You are on page 1of 11

Okt.

Tuğba AŞAN

TRABLUSGARP SAVAŞI (1911-1912)

Trablusgarp Savaşı, Osmanlı Devleti’ni sona erdiren felaketler zincirinin ilk halkası kabul edilir.
Ancak bu savaş, kendisinden sonra gelen büyük felaketler sebebiyle yakın tarihimizin en az incelenmiş
bölümlerinden biri olmuştur. Bugün Libya adıyla anılan bu topraklar, Kanuni Sultan Süleyman
zamanında ele geçirilmiştir. Ünlü Türk denizcisi Turgut Reis’in de katıldığı seferde Trablusgarp,
İspanyol Şövalyelerinden alınmış (1551) ve 1551’den 1912’ye kadar 361 yıl Osmanlı hakimiyetinde
kalmıştır. 1911 Eylül’ünde başlayan Trablusgarp Savaşı’nın sebeplerini anlayabilmek için 19. Yüzyıl
Avrupa Devletlerinin ve 1861’de siyasi birliğini tamamlayıp, büyük devletler arasına girmeye çalışan
İtalya’nın Kuzey Afrika politikalarını bilmek gerekir.

Siyasi birliğini tamamlayan İtalya, çoğalan nüfusu için yerleşme ve iş alanı, gelişmekte olan
sanayisi için hammadde kaynakları ve pazar aramak üzere sömürgecilik hareketlerine girişmişti.
İtalya öncelikle gözünü, zayıf Osmanlı Devleti’ne bağlı olan Kuzey Afrika’ya ve özellikle Tunus’a
dikmişti. Ancak Tunus, 1881’de Fransa tarafından işgal edilmiş, 1882’de ise İngiltere Mısır’a
yerleşmişti. İtalya, askeri yönden zayıflığı ve siyasi yalnızlığı dolayısıyla, bu devletlere karşı bir
harekete geçebilecek durumda değildi. Bu nedenle, sömürgecilik hareketlerine destek sağlamak için
1882’de Üçlü İttifak’a girdi. Aynı zamanda güçlü donanmasından çekindiği İngiltere ile işbirliği
anlaşması yaptı.

Trablusgarp Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti çok büyük iç ve dış karışıklıklar içindeydi. 1908’de
II.Meşrutiyet ilan edilmiş ve 24 Temmuz 1908’de II.Abdülhamid anayasayı yeniden yürürlüğe
koymuştu. 5 Ekim 1918’de Avusturya Bosna Hersek’i işgal etmiş, aynı gün Bulgaristan prensi de
İstanbul’a telgraf çekerek bağımsızlığını ve krallığını ilan etmişti. Bu iki önemli toprak parçasının
resmen elden çıkması, İttihat ve Terakki yönetiminin prestijini büyük ölçüde sarstı. İtalya, Osmanlı
Devleti’nin içinde olduğu politik bölünme, iç ve dış sorunlardan yararlanmak isteyerek, Trablusgarp’a
karşı harekete geçmek için hazırlandı.

İtalyanlar büyük devletler nezdinde başarılı diplomasi faaliyetlerini sürdürürlerken, diğer taraftan
Trablusgarp’ta kendi hesaplarına elverişli bir ortam hazırlamaya uğraşıyorlardı. Emperyalist devletlerin
uyguladıkları yöntemleri İtalyanlar da burada ele almışlardı. Amaçları için çalışan okulları, bankaları ve
iktisadi kuruluşları bulunmaktaydı. İtalyan elçisinin Trablusgarp halkının hayır ve istifadesi için tesis
ettiklerini söylediği Banco Di Roma aslında İtalya’nın, Trablusgarp’taki ekonomik emperyalizmini
gerçekleştirmeye çalışan bir kurumdu. İtalyanların burada açtıkları okulların başlıca amacı ise, burada
okuyan yerli çocuklarına Türk düşmanlığı, buna karşın İtalyan sevgisi aşılamaktı.

1911 Eylülünde, İtalya’daki askeri hazırlıklar açığa çıkmaya başlamıştı. İtalyan basınında işgal
hazırlıkları ile ilgili haberler çıkıyor ve bu durumda Osmanlı Devleti tedirgin oluyordu. Osmanlı

1
Devleti’nin bu konudaki başvurusuna ise İtalya, askeri hazırlıkların işgal amacıyla değil, İtalyan
menfaatlerini herhangi bir olaya karşı koruyabilmek için yapıldığını belirtmekteydi. Sonunda İtalya,
beklediği zamanın geldiğini düşünerek, Osmanlı Devleti’ne 28 Eylül 1911’de nota verdi ve bu notada
kısaca; Osmanlı Devleti’nin bölgenin ilerlemesi için hiçbir şey yapmadığı, İtalya kıyılarına yakınlığı
dolayısıyla kendileri için hayati önem taşıyan bölgeye medeniyet götürülmesinin zorunlu olduğu
belirtilerek, İtalya’nın Trablusgarp’ı işgalden başka çaresinin kalmadığı ve buradaki Osmanlı
memurlarının işgale muhalefet etmemeleri istenmekteydi.

