You are on page 1of 20

MRST

İRŞAD

İRŞAD HAKKINDA

Hidayet ve saadete erişebilmek için irşadın büyük rolü vardır. Tarih boyunca peygamberlerle büyük mürşitler, gözledikleri
hedefe ulaşabilmeleri için onu uygulamışlardır. İrşad'ın esas temeli Kuran ve sünnettir. Yani mürşit olan kimse görevini
yaparken Kur'an ve sünneti esas alarak hareket edip irşat hizmetini yürütmelidir.

İrşadın başlıca dört aracı vardır: Birincisi, sözdür. Her zaman peygamberler ile onları temsil eden mürşitler, fert ve toplumu
irşat etmek için sözleriyle hak ve hidayet yolunu gösterip beyan etmişlerdir. Bu araç, her zaman her yerde herkes için
geçerlidir. Sözün en güzeli ve en hayırlısı Kelamullah olan Kur'an ile onun tefsirinden ibaret olan Peygamber"in (S.A.V)
sünnetidir. Bunun için mürşit olan kimse bir elinde Kur'an diğer elinde de sünnet olacak şekilde çizilen hidayet yoluna doğru
yürümeli ve onları gösterip açıklamalıdır. Kur'anı Kerim şöyle buyuruyor:

"Ey Resul! Rabbin tarafından sana indirileni tebliğ et! Yapmadığın taktirde onun risaletini tebliğ etmemiş olursun!" (Maide:
68)

İkinci araç ise, yazıdır. Yazıyla yapılan irşat çok önemlidir. Yazı, Kur'anı, sünneti ve büyük insanların söz ve görüşlerini bize
aktardığı gibi, asrımızda mevcut olup da hazır olmayan büyük alim ve mütefekkirlerin değerli fikir ve nasihatlarını da bize
aktarıyor.

irşat için inen Kur'anı Kerim, vahiy edildiğinde Peygamber (S.A.V) onu vahiy katiplerine yazdırdı. Yani Kur'anı okumak
suretiyle hazır olanlara ve gelecek nesillere de tebliğ etmek için onu yazdırarak irşad görevini yapmıştır.

Kur'anı Kerim ile sünneti seniyyenin ışığı altında yüzbinlerce dini eser yazılmış ve yazanlar bu eserleriyle irşad hizmetlerini
yapmışlardır. Yazı olmasa idi o büyük müctehit ve yazarların yazdıkları kitaplar ile tarih içindeki kültür birikimiyle oluşan
medeniyet de olmayacaktı.

Yazı sayesinde adeta biz tayyi zaman ederek Peygamber (S.A.V) ile büyük insanların sohbetlerine katılabiliriz. Veya onlar
yazı vasıtasıyla bizim toplantılarımıza katılarak, bize hitapta bulunup bizi irşad ederler, şereflendirirler. Hele matbaa icad
edildikten sonra yazı ile yapılan irşad ve eğitim daha fazla önem kazanmıştır. Ve bütün İslam mücahitleriyle din düşmanları
arasında cereyan eden savaş, ağırlık ve süreklilik noktasında silahla değil, yazıyladır.

Maalesef bugün düşman, teknolojisiyle bizden üstün olduğu gibi yazı silahını kullanmakta da üstündür. Kitabıyla,
ansiklopedisiyle, gazetesiyle dünya piyasasına hakimdir. İstediği şekilde toplumu

yönlendiriyor. Bunun için bizim alim ve yazarlarımız çok çalışmalıdır. Ve söz vasıtaslyla çalışıp hakkı, beyan edip, halkı irşad
etmekle mükellef oldukları gibi yazıyla da irşad sorumluluğu ile de mükelleftir.

Eimmei erbaa, Gazali, Nevevi, Serahsi ve benzeri müctehid ve alimlerimizin yazdıkları eserleriyle hala irşada devam
ediyorlar ve kıyamete kadar da inşaallah devam edecekler. Bununla beraber, islama hizmet etmeyi gaye edinen kişi ve
kuruluşlar, asrımıza uygun çeşitli konularda yeni eserler yazdırıp, Müslümanları irşad etmek için faaliyet göstermelidir.

Üçüncüsü ise, mürşidin fiil ve davranışlarıdır. Mürşid olan kimse söz ve yazısıyla irşad ettiği gibi, fiil ve davranışlarıyla da
irşad edebilir. Yani hem söz ve yazısıyle, hem de Kur'an ve sünnete uygun olan hal ve görüntüsüyle de irşad etmelidir.
Mürşid olan kimsenin Söz ve yazısı ayrı, fiil ve davranışı ayrı olursa tezada düşer ve kimse ona inanmaz. Ve böyle bir kimseye
de mürşid demek mümkün değildir. Zira o, kendi kendini yalanlıyor. Ve böyle bir yaşantı, samimiyetsizliğin belirtisi ve
başarısızlığın nedenidir. Kur'anı Kerim şöyle buyuruyor:

"Yapmadığınız şeyi niçin söylersiniz?" Saff/2


Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor:

"Allah'ın Resulü sizler için güzel bir örnektir." Ahzab/21

Dördüncüsü de görsel cihazlardır. Bu sanat, göz ve kulağa hitap ettiği ve yaygın olduğu için zamanımızın en güçlü
silahlarından biridir, Çünkü bu, tekniğin yeni buluşu sayılı fertlere veya belli bir topluma hitap etmez, belki herkese hitap
etmektedir. Bunun için gerek

fert, gerekse müessese olarak İslam'a gönül veren herkes bu görevi

yürütebilmek ve bu geniş dairede hizmet edebilmek için mutlak surette

bu görsel cihazlara ve özellikle televizyon ve radyoya sahip olmak ve İslamı, hikaye ve hurafelerden uzak bir şekilde
tanıtmak zorundadır. Yoksa bu iş hakkıyla başarılmayacak ve milletimizin manevi hayatı tehlikeye girecektir.

İrşad görevini yürüten mürşidin bir takım niteliklere sahip olması lazımdır. En önemlisi şunlardır:

1- İslamı gereği gibi bilmektir.

2- İslamı yaşamak, yani hem sözü hem fiiliyle İslamı belirlemek ve tebliğ etmektir.

3- İrşad ettiği çevrenin dil ve adetlerini bilmektir.

4- Keza mezheplerini iyi bilip onu açıklamaktır.

Doğuda ve güneydoğuda vazife alan bir çok müftü ve vaiz kardeşimiz Şafii mezhebine göre verildiği için memleketimizde
saliki bulunan her iki mezhebin görüşünü beyan etmekte faide vardır.

5- Çevresinin ihtiyaç ve sosyal hayatını bilmeli ve ona göre ilaç vermeli.

6- İrşadında samimi olmalı. Yani mal ve makam için değil de Allah için irşad vazifesini yürütmeli.

7- Nezaket kurallarına riayet edip, söz ve hareketleriyle kimseyi incitmemeli. Cenabı Hak, Hz. Musa ve Harun (A.S)'a hitaben
şöyle buyuruyor:

"Fir'avuna gidiniz! O, haddini aşmıştır.Kendisine yumuşak söz söyleyip irşad ediniz!" Taha/24.

Kısaca bunları serdettikten sonra doğu ve güneydoğuda yaşayan Müslüman kardeşlerimiz ile ilgili birkaç söz söylemek
istiyorum:

Bildiğiniz gibi bu ülkede yaşayan Müslümanları birbirine bağlayan iki güçlü bağ vardır.

1. İnsanlık bağıdır. Yani burada yaşayan insanlar bir kökten filizlendiği gibi kardeştirler. Babaları da bir anaları da birdir.
Babaları Hz. Adem anaları da Hz. Havva'dır. Kur'anı Kerim şöyle buyuruyor:

"Sizleri bir erkek ve dişiden yarattım." Hucurat/13

2. Müslümanlık bağıdır. Aramızda mevcut olan bu İslam kardeşliği en güçlü ve en kuvvetli bağdır. Hatta ebeveynden gelen
kardeşlikten daha üstündür. Cenabı Allah, Hz. Nuh Peygambere hitaben şöyle buyuruyor:

"0 -oğlun- senin ailenden değildir, Çünkü onun ameli ve yaptığı şey çirkindir." Hud/47

Peygamber (S.A.V)'de şöyle buyuruyor: "Ey Allah'ın kulları kardeş olunuz."

Bunun için dil, renk ve ırk ne olursa olsun bütün Müslümanlar eşit ve kardeştirler. Aralarında fark gözetilmez. Üstünlük
ancak ve ancak iman ve takva iledir. Arap, Türk ve Kürt gibi çeşitli kavimlere mensup olan Müslümanlar tarih boyunca
beraber yaşamışlar, yanyana hayat sürdürmüşlerdir. Hiçbir zaman kavmiyet meselesi söz konusu olmamıştır. Ama maalesef
19. asırda İslam düşmanları Müslümanları güçsüz bir hale getirmek için aralarına nifak ve tefrika tohumlarını sokdular. Sen
Arapsın, sen Türksün, sen Kürtsün, sen Arnavutsun diyerek Müslümanları ve İslamı savunan Osmanlı imparatorluğunu
parçalayıp ortadan kaldırdılar. Bununla beraber, Türkiye'de yaşayan Müslümanlar birlik ve kardeşliklerini muhafaza
edebildiler. Hatta cumhuriyet geldikten sonra da 35 sene öncesine kadar doğu ile güneydoğuda mevcut olan İslami
medreseler sayesinde bu kardeşlik devam etti. Ancak İmam-Hatip okulları ve ilahiyat fakültelerinin ortaya çıkmasıyla bu
medrese mezunlarına yer verilmediğinden fazla zaman geçmeden kapandılar. Yetersiz olduğu için kapanabilirdi, ama
alternatifin getirilmesi gerekirdi. Bu yapılmadığından İslami hizmet ve eğitim tamamıyla durdu. Öyle ki, bugün hiçbir köyde,
hiçbir nahiyede Kur'an kursu olmadığı gibi ilçelerde de ya yoktur veya vardır ama talebsizdir. Çünkü bunlara bir hak
tanınmıyor. Bir vazifeye giremiyorlar. Aynı zamanda imam-Hatip okullarının açılmasına da müsaade edilmiyor. Ve böylece
İslamı bilmeyen ve islam kardeşliğinin ne demek olduğunu idrak etmeyen, yeni bir nesil ortaya çıktı ve anarşi hakim oldu.
Yani anarşiyi meydana getiren, esasen bu yanlış uygulamalar ve tutarsız siyasetdir.

Bunun için doğu ile güneydoğuya ciddi olarak eğilmeli ve heryerde Kur'an kursları, her ilçede İmam-Hatip okulları açılmalı ve
vatandaşa İslami şuur verilmelidir. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı, görsel sanatlara el atmalı, özellikle televizyon ve radyoya
sahip olmalıdır. Devlet bu işe yardımcı olmazsa, Diyanet Vakfı ve benzeri vakıf ve müesseselerimiz, keza ehlihimmet kişiler
bu işe sahip çıkmalı ve bu meseleyi halletmelidirler.

Her köye, her nahiyeye ve her ilçeye islamı bilen ve İslami güzelce telkin edebilen vaiz ve mürşitler göndermek mümkün
olmazsa da televizyon ve radyo vasıtasıyla herkese hitap edip İslamı anlatmak mümkündür.

Ülkemizi bu badireden kurtaracak bir şey varsa o da İslam'dır. Ancak İslam, bu ülkenin bütünlüğünü sağlayabilir. Fakat
maalesef toplumumuzun hastalığı teşhis edilemedi. Ve bazı kimseler hiç çekinmeden İmam-Hatip okullarını ve Kur'an
kurslarını kapatacağız diye ilan ediyorlar.

Yukarıda işaret ettiğimiz birşeyi tekrar etmek istiyorum. Doğu ile güneydoğuda tayin edilecek müftü ve vaizlerin mutlaka
Şafii mezhebini bilmeleri gerekir. Yoksa irşad hizmetleri eksik olur ve saygınlıklarını yitirirler. Geçen sene güneydoğuda bir
ilçeye uğradım. Baktım da, cemaat müftü efendi hakkında çok dedikodu yapıyor. Sebebi ise müftü efendi cemaate teravih
namazını kıldırırken iki rekatte değil, dört rekatte bir selam vermesidir. Bu ise, Şafii Mezhebi'nde teravihin fesadına vesiledir.
Müftü efendi bilseydi asla buna meydan vermezdi.

Bir husus daha arzetmek istiyorum. Altmış yetmiş senedir hutbe ve vaazlarımızda sadece i'tikad, ahlak ve ibadet konularını
işliyoruz. Halbuki bunlar İslamın tümünü değil, bir bölümünü teşkil ediyor. Kalan bölümlerini ihmal etmek doğru değildir.

Malum olduğu üzere ticaretin helali var, haramı vardır. Nesi helal, nesi haramdır? Faiz nedir? Hangi muamele faizlidir?
Hangisi değildir? Hangi alış veriş sahihtir? Hangisi sahih değildir? Nikah nasıl kıyılır? Şartları ve rükünleri nelerdir?. Bütün
bunları bilmemiz lazımdır.

