You are on page 1of 107

TAKLİTLER

Kendi varlığını oluşturan şey nedir?


Bunu nasıl fark edersin?
Günlerden bir perşembe sabahı, diğerlerinden hiçbir farkı yok. Hayat olağan
akışında seyrederken yine sabahın köründe uyanıyorum. Belki de içim
daraldı, belki de sadece uykumu aldım. Ne fark eder ki, bu günü farklı kılan
bir şey olmadıktan sonra robot günlükleri diyebiliriz. Bu düşünceler
aklımdan geçerken lavabo beni çağırıyor. Ama tuvaletin da bana ilgisi yok
değil. Tamam diyorum, önce sen sonra sen, sonra yine sen. Nasılsa her türlü
size uğramak zorundayım. İkisiyle işim bittikten sonra üstümde yine son
zamanlardaki ağır yorgunluğu hissediyorum. Sanki hiç uyumuyormuş gibi bir
hal. (Temsili resim alttadır)

Zaten rüyalarım da bir değişik. Sürekli bir kaos ortamı var, sanki geçmişten
esintiler ve gelecekten gösterimler çarpışıyormuş ve ben onun bir
parçasıymışım gibi. Fani Dünyada başımda az dert varmış gibi bir de işin
ruhani kısmına bellek ayırıyorum. Hoş olmayan belleğin zararı da olmaz ya,
neyse. Sonra kahvaltımı yapıyorum. Benim kahvaltım alışılagelmiş bir şey
değil normalde, ama tertemiz fakir olduğum için artık sabah günde iki tavuk
yiyemiyorum. Normal kahvaltı yapıyorum. Bu durum beni en çok üzen şey.
Çünkü bir boğa istediği şeyi yiyemezse psikolojik olarak çok etkilenir. Ama
mecburi. Dünyada aç olan insanlara ve yapabildiklerine bakınca çok
acıtmıyor. Bu şekilde de belki ilerleyebilir ve akıllanabiliriz diyorum kendi
kendime. Ve evden çıkıyorum. Son model bir arabam olmasını isterdim,
özellikle dağ başında bir evim olduğu için. Ama onu bırak bir Lada Samara
bile olmayışı hafiften koymuyor değil. Ama hayır diyorum, bir gün belki
şeytanın bacağını kırarım. Sonuçta can çıkar huy çıkmaz. Benim adım da Can
olduğuna göre iki canım var demektir. Birisi gitti, diğeri kaldı. Al sana kara
mizah. Kendimi böyle şeylerle avutarak devam ederken günden güne kendi
içimde kendimle de yüzleşmeye başladım. Sanki beden bir, içerik çok gibi
muhakeme ederek kendimle daha da dost oluyorum. Gördüğüm kadarıyla
etrafımdaki insanlarda bu özellik pek yok, olanların da bir kısmı deli olarak
nitelendiriliyor ama ben de akıllı saymıyorum zaten kendimi. Ne gerek var,
deli isen kimse seninle uğraşmak istemez. En azından kafan biraz rahatlar.
İşte bu düşünce beni bu Dünyada rahatlatıyor. Yalıya indiğim vakit
eczanelere bakıyorum, yanlarından geçip marketler zincirine ulaştığım gibi
sağa zihinsel sinyal vererek dönüyorum ve bir de ne göreyim?! Her gün
binmek zorunda olduğum otobüsler...

Evet bazen heyecan aramak için bunu yapmalıyım, çünkü günler çok
monoton, hayat anlamsız, insanlar anlayışsız, günümüz acımasız, ben ruhsuz.
Otobüs ise havasız.

"Korona geçti, delmicron, omicron, megatron, galvatron derken insanımız


halen maske takmayı öğrenememiş."

"Bişey mi dedin oğlum?"

"Yok dayı yok, hava diyorum ne güzel"

"İyi misin oğlum kış vakti, götümüz donuyor?"

"..." (Kısa bir bakışma)

"Ben iyi değilim dayı, ama gafam nası güzel"

"Deli midir nedir yav..."

"Bak yine kimliğimi tespit ettiler. Mahalle veritabanına falan kayıtlıyım da


beni CIA ile mi paylaştılar acaba? Hmm "

Sonra cama dönüp denize bakıyorum. Otobüste en sevdiğim aktivite denizi


seyretmektir. Onun ağırlığını, güzelliğini, hissiyatını hissetmeye çalışırım.
Bazen hayatta olduğumu hatırlatır. Ama sadece bazen. Daha sonra denize
takılı kalmışken biraz ileriye bakayım diyorum. Bir kadın gözlerini bana
dikiyor hızla geçerken. 80 km/h ile giderken bunu dışarıda olan birinin
yapması ne kadar doğal bilemedim. Hafif dönmeli bir yolda direk benimle
göz teması kurduğuna emindim. Ama bazen hayatta imkansız gibi görünen
tesadüfler de olur. Bu yüzden üzerine düşmek anlamsız. Yine de kafama
takılan tek kısım, o kadının otoyolun yanında ne işi vardı ki? Yerleşim
yerlerine uzak bir yer. İlginç. Belki de beynim halen uyanamadığı için biraz
göz yamulması oldu ve sıkıntıdan bir şeyler hayal etmiş oldum. Bilmiyorum.
Üzerine düşünmeyi bırakmam lazım. Niye böyleyim ki? Derken 15 dakikalık
minik bir yolculuktan sonra merkeze gelmiş bulunmaktayım. Ama bu gün
çalışmak için değil, farklılık olsun diye evden çıktım. Sonçta bunalımı
bastırmanın en iyi yolu insanların arasına karışmaktır, değil mi? En azından
benim için öyle. İnsanlarla göz teması kurunca kendi kendime oyun
kuruyorum. Gözlerini ilk kaydıran kaybediyor. Eğer birbirimizin yanından
geçene kadar sabit durabilirsek ikimiz de kazanıyoruz. Çünkü başka bir şey
yapamıyorum, kendimi keşfedebiliyormuş gibi durmuyorum. Gelecek
hakkında da iddialı değilim. Full Stack bir web geliştirici olabilirsem ne ala.
Onda da tüm teknolojilere tamamen adapte olmam uzun sürecektir. Ama yine
de kendi kendime motivasyon oluşturup üstesinden gelebiliyorum
diyebilirim. Zaten onu da yapamasam ottan tek farkım ondan daha özgür
hareket edebiliyor olmam olurdu, sanırım. Yolda yürürken hissiyatlar bazen
beni daha tetikte tutuyor. Neden bilmiyorum ama bazen farklı enerjiler
varmış gibi hissediyorum. Sanki takip ediliyormuşum gibi, her an bir olay
olacakmış gibi. Üzerimden de atamıyorum, ama korkmuyorum da. Çünkü
zaten kendimi savunabileceğimi düşünüyorum, savunamazsam da herkesin
kaçınılmaz finali benim de finalim olacak. Sonrasını kimse bilemez.
Kalabalık olan merkezde her zamanki gibi insanlar alışveriş yapıyor, parası
yeten kafelerde, AVM'lerde takılıyor. Ben de etrafı bilmem kaçıncı kez
keşfediyorum. Yeni neler var, eski neler var diye. Gerçi Rizenin merkezini
keşfetmek için bir midibüse binmek yeter ama, iş öyle eğlenceli olmuyor.
Yolda daha fazla insan görüyorsun, daha fazla veri ediniyorsun ve yaşadığın
yere daha fazla uyum sağlıyorsun. Ayrıca bedavadan bacak kasın oluyor ve
daha sağlıklı oluyorsun çünkü hareket ediyorsun. Bedava ve her seferinde
farklı tecrübeler getirecek bir aktivite. Tavsiye ederim ama kime, beynime
mi, sanki başkası beynimdekileri okuyacakmışçasına. Ah evet, nerede
kalmıştık... Şu sonunda Rizeye açılan tek büyük AVM'ye bir de biz girelim
bakalım.

Her ay bir kez yemek yemeye, kitaplara ve oyunlara bakmaya gelirim.


Neden? Çünkü kendimi zengin hissediyorum. Eğer bir ay boyunca hiç
gitmezsem harakiri yapmayı düşünüyorum çünkü prensip meselesi. Olur da
param olmazsa fakirlerin dostu bankamdan borç alıyorum. Diğer ay enseye
şaplak göte parmak almaya çalışmasın diye ayağımı da yorganıma göre
uzatıp üstün mantığımı devreye sokup gerekli algoritmalar ışığında en
optimum hesaplama ile diğer ay düzlüğe çıkıyorum. Hayatta kalma becerim
çok yüksektir. Atom bombası atılmış alanda parti keyfi yapan bir hamam
böceği gibi, gözlüğümü takıp devam ediyorum. Bu vurdumduymazlığım
hayattan aldığım keyfi yansıtıyordur umarım. Yansıtmıyorsa da bu
yeteneklere sahip olmak mükemmel. Onlar da olmazsa 2. gün ekranda "game
over" yazısını görürdüm. Şimdi düşünmüşken, ulti yeteneğim sanırım bu. Ah,
sırada beklerken yaklaşıyoruz ve güvenliğin halen HES kodu okuttuğu aklıma
geliyor ve nazikçe "hass... nerde benim uygulama? Heh hayat eve sığar ama
ben sığmam. Nerden giriyoduk buraya... Aha buldum. Kriz çözüldü."
Güvenlik hızlıca kodu okuturken sosyal mesafe dediğimiz şey çoktan hak
getirmiştir ve kafamdan yine "bu sefer de yakalanmama serimi devam
ettirebilir ve onu atlatabilirim" demişimdir. Koronacıkların buna gülmesi
dışında çok problem yok ama en son beni yakaladığında sağlam kapışıp ona
yanlış bedene bulaştığını anlatmıştım. Umarım alınıp kas yapmamıştır. Bazen
çok alınıyor bu virüsler. Alanın ortasına geldiğimde en üst kata, benim
mekanım olan yemekler ve eğlenceler Dünyasına doğru çıkmaya çalışıyorum.
Adeta bir asker duruşu ile yukarıya çıkıyorum. Çünkü konuşacağım birisi yok
ve tek başıma değişik tiplemelere girecek bir deliyim. En üste ulaştığımda
burnuma yemek kokusu geliyor ve kan kokusu alan gurd* gibi o tarafa
yöneliyorum. Hamburger firmalarına bakıyorum, aklıma minnak
hamburgerleri geliyor. Direk eliyorum. Tavukla ilgili olanlara bakıyorum ve
sonunda birinde seçimimi yapıyorum.

"Bir tane x menü istiyorum. Yanına limonlu buzlu çay olsun."

"Pardon tekrar söyler misiniz, anlamadım"

"Yine sessiz mi söyledim ya (iç ses) ha yok maskeden dolayı sanırım."

Ve bu sefer de sesi fazla yükseltir...

"Ben bir tane x menüden ve yanına da bir limonlu buzlu çay alayım. Bunun
yanına da bana kova patates ver!"
Ve sonuç olarak bir günlük ücret buraya akar. Artık kendini zengin hissetme
misyonu tamamlanmıştır ve tipik bir Boğa burcu olarak ağzının suyu akarken
yemeğe saldırma girişimi başlayacaktır. Tabi önce benim adımı söylemeliler.

"İsminiz neydi acaba?"

"Can, sizin isminiz neydi?"

"..."

"Ah pardon... Bünye alışık değil ne yaparsın." Challenge failed, please try
again. Minik meydan okumalar da bazen eğlenceli olabiliyor ama maksimum
ilerleme hep aynı. Bir yerlerde hata yapıyor olmalıyım. Beş dakika daha
lüzumsuz düşünceler geçtikten sonra yemek geliyor ve ismim sesleniliyor.
Aşık olduğu kadına ağır çekimde koşan yakışıklı prens kıvamında yemeğe
doğru koşuyorum ve yüzümde çiçekler açıyor. Sonra verdiğim ücret aklıma
geliyor ve ağır çekimde yüzümdeki gülümseme nötr hal aldıktan sonra
yemeği alarak sessizce ağlıyor ve en yakın masaya geçip hunharca yemeye
başlıyorum. Diğer insanların "Mağara adamı mı ki bu, o nasıl bir yeme
şeklidir" bakışları arasında daha da gaza gelip masadaki her şey bitene kadar
çatlaya çatlaya yiyorum. Ardından hemen kalkamıyorum doğal olarak,
telefonu alıp mesaj var mı diye bakıyorum, telefondaki troll fotoğrafım bana
gülüyor, ben de gülüyorum ve hiç aranmamanın verdiği yetkiye dayanarak
karınca oyunuma girip oradaki minnakların karnını da dijital olarak
doyuruyorum. Sonra da sosyal medyaydı, github'dı, kendi profilimdi,
etrafıma bakınmaktı derken mide 15 dakika gibi kısa bir sürede kendine
geliyor ve oradan kalkma zamanının geldiğini anlıyorum. Sıradaki yerimiz
bowling alanı oluyor ve tek başıma oynamak sarmayacağı için oynayanlar ne
yapıyor diye izliyorum. Ben de fena oynamam ama çok iyi oynadığım da
söylenemez. Bazen strike akar gider, bazen de hiç vuramam. Elimin ayarının
olmayışından kaynaklı olsa gerek. O sırada bana bakan bazı insanları da fark
ediyorum ama ben dönünce genelde hemen teması kesiyorlar. Yakışıklılık
başa bela tabi. Burada tek başıma yapacak bir şey bulamayınca son olarak
kitapların olduğu tarafa yöneliyorum ve ilk olarak bilgisayar kitaplarının
olduğu reyonda neler varmış diye bakarken 5 dakikamı ayırıyorum. Ardından
bana lazım olanları zaten almış olduğum aklıma geliyor ve oradan kişisel
gelişim kitaplarına kayıyorum. Sonra onların açıklamalarına bakarken
yeterince gaz aldığımı hissedip bilim kurgu tarafına giriyorum. Oradan
ejderha ya da büyü temalı bir iki kitap bulup okuyup okumadığıma
bakıyorum. Hemen içini açıp istediğim şekilde bir olay örgüsü var mı derken
çoktan 10 sayfa okuduğumu fark edip kitabı kapatıyorum. Sonra arka tarafta
tarot kartları ilgimi çekiyor. Spiritüel konular için bir forum oluşturduğumdan
bu konular bana yabancı gelmiyor ve ne desteleri var diye merak edip
bakıyorum. Enerji destesi, katina destesi, melek destesi, bir iki farklı adı
olan desteler derken elime aldığım bir destenin içinin boş olduğunu fark
ediyorum. "Kabak benim başıma patlamasun yau" diyip arkaya atıp
kalkıyorum. Bilgisayar oyunları bölümüne geçiyorum, fiyatlara bakarken
Epic, Steam ve diğer oyun platformlarından hayatım boyunca
bitiremeyeceğim kadar ücretsiz oyun aldığımı fark edip hobi olarak gene
bakıyorum ve oradan da çıkıyorum. Çıkarken çalışan görürsem "kolay
gelsin" demeyi de ihmal etmiyorum. Bazen tepkileri çok güzel oluyor. Bazen
de "deli mi yav bu niye durduk yere böyle bişey dedi ki" dediklerinden emin
oluyorum ama sorun değil zaten, tanıma uyuyorum. Kapıdan çıktığım gibi
karşıda bir silüet bana tanıdık geliyor... Otobüsle gelirken anlık fark ettiğim
kadın! Sonra önümden direk birisi geçiyor, çok yakından geçtiği için anlık
olarak algım ona kayıyor ve tekrar karşıya baktığımda kadını göremiyorum.
Ama uzağa gitmiş olamaz, merdiven sol tarafta ve hemen oraya yöneliyorum.
Tekrar görüş alanıma giriyor ve hızlıca aşağı doğru merdivenlerden indiğini
görüyorum. Anlık olarak peşine düşmemin ne derece doğru olduğunu
sorguluyorum ve çekiniyorum. Ardından da durup izlemeye devam ediyorum,
tekrar dönüp bana bakana kadar... Yüzündeki derin bakışı hissettiğimde
kendimi tutamayıp peşine düşüyorum, sakin ama hızlıca. Tekrardan
hareketleniyor ama benden hızlı yürümüyor. Beyaz tüylü kalın bir mont
giydiği için biraz daha kolay ayırt ediliyor ama kalabalığa karışırken ben
daha da hızlanıyorum. Arada sadece 15 metre kalmışken sağlam bir omuz
darbesi alıp sarsılıyorum. Karşılık verme moduna girip kel, orta yaşlarda bir
adama sağlam ve sinirli bir bakış atıyorum ama özür dileyip araya karışıyor.
Tekrar dikkatimin dağıldığını anlamam birkaç saniye alıyor ve kadının izini
kaybediyorum. Hızlıca çıkışa ilerlediğimde hiçbir şey bulamıyorum. Açık
alanda kimsecikler göze çarpmıyor. Tekrardan kendimi kontrol edip iyi olup
olmadığıma bakıyorum. Tekrar eve dönmenin daha mantıklı bir hareket
olacağına karar veriyorum ve geri dönene kadar sürekli etrafımı kontrol
ediyorum. Örümcek algılarımı açıp ilerliyorum. Eve geldiğimde hafiften
terlediğimi ve midemin bulandığını hissediyorum. "Şifayı kapmamış olsak
bari" dedikten sonra yol üzerindeki marketten aldıklarımla yemek yapıyor ve
tuvalete gidip uzun süre taşıdığım mide arkadaşlarımı son yolculuklarına
uğurluyorum. Ardından tekrar yiyor ve kendimi yatağıma 40. kattan atlayan
çılgın bir böcek gibi bırakıyorum. Sonrası yok, uyku. Uyku demişken tekrar
uyanıyorum. Yatağımdan kalkıp odanın kapısını açıyorum, sola yönelip dış
kapıya hareketleniyorum ve tekrar uyanıyorum. "Rüya mıydı ya o" eşliğinde
tekrar kapıya gidiyorum ve tekrar uyanıyorum. Üçüncüsünde ilk ikisinin rüya
olması beni korkutuyor ve etrafa baktığımda her şey yerli yerinde görünüyor.
"Demek ki bu rüya değil" diyorum. Leonardo abimiz gibi katman katman
gömülüyor olamayız ya... Ve bu sefer "neden dış kapıya gidiyorum ki?"
diyerek mantıklı bir düşünce geçiyor aklımdan. Dış kapıya bakarken hemen
sağ arkamdaki oturma odasının kapısına dönüyorum ve bir şeylerin eksikliği
zeki algılarımdan kaçmıyor; "Kapı". Ard arda ne olduğunu anlamaya
çalışırken tekrardan uyanıyorum ve "Bu kadarı da fazla ama ha!" diyerek
tekrar sağıma soluma bakıyorum. Her şey yerli yerinde duruyor. Odanın
kapısını tekrar açıyorum, büyük odanında kapısı yerinde duruyor. Biraz
sakinleşip tekrar dış kapıya dönüyorum. Dış kapı da gözükmüyor, onun da
yeri duvarla kaplanmış. Ve tekrardan yatakta uyanıyorum. Hemen kalkıp
odanın kapısını açıyorum ve karşı kapının olmadığını görüyorum. Tekrar
uyanıyorum ve hemen odanın kapısını açmak için hamle yaptığımda bu sefer
odada kapı olmadığını görüyorum ve hiçbir şekilde engel olamıyorum.
Bilinçli olmama rağmen rüyayı kontrol edemediğimi görünce derken tekrar
tekrar uyanıyorum ve odadaki eşyalar teker teker gidiyor. Sonunda uyandığım
yatak bile gidiyor ve yerde uyanıyorum. Bir tür küp şeklini alıyor oda,
camsız ve ortada tek bir ışık var. Odanın genişliği 1,76 boyumdan biraz daha
fazla.

Aklıma rüyada kendine zarar verirsen uyanırsın gibi bir şey geçiyor ve
kafamı büyük bir zevkle duvara vuruyorum. Ardından beyin sarsıntısı
yaşayıp düşüyorum ve bunca şeye anlam aramaya çalışıyorum. Kalkıp tekrar
denemek istiyorum birkaç defa daha seri bir şekilde kafamı vuruyorum. Hafif
bir baygınlık hissiyatı yaşadıktan sonra kendimi mıncıklıyorum, hiçbir
şekilde etki etmiyor. Rüyada ışıkların da yanmadığını duymuştum ama bu ışık
yanıyor. Beyaz saf bir ampul gibi duruyor, eski tiplerden. Ona da anlam
veremiyorum. Bir süre bekleyince geçer diyorum. Beklerken farklı farklı
şeyler düşünüyorum. Ama bir türlü rüya sonlanmıyor. Aynı yere odaklanarak
bakıyorum, çünkü rüya belli bir yere sürekli odaklanırsanız bozulur ve
sonlanır. Ama bunun öyle bir sorunu yokmuş gibi gözüküyor. Aksine
bulanıklık falan olmuyor, aynı gerçek Dünyadaki gibi görmeye devam
ediyorum. Hatta sanırım burada daha da iyi görüyorum çünkü göz
hastalıklarım buraya taşınmış gibi durmuyor. Neler olduğunu anlayamıyorum,
gene. Sonunda bir köşeye dizlerimi çekerek oturuyorum. Kafamı dizlerimin
arasına alıyorum. İlk düşündüğüm şeyler ailem, ben geri uyanmayınca
verecekleri tepki, birçok insanın bana ne olduğunun umrunda olmayacak
olması, yapmak isteyip yapamadığım şeyler, kendime olan güvensizliğim,
artık hiç uyanmayacağım gerçeğini kabullenmem gibi şeyler oluyor. Burada
zamanın nasıl ayrı işlediğini iliklerime kadar hissediyorum. Zaman geçmek
bilmiyor. Defalarca kez bilincim kapanıp açılıyor. Sonrasında arafta
kalmışçasına artık düşünmeyi bırakıyorum. Uyanıyorum, uyuyorum.
Uyanıyorum, uyuyorum. Tek fark ettiğim şey arada kendimi izliyor oluşum.
Bazen astral seyahate çıkmışçasına kendimi izliyorum ve "ne kadar da
acınası bir durum" diyorum. Bunun başıma gelmesinin bir nedeni var mı,
yoksa tesadüfen gelişen bir şey mi merak ediyorum bir ara. Sonra tekrar
düşünmenin zamanın farkına vardırmasıyla bilinci tekrar kapatıyorum.
Defalarca ve defalarca aynı şekilde geçiyor. Bilincim ölmüyor ama
açılmıyor da. Sonra aniden yine kendime geliyorum. Tekrar bu minik odanın
içine bakıyorum, aklımda bir an yine silüet oluşuyor. "Aynı kadın" diyorum
içimden. Bu şekilde aklıma nasıl geldiğini anlamlandırmaya çalışıyorum ama
beynim çalışmıyor. Sonra odanın bozulduğunu fark ediyorum. Bir anda tekrar
gözümü kapatıp açtığımda tavana bakıyor halde buluyorum kendimi. Üç
saniye kadar durduktan sonra direk yataktan fırlıyorum. Saate bakıyorum ve
yattığım süreden sadece onbeş dakika sonra uyandığımı fark ediyorum.
Rengim atıyor, olduğum yerde kalıyorum. Derin nefes almaya başlıyorum ve
hemen gidip bir su içiyorum. O rüyadan sonra geceleri uyumaya çekiniyorum.
Her uykuya dalışımda bir daha uyanamayacakmış gibi yatıyorum. Ama
uyanıyorum, o tarz bir rüyayla bir daha karşılaşmıyorum. En azından
şimdilik. Ah, yine aklıma geldi... Sahi kimdi ki o kadın, nasıl rüyamda bile
silüeti gözümün önüne gelir ki... Beynimin bana oyunları olmalı. Ama bu
kadar oyun hiç normal değil. Gidip bir nöroloji doktoruna danışayım, test
yapar belki... Ve ardından testlerde beynimin son derece sağlıklı olduğu
çıkar, yaşanılan olaylara anlam verilemez, hayat sorgulanır ve bir ot gibi
yaşanmaya devam edilir. Belki de edilmez.. En azından bu günkü olay bunu
değiştirmiş olabilir...
Bölüm 2: Refleksif...
Bölüm 2 - Selam Vermek

Olağan akış hep olağan mı? Yoksa


bazen garip şeyler mi fark
ediyorsun?
Sıradan bir gün daha... Cümlenin sonunu genelde ruh halim belirliyor. Bu
günkü ruh halim benden "çılgın" olarak bahsediyor. Sıradan ama çılgın bir
gün olacak demektir bu. Peki ne yapmak gerek? Bu sıradan güne biraz
aksiyon katıp bir süredir kısıldığım evden dışarı çıkmak! Fakirin eğlencesi
de bir şekilde basit çözümlerle hallediliyor işte. Neden bu kadar fitim
sanıyorsunuz ki? Ben de 150 kiloluk Gaben reis gibi olmak isterdim ama o
kadar yemeği bütçem karşılamaz. Bu gün ağzım amma da geyik yapıyormuş,
düşük enerji sarfiyatı için kapatayım da yola çıkayım gene. Standart günlük
kahvaltı prosedürümü tamamladıktan sonra ama. Diğer türlü açlıktan bayılan
bir Boğa burcuna tanık olabilir millet.

