Professional Documents
Culture Documents
Zaten rüyalarım da bir değişik. Sürekli bir kaos ortamı var, sanki geçmişten
esintiler ve gelecekten gösterimler çarpışıyormuş ve ben onun bir
parçasıymışım gibi. Fani Dünyada başımda az dert varmış gibi bir de işin
ruhani kısmına bellek ayırıyorum. Hoş olmayan belleğin zararı da olmaz ya,
neyse. Sonra kahvaltımı yapıyorum. Benim kahvaltım alışılagelmiş bir şey
değil normalde, ama tertemiz fakir olduğum için artık sabah günde iki tavuk
yiyemiyorum. Normal kahvaltı yapıyorum. Bu durum beni en çok üzen şey.
Çünkü bir boğa istediği şeyi yiyemezse psikolojik olarak çok etkilenir. Ama
mecburi. Dünyada aç olan insanlara ve yapabildiklerine bakınca çok
acıtmıyor. Bu şekilde de belki ilerleyebilir ve akıllanabiliriz diyorum kendi
kendime. Ve evden çıkıyorum. Son model bir arabam olmasını isterdim,
özellikle dağ başında bir evim olduğu için. Ama onu bırak bir Lada Samara
bile olmayışı hafiften koymuyor değil. Ama hayır diyorum, bir gün belki
şeytanın bacağını kırarım. Sonuçta can çıkar huy çıkmaz. Benim adım da Can
olduğuna göre iki canım var demektir. Birisi gitti, diğeri kaldı. Al sana kara
mizah. Kendimi böyle şeylerle avutarak devam ederken günden güne kendi
içimde kendimle de yüzleşmeye başladım. Sanki beden bir, içerik çok gibi
muhakeme ederek kendimle daha da dost oluyorum. Gördüğüm kadarıyla
etrafımdaki insanlarda bu özellik pek yok, olanların da bir kısmı deli olarak
nitelendiriliyor ama ben de akıllı saymıyorum zaten kendimi. Ne gerek var,
deli isen kimse seninle uğraşmak istemez. En azından kafan biraz rahatlar.
İşte bu düşünce beni bu Dünyada rahatlatıyor. Yalıya indiğim vakit
eczanelere bakıyorum, yanlarından geçip marketler zincirine ulaştığım gibi
sağa zihinsel sinyal vererek dönüyorum ve bir de ne göreyim?! Her gün
binmek zorunda olduğum otobüsler...
Evet bazen heyecan aramak için bunu yapmalıyım, çünkü günler çok
monoton, hayat anlamsız, insanlar anlayışsız, günümüz acımasız, ben ruhsuz.
Otobüs ise havasız.
"Ben bir tane x menüden ve yanına da bir limonlu buzlu çay alayım. Bunun
yanına da bana kova patates ver!"
Ve sonuç olarak bir günlük ücret buraya akar. Artık kendini zengin hissetme
misyonu tamamlanmıştır ve tipik bir Boğa burcu olarak ağzının suyu akarken
yemeğe saldırma girişimi başlayacaktır. Tabi önce benim adımı söylemeliler.
"..."
"Ah pardon... Bünye alışık değil ne yaparsın." Challenge failed, please try
again. Minik meydan okumalar da bazen eğlenceli olabiliyor ama maksimum
ilerleme hep aynı. Bir yerlerde hata yapıyor olmalıyım. Beş dakika daha
lüzumsuz düşünceler geçtikten sonra yemek geliyor ve ismim sesleniliyor.
Aşık olduğu kadına ağır çekimde koşan yakışıklı prens kıvamında yemeğe
doğru koşuyorum ve yüzümde çiçekler açıyor. Sonra verdiğim ücret aklıma
geliyor ve ağır çekimde yüzümdeki gülümseme nötr hal aldıktan sonra
yemeği alarak sessizce ağlıyor ve en yakın masaya geçip hunharca yemeye
başlıyorum. Diğer insanların "Mağara adamı mı ki bu, o nasıl bir yeme
şeklidir" bakışları arasında daha da gaza gelip masadaki her şey bitene kadar
çatlaya çatlaya yiyorum. Ardından hemen kalkamıyorum doğal olarak,
telefonu alıp mesaj var mı diye bakıyorum, telefondaki troll fotoğrafım bana
gülüyor, ben de gülüyorum ve hiç aranmamanın verdiği yetkiye dayanarak
karınca oyunuma girip oradaki minnakların karnını da dijital olarak
doyuruyorum. Sonra da sosyal medyaydı, github'dı, kendi profilimdi,
etrafıma bakınmaktı derken mide 15 dakika gibi kısa bir sürede kendine
geliyor ve oradan kalkma zamanının geldiğini anlıyorum. Sıradaki yerimiz
bowling alanı oluyor ve tek başıma oynamak sarmayacağı için oynayanlar ne
yapıyor diye izliyorum. Ben de fena oynamam ama çok iyi oynadığım da
söylenemez. Bazen strike akar gider, bazen de hiç vuramam. Elimin ayarının
olmayışından kaynaklı olsa gerek. O sırada bana bakan bazı insanları da fark
ediyorum ama ben dönünce genelde hemen teması kesiyorlar. Yakışıklılık
başa bela tabi. Burada tek başıma yapacak bir şey bulamayınca son olarak
kitapların olduğu tarafa yöneliyorum ve ilk olarak bilgisayar kitaplarının
olduğu reyonda neler varmış diye bakarken 5 dakikamı ayırıyorum. Ardından
bana lazım olanları zaten almış olduğum aklıma geliyor ve oradan kişisel
gelişim kitaplarına kayıyorum. Sonra onların açıklamalarına bakarken
yeterince gaz aldığımı hissedip bilim kurgu tarafına giriyorum. Oradan
ejderha ya da büyü temalı bir iki kitap bulup okuyup okumadığıma
bakıyorum. Hemen içini açıp istediğim şekilde bir olay örgüsü var mı derken
çoktan 10 sayfa okuduğumu fark edip kitabı kapatıyorum. Sonra arka tarafta
tarot kartları ilgimi çekiyor. Spiritüel konular için bir forum oluşturduğumdan
bu konular bana yabancı gelmiyor ve ne desteleri var diye merak edip
bakıyorum. Enerji destesi, katina destesi, melek destesi, bir iki farklı adı
olan desteler derken elime aldığım bir destenin içinin boş olduğunu fark
ediyorum. "Kabak benim başıma patlamasun yau" diyip arkaya atıp
kalkıyorum. Bilgisayar oyunları bölümüne geçiyorum, fiyatlara bakarken
Epic, Steam ve diğer oyun platformlarından hayatım boyunca
bitiremeyeceğim kadar ücretsiz oyun aldığımı fark edip hobi olarak gene
bakıyorum ve oradan da çıkıyorum. Çıkarken çalışan görürsem "kolay
gelsin" demeyi de ihmal etmiyorum. Bazen tepkileri çok güzel oluyor. Bazen
de "deli mi yav bu niye durduk yere böyle bişey dedi ki" dediklerinden emin
oluyorum ama sorun değil zaten, tanıma uyuyorum. Kapıdan çıktığım gibi
karşıda bir silüet bana tanıdık geliyor... Otobüsle gelirken anlık fark ettiğim
kadın! Sonra önümden direk birisi geçiyor, çok yakından geçtiği için anlık
olarak algım ona kayıyor ve tekrar karşıya baktığımda kadını göremiyorum.
Ama uzağa gitmiş olamaz, merdiven sol tarafta ve hemen oraya yöneliyorum.
Tekrar görüş alanıma giriyor ve hızlıca aşağı doğru merdivenlerden indiğini
görüyorum. Anlık olarak peşine düşmemin ne derece doğru olduğunu
sorguluyorum ve çekiniyorum. Ardından da durup izlemeye devam ediyorum,
tekrar dönüp bana bakana kadar... Yüzündeki derin bakışı hissettiğimde
kendimi tutamayıp peşine düşüyorum, sakin ama hızlıca. Tekrardan
hareketleniyor ama benden hızlı yürümüyor. Beyaz tüylü kalın bir mont
giydiği için biraz daha kolay ayırt ediliyor ama kalabalığa karışırken ben
daha da hızlanıyorum. Arada sadece 15 metre kalmışken sağlam bir omuz
darbesi alıp sarsılıyorum. Karşılık verme moduna girip kel, orta yaşlarda bir
adama sağlam ve sinirli bir bakış atıyorum ama özür dileyip araya karışıyor.
Tekrar dikkatimin dağıldığını anlamam birkaç saniye alıyor ve kadının izini
kaybediyorum. Hızlıca çıkışa ilerlediğimde hiçbir şey bulamıyorum. Açık
alanda kimsecikler göze çarpmıyor. Tekrardan kendimi kontrol edip iyi olup
olmadığıma bakıyorum. Tekrar eve dönmenin daha mantıklı bir hareket
olacağına karar veriyorum ve geri dönene kadar sürekli etrafımı kontrol
ediyorum. Örümcek algılarımı açıp ilerliyorum. Eve geldiğimde hafiften
terlediğimi ve midemin bulandığını hissediyorum. "Şifayı kapmamış olsak
bari" dedikten sonra yol üzerindeki marketten aldıklarımla yemek yapıyor ve
tuvalete gidip uzun süre taşıdığım mide arkadaşlarımı son yolculuklarına
uğurluyorum. Ardından tekrar yiyor ve kendimi yatağıma 40. kattan atlayan
çılgın bir böcek gibi bırakıyorum. Sonrası yok, uyku. Uyku demişken tekrar
uyanıyorum. Yatağımdan kalkıp odanın kapısını açıyorum, sola yönelip dış
kapıya hareketleniyorum ve tekrar uyanıyorum. "Rüya mıydı ya o" eşliğinde
tekrar kapıya gidiyorum ve tekrar uyanıyorum. Üçüncüsünde ilk ikisinin rüya
olması beni korkutuyor ve etrafa baktığımda her şey yerli yerinde görünüyor.
"Demek ki bu rüya değil" diyorum. Leonardo abimiz gibi katman katman
gömülüyor olamayız ya... Ve bu sefer "neden dış kapıya gidiyorum ki?"
diyerek mantıklı bir düşünce geçiyor aklımdan. Dış kapıya bakarken hemen
sağ arkamdaki oturma odasının kapısına dönüyorum ve bir şeylerin eksikliği
zeki algılarımdan kaçmıyor; "Kapı". Ard arda ne olduğunu anlamaya
çalışırken tekrardan uyanıyorum ve "Bu kadarı da fazla ama ha!" diyerek
tekrar sağıma soluma bakıyorum. Her şey yerli yerinde duruyor. Odanın
kapısını tekrar açıyorum, büyük odanında kapısı yerinde duruyor. Biraz
sakinleşip tekrar dış kapıya dönüyorum. Dış kapı da gözükmüyor, onun da
yeri duvarla kaplanmış. Ve tekrardan yatakta uyanıyorum. Hemen kalkıp
odanın kapısını açıyorum ve karşı kapının olmadığını görüyorum. Tekrar
uyanıyorum ve hemen odanın kapısını açmak için hamle yaptığımda bu sefer
odada kapı olmadığını görüyorum ve hiçbir şekilde engel olamıyorum.
Bilinçli olmama rağmen rüyayı kontrol edemediğimi görünce derken tekrar
tekrar uyanıyorum ve odadaki eşyalar teker teker gidiyor. Sonunda uyandığım
yatak bile gidiyor ve yerde uyanıyorum. Bir tür küp şeklini alıyor oda,
camsız ve ortada tek bir ışık var. Odanın genişliği 1,76 boyumdan biraz daha
fazla.
Aklıma rüyada kendine zarar verirsen uyanırsın gibi bir şey geçiyor ve
kafamı büyük bir zevkle duvara vuruyorum. Ardından beyin sarsıntısı
yaşayıp düşüyorum ve bunca şeye anlam aramaya çalışıyorum. Kalkıp tekrar
denemek istiyorum birkaç defa daha seri bir şekilde kafamı vuruyorum. Hafif
bir baygınlık hissiyatı yaşadıktan sonra kendimi mıncıklıyorum, hiçbir
şekilde etki etmiyor. Rüyada ışıkların da yanmadığını duymuştum ama bu ışık
yanıyor. Beyaz saf bir ampul gibi duruyor, eski tiplerden. Ona da anlam
veremiyorum. Bir süre bekleyince geçer diyorum. Beklerken farklı farklı
şeyler düşünüyorum. Ama bir türlü rüya sonlanmıyor. Aynı yere odaklanarak
bakıyorum, çünkü rüya belli bir yere sürekli odaklanırsanız bozulur ve
sonlanır. Ama bunun öyle bir sorunu yokmuş gibi gözüküyor. Aksine
bulanıklık falan olmuyor, aynı gerçek Dünyadaki gibi görmeye devam
ediyorum. Hatta sanırım burada daha da iyi görüyorum çünkü göz
hastalıklarım buraya taşınmış gibi durmuyor. Neler olduğunu anlayamıyorum,
gene. Sonunda bir köşeye dizlerimi çekerek oturuyorum. Kafamı dizlerimin
arasına alıyorum. İlk düşündüğüm şeyler ailem, ben geri uyanmayınca
verecekleri tepki, birçok insanın bana ne olduğunun umrunda olmayacak
olması, yapmak isteyip yapamadığım şeyler, kendime olan güvensizliğim,
artık hiç uyanmayacağım gerçeğini kabullenmem gibi şeyler oluyor. Burada
zamanın nasıl ayrı işlediğini iliklerime kadar hissediyorum. Zaman geçmek
bilmiyor. Defalarca kez bilincim kapanıp açılıyor. Sonrasında arafta
kalmışçasına artık düşünmeyi bırakıyorum. Uyanıyorum, uyuyorum.
Uyanıyorum, uyuyorum. Tek fark ettiğim şey arada kendimi izliyor oluşum.
Bazen astral seyahate çıkmışçasına kendimi izliyorum ve "ne kadar da
acınası bir durum" diyorum. Bunun başıma gelmesinin bir nedeni var mı,
yoksa tesadüfen gelişen bir şey mi merak ediyorum bir ara. Sonra tekrar
düşünmenin zamanın farkına vardırmasıyla bilinci tekrar kapatıyorum.
Defalarca ve defalarca aynı şekilde geçiyor. Bilincim ölmüyor ama
açılmıyor da. Sonra aniden yine kendime geliyorum. Tekrar bu minik odanın
içine bakıyorum, aklımda bir an yine silüet oluşuyor. "Aynı kadın" diyorum
içimden. Bu şekilde aklıma nasıl geldiğini anlamlandırmaya çalışıyorum ama
beynim çalışmıyor. Sonra odanın bozulduğunu fark ediyorum. Bir anda tekrar
gözümü kapatıp açtığımda tavana bakıyor halde buluyorum kendimi. Üç
saniye kadar durduktan sonra direk yataktan fırlıyorum. Saate bakıyorum ve
yattığım süreden sadece onbeş dakika sonra uyandığımı fark ediyorum.
Rengim atıyor, olduğum yerde kalıyorum. Derin nefes almaya başlıyorum ve
hemen gidip bir su içiyorum. O rüyadan sonra geceleri uyumaya çekiniyorum.
Her uykuya dalışımda bir daha uyanamayacakmış gibi yatıyorum. Ama
uyanıyorum, o tarz bir rüyayla bir daha karşılaşmıyorum. En azından
şimdilik. Ah, yine aklıma geldi... Sahi kimdi ki o kadın, nasıl rüyamda bile
silüeti gözümün önüne gelir ki... Beynimin bana oyunları olmalı. Ama bu
kadar oyun hiç normal değil. Gidip bir nöroloji doktoruna danışayım, test
yapar belki... Ve ardından testlerde beynimin son derece sağlıklı olduğu
çıkar, yaşanılan olaylara anlam verilemez, hayat sorgulanır ve bir ot gibi
yaşanmaya devam edilir. Belki de edilmez.. En azından bu günkü olay bunu
değiştirmiş olabilir...
Bölüm 2: Refleksif...
Bölüm 2 - Selam Vermek
Dışarı çıktığım gibi hafif esen rüzgarı hissediyorum. Sırf ibnelik olsun diye
suratıma suratıma vuruyor. Film sektöründe çoğu romantik filmleri böyle
çekiyor olabilirler ama bence romantik bir yanı yok. Sadece rüzgar "ben de
buradayım canısı, muck" diyor o kadar. Aynı anda patika yoldan ilerlerken
ağaç yapraklarının hışıltısı eşliğinde manzaraya bakıp dikkatlice devam
ediyorum. Güneşli güzel bir gün olacak gibi duruyor ama Rizenin sağı solu
belli olmaz tabi. Kenarda gördüğüm bir iki örümceğe ise "karşim siz salak
mısınız, oraya ağı ördünüz ama yıllardır o minik bölgenizde bişey
yakalayamıyorsunuz işte, şuraya kuracaksınız" direktifleri eşliğinde yoluma
rahat bir yürüyüş tarzıyla devam ediyorum. Aklımda canlanan kadın
perspektifi aradan geçen 3 aydan sonra siliniyor. Hafızam sabah yediği
yemeği zor hatırladığı için aslında uzun bile tutmuş olabilir belleğinde. Ama
zaten çok absürd geliyor şimdi bakınca. Zaten hayat tesadüfleri sevmez mi?
Benim yaşadığım olay sadece tesadüf olmalıydı. Yaşanan şeyi boşlukta kalıp
kendi üzerime çekmiştim işte. O kadar. Beynin oyunu orada başlamıştı ve
rüyada son bulmuştu. Bu kadar yalnız takılmanın sonucu olarak üzerine başka
anlamlar yıkmak sadece hayal gücümün puanlarının yüksek olmasıydı. İşte
zeki bir dedektif olarak kendi sorunumu yolda yürürken çözmüş oldum. Yine
de aslında favorim olan tuvalette düşünme seansında çözmek isterdim. Ne de
olsa orada bir Stephen HAWKİNG olabiliyorum ama büyülü bir yer ve
orada genelde daha mühim olayları düşünüyorum. Sonra kapıdan çıkınca her
şey uçuyor. Ve artık daha rahatım. Sonuçta ruhum aksiyon seviyor zaten,
bunun bende bu kadar etki bırakmasına gerek yok. Daha güzel olaylar
yaşarsam sevinirim. Eh, işte gene geldik. Gerçi o arada çok şey daha
konuştum ama ben kafamda hep konuşurum. O yüzden bu kadarı yeterli
sanırım. Otobüs modu aktifleştirildi. Klasik bir ilkbahar girişinden
muhtemelen alerjik bünye ile çıkacağım için burnuma hayatta başarılar
diliyorum. İşi çok zor. Ve tekrardan hadi dolaşalım birazcık ehehe.
"Selam çukulatam"
"Selam kanka"
"Yaklaşık yarım dakika geciktin. Sakın benim rolümü çalmaya çalışma, geç
kalmak benim işim!"
"Eyi"
"Tam dokuz kez uyandım, dokuz seferinde de rüyada hep bir şeyler eksildi ve
en son odaya kısıldım. Bana çok uzun gelen bir zaman diliminde orada
mahsur kaldım. 6 Ay kadar tahmin ediyorum. Bu sürede çıkmak için
duvarlara kafa attım, kendimi mıncıkladım falan ama bir şey olmadı. Rüya
geçecektir diye bekledikçe o bile olmadı! Ardından köşeye geçip oturdum,
zaten geniş bir alan değildi. Hastane asansörlerini düşün, ondan belki azcık
büyük. Orada düşünmediğim hiçbir şey kalmadı. Öyle ki bir süre sonra
düşünmeyi bıraktım. Ot gibi oldum. Sadece nefes alış veriş. Sonunda bir
şekilde bir kadının yüzü geldi gözüme, ardından da rüya bozuldu. Gerçek
hayatta onbeş dakika geçtiğini gördüm ve halen bu deneyime inanamıyorum."
"Sana söylediklerim yalan değil. Gerçekliğini öyle hissettim ki, bir süre bu
Dünya mı gerçek olan, yoksa orası mı diye çok düşündüm. Başından
geçmediyse anlaman olanaksız zaten. Senden güzel bir cevap beklemiyorum.
Sen sordun, ben cevapladım."
"Tamam sakin, ben o yüzden demedim zaten. Zihninin çalışma şekli normal
doğasına aykırı davranmış gibime geldi. Normalde rüyada öyle şeyler
yapmana bile gerek kalmadan uyanırsın çünkü. Bu garipti sadece."
"Garip ama hiçbir şekilde kontrolü ele alamadım işte. Açıkçası ben bitkisel
hayata girdiğimden emindim. Bundan sonra da o kutuda kalacağımı
düşündüm, ta ki ruhum ayrılana kadar ama olmadı. Nasıl olduysa gene
buradayım."
"Neden?"
"Biraz düzensiz uykudan, biraz kendimi çok fazla şeye vermemden dolayı
olsa gerek. Düzgün de beslenememiş olabilirim. Toparlarım ağır bi sıkıntım
yok."
"Buyrun benim?"
"Evet."
"Neden?"
Biraz sessiz kaldım. Birkaç saniye boyunca kendisinin teslim olması, o gece
emniyete ve hızlıca suçu sabit bulunduğundan cezaevine gittiği aklımdaki
nöronlardan geçti. Ardından konuşmaya devam ettim.
"Evet ama nasıl kaçtığı hakkında malesef bilgi veremem Can bey.
Muhtemelen tehdit altında olmadığınıza inanıyoruz ama tedbir amaçlı bilgi
vermek istedik."
