You are on page 1of 85

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

“KİM ALLAH’A ve RESUL’ÜNE İMAN ETMEZSE BİLSİN Kİ BİZ KÂFİRLER İÇİN ÇILGIN
BİR ATEŞ HAZIRLAMIŞIZDIR.” (Fetih: 13)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor.

“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh
etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür
kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet
bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa Doğru: 131. sh)
Fethullah Gülen ise kendi kitabında böyle söylüyor.

OYSA BİR İNSAN ALLAH-U TEÂLÂ’YA İMAN EDİP RESULULLAH ALEYHİSSELÂM’A


İMAN ETMEDİKÇE HİÇBİR ZAMAN İMAN SAHİBİ OLMAZ.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:


“KİM ALLAH’IN İNDİRDİĞİ HÜKÜMLERLE HÜKÜM VERMEZSE İŞTE ONLAR
KÂFİRLERDİR.” (Mâide: 44)
Küffar Memleketimizi İstilâ Ediyor
Küfrü Hoş Görenlere Cevap
Küffarın Gayesi İslâm’ı Yıkmaktır
Küffara Elbirlik “Dur” Diyelim
Allah Yolunda Yapılan Cihad ve Hak-Batıl Mücadelesi
Misyonerlerin Tuzağına Düşüp Tövbe EdenlerAnlatıyor
Küffar Birliği
Küffar Memleketimizi Nasıl İstilâ Ediyor?
AVRUPA GERÇEĞİ VE KÜFFARIN ÖZ NİYETİ
Belge ve Resimler
/ İsmail Yavuz
MEARİC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 2

MÜMİNLERİN VASIFLARI

HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSELÂM

İLK ÜÇ YIL VE İLK MÜSLÜMANLAR-3

Vefat ettiğinde Resulullah Aleyhisselâm onun alnından öpmüş, gözyaşları


yanaklarına damlamış:
“Sen dünyadan hiçbir şeye karışmadan çıkıp gittin.” buyurmuştur.

MEKTUBAT

CİSMÂNÎ SOHBET MÂNEVÎ SOHBET (28. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-

EVLİYÂ-İ KİRAM -kaddesallahu Esrârehüm-


Hazerâtı’nın “Hâtemü’l-Evliyâ” Hakkındaki Beyan ve
İfşaatları (61)

“MÜEYYEDÜDDÎN MAHMÛD el-CENDÎ -Kuddise Sırruh- (3)”

SÖZLER VE NOTLAR-12

MÜKÂLEME / Mehmed Ali Körpe

Dalgalar gece gündüz sahile vurur durur. Sen onları sadece seyret. Dalgaları
saymaya kalkarsan ömrünü tüketirsin de haberin olmaz. Sen işine bak, yoluna
bak. Durma onların üzerinde, dalgalar vuradursun. Herkes içindekini dışa
dökecek ve imtihanını o surette vermiş olacak.

NE İDİK, NE OLDUK!
OSMANLI İMPARATORLUĞU-3

"Bizim hükümranlığımızın altında milyonlarca insan saâdete


kavuştu; huzur ve refah, adâlet ve şefkat ile muâmele gördü.
Mübârek kılıncımızı ve türlü türlü silâhı; inatçı, hâin ve ahmak din
düşmanları ile, yere batasıca küffârın üzerine sevkettik! Hakk Teâlâ
onların muvaffakiyyetini yerle bir ede, mağlûbiyyeti ve her
çöküntüyü onların başlarına yıka! Öyle ki, şu yeryüzünde o
mel’unlardan tek bir tânesi dahî kalmayıp, izleriyle birlikte yok olup
gideler!..”

ÜÇ AYLAR

KÜFFÂRI ANADOLU TOPRAKLARINDAN KOVUP DİYÂR-I RÛM’U İSLÂM YURDU


HÂLİNE GETİREN SULTAN ALPARSLAN VE MALAZGİRT ZAFERİ / Hakan Yılmaz

GÜNDEM

İSRAİL’İN KİRLİ ELLERİ KUZEY IRAK’TA... YANIBAŞIMIZDA “İKİNCİ BİR İSRAİL’İN”


KURULMASINA İZİN VERİLMEMELİDİR. / Nuri Ölçer

Görünen o ki İsrail kirli emellerine ulaşmak için çalışmalarına devam ediyor. Filistin’de yaptıkları
katliamlara gözü yumuk bakan Birleşmiş Milletler ve devletler, İsrail’in ABD’yi kullanarak “Büyük Ortadoğu
Projesi” adı altında Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrasya’yı işgal edip, tüm enerji kaynaklarını ele geçirip
dünyaya hükmetmeye çalıştığını görmezlikten geliyorlar. Bugün Amerika’yı, Irak’ı işgale ve onca masum
insanı katletmeye iten İsrail devletidir.

ABD, NEREYE KADAR? / Uğur Kara

“ABD ne yapmaya çalışıyor?”,


“Bize nasıl bir gömlek giydirmek istiyor?”
Bilelim.
Küffarın koynuna girip, dostluğunu kazanıp bir şeyler yapacağını zannedersen gün gelir başını taşlara
vurursun, bunun hesabını veremezsin.

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.

Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Bu milleti cepheden yıkamayan, bu yolla gayesine ulaşamayacağını anlayan küffar son çare olarak
içeriden yıkmaya çalışmış, yaklaşık 300 yıldır bu doğrultuda netice alabilmek için ellerinden geleni
yapmışlardır. Ancak bu müslüman millete nüfuz edemedikleri için bir türlü nihai darbeyi
vuramamışlardır. Küffar milletlerinin ve onlara hizmet eden ajan-misyonerlerin yüzyıllar boyu
yapamadığını son 10 yıldır “Hoşgörü-diyalog” adı altında bu millete küffarı ve küffarın küfrünü hoş
gösterenler yapmıştır. Bugüne kadar gizliden gizliye çalışan ajan-misyonerler artık alenen çalışıyorlar,
niyetlerini gizlemedikleri gibi artık rahat çalışabilmekten memnuniyetlerini ifade ediyorlar.
“Küfrü hoş görenler”in dinlerarası hoşgörü ve diyalog fitnesi ortalığı kasıp kavuruyor. Küfür kendisine
hoş gösterilen bazıları dinlerini değiştirmeyi de hoş görüyor, kanla canla alınan vatan toprağını
dünyalık para karşılığında küffara, ecnebilere satmaya da beis görmüyor. “Madem bu küfür hoş bir
şey, para da veriyorlar, Hıristiyan oluvereyim, cebim de dolu olsun.” diyor. Bu fitne deliğinden birçok
müslüman girdi, hem imanları soyuldu, hem de vatanımıza ve dinimize çok büyük zararı olan iş ve
icraatlara ses çıkarmaz oldular.

Bu hoşgörü fitnesi sebebiyle memleketi idare edenler de küffar milletlerini hoş gördüler, küffar birliğine
girmek için hepsi seferber oldular.

Küffar birliğine girmek için azim var amma küffar memleketimizi istila etmiş haberimiz yok.

Bu Avrupa Birliği adı altında toplanma aslında hıristiyan birliğidir ve hıristiyan olmadıkça bu birliğe
dahil etmezler. Nitekim şimdiye kadar verilen tavizler küfre yaklaşmak içindir. Oysa İslâm dini bunu
aslâ kabul etmez, reddeder. Bizim için en büyük sermaye imandır, bize Hazret-i Allah, Kitabullah ve
Resulullah gerek. Bunlar İslâm’la tamamen zıddır.

Nitekim küffarın maksadını Allah-u Teâlâ bize şöyle tanıtıyor:

“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam
ederler.” (Bakara: 217)

“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.”
(Bakara: 120)

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

“KİM ALLAH’A ve RESUL’ÜNE İMAN ETMEZSE BİLSİN Kİ BİZ KÂFİRLER İÇİN ÇILGIN BİR ATEŞ
HAZIRLAMIŞIZDIR.” (Fetih: 13)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor.

“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir.
Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin
sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa
Doğru: 131. sh)
Fethullah Gülen ise kendi kitabında böyle söylüyor.

OYSA BİR İNSAN ALLAH-U TEÂLÂ’YA İMAN EDİP RESULULLAH ALEYHİSSELÂM’A İMAN
ETMEDİKÇE HİÇBİR ZAMAN İMAN SAHİBİ OLMAZ.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:


“KİM ALLAH’IN İNDİRDİĞİ HÜKÜMLERLE HÜKÜM VERMEZSE İŞTE ONLAR KÂFİRLERDİR.”
(Mâide: 44)
Küffar Memleketimizi İstilâ Ediyor
Küfrü Hoş Görenlere Cevap
Küffarın Gayesi İslâm’ı Yıkmaktır
Küffara Elbirlik “Dur” Diyelim
Allah Yolunda Yapılan Cihad ve Hak-Batıl Mücadelesi
Misyonerlerin Tuzağına Düşüp Tövbe EdenlerAnlatıyor
Küffar Birliği
Küffar Memleketimizi Nasıl İstilâ Ediyor?
AVRUPA GERÇEĞİ VE KÜFFARIN ÖZ NİYETİ
Belge ve Resimler
/ İsmail Yavuz

“KİM ALLAH’A ve RESUL’ÜNE İMAN ETMEZSE BİLSİN Kİ BİZ


KÂFİRLER İÇİN ÇILGIN BİR ATEŞ HAZIRLAMIŞIZDIR.” (Fetih: 13)
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor.