Bugünkü kanunlara göre süt kardeşi ile evlenmek mümkündür. Fakat İslam'a göre kesinlikle haramdır. Yine kanuna göre bir
gayri- müslim nikah şahidi olabilir. Ama dinen olamaz.

Hülasa, İslam'ın her yönünü bilmemiz ve bildirmemiz lazımdır. Devlet uygulamasa da Müslüman vatandaş kendi öz
hayatlarında bu esasları uygulayacaklardır.

İki şey üzerinde durmak istiyorum:

A- İslamın özellikleri.

B- İslamın ana hatları.

İslam diyoruz. Bu kelimenin manası nedir? Bu kelime, sözlükte barış manasını ifade eden silem kökünden geliyor.

İstılahi manası ise: dünya ve ahiret işlerini tanzim edip, insanlığın mutluluğunu gerçekleştirmek için indirilmiş ilahi bir
nizamdır.

Bu ilahi nizam, barış nizamı olduğundan onun ismi bu kelimeden alınmıştır. Hz. Muhammed (S.A.V) en son ve en üstün
peygamber olduğu gibi kendisine inen bu din de en son ve en üstün dindir. Bunun için Hz. Peygamber (S.A. V) hatemül
enbiya ve İslam dini de hatemül edyan lakaplarıyla vasıflanmıştır.

A) İslamın Özellikleri: İslamın bir çok özelliklerinden iki tanesini dile getirmek istiyorum.
1- İslam dini, yalnız ruh ve ahirete yönelik bir din değildir. Başka bir ifade ile İslam dini sadece itikat, ibadet, ve ahlaktan
ibaret değildir. Ve böyle bir inanç sakat ve tehlikelidir. Çünkü Kur'anı Kerim ve onun tefsirinden ibaret olan sünneti seniye
itikat, ibadet ve ahlakla ilgili meseleleri beyan etmekle beraber borçlar hukuku, ceza hukuku ve medeni hukuk gibi önemli
konuları da açıklamıştır. Bunları gizlemek mümkün değildir. O, hem maddi hem manevidir. Ahirete baktığı kadar dünyaya da
bakar. Madde ile manadan terkip edilmiş olan insana geldiği için onun insaniyeti ile orantılı olarak nazil olmuştur. Yalnız ruha
bakan Hıristiyanlık dinine benzemediği gibi, sırf maddeye dayanan materyalist felsefeye de benzemez. Hıristiyanlık dininin
parolası şu sözdür:

Hükümdarın işini hükümdara, Allah'ın işini Allah'a bırak. Materyalist felsefe ise maddenin ötesini inkar ediyor. Ve Allah'a
iman etmediği gibi ebediyet alemini de reddedip her şeyi kör tesadüfe havale ediyor. Bu ilahi nizam insanın manevi gıdası
olan ibadet, zikir ve fikri emrettiği gibi, maddi hayatı için temel teşkil eden sanat, ticaret ve tarım gibi şeyleri de
emretmektedir. Kur'anı Kerim şöyle buyuruyor:

"Ey müminler, cuma günü namaza nida edildiğinde Allah'ın zikrine koşunuz. Namaz bitince yeryüzüne dağılınız ve Allah'ın
lütfundan isteyiniz." El-Cuma/lO

Başka bir Ayeti Kerime'de de şöyle buyuruyor;

"Allah alışverişi helal, faizi yasak kılmıştır." Bakara/275

Görüldüğü gibi birinci ayet cuma namazı ibadetini ifa ettikten sonra, helal rızkı elde etmek için çalışmayı emrediyor.
Peygamber (S.A.V) de şöyle buyuruyor ;

Günahların öyleleri var ki, ne namaz, ne oruç ve ne de hac onların affına vesile olmaz. Ancak geçimi sağlamak için sarf edilen
gayret onların afvına vesile olur. Demek ticaretle uğraşmak, tarlada fabrikada çalışmak ve kazanç sağlamak maksadı ile çaba
harcamak büyük bir ibadettir. Ama maalesef yarım asrı aşan bir zamandan beri İslam'ın sadece itikat, ibadet ve ahlaktan
ibaret olduğu Müslümanlara tanıtılıyor. Ve bu hususta hutbeler okutuluyor. Ve İslam'ın diğer bölümleri açıklanmıyor. Yalnız
son senelerde memnuniyet verici bir durum vardır. O da şudur: Bizim ilahiyat fakültelerimizde İslam'ın birçok dalları üzerine
durulup, İslamda alış-veriş, akit, ortaklık, haciz, kefalet, müsakat, müzaraa, evlilik, boşanma ve nafaka gibi konular
işlenmekte ve doktora tezi olarak verilmektedir. Ve böylece uzun zamandan beri işlenen bir hata düzeltilmiş oluyor.

2- Özellik; İslamdan önceki dinler belli birer kavme, birer millete hitap ediyordu. Mesela; Musa A.S. Allah'ın peygamberi ve
resulü idi. Ama onun risaleti sadece beni İsrail'e yönelik idi. Onları irşad etmek için gelmişti. Ve kezalik Hz. İsa, Nuh, Şuayb
peygamberler böyle idiler. Hz. Muhammed'in (S.A. V) risaleti ise yalnız Kureyş kabilesine ve Arap milletine hitap etmiyor,
bütün insanlara hitap ediyor. Kur'anı Kerim şöyle buyuruyor;

"Biz seni bütün insanlara ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." Sebe/28

Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor ; "Deki ey insanlar ben hepinize Allah'ın resulüyüm." Araf/l58

Demek Peygamber'in risaleti umumidir. O geldikten sonra, önceki dinler yürürlükten kaldırılmıştır. İslamdan başka bir din ile
amel etmek mümkün değildir. Ve kabul de olunmaz. Bunun için "Hıristiyan ve yahudiler Peygamberin risaletini inkar
etmemek şartıyla kendi dinlerinde kalsalar da ehli necat sayılıyor." diyen kimselerin sözü geçersizdir. Kur'ana ve sünnete
ters düştüğü gibi İslam alimlerinin bu husustaki menfi ittifaklarına da muhaliftir.

B- İslamın Ana Hatları: İslam dini üç ana bölüme ayrılır:

1- İtikat.

2- Ahlak.

3- Fıkıh'tır.

1- İtikat Bölümü; Cenabı Allah'ı, onun sıfatlarını, meleklerini, peygamberlerini, haşir, Cennet ve Cehennem gibi ahiret
aleminin kapsadığı şeyleri konu ediyor. Onunla ilgili mekasit, mevakıf: Nesefi, Cevhere ve şerhleri gibi çok kitaplar yazılmıştır.
İslamın ilk muhatapları müşrik (Allah'a şirk koşan) kimseler olduğu için Mekke devrinde nazil olan ayetlerin çoğu, itikadi
akidesini yerleştirmek için izahlarda bulunmuştur.
2- Ahlak Bölümü; Ahlak bölümü, tevbe, ihlas, zikir, züht, iffet,tevazu, merhamet ve kanaat gibi şeyleri konu ediyor. Tevbenin
manası şudur; Bilindiği gibi Cenabı Hak insana akıl, gadap, öfke ve şehvet gibi duygular vermiştir. Yani Allahu Teala iyiyi
kötüden ayırmak ve gereğini yapmak için akıl; dinini, namusunu ve canını korumak için gadap ve beşeriyetin devamı için
şehvet duygusunu insana vermiştir. Fakat insan, zaman zaman esas vazifesini unutuyor. Ve kendisine, verilmiş olan bu gibi
nimet ve duyguları uygun olmayan yerlerde ve Cenabı Hakk'ın çizdiği hudut dışında kalıyor. Durum böyle olmakla beraber,
Allah-ü Teala onu bütün rahmetinden dışarıya atmıyor ve kendisine tevbe kapısını açıyor. Ve rızasından uzaklara düşmüş
olan kullarını, doğruyu bulmaya ve mucibince amel etmeye çağırıyor. "Ey iman edenler, samimi olarak Allah'a tevbe ediniz,"
Tahrim/18

Haddini aşan kimseyi dönüş yapıp tevbe ettiği takdirde affedip himayesine alıyor. Allah'a dönüş yapmak güzel bir meziyet ve
ahlaktır. İhlasın manası kişinin söz, fiil ve davranışlarında samimi olması, gösteriş için bir söz söylememesi ve iş
yapmamasıdır.

Bu gün, bu memleketin başına gelen musibetin ve geri kalışının temelinde; samimiyetsizlik ve mefaat düşkünlüğü yatıyor.
Şahsi menfaat ön planda olmasaydı, bu memleketin hali böyle olmayacaktı.

Zikrin manası, Allahu Teala'nın büyüklüğünü ve birliğini hatırlayıp dile getirmek ve Allah ile beraber kalbi ona bağlamaktır.

Merhametin manası, Allah'ın bütün canlı yaratıklarına karşı şefkatli davranmak ve onlara acımaktır.

Tevazunun manası, alçak gönüllü olmak ve hiç kimseden kendini üstün görmemektir. İslamın getirdiği bu yüce ahlakın
kısaca manası budur. Ahlakla ilgili çok kitap yazılmıştır. Bunların başında: İhyai Ulumiddin ve Kutul Kulub gibi kitaplar
gelmektedir.

3- Fıkıh Bölümü:

Fıkıh, efali mükellefinin halini konu ediyor ki, Türkçede buna ilmi hal denir. Bu da ikiye ayrılır:

a- İbadet

b- Muamelattır.

İbadetten maksat: Namaz, oruç, hac ve zekat gibi kulluğun temelini teşkil eden şeylerdir. Muamelat da şu bölümlere
ayrılıyor:

a- Borçlar Hukuku

b- Medeni Hukuk

c- Ceza Hukuku

d- Usulü Muhakemattır.

Asrımızda inananların çoğu itikat, ibadet ve ahlak hakkındaki bilgileri kısıtlı olduğu gibi, alış-verişin, ticaretin nesi helal, nesi
haramdır onuda pek bilmezler ve öğrenmeye de pek heves etmezler. Halbuki İslam bir bütündür. Bir kısmı ile amel etmek,
bir kısmını ihmal etmek doğru değildir. Devlet laik olup muamelata yer vermezse de, her Müslüman vatandaşın alış verişte,
ticarette, evlilikte v.b. şeylerde İslamı yaşamaya hakkı vardır ve bu konuda hürdür. Mevcut kanun ve mevzuata ters
düşmemek ve cezaya çarpılmamak için gayret sarf etmemiz gerektiği gibi, ilahi kanunlara da ters düşmemek ve Allah'ın
gadabına uğramamak için de, gayret sarf etmemiz gerekir. Daha önce açıkladığımız gibi, alış veriş yapmak ve helal rızkı
kazanmak için ticaret gibi şeylerle uğraşmak büyük bir ibadettir. Ancak namaz ibadetinin şart, farz, sünnet ve yasakları
olduğu gibi, ticaret ibadetinin de şart, rükun, sünnet ve yasakları vardır. Bunları öğrenmeden ticaret hayatına girmek büyük
bir vebaldir. Hz. Ömer (R.A.) halife iken, İslama uygun olarak ticaret yapmayan kimseleri çarşı ortasında cezalandırıp şöyle
diyordu: "Alış-veriş usülünü bilmeyen kimse çarşı ve pazarlarımlZda alış-veriş yapmasın. Çünkü farkında olmadan faize
girebilir."

Muamelat ve İslam hukuku ile ilgili çok kitap yazılmıştır. Bunların başında İmamı Şafii'nin El Ümm isimli kitabı, Muhammed
İbni Hasanüş-Şeybani'nin Kütübü Sittesi, İmamı Malik'in Müdevvenesi, İbni Kudamenin Muğnisi, Mecmu, Kifayetül Müntehi
ve Serahsi gibi kitaplar gelmektedir. Bu kitaplarla ne kadar övünsek azdır. Dünyada meşhur üç hukuk sistemi vardır. Bunlar
İslam hukuku, Roma hukuku ve İngiliz hukukudur. Bunların arasında ciddi mukayese yapılırsa, İslam hukukunun ne kadar
güzel, ne kadar nezih olduğu anlaşılacaktır.

Allah'ın nizamı ezelden geldiği gibi, ebede devam edecektir. Kural ve kaideleri daima canlıdır. Ve fıtrata uygundur. Ortaya
çıkabilecek her mesele ve her olayın hükmü, mutlaka Kur'an ya da sünnete açıkça veya kapalı olarak mevcuttur. İslam'ın ilk
asırlarında eimmei erbaa gibi büyük İslam hukukçuları, Kur'an ve sünnette açıkça hükmü belirtilmemiş olan meselelerin
hükmünü içtihat ile beyan etmişlerdir. İçinde yaşadıkları zamanın ve sonraki asırların bir çok ihtiyacını karşılamışlardır. Fakat
maalesef son asırlarda ciddi bir çalışma yapılmadı. Ve içtihat edebilecek kimse kalmadığı için, içtihat kapısı kapanacak hale
geldi. Ama kapatılmadı. Ve hiç kimse onu kapatamaz. Çünkü onu açan Allahu Teala'dır. Ehil olan kimse olursa, yine o kapıdan
girebilir. Son asırlarda, içtihat edip Müslümanların problemlerini çözecek kimse kalmadığı için, İslam aleminde sorunlar
çoğalıp huzursuzluk arttı. Bunun için Müslümanlara İslami cemiyette iki önemli vazife düşüyor:

1- İslam hukukunu öğrenip, ferdi de olsa ona uygun bir hayat tarzını yaşamak.