Dışarı çıktığım gibi hafif esen rüzgarı hissediyorum. Sırf ibnelik olsun diye
suratıma suratıma vuruyor. Film sektöründe çoğu romantik filmleri böyle
çekiyor olabilirler ama bence romantik bir yanı yok. Sadece rüzgar "ben de
buradayım canısı, muck" diyor o kadar. Aynı anda patika yoldan ilerlerken
ağaç yapraklarının hışıltısı eşliğinde manzaraya bakıp dikkatlice devam
ediyorum. Güneşli güzel bir gün olacak gibi duruyor ama Rizenin sağı solu
belli olmaz tabi. Kenarda gördüğüm bir iki örümceğe ise "karşim siz salak
mısınız, oraya ağı ördünüz ama yıllardır o minik bölgenizde bişey
yakalayamıyorsunuz işte, şuraya kuracaksınız" direktifleri eşliğinde yoluma
rahat bir yürüyüş tarzıyla devam ediyorum. Aklımda canlanan kadın
perspektifi aradan geçen 3 aydan sonra siliniyor. Hafızam sabah yediği
yemeği zor hatırladığı için aslında uzun bile tutmuş olabilir belleğinde. Ama
zaten çok absürd geliyor şimdi bakınca. Zaten hayat tesadüfleri sevmez mi?
Benim yaşadığım olay sadece tesadüf olmalıydı. Yaşanan şeyi boşlukta kalıp
kendi üzerime çekmiştim işte. O kadar. Beynin oyunu orada başlamıştı ve
rüyada son bulmuştu. Bu kadar yalnız takılmanın sonucu olarak üzerine başka
anlamlar yıkmak sadece hayal gücümün puanlarının yüksek olmasıydı. İşte
zeki bir dedektif olarak kendi sorunumu yolda yürürken çözmüş oldum. Yine
de aslında favorim olan tuvalette düşünme seansında çözmek isterdim. Ne de
olsa orada bir Stephen HAWKİNG olabiliyorum ama büyülü bir yer ve
orada genelde daha mühim olayları düşünüyorum. Sonra kapıdan çıkınca her
şey uçuyor. Ve artık daha rahatım. Sonuçta ruhum aksiyon seviyor zaten,
bunun bende bu kadar etki bırakmasına gerek yok. Daha güzel olaylar
yaşarsam sevinirim. Eh, işte gene geldik. Gerçi o arada çok şey daha
konuştum ama ben kafamda hep konuşurum. O yüzden bu kadarı yeterli
sanırım. Otobüs modu aktifleştirildi. Klasik bir ilkbahar girişinden
muhtemelen alerjik bünye ile çıkacağım için burnuma hayatta başarılar
diliyorum. İşi çok zor. Ve tekrardan hadi dolaşalım birazcık ehehe.

Üstelik inanmayacaksınız ama bu sefer arkadaşımla beraber takılacağım.


Kendisi gerçekten mükemmel bir insandır. Zaten o yüzden beraber takılırız.
Zirvede olanlar genelde yalnız olur ama iki zirve karşılıklıysa bir şeyler
yapabilirsiniz. Beyin bedava. Ardından tekrar yine AVM, yine ben modunda
içeriye giriyorum. Artık işler ilerledi, koronayı takan yok gibi görünüyor.
Tekrar qr kodu hazırlayacakken bakmadıklarını fark ediyorum. Aklıma artık
koronanın takılmayan bir hastalık olmadığı geliyor. Evet öyle, herkes aslında
şunu düşünüyor; "eğer ben bunu atlatmışsam / atlatabilecek kadar güçlüysem,
diğerlerinin ne yaptığı umrumda değil." Azınlık bir kısmı da ailesini
düşündüğü için buna karşı çıkıyor ama o kadar. En azından ben öyle
hissediyorum insanlara bakarken. Hislerimin kuvvetli olduğunu söylemiştim,
öyle hatırlıyorum. Ama hafızamın mükemmeliyetinden de bahsetmiştim o
yüzden takılmayın. Dördüncü Kata geldiğimde kararlaştırdığımız yerde
bekliyorum ve tarihte ilk defa, geç kalmayanın ben olduğumu fark ediyorum.
İnanılmaz bir aydınlanma yaşıyorum. Demek arkadaşlarıma bu durumu her
seferinde yaşatıyordum... Burada geçen bir dakika resmen beş dakika gibi
davranıyor. Akıl alır gibi değil. Ah işte geliyor yakışıklı dostum, Ömür.

"Selam çukulatam"
"Selam kanka"

"Yaklaşık yarım dakika geciktin. Sakın benim rolümü çalmaya çalışma, geç
kalmak benim işim!"

"Yav kanka hayde, karnım da aç zaten"

"Ne açı? Bakmayacak mıyız sağa sola?"

"On dakka dolaşalım, sonra yeriz o zaman"

"Tamam, benim canavar karnımdakileri eritir zaten."

"Eyi"

Bu kavuşma konuşmasının ardından tekil olarak yaptığım işler tekrar edilir,


sadece tek başımayken "bowling oynayanları izleme" etkinliğim, yemekten
sonra "bowling oynama" etkinliği olarak değiştirilir. Esasında kıran kırana
bir mücadelede ikimizin de kolsuz olduğu fark edilerek tekrardan AVM tavaf
edilir ama yapacak çok bir şey de yoktur. Bir kafede oval bir masaya
karşılıklı oturulur ve içecek bir şeyler alınır.

"Kanka, yüzün biraz düştü mü bana mı öyle geliyor"

(Ciddi bir bakışla beraber)"Bilmiyorum. Aslına bakarsan bundan üç ay önce


bir olay yaşadım. Ama sen askerde olduğun için renk vermedim. Sen yokken
bu durumu iki kişiyle daha konuştum ama deli olduğuma kanaat getirip bir
psikolog yardımı almam gerektiğini söylediler. İşin komiği o olaydan sonra
gerçekliği daha da bir sorgulamaya başladım. Beni kötü hale getirdi
diyemem ama denklemleri birleştiremedim. Olayı bile unuttum ama rüya, onu
unutamıyorum. Çünkü çok gerçekçiydi. Başıma ilk defa gelen şeyler
yaşadım."

"Tamam kanka sakin, ne detaya giriyon. Anlat bakayım ne oldu rüyada?"

Aslında ona o gün burada yaşananları da anlatmayı düşündüm ama bu onun


da benim kafayı yediğimi düşünmesiyle sonuçlanacaktı. En azından
yaşadığım rüya deneyimine bir anlam yükleyebilir diye düşündüm. Bu
yüzden de böyle anlatmalıyım."
"Rüyamda Leonardo abimizin yaşadığı gibi katman katman aşağı inmiş
olabilirim."

"Başlangıç filmi gibi mi?"

"Aynen o! Sadece ufak farklarla"

"Nedir o ufak farklar?"

"Tam dokuz kez uyandım, dokuz seferinde de rüyada hep bir şeyler eksildi ve
en son odaya kısıldım. Bana çok uzun gelen bir zaman diliminde orada
mahsur kaldım. 6 Ay kadar tahmin ediyorum. Bu sürede çıkmak için
duvarlara kafa attım, kendimi mıncıkladım falan ama bir şey olmadı. Rüya
geçecektir diye bekledikçe o bile olmadı! Ardından köşeye geçip oturdum,
zaten geniş bir alan değildi. Hastane asansörlerini düşün, ondan belki azcık
büyük. Orada düşünmediğim hiçbir şey kalmadı. Öyle ki bir süre sonra
düşünmeyi bıraktım. Ot gibi oldum. Sadece nefes alış veriş. Sonunda bir
şekilde bir kadının yüzü geldi gözüme, ardından da rüya bozuldu. Gerçek
hayatta onbeş dakika geçtiğini gördüm ve halen bu deneyime inanamıyorum."

"Kanka iyi olduğuna emin misin?"

"Sana söylediklerim yalan değil. Gerçekliğini öyle hissettim ki, bir süre bu
Dünya mı gerçek olan, yoksa orası mı diye çok düşündüm. Başından
geçmediyse anlaman olanaksız zaten. Senden güzel bir cevap beklemiyorum.
Sen sordun, ben cevapladım."

"Tamam sakin, ben o yüzden demedim zaten. Zihninin çalışma şekli normal
doğasına aykırı davranmış gibime geldi. Normalde rüyada öyle şeyler
yapmana bile gerek kalmadan uyanırsın çünkü. Bu garipti sadece."

"Garip ama hiçbir şekilde kontrolü ele alamadım işte. Açıkçası ben bitkisel
hayata girdiğimden emindim. Bundan sonra da o kutuda kalacağımı
düşündüm, ta ki ruhum ayrılana kadar ama olmadı. Nasıl olduysa gene
buradayım."

"Ne diyim ki kanka, değişik bir durum."


"Ama yüzüm bu yüzden asık değil."

"Neden?"

"Biraz düzensiz uykudan, biraz kendimi çok fazla şeye vermemden dolayı
olsa gerek. Düzgün de beslenememiş olabilirim. Toparlarım ağır bi sıkıntım
yok."

"Anladım. Ee söyle bakalım şu animeyi izledin mi?" şeklinde devam eden


muhabbetlerin arasında beni canlı hissettirdiği için yüzüm gülmeye
başlamıştı. Bazen bir dostunun olmasının önemini bu tarz anlarda fark
ediyorsun. Ruhsuz gibi hissettiğin anlardan koparıp şimdiki zamana
odaklanmak bana bayağı iyi gelmişti. Yine de içgüdüsel bir şekilde etrafı
sürekli kontrol ediyordum. Hislerim açık gibiydi ama bu kadar insanın ne
yaptığını fark edebilmek zihni inanılmaz yoran bir aktiviteydi. Neden
yaptığımı da bilmiyordum, sadece yapmam gerekiyor diye düşünüyordum.
İçimi bir şekilde rahatlatıyordu. Ama bir yere kadar tabi. Sonra oturduğumuz
yerden kalktık, dolaşmaya biraz daha devam ederken dış hatlar sorumlusu
beni acil olarak aradı ve dışarı çıkarılması gereken atıklardan bahsetti.
Ömüre dönüp "kanka küçük bir randevum var, tuvalete kadar gidip geleyim"
dedim. Onaylama ifadesini aldıktan sonra tuvalete girdim ve aynada tipim
kayık mı diye bir gözden geçirdim. Ortalamanın hafif üstü tatlı kendime
bakıp "Sen ne fena şeysin öyle" dedim ve tuvalete gittim. İşimi bitirdikten
sonra tuvaletin temizliğini yaptığımdan emin oldum. En sevmediğim
şeylerden birisi onu temiz bırakmamaktır çünkü. Eğer kirli bulursam da
önceki kişinin kulağını çınlatırım, benim için önemlidir. Sonra kapıyı
açacakken çok şiddetli bir ses duydum, lisedeki fizik öğretmenimizin bir
arkadaşımızı kapıdan duvara, duvardan kapıya vurmasıyla aynı tip bir sesti.
Kendimi hemen koruma moduna aldım ama geri durmak niyetinde
olmadığımdan kapıyı açtım. Çıkışa doğru yöneldiğimde yerde birisini
gördüm. Kafasından ve gövde kısmından seri bir şekilde kan akıyordu.
Bitirici hamle kafaya gelmiş gibiydi. Tüm bunları 1 saniye içerisinde
içimden geçirdikten sonra gözlerimi biraz daha öteye diktim. Otuz yaşlarında
olduğunu tahmin ettiğim, mavi gözlü ve dağınık hafif uzun saçlı bir adam
gördüm. İstemsizce "lan!" dediğim an çok hızlı bir şekilde önümden
kayboldu. Ardından ne yapacağımı bir an bilemedim, sonrasında peşine
koşmaya başlarken etrafa acil durum çağrısı yapmaları için bağırdım ama
eleman çoktan ölmüş olmalıydı. Sonrasında bu işi yaptığını düşündüğüm
adam hızlıca aşağıya inerken görevliler müdahale etmek için karşısındaydı.
Olayı bir üst kattan izledim. Dönüp hiç etrafa bile bakmadı. Yavaşça ellerini
başının üstünde birleştirip beklemeye başladı. Aslında yere yatıp yapmalıydı
ama yapmadı. Görevliler hızlıca paketledi ve bir süre için o kata giriş
yasaklandı. Bu sırada Ömür de çağrı yardımımı duyduğu için peşimden geldi
ve ne olduğunu sordu. Olayı önce ona, sonra güvenliklere ve ardından da
polise anlattım. O an orada en sağlam görgü tanığı bendim. Bana bakıp
kaçarken gören birkaç kişiyi daha aldılar ve biraz yorucu bir gece oldu.
Neyse ki girişte de bir kamera vardı da benim açımdan bir sorun çıkar mı
endişelerim direk son buldu. Ardından ne olduğu konusunu merak ettim ama
bir bilgi alamadım. Ertesi gün kendi işlerime döneyim bari dedim ve
bilgisayarda birşeylerle uğraşmaya başladım. Bir süre sonra telefonumun
çaldığını fark ettim. Tanıdığım bir numara değildi ama 0850 modunda da
değildi. Açtım.

"Merhabalar Can beyle mi görüşüyorum? Ben komiser Fırat."

"Buyrun benim?"

"Geçende ifadeniz alınmıştı, AVM'deki olay yüzünden doğru mudur?"

"Evet."

"Bir süre dışarıda takılmamanızı öneriyoruz."

"Neden?"

(Derin bir nefes sesi gelir) "Zanlı firari durumunda şu an."

Biraz sessiz kaldım. Birkaç saniye boyunca kendisinin teslim olması, o gece
emniyete ve hızlıca suçu sabit bulunduğundan cezaevine gittiği aklımdaki
nöronlardan geçti. Ardından konuşmaya devam ettim.

"Nasıl yani? Cezaevinden mi kaçmış?"

"Evet ama nasıl kaçtığı hakkında malesef bilgi veremem Can bey.
Muhtemelen tehdit altında olmadığınıza inanıyoruz ama tedbir amaçlı bilgi
vermek istedik."

"Tabi canım, cezaevinden kaçan suçlumuz muhtemelen iyi huyludur ve kaçma


şansını hızlıca elinden alan bana karşı da son derece samimi duygular
besliyordur. Neyse, en azından benim evi bulma şansı yoktur herhalde. Dağ
başındayız zaten. Sağolun bilgi için. Bişey olursa Sebastian yanımda, merak
etmeyin. Üstelik haydar ve Sami de eşlik ediyor bana. Sorun yok."

"Eee tamamdır, iyi günler."

"İyi günler"

Telefonu kapattıktan 5 saniye sonra*

"Tamam Dünyada kutsal bir amaca hizmet etmiyorum ama ne vardı yani
tuvalete geri dönseydim? Hemen gidip emanetleri hazırlayayım bari. Bu
günden sonra suçlu bulunana kadar olağanüstü hal ilan ediyorum!.Gündüz
bubi tuzakları eşliğinde 3 saat uyku, gece de açık ışıklar eşliğinde 3 saat
daha uyku bana yeter.Adam olana çok bile ehehe." İçeri doğru 'şimdi sıçtık'
düşünceleri eşliğinde pencereler kapatılır, kapının önüne ses yapacak bir şey
koyulmadan önce odun oturma odasına stoklanır, pencerelerin önüne cam
gibi düşünce ses edecek materyaller eklenir ve o şekilde bir süre beklenir.
Akşam perdeler kapanır ve eğer izleniyorsam bu adamın salak olmadığı,
güneşliklerden sonra diğer perdelerin inip inmediğini göreceği anlaşılır ve
ağır teyakkuz modunda radarlar açık bir şekilde gözler ağırlaşır. Yan tarafta
bir adet sopa ve pala ile beraber bir av tüfeği bulundurulur ve uyunur. Birkaç
gün bu şekilde ultra piskopat modunda geçtikten sonra artık önlemler biraz
daha hafifleyerek sadece pala ve sopaya kalır. Yakın dövüşte boş olmamanın
verdiği ekstra özgüvenden sonra pala da gider ve sopa kalır. Bana ne
zararları varsa artık yanımda. Sonrasında hiçbir şey olmamaya devam eder.
Ara ara emniyetten aranarak suçlunun henüz yakalanamadığına dair bilgiler
gelir ve "sanırım benimle bir işi yok, Hitman gibi işini temizce yapıp çıkıp
gitmiş olmalı" düşünceleri eşliğinde yüksek alarm modu kalkar. Ama
radarlar olası bir şeye karşı her zaman açıktır.
2 Ay Sonra
Hiçbir şey olmadı, motonon hayata devam. Bir Nisan sabahından herkese
merhaba.

Bu ara herkes bir yerlerde sanırım. Mahalle boş gibi duruyor. Gezecek
paraları varsa demek... Ben mi? Maksimum 8 mbit olan internetim ile
aksiyondan aksiyona koşuyoruz. Şaka şaka, freelance çalışıyorum artık.
Götüm arada çıkıyor ama kendi disiplinime sadık kaldığım sürece hiçbir
şekilde sorun olmuyor. Bu gün biraz fazla spor yapasım var. Kum torbamı
çok severim ama genel olarak vücut ağırlığım ile çalışırım. Biraz kilo aldım
gibi, 69 kilodan 70'e çıkmış hissediyorum. Enerjikleşme oranımdan yola
çıkarsak vitaminlerim de durumdan memnun. Şimdi evin altına inip biraz
torba yumruklayayım, stres atmanın güzel bir yolu, en azından benim için.
Önce hafif hafif vücudumu ısıtıyorum. Sonrasında direklerle başlayan
vuruşlarım zamanla yerini kombo saldırılara bırakıyor. Alanımın biraz dar
olmasından dolayı ayak hareketlerimi istediğim gibi şekillendirmiyorum ama
eskiv çalışabiliyorum. Bir süre hızlı-yavaş kombolardan sonra 3 dakika
kadar bir sürenin geçmiş olduğuna kanaat getirip kafamı yorgunluktan kum
torbasına dayayıp gözlerimi kapatıyorum...

"Bir şeyler yapıyor olman güzel..."

"Kafamı anca dağıtıyorum. He?"

Kafamı sağa çevirdiğimde, yolda duran adama baktım. AVM'deki adamın ta


kendisiydi. Orada üzerinde olan kahverengi mont yine üzerindeydi. Alt
tarafında ise normal kesim bir pantolon vardı. Bu andan sonra ne olacağını
kestirmem imkansızdı. Elinde bir şey gözükmüyordu ama elleri montunun
cebindeydi. Anlık olarak beni en çok sinirlendiren şey ise yüzünde hiçbir şey
olmamış gibi takındığı gülümsemeydi.

"Buraya gelme nedenin nedir? Benim şahitliğim ise kusura bakma, istemdışı
da olsa yapmam gereken oydu. Herhangi bir şekilde hayatımı sonlandırmak
istiyorsan bunu yumruk yumruğa yapalım lütfen. Herhalde bu kadarını çok
görmezsin, tabi benimle dalaşmak senin için bir sorun değilse."
"Kusura bakma, biraz yanlış bir imaj verdiğimi düşünüyorum. Ama beni ilk
görüşünü hatırlarsak böyle düşünmen doğal."

"İmajının nesi yanlış? O adamı sen öldürmedin mi? Yaptığın şey normal bir
şey değil..."

"Değil ama yine de oldu, nedenler ve sonuçları diyelim. Bir yerden sonra sen
de anlayacaksın zaten."

"Anlayacakmışım"

"Şimdi bir sus beni dinle."

"Neyini dinleyecek..."

Bir anda sesim kesildi. Baskın ama zarar vermeyen bir aurası varmış gibi
durup dinlemeye başladım.

"Her şeyden önce bu Dünya çok daha pis bir hal alacak. Salgınlar, savaşlar
bir kenara dursun, daha da kötüleri gelecek. Senin görevin bu duruma engel
olmak ama şu halinle hiçbir şey yapamazsın. Sana anlatacağım çok şey var
ama henüz seni tespit edemediler. O yüzden sevdiğin insanlarla biraz vakit
geçirmek için zamanın var. Tekrar geldiğimde buradan beraber ayrılacağız.
Eğer gelmezsen zorla götürürüm. Bilmen gereken tek şey, sen dahil herkesin
hayatı tehlikede ve sana da ihtiyacımız var. Soracağın bir şey varsa bunu
sonraya sakla. Şimdilik dediğimi yap ve beni bekle. Etrafta fazla görünme,
ne olur ne olmaz."

"Dur lan bir orda, salgın savaş ne alaka benle? Ne saçmalıyon sen?"

Sonra normal yürüdüğünü görünce gereksiz özgüven damarlarım kabardı,


hemen peşine düştüm. Hızlıca omzuna tutarken hemen dönüp sıyrıldı ama
bunu yapacağını hesap ettiğim için sürpriz yumurtamı çıkarıp suratına
geçirdim. Geçirdim mi? Geçirmemişim. Nasıl olduysa bir anda hızlanıp
karşı saldırı yaptı ve aşağı doğru uzun bir geri adım attı. Tekrar yakalamaya
niyetliyken üstüme gözlerimle zar zor takip edebildiğim kadar hızlı iki düz
salladı fakat ayaklarından hamle yapacağını fark ettiğim için ikisi de sıyırdı.
O anın etkisiyle Mike Tyson'ın ünlü gardı paek-a-boo stiline hızlı bir geçiş
yaptım ama hızlıca kum torbama yöneldi. Duruşu bozup ben de peşine
düştüm. Kovalamaca evin altından arkasına, ondan sonra da çaylıkların
arasından yukarıya çıktı ve tüm bunlar 12 saniye sürdü. Ardından tekrar
yetiştiğimden emin olduğum an karnıma çok sağlam bir geri tekme yedim.
Tekmeyi çıkarış şekli, yumrukları sallayış şekli, gardı... Belli ki çok sağlam
eğitim almıştı. Zaten tekmeyi tam onikiden, karın boşluğumdan yedim. Yere
düşmedim ama kondisyonum tamamen kırıldı. Tekmeyi atınca o da durdu.
Gülmeye başladı. Ardından kahkahayı bastı. Bu sırada benim de sinir
damarlarım kahkahayı basmaya başladı. Soluma düzenim değişti. Artık
niyetim ona yumruk atmak değil, kavgayı yere taşımaktı. Bir kere kavgayı
başlatmıştım, sonu benim aleyhime gibi gözüküyordu ama o an gözüm
dönmüştü bir kere. Bir anda hızlıca üzerine atıldım. Savunma alanına
girdiğim gibi tepki vereceğinden emindim, verdi de. Attığı hızlı solun altına
girdim, tekme atamayacağı noktadaydım artık. Sonra sağ elinin üzerime
geldiğini hissettim. Üstten aşağı doğru bir kroşe deniyordu ve duruşum
yüzünden kaçmam imkansızdı. Ama niye kaçayım ki? Gövdesi bana bakıyor.
Kafamı tamamen aşağı eğip omzumu karnına vurdum. Aynı anda yumruğu
omzumun üstüne geldi. Omurgamı hedeflemiş olabilirdi ve tereddüt etseydim
şu an eşek cennetindeydim. Ardından bacağını kavrayıp yere yatırmak
isterken o da beni sarmaladı, anlamsız bir güçle bir anda yere savurdu ama
bu yere ilk düşüşüm değildi. Ben de onun momentumunu kullanarak yere
düşmeden aynını yaptım. Sonuç olarak o yerde, ben üzerindeydim. Gaflete
düşüp bundan sonrasının benim zaferim olduğunu düşündüm. Var gücümle
hızlıca yumrukları birleştirdiği gardına patlatırken tek düşündüğüm bu işi
bitirmekti. Ardından da tekrar yakalanmasını sağlayacaktım. Bir anda gardını
açıp kafasını yana çekti, yumruğum çok hızlı olduğu için çekemedim, tüm
ağırlık üzerindeydi. Yumruk yere vurduğunda kulağıma son derece şiddetli
bir yumruk attı. Bunun benim tüm motor hareketlerimi devre dışı bırakması
normaldi. Normal olmayan o pozisyonda bu güçte bir yumruğu nasıl
salladığıydı. 1 metre öteye düştüğümde aklımdan geçen şey, yerdekinin o
olmasına rağmen darbe yemiş gibi gözükmemesiydi. Sonraki 2 dakika
sanırım bulanıktı, ya da bilincim kısa süreliğine iptaldi. Kendime geldiğimde
başımda beklediğini fark ettim. Ardından tekrar konuşmaya başladı.

"Fena değilmişsin, selam vermeye geldim ama sen abartınca seninle oynamak
istedim. Fakat mümkünse bir dahakine beni zorlamaya çalış. Hahahaha"
Dişlerimi sıkmaya başladım, kafamın yarısını hissedememek bir yana, bu
kadar kolay kaybetmek beni daha da çıldırttı. Yapabileceğim bir şey
olmaması ise daha da kötüydü. Yine de takdirimi kazandı. Rasgele bir saldırı
yerine, beni tamamen iptal edecek bir saldırı yaptı. Bu kadar kontrollü ve
sakin olması gerçekten de onu hiç zorlayamadığımı belli ediyordu. Sonra
konuşmaya devam etti.

"Daha önce kavga ettiğini varsayarsak biliyorsundur ama yine de söyleyeyim,


yumruğumu yedikten sonra 10 dakika içinde bacaklarının üzerine tekrar
basabileceksin. Peşime tekrardan düşeceğini düşünmedim ama düşünce
durup eğlenmek istedim. Asıl sebebim düşman olmadığımı anlamanı
sağlamak. İstersem seni her an öldürebilirim ama ölün işime gelmez. Tam
tersine bizim için değerlisin."

"Bizim için!?"

Aklıma AVM'de daha önce gördüğüm kadın geldi. Koyun can derdinde değil
de halen nelerin derdinde. Ama ben öyleyim işte. Elimde olmayan şeyler için
darlanacağıma olayları aydınlatmaya odaklanıyorum.

"Evet bizim için. Sen tek değilsin, ama çok fazla da sayılmayız. Bu olayları
bitirebilecek kişi olman omzuna yapmak istediklerini değil yapman
gerekenleri yüklüyor. Kafan karışacağından ve hazır olmadığından şimdilik
bu kadarı sana yeter. Ayrıca bana dokunmayı ve yere yatırmayı başardığın
için sana merak ettiğin sorunun cevabını da vereyim; evet o gün orada
gördüğün kadın bizden. Hatta seni engelleyip odağını kaydıran kel de bizden.
Yakında bizimle tanışacaksın. Bu da küçük kıyağım olsun."

Sonra kafamı eğdim, tekrar baktığımda önümde değildi. Bir anda varlığı
silinmiş gibiydi. Hiçbir şey hissetmedim, sadece yerin soğukluğu, ve
ardından yanıma yaklaşan kedim...

Zar zor kalkıp tekrardan eve giriyorum. Ama başımda ağrılar horon eşliğinde
bağırırken ayakta durmanın gereği yok, zaten takatim de yok. O halde yat
bakalım.
4 saat sonra
Yattık, dinlendik, baş ağrısının küçük bir kısmını azalttık ama artık bir şeyler
yemeliyim. Dayak yemiş bile olsam yemek aşkımdan vazgeçmem. Evet,
yatağım... yok. Burası karşı mahalle değil mi ya? Şu yapımı tamamlanmamış
ama tatlı duran tuğlalı ev...