“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden


geçirmeli ve ıslâh etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani
Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını
ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel
Barışa Doğru: 131. sh)
Fethullah Gülen ise kendi kitabında böyle söylüyor.

OYSA BİR İNSAN ALLAH-U TEÂLÂ’YA İMAN EDİP RESULULLAH


ALEYHİSSELÂM’A İMAN ETMEDİKÇE HİÇBİR ZAMAN İMAN SAHİBİ
OLMAZ.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:


“KİM ALLAH’IN İNDİRDİĞİ HÜKÜMLERLE HÜKÜM VERMEZSE İŞTE
ONLAR KÂFİRLERDİR.” (Mâide: 44)

Allah-u Teâlâ kâfirleri pis ve murdar olarak bize tanıtıyor:

“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)

“Kâfirler kendilerine mühlet verişimizi sakın kendileri için hayırlı


sanmasınlar. Biz onlara sırf günahları çoğalsın diye mühlet veriyoruz.
Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i imrân: 178)

“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. O,


murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus: 100)

“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir


olanlardır. Artık onlar iman etmezler.” (Enfâl: 55)

Gerçek mücadele kâfirlerle yapılır. Allah-u Teâlâ bize küfrü böyle tarif ediyor,
“Küfrü hoş görenler” ise, sizi imandan çıkarıp küfre dâvet ediyor. Bu doğrudan
doğruya iman ile küfrün çarpışmasıdır.

Küffar Memleketimizi İstilâ Ediyor:

Son yıllarda Hıristiyan misyonerleri büyük bir gayretle, büyük paralarla çalışıyorlar. Küffar çok büyük
bir plan çeviriyor; insanlarımızı hıristiyan yapmaya çalıştıkları gibi topraklarımızı satın alıyorlar.
Memleketimizi yavaş yavaş istilâ ediyorlar.

Ey İslâm cemaati!

Kabirde misiniz!

İman binanızı tutuşturdular. Vatanınıza da sahip çıkıyorlar. Kabirde misiniz ki hiç sesiniz çıkmıyor!

Hâlâ dininize ve vatanınıza sahip çıkmayacak mısınız?

Bu necip millet yüzyıllar boyu İslâm için cihad etmiş, küffarı zelil etmiş, haçlı seferlerine karşı İslâm
dünyasına kalkan olmuştur. Küfür ve zulüm beldelerine İslâm dininin nurunu, adalet ve huzurunu
taşıyarak hiçbir zorlama yapmadan birçok hıristiyanın İslâm dini ile müşerref olmasına vesile olmuştur.

Bu hakikatlere gözlerini kapatan, zulüm ve küfründe ısrar eden küffar milletleri ise çok defa birleşerek
bu milleti ve dini yıkmak için her türlü yolu denemişlerdir.

Nitekim küffarın maksadını Allah-u Teâlâ bize şöyle tanıtıyor:

“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam
ederler.” (Bakara: 217)

Bu milleti cepheden yıkamayan, bu yolla gayesine ulaşamayacağını anlayan küffar son çare olarak
içeriden yıkmaya çalışmış, yaklaşık 300 yıldır bu doğrultuda netice alabilmek için ellerinden geleni
yapmışlardır. Ancak bu müslüman millete nüfuz edemedikleri için bir türlü nihai darbeyi
vuramamışlardır. Küffar milletlerinin ve onlara hizmet eden ajan-misyonerlerin yüzyıllar boyu
yapamadığını son 10 yıldır “Hoşgörü-diyalog” adı altında bu millete küffarı ve küffarın küfrünü hoş
gösterenler yapmıştır. Bugüne kadar gizliden gizliye çalışan ajan-misyonerler artık alenen çalışıyorlar,
niyetlerini gizlemedikleri gibi artık rahat çalışabilmekten memnuniyetlerini ifade ediyorlar.

Bugün memleketimiz ve dinimiz üzerinde en büyük çalışmayı Amerika yapıyor. İslâm’ı yıkmaya
çalışıyor. Amerika’ya hizmet eden de İslâm’ın yıkılmasına hizmet etmiş oluyor. Bunların durumu budur.
Maksatları İslâm’ı yıkmaktır. Bu güzelim vatanı bölmek için, küfrü yaymak için çok çalışıyorlar.

Küffarın memleketimize ve bu millete nüfuz etmesine zemin hazırlayan bu münafıklar küffarın ajanıdır.
Küffarın yapamadığını İslâm maskesi altında yapmaktadırlar. Hıristiyanların namına çalışır, onların
himayesi altındadır. Türkiye ile, İslâm ile hiçbir ilgileri yoktur.

Bu münafıkları Allah-u Teâlâ bize şöyle tanıtıyor:

“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.”
(Nisâ: 145)
“Onlar kendi yüklerini, kendi yükleriyle beraber daha nice yükleri taşıyacaklar ve uydurdukları
şeylerden kıyamet günü mutlaka sorguya çekileceklerdir.” (Ankebut: 13)

“İnkâr edip de insanları Allah’ın yolundan alıkoyanlara, fesat çıkarmaları yüzünden, azap
üstüne azap vereceğiz.” (Nahl: 88)

“Onlar hem insanları (Kur’an’dan) menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar. Böylece
ancak kendilerini helâke atarlar da farkına varmazlar.” (En’am: 26)

“Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin
onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münafikûn: 4)

“Küfrü hoş görenler”in dinlerarası hoşgörü ve diyalog fitnesi ortalığı kasıp kavuruyor. Küfür kendisine
hoş gösterilen bazıları dinlerini değiştirmeyi de hoş görüyor, kanla canla alınan vatan toprağını
dünyalık para karşılığında küffara, ecnebilere satmaya da beis görmüyor. “Madem bu küfür hoş bir
şey, para da veriyorlar, Hıristiyan oluvereyim, cebim de dolu olsun.” diyor. Bu fitne deliğinden birçok
müslüman girdi, hem imanları soyuldu, hem de vatanımıza ve dinimize çok büyük zararı olan iş ve
icraatlara ses çıkarmaz oldular.

Bu hoşgörü fitnesi sebebiyle memleketi idare edenler de küffar milletlerini hoş gördüler, küffar birliğine
girmek için hepsi seferber oldular.

Küffar birliğine girmek için azim var amma küffar memleketimizi istila etmiş haberimiz yok.

Bu Avrupa Birliği adı altında toplanma aslında hıristiyan birliğidir ve hıristiyan olmadıkça bu birliğe
dahil etmezler. Nitekim şimdiye kadar verilen tavizler küfre yaklaşmak içindir. Oysa İslâm dini bunu
aslâ kabul etmez, reddeder. Bizim için en büyük sermaye imandır, bize Hazret-i Allah, Kitabullah ve
Resulullah gerek. Bunlar İslâm’la tamamen zıddır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Birbirine hasım iki zümre!” buyuruyor. (Hacc: 19)

Hülasâ-i kelâm; sen küfrü hoş görmedikçe küffar senden hoşnut olmaz. Ve bu husustaki kayıpları
arzedeyim:

Bunlar dinde, imanda, şeref ve haysiyette olan kayıplardır. Dünya kayıplarına gelince; Almanya çöktü,
çocuk parasını veremez oldu, ilaç parasını kaldırdı, işsizlik parasını ve buna mümasil sosyal yardımları
hep yarıya indirdi. Bu bugün içindir, yarın ise hepsini kaldırmak zorundadır. Fransa öyle... Bu devletler
çökerse sen mi kalkınacaksın? Bunun delilini mi istiyorsunuz?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.”
(Bakara: 120)

Bu böyledir. Şayet itiraz ederseniz siz de delil gösterin amma dil göstermeyin!

Küffar sadece dinimize fitne ve fesat sokmakla yetinmiyor, bu fitne ve fesatın zihinlerde oluşturduğu
kararsızlıklardan istifade ederek siyasi, ekonomik ve sosyal istilâ hareketlerine girişmiş bulunuyor.
Memleketimizin birçok güzide beldesi küfür beldesi haline getiriliyor. Kıymetli tarım arazileri yabancılar
tarafından adım adım istilâ ediliyor.

Tapu Kadostro Genel Müdürlüğü Yabancı İşler Daire Başkanlığı kayıtlarına göre başta Yunanlılar ve
Almanlar olmak üzeri 64 ülkenin vatandaşı bugüne kadar 70 ilde 41.683 adet mülk edindi. Yabancılar
en fazla İstanbul ve Antalya’yı tercih ediyor. Yabancıların aldığı arazi ve gayr-i menkullerin toplam
yüzölçümü 330 milyon metrekareyi buluyor. Bu rakamlara yabancı kişi ve kuruluşlar adına mülk alan
Türk vatandaşı azınlıklar dahil değildir.

Prof. Dr. Yunus Vehbi Yavuz “Batılıların tek amacının diyalog-hoşgörü ve inanç turizmi perdesi altında
Türk gençlerini hıristiyanlaştırmak, silah gücü ile alamadıkları Anadolu’yu hıristiyanlaştırarak savaşsız
geri almak olduğunu ifade etmekte, son beş-altı yılda ülkemizde resmi 5.000 gayr-i resmi 25.000
müslüman Türk’ün hıristiyanlaştığını söyleyerek işin vehametine vurgu yapmaktadır. (Bkz: 14 Temmuz
tarihli A. Vakit)

Balıkesir Üniversitesi’nde bir öğretim görevlisi öğrencilerinden 70 ile 80 arası müslüman gencin
hıristiyan olduğunu üzülerek söylemiştir.

