You are on page 1of 68

HAKİKAT'te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

İbn-i Teymiyye'nin, İbn-i Abdülvehhab'ın Attığı Fitne-Fesat Tohumları Bugün


Müslümanlara Çok Büyük Zarar Veriyor. Hem İtikadları Bozuyor, Hem Tefrika
Çıkarıyor, Hem de Katliama ve Zulme Sebebiyet Veriyor.

Bunlar Her Ne Kadar İslâm Adı Altında Çıkmışlarsa da Gerçekte İslâm'ın Yıkıcı ve
Parçalayıcılarıdırlar. İslâm'mış Gibi Görünüp, Din-i İslâm'a ve Müslümanlara En
Büyük Darbeyi Vuruyorlar, Birçok İslâm Memleketini İfsad Ediyorlar! Kendileri
Saptıkları Gibi, Başkalarını da Saptırıyorlar.

"Şüphesiz ki Sen Ölülere Söz Duyuramazsın. Hakikata Arkalarını Dönmüş


Kaçarlarken Sağırlara da Dâvetini İşittiremezsin. Sen Körleri Sapıklıklarından Çevirip
Doğru Yola Getiremezsin, Sen Ancak Âyetlerimize İman Edenlere Duyurabilirsin.
Onlar Teslim Olanlardır." (Neml: 80-81)

"İşte Bunların Cezası: Allah'ın, Meleklerin ve Bütün İnsanların Lâneti Onların


Üzerinedir. Bu Lânete Ebediyyen Gömülüp Gidecekler." (Âl-i İmran: 87-88)

Bu "Selefîyiz" Diyenlerin "Selef"leri; "Selef-i Sâlihin" Değildir, İbn-i


Teymiyye'dir
Küffarın Desteklediği Din Bölücüleri
Büyük Bir Fitne
"Şeriat"ı Ağzından Düşürmeyen ve Fakat Şeriata Mugayir İş ve Hareketler
Yapan Küfür Ehli
Nefis Arzusunu İlâh Edinen Sapıtıcı İmamlar
Yerin Dibine Batırılmaya Müstehak Olan Cehennem Ehilleri
İslâm'da Harp Hukuku
İnsan Öldürmenin Haram Oluşu
İslâm'da; Diriye de Ölüye de İşkence Yoktur
Vehhâbî Zihniyetinin Kabir, Türbe ve Cami Düşmanlığı
Kabir Ziyareti
Şefaat
Miraç Hadisesi
Salâvât-ı Şerife
Evliyâullah ve Tasavvuf
Ehlullah'ın Kerameti; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile Sabittir
Siyah Bayraklılar ve Sahteleri
VEHHÂBÎLİK DİNİ ve ORTAYA ÇIKIŞI
İbni Teymiyye (1263-1328)
Muhammed bin Abdülvehhâb (1703-1792)
Suûd Hanedanı
Küffar Ajanlarının Oyuncağı Dalâlet Ehli
Dimdik Ayakta Duran Din
Öğüt ve İkazlar

/ İsmail Yavuz

Kur'an-ı Kerim Tefsiri

İhlâs Sûre-i Şerif'inin Tefsiri (3)


Her Şey Allah'a Muhtaçtır

"Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir."
(İhlâs: 2)

Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm


Hicretin Beşinci Yılı
Hendek Savaşı

Hendek, Mekkeli müşriklerin müslümanlara karşı açtıkları en tehlikeli bir


savaştır. Kureyşliler'in Medine'yi basmak için giriştikleri teşebbüslerin
üçüncüsüdür.

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Efendi


Hazretleri'nin Hayat-ı Saadetlerinden İnciler (47)

Şeytanın Hileleri

Allah-u Teâlâ'nın lütf-u ihsanı, ikramı yetişirse, her şey kolaylaşıyor.

EVLİYÂ-İ KİRAM -kaddesallahu Esrârehüm-


Hazerâtı'nın "Hâtemü'l-Evliyâ" Hakkındaki Beyan ve
İfşaatları (170)

Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- (18)


Allah-u Teâlâ'nın Sevgililerinin İfşaatlarına İzah ve
Açıklamalar (103)

Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -k.s.- (16)

Tasavvuf'un Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri

Tasavvufî Bahisler

İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm


dininin gayesi güzel ahlâktır.

İSLÂM İLMİHALİ

Hacc
Hacc'ın Farz Oluşu

İslâm'ın beş temel esasından birisini teşkil eden Hacc farizası ömrün ibadeti,
dinin tamamıdır. Din kemâlini onda bulur. Müminin hem malı hem de bedeniyle
gerçekleştirdiği bir ibadet olan Hacc, insanın bütün varlığını ilgilendirir ve büyük
bir teslimiyetin ifadesidir.

ASHÂB-I KİRAM -Radiyallahu anhüm- HAZERÂTI'NIN


HAYATI

HAZRET-İ EBU BEKİR SIDDÎK -Radiyallahu Anh- (16)


Keramet

Kemâlât keramet ile kâim değildir. Sakın siz de "Keramet ehli olayım!"
demeyin.

GÜNDEM

İnsanlar ve Ülkeler Hatalarını Görebildiği Kadar İlerler / Uğur Kara

Bugün İslâm coğrafyasında; Suriye'de, Libya'da, Irak'ta, Mısır'da yaşananları; küffarın Türkiye'ye ve
Türkiye'nin liderliğine razı olan ülkelere bir cevabı olarak görmek mümkündür. Küffar bize bir tuzak
hazırladı ve bunda muvaffak oldu. Kendi hatalarımızı ve eksiklerimizi göremezsek bu tuzaktan çıkmamız
zor olacak.

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-tükenmez hamd-ü
senâlar olsun.
Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına,
etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna
kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

İslâm ülkelerinde "Tevhid" adı altında "Ehl-i sünnetiz" diye çıkıp "Teymiyyecilik, Selefîlik, Vehhâbîlik"
zihniyetini müslümanlara zerkeden bu güruhların bölücü hareketleri; birçok İslâm ülkesindeki birlik ve
beraberliğin yıkılmasına, fitne ve teröre sebep olmuştur.

Bosna'da, Arnavutluk'ta ve muhtelif Avrupa ülkelerinde Vehhâbîlerin maddi desteği ile zemin bulan bu
zihniyet, samimi, saf ve temiz müslümanları, gençlerimizi zehirleyerek bugün bu duruma gelmiştir.

Gaye ve hedefleri; Hazret-i Resulullah'ın yolunda yürüyen Hulefa-i Raşidin'in izini takip eden tasavvuf
ehlini seven müslümanları, kendi sapık selefî, vehhâbî yoluna çekmeye çalışmaktır.

Onlar Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmezler. Onlar imamları "İbn-i Teymiyye"ye
"Abdülvehhab"a iman ederler. İmanları imamlarınadır.

"Kendilerine: 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!' denildiği zaman: 'Biz ancak ıslah edicileriz.'
derler." (Bakara: 11)

Hem Harici fitnesinin yolunu, hem de Vehhâbî fitnesinin fikriyatını benimseyen bu güruhlar; türbe ve
kabirleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın türbesini ve hatta Kâbe'yi bile hâşa puta benzeten;
peygamberlerin, ashâb-ı kiram'ın, evliyâullahın türbe ve kabirlerini ziyareti haram diyerek yıkıp yok
eden; İslâm hukukunda yeri olmayan en ufak bahanelerle önüne gelenin canına kasteden; "Şefaat"ı
inkâr eden; marifetullah ilmini kabul etmeyen, evliyâullaha düşmanlık eden; "Putları kırıyoruz" diyen
ancak içindeki nefis putundan haberi olmayan; maneviyat ehlini inkâr ettikleri için imanları sûreta olan;
yaşları küçük, tecrübeleri kıt türeme bir zümredir. Onların bu fitnesi müslümanlara ve İslâm'a çok
büyük zararlar vermektedir.

Arabistan'dan Yemen'e, Mısır'dan Pakistan'a, Mali'den Somali'ye, Nijerya'dan Afganistan'a, Bosna'dan


Çeçenistan'a bütün İslâm dünyası'na yayılıp kök salan bu fitneler İslâm dünyası için büyük bir afattır.
Bu afatın daha da büyümesinden korkulur. Tarihte zuhur eden ve dinde bölünmelere yol açan büyük
fitnelerin çıkışına benzeyen, belki daha tehlikeli bir durum ortaya çıkmış bulunuyor.

Bu fitneler bir taraftan bunlara kapılanların imanına kastediyor, diğer taraftan müslümanların canına ve
malına kastediyor. Müslümanlar hem kılıç darbesi hem de dil ile yani sapkın itikat, söz ve fikir darbesi
altında büyük bir afat yaşıyor. Bir taraftan imanlar gidiyor, diğer taraftan can, mal ve namuslar gidiyor.

Her icraatları İslâm'a mâl edildiğinden İslâm için en büyük zarardır. Hem İslâm'ı küçük düşürüyorlar,
hem de müslüman olabilecek nice insanların hidayetine engel oluyorlar. Gerçekten çok büyük vebal
altındalar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:

"Fitnelerden uzak durun! Şüphesiz ki fitnelerde dil (tesir bakımından) kılıç darbesi gibidir." (İ.
Mâce)

Bir müslümanın canına ve malına kasteden bir fitne gerçekten büyük bir afattır. Ancak imanına
kasteden fitne daha büyük bir afattır. Zira bir tarafta geçici dünya hayatı diğer tarafta ebedî hayat söz
konusudur.

Cenâb-ı Hakk bunlar hakkında şöyle buyuruyor:


"Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir. Bu dünya
hayatında biz onların peşine bir lanet taktık. (Daima lanetle anılacaklardır.) Kıyamet gününde
ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır." (Kasas: 41-42)

Allah-u Teâlâ'nın hükmünü umursamayan kendi zannını hüküm yerine koyanlar var ya; işte bu Âyet-i
kerime'de açık görülüyor ki Allah-u Teâlâ bunlardan nefret ediyor, lânet ediyor.

Bu imamlara tâbi olanlar da onlarla beraber cehennemdedir:

"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız." (İsrâ:
71)

Herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimi desteklemiş, kimleri rehber
edinmişse, ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler
kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İbn-i Teymiyye'nin, İbn-i Abdülvehhab'ın Attığı Fitne-Fesat Tohumları


Bugün Müslümanlara Çok Büyük Zarar Veriyor.
Hem İtikadları Bozuyor, Hem Tefrika Çıkarıyor,
Hem de Katliama ve Zulme Sebebiyet Veriyor.

Bunlar Her Ne Kadar İslâm Adı Altında Çıkmışlarsa da


Gerçekte İslâm'ın Yıkıcı ve Parçalayıcılarıdırlar.
İslâm'mış Gibi Görünüp, Din-i İslâm'a ve Müslümanlara En Büyük
Darbeyi Vuruyorlar,
Birçok İslâm Memleketini İfsad Ediyorlar!
Kendileri Saptıkları Gibi, Başkalarını da Saptırıyorlar.

"Şüphesiz ki Sen Ölülere Söz Duyuramazsın.


Hakikata Arkalarını Dönmüş Kaçarlarken Sağırlara da Dâvetini
İşittiremezsin.
Sen Körleri Sapıklıklarından Çevirip Doğru Yola Getiremezsin,
Sen Ancak Âyetlerimize İman Edenlere Duyurabilirsin. Onlar Teslim
Olanlardır."
(Neml: 80-81)

"İşte Bunların Cezası:


Allah'ın, Meleklerin ve Bütün İnsanların Lâneti Onların Üzerinedir.
Bu Lânete Ebediyyen Gömülüp Gidecekler."
(Âl-i İmran: 87-88)

İsmail Yavuz - Eylül 2014


Başyazı - Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Ey Vehhâbî türemeleri! Allah-u Teâlâ'yı ve Resulullah Aleyhisselâm'ı bırakıp da


İbn-i Teymiyye'lere, İbn-i Abdülvehhab'lara mı uyuyorsunuz? Gittiğiniz bu yol
Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın yolu değildir. Bütün hâl ve
ahvâliniz ilâhî hükümlere karşıdır. İlâhınıza uymuşsunuz, şeytana tapmışsınız.
Allah-u Teâlâ kalplerinizi döndürmüş ve mühürlemiştir.

"İşte onlar Allah'ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir ve


onlar gafillerin tâ kendileridir. Hiç şüphesiz ki onlar ahirette hüsrana
uğrayacaklardır." (Nahl: 108-109)

Allah-u Teâlâ: "O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından


da ileridir." (Ahzâb: 6)

Buyururken, onu daha önde tutmanız gerekirken siz İbn-i Teymiyye'yi, İbn-i
Abdülvehhab'ı ve onun izinden gidenleri seçtiniz. Siz hiç şüphe yok ki
seçtiklerinizle berabersiniz, siz ahirette onlarla haşrolacaksınız, amma Allah ve
Resul'ü ile beraber olamazsınız. Cehennem ateşinden sizi kim kurtarabilir? İlâhî
emirlere bir bakın, bir de tuttuğunuz yola bakın!" (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-,
"İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini")

Kendilerine "Selefî", "Cihadcı", "Vehhâbî" gibi isimler veren; "İbn-i Teymiyye"nin, "İbn-i Abdülvehhab"ın
sapkın fikirlerini benimseyen; İslâm'mış gibi görünüp din-i İslâm'a ve müslümanlara en büyük darbeyi
vuran bölücü güruhlar, birçok İslâm memleketini ifsad ediyorlar!

Bunlar Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'in devrinde ortaya çıkan "Haricîler" ve Osmanlı
devrinde ortaya çıkan "Vehhâbîler" gibi İslâm dininin bölücüleridir. Zira bunların en evvelâ en büyük
zararı müslümanlaradır. Kendilerine biat etmeyenleri hemen tekfir ederler ve ilk hükümleri "Katl"dir.

Hariciler kendilerinden olmayan herkesi tekfir edip katl fetvası vermişler, Hazret-i Ali -radiyallahu anh-
Efendimiz'i de şehid etmişlerdi. Bugünkü bu fitne grubu da kendilerinden olmayan herkesi tekfir edip
katlediyorlar. Canına, malına, namusuna kastetmeyi meşru görüyorlar. Zulüm ve vahşet yapıyorlar.

"Onlar yanından ayrılıp yeryüzünde idareci olurlarsa, fesat, anarşi ve terör çıkarırlar.
Ekonominizi ve neslinizi helâk ederler. Allah fesadı sevmez." (Bakara: 205)

Yeryüzünde fesat çıkarmak küfürdür. Kim Allah'a isyan ederse yeryüzünde fesat çıkarmış olur.
Müslümanlara en büyük zararı bunlar veriyorlar.

Küffarın dıştan yapamadığı tahribatı içeriden yaptıkları için dış düşmandan daha tehlikelidirler.

"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a
kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'am: 159)

Hazret-i Allah tardetmiş, Resul'üne de emir buyuruyor: "Bunlarla senin hiçbir ilgin yoktur."

Bu zâlimleri Allah-u Teâlâ elbet yıkacak, amma bugün amma yarın.

"Zulmedenler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını, hangi deliğe tıkılacaklarını yakında bileceklerdir."
(Şuarâ: 227)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Sizin için Deccâl'den daha çok Deccâl olmayandan korkarım.

– Onlar kimlerdir?

Saptırıcı imamlardır." (Ahmed bin Hanbel)

Niçin Deccâl'den daha korkunç ve daha tehlikelidir?

Deccâl resmen Deccâl olarak çıkacak. İşaretleri de bellidir, doğrudan doğruya allahlık dâvâsı ile
çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.

Ve fakat bu sapıtıcı imamlar, sahte halifeler, âhir zaman uleması, hepsi de sûret-i haktan göründüler,
İslâm'ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler.

"Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz!" (Sâffât: 28)

"İnsanlardan öyleleri de vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri söz senin hoşuna gider.
Hatta böyleleri, söylediklerinin kalpten geldiğine (samimi olduğuna) Allah'ı şâhit tutar. Halbuki
o, hasımların en yamanıdır." (Bakara: 205)

Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara iltihak etti ve intisap etti.

İşte Deccâl bunu yapamaz. Deccâl'den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece
birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.

"Böylesine: 'Allah'tan kork!' denilince, benlik ve gururu kendisini günaha sürükler. Ona
cehennem yeter. O ne kötü yataktır!" (Bakara: 206)

Dikkat ederseniz benlik ve gurur bunları tepeden aşağı istilâ etmiştir. Hiçbir sözü anlamaya
yanaşmazlar.

"Kendilerine: 'Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!' denildiği zaman: 'Biz ancak ıslah edicileriz.'
derler." (Bakara: 11)

Kendilerinin ıslah edici kimseler olduklarını iddia ederlerken, yaptıkları anarşiyi örtmek isterler.

Çünkü onlar doğruyu ve gerçeği seçemedikleri için, hakikati bilemedikleri için; bozmayı düzeltmek
sanırlar, dalâleti de hakikat zannederler. Kalplerindeki hastalık sebebiyle fesadı ıslah şeklinde tasavvur
ederler ve gizli gizli hâinlik yaparlar. En büyük zararı da İslâm'a ve müslümanlaradır.
Nitekim küffar ajanları en çok bunların arasındadır, bunların arasında rahat hareket eder. İslâm'a ve
müslümanlara hâinlik bunların baş icraatı olduğu için küffar en çok bunlardan memnundur. İslâm'a ve
Peygamber Aleyhisselâm Efendimiz'e düşman olan küffarın en büyük gayesi müslümanı müslümana
kırdırmak, İslâm'ı içten çökertmektir.

Bu Vehhabiler İslâm'ın ahir zamandaki en büyük düşmanı ve fitnecisidir. Bunlar Hazret-i Allah'ın emir
ve nehiylerindeki mânâları anlayamayacak kadar kör ve sağırdırlar:

"Kör oldular, sağır kesildiler." (Mâide: 71)

Hazret-i Allah onların kalplerini mühürlemiştir:

"İşte bunlar Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu, hevâ ve heveslerine uyan kimselerdir."
(Muhammed: 16)

Bu gibilerin ahiretteki durumları çok vahimdir. Gidecekleri yer de esfel-i sâfilîn'dir.

İslâm hukukunda olmayan şiddet, barbarlık, katliam yöntemlerini masum insanlara ve müslümanlara
karşı uygularlar, en ufak bahanelerle öldürmeye cevaz verirler. Namaz kılsa da, kelime-i şehadet
getirse de kendilerince bidat saydıkları şeyleri yapan bir müslümanı tekfir edip, kâfir damgasını
vururlar. Ve mürted diye hemen katline cevaz verirler, canını ve malını helâl sayarlar.

İbn-i Teymiyye ve İbn-i Abdülvehhab'ın kitaplarındaki öğretisi budur. Bunlar sadece kendilerinin
müslüman, sadece kendilerinin tevhid ehli, sadece kendilerinin cihadcı olduklarını, diğer
müslümanların ise katlinin vacip olduğunu söylerler. Böylece dinde bir fitneci, bir bölücü ve bir yıkıcı
olduklarını ilan ettiler. İnsanlık nezdinde de İslâm'ın nezafet ve şerefine de halel getirmiş oldular.

Din-i İslâm bunu reddeder. Hazret-i Allah'ın Kelam-ı kadim'indeki Âyet-i kerime'lerinde, Hazret-i
Resulullah Aleyhisselâm'ın Hadis-i şerif'lerinde ve "Selef-i Sâlihîn"in uygulamalarında bunların yeri
yoktur.

Bu gibiler hakkında Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Onların çoğu Allah'a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar." (Yûsuf: 106)

Müslümana yapılan eziyet ve işkencenin karşılığı cehennem azabıdır:

"İnanmış erkek ve kadınlara fitne yoluyla işkence edip, sonra tevbe etmeyenlere cehennem
azabı vardır ve onlar için yangın azabı vardır." (Bürûc: 10)

İslâm ülkelerinde "Tevhid" adı altında "Ehl-i sünnetiz" diye çıkıp "Teymiyyecilik, Selefîlik, Vehhâbîlik"
zihniyetini müslümanlara zerkeden bu güruhların bölücü hareketleri; Nijerya, Mali, Somali, Libya,
Suriye, Irak, Pakistan ... gibi birçok İslâm ülkesindeki birlik ve beraberliğin yıkılmasına, fitne ve teröre
sebep olmuştur. Çeçenistan davasına en büyük zararı bunlar vermiştir. Küffarla savaşan mücahidlerin
dağılıp parçalanmalarının ve küffarın iyice buraya yerleşmesinin sebebi bunlardır.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Cemaatte rahmet, tefrikada azap vardır." buyuruyorlar. (Münâvi)

Bosna'da, Arnavutluk'ta ve muhtelif Avrupa ülkelerinde Vehhâbîlerin maddi desteği ile zemin bulan bu
zihniyet, samimi, saf ve temiz müslümanları, gençlerimizi zehirleyerek bugün bu duruma gelmiştir.
Gaye ve hedefleri; Hazret-i Resulullah'ın yolunda yürüyen Hulefa-i Raşidin'in izini takip eden tasavvuf
ehlini seven müslümanları, kendi sapık selefî, vehhâbî yoluna çekmeye çalışmaktır.

Onlar Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a iman etmezler. Onlar imamları "İbn-i Teymiyye"ye
"Abdülvehhab"a iman ederler. İmanları imamlarınadır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde hem kendileri azan, hem de başkalarını azdırıp saptıran İblis
tabiatlı önderlerin, kendilerine uyanlarla birlikte cehenneme atılacaklarını beyan buyurmaktadır:

"Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis'in bütün askerleri de." (Şuârâ: 94-95)

"Onlar" halkı peşlerinde sürükleyen imamlardır. "Azgınlar" ise etrafında olanlardır.

Güya İslâm adına çıkıyorlar, İslâm'ın yasak ettiği zulmü, katliamı yapıyorlar... Kime? Müslümanlara...

Her icraatları İslâm'a mâl edildiğinden İslâm için en büyük zarardır. Hem İslâm'ı küçük düşürüyorlar,
hem de müslüman olabilecek nice insanların hidayetine engel oluyorlar. Gerçekten çok büyük vebal
altındalar. Hem zulüm ediyor, hem katlediyorlar.

Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlerinin kabirlerini, türbelerini, onlar adına yapılan camileri dozerlerle
yıkıyor, bombalarla patlatıyorlar. Şit Aleyhisselâm'ın, Dâvud Aleyhisselâm'ın, Yunus Aleyhisselâm'ın
türbesini ve camiini, Veysel Karani Hazretleri'nin türbesini, buna mümasil türbe ve camileri yıkıyorlar,
bombalıyorlar. Evliyâullah Hazerâtı'nın da türbelerini yıkıp yakıyorlar. Daha evvel de bu yıkma, yok
etme işini Suud-i Arabistan'da Vehhâbîler yapmıştı... Harici zihniyet onca sahabeleri, tabiini
hayatlarında şehit ettiler, Haricilerin bugünkü torunları da onların kabirlerini yerle bir ediyorlar.

Gerçek şu ki hepsinin ehl-i sünnet diye çıkıp tabi oldukları kişi İbn-i Teymiyye'dir. Bunların yoluna
"Teymiyyecilik" de denilebilir. Allah ehli Evliyâullah Hazerâtı'na muhabbeti puta tapmaya benzetirler,
fakat kendileri İbn-i Teymiyye'nin sözlerine peygamber buyruğu gibi sarılırlar. Ehl-i sünnet akaidini
İmam-ı Maturidi'yi kabul etmezler. Selefîliği ehl-i sünnet mezheplerinden üstün görürler. Bunların "Ehl-i
sünnetiz" diye yaptıkları iddia doğru değildir. Hem ehl-i sünnet'in itikat ve amellerini inkâr edeceksiniz,
hem de "Ehl-i sünnet" olacaksınız. Hayır. Bunlar ehl-i bidattir. Yaptıkları da İslâm dini'nde bölücülüktür.

Bu "Selefîyiz" Diyenlerin "Selef"leri; "Selef-i Sâlihin" Değildir,


İbn-i Teymiyye'dir:

Bunlar "Selefîyiz" derler ve fakat İslâm'ı Resulullah Aleyhisselâm'dan öğrenen ve tatbik eden hiçbir
"Selef-i Salihin"in izinden gitmezler, onların içtihad ve amellerini beğenmezler, kendi kısır zanlarıyla
ve laftan öteye geçmeyen nâkıs ilimleriyle Kur'an-ı kerim'den hüküm çıkarmaya kalkarlar. Çünkü
bunlar "Selef-i Salihin"i değil "İbn-i Teymiyye"yi, "Muhammed bin Abdülvehhab"ı selef kabul edenlerdir.
Bunların Selefîlik'i bunlaradır, "Selef-i Salihin" ile hiçbir ilgileri yoktur.

"Selef-i Sâlihin" ile ilgileri olmadığı içindir ki;

Zühd yolunu, Resulullah Aleyhisselâm'ın "Büyük Cihad" buyurdukları "Nefisle cihad"ı, nefis
terbiyesini bilmezler ve kabul etmezler. "Büyük cihad"ı kazanmış evliyâullahı inkâr ederler. Nefislerini,
arzularını İslâm'a uydurmak yerine; İslâm'ı nefislerine, arzularına ve vahşetlerine uydurmaya çalışırlar.
İçlerinde ne kadar önder varsa adeta hepsi birer müctehid(!)dir. Her birisi kendine göre ahkâm keser,
fetva verir, önüne geleni öldürür.

"Nefisle mücadele çok mühimdir. Çünkü nefis ıslah edilmedikçe yapılan cihad yersizdir. Bu
hususta demişizdir ki: 'Ey zahid! Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen
fethedildiğini bilmiyorsun. Evvela kendi içine dön, içindeki düşmanı öğren, evini ve odalarını
işgaliyetten kurtar.'
Onun için insan evvela nefsini fethedecek, fetihten sonra yapacağı işleri rızâ yoluyla yapacak.
Yoksa içindeki putla fetholunmaz. Evvelâ iç putunu kır, ondan sonra fethe çık." (Ömer Öngüt -
kuddise sırruh-)

Bunlar "Zâhid" bile olamayan "Fâsık"lardır. Çünkü ahkâmı kendi nefis putlarına göre çevirmeye
çalışırlar.

"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu
şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)

Bir Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Sakın sizden birinizi emrettiğim veya nehyettiğim hususlardan biri kendisine ulaşınca,
koltuğuna yaslanıp 'Bilemiyorum! Biz Allah'ın kitabında ne buluyorsak ona uyarız.' derken
bulmayayım." (Tirmizi)

Niçin? Çünkü Allah-u Teâlâ onun hakkında buyuruyor ki:

"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının." (Haşr: 7)

Bu bir emr-i ilâhî değil midir? Bu emr-i ilâhî'ye en küçük bir itaatsizlik yapmak ve itiraz etmek kişinin
dinden imandan çıkmasına vesile olur.

Küffarın Desteklediği Din Bölücüleri:

İslâm dini'nin baş düşmanları, küffar milletleri, İslâm'ı yıkmak, müslümanları yok etmek için;
müslümanların arasına fitne sokmak, birbirlerine düşürmek, birbirlerine kırdırmak isterler. Bu sebeple
bu gibi bölücüleri kendi çıkarlarına zarar vermediği müddetçe büyük bir heves ve iştiyakla desteklerler.
Arabistan'da Vehhâbîleri Osmanlı'ya karşı destekledikleri gibi bugün de bunları el altından
desteklemektedirler.

