You are on page 1of 8

SİNEMA TARİHİ’NE GİRİŞ ampulünün geliştirilmesine katkıda bulunmuş

olan Thomas Edison, William Dickson'ın da


Aslında, 1 Kasım 1895’de Berlin'de Max yardımıyla bir fonograf plağıyla eş zamanlı
Sklandowsky ve kardeşi Emil, kendi filmlerini olarak film gösteren bir araç icat etmişti.
gösterime sunmuşlardır. Fakat sinema (Edison bu araca “Kinetofonograf” gibi bir
tarihçilerinin büyük çoğunluğu, kullandıkları isim vermişti ki bu ismin tutmayacağını en
aygıtların gerçek anlamda bir projeksiyon baştan anlaması gerekirdi).
makinesi olmadığı görüşündedirler. Onlara göre
bu makine, sürekli hareketli resimler yerine Lumiere kardeşler, şüphesiz kamera ve
görüntüleri art arda gösteren genellikle daha projeksiyon makinesini birleştiren
kaba bir aygıt olarak nitelendirilir ve bu nedenle sinematografı geliştirmekle büyük bir atılım
de sinema tarihi konuşulurken pek de yapıp bu yarışta öne geçmişlerdi. Fakat
isimlerinden bahsedilmez. Fransızlar bile sinemanın tek mucidinin onlar
olduğunu iddia edemezler. Yine de Lumiere
Kısa bir süre sonra ise, 28 Aralık 1895' de Kardeşler bu avantajı iyi kullanıp, herkes
Paris'te, Capucines Bulvarı'nda bir bodruma sinemayı müzikhollerde ve panayırlarda
"biletle" girmiş otuz üç kişinin izlediği yirmi sergilenecek, gelip geçici bir moda olarak
dakikalık programın yaratıcıları olan Lumiere görürken, 1897' de ilk sinema salonunu
kardeşler "sinemanın babaları" olarak anılmaya Paris'te açmışlardır. Amerika ise buna benzer
başlar. Louis ve Auguste Lumiere kardeşlerin birşeyi 1902' de Los Angeles'ta gerçekleştirdi
programında bir trenin istasyona girişi, paydos (ve bundan 10 yıl sonra Los Angeles Batı
saati fabrikadan çıkan işçiler gibi olayların yanı dünyasının sinema merkezi olacaktı).
sıra “Sulanan Bahçıvan” adlı bir komedi de
vardı. Henüz eksik olan ise, sinemaya 20.
yüzyılda sanat formu kazandıracak olan
fotoğrafla dram sanatlarının birlikteliğiydi. Ve
bunu da gerçekleştirecek olan yine bir Fransız,
Georges Melies’ti. Bir illüzyonist olan
Melies'e göre ilk filmlerde olan bir olay
örgüsü, karakter gelişimiydi. Ona göre
sinemanın düşleme ihtiyacı vardı. Salt gerçek
olgular değil, biraz kurmaca, biraz illüzyon...
Böylece fotoğraf hileleri kullanarak, bir
kadının iskelete, kadın güreşçilerin erkeklere
dönüştüğü, hayaletlerin dans ettiği filmler
yaptı.

Lumiere Kardeşler

Hareketli resimlerin ortaya çıkışı ise çok


daha eski tarihlere dayanmaktadır. 1880'lerde
Britanya'da ve başka bazı yerlerde Eadweard
Muybridge, fotoğraflarla önemli deneyler
gerçekleştirmiş, bu da Fransa'da Etienne Jules
Marey'in çalışmalarını etkilemişti; Amerika'da George Melies, Aya Yolculuk
ise daha önce telefon, fonograf ve elektrik

