You are on page 1of 4

herhangi bir başlığı hak etmiyor…

kararsızım, kararsız bir insanım evet. böyle olmayı ben istemedim açıkçası, çok da hoşuma giden bir
şey değil ama kararsızım işte. hatta o kadar kararsızım ki, aynadaki yansımanın bile kim olduğuna
karar veremiyorum. keşke her şey bu kadar basit olsaydı. ben de isterdim ne istediğimi bilmek ama
olmuyor maalesef. sadece kararsız olsam bir nebze kabullenebilirim belki, ama üstüne bir de
pişmanlık var. verdiğim kararlardan hep pişmanlık duyuyorum. bilmiyorum elbette istisnalar vardır
ama genellikle pişmanlık benim için tanıdık bir duygu. ikisinden birisi olsa tamam diyebilirim ya
kararsızım ya da pişmanım, ama ikisi birden olunca insan gerçekten boşluğa sürükleniyor.
bahsetmediğim bir şey daha var: merak. çok kararsız kalıyorum, karar vermekte zorlanıyorum,
kendimden emin olmadan bir karar verebiliyorum sonunda, bunun sonucunda pişmanlık duyuyorum
ve hep acaba diğer kararı verseydim ne olurdu diye düşünüyorum. ve bunu bilememek kafayı yememe
sebep oluyor. evet, kendimi zor tutuyorum kafamı duvarlara sürtmemek için. fakat bir zaman sonra
buna alışıp veya kabullenip, kabullenmek zorunda kalıp hayatıma devam ediyorum. çünkü bunu
yapmazsam her şey biter benim için. aslında benden kendimi tanıtmamı istediler, nasıl yapacağımı
bilmiyorum. kafanızda bir figür oluşması için bir örnek vermek istiyorum. hani sokakta giderken
yanınızdan geçen bir insan tipi vardır. nasıl anlatsam? hani kafasını önüne eğmiş ellerini ceketinin
ceplerine sokmuş yüzü gözükmeyen ve sürekli bir şeyler mırıldanan insanlar vardır. hani siz
sosyokültürel seviyesi yüksek olan insanların hiç umurunda olmayan kişiler. yüzünüze baksak fark
etmeyeceğiniz kişiler. zorla fark etseniz bile hoş bir ifadeyle karşılamayacağınız yüz ifadesine sahip
insanlar. hah işte ben onlardan değilim. mazlum edebiyatı yapmak istemiyorum çünkü. ama o
insanlarla benzer özelliklere sahibim. gerçi benzerliklerimiz bile benzemiyor aslında. kafa karıştırıcı
biraz.

nerede olduğumu bilmiyorum, uzun süredir buradayım. oldukça boğucu bir odanın içindeyim.
oturduğum sandalyenin karşısında düşündüklerimi yazıya aktaran ekran var. karıncalanır gibi duran
parlak siyah ekran üstünde düşüncelerimin beyaz renkte ve italik biçimde ortaya çıkması şaşırtmıyor
beni nedense. sadece en başında bana söylenen “kendini tanıt” cümlesini hatırlıyorum. şimdi ise
“devam et” cümlesini duyuyorum.

göze batan bir insan olmadım, hep arka sıralarda bekleyen ve konuşması istendiği zaman konuşan
sıradan bir insandım. söyleyecek bir şeylerim olması bu durumu değiştirmezdi, düşüncelerimi merak
edenler olursa ağzımı açar ve beynimdeki cümleleri ses dalgasına dönüştürürdüm. çoğu zaman
karşıdan beklerdim her şeyi. böyle bir insan olduğumu kabullenmiştim artık. o yüzden kendime
kızmıyorum veya bu durumu değiştirmek için bir çaba harcamıyorum. ama bazen, bazı nadir anlarda
kendimden nefret ederdim, kızardım kendime ve bağırırdım. anlat işte onlara her şeyi diye kendime
emir verirdim. bunu yapardım ve kendimi rahatlatırdım çünkü bilirdim ki kendime ne söylersem
söyleyeyim kişiliğimde bir değişim olmayacak. gerçeğe sırtımı dönüp kaçarım hep, doğrusunu
öğrenmeme ihtiyacım yoktur. böyle zamanlarda bir kuş kadar hafif olurum. sanki güzel bir melodi
eşliğinde daldan dala uçar gibi hissederim. en son ne zaman böyle hissettiğimi hatırlamıyorum.