İnsanlık tarihi aynı zamanda bir iman-küfür mücadelesidir.

"Birbirine hasım iki zümre." (Hac: 19)

Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz tevhid inancı ile gelmişler ve küfür ile mücadele
etmişlerdir.

İslâm mücahidleri her asırda İslâm'ı yok etmek isteyen küffarın küfrünü söndürmek ve imanı yaymak
için mücadele ve mücahede etmişlerdir.

Bu mücadeleye en büyük zararı İslâm'ın iç düşmanları, bölücüler ve fitne ehli vermiştir.

Hulefa-i Raşidin devrinde İslâm mücahidleri Asya ve Afrika'da bu uğurda mücadele ederken ortaya
çıkan Hariciler içeriden yıkıma kalkıştılar. Müslümanlara küfür damgası vudular. Yahudi kalelerinin,
müşrik beldelerinin fatihi "Allah'ın Arslanı", Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz'i dahi küfürle itham
ederek şehit ettiler. Müslümanlar küffarla cihad ederken bunlar müslümanlara küfür damgası vurup
İslâm orduları ile savaştılar.

İslâm'la şereflendikten sonra bayrağı teslim alan Türkler; hem Selçuklular hem de Osmanlılar devrinde
Haçlı küffar sürüleri ile cihad ettiler. İslâm'ı Avrupa'nın ortasına kadar yaydılar. Birçok kimsenin
hidayetine vesile oldular. Hususiyetle Osmanlı Asr-ı saadet'ten sonraki parlak İslâm asırlarından sonra
ikinci bir saadet devrini başlattı. Sonra İbn-i Teymiyye'yi ilâh edinen Vehhâbîler çıktılar, Osmanlı'yı ve
kendilerine tâbi olmayan Mekke ve Medine ahalisini kâfir ilan ettiler. Canlarını, mallarını, ırzlarını helâl
gördüler. Silahla, kılıçla saldırdılar. Terör çıkarttılar. Müslümanlara her türlü zulmü yapmaktan
çekinmediler. İngilizlerin desteği ile devletlerini kurdular. Resulullah Aleyhisselâm'ın kabri hariç bütün
Sahabe-i kiram'ın, Ezvâc-ı tâhirat'ın, Aşere-i mübeşşere'nin kabirlerini yıkıp yok ettiler. Kabir taşlarını
bile ortadan kaldırıp dümdüz yaptılar.

Vehhâbîlerin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab ise İngiliz ajanı Hampher'in has adamı idi. Bu
ajan hatıratında Abdülvehhab'ı nasıl avucunun içine aldığını, sapık ve bozuk itikatları ona nasıl kabul
ettirdiğini açıkça anlatmaktadır. "Bir İngiliz Ajanı'nın Hatıraları" adı altında defalarca baskısı yapılan bu
kitabın ilgili kısımlarını dergimizin ileriki sayfalarında kısaca arz ediyoruz.

Küfür ehlinin ekmeğine yağ süren, müslümanları içeriden vuran bu bölücüler müslüman mıdır, kâfir
midir? İslâm'a zarar veren, küffarı memnun eden kimselere müslüman denir mi? Asla. Bunlar küffarın
yapamadığını İslâm maskesi altında yapıyorlar. En büyük zararı veriyorlar. Bütün din bölücüleri bu
zararı veriyor.

Cenâb-ı Hakk bunlar hakkında şöyle buyuruyor:

"Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.

Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lanet taktık. (Daima lanetle anılacaklardır.) Kıyamet
gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır." (Kasas: 41-42)

Allah-u Teâlâ'nın hükmünü umursamayan kendi zannını hüküm yerine koyanlar var ya; işte bu Âyet-i
kerime'de açık görülüyor ki Allah-u Teâlâ bunlardan nefret ediyor, lânet ediyor.

Bu imamlara tâbi olanlar da onlarla beraber cehennemdedir:

"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız." (İsrâ:
71)

Herkes dünyada kimin bayrağı altında bulunmuşsa, kime uymuş, kimi desteklemiş, kimleri rehber
edinmişse, ahirette de onun bayrağı altında bulunacaktır. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler
kötülerle birlikte cehennemde olacaklardır.

Büyük Bir Fitne:

Arabistan'dan Yemen'e, Mısır'dan Pakistan'a, Mali'den Somali'ye, Nijerya'dan Afganistan'a, Bosna'dan


Çeçenistan'a bütün İslâm dünyası'na yayılıp kök salan bu fitneler İslâm dünyası için büyük bir afattır.
Bu afatın daha da büyümesinden korkulur. Tarihte zuhur eden ve dinde bölünmelere yol açan büyük
fitnelerin çıkışına benzeyen, belki daha tehlikeli bir durum ortaya çıkmış bulunuyor.

Bu fitneler bir taraftan bunlara kapılanların imanına kastediyor, diğer taraftan müslümanların canına ve
malına kastediyor. Müslümanlar hem kılıç darbesi hem de dil ile yani sapkın itikat, söz ve fikir darbesi
altında büyük bir afat yaşıyor. Bir taraftan imanlar gidiyor, diğer taraftan can, mal ve namuslar gidiyor.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:

"Fitnelerden uzak durun! Şüphesiz ki fitnelerde dil (tesir bakımından) kılıç darbesi gibidir." (İbn-
i Mâce: 3968)

Bir müslümanın canına ve malına kasteden bir fitne gerçekten büyük bir afattır. Ancak imanına
kasteden fitne daha büyük bir afattır. Zira bir tarafta geçici dünya hayatı diğer tarafta ebedî hayat söz
konusudur.
Nitekim Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi
mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha
çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar." (Tirmizî: 2196)

Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe, saati saatine
uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.

Allah-u Teâlâ'nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnelerin
dışında kalacaklardır.

Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak
akşamlayacaktır.

Ancak Allah'ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır." (İbn-i Mâce:
3954)

Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"Birtakım fitneler olacaktır. O fitnelerin kapıları başında cehennem ateşine çağırıcı kimseler
olacaktır. Bir ağacın kökünü ısırır halde ölmen onlardan birisine tâbi olmandan senin için daha
iyidir." (İbn-i Mâce: 3981)

Fitne dönemlerinde fitne gruplarından uzak durmak en uygun olanıdır.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle
buyuruyorlar:

"Mutlu kimse fitnelerden uzakta kalandır, mutlu kimse fitnelerden uzakta kalandır, mutlu kimse
fitnelerden uzakta kalan ve fitneye maruz kalıp da sabreden kişidir. Fitneye başlayan ve
çalışanın vay haline!" (Ebu Dâvud)

Bu fitneler Hadis-i şerif'lerde haber verilen kıyamet alâmetlerindendir. Ahir zamandaki kıyamet
alâmetlerini haber veren Hadis-i şerif'lerden; bu fitnelerin Hazret-i Mehdi'nin zuhuruna kadar ard arda
devam edeceği, halkın çok büyük sıkıntılar çekeceği ve her çıkan fitnenin bir öncekini aratacağı
anlaşılmaktadır.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu fitneleri anlatan uzun bir Hadis-i
şerif'lerinin bir noktasında

"... Bu ümmetinizin son kısmının başına belâ ve hoşlanmayacağınız işler muhakkak gelecektir.
Sonra öyle fitneler gelecek ki bazısı diğer bazısını hafifletecek (yani sonra gelen fitne bir önceki
fitneden şiddetli olacağından öncekini hafif bırakacaktır)..." buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce: 3956)

Bu afatın özellikle Arap ülkelerini tesiri altına aldığı görülüyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak öyle bir fitne olacaktır ki, Arap'ın kökünü kazıyacaktır. Bunların maktulleri
cehennemdedir. Dilin tesiri, bu fitnede kılıçtan daha şiddetlidir." (Ebu Dâvud)
"Arapları kaplayan bir fitne olacaktır. Öldürülenleri cehennemdedir. O fitnede dil, kılıç
darbesinden daha şiddetlidir." (İbn-i Mâce: 3967)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Kureyş'ten bazı insanlar (ileride) insanları (fitne ile) ölüme sürükleyecekler!" buyurdu.

Ashâb-ı kiram:

"Yâ Resulellah! Biz o zaman ne yapalım?" diye sordular.

"Keşke insanlar onlardan uzak bulunsalar!" cevabını verdi. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1469)

Diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"Bu fitnelerin en sonuncusu günahsız insanların öldürülmesidir ki artık o zaman kendisinden


herkesin razı olacağı Mehdi çıkar." (İmam-ı Suyuti)

"Günahsız insanlar öldürülmeden Mehdi çıkmaz. Günahsız insanlar öldürüldüğünde onları


öldürenlere yer ve gök ehli buğz eder." (İmam-ı Suyutî)

"Şeriat"ı Ağzından Düşürmeyen ve Fakat


Şeriata Mugayir İş ve Hareketler Yapan Küfür Ehli:

Hem Harici fitnesinin yolunu, hem de Vehhâbî fitnesinin fikriyatını benimseyen bu güruhlar; türbe ve
kabirleri, Resulullah Aleyhisselâm'ın türbesini ve hatta Kâbe'yi bile hâşa puta benzeten;
peygamberlerin, ashâb-ı kiram'ın, evliyâullahın türbe ve kabirlerini ziyareti haram diyerek yıkıp yok
eden; İslâm hukukunda yeri olmayan en ufak bahanelerle önüne gelenin canına kasteden; "Şefaat"ı
inkâr eden; marifetullah ilmini kabul etmeyen, evliyâullaha düşmanlık eden; "Putları kırıyoruz" diyen
ancak içindeki nefis putundan haberi olmayan; maneviyat ehlini inkâr ettikleri için imanları sûreta olan;
yaşları küçük, tecrübeleri kıt türeme bir zümredir. Onların bu fitnesi müslümanlara ve İslâm'a çok
büyük zararlar vermektedir.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimiz buyururlar ki:

"Ben size Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den bir şey haber verdiğimde onu bir hakikat
olarak kabul ediniz. Onun dilinden yalan uydurmaktansa gökten düşerek ölmem bana daha hoş
ve sevimli gelir. Ancak harp gibi hayırlı bir hile olursa, onun için söyleyeceğim sözler
müstesnâ. Çünkü harp hiledir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-den kulağımla duydum şöyle buyurdular:

"Âhir zamanda yaşları küçük, tecrübeleri kıt, aklını kötüye kullanan bir zümre yetişecektir.
Onlar, iyiler gibi peygamberin tebligatından -âyet ve hadisten- bahsedecekler. Fakat onlar, tıpkı
okun hedefi delip geçtiği gibi İslâm'dan hemen çıkıvereceklerdir. İmanları boğazlarından ileri
geçmez.

Siz onlara nerede rastgelirseniz hemen öldürünüz. Zira bunları öldürene kıyamet gününde
sevap vardır." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1472)

Bunlar kendi dinlerine göre müslümanlara küfür damgası vururlar ve canını, malını helâl görürler.
Meselâ bir müslümanın büyük günah işlemesi ile kâfir olduğunu söylerler. Yine tasavvufun şirk
olduğunu iddia ederler ve tasavvuf büyüklerine ve onların yolundan gidenlere küfür isnad ederler.
Bunlar eğer Allah-u Teâlâ'nın emrine iman ediyorlarsa, hükmüne rızâ gösteriyorlarsa; birlik ve
beraberliğin faziletine, bölücülüğün kötülüğüne dair bizzat Hazret-i Allah'ın beyanlarını arzedeceğiz:

"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar
için kıyamet günü büyük bir azap vardır." (Âl-i imran: 105)

Onlar bu Âyet-i kerime ile amel ediyorlar mı? Hayır!

"Hepiniz topluca sımsıkı Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i imran: 103)

Bakınız bu Âyet-i kerime'ye nasıl ters düşüyorlar!

"Allah'a ve Resul'üne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin. Sonra korku ile zaafa düşersiniz ve
kuvvetiniz elden gider." (Enfal: 46)

Bu Âyet-i kerime'ye riayet ediyorlar mı? Hayır!

"İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız. Kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız." (Mâide:


2)

Bu Âyet-i kerime ile amel ediyorlar mı? Hayır!

"Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin." (Şûrâ: 13)

Sanki bu işin ehli kendileri imiş gibi gösteriyorlar, diğer taraftan da Allah-u Teâlâ'nın hükmüne ters
düşüyorlar.

"İnsanlar ilk önce bir tek ümmet idiler. Sonradan ayrılığa düştüler.

Eğer Rabb'inden ezelde bir takdir geçmemiş olsaydı, ihtilâfa düştükleri şeyler hakkında hüküm
çoktan verilmiş olurdu." (Yunus: 19)

"Aralarında çıkan gruplar birbirleri ile ayrılığa düştüler. Acıklı bir günün azabı karşısında vay o
zulmedenlerin hâline." (Zuhruf: 65)

Bunca Âyet-i kerime'ler onlara hitap ettiği halde hiç birine riâyet etmiyorlar. Üstelik bunu İslâm nâmına
yapıyorlar ve kendilerini müslümanların ön safında zannediyorlar. Gayeleri bozgunculuk ve bölücülük.

Bu gibiler, güya Din-i mübin'i onlar temsil ediyorlarmış gibi görünerek, Ümmet-i Muhammed'i bölmeye
çalışıyorlar. Dolayısıyla İslâm dini'ne en büyük darbeyi vuruyorlar. Bunu dış düşman yapamaz.

Biz sadece ikaz ediyoruz. Hüküm Hazret-i Allah'ındır.

"Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiç bir ilgin yoktur. Onların işi Allah'a
kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir." (En'am: 159)

"Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.

Eğer belirli bir süre için Rabb'inin verilmiş bir sözü olmasaydı, aralarında hükmedilerek iş
bitirilmiş olurdu." (Şûrâ: 14)

"Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb'inizim. O halde benden
korkun.
Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara
ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya
kitapla) sevinmektedir.

Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak!

Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar?


Hayır onlar işin farkında değiller." (Müminun: 52-56)

Hadis-i şerif'te ise:

"Ayrılık yapan bizden değildir." buyuruluyor. (Münâvî)

Yukarıda belirtilen Âyet-i kerime'leri ile ve yukarıda geçen Müminun sûresi 52-56. Âyet-i kerime'leri ile
Hazret-i Allah kulluğuna, Hadis-i şerif'le de Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
ümmetliğe kabul etmiyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Kendisine Rabb'inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren
kimseden daha zâlim kim olabilir?

Muhakkak biz zalimlerden öç alacağız!" buyuruluyor. (Secde: 22)

İbn-i Teymiyyecilerin verdiği nutuklar, İbn-i Teymiyye'nin dinine ve kitabına göredir. İslâm dini'ne göre
değildir.

Nefis Arzusunu İlâh Edinen Sapıtıcı İmamlar:

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini" isimli eserlerinde
Vehhâbîler'in içyüzünü etraflıca izah etmişlerdi. Bu eserin giriş kısmında şöyle beyan buyurmuşlardı:

"İslâm gibi görünerek İslâm harici yollar tutan Vehhâbîler'in ve sapıtıcı imamların içyüzü, yaptıkları
icraatların sebeb-i hikmeti şudur:

Bu gibi kimseler bir parça ilim tahsil eder ve fakat o ilmi nefsine mâleder, o ilim kendisininmiş gibi
gösterir. Nefsini ilâh edindiği için aslında gizliden gizliye allahlık dâvâsına girişir. Bunu halk bilmez,
fakat Allah-u Teâlâ bildiği için Âyet-i kerime'sinde şöyle buyurmaktadır:

"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu
şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)

Hâşâ "Ben Allah'ım!" demiyor da, bir şey bahane edip kendisini gizliyor. Meselâ Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz'i beğenmez, Allah-u Teâlâ'nın nurunu küçük görür, din-i İslâm'ı kendisine
mâleder. O aslında Allah-u Teâlâ'yı bile beğenmez. Fakat oraya kadar gidemez de, nefis allahlık
dâvâsı güttüğü için, kendisini herkesten yüksek görür. Kendi varlığını ortaya koymak için, kendisinden
başka varlıkları silmek ister. Kendisinden daha büyük kimse görmediği için; artık din de o, iman da o,
ihlâs da odur. Başka hiçbir şey tanımaz, hiçbir şey kabul etmez. Çünkü gizliden gizliye allahlık dâvâsı
güdüyor. O küfre kayalı çok olmuştur. Ehil onu bilir, kendisi bilmez. Bu böyledir, İslâm'dan kayanlar
böyle kaydı. Bütün yanılanlar işte bu noktadan yanıldılar.

Onlar allahlık dâvâsı güderken, biz de deriz ki: "Var ile övünürüm, varlığımdan utanırım." Bizim de
sözümüz bu, onlarla aradaki kıyas da bu.
Bunlara açık açık kâfir dememizin sebebi bu Âyet-i kerime'dir. Biz Furkan Sûresi'nin 43. Âyet-i
kerime'sine bakarak bunların kâfir olduklarını söylüyoruz.

Bir hususu daha ifşâ edeyim. Allah-u Teâlâ'nın duyurduğu bilgileri yine O korumazsa, kişi nefisle
hareket eder. Koruduğu zaman kişi Hakk ile hareket eder. O'nun öğrettiği ilim bunu ayırır, halkın
öğrettiği ilim bunu ayıramaz. Kemâle erenleri böyle kemâle erdirdi. Helâke düşürdüklerini de böyle
düşürdü.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Onlara o kimsenin haberini de anlat ki, kendisine âyetlerimizden vermiştik. Fakat o bunlardan
sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu arkasına takmış nihayet azgınlardan olmuştu." (A'râf: 175)

"Bunlar kâfirdir!" dememizin delili işte bu Âyet-i kerime ile Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah
Aleyhisselâm'a karşı koyanların âkıbetlerini belirten Âyet-i kerime'lerdir.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de de şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar bilmezler ki, kim Allah ve Resul'üne karşı koyarsa, onun için içinde ebedî kalacağı
cehennem ateşi vardır.

Bu ise büyük bir rezilliktir." (Tevbe: 63)

İşte bunların iç durumları budur. Âyet-i kerime'lere bakarak söz söylüyorum. Zira bunlar Allah-u
Teâlâ'nın tayin ettiği, peygamberlerin en seçkini, "Rahmeten lil-âlemin" kıldığı en ulvî Peygamber'ini
hiçe sayıyorlar. Bu ise Allah-u Teâlâ'yı hiçe saymaktır, Kelâmullah'ın emir ve yasaklarını da hiçe
saymaktır. Bunlar dinden çıkalı çok oldu. Oysa bir tek Âyet-i kerime'yi inkâr eden kâfirdir. Onlar ise
nice Âyet-i kerime'leri hükümsüz sayıyorlar, hem de İslâm'mış gibi görünüyorlar, İslâm dinini
kendilerine mâlediyorlar. Şimdi bunların kâfir olduklarını gördünüz mü?" (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-,
"İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini", s. 1-2)

Yerin Dibine Batırılmaya Müstehak Olan Cehennem Ehilleri:

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini" isimli eserlerinin
devamında şöyle buyurmuşlardır:

"Allah-u Teâlâ'nın Nur'u, âlemlerin gurur ve sürûru Muhammed Aleyhisselâm bir Âyet-i kerime'de
beşeriyete şu şekilde tanıtılıyor:

"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir." (Ahzâb: 6)

Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.

Bunu böyle bilip iman edenin imanı kemâle ermiştir. Bu halde olmayanlar her ne kadar iman etmiş gibi
görünüyor iseler de imanları surette kalmıştır, imandan mahrumdurlar.

Ey Vehhâbî dinini savunan Vehhâbî bozmaları!

Bu saltanatın sizde kalacağını sanmayın. Allahu âlem ömrünüz çok kısa olsa gerek.

Size sesleniyorum ve size karşı savaş açtığımı bildiriyorum. Bir tek Âyet-i kerime'yi dahi inkâr edene
biz kâfir diyoruz.
Önünüze serdiğim bunca Âyet-i kerime'leri değersiz yapıp hiçe sayacaksınız da, ilâhî hükmü
çiğneyeceksiniz de, biricik Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini değersiz tutacaksınız da, ben
size kıpkızıl kâfir demeyeyim mi?

Size bunu niçin demeyeyim? Dikkat edin size alenen savaş açıyorum. Önünüze sürdüğüm her Âyet-i
kerime'ye cevap bekliyorum. Şayet bunu yapamazsanız -ki yapamayacağınızı çok iyi biliyorum- o
zaman kâfir olduğunuzu biz bildiğimiz gibi siz de bilin ve tasdik edin artık. Veya her Âyet-i kerime'ye
cevap vermek mecburiyetindesiniz.

Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan...

Bu güzel vatanımızı bölmeye sizin ne hakkınız var? Bu nifak tohumunu burada saçacağınıza
Vehhâbîler'in içine girin!

Bütün gayem küfrünüzü kendi kendinize kabul ettirmek.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek
bile suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz." buyuruyor. (Tevbe: 66)

Bunun içindir ki nifaktan sonra hâlisâne tevbe edenleri bağışlasa da; tevbe etmeyip küfür ve nifakta,
isyan ve tuğyanda ısrar edip duranları affetmeyeceğini açık olarak bize buyuruyor ve duyuruyor.

Neden?

"Kör oldular, sağır kesildiler!" (Mâide: 71)

Peygamber tebliğlerini, gün gibi açık Rabbânî delilleri görmemezlikten geldiler, gözü görmeyen kör gibi
yaşadılar, hak sözü işitmez oldular. İlâhî hükümlerle amel etmek kabiliyetinden mahrum bir halde
ömürlerini sürdürdüler.

"Onların kalpleri vardır, fakat anlamazlar." (A'râf: 179)

Hakikati tanımaya, önlerine sürülen delillere bakmaya yönelmezler. Kendi vicdanlarında duyulması
gereken şeye dikkat etmezler.

"Gözleri vardır, fakat görmezler." (A'râf: 179)

Gönül gözleri körelmiş, sanki birer bakar kör olmuşlar.

"Kulakları vardır, fakat işitmezler." (A'râf: 179)

Allah-u Teâlâ'nın âyetlerini dinlemezler, kendilerine verilen öğütleri kabul etmemek için direnirler.

"Biz onların kalplerini mühürleriz de, artık hiç işitmezler." (A'râf: 100)

İşte onlar hakkında verilen nihâî hüküm budur!

"Onlar durmadan yalana kulak verirler." (Mâide: 41)

Ne inançlarında yakîn, ne ölçülerinde hakkaniyet, ne de kararlarında isabet bulunur. Bütün iş ve


icraatlarında nefsânî arzu ve heveslerine uyarlar. Şahsî takdir ve tahminlerini hüküm yerine koyarlar.
Allah-u Teâlâ'nın dinini bırakmışlar, şeytanın adımlarına uymuşlardır. Onun içindir ki bu hâle
düşmüşlerdir. Bu hâle düştükleri gibi, müslümanları da bu hâle düşürmeye çalışmaktadırlar.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:

"Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!" (Nisâ: 78)

Elbirliği ile kapılarını hakikate kapamışlar.

Binâenaleyh bu kadar Âyet-i kerime'leri izah ediyoruz, hakikati ispat ediyoruz. Bunlar ise hiçbir emr-i
ilâhî'yi dinlemek istemiyorlar. Bunların artık kalpleri mühürlenmiş, ruhları ölmüş, kulakları sağırlaşmış,
şeytan bunları istilâ etmiş, peşine takmış, onun izini takip ediyorlar.

Bunlar kendilerini müslüman zannediyorlar. Oysa İslâmiyet'le hiçbir ilgileri yoktur. Ancak şeytanın
iğvâsına uyuyorlar.

"Resul'üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu
şirkten sen mi koruyacaksın?)" (Furkân: 43)

Âyet-i kerime'sinde beyan buyurulduğu üzere bunlar nefislerini ilâh edinmişler." (Ömer Öngüt -kuddise
sırruh-, "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini", s. 9-12)

İslâm'da Harp Hukuku:

Size İslâm'ın emrettiği hükümleri, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in beyanlarını,
dinimizin esaslarını arzediyoruz. Bunları tanıyın, kapılmayın, "İslâm budur" zannetmeyin. Bunlarınki ne
cihaddır, ne irşaddır. Bunların yaptığı ifsattır. Dini yıkmak, müslümanları bölmek, parçalamaktır. İçten
yapılan bu tahribat dinimiz için en büyük zarardır.

Her şeyden önce "Cihad ne demektir? Kiminle ve nasıl cihad edilir? Cihad yapma emrini vermek
yetkisi kimindir?" gibi soruların cevaplarını Kur'an ve Sünnet'ten öğrenmek lâzımdır.

Cihaddan maksat, hak din olan İslâm'ın, cihanın her köşesine yayılmasıdır. Bu gâye için tüm
müslümanların bütün güçleri ile çalışmaları farzdır. Tâ ki insanlar küfür karanlıklarından iman nûruna
kavuşsunlar. Allah'ın hükmü ve dini kâim olsun. Beşeriyet, adalet huzur ve ebedi saadete kavuşsun.
Putlar ve küfür sistemleri yıkılsın, insanlar hakikata ulaşsın.

Cihad demek bazılarının zannettiği gibi eline kılıcı alıp insanların boyunlarını vurmak, mallarını
yağmalamak demek değil, bilâkis insanları hak dine davet etmek suretiyle ölümsüz bir hayata, sonsuz
bir saadete kavuşturmaktır. Cihadda zulüm ve haksızlık yapılmaz. Makam, servet, şöhret ve
kavmiyetçilik gibi nefsin istek ve arzularına yer verilmez. Sadece Allah rızâsı için, insanları küfür
bataklıklarından kurtarıp ebedî saâdete kavuşturmaktır gaye...

Bir müslümanın "Lâ ilâhe illâllah" diyen kimseye her ne suretle olursa olsun sataşması haramdır.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyururlar:

"Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların selâmette olduğu kimsedir." (Buhârî)

Bedir muharebesine iştirak etmiş bulunan Mikdâd bin Amr -radiyallahu anh- Hazretleri bir gün Cenâb-ı
Fahr-i Kâinat - sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e gelerek:
"Yâ Resulellah! Ben bir kâfirle karşılaşıp vuruşsam, o benim iki elimden birisini kılıcı ile vurup
koparsa, sonra benden kaçıp bir ağacın arkasına sığınsa da, 'Ben Allah için müslüman oldum.'
dese, ben onu tevhid kelimesini söyledikten sonra öldürebilir miyim?" dedi. Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Hayır! Öldüremezsin!" cevabını verdi.

İkinci olarak "Fakat yâ Resulellah! O ellerimden birini kesti, kopardı da sonra tevhid kelimesini
söyledi!"

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

"Sakın onu öldürme! Eğer onu öldürürsen, sen onu öldürmeden evvel ne durumda isen, o
kimse de senin durumunda olur. Sen ise onun söylediği tevhid kelimesini söylemezden evvelki
durumunda olursun." buyurdu. (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1573)

Beni Mürre Gazası'nda Üsâme bin Zeyd -radiyallahu anh- Hazretleri "Lâ ilâhe illâllah" diyen bir
adamı öldürmüştü. Hadiseyi şöyle anlatır:

"Adamı öldürdüğüm zaman içimde son derece üzüntü duydum. Medine'ye gelinceye kadar
üzüntümden yemek yiyemedim. Resulullah Aleyhisselâm'ın yanına varınca hadiseyi kendisine haber
verdik. Çok celâllendi "Demek sen Lâ ilâhe illâllah demiş olan bir adamı öldürdün ha? Demek o
Lâ ilâhe illâllah dedi ve sen onu öldürdün ha?" Buyurdu. "Yâ Resulellah! O bunu ancak silahtan
korktuğu için söylemiştir. Ölümden korktuğu için Kelime-i tevhid'e sığınmıştır, aslında
inanmamıştı." dedim. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- daha da kızarak "Bâri adamın kalbini
de yarsaydın, bu sözü doğru mu yalan mı söylediğini de öğrenseydin ya!" buyurdu.

Bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki, keşke o gün yeni müslüman olmuş ve o adamı ben
öldürmemiş olsaydım diye temenni ettim."

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Ben Lâ ilâhe illâllah deyinceye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum. Kelime-i tevhid'i
söyleyen malını canını benden korumuştur." buyurmuşlardır. (Buhârî)

Şu halde Kelime-i tevhid'i söyleyip namaz, oruç, gibi İslâm'ın emirlerini yerine getiren kimseyi bir başka
müminle cihada teşvik etmek, katle teşvik etmek demektir.

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur deyinceye kadar insanlarla savaşmak için emrolundum.
Ancak 'Lâ ilâhe illâllah' deyince bir kimse bu takdirde canını ve malını bana karşı korumuş olur.
Onun hesabı da Allah'a aittir."

Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh- Efendimiz hilafeti zamanında harbe, gazaya gönderdiği komutan ve
askerlerine şöyle buyurmuşlardı:

"Kadınları öldürmeyiniz, çocuklara ve ihtiyarlara dokunmayınız. Yemiş veren ağaçları


kesmeyiniz. Mamur ve bayındır bir yeri tahrip etmeyiniz. Gıdadan başka bir maksatla koyun
veya bir deveyi kesmeyiniz. Haddi tecavüz etmeyiniz. Korkmayınız, kimseye zarar vermeyiniz."

Binaenaleyh harbin de bir hukuku vardır. Bir müslüman küffarla harp ederken Allah ve Resul'ünün
hükümlerine göre hareket eder. Aşağıda sayılan insan sınıfları; ellerine silah alıp vuruşmadıkları,
savaş açmadıkları, bilgi vermek, teşvik etmek, savaşı yönetmek gibi eylemlerde bulunmadıkları, hile,
hainlik yapmadıkları sürece emniyettedirler.

1) Kadın ve Çocuklar:

Peygamber Efendimiz bunlara dokunulmasını, öldürülmelerini yasaklamıştır.


İbni Ömer -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in katıldığı gazvelerden birinde öldürülmüş bir kadın
bulundu. Rasûlullah (s.a.v.) bunun üzerine kadınları ve çocukları öldürmeyi yasakladı." (Buhârî,
Müslim, Ebû Dâvûd)

2) Yaşlılar:

Bunların da öldürülmeleri yasaktır. Peygamber Efendimiz askeri sefere gazaya uğurlarken;

"Allah'ın adı ile yola çıkın, Allah'ın dini için savaşın, ihtiyarları öldürmeyin." buyurdu. (Ebu
Davud)

3) Din adamları:

Savaşmadıkları, savaşı kışkırtmadıkları, hâinlik yapmadıkları müddetçe onlara dokunulmaz.

4) Hizmetçi ve İşçiler:

Hadis-i şerif'te şöyle buyuruluyor:

"İşçi ve hizmetçileri öldürmeyiniz." (Ahmed bin Hanbel)

Savaşmadıkları, mukabele etmedikleri sürece öldürülmezler.

Abdullah -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'e göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir defasında Ashâb'ının arasında bulunurken ayağa kalkmış ve şöyle buyurmuştur:

"Kendisinden başka ilâh olmayan Allah'a yemin ederim ki, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve
benim Resulullah olduğuma şehadet eden müslüman bir adamın kanı helâl olmaz. Ancak üç
kişi müstesnâ:

Zinâ eden evli,

Bir kimseyi öldüren,

İslâm'ı terkeden, cemaati bırakan veya cemaatden ayrılan." (Müslim: 1676)

Türk ordusu Birinci Dünya Savaşı yıllarında, Irak ve Çanakkale cephelerinde İngilizler'le kıran kırana
çarpışmıştı. Savaş başlamadan önce Bâbıâlî'de hukuk müşâvirliği yapmış olan Kont Ostrolog şunları
anlatmıştır:

"İngilizlerin Kut'ül Amare yenilgisini tâkip eden günlerde, Londra'da büyük bir harp meclisi toplandı.
Doğu müsteşarı olmam dolayısıyla toplantıda ben de bulundum.

Başbakan Lloyd George şöyle dedi:

'- Efendiler, ben bir şeyi anlayamıyorum! Bizim medenî milletlerin orduları savaşta barbarlığa
yaklaşıyor, barbar saydığımız Türk orduları ise savaşta medenîleşiyor. Irak kumandanımız bildiriyor ki;
Türkler esirlerimizin istirahatini fevkalâde temin ediyorlarmış, yaralılarımızı imkânları nispetinde tedâvi
ediyor ve şefkat gösteriyorlarmış. İşte bu davranışlarının sebebini bir türlü anlayamıyorum!..'

Daha sonra savaş bakanı söz alarak şunları söyledi:


'- Ben bu vaziyeti çok merak ettim. Çünkü şöyle bir hâdise yaşandı: Bir müddet önce Çanakkale'de bir
çarpışma sırasında esir verdiğimiz iki subay ve beş altı yaralı askerimiz, Türkler tarafından tedâvi
edildiler. Bu tedâvinin yapıldığı yere yakın bir koğuşta da, yaraları iyileşmeye yüz tutmuş Almanlar
vardı. Bu Alman askerler, tedâvi edilenlerin İngiliz olduğunu anlar anlamaz hemen saldırmışlar. Türk
doktorlar ve yardımcıları bunları durduramamış. Ancak bu durumu gören Türk yaralıları, Almanlar'ın
üzerine yürüyüp onları durdurmuşlar. Biz Türkler'in can evini yakmak ve yıkmak isterken, onların
gösterdiği insanlığa hayret ettim.'

Savaş bakanının bu sözleri üzerine, bir başka bakan söz alarak şöyle konuştu: 'Bu meseleyi
hallederse Kont halleder!..'

'- Efendim bu mesele basittir. Biz Avrupa'lılar savaş sırasında Türkler kadar medenî olamıyoruz. Bu
doğrudur. Ancak doğrunun çok önemli bir sebebi vardır: Biz Avrupa'lılar, savaşanlar arasında bir
savaş hukuku olduğunu iki asır önce düşündük. Bu güne kadar da bu savaş hukukunu geliştirmeye ve
yerleştirmeye çalışıyoruz. Müslümanlık ise on üç asır evvel bu hakkı çok yüksek bir şekilde
kanunlaştırdı. Türkler bin seneden beri bu dinî kanunun hükümleriyle ahlâklanmışlardır.'" (V.
Vakkasoğlu, "Osmanlı İnsanı", s. 228, bas.: İstanbul, 1999.)

Bu sözler İslâm'ın nezâfet, merhamet ve adâletini gözler önüne seren apaçık birer delildir. Onlar
İslâm'ın adâlet ve nezâfetini bünyelerine sindirmeye ve kendilerine mâletmeye çalışırken, İslâm adına
ortaya çıkıp İslâm'ı lekeleyenlerin kıyasını buradan yababilirsiniz. Bu gibi kimseler sûretâ İslâm
görünürler, hâlbuki gönüllerinde imândan eser yoktur.

Bunlar Osmanlı'yı bile müslüman kabul etmezler. Etmiş olsalardı Vehhâbîler birkaç yüzyıl boyunca
terör yaparak Osmanlı'ya ihanet edip isyan ederek, İngilizlerin desteği ile devlet kurar mıydı?

İnsan Öldürmenin Haram Oluşu:

Haksız yere kasten bir kimseyi öldürmek büyük bir suçtur. Bu cinayeti işleyenler dünyada kısasa,
ahirette ise cezaya uğrar.

Kur'an-ı kerim'de öldürmenin haram olduğuna dair pek çok Âyet-i kerime vardır.

Nitekim bir Âyet-i kerime'de şöyle buyurulmaktadır:

"Kim bir mümini kasden öldürürse, onun cezası, içinde devamlı kalacağı cehennemdir. Allah
ona gazab etmiş, lânetlemiş ve büyük bir azap hazırlamıştır." (Nisâ: 93)

Cehennemde ebedî kalma cezası, katilin tevbekâr olmamasına âittir. Tevbesinin kabul edilip
edilmemesi ise Allah-u Teâlâ'nın iradesine bağlıdır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Mümin haram olan kanı akıtmadıkça, dininin geniş alanında kalır." buyuruyorlar. (Buhârî)

Bir mümin büyük günahlar işlese de; tevbe eder, kul haklarını öderse, Allah-u Teâlâ'nın affına
uğrayabilir ve dininin geniş alanında kalır. Fakat kendisine mümin kardeşinin kanı bulaşan kimse, aff-ı
ilâhiden ümitsiz olarak yaşadığından, dini de hayatı da onu sıkar. Huzur içinde yaşayamaz.

Öldürülen insanın velisi, kısas yoluyla katilin öldürülmesini istese bile, bu ceza dünyadaki cezasıdır.
Ölenle öldürülen arasındaki diğer hükümler ahirete kalmıştır.

İlâhî mahkemede îlây-ı kelimetullah için öldüren kurtulacak, fakat gayr-i meşru bir maksatla öldüren,
öldürdüğü kimsenin de günahını yüklenerek hesap yerinden ayrılacaktır.
Abdullah bin Mes'ud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

"Kıyamet günü bir adam bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve 'Ey Rabb'im! Bu beni
öldürdü!' der.

Azîz ve Celîl olan Allah da 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam 'İzzet senin için olsun diye
öldürdüm!' der. Allah-u Teâlâ 'İzzet benim içindir!' buyurur.

Bir başka adam da bir başkasının elinden tutmuş olarak gelir ve 'Ey Rabb'im! Bu beni öldürdü!'
der.

Azîz ve Celîl olan Allah da 'Onu niye öldürdün?' diye sorar. Adam 'İzzet falancanın olsun diye
öldürdüm!' der. Allah-u Tâlâ 'İzzet falancanın değildir!' buyurur ve o adam öbürünün günahıyla
döner." (Nesâi. Tahrim 2)

İnsan öldürmenin haram olduğunu belirten daha pek çok Hadis-i şerif mevcuttur.

Büreyde -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Müminin öldürülmesi Allah katında, bütün dünyanın yok olup gitmesinden daha büyüktür."
(Nesâi: Tahrim 1)

Kasten öldürmenin cezası Sünnet-i seniyye'de de belirlenmiştir.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif'te şöyle buyurulmaktadır:

"Kim mümin bir kimseyi (kasten) öldürürse, katil bu sebeple kısas olunur." (Ebu Dâvud: 4539)

Öldürmenin haram olduğuna dair aynı zamanda icmâ vardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ hutbesi'nde şöyle buyurdu:

"Ey insanlar!

Bu günleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay, bu şehriniz
Mekke nasıl mukaddes bir şehir ise; canlarınız, mallarınız, namus ve şerefiniz de öylece
mukaddestir. Her türlü tecavüzden korunmuştur."

"Ashabım!

Yarın Rabb'inize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak


sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu
vurmayınız."

Bunların verdiği hüküm ise kendi zanlarıdır. Zannın ise İslâm ile ilgisi ve yeri yoktur.

Âyet-i kerime'de:

"Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.
Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir." buyuruluyor. (Yunus: 36)
Ahkâma muğayir hareket ediyor, cana kıyıyor, cinayet işliyorlar. Ahkâma muğayir olan bütün işler
zındıklıktır.

Hüküm böyle iken, bütün bu hükümleri yok edip, haksız yere idam ettikleri için bunlara idam cezâsı
gerekir. Ölenlerin yakınlarının kısas istemeleri veya diyet almaları gerekmektedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı." buyuruyor. (Bakara: 178)

Burada bile bile öldürülenler kastedilmektedir. Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
Hadis-i şerif'lerinde:

"Bilerek öldürmek kısası gerektirir." buyuruyorlar. (Nasbürrâye c: 4 sh. 327)

Bunlar da bile bile adam öldürüyorlar, cinayet işliyorlar. Bu yüzden kısas gerekmektedir.

Ahkâm budur, hüküm böyledir. İslam'da arzu yaşamaz. Her meselede fetvâ verirken delil lâzımdır.
Delil de Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'tir. Delil olarak hangi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'i
gösterebilirler? Bunu açıklamak zorundadırlar.

Hüküm vermek ancak Allah'a ve Resul'üne âittir.

Hazret-i Kur'an'da ve Hadis-i şerif'lerde olan bir mevzuda hüküm vermeye mahlûkun hükmü yoktur.

Bu gibi yanlış davranışlarla İslâm dinine büyük tahribat yapıyorlar, İslâm'ı bütün dünyaya küçük
düşürüyorlar. İslâm dinini İslâm düşmanlarına öcü gibi gösteriyorlar.

En büyük İslâm düşmanının yapamadığını cehaletleri sebebiyle yaptılar. Bu hareketleri ile İslâm'a
meyledip ısınmak isteyenleri de ürkütüyorlar.

İslâm dinini bütün dünyaya kötü bir şekilde teşhir ettiler.

İslâm'da; Diriye de Ölüye de İşkence Yoktur:

Bir insan; cezası olarak ölüme mahkûm edilse bile, işkence ile öldürmeyi dinimiz yasaklamıştır.

Bir insanın gözünü çıkararak, burnunu ve kulağını, kolunu ve bacağını, velhasıl bütün uzuvlarını
kopararak cesedini belirsiz hale getirmek suretiyle işkence yapmak, bir kâfire de yapılmış olsa
dinimizde yasaklanmıştır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde:

"Öldürdüğünüz zaman bile en güzel tarzda öldürün." (Müslim, Sayd: 57)

Buyurarak harp esnasında aşırı gitmeyi yasaklamışlar ve bunu savaşlarda bizzat uygulatarak insanlık
tarihinde benzersiz bir çığır açmışlardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz insan olsun, hayvan olsun, öldürme hususunda en
ziyade şefkat ve merhamet duyguları ile hareket ederek, onlara en ölçülü davranacak olanların
müminler olduğunu Hadis-i şerif'lerinde beyan buyuruyorlar:

"Öldürme tarzında insanların en ölçülüsü iman sahipleridir." (Ebu Dâvud: 2666 - İbn-i Mâce:
2681)
Müminler bu ölçülere uyar, haddi aşarak haram edilen tarzlara tevessül etmez.

Halid bin Velid -radiyallahu anh-in oğlu Abdurrahman -radiyallahu anh-in kumandasında bir birlik
gazaya çıkmıştı. Düşman tarafında iri yapılı dört kişi yakalayıp getirdiler. Onların derhal öldürülmelerini
emretti ve ok atılarak öldürüldüler.

Bu haber Ebu Eyyûb el-Ensârî -radiyallahu anh-e ulaştığında şöyle söyledi:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bu çeşit öldürmeyi yasakladı. Nefsimi kudret elinde tutan
Allah'a yemin ederim ki, (değil insan) bir tavuk bile olsa, onu öldürücü atışlar için hedef kılmayız."

Onun bu sözü Abdurrahman -radiyallahu anh-e ulaşınca dört köle azad etti. (Ebu Dâvud: 2666)

Adam öldürmelerin çoğalması kıyamet alâmetlerindendir.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif'lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

"Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, insanlara öyle bir zaman gelecek, katil
niçin öldürdüğünü, maktül de niçin öldürüldüğünü bilmeyecektir." (Müslim)

Bugünkü anarşi beyan ediliyor.

Bunun yanında düşman kadınlarına tecavüz edilmez, düşmana işkence yapılmaz, misli ile, eziyet ile
öldürülmez.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ordu komutanlarına verdiği talimatlarda ölülerin
organlarını keserek vücut bütünlüğüne zarar verilmesini (müsle yapmayı) yasaklamışlardır.
(Müslim, Tirmizî)

Yine düşman askerlerinin yakalandıktan sonra yakılarak öldürülmesini de yasaklamıştır.


(Buhârî, Ebû Dâvûd)

Halifeliği esnasında Hazret-i Ebû Bekir -radiyallahu anh-e, savaşta öldürülen bir düşmanın kesilmiş
başı getirilince, bundan memnun olmamışlar ve bu hareketin yanlış olduğunu beyan
buyurmuşlardır. Aynı davranışı Rumların ve Farslıların yaptığı söylendiğinde, yanlış davranışların
örnek alınamayacağını, Müslümanların Kitap ve Sünnete göre hareket etmesi gerektiğini
söylemişlerdir. (Serahsî, el-Mebsût, X, 131)

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz değil müslümanın kâfirin bile başının kesilmesine
müsaade etmiyor.

Bir kâfir için bu kurallar İslâm'da uygulanıyorken bir müslümanı "İslâm adına" katleden kimse dinden
çıkar. Çünkü hem katliam yapıyor hem de katliamına İslâm'ı alet ediyor.

Bunlar "Selef-i salihin"in, Hazret-i Ebu Bekir Sıddık- radiyallahu anh-in, Ashâb-ı Kiram -radiyallahu
anhüm- Hazeratı'nın yolunda ve izinde aslâ değildirler. Bunlar İbn-i Teymiyye'nin selefîsidir.

Vehhâbî Zihniyetinin Kabir, Türbe ve Cami Düşmanlığı:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Resulullah size ne verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!" (Haşr: 7)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyuruyorlar:

"Benim şu mescidimde kılınan bir namaz, başka mescidlerde kılınan bin namazdan üstündür."
(Müslim: 1394)

Âyet-i kerime ile Allah-u Teâlâ böyle emrediyor, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
böyle buyuruyor.

Vehhâbîler ise;

"Mescid-i nebevî'de namaz kılmak bize göre şirktir." diyorlar. Medine-i münevvere'de bulundukları
halde ısrarla Mescid-i nebevî'ye gitmiyorlar ve gitmemenin gerektiğine dâir şiddetle kararlılık
gösteriyorlar.

Medine-i münevvere'ye yakın bir yerleşim yerinde işçi olarak çalışan bir kardeş diyor ki:

"Dört yıl aralarında kaldım, beraber çalıştığımız kimseleri Mescid-i nebevî'de namaz kılarken hiç
görmedim. Orada namaz kılmanın şirk olduğunu söyleyenler bile var. Diğer sünnetlere ve sünnet
namazlara hiç iltifat etmiyorlar. Sünnet namazları özellikle kılmıyorlar. 'Yemekten sonra yenen tatlı
gibidir, yemekten sonra tatlı yense de olur yenmese de olur, mühim olan farzları yapmaktır.' diyorlar."

Artık bunların İslâm'dan çıktığını hâlâ görmüyor musunuz?

Allah-u Teâlâ'nın emrine, hükmüne bir bakın, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in
beyanına bir bakın, bir de Vehhâbîler'in icraatına bir bakın. Hiç İslâm'la ilgileri var mı? Hazret-i Allah
ile, Resulullah Aleyhisselâm ile hiçbir ilgileri var mı?

"Biz Allah'a inanıyoruz!" diyorlar, O'na inanan böyle yapar mı?

Bunlar kabir ziyaretini şirk kabul ediyorlar ve tapınmaya benzetiyorlar. Bu sebeple hürmet edilen
zâtların bütün kabirlerini, peygamberlerin dahi kabirlerini, onlara izafeten yapılan camileri dahi yıkıp
yok ediyorlar.

Muhammed bin Abdülvehhâb'dan türeyen Vehhâbîler Osmanlılar'ın devlet otoritesinin zayıflığından


istifade ederek Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdular. 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve
Mekke'yi ele geçirdiler. 1812-13 yıllarında Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın ordusu bu şehirleri geri
alıncaya kadar büyük zulüm ve tahribat yaptılar.

İlk olarak Tâif'i kuşattılar ve ele geçirdiler, şehir yağmalandı. Burada pek çok müslümanı, kadın çocuk
demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele geçirdikleri
Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar.

Vehhâbîler Tâif'ten sonra Mekke'yi ele geçirdiler. Resulullah Aleyhisselâm'ın, Hazret-i Ebu Bekir,
Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın doğdukları evleri, orada
bulunan bütün kubbe ve türbeleri yerle bir ettiler. Cennet'ül-Mualla mezarlığındaki bütün mezarları,
türbeleri, Hazret-i Hatice Validemiz'in türbesini yıktılar. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere
astılar. Ehl-i sünnet inancında sebât etmek isteyenleri tehdit ettiler.

Vehhâbîler terör çıkartıp Hicaz bölgesini ele geçirdikleri zaman Medine'de de ilk iş olarak ne kadar
kubbe varsa hepsini yerle bir ettiler. Cennet'ül-Bâki Mezarlığı'ndaki Ashab-ı kiram'a, ehl-i beyt'e ait
bütün türbeleri, kubbeleri, imaretleri acımasızca yıktılar. Her türbenin kubbesini de o türbenin
türbedârına yıktırdılar. Ancak halkın galeyanı üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz'in mübarek kabri üzerindeki Kubbe-i hadrâ'yı bıraktılar.

Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı.


Tevbe sûre-i şerif'indeki: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktirler. Onun içindir ki bu
yıllarından sonra artık Mescid-i haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe: 28)

Âyet-i kerime'sini delil göstererek müslümanları müşrik ilân etti ve yedi sene Mekke-i mükerreme'ye
sokmadı. Tellâllar çıkartarak: "Suûd bin Abdülaziz'in dinine girin!" diyerek müslümanları İbn-i
Abdülvehhâb'ın görüşlerini kabule zorladılar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)

Buyurduğu halde Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a karşı geldi, Kitabullah'ı inkâr etti ve
kendi dinini ilân etti. Vehhâbîliği bir din olarak kabul etti.

Abdülaziz bin Suûd Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:

"Peygamber'in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir
davranıştır ve çirkin bid'atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır." dedi.

Kabir ve türbe düşmanlığı bu bidatçilerin mirasıdır.

Nitekim bugün Resulullah Aleyhisselâm'ın kabr-i şerif'lerinin başına polis dikmişlerdir. Hiçbir
müslümanın hürmetle onun huzurunda durup tâzimlerini arzetmesine müsaade etmezler, dua etmek
için ellerini kaldıranların ellerine vururlar.

Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde şöyle buyurmuşlardır:

"Bir kimse Hacc eder, ondan sonra kabrimi ziyaret eylerse; hayatımda beni ziyaret etmiş gibi
olur." (Câmiü's-sağir)

"Bir kimse Hacc ettikten sonra beni ziyaret etmezse bana cefâ etmiş olur." (Câmiü's-sağir)

İşte Hadis-i şerifler, işte bunların icraatı. Bunlar böyle dinden çıkmışlardır. Eğer doğru sözlü iseler,
bunun aksini Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ispat etmeleri gerekir.

Kabir Ziyareti:

İbn-i Teymiyyeci Vehhâbî bozmaları Resulullah Aleyhisselâm'ın kabrini ziyaret etmeyi hakir görüyorlar
ve "O ölüdür, birşey duymaz." diyorlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Bilâkis onlar diridirler, Rabb'leri katında
rızıklanmaktadırlar." buyuruyor. (Bakara: 154)

Resulullah Aleyhisselâm'ın ümmetinden birisine ölü denilmesi yasak olunca, insanların en üstününe
nasıl ölüdür denilebilir? Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor, Vehhâbî din sahipleri ise böyle söylüyor.

Hayatında iken bereket umulan bir zâtın, vefatından sonra kabrini ziyaret etmekle de bereket
umulacağı şüphesizdir. Onların bereketleri, hayatlarında olduğu gibi vefatlarından sonra da devam
etmektedir.

Kabirleri haftada bir gün, perşembe öğleden sonra, cuma ve cumartesi günleri gidip ziyaret etmek
erkekler için menduptur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Bir kimse ebeveyninin veya onlardan birisinin Cuma günü kabrini ziyaret ederek Yâsin-i şerif
okursa, küçük günahları affedilir." (Münâvî)

"Kabirleri ziyaret ediniz. Zira ahireti hatırınıza getirir." (İbn-i Mâce)

Bunlar âdil birer şâhiddir. Eğer doğru sözlü iseler, bunun aksini Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ispat
etmeleri gerekir.

"Dünyada garip yahut yolcu gibi ol! Nefsini ehl-i kuburdan say!" (Tirmizî)

Hadis-i şerif'lerde kabristana uğrayan bir kimse Yâsin-i şerif veya on bir İhlâs-ı Şerif okuyup sevabını
ölenlere bağışlayacak olursa, Allah-u Teâlâ'nın onlara kolaylık vereceği, okuyanlara da ölüler
sayısınca sevap ihsan buyuracağı beyan buyurulmuştur.

Kabristana varınca selâm vermelidir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kabristana vardıklarında şöyle buyururlardı:

"Ey müminler yurdunun sakinleri! Allah'ın selâmı üzerinize olsun. İnşaallah biz de sizlere
katılacağız." (Ebu Dâvud)

Enes -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuştur:

"Miraca çıktığım gece Musa (Aleyhisselâm)ın yanından geçtim. O kabrinde namaza durmuştu."
(Müslim)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhüma-dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sahabilerinden birisi çadırını bir kabrin üstüne
kurdu. Oranın kabir olduğu bilinmiyordu. Sahabi baktı ki içinde bir insan Tebâreke sûresini
sonuna kadar okuyor.

Resulullah'a -sallallahu aleyhi ve sellem- gelip ona durumu anlattı. Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem-:

"O koruyucudur, insanı kabir azabından kurtarır." buyurdu." (Tirmizî)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz şöyle buyurmuştur:

"Ben kendimi cennette gördüm. Orada bir adamın Kur'an okuduğunu işittim. 'Kimdir bu?'
dedim. 'Hârise bin Numandır.' dediler. İşte hayırlı insan böyledir, böyledir, böyledir." (Beyhâki)

Âişe -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre şöyle demiştir:

"Yâ Resulellah! Ölülere ne diyeyim?" dedim. Buyurdu ki:


"Şöyle de: 'Ey müslüman kabristanlılar, size selâm olsun. Allah bizden öncekileri de sonrakileri
de affetsin. İnşaallah biz de size kavuşacağız.'" (Müslim)

Ölüm bir yok oluş değil, bilâkis gerçek âleme intikaldir. İmanı sureta olanlar bu hakikati dili ile söylese
bile hakikatini bilmedikleri ve görmedikleri için kabir alemine intikal edenlere toprak olmuş nazarı ile
bakarlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Öldükten sonra da hayatta olduğum gibi bilirim ve anlarım." (Deylemi)

"Ölülerinizi sâlih insanların civarına defnediniz. Zira diriler fena komşudan eziyet gördükleri
gibi, ölüler de fenaların karşılıklı konuşmalarından rahatsız olurlar." buyurmaktadırlar. (Câmiü's-
sağir)

Orada konuşuluyor, görüşülüyor, serbest olanlar çıkıyor, gidiyor, geliyor.