1
Yine de 20. yüzyılın ilk yarılarına, kurgunun serbest bir pazardır. Filmler sessizdir ve hiçbir
gelişimine kadar, “anlatı”, sinemanın tali bir dil engeli yoktur. Birçok ülke film ithal ettiği
öğesi olarak kaldı. Bir hikâye anlatmaya yönelik kadar, üretip ihraç da etmektedir. Daha “star”
ilk dönem filmlerinin en iyilerinden biri, Edwin sistemi de yoktu o zamanlar. Bilinen ilk
Porter'ın 1903 yılında çektiği “The Great Train sinema oyuncusu olma özelliği gösteren kişi,
Robbery” (Büyük Tren Soygunu), filmidir. On kariyeri pek de parlak olmayan ve 1920'lerde
dakika süren tek makaralık bu film, on dört yıldızı sönen Florence Lawrence'dir.
sahne içinde bir tren soygununu ardından kaçışı
ve soyguncuların yakalanışını anlatır. Avrupa'da televizyon ilk kez İngiltere’de
ve entelektüeller tarafından hayata geçirilmiş,
en azından başlangıçta onların denetiminde
yürütülmüştü. Amerika'da ise televizyonu
başlatan ve denetleyen reklamcılar olmuştu.
Bu yüzden televizyon ilk yıllarında Avrupa'da
bir bilgilendirme ve eğlendirme aracı iken
Amerika'da satış yapmaya yardım edecek bir
araç olarak ele alınmıştı. Böyle bir görüşte
şüphesiz ki gerçeklik payı da vardır. Yine de
“Birth of a Nation” (Ulusun Doğuşu) filminin
yönetmeni olan D.W.Griffith gibileri, bu yeni
oyuncağın sanatsal olanaklarını fark etse de,
sinemanın sunduğu para kazanma fırsatlarını
aynı çabuklukla fark eden girişimciler de
vardır.

Yüzyılın başlarında Amerika'nın, büyük


kısmı İngilizceyi iyi konuşamayan göçmen
nüfusu için sinema, tiyatro ve kitaptan daha
önce geliyordu. Bu geniş kitle için sessiz
sinema ve basit öyküler biçilmiş kaftandı.
İngiltere'de ise daha 1901'de “Fire” adlı Amerika'da sinemaya olan talebin
kurgulu bir film yapılmıştı. Fransa'da Georges büyümesinde 1917'ye kadar dışında kalmaya
Melies muhtemelen dünyanın iki makara çalıştığı savaşın katkısı da büyük oldu.1914 ve
uzunluğundaki ilk filmi “Voyage a Travers 1918 yılları arasında Avrupa'da, film yapımı
l'Impossible”ı (İmkânsız Yolculuk) çekmiş, sürse de pek öncelik taşımıyordu. Amerika da
1912'de ise Sarah Bernhardt'ın başrol oynadığı ithalattaki düşüşü karşılamak ve kendi
dört makara uzunluğundaki “Queen Elizabeth” üretimini artırmak zorunda kaldı. Bu on yılın
çekilmişti. İtalya'da ise Enrico Guazzoni'nin sonunda Hollywood, Edison’un öncülüğünde
yönettiği “Qua Vadis”, bunun iki katı büyük bir tekel oluşturmaya çalışan New York
uzunluğundaydı ve seyircilerin bir iki dakikadan film piyasasının yerini alarak sinema
fazla oturmayacaklarını düşünenler yanılmıştı. endüstrisinin merkezi olmuş ve Amerika
Ve yine İtalya'da Giovanni Pastrone'nin üç dünya pazarında söz sahibi olma yoluna
saatlik filmi “Cabiria” çekildi. Böylece girmişti.
sinemada bir gece geçirmek tiyatroya gitmenin
alternatifi olmuştu artık. Amerikan sinemasının altın çağında dokuz
büyük stüdyoyu oluşturacak şirketten ilki
Bu aşamada sinema endüstrisi tek bir Hollywood'da kurulan Paramount'du. Daha
ülkenin egemenliği altında değildir ve bu durum önce Jesse Lasky Feature Play Company
Birinci Dünya Savaşı'na değin bu böyle sürer. adıyla ortaya çıkmıştı. Lasky bu şirketi 1913
Gelişmeler Amerika'da olduğu kadar Avrupa'da yılında avukatı Samuel Goldwyn ve Cecil B.
da aynı hızla sürüyordur ve sinema görece de Mille adında yeteneği pek olmayan bir

2
aktörle kurdu. İlk yapımları “The Sguaw Man” tanımlıyor.1920'lerde dışavurumculuk sinema
adında bir western olacaktı. Filmin konusu sanatı açısından bir devrim olmuştur.
Wyoming'de geçiyordu. Çekimi Arizona
Flagstaff'da yapmaya karar vermişlerdi. Fakat İngiltere'deyse Birinci Dünya Savaşı'ndan
filmin yönetmeni De Mille, Flagstaff'a sonra film yapımcılığı neredeyse ölüm
geldiğinde burasını hiç beğenmedi. Ayrıca hava döşeğindeydi. 1920'lerin ortasında gösterime
çok kötüydü. De Mille trene atladı ve Los giren filmlerin çok büyük çoğunluğu
Angeles'in portakal bahçeleriyle dolu güneşli Amerikan yapımıydı ve bu durum 1927'de
banliyösü Hollywood'a kadar uzandı. De Mille çıkarılan Sinema Yasası, filmlerin yüzde
portakallarla pek ilgilenmese de güneş onun için beşinin İngiliz yapımı olması zorunluluğu
önemliydi. Büyük bir depo kiralayıp filmi getirilince biraz düzelir gibi oldu (bu oran
çekmeye koyuldu. yirmi yıl içinde yüzde yirmiye çıktı).

Hollywood'da daha önce de film çekildiği Fransız film endüstrisinin de savaşın yol
olmuştu ama Mille'nin deposu burada kurulan açtığı zarardan kurtulması uzun zaman aldı
ilk stüdyo olarak adlandırılabilir. Ancak gerçek ama kısa ömürlü de olsa izlenimci ve
anlamda ilk stüdyo 1915'te Universal tarafından gerçeküstücü sinema okullarıyla Abel Gance
kuruldu. Kısa sürede diğerleri izledi: United gibi yönetmenlerin ortaya çıkması sinemanın
Artist, Warner Brothers, Colombia, 1920'lerin tıpkı müzik, edebiyat ve tiyatro gibi ciddiye
sonunda MGM ile RKO ve birkaç yıl sonra da alınması gereken bir sanat dalı olduğunu
20th Century Fox. Hepsi de eninde sonunda kanıtlamaya yetti.
Hollywood'a gideceklerdi belki ama yine de
biraz spekülasyon yapmak ilginç olabilir: De Bu sırada Rus sinemacıları, özellikle de
Mille Flagstaff'a gittiği gün, orada yağmur “Grev” ve “Potemkin Zırhlısı” filmlerinin
yağmasaydı neler olurdu? Flagstaff'da bir depo yönetmeni Sergey Eisenstein kurgu ve
kiralayıp filmi çekmeye başlar mıydı? Sonra montajda yeni teknikler. Potemkin Zırhlısında
diğer şirketler de en uygun yerin burası taştan aslanların ayağa kalkması ya da
olduğunu düşünür ve bugün "tipik Hollywood “Modern Zamanlar” da sokaktaki kalabalığın
filmi" yerine "tipik Flagstaff filmi" sözümü Chaplin'in gözüne koyun sürüsü gibi
dillerde dolaşırdı. gözükmesi montaj örnekleri sayılabilir.
Hollywood yabancı rakiplerinden öğrenme,
1920'lerde Amerika film üretiminde onların fikirlerini alıp uygulama konusunda
dünyada lider durumuna gelmekle birlikte yavaş değildi ama filmlerin içerik ve biçimi
sinemanın bir sanat biçimine dönüştürülmesine açısından öğretmekten çok, öğrenme
katkısı pek yoktu ve o zamandan beri de olmadı. durumundaydı.
1920'lerde Hollywood'un elinde Charlie
Chaplin gibi son derece yaratıcı bir sanatçı
vardı. Genel olarak sinemanın sınırlarını
genişletme çabası başka yerlerde sürdürüldü.
Örneğin, Almanya'da savaş sonrası dönemin
siyasal ve toplumsal kargaşası dışavurumculuğu
ortaya çıkardı. Bu akımın ilk önemli örneği
“Das Kabinett des Dr. Calighari” (Dr.
Caligari'nin Odası) filmiydi. The Oxford
Companion to Film, dışavurumculuğu "1903-
1933 yılları arasında Almanya'da resim,
edebiyat, tiyatro ve sinema alanlarında ortaya
çıkmış, insanın içsel dünyasını, özellikle korku,
nefret, aşk ve endişe duygularını
dışsallaştırmayı amaçlayan akım" olarak Sergey Eisenstein, Potemkin Zırhlısı