Ben bunu bir yerde görmüştüm! Gideyim bakalım, zaten kendimi geri
tutamıyorum. O hep "gitme la oraya, ölecen işte" dediğim salak korku filmi
karakterlerine benzedim. Gerçekten de güldüğün başına geliyor. Ama cidden
duramıyorum. Orada bir şey aramalıyım. İçimden geçen bu. Böylece tahta
küçük köprüden binaya giriyorum, tek katı tuğlalı olan bir kapı görüyorum
ama açık. Girdiğimde içeride muşamba dolu labirent gibi büyük bir oda
görüyorum. Bir sağa, bir sola bakarken ayak sesleri ilgimi çekiyor. Kendimi
tekrar çatışmaya hazırlıyorum ve peşine gidiyorum. Bir kapı daha
görüyorum. İçeri giriyorum ve 3 kadın bana bakıyor. Ellerinde bir şeyler var
gibi, belki yiyecek falan taşıyorlar. Üstleri tamamen beyaz elbiselerle
örtülmüş. Önümden çekildiklerinde karşımda yaşlı bir adam görüyorum. Ona
neden burada olduğumu sormak istiyorum ama yapamıyorum. Yanında duran
başka iki kadın ise tütsü yakmış bir şekilde bana bakıyorlar. O an çok
kuvvetli bir şekilde adamdan enerji aldığımı fark ediyorum.

Bu aksakallı dede görünümündeki adam nasıl böyle bir enerjiyi etrafa


salıyor olabilir ki? Ama ondan geldiğini biliyorum. Öyle ki burada herhangi
bir şey yapmanın, hayır belki de burada başımı derde sokmamın imkanı
olmadığını direk tüm hücrelerim algılıyor. O adamın olmamı istediği
kadarım. Sanırım burada tam anlamı bu, baskı bu. Yaşlı adam bana tek bir
şey söylüyor; "Buraya bir kere daha geleceksin, o zaman anlayacaksın."

Ve bir anda uyanıyorum. Daha önceki döngüye girip girmediğimi merak


ettiğim için ağır hareketler sergilemiyorum ama o hissettiğim aşırı baskının
bir anda kaybolduğunu fark ediyorum. Ardından bu gün olanları tekrar
hatırlıyorum ve elimden bir şey gelmiyor. Öylece kendi kafamda neler
olduğunu çözmeye başlıyorum. İki farklı yerdeymişim gibi hissediyorum ama
mantıklı gelmiyor. Yaşadığım şeyler artık normal Dünya sınıfına girmiyor.
Belki de artık normal olmanın ne olduğunu unuttuğum bir evreye geliyorum.
Ya da sadece deliriyorum ve bunlar da ilizyondan ibaret... Yine de deli
yapması gerekeni yapar.
Bölüm 3: Kaynaklar
Bölüm Üç: Kaynaklar

"Verileri analiz ederiz, ama doğru


yolu bulmak bundan fazlası. "
1 Ay Sonra
Başımdan geçen olaydan sonra artık delirmediğime emin olmam sadece 1
günümü aldı. Beynim düzgün çalışıyor ve yaşadıklarımı etrafımdaki insanlar
da gördüyse bu artık benlik bir durum değildir. Bunca zamandır başka
kimseyi görmedim. Dediği gibi aileme daha çok vakit ayırmaya başladım.
Annem 3 yaşındaki çocuğa bakmak için ablamın yanında kalıyor. Ben de
kıymetli totomu kaldırıp 20 dakika ötede onlarla iyi vakit geçirdikten sonra -
ve yeğenlerimi yedikten sonra- eve dönüyorum. Ne olacağı hakkında hiçbir
fikrim yok. Eğer savaşlar ve hastalıklar konusunda haklıysa şimdiye bir bilgi
kırıntısı olmalıydı. Yoksa bir anda her yeri saracak kadar hızlı bir şey mi
olacak? Ama bu durumda öldürme oranı düşmez mi, bunu covid-19
vakalarında görmüştük. Gerçi ülkemizde uzun bir süre boyunca her gün bir
uçak dolusu insan rahmetli oldu ama yine de o yayılım hızına göre normal bir
ölüm oranıydı, sanırım...

Bir şeyler yapmak istediğim için ben de mitolojik olayları ele almaya
başladım. Elimdeki veriler sadece gücünün görünüşünden çok daha fazla
olduğunu düşündüğüm bir adam ve sessizce gelip hızlıca gidebilmesiydi.
Normal şartlarda o hızda 25 metre görüş mesafesinden göz açıp kapayana
kadar kaybolamazsınız, bunu açıklayacak bir şey yok. İşte ben de bunun
peşindeydim. Ayrıca rüyalarım bağlantılı mı diyerek onlarla ilgili de
araştırmaya koyuldum. Bu süreç oldukça ızdıraplı ve muhtemelen de hiçbir
sonuç sunmayacak bir çabalar bütünüydü. Ama sonunda elimde 2 kadar
sonuç kaldı. Pek bir anlamsal bağ olmasa da süreç benim karşıma bunları
çıkarmıştı.

Bunlardan ilki "Horus" adlı bir mısır tanrısıydı.

"Horus: Osiris´le İsis´in oğlu, Mısır tahtını miras almıştır... Hatta taht için
Seti ile olan savaşları Mısır mitolojisinde onemli yer tutar. Cennetin
hükümdarı aynı zamandada Mısır´ın kralı Horus´un cennetin kralı,
yeryüzünün kralı,ve kutsal şahin olmak uzere Teslis (uçlü )kavramı Mısır
dininin yerleşik yönü oldu. Horus´un evrensel olduğu ve ezelden beri var
olduğu fikri, 1. hanedanlığa kadar uzanır ki, bu da Piramit yazılarında
belirtilmiştir."

"Horus of Behedet (Hadit)

Behedet şehrinde tapılan Horus’un formlarındandır. Büyük kanatları güneş


diskinin bir formu olarak gösterilir, genelde önemli manzaraların üstünde
uçtuğu görülür (Mısır’ın dinsel sanatında). Hadit, Horus’un her zaman her
yerde hazır oluşuyula resmedilmiştir. Crowley’in de Magic in Theory and
Practice kitabında dediği gibi, “son derece küçük ve atomik haldeki her
yerde ve her zaman hazır olan parçaya Hadit” denir."

Son derece küçük ve atomik haldeki yapı her yerde ve her zaman hazır...
Belki de bu onun kaybolup bir anda ortaya çıkmasını açıklıyordur. Peki o bu
yeteneğe sahipse bu onu tanrı yapar mı? Ya da bunu yapabildiği için mi tanrı
olur? Bunlar bir yana, bu seçenek doğruysa bir hapishaneden nasıl kaçtığı
sorusunun en kolay cevabı sanırım budur.

Diğer bir cevap "Kuantum Işınlaması"

Kuantum ışınlaması nedir?

Işığın temel birimi olan partiküllere foton adı veriliyor.

Kuantum ışınlaması maddenin enerjiye dönüştürülerek uzay-zamanda hareket


ettirilmesi olarak tanımlanıyor.
Kuantum ışınlamasında foton çiftleri kullanılıyor. Foton çiftleri arasındaki
mesafe ne olursa olsun, bir tanesinin gösterdiği tepki diğerini de etkiliyor.

Peki insan ışınlaması mümkünmüdür?

Konu insan ışınlaması olduğunda işler değişiyor. Ardından soruları getiriyor


tabiki. Ve ışınlama denilince burda a noktasında yok olup b noktasında ortaya
çıkmak söz konusu değil.

Böyle bir yöntem icin muazzam bir enerjiye ihtiyaç var. Yani birkaç nükleer
santralin ürettiği enerji gerekli. Ve bu enerjiyi kayıpsız ve doğru bir şekilde
aktarabilme imkanı gerekiyor. Katrilyonlarca molekülü (kaldıki atom bile
değil) ışık hızına çıkartıp koordinat vermek hayali kurgu olur. Stephen
Hawking zamanın kısa tarihi isimli kitabında "bir insan büyüklüğündeki
maddenin ışınlanabilmesi için 1000-1500 km çapında devasa bir çanak anten
gerekiyor. Dolaysıyla böyle bir enerji sağlama imkanı yok." diyor.

Buna baktığımda bu adamın bunu şu anki teknolojiyle


gerçekleştiremeyeceğini görüyorum. Biraz daha düşününce aklıma solucan
deliği geliyor. Ama o da mümkün değil ki, sonuçta büyük bir güce sahip
olduğu ve etrafını yuttuğunu biliyoruz. Ben hiçbir şey hissetmedim. Tek
bildiğim anında ortadan kaybolmasıydı. Ya da kulağıma aldığım darbeden
feleğim aşırı derecede şaşmıştı ve ben 404 hatası eşliğinde bunu normal
saymıştım... Hayır! O zaman diğer şeyler de yalan olmalıydı. Durup durup
pes etmeyi bırakmalıyım. Ne zaman geleceği belli olmayan piskopat bir
adam var ve ben henüz ne bildiğimi bile bilmiyorum. Neyse ya, gelince ona
sorarım artık. Bu yaşımda kaçırılmak eğlenceli olacak. Yolda dertleşmeyelim
mi... Televizyonda ne oluyor öyle?

"Dünyanın birçok bölgesinde bir anda patlak veren olayda, bazı bölgelerin
terörist gruplarca saldırı altında olduğu ve devletlerin olağanüstü hal ilan
etmesine karar verildi. Dışarı çıkmak an itibariyle yasaklanmış olup,
güvenlik güçleri ve bazı sağlık birimleri dışında anlık olarak kimsenin
dışarıya çıkmaması konusunda alınan karar ülkemizde de onaylandı. Sıcak
haberleri peşpeşe vermeye devam edeceğiz, lütfen bizden ayrılmayın"

Ne olduğuna dair bir fikrim yoktu. Altyazıda sayamadığım kadar ülkede aynı
yasağın uygulandığını okuduğumda tekrardan yaşadıklarım aklıma gelmişti.
Bir ülkede hiçbir şekilde terörist olup bir yeri istila edemezsiniz. En fazla
kalleşçe baskın yaparsınız ve ölürsünüz. Şansınız varsa kaçadabilirsiniz tabi
ama çok düşük bir ihtimal. Ama birçok yerde bu saldırının olduğu ve
devletlerin direk kırmızı butona basması normal bir durum değildi. Yaklaşık
2-3 dakika sonra üstümden jetlerin de geçtiğini gördüm. Bu hayra alamet
değildi. Rusya ile falan mı savaşa girdik? Yoksa buralarda garip olaylar
dönüyor da onlara karşı mı uçuyoruz. Yoksa sadece tedbir amaçlı mı... Sonra
yüksek sesli bir patlamayla beraber tekrardan algım yerle bir oldu. Yaklaşık
20 saniye süren bir yalpalama ve kendimi çekyata atma seansından sonra bir
anda uyuşup uykuya daldım. Sonra tekrardan uyandım. Elimde bir dosya ile
şen şakrak bir şekilde odanın kapısını çalarak içeri girdim. Etrafımdaki
duvar gri-cam karışımı bir şeydi. Oda kapısı açık kahverengi renkli ahşaptı.
İçeri girdiğimde beni bir adam karşıladı.

"İş başvurusu için geldin demek, ver bakalım dosyayı. Buradaki


yeteneklerine bakarsak bu bölgede kolay bulunacak birisi değilsin. Hayırlı
olsun".

Ben de teşekkür ettim ve suratımda garip bir gülümseme belirdi. Kapıyı


nazikçe kapatıp çıktım. Arkamı döndüm. Geniş bir koridor vardı. Orta
kısmında cam panellerden dışarıyı görüyorduk. Etrafta iki güzel kız vardı ve
başka insanlar da dolaşıyordu aynı katta. Ben de çıkışa gideyim diye sağa
yöneldiğim sırada istemsizce camdan baktım. Fark ettim ki burası benim
ilkokulumdu, yani onun olduğu yerdeydim. Ama okul sanki daha modern ve
gelişmişti. Bunu algılayamadan önce bir patlama sesi duydum. Gözlerimi
karadenize diktim. Beyaz bir mantar oluştuğunu fark ettim, bize kadar
gelemez değil mi diye düşündüm anlık. Sonra dev dalgaları bulutumsu bir
dalga ile gelirken gördüğümde kaçmak için vakit olmadığını biliyordum.
Çaresizce yere yatarken herkese "yere yatın ve kulaklarınızı tıkayın!" diye
sertçe bağırdım. Ne olduğunu anlamadan bana bakarken ikinci kez
tekrarladım ve herkes dediğimi yaptı. Aradan 1 saniye geçmeden o dev
dalgalar binaya ulaştı. Kulağımda çok sağlam ve gürültülü bir ses duydum.
Ses geçmiyordu. Ayrıca bir yere çarpmıştım sanırım, ya da bir şey bana. Ve
bilincim çarpmanın değil kulağımdaki uğultunun etkisiyle kapanmıştı. Tekrar
kendime geldiğimde nefes alamadığımı fark ettim. Suyun altındaydım!
Olduğum yerde suyun etkisiyle yükselmiş ve bilinçsizce ölümü bekleyen bir
kurban gibiydim. Ama pes etmek istemedim. Hemen gözle görebildiğim
kadarıyla engelleri aşıp kırılan camların olduğu yerden yukarıya çıktım.
Suyun yüzeyine çıktığımda gördüğüm manzara insanı kolaylıkla dehşete
düşürecek bir haldeydi. Su seviyesi neredeyse 3 katlı okulun çatısına gelmiş,
ilçenin merkezindeki binaların çoğu yıkılmış, dayananlar ise artık
kullanılamayacak hale gelmiş, insanlar bilinçsizce suyun üzerinde yüzerken
bazıları buldukları şeylerin üzerine çıkmış suyun altındaki insanlara yardım
etmeye çalışıyorlardı. Onları izlerken olaydan yaklaşık 20-30 saniye sonra
uyandığımı hesapladım. Çünkü herkes ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Çok geçmeden kendimi toparladım ve çıkarken gördüğüm insanları su
yüzeyine çıkarmak için tekrar tekrar daldım. Önceliği yaşadığını
düşündüğüm insanlara veriyordum. Son dalışımda hava kararmıştı ve gözle
göremediğimi fark ettiğimde yüzeye doğru yükseldim. Ardından kendimi
gene okulun içinde buldum. Ama başka bir yerindeydim. Koridordan sağa
dönüp orada çıkan sese doğru ilerlemeye başladım. Arkam tamamıyla
karanlıktı. Ses gelen odada bir genç süpürge ile temizlik yapıyordu ve oda
çok büyük olmasına rağmen boştu. Odanın sol tarafında 3 tane kolon vardı ve
arkaları tamamıyla karanlıktı. Sonra birisi daha geldi ve biraz sohbet ettik.
Ardından bir anda arkamda bir şey hissettim. Odanın ortasına geldim.
Diğerleri yoktu. Kolonların arkasında bir şey olduğundan emindim. O an
bunun bir rüya olduğunun farkına vardım ama hissettiğim şey gerçekti.
Rüyadan çıkmayı istemem gerekirdi ama ben tam tersine pürdikkat sağ ve
orta kolona odaklandım. İkisinden birinin arkasında olduğunu biliyordum ve
ona "karşıma çık, orada olduğunu biliyorum!" diye bağırdım. Bir şeyin çok
hızlı geleceğini düşündüm ve duruşumu her ihtimale karşın alarm durumunda
tuttum. Fakat rüya bitti ve uyandım.

Ama uyanmaz olaydım... Kulaklarım feci şekilde çınlıyordu. Belli ki rüyada


gördüğüm şeylere dışarıdan bazı olaylar etki etmişti. Tekrar haberleri açtım,
etrafa baktım. Sinyal yoktu. Etrafta anormal bir durum gözükmüyordu.
Bilgisayarın başına geçtiğimde internetin çekmediğini fark ettim. Tamamen
kör kalmıştım. Kulaklardaki çınlama baş ağrısı yapacak kadar sağlam ses
çıkarıyordu. Pencereleri gözetlerken bir anda yayın geri geldi. Normal
akışına devam ediyordu. Son dakika bilgisi falan geçmiyordu. Ardından
tekrar modeme baktım, o da kendine gelmişti. Etrafımda neler olduğunu
anlamak için dışarı çıktım. Zaten kalabalık bir yerde olmadığımız için ses
seda yoktu. Karşı dağdaki evlerde her şey normal gibiydi. Elimi alnıma
götürüp sıcaklığı ölçtüm. Ateşim yoktu. Anlamlandıramadığım şeyler
yaşadıkça paranoyaklaşıyor muyum diye ölçmek kendi çapımda moda
olmuştu. Günün geri kalanını kulakta hayvani çınlamalarla geçirdim ve gece
vakitlerinde uyuyarak bu güne de elveda dedim. Ertesi gün uyandığımda
farklı şeyler seziyordum, sanki bir şeyler daha farklı olacakmış gibi.
Anlamlandıramadım ama sabah rutinimi başarıyla yerine getirdikten sonra
biraz spor yapmanın iyi olacağını düşündüm. Patikadan mahalle yoluna geçip
tepeden aşağı inmek ve alımyerinin önünden eve gelmek minik bir aktivite
olarak yürütecekti. Sonra tekrar boks yaparım diye düşündüm, tabi önce
ısınma ve vücudu biraz çalıştırdıktan sonra. Çıkıp sadece 45 saniye
yürüdükten sonra atmosfere bir şeyin girdiğini gördüm. Sanki minik bir parça
meteor gündüz vakti yere ulaşmanın bir yolunu arıyordu. Güldüm, izlemeye
devam ettim ve 10 saniye sonra panik moduna girdim. Nesne küçülmeyip
büyüyordu ve görünüşe göre yakın bir yere düşecekti. Hızlıca eve doğru
koşarken sağlam bir çarpma sesi geldi. Geri dönerken arkadan bir ses
"gitme!" diye bağırdı. Arkamı döndüğümde 1 ay önce garip olaylar yaşayıp
dayak yediğim mavi gözlü elemanın bağırdığını fark ettim.

"Radyoaktif olma olasılığından dolayı mı?"

"Yok, ama hemen kaçmazsak başına güzel şeyler gelmeyecek"

"Ne demek istiyorsun?"

"Koş dediysem koş işte, düşmanın o düşen şey zaten!"

"Anladım..."

Sonra anlamamış olmama rağmen onunla beraber koşmaya başladım. Her


şeyi direk emirmiş gibi algılamıştım.

"Evde tüfek var, lazımsa pala falan da var, madem tehlikedeyiz onları
kullanalım"

"Seni o tüfek korumaz, bedenleri terminatör filmlerindeki gibi, tek farkı


organik olması"

"Aa, demek terminatör filmlerini izledin. Dizisi sence de çok güzel değil
miydi? Hani şu Sarah Connor günlükleri olan"
"Kaçarken neden nefesini tüketip boş boş konuşuyorsun"

"Bilmem, hayatımın son anları olacaksa en azından son bi sohbet etmek lazım
değil mi?"

Bana garip garip bakıyordu bu laflardan sonra. Sanki söylememem gereken


bir şeyi söylemişim de endişelenmeye başlamış gibiydi. Gerçi kurtla giden
kuzu gibi doğru kişiyle mi gittiğimi şu ana kadar hiç tam olarak
kestiremedim. Tek bildiğim beni öldürmek istese şimdiye kadar zaten
yapabileceğiydi. Adını bile sormadığımı fark ettim. Mahalleden aşağı doğru
yardırırken etrafımızda sadece çaylıklar, birkaç bina ve yol vardı. Sonra
sorma gereği duydum.

"Senin bir adın var mı yoksa dışlayıp adını John Doe mu koydular?"

"Adlarımızın pek bir önemi yok. Görevimiz ne diyorsa biz oyuz."

"Göreviniz neymiş peki?"

"İşte onu öğrenmek için şimdi yaşaman gerekiyor!"

Bu sözün ardından ani bir itişle beni çay çalılarının üzerine attı. Direk
sinirlenip ona doğru baktığımda bana "kaç!" diye bağırdı. Çaylık yoldan iki
metre aşağıda kaldığı için yukarıda ne olduğunu göremedim ama ardından
yolun görmediğim tarafına koşup boğuşma sesleri geldiğinde dediği gibi
hızlıca çaylığın kendi yoluna ilerlemeye başladım. Ama ayağım çalılara
takıldığı için çok hızlı bir ilerleme kaydedemiyordum. Otuz saniye kadar var
gücümle ilerleyip yolu buldum ve hızlıca yine koşarken arkamı dönüp
baktım, ardından da durdum. Duruşu insanı andırmayan, ama ona yakın bir
formda kırmızı derili ve iki metre boylarında olduğunu tahmin ettiğim farklı
bir varlık -şimdilik John diyeceğim- John'un önünde duruyordu. İki kolu yine
onun gibi varlıklar tarafından tutulmuştu ve dizüstü çöktürülmüştü. Sağ
tarafta ise karşı taraftan üç kişinin John tarafından eşek cennetine
gönderildiğini anladım. Ama hepsiyle baş etmeye gücü yetmemişti. Büyük
ihtimal minik bir konuşmanın ardından benim peşime düşeceklerdi ama
dilimi arı soksun ki John'u tutan iki varlık direk çaylığa atladılar. Kaçmayı
hiç istemiyordum ama malum şartlarda normal bir şekilde bile yenemediğim
biri üstün gelememişken yapabileceğim bir şey yoktu. Öte yandan peşime
takılanlar çok hızlıydı, yani muhtemelen yakalanmama şansım yoktu. Ben de
hızlıca kaçmaya başladım. Yol kenarına geldiğimde çok yaklaştıklarını fark
edip "durun!" dedim. "Teslim oluyorum."

Yere doğru yatacakmış eğildim, arkama geldiklerini fark ettiğimde yerini


özellikle seçip önünde durduğum orta büyüklükte bir taşı elime aldım ve ani
bir hareketle birisinin kafasına geçirdim. Tam o anda diğeri göğsümde
sağlam bir kesik açtı ve geri adım attım. Bu kadar hızlı tepki vereceklerini
düşünmemiştim. Eğer vurduğum anda geri kaçsaydım muhtemelen kurtulmak
için şansım olacaktı ama çok önemli bir detay değildi sanki artık. Çünkü
gövdeden kanımın sıcağı sıcağına aktığını fark edebiliyordum ve beni
endişelendiren şey bitkin hissetmemdi. Artık John'u ya da diğerlerini
görmüyorduk çünkü dönme dönmüştük, orada da muhtemelen çoktan bitmişti.
Bunları düşünürken fark ettim de taşla sağlam bir şekilde geçirmeme rağmen
bu şey de pek etkilenmişe benzemiyordu. Ardından John'un önünde duran
uzun ve bunlardan daha iri duran "şey" geldi. "Bunca zamandır senin tehdit
olduğunu düşünüp arayıp durduk. Sonuçta karşımızda zayıf ve çelimsiz bir
insan var" dedi. Bir dizimin üstüne çoktan çökmüştüm. Bilincim kapanmadan
sormak istiyordum. "Siz... Neden benim peşimdeydiniz, amacınız neydi?"

"Senin içinde taşıdığın şey farklı bir zaman diliminde bizden çalındı ve çok
uzaklara gönderildi. Biz onu bulup buraya ayak basmasaydık bundan haberin
olmayacaktı ve normal bir şekilde yaşayıp gidecektin. Ama o şey biz varken
aktifleşiyor ve içinde akla hayale sığmayacak türden bir güç barındırıyor. O
gücü şu anki bilgi seviyemizle senden alamayız. Fakat senin yanındaki
arkadaşlarının da kullanmasına izin veremeyiz. Onlarla savaşımız çoktan
bitti. Bir fare gibi kaçıp yaşayabilecekleri başka bir alan aramaktan ve
peynire, yani sana ulaşmaktan başka yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Tek
sorunları, hepsinin Dünyada bir yerlerde olması. Zaten azınlıklarken hepsini
senin sayende temizleyeceğiz."

"Anlamıyorum. Meteordan siz mi çıktınız? Bu adam nasıl bir anda kaybolup


bir anda yanımda kalıyordu? Işınlanma gibi bişeye mi yarıyor bu?"

"Normal şartlarda meteor gibi gelmeye ihtiyacımız yok. Dediğim gibi, enerji
sende saklı. Detaylar önemlidir ama sen bunları bilmen gerekmeyecek kadar
az yaşayacaksın. O halde, zaferimizi lordumuza sunmanın zamanı geldi. O bu
Dünya için çok iyi bir gelecek düşünüyor. En azından tüm milletler tek bir
düşman bilecek ve sadece ona karşı savaşacaklar. Ayrıca bunu yaparken
sadece bize çalışmış olacaklar. Ne güzel değil mi? Değişen Dünya ile gurur
duy, bunu sen yaptın..."

Ne dediğini hiç anlayamadım. Zaten kan kaybından çoktan kafam iki


milyonluk olmuştu. Havada aldığım koku ölümümün yaklaştığının
habercisiydi. Her şey bir anda ağır çekime gelmişti. Sanki bir tür zaman
kırılması olmuştu da olanları kabullenip ölmeye hazır hale gelmiştim. Üç
saniye sonra tam kalbime bir şeyin girdiğini hissettim. Sonrası yok.

Bu dev şey, elini Can'ın kalbine sokup parçalamıştı. Mutlak ölümünü kendi
elinden verip biraz şaşırmış ve keyif almadığını gösterircesine suratını
düşürmüştü.

"Bu kadar kolay düşeceğini bilseydim tek başıma gelirdim. Neden üsttekiler
bir şey olacak sandı ki."