Nitekim münafıkların ve kâfirlerin kabirdeki durumu Âyet-i kerime'lerde şöyle haber veriliyor:

"Onlar (kabirlerinde kıyamet gününe kadar) sabah-akşam ateşe sunulurlar." (Mümin: 46)

Kabir alemine intikal eden büyük zâtların Allah-u Teâlâ'nın izni ve emri ile dünyadakilere yardım
etmeleri ve tasarruflarına gelince;

Bedir Harbi'nde Allah-u Teâlâ yardıma meleklerini göndermişti. Bizzat melekler de savaştılar.

İstanbul'un fethinde, Çanakkale Harbi'nde, Kıbrıs Harbi'nde ve daha pek çok harpte velilerin, şehidlerin
yardım ettiklerine dair pek çok yaşanmış hadise vardır. O halde Allah-u Teâlâ'nın zâtına seçtiği ve
yaklaştırdığı evliyâullah hazerâtının tasarrufuna niçin inanmıyorsunuz?

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudât (s.a.v) Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Mümin-i kâmil olanlar, Allah katında bazı meleklerden de efdaldır." (Münâvî)

Bedir Savaşı'nda İslâm mücâhidleri sabır ve sebat etmişler, melâike-i kiram da Cebrâil Aleyhisselâm'ın
riyasetinde cihada bilfiil iştirak etmişlerdir.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Evet! Eğer siz sabreder ve Allah'tan korkarsanız, onlar da hemen üzerinize gelirlerse,
Rabb'iniz size nişanlı beş bin melekle yardım edecektir." (Âl-i imrân: 125)

"Hani Rabb'in meleklere: 'Ben sizinleyim, haydi inananlara destek verin!' diye vahyetmişti."
(Enfâl: 12)

Melekler o gün fiilen savaşmışlar, kendilerine emrolunanı gereği gibi yapmışlardı.

Râbî' bin Enes -radiyallahu anh- der ki;

"Bedir gününde insanlar meleklerin öldürdükleri ile kendilerinin öldürdüklerini boyunlar ve


parmaklar üzerindeki darbelerden, ateşin yakıp dağladıktan sonra bıraktığı iz gibi bir alâmetten
tanımakta idiler."

Hazret-i Ali -radiyallahu anh- der ki:


"Bedir'de ordunun ortasında bulunuyordum. Bir ara şiddetli bir rüzgâr esti, az sonra yine aynı
ölçüde ikinci ve sonra üçüncü bir rüzgâr esti. Bu rüzgârın bir benzerini daha önce hiç
görmemiştim.

Birinci rüzgâr, Cebrâil Aleyhisselâm'ın bin melekle gelip Resulullah Aleyhisselâm'ın yanında
yer almasıydı. İkinci rüzgâr Mikâil Aleyhisselâm'ın bin melekle sağ kanatta, üçüncü rüzgâr da
İsrafil Aleyhisselâm'ın bin melekle sol kanatta yer almasıydı."

Bu korkunç azap, onların Allah ve Resul'üne isyan etmeleri sebebiyle başlarına gelmektedir.

"Çünkü onlar Allah'a ve Peygamber'ine karşı koydular." (Enfâl: 13)

Şefaat:

Bunlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şefaatini de inkâr ediyorlar.

Şefaat bir kimsenin suçunu affettirmek, kendisinden cezayı gidermek için hakkında yapılan bir iltimas
ve istirhamdan ibarettir.

Şefaat dileme ve kabul etme yetkisi ancak Allah-u Teâlâ'ya mahsustur. Melekler de, peygamberler de,
veliler de ancak O'nun izni ile şefaat ederler.

"Onlar, Allah'ın râzı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler ve O'nun korkusundan
titrerler." (Enbiyâ: 28)

"O'nun katında, kendisinin izin verdiği kimselerden başkasının şefaatı fayda vermez." (Sebe:
23)

O kime şefaat yetkisi verirse, ancak o şefaat edebilir. Bu yetki O'na âittir.

"O'nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir?" (Bakara: 255)

Şefaat izni verilenler de hep O'nun rızâsı ve izni doğrultusunda âile efrâdına, yakınlarına ve dostlarına
şefaat ederler. O'nun izin vermediği hiç kimse şefaat edemez.

Allah-u Teâlâ'nın şefaat izni verdiği Resulullah Aleyhisselâm bu hususu Hadis-i şerif'lerinde şöyle
haber veriyorlar:

"Dikkat ediniz! Ben Allah'ın Habib'iyim, bunu övünmek için söylemiyorum.

Kıyamet gününde Livây-ı hamd benim elimde olacaktır, bunu övünmek için söylemiyorum.

O gün ilk şefaat eden ve şefaati ilk kabul edilen ben olacağım, bunu övünmek için
söylemiyorum.

Cennet kapılarının halkalarını ilk defa çalan ben olacağım. Allah-u Teâlâ bana cenneti açacak ve
beraberimde müminlerin fakirleri olduğu halde beni cennete sokacaktır. Övünmek için
söylemiyorum.

Geçmişlerin ve geleceklerin en değerlisiyim. Bunları övünmek için söylemiyorum." (Tirmizî)

Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Benden önce hiçbir peygambere verilmemiş olan beş şey bana verildi:

Bir aylık mesafeye kadar (düşmanlarımın kalbine) korku salmakla yardım olundum.

Bütün yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı. Ümmetimden her kim, nerede namaza
erişirse orada namazını kılsın.

Benden öncekilere helâl kılınmamışken, ganimetler bana helâl kılındı.

Bana şefaat verildi.

Her peygamber yalnız kendi kavmine gönderilirken, ben bütün insanlığa peygamber olarak
gönderildim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 223)

Günahı sevabından çok olduğu için cehenneme girmeyi hak eden günahkâr müminlere; Allah-u
Teâlâ'nın izni ile peygamberler, sıddıklar, âlimler, şehitler şefaat edeceklerdir.

Abdullah bin Ebi'l-Ced'a -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:

"Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i şöyle buyururken işittim:

"Andolsun ki ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle Temimoğulları'ndan daha çok kimse cennete
girecektir."

Ashâb-ı kiram:

"Senden başka bir kimsenin mi yâ Resulellah?" dediler.

"Benden başka bir kimse!" buyurdu." (Tirmizî - İbn-i Mâce: 4316)

Bir Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"Şefaatim, ümmetimin büyük günah işleyenleri içindir.

Bir adamın ateşe atılması için emir verilir. Giderken (dünyada) susadığı zaman su vermiş
olduğu adama rastlar, onu tanır ve ona:

'Benim için şefaat etmeyecek misin?' der.

Adam: 'Sen kimsin?' diye sorunca:

'Ben sana falan gün su içirmedim mi?' der. Öbürü bunu tanır ve (Allah katında) onun lehinde
şefaatte bulunur. Adam da böylece geri çevrilir ve cennete gider." (Tirmizî: 2437)

Bütün bunlar Allah-u Teâlâ'nın engin merhametinin birer tecellisinden ibarettir.

İbn-i Teymiyye'ciler ve Vehhâbîler ise Resulullah Aleyhisselâm'a Allah-u Teâlâ'nın verdiği şefaat
makamını ve iznini dahi inkâr ediyorlar. "Şefaat sadece Allah'a aittir." diyorlar.

Halbuki Allah-u Teâlâ "İzin verdiklerim" buyurarak şefaate izin vereceğini ferman buyuruyor.
Resulullah Aleyhisselâm ise "Şefaatim" buyuruyor. "Ümmetimden bir kimsenin şefaatiyle" diye
ferman buyuruyor. Bunlar ise Allah-u Teâlâ'ya itiraz ediyorlar. "Hayır, senin verdiğin izni kabul
etmiyoruz." diyorlar. Resulullah Aleyhisselâm'a itiraz ediyorlar, "Hayır, senin şefaat iznin yok." diyorlar.

Bundan büyük küfür olabilir mi? Bundan büyük cehalet olabilir mi?
Resulullah Aleyhisselâm'ı kabul etmeyip İbn-i Teymiyye'nin hükmünü, ibn-i Abdülvehhab'ın hükmünü
kabul edenler bilmelidir ki bunların ilahı, putları bunlardır.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz en büyük şefaat makamı olan Makâm-ı
Mahmûd'a erdirilerek de diğer peygamberlere üstün kılınmıştır.

Âyet-i kerime'sinde:

"Ümid edebilirsin ki, Rabb'in seni bir Makâm-ı Mahmûd'a gönderecektir." buyuruluyor. (İsrâ: 79)

O öyle bir makamdır ki, Hâlik-ı Azimüşân yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
ine bahşetmiştir. Hiç kimsenin şefaat edemeyeceği bir zamanda yalnız ona şefaat izni verilecek ve
şefaatı kabul olunacak peygamber yalnız Muhammed Aleyhisselâm'dır.

Ey Vehhâbîler! Siz onu mu üstün tutuyorsunuz, yoksa ilâh edindiklerinizi mi üstün tutuyorsunuz? Kendi
vicdanınıza bir sorun, ilâh edindikleriniz hakkında böyle bir müjde-i ilâhî var mıdır?

Diğer Âyet-i kerime'sinde:

"Sana Rabb'in, sen râzı oluncaya kadar verecek." buyuruyor. (Duhâ: 5)

Bu şefaat makamını yalnız ve yalnız ona tahsis etmiştir. Siz ona iman etmedikçe, onu saymadıkça,
sevmedikçe, hiç o sizi sever mi? Size şefaat eder mi?

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini Âyet-i kerime'sinde beşeriyete şu şekilde
tanıtmaktadır:

"De ki: Doğrusu hiç kimse beni Allah'tan kurtaramaz ve ben O'ndan başka sığınak da
bulamam." (Cin: 22)

Yoldan sapmış, şirke düşmüş Vehhâbîler ise bu Âyet-i kerime'yi delil göstererek Resulullah
Aleyhisselâm'ı vesile yapmayı ve: "Şefaat yâ Resulellah!" demeyi Allah-u Teâlâ'ya ortak koşmaya
kadar gitmişlerdir.

Oysa Allah-u Teâlâ daha sonra gelen Âyet-i kerime'de: "İllâ" kelimesi ile başlayarak istisnâ yapmakta
ve şöyle buyurmaktadır:

"Benim yaptığım sadece Allah katından olanı, O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.

Kim Allah'a ve Peygamber'ine isyan ederse, ona içinde sonsuz ve temelli kalacakları cehennem
ateşi vardır." (Cin: 23)

Bu münkirlerin kör gözleri bu ilâhî beyanı görememekte, derin cehâletlerini ortaya koymakta ve çok
gülünç bir duruma düşmektedirler.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Allah-u Teâlâ'nın öyle bir elçisidir ki, o kendiliğinden
bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabb'i her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabb'ine
düşmanlık etmiş, onu seven ve itaat eden de yine Rabb'ini sevmiş ve itaat etmiş olur.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ elçiye isyan etmenin Allah-u Teâlâ'ya isyan etmek demek olduğunu
açıkça beyan etmekte ve isyan edenlerin de âkıbetlerini beşeriyete duyurmaktadır.

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed Aleyhisselâm elbette:


"Onlara duâ et. Şüphesiz ki senin duân onlar için sekinettir (huzur kaynağıdır). Allah işitendir,
bilendir." (Tevbe: 103)

Emr-i şerif'i gereğince, kulları tarafından duâ ve yalvarışa vesile ve vasıta olur. Onun yapacağı duâ,
müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına sebep olur.

Hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.

Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime'sinde münâfıkların ne kadar kibirli olduklarını, kendilerini
Resulullah Aleyhisselâm'ın hakklarında yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte olduğunu
bildirmektedir:

"Onlara: 'Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!' denildiği zaman, başlarını çevirirler ve
sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün." (Münâfikûn: 5)

Biz size şimdi aynı beyanı hatırlatıyoruz. Allah-u Teâlâ'nın kelâmını önünüze sürüyoruz. Gerçekten
Allah-u Teâlâ'ya ve Resulullah Aleyhisselâm'a mı yöneleceksiniz, yoksa ilâh edindiğiniz sapıklıkta mı
kalacaksınız?

Miraç Hadisesi:

Mirâc hadisesi Kur'an-ı kerim'de şöyle anlatılmaktadır:

"Kulunu (Muhammed'i) gecenin bir anında Mescid-i Haram'dan alıp civarını mübarek kıldığımız
Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Ona âyetlerimizden
nicelerini gösterelim diye böyle yaptık." (İsrâ: 1)

Resulullah Aleyhisselâm o gece göklerin ve yerin melekûtundan haberdar oldu ve Allah-u Teâlâ'nın
kudret ve azametini gösteren âyet ve alâmetleri, harikulâde halleri gördü.

Daha sonra gökyüzüne bir Miraç uzatıldı. Cebrâil Aleyhisselâm ile ona binerek yedi kat göklerden
geçtiler, bir çok ilâhî tecellîlerle karşılaştılar. Semâ tabakalarında bulunan Peygamber Aleyhimüsselâm
Hazerâtı ile görüştüler. Cebrâil Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ'nın biricik Hâbib-i Ekrem'ini alıp öyle
yükseklere çıkardı ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz mukadderatı yazan
kalemlerin cızırtısını duyuyordu.

Ey Vehhâbîler! Sizin aynanız ters döndüğü için idrakten âcizsiniz. Aynanızın ters dönmesi, Allah-u
Teâlâ'nın kalbinizi çevirmesinden ötürüdür. Bunca hakikatler karşısında hidayete eremeyişiniz;
kalbinizin mühürlendiğini, vicdanınızın sükut ettiğini gösteriyor.

Oysa onu yaratan, onu yaşatan; onu sevmiş, seçmiş, kendisine çekmiş, âlemlerde hiç kimseye
vermediğini ona lütfetmiş. Amma senin nefsin bir türlü bunu hazmedemedi!

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz "Sidre-i müntehâ"da Cebrâil Aleyhisselâm'ı aslî
suretinde gördü. Daha önce kendisine peygamberlik geldiği sırada ufku kaplayan altıyüz kanadını
açmış olduğu halde bir defa daha görmüştü.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Andolsun ki, onu başka bir defa daha, Sidre-i müntehâ'nın yanında gördü." (Necm: 13-14)
O gece cehennemi, Kürsî'yi, Arşurahman'ı da gördü. Enes -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
bir soru üzerine: "Cenneti ve cehennemi gördüm." buyurmuşlardır. (Müslim: 426)

Muhammed Aleyhisselâm Kurb-i ilâhî fezâsında öyle ilerledi, Rabb'ine öyle yaklaştı ki, aradan bütün
perdeler kalktı ve huzur-u ilâhî'ye kabul buyuruldu. Zamandan mekândan münezzeh olan Cenâb-ı
Hakk'ın sohbeti ve cemâl-i bâkemâli ile müşerref oldu. Cemâl rüyetine erdi.

Allah öyle bir Allah'tır ki, bütün şekillerden münezzeh ve müstağnidir. O'nu baş gözü ile Miraç
gecesinde yalnız ve yalnız Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i gördü. Onu kendi Nur'undan
yaratığı için o Nur, Nur'u görmeye takat getirebildi.

Âyet-i kerime'lerde şöyle buyuruluyor:

"Kuluna iki yay kadar, yahut daha da yakın oldu." (Necm: 9)

Allah-u Teâlâ onu ne kadar yaklaştırdığını bize haber veriyor. Zira O haber vermese bu durumu hiç
kimse bilemezdi. Onu yaklaştırdığı kadar hiç kimseyi yaklaştırmadı, onu seçtiği kadar hiç kimseyi
seçmedi, ona vahyettiğini hiç kimseye vahyetmedi.

"O anda kuluna vahyedeceğini vahyetti. Gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı." (Necm: 10-11)

Oradaki esrârı, oradaki güzelliği yalnız Yaratan bilir. Fakat mazharını Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem-ine göstermeyi murad etti.

"(Peygamber'in) gözü kaymadı ve aldanmadı. Andolsun ki, Rabb'inin âyetlerinden en büyüğünü


gördü." (Necm: 17-18)

Rabb'inin Rububiyet âyetlerinden, mülkünün ve saltanatının acaipliklerinden, kelâmın ifade sınırına


sığmayıp ancak müşahede ile ulaşılabilecek en büyük âyetlerini gördü.

Allah-u Teâlâ hiç kimseye bildirmediğini, göstermediğini, okutmadığını ona hem bildirdi, hem gösterdi,
hem de okuttu. Onu her şeyden malumat sahibi yaptı. Ona öyle bir şeref bahşetti ki, her yaratık o
şerefin yüceliği karşısında âciz kalır.

Ey Vehhâbî! Bu beyana bir cevap mı hazırlayabildin? Söyleyecek bir sözün mü var?

Ey Vehhâbî! Sen her ne kadar onu tanımak istemesen de; melekler de müminler de onu tasdik ediyor,
seviyor, şânının çok yüksek olduğunu biliyor ve kabul ediyor. Niçin? O Nur'un nuru ile nurlandıkları
için. Amma siz o Nur'dan mahrum kalmışsınız, hidayeti nasıl bulacaksınız? Bu hakikatleri
görmemekle, ne kadar kör olduğunuzu, dalâlette olduğunuzu kabul ediyor musunuz? Yoksa küfr-ü
inadîde mi kalıyorsunuz? Oysa hiç iman nedir bilmeyen bir kâfire dahi bu hakikatler sunulsa kalbi titrer.

Salâvât-ı Şerife:

Allah-u Teâlâ, kulu ve resulü Muhammed Aleyhisselâm'ın fazilet ve meziyetini, şeref ve haysiyetini,
yüceler yücesindeki mevkisini çok açık bir şekilde beşeriyete ilân etmiştir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.

Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun."
(Ahzâb: 56)
Bu Âyet-i kerime'de apaçık bir emir var. Allah-u Teâlâ'nın bizzat kendisi ve melekleri Habib-i Ekrem -
sallallahu aleyhi ve sellem-ine salât-ü selâm getiriyor. Bu ise Resulullah Aleyhisselâm'a en büyük
iltifât-ı ilâhî'dir, açık bir fermân-ı ilâhî'dir. İnanan mümindir, inanmayan kâfirdir.

Zira bu Âyet-i kerime'yi inkâr etmişlerdir, ona salât-ü selâm getirmeyi şirk kabul etmişlerdir. Resmen
Âyet-i kerime'yi inkâr ediyorlar. Üstelik Allah-u Teâlâ: "Tam bir teslimiyetle teslim olun!" buyuruyor.
Onlar teslim olmadıkları gibi, ona karşı yapılan tâzimi şirk kabul ediyorlar.

Kim ki bu Âyet-i kerime'yi kabul etmezse, Resulullah Aleyhisselâm'a gönülden bağlı olmazsa ve salât-
ü selâm getirmezse, bu ilâhî hükmü reddettiği için küfre düşer. O artık müslüman değildir.

Gerçek olan Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'tir.

Beni diyor demeyin. Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'leri size delil olarak gösteriyorum.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde buyurur ki:

"Bir kimse indinde ismim zikrolunur da bana salât-ü selâm getirmezse bana cefâ etmiş olur."
(Câmiü's-sağir)

"Bana salâvat getirmeyi unutan kimse cennetin yolunu şaşırır." (İbn-i Mâce)

"Kıyamet günü insanların bana en yakın olanı, üzerime çok salât gönderendir." (Tirmizî: 484)

"Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: Yâ Muhammed! Rabb'in diyor ki: 'Sana salâvât okuyan
herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam
sana yetmez mi?'" (Nesaî)

"Günlerinizin en faziletlisi Cuma günüdür. O günde benim üzerime çok salâvât getirin. Zira
sizin salât ve selâmlarınız bana arz olunur." (Ebu Dâvud)

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm-: "Yâ Resulellah sana nasıl salâvât getirelim?" diye sordular.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise buyurdular ki:

"Ey Allah'ım! Muhammed'e, zevcelerine ve zürriyetine rahmet kıl, İbrahim'e rahmet kıldığın gibi.

Muhammed'in, zevcelerini ve zürriyetini mübarek kıl, İbrahim'i mübarek kıldığın gibi.

Şüphesiz ki bütün hamdler ve yücelikler sana mahsustur." (Buhârî-Müslim)

Ey Vehhâbîler! Siz ilâhî emre inanıp, iman edip salât-u selâm getiriyor musunuz? Yoksa küfürde mi
kaldınız? Ben sormuyorum, kendi kendinize sorun. Müslüman mısınız, kâfir misiniz?

Evliyâullah ve Tasavvuf:

Vehhâbîlik dininin en belirgin özelliklerinden birisi de Tasavvuf'u inkârdır. Resulullah Aleyhisselâm'ı


kabul etmeyen, onun vekili olan veliyi veya velileri mi kabul edecek?

Halbuki Allah-u Teâlâ sevdiği ve seçtiği Evliyâullah Hazerâtı'nı Âyet-i kerime'sinde beşeriyete şu
şekilde tanıtmaktadır:

"İyi bilin ki, Allah'ın veli kulları için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır."
(Yunus: 62)
Vehhâbîler velileri inkâr etmekle bu Âyet-i kerime'yi ve buna benzer Âyet-i kerime'leri de inkâr
etmişlerdir, bu bir küfür değil midir?

Hıristiyanların müslümanlığa yönelmelerinin daha çok tasavvuf yoluyla olduğunu gören İngilizler,
İslâmiyet'e darbe vurmak için Vehhâbîler'i bu yolla maşa olarak kullandılar.

Oysa Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra kime tâbi olunacağını şöyle emir
buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Allah'tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz!" (Tevbe: 119)

İşte size emr-i ilâhî ile sapıklığı böyle açık açık izah ediyoruz, uzun uzun anlatıp ispat ediyoruz. Allah-u
Teâlâ kime nasip ederse bunları görür, hidayete erer, müslüman olur. O'nun nur vermediği kimse küfr-
ü inadında kalır. O da kendi aleyhine.

Tasavvufun başlangıcı Resulullah Aleyhisselâm'ın ve Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın


yaşayışlarında görülmektedir. Bazılarının zannettiği gibi Resulullah Aleyhisselâm'dan sonra başlamış
olmayıp, doğrudan doğruya onun zuhuru ile zâhir olmuştur.

Kaynağı Kur'an-ı kerim ve Hadis-i şerif'lerdir.

Tasavvuf, İslâmî ilimlerin özü ve kaynağıdır. Esrar odasının ilâhî sırlarına mazhar olabilmek ve hakikati
anlamak için kurulmuş ilâhî bir ilim-irfan mektebidir. Bu tahsil sayesinde bütün ilimlerin özüne inilir.

Allah-u Teâlâ zâhirî ilimlerin öğrenilmesi için yeryüzünden âlimleri eksik etmediği gibi, bâtınî ilimleri
öğretmek için de tarikat ehlini eksik etmemiştir. Her zaman için mürşid-i kâmil bulundurmaktan âciz
değildir.

Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk'a iletirler ve hak ile hüküm
verirler." (A'râf: 181)

Bu tertemiz vazife mânevî bir miras olarak nebilerden âlimlere intikâl etmiştir. Buradaki âlimlerden
murad, kibâr-ı evliyâullah'tır.

Tarikat, kelime mânâsı itibarı ile "Yol" demektir. Tasavvuf dilinde ise; "Allah-u Teâlâ'yı bilmek,
bulmak ve O'na yaklaşmak için takip edilecek ibadet yolu" mânâsına gelir.

Lüzumu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerle ispat edilmiştir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." buyuruyor. (Mâide: 48)

Fahrüddin-i Râzi -rahmetullahi aleyh- Hazretleri ve diğer bazı müfessirler bu Âyet-i kerime'ye:

"Ey kullarım! Sizin her birinize iki şeyi vâcip ettim. Evvelâ şeriat, sonra da tarikat." mânâsını
vermişlerdir. Çünkü "Minhac"ın kelime mânâsı "Münevver bir yol" demektir.

"Minhac" kelimesinden kastedilen münevver yol "Şeriatın güzelliklerinin bütünü" olduğuna göre,
şeriat yolun başı, tarikat da devamıdır.

Ve münevver yol Asr-ı saâdet'ten bu güne, Pirân-ı izam -kaddesallahu esrârehüm- Hazerâtı'nın el ve
gönüllerinde zamanımıza kadar teselsülen gelmiştir. Bu silsile-i celîle-i âliye tevatür ile sabit olmuştur.
Her devirde büyük bir İslâm cemaati tarafından doğruluğu tasdik edilmiştir.
İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri:

"Tevatür ile dinde sabit olanı inkâr etmek küfürdür." buyururlar.

Tarikat-ı aliye'ye dahil olan bir sâlik:

"Nefsini temizleyen kurtulmuştur." (Şems: 9)

Âyet-i kerime'sinde buyurulduğu üzere kalbini mâsivânın bataklık ve bulanıklıklarından temizleyerek


mârifet evi ve muhabbet yurdu hâline getirir.

Tarikat, şeriat-ı mutahharanın hâdimidir, yardımcısıdır. Abdest, temizlik, taharet, namaza hazırlık
olduğu gibi; tarikat da kalbi temizleyip huzura hazırlar.

Bir insan zâhirini süslemek için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz'in şeriatına; bâtınını
ziynetlendirmek, iç dünyasını nurlandırmak için de tarikatına ittiba eylemelidir. Şeriatla dış nizam,
tarikatla da iç nizam tesis edilir.

Tarikat-ı aliye'ye dehalet etmekten maksat, şeriatte inanılması gereken şeylere karşı yakîn hâsıl
olmasıdır. Hakiki iman da budur.

"Allah dilediği kulunu zâtına seçer ve kendisine yönelen kimseyi de hidayete iletir." (Şûrâ: 13)

"Allah dilediği kimseyi nûruna kavuşturur." (Nûr: 35)

"Allah kimi dilerse onu rahmetiyle mümtaz kılar." (Bakara: 105)

"Biz rahmetimizi kime dilersek ona isabet ettiririz." (Yûsuf: 56)

"Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz." (En'am: 83)

Ey Vehhâbîler!

Önünüze bunca Kelâmullah serildiği halde; hafife almanız, kendi zannınıza çevirmeniz, hükümsüz
saymanız sizi doğrudan doğruya küfre götürür. İsterseniz küfrü tercih edin, isterseniz iman edin, Allah-
u Teâlâ'nın emir ve hükümlerine tâbi olun.

Allah-u Teâlâ'nın bu kadar güzel beyanları olduğu halde insanları Allah yolundan alıkoymanız, onları
sapıtmanız, Allah-u Teâlâ'nın dininden ayırıp Vehhâbîlik dinine sokmanız; hem Allah-u Teâlâ'yı
gadaplandırmış olmaktadır, hem de hakikatten ayrılıp dalâlete sapmanıza sebep olmaktadır.

Sizin bu düşmanlığınız Hazret-i Allah'la harp etmek demektir.

Zira Hadis-i kudsî'de Hakk Celle ve Alâ Hazretleri buyurur ki:

"Velilerimden birisine düşmanlık eden kimseye ben harp ilân ederim.

Kulumu bana en çok yaklaştıran şey, farz kıldığım ibâdetleri yapmasıdır. Nâfile ibadetlerle de
bana o kadar yaklaşır ki, nihayet ben o kulumu severim. Sevince de artık onun duyan kulağı
olurum, o benimle işitir. Gören gözü olurum, o benimle görür. Eli olurum, o benimle dokunur.
Ayağı olurum, o benimle yürür, (Kalbi olurum, o benimle anlar. Söyleyen dili olurum, o benimle
konuşur.) Ne dilerse onu yerine getiririm. Herhangi bir şeyden bana sığınırsa ben onu
muhafaza ederim." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2042)

Hadis-i şerif'lerde ise şöyle buyuruluyor:


"Her asırda benim ümmetimden 'Sâbikûn=önde gelenler' vardır ki bunlara büdelâ ve sıddikûn
ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki ilâhî inâyet ve merhamet o kadar boldur ki sizler de o
sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için geleceği tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla
kaldırılır." (Nevâdir-ül usûl)

"Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevher gibidir. Onu ancak Arifbillâh olanlar bilirler. Bu
ilimden konuştukları vakit, Allah'tan gafil olan kimseler anlamazlar.