3
Amerikanın öncülük ettiği alan teknolojik Renkli filmin geliştirilmesine de
gelişim alanıdır. 1927'de Warner Brothers'ın Hollywood öncelik etti. Tümüyle technicolor
“Jazz Singer”ı ile sesli film dönemini tekniğiyle çekilen ilk film 1935'de Rouben
başlatmasıyla birlikte tüm sinema endüstrisinde Mamoulian tarafından yönetilen “Becky
bir devrim gerçekleştiren Amerika olmuştu. Sharp”tır.1930'lar amerikan film endüstrisinin
1930 yılına gelindiğinde Avrupa ve Amerika'da altın çağıydı. Filmlerin Gable, Tracy, Cagney,
sessiz film neredeyse ortadan kalkmıştı. Örneğin Garbo, Cooper, Davis, Shearer, Stanwyck,
1929'da İngiltere'de Hitchcock “Blackmail” Crawford gibi starlara göre tasarlandığı bir
(Şantaj) filmini sessiz çekmeye başlamış ama dönemdi bu. O günlerde dünyanın herhangi
sonra sesliye dönüştürmüştü. bir köşesinde yayınlanmış ya da oynanmamış
tek bir kitap veya oyun bile yoktu ki stüdyo
Sinemada sesle beraber problemler de ortaya patronlarının dikkatine sunulmamış olsun.
çıkmaya başladı. Artık yabancı filmlerin
“yabancı” olduğu apaçıktı ve çoğu Amerikalı 1930'larda rekabet de pek yoktu. Japon ve
tarafından anlaşılamıyordu. Seyirci okumayı Rus filmleri kendi ülkeleri dışında çok nadiren
değil dinlemeyi tercih ettiği için alt yazılar gösterime giriyordu. Yaratıcı insanlarının
çözüm değildi. Özellikle Amerikan İngilizcesi çoğunu yitirmiş olan Almanya siyasal
dışında diğer dillerde çekilmiş filmlere duyulan propaganda filmleri çekmekle meşguldü.
talep azaldı. İşte bu noktada diğer ülkelerden İtalya da öyle. 1932'de Venedik'te dünyanın
fikir ve yetenek satın almaya, ödünç almaya ya ilk uluslar arası film festivali düzenlendiyse de
da çalmaya hazır olan Hollywood ağırlığını pek başarılı olamadı. Bunun üzerine 1939'da
koydu. Yabancı ülke sanatçılarını işe alıp Fransa, Cannes'da alternatif bir festival
yeteneklerini popüler eğlencenin hizmetine düzenlemeye girişti. Ancak uluslararası
sokma konusunda onları eğitmekten geri durumun karışıklığı nedeniyle festival 1946'ya
kalmadı. Macaristan'dan Bela Lugosi, Korda ve kadar başlatılamadı. Yine de Fransa, Marcel
yönetmen Michael Curtiz gibileri, İsveç'ten Carne, Jean Renoir ve Rene Clair gibi
Greta Garbo, Almanya ve Avusturya'dan Ernst yönetmenlerin çektiği filmler sayesinde
Lubitsch, Billy Wilder, Otto Preminger, Amerikan film endüstrisine önemli bir
Marlene Dietrich, Erich von Stroheim, Josef von alternatif oluşturuyordu.
Sternberg, Robert Siodmak, William Wyler ve
diğer birçoğu geldi. İngiltere, Ronlad İngiltere ise Hollywood'u taklit etmeye
Colman'dan Leslie Howard ve Basil Rathbone'a, çabalamakta ve sorunlar yaşamaktaydı (bu
James Whale'den Alfred Hitchcock'a kadar, çok taklit çabası Pinewood adında bir stüdyo
sayıda dikkate değer oyuncu ve yönetmenle kurmaya kadar varmıştı). Kotayı doldurmak
Amerikan pazarına katkısını esirgemedi. için çekilen filmlerin büyük çoğunluğu
önemsiz çalışmalardı. Yine de Korda'nın “The
Private Life of Henry VIII”i ve Anthony
Asquith'in “Pygmalion”u (bu film George
Bernard Shaw'a bir Oscar kazandırdı) çok
başarılı filmlerdi. Alfred Hitchcock da en iyi
filmlerinden ikisi olan “Thirty Nine Steps”i ve
“The Lady Vanishes”i bu dönemde çekmişti.