2- İslam hukuku sahasında fıkıh melekesine sahip olacak kimseleri yetiştirmek için çaba göstermektir. Bildiğiniz gibi bugün
ticaret sahasında çeşitli uygulamalar ve çeşitli usül ve kurallar çıkmıştır. Ve ekonomik alanda büyük bir bilgi birikimi
oluşmuştur. Bunun için bunları analiz edip ve İslama ters düşen şeylerden ayıklayıp, Müslümanların hizmetine vermek en
önemli vazifelerimizdendir. Hz. Ömer zamanında yapılan futuhat neticesinde çeşitli milletlere mensup büyük bir toplum
meydana gelmişti. Ve bunu idare etmekte güçlük çekmişti. Bunun için Hz. Ömer, idari ve mali işlerde tecrübe sahibi olan ve
İslam devletinin himayesine giren kimseleri, Pars devletinin kanun ve nizamını gözden geçirmekle vazifelendirerek Kur'an ve
sünnete ters düşen şeylerden ayıklandıktan sonra ondan istifade etti.

ŞERİAT

SORU 1039 -Şeriat nedir, hakkında bilgi verir misiniz?

CEVAP: Bilerek veya bilmeyerek bir çok kimse şeriatın aleyhinde bulunuyor. Hakkında küçültücü sözler sarf ediyor. Bilerek
aleyhinde bulunan kimseye diyecek sözümüz yoktur. Onu kabul etmedikten sonra, aleyhinde konuşması tabiidir. Böylelerine
diyebileceğimiz şeyler de bahsimizden hariçtir.

Ama haberi olmadan, şeriatın ne olduğunu bilmediği halde aleyhinde bulunan kimseye yazık olur. Gaflet ve cehaletinden
dolayı, sevdiği ve inandığı davayı farkında olmadan yar alıyor. Bunun için şeriatın ne olduğunu bilmemiz ve açıklamamız
lazımdır.

Şeriatın tarifi şudur: Akıllı kimseleri mutluluğa sevk eden ilahi bir nizamdır.

İstanbul Üniversitesi tarafından ilk baskısı yapılan Ömer Nasuhi Bilmenin Istılahatı Fıkhıye Kamusu'nun 1. Cildinin 14.
sahifesinde şeriat şöyle tarif ediliyor:

"Cenabı Hakk'ın kulları için vaz etmiş olduğu, dini ve dünyevi ahkamın heyeti mecmuasıdır. Bu itibarla şeriat, din ile
müteradif olup, hem ahkamı asliye denilen itikat, hem de ahkamı feriyyei ameliye denilen ibadet, ahlak ve muamelatı ihtiva
eder."

Yani şeriat, din ve İslam kelimeleri eş anlamlı sözlerdir. Bunun için bir kimsenin şeriatın aleyhindeki tutum, davranış ve
sözleri küfre vesile olur. Şeriat demek, Kur'an demektir. Şeriat demek, ilahi vahiy demektir. Hatta İmamı Azam gibi
müçtehitlerin içtihatları, şeriat olmadığı gibi, Hz. Peygamber (S.A. V)'in vahye dayanmayan söz ve fiilleri de şeriat değildir.
Müçtehitlerin içtihadı isabet edebileceği gibi isabet etmeye de bilir. Peygamber (A.S.) şöyle buyuruyor:
Müçtehid içtihadında isabet ederse iki, yanılırsa bir mükafat vardır. Bunun için, her hangi bir müçtehidin sözünü red etmek
ve kabul etmemek küfre vesile olmadığı gibi, vebal de değildir. Tabiatıyla, Şafii olan kimseler Hanefi'nin, Hanefiler de
Şafii'nin içtihatlarını kabul etmiyor. Mesela; Hanefi mezhebinde cenabetten dolayı ağıza ve buruna su vermek farzdır,
denildiği halde, Şafiiler farz değil, sünnettir diyorlar. Kezalık Şafii mezhebinde, imamın arkasında Fatiha okumak farzdır,
denildiği halde, Hanefiler farz değildir diyorlar.

Peygamber (S.A.V)'in söz ve fiilleri iki türdür:

1- Vahye dayanmayan. İnsan olarak söylediği söz veya yaptığı fiildir. Bunlar din ve şeriat sayılmıyor. Mesela; "Ey Nebi!
Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niye haram kılıyorsun?" Tahrim/1

2- Vahye dayanan söz ve fiiler. Misal verelim; Kur'anı Kerim "Namaz kılınız, zekat veriniz diye namazı ve zekatı emrediyor.
Ama, namaz kaç vakit, her vaktin kaç rekatı vardır. Her rekatta kaç rüku, kaç secde vardır, diye bunları beyan etmiyor.
Bunları açıklayan Hz. Peygamber'dir. Ama bu açıklama şahsi fikir ve görüş değildir, vahye dayanmaktadır. Hatta miraç
gecesinde dünyaya döndüğünde, henüz namazın nasıl kılınacağını bilmiyordu. Ve bunun için ilk günün sabah namazını
kılamamıştı ve ilk kıldığı namaz öğle namazı olmuştur. Kezalik Kur'anı Kerim zekatın durumunu tafsil etmiyor. Kaç çeşit zekat
vardır, yani nelerin zekatı var ve kaçta kaç zekat verilecektir, diye açıklama getirmedi. Ancak Peygamber (S.A.V) vahye
dayanarak bunları beyan etti. Bunun için Peygamberin bu kabilden söz ve fiilleri şeriattır ve dindir. Demek ki, şeriat ilahi bir
nizamdır. Bir insan işi değildir. Yani şunu demek istiyorum, bir kimse Müslüman ise ve İslamın dışına çıkmak istemiyor ise
onunla amel etmezse de şeriatın aleyhinde bulunmasın.

Kur'anı Kerim ile Hadisi Nebevi elimizde iken, neden içtihada gidildi? Neden İmamı Azam ve İmamı Şafii gibi zevat içtihat
etmişlerdir diye sorsanız, cevaben deriz ki: İslamın kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'in ayetleri ile Peygamber'in hadisleri
mahduttur. Yani sınırlıdır. Farz edelim, ikiyüz-üçyüzbin ayet ve hadis olsun, ama dünyanın hadise ve olayları ise
namütenahidir, sınırsızdır. Bunun için ayet ve hadis, her hadisenin hükmünü açıkça ifade etmiyor. Yani ayet ve hadisler, bazı
hükümleri açıkça ifade etmiştir. Bir kısmı da açıklamamış, ictihade bırakmıştır. Hz. Peygamber (S.A.V) Muaz Bin Cebel'i
Yemene vali olarak gönderdiğinde kendisine buyurdu: Ya Muaz! Bir mesele sana intikal ederse nasıl hareket edeceksin?
Muaz dedi ki; önce Kuran'a baş vururum, orada hüküm varsa mesele tamamdır. Yoksa hadise baş vururum, orada da yoksa
içtihat ederim. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V) şöyle dedi:

"Resulullah'ın elçisini muvaffak kılan Allah'a hamd olsun."

Hz. Peygamber'in, peygamberliğini isbat eden binlerce mucize vardır. Ama, numüne olarak dört mucize gösterelim:

1 -Kur' anı Kerim

2- Peygamber'in sünneti, yani hadisi

3- Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer. Hz. Osman ve Hz. Ali gibi efendilerimiz önceden tahsili olmayan insanlar oldukları halde, onun
medresesinde yetişip en üstün fikirleri ortaya atmaları, İslam devletini en güzel ve adil bir şekilde idare etmeleridir. Hz.
Ömer'in adaleti darbı mesel haline gelmiştir.

4- İmamı azam, İmamı Malik, İmamı Şafiı ve İmamı Ahmet Bin Hanbel gibi büyük müçtehit ve mütefekkirlerin Kur'an-ı Kerim
ile sünneti seniyyenin ışığı altında, benzeri olmayan bir şekilde istinbat ettikleri İslam hukukudur. Bu gün dünyada İslam
hukukunun büyük bir yeri vardır. Peygamber (S.A.V) olmasa idi, ne İmamı Azam, ne İmamı Şafiı, ne İmamı Gazali olurdu.
Onları bu dereceye yükselten sünnettir. Demek bu müçtehitlerin içtihatları ve tedvin ettikleri hukuk, Peygamber'in
nübüvvetini isbat ediyor. İçtihat derecesine varmış kimseler çoktur. Bunların bir kısmının mezhepleri yazılıp tedvin edilmiştir.
Ve tabileri vardır. Bir kısmının mezhepleri yazılmamış ve kaybolmuştur. İmamı Azam'ın, mezhebi yazılıp tedvin edilmiş ve
tabileri bulunan büyük bir müçtehittir. İmamı Azam'ın zamanında İmamı Ebu Yusuf, İmamı Muhammed ve İmamı Züfer gibi
imamlar vardı. İmamı Azam, bunların en büyüğü olduğu için en büyük imam manasına gelen İmamı Azam lakabını almıştır.
Künyesi Ebu Hanife'dir. Hanife divit manasına geliyor. Mürekkep ve yazı ile meşgul olduğu için Ebu Hanife denildi. Yani
mürekkep sahibi demektir. Hz. Ömer veya Hz. Osman'ın zamanında Kabil fethedilince dedesi olan Zuta esir düşüp ve Irak'a
götürülmüştü, bilahare serbest bırakıldı ve Müslüman oldu. Hem kendisi, hem oğlu Sabit, hem torunu Numan (Ebu Hanife)
tabiinden idiler. İmamı Azam Ebu Hanife Küfe şehrinde dünyaya geldi, küçük yaşta Kur'anı Kerim'i hıfz etti. Kumaş ticaretini
yapan babası ile birlikte ticaretle uğraştığı gibi, ilim medresesine de devam ediyordu. On altı yaşında iken babası ile birlikte
hacca gitti. Abdullah Bin Haris ve Enes Bin Malik gibi bazı ashab-ı kiram ile görüşüp sohbetlerinde bulundu. Tabiinin
büyüklerinden Hammad Bin Ebi Süleyman'ın ilim halkasına katılıp onsekiz sene devam etti. Çevresinin en büyük alimi olan
Hammad'ın ilmini adeta devraldı. Her hangi bir engel olmadığı zaman her sen hacca giderdi. Mekke ve Medine'de birkaç
sene mücavir olarak kaldı. Ve derslere devam etti. İmamı Azam, İslam'a karşı çok samimi olduğu için asla İslam'dan taviz
vermedi. Tam İslam'ı uygulamada: hem Emeviler, hem Abbasiler zamanında kendisine kadılık makamı teklif edilip, ısrar
edildiği halde kabul etmedi. Hatta bu makamı kabul etmediği için beni Ümeyyenin son halifesi Mervan Bin Muhammed'in
valisi kendisine çok işkence yapmıştır. Ve Abbasi Halifesi Ebu Caferül Mansur da onu hapse attı ve hapiste vefat etti. İmamı
Azam'ın fıkhı yedi esasa dayanıyor:

1- Kitap

2- Onu açıklayan sünnet

3- İslamı yayıp, Kur'anın nüzulünü müşahede eden sahabenin sözleri

4- Kıyas

5- İstihsan

6- İcma

7- Nassa ters düşmeyen örf.

Imamı Azam'ın zamanında uydurma ve çok kuvvetlı olmayan hadisler dillerde dolaştığı için hadis hususunda çok dikkat
ederdi. Her hadisi kabul etmezdi. Ve çok titiz davranıyordu. Ancak, bir cemaatten bir cemaate aktarılan veya ilim merkezi
sayılan şehir alimlerinin kabul edip uyguladıkları hadisleri kabul ederdi. Veyahut ashabtan birisi bir hadisi sahabe cemaatine
rivayet eder ve muhalefet eden olmazsa, yine onu kabul ederdi ve bu hususta şöyle diyordu:

Peygamber (S.A.V)'den Kur'ana aykırı bir hadis rivayet eden bir kimseyi

reddetmem, ne Peygamberi ret ne deonu yalanlamak manasına gelmez.Benim bu rivayeti reddetmem: ancak batıl ile
Peygamber'den rivayet eden kimseyi reddetmekten ibarettir. Meydana gelen itham daPeygamber'e karşı değildir.
Peygamber ne söylerse baş ve göz üzerinedir. Biz ona inanıyor ve ona şahitlik ediyoruz.

Fakihlerin meşhur bir sözleri vardır, ne kadar güzel bir sözdür: o da şudur.

" Abdullah b. Mesud fıkıh ilmini ekti. Alkame suladı. İbrahim en Nehas biçti, Hammad onu dövdü. Ebu Hanife ise öğüttü. Ebu
Yusuf yoğurdu, Muhammed ise pişirdi. Diğer insanlar da onun ekmeğinden yiyorlar."

"Meseleyi Allah'ın kitabında görürsem ondan alırım. Onda bulamazsam Allah Resulünün sünnetinden ve güvenilir
kimselerin ellerinde bulunan sahih eserlerden alırım. Onda da bulamazsam, sahabelerinden istediğim kimsenin sözünü alır,
istediğim kimsenin sözünü bırakırım. Sonra bunların sözü dışına çıkmam. İş, İbrahim, Şabi, Hasen, Said bin Museyyeb'e
varınca, onların içtihad ettikleri gibi ben de içtihad ederim."

İmamı Azam, kıyas ve akla çok önem verdiği için Kur'an ve sünnette yer almayan meseleleri, sağlam kafasıyla İslam'a uygun
olarak çözerdi. Birkaç misal vermek istiyorum.

1- Ameş ismindeki zat hanımına hitaben; "Unun bittiğini bana haber verir veya yazarsan veyahut birisini bunun için
gönderirsen ya da herhangi bir kimsenin yanında bunu dile getirir veya işaret edersen, sen benden boşsun" diyerek talaka
yemin etti. Bunun üzerine hanımı İmamı Azam'a durumunu sordu. İmam kendisine cevaben, "Un bittiğinde un torbasını
kocan uykuda iken eteğine bağla, sabahlayınca durumu bilecektir" diye fetva verdi.

2- Birisi, Ramazanı Şerifde oruçlu iken gündüz vakti hanımı ile münasebette bulunacağına dair yemin ediyor. İmamı Azam bu
meseleye de "Hanımıyla birlikte gündüz sefere çıkması ve o zaman kendisiyle münasebette bulunabileceği" şeklinde fetva
veriyor.

3- Başka birisi de hanımı merdivende iken, kendisine "Yukarıya çıkarsan da, inersen de üç talakla boşsun." dediğini beyanla
durumunu sordu. İmamı Azam bu durumdan kurtulması için şöyle fetva verdi: Kadın olduğu yerde kalacak sonra birkaç kişi
merdiveni yere indirecekler ve onu yere koyacaklar.
ÇOCUKLARIN BAKIM VE TERBİYESİ

Cenabı Hak insan denilen bu şerefli yaratığın devam ve bekasını bir sebebe bağlamıştır, o da evliliktir. Evlilik, fitri bir
ihtiyaçtır, erkek olsun, kadın olsun her insan evlenmeye muhtaç olup bir eş ile beraber yaşamak arzusundadır. Bu hususta
Kur'anı Kerim şöyle buyurmaktadır; "O'nun (Allah'ın) birliğine delalet eden belgelerden biri şudur: huzur bulasınız diye sizin
cinsinizden sizler için eş yaratmasıdır." Rum/21

Peygamber (S.A. V) de şöyle buyurmaktadır; Bir kimse evlenmeye gücü yettiği halde evlenmezse benden değildir. (Bayhaki
Tabarani) Ancak evlilikten en büyük amaç, neslin bekası olduğuna göre rastgele bir kimse ile evlenmek doğru değildir. Erkek
olsun kadın olsun evliliğe namzet olan bir kimse bilgili, kültürlü, iyi İslam terbiyesini almış birisi ile evlenmeye çaba
göstermek zorundadır. Yoksa huzurun sağlanması mümkün olmayacağı gibi evliliğin semeresi olan neslinde iyi yetişmesi de
zor olacaktır. Ve bu sebep ile ilahi ve kevni nizama ters düşecek bir duruma girecektir. Peygamber (S.A.V) buna işaret ederek
şöyle buyuruyor:

Dört hasletten birisi için kadınla evlenilir ya serveti veya soyu ya güzelliği veya dindarlığı için, ama sen dindar olanı elde
etmeye bak. (Buhari, Müslim). Başka bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır; din ve ahlakından dolayı kendisinden memnun
olduğunuz bir kimse gelip kızınıza talip olursa, onu evlendiriniz yoksa büyük bir fitne ve fesada vesile olur. (Tirmizi)

Hz. Ömer R.A da "evladın babasına olan hakkı nedir' diye sorulan suali şöyle cevapladı; Evladın babasına hakkı şudur.
Kendisine iyi bir anne seçmesi, güzel bir isim vermesi ve Kur'an'ı Kerim öğretmesidir. İslamın tavsiye ettiği yönde iki eş bir
araya gelip evlenirlerse kendilerine önemli bir görev düşüyor; müşterek evlilik hayatının semeresi olan evladın hem fiziki
hem de ruhi yönden gelişmesi için gereken zeminin hazırlamak ve onu gelecekte gereği gibi Allah'a kulluk edip topluma iyi
hizmet vermesi için İslami ve müsbet bilgilerle donatmak yönünde çaba göstermektir. Yani çocuğun yetişmesi için hem anne
hem de baba sorumludur. Anneye düşen vazife çocuğa fitri gıdası olan sütünü vermesi, şefkat ve merhametin tezahürü olan
hadanatı (bakımı) ihmal etmemesidir. Kur'anı Kerim, bu hususta şöyle buyurmaktadır; "Anneler tam iki yıl çocuklarına süt
verecekler." (Bakara: 233)

Tıbben de sabit olduğuna göre çocuk için en uygun gıda Anne sütüdür. Bu fıtri gıdayı ihmal edip suni gıdalara yönelmek,
çocuğun sağlığı için iyi bir yol değildir. Yani Allah'ın tavsiyesi, annenin bizzat çocuğuna bakıp kendi fitri gıdasını çocuğuna
vermesi şefkat ve merhamet duygularıyla onu doyurmasıdır. Yalnız fıkıh kitaplarının kaydettiklerine göre çocuğa süt verip
bakmak anne için zorunlu bir emir değil bir tavsiyedir, çocuğa bakacak başka bir kimse var ise anne, çocuğa süt verip
bakmak istemediği takdirde, baba, çocuğu için bir süt anne bulmak zorundadır, masraf da kendisine aittir. Ama süt verip
bakacak kimse bulunmazsa (bu zamanda olduğu gibi) anne çocuğuna süt verip bakmak zorundadır ve bu hususta ihtilaf da
yoktur. Anne çocuğa süt verip bakmak zorunda değildir, şeklindeki fukahanın açıklaması, İslamın kadına verdiği hürriyetin en
bariz bir ifadesidir. Hatta bu meyanda daha dikkat çekici bir husus vardır, hanımın, beyinin

annesine, babasına bakmaya mecbur olmadığı gibi beyinin elbisesini

yıkamaya ve yemeğini pişirmeye dahi mecbur değildir .Ancak Müslüman kadınlar, İslamdan aldıkları terbiye sayesinde
dışarda çalışan eşine yardımını esirgemeyip evin ve beyinin bütün ihtiyacını karşılar ve yükünü hafiftetmeye çalışır. Bu da
amel defterinde bir iyilik, bir ihsan yazılır.

Anne çocuğunu sütten kestikten ve temyiz çağına geldikten sonra artık anne ilk öğretim vazifesini yapar ve çocuğuna bir
yönden İslam terbiyesini verir, bir yönden de yaşına uygun bilgi ve kültür telkin eder. Yani anne çocuğun ilk öğretmeni ve
hayata hazırlayanıdır.
SORU 1040 -İslam'da sinema ve tiyatronun hükmü nedir?

CEVAP: Bilindiği gibi İslam dininin temel kaynakları vardır. Bunlar da Kur'an sünnet, İcma ve kıyası fakaha'dır. Yani içtihattır.

Kur'an ile sünnet saadet asrında kıyamete kadar olmuş ve olacak her şeyden açıkça söz etmez. Ancak bazen açıkça, bazen
remzen işaret eder. Yani açıkça herşeyin hükmünü bildirmemiş, fer'i hükümlerin çıkarılmasını müctehidlere bırakmıştır. Zira
Kur'anı Kerim ile sünnetin söz ve cümleleri mahdut ve sayılıdır. Dünyanın hadise ve olayları ile sayısız ve hudutsuzdur. Bunun
için herşeyin hükmünü sarahaten Kur'an ve sünnette aramak, yani bunlarda herşeyin hükmünü açıkça görmek için çaba
göstermek yanlıştır.

İcma ise müctehitlerin söz birliği yapmalarıdır. Kur'an ve sünnette yer almamış meseleler hakkında, İslam Hukuku alanında,
o zaman da mevcut olan kimselerin yaptıkları içtihatlar, vaki olan ittifak icma olup, sayısı mahduddur. Bunun için, vücuda
gelmiş ve gelecek mesele ve olayların hükmünü bildirmek için en geniş ve kapsamlı kaynak içtihattır ve İslamın getirdiği en
büyük sıfatlardan biridir. İçtihat kıyamete kadar beşeriyetin ihtiyacını karşılayacak İslami bir araçtır. Ama içtihat da keyfi
değildir. Yani herkes içtihat edemeyeceği gibi içtihat edebilen kimse de kendi kafasına göre mütalaa serd edip hüküm
veremez.

İçtihadın ölçüsü vardır, o da Kur'an ve sünnettir. Kur'an ve sünnetin ışığı altında içtihad yapılır. İçtihat kapısı açıktır.
Kapanmamıştır ve kapanmayacaktır. Çünkü onu açan Allah'tır.

İçtihattan murat herkesin Ebu Hanife ve Şafii gibi geniş bir şekilde herşeyi yeniden ele alıp hakkında içtihat etmesi değildir.
Zaten buna hacet de yoktur. Ancak Kur'an ve sünnette hükmü bildirilmemiş ve büyük müctehidler tarafından vuzüha
kavuşturulmamış yeni çıkan hadiselerin hükmünü bildirmek için içtihat melekesine sahip olan kimselerin içtihatlarını
kastediyoruz. Mesela söz konusu piyes, sinema ve çizgi film gibi meselelerin hükmü nedir? Caiz mi değil mi? Gerekli mi değil
mi? İçtihat ile bunların hükmünü bildirmek gerekir. Piyes tarihi çok eskilere dayanır. Yapılan kazılarda ortaya çıkan piyes
salon ve sahneleri bunu gösteriyor. Ancak İslam alimleri nedense ondan söz etmemişler. Menfi, müspet hakkında bir görüş
bildirmemişler. Sinemanın ise mütevazi de olsa Osmanlı Devletinin ilk günlerinde mevcut olduğu anlaşılıyor.

El-mevsuatü'l arabiye -müyessere- isimli ansiklopedi sahife 1372'de İbni İyase aften diyor ki: Yavuz Selim Karagöz ile Hacivat
gösterilerinden çok hoşlanırdı. Karagözün zamanın sineması olduğunda şüphe yoktur. Hicri 1258'de te'lif edilen El'bacuri
isimli Şafii fakihi de şöyle diyor: "Malum beyaz perdeye aks edilen gölgeyi seyretmek caizdir."

İnsanların eğitimi ve olgunlaştırılması için kullanılan çeşitli vasıta ve araçlar vardır. Cami, okul, kitap, roman, sinema,
televizyon, video ve çizgi film gibi, Asrı Saadet'ten bu yana müminler için kullanılan, kutsal olarak kabul edilen vasıta camidir.
Müminler camide toplanıp Allah'a kulluk etmekte ve gerekli eğitimi orada görmektedir. Bizzat Peygamber (AS) bunu
kullanmıştır. Sonra medrese yani okul ve kitap gelir. Bunlar asırların ötesinde yetişmiş büyük insanların bilgi ve tecrübelerini
aktarıyor. Tarih boyunca müminler bu üç vasıtadan yararlanmışlar ve yararlanmaya da devam ediyor. Asrımızda ise başka
vasıtalar da kendini göstermiştir. Bunları da islama uygun olarak kullanmamız lazımdır. Aksi takdirde başkası onları
aleyhimizde kullanacaktır ve kullanmaktadır. Bu vasıta ve araçlar basın, piyes, video, televizyon, internet gibi araçlardır.

Bunlar da bu zamanda pek büyük rol oynamakta ve en etkin silah sayılmaktadır. Cahiliyet döneminde kabile ve geniş
kitleleri birbirine karşı getirip savaşa sokan veya savaşın ateşini söndüren, edip ve şairlerin fasih söz ve şiirleri idi. Yani o
zamanda en etkin silah, şiir ve beliğ söz idi. Zamanımızda ise yukarıda söz ettiğimiz şeyler en etkin silah haline gelmiştir.
Bunu inkar etmemiz mümkün değildir. Durum böyle olmakla beraber Müslümanlar zamanında bunları kullanmamışlar ve bu
şebeple bugün bunlar istemediğimiz bir surette, vatana ve Müslüman halkımıza hizmet vermekten ziyade şehvet ve fuhuş
propagandası yapmakta iffetten uzak, namus duygusundan soyulmuş uryan kadınlar, teşhir etmekte sanat namına akıl
hayale gelmeyen herşeyi yapmaktadır. Bunlar göz ve kulağa hitap ettiği için gençlerimizi tahrip edip ruhlarını katletmektedir.

