Professional Documents
Culture Documents
6911 Istanbuldan Sayfalar Ilber Ortayli 1986 215s
6911 Istanbuldan Sayfalar Ilber Ortayli 1986 215s
İLBER ORTAYLI
hil 30
İLBER ORTAYLI
bilyayın
Binbirdirek Meydanı 5/3
Ca!ıaloğlu - İstanbul
Telefon : 527 79 21
İÇİNDEKİLER
Sunuş 7
İstanbul Albümünden Parçalar 9
İstanbulluların Dili 19
Dünden Bugüne Mezarlıklar 25
Eski İstanbul Evleri 29
Sultanahmet Meydanı - Dünyanın başlangıç noktası 36
Bayezit Meydanı 42
Ulema Semtlerinde Gezinti 49
BabııUi Denilen Yer 67
Babıali'den Aydın Portreleri 73
Babıı1li'de Basın 80
Eski Beyoğlu'ndan Çizgiler 86
Beyoğlu'nda Venedik Sarayı 99
Fransız !Devrimi ve İstanbul 104
Fener'de Tarih - 1500 yıllık tarihin sıkıştığı bir dünya
tiyatrosu 109
İstanbul' da Barok 120
Gümüşsuyu'ndan Taksim'e Son Asır Tarihinin Pa-
noraması 130
İstanbul'da Deniz Ulaşıniı Nasıldı? 143
Tramvay İstanbul'un Asalet Heratı İdi 149
Eski Devirde Nasıl -Besleniyorduk? 152
İstanbul Ramazanları 157
İstanbul'un Kütüphaneleri ve Kitapseverleri 161
'İstanbul'un Meyhaneleri 169
İstanbul Arkeoloji Müzesi ve Ardındaki Gelenek ı 75
Haliç'de Yıkılan Tarih 182
Başka İstanbul Yok 186
İstanbul'da Yerleşme Düzeninin Evrimi Üzerine 190
SUNUŞ·
8
. İSTANBUL ALBÜMÜNDEN PARÇALAR
9
kaç tanesi Türkçe'den Sırpça'ya, Arapça'dan Rusça'ya
geçip yaşamıştır. Ren Nehrinin efsanelerini uzman ede
biyatçı ve folklorcuların dışında kim bilir? Ama Boğaz
içi efsaneleri kaç ulusun okul çocuklarının belleğindedir.
1940'ların sonunda Avrupa'daki bir rektörler top
lantısında Suldık Sami Onar; en eski Avrupa üniversi
tesi benimki, protokolde baş_ta ben gelirim diye tuttur
muş. Hak vermemek taşra üniversiteleri rektörlerinin
ne haddine; Oxford'lar. Cambridge'ler, Sorbonne, Prag
ve Heidelberg'ler, Theodosius'un 5. yüzyılda kurduğu
üniversitenin halefi olan tstanbul'u ön tarafa almışlar.
!stanbul 19. yüzyıla kadar burnundan kıl aldırmadı
kimseye, aklımızı başımıza toplarsak, gene de aldırmaz.
Hangi şehrin böyle bir silÜeti var ki? ıstanbul'un dışı
dılıarn yakar; içi bizi. 50 senedir olmadık gudubet nes..,.
neler dikildi sırtına, gene de bana mısın demiyor...
Törenler şehriydi dünya başkenti istanbul. Ama bin
yıl boyu yapılan törenler karnavaldan çok, ihtişarriı ser
gilemek içindi. Bizans'tan bu yana dost - düşman her
kesin önünde, imparatorlukların şaşaası ürkütücü bi
çimde vurgulanırdı. 10. yüzyılda Kayser I. Otto'nun el
çisi Cremona Piskoposu Liutprand'ın Bizanslılar gözü
nü kamaştırdı: «S_en kendini elçi, efendin olacak barbarı
da imparator mu sanıyorsun?» dediler. 16-17. yüzyıl
larda da Osmanlılar aynı şeyi yaparlardı. 18. yüzyılda
ise bizim elçilerin Françe ve Nemçe ülkelerinde gözleri
kamaşmaya başladı. Kamaşınca bedelini istanbul ödedi.
!stanbul bu; hemen barok stilinde yapılan kasrlar, ca
miler, sebiller ve kışiaları takıp takıştırdı, hem de daha
güzel oturdu barok onun üstüne Avrupa'dakilerden. Gü
zele ne yakışmaz?
Törenden söz ediyorduk; elçiler davet edUirdi 'Sa
ray-ı Humayun'a, ulufe dağıtıldığı günlerde, kapıkulu
askerinin nümayişini görsünler de Şevketlu Rünkarın
10
kılıcının kuvvetini anlasınlar diye ... Sünnet düğünleri.
meydanlarda yapılırdı şehzadelerin, ahali Padişahın ser
vetine ve cömertliğine parmak ısırsın diye. Hünkar se
fere çıkarken altın zırhlar kuşanıp. mücevherli sorguç
lar takardı. II. Osman (Genç) sade giyindiği için ahali
kızardı kendisine; «Osman Çelebi» diye hafife alırlardı.
Padişah dediğine kul gerek, ihtişam gerek. Bizans'ın
kayzerleri Hipodromdan, bu· dünyaya hükmettikleri şeh
rin batısına· uzanan tören yolunda; artlarında varegle
ri, çavusiosları ve dahi dünyayı hayran bırakan ürün
leri yaratan zanaat erbabının temsilcileriyle ilerlerlerdi.
Aynı yolun adı Divanyolu oldu. Gene Ali Osman padişa
hı, vezirleri, çavuşları, dört bir yandaki ışıl ışıl peykleri,
solakları, arkada kapıkulu ocakları, mehterle ve esnaf
alaylarının gösterişiyle geçerdi. isyan çıktı mı Bizans'
ta, Nika isyanı gibi, Hipodromda başlar, sonra saraya
doğru atılırdı kalabalık. Osmanlıdaki ayaklanmalar da
orda başlardı; ve kalabalık aynı yerdeki sarayıara doğ
ru yönelirdi. Hipodromun adı At Meydanı olmuştu. Es
naf geçerken, apartman boyu nahllar* taşırlardı, mes
leklerini, işlerini sergilerlerdi. Böyle esnaf alaylarını
baBandıra ballandıra anlatan yalnız Evliya Çelebi değil;
Piskopos Liutpram.d,'dan beri şehri gören her yabancı
hayran kalmış büyük şehrin becerikli zanaatkarlarına.
• Nahl, hurma ağacı demek. Hurma ağacı şekli ve boyunda süslü ma
ketlere denirdi.
ll
ledi, mavi sularla ye§il yamaçlan da köşkler, kasrlar,
yalılar. . .
Ahşap mahalleleri yangınlar silip götürürdü. 15.
yüzyılda Bizans'tan geçen Kastilya elçisi Clavijo'dan,
19. yüzyıldaki Lamartine'e kadar herkesin dediği aynı;
kamu binalarının görkemi ve nefis taş işç,iliği yanında,
konutların çerden çöpten hali. Yangının süpürdüğü yer
lerde bostanlar, çayırlar biterdi. Şehir, ekmekle etin dı
şında sebzenin sıkıntısını, Birinci Dünya Savaşı'nda bi
le pek çekmedi. Çünkü sebze deposu bostanlar şehrin
içinde ve dışında serpilmişti. Yangın bir çıktı mı, silip
götürürdü ahşap mahalleleri ve içindeki kültür mirası
nı. 19. yüzyılda kagir yapı inşaat işçi ve ustasını yetiş
tirmek, yangın duvarı örmek, bürokrasinin başlıca i§le
nndan biriydi. Sonra merkezileşen ve bürokrasisi gelişen
devlet. koca koca binalara yerleşmeye başladı. Şirketler
ve mağazalar Beyoğlu'nu doldururken, hükümet bina
lan da Bab-ı ali ve civarının çehresini değiştirdi. Kayık
çıların canına okuyan yandan çarklı gemicikler suyun
üstünü doldurdu. Bugün küflenip kalan zavallı Beyoğlu
o devirde Paris gibi gelirdi millete, her ne kadar Lamar
tine Beyoğlu'nu Fransa'nın taşra şehirlerindeki ana
caddelere benzetiyorsa da, 19. yüzyılın tstanbullusu dün
yaya o caddeden açılırdı. Hanımlar ordan giyinit, bey
ler ordaki kitapçılardan «journal»leri, «livre»leri alırdı.
Yasak livre ve journaller Yüksek Kaldırım'daki yaban
cı postanelerden gizlice teslim alınırdı. Ceride ve kitap
larla yetinenler, karşı taraftaki Bayezid Camiinin avlu
suna ve Bab-ı Ali tarafına uzanmalıydı. Tatlının, aşın
alaturkası İstanbul'da.. Ramazanlarda Bayezid sergisi
kurulunca bijıtün imparatorluğun yemekleri, Şam'ın,
Haleb'in tatlıları orada; alafranga mutfak ise Beyoğlu
tarafında. Hoş, ağzının tadını bilen millet Beyoğlu mut
fağını da kısa zamanda iyice kavrayıp alasını pişirir
12
hale geldi. Beyoğlu kagirdi ve ahşap 1stanbul'a tepeden
bakardı. ıstanbul'da çarşı, pazar merkezdeki taşhanla
·rın, camiierin etrafında kümelenmişti. Bütün yollar çar
şıya çıkar, istanbul'un çarşıları o gün bugün bir ayrı
dünyadır.
Kapalıçarşı'da binbir çeşit mal satılır, ne ararsamz
vardır derde devadan gayrı. Derde deva mı aradınız, o
zaman Mısır Çarşısına gidilirdi. Binbir çeşit baharat
orda, attardan sorulup. iştahsızlıktan romatizmaya ve
kapanmayan yaranın merhemine kadar her derdin ot
la tedavisi mümkün. Kapalıçarşı esnafı eşi bulunmaz
adamlardır. Her devirde kendilerine göre yollarını bu
lurlar. Gelene geçene asılırlar, hem de her dilde. Bir haf
ta çarşıya otuz Finli turist gelsin, ertesi hafta Fince pa
zarlık etmeyi öğrenirler. iğneden başlayıp, deve yüküy
le çıkmayan yoktur oradan, hiçbir zaman da olmadı.
13
ve şiirler sözle nakledilirdi. Meddah. Karagöz, Ortapyu
nu bir zamanlar daha yilldü muhtevası ve kalabalık se
yircisi olan sanatıardı o yüzden. . . Osmanlı toplumunda
insanların asalet düşkünlüğü de, asalet kurumu da yok
tu; bildiğini, öğrendiğini kaydedip saklama alışkanlığı
da. Bayezid Kütüphanesi müdürü !smail Saib efendi'
nin meclisi, değme Avrupa üniversitesi'ndeki Arabistik
seminerlerine taş çıkarırmış. Nemçeli Oscar Rescher
(Osman Reşat Efendi) öyle diyor. Ne var ki, o meclisler
de konuşulan şeyler, incelemeler, bilgiler sahipleriyle
birlikte gitmiş. (Men hafeze merre, men ketebe kar're
ezberleyen gider, yazanınki okunur.) Batı insanı için,
cıvık veya ciddi her kitap günden güne irfan artınr.
Osmanlı insanı ise irfan için mürşid arar. Saatıerle gün
lerle, mürşidin ağzından çıkan hafızaya nakşedilir. Ya- ·
km zamanlara kadar kahvehane ve meyhane bile, kar
şılıklı gevezelik eden, dinlemeden konuşanların değil;
dinleyenlerin yeriydi. Toplananlar devlet idaresine dil
uzatanları da dinlerdi. Devlet sohbeti denirdi böyle de
dikodulara. IV. Murat'ın meyhane ve kahvehane ka
patmasının nedeni bu; içkiyle dili çözülen, kafeinin
pariattığı zekayla cevher yumurtıayanların ıstanbul
ahalisini kışkırtması istenmezdi. Kahvelerdeki Ortaoyu
nu ve Karagöz'de esaslı politik taşlamalar da bulunur
du. Yasaktı o yüzden Sultan Hamid istanbul'unda Orta
oyunu. Macarlu Ignacz Kunoscz Efendi Ortaoyunu tet
kiki için Eskişehir'e uzanmak zorunda kalmıştı. Kütüp
hanelerle doluydu ıstanbul derler. Gerçi Arap, Acem il
lerinin yazmaları, müşterisi daha bol diye istanbul'a
akarmış, ama öyle kitap okuyup yazmakta rekora yak
laşan bir toplum değildi. Camiierin civarında vakıf kü
tüphaneleri vardı. hafız-ı kütub kitapların adını ve muh
tevasını ezbere bilirdi. Anlayacağınız o devrin biblofil ve
biblomonlan oraya mahkfundu. Diğer taraftan da Av-
14
rupalı elçiler ve maiyyeti, kitap toplar· götürürdü; ta
Bizans'tan beri nice şeyler Floransa'ya, Roma'ya, sonra
Viyana'ya, Paris'e akıp gitmiş. Hılla da gidiyor. Şimdi
lerde parası bol, kitaba aç başka ülkeler çıktı. (büyük
çe Amerikan kütüphanelerinin Ortadoğu pazarlarına
yolladığı uzmanlar var.) O zamanlarda az okuyup az
yazarlardı. Matbaanın kurulmaması yalnız yobazların
işi değil, aydınlık fikirliler de :Pek okumazdı herhalde.
Matbaayı daha önceden onlar getir.tirdi yoksa, getirt
meseler de tüccar kafalı Venedikliler, Venedik'te 0�
manlıca kitap basıp, getirir satarlardı.
Mescitlerin yanında, her mahallede bir mektebin.
odasında salınan bebecikler kitap okumaya hazırlanır
dı. Çoğunu ebeveyni, ölünce arkalarından bir «Yasin-i
Şerif;, okusun diye gönderirdi. «Eti senin, kemiği be
nim» diye veriliyor hocaya, o da «ya Allalu deyip fala
kaya yatırıyor, ne vahşet! Öyle mi dersiniz? 16. yüzyıl
da tstanbul'a gelen bir Alman protestan papazı Salo
mon Schweigger; Türk öğretmenierin çocuklara yumu
şak davrandığını, çocukların da terbiyeii olduğunu söy
lüyor. Yalan değil, o asırlarda Alman okullarındaki so
payı düşünün. Schweigger'e göre; ezberlemek de iyiy
miş, !ncil öyle ezberlenirse manası iyi anlaşılırmış. An
laşılan ezberle öğrenirnin modası sonradan geçti heryer
de. Çocuğun biri okumayı söktü mü. merasim başlardı,
Hoca hemen kalfayı çağırır, mini mininin elinden tut-.
sun, evine götürsün diye... Cüz kesesi omuzuna ters ası
lır; bebecik bu işi devirdi, su gibi okuyor demektir bu ..
15;
raba su döker, şan olsun diye. Evde bahşişler, dualar,
hocaya hediyeler. Artık o minik katip olacak, efendi sı
nıfına girecek, bundan sonra onun yeri başka.. . Zararlı
iıeşriyatı okumaya «bidayet-i Tanzimat» ta başlayana
kadar sırtları yere ge1mezdi bu efendilerin. Kalemin
kıraatın kuvvetliyse, Bab-ı ali seni bekler, terbiyeli bir
efendiysen yol açık. Yok. illa yazmaktan nasibin yok
sa, kaleler fetheden vezirin soyundan gelsen fazla sür
mez bu saıtanat. Karun kadar zengin olsan, falanca
ağasındır. Beyefendilik için okumak, yazmak gerekir.
Mevlid okuyan, muska yazan, çıkık.,kı:rık tamir eden ma
hallenin gözdesi. Mahalle zaten alkışlamada da, aforoz
etmede de ilk ve son merci. İnsanın hayatı orda geçer.
16
Uzak ya da yakın_ otursun, büyük şehir halkının her
zaman kanı kaynamıştır birbirine. Bayramda tebrike,
ölümde başsağlığına, ayrı dinden komşu koşuştururdu
herkesten önce. Varlıklılar, Mekteb-i Sultani'de (Gala
tasaray) esnaf takımı çarşıda ve loncada yoldaş olur
kaynaşırdı. Salyangaz zaten istanbul tarafında değil,
Beyoğlu'nda satılırdı. Orada da salyangozu her dinden
monşer takımı yerdi.
Osmanlı mahallesi .bir bütündü. Zaten mahalleye
yerleşmek için bugünkü gibi komisyoncuyla uyuşmak
yetmezdi. Mahalleli toptan kefil olacak, sağlam pabuç,
ırz ehli adam olmak lazım. Onun için de kendilerince
uygunsuz takımının evini basarlardı gece yarısında. De
dikodu bir arada, düğün dernek, hastalık, doğum, ölüm
bir arada olurdu. Mahallenin mescidi yanında bir m�
zarlık, mezar taşlarının üstünde kavuk, üsküf, gelin
başı, esnaf abanisi. ölüler kendi aralannda sohbette,
yaşayanlar yan kahvede mezarlıktakilerle birlikte... is
tanbul mezarlıkları en işlek alanlardandı. insanlar ya
evliyanın mezarında mum yakar, çaput bağlarlar, ya
gelip geçip Fatiha okurlar, ya da mezar kenarında din
lenip dedikodu yaparlardı. Mezarın kenarındaki kahve
hanede gündüz çay, kahve, nargile, gece de otların ara
sında gizlice kafayı çekenler, yirmi dört saat yalnız bı
rakmaz ölüleri.. Şimdi mezarlıklarm da yıkımı ve İZo
lasyonu başladı. Bir yandan da yeşil saha deyu feryat
eder dururuz.
Mahalleli dediniz mi kendi işini kendi gören cemaat
demektir. Hiçbir ihtiyarın canı s1kılmaz; dedikodu dert
leşme, ruhsal bunalım bırakmaz kimsede. tpi çekilme
dik kapı yoktur. Lağım-çeşme tamirine herkes katılır.
Çöpü de güya kaldırmaları gerekir, ama kaldırmazlar.
Çöple çamur, başı boş köpek sürüleri ıstanbul mahalle
lerinde en ilkel görünümdür.
17
Yangım söndürmek mahallelinin işi, güvenliğini
.�ağlamak mahallelinin işi, bekçisinL tutmak, fakirini gö
zetmek mahallelinin işi. Fukaraya «muaveneb dediy
sek o kadar gözümüzde büyütmeyelim. E·rzak buhranla
rı; para sıkıntıları yüzünden büyük şehrin orta sınıfı
bayağı cimrileşmişti. Anadolu - Rumeli ahalisinin ik
ramcılığına bakınca, yaka silkmek gerekirdi istanbullu
nun pintiliğinden... Ta Bizans'tan beri 150, bazen 200,.
bazen 400.000 nüfusu olan bu şehri beslemek meseleydi.
(Geçen yüzyılda yarım milyonu geçti nüfus) Dobruca•
dan. Rodop'lardan tahıl hayvan getirilirdi. Karlı ticaret
değildi bu iş, müteaıhhitlere zorla yaptırılırdı. Hele Ye
niçeriler için celepkeşan yazılanlar iflas etmenin yolu:
na girmişler demekti. Gelen zahire, et, yağ; Unkapanı,
Balkapanı, Yağkapanı gibi Haliç iskelelerine boşaltılır
dı. !şte daleveranın, haraççılığın, tırtıkçılığın alası da
orda dönerdi. Bugünkü Hal ağalarına taş çıkartırlardı,.
Kapanlardaki eminler ve şürekası... Mal kıtlaştıkça fi
yat artar, konan narh para etmez, haydi sadrazam pa
şa teftişe çıkar, !alakaya adam yatırır, küreğe vurdurur,
esnafın hilekarını kulağından dükkan kapısına çiviletir.
Şehrin iktisadi düzeni dehşetle bir süre sağlanabilirdi...
Demiryolları ve gemiler kıtlığı biraz azalttı. 19. yüzyılın
sonunda !stanbul biraz daha ra:hat doyar hale geldi. Du
yarız bazen Sultan Hamid'in devrindeki bolluk hikaye
lerini...
Şehir büyüdükçe kirlenme arttı. Şehrin velinimeti
semt, deniz. ulaşımının en kolaylaştığı yer Haliç'ti. Pis
dökümhaneler, mezbahalarla kıyıları dolduruldu. Ha
liç'ten başlayan asitıeşme giderek deryayı sardı. Nüfus.
arttı, yapı pek çoğaldı. Acaba bu şeyler, bin yıllık dünya
başkentinde kıyamet alameti mi. yoksa akılWarın sefer-.
ber olmasını bildiren şeyler mi?
Mimarlık, 84/1 sh. 4 vd�
18
İSTANBULLULARIN DİLİ
19
rani harfleriyle yazılan ispanyolca sözlü, İbranice cüm
le kurgulu özgün bir yazı diliydi. Ancak .bilen bilir, ya
zanlar anlardı. Din adamları ve eski deyimle tetebbua
meraklı adamların dışında 1braniceyi okuyan, bilen yok
tu. !stanbul Musevi topluluğunun dili, argosu, musikisi
ve gelenekleri bugüne kadar ciddi ara§tırma konusu
olamadan hemen hemen kaybolmak üzeredir.
Dünya başkentinde !talyan dili has Toscana leh
çesinden başlayarak her çeşidiyle konuşulurdu. 18. ve
19. yüzyıllarda 1stanbul'a yeni hayat arayan bir yığın
ıtalyan gelip yerleşti. Çoğu. inşaat işçiliği, marangozluk,
demirellik gibi işlerle uğraşıyordu. Bu proletaryanın
konuştuğu !talyan lehçeleri ıtalya'nın her bölgesinden
di ve kısa zamanda Türkçe, Rumca, Ermenice ve Kas
tilyan . sözcüklerle doluştu. 19. yüzyılın gezgin edibi
Edmondo de Amicis; ıstanbul ıtalyanlarının çoğu, ko
nuştukları ıtalyancayı ancak kendileri anlarlar, diyor.
Cenevizli, Venedikli. Toskanalı koloni Bizans'dan mi
rasdı. Kırım'ın fethinden sonra oradan da Cenevizli bir
kalabalık gelmişti; başka bazı Katolik gruplarla birlik
te Latin- katolik cemaatini oluştururlardı. Sonra kü
çümsenemeyecek sayida bir Bulgar nüfusu vardı. 19.
yüzyılın ortalarında Bulgarların ilk gazeteleri ve önem
li basımevleri ızmir ve ıstanbul'da kurulmuştu. Arna
vutça, Arapça, Sırpça duyulan dillerd.endi. ıstanbul'un
Çingeneleri .kendilerine özgü, zengin argolu ve farklı söz
cük dağarcığı olan bir dil konuşurdu. 19. yüzyılda özel
likle ttsküdar'da yerleşen kalabalık bir ıranlı grubu var
dı. Çoğu Azeri lehçesi kullanırsa da Farsça da konuşur
lardı. Başkentte Rumcadan Farsçaya kadar bir yığın
dilde gaz.ete çıkar, kitap basılırdı. Araştırılıp, öğrenil
dikçe büyük şehirdeki basın ve yayım hayatı şaşırtıcı
gerçeklerle doludur. Karagöz perdesini dolduran ren
garenk dil ve şiveler bu gerçeği yansıtır. ısta:nbul yakın
20
zamanlara kadar her köşesi bir Babil kulesi olan şehir
di. Bu dillerin birbirini ve Türkçeyi etkilediğine de kuş
ku yoktur. «Paydosta mağaza kapandı, fistan alamadım;
hava poyrazdı, yalının fenerini yakamamı§» ifadesine
bakalım; fiiller dışında mağaza rtalyanca, jistan ise ttal·
yanca justagno .biçiminden, Arapların justan'ından geç
me, hava Farsça, diğer deyimierin hepsi, yani yalı, poy
raz, fener, paydos ise Rumca.. Kalabalık bir liste oluş
turan denizcilik deyimleri, günlük dile giren kanca
(gancio'dan gelir) parça gibi sözler ıtalyanca (barza
ve barca.) Venediklilerin «coverta»sı Arnavutların dilin
de «güverte» olmuş; geminin yüzeyinden başka kumar
masası iQin de kullanılıyor. Scala ise «scele» ve «iskele»
olmuş. Sonra bir başka grup deyim ve kelimeler var;
gocuk, kaban, mısırın ve makbuzun koçan'ı, pi§tov, es
kiden sernik denen kibrit (hoş o da Arapça fosfor de
mektir) her gün kullandığımız izbe, dobra dobra söyle
mek gibi sözler ise Slav dillerinden geliyor. iş argoya
dökülünce bu renklilik daha da artıyor. Zaten argo ka-
- dar evrenselliğe açık bir dil alanı zor bulunur. Binanın
yüzü fasadı gibi kullandığımiz kelime, ıtalyanların «fac
cia»sı külhani argosunda «alırım façanı aşağı» olmuş.
Ermenice madik yani hile; madik atmak olmuş. Çocuk
ise, ya Arapça veled ya da Ermenice bızdık. Arkadaşını
uyaran bitirimin dilindeki şu evrensel renklilik ancak
ıstanbul argosunda olabilir; «Aftos, piyango cuntada
cızlamı çekiyor, dikizine cavlarım» yani; sevgili dostum
üstünde bit çırpınmakta, dikkatini çekerim, demek is
temiş. öbürü de; «çaktım» diye fiskelemiş. Argo gün
den güne hızla değişen, gelişen, hiç muhafazakar olma
yan bir dil; ama geçen yüzyılın !stanbul argosuyla bu
günkü, yapı ve renk olarak kuşkusuz çok fark�ı..
istanbul Türkçesi; Türkçenin hası, imparatorluğun.
edebi ve resmi dili olarak kabul ediliyor. Ama !stanbul'
21
un her semtinin, her sınıf halkının da aynı ağızı konuş
madığı açık. istanbul halkı da, diğer büyük başkentle
rin halkı gibi birbirinden farklı bir telaffuza sahipti.
Paris'in her mahallesinde, her sınıf insan aynı ağzı ko
nuşmaz, Viyana'da 15. dairenin yani Ottakringer'in
proleterleriyle, Schönbrunn'un burjuvaları daha iki üç
kelime konuştuklarında derhal ayırtedilebilirler. ıstan
bul'da da Kasımpaşalı, Şişli, Aksaraylılar bazen kullan
dıkları deyimler. bazen de telaffuzlarıyla ayırdedilirler
di. Bütün bu farklılıklar bizde hiçbir zaman dilbilimin
araştırma konusu olmadı. Sadece 1960'lar öncesi istan
bul'unun anıları olarak belieğimizde yaşıyor.
Genellikle eski Aksaray- Fatih semtlerindeki konuş
ma dili, örnek Türkçe sayılıyor. Nedeni ise; bu semtleri
bürokratların, medrese ulemasının, öğretmen- öğrenci
takımının 15-16. yüzyıldan beri mekan edinmeleri ola
bilir. Bir de şehrin fethinden hemen sonra Karaman v e
Aksaray'dan kalabalık grupların bu semtlere zorla yer
leştirildiklerini unutmayalım. Bazı semtlerin halkı veya
kimi grup üyeleri sesiilere bastırıp, «yapo'rlar» derken,
kimileri inadına sessizleri vurgulayarak, «yapıyollar»
derdi. Kimisi «yapicek» derken, öbürleri «yapıcak» diye
meram anlatırdı. istanbullu «dokanmak» derdi. Kendi
sine yağlı yiyeceklerin «dokandığından» ama ısınarla
dığı kilimin «dokunmakta» olduğundan sözederdi. Ev
hanımları «çamaşır yıkayorum» beyler «bahçe duvarı
yüksek geldi, onu yıkıyorum» diyerek iş görürlerdi. «Ge
lecak perşembe» için söz verilirdi. istanbul'un tulumba
cısı, esnafı, sonraları şoförleri, «ra»ları ve «nun»ları bas
tırarak konuşurlardı. Hiçbir zaman ciddi bir fonetik
laboratuvarı kurup, .telaffuzunu saptayamadığımız Türk
çenin, dünü gibi bugünü de meçhul. Tiyatrosunda kul
lanılacak dili bilemeyen bir toplumuz. ıstanbul çocuğu
olan tiyatrocular mesela Muammer Karaca, Devlet Ti-
22
-yatrolarındaki yaygın diksiyon için; «Cebeci ağzıyla
başladı» gibi taşlamalarda bulunurdu. Cebeci'deki kon
servatuvarın öğrettiği sahne dili beğ·enilecek gibi değil
se, bunun alternatifi olan sahne dili hangisiydi? Avru
pa ulusların tiyatrolarında, üniversitelerinde hangi telaf
fuzu kullanacaklarını biliyorlar. Sorbonne'da belirli bir
telaffuz yaygındır. Bizde !stanbul Edebiyat Fakültesi'
nde··böyle bir kural var mı? Güzel Türkçe konuşurken
«e»ler �:a»lar nasıl telaffuz edilecek, bunu bugünkü İs
tanbul'da öğrenmek güç; istanbul Türkçesi diye özgün
bir Türkçeden artık söz edemeyiz.
Geçmiş_yüzyıllardaki Türkçeyi bugün yazılı metin
lerden öğrenmeye çalışıyoruz; yani seslilerin fakir oldu
ğu Arap alfabeli metinlerden. Bu nedenle eski Türkçe
metinlerden Türkçenin tarihi fonetiğini anlamamız
mümkün değil. Bundan başka, 17-19. yüzyılların !s
tanbulluları kuşkusuz edebi ve resmi metinlerdeki cüm
le yapısıyla konuşup düşünmüyorlardı. Gündelik hayat
ta kullanılan sözcükler gibi cümle yapısı da kağıda ya
zılandan farklıydı. Konuşulan Türkçeyi bir ölçüde bil
mecelerden, atasözlerinden. belki ele geçen meddalı hi
kayesi, Karagöz oyunu metinlerinden izleyebiliriz. Ama,
geçmiş yüzyılların konuşulan Türkçesi için önemli bir
kaynak, büyuk şehre gelen bazı Avrupalıların kaleme
aldığı Türkçe öğretim kitapları veya o yüzyıllarda Türk
çe için h?-zırladıkları sözlüklerdir. Bu gtbi yabancıların
kendilerinin Türkçe öğrenmek için tuttukları notlar da
. geçmiş yüzyılların konuşulan !stanbul Türkçesini araş
tırmak için, arşiv belgelerinden ve edebi metinlerden da
ha aydınlatıcı kaynaklardır. Mesela, 17. yüzyılda Jakab
Nagy de Harsany adlı bir Macar'ın hazırladığı, Türkçe
konuşma kitabı bunlardan biri; Latince çeviri karşılık
larıyla birlikte Türkçe cümleler latin harfleriyle kale
me alınmış. Bize konuşma dili hakkında epey fikir ve-
23
ren bu gibi metinlere göre konuşulan Türkçe, edebi
Türkçeden daha az değişmiş ve bugünkü Türkçeye da
ha yakın görünüyor. De Harsany şapkasını çıkardığın
da kendisine yapılan uyarmaları kaydediyor; ört bll§ın,
zira adet değildir. Pad:i§ah yanında dahi kimse bll§ın
açmaz, her vilayetifrı (ülkenin) ba§ka adeti vardur, hoş,
amma Osmanluya ayuptur». Devamlı avda olan IV; Sul
tan Mehmed için yapılan bir dedikoduyu da kaydetmiş;
«Aliosman padişahı ol kadar asker ile Edirne'de, Sofya'
da, Tuna, Belgrad'da ne işler? Çolcta.n ol yerl�de eğle
nür, araba ile 'tavş:an avlar. Bazı kimseler rivayet eder
ler ki, hünlcarun vaZide ile gavgası va:rdur. Ol sebebten
Stambola varmaz.» ilk Osmanlı kroniklerindeki sade di
le. kırsal bölgelerdeki ·konuşmaya pek yakın, 17. yüzyı
lın bilinen tarihçi, şair ve ediplerinden farklı bir dil ve
farklı cümle yapısı bu..
ıstanbul Türkçesi güzel miydi? Bu konuda cevap
ve karar verecek durumda değiliz: Çünkü insan düşün
düğü ve uykuda sayıkladığı dilin müzikalitesini, hoşlu
ğunu veya nahoşluğunu takdir edemez. Ama tramvay
da sohbet eden iki kalem efendisinin, misafirini karşı
layan Türk hanımının konuştukları dilin barikulade ol
duğunu; yabancıların bazıları, Türkologlar hep söyleye
gelmişlerdir. Eski ıstanbul Türkçesinin bu yanı tartış
maya açıktır belki, ama renkliliği, yetmişiki ulustan
topladığı çeşni zenginliği tartışılmaz.
24
DÜNDEN BUGÜNE MEZARLIKLAR
25-;
fetbeden bir vezırın kaHavi (sadrazam kavuğu) otur
tulmuş mütevazi mezar taşının yanındadır. Onun ya
.
nındaki sarıklı bir mezartaşı, ilmiyye sınıfından önde
gelen bir efendinindir. «Huv'el baki- kalıcı olan sadece·
O (Allah'tır) ... ruhuna Fatiha».. . tki arşınlık mezarın
üstünde mermerin ve ölümün soğukluğunu unuttura
cak sıcaklıkta bir hüsn-ü hatt (güzel yazı) la kazılmış
Fatiha ve taş üzeıinde; ölenin sınıfı ve mesleğiyle ilgili
bir alarnet ve bir serpuş, bir kavuk. . . Mezar taşlarının
içinde öyle iddialısı, anıtsal olanı da yoktur. ölüm te
vazu ve olağanlıkla benimsenmiştir. Bazen mizaltun sı
caklığı da üste gelir; «Kadın dırdırından vefat eden
..... .. . . Efendi>> gibi bir :Lbareye Eyüp'te rastlarsınız.
ölüler Osmanlı kentinde dirilerle birlikte yaşama
ya devam ederler. Küçük mahalle mezarlığının yanıba
şında çocuklar hergün neşeli çığlıklada oynar, ötede
bir bakkal günlük alışverişle uğraşırken, mescidin ya
nındaki mahalle mektebinden taşan çocukların sesi, me
zarlığın köşesinde rastlaşan iki hatunun dedikodusuna
karışır.
Telaşla yürüyen bir ihtiyar durur, zenbilini yere kor,
mezarlıktaki bir yatırın başında Fatiha okur ve yoluna
devam eder. Bazen bir iki goygoycu derviş bir kenara
ilişir neylerinden yanık nağmeler üfler, mezarlıktaki
kuşlar bile susar. Ara sıra mezar taşlarını ve kitabeleri
okumaya meraklı efendiler dolaşır. Tulumbacı kabada
yıların mezarlıkta saldırınalarını çekip, düello yaptık
ları olur. Haneberduş takımı mezarlığa yerleşir, bazı
sarhoşlar gece vakti arda içer. Bayramda, Raniazanda.
Kandilde, düğünde, sünnette; başa bir dert geldiğinde,
dert kalktığında mezarlıkta yatan büyükler ziyaret edi
lir.
Büyük şehir istanbul'un Bursa'nın ve diğerlerinin
rnahallelerindeki irili ufaklı mezarlık alanları, yeşillik-
27
ler, servilerle doludur. ölüm yaşayanları ürpertmez,
yaşayan kenti güzelle§tirir. Eyüp'e, Karacaahmed'e
baktığımızda köşeli soğuk mezartaşları görülmez. Etraf
taki otlarla, ağaçlarla bütünleşmiş binlerce taş dışar
daki hayattan kopuk değildir. O taşların üstündeki ka
tibi kavuklar sokakta g�inen efendilerin, abani sarık
lar çarşıdaki esnafın ·başında da vardır. Taşların üstün
deki çiçekler, etrafta rengarenk öbekler halindedir. San
ki şu kallavili mezar taşının altındaki vezir, yanındaki
kazasker efendiyle sohbet halindedir. Kaykılıp duran
üsküflü mezartaşının altındaki yeniçeri çorbacısı, ka
tibi kavuklu mezarın sahibiyle çubuklarını tüttürmekte
dirler.
Şimdi şehirleşiyoruz. Bütün güzel Boğaz koruları
na; «ben denizi gören yerlerde oturayım da ne olursa
olsun» diye beton gökdelen dikenler, falanca büyük me
zarlıkta da aile mezarlığımız olsun diyor. Eski taşları
kırıp kaldırıyorlar, apartman boyunda soğuk beyaz mer
merden kabirler yaptırıyorlar. Bu yeni türeyen zevksiz
ölüler evi, bu arsızca yerleşme yüzünden, yan taraftaki
kazasker efendi; «şunlara bulaşmayım,» der gibi sarnur
kürkünü topariayıp geriye kaykılıyor; öbür yandaki üs
küflü subaşı ağa, hiddetıe bıyık buruyor; katibi kavuk
lu mümeyyiz efendi, «laJ:ıavle . :ı> çekiyor.
. .
29
vaıh vah çekiyıoruz. Arnavutköy'de, Salacak'ta, Beykoz.
ve Sarıyer'de onarılınaya başlanan ahşap evler, köşkler,
yalıları korumak, sahiplerini yüreklendirmek için önce:
itfaiye sorununu çözmek gerekir:
..
32
mücevherlerini sakladığı torba diye, sabun tocbasım ka�
pıp fırlamış sokağa. . . ıstanbul yangınları, nice yazma
mn, elişinin, sanat eserinin eridiği bir fırındı.
33
ğildi. Bazı kamusal yapıların dışında, kargir konut ya
pacak kadar ne usta, ne malzeme, ne de yeterince para
vardı toplumda. Tuğla sözü, ıtalyanca «tegola>>dan (ya
ni kiremitten) gelir, yabancı ve lüks bir maddeydi. O
zaman her yerde tuğla ocakları yoktu. Kerpiçle kereste .
sivil mimarinin başlıca iki malzeıri.esiydi. üstelik ıstan
bul'un dar sokaklarından kum ve taş yüklü araba ge
çirmek ne mümkün. Ancak eşekle ahşap evin kerestesi.
kiremiti taşınabilirdi. Başkentin nakliyeci esnafı, «eşek
çi Acemler» denen kalabalık gruptu. 19. yüzyılda hükü
metin teşviki ve girişimi, toplumun bazı kesimlerinde ar
tan servetin etkisiyle; istanbul, İzmir, Selanik gibi yer
lerde kargir yapılar artmaya başladı. İstanbul'da Aka
retler ve Pangaıtı Kumkapı'da Protestan Ermeni okulu'
nun sokağı ve Fener'de Bulgar vakfı, bitişik nizarn kargir
konut örneklerinin bazıları. Başkentte ve taşrada kamu
sal binalar kargir olarak yapılıyordu. Çıkan yangınlar
dan sonra, hükümet, yeni yerleşim planları hazırlatıyor,
yangın yeri haritaları yaptırıyordu. Ama boşuna . . . Para
kıtlığı, yazışmalar, düzensizlikler derken; ahşap yapılar
gene yangın yerlerine doluyordu. Yöneticilerin bu gay
reti sadece kundakçılık dedikodularının çıkmasına ya
rıyordu. Birinci büyük savaştan önceki Fatih yangının,
hükümetin kundakladığı, Edirne yangınını, gayretli ça
lışması ve imar faaliyeti bazılarını sinirlendiren bele
diye reisi Dilaver Bey'in kasten söndürtmediği gibi de
dikodular kulaktan kulağa fısıldanıyordu.
20. yüzyıl başında büyük kargir tuğla binalar Bey
oğlu'nda, Sirkeci'de, Gümüşsuyu'nda yükselmeye �b aş
ladı. «Art nouveau» yahut «Jugendstyl» denilen üs
lubun ilginç örneklerinin görüldüğü bir şehirdir !stan
bul. . . Asmalı Mescit sokakta restore edilmekte olan iki
tanesi, Tünel'den çıkınca Beyoğlu'na doğru Esnaf Der
nekleri Konfederasyonu binası, Büyük Postane karşısın-
34
dakiler bunlardan birkaçı. ıstanbul ve diğer kentler. ya
Va§ y•avaş kalfa eliyle betonlaştı. Kırk yıldır bu çirkin
liği göremedik, tedbir alamadık. Aslında artık kalfa işi
gudubet yapılara da söyleyecek faz.la sözümüz yok; en
güzel yerlere kondurulan bazı diplamalı mimarların işi,
onlarınkini de aratır. Betonlaşma kaçımlmaz bir geliş
me; ama bru süreç, akademik bir estetikle, sağlıklı kent
planlamasıyla birlikte yürütülemedi.
35
SULTANAHMET MEYDAN!