çocuktum sanırım, belki de değildim, hatırlamıyorum. evimizin önündeki palmiye ağacına çıkmaya
çalıştım ama deniz kıyısında değildik herhalde, gerçekten hatırlamıyorum. kim palmiye ağacına
çıkmaya çalışır ki, aptalca geliyor kulağa. çıkabilmiş miydim? belki. ama işin bu tarafıyla
ilgilenmiyorum. çünkü önemli olan böyle saçma bir hareket yapmış olmamdı. kimse palmiye ağacına
çıkmak istemez, değil mi? bana cevap verin kim palmiye ağacına çıkmak ister ki? hey!

ışıklar söndüğü zaman fark ettim odayı aydınlatan ufak floresan lambayı. sanki saatlerce orada
değilmiş gibi, sanki tam da ışıklar sönmeden önce oraya konulmuş gibiydi. karanlığa gömülmemize
rağmen (neden biz dediğimi bilmiyorum, odada benden başka birileri var gibiydi) yine de bir şeyleri
görebiliyor gibiydim. herhangi bir ses duymayı bekliyordum çünkü sıkılmıştım. bir poker oyununda
rakibimin düşünmesini bekler gibiydim. ama ben hiç poker oynamadım, bunu nereden biliyorum.
kafamı kaşımak istediğim zaman ellerimin bağlı olmadığını fark ettim. ellerim daha önceden bağlı
mıydı? ben bir sandalyede oturmuyor muydum? tekrar o emir veren sesi duydum, bu sefer “uyan”
diyordu. ama bu sefer ses o kadar naif ve sevecendi ki, sanki ömür boyu beklediğim bir kadın bana
sesleniyor gibiydi. “uyan” mı? uyuyor muydum? artık kendime soru sormayı bırakmanın vakti geldi
diye düşündüm. çünkü hiçbirini yanıtlayamıyordum. zihnimi meşgul etmeye gerek y…

artık bir başlığı hak edebilir

gözlerimi açabildiğimi bilmiyordum. temas ettiğim yerin sıcaklığını bütün vücudumda hissetmeme
rağmen bu çöl gibi yere nasıl geldim bilmiyorum. çöl gibi diyorum ama yerlerde kum yoktu, asfalt da
yoktu. neyin üzerinde yattığımı bilmiyorum, dokusu bile garip. hala açmadım gözlerimi, görmek
istediğimden emin değildim. fakat iki tane yapılı eleman beni kollarımdan tutup kaldırdıklarında başka
şansım yoktu. uzun süren karanlık yüzünden gözlerimi açtığım ilk anda yoğun ışık gözlerimi acıtmaya
başladı. alıştıktan bir süre sonra nihayet etrafımı görebiliyordum. aslında etrafta görülecek çok bir şey
yoktu. olabildiğine uzanan yumuşak toprak, tek tük kurumuş ağaçlar (çalılık da olabilirler) ve kızgın
güneş. bir de beni buraya getirdikleri siyah cip. fakat bütün bunların dışında bir şey daha vardı. bu
hiçliğin ortasında duran kocaman bir bina. sovyet zamanı yapılan evlere benziyordu dış görünüşü.
tamamen ruhsuz bir gri, herhangi bir penceresi olmayan ve her an yıkılacakmış gibi duran eski ve
şaşırılacak derecede büyük bir binaydı. bu büyüklüğüne rağmen ufak ve dayanıksız gibi görünen bir
yapısı vardı, siyaha boyanmış ve sanırım tahtadandı. beni sürükleyerek kapıya doğru götürüyorlardı.
ulaşmamıza az bir miktar kalınca kapı açıldı. kapı aynı anda üçümüzün de geçemeyeceği kadar küçük
olduğu için ya da sadece öyle yapmak istedikleri için beni içeriye doğru fırlattılar. sert zemine
düştüğümde hissettiğim acı beklediğimden daha azdı. sanırım kanımdaki uyuşturucu yüzünden. bana
uyuşturucu verip vermediklerini bilmiyorum ama öyle tahmin ediyorum. kafamı hafifçe kaldırdığımda
gözlerimin önünde bir çift ayakkabı gördüm. bu iğrenç ötesi zevke sahip insanın kim olduğunu merak
ettiğim için kafamı iyice yukarıya doğru kaldırdım. bana yukarıdan bakan yüzden samimiyetsizlik
akıyordu. biçimsiz bir yüz, mide bulandırıcı bir gözlük, nietzsche’ninkinden daha büyük bir bıyık, gür
ve kirli sakallar, kalın kaşlar ve uzun saçları ile maymuna benzeyen bu adamın üstünde ameliyat
önlüğü vardı. ellerinde ise adını hatırlayamadığım kesici ameliyat aletleri. bu adamın ameliyat
yapmakta uzman olduğuna dair şüphem kalmamıştı ama o ameliyatı benim üzerimde yapmaması için
umutlarım artmıştı. neyse ki bu adam beni yerden kaldırabilecek potansiyele sahip birisi değildi.
kendim de bunu yapamadığım için, arkamdaki iki kas yığınının yanıma gelip beni kaldırmasını
bekledim. ama bunu yapmadılar, sadece yürüyüp gittiler. onların yerine ameliyatçı adamın aksine
gayet şık giyinmiş ve iyi görünümlü, genç yaşta bir adam geldi. üzerindeki takım elbiseden önemli bir
statüye sahip olduğu anlaşılıyordu. geldi geldi ve o da ayakkabılarını tam da gözlerimin onların
ayrıntılarını bile fark edebilecek kadar yakınına getirdi. fakat sadece yeni boyanmış olduklarını fark
edebildim. sonunda insan sesi duyabilmiş olmanın verdiği heyecanla tekrar kafamı yukarıya
kaldırdım. bu iki birbirine zıt insan anlamadığım bir dilde konuşuyordu. hayır sadece hangi dil
olduğunu bilmiyor değildim, tanıdık da gelmiyordu. mesela rusça olsa rusça bilmediğim halde
anlayabilirdim ama bu dili ve aksanı daha önce hiç duymamıştım. çok yabancı geliyordu. üstüne
üstlük sanki bu dünyadan değilmiş gibiydi, ya da her şey uyuşturucu yüzündendi. kendimi bu gerçeğin
(ya da yalanın) gölgesine sığınmaya zorluyordum. sanırım bu yüzdendi gözlerimin kapanmasına hiçbir
tepki veya bir itiraz göstermemem.