Türkiye’de gayr-i resmi faaliyet gösteren 20 bini aşkın kilise açıldığı söylenmektedir. Bunların birçoğu
ev-kilise şeklinde faaliyet göstermektedir.

Halen Türkiye’de 136 bin Katolik hıristiyan misyonerin, 106 bin AB misyonerinin yoğun şekilde
çalışmakta olduğu ATO’-nun “Avrupa Birliği’nde Maskeli Balo, Dayatmalar Gerçekler (Vatanseverin El
Kitabı Serisi-1)” isimli kitapçık-raporunda geçmektedir.

İslâm düşmanları iman evini yakıyorlar, memleketi istila ediyorlar kimsenin umurunda değil. Buna
müsâde mi edelim?

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Küfrü Hoş Görenlere Cevap:

“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş
hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)

Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor.

“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir.
Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin
sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel Barışa
Doğru: 131. sh)

Fethullah Gülen ise kendi kitabında böyle söylüyor.

Oysa bir insan Allah-u Teâlâ’ya iman edip Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmedikçe hiçbir zaman
iman sahibi olmaz.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:


“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)

“Lâilâhe illallah”tan sonra “Muhammedün Resulullah” demek Tevhid’in iki rüknünden biridir.
Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişi müslüman sayılmaz.

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’ı dost edindi. Adını adı ile andı. Onun hoşnutluğunu kendi
hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra
“Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişinin
müslüman sayılmayacağını belirtti.

Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet
olmadan sadece Allah inancı fayda vermez. Kâfir de Allah’a inandığını söylüyor. Ama
Peygamber’imize inanmadığı için imanı makbul değildir. Allah’a inandığını söylüyor ama O’nun
gönderdiği peygamberine "Ben senin peygamberini kabul etmiyorum!" diyor.

Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için
küfürde kalmış oluyorlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan
olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka
cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)

“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur.
Allah-u Teâla onun sayesinde dalâlette olanları hidayete erdirdi.

Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde şöyle buyurmaktadır:

“Muhammed Allah’ın Peygamber’idir. Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve
sert, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” (Fetih: 29)

“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman
olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)

Resulullah Aleyhisselâm Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmaktadır:

“Cennete sadece müslüman olan girer.” (Buhârî)

Bunlar kimi aldatmaya çalışıyor!

Biz Allah-u Teâlâ’nın hükmünü beyan ediyoruz. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse, işte onlar zâlimlerdir.” buyuruyor. (Mâide:
45)

Âllah-u Teâlâ böyle buyuruyor, bu din-i İslâm’dan sapanlar ne söylüyor?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“Resul’üm! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”(Enbiyâ: 107)

“Allah’a ve Resul’üne itaat edin.” (Enfâl: 1)


“Peygamber’e itaat eden, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, biz seni
onların üzerine bekçi göndermedik.” (Nisâ: 80)

“Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet edenler, işte onlar en aşağılık kimseler arasındadırlar.”


(Mücâdele: 20)

“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş
hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)

İlâhi hüküm budur. Bu yoldan sapmışlar halkı aldatmaya mı çalışıyorlar?

Biz elhamdülillah müslümanız. Bizim kitabımızda bunlar var. Amma onların kitabında bunlar yazmaz
ki!

Fethullah Gülen bir beyanında da şöyle demiştir:

“Bu tavır benim şahsi yapımla ilgili değildir. Ben inancımın gereğini yerine getiriyorum.” (Zaman. H.
Gülerce -09.07.2004-)

“İnancımın gereğini yerine getiriyorum” diyor. İslâm inancının gereği başka olduğuna göre ayrı bir
inanç, ayrı bir din edindiğini kendisi ilân ediyor. Bu kendi icadı, kendi görüşü ve kendi inancıdır.

İslâm inancı ise şudur:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da
olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.”
(Mücâdele: 22)

“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim
onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)

Ve Hazret-i Allah; Kelâm-ı kadim’i, beyân-ı hâkim’inin Tevbe: 23, Nisa: 144, Âl-i imran: 28, Nisâ: 139,
Mümtehine: 1, Mâide: 80-81-82, Mücâdele: 14-15, Bakara: 120, Mümtehine: 13, Bakara: 217, Bakara:
105, Âl-i imran: 100-101-102, Âl-i imrân: 118-119-120, Tevbe: 28, Tevbe: 95, Enfâl: 73, Âl-i imrân:
179, En’âm: 125, Yunus: 100, En’âm: 121 ve buna mümasil birçok Âyet-i kerime’lerinde küfrü ve
kâfirleri hoş görmeyi kesinlikle yasaklamış, onlarla kurulacak dostluğun vehametini, zararını beyan
etmiş, âkıbetlerinin büyük bir azap olduğunu haber vermiştir.

İslâm’ın kitabındaki Âyet-i kerime’ler bunlardır. Onların kitabında bu Âyet-i kerime’ler yok mu?

Bunların müdafiliğini yapan buna göre yapsın.

Ya ilâhi hükme göre konuşun ya da İslâm sıfatı ile karşımıza çıkmayın.

Zaman müslüman olarak cevap verdiğini iddia ediyorsa ilâhi hüküme göre cevap vermesi lâzım.

Küfrü hoş gördüğünü ilân ediyorsa açıktan açığa etmesi lâzım.

Artık herşey meydana çıkmıştır. Hakk biliyor, halk da bilsin.

Daha önce Müslümanların ön safında görünüyordu. O büyük Zât-ı muhterem’in izinde yürüyormuş gibi
göründü.


Bu Zat-ı muhterem’i kendilerine alet etmesinler. Bu Allah dostuna iftira ve zulüm yapmasınlar. Zira bu
gibilerin durumunu Said-i Nursi Hazretleri adeta feryat ile tarif etmiştir:

“Ecnebilerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle (tabiat fenleriyle) dalâlete gidenlere ve onları


körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin (lânet) ve teessüfler!

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri (Avrupalıları) taklide çalışmayınız! Âyâ (acaba) Avrupa’nın size
ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten (düşmanlıktan) sonra, hangi akılla onların sefahet (akılsızlık)
ve bâtıl efkârlarına (fikirlerine) ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok yok! Sefihâne (akılsızca)
taklit edenler, ittiba değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip (dahil olup) kendi
kendinizi ve kardeşlerinizi idam ediyorsunuz (yok ediyorsunuz).

Âgâh (uyanık) olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe (uydukça), hamiyet (iman ve İslâm’ı
savunma) dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibânız, milliyetinize karşı bir
istihfattır (küçük görmedir) ve millete bir istihzâdır (alay etmedir).

(.......)

İşte muzır (zararlı) kâfirler ve kâfirlerin yolunda giden sefihler (akılsızlar), Cenâb-ı Hakk’ın
hayvanâtından bir nevi habistirler (pistirler).”/(Lem’alar)

İmâm-ı Rabbânî -kudise sırruh- Hazretleri de şöyle buyurmuştur:

"Allah-u Teâlâ'nın ve Resûl'ünün düşmanı olan kâfirleri kendine düşman bilmelidir. İslâm
düşmanlarını aşağı tutmalı, kıymetsiz ve rezil olmaları için uğraşmalıdır. O alçaklara hiçbir
zaman ve hiçbir yerde saygı göstermemelidir! Onlarla görüşmemeli, hiç mi hiç buluşmamalıdır.
O düşmanlara hep sert davranmak, elden geldiği kadar yüzlerini görmemek ve işe
karıştırmamak lâzımdır!.." (Mektûbât; 165. Mektup)

Göz yaşlarıyla: “Bir evimden başka hiçbir şeyim yok.” diyordu. Müslümanların merhametini
celbediyordu. Ne para, ne senet, ne ev, ne araba, hiçbir şey bırakmadı.

O kadar para topladılar ki nihayet arzu ettikleri noktaya gelince, paralarını muhafaza edemez oldular,
koyacak yer bulamadılar.

Âyet-i kerime’de:

“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu
bilin.” (Bakara: 279)

Buyurulduğu halde onlar bu Âyet-i kerime’ye karşı geldiler ve banka kurdular.

Daha sonra papazlarla anlaştı, kiliseler açtı.

Allah-u Teâlâ’nın murdar dediğine;

“Şüphesiz ki Allah katında yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır.” (Enfâl: 55)

Âyet-i kerime’sinde beyan buyurduğu kâfirlere “Hazret” diyor.

Çünkü bu duruma düşmüş.

Küfrü hoş gördüğüne göre hıristiyanlar namına çalışıyor, İslâm’ın ise aleyhinde çalışıyor. Amerika’da
yaşayıp oradan idare ettiğine, Amerika kendi nam-ı hesabına kullandığına göre onlar için çalışır,
onların himayesi altındadır. Türkiye ve İslâm’la hiçbir ilgisi yoktur. ABD’nin direktifi ile çalışır. Hususi
görüntülü telefonları vardır, oradan idare eder, konuşur. Ayna gibi halk onu görsün. Küffarın ajanlığını
yapmak, gerçek gadab-ı ilâhi’ye muciptir.

Bu güzelim vatanı bölmek için küfrü yaymak için çok çalışıyorlar. Bunu müslüman yapar mı? Bu icraat
bizden görünüp içten tehlike arzedenlere yakışır.

Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

“Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikun: 4)

“Allah münâfık erkeklere, münâfık kadınlara ve kâfirlere ebedî kalacakları cehennem ateşini
hazırlamıştır. Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için
sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)

“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna engel oldular. Gerçekten onlar çok
kötü bir şey yapıyorlar.

Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine kalpleri mühürlendi de, onlar
artık anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikun: 2-3)

“Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların
varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (Tevbe: 73)

Buna destek verenler de onlardandır.

“İnsan sınıflarından herbirini biz o gün imamlarıyla çağıracağız.” (İsrâ: 71)

İşte bunlar beraberce huzur-u ilâhi’ye çıkacaklar.

“İnsan, bizim kendisini nutfeden (kerih bir sudan) yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir
hasım kesilmektedir.” (Yasin: 77)

“Yaratan”a, “Yaşatan”a, “Nimetlerle donatan”a hasım kesilmenin ne demek olduğunu o münafıklara


gösterecek. Memleketinde durmamasına rağmen buraya gizliden gizliye gelip gittiği biliniyor.

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de geçmişte yaşamış milletlerden başlarına gelen azaplardan haber
vererek bu felaketin sebebinin hak ve hakikati yalanlayıp peygamber Aleyhimüsselam Hazeratı’na
muhalefet etmek olduğunu beyan etmektedir.

“Daha önce inkâr edip de, yaptıklarının cezâsını tadanların haberi size gelmedi mi? Onlar için
elem verici bir azap da vardır.” (Teğabün: 5)

Bunlar size haber verilmişken sizler niçin ibret almıyorsunuz da küfürde ısrar ediyorsunuz.

“O azabın sebebi şudur: Onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi. Onlar ise: “Bizi bir
beşer mi doğru yola götürecekmiş?” dediler ve inkâr edip yüz çevirdiler. Allah da hiçbir şeye
muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, hamde lâyıktır.” (Teğabün: 6)

Sizin işiniz hikâye ile bizim işimiz hakikat ile. Çünkü sizin kitaplarınızda böyle şey bulunmaz.

Büyük bir lütfa ererek hidayete ermesine rağmen dünya menfaatlerine yönelen kimseleri Allah-u Teâlâ
Âyet-i kerime’lerinde şöyle tarif buyurmuştur:

“Onlara o kimsenin haberini de anlat ki, kendisine âyetlerimizden vermiştik. Fakat o bunlardan
sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu.
Dileseydik elbette onu bu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine
düştü. Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur,
kendi hâline bıraksan da dilini çıkarıp solur. İşte âyetlerimizi yalanlayan kavmin hâli böyledir.
Sen onlara bu kıssayı anlat, belki üzerinde düşünüp ibret alırlar.” (A’râf: 175-176)

Hidayet yolunu bırakıp Hakk’tan uzaklaşmaktan daha çirkin, heva ve hevesine uyarak dalalete
sapmaktan daha kötü bir sapmışlık tasavvur edilemez.

A. Vakit gazetesinde bir yazar müslüman olan bir Rus bayana hoşgörücülerin “Müslüman olmana
gerek yoktu, senin dinin de hak” dediklerini nakletmektedir. Yine Bursa’dan müslüman bir bacımız,
imam-hatip bitirmiş “küfrü hoş görücüler”den bir arkadaşının hıristiyan olduğunu haber vermiştir.
Bunlar sadece iki örnek.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bunu 1400 sene evvel görmüş;

“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi
mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha
çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizî: 2196)

Dinlerini nasıl değiştireceğini haber veriyor.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Küffarın Gayesi İslâm’ı Yıkmaktır:

ABD onu kendi nam-ı hesabına kullanıyor. Papaza yaptıramayacağını yaptırıyor, onun vasıtası ile
İslâm’ı yıkmaya çalışıyor.

Halbuki Bush’un bütün gayesi İslâm’dan intikam almaktır. Hem içeriden hem de dışarıdan yıkmak
ister. İçeriden münafıklarla, papazlarla, dışarıdan da siyaseti ile.

Bush Evangelist hıristiyandır. Evangelistler İslâm’ı yeryüzünden silmeye kararlıdırlar. Türkiye’yi bir
hıristiyan ülkesi haline getirmek istiyorlar. Türk halkını hıristiyan yapmak istiyorlar.

Bush 11 Eylül’deki intihar saldırılarının ardından terörizme karşı “Haçlı Seferi” başlattığını söyledi. (18
Eylül 2001 tarihli gazeteler)

Haçlı seferi sözünü üç yıl sonra Bush’un seçim kampanyası başkanı Marc Racicot tekrar etmiş, Bush’u
terörizme karşı dünya çapında bir haçlı seferine önderlik ediyor sözleriyle övmüştür. (20 Nisan 2004)

Görüldüğü gibi Bush’un gayesi İslâm’ı içten ve dıştan yıkmaya çalışmaktır.


Bush koyu bir kâfirdir. İslâm düşmanıdır. Yani içi küfürle dolu. İslâm’dan intikam almak için ne lâzımsa
bu adam yapıyor. İslâm için büyük tehlikedir. Hem Osmanlı’ya hem İslâm’a karşı müthiş bir kini var.

Gayesi İslâm ülkelerine yavaş yavaş yayılmak. İran’a, Suriye’ye, Mısır’a, Suudi Arabistan’a, buraları
halkaya almak.

Dünya öyle kaynıyor, kaynıyor ki bir gün patlayacak. Önümüz kötü. Allah-u Teâlâ’nın hükmüne kalmış.
İşler Amerika’nın direktifi ile yürüyor. Zaman onların bugün için. Daha ne kadar sürer Allah bilir. İleride
büyük harpler var. Yakın zamanda her şey değişecek.

“Hakk kulundan intikamını yine kul ile alır,

İlm-i ledun bilmeyen onu kul etti sanır.”

Karşılıklı kuvvetler ile Cenâb-ı Hakk dengeliyor. Onu ona, onu ona yok edecek, böylece dünyayı yok
edecek, o onunla o onunla. Hüküm Allah’ındır. O icraatı Cenâb-ı Hakk yaptırır. Birbirine vurdurur. Yok
eder, dünyayı perişan eder. Bununla beraber yahudiler İslâm’ın baş düşmanıdır.

“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan
alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin,
alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i imrân: 26)

Dikkat ederseniz dünya Rusya’dan korkuyordu. Çeçenlerle Afganlılar onu bitirdi. Ummadığı yerde.
Bunları ne ile yıkacağını O bilir.

Çünkü İsrâ: 58. Âyet-i kerime’si bize çok şey gösterecek.

“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya
onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap’ta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)

NATO yıkmadı, amma Afganistanla, Çeçenistan yıktı. Hiç ummadığı iki devlet. Öyle murad etmiş.

"Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları azaplandırsın, onları rüsvay etsin, size onlara
karşı zafer versin, müminlerin gönüllerini ferahlandırsın." (Tevbe: 14)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Küffara Elbirlik “Dur” Diyelim:

Son birkaç yıl içinde ülkemizde yaklaşık yirmi bir bin civarında kilise ev açılmış olduğu basında yer
aldı.
Dikkat buyurun yirmi bir bin hıristiyanlık evi. Nerede açılıyor? Apartmanlarda, hanlarda, çiftliklerde,
dükkânlarda...

Çalışma metodlarından bir tanesi de, işsize iş buluyorlar, aç-susuza para veriyorlar, hıristiyan
yapıyorlar. Asıl felâket bunlarda değil de çocuklarında... Zira onlar ikilem yaşıyor belki ama çocuklarını
bu kiliselere götürüp bir hıristiyan gibi yetiştiriyorlar.

İstihbarat birimlerine ulaşan bilgilere göre Türkiye’de misyonerlik faaliyetinde bulunan hıristiyanlar
önlerine on yıllık hedef olarak 5 milyon Türk vatandaşının hıristiyanlaştırılmasını koyduklarını,
misyonerlik faaliyetlerinde bulunan hıristiyanların Tunceli, Diyarbakır, Eskişehir, Çanakkale, Karadeniz
Bölgesi ve İstanbul’u kendilerine üs olarak seçtiklerini açıklamışlardır.

Uyan be kardeş!

İman evini tutuşturuyorlar, çoluk-çocuğun kâfir oluyor, görmüyor musun her tarafa kilise açılıyor!
Papazlar bedava İncil dağıtıyor. Bütün bu tertipler küfrü yerleştirmek, senin imanını alıp küfre dahil
etmek içindir.

İleride çocuklara okullarda burs verecekler, yurt dışında okutacaklar, yabancı dil öğretecekler,
sonunda kimlik ve din değişimine uğratacaklar. Bu vatan için, geleceğimiz için büyük bir tehlike değil
midir? Kaldı ki bir kişi bile olsa bir müslümanın küfre kayması çok büyük bir vebal değil midir?

Bir değil binler küfre kayıyor, küfrün kucağına düşüyor. Büyük şehirde kilise binaları yaptırılıyor,
açılıyor, eskiden kalan Rum ve Ermeni kiliseleri tamir ediliyor.

Uyan be kardeş!

Düşmanını dost bilme, dinini, imanını, vatanını koru. Zira küffar seferber halinde.