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük
görmeyin. Çünkü Allah Azze ve Celle onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti." (Erbain)

Bu Hazret-i Allah'a ve Resul'üne iman edenlere âittir.

Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle
buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm'a hitaben:

'Ya İsa! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir şeyle
karşılaşırlarsa Allah'a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye rastlarlarsa sabrederler
ve Allah'tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri yoktur.' buyurdu.

İsa Aleyhisselâm:

'Yâ Rabb'i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır olabilir?' diye sordu.

Cenâb-ı Hakk:

'Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.' buyurdu." (Ahmed bin Hanbel)

Hazret-i Allah "İlmimden veririm, hilmimden veririm." buyuruyor.

Allah'tan gelen bir ilim bu. Biri halktan biri Hakk'tan geliyor.

Bunlar ise ne o ilmi bilir, ne hilmleri bilir, yok ki bilsin.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir dualarında şöyle buyurmuşlardır:

"Yâ Rabb'i! Bana kendi sevgini, seni sevenlerin sevgisini ve beni sana yaklaştıracak olanların
sevgisini nasip eyle." (Tirmizî)

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri "Ekımissalâte = Namaz kıl!" Âyet-i celile'si ile namazı emretmiş olduğu
gibi (Tâhâ: 14) "Yâ eyyühellezine âmenüz'kürullahe zikran kesîrâ = Ey iman edenler! Allah'ı çok
çok zikredin." Âyet-i kerime'sinde de kendisini zikretmeyi emretmiştir. O da ilâhî bir emirdir, bu da
ilâhî bir emirdir.

Bir Âyet-i kerime'de de:

"Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerinde yatarken de Allah'ı
zikredin." buyuruluyor. (Nisâ: 103)

Zâhirde kalanlar Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif'lerdeki zikri, yalnız namaz olarak kabul ediyorlar.
Bilmediklerinden hakikatlara gözü yumuk bakarlar. Halbuki bâtına intikal edip iç âlemlerine döndükleri
zaman bunun hakikatini göreceklerdir.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime'lerinde buyuruyor:

"Siz beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim." (Bakara: 152)

"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi zikrullahtan alıkoymasın." (Münâfikûn: 9)

"Rabb'ini gönülden yalvararak, boynu bükük ve ürpererek hafif bir sesle sabah-akşam zikret.
Sakın gâfillerden olma." (A'râf: 205)

"Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı zikrederler." (Âl-i imrân: 191)

"Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret ne de bir alış-veriş zikrullah'tan alıkoymaz." (Nûr: 37)

"İyi bilin ki kalpler ancak zikrullahla itminana kavuşur, huzur bulur." (Ra'd: 28)

Bir Hadis-i kudsî'de de:

"Kulum beni zikredip dudaklarını benim için kıpırdattığı müddetçe ben kulumla beraberim."
buyuruyor. (İbn-i Mâce)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

"Zikrullah kalplerin şifâsıdır." (Münâvî)

"Rabb'ini zikredenlerle zikretmeyenlerin misali, diri ile ölü gibidir." (Buhârî)

"İnsan bir şeyi severse, daima onu yâdeder." (C. Sâğir)

Zikir nurdur, zikrullahla meşgul olanın içini nurlandırır. İç nurlanınca da hikmet husule gelir.

Rızâullah'a, Likaullah'a vasıl olmak isteyenler zikrullaha devam etsinler.

Allah-u Teâlâ Hazretleri Âyet-i kerime'sinde:

"Onlar Allah'ı pek az zikrederler." buyurarak münâfıkları zemmetmiştir. (Nisâ: 142)

Ehlullah'ın Kerameti;
Kitap, Sünnet ve İcmâ ile Sabittir:

Kur'an-ı kerim'de keramete âit birçok misaller vardır.

Zekeriya Aleyhisselâm her mescide girişinde, mescidin bitişiğindeki bir odada barınan Hazret-i
Meryem'in yanında kendisinin getirmediği, o bölgede o mevsimde yetişmeyen çeşit çeşit taze
meyveler görürdü. Bunların nereden geldiğini sorunca da:

"Allah tarafından!" cevabını alırdı. (Âl-i imrân: 37)

Hazret-i Meryem Vâlidemiz peygamber olmadığına göre, onun yanında bulunan bu yiyecekler onun
için bir keramettir.

Diğer bir Âyet-i kerime'de de:


"Meryem oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip
geçmiştir. Annesi sıddıka bir kadındı." buyruluyor. (Mâide: 75)

Hazret-i İsâ Aleyhisselâm'a ulûhiyet isnad edenlere "O ancak bir peygamberdir." cevabı verildiği
gibi, annesine vahiy geldiği için nebîdir diyenlere de "Annesi de sıddıka bir kadındır." diye cevap
verilmektedir.

Âyet-i kerime'den peygamberlik mertebesinden sonra en yüksek mertebenin "Sıddıkiyet" olduğu


anlaşılmaktadır. Hazret-i Allah'ın bu makamda olanları Kudsî ruhla desteklediği bir gerçektir.

Bu hâl Hazret-i Meryem'in velîlik mertebesinin kerametidir.

Kuran-ı Azimüşan'da bu kadar methe şâyân olan ve onlarla beraber olmamız emredilen velîlerden
feyz istemek nasıl şirk kabul edilir?

"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sâdıklarla beraber olun." (Tevbe: 119)

Kehf sûre-i şerif'inde beyan buyurulduğuna göre Ashâb-ı kehf adı ile anılan iman kahramanı gençler
yıllarca mağarada kalmışlar, daha sonra uyanarak hayata dönmüşlerdir. İşte onlar hakkında Kur'an-ı
kerim'de anlatılanlar, bu sâlih gençler için bir keramettir.

Süleyman Aleyhisselâm Belkıs'ın tahtını kimin getireceğini maiyyetine sorduğu zaman Hızır
Aleyhisselâm: "Sen gözünü açıp yummadan ben onu sana getirebilirim." dedi.

Bu hassas ve ince nokta Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Kitap'tan ilmi olan kimse ise: 'Sen gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm.' dedi."
(Neml: 40)

Süleyman Aleyhisselâm tahtı yanında yerleşivermiş görünce şöyle buyurdu:

"Bu Rabb'imin lütfundandır. Lütfuna şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye
beni sınamak istiyor. Şükreden kendisi için şükretmiş olur, nankörlük eden de bilsin ki Rabb'im
müstağnidir, çok kerem sahibidir." (Neml: 40)

Bu Âyet-i kerime kerametin ispatı hususunda bir delildir.

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'ndan da bazı kerametler nakledilmiştir.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- hilafeti döneminde Medine-i münevvere'de Cuma hutbesi okurken,
Suriye taraflarında Nihâvend'de savaş halinde bulunan Sâriye -radiyallahu anh-e: "Yâ Sâriye! Dağa
çık dağa!" diye bağırmış, bu sözü gerek o anda mescidde bulunanlar ve gerekse yüzlerce kilometre
uzaktaki kumandanı Hazret-i Sâriye -radiyallahu anh- işitmiş, bu ikaz onun savaşı kazanmasına sebep
olmuştur. (Keşf'ül-Hafâ. 2, 380)

Halid bin Velid -radiyallahu anh-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin nübüvvetinin hak
olduğunu ispat edebilmek için, kâfirlerin kibir ve inatçılığına karşı, kâmil bir iman ve kalp kuvveti ile
okuduğu Besmele-i şerife'nin ardından hiç tereddüt etmeden bir kâse zehir içtiği halde hiç tesir
etmemiştir. (Taberânî)
Siyah Bayraklılar ve Sahteleri:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde ahir zamanda ortaya çıkacak ve
Hazret-i Mehdi'ye yardım edecek olan bir zümreden "Siyah Bayraklılar" olarak bahsetmiş, "Hiç
kimsenin yapmadığı cihadı yapacaklarını" haber vermişlerdir. "Siyah Bayrak" Resulullah
Aleyhisselâm'ın cihad bayrağıdır.

Nasıl ki sahte peygamberler, mehdiler, sahte isalar çıktığı gibi sahte siyah bayraklılar da çıkacaktır.
Şimdi siyah bayraklarla ortaya çıkan bu gruplar işte bu sahte siyah bayraklılardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde bunları şöyle haber vermişlerdir:

"Abbasoğullarının içinden doğudan ileride siyah sancaklı kişiler çıkacak. Onların önce
gelenlerinin ve sonra gelenlerinin işi adam öldürmek olacak. Onlara yardım etmeyin. Allah
onlara yardım etmez. Kim onların sancağı altında yürürse yahut bayrağını taşırsa Allah onu
kıyamet günü cehenneme koyar. Gerçekten onlar Allah'ın en şerli yaratıklarıdır. Onlar benden
olduklarını iddia edecekler. Dikkat edin, ben onlardan beriyim ve onlar da benden beridir.
Onların alameti şudur: Saçlarını uzatırlar ve siyah giyerler. Onları desteklemek için oturmayın.
Çarşılarda onlarla alışveriş yapmayın. Onlara yol göstermeyin ve onlara su vermeyin. Çünkü
onların haykırdıkları Tekbir, sema ehli'ni rahatsız etmektedir." (Ebu Nuaym, Taberanî)

Hakiki Siyah Bayraklılar'ın alâmetleri ve hususiyetleri ise şunlardır:

Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcûdat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in taşıdığı bayrağının rengi
siyah idi.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- buyurur ki:

"Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in bayrağı siyah, sancağı beyazdı." (Tirmizi. Cihad: 10)

Kendi yolunun yolcularına da bu bayrağının ismini vermiştir.

Naim bin Hammad'ın Ka'b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

"Mehdi'nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi'nden ayağı
sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar'ın çıkmasıdır." (Suyûtî, Kitabu'l-Arfi'l-Verdi fî Ahbâri'l-
Mehdi; Cârullah, no: 1494, s. 99. Bl. 7, Hadis no: 13)

Aslında görebilen için bu Hadis-i şerif'te her şey çok âyân bir şekilde belli edilmişti. Mühim olan,
geleceği haber verilen bu zâtı bu Hadis-i şerif'te görebilmekti. Fakat bu herkese müyesser olmadı.
Çünkü her bilginin özü Hadis-i şerif'lerde gizlidir.

Şu kadar var ki, Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri de "Şifâu'l-Alîl" adlı eserinde şöyle
buyurmuştu:

"O'nun, velilerden sırf kendi hizmetinde bulunmaları için kendilerini seçip temizlediği, Allah-u
Teâlâ'ya dâvet eden, yarın mahşerde velilerin saflarının öncülüğü ile kendisini senâya da ehil
kılacağı bir 'Bayraklılar ashâbı' vardır ki; onlar peygamberlerin yolu üzere kendilerini seçtiği
'Hassü'l-Has'; yâni 'Seçkinlerin de seçkini'dir." (5b yaprağı)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu mucize Hadis-i şerif'i ile Bayraklılar'ın başına
geçecek olan zâtın, Mehdi Hazretleri ile münasebeti olduğunu haber vermişler; onun çıkış alâmeti
olduğu gibi, ilk iman kurtarma cihadını başlatacağını da ifşâ etmişlerdir. Bu cihad-ı ekber'i yapanlara
"Bayraklılar" ismini bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vermişlerdir.
Sevban -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif'lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

"Sizin hazinenizin yanında, hepsi de bir halifenin oğulları olan üç kişi öldürülür ve bu hazine
hiçbirisine nasip olmaz.

Sonra Doğu tarafından Siyah Bayraklılar çıkarak hiçbir kavmin yapmadığı bir şekilde savaş
yaparlar ve ardından Allah'ın halifesi Mehdi gelir.

Siz onun ismini işittiğinizde kar üzerinde sürünerek de olsa ona geliniz ve ona biat ediniz.
Çünkü o, Allah'ın halifesi Mehdi'dir." (Hâkim)

Dikkat edilirse burada: "Benim Bayraklılar'ım" buyuruyor ve onları Ashâb-ı kiram -radiyallahu
anhüm- Hazerâtı ile birleştiriyor.

Bir diğer Hadis-i şerif'lerinde de şöyle buyuruyorlar:

"Biz öyle bir Ehl-i Beyt'iz ki, Allah bizim için dünyaya mukabil ahireti tercih etmiştir. Benim Ehl-i
Beyt'im benden sonra bela, kaçırılma ve sürgüne maruz kalacak. Nihayet, doğu tarafından
beraberlerinde siyah bayraklar olan bir kavim gelecek. Bunlar hayır (saltanat) isteyecekler,
fakat istekleri yerine getirilmeyecek. Bunun üzerine onlar savaşacak. Allah onlara yardım
edecek. Bundan sonra istedikleri (hükümdarlık) kendilerine verilecek. Ne var ki, onlar bunu
kabul etmeyip emirliği Ehl-i Beyt'imden bir adama tevdi edecekler. Bu (Emîr) de, insanlar
yeryüzünü daha önce zulüm ile doldurdukları gibi, yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Artık
sizden kim o güne yetişirse kar üstünde emeklemek suretiyle de olsa onlara varsın (katılsın)"
(Kütüb-ü sitte muhtasarı c. 17 sh: 556)

Hadis-i şerif'lerde Hazret-i Mehdi'nin bayraktarı olan Salih Temimi isminde bir zâttan ve bayrağından
şöyle haber verilmektedir:

"Süfyani Kûfe'ye ulaştığı ve Âli Muhammed'in yardımcılarını öldürdüğü zaman Mehdi çıkar ve
onun bayraktarı Şuayb bin Salih Temimi olur." (İmam-ı Suyûtî)

"Şuayb bin Salih Temimi orta boylu, esmer, hafif sakallı olup, elbiseleri beyaz ve bayrakları
siyah olan dört bin askerle çıkar. Bunlar Mehdi'nin önünde olurlar ve karşılarına çıkan herkesi
hezimete uğratırlar." (İmam-ı Suyûtî)

"Mehdi'nin bayrağında 'Biat Allah içindir' yazılıdır." (İmam-ı Suyûtî)

İbn-i Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre; Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
bir gün Hazret-i Ali -radiyallahu anh-ın elinden tutarak şöyle buyurdu:

"Bunun soyundan bir genç çıkar ve arzı adaletle doldurur. Siz onu gördüğünüzde Temimi genci
arayın. Çünkü o doğudan çıkacak ve Mehdi'nin bayraktarı olacaktır." (Taberâni)

Hazret-i Mehdi'nin Resulullah Aleyhisselâm'ın bayrağı ile çıkacağını haber veren bir Hadis-i şerif de
şöyledir:

"Mehdi'nin çıkış yeri Medine'dir, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in Ehli beyt'indendir.
İsmi Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ismidir. Hicret edeceği yer Beyt'ül-Makdis
(Kudüs)'tür. Sakalı sıktır, gözleri sürmeli olacaktır. Dişleri parlaktır, yüzünde bir ben vardır.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in softan bayrağı ile çıkacaktır. O bayrak dört köşeli
olup dikişsizdir ve rengi de siyahtır. Onda bir hicr (hale) bulunur. O Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem-in vefatından beri açılmamış olup Mehdi çıkınca açılacaktır. Hazret-i Allah üç bin
meleği Mehdi'ye yardım için gönderecek ve melekler O'na muhalefet edenlerin yüzüne ve
arkasına vuracaktır. O, yaşı otuz ile kırk arasında olduğu halde gönderilecektir." (İmam-ı Suyûti)
Hazret-i Mehdi'nin çıkışını anlatan bir diğer Hadis-i şerif'lerinin bir noktasında Resulullah Aleyhisselâm
"Siyah Bayraklılar"ın Mehdi'ye biat için yola çıkacaklarını ve Kûfe'ye (Irak topraklarına) ineceklerini
haber veriyorlar:

"Siyah bayraklılar ise Kûfe'ye inip biat için Mehdi'ye adam gönderirler." (İmam-ı Suyûtî)

Bu çıkan sahteler ise Hazret-i Mehdi çıksa ona biat etmeyi bırakın, onunla savaşır. Niçin? İmanı
olmadığı için.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in izinden giden, onun emanetini taşıyan ve onun
yolunda mücahede ve mücadele eden Hazret-i Mehdi ve askerleri nasıl ki "Siyah Bayraklar" taşıyorsa,
Hazret-i Mehdi'ye zemin hazırlayan ve kalemle iman kurtarma cihadı yapan Allah ehline de mânen bu
bayrak verilmiş ve bu isimle anılmışlardır.

O'nun vekili olan evliyâullah da bu bayrağı ve bu bayraklıları tarif ediyorlar.

VEHHÂBÎLİK DİNİ ve ORTAYA ÇIKIŞI

İbn-i Teymiyye (1263-1328):

Vehhâbîlik dininin fikir olarak ortaya çıkması, Hicrî 661, Milâdî 1263 yılında Harran'da doğan İbn-i
Teymiyye ile başlamıştır. Asıl adı Ahmed bin Abdülhalim olup, İbn-i Teymiyye lâkabıyla şöhret
bulmuştur.

Babası Abdülhalim'in Şam'ın en büyük camiinde vaaz ve ders kürsüsü vardı.

İbn-i Teymiyye henüz yirmi yaşına varmadan ders okutmaya ve fetvâ vermeye başladı. Babası ölünce
de onun yerine geçti. Bir çok hayranı ve taraftarı oldu.

Başlangıçta İslâm şeriatını ihyâ ve İslâm'a karışan hurafeleri temizlemek gayesiyle ortaya çıkmıştı. Şu
kadar var ki bazı itikadî ve amelî meselelerde cumhûr-u ulemâya, büyük müçtehidlere muhalefet etti.
Salâhiyeti umumiyetle kabul edilmiş bulunan nüfuzlu şahsiyetleri çürütmeye çalıştı. Cami minberinde:
"Ömer bin Hattab bir çok hatalar yapmıştır." dediği gibi, Muhyiddin İbn-ül Arabî -kuddise sırruh- ve
İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- gibi büyük zâtlara şiddetli hücumlarda bulunmuştur.

İmam-ı Süyutî onun hakkında:

"İbn-i Teymiyye kibirli bir adamdı. Kendini beğenirdi. Herkesten üstün görünmek,
karşısındakini küçümsemek ve büyüklerle alay etmek âdeti idi." demiştir.

Allah-u Teâlâ'nın dinini kendisinin düzelttiğini, Kur'an-ı kerim'in mânâsını sadece kendisinin anlamış
olduğunu söyleyen İbn-i Teymiyye; ehl-i sünnet âlimlerinin Kur'an-ı kerim'i ve Hadis-i şerif'leri yanlış
anladıklarını iddiâ edecek kadar ileri gitmişti.

Sâlih kullar ve evliyâullah vasıtasıyla Allah-u Teâlâ'ya yaklaşmanın İslâm'da yeri olmadığını iddiâ
etmiş, eserlerinde şiddetle tenkit etmiştir. Yaşayan kullar vasıtasıyla da Allah-u Teâlâ'ya yakın
olunamayacağı, onlardan yardım istenemeyeceği gibi, kim olursa olsun, ölenlerin de vasıta
olunamayacaklarını ve kendilerinden yardım istenemeyeceğini söylemiştir.

İbn-i Teymiyye sâlih kulların ve peygamberlerin kabirlerini, Allah-u Teâlâ'ya yaklaştıracaklarını ümit
ederek ziyaret etmenin câiz olmadığını iddiâ ettiği gibi; "Resulullah Aleyhisselâm'ın kabrini teberrüken
ziyaret etmek caiz değildir." demiştir.

Allah-u Teâlâ'nın bir cihette bulunduğuna, Arş-ı âlâ'nın kadim olduğuna kaniydi. Derinleştirdikçe
isabetsizliği meydana çıkan bazı içtihatları da vardı.
Sapık fikirleri haddi aşınca Mısır'da iki defa hapse atıldı. Görüşlerinde isabet edemediği, bir çok
âlimlerin tenkitleriyle sübut bulmuş, dalâlete düştüğü vesikalarla ispat edilmiştir.

Yaşadığı devirde büyük bir fikir hareketi meydana getirmiş, etrafında büyük bir çevre edinmiş, etkisini
kendisinden sonraki nesillerde de devam ettirmiştir.

Hakiki âlimler tarafından "Beynel-ulemâ muallâk adam" diye anılan İbn-i Teymiyye, 1328'de ölmüştür.

Muhammed bin Abdülvehhâb (1703-1792):

Muhammed bin Abdülvehhâb 1703 yılında Arabistan'ın Riyad şehrine yetmiş kilometre uzaklıkta
bulunan Uyeyne köyünde doğdu. İlk tahsilini kadı olan babasından aldı, daha sonra Mekke ve
Medine'de tahsiline devam etti. Bu tahsili esnasında İbn-i Teymiyye'nin akâid ve fıkha dâir eserlerini
ciddiyetle incelemiş, onun çarpık görüşlerinin etkisi altında kalmış, katı bir taassupla büyük bir bağlılık
göstermiştir. Daha sonra da kendisini müçtehid zannedip çıkmıştır.

Mekke ve Medine'yi merkez edinerek çalışmaya başladığında pek ciddiye alınmadığı için Basra'ya
geçti. Babası Abdülvehhâb bin Süleyman iyi bir müslümandı, çevresinde âlim olarak tanınıyordu.
Oğlunun bozuk fikirler yaydığını görünce karşı çıktı, peşinden gidilmemesini var kuvvetiyle halka
duyurmaya çalıştı.

İbn-i Abdülvehhâb birçok yerler dolaştıktan sonra tekrar doğum yeri olan Uyeyne'ye geldi. Oranın emiri
olan Osman bin Hamd ile yakınlık kurdu ve onu kendisine inandırarak görüşlerini kabul ettirdi, altı yüz
kişilik gücünden faydalandı. Daha sonra Uyeyne'nin mühim bir ismi haline geldi. Etrafında kendisini
dinleyen ve destek veren büyük bir kalabalık çevrelendi.

İbn-i Abdülvehhâb kendi sapık görüşlerini yaymak için "Kitabu'l-Tevhid" adında bir kitap yazmıştır.

Kendine uymayanları kılıçla yola getirmek gerektiği üzerinde duruyordu. Ona göre bu hususta her türlü
baskı uygulanabilirdi.

İbn-i Abdülvehhâb sadece sapık fikirlerini yaymakla kalmıyor, bunları zorla kabul ettirmeye çalışıyordu.
Bu durum halkı korku ve endişeye sevketti. Bunun üzerine o civarın kuvvetli kabilelerinden biri olan
Hâlid oğullarının reisi Süleyman bin Üreyir'e başvurarak yardım istediler. O da Uyeyne emiri
Osman'dan İbn-i Abdülvehhâb'ı oradan sürmesini istedi.

İbn-i Abdülvehhâb orada barınamayarak Riyad'a yakın bir yer olan Der'iyye'ye yerleşti. Oranın emiri ve
en nüfuzlu adamı Muhammed bin Suûd ile anlaştı ve işbirliği yaptı. Böylece görüşlerine siyasi bir güç
kazandırmış oldu. Bu işbirliğinden Vehhâbî isyanları doğdu. İsyancılar Osmanlılar'dan bağımsız olarak
kendi inanç ve düşüncelerine göre şekillenen bir devlet kurmak istiyorlardı. İbn-i Abdülvehhâb sapık
fikirlerini yaymak için sağlam bir maddî desteğe kavuşurken, Muhammed bin Suûd da kendi nüfuzunu
genişleterek Arap yarımadasına sahip olmak için fırsat elde etmiş oldu.

Bazı kabile reisleri de İbn-i Suûd gibi yaptılar ve İbn-i Abdülvehhâb'ın bâtıl fikirlerini kabul ettiler. İbn-i
Abdülvehhâb da güçlenerek daha rahat çalışma fırsatı yakaladı. İslâm dinini saflaştırmak bahanesiyle
bedevîleri etkisi altına almaya başladı. Çünkü onlar İslâmiyet hakkında şümullü bilgiye sahip değillerdi.

Arabistan topraklarının Osmanlı idaresinde olduğu dönemde bu bölgede Vehhâbî dininin temeli
1744'te işte böyle atıldı. Hicaz bölgesini istilâ ederek, oraları abluka altına aldı.

İbn-i Abdülvehhâb Der'iyye'de sapık fikirlerini yaymaya başladı, orada dersler düzenledi. Komşu
kabilelerin emirlerine mektuplar yazarak fikirlerini aktardı. Kısa zamanda etrafında kalabalıklar
toplandı. Erbakan gibi Deccal'den daha beter olan yoldan sapmış imamların etrafına halkın
toplandıkları gibi.

Bu sapık adam kendisine uyanlara "Muvahhidler" adını veriyor, kendisine uymayanları "Hak dine
girmeyenler" olarak görüyordu. Vehhâbîlik dinini resmen bu şekilde yaydı ve bu noktada ilâhlık
dâvâsında bulundu.

Halkın dalâlete düştüklerini, tarikata girme ve benzeri şeyler yüzünden tevhidin bozulduğunu, bu gibi
kimselerin müşrik olduğunu ileri sürerek kan ve mallarının kendisine inananlara helâl olduğunu, onları
kılıçla yola getirmenin gerektiğini ilân etti.

Bölge halkına ganimet vaad eden bu sapık fikirler Necd bölgesinin halkına cazip gelmişti. Bu bölge
asırlardır bir çok sapıklıklara sahne olmuştu. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'den
sonra peygamberlik iddiâsıyla ortaya çıkan Müseyleme'tül-Kezzab, Secah, Tüleyhâ, Esved'ül-Ansî gibi
sahtekârlar bu bölgede ortalığı karıştırmışlar, taraftar bulmuşlardı. Bölge daima isyancı grupların
merkezi olmaya devam etmişti. Halk yağmacılığa, talana, isyan etmeye, baş kaldırmaya her zaman
için meyilli idiler. Çok yaygın bir cehâlet hüküm sürüyordu.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'lerinde Tevrat'taki âyetleri tebdil ve tahrif eden yahudi âlimlerinin durumunu
anlattıktan sonra, onların peşinden giden avam halkın durumunu da haber vermekte ve her iki grubun
aynı derecede sapıklık içerisinde olduklarını beyan buyurmaktadır:

"Onlardan bir kısmı okuma yazması olmayan ümmidirler, kitabı anlamazlar. Bir takım bâtıl
şeyleri onlar sadece zanneder dururlar." (Bakara: 78)

Saptırıcı önderleri izleyen kimseler, hiçbir bilgiye sahip olmaksızın körü körüne ve aptalca peşlerinden
gittikleri, hakikata kulak vermedikleri, bir takım zan ve kuruntulara saplandıkları için dalâlete
düşmüşlerdir.

Sonra Allah-u Teâlâ mal, menfaat, makam ve şöhret için peşlerinde sürükledikleri halkı sapıklığa
düşüren önderleri Âyet-i kerime'sinde şu şekilde açıklamaktadır:

"Kitab'ı elleriyle yazıp da sonra onu az bir para ile satabilmek için: 'Bu Allah katındandır.'
diyenlere yazıklar olsun!