gözlerimi açmam çok uzun sürmedi, en azından ben öyle tahmin ediyorum. ne de olsa olduğum yerden
çok uzaklaşmamışım. az önce uyuyakaldığım yerden belki 70, belki 80 metre uzaklaşmışımdır.
zannediyorum ki az önceki güzide beyefendilerin muhabbeti biraz uzun sürmüş. bu sefer onlar da
yanımda geliyordu. fakat ben yürüyordum, evet kendi isteğim ile (kendi isteğim olduğunu da
zannetmiyorum), ayaklarımı düzgün bir ritimde ileriye doğru sürüyordum. bunu neden yaptığım
hakkında hiçbir fikrim yoktu. bunu da uyuşturucuya bağlayabilirdim ama bu sefer yapmayacağım.
artık başıma gelenleri sorgulamayı bıraktım zaten, bundan sonra ne olursa olsun gayet normal bir
şekilde karşılayıp, kabullenip, hayatıma devam edeceğim. tabi devam edebilecek bir hayatım olursa.
gittiğimiz yerin neresi olduğunu bilmiyorum, binanın içi de dışı gibiydi, aynı ruhsuzluk ve boğuculuk
burada da vardı. uzun bir koridorun sonrasında sanki labirente düşmüş gibi sürekli dönmeye başladık.
sanki hiç düz koridor çıkmayacakmış gibi bir sağa bir sola dönüyorduk. o sırada fark ettim arkamdaki
adamı, elindeki tüfeği sırtıma doğru yöneltmiş peşimden geliyordu. yanımdaki pis yüzlü doktorun
arkasına bakıp bir şeyler söylemesiyle fark etmiştim onu. sanırım silahını indirmesi yönünde talimat
almıştı çünkü, silahını indirdi ve arkasını dönüp gitti. neden sorgulamadan itaat ettiğimi geç de olsa
anlamıştım. iyi giyimli eleman ise sürekli gülümseyerek canımı sıkıyordu. onun da pis bıyıklı gibi
somurtmasını yeğlerdim. ben bunları düşünürken, kolumdaki şırıngayı hissettim. az önce kendisine
kızdığım eleman gibi ben de sırıtarak bilincimi kaybettim ve karanlık.