Müslümanların artık teşkilatlânması zamanı gelmiştir. Onlar sizin üzerinize yürümeden evvel siz
tedbirinizi alın. Geniş bir teşkilât kurmak lâzım. Bu manevi manada gerçek bir harptir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Allah Yolunda Yapılan Cihad ve


Hak-Batıl Mücadelesi:

İslâm hakikatlerini duyurmayı şiar edinen Hakikat dergisi “Küfrü Hoşgörü Fitnesi”ni söndürmek, ajan-
misyonerlere açılan kapıları kapatmak gayesi ile 1994 yılından beri değişik vesilelerle yayınlar
yapmıştır. Bu gaye ile dergimizin temsilciliğini yapan arkadaşlarımız da imanlarının ve samimi
duygularının teşviki, din ve vatan sevgisinin icabı ile dükkân dükkan, sokak sokak dolaşarak halkımızı
uyandırmaya, bu misyoner faaliyetlerinin tehlikelerinden haberdar etmeye çalışmaktadır. Bu çalışmalar
neticesinde görülmüştür ki bu küfrü hoş görenlerin açtığı kapıdan giren misyonerlerin faaliyetleri çok
tehlikeli boyutlara ulaşmıştır. İzmir temsilcimiz Rasih Çetin ve arkadaşlarının sadece birkaç günlük
çalışma ile ulaştığı bilgileri ve yaptığı mücadeleyi anlatan mektubunu bir örnek olarak dikkat
nazarlarınıza arzediyoruz.

*İZMİR’de MİSYONER EYLEMLERİ VE KARŞI MÜCADELE

Son aylarda medyada da sıkça haber olduğu gibi misyonerler ülkemizde hummalı bir çalışma içerisine
girmişlerdir. Bu faaliyetler masum birer dini faaliyet olmanın çok ötesinde dış kaynaklı siyasi ve çok
büyük maddi destekle emperyalist niyetlere hizmet eder bir tarzda ajan-misyonerler tarafından
yürütülmektedir. "Din özgürlüğü" kılıfı altında halkımızın ekonomik sorunları istismar edilmek suretiyle
din değiştirmeleri temin edilmekte, yabancılar ülkemizde hızlı bir mülk ve toprak satın alma işine
girişmiş bulunmaktadır. Sokak sokak, dükkan dükkan dolaşarak İncil dağıtan, para ile gençlerimize din
değiştirmelerini telkin eden misyonerlerin bu tür faaliyetleri ülkemizin dini-toplumsal birlik ve
bütünlüğünü tehdit eden bir tehlike olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hakikat dergisi Haziran ve Temmuz ayında konuyu gündeme getirerek çok önemli bir hizmette
bulunmuştur.

Biz İzmir’imizi pilot bölge seçip, aynı platformlarda sokak sokak, dükkan dükkan mücadele ederek,
ajan-misyonerlerin eylemlerini dergimiz vasıtasıyla milletimize anlatmakta ve kendilerini duyarlı olmaya
çağırmaktayız. Bir tür sivil toplum faaliyeti olarak yürüttüğümüz bu faaliyetler sırasında özellikle zengin
muhitlerde ve üniversitelerde odaklaşan misyonerlerle karşılaşmamız neticesinde aşağıdaki
faaliyetlerini tespit etmiş bulunmaktayız.

Bostanlı’da dergimizi görüp çağrımızı duyan bir bayan 500 milyona kiraya çıkardığı dairesini bir
misyonerin 900 milyona kiraladığını 5 milyar avans verdiğini ve şimdi dairenin yasadışı kilise olarak
kullanıldığını bildirmiştir.

Karşıyaka M. Kemal camisi karşısında bilgisayarcılık yapan Düzgün isimli şahsın F. Gülen cematinde
iken anlaşmazlıkları neticesinde hırıstiyan olduğu öğrenilmiştir.

Hatay nokta durağında Egemen Ayakkabı Merkezi sahibi Ercüment Bey işçilerinden birinin cebinde bir
kitap taşıdığını, bunun İncil olduğunu öğrenince kendisinin misyonerlere 500 Euro karşılığı bu kitabı
taşıyacağına söz verdiğini, kiliseye getirip vaftiz olan kişi başına 500 Euro para teklif ettiklerini
söylediğini bildirmiş, bizim bunlarla yaptığımız bu mücadeleyi canı gönülden desteklediğini beyan
etmiştir.

Aynı güzergahta Özhacılar Baklava'da çalışan Altuğ Bey para karşılığı vaftiz olan 3 kişiyi tanıdığını
beyan etmiştir.

Tanıdığımız İnan Tekin’in hala oğlunun hiristiyan olma karşılığında İsviçre’ye işçi olarak gönderildiği
ortaya çıkmıştır.

Bornova’da üniversite öğrencilerinin yoğun olduğu küçük parkta İYİ HABER internet cafe ve English
Clubs adlı işletmelerde misyonerlik faaliyeti yaptıkları tespit edilmiş, kendilerine dergimizi takdim
ettiğimizde hışımla üzerimize yürümüşlerdir.

Bornova’da 457 Sk. No.1'de Protestan cemaatinin Pazar günleri saat 11.00'de çocuklar için ayin
düzenlendiği tespit edilmiştir.

Karataş’ta Sahil yolu No.117 Levent apartmanında kilise ev açarak faaliyette bulundukları o bölgelerde
yapılan dükkan ziyaretlerinde mahalle sakinleri tarafından gösterilmiştir.

Alsancak’ta St. Poul Evengelist Kilisesi ve Pasaportta katolik Saint Polygarde Kilisesi ziyaret edilmiş
pederden ertesi gün saat 10.00 da randevu alınmış kendilerine sorulmak üzere 5 soru hazırlanmıştır.

Fakat peder randevusundan (13.7.2004, saat 10.00) vazgeçmiştir.


Kilise ziyaretlerimize yerel basından Haber Ekspres de katılmış, olaylara şahit olunca haber merkezine
davet edip, mücadelemizi dinleyip belgeler ve delil fotoğraflarımızı alıp en kısa zamanda haber
yapacaklarını ve kalemle yapılan bu mücadelenin takdire şayan olduğunu belirtmişlerdir.

Daha sonra yerel tv (Ege tv, İzmir tv, Sky tv) haber merkezlerine gidilip dergimizle yapılan mücadele
anlatılmış, kendilerine misyoner faaliyetleriyle ilgili belgeler sunulmuştur.

18 Temmuz Pazar günü İzmir’de üçer kişilik ekipler halinde Karataş Protestan, Bornova Protestan ve
Katolik ST. Antonion kiliselerinde Pazar ayinlerini izledik. Karataş’ta ayin sonrası Papaza: ‘F. Gülen
sizi hoş görüyor, siz de onu hoş görüyor musunuz?’ diye sorduk. ‘Ne hoşgörüsü biz İsa’dan sonrasını
tanımıyoruz.’ diyerek küfrünü ilân etti.

Çalışmalarımız özellikle misyonerlerin yoğun çalıştığı semtlerde devam etmektedir.”

İslâm diyarında küfre verilen yersiz değer.

Bu olur mu hiç?

Zira her cami her mescid Diyanet’e bağlı, bunu mecbur ettiler.

Ve fakat her mahallede kilise açılıyor, misyonerler cirit atıp oynuyor! Buna mani olan yok!

Küffar hükümetin öz çocuğu oluyor da, kendi vatandaşı üvey çocuğu mu oluyor?

Bu ne biçim adalet, bu ne büyük mesuliyet!

Bunun mânevi mesulü kimdir?

Bunları Hazret-i Allah’a şikâyet ediyorum!

“Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?” (Münâfikun: 4)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Misyonerlerin Tuzağına Düşüp


Tövbe Edenler Anlatıyor:

Bu ajan-misyonerlerin tuzağına düşüp hıristiyan olan, hatta ev-kiliselerde papazlık yapan ancak
hakikati gördükten sonra bunlardan ayrılarak müslümanlığa dönen isimleri bizde mahfuz bazı
kimselerle yaptığımız görüşmelerde nasıl bir çalışma içerisinde olduklarını öğrendik:

“Türkiye’de son beş yılda özellikle protestan misyonerler çok büyük bir çalışma içerisine girmiştir.
Arkalarında her türlü maddi destek vardır. Amerikan hükümeti bunlara her türlü destekte
bulunmaktadır. İşin başında olan, kilise evleri teftiş eden, buralara papaz tayin eden misyonerlerin çok
yüksek maaşları, kendilerine has özel sigortaları vardır. Bulundukları bölgenin bağlı olduğu Amerikan
konsolosluğu ile irtibat halindedirler. Herhangi bir durumda konsolosluk görevlileri anında kendileriyle
ilgilenmekte, idarî organlar nezdinde girişimlerde bulunmaktadır.

Katolikler Vatikan’a bağlıdır. Ortodokslar Rum Patriği’ne bağlıdır, direktifleri oradan alırlar. Ancak
protestanların bağlı oldukları böyle bir merkez yoktur. Direktiflerini Amerikan konsolosluklarından
alırlar. Bu misyonerlere sosyal-psikolojik ajan denilebilir. Zira talep edildiği zaman bulundukları
bölgenin sosyal yapısı hakkında raporlar hazırlayarak konsolosluklara göndermektedirler. Ajan-
misyoner tanımlaması isabetli bir tanımlamadır.