"İyi günler"
"Tamam Dünyada kutsal bir amaca hizmet etmiyorum ama ne vardı yani
tuvalete geri dönseydim? Hemen gidip emanetleri hazırlayayım bari. Bu
günden sonra suçlu bulunana kadar olağanüstü hal ilan ediyorum!.Gündüz
bubi tuzakları eşliğinde 3 saat uyku, gece de açık ışıklar eşliğinde 3 saat
daha uyku bana yeter.Adam olana çok bile ehehe." İçeri doğru 'şimdi sıçtık'
düşünceleri eşliğinde pencereler kapatılır, kapının önüne ses yapacak bir şey
koyulmadan önce odun oturma odasına stoklanır, pencerelerin önüne cam
gibi düşünce ses edecek materyaller eklenir ve o şekilde bir süre beklenir.
Akşam perdeler kapanır ve eğer izleniyorsam bu adamın salak olmadığı,
güneşliklerden sonra diğer perdelerin inip inmediğini göreceği anlaşılır ve
ağır teyakkuz modunda radarlar açık bir şekilde gözler ağırlaşır. Yan tarafta
bir adet sopa ve pala ile beraber bir av tüfeği bulundurulur ve uyunur. Birkaç
gün bu şekilde ultra piskopat modunda geçtikten sonra artık önlemler biraz
daha hafifleyerek sadece pala ve sopaya kalır. Yakın dövüşte boş olmamanın
verdiği ekstra özgüvenden sonra pala da gider ve sopa kalır. Bana ne
zararları varsa artık yanımda. Sonrasında hiçbir şey olmamaya devam eder.
Ara ara emniyetten aranarak suçlunun henüz yakalanamadığına dair bilgiler
gelir ve "sanırım benimle bir işi yok, Hitman gibi işini temizce yapıp çıkıp
gitmiş olmalı" düşünceleri eşliğinde yüksek alarm modu kalkar. Ama
radarlar olası bir şeye karşı her zaman açıktır.
2 Ay Sonra
Hiçbir şey olmadı, motonon hayata devam. Bir Nisan sabahından herkese
merhaba.
Bu ara herkes bir yerlerde sanırım. Mahalle boş gibi duruyor. Gezecek
paraları varsa demek... Ben mi? Maksimum 8 mbit olan internetim ile
aksiyondan aksiyona koşuyoruz. Şaka şaka, freelance çalışıyorum artık.
Götüm arada çıkıyor ama kendi disiplinime sadık kaldığım sürece hiçbir
şekilde sorun olmuyor. Bu gün biraz fazla spor yapasım var. Kum torbamı
çok severim ama genel olarak vücut ağırlığım ile çalışırım. Biraz kilo aldım
gibi, 69 kilodan 70'e çıkmış hissediyorum. Enerjikleşme oranımdan yola
çıkarsak vitaminlerim de durumdan memnun. Şimdi evin altına inip biraz
torba yumruklayayım, stres atmanın güzel bir yolu, en azından benim için.
Önce hafif hafif vücudumu ısıtıyorum. Sonrasında direklerle başlayan
vuruşlarım zamanla yerini kombo saldırılara bırakıyor. Alanımın biraz dar
olmasından dolayı ayak hareketlerimi istediğim gibi şekillendirmiyorum ama
eskiv çalışabiliyorum. Bir süre hızlı-yavaş kombolardan sonra 3 dakika
kadar bir sürenin geçmiş olduğuna kanaat getirip kafamı yorgunluktan kum
torbasına dayayıp gözlerimi kapatıyorum...
"Buraya gelme nedenin nedir? Benim şahitliğim ise kusura bakma, istemdışı
da olsa yapmam gereken oydu. Herhangi bir şekilde hayatımı sonlandırmak
istiyorsan bunu yumruk yumruğa yapalım lütfen. Herhalde bu kadarını çok
görmezsin, tabi benimle dalaşmak senin için bir sorun değilse."
"Kusura bakma, biraz yanlış bir imaj verdiğimi düşünüyorum. Ama beni ilk
görüşünü hatırlarsak böyle düşünmen doğal."
"İmajının nesi yanlış? O adamı sen öldürmedin mi? Yaptığın şey normal bir
şey değil..."
"Değil ama yine de oldu, nedenler ve sonuçları diyelim. Bir yerden sonra sen
de anlayacaksın zaten."
"Anlayacakmışım"
"Neyini dinleyecek..."
Bir anda sesim kesildi. Baskın ama zarar vermeyen bir aurası varmış gibi
durup dinlemeye başladım.
"Her şeyden önce bu Dünya çok daha pis bir hal alacak. Salgınlar, savaşlar
bir kenara dursun, daha da kötüleri gelecek. Senin görevin bu duruma engel
olmak ama şu halinle hiçbir şey yapamazsın. Sana anlatacağım çok şey var
ama henüz seni tespit edemediler. O yüzden sevdiğin insanlarla biraz vakit
geçirmek için zamanın var. Tekrar geldiğimde buradan beraber ayrılacağız.
Eğer gelmezsen zorla götürürüm. Bilmen gereken tek şey, sen dahil herkesin
hayatı tehlikede ve sana da ihtiyacımız var. Soracağın bir şey varsa bunu
sonraya sakla. Şimdilik dediğimi yap ve beni bekle. Etrafta fazla görünme,
ne olur ne olmaz."
"Dur lan bir orda, salgın savaş ne alaka benle? Ne saçmalıyon sen?"
"Fena değilmişsin, selam vermeye geldim ama sen abartınca seninle oynamak
istedim. Fakat mümkünse bir dahakine beni zorlamaya çalış. Hahahaha"
Dişlerimi sıkmaya başladım, kafamın yarısını hissedememek bir yana, bu
kadar kolay kaybetmek beni daha da çıldırttı. Yapabileceğim bir şey
olmaması ise daha da kötüydü. Yine de takdirimi kazandı. Rasgele bir saldırı
yerine, beni tamamen iptal edecek bir saldırı yaptı. Bu kadar kontrollü ve
sakin olması gerçekten de onu hiç zorlayamadığımı belli ediyordu. Sonra
konuşmaya devam etti.
"Bizim için!?"
Aklıma AVM'de daha önce gördüğüm kadın geldi. Koyun can derdinde değil
de halen nelerin derdinde. Ama ben öyleyim işte. Elimde olmayan şeyler için
darlanacağıma olayları aydınlatmaya odaklanıyorum.
"Evet bizim için. Sen tek değilsin, ama çok fazla da sayılmayız. Bu olayları
bitirebilecek kişi olman omzuna yapmak istediklerini değil yapman
gerekenleri yüklüyor. Kafan karışacağından ve hazır olmadığından şimdilik
bu kadarı sana yeter. Ayrıca bana dokunmayı ve yere yatırmayı başardığın
için sana merak ettiğin sorunun cevabını da vereyim; evet o gün orada
gördüğün kadın bizden. Hatta seni engelleyip odağını kaydıran kel de bizden.
Yakında bizimle tanışacaksın. Bu da küçük kıyağım olsun."
Sonra kafamı eğdim, tekrar baktığımda önümde değildi. Bir anda varlığı
silinmiş gibiydi. Hiçbir şey hissetmedim, sadece yerin soğukluğu, ve
ardından yanıma yaklaşan kedim...
Zar zor kalkıp tekrardan eve giriyorum. Ama başımda ağrılar horon eşliğinde
bağırırken ayakta durmanın gereği yok, zaten takatim de yok. O halde yat
bakalım.
4 saat sonra
Yattık, dinlendik, baş ağrısının küçük bir kısmını azalttık ama artık bir şeyler
yemeliyim. Dayak yemiş bile olsam yemek aşkımdan vazgeçmem. Evet,
yatağım... yok. Burası karşı mahalle değil mi ya? Şu yapımı tamamlanmamış
ama tatlı duran tuğlalı ev...
Ben bunu bir yerde görmüştüm! Gideyim bakalım, zaten kendimi geri
tutamıyorum. O hep "gitme la oraya, ölecen işte" dediğim salak korku filmi
karakterlerine benzedim. Gerçekten de güldüğün başına geliyor. Ama cidden
duramıyorum. Orada bir şey aramalıyım. İçimden geçen bu. Böylece tahta
küçük köprüden binaya giriyorum, tek katı tuğlalı olan bir kapı görüyorum
ama açık. Girdiğimde içeride muşamba dolu labirent gibi büyük bir oda
görüyorum. Bir sağa, bir sola bakarken ayak sesleri ilgimi çekiyor. Kendimi
tekrar çatışmaya hazırlıyorum ve peşine gidiyorum. Bir kapı daha
görüyorum. İçeri giriyorum ve 3 kadın bana bakıyor. Ellerinde bir şeyler var
gibi, belki yiyecek falan taşıyorlar. Üstleri tamamen beyaz elbiselerle
örtülmüş. Önümden çekildiklerinde karşımda yaşlı bir adam görüyorum. Ona
neden burada olduğumu sormak istiyorum ama yapamıyorum. Yanında duran
başka iki kadın ise tütsü yakmış bir şekilde bana bakıyorlar. O an çok
kuvvetli bir şekilde adamdan enerji aldığımı fark ediyorum.
Bir şeyler yapmak istediğim için ben de mitolojik olayları ele almaya
başladım. Elimdeki veriler sadece gücünün görünüşünden çok daha fazla
olduğunu düşündüğüm bir adam ve sessizce gelip hızlıca gidebilmesiydi.
Normal şartlarda o hızda 25 metre görüş mesafesinden göz açıp kapayana
kadar kaybolamazsınız, bunu açıklayacak bir şey yok. İşte ben de bunun
peşindeydim. Ayrıca rüyalarım bağlantılı mı diyerek onlarla ilgili de
araştırmaya koyuldum. Bu süreç oldukça ızdıraplı ve muhtemelen de hiçbir
sonuç sunmayacak bir çabalar bütünüydü. Ama sonunda elimde 2 kadar
sonuç kaldı. Pek bir anlamsal bağ olmasa da süreç benim karşıma bunları
çıkarmıştı.
"Horus: Osiris´le İsis´in oğlu, Mısır tahtını miras almıştır... Hatta taht için
Seti ile olan savaşları Mısır mitolojisinde onemli yer tutar. Cennetin
hükümdarı aynı zamandada Mısır´ın kralı Horus´un cennetin kralı,
yeryüzünün kralı,ve kutsal şahin olmak uzere Teslis (uçlü )kavramı Mısır
dininin yerleşik yönü oldu. Horus´un evrensel olduğu ve ezelden beri var
olduğu fikri, 1. hanedanlığa kadar uzanır ki, bu da Piramit yazılarında
belirtilmiştir."
Son derece küçük ve atomik haldeki yapı her yerde ve her zaman hazır...
Belki de bu onun kaybolup bir anda ortaya çıkmasını açıklıyordur. Peki o bu
yeteneğe sahipse bu onu tanrı yapar mı? Ya da bunu yapabildiği için mi tanrı
olur? Bunlar bir yana, bu seçenek doğruysa bir hapishaneden nasıl kaçtığı
sorusunun en kolay cevabı sanırım budur.