Ellerinin yazdıklarından ötürü vay haline onların! Kazandıkları vebalden ötürü vay haline
onların!" (Bakara: 79)

Bu Âyet-i kerime her ne kadar İsrâiloğullarından söz ederken zikredilmişse de hükmü elbette ki
umûmidir.

İnsanları Hakk'tan uzaklaştırarak, ebedî azaba sürükleyen bu saptırıcılığın vebali şüphesiz ki çok
büyüktür.

O bölgede pek çok kanlı baskınlar yapıldı. Vehhâbîliği kabul etmeyenler kılıçtan geçirildi, elde edilen
malların beşte biri ganimet olarak hazine adı altında Muhammed bin Suûd ve avânesine ayrıldı, kalanı
ise savaşa katılan süvari ve yaya çapulcular arasında ikili-birli bölüştürüldü. Bu durum doğrudan
doğruya Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a karşı açılan bir başkaldırmadır. Vehhâbîlik
dinine girenleri himâye etti, İslâm dininde olanların mahvına çalıştı.

İşte bu Vehhâbî bozmalarının bu yaptıklarından bazılarını örnek olarak gösteriyorum, müslüman olan
bunu yapar mı?

Bununla bir kâfirin arasında ne fark görebilirsin? O da kâfir, o da kâfir! Vehhâbîlik dinini savunanların
kâfir oldukları buradan da görülebilir.

Ulemâ-i kiram'dan Muhammed İbn-i Âbidîn -rahmetullahi aleyh- Hazretleri Vehhâbîler'in hakkında
"Reddül-Muhtar" adlı eserinde buyurur ki:

"Zamanımızda Abdülvehhâb'a tâbi olanlar Necid'den çıkarak Harameyn'e musallat olmuş,


Hanbeli mezhebinin yanısıra, edindikleri bazı itikatlarla ancak kendilerinin müslüman
olduklarını, muhaliflerinin müşrik olduklarını iddia etmiş, ehl-i sünnet ile savaşı ve ehl-i sünnet
âlimlerinin öldürülmesini mübah saymışlardır." (Cilt: 4, sh: 262)

Bunu bir müslüman yapar mı? Aslâ yapmaz!

Mâlikî ulemâsından Es-Sâvî -rahmetullahi aleyh- Hazretleri de Celâleyn Tefsiri'ne yaptığı Şerh'in ilgili
bölümünde şöyle buyurur:

"İbn-i Abdülvehhâb ve mukallidleri: 'Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedün Resulullah' diyen Ehl-i
sünnet'i kendi rey ve te'villeriyle tekfir ettiklerinden dolayı Hâricî zihniyetindedirler."

Bunların içyüzlerini öğrenin, müslüman olmadıklarını bilin!

Suûd Hanedanı:

İbn-i Abdülvehhâb'ın başlattığı bu hareket, Muhammed bin Suûd vasıtasıyla siyasi bir cephe kazandı
ve hızla yayıldı. Muhammed bin Suûd pek çok toprak ele geçirdi. Onun 1766'da ölümünden sonra
isyanlar oğlu Abdülâziz bin Muhammed bin Suûd tarafından devam ettirildi. Bu adam da babasından
daha büyük heyecanla İbn-i Abdülvehhâb'a bağlandı.

Abdülaziz bin Muhammed otuz yıl Orta Arabistan'da çok büyük katliamlar yaptı. 1802 yılında
Kerbelâ'yı, 1803-1806 yılları arasında Tâif, Medine ve Mekke'yi ele geçirdiler. Pek çok müslümanı,
kadın çocuk demeden acımasızca şehit ettiler. Tekke, zâviye, türbe nevinden her yeri yıktılar. Ele
geçirdikleri Tefsir, Hadis ve diğer ilimlerle ilgili pek çok kitabı parçaladılar. Vehhâbî askerleri çok câhil
oldukları için, Kur'an-ı kerim'leri diğer kitaplardan ayırt edemediler ve paramparça yaptılar. Bazı Âyet-i
kerime'lerin nakşedilmiş bulunduğu tezhipli Kur'an-ı kerim cilt derilerinden çarıklar yapıp ayaklarına
giydiler. Öyle ki koca Tâif şehrinde üç tane Kur'an-ı kerim'le bir takım Buhârî-i şerif kaldı.

Bunu bir müslüman yapabilir mi? Kâfir olduklarını hâlâ görmüyor musunuz?

O tarihlerde Osmanlı Devleti'nin dış düşmanlarla savaş hâlinde olması ve zayıflamaya başlaması
Vehhâbîler'in işini oldukça kolaylaştırdı. Batılı devletlerin, bilhassa İngilizler'in de yardım ve
teşvikleriyle bozguncu düşünceler halk arasında yayıldı. İslâm'a ve müslümanlara büyük darbeler
vurdular.

Vehhâbîler Resulullah Aleyhisselâm'ın, Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali, Hazret-i
Fâtıma -radiyallahu anhüm- Hazerâtı'nın doğdukları evleri, orada bulunan bütün kubbe ve türbeleri
yerle bir ettiler. Her türbenin kubbesini de o türbenin türbedârına yıktırdılar. Ancak halkın galeyanı
üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in mübarek mezarı üzerindeki Kubbe-i
hadrâ'yı bıraktılar. Ehl-i sünnet âlimlerinden çoğunu sebepsiz yere astılar.

Suûd bin Abdülaziz Cumâ hutbelerinden halifeye yapılan duâyı kaldırttı. Tevbe sûre-i şerif'indeki:

"Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktirler. Onun içindir ki bu yıllarından sonra artık
Mescid-i haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe: 28)
Âyet-i kerime'sini delil göstererek müslümanları müşrik saydığını ilân etti ve yedi sene Mekke-i
mükerreme'ye sokmadı. Vehhâbîler kalabalık yerlere tellâllar çıkartarak: "Suûd bin Abdülaziz'in dinine
girin!" diyerek müslümanları İbn-i Abdülvehhâb'ın görüşlerini kabule zorladılar.

Görülüyor ki doğrudan doğruya İslâm dinine cephe aldı, Vehhâbîliği bir din olarak kabul etti.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i imrân: 19)

Buyurduğu halde Hazret-i Allah'a ve Resulullah Aleyhisselâm'a karşı geldi, Kitabullah'ı inkâr etti ve
kendi dinini ilân etti.

Ey Vehhâbî bozmaları! Buna bir itirazınız var mı? Bunu hangi Âyet-i kerime ve hangi Hadis-i şerif'le
izah edebilirsiniz?

Abdülaziz bin Suûd ise Medine halkına hitaben yaptığı küfür dolu konuşmasının bir noktasında:

"Peygamber'in kabri başında önceleri olduğu gibi durarak, tâzim için salât-ü selâm getirmek çirkin bir
davranıştır ve çirkin bid'atlardan olduğu için Vehhâbî diyanetince yasaktır." dedi.

Ben de diyorum ki bunu diyen müşriktir.

Zira Allah-u Teâlâ:

"Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber (Muhammed)e çok salât ve senâ ederler.

Ey iman edenler! Siz de ona salât-ü selâm getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun."
(Ahzâb: 56)

Âyet-i kerime'si ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine Zât-ı akdes'inin ve meleklerin salât-ü
selâm getirdiğini duyuruyor ve ümmet-i Muhammed'e emir buyuruyor. Bu kâfir ise böyle söylüyor, bu
Âyet-i kerime'yi inkâr ediyor. Kendi dinini kuvvetlendirmek için Allah-u Teâlâ'nın emrini hiçe sayıyor,
hakikatin yerine bid'atları yerleştirmek istiyor. Bundan ötürü şirk koşmuşlardır ve müşrik olmuşlardır.

İkinci Mahmud devrinde Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın ordusu Mekke-i mükerreme,
Medine-i münevvere ve Tâif'i Vehhhâbîler'in elinden kurtardı. Abdülaziz'in yerine geçen oğlu Abdullah
ve çocukları İstanbul'da 17 Aralık 1819'da idam edildiler.

Suûd hânedânından II. Abdülaziz bin Suûd 1902 yılında yeniden Riyad merkezli Vehhâbî yönetiminin
kuruluşunu ilân etti. II. Abdülaziz İngilizler'le işbirliği yaptı. 26 Aralık 1915'te İngiltere ile özel bir
anlaşma imzaladı. Bu anlaşmaya göre kendisine bağlı olan bölgelerin mutlak hükümdarı olarak
tanındı. İngilizler de muazzam paralarla bunlara destek sağladı.

Birinci Dünya Savaşı'nın Osmanlı Devleti'nin aleyhine sonuçlanması üzerine, Osmanlı Devleti 1918 yılı
sonlarında Medine'den çekildi. Suudiler 17 Mayıs 1927'de İngilizler'le yapılan Cidde anlaşmasından
sonra tam olarak bağımsız hâle geldi.

13 Haziran 1982'de tahta Fahd bin Abdülaziz geçti. Fahd, kardeşleri ile arasındaki saltanat
rekabetinde Amerika'dan destek gördü ve krallığa geçmesinden sonra bu memleketi tamamen
Amerika'nın güdümüne soktu.
Vehhâbîler krallarını "Sahîh imanın temsilcisi", "Şeriatın savunucusu" olarak sayarlar. Şeriatın
normalde bütün herkese karşı işlemesi gerekirken Suûdî Arabistan'da "Siyade" denilen ve kralla onun
çevresindeki kişilerin meydana getirdiği sınıfın dokunulmazlıkları vardır.

Küffar Ajanlarının Oyuncağı Dalâlet Ehli:

"Biz Selefîyiz, İslâm biziz" diyenler öteden beri küffar ajanlarının oyuncağı olmuştur. Zira bunlarda
feraset ve manevîyat yoktur. Ehlullahı ve onların maneviyâtını inkâr edende feraset ne gezer. Allah bu
inkârcıları bundan mahrum etmiştir. Bu sebeple küffar ajanları bunların içlerine rahat nüfuz etmiştir.

Nitekim "Bir İngiliz Ajanının Hatıraları" ismi ile basılan kitaptaki İngiliz Ajanı Hampher'in anlattıkları
bu durumu bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Nehir yayınlarının tercüme edip bastığı bu eserde bu
İngiliz Ajanı Vehhâbîliğin kurucusu Muhammed bin Abdülvehhab'ı nasıl avucuna aldığını, sapkın
fikirlerini kadınları da kullanarak nasıl bu adama kabul ettirdiğini bütün ayrıntıları ile anlatmaktadır.
(Bkz. "İslâm'ı Nasıl Yok Edelim? Bir ingiliz Ajanının Hatıraları", Nehir Yayınları)

Basra'daki ehl-i sünnet alimlerinden yüz bulamayan İngiliz ajanı Hampher şii bir marangozun yanında
çalışmaya başlar. Sonra yaşadıklarını ve İslâm'ı yıkmak için gösterdiği başarılarını(!) hatıralarında
şöyle anlatır:

"...bir gençle tanıştım... bu gencin ismi Muhammed Bin Abdülvehhab idi. Makama düşkün,
yükseklerden uçan ve son derece asabi bir gençti. Osmanlı hükümetinden çok nefret ediyor ve
hep aleyhinde konuşuyordu. (s. 39) ... Muhammed Abdülvehhab ile tanışmamdan bir süre sonra
bu adamın, İngilizlerin bölgedeki amaçlarını uygulayabilecek en uygun kişi olduğu kanaatine
vardım. Yükseklerden uçan ruhu, gururlu oluşu, makam ve mevkiye düşkün oluşu, İslâm
alimlerine karşı düşmanlık beslemesi hatta Hülefa-i Raşidin'e kadar varan eleştirileri itibariyle
bu iş için tam aradığımız kişiydi. ...

Bu mağrur genç ile, İstanbul'daki yaşlı Türk arasında büyük farklar vardı. Hanefi Mezhebi'nden
olan o yaşlı adam, Ebu Hanife'nin ismini anmadan önce abdest alırdı. Ehli Sünnet'in en muteber
hadis kitaplarından olan "Sahih-i Buhari"ye çok değer verir, abdest aldıktan sonra kitabı alır
mütalaa ederdi. Muhammed Abdülvehhab tam tersine Ebu Hanife'yi tahkir eder, ona itibar
etmezdi. Ebu Hanife'den çok bildiğini ve "Sahih-i Buhari" kitabının yarıdan fazlasının hiçbir işe
yaramadığını iddia ederdi.

Her halükârda ben Muhammed ile samimiyeti artırarak dostluk kurmaya başladım. Sürekli
olarak onu; Allah seni büyük bir dahi olarak yaratmış, sana Ali ve Ömer'den daha fazla akıl
vermiş, diye tahrik ediyordum. Eğer sen Peygamber zamanında yaşasaydın, kesin olarak
onların yerine sen geçerdin, diyordum. Onu her zaman seven, saygı duyan birisi olarak
gözüküyor ve şöyle konuşuyordum; "İslâm'da çok yakında meydana gelecek gelişmelerin sizin
önderliğinizde gerçekleşmesini ümit ederim. Zira İslâm'ı bu düşüşten sadece sen
kurtarabilirsin. İslâm'ı düşüşten kurtarmak için herkes sana ümit bağlamış." (s. 43-45)

... Başka bir gün de ona dedim ki: Kadınları mut'a (geçici nikâh) etmek caiz midir? .... Onu bu
işe razı ettikten sonra, bazı şeyler söyleyerek onu tahrik etmeğe çalışıyordum. Ve bu şekilde bir
kadınla birlikte olmak ister misin diye sordum. Kabul ettiğini belirten bir edayla kafasını öne
eğdi. Ben görevimin en iyi fırsatını ele geçirmiştim. ... Bu konuşmadan sonra, Basra'da İngiliz
Sömürgeler Bakanlığının emriyle çalışan Hıristiyan genel kadının yanına gittim. Bu kadın
müslüman gençleri fesada sürüklemekle görevliydi. ... ona (Safiye) ismini taktık. ... Muhammed
Mut'â akdini bir haftalık olarak okuyarak bir altın ücret verdi. Ben dışardan, Safiye içerden
Muhammed bin Abdülvehhab'ı geleceğe hazırlıyorduk. Safiye, din ahkamını ayaklar altına
almanın ve bağımsız görüşlülüğün tadını Muhammed'e tattırmıştı.

Üçüncü gün Muhammed'in yanına gittim. Tekrar konuşmamıza başladık. Bu kez de içkinin
haram oluşu üzerine tartışıyorduk. (s. 46-47)
... Ben Muhammed ile aramızda geçen içki konusundaki konuşmayı Safiye'ye anlattım. Ona
fırsattan yararlanarak Şeyhe içki içirmeye çalışmasını ısrarla istedim. Sonraki gün bana,
Muhammed'le birlikte çok içki içtiklerini, hatta Şeyhin zilzurna sarhoş olduğunu söyledi. ... ben
ve Safiye Şeyhi iyice avucumuza almıştık. İşte burada ben sömürgeler Bakanı'nın beni
uğurlarken söylediği altın sözü hatırladım. "Biz İspanya'yı kâfirlerden (Maksadı
Müslümanlardır.) fuhuş ve içki sayesinde aldık. Diğer topraklarımızı bu iki güçlü araç vesilesi
ile ele geçirmeliyiz." (s. 49)

... amacım Muhammed Bin Abdülvehhab'ın şahsiyetine liderlik fikrini telkin etmekti. Onun
ruhunu etkileyerek müslümanların idaresi için sünni ve şiilikten başka üçüncü bir yolu ona
önermeye çalışmaya başladım. ... O'nun parlak zekâsı ve dini meselelerdeki üstün
yeteneğinden övgü ile söz ederdim.

Bir defasında uydurduğum bir rüyayı kendisine şöyle anlattım: "Rüyamda gördüm ki;
Peygamber, hatiplerin anlattığı gibi bir heyet ile kürsüye oturmuş. Etrafını benim hiçbirini
tanımadığım alimler sarmıştı. Aniden sen meclise girdin. Ve sen, Muhammed Bin Abdülvehhab,
yüzünden nur saçıyordun. Peygamberin yanına vardığında o sana saygı göstererek yerinden
kalkıp alnından öperek dedi ki: "Ey benim adaşım, sen benim ilmimin varisisin, Müslümanların
din ve dünya işlerinde benim vekilimsin!" Sen dedin ki: "Ya Resulullah, ben ilmimi halka
açıklamaktan korkarım." Peygamber sana: "Gönlünde korkuya yer verme, sen sandığından
daha büyüksün." buyurdu.

Muhammed Abdülvehhab bu yalan rüya hikâyemi duyduğunda, sevincinden uçacak gibiydi. (s.
51-52)

... Bakan (İngiliz Sömürgeler Bakanı) özellikle, Şeyh Muhammed Abdülvehhab'a nüfuz ederken
gösterdiğim ustalıktan ötürü son derece sevinçliydi. (s. 65)

Abdülvehhab'ın onunla irtibata geçen diğer başka bir İngiliz ajanı olan Abdülkerim ile yaptıklarını
Hampher şöyle naklediyor:

... Abdülkerim orada, Safiye'den daha güzel bir mut'â bulmuş Şeyh'e. Bu genç kadının ismi
Asiye ve Şiraz'da mukim yahudilerden imiş. Bilinmelidir ki Abdülkerim İsfahan'ın Culfa kazası
Hıristiyanlarından birinin takma ismidir.

... Kısacası biz, dört kişi yani; Abdülkerim, Safiye, Asiye ve benim (bu satırların yazarı) gece
gündüz süren çalışma ve çabalarımız sonucu, Büyük Britanya Devleti Sömürgeler Bakanlığının
tam istediği doğrultuda bir Şeyh Muhammed Abdülvehhab yetiştirdik, gelecekteki
sorumlulukları yüklenecek düzeye getirdik. (s. 65-66)"

Görüyorsunuz bunların önder diye peşlerinden gittikleri insanların şeyhi şeytan olmuş. İlhamını
şeytanlaşmış insanlardan ve hıristiyan İngilizler'den almış.

Bu gibi şeyh şeytanlarının hakiki Allah dostlarına hakiki şeyhlere düşman olmasından daha tabii ne
olabilir? Ve fakat ektiği fitne-fesat tohumları âlem-i İslâm'a çok büyük zarar vermiştir.

İşte bunların durumu budur.

Bunların izinden giden, "İbn-i Teymiyye, İbn-i Abdülvehhab" diye diye onları ilâh edinenlerde de benzer
itikatları ve sapkınlıkları bulursunuz.

Dimdik Ayakta Duran Din:

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini" kitabının bir
noktasında bunlara şöyle hitap ediyorlar:
"Ey türemeler! Siz gerçekten Hazret-i Allah'a, Kitabullah'a, Resulullah'a mı iman ettiniz, yoksa fitne
fücur yayan İbn-i Teymiyye'lere, İbn-i Abdulvehhab'lara, Abduh'lara... mı iman ettiniz?

Bu hakikatleri sizin önünüze sermekle, sizi size göstermek istiyoruz. Yoksa Allah-u Teâlâ'nın nur
vermediği kimseye hiç kimse nur veremez, O'nun hidayet vermediği kimseye hiç kimse hidayet
veremez.

Yarın dostlarınızla, şeytanlarla cehenneme girdiğiniz zaman, birbirinizle nasıl itişip kakışacaksınız?
Amma o da yarın. Bugün sizin ağzınıza bir bal sürülmüş, onu yalayıp duruyorsunuz! Yarın ateş
sürüldüğü zaman ayılacaksınız ve hakikati öğreneceksiniz. Nedamet çok, fakat faydası hiç yok!

Gerek sapıkların gerekse türemelerinin yüzlerine karşı hakikatleri açık açık söylüyoruz. Şayet
zanlarında doğru olduklarını söylüyorlarsa, Âyet-i kerime ile cevap bekliyorum. Amma aslâ Vehhâbî
dini ile değil. Çünkü ben Elhamdülillah müslümanım, müslümanca konuşuyorum ve müslümanca
cevap bekliyorum. Ben Vehhâbî dininden değilim. O dini inkâr ediyorum ve itiraz ediyorum. Çünkü
Allah-u Teâlâ dinini ilân etmiş ve Âyet-i kerime'sinde:

"Allah katında din İslâm'dır." buyurmuştur. (Âl-i imrân: 19)

Ondan başka bir din kabul etmediğim gibi, Vehhâbîlik dinini de aslâ kabul etmiyorum! Sizin sapık
ilâhınız sizin olsun!

Diğer bir Âyet-i kerime'de:

"Size din olarak İslâm'ı beğendim." buyuruluyor. (Mâide: 3)

Şu ilâhî hükme bir bakın! Din olarak İslâm'ı beğendiğini haber veriyor, Vehhâbîliği değil.

Ey Vehhâbîler! Bu Âyet-i kerime'ye iman mı edeceksiniz, kâfir mi olacaksınız?

Emrivâki yapmama rağmen susarsanız, Âyet-i kerime ile cevap veremezseniz, artık ne zelil duruma
düştüğünüzü siz de görün, ilâh edindikleriniz de görsün!

Çünkü;

"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir." (Rûm: 30)

Biz bu dine inanarak, iman ederek hareket ediyoruz ve karşınızda böyle açık açık konuşuyoruz.
Cahillerin cehaletlerini, sapıkların sapıklıklarını ortaya koyuyoruz. Ehl-i imanın imanını kurtarmak,
sapmaya meyyal olanları da önlemek için muhakkak ki bu beyanları açık açık söylemem gerekiyordu
ve işte söylüyorum! Varsa hüneriniz cevap verin! Susarsanız, çok iyi bilin ki bütün bu söylediklerimi
ister istemez kabul etmek mecburiyetindesiniz. Amma her defasında arzettiğim gibi ancak ve ancak
Âyet-i kerime ile cevap beklerim. Aslâ lâfla değil. Böyle böyle sizin kafanıza vurmak zorundayım.
İfsadın yayılmaması için, ehl-i imanı dalâletinizden kurtarmak için, avınıza düşmemesi için...

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"İman edenler hâlâ bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi." (Ra'd: 31)

Ey iman şerefiyle müşerref olanlar! Halinize şükredin. Ki Allah-u Teâlâ size olan nimetini artırsın. Eğer
onlarda hayır görseydi onları da hidayete erdirirdi, kalplerine imanı koyardı. Dilediğini hidayete
erdiriyor, ebedî saâdet ve selâmete ulaştırıyor. Kalplerinde hayır olmayanları bildiği için onlara nur
vermiyor, nur vermediği için de küfür batağında bocalayıp duruyorlar.

Şeytan da yaptıklarını onlara süslü gösteriyor, kendilerinin haklı olduklarını zannediyorlar. Tâ ki


Hakk'ın huzuruna çıkıncaya kadar bu zan onlarda devam eder. Fakat ruhları alınırken, huzur-u ilâhî'ye
çıkarken nedamet çok olacak, fakat faydası hiç olmayacak.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Onlar kendileri inkâr ettikleri gibi sizin de inkâr edip sapmanızı isterler ki, onlarla bir olasınız."
(Nisâ: 89)

Ey Vehhâbîler! Allah-u Teâlâ'nın bunca emirleri varken bunları inkâr ediyorsunuz, başkalarını da
saptırmaya çalışıyorsunuz. Bunun vebalini düşünüyor musunuz? Âkıbetinizi görüyor musunuz?

"Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan hiçbirini dost edinmeyin." (Nisâ: 89)

Ey iman sahipleri! Allah-u Teâlâ'nın şu kelâmına bir bakın! "Onlarla hiçbir dostluk kurmayın." diye
emrettiği halde, onların sözlerine kulak verirseniz, ilâhî emirleri hiçe saymış olursunuz. Hakk'a varmak
için nasıl yol bulursunuz? Mesuliyetiniz nice olur?

"Eğer yüz çevirirlerse onları yakalayın, nerede bulursanız öldürün." (Nisâ: 89)

Bu ilâhî emirdeki vehameti düşünün. Zira burada bir de ebedî ölüm var.

"Sakın onlardan ne bir dost, ne de bir yardımcı edinmeyin!" (Nisâ: 89)

Zira Allah-u Teâlâ ile dostluğunuzu kaybetmiş olursunuz. Bu emir kati bir hükümdür." (Ömer Öngüt -
kuddise sırruh-, "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini")

Öğüt ve İkazlar:

Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini" kitabında bunlara şu
şekilde öğüt ve ikazlarda bulunuyor:

"Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde, Hakk'tan sapanlara karşı delil ortaya koymakta ve aynı zamanda
onları uyarmaktadır:

"Onlar gökten ve yerden önlerinde ve arkalarında bulunanı görmüyorlar mı?" (Sebe: 9)

Eğer görmüş olsalar, hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ'nın kudret ve azametini anlarlar, eğrilmiş olan
yollarını doğrulturlar, kaymış olan kalplerini düzeltirler.

"Dilersek onları yere batırırız veya üzerlerine gökten parçalar düşürürüz." (Sebe: 9)

Nereye giderseniz gidin, benim intikamımdan kaçamazsınız. Ben herşeye kâdirim, yaptıklarınızı da
görmekteyim.

"Şüphesiz ki bunda Allah'a yönelen her kul için bir âyet (ibret) vardır." (Sebe: 9)

Çünkü Allah'a yönelen kullar işin içindedir, diğerleri ise dışındadır.


Biz bütün bu beyanları ve ikazları, belki içlerinden bir kişiye Allah-u Teâlâ hidayet verir diye yapıyoruz.
O bir kişi için bu eserleri yazıyoruz. Ola ki içlerinden birisi hakikati görür de dirilir, ebedî saâdet ve
selâmete kavuşur diye merhameten yapıyoruz. Bilmeyerek bu batağa düşen bir kimseye el uzatıp
kurtarmak istiyoruz. Çünkü henüz tevbe kapıları kapanmış değildir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"De ki: 'Rabb'im hayâsızlığın açığını da gizlisini de, günahı, haksız yere haddi aşmayı, hakkında
hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi haram kılmıştır.'" (A'râf: 33)

Ey Vehhâbîler! Şu emr-i ilâhî'ye bir bakın, Allah'tan korkun, vicdanlarınıza dönün, haddi aşmayın. Zira
O'nun azabı çok şiddetlidir.

Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında bu kadar Âyet-i kerime'ler
bulunduğu halde, delilleri önünüze sürüldüğü halde inkâr etmeniz, arkaya atmanız, umursamamanız,
gerçekten sizin için büyük bir felâkettir.

"Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise ateş ehlidir. Onlar orada
ebedî kalacaklardır." (A'râf: 36)

Küfrün ve büyüklük taslamanın cezâsı bundan başka bir şey değildir, onlar cehennemden hiç
çıkmayacaklardır.

Ey Vehhâbîler! Bu Âyet-i kerime'nin karşısında sizin durumunuz nedir? Siz hâlâ kendinizi müslüman
olarak mı zannedeceksiniz?

Âl-i imrân sûre-i şerif'inin 82. Âyet-i kerime'sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin
yoldan çıkmış kimseler olacağı bildirilmektedir:

"Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir." (Âl-i imrân: 82)

Allah-u Teâlâ sevdiği seçtiği peygamberine bu emri vermiş, onlardan söz almış, onlar da herbiri
ümmetlerine duyurmuşlar.