Kilise evleri idare eden pastör (protestan papaz) Türkler de maaş alırlar. Aldıkları maaşın bir standardı
yoktur. Dolarla maaş alırlar. Kilise evlerin hızla çoğalmasının sebebi “Proje” sistemi sayesinde
olmaktadır. Bir cemaat mensubu kilise ev yapılabilecek bir yeri tespit eder, yeri önemli değildir.
İstanbul gibi büyük şehirlerde böyle yerler çoktur. Bu yer hakkında hazırlanan proje baş misyonerlere
takdim edilir, internet vasıtasıyla incil şirketlerine takdim edilir. Proje sahibine burayı kilise ev yapması
için çok büyük paralar verilir.

Müjde, Kumru, Yeni Yaşam gibi isimlerde radyoları, Kitab-ı mukaddes, Müjde gibi yayınevleri vardır.
Gazetelerde “İncil’i okudunuz mu?” “Alo dua” gibi ilânlarla reklam yaparlar, arayanlara bedava İncil ve
propaganda kitap ve CDleri gönderirler. Bu çalışmalar neticesi çok başvurular olur. Bu tür şirketler
misyonerlerle irtibat halindedir ve çok büyük maddi destek görmektedirler.

İzmir Selçuk’ta papaz (pastör) okulu açmışlar 5 yıl sonra kapatmışlar. Talebelere 700 dolar maaş
veriyorlarmış ama istedikleri verimi alamadıkları için kapatmışlardır.

Özellikle aile üzerinde çok durmaktadırlar. Bütün gayretlerine rağmen aileler üzerinde muvaffak
olamamışlardır. Bunu kendi raporlarında da itiraf ederler. Bu sebeple cemaat içerisinde kız ve erkekleri
tanıştırarak evlenmelerini temin etmeye çalışırlar. Yalova, Mersin, Hazar ve daha pek çok yerde “Yaz
Çocuk Kampları” vardır.

Yoğunlaştıkları illerin başında Diyarbakır gelmektedir. Bir kilise hakkındaki davada ABD’nin Diyarbakır
konsolosluğu mahkemeye başvurarak bilgi almıştır. Bunlar tespit edebildiğimiz kadarıdır.

Muharref İncil’de Pavlos “Aklımla Allah’ın yasasına, bedenimle günah yasasına kulluk ederim”
demektedir. Hazret-i İsa’nın kendi yerlerine eziyet ve azap çektiğine inanırlar. Bu sebeple ahlâksız
ilişkiler bu cemaatler içerisinde mübah görülür. Bir cemaat üyesi topluluk içerisinde günahını itiraf eder,
böylece arındıklarına inanırlar. İncil olsun, hıristiyanlık öğretisi olsun tamamen slogan ve acitasyon
temellidir. “Sevgi” gibi insanların zaafı olan konuları çok fazla istismar ederler. Özellikle boşlukta olan,
psikolojik sorunları bulunan insanlar bunların ağına takılır. Bu sebeple dul ve sahipsiz kadınlardan
buralara gelen çoktur. Sosyal sınıflar içerisinde ateist ve özellikle Alevi kökenlilerden din değiştiren
çoktur. Sünni kesimden din değiştirenlerin tamamına yakını Fethullah Gülen’in tesirinde
kalanlardandır. İslâmiyet’i gereği gibi yaşayamayanlar, büyük günahlar işleyenler madem hıristiyanlar
da doğru yolda, hıristiyanlığı yaşamanın zor bir tarafı da yok, günah işleminin de telâfisi kolay diye
hıristiyan oluyorlar. Medyada bu tür boşlukta olan insanlar yönelik büyük bir propaganda
uygulanmaktadır. Telegram denilen yöntemle, yani boşlukta olan insanların bilinç altına hitap ederek
onları hıristiyanlığa çekmeye çalışırlar. Meselâ televizyonlara sık sık çıkan Turgay Üçal isimli şahıs sık
sık “Eskiden müslümandım. Ben Risale-i Nur külliyatını okudum!” diyerek bu şekilde bunlar üzerinde
etkili olmaya çalışmaktadır.

Bazı yabancı ve yerli yazarların kitapları zihinlerde kararsızlık oluşturmakta büyük tesir icra ederler. Bu
tür kitapları ucuz ve çok dağıtarak amaçlarına hizmet etmeye çalışırlar. Zihninde kararsızlık husule
gelen bir müslüman maddi teşvikler de devreye sokularak tuzağa düşürülmektedir. Zaten medyanın da
propagandası ile bu gibi kararsız kimseler misyonerlerin ağına düşmeden önce kilise ve hıristiyanlık
hakkında epeyce doldurulmuş olduklarından misyonerler fazla zorluk çekmezler.

Özellikle yeni çıkan yasalar sebebiyle emniyet güçlerinin bunlara karşı eli kolu bağlı durumdadır. Bu
sebeple halkın bunlara karşı bilinçlendirilmesi çok önemlidir. Hatta İslâm dini hakkında, incil ve Hazret-
i İsa hakkında bilgi sahibi müslümanlar bunların pazar toplantılarına giderek sordukları sorularla ve
İslâm dini hakkında verecekleri bilgilerle; oraya gelmiş, zavallı, ortada kalmış, boşlukta, İslâm hakkında
bilgisi olmayan müslüman evlâtlarının saptırılmasına engel olması lâzımdır. Zira bunların tuzağına
düşerek hıristiyan olanların tamamına yakını İslâm hakkında hemen hemen hiçbir bilgiye sahip
değildir. Gerek devletin gerekse ailelerin İslâm’a ilgisizliği sebebiyle boşlukta bıraktığı birçok genç bu
tuzaklara düşmektedir.

İşin başında hep yabancılar vardır. Bu yabancılar yerli Türk vatandaşı Süryanilerden, Ermenilerden iyi
Türkçe bilenleri ve Türk örf-adetlerini bilenlerini kullanarak rahatça Türklere nüfuz etmenin yolunu
bulmuşlardır. Cağaloğlu’ndaki bir kitapçı misyoner faaliyetlerinde kullanılan kitap ve CD gibi
materyallerin dağıtımında merkez üs olarak kullanılmaktadır.”

Ey müslümanlar!

Küffar nasıl çalışıyor görüyorsunuz.

Düşmanını dost bilme, dinini imanını, vatanını koru. Zira küffar seferber halinde.

Müslümanların bu hıristiyan misyonerlerinin faaliyetlerine karşı artık teşkilâtlanması ve mücadele


zamanı gelmiştir. Onlar sizin üzerinize yürümeden evvel siz onların üzerine yürüyün. Geniş bir teşkilât
kurmak lâzım. Bu manevi manada gerçek bir harptir. İman-küfür mücadelesidir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Küffar Birliği:

AB’ne girmek için taviz vermek batağa batmak demektir. İmana, Kur’an’a, İslâm’a, vicdana sığmaz.
Almanya bu hususta battı. Sen mi çıkacaksın. Şeref ve haysiyete sığmaz. Buraya körü körüne girmeye
çalışılıyor, taviz veriliyor ama pişman olunacak. Ne oldum budalası olmamak, memleketi helâke
sürüklememek lâzımdır. Çünkü AB hıristiyan birliğidir.

Fransa eski Cumhurbaşkanı D’estaing: “AB bir hıristiyan kulübüdür.” demiştir.

Papa konuşmasında Avrupa Birliği’nin anayasasına “AB’nin dini hıristiyandır yazılmalı.” diyordu.

Almanya eski başbakanı Helmut Kohl:

“Hıristiyan dünya görüşü ve hıristiyanlık değerlerinin olmadığı bir Avrupa benim Avrupam değildir.”
diyordu.

Vatikan Dışişleri Bakanı Jean-Louis Tavran İtalyan gazetesindeki açıklamasında:


“AB, Avrupa değerlerinin mirasına sahip çıkmalı. Bu mirasın kökünde hıristiyanlık vardır.” diyordu.
(Corriere della Sera)

Yine Kardinal Lamilla Ruini de, “Büyük çoğunluğu müslüman ve dindar olan Türkiye’nin AB adaylığı
ortaya çok ciddi bir sorun olarak çıkmaktadır. Ayrıca Türkiye çok hızla artan bir nüfusa sahiptir.”
şeklinde açıklama yapıyordu.

Şu kadar var ki AB Selanik zirvesinde kabul edilen ve dine görderme yapmayan anayasa taslağı
hakkında Papa II. Jean Paul bir bildiri yayınlayarak, AB birliğinin hıristiyanlığa atıfta bulunmamasını
eleştirmiş, hıristiyan geleneğinin vurgulanması çağrısında bulunmuştur. Ve halen daha AB birliği
anayasasına hıristiyan kimliği girmesi için çaba sarfetmektedir.

Diğer taraftan Avrupa Birliği’nde olan Yunanistan’ın İstanbul Fener Patrikhanesi’ne bağlı Ortodoks
kilisesi dini lideri Atina Başpiskoposu Hrıstodulos: “AB’de barbar Türklere yer yoktur.” diye beyanat
vermiştir. (20 Ocak 2003)

Rus Ortodoks kilisesi de, hıristiyanların baskı altında olduğu bahanesiyle Türkiye’nin AB’ne girmesinin
mümkün olmadığını ilan etmiştir. (13.07.2001)

Binaenaleyh küffar onların dinine girmedikçe bizi kendi birliğine almayacaktır. Bu böyle bilinmelidir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle beyan buyuruyor:

“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük
bir fesat (kargaşalık) olur.” (Enfâl: 73)

“Birbirine hasım iki zümre.” (Hac: 19)

Avrupa Birliği’ne (AB) girmek için her türlü ekonomik, siyasi, idari tavizi verenler, batının ve hıristiyan
âleminin gerçek yüzünü görememekte, gerçek niyetini sezememektedirler.