Osmanlı Devleti, bu notaya 29 Eylül 1911’de cevap vererek, İtalya’nın iddialarını ve isteklerini
reddettiğini, ancak görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. İtalya ise aynı gün Osmanlı Devleti’ne savaş
açtığını ilan etti. İtalya İlk önce Trablusgarp’a, daha sonra ise Tobruk, Derne ve Bingazi’ye asker
çıkardı. Donanmasının gücü sayesinde denizleri kontrol altına aldı. Osmanlı büyük devletlerden
arabuluculuk yapmalarını istedi ancak bu devletler, savaşta tarafsız kalacaklarını ilan ettiler.

Osmanlı Devleti’nin bu sırada Trablusgarp’ta sadece 3.500 kadar askeri vardı. Makedonya,
Arnavutluk ve diğer yerlerde sürmekte olan ayaklanmalar dolayısıyla, Trablusgarp’ta gerekli hazırlık
yapılamamıştı. Trablusgarp’a, ancak Mısır ve Tunus üzerinden gizli olarak yardım gönderebilecek
durumdaydı. İçlerinde Binbaşı Enver Bey ve Kolağası Mustafa Kemal’in de bulunduğu birçok genç
Türk subayı, Trablusgarp’a giderek, yerli halkın da yardımıyla İtalyanlara karşı başarılı bir savunma
hareketine başladılar.

İtalyanlar bir yıl süreyle kıyıda saplanıp kaldılar ve içerilere giremediler. Fakat donanmalarının gücü
sayesinde de buralardan tamamen atılamadılar. Böylece Trablusgarp’ta kesin bir başarı sağlayamayan
İtalya, Oniki Ada’yı işgal etti ve Çanakkale Boğazı’na hücum etmek istedi, bundan da sonuç alamadı.
Askeri yönden istediklerine ulaşamayacağını anlayan İtalya, uzayan savaşın getirdiği ekonomik yük, iç
politikadaki tepkiler ve dünya kamuoyu karşısında zor duruma düşmesi üzerine, Büyük Devletlerden
diplomatik yollardan sorunun kendi lehine çözümlenmesini istemeye başladı.

Bu savaşın, önemle üzerinde durulması gereken noktalarından biri de, İtalya’ya karşı Trablusgarp’ı
müdafaa etmek için meydana getirilen Türk-Arap dayanışmasıdır. İtalyanlar, Trablusgarp’a gittiklerinde
Arapların kendilerini bir kurtarıcı gibi karşılayacaklarını umuyorlardı. Ancak Trablusgarp halkının
hemen hepsi Müslüman ve Osmanlı halifesine son derece bağlı idiler. Böylece İtalyanların
beklediklerinin tam tersi olmuştur.

Osmanlı Devleti, Trablusgarp’ta az sayıdaki askeriyle gösterdiği başarısına uygun bir siyasi başarı
gösterememiştir. Osmanlı Devlet adamları arasındaki iç çekişmeler had safhadaydı. Donanması
olmadığından İtalyanları kesin bir yenilgiye uğratamıyordu ve uzayan savaş zaten zayıf olan Osmanlı
maliyesine büyük yük getiriyordu. Ayrıca yakın zamanda bir Balkan Savaşı’nın çıkması ihtimali de
Osmanlı Devlet adamlarında, İtalya ile barış görüşmelerine başlamak konusunda bir temayül meydana
getiriyordu. Osmanlı devleti için her zaman büyük öneme sahip olan Balkan topraklarının

2
tehlikeye düşmesi, hilafet ve saltanat merkezi olan İstanbul’un da güvenliğini tehdit etmekteydi.
Bu durumda özellikle, Balkanlar’daki durumun ciddileşmesi üzerine, Osmanlı Devleti İtalyan
tekliflerini kabul etmek zorunda kaldı.

Böylece 18 Ekim 1912 tarihli Uşi Antlaşması ile, Osmanlı-İtalyan Savaşı sona ermiş oldu.
Osmanlı Devleti, Kuzey Afrika’daki son topraklarını da kaybetti. İtalya, Trablusgarp ve Bingazi’yi
sömürge haline getirdi. Hukuk yönünden olmasa da, İtalya fiilen Oniki Ada’ya yerleşti. Dolayısıyla
Doğu Akdeniz güçler dengesinde etkin bir devlet haline geldi. Osmanlı İtalya ile savaşa son verdiği
sırada, Balkanlarda daha büyük bir tehlike ile karşılaştı.