Eskiden tiyatro ve sinema dört duvar arasında bulunan kişilere hitap ediyordu. Bugün ise durum değişti. O duvarları yıkarak
televizyon ve videolar vasıtasıyla dünyanın en ücra köşelerinde bulunan kişilere dahi hitap ediyoruz. Bazı kimseler diyor ki;
sinema ve tiyatro, milletin ruhuna hitap etmeyen filimlerle milletin karşısına çıktığı ve ona ters düştüğü için bugün ölmüştür.
Ama bence öyle değildir. Bilakis bu menfi sinema güçlenmiştir. Dört duvarın arasından çıkıp televizyon vasıtası ile her eve
girmiş ve halen toplumun ruhunu büyük çapta tahrip etmektedir.
Hülasa bu milletin ve inanan insanların maslahatı için video, piyes, sinema, radyo ve televizyon gibi araçları ele almak
zorundayız. Bunları İslami kurallara uygun olarak çalıştırıp ahlak, fazilet ve terbiye konularını vatandaşlara aktarmak lazımdır.
Başkasının starı varsa neden Müslümanların olmasın? Evet bunların İslamın kabul ettiği bir çizgi içerisinde kullanılması
gerekir. Aksi taktirde hizmet değil tahrip olacaktır. Mesela sapık bir kadının nasıl hidayete geldiğini göstermek için önce
mazisini ve kirli hayatını, sonra da dönüş yaptığını gösteremezsiniz. Batılı böyle tasvir edemezsiniz. Aksi takdirde bu işin
olması için başa İslam namına çok fahişe kadın, kumarbaz, sarhoş gibi kimseleri yetiştirmek icap edecektir. Batılı ve kötüyü
canlı olarak tasvir etmek asla caiz olamaz. Bu alanda çalışan Müslüman sanatçılar maalesef İslam'dan fedakarlık bekliyor.
Bunun için onlardan biri şöyle diyor: sanatçı, kötü kadınların hayatlarını sergileyerek onların yaşantılarından doğacak kötü
sonuçları göstermek için zaman zaman kadınlarla tokalaşmadan da öte öpüşmek gibi şeyleri de yapmak zorundadır. Yani
şunu demek istiyor: İslam dini her ne kadar birçok şeyleri yasaklamış ise de ama sanatın yürümesi için ve sanatın gereği
olarak yasak olan şeylerin bazılarının mübah olması gerekir. Ve bu sebeple bazı arkadaşlar da tiyatro ve sinema için sanat
icabı olarak sanatçı kadını öpmek onunla beraber yatmak gibi şeyleri mübah olarak göstermeye çalışıyor. Acaba hangi
Müslüman eşinin, kızının ve kız kardeşinin veya Müslüman bir hanımın bu işe girmesini arzu eder? Böyle bir kimse varsa
makbul bir Müslüman değildir. Bu iş ifettesizliğin ta kendisidir. İslam dini ilahidir. Onu Allahu Teala vaaz etmiştir. Onda
tasarruf etmeye hakkımız yoktur ve bu hususta bize yetki tanınmamıştır. Bunun için Allahu Teala'nın haram olarak kabul
ettiği şey için helaldir, demek mümkün değildir. İslamın helal olarak kabul ettiği şey için İslami çizgi içerisinde hizmet etmek
mümkündür. Hakkıyla onu yapabilirsek muvaffak olmamaya sebep yoktur.

SORU 1041 -Peygamber ile Kur'anı Kerim hakkında bilgi verir misiniz?

CEVAP: Bilindiği gibi Peygamber, Allah ile kullar arasında elçilik yapan kimsedir. Allahu Teala'dan vahiy alabilecek bir
istidada sahip olduğu gibi tebliğ görevini yapabilecek bir istidada sahiptir.

Bütün Peygamberlerin müşterek vasıfları vardır. Bu müşterek vasıflar şunlardır; doğruluk, emanet, ismet ve zekadır.
Peygamber olan kimse mutlaka doğrudur. Yalan söylemez, emindir, kimseye hiyanet etmez, günahlardan masumdur. Allah'a
isyan etmez, ne Allah'ın ne de başkasının hakkına tecavüz etmez, küfür ve büyük günahlardan masum olduğuna dair icmai
ümmet vardır. Küçük günah hususunda ihtilaf bulunsa da, Ehli Sünnet vel Cemaat'in inancına göre hem bisetten önce, hem
sonra küçük de olsa günah işlemez. Zekidir, yani ölçülü, mantıklı ve ileri görüşlüdür. Zaten öyle olmayan kimse Peygamberlik
gibi yüce bir makama ehil olmaz. Ancak İsmet müstesna, bu sıfatlar Peygamber'e has değildir. Başka insanlar da doğru, emin
ve zeki olabilirler. Bu sebeple Peygamber için has bir alamet lazımdır ki; sahte olarak Peygamberlik iddiasında bulunan
kimseden farklı olsun. Bu has alamete "mucize" denir. Bunun manası Peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin
doğruluğunu ve Peygamberliğini ispat etmesi için gösterdiği harikulade şeydir.

Mucizeler çeşit çeşittir. Zaman ve zemine göre değişir. Mesela, Allah'u Teala Musa Aleyhisselam'a bir asa vermişti, ama bu
asa başka asalara benzemez. Taşa vurulduğunda dört yandan su fışkırır, denize vurulduğunda onda geniş caddeler açılır,
yere atıldığında da büyük bir yılana dönüşürdü. İsa Aleyhisselam'a da ihya mucizesini vermişti. Hz. İsa'nın zamanında tıp ve
tedavi usulü büyük bir mesafe katetmiştir. Allah'u Teala İsa'nın nübüvvetini tastik etmek için bu ihya mucizesini vermiştir. Bu
mucize tababet işine benzer, ama onun hududunu aşardı. Değil hasta kimseleri, gözü, kulağı rahatsız olanları tedavi ederek,
Allah'ın izniyle ölmüşleri ihya edip canlandırırdı. Anadan doğma kör ve sağırları iyileştiriyordu. Bu mucizeden söz edilince,
maddenin ötesini inanmayan kimse, onu uzak görür. Ama görmemesi lazımdır. Çünkü bu iş, insanı ve kainatı yoktan var
eden Allah'u Teala'ya havale ediyor. Yani onu yapan Allah'u Teala'dır. Ancak İsa Peygamberin elinde görünüyor. Allah'da
hergün nice insan ve canlı varlık yaratıp can veriyor, göz kulak ve diğer organlarını halk ediyor. Zaten mucizesinin manası,
hiçbir insanın yapamayacağı şeyleri göstermek demektir. Allah'u Teala son Peygamber olan Hz. Muhammed (s.a. v.)'e de
çeşit çeşit mucize vermiştir. Parmakların arasından suyun fışkırması, az yemeğin çoğalması gibi. Ama şüphe yok ki, Allah'u
Teala'nın Hz. Peygamber'e verdiği en büyük mucize, Kur'anı Kerim'dir. Bütün mucizeler tarihe karıştığı halde, Kur'anı Kerim
mucizesi bakidir ve kıyamete kadar da baki kalacaktır. Kur'anı Kerim'in fesahat ve Belağati, fesahat ve belağatin en son
hududunu aşıp, hiçbir insanın varamayacağı bir zirvede bulunuyor. Onun ilk muhatabı Araplardır. Arapların o zaman kahir
ekseriyeti ümmi olduğu için güzel meziyetlerini ya şiire dökmek veya fesih ve beliğ bir nesre aktarmak suretiyle birbirine
devrediyorlardı. Ve bu sebeple fesahat ve belağat alanında çok ilerlemişlerdi ve daha ileriye gitmek için sık sık müsabaka
tertip ediliyor, iyi puan alan kimseler ödüllendiriliyorlardı. Bunun için şair ve edip olan kimsenin büyük bir itibarı vardı. Bir
şairin, bir sözü için savaş açılır veya savaşa son verilirdi. İşte böyle bir zamanda Allahu Teala Hz. Muhammed'i gönderiyor ve
kendisine Kur'anı Kerim mucizesini veriyor. Kur'anı Kerim ise Arapça bir sözdür. Ama yazılmış ve söylenmiş sözlere
benzemez ve kıyas da edilemez.

Belağat ve fesahatiyle böbürlenip, O'nu kabul etmeyenlere def'atle benzerini getirmek için meydan okuduğu halde tarih
boyunca benzerini getiren olmadı. Kur'anı Kerim hem lafzan, hem manen mucizedir. Dost onu çok sevdiği için taklidini
yapmak ister, düşmanda onun davasını iptal etmek için benzerini getirmeye çalışıyor ama hiçbir dost veya düşman benzerini
getiremedi. Arapça'da mevcut olan en güzel sözler, en cazip kelimeler, kulağa en fazla güzel gelen ibareler, onda
toplanmıştır. Cahiliyette zaman zaman tertip edilen şiir ve nesir müsabakasında en yüksek puan alan Muallekatı Seba
olmuştur. Onların lafız ve ibareleri çok güzel ve çok akıcı bir usluba sahiptir. Bunun için altın ile yazılarak arap aleminde
cahiliyette de en mukaddes sayılan Kabe duvarına asılmıştır. Fakat hem lafzı güzel, hem manası güzel, hidayet ve nurla dolu
olan Kur'anı Kerim nazil olunca bu muallakatın durumu değişiyor, yıldızları sönüyor. Sözlerin lafızları çok güzel, tantanalı da
olsa içi boştur, gayesizdir. Kur'anı Kerim ise en güzel sözleri, en yüce manaları, en ulvi gayeleri ihtiva etmektedir. Bunun için
Gafir Suresinin ilk ayetleri nazil olunca Hz. Peygamber Mescid el Haram'da onları okumaya başladı. İslamın en büyük
düşmanlarından biri olan Velid B. Muğire oraya yakın yerde bulunduğundan kulak misafiri olup bu ayeti dinliyordu.
Peygamber farkına varınca ayeti tekrar etti. Bilahare Velid mensup olduğu Beni Mahzum cemaatine dedi ki: "Allah'a yemin
ederim. Muhammed'den öyle bir söz işittim ki. ne insanların sözü, ne de cinlerin sözüdür. Çok tatlı ve çok güzeldi. Tavanı
meyveli, tabanı verimlidir. O galiptir, mağlup olmaz." Sonra evine döndü. Bu sebeple Kureyşin ileri gelenleri onun hakkında
şüphelendiler, Velid sapıttı dediler. Ve bunun üzerine kendisine gidip münakaşa yaptılar. Münakaşada söyledikleri sözlerden
biri şu oldu:

-Muhammed'in deli olduğunu söylüyorsunuz. Deliler gibi sıkışıp boğulacak bir hale düştüğünü gördünüz mü?

-Hayır,

-Kahindir diyorsun, kehanet işleri ile uğraştığını gördünüz mü?

-Hayır,

-Yalancıdır diyorsunuz, herhangi bir konuda yalanını gördünüz mü?

-Hayır, ama nedir?

Bu sefer Velid, derin düşünmeye başladı. İçindekini ölçüp biçti. Sonra düşündü, sonra yüzünü asıp ekşitti. Sonra kibirlendi ve
dediki:

"Bu insan sözünden başka bir şey değildir." (Müdessir Suresi: 18-25)

Dost düşman herkes Kur'anı Kerim'in fesahat ve belağatını kabullenip bunun aksine söylemediler. Velid gibi inatçı bir kimse
dahi bunu inkar edemiyor, çok tatlı, çok güzeldir diyor.

Ama İslama girmemek için mazeret uydurup sihirdir deyip, onu lekelemeye çalışıyor. Malum olduğu üzere Muallakatı
Seb'a'dan birisinin sahibi Lebib'dir. Bunun kızı Kur'anı Kerim'i dinleyince Kabe duvarında asılı duran babasının muallakasını
bizzat indirip, "Artık senin modan geçmiştir." dedi.

Kur'anı Kerim'in Allah'ın kelamı olduğuna delalet eden çok delil vardır. Onlardan birisi şudur: Arapçanın bir tek kelimesini
dahi bilmeyen yedi sekiz yaşındaki çocuk, kısa bir zaman içerisinde Kur'anı Kerim'i baştan sona kadar ezberler, bir Arap gibi
telaffuz eder. Türkiye'de Türk çocukları için birçok Kur'an Kursu vardır. Onlardan onbinlerce hafız yetişiyor. Çocuklar Arapça
konuşanlar gibi Kur'an-ı Kerim okuyor. Hatta birçokları açılan Kur'anı Kerim müsabakalarında birincilik kazanıyor. Bu mucize
olmazsa ne olabilir? Acaba İngilizce bilmeyen bir kimse İngilizce olarak yazılmış bir kitabın kaç sahifesini ezberleyebilir? Hele
İngilizlerin telaffuz ettiği gibi telaffuz etmesi mümkün müdür?