Onların dostlukları sûretadır, hiçbir şeylerine heves etmeye, yönelmeye gelmez. Her an kötülük
edebilirler.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.” (Nisâ: 101)

Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler. Onlar İslâm’ın ve
müslümanların düşmanıdırlar.

Kuruluş gayesi ekonomik gibi görünse de gerçekte siyasidir. Hiçbir zaman yıllarca ezildikleri müslüman
Türkler’den intikam alma heveslerini unutmamışlar ve unutmayacaklardır.

O zaman bize dost değillerdi, hep İslâm ile savaş halinde idiler, sık sık haçlı seferi düzenliyor, İslâm
memleketlerine saldırıyorlardı.

Kadın, çocuk demeden katlediyor, hak hukuk dinlemeden yağmalıyorlardı.

20. yüzyıl Afrika’da, Amerika’da yapılan katliam ve soykırımların tarihidir. Daha yakın zamanda
Kıbrıs’ta, Bosna’da benzerleri yaşanmıştır.

Bugün biz onların bu sûreta dostluğuna nasıl güveniyoruz?

“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam
ederler.” (Bakara: 217)
Bu ilâhi buyruk kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne
derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden
çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse bundan hiç
de geri kalmazlar.

Hâl böyleyken Avrupa Hıristiyan Birliği’ne gireceğimizi söyleyenler küffarın gerçek niyetini
sezememektedirler. Zira onlar bizi oyalamakta, almak gibi bir niyete sahip bulunmamaktadırlar. Bizi
kovmaktan korkmalarının sebebi de yine İslâm’a olan düşmanlıkları ve korkularıdır. Çünkü Türkiye’nin
İslâm dünyasına yaklaşıp bir kuvvet bulmasından korkmaktadırlar.

Bizi almak istemiyorlar zira onlar bizde bir kuvvet görüyorlar. Nüfusumuzdan çekiniyorlar. Bakın Kuzey
Kıbrıs’ı Rumlarla birlikte almak için ne kadar uğraştılar. Çünkü onların sayısı az. Küffarın siyaseti
üzerinde söz sahibi olması çok zor, üstelik toprakları kıymetli. Yani o bir avuç müslüman Türkü
yutması çok kolay. Ancak Türkiye’yi yutamayacağından korkuyor. O kadar büyük imkânlarına ve
yüzlerce milyonluk nüfusuna rağmen bizden çekiniyor. Kesinlikle kendi devletleri üzerinde söz sahibi
olmamızı istemiyorlar. Hatta onların gerçek niyetleri şudur: Türk toprakları tarihi hıristiyan topraklarıdır.
Buralar hıristiyan memleketlerin elinde olmalıdır. Ya Türkler hıristiyanlaştırılmalı, ya da bu mümkün
olmazsa bu topraklar istilâ edilmelidir.

Nitekim; Amerika’nın ünlü misyoner örgütü ABCFM’nin faaliyetlerini özetleyen 1880 tarihli Bartlett
Raporu şöyle başlar:

“Misyonerlik faaliyetleri açısından Türkiye, Asya’nın anahtarıdır.” (Samuel Calvart Bartlett. 1880 sh: 1
U. Kocabaşoğlu)

Daha o zaman misyonerlik faaliyetlerinin merkezi seçilmiş olan Türkiye, Osmanlı’dan günümüze
hıristiyanların cirit attığı bir ülke olmuştur. Şimdi ise AB’ne girmek uğruna insanlarımızın hıristiyan
olmasına göz yumuyoruz.

Topraklarımız -yıllar evvel Filistin’de yahudilerin para ile elde edip daha sonra Filistinliler’i yurtlarından
çıkarmaları gibi- göz göre göre AB uyum yasaları çerçevesinde ecnebilerin, yabancıların eline
geçmektedir.

Halbuki; aynı Amerikan misyoner örgütü ABCFM Osmanlı toprağına ayak basan ilk misyonerleri Fisk
ve Parson’a 1883 tarihindeki talimat ile şu görevi veriyordu:

“Bu mukaddes ve vadedilmiş topraklar silahsız bir haçlı seferi ile geri alınacaktır.” (U. Kocabaşoğlu
“Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, 19. yy.da Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner
Okulları” sh: 29)

Bu “haçlı niyeti” hiçbir zaman kaybolmamıştır. Bush 11 Eylül’den sonra “Bu bir Haçlı Seferi’dir”
demiştir.

Küffarın niyeti budur. Memleketimizi istilâ etmektir. Bizi “Sizi aramıza alacağız” diye oyalayarak
koparabildiği her tavizi koparmaya çalışmaktadır. Bu oyuna gelen idarecilerin de yardımı ile adım adım
memleketimizi istilâ etmekte, ekonomimize nüfuz etmeye, tarım topraklarımızı satın almaya, eski yıkık-
dökük kiliseleri onarıp yükseltmeye, bu millete ihanet edip kaçmak zorunda kalan hıristiyanları buralara
tekrar yerleştirmeye, bu İslâm beldesini bütün dünyaya hıristiyan beldesi gibi göstermeye
çalışmaktadırlar.

Televizyonlarda, turistik gezilerde insanımıza 10 kilise gösteriliyorsa 1-2 cami gösterilmekte,


Selçuklu’nun, Osmanlı’nın inşa ettiği medeniyet şaheserleri gözden gizlenmektedir. Bu oyunlar yıllar
yılı oynandı. Atalarımızın yaptığı eserler bilinçli bir şekilde yok edilmeye çalışıldı. Şimdi ise eski
hıristiyan devirlerinde yapılmış eserlerin her taşı meydana çıkartılmaya çalışılıyor.

Bu güzelim vatanı bölmek için ve küfrü yaymak için çok çalışıyorlar.


Haç takmak moda haline getirilip gençler bunu takmaya özendirilmişse; kiliseye gitmek, hıristiyan
adetleri benimsemek-yaşamak sıradan hale gelmişse; yılbaşı kutlamaları için bir hafta önceden her yer
tatile giriyor, müslüman gençler kiliselere gidip ayinleri izleyebiliyor, müzik adı altında ahlaksızlık ve
hıristiyan kültürü empoze ediliyorsa; TV’lerde hıristiyan filmleri gösteriliyor, beyinler yıkanıyorsa; İslâm
ahlâkı verilmiyor, eksik veriliyor ve müslümanca yaşamak gericilik yobazlık gibi tahkir edilerek
gösteriliyorsa kabahati biraz da kendimizde aramalıyız. Böylece dinimiz ve vatanımız ayaklar altına
alınırken kılımız kıpırdamıyorsa kendimizi hesaba çekmeliyiz.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Küffar Memleketimizi
Nasıl İstilâ Ediyor?

Küffar birliğine girmek için azim var amma küffar memleketimizi istilâ etmiş haberimiz yok.

Küffar, Osmanlı Devleti’ni 1800’lü yıllarda başlayan içten yıkma hareketiyle güçsüz, bitap duruma
getirmiş, Tanzimat fermanı (1839) ile emellerine ulaşmak için içerideki işbirlikçileri eliyle ilk adımı
atmışlar, Islahat fermanı (1856) ile de muvaffak olmuşlardır. Böylece gayr-i müslimlere birçok yeni
haklar verilmiş, cizye vergisi kaldırılmış, gayr-i müslimleri askere alma dönemi başlamış, patrik ve
rahipler maaşa bağlanmış, hıristiyan teba, müslüman teba ile eşit haklara sahip olmuştu. Bütün bunlar
batılı devletlerin sempatisini kazanmak, yanlarına çekebilmek maksadıyla yapılmıştır. Hatta, azınlıklar
kendi okullarını, ibadethanelerini açabileceklerdi.

Ancak bu taviz beraberinde daha birçok tavizleri getirdi, Osmanlı devleti öyle bir girdabın içine sokuldu
ki, bir daha çıkmayı başaramadı. Avrupa devletlerinin sürekli baskısı, milliyetçilik akımlarının getirdiği
azınlık ayaklanmaları ve kopmalar, bozulan siyasal, ekonomik, hukuk yapısı, müslüman halkından
uzaklaşan devlet ve devlet adamları, bâtıldan, batıdan medet ummak ve ona bel bağlamak devleti yok
etmiş ve halkı da perişan etmiştir. Tanzimat dönemi Osmanlı devleti için sonun başlangıcı olmuştur.

Bugün de bu yapılmak isteniyor. Küffar bizim için tarihte ve bugün hayır düşünmemiştir,
düşünmeyecektir.

Osmanlı ve Türkiye’de uygulanan misyonerlik faaliyetleri; basit bir din yayma niyetinden daha öte bir
sömürgeleştirme hareketi olarak kullanılmıştır. Bu sebeple sadece misyoner tanımı bu gibi kimseler
için eksik bir tanımlamadır. Dış devletler adına ve onların desteği ile çalıştıkları için bunlar hakkında
ajan-misyoner tanımı kullanmak daha doğru olacaktır. Bu ajan-misyonerliğin en önemli bir halkası da
yabancı okullar eliyle yapılan faaliyetlerdir.

Bu faaliyet ülkemizde birkaç yüzyıldır devam etmektedir.