DÜNYANIN BAŞLANGIÇ NOKTASI
36
Bi:zıans'ta olduğu gibi isyancı kalabalıklar da burada
toplanırdı, fitne meydanıydı aynı zamanda. Sultanah
met her şeyiyle ıstanbul'un ikibin yıllık asaletinin res
midir. Meydanın ortasında bir burma sütun var; Platea
savaşından sonra birbirlerini boğazlamaktan bıkan Yu
nanlıların Delfi'deki Apolion tapınağına adadıkları bü
yük altın sunağın bir ayağıym:ış. SonraIII. Thutrrwsis'e
ait olan ve 390 senesinde Büyük Theodosius'un Mısır'
dan getirttiği dikilitaşı görüyoruz, yani Mısır'ın obelisk-
. leri Londra ve Paris'e taşınmadan 1500 sene önce tstan
bul'a taşınırmış. Meydan'ın öbür ucunda bunun bir ben
zeri daha var; Bizans'ın frapan imparatoru Konstantin
Porjirogenetos ta·rafından ördürülmüş ve etrafı pirinç
bir plaka ile kaplanmış, altın gibi parlarmış. Bu dikilitaş
altınlığına kimseyi inandıramazken, 1204'de gelen Haç
lılar pekala inanmış ve altın sanıp etrafındaki plakayı
sökmüşler.
Bu alanda düzenlenen turnuvalardan birinin so
nunda, 532 yılı Ocak ayında 1mparator Justinianus'a
karşı bir isyan çıktı. Birkaç bin kişinin ölümüyle sonuç
lanan ve Nika diye tanınan bu ayaklanma bastırıldık
tan sonra 537 yılı Noelinde, yakılan bir kilisenin yerine
yapılan ünlü Ayasofya ibadete açıldı. Kuhbeleriyle, ça
pıyla, süslemeleriyle 6. yüzyılın bir mimari ve teknoloji
harikasıydı. Tam on bir asır sonra, 1614'te onun az öte
sinde dünyanın başka bir ineisi daha tamamlandı, Sul
tanahmet Camii. . . Bu iki şaheser, Marmara'dan gelen
yabancıları büyüleyen istanbul siluetinin iki görkemli
öğesi, bütün zamanların simgesidir.
Şehrin zenaatçıları. ta Bizans'tan beri dünyaya par
mak ısırtan ürünleri bu meydandaki şenliklerde, asker
ler ve memurlar da Bizans'ın ve Osmanlı'nın ihtişamını,
alanı teğetıeyen Diva,nyolu' ndan yani eski forumdan ge
çerken sergilerlermiş. Kanlı isyanlar da bu büyük mey-
38
danda başlarmış. Belirorius, Nikacı takımını burada kı�
lıçtan geçirdiği gibi, azgın yeniçeriler Sulıtan
IV. Murat'
ın gözde aqamlarını, Hasan Halife, Defterdar Mustafa
PO-§a ve Musa Çelebi'yi 1632 Martında burada bir ağaca
asmışlardı. Az ötede bir başka ağaç daha vardı. Bir baş
ka isyanda insan kelleleriyle donatıldığı için Vakvak
ağacı deniyor. Vakvak ağacı, Şark mitoloj isinde meyvesi
insan olan bir ağaçmış.
Meydanın orta yerine, Kayzer Wilhelm'in ziyaret
hatırası olarak A l man Çeşmesi yaptırılmış. Herhalde az
ötedeki III. Ahmet Çeşmesi'ni görmediler ki o sevimsiz
nesneyi oturtacak başka yer yokmuş gibi, bu meydanı
seçmişler. Sultanahmet meydanının değerini bilmezlik,
bazılarının sandığı gibi son otuz kırk yılın hastalığı de
ğil. Osmanlı kendi maddi mirasına Cumhuriyeıt dönemi
kadar sahip çıkamamıştır. Son güne kadar padişahların
tahta çıktığı, yani cülüs töreninin yapıldığı, öldülderin
de gasl edilip, kefenlendikleri Topkapı Sarayı, bir hara
be halinde Cumhuriyet yönetimine devredildi.
Meydanın batı yakasında 16. yüzyılda Kanuni'nin
ünlü sadrazaını tbrahi.nı Paşa'nın sarayı vardı. tbrahim
Paşa 16. yüzyılın batı modasına dönük aydını sayılır.
Budin'den getirdiği üçlü bir heykel grubunu meydana
diktirtmiş, sofulann gulgulesi üstüne şair Figani'nin
hicvi tüy dikmişti. Figani onu putperestlikle ithani eden
beyti dökıtürdü. öyle dedik ama, beyit de galiba pek ken
di yaratısı değildi; çünkü Firdevsi'nin Gazneli Mah
mut'a yazdığı benzer bir hicviyeyi dilimize çevirmiş gibi
görünüyor. Aşırmacılık eski illet. Bugün İbrahim Paşa
sarayı denen yapının, 1brahim Paşa sarayıyla ne kadar
ilgisi var? Belki de sanat tarihçilerimizin heyecanlı bir
yakıştırması olacak .Ama bu taş binada Türkiye'nin en
güzel ve modern müzelerinden biri. ıslam Eserleri mü
zesi yer alıyor. Yanında · eski Defter-i Hakanf Nezareti
39
yani Tapu - Kadastro Umum Müdürlüğü var. Şimdi ıs
tanbul taşradan sayıldığından başındaki umum da kalk
tı. Meydanın batısındaki bu mimari kompleksin ardın
da istanbul adliyesi bulunur. Adiiye sevimsiz bir yapı;
Bayındırlık Bakanlığı'nda hazırlanan standartt projeler
den biri gibi. . . Oysa istanbul'a yakışan bir bina olmalıy
dı. Yanan Adliye sarayı 19. yüzyılın ünlü mimarıari
Fossati'lerin eserd.ydi. Adiiye Sarayı a.Slında Darülfünun
(üniversite) olarak yapılmıştı. Marmara'ya bakan şa
hane bir binaydı. Bunun gibi Meclis-i Mebusan da bura
daydı, hepsi meydana kısa süre misafir oldular. Geçir
diği yangına ve sarsıntıya rağmen, Sultanahmet'i ter
ketmeyen kurumlar ve binalar da var. Bir tanesi eski
Ticaret Mektebi veya iktisadi Ticari ilimler Akademisi.
Birkaç yıl önce yandı. Marmara ttmversitesi bu çekirdek
kuruluşunu, yüzyıllık ocağını onarttı ve rektörlük yap
tı. ikincisi de yıkılmak üzere olan güzel konaktı, Turing
kulübü sayesinde diriltildi ve şık bir otel oldu.
Sultanahmet meydanı hep isyankar sipahi ve yeni
çerilerin, vakanüvisin tabiriyle «güruh-u · hezele»nin
başkaldırdığı bir meydan değil. Mütarekede işgal altın
daki istanbul'da ilk onurlu direniş de burada oldu. ün
lü Sultanahmet mitingi, istanbul'un mütarekeye isya
nı demekti. Ama o gün orada kalabalıkları heyecanlan
dıran Halide Edip'in büstü, yıllar sonra bir gece şaşkın
lar tarafından dinamitlendi.
Sultanahmet bugün Kaitmandu'ya gideceklerin ve
benzeri turistlerin mekanı; gündüz bol bol turist otobü
sü ve turizmin ayaklı yan endüstrisi ile kuşatılmış du
rumda. Ama gene de istanbul'un birçok yerine göre ba
kımlı ve düzenli, havadan seyri hoş, daha da bakımlı
olması gerekir. Eğer deniz tarafındaki ünlü Sultanah
met hapishanesi bir okula, kütüphaneye veya arşive
çevrilir, civardaki depolar, atelyeler başka yere taşınır-
40
sa, ıstanbullular da burada gezinmeye başlar. Sultan
ahmet sadece görkemli bir alan değildir, bu dünyanın
sıfırınci noktasıdır. Bunu sadece Bizans devrinden ka
lan (ama nasıl ve ne halde) kilometre taşı değil; mey
dandaki her şey, etraftaki binalar ve daha aşağıda onu
kuşatan deniz de söylüyor.
41
BAYEZİT MEYDAN!
42
akşam da ölüm sessizliğinin hükmettiği bir alan. Eski
den kalan tek şey «Sa;haflar Çarşısı» desek, orda da ilk
anda göze çarpan kitaptan çok kırtasiye tezgaru ve her
yerde bulunan kitaplar. Kitapseverlerin güleryüzlü , çe
lebi dostu Necati Bey, yığın yığın kitapların arasında
artık Osmanlıca kiıtap gelmediğİnden şikayet ediyor.
Galiba zenginleşen Arap ülkelerinin kitab isteklerini ve
Avrupa - Amerika kütüphanelerinin yıllık alışverişini
karşılayanlardan bir şey kalmıyor. Bir zamanlar Bayezit,
sadece sahaflar değiL cami avlusundaki hattatlar, arzu
halcilerle ülkenin yazılı kültürünün merkeziymiş. Bu
gün öyle tek bir merkez yok artık, onun için Çınaraltı'
nda da «rnusahebat-ı ilmiyye ve edebiyye»den çok, fa
külte dekanlarının kapattığı kanUnlerden ka;çan öğren
ciler oturuyorlar. Musahebaıt-ı ilmiyye de, bol bol tertip
lenen sempozyumlarda yapılıyor.
1501 - 1506 yılları arasında yapımı biten Bayezid
Camü, yanı başındaki büyük çarşının broşu olmuş. Ar
dından 1506'da medrese tamamlanmış. Şimdi Hatt Sa
natı Müzesi olarak düzenlenen, birka;ç yıl öncesinin be
lediye kütüphanesinden söz ediyoruz. Sonra caminin ya
nında bakımsızlıktan çürüyen ve bir ara ahır diye kul
lanılan külliyenin bir kısmı, 1884'te şehrin ilk genel ki
.taplığı haline getirilmiş. Bayezid Kütüphanesi istanbul'
un kültür hayatındıa ilginç yeri olan bir kurum; sadece
içindeki kitaplarla değil, okuyucu ve personeli ile de . . .
Hafız-ı kütüb (yani kütüphane müdürü) tsrnail Saib
efendi, kendisini ziyarete ve dinlemeye gelenlerle bir tür
seminer yaparmış burada. Bazı şiir ve anlatımların; raf
lardaki binlerce yazma kitabın hangisinin, kaçıncı say
fasında olduğunu zikrederek cevap verirmiş sorulara.
Alman şarkiyatçı Oskar Rescher, bir ara katılmış bu
toplantılardan birine, bir daha da ayrılamamış ve Os
man Reşat Efendi olmuş ıstanbul'da kalmış. !smail Saib
44
efendi kedileriyle birlikte kütüphaneele yaşarınış, ölün
ceye kadar da hiç dışarı çıkmamış. Herkes onu dinleme
ye, bir şeyler öğrenmeye ayağına gelirmiş. Eski me
tin1eri ezbere. tanıyan bir kuşak tarihçi, edebiyat ta
rihçisi bu kütüphanedeki sohbetlerden yetişm.iştir. Şim
di sohbet denilen şey d evaı:ruı bir cıvıltı halinde, genç
leşen Çınarattı'nda d evam ediyor. Gençlerimizin ilgisi,
bilgisi gibi konularla uğraşanlar biliyor her:):ıalde neler
konuşulduğunu.
Geçen yüzyılda Bayezit camii'nin avlusu ramazan
larda gıda fuarı olurmuş. imparatorluğun dört bir ya
nından getirilen meyveler, tatlılar. helvalarla seyirci çe
ken, gırtıak meraklılannın doluştuğu bir yer. 1840'lar
da ıstanbul'un içinde cerrah bekleyen ilk fenni eczane
si de bu meydanda açılmış. Bayezit o zaman; tramvay .
geçen, alışverişi canlı ve Direklerarası piyasasının baş
langıcı. Meydanın en hey.betli yerinde, yani bugünkü
üniversitenin olduğu yerde Harbiye ve Maliye nezaretleri
vardı. Herhalde Maliyenin topladığı verginin asıl harca
yanıyla yanyana olması kadar pratik bir şey olamazdı.
Dahası var, üniversitenin doğu ucunda yer alan ve gü
nümüzde Siyasal Bilimler Fakültesi denen bina, ünlü
Bekirağa Bölüğü'ydü. Osmanlının siyasal malıbesinde
şimdi ilm-i siyaset ve demokrasi kuramı öğretiliyor. Bu
günkü üniversite, dün Harbiye Nezaretiydi, evvelki gün
ise Eski Saray'dı.
Eski Saray, padişah ' oğulları, kocaları ve efendileri
öleh veya tahttan indirilen Valide sultanlar, Haseki sul
tanlar ve Harem kadınl�rı için Topkapı'daki saltanatın
bittiği veya en azından tatile girdiği trajik bir noktay
dı. ölen padişahın anası, karıları ve yakını Harem ka
dınları; bu kasvetli, fakir saray eskisine nakledilirlerdi.
Buraya düşmernek için Kösem Sultan'ın ve diğerlerinin
çevirdiği entrikalan anlayışla karşılamamak elden gel-
45
mez. Eski saraydaki Haseki Sultanlar beklerlerdi, oğul
l �rllı.d
an biri tahta geçene kadar. Sonra bir gün gence�
c�
l:Iaseki, Valide sultan olarak alayla Bayezit'teki E�
ki Saray'dan çıkar, Topkapı'ya ulaşırdı. Genç yaşmda
mutıu
bir hayat sürdüğü kocası I. Ahmed ölünce. dul
haseki olarak kapandığı bu saraydan, oğlu IV. Murad
tahta
çıkınca 32 - 33 yaşmda bir Valide sultan olarak
To
pkapı'ya dönen Kösem'i hatırlayalım. Güzel kadındı.
En azından Avusturya'daki KüfSJtein Şatosu'nda seyri
ne doyu
m olmay:an güzel bir tablosu vardır. Kösem, ka
sa•vetu saraydan kurtulduğu için mutıuydu ve bir daha
oraya d
önmemeye alıdetniişti. Ama, otuz.ikinci baharın
� � liaremin dokunulmaz, yan gözle bakılamaz efendi
lıg.
ıne, Valide sultanlığa dönmek ne kadar mutluluk
tur
ki.
. \:eniçerilik kaldırıldıktan sonra, üniversitenin ye
nncte S
eraskerlik kuruldu. 1828 yılında istanbul yan
g�nlarım anında tespit için ünlü Beyazıt Yangın kule
s
: Y'aptınldı. Mimarı, ünlü mimar ailesinden Sen.naha
"
."!'- 13alyan'dı. Bugünkü meydan çıplak görünümlüy
du, e tr
afı salaş lokanta ve dükkanlarla çevriliydi. Za
man
zaman yıktırılan sonra tekrar türeyen bu salaş
yerl
er de ucuza iyi yemek yenirdi. O zaman istanbul lah
maclı.
n ve sandviç hayatına daha girmemişti; . ya kuru
e
�
rukl'Q
ek yenirdi, ya da tatlısından tuzlusuna her şey. Çü
k denen bu bölgeyi ve civardaki küllük denen kah
velerı
eski üniversite çevreleri iyi tanır. Meydanın baş
� a
ıda
Çirkin bir işlevi daha vardı. Siyasal suçlular burada
ın, e dilir. Serasker Hüseyin Avni Paşa'yı vuran Çer
kes ll: a
san, 31 Mart vakası'mn elebaşıları ve de Mahmut
Şevke
t paşa suikastine kanşanlar burada asıldılar. So
nunc u
lar birkaç taneydi. Onların birkaç niisli adam da
�uhal if oldukları için az ötedeki Bekirağa bölüğünde
surg'iin
bekliyorlardı. Bir ara meydan ağaçlandırıldı.
46
Sonra ortayıa bir havuz yapıldı. Etrafından tramvay ağır
ağır döner, Vezneciler'e yönelirdi. öğrenciler ikinci, pro
fesörler birinci mevkiye dolll§urdu, o zaman öyle bol özel
oto yoktu. Güya üniversitenin ünlü hocası Sıddık Sami
Onar'ın «idare Hukuku� cUtlerini taşıyan bir öğrenciyi,
biletçi aşırı yük1e tramvaya binilemeyeceği gerekçesiyle
aşağı indirmiş. Günün birinde ıstanbul'un iman (!)
başladı. Meydan kazıldı, bozuldu. Tramvaylar geçmez
oldu. 27 - 28 Nisan 1960 günleri öğrenci protestoları ve
polisin müdahalesiyle de Bayezit meydanı hayatının ge
ne kanlı dönemine girdi.
Bayezit meydam için umutlarımızı saklamak gerek.
Böyle kalır mı bilemiyoruz. Belki tstanbullular !stanbul
lu olup, günün birinde şehirlerine sahip çıkınca, bu
güngörmüş meydanı temizler, güzelleştirirler ve ıstan
bul'un onu düzenleyecek. hayırlı, bilgili ve yaratıcı bir
mimar eviadı çıkar. Her şeyden önce de onu gündüz ve
gece canlandıracak değişim sağlanır, diyelim.
47'
ULEMA SEMTLERİNDE GEZiNTi
48
da Osmanoğullarının herbiri ya kendi yaptırdığı cami
ye, ya babasının türbesine sığınmıştır. Avrupa hüküm
darlarının aksine Osmanlı hanedan üyeleri toplu bir
mezardan adeta kaçmışlardır. Herkesin hesap gününde
yalnız olacağını düşünmüş olmalılar. Fatih camiinin
23 Mayıs 1766'daki büyük istanbul depreminde kubbesi
· çöktü ve duvarları ağır hasar gördü. III. Mustafa camii
yıktırıp temellerinden yeniden yaptırdL Böylelikle Laleli
camiinden sonra Sultan III. Mustafa kendi adını taşı
mayan bir büyük cami daha yaptırmış oluyordu. Fati:h
camii özellikle bu restorasyondan sonra 18. yüzyıl mi
mari uslubunun izlerini taşımakla birlikte, etrafındaki
yapılanma göz önüne alınırsa, adeta Osmanlı mimart
sinin üç asırlık bir albümü gibidir.
Görev başında ölen sadrazamların cenaze namazı
protokol gereği Fatih camiinde kılınırdı. Gerçi bu gere
ğin yerine getirilmesi ender durumlardan olmuştur. is
tanbul'un fethiyle ilk sadrazam idamı da başladı. Fatih
veziriazam Çandarlı Halil Paşayı hıyanet suçlamasıyla
idam ettirdi ve Çandarlı hanedanının adeta irsiyet ka
zan.an vezirlikleri de böyle bitti. Bu idamdan sonra ye
rel ailelerin vezirlik gibi görevlerde kullanılması gele
neği sona ermiş ve devşirme paşaların dönemi başlamış
tı. Çandarlı'nın ardından Rum Mehmed paşanın karye·
ri de idamla tamamlandı. II. Mehmed'in idam ettirdiği
diğer sadrazam Mahmud Paşadır. Mahmud Paşanın la
kabı yok. Daha doğrusu ölümünden sonra halkın verdi
ği bir lakab var: «Mahmud Paşa-yı Veli» deniyor. 1469'
da idam edildikten sonra halk ve tarikat üyeleri ve med
reseliler arasında menkibelere konu oldu ve evliya de
recesine yükseltildi. Osmanlı yazılı edebiyatında: ençok
nüshası olan, yani medreselilerin ve okuryazarların en·
çok kopya ettiği ve kahvehanelerde anlatılan menkibe
kendisine «veli» denilen Mahmud Paşanın hayatını ko-
49
nu edinendir. Paşanın idamı çeşitli gruplar tarafından
tepkiyle karşılandı ve onu yücelten, siyasal iktidarı yani
padişahı ve etrafını da bu vesileyle yeren menkibe,
Çe§itlemeler halinde dilden dile dolaştı. Menkibelere gö
re, Mahmud paşa, II. Mehrri.ed'in yanlış karar ve eylem�
lerine engel olan, mucizeler gösteren bir kutsal kişidir
ve haksızca katledilmiştir.. Anlaşılan büyük hükümdar
ların radikal ve despot yöneltimi daha çok tarihçilerin
kaleminde değerini buluyor; böyle zamanda daha tutu�
cu olan kitleler ise. diktatör hükümdara karşı koyduğu�
nu sandıkları mağdur birini kahraman yapmak için za
ten hazırdır. Mahmud Paşa istanbul'un coğrafyasında,
adıyla anılan çarşı, 15. yüzyıl mimarisinin sevimli bir
örneği olan camii ve hamarnı ile bugün artık menkibe�
!erin dışında yaşıyor. Mahmud Paşa gerçekten büyük
devlet adamı mıydı? Osmanlı tarihinin sıradan vezir
lerinden olmadığı açık; ama daha çok ulema, tutucu ta
rikat üyeleri ve bürokratıar tarafından padişahın baskı
cı yönetimi dolayısiyle yüceltilmiş biri gibi. II. Meh
med'in radikal düzenlemelerinden bunalanlar, onu pro
testo için Mahmud Paşayı destanlaştırdılar.
II. Mehmed camiin. yanına sahn-ı sernan (sekiz
auditorium) denen medresesini, kütüphaneyi ve med
.
rese talebelerinin barırup doyabilmeleri için aşevi ve
hücreleri de yaptırttı. Onu başka vakıflar ve medreseler
izlediler. Bütün havaliyi kıaplayan bu medrese binala
rının devirden devire isimleri değişmiştir. Bazısı, bir za
man sonra görevli ünlü bir müderrisin ismiyle, bazısı
sonradan · vakfeden kişinin ismiyle anılmış; bazısı coğ�
rafyaya göre, örneğin «Bahr-i siyah'daki servili medre
se:$ (yıani Halic'e bakan önünde servi ağacı olan medr�
·
se) gibi adresleri ad edinmiştir. Böylece Fatih semti bir
yüzyıl içinde kentin ulema bölgesi oldu. 16. yüzyılda Sü
leymaniye medreseleri daha yüksek derecede eğitim ve-
50
ren ve yevmiyeleri daha kabarık yerler olarak kurulun·
ca, eski deyişle, «ulemanın ve talebenin kiban o muh.ilt
te cem oldu1ar.» üstelik şeyhülislamlık yani bab-ı meşi·
hat de oradaydı. Tayin, azil, iş takibi, dedikodu da ora·
ya taşındı. Süleymaniye ve Fatih semt1eri, medrese ho.
calarının, kadıların, medrese talebesinin oluşturduğu
Osmanlı ilmiyye sınıfının oan,lı tarihi gibidir. Bir bakı
ma medrese eğitimi görüp ilmiyye sınıfına girmek, Ana
dolu ve Rumeli'nin Türk çocukları için toplumsal tır
manmanın tek yoluydu. öte yandan ilmiyye sınıfı çok
çabuk kastlaşmış. kapalı bir gruba dönüşmüştü. Baba
dan dededen bu sınıfın üyesi olmayan bir genç için yük
selrnek cendereden geçmekten farksızdı. Medrese eğLti
minin, aşılması uzun yıllar gerektiren dereceleri vardı;
ha§iye-yi tecrid, mijtah, telvih, ibtida-yı hariç, hareket-i
hariç, ibtida-yı dahil, hareket-i dahil, ibtüba-yı altmışlı,
hareket-i altmışlı, musila-Yı sahn, sahn-ı sernan diye
yükselen bu eğitime 16. yüzyılda bir de Süleymaniye
medreselerindeki dör:t aşama eklendi. Okuma yazma ile
başlayan bu eğitim aşamalarının herbirinde öğrenilen
bilgiler ayrıydı. öğrenciler için sözkonusu olan. bu de
receler, müderrisler için de geçerliydi. Herbir medrese
deki müderrisin yevmiyesi ve rütbesi fıarklıydı. Galiba
onların bir üstteki medresede ders vermeleri daha zor
lu bir aıtlamaydı. Müderrislerin yükselme derecelerine
eş hiyerarşi, müftü ve kad�lar için de sözkonusuydu. Os
manlı kadısı kadar, diyar diyar gezen, sonra kısa süreli
hizmeti bitince istanbul'da yeni bir tayini bekleyen, en·
dişe ve sinir içindeki bir , görevli yoktu. Bu terfilerde
adam kayırmalar, ilmiyye sınıfının önde gelenlerinin
çocuklarının derece atıarnası kadroları da tıkadı_ «B.Ek.
şik uleması» denen imtiyazlı grup üyeleri. fazla nwfi•
terfi ediyor1ardı; ama mutlaka liyakatsiz vf!l cahil kim.:
seler oldukları · da söylenemez. Çoğu, özel bir dikkat ve
eğitimle yetiştirilen bu grubun üyeleri, berikilerle yarış�
salar da zaten daha başından kazanmaya aday, bilgili
ve iyi eğitimliydiler. Köyünden kopup gelen bir genç,
eğlıtiminde ilerlemek için olağanüstü gayret sarfetmek:,
sıkıntı çekmek zorundaydı. Medreseye bıyığı terlemeden
girip, tohuma kaçtığı halde Fatih semtinin sefil hücre
lerinden çıkamayanlar çoktu. Suhte denen bu talebeler
her türlü ayaklanmaya gönüllü aday olan hırçın genç
ler kıalabalığıydı. teazet alıp mesleğe girenler ilk andan
ekmek kapıSı kavgasındaydılar. Bu yüzden toplumun
belki de en huzursuz, çekişmeci ve entrikacı zümresi ule
ma efendilerdi. Ulemanın okuma merakı ve alışkanlığı
ne derecedeydi, tahmin etmek güçtür. Ama bu rekabet
ortamında «musahebat-ı ilmiye bili.ınSeı söyleşi» çok ke
re insanların hasımları ezmek ve kendini göstermek en
dişesine kapıldığı bir faaliyetti. Yanlışları en alaylı ve
acımasız biçimde dile dolamalar, hırçın eleştiriler, insah
lar arasında nefrete ve yeni çatışmalara kaynaklık eder
di. Böylesine çatışmalar, yorum tartışmaları kimi zaman
doktriner temellendirmeler ve itharnıara da neden olur
du. Ulemanın içinde yorumları veya medrese dersi ve
ya cami vaazları nedeniyle, rakibieri tarafından zındık
diye suçlanıp, sözde meclis-i şe'rde yargılanıp idam
edilenler vardır. 15. yüzyıl başlarında Simavna kadısı
Şeyh Bedreddin örneği üzerinde durmuyoruz; o galiba
fikirleri ve yazdıklarından çok, etrafında gelişen eylem
yüzünden idam edilmişti. II. Bayezid devrinin önde ge
len bilginlerinden Molla Lutfi ise; uslftbu, bilgisi, ama
aynı zamanda da gururu ve merhametsiz eleştiriciliği�
nin yarattığı düşmanlarının gayretiyle, zındıklıkla suç
landı. Böyle durumlarda söylenip yazılanı, yanlış anla
maya özellilkle gayret ederlerdi. 15. yüzyıl sonunun mu
taassıb ortamında münakaşalı bir hüküm verildi ve 1494'
de idam edildi .. 16. yüzyıl sonunda da Behram Kethüda
52
medresesi müderrişi Nadajlı Sarı A bdürrahman Efendi
de Rumeli kazaskeri Ahizade Efendinin hışmına uğra
mıştı. San Abdürrahman Efendi. cennet ve cehennemin
varlığını inkar etmiş, «Allahın kudreti var, lakin zahir
olmaz - bize görünmez» demiş. Muhtemelen o çağın,
deist veya panteist düşüncelerine sahip bu müderris de,
zındık diye idam edilmişti. Gene 16. yüzyılda Molla K�
bız ulemaya ters gelen tefsirleri nedeniyle divanda yar
gılanıp, düşünce ve sözlerini hayatıyla ödemiştir. Mol
lanın fikirlerini, onu yargılayan ulemanın çürütemediği
de biliniyordu.
Ulemanın arasındaki doktriner tartışmalar ve .zıt
tefsir1er, her zaman böyle tekil olaylar halinde kalmı�
değildir. Bazı zaman bu gibi farkiL görüş ve yorum sa·
hipleri, aleme yeni bir nizarn getirmeye kalkan kalaba
lık bir taraftar kitlesini yanlarında bulurlardı. 17. yüz·
yıl ortalarında Kadızadeliler diye bilinen bir takım, ay
nı bugünün Vahhabileri gibi bir fikir ve özlem peşin
deydiler. _ Onlara göre asr-ı saadette (peygamber devri)
olmayan herşey bid'at ve sapkınlıktı. !pek elbise, tütün,
muSild ile uğraşmak, makamla ezan okuyup karnet ge-·
tirmek, makamla Kur'an okumaik haramdı. Köprülü
Mehmed Paşanın ilk sadaret yıllarında birgün kalaba
lık bir güruh halinde Fatih camiini bastılar, makamla
naat okuyan müezzine hakaret edip tartakladılar. Er
tesi gün silahlı olarak geleceklerdi, ancak yöneticiler,
1 başta liderleri vaiz Vstüvanı Efendi olmak üzere bu mür
tecileri sürgüne yolladı ve hareket duruldu.
Ulema arasındaiki toplumsal köken farkı da bir baş
ka çekişme nedeniydi. 15. yüzyıldan sonra imparator
lukta üç dört kuşak vezareti elinde tuıtan aileler kaybol..,
muştu. Ama ulema arasında Hocazadeler, Karaçelebi
zadeler gibi ilmiyye hanedanları vardı. Aslında şeyhül
islamlar içinde babası bu meslekten olmayan halkdan
53
adamlar pek azdır. Büyük makamlan elde tutanlar, ku
şaktan kuşağa mükellef konaklarda yetişen. biriken ser
vetierin getirdiği zerafet ve rahatlık içinde yaşayanlar;
medreselerde yarı aç, yarı tok senelerce sürünerek yeti
şenleri küçük görür, berikiler de imtiyazlı grup üyeleri
ne diş bilerlerdi.
Med:reseliler giderek toplumdaki etkinliklerini, med
reseler de eğitim düzeylerini kaybettiler. 19. yüzyıl-
. da laik eğitim kurumları, ülkenin zeki ve çalışkan ço
cuklarını çekiyor; Babıali kalemlerindeki parlak gele·
cek medreselerin geleceğini gölgeliyordu. Osmanlı med
reselerinin son yetiştirdiği parlak kişilik diye Ahmed
Cevdet Paşa gösterilir. Lofçalı Ahmed (Cevdet) Efendi
nin gençlik hayatı Fatih'de geçmişti. Medreselerde ders
leri izler, orada bir odada kalırdı. Medrese dışında de
vamlı gittiği ve tasavvuf kültürünü edindiği yer Çar
şamba'daki Murat Molla tekkesidir. Günün birinde genç
· yaşında Süleymaniye'de müderris ve nihayet kazasker
oldu. Cevdet Paşa medresenin verdiğinden çok verme
diklerini kendi gayretiyle öğreiımişti. Bu genç kazaskeri
Tanzimat bürokrasisi kapmakta gecikmedi, mülkiye sı�
nıfına yani yöneticiliğe yan geçiş yaptı ve vezirlik rüt
besi verildi. Uzun Babıilli yıllanndan sonra, ömrü ge
ne Fatih'de noktalandı. Mezarı camiin a.vlu.sundadır.
Orada iki ünlü Osmanlı aydınının daha mezarlan var
dır; Millet kütüphanesini kendi kitaplığıyla zenginleş
tiren Ali Emirl Efendi ve Maarif nft.zırı Emrullalı Bey . . .
54
zengin ulemanın oturduğu, ahşap mimarinin en güzel
örnekleri sayılan konaklarla doluydu. Ahşaptan betona
geçiş bir imar faciasına dönüştü. Dar sokakların üstüne
yığıl.mı§ çirkin ve güngörmeyen binalar, semte bunal
tıcı bir hava veriyor. Bugünkü Fatih ve çevresi, doğa
nın yeşiline, göğün mavisine ve aydınlığın her türlüsü
ne kapalı bir bölgedir.
Fatih'ten Süleymaniye'ye geçmek için Zeyrek'e uğ
ranır. Zeyrek geçmişte ıstanbul'un en hoş m.anza.r alı ve
zengin konaklarla bezenmiş bir semtiydi. Bugün için
burada beton yapılaşma önlendi, ama semtin korunma
ya alındığı söylenemez. Zeyrek tsıtanbul'un bir sefalet
mahallesine dönmüş durumda. Harap bir sıbyan mek
tebinin . ve türbenin yanından geçiyoruz. Yavuz Selim
devrinin ünlü müftüsü (şeyhülislam) Zernbilli Ali Efen
dinin yaptirdığı ve yanındaki türbede gömülü olduğu
mekteb bu. 16. yüzyılın diğer ünlü şeyhülislamı Ebus
suud Efendi de aynı şeyi yapmış. Eyüp'te yaptiTdığı sıb- ·
yan mektebinin yanındaki türbeye gömülmüştü. istan
bul'da hayır olarak yaptırılan sıbyan mekteblerinin sa
yısı hayli kabarık. Bizim toplumumuzun insanıatı ço
cuklara dkul açıp, hoca tayin etmekle, çocuk eğitimi so
rununun çözüleceğine ötedenberi inanagelmiştir. Ama
ailede çocukla uğrMmak, babanın çocuğuna birşeyler
anlatması, gezdirip göstermesi gibi bir gelenek yoktur.
:Aslında çocuk edebiyatımızın dünden bugüne fakir ve
gelişmemiş olması da, bu noksan eğitim anlayışının bir
göstergesidir. Fakat devrin iki büyük şeyıhülislamının,
çocuk sesleri arasında son uykularına çekilmelerinin za
rif bir anlayış ve inanç olduğu da açıktır. Zenbilli Ali
Efendinin kendisine sorulan meseleleri, sarkıttığı bir
zenbille toplayıp, cevaplarını da aynı şekilde sahipleri
ne ulaştırmasından dolayı bu lakabı aldığı biliniyor.
Bilgisinin derinliği üzerindeki rivayetler gerçek mi, yok-
55
sa böyle bir popülist tavırdan mı kaynaklanıyor biline
mez; ancak dürüst ve cesur tutumu ile despot Selim
Ham bile etkilediği, dolayısiyle bütün devlet adamları
ve halk arasında saygınlığının arttığı bir gerçek. 16. yüzJ
yılın uleması halk ve devlet adamları üzerinde hiçbir
devirde olmadığı kadar etkiliydiler. Bu etkinliklerini
belki daha çok, medrese hayatına kapanmalanna ve ta
rih, edebiyat üzerinde devrin en çok tutulan eserlerini
kaleme almalarına borçhıydular. Ebussuud Efendinin
fetvaları, Osmanlı ulemasının başlıca başvuru kaynağı
nı oluşturuyordu; Kanuni üzerindeki etkisi dolayısiyle
yevmiyesi kendiliğinden üçyüz akçeden beşyüze çıka
rıldı. 16. yüzyılın ünlü tarihçisi, şeyhülislam da olan
Hace Saadedin Efendidir. Tarihinin ismi pek iddialıdır;
«Tacüttevarih - tarihierin tacı:ı> amma elhalk doğrudur.
Bugünün gözüyle bile Osmanlı vekayinameleri içinde
ağır dili, süslü uslfı.bu ve bilgisiyle hala başta gelen bir
yeri vardır. Yüzyılın diğer tarihçisi Kemalpaşazade de
ulema sınıfıı:ıdandı. Hoca Saadedin Efendi, Haçova mey
dan savaşının en nazik anında firar etmek isteyen pa,.
dişah III. Mehmed'i engellediği için tarihlerde ve halk
arası rivayetlerde yüceltilmiş bir kişiiikti. 17. yüzyılda
· ulema efendilerin bu efsanevi derecedeki saygınlığı çok
geriledi. önce ocaklılarla olan bağlantıları ve politikaya
yanlış biçimde bulaşmaları ve ardından da IV. Murad'ın
despot yönetimi dolayısiyle dokunulmazlıklarının ihlali
buna nedendir. Padişah ulemaya hakaret derecesine
varan sert davranışlar, giderek gizlice katle.ttirme ve
idam gibi cezaları uygulamaktan kaçınmadı. 1638 Ma
yısında İran seferine çıkarken, ileri gelenler arasında
kayıranları olan bir müderrisin tayininde haksızlık ol
duğu şikayetine karşın. Anadolu kazaskeri Muid Ahmed
Efendinin işlernde ısrarı üzerine, padişah; «şu herifin
çadırını başına yıkın» diye · emir verdi. Çadırın aıtında
56
kalıp ağır hakaret gören kazasker, ardından Belgrad'a.
sürüldü. IV. Mura.d, ulemanm kanı akıtılmaz, ilkesini
de zedeleyen bir hükümdardı. 1 634 kışmda Bursa'ya gi�
derken, yolların karını küretınedi diye, iznik kadısını
astırdı. Olay istanbul'da duyulunca şeyhülislam Ahi,.
zade Hüseyin Efendi haksızlığa karşı sesini yükseltti..
Bu eleştirinin cezası azil ve Kıbrıs'a sürgün oldu. An�
cak padişah sürgünle yetinmek niyetinde değildi, şey·
hülislam Florya açıklarmda boğduruldu. Bu olayı kor�
�udan protesto eden olmadı ise de, sonraki dönemlerde
ulema saltanata karşı eski muhabbetini k?-ybetti ve da�
ha haşin ve entrikacı bir siyaset izleyenler oldu. Osman�
lı uleması 17. yüzyılda okumuş sınıf arasındaki öncülü
ğünü d e yitirdi. Bu dönemin kalıcı eserler verenleri
t
medreselilerden değil, ka ib takımındandı.
Gezimize devam edelim. Zeyrek, Bizans - Osmanlı ta
rihinin düğüm noktalarını yaşayan bir mahalledir. Bu
günkü Molla Zeyrek camii, Bizans dönemindeki Pantok-
rator manastır ve kilisesiydi. Son dönemin Bizans tari-
hindeki önemi, kilise kavgalannın yoğunlaştığı l;>ir yer·
olmasından ileri geliyor. Ortodoks Bizans ve Latin - ka
tolik kiliselerinin birleşmesi için Bizans'ın son dönemin-
de Roma'yla kurulan ilişki, birkaç ruhani konsülün top
lanmasına neden olmuştu. 1438'de toplanan Ferrara
Floransa konsülünün aldığı kararlar ise, Ortodoks ruh
hanın çoğunluğu tarafından kabul edilmemiş ve o konsü
lün kararlarını imzalamadan Floransa'dan ayrılan Efes :
metropoliti Markos sonraları aziz ilan edilmişti. Kilisele
rin birleşmesine karşı en sert muhalefeti yürüten ise, .
Gennadios Sholarios'du. Gennadios politik tahrikleri ne
deniyle makamından atıldı ve imparator Konstantin Dra
gases'in emriyle Zeyrek'teki Pantokrator kilisesine ka
patıldı. Şehrin büyük kilisesi Ayasofya'da ise Papalık ·
temsilcisi oturuyordu. Gennadios'un tarafitan olan halk
57'"
bu hakareti protesto için Pantokrator kilisesinin etra
fından ayrılınadı ve kilise bir anda şehrin en kalabalık
cemaatli mabedi haline geldi. 1453'de şehir fethedilince
II. Mehmed bu politik atmosferi çok iyi değerlendirmiş
ve katolik düşmanı halkın önderi olan Gennadios'u pat
rik tayin etmiştir. Gerçekte Bizans'ıtaki Latin düşmanı
tek rahip o değildi, çoğunluk mutaassııb ortodokstu. Bi
zans'ın son patriği II. Athanasios da şiddetli bir Kato
lik düşmanıydı ve Floransa konsilinin kararlarını red
dettiği gibi, birleşme taraftarı rabipleri de kiliseden
Synod kararıyla attırmıştı. Ama Gennadios popülariıtesi
ve imparatoa: düşmanlığı nedeniyle. yeni dönemde pat
rik tayin edilirken, II. Athanasios'un hayatı fetihle nok
talandı. Zeyrek'ten Vefa'ya geçilirken Valens su keme
rinin dibinde 17. yüzyıl taş işçiliğinin harikası sevimli
bir medrese vardır. Mimar Davut Ağa'nın eseri olan bu
yapı, akhadım ağalardan Gazanfer Ağa tarafindan yap
tırılmış olup, bugün B elediye müzesi olarak kullanılıyor.
Buradan Süleymaniye'ye geçiyoruz.
Süleymaniye semti adını, 16. yüzyıl Osmanlı dün
yasının büyük mimarı Sinan'ın eserinden alıyor. Sinan'
ın şehrin doğasıyla duyarlı bir uyum içinde tasarıayıp
yarattığı bu eserle, Muhteşem Süleyman'ın da adı yaşı
yar. Bazıları Ayasofya'nın ve Bizans mimarisinin, bu
görkemli eserle aşıldığını söylerler; ne kadar anlamsız
ve çiğ bir karşılaştırma . . . Ayasofya Ayasofya'dır, Süley
maniye d e Süleymaniye : tkisi birbirini gölgelemez, ts
tanbul'un niçin büyük olduğunu belgelerler sadece. On
lar ıstanbul'un ihtişamını, ıstanıbul d a onların güzelli
ğini arttınr.
'
Sık tekrarlanan bir hüküm olmasına rağmen; 16.
yüzyılda Osmanlı devletinin ve Osmanlı toplumunun
olgunluk dönemini yaşadığı tartışılacak bir tarihçilik
sorunudur, ama Osmanlı mimarisinin bu ç ağda doruk
58
noktasına ulaştığı görülüyor. Sinan Ağa başmimar ol
duğunda; Osmanlı imparatorluğu Balkan devleti olmak
yanında bir Ortadoğu imparaıtorluğuna dönüşmüştü.
Tarihin akışı içinde B alkan kültürünü benimseyen Os
manlı toplumu, 16. yüzyılda bilinçli olarak Ortadoğu
tslam kültürünü özümseme sürecine girmişti. Geçmiş
iki asrın tersine; Osmanlı tarih yazıcılığı, şiiri, nasihat
nameler gibi siyaset edebiyatı, arazi ve maliye konula
rı. siyasal ve felsefi düşüncede Ortaçağ - tslılm edebiya
bna karşı yoğun bir ilgi vardı. Arapça ve Far315aya düş
künlük artmıştı, yazı dili uslub ve sözcük yönünden de
ğişikliğe uğramıştı. ilk devirlerin kozmopolit hayat tar
zı, haıtta Fatih döneminde görülen Rönesans kültürüne
yaklaşma e ğilimi; 16. yüzyılda Saray ve ilmiyye çevre
lerinde y_erini koyu bir ortodoks - sünni dünya görüşüne
bırakmaktaydı.
imparatorluk 16. yüzyılda büyük ve zengindi, ama
anlaşılan zengince yaşayışın biçimi. yeniçağ Avrupasın
daki gibi değildi. Servet özel konutlara, bahçelere, hatta
sarayıara değil; kamusal binalara, camilere ve bazı as
keri tesisiere akıtılıyordu. Osmanlı mimarisi büyük ge
lişmeler .gösteriyordu. Suriye'den, Me:?Jopotamya'dan,
Balkanlar, orta Avrupa ve ıtalya'dan esintilerle zengin
le§irken, yerel sanat ve özellikler de bir potada eriyor
du. Mimarlar aynı ocakta, aynı eğitimle yetişen yeni
çeri subaylarıydı; ülkenin döııt tarafında aynı mimari
zevki yansıtan camiler, kervansaraylar, hanlar, sebiller,
medrese ve köprüler birbiri ardından ortaya çıkıyordu.
Osmanlı mimarı; Tuna'dan Fırat'a. kuzey Karadeniz'
den Mrika çöllerine kadar geniş bir coğrafyayı görerek
tanıyan bir sanatçı ve fen adamıydı. Mimarlar bu ge
niş bölgede orduların sefere çıkması veya askeri - ti
cari ulaşırnın devamı için köprülerin, suyolla.rının ve
bazı tesislerin yapımı ve onarımıyla görevliydiler; bu
· 59
nedenle . de yerel malzemeyi, iklimi ve yerel işçiliği ta
nıyarak yetişiyıorlardı. Sinan da yetiştiği dönemde üç
kıtadaki ülkelerin yapı sanatını, plastik zevkini tanı
yıp özümlemişti. Süleymaniye için de, büyük yapı ör
gütıenmelerindeki · usul üzerine, imparatorluğun döııt
bir yanından her dil ve din grubundan ustalar getiril
mi§ti. Sinan'a bugün Kapadakyalı bir hıristiyan veya
Türk deniyor. Bulgaristan'ın Sofya'sında onun bir ese
ri olan Çerrwta camija'nın girişinde mimarın «Bulgar
Koca Sinan» olduğunu söyleyen bir levha var. Onun
etnik kökeni üzerinde güçsüz delillerle süregiden bu
tartışmayı; Çsmanlı kavimlerinin herbirinin ona sahip
çıkmak istemesine, daha doğrusu Sinan'ın Osmanlılı
ğına bağlamak gerekir. Bugünün belgelerinin hiçbiri
onun etnik kökenini sağlıklı bir biçimde saptamaya im
:k an vermez. Herşeyden önce Sinan Osmanlı impara
torluğunun mimarıdır. O, bu geniş coğrafyanın dört bir
yanındaki eserleriyle, Osmanlı mimarisini temsil et
mektedir. Osmanlı mimarisi ancak böyle bir imparator
lukta yaşayıp, gelişebilirdi. Sinan'ın sanatını besleyen
kaynak ne tek başına Anadolu, ne Rumeli, ne de Ara
bistan'dı.r. Osmanlı mimarisinde bir ulusal deha ve ni
telik aramak anlamsızdır. Nasıl Osmanlı tarilli üç kıta- ·
60
Süleymani� kütüphanesi, dün olduğu gibi bugün
de Ortadoğu dünyasının en zengin yazma koleksiyonu�
na sahip. Hor kullanıma rağmen Süleymaniye külliye�
si zamana ve vandalizme güzellik adına meydan okuyor.
61
hoş görmeyenler olduğu gibi, daha da ileri giderek mu
sik.iye, şiire bile tahammü l edemeyenler vardı. Ö teyan
dan tütün ve hatta afyon tiryakisi olanlar, şairane ve
rindane bir hayat sürenlerin sayısı da az değildi. 17.
yüzyıl şeyhülislamiarından Bahai Efendi. şiir ve edebi
yata ıslami ilimlerden daha çok düşkündü. Müderrisli
ği sevmemiş, medresenin havasından uzak kalmıştı.
' Şeyhülislamlığı sırasında özellikle Kadızadeliler takımı
nın kör ·taassubuyla mücadele etti. öte yandan ilmiyye
sınıfının görevlerine devlet adamlarını karıştırmamak
ta inat derecesinde kararlıydı. Sırf bu nedenle, kaçak
ticaret yapan bir İngiliz konsolosu için verdiği karara
karşı çıkan İngiliz elçisinin küstahlığına dayanamamış
ve elçiyi konağının ahırına hapsettirmiş, sadrazarnın
karara müdahalesini reddetmiş, çıkan rezalet üzerine
makamından olmuştu. Fatih'teki konağı, devrin sanat
çı ve şairlerinin sığındığı, toplandığı bir dergahtı. 17. yÜZ
yılın şeyhülislamıarından Yahya Efendi de zeki, nük.
tedan, zarif ruhlu bir şairdi. Ulemanın içinde hattatıık,
çiçekçilik ve musikiyle uğraşanların sayısı bir hayli yük
sektir. 18. yüzyılın ünlü hattatları arasında Hocazade
ailesinden Seyyid Alımed Efendi ve özellikle ünlü talik
yazı ustalarından Kasabzade Ahmed Efendiyi sayabili
riz. Solakzade Ahmed Efendi ise, güzel ve hızlı yazısıy
la kütüphane dolusu tefsir ve şerhi kopya ederek nam
salmıştı. Mısır mollalığına kadar yükseldiği halde her
şeyi .bırakıp Hammamizade Defe Efendinin yanına çeki
len Mutafzade Ahmet Efendi, devrinin önemli musiki
şinaslarındandı. 17. yüzyıl ulemasının önde gelenlerin
den Ahizade Abdülhalim Efendinin konağı çiçek merak
lılarının toplantı merkezi ve botanik bahçesi gibiydi.
Yeni lale türleri geliştirir ve çiçekçilikle uğraşanları des
teklerdi. Çok kalıcı değildi, ama devrinde şairliği de tak
dir edilirdi. Şu beyit onundur;
62
. Cam-ı mey '1W,yimi etti §ikest
Meelisimiz basdı ayak naibi
1lmiyye sınıfı mensupları arasında oğulları kadar
kızlarının eğitimiyle de meşgul olanlar çoktu. Ulema
efendiler kızlarının zeka ve yeteneğini değerlendirmek
ve bilgilerini geni§letmek konusunda hiç de tutucu dav
ranmazlardı. Osmanlı edebiyatında kalem . sahibi şaire
lerin çoğu ulema efendilerin kızlarıdır. Osmanlı Türk
toplumunda çağdaş feminizm hareketinin ilk temsilci
lerinden biri, batı ve doğu dillerini çok iyi bilen, iyi ya
zan Fatma Aliye hanım ve kızkardeşi Emine Seniye ha
nımdır. tkisi de kazasker Cevdet Efendinin (Cevdet Pa
şa) kızlarıdır.
Ulemanın içinde bir yanda tasavvuf felsefesini ve
tartkatıeri zındıklıkla suçlayanlar, öbüryanda tasavvufa
gönül verenler ve bir tarikate girenler vardı. Mantık dı·
şı düşünüp yazmaktan kaçınanlar, fıkıh ve hadise ka
pananlar yanında; astroloji, yani ilm-i nücuma. fal, re
mil ve tılsıma düşkünlük derecesinde ilgi duyanlar, ba
kırdan altın elde etmek için ilm-i simyaya dalanlar d a
vardı. Bu gibileıin merak ve zaafı, Musahipzade Celal
Bey'in «İstanbul Efendisi» adlı komedisine malzeme ola
cak derecedeydi.
Ulema efendilerin içinde rüşvet ve yolsuzlukla şöh
ret bulanlar, devlet adamlarının karşısında boynu bü
kük olanlar, öteyandan ayaklanan kalabalıkların nab
zına göre fetva verip çıkar gözetenlerin yanında; bildi
ğinden şaşmayan, sınıfının onurunu ve gururunu göze
tenler de vardı. Ulema arasında zenginlik içinde yüzse
de sade ve sofu bir hayat sürenler, etrafta görünmeyip
halkla ve ricalle ili§kilerini sınırlı tutanlar, hatta kibir
ve gururu mesleğin selameti için şar>t görenler olduğu
gibi; bir din adamından beklenmeyecek fantezileri ve ya
şayışı olanlara da rastıanıyordu. 19. yüzyıl sonlarında
63'
.Aksaray bölgesinin « onikiler» diye nam salmış küllıan·
beyi grubu içinde Kazasker Ahmet diye güçlü kuvvetli
biri vardı. «Kazasker» ona rastgele verilen bir lakab
· değildi. Gündüz şeyhülislamlıkta önemli bir rütbeyle
(galiba sadr-ı Anadolu payesiyle) meclis-i tetkikat-ı
.şeri'yede üyelik yapan, çelebi bir fıkıh adamı; gece ise
kılık kıyafeıtiyle bıçkın, herke.şi titreten bir kabadayıy
dı. Araş.tırılsa ve tarihi iyi bilinse, altı asırlık Osmanlı
ilmiyye sınıfı içinde daha ne tipler ve karakteriere rast-
1anacağım tahmin güç değildir.
18. yüzyılda Osmanlı toplumu Batı bilimi ve tek
nolojisine kararlı adımlar atmak durumundaydı. Med
Teseliler bu değişimin dışında kaldılar ve hatta karşı
çıktılar. Ne var ki, bu kültürel dönüşümde, modern dün
yaya açılmada başı çekenlerin arasında da gene ulema
·efendilere rastlanıyordu. 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyılın
seçkin hekimi, medreseden ve mühendishaneden yetiş
me, tarihçi ve Batı biliminin ilk temsilcilerinden Şani
zade Ataullah Efendi, üstelik kendisi de ulema ailesin
den geldiği halde medreselilerden; «yobaz taifesi, yobaz
güruhu» gibi deyimlerle söz ederdi. Şanizade'deki bu
değişim, derece d.erece bu sınıfın başka üyelerinde de
görülür. Aynı ç ağın Anadolu kazaskerlerinden olup,
gene ünlü bir ulema ailesinden gelen Kethüdazade Arif
Efendi «ayaklı kütüphane» diye bilinirdi. Ayaklı kütüp
hane Arif Efendi kendi dalındaki derin bilgisi kadar,
Batı bilimine de meraklıymış. Doğu musikisini çok iyi
bildiği gibi, sık sık Beyoğlu'ndaki protestan kilisesine
gider, sarığı ve cübbesiyle oturup org dinlermiş. Cevdet
Paşa bu gibilerinden sitayişle bahseder, nihayet kendisi
de !slam tarihi, felsefesi ve fıkıh alanındaki derin bilgi
si yamnda; Batı tarihini de araştıran ve Osmanlı tari
hini ilk defa Avrupa ve dünya tarihinin çerçevesi ve so
runlan içinde kaleme alan, bu yeni tip medreselilerden-
64
di. Buna rağmen şu noktayı önemle belirtmek gerekir;
16. ve özellikle 17. yüzyıldan beri Osmanlı toplumunda
Batı bilimine ve dış dünyaya gözlerini çevirenler, dini
ilimler dışında eser verip Batı dillerini bilenler,Kiitib
Çelebi, Hezartemrı Hüseyin Efendi, hatta 'bir ölçüde Pe
çevi gibileri ulema saflannda değillerdi. Ketebe takımı
kültürel değişim tarihimizin en dinamik unsuru olmuş
tur. Bu gerçek, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki lııristiyan
ruhban için de geçerlidir. Hıristiyan milletler arasında
da Avrupa dillerine, bilimine yakıf olanlar; kilise men
suplanndan çok, laikler arasından, Babıali tercümanla
rından çıkıyordu. Osmanlı medreseleri ve ulema tkinci
Meşrutiyette büyük bir darbe yediler. Savaş yıllarında
mooreseliler askerlik hizmetine alındılar. Genç Türkler
radikal laik uygulamalardan kaçınsalar bile, medrese
liye ve medrese düşüncesine düşman olduklarını her
fırsatta belli ediyorlardı. Laik eği-tim kururnlarının ve
laik aydınların çok dışında kalan ilmiyye sınıfının dü
şüşü kaçınılmazdı.
Süleymaniye külliyesinin etrafı bugün bir bölü
mü yıkımdan kurtulan ulema konaklarıyla dolu; bir
zamanların ' kibar semtinde bugün küçük atölyeler de
var. Konaklar ise oda oda kiraya veriliyor. Düzenleme
ve koruma çalışmaları devamlı proje aşamasında. . Sü
leymaniye sadece ilmiyye takımının semti değildi, Ağa
kapısı dediğimiz yeniçeri komutanlığı da buradaydı.
Ağakapısı yerini 19. yüzyılda Seraskerlik ve Ha!'ibiye
Nezaretine, sonra da ttniversiteye bıraktı. Süleymaniye
çevresinin görünümünü bozan ilk binalar da önce üni
versitenin arka bahçesine. sonra civar yerlere btiııokra
sinin kararlarıyla dikildi. özel teşebbüs erbabı da on
ları izledi. Süleymaniye'nin çevresi koruma ve sözde
düzenlemeye değil, esaslı bir düzenlemeye muhtaçtır.
66
ofisi olarak devamlı kullanılmaya başlandı. O zaman
bina ahşaptı. Bu ahşap devrin kalıntısı olarak, Gülhane
parkına doğru Alay köşkü caddesi üzerindeki kapının
halen ahşap olduğu görülür. Bu semtin ve konağın adı
olan Bab-ıiUi; sarayın dışındaki devlet bürokrasisinin
ve dış dünyanın gözünde Osmanlı hükümetinin de adı
oldu böylece. Bab-ıali bugün hükümet değil, basın de
mek. 'l'ürkiye'nin fikir hayatını, kamuoyunu biçimlendi
ren basın bu semte yerleşmiş, Babıali dün yönetim de
mekti, bUo
oün yönetimin ister istemez kulak verdiği ve
çekindi!!i bir çevrenin adı oldu.
67
Sirkeci'den Gülhane parkına doğru giderken; bir köşe
den Alay köşkünün diğer köşeden de Devlet Güvenlik
Mahkemesi'nin karşısında yer alan üst tarafı ahşap ka�
pı, bir zamanların ünlü Babıalisidir. Babıali halen ah
şap, öyle olması gerekir. Ama önü otomobil park yeri,
ardı da ke_silen ağaçların yığıldığı bir mezbele halinde
dir; i§te .bu olmaz. Kapının hemen ardında, bahçe için�
de arşiv dairesi yer alıyor. 191 1 'de esaslı bir yangın g eçi
ren. nice tarihi belgenin kül olduğu ve birkaç yıl önce
de defterdarlık ( şimdiki Emniyet Müdürlüğü) tutuşun
ca gene yangın tehlikesi atla·tan ünlü arşivden sözedi
yoruz.
Bab-ıali yangmlara alışıktır. 18. yüzyılda birkaç
· yangın geçirdi. 1808'de Alemdxır Mustafa Paşa konağa
saldıran yeniçerilere karşı, haremde kalan bir cariyesi
ni ve kendini silıab.la savundu, .sonra da cephaneliği ateş
leyip, konakla birlikte birkaçyüz yeniçeriyi de havaya
uçurdu. O olaydan sonra Bab-ıali ve konak yeniden yap
tırıldı, fakat sadrazam konutu olmaktan çıkıp, sadece
devletin başbakanlık ofisi olarak kullanılır oldu. ( 1 9 .
yüzyıl sonunda sadrazamiara resmi bir konut da veril
di, Nişantaşı'nda . . . Bu konakta oturmak şimdi !stanbul
valilerine kısmet) Yanıp yanıp, yeniden yapılan Bab-ıali'
yi yangına karşı duracak biçimde, yeniden yaptıran
Suıtan Abdülmecid oldu. Bab-ıali'nin ahşap dönemi Tan
zimatıa bitti. istanbul valiliğinin bulunduğu kargir bi
na, yani eskinin sadrazamlığı budur ve 1844 yılında bit
miştir. önce etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi. Yıktı
rıldı. Birara parmaklıklar vardı, kaldırıldı. Şimdi ye
niden parmaklık yapıyorlar.
Bab-ıali'nin bizim yakın tarihimizde iki önemli olaya
,sahne olduğunu biliyoruz. Birinci olay; 1 87 6 Aralık ayı
nın yağmurlu bir gününde, Sirkeci'ye kadar uzanan bir
kalabalık önünde okunan hatt-ı hümayundu. ll. Abdül-
68
hamid tarafından usul olduğu üzere sadrazamına, yani
Midhat Paşa'ya yazılmıştı. Padişah Osmanlı uyrukları
na kanun-u esasi'yi, bildiğimiz ilk anayasayı balışetti
ğini ilan ediyordu. Bu Türkiye tarihinin yeni bir açılı
mıydı. İkincisi ne olursa olsun şark işi bir darbeydi.
Balkan bozgunundan sonra, Talat P<Z§a'nın başında bu
lunduğu bir kalabalık, ıttihadçıların yönetiminde Bab-ı
ali'yi bastılar. Direnen Harbiye nazırını oracıkta öldür
düler ve silah zoruyla sadrazama da bir istifaname yaz
dırdılar. Bab-ıali'nin Bab-ıali'liği bu olayla bitmişti ga
liba. Bundan sonraki manzara o kadar çarpıcı mı bile
miyorum, ama ilkini tamamlıyor; Bab-ıali'nin önünde
sadrazaını bekleyen tepesi mitralyözlü bir makam oto
mobili, çünkü arada Mahmud Şevket P<Z§a bir suikasde
kurban gitmişti.
Osmanlı başkentindeki Avrupa devletlerinden veya
Buhara hanlığından. Hind'den ve tran'dan gelen elçi
ler, Padişahın huzuruna Sarayda Arz odasında çıkarlar
dı. Kapıkulu askerine ulUfe dağıtıldığı gün saraydaki
görkemli, şatafatlı törene bütün elç'iler, Osmanlının
haşmetini görsün anlasınlar diye çağırılırlardı. Sarayla
ilişkilerinin hepsi buydu.. İşleri asıl Baıb-ıali ile olurdu.
sadrazam paşa ve reis'ulküttab efendiyle görüşürlerdi.
Sadareti ilk ziyaretleri veya yeni sadrazaını tebrike ge
lişleri bir geçit törenine neden olurdu. Hele Venedik el- .
çHeri böyle şatafata pek düşkündü ve doğrusu herkese
de tören düşkünlüğünü önce ıtalyanlar aşılamıştır.
Bab-ıali de Çarşamba ve Cuma günleri dışinda, öğleden
sonraları ikimdi divanı kurulurdu. tilkenin. dört bir ya
nından gelen şikayetçiler, davacılar doluşurdu Bab-18.li'
ye. Yerel bürokrasi usulüne uygun iş görmeyi öğrene
mediği için; hala başbakanın, bakanlann, Meclis baş
kanının odası önünde benzer kuyruklar oluşuyor.
Bab-ıali ketebesi (katib, memurlar) başka ketebe-
69
ye benzemezdi. işbilir, dilbilir, yazıbilir, usul - erkan bi
lir, oturaklı, çalışkan adamlardı. Bab-ıali ketebesi bu
özelliğini hiç kaybetmedi. Çürük çalışanlar; yönetimin
başka sınıflarında ve özellikle taşradaki memurlardı.
·
70
de genişledi» dediğinde, Keçecizade Fuat paşa; « evet o
yolları sizlerin attığınız taşlarla döşedik» demiş.
Bab-ıali, imparatorluğun yönetildiği; Tanzimat
meclisinin, Adiiye meclisinin ve diğerlerinin toplanıp
kararlar aldığı bir konaktı. Bab-ıaJi'nin saltanatı Abdül
hamid II devrinde azaldı. Bab-ıa.li kabinesinin gölgesi
değil de aslı. Yıldız'da kurulmuştu çünkü. Ama Bab-ı
aJi'nin adı sanı hükümetdi. Foss,ati'ler ve Balyan'lar gi
bi mimarlar, görkemiice yapıları bu semti süslemek için
yapıyorlardı adeta .. Bab-ıiHi bugün çirkinleşen bir semt.
Bir yığın · atölye ve deponun gündüzleri yarattığı şark
pazarı kalabalığı ve kargaşası, geceleri yerini mezarlık
sessizliğine terkediyor. Bu durumun düzeltilmesi; Bab-ı
ali'ye gündüz Türkiye'nin basın ve yayın merkezi ve vi
layetin yönetim yeri olmanın ağırbaşlılığının, geceleri
de başka bir canlılığın kazandırılması gerekiyor.
71
BABIALi'DEN AYDlN PORTRELERİ
72
sının ve hayat tarzının, yani Osmanlılığın ürünüdür.
Sadece müslüman Türklerden değil, Osmanlı toplumu
nun bütün dil ve Q.in kompartımanlarından çıkan ve
bir ortak eğitime, dii§ünceye ve davranışa göre biçim
lenen zeki yetenekli adamların oluşturduğu gruptur.
Midhat PQ.§a. Cevdet Pa.şa, Ahniet Vejik PQ§a kadar; İs
lam hukuku üzerinde vukufla yazan ortodoks - Ru1n, Sa
va Pa.ıa, Sakızlı Oha,nnes veya Avrupa ekonomi ve ta
rih literatürünü çevirmekten bıkmayan Sahhak Abro
efendi, Arnavut ve Türk kültürüne aynı derecede hiz
met eden Şemseddin Sami (Fraşeri) hepsi Osmanlı ay
dınlarıdır. Bab-ıali dünyası bu gibi portrelerden oluşan
bir galeridir. 19. yüzyılın Osmanlı aydını; dünyayı ta
rayan, kendince tarih bilincine sahip, yani zamanını
ve mekanını tarihin içinde yorumlayan, yanlış veya doğ
ru değişme ve gelişme sorunları etrafında eleştirici yak
laşıma sahip biriydi. Kendinden önceki okuryazar ku
şaklara göre nitelikçe farklılaşmış bir gruptu; ama ge
leneksel bürokrasiye özgü · zayıflıkları, çatışma, rekabet
ve ilkesiz gruplaşma hastalığını da sürdürüyordu. As
lında Osmanlı aydın grubundan söz ederken; biz de
değerlendirdiğİrniz bu tarihi kişiliklerin hastalığından
halen kurtulamıyor, çoğun yanlış ve yetersiz bilgilerle
partizanca bir tutumu sürdürüyoruz.
Midhat Paşa'yı hürriyet kahramanı, Osmanlı ana
yasasının babası; Cevdet Paşa'yı ise Türkiye'de modern
tarihçiliği başlatan düşüıiür olarak tanıyoruz. Bu ka
darla bitmiyor; gerçekiere nekadar uyduğunu etraflıca
düşünmeden, C evdet ve Midhat Paşayı bugünkü top
tancı zihniyetle ayrı dünya görüşlerinin öncüleri ola
rak ele alanlar da var. İkisi de Tanzimat döneminin seç
kin bürokratları içinde genç kuşaktan sayılır. ölümleri
onbir sene arayla Mayıs ayına rastıar. (Midhat Paşa
1884 Mayısında katledildi. Cevdet Paşa 27 Mayıs 1895'te
73
·öldü) . Doğumları ise aynı yıla, yani 1822'ye rastlar. Os
manlı modernleşmesinin iki kanadını oluşturan bu iki
ada�, Rumeli asıllı ailelerden gelirler. Ahmet Cevdet
Paşa bugün kuzey Bulgaristan'da bulunan Lofça ken
tindendir. Ahmet Midhat Paşa ise, Lofça'dan uzak ol-
. mayan Rusçuklu bir ailenin ıstanbul'da doğan çocuğu
dur. Her iki ailede de din adamları ağırlıkta:dır. Her iki
si de Ahmet'ti. Birinin adı Ahmet Şefik'ti; Bab-ıali bü
rokrasisi ona «Midhab malılasını verdi. öbürüne . de
«Cevdet» adını ıstanbul'da medrese çevresinde verdiler.
Böylece Ahmet Cevdet ve Ahmet Midhat Paşalar son
Osmanlı yüzyılının iki önde gelen siması olarak tarihte
yerlerini aldılar. Ahmet Midhat Paşayı Sultan Abdül
hamit cezalandırdı, ama Ahmet Cevdet Paşayı ödüllen
dirdiğini sanmayın. Sözde saygı görürdü, ama Hamidiye
·döneminde Bab-ıali ve Yıldız sarayı çevreleri onu kibar
ca bir kenara itelediler. tkisinin de yaratıcı hizmetleri
ve başarılı yılları Osmanlı reform asrında, daha doğru
.su bürokrasinin aydın diktası denen Tanzimat döne
mindedir. Midhat Pasa sadrazam oldu. Cevdet Pasa da
� ' �
74
yükseldikçe yükseldi; kazasker rütbesine ulaşmışken,
teklif edilen görev gereği vezir rütbesi verilerek Bab-ıali'
nin yüksek bürokrasisine katıldı.
75
.rafyasının dört bir yanında onun yönetiminden kalan,
Osmanlı mirasına rastlanır.
Bu iki seçkin vezirin bir noksanları vardı ; birbirleri
ne saygı ve tahammül Hırçın bir mücadeleye giriştiler
ve bu çekişme 1876 anayasası hazırlanırken, ölçüsüz bir
münakaşa biçiminde patlak verdi. Dahiliye nazırı Mem
duh Paşa olayı şöyle nakleder; Adiiye nazırı Cevdet Pa
şa vekiller meclisi Anayasa taslağını görüşürken, birkaç
terime itiraz eder. Midhat Paşa; «Avrupa kanunlaıma
senin aklın ermez, Fransızca bilmezsin» der. Cevdet Pa
şa ise küplere biner; «senin bütün aklın ve temyiz kud
retin beş on kelime Fransızcadan ibarettir. Senin Fran
sızcanı kunduracı çırakları da konuşur» diye cevap ve
rir. Gerçekte bu çatışma Avrupa hukuku ile fıkıh, Fran
sızca ve Arapça gibi kutuplaşmalara bağlanarak açık
lanacak gibi değil. Cevdet Paşa biraz Fransızca okuyor,
Avrupa tarihini okuyup, zekice özüroleyen .biri. Midhat
Paşa da doğu kültüründen kopuk değil. Cevdet Paşa'nın
hukukçu yeteneği ve bilgisi tartışılm�, Midhat Paşa da
bunu göremeyecek biri değildi. Çatı§ma nedeni rekabe
te, Osmanlı bürokrasisinin geleneksel hastalığına daya
nıyor. Görüşlerinin farklılaşması ve birbirlerine karşı va
ziyet alışlar bile bu gerçeğin etrafında biçimleniyor. Cev
det Paşa kanun-u esasiyi istiyor mu istemiyor mu, bu
nu tartışmak gerekir. En azından Tarih'ine gözatınca,
satır aralarından ıngiliz parlmantarizmine olan hay
ranlığı açıkça görülüyor. CE:Vdet Paşa'nın islamcılığı ve
gelenekçiliği pek fazla tekrarlanıyor, ama bir soru da
ha sormak laz;ım. . . Nasıl bir tslamcılık? Söyledikleri ve
yaptıklan ünlü eseri MeceUe dahil medreselilerin tep
kisini doğuruyordu. Türk dilinin sadeleşmesini savunan,
bu konuda denemeler kaleme alan ve devrine göre duru
bir dililı. örneğini veren düşünür ve yazar Cevdet Paşa,
lslamcı denen kanadın önderi olamadı. tslam hukuku
76
konusunda medrese çevrelerinin zıddına giden yorum�
ları nedeniyle 19. yüzyıl uleması onu dışladı.
Midlıat Paşa'yı kozmopolit bulanlar. hatta ölçüyü
kaçırıp imparatorluğu parçalayacak reformlar ve ted�
bitler uygulamakla itharn edenler var. Kısa valiliği dö�
neminde Tuna vilayetini, çok daha kısa bir sürede .Su
riye vilayetini yerli unsurların dışında Çerkes ve Kırım
lı muhacirlerle dolduran odur. Bulgar ulusçularına kar
şı en etkin mücadeleyi veren vali odur; hatta garip ama
gerçek, imparatorlukta siyasal polisi ilk kuran da Mid
lıat Paşadır. Tanzimat bürokratlarının dünya görüşle
rini kesin fırça darbeleriyle belirlemek imkansız. örne
ğin, birçok yönleriyle devrinin elli yıl önünde olan, ti
yatrocu paşamız Ahmet Vefik Paşa'yı hatırlayalım; Mec
lis-i Mebusan'ın dağıtılmasında Sultan Abdülhamid'in
sağkolu olmuştu.
.Ahmet Cevdet Paşa ve Midhat Paşa arasındaki nef
ret söze, sözden yazıya ve nihayet fiile döküldü. Yıldız
mahkemesinde Cevdet Paşa yargılayıcıydı, Maruzat adlı
eserine Midhat Paşa için şu sözleri yazmaktan çekinme
di: <Farfara, savruk, bir şeyin sonunu kestiremez ve
bitiremez, din ve devlete muzır mahlük» .. Tanzimat'ın
yönetici, uzlaştırıcı sadrazamlarının dönemi geçmişti;
birlikte çalışma ortarnı ka�bolunca, zeki insanlar sade
ce birbirini yerneye başladılar ve yerlerini yeteneksizle
re bıraktılar.
Midhat Paşa'nın anıları diyebileceğimiz Tabsıra-i
ibret ve Cevdet Paşa'nın Tezakir ve Maruzat adlı eser
lerinde, aklın ve bilginin ürettikleri yanında, kinin do
ğurduğu saldırgan bir uslfıba da rastlanır. Bu iki vezirin
çocuklarının; Cevdet Paşanın kızı Fatma Aliye Hanım'ın
kaleme aldığı «Cevdet Paşa ve zamanı» adlı ris ale ile
Ali Hayda:r Midhat Bey'in kalerne aldığı «Midhat Paşa»
�
da ise daha başka bir uslfıb ve savunma biçim görülür.
rry
Her iki yazar da babalarının ismi etrafında iki ayrı par
ti yaratmışlardır. Onlardan beklenen ve istenen buydu
galiba.
Tanzimatın bu iki ünlü devlet adamından, daha
doğrusu aydınından kalan; Hürriyet-i Ebediye tepesiy
le, Fatih camü avlusundaki iki mezar ve bundan birkaç
yıl önce İstanbul Siyasal Bilimler Fakültesinde, geçen
yıl da Edirne'de yapılan «Midhat Paşa>). sempozyumla
rıyla. geçtiğimiz Mayıs ayında istanbul Edebiyat Fakül
tesinde yapılan «Cevdet Paşa» semineri, 19. yüzyılın
gerçeklerine yaklaşınayı ama;çlayan, saygıyla karşılana
cak iki soğukkanlı bili:rp.sel çalışma . . .
78
BABIALİ'DE BASlN
79·
çok; sahtekarlar besleniyordu. Bu çıkmaz yola buna
rağmen dünyanın her köşesindeki otoriter rejimler dün
olduğu gibi. bugün de başvururlar. Osmanlı yönetimi
özel gazeteleri · de Takvim-i Vekliyi gibi görüyordu san
ki . . .
· Basın Avrupa'da ticaret nedeniyle doğdu. Ticaret
haberleriyle başlayan gazetecilik, siyasete ister istemez
bulaştı. Gazete gelişip. kamuoyunu oluşturan etkin bir
araç niteliğine ulaşınca; yöneticiler de sansürü getirdi
ler. Sansür gazete ile çıkmış değildi, ama gazete ile ge
lişti, kurumlaştı ve kültür tarihinin kara mizah dolu
sahifeleri de sansür sayesinde zenginleşmeye başladı.
Rusya ve Osmanlı imparatorluğu, basının devlet eliyle
yaratıldığ1 iki ülkeydi. Bu yüzden de yöneticiler, basın
özgiirlüğünün ne olduğunu kolayca anlayamadılar; ba
sın yönetimin sesi olarak kurulmuştu, yönetimin dünya
. görüşünü anlatan, propagandasını yapan bir araç ola
rak anlaşılmalıydı.
Büyük Petro; Moskovskiye Vedemos
ti (Moskova Haberleri) ni reformlarının propagandası
için kurdu. Buna denecek yoktu, II. Mahmud da aynı
şeyi yapmıştır, Mısır'da Mehmed Ali Paşa da. (Sonun
cusu (Vekayi--i Mısriyye'yi kurdu) Büyük Petro'nun kur
duğu gazete, ilerde özel gazeteleri de dirije eden bir ha
ber ve yorum kaynakçası oldu; sadece iç basını değil,
dış basındaki Rusya ile ilgili haber ve yorumları etkile
rneye çalışan bir organ durumundaydı. 18. yüzyılın ula
şım ve haberleşme şartlarını gözönüne alırsak; Fransa
veya ingiltere'de çıkan bir gazete, muhabirieri aracılı
ğıyla Rusya'daki bir ayakl iınınanın veya yönetimin taş
radaki işlemlerinin gerçek yüzünü öğrenene kadar bazen
haftalar geçmekteydi. Onun için Vedemosti gazetesi eğ
ri veya doğru, haber ve yorumlara kaynak oluyordu.
Osmanlı Takvim-i Vekayi'si, yani Sultan II. Mah
mud'un çıkardığı bu ilk gazete; Büyük Petro'nun Vede-
.
80
mosti'sinin şansına sahip değildi. Çünkü Takvim-i Ve
kayi'nin doğduğu dünya; buharlı gemi, demiryolu ve kı
sa bir süre sonra da telgraf maniplesinin devreye gire
ceği bir çevreydi. Beyrut'dan, Selanik, !zmir ve !stanbul'
dan haberler, süratle batı Avrupa'nın merkezlerine ula
şıyordu. Yurt içinde de bir alay yabancı dilde gazete ç ı
kıyordu, yabancı dil gazetelerin kimi kapitülasyon reji
minden yararlandığı gibi, dış basının muhabirieri d e
ortalarda dolaşıyordu. Bunlar doğru veya eğri yorum
larla, Avrupa gazetelerinin sütunlarını Türkiye haber
leriyle doldurmaktaydılar. O z amanki dünya başkaydı.
Bugün New YMk Times'da, Le Monde'da her gün Tür
kiye ile ilgili haber ve yoruma rastlanmıyor, ama 19.
yüzyılda «Constantinopel» kaynaklı haberler, dünyanın
her yerinde her gazetenin ilk sahife sütunlarını doldu
rurdu. !zleyen sahifelerde de; mutlaka imparatorluğun
yönetimi, maliyesi, her din ve dilden Osmanlı ulusları
nin sorunlarıyla ilgili yorumlar okunurdu. Osmanlı ül
keleri dış dünyayı ilgilendiriyordu. Dış dünyadaki ka
muoyu da Osmanlı için önemliydi. Çünkü büyük dev
letlerin yöneticileri Avrupa umumi efkarının ( ! ) sesine
kulak veriyor, yahut veriyor görünüyordu. Babıali'nin
derdi Avrupa basınıydı. Takvim-i Vekayi'nin Fransızca
sı, Moniteur Ottoman Avrupa basınını etkilemekten
uzaktı. Onun için Tanzimat bürokratları daha ilk anda
dış basını satın alarak Osmanlı yönetiminin propagan
dasını yaptırma gayretine düştüler.
Doğrudan Avrupa gazetelerini veya onların Osman
lı başkentindeki muhabirierini satın alarak, yönetim
�
lehin e yazdırmak bizde Sultan II. Abdülhamid'e özgü
bir politika olarak bilinir. Kuşkusuz onun döneminde
bu işlem pek sık tekrarlanmış ve kötüye kullanılmıştır.
Galiba Avrupa gazetelerini satın almak bahanesiyle öde
nen paraların bir kısmı da Avrupa başkentlerindeki ba-
81
zı temsilciler ve hafiyelerin cebine dönüyor; bazı açık
göz Avrupalı gazeteciler, naylon gazetelerle bu işten ka
. zanıyorlardı. Ama bu .geleneğin başını Tanzimat döne
mi yöneticilerinde görüyoruz.
Ba§kentte ve İzmir, Selanik gibi merkezlerde ya
bancı dilde çıkan gazetelerin sahiplerine ara sıra nişan
ve hediye vermek gibi masumane, görünüşlü ödüllendir
meler dışında, gazete ve gazeteciler satın alınıyordu.
1846 yılı Nisan ayı ba§larında sadrazarnın bir yazısı üze
rine çıkan bir irade (padişah onayı) ile; «Frankfurb
gazetesinden belirli miktarda satın almarak desteklen
mesi için 23.155 Osmanlı kuruşu (tahminen 5 - 6 milyon
lira) ayrılması emrediliyordu. Güya Frankfurt gazetesi
her yerde okunan yaygın bir gazete imiş, devletin çıka""
rına bazı yazı ve haberler brustırılıp, her yıl böyle bir öde
me yapılageldiğinden; bu işe devam olunması, aksi tak
dirde gazete sahibinin kızıp aleyhde bir dil kullanmaya
ve propaganda yapmaya başlayacağı» belirtiliyordu. Ay·
nı yazıda devamla; «İstanbul'da çıkan 'Konstantine>
jurnalinin muharriri Mösyö dö Şan'a (des Champs) da
ara sıra hediye ve para verilmesi gerektiği. gerçi bu ada
mın güvenilir biri olmayıp, devlet-i aliyye lehinde yaz
dığı gibi diğer Avn,ıpa gazetelerine al�yhde dedikodular
ve haberler de verdiği, ama ne çare ki tamamen defedil
se daha da muzır işlere kalkışacağı» hatırlatılıyor. Ba
bı:ali bu adamdan önce, sözde satınaldıkları Bara§ isim
li bir başka dolandırıcının hışmına uğramışmış, bu kor
kulan örnek dolayısıyla şarlatanların beslenmesine de
vam edilmekteydi. Tanzimat devri bürokratlarına pek
gülecek halimiz yok; kitle iletişiminin son derece geli
şip, yaygınlaştığı günümüzde bile, böylesine buz üstü
ne yazı yazdırtma tipinden propaganda faaliyetini ha
raretle tavsiye edenlerimizin sayısı hiç de az değil.
Babıali bürokrasisi ki, bu deyimle Sultan Abdülme-
82
cid ve Sultan Abdiliaziz devri yöneticilerini kastediyo
ruz; Osmanlı basını üzerinde aslında ciddi ve kapsamlı
bir sansür uygulamamışlardı. Bunun nedenleri, iyi ya
zılamayan basın tarihimiz nedeniyle hala pek açık de
ğil. Demokrat bir tutumdan çok, özel gazetelerin ernek
Ierne devrinde böyle bir baskının kurumlaştırılmasına
herhalde pek; gerek duymuyorlardı. Ama Sultan Abdül
hamid yönetimi, 1876 Anayasası'nın kapalı bir hükmü
nü (matbuat kanun dairesinde serbesttir) kötüye kul
lanarak sansür yönetmeliği ve örgütüyle bu işi başardı.
Hamidiye sansürünün trajikomik boyutları üzerinde he
pimiz az çok bilgi sahibiyiz. Sansür sansürdür. Böylesi
ne mizalı konusu sansür örneklerine o çağın Avrupa mo
narşilerinde de rastlanır. Bizdeki kadar yoğun olmasa
da Avusturya sansürünün böyle ,bir marifetini naklede
lim: tmparatoruna ve imparatorluk kurumuna son de
rece sadık olan ve eserlerinde monarşinin değerleri . ve
dünya görüşünün propagandasını yapan Avusturyalı
tiyatro yazarı Franz Grillparzer'in bir oyununun niçin
sansürün hışmına uğradığına, Habsburg hanedanının
en tutucu üyeleri bile şaşmış. Sansür komiserine nede
nini sorduklarında, cevap; «sizin göremediğiniz, mutla
ka sakmeali bir yönü vardır .. » olmuş.
Sansür taraftarları sadece yöneticiler arasında de·
ğildi. Ermeni, Rum patrikleri kendi cemaatleri arasın
daki liberal yayınlara karşıydı. Falanca grup, öbür gru
bun yazdıklarını sansür etmeye hazırdı. Şeriatçılar laik
düşüncenin yayılmasına engel olmak istiyordu. Otok
ratik yönetimlerin taraftarları dünyanın neresinde olur
sa olsun, aralarında gizli bir bağ ve dayanışma vardır
adeta. 19. yüzyıl Fransasının ünlü hukukçularından
Batbie halen kullanılan ünlü. !dare hukuku kitabında,
Rusya ve Osmanlı imparatorluğundaki sansürü ince
lerken; «Çar'ın ve Sultanın sansür nizamuarnesi Napol-
83
yon sansürü örneğine göre hazırlanmıştır. Ancak Fran
sa için geri sayılabilecek bu nizamnameler, Rusya ve
Türkiy� için çok uygundur» diyebiliyordu. Tabii hazret
1885'de bu fetvayı verirken; o dönemin Rus fikir haya
tından, edebiyatından ne derecede haberdardı, Osman
lılar hakkında ne biliyordu, diye haklı bir soru sorula
bilir. Fransız'ın «bon pour l'Orient, şark için iyi» zihni
yetini maalesef bizim aramızda da bugün bile taşıyan
lar var. Sansür belirtildiği üzere II. Abdülhamit döne
minde kitabına uygun olarak daha da koyulaştıktan
som·a, bundan en çok zarar gören Türkçe basın ve yayın
oldu. Çünkü öbür dillerde herşey yurtdışında basılır ve
ülkeye daha rahat girebilirdi. Sansürün baskısıyla ezilen
Genç Türkler nesli, Temmuz 1908'de ilk iş olarak sansürü
kaldırdılar. Galiba ittihat ve Terakki erkanı, sansür kal
dınlınca, matbuat hürriyetinin; eski rejimin, belediye
nin icraatının, sebze ve ekmek fiyatıarının eleştirisiyle
yetineceğini veya çok çok ilmiyye sınıfına laik sataşma
lar yapılacağını sanıyorlardı. Bab-ıali'nin güçlü kalem
leri muhalefete geçip ittihatçıları topa tutunca, Talat
Paşa ve grubu «Kayserili» dedikleri Sultan Hamid'den
daha çok hiddete kapıldılar. Sansürü ihdas etmeden ön
ce; parti silahşörleri köprü üstünde, yol ağzında gazete
cileri vurmaya başladılar. Kırk yıldır sahifeleri boş sü
tunlu gazeteleri okumaya alışmış !stanbul halkı, şimdi
de gazeteci cenazesi kaldırmaya başlamıştı. Basın biz
de halen tahammül edilen bir organ değil, üstelik en
beteri basının otosansürü de hayata girdi.
84
ESKi BEYOGLU'NDAN ÇİZGİLER
85
bul'a uğrayan veya yerle§en yabancı. yaşamım bugünkü
Karaköy - Tophane - Galatasaray içindeki bu bölgede
geçirirdi. 4-ma yabancı deyince çoğunluğu diplomat ve
tüccar olarak düşüruneyelim. Maceraperest, gemici, işçıi,
işsiz Avrupalılar çoğunluktaydı ve Beyoğlu Beyoğlu ola
lı herkese kucak açan bir yerdi. Beyoğlu'nun argosu;
bütün Akdeniz - Balkan dillerinin bir karışımıdır ve Bey
oğlu'nun sakinleri de İstanbul'un gerçekten kozmopo
lit halkı idi. Hangi dinden olurlarsa olsunlar, hangi dili
konuşurlarsa konuşsunlar; Beyoğlu'nun halkı kendile
rine özgü komşulukları, _gelenekleri ve İstanbul'un semt
lerinin bazılarında görüldüğü üzere (Aksaray şivesi,
Kasımpaşa şivesi, Şişli şivesi gibi) kendi ağızlarıyla bü
yük şehrin mahallelerinden birini oluşturmuşlardır.
Gemilerden boşalanların kimisi birkaç büyük otelin
müşterisi olurdu, ama çokçası da az parayla bu semtin
biralıane ve sefahat yuvalarına dağılan gemicilerdi. Li
inanın karantinasıiıa ve sağlık örgütüne salgın tehlike
siyle dert; çıkardıkları k avga ve olaylarla polisin başına
iş açarlardı. 19. yüzyılda veba salgınları, Beyoğlu'nu deh
şet kasırgası gibi savururdu, hayat dururdu. Zührevi
hastalıklar her liman gibi, burada da yaygındı. tık has
taneyi de Beyoğlu'nda kurmuşlardı.
Beyoğlu'nda 19. yüzyılda yaşanan hayat. dünyamn
her metropolündekinin bir kopyasıydı, ama karşıdaki
istanbul, bu muhafaza�ar şehir, Beyoğlu (Pera) 'yı Bi
zans'tan beri hep uzak durulması gereken bir belde ola
rak görürdü. 19. yüzyılın ortalarında, devletin resmi ta
rihçisi Ahmet Lf:ıtfi Efendi; Hamdolsun istanbul'un sa
«
86
da; «Pazar Alman»dan, «Bonmarşe»den alışveriş etmek
için her sınıf halkın, kadın erkek işi düşerdi oraya. tki.
ayrı dünya bu nedenle; ahşap Galata köprüsüyle, atlı
tramvay ve Avrupa'nın ilk metrolarından biri olan Tü
nel'le birbirine bağlanmıştı.
Beyoğlu neydi, meyhanelerle dolu bir semt mi? Ger
çi Galata meyhaneleri ünlü bir yerdi, ama istanbul da
meyhaneyi ve meyhane kültürünü tanımayan biı· yer
değildi. istanbul'un zabıta görevlileri eskiden beri mey
haneye «miğ·de» derlerdi ve defterlere; sayıları, içinde
ki çalışanların isimleriyle kaydederlerdi. 18. yüzyıl or
talarında, istanbul'da 19 koltuk. yani meyhanenin bu
lunduğu kaydedilmiş !böyle bir vesikada; inanmayın,
gerçek sayı bunun çok daha fazlasıydı mutlaka. Beyoğ
lu'nda bulunan sefarethaneler, bazı manastır ve kilise
lerin sakinleri, · yabancı olarak diplomatik muafiyetten
yararlanıyor, yani şarap için hamr resmi ödemiyor, top
tan ucuz içki alımı yapabiliyorlardı. içki nakli, deryada
hamr kayıkları denen, ayrı ücret alan ve ayrı resim öde
yen kayıktarla yapılıyordu. içki üretimi ve satımı titiz
likle kaydediliyordu. içki vergilerinin tahsiliyle ayn bi
ri görevliydi. «Hamr mukataası» denen bu vergilerin
geliri ihale yoluyla bir görevliye satılıyordu. Ramazan
da bir ay kapatılan istanbul meyhanelerinin ünü ve za
rafeti Beyoğlu'ndakilerden aşağı kalmazdı. Ramazanın
bitiminde, yani arife günü meyhaneci gedikli müşteri
lerine özel bir davetiye gönderirdi. Midye yahut uskum
ru dalınalarından oluşan bu davetiyeye «unutma bizi
dolması» deniyormuş. !stanbullu alkolik değildi, ama
töreniyle ve mezesiyle, özgün sohbetleriyle içkiyi ve mey
hane hayatını severdi. içki kültürü bizim ülkemizde sırf
Beyoğlu'nda değil, her yerde kendine özgü renkleriyle .
her zaman varolagelmiştir, en başta sarhoşu azizleşti
ren menkibe ve meselleriyle. Beleri Mustafa gibi bir tip
88
her folklorda bulunmaz. Bekri Mustafa'ya rivayetler ne
ler yaptınr; padi§ah 4. Murat'a kafa tuttunir, subaşı
dövdürüp tuzlattırır. Despotizmle sadece Bekri Mustafa
baş edebilmiştir, Köroğlu bile değil. : . Meyhanenin reha
veti içinde çözülen diller. her türlü politik eleştiriyi de
birlikte getirirdi. Böylesine «devlet sohbetleri» nden hoş
lanmayan padişahlar, görünüşte Müslümanlık gayreti-
ne kahvehane ve meyhane kapattınrlardı.
Beyoğlu acaba Avrupai lokaller ve rest �ranlarla do
lu ve başka birşey tanımayan bir yer miydi, hayır. Bey
oğlu'nu böyle görmek isteyen sadece bizim son zaman
lardaki nostalji edebiyatımız. Beyoğlu bal gibi Şark'tı.
her sınıftan Şark'a gelen Gar.plının misafir edildiği bir
Şark şehriydi. Beyoğlu büyük şehrin fuhuş merkezi .
miydi? Her şehir kadar. Karşıdaki istanbul da istanbul .
olalı bin yıldır bu zenaatı tanırdı. Beyoğlu'nun farklı
yönü, hayatın her yönünün, her safhasının ve her ger
çeğinin; kendini gizlerneden ortaya koyması ve örgüt·
lenmesiydi. Büyük şehir zaten herşeyin örgütlendiği bir
mekan demektir. Beyoğlu'nda her olayın ve her kuru
mun kendi geleneği oluşmuştu.
Eğlence fiyata, kaliteye, talebe göre ihtisaslaşmıştı.
Seyirlik oyun tiyatro olmuştu. Alaturka saz salonundan , .
frenk tipi kafeşantana herşey vardı, arada bir opera ge
lirdi. İstanbul'daki kabadayı kavgaları; burada polisi,.
konsolosları, Babıali'yi uğraştıran sokak muharebeleri
iıe dönüşürdü. 1848 Nisanında Babıali'nin deyişiyle;
«tebaa-yı ecnebiyeden, Dersaadet'te müçtemi olan, bir-
çok serseri ve bZedeb güruhu» yani 1\Stanbul'a toplanan
yabancı uyruklu, bir yığın serseri ve edepsiz takımı ara-
larında uzun boylu bir sokak muharebesine tutuşmuş,
polise de karşı koymuşlardı. Bunlar Maıtalı ve Yediada
lar (ton adaları) gemilerinin denizcileriydi. Beyoğlu'nda
böyle olaylar gündelikti.
Tiyatroların, restoranların, banker konaklarının dı
şında; Beyoğlu'nda küçük insanın hayatı neydi? Hala
yazılmayı bekleyen hikayeler külliyatı da bu galiba . . .
•••
90
.raf anlamına gelir) Bizans'tan sonra batı Avrupa'nın
doğu Akdeniz'deki başkenti gibiydi. Pera'nın adı Os
manlı asırlarında Beyoğlu oldu. Beyoğlu neden deniyor
du, bu biraz karanlık bir konu. Pera'da oturan Venedik
bailo'sundan dolayı veya !talyan kişizadelerinden bi
ri burada oturduğu için böyle adlandırıldığı söyleni
yor. Beyoğlu bir dış ticaret merkeziydi. Garplılaşan şark
veya şarkiılaşan bir garp şehriydi. Doğu Avrupa ülkele
rinde, uzak Çin'de, Japonya'da B eyoğlu gibi örnekler
vardı. Rusya'nın Büyük Petro öncesi devrinde Avrupa
lle ilişkisi; Moskova'nın yanındaki Sloboda'da; yani ora
nın Beyoğlusu'nda sağlanıyordu. Sonra Kırım'daki
Kefe de böyle kozmopolit bir dış dünya penceresiydi. Bu
günün Beyoğlusu ; ıstanbul'un ucuz dükkan, ucuz mey
hane ve iki�cil derecedeki şirket ve depolarından, bir
de sefale.:t apartınanlarından oluşan bir semt oldu.
Beyoğlu (Pera) fetihten önce ttalyan Rönesansı
nın doğu Akdeniz şubesi gibiydi. Pera Cenevizlilerin ko
lonisiydi. Ama kentte Venedikli, Pisalı İtalyanl ar da
vardı. Cenova daha çok hepsini temsil ve idare eden bir
patrondu. Cenova buraya bir yıl süreyle bir podesta ta
yin ediyordu, onun yanında yirmidört üyeli bir meclis
ve tüccarlar ofisi vardı. Ceneviz parası zecchina değerli
bir birim olarak bütün Akdeniz'de kullanımdaydı. Ador
no, Doria, Ocase, Botteghe gibi Cenova aristokrasisin
den zengin tüccar aileleri burada yaşardı. Pera'ya ıtal
yan kültürü ilk ve kalıcı damgasını vurdu. Bugün bile
bu semtin argosundaki en kalabalık lügatçe ıtalyan ka
'
lıntısıdır. Ortaçağlardan beri Pera'nın en güzel binaları
onlarındı. Cenova podestasının sarayı, Venedik bailosu
nun konakları iki zarif inciydi.
Pera'da !talyan asıllı büyük aileler ancak 20. yüz
yılda ortadan çekildiler. Çoğu ıtalyanlığını kendine öz
gü biçimde sürdürdü. ıngiltere elçiliğinin ünlü dra-
91
gomanları Pisanilerdendi. Osmanlı antlaşmalarını en
iyi biçimde derleyen Baran Ignace de Testa'nın soyu, ya
ni Testalar Alman elçiliğinin nüfuzlu dragomanlarıydı.
· (müsteşar dereceli baş tercüman) Perone, Farnetti,
Negri, Navoni, Sansani; aslen katolik Arnavut olan, fa
kat !talyan kültürünü benimseyen Brutti ailesi, Cava
lorso, Dhe, Orlaaıdi'Ier, Salvago'lar bu ortaçağ kalıntısı
soyluların bir kısmıydı sadece. Osmanlı da onları Bizans
gibi Latin milleti diye bir grup olarak tanımıştı. Bu bü
yük ailelerin bazıları Kefe'de, Trabzon'da, Amasra gibi
kolonilerde, hatta Haleb'de, Lazkiye'de dal budak salmış
lardı. Ortaçağlar boyu akrabalıkla ticari temsilciliği en iyi
kullananlar onlardı. 17 - 18. yüzyıllıarda ise Beyoğlu
Fransa'nın doğudaki ticaret ve diplomasi ağının merke-.
Zii haline geldi. Beyoğlu'nun yerli halkı, daha doğrusu
Osmanlı uyrukluları; ister Müslüman, ister Hıristiyan
yahut Yahudi olsun, semtlerindeki Avrupalılara yabancı
olarak bakarlardı. Hatta bu salt yabancılık değil, ayrı
kültür, ayrı adet. ayrı din demekti onların hepsi için.
Aynı kültür le yoğTulan Galata - Beyoğlu'nun kozmopo
lit Osmanlıları için, Avrupalı başka bir şeydi ve pek de
hoş karşılanan biri değildi.
Babıali bürokrasisi, vilayetlerdeki görevliler; Bey
oğlu'ndan kaynaklanan bir ticaret, diplomasi ve misyo
nerlik faaliyetinin sorunLarıyla meşguldü. Ankara'da
ölen bir Avrupalı tüccann mirası, Erzurum'daki Cizvit
rahiplerin ev ve manastır inşaatiyle ilgili berat, Fransız
bandırasıyla ticaret yapan iki Portekizli Yahudinin if
lası gibisinden binlerce sorundu bunlar.
Osmanlı devleti, Avrupa devletler hukukunun ve
elçiliklerin statüsüne kısmen uyuyordu. Bu nedenle Ga
lata'da diplomat, tüccar ve din adamların�an oluşan
Avrupalı kalabalığının günlük hayatı, seyri ilginç bir
manzaraydı denebilir. Babıali'nin diplomatıarla olan
92
lJişkisi kadar; yabancı diplomatıarın kendi aralarındaki
protokol ilişkisi de bir ayrı vodvildi. Avusturyalı tarihçi
Markus Köhbach'ın tesbit edip naklettiği, böyle ilginç
bir elçi kavgasının sözünü etmeden olmaz; 1587 yılında
Fransa kralının Osmanlı başkentindeki elçisi de Lan- .
cosmes idi. Gösteriş düşkünü, gürültücü, fakat mesleği
ni başarısızlıklarla kapatmış 'bir diplomattı. Avusturya
lıların elçisi ise Dr. Pezzen'di. lki elçinin başlıca prob
lemi, hükümdarlarının temsilinde öncelik hakkının ka
zanılmasıydı. Çünkü ikisinin de hükümdan Avrupa pro
tokolünde üstünlük ve «en hıristiyan hükümdar» ol
mak iddiasındaydılar. O tarihte Galata'nın en büyük
kilisesi San Francesko'ydu. (Sonra Yeni Cami oldu) İki
elçi, Pazar ayinlerinde bu kilisenin en mutena köşesine
yerleşmek için mücadeleye başladılar. Avusturya elçisi
Dr. Pezzen kilisenin seçkin köşesine kendisi için sırmalı
bir sayeban kurdurttu. Fransız meslektaşı de Lancosmes
bunu duyunca, adamlarını yollayıp, Avusturyalının ki
lisedeki süslü sayebanıru yerle bir ettirdi. llk Pazar gü
nü de erkenden kiliseye koşup, baş köşeye oturdu ve ra
kibini beklerneye başladı; tabii olayı duyan hıristiyan,
yahudi ve müslüman Galata halkı dışarda toplanmış ve
kopacak maskaraca kavg�yı seyretmek için beklerneye
başlamışlard�. Dr. Pezzen «deli, kaçık» gibi deyimlerle
nitelediği meslekta§ıyla açıkça çatışmaya girmekten ka
çındı ve onu sadrazam . Siyavuş Paşa'ya şikayet etti.
Sadra.�am Pezzen'in temkinliliğini beğenmişti. Fransa
·
93
yüzünden bu en büyük ıtalyan kilisesine .gidemediğini
biliyoruz. Galata'daki San Fra:ııcesko, San Benedetto,
San Antonio; Santa Anna, Santa Maria, San Giorgio gibi
kiliseler doğrusu her dinden yerli halk için tuhaf ve il
ginç yerlerdi. ıçerideki org, çok sesli koro ve Roma - ka
tolik ayin ritüeli, Galatallların kapılara yığılıp içerisini
merakla seyretmelerine neden oluyordu. Güya, bir ke
resinde müzik dinlemek için Kanuni Sultan Süleyman
da kiliseye gel:m.iş ve bir messa çalınmasını emredip,
hoşnut kalınış. Şimdilerde ıtalyanların San Antonio ki
lisesi tstanbullu sanatsever ve zürefanın messa dinle
mek için devam ettikleri bir yer. önemli yortularda müs
lüman müzikseverlerden yer bulamayan sofu hıristiyan
lar şikayet ediyor. Oysa Suı.tan II. Mahmud devri ulema
sından «ayaklı kütüphane» denen kazasker Ketdüdaza
de Arif efendi kalendermeşreb, Türk musikisi lmdar ba
tı müziğine de düşkün bir adamdı. Bu tutkusundan do
layı Beyoğlu kiliselerine messa dinlemeye gidip, papaz..
larla da ahbaplık ettiğinden,. softaların hışmına uğradı.
Yeniçerilik kaldırıldığında, onu da «Bektaşi, zındık»» di
ye suçlayıp sürdürmek istemişler, zor kurtulmuştu.
1 18. yüzyıla kadar elçilerin konut dokunulmazlığı,
sadece bir neza)ret kuralıydı. Bu gibi antlaşmalara Os
manlı d evleti taraf değildi. Zaten her elçinin geniş. gü
zel saraylarda oturduğunu da dli§ünmeyelim. Hele ts
tanbul'daki İngiliz elçileri ilk zamanlar düpedüz kira
cıydıhı.r. Ancak kimse kimseyi rahatsız edemezdi otur
duğu mahallede; bu kurala uymayan elçi de olsa ma
hallenin hışmına uğrardı. I. Elizabeth'in ıstanbul'daki
elçisi Edward Barton ma2ibut ( ! ) hayatı olmayan bir
soyluydu. ('Elçilik konutu olarak Tophane'de kiraladığı
evden atılışını Profesör Harnit Dereli hikaye ediyor;
Barton evi kiralamıştı, ancak tertipiediği gürültülü içki
ve sefahat alemleri nedeniyle mahalle halkı evi basma-
94
ya �alktı ve elçiyi mahallenin selamet ve namusu adına.
dilekçe verip evinden attırdılar. Konut kiralamak ya
bancılar için başlıbaşına bir sorundu. Din adamları v e
diğerlerinin ev yaptırma ve tamir ettirmeleri için Babı
ali'den izin almaları gerekliydi. 1768 Aralık ayında.
Avusturyalı rahiplerin Patertrinite adlı kiliseleri yanın
daki lojmanları yanıp kül olmuştu. Avusturyalı elçi, be-
. ceriksizliğinden tamir iznini Babıali'den bir yılda an
cak çıkartabildL Rahiplerin kışı nasıl geçirdiklerini kim
bilir? Bir başka olay; Arap Camii civarında ev kiralayan
ve yıllık kira bedelini peşin ödeyen Fransız tüccarlarını,
kurnazlık eden ev sahipleri ve mahalleli; «Müslüman
mahallesinde oturmaları caiz değildir» diye mahkeme
hücceti alıp atmaya kalktılar. Fransız elçisi, Babıali'ye
koştu ve iş aniaşılana kadar bir bürokratik trafik işledi.
Yabancı misyon üyeleri vergisiz olarak, istanbul ci
varından toptan et ve tahıl, asıl önemlisi harçsız içki
satın alabiliyorlardı. Bu diplomatik bağışıklığa Osman
lı bürokrasisi de imkan tanımış ve uyulmasını sağlamış
tı. Kalabalık bir maiyeti, kendi tahsisat veya gelirinden
beslemek zorunda olan yabancı elçiler için, bu önemli
ve yaııarlı bir bağışıklıktı. Gerçi güvenlik görevlisi olan
bostancı, iskele emini ve diğer bazı memurlar zaman
zaman bu kuralı bilmez gibi adamların satın aldığı yi
yecek ve içecekten vergi almaya kalkardı ve elçiler de
şikayet için gene Babıali'nin eşiğine dayanırlardı.
Yabancı din adamları işlerini doğrusu sessiz ve gü
rültüsüz görmek zorundaydılar. Çünkü Roma katalik
leri ve protestanlardan nefret edenler, müslümanlardan
çok, Osmanlı hıristiyanlarıydı. Roma - katalik rahiple
rinin faaliyeti kutsal Ortodoks kilisesi ve Gregoryen Er
meni kilisesinin hiddetini çekiyor ve ikide birde bu din
sapkınlarını ( ! ) Babıali'ye şikayet ediyorlardı. Galata'
daki Avrupalıların tuhaf ( ! ) dini törenlerini Osmanlı
95
.Hıristiyanları da Müslümanlar kadar istemezdi. 1702'de
Galata kadısına yazılan bir hükümde; yerli halkın bu
töreniere müdahale ettikleri, bu durumun önlenmesi
isteniyordu. Bu nedenle açık havada processian gibisin
den dini tören ve geçitler yapamıyorlardı. Beyoğlu'nda
Avrupalı tüccar ve girişimcinin sevildiği söylenemez.
·. Fransız rahipler kendilerinin ve diplamatların gereksi
nimi için, bir galeta ve ekmek fırını kurmuşlar; Galata
fırıncıları ise fırını basıp; «ticaretimizi engelliyor» diye
devlete şikayet dilekçesi verınişlerdi. Tahmislerdeki kah
ve dövücüsünden tutun, her daldaki esnaf ve Osmanlı
tüccarı; Avrupalı _ tüccardan devamlı şikayet ediyordu.
Elçiliklerin hepsi Beyoğlu'ndaydı. Yalnız tran elçi
liği Babıali'nin yanıbaşında Müslüman mahallesindey
di. Yabancı misyonların Marmara'ya bakan geniş bah
çeli sefaret sarayıarına kapandıklarını biliyoruz. Bun
ların bazısı Venedik Sarayı, Fransa Sarayı gibi hoş, ge
niş baihçeli yapılar, bazısı da tspanya elçiliği gibi .kasa
vetli konaklardı.
Bu yapılara kapanan elçilik mensupları aralarında
gidip gelmenin ötesinde; ıstanbul'da, her türlü antikayı
ve her dilde eski kitabı toplamak gibi meraklara sahip
tiler. Alışveriş konusundaki becerikliliğinden «anılar»ın
da söz etmeyen diplomat ve diplomat eşi yok gibidir. Ba
tı kütüphaneleri istanbul'dan alınıp taşınanlarla zen..:
ginleşiyordu. Avrupalıların bu merakından dolayı her
türlü tüccar ve komisyoncu etraflarındaydı. Tören ve
balolara uzun zaman sadece diplomatlar ve diğer yaban
cılar katılırdı. Osmanlı devlet adamları bu balolarda,
kerli ferli ambassadörlerin madamalarıyla hoplayıp zıp
lamalarını pek anlayışla karşılamazlardı. 19. yüzyılda
durum gereği anlamaya ve gitmeye başladılar. Ama yan
lannda refikaları yoktu. Türkiye'de balo reformu, yarı
resmi ve samirnice toplantılarla tkinci Meşrutiyet yılla-
96
rında başladı. Kadın erkek, balo ve resepsiyona katılma
gibi bir olay; bizim hayatımızda hiç de küçümsenemeye
cek bir değişmedir.
Eski Beyoğlu, Avrupa'nın taşrası gibiydi, onun ta"'
rihini ve mimarisini ciddi olarak inceleyenler de Avru
palı tarihçilerdir. Biz onu hiUa mazideki hoş bir hayal
edebiyatıyl� ele alıyoruz. Oysa bugün her taraf Beyoğlu
oldu .
97
BEYOGLU'NDA VENEDİK SARAYI
98
kan bir sokak, ama istanbul sokağı. tstanbul'a öz,gü bir
güzel eser de var burada; 16 numaralı ah§ap yapıdan
söz ediyoruz. Amtıar Kurulu'nun marifıeti olacak; ah
şaplık ve eskiliği şu sıralarda kaldırılmış, yani yıkılıp
yerine mendebur bir !bina daha dikilecek. inanmayan
ha.Ia yerindeyse gidip baksın, o ev de eski eser değilse,
neye eski eser denir bilemeyiz. Bir sokak ötede «Gül
baba» soıkağında da eski apartmanlara musaHat olup
yıkmaya başlayan PTT idaresi var. Adettir bizde, imar
yolsuzluğuna önce kamu kurumları başlar, vatandaşla
rın açıkgözleri de büyüklerimizi izler.
J ,;�Eiltı�Jili. l?i't�����
'1�\� ����
' r-� 1· '\Jl>/ -"�'-:?ill\,ı.. ü
� (o., ·.::\'n..,,/'.�v!'
' /,ı),'\V{)l.'t.ı
r;r. " �
,C';.,..&/_
.? ' ! r-N-Qt..... .... \.\•.i :')
.
.
99
ettiği adet ve kurumlardı. Diplomatik hizmet, istihbarat
toplama gibi zenaatleri Dünya'ya ıtalyanlar'ın öğretti
ğini herkes bilir. ıtalyan Cumhuriyetleri bu işi düzenle
yene kadar; elçi dediğipıiz adamlar önce Allah'a sonra
karşı tarıafın insafına terkedilmiş, yanında bir grup hiz
metkar ve muhafızıyla komşu ülkeye gidip gelen bir
olağanüstü ziyaretçiydi. Ara sıra gazaba uğrayıp içeri
atıldıkları da olurdu. Onuncu yüzyılda Bizans'a gelen
Alman imparatoru Otto'nun elçisi Liutprand'ı Bizanslı
lar; «sen kendini elçi, efendin olacak barbarı da hüküm
dar mı sandın» diye içeri t:ıikmışlardı. Fıkara ne de olsa
Venedilk ve Cenova elçisi gibi bu zenaatın bilindiği yer
lerden gelmiyordu. !lk defadır ki !talyan devletleri bir
birinin başkeJ!tine (zaten ikinci bir şehirleri ya vardı
ya yoktu) devamlı elçiler gönderip, bir de görkemli elçi
sarayları yap.tırdılar. Roma'ya yani Papa hazred;lerine
gönderilen Venedik elçisinin oturduğu s arayın tantana
sını bilenler bilir. Mussolini de o binayı kullanır ve bal
konundan yüzbinlere nutuk atardı.
ttıalyan tüccarları Akdeniz'in her yerine yerleşmiş
tL Pizzalı Antonio, söz 'gelimi, Şam'daki işlerini amca
oğlu Pietro sayesinde görür, Kahire'deki temsilciliği
kardeşi veya dayızadesi yürütürdü. Her -yerde d e tüc
carların adına yerel hükümetıerle temasta olan ikonso
laslar ve diplamatları vardı.. İtalyan diplamatı dediniz .
mi; yerel dilleri, gelenekleri bilen, hırlı hırsız herkesi
tanıyan birini gözönüne getirmelidir. Bilgi toplamakta
Venedik, Taskana ve Cenava diplomatlarıyla kimse ya
nşamazdı. Bulundukları ülkeler hakkında Venedik elçi
lerinin günü gününe yazıp, cumhuriyetierinin üst ma
kaınlarına sunduklan raporlar (relazione) o kadar mü
t-eın:m.elfü iki, ,bugün bile tarihçilerin en renkli kaynak
ıa.rım: -ölu�uruyorlar. 16 - 17 . yüzyıllarda bile bazı dev
I<ıtlei\. tta�yan diplomatıarının raporlarını satın almak-
iQe
taydılar. ıtalyan elçiliklerinde yetişmiş ıtalyan diplo
roatlara Fransa'da ve Avusturya'da iş çoktu. Sadece dip
lomat değil, her tür tüccar ve muhasebeci de İtalya'da
yeıtişirdi. Kısası sözün, o yıllarda iş idaresi öğrelımek
için Amerika'ya veya Japonya'ya değil, Venedik, Flo-
1
ransa, Cen<YVa gibi yerlerdeki ıticarethanelere boğaz tok-
luğuna çalışmaya gidilirdi; Alman, Fransız, Rollandalı
vs. hepsi aynı işi ıtalya'da öğrenirdi. Osmanlılar, Vene
dik elçilerine balyoz derlerdi, bu bailo'dan bozma bir
deyişti. Cenova elçisine podesta denirdi. Bizans'ın baş
kentine her iki cumhuriyetin elçileri çok önceden yer
leşmişti. Cenovalılar Galata'ya en mükellef yere, koloni
imkanını 1204 yılında elden kaçıran Venedikliler de bu
günkü Fener'e sıkışmıştı. Uzun zaman ayakta kalan bu
ilk Venedik temsilciliği, şu yakınlarda Haliç temizlenir
ken; acemi berberin saka! tıraşı örneği ortadan kaldırı
lıverdi. Venedikliler, 16. yüzyılda bugünkü Beyoğlu'na
geçmişlerdi.
Venedik - Osmanlı ilişkileri 17. yüzyılda hiç de iyi
değildi. Uzun süren Girtt savaşı, sonra n. Viyana ku
şatması yılları ve Karlofça barışı; Venedik elçilerinin
sıık sık tstanbul�dan uzak}aşmasını gerekıtiren neden
lerdi. Venedik'le yapılan en son savaş sırasında, yani
1715 yılında, balyoz Andrea Memmo, bir hayli süre Ça
nakkale bağazı'nda Kilitbahir'de hapsedildL Elçi, Be
yoğlu'ndili sarayına ulaşamadan, sokakta derdest edil
mişti. Bazı yardımcıları Yedikule'ye kapatıldı. Neden
sonM Venedik'teki Türk elçileri geri gelince, onlar da
serbest bıralkıldı ve bir Fransız gemisiyle yurtıarına dön
düler. Ama elçilik tercümanı; Osmanlı uyrukl.lu Giovan
ni Naon, casusluk suçundan dolayı idam edildi
Venediık Sarayı; hem kendi güzelliğinden, hem de
Venedik Cumhuriyeti'nin talihsizliğinden dolayı · kara
günter ve aylar değil, hatta tatsız yüzyıllar geçirdi.
101
1797'deNapoleon, Campoformio barışını imzaladı ve Ve
nedik Cumhuriyeti o:rıtadan kaldırıldı. 1801'de Luneville
barışıylıa Venedik, Fransa'nın kontrolüne geçince, İstan
bul'daki Fransız elçisi de Venedik Sarayı'na yerleşiver
di. Ardından Napoleon'uıi mağlubiyeti geldi ve 1815 Vi
yana Kongresi'yle Venedik, Avusturya İmparatorluğu'
nun payına düştü. Venedik Sarayı tstıanbul'un en güzel
elçilik sarayı olduğundan, bu sefer de ona Avusturya elçi
si apar tapar elkoyup yerleşti. Arslanlı saray (Venedik
arması, San Marea'nun arınası olan arslandı) bundan
sonra Avusturya elçiliği olarak kullanıldı. İtalyan bir
liği, Venedik'in ıtalya'ya geçişi, Avusturya'nın Solferino
ve Magenta'daki yenilgileri hiçbirisi bu elçilik işgalini
değiştirmedi. Ta ki Mondros mütarekesi ve ardından İs
tanbul işgal edilince, ıtalyan birlikleri, doğru Avusturya
elçiliği olan Venedik Sarayı'na gidip, Avusturyalılan dı
şarı çıkardılar ve binaya yerleştiler. İstanbul'daki uğur
suz işgal günlerinin tek haklı olayı buydu; bina asıl sahi
bine dönmüştü. O gün bu gündür gene ıtalya'nın elinde.
lAvusturyalılar bu nedenle sonra Tüıikiye'ye elçi olarak
August von Kral'ı (eski Selanik ve tzmir başkonsolosu)
yolladıklarında, Teşvikiye'de bir Apartman katına sığın
mak zorunda kaldılar. ıtalyanlar ise Maçka'da lıllıid bi�
çimli; neorönesans ve art nouveau üslubunun karışımı
bir elçilik yaptırıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı çıkınca
yarım kalan bu binayı sonra hükümete bıraktılar. Şimdi
okul olarak kullanılıyor.
Bugün Venedik Sarayı, restore edilmiş şık bir bina,
İtalya'nın temsilciliği ve ıstanbul'un sayısız incilerin
iden biri. Bu bina kuşkusuz ülkemizin ve tüm Akdeniz
tarihinin hoş bir belgesi, ayrılmaz bir parçası. Belki gü
nün birinde bu bina, bir müze giıbi ziyarete açılır. Şim
tlilik herkese çok kapalı.
Siyaset 85, sayı 73, sh. l l , 26 Mayıs 1985
1 02
FRANSIZ DEVRiMi VE İSTANBUL
103
lederek yerine Katolik düşmanı Av,edik tayin edildi. Fa
kat Cizvitler, KatQliık Enneniler aracılığıyla Babıali'yi
etkileyip ibin bir dolap çevirdiler, sonunda Avedik'i güç
duruma düşürdüler; hem aziine hem de Sakız Adası'na
sürülmesine neden oldular. Cizvitler Avedik'i gelecek
için de tehlike olarak görüyorlıardı, sürgün yeri olan Sa
kız Adası'ndan bir gemiyle Fransa'ya kaçırdılar ve Bas
tille'e kapattılar; bir daha kendisinden haber alına
madı.
Fransız Devrimi coşkuyla, nefretle, umutla doğdu;
kanla sürdü. !htilalin başını yediği çocuklan arasında,
istanbullu bir Fransız da vardı; ünlü şair Andre Che
nie:r. . . 1762'de Galata'da. bugünkü Kartçınar sokağın
daki bir evde tüccar bir ailenin oğlu olarak doğmuştu.
Sonradan ailece vatanıarına döndüler. Genç 9henier
mutıakiyet taraftarı sayılmazdı, ama büyük umutlarla
beklediği devrim onu da hayal kırıklığına uğrattı; dilini
tutamadı, 1794'te o da giyotine gönderildi. Fransız dev
rimi, Chenier'nin doğduğu şehir olan İstanbul'da, yani
Osmanlı başkentinde nasıl karşılandı, sorusuna ise; bü
tün Avrupa'dan daha farklı bir tutumla, ne alkışla ve
destekle ne de nefret ve protestoyla, diye cevap vermek
gerekir. Ne saygı ne de korkuydu bu; Osmanlı Fransız
devrimini daha uzun zaman metah ve ciddi bir olay gör
meyecekti.
Bütün Avrupa krallıklan Fransız devriminin düş
manıydı. Osmanlının da onun hayranı olduğu söylene
mez. Haıet Eferndi, Fransa'da elçi olarak kaldığı dört
yıl içinde ( 1802 - 1806) Fransa'yı, kralsız, ayak takımı
nın yönettiği bir ülke olarak tanımlar. Fransızların
cumhuriyeti ıbile yönetemediğini, böyle bir kavimden
dostluk ve sadakat beklenemeyeceğini ekler. Halet Efen
di Fransızları; Osmanlı eyaletlerine kışkırtıcı propa
ganda broşürleri sokmak ve casus yollıamakla da, suç-
1 04
lar. Çok sonraları bile Cevdet Paşa ihtilali; Voltaire ve
Rousseau gibi alaycı bir üslupla din ve devlet kurumla
rına saldıran öncü filozofları, baskıdan bunaldığı için iz
leyip, ahlak ve fazileti bir yana bırakan Fransız toplumu
nun eseri olarak görür. ihtilal ona göre; Robespierre'in
vahşet ve katliamı, okul ve bilim akademilerinin kapatıl
ması, kiliselerden papazların atılıp aym yerlerde çılgınca
ve edepsizce törenler yapılması, kısaca dinin ve gelene
ğin öldürülmesiydi. Cevdet Paşa ihtilalin ıstanbul'daki
etkilerini de oldukça mizahi sahnelerle anlatır Tarzh'in
de . . . Buna rağmen Osmanlı yönetimi başlangıçta Fran
sız devrimine değilse de devrim yönetimine gülümse
miş, devrimi Avrupa'nın kendine özgü çılgınlığı olarak
değerlendirmiş ve soğukkanlılıkla karşılamıştır. Sultan
lll. S elim'in serıkatibi olan Ahmet Efendi, Ocak 1792'de
�aleme aldığı rumamesinde şöyle diyordu; «<nşallah
Fransa'daki kargaşa frengi illeti gibi, devlet-i aliyyenin
diğer düşmanıarına da (Avusturya ve Rusya'yı kastedi
yor) sıçrar ve uzun zaman başları dertten kurtulmaz
ve bu da devlet-i aliyyenin hayrına olur.� 18. yüzyıl so
nunda ıstanbul, Fransızların devrimciliğine böyle ba
kıyordu ve onları müttefik olarak görüyordu. istanbul'
daki Fransız kolonisinin devrimci havası da başkentte
ki Avusturyalı, Rus ve Prusyalı diplamatların tersine,
Babıali'yi pek rahatsız etmiyordu.
Fransızların istanbul'daki diğer Avrupalı diplomat
ları huzursuz etmeleri için çok neden vardı. Bütün Av
rupa monarşileri ve Bapal:ıık, bu dinsiz ve hükümdar ta
nımaz (!) devrimin düşmanıydı. !stanbul' daki diplo
matların Fransız takımıyla selamı sabahı kesmesi do
ğaldı. Kralcı Avrupa'nın diplomatıarı, din adamları,
Fransız kolonisinin etraftaki hal ve tavrından, elçiliğin
çıkardığı propaganda bültenlerine kadar her şeye sinir
leniyor, huzurları kaçıyordu. Babıali Tanrı'nın günü bu
105
takımın Fransızlar hakkındaki şikayetini dinliyordu. !s
tanbul, Fransız devrim propagandasının cirit attığı bi.r
başkeiıtti. Fransız elçilerinin (Deschorches, Verninac)
soylulardan olmaması Babıali'de kimsenin umurunda
değildi; Avrupalı diplomatlar bu işe daha çok kızıyor ve
aldırıyordu. Fransız elçiliği mensuplarıyla çok samimi
olan !sveç elçiliği müsteşarı Mouradgea d'Ohsson bu or
tamda göze batıyordu. Bir Osmanlı Ermenisi olan ve ıs.:.
veç uyruğuna geçen, yazdığı Osmanlı yönetim tarihiyle
tanınan d'Ohsson'u Prusya elçisi Knobelsdorf; Fransız
devrimini Osmanlı ülkesine sokmaya çalışıyor diye Ba
bıali'ye ihbar etti. Gerçi bu ihJb ar ciddiye alınınadı ise
de ı 798'de Fransa Mısır'a saldırınca Fransız dostu d'Ohs
son'un kapı dışarı edilmesi uygun görüldü.
Devrim yıllarında Fransa giyimde yenilikler yarat
mıştı. O devre göre spor kaçan, ünüorma havalı, devri- .
min üç renginin kullanıldığı yeni bir giyim tarzıydı bu.