İkinci Dünya Savaşının çıkması büyük


değişiklere sebep oldu kuşkusuz. Hollywood'a
göçen Rene Clair ve Jean Renoir gibi
yönetmenlerden yoksun kalmış Fransız
sineması Nazi işgali altında duraklama
İlk Sesli Film; Jazz Singer yaşıyordu. Her senaryo Alman ya da Vichy
otoriteleri tarafından sansür ediliyordu.
Marcel Carne 1942'de “Les Visiteurs du

4
Soir” adlı güzel olmakla birlikte suya sabuna TÜRK SİNEMASININ SERÜVENİ
dokunmayan bir peri masalı çekti. Fransa'nın en
önemli yönetmenlerinden olacak olan Robert İstanbul, sinema sanatıyla Abdülhamit'in
Bresson da 1943'te bir kadınlar manastırında baskı rejiminin hem de en acımasız biçimiyle
geçen “Les Anges du Peche” ile emin ve yaşandığı 1896 yılında tanıştı. Bu tarihten bir
zararsız biçimde sinemaya giriş yaptı. yıl önce, Paris'te ilk sinematograf gösterimini
gerçekleştiren Auguste ve Louis Lumiere
Alman sineması ise propaganda bakanı kardeşlerin operatörlerinden Alexandre
Joseph Goebbels'in ellerinde oldukça kötü bir Promio, elinde kamerasıyla İstanbul'a
hal almıştı. İngiliz ve Amerikan filmleri çıkagelmesiydi, belki de Türkler, tıpkı
yasaklanmıştı. Goebbels'in eleştiriyi Gutenberg'in icadı olan matbaa gibi,
yasaklaması sonucu hiçbir Alman filmi sinemayla da asırlar sonra karşılaşacaktı.
eleştirmenler tarafından kötü olarak Promio, padişahtan alınan özel izinle İstanbul
nitelendirilmemişti. Savaş dönemi propaganda ve İzmir dolaylarında çok sayıda belgesel film
filmlerinin en büyüğü ve en ustaca çekilmiş çekti.
olanı, hiç kuşkusuz, Pearl Harbor öncesi
Amerika'ya, daldığı uykudan silkinip Avrupa'da Yıldız Sarayı'ndaki Büyülü Perde...
neler olup bittiğine dikkat etmesi çağrısı yapan İstanbullular ilk sinema gösterisini yine bir
“Casablanca”ydı. Pearl Harbor'dan sonra yabancının, Bertrand adında bir Fransız'ın
Amerika kendi ordusu hakkında propaganda sayesinde izledi. Yıldız Sarayı'nın salonuna
filmleri çekmeye başladı ve İngiltere gibi halkın bir perde geren Bertrand, başta Padişah olmak
moralini yüksek tutmak amacıyla komediden üzere tüm saray erkanına ilk sinema
oldukça yararlandı. Lubitsch'in muhteşem filmi gösterisini sundu.
“To Be or Not to Be” çok ustaca yapılmış bir
anti-Nazi propagandasıydı. “Film noir” türü de Birahane'de İlk Film Gösterimi:
1944-1945 yıllarında sinemaya yerleşti. Film İstanbul'un sıradan halkı ise bu büyülü icatla
noir'in temeli karanlık olan bir sinemaydı. Basit tanışmak için Sigmund Weinberg'i
biçimde görünüm olarak karanlık değil, içerik bekleyecekti. Weinberg, Galatasaray
olarak ruh olarak karanlık. Hiçbir şey Lisesi'nin karşısında bulunan Avrupa
göründüğü gibi değildir, kimseye özellikle Pasajı'ndaki Sponek Birahanesi'nde halka açık
kadınlara güvenilmez; kahraman sert, karamsar, ilk sinema gösterisini sundu. Üstelik de
alaycı ve bezgindir. Bugün bu türdeki ilk filmin elektrik olmadığı için petrol pek de hoş
John Huston'ın çektiği “The Maltese Falcon” olmayan kokusu eşliğinde.
(Malta Şahini) olduğu söylenir. Ancak tam
anlamıyla birkaç yıl sonra Edward Dmytryk'in
“Murder My Sweet” (Cinayet Sevgilim), Billy
Wilder'ın “Double Indemnity” (Çifte Tazminat),
Fritz Lang'in “The Woman in the Window”
(Penceredeki Kadın) ve Otto Preminger'in
“Laura” gibi filmler de ortaya çıktı.
Hollywood'un altın çağı, 1950'lerde
televizyonun ortaya çıkıp da sinemaları
seyircisiz bırakmasıyla söndü.