Osmanlı devrinde Zühtü Paşa gayr-i müslim azınlık okullarının sayısını 4547 olarak zikretmekte,
498’inin izinli, 4049’unun izinsiz işletilmekte olduğunu söylemektedir. Bu misyoner okullarında okuyan
öğrenci sayısı yaklaşık 85.000 resmi, yaklaşık 150.000 gayr-i resmidir.
Misyonerler Tanzimat’la beraber Osmanlı topraklarına resmen saldırmışlardır. Amerika, İngiliz ve
Fransızlar bu konuda başı çekmektedir.

1904’e gelindiğinde Amerika’nın Osmanlı topraklarında 400 okulu vardır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

AVRUPA GERÇEĞİ
VE KÜFFARIN ÖZ NİYETİ

ATO tarafından hazırlanan “Avrupa Birliği’nde Maskeli Balo Dayatmalar, Gerçekler” isimli eserde gerek
Avrupa Birliği’nin mahiyeti hakkında gerekse Avrupa’nın bize bakışı hakkında çok çarpıcı tesbitler yer
almaktadır. Bu kitapçıktan bazı bölümleri aşağıda dikkat nazarlarınıza arzediyoruz:

AVRUPA BİRLİĞİ HIRİSTİYAN BİRLİĞİ Mİ?

Avrupa Birliği’nin lacivert zemin üzerine daire şeklinde dizilen sarı 12 yıldızdan oluşan bayrağı, 25
Kasım 1955 tarihinde 10 üyeden oluşan Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi’nde alınan karar ile
kullanılmaya başlanmıştır.

AB üyesi sayısı değişiyor, fakat bayraklarındaki yıldız sayısı değişmiyor.

...bütün bilgiler ve yorumlar, AB bayrağının bir hıristiyanlık simgesi olduğu noktasında düğümleniyor.

AB bayrağının tasarımını yapan koyu bir Katolik olan Arsene Leitz, dizaynı hazırlarken Meryem Ana
figüründen esinlendiğini açıklamıştır.

“Gökte ulu bir belirti görüldü. Güneşi kuşanmış bir kadın, ayaklarının altında ay, başında 12 yıldızdan
bir taç.” (İncil, Vahiy 12-1)

Meryem Ana’nın başındaki taçtan ayrı olarak, geleneksel mavi pelerini de, AB bayrağının zemin
rengidir.

AB bayrağındaki 12 yıldız Hazret-i İsa’nın 12 havarisini temsil etmektedir....

AVRUPA BİRLİĞİ HIRİSTİYAN KULÜBÜ MÜDÜR?

“Avrupa Birliği’nin anayasasına AB’nin dini hıristiyandır ifadesi yazılmalıdır.” Papa II. John Paul.

“Hıristiyan dünya görüşü ve hıristiyanlık değerlerinin olmadığı bir Avrupa benim Avrupam değildir.”
Helmut Kohl-Almanya eski Başbakanı.
“AB bir hıristiyan kulübüdür.” Valery Giscard D’estaing’ Fransa eski Cumhurbaşkanı Avrupa
Konvansiyonu Başkanı.

“Müslüman Türkiye’nin AB’ye girmesi kimliğimize gölge düşürür. Bu üyelik yan yana büyüyen hıristiyan
gelenekleriyle şekillenen Avrupa medeniyetlerinin temelindeki ittifakları sarsar. Unutulmamalı ki
Avrupalı fikri başlıbaşına düşman Türklere ve Türkiye’nin başını çektiği İslâm dünyasına karşı gelişti.
Ankara ile yakın ilişkiler geliştirmeye evet ama farklı tarihi ve kültürel gerçekler farklı kalmalıdır.”
L’Avanire Katolik Kilisesi Yayın Organı.

“AB üyeliği, yalnızca Avrupa-Hıristiyan geleneğine sahip ülkeler için sözkonusu olabilir. Müslüman
Türkiye ve Asyalı Rusya AB üyesi olamaz.” Wolfgang Schaeuble Almanya CDU/CSU Koalisyonu
Meclis Grubu Başkanı.

...

Kitabın çıkış noktasını Kopenhag Zirvesi öncesi AB dönem Başkanı ve Başbakan Anders Fogh
Rasmussen ile Dışişleri Bakanı Per Stig Möller ile bürokratları arasında geçen ve gizlice kameraya
kaydedilen konuşmalar oluşturuyor.

Sonradan deşifre edilen ses ve görüntü kayıtlarına göre:

(Tayyip Erdoğan’ın Kopenhag ziyareti öncesi)

...

Rasmussen: Masada onların dostlarından hiçbiri yoktu. Kimse Türkiye’yi desteklemedi. Ben onlara
tarih konusunda ısrarlı olmamalarının Türkiye’nin yararına olacağını anlatmaya çalıştım, anlamadılar.
Tarih konusunda ısrar ettiler. Şimdi Türkiye’nin durumu sadece 2004 Aralık zirvesinde görüşülecek.

Türkiye’yi birliğe istemeyenler, o zaman da bir bahane bularak karşı çıkacaklar ve bu iş uzayacaktır.
Tarih verilmeseydi, 1999’dan beri devam eden durum devam edecek ve 2003 yılı içinde ve 2004 yılı ilk
6 ayında Türkiye’nin durumu sürekli ele alınacak ve müzakere şansı doğacaktı. Şimdi 2004’e kadar
Türkiye konusu kapanmıştır.

Şimdi müzakereye başlayalım ama giriş sözü vermeyelim denilmektedir.

GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASI:

...

AB’nin Avrupa Parlamentosu’nun onayına sunduğu anlaşma, Anayasamızın 87 ve 90. maddelerine


göre TBMM’ne getirilmesi gerekirken Meclis’ten kaçırılmıştır.

...

Ortak Gümrük Tarifesi-OGT’ye uymakla kendi kendimizi gümrük vergisi alma ya da bir tarife koyma
hakkımızı Avrupa Birliği organlarına devrettik.

...

TEK YANLI YÜKÜMLÜLÜKLER:

Gümrük Birliği anlaşması, 19. yüzyılda Avrupalıların sömürgelerle yaptıkları anlaşmaların aynısıdır.

...
Ticaret anlaşmalarına Türkiye’nin uyma zorunluluğu, Türkiye’nin ulusal politikası ile ters düşebilir.
Türkiye ise, karar organlarında yer almadığı için bu kararların alınmasında bir etkiye sahip değildir.

...

Türkiye, örneğin bir Türk Cumhuriyeti ile (Asya’da) özel nedenlerle böyle bir ilişki içine girmek
isteyebilir. Ancak bu durum AB’nin müdahalesine yol açar. Çünkü Türkiye’ye 3. ülkelerin mal satması
veya alması için imtiyazlı bir durum yaratmıştır (imtiyazlı ticaret anlaşması imzalamıştır).

Bir AB üyesi (veya firması), AB Yüksek Adalet divanına başvurarak Türkiye’nin bu uygulamasını
durdurabilir.

...

• Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Sözcüsü Anne Van Lencher o günlerde “Gümrük Birliği
Türkiye’de orta ve küçük işletmeler düzeyinde iş kaybına neden olacak ve Türkiye kısa vadede sıkıntı
yaşayacaktır.” demişti.

...

• Avrupa Parlamentosu’nun Yunan üyesi Yannos Kranidiotis, “Gümrük Birliği, ekonomi ve ticarette
Türkiye’nin değil Avrupa’nın yararına işleyecektir.” demişti.

• Avrupa Parlamentosu üyesi Daniel John-Bendit, “Gümrük Birliği Türkiye için kötü bir hediye.
Ekonomik alanda güçlük çekecek olan Türkiye, politik birliğin nimetlerinden de yararlanamayacak.”
demişti.

• Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Başkanı Alman Parlamenter Claudia Roth, “AB içinde hiç
kimse, Gümrük Birliğini tam üyelik için bir araç olarak görmedi. Kimse gümrük birliğini böyle gördüğünü
söylemedi. Siz öyle algıladınız. Ya da böyle pazarlandı Türk kamuoyuna.”

Fransa’nın Ankara eski büyükelçisi Eric Routeau, “Türkiye, büyük tavizler verdiği çok haksız bir
anlaşmaya imza attı. Tansu Çiller oy kaybeden partisine ‘çeyiz’ getirmek kaygısıyla, pazarlık etmeye
cesaret edemedi. Bu anlaşma yeniden düzenlenmezse, Türkiye’nin ekonomisi açısından bir felaket
olur. Avrupa pazar istiyordu, istediğini fazlasıyla elde etti.”

...

• Gümrük Birliği anlaşmasıyla Türkiye’nin uğradığı kayıplar çok çabuk ortaya çıktı. Ucuzlayacak
denilen hiçbir ürün ucuzlamadığı gibi gerçek bir “ithalat patlaması” yaşandı.

...

• Türkiye, Avrupa kökenli mallarla dolarken AB ülkeleri, Gümrük Birliği Anlaşması’nın koşullarına
uymamaktadırlar. Türkiye’nin tarımsal ürün ve tekstil ağırlıklı az sayıda ithal ürününe tarife dışı
engeller ve kotalar konulmakta, antidamping soruşturmaları açılmaktadır. AB’nin karar organlarında
yer almayan Türkiye, alınan kararlara itiraz da edememektedir.

...

- 1 Ocak 1996’da yürürlüğe giren Gümrük Birliği döