşmak, kanepesinde oturmak, onun
mutfağında yemek pişirmektense, insanların tuhaf bakışları­
na tahammül etmek daha iyiydi. Kaj'ın ona dokunmuş oldu­
ğu düşüncesi, çok çok uzun bir süre önce olmasına rağmen,
derisini vücudundan sıyırıp atmak istemesine yol açıyordu.
Ama sonuç olarak seçim hakkı yoktu. Bir saat ayakta dur­
maya çabaladıktan sonra patronu ona eve gitmesini söylemiş
ve bu kez hayır yanıtım kabul etmemişti. Midesinde bir yum­
ru, arabasıyla yavaş yavaş eve gidiyordu. Galarbacken'in
aşağılarına geldiğinde artık kaplumbağa hızıyla ilerleme­
ye başlamıştı. Arkasındaki otomobilin sürücüsü sinirlenerek
korna çalmıştı, ama Monica'nın umurunda değildi.
Morgan olmasa, bavulunu toplayıp kız kardeşinin evine
giderdi. Ama onu terk edemezdi. Küçük kulübesinden baş­
ka bir yere gittiğinde çıldınrdı. Bilgisayarlarının alınmış ol­
ması zaten dünyasını yeterince altüst etmişti. Dün onu dergi
yığınlarının arasında huzursuzca dolanır bulmuştu. Gerçek
dünyaya attığı çıpalar olmayınca şaşkına dönüyordu. Polisin
bilgisayarlan çabuk vermesini diledi.
Monica ön kapının anahtarını çıkardı, tam kilidi açmak
üzereydi ki durdu. Henüz içeri girmeye hazır değildi. Birden
oğlunu görme arzusuyla yanıp tutuştu, anahtarı cebine tık­
tı, basamakları indi ve Morgan'ın kulübesine giden patİka­
ya saptı. Morgan rutinini bozup kulübesine geldiği için ona
muhakkak kızacaktı, ama ilk kez umurunda değildi. Bebek­
ken nasıl mis gibi koktuğunu hatırladı, o kokunun Monica'da
nasıl bebeği için dağları devirme isteği uyandırdığım. Artık
kocaman olmasına rağmen onu yine ensesinden koklamak,
Morgan onun yıllardır dayandığı kayaymış gibi -tersi değil­
miş gibi- ona sarılma ihtiyacını duydu.
Kapıya ihtiyatla vurdu ve bekledi. İçeriden ses gelmeyin­
ce huzursuzlanmaya başladı. Kapıya yine, bu kez daha sert
416

vurdu, gergin bir yüzle içeriden ayak sesi gelmesini bekledi.


Ses gelmedi.
Kapıyı kurcaladı, ama kilitliydi kapı. Kapının yukarısın­
daki yedek anahtarı bulmak için yokladı, sonunda buldu.
Nerede olabilirdi? Morgan kendi kendine pek bir yere git­
mezdi. Annesini yanına almadan, en azından nereye gittiği­
ni iyice anlatmadan asla bir yere gitmemişti. Korku boğazını
tırmalamaya başladı; kulübenin içinde onu ölü mü bulacak­
tı? Hep korkardı bundan. Bir gün ölümden söz etmeyi bıra­
kıp ölümü aramaya karar vermesinden. Belki de bilgisayar­
larını kaybetmesi ve dünyasının istila altında olması, en so­
nunda Morgan'ı hiç dönülmeyen yere doğru yürümek zorun­
da bırakmıştı.
Ama kulübe boştu. Kaygıyla etrafa baktı, kapının yanın­
daki dergi yığınının üzerinde duran bir kağıt parçasına gözü
kaydı. Morgan'ın yazısını, daha kağıtta ne yazdığım okuma­
dan tanıdı, yüreği ağzına geldi. Notu okuyunca ferahlayarak
soluğunu bıraktı. Ancak omuzları gevşeyince nasıl kasıldığı­
nı anlayabildi.
"Bilgisayarlar hazır. Almak için polisle gittim" yazıyordu
kağıtta. Monica yeniden kaygılandı. Korktuğu intihar notu
değildi bu, ama anlamsız bir durum vardı. Neden polis gelip
bilgisayarlarını alması için onu götürmüştü? Getirip doğru­
dan teslim etmezler miydi?
Monica derhal kararını verdi. Arabasına koştu, lastikle­
rini bağırttırarak yola çıktı. Tanumshede yolunda gazı kök­
ledi; direksiyona öyle sıkı yapışınıştı ki elleri terliyordu. Ta­
num Barı'nın köşesini geçtiğinde arkasında sirenieri duy­
du; son hızla giden bir cankurtaran onu solladı. Farkında ol­
madan hızını artırdı, Hedemyr'den uçarak geçti. Bay Li'nin
dükkanında birden durmak zorunda kaldı, emniyet keme­
ri göğsüne sertçe baskı yaptı. Cankurtaran polis merkezinin
hemen önünde durmuş, iki yönden ilerleyen otomobiller ka-
417

za mahalli görümündeki alanı aşamadıkları için sıralar oluş­


turmuşlardı. Boynunu uzatıp baktığında yolda yatan koyu
renk bir yığın gördü. Kim olduğunu anlamak için başka bir
şey görmesi gerekmedi.
Ağır çekimdeymiş gibi emniyet kemerini açtı, kapıyı aç­
tı, ardından kapamadan otomobilden indi. İçinde kötü bir his
vardı, kaza mahalline doğru ağır ağır yürüdü.
Önce kanları gördü. Kafasından asfalta akan, saçlarının
çevresinde geniş bir daire yapan kırmızıyı. Sonra gözlerini
gördü. Kocaman açılmış, ölü.
Bir adam ona doğru geliyordu. Monica'yı durdurmak üze­
re kollarını açmıştı. Adamın ağzı oynadı, bir şey söyledi. Mo­
nica ada m a b ak ın adı bil e , dosdoğru yürüdü. Morgan'ın ya­
nında dizlerinin üzerine çöktü. Başını kucağına yerleştirdi,
sımsıkı sarıldı, damla damla akarak pantolonunu ısiatan ka­
na aldırış etmedi. Sonra bir çığlık duydu. Kim bu kadar üz­
gün, bu kadar acı dolu olabilir diye düşündü. Sonra anladı;
kendisiydi.

* * *

Uddevalla'ya kadar hız sınırının çok üstünde yol aldılar.


Lilian polis merkezinden doğruca hastaneye gidebilecekle­
rine, Albin'in Veronika ile Frida'nın yanında güvende oldu­
ğuna inandırmıştı onları. Charlotte hastaneye vardıklarında
çok geç olmayacağını umdu. Annesinin sesinden Stig'in ha­
yatının pamuk ipliğine bağlı olduğunu çıkarmışlardı; elleri­
ni dua eder gibi kavuşturduğunu fark etti, oysa dinle pek il­
gisi yoktu.
Stig karşılaştığı en dost caniısı insandı. Onunla ve Li­
lian'la yaşayalı beri, adamı ne kadar sevmiş olduğunu şim­
di daha anlıyordu. Daha önce elbette karşılaşmıştı Stig'le,
ama sadece bir iki gün için uğradıklarında. Ancak yanları-
418

na taşındıktan sonra tanıyabilmişti onu. Stig'e kendini bu


kadar yakın hissetmesinin bir nedeni de onun Sara ile arka­
daş olmasıydı. Kızının iyi tarafını ortaya çıkarmasını hilmiş­
tİ adam; Charlotte'un kızında var olduğunu bildiği, ama bir
türlü ulaşamadığı yönlerini. Sara asla terbiyesizlik etmez­
di Stig'e; onun karşısında öfke nöbetine tutulmaz, enerjisini
kontrol edemeyip etrafında zıp zıp zıplamazdı. Stig'le bera­
ber olduğunda yatağın kenarına sakin sakin oturur, adamın
elini tutar, okulda o günün nasıl geçtiğini anlatırdı. Sara'nın
Stig'in yanında bu kadar uslu oluşuna her zaman şaşırmıştı
Charlotte; bunu Stig'e söylemediği için pişmandı şimdi. Sara
öleli beri Stig'le konuşmamıştı. Kendi acısına öyle bir gömül­
müştü ki, onun acısını hiç düşünmemişti. Yukarıdaki odasın­
da, kalbi kırık, hasta, ağrılar içinde ve düşünceleriyle baş ba­
şa yatıyor olmalıydı. En azından yukarı çıkıp ona bir bakma­
lı, bir iki çift laf etmeliydi.
Araba otoparkta durduğunda Charlotte dışarı fırladı.
Niclas'ı beklemeden girişe koştu. Hastaneyi Charlotte'tan iyi
biliyordu nasılsa, ona yetişirdi.
"Charlotte!" Lilian kollarını uzatarak ona doğru yürüdü.
Bekleme odasındaydı. Ağlıyordu annesi, herkes dönüp ona
baktı. Ağlamak, insanlarda araba kazasıyla aynı etkiyi yara­
tıyordu. Bakmadan edemiyorlardı.
Charlotte annesinin sırtını acemice sıvazladı. Lilian fiziki
teması sevmezdi; böyle sarılması olağandışıydı.
"Ah, Charlotte, çok korkunçtu! Stig'e çay götürdüm, bir
baktım ki kendinde değil! Adını söyledim, sarsmaya çalıştım,
hiç tepki vermedi. Kimse nesi olduğunu söylemiyor. Yoğun
bakımdaymış, bana göstermiyorlar. Onu görmeme izin ver­
meleri gerekmez mi?"
Lilian öyle çığlık çığlığa konuşuyorrlu ki odadaki herkes
dediklerini duydu. Charlotte herkes onlara baktığı için bir an
utandı. Sonra kendini topladı, annesinin daima teatral dav-
419

randığını kendi kendine hatırlattı; yine de, üzüntüsü herke­


sinki kadar gerçekti.
"Otur şuraya, ben de gidip bize kahve alayım. Niclas şimdi
gelir, durumu hemen öğrenir. Ne de olsa eski meslektaşlan."
"Öyle mi dersin?" Lilian kızının koluna yapışmıştı.
"Tabii" diyen Charlotte, kolunu dikkatle Lilian'ın ellerin­
den kurtardı. Kendini nasıl bu kadar sakin ve güvenli his­
settiğine kendi de şaşırmıştı. Sara'nın kaybı duygularını kö­
reltmişti; bu yüzden Stig için endişelense de pratik davrana­
biliyordu.
Niclas'ın bekleme orasına girdiğini minnetle gördü, gidip
onu karşıladı.
"Annem İsteri krizi geçiriyor. Gidip hepimize kahve ala­
cağım. Stig'in durumu hakkında bir şeyler öğreneceğine da­
ir ona söz verdim."
Niclas başını salladı. Charlotte'un yanağını okşadı. Alı­
şık olmadığı bu hareket Charlotte'u irkiltti. Kocasının ona bu
kadar şefkatle dokunduğunu hatırlamıyordu bile.
Kocası gerçek bir endişeyle, "Nasılsın?" diye sordu. Char­
lotte hazin duruma rağmen yüreğinde neşe çiçeği gibi bir şey
açtığını hissetti.
"İdare ediyorum" diye yanıtladı; çökmeyeceğinin işareti
olarak kocasına gülümsedi.
"Emin misin?"
"Eminim. Git meslektaşlarınla konuş şimdi, şöyle düzgün
cevaplar alalım."
Niclas karısının dediğini yaptı. Bir süre sonra, Charlotte
ile Lilian yan yana oturmuş, kahvelerini yudumlarken geldi
ve yanlarına oturdu.
Charlotte "Eee? Bir şey öğrenebildin mi?" diye sordu. Bir
yandan da irade gücüyle onun olumlu bir şey söylemesini
sağlamaya çalışıyordu. Ne yazık ki işe yaramadı.
Niclas'ın yüzü asıktı: "Korkarım en kötüsüne hazır olma-
420

mız lazım. Ellerinden geleni yapıyorlar, ama Stig'in bu gü­


nü çıkarıp çıkaramayacağından emin değiller. Bekleyip gö­
receğiz."
Lilian soluğunu tutup kollarını Niclas'ın boynuna doladı.
Charlotte gibi o da ne yapacağını şaşırıp sırtını sıvazlayarak
kadını teselli etmeye çalıştı. Charlotte'ta bir deja vu duygusu
uyandı. Charlotte'un babası öldüğünde de Lilian aynı böyley­
di; doktorlar sonunda tamamen çökmesin diye ona yatıştırıcı
vermişlerdi. Bütün bunlar haksızlıktı. Bir kocayı kaybetmek
zaten kötüydü. Charlotte, Niclas'a döndü.
"Nesi varmış, sana bir şey söyleyemediler mi?"
"Bir sürü test yapıyorlar, sonunda ne olduğunu anlaya­
caklardır. Ama şu anda en önemli şey, uygun tedaviyi bul­
muk için onu yaşatabilmek. Görünüşe göre, kanser de olabi­
lirmiş, virüs enfeksiyonu da. Hastaneye çok daha önce gel­
meliydi dediler."
Charlotte, suçluluk duygusunun kocasının yüzünden bir
gölge gibi geçtiğini gördü. Başını omuzuna dayadı.
"Sen de insansın neticede Niclas . Stig hastaneye gitmek
istemedi; zaten onu muayene ettiğinde ciddi bir şey bulama­
mıştın, değil mi? Arada sırada ayağa kalkıyordu, epeyce dinç
gibiydi. Ağrısı olmadığını söylüyordu."
"Onu dinlememeliydim. Lanet olsun, ben doktorum, işin
doğrusunu bilmeliydim."
"Aklımızda başka şeyler vardı, unutma" dedi Charlotte fı­
sıldayarak, ama Lilian duymuştu.
"Neden bütün talihsizlikler bizim başımıza gelir? Ön­
ce Sara, şimdi de Stig" diye ağlamaya başladı, burnunu
Charlotte'un verdiği kağıt mendile sildi. Bekleme odasında­
ki, ellerindeki dergileri okumaya dönmüş olan insanlar yine
onlara baktılar. Charlotte sinirleurneye başladığını hissetti.
"Kendini toparlamalısın. Doktorlar ellerinden geleni ya­
pıyorlar" dedi; yatıştırıcı bir sesle konuşurken bir yandan
42 1

da dediğini yaptırmaya çalışıyordu. Lilian ona incinmiş gibi


baktı, yine de itaat edip burnunu çekmeyi bıraktı.
Charlotte içini çekip Niclas'a gözlerini devirdi. Annesinin
Stig'e gerçekten üzüldüğünü biliyordu, ama kadının her şeyi
kendisinin yıldız olduğu bir tiyatro sahnesine çevirmesi da­
yanılır gibi değildi. Lilian dikkat odağı olduğunda adeta bü­
yür, dolayısıyla o konuma gelmek için her yolu denerdi; böyle
bir durumda bile. Böyleydi Lilian; Charlotte bunu kabul edip
sıkıntısını gizlerneye çalıştı. Bu kez annesinin acısı gerçekti.
Altı saat sonra, hala bir haber alamamışlardı. Niclas tek­
rar tekrar gidip doktorlarla konuşmuşsa da ona bilgi verme­
mişlerdi. Stig'in ne olacağı hala belirsizdi.
Charlotte, Niclas ile Lilian'a, "Biri eve gidip Albin'e bak­
malı" dedi. Annesinin karşı çıkmak üzere ağzını açtığını gör­
dü; kadın ne kızının ne de damadının gitmesini istiyordu.
Niclas onun ne diyeceğini aniayıp önlem aldı.
"Haklısın. Veronika onu yatırmaya kalkarsa dehşete dü­
şer. Ben giderim, sen kal."
Lilian sinirlenmişti. Ama haklı olduklarını biliyordu, ra­
zı oldu.
Niclas, Charlotte'u yanağından öptü, Lilian'ın omzunu sı­
vazladı. "Her şey yoluna girecek, göreceksin. Eğer bir şey öğ­
renirseniz, telefon edin."
Charlotte başıyla olur dedi. Kocasının koridorda gözden
kaybolmasını seyretti, sonra rahatsız iskemiesinde arkaya
yasiandı ve gözlerini kapattı. Uzun bir bekleyiş olacaktı.
Göteborg 1958

Hayal kırıklığı Mary'yi için için kemiriyordu. Hiçbir şey


düşündüğü gibi olmamıştı. Hiçbir şey değişmemişti; Ake ha­
yattayken annesinin kısacık şefkat ve sevecenlik gösterile­
rinden bile nasibini alınıyordu artık. Hatta Mary onu pek
az görüyordu. Ya Per-Erik'le buluşmaya gidiyordu, ya da bir
yerlerdeki bir partiye. Annesi Mary'nin kilosunu kontrol et­
me girişimlerinden de vazgeçmiş gibiydi; yani Mary evde her
şeyi yiyebiliyordu. Artık eski rekor kilosunu bile fersah fer­
sah aşmıştı. Bazen, aynada kendine baktığında, sadece çok
uzun zamandır içinde büyüyen o canavarı görüyordu. Daima
mide bulandırıcı bir ter kokusuyla sarmalanmış açgözlü, şiş­
ko, iğrenç bir canavar. Annesi artık ona baktığında duyduğu
iğrenme hissini saklamaya bile zahmet etmiyordu. Bir kere­
sinde yanından geçerken göstere göstere burnunu tıkamıştı.
Aşağılık duygusu hala iğne gibi batıyordu yüreğine.
Annesi çok başka şeyler vaat etmişti oysa. Per- Erik,
Ake'den çok daha iyi bir baba olacaktı, annesi mutlu olacak­
tı ve gerçek bir aile gibi hep beraber yaşayacaklardı. Cana­
var yok olacaktı, bir daha asla kilerde oturmak zorunda kal­
mayacaktı ve o kuru, mide bulandırıcı, tozlu koku asla ağzını
doldurmayacaktı.
Aldatılmıştı. Böyle hissediyordu kendini. Aldatılmış. An­
nesine her şeyin ne zaman vaat ettiği gibi olacağını sormaya
423

çalışmış, ama sadece terslenmişti. Israr ettiğinde önce biraz


itaat yedirilmiş, sonra kilere kapatılmıştı. Akıttığı acı göz­
yaşlarında, üstesinden gelebileceğinden çok fazla hayal kı­
rıklığı vardı.
Karanlıkta otururken canavarın capcanlı büyüdüğünü
hissetti. Canavar ağzındaki kuruluğu seviyordu. Onu yiyor,
coşuyordu.