Ve ardından tekrar John'a doğru giderken arkasından gelen sesle irkilip


durdu. Can ayağa kalkmıştı. Bedenindeki tüm yaralar neredeyse iyileşmişti
ve parçalanan kalbi tekrar eski haline gelmişti. Devin keyifsiz yüzü bir anda
yerini şaşkınlığa bıraktı. "Bu tarz bir şey imkansız" dedi. Diğer ikisine tekrar
saldırmaları için işaret etti ve kılıç gibi kolları Cana doğru giderken o
sadece aralarından sıyrıldı. İkisi de hareket etmeyi durdurdu ve ardından
yere düştü. Dev olanları gözüyle yakalayabilmişti. Anlık olarak normal
hareket hızının çok üstüne çıkarak zarar vermesi mümkün gözükmeyen iki
varlığın boynunu 1 saniye içerisinde kırmıştı. Fakat dev şimdiye kadar kendi
gücünü kullanmıyordu. 5 Metre ötedeki Can'a bir sıçramada ulaşarak
gövdesine tam onikiden bir yumruk savurdu. Yerdeki tozlar bile sallanmışken
Can kıpırdamadı bile. Gözleri Kırmızıya dönmüş ve neredeyse parlıyorlardı.
Ardından gülmeye başladı. Devin hissettiği baskı artık kat kat fazlaydı. Aklı
karışmıştı, olanlara anlam veremedi. Sonra saldıran Can oldu. Devin
çenesini tuttuğu gibi kaldırdı ve ardından ileri doğru bir adım giderek yere
yapıştırdı. Dev yere çivilenirken elini çekip çok daha güçlü bir şekilde
suratına yumruk attı. Yumruğun etkisiyle dev toprakta içeri girdi, ama onun
zırhı bu tarz bir saldırıya göre yeterince sağlamdı. Hemen karşı saldırı
deneyip bir yumruk sallamasına rağmen isabetli olamadı. Can devin yumruk
salladığı kolunu tutup önce dirseğinden sonra da omzundan kırdı. Dev acı
içinde diğer koluyla yattığı yerden sağlam bir yumruk geçirmeye çalıştı ama
yumruğu Can tek elle durdurdu. Sonra durup tekrar deve baktı. Diğer elini
kırdı, sonra da o elinin etrafında dönüp onu da diğeri gibi kırmaya devam
etti. Dev karşısındakinin onu öldürmekten çok acı vermeye çalıştığını fark
ettiğinde iki kolundan da olmuştu. Sonra Can üç adım geri çıktı. Dev bir
anlık hamleyle tekrardan ayaklarının üstüne dikildi ve kaçmaya başladı.
Arkasına döndüğünde kimse yoktu. Önüne tekrar baktığında boğazına bir
darbe aldı. Yerinden kalkmaya çalışır gibi olduğunda zırh gibi olan
bedeninin hasar aldığını fark etti. İnsan vücudu ile bu darbe olanaksızdı ama
şu an olan şeyler bambaşkaydı. Sanki karşısında kendi türünden birisi vardı
ve o denedikçe Can daha da sert vuruyordu. Dev gülmeye başladı. Bir anda
onun da gözleri kırmızıya dönmeye başladı ve aurası değişti. Kırık kollarını
bir şekilde oynattı ve elinde kırmızılar içinde bir kılıç belirdi. Son hamle
olarak kılıcı savurmaya çalıştı ama Can onu da tuttu. İki parmağının arasında
kılıcın ucunu kırdı, daha da delirmiş gibi kılıcın kalanını devin gövdesine
sapladı. Son olarak ise boynunu kırdı. Dev artık yaşam belirtisi
göstermiyordu. Canın gözleri birkaç saniye sonra normal haline,
kahverengine döndü ve kendinden geçip yere düştü...
3 Gün Sonra
Yine o yerdeyim, yarıya yapılmış tuğlalı binanın önünde. Bu sefer net
hatırlıyorum, içeride aksakallı modunda bir dede var. Bakalım bu sefer ne
diyecek. İçeri girip muşambaları geçiyorum ve sağa döndüğümde bu sefer
kimseyi görmüyorum. Daha da içeri girip kimsenin olmadığını görünce tekrar
dışarı çıkıyorum. Dışarı adımımı attığımda bizim evin karşısındaki dağda
olduğumu fark ediyorum. Sola döndüğümde aksakallı dede çayını
yudumlarken yüzü gülen bir şekilde benimle sohbet etmeye başlıyor.

"Dede sen resmen nurlu gibi takılıyordun bu hareketler ne?" diyorum.

"Sen beni boşver, asıl senin hareketler neydi öyle" diyor.

Durup neden buradayım diyorum, aklıma son olaylar geliyor. Sadece


kaçtığım ve sonra da acınası bir şekilde öldüğüm aklıma gelince dedeye
anlam veremiyorum ama anlamış gibi yapıp gülüyorum. Sonra ortam
bozulmaya başlıyor. "Nasıl olur ya" diyorum. "Ölmedim mi ulan ben, adam
gövdemin yarısını dolma biber gibi deşmişti." Sonrasında gözümü bizim
meşeye benzeyen bir yerde açıyorum. Kuş sesi çıkmıyor, hafif bir rüzgarın
sesi ve yapraklar. Sonra aklıma geldiğinde gövde kısmına bakıyorum ve
sargılı olduğunu görüyorum. Sonra etrafıma baktığımda gözüm üç kişiyi zar
zor seçiyor ama çok yorgun hissedip tekrar tatlı bir uykuya dalıyorum...
Sonraki bölüm: Gerçek Ya Da
Sahte?
Hangisi gerçek benliğin? Sonuç seni baştan yaratacak.
Chapter four: Gerçek Ya Da Sahte?
" Hangisi gerçek benliğin? Sonuç seni baştan yaratacak."

Bir süre kendimden geçmiş bir halde kaldıktan sonra tekrar tekrar
uyanıyorum. Ama her seferinde çok yorgun hissedip uykuya dalmaya devam
ediyorum. Farklı rüyalar içerisinde döngülere girip çıkıyorum ve son
uyanışımda kendimi çok daha iyi hissettiğimi fark ediyorum. Olanları
hatırlıyorum ve neler olduğunu çözemediğim için hem kendime hem etrafa
boş boş bakınıp duruyorum. Etrafta güneşin ışıltısı, yaprakların hışırtısı, tek
tük kuş sesleri ve bayağı uzaktan geldiği belli olan su sesleri duyuyorum.
Yattığım yerden kalkıp doğruluyorum. Üzerimde sargı bezlerini görüp
çıkartıyorum, altlarında yara izi göremiyorum. Yaralı olduğumu, hatta
öldüğümü hatırlıyorum. Ardından rüya gördüğümü de... Neden burada
olduğumu tekrar sorguluyorum ama etrafta kimseyi göremiyorum. Bana
yardım eden birileri olduğu çok belli oluyor ama nereye gittikleri pek belli
olmuyor. Kalkacak gücü kendimde bulduğumda su sesine doğru ilerliyorum.
Havada da garip bir koku bana eşlik ediyor. Pek rahatsız etmeyen ama yine
de doğal olmadığı fark edilir türden bir koku. Suyu görecek mesafeye
geldiğimde temiz gibi göründüğünü fark ediyorum. Zaten akan suyun kirli
olma şansı çok az, ya yakın bir yerde bir hayvan ölmeli, ya da kimyasal atık
olmalı. Ama bunda bir sorun yok. Eğilip elimi yüzümü yıkıyorum, özellikle
de yüzümü. Sanki suyla buluşmayalı yıllar olmuş gibi rahatlıyorum. İşim
bitince birkaç yudum içiyorum. Ardından yine etrafıma bakınıyorum ama
yaşayan bir şey göremiyorum. Sanki kendi kendime buraya gelmiş ve
dinlenmeye çekilmiş gibi. Sonra aniden daha önce zar zor gözlerimi açtığım
ve üç kişiyi gördüğüm aklıma geliyor. Tanıdık gibi durmuyorlar ama ölmemi
isteseler şimdiye kadar öldürürlerdi diye düşünüyorum. Tekrar uyandığım
yere geri dönüyorum ve olacaklar hakkında düşünüyorum. Bu arada kendimi
çok daha iyi hissediyorum. O miskin haller gitmiş ve yerine her an aksiyona
hazır bir versiyon gelmiş gibi. Sonra yan taraftan bir sesin geldiğini fark
ediyorum ve baktığımda kapşonlu, pelerinli, garip simgeleri olan birisini
görüyorum. Boyu 1,80 civarlarında ve yanılmıyorsam 80-85 civarı bir kiloya
sahip diye düşünüyorum. Ayrıca esmer. Yanıma gelip bir şey demeden
karşıma oturuyor. Öylece ne olacağını bekliyorum. Yüzüme ifadesiz bakışlar
atıyor ve yanında getirdiği garip çantadan bir şeyler çıkartıyor. Birkaç saniye
sonra bunların taze et olduğunu görüyorum. Sonra kalkıp etraftan çalı çırpı,
biraz odun ve kabuk toplayıp geliyor. Yine karşıma oturup ateş yakıyor.
Konuşmak istiyorum ama konuşmamı bir şey engelliyormuş gibi sadece
yaptıklarını izliyorum. Etleri pişirirken tekrardan bana derin bir bakış atıyor
ve "iyi misin" diyerek sessizliği bozuyor. Biraz durduktan sonra "öyle
görünüyor" diyorum. Bakışlarını bana yoğunlaştırıyor ve "sorman gereken
şeyleri sor" diyor. Öyle söyleyince neler soracağımı düşünmeye başlıyorum.
İlk olarak "neredeyiz?" diyorum. "Önemi olduğunu sanmıyorum" diyerek
geçiştiriyor. "Öyleyse neden soru soruyorum?" diyorum. "Çünkü sormak
istiyorsun" diyor. "Son derece mantıklı" diyorum, "teşekkür ederim" diyor.
"Bu kadar naziklik fazla değil mi?" diyorum, "neden öyle olsun ki?" diyor.
Sanki kendi iç sesimle konuşuyormuş gibi düşünüyorum. "Burada iki kişi
daha vardı diye hatırlıyorum, onlar nerede ve siz kimsiniz?" diyorum.
"Gerçekten bunu soruyor musun?" diyor. "Yeter ama aynı tip şeyleri söyleyip
duruyoruz" diyorum ve kahkaha atıyor. Bana dik dik bakıp süzüyor ve sonra
"etleri benim için çevirir misin?" diye sorarak kalkıp uzaklaşıyor. Tekrar
anlamsızca etrafa bakıyorum. Her şey doğal gibi duruyor. Kendimi
rahatlamış hissediyorum. Gözlerimi ateşe dikiyorum. Hipnoz olmuşçasına
izleyip, etlerin pişmesini bekliyorum. Aç hissetmiyorum, ama etlere karşı da
olumlu duygular hissediyorum. Bir tarafları piştiğinde onları çeviriyorum.
Kulağıma ağır bir çınlama giriyor ve rahatlamak için gözlerimi kapatıyorum.

Tekrar açtığımda ise garip simgelerle kaplı olan adam bana et uzatıyor.
Doğrulup etin tadına bakıyorum. O kadar güzel geliyor ki, o an bu Dünyanın
gerçek olduğuna tamamen inanıyorum. Yemeği yedikten sonra bu sefer ben
gözlerimi garip simgeli adama dikiyorum. Hal ve hareketleri ağır abi tadında
duruyor. Bana pek ilgili değilmiş, ama aynı zamanda yardımcı olmak
göreviymiş gibi duruyor. Gözlerini bana dikip sonunda anlatmaya başlıyor.

"Şimdiye kadar kendinle o kadar ilgiliydin ki, rahatını bozmak istemedik. Ne


olduğunu ve nerede olduğunu bilmek istiyorsun. Sana ne olduğu konusunda
teorilerimiz var, fakat gerçekte ne olduğunu bilebilecek tek kişi sensin.
Dışarıdan bakıldığında olan şey, öldüğün ve ölü halinle güçlü sayılan bir
düşmanı öldürdüğün. Daha sonrasında ise bizler yetiştik ve seni oradan
götürdük. İlk başta izimizi kaybettiremediğimiz için diğer ikisi ile ayrıldık ve
seni ben sırtladım. İçinde bir tür şifa enerjisi çalıştırdın ve bunu nasıl
yaptığını bilmiyoruz. Bunu daha önce hiç görmedik. Sana neler olduğunu
anlamak için bu tür konularda daha bilgili birisine gidiyoruz. Belki de
aradığın cevapları bulursun."

"Şifa enerjisi derken neyi kastediyorsun? Ve neyi bu kadar ilginç?"

"İyileştirme etkisi en yüksek enerji türüdür. Bu yeteneğe erişimi olanlar çok


azdır ve bu yüzden savaşlarda belirleyici rolleri vardır. Aynı zamanda da
yeterince iyi savaşçılardır, algıları güçlüdür. Fakat normal şartlarda senin
bir yeşil enerji kullanıcısı olmaman gerekiyor."

"Peki neden?"

"Çünkü çoktan kırmızı enerjiyi kullandın, yani öldüğün sırada." Bir enerji
kullanıcısı başka bir enerjiyi kullanabilir, ama bu çok fazla pratik gerektirir,
yıllardan bahsediyoruz. Hatta belki yüzyıllar. Yani yeşil enerjiyi
kullanabilsen bile bunu bu kadar yüksek bir ustalıkla yapamaman gerekir.
Kırmızı enerjiyi de yeşil enerjiyi de en yüksek seviyede kullandın. Üç
gündür baygınsın ama yaralı olduğun için değil. Sence neden o kadar
zamandır bilincin yoktu?"

"Bilmem..."

"Çünkü anlık enerji akışın o kadar yüksekti ki bedenin aşırı yüklenmiş bir
makine gibi kısa devre yaptı. Korkunç olan şey bu evrelerin

hepsinde bilinçsiz bir halde olman. Yani ne yaptığını bilmiyordun değil mi?,
her şey kendiliğinden oldu."

O an tekrardan olanları hatırlamaya çalıştım. Gördüğüm rüyaları hatırladım.


Ama neler olduğu konusunda bir şey hatırlamakta zorlanıyordum. Başıma bir
anda ağrı girmeye başladı. Dayanılmaz bir şiddetteydi ve kulak çınlaması
eşlik etti, yirmi saniye sonra kapama tuşuma basılmış gibi gözlerim
kapandı...

Peki burası neresi? Aa evim. Nasıl? En son dövmeli olanla konuşuyordum...


Yediğim etin tadı halen aklımda. Bilemiyorum. Kendime hafif bir yumruk
geçiriyorum ve acısını hissediyorum. Gerçi kapısız odada da tüm acıyı
almıştım. Hem de köküne kadar. Kalktım, etrafa ve manzaraya baktığımda her
şey kusursuzdu.
BİRKAÇ GÜN SONRA
Derin Deniz
Bir etkinlik kapsamında ilkokula tanıdık bir yazarın geldiği haberini aldım.
Şansa bak ki bende de bir kitabı vardı. Buradaki bir okula nasıl geldiğini
merak ettim ama benim için bir önemi yoktu. Kitabı imzalatma klişesinin çok
güzel olacağını düşündüm. Ölmeden önce yapılması gerekenler listemde
bulunuyordu. Her zamanki rutinlerimi gerçekleştirdikten sonra okula gittim.
Günlerden Cumartesi ve kalabalık bir konferans gibiydi. Yazar kitabına ve
hayatına dair görüşlerini kısaca aktarmıştı ve işlem tamamlanmıştı. Daha
doğrusu ben bu ortamlarda bulunmayı pek sevmediğim için sonuna gitmiştim.
Sonrasında bir sınıfta imza etkinliği başladı. Girip ona kitabı verdim.
İmzaladı, birkaç şey söyledikten sonra teşekkür ederek çıktım. Sağa
döndüğümde gözüm camlara takıldı. Bir hışırtı gibi ses duydum ve ardından
denizden bir bombanın geldiğini fark ettim. Gözle görülecek kadar büyük
ama hantaldı. Hantal dediğim sadece 2-3 saniye vardı. Anlık refleks ile "yere
yatın, kulaklarınızı ve gözlerinizi kapatın!" diyerek bağırdım ve yattım.
Birkaç metre ötemde bulunan iki kız, kapıdan çıkan bir erkek, ve sağdan
geçmekte olan iki erkek daha sesimi duyar duymaz dediğimi yaptı. Ardından
denizde bomba patladı. Gözüm kapalı olmasına rağmen çıkan ışık neredeyse
kör edecek seviyedeydi ama ses gelmedi. Sadece iki saniye kadar. Ardından
çok güçlü bir ses geldi ve başımı kaldırıp baktığımda Tsunami büyüklüğünde
dalgaların üzerimize geldiğini gördüm. Benim için yolun sonu gelmiş gibiydi.
Ardından çok güçlü bir çarpma hissi aldım ve beynimdeki çınlama eşliğinde
kendimden geçtim. Tekrar kendime geldiğimde nefes alamadığımı fark ettim.
Suyun içinde olduğumu idrak ettiğim gibi yukarı baktım ama bişey
göremedim. Hafif bir ışık gördüğümü düşündüğümden ileri doğru yüzmeye
başladım. Kısıtlı nefesim yüzeyi bulmama yetti ve su üstüne kafamı
çıkardığımda gördüğüm manzara çok korkunçtu. Gökyüzünden kül yağıyor
gibiydi, Yapılar paramparçaydı, yerleşim yeri su altında kalmıştı. Kendi
kendine çırpınıp çıkanlar olduğunu gördüm. Ama yüzeye çıkarken birkaç
insana denk geldim. Malesef hayatlarını kaybetmişlerdi. Ben de toparlanıp
onları su üstüne çıkarmaya odaklandım. Yorulduğumda önümden geçen tahta
parçalarına dayanıp dinlendim. Diğer insanlar de benzer şeylerle meşguldü.
Hatta bazıları şok etkisinden çıkamamıştı. Anlamsızca etrafa bakıyorlardı.
Belki de içlerinden "şimdiden sonra ne olacak" sorusunu geçirip
duruyorlardı. Sonra hava karardı, insanlar daha da huzursuz oldu. Yiyecek,
içecek, barınma büyük problem oldu. Ertesi gün uçan bir gemi yanaştı, uzay
gemisi dediğimiz türden bir gemi. O an işlerin yolunda gitmeyeceğine dair
çok kuvvetli bir his aldım. Ne var ki bizi toplamaya başladılar. Silahlı
olduklarını gölgelerde saklanırken gördüm. Bir ekipman giydiklerini, ve
bunun onları "insan avlamada" rakipsiz yaptığı kanısına vardım. Dolaştıkları
yerleri taradılar, bulduklarını götürdüler. Karşı koyanları ya öldürdüler ya
da şiddetle ikna ettiler. Alüminyum folyo ile kendime bir pelerin yaptım. Bu
sayede vücut sıcaklığını aradıklarını düşündüğüm bir cihaz beni görmedi.
Birkaç gün süren direnişim sonucunda iki kişi daha buldum ve ne
yapacağımızı tartıştık. Fikir tepeye doğru çıkmak ve vericiden yardım sinyali
göndermekti. Oralarda bir yerde bu gemiyle baş edebilecek bir şeyler
olduğunu biliyorduk. Fakat hareket kabiliyetimiz, stoğumuz ve ekipmanımız
su üstünde yüzen ve su üstünde kalan yapılarla sınırlıydı. Deniz seviyesinin
yüksekliği aslında sadece 15-20 metre idi ama tepeye gitmek için bu aralık
bize yeterince zor geliyordu. Çünkü yüksek yapı yok gibi bir şeydi. Ayrıca
sadece 200-300 insan olan yerde en az yarımız çoktan ölmüştük ve
muhtemelen 100'den fazla kişi de yakalanmıştı. Yani artık bakacak bir şey
yok gibiydi ama ısrarla gemi asılı kalmış bir şekilde bir şey bekliyor gibiydi.
Tabi biz de böyle duramazdık. Hazır biraz gücümüz varken denemeye
koyulmak istedik. Güzergahı seçtik. Çok zorlu bir parkur gibiydi ama o
yardım çağrısını yapabilirsek her şey daha iyiye gidecekti, ya da biz öyle
düşünüyorduk. Bunun için yardım sinyali gönderecek bir şeye ihtiyacımız
vardı. Her şeyin sudan nasibini aldığını düşünürsek bize ya askeri
standartlarda bir şey, ya da henüz ıslanmamış bir şey lazımdı. Ben silahların
bu yabancılara karşı işe yarayıp yaramadığını düşünmeye başladım. Ayrıca
tüm ekipmanlar su altında kalmıştı, yani tutukluk yapıp yapmayacaklarını
bilmiyordum ama en azından bıçak gibi yakın dövüşte avantajımıza olacak
bir şeyler düşünmeye çalışıyordum. Etraftaki parçaların hangilerini
algılayacaklarını o atmosferde düşünmeye çalışmak treni ağzına iple
bağlayıp çekmeye çalışmak gibiydi. Üstelik her yeri sürekli tekrardan
aradıkları için, yerimizi de değişmekte aşırı zorlanıyorduk. Bunu akıl
etmeleri de uzun sürmemişti, çok fazla seçenek olan yolları resmen bire
düşürmüşlerdi. Evet, bunu su üstündeki bazı yapıları tekrar patlatarak
yapmışlardı ve ortam iyice terminatör evrenine dönmüştü. Sonunda gözükara
birisiyle risk alıp oraya ulaşmakta karar kıldık. Çünkü artık oturup ne
yapacağımızı düşünme şansı çoktan elimizden alınmıştı. Birbirimizin gözüne
uzun uzun baktık, aynı şeyi düşündüğümüz hakkında hiç şüphe yoktu ve
harabeye dönmüş binaların tepelerinde duvarları bile olmayan yerlerde siper
almış artık ortaya hayatımızı koymamız gerektiğini fark etmiştik. Sonra ikimiz
de gemiden tekrar ses geldiğini duyup denizin üstünde süzülen gemiye baktık.
Siyahlar içindeki bir tabur varlığın salındığını gördük. Bir tür köpeğe
benzeyen bu şeyler hızlı hareket ediyordu ve hemen dağılmışlardı. Belli ki
son taramaları gelişmiş gibi gözüken bu şeylere yaptıracaklardı. Önce
birbirimize, sonra bize doğru gelen köpeğimsi şeye baktık. Hemen ardından
koşmaya başladık, survivor parkurundan çok daha zor olan bir yol vardı
önümüzde, düşmanımız belki de bizden zekiydi. Ama en önemlisi, hızlı ve
daha gelişmiş ekipmanları ya da araçları vardı. Bir anda insan limitlerini
aşacak konuma geldik, çok fazla hızlandık. Öyle ki sanki zaman yavaş
akıyordu. Aslında olan arkamızdaki şeylerin bizi yakalayacağı korkusundan
beynimizin adrenalin salgılamasıydı. Önce köprümsü bir yapının üstünden
geçtik, ardından önümüze çıkan birkaç harabenin içinden adeta kayarak
geçtik. Gittiğimiz yönde yolun bittiğini fark ettiğimizde ise çok geçti.
Köpeğimsi şey çoktan arkadaşlarına haber vermiş gibiydi, her yandan
peşimizdeydiler. Ben hiç düşünmeden denize atladım, arkadaşım tam
atlarken arkamızdaki köpeciğimsi onu yakaladı. Elini tutmam için bana
uzattığında artık tutabileceğim bir mesafede değildi. Olayın şokuna bile
giremeden derin bir nefes alıp daldım ve dağa doğru yüzmeye başladım.
Deniz altında nefesimi 1,5 dakika tutabilirdim. Belki de bana biraz avantaj
sağlar diye düşündüm. Sonra tekrar suyun altında geriye baktığımda
peşimden bir şeylerin geldiğini gördüm. Ardından bir anda bilincim gitmeye
başladı. Ne olduğunu anlamadan sarıldığımı fark ettim ama her şey o
kadardı.
Hareket vakti
Sonra gözlerimi açtığımda kendimi tekrardan ormanda buldum. Bu bir rüya
mıydı? Bir rüya için çok uzun bir süreydi. Dövmeli eleman gene
karşımdaydı. "Ne gördün?" diye sordu.

"Bir şey gördüğümü neden düşündün?"

"En basitinden bir süre nefes almadın. Sanki bir şeyle boğuşuyor gibiydin.
Ayrıca bilinçaltının en büyük yansıması rüyalarındır. Belki orada işimize
yarar bir şeyler görmüşsündür."

"Sanmıyorum. Ama yine de ne gördüğümü anlatayım." Ardından


gördüklerimi ona anlattım. Anlatırken son derece dikkatli bir şekilde
dinliyordu. Vurdumduymaz değil de altında yatan anlamı arar gibi bir hali
vardı. Konuşmam bitince derin bir nefes alıp gökyüzüne baktı.

"Peki sen ne düşünüyorsun?" dediğinde direk aklımdan geçen şeyi söyledim.

"Umutsuzluk denizinde kaybolup gökleri arzulamış gibi hissettim." Bir anda


gözlerim dolmaya başladı. Ne olduğuna anlam veremiyordum. Ama bu
şekilde rahatlamış hissettim. Gözlerini gökyüzünden yere kaydırdı.
Anlamsızca yeri izledikten sonra bana dönüp "muhtemelen şu an olan şeyleri
idrak etmekte zorlanıyorsun. Ama yakında bunları çözeceksin. Unutma, bir
canlı pes etmediği sürece her zaman başarabilir. Yarın dostumuzla
görüştüğümüzde soru işaretlerinin bir kısmı gidecektir." dedi. Gece boyunca
gökyüzündeki yıldızları, ay'ı ve ateşi seyredip sonrasında uykuya yenik
düştüm.