gözlerimi tekrar açtığımda boğucu bir odanın içinde, karşımda bir ekran ile sandalyede oturuyordum
ve o sesi duydum: kendini tanıt!

hala bir başlık hak ettiğinden emin değilim

penceremi açtığımda aşağıda siyah bir cip gördüm. kapımı çalan adamlar bunlar olmalıydı. 2 tane
oldukça sıradan giyimli adam arabadan indiler ve yavaşça kapıma doğru yürümeye başladılar.
indikleri araba ile giyimleri arasında oldukça fark vardı. uzaktan bakınca birbirlerinin kopyası gibi
duruyorlar, belki ikiz olabilirler. ikisi de uzun boylu, sıska gibi duruyorlar ama emin değilim belki de
kıyafetler yüzünden, giyimleri farklı demiş miydim? ikisinin de üzerinde farklı renklerde aynı
kıyafetler vardı, tatil gömleği ve şort, ayakkabı giydiklerini görünce şüphelerim arttı çünkü gördüğüm
kadarıyla zengin iki tatilci değillerdi, hatta tiplerinden ve davranışlarından buranın yerlisi oldukları
kolayca anlaşılıyordu. evim bir apartman dairesi olsaydı benim için gelmediklerine emin olabilirdim
ama bu koskoca binada tek başıma yaşayınca kapıcı için geldiklerini zannetmiyorum. son zamanlarda
şüpheleniyordum bir şeylerden. sık sık gelen şüpheli aramalar (bazen açamadan kapanıyordu, bazen
açtığımda ise karşıdan hiçbir cevap gelmiyordu), daha iki gün önce penceremi kıran büyük bir taş
(polis bile bir anlam veremedi), gece yarısı sokakta bağıran sarhoşlar (sanırım sıradan sarhoşlar olsa
her gece kapımın önünde “sadece bir damla kan!” diye bağırmazlardı) ve son olarak bu sabah aldığım
gayet basit bir not. bir zarfın bile içine koyulmamıştı, kapımın altından içeriye doğru gönderildiğini
tahmin ediyorum, zamanlamaları ise müthiş, neredeyse günde tek dışarı çıktığım vakit olan 9:00 ile
9:05 arasında bu notu göndermişler. 5 dakikalık bir market alışverişinden döndüğümde parkemin
üstünde sararmış bir kağıda yazılı not görmek beni hayli şaşırttı açıkçası. şaşkınlığımın notu görünce
daha da artması tahmin edilebilir tabi ama gece sarhoşların bağırdığı cümleyi elimde tuttuğum kağıtta
görmek insanı büyük bir ürpertiye yönlendirmiyor değil. polise haber versem bile bir şey
çıkmayacağını biliyorum ama yine de şansımı denedim fakat dediğim gibi sabahtan beri aldığım tek
çağrı sessiz dostumdan gelmişti, polisten en ufak bir haber bile yoktu, ne beklersin ki? neyse bunları
geçeyim, beni nottan daha korkutan şey ise kağıdın arka yüzünde gerçekten bir damla kan olmasıydı
(bir damla olduğunu bilmiyorum, verilere dayalı tahmin diyelim). basit bir not için kan dökülmüştü,
acaba kimindi. havada uçan bir kuşun da olabilirdi, başbakanın da. umarım ikincisidir diye düşündüm.
basit bir mesaj göndermek için kan harcanacaksa hayvandan ziyade bir insanın kanını tercih ederim.
işte bütün bunların sonucunda bu iki elemanın bana şüpheli gelmesi gayet normal geldi. fakat buna
rağmen kapımı çaldıklarında tereddüt etmeden açtım çünkü merak ediyordum bütün bu lanet şeylerin
sebebi ne diye. yaşadığım bütün bu saçmalıklar neden benim gibi sıradan bir insanın başına geliyor
diye sorgulamam gayet normaldi. kapıyı açtığım zaman ikisinin de yüzü görüş açım içerisinde olması
gerekenden daha fazla yer kaplıyorlardı. bu bende olması gerekenden daha fazla korku yarattı.
kendimi savunmasız bir durumda hissetmeye başladım. yüzü bana daha yakın olan eleman rahatsız
edici bir şekilde gülümsüyordu. ağzını açıp bir şeyler söyledi ama anlamadım formalitedendi sanırım,
güvenli hissetmem için, çünkü diğer arkadaşı aceleyle yüzüme bayıltıcı gaz sıkarken konuşmasının bir
anlamı kalmıyordu. fakat bu gazın bayıltması gerekir diye tahmin ederken sadece sağırlaştırıcı etki
yapıyordu yalnızca, üstelik bayıltma çabalarının ilk farkına vardığımda beni arabaya taşırlar diye
düşünürken evin içerisine doğru iteklediler. o etkiyle yere düşmüştüm sanırım tam hatırlayamıyorum.
galiba tek etkisi sağırlaştırıcı değildi, uyuşturucu ya da halüsinojen mantar olabilirdi. bunu gaz haline
getirebildiklerini bilmiyordum. sanki çok sevdiğim birisinin ölüm haberini almışım gibi hissetmeye
başladım, kötü bir duyguydu. ne yapacağımı, ne düşüneceğimi bilemiyordum. gözlerim karardı ve
yere doğru düştüklerini hissettim.