* * *

Kapı ardından küt diye kapandı. Patrik ağır ağır yürüye­


rek hole girdi ve ceketini çıkardı. Öyle yorgundu ki yere dü­
şen ceketini kaldırıp asmaya zahmet etmedi.
"Ne oldu?" Oturma odasından Erica'nın endişeli sesi du­
yulmuştu. ''Yeni bir şey öğrenebildiniz mi?"
Erica'mn yüzünü gördüğünde, Patrik onunla ve Maja'yla
kalmadığı için suçluluk duygusuna kapıldı. Enkaza benzi­
yordu herhalde. Ara sıra eve telefon etmişti tabii, ama olan­
lardan sonra merkezi saran kaos yüzünden kısa kısa ve ger­
gin konuşmuştu. Evde her şeyin yolunda olduğunu öğren­
dikten sonra hani neredeyse telefonu karısının suratma ka­
patmıştı.
Ayaklarını sürüyerek oturma odasına girdi. Erica her za­
manki gibi karanlıkta oturmuş, Maj a kucağında, televizyon
seyrediyordu.
"Telefonda kaba davrandığım için özür dilerim" dedi Pat-
rik; bitkin bir vaziyette yüzünü sıvazladı.
"Bir şey mi oldu?"
Kanepeye çöken Patrik önce cevap veremedi.
Biraz sonra, "Evet" dedi. "Ernst'in aklına, tamamen ken­
di yetkisine dayanarak Morgan Wiberg'i sorguya alma fikri
gelmiş. Zavallıyı öyle kötü sıkıştırmış ki, Morgan pencereden
kaçmış, yola koşmuş ve ezilmiş."
424

"Aman Tanrım, korkunç bir şey bu!" dedi Erica. "Ne oldu
ona?"
"Öldü."
Erica soluğunu tuttu. Uyuyan Maja mızıldandı, ama yine
daldı.
"Öyle feciydi ki, inanamazsın" dedi Patrik. Başını arkaya
yasladı, tavana baktı. "Morgan yolda yatarken Monica geldi
ve onu gördü. Biz durduramadan koştu, oğlunun başını kuca­
ğına aldı, sonra onu sallamaya başladı, öyle ağlıyordu ki in­
san sesine benzemiyordu. Sonunda kadını oğlundan çekip al­
mak zorunda kaldık. Tanrım, feciydi."
Erica, ''Ya Ernst?" diye sordu. "Ona ne oldu?"
"Galiba ilk kez gerçekten kovulacağını düşünüyorum.
Mellberg'i hiç bu kadar çıldırmış halde görmemiştim. Hemen
o an eve gönderdi Ernst'i; artık geri dönebileceğini sanmıyo­
rum. Tanrı'ya şükür."
"Kaj biliyor mu?"
"Evet. Bu da apayrı bir hikaye. Kaza olduğunda Martin'le
birlikte onu sorguya çekiyorduk, tam o sırada dışarı koş­
tuk. Kaza birkaç dakika sonra olsa, adamı konuşturabilir­
dik. Şimdi içine kapandı, konuşmayı reddediyor. Morgan'ın
ölümünden bizi sorumlu tutuyor ki bir bakıma haklı. Bu sa­
bah güya Göteborg'dan bazı meslektaşlar gelip Kaj'ı sorgu­
layacaklardı, ama belirsiz bir tarihe ertelediler. Bu koşullar
altında, Kaj'ın avukatı şimdilik bütün sorgularnalara nokta
koydu."
''Yani Sara cinayetine karışıp karışmadığını hala bilmi­
yorsunuz. Ya da dün . . . dün olanlara ... "
"Bilmiyoruz" dedi Patrik yorgun bir sesle. "Emin olduğu­
muz tek şey, Maja'yı arabasından alanın Kaj olmadığı. O sı­
rada gözaltındaydı. Bu arada, Dan geldi mi bugün?" Kızını
okşadı, kendi kucağına aldı.
"Geldi. Sadık bir bekçi köpeği gibiydi." Erica gülümsedi,
425

ama gözleri gülmüyordu. "Sonunda onu neredeyse kovmak


zorunda kaldım. Yarım saat önce çıktı. Geceyi bahçemizde,
uyku tulumunda geçirirse şaşmam."
Patrik bir kahkaba attı. "E, buna inanırım. Her durumda
ona borçlu kaldım. Bugün ikinizin yalnız olmadığınızı bilmek
iyi geldi bana."
"Maja ile birlikte yukarı, yatmaya gidiyorduk. Ama yanı­
na arkadaş arıyorsan biraz daha oturabiliriz."
"Sakın alınma. Biraz yalnız kalmayı tercih ediyorum. Eve
iş getirdim; sonra da biraz televizyon seyreder, şu gerginliği
üstümden atarım."
"Canın ne isterse onu yap." Kalkıp Patrik'i dudaklanndan
öptü, sonra Maja'yı kucağına aldı.
Merdivenleri yarılamışken Patrik sordu: "Bu arada, senin
günün nasıldı?"
"Güzeldi." Patrik onun sesindeki yeni canlılığı hissetti.
"Maja bugün göğsümde uyuma ihtiyacını hissetmedi; araba­
sında uyudu. Üstelik artık yirmi dakikadan fazla ağlamıyor.
Hatta son olarak topu topu beş dakika bağırdı."
"İyi" dedi Patrik. "Galiba durumu kontrol altına almaya
başladın."
"İşe yaraması bir mucize." Erica güldü, sonra ciddileşti.
"Ama Maja artık hep içeride uyuyor. Dışarıda bırakmaya ce­
saret edemiyorum."
"Özür dilerim . . . önceki gece çok aptalca davrandım." Pat­
rik duraksayarak konuşuyordu; yine aptalca bir söz sarf et­
memek için, özür dilerken bile her kelimesini tartıyordu.
"Tamam, önemli değil" dedi Erica . "Ben de aşırı hassas
davrandım. İşler yoluna girdi gibi. Maja kaybolduğunda duy­
duğum korkunun yararlı bir etkisi oldu. Bebeğimle geçirdi­
ğim her dakika için şükran duyduğumu kavramarnı sağladı."
"Ne demek istediğini anladım" dedi Patrik ve yukan çıkan
Erica'ya el salladı.
426

Sonra televizyonun sesini kıstı, kasetçalarını çıkardı, "ge­


riye sar"a bastı, sonra da "başlat" tuşuna. Merkezde kaseti
birkaç kez dinlemişti. Ernst'in Morgan'ı sözde "sorguya" çek­
mesinin birkaç dakikalık kaydıydı. Fazla bir konuşma yoktu,
ama bir şey rahatsız ediyordu Patrik'i, tam parmak basama­
dığı bir şey.
Kaseti üç kez dinledikten sonra pes etti, kasetçaları kal­
dırdı, mutfağa gitti. Birkaç dakika dolandı, tepsiye koyduğu
bir fincan sıcak çikolata ile nefis Skogaholm ekmeğiyle yap­
tığı peynirli ve havyarlı üç sandviçle mutfaktan çıktı. Tele­
vizyonun sesini açtı, Discovery Channel'da "Suç Gecesi" prog­
ramını izlemeye başladı. Gerçek cinayetierin tekrar canlan­
dırılmasını izlemek bir polis için gerginliği üstünden atma­
nın pek garip bir yoluydu, ama Patrik programı her zaman
rahatlatıcı bulmuştu. Bütün cinayetler sonunda çözülüyordu.
Programı seyrederken son derece özel bir düşünce zihnin­
de biçimlenmeye başladı. Bu son derece zevkli ve canlandırı­
cı düşünce, bütün suç ve ölüm imgelerini zihninden uzaklaş­
tırdı. Patrik karanlıkta gülümsedi. Küçük bir alışveriş seferi­
ne çıkmak zorundaydı.

* * *

Hücrede ışık delici, acımasızdı. Kaj ışığın bedeninin her


köşesine, her deliğine nüfuz ettiğini hissediyordu. Kollarıyla
kafasını örterek ışıktan kaçmaya çalıştı, yine de ensesinin gı­
dıklandığını hissetti.
Bir iki gün içinde bütün dünyası gümbürdeyerek yıkılmış­
tı. Şimdi geriye bakınca ne kadar saf olduğunu görebiliyordu,
oysa kendini öyle güvende, öyle dokunulmaz hissetmişti ki . . .
Sıradan dünyanın üstündeymiş gibi duran bir grubun için­
deydi. Ötekiler gibi değildi onlar. Herkesten daha iyi, daha
aydınlık insanlardı. Dünyanın anlamadığı şey, bütün bunla-
42 7

rın sevgiye dair olduğuydu. Sadece sevgi. Seks bütünün sa­


dece küçük bir parçasıydı. Bunu tarif edebileceği en yakın
söz "duyuların tutkusu"ydu. Genç ten öyle saf, öyle lekesiz­
di ki . . . Çocuk zihni masumdu, yetişkin zihinlere er geç do­
lan çirkin düşüncelerle kirlenmemişti. Yaptıkları şey, tam
potansiyellerine erişebilmeleri için bu gençlerin gelişmesine
yardım etmekti. Aşkın ne olduğunu anlarnalarına yardım et­
mekti. Seks bir araçtı, ama hedef değildi. Genç il� yaşlının
birlikteliği; saf güzellik.
Ama hiç kimse anlayamazdı bunu. Çevrim içi sohbet oda­
larında çok konuşmuşlardı bu konuyu. Grup üyeleri için bu
kadar açık olan bir şeyi, ahmaklıklan ve dar kafalılıkları yü­
zünden diğerlerinin hayal edememelerini, anlamaya bile ça­
lışamamalarını. Ötekiler bütün bunlara kirli yaftasını yapış­
tırmaya pek hevesliydiler, çocuklara bile aynı yaftayı yapıştı­
rıyorlardı.
İşte bu nedenle Sebastian'ın niçin böyle yaptığını Kaj an­
layabiliyordu. Çocuk kimsenin anlayamayacağını, ona son­
suza kadar tiksinti ve nefretle bakılacağını kavramıştı. Ama
Kaj 'ın anlayamadığı, çocuğun dünyaya veda ederken ne­
den onu böyle suçladığıydı. Kaj incinmişti. Birlikte olduk­
larında karşılıklı derin bir anlayış düzeyine ulaştıklarına,
Sebastian'ın ruhunun, daima üstesinden gelinmesi gereken
ilk dirençten sonra, Kaj 'ın ruhuyla birleştiğine gerçekten
inanmıştı. Fiziki eylemi ikincil olarak görmüştü. Asıl ödül,
gençlik çeşmesinden, kelimenin tam anlamıyla içme duygu­
suydu. Sebastian gerçekten bunu anlamamış mıydı? Bütün
bu zaman zarfında numara mı yapıyordu, yoksa son mektu­
bunda ilişkilerini onaylamaması toplum normları yüzünden
miydi? Asla bilemeyeceğini düşünmek Kaj'a acı veriyordu.
Öteki mesele üzerinde durmamaya çalışmıştı. Morgan'ın
ölüm haberini getirdiklerinden beri oğluna dair bütün dü­
şünceleri kafasından uzaklaştırmaya çalışmıştı. Beyni za-
42 8

lim gerçeği kabul edemiyordu sanki, ama hücresindeki acı­


masız ışığın gözünün önüne zorbaca getirdiği bazı görüntüle­
ri uzakta tutmaya gayret etti. Yine de, hain bir düşünce girdi
zihnine; belki de Morgan'ın ölümü ona verilen cezaydı. Der­
hal uzaklaştırdı bu düşünceyi. Yanlış bir şey yapmamıştı.
Yıllar boyunca başka çocukları da sevmiş, onlar da onu sev­
mişti. Bu böyleydi, bu böyle olmalıydı. Bunun alternatifi, dü­
şünemeyeceği kadar korkunçtu. Bu aşk olmalıydı.
Morgan'a babalık yapamadığını biliyordu. Çok zordu. Da­
ha en baştan oğlu sevilmesi zor biri olmuştu. Monica'ya sık
sık hayranlık duyardı; o yola gelmeyen, tuhaf oğlana sevgi
gösterebiliyordu. Başka bir düşünce geldi aklına. Belki de
Morgan'a dokunduğunu iddia etmek istiyorlardı. Korkunç
bir öfkeye kapıldı. Morgan onun oğluydu, kendi etinden ke­
miğinden bir parça. Biliyordu, böyle diyeceklerdi. İşte ne
kadar dar kafalı olduklarının kanıtıydı bu. Hiç de aynı şey
değildi. Baba ile oğul arasındaki sevgi onunla başkaları ara­
sındaki sevgiden çok farklıydı. Bütünüyle farklı bir düzey­
deydi.
Yine de Morgan'ı sevmişti. Monica'nın inanmarlığını bili­
yordu, ama gerçekti. Yalnızca Morgan'a nasıl ulaşacağını bi­
lememişti. Bütün girişimleri geri püskürtülmüştü; bazen
Monica'nın ustaca aralarına girip girmediğini merak eder­
di. Morgan sadece kendisinin olsun istemişti. Morgan'ın başı­
nı yasiayacağı tek kişinin kendisi olmasını istemişti. Kaj dı­
şanda bırakılmıştı. Monica oğluyla meşgul olmadığı için onu
azariasa da, suçlasa da, Kaj karısının tam da bunu istediğini
biliyordu. Şimdiyse herhangi bir şeyin değiştirilebilmesi için
çok geçti.
Floresan lambanın çiğ ışığı ona göz kırparken Kaj yattığı
yerde yana döndü, cenin pozisyonunda kıvnldı.

* * *
429

Televizyondaki adli tıp uzmanları kırk beş dakikada üç


vaka çözmüşlerdi. Onlara bakınca bu iş kolay gibi geliyor­
du, oysa Patrik o kadar da basit olmadığının farkındaydı.
Pedersen'in yarın Liam'ın gömleği ve Maja'nın tulumundaki
küller hakkında bir haber vereceğini umut etti.
Sonra yeni bir vaka sunuldu. Patrik programı ilgisizce
seyrediyordu; kanepede yarı uzanmış vaziyette, uyku bastır­
dığını hissetti. Derken yavaş yavaş vakanın ayrıntıları bilin­
cine nüfuz etmeye başladı. Doğruldu, dikkatini televizyonun
ekranına verdi. Yıllar önce ABD'de vuku bulmuş bir olaydı,
ama bazı ayrıntıları tuhaf bir şekilde tanıdık geliyordu. Ça­
bucak kayıt cihazının "kaydet" düğmesine bastı. Bir yandan
da Erica'nın reality programlarından birinin üzerine kay­
detmediğini umut etti. Yoksa aile saadetleri tehlikeye girer­
di. Böyle durumlarda sevgili hayat ortağı genellikle paslı bir
makası ortaya çıkarırdı.
İncelerneyi yürüten adli tıp uzmanı uzun uzun, ayrıntılar
vererek konuşuyordu. Olayların gidişatını mümkün olduğun­
ca açık seçik anlatabilmek için çizelgeler, fotoğraflar göster­
di; Patrik adamı zorluk çekmeden izleyebiliyordu. Zihninde
bir fikir biçimlenmeye başladı; ekranda "kaydet" işareti görü­
nüyor mu diye telaşla tekrar baktı. Programı birkaç kere da­
ha seyretmesi gerekecekti.
O bölümü üç kere daha seyrettikten sonra artık neredeyse
emindi. Yine de belleğini kurcalamakta biraz yardım alması
lazımdı. Aradığının ne kadar acil olduğunun farkında olarak
heyecanla yukarıya, yatak odasında Erica'yı bulmaya gitti.
Maja annesinin yanındaydı, herhalde gün içinde arabasında
çok güzel uyuduğu için küçük bir ödül veriliyordu kendisine.
"Erica" diye fısıldayarak omzundan hafifçe sarstı onu .
Maja'yı uyandırırım diye ödü kopuyordu, ama Erica'yla ko­
nuşmak zorundaydı.
Aldığı tek yanıt "Hııi' oldu; hiç kıpırdamadı Erica.
430

"Erica, uyanmalısın."
Bu kez bir tepki aldı. Erica sıçradı, etrafa sersem sersem
baktı ve "Ne?" dedi. "Ne oldu? Maja mı uyandı? Ağlıyor mu?
Gidip bakayım." Erica doğruldu, yataktan fırlamak üzereydi.
"Yok, yok" dedi Patrik ve kadını dikkatle tekrar yatağa
yatırdı. "Şışşt, Maj a kütük gibi uyuyor." Azıcık kıpırdanan
küçük bohçaya işaret etti
"O zaman beni niye uyandırıyorsun?" dedi Erica aksi aksi.
"Eğer Maja'yı uyandırırsan, seni öldürürüm."
"Çünkü sana bir şey sormam lazım. Bekleyemez."
Ö ğrendiklerini çabucak Erica'ya aktardı, sonra aklını
meşgul eden soruyu sordu. Bir an hayretle sesini çıkarma­
dan on a hakan F.rica cevabını verdi. Patrik ona uykuya de ­
vam etmesini söyledi, yanağından öptü ve çabucak aşağı in­
di. Yüzünde ciddi bir ifadeyle rehberden bulduğu numarayı
tuşladı. Her dakika önemliydi.
Göteborg 1958

Bir şeyler ters gidiyordu. Gereğinden fazla uzatınıştı bu


işi. Ake'nin ölümünden bu yana bir buçuk yıl geçtiği halde
Per-Erik harekete geçme taleplerini gitgide muğlaklaşan ba­
hanelerle geçiştirir olmuştu. Son zamanlarda cevap vermeye
bile zahmet etmiyordu; onu Eggers Oteli'ne çağıran telefon­
lar artık iyice seyrelmişti. Agnes oradan nefret etmeye baş­
lamıştı. Tenine değen yumuşak otel çarşafları, kişiliksiz eş­
yalar artık midesini bulandırıyordu. Başka bir şey istiyordu.
Daha iyi bir şeyi hak ediyordu. Per-Erik'in kocaman villası­
na taşınmayı, verdiği partilere ev sahibeliği yapmayı, saygı
gösterilmeyi, statü sahibi olmayı, sosyete sütunlarında adı­
nın geçmesini hak ediyordu. Per-Erik onu ne zannediyordu
acaba?
Agnes direksiyonun arkasında öfkeden titremekteydi.
Camdan Per-Erik'in büyük beyaz tuğlalı villasına baktı; per­
delerin arkasında, bir gölgenin odalarda dalaştığını fark et­
ti. Per-Erik'in Volvosu garaj yolunda değildi. Salı sabahı ol­
duğuna göre kuşkusuz işteydi. Elisabeth ise evde yalnızdı;
muhtemelen kendini mükemmel bir ev hanımı olmaya ada­
mıştı. Masa örtüsü kenarlarını bastırıyor ya da gümüşleri
pariatıyor ya da Agnes'in asla elini sürmeyeceği sıkıcı bir işi
yapıyor olmalıydı. Hayatının paramparça olacağından kuş­
kusuz haberi yoktu.
432

Agnes en ufak bir tereddüde kapılmıyordu. Per- Erik'in


gitgide kaçamak davranmasının, artık kendisinden bık­
mış olduğu anlamına gelebileceğini hiç düşünmüyordu. Ha­
yır, özgür bir erkek olarak hala Agnes'e gelmiş olmaması,
Elisabeth'in suçuydu. Sırf adamı kendine bağlamak için ça­
resiz ve zavallı kadın numarası yapıyordu. Per-Erik göreme­
se bile Agnes yutmuyordu bu numarayı. Eğer karısıyla yüzle­
şecek kadar erkek değilse, Agnes'in balıanelere karnı toktu.
Kararlı adımlarla arabadan indi, kasım soğuğuna karşı kürk
mantosuna sarındı ve hızla ön kapıya doğru yürüdü.
İki çalıştan sonra Elisabeth kapıyı açtı ve yüzünde Agnes'i
nefretle kıvrandıran bir gülümseme belirdi. O gülümsemeyi
o surattan silmeye can atıyordu.
"Aa, Agnes! Ne iyi ettin de geldin."
Agnes Elisabeth'in gerçekten memnun olduğunu gördü,
bir yandan da yüzünde hafifçe şaşkın bir ifade belirmişti.
Agnes eve önceden de konuk olarak gelmişti, ama sadece ak­
şam yemeklerinde ve kutlamalarda. Böyle habersiz hiç uğ­
ramamıştı.
"Gir içeri" dedi Elisabeth. "Dağınıklığın kusuruna bakma.
Geleceğini bilseydim, toplardım."
Agnes salona geçti ve gözleriyle Elisabeth'in sözünü ettiği
dağınıklığı aradı. Görebildiği kadarıyla her şey derli topluy­
du; bu da Elisabeth'in en nihayetinde zavallı bir ev kadını ol­
duğunu doğruluyordu.
Elisabeth nazikçe "Otur lütfen, ben de kahve getireyim"
dedi ve Agnes onu durduramadan mutfağa yollandı.
Agnes'in Per- Erik'in karısıyla kahve sohbetine girişme­
ye niyeti yoktu. Gelip istediğini elde etmeyi ve çekip gitme­
yi planlamıştı, ama istemeye istemeye de olsa kürkünü astı
ve salondaki kanepeye oturdu. Oturur oturmaz Elisabeth bir
tepsinin üzerinde kahve fincanları ve kalın kek dilimleriyle
geldi. Tepsiyi koyu renk, pırıl pırıl cilalı kahve masasına koy-
433

du. Kahve zaten hazır olmalıydı, çünkü salona geri gelişi sa­
dece birkaç dakika sürmüştü.
Elisabeth kanepenin yanındaki sandalyeye oturdu.
"Lütfen biraz kek al. Bugün pişirdim."
Agnes tereyağı ve şekere batmış keke tiksintiyle baktı ve
"Sadece kahve içerim, teşekkürler" dedi. Tepsideki iki porse­
len fincandan birini aldı. Sert ve güzel kahveyi yudumladı.
Elisabeth "Hala formuna dikkat ediyorsun, anlıyorum" di­
yerek güldü ve bir dilim kek aldı. "Çocuklardan sonra o sava­
şı kaybettim" dedi, artık birer yetişkin olan üç çocuğunun fo­
toğrafını işaret etti. Agnes bir an bu çocukların anne babala­
rının boşandığını düşünerek, yeni üvey annelerini nasıl kar­
şılayacaklarını merak etti; biraz çabayla kendini onlara sev­
direbileceğinden emin di. Zamanla Per- Erik' e Elisabeth'ten
daha fazlasını sunduğunu görürlerdi zaten.
Kekin Elisabeth'in ağzında kaybolmasını seyretti; derken
ev sahibesi bir dilim kek daha aldı. Bu gemlenemez tatlı tut­
kusu Agnes'e kızını hatırlattı; kıza yaptığı gibi Elisabeth'in
de elinden keki kapmamak için kendini zor tuttu. Kibarca
gülümseyerek söze başladı: "Haber vermeden böyle gelmeınİ
biraz tuhaf karşılarlığını biliyorum, ne yazık ki sana pek de
hoş olmayan bir şey söyleyeceğim."
"Hoş olmayan mı? Ne olabilir ki?" Agnes'in dikkati kendi
sözlerine odaklanmış olmasa Elisabeth'in sesindeki tım teh­
like çanlannı çaldırabilirdi.
"Bak, şöyle" dedi Agnes, kahve fincanını dikkatle masaya
koyarken. "Per-Erik ve ben . . . şey . . . biz ikimiz birbirimizden
çok hoşlandık. Uzun süredir bu böyle."
"Ve ikiniz beraber bir hayat kurmak istiyorsunuz" diye
devamını getirdi Elisabeth. Agnes her şeyin beklediğinden
daha rahat hallolduğunu görüp ferahladı. Sonra Elisabeth'e
baktı ve bir şeylerin yolunda gitmediğini gördü. Korkunç bir
yanlışlık vardı. Per-Erik'in karısı ona alaycı bir tebessümle
434

bakıyordu ve bakışında Agnes'in o zamana kadar görmediği


bir soğukluk vardı.
Agnes "Bu sende şok etkisi yaratabilir" diye başladı; dik­
katle hazırladığı cümlelerin artık geçerli olup olmadığından
emin değildi.
"Sevgili Agnes, küçük ilişkinizi başladığı andan itibaren
biliyordum. Bizim bir anlaşmamız var, Per- Erik'le benim .
İkimize de gayet uygun düşüyor. İlk olduğunu sanmıyorsun
değil mi? Ya da sonuncu?" Elisabeth'in ses tonu öyle tatsızdı
ki, Agnes elini kaldınp ona bir tokat atmak istedi.
Umutsuzca "Neden söz ettiğini bilmiyorum" dedi, zemin
ayaklarının altından kayıyordu sanki.
"Per-Erik'in sana olan ilgisini kaybettiğini fark etmediğini
söyleme. Artık seni eskisi kadar sık aramıyor, ona ulaşmak­
ta zorluk çekiyorsun, buluştuğunuzda aklı sende değil. Ah,
evet, kırk yıllık evlilikten sonra kocaını iyi tanırım ve böy­
le bir durumda nasıl davrandığını bilirim. Ayrıca, yeni arzu
nesnesinin şirkette sekreterlik yapan otuz yaşındaki bir es­
mer olduğunu da biliyorum."
"Yalan söylüyorsun" dedi Agnes; Elisabeth'in tombul yü­
zünü sanki bir sis perdesinin ardından görüyordu.
"N eye istersen ona inan. Per- Erik' e kendin sor. Sanırım
artık gitmen gerek."
Elisabeth kalktı, hole çıktı ve Agnes'in pırıltılı gri kürk
mantosunu gösterişle tuttu. Kadının söylediklerini hala sin­
dirernemiş olan Agnes sessizce ev salıibesini izledi. Dehşet
içinde ön basamaklarda durdu ve rüzgarın etkisiyle yavaşça
iki yana sallandı; o tanıdık öfkenin içinde yükseldiğini duyu­
yordu. Çok daha güçlü bir öfkeydi, çünkü aslında bütün bun­
ları bilmesi gerekiyordu. Bir erkeğe güvenmemesi gerektiği­
ni düşünmeliydi. Yine aldatılmış, yine cezalandırılmıştı.
Suda yüzermişçesine yolun biraz aşağısına park ettiği
arabasına doğru yürüdü, sonra sürücü koltuğunda kıpırda-
435

madan uzun bir süre oturdu. Düşünceler kafasında karınca­


lar gibi kaynaşıyor, derin nefret tünelleri açıyor, öç arzuları
uyandırıyordu. Çok eskiden belleğinin derinliklerine tıktığı
geçmiş olaylar şimdi dışarı sızmaya başlamıştı. Direksiyonu
tutan ellerinin eklem yerleri bembeyaz olmuştu. Başını kol­
tuğun başlığına dayadı, gözlerini kapattı. Taş ustasının evin­
de geçirdiği korkunç yıllar aklına düştü; bütün gün çalıştık­
tan sonra eve gelen erkeklerin kir ve ter kokusunu duyabi­
liyordu. Oğlanlar doğduğunda bilincini kaybettiren acıyı ha­
tırladı. Fjallbacka'daki evler yandığında çıkan dumanın ko­
kusunu, New York'a giden gemideki esintiyi, kalabalıkların
uğultusunu, patlayan şampanya mantarının sesini, onunla
yatan isimsiz erkeklerin zevk iniltilerini, rıhtımda terk edi­
len Mary'nin ağlayışını, Ake'nin yavaşlayan, sonra sona eren
soluklarını, birbiri ardına sözler veren Per-Erik'in sesini . . .
Asla tutmayacağı sözler veren sesini. Bütün bunlar ve da­
ha başka görüntüler, kapalı gözkapaklarının ardından titre­
şerek geçip gitti, artık doruğa çıkmakta olan öfkesini hiçbiri
dindiremedi. Hak ettiği hayatı elde etmek, içine doğduğu re­
fahı yeniden yaratmak için her şeyi yapmıştı. Ama hayat, ka­
der, durmadan çelme takınıştı ona. Herkes ona karşı olmuş­
tu, hakkı olanı elinden almak için ellerinden geleni artları­
na koymamışlardı; önce babası, sonra Anders, Amerika'da­
ki talipleri, Ake ve şimdi de Per-Erik. Ortak paydaları çeşit­
li biçimlerde onu kullanmak, aldatmak olan sıra sıra erkek­
ler. Alacakaranlık çökerken, bütün bu gerçek ve hayal ürünü
cürümler Agnes'in beyninde alev alev yanan tek bir noktada
bütünleşti. Boş gözlerle Per-Erik'in garaj yoluna dik dik bak­
tı ve arabasında otururken içine ağır ağır büyük bir sükunet
çöktü. Hayatında bir kez daha aynı sükunet duygusunu his­
setmişti; biliyordu, artık yapabileceği tek bir şey vardı, bun­
dan emindi.
Per-Erik'in arabasının farları karanlığı deldiği sırada, Ag-
436

nes neredeyse üç saattir taş gibi hareketsiz oturuyordu, ama


geçen zamanın farkında değildi. Zamanın artık önemi yoktu.
Bütün duyuları önündeki işe odaklanmıştı; zihninde en kü­
çük bir kuşku kırıntısı kalmamıştı. Bütün mantığı, yapacağı­
nın sonuçlarını biliyor olması, içgüdüsünün ve harekete geç­
me arzusunun yanında silinip gitmişti.
Kısık gözleriyle adamın arabasını park etmesini, daima
yolcu koltuğuna bıraktığı evrak çantasını almasını, arabadan
çıkmasını izledi. Per- Erik özenle arabasını kilitlerken Agnes
dikkatle arabasını çalıştırdı, vitesi geçirdi. Sonra her şey bü­
yük bir hızla olup bitti. Gaz pedalını kökledi, otomobil hiç­
bir şeyin farkında olmayan hedefe doğru hızla ilerledi. Agnes
çimleri geçti, Per- Erik otomobil ancak birkaç metre ötesine
gelince bir şeyler olduğunu hissedip döndü. Saniyenin binde
biri kadar bir süre için gözleri karşılaştı, sonra adam darbe­
yi tam karnından yedi ve kendi arabasının yan tarafına çarp­
tı. Kolları iki yana açık, Agnes'in arabasının kaputunda yattı
kaldı. Agnes adamın gözkapaklarının titrediğini, sonra ağır
ağır kapandığını gördü.
Agnes direksiyonun arkasında gülümsüyordu. Hiç kimse
ona ihanet edip yakayı sıyıramazdı.

* * *

Anna her sabahki umutsuzluk duygusuyla uyandı. En son


ne zaman bütün gece uyuduğunu hatırlamıyordu. Uyumak
yerine, o karanlık saatleri, bile bile girdiği bu durumdan ken­
disini ve çocukları nasıl çıkaracağını düşünmeye ayırıyordu.
Lucas yanında sakin sakin uyumaktaydı. Bazen uykusun­
da �öner, kolunu Anna'nın üzerine atar, Anna ise tiksintiyle
yataktan fırlamamak için dişlerini sıkardı. Olacakları düşü­
necek olursa fırlamak hiç iyi bir fikir değildi.
Son birkaç gündür her şey hızlanmaya başlamıştı. Öfke
437

nöbetleri daha sık ortaya çıkıyordu. Anna onunla birlikte git­


gide daha hızlı dönen, onlan cehenneme sürükleyen bir girda­
ba kapılmış gibiydi. O derinliklerden yalnızca biri geri dönebi­
lirdi. Kim, onu bilmiyordu Anna. Ama ikisi birden aynı anda
var olamazlardı. Bir yerlerde bir teori okumuştu: İddiaya gö­
re, paralel bir evren vardı, her canlı organizmanın bu evrende
paralel ikizi vardı; eğer bir biçimde bu ikizinizle karşılaşırsa­
nız ikiniz de o anda yok oluyordunuz. Anna ile Lucas da böy­
leydi işte, ama yok oluşlan çok daha yavaş, çok daha acılıydı.
Birkaç gündür daireden dışarı çıkmamışlardı.
Köşedeki döşekten gelen Adrian'ın sesini duyunca sakma­
rak kalkıp onu aldı. Lucas'ı uyandırmak olmazdı.
Birlikte mutfağa gidip kalıvaltı hazırlamaya başladılar. Lu­
cas son zamanlarda hemen hemen hiçbir şey yemiyordu; öy­
le zayıflamıştı ki giysileri bedeninden düşüyordu. Yine de gün­
de üç kere belirli saatlerde önüne yemek konmasını istiyordu.
Adrian sızıldandı, bebek sandalyesine oturmak istemedi.
Anna çaresizce onu susturmaya çalıştı, ama gece doğru dü­
rüst uyuyamadığı için çocuğun huysuzluğu üzerindeydi. Ka­
rabasanlar görüyorrlu geceleri . Gitgide daha fazla gürül­
tü yapmaya başladı, Anna ne yaparsa yapsın işe yaramadı.
Lucas'ın yatak odasında kımıldadığını duyunca yüreğine ini­
yordu; aynı anda Emma bağırmaya başladı. Anna'nın iç gü­
düleri ona kaçmasını söylüyordu, ama bunun imkansız oldu­
ğunu biliyordu. Bütün yapabileceği kendini sağlam tutmak
ve çocuklan korumaktı.
"Ne oluyor burada?" diye bağırdı Lucas. Bedeni bütün eşi­
ği kaplamıştı. Gözünde yine o acayip bakış vardı. Boş, çılgın,
soğuk bir bakıştı bu. Anna sonlarını bu bakışın yazacağım
biliyordu.
"Şu çocuklan susturamaz mısın?" Lucas'ın sesi artık yük­
sek ve tehditkar değil, neredeyse şefkatliydi. En çok bu ses
tonundan korkardı Anna.
438

"Elimden geleni yapıyorum" diye cevap verdi. Sesi kendi


kulağına tiz geliyordu.
Yüksek bebek sandalyesinde oturan Adrian neredeyse iste­
ri nöbeti geçiriyordu. Çığlıklar atıyor, kaşığını masaya vuru­
yordu. ''Yemicem, yemicem" sözlerini durmadan tekrarlıyordu.
Anna telaşla onu susturmaya çalıştı, ama çocuk öyle geril­
mişti ki artık susamıyordu.
''Yemek zorunda değilsin. İzin verdim. Yemeyebilirsin" de­
di Anna, onu yatıştırmaya çalışarak ve çocuğu sandalyeden
indirmeye çalıştı.
Lucas, "Bu boku yiyecek!" dedi, sesi hala sakindi . An­
na adeta donduğunu hissetti. Söz verdiği üzere onu yere in­
dirmediği, hatta yine yüksek sandalyeye oturtmaya çalıştığı
için Adrian şimdi çılgınca debeleniyordu.
''Yemicem, yemicem" diye ciğerlerinin bütün gücüyle hay­
kırdı; Anna var gücüyle onu sandalyede tutmaya çabalıyordu.
Lucas buz gibi bir kararlılıkla Anna'nın masaya koymuş
olduğu ekmek dilimlerinden birini aldı. Bir elini Adrian'ın
başına koydu ve çocuğun b aşını demir kelepçe gibi kavra­
dı, öteki eliyle ekmeği çocuğun ağzına tıkmaya başladı. Kü­
çük oğlan kocaman ekmek dilimi ağzına dolup soluk alması­
nı güçleştirince önce öfkeyle, sonra da artan bir panikle kol­
larını savurdu.
Anna önce felç olmuş gibi durdu, sonra bütün annelik iç­
güdüleri harekete geçti, Korkusu tamamen yok oldu. Aklın­
daki tek düşünce çocuklarının korunmaya ihtiyacı olduğuy­
du, damarları adrenalinle doldu. İlkel bir hırıltıyla Lucas'ın
elini yırtarcasına itti ve ekmeği çabucak Adrian'ın ağzından
çıkardı; çocuğun yanaklarından yaşlar süzülüyordu. Sonra
Anna Lucas'la yüzleşrnek üzere döndü.
Girdap büyük bir hızla onları cehenneme çekiyordu.

* * *
439

Mellberg de huzursuzluk duygusuyla uyandı, ama onun


nedenleri çok daha bencilceydi. Gece boyunca birkaç kez gör­
düğü rüyanın etkisiyle ter içinde uyanmıştı; rüyadaki sahne
hep aynıydı. Gayet kaba bir biçimde kıçına tekmeyi atıyor­
lardı. Böyle bir şey kesinlikle olmamalıydı. Dünkü talihsiz
olayın sorumluluğunu üstünden atmanın bir yolunu bulma­
lıydı. İlk adım Ernst'in kovulmasıydı. Bu kez başka seçenek
yoktu. Mellberg daha önce Lundgren konusunda fazla hoşgö­
rülü davrandığının farkındaydı, çünkü bir bakıma birbirleri­
ne benziyorlardı. En azından onunla merkezdeki öteki yavan
heriflerden daha fazla ortak yönleri vardı. Ama Mellberg'in
tersine Ernst bu kez ölümcül bir yargı yoksuniuğu göster­
miş, bu da elbette yıkımına yol açmıştı. Büyük bir hataydı
bu. Lundgren'in bu hatayı yapmayacak kadar aklı olmalıydı.
İçini çekti ve bacaklarını yatağın kenarından aşağı sarkıt­
tı. Sadece külotuyla yatardı; şimdi de koca göbeğinin altından
kasıkiarına uzanıp kaşıdı ve takım taklavatını yerleştirdi. Sa­
ate baktı. Dokuza birkaç dakika vardı. Geç kalmıştı işe, ama
dün gece bütün olanların ayrıntılarıyla üstünden geçip saat
sekizden önce çıkamamışlardı. Amirlerine vereceği raporu ci­
lalamaya başlamıştı bile. Önemli olan olguları doğru dürüst
belirtmek, hata yapmamaktı. Oyunun adı hasar kontrolüydü.
Oturma odasına giderek bir an Simon' a hayran hayran
baktı. Kanepede sırtüstü yatmış, bir hacağı yere sarkmış, ağ­
zı açık horulduyordu. Üstündeki örtü düşmüştü; Mellberg
vücut yapısını oğluna geçirdiğini düşünmeden edemedi. Si­
mon sıska küçük bir velet değil, kendine çekidüzen verse ba­
basının izinden yürüyebilecek yapılı bir genç adamdı.
Ayak parmağıyla oğlunu dürttü. "Hey Simon, kalkma
vakti geldi."
Çocuk ona aldırmadı, yan döndü, yüzünü kanepenin sırtı­
na çevirdi.
Mellberg onu acımasızca dürtmeyi sürdürdü. Doğal ola-
440

rak o da uyuma fırsatını kaçırmak istemezdi, ama burası ta­


til kampı değildi.
"Beni duydun mu? Kalk, dedim."
Yine tepki yoktu. Mellberg içini çekti. Eh, o zaman ağır
topları ortaya çıkarması gerekecekti.
Mutfağa gitti, suyu buz gibi olana kadar akıttı, bir sürahi
su doldurdu, sonra sakin sakin oturma odasına yürüdü. Du­
daklarında neşeli bir gülücükle buz gibi suyu oğlunun çıplak
bedenine döktü ve tam da istediği tepkiyi gördü.
"Lanet olsun!" diye bağıran Simon, kanepeden yıldırım gi­
bi fırladı. Titreyerek yerden bir havlu kaptı, üstünü başını
kurula dı.
"Ne bok yediğini sanıyorsun?" dedi suratsızca ve üzerinde
bir kurukafa ile bir heavy metal grubunun adı olan tişörtünü
üstüne geçirdi.
Islık çalarak mutfağa doğru giden Mellberg, "Kahvaltı
beş dakika sonra hazır" dedi. Bir an için mesleğinin dertleri­
ni unutmuştu, gelecekteki baba-oğul faaliyetleri konusunda
hazırladığı planlardan son derece memnundu. Bu kasahada
porno kulübü ve kumarhane olmadığına göre, ne bulurlarsa
onu yapacaklardı ve Tanumshede'de bu, mağara resmi mü­
zesi anlamına geliyordu. Taşa oyulmuş karalamalara özel bir
ilgi duyduğundan değil, birlikte yapacak bir şey olduğundan.
Zira, ilişkilerindeki yeni temanın bu olmasına karar vermiş­
ti: Birliktelik. Saatlerce video oyunları oynamak yoktu artık,
gece geç saatiere kadar televizyon izlemek de; çünkü bunlar,
aralarındaki bütün iletişimi yok ediyordu. Artık birlikte ak­
şam yemeği yerken verimli tartışmalar yapacaklar, sonra da
geceyi bitirmek üzere belki Monopoly oynayacaklardı.
Kahvaltıda planlarını Simon'a coşkuyla anlattı, ama iti­
raf etmeliydi ki, çocuğun tepkisi onu biraz hayal kırıklığına
uğratmıştı. Birbirlerini daha iyi tanısınlar diye kendisi bin
bir zahmetle bir şeyler yapıyordu. Kendi sevdiği şeyleri yap-
441

maktan vazgeçiyor, büyük bir fedakarlıkla çocuğa birlikte


müzeye gitmeyi öneriyordu. Simon'un tepkisi ise öylece otu­
rup önündeki pirinç patıağı kasesine sornurtarak bakmak­
tı. Şımarıktı bu çocuk. Anası onu tam zamanında babasına
göndermişti. Çocuğun disipline ve rehberliğe ihtiyacı olduğu
açıktı.
İşe doğru yola koyulurken Mellberg içini çekti. Ebeveyn
olmak ağır bir sorumluluktu.

* * *

Patrik saat sekizde işteydi. Doğru dürüst uyuyamamış,


yapılması gerekenleri yapmak için sabah olmasını beklemiş­
ti. İlk işi, dün geeeki konuşmanın herhangi bir fark yaratıp
yaratmadığını öğrenmek olacaktı. Artık ezbere bildiği numa­
rayı tuşlarken parmaklan biraz titriyordu.
"U ddevalla Hastanesi."
Konuşmak istediği doktorun adını verdi ve aktarılırken
sabırsızca bekledi. Sonsuzluk kadar uzun gelen bir süre son­
ra aradığı kişiye bağlandı.
"Alo, ben Patrik Hedström. Dün gece konuşmuştuk. Ver­
diğim bilgi bir işe yaradı mı acaba?"
Dinlerken gergindi, sonra sıkılmış yumruğuyla zafer işa­
reti yaptı. Evet! Haklı çıkmıştı!
Telefonu kapattıktan sonra bir yandan ıslık çalarken, bir
yandan da sezgisinin doğrulanmasıyla ortaya çıkacak sonuç­
ları düşündü. Bugün yapacak çok iş vardı.
İkinci olarak savcıya telefon etti. Aynı istekle onu araya­
lı bir yıl bile olmamıştı; bu sıra dışı istek yüzünden savcının
hop oturup hop kalkmamasını umdu.
"Evet, doğru duydunuz . Cesedin mezardan çıkarılması
için izin istiyorum. Evet, doğru. Hayır, aynı mezar değil. Onu
çıkardık zaten." Ağır ağır, açık seçik konuşmaya, sabırsızlığı-
442

nı belli etmemeye çalıştı . "Evet, bu da acil, talebimin hemen


yürürlüğe konması beni minnettar kılacaktır. Gerekli belge­
leri faksla geçiyorum. Belki önünüze gelmiştir bile. Belgeler­
de iki talep var; hem mezarı açma emri, hem de başka bir
arama emri."
Savcı hala kuşkuluydu, Patrik sinirlenmeye başladığını
hissetti. Sesine sert bir tım yerleştirerek konuştu: "Bir çocuk
cinayetini soruşturuyoruz. Bir başka kişinin hayatı da tehli­
kede olabilir. Laf olsun diye yaptığım bir talep değil bu. Dik­
katle düşünüp taşındıktan sonra ve soruşturmanın ilerleme­
si buna bağlı olduğu için size başvurdum. Talebimin önünde­
ki engellerin mümkün olduğunca hızla kaldırılması için ma­
kamınıza güveniyorum. Öğleden önce bir yanıt vermenizi ri­
ca edeceğim. Her iki talebim için."
Sonra telefonu kapattı, bu feveranın tam tersi etki yara­
tıp bütün işe ket vurmamasını diledi. Bu riski göze alacaktı.
En berbat işi bitirdikten sonra üçüncü bir telefon açtı.
Pedersen'in sesi yorgun çıkıyordu: ''Merhaba Hedström" dedi.
"Günaydın, günaydın. Sesin bütün gece çalışmışsın gibi çı­
kıyor."
"Evet, sabahın köründe önümüze iş yığıldı. Ama sonuna
geldik, biraz yazı çizi var, sonra çıkıp gideceğim."
"Zor bir gece olmuş" dedi Patrik. Gerçekten zor bir mesa­
iden sonra adli tabibi, kafasını ütülemek üzere aradığı için
suçluluk duyuyordu.
"Sanırım gömlek ve tulumdaki küllerin analiz sonuçlarını
istiyorsun. Aslında dün akşamüstüne doğru bitirmiştim, ama
sonra burada işler çığırından çıktı." Bitkin bir sesle içini çek­
ti. "Tulum senin kızınınmış, doğru mu?"
"Evet, doğru" dedi Patrik. "Evde çirkin bir olay oldu, ama
Tanrı'ya şükür ona bir zarar gelmedi."
"Bunu duymak güzel" dedi Pedersen. "Sonucu neden bu
kadar merakla beklediğini anlıyorum."
443

"İnkar etmeyeceğim. Yine de sonuçları aldığınızı düşün­


memiştim. Peki, ne buldunuz?"
Pedersen boğazını temizledi. "Bir bakalım . . . Evet, kuşku
yok sanırım. Küllerin bileşimi kızın ciğerlerinde buldukları­
ınızla aynı."
Patrik soluğunu bıraktığında ne kadar gergin olduğunu
fark etti. "Öyleyse tamam."
''Tamam" dedi Pedersen.
"Küllerin kaynağını doğrulayabildiniz mi? Hayvan kalın­
tısı mı, insan mı?"
"Ne yazık ki bunu belirleyemedik. Kalırrtılar fazla çürü­
müş, ayrıca küller çok ince. Daha büyük bir örnekle izini sü­
rebilirdik, ama . . . "
"Aradığımız bir evden gelecek haberi bekleyeceğim. Lis­
temizin başında külleri aramak var. Eğer bulursak, birazını
analiz için size gönderirim. Belki daha büyük partiküller bu­
labilirsiniz." Patrik'in sesi umut doluydu.
"Elbette, ama çok da güvenme buna."
"Artık hiçbir şeye güvenmiyorum. Ama umut fakirin ek­
meği."
Formaliteleri atlattıktan sonra Patrik ayaklarıyla yerde sa­
bırsızca trampet çaldı. Savcıdan karar çıkmadıkça pratik birta­
kım sonuçlar elde etmesine imkan yoktu. Ama saatlerce ofiste
oturup başparmak çevirmece oynayamayacağını da biliyordu.
Ötekilerin birer birer işe geldiklerini duydu ve toplantı
yapmaya karar verdi. Hepsine son gelişmeleri bildirmek zo­
rundaydı. Meslektaşlarının birden fazlasının dün gece ve bu
sabah başlattığı işe şüpheyle yaklaşacağını biliyordu.
Haklıydı. Birçok soruyla karşılaştı. Patrik elinden geldi­
ğince yanıt verdi, ama açıklayamadığı daha birçok şey vardı.
Gerektiğinden daha çok şey.

* * *
444

Charlotte ayılmak için gözlerini ovuşturdu. Lilian'la ikisi­


ne yoğun bakım ünitesinin yanındaki küçük odada birer ya­
tak vermişlerdi, ama ikisi de pek uyuyamamıştı. Charlotte
evden bir şey getirmediği için giysileriyle uyumuştu. Kalkıp
gerindiğinde kendini pis ve buruş buruş hissetti.
Annesine, "Tarağın var mı?" diye sordu.
Lilian da kalktı. "Galiba var" diyerek eski el çantasını ka­
rıştırdı. En dipte tarağı bulup Charlotte'a verdi.
Charlotte tuvalette aynanın karşısına geçip kendini eleş­
tirel bir gözle inceledi. Acımasızca parlak ışıkta gözlerinin al­
tındaki koyu halkalar açıkça görülüyordu, saçları acayip bir
biçim almıştı. Dolaşık saçlarını, her zamanki biçimini alana
kadar taradı. Ama görünüşüyle ilgili her şey şu an ona an­
lamsız geldi. Sara'nın görüntüsü hep oradaydı; yüreğini de­
mirden bir elle tutuyordu.
Karnı guruldadı, ama kafeteryaya gitmeden önce Stig'in
nasıl olduğunu anlatacak bir doktor bulmalıydı. Gece kapı­
nın arkasında her adım sesi duyduğunda uyanmış, içeri yü­
zünde ciddi bir ifadeyle bir doktorun girmesini beklemişti.
Kimse onları rahatsız etmemişti, yani haber çıkmaması iyi
haber anlamına gelebilirdi. Yine de bir şeyler duymak istedi­
ğinden koridora çıktı, hangi yöne gitmesi gerektiğini düşün­
dü. Oradan geçen bir hemşire ona doktorların dinlenme oda­
sının yolunu gösterdi.
Cep telefonunu açıp önce evi, Niclas'ı araması gerekip ge­
rekmediğini düşündü, ama doktorla konuştuktan sonra ara­
maya karar verdi. Kocası ile Albin muhtemelen hala uyku­
daydılar, onları çok erken uyandırma riskini göze almak iste­
miyordu. Yoksa Albin bütün gün huysuz olurdu.
Hemşirenin gösterdiği kapıdan içeri baktı ve yavaşça bo­
ğazını temizledi. Uzun boylu bir adam oturmuş kahve içiyor,
bir dergiyi karıştırıyordu. Niclas'ın söylediğine göre bir dok­
torun bir an bile oturabilmesi olağandışıydı, bu yüzden ada-
445

mı rahatsız etmeye utandı. Sonra neden burada olduğunu


kendine hatırlattı ve boğazını biraz daha yüksek sesle temiz­
ledi. Bu kez adam onu işitti ve soran bakışlada ona döndü.
"Evet?"
"Özür dilerim, ama üvey babam, Stig Florin, dün hasta­
neye yattı ve dün gece geç vakitten beri bir bilgi edinemedik.
Acaba nasıl olduğunu biliyor musunuz?"
Hayal mi görüyordu, yoksa doktorun yüzünde garip bir
ifade mi belirmişti? Öyleyse bile belirdiği kadar hızla kaybol­
du o bakış.
"Stig Florin mi? Ah, evet, gece yaşam belirtilerini stabilize
ettik, şu anda uyanık."
"Öyle mi?" dedi Charlotte, sevinçle gülümsedi. "Gidip gö­
rebilir miyiz? Annem de burada."
Yine o garip ifade. İyi habere rağmen Charlotte huzur­
suzlanmaya başlamıştı. Doktorun ona söylemediği bir şey mi
vardı?
Doktor duraksayarak cevap verdi: "Bence . . . bu henüz iyi
bir fikir değil. Hala halsiz, dinlenmesi gerek."
"Evet, ama annemi bir dakika için içeri alamaz mısınız?
Zararı olmaz, hatta yararı olur. İkisi çok yakındırlar."
"Öyledir herhalde" dedi doktor. "Ama korkarım beklemek
zorundasınız. Şu anda kimsenin Bay Florin'i görmesine izin
verilınİyor ."
"Ama neden?"
Doktor sert bir dille "Beklemek zorundasınız" dedi. Char­
lotte adama sinirlenmeye başlamıştı. Tıp okulunda akrabala­
ra nasıl davranılması gerektiğini öğretmemişler miydi bunla­
ra? Kaba olmanın eşiğine gelmişti adam. Şanslıydı ki onunla
konuşan Lilian değildi. Annesine böyle davransa öyle bir ce­
vap alırdı ki kulakları düşerdi. Charlotte bu gibi durumlar­
da fazla uysal davrandığını biliyordu, bir şeyler mırıldanarak
geriye, koridora çekildi.
446

Annesine ne diyeceğini düşündü. Garip bir durum vardı


ortada. Bir şeyler yanlış gidiyordu, neyin yanlış olduğunu da
ölse anlayamayacaktı. Belki Niclas açıklayabilirdi. Riski gö­
ze alıp onları uyandırmaya karar verdi. Cep telefonundan
numarayı tuşladı. Kocasının onu rabatıatacağım umuyordu.
Belki de hayal görüyordu.

* * *

Patrik toplantıdan sonra arabasına bindi ve Uddevalla'ya


doğru yola çıktı. Oturup bekleyememişti; bir şeyler yapma­
lıydı. Yol boyunca seçenekleri evirdi çevirdi kafasında. Hepsi
de eşit derecede berbattı.
Yoğun bakım ünitesini nasıl bulacağını tarif etmişler­
di, ama bulana kadar bir iki kere yolunu kaybetti. İnsanın
hastanede yolunu bulması niye bu kadar zordu? Belki de yön
bulma duygusunun bu kadar kötü olması yüzündendi. Ailede
yolları bulan Erica'ydı. Bazen Erica'nın onları doğru yola yö­
nelten bir tür altıncı hissi olduğunu düşünürdü.
Bir hemşireyi durdurdu. "Rolf Wiesel'i arıyorum. Nerede
bulahilirim ?"
Kadın koridorun ucunu işaret etti. Uzun boylu, beyaz ön­
lüklü bir adam uzaklaşıyordu. Arkasından bağırdı: "Doktor
Wiesel?"
Adam döndü. "Evet?"
Patrik çabucak ona yetişti ve elini uzattı. "Patrik Heds­
tröm. Tanumshede polisi. Dün gece konuşmuştuk."
Doktor, Patrik'in elini sıkarak, "Ah, evet" dedi. "Tam za­
manında aradınız, bunu belirtmeliyim. Yoksa hangi tedaviyi
uygulayacağımızı hiç bilemeyecek, onu kaybedecektik."
Adamın coşkusu yüzünden utanan Patrik, ''Yardım ede­
bilmeme sevindim" dedi. Biraz da gururlanmıştı. İnsan her
gün birinin hayatını kurtarmıyordu.
447

"Benimle gelin" dedi Doktor Wiesel ve personel dinlenme


odasının kapısını işaret etti. Önce doktor içeri girdi, ardın­
dan da Patrik.
"Kahve içer miydiniz?"
Patrik "Lütfen" dedi, merkezde kahve İçıneyi unutmuştu.
Kafasında uğuldayan öyle çok düşünce vardı ki, sabah rutini­
nin bu hayati bölümünü atlamıştı.
Yapış yapış mutfak masasına oturup merkezdeki kadar
kötü olan kahveyi yudumladılar.
Doktor Wiesel, "Kusura bakmayın, bu kahve çok bekle­
miş" dedi, ama Patrik elini kaldırarak önemli olmadığını be­
lirtti.
"P eki , hastamızda arsenik zehirlenınesi ol duğu sonucuna
nasıl vardınız?" Doktor merakla sormuştu. Patrik Discovery
Channel'da bir program seyrettiğini, sonra daha önce elde et­
tiği bazı bilgilerle bir araya getirdiğini anlattı.
"En yaygın toksin değildir, bu yüzden tanımlamakta güç­
lük çektik" dedi Doktor Wiesel başını sallayarak.
"Nasıl bir sonuç bekliyorsunuz?"
"Yaşayacak. Ama hayatının sonuna kadar zehrin gecikmiş
etkileriyle uğraşacak. Kendisine muhtemelen çok uzun süre­
dir arsenik veriliyordu. Sanırım son doz aşırı olmuş. Ama bu­
nu daha sonra belirleyebileceğiz."
Patrik, "Saçını ve tırnaklarını inceleyerek mi?" diye sordu;
dün geeeki programdan çıkarsamıştı bunları.
"Evet, tam öyle. Saç ve tırnaklardaki arsenik kalıntılarıy­
la. Miktarı analiz edeceğiz, bunu saç ve tırnakların büyüme
hızıyla karşılaştıracağız, böylece arsenik dozlarını neredeyse
tam olarak ne zaman aldığını, hatta dozların ne miktarda ol­
duğunu görebileceğiz."
"Ziyaretçi alınmamasını da sağladınız mı?"
"Evet. Gerçekten de arsenik zehirlenınesi olduğunu anla­
yınca ziyaretçileri kestik. Hiçbir ziyaretçi kabul edilmiyor,
448

yanına sadece ilgili tıbbi personel girebiliyor. Üvey kızı biraz


önce buradaydı, nasıl olduğunu sordu. Durumunun stabil ol­
duğunu, ama henüz onu göremeyeceklerini söyledim."
"Çok güzel" dedi Patrik.
"Onu kimin zehirlediğini biliyor musunuz?" Doktor soruyu
ihtiyatla sormuştu.
Patrik yanıtlamadan önce bir an düşündü. "Kuşkulandığı­
mız bazı noktalar var. Umut ederim, bugün doğrularız."
"Ben de. Böyle bir şey yapanın ortalarda dolaşmaması ge­
rek. Arsenik zehirlenınesi ölümden önce özellikle acı verici
belirtilere yol açar. Kurban çok acı çeker."
Patrik çok ciddi bir sesle, "Ben de öyle duydum" dedi. "Ar­
senik zehirlenmesiyle aynı belirtileri gösteren bir hastalık ol­
duğunu da duymuştum."
Doktor başını salladı. "Guillain-Barre, evet. Vücudun ba­
ğışıklık sistemi siniriere saldırmaya başlar ve miyelin kılıfını
yok eder. Bu durumda arsenik zehirlenmesine çok benzeyen
belirtiler ortaya çıkar. Eğer bize telefon etmeseydiniz, bu ta­
nıyı koyabilmemiz çok da uzak bir ihtimal olmayacaktı."
Patrik gülümsedi. "Bazen şanslı olmak iyidir." Sonra tek­
rar ciddileşti. "Dediğim gibi, lütfen kimse odasına girmesin.
Böylece biz de bugün öğleden sonra işimizi olabildiğince iyi
yapabiliriz."
Tokalaştılar ve Patrik yine koridora döndü. Uzakta Char­
lotte'u görünce bir an düşündü. Sonra kapı ardından kapandı.
Göteborg 1 958

Hayatı e n dip noktasına ulaştığında günlerden salıydı.


Kasım ayında, sonsuza kadar belleğine çakılacak soğuk, kur­
şuni, sisli bir salı. Aslında ayrıntıları pek de hatırlamıyor­
du. Babasının arkadaşları gelmiş, annesinin korkunç bir şey
yaptığını, Mary'nin sosyal hizmetlerden bir hanımla gitmesi
gerektiğini söylemişlerdi, öyle hatırlıyordu. Onu en azından
birkaç gün evlerine alamadıkları için vicdanlarının rahat­
sız olduğunu yüzlerinden okumuştu. Babasının burnu hava­
da arkadaşlarından hiçbiri kendisi gibi iğrenç derecede şiş­
man bir kızı evlerinde istememişierdi muhtemelen. Akraba­
ları da olmayınca, en çok ihtiyacı olacak birkaç eşyasını ba­
vuluna koyup onu almaya gelen ufak tefek yaşlı hanımla git­
mek zorunda kalmıştı.
Sonraki yılları daha sonra sadece rüyalarında hatırladı.
Aslında kabus değildi hiçbiri; on sekizine gelene kadar yan­
larında yaşadığı üç ailenin şikayet edilecek bir yanları yoktu.
Ancak bu aileler onda bütün yüreğini saran bir duygu bırak­
mıştı: Hiçbiri için, bir garabet olduğu dışında, bir anlam ifa­
de etmemişti. Çünkü eğer bir kız on dört yaşında, müstehcen
denecek kadar şişko ve bir caninin kızıysa, garabetten başka
bir şey olmuyordu. Bakıcı ailelerin, sosyal hizmetlerin ken­
dilerine emanet ettiği kızı tanımaya ne istekleri ne de ener­
jileri vardı. Öte yandan, Mary'ye aval aval bakma hevesinde-
450

ki arkadaş ve tanışiarı geldiğinde kızın annesi hakkında de­


dikodu yapmaya karşı çıkmıyorlardı. Tek tek hepsinden nef­
ret ediyordu Mary.
En çok da annesinden nefret ediyordu. Nefret ediyordu,
çünkü tek kızını terk etmişti o. Nefret ediyordu, çünkü bir er­
kekle karşılaştırıldığında onun için Mary'nin pek bir anlamı
yoktu; o erkek için her fedakarlığı yapmaya hazırdı, ama kızı
için asla. Annesi için neler feda ettiğini düşündüğünde, aşa­
ğılanmışlık hissi daha da artıyordu. Annesi onu kullanmış­
tı, şimdi anlıyorrlu bunu. On dört yaşına girdiğinde, çok önce­
leri fark etmesi gerekeni de anlamıştı: Annesinin onu hiçbir
zaman sevmediğini. Annesinin dediklerinin doğru olduğuna
kendini ikna etmeye çalışmıştı. Yaptıklarını Mary'yi sevdiği
için yaptığını. Dövmesini, kileri ve kaşık kaşık İtaat'i. Ama
bu doğru değildi. Annesi Mary'nin canını acıtınaktan hoşlanı­
yordu, çünkü aslında onu aşağılıyor, arkasından gülüyordu.
İşte bu yüzden Mary yanında götürmek üzere evden bir
tek şey almıştı. İstediği birkaç şeyi seçmesi için bir saatliğine
evde dalaşmasına izin vermişlerdi; daire gibi, geri kalan eşya
da satılacaktı. Anılar gözünün önünde canlanırken odaları
dolaştı: Babası rahat koltuğuna oturmuş, gözlüğü burnunun
ucuna düşmüş, gazetesine gömülmüş; annesi tuvalet masa­
sında, bir parti için hazırlanıyor; kendisi, ağzına tıkacak bir
şey bulmak üzere gizli gizli mutfağa gidiyor. Bütün bu görün­
tüler çılgın bir kaleydoskop gibi çıkmıştı ortaya; Mary mide­
sinin bulandığını hissetti. Bir saniye sonra tuvalete koşarak
öyle pis kokulu bir şey kustu ki gözlerinden yaş geldi. Burnu­
nu çekerek elinin tersiyle ağzını sildi, sırtını duvara yaslaya­
rak yere oturdu ve başı dizlerinin arasında, ağladı.
Evden ayrılırken bir tek şey aldı yanına. Mavi tahta kaşı­
ğı. Tepeleme itaat dolu.

* * *
45 1

Niclas'ın o gün izin almasına kimse itiraz etmedi. Hatta


Aina, zamanı gelmişti anlamına bir şeyler mırıldandı, sonra
o günkü bütün randevuları iptal etti.
Albin yere saçılmış ıvır zıvırın arasında çılgın gibi koşu­
yor, Niclas da yerde sürünerek Albin'i kovalıyordu. Saat öğ­
leyi geçtiği halde Albin hala pijamalarıylaydı. Hiç önemli de­
ğildi. Öyle bir gün olacaktı; Niclas'ın bile üstünde uyurken
giydiği tişört ile eşofman altı vardı. Albin candan kahkaha­
lar atıyordu; Niclas bu kahkahalan daha önce hiç duymamış­
tı; oğlunun arkasından daha hızlı süründü.
Sara ile hiç böyle oynarnarlığını hatıriayınca yüreği sıkış­
tı. Her zaman meşguldü. Önemli biriydi, yapacağı, başara­
cağı çok şey vardı. Kendini biraz üstün gördüğünden çocuk­
larla koşup oynamayı bu işi iyi yapan Charlotte'a bırakmış­
tl. Ama hayatında ilk kez acaba kısa çöpü çeken ben mi ol­
dum diye merak etti. Birden aklına gelen bir şeyle durdu, so­
luğunu tuttu. Sara'nın en sevdiği oyun neydi, bilmiyordu. Ya
da televizyonda hangi çocuk programını sevdiğini ya da ma­
vi mumboyayla mı, yoksa kırmızıyla mı boyarnayı sevdiği­
ni. Ya da okulda en sevdiği ders neydi ya da gece yatarken
Charlotte'un ona okuduğu kitaplardan en çok hangisini sevi­
yordu. Kızı hakkında önemi olan hiçbir şeyi bilmiyordu. Hiç­
bir şeyi. Hakkında bu kadar az şey bildiğine bakılırsa, ko m­
şunun kızıydı sanki. Bildiğini sandığı tek şey onun zor, inat­
çı ve saldırgan olduğuydu. Küçük kardeşinin canını acıttığı­
nı, evde eşyaları kırıp döktüğünü, okul arkadaşlarına saldır­
dığını biliyordu. Ama bunların hiçbiri Sara değildi; yalnızca
yaptıklarıydı.
Bunu anlayınca yerde işkence çekermişçesine kıvrıldı. Ar­
tık kızını tanımak için çok geçti. Yitip gitmişti kızı.
Albin bir şeylerin yolunda gitmediğini hissetmiş gibiydi.
Çılgın koşusundan vazgeçti, Niclas'a yaklaştı ve küçücük bir
hayvan gibi yanına kıvrıldı. Orada, yan yana yattılar.
452

Birkaç dakika sonra kapı çaldı. Niclas irkildi, Albin gergin


bir yüzle etrafına baktı.
"Endişelenme" dedi Niclas. "Bir şey satmaya gelen biridir."
Çocuğu kucakladı, kapıyı açmaya gitti. Patrik yanında ta­
nımadığı birtakım adamlarla kapıda duruyordu.
Niclas bıkkın bir sesle, "Şimdi ne var?" dedi.
"Evi arama iznimiz var" dedi Patrik, elindeki belgeyi gös­
tererek.
"Ama zaten aramıştınız" dedi Niclas; belgeyi okurken şaş­
kındı. Yarısına geldiğinde gözleri irileşti ve Patrik'e şaşkın­
lıkla baktı. "Bu da ne? Stig Florin'i öldürme girişimi mi? Şa­
ka mı bu?"
Patrik gülmüyordu. "Korktm m hayır, şu anda arsenik ze­
hirlenmesi tedavisi görüyor. Geceyi çok zor atlattı."
"Arsenik zehirlenınesi mi?" Niclas'ın şaşkınlığı artıyordu.
"Ama nasıl. . ." Hala olup biteni kavrayamamıştı; kapıdan çe­
kilmedi.
"Bizim de niyetimiz bunu öğrenmek. Lütfen, kapıdan çe­
kilirsen . . . "
Niclas tek kelime etmeden yana çekildi. Patrik'in arkasın­
daki adamlar çantalarını ve ekipmanlarını alıp kararlı yüz­
lerle içeri girdiler.
Patrik holde Niclas'la kaldı. Bir an duraksadı, sonra, "Ay­
rıca Lennart'ın mezarını açma iznimiz var. Herhalde çalış­
malara başlamışlardır."
Niclas'ın ağzı bir karış açıldı. Olanlar öyle gerçekdışıydı ki
kavrayamıyordu.
"Ama neden? Ne . . . kim . . . " diye kekeledi.
"Şu an açıklayamayız, ama Lennart'ın da arsenikle zehir­
lendiğini düşünmek için nedenlerimiz var. Stig kadar şanslı
değilmiş. Şimdi ayağımıza dolanmayıp adamlarıının işlerini
yapmasına izin verirsen, memnun olurum." Patrik, Niclas'ın
yanıtını beklemeden eve girdi.
453

Ne yapacağını bilemeyen Niclas, kucağında Albin'le mut­


fağa gitti, masaya oturdu. Çocuğu iskemiesine oturttu, sessiz
kalması için rüşvet olarak bir bisküvi verdi. Zihninde sorular
dönüp duruyordu.
* * *

Martin çok sert esen rüzgarla titriyordu. Üniforma ceketi,


kilise avlusunda esen sert rüzgarlara karşı pek koruma sağ­
lamamıştı. Üstelik buraya varır varmaz, yağmur da çisele­
meye başlamıştı.
Bütün bu operasyon midesini bulandırıyordu. Ömründe
topu topu birkaç cenazede bulunmuştu. Tabutun toprağa in­
dirilmesini değil de, topraktan yukarı çıkarılmasım seyret­
mek bir filmi tersine izlemek gibi bir şeydi. Patrik'in neden
bu işin başında durmasını istediğini anlamıştı. Daha birkaç
ay önce Patrik aynı işi yapmıştı, hayatta bir kere bunu gör­
mek kesinlikle yeterliydi. Bu düşüncesini doğrulamak ister­
cesine, mezar kazıcılardan birinin homurdandığını duyar gi­
bi oldu: "Merkezde herhalde bahse girdiniz; en kısa sürede
kaç moruğu kazıp çıkartırız diye ... "
Martin yanıt vermedi; bütün bunlar muhtemelen savcı­
dan bir izin daha almaya değmezdi.
Torbj örn Ruud gelip yanında dikildi. O da bir yorumda
bulunmaktan kendini alamadı: "Sanırım Fj allbacka'da ta­
butlara lastik bant geçirmeye başlamalılar. Böylece istendiği
an bandı çıkarıp atarsınız."
Gayet uygunsuz bir durum olmasına rağmen Martin'in
yüzünde buruk bir tebessüm belirdi; ikisi de gülmernek için
kendilerini tutarken Torbjörn'ün cep telefonu çaldı.
"Evet, ben Ruud." Dinledi, ardından telefonu kapattı ve
Martin'e, "Florin'lerin evine gidiyorlar" dedi. "Oraya üç adam
koyduk, iki de burada var, bakalım tekrar gruplara ayrılmak
gerekecek mi?"
454

"Burada tam olarak ne yapacaksınız, yani şu anda?" Mar­


tin meraklanmıştı.
''Yapabileceğimiz fazla bir şey yok. Şu anda her şeyin ka­
nıtlar bozulmadan ortaya çıkarıldığından emin olmaya ba­
kıyoruz . Sonra biraz toprak örneği alacağız. Ama aslında
önemli olan cesedi adli tabibe götürmek; böylece o da istediği
örnekleri alabilecek. Tabut gönderilir gönderilmez Florin'le­
rin evine gideceğiz ve arama işine yardım edeceğiz. Sen de
geleceksin herhalde."
Martin başını salladı. "Evet, gitmem gerekir." Bir an dur­
du. "Ne karışık iş oldu bu."
Ruud da başını salladı. "Aynen."
Sohbet konusu tükendiği için, mezar başındaki adamlarm
işlerini bitirmelerini sessizce beklediler. Biraz sonra tabutun
kapağı göründü. Lennart Klinga yine yerin üstüne çıkmıştı.

* * *

Bütün vücudu ağrıyordu. Stig etrafında dönen, sonra kay­


bolan bulanık gölgeler gördü. Konuşabilmek için ağzını aç­
maya çalıştı, ama bedeninin hiçbir yanı emirlerine uymuyor­
du. Sanki Mike Tyson'la bir raunt dövüşmüş ve feci şekilde
yenilmişti. Bir an ölüp ölmediğini düşündü. İnsan kendini
böyle hissedip de hala yaşıyor olabilir miydi?
Bu düşünce paniğe kapılmasına yol açtı; kalan son enerji­
siyle ses tellerini çalıştırmaya çalıştı. Uzaklardan, çok uzak­
lardan işittiği hırıltılı sesin kendi sesi olabileceğini düşündü.
Öyleydi. Gölgelerden biri yakınlaştı, belirginleşti. Bir ka­
dm yüzü belirdi, Stig gözlerini kısarak bu yüze odaklamaya
çabaladı.
"Nerede?" demeyi başardı ve kadının anladığını umut etti.
Anlamıştı kadın.
"Uddevalla Hastanesi'ndesiniz Stig. Dünden beri burada­
sınız."
455

''Yaşıyor muyum?" diye sordu karga gibi bir sesle.


Hemşire gülümseyerek "Evet, yaşıyorsunuz" dedi. Yuvar­
lak, dürüst bir yüzü vardı. "Ölmek üzereydiniz, bunu söyle­
meliyim, ama en kötüsü geçti artık."
Gülebilseydi, gülerdi. "En kötüsü geçti." Tabii, tabii, bu­
nu demek kolaydı. Vücudundaki her bir adalenin cayır cayır
yandığını, kemiklerine kadar her yerinin ağrıdığını bilmiyor­
du. Yine de yaşıyordu en azından. Dudaklarıyla bir iki keli­
me daha biçimlendirmeye çalıştı.
"Ka . . . rım?" Karısının ismini çıkarmayı becerememişti.
Bir an hemşirenin yüzünde tuhaf bir ifadenin belirdiğini san­
dı, ama sonra o ifade kayboldu. Acı yüzünden hayal görüyor
olmalıydı.
Hemşire, "Şimdi biraz dinlenin" dedi. "Çok geçmez, ziya­
retçi kabul edersiniz."
Stig bu sözle yetindi. Bitkinlik çöktü üzerine, bitkinliğe
sürüklenmeye razı oldu. Ölmemişti, önemli olan buydu. Has­
tanedeydi, ama ölmemişti.

* * *

Evin her yerini karış karış aradılar. Herhangi bir şeyi


gözden kaçırınayı göze alamazlardı, oysa bütün gün de kala­
ınaziardı evde. Bitirdiklerinde evin üzerinden kasırga geçmiş
gibi olacaktı, ama Patrik ne bulacaklarını biliyordu ve bura­
da bir yerde olduğundan emindi. Bulana kadar da gitmeme­
ye niyetliydi.
Kapı eşiğinden Martin'in sesi duyuldu: "Nasıl gidiyor?"
Patrik döndü. "Alttaki odaları yarı yarıya bitirdik. Henüz
bir şey çıkmadı. Sizden ne haber?"
"Eh, tabut yolda. Gerçekdışı bir deneyim olduğunu söyle­
yebilirim."
"Er geç bu işin kabusunu göreceksin. Ben bir iki kere gör­
düm; tabutun kapağından iskeletİn elleri çıkıyordu, falan."
456

Martin yüzünü buruşturarak, "Kes" dedi. "Hiçbir şey bu­


lamadınız mı?" Patrik'in kafasına soktuğu görüntülerden
kurtulmak için sormuştu aslında.
Patrik canı sıkkın, "Tek bir şey bile bulamadık" dedi.
"Ama burada olmalı, hissediyorum."
"Kadınsı yönlerinin güçlü olduğunu düşünürüm hep. De-
mek ki kadınsı bir içgüdü bu." Martin gülümsüyordu.
"Erkekliğime hakaret edeceğine git bir işe yara."
Martin onu ikiletmedi, araştıracağı bir köşe bulmaya gitti.
Patrik'in dudaklarındaki tebessüm kayboldu. Gözlerinin
önünde Maj a'nın küçük bedeninin bir caninin eline geçtiği
bir sahne canlandı, duyduğu öfke öyle güçlüydü ki, kırmızı
görmüş boğa gibi oldu.
İki saat s o nr a moralinin bozulduğunu hissetti. Giriş ka­
tı ile kileri bitirmişler, hiçbir şey bulamamışlardı. Yine de
Lilian'ın titiz bir ev kadını olduğu anlaşılmıştı. Teknisyenler
kilerde birtakım kutular bulup almışlardı, hepsinin labora­
tuvara götürülüp analiz edilmesi gerekecekti. Belki de hata
etmişti. Sonra dün gece tekrar tekrar seyrettiği videoyu ha­
tırladı, kararlılığı yerine geldi. Hatalı değildi. Olamazdı. Bu­
radaydı. Soru, nerede olduğuydu.
Martin başıyla yukarıyı göstererek, "Aramaya üst katta
devam edelim mi?" dedi.
"Öyle yapın bari. Burada herhangi bir şeyi gözden kaçırdı­
ğımızı sanmıyorum. Her milimetreyi aradık."
Bütün ekip yukarı yollandı. Niclas, Albin'le yürüyüşe çık­
mıştı, rahatsız edilmeden çalışabilirlerdi.
"Ben Lilian'ın odasından başlıyorum" dedi Patrik.
Merdivenden sonra sağdaki odaya girdi ve etrafa baktı.
Lilian'ın yatak odası, bütün ev gibi derli topluydu. Yatak öyle
titizce yapılmıştı ki acemi asker kampında teftişten rahat ra­
hat geçerdi. Bunun dışında gayet kadınsı bir odaydı. Stig ko­
nuk odasına taşınmadan önce burada kendini evinde hisset-
457

memişti herhalde. Perdeler ve yatak örtüsü fırfırlıydı; başu­


cu komodinleri ile çekmeceli yazı masasına dantel örtüler se­
rilmişti. Her yerde porselen biblolar vardı, duvarlar seramik
melekler ve melek resimleriyle kaplıydı. Hemen her şey pem­
beydi. Bu kadar şekerli bir görüntü Patrik'in midesini bulan­
dırdı. Küçük kızların bebek evlerine benzer bir odaydı. Beş
yaşındaki bir kızı bıraksanız, işte böyle süslerdi odasını.
Kapıdan başını çıkaran Martin "lyyy" dedi. "Sanki bir fla­
mingo kusmuş buraya."
"Güzel Ev dergisinde asla yayımlanmaz."
''Yayımlansa da 'önce böyleydi' diye koyarlar fotoğrafını.
Baştan aşağı değiştirilmesi gerek odanın" dedi Martin. ''Yar­
dım ister misin? Bakılacak çok şey var."
"İsterim elbette. Gereğinden fazla kalmayayım burada."
Odanın iki zıt ucundan başladılar. Patrik komodini ara­
mak üzere yere oturdu, Martin ise bir duvarı kaplayan gardı­
roptan işe başladı.
Sessizce çalışıyorlardı. Gardırobun üst rafındaki ayakka­
bı kutularına uzanan Martin'in sırtı çatırdadı. Kutuları dik­
katle yatağın üzerine koydu, sonra bir an durup sırtını ovuş­
turdu. Taşınırken çok zorlanmıştı, acısını hala hissediyordu,
muhtemelen masaja gitmesi gerekecekti.
Yerden ona bakan Patrik "Ne buldun orada?" diye sordu.
"Ayakkabı kutuları." İlk kutunun kapağını kaldırdı, için­
dekilere dikkatle baktı, sonra kapağı kapatıp kutuyu kena­
ra ayırdı. "Eski fotoğraflar." İkinci kutunun kapağını kaldır­
dı, içinden eski mavi bir tahta kutu çıkardı. Kapağı sıkışmış­
tı, biraz zorlayarak açtı. Patrik arkadaşının soluğunu tuttu­
ğunu duyunca başını kaldırdı.
"Bingooo" dedi Martin.
Patrik gülümsedi. "Bingo" diye zaferle yineledi.

* * *
458

Charlotte otomatın yanından şekeriere bakmamaya çalı­


şarak geçmişti, ama sonunda dayanamadı. Böyle bir zaman­
da kendine bir parça çikolata yeme izni vermezse, ne zaman
verecekti?
Bozuk paraları attı, Snickers düğmesine basıp paketin
aşağıya düşmesini bekledi. Üstelik en kocamanını seçmişti.
Önce hemen oracıkta hepsini yalayıp yutmayı düşündü,
ama o kadar hızlı yerse midesinin bozulacağını biliyordu. Do­
layısıyla kendini tuttu ve Lilian'ın oturduğu bekleme odası­
na döndü. Tamam işte. Annesinin gözleri hemen elindeki çi­
kolatalı çubuğa gitti ve Charlotte'a suçlayıcı bir edayla baktı.
"Bunlann her birinde kaç kalori olduğunu biliyor musun?
Kilo vermen lazım, alman değil. O şeyin hepsi poponda topla­
nacak. Tam birkaç kilo vermişken... "
Charlotte içini çekti. Ömrü boyunca hep aynı şarkıyı işit­
mişti. Lilian eve tatlı hiçbir şey sokmazdı, hep aynı kiloda
kalan kadınlardan biriydi, bedeninde gereğinden fazla bir
gram bile yoktu. Belki de bu yüzden tatlılar Charlotte'a o ka­
dar çekici geliyor, gizli gizli yiyordu. Annesinin babasının ce­
binden bozuk para çalar, gizlice merkez büfeye gidip çikola­
ta, şekerleme alır, eve dönmeden hepsini yer bitirirdi. Ortao­
kulda şişmanlamıştı bile ve Lilian öfkeden kudurmuştu. Ba­
zen Charlotte'a soyunup boy aynasının önünde durmasını
söyler, acımasızca göbeğini çimdiklerdi.
"Kendine bir bak. Şişko bir domuz gibisin! Domuza benze­
mek istemezsin, değil mi?"
Charlotte böyle zamanlarda annesinden nefret ederdi.
Ama Lilian ancak Lennart'ın evde olmadığı sırada buna ce­
saret ederdi. Babası asla izin vermezdi böyle şeylere. Babası
Charlotte'un kurtarıcısıydı. Öldüğünde Charlotte büyümüştü
artık, yine de çaresiz küçük bir kız gibi hissetmişti kendini.
Karşısında oturan annesine baktı. Her zamanki gibi ku­
sursuzca giyinmişti, evden değişecek giysi getirmemiş olan
459

Charlotte'un tam zıddıydı. Lilian gelirken küçük bir çanta


hazırlamayı becermiş, sabah giysilerini değiştirmiş, makyaj
yapmıştı.
Charlotte, Lilian'ın kınayan bakışiarına aldırmadan koca­
man çikolatasının son lokmasını da meydan okurcasına ağ­
zına tıktı. Stig orada can çekişirken, Charlotte'un yeme alış­
kanlığı konusunda endişelenmek tam Lilian'a göreydi. Anne­
si onu hep şaşırtmıştı. Ama anneannesinin nasıl biri olduğu
düşünülürse, durum hiç de garip değildi.
Lilian sinirli bir sesle, "Stig'i ne zaman görebileceğiz?" di­
ye sordu. "Anlamıyorum. Hastanın akrabalarını nasıl içeri
almazlar?"
"Bir nedeni vardır, eminim" dedi Charlotte. Annesine gü­
ven vermeye çalışıyordu, sonra bir an doktorun yüzündeki
tuhaf ifade aklına geldi. "Herhalde ayaklarına dolanırız."
Lilian homurdandı, oturduğu yerden kalkıp abartılı hare­
ketlerle bir ileri bir geri yürüdü.
Charlotte içini çekti. Dün geceden sonra annesine anlayış
göstermeye çalışıyordu, ama Lilian çok güçleştiriyordu bu işi.
Cep telefonunu çıkarıp açık olup olmadığına baktı. Niclas'ın
aramamış olması garipti. Ekran kararmıştı; Charlotte şarjın
bittiğini anladı. Tüh! Koridordaki ankesörlü telefondan ko­
casını aramak üzere kalktı, ama içeri giren iki adama nere­
deyse çarpıyordu. Birinin Patrik Hedström olduğunu görüp
şaşırdı; diğeri de, Charlotte'un omzunun üzerinden bekleme
odasına göz atan kızıl saçlı meslektaşıydı.
"Merhaba, ne arıyorsunuz burada?" diye sordu. Sonra bir
düşünce bütün ağırlığıyla zihnine hücum etti. "Bir şey mi
buldunuz? Sara konusunda bir şey? Buldunuz, değil mi? Ne
buldunuz? Ne . . . " Hem hevesle hem de korkarak bir Patrik'e,
bir Martin'e baktı, ama cevap alamadı.
Sonunda Patrik, "Şu an Sara konusunda somut bir haber
yok" dedi.
460

"Ama neden ... " Charlotte şaşkındı, cümlesini bitiremedi.


İçeri girmek istediklerini işaret edince Charlotte o şaşkın­
lıkla yana çekildi. Dedektifler gidip Lilian'ın iki yanında dur­
duğunda, bekleme odasındaki diğer insanların bu dramatik
salıneyi nasıl seyrettiklerini bir sisin içindeymiş gibi gördü.
Lilian kollarını kavuşturmuş, kaşlarını kaldırmış, polislere
bakıyordu.
"Bizimle gelmenizi rica edeceğiz."
Lilian kavgaya hazır bir halde, "Bunu yapamam, tahmin
edeceğiniz üzere" dedi. "Kocam yaşam savaşı veriyor, onu bı­
rakamam." Sözlerini vurgulamak için ayağını yere vurdu,
ama dedektifler fark etmemiş gibiydiler.
"Stig iyileşecek. Maalesef seçim hakkınız yok. Kibarca bir
kere daha rica edeceğim" dedi Patrik.
Charlotte kulaklarına inanamadı. Ortada korkunç bir
yanlış anlama olmalıydı. Keşke Niclas burada olsaydı; her­
kesi yatıştırır, her şeyi hemen çözerdi. Ne yapacağım bilemi­
yordu. Durum çok saçmaydı.
Lilian ters ters, "Konu nedir?" diye sordu. Charlotte'un
düşündüklerini yüksek sesle söyledi: "Bir yanlış anlama ol­
malı."
"Bu sabah kocanız Lennart'ın cesedini mezardan çıkardık.
Adli tıp uzmanları şu an kocanızdan kalanlardan örnek alı­
yorlar. Stig'den alınan örnekler analiz edilmiş durumda. Ay­
rıca bugün evinizi aradık ve . . . " Patrik Charlotte'a bir göz attı,
sonra Lilian'a döndü. "Birkaç başka şey daha bulduk. İster­
seniz bunları burada, kızınızın ve diğerlerinin önünde tartı­
şahiliriz ya da bizimle merkeze gelirsiniz." Sesinde herhangi
bir duygu belirtisi yoktu, ama gözlerindeki bakış öyle buz gi­
biydi ki, Charlotte adamın içinde böyle bir duyguyu nasıl ta­
şıyabildiğini düşündü.
Lilian ile Charlotte bir an bakıştılar. Charlotte, Patrik'in
dediklerinden tek kelime bile anlamamıştı. Lilian'ın gözleri-
46 1

ne bir an bakınca şaşkınlığı iyice arttı, belkemiğinden aşa­


ğı buz gibi bir şey indi. Kesinlikle yolunda gitmeyen bir şey­
ler vardı.
"Ama babamda Guillain-Barre sendromu vardı. Bir sinir
hastalığından öldü" dedi Patrik'e. Hem açıklıyor, hem de so­
ruyor gibiydi.
Patrik cevap vermedi. Çok geçmeden Charlotte bilmek is­
tediğinden de fazlasını öğrenecekti.
Lilian bakışlarını kızından uzaklaştırdı; bir karar vermi­
şe benziyordu. Patrik'e sakin bir sesle, "Pekala" dedi, "sizin­
le gideceğim."
Hayretten donakalan Charlotte, onlarla gitsin mi, gitmesin
mi bilerneden öylece durdu. Sonunda kararsızlığı işi halletti.
Dedektifler ile annesinin koridorda uzaklaşmasını seyretti.
Hinseberg 1 962

Agnes'i yalnızca bir kere ziyaret edecekti. Onu artık anne­


si olarak düşünemiyordu. Artık o Agnes'ti.
Mary on sekizine girmiş, son bakıcı aileyi hiç pi şmanlık
duymadan terk etmişti. Onları özlemedi, onlar da Mary'yi öz­
lemedi.
Yıllar boyunca sık sık mektup almıştı. Agnes kokan say­
fa sayfa mektuplar. Bir tekini bile açmamıştı. Atmarnıştı da.
Bir gün okunmak üzere sandıkta bekliyorlardı.
Agnes'in de ilk sorduğu buydu. "Şekerim, mektuplarımı
okudun mu?"
Mary cevap vermeden Agnes'e baktı. Dört yıldır onu gör­
memişti; bir şey söylemeden önce, yüz hatlarını yeniden bel­
lernesi gerekiyordu.
Hapishanede geçen yılların Agnes'i hemen hemen hiç de­
ğiştirmediğini görünce şaşırdı. Giysiler konusunda Agnes'in
elinden bir şey gelmezdi, ama bunun dışında kendine ve gö­
rünüşüne eskisi kadar önem verdiği belliydi. Saçı yeni yapıl­
mıştı; son moda kabarık bir modeldi. Göz kalemi modaya uy­
gun olarak kalın çekilmişti, tırnakları ise Mary'nin hatırladı­
ğı kadar uzundu. Agnes cevap beklerken bu tırnakları sabır­
sızca masaya tıklatıyordu.
Mary konuşmadan önce bir an durdu. "Hayır okumadım.
Ve bana 'şekerim' deme" dedi, sonra cevabını merakla bekle-
463

di. Karşısındaki kadından artık korkmuyordu. Nefreti artar­


ken içindeki canavar o korkuyu yiyip bitirmişti. Bunca nefret
varken korkuya yer yoktu.
Agnes böyle bir dramatik bir sahne fırsatını kaçıramazdı.
"Okumadın mı!" diye bir çığlık attı. "Ben burada kilit altın­
dayım, sense serbestsin, eğleniyorsun, kim bilir başka neler
yapıyorsun. Benim tek neşe kaynağım, sevgili kızıının saat­
ler harcayarak yazdığım mektuplan okuduğunu bilmek. Tam
dört yıldır senden ne bir mektup aldım ne de bir telefon!" Ag­
nes şimdi hıçkınyordu, ama gözyaşı diye bir şey yoktu. O mü­
kemmel çekilmiş göz kalemini mahvederdi gözyaşlan.
Mary alçak sesle, "Niye yaptın?" diye sordu.
Agnes hıçkırmayı aniden kesti. Büyük bir soğukkanlılıkla
bir sigara çıkanp dikkatle yaktı. Birkaç kez derin derin iç ge­
çirdikten sonra aynı korkunç sükunetle cevap verdi. "Çünkü
beni aldattı. Beni terk edebileceğini sandı."
"Bıraksaydın gitseydi." Mary tek kelimeyi kaçırmamak için
öne eğildi. Bu konuyu zihninde o kadar çok evirip çevirmişti
ki, şimdi tek bir heceyi bile kaçırma riskini göze alamıyordu.
"Hiçbir erkek beni terk edemez" dedi Agnes. "Gerekeni
yaptım." Sonra soğuk bakışlarını Mary'ye çevirdi ve ekledi:
"O konuyu biliyorsun, değil mi?"
Mary gözlerini kaçırdı. İçindeki canavar huzursuzca kıpır­
dadı. Kısa ve öz konuştu: "Fjallbacka'daki evi bana devret­
meni istiyorum. Oraya taşınınayı düşünüyorum."
Agnes karşı çıkmak ister gibiydi, ama Mary çabucak ek­
ledi: "Gelecekte benimle herhangi bir temas kurmak istiyor­
san, dediğimi yaparsın. Evi bana devredersen, söz veriyorum
mektuplarını okur, sana yazarım."
Agnes tereddüt edince Mary sözlerini sürdürdü: "Çevren­
de bir tek ben kaldım. Pek bir şey sayılmaz, yine de bir ben
vanm."
Dayanılmayacak kadar uzun birkaç saniye boyunca Agnes
464

durumun artısını eksisini tarttı, neyin çıkarına olacağını de­


ğerlendirdi, sonunda kararını verdi.
"Pekala, anlaştık o zaman. Niye o delikte yaşamak istedi­
ğini anladığımdan değil. Yine de eğer istiyorsan, o zaman . . . "
Omuzlarını silkti; Mary yüreğinde yükselen coşkuyu hissetti.
Geçen yıl geliştirmişti bu planı. Yeniden başlayacaktı.
Bambaşka biri olacaktı. Küflü eski bir battaniye gibi ona ya­
pışan geçmişi silkip atacaktı. Adını değiştirmek üzere başvu­
ru yapmıştı bile. Fj iillbacka'daki eve erişmek ikinci aşamay­
dı, ayrıca görünüşünü değiştirme işine de başlamıştı. Tam
bir aydır tek bir gereksiz kalori boğazından geçmemişti, her
sabah bir saat yürümek de yararlı olmuştu. Her şey farklı
olacaktı. Her şey yeni olacaktı.
Agnes'i bekleme odasında otururken bırakıp çıktığında
duyduğu son şey kadının şaşkın sözleri olmuştu: "Kilo mu
verdin sen?"
Mary dönüp cevap vermedi. Yepyeni biri olmak üzereydi.

* * *

Ertesi gün fırtına dindi; güz en güzel yüzünü gösteriyordu.


Fırtınayı atiatan kırmızı ve sarı yapraklar hafif bir esintiyle
yavaşça çırpınıyordu. Güneş insanı ısıtmıyordu; yine de coşku
uyandırıyor, havanın nemli soğuğunu -giysilere işleyen, bede­
ne ıslaklık duygusu veren o soğuğu- önüne katıp kovalıyordu.
Mutfakta oturan Patrik içini çekti. Lilian, aleyhindeki bü­
tün kanıtiara rağmen konuşmayı reddediyordu. Kanıtlar en
azından gözaltının devamını sağlamıştı; hakkında dava aç­
maya ise zaman vardı.
Bir kahve daha koymak üzere mutfağa giren Annika, "Na­
sıl gidiyor?" diye sordu.
Yine derin derin iç çeken Patrik, "Pek bir şey olduğu yok"
dedi. "Çetin ceviz çıktı. Tek kelime etmiyor."
465

"Kanıtlar yeterliyse, itiraf gerekir mi?"


"Hayır, pek de gerekmez" dedi Patrik. "Ama elimizde öldür­
me nedeni yok. Hayal gücümü biraz çalıştırırsam, bir kocayı
öldürüp ikincisini öldürme teşebbüsünde bulunmak için bir­
kaç inanılır neden bulabilirim. Ama Sara'yı neden öldürsün?"
"Sara'yı öldürenin o olduğunu nereden bildin?"
"Bilmedim" dedi Patrik. "Şimdiye kadar bilmiyordum .
Ama bütün bu olanlar, Sara'nın kaybolduğu sabah konusun­
da birinin yalan söylediğini düşündürüyor bana ve o biri Li­
lian olmalı."
Mutfak masasındaki kayıt cihazını çalıştırdı. Morgan'ın
sesi odayı doldurdu. "Ben yapmadım. Rayatırnın sonuna ka­
dar hapishanede kalamam. Onu öldürmedim. Ceket nasıl ku­
lübeye geldi, bilmiyorum. Evine girdiğinde o ceket üstündey-
di. Lütfen, beni burada bırakmayın."
"Duydun mu?" dedi Patrik.
Annika başını salladı. "Hayır, özel bir şey duymadım."
"Bir kere daha dinle. Dikkatle." Teybi geri sardı ve ''baş-
lat" düğmesine bastı.
"Ben yapmadım. Hayatıının sonuna kadar hapishanede
kalamam. Onu öldürmedim. Ceket nasıl kulübeye geldi, bil­
miyorum. Evine girdiğinde o ceket üstündeydi. Lütfen, beni
burada bırakmayın."
Annika alçak sesle, "Evine girdiğinde o ceket üstündeydi"
dedi.
"Tam üstüne bastın" dedi Patrik. "Lilian, Sara'nın evden
çıkıp bir daha dönmediğini iddia etti, ama Morgan onun tek­
rar eve girdiğini görmüştü. Bu konuda yalan söylemek için
nedeni olabilecek tek kişi Lilian. Yoksa Sara'nın tekrar eve
girdiğini neden bize söylemesin?"
Annika başını ağır ağır iki yana salladı. "İnsan kendi to­
rununu nasıl boğar? Ağzına niye kül doldurur?"
Morali bozuk olan Patrik, "İşte tam da bunu bilmek isti-
466

yorum" dedi. "Ama kadın oturup gülümsüyor, ne itiraf anla­


mında ne de kendini savunma anlamında bir şey söylemeyi
reddediyor."
"Peki, o küçük oğlan?" Annika sözüne devam ediyordu.
"Ona niye saldırmış? Peki Maja'ya?"
Patrik kahve fincanını evirip çevirerek, "Sanırım Liam
rastgele bir seçimdi" dedi . "Fırsat bulmuşken işlenen bir
suç. Lilian'ın dikkatleri ailesinden, anlaşılan özellikle de
Niclas'tan uzaklaştırmak için yaptığı bir şey. Maja'ya saldır­
ması ise Lilian'ı ve ailesini soruşturduğum için benimle bir
tür ödeşme yoluydu."
"Duyduğuma göre, talihin yaver gitmiş, Lennart cinayeti
ile Stig'e cinayet teşebbüsünü çözmüşsü n ."
"Çözdüm, evet, ne yazık ki kendi öngörülerim sayesinde
çözdüm diyemiyorum. Discovery Channel'da "Suç Gecesi"ni
seyretmeseydim, bu cinayetlerden asla haberimiz olmayacak­
tı. Programda Amerika'da kocalarını zehirleyen bir kadının
vakası anlatılıyordu. Kocalardan birine Guillain-Barre tanı­
sı konmuştu. İşte o zaman bütün taşlar yerine oturdu. Erica,
Charlotte'un babasının bir sinir hastalığından öldüğünü söy­
lemişti. Buna Stig'in hastalığını ekleyince . . . aynı ender belir­
tileri gösteren iki koca. Aklımı kurcalayan bu oldu. Erica'yı
uyandırdım; Charlotte ona babasının Guillain-Barre'den öl­
düğünü söylemiş. Ama ne yalan söyleyeyim, hastaneyi ara­
madan önce pek emin değildim. Analiz sonuçları gelince ha­
rika oldu; arsenik içeriği tavana vurmuştu. Tek İsteğim ba­
na bunu neden yaptığını söylemesi. Ama konuşmayı reddedi­
yor!" Hırsla elini saçlarının arasından geçirdi.
Annika dönüp gitmek üzereyken, "Eh, senin yapabileceğin
bu kadar" dedi. Sonra yine Patrik'e döndü. "Bu arada, habe­
ri işittin mi?"
Patrik fazla heyecan göstermeden, "Hayır, ne olmuş?" dedi.
"Ernst bu kez salıiden kovuldu. Martin onun yerine bir
467

kadını i ş e aldı. Anlaşılan merkezde kadın erkek oranının


dengesiz oluşu yüzünden yukarıdakiler baskı yapmış."
"Zavallı adam." Patrik pis pis güldü. "Kadının eleştirilere
kulak asmayacağını umalım."
"Hakkında bir şey bilmiyorum, geldiğinde nasıl biriymiş
görürüz. Bir ay sonra burada olacak."
"Eminim iyi biridir. Ernst'le karşılaştırıldığında kim olsa
daha iyidir."
"O kesin" dedi Annika. "Haydi, biraz neşelen. Önemli olan
şu: Katil gözaltında. Cinayet nedeni onunla Yaradan arasın­
daki bir mesele olarak kalır belki."
"Henüz pes etmedim" diye homurdandı Patrik ve bir daha
denemek üzere ayağa kalktı.
Gidip Gösta'yı buldu; ikisi Lilian'ı sorgu odasına götürdü­
ler. Kadın birkaç gündür içeride olduğundan üstü başı biraz
buruşmuştu, ama son derece sakindi. Onu hastanenin bekle­
me odasından götürdüklerinde terslenmesi dışında olağanüs­
tü kontrollü bir görünüm sergiliyordu. Şimdiye kadar söyle­
diklerinin hiçbiri onu sarsamamıştı. Patrik belki de hiç sar­
samayacağını düşünmeye başlamıştı. Yine de son bir kez de­
nemek zorundaydı. Sonra işi savcıya havale edecekti. Ama
Maja konusunda ondan gerçekten bir cevap almak istiyordu.
Öfkesini kontrol altında tutabildiği için kendisiyle övünü­
yordu; bunu aklında daima net bir hedef bulundurmaya ça­
lışarak başarmıştı. Önemli olan Lilian'ın hüküm giymesini,
mümkünse bir de açıklama yapmasını sağlamaktı. İşe kişisel
duygularını karıştırırsa bu hedefe varamazdı. Ayrıca, sorgu­
da bir öfke nöbetine kapılması mahkemede hazır bulunama­
yacağı anlamına gelirdi. Şu anda bile vakayla kişisel bağlan­
tısı yüzünden bütün gözler onun üstündeydi.
Derin bir soluk alarak başladı. "Sara bugün gömüldü, bili­
yor muydun?"
Gösta'yla birlikte masanın bir tarafından oturuyorlardı;
468

Lilian karşılarındaydı. Kadın başıyla hayır dedi.


"Orada olmak ister miydin?"
Lilian sadece omzunu silkti ve yüzünde tuhaf, sfenks ben­
zeri bir gülümseme belirdi.
"Şimdi Charlotte senin için neler hissediyor acaba?" Tepki
almasını sağlayacak bir damara basma umuduyla durmadan
konu değiştiriyordu. Ama şu ana kadar Lilian neredeyse in­
sanca olmayan bir umursamazlık göstermişti.
"Ben onun annesiyim" diye yanıtladı Lilian. Sakindi. "Bu-
nu asla değiştiremez."
"Değiştirmek ister miydi?"
"Belki. Ama istemesi bir şey değiştirmez."
"Bunları neden yaptığını bilmek ister mi sence?" Göı;; t a
araya girmişti. Lilian'a gözlerini dikti, hiçbir şey işlemez gibi
görünen zırhta bir çatlak arıyordu.
Lilian cevap vermedi, dalgın dalgın tırnaklannı inceledi.
"Kanıtlarımız var Lilian, bunu biliyorsun. Daha önce söy­
lemiştik. İki kişiyi öldürdüğünden, üçüncüsünü de öldürme
girişiminde bulunduğundan bir an bile kuşku duymuyoruz.
Lennart ile Stig'i arsenikle zehirlemen seni yıllarca hapiste
tutmaya yetecek. Dolayısıyla Sara cinayetinden söz etmenin
senin için artı bir bedeli yok. Kocanı öldürmen şaşırtıcı bir
şey değil; bunun için binlerce neden düşünebilirim. Ama to­
runun? Neden Sara? Seni kışkırttı mı? Ona kızdın, sonra da
kendine engel olamadın mı? Öfke nöbetlerinden birine mi ka­
pıldı? Onu hanyoda sakinleştirmeye çalışıyordun ve işler çı­
ğırından mı çıktı? Anlat bize!"
Ama önceki sorgulardaki gibi Lilian'dan bir cevap alama­
dılar. Sadece hoşgörüyle gülümsüyordu.
"Kanıtlarımız var!" diye tekrarladı Patrik, artık artan bir
kızgınlıkla. "Lennart'tan alınan örnekler yüksek arsenik dü­
zeyi gösteriyor, Stig'inkiler de öyle. Hatta arsenik zehirlen­
mesinin son altı ayda vuku bulduğunu da gösterebildik, üste-
469

lik artan dozlarda. Kilerde sakladığın eski bir fare zehri ku­
tusunda arseniği bulduk. Sara'nın ciğerlerinde, yatak odanda
sakladığın küllerin kalıntısını bulduk. Aynı külleri bizi yan­
lış ize sevk etmek için küçük bir çocuğa sürdün, ayrıca su­
çu Morgan'a atmak için Sara'nın ceketini kulübesine koydun.
Kaj'ın pedofil çıkması ekmeğine yağ sürdü. Ama Morgan'ın
tanıklığı teypte kayıtlı; Sara'nın yeniden eve girdiğini söylü­
yor. Bu ise senin bize söylediklerinle çelişkili. Sara'yı öldüre­
nin sen olduğunu biliyoruz. Bize yardım et şimdi, kızının ha­
yatına devam etmesine yardım et. Nedenini söyle! Ya benim
kızım? Neden onu bebek arabasından çaldın? Benden öç mü
almak istiyordun? Konuş benimle!"
Lilian işaretparmağıyla masada küçük daireler çi 7.iyordu.
Patrik birkaç kez daha yalvarınıştı ona, yine beyhudeydi.
Patrik sükunetini kaybetmeye başladığını hissetti. Ap­
talca bir şey yapmadan en iyisi durmaktı. Ayağa fırladı, sor­
gunun bitirilmesi için gerekli bilgileri verdi, kapıya yürüdü.
Eşikte döndü.
''Yaptığın bağışlanamaz bir şey. Kızını bir parça olsun hu­
zura kavuşturma gücüne sahipsin, ama bunu yapmamayı
seçtin. Sadece bağışlanmaz değil, insanlıkdışı bir şey bu."
Gösta'ya Lilian'ı hücresine götürmesini söyledi. Artık bir
saniye için bile bakamayacaktı kadına. Bir an onda kötülü­
ğün ta dibini gördüğünü düşünmüştü.

* * *

"Bu kahrolası feminist tipler ümüğümüze binip duruyor"


diye söylendi Mellberg. "Şimdi de işyerinde tepemizdel er. Bu
lanet kota sisteminin ne lüzumu var anlamıyorum. Safmı­
şım demek ki, kendi kadromu kendim seçerim diye düşün­
müşüm. Ama hayır, muhtemelen üniformasım bile ilikleye­
meyen bir hatunu gönderiyorlar bana. Haklı değil miyim?"
4 70

Simon gözlerini tabağından ayırmadı.


Öğle yemeğini evde yemek tuhaftı, ama Mellberg'in başlat­
tığı baba-oğul projesinin bir başka halkasıydı bu. Hatta şim­
diye kadar buzdolabında hiç bulunmayan birtakım sebzeler
bile doğramıştı. Oysa Simon'ın ne hıyara ne de domateslere
dokunmadığını can sıkıntısıyla görüyordu. Onun yerine ket­
çaba buladığı makarna ile köftelere yumulmuştu. Eh, neyse,
ketçap da domates sayılırdı. Mellberg o da uyar diye düşündü.
Konuyu değiştirmeye karar verdi. Yeni gelecek polisi bite­
viye düşünmek tansiyonunu yükseltiyordu, o kadar. Onu bı­
rakıp oğlunun gelecek planiarına odaklandı.
"Peki, nasıl bir iş istediğini düşündün mü? Lisede okuma­
nın sana göre olmadığını düşünüyorsan, iş bulmana yardım
edebilirim. Herkes ders çalışmayı sevmeyebilir, sen de baban
gibi pratik işlere eğilim gösteriyorsan . . . " Mellberg kesik ke­
sik güldü.
Daha tecrübeli bir baba, oğlunun gelecek konusundaki
inisiyatif yoksunluğunu endişe verici bulabilirdi; ama Mell­
berg kendine güveniyordu. Simon geçici bir depresyona gir­
mişti herhalde; endişelerrecek bir şey yoktu. Oğlunun avukat
mı, yoksa doktor mu olmasını istediğini düşündü. Avukat, di­
ye karar verdi. Doktorlar artık o kadar da çok para kazan­
mıyordu. Ama oğlunu bu mesleğe giden yola sokmadan ön­
ce önemli olan geri durmak, ona fazla yüklenmemekti. Haya­
tın vuracağı yumrukları tadarsa, er geç mantığın sesini din­
lerdi. Elbette, Simon'un annesi oğlanın hemen hemen bütün
derslerden kaldığını söylemişti, bunun yola birtakım engeller
koyahileceği açıktı. Ama Mellberg olumlu düşünüyordu. Bü­
tün sorun, kuşkusuz çocuğun evde destek görmemesiydi, zira
zekası yerinde olmalıydı; yoksa tabiat ana ona özellikle kötü
bir oyun oynamış olurdu.
Simon ağzındaki köfteyi neşesizce çiğnemekteydi; babası­
nın sorusuna cevap vermeye pek de gönlü yoktu.
471

Mellberg, "Eee, işe girmeye n e diyorsun?" diye sordu, bi­


raz sinirlenmişti. Şurada aralannda bir bağ kurmaya çalışı­
yordu, Simon ise cevap vermeye bile zahmet etmemişti.
Hala köftesini çiğnemekte olan Simon bir süre sonra, ''Yok,
sanmam" dedi.
"Ne demek, sanmam?" dedi Mellberg kızgın kızgın. "O za­
man ne sanıyorsun? Çatımın altında yaşayıp, yemeklerimi
yiyip bütün gün dalga geçeceğini mi? Bunu mu sanıyorsun?"
Simon gözünü bile kırpmadı. "Yok, herhalde gidip annem­
le yaşanm."
Mellberg bu duyuruyla kafasına tekme yemiş gibi oldu.
Yüreğinin yakınlarında bir yerde acayip, neredeyse delici bir
acı duydu.
"Annenle mi?" Mellberg kulaklarına inanamamış gibi söz­
cükleri tekrarlamıştı. Hiç üzerinde durmadığı bir seçenekti
bu.
"Ama sandım ki orada yaşamayı sevmiyorsun. Geldiğinde
'o lanet kaltak'tan nefret ettiğini söylemiştin."
"Yok, annem idare eder" dedi Simon; pencereden dışarı
bakıyordu.
Mellberg huysuz bir sesle, "Peki ben etmez miyim?" de-
di. Uğradığı hayal kırıklığını saklayamamıştı. Çocuğa onca
sert davrandığı için pişmandı. Belki çocuğun hemen çalışma­
ya başlaması gerekmiyordu. Hayatında tatsız işlerde çalışa­
cağı çok zaman olacaktı; önce biraz gevşek davranması şansı­
nı kaybedeceği anlamına gelmiyordu.
Mellberg telaşla kendi bakış açısını anlatmaya girişti,
ama beklediği etkiyi yaratamadı.
''Yok, o değil. Annem de beni iş bulmaya zorlayacaktır.
Mesele arkadaşlarım, tamam mı? Orada bir sürü arkadaşım
var, ama burada tek kişi bile tanımıyorum ve . . . " Cümleyi bi­
tirmedi.
"Peki, birlikte yaptığımız bir dolu güzel şey ne olacak?"
4 72

dedi Mellberg. "Baba-oğul, falan. Sonunda ihtiyar babanla


bir arada olmaktan hoşlandığım sanmıştım. Beni tanımaya
başlamaktan."
Mellberg ikna edici bir gerekçe bulmaya çalışıyordu. Topu
topu iki hafta önce oğlunun gelmesini beklerken neden pani­
ğe kapıldığını düşündü. Evet, arada sırada ona kızmıştı, yi­
ne de . . . İlk kez, işten gelince kapının anahtarını çevirdiğinde,
içini bir beklenti duygusu kaplıyordu. Şimdi ise bütün bunlar
hayatından çıkacaktı.
Çocuk omuzlarını silkti. "Çok iyiydin. Seninle ilgisi yok.
Aslında buraya taşınınam asla söz konusu değildi. Annem öf­
kelenince böyle şeyler söyler. Daha önce de beni anneanne­
me göndermişti, ama o şimdi hasta, annem de benimle ne ya­
pacağını bilemedi. Onunla dün konuştum. Sakinleşmiş; eve
gelmeınİ istiyor. Sabah dokuz treniyle gidiyorum." Mellberg'e
bakmadan söylemişti bunları. Sonra gözlerini kaldırdı. "Ama
her şey fıstık gibiydi. Valla. Harikaydın, gayretliydin, falan.
İşte, sana da uyarsa, arada bir gelirim buraya . . . " Bir an dur­
du, sonra ekledi: "Baba?"
Mellberg'in yüreği ısındı. Çocuk ona ilk kez baba diyordu.
Lanet olsun, ona ilk kez biri baba diyordu.
Çocuğun gideceği haberi ilk kez o kadar zor olmaktan çık­
tı. En azından arada sırada gelip babasını ziyaret edecekti.
Baba.

* * *

Ömürlerinde yaptıkları en zor şeydi. Aynı zamanda, ver­


diği kapanış duygusu gelecekte evliliklerinin temeli olacaktı.
Küçücük beyaz tabutun, toprağın derinliklerine inişiyle bir­
birlerine daha sıkı sarıldılar. Dünyada hiçbir şey bundan da­
ha zor olamazdı. Sara'ya elveda demek.
Niclas ile Charlotte yalnız olmayı seçmişlerdi. Kilisedeki
4 73

tören kısa ve basitti. Öyle istemişlerdi. Yalnızca ikisi ve ra­


hip. Şimdi de mezar başında yalnızdılar. Rahip durumun ge­
rektirdiği sözleri söylemiş, sonra sessizce çekilmişti. Tabuta
tek bir gül atmışlardı; beyaz alışabm üzerinde pespembe par­
lıyorrlu gül. Pembe, Sara'nın en sevdiği renkti. Belki de kızıl
saçlarıyla uyuşmadığı için. Sara hiçbir zaman kolay yoldan
gitmemişti.
Lilian'a duydukları nefret hala tazeydi. Charlotte kilise
mezarlığının sessizliğinde bedeninin her bir gözeneğinden
fışkıran nefret duygusuyla dikilrnekten utanç duydu. Belki
zamanla dinerdi bu nefret. Gözünün ucuyla babasının meza­
rı üzerine, ikinci kez sonsuz uykusuna yatırıldığında atılan
toprak yığınına baktı. Sonra, öfke ve hüzünden başka bir şey
de hissedebileceğim günler gelecek mi, diye merak etti.
Lilian onlardan sadece Sara'yı değil, babasını da almıştı;
bunu asla bağışlamayacaktı. Nasıl yapmıştı? Rahip acıyı din­
dirmenin bir yolu olarak bağışlamaktan söz etmişti, ama in­
san bir canavarı nasıl bağışlardı? Annesinin bu korkunç suç­
ları neden işlediğini bile anlamıyordu. Anlamsızlıkları sa­
dece duyduğu gazabı ve acıyı artırıyordu. Lilian tam bir de­
li miydi, yoksa bir tür sapıkça mantıkla mı hareket etmişti?
Bunu belki asla bilemeyecekleri gerçeği, yitirdiklerİnİn acısı­
nı daha da dayanılmaz kılıyordu; açıklayıcı kelimeleri anne­
sini ağzından yırtarcasına çekip almak istiyordu.
Acılarını paylaşmak isteyen kasabalıların gönderdiği çi­
çeklerin yanı sıra, kiliseden de iki küçük çelenk gelmişti. Bi­
ri, Sara'nın babaannesi Asta'dandı. İçeride tabutun yanın­
daydı; şimdi de mezar taşının yanına yerleştirilmek üzere ki­
lise mezarlığına getirilmişti. Asta mezarlığa gelip gelemeye­
ceğini sormak için onları aramış, ama onlar nazikçe geri çe­
virmişlerdi. Bu dakikaları kendilerine ayırmak istemişlerdi.
Bu nedenle Asta'dan onlar kilisedeyken Albin'e bakıp baka­
mayacağını sormuşlardı. Sevinerek kabul etmişti Asta.
4 74

İkinci çelenk Charlotte'un anneannesi Agnes'tendi. Ne­


denini bilmeden, Charlotte onun tabutun yanına yaklaştı­
rılmasını istememiş, çöpe atmalarını söylemişti. Her zaman
Lilian'ın annesine çektiğini düşünmüştü; bir biçimde içgüdü­
leriyle bütün kötülüğün o kadından geldiğini biliyordu.
Uzun bir süre mezar başında sessizce durdular, birbirle­
rine sanlmışlardı. Sonra yavaş yavaş uzaklaştılar. Charlotte
bir an babasının mezarı başında durdu. Başıyla kısaca elve­
da dedi. Hayatında ikinci kez.

* * *

Lilian küçük hücresinde yıllardır ilk kez kendini, tuh a f


ama güvende hissetmişti. D ar ranzasında yana dönük yat­
mış, sakin, derin soluklar alıyordu. Bütün o soruları soran
adamların hırsını anlamamıştı. Bunu neden yaptığı ne fark
ederdi? Önemli olan sonuçtu. Her zaman öyle olmuştu. Ama
şimdi nedense olan bitenin altında yatan nedenlerle, açıkla­
malarda ve gerçeklerde bulacaklarını düşündükleri bir man­
tık silsilesiyle aniden ilgilenir olmuşlardı.
Onlara kileri anlatabilirdi. Annesinin ağır, tatlı kokusu­
nu. Ona "tatlım" dediğinde öylesine baştan çıkarıcı olan se­
sini. Ağzındaki kötü, kuru tadı, içinde yaşayan, hala tetikte,
hala harekete geçmeye hazır canavarı anlatabilirdi. Her şe­
yin ötesinde, onlara korkuyla değil, nefretle titreyen ellerinin
babasının fincanına zehri dikkatle koyup özenle kanştırışını,
zehrin sıcak çayda erimesini seyredişini anlatabilirdi.
Aldığı ilk ders buydu. Vaatlere inanmamak. Annesi her
şeyin farklı olacağına dair ona söz vermişti. Babası gittiğin­
de bütünüyle farklı bir hayat süreceklerdi. Birlikte. Yan ya­
na. Artık kiler olmayacaktı, korku olmayacaktı. Annesi ona
dokunacak, onu okşayacak, ona "tatlım" diyecek, artık ara­
larına herhangi bir şeyin girmesine izin vermeyecekti. Oysa
4 75

sözler kolayca veriliyor, ama tutulmuyordu. O zaman öğren­


mişti bunu, asla unutmayacaktı. Arada sırada, zihninden an­
nesinin, babası hakkında söylediklerinin doğru olmayabilece­
ği geçmişse de, bu düşünceyi hemen ruhunun derinliklerine
gömmüştü. Bu olasılığı düşünemiyordu bile.
Önemli bir ders daha almıştı. Kimse onu asla terk ede­
meyecekti. Babası onu terk etmişti. Annesi onu terk etmiş­
ti. Sonra ruhsuz bir bavul gibi bir bakıcı aileden diğerine sü­
rüklenmiş, sonra hepsi onu, ilgisizlik göstererek de olsa, terk
etmişti.
Annesini Hinseberg Hapishanesi'nde ziyaret ettiğinde,
karannı vermişti. Yeni bir hayat yaratacaktı, kontrolün ken­
di ellerinde olduğu bir hayat. İlk adımı adını değiştirmek ol­
muştu. Annesinin dudaklarından zehir gibi akan o adı bir
daha hiç duymak istemiyordu. "Mary, Maaaary." Kilerin ka­
ranlığında otururken o ad duvarlarda yankılanır, korkudan
büzülür, top gibi kıvrılırdı.
Mary' den çok farklı bir sedası olduğu için Lilian adını seç­
mişti. Ayrıca bir çiçeği, kırılgan ve ilahi, aynı zamanda güçlü
ve esnek bir çiçeği düşündürdüğü için.
Görünüşünü değiştirmek için de çok çalışmıştı. Askerce
bir disiplinle eskiden tıkındığı her şeyi kendine yasaklamış
ve kilolar şaşırtıcı bir hızla bedeninden yok olmuştu. Artık
şişmanlık sadece bir anıydı. Bedeninin şişmanlamasına bir
daha asla izin vermemişti. Kilosunun bir gram bile artmama­
sına özen göstermiş, aynı azmi göstermeyenleri aşağılamış­
tı. Kızı gibi. Charlotte'un tombulluğu midesini bulandırmış­
tı; hatırlamak istemediği günlerin anılarını geri getiriyordu
o kilolar. Pörsümüş, gevşek, özensiz her şey onda öfke uyan­
dırıyordu; bazen Charlotte'un vücudundan çıplak elleriyle et
koparına arzusunu bastırmak için çok mücadele ederdi.
Stig hayatta kaldığı için hayal kırıklığına uğrayıp uğra­
madığını alayla sormuşlardı ona. Cevap vermemişti. Dürüst
4 76

olmak gerekirse, kendisi de bilmiyordu. Yaptıklarını planla­


mış değildi. Bir biçimde, doğal olarak yapmıştı. Lennart'la
başlamıştı her şey. Ayrılmalarının her ikisi için yararlı ola­
cağı laflarıyla. Charlotte evden gittikten sonra ikisinin ortak
noktalarının olmadığını fark ettiği gibi laflarla. Lilian kocası­
nın ölmesi gerektiğine tam olarak o zaman mı, o ilk sözlerle
mi karar verip vermediğinden emin değildi. Bunu yapmanın
alınyazısı olduğunu hissetmişti. Fare zehri kutusunu evi sa­
tın aldıklarında bulmuştu. Neden çöpe atmadığını açıklaya­
mıyordu. Belki de bir gün işe yarayacağını bilmişti.
Lennart ömrü boyunca acele bir iş yapmamıştı, dolayısıy­
la Lilian evden öyle kısa zamanda taşınmayacağını biliyor­
du. Küçük dozlarla başlamıştı, onu hemen öldürmeyecek ka ­
dar küçük, ama çok hasta edecek kadar büyük. Yavaş yavaş
sağlığı bozulmuştu Lennart'ın. Ona bakmaktan zevk almış­
tı Lilian. Artık ayrılma sözü edilmiyordu. Tersine, Lilian onu
yedirdikçe, giysilerini değiştirdikçe, alnından teri sildikçe
adam minnetle bakıyordu.
Bazen canavarın yeniden huzursuzca kıpırdadığını hisse­
derdi. Sabrı taşıyordu.
Tuhaf ama, yakalanacağı asla aklına gelmemişti. Her
şey çok doğal gelişmiş, olaylar birbiri ardına sıralanmıştı.
Lennart'a Guillain-Barre sendromu tanısı konduğunda, bu­
nu her şeyin yolunda gittiğinin işareti olarak aldı. Alnında
yazılı olanı yapıyordu sadece.
Uzun vadede Lennart yine de onu terk etmişti . Ama
Lilian'ın koşullannda: Ölerek. Kendi kendine verdiği söz, onu
kimsenin terk etmesine izin vermeyeceği, hala geçerliydi.
Sonra Stig'le tanışmıştı. Öyle sadık, öyle güven dolu bir
mizacı vardı ki, onu terk etmek aklına bile gelmeyecek­
ti, bundan emindi. Söylediği her şeyi yapıyordu Stig; hatta
Lennart'la oturduğu evde yaşamayı bile kabul etmişti. Bu be­
nim için önemli, diye açıklaınıştı Lilian. Bu benim evim. An-
4 77

nesinin ona devrettiği, Lennart'la evlenene kadar oturduğu


evin satışından elde edilen parayla alınan. Sonra çok üzüle­
rek de olsa, satmak zorunda kalmıştı. Küçük ev yeteri kadar
geniş değildi. Yine de sattığına pişman olmuştu her zaman;
Salvik'teki ev öbürünün zavallı bir yedeği gibiydi. En azın­
dan onundu. Stig bunu anlamıştı.
Yıllar geçmiş, Lilian, Stig'de mutsuzluk belirtileri görme­
ye başlamıştı. Sanki kimse Lilian'ı yeterli bulmuyordu. Dai­
ma başka bir şeyin, daha iyi bir şeyin peşindeydiler. Stig bi­
le. Yavaş yavaş birbirlerinden koptuklarından, kendi başına
bir hayata başlama ihtiyacından söz etmeye başlayınca, bi­
linçli bir karara varmamıştı. Salının pazartesiyi izlediği gibi,
Lili an'ın hareketleri de doğal olarak Sti g'in sözlerini izlemiş­
ti. Doğallıkla Stig de, tıpkı Lennart gibi, minnetle ona sarıl­
mıştı, çünkü Stig'e bakan, onu doyuran, onu seven Lilian'dı.
Bu kez de ayrılığın kaçınılmaz olduğunu Lilian biliyordu,
ama hızını ve anını o kontrol ettiği sürece bu önemli değildi.
Lilian öteki tarafına döndü ve başını ellerinin üzerine yas­
ladı. Gözlerini duvara dikti, sadece geçmişi gördü. Bugünü
görmedi. Geleceği de. Şu anda önemli olan tek şey geçmiş za­
mandı.
Kız hakkında soru sorduklarında yüzlerindeki iğrenmeyi
görmüştü. Ama asla anlayamazlardı. O çocuk adam olmazdı,
dik kafalı, saygısızdı. Charlotte ile Niclas onun ve Stig'in ya­
nına taşınana kadar durumun ne kadar kötü olduğunu kav­
ramamıştı. O kız bir şeytandı. Önce dehşete kapılmıştı. Son­
ra kaderin elini görmüştü. Kız öyle Agnes'e benziyordu ki.
Belki görünüş olarak değil, ama Lilian gözlerinde aynı şey­
tanı görmüştü. Yıllar sonra bunu anlamıştı artık. Annesinin
bir şeytan olduğunu. Yıllar onu tüketirken Lilian zevkle sey­
retmişti. Annesini yakında bir yere aldırmıştı. Gidip ziyaret
edeceğinden değil; umutsuzca bu ziyaretierin hasretini çe­
ken annesini onu görmekten mahrum etmenin verdiği kont-
4 78

rol duygusu için. Annesinin orada, bu kadar yakın ama onca


uzakta oturduğunu, için için çürüdüğünü bilmek kadar hiç­
bir şey onu mutlu etmiyordu.
Annesi şeytandı; kız da. Lilian kızın nasıl ağır ağır aileyi
parçaladığını, Niclas ile Charlotte'un evliliğini bir arada tu­
tan kırılgan harcı nasıl söküp aldığını görmüştü. Sürekli taş­
kınlıkları, tüm dikkatleri üzerine çekme arzusu, onları çok
yormuştu; çok geçmeden yollarını ayırmaktan başka çıkış
yolu göremeyeceklerdi. Buna izin veremezdi. Niclas olmadan
Charlotte hiçbir şeydi. Eğitimsiz, fazla kilolu, iki çocuk an­
nesi bekar bir kadın; başarılı bir kocanın sağladığı saygıdan
yoksun. Charlotte'un ku şa ğınd a n kimileri, muhtemelen böy­
le bir görüşün eskimiş olduğunu söylerdi, artık evlilik yoluy­
la toplumda statü elde etmenin modası geçmişti. Ama Lilian
doğrusunu biliyordu. Yaşadığı kasahada statü hala önemliy­
di ve böyle olması hoşuna gidiyordu. İnsanların Lilian hak­
kında konuşurken çoğu zaman "Lilian Florin? A, evet, biliyor
musunuz, damadı doktor" dediklerini duymuştu. Bu ona be­
lirli bir saygı kazandırmıştı. Ama o kız bütün bunları mah­
vedecekti.
Böylece, ondan isteneni yapmıştı. Sara'nın Frida'ya gider­
ken başlığını unuttuğu için geri döndüğünü görmüştü. Aslın­
da Lilian neden hemen o anda yaptığını bilmiyordu. Aniden
bir fırsat çıkmıştı. Uyku hapı alan Stig derin uykudaydı, ev­
de top patiasa uyanmazdı; yorgun Charlotte bodrum katta
yatıyordu ve Lilian oraya fazla ses gitmediğini biliyordu; Al­
bin uyuyordu ve Niclas işteydi.
Beklediğinden kolay olmuştu. Kız, giysileri üstündeyken
banyoya girmenin eğlenceli bir oyun olduğunu sanmıştı. Lili­
an ona İtaat'i yedirdiğinde kız doğal olarak mücadele etmiş­
ti ama yeteri kadar güçlü değildi. Kızın başını suyun altında
tutmak zor olmamıştı. Tek zorluk kimse görmeden kıyıya in­
mekti. Ama Lilian kaderin kendi safında olduğunu biliyordu,
4 79

başarısızlık söz konusu değildi. Sara'yı battaniyeye sarmış,


kucağında taşımış, suya bırakmış, dibe inmesini seyretmişti.
Birkaç dakika sürmüştü hepsi ve tam düşündüğü gibi, şans
ondan yanaydı. Kimse bir şey görmemişti.
İkinci olay sadece anlık bir güdünün eseriydi. Polis
Niclas'ın çevresini koklamaya başlayınca onu kurtaracak
tek kişinin kendisi olduğunu anlamıştı. Niclas'a cinayet sa­
atinde nerede olduğuna dair bir kanıt sağlamalıydı; birden
Jarnboden hırdavat mağazasının dışında uyuyan bir çocuk
görmüştü. Bir çocuğu öyle bırakmak ne korkunç bir sorum­
suzluktu. Annesine gerçekten bir ders verilmeliydi. Niclas iş­
teydi, sağlamasını yapmıştı Lilian. Dolayısıyla polis onu so­
ruşturmadan elernek zorunda kalacaktı.
Erica'nın kızına saldırması ise bir ders niteliğindeydi. Nic­
las, Erica'nın ona Charlotte ile birlikte artık kendi evlerine
çıkmaları gerektiğini söylediğinden söz edince Lilian o kadar
öfkelenmişti ki, kırmızı görmüş boğa gibi olmuştu. Erica'nın
böyle öğütler vermeye ne hakkı vardı? Hayatiarına müdaha­
le etmeye ne hakkı vardı? Uyuyan bebeği evin öteki tarafına
taşımak kolay olmuştu. Küller bir uyarıydı. Erica'nın kapıyı
açıp da bebeğin kaybolduğunu fark ettiğinde yüzünün ne hal
aldığını görmek için orada kalmaya cesaret edememişti. Ama
gözünde canlandırmış, manzara onu mutlu etmişti.
Ranzada yatan Lilian'ın uykusu geldi; gözlerini isteyerek
kapattı. Kapalı gözkapaklarının ardında yüzler gerçeküstü
bir dansla dönüp duruyorlardı. Babası, Lennart ve Sara hal­
ka olmuş dans ediyorlardı. Hemen arkalarında Stig'in çök­
müş, zayıf yüzünü gördü. Ama halkanın ortasında annesi du­
ruyordu. Canavara tutkuyla sımsıkı sarılmış, yanak yanağa
dans ediyordu. Annesi fısıldıyordu: Mary, Mary, Maaaaary . . .
Sonra uykunun karanlığı üzerine çöktü.