BALKAN SAVAŞLARI (1912-1913)

Osmanlı askerleri, Balkan coğrafyasına 1354 yılında Orhan Bey’in büyük oğlu Süleyman Bey
komutasında Gelibolu’dan giriş yaptı. Osmanlı İmparatorluğu’nun yaklaşık 550 yıl sürmüş olan Balkan
serüveni üç döneme ayrılır. Balkanlar’da ilerleyiş ve hakimiyetin sağlanması dönemi (1354-1683);
hakimiyetin zayıflaması ve gerileyiş dönemi (1683-1821); hakimiyetin yıkılışı ve Osmanlı Devleti’nin
Balkan topraklarından çekilmesi dönemi (1821-1913).

20. yüzyılın başlarında Balkanlar, Osmanlı Devleti’nin en bunalımlı ve en kritik yerlerinden birisi
durumundaydı. Bunda, Balkan devletlerinin bölge üzerindeki emelleri, büyük devletlerin çıkar hesapları
ve nihayet bunların kışkırtmaları ile bölgedeki toplumların çeşitli girişimleri önemli rol oynamaktaydı.
Balkan Devletleri’nin asıl amaçları, Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da kalan son topraklarını, yani
Balkanlar’ı ele geçirmekti.

Balkan Savaşlarının sebebini Ayastefanos Antlaşmasına kadar götürmek mümkündür. Bu


antlaşmayla Bulgaristan’ın sınırları içine Makedonya’nın da katılması ve Sırbistan’ın bağımsızlığını
alması, bağımsız Sırbistan’ın ilk günden itibaren topraklarını sürekli genişletmeye çalışması,
Ayastefanos yerine yapılan Berlin Antlaşması’nın Bulgaristan’da yarattığı hayal kırıklığı ve nihayet
Yunanistan’ın Osmanlı’dan toprak kazanmak gayesi bu savaşların sebepleri olarak görülebilir. Ayrıca
bunlara Rusya’nın Balkan Slavları üzerindeki kışkırtmalarını da eklemek mümkündür.

1908 yılında Osmanlı’da İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde, devlet içindeki iktidar mücadelesini ve
Balkanlar’daki otorite boşluğunu iyi değerlendiren Özerk Bulgaristan Prensliği bağımsızlığını ilan etti.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise Bosna-Hersek’i resmen ilhak etti. 1912’de önce Bulgaristan
ve Sırbistan arasında bir “Dostluk ve İttifak Antlaşması” imzalandı. Bu antlaşmayla, iki devlet
birbirlerinin toprak bütünlüğünü tanıyarak, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşiyorlardı. Daha sonra
Yunanistan ile Bulgaristan arasında bir ittifak antlaşması imzalandı ve böylece üç Balkan devleti,
aralarında yaptıkları ayrı ayrı antlaşmalarla Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek, Balkan birliğini
gerçekleştirmiş oldular. Bu devletlere Karadağ’ın da katılmasıyla sayıları dörde yükselmiş
oluyordu.

3
Balkan birliği; Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp Savaşı ile uğradığı maddi ve manevi kayıplardan,
Yemen ve Arnavutluk gibi iç isyanlardan ve parti kavgalarından zor duruma düşmüş olmasından
yararlanarak, harekete geçme anının geldiğine karar vermiştir. Osmanlı Devleti ise, bu bunalımlı
döneminde, Balkanlarda aleyhine yapılan antlaşmalardan ve kurulan birlikten haberdar olamamıştır.
Osmanlı subayları arasında gruplaşmalar meydana gelmeye başladığı gibi, savaş çıkmadan kısa bir süre
önce (29 Temmuz 1912) 65.000 civarında eğitimli askerin terhisine karar verilmiştir. İttihat ve Terakki
yönetimi aynı zamanda Makedonya’daki anlaşmazlıkları gidermek amacıyla, 3 Temmuz 1910 yılında
bir “Kilise Kanunu” çıkarmıştır. Böylece Balkan milletleri arasındaki en önemli mesele de halledilmiş
ve bu milletlerin aralarında anlaşmaları kolaylaşmış oldu.

Birinci Balkan Savaşı 8 Ekim 1912’de başlamış, 30 Mayıs 1913’te imzalanan Londra
Antlaşması ile resmen sona ermiştir. Bu savaş Osmanlı Devleti için tam bir bozgun, Balkan ittifakı
için ise kesin bir zafer olmuştur. Kuzey- Orta Makedonya ve Kosova topraklarını Sırbistan, Özerk Girit
Adası’nı ve Günay Makedonya’yı Yunanistan, Doğu Makedonya, Edirne ve Kırklareli topraklarını
Bulgaristan aldı. Ayrıca savaş sırasında 28 Kasım 1912’de Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti.
Savaşı kaybeden Osmanlı ordusu, Doğu Trakya’da Midye- Enez hattının doğusuna çekildi. Bu savaş
sonunda Bulgaristan’ın topraklarını genişletmesi diğer devletlerin Bulgaristan karşıtı politikalarını
güçlendirmişti. Bulgaristan ise topraklarını daha da genişletmeyi amaçlıyordu. Böylece II.Balkan
Savaşının temeli de atılmış oldu.