Sigmund Weinberg

5
Karşılarındaki dev ekranda hareket eden, aynı gün, Ayastefanos’daki (Yeşilköy) bir Rus
yemek yiyip, uyuyan insanları görenler 'bu anıtının yıkılmasıdır. 1876-1877 Osmanlı-Rus
şeytan icadının' Tanrı'ya karşı işlenmiş büyük Savaşı’nın (93 Harbi) yenilgiyle sonuçlanması
bir günah olduğunu söylediler. Ama tüm bu üzerine Rusların, vardıkları en ileri nokta olan
karşı çıkmalara rağmen sinemanın büyüsü Ayastefanos’da dikilen bu anıtın yıkılması
insanları sarıp sarmalamakta gecikmedi. Sponek ulusal bir gösteriyle beraber, Türk Sinema
Birahanesi'nin ardından Şehzadebaşı Feyziye Tarihi için de önemli bir olaydır.
Kıraathanesi, Tepebaşı Tiyatrosu ve Odeon Anıtın yıkılması ve bu yıkımın kayda
Tiyatrosu başta olmak üzere İstanbul'un pek çok alınması kararlaştırıldığında, bu iş önce, bir
yerinde film gösterimleri yapıldı. Avusturya yapımevi olan Sacha’ya verilir.
Ancak, son anda, bu filmi mutlaka bir Türk’ün
İlk Sinema Salonu Açılıyor: İstanbul halkı çevirmesi istenir. 2 Ağustos 1914 günü genel
ilk yerleşik sinema salonuna 1908 yılında yine seferberlik ilanı sırasında yedeksubay olarak
Sigmund sayesinde sahip oldu. Weinberg, silâhaltına alınan Uzkınay bu işle
bugün çeşitli fuarların yapıldığı Tepebaşı Sergi görevlendirilmiştir. Ama, Uzkınay, göstericiyi
Sarayı'nın bulunduğu yerde Darülbedayi'nin kullanmayı bilmesine rağmen, alıcıyı
(Şehir Tiyatrosu) Komedi Bölümü'nde ilk çalıştırmayı bilmemektedir. Bunun üzerine,
yerleşik sinema salonunu hizmete açtı. Pathe'ydi Sacha yapımevi görevlileri tarafından
bu salonun adı. Daha sonra, o zamanlar da Uzkınay’a alıcının nasıl çalıştırılacağı
İstanbul'un kültür-sanat merkezi olan Pera'da gösterilir. Uzkınay, alıcısını anıtın biraz
Cine Oriental ve Cine Palace gibi yerleşik ötesine yerleştirir ve ilk Türk filmi olan, 150
salonlar birbiri ardına kapılarını açtı. metre uzunluğundaki “Ayastefanos’daki Rus
Abidesi’nin Hedmi”ni çevirir.
Sinemada İlk Türkler: Türklerin sinemaya Uzun yıllar kayıp olan bu filmin çekilip
el atması için ise 1.Dünya Savaşı yıllarına kadar çekilmediği tartışmaları Burçak Evren’in
beklemek gerekecekti. İki girişimci işadamı yaptığı çalışmalar sonrasında son bulmuştur.
Cevat Boyer ve Murat Bey Şehzadebaşı'nda Bugün, bu filmin çekildiği kesin olarak
Milli Sinema'yı savaş yıllarında açtı. Kısa bir kanıtlanmış bulunmaktadır.
süre sonra da Şakir ve Kemal Seden, Ali Efendi
ve Fuat Uzkınay tarafından Sirkeci'de bir V. Sultan Mehmet Reşad’ın Manastır ve
sinema açıldı. Selanik Ziyaretleri (1911): Üzerinde
tartışılan diğer bir film olan “V. Sultan
Türk Sinemasının Doğuşu: İlk Türk Mehmet Reşad’ın Manastır ve Selanik
filminin hangisi olduğu konusuyla ilgili de Ziyaretleri” ise halen Makedonya film
çeşitli tartışmalar vardır. Bu iddialardan en arşivinde bulunmaktadır. Bu konudaki
önemlileri ise Fuat Uzkınay’ın çektiği 14 tartışma ise yönetmenlerin kökeninin Türk
Kasım 1914 tarihli “Ayastefanos’daki Rus olmamasına dayanmaktadır. Ancak bir görüşe
Abidesinin Yıkılışı” ve Yanaki ve Milton göre, Manaki Kardeşler Osmanlı tebaası
Manaki Kardeşlerin “V. Sultan Mehmet olmaları dolayısıyla ilk Türkiyeli yönetmenler
Reşad’ın Manastır ve Selanik Ziyaretleri” isimli sayılabilirler.
05-26 Haziran 1911 tarihli belge filmlerdir.