Fransız uyruklu tüccarlar ve onlara sempati duyan ba
zıları, bu yeni modayı izliyorlardı. Kadın erkek şapka
larına ulusal bayrağın üç renginden oluşan kokartıar
takıyorlar, kurdeleler sarıyorlardı. Bu propagandist kı
yafet ve sembollerden Avusturyalı diplomatıar çok ra
hatsız oluyorlardı. Avusturya elçiliği baştercümanı bu
yüzden Babıali'ye şikayete koştu ve dış ilişkileri yürü
ten büronun başındaki Reis'-ülküttab Raşid Efendi'den
Beyoğlu'nda Fransız diplomat ve tüccarların devrim ko
kartları taşıyıp, etrafı bu yolla kışkırttıklarını, bu m()
danın yasaklanmasım istedi. RCL§id Efendi'nin cevabı il
ginçtir; «Dostum devlet-i aliyye Müslüma'Tlllıır. Buraya
gelen ecnebilerin adet ve giyimi bizi ilgüendirmez. Biz
dost devletl.ertrı tebasırnı misafir olarak görürüz. ister
bCL§tarıruı kokarl takarlar, .isterse üzüm küfesi geçirirler,
bizim derdimiz değildir. Sen de bize §iktlyetimle i§ çı
kartma» demiş.
1 06
Fransa elçiliğinin çıkardığı broşür ve 'bill tenler,
Beyoğlu'ndaki diplamatları ve din adamlarını Babıali'
den çok rahatsız ediyordu. 1795'te cumhuriyet yöneti
mi bu iş için istanbul'da bir matbaa kurdurttu ve ge
rekli personeli yolladı. Matbaada Türkçe başta olmak
üzere yerli dillerde de broşür basılıyordu. Resmi ihtilal
bildirilerinin karşıtı bir yayın da yok değildi. Devrim
den kaçıp, Osmanlı ülkesine sığınan Blaque ailesi, önce
tzmir'de sonra istanbul'da gazete çıkarıyordu. Mösyö
Blaque, Kral XVI. Louis'nin avukatlığını yapmış ve
Fransa'yı te:rk etmek zorunda kalmıştı. Blaque'lar, Os
manlı uyruğuna geçti ve bu tür mülteci aileler içinde
seçkin bir yer aldılar. Ailenin sonraki kuşağından Edu
ard Blaque, Beyoğlu Belediye Başkanlığı'nda ve elçilik
lerde bulundu. ilk Washington elçimiz de oydu. 1895
Temmuzunda istanbul'da öldüğünde, II. Abdülhamid
kendisi için; ccEhl-idil kıymetli biT adamdı, pek sever
dim» demiş.
Cumhuriyetçi Fransızların istanbul'daki görkemli
günleri, 1798'de General Bonaparte'ın (Napoleon) Mı
sır'a çıkmasıyla bitti. Savaş başlayınca Fransızların hep
si ortadan kayboldu. Şimdi onların karşısındakiler mak
buldü. Ocak 1799'da ingiltere ile Babıali arasında yapı
lan bir anlaşma gereği, Beyoğlu'ndaki Fransız elçiliği
ni ingilizler işgal ettiler. Bu andan itibaren Osmanlı
devlet adamları ve okuryazar takımı Fransız devrimi
nin aleyhinde yazdılar, konuştular. Savaş bttince de bu
aleyhtarlık ve içten düşmanlık bitmedi; daha uzun
zaman sürdü. O günlerden tstanbul'a kalan; bazı Fran
sız mültecisi tstanbullular ve Fransa'nın bastığı Türk
çe propaganda broşürleriydi. Bir de ta tkinci Meşruti
yet'e kadar sürecek olan resmi ideolojideki soğukkanlı
Fransız devrimi aleyhtarlığı . . .
Siya·set 85, sayı 8 1 , sh. 10, 2 1 Temmuz 1985
107
FENERDE TARİH
1500 YILLIK TARİRİN SIKIŞTIGI BİR DÜNYA
TiYATROSU
1 08
kinleri veya Anadolu'dan gelen Rumlar yerleşeceklerdi
asıl.
109
seçimi ve ilkel kentıeşmenin bütün münasebetsizlikle
riyle boğuşmaktan bitti.
istanbul denen dünya başkentinin siyasal tarihini,.
mimarisinin gelişimini, folklorunu, dillerini onun hiç
bir semti bünyesinde Fener kadar yoğun bir renk ve
olay cümbüşüyle barındıramaz. Haliç kıyısındaki bu
dar semt, 1500 yıllık görkemli tarihin sıkıştığı bir dün
ya ,tiyatrosudur. Şimdi perde kapanmış, o renk cümbü
şü toz tabakasının altında kalmış gibi, ama perdeyi ye
niden açmak pekala mümkün.
Balat'a doğru ilerleyelim, sol tarafta tepede Fener
Erkek Lisesi görünüyor. Liseye, Sancakdar Yokuşu tır
manarak çıkılıyor. Kırmızı tuğladan, süslü, 19. yüzyılın
modasına göre yapılan, mimari eklektisizm örneği kale
gibi büyük bir yapı. Ne ulusal, ne de böl!gesel bir .mima
ri anlayışının ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Benzerleri
ne Viyana'da, Orta Avrupa'nın bazı şehirlerinde, hatta
Avusturya işgalinden sonra Saray - Bosna'da rastlanan
yapılardan.' Bizantino - morik denen /bu neoklasik mi
mari stilin, gerçekt.e ne Bi:zıans'la ne de Kuzey Afrika
ve Endülüs mimarisiyle ilgisi olmadığı açık! Çünkü o
mimarilerdeki tevazu havasına sahip değil. 1880'lerde
mimar Dimadis yapmış liseyi; onun yanıbaşında Yuva
kimyan Kız Lisesi var; kapısı Tevkii Cafer Mektebi so
kağı'na açılıyor. Sokağa adını veren mektep harabe ha
linde. 16. yüzyıl ile 19. yüzyıl arası konut mimarisinin
en sevimli örnekleri etrafa serpilmiş, ama hepsi onarım
bekliyor.jTevkii Cafer sokağını izleyerek gene Sancak
dar yokuşuna doğru inelim. Sol taraftaki bir konak yı
kıntısının bahçesini çevreleyen duvar üzerinde, Eflak'ın
ünlü Beyi Dimitri Kantimir adına çatılan bir bronz ki
tabe gör!J.lüyor; Rumence ve Türkçe Dimitri Kantimir'in
Osmanlı Tarihi'ni yazdığım ve istanbul'da uzun süre bu
konakta oturduğunu bildiriyor Kantimir, 18. yüzyıl tari-
1 10
hinin en ilginç aydınlarından biri ve kötü bir politikacı.
Ama kim ne derse d esin, o Osmanlı aydınıydı ve batılı
laşan Balkanların ve Osmanlı dünyasının seçlkin öncü
lerindendi. Çağın Avrupası onun bilginliğine saygı duy
muş; Paris'te St. Genevieve kitaplığının duvarlarına is
mi kazınan büyük bilim ve kültür adamlarından biri.
Latince, Yunanca ve batı dilleri üzerindeki geniş bilgi
si; Arapça, Farsça ve Türkçe gibi doğu dillerinin açtığı
bilgi hazineleriyle tamamlanıyordu. Tarih, edebiyat ve
diğer bilimlerdeki derinliği bir yana, Türk musikisi üze
rinde de en kalıcı incelemelerden birini kaleme aldı. ts.:..
tanibul'da uzun yıllar kaldı. Her sınıf aydının yanında •.
112
şanm ailesi ise aslen Napolili Morsinilerdi. Bundan baş
kaVogiridi ve Assenes ailesi aslen Bulgardı. Kalabalık
bir grup ise Romen a.sıllılardı.
Aristxırchi Bey, ünlü ban
kH Baltazzi (Bal tacı bezirgan) , Viyana sefiri Kalimaki
Bey'in aileleri böyle Romen asılh Fener Rumlanndandı.
Baltazzi ailesi üstelik bir Avusturyalı ile izdivaç yap
mıştı. Nerden nereye! Mayerling fotoroman faciasının
kahramanı Kontes Marie Vetzera, düpedüz Baltazziler'
den Theodor Baltazzi'nin soyundandı. F'enerli Beyler
fetihten beri, imparatorluğun dış dünyaya açılan koluy
du: diplomaside, bürokraside, ticarette seçkin yerleri
ni tuttular. Herbirinin konağı; yerli ustalıkla, !talyan ve
Fransız esintilerinin bir senteziydi.
Fenerli asi:lzadelerin evlerine Bizans evleri deniyor,
zaman olarak Bizans'la ilgileri yok. Fetihten sonra !tal.
ya'ya kaçan Bizans soylularının kimi orada kaldı, bir
çoğu da eski yurtlarıyla ve yöneticilerle ilişkilerini ko
rudu ve ortalık durulunca geri döndü demi§ltik. ıstan
bul'da kuşkusuz babalarının, dedelerinin eski konak ve
mahallelerine değil, Fener'e yerleştirildiler. Bu evler o
dönemin ürünü daha çok; bugün köhne fabrikalarm .
hurda deposu olarak birkaçı halen ayakta, yıkımdan
kurtulanlarını galiba mühürlediler, ama nasıl koruma
ya devam edecekler bilinmez. Fener aristokratlarmm'
çocuklan yurıt dışmda okutulmaya devam ettiler. !yi
!talyanca, Fransızca bilirler, ıstanbul'da da en seçkin
hocalardan Osmanlıcayı ve doğu dillerini öğrenirlerdi.
Onun için Osmanlı donanmasının, Balrıali'nin bütün
tercüme işleri, diplomatik . ilişkilerini yürüten memurlar
onlardı. Giderek yabancı elçiliklerde de tercüman olarak
kullanıldılar ve dış dünya ile ilişkilerini sağlamlaştırdı
lar. Ipsilanti gibileri Eflak'a bey tayin edildiler. Kimisi
Karadeniz ticaretiyle, gemicilikle zenginleştiler. 18. yüz
yıl sonunda her zamankinden daha zengin ve güçlü olan
113
bu grubu Fener semti sıktı. Yeniköy, Arnavutköy, Ta·
rabya'da tantanalı yalılara geçtiler. Ipsilanti'nin günün
birinde Odessa'da kurulan Philike Hete:rea (Filiki Eter
ya) adlı ulusçu cemiyetle ilgisi anlaşılınca Boğaz'daki
yalısı müsadere edildi ve herhalde sus payı olarak Fran
sız elçiliğine hediye edildi. O olaylı günlerde Sultan II.
Mahmud d evrinin canları yakan ve kendisinden hiç
hoşlanılmayan, korkulan müşaviri Halet Efendi'nin de
suyu ısınmıştı. Yunan ayaklanmasındaki başarısızlığın
günah keçis� oldu. Ayaklanmada rolü olan Fenerli Rum
ailelerin çocuklarına bir zamanlar Türkçe - Arapça ho
calığı yaptığı ve hiHa da Fenerlilerle bu işbirliğini sür
dürdüğü gibi bir çamur yüzüne sıvandı; en az hak ettiği
bu iftirayla da işi bitti. Fener onun ikbal yıldızını sön·.
dürmüştü.
Fener, ismi ve cismiyle dünyada tanınan bir semt ;
birincisi Orıtodokslann ruhani merkezi, ikincisi de Ba
bırui'nin dışişleri ofisinin en göze batan memurlarınm,
yani Fenerli aristokrat tercüman beylerin semti olarak.
Bütün Balkanlar'ın gözünde ise Fener Rumca konuşan
ruhanilerin dergahıydı; vergi toplayan, Babıali adına
onları yöneten mekanizmanın merkeziydi. Bu merkezin
Balkan Slavlarının hayatında iyi hatıralar bıraktığını
söylemek pek mümkün değildir.
Yunan ayaklanmaSı ıgetirdiği gerçekler ve şüphe
lerle Fenerli aristokrasiyi de gözden ve posttan düşür
dü. Bab-ıali'nin tercüme işle;rine Müslümanlar alınma
ya başlandı; Bulgar Yahya efendi gibi. . . Tercüme i§le
rine kayrılan ilk gençlerin arasında, geleceğin hariciye
nazın ve sadrazaını Mustafa Reşit (Paşa) da vardı. Ama
Fenerliler yeniden sahneye çıkmakta gecikmediler. Dış
işleri gene onlara açıldı. Tanzimat devrinin ünlü Londra
sefiri Muzurus Paşa, Viyana sefiri Kalimaki, geleceğin
diploma:tıarından Mavrokordato Bey gene !bu aristok-
1 14
rasinin üyeleriydi. Fenerli soylu, doğu ve batı kültürü
nün garip bir sentezini kendi hayatı içinde gerçekleş
tirmişti. 16. yüzyıldan beri önce ıtalyan sonra Fransız
yaşam biçimini imparatorluğa onlar ithal eçliyordu. Fa
tih devri boyunca Müslümanların Avrupa'ya duyduğu
ibgi bir süre sonra kesilmiş, tspanya'dan gelen Musevi
ler de bir zaman sonra fakirleşip, Avrupa ile olan ilişki
lerini kaybetmişlerdi. Bütün gayrimüslimler içinde e�
imtiyazlı grup Fenerlilerdi. Aristokrasinin kurumlaşma
dığı imparatorlukta, mavi kan geleneğini tek sürdüren
grup olan Fenerliler, Avru!>a ile ticari-kültürel bağları da
en iyi koruyabilen kasttı j Bugün Fener deyince akla he
men patrikhane geliyor. Ortodoks - Rum patrikhanesi da'
iha çok işin dışındaki laiklerin kullandığı bir deyim. Pat
rikhane her zaman eukumenik (üniversal) patrikhane
unvanını taşırdı. ömrü boyunca dünyanın ruhani mer
kezi olma çabasını verdi, ama galiba olamadı. Bugün de
ona bağlı gibi görünen Amerika, Yunanistan, Kıbrıs ki
liseleri başına buyruk. Slav Ortodoiks kiliseleri ise za
ten çokıtan !bağımsız milli kiliseler oldular. Ruıs kilisesi
ise ıstanbul'un fetilinden hemen sonra efsaneler düzdü;
«Pat'riğin tam denize atılmı§, sulxı:rın sÜ3'Üklemesiyle
Rusya sahillerine 1>UTmU§, Bizans'ın ve patrikhanenin
büyük görevini bundan s011JI"a kutsal Rusya yüklenecek
tir,» diye. . . Oysa Bizans'ın yeni sahibi II. Mehmed, Pat
rik Gennadios'u ıtarihte hiçbir patriğin görmediği par
lak törenlerle karşılıyordu. Gennadios'a o ·gün ·gösterilen
saygı ve verilen hediyeleri, Bizans'ın imparatorları pat
riklerden esirgemişlerdi. Padişahın niyeti Ortodoksları
Roma'ya rakip olarak elde tutmak ve güçlendirmekti.
Patrikıhane, o tarihten sonra kentin içinde birkaç yer
değiştirdi. önce Fatih Camü'nin bulunduğu yerdeymiş,
o semte medreseler ve Osmanlı uleması yerleşince, şeh
rin güzel bir yerine, bugünkü Fethiye Camii'nin olduğu
115
Pammakaristos'a gelmiş. III. Murat zamanında 1587'de
ise Fener semtine indirilmiş. Bu taşınmanın ardında
16. yüzyıl ulemasının mı, yoksa başka nedenlerin mi rol
oynadığını belirlemek g_üç. Fener'de önce Ayios Yorgios
Manastırı'na geçildi. Manastır gittikçe genişledi, duvar·
larla çevrildi; sonra birçok yangınlar geçirdi, onarıldı,
genişletildi ve bugünkü yapı ortaya çıktı. Fener bugün
gerçekte Türkiye Ortodokslannın merkezi. Antakya ve
Kudüs patrikleri bağımsız, Mısır Kobt kilisesi ve Rabeş
ler ise 5. yüzyıldan beri ondan ayrı. Doğu kilisesi oluşu,
Roma'ya göre doğuda olmasından. Patrikhanenin arşiv
leri ve kütüphanesi ise tarihçiliğimizin uğramadığı lbir
zengin kaynak.
Patrikhane, Osmanlı İmparatorluğu'nun ikinci yö
netim merkeziydi. Sade Rumca konuşan Hıristiyanların
. değil; Bulgarların, Sırpların, Rumenierin de ruhani, ad
li, idari ve asıl önemlisi en yüksek mali organıydı. Bu
nedenle, Balkan ulusçuluğunun 1 8 - 19. yüzyıllar boyun
ca diş bilediği zümre; Babıali bürokrasisinden çok Fe
ner Paltrikhanesinin yöneticileri ve temsilcileriydi. Sır
histan ondan kopmak istiyordu, nitekim 19. yüzyıl ba
şında koptu. Bulgarlar ise Fener'den bağımsız bir kilise
kurmak için en uzun mücadeleyi verdiler. Babıali bu
isteğe pek iltifat etmeyince bir kısım Bulgar, patrikha
nenin .kontrolünden kurtulmak için Katolik bile oldu
lar. 1860'larda istanbul sokakları birkaç bin katolik
Bulgarın gösteri yürüyüşlerine tanık oldu. Sonunda
Babıali Bulgar eksarhlığının bağımsızlığını tanıdı. Ama
Fener diretti, ancak İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda
Bulgar kilisesinin bağımsızlığını �tanıdı. 19. yüzyıl bo
yunca, Bulgar papazı ve öğretmeni, Osmanlı memurun
dan çok, Fener'in tayin ettiği Rum metropoliıt ve görev
lilerle mücadele etmek durumundaydı. Bulgar bağımsız
kilisesi, elde ettiği bu bağımsızlığı sergilemek için Fener'
1 16
de iboy göstermeden edemedi. Fener semtinin anayolu
nü Mürselpaşa caddesi'ni izleyelim; sağ tarafta, Bulgar
eksarhlığına bağlı Aziz Stefan Kilisesi'ni görürüz. Deniz
kenarında bir bahçe içinde yer alıyor. Bu bahçe aynı za
manda, Bulgar ulusal kilisesi ve Bulgar bağımsızlığı
için ölenlere bir anıt-alan ,görevi görüyor. 1877 - 78, Os
manlı - Rus Savaşı, !stanbul'da bir anıt bıraktı. Ayaste
fanos'taki (Yeşilköy) bu Rus anıtı, Birinci Dünya Savaşı
başlarken genç Türk hükümetinin bir oldubittisi ile ha
vaya uçuruldu. Fener'deki Bulgar Stefan Kilisesi bu
anıtın bir benzeri. 1898'de yapılmış; Wagner adlı Viya
nalı bir mimar, gövdeyi demirden takılıp, sökülür ola
rak hazırlamış, üstü mermer kaplanmış. Bahçe kapısı
üstünde «Pametnik Stefan - Stefan Anıtı» ibaresi görü
lüyor. Kilisenin \karşısında Bulgar vakfının ibitişik ni_.
zam taş binaları yer alıyor. Fener semtinin bütün bina
ları gibi onarımsız. . . Bulgar kilisesinden Balat'a doğru
yürüdüğümüzde «Tur-u Sina Manastırı - Metochion
Sinai» denen eski kiliseyi ·görürüz. Sina yanmadasında
ki, Hıristiyanlığın en eski manastırlarından yarı bağım
sız bir rahip cemaatinin, ıstanbul'daki temsilcisi olan
başpapaz Osmanlı devrinde burada otururdu. Sina'daki
manastır cumhuriyetçiği kendini başkentte göstermek
ve işlerini tak�bettirmek için bu ünlü kilise ve manastı
ra bir temsilci yollamıştı. Bir zamanlar şehrin süslü,
barak freskleriyle ünlü bir. binasıydı. Tur-u Sina ma
nastırı Haliç'deki yıkımdan kurtuldu, ama harab kaldı
ve restorasyon bekliyor.
Fener, ahşap evin yanında kargir konak yavrusu
nun, barok taklidinin yanında art nouveau denen bir
üslubun birlikte bulunduğu, bütün ıstanbul semtleri
gibi zenginle yoksulun yan yana yaşadı�ı bir mahalley
di. Sözünü ettiğimiz Fenerli bey konaklannın az beri
sinde de «yahudhane» denen yüksek ahşap binalar yük-
117
selirdi ki, tstanibul'un ilk sefalet apartmanlarıydı bun-
·
1 18
İSTANBUL'DA BAROK
119
tık sevimli, ilginç, egzotik bir dünyaydı demek, abartma
sayılmaz. Henüz Batının mus.iıkisi aniaşılıp sevilmiyor
du, batı edebiyatı tanınmıyordu; ama batının plastik
sanatıarına, mimariye, resme, giyim kuşam malzeme
sine, porselenine, canima ilgi artmıştı ve bunlar yerli
zenaatları da etkilemekteydiler. Aslında Avrupa'da da
bu dönemde tu1·querie denen bir moda doğmuştu, hem
sadece Fransa'da değil, Polonya'da, Alman sarayların
'
da, orta Avrupa'nın burjuvaları arasında Osmanlı sarı
ğı, Osmanlı mutfağı. yayılmaktaydı. 18. yüzyıl orta Av
rupa baroku Rumeli vilayetlerine, ama ön planda Os
manlı başkentine ışık huzmeleri halinde girmekteydi.
!stanbul bu yeni uslfı.bu bağrına ibastı ve «ıgüzele herşey
yakışır» meselince, istanbul'a ıbarok yakıştı.
Barak'un anlamı nedir, tam tarifi yok. Barak us
Ifıbun boyutları, özelliikieri tartışmalıdır. Herkes orta
Avrupa barak'undan söz eder, ama Fransa'da barak'un
varlığı yokluğu gene tartışılır. Barak'un temelini atan
üstadlar kimlerdir. Michelangelo diyenler, geç !talyan
Rönesansının Barromini ve Bernini'sinden sözedenler,
Avusturyalı Hildebrandt veya Prandtauer diyenler var.
Barak mimari, barak müzik, barak düşünce gibi dallar
üzerine ki!taplar yazılıyor. Ama bu dallar arasındaki
bağıantıyı açıklayacak genel kabul gören bir yorum ve
kanıtıama da yok� Sonra barak niye ortaya çıkmıştır?
Kimilerine göre; görkemli yapılar, çekici bina fasadları
(cephe) ve binanın önünde bu görkemi daha da abar
tan düzenli geniş alanlarla kitleyi kendine hayran bı
rakarak, yumuşakça boyun eğdirmek isteyen aydın mo
narşinin bir icadıdır. Kimine göre; akılcı çağın getirdi
ği hareket ve hayata dönilidüğün sanata yansımasıdır.
Kimine göre de; ortaçağın fakir ve özverili hayat (mise
ricordia) felsefesini terkedip, inanç sahiplerine dinlerini
neşe ve hayata bağlılıkla birlikte sevdirmek, benimset-
120
rnek isteyen Katolik kilisesinin. reformasyon hareketine
karşı bir yönlendirmesidir. Her neyse, bitecek bir tartış
ma değil, .ama barok sanat ve barok devir vardır.
Osmanlı ülkesinde de barok vardır. Bu barok'un
kaynağı ve yorumu için doğrusu o kadar derin düşün
meye gerek yok. Osmanlı ıbarok'u mimaride, süslemede
var. Barok bu ülkeye kumaş gibi, cam gibi ithal malı
olarak girdi. Gözle görülen ama yorumu ve düşünsel
kaynağı burada olmayan ıbir uslftbdur. Yalnız yaşamak
ve yerleşmek için uygun .bir atmosfer buldu. Savaşlar
dan, sıkıntılardan bunalan militarist toplumda, barışın
. ve hayatın güzelliğinin tadına varmak isteyenlerin ar
zularını okşayan bir uslUbdu. Şiiri ve musikisi bile can
lanan, hayata dönen bir toplumdu bu. Binalardaki geo-
. metricilik yerini barok'un kıvrak motiflerine bıraktı. Ba
rok tstanbul'a; Avrupa yaşamına, resmine, modasına
yönelen merak yüzünden girdi ve rengarenk tabiatın or
tasında fazla büyük .boyutlu olmasa da bazı camiler,
kasırlar ve hatta askeri mimari örnekleriyle maddi kül
tür tarihimizde yerini aldı.
Mimariye, iç dekorasyona giren barok hava, Levni
gtbi minyatür üstadını da etkilemekte gecikmedi. Lev
ni asırlardır süregelen minyatür uslftbundan kopmuş
tur; insan figürleri kompozisyonlarının merkezi olmuş,
ifade ve hareketıilik kazanmışlardır. Yüzyılın bazı min
yatürcüleri, örneğin Vasıf perspektifi kullanmaya, in
san çevrelerine ifade kazandırmaya gayret etmiştir. Dö
nemin havasına uyan bir mimari ve resimdi bu. Dünye
vi şiir ve musiki kadar mistik edebiyat ve musiki de ye
ni boyutlar kazanmış, canlanmıştı. Şiirin dili sadeleşi
yordu; çünkü sanatçı artık sokakta kendisine ilgi du
yan kalabalıkla da anlaşmak, onlar tarafından da beğe
nilmek istiyordu. Çöküntü devri denen 18. yüzyıl, as
lında. yeni bir açılım dönemiydi.
121
Binaların, bahçelerin çehresi değiştiği gibi, insan
ların kılık kıyafeti de değişti. Beylerin sarı.k kenarına
çiçek iliştirmelerini, Cezayir kesimi denen frapan deli
Kanlı kıyafetlerini, ıtabü kadınlar da izledi. Kadıniann
feraceleri eskisinden daha bir çarpıcı ve açıktı. Çıkan ya
·saknameler; «çarşuda bazarda açık renk, açık yaka ferace
giyilmemesini. . . » emrediyordu. Kim dinler. Kumaşların
,desenleri, nakışları da Avrupa barakunu izliyordu. Bu ka
dar davetkar giyim boşuna değil, mesire yerlerinde mua
şaka yani flört artmaktaydı. imparatorluğun eyaletle
rinde; özellikle Balkanlar ve Ege'de, zengin sınıfların
ayan, eşraf ve tüccarın mütevazi konakları renk cüm
büşüne dönüştü. Balkan tarihçileri ülkelerinin bu dö
nemine «rönesans devri» diyorlar. Avrupa zevkinin ya
yılması siyasal - kültürel sonuçlar da doğurdu. Konak
ların tavan nakışı, duvar resimleri baroktu. Camlar,
kristaller, porselenler Avrupa'dan geliyordu. Ama bu
ithal, yerli yar�tıcılığı da yeni bir yola soktu. Osmanlı
kumaş, cam ve çini üretiminde manifaktüre geçiyordu.
istanbul'da eskiden beri bahçe yok değildi. Sarayın,
konakların bahçeleri, Boğaz'daki korularda örneğin IV.
Murad'ın çok sevdiği Emir Mürgün'un bahçesi (Emir
gan) sayısız örneklerden biridir. Çiçek de sevilirdi. Ama
18. yüzyılın bahçeleri bir başka türlü düzenlendi. Yirmi
sekiz Çelebi Mehmed Efendi'nin Fransa'dan getirdiği
bahçe planlan ve kendisiyle birlikte Fransa'dan dönen
Lenoir sayesinde istanbul'un kasrları ve saraylarının et
rafı barak uslübda parklarla bezenıneye başladı. Çiçek
yetiştirmek, yeni türler geliştirmek yaygındı. 18. yüz
yıl başında Abdi ve Hasan Be§e kardeşler çiçekçilikle
meşhurdu. Kasımpa:Jalı Ahmet geliştirdiği melez tohum
lardan birine kendi adını (Ahmedi) vermişti. Böyle to
humları geliştirmek, melez türler yaratmak bir modaydı.
Bu yüzyılın namlı çiçekçilerinden biri de, şairliğiyle de
122
ünlü ulemadan Fenarizade Ahmet Efendi'ydi; Kıbrıs la
leleri ile tanınırdı. Şalgam Ahmet Çelebi ve istanbul'un
kibar çiçekçilik hastalarından SinanpCl§azade Süleyman
bey d e yeni türler geliştirenlerdendi. Gene 18. yüzyılın
namlı çiçekçilerinden ·biri Uzun Ahmet' ti. «Katmer
Kelıruba» diye bir lale cinsini de o yetiştirmişti. Yeni
türler geliştirip ad vermek veya adını verdirrnek ulema
ve vüzera arasında bir incelik yarışı başlattı. Her sınıf
dan insan çiçek düşkünüydü. Bir de namlı çiçek ressa
mı vardı. üsküdarlı Rugani Ali Çelebi. Çiçek resimleri
geçen yüzyıllardaki desenierin tersine daha gerçeğe ya
kın ve barok bir zevkteydi. Topkapı Sarayı'nın bahçele
ri, Kağıthane, Kadıkoy'ünde Fenerbahçe yeni tarz dü
zenlenen bahçelerdi. Kağııthane deresinin mecrası de
ğiştirilip, mermer setlerle havuzlar yapıldı ve sular ej
derha başlıklı oluklar ve tıskiyelerden akıtıldı. Bu alle
gorik heykelciklerin, şair Nedim;
123
Padi§ahın üsküdar salırasına kurulan ve o vaktedek
eşi görülmemiş güzellikteki çadırını seyre k.oşuyor, ye
ni tarzdaki saltanat kayığının .geçişini gözlüyordu. Ye
ni güzellikler, yeni moda ilgiyi ve övgüyü çekiyor, ar
dından yeriliyordu. 1730 ayaklanmasında aç ve kin do
lu kitle Kağıthane'ye saldırdı. Lale devri bahçeleri ve
Kağıthane tarihi üzerine yazan Profesör Münir Aktepe,
Ayvansarayi'den naklen, Eylul sonlarında bir gün, 1 20
kadar kasrın yerle bir edildiğini yazıyor.
ıstanbul barok devirde yeni bir siluet kazandı. Ka'
sırlar ve bahçelerin yamnda cam, kağıt,. dokuma ve ba
rut imalathaneleri bu silueti oluşturuyordu. Kağıthane'
de, kağıt imalathanesi yamnda bir baruthane; yeni dö
nemin mimari kompozisyonunu bütünlüyordu. Barak
sadece Kağıthane'ye değil, Boğaziçi'nin uzak köşesi Bey
koz'a kadar da uzanmıştı. Bugün hemen Beykoz iskelesi
önündeki meydanda bütün ıstanbul'un ve hatta 18. yüz
yıl Osmanlı mimarisinin en zarif eserlerinden biri yer
alır; tshak Ağa Çeşmesi. 1746 yılında ıstanbul gümrük
emini İshak Ağa'mn Beykoz'a yaptırdığı üç adet çeş:ıne
nin en ;büyüğüdür. On tane lüle muslukdan akan suyun
sesi, bu hoş revaklı ve sütunlu yapımn barok süslemele
rini ıtamamlar. Beykoz'un barok kaırakteri bu çeşmeyle
bitmez. 18. yüzyıl sonunda açılan cam imalathanesi bu
gün bile «Beykoz işi» diye aranan cam eşyayı üretirdi.
Çeşm-i bülbül bu çağın ve bu imalathanenin bir yaratı
sıdır. Gene 19. �yıl başında da ilk kağıt imalathane
lerinden biri burada açılmıştı. Beykoz'un nefis deri
ürünlerinin hazırlandığı debbağhanesi ise bugünkü Sü
merbank Kundura Fabrikasımn atasıdır. Yeşilliğin or·
tasında rengarenk bir mimari, mavi deniz ve imalat
haneler'; bunun üstüne civarda I. Mahmud'un yaptır
dığı Hümayunabad kasrı, Beykoz'u Boğaz'daki barak'un
merkezi yapmıştı. Anadolu yakasında, Harem'deki Seli-
124
miye kışlası ise Nizarnı-ı cedid döneminden kalma, barok
askeri mimarinin örneğidir. istanbul'un hemen her ye
rinden görülen ve 1807'de tamamlanan Selimiye kışlası
şehrin siluetindeki devasa bir .barok öğedir. Barok devir
çevrenin düzenlendiği bir dönemdir. istanbul bu düzen
lemeye :bazı köşelerde teşebbüs ediyordu ve manzara de
ğişmeye başlamıştı.
insanlar manzarası değişmeye başlayan bu şehirle
her zamankinden fazla ilgilenmeye ve onu alıcı gözle
incelemeye başladılar. Herhalde istanbullular diğer Av
rupa başkentlerinin ahaliisi gibi, yaşadıkları şehirle da
ha bir gururlanıp, övünür olmaya .b aşladılar. istanbul'
·
125
ki kütüphaneyi de, klasik dönemin alışılmış dekoru dı
şında düzenletti. Köşkün ve kütüphanenin içi barok ör
nekde vitraylarla, fresklerle süslendi; içieri geniş pence
relerle aydınlatıldı. Kütüphanenin içsüslemesi 18. yüz
yıl Venedik uslubundaydı. Harem'deki barok dekoras
yanun herhalde en zevksiz örneği III. Selim'in dairesin
de görülür. Duvar süslemesi ve oymalar ile eşyalar rü
küşlük yarışındadır. Ama yeni bir tarza ilk atılan adım
larda bu rüküşlük bazen kaçınılmaz oluyor.
iç mimaride şaşalayan ·barok, açıkhavada dengesi
ni ve ağırbaşlılığını korudu. istanbul'un doğasına ve
mimarisine saygı gösterip uyum sağlamasını bildi. is
tanbul bu . barok dediğini de hizaya sokar.
Meydanlara gelip geçenin susuzluğunu gidermek
ten çok, adeta karamsarlığını götürmeyi amaçlayan
anıt çeşmeler yapıldı. örneklerin başında; Sarayın önün
de III. Ahmet çeşmesi gelir. Çeşmenin planı, süslemele
ri · yanında Padişahin haıttından çıkma kendi beyitıeri
ve Seyyid Vehbi'nin beyitıeriyle bezenen bir şaheser ol
duğunu biliyoruz. Bir benzeri de Tophane meydanına,
daha da güzeli trsküdar meydanına; Nedim'in, Rahmi'
nin ve Şakir'in beyitleriyle bezenerek yaptırıldı. Hatt sa
natı en nadide örnekleri ve hattatlarıyla 18. yüzyılda
gelişti. Padişah başta, ulemadan, katibierden bu hattat
lık yarışına katılanların sayısı hergün kabarıyordu.
· Çeşmeden su iç, şiir oku, çiçek resimlerini seyret ve soh
bet et .. Bu dönemde istanıbul'a gelen Avrupalı ressam
ların ilgilerinin ön planda çeşmelere ve etrafiarında top
lanan kalabalığa yönelmesi boşuna değil. . . Padişahın
yaptırdığı anıtsal çeşmeleri başkaları izledi. örneğin
Dolmabahçe'de 1740'da yaptırılan Hacı Mehmed Emin
çeşmesi.. Akıp .giden tratikte kimsenin dikkatini çekme
yen, ama cepheden bakınca Avrupa saraylarımn bah
çelerindeki köşkleri andırdığı görülen bu sebil; süslü
126
cephesi ve korinth başlıklı sütunlarıyla, !stanbul ba
rok'unun başka bir çekici örneğidir.
Atnalı biçimindeki avlusu, cepheden muhteşem bir
tiyatro dekorunun açılımını andıran merdivenleri, çok
gen planı ve süslemeleriyle Nuruosma.niye canili 18. yüz
yıl Osmanlı barak'unun en bilinen örneğidir. III. Mus
tafa'nın yaptırdığı ve ıbulunduğu semte adını veren La
leli canili., bu örneği izleyen diğer bir 18. yüzyıl eseridir ..
!stanbul baroku bazı binalar ve ibahçelerle sınırlı kaldı.
Şehri barok anlayışa göre geniş alanlar ve radyal yol
larla düzenieyecek bir yapı faaliyetine girişrnek müm
kün değildi. Barok mimari, istanbul'un içinde hoş ser
pintilerden oluşan bir uslub olarak yaşadı.
Halkın duygularında, sohbetinde, düşüncesinde·
günlük yaşama dönük bir gerçekçilik başladı. 18. yüz
yılın meddalı hikayeleri; ejderhalardan, dini menkibeler
den, doğaüstü varlıklardan, perilerden, şahmeranlar ve
Zaloğlu Rüstem gibi kahramanlardan vazgeçti. insan
lar iyiyi kötüyü, güzeli çirkini, kahramanı veya olağan�
üstü tipleri de etraflarında, yaşadıkları hayatta arıyor
lardı. Çoğu 17. yüzyılda istanbul'da geçmiş olaylar med
dalı hikayelerine konu oldu. «Cevri Çelebi» hikayesi,.
«Tayyarzade ve Binbirdirek batakhanesi» veya «Han
çerli hanım» giibi hikayele.r ; hayatta hergün görülen.
aşklar, cinayetler, entrikalar, sokaklarda rastlanali gü
zel kadın ve yakışıklı delikanlıların etrafında dönen, aya
ğı yere basan olay nakilleriydi. Hatta 18. yüzyılın evli
ya, veli rivayetlerinde bile bir gerçekçilik vardır. La
leli camiine adı verilen «Laleli Baba»nın hikmetine Sul
tan III. Mustafa'nın boyun eğmesi; kutsi motiflerden
çok, mizalı yönü ağır basan bir rivayetıe açıklanır. in
sanlar yaşama döndükçe, güzelliği ve sihri etrafların
da, yaşadıklan doğada bulmaya başladılar. Dönemin ta
savvuf edebiyatı dahıi bu motifleri kullanmadan ede-
127
medi. Mezar:taşıyla konak, sarayla iınalathane. bir in
celme döneminin rengini ve zevkini btrlikte yansıttılar.
Vezirle şair, bahçivanla terzi, aynı moda ve zevkin ge
li§mesine hizmet ettiler. Müslümanla hıristiyan aynı
modayı izledi, hoşlandı veya birlikte eleştirip karşı çık
tL 18. yüzyıl ıbir kültürel değişimin ilk sancılarının du- .
yulduğu dönemdir.
Tarih ve Toplum, Nisan 1986
1 28
GÜMÜŞSUY�'�AN TAKSİM'E
SON ASIR TARIHININ PANORAMASI
.
.
-� . - �
-· '-��;��:���lif;\�i :��ti:�::it����i;
18. yüzyıl ıstanbul'undaki Tophane'den öteye pek
seyrek bir yerleşme vardı. Taksim ve. Gümii§suyu'na
.
ancak bazı askeri birlikler yerleşmişti. Gümüşsuyu'ndan
129
Taksim'e çıkarken solumuzda kalan meyilli, daha doğ
rusu dikine Marmara'ya bakan bölge, bugün oldukça çir
kin apartmanlarla donanmıştır. Bunların herbiri bah
çeli eski köşklerin, hatta küçük mezarlıkların arazisi üze
rine dikilmiştir. Şimdi ise bu çirkin apartmanlar yerleri
ni daha da gudubet işhanlarına terkediyor. Kimse de
bu feci yapılaşmaya dur demiyor; sorsanız arsız zihni
yetten «memleket kalkınması için yatırım yapıldığı» ce
vaıbını alırsınız. Gümüşsuyu caddesinin solundaki böl
geye düşen bu semtin adı, Kanuni Sultan Süleyman dev
ri vezirlerinden Ayas paşa'nın adını taşıyor. 16. yüzyıl
dan itibaren bölgenin önplanda bu vezirin düzenleme
siyle bir askeri yerleşme norotası olduğu sokak isimle
rinden belli. Sol tarafta denize inen dik yoku§ «Bağoda
lan sokağı»dır. Sözü edilen odalar bağ bekçilerinin ve
ya bahçivanların odaları değil, yeniçerilerin odaları, ya
ni koğuşları. Daha yukarıda «Çüte Vav sokağı:. var. Es
ki alfabedeki «vaV»ların iki tanesi 38. yeniçeri ortası
nın nişanıdır. Eğer şimdi ismi değiştirilmemişse o ci
varda bir de «Ağa çırağı sokağı» vardır. Kanuna aykırı
olarak iltimasla Türklerden veya §ehir uşağı hıristiyan
lardan biri yeniçeri ocağına iltimasla kaydedilirse «ağa
çırağı» deni·rdi. Eski büyük şehirlerde sokak isimleri ti
tizlikle muhafaza edilir, ama bizim şehirlerimiz için
geçerli · olmayan bi!" kuraldır bu. Ne varki Ayaspaşa'nın
sokak isimlerine Belediye meclislerinin heyecan dalga�
ları çarpmamış. Ayaspaşa aslen bir Arnavut, ömrü Mo
haç'da, Birinci Viyana kuşatmasında, Rodos'ta, Bağdat'
ta, Tebriz'de seferlerde geçti. ünlü veziriazamlardan,
önce Makbul sonra Maktul diye anılan . İbrahim '[Xl§a
gözden düşüp katledilince, Mart 1536'da eski deyimle,
makam-ı ulya-yi sactarete vasıl oldu. Uç yıl sonra .![3J!.