Kur'anı Kerim'in terkibi ve dirayeti o kadar mucizedir ki, beliğ ve fasih insanları dahi şaşkına çeviriliyor. İbare ve
cümlelerinde yer almış olan kelimeler, maksudu ifade etmek hususunda tesanüt halinde

birbirinin yardımına koşar gibidirler. Böyle bir tesanüt ve yardımlaşmanın başka bir kelamda bulunması mümkün değildir.
Buna bir misal verelim. Kur'anı Kerim şöyle buyuruyor: "Ve lein messethüm nefhatün min azabi rebbike".
Bu Ayeti Kerime asi olan kimseleri tehdit edip az bir azapla onlara dokunuşun dahi çok acıklı olduğunu beyan ediyor, ona
dikkat ederseniz bu cümlede mevcut olan kelimelerin her birisinin bu azlığı ifade ettiğini göreceksiniz. Şöyle ki, "in" kelimesi
şek ve azlığı ifade ediyor. "Mes" kelimesi de azıcık dokunmak manasındadır. "Nefhatun" kelimesi masdar li'l merre olduğu
için sigasıyla azlığı ifade ettiği gibi, manası da azlığı ifade ediyor. Manası az kokudur. "min" tebiz içindir, yine azlı ğı ifade
ediyor.

"Azap" kelimesi "İkap" kelimesine nispetle daha az ve hafiftir. "Rabbike" kelimesi de şefkat ve merhameti ifade ediyor.
Sözler/286

Kur'anı Kerim manen de mucizedir. Bu manevi icaz üç nevidir. Fikir yönünden mucizedir. Şöyle ki, Hz. Muhammed (S.A. V)
Arap yarımadasının Mekke Şehrinde dünyaya gelmiştir. Mekke ve çevresinde okur yazar nispeti çok düşüktür. İktisat, sosyal,
ekonomi ve idari bilimleri bilen yoktu. Okul ve medrese gibi ilmi müesseseler söz konusu değildi. Bu muhitte bulunan
insanlar genellikle bedevi bir hayat yaşıyordu. Bütün medeni imkanlardan mahrumdu.

Böyle bir ortamda dünyaya gelen Hz. Muhammed (S.A. V) onlardan biriydi. O da onlar gibi ümmi idi. Okur yazar değildi.
Durum öyle olmakla beraber bu zat, ilahi risalet sayesinde o karanlık çevre ve zamanda ilim ve irfan kapısını açtı. Kısa bir
zaman içerisinde o bedevi insanları ilim ve irfanla mücehhez kıldı. Ve onlar da beşeriyete hocalık yapmaya başladılar. İslam
devletini en güzel şekilde idare eden Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali gibi zevatı kiram onun açtığı medresede yetiştiler. Ebu
Hanife, Şafiı, Malik ve Ahmet Bin Hanbel gibi müctehidler, Gazali, Farabi ve İbni Sina gibi mütefekkirler ve dünyaya ün salan
sayılamayacak kadar alimler: getirdiği Kur'anı Kerim ve bıraktığı Hadisi Şerif olmasaydı asla tanınmayacaktı.

Bedevi muhitte nazil olan Kur'anı Kerim dünya ve ahiret ile ilgili bütün konuları içine almıştır. Ama bir kısmını açıkça ifade
etmiştir. Bir kısmını da getirdiği genel kaideleriyle göstermiştir. O Allah, Melek, Kitap, Peygamberlik, Ahiret, kaza kader gibi
itikadi, ihlas, doğruluk, emanet, ahde vefa, tevazu, kanaat ve iffet gibi ahlaki; namaz

oruç, zekat, hac gibi ibadet konularını beyan ettiği gibi, alış veriş rehin, icare, mudarebe ve şirket gibi muameletın bütün
nevilerini de beyan etmiştir. Bir yazar yazdığı bir makalede şöyle diyor: Kur'anı Kerim ahvali şahsiye hakkında yetmiş, ceza
hakkında otuz, muhakemat hakkında on üç, devletler hukuku hakkında yirmibeş, ekonomi hakkında on, fert ve devlet
ilişkileri hakkında yüz ayet zikretmiştir.

Peygamber (S.A.V)'in hadisleri ise bu konularda çoktur. İsterseniz, başta Buhari ve Müslim olmak üzere Kütübi Sitte ve diğer
hadis kitaplarına bakınız, durumu görünüz. Bunun için din ayrı, dünya ayrı demek doğru değildir. O hristiyanlık için geçerlidir.
Ama İslam dini hem dünya, hem ahiret dinidir. Acaba Mekke'de o zaman dünyaya gelen Hz. Peygamber Allah'ın Peygamberi
olmazsa, böyle bir şey getirebilirmiydi. Beşerin getirdiği nizam, beşer gibi çürümeye mahkumdur. Hz. Muhammed'in (S.A.V)
getirdiği nizam ise ilahidir. Ebedi ve ezeli olan Allah'a dayanır. Daima dinç ve gençtir.

Gayb yönünden mucizedir. Kur'anı Kerim Hz. Adem, Hz. İdris, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz.
Yusuf, Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. İsa ve Hz. Yahya gibi Peygamberlerin davet ve nübüvvetle ilgili hayat ve siretlerini ve birçok
tarihi olayları izah etmiştir. Halbuki ne Hz. Peygamber, ne de onun milleti bu gibi zevatların hayat ve yaşayışlarından
haberdar değildir.

Kur'anı Kerim şöyle buyuruyor: "Ne sen, ne senin kavmin bundan evvel bunları bilmezdiniz." Öyle ise ilahi olmasında şüphe
yoktur. Tevrat ve İncil bunlardan söz etmişler ise de muharref oldukları için verdikleri bilginin çoğu gerçek dışıdır. Bir kısmı
nübüvvetle hiç bağdaşmaz. Lut Aleyhisselam'ın kızları ile ilgili olan menfur kıssası gibi: Bu hikayenin kutsal denilen
kitaplarında tüyler ürpertici bir üslup ile açıklanması insandan kimsenin havsalasına sığmaz.

Ayrıca Tevrat ve İncil Arap aleminde pek bulunmadıkları gibi, lisanları İbranice olduğundan Hz. Muhammed'in (S.A. V)
çevresinde bulunan Araplar muhtevasına vakıf değildirler. Bunun için Tevrat ve İncil'den Peygamberlerin hayatlarını anlamak
da mümkün değildir. Kur'anı Kerim Peygamberlerin hayatı hakkında geçmişe ait gaibten haber verdiği gibi geleceğin
gaybından da haber vermiştir. Mesela: Rum Suresinin başında Rum ile Fars arasında vaki olan savaşa, Rumların birkaç sene
zarfında muzaffer olacaklarını ve ehli kitap oldukları için müminlerin de sevineceklerini beyan ediyor ve öyle oldu. Söz
uzamasın diye bu misal ile yetiniyorum.

İlmi yönünden Kur'anı Kerim mucizedir. Şöyledir: Kur'anı Kerim kainatın sırrını ve mahiyetini bilen Allah'ın kelamı
olduğundan ilerde ilim ve fen yolu ile çözülecek meselelere ezel gözü ile bakıp gördüğünden onlardan haber verir. İlim onu
tasdik ediyor. Bunun için birkaç misal verelim. Cenab-ı Allah şöyle buyurur:
1-" Allah duman halinde bulunan göğe yöneldi."

İlim de bu hususta şöyle diyor: Kainat ilk önce uzayda bir gaz halinde idi. Sonra kalınlaştırılarak bulut haline dünüştürüldü.

2- "Kimi de saptırmak isterse göğe doğru çıkıyormuş gibi kalbini içiçe daraltır." Enam/125

Yani uzayda oksijen az olduğu veya bulunmadığı için oraya doğru giden kimsenin kalbi sıkışıp kalacaktır. Bu ayette
atmosferin yüksek tabakasında oksijenin az olduğuna veya olmadığına latif bir

işaret.

3- Cenabı Allah şöyle buyuruyor: "Her şeyden de çift çift yarattık ki öğüt alasınız." Zariyet/49

İlim de diyor ki, her yaratık çifttir. Bitki, hayvan ve insan aleminde çiftler erkek ve dişi şeklindedir. Atom, elektrik ve bulut
gibi şeylerde negatif ve pozitif -müspet ve menfi- görünümündedir. Bu gerçek eskiden bilinmediği halde Kur'an-ı Kerim
gönderildiği bin dörtyüz sene evvel bunu açıkça ifade etmiştir.

SORU 1042 - İslama göre sigaranın hükmü nedir?

CEVAP: Konuya girmeden önce iki hususa değinmek istiyorum. Birinci husus; İslam dini beşeri değil, ilahi ve bağımsız bir
nizamdır. Hiçbir kimsenin tekelinde değildir. Hatta Peygamber (S.A. V)'in dahi onda tasarruf etme yetkisine sahip değildir.
Bunun için o, Allah'ın yarattığı insanların kanunlarına uydu olamaz. İslami hükümleri beşeri kanunlara uydurmaya çalışmak,
yanlıştır. İslam ne ise onu olduğu gibi açıklamamız lazımdır. İnsanlar memnun olsun veya olmasın o bizim görevimiz
dışındadır. Aksi takdirde onu tahrif etmiş oluruz.

Hepimizin bildiği gibi bugünkü nizam laik olup dine dayalı değildir ve onu hesaba da katmaz. Yani, laik meclis kanun
çıkarırken "acaba bu kanun tasarısı İslama uygun mu değil mi?" diye endişe etmez ve onu ölçü de almaz. Durum böyle iken
Müslüman görünen ve İslama hizmet etmekten söz eden bazı kimseler, İslamın bir çok hükmünü mevcut nizama uydu haline
getirmeye çalışıyor.

"Dinimiz de laik sistem istiyor. O sadece itikad, ibadet ve ahlaktan ibarettir. Dünya işlerine karışmaz, onları devlete
bırakıyor." diyor. Peki miras, faiz, zina, kazıf, iftira, katil, hırsızlık, içki, kumar ve benzeri meselelerle ilgili ayet ve sahih
hadisleri ne yapacak, onları nerde saklayacaktır. Onları saklamak mümkün değildir. Başka bir misal vermek istiyorum; Zekat
ve fitre, Kur'anı Kerim' de zikredilen sekiz gruba verilmesi gerekir. Başka kimselere, hatta camii ve medrese gibi yerlere dahi
verilmez. Durum böyle olduğu halde samimi olmayan bu tip insanlar fitre ve zekatın, Türk Hava Kurumuna verilmesi için
fetva çıkardılar. Ben "Türk Hava Kurumuna yardım edilmesin" demem. Yardım edilsin. Ama fitre ve zekat, ona verilmez.

İkinci husus; demin dediğimiz gibi İslam dini, beşeri değil semavidir. Hikmet ve hükümlerini belirtirken onu ortaya atılan şu
veya bu teorinin tekeline bağlamak henüz o teorinin durumu vuzuha kavuşmadan "İslamda böyledir. İslam da onu
emrediyor." diyerek Kur' anı Kerim'in veya Hadisi Şeririn nas ve ibarelerini zorlamak doğru değildir. Zamanla bu teori
gerçeğe ters düşebilir. O zaman tevil ve zorlama sebebiyle İslamın lekelenmesine vesile olur. Buna iki misal vermek
istiyorum: Milattan önce Yunan filozofları güneş sabit yer küresininde onun etrafında dönüp dolaştığını söylüyorlardı. Bu
görüş uzun zaman hüküm sürdü. Ama birkaç asır sonra başka filozoflar ayrı bir teoriyi ortaya atarak; yerin sabit, güneşin
onun etrafında dönüp dolaştığına hüküm verdiler ve bu teoriye asırlarca inanıldı. Hatta birçok tefsir ve fıkıh kitaplarında ona
yer verildi. Hikmet ve felsefe kitaplarında okutuldu. Sanki dinimizin görüşü böyledir. Son zamanlarda ise ilim, bu teoriyi
reddederek hem güneşin kendi yörüngesinde hem de yerin onun etrafında gezdiğini ispat etti. Halbuki Kur'anı Kerim açıkça
güneşin kendi yörüngesinde dolaştığını ifade ediyor.

Margarina yağları Türkiye'de imal edilip yenmeğe başladığı zaman birçok tabib, "Hayvani yağları zararlı ve damar sertliği
yapar. Margarina yağı ise hafif, zararsız va sıhhidir. Onu yemeklerde kullanmak lazımdır." diye açıklamalarda bulundular. Son
zamanlarda ise tabiplerimiz, fikirlerini değiştirerek, "Margarin yağı zararlıdır, damar sertliği yapar ve sıhhi değildir." diyorlar.
İşte bundan hareket ederek Kur'anı Kerim ile Sünneti Seniye'de hükmü belirtilmemiş meselelerin İslami hükmünü teorilere
bağlamak doğru değildir. Yani şunu demek istiyorum: İslam dini bağımsız ve ilahi bir nizamdır. Onu beşeri nizama uydu
yapmak doğru olmadığı gibi, tıbbın teorilerine de uydu yapmak doğru değildir.