"Hadi, uyan! Gitmek zorundayız. Yakınlarda düşman birlikleri var. Tüyme


şansımız varken gidelim." Ne olduğunu idrak edecek kadar uyanık değildim
ama birden kalkıp yürümeye başladım. Arkamızda üç kişi daha vardı. Bize
ve kendilerine mesafeliydiler. Sanırım askeri bir taktik ya da disiplindi.
Güneş daha yeni doğmuştu, sıcaklığı daha gelmemişti. Işıkları ise yavaşça
yüzeye vurmaya başlamıştı. Ağaçlar ve çalıların arasından bir bir ilerleyip
yokuşu olan bir dağa tırmandık. Bazen kayıp toparlandım, bazen de arkamdan
gelenler yardım etti. Dağın eteklerine yeni gelmiştik. Yorgunluktan yüzüm
solmuştu. Yaklaşık bir saattir hiç ara vermeden yüksek tempoda hareket
etmek artık pek yaptığım bir eylem değildi. Yine de çabuk toparlıyordum.
Yine sağlam bir bayırdan çıkarken arkadakilerden biri yanıma gelip bana
destek vermek için elini uzattı. Garip simgeli olan durup bize baktı. Ben
elimi uzattığım anda tekme yiyip 5 metre aşağı düştüm. Durumu anlamak için
yukarıya baktım. Dövmeli bana küçümser bir bakış atıp "Peşimizden gelmek
için hiç çaba göstermiyorsun. Düşmanlar bize çok yakınlaştı. Seni
kurtarılmaya değer kılan nedir? Eğer gerçekten önemliyse kanıtla. Akşama
kadar evi bulmuş ol." dedi. Sonrasında benim onlara ulaşamayacağım kadar
hızlı bir şekilde tırmanmaya başladılar. Ben ise yorgunluğa ek olarak ağrıyan
bir göğüs, incinmiş bir sağ bacak, hafif kesilmiş bir sağ kol ve iki yerinden
şişmiş bir kafa ile öylece kalakaldım. Hayatta sevmediğim tek şey
çaresizliktir. Dizlerimin üstündeyken sinirden toprağı yumruklamaya
başladım. O esnada sırtımın da incindiğini fark etmem uzun sürmedi. Zaten
sağlam halimde zorla çıktığım bir yamacı bu halimle çıkmam imkansızdı.
Geriye dönersem muhtemelen ölecektim. Eğer önümdeki sorunu aşmazsam
yine aynı kapıya gelecekti. Sinirlendikçe vücudumda karıncalanma
başlamıştı. Derin bir nefes alıp kendimi sakinleştirdim. Onlar gibi hareket
etmek istedim. Hızlıca atağa kalkıştım, vücudum ağır hissettirmesine rağmen
başarılı olmuştum. Tekrar önceki konumuma çıktım. Önümdeki küçük
kayalığı tırmanırken elim kaydı ve yuvarlanmaktan diğer elimle ani bir
refleks ile bir parçaya tutunarak kurtuldum. İlerliyordum ama sanki olduğum
yerde sayıyormuş gibi hissediyordum. Yine aynı karıncalanmayı hissetmeye
başladım. Neden onları taklit ettiğimi sorgulamaya başladım. İçimden geldiği
gibi tırmanmaya başladım. Mantıksız ama doğru olduğunu düşündüren bir
içgüdüydü bu. Hareketlerim bir süre sonra daha hızlı ve daha verimli
gelmeye başladı. Devam ettikçe motoru sonradan açılmış testere gibi daha
stabil bir şekilde tırmanmaya başladım ki bu çok heyecan vericiydi. Bir anda
her şey benim için kolaylaşmaya başladı. Artık her şeyi yapabileceğime
inanmaya başlamıştım. Umutsuzluk denizinden yüzeye doğru yüzdüğümü
hissedebiliyordum. Fakat sonrasında batmaya başladım. Arkama baktığımda
arkamdan 10 kadar kişinin tırmandığını gördüm. Az önceki mutluluk ve
sevinç yerini anlık olasılıklara bırakmıştı. Diğerlerinin gözden kaybolduğunu
da düşününce tek başıma diş gösterip gösteremeyeceğimi bilemezdim.
Hareketleri koordine ve hızlıydı. Bu şekilde hızlı tırmandığımı düşünsem de
benimle aradaki farkı kapatmaya başlamışlardı. Aralarından 2 tanesinin
tırmanmadığını fark ettiğimde "bir kişinin peşine fazlaca düştükleri içindir"
dedim. Neden peşimde olduklarını anlayacak iq seviyesine de erişmediğimi
anladığımda aydınlanma gelmişti. Sonraki düzlüğe 20 metre kadar kalmıştı.
Eğer mesafeyi açamıyorsam, onlara karşı rahat savunabileceğim bir alan
olduğunu düşündüm ve hızla tırmanmaya devam ettim. Düzlüğe elimi attığım
an ıslığa benzer bir ses duydum. İrkilerek kendimi yana attım. Nasıl olduğunu
bilemediğim bu refleks hayatımı kurtardı. Tam olduğum yere bir bıçak
fırlatılmıştı. Bıçağın saplandığı yerden kafamı aşağı çevirdiğimde sekiz kişi
tırmanmaya devam ediyordu. Peki diğer ikisinden biri mi fırlatmıştı? Arada
200 metre kadar bir yükseklik vardı. Oranlarının insan vücudundan biraz
daha gelişmiş olduğunu hesaba katsak bile bu mesafe fizik sınırları içerisinde
değildi. Bunları düşünürken kendimi toparlayıp sağ elimle tam güç tutunup
kendimi fırlattım ve düze çıktım. Bu sırada aramızda artık 10 metre vardı.
Hemen geriye çekildim. Cebimde bir bıçağın varlığını hissettiğimde hızla
çektim ve gardımı aldım. Teker teker düzlüğe çıktılar. Sırtımı kayaya verdim
ve etrafımı sarmalarına rağmen görüş alanımda tutmaya özen gösterdim.
Gerçi ne işime yarayacaktı ki? On kişiye denk samurayın hikayesini
biliyorsunuzdur. Bilmiyorsanız 11 kişi olup öhöm... Öyle işte. Benim
durumum da buna benzerdi. Tek fark ben on kişi değil muhtemelen üç kişiyle
bile baş edemezdim. Tamam tamam eğitimleri yoksa ikisini alırdım herhalde.
O sırada aklımdaki tek şey benden önce giden üç kişi ve dövmelinin beni
geri atarken ne düşündüğüydü. Tabi kaşla göz arasında kendini "John" olarak
tanıtan kişiyi de düşündüm. Bu kadar boş biriysem bu adam neden benim için
ölüme bile kafa tutmuştu ki? Artık yapacak bir şey yoktu. Müdafaa
kapsamında kullanabileceğim şeyler "insanların basınç noktaları" ve onun
gibi şeylerdi. Ama belli ki karşımdakiler insanlar gibi değildi. Bunu
öğrenmenin tek bir yolu vardı...

"Teslim oluyorum!"
Gerçek Ya Da Sahte
Karşımdaki insan görünümlü mahlukatlar şaşırmıştı. Benim de amacım zaten
buydu. Bıçağı yavaşça yere bıraktım. Ardından ellerimi teslim olurmuşçasına
kaldırdım. Aralarından birisi uçurum kenarına gidip aşağıya baktı. Ardından
bana döndü. İki elini kaldırıp indirdi. Diğerlerine silah bırakın demiş gibi
bir şey oldu sanırım. Diğerleri de ikişer adım geri çıktı. Bu sessizlik bana
oldukça şaibeli gelmişti. Çünkü geçmiş deneyimlerim pek iyi
sonlanmadıkları yönündeydi. Öyle de oldu. Arkasını dönüp bir anda küçük
bir bıçağı tam kafama fırlattı. Bunu yapacağını önceden sezip kıl payı
kurtuldum. Kafamın sağ üst köşesinde kanama hissettim. Bıçak çizik atıp
geçmişti. Zaman kazanmak niyetindeydim fakat artık zaman diye bir şey
kalmadı. Olay kazan ya da öl şekline geldi. Önceki seferi anlık olarak
hatırlayıp yine bir şekilde paçayı kurtarmayı umdum ama muhtemelen artık
bir yardımı olmayacaktı. Üstüme gelen ilk kişiden gelen darbeyi savuşturup
kafasına sert bir yumruk attım. O dengesini kaybederken arkamdan gelene ise
yan tekme atmak suretiyle iki-üç adım kadar geri ittirdim. Sonrasında ise
üçüncüsünün çoktan alanıma girdiğini fark ettim. Yapacak bir şey yoktu,
karnıma gelen darbeyi tam anlamıyla ayak parmak uçlarıma kadar hissettim.
Ayaklarım darbenin etkisiyle yerden kesildi. Ama daha da kötüsü yere
düşerken suratıma diz geçirmesiydi. Yavaş yavaş bilincimin gittiğini
hissediyordum. Sanırım ölmek için kafaya ekstra bir darbe oldukça
yeterliydi. Kafama basacaklarını düşünerek gözlerimi kapadım. Zaten bir
şeye tepki verecek halim de yoktu. Uyumak istiyordum. Ölmek istediğim yer
burası değildi ama ne yapalım artık, olan oldu.

Tekrar gözlerimi açtım. Kendimi yine suyun içinde buldum. Bu sefer derin
deniz değil ama hoş bir su da değil. Bildiğin bataklık gibi bir şeyin
içerisindeydim. Önümde göz aldığınca bulutlar ve ve düzlük boyunca uzanan
bataklığımsı sudan başka bir şey yoktu. Sanki gri bir efektin içerisine
hapsolmuş gibiydim. Zorlaya zorlaya kalktım. Birikinti seviyesi neredeyse
ayak bileklerime kadar geliyordu. Sandığımdan çok daha az bir yüksekliğe
sahipti. Anlamsızca nerede olduğumu sorgulayarak ilerlemeye çalışıyordum.
Ölü desen değil gibiydim. Yaşıyorum desen o da pek mümkün
gözükmüyordu. Araftaymışçasına takılıyordum. "Sesimi duyuyor musun!?"
yankılanınca kulaklarımda, irkilip sağa sola baktım. Ardından tekrar "Sesimi
duyuyor musun?" dendiğini duydum. 40 civarı yaşlarında bir sese
benziyordu. Fakat vurgulaması gerçekten çok iyiydi. Bu boş detayı da
verdikten sonra "Duyuyorum" dedim. "Peki beni görebiliyor musun?" dedi.
"Hayır" dedim.

"Gözlerini kapat, gözlerinle bakmaya çalışırsan göremezsin..."

"Gözlerimi kapattım. Peki şimdi ne olacak?"

"Sözlerime kulak ver, benim nerede olduğumu hissetmeye çalış. Seninle


konuşmam gerekiyor."

"Sesine bakarsak sanırım şuradasın!"

Elimle işaret ettiğim yere dönüp gözlerimi açtım. Karşımda bir tür Beyaz-
Mavi-Kırmızı detaylara sahip üniformalı birisi duruyordu. Gözleri mavi
renkti. Yüzüne bakınca 30 yaş gibi gösteriyordu. Ama sesi çok daha olgundu
sanırım. Bana kim olduğumu sordu. Adımı söyledim. Tekrar bana kim
olduğumu sordu. Yine adımı söyledim. Dibime kadar geldi. Bana tekrar kim
olduğumu sordu. Ne olduğunu anlamıyordum. "Bana cevap ver!" Diyerek
gözlerini ışıldattı, ağzımdan bir anda "Rangius" sözcüğü çıktı. Şok
geçirmiştim. Bu sözcüğü söyleyen bendim ama benim söylediğime dair
hiçbir belirtim yoktu. Kendimi çok sıcak hissetmeye başladım. Ardından diz
çöküp ellerimi göğüslerime getirdim de üstümü yırtmak üzereyken bir anda
içimdeki tüm enerjiyi salmaya başladım. Yer yerinden oynamaya, etrafımın
şekli değişmeye başladı. İçimde öyle bir ateş yanmıştı ki bir anda enerji dolu
olmuştum. Tekrar karşımdakine baktım. "Sen kimsin?" dedim. Güldü. "Ben
senim, ama aslında sen değilim. Aramızdaki bağlantıyı öğrenmek için
yaşamaya devam et. Şimdilik bu sana yeter" dedi. Bir anda halsiz düşüp
bilincimi kaybettim. Hemen ardından ise uyandım. Kendime geldiğimde
tekrar dağın eteklerinde düzlükteydim. Çenem ve karnım ağrıyordu ama
resmen yeniden doğmuş gibiydim. Kafamı kaldırıp baktığımda beni
yuvarlayan centilmen arkadaşlarımın boğuştuklarını gördüm. Jedi ve Sith
mantığı gibi ışıklı bir şeylerle kapışıyorlardı. Havada bir parlama fark edip
yukarı baktım. Tam bana doğru yine bir bıçak geliyordu. İçimde hiç korku
yoktu. Dövmeli olan bıçağı fark etti fakat boğuşmaktan bana doğru
gelemiyordu. Benim yaptığım tek şey ise bana gelen bıçağı yana kayıp yere
düşmeden tutmak oldu. Dost düşman hepsi bir anlığına bana baktılar. "Bu
kadar tokatlanmak yeter" dedim ve aksiyona ben de katıldım. Elimdeki bıçak
açık mavi bir renge büründü. Bana dönen bir düşmanı ensesinden keserek
hızlıca safdışı bıraktım. Diğerine atlayacaktım ki 100 km/s hızla birisi bir
anda üstüme çullandı. Uyum sağlayıp onun ivmelenmesiyle beraber yukarı
doğru fırladık. Beni sıkıca tuttuğunda gerçek olup olmadığımı sordu. Gözleri
kıpkırmızıydı. Benim ruh halim ise bir anda delirmeye müsait bir hal aldı.
Ona sakince "Neden öğrenmiyoruz" gibi aşırı egoist bir laf söyledim. Ve
gülmeye başladım. Sanırım her şey gerçekti, ben dahil..
Bölüm 5: Şanssız Bir Gün
Hesaplar ne zaman tutar ki?
Chapter Five: Şanssız Bir Gün
Hesaplar ne zaman tutar ki?

Beni o kadar hızlı uçuruyordu ki, kendimi "superman" ile kapışan "batman"
zannetmiştim. Sorun şu ki bu hızda bir yere vurduğumuzda otomatik olarak
saf dışı kalacağımdan emindim. Normal bir insanın bu hızda bir yere
çarptıktan sonra bilincini açık tutma şansı yoktu. Normal bir insan olmamam
dışında da sorun yoktu. Bir anda etrafımı elektrik yükü gibi bir şey sardı,
ikimiz de yukarı çıkarken bedenim kendiliğinden ayak uyduruyordu. Alt
taraftan bir elini indirip aparkat gibi bir yumruk savurdu. Ani bir refleksle
yanlanarak atlattım ama rüzgarı, o yumruğu yeseydim neler olacağını
anlatıyordu. Ardından benim sağ kolum havalandı, bir düz geçirdim, omzuyla
blokladı fakat ikimiz de ayrıldık. Vuruşumda pek etki hissetmedim, fakat
vurabileceğimi fark ettiğimde kendime biraz olsun güvenmeye başladım.
Yine de birkaç saniye sonra neler olacağını bilemezdim. Gözüm arka tarafına
kaydı. Dövmeli olan diğerlerini kıyma yapmış, başka bir taneyle kapışıyordu.
Tekrar karşımdakine bakınca aşağıdan bakan iki kişiden birinin karşımda,
diğerinin ise dövmeli arkadaş ile kapıştığını anladım. Demek ki bunlar
diğerlerine göre daha güçlü ve kıdemliydi. Bunları düşünürken rakibim bir
anda yokluktan bir kılıç çıkarmış ve bana sallamıştı bile. O sırada diğer üç
yandaştan müdahale geldi ve üçe bir şeklinde kapışmaya başladı. Müdahale
etmeselerdi muhtemelen ortadan ikiye ayrılacaktım. Gözüm tekrar dövmeli
olana kaydı. Rakibiyle öyle enfes kapışıyordu ki, öyle olup olamayacağımı
düşünmeye başlamıştım. Yüksek hızda, gene nereden çıktığını bilmediğim
kılıçların çıktığı, ortamın avantajının ve dezavantajlarının sonuna kadar
kullanıldığı şiddetli bir kapışmaydı. Tek sorun ise ikisi de birbirine üstün
gelemiyordu. Gözüm tekrar bana saldırana kaydığında bizimkilerden birini
yaraladığını gördüm. Gözlerinin rengi iyice değişmişti. Kıpkırmızı bir hal
almıştı ve artık bir yerine iki kılıcı vardı. Adeta düello ustası gibi gelen
saldırıları savuşturup iki katıyla geri ödüyordu. Yenileceklerini anlayınca bir
şey yapmak istedim ama benim kılıcım yoktu. Eğer vardıysa nasıl
kullanacaktım bilmiyordum. Şu an sadece bilinmezlikler içerisindeydim.
Yumruğumu sıkmaktan başka bir şey yapamamak hoş değildi. Bedenim bile
bana ait değilmiş gibi kalmıştım.
O Sırada Savaş Bölgesinde
Savaş seslerinin eşiğinde*

"General Grim neden bir mesaj göndermedi? Burada acil bir desteğe
ihtiyacımız var. Bu şerefsizler otomatik üretim gibi gelip duruyor. Savaşçılar
hem yorgun hem de sayı olarak azlar."

"Generalim, en son evinin yakınlarında kurtarıcımız olarak gördüğünüz


çocuk ile Era kaçarken yakalanmış. Era malesef kurtarılamadı. General Grim
ise onları kurtarmak için ayrılmıştı. 3 Günden fazladır saklandıklarını
düşünüyoruz. Büyük olanların gelmesinden endişe ediyor olabilirler."

"Her ne yapacaklarsa hızlı yapmak zorundalar. Üsttekiler konuyu ciddiye


almadan baskı kurmak zorundayız. Ben savaş alanına iniyorum. Üçüncü ve
dördüncü takımları gönderin. İlk iki takımı geri çekin. Zor da olsa arka
hatlarda kalıp dinlenmeye çalışsınlar. Eğer onlar gelene kadar dayanamazsak
işimiz yaş."

"Merak etmeyin, savunma liderimiz yakında burada olacağını iletti. Bize


yeterli şansı tanıyacaktır."

"Usta Soar nerede? Onunla beraber bu çatışmayı kazanabiliriz bile."

"Kendisinin çok uzun zaman önce Rangiusa denk olduğunu duymuştum..."

"Saçmalama! Çok güçlü olduğu doğruydu, ama o bile o büyük savaşta


Rangiusa yardım edemedi. Çok güçlü olmak gücü kullanabilmekle doğru
orantılıdır genç savaşçı."

"O halde neden "Teknik ustası" olarak adlandırılıyor?"

"Çünkü o savaştan bu yana içinde bir pişmanlık besledi. O günden beri


kendini geliştirmek için debelenip durdu. Eninde sonunda herkesi ki buna biz
üst seviyedeki generaller dahildir, yenmeyi başardı. Yine de durmadı.
Kendini geliştirmeye devam etti. Şu an aramızdaki muhtemelen en ölümcül
ve en akıllı kişi o. Belki şu anki hali Rangiusa denktir, fakat bilgeye göre
yeni çocukta daha farklı bir şeyler var. Kim bilir, belki de işe
yaramayacağını düşündüğümüz bu çocuk gerçekten kurtarıcımızdır.."
Dağın Eteklerinde
Dövmeli iyice zorlanmaya başlamıştı. Diğer elemanlarda yaralanan sayısı
ikiye yükselmişti ve zor dayanıyorlardı. Dövmeli olan onlara bağırarak
"buradan uzaklaşın!" diye bağırdı. Bana yönelerek gitmemi işaret ettiler. Yan
tarafımda duran 5 kilo civarındaki kaya parçasını elime aldım. Onlar
kapışırken taşa baktım. Üçlü arkadaşların savaştığı rakibime mermi gibi
savurdum. Söyleyince basit geliyor ama arada 30 metre bir mesafe olduğunu
da göz önünde bulundurunca sanki insan görünümlü yaratık olduğumu
düşündüm. Dikkatinin bana odaklanmasıyla gıcık bir gülücük atıp hızlıca
yukarı doğru koşmaya başladım. Sınırlarımı bir süreliğine aşmış gibiydim.
Şu anki durumda bu iyiydi. Arkama baktığımda ise farkı yine kapatan bir
hayvan vardı. Bazen yaptığım şeylerin sonucunu hiç düşünmüyorum. Ama
bunlar hep Polat Alemdar etkisi; "Geleceğini düşünen kahraman olamaz".
Neyse ki bu durumda bir geleceğim olacağını düşünmem saçma olur. Ne
yaptığımı neden yaptığımı bile bilmiyorum. Tek bildiğim bana yaklaştığında
mükemmel dövüş mekaniklerimi devreye sokacağım. En azından kolay
kaybetmemek niyetindeyim. Tam çarpışmak üzereyken yine patlama sesine
benzer bir ses çıkıyor. Hepimiz durup baktığımızda dövmeli rasengan, ya da
cero* gibi bir şey atarak rakibini yerlerde paspas haline getirmiş bir şekilde
beliriyor. Alan hasarı verdiği için bizi uzaklaştırmış demek ki diye
düşünüyorum. Bu sefer rakibimin dikkatinin dağıldığını erken fark edip
hemen üzerine sıçrayarak beline arkadan dirsek vuruyorum. Hemen ardından
ise ön tarafından yüzünü elimle kaplayıp yere var gücümle yapıştırıyorum.
Bayağı hasar almış gibi görünüyor çünkü gelen sesler ve yüz görüntüsü bu
tarz bir bilgi veriyor. Yerden bana yumruk sallıyor ama görüp çekiliyorum.
Hemen ardından kalkıp tekrar bana hamle yapıyor ama kılıçları gene ortaya
çıkıyor. İki kılıçla tepki veremeyeceğim bir hızda saldırıyor ve kendimi var
gücümle geri atıyorum. "Fıst" gibi bir ses geliyor. Gövdeme baktığımda gene
kesildiğimi görüyorum. Ama bu sefer bilincim gitmiyor, sıyrık denebilecek
şekilde X işareti şeklinde kesiliyorum. Tekrar saldırırken diğer üçlü araya
giriyor gene. Bir tanesi kendini benim için feda ediyor. Bir saldırıyı
savuşturuyor ama diğerine bir şey yapamıyor. Diğer ikisi var gücüyle nefes
aldırmadan çarpışıyor ama ikisi de çok fazla zorlanıyor. Yerde muhtemelen
son nefeslerini alıp veren "arkadaşıma" eğilip "bana kılıç verebilir misin?"
diyorum. Gözlerindeki acıyı gizleyip başka bir şekilde bakıyor. Bir anda bir
kılıç oluşturuyor ve "hızlı olsan iyi olur. Ben öldüğümde enerjim de
kullanılamaz hale gelecek" diyor. "Merak etme" diyorum. Önümdeki çift
kılıçlı "düşmana" bakıyorum ve birkaç saniye içinde kapışma tarzını
anlamaya başlıyorum. Bedenim yine kendi başına hareket edip önce eğiliyor,
duruşunu sağlamlaştırıyor ve bir anda ok gibi fırlayıp düşmanımı kalp
bölgesinden kesiyorum. Dikkati dağıldığı anda diğerleri saldırıyor ve sol üst
omzundan ve sağ belinden kılıçları saplıyorlar. Hemen ardından geri
çıkıyorlar. Sonrasında ise dönüp bana bakıyor ama belli ki yorgun düştüğü
ve acı çektiği için başından aşağı inen kılıca karşılık veremiyor. Bedenini
ortadan ikiye ayıracak kadar şiddetli bir darbe indirip etkisiz hale
getiriyorum. Üçümüz perişan halde ve yaralıyken elimdeki kılıç bir anda
ortadan kayboluyor. Hemen yerde yatan adamın yanına gidiyorum. Kontrol
ettiğimde yaşam belirtisi göstermiyor. Aşağı doğru baktığımda ise dövmeli
işi bitirmiş ve bize doğru ilerliyor. Bana biraz sinirli görünüyor. Acısını ve
öfkesini anlıyorum. "Biraz işe yarar olsam muhtemelen kimse ölmeyecekti"
diye içimden konuşuyorum. Usulca yere yan bir bakış atıyorum. Karşıma
geldiğinde birkaç saniye hareketsiz duruyor. Tekrar yüzüne bakınca bir anda
sarılıyor. Açıkçası bu durumu hiç beklemiyordum. Hatta vuracağını
düşünmüştüm. Ellerini omzuma koyarak "Eğer savaşacak cesareti
bulamasaydın üçü de ölecekti. Sana minnettarım" dedi. Hiç duygu ibaresi
olmayan bir adam olarak gördüğüm dövmeli, sessizce ölen arkadaşının
yanına gitti ve "ölümün bir amaç uğruna oldu, her savaşçının rüyalarındaki
gibi cesur ve gözüpek hareket ettin. Arkadaşların senin ve onun sayesinde
hayatta" dedi. "Peki onu gömmeyecek miyiz?" demeye kalmadan bir toz
bulutu gibi ortadan kayboldu. Bana dönüp "Biz savaşçılar bu Dünyadan
değil. Ama öldüklerinde hem fiziksel formları hem de bilinçleri kaybolur.
Belki bir yerde halen yaşıyorlardır, fakat biz önümüze bakmalıyız. Düşman
için de aynını bilmen iyi olur" dedi. Tekrar baktığımda onlar da ortadan
kaybolmuştu. Diğerlerine seslenerek "İyileştirme yeteneğimiz olmadığı için
üzgünüm. Bilgeye kadar gidelim, o bize yardımcı olur. Bunlar ortadan
kaybolduğu için destek göndereceklerdir" dedi. Tekrar bana bakarak "seni
sırtlamama izin ver, artık yavaş hareket edemeyiz" dedi. Şaka yaptığını sanıp
güldüm ama bir anda karnıma yumruk yemiş gibi yamuldum. Gerçekten de
beni kaçırırcasına sırtlayıp hızla hareket etti. Öyle ki bir türlü
tırmanamadığım dağı 5 dakika içerisinde aştık/aştılar.
25 Dakika Sonra
Ben artık sarsıntı, baskı ve yediğim basınçtan dolayı ölecek hale geldim.
Sonra yavaşladık ve durduk. Ardından beni yere attı. Yerde bir süre
hareketsiz yatınca ölmüş olabileceğimi düşünüp seslendi. "Ben iyiyim,
sadece çok fazla oksijenden dolayı beynim dönüyor" dedim.

Ardından arkamda garip bir şey hissettim. Arkama baktım, yaşlı bir adamdı.
Hafif tombul, beyaz saç-sakal karışımlı aksakallı dede usulü bir adam.
Üstünde ise çok açık renk bir yeşil tonu ile sarılı bir elbise vardı. Yüzünde
bir gülümsemeylee "hoş geldiniz!" diye bağırdı.

Ardından tekrar bize bakarak, "demek bir arkadaşımızı kaybettik" dedi.