Temmuzunda v�an öldü. Bölge onun adıyla anılır.
Birara burada askeri bir mezarlık da varmış, galiba
130
1930'larda başka yere ta§ınıp ( nakl-i kubur) yerine
apartmanlar dikilmiş.
Gümüşsuyu'nda yokuşun sağ başında bugün Tek
nik üniversitenin bir bölümü ve Gümüşsuyu askeri has
tanesi var. Güya Teknik üniversite Mühendishane-i
berri-yi hümayunun geleneği üzerinde kurulmuş. Bu ko
nuyu tartışmak bir yana, her iki kurum da, caddenin
sol tarafındaki sokak isimlerinin simgelediği klasik dö
nem Osmanlı askeri düzeninip yıkımından dolayı, 18.
yüzyılda başlayan askeri modernleşmeyi hatırlatıyar.
Osmanlı modernleşmesi orduda .b aşladı. Topçuluk, is
tihkam, mühendislik, ordu cerrahlığı, tıp dallarında
Avrupa tipi eğitimin getirilmesi, ordunun savaş gücü
nün ve yapısının modernleştirilmesi içindi. Ancak aske
ri eğitim reformları sivil kesime de sıçradı; matematik,
fizik, anatoıni diye adım atılan batı biliminin ardın
dan, yavaş yavaş batı edebiyatı ve · düşüncesi de toplu
mun hayatına girmeye başladı.
19. yüzyılda modern ordunun ilk dekoru da gene
Taksim civarında kuruldu. Taksim kışlası, Harbiye,
Topçular caddesi gibi yer adları bölgenin bu dönemin
den kalan izler. Gümüşsuyu bugün bazı konsolosluklar
ve işyerleri ile dolu. Ama binalara baktığınızda, yakın
zaman ıstanbul'unun en şık Avrupai (!) apartmaola
rının burada bulunduğu görülüyor.
Taksim'e doğru Herliyoruz; caddenin üzerindeki 24
No.lu bina Japonya'nın istanbul'daki başkonsolosluğu
dur. Aslında Japonya ile diplomatik ilişkilerimiz Cum
huriyet devrinde kurulmuş ve Japonlar elçiliği yeni baş
kent Ankara'da değil, ıstanbul'da açmışlar. 1935'e ka
dar da istanbul'da kalmışlar. Egzotik bir uslfıb ile,art
nouveau karışımı bir cins bina bu. Bina, yüzyılın başın
da ıstanbul'un ünlü bankeri ve şehrin yeni yaşam bi
çiminin öncülerinden Pangiri Bey'e aitmiş. Madame
131
Pangiri Bey'in evsahipliği, kabul günleri uzun zaman
unutulmailll§. Japonıara sonradan geçen garip bir bina.
Doğrusu Japon modernleşmesi yüz yıldır Türk d�ün
cesini çok meşgul eden bir sorundur, ama Türk bilimi
ni de çok meşgul ettiğini söyleyemeyiz.
1840'larda Osmanlı imparatorluğu reform döne-'
mindeydi, yolun dönülmez olduğu açıldı. Görünüşte Ja
ponya daha geç, ancak 1860'larda «Meı'ji» diye a:dlandı
rılam, Japon aydınlanma çağında radikal bir değişime
girmi§ti. Japonya'nın bu radikal reform uygulamasına
başkıması da a;nook, 1854'de Japon sularına gelen ABD'
li kötü adamın, commodore Perry'nin zorba:ca imzal;attı
ğı dışa açılma antlaşmasına, akıllıca bir tepkidir. . . Şu
ifadeye uygun biçimde yazılan şeyleri, genellikle birçok
okul kitabında, fakat özellikle bizim tarih kitaplarımız
da okuyagelmişizdir. Dahası var; Japonya büyüyüp güç
lenirken, modernleşirken, geleneklerine sahip ve sadık
'
kalmış ve sadece Batının teknolojisini almış. Bu da 19.
yüzyıl sonundan beri yerleşmiş bir slogan bizim ülke
mizde .. Oysa Japonya BaJtının felsefe ve bilimini, düşün
cesini bizden önce tanıyordu ve daha ciddi bir biçimde
incelemeye başlamıştı. Japonlar sadece harita, topçuluk
ve matematik gibi şeyleri öğrenmekle kalmamışlar, bun
lar sayesinde temel bilgi alanlarına da doğal olarak
kökten bir ilgi duymuşlardır. Bu ilgi, dışa kapandıkla
rında bile en yoğun biçimde devam etmiş. Bizden önce
· Kant'ı, Hegel'i çevirip okumuşlar; aydınlanma ç ağının
bilim ve düşüncesini de bizden çok önce ciddi olarak tanı
mışlar. Bizim Bab-ıali ketebesinin Usan-ı Franseviyi kör
makasla mukavva keser gibi bellerneye çalıştıkları bir
çağda; Japonya'da herkes değil ama bir bölük aydın ve
memur, bunu iş edinen babaları ve dedeleri gibi yaban
cı dilleri alasından öğrenmekteymiş. Sonra 19. yüzyıl
modernleşmesini de pek öyle evlerine kapanıp, kimono-
132
larını giyerek yaşamamışlar. Batının yaşam biçimini
üst sınıfların davranış kalıplarıru yoğun biçimde izle
yip, benimsemeye çalışmışlar ve bu işler ·bizim Tanzimat
alafrangalığını mumla aratacak traji - komik davranış- ·
133
savaşının galibi olarak, bütün büyük devletlerin gözün
de itibarı artmıştı. Japonya öyle yutulacak bir lokma
değil, tam tersine başka lokmalar yutulurken dikkat
edilmesi gereken bir rakipti. Sultan II. Abdülhamid 1892
yılında istanbul'a gelen bir Japon heyetini kabul edip
iltifat ederken; ilk özenti, ilk Japon efsanesi de Osmanlı
yönetici ve aydın çevreleri arasında çoktan yayılmaya
başlamıştı. Japonya'ya yönelme ve ilişki kurma girişimi
başlamıştı. 1887'de Japon imparatorunun amcasının 1s
tanbul'a yaptığı ziyareti iade için, 1889'da Ertuğrul fır
kateyni, çoğunluğu genç subaylardan oluşan kadroyla
Japonya'ya gttti. Ertuğrul'un Japon sularına uzanacak
takati yoktu gerçi, fakat ilgililerin ihtarı «idare eder
.
canım» zihniyetini etkileyemedi. Ziyaret iyi geçti; «yola
bu havada çıkılmaz» tavsiyesine de kulak asılmadı. Ey
lül'ün 1 6'sında gemi Japonya kıyılarında tayfunda par
çalandı. 540 denizcimiz Japon sularında kaldı.
Devr-i Hamidiye'de Servet-i Fünun'da ve. başkaca
mecmualarda Fransız demokrasisinden, Çar Rusyasın
daki işçi hareketıerinden söz edilecek değildi kuşkusuz;
gerçeği ve abartısıyla bol bol Japonya'dan ve Japon ya
şamından söz ediliyordu. Hele Japonya; 1905'te Çarlık
Rusyasını, bu yarı Asyalı devletin ordusunu generalin
den neferine kadar Uzakdoğu'nun çarnuriarına bula
yınca (bu deyim benim değil. önce Çar'ın sonra kızıl
ordunun generali olan Ignatj ev'in savaşı anlatan anı
larında rgeçiyor) , büyük devletlerin gözünde Avrupalı
bir devleti ( ! ) yenen korkulacak bir güç oldu. Ortadoğu
luların, yani Avrupa'ya her gün daha fazla düşman olan
bu müslüman halkların gözünde ise Japonya hayranlık
uyandıran bir ülkeydi artık. Osmanlı ımparatorluğu'
nda, tran'da her dilden yayın organı; Rus - Japon sa
vaşından, muzaffer Japon ulusunun geleneklerinden
yarı ciddi, yarı efsanevi bir tonla söz ediyordu. Bizde,
1 34
alışılmı.şın dışında bir hızla Rus - Japon savaşı üze
rine üç ciltlik etraflı b,ir inceleme derhal yayımlandı.
Sadece okumuş yazmış takımı değil, çarşıda pazardaki
ahali de Japon taliesinin «Avrupalı gavurların;ı) hak
kından geleceğine inamyordu. örneğin o yıllarda Ja
pon imparatoruna yazılan «Mikadoname» başlıklı farsça
bir kasidenin taş baskı nüshaları Hint'te ve iran'da çarşı
pazarda satılıyordu. Şirazlı bir şair eski şehnameler tü
ründe kaleme almıştı bu kasideyi.
Japon halkı;_ iranlıya, . Hintliye, Araba ve Türke
çok sempatik geliyordu doğrusu. Ama Osmanlının Ja
pona duyduğu platonik yakınlık; diplomatik ilişkilerin
kurulması için yeterli olmadı. Neden mi? Çünkü, Japon
ya istanbul'da elçilik, başka yerlerde de konsolosluklar
açınca; ingiliz, Fransız, Hollandalı, Rus ve Alman gibi
kapitülasyon haklarından yararlanmak isteyecekti de
ondan. Kaba deyişle; Japonun neyi . eksikti ötekilerden.
!ktisadi uyamş çağını yaşayan Osmanlı imparatorluğu,
hele Jön Türkler bu yüzden Japonlarla diplomatik iliş
ki kurmaktan kaçındılar. Osmanlı zabitleri de bütün
dünya gibi Japonlara hay-randı. Japon ordusunun di
siplini, gece savaşlarındaki üstünlüğü, askerinin· daya
nıklılık ve sebatı, çalışkanlıkları herkesi büyülüyordu.
Sadrazam Sait Halim Paşa ve ıttihatçı kabine büyük
savaştan önce Japonların Osmanlı bahriyesine yardım
ve damşman subay yollama önerisini, hayıfl�narak duy
mazlığa geldiler. Japon diplomatıarını bu nedenle ıs
tanbul'da görmekten inatla ve haklı olarak kaçınıyor
lardı. Avusturya Elçisi Pallavicini'nin Viyana'ya yazdı
ğı rapor .böyle. ıstanbul'dan en sağlam haberleri Avus
turyalı diplomatıar yazardı o tarihte�
Birinci büyük savaşta, Japonya karşı tarafın bağla
şığıydı. Ancak Osmanlı devleti, Japonya ile savaş halin
de değildi; birbirlerini gördükleri yoktu, savaş boyun-
135
ca. Diplomatik, ticari, kültürel, savaşa ve banşa ilişkin
hiçbir ilişki yoktu ortada. ikinci büyük savaşta da Ja
ponya ile ıbirbirimizi görmezlikten geldik. Savaşın son
aylarında silah atmadan bir savaş ilan etJtik. Biz, Ja
ponya ile doğrusu hiç savaşmadı.k. Belki yakında, Or
tadoğu pazarlarında mal satmak için iktisadi savaş ilan
ederiz . . . Ne dersiniz?
Taksim'e tırmanırken, sol tarafta büyük beyaz bir
g
bina var; eski Alman elçiliği. Doğrusu Beyo lu'ndaki
Venedik sarayı, Fossatilerin yaptığı Rusya elçilik sara
yı gibisinden �oş bir bina değil. Ama bu bina da Os
manlı başkentindeki bütün elçilikler gibi denize nazır
bir yere kurulmuş. Elçilik binası; Alman imparatorluğu
ilan edildikten sonra, ya Beyoğlu'nda Cadde-ikebir civa
rında arsa olmadığından, ya da Saraya yakınlığ1ndan do
layı seçilen bu yere 1875 - 1877 yılları arasında yapılmış.
Bina denizi görüyor ve denizden görülüyor. Damındaki
iddialı armadan, yani kartal heykelinden dolayı ahali
arasında «kuşlu saray» diye adlandırılırmış. Galata'da
Galipdede sokaktaki «Teutonia» yani Alman kulübü,
Tarabya'da Sultanın hediye ettiği geniş arazideki yaz
lık elçilik, Alman hastahanesi ve Tepebaşı Aynalıçeşme'
deki Alman protestan kilisesi gibi; Almanya'nı� istan
bul'daki etkisinin arttığı dönemin kalıntılarından olu
şan kompozisyonun ortasında bu «kuşlu saray» yer alır.
Osmanlı imparatorluğu'ndaki Alman etkisinin :gelişimi
ni bence üç aşamada ele almak · ve bu üç aşamayı da üç
kişiyle ifade etmek mümkün. İlki Prusyalı subay Moltke'
nin (sonraki Alman generkurmay başkanı) Türkiye'de
ki danışmanlık yıllarıdır. Genç subay II. Mahmud dö
nemini anlatan nefis bir eser de bıraktı. «Türkiye mek
tupları» aslında bir Alman subayının eğitim düzeyi ve
neleri gözleyebildiğinin belgesidir. Moltke'yi okuyup, ta
nıdıktan sonra, ikinci aşamayı temsil eden von der Goltz
136
P<Z§a'mn niteliklerini anlamak da kolaylaşır. Goltz, bazı·
larımn halen inandığı gibi Türk dostu falan değildi.
Ama Türkleri en iyi anlayan ve tamyan yabancı askeri
danışmandı. Alman nüfuzunun Berlin kongresinden son
raki yükselme döneminde; Osmanlı ordusundaki hoca
lık yıll�rında, özellikle Genç - Türk takımının hayranlı
ğını kazandı. Bunların arasında Enver Paşa ve akran
ları vardı, ama eski kuşaktan sadrazam ve Harbiye na
zırı Mahmud Şevket Paşa da öyleydi. üçüncü adam ise
adeta bu sınırsız Alman etkinliğinin nelere patıayacağı
m öğreten biriydi; büyükelçi Baron von Wangenheim. .
Büyükelçi Osmanlı imparatorluğunu savaşa sokanların
başında gelir. Ama savaş başlayınca kapitülasyonları tek
taraflı olarak kaldıran hükümeti protesto etti ve ken
disinden hiç hoşlanmayan yetenekli maliye nazırı Cavit
Bey'in masasını yumrukladı. Savaşın sıkıntılı havası
içinde, devamlı tenkit ve talepleri kendisini sevmeyen
Türkleri bezdirmişti. ıstanbul, müttefik Alman subayla
.
rının tantanasından, bazen Türk silah arkadaşlarıyla
dövüşen Alman neferlerden yaka silkerken: Wangen
heim'in tavr-ı hareketi üstüne tuz biber ekiyordu. Sa
vaş bitmeden ıstanbul'da öldü. Kudretli büyükelçi mu
tantan bir merasimle Taraıbya'daki yazlık sefaretin bah
çesine gömüldü. Goıtz Paşa da Mezopotamya'da ölmüş
tü, o da oraya gömüldü. Alman kolonisi, Türkiye'deki
ilk ünlü Alman askeri damşmanının, Mareşal Moltke'nin
heykelini de oraya diktiler. Böylece Osmanlı imparator
luğundaki Almanya, Boğaz'daki yazlık elçiliğin bahçesin
de anıtıaştırıldı.
Almanya Sultan Abdülhamit döneminin gözde müt
tefikiydi. Askeri işbirliği daha çok dış dünyaya karşı bir
gösteriş tL Gelen danışmanlar pek başarılı olamadı. · Ne
onlar Osmanlı ordusunu anlamaya niyetliydi, ne d e
Osmanlı ordusu onları. Goltz Paşa gelenlerin içinde en
1 37
verimli ve ciddi çall§ma yapandı. Ama hem o, hem de
-öbürlerinin tavsiyeleri, Krupp, Löwe, Mauser firmaları
na yilldü silah siparişleriyle sonuçlanıyordu. Bugün Fe
.ö.eral Almanya'nın istanbul'daki başkonsolosluğu olan
bu bina, özellikle II. Meşrutiyetteki Alman hayranlığı
döneminde istanbul'un yeni yetme zengin işadamları
nın, politikacı, mebus ve nazırıarın girmeye, davet edil
meye can attıkları bir yerdi. imparatorluğun felaketli
son perdesinin senaryosu kısmen burada hazırlanmıştı .
. Yirmi yıl sonra, Nazi zulmünden istanbul'a sığınan mül
1 38
demiryolu, tünellerden tasarruf etmek ve Anadolu'nun
bütün tahıl merkezlerine uğramak için kıvrıla kıvrıla
uzanıp giden bir hat olarak döşenmişti.
Almanya Osmanlı ımparatorluğuna, en mükemmel
ve gerekli zenginliğiyle, yani dili ve kültürüyle gireme
di. Osmanlı aydını, Alman filozoflarını Fransızca ara
cılığıyla !tanımaya devam etti ve kuşkusuz tanıyamadı.
Almanca çok öğrenilen bir dil olamadı. ıstanbul'da Al
man kültürü; birkaç cafe, restoran, Viyana operetleri,
« erste Klasse» , «Vortrag - brifing karşılığı» gibi deyim
ler ve Kayzer Wilhelm bıyığı modasıyla temsil ediliyor
du. Bu dönemde çağırılan bazı Alman tıp ve doğabilim
profesörleri de verimli çalışma ve eğiticilik yapamadı
lar. Alman kültürünün ve biliminin Türkiye'ye girişi
Almanya'nın istemediği, seçkin aydın ve bilim adamla
rının 1930'larda Türkiye'ye' sığınınası sayesinde oldu.
Çoğu kendilerine kucak açan ve saygı duyan ülkenin
üniversitelerinde yararlı ve öncü etkinliklerde bulundu
lar. Uzman bir kuşak yetiştirdiler.
Taksim'e doğru yürüyelim; şimdi yıkılan Park Otel
yakın tarihin p olitik ve edebi mahfillerinden biriydi. An
kara'daki politikacıların ve devlet adamlarının ıstanbul'
da konakladıkları, vakit geçirdikleri, işadamlarıyla gö
rüştükleri bir kulis yeriydi. Başbakan Adnan Menderes
birkaç yıl burayı ıstanbul'daki başbakanlık haline ge
tirmişti adeta. Park Otelin deniz manzarası kadar ye
mekleri ve servisi de halen methedilir. Edebi merkezliği
daha ç ok koltuğundan pek kalkmayan otelin gedikli
müşterisi Yahya Kemal'in etrafındaki sohbetlerden kay
naklanıyor olsa gerek.
ıstanbul'da apartman dönemine geçişin şık örnek
leri Park Otelin karşısında görülür. 19 nolu apartman,
sonra Holantse Bank'ın bulunduğu 25 nolu Şafak aparıt
manı; arl nouveau veya Jugendstyl denen 20. yüzyıl ba-
139
şındaki moda mimarinin istanbul'daki sayısız örnekleri
içinde başta sayılmalı. 30 nolu Hayırlı apartman'ın iç
dekorasyonunda Kütahya çinilerinin en iyi parçaları
kullanılmış, güya doğu - batı sentezi gibi birşey, 1928'de
mimar Hrant Aprahamyan tarafından yapılan Ayaspa
şa palas art nouveau ve neoklasik uslubların karışımı.
19. yüzyılda Nişantaşı ve Teşvikiye yeni kurulan modern
ve paralı takımının yerleştiği semtıerdi. Ama ,burada
daha çok villa tipi yerleşme hakimdi. Apartman hayatı
is�anbul'da Galata - Beyoğlu'nda yaygındı, ama orada
da gayrimüslimler ve yabancılar yaşardı. Karışık dil
den ve dinden insanların apartman komşusu olmaları,
istanbul'da Taksim - Gümüşsuyu'nda başladı daha çok ..
Taksim'e geldik. Taksim modern istanbul'un i§ ve
kültür merkezi olarak gelişti. Halen şehrin işlek merkez
lerinden biri. Hepsinden önemlisi Türkiye'nin siyasal
modernleşmesi Taksim meydanının her köşesine acıla
nyla sinen ibir tarihtir. Yakın zamanların kanlı olayla
rını hatırıamadan Taksim'den geçmek mümkün değil.
1950'den bu yana Türkiye tarihi, Taksim meydanının
ağzından yazılsa yeridir. 1930'larda Taksim meydanı
çirkin yapılaşmasıyla ünlüydü. Oysa 1930'larda çirkin
görünen Taksim apartınanları şimdiki yapılar sayesin
de göze güzel görünmeye bile başladılar.
Taksim'den denize Cihangir'e doğru Sıraselviler
caddesi iner. Artık bu caddenin üzerinde selviağacı fa
lan yok, hatta serviierin ne zaman yokolduğunu hatır
layanlar da yaşamıyorlar. Caddenin üstünde sağda, !s
tanbul'un büyük ldUselerinden Aya Triada var. Kum
kapı'daki Aya Kriaki ve Kadıköy'deki küçük Aya Trias
gibi, 19. yüzyıl Bizans - Osmanlı uslübundaki kiliselerin
en göze çarpan örneği. Kilisenin etrafı, vakıf dükkan ve
binalarla dolu. Romen elçiliği (şimdi başkonsolosluk)
eski Yunan elçiliği, eski Belçika elçiliği gibi 19. yüzyıl-
1 40
da kurulan devletlerin ıstanbul'daki temsilcilikleri bu
civara toplanmış. Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başın
da, Sıraselviler ve Cihangir; istanbul'daki üst. tabaka
yabancıların ve levantenlerin oturduğu semtıerdi. Al
man Arkeoloji Enstitüsü, İtalyan hastanesi bu dönem
den kalma kurumlar. Cihangir çöküntü bölgesi olma
mak içJn savaşım veriyor ve galiba bu çabasında başarılı
da olacak. Geçen yüzyılın ıtalyan mimarları elinden çık
ma, hoş yapılı ve ıstanbul'un en güzel manzaralarına
sahip bu binalar; zevk sahipleri tarafından rağbet gör
meye, onarılınaya başlandı. Cihangir ıstanbul'un pito
resk görünümünü en çok koruyan semtlerinden .biri ve
zamana karşı savaşı bu sayede kazanacak gibi . . .
l41
İSTANBUL'DA DENİZ ULAŞIMI NASIIDI?
142
Okulu yönetip ders verenin Sakız Rumlanndan biri ol-
duğunu düşünmeyin, oranın Türklerinden Aliçe!ebizade·
Mehmed Efendi diye biriydi bu. 1850 Ağustosunda, Sa
kız Rumlarından Davi Orkarin diye biri Bab-ı Ali'ye bir
dilekçe verip; Mehmed Efendi'nin babasının da adadaki
\
gençlere denizcilik ve kaptanlık öğrettiğini, şimdi aile-
1
't
ı jli
nin mali durumu iyi olmadığından okulu kapattığını,
adalı gençlerin ise denizcilik öğrenmek için Avrupa ve
Yunanistan'a gittiklerini, kendisine maaş bağlarup rüt
be verilirse padişah efendimiz sayesinde bu okulun
yeniden çalışabileceğinden s� ediyordu. Bab-ı Ali gere
ken yardımı yapmış ve bir müddet sonra Mehmed Efendi
eğitim için ne gibi bir öğretmen grubu kullamlması ge
rektiği konusunda rapor bile yazmıştı.
Geçen yüzyılda büyük şehir istanbul'un deniz ula·
�ımı, kayıkçı ve mavnacıların elinden buharlı gemilere
geçmekteydi. Tanzimat döneminin devlet adamları va
pur işletmeciliğini yabancılara bırakmak niyetinde de
ğillerdi. Daha 1844 Şubatında Marmara'da !zmit, Gem
lik ve Tekirdağ arasında «Seyr-i bahri» Boğaziçi'nde de
«Eser-i hayır» adlı gemiler sefere çıkmıştı. O yıllarda
henüz Osmanlı yolcu ve ticaret gemilerinin sularımızda
gezinen Avrupa gemileriyle ' rekabet edebildiği söylene
mez, ama bir süre sonra istanbul'un sınırları içinde ya
bancı gemiler görülemez 'oldu. Aslında !stanbul, Boğaz
içi ve Kadıköy arasında ilk yandan çarklılar işlemeye
başladığında, kayıkçıları haklı bir telaş sarmıştı. Asır
lardır ekmeğini ıstanbul'un deniz ulaşırnından sağla
yanların bu korkusunu, o yıllarda istanbul'da bulunan
Lamartine; «Her saat başı Hisar, Bebek, Büyükdere, üs
küdar ve Kadıköy'e yüzlerce yolcu taşıyan Türk Avus
turya ve ıngiliz gemileri var. Kayıkçıların etten adaJele
ri gemilerin çelik pistonlarıyta uzun süre rekabet ede
meyecek. Yakında vapurlara ucuz mevki konunca, pa
zar ve dolmuş kayıkları da ortadan kalkacak» diye yazı- ·
144
sız eden zenperestleri taşımasından dolayı söz konusu ol
muştu. Fakat kayıkçıların ekmek kavgası nedeniyle
zabt-ü rabt alınmaları da gerekti. Ardından İzmir'de de
kayıkçılar zabt-ü rabt altına alınmışlar, yani terbiyeleri
verilmişti. Kayıkçı esnafı, Boğaziçi ve Marmara trafiğin
den dışlandıktan sonra iş; Avusturya, Rus ve ingiliz va
purlarının yolcu taşımasını engellemeye kalmıştı. 1stan-.
bul bölgesinin sırurlarında kabotaj hakkı yabancılardan
alınıp Nisan 185l'de kurulan Şirket-i Hayriye'ye bıra
kıldı. Osmanlı devlet adamları ve bazı sarrafların ortak
olduğu Şirket-i Hayriye, bu yıllarda ba,şarılı atılımlar
yapıyordu. Şirket, en alasından «teşebbüs-ü şahsi» örne
ği bir kuruluştu. !stanbul şehir içi ulaşımının tekelini
eline alan bu şiı:ket Fuad ve Cevdet paşaların eseridir.
Fuad ve Cevdet paşalar, bir-birlerini hiç sevme�lerdi,
ama iş başka, ahbaplık başka .. Böylece istanbul'un ula
§ımmdan birkaç yıl içinde şık Avusturya, Rus ve ingiliz
vapurları çekilmek zorunda kaldılar. Zaten ecnebi va·
purlar, başka nedenlerle de pek rahat bırakılmıyordu.
1850 yılı başmda Kaptan Paşa; bir grup kadının Boğaz
içi'ne işleyen Rus vapurlarında görüldüğünü, bu vapur
larda kadınlara mahsus kafesli bir mahal ayrılmayıp,
tesettür ve hicaba riayet edilmediği için; kadınların ço
cuklarıyla bu vapurlara binmelerinin yakışık almaya
cağını ve yasaklanmasını, emretti. üstelik kayıkçılar
kethüdasına da sıkıca; kayıkların ecnebi vapurlara ka
dın taşımaması emredildi. Ardından, Boğaziçi'ne, tersa·
neden vapur işletildiği ve islam kadınlarının ancak bu
vapura binebileceği hatırlatılıyordu.
O yıllarda Arnavutköy, Rumelihisarı gibi semtlere
iskeleler yaptırılıp, vapur işlemeye başladı. Ulaşım ko
laylaşınca bu semtlerin nüfusu ve kentıe ilişkileri arttı.
Önceleri sadece balıkçıların, bostancılık ve bahçecilikle
uğraşanların veya aziedilmiş memurların çekildiği Bo-
145
ğaziçi semtlerine yavaş yavaş memurlar da yerleşmeye
başladılar. Akşam şehirden kalkan vapur, önemlice Bo-- ·
ğaz iskelelerine uğrayarak istinye'ye ulaşır, geceyi ora
da geçirip sabah gene aynı yoldan yolcularını toplayıp�
dönerdi. Vapurla gelip gitmek, vapur sohbetleri uzak
semtler halkının gündelik hayatında bir yenilikti. Yan
dan çarklılann hayata girmesiyle ıstanbul folklor ve ar
gosu da yeni renklerle bezendi.
146
me :i§ine o kadar dikkat etmiş görünmüyor. Zamanla
faaliyet alanı genişledi, yeni hatlar eklendi Bu idarenin
. .
147
TRAMVAY İSTANBUL'UN
ASALET BERATI İDİ .
148
Çocukluğunda tramvayın çan seslerini, «attaa git
mek» için sevinçle beklemeyen, saha;nlığında okul arka
daşlarıyla itişip kakışmayan, bayram günlerinde rayla
rın üstüne maytap ve mantar döşemeyen, delikanlılı
ğında ikinci mevki vagondan birinci mevki sallanlığın
daki bir çift güzel göze takılmayanlar; tramvayın trafik
kargaşasını al'tırdığını, kaldırılması gerektiğini rahatça
söylediler. Yerine konan otobüsler, servis otobüsleri ve
binlerce dolmuşun yarattığı kargaşanın nasıl kaldırıla
cağını bekleyip görelim. üç tarafı suyla çevrili bir met
ropolde karada tramvayı, denizde gemileri azaltarak beş
milyon tstanbulluyu taşımaya çalışan bir nadide zihni
yet istanbul'u yönetmektedir.
önce atıa çekilirdi tramvaylar.. Rivayete göre Sul
tan Hamid elektrikten çekinirmiş. Bu yüzden !stanbul
elektrikli tramvaya, Selanik ve Beyrut'dan daha geç
kavuştu. Eskiden tramvayın içinde perde varmış, ara
landığında hatunlar dinibine doğru uzanırmış beylerin
kafaları.. Bizim zamanımızda birinci ve ikinci mevki
arabalar vardı, kırmızı ve yeşil. iyi aile kızıarına okula
gidip gelirken 10 kuruşluk pasoyla kırmızı maroken kol
tukları olan, I. mevkiye binmeleri için sıkı tenbih edi
lirdi. II. mevkide kendini bilmezler çimdik atarlarmış.
Hafta sonunda yatılı okuldan Çıkanlar eve gitmek için
II. m evki öğrenci . biletinin parasını zor çıkarırdı (yüz
, paraydı) . Tramvayın kendine has gürültüsü geceleri
yatak odasına kadar gelirdi, yokuşun neresinde olduğu
nu, hangi köşeyi döndüğünü bilirdiniz. Rahatsız etmez
di gürmtüsü fıkaranın, ninni gibi gelirdi. tş dönüşü,
futbol maçı dönüşü asılan asılana. «Asılma depoya gi
der» gibisinden deyimlerle argo edebiyatını süslerdi.
Tramvaydan atıamanın da usulü, uslıibu vardı. Bir - iki
kapaklanma tehlikesi geçirerek öğrenirdi !stanbul genç
Ieri bu işi.
149
cUcuza malolan toplu ulaşım aracıdır, teknolojisi
yerlidin gibisinden doğru sözleri tekrarlamaktan Taz
geçtik, tramvay bir kere metropolün güngörmüşlüğü
nün senedidir. 19. yüzyılda metropollük mertebesine ter
fi eden şehirlerin tramvayı bir başkadır; tstanbul'unki
daha da bir başkaydı. Tramvay raylarının söküldüğü
günler !stanbul kasabalaşmaya başladı, halen de bü
yükçe bir kasaba olarak daha büyük bir kasaba olma
nın yolundadır. Avrupa'nın ilk metrolarından biri olan
Karaköy - Beyoğlu tüneliyle birlikte istanbul tramvay
ları şehrin özgün bir rengiydi. Şimdi yeniden tramvay
getirilse mi diye düşünülüyor. 20 yıl sonra acaba, diye
sorulacak şeyi 20 günde yok etmişlerdi. Boğaz'ın bir
yakasında, ttsküdar - Kadıköy arasında ve ıstanbul sur
larının içinde, tramvayın yeniden işletilmesi düşü.nül- .
m elidir
ESKi DEVİRDE NASIL BESLENİYORDUK?
151
ve ilginç gelen şeyleri; şehirlerin nüfusunu, zenaa:tleri,
hatta kullanılan bazı kelime ve deyimleri, halkın ina
nışlarını nakletmişlerdir. Zaman zaman zengin sofralar
veya nadide yemeklerden, şu veya bu ülkenin tatıısın
dan, tuzlusundan söz edenler vardır. örneğin Peçevi ;
gülbeşeker denen ve devlet adamlarının kendilerini teb
rike gelenlere ikram ettikleri nadide bir tatlıdan uzun.
uzun söz eder. Ama Osmanlı yazarı; Ankara'da hangi
sebzeler vardır, Konyalılar zeytinyağı kullanır mı, Kay
seri pastırması nerelere sevkedilir gibi sorular sorup ce
vap aramamıştır. Halkın genellikle ne yediği gibi, gün
delik yaşamın ilginç ve önemli bir yönü onlara yeterince
ilginç görünmemiş, bizi ilgilendireceğini de. düşünme
mişlerdir tabii. . .
Gündelik hayatta çokça rastlanan yemek v e yay�
gınlıkla tüketilen gıdaları, ön planda bazı yabancı sey
yahlardan öğrenmek mümkün. örneğin, 16. yüzyılda
Ankara'dan geçen De-mschwam; herkesin kuşağında bir
kaşık bulunduğu ve çorba denen nesnenin çok yendiğini
söyler; Tarif ettiği tarhana çorbasıdır. Amerikalı olan do
mates ve salçası, patates gibi şeyler o devirde yoktu kuş
kusuz.. Tüketilen besin çeşitlerini öğreneceğimiz diğer
bir kaynak, geleneksel mutfağın bazı reçeteleridir. Da
ha önemli bir kaynak ise; gıda maddelerinin fiyatıarı
nın tespit edilmesi, yani narh konmasından sonra bu
narh listelerinin kaydedildiği mahkeme sicilleridir. Her
kentin mahkeme sicillerinde kayıtlı olan narh listeleri
ni; kadı, esnaf temsilcileri ve muhtesib denen belediye
zabıta amiri birlikte tespit ederdi. Bu listeler günümü
zün toptan eşya fiyatları endeksi gibi� o devrin beslen
me durumunu, iktisadi olaylarını yansıtacak tarihi bel
gelerden_dir. Bu listelerde yer alan gıda maddelerinip
geniş ölçüde tüketildiği anlaşılmaktadır.
Anadolu'da · bölgeler arası gıda ve tüketim maddesi
1 52
değişimi bir başka deyişle yiyecek taşındığı görüH.iyor.
örneğin Ankara'da Kayseri pastırması, Kayseri'de ı -ta
lep sabuni.ı pazarlarda bulunuyordu. Ege bölgesi kadar
yaygın biçimde kullanılmamak ve pahalı olmakla bera
ber, orta Anadolu kent pazarlarında zeytinyağı da bu
lunuyordu. Ankara'da Çorum'un leblebisini, Afyon'un
haşhaş yağını, Kayseri'de Karadeniz fındığını, şamfıstı
ğını kolayca bulmak mümkündü. Meyve ve sebze ise her
kente ancak yakın çevreden geliyordu, Yaşlılar hatırla
yacaktır; !stanbul bile ya sur içindeki bostanlardan (Çu- ·
kurbostan, Langa, Topkapı vs. çevresi) ya da yakın çev-
. renin meyve ve sebzesiyle geçinirdi. Langa hıyan, Ar
navutköy çileği isminden belli, istanbul'da yetişen mey
ve ve sebzeydi. Başkentte olduğu gibi, bütün kentlerde
de sebze - meyve yerel üretimle sağlanırdı. Kentler, bos
tanlar ve meyve bahçeleriyle iç içeydi. Anadolu kentle
rinde evde ekmek pişirilirdi, ama fırınlar da vardı. Bir
kaç çeşit ekmek ve sirnit satılırdı .Şeker olarak, akide,
tatlı olarak helva pazarlarda bulunurdu. Pestil, peynir, ,
pekmez, yağurt ve tarhana her yerde civar köylerden
kent pazarlarına getirilirdi. Ramazanlarda; pastırma,
şeker, kuruyemiş gibi maddelerin tüketimi arttığından
narha dikkat edilirdi. Gıda maddelerine temelde yılda
iki kere narh verildiği olurdu. Pazarlarda turşu, erişte, .
makarna, kavurma, et, reçel gibi şeyler bulunmazdı.
Bunları ev kadınları hazırlardı. Anadolu pazarında 'en
çok satılan sebzelerden biri lahanaydı, çünkü lahana
turşusu her evde bolca tüketilirdi. O zamanlar kuşkusuz
meyve suyu, gazoz Coca - Cola yoktu. Her evde «tüken
mez» denen ve bir küpte mayalandırılan, kekremsiye ya
kın hoş tadı olan meyve suyu tas tas içilirdi. 19. yüzyıl
da bazi kentlerde modern un değirmenleri kuruldu, ama
makarna fabrikası Türkiye'de ancak 20. yüzyıl insanının
tanıdığı bir kuruluştur. Hazır salça, konserve gıda gibi
153
nesneler yakın zamanlarda hayatımıza girmiştir. Türk
kadını dışarda çalışsa bile, konserve ve hazır gıdaya kar
,ş ı uzun zaman direnmiştir.
Şeker, lüks bir maddeydi ve Türkiye'de büyük ölçü
de 19. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır. !thal malı
kelle şeker Avusturya ve Rusya'dan gelirdi. Her iki ül
.kede de pancar ekimi ve şeker sanayii 18. yüzyıl başla
rında ortaya çıkmıştı ve sanayileşme faaliyetlerinin baş-
1angıcıydı; başlıca pazarları da Osmanlı ülkesiydi. Pa
halı şekeri ülkenin büyük kısmı pek kullanmazdı. Ge
leneksel tatlıların çoğu, şekerden başka şeyle; balla ve
pelonezle tatlandırılır�ı. Şekersiz kahve ve çay bir alış
kanlıktı. Şerbetli hamur tatlıları, daha çok şekerkamı
�ını tamyan güney bölgelerinin mutfağına özgüdür. Gü
ney bölgelerinde ve Fırat havzasında meyve; et yemek
lerinde, pilavda bolca kullanılan bir sos vazifesi görür
dü. Gene yurdun her bölgesinde kırda ve ormanda ye
tişen çeşitli otlar, garn}tür olarak kullanılır ve bazı seb
.ze yemekleri yapılırdı.
öyle görünüyor ki, Türkiye halkı geçmiş yüzyıllar
da dünyanın birçok ülkesine kıyasla iyi besleniyor ve
nisbeten çeşitli gıda alabiliyordu. Bu bugün de böyledir.
·Tahıl ülkemizde temel gıda gibi görünüyorsa da, tek gı
da değildir. Her köşesi meyve ve sebze üretimine uygun,
denizleri balık dolu olan ve çeşitli ot ve yaban meyvesi
nin bulunduğu bir ülkede bu normaldir. Ama gıda mad
delerine yönelik manifaktür ve sanayi pek geç ortaya
.çıkmıştır.
ıstanbul'un et ve tahıl gereksinimini karşılamakla
görevli gemi arınatörleri vardı. Dobruca'dan, Kırım'dan
tahıl taşırlardı. Bağdat demiryolu döşenene kadar şehir
burnunun dibindeki Anadolu'nun tahıl üretiminden ya
tarlanamazdı. Ayrıca Rumeli'den et sağlayan, hayvan
getiren celebkeşan denen bir yüklenirnci grup vardı. Bu
1 54
iki işin de karlı olduğunu düşünmeyelim; devlet zoruy
la yaptırılan işlerdi. Osmanlı kentlerinde, karaborsa ya
pılmasını, kötü kalite malın pahalıya satılınasım önle
mek için, çok sert tedbirler alımrdı. Yakın zamanlara
kadar, çarşı pazardaki esnaf kazığından şikayet eden
bazı ihtiyarların; «Nerede efendim ihtisab ağası» dedik
lerini hatırlayanlarımız vardır. Fiyatıardan cam yanan
·emekliler; pahalı ve kötü mal satan esnafı arnnda fala
kaya devirip, tabanlarını değnekle şişiren ve dükkanı
kapatan rnuhtesibleri uzun zaman hasretıe andılar. ıs
tanbul'da s�drazam paşa; çarşı pazarı sık sık teftiş eder,
.esnafı cezalandınrdı. Kulağından kapıya çivilenmi.ş bir
fınncı görrnek olağandı. Teftiş geleneği Tanzimat'tan
sonra bile sürdü. Bazı hilekar esnafın, sık sık küreğe
mahkUm edildiği olurdu. Eski devirde esnafın hapsedil
diği yer, Eminönü'ndeki Baba Cafer zindamydı. Bu tür
bir despotizm, sadece bizim tarihimize özgü değildir. Or
taçağlarda her toplurnda aynı şey yapılırdı. Avrupa or
taçağ kentlerinde teşhir tahtasına zincirlenen bir hi
lekar dükkancıyı, ahali zevkle çürük yumurta yağmuru
na tutardı. Demir kafeste nehre daldırılan bir karabor
sacı seyirlik eğlence konusuydu. Rekabet ve üretim, pa
zarlama yarışının olmadığı kıtlık ekonornilerinde; des
potizrn özellikle yiyecek alışverişinde ekonomik kontro
lün tek aracı olmuştur.