Londra Antlaşması’yla, Osmanlı Devleti Midye-Enez hattının batısında kalan topraklarını Balkanlı
müttefiklere bırakınca, ganimetin paylaşılması konusunda anlaşmazlık çıkmıştır. Bulgaristan,
Makedonya’nın tamamını ele geçirmek amacıyla Haziran 1913’te Sırbistan ve Yunanistan’a
saldırınca, İkinci Balkan Savaşı patlak verdi. Ancak Sırbistan-Yunanistan-Romanya-Karadağ ittifakı
Bulgaristan’ı kesin olarak yenilgiye uğrattı. II. Balkan Savaşı da, 10 Ağustos 1913 Bükreş Antlaşması
ile sona erdi. Bu anlaşmaya göre; Makedonya toprakları Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan arasında
üçe bölündü. Kuzey, Batı ve Orta kesimler Sırbistan’a, Güney kesim Yunanistan’a ve Doğu’da küçük
bir parça Bulgaristan’a verildi. Güney Dobruca, Bulgaristan’dan Romanya’ya geçti, Epir bölgesinin
güneyi Yunanistan’a, kuzeyi ise yeni kurulan Arnavutluk’a bırakıldı. Bu savaşı fırsat bilen Osmanlı
ordusu, Edirne ve Kırklareli’ye girdi. Savaş sonunda Bulgaristan ile İstanbul Antlaşması yapıldı
(29Eylül 1913). Buna göre; Edirne ve Kırklareli Osmanlı’da kaldı ve Meriç nehri sınır olarak
kabul edildi. Böylece Balkanlarda yaklaşık 550 yıl süren Osmanlı hakimiyeti tamamen sona ermiş oldu.
İstanbul Antlaşması, sınır tespitinden başka, Bulgaristan’da kalan Türkler hakkında da hükümler
içermekteydi. Bu hükümlere göre, Bulgaristan’da kalan Türkler Bulgarlarla eşit haklara sahip olacaktı.
Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasındaki barış ise 14 Kasım 1913’te Atina Antlaşması ile
gerçekleşti. Bu antlaşma, Adalar Meselesi yüzünden biraz uzamıştır. Osmanlı Devleti Ege Adaları’nı
Yunanistan’a terk etmek istemiyor, Yunanistan ise işgal ettiği bu adaları vermeye yanaşmıyordu.
İki devlet arasındaki gerginlik büyük devletlerin araya girmesiyle ortadan kalkabilmiş ve Atina Barışı

4
imzalanmıştır. Buna göre, Girit kesin olarak Yunanistan’a bırakıldı. Ancak daha önce yapılan Londra
Antlaşmasının beşinci maddesi uyarınca, Ege Adalarının geleceği büyük devletlerin kararına
bırakılmış olduğundan, bu sorun bu antlaşmada yer almamıştır.

Balkan Savaşları neticesinde, Balkanlar’ın siyasi haritası önemli ölçüde değişti. Bu yeni haritaya
göre Osmanlı hayli küçülürken, diğer Balkan hükümetlerinin bazısı az, bazısı oldukça genişledi. Bu yeni
sınırlara göre Balkanlardaki Türk-İslâm unsurunun büyük çoğunluğu Osmanlı hakimiyetinden çıkıp,
diğer Balkan Devletleri idaresine geçti. Osmanlı Devleti, Avrupa’daki topraklarının %83’ünü,
nüfusunun %69’unu ve bunlara ilaveten devlet gelirlerinden önemli bir kısmı ile önemli ölçüde bir ziraat
potansiyelini de kaybetmiştir.

Osmanlı Devleti’nin Balkan Savaşları neticesinde kaybettikleri sadece bunlarla sınırlı kalmadı.
Bilhassa Bulgaristan ve Yunanistan’a bırakılan topraklarda yaşayan Türkler, yapılan antlaşma
hükümlerine aykırı olarak, idaresi altına girdikleri devletlerin hükümetleri veya ahalisi tarafından
baskılara uğradılar ve gördükleri zulüm yüzünden, bütün maddi varlıklarını bırakıp, Osmanlı
ülkesine sığınmak zorunda kaldılar. Bu göçler, en kötü şartlar altında Osmanlı Devleti’nin
kontrol ve iradesi dışında yapıldığından, büyük sıkıntılar doğurdu.