Sonra dövmeli olana bakıp "Grim, isteseydin hepsini kurtarabilir ve buraya
sağ salim gelebilirdiniz. Neden bu yolu seçtin?" diye söylendi ve bana
"benimle gel yeni çocuk" diyerek önündeki kapıdan içeri girdi. Ben de
dövmeliye dönerek "demek adın Grim" dedim. Onaylarcasına başını salladı
ve "hadi, bilgeyi kızdırmak istemezsin" dedi. Dönüp hızlıca kapıdan içeri
girdiğimde inanılmaz bir akış hissettim. Sanki zaman-mekandan bağımsız bir
güç odanın içinde akıyordu ve ben de karadeliğe çekilir gibi içinde
kalmıştım. Etrafta genel olarak ahşap yapılar ve ilginç figürler yer alıyordu.
Bazı simgeler de vardı. İlk bakışta bu simgeleri rünlere benzetmiştim. Ama
ne olduğuna dair bir bilgim yoktu. Karşımda lotus duruşuna geçti ve
oturmamı işaret etti. Ben de oturdum.

"Neden burada olduğunu biliyor musun?"

"Birisi içimde taşıdığım bir güç yüzünden burada olduğumu söylemişti. Fakat
bundan daha fazlasını bilmiyorum."

"Bu yüzden de potansiyelinin bir milyonda birini bile kullanamayacak kadar


aciz kalıyorsun."

"Eğer bir başkasının ölmemesini sağlayacaksa potansiyelimi kullanmak


isterim. Artık bu benim de savaşım."
"Ne zamandan beri senin savaşın? Yanında seni kurtararak ölen birinden
sonra mı?"

"Evet, yanımda benim için ölen birisinden sonra artık bu benim de savaşım."

"Evlat, bir şeyi anlamanı isterim. Bu savaşı zaten sen başlattın. Sadece
farkında değilsin."

"Ben nasıl başlattım peki?"

"Burada farklı bir hisse kapıldın değil mi, içinde garip bir akış
hissediyorsun. Bu içindeki "enerjinin" dışa vurumudur. Sen farkında bile
değilken çoktan bu enerji frekansını yaymaya başlamıştın. Şansına, ya da
şanssızlığına bu hem dostlarının hem de düşmanlarının radarına takıldı. Bu
da seni artık dönüşü olmayan bir yola soktu."

"Bunu bana anlatıyorsan daha detaylı olmanı istemek zorundayım. Çünkü


söylediklerinden bu şekilde hiçbir şey anlamıyorum."

"Merak etme. Sana her şeyi öyle bir öğreteceğim ki, buradan dışarı
çıktığında eski sen olmayacaksın. Fakat arkadaşlarının artık gitmesi
gerekiyor. Önemli bir savaş şu an bu Dünyada yaşanıyor ve eğer gitmezlerse
kaybedecekler."

"Peki sen bunu nereden biliyorsun?"

"Onu da öğreneceksin evlat. Fakat şimdi onlara gitmelerini söyleyip


geleceğim."

"Ben de gele-"

"Otur oturduğun yerde!"

*Ani bir baskı hissiyle yerimden kıpırdayamıyorum.


Dışarıda
"Grim!"

"Bilge? Ne oluyor?"

"Sana hiç mesaj gelmiyor mu? Reir ve komutasındaki savaşçılar ölüm


kalımın eşiğinde. Hemen oraya gitmelisin."

"Peki ya siz?"

"Bizi merak etme. Burası mühürlü bir alan. Tespit edemezler. Etseler bile
giremezler. Girseler bile amaçlarına ulaşamazlar. Sen hemen olay yerine var
ve gerekeni yap. Arkadaşların benimle kalsın. Yürüyecek halleri yok."

"Nasıl istersen bilge. Onlara iyi bak. Güzel haberler bekliyorum."

*Çok hızlı bir şekilde olay yerinden uzaklaşır.

"Çocuklar, size bakmayı unutmuşum." *Yeşil bir enerji dalgası oluşturarak


yaralarına serpiştirir. "Merak etmeyin, biraz dinlenince kendinize
geleceksiniz. Bu sınırdan dışarıya adım atarsanız yakalanırız. O yüzden
düşman buraya gelse bile sakince alanın içerisinde kalın. Bir şey olursa bana
bildirin. Çok işimiz var".

Tekrardan içeri girer.

"Yerinde kaldığını görmek güzel. Seni zapt etmek göründüğünden daha zor.
Şimdi söyle bakalım, ona sen mi anlatmak istersin yoksa ben mi anlatayım?"

"Etrafta Muhittin mi dolaşıyor acaba?" *Sağına soluna bakar ve bir şey


göremez.

"Hahahahah. Hayır hayır, ben sana söylemiyorum, içindeki ile konuşuyorum.


Fark etmedin mi?"
"Hatırladığım kadarıyla ağzımdan "Rangius" gibi bir kelime çıkmıştı."

"Doğru işte ona söylüyorum." Bence her şeyi sana anlatacaktır. Şimdi minik
bir uyku vakti."

"Nası?"

Alnıma bir rüzgar dalgası geldiğinde durumu anlayamadım. Zaten anlamama


da gerek kalmadı. Bir anda kafayı vurduğumu hatırlıyorum.

Ardından kendimi bir boşlukta buldum. Olduğunca beyaz, boyutsuz bile


diyebileceğim bir boşluk...

"Tekrar görüşmek için can atıyordum" dedi bir ses. Arkamı döndüğümde
yine mavi-beyaz karışımı her tarafı pelerin ile kaplanmış üniforma gibi bir
elsibeye sahip birini görüyorum.

"Bilmediğin birçok şeyi sana söyleyeceğim. Gücünü nasıl kullanabileceğini,


nasıl kontrol edeceğini öğreteceğim. Karşılığında senden sadece dostlarımı
korumanı istiyorum. Bunu yapabilir misin?"

"Bilemiyorum. Eğer yeterince güçleneceksem..."

"Yanlış! Dostlarımı korumak için güçleneceğim! diyeceksin. Kendimi


korumak için gelişeceğim! diyeceksin. Düşmanıma galip gelmek için
savaşacağım! diyeceksin. Zekamı ve benliğimi kullanarak enerjimi sadece ve
sadece doğruluktan yana kullanacağım! diyeceksin. Şimdi söyle bakalım,
dostlarımı koruyabilir misin!?"

Bunları söylerken zerre gözlerini kaçırmadı. Söylediği ne varsa kalbinden


söylüyordu. Şu anki durumumda beni eğitmesinden başka bir şansım yoktu.
Biraz daha düşündüm, aklıma benim için kendini feda eden, adını bile
bilmediğim arkadaş geldi. Dışarıda onlarcası anlamadığım ve bir anda çıkan
bu savaş için çaba harcıyordu. Belli ki herkes görevi ne ise onu yapıyordu.
Benim ise bundan sonra normal bir hayatım olmayacaktı, olamazdı. Ya yeni
hayatımın temellerini atıp görev bilinciyle hareket edecektim, ya da bu
insanların, -ya da her neyseler artık- çabalarının boşa gitmesini sağlayıp
boşu boşuna ölecektim. Kendi kendime sinirlendim. Zayıf olduğum için, daha
fazlasını yapamadığım için öfkelendim. Karşımdakine bakarak "Dostlarını
koruyacağım" dedim. "Hem de ne pahasına olursa olsun".

Bir süre beni inceledi. Bu kararlılığı bekliyor muydu yoksa beklemiyor


muydu anlayamadım.

"Adım Rangius, senin içinde dolaşan enerjinin önceki kullanıcısıyım.


Detaylara girmeden tanışmak daha mantıklı olur."

"Adım Can. Ne olduğunu bile bilmeyen versiyon 2.0 halinim. Lütfen bana her
şeyi anlat ve onlara yardım edebileceğim kadar kısa bir sürede beni eğit."

"Tabii ki, ama burada zaman konusunda pek endişelenmen gerekmiyor.


Burada normal zamanın yüzde biri kadar bir hızda akış vardır. Fakat burası
senin iç dünyan olduğu için dışarıdaki zamanı etkilemez. Yani dışarı
çıktığında burada ne kadar zaman geçirirsen geçir sadece yüzde bir oranında
bir zaman geçmiştir. Bu da bize yeterince vakit kazandırır. Fakat önden
söyleyeyim, buradan ne zaman çıkacağın sadece sana bağlı. Eğer fazla vaktin
olduğu için her şeyi hafife alırsan, savaşı baştan kaybetmiş oluruz. Kibir ve
kin, insanın en büyük düşmanıdır. Asla kendini büyük görme ve asla kendini
küçümseme. Ne gerekiyorsa onu yap.

"Anladım... O halde sana "sensei" diyebilir miyim?"

"Rangius yeterli. Sana bilmen gereken tüm şeyleri anlatarak başlayayım.


İleride savaş meydanında bir şeyi anlayamayıp donup kalmanı istemeyiz."

Ve bana şu anki Dünyamın mekaniklerini anlatmaya başladı...


Bölüm Altı: Ruh Öldü
Ruhu içeride tutan nedir? Belki de içeride olmamalı.

*Rasengan: Naruto adlı animede kullanılan bir teknik

*Cero: Bleach adlı animede kullanılan bir teknik.


Bölüm Altı: Ruh Öldü
Ruhu içeride tutan nedir? Belki de içeride olmamalı.

Rangius bana şu anki Dünyamın perspektifini ve detaylarını anlatmaya


başladı. Sonunda kafamdaki birçok soru işaretinin cevabını alacaktım.

"Öncelikle en temel silahımız olan "enerji" teriminden başlayalım. Bildiğin


gibi her şey maddeden oluşur. Atomlardan, atomaltı parçacıklara kadar, hatta
daha ötesinde bile enerji vardır. Bu enerji tüm evrende birbiriyle
bağıntılıdır, yani asla "enerjisiz kaldım" diye bir şey söyleyemezsin. Zira
kendin de bir enerjinin birleşimisin. Burada bilmen gereken tek şey ne tür bir
enerjiye yatkınlığın olduğu. Öncelikle enerjileri sınıflandıralım:
Kırmızı
Doyumsuzluk, hız, güç ve adrenalin. En yüksek seviyeye ulaşıldığında zaman
manipülasyonu da yapılabilir (Zamanı yavaşlatma, hızlandırma)
Düşmanlarımız da oldukça doyumsuz olduğu için bizim enerjimizin peşinde.
Bu detayı sonra tekrar konuşacağız.
Beyaz
Saflık, hiçlikten gelen uyum. Diğer enerjileri dönüştürebilir ve kendisi de
dönüşebilir. Gücü çok yüksektir ve kullanıcıya uyumludur. Kullanıcıları çok
nadirdir çünkü bu enerjiyi kullanmanın yolu tam odaklanma, akış ve birden
fazla enerjiye yatkınlıktan geçer. Temel olarak hiçbir kullanıcı bu enerjiye
yatkın bir şekilde doğmaz, onu elde etmek çok zordur.
Yeşil
Güven, Şifacılık. İyileştirme etkisi en yüksek enerji türüdür. Yeşil enerji
kullanıcılarının iradesi güçlüdür ve savaşçı özellikleri en yüksek seviyede
olmasa da oldukça iyidir. Fakat sayı olarak kırmızı ve mavi enerjilere oranla
çok az kişide bu yetenek bulunur. İyileştirme yetenekleri yüzünden savaş
meydanlarında çok büyük bir öneme sahiptirler. Aynı zamanda çoğunlukla
korunmaları gerekiyor çünkü düşmanlarımız onları yaşatacak kadar aptal
değil. Ne kadar güçlü olursa olsunlar en iyi savaşçılarla boy ölçüşemezler.
Kahverengi
Maddesel özellikler daha baskındır. Telekinetik güçler konusunda oldukça
ileridedir ve fiziksel yönden aşırı gelişmiş kullanıcı tipleri de barındırır ve
takım olarak çalışırlarsa güçlü bir savaşçıyı bile kolayca avlayabilirler. Bu
tür kullanıcılarla karşılaştığında aklını bedeninden daha çok kullanmak
zorunda kalabilirsin çünkü maddeyi kolayca yönetebilen bu kullanıcılar seni
kolayca yanına yaklaştırmayacaktır.
Siyah
Güç, hırs ve tutku. Tam odaklanma doğuştan gelir. Güncel olarak kullanıcısı
olup olmadığı bilinmemektedir fakat, önceden bilinen kullanıcılarında akıl
almaz bir güç olarak savaş meydanlarında kan kusturmuştur. Nasıl erişildiği
konusu henüz netlik kazanmamakla beraber daha çok kırmızı enerji
kullanıcılarının kullandığını biliyoruz. Eğer bu gücü kullanabilen birini
görürsen her şeyini ortaya koymanı tavsiye ederim. Senden bile güçlü
olabilir.
Gri
Ağır bir havası vardır. Kullanıcıları genelde sadeliği ve göz önünde
olmamayı sever. Monoton bir enerji türüdür ve kişi bu enerjide
uzmanlaştığında görünmezliğe yakın bir yetenek edinebilir. Yine de
kullanıcısı azdır ve diğer enerjiler arasında pek dikkat çekmez. Casusları
genelde bu enerji tipinden seçeriz.
Mor
Bilinçaltında korkuyu temsil ettiği gibi kullanıcıları da gaddardır. Sadece
yapmak istediklerine odaklanırlar ve mor enerjinin güç farkı bir çok enerji
türünden fazladır. Bu yüzden kırmızı ve mavi enerjiye denk görülebilir ama
aşırı nadirdir. Ayrıca kendi özelliklerini zaman geçtikçe evrimleştirebilir. Bu
da onun potansiyelinin nerede biteceğini sadece kullanıcısın belirlediğini
gösterir. Yani eğer denk gelirsen, bil ki başın yine dertte.
Sarı
Hava elementlerinde yüksek manipüle oranına sahiptir. Saldırgan yetenekleri
arasında en popüler olanı şimşektir. Aura kullanımı çok üst düzeyde
olduğundan konu savaşa geldiğinde, kullanıcıları son derece dikkatli ve
aşılması zor bir yetenek setine sahiptir çünkü Dünya tepkileşime en kolay
girebilecekleri gezegenlerden biridir. Savaşlarda madde manipülatörleri
arasında yeteneklerini en hızlı kullanan gruptur. Bu yüzden eğer karşılaşırsan
onlarla kapışmanın zor olacağını bil. Geçmişte Onlarla karşılaştığımızda
birkaç kez kaybettik. Kazandığımız bir iki karşılaşma oldu fakat sayı
üstünlüğü ve güçlü generaller ile alındı. İşte bu kadar tehlikeliler.
Turuncu
Bu enerji türünün sadece bir kullanıcısı vardır: "Katalizör"

Tek kişide bulunmasının nedeni enerjinin aynı düşüncedeki kullanıcılar


tarafından tek bir kanalda çağrıştırılmasıdır. Katalizör bu yeteneği bilinçli
bir şekilde açabilir fakat turuncu enerji dönüştürülemeyen iki enerji türünden
biri olduğundan aktifleşmesi için çok yüksek bir kullanıcı iradesi ve güçlü
bir hissel destek gerektirir. Eğer kullanılabilirse dengi yoktur. Bu yüzden bu
efsanevi enerji türü kadim kaynaklarda "Tanrı iradesi" olarak geçer ve henüz
gerçek olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat kendi tahminimce bize kadar
gelmiş olması, bir şekilde bir yerlerde gerçek olduğu yönünde.
Pembe
Rahat bir enerjidir. Kullanıcısına çeviklik ve hız konusunda yardım eder.
Çoğu zaman suikast görevlerinde bu enerji kullanıcıları kullanılır. Ayrıca
rahat hareket avantajları vardır, yeterince hızlı değilsen ve aynı tür enerji
kullanıcısı da değilsen onları yakalaman çoğu zaman imkansızdır.
Mavi
Verimlilik, otorite ve sonsuzluğu ifade eden mavi, enerjisel olarak
dayanıklılığı ve evrenselliği temsil eder. Evrendeki en stabil enerji türüdür
ve simgesel olarak en çok kullanıcısı olan ikinci enerjidir. (İlk sırada kırmızı
gelir.) Mavi renk öğrenmesi kolay fakat ilerlemesi en zor enerjidir. Aynı
zamanda Kırmızı enerji ile başı çekmektedir.

Kimse enerjilerin gerçek isimlerini söylemez. Enerjiler kullanıcıların kendi


bilinçlerinde farklı isimlere sahip olur ve aralarındaki bağ kopmaz.

Birden fazla enerji türünü kullanabilenler o enerji türlerini uzmanlıklarına


göre geliştirebilirler. Fakat enerjilerin kendi bilinçleri olduğu efsanesi
yaygındır. Bu yüzden neler olacağı bilinmediğinden enerjileri birleştirmek
yerine çoğu kişi bir arada kullanmayı tercih eder. Bu çift kullanıcılar da
oldukça nadirdir.

Enerji konusunu aştığımıza göre şimdi Kırmızı kullanıcı grubundaki


düşmanlarımız ve diğer enerji türlerinden bazı düşmanlarımızın neden senin
peşinde olduğu konusuna da açıklık getirebiliriz.

Sana turuncu enerjiden bahsetmiştim ya, kadim olan. İşte senin içindeki
enerji de onun gibi farklı bir enerji aslında. Mavi enerji olarak biliniyor, ama
aslında çok daha fazlası. Öyle ki evrendeki her noktada kullanabileceğin
sonsuz bir enerjiye sahip. Ne var ki bu bazı problemleri de beraberinde
getiriyor. Kullanıcısı çektiği gücü kullanabilecek kadar yetenekli ve
dayanıklı değilse kendisi zarar görür. Şifa kullanıcıları bir yere kadar seni
iyileştirebilir, fakat eninde sonunda düzeltilemeyecek kadar "bozulursun". Bu
yüzden bu enerjiyi kullanırken üzerinde "uzmanlaşmayı" öğreneceksin.
Kapasiteni öğrenecek ve gücü bu ölçüde kullanacaksın. Eğer kahramanlık
yapar da haddinden fazla güç çeker ve kullanırsan, eninde sonunda patlarsın
ve yaptığın şey de işe yaramamış olur. Bu yüzden burada benimle
eğitimdeyken sınırlarını öğrenmek birinci çıkış şartın. İkincisi ise, enerjiyle
ilk temasa geçtiğinde yeşil enerjiyi kullandın. Bir insan olarak ruhun yeşil
enerjiyle bütünleşti. İçinde mavi enerjinin "kilidi" açıkken hem de. Bu
durumu ben hiç yaşamadım. Yaşamımın başından sonuna dek bu özel mavi
enerji ile savaştım ve öyle de öldüm. Seni ilginç kılan nokta burası. Enerjini
açığa çıkardığın an iki enerji türünü birden kullandın... Yo yo, üç enerji türü.
Kırmızı enerjiyi de kullandın değil mi?"

"Bilmiyorum. Her ne yaptıysam o an bilincim yerinde değildi"

"Evet, ama benimki yerindeydi. Onlarla kim savaştı sanıyorsun. Unutma, ben
şu an senin içinde yaşıyorum. Ama hissettiğim kadarıyla burada yalnız
değiliz. Başkası da var."

"Ne demek başkası da var?"

"İç dünyanda habersiz olduğun ve senden habersiz başkaları da var. Bu da


demektir ki başka numaraların da var. Gerçekten beraber çalışmak çok ilginç
olacak. Kendimden sonra ikinci kullanıcıda bu kadar özel durumlar
beklemiyordum doğrusu."

"Peki bu iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?"

"Sana yalan söylemeyeceğim. Ben sana yardım etmek için buradayım ama
diğeri neden burada bilmiyorum. Aslına bakarsan benim burada bile
olmamam gerekiyordu ama enerji bir şekilde beni içinde yaşattı, bilincimi
kaybetmememi sağladı. Diğerinin neden burada olduğunu bulmak sana
kalmış. Ama biz yine de ana konumuzdan devam edelim. Üç enerjiyi kullanan
ilk kişi olarak tarihe geçtin. İki enerjiyi beraber kullanan oldu ama üçünü
kullanan olmadı. Bu da akla senin "katalizör" olup olmadığını getiriyor. Eğer
öyleysen turuncu enerjiyi de açığa çıkarman gerekirdi, ama hiç pırıltı bile
yok."

"Katalizör olmam iyi bir şey mi olurdu?"

"Evet, bir açıdan çok iyi olurdu. Ama diğer açıdan hiç iyi olmazdı."

"Hangi açıdan iyi olmazdı?"

"Umarım bunu öğrenmek zorunda kalmazsın. Yazılanlar doğruysa ve katalizör


isen seni hem acı, hem de aydınlık bekliyor. Bu konuda daha fazlasını
söylemeyeceğim."

"Hiçbir şey anlamadım sanırım."

"Böylesi daha iyi. İnan bana eğer öyleysen bu tecrübeyi acı bir şekilde
yaşayacaksın. Konu konuyu açıyor ama sapmadan devam etmeliyiz. Biz
Dünyada özel bir birlik olarak biliniyoruz. Hükümetlerle gizli bir şekilde
ortaklaşa çalışıyoruz. Dünyaya karşı olabilecek saldırılara karşılık vermek
gibi bir görevimiz var. Öncelikle hiyerarşiyi tanıman açısından çok basit bir
sistemimiz var. En küçükten en büyüğe:
Acemi savaşçılar:
Bu rütbedeki herkes içindeki gücü kullanmayı öğrenmiş fakat henüz onu
gerçek anlamda kullanmayı başarabilen kişilerdir. Mümkün olduğunca arka
saflarda tutulurlar ve her zaman eğitimde tutulurlar. Savaş zamanında
dünyevi ihtiyaçların giderilmesinden, savaş bitiminde yaralıların
taşınmasından sorumludurlar. Ön saflara girerlerse kıyma olurlar. Bunu
istemeyiz.
Savaşçılar:
Bu rütbedeki herkes artık birçok konuda tecrübelidir. Ön saflar için ortalama
seviyede yeterlidirler. Fakat savaş meydanında uzun süre savaşabileceklerini
sanmıyorum. Özellikle de güçlü düşmanlarımıza karşı tek başlarına çok
efektif değiller. Senin için hayatını feda eden arkadaşın "Eden" onlardan
biriydi.

"Eden..."

"ve Era. İlk tanıştığın kişi. O da bir savaşçıydı."

"Karşımızda ne vardı ki kaybettik?"

"Diğerleri savaşçıydı, Senin ölüp ölüp dirildiğin kişi muhtemelen kale


seviyesi bir düşmandı."

"Yani ölürsem kale seviyesinde bir düşmanı öldürebilirim..."

"Acemi şansını savaşa katmamanı tavsiye ederim. İkinci kez dirileceğinin bir
garantisi yok. Ayrıca olay sonrası seni ilk bizim tarafımız bulmasaydı
muhtemelen ne kadar dirildiğinin bir önemi olmazdı"

"Anladım"
Acemi General:
Bu rütbedekiler ise ortalama 3 savaşçı kadar güçlüdür. Enerjiyi ustaca
kullanabilenlerin erişebildiği bir rütbedir. Daha üste çıkmak isteyenler her
konuda iyi olmak zorundadır. Sizin karşılaştığınız düşmanınız sadece bir
acemi generaldi. Buna rağmen ne kadar zorlandığınızı gördün. *İçten içe
daha da üzülür.
Kale General:
Bu seviyedeki generaller hem fiziksel anlamda, hem de enerji anlamında
bütünsel düşünür ve tek başına alt edilmesi zordur. Savaş zekanın ağır
bastığı tarafta biter. Bir sayı verecek olursam, bir kale generalinin karşısına
10 savaşçıyı koyarsan, muhtemelen hepsiyle aynı anda kapışabilir. Belki
kazanamaz ama en azından yarısını öldürür. Grim ile kapışan(Dövmeli adam)
rakip bu seviyedeydi. Fakat Grim gücünü ortaya çıkarsaydı size de zarar
verirdi. Bu yüzden onu zamanında öldüremedi. Bilgeden de bu yüzden fırça
yedi çünkü daha iyi sonlandırabilirdi o savaşı.
Tar General:
Bu seviyeye çıkabilen sayısı yüz üzerinden belki ondur. O da iyi düşünürsek.
Bir taburu, hatta orduyu yönetme yetkileri vardır. Bu tür generallerle henüz
tanışmadın. Ama tanıştığında etkileneceğinden eminim. Tam bir ölüm
makineleri olmalarının yanı sıra bu seviyede bir generalin karşısında 50
savaşçı bile duramaz. En iyi ihtimalle beş kale generali dengi düşmanı
olması gerekir ki yorulup yenilebilsin.
Elit General:
Bu generallere bir sayı vermemin anlamı yok. Çok değişken olmakla beraber
bir orduya bile denk olabilirler. Kişiden kişiye güç farkı değişir ama mutlak
olan bir Tar Generalin çok üstünde olduklarıdır.
General:
Generaller ise hiyerarşinin başındadır. Her tür yetkiye sahiptirler, bu yüzden
generaller aynı zamanda bir konsey oluşturur. Bunlara baş general başkanlık
yapar. Önemli kararlar beraber alınır. Bir generalin gücü hayal gücüyle
sınırlıdır. Grim aslında bir general. Fakat bu seviyede birinin bir kale
generalini gücünü kullanmadan yenememesi gördüğüm en büyük kara leke.
Sebebini bilmesem muhtemelen generallikten düşürmeni sağlardım.

"Gücünü biz menzilindeyken kullanmadı değil mi? Neden peki?"

"Grim sana kim olduğunu anlattı mı?"

"Hayır."

"Öyleyse bunu ona sormalısın. Benimle konuştuğunu paylaşırsan sana


anlatacaktır."

Konumuza gelirsek bu seviyede tam olarak 10 general var. Her general bir
bölge aralığından sorumlu. Şu ana kadar birkaç generalimiz malesef rakibe
yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Kalanlarla en iyisini yapmaya çalışıyoruz.

"Yani General seviyesinde düşmanlar da mı var?"

"Bunu söylemek can sıkıcı ama evet. Seni nelerin beklediğini söyleyerek
moralini bozmayacağım. Zaten er geç yüzleşeceksin. Umarım hazır olursun,
olmazsan kesin şekilde kaybedeceğimizden eminim."

"Neden öyle söyledin?"