155
İSTANBUL RAMAZANLARI
158
semtlerde ancak fırınlarda bulunuyor. Bo ıwıcl ı l � k l l l lı
mntalarda öğle yemeğine oturulurken, ny ı ı ı ı u ı ı l ıl ,ıı•ı •
159
İSTANBUL'UN KÜTÜPHANELERİ
VE KiTAPSEVERLERİ
Bizde kütüphanenin,
kitap sevgisinin, okuma
nın (daha doğrusu oku
mamanın) tarihi ve ne
denleri pek araştırılmış
değildir. Okumayı seven
bir toplum değiliz. Geç-
��� mişte de pek okuduğu
. muz söylenemez. Sözlü
kültür düzeyinden, yazılı
�-��) bilgi aktarımı düzeyine
geç geçen bir toplumuz.
Bir bakıma insanoğlu
uzun bir tarih boyunca,
hatta yazının icadından sonra da; okuma ve kaydet
me yani litteras düzeyinde değil, fazla . düşünmeden
ezberleyerek öğrenen ve nakleden, sözlü kültür alış
kanlığı düzeyinde kalmıştır. Okuma alışkanlığı; top
lumların hayatında eğitimin kurumlaşıp yaygınlaşma
sı, matbaanın tutunması, değişik görüş ve düşüncelerin
taraftar toplama ve ilgi çekmesi gibi bir dizi gelişmeler
den oluşan bir yumağı andırır. örneğin matbaa okuma
alışkanlığını yaydığı gibi, bir yerde · matbaanın hayata
girmesi okuma alışkanlığının yarattığı talebin bir so
nucudur. Avrupa matbaadan önce gazete çıkannaya
1 60
başlamıştı. Birçok kitap yüzlerce binlerce nüsha satılı
yordu. Kuşkusuz elle çoğaltılarak. Bu çoğaltılan kitap
lar 1ncil, dua metinleri, çok aranan felsefi eser veya gra
mer kitapları değildi sadece: Sehatberger'in 1440'larda
kaleme aldığı Küçük Asya seyahatnamesi bile elyazı
sıyla çoğaltılarak satılan kitaplardandı. Okuma alışkan
lığı Avrupa;da matbaadan önce de gelişmekteydi. Me
rakın ve bilgi susuzluğunun sonu yoktu.
Bizde okuma alışkanlığının · olmayışında dinin ve
istibdatın olumsuz rolünden sözedenler vardır. islam
dininin okumaya değil, din adamlarının telkinleri ve ez
berlemeye dayandığı söylenegelir. Ancak bu durum sa
dece islam dini için değil, her dinin örgütlenme ve eği
tim tarzı için · geçerlidir. tstibdat ise tarihte Rusya ve
Fransa'da okumayı kendi doğrultusunda yönlendirme
ye çalışan, ama engelleyemeyen bir rejim olarak kal
mıştır. Okumanın yayılması; farklı düşüncelere, farklı
eğitime ve giderek dinin ve her türlü tabun'un kaybolma
sına paralel bir gelişmedir. Okuma alışkanlığının ve ki
tap kültürünün bir topluma geç girişi aslında münferid
faktörlere bağlanarak açıklanamayacak kadar karma�
şık bir sorundur.
·
Bizim kültür tarihçiliğimizde geçerli olan sloganlar
dan biri; matbaanın yobazlar yüzünden geç geldiğidir.
Ne var ki, Türkiye'de matbaa yobazlara rağmen 18. yüz
yıl başlarında kurulduktan sonra da bir yüzyıl boyu ba
sılan Türkçe kitaplar, ne Avrupa ve ne de Rusya'nın ba
sım tarihi ürünleriyle karşılaştırılamayacak bir sayı ve
nitelik fakirliği gösterir. 19. yüzyıl sonlarında basılı ki
tap sayısı beşbin civarındaydı. Kanun metinleri, askeri
talimname , ders kitabı, standart dini metinler bu sayı
ya dahildir. Sayı, ancak 20. yüzyıl başlarında 35 - 40 bini
bulmuştur. Osmanlının basılı kitap mirası budur. Eğer
Osmanlı - Türk toplumunda 16 - 17. yüzyıllarda beş on-
161
bin kadar kitap düşkünü adam bulunsaydı, yobazlar
matbaaya izin vermese de herşeyin ticaretini yapan Ve
nedikliler, istenen ve aranan Türkçe kitapları Venedik'
te tab eder ve getirip satarlardı.
Bizim toplumumuzda dün ve bugün okumak olayı
' na ve okuyana karşı heryerde görülmeyen teatral bir
saygı gösterilir. Ancak okumanın verimli sonuçları olan,
farklı düşünce ve eleştiriye karşı da ilgisizlik, hatta gi
derek artan dozda bir düşmanlık vardır. Toplumumuz
okumak fiilinin sınırlarını dar faydacı bir görüşle belir
leme eğilimindedir. Biz az okuyoruz. Oysa kütüphane
lerin yaygınlığı, zenginliği ve düzenli çalışması herşey�
den önce talep işidir. Kitabı; ekmek, su, gömlek ve taşıt
aracı derecesinde gerekli görmeyen, gazete bilgisiyle ye
tinen .bir toplumda kütüphaneciliğin ve kütüphanelerin
gelişmesi konusunda pek ümitli olamayız.
istanbul, Türkiye'nin ve Balkanların büyük metro
polü, ama kütüphanesiz bir şehir. Herhangi bir konuda
ar.aştırma yapmak isteyenin kendini atacağı, ansiklope
dileri, genel kaynakları, makaleleri bulacağı bir büyük
kitaplık yok. ttniversiteninki de dahil, bilinen kütüp
hanelerin yıllardan beri yeni yayınları izlemeyi durdur
duğu ve kataloglamanın yavaş gittiği bir gerçek. istan
bul, eski eser ve yazmaların saklandığı kitaplıkları ve
arşivleriyle ünlü. Ta Bizans'dan beri bütün Balkanların
ve Ortadoğu'nun yazma kitapları, minyatür koleksiyon
ları istanbul'a akmış. Onbeş yüzyıl boyu istanbul kadar
değerli kitap toplayan şehir azdır, ama istanbul kadar
kitapları dışarı götürüleni de. . . Sahaflarda artık yazma
ve basma eski kitap bulunmaz oldu; halen süren bu ki
tap ihracı, aslında büyük şehrin kültür varlığını kaç
yüzyıldan beri eriten bir illet. Ortaçağların sonunda Yu
nan uygarlığına açlık duyan ıtalya, Bizans'ın yazmala
rını toplamaya başlaml§. Sonradan bu kibar ( ! ) adet
162
süregitmiş. Hiçbir seyyah veya diplomat yok ki, dengi
ni, çıkınını kitapla doldurmadan ülkesine dönmüş ol
sun. 16. yüzyılın :Busbecque'i, 19. yüzyılın Hammer'i, 17.
yüzyılın Galland'ı, Marsigli'si seyahatnamelerinden,
eserlerinden tanıdığımız kitap toplayıcıları.. Vatikan,
Paris, Londra, Viyana, Berlin; şimdi de Amerikan kü
tüphaneleri böyle zenginleşiyor. öbür yandan, bin yıl
dır, taşyapı kitaplıklarda birikenler dışında, nice nadi
de kitap ve yazma korkunç yangınlarda kül olmuş.
istanbul'da geçen yüzyılda bu gibi yazmaların top- .
landığı vakıf kütüphanelerin sayısı yüzü aşıyordu. Bun
lar şehrin her yanına dağılmıştı. Bazısı Süleymaniye,
Ayasofya, Fatih, Nuruosmaniye gibi büyük camiierin
adını almıştı. Bazısı vakfedenin adıyla anılırdı; Ragıp
paşa, Köprülü, Hüsrevpaşa, Atıfefendi gibi. . . Bir kısmı
gözdoldurur bir binaydı, bazıları bir küçük hücreden
ibaretti. Şehrin meydanlarını, anayollarını süsleyen,
binlerle yazma barındıranlarının yanında; uzak semt
lerdeki bir tekkenin, mescidin yanına sığınan, sermayesi
ancak yüz taneye ulaşanlar da vardı. Ama yangınların ·
163
. ki Selimağa kitaplıklarının da hatırı sayılır y azma ko
leksiyonları var.
ıstanbul'daki ilk modern kitaplık, «Bayezit Umumi
Kütüphanesi»ydi. Maarif Nezareti bir umumi kütüpha
ne kurmaya karar verdiği için, Bayezit Camii'nin harap
durumdaki imaretinin (yani eskiden yoksulların dayu
rulduğu yerin) bir kısmı onarıldı. 1884 yılı Ramazan
ayının birinci Cuma günü dualarla açıldı. tlk bağış bir
takım Naima Tarihi'ydi. Kütüphane, bir yüzyıla yakla
şan hayatı boyunca zaman zaman biriken kitaplar yü
zünden bir depo haline geldi. Bugün de kitaplığın bu
durumu sürüyor. istanbul kütüphaneleri genişletilmi
yor, kataloglama yavaş gidiyor. Bayezit hem yazmaları,
hem de genel kitaplarıyla Türkiye'nin ünlü kütüphane
lerindendi. Sade bu kadar değil; en başta kütüphane
çevresinde oluş�n gruplar ve bu grupların sürüklediği
edebi, tarihi konuların tartışıldığı toplantılarıyla da ün
lüydü.
Eski kütüphanelerin tanınmış hafız-ı kütüb'leri
vardı. Hafız-ı kütüb, aslında kitapları köruyanlara de
nir. Ama bunların bazıları kitapların içeriğini beyinle
rinde koruyan adamlardı. Her kitabın ismini, konusunu
bab bab (bölüm bölüm) bilirlerdi. Gerçi kütüphanelerin
fihristieri vardı. Örneğin, Şehzade Camii yanındaki Da
mat İbrahim PG,§a Kütüphanesi'nin 1152 adet kitabı
nı içeren fihristi, 1862 yılında kütüphane müfettişi Ab
durrahman Naci Bey tarafından basılmıştır. Tasnif bu
günkünden farklıydı kuşkusuz. Mushaf-ı şerif, kütüb-ü
semaviyye, Kuran, tefsir, hadis, fıkıh, fetva kitapları,
feraiz (miras) , tasavvuf, kelam vs. başlıklarıyla ayrım
yapılır, sonra tarih, tıb, edebiyat kitapları gelirdi. Ama
o kütüphanelerde ne bu fihristiere bakılır, ne de bugün
kü anlamda fişlikler bulunurdu. Hafız-ı kütübe sorar
dınız, o herşeyi bilirdi. Eski toplum sözlü kültür ve ha-
1 64
fıza eğitimine dayanırdı. İnsanlar bildiklerini yazıyla
değil, ezberle saklardı ve okumaktan çok sohbetle bilgi
aktarılırdı. Şiir gibi, düzyazının üslubu da ezbere mü
saitti. 10. yüzyılın ünlü Arap şairi Ebu'l aUi el Maari,
küçük yaşta gözlerini kaybetmişti; ama ezbere dayanan
eğitimle; edebiyat, ilahiyat, tarih ve mantık'a varınca
çağının her bilgisinden nasibini aldı. Ortaçağ Avrupası
nın aydını da bugünkülerin tersine kitaplığına ve fiş
kutularına güvenen biri değildi. Ortaçağ bilgini; « om·
nea mea mecum porta - her şeyimi yanımda taşırım:.
düsturuyla, yani hafızasmdakiyle kent kent, üniversite
üniversite gezen biriydi. Halen orta ve doğu Avrupa
üniversitelerindeki gelenek; a'Sistanliğa alınan bilim
adamı adayının, işe kütüphane görevlisi olarak başla
masıdır. Rafız-ı kütüb olmanın yararına inanılıyar ve
Batı dünyasında bu tip aydınlara halen rastıanıyor. ör
neğin, Vatikan'daki muazzam arşivlerin ve kütüphane
nin yöneticisi olan Kardinal Alfonso Stikler böylelerinin
başında sayılmalıdır; sınırsız lexikografi (kitap bilıgisi)
yanında, otuzu aşkın dil biliyor. Osmanlı aydınları
önemli kitapları okumaz adeta ezberlerlerdi. Bugünün
mütefeşfiş (her§eyi !işleyip, saklayan) bilgini ile tam
bir tezat . . . ibn'ul Emin MaJımud Kemal gibileri bazı
önemli gördükleri bilgileri sözde kaydedip tarbalara ko
yarlarmış, ama galiba torbaya konanı bir daha arama
dan hatırlamak üzere. En ünlü hafız-ı kütübümüz, ede
biyat, tarih ve din konularındaki bilgisiyle tanınan ls
mail Saib Beydi demiştik. Müdürü olduğu Bayezit Kü
tüphanesi'ndeki toplantılarında, yani seminerlerinde;
«0 mesele için dip raftaki, sağdan beşinci kitabın filan
ca sahilesini oku, şöyle bir ibare olacak . :ı> gibi referans
. .
165
lü, bilgisi geniş kişilerinden biri de ünlü Maarif Nazırı
Emrullah Efendi ydi. Redaktörlüğünü yaptığı ilk an
'
1 66
Mecmuası»nda; Genç Türk çevrelerinin tarihçisi sayı
lan, nefret ettiği Köprülü Fuat'ı fena halde hırpalardı.
Edebiyat tarihi üzerine hala başvurulan an'toloji ve in
celemeleri vardır, titizliğinden bazı eserlerini de basma
mıştır. Dar gelirinin hemen tamamını kitaba verdi. Ka§
garlı Mahmud'un «Divan-ı Lugat'it Türk»ünü satın al
mak için aylarca zeytin ekmekle yaşadı. Sonunda bu
değerli nüsha da dahil, sayısı onsekiz bine ulaşan yaz
ma ve basma kitaplarını Millet Kütüphanesi'ne bağış
ladı. 1924 Ocak ayında öldüğünde, cenazesinde ıstan
bul'un kitapçıları ve kitapseverlerinin hemen hepsi var
dı. Cenaze alayı, onun bağışlarıyla zenginleşen Millet
Kütüphanesi'nin önünden geçerken, tabutunu beş da
kika havada tutup, son yolculuğuna uğurladılar.
Osmanlı aydını da kitaba saygı duyardı. Sokaktaki
cahil adam ise gördüğü yazılı kağıdı yerden kaldırırdı.
Sultan Abdülhamid'in haal fetvasında, Şeykülislam Meh�
med Ziyauddin efendinin ileri sürdüğü nedenlerden bi
ri; hamam külhanında «Saihih-i Buharh nüshalarını
yaktırmış olmasıdır. Kitap taşınır mal varlığına girer.
Roma'da pretor kararıyla yokedilen kitabın bedeli, ha
zine tarafından kitapçıya ödenirdi. Biz ise kitaba say
gıdan vazgeçtik; mülkiyet hakkı bile hiçe sayılarak ki
tap imha edilen bir toplum olmaktan ne zaman çıkaca
ğız diye bekliyoruz.
167
İSTANBUL'UN MEYHANELERİ
169
bu hükümet yasağından çok her esnaf grubu gibi mey
hanecilerin desteklediği bir kuraldı. Adeta bugünkü
taksilerdeki plaka tahdidi gibisinden bir adet ve meka
nizma. Meyhanecilik ustadan çırağa geçen bir zenaattı.
Bugünkü gibi kolay meyhane açılıp, beceremeyince ka
patmak olmazdı. Böyle gedikli meyhanelerin ünlüleri
ve her ünlü meyhanenin de kıdemli akşamcıları vardı.
Akşamçı birkaç akşam uğramasa, usta nerede diye
adam gönderip sordurturdu. Sanıldığının aksine, meyha
neler, sadece Galata - Beyoğlu'nda değil, istanbul'un
her semtine dağılrnıştı. Kuşkusuz her köşeye meyhane
açılrn:azdı. Dini yerlere, mezarlık, tekke, ,türbe, cami ci
varına bugün de içkili lokanta açılamıyor. Bir başka
«memnu'mahal» de yabancı elçiliklerdir. Geçen yüzyıl
da 1853'de Beyoğlu'nda meyihanecinin biri, herhalde
«Ruslar içkiden anlar, hoşgörür» diye düşünmüş olmalı
ki, Rusya elçiliğinin karşısına meyhanesini kurmuş. Ta
bii elçilik itiraz edince meyhane de yıkılmış, oraya ve- ·
1 70
nusudur. Divanda böyle, dergaJıta böyle. . . Halk hicvinin
l!:ahramanı, ayyaşların piri Bekri Mustaia fıkralarıyla
birlikte her d evrin adamı olarak yaşar.
Ya meyhaneye gidemeyen içkiciler ne yapardı aca
ba? Onlar da ayaklı meyhane'den geçinirlerdi, yani ka
çak içki satanlardan. Cübbesinin altına doladığı barsa
ğın içindeki kötü rakıyı ağız tarafındaki musluktan maş
rapaya doldurarak servis yapan bu ayaklı meyhanele
rin müşterisi, sefil süfela takımıydı. Ama herhalde on
lar bile yumruk mezesine, yani kuru içkiye pek iltifat
etmezlerdi. Bugün bile bir kuytuda kafayı çekenlerin
hiç değilse bir salkım üzümle ekmeği meze yaptıkları gö
rülüyor. Eski meyhanelerin civarında harnal bulunur
muş; kendinden geçen ayyaşları küfeyle taşımak için.
Ama küfelik olmak kural değildi, böyle biri konu kom
şudan önce meyhanedeki kadeh arkadaşlarına rezil olur,
giderek aforoz edilirdi.
ıstanbul tarihte birçok içki yasağı yaşamış, · meyha
neler kapanmıştı. Bu yasağı, içki düşmanlığı veya hü
kümdarın dindarlığından çok; o devrin gazete kapatma
gibi bir olayı olarak değerlendirmek gerek. Alkolün ge
tirdiği şenlikle veryansın yönetimi eleştiren akşamcı
lar, kimsenin hoşuna gitmezdi. II. Abdülhamit devrin
den beri de bazı meyhanelerin görevlilerce izletilmesi
gelenek olmuştur. Yakın zamanların akşamcıları sivil
giyimli meyhane görevlilerini hatırlarlar. Uzun süreli
içki yasakları; Kanuni devrinde, dindar padişah I. Ah
met devrinde, en şiddetiisi IV. Murat devrindedir. nı.
Selim devrinde konulan içki yasağı, mali zorlamalar yü
zünden yürümedi. Hazine'nin, , meyhaneler kapanıp, iç
ki satışı durunca kesilen vergi gelirine tahammülü kal
mamıştı. Zaten böyle zamanda herkes içki imalatına
girişir, yasak akla hayale gelmez yöntemler yaratırdı.
Meşhur söz, her koruğun altında pOtansiyel bir ayya§
171
vardır, der. Bektaşilere maledilen ünlü fıkrayı unutma
mak gerekir : içki yasağı devrinde tekkenin mahzenini
basan Sultan Murat, bu şırayı niçin küplerde sakladık
.
larını sormuş. Baba Erenlerin cevabı kısa: «Padişahım
biz üzümün suyunu sıkar, sirke olsun diye küplerde sak
larız; ama artık sirke mi olur, şarap mı, orası Allah'ın
bileceği i§ . . . »
ıstanbul meyhanecilerinin zor günleri, haksız reka
bete uğradıkları zamanlar oldu. 1850 yılı Ocak ayında,
!stanbul meyhanecileri sadrazama başvurdular; ağır ver
giler veriyorlardı, bu vergilerin taksite bağlanmasını ve
bir bölümünün affını istiyorlardı. Asıl önemlisi şehrin
dört bir tarafını, punçci denen ve bazılarını yabancı uy
rukluların işlettiği dükkanlar sarmıştı. Punçci dediğimiz;
bildiğimiz ingiliz punch'ını, yani çay ve sıcak şerbeti
roomla karıştırıp satan dükkanlardı. Aynı işi şekerle
meciler de yapıyormuş. Meyhaneciler; «punçci ve şeker
lemecilerin içki sattığından, ama kendileri gibi vergi
vermediklerinden, hele bazılarının yabancı uyruklu olup
adamakıllı yükü tuttuklarından» şikayet ediyorlardı.
«On yıldır sayıs1; bini, evet bini aşan şekitrlemeci ve
punçci dükkanı açılmış . » Anlaşılan Tanzimat dönemi
başlarında !stanbullular ayaküstü kafa çekmeye alış
mışlar; bu punçci ve şekerlemecilere kadınların da uğ
rayıp uğramadığını Allah bilir. Meyhaneciler haklı ola
rak bu dükkanıarın sayılarının sınırlandırılmasını ve
içki satmalarının önlenmesini istiyorlardı. istanbul iç
kicilikte, sandviç devri diyebileceğimiz yeni bir devre
giriyordu adeta. Derken meyhanelere başka rakipler de
çıktı. Avrupa usulüne özenti, güya bala'dan sadece ismi
ni alan bildiğimiz pavyon tipi batakhaneler ortaya çık
tı. Halkın ağzında bunların adı «baloz»a çevrilmiş. 1852'
de, Babıali, burada kumar oynatmayı yasak ediyordu,
demek ki, marifeti bol yerlerdi.
172
Türkiye, henüz dünyanın az içki tüketen ülkelerin
den. Türk toplumunun alkolden çürüyen bir toplum ol
maması için, meyhane kültürünün yaşaması lllzımdır.
Tıkınarak değil, çöplenerek yenen mezelerle, yavaş yavaş
içmek, bol sohbetıe devrilen kadeh sayısını azaltmak,
yani içki adabını koruyabilmek; galiba alkolizme karşı
en dirençli ve en etkin yol budur.
173
İSTANBUL ARKEOLOJİ MÜZESi VE
ARDlNDAKi GELENEK
175
eski dünyanın kalıntıları, göz alıcı başlıca eserler taş
parçası olarak görülürmüş. Bu iddia daha çok; eski
eserleri mavi gök kubbenin ve Akdeniz güneşinin altın
dan kaldırıp Londra - Paris ve Berlin'in soğuk müzeleri
ne yığmak isteyenlerin tekrarladığı bir sözdür. Ama bi
zim aramızda da pek yay:gın bir inanç.tır. Oysa bütün
dünyada halkın geniş kesimi; eski eserleri, hele günde
lik yaşamına ve kullanımına yabancı kalıntıları, pek öy
le bağrına basmaz. Çin seddi asırlardır, ev yapmak is
teyen civardaki köylülerin yağmasına uğramıştır. Mı
sır pir�mitıeri mezar hırsızlarının elinden çok ç ekmiş
tir. Daha birkaç yıl önce, Paris'teki «Place des Vosges�
yapsatçı müteahhitlerin elinden zor kurtarıldı. Eski ese
re saygı, refah ve eğitimle gelişir, son çağın bir olayıdır
bu. Her memlekette eski eseri değerlendiren ve bunun
için didinenler aslında kitap meraklıları örneğinde ol
duğu gibi, dar bir zümredir. Osmanlı toplumunda da
böyleleri her yerde olduğu gibi vardı ve aydın zümre için
de de eski eserden anlayanlar, saygı göstereniere rast
lanmaktaydı.
Yıllar önce Aydın vilayeti salnamelerini (yıllık)
gözden geçirirken; Efes ve Bergama'nın nasıl gezilmesi
gerektiğinin sahife sallife anlatıldığını görnıüştüm. Bu
mükemmel arkeolojik gezi rehberini hazırlayan ve ha
zırlatan Osmanlı bürokratlarının, Efes ve Bergama'ya
taş yığını diye bakmadığı açıktı. Daha garibi, vilayet yıl
lığında bu kadar iyi tanıtılan Bergama'nın meşhur anı
tı - Bergama sunağı Almanlara taş yığını diye, gönül
-
1 76
leştirrnek için çabalayan Osman Harndi Bey'in ömrünün
yarısını götürmüş, bir kalp krizi geçirmiş derler. Kay
zere olan bunca borcun, yapılmakta olan demiryolları
nın bunda etkisi vardı. Kuşkusuz böyle olaylara rastıa
nıyordu. Büyük devletlerin hükümdar ailelerinden Tür
kiye'yi gezen prenslerden, o sırada ilişkilerin iyı olduğu
bir devletin istanbul'daki sefirlerinden; gördüğüne im
renenlere, politika gereği bazı şeyler hediye ediliyordu.
Ama bilinçsizce değil, ciğerden koparır gibi, 1845 yılı
Temmuz ayında Rus grandüklerinden Konstantin, Tür
kiye'ye gelmiş; !stanbul ve Çanakkale'yi gezmişti. Bu
rada Pirkar denen köyde, bir camideki eski bir kitabeyi
beğendi. Yunanca kitabe musaila taşı olarak kullanılı
yordu. Taş kendisine yazışmalardan sonra hediye edil
di. * Gene III. Selim devrinde, ingiltere elçisi Nuruos
maniye avlusunda böyle bir lahit kapağı beğenmişmiş.
Ancak bu hediyenin kendisine verilmesi dedikodu ve
hoşnutsuzluk yaratacağından; önce saraya getirilip,
kendisine oradan: gizlice verilmiş.* *
Yukarıdaki örnekleri yaygınlaştırmak, bununla ·be
raber pek doğru değil. Tersine olaylar da çoktur. Yu
nan savaşı sırasında; Dömeke meydan muharebesinin
galip komutanı Gazi Ethem Paşa, Yunanistan'dan önem
li eserler getirmiş, müzeye konmuştu. Onlarca yıldan
beri restorasyonu bitmeyen eski Şark Eserleri Müzesi
dünyanın en zengin çivi yazısı arşivine sahiptir. Osman
lı eski eserler idaresinin düzenleyip yürüttüğü . kazılar
da elde edilen zengin koleksiyenlar bu müzeleri doldu
rur. Eski eser düşkünlüğü, sanıldığ1 gibi Osman Harndi
Bey ile başlamış değildir. O aslında bir geleneğin yetiş
tirdiği büyük bir müzecimizdi.
• Başb. Arşivi, İrade - har. 1478 no.lu belge.
177
ıstanbul'un her köşesi gibi Arkeoloji müzesini de
bizlere yetkiyle tanıtan ·Semavi Eyice'nin, müzeci
lik tarihimizi anlatan satırlarından şu ifade çıkıyor;
«Bizde ilk müzenin Topkapı Sarayı girişinde ilk avlu
da, Aya irini kilisesinde, Tophane müşiri Fethi Ahmet
Paşa tarafından 1847 - 48 yıllarında kurulduğu bilinir.
Burada avluda bazı eski eserler teşhire konmuş. 1869'
.da da Tanzimat devrinin aydın şadrazamı A li Paşa'nın
ilk müze-i hümayunu aynı yerde kurdurduğu; tiyatro
cu paşamız Ahmet Vefik Paşa'nın maarif nazırlığı sıra
sında 1872'de Alman arkeolog Dr. Dethier'yi buraya
müdür tayin edip her biri ilmi birer klasik olan, kato
logları hazırlattırdığı bilinir. Gene 1880'li yıllarda Asar-ı
Atika müzesi Çinili Köşk'e taşıtılıp Subhi Paşa 36 mad
delik ilk asar-ı atika nizamnamesini hazırlatmış. Buna
göre; herhangi bir yerde bulunan altın, sikke veya eser;
devlet, müze ve arazi sahibi arasında üçe bölünecektir. »
Ancak b u kuralın nizamnameden çok önce uygulandı
ğını ilave edelim.
Aslında daha Tanzimat dönemi başlarında eski
eserlerin tespiti ve müzecilik konusunda küçümsenme
yecek bir faaliyet başlamıştı. Ama bu faaliyet parasız
lık ve örgütsüzlük yüzünden gelişemedi. Daha 1840'lar
da bütün vilayetlerdeki yöneticilere; bölgelerindeki es
ki eserleri arayıp belirlemeleri ve değerlilerini !stanbul'a
göndermeleri veya mahallinde müze kurmalan bildiril
mi§ti. (Bu dönemde müzenin adı, müzehane diye geçi
yor) O yıllarda uzak yakın sancaklarda bu gibi arama
ların başlad.lğı anlaşılıyor. örneğin; Aralık 1847'de Ku
düs mutasarrıfı; Ga:z:zıe sancağında Aslrolan · denilen
yerde, araştırmaları sonucu bir sfenks kabartması bul
durduğunu yazıyordu. Uzmanlara incelettiği bu somaki
merm.er eser, üç bin altı yüz senelik olmalıymış. Kabart
m anın tasviri hazırlattırılmış ve raporla birlikte Babı -
178
ali'ye gönderilmiştir. Bir yıl içinde bu eserin tsto.nl > t ı l 'ıı
geti:ı-tildiği de izleyen yazışmalardan anlaşılıyor. E k i ı l i
1 847'de, Adana Mal Müdürü Ahmet Ata Bey toplll( l ı · ı
sikke, seramik gibi antik parçaların bir envanterini 1 H·
tanbuJ.'a göndermişti. Ahmet Ata Bey . «mehasin-i asıır- ı
asriyye-yi cenab-ı mülükuneye ilaveten, saye-yi şevk t...
vaye-yi hazret-i mülükanede tahsis olunmuş olan� yanı
kısacası devrin güzel eserleri arasında, padişah tarafın
dan kurulan müzeye konmak üzere takdim ediyor bu
buluntuları. . . * * * Ama galiba, iyi niyet, beğeni yeterli
değil, para ve olanak olmayınca bugün olduğu gibi dün
de arkeoloj ik zenginliklerimiz yağmacı ve kaçakçıların
'
elinden kurtulamıyordu.
••• Başb. Arş. İrade - Dah. Nr. 8060 ve 8207 nolu belgeler.
179
Osmanlı arkeolojisi ve müzeciliği Osman Harndi
Bey'le uluslararası saygınlığa ulaştı. O 1881�de müzenin
başına geçti. 1882'de kaçakçılığı önleyen sert hü
kümlerle donatılmış «asar-ı atika nizamnamesi»ni çı
karttırdi. Bugünkü Eski Şark Eserleri müzesinin olduğu
yerde ilk Güzel Sanatlar Okulunu da o kurdu. Sayda
kazılarında, ünlü krallar mezarını buldu ve müze dün
yaca ünlü lahidlerle bezendi. Aynı yıl bu kazının rapo
ruyla Osmanlı arkeolojisi }?eynelmilel literatürde yeri
ni aldı. Haziran 189l'de de bugünkü Arkeoloji müzesi
açıldı. Mimar Vallaury binayı, müzedeki ünlü «ağlayan
kadınlar lahdi»nin motiflerini ve u�lfı.bunu izleyen bir
projeye göre yapmıştı.
Osman Harndi Beyden sonra müzenin müdürü olan
Halil Edhem Bey ünlü bir n\imizmattı (sikke ilmi) . Ha
zırladığı kataloglar ve yetiştirdiği uzmanlarla bu bilimi
ülkemize getirdL Arkeoloji müzesi bugün Gülhane par
kının üstünde, esas olarak Topkapı Sarayının bahçesi
içinde, istanbul'un güzel bakımlıca bir köşesi olarak
yaşıyor. Müzecilerin gayretiyle ülkenin zengin müzele
rinden biri ise de, kütüphanesi ihmal edilmiştir ve so
runlarına karşı ilgisizlik de sürüyor. Uygar bir ülke
de böyle bir merkezi yaşatıp geliştirmek için onlarca fon
ve dernek kurulurdu. Bizde tarih ve sanatsevgisi de he
nüz sohbet konusu olmaktan öteye pek geçemedl.
180
HALİÇ'DE YIKILAN TARİH
181
yetişir. Her Mayıs ayında; istanbul'un Fethi'nden, Ey
yub Ensari 'den, menkıbelerden, hadislerden söz eden
ler; bütün bu gürültünün ardından soğukkanlı bir me
rakla bu tarihin geçtiği alana bakmayı pek akıl etmez
ler. Niyetleri de yok. !stanbul fethi'nin tarihi kalıntıla
rının yoğunJaştığı bu bölge sadece terkedilmişliğin değil,
yıkıcılığın alam olmuştur. Abdullah El Hudri'nin tür
besi, ivaz Efendi Türbesi, Anemas Zindanı denen kule
nin az ötesinde Emir Buhari; kısacası Bizans tarihiyle
Osmanlımn 15. yüzyılı, onunla islam tarihinin 8. yüzyı
lı; hepsi bu alanın eserleriyle, havasıyla içiçe geçmiştir.
Vlaherna Sarayının (!stanbul ağzında Tekfur Sarayı)
bu son devir Bizans mimarisinin orijinal örneği saray
k�lıntısımn önündeki boşluk, başka yer yokmuş gibi
çirkin beton destekler ve şantiye binalarla dolduruluyor.
üstelik bu betonlaşma tvaz Efendi türbesinin üstüne üs
tüne yığılmış.
182
lir, ama gerçekte 16 - 18. yüzyıl sivil mimarisinin örnek
leridir bunlar. Fotoğrafta görülen yıkıntının cephesi d e
,şu sıralar yerle bir olmuştur herhalde. üstelik ü Ç ay ön
ce; bu bina ne olacak_. diye soranlara «Vallalıi mühür
lendi, birşey olmaz» deniyordu. Bu civarda bulunan ve
Venedik'in ıstanbul'daki ilk elçiliği olan bina çoktan yı
kıldı bile.
--- . . :·
183
Hiç sanmıyoruz. Daha bilinçli ve bilgili, gelecek kuşağın
bizleri anınası ( 1 ) bazı gazete haberleri ve eleştirilerin
uslubu ve içeriğiyle karşılaştırılamayacak kadar sun
turlu ve haklı olacak.
Siyaset 85, sayı 94, sh. 10, 20 Ekim 1985
184
BAŞKA -İSTANBUL YOK
185·
mak, daha güzel ve planlı bir biçimde betona doğru de
ğişimi sağlamak, ne yöneticilerin, ne mimarların, ne
.imar yetkililerinin sorunu olmadı. Otuz yıldır, «güzel is
tanbul» sözü; gün geçtikçe çirkinleştirilen 1stanbul'u
adeta alaya alan anlamsız bir tekerlemedir. «Biz eski
_tstanbulluyuz» diyenler, ıstanbul'un nereye gittiğinden
haberdar bile değildiler.
istanbul güzeldir, bunu herkes biliyor. Doğanın ve
tarihin yarattığı bu güngörmüş dünya başkenti; bir tür
lü yer beğenemeyip, kana göçe şehrin her tarafını tır
mık gibi tarayarak çirkin binalarlu donatan sanayi ku
ruluşları, şirket idarehaneleri ve ticarethanelere; New
York, Londra atmosferine göre tasarımı yapılan «gök
delen turistik hoteller» zincirine rağmen hep güzel ka
lacaktır. İstanbul'un dünya güzeli şehir olduğu bizim
hüsn-ü kuruotumuz değildir. Akıllıca bir yer seçimiyle,
güzel bir doğa parçası üzerine kurulmuş, yüzyıllar bo
-yu iki soylu imparatorluğun dahi mimar ve sanatçıları
tarafından süslenmiştir. Geçmişte tstanbullular doğa
yı, iyi yaşan_ıayı, iyi yemeyi severlerdi. Mimarisinde de
doğa sevıgisi ve doğanın korunması endişesi daima ön
planda gelmiştir.
Roma; sokakları, binaları, renkleri, anıtları ve do
ğasıyla insanı ilk bakışta çarpan güzel Avrupa başken
tidir. Bir zamanlar bütün dünyaya egemen olan Roma'
_
da; Napolyon'un ve Ba:ron Jiıausmann'ın elinden geçen
Paris'deki veya Londra, St. Petersburg ve Moskova'daki
abartılı görkem yoktur. Roma bin yılların getirdiği mü
tevazi bir ihtişama sahiptir. Orada eski ve çok eskiyle,
yeni olan herşey birlikte ve Akdeniz'in doğasıyla uyum
içindedir. F()]'o Romana'daki zafer takları, Rönesansdan
kalan anıtlar, tiyatro dekoru gibi merdivenler ve Pala
tina tepesindeki çarnlar her devrin, her ulusun seyyah
larını büyüleyen bir kompozisyon oluşturur. O güzelli-
186
ğin verdiği sarho�luk içinde bile daha güzel bir şch l r ol
duğu insamn zihnini tırmalar ve bulmacanın cev abı bu
lunur; istanbul. . . Güzel Roma'mn coğrafyası ıstanbu l '
la karşılaştırılamaz; istanbul siluetiyle bile ona üstü n
dür.
Romalılar IV. yüzyılda seçtikleri doğa danteli ü zo
rine, bir yeni Roma kurdular. Doğamn dantell üze
rindeki bu iki imp_aratorluğun başkenti ikibin yıla yu·
kın bir süre geometrinin ustaca kullanıldığı amtıarla,
meydanlarla, evlerle bezendi. ıstanbul bu özgün profllly
le ve fizik dokusuyla asrımızın başında Corbusier'yi
hayran bırakıp, ilham vermiştir. tstanbul'a ister hava
dan, ister denizden bakın, ister sokaklarmda yürüyün;
her an her yerde büyülenirsiniz. 19. yüzyıl boyu bütün
düzensizliğine rağmen, dünya_ metropolleri arasında ıs
tanbul kadar ilgi duyulanı ve araştınıanı azdır. ıstan
bunu ise kentinin tarihini araştırmaya pek girişmedi,
hatta o görkemli tarihin ilk ondört yüzyılından çekindi.
istanbullular şehirlerinin tarihini araştıran bir büyük
enstitü kurrnadılar; vazgeçtik, istanbul üzerine yetmiş
iki dilde yazılanları toplayan bir istanbul kütüphanesi
bile henüz .ortada yok.
Başka istanbul olmadığını söyleyenler; bu şehre
otuz yıldır önce işgüzar bürokra:tıarın, sonra da güzel
likten nasibini alarnarnış hırslı kişiler ve kuruluşların
diktiği çirkin binalara ı:;es çıkarmadılar. Betonarrne van
dalizmi eski eserleri tahrip etti veya örttü, · park yerleri
bırakmadı, yeşillikleri yuttu. Lüks apartman dairelerin
de oturanlar bile sokakları çarnur deryasına, önlerinde
ki körfez kanalizasyona dönüştükçe, sadece «belediye
nin bakrnadığından» yakındılar. Belediyeden . önce ma
halleli ve şehirli olarak kendilerinin yapması gereken
şeyler olduğunu düşünrnediler, hala da düşünülrnüyor.
Başka istanbul yok; bu söz ıstanbulluyu dehşete dti{;ü-
l H7
ren, derhal harekete geçiren bir slogan olmalıydı aslın
da.
tstanbullu binlerce yıllık mirası, coğrafyanın ve ta
rihi mimarinin ördüğü dokuyu korumaya en çok özen.
göstermesi gereken kişidir. Bu şehrin hiçbir yerine hiç
bir yapı, kamunun onayı alınmaksızın kondurulmama
lıdır. Her köşeye konan taş, her açılan yol halkın tar
tışmasına, protesto veya onayına konu olduğu gün; bu
şehre layık hemşehriler ve istanbul'un bulunduğu ül
keye sahip yurttaşlar olacağız demektir.
188
İSTANBUL'DA YERLEŞME DÜZENİNİN
EVRiMi ÜZERINE
189
daki düzenlenme biçimini, geleneksel kent dokusunu
anahatlarıyla barındırmıştır.
istanbul'un kent dokusunun ve kentsel alanın kul
lanım biçiminin Hellenistik dönemden 18. yüzyıla ka
dar belirli kurumlaşmalar ve faaliyet kalıpları etrafın
da biçimlendiği görülmektedir. 19. yüzyılda ise istanbul,
doğu Akdeniz'in bütün büyük şehirleri; yani İskenderi
ye, Selanik, Beyrut, İzmir gibi dış dünyaya yeniden
ayak uydurmakta ve yapısal bir değişim geçirmekteydi.
1 90
ile Unkapanı arasında idi. Sarayburnu kentin Akropol''
ünün bulunduğu yerdi. Bu Akropol'de tapınak da bu�
lunuyordu.
Konut bölgesi ise liman ve pazarın hemen arkasın�
dan başlıyordu. Burada ilk sırada balıkçılar ve aşağı
gelir grubundan halk yaşamaktaydı. Yüksek tabaka ve
tüccarlar Akropolün yanıbaşında ve eteklerinde oturu�
yorlardı. Gene Agora ve diğer resmi binalar da Akro
pol'ün ve zengin tabaka konutlarının bulunduğu böl�
gede idi.
Büyük olasılıkla Traklarla yapılan hayvan ticareti
için konut bölgesi dışında özel bir hayvan pazarı vardı
ve kentin doğusunda Marmara kıyısında yeralıyord u .
Bu dönemde bugünkü Galata'nın v e Boğaz'ın bazı yer
lerinde çok küçük yerleşme noktaları bulunabilir.2
Geleneksel antik kentlerin yapısı ve yerleşme düze
niyle tamamen uyum halindeki bu yerleşme, sonraki
Roma devrinde de temel bir değişikliğe uğramayacaktır.