Sonuç olarak, Balkan Savaşları, II.Meşrutiyet hareketlerinin doğurduğu dış gaileler zincirinin son
halkasını fakat en şiddetli, en yıkıcı darbesini indiren halkasını oluşturmuştur. 1912 Ekim’inden, 1913
Ağustosu’na kadar yaklaşık on ay devam eden bu darbe, sadece Osmanlı Devleti’ni değil, Balkan ve
bütün Avrupa Büyük Devletlerini yakından ilgilendirmiş ve etkilemiştir. Rekabet ve çıkar çatışması
içerisinde bulunan devletler, Balkanlar’daki bu bunalım dolayısıyla bir defa daha karşılaşmışlar, bu da
bloklar arasındaki gerginliği artırmış ve silahlanma yarışını hızlandırmıştır. Bu nedenlerden dolayı,
Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı’nın ateşlenmesine zemin hazırlamış, bu da Osmanlı Devleti’nin
sonunu yaklaştırmıştır.

5
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA GİDEN SÜREÇ

Birinci Dünya Savaşı, 19.yüzyıl ile 20. yüzyılın başlarında meydana gelen olay ve gelişmelerin bir
sonucudur. Bu bakımdan, Birinci Dünya Savaşı’nı hazırlayan nedenleri 19.yüzyılın başlarına giderek
aramak gerekir. 1815 yılında yapılan Viyana Kongresi ile Avrupa’ya, geniş anlamıyla dünyaya, yeni bir
statü getirilmiş ve buna göre de güçler dengesi kurulmuştur. Ancak özellikle 1870 Sedan Savaşı ile
Almanya ve İtalya’nın siyasi birliklerini kurmaları, bunların büyük devlet olarak, devletlerarası
ilişkilerde yer almak için girişimlerde bulunmaları, Viyana Kongresi statükosunu ve güçler
dengesini büyük ölçüde değiştirmiştir. Almanya ve İtalya’nın yeni birer güç olarak ortaya
çıkmalarından sonra, yeniden bir dengenin kurulması girişimleri ise, Avrupa’da yeni blokların
ortaya çıkmasına ve karşılıklı silahlanmaya neden olmuştur. Bu dönemde, bloklar ve devletlerarası
ilişkilerde çok yönlü gelişen çatışmalar gerginliği daha çoğaltmış ve devletleri bir savaşın eşiğine kadar
getirmişti. Bu genel çerçeve içerisinde, Birinci Dünya Savaşı’nın nedenleri çeşitli ekonomik, siyasi,
askeri gelişmelere ve büyük devletlerin çıkar hesaplarına dayanmaktadır.

Savaşın hemen öncesinde Osmanlı Devleti’ne bakacak olursak, 1913-1914 yıllarında,


kapitülasyonlar, Anadolu’da ve İmparatorluğun diğer yerlerinde yapılacak demiryolları, Doğu
Anadolu’da yapılması istenen ıslahatlar ve Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenilerin durumu;
Osmanlı Devleti’nin siyasi ve ekonomik yönlerden bölüşülmesi çabalarından doğan gelişmeler, Osmanlı
ile Büyük Devletler arasında ve bu devletlerin kendi aralarında sorun olmaya devam etmekteydi.

Balkanlar’da, Ortadoğu ve Orta Asya’da Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesi ve yeni
oluşturulan bölge haritasındaki birçok kargaşanın temelinde, Avrupalı büyük devletlerin I.Dünya
savaşına kadar sürdürdüğü emperyalist siyaset yatmaktadır. Osmanlı Devleti, dağılma sürecinde de
Avrupa siyasetinin önemli bir faktörü olmuştur.

Öncelikle askeri ve ekonomik alanda başgösteren zaaf ile birlikte 19. Yüzyılda sanayi inkılâbının
uzun vadeli tesirleri sonucu ortaya çıkan milliyetçilik akımı çok uluslu Osmanlı Devleti’ni temelden
sarstı. Devletin güç kaybı sonucu ortaya çıkan iktidar boşluğu, Avrupalı büyük devletlerin gayr-ı müslim
Osmanlı halkı lehine müdahalelerine sebep oldu. Bu süreçte sözkonusu halkların geleceği kendi istekleri
doğrultusunda değil, Avrupa devletlerinin menfaatlerine göre yeniden düzenlendi.

Avrupalı büyük devletler, Şark Meselesi çerçevesinde Osmanlı Devleti’ne yönelik emperyalist
hareketlerini, “gayrimüslimlere eşit muamele edilmesi ve baskı uygulanmaması” bahanesine
dayandırıyorlardı. Avrupa devletlerinin “reform” konusundaki müdahaleleri, kendisi için reform talep
edilen tebaanın Osmanlı hükümetine karşı isyanına ve neticede bağımsızlıklarına yol açtı.

Şark meselesi, 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’yla birlikte başlayan ve


Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ve 1923’te Lozan Antlaşması’yla sona eren süreçte

6
Avrupalı büyük devletlerin Osmanlı İmparatorluğu ve Ortadoğu’ya uyguladıkları emperyalist
siyasetin diğer adıdır. Şark meselesi kavramının, “19. Yüzyıldaki Osmanlı zayıflamasının neticesinde
topraklarının paylaşılması” anlamında bir miras kavgası şeklinde algılanması doğru bir yaklaşım
sayılmakla beraber, genelde bunun kapsamının Türkler’in Anadolu’ya girişine kadar (1071) geriye
götürülmesi söz konusu olmaktadır. Büyük devletler arasında 1814-1912 yıllarında düzenlenen üç
kongreden ikisinin, yirmi dört konferanstan on ikisinin Şark meselesiyle ilgili olması önem taşımaktadır.

19. yüzyıl, İngiltere’nin ihtişamının en üst düzeye ulaştığı ve dünyaya damgasını vurduğu bir dönem
olmuştur. İngiltere’nin yanında Fransa, Belçika, Hollanda, Rusya, İspanya ve Portekiz, Avrupa dışındaki
kıtaları kendi aralarında pay etmiş bulunuyorlardı. Fakat Almaya ve İtalya’nın sömürgecilik
politikalarına başlamaları, sömürgecilik alanında yeni bir mücadele başlattı. Özellikle Almanya’nın
gücü ve sömürge arayışları, Avrupa’da yeni ve önemli siyasi gelişmelerin ortaya çıkmasına, bunun
sonucunda meydana gelen bloklaşma ise, I. Dünya Savaşı’nın patlamasına başlıca neden oldu.
Şark meselesinde İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı’yı paylaşma planları karşısında Almanya ise,
boğazlarda hiçbir hak talep etmediğini, Osmanlı Devleti’nde siyasi bir emeli olmadığını ve statükonun
korunması gerektiğini belirtmekteydi. Elbette bu ifadelerin ardında Alman fabrikalarının silah sevkiyatı
ve demiryolu inşaatı gibi ekonomik çıkarlar bulunmaktaydı.

I.DÜNYA SAVAŞI’NA GİRERKEN AVRUPA’LI DEVLETLERİN POLİTİKALARI

Almanya’nın sahneye girmesi, dünya politikasında yeni bir çağın başladığına işaret ediyordu.
Resmen 18 Ocak 1871’de kurulmuş olan Alman İmparatorluğu, İngiliz çıkarlarını tehdit eden başlıca
güç olarak birkaç on yılda Rusya’nın yerini almıştı. Almanya, siyasi birliğini kurduktan sonra hızla
sanayileşmeye başladı. Ancak endüstriyel ihtiyaçlarını gidermek için, kıta Avrupası’ndan başka yerlerde
verimli alanlara yönelmesi gerekiyordu. Bir süre sonra, Doğu Afrika’da birkaç verimsiz bölge elde
etmesine rağmen, buralar Alman sanayisinin ihtiyaçlarını gidermeye yeterli değildi. Almanya, endüstrisi
için yeni ve verimli hammadde ve Pazar alanları bulmak zorunda idi. Dünyanın en verimli alanları,
İngiltere ve Fransa sömürgeciliğinin kontrolü altına girmişti. Bu dönemde Almanya için, Osmanlı ülkesi
hala zengin kaynakları ile vazgeçilmez görünüyordu.

Bunun karşısında Osmanlı devlet mekanizmasındaki –Saray- bürokratik elit, Alman nüfuzunun
ülkeye girmesi sayesinde Türk İmparatorluğu’nun parçalanmasının engelleneceğini umut ediyordu.
Diğer taraftan Almanya’nın askeri, ekonomik, siyasal gücü ve yardımları sayesinde, uluslararası
ilişkilerde bir denge de sağlayabileceklerini uman Türk devlet adamları, bir dizi reformlarla devlet
yapısını modernleştirmeyi de amaçlıyorlardı.

7
Nitekim, 1890’lardan 1908 Jön Türk Devrimi’ne kadarki süreçte Almanya, başta askeri olmak üzere
birçok sanayi ürününü ve sermaye yatırımlarını Osmanlı ülkesine soktu. Özellikle Bağdat Demiryolu
yapımının hızla devam etmesi ve bazı hatların işletmeye açılması, Almanya’nın nüfuz bölgeleri
oluşturmak için ilk adımlardı. Colmar von der Goltz başta olmak üzere bazı askeri heyetlerin Osmanlı
ordusunda reform çalışmalarına girişmeleri yanında, Türklerin Alman silah sanayii için iyi bir
pazar olması, ilişkilerin gittikçe kökleşmesine sebep oldu. Diğer taraftan uluslararası dış ve iç
sorunlarda Almanların diğer büyük devletler karşısında Osmanlıları desteklemeleri, Almanya’yı Yakın
Doğu’da birincil devlet yapmaya yetmişti. Bu süreç, 1908 Jön Türk Devrimi’ne kadar aralıksız devam
etti. II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte İttihat ve Terakki liderleri ya da onların desteklediği yaşlı devlet
adamları, Sultan II.Abdülhamid’in dış siyasetine de tepki gösterdiler ve Almanya’ya karşı soğuk bir
politika izlemeye başladılar. İttihatçı sivil aktörler, genelde Paris ve Londra gibi Batı Avrupa
başkentlerinin kültür ve siyasi merkezlerinden etkilendiklerinden, İngiltere ve Fransa taraftarı bir
politika üzerinde yoğunlaştılar.

Fakat bu durum uzun sürmemiştir. Üçlü İtilaf ve Üçlü İttifak bloklarının artık açık olarak ortaya
çıktığı bu dönemde; Osmanlı Devleti İngiltere’ye daha yakın olmak eğiliminde bulunmak istemekle
beraber, bu devlet 1907’de Rusya ile anlaşmış bulunuyordu. Rusya ise, Osmanlı Devleti’ne karşı
güttüğü eski politikasını sürdürüyordu. Fransa’da daha önce yapılan bir anlaşmayla Rusya’ya
bağlanmıştı. İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı tutumları ile, İstanbul Hükümeti’nde
Alman taraftarlarının etkisinin çoğalması üzerine, II.Meşrutiyet döneminde de Osmanlı-Alman ilişkileri
önce düzelmiş, sonra da sıkılaşmıştır. Jön Türk iktidarının karşılaştığı dış siyasal sorunlar ve ekonomik
güçlükler, onları II.Abdülhamid’den daha koyu bir Alman dostu olmak zorunda bıraktı. 1911’de
İtalya’nın Trablusgarp’a saldırması, 1908’de Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhakı sırasında
Almanya’nın suskunluğu gibi gelişmeler yeni yönetimi kızdırdı ise de, ortaya çıkan yeni sorunlar
Almanya ile yakınlaşmayı gerekli kıldı. 1912 Balkan bozgununun önemli bir sonucu da, Osmanlı
kumandanlarının tekrar Alman genelkurmayından ıslahat için heyetler istemesidir.

İngiltere ise, Almanya’nın gelişen ekonomisinin dünya pazarlarını ele geçirmesinden ve askeri
yönden güçlenmesinden, diğer büyük devletler gibi endişelenmekteydi. Almanya, 1890’lardan itibaren
izlediği politikayla Güneydoğu Avrupa ve Ön Asya’yı etkisi altına almış, Afrika ve Uzakdoğu’da da
girişimlerde bulunmaya başlamıştı. Böylece Almanya, İngiltere için, denizlerde güçlü bir rakip ve
Avrupa’da da dengeyi bozan bir güç haline gelmişti. Almanya Bağdat Demiryolu yapımı dolayısıyla
Basra Körfezi’nde gittikçe etkili hale gelmekteydi. Ancak İngiltere, Hindistan yolu ve bölgenin
ekonomik yönüyle ilgili olarak, Basra Körfezi çevresinde Almanya’nın elde ettiği “hak” ve çıkarların
karşısındaydı. Bunları ortadan kaldırmak ve aynı zamanda da kendisi buralara egemen olmak istiyordu.

1910’dan sonra İngiltere’nin Türkiye politikasında değişiklik belirmeye başladı. Aslında 1907’de
gerçekleştirilen Rus-İngiliz anlaşmasından sonra, İngiltere’nin genç Türkiye’yi desteklemesi, mümkün

8
görünmüyordu. İngiliz Hariciyesi’nin gerçek amacı sonra anlaşıldı. Eğer İttihatçıların Türkiye’si çağdaş
bir devlet kurar ve ülkelerinde yabancı hegemonyasına karşı tavır alırlarsa, bu tavır İngiltere’nin
Müslüman sömürgelerinde ilham kaynağı olabilirdi. İttihat ve Terakki yöneticileri, devrim sonrası
İngiliz ve Fransız taraftarı bir dış politika izler görünmelerine rağmen, aslında devletin kontrolünü de
kaybetmemeye özen gösteriyorlardı. İttihatçıların kabineleri denetlemesinden rahatsız olan Londra,
onların kontrolünü azaltmak ve meşrutiyeti de işlemez duruma getirmek için gerçekleştirilen hareketleri
de destekler bir tavra girdi. Nitekim İttihat ve Terakki Partisine karşı 1909’da gerçekleştirilen 31 Mart
Ayaklanması’nda, İngilizlerin etkisi ve desteğinden bahsedilmesi, İngilizlerin Türkiye’deki konumunu
ve stratejisini daha iyi açıklamaktadır.

Balkan savaşlarının üç mağlubu vardı: Osmanlı İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan ve


Bulgaristan. Dolayısıyla sonunda bu üç ülkenin aynı ittifak içinde bir araya gelmeleri normaldi. Öte
yandan Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ, bu savaşlarda yüzölçümlerini iki katına çıkardılar. Ayrıca
çıkarları farklılaşmaya başladı. Artık Osmanlı İmparatorluğu ile ortak sınırı kalmayan Sırbistan yeni
toprak talepleri için yüzünü Avusturya’ya çevirirken, Ege Adaları’nı topraklarına katan Yunanistan,
gözünü Anadolu kıyılarına, İzmir ve çevresine dikti.

Balkan Savaşı’ndan sonra, Osmanlı Devleti’nin karşılaştığı bir diğer sorun da, Rusya’nın Boğazlar
statüsünü değiştirmek üzere yaptığı yeni girişimler olmuştur. Balkan Savaşı sonucunda, Osmanlı Devleti
ile Avusturya ve Almanya’nın karadan bağlantısını kesecek şekilde, Balkanlar’da yeni bir statü
kurulmuştu. Ayrıca Ege Adaları sorunu da çözümlenememişti. Rusya bunlardan da yararlanarak,
Boğazların kendileriyle dostları arasında güvenlikle kullanılabileceği ve egemen olacağı bir bölge haline
getirilmesini istemeye başladı.

Rusya, batı sınırında Almanya’nın bir güç olarak belirmesinden ve Doğu Avrupa’da
Panislavist emellerine set çekmesinden, bu arada Pancermenizm’in tehlike haline gelmesinden
memnun değildi. Bu nedenlerle, Almanya’yı yıkarak ve ona dayanan Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’nu parçalayarak bu tehlikeyi ortadan kaldırmak ve bütün Slavları Rus egemenliği
altına alabilmek emelindeydi. Aynı zamanda, özellikle İngiltere’nin karşı çıkmasından dolayı bir türlü
alamadığı İstanbul ve Boğazlar’ı, İngiltere ve Fransa’nın müttefiki olmasından yararlanarak ele
geçirmeyi tasarlıyordu.

Fransa, yanı başında güçlü bir Almanya’nın varlığından, güvenliği açısından endişelenmekteydi.
Diğer taraftan, 1870’ten beri Almanya’dan öç almak ve Alsace-Lorraine’i yeniden ele geçirmek
istiyordu. Bu nedenlerle, çıkabilecek bir savaşta müttefikleriyle birlikte, Almanya’yı parçalamanın
hesabı içindeydi.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Avrupa’nın gittikçe güçten düşen devleti durumundaydı


ve kendisine en büyük zararın Panislavizmden geleceğini anlamıştı. Özellikle Sırbistan’ın büyük
iddialarla harekete geçmesinin ve Rusya’nın da bu devleti desteklemesinin, kendisi için tehlikeli

9
olduğunu görmüştü. Bu nedenle Sırbistan’ı ortadan kaldırarak, Doğu’ya doğru genişlemek ve Rus
etkisini Balkanlar’dan uzaklaştırmak istiyordu.

İtalya, Üçlü İttifak bloku içerisinde olmasına rağmen, gizlice Fransa ile anlaşmıştı. Amacı,
Avusturya’nın egemenliğinde kalmış olan İtalya topraklarını kurtarmak, Akdeniz ve çevresinde
yeni sömürgeler ele geçirmekti.

Görüldüğü gibi, büyük devletlerin hemen hepsi, bir savaşın çıkmasında kendi çıkar ve emelleri
açısından yarar görmekteydi. Bu nedenle, Balkan bunalımından doğan Avusturya-Sırbistan çatışması,
kısa sürede genel bir savaş haline dönüşmüştür.

KAYNAKÇA

Ahmet Halaçoğlu, “Balkan Savaşları (1912-1913)”, Türkler Ansiklopedisi, C:13, s: 296-307.

Caner Sancaktar, “Balkanlarda Osmanlı Hakimiyeti ve Siyasal Mirası”, Ege Stratejik Araştırmalar
Dergisi, C:2, Sayı 2, 2011(27-47).

Davıd Fromkın, Barışa Son Veren Barış- Modern Ortadoğu Nasıl Yaratıldı? 1914-1922, Sabah
Kitapları, İstanbul 1993.

Hale Şıvgın, “Trablusgarp Savaşı”, Türkler Ansiklopedisi, C:13, s:274-290.

İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, Timaş Yayınları, 14. Baskı, İstanbul 2015.

Kemal Beydilli, “Şark Meselesi”, DİA, C:38, s.353-357.

Mehmet Beşirli, “I. Dünya Savaşı Öncesi Büyük Güçlerin Osmanlı Stratejileri: İttihatçılar ve Alman
Nüfuzunun Tanınması”, Türkler Ansiklopedisi, C:13, s.321-330.

Mustafa Gencer, “Osmanlı-Alman münasebetleri Çevresinde “Şark Meselesi””, Türkler Ansiklopedisi,


C:13, s.34-39.

Rıfat Uçarol, Siyasi Tarih (1789-1994), Filiz Kitabevi, İstanbul 1995.

Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar- Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, İletişim Yayınları,


İstanbul 2002.

10
11

You might also like