Böyle bir yöntem icin muazzam bir enerjiye ihtiyaç var. Yani birkaç nükleer
santralin ürettiği enerji gerekli. Ve bu enerjiyi kayıpsız ve doğru bir şekilde
aktarabilme imkanı gerekiyor. Katrilyonlarca molekülü (kaldıki atom bile
değil) ışık hızına çıkartıp koordinat vermek hayali kurgu olur. Stephen
Hawking zamanın kısa tarihi isimli kitabında "bir insan büyüklüğündeki
maddenin ışınlanabilmesi için 1000-1500 km çapında devasa bir çanak anten
gerekiyor. Dolaysıyla böyle bir enerji sağlama imkanı yok." diyor.
"Dünyanın birçok bölgesinde bir anda patlak veren olayda, bazı bölgelerin
terörist gruplarca saldırı altında olduğu ve devletlerin olağanüstü hal ilan
etmesine karar verildi. Dışarı çıkmak an itibariyle yasaklanmış olup,
güvenlik güçleri ve bazı sağlık birimleri dışında anlık olarak kimsenin
dışarıya çıkmaması konusunda alınan karar ülkemizde de onaylandı. Sıcak
haberleri peşpeşe vermeye devam edeceğiz, lütfen bizden ayrılmayın"
Ne olduğuna dair bir fikrim yoktu. Altyazıda sayamadığım kadar ülkede aynı
yasağın uygulandığını okuduğumda tekrardan yaşadıklarım aklıma gelmişti.
Bir ülkede hiçbir şekilde terörist olup bir yeri istila edemezsiniz. En fazla
kalleşçe baskın yaparsınız ve ölürsünüz. Şansınız varsa kaçadabilirsiniz tabi
ama çok düşük bir ihtimal. Ama birçok yerde bu saldırının olduğu ve
devletlerin direk kırmızı butona basması normal bir durum değildi. Yaklaşık
2-3 dakika sonra üstümden jetlerin de geçtiğini gördüm. Bu hayra alamet
değildi. Rusya ile falan mı savaşa girdik? Yoksa buralarda garip olaylar
dönüyor da onlara karşı mı uçuyoruz. Yoksa sadece tedbir amaçlı mı... Sonra
yüksek sesli bir patlamayla beraber tekrardan algım yerle bir oldu. Yaklaşık
20 saniye süren bir yalpalama ve kendimi çekyata atma seansından sonra bir
anda uyuşup uykuya daldım. Sonra tekrardan uyandım. Elimde bir dosya ile
şen şakrak bir şekilde odanın kapısını çalarak içeri girdim. Etrafımdaki
duvar gri-cam karışımı bir şeydi. Oda kapısı açık kahverengi renkli ahşaptı.
İçeri girdiğimde beni bir adam karşıladı.
"Anladım..."
"Evde tüfek var, lazımsa pala falan da var, madem tehlikedeyiz onları
kullanalım"
"Aa, demek terminatör filmlerini izledin. Dizisi sence de çok güzel değil
miydi? Hani şu Sarah Connor günlükleri olan"
"Kaçarken neden nefesini tüketip boş boş konuşuyorsun"
"Bilmem, hayatımın son anları olacaksa en azından son bi sohbet etmek lazım
değil mi?"
"Senin bir adın var mı yoksa dışlayıp adını John Doe mu koydular?"
Bu sözün ardından ani bir itişle beni çay çalılarının üzerine attı. Direk
sinirlenip ona doğru baktığımda bana "kaç!" diye bağırdı. Çaylık yoldan iki
metre aşağıda kaldığı için yukarıda ne olduğunu göremedim ama ardından
yolun görmediğim tarafına koşup boğuşma sesleri geldiğinde dediği gibi
hızlıca çaylığın kendi yoluna ilerlemeye başladım. Ama ayağım çalılara
takıldığı için çok hızlı bir ilerleme kaydedemiyordum. Otuz saniye kadar var
gücümle ilerleyip yolu buldum ve hızlıca yine koşarken arkamı dönüp
baktım, ardından da durdum. Duruşu insanı andırmayan, ama ona yakın bir
formda kırmızı derili ve iki metre boylarında olduğunu tahmin ettiğim farklı
bir varlık -şimdilik John diyeceğim- John'un önünde duruyordu. İki kolu yine
onun gibi varlıklar tarafından tutulmuştu ve dizüstü çöktürülmüştü. Sağ
tarafta ise karşı taraftan üç kişinin John tarafından eşek cennetine
gönderildiğini anladım. Ama hepsiyle baş etmeye gücü yetmemişti. Büyük
ihtimal minik bir konuşmanın ardından benim peşime düşeceklerdi ama
dilimi arı soksun ki John'u tutan iki varlık direk çaylığa atladılar. Kaçmayı
hiç istemiyordum ama malum şartlarda normal bir şekilde bile yenemediğim
biri üstün gelememişken yapabileceğim bir şey yoktu. Öte yandan peşime
takılanlar çok hızlıydı, yani muhtemelen yakalanmama şansım yoktu. Ben de
hızlıca kaçmaya başladım. Yol kenarına geldiğimde çok yaklaştıklarını fark
edip "durun!" dedim. "Teslim oluyorum."
"Senin içinde taşıdığın şey farklı bir zaman diliminde bizden çalındı ve çok
uzaklara gönderildi. Biz onu bulup buraya ayak basmasaydık bundan haberin
olmayacaktı ve normal bir şekilde yaşayıp gidecektin. Ama o şey biz varken
aktifleşiyor ve içinde akla hayale sığmayacak türden bir güç barındırıyor. O
gücü şu anki bilgi seviyemizle senden alamayız. Fakat senin yanındaki
arkadaşlarının da kullanmasına izin veremeyiz. Onlarla savaşımız çoktan
bitti. Bir fare gibi kaçıp yaşayabilecekleri başka bir alan aramaktan ve
peynire, yani sana ulaşmaktan başka yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Tek
sorunları, hepsinin Dünyada bir yerlerde olması. Zaten azınlıklarken hepsini
senin sayende temizleyeceğiz."
"Normal şartlarda meteor gibi gelmeye ihtiyacımız yok. Dediğim gibi, enerji
sende saklı. Detaylar önemlidir ama sen bunları bilmen gerekmeyecek kadar
az yaşayacaksın. O halde, zaferimizi lordumuza sunmanın zamanı geldi. O bu
Dünya için çok iyi bir gelecek düşünüyor. En azından tüm milletler tek bir
düşman bilecek ve sadece ona karşı savaşacaklar. Ayrıca bunu yaparken
sadece bize çalışmış olacaklar. Ne güzel değil mi? Değişen Dünya ile gurur
duy, bunu sen yaptın..."
Bu dev şey, elini Can'ın kalbine sokup parçalamıştı. Mutlak ölümünü kendi
elinden verip biraz şaşırmış ve keyif almadığını gösterircesine suratını
düşürmüştü.
"Bu kadar kolay düşeceğini bilseydim tek başıma gelirdim. Neden üsttekiler
bir şey olacak sandı ki."
Bir süre kendimden geçmiş bir halde kaldıktan sonra tekrar tekrar
uyanıyorum. Ama her seferinde çok yorgun hissedip uykuya dalmaya devam
ediyorum. Farklı rüyalar içerisinde döngülere girip çıkıyorum ve son
uyanışımda kendimi çok daha iyi hissettiğimi fark ediyorum. Olanları
hatırlıyorum ve neler olduğunu çözemediğim için hem kendime hem etrafa
boş boş bakınıp duruyorum. Etrafta güneşin ışıltısı, yaprakların hışırtısı, tek
tük kuş sesleri ve bayağı uzaktan geldiği belli olan su sesleri duyuyorum.
Yattığım yerden kalkıp doğruluyorum. Üzerimde sargı bezlerini görüp
çıkartıyorum, altlarında yara izi göremiyorum. Yaralı olduğumu, hatta
öldüğümü hatırlıyorum. Ardından rüya gördüğümü de... Neden burada
olduğumu tekrar sorguluyorum ama etrafta kimseyi göremiyorum. Bana
yardım eden birileri olduğu çok belli oluyor ama nereye gittikleri pek belli
olmuyor. Kalkacak gücü kendimde bulduğumda su sesine doğru ilerliyorum.
Havada da garip bir koku bana eşlik ediyor. Pek rahatsız etmeyen ama yine
de doğal olmadığı fark edilir türden bir koku. Suyu görecek mesafeye
geldiğimde temiz gibi göründüğünü fark ediyorum. Zaten akan suyun kirli
olma şansı çok az, ya yakın bir yerde bir hayvan ölmeli, ya da kimyasal atık
olmalı. Ama bunda bir sorun yok. Eğilip elimi yüzümü yıkıyorum, özellikle
de yüzümü. Sanki suyla buluşmayalı yıllar olmuş gibi rahatlıyorum. İşim
bitince birkaç yudum içiyorum. Ardından yine etrafıma bakınıyorum ama
yaşayan bir şey göremiyorum. Sanki kendi kendime buraya gelmiş ve
dinlenmeye çekilmiş gibi. Sonra aniden daha önce zar zor gözlerimi açtığım
ve üç kişiyi gördüğüm aklıma geliyor. Tanıdık gibi durmuyorlar ama ölmemi
isteseler şimdiye kadar öldürürlerdi diye düşünüyorum. Tekrar uyandığım
yere geri dönüyorum ve olacaklar hakkında düşünüyorum. Bu arada kendimi
çok daha iyi hissediyorum. O miskin haller gitmiş ve yerine her an aksiyona
hazır bir versiyon gelmiş gibi. Sonra yan taraftan bir sesin geldiğini fark
ediyorum ve baktığımda kapşonlu, pelerinli, garip simgeleri olan birisini
görüyorum. Boyu 1,80 civarlarında ve yanılmıyorsam 80-85 civarı bir kiloya
sahip diye düşünüyorum. Ayrıca esmer. Yanıma gelip bir şey demeden
karşıma oturuyor. Öylece ne olacağını bekliyorum. Yüzüme ifadesiz bakışlar
atıyor ve yanında getirdiği garip çantadan bir şeyler çıkartıyor. Birkaç saniye
sonra bunların taze et olduğunu görüyorum. Sonra kalkıp etraftan çalı çırpı,
biraz odun ve kabuk toplayıp geliyor. Yine karşıma oturup ateş yakıyor.
Konuşmak istiyorum ama konuşmamı bir şey engelliyormuş gibi sadece
yaptıklarını izliyorum. Etleri pişirirken tekrardan bana derin bir bakış atıyor
ve "iyi misin" diyerek sessizliği bozuyor. Biraz durduktan sonra "öyle
görünüyor" diyorum. Bakışlarını bana yoğunlaştırıyor ve "sorman gereken
şeyleri sor" diyor. Öyle söyleyince neler soracağımı düşünmeye başlıyorum.
İlk olarak "neredeyiz?" diyorum. "Önemi olduğunu sanmıyorum" diyerek
geçiştiriyor. "Öyleyse neden soru soruyorum?" diyorum. "Çünkü sormak
istiyorsun" diyor. "Son derece mantıklı" diyorum, "teşekkür ederim" diyor.
"Bu kadar naziklik fazla değil mi?" diyorum, "neden öyle olsun ki?" diyor.
Sanki kendi iç sesimle konuşuyormuş gibi düşünüyorum. "Burada iki kişi
daha vardı diye hatırlıyorum, onlar nerede ve siz kimsiniz?" diyorum.
"Gerçekten bunu soruyor musun?" diyor. "Yeter ama aynı tip şeyleri söyleyip
duruyoruz" diyorum ve kahkaha atıyor. Bana dik dik bakıp süzüyor ve sonra
"etleri benim için çevirir misin?" diye sorarak kalkıp uzaklaşıyor. Tekrar
anlamsızca etrafa bakıyorum. Her şey doğal gibi duruyor. Kendimi
rahatlamış hissediyorum. Gözlerimi ateşe dikiyorum. Hipnoz olmuşçasına
izleyip, etlerin pişmesini bekliyorum. Aç hissetmiyorum, ama etlere karşı da
olumlu duygular hissediyorum. Bir tarafları piştiğinde onları çeviriyorum.
Kulağıma ağır bir çınlama giriyor ve rahatlamak için gözlerimi kapatıyorum.
Tekrar açtığımda ise garip simgelerle kaplı olan adam bana et uzatıyor.
Doğrulup etin tadına bakıyorum. O kadar güzel geliyor ki, o an bu Dünyanın
gerçek olduğuna tamamen inanıyorum. Yemeği yedikten sonra bu sefer ben
gözlerimi garip simgeli adama dikiyorum. Hal ve hareketleri ağır abi tadında
duruyor. Bana pek ilgili değilmiş, ama aynı zamanda yardımcı olmak
göreviymiş gibi duruyor. Gözlerini bana dikip sonunda anlatmaya başlıyor.
"Peki neden?"
"Çünkü çoktan kırmızı enerjiyi kullandın, yani öldüğün sırada." Bir enerji
kullanıcısı başka bir enerjiyi kullanabilir, ama bu çok fazla pratik gerektirir,
yıllardan bahsediyoruz. Hatta belki yüzyıllar. Yani yeşil enerjiyi
kullanabilsen bile bunu bu kadar yüksek bir ustalıkla yapamaman gerekir.
Kırmızı enerjiyi de yeşil enerjiyi de en yüksek seviyede kullandın. Üç
gündür baygınsın ama yaralı olduğun için değil. Sence neden o kadar
zamandır bilincin yoktu?"
"Bilmem..."
"Çünkü anlık enerji akışın o kadar yüksekti ki bedenin aşırı yüklenmiş bir
makine gibi kısa devre yaptı. Korkunç olan şey bu evrelerin
hepsinde bilinçsiz bir halde olman. Yani ne yaptığını bilmiyordun değil mi?,
her şey kendiliğinden oldu."
"En basitinden bir süre nefes almadın. Sanki bir şeyle boğuşuyor gibiydin.
Ayrıca bilinçaltının en büyük yansıması rüyalarındır. Belki orada işimize
yarar bir şeyler görmüşsündür."
"Teslim oluyorum!"
Gerçek Ya Da Sahte
Karşımdaki insan görünümlü mahlukatlar şaşırmıştı. Benim de amacım zaten
buydu. Bıçağı yavaşça yere bıraktım. Ardından ellerimi teslim olurmuşçasına
kaldırdım. Aralarından birisi uçurum kenarına gidip aşağıya baktı. Ardından
bana döndü. İki elini kaldırıp indirdi. Diğerlerine silah bırakın demiş gibi
bir şey oldu sanırım. Diğerleri de ikişer adım geri çıktı. Bu sessizlik bana
oldukça şaibeli gelmişti. Çünkü geçmiş deneyimlerim pek iyi
sonlanmadıkları yönündeydi. Öyle de oldu. Arkasını dönüp bir anda küçük
bir bıçağı tam kafama fırlattı. Bunu yapacağını önceden sezip kıl payı
kurtuldum. Kafamın sağ üst köşesinde kanama hissettim. Bıçak çizik atıp
geçmişti. Zaman kazanmak niyetindeydim fakat artık zaman diye bir şey
kalmadı. Olay kazan ya da öl şekline geldi. Önceki seferi anlık olarak
hatırlayıp yine bir şekilde paçayı kurtarmayı umdum ama muhtemelen artık
bir yardımı olmayacaktı. Üstüme gelen ilk kişiden gelen darbeyi savuşturup
kafasına sert bir yumruk attım. O dengesini kaybederken arkamdan gelene ise
yan tekme atmak suretiyle iki-üç adım kadar geri ittirdim. Sonrasında ise
üçüncüsünün çoktan alanıma girdiğini fark ettim. Yapacak bir şey yoktu,
karnıma gelen darbeyi tam anlamıyla ayak parmak uçlarıma kadar hissettim.
Ayaklarım darbenin etkisiyle yerden kesildi. Ama daha da kötüsü yere
düşerken suratıma diz geçirmesiydi. Yavaş yavaş bilincimin gittiğini
hissediyordum. Sanırım ölmek için kafaya ekstra bir darbe oldukça
yeterliydi. Kafama basacaklarını düşünerek gözlerimi kapadım. Zaten bir
şeye tepki verecek halim de yoktu. Uyumak istiyordum. Ölmek istediğim yer
burası değildi ama ne yapalım artık, olan oldu.
Tekrar gözlerimi açtım. Kendimi yine suyun içinde buldum. Bu sefer derin
deniz değil ama hoş bir su da değil. Bildiğin bataklık gibi bir şeyin
içerisindeydim. Önümde göz aldığınca bulutlar ve ve düzlük boyunca uzanan
bataklığımsı sudan başka bir şey yoktu. Sanki gri bir efektin içerisine
hapsolmuş gibiydim. Zorlaya zorlaya kalktım. Birikinti seviyesi neredeyse
ayak bileklerime kadar geliyordu. Sandığımdan çok daha az bir yüksekliğe
sahipti. Anlamsızca nerede olduğumu sorgulayarak ilerlemeye çalışıyordum.
Ölü desen değil gibiydim. Yaşıyorum desen o da pek mümkün
gözükmüyordu. Araftaymışçasına takılıyordum. "Sesimi duyuyor musun!?"
yankılanınca kulaklarımda, irkilip sağa sola baktım. Ardından tekrar "Sesimi
duyuyor musun?" dendiğini duydum. 40 civarı yaşlarında bir sese
benziyordu. Fakat vurgulaması gerçekten çok iyiydi. Bu boş detayı da
verdikten sonra "Duyuyorum" dedim. "Peki beni görebiliyor musun?" dedi.
"Hayır" dedim.
Elimle işaret ettiğim yere dönüp gözlerimi açtım. Karşımda bir tür Beyaz-
Mavi-Kırmızı detaylara sahip üniformalı birisi duruyordu. Gözleri mavi
renkti. Yüzüne bakınca 30 yaş gibi gösteriyordu. Ama sesi çok daha olgundu
sanırım. Bana kim olduğumu sordu. Adımı söyledim. Tekrar bana kim
olduğumu sordu. Yine adımı söyledim. Dibime kadar geldi. Bana tekrar kim
olduğumu sordu. Ne olduğunu anlamıyordum. "Bana cevap ver!" Diyerek
gözlerini ışıldattı, ağzımdan bir anda "Rangius" sözcüğü çıktı. Şok
geçirmiştim. Bu sözcüğü söyleyen bendim ama benim söylediğime dair
hiçbir belirtim yoktu. Kendimi çok sıcak hissetmeye başladım. Ardından diz
çöküp ellerimi göğüslerime getirdim de üstümü yırtmak üzereyken bir anda
içimdeki tüm enerjiyi salmaya başladım. Yer yerinden oynamaya, etrafımın
şekli değişmeye başladı. İçimde öyle bir ateş yanmıştı ki bir anda enerji dolu
olmuştum. Tekrar karşımdakine baktım. "Sen kimsin?" dedim. Güldü. "Ben
senim, ama aslında sen değilim. Aramızdaki bağlantıyı öğrenmek için
yaşamaya devam et. Şimdilik bu sana yeter" dedi. Bir anda halsiz düşüp
bilincimi kaybettim. Hemen ardından ise uyandım. Kendime geldiğimde
tekrar dağın eteklerinde düzlükteydim. Çenem ve karnım ağrıyordu ama
resmen yeniden doğmuş gibiydim. Kafamı kaldırıp baktığımda beni
yuvarlayan centilmen arkadaşlarımın boğuştuklarını gördüm. Jedi ve Sith
mantığı gibi ışıklı bir şeylerle kapışıyorlardı. Havada bir parlama fark edip
yukarı baktım. Tam bana doğru yine bir bıçak geliyordu. İçimde hiç korku
yoktu. Dövmeli olan bıçağı fark etti fakat boğuşmaktan bana doğru
gelemiyordu. Benim yaptığım tek şey ise bana gelen bıçağı yana kayıp yere
düşmeden tutmak oldu. Dost düşman hepsi bir anlığına bana baktılar. "Bu
kadar tokatlanmak yeter" dedim ve aksiyona ben de katıldım. Elimdeki bıçak
açık mavi bir renge büründü. Bana dönen bir düşmanı ensesinden keserek
hızlıca safdışı bıraktım. Diğerine atlayacaktım ki 100 km/s hızla birisi bir
anda üstüme çullandı. Uyum sağlayıp onun ivmelenmesiyle beraber yukarı
doğru fırladık. Beni sıkıca tuttuğunda gerçek olup olmadığımı sordu. Gözleri
kıpkırmızıydı. Benim ruh halim ise bir anda delirmeye müsait bir hal aldı.
Ona sakince "Neden öğrenmiyoruz" gibi aşırı egoist bir laf söyledim. Ve
gülmeye başladım. Sanırım her şey gerçekti, ben dahil..
Bölüm 5: Şanssız Bir Gün
Hesaplar ne zaman tutar ki?
Chapter Five: Şanssız Bir Gün
Hesaplar ne zaman tutar ki?
Beni o kadar hızlı uçuruyordu ki, kendimi "superman" ile kapışan "batman"
zannetmiştim. Sorun şu ki bu hızda bir yere vurduğumuzda otomatik olarak
saf dışı kalacağımdan emindim. Normal bir insanın bu hızda bir yere
çarptıktan sonra bilincini açık tutma şansı yoktu. Normal bir insan olmamam
dışında da sorun yoktu. Bir anda etrafımı elektrik yükü gibi bir şey sardı,
ikimiz de yukarı çıkarken bedenim kendiliğinden ayak uyduruyordu. Alt
taraftan bir elini indirip aparkat gibi bir yumruk savurdu. Ani bir refleksle
yanlanarak atlattım ama rüzgarı, o yumruğu yeseydim neler olacağını
anlatıyordu. Ardından benim sağ kolum havalandı, bir düz geçirdim, omzuyla
blokladı fakat ikimiz de ayrıldık. Vuruşumda pek etki hissetmedim, fakat
vurabileceğimi fark ettiğimde kendime biraz olsun güvenmeye başladım.
Yine de birkaç saniye sonra neler olacağını bilemezdim. Gözüm arka tarafına
kaydı. Dövmeli olan diğerlerini kıyma yapmış, başka bir taneyle kapışıyordu.