IV. yüzyılın ortalannda imparator Konstantin ken
ti adeta yeniden yarattığında, kent artan nüfusuyla
orantılı olarak, gerek iş ve idare bölgesinde gerekse ko
nut alanında batı yönüne doğru genişledi. Yani iş ve
konut a�anla.rında niteliksel olmaktan çok niceliksel bir
değişim göze çarpmaktaydı. Çeşitli fonksiyonların gö
rüldüğü bölgelerde niceliksel bir genişleme meydana
geldi. Fakat mekandaki hiyerarşi aynı kaldı.
Kentin, bugün Sarayburnu ve Sultanahmet mey
danı olarak bilinen noktaları arasında, imparatorl uk
Sarayı (Hipodromun _güneybatısı) büyük yönetsel bü�
rolar, . Senato ve Septimus · Severus zamanında başiatı
lıp Konstantin'in bitiriliği Hipodrom yer alıyor. (A böl�
gesi, harita 1) Hipodrom Bizans'ta sadece bir eğlence
sirki değildi. Mahkemeler, bazı bürolar burdaydı. Ceza·
191
lar burada infaz ediliyor, genel siyasi · tartışmalar bura
da yapılıyordu.
Konstantin'in izleyicilerinden I. Theodosius zama
nında kentin mekan organizasyonu aynı kaldı. Yalnız
konut bölgesi ve batı yakasındaki askeri kışialar daha
da batıya doğru yayıldılaT. Bunun nedeni (surlarin ba
tıya kayması) nüfus artışı değil, askeri bölge ve su sar
nıçlarının muhiüaza altına alınmasıydı. Gene liman
bölgesi de Haliç'in içine doğru yayıldı.3
Kentin yönetim merkezlerinden sonra, pazar ve çar
şılar ve bu tür faaliyetlerin yoğunlaştığı liman geliyor.
(harita 1, B bölgesi) . Gene yönetim bölgesinden ken-
. 1111 !41
!ll! 1 rmt• aa
� merkni �örı�tifft ••lf"i
ETIJ korıut bÖlJe-ıi
(E UkWi bÖl� � SMNÇ( ..
ESKi BiZANS HARiTA : 1
192
tin içerilerine uzanan yol da (Osmanlı devrinde Divan
yolu denir) bu dönemde bütün görkemiyle ortaya çık
ml§tır. Buna forum diyorlardı. Liman ve civarındaki
faaliyet noktaları da artan nüfusa uygun olarak 4. asır
sonunda artık genişlemekteydi. Kentin Marmara kıyı
sına rastıayan Bukoleon, Julian, Konstalcalion, Eluet
herios. Neroin gibi küçük limanlar, faaliyet yoğunluğu
bakımından önem göstermezler ve Osmanlı devrinde de
bunlar Bizans'ta olduğu gibi imparatorluk ofislerine ve
muhafız kıtalarma ait ikincil önemdeki iskele ve kayık
hanelerdi. Örneğin Bukaleon tınparatar Justinianus'un
sarayının yanında idi.
Konut alanı, merkezi kontrol (yönetim) ve iş ının
tıkasından sonra şehrin çeperlerine doğru yayılıyordu.
(har. ı , alan C) Bilindiği kadariyle, her mahalle bir üni
te olarak bir kilisenin etrafında biçimlenmişti. Tıpkı
Osmanlı Devrinde olduğu gibi Bizans döneminde de iba
det yerleri her cemaatin ( community) etrafında yerleş
tiği merkezlerdi.
Şehrin güneybatı yöresi, yani bugünkü Langa _ve
Davutpaşa; Bizans döneminde de Osmanlı devrinde ol
duğu gibi kışlaların ve askeri birliklerin yerleştirildiği
bölge idi. Bu yerleşme kent dışına da taşmı.ştı.4
Bizans döneminde Galata (Pera) , temelde Akdeniz
ıtalyan şehirlerinin levantdaki koloniyal faaliyetlerinin
yoğunluğuna bağlı olarak gelişti. Başlangıçta ıta1yan
lar bugünkü Sirkeci ve Unkapanı liman tesislerinin he
men arkasındaki dar sokaklarda yaşıyordu.5 Sonraları
Galata'ya taşındılar. 1081 'de egemenlikleri öyle arttı
ki, Bizanslllann hışmına ve saldırısına uğradılar. Vene
dik 1204 Haçlı seferlerini Konstantinopolis'e yöneiterek
bunun intikamını aldı.
Fetihten sonra tstanb:ul yeniden bir «caput mundb
durumuna gelmektedir. Yeniden Balkanlar ve küçük
193
Asya'daki geniş bir hinterlandla bütünleşmekteydi. tş
, merkezi, konut alanındaki yerleşme kalıpları gene Bi
zans devrindeki dokuyu sürdürmekteydi. istanbul'da bu
dönemde gözlenen nüfus artışı (göç ve mecburi iskan)
temelde önceki dönemlerdeki olaylardan ötürü, ekono
mik yönden çöken ve boşalan bir kentin restorasyonu
amacını taşımaktadır.,
15. yüzyıl başlarında Konstantinopolis'in özellikle
konut bölgeleri büyük ölçüde boşalmıştı. örneğin, 1403'
de Timurlenk'e elçi olarak giderken kentten geçen Kas
tilyalı Cliavijo, kentin boş arsalar, ekili bahçe ve bostan
larla dolu olduğunu bildiriyor.6 Gene 1419'da şehri zi
yaret eden Buondelmonte, şehrin harap ve bölük pör
çük halinden; 1433'de Brocquere ise, kentin yer yer eki
li alanlarla bölündüğünden söz etmekteydiler. Esasen
merkezdeki bürokratik kurumların saray ve iş çevresi
D:in bulunduğu mekan dışında, Konstantinopolis, gerek
Bizans gerekse Osmanlı devirlerinde ahşap binalar ve
yangın artığı boş arsa ve bahçelerle ünlüydü.
Şehrin mekan organizasyonuna bakıldığında, gele
neksel kent dokusuna özgü nitelikleri görüyoruz. Yöne
tim ve kontrol bölgesi, iş ve liman bölgesi ve konut ala- '
194
as.ve 1 8. yüzyıllarda iSTANBUL
g:ıl:ıta Sanf/
a
MA R MA R A DENiZi
-M-:ıttb&ge sırrı
c cami .
Mihmaıı alle D Yône'.im �gesi
&is_ rıY!ti<ası
-31la cadeleter
s�l� E3 L �
bölgesi
-.. lin. DKon.rt
� doldurutın•"'
1
c siliJJÇ\a" ı:s:s: Pem ·
o soo lloö'
HARiTA : 2
önemle belirtilmesi gereken bir özellik, bütün ge-,
leneksel kentlerdeki gibi ıstanbul'da da 19. yüzyıla ka
dar yönetim merkezinde kurumlaşan devlet ofisleri
nin yer aldığı sabit binaların olmamasıdır. Bu böl
gede Saray ve Sadrazamlık (Sublime Port - Bab-ıali)
ve Bab-ı me�;ihat (Süleymaniye) dışında 19. yüzyıla ka
dar göze çarpan bir devlet ofisi yoktu. Bizzat şehrin be
lediye başkanı ve en yüksek yargıcı görevlerini yerine
getiren ıstanbul kadısı bile özel konutu nerede ise ora
yı makam ofisi ve mahkeme olarak kullanırdı.7 Kasım
paşa'daki Kaptanpaşa ofisini, Süleymaniye'deki Ağa ka
pısını ve Bab�ı meşihatı (Şeyhülislamıığı) burada say
mıyoruz. Kaptanpaşa donanmanın semtinde, yeniçeri
ağası ise güvenlik görevi dolayısiyle iş bölgesinde bulu
nuyordu.
Fetihten sonra ıstanbul; Balkanlar ve Anadolu'ya
egemen olan bir siyasal gücün merkezi ve Karadeniz ile
Akdeniz'in önemli bir uğrak noktası olma görevini sür
dürdüğünden, nüfusun arttırılması için çalışıldı. 15. yüz
yılda sürgün metodu ile Anadolu ve Rumeli'den, Karade-,
niz ülkelerinden getirilen müslim ve gayrimüslim nüfus
grupları şehre yerleştirildi.8 Prof. Barkan şehrin nüfusu
nu bu dönemde 100.000 olarak belirliyor. Buna tahrir
defterlerinde gösterilmeyen köle, asker ve medrese tale
belerini de 1/5 oranında ekliyor. Schneider ise nüfusu
toplam 60.000 - 70.000 civarında saptamaktadır.a
Gerek konut bölgesinde, gerekse çarşı ve liman mın
tıkasında, fetihte sonra cami ve imaret kurularak sos
yal - ekonomik bir canlandırma ve yaratı yoluna gidil
diği birçok yazarlarca tekrarlanmıştır. Ancak bütün bu
faaliyetin ön planda klasik Bizans dönemindeki iktisa
di, sosyal ve demografik kompozisyonun rehabilitasyo
nuna yönelik oldu�nu hatta ilk anlarda eski binaların
onarımı veya kiliselerin bazılarının camiye çevrilmesi
196
yoluyla sağlandığını gözden uzak tutmamak gerekir.
· b) Liman bölgesi ve çar§ılar'ın fonksiyonları te
melde, Bizans döneminden sonra da aynı kaldı. Bura
larda ekonomik faaliyetlerin restorasyonu amacıyla,
muhtelif cami, imaret ve çarşılar ya yeniden yapıldı ya
da eski yapılar onarıldı. (Mahmud pa§a camii sonra
dan inşa edilen Mısır çarşısı, Büyük bedesten gibi) . Bu
bölge limandan bugünkü Bayezit'e kadar uzanıyor. Di
ğer yandan kentin önemli medreseleri de konut bölge
si ile bu bölge arasında yer almaktadır.
15. yüzyılda bugünkü Sirkeci'den ba§layarak Haliç
içlerine kadar liman faaliyetinin genişlediğini gözlüyo
ruz. Limandaki boşaltma işlemlerinde (sadece gerekli
tüketim maddeleri için) mekan düzeyinde bir tür uz
manlaşmamn belirdiğini de görüyoruz. Yemiş pazarı
iskelesi, Unkapanı, Yağkapanı, Odun pazarı iskelesi,
Balat ayrı tüketim maddelerinin boşaltıldığı iskelelerdi.
tstanbul'a Kırım, Tuna ve Karadeniz'den gelen; bal,
yağ, un ve diğer zahire Haliç içindeki bu iskelelerde bo
şaltılır, onları kontrol eden eminler de orada olup, ge
len erzakın depolanması ve i§lenmesiyle uğraşan esnaf
da pu iskeieierin çevresinde faaliyet gösterirdi. Bugün
kü Tahtakale, d epolama, alış - veriş gibi limana bağımlı
faaliyetlerin en çok yoğunlaştığı yerdi.
Bugünkü Eminönü, 1 5 - 17. yüzyıllarda liman mer
kezi fonksiyonianna sahipti. Eremya Çelebi, Mısır'dan
ve uzak adalardan gelen gemilerin burada gümrük
eminliği önünde durup, kontrol için beklediğini bildiri
yor. 10 Uzak ülkelerden gelen malların depo edildiği ant
repolar ve satışının yapıldığı Mısır çarşısı da bu neden
le burada bulunmaktadır. Esir ticaretine bakan «pencik
emini» Eminönü'ndedir. Eminönü ve Unkapanı arasında
Balıkpazarı yer alıyordu. Esasen antik şehirlerde de (ör
neğin Priene) balık pazarının diğer pazardan uzman-
197
laşmış ayrı bir alan olduğunu biliyoruz. Bu daha çok
alışverişin yoğunluğu ve sağlık nedenleriyle oluşan bir
ayırımdır. Kalabalık antik ve feodal metropollerde gö
rülen bu ayırımı her kentte görmek olanağı yoktur. Bu
pazar bugünkü yerinde yani Mısır çarşısı'nın batısında
dır. Balık pazarından sonra Haliç içlerine (batıya) doğ
ru gittiğimizde sebze pazarı, odun pazarı ve hapisha
neyi (borçlu ve hilekarların kapatıldığı Baba Cafer
zindanı) görüyoruz. Bu merkezdeki doku Bizans döne
minin aynıydı. Bundan sonra gelen Unkapanı söylen
diği gibi kentin gerek duyduğu Dobruca ve Karadeniz'
den getirilen buğday ve unun boşaltıldığı ve ekmekçi
esnafının faaliyet gösterdiği yerdi. Bu bölgede yoğun iş
hacmi dolayısiyle istanbul kadısının bir naibi bulun
maktaydı.
istanbul'un geleneksel kent özelliklerini gösteren
bu mekan kalıpları uzun yüzyıllar içinde aynıydı. Kont
rol ve iş bölgesindeki genişlemeler, belirtildiği üzere sa
dece kentin doğal hinterlandı'nın büyümesi ile açıkla
nabilir.
c) Konut bölgesi : Geleneksel kentte konut bölge
sindeki farklılaşma; gelir ve statüden ileri gelmeyip, et
nik ve dini farkıara dayanır. Bunu istanbul'da da gör
mek mümkündür. Yani şehrin konut bölgesinin merkez
ve iç kısmında müslüman nüfus, perileride de gayrimüs
lim azınlıklar ve sistem dışı gruplar yerleştirilmiştir. Bu
nedenle konut bölgesinin; bekar odalan ve hanların bu
lunduğu geçiş bölgesi (transition area) niteliklerine d e
sahip olan i ş bölgesinden sonra geldiğini belirtip; ıstan
bul nüfusunun ve mahallelerinin büyük kısmının yer al
dığı bu bölgeye göz atabiliriz. !lk olarak konut bölgesinin
merkezinden, yani İslam mahallelerinden başlayacağız.
İstanbul'da bugünkü Aksaray, Laleli, Şehzadebaşı, Sü
leymaniye, Vefa, Zeyrek, Çaqamba, Fatih, Atikali, Diz-
108
-dariye müslüman nüfusun yaşadığı g 1� lılllı ı yı 1 ,
Fetihten sonra şehir, eski Konsta n tl ı ıopo l l l i i' I H
ne uygun olarak 13 nahiyeye ayrılmışt,ı. l l ı ı 1 .1 1 1 11 1 1 1
içinde 219 mahalle yer alıyordu.11 Tabii mıı. l ı ıd l l ıı ı
kiliselerin etrafında, yani eski ünitelcr l n Lı ı ı l ı ı n d ı ı j ı ı
yerde gelişti. İlk zamanlar camiye çevrilen lt l l lttı1 lll ı' l l \ ı
rafında yerleşilmiş, sonraları yeni yerleşme) l'.lc " '' 1 yı
ni mahalleler de doğmuştur. Mahalleler bu� I H I I H' I � ''"
mescidin veya camiin adıyla anılıyordu.12 Fetlh l,ıı ı ı Hi l l \
raki yerleştirme süreci ve faaliyeti geleneksel § l ı 1' 1 ı ı tl •
pik yerleşme kalıplarını büyük ölçüde bozınn n ı ı� l,ı ı•,
J.45Ş�de KQçaeiJ•. l'.llcn!h�!!•.._·4�:Y.fJm_y��alık�şir'fl n fl (\ ••
199
yerlerinde pazarlar vardı. Bu haftalık pazarlar konut
bölgesinde de kuruluyordu. Bunların kurulacağı yerin
saptanması, gereğinde değiştirilmesi istanbul kadısının
Saray'dan alacağı izne bağlıydı. ..(Pazar y.W�Lbütü.n
ülkede merkezi_l:ı;Q.���tç� şapta:g.ır ve ekonQ�
j;yn mek�n _ b.9yytl.IDda (lüz__?D.l�_nmeı:;i olarak dü.§ün ·· -
'200
şayacağı arazi sınırlandırılmış ve belirlenmiştir. Bu
semtlerde konut ve özellikle kilise,okul, yetimhane gibi
binaların yapımı - onarımı, bundan başka altyapısal te
sislerin genişletilmesi veya onarımı özel izne bağlıdır.
Bütün bu uygulamalann sonucunda yer darlığı ve sı
kışık bir yerleşme düzeni ortaya çıkmıştır ve bu durum
kentsel hizmetlerin düzensizliğine ve temizliğin nok
sanlığına neden olmaktadır. Esasen bu tür hizmetleri
mutlaka her cemaatin kendisinin gerçekleştirmesi iste
nir. ıstanbul'da azınlık cemaatıer, şehrin Marmara, Ha
Uç ve surlara bakan çevre kesiminde yerleştirilmişlerdi.
tstanbul'a fetihden hemen sonra tslam nüfusun ya
nıbaşında, gayrimüslim nüfus grupları da getirilmiştir.
örneğin 1455'de getirilen ısıarn grupların yanında, aynı
yıl kente ilk Yahudi cemaati yerleştirilmişti. (Bahçeka
pı - Eminönü arası) II. Mehmed Ermenileri de Suluma
nastır ve Samatyaıya getirtti.18 Hükümdar ilk olarak
1454'de Ortodoks - Rum patrikliğine Gennadios'u ata
mıştı. Şimdi 1461'de bir Ermeni patriği ve halıarnbaşı
da atanıyordu. Kolonizasyon devam etti. Bununla be
'raber 16. yüzyılda bu Js:olonizasyon faaliyeti yavaş ya
vaş sona erecektir. Çünkü kentin nüfusu artık hadden
aşırı bir düzeye çıkmıştı.
1477 sayımına göre (Hicri 882) nüfus şöyledir:17
Hane %
Müslim 8951 60
Rum 3151 21,5
Yahudi 1647 ll
Ermeni 372 2,6
Kefeli Latin ve Karaim 267 2
Karaman Erm. ve Rumu 384 2,7
Çingene 31 0,2
14803 100
201
Tabiatiyle, Rum, Yahudi, Ermeni, Çingeneler şeh
rin periferisindeki semtlere çepeçevre yerleştirildi. La
tinler Galata'da bırakıldılar. Esasen sürgünle gelen
her grup, cemaatler halinde yerleştirilmekteydi. (Bu
özellik Müslüman nüfus için de söz konusudur. Müslü
manlar cemaat halinde getirilip, her cemaat bir mahal
le teşkil ediyordu) Galata'daki durumun da buna para
lel olduğu görülür. ıstanbul'da azınlık nüfus resmen al
tı gruba ayrılmıştı. Bu azınlıkların cemaat örgütü ka
dar, yerleşme kalıplarını da belirlemektedir. Prof. !nal
cık bu altı grubu şöyle sıralıyor : 1 ) Rum, 2) Ermeni,
3) Yahudi, 4) Galata Frenkleri, 5) Karaimler, 6) Gala
ta Rumları.18 Galata Frenkleri ve Rumları bu ayırım
dan da anlaşılacağı üzere ıstanbul'da değil Galata'da
idi. Rum, Ermeni ve Yahudi cemaat örgütleri resmen
tanınml§ ve onaylanmış imtiyazıara sahipti. 16. yüzyıl
da bütün azınlık cemaatler, mahalle ve örgütleri bakı
mından artık tstanbul'iın tipik görünümü içinde yerle
rini almışlardı. Bu mahalleler belirtildiği üzere bütün
geleneksel kentlerdeki gibi kentin cidarında yer alı
y_orlardı.
Doğudan batıya şehrin çevresini dolaşarak incele
yelim. Buna göre; başlangıçta Bahçekapı civarında ıtal
yanlar vardı. Esasen Haliç'in ağzına ra:stıayan kısmın
da, Bizans döneminde Latin kolonistler şon zamanlar
da da Venedikli tüccarlar ve Venedik bailo'sunun otur
duğu biliniyor. 15. asırda tahrir defterlerinde burası
«Arslanlı Ev Mahallesi» ve «Venedik Lonca Mahallesh
diye kaydedilmiştir.19 15. asırdan sonra bütün yabancı
lar Galata tarafında toplanmıştır. Kefe'nin zaptından
sonra Karaim Cemaati Hasköy'e yerleştirildi. Yahudiler
bugünkü Eminönü civarında idi. 17. asırda bir yangm
dan sonra burada oturmalarına izin verilmedi. Valide
Turhan Sultan burada cami yaptırdığından (Yeni ca-
202
mi) Yahudilerin tümü Balat'a nakledildL Bundan baş
ka Hasköy'de de ikinci kalabalık grup vardı. Unkapa
nı'ndan sonra gelen Fener semtinde Rumlar oturu
yordu.
Fetihden sonra kendilerine makam olarak Pamma
karistos kilisesini seçen Rum patrikleri de bir zaman
sonra Ferier semtinde yerleştiler. (16. asır) . Fener; fakir
Rumlar kadar zengin Fenerli ailelerin de oturduğu bir
yerdi. Ereroya Çelebi 17. asırda Fener'de l l tane aris
tokrat Rum ailenin bulunduğunu bildirir.20 Bunların 17.
yüzyıldaki Rönesans etkisini taşıyan taş binaları yanın
da, fakir tabakanın oturduğu sefalet apartınanları yer
alıyordu. Bu ahşap yüksek binalar bugün de tipik slum
fonksiyonu görüyor. Balat'da bu tip binalara eskiden
«yahudhane» denirdi. Fener'de ayrıca Eflak - Buğdan
voyvodalarının istanbul'daki konutları da yer almak
taydı. Bu · geleneksel kentin tipik özelliğini bir kere da
ha kanıtıayan bir durumdur. (azınlık mahallelerinde de
yerleşme düzeni gelir ve statü farkına göre değildir. Ay
m cemaatin fakir ve zengin aileleri aynı yerde yaşa
maktadır.) Fener'den batıya ileriediğimizde Balat'a ge
liriz. Burası temelde bir Yahudi semti olmakla beraber
Rumlar da yaşıyordu. (Eremya Çelebi burada Hireşde
gabet adlı bir Ermeni Kilisesi de olduğunu ve Balat'da
bir mahalle teşkil etmeksizin dağınık halde 80 kadar
Ermeni hanesinin bulunduğunu bildiriyor.) 21 16. yüz
yılda Avrupa'daki baskılardan dolayı halıarnbaşı Isooc
Sarfaty Avrupa'dan Eskenazi Yahudileri de Türkiye'ye
yöneltmişti. Fakat ıstanbul Yahudileri temelde Safarad
(yani ispanyalı) 'dir. Avram Galanti, ıstanbul Yahudi
lerinin de cemaatler halinde örgütıenip yerleştiğini be
lirtiyor. (Balat cemaati, Hasköy cemaati gibi) . Yahudiler
karşı sahilde Hasköy'de de yerleşmişti. Galanti; Hasköy'
ün en kalabalık yerleşme yeri olduğunu söylüyor.11 16.
203
yüzyılda Yahudi nüfus 36.000 kadardı. Bu asırda Türki
ye, Polonya ile birlikte Avrupa'daki Yahudi nüfusun baş
lıca sığınma merkezlerinden biri haline geldiğinden, nü
fusları arttı. Eyüp'e doğru sur içlerinde Yahudi cemaati
yaşıyordu. Balat ve Eğrikapı'da yoğun halde bulunuyor
lardı. E;,ğrikapı'da bugün terkedilmiş bir Musevi m�ar
lığı ve sinagog bulunmaktadır.
Azınlık semtlerindeki çarşılarda; Rum, Ermeni ve
Yahudi esnaf birlikte işlerdi. Esasen bu üç cemaate men
sup esnaf ve zenaatkar şehrin diğer yerlerindeki çarşı
larda da Türklerle birlikte faaliyette bulunuyor ve lon
caların da üyesi oluyorlardı.
Şehrin batı yakasında surların dibinde Sulukule'de,
Çingeneler ve Ermeniler vardı. Gene Türkçe konuşan ve
ibadet eden, Karaman Rumları da Narlıkapı ve Yediku
le arasındaydılar. Sulumanastır'da ise Ermeniler bulun
maktaydı.
Bundan sonra Marmara sahilinde bulunan Sa
matya gelir. Bu semt Ermeni nüfusunun yoğun olarak
yaşadığı semttir. Buradaki Surp Kevork kilisesi başlan
gıçta Ermeni patriklik makamı idi. Ancak Ermeni nü
fusun, Marmara sahillerinin doğusuna doğru yayılıp ka
labalıklaşmasıyla 1641 'de patrikler de Kumkapı'ya geçti.
Böylece Kumkapı, Yenikapı, Samatya; Ermenilerin yo
ğun olarak bulunduğu kıyı semtleri oldu. Ermeni nü
fus büyük olasılıkla 1453'ten sonra Rumiara karşı bir
denge öğesi olarak geniş ölçüde yerleştirilmiş ve Rum
patriğinden sonra, 1461 'd e Bursa piskoposu Hovagim,
Ermeni Patriği olarak atanml§tı.23
204
dern banliyölerden farklı bir niteliğe sahip yerleşmeler
dir. (Macarca Varoş, Alın. Vorort) Bu yerleşim birimle
rinin ortaya çıkışı başlıca iki nedene dayanıyor. a) bi
rinci neden şehrin sağlık ve temizliği yönünden belirgin
ölçüde sakıncası olan faaliyet dalları ve bu dalda çalışan
nüfusun bulunuşu (Çömlekçilik, dericilik, camcılık, ye
niçağlarda barut, mezbaha) b) ikinci neden de; şehrin
günlük toplumsal ve ekonomik yaşamı ile yoğun ilişkile
ri olmayan grupların bulunmasıdır. Bunlara alt gelir
gruplarına giren bir tabakayı da eklemek gerekir (ba
lıkçı, meyvacı, sebzeci, sütçü, dar gelirli ve inzivaya çe
kilen şehirliler, manastır, tekke, zaviye mensupları. . . )
Nihayet kentin dışındaki bir kesim dış ticaret kolonisi
olarak gelişebilir. Eski Moskova'da Sloboda, İstanbul'da
Gaıata böyledir. Metropol İstanbul'da her üç tip yerle
şimi de bulmak mümkündür. Birinci nedenle doğan yer
leşmelere örnek;
a) Bugünkü Yedikule ve Kazlıçeşme 16. yüzyıldan
beri dabbağ (derici) esnafını� iş ve konut yeriydi. Mezar
lıklar ve bostanlar da buradan başlıyordu. (burası aynı
zamanda mezbaha idi) Gene Haliç kıyısındaki Ayvansa
ray - Eyüp çömlekçi bölgesi idi. Galata'daki Hendekdibi,
mumcuların iş yeri idi. Bu faaliyetler ve faaliyet grupları
sağlık, temizlik ve yangın tehlikesi nedeniyle sur dışına
çıkarılır. Tophane de 18 yüzyıl ortalarına kadar Galata
..
205
16. yüzyılda tersane semti idi. Bu askeri bölgede 3000'e
yakın donanma asker ve zabiti bulunduğundan bölge
nin asayişi de donanınaya aitti.24 18. yüzyılda kente göç
başlayınca, Kasımpaşa gibi semtler, toprağını terk eden
köylülerin yığıldığı ilk gecekondu mahalleleri olarak or
taya çıktılar.25 Boğaziçi köyleri ekonomik ve sosyal yön
den kaEalı birimlerdi. Bunlardaki değişim 18. yüzyıl so
nunda meydana gelecektir. Kuruçeşme, Ortaköy ve Ana
dolu yakasındaki Kuzguncuk gibi yerler başlangıçta
Rum, Yahudi, Ermeni, Türk, çeşitli grupların ayrı ayrı
yaşadıkları semtlerdi.
!lginç iki yerleşme Galata ve trsküdar'dır. . 16. - 19.
yüzyıllarda Galata; kentin, Atıantik iktisat bölgesi ile
ilişkilerinin kurulduğu bölgesiydi. !stanbul'a göre de
ğişik özellikleri olan bir nüfus kompozisyonuna sahipti.
Galata'da, Cenovalılar, 1254'de Paleoglardan önemli im
tiyazlar elde ederek koloninin hakimi oldular.
Bu vakte kadar şehrin bugün «Büyük Hendek cad
desi» diye bilinen kesimi, surlarla ç evrilmişti. 1267'den
sonra bu kolani - kentin dışına taşan yerleşmeler görül
dü. Osmanlı devrinde Galata'nın periferisi; Cihangir,
Fındıklı, Salıpazarı'na kadar yayıldı. 5_,_yiJl!YJLşQ.nU.-Ye.
1§._yij_eyıl_1;:1aşl�JJJ1d�_t@�D:Yc.ı:dap, g�1�JL !ş1�IJ.!- gQ_ç_�_Ell!-
___
206
Anadolu yakasında üsküdar, 18. yüzyıla ko.d ı.u· } ) l ı•
peyk kent durumundadır. Asya ile olan ticaro ll ün m i l
bir konaklama ve antrepo merkeziydi. Bu ç ı� v lv l ı ı ·
deki işkollarında çall§an esnaf ve kayıkçı v y ı•ı 1 "
revliler ttsküdar'ın nüfusunu oluşturuyordu. A ı m l l ol ı t '
dan kopup gelen nüfus ile tJısküdar, önceleri ö n ı ı ı l l HI
çüde beka.r, işsiz ve vasıfsız işçi kal�balığının ; W. ,v i i
yılda da ilk gecekondulaşmanın alanı oldu. D u l l ı l ı ı
semtin bir toplumsal tarihi yazılmadı. Tek isthml\ 1 ı . ,111 1
rem Koçu'nun tulum,b�cı hikayeleri ve halk ş a l r l l l ' l ı ı ı 1 ı n
toplayıp yazdığı hikaye ve olaylandır. ttsk ü d n ı·' ı ı ı I J I I
yük kentıe bütünleşmesi 19. yüzyıldan itibar n , J{ ıl t'l ı
köy'le birlikte olup, ilginç bir gelişim gösterm J( l,ı ı l l ı•,
Kagıthi!ll� "KöyÜ
Mecidiy� Köyü
M A R M ARA DE NiZi
ll M�rkezi iş Bölgesi
ım:J iskan ;ıloanl�r
lllll ' Gee �kondu alanl;ırı
flll · Çöküntü mıntıkalan
O Banliyöler
Butgaz Ad. Heybeli Ada
HARiTA .: 3 �Jn o /7)
Bu değişmeyi şehrin mekan düzenini etkileyen şu
öğelerin ortaya çıkışıyla açıklayabiliriz; a) gecekon
_
dulaşma) b) banliyölerin doğuşu, c) sınıfsal yapının
ayrıntılarıyla mekana yansıması, d) iş merkezindeki
değişme ve kaymalar sonucu çift merkezin doğuşu,
e) (trans . area) geçiş bölgesinin belirgin şekilde orta
ya çıkması, f) daha önce kentle bütünleşmemiş olan
çeşitli semtlerin merkezle organik bir bütünleşmeye
doğru gitmesi ki bunda kent içi ulaşırnın modernleşmesi
de büyük rol oynamaktadır.
210
sal düzenindeki değişmeleri etkiledi. 19. yüzyılda Tür
kiye'nin kayda değer bir endüstrileşme sürecine girerne
diğini biliyoruz. Ancak dış dünya ile bütünleşmelerin
azgelişmiş metropolün yapısında yarattığı değişmelere
göz atalım;
a) Merkezi yönetim bölgesi : 19. yüzyılda bürokra
sinin modernleştiği birçok idari organların kurumsal
laştığı görülüyor. Kurulan nezaretıer (bakanlık) artık
Sadaretin dışında yönetim ve iş bölgesinin her tarafında
yer alıyor. Saray, modern şehirlerdeki gibi merkez böl
genin dışına taşınmıştır. (Dolmabahçe, sonra Yıldız)
Yönetim bölgesinde ve diğer kısımlarda sokak ve yol ya
pımı artıyor. 19. yüzyılda kargir bina yapımının teşvik
edildiği görülüyor. Bütün bu değişim, en başta modern
belediye idarelerinin kuruluş ve faaliyetini gerekli kıl
mıştı.
b) iş bölgesinde değişmeler, çift merkezli metropo
lün ar_taya çıkışı: Eski iş merkezinin yapısı değişmekte,
yeni tip iş hanları ortaya çıkmaktadır. Değişen ticari
yapı, modern anlamdaki uzmanıaşma da, daha çok dış
dünya ile olan ilişkilerin yoğunlaştığı Galata ve Beyoğ
lu'nda görülmektedir. Galata, Beyoğlu modern ilişkile
rin görüldüğü iş bölgesi durumuna geldi. Ticarethane,
büyük mağaza ve bankalar gelişmişti. Özellikle Kara
köy'ün aktif bir merkezi iş bölgesi olması ve Beyoğ
lu'ndaki konut bölgesiyle ilişkisinin yoğunlaşması, Av
rupa'nın ilk metrolarından birinin burada faaliyete geç
mesini gerektirmiş ve 10 Haziran 1869'da «Tüneb işlet
meye açılmıştı. İŞ ve konut bölgeleri arasındaki bu yo
ğun trafik; tramvay işletmesinin kurulması, yolların
açılması ve genişletilmesi gibi çalışmaları gerektirdi.
özellikle iş bölgesinde bir uzmanıaşmanın mekana yan
sıdığını Beyoğlu tarafında gqrüyoruz. İstanbul'da gele
neksel çarşı düzeni büyük ölçüde devam ederken, bu·
ı
211
rada mağazalar, ticarethane ye depolama faaliyetleri
belirgin alanlarda toplanmaya başladı. Böylece istan
bul 19. yüzyılda iki merkezli bir metropol olmuştur. Bu
konut alanında ve kentin cidarında da etkisini gösteren
ikili bir yapıyı doğurmuştur. Gene Beyoğlu bölgesindeki
geçiş bölgesi; tstanbul'a nazaran daha belirgin özellik
ler taşıyordu. Beyoğlu'nun Yüksekkaldırım, Asmalımes
cit gibi semtleri; ucuz otel, pansiyon ve lokantaların top
landığı, kriminal potansiyeli yüksek bi,r bölge olarak
or.taya çıktı.
· c) Konut bölgesi : Konut bölgesinde ıstanbul ya
kasında büyük değişmeler · görülmezken, Beyoğlu tara
. fında hızlı bir deği§me göze çarpmaktaydı. Herşeyden
önce Beyoğlu konut bölgesinde mimari bakımdan biti
şik düzen binalar, kargir yapılar artıyor, etnik yönden
karışma ve sosyal sınınaşmaya göre bir mekansal bi
çimlenme göze çarpıyordu. Konut alanı Beyoğlu'nda ge
nişlemiş, o vakte kadar kentin periferisi ve mezarlık
olan yerlerini bile kapsamaya başlamıştı. Örneğin bu
günkü Taksim gezisi önceleri Latin mezarlığı iken bu
mezarlık Feriköy'e nakledildi20 ve ora konut alanı için
de kaldı. Gene park vs. gibi kamusal eğlence alanları ku
Tuluyordu. (Tepebaşı bahçesi) 20. yüzyıl başında apart
rnan yaşamı bu bölgede tipik hale gelecektir. Bu modern
leşen yaşam ve y�rleşme kalıpları; ulaşım, sağlık, itfai
ye gibi belediye hizmetleri:Q.in de Beyoğlu yakasında
mükemmelleştirilmesini gerektirdi. Buna karşılık ıstan
bul yakasında bu konuda değişmeler yavaş oluyor ve
kargir binalarla doluşan Beyoğlu eski ıstanbul'un ah
şap yapılarına ve harap semtlerine tepeden bakıyordu.
Eski İstanbul'da azınlık mahalleleri halen aynı kompo'"'
zisyondaydı. Ancak varlıklı sınıflar Balat, Fener ve Sa
y
mat a'yı terkedip, Beyoğlu tarafına geçiyordu. Beyoğ
lu'nda ise mekan düzeni etnik - dini ayınma göre biçim-
212
lenme özelliğini hızla kaybetmekteydi. Bununla beraber
bu bölge ıstanbul'da henüz dar bir alandaydı. Asıl bü
yük alanda eski özelliklerin devam etmesi, kentin tü
münde belediye hizmetlerinin birliği konusunda güçlük·
ler yaratacaktır. Diğer taraftan özellikle sur dibindeki
mahallelerde ayak esnaflığı, harnallık gibi işlerle geçi
nen alt gelir grubundan ailelerin yerleştikleri sefalet
mahalleleri doğarken (Karagümrük, Haseki) azınlık
mahalleleırinde de bir sltumlG§ma söz konusu oluyordu.
Balat, Fener, karşı tanıfta Hasköy yavaş yavaş slum (se
falet mahallesi) bölgesine dönüştüler ve bu durumları
nı halen sürdürüyorlar. Bölge o zamandan beri atölye,
tersane gibi yan endüstriyel tesislerin etrafında biçim
lenmiş sefalet mahalleleriyle tanınıyoır.
Şehrin periferisindeki mezbaha, küçük atölyeler doğ
du. Haliç kıyısında mezbaha ve atölyelerin arttığı görü
lüyordu. Bu ilk çevre kirlenmesi sorunlarını da yarat
maktaydt
d ) Banliyö semtlerinin doğuşu : 19. yüzyılda ban l i
yö, ıstanbul'un önemli bir olgusu olarak gelişti. Ulaşım
araçlarının ön planda vapurun ve tramvayın kullanıl
masıyla Boğaz'ın her iki yakasındaki semtler (özelll k l
Avrupa yakası) Kadıköy ve sonraları Makriköy (Bak ı r
köy) ve Yeşilköy (Ayastefanos) önemli' banliyö merk �
leri oldular..- Tarabya - Yeniköy yazlık sefarethanclc r i ı ı
ve levantenlerin bölgesi oldu. Adalar d a kentıe orgu n l k
. bir bağa girdiler. Buralarda modern belediye ld ıırn l 1'1
de Beyoğlu Belediyesinin hemen ardından kuru l <.l u . 0
Ulaşım olanaklarının artmasına rağmen, İNiıo. n u ı ı l
a z gelişmiş bir metropoliten merkez olduğundan ; Jc u y ı l< ·
la, buharlı geminin, atlı araba ile tramvayın y n n y ı ı ı ı ıı
ulaşım ağını tamamladığı bir kentdi. Mekan dtlı n t ı u l ı
k i değişmeler / d e bu az gelişmiş metropol l t n ıılıı ı ı ı ı ı
·
ıa
özelliklerini taşımaktadır.31 Gecekondulaşma da bu gibi
bir gelişim sonucu ortaya çıkan bir olgudur.
e) Gecekondulaşan bölge : Bu dönemde İstanbul'a
gerek Anadolu'dan, gerekse Rumeli'den gelip yerleşen
bir kitle, surların batı yakasında, Eyüp'te, Hasköy, Ka
sımpaşa ve 'üsküdar taraflarında gecekondu semtleri
yaratmaya başlamışlardı. örneğin, Beyoğlu'nun yanıba
şında Kasımpaşa ve Hasköy, Okmeydanı, Pera'daki ya
Şantıya tamamen ters düşen bir yaşam biçiminin görül
düğü, alt gelir gruplarının yaşadığı semtlerdi. Gene
Anadolu yakasında Kadıköy'e göre trsküdar'ın bazı
semtleri de bu görünümdeydi. Bu ikileşme belediye dai
relerinin de dar alanlarda kurulmasını gerektirmiştir.
örneğin ilk Meclis-i Mebusanda mebuslar, Kasımpaşa'
nın Beyoğlu Altıncı Dairesinin sınırları içine sokulma
masını eleştirdiklerinde ; Reis A. Vefik Paşa, «Beyoğlu
muhitinin isteklerinin Kasımpaşa gibi fıkara semti için
lüks olacağını» belirtmiştP2 Şehirdeki dar geliriiierin ve
işsizler kalabalığının doldurduğu bu semtler beledi hiz
metler kadar sosyal ve ekonomik yönden de bir (urban
disintegration) kentsel bütünleşememeyi .getiriyordu.
Böylece şehirde 1930'lardan ve II. Dünya Savaşın
dan sonra hizianacak gecekondulaşma olgusunun baş
langıcı ve bu olgunun oturduğu az gelişmiş metropoli
ten yapı 19. yüzyılda ortaya çıkmış ve gittikçe bü
yüyen bir sorun haline gelmiştir. Esasen 19. yüzyıl
bitişik yerleşme düzeni ile birlikte dağınık yerleşme
·nin de görüldüğü bir devirdi. Bu yüzden ıstanbul nü
fusuyla orantılı olmayan geniş bir alana yayılmıştı ve
bu bütün beledi hizmetleri aksatan başlıca sorundu.
216
ISTANBUL'DAN SAYFALAR
•
İLBER ORTAYLI
İstanbul , sayfaları çevr i l m e k le bitmeyen b i r k itap; seyrine
d oyum olmayan b i r resi m d i r . B•1rada sadece onun b i rk aç
sayfasını çevİ rıneye çalıştım . İ stanb u l göznuru dökülmem i ş .
bir b i li m dalıd ı r . Bu şehi rde uygarlık tarihinin her
anın dan, her bucağından kalıntılar, renkler vardır ve
bugün de ilginç bir deği ş i m i n içinded i r . Bazı sorunları
birli kte d ü şünmek i steğiyle . . .