Şimdi sigaranın İslam'a göre hükmünün ne olduğunu kısaca belirtmeye çalışacağım: Sigara saadet asrında ve müçtehidler
denilen büyük İslam hukukçularının zamanında yoktu. Müspet veya menfii olarak ondan söz etmemişlerdi. Sigaranın da ana
memleketi Fransa' dır. 1070 Miladi tarihinde bir Fransız tarafından yetiştirilip kullanılmış, sonra Fransa dışına ihraç edilmiştir.
Durum böyle olmakla beraber, cihan şumül olan İslam dininin kaynağı olan Kur'anı Kerim ile sünnetin ışığı altında hükmünün
ne olduğunu anlamak mümkündür. Her zamanda bulunmaları gereken müçtehidler, onun hükmünü Kur'an ve sünnetten
istinbat edebilirler. Saadet asrında ve ona yakın zamanda Afyon denilen uyuşturucu madde yoktu ve İslam aleminde
bilinmezdi. Ancak Hülagü, İslam alemini istila ettiği zaman askerleri onu İslam diyarına sokmuşlardı. Çok zararlı ve yuva yıkıcı
olduğundan zamanın müçtehid ve alimleri, hükmünü ortaya koymak için münakaşasını yaptılar ve neticede haram olduğuna
dair karar verdiler. Zira insanı diğer hayvanlardan üstün kılan birkaç meziyet vardır. Bunların başında akıl meziyeti gelir.
Şarap, akıl terazisini zedelediği için Allahü Teala onu yasakladığına göre elbette, Afyonu ve benzeri şeyleri de yasaklayacaktır.
Şarap ile Afyon arasında müşterek bir illet vardır. O da sekir ve aklı izale etmektir. Aynı zamanda bu illet Afyonda daha
kuvvetli ve asıldır. O, hem aklı, hem vücudu uyuşturur. Bünyeyi tahrip edip yıkar. Yalnız sigaranın haram olduğuna dair kesin
bir delil yoktur. Bunun için İslam hukukçuları ihtilaf etmişlerdir. "Helaldir" diyenlerin başında Abdul Gani Ennablüsi, Ali El
Echuri Hafni ve Halid Bağdadi gelir. Bu zat aynı zamanda İbnü Abidin'in hocasıdır. Bu zat sigara içiyordu. Irak'tan Şam'a gidip
yerleşince Şam alimleri kendisini ziyarette bulundular. Alim ve amil olduğu için onların muhabbet ve takdirlerini kazanmıştı.
Ancak sigara içtiği için tenkide maruz kalmıştı ve bu sebeple birgün onları sohbete davet etti. Bir araya geldiklerinde
sigaranın durumunu ele aldılar ve yapılan

münakaşadan sonra, sigaranın helal olduğuna dair karar verdiler. Sonra da Halidi Bağdadi onların hatırı için sigarayı terketti.
Hatta Hafni ve Halebi gibi zevatlar daha ileriye giderek, "Zevcenin sigara tiryakisi olduğu takdirde, onun kocası nafakasını
vermekle mükellef olduğu gibi sigara parasını da vermekle mükelleftir" diyorlar.

Şafii alimlerinden imam Bacuri sigara hakkında üç hüküm vardır:

1- Fakir ve hasta olan kimse için haramdır.

2- Bir kimse onu terkettiği taktirde hastalanıp zarar görecekse kendisi için vaciptir.

3- Böyle olmadığı takdirde tenzihen mekruhtur, diyor. "Sigara içmek haramdır" diyenlerin başına ŞurunBulali, Şabravi ve
Kalyubi gibi zevatlar gelir. Bunların delili: sigara vücuda büyük zarar verdiği gibi büyük israfa da vesiledir. Aynı zamanda
nefret veren bir koku etrafa yayar. Peygamber (S.A. V) şöyle buyurmuştur: Soğan, sarımsak yiyen kimse camimize
yaklaşmasın. Çünkü, insanlar ondan rahatsız oldukları gibi melekler de ondan rahatsız olurlar (Buhari). Peygamber (S.A.V)'in
bu hadisine bakılırsa sigara içen kimsenin, hiçbir zaman camiye gitmemesi lazımdır. Çünkü; sigara kokusu adı geçen
şeylerden daha kerih ve nahoştur.

Hülasa: Sigara hakkında eskiden de şimdi de çok şey söylenmiş ve söylenmektedir. "Haramdır" diyen olduğu gibi "Helal" dir
diyende olmuştur. Kesin bir neticeye varılamamıştır. Ancak biz kati olarak şunu diyebiliriz: Sigaranın zararı kesin ve umumi
olarak tıbben sabit ise dinen de haramdır, içilmesi caiz değildir. Aksi taktirde, "Haramdır" diyemeyiz. Çünkü; bu gibi şeylerde
açık hüküm varid olmadığı takdirde menfaat varsa veya zararsız ise helaldir. Zararlı ise haramdır.

SORU 1043 -Cemaat ve grubu lügat ve istilah yönüyle tanımlayarak İslami cemaatin vasıflarını açıklayınız.

CEVAP: Cemaat kelimesi lügatta toplu bir halde olan insanlar anlamını ifade eder. Örfde ise İslamı yaşayan topluluktur.
Peygamber (S.A.V) buna işareten şöyle buyuruyor:

"Bir kimse bir karış kadar da olsa cemaatden ayrılırsa,Allah Teala yedi kat yeri onun boynundan geçirecektir."
Müslümanların sık sık kullandıkları Ehli Sünnet Vel Cemaat sözü de buna matuftur. Çünkü Ehli Sünnet ve Ehli Cemaat
dediğimiz zaman, şunu kasdediyoruz: İfrat ve tefritten uzak kalıp, itidali koruyan ve birlik halinde yaşayan Müslüman
toplumu yani, mesela ne Hz. Ali'yi küfür ile itham eden hariciler gibi, ne de peygamberlerden üstün tutup üç halife ve Ashabı
Kirama sebb edip, onları küfür ile vasıflandıran şiiler gibi bir toplumdur.

Bunların en bariz vasfı; Kur'an ve Sünnet'e temessük ederek Peygamberin çizdiği yolu takip edip, birlik halinde ve samimiyet
ile ubudiyet yolunda devam etmeleridir.

SORU 1044 -Cemaatin varlığının fıkhi hükmü nedir ve İslami cemaatin hedefleri neler olmalıdır?

CEVAP: Müslümanların tek cemaat halinde yaşamaları farz olup, tefrikaya düşmeleri haramdır. Kur'anı Kerim bu hususta
şöyle buyuruyor:

"Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılınız, tefrikaya düşmeyiniz.

"Al-i İmran/lO3

Peygamber (S.A.V) ise şöyle buyuruyor:

"Beş şeyi sizi tavsiye ederim; Cemaatleşmeyi, Müslüman amiri dinlemeyi, emre itaat etmeyi, gerekirse hicreti ve Allah'ın
yolunda cihadı."

Cemaat halinde yaşamak çok önemli olduğu içindir ki, İslam dini,mahalli ve genel olmak üzere iki çeşit toplantı emrediyor.
Mahalli toplantı, günde beş vakit namaz, haftada bir Cuma namazı, yılda iki defa bayram namazı için yapılan toplantıdır.
Kabe etrafında ve Arafat dağında yapılan toplantı ise genel toplantıdır. Cemaatın hedefi; İla-yı Kelimetüllah ve Allah'ın
nizamını yeryüzüne yerleştirmektir.

SORU 1045 -Günümüzde cemaatların çekişmelerinin sebebi nedir, önlenmesi için neler yapılmalıdır?

CEVAP: Günümüzde tek cemaat olunamayışının sebepleri çoktur. Bir kısmını aşağıya alıyoruz.

1- Müslümanların samimiyet ve ihlaslarının zedelenmesidir. Günümüzde Müslümanlar gerçekten İslama karşı samimi
olsaydılar, elbette İslami gücü güçlendirmek için tekvücut olarak hareket edecekler ve tefrikaya yer vermeyeceklerdi.

2- Liderlerin makam ve itibarlarını kaybetme korkusudur. Bildiğimiz gibi çeşitli İslami cemaatler mevcuttur ve her cemaatin
başındaki liderler bir araya gelebilseler, Müslümanların bir tek cemaat haline gelmesi daha kolaydır.

Ama maalesef bazı liderler, makam ve itibarlarını geniş bir ittifakda kaybetme endişesi ile diğer cemaatlerle birleşmeye pek
rıza göstermiyor. Buna misal isterseniz; Afganistan'daki cemaatlerin vaziyeti ortadadır. Çünkü cemaatler birleşecek olursa
bazı liderlerin liderlikleri gidecektir.

3- Birçok Müslümanın İslamdan ziyade kendi meşreb ve mezheplerine sarılmalarıdır. Şuursuzluk ve gaflet hakim olduğunda
İslamın güçlenmesinden ziyade, bir çok Müslüman, meşreb ve mezhebinin güçlenmesi için çalışıyor. Peygamberlerden
ziyade, Hocasını ve mürşidini dile getiriyor ve onun için her türlü fedakarlığı yapıyor. Meşrebinin davasını kendi davası kabul
ediyor. Yani İslamı görmüyor, mürşidi görüyor ve böylece İslam'dan uzak kalıyor.

4- Ülkede medreseler ve dini müesseselerin kapatılmasıyla büyük bir boşluk meydana geldi. Alimlerimizin çoğu ebediyat
alemine intikal ettiği gibi yetişen de pek olmadı. Böylece İslami faaliyetler yeteneksiz ve cahil kimeselere bırakıldı. Bunun için
bugün ciddi olarak, ihlasla İslamı düşünen kişilerin sayısı çok azdır. Evet, bugün Türkiye safhında yüzbine yakın din görevlisi
vardır. Resmi olmayan kimseler de az değildir. Ama İslamı düşünen alimlerimiz pek yoktur. Yetişme tarzımız da İslami
değildir. Çok büyük bir ekseriyet kendi geçimini sağlamak için çalışıyor ve makamını düşünüyor. Bunun için bu tip insanlar bir
araya gelseler bile, birbirlerine ne diyecekler? Zaman zaman il ve ilçe müftülükleri bir araya getirilip seminerler tertip
ediliyor, fakat seminerlerin konusu mevzuat ve idari meseleler oluyor. İslamın güçlenmesi için bir iş ve fikir ve güç birliği söz
konusu değildir. İslama hizmet etmek için bir teklif de gündeme getirilmiyor. Bu gün dini hizmetler; mevlüt okutmak ve
okumak ve manasını anlamadan sesi güzel hafızlardan Kur'an dinlemek ve güzel sesle okunan mevlitleri dinlemekten
ibarettir. Ama ciddi, ihlaslı ve şuurlu insanlar yetiştirilmiyor. Hatta bugün selatin camilerine tayin edilen imamların, sadece
sesine bakılıyor. İlmine önem verilmiyor.

Hülasa, Müslümanlar arasındaki çekişmenin sebebi cehalet, şuursuzluk, samimiyetsizlik, kıskançlık, makam ve menfaat
sevgisidir.

SORU 1046 -"Ümmetimin ihtilafı rahmettir" hadisinden murad nedir?

CEVAP: İslami hükümler üç çeşittir.

1- Allah'a ve ahirete iman etmek gibi, bedihi ve tevatür yoluyla sabit olan hükümlerdir. Böyle hükümleri inkar edip, reddini
ifade eden münakaşalar yapmak küfür ve dalalettir.

2- Kur'an-ı Kerim ile Sünneti Seniyyenin sarahaten beyan etmedikleri, fakat cumhur ulemanın bu iki kaynağın ışığı altında
ifade ettikleri hükümlerdir. Bu hükümleri kabul edip gereği ile amel etmek lazımdır. Bunlara inanmayıp aksine hareket
etmek ve davranmak küfür değilse de bid'atdır. Mesela; Eş'arilerin yedi. Maturidilerin sekiz olarak kabul ettikleri, Allah'ın
sıfatlarını inkar etmek gibi. Bu meselede mütezile, cumhura muhalefet ederek bunları inkar ettikleri için ehli Bid'at
sayılmıştır.

3- Kur'an ve Sünnetin sarahaten ifade etmedikleri, iki veya daha fazla ihtimali bulunan hükümlerdir. Bunların hakikatının
ortaya çıkması için alimler o hususta münazara edip kanaatlarını bildirirler. Gerçeği arama hususunda alimler arasında
meydana gelen ihtilaf, rahmettir. Peygamberin hadisi buna işaret ediyor. Münazara, hakkın anlaşılması için yapılan bir
tartışmadır. Bu ise bir ibadet olup, hatta farzı kifayedir. Bunun alameti, hakikat anlaşıldığı zaman münazara eden kimse
haksız çıkıp mağlub da olsa, hoşuna gitmesidir. Çünkü gaye hakkın anlaşılması olmalıdır. Münakaşa edenin gayesi, hasmını
mağlub etmek ise buna mücadele denir. Mücadele ise haramdır.

SORU 1047 -Cemaat ve cemaatleşme hizipleşme midir?