"Çünkü ben kaybettim... Senin bir şansın varken ikinci kez olmasını
istemiyorum. Bunu anlatmak çok zaman alacağından arkadaşlarını
kurtardıktan sonra Grim, Desa ya da Soardan önceki savaşı dinlemen iyi
olur."

"Grim dışındakiler kimler?"


"Onlar benim dostlarım ve en büyük yardımcılarımdı. Şu anki hallerini pek
bilmiyorum, senin objektifinden görüyorum. Ama sanırım benim yokluğumda
kendilerini olabildiğince geliştirdiler. Enerji akışından bunu hissediyorum.
Umarım onlara iyi bir lider olursun."

"Lider mi? Ben kendime bile lider olamıyorum..."

"Olacaksın."
Başgeneral:
Bu önceki savaşta ölmeden önce benim ünvanımdı. Sayısız savaşta bu
enerjinin gücünü kullanarak üstün geldim. Rakiplerim benim gibi elindekiyle
yetinen tipler değildi. Bu yüzden daha da güçlenmenin yolunu buldular ve
beni, bu enerjiyi kendilerine uyumlamak için katlettiler. Enerjilerin yaşayan
bir bilince sahip olduğunu söylemiştim*, ve enerji onlarda hayat bulmayı
reddetti. Evrenin, zaman-mekan akışının arasında kendini gizledi. Hiçbirimiz
bu Dünyadan bir insanla bütünleşeceğini bilemezdik. Ama bu zaman
diliminde ve seninle birleşti. Eğer kötücül birinin eline geçseydi bu
konuşmayı sanırım yapamazdım. Enerjinin seçimi boşuna olamaz, bu yüzden
ona ve sana güveniyorum. Sen benden daha iyi olacaksın ve bu enerji
savaşını nihayetinde sonlandıracaksın. Bu sebeple asla iradeni kaybetme.
Bizim enerjimiz irade ile çalışır.

"Bir sorum var, John, yani ben adını bilmediğim için ona öyle diyorum. İnsan
silahlarının bizde işe yaramayacağını söyledi. Ne demek istedi?"

"Enerjiden oluşanı enerji ile öldürürsün. Fiziksel hasar bir yere kadar etki
eder. Kullanıcılar birçok konuda olaya hakim olduğundan kendilerini normal
insanlara karşı savunurken zorlanmayacaktır. İnsan algısının çok
ötesindeyiz."

"Benim de bir insan olduğumu varsayarsak..."

"Sen içinde enerji şelalesi olan bir insansın. Diğerleri öyle değil. Öyle
olabilirler, ama yine de senin gibi olamazlar. Bu da seni onlardan ayrı
yapıyor."

Yine konudan saptık gibi. Genel derslerimizi bitirdiğimize göre teknik


derslerimize başlayabiliriz.

"Hemen mi?"

"Hemen. İlk dersimiz enerji akışını hissetmek. Yapman gereken tek şey
odaklanmak. Önce kan akışını hissetmeye çalış, imajine et. Daha sonrakinde
ise enerji akışını hayal et. Vücudun reaksiyon gösterecektir. O reaksiyona
göre hislerini uyumla, görüşünü insani bakış açısından ayır. Böylece enerjini
görebileceksin."

"Peki meditasyon şeklinde mi yapmalıyım?"

"Bunun için vaktimiz yok. Bedeninden ruhunu çıkaracağım ve sen orada


öğrenene kadar geri gelmeyeceksin."

"Anlamadım?"

Ani bir çekimle kendimi havada asılmış bir şekilde buldum. Yine kendi iç
dünyamdaydım. Ama iç dünya içinde iç dünya gibi absürt bir durumdaydım.
Havada asılı kalmış olduğum için ileri ve geri gidemiyordum. Arkaya
baktığımda bedenimi gördüm. Yani iç dünyadaki bedenimi... Bu beden benim
bedenim gibi değildi, resmen evrim geçirmiş halimdi. Kendi içimden "vay
anasını" dedim. Sonrasında Rangiusa bakındım ama etrafta kimse yoktu.
Söylediklerini hatırladım. Öncelikle hiç yokmuşum gibi odaklanmam gerekir
diye düşündüm. Denemeye koyuldum. Zamanla bu bembeyaz ortamın hafifçe
kararmaya başladığını fark ettim. Bu iyi bir şey miydi bilemiyorum.
Sonrasında "eğer enerjiden besleniyorsam hiçliğimle değil varlığıma
odaklanmalıyım diye düşünüp öyle yaptım. Bir süre sonra kendiliğinden kan
akışımı hissetmeye başladım. Sanki bir şey bana bu konuda yardımcı
oluyordu. Hazır hissettiğimi düşündüğümde artık enerjiyle etkileşime
geçmem gerekiyordu. Mavi tür bir enerji kullandığımdan imajine ettiğim
şekil de öyleydi. Orada ne kadar kaldığımı bilmiyordum ama benim açımdan
günler geçmişti. Bu iyi değildi, zaman akışında oran yüzde bir bile olsa
fazlaydı. Her dakika önemliydi. Bunları ve dışarıdaki kaosu düşünerek
denemeye devam ettim ve ardından yine gizemli bir ses işittim.

"Sonunda beni duyabiliyorsun..."


Bölüm Yedi: Bitti
Böyle bitmemeliydi, çünkü henüz gerçekleşmedi.
Bölüm Yedi: Bitti
Böyle bitmemeliydi, çünkü henüz gerçekleşmedi.

Bir ses duydum ama tanıdık bir ses değildi. Sağımı solumu taradım ama bir
şey yoktu. Beyazlıklar içindeki alan mavimsi partiküllere dönüşmeye
başladı. Karşımda alt tarafında sanki milyonlarca veri aktarılıyormuş gibi
duran neon mavisine benzer bir küre belirdi. Olduğum yerden neler olduğunu
anlamaya çalışıyordum. Enerjilerin bilinçleri olduğunu düşününce karşımda
olan belki de benim kullandığım ya da içimde olan bilinçti.

"Doğru!"

"Nasıl yani!?"

"İçinden geçenleri bilmemin nesi yanlış? Benimle bütünleştin, her şeyinde


ben de varım. Dolayısıyla aklından neler geçtiğini bilebilirim."

"Peki şu an aklımdan neler geçiriyorum?"

"Hoşlandığın kızların listesini bilip bilmediğimi merak ediyorsun. En son


zengin olma fırsatlarını elinin tersiyle itmen aklına geliyor ve çıldırıyorsun.
Bunlar çok alakasız. Günümüze gelir misin? Aah evet, Eden ve Era senin
içinde öfke biriktirmene sebep olmuş. İçten içe ölümlerinin senin yüzünden
olduğunu "while" döngüsüne sokulup "brake"* komutu almayan bir
bilgisayar gibi sürekli tekrar ediyorsun. Anlaman gereken şeyleri Rangius
sana tam olarak anlatamamış. Bunların olma nedeni sensin evet, ama sen
olmasan da bunlar olmaya devam edecekti. Belki daha iyi, belki daha kötü.
Biz bilinçli enerjilerin karakterleri vardır. Bunları zaten sana açıklamıştı.
Senin yapacağın şey bu enerji savaşına bir son vermek olmalı. Bizler her ne
kadar bilinçli enerjiler de olsak, kullanıcılarımızın faaliyetleriyle yaşarız.
Benim Mavi enerji türü olduğumu biliyorsun değil mi?"

"Evet, açıkça belli oluyor"


"Evet, bir nevi öyleyim. Beni diğer bilinen enerjilerden ayıran tek şey üst
bilince ait olmam."

"O ne demek ya?"

"Üst bilinç her şeyin bağlı olduğu ve neyin ne olduğunu kontrol edebilen bir
güçtür. Aklına Tanrı modu gelmesin. Olay onunla çok alakasız. Biz
halihazırda var olan ve farklı mekanikleri işleten dişlileriz. Siz ise sadece o
dişlilerden yararlanma yeteneğine sahipsiniz."

"Bu durumda sanırım biz sadece sizin eğlence aracınızız? Öyle mi?"

"Hayır, genel olarak ilk bakışta her şey bizimle ilgiliymiş gibi duruyor. Ama
evrende belli bir sistem vardır ve bu sistem dengelenmezse bozunumlar
ortaya çıkar. Bu bozunum sistemi zamanla işgal eder ve eninde sonunda her
şey yok olur. Enerjiler bu sistemin çarklarıdır ve motor ise katalizördür. Yani
burada senin görevin bu sistemi dengede tutmak. Alt ve üst enerjiyi korumak
ve sistemin dışına çıkanları durdurmak."

"Çok karmaşık ve pek bir şey anlamadım. Yani bu durumda benden sadece bu
dengeyi korumamı mı istiyorsun?"

"Evet."

"Peki neden bu işin de otomatiğe bağlandığı bir senaryo yok?"

"Bu durumda çok daha öncesine gitmek durumundayız. Gerçekten neler


olduğunu öğrenmek istiyor musun? Bunları bilmek zihnine fazla gelebilir."

"Eğer ölmeyeceksem kafamdaki soru işaretlerini gidermek daha akıllıca bir


durum."

"Peki öyleyse, zihinsel bedeninin kaldırabildiği kadarıyla sana


göstereceğim."

"Yani beynime girmek gibi mi?"

Ardından "çat" diye bir frekans girer...


Geçmiş zaman dilimi
"Hey, evrenin dört bir köşesini kollayacak kadar yüksek bir bilince sahipse
neden onu biz kollamak zorundayız ki?"

"Gereksiz kargaşa çıkarma! Evrenin en önemli kuralı uyumdur. Eğer bu kendi


kendine olacak olsaydı yine bozunum meydana gelirdi. Sebep-sonuç olarak
olması akla en yatkın durum."

"Senin zekan o kadarını aldığı için en mantıklı durum olarak bu teoriyi ortaya
çıkarıyorsun tabi."

"Galiba seni düşmanlardan önce ben öldüreceğim." Sinirli*

"Gel de sana kendini savunmak konusunda birkaç ders vereyim!"

"Kesin sesinizi!"

"Kumandan!?"

"Yaptığınız görevin ne derece sorumluluk gerektirdiğini göremiyorsanız bu


işi yapmayın! Kimse sizden zorla iş yapmanızı beklemiyor!"

"İyi de asırlar boyunca kimse buraya saldırmadı bile. Hatta onu geç bu
boyutu görebildiklerini bile sanmıyorum. Neden bu kadar ciddisiniz ki?"

"En iyi koruyucu bile olsanız gardınızı indirdiğinizde sadece bir hiçsiniz.
Bilinçler aynı değildir. Her biri başka bir şeyi yönetir ve birbirlerine karşı
hissiyata sahiptirler. Onları insan gibi görürseniz anlamanız daha kolay olur.
Her biri daha da fazlasını ister. Kendi aralarında bile kaos vardır. Bu yüzden
biz koruyucular dışında enerjileri kolayca manipüle edebilen ve onları en üst
seviyede kullanabilen yok zaten. Ayrıca enerji düşmanın kimliği ile gelişir.
Buraya saldırma niyetinde olan kişiler çok güçsüz de olabilir, bizimle tek
başına idare edecek kadar güçlü de olabilir. Bunu anlayabildiğinizi
umuyorum."
"Öyle bir düşman gelse de günlerce savaşsak. Hayatımız sadece burayı
kollamakla geçiyor."

"Umarım bu dileğin gerçekleşmez."

"Böylesine bir güç gerçekten de kötü kalpli varlıkların eline geçmemeli. Her
istediğini yapabileceğin kadar muazzam bir güç tüm dengeleri bozar."

"Kumandan, merak ediyorum da bu güce biz sahip olamaz mıyız? Ya da en


azından geçmişte bu oldu mu?"

"Bu güç geçmişte sadece bir kişinin eline geçti. Biz koruyucuların her yerde
olduğu bir zamanda, evrende barış hakimken böylesine bir şeyin
olabileceğini kimse düşünmedi bile. O zamanlar sorunlar çıksa bile
büyümeden galaktik konfederasyon devreye girer ve sorunu çözmek üzere
barışçıl bir şekilde diplomasi yürütürdü."

"Galaktik konfederasyonu duymuştum, birçok varlık türünün ortak bir şekilde


kanunlar çerçevesinde evreni yönetmesi miydi?"

"Evet kağıt üzerinde öyleydi. Aslında onlar olabilecek felaketleri engellemek


adına vardı ve işlerini bir şekilde doğru yaparlardı. Bazen evrendeki canlılar
bunu bilmese bile."

"Sonrasında ne oldu?"

"Bir andromedalı boyutsal farklılıklar üzerine araştırma yapmaya başladı.


Öyle ki zaman içerisinde bu sırları çözmeye de başladı. Gelecek öngörüsü,
geçmişe gidebilme, olayları değiştirme, duyu manipülasyonu, zaman,
mekan... Aklına gelebilecek her şeyi çözmeye başlamışken evrendeki
enerjilerin de onlarla uyumlu davrandığını fark etti. Yapabileceklerinin sınırı
olup olmadığını daha ileri giderek test etmeye başladı. Bildiğiniz gibi
andromedalılar saf enerjiden oluşur. Yani kendileri de tam anlamıyla
benzersiz enerjilerdir. Bunu fark etmesinde en önemli etken sanırım buydu.
Enerjilerin ortak kaynağını buldu ve bunu yaparken galaktik konfederasyonun
radarına takılmadı. Hoş takılsa da duyularla oynayabilen ve zamanı geri
alabilen bir varlık muhtemelen bunu çok sorun etmeyecekti. Ondan ve
evrendeki frekansların değişiminden rahatsız olanlar da vardı. Siriuslular ve
pleiadesliler bu durumu fark etti fakat sorunun kaynağı olan andromedalıyı
takip edemediler."

"Vay anasını. İşlerin bu şekilde evrileceğini hiç düşünmemiştim."

"Sessizlik! Daha sonrasında ise frekans biliminin çok ileri boyutlara


erişmesi sayesinde pleiadesliler de enerji kaynaklarının birleştiği yeri fark
etti. Andromedalının orada olacağını düşünen pleiadesliler bir tabur ile
peşine düştü. Bu arada söylemediysem, pleiadesliler kolektif bilince inanır.
Adeta bir karınca gibidirler. Zeki, güçlü ve ortak bilinç. Neyse, sonunda
pleiadesliler oraya ulaştıklarında çok farklı bir enerji hissetmeye başladılar.
Andromedalı onlara gözüktükten kısa bir süre sonra adeta yok oldu.
Pleiadesli savaşçılar da bizim gibi enerjiyi kullanma konusunda çok
ustaydılar. Bu yüzden andromedalının onlar için hazırladığı tuzağı fark ettiler
fakat kaçamadılar. Andromedalı olacakları çoktan gelecek görüsü ile görüp
adımını buna göre atmıştı. Minik bir kara delik çekimine maruz kalan
pleiadesliler ona engel olamıyor, fakat ölmüyorlardı da. Andromedalı tekrar
onlara görünür oldu. Uzay-zaman boşluğunda adeta bir yarık açmış gibiydi.
Var olan fiziksel kurallar ona etki etmiyordu. Pleiadesliler bir şey
yapamamıştı fakat konfederasyona sinyal göndermeyi başarmıştı. Yine de
konfederasyon hiçbir zaman oraya gidemedi. Çünkü bulundukları zaman
dilimi farklıydı!"

"Heee!? Yani hem oradalardı hem de orada değiller miydi?"

"Evet, aslında tam olarak olan buydu. Andromedalı sadece zaman-mekan


değil, maddeselliğin de çok ötesine geçti. Kendi deyimiyle 'tanrı gibi bir şey
varsa o da onun suretiydi.' Bu andromedalının isteğine gelirsek, hayat denen
olgunun sadece bir yanılsama olduğuna kanaat getirmişti ve onu tamamıyla
ortadan kaldırmak dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyordu. Ona göre "bilinç"
sadece bir tekrarlamadan ibaretti ve evrene gereksiz yere yük oluşturuyordu.
Ayrıca bilinç canlandığında sadece enerjileri kullanıp kirletiyordu.
Böylesine bir kirlilik sisteme sadece engel oluyordu. Bu düşünce ve
motivasyon ile bu kaynakların ortasında bulabildiği tüm enerji türlerine
maruz kaldı ve onlarla işbirliği yapmak yerine inanılmazı başararak onlara
boyun eğdirdi."

"Enerjilere boyun mu eğdirdi?"


"Evet ama orada ne olduğunu bilmiyoruz."

Ardından "çat" diye bir frekans daha girer...


Şimdi
"Ağhhh!"

"Bu kadar mı dayanabildin?"

"Az önce ne oldu? O soruyu soran koruyucu benmişim gibi içindeydim. Bu


oda gibi orada da değişik görüler oldu. Ve kulaklarım inanılmaz çınlıyor!"

"Az önce bana maruz kaldın. Fiziksel bedenin henüz yeni alışkanlıklarına
uyumlu hale gelmemiş."

"Evet ama olan biteni görünce sormadan edemem, tüm enerjilere boyun
eğdirdiyse sen de onun değil misin?"

"Dahasını soracak güce ulaşana kadar bu soruna cevap veremem.


Zamanından önce alınan cevap sana sadece keder getirir."

"Yine başladık..."

"İster gül, ister ağla. Gerçek bu. Benim etki alanlarımı hatırlıyor musun?"

"Rangiusun bahsettiği kadar."

"Öyleyse söylemem gerekir, ben "Adalet" mekanizmasıyım. Yaptığın şeyler


doğruysa, ne olursa olsun zarar görmezsin. O andromedalı bana bu yüzden
sahip olamadı. Yaptıkları kendince doğruydu, ama yolu ve hedefleri yanlıştı.
Bu yüzden beni ne denerse denesin etkisi altına alamadı. İşte nihai savaş bu
yüzden başladı."

"Yani temelde sen ve şu kırmızı enerji savaşmıyorsunuz, asıl düşman


andromedalının ta kendisi?"

"Bunu Rangiusa sorsan, o bile sana gerçekten cevap veremeyecektir. Çünkü


şu andaki düşmanlar andromedalı değil, onun ideolojisini sürdüren ve
yolundan giden kişilerdir. Hepsi temelde "gücü" edinmek ister, bu yüzden
etki altına alamadıkları her şeye düşmandırlar. Zaman-mekan sıçramaları da
andromedalının "bozunum" yeteneği yüzünden olmakta. Düşmanların bu
yüzden herhangi bir zaman diliminden yaşadığın zaman dilimine geçiş
yapabilir. Seninle rüyalarında bile karşılaşabilir ve başka boyutta
saldırabilir. Bu kadar uzun bir anlatımdan sonra durumun ciddiyetinin farkını
kavrayabildin mi?"

"Evet, şunu da kavradım; dışarıya adım attığım an kellemi almak için tüm
evren seferber olacak!?"

"O halde şimdilik seninle işimiz bitti. İlginç bir şekilde benimle uyumlanma
sürecin hızlandı. Bana ihtiyacın olduğunda nasıl kullanacağını da çözmüş
gibisin."

"Hayır çözemedim!"

Ardından tekrar kendimi boşlukta buldum. Her yer yine beyazdı. Rangius
tekrardan önümdeydi.

"Demek geri döndün."

"Evet, sanki çok fazla bilgi aldım, halsiz hissediyorum."

"Halsiz hissetmen normal. Ama o havada olmayı alışkanlık haline getirme.


Arkadaşlarının süresi azalıyor."

"Daha çok vardır ya."

"Sen içerideyken yaklaşık 150 yıl geçti. Bu da 54787 gün eder. Oradaki
zaman algısı da buradakinden daha yavaştır. Durum böyle olsa bile oradaki
zaman stabil bir akış gerçekleştirmez. Bu yüzden esas olan burada geçen
zamandır. Bilinç durumunu zaman zaman yitirdiğin için sana çok kısa gelen
süre dışarıda çok fazla esnektir. Bu durumda dışarısı burası."

"Detaylara girmeden ne kadar geçtiğini söylesen olmaz mı?"

"Kabaca tabii ki 547 gün yapar."

"Yok anasının... Ciddi misin sen?"


"Hayır, dalga geçiyorum. 54 Saattir oradasın. Bu da 3.günde olduğumuz
anlamına geliyor. Sayılarla oynamak hoşuma gider."

"Bunu yapınca eline ne geçti? Ciddi soruyorum."

"Aman be kızma artık, belli ki gücünü nasıl kullanacağını keşfetmişsin.


Şimdi tek yapman gereken ölmemek."

"Deme ya, ne kadar kolay değil mi? Peşimden gelen şeylerin ne olduğunu
bile bilmiyorum. Ah! Aklıma gelmişken, sormak istediğim bir şey vardı ama
içeride kalamadım."

"Hea? Sor bakalım."

"Çok karmaşık rüyalar ve kişiler görüyorum. Özellikle bu olaylar olurken ve


olmadan kısa süre önce çok değişik şeyler yaşadım, yani rüyamda."

"Peki nasıl sonuçlanıyorlardı?"

"Bir tanesinde yaşlı bir dede vardı. O kadar yoğun bir enerji hissettim ki
dediğinden çıkamıyordum. Diğerinde ise garip uzaylılara yakalanıyordum.
Kaosun içinde debelenmece gibiydi. Ve her yer su altındaydı."

"Demek ki senkronizasyon sorunu yaşamıyorsun"

"Bu ne demek şimdi?"

"Görevinin ve yeteneklerinin ne olduğunu anladığına emin misin?"

"Haaaa? Yani demek istediğin şartlar ve koşullar ne olursa olsun benim hep
bir mücadele halinde olacağım ve bu olanların benim nezdimde tamamıyla
gerçek olduğu mu!?"

"Hepsi değil. Sonuçta sen bir insansın. İnsani özelliklerin de var ve onlar da
çalışacak. Ama evet, çoğunlukla rüyalarda bile tetikte olacaksın. Merak
etme, zamanla alışırsın. Bu konuda sorun çekeceğini sanmıyorum."

"Peki şimdi ne olacak?"


"Kendini keşfedeceksin. İçindeki tüm duyguları sınırsızca yaşayacaksın.
Herkese önderlik edeceksin ve bu bozuk çarkları bir bir düzelteceksin."

"Peki ya sen?"

"Ben seni izliyor olacağım. Karşına çıkan her şeyi yenebilirsin. Sadece
tereddüt etme ve kendini kısıtlama. Sancılı bir yolun olacak."

Ve tekrar uyandım. Başım ağrıyordu. Algılarım birbirine karışmıştı.


Bulunduğum yerdeki o muazzam enerji akışını artık çok net hissediyordum.
Tek sorun ne yapacağım konusunda bir fikrim yoktu. Bilge geldiğinde odaya
tekrar bir ağırlık çöktü. Onun da bir enerji kullanıcısı olduğunu ve fazlasıyla
güçlü olduğunu artık idrak edebiliyordum. Kendimin ne kadar güçlü olduğu
konusunda bir fikrim yoktu. Neler düşündüğümü anlamış gibi "kendini ancak
dışarıdaki rakiplerle kıyaslarsan çözebilirsin. Git ve arkadaşlarına yardım
et" dedi. Nasıl gideceğimi soracağım anda gözümde bir enerji akışı canlandı.
Sanki her şey bana bağlıydı ve istediğim sorgunun cevabını alıyordum. Bilge
"şaşırmana gerek yok, şimdi o akışa odaklan ve onun etrafında yayıldığını
hayal et. Hedefini sor ve nerede olduğunu öğren" dedi. Sakince odaklanıp
yayıldığını hayal ettim. Radyo frekansı gibi enerji yayıyordum. Yüzeylerde
çok hızlı bir şekilde yayılıp ilerliyordu. "Grim nerede?" diye sorduğumda
hemen önümdeki akış güçlendi. Enerji bana yolu gösteriyordu. Bilge
durumdan memnun bir şekilde "Hadi git artık, yerinde duramıyor gibi bir
halin var" dedi. Sonra "artık düşünmeyi bırak, harekete geç!" diye bağırdı. O
an hızlıca sıçradım ve dağdan insanüstü bir güçle inmeye başladım. Zoraki
çıktığım dağı hemen inip düz bir arazide inanılmaz bir hızda ilerlemeye
başladım. Sonrasında bir duvara çarpıp yere düştüm. Üstümde gene kan
vardı ve hiç eğlenceli değildi. Acı hissetmiyordum. Yine gökyüzüne baktım.
Gözlerimi kapattım, bitti.
Bölüm Sekiz: Bir Anka Kuşu Gibi
Bizi biz yapan şey mi? İçimizi ısıtan...

*While: While döngüsü, programlama dillerinin neredeyse tamamında var


olan, yaygın kullanılan bir döngüdür. Önceden belirlenmiş bir koşul bozulana
kadar devam eder. Koşulun her kontrolünden sonra döngü içerisindeki
işlemler bir kez yapılır. Koşul bozulduktan sonraki ilk kontrolde döngü terk
edilir

*Brake: Break komutu döngüyü kırmak için yani döngüden çıkmak için
kullanılan komut'tur. Break komutu belirlenen koşulda istenilen yerden
döngüden çıkmak istenildiğinde için yani döngünün akışını değiştirmek için
kullanılır. Break komutu akış denetimleri ve döngüler ile birlikte
kullanılmaktadır.
Bölüm Sekiz: Bir Anka Kuşu Gibi
Bizi biz yapan şey mi? İçimizi ısıtan...