Ayastefanos’daki Rus Abidesinin Yıkılışı


(1914), Yön. Fuat Uzkınay: 29 Ekim 1914
yılında Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’na
dâhil olmasından sonra yönetimi ellerinde
bulunduranların başlıca kaygısı, birden başlayan
bu savaşa halkı alıştırmak ve ısındırmaktır.
Bunun için bazı gösterilere de başvurulmuştur.
Bunlardan biri savaşın resmi ilanından üç gün
sonra “cihad-ı ekber” ilanıdır. İkinci olay yine

6
İlk Konulu Film: Türk sinemasının ilk edenlere karşı sessiz bir direniş' olarak
konulu uzun metrajlı filmi 1916 tarihli Himmet nitelendirmişti.
Ağa'nın İzdivacı. Arşak Benliyan Opereti
oyuncularının rol aldığı bu film biraz da talihsiz İstanbul'da Bir Facia-i Aşk: Türk
bir “ilk” film. Çekimleri savaş yıllarında sinemasının özgün senaryoya dayanan ilk
başlayan film, oyuncuları askere alınınca yarım filmi Muhsin Ertuğrul'un yönettiği İstanbul'da
kaldı. Himmet Ağa'nın İzdivacı'nı iki yıl sonra Bir Facia-i Aşk (Şişli Güzeli Mediha Hanım'ın
Fuat Uzkınay tamamladı. Çekimine 1917 Facia-i Katli) oldu. Senaryosunu, bugün
yılında başlanan Pençe, Himmet Ağa'nın gazetelerin 3'üncü sayfalarında sıkça rastlanan
İzdivacı'ndan biraz daha şanslıydı. O dönemde türden bir aşk cinayetinden alan film, Türk
20'li yaşlarında aydın bir genç olan Sedat sinemasına ilk hayat kadını tiplemesini de
Simavi, bir başka anlamda da ilk olan Pençe getirdi. Muhsin Ertuğrul'un, Türkiye'de çektiği
filmini çekti. Memed Rauf'un bir oyunundan ilk film olan İstanbul'da Bir Facia-i Aşk'ta,
uyarlanan film, bir başka açıdan da tarihe geçti: Şişli Güzeli Mediha Hanım'ı, Bolşevik
"Cinsellik içeren ilk Türk filmi." Muhsin Devrimi'nden kaçıp İstanbul'a gelen Anna
Ertuğrul'un "Her Türk vatandaşını utandırdı" Mariyeviç canlandırıyordu. Senaryosunu
diye nitelendirdiği bu film, iç içe geçmiş iki Muhsin Ertuğrul'un gerçek bir olaydan yola
öykü üzerine kuruluydu. Kadın ile erkek çıkarak yazdığı bu film, aynı zamanda gişe
arasında yaşanan bildik sorunlar. Ama birindeki rekorları kıran ilk film olarak da tarihe geçti.
kadın kahramanın birden fazla erkekle ilişkiye Vahşi bir cinayete kurban giden güzeller
girmesi o dönemin Türk toplumu için kabul güzeli Mediha'nın vahşice öldürülmesini,
edilemeyecek bir durumdu. Bazı kesimler gözyaşları eşliğinde izleyenler sinema
tarafından utanç verici bulunan, bazı kesimler gişelerine de hatırı sayılır bir gelir bıraktı.
tarafından da beğenilen Pençe, tıpkı
Ayastefanos'taki Rus Abidesi'nin Yıkılışı gibi Sinemada ilk Müslüman Türk kadınlar:
arşivlerde tek kopyası bile olmayan bir ilk film. Türk kadınlarının oyuncu olarak kamera
önüne geçmesi Kurtuluş Savaşı'nın
İlk Vamp Kadın... Elinde sigarası, yüzünde bitmesinden sonraki döneme rastlar.
şuh bakışları ile önüne gelen her erkeği baştan Muhsin Ertuğrul'un Halide Edip Adıvar'ın
vamp kadınlar bütün toplumsal tepkilere rağmen Ateşten Gömlek adlı romanından filmde
Türk sinemasının ilk yıllarında da vardı. kamera önüne geçen Bedia Muvahhit ve
Çağımızın vamp kadınlarına hiç benzemese de Neyyire Neyir sinema filminde oynayan ilk
Madam Kalitea, Tük sinemasının ilk vamp Müslüman Türk kadınları oldu. O dönemde
kadını olarak tarihteki yerini aldı. Kalitea'nın, Fransızca öğretmeni olan Muvahhit, daha
çocuk bakıcılığı yaptığı evdeki tüm erkekleri sonra sinema ve tiyatro oyunculuğuna devam
baştan çıkaran Fransız Anjelik'i canlandırdığı etti. Sonradan Muhsin Ertuğrul'un eşi olan
Mürebbiye, aynı zamanda Türk sinemasında Neyyire Neyir 'de bir çok filmde rol aldı. Bu
sansür engeliyle karşılaşan ilk film unvanını da iki öncü kadını Semiha Berksoy ve İsmet Sırrı
taşıyor. Sanlı gibi kadın sanatçılar izledi.

Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın eserinden Türk Sinemasının İlk Jön'ü: İlk


Ahmet Fehim'in uyarladığı 1919 tarihli bu film, dönemlerde Türk fimlerinde genellikle tiyatro
İstanbul'daki işgalci Fransız Generel Franceht kökenli ve artık gençlik yıllarını geride
d'Esperey'i çileden çıkarmıştı. Bir Fransız bırakmış olgun erkek oyuncular rol alıyordu.
kızının böylesine düşük ahlaklı gösterilmesine Muhsin Ertuğrul'un yönettiği Şehvet Kurbanı
kızan General, filmin İstanbul'daki gösterimini Türk sinemasına ilk jön'ünü de kazandırdı:
bir süre sonra durdurdu. Mürebbiye, Anadolu Alımlı fiziği, masum yüzü ve romantik
seyircisine ise hiç ulaşmadı. İlk yönetmenlik imajıyla Suavi Tedü. Ancak Tedü, asla bir star
denemesini Mürebbiye ile 62 yaşındayken düzeyine ulaşamadı. Türk sinemasının erkek
yapan Ahmet Fehim filmini 'İstanbul'u işgal oyuncuları gerçek 'star' kavramıyla tanışmak
için Ayhan Işık'ı bekleyecekti.

7
İlk Uluslararası Ödüller: Türk sineması ilk
uluslararası ödülünü Muhsin Ertuğrul'un
Leblebici Horhor adlı filmiyle kazandı. Film, 2.
Venedik Film Festivali'nde Onur Madalyası ile
ödüllendirildi. 1956'da Sabahattin Eyüboğlu ile
Mazhar Şevket İpşiroğlu'nun birlikte yönettiği
Hitit Güneşi adlı belgesel Berlin Film
Festivali'nde Gümüş Ayı Ödülü'nü kazandı.
Uluslararası alanda ödül kazanan ilk uzun
metrajlı konulu film ise Metin Erksan'ın “Susuz
Yaz”ı oldu. Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin
engellemesine rağmen festivale giden film,
1964'teki Berlin Film Festivali'nde büyük ödül
Altın Ayı'yı kazandı.

KAYNAKÇA ve OKUMA LİSTESİ

C. W. Ceram, Sinemanın Arkeolojisi, Agora


Kitaplığı

Geoffrey Nowell Smith, Dünya Sinema Tarihi,


Kabalcı Yayınevi

Nilgün Abisel, Sessiz Sinema, De Ki Yayınları

Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi,


Kabalcı Yayınevi

Giovanni Scognamillo, Cadde-i Kebir'de


Sinema, Agora Kitaplığı

Gökhan Akçura, Aile Boyu Sinema, İthaki


Yayınları

Alim Şerif Onaran, Türk Sineması (I. Cilt),


Kitle Yayınları

Alim Şerif Onaran, Türk Sineması (II. Cilt),


Kitle Yayınları

Nijat Özön, Karagöz’den Sinemaya – Türk


Sineması ve Sorunları, 1. Cilt, Kitle Yayınları

Nijat Özön, Karagöz’den Sinemaya – Türk


Sineması ve Sorunları, 2. Cilt, Kitle Yayınları

You might also like