Siz kim oluyorsunuz ve neci oluyorsunuz da o şerefli Peygamber'e muarız kesiliyorsunuz?


Ağızlarınızla bu nuru söndürmeye çalışıyorsunuz. Bu hâlinizle müşrik olarak yaşıyorsunuz da
haberiniz yok! Çünkü bütün hâl ve ahvâliniz ilâhî hükümlere karşıdır. İlâhınıza uymuşsunuz, şeytana
tapmışsınız. Bu suretle Allah-u Teâlâ kalplerinizi döndürmüş ve mühürlemiş, karanlıkta kalmışsınız. Bir
bu Âyet-i kerime'lere bakın, bir de sizin kendi durumunuza bakın da ibret alın. Gerçekten müslüman mı
kâfir mi olduğunuzu görün! "Bize kâfir diyor!" demeyin.

Allah-u Teâlâ sevgili Peygamber'i Muhammed Aleyhisselâm'a tâzimde bulunulmasını, tebcil


olunmasını, saygı ve hürmet gösterilmesini, değer verilmesini ve yüceltilmesini Âyet-i kerime'sinde
bizzat emir buyurmaktadır:

"Ey insanlar! Allah'a ve Peygamber'ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp
saygı gösteresiniz." (Fetih: 9)

Kim ki bu ilâhî emr-i şerif'i yerine getirirse Allah-u Teâlâ'ya ve Resul'üne itaat edip iman etmiş olur.
Fakat bu ilâhî emri yerine getirmeyen bir kimse çok iyi bilsin ki dinden çıkmıştır. Bu böyledir. Aksi
halde buna karşı bir Âyet-i kerime de siz getiriverin. Ki bunu getiremeyeceğinizi çok iyi biliyorum,
Çünkü Hazret-i Kur'an Muhammed Aleyhisselâm'a indirildi, sizin sapıtıcı ilâhlarınıza değil.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"O Peygamber müminlere öz nefislerinden evlâdır, canlarından da ileridir." (Ahzâb: 6)

Buyururken, onu daha önde tutmanız gerekirken siz İbn-i Teymiyye'yi, İbn-i Abdülvehhab'ı öne
sürdünüz, ve İbn-i Abdülvehhâb'ın yandaşlarını, onun izinden gidenleri seçtiniz. Siz hiç şüphe yok ki
seçtiklerinizle berabersiniz, amma Allah ve Resul'ü ile beraber olamazsınız.

Siz ahirette onlarla haşrolacaksınız, huzur-u ilâhî'ye onlarla çıkacaksınız. Çünkü siz Allah ve
Resul'ünün yolunda değilsiniz. Siz onları seçtiniz ve onların yolundasınız. Deccal'den daha beter olan
sapıtıcı imamlara uyduğunuzun farkında mısınız? Cehennem ateşinden sizi kim kurtarabilir? İlâhî
emirlere bir bakın, bir de tuttuğunuz yola bakın!

Âyet-i kerime'de buyurulduğu üzere hiç şüphe yok ki Allah-u Teâlâ herkesi önderleriyle beraber
mahşere çağıracak.

"İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız." (İsrâ: 71)

Rehber edindiği, peşine düşüp gittiği lideri nereye götürürlerse onlar da oraya gidecek. Dünyada
olduğu gibi ahirette de bir ve beraberdirler. İyiler iyilerle beraber cennette, kötüler kötülerle birlikte
cehennemde olacaklardır.

Âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor:

"Firavun kıyamet gününde milletine öncülük eder, onları cehenneme götürür. Gittikleri yer ne
kötü yerdir!" (Hûd: 98)

Ey Vehhâbîler! Siz de İbn-i Teymiyye'lerin, İbn-i Abdülvehhâb'ların arkasında çıkacaksınız.

Amma Allah-u Teâlâ'ya gönülden bağlanmış, iman etmiş, Kitabullah'a riâyet etmiş, Resulullah
Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sine tâbi olmuş olanlar aslâ kâfirlerle beraber olmazlar.

Ey Vehhâbîler! Siz neredesiniz? Amma elinizdeki bol imkânlarla dünyanın her tarafına fesadınızı
ifsâdınızı yaymaya çalışıyorsunuz. Fakat sizin önünüze set çekiyorum. Allah-u âlem bilin ki ömrünüz
kısadır.

Allah-u Teâlâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'e, iman edenlerle etmeyenlerin
âkıbetlerini beklemelerini söylemesini Âyet-i kerime'sinde beyan buyurmaktadır:

"De ki: Herkes beklemektedir, siz de bekleyin." (Tâhâ: 135)

Hakk'ın huzuruna varıncaya kadar herkes haklıdır. Sonra pirinç ile taş ayıklanacaktır. Herkes âkıbetini
bekliyor, siz de bekleyin.

Ey Vehhâbî bozmaları! Sinsi sinsi Vehhâbîlik dinini yaymaya, gizli gizli dünyaya yayılmaya çalıştığınızı
biliyorum ve görüyorum. Vehhâbî dinini ayakta tutmak için, Resulullah Aleyhisselâm'ı hükümsüz
saymak için İslâm dinini yıkmaya çalışıyorsunuz.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde:

"Bu, dimdik ayakta duran bir dindir." buyuruyor. (Rûm: 30)

Herhalde sizin gibi fesatçı ve ifsatçılar çok geldi gitti ki, bölücü olarak yalnız siz değilsiniz. Din-i İslâm'ı
olduğu gibi ayakta tutmak için, biz bütün bölücülerle savaşıyoruz.

Eğer mümin iseniz bana Âyet-i kerime ile cevap verin. Çünkü elhamdülillâh ben müslümanım, fesada
ifsada kapılmış değilim. İlâhî hükümlere, Resulullah Aleyhisselâm'ın Sünnet-i seniyye'sine gönülden
boyun bükenlerdenim.

Hem size harp ilân ediyorum, hem de sizinle savaşıyorum, hakikati açık açık söylüyorum.

Zira Allah-u Teâlâ'nın ve Resulullah Aleyhisselâm'ın huzuruna çıktığım zaman: "Bu sapıklarla ne gibi
bir mücâdelen oldu?" diye sorulduğunda: "Ey Rabb'ül-âlemîn! Elimden ve dilimden geldiği kadar emir
ve hükümlerini, hak ve hakikati tebliğ etmeye çalıştım!" diyebileyim.

Çünkü Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime'sinde:

"Ey müminler! Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öylece hakkıyla cihad edin."
buyuruyor. (Hacc: 78)

Bu Âyet-i kerime'ye bakarak hakkıyla cihad yapmaya çalışıyorum. Sizin de bir hüneriniz varsa Âyet-i
kerime ile karşıma çıkın, amma aslâ lâf kabul edilmez. Çünkü biz sizin sapık dininizden değiliz." (Ömer
Öngüt -kuddise sırruh-, "İslâm Dini ve Vehhâbîlik Dini")

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İhlâs Sûre-i Şerif'i (3)


Her Şey Allah'a Muhtaçtır

Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Her Şey Allah'a Muhtaçtır:

Allah-u Teâlâ tek olduğu gibi hiçbir şeye de muhtaç değildir.

"Allah Samed'dir, her şey O'na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir." (İhlâs: 2)
Yarattıkları ise O'nunla kâim olduğu için, yaratılan ne ki varsa her şey O'na muhtaçtır. Her şey O'nun
"Ol!" emriyle, O'nun yaratmasıyla meydana gelmiştir. Yaratılanların O'na muhtaç olması, yaratılma ile
sona ermez. "Öl!" emri gelinceye kadar her zerre O'nun varlığı ile hayattadır, O'na muhtaçtır. Bir atom
tanesi de böyledir, kâinat da böyledir, insan da böyledir.

İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti, yoksa ihtiyacı
için değil. O "Samed"dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O'na muhtaçtır. O "Meliklerin
meliki"dir. Her şey ancak O'nun izni ve irâdesi ile hükme bağlanır.

Herkesin ihtiyacını O karşılar. İhtiyaçları karşılayıp gidermenin tek kaynağı O'dur. Hacetlerin bitirilmesi
için tek müracaat edilecek O'dur. İlâçlarda şifâyı, tedavide devâyı yaratan O'dur. O hiçbir kimseye
hiçbir zaman aslâ muhtaç değildir. İhtiyaçtan münezzehtir. Rızıklandırır, rızka muhtaç değildir.

"Ehadiyet" sıfatı ile muttasıf olan Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatın her ihtiyaç ve isteklerinde
başvurulan yegâne mercidir. Sığınılacak yegâne dayanak O'dur. Duâ etmez, kendisine duâ edilir.

O öyle bir Allah ki;

İnsanı yoktan var etti, sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler verdi, onu kendi mülkünde
yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.

Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O'ndan talep olunur. Dilekleri yalnız ve
yalnız O yerine getirir.

Dilekler çoğaldıkça ihsan ve keremi de çoğalıyor. Hâcetler arttıkça in'âm ve ikramı da artıyor. İyilik ve
güzellikleri bitmez tükenmez.

Nitekim bir Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size vermiştir." (İbrahim: 34)

Sıkıntılı ve darlıklı günlerde kendisine başvurulan kapı O'nun kapısıdır. Her şeyden ve herkesten
müstağni olan, her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu zât O'dur. Cömertliği, lütufkârlığı son
haddine ulaşmış olan ilâh O'dur. O'nun izni ve emri olmadan hiçbir iş hükme bağlanmaz.

Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe muhtaçtır.

Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da O'na muhtaç,
su da O'na muhtaç.

Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtır. Hava da O'nun emrinde, güneş de
O'nun emrinde.

Hadis-i şerif'te beyan buyurulduğu üzere; "Güneş her gün doğudan batıya gider, Arşurrahman'ın
altında secdesini yapar ve tekrar doğması için izin ister." (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1321)

Her şey O'na muhtaç olduğu gibi, güneş de O'na muhtaç. Her şey O'nun yed-i kudretinde ve O'nun
emrindedir...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


HAZRET-İ MUHAMMED
Aleyhisselâm

-Hicretin Beşinci Yılı-

Hendek Savaşı

Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Savaşın Sebebi:

Hendek, Mekkeli müşriklerin müslümanlara karşı açtıkları en tehlikeli bir savaştır. Kureyşliler'in
Medine'yi basmak için giriştikleri teşebbüslerin üçüncüsüdür. İlk teşebbüs Bedir zaferiyle
püskürtülmüş, ikincisi Uhud'da durdurulmuş, üçüncüsü ve sonuncusu ise Medine muhasarasında
Hendek savaşına sebep olmuştur.

Nadir yahudileri Medine'den uzaklaştırılarak şehrin iç emniyeti sağlanmıştı. Medine haricinde baş
kaldırmak isteyenlere karşı yapılan âni hücumlarla Arap kabileleri de kısmen sindirilmişti.

Müslümanların aleyhine hazırlanan Medine kuşatması, Nadîr yahudilerinin tertiplediği bir işti.

İhanetleri yüzünden Nadîr oğulları Medine'den çıkarılmıştı. Reisleri Hayber kalesine sığınmışlar,
müslümanlardan öç almak için diş biliyorlardı. Esasen, günden güne ilerlemekte olan Müslümanlık
nereye varacaktı? Bunu düşmanlar arasında en iyi anlayanlar da yahudilerdi. Yetmiş kişilik bir yahudi
kafilesi, Hayber'den kalktı ve Mekke'ye geldi. Kureyşliler'e başvurdu. İçlerinde yirmi kadar reis de
vardı. Müşriklere işbirliği teklif ettiler. Kabilelerini Hayber ile Medine arasında bıraktıklarını, Kureyza
oğulları yahudilerinin de Resulullah Aleyhisselâm'ı arkadan vurmak için Medine'de kaldıklarını,
müslümanların köklerini kazıyıncaya kadar kendileriyle birlikte hareket edeceklerini söylediler.
Kureyşliler'e hoş görünmek için de:

"Sizin dininiz daha hayırlı ve sizin tuttuğunuz yol onlarınkinden doğrudur." dediler.

Bir taraftan şirk koşmaksızın bir tek Allah'a inandıklarını iddiâ ediyorlar, diğer taraftan ise Tevrat'ın
üzerinde çok durduğu ve hep kötülediği putperestlik ve şirk içerisinde bulunan müşriklerin
müslümanlardan daha doğru bir yola inandıklarını ilân ediyorlardı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'de şöyle buyuruldu:

"Kendilerine kitap verilmiş olanları görmedin mi? Tâğut'a ve bâtıl ilâhlara inanıyorlar. Sonra da
kâfirler için: 'Bunlar inananlardan daha doğru yoldadır.' diyorlar." (Nisâ: 51)

Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime'sinde onların sapıklıklarını bildirerek şöyle buyurdu:
"Bunlar Allah'ın lânetlediği kimselerdir. Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye
gerçek bir yardımcı bulamazsın." (Nisâ: 52)

Yahudiler bununla da kalmayıp Mekke'ye yakın bedevî kabilelerini de ittifaklarına aldılar. Bedevîlerin
müslümanlardan alınacak öçleri vardı. Necid'de oturan Gatafân kabilesi'ne de, Hayber'in bir yıllık
hurma hasılatının yarısını vâdetmişlerdi. Bu suretle müslümanlığa karşı, yahudilerin teşvikiyle
Kureyşliler'i ve bedevîleri içine alan büyük bir düşman cephesi kuruldu. Onları da bu şekilde harekete
geçirdiler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Muhterem Ömer Öngüt


-kuddise sırruh- Efendi Hazretleri'nin
Hayat-ı Saadetlerinden İnciler ve Hatıralar (47)
Şeytanın Hileleri

Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

"Bunun Durumu Budur!"

Bir insan bütün hayatı boyunca zevk, sefa içinde yaşasa vallâhi bir an azaba değmez.

Gözümle gördüm. Bir noktayı anlatayım:

Birisi vardı hem zâlimdi, hem hayır yapmayı çok severdi. Fakat o hayır yapması da gösterişti. Çünkü
hem zâlim, hem hayır ikisi bir arada olmaz.

Gençliğin şaikasında;

"Yâ Rabb'i bunun durumu nedir? Bana bunun hâlini gösterir misin?" dedim.

Gösterdiler; kaynar suya atmışlar çıkarıyorlardı. Çamaşır şeklinde tele koyuyorlardı. "Bunun durumu
budur!" dediler. Bir anda bütün vücudu erimiş, derisini çamaşır halinde tele koyuyorlar. Bir anda!

Şeytanın Hilelerinden Bazıları:

Bir gece ibadet ediyordum. Kıyamda iken bir ses geldi; "Sen artık en yüksek makama çıktın!"
O anda bu sesin şeytandan geldiği bilindi. Allah-u Teâlâ'nın lütf-u ihsanı, ikramı yetişirse, her şey
kolaylaşıyor. Bir an tereddüt ettiğin zaman helâk olursun.

Fakat Allah-u Teâlâ daha evvel lütfettiği için, bu sesin şeytana ait olduğunda bir an bile tereddüt
edilmedi.

Meğer insan ibadet esnasında çok yükseklerde imiş, bundan kimsenin haberi yok. Gayr-i ihtiyari iniş
yapmak istedik. Fakat o kadar bilgi sahibi ki, "Belki inişe geçer!" diye hesaplamış, ayağımın altına
yuvarlakça bir masa hazırlamış. İndiğim zaman ayaklarım o masaya değdi. Daha uçları değer değmez
Allah-u Teâlâ onun şeytana ait olduğunu duyurdu. O anda Hazret-i Allah'a sığındım, istediğim yere iniş
yaptırdı. Eğer Allah-u Teâlâ'nın lütfu olmasaydı kurtuluş imkânsızdı. Bunların hepsi bir an içinde
oluyor. Bu kadar hilekârdır.

Bir defasında da Makâm-ı İbrahim'de bulunuyordum, baktım sol tarafımda oturuyor. Şeytan olduğunu
biliyorum, Allah'ım tanıtıyor. Kaç defa gördümse yine tanıdım.

Bu defa para istedi, vermedim. Bir daha istedi, bir daha istedi. Orada hem para verilmez, hem de ona
itibar edilmez. Fakat gayesi beni meşgul etmek, huzurdan alıkoymak. Artık o huzursuzluktan kurtulmak
için ufak bir para verdim. Sonra kendi kendime hayret ettim. Tanıdığım halde niye ilgi gösterdim diye.

Şeytanın hileleri o kadar çoktur...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

EVLİYÂ-İ KİRAM
-Kaddesallahu Esrârehüm- HAZERÂTI'NIN
"HÂTEMÜ'L-EVLİYÂ" HAKKINDAKİ
BEYAN ve İFŞAATLARI (170)
Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî
-kuddise sırruh- (18)

Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

"ANKÂ-İ MUĞRİB FÎ MA'RİFETİ HATMÜ'L-EVLİYÂ ve ŞEMSÜ'L-MAĞRİB" KİTABI

"Küllî bir perde ile çevrelenmemiş herhangi bir tecellî hakkında, ârif için dünya ve ahiret arasında hiçbir
fark yoktur. O, Hakk'ın ona olan tecellîsini "Bahâ perdesi"nin ardından meydana getiren bu perde gibi
"Kibriyâ ridâsı"nı murâd eden ve bizim, "Hakkâ'l-yakîn"in zübdesi ve güzel bir neşir yoluyla ortaya
koyduğumuz şeye dönmek için O'nun vuslata erenlere bir hediyesi olarak zikrettiğimiz "Senâ ridâsı"nı
îrâd eden, hakkımızdaki "İzzet perdesi"dir. Bizim, O'nun misli ve benzeri olmaktan nefy ve tenzihten
yana, Hakk hakkında kendisini daha önde tutttuğumuz şey üzere nakledilen ona tekâbül etmektedir, O
her türlü noksan sıfattan münezzehtir.

Muhammed Aleyhisselâm'ın [30a] kendisinden inşâ edildiği suretle ilgili olarak, zikri geçen parça,
bendelerinde tecellî etmeyen, sıfatları zuhûr etmeyen neş'eti (yaratılışı) bölündüğü vakit, ancak onun
hükümleri çerçevesinde olur. Sonra, âleme hepsinin paylaştırılmasının tafsîli de işte bu sûret üzere
olur ve insânî, âdemî sûret hâricinde zikri geçen inşâ (yaratılış) bunun dışında olduğu hâlde
parçalanarak ikâme edilmiş, yerine gelmiş olur.

Bu nûrânî "Hakîkatü'l-Muhammediyye" için, incelik ve sıfatlar hükmündeki su ve havanın benzerliğiyle


karşılaştırılarak, onun şekliyle şekillendirilerek bir karşılaştırmada da bulunulabilir. Cansız varlıklar,
nâtıklar ve hissiyâtların kendisine dönüştüğü cinslerin hücrelerinin var oluşunun, onun benzeri üzere,
âlemde bunun dışında çıkmaması da bu nedenledir.

Muhammed Aleyhisselâm, bilme ve öğrenmelerle ilgili olarak Hakk'tan bir nüsha, bir numune idi. Âdem
de onun nüshasının, numunesinin tamamlanışı üzere idi. Biz dahî O'nun -aleyhisselâm- bir nüshası,
bir numunesi olduk. Âlemin de bize göre, bu nüshaya nisbetle süflîsi ve ulvîsi oldu. Âdem hakkında
yazılanlara göre, bizim nüshamızda başka kalemlerle nihâyete erdi.

"Muhammed" şerefli sırrı latîf bir manâdır. Şu kadar var ki, diğer Peygamberler onun kemâli üzere
birer nüshadan ibârettir. Ârifler ve vârisler ise hem Âdem'den bir nüsha, hem de misilleri Muhammed
Aleyhisselâm'a karşılık gelen vasat bir yakınlık üzerindedir. Umum müminlere gelince; onlar Âdem'den
bir nüsha ve Celâl huzûrunda Muhammed Aleyhisselâm'ın zuhûr ettikleridir. Şekâvet ve sol tarafın ehli
de Âdem'in tıynetinden başka hiçbir şeyin nüshası değildirler; onlar hayra erişmeye hiçbir şekilde yol
bulamazlar.

Bu nüshanın hakîkatine eriş ki ey tâlib, saâdeti nûş edesin ve zamanında ferd-i vahîd olasın!

Kendisinden haber verilen Muhammedî hakîkat:

"O'nun benzeri bir şey yoktur." ile ilgilidir. (Şûrâ: 11)

O'nun nüshasından inzâl olunan şey; senin evvelin, gölgen, dördün dördü içinde olarak, O'nu
menfaatten tenzîh etmenin hakikatidir. Sonra yaratılmıştan yaratılış, arta kalandan bölünüp ayrılmak,
rızkın takdir edilişi, arza yöneliş, kaldırılıp indiriliş, kaydediliş, Âdemî neş'etin ikâme edilişi, gâlip gelişin
suretinin suretleri, ona kavuşma ve yüce kılınma, vuslat anlarına doğru eğilme ve inmedir. Onun
zamanı, âlemin hepsi onun kabzasında ve özünde bulunduğu zaman gelir. Zîrâ Muhammed -sallallahu
aleyhi ve sellem-in cismi, yaratılışın aslı, hakikati olduğu gibi; özlüğün de zübdesi olmuştur. İhâta
ederek, kuşatarak ayrılma onunladır. Vâsıtalıkla ilgili metbû, yani kendisine tâbî olunan odur, işte o
zaman da o hem başlatan, hem hatmeden; hem ifşâ eden, hem de gizleyen yer olur. Onun kırmızı
deniz oluşu, ürpertici gece oluşu işte budur. Nitekim men edileni yayıp döşemek, kaldırıp cesedlemek;
yaratılmış ilk varlığın ilminin sende hâsıl olmasıyla çözülebilir.

Şu hâlde varlıktan yana onun mertebesi, cömertlikten yana onun menzili neresidir? Sonra, âlemin ona
iliştirilmesi ve bağlanması; Hakk'a gerekli olanların değil, Hakk'ın seçtiklerinin iliştirip bağlanmasıyla
alâkalıdır. Tâ ki üstün nimet Sâhibi Ulu, onu düzgün kılsın; dilediğinden dilediği şeyin üzerinde onu
başlatsın."

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarına
İzah ve Açıklamalar (103)

Şeyhü'l-Ekber Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- (16)

Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Muhyiddîn İbnü'l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri ifşaatlarının bir bölümünde şöyle buyurmaktadırlar:

"Benim ahdimi taşıyacak bir kimse de yoktur." ("Ankâ-i Muğrib fî Ma'rifeti Hatmü'l-evliyâ"; s. 16)

Ne kadar güzel bir söz.

Yani veli olmadığı gibi, emânât-ı ilâhî'yi ona yüklemiş, ondan başkası bu yükü taşıyamaz. Onun ahdini
taşıyan, onun yerine gelecek bir fert de yoktur. Ona ihsan ve ikram edileni başkasına yüklememiştir,
ona verilen başkasına verilmemiştir. Başkasına verilmediği için, bu soy ve bu ahlâktan gelecek kimse
olmadığı için ve böyle bir zaman da bulunmadığı için, yerine gelecek kimse de yoktur.

Muhyiddin-i İbnü'l-Arabî -kuddise sırruh- Hazretleri "Ankâ-i Muğrib" isimli eserinde şöyle buyururlar:

"Ben gizli bir örtüyle geleceğim. Hiç şüphe yok ki Hatm benim! Benden sonra veli de yoktur."
(s. 16)

Bu gizli örtü hamd olsun. Meydanda o kadar iş var ki, fakat hiçbir şey yok. Alem küçücük bir şey yapar.
Burada her şey var, hiçbir şey yok, O örtmüş.

Bizden sonra veli gelmeyecek, gelse de kendi çapında... Binaenaleyh yolun esası bize aittir. Yoldan
çıkanlar bize ait değildir.

Gönlünü Hazret-i Allah'a ve Resulullah'a ver ki; seni sevsin, zâtına çeksin. Ama bunun şartları var;
ihlâs, istikamet, mahviyet olacak ki rızâsına nail olasın.

Bu gerçeği çok iyi bilin ki bizden sonra artık veli gelmeyecek, irşad kapıları kapandı. Veli yok lâkin,
onun edebi ve düsturu var. Allah-u Teâlâ bu lütfu ihsan ve ikram etti. Bu karanlık ortam içinde bu nuru
O akıttı, bu nuru O yaydı. Bu zülmânât o zaman dağıldı. Bu sözler asırlarca önce söylenmiş. Hâtem-i
veli'den sonra niçin veli yoktur? Hâtem olduğu için yoktur. Nasıl ki Hâtem-i enbiyâ'dan sonra enbiyâ
gelmeyecekse, Hâtem-i evliyâ'dan sonra da evliyâ gelmeyecek. Gelse de kendi çapında olacak. Yani
Resulden sonra gelen nebiler gibi olacak fakat irşada mezun olmayacak.

Ondan çok kısa bir zaman sonra Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın devri başlayacak.
Binaenaleyh bundan sonra kapılmayın, hiçbir şeye yeltenmeyin. Bizden sonra şeytan sizi dürtmesin,
sizi aldatmasın, şirk batağına düşürmesin...

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde buyurur ki:

"Sakın aldatıcı şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi yoldan çıkarmasın!" (Lokman: 33)

Bu merdiven üçtür. Allah-u Teâlâ Resulullah Aleyhisselâm'a ihsan ettiği velâyeti Hâtem-i veli'ye
düşürmüş, nübüvveti Hazret-i Mehdi'ye, risâleti de İsa Aleyhisselâm'a düşürmüş. Hakikat budur, ötesi
zandır. Bir batağa düşersiniz, olmaz bir yere saparsınız, yoldan raydan çıkmış olursunuz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH İNCİLERİ
Tasavvufî Bahisler

Ahlâk

Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Ahlâk:

Tasavvuf, insanın süflî hayattan ulvî hayata yükselmesi ve kendisi için mümkün en yüksek kemâle
ulaşması için nefsini kötü huylardan, hayvânî sıfatlardan kurtararak ahlâkını düzeltmesini, içini ve
dışını nurlandırmasını sağlayan bir disiplindir. Bu bakımdan tasavvuf, İslâm ahlâkının vücut
bulmasında en büyük âmildir.

Ahlâk, insan ruhundaki huy dediğimiz bir meleke, bir hassa demektir.

Böyle bir meleke; ya hayırlı bir netice verir veya hayırsız bir netice verir. Bu ahlâki melekelerin güzel
neticelerine "Ahlâk-ı hasene" veya "Ahlâk-ı hamide" adı verilir. Çirkin neticelerine ise "Ahlâk-ı
zemime" denilir.

Edep, hayâ, tevazu, hilim, cömertlik, kanaat, tevekkül, sabır, şükür, merhamet, af ve müsamaha... gibi
güzel huylar, ahlâk-ı hamidenin birer neticesidir.

Kin, kibir, ucb, şehvet, gadap, riyâ, hırs, haset, yalancılık, gıybet, su-i zan, koğuculuk... gibi kötü huylar
da, ahlâk-ı zemimenin birer neticesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde bu kötü huylardan hiçbirisi üzerinde yoktu. Bunları hep sonradan öğrenir ve
itiyat hâline getirir. Fıtratta olmayan bu huylardan kurtulmak ve ahlâkı güzelleştirmek mümkündür.