gözlerimi açtığımda (sanırım uyuşturucunun da etkisiyle) kendimi bir ormanın üstünde uçarken
buldum. fakat ağaçların rengi beklediğim gibi değildi, yeşil olmasını beklerdim ama sanki portakal
turuncusuna benzer bir renkleri vardı. üstelik tek tük öbekler halindelerdi ama bu öbekler birbirine çok
yakındı. aralarından toprağın rengini seçmek mümkündü, sanki petrol yeşili gibi bir renge sahipti,
emin değilim. ilerledikçe sanki alçalıyormuş gibi bir hisse kapıldım, gerçekten de alçalıyordum ama
kendi irademle değil. yere yaklaştıkça akan ırmağı gördüm bunca şeyden sonra elbette onun da
renginin “normal” olmasını beklemiyordum fakat kiraz kırmızısı bir ırmak ile karşılaşmak da insana
kolay gelmiyor. ve en büyük problem bu ırmağın içine doğru alçalıyor oluşumdu. alçaldım, alçaldım
ve ırmağın içine girmemle gözlerimi açmam bir oldu.

gözlerimi açtığımda bir arabanın arka koltuğunda yorgun bir şekilde oturuyordum. gördüğüm
kadarıyla kapımın önüne getirdikleri cipin içindeydim, farklı bir tane olduğunu zannetmiyorum.
camdan dışarı baktığımda turuncu toprağı gördüm, ilk görüşte çölde olduğumuzu zannetsem de öyle
olmadığını daha sonra anlayacaktım. gözlerim tekrar geri kapandı.

gözlerimi tekrar açtığımda kendimi arabadan indirilmiş ve yerde uzanmış bir şekilde buldum. iki tane
yapılı elemanın beni yerden kaldırmasıyla gözlerimi açmak zorunda kaldım…

artık hak edip etmemesi umurumda değil

öldü, her şeyi geride bırakıp bitirdi. kendi hayatına son verdi ve bunu hiçbir ekstra güç kullanmadan
yaptı. tamamen kendi içgüdüleri ve zihin kontrolüyle. o doktorun kendisine ne yaptığını bilmiyordu
ama sandalyede yığılıp kalan bedenin kendisine ait olduğunu biliyordu. sanki uzaktan kendi aciz
vücuduna bakar gibiydi. o aşağılık iğrenç hayatının yaşandığı et parçasına bakıyordu. uğraşmış,
çabalamış ama hiçbir şey elde edememiş haliyle hem kendini hem de diğer herkesi suçluyordu.
ağlamaya başladığını fark ettiğinde ise şaşırdı, ölüler ağlar mıydı? ölüler ağlarmış bunu fark etti. ölüm
sonrasını düşünürdü hep ama şimdi hiç ilgi çekici gelmiyor. başlarda zor gelmişti ama şimdi alıştı gibi.
hiçbir şey hissetmiyordu. paranoyak gibi davranmaya başlamıştı, ölü olmanın hakkını veriyordu
gerçekten. kafayı yiyordu, duvarlara bakıp ağlıyordu ama iki saniye sonra kahkahaları odayı
dolduruyordu. elinin titremesini durduramıyordu. mi6 ajanına benzer tiplerin kendi vücuduna yaptığı
işkenceleri izledikten sonra sakin kalamadı ve bıraktı kendini. sonsuzluğa ve karanlığa. kapadı
gözlerini tekrar açmamaya ant içerek. huzur ve mutluluğa…

You might also like