... ... *
480

Agnes yaşlılar evinde pencerede otururken kendine ger­


çekten üzülüyordu . Dışarıda yağmur camiara vuruyordu;
damlalann yüzünü kamçıladığını hisseder gibi oldu.
Mary'nin neden onu ziyaret etmediğini anlamıyordu. On­
ca nefret, onca kin nereden çıkmıştı? Kızı için her şeyi yap­
mamış mıydı? Elinden geldiğince iyi bir anne olmamış mıy­
dı? Bu arada işler yanlış gitmişse bu onun hatası değildi.
Suç başkalarınındı. Şans ondan yana olsaydı her şey fark­
lı olurdu. Ama Mary bunu anlamamıştı. Talihsiz olaylardan
Agnes'in sorumlu olduğuna inanmıştı; nasıl açıklamaya çalı­
şırsa çalışsın, kız dinlemeyi reddetmişti. Hapishaneden bir­
çok uzun mektup yazmış, kabahatİn kendisinde olmadığını
ayrıntılarıyla anlatmış, kız ise her nedense bir tepki verme­
mişti, sanki bütün farklı görüşlere karşı duygusuzdu.
Haksızlık Agnes'in ihtiyar gözlerini yaşlarla doldurdu. Kı­
zı ona hiçbir şey vermemiş, oysa o vermiş, vermiş, vermiş­
ti. Mary'nin tiksindirici ve korkunç bulduğu her şeyi onun
iyiliği için yapmıştı. Agnes'in kızını cezalandırmaktan ya da
onun şişman ve çirkin olduğunu söylemekten hoşlandığı doğ­
ru değildi. Tam tersine. Bu kadar sert olmak ona aslında acı
vermişti, ama bir anne olarak vazifesiydi bu. Ve sonuç ver­
mişti. Mary en sonunda kendine çekidüzen verip onca yağ­
dan kurtulmamış mıydı? Kurtulmuştu. Hepsi annesinin sa­
yesindeydi, ama o bir teşekkür bile etmemişti.
Dışarıdaki sert rüzgar, bir ağaç dalının pencereye vurma­
sına yol açtı. Agnes tekerlekli sandalyesinde sıçradı, sonra
kendi kendine güldü. Bu yaşta korkak bir kedi mi oluyordu?
Hiçbir şeyden korkmayan o. Yoksul olmaktan başka. Taş us­
tasının karısı olduğu yıllar ona bunu öğretmişti. Soğuk, aç­
lık, pislik, aşağılanma . Bütün bunlar yüzünden yeniden
yoksul olmaktan ölesiye korkmuştu. Amerika'daki erkekle­
rin sefaletten kurtuluşun bileti olacağına inanmıştı, sonra
Ake'nin, sonra Per-Erik'in. Oysa hepsi onu aldatmıştı. Baba-
481

s ı gibi onlar da vaatlerini yerine getirmemişlerdi. Hepsi de


cezalandırılmıştı.
Sonunda son sözü söyleyen Agnes olmuştu. Mavi tahta
kutu ile içindekiler kaderinin sadece kendi ellerinde olduğu­
nu ona hatırlatmaya hizmet etmişti. Bunun için her yol mu­
bahtı.
Tahta kutudaki külleri gemisi Amerika'ya doğru yola çık­
madan bir gece önce temin etmişti. Karanlığın koruyucu per­
desi altında yangın yerine gitmiş, Anders ile çocukların uyu­
makta olduğunu bildiği noktadan külleri toplamıştı. O za­
man bunu niye yaptığını anlamamıştı, ama yıllar geçtikçe bu
içgüdüsel hareketi anlamaya başlamıştı. Kül dolu tahta ku­
tu, ona a macına u l a ş ma k için bir şey yapmanm ne kol ay ol ­
duğunu hatırlatıyordu.
Amerika'ya yolculuk günü yaklaştıkça plan zihninde ya­
vaş yavaş şekillenmeye başlamıştı. Biliyordu; eğer hacağına
pranga gibi yapışan ailesiyle sağmal inek gibi gemiye binsey­
di, kaderi belirlenecekti. Ama yalnız olursa kendine farklı bir
gelecek yaratma şansını elde edecekti. Bu gelecekte, yoksul­
luk çok uzak ve çok sevimsiz bir anı olacaktı.
Anders darbenin nereden geldiğini asla bilmedi. Bıçak sa­
pma kadar sırtına, yüreğinin ta derinlerine sapiandı ve mut­
fak masasının üzerine bir et parçası gibi düştü.
Oğlanlar uyuyordu. Sessizce odalarına girdi, Karl'ın ba­
şının altından yastığı yavaşça aldı ve yüzüne kapadı. Sonra
bütün ağırlığıyla bastırdı. Çok kolaydı. Kısacık bir süre tek­
meler attı, mücadele etti, ama yastığın altından hiç ses du­
yulmadı, dolayısıyla kardeşi ölürken Johan tatlı uykusunu
sürdürdü. Sonra sıra ona geldi. Aynı şeyi tekrarladı, bu kez
biraz daha şiddetle bastırdı. Johan her zaman Karl'dan da­
ha güçlü, daha dayanıklı olmuştu, ama o bile fazla mücadele
edemedi. Çok geçmeden kardeşi gibi cansızdı. Görmeyen göz­
lerle orada, tavana bakarak yatıyorlardı; Agnes garip bir şe-
482

kilde duygusuzdu. Sanki her şeye bir düzen vermekteydi. As­


la doğmamalıydılar ve işte artık yoktular.
Ama hayatına devam etmeden önce yapması gereken bir
şey daha vardı. Çocukların giysilerini döşemenin ortasına
yığdı, sonra mutfağa gitti. Anders'in sırtındaki bıçağı çekip
aldı, adamı çocukların odasına kadar sürükledi. Öyle iriyarı
ve ağırdı ki sonunda onu yere bir dağ gibi bıraktığında baş­
tan aşağı tere batmıştı. Evde bulunan alkol şişesini aldı, giy­
si yığınına döktü, sonra bir sigara yaktı. Zevkle birkaç nefes
çektikten sonra yanan sigarayı alkole batmış giysilerin yanı­
na koydu. Giysiler alev almazdan önce epeyce uzaklaşmış ol­
mayı umut ediyordu.
Yaşlılar evinin koridorundan gelen sesler Agnes'i hayal­
lerinden uzaklaştırdı. Vücudu gergin, hepsi geçene kadar
bekledi, onu almaya gelmediklerini umdu, sesler koridorun
ucunda kaybolana kadar rahatlayamadı.
Alışverişten gelip yangını gördüğünde dehşete kapılmış
numarası yapmasına gerek kalmamıştı. Alevlerin böyle ça­
bucak her yeri saracağını beklememişti; yine de her şey pla­
na göre gidiyordu. Anders ile çocukların yangında değil de,
bir başka nedenle ölmüş olabileceklerinden hiç kimse, bir an
için bile kuşkulanmamıştı.
Sonraki günlerde Agnes kendini öylesine özgür hissetti
ki, bazen yere bastığına emin olmak için ayaklarına bakardı.
Dıştan numarayı sürdürmüş, acılı dul ve ana rolünü oynamış,
ama içinden bu budala, basit insanların nasıl kolayca alda­
tıldığına kahkahalarla gülmüştü. En budalası da babasıydı.
Yaptığını ona anlatmak, cinayeti kanlı kafa derisi gibi uzatıp,
"Ne yaptığını gördün mü? O gün beni Babilli bir fahişe gibi
kovduğunda beni neye ittiğini gördün mü?" demek için yanıp
tutuşuyordu. Ama daha iyisini düşündü. Suçu onunla paylaş­
mayı çok istese de, teselli edilen olmak daha işine geliyordu.
Bütün plan tıkır tıkır işlemişti. Tam istediği, umut ettiği gi-
483

bi olmuştu her şey, ama şanssızlık peşini bırakmıyordu. New


York'taki ilk yılları, taş ustalarının bölgesinde oturup farklı
bir hayat düşlerken hayal ettiği gibiydi. Ama sonra, hak ettiği
hayat ondan yine esirgenmişti. Bir haksızlığı diğeri izlemişti.
Agnes öfkenin göğsünde yükseldiğini hissetti. Bu yaşlı, iğ­
renç deriden kurtulmak istiyordu. Bir krizalit gibi kozasın­
dan sıyrılmak, bir zamanlar olduğu güzel kelebek gibi güne
çıkmak. Burun deliklerinde yaşlılığın kötü kokusunu duyu­
yor, kusmak istiyordu.
Bir teselli geldi aklına: belki de kızına mavi kutuyu gön­
dermesini söyleyebilirdi. Mary onu nerede kullanacaktı ki.
Agnes ise son bir kez daha kutunun içindekileri parmakla­
rın dan akıtmak istiyordu. Bu fikirle neşelendi. Mary' den ku­
tuyu getirmesini rica edebilirdi. Eğer kendi getirirse, aslın­
da içinde ne olduğunu bile söyleyebilirdi ona. Aşağıda, kiler­
de kızına kaşık kaşık yedirdiğinde içindekinin itaat olduğu­
nu söylerdi daima. Ama aslında kıza vermek istediği Cesa­
ret idi. istediğini elde etmek için ne gerekiyorsa yapma gücü.
Ake' den kurtulma arzu suna kız boyun eğdiğinde başardığına
inanmıştı. Ama sonra her şey paramparça olmuştu.
Artık Agnes küllere yeniden sahip olmanın sabırsızlı­
ğı içindeydi. Titrek, kırış kırış elini telefona uzattı, ama yarı
yolda dondu kaldı. Sonra eli yanına, başı önüne düştü, çenesi
göğsüne dayandı. Gözleri duvara görmeden bakıyordu, salya­
sı ağzının köşesinden çenesine aktı.

* * *

Patrik ile Martin Lilian'ı hastanede tutukladıklarından


beri bir hafta geçmişti. Hem rahatlama hem de çıldırma duy­
gularıyla dolu bir haftaydı. Sara'nın katilini buldukları için
rahatlamışlardı; ama kızı neden öldürdüğünü söylemediği
için neredeyse çıldırıyorlardı.
Patrik ayaklarını sehpanın üzerine koyup ellerini ensesin-
484

de kavuşturarak arkasına yaslandı. Bu hafta evde daha çok


vakit geçirebilmişti, dolayısıyla vicdanı biraz daha rahattı.
Ayrıca evde işler yolunda gitmeye başlamıştı. Gülümseyerek
Erica'nın kararlılıkla Maja'nın bebek arabasını holde bir ileri
bir geri itmesini izledi. O da usulü öğrenmişti; artık Maja'yı
uyutmak beş dakikadan fazla vakitlerini alınıyordu.
Erica bebek arabasını dikkatle çalışma odasına itti ve ka­
pıyı kapadı. Bu, Maj a'nın uykuya dalmış olduğu ve birlikte
en az kırk dakikayı huzur içinde, sessizce geçirecekleri anla­
mına geliyordu.
Erica "İşte uyudu" diyerek kanepede oturan Patrik'in ya­
nına sokuldu. Bunalımlı hali büyük ölçüde ortadan kalkmış­
tı, yine de eğer o gün Maj a özellikle huysuzsa bazı bunalım
anları olabiliyordu. Ama anne baba olarak kesinlikle doğru
yoldaydılar; durumu iyice düzeltmek için kendi payına düşe­
ni yapmaya niyetliydi. Bir hafta önce yaptığı plan artık bil­
lurlaşmış, son pratik ayrıntı da dün, Annika'nın nazik yar­
dımları sayesinde, yerine oturmuştu.
Tam ağzını açmak üzereyken Erica, 'Ha, bu sabah tartıl­
ma hatasında bulundum" dedi.
Sustu, Patrik içini paniğin kapladığını hissetti. Bir şey
söylese miydi? Söylemese miydi? Bir kadının kilosu hakkın­
da tartışmaya girmek duygusal bir mayın tarlasına dalmak
demekti. Ayağını bastığı her noktayı dikkatle değerlendir­
mek zorunda kalacaktı.
Erica başka bir şey söylemedi; bir yorumda bulunmasını
beklediğini tahmin etti. Telaşla uygun bir cevap aradı; ihti­
yatla "Öyle mi?" dediğinde ağzı kurumuştu adeta.
Başını yumruklamak istiyordu. Düşünebildiği en zekice
cevap bu muydu yani? Yine de mayına basınarnayı becermiş­
ti galiba, çünkü Erica içini çekerek ''Ya, hamilelikten önceki
kilomdan hala on kilo fazlayım" dedi. "Aldıklarımı daha ça­
buk veririm sanmıştım."
485

Büyük bir dikkatle daha güvenli zemin bulmak üzere kar­


şısındakini yokladı. En sonunda, "Maja henüz pek küçük" de­
di. "Sabırlı olmalısın. Kızımız altı aylık olduğunda bütün ki­
lolar gitmiş olacak, göreceksin." Patrik Erica'nın ne cevap ve­
receğini beklerken soluğunu tuttu.
Erica, "Evet, sanırım haklısın" deyince rahat bir nefes al­
dı. "Ama kendimi hiç seksi hissetmiyorum. Göbeğim sarktı,
göğüslerim çok kocaman ve süt sızdırıyor, sürekli terliyorum,
hele hormonlar yüzünden çıkan sivileeleri hiç sorma . . . "
Şaka yapmış gibi güldü, ama Patrik altta yatan çaresizliği
duyabiliyordu. Erica görünüşünü hiçbir zaman fazla önem­
sememişti, ama Patrik anlıyordu, görece kısa bir sürede in­
sanın bedeni ve görünüşü bunca değiştiğinde üstesinden gel­
mek zordu. Erica'nın göbeği şişerken, Patrik de kendi kar­
nının etrafından oluşan orta yaş yağiarına alışmakta güçlü
çekmişti. Maja doğduktan sonra onlar da erimemişti.
Gözünün ucuyla Erica'nın gözyaşını sildiğini gördü, bir­
den anladı, önüne bundan daha iyi bir fırsat çıkamazdı.
Heyecanla, "Otur burada, kıpırdama" dedi ve ayağa fırla­
dı. Erica ona şaşkın şaşkın baktı, ama bu isteğe uydu. Patrik
ceketinin cebini karıştırırken sırtında Erica'nın gözlerini his­
setti; dönüp yine Erica'ya doğru giderken, cebinden çıkardı­
ğını dikkatle sakladı.
Şövalyece bir hareketle bir dizinin üstüne çöktü ve büyük
bir ciddiyetle Erica'nın elini avucunun içine aldı. Jeton düş­
ınüştü bile; Erica'nın gözlerinde gördüğünün sevinç olduğu­
nu umut etti. Erica bütün dikkatini artık ona vermişti. Ani­
den heyecanlanmıştı, sersem gibiydi; boğazını temizledi.
"Erica Sofia Magdalena Falck, beni namuslu bir erkek
yapmayı, benimle evlenme onurunu bana bahşetmeyi düşü­
nür müsün?"
Cevabı beklemedi; titreyen parmaklarıyla arka cebine
sakladığı kutuyu çıkardı. Mavi kadife kutunun kapağını bi-
486

raz gayretle açtı; Annika ile birlikte Erica'nın beğeneceği bir


yüzük bulmuş olduklarını umdu.
Diz çökmüş dururken, ensesi ağrımaya başladı; sessizli­
ğin biraz fazla uzaması alarm çanlarını çaldırmaya başlamış­
tı. Hayır diyebileceğini hiç düşünmediğini fark etti, ama şim­
di içini endişe bürüyordu; o kadar da burnu havada davran­
masaydı keşke.
Sonra Erica'nın yüzünde geniş bir tebessüm belirdi, gözle­
rinden yaşlar akınaya başladı. Aynı anda hem gülüyor hem
ağlıyordu. Patrik yüzüğü taksın diye yüzük parmağını uzattı.
Patrik gülümseyerek, "Bu evet demek mi?" dedi. Erica sa­
dece başını salladı.
"Biliyorsun, ancak dünyanın en güzel kadınma evl en m e
teklif ederim ben" dedi Patrik; sesindeki samimiyeti Erica'nın
da işiteceğini, fazla abarttığını düşünmeyeceğini umdu.
"Ah, seni . . . " dedi Erica; uygun sıfatı arıyordu. "Biliyor mu­
sun, bazen tam ne söylenınesi gerektiğini biliyorsun. Her za­
man değil, arada sırada." Eğildi, onu uzun uzun öptü, sonra
arkasına yaslanıp elini uzatarak yeni yüzüğüne hayran hay­
ran baktı.
"Harika bir şey. Kendin seçmiş olamazsın."
Zevkine güvenilmemesi Patrik'e bir an kendini hakarete
uğramış gibi hissettirdi. "Hiç de bile değil" demek istedi. Son­
ra düşündü, aslında Erica'nın haklı olduğunu anladı.
"Annika danışmanım olarak geldi. Eee, tamam mı? Emin
misin? Değiştirmek istemiyor musun? Belki beğenmezsin di­
ye sen görene kadar içine yazı yazdırmadım."
"Bayıldım" dedi Erica ta yürekten. Patrik onun doğru söy­
lediğini anladı. Erica öne eğildi, onu yine öptü, bu kez daha
uzun ve daha özel olarak.
Telefonun tiz sesi öpüşmelerini böldü; Patrik öfkelendiği­
ni hissetti. Kötü zamanlama diye işte buna denirdil Kalkıp
açtı, sesi gereğinden daha sert çıkıyordu.
487

"Evet, ben Patrik."


Bir an dinledikten sonra ağır ağır Erica'ya döndü. Orada
oturmuş gülümsüyor, hayran hayran yüzüklü parmağına ba­
kıyordu. Patrik'in ona bakarken gülümsemediğini görünce,
yüzünde beliren kocaman gülümseme silindi.
"Kimmiş?" dedi; sesini endişe kaplamıştı.
Patrik'in yüz ifadesi ciddiydi; "Stockholm polisi. Seninle
konuşmak istiyorlar."
Erica ağır ağır kalktı, gidip telefonu Patrik'in elinden aldı.
"Evet, ben Erica Falck." Bu basit kelimelerde bin bir kor­
ku vardı.
Erica hattın öbür ucundaki adamın sesini dinlerken Pat­
rik gergin bir yüzle onu seyretti. Yüzünde inanmaz bir ifa­
deyle Patrik'e dönen Erica, "Anna'nın Lucas'ı öldürdüğünü
söylüyorlar" dedi.
Sonra telefonu elinden düşürdü. Yere çökerken Patrik ye­
tişip onu tuttu.
CAMlLL
LAC K B ERG 11

You might also like