Dinimiz ahlâkımızı güzelleştirerek, kötülüklerden ve kötü huylardan kaçınmamızı emretmektedir. Zira


din güzel ahlâktan ibarettir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ve onun yüksek
ahlâkını överek:

"Doğrusu senin için tükenmeyen bir mükâfat vardır. Şüphesiz ki sen büyük bir ahlâk sahibisin."
buyurmuştur. (Kalem: 3-4)

İman ve ibadetten sonra, dinimiz ahlâka büyük ehemmiyet vermiştir. İslâm dininin gayesi güzel
ahlâktır.

Güzel ahlâk Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in sıfatı, sıddıkların amellerinin en makbulü, en


yücesidir. Takvâ sahiplerinin mücâhedelerinin meyvesi, müminlerin ahiret sermayesidir.

Müslümanlıkta insanın mânevî kıymeti, sahip olduğu güzel ahlâk ile mütenasiptir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif'lerinde:

"Müminlerin iman bakımından en olgun ve kâmil olanı ahlâkça en güzel olanıdır."


buyurmuşlardır. (Tirmizi)

Bir Hadis-i şerif'lerinde de:

"Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim." buyurmaktadırlar. (Ahmed bin
Hanbel)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden evvel gelen Peygamber


Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'in dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin eksikliklerini
tamamlayarak kemâle erdirmiştir. Onun ahlâkı Kur'an ahlâkı idi.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in
ahlâkı sorulduğunda:

"Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur'an'dı." buyurdular. (Müslim)

Yani Kur'an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İSLÂM İLMİHALİ
HACC
Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Hacc'ın Farz Oluşu:

İslâm'ın beş temel esasından birisini teşkil eden Hacc farizası ömrün ibadeti, dinin tamamıdır. Din
kemâlini onda bulur. Müminin hem malı hem de bedeniyle gerçekleştirdiği bir ibadet olan Hacc,
insanın bütün varlığını ilgilendirir ve büyük bir teslimiyetin ifadesidir.

Hacc, Mekke-i mükerreme'de bulunan Kâbe-i muazzama'yı ve onun civarındaki mübarek yerleri,
kendine mahsus zaman içinde ve tayin edilen şekilde ziyaret etmektir.

Hacc'ın farziyeti Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabittir. İnkâr eden dinden çıkar.

Hacc'ın farz olduğuna dair Kur'an-ı kerim'de Âyet-i kerime'ler ve bunları tefsir eden Hadis-i şerif'ler
vardır.

Kur'an-ı kerim, yoluna gücü yetenlerin Hacc görevini ifâ etmesinin Allah-u Teâlâ'nın insanlar üzerinde
bir hakkı olduğunu beyan etmektedir:

"Hacc'a gidip gelmeye gücü yeten herkesin Kâbe'yi ziyaret etmesi, Allah'ın insanlar üzerinde
bir hakkıdır." (Âl-i imran: 97)

Allah-u Teâlâ bu hakkı, oraya gidebilmeye gücü olanlara yüklemiştir. Hiç kimseye gücü üstünde bir yük
yüklemez. İnsanın Hacc için gerekli olan bütün imkânlara kavuşması, şartların da bunu kolaylaştıracak
bir durumda bulunması demektir.

"Kim inkâr ederse, şüphesiz ki Allah âlemlerden müstağnîdir." (Âl-i imran: 97)

Bu muhkem farzı terketmenin büyük bir günah olduğunu açıklamak için Allah-u Teâlâ onu küfür
lâfzıyla ifade etmiştir.

Allah-u Teâlâ hiç kimsenin ibadet ve taatına muhtaç değildir. Bu gibi ibadetleri kullarına emretmesi,
onların maddî ve mânevî menfaatleri içindir.

Müslümanlar ömürleri boyunca günde beş defa Kâbe-i muazzama'ya yönelerek namaz kılarlar. Her
müslüman, imandan sonra en faziletli ibadet olan namazın kıblesinin mübarek mekânını görmek ister.
Asırlar boyunca birçok müslümanın namaz, duâ ve niyazlarına sahne olan atmosferden nefes almayı
arzu eder.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime'sinde Kâbe-i muazzama'dan "Benim evim" diye bahsetmiştir. (Hacc: 26)

Bütün iradesiyle Allah-u Teâlâ'ya bağlanan mümin, O'nun evini ziyaret etmeyi en büyük mânevî zevk
olarak telâkki eder.

Hacc'ın gerçekleştirildiği mekânla Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ve ilk


müslümanların yaşadıkları mekânın aynı olması, gönüllerde apayrı bir duygu yaşatmaktadır. Mümin,
bu mekânlarda bulunarak o demlerin mânevî ruhundan nasip almaktadır.

Allah-u Teâlâ Beytullah'ın bânisi olan İbrahim Aleyhisselâm'a, insanları orayı haccetmek üzere
çağırmasını ve bu mübarek evin ziyareti için dâvet etmesini emir buyurmuştu:
"İnsanları Hacc'a çağır, yürüyerek ve uzak yollardan gelen bineklere binerek sana gelsinler."
(Hacc: 27)

Böyle bir fedakârlıkta bulunarak büyük büyük sevaplar kazansınlar.

İbrahim Halilullah'ın gününden beri bu ilâhi vaad gerçekleşmiş, kıyamete kadar da gerçekleşmeye
devam edecektir.

"Tâ ki kendilerine âit bir takım faydaları yakînen görsünler." (Hacc: 28)

Hacc'ın hikmetleri olan bu menfaatler hem dünya hem de âhiretle ilgilidir.

Bu ulvî ibadet, ruhlara inşirah verdiği gibi; müslümanlar tarafından en mübarek olan bir beldeyi
ziyarete vesile olur. Nâil oldukları sıhhatin ve servetin şükrünü edâ etmiş olurlar.

Aynı zamanda dünyanın dört bir tarafından gelen müslümanların bir arada ibadet yapması ile,
aralarındaki birlik ve beraberlik canlı bir şekilde tecelli etmiş bulunur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

ASHÂB-I KİRAM -Radiyallahu anhüm- HAZERÂTI'NIN


HAYATI
"Ashâbım Yıldızlar Gibidir. Hangisine Uyarsanız Hidayeti Bulmuş Olursunuz." (Beyhâkî)

HAZRET-İ EBU BEKİR SIDDÎK -Radiyallahu Anh- (16)

Eylül 2014
Hakikat Aylık İslâm Dergisi

Keramet:

Sual:

– Sıddık-ı Ekber -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram'ın en efdali olduğu halde, kendisinden hiçbir keramet
görülmedi, mevzusunu dahi yapmadı.

Cevap:
– Kemâlât keramet ile kâim değildir. Sakın siz de "Keramet ehli olayım!" demeyin. Şeytanın varlık
tuzağına düşersiniz, nefsiniz sizi o noktada helâk edebilir ve soyulup gidersiniz.

Keramet, veli olmanın şartı değildir. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz'e mucize göstermek
vâcip olduğu gibi, Evliyâullah Hazerâtı'na da kerametleri gizlemek vâciptir.

Allah dostları olan bu velileri keşif ve kerametleri ile takdir etmek doğru değildir. Bir velide hiç keramet
görülmeyebilir de.

Şâh-ı Nakşibend -kuddise sırruh- Hazretlerimiz'e:

"Efendim, sizden hiç keramet husule gelmiyor." denildiğinde:

"Sırtımızda taşıdığımız bunca vebal yüküne rağmen, ayakta durmamızdan büyük keramet mi
olur?" diye cevap veriyorlar.

Bir defasında da bir müridi ile bir yere doğru yolculuk yapıyorlar. Gidecekleri yer uzakça, akşam da
yaklaşıyor. Fakat gidiyorlar gidiyorlar akşam olmuyor. Gidecekleri yere varıyorlar, güneş birden
batıveriyor. Müridine dönüyorlar ve buyuruyorlar ki:

"Oğlum bunlar tarikat oyunlarıdır. Gaye Allah'tır."

Onlardan hayatları boyunca pek az keramet husule gelmiştir.

Her şeyin fevkinde O'nun rızâsıdır. Her türlü tecelliyât, keşf-ü keramet dahi O'nun rızâsının yanında
hükümsüzdür.

Tarikât-ı âliye'de birçok haller, ahvaller zuhur eder. İhlâslı kimsenin kalp gözü açılabilir. Bunlar kalbin
hususiyetlerindendir. Bu gibi hallere hiç iltifat etmemek, hiç meşgul olmamak lâzımdır. Bizim iltifatımız
mahviyet ve istikamettir. Bunlar tarikat oyunlarıdır.

Yusuf Hemedâni -kuddise sırruh- Hazretlerimiz:

"Bunlarla tarikatın çocuklarını yetiştirirler." buyurmuşlardır.

Bilen, gören ve yapan, kimin yaptığını gördüğü için katiyyen o yola tevessül etmez. Görmemiş,
bilmemiş, yapmamış gibi görünür.

Ehl-i hakikat keramete hiç kıymet vermedi. Çünkü ona Hazret-i Allah yeter. Evet keramet de bir lütf-i
ilâhîdir. Buna rağmen; "Keramet ehli" olmayı istemenin sırrını size şöyle arz edelim:

Evliyâullahtan bazılarının yüzü Hazret-i Allah'a dönüktür. O ister ki O'nun hükmü olsun. Daha doğrusu
o Hazret-i Allah'ı istiyor, O'nunla olmayı istiyor. Tasavvur buyurun Mevlâ onları ne kadar temizlemiş ki,
kendisinden gayri hiçbir şey istetmemiştir.

Bazılarının yüzü ise halka dönüktür. O, Hakk'ın verdiğini halka göstermek ister. Birçok veliler burada
soyulmuştur. Evet Hakk'ın ihsanını gösterir, fakat halkı tercih ettiği için Hakk onu sevmez. Meğer ki
lütfu ile tutsun. Helâk olmak an işi, bıraktığı an kişi helâktadır.

Keramet ehli olmayı istemek, kendini beğenmekten ileri gelir, çalışması da ona göre olur. Allah-u
Teâlâ Hazretleri kulunu kendisi ile kerameti arasında bırakır, onunla imtihan eder. Her şeyin O'nun ve
O'ndan olduğunu bilecek mi, yoksa kendisinin imiş gibi gösteriş mi yapacak?

Bir düşün ki birisi sana bir dükkân açıvermiş, sermaye de vermiş; "Çalış kârı senin olsun!" demiş.
Doğru çalışırsan sermaye toplarsın, ihanet edersen iflâs edersin.
İlimse O'nun, irfansa O'nun, edepse O'nun, irşadsa yine O'nun, hülâsa her şey O'nun... "Benim!"
dediğin zaman emanete ihanet etmiş oluyorsun, hem riyakâr hem de yalancı oluyorsun.

Keramet de bu gibidir, benimsenirse kişinin helâkına vesile olur. Velilerin soyulma noktası burasıdır.
Birçok kimseler bu keramet yolunda soyulmuşlardır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İnsanlar ve Ülkeler Hatalarını Görebildiği Kadar İlerler

Uğur Kara – Eylül 2014


Gündem - Hakikat Aylık İslâm Dergisi
s.42-43

Bugün İslâm coğrafyasında; Suriye'de, Libya'da, Irak'ta, Mısır'da yaşananları; küffarın


Türkiye'ye ve Türkiye'nin liderliğine razı olan ülkelere bir cevabı olarak görmek mümkündür.
Küffar bize bir tuzak hazırladı ve bunda muvaffak oldu. Kendi hatalarımızı ve eksiklerimizi
göremezsek bu tuzaktan çıkmamız zor olacak.

Türkiye geçtiğimiz yıllarda Ortadoğu başta olmak üzere kendi tarihi coğrafyasını merkez alarak küresel
bir çıkış yakalamaya çalıştı. Bu coğrafyada barış ve huzuru tesis etmeye, ekonomik ve kültürel
etkileşimi artırmaya çalışmakla işe başladı. Kısa sürede bu yolda epey de yol aldı. Komşu ülkelere,
Arap ve Afrika coğrafyasına olan ihracatımız hızla arttı. Yenilmişlik psikolojisi altında ezilen dış politik
çekingenliğin değişmesi özellikle İslâm dünyası ile aramızdaki kültürel ve siyasal etkileşimi artırdı.

Bu değişim Türkiye'ye büyük bir "Yumuşak Güç-Soft Power" kazandırdı. Türkiye'nin önderliğine ve
samimiyetine inanan ve güvenen ülkeler bizim bu çıkışımıza destek verdiler ve liderliğimize razı
oldular.

Bu değişim o kadar hızlı oldu ki, "Siyonist"leri ve "Haçlı"ları çok telaşlandırdı.

Düşmanlarımızın bizim bu hızlı yükselişimize engel olmaya çalışacakları tahmin ediliyordu. Acımasız
olacakları da tahmin ediliyordu. Daha doğrusu bu acımasız vahşi hegemonyacı emperyalistlerin;
"demokrasi", "halkların mutluluğu", "İnsanların hakları" gibi bir dertleri olmadığını, kendi düzenlerini
korumak için her türlü yöntemi, en iğrenç taktikleri uygulayabileceklerini bilenler bunu bekliyordu.
Bilmeyenler yahut küffardan dostluk ve iyi niyet bekleyenler gafil avlandı.

Bugün İslâm coğrafyasında; Suriye'de, Libya'da, Irak'ta, Mısır'da yaşananları; küffarın Türkiye'ye ve
Türkiye'nin liderliğine razı olan ülkelere bir cevabı olarak görmek mümkündür.

Küffar bize bir tuzak hazırladı ve bunda muvaffak oldu. Şimdi bu tuzaktan çıkmaya çalışıyoruz. Ancak
kendi hatalarımızı ve eksiklerimizi göremezsek, doğru hareket tarzını iyi tayin edemezsek bu tuzaktan
çıkmamız o kadar zor olacak. Ve daha kötüsü etrafımızdaki hemen her ülkeyi zehirleyen bu
enfeksiyon bizi de etkileyecek.

Bugüne kadar yaşanan yükselişimizin ve sonrasında içine düştüğümüz tuzağın sebeplerini araştırırken
devlet yönetiminde uzun senelerin tecrübeleri ile donanmış ehil bürokratlarla istişareler yapmak,
akademik çevrelerin hazırladığı raporlardan istifade etmek gerekir. Bilimsel ve akademik
çalışmalardan destek almak bugünkü küresel rekabet düzeninde vazgeçilmez bir zorunluluktur. Ancak
bu çalışmaların konusu "İnsan" olduğu için şu gerçekleri unutmamak lâzımdır:

Bilimsel ve akademik çalışma konusu olan ilim dallarını bu zaviyeden bakınca ikiye ayırmak gerekir;

Birincisi; Maddeyi ve kâinatı inceleyen fizik, kimya, matematik, biyoloji, astronomi vb. bilim dallarıdır.

İkincisi ise insanı ve toplumu inceleyen siyaset, sosyoloji, ekonomi, psikoloji, felsefe gibi ilim dallarıdır.

İnsanoğlunda bilinmeyene karşı bir merak, keşif ve çözme arzusu vardır. Bunu bize veren Hazret-i
Allah'tır. Bu arzu insanoğlunun bilimsel gelişmesini sağlar ve daha önemlisi Hazret-i Allah'ın sonsuz
kudretini, sonsuz sanatını ve O'nun sonsuz ilmini görmemize vesile olur. Dikkat edilirse her gün
maddenin, eşyanın hususiyetlerine ve yaratılışındaki sonsuz ilme dair yeni keşifler yapılıyor.

İlim dallarını ikiye ayırmaktaki gayemiz ise şudur:

Akademik çalışma içerisine giren bir insan her şeyi formüle etmeye çalışır. Bu yaratılışımızdan gelen
araştırma ve çözme arzusunun sonucudur. Bu çalışma matematik, fizik, kimya vb. bilim dalları için
doğru bir yaklaşımdır, ancak insanın sosyal ve manevî yapısını inceleyen bilim dallarında bazı tespitler
ve genellemeler yapılabilse de; bu tespitleri her olaya her topluma uygulanabilecek bir formül haline
getirmek mümkün değildir. Çünkü Hazret-i Allah insana kendi külli iradesinden bir cüz vermiştir. İnsan
o cüz'i iradesi ile hareket eden, Hazret-i Allah'ın emrinden olan ruhu taşıyan bir varlıktır. Bu sebeple
insanı formüle etmeye çalışmak beyhude bir uğraştır. Daha doğrusu her insan kendi başına ayrı bir
alemdir. Her toplum kendi başına ayrı bir organizmadır. Her devlet; kendi milleti, kendi iç dinamikleri ve
kendi tarihi altyapısı üzerine bina edilmiş ayrı bir organizasyondur.

İnsana dair bilim dallarını inceleyen akademisyenlerin bu bahsettiğimiz konuya dair dikkat etmesi
gereken husus şudur: Akademik tespitlerinize hiçbir zaman %100 güvenmeyiniz. Zamana, zemine,
şartlara, ekonomik duruma göre ve hatta tek bir insanın -olumlu ya da olumsuz yönde- öngörülemeyen
önderliğine, liderliğine göre bütün teorileriniz çökebilir. Ekonomik bir krizi tahmin ettiği için yere-göğe
sığdırılamayan bir bilim adamı, birkaç yıl sonra ortaya çıkan gelişmeleri tahmin edemediği için
rahatlıkla gözden düşebilir. Nitekim dikkat ederseniz ekonomik teoriler bütün hayatı boyunca teori
olarak kalmaya mahkûmdur.

İnsana dair bahsettiğimiz ilim dallarını inceleyen ve bu bilgi birikimini pratiğe yansıtmaya çalışan bir
akademisyeni bekleyen ikinci bir tehlike daha vardır.

Şöyle ki; bir akademisyen bilgi birikimini pratiğe dökmeye çalışırken, -özellikle karar verici görevde ise-
yıllar içerisinde yetiştiği akademik ortamın ve bilimsel metadolojik yapının yavaşlatan ve bazen
bunaltan yapısından sıyrılamazsa pratik ve hızlı karar vermesi gereken yerde geç kalabilir. Ve bazen
geç kalmak yanlış yapmakla aynı sonucu verir.

Binaenaleyh toplum ve devlet işlerini yürütürken bilimsel ve akademik çalışmalardan yararlanmak


çağımızda vazgeçilmez bir zorunluluk haline gelmiştir, ancak yukarıda bahsettiğimiz hatalara
düşmemek kaydıyla.

Şimdi bu parantezi kapatarak Türkiye'nin yükselişinin ve bugün İslâm dünyası ve Türkiye'nin


düşürülmeye çalışıldığı tuzakların sebeplerini, yapılan hataları gördüğümüz kadarıyla arzetmeye
çalışalım.

Bu konuyu üç ana başlıkta toplayabiliriz:


Birincisi; Zulüm, iki yüzlülük, sömürgecilik gibi türlü türlü vasıfları temsil eden Amerika, İsrail gibi
ülkelerle olan münasebetlerimiz.

İkincisi; Yumuşak Güç - Sert Güç arasındaki dengede; hangi olayda hangisini ne kadar kullanmamız
gerektiğine dair karar vermede gösterdiğimiz isabet.

Üçüncüsü; Ülkelerin iç işlerine müdahale noktasına geldiğimiz durumlarda muhatap aldığımız grup ve
kişileri doğru seçmekte veyahut bu müdahale politikasının lüzumuna dair karar vermekte gösterdiğimiz
isabet.

1. Amerika ve İsrail gibi ülkelerin planlarına karşı gösterdiğimiz direncimiz veyahut teslimiyetimiz;
uluslararası arenada yükselişimizin ve düşüşümüzün en temel noktasıdır. Daha öncede değişik
vesilelerle bu konuyu izah ettik. 2003 yılında TBMM'nin Amerikan askerinin Türkiye topraklarından
geçişine izin vermemesi önemli bir mihenk noktası oldu. Bundan sonra Türkiye Bush'lu Amerika'nın
Irak ve İran gibi komşularımız hakkındaki politikalarına direnmeye devam etti. Kendi barış politikasını
başarılı bir şekilde kabul ettirdi. Bu süreç Türkiye'yi dünya ülkeleri nezdinde haklı bir itibara
kavuşturdu. İkinci mihenk noktası; Erdoğan'ın Davos'ta İsrail Cumhurbaşkanı'nı azarlaması oldu. Bu
çıkıştan sonra siyonistlerin ve Amerikalıların yaşatmaya çalıştığı "Türkiye bizim peykimizdir" ilizyonu
yok oldu.

Obama seçildikten sonra tekrar "Amerika ile birlikte hareket etme", "Amerika'nın desteği ile Osmanlı
olma" sevdasına kapıldık. Sonra da Amerikan baskısına boyun eğip Malatya'ya füze radarı
yerleştirilmesine razı olduk. Bir anda Rusya, İran, Irak, Suriye gibi bütün komşularımızla arayı açtık.
Hızlı bir yükselişin ardından hızlı bir düşüşü yaşadık. Suriye'deki karışıklıklar çıktığında yalnız
kalmamızın ve elimizin-kolumuzun bağlanmasının en büyük sebeplerinden birisi bu oldu.

Uzun menzilli füze ihalesini Çin'e vermemiz bu hatalarımıza küçük bir merhem olur diye ümit ettik.
Ancak onda da Amerikan baskısından olsa gerek karar vermekte zorlanıyoruz. Çin mi bizi oyalıyor, biz
mi Amerika'dan korkuyoruz henüz anlayamadık.

2. Türkiye yukarıda bahsettiğimiz hızlı yükseliş dönemlerinde müthiş bir "Yumuşak Güç-Soft Power"
etkisine sahip oldu. Sözü dinlenilen ve liderliği kabul edilen bir ülke olmuştuk. Filipinler'den, Latin
Amerika'ya kadar itimat edilen, dünyanın en uzak ülkelerindeki siyasal sorunların çözümünde bile
arabulucu olarak çağırılan bir ülke haline gelmiştik. Batılıların burnunu uzatmaktan korktuğu Afrika'nın
en ücra köşelerine, Afganistan'ın en tehlikeli vadilerine girebilen bir ülkeydik.

Ancak "Arap Baharı" adı altında başlayan süreçte yumuşak güçten sert güce doğru kaydık. Tehdit dili
kullanmaya başladık. Mısır'da netice alınca Suriye'de daha şiddetli bir dil kullandık. Kılıcımızı
kullanmaya niyetimiz olmadığı halde ucunu gösterdik. Yani "Sert Güç" gösteriminde isabetli hareket
edemedik. Sert gücümüzü kullanmamız gereken yerde ise kullanamadık. 2008 kışında Kuzey Irak'taki
askerimizi Amerika bastırınca geri çektik. Bugün geldiğimiz noktada Aysel Tuğluk isimli milletvekili
"PKK tarihinin en güçlü dönemini yaşıyor. İsterse savaş seçeneğine yönelebilir ve sonuç da alabilir."
diye konuşuyor. Terörün bitmesi elbette iyi bir şey ancak kendi ayağımızla geldiğimiz noktada PKK
"Türkiye'yi yenebiliriz." diye inanıyor. Bu yüzden kabul edilemeyecek şartları ileri sürüyor. Bu da
yeniden çatışma ortamına dönme ihtimalini artırıyor.

Binaenaleyh "Sert Güç"ümüzü göstermemiz, kullanmamız gereken yerleri ve göstermememiz gereken


yerleri tayin ederken hatalar yaptık. İslâm dünyasında bize karşı gösterilen umumi hüsn-ü kabul ve
tarafsızlığımıza olan itimat azaldı, niyetimiz sorgulanmaya başlandı.

Diğer bir husus, askerî olarak henüz küresel askerî güçlerle boy ölçüşebilecek seviyeye gelmiş değiliz.
Bu sebeple yumuşak güç kullanırken bile temkin gerekir. Küresel güçlerin ekonomik ve siyasî nüfuz
alanlarına dokunan büyük bir gayeniz varsa; ilmek ilmek örmek, gönül birlikteliklerini nihayeti askerî
birliktelik noktasına varan doğrultuda ilerletmek gerekir. Çünkü ümit verdiğiniz bir halk, sömürgeci
ağababası ile karşı karşıya kaldığında yanında olabilmeniz gerekir. Temkin de yerinde ve zamanında,
cesaret de yerinde ve zamanında gerektir.
3. İç düzeni bozulan bir ülkede muhatap alacağımız -özellikle muhalif- siyasî aktörleri iyi belirlemek ve
onlarla gönül birlikteliğimiz varmış izlenimi vermemek gerekir. Onlarla olan muhatabiyetimizin, kendi
ülkelerinin halkını temsil ettikleri ve temsilde samimi oldukları nispette olduğunu ihsas ettirmeliyiz.
Çünkü şartlar değişebilir veyahut insanlar göründükleri gibi olmayabilir.

Meselâ; Mısır'da cumhurbaşkanı seçilen Mursî'yi Müslüman Kardeşler kökenli olduğu için sempati ile
karşıladık. Ancak geçmişte Türk siyasî tarihinde gördüğümüz; şahsını ön plana çıkartan, din ve
siyaseti kendi varlığına bağlayan sorunlu karakterlerin Türkiye'ye verdiği zararlar gibi, Mısır'da bugün
yaşanan darbe yönetiminde Mursî'nin de payı olabileceğini düşünemedik. Akademik bir
kategorizasyonla, "İlkeli duruş" argümanı gereğince Mısır'a kimsenin göstermediği tepkiyi gösterdik.
Mısır'la neredeyse düşman kardeşler haline geldik.

Diğer bir örnek; Hamas, İsrail izin verdikten sonra girdiği ilk seçimi kazandığında milletvekillerinin ilk işi
meclisteki Filistin bayrağı yerine Hamas bayrağı asmak oldu. Bunun üzerine El-Fetih militanları meclisi
bastı ve tekrar Filistin bayrağı astı. Bugün İsrail kin ve vahşetle Gazze'ye saldırdığında bize düşen
elbette bütün samimiyetimizle Filistinlilerin yanında olmak ve oradaki siyasî otorite konumundaki
Hamas'a destek vermekti ve bunu da elimizden geldiği kadar yaptık. Ancak şunu unutmadan: Bugün
Türk diplomasisi Filistin'in birliği için mesai harcıyor ve ter döküyorsa bunun sorumluluğunun bir kısmı
da Hamas'tadır.

Bu konuyla ilgili dikkat etmemiz gereken husus şudur: Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, din adına ortaya
çıkan ve siyasî maksad güden liderler içerisinde samimi olanlarını bulmak çok güçleşmiştir. Daha
doğrusu dünyevî bir maksat için dini argümanla ortaya çıkmak işin başından sorunlu bir harekettir. Bu
hususta iki numune şahsiyeti örnek vermek isteriz; Cevher Dudayev ve Aliya İzzetbegoviç: İman,
samimi liderlik, bütünleştiricilik ve cihad... Önümüze çıkan lider konumundaki kişiler için işte size iki
turnusol karakter. Böyle liderler bulursak elimizden gelen desteği verelim. Eğer bulamazsak "Sert Güç"
alanına girmekte ziyadesiyle temkinli hareket edelim. Önümüzde Işid gibi bir örnek varken bu hususa
ne kadar dikkat gösterilmesi gerektiği ortadadır.

Binaenaleyh, Türkiye'nin büyük bir değişim yaşadığı şu günlerin doğru karar ve doğru hareketlerle
yeniden yükselişimize vesile olmasını diliyoruz.

Zira zaman ve olaylar çok hızlı ilerliyor. İstikametli harekette geç kalmanın telafisi çok zorlaşıyor.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like