Bir süre sonra bilincim tekrar yerine geldi. Yavaş yavaş iyileşiyordum. Neye
çarptığımı tam olarak anlayamadım çünkü önümde bir şey yoktu. Üstümdeki
kesiklere baktığımda bir tür bubi tuzağı olarak algıladım. Saydam bir şey
etrafımda hareket ediyordu, hissedebiliyordum ama nerede olduğunu bir türlü
tam saptayamıyordum. Arkamdan bir kez daha kesildim, kesildiğim gibi
sinirli bir şekilde o tarafa doğru kendimi savurup vurmaya çalıştım ama
olmadı. Çok hasar almış gibi hissetmiyordum, daha çok canımı yakmaya
yönelik bir saldırıymış gibi duruyordu. Yoğun bir şekilde bu görünmez
düşmanı nasıl alt edeceğimi hesaplayıp duruyordum. Sonrasında boks ve
güreşten kalma bilgileri sentezleyerek kişisel alanıma gireceği zamanı
öngörebilecek şekilde kapandım. Bir sonraki kesiği attığında yine içimden
bir şeyler harekete geçti ve görüş alanım bir anda matrix görüşüne dönüştü.
Enerji akışını canlı görüyordum, etraftaki her şeyin içerisinden akan enerjiyi
gözlemleyebiliyordum. Etrafıma biraz daha bakmaya devam ettiğimde ise
rakibimi görmeye başladım. Kullandığı enerji türü doğadakinden farklıydı.
Etrafımızda görünmez bir duvar var gibi duruyordu. Sanki beni oyalama
amaçlı kurulmuş bir tuzaktı. Bu durumda muhtemelen ulaşmaya çalıştığım
yerde bizim taraf zor durumdaydı. Ani gelen zeka belirtileri beni bu anlarda
bile kendimden alıyordu. En kötüsü de "artık yeteneklerini kullanmaya
başladın" demelerine rağmen hiçbir şeyi kendi isteğimle yapamıyor
olmamdı. Her şey sanki kendi kendine açılıyor gibiydi. Tekrardan bir hareket
algıladım ve yana kaçarak darbeyi savuşturdum, ardından elimde o renkli
kılıçlarından tutuyormuş hissiyatına kapılıp iki elimi önde birleştirdim.
Rakip durduğu anda sıçradım ve ellerimi kafamın üstüne kaldırıp dizlerime
kadar indirdim. "Görünmez" rakibimin kanadığını gördüm. Predator misali
görünmezliği gitti ve karşımda iğrenç bir şey buldum. "Tekrar görünmez
olabilir misin, gözlerim kanıyor" desem de olmadı tabi. Sinirlenmiş olacak
ki tekrar üstüme saldırdı. Görünmezken bir yere kadar hasar almam normaldi
ama gördüğüm kadarıyla benden güçlü değildi. Darbelerini savuşturarak
satranç oynarmışçasına birbirimize ilk ulaşan olmaya çalıştık. Darbe
vuramayacağımı düşününce, gelen ilk darbeyi karşılayıp o an açığına
saldırmaya karar verdim. Nasılsa iyileşiyordum, onu avladığım sürece sorun
olmazdı. Biraz daha kapıştıktan sonra düz bir hamlesinde saldırı omzuma
gelecek şekilde açık verdim. Sağ omzuma kılıcı saplandığı vakit benimkini
de kalbine sapladım. Ardından geri çıktım. O da iki adım geri gitti, dizlerinin
üzerine çöktü. "Sanırım işi bitti" diye düşündüm. Elinde kırmızı bir ışık topu
belirdi, yarasına bastırdı. Oluk oluk kan akıyordu ama kurtulacağı konusunda
eminmiş gibi duruyordu. Ardından bana baktı, ortamdaki enerjinin anlık
olarak değiştiğini hissettim. Kendi kendine bir şeyler söylendi ama
anlamadım. Sonrasında ayağa kalktı, kanaması azalmış gibi duruyordu.
"Acaba kendini iyileştirmesini sağlayacak numaraları mı var" diye
düşündüm ama test etmenin tek yolu onu tekrar yatırmaktı. İleri atıldım, kılıcı
var gücümle savuşturdum, bana doğru gelen diken kalınlığında bir şeyler
gördüm. Dikenler kılıcından geliyordu. Hızlıca yön değiştirip yandan
saldırmaya yeltendim ama dikenler beni takip etti. Ardından da bana
saplanarak içimden geçtiler. Ağzımdan kan boşalmaya başladı, kötü haber
sadece ağzımdan boşalmıyordu. Dikenler göğsümde bir ileri bir geri giderek
canımı fena yakıyordu. Rakibim bunun beni korkutacağını ve ümitsiz bir
duruma düşüreceğini bekliyordu ama daha da sinirlendim. Elimi dikenlerin
üzerine attım. Ne yaptığım konusunda herhangi bir fikrim yoktu. Bir anda
içimdeki tüm enerjiyi dikenlere saldım. İçimdeki dikenler içimde resmen
benim bir parçam oldu, rakibin kılıcını ise toza çevirdi. Gözlerim iyice
dönmeye başladı. Üstüne çullanıp elimle tutmaya çalışırken elimi boşa iterek
yumruk geçirerek karşı atak yaptı. Ardından yumruk attığı kolunu tutup
kestim. Garip bir şekilde acı çığlığı attı ve diğer eliyle çeneme yumruk
atmaya kalkıştı. Kafamı yana eğip elimdeki kılıcı göğsüne dayadım. Tam
kafes kemiklerinin birleşiminde sağlam bir kesik açtım. O momentumla
tekrar dönüp sırtına da bir kesik attım. Ardından ayağımla kesik attığım yere
vurup yere yapıştırdım. Kılıcı boynuna getirdim ve "bana neler olduğunu
anlat!" dedim sert bir tonla yükselerek. Herhangi bir cevap vermedi.
Görünmez duvarlar etrafımda aktif bir şekilde duruyordu. Ben de "çok fazla
düşünmemek lazım" diyerek kılıcı kafasına sapladım. Her şey olup bittiğinde
sanki orada savaşan ben değildim. Duvarlar da bozuldu ve hedefime doğru
gitmeye başladım. Yaralarım yüzünden yavaş yavaş gidiyordum. Bitik bir
durumda hissediyordum. Dikenlerde zehir olup olmadığını da merak
ediyordum ama yine de pek bir sorun yokmuş gibi duruyordu. Zamanında
varıp varamayacağım merak konusuydu. Böylece kafamda bir ton tartışma ile
ilerlemeye devam ettim.
Savaş Bölgesinde
General Reir: "Grim nerede kaldı? Soar her ne kadar idare etse de gittikçe
güçlü olanlar gelmeye başladı. Neredeyse tüm generaller ön safta savaşırken
en güçlülerimiz neden geç kalıyor!?"

"Ben geldim!"

"Çok zahmet oldu!" *Kafasına vurur.

"Merak etmeyin, sayımız az ama gücümüz yeterince fazla. O zaman ben


gider!"

Hızlıca kıyametin koptuğu savaş alanına ilerler.

"Zaten yeterince geç kaldın aptal herif, en azından şu yeni çocuk hakkında
bilgilendirseydin..."

"General, eğer onlardan biri gelirse ne olacak? Kim gelirse gelsin şu anda o
ikisi ile savaşacak durumda değiliz."

"Umalım da gelmesinler, Scorpion bile tek başına hepimize yetecektir. Bu


arada, havada garip bir his var sanki. Fark ettin mi?"

"Hayır, ne hissediyorsunuz ki?"

"Bilmiyorum, ilk defa bu kadar farklı bir his tadıyorum. Kötü bir şey olmasa
bari"

"Daha kötü ne olabilir ki, bu Dünyada bizi kapana kıstılar."

"Yine de geçit açma şansımız var. Tekrar bunu seçmek istemesem de."

"Kazanmak zorundayız. Aksi bir durumda kaçanları da ayırıp avlarlar."

"Çok fazla bahis oynuyoruz. Hmm? Kim geliyor?"


"Kim mi geliyor?"

"Hissetmiyor musun? Bu enerji yoğunluğu bir generalinki kadar büyük


duruyor."

"Hayır hissetmiyorum."

"Sen durumu gözlemeye devam et. Ben bir göz atıp geleceğim."

"Ama general, herkes sizden emir alıyor?"

"Merak etme, 10 dakika sonra buradayım. O zamana kadar taburlara yanlış


emir verip ölüme sürükleme." *Hızlıca gider

"Beni kendisi gibi sanıyor herhalde... Hangi general veya taburu benden
alacak ki..." * Acemi General rütbesindeki bir asker *
Savaş alanına yakın bir yerde
Birisini görüyorum. Çok uzaktan da gelse hissiyatı farklı. Dümdüz üzerime
koşuyor. Dikenli yaralarım iyileşmiyor. Sanki içinde kalan parçalar
iyileşmeyi engelliyormuş gibi. Eğer bu gelen de düşmansa bu sefer işim yaş.
Çünkü az önce kapıştığım dehşet çirkin şeyden bu kadar yoğun bir his
almıyordum. Yine de yapacak bir şey yok. Bitkinliğimi gizleyip üzerine
koşacağım!

*O sırada General Reir: "Sanırım bu eleman koruyucu olduğuna inanılan kişi.


Bu kadar yoğun enerji başıboş bir düşmandan geliyor olamaz. Selam vereyim
de hele, anlarız zaten."

İkimiz de mermi gibi birbirimize hızlıca yaklaştığımızda insana benzeyen bu


"adam" direk durdu. Ben ise üzerine düşmemek için sürtünme gücünden
faydalandım ve durmayı başardım. Ardından birbirimizin suratına boş boş
baktık.

"Sen şu "koruyucu" denen kişi misin?"

"Sanırım ben oluyorum. Peki ya sen kimsin?"

"General Reir."

"Hee sen şu dövmelinin -ıhım- Grimin yardımına gittiği adamsın. Ee ne oldu?


Yoksa herkes öldü, tek kaldın ve kaçıyor muydun!?"

"Aptal aptal konuşma. Sadece kim olduğunu anlamaya geldim. Yardım


etmeye niyetliysen peşimden gel."

"Yani zamanında yetişebildim. Rangiusun bana söylediği süreden sonra


yetişemeyeceğimi düşünmeye başlamıştım."

"Rangius mu? Onu nereden tanıyorsun?"

"E içimde ya?"


"Ne!? Her neyse, hadi gidelim!"

"Bir dakika!"

"Ne var?"

"İçimde diken artıkları var ve iyileşmiyor. Müdahale edebilir misin?"

"Onca yolu bu hızda onlar içindeyken mi geldin?"

"Evet, mecbur kaldım."

"Bu dikenler muhtemelen zehirli ve seni öldürmek, hiç yoktan yavaşlatmak


amacıyla kullanılmış. Bu kadar şeye rağmen etkilenmemişe benziyorsun.
Mükemmel. Şimdi getir bakayım göğsünü... *Ellerinden bir enerji hüzmesini
gövdesine yapıştırıp elektrik gibi yayar. Tamamdır, içindeki her yabancı
maddeyi yaktım. Zaten iyileşme yeteneğin olduğundan..."

Onu dinlemeden ışık hızıyla harekete geçtim, çünkü dağın diğer tarafında
muazzam bir kırmızı enerji birikmişti. Muhtemelen çok güçlü bir rakip veya
rakipler şu an bizimkilerin içinden geçiyordu. Reir de aynı şeyi hissetmiş
olacak ki o da tüm hızıyla peşimden geliyordu.

Alana geldiğimde en az beşbin kadar kişinin kapıştığını gördüm. Hiç


görmediğim türden fantastik bir mücadele vardı. En arkadan neler olduğuna
bakmak istediğimde gözlerimin bir anda baktığım yere odaklandığını
gördüm. Grim'i gördüm. Aslanım benim, değişik değişik saldırılar yapıyordu
ama sanki bu konunun uzmanı gibiydi. Rakipleri karşılık bile veremiyordu
çoğu zaman. Ayrıca çift kılıçla kapışması da etkileyici gelmişti. Arka tarafta
birisinin dirsek kısımlarında birer kalkan tuttuğunu ve elinin üstünde de çift
kılıç olduğunu gördüm. Ne tarz bir kapışma şekli olduğunu bilmiyordum ama
o da bayağı iyi oyalayıp deşiyordu. Daha da sağ tarafta feryat figan seslerini
işitince oraya döndüm. Buz kesiyormuş gibi görünen, aşırı soğuk tipi olan
birisi rakiplerine ucunda bıçaklar olan çift zincirle uzun menzilli saldırılar
yapıyor, Büsbüyük yuvarlak ninja yıldızına benzer şeylerle yakınına geleni
deşip geçiyordu."
Biraz daha aval aval baktıktan sonra bizden de yitip gidenler olduğunu
gördüm. İki taraf da fazlasıyla yorulmuştu. Bir anda yine bir enerji patlaması
yaşadım ve bodoslama savaş meydanına daldım. Bana "artık gücünü
kullanabiliyorsun" dediklerinde ne demek istediklerini anladım. Gücüm
hayalgücü ile tetikleniyordu ve isteğime göre hareket etmeye başlamıştı.
Birkaç düşmanı doğramaya başladıktan sonra yakınımda büyük bir patlama
oldu ve toz duman birbirine karıştı. Yine muazzam bir enerji hissettim ama
kötü haber şu ki bizden biri olmadığı çok belliydi. Bu hissin ağırlığında
vücudum hareket etmek istemiyor gibiydi. Zorla arkamı döndüğümde
karşımda iki katımdan daha büyük, akrebe benzeyen bir şey gördüm. Dilim
tutuldu, hem insan tipinde hem akrep gibi görünen bu şey neyin nesiydi
algılayamadım. Bir anda herkes ona saldırmaya başladı ve olduğu yerde
büyük bir şok dalgası yaptı. Herkes savruldu ve elektrik yemişçesine felç bir
halde yerde kaldı. İncelendiği şey bizzat bendim. Savrulduğum yere doğru
hareket etti. İçim dışıma çıkmış gibi hissediyordum ama bunun bir sorun
yaratmayacağını düşünerek kendime gelip ayağa kalktım. Yine de her tarafım
karıncalanmış gibiydi. Ayakta zor duruyordum.

Sağ kol kısmından akrep kıskacına benzeyen kıskaçlarını çıkardı. "Hayal


kırıklığı" dedi. Olduğum yerde bir anda bilincim gitmiş gibi oldu...
Yansıma. Savaşın Ayak Sesleri
An her zaman acıyla besler. Biz de acıyla dövülür,
irade ile güçleniriz.
Bilincim yerine tekrardan geldiğinde bu dev dibimde duruyordu. Daha
doğrusu kafamda. "Oradan uzaklaş" sesini algıladığımda göğsüme kolunu
soktu. Vuruş hızının etkisiyle çöp gibi uçup düştüm. Ellerimi kaldıracak
halim yoktu. Yaralarım iyileşir diye düşündüm ama iyileşmiyordu. Bana
doğru ilerlerken Grim sol tarafından hızlıca saldırdı. Hareketlerini zar zor
takip ediyordum. Sol koluna ve sırtına isabet ettirmeyi başardı ama Grimi
kuyruğuyla üstünden itti, tam saldıracağı sırada kalkanlı olan gelip önüne
siper oldu. Aynı sırada arkasından zincirli eleman gelerek zincirleri ve
elindeki yıldıza benzer şeyleri fırlattı ve üstüne sıçradı. Kuyruğuyla üstüne
fırlamasına engel oldu. Grim Arkadaşının omzuna basarak agresif bir şekilde
saldırmaya çalıştı, fakat devasa kollarından biri Grimi bir böcekmiş gibi
yakaladı. Kalkanlı kalkanların bir tanesini kolunun ince bölgesine salladı. O
sırada kalkanların ucunun kesici olduğunu fark ettim. O sallama ile Grimi
bıraktı, arkasındaki zincirli bacaklarından birine saldırıp zor da olsa hasar
verdi, sonrasında kuyruğunun geldiğini fark edip hızlıca sağa çekildi ve
uzaklaştı. Bu sırada diğer ikisi halen onunla boğuşma halindeydiler ve üç
kişiyle bile çok zorlanıyormuş gibi görünmüyordu. Sonrasında yanımdan
general Reir geçerek onlara katıldı. Onlar onu oyalarken üstüne atladı
enseine şiddetli bir şekilde kılıcını sapladı. Ne var ki kılıcın içeri girdiğini
görmedim. Sonrasında tekrar bir şok dalgası oldu ve herkesi geriye salladı.
Demin hantal hareketlerle umursamazca saldıran akrep adam, bir anda
onlardan daha fazla hızlandı ve önce Grim'e saldıracakken kalkanlı tekrardan
müdahale etmek üzere atağa geçti. Kendisine siper olan kalkanlardan birine
öyle bir vurdu ki kalkan kırıldı. Kalkanlının kafasını da o an tuttu ve diğer
kalkanı üste kalktığı gibi kuyruğundan kılıç çıkararak tam güç gövdesine
sapladı. Kuyruğu bile o kadar kalındı ki kalkanlı birkaç metre savrulduktan
sonra kanlar içinde yerde kaldı. Diğerleri durumdan anlık olarak etkilenince
Grime üç yönlü bir saldırı yaptı. Zincirli bunu önceden fark etmiş olacak ki
ayağını zincirlerle yakalayıp çekti. Kollarını çekildiği sırada yere koyup
kolundaki kılıçları da yere sapladı. Kuyruğuyla üstüne tekrar atlamaya
çalışan Grimi ışık hızıyla geri püskürtüp zincirliyi saf gücüyle ayağıyla
kendine çekip kuyruğuyla sarmaladı. Ardından bir anda onu kendi üstüne
fırlattı. Zincirli başına geleceği fark ettiği an zincirlerinden kurtulup havada
kendisine gelen kılıçlı koldan kurtuldu. Yere adımını attığı an ise üzerine
gelen kola bir çare bulamadı. Yine de Grim, önüne geçip bu saldırıyı
engelledi ama zincirlinin zincirleriyle Grimi yakaladı. Zincirli tepki vermeye
çalışsa da sonunda onu da yakaladı. Zincirli göğsüne kolunun üstünden çıkan
başka bir kılıçla saldırdı ama gövdesine çizik bile atamıyordu. Bu canavar
gerçekten de bir akrep gibi sağlam bir zırha sahipti. Diğer koluyla omzunun
üstünden bir yarık açtı. Zincirli de kaybetmişti. Ardından kuyruğundaki
zincirlerle yakaladığı Grimi havaya kaldırıp belini dizine oturttu. Belini
kırdıktan sonra kolundaki kılıcı geri çekip kafasını tutup zeminde hafif bir
çatlak açacak kadar sert bir şekilde yere çarptı. Bütün bunlar olurken ben
sadece büyülenmiş gibi olan biteni izlemiştim. General Reir de tepki
verememişti. Bana dönerek "kaç!" diye bağırmaya başladı. Hipnotize bir
halde gibiydim. Sonra bir anda tekrar kendime geldim. Ellerimde artık çift
kılıç vardı. Bir anda o canavara saldırmaya başladım. Hızlıca darbelerini
görüp kaçınıyordum. Kuyruğunu o kadar sinsi kullanıyordu ki birkaç kez beni
yakalamayı neredeyse başaracaktı. Sonunda ben de göğsüne saldırdım ve bir
çizik atmayı başardım. Onu yenebileceğimi düşündüm. Bu şey gülmeye
başladı. Kuyruğu bir anda gövdesine dolandı ve benimle iki koluyla
çarpışmaya başladı. Ona yakalandığım an oyunun biteceğini biliyordum, bu
yüzden kollarından biriyle hamle yaptığı an tutup kendimi üstüne savurdum
ve boynunu hedef alarak tüm gücümle kılıçları savurdum. Tam onu
hakladığımı düşündüğümde kuyruğunun uç kısmının boynunu koruduğunu ve
benim saldırımdan etkilenmesine rağmen boynu koruğunu gördüm. O an her
şey bitmişti. Bu kadar uzun bir süreyi tek bir noktada geçirmenin bedeli
olarak üstüme tüm hışmıyla gelen sağ koldan göğsüme tekrar bir darbe yedim
ve savruldum. Tamamen çaresiz hissediyordum. Şimdiye kadar peşime
düşenler ya da dikenli eleman hasar yiyor ve yakalanıyordu. Bu şey ise ne
hasar yiyor, ne de açık veriyordu. Sonra başımda tekrar durdu. Önceki
hasarım da şimdiki de iyileşmiyordu. Öylece kalakaldım. İçim dışıma çıkmış
gibi bir halim vardı ve nefes alamıyordum. Ağzım burnum kan doluydu.
Muhtemelen iç organlarım da farklı değildi.
"Beni biraz oyalayacağınızı düşünerek ne umutlarla geldim. Sonuçta zayıf her
zaman zayıftır, değil mi Rangius?" dedi. Sonra Rangiusu gördüm. "Kusura
bakma ama devralmak zorundayım" dedi ve bilincim gitti.

Akrep kolundan kılıcı çıkartarak son darbeyi vurmak üzere Can'ın gövdesine
saplamak için hamle yaptı. Can hamleden kaçarak kurtuldu.

Akrep şaşırdı, bir süre durduktan sonra "gerçekten sen misin, Rangius?"
dedi. Bu sırada meydana "büyükbaş" indiği için savaş meydanı çoktan
dağılmıştı. Herkes limitlerinin farkındaydı ve burada üstünlüğü "fiilen" ele
geçirmişlerdi. Bizim tarafımız geri çekilmiş, çok arkada savunmaya devam
ediyorlardı.

"Evet benim. Son savaştaki gibi iki kişi mi geleceksiniz?" dedi Rangius.

"Buna gerek yok, şu anki halim sana yeter de artar" dedi akrep.

Sonrasında ikisi de şiddetli bir mücadele vermeye başladılar. Rangius bu


insan bedenini aşırı zorladı, adeta başka bir yaşam formuymuş gibi akrebin
gücüne dayanarak karşılık vermeye başladı. Akrep yorulmaya başladığında
eklem noktalarını bulup stratejik bir şekilde yavaşça parça parça elimine
etmeye başladı. Akrep olan bitenden memnunmuş gibi duruyordu. "Madem
öyle, tüm gücünü ortaya çıkar da görelim!" diye bağırarak kendi çevresinde
kızıl bir enerji bulutu ortaya çıkardı. Rangius ise buna mavi enerji bulutu
çıkararak karşılık verdi ve birbirlerine olağanca gücüyle saldırıp bitişik bir
konumda kaldılar. Bir süre sonra Rangiusun oluşturduğu enerji iyice daha
karanlık bir tona geçiş yaptı ve kızılı püskürttü. Akrep geriye püskürtülünce
uzak menzilli birkaç saldırı denedi fakat Rangius çoktan kendi temposuna
ulaşmıştı. Akrebin göğsüne bu karanlık tondaki enerjiden oluşturduğu kılıcı
saplayıp var gücüyle itti. Akrebin onu saran kuyruğu kesildi ve gövdesine
girdi. İki yandan gelen kollarını eliyle engelleyip sağ ayağıyla "havadayken"
kılıca vurup itti ve kendini geri attı. Aynı şekilde kılıç da eline geldi. Tam
yine üzerine atlayacaktı ki halka şeklinde bir ışık hüzmesi belirdi ve akrep
bir dizini yere koyarak, "yakında sadece sen ve ben kalacağız Rangius. Bunu
unutma." dedi. Ardından bir ışık patlamasıyla kayboldu. Sonrasında bedenim
yere düştü.
Birkaç Saat Sonra
Gözlerimi açtım. Yerimden kalkacak halim yoktu. Tüm bedenim üstünden
kamyon geçmiş gibi ağrıyordu. Ara ara kan tükürüyordum. Ne olduğunu da
bilmiyordum. Birileri içeri gelerek tepemde dikildi. Altı tane değişik insan
karşımda duruyordu. Ne olduğunu soracak kadar bile ağzımı açmak
istemiyordum, hareketsiz bir şekilde ne diyeceklerini bekliyordum.

"Biz üç generaliz ve bunlar da yardımcımız. Son çarpışmada 7 generalimiz


de yaralandı. Akreple savaşanların durumu ağır ama önceki savaşta resmen
parçalarını topladığımızı varsayarsak ölmeyeceklerdir. Sadece uzun bir süre
savaş meydanlarına çıkamayacaklar. Sana gelirsek... Yaralarının iyileşmesi
için yeşil enerji türünde uzmanlaşman gerekiyor. Akrep senin enerjinin
karşıtını kullandığı için ikiniz de birbirinizin yaralarını otomatik olarak
iyileştiremezsiniz. Çok güçlü bir iyileştirme enerjisi gerekiyor. Zaten hareket
edemiyorsun, mümkünse zihninin derinliklerine dal ve enerjileri tanı.
Koruyucuların en önemli özelliklerinden biri, enerjilerle bağ kurabilmesidir.
Tez zamanda ayağa kalkmazsan hepimiz geberip gideceğiz. Akrep onların
lideriydi, ama onun da hizmet ettiği birisi var. Şanslıyız ki bizzat o da onunla
beraber gelmedi. Yoksa toptan diğer tarafa gitmiştik. İçindeki enerji de
evrende oradan oraya savrulurken yakalanıp onların olacaktı. Sen bir üst
seviyenin kapısısın, çocuk. Onlardan önce o kapıya ulaşamazsan, bunca
zaman ve bunca savaş boşuna olacak. Şimdi dinlen ve kendini keşfet.
Sonrasında bize geri dön."

Böylece ezeli düşmanlarımdan birinin o akrep olduğunu öğrenmiş oldum...


Onun gücü karşısında çaresiz kalmış ve o kadar kişi saldırmamıza rağmen
yenilmiştik. Rangius bilincim kapandığında devralmasa muhtemelen
kaybedecektik. Kısa bir süre geçince tekrar gözlerimi kapattım ve Rangius'u
gördüm.

"Bedenin var olan gücünü kullanmanı sağlayacak kadar güçlü değil. Zihnini
eğitmeden savaşamazsın."

"Peki zihnimi nasıl eğitebilirim?"


"Rüya alemine gideceksin. En korkunç düşmanların ve korkularınla
yüzleşeceksin. Beynin onları "gerçek" kabul edecek ve sana onları yenecek
silahları verecek. İşte ondan sonra, gerçek Dünyada da silahlarını sınır
olmadan kullanabileceksin. Fakat başarılı olamazsan, beyin ölümün
gerçekleşecek ve boşta kalan enerjini kendileri ile birleştirip çekecekler. Bu
riski almaya hazır mısın?"

"Beni rüya alemine gönder."

Oraya gitmeye kararlıydım. Rüyalar benim uzmanlık alanımdı. Sadece


oradaki şeylerin neler olacağını bilemiyordum. Başaramazsam veya
gitmezsem zaten kaybetmiş olacaktık. Bu yüzden "ya başarılı olamazsam?"
diye bir şey söyleyemezdim. "Başaracaktım" Ve tekrardan enerji
şekillenmeye başladı. Yolculuğum başlamıştı..
İkinci Seri: Kabuslar, Geçmiş ve
Gelecek
6 Ay sonra görüşmek üzere :)

You might also like