CEVAP: Cemaat ile hizip kelimeleri aslında Arapçadır. Sonradan Türkçe'ye geçmişlerdir. Manaları birbirine yakındır.
Cemaatın manası fertlerden meydana gelen bir toplumdur. Hizip de fırka ve cemaat anlamındadır. Kur'anı Kerim şöyle
buyuruyor:

"Şüphesiz Allah'ın cemaatı mutlaka galip olacaktır."

(Maide/56 )

Ancak hizipleşme kelimesi, Türkçe'de tefrika ve bölücülük yapmak manası na da gelmektedir ve bu anlamda cemaat ve
hizipleşme ayrı manalar taşır. Cemaatleşmenin manası imana, Kur'an'a, vatan ve Müslümanlara hizmet etmek gayesiyle,
birkaç kişinin bir araya gelip kenetlenmesidir. Böyle bir işi yapmak büyük bir ibadettir. Bugün Türkiye'de nice cemiyetler ve
cemaatler var ki büyük hizmetler vermektedirler. Bu cemaatleri meydana getiren, cemaat ruhuna sahip fertlerdir. İslam
tarihinde ilk cemiyetleşen fertler, Peygamber ve etrafındaki ashabıdır.

Bunların hareketlerine hizipleşme demek mümkün olmadığı gibi, mukaddes bir gaye için bir araya gelip hizmet veren ehli
himmet başka cemaatlerin hareketlerine de hizipleşme demek mümkün değildir.

SORU 1048 -İhtilafa sebebiyet veren faktörler nelerdir?

CEVAP: İhtilafa sebebiyet veren faktörleri iki ana maddede toplayabiliriz:

1- İlmi hakikatlerin anlaşılması için meydana gelen fikirlerin çarpışmasıdır. Mezhepler arasındaki ihtilaf bu kabiledendir. Bu
fikir çarpışması, daha önce de belirttiğimiz gibi büyük bir ibadettir ve rahmettir. Çünkü bu ihtilaf gerçeklerin anlaşılmasına
vesiledir.

2- Makam ve menfaatdir. Hubbu cah, şan ve şereftir. İşte Müslümanları birbirlerine düşüren ve güçsüz bir hale getiren
budur. Bunun toplumdaki tahribatı, bir davar sürüsüne musallat olan kurdun tahribatından daha büyüktür.

Çaresi: Gafletten uyanmaktır. Dünyanın fani, mefaat ve makamın da geçici olduğunu düşünüp Allah'ın gösterdiği yöne
yönelmek ve sımsıkı Allah'ın ipine sarılmaktır. Tefrika halinde yaşayan bir milletin felahı ve kurtuluşu mümkün değildir.

Bediüzzaman (R.h.) ihlas ve uhuvvet risalelerindeki mesajı, ihlas her şeyin özellikle ibadetlerin başı ve ruhudur. İhlası
olmayan bir ibadet cansızdır, ölüdür. Hiçbir anlamı yoktur. Bu yüzden her onbeş günde bir defa ihlas risalesinin okunmasını
tavsiye ediyor.

SORU 1049 -Günümüz şartlarından bir Müslümanın avukat, savcı veya hakim olmasının hükmü nedir?

CEVAP: İslamın kabul ettiği çerçevede bir kişinin hem kendi hukukunu, hem de başkasının hukukunu savunması,
mağduriyetini önlemek için avukatlık yapması elbette çok önemlidir. Mesela: birisinin mülküne veya bir Müslüman İslami bir
harkeketinden dolayı zatına haksız bir dava açılması halinde bu haksızlığı önlemek için elbette çalışmak icabeder. Bu da
ancak güçlü ve imanlı bir avukatın muvaffakiyeti ile mümkün olabilir. Ama bu meslek, mutlaka hakkın gösterdiği yönde icra
edilmelidir. Zalim ve haksız kimsenin avukatlığını yapıp, hakkı ortadan kaldırmak ve batıla hizmet vermek büyük bir
cinayettir.

Bunun için avukatlık, bir yönden farzı kifayedir. Savcı ve hakim gibi, bir kimsenin bu mesleklerde bulunması meselesine
gelince, durum değişiktir. Bugün nice kanun varki, fıtrata ve insan haklarına aykırıdır, antidemokratiktir. Devlet erkanı ve
siyasiler dahi böyle kanun maddelerine itiraz etmektedir. Böylesi kanun maddelerini uygulamak dinen çok zordur. Mesela:
ben hatırlıyorum. nice masum kimse vardır ki, sırf Ezanı Muhammedi okudukları için veya dini okullar kapalı olduğundan
gizlice din dersi okuduğu veya okuttuğu için acımasızca mahkemelere sürüklenmiş, savcılar onları mahkeme etmek için dava
açmış, hakimler de kanuni, suçlarını sabit görerek onları mahkum etmişlerdir. Yakın zamanlara kadar nice masum insan 163.
Madde sebebiyle haksız yere senelerce cezaevlerinde ceza ve cefa çekmişlerdir. Hala da benzeri haksızlıklar süre
gelmektedir.

Komünist Rusya çeşitli vesilelerle en az yirmi milyon insanı katletmiş, hakimiyeti altında yaşayan insanların tabii haklarını
çiğnemiş, ayak altına almıştır. Böyle olmakla beraber onlar da hak ve adaletten söz ediyorlardı. Mazlum Filistin halkını
hunharca katleden İsrail de hürriyet ve insanlıktan söz ediyor. İlim aşığı kızlarımız kimsenin hakkına tecavüz etmedikleri ve
hadlerini aşmadıkları halde, sırf dinimizin icabı olduğu için başlarını örtünce kıyamet kopuyor. Birçok ilim adamı denilen
kimse, dine karşı olan kinlerini saklamayarak, cübbelerini giyip sokaklara dökülüyor. Bunlar da insan haklarından ve
adaletten söz ediyorlar. Avrupa ile Amerika'da ilim adamları yeni keşif ve icadlarla uğraşırken bizimkiler başörtüsü ile
uğraşıyor. Acaba başörtüsü insanı geriye götürür mü? Veya başın açık olması insanı ilerletir mi? Esasında bu işle uğraşmak,
gereksizdir. İslam dini, hayatın bütün dallarını kapsamaktadır. Ondan hiçkimseye zarar gelmez. Kur'anı Kerim ile hadisi
şerifleri ciddi olarak okuyup, tetkik ederseniz veya en azından işledikleri konuların fihristine göz atarsanız, gerçeği müşahede
etmiş olursunuz. İslam dininin geniş olarak işlediği konulardan biri de İslam hukukudur. Her Müslümanın onu öğrenmesi ve
en azından işinde, ticaretinde ve özel muamelelerinde yaşaması gerekir.

SORU 1050 -Günümüzde hadis denilince Peygamber Efendimizin sözleri, sünnet denilince de fiilleri anlaşılıyor, bu anlayış
doğru mudur? izah eder misiniz?

CEVAP: Cumhur ulemaya göre hadis kelimesinden Peygamber Efendimizin sözleri, sünnet kelimesinden de söz, fiil ve takriri
anlaşılır. Takririn manası; Peygamberin huzurunda yapılan fiil veya söylenen söze karşı, sükut etmesidir.

SORU 1051 -Bizler Kütübü Sitte dediğimiz altı sahih eserdeki hadislerden bazılarının tenkid edildiğini görüyoruz. Bu hususta
ne dersiniz?

CEVAP: Hz. Peygamberin sünneti 4 kısma ayrılır.

A) Hem sübütu, hem delaleti kat'idir. Buna mütevatir, sünnet denir.

B) Sübütu kat'i, delaleti zanindir. Yani tevatür yoluyla sabit olmuş ise de manaya delaleti kat'i değildir.

C) Sübütu zanni, delaleti kat'idir.

D) Hem sübütu, hem delaleti zannidir.

Birincisi kat'i olduğundan onun inkarı, küfrü gerektirir. Mesela, sabah namazının farzı iki, öğle namazının dört, ikindinin
dört, akşamın üç, yatsı namazınında dört rekat olduğu, her rekatta birer rükü; ikişer secde bulunduğu tevatür yoluyla sabit
olmuştur. Bunu inkar etmek küfürdür. Kalan üç kısım ise zannidir. Bunları inkar etmek küfrü gerektirmez, bu dört kısım
arasında tezat meydana gelirse, birincisi ikincisine, o da üçüncüsüne, üçüncüsü de dördüncüsüne tercih edilir. Zanni
hadislerin tenkidi olabilir. Ama bu iş, herkesin işi değildir, bunun kıstası vardı. Bu kıstasa sahib olmayan kimsenin bu hususta
söz söylemesi asla doğru değildir.

SORU 1052 -Efendimiz sahih hadisleri sadece bu altı kitapta mı toplamıştır? Varsa diğerleri hakkında bilgi verir misiniz?

CEVAP: Peygamberimizin (A.S.M) sahih hadisleri, sadece bu altı kitapta toplanmamıştır. Sahih hadisler, başka hadis
kitaplarında da vardır. İmamı Malik'in, Muvatta'ı Ahmet b. Hanbel'in 'Müsnedi, Deylemi, Daremi, Müstedrek, Dar'a Kutni,
Beyhaki, İbni Huzeym'nin sahihi gibi binlerce sahih hadisi ihtiva eden hadis kitapları vardır. Hatta bir çok alim İbni Huzeyme
ve İbni Hibban ve müstedrek isimli hadis kitaplarını, İbni Mace'den aşağı görmüyor.
SORU 1053 -Son zamanlarda Müslüman geçinen bazı kimseler tarafından hadisler hususunda şüphe uyandırıldığına şahit
oluyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

CEVAP: Sadece bu zamanda değil, her zamanda bu tip insanlar bulunmuştur. İslami yaralamak amacıyla birçok cebheden
hücuma geçenler olmuştur. Ama sonunda hiçbir zaman muvaffak olamadılar. İftira ve bühtanlarıyla gittiler, İslam ise dimdik
ayakta kaldı. Yalnız asrımızda düşman daha çok, daha bilgin, silahıda daha güçlüdür. Bunun için bugün İslam alemi büyük bir
imtihan içindedir. Bu zamanda, kimi akılcılık perdesine bürünerek ahiret, cennet, cehennem, şeytan, cin, ruh, gibi gaybi
şeyleri inkar ediyor, yani gözle görmediği, kulağıyla işitmediği dini hakikatleri reddediyor. Kimi de İslam, sadece inanç, ibadet
ve ahlaktan ibarettir deyip, İslamın dünyaya yönelik cephesini inkar ediyor. Kimisi de İslam dini, diğer dinler gibi bir dindir.
Önceki dinleri neshetmemiştir. Hıristiyanlık Yahudilik gibi dinler hala geçerliliğini muhafaza ediyor, diyor. Kur'anı Kerim'de,
"Yahudiler ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz. Onları dost edinen onlardandır." buyurduğu halde, onları örnek telakki ediyor.
Kimisi de, Peygamberin hadislerini inkar etmeye kalkışıyor. Maalesef bu zihniyete sahib olanların bir kısmı İslami kurumlarda
yer almış ve İslam namına konuşuyor. Ama inanın ki bu dinin sahibi Allah'tır. Yine o galip gelecektir ve bu zihniyet nereden
gelmişse oraya dönecektir.

SORU 1054 -Müslüman sadece Kur'anı Kerim ile amel edebilir mi?Hadislerin sıhhatini bahane veya hadislerin, vukubulduğu
zamana ait olduğunu iddia ederek yalnız kendi anladığı şekilde Kur'an'la amel edenler hakkında ne düşünüyorsunuz?

CEVAP: Şüphesiz hadis İslam'ın ikinci kaynağıdır. Bu kaynak olmazsa İslam da olamaz. Zira Kur'anı Kerim, cüziyat ve
teferruattan ziyade genel kaideleri ihtiva etmektedir. Hadis ise o kaideleri açıklar, tafsir eder. Mesela; Kur'anı Kerim, namaz
kılmayı emreder ama kılınacak namaz aylık mı, haftalık mı? Günlük müdür, günlük ise günde kaç vakit namaz vardır, her
namaz kaç rekattır, her rekatta kaç rük'u, kaç secde vardır, kıyamda rük'uda secdede, ka'dede neler okunacaktır bunları
beyan etmez. Yine Kur'anı Kerim, zekat vermemizi emreder. Ama zekata tabi olan mallar nelerdir, bunların her çeşidine kaç
da kaçı zekattır. Bütün bunları Kur'anı Kerim açıklamaz, bu teferruatları Peygamberin hadislerinden öğreniyoruz.

Acaba hadisi reddedip onunla amel etmeyen Müslüman, Allah'a nasıl kulluk edecek, nasıl namaz, oruç, zekat, hac gibi
ibadetleri eda edecektir? Yalnız bunu ifade etmek isterim; hadis ister kavli olsun, ister fiili olsun, mütevatir olmazsa, yani
zanni olursa onu inkar etmek bidattır. Zanni oluşu Peygambere yönelik değildir. Yani mütevatir, değil, ahad yoluyla geldiği
için zanni sayılmıştır. Zanni hadis, Kur'an'a veya mütevatir sünnete veya kesin olarak gerçeğe ters düşerse, hadis ölçüleriyle
bu işin ehline bırakılmalıdır.

You might also like