Tekrar karşımdakine bakınca aşağıdan bakan iki kişiden birinin karşımda,
diğerinin ise dövmeli arkadaş ile kapıştığını anladım. Demek ki bunlar
diğerlerine göre daha güçlü ve kıdemliydi. Bunları düşünürken rakibim bir
anda yokluktan bir kılıç çıkarmış ve bana sallamıştı bile. O sırada diğer üç
yandaştan müdahale geldi ve üçe bir şeklinde kapışmaya başladı. Müdahale
etmeselerdi muhtemelen ortadan ikiye ayrılacaktım. Gözüm tekrar dövmeli
olana kaydı. Rakibiyle öyle enfes kapışıyordu ki, öyle olup olamayacağımı
düşünmeye başlamıştım. Yüksek hızda, gene nereden çıktığını bilmediğim
kılıçların çıktığı, ortamın avantajının ve dezavantajlarının sonuna kadar
kullanıldığı şiddetli bir kapışmaydı. Tek sorun ise ikisi de birbirine üstün
gelemiyordu. Gözüm tekrar bana saldırana kaydığında bizimkilerden birini
yaraladığını gördüm. Gözlerinin rengi iyice değişmişti. Kıpkırmızı bir hal
almıştı ve artık bir yerine iki kılıcı vardı. Adeta düello ustası gibi gelen
saldırıları savuşturup iki katıyla geri ödüyordu. Yenileceklerini anlayınca bir
şey yapmak istedim ama benim kılıcım yoktu. Eğer vardıysa nasıl
kullanacaktım bilmiyordum. Şu an sadece bilinmezlikler içerisindeydim.
Yumruğumu sıkmaktan başka bir şey yapamamak hoş değildi. Bedenim bile
bana ait değilmiş gibi kalmıştım.
O Sırada Savaş Bölgesinde
Savaş seslerinin eşiğinde*
"General Grim neden bir mesaj göndermedi? Burada acil bir desteğe
ihtiyacımız var. Bu şerefsizler otomatik üretim gibi gelip duruyor. Savaşçılar
hem yorgun hem de sayı olarak azlar."
Ardından arkamda garip bir şey hissettim. Arkama baktım, yaşlı bir adamdı.
Hafif tombul, beyaz saç-sakal karışımlı aksakallı dede usulü bir adam.
Üstünde ise çok açık renk bir yeşil tonu ile sarılı bir elbise vardı. Yüzünde
bir gülümsemeylee "hoş geldiniz!" diye bağırdı.
"Birisi içimde taşıdığım bir güç yüzünden burada olduğumu söylemişti. Fakat
bundan daha fazlasını bilmiyorum."
"Evet, yanımda benim için ölen birisinden sonra artık bu benim de savaşım."
"Evlat, bir şeyi anlamanı isterim. Bu savaşı zaten sen başlattın. Sadece
farkında değilsin."
"Burada farklı bir hisse kapıldın değil mi, içinde garip bir akış
hissediyorsun. Bu içindeki "enerjinin" dışa vurumudur. Sen farkında bile
değilken çoktan bu enerji frekansını yaymaya başlamıştın. Şansına, ya da
şanssızlığına bu hem dostlarının hem de düşmanlarının radarına takıldı. Bu
da seni artık dönüşü olmayan bir yola soktu."
"Merak etme. Sana her şeyi öyle bir öğreteceğim ki, buradan dışarı
çıktığında eski sen olmayacaksın. Fakat arkadaşlarının artık gitmesi
gerekiyor. Önemli bir savaş şu an bu Dünyada yaşanıyor ve eğer gitmezlerse
kaybedecekler."
"Ben de gele-"
"Bilge? Ne oluyor?"
"Peki ya siz?"
"Bizi merak etme. Burası mühürlü bir alan. Tespit edemezler. Etseler bile
giremezler. Girseler bile amaçlarına ulaşamazlar. Sen hemen olay yerine var
ve gerekeni yap. Arkadaşların benimle kalsın. Yürüyecek halleri yok."
"Yerinde kaldığını görmek güzel. Seni zapt etmek göründüğünden daha zor.
Şimdi söyle bakalım, ona sen mi anlatmak istersin yoksa ben mi anlatayım?"
"Doğru işte ona söylüyorum." Bence her şeyi sana anlatacaktır. Şimdi minik
bir uyku vakti."
"Nası?"
"Tekrar görüşmek için can atıyordum" dedi bir ses. Arkamı döndüğümde
yine mavi-beyaz karışımı her tarafı pelerin ile kaplanmış üniforma gibi bir
elsibeye sahip birini görüyorum.
"Adım Can. Ne olduğunu bile bilmeyen versiyon 2.0 halinim. Lütfen bana her
şeyi anlat ve onlara yardım edebileceğim kadar kısa bir sürede beni eğit."
Sana turuncu enerjiden bahsetmiştim ya, kadim olan. İşte senin içindeki
enerji de onun gibi farklı bir enerji aslında. Mavi enerji olarak biliniyor, ama
aslında çok daha fazlası. Öyle ki evrendeki her noktada kullanabileceğin
sonsuz bir enerjiye sahip. Ne var ki bu bazı problemleri de beraberinde
getiriyor. Kullanıcısı çektiği gücü kullanabilecek kadar yetenekli ve
dayanıklı değilse kendisi zarar görür. Şifa kullanıcıları bir yere kadar seni
iyileştirebilir, fakat eninde sonunda düzeltilemeyecek kadar "bozulursun". Bu
yüzden bu enerjiyi kullanırken üzerinde "uzmanlaşmayı" öğreneceksin.
Kapasiteni öğrenecek ve gücü bu ölçüde kullanacaksın. Eğer kahramanlık
yapar da haddinden fazla güç çeker ve kullanırsan, eninde sonunda patlarsın
ve yaptığın şey de işe yaramamış olur. Bu yüzden burada benimle
eğitimdeyken sınırlarını öğrenmek birinci çıkış şartın. İkincisi ise, enerjiyle
ilk temasa geçtiğinde yeşil enerjiyi kullandın. Bir insan olarak ruhun yeşil
enerjiyle bütünleşti. İçinde mavi enerjinin "kilidi" açıkken hem de. Bu
durumu ben hiç yaşamadım. Yaşamımın başından sonuna dek bu özel mavi
enerji ile savaştım ve öyle de öldüm. Seni ilginç kılan nokta burası. Enerjini
açığa çıkardığın an iki enerji türünü birden kullandın... Yo yo, üç enerji türü.
Kırmızı enerjiyi de kullandın değil mi?"
"Evet, ama benimki yerindeydi. Onlarla kim savaştı sanıyorsun. Unutma, ben
şu an senin içinde yaşıyorum. Ama hissettiğim kadarıyla burada yalnız
değiliz. Başkası da var."
"Sana yalan söylemeyeceğim. Ben sana yardım etmek için buradayım ama
diğeri neden burada bilmiyorum. Aslına bakarsan benim burada bile
olmamam gerekiyordu ama enerji bir şekilde beni içinde yaşattı, bilincimi
kaybetmememi sağladı. Diğerinin neden burada olduğunu bulmak sana
kalmış. Ama biz yine de ana konumuzdan devam edelim. Üç enerjiyi kullanan
ilk kişi olarak tarihe geçtin. İki enerjiyi beraber kullanan oldu ama üçünü
kullanan olmadı. Bu da akla senin "katalizör" olup olmadığını getiriyor. Eğer
öyleysen turuncu enerjiyi de açığa çıkarman gerekirdi, ama hiç pırıltı bile
yok."
"Evet, bir açıdan çok iyi olurdu. Ama diğer açıdan hiç iyi olmazdı."
"Böylesi daha iyi. İnan bana eğer öyleysen bu tecrübeyi acı bir şekilde
yaşayacaksın. Konu konuyu açıyor ama sapmadan devam etmeliyiz. Biz
Dünyada özel bir birlik olarak biliniyoruz. Hükümetlerle gizli bir şekilde
ortaklaşa çalışıyoruz. Dünyaya karşı olabilecek saldırılara karşılık vermek
gibi bir görevimiz var. Öncelikle hiyerarşiyi tanıman açısından çok basit bir
sistemimiz var. En küçükten en büyüğe:
Acemi savaşçılar:
Bu rütbedeki herkes içindeki gücü kullanmayı öğrenmiş fakat henüz onu
gerçek anlamda kullanmayı başarabilen kişilerdir. Mümkün olduğunca arka
saflarda tutulurlar ve her zaman eğitimde tutulurlar. Savaş zamanında
dünyevi ihtiyaçların giderilmesinden, savaş bitiminde yaralıların
taşınmasından sorumludurlar. Ön saflara girerlerse kıyma olurlar. Bunu
istemeyiz.
Savaşçılar:
Bu rütbedeki herkes artık birçok konuda tecrübelidir. Ön saflar için ortalama
seviyede yeterlidirler. Fakat savaş meydanında uzun süre savaşabileceklerini
sanmıyorum. Özellikle de güçlü düşmanlarımıza karşı tek başlarına çok
efektif değiller. Senin için hayatını feda eden arkadaşın "Eden" onlardan
biriydi.
"Eden..."
"Acemi şansını savaşa katmamanı tavsiye ederim. İkinci kez dirileceğinin bir
garantisi yok. Ayrıca olay sonrası seni ilk bizim tarafımız bulmasaydı
muhtemelen ne kadar dirildiğinin bir önemi olmazdı"
"Anladım"
Acemi General:
Bu rütbedekiler ise ortalama 3 savaşçı kadar güçlüdür. Enerjiyi ustaca
kullanabilenlerin erişebildiği bir rütbedir. Daha üste çıkmak isteyenler her
konuda iyi olmak zorundadır. Sizin karşılaştığınız düşmanınız sadece bir
acemi generaldi. Buna rağmen ne kadar zorlandığınızı gördün. *İçten içe
daha da üzülür.
Kale General:
Bu seviyedeki generaller hem fiziksel anlamda, hem de enerji anlamında
bütünsel düşünür ve tek başına alt edilmesi zordur. Savaş zekanın ağır
bastığı tarafta biter. Bir sayı verecek olursam, bir kale generalinin karşısına
10 savaşçıyı koyarsan, muhtemelen hepsiyle aynı anda kapışabilir. Belki
kazanamaz ama en azından yarısını öldürür. Grim ile kapışan(Dövmeli adam)
rakip bu seviyedeydi. Fakat Grim gücünü ortaya çıkarsaydı size de zarar
verirdi. Bu yüzden onu zamanında öldüremedi. Bilgeden de bu yüzden fırça
yedi çünkü daha iyi sonlandırabilirdi o savaşı.
Tar General:
Bu seviyeye çıkabilen sayısı yüz üzerinden belki ondur. O da iyi düşünürsek.
Bir taburu, hatta orduyu yönetme yetkileri vardır. Bu tür generallerle henüz
tanışmadın. Ama tanıştığında etkileneceğinden eminim. Tam bir ölüm
makineleri olmalarının yanı sıra bu seviyede bir generalin karşısında 50
savaşçı bile duramaz. En iyi ihtimalle beş kale generali dengi düşmanı
olması gerekir ki yorulup yenilebilsin.
Elit General:
Bu generallere bir sayı vermemin anlamı yok. Çok değişken olmakla beraber
bir orduya bile denk olabilirler. Kişiden kişiye güç farkı değişir ama mutlak
olan bir Tar Generalin çok üstünde olduklarıdır.
General:
Generaller ise hiyerarşinin başındadır. Her tür yetkiye sahiptirler, bu yüzden
generaller aynı zamanda bir konsey oluşturur. Bunlara baş general başkanlık
yapar. Önemli kararlar beraber alınır. Bir generalin gücü hayal gücüyle
sınırlıdır. Grim aslında bir general. Fakat bu seviyede birinin bir kale
generalini gücünü kullanmadan yenememesi gördüğüm en büyük kara leke.
Sebebini bilmesem muhtemelen generallikten düşürmeni sağlardım.
"Hayır."
Konumuza gelirsek bu seviyede tam olarak 10 general var. Her general bir
bölge aralığından sorumlu. Şu ana kadar birkaç generalimiz malesef rakibe
yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Kalanlarla en iyisini yapmaya çalışıyoruz.
"Bunu söylemek can sıkıcı ama evet. Seni nelerin beklediğini söyleyerek
moralini bozmayacağım. Zaten er geç yüzleşeceksin. Umarım hazır olursun,
olmazsan kesin şekilde kaybedeceğimizden eminim."
"Çünkü ben kaybettim... Senin bir şansın varken ikinci kez olmasını
istemiyorum. Bunu anlatmak çok zaman alacağından arkadaşlarını
kurtardıktan sonra Grim, Desa ya da Soardan önceki savaşı dinlemen iyi
olur."
"Olacaksın."
Başgeneral:
Bu önceki savaşta ölmeden önce benim ünvanımdı. Sayısız savaşta bu
enerjinin gücünü kullanarak üstün geldim. Rakiplerim benim gibi elindekiyle
yetinen tipler değildi. Bu yüzden daha da güçlenmenin yolunu buldular ve
beni, bu enerjiyi kendilerine uyumlamak için katlettiler. Enerjilerin yaşayan
bir bilince sahip olduğunu söylemiştim*, ve enerji onlarda hayat bulmayı
reddetti. Evrenin, zaman-mekan akışının arasında kendini gizledi. Hiçbirimiz
bu Dünyadan bir insanla bütünleşeceğini bilemezdik. Ama bu zaman
diliminde ve seninle birleşti. Eğer kötücül birinin eline geçseydi bu
konuşmayı sanırım yapamazdım. Enerjinin seçimi boşuna olamaz, bu yüzden
ona ve sana güveniyorum. Sen benden daha iyi olacaksın ve bu enerji
savaşını nihayetinde sonlandıracaksın. Bu sebeple asla iradeni kaybetme.
Bizim enerjimiz irade ile çalışır.
"Bir sorum var, John, yani ben adını bilmediğim için ona öyle diyorum. İnsan
silahlarının bizde işe yaramayacağını söyledi. Ne demek istedi?"
"Enerjiden oluşanı enerji ile öldürürsün. Fiziksel hasar bir yere kadar etki
eder. Kullanıcılar birçok konuda olaya hakim olduğundan kendilerini normal
insanlara karşı savunurken zorlanmayacaktır. İnsan algısının çok
ötesindeyiz."
"Sen içinde enerji şelalesi olan bir insansın. Diğerleri öyle değil. Öyle
olabilirler, ama yine de senin gibi olamazlar. Bu da seni onlardan ayrı
yapıyor."
"Hemen mi?"
"Hemen. İlk dersimiz enerji akışını hissetmek. Yapman gereken tek şey
odaklanmak. Önce kan akışını hissetmeye çalış, imajine et. Daha sonrakinde
ise enerji akışını hayal et. Vücudun reaksiyon gösterecektir. O reaksiyona
göre hislerini uyumla, görüşünü insani bakış açısından ayır. Böylece enerjini
görebileceksin."
"Anlamadım?"
Ani bir çekimle kendimi havada asılmış bir şekilde buldum. Yine kendi iç
dünyamdaydım. Ama iç dünya içinde iç dünya gibi absürt bir durumdaydım.
Havada asılı kalmış olduğum için ileri ve geri gidemiyordum. Arkaya
baktığımda bedenimi gördüm. Yani iç dünyadaki bedenimi... Bu beden benim
bedenim gibi değildi, resmen evrim geçirmiş halimdi. Kendi içimden "vay
anasını" dedim. Sonrasında Rangiusa bakındım ama etrafta kimse yoktu.
Söylediklerini hatırladım. Öncelikle hiç yokmuşum gibi odaklanmam gerekir
diye düşündüm. Denemeye koyuldum. Zamanla bu bembeyaz ortamın hafifçe
kararmaya başladığını fark ettim. Bu iyi bir şey miydi bilemiyorum.
Sonrasında "eğer enerjiden besleniyorsam hiçliğimle değil varlığıma
odaklanmalıyım diye düşünüp öyle yaptım. Bir süre sonra kendiliğinden kan
akışımı hissetmeye başladım. Sanki bir şey bana bu konuda yardımcı
oluyordu. Hazır hissettiğimi düşündüğümde artık enerjiyle etkileşime
geçmem gerekiyordu. Mavi tür bir enerji kullandığımdan imajine ettiğim
şekil de öyleydi. Orada ne kadar kaldığımı bilmiyordum ama benim açımdan
günler geçmişti. Bu iyi değildi, zaman akışında oran yüzde bir bile olsa
fazlaydı. Her dakika önemliydi. Bunları ve dışarıdaki kaosu düşünerek
denemeye devam ettim ve ardından yine gizemli bir ses işittim.
Bir ses duydum ama tanıdık bir ses değildi. Sağımı solumu taradım ama bir
şey yoktu. Beyazlıklar içindeki alan mavimsi partiküllere dönüşmeye
başladı. Karşımda alt tarafında sanki milyonlarca veri aktarılıyormuş gibi
duran neon mavisine benzer bir küre belirdi. Olduğum yerden neler olduğunu
anlamaya çalışıyordum. Enerjilerin bilinçleri olduğunu düşününce karşımda
olan belki de benim kullandığım ya da içimde olan bilinçti.
"Doğru!"
"Nasıl yani!?"
"Üst bilinç her şeyin bağlı olduğu ve neyin ne olduğunu kontrol edebilen bir
güçtür. Aklına Tanrı modu gelmesin. Olay onunla çok alakasız. Biz
halihazırda var olan ve farklı mekanikleri işleten dişlileriz. Siz ise sadece o
dişlilerden yararlanma yeteneğine sahipsiniz."
"Bu durumda sanırım biz sadece sizin eğlence aracınızız? Öyle mi?"
"Hayır, genel olarak ilk bakışta her şey bizimle ilgiliymiş gibi duruyor. Ama
evrende belli bir sistem vardır ve bu sistem dengelenmezse bozunumlar
ortaya çıkar. Bu bozunum sistemi zamanla işgal eder ve eninde sonunda her
şey yok olur. Enerjiler bu sistemin çarklarıdır ve motor ise katalizördür. Yani
burada senin görevin bu sistemi dengede tutmak. Alt ve üst enerjiyi korumak
ve sistemin dışına çıkanları durdurmak."
"Çok karmaşık ve pek bir şey anlamadım. Yani bu durumda benden sadece bu
dengeyi korumamı mı istiyorsun?"
"Evet."
"Senin zekan o kadarını aldığı için en mantıklı durum olarak bu teoriyi ortaya
çıkarıyorsun tabi."
"Kesin sesinizi!"
"Kumandan!?"
"İyi de asırlar boyunca kimse buraya saldırmadı bile. Hatta onu geç bu
boyutu görebildiklerini bile sanmıyorum. Neden bu kadar ciddisiniz ki?"
"En iyi koruyucu bile olsanız gardınızı indirdiğinizde sadece bir hiçsiniz.
Bilinçler aynı değildir. Her biri başka bir şeyi yönetir ve birbirlerine karşı
hissiyata sahiptirler. Onları insan gibi görürseniz anlamanız daha kolay olur.
Her biri daha da fazlasını ister. Kendi aralarında bile kaos vardır. Bu yüzden
biz koruyucular dışında enerjileri kolayca manipüle edebilen ve onları en üst
seviyede kullanabilen yok zaten. Ayrıca enerji düşmanın kimliği ile gelişir.
Buraya saldırma niyetinde olan kişiler çok güçsüz de olabilir, bizimle tek
başına idare edecek kadar güçlü de olabilir. Bunu anlayabildiğinizi
umuyorum."
"Öyle bir düşman gelse de günlerce savaşsak. Hayatımız sadece burayı
kollamakla geçiyor."
"Böylesine bir güç gerçekten de kötü kalpli varlıkların eline geçmemeli. Her
istediğini yapabileceğin kadar muazzam bir güç tüm dengeleri bozar."
"Bu güç geçmişte sadece bir kişinin eline geçti. Biz koruyucuların her yerde
olduğu bir zamanda, evrende barış hakimken böylesine bir şeyin
olabileceğini kimse düşünmedi bile. O zamanlar sorunlar çıksa bile
büyümeden galaktik konfederasyon devreye girer ve sorunu çözmek üzere
barışçıl bir şekilde diplomasi yürütürdü."
"Sonrasında ne oldu?"
"Az önce bana maruz kaldın. Fiziksel bedenin henüz yeni alışkanlıklarına
uyumlu hale gelmemiş."
"Evet ama olan biteni görünce sormadan edemem, tüm enerjilere boyun
eğdirdiyse sen de onun değil misin?"
"Yine başladık..."
"İster gül, ister ağla. Gerçek bu. Benim etki alanlarımı hatırlıyor musun?"
"Evet, şunu da kavradım; dışarıya adım attığım an kellemi almak için tüm
evren seferber olacak!?"
"O halde şimdilik seninle işimiz bitti. İlginç bir şekilde benimle uyumlanma
sürecin hızlandı. Bana ihtiyacın olduğunda nasıl kullanacağını da çözmüş
gibisin."
"Hayır çözemedim!"
Ardından tekrar kendimi boşlukta buldum. Her yer yine beyazdı. Rangius
tekrardan önümdeydi.
"Sen içerideyken yaklaşık 150 yıl geçti. Bu da 54787 gün eder. Oradaki
zaman algısı da buradakinden daha yavaştır. Durum böyle olsa bile oradaki
zaman stabil bir akış gerçekleştirmez. Bu yüzden esas olan burada geçen
zamandır. Bilinç durumunu zaman zaman yitirdiğin için sana çok kısa gelen
süre dışarıda çok fazla esnektir. Bu durumda dışarısı burası."
"Deme ya, ne kadar kolay değil mi? Peşimden gelen şeylerin ne olduğunu
bile bilmiyorum. Ah! Aklıma gelmişken, sormak istediğim bir şey vardı ama
içeride kalamadım."
"Bir tanesinde yaşlı bir dede vardı. O kadar yoğun bir enerji hissettim ki
dediğinden çıkamıyordum. Diğerinde ise garip uzaylılara yakalanıyordum.
Kaosun içinde debelenmece gibiydi. Ve her yer su altındaydı."
"Haaaa? Yani demek istediğin şartlar ve koşullar ne olursa olsun benim hep
bir mücadele halinde olacağım ve bu olanların benim nezdimde tamamıyla
gerçek olduğu mu!?"
"Hepsi değil. Sonuçta sen bir insansın. İnsani özelliklerin de var ve onlar da
çalışacak. Ama evet, çoğunlukla rüyalarda bile tetikte olacaksın. Merak
etme, zamanla alışırsın. Bu konuda sorun çekeceğini sanmıyorum."
"Peki ya sen?"
"Ben seni izliyor olacağım. Karşına çıkan her şeyi yenebilirsin. Sadece
tereddüt etme ve kendini kısıtlama. Sancılı bir yolun olacak."
*Brake: Break komutu döngüyü kırmak için yani döngüden çıkmak için
kullanılan komut'tur. Break komutu belirlenen koşulda istenilen yerden
döngüden çıkmak istenildiğinde için yani döngünün akışını değiştirmek için
kullanılır. Break komutu akış denetimleri ve döngüler ile birlikte
kullanılmaktadır.
Bölüm Sekiz: Bir Anka Kuşu Gibi
Bizi biz yapan şey mi? İçimizi ısıtan...
Bir süre sonra bilincim tekrar yerine geldi. Yavaş yavaş iyileşiyordum. Neye
çarptığımı tam olarak anlayamadım çünkü önümde bir şey yoktu. Üstümdeki
kesiklere baktığımda bir tür bubi tuzağı olarak algıladım. Saydam bir şey
etrafımda hareket ediyordu, hissedebiliyordum ama nerede olduğunu bir türlü
tam saptayamıyordum. Arkamdan bir kez daha kesildim, kesildiğim gibi
sinirli bir şekilde o tarafa doğru kendimi savurup vurmaya çalıştım ama
olmadı. Çok hasar almış gibi hissetmiyordum, daha çok canımı yakmaya
yönelik bir saldırıymış gibi duruyordu. Yoğun bir şekilde bu görünmez
düşmanı nasıl alt edeceğimi hesaplayıp duruyordum. Sonrasında boks ve
güreşten kalma bilgileri sentezleyerek kişisel alanıma gireceği zamanı
öngörebilecek şekilde kapandım. Bir sonraki kesiği attığında yine içimden
bir şeyler harekete geçti ve görüş alanım bir anda matrix görüşüne dönüştü.
Enerji akışını canlı görüyordum, etraftaki her şeyin içerisinden akan enerjiyi
gözlemleyebiliyordum. Etrafıma biraz daha bakmaya devam ettiğimde ise
rakibimi görmeye başladım. Kullandığı enerji türü doğadakinden farklıydı.
Etrafımızda görünmez bir duvar var gibi duruyordu. Sanki beni oyalama
amaçlı kurulmuş bir tuzaktı. Bu durumda muhtemelen ulaşmaya çalıştığım
yerde bizim taraf zor durumdaydı. Ani gelen zeka belirtileri beni bu anlarda
bile kendimden alıyordu. En kötüsü de "artık yeteneklerini kullanmaya
başladın" demelerine rağmen hiçbir şeyi kendi isteğimle yapamıyor
olmamdı. Her şey sanki kendi kendine açılıyor gibiydi. Tekrardan bir hareket
algıladım ve yana kaçarak darbeyi savuşturdum, ardından elimde o renkli
kılıçlarından tutuyormuş hissiyatına kapılıp iki elimi önde birleştirdim.
Rakip durduğu anda sıçradım ve ellerimi kafamın üstüne kaldırıp dizlerime
kadar indirdim. "Görünmez" rakibimin kanadığını gördüm. Predator misali
görünmezliği gitti ve karşımda iğrenç bir şey buldum. "Tekrar görünmez
olabilir misin, gözlerim kanıyor" desem de olmadı tabi. Sinirlenmiş olacak
ki tekrar üstüme saldırdı. Görünmezken bir yere kadar hasar almam normaldi
ama gördüğüm kadarıyla benden güçlü değildi. Darbelerini savuşturarak
satranç oynarmışçasına birbirimize ilk ulaşan olmaya çalıştık. Darbe
vuramayacağımı düşününce, gelen ilk darbeyi karşılayıp o an açığına
saldırmaya karar verdim. Nasılsa iyileşiyordum, onu avladığım sürece sorun
olmazdı. Biraz daha kapıştıktan sonra düz bir hamlesinde saldırı omzuma
gelecek şekilde açık verdim. Sağ omzuma kılıcı saplandığı vakit benimkini
de kalbine sapladım. Ardından geri çıktım. O da iki adım geri gitti, dizlerinin
üzerine çöktü. "Sanırım işi bitti" diye düşündüm. Elinde kırmızı bir ışık topu
belirdi, yarasına bastırdı. Oluk oluk kan akıyordu ama kurtulacağı konusunda
eminmiş gibi duruyordu. Ardından bana baktı, ortamdaki enerjinin anlık
olarak değiştiğini hissettim. Kendi kendine bir şeyler söylendi ama
anlamadım. Sonrasında ayağa kalktı, kanaması azalmış gibi duruyordu.
"Acaba kendini iyileştirmesini sağlayacak numaraları mı var" diye
düşündüm ama test etmenin tek yolu onu tekrar yatırmaktı. İleri atıldım, kılıcı
var gücümle savuşturdum, bana doğru gelen diken kalınlığında bir şeyler
gördüm. Dikenler kılıcından geliyordu. Hızlıca yön değiştirip yandan
saldırmaya yeltendim ama dikenler beni takip etti. Ardından da bana
saplanarak içimden geçtiler. Ağzımdan kan boşalmaya başladı, kötü haber
sadece ağzımdan boşalmıyordu. Dikenler göğsümde bir ileri bir geri giderek
canımı fena yakıyordu. Rakibim bunun beni korkutacağını ve ümitsiz bir
duruma düşüreceğini bekliyordu ama daha da sinirlendim. Elimi dikenlerin
üzerine attım. Ne yaptığım konusunda herhangi bir fikrim yoktu. Bir anda
içimdeki tüm enerjiyi dikenlere saldım. İçimdeki dikenler içimde resmen
benim bir parçam oldu, rakibin kılıcını ise toza çevirdi. Gözlerim iyice
dönmeye başladı. Üstüne çullanıp elimle tutmaya çalışırken elimi boşa iterek
yumruk geçirerek karşı atak yaptı. Ardından yumruk attığı kolunu tutup
kestim. Garip bir şekilde acı çığlığı attı ve diğer eliyle çeneme yumruk
atmaya kalkıştı. Kafamı yana eğip elimdeki kılıcı göğsüne dayadım. Tam
kafes kemiklerinin birleşiminde sağlam bir kesik açtım. O momentumla
tekrar dönüp sırtına da bir kesik attım. Ardından ayağımla kesik attığım yere
vurup yere yapıştırdım. Kılıcı boynuna getirdim ve "bana neler olduğunu
anlat!" dedim sert bir tonla yükselerek. Herhangi bir cevap vermedi.
Görünmez duvarlar etrafımda aktif bir şekilde duruyordu. Ben de "çok fazla
düşünmemek lazım" diyerek kılıcı kafasına sapladım. Her şey olup bittiğinde
sanki orada savaşan ben değildim. Duvarlar da bozuldu ve hedefime doğru
gitmeye başladım. Yaralarım yüzünden yavaş yavaş gidiyordum. Bitik bir
durumda hissediyordum. Dikenlerde zehir olup olmadığını da merak
ediyordum ama yine de pek bir sorun yokmuş gibi duruyordu. Zamanında
varıp varamayacağım merak konusuydu. Böylece kafamda bir ton tartışma ile
ilerlemeye devam ettim.
Savaş Bölgesinde
General Reir: "Grim nerede kaldı? Soar her ne kadar idare etse de gittikçe
güçlü olanlar gelmeye başladı. Neredeyse tüm generaller ön safta savaşırken
en güçlülerimiz neden geç kalıyor!?"
"Ben geldim!"
"Zaten yeterince geç kaldın aptal herif, en azından şu yeni çocuk hakkında
bilgilendirseydin..."
"General, eğer onlardan biri gelirse ne olacak? Kim gelirse gelsin şu anda o
ikisi ile savaşacak durumda değiliz."
"Bilmiyorum, ilk defa bu kadar farklı bir his tadıyorum. Kötü bir şey olmasa
bari"
"Yine de geçit açma şansımız var. Tekrar bunu seçmek istemesem de."
"Hayır hissetmiyorum."
"Sen durumu gözlemeye devam et. Ben bir göz atıp geleceğim."
"Beni kendisi gibi sanıyor herhalde... Hangi general veya taburu benden
alacak ki..." * Acemi General rütbesindeki bir asker *
Savaş alanına yakın bir yerde
Birisini görüyorum. Çok uzaktan da gelse hissiyatı farklı. Dümdüz üzerime
koşuyor. Dikenli yaralarım iyileşmiyor. Sanki içinde kalan parçalar
iyileşmeyi engelliyormuş gibi. Eğer bu gelen de düşmansa bu sefer işim yaş.
Çünkü az önce kapıştığım dehşet çirkin şeyden bu kadar yoğun bir his
almıyordum. Yine de yapacak bir şey yok. Bitkinliğimi gizleyip üzerine
koşacağım!
"General Reir."
"Bir dakika!"
"Ne var?"
Onu dinlemeden ışık hızıyla harekete geçtim, çünkü dağın diğer tarafında
muazzam bir kırmızı enerji birikmişti. Muhtemelen çok güçlü bir rakip veya
rakipler şu an bizimkilerin içinden geçiyordu. Reir de aynı şeyi hissetmiş
olacak ki o da tüm hızıyla peşimden geliyordu.
Akrep kolundan kılıcı çıkartarak son darbeyi vurmak üzere Can'ın gövdesine
saplamak için hamle yaptı. Can hamleden kaçarak kurtuldu.
Akrep şaşırdı, bir süre durduktan sonra "gerçekten sen misin, Rangius?"
dedi. Bu sırada meydana "büyükbaş" indiği için savaş meydanı çoktan
dağılmıştı. Herkes limitlerinin farkındaydı ve burada üstünlüğü "fiilen" ele
geçirmişlerdi. Bizim tarafımız geri çekilmiş, çok arkada savunmaya devam
ediyorlardı.
"Evet benim. Son savaştaki gibi iki kişi mi geleceksiniz?" dedi Rangius.
"Buna gerek yok, şu anki halim sana yeter de artar" dedi akrep.
"Bedenin var olan gücünü kullanmanı sağlayacak kadar güçlü değil. Zihnini
eğitmeden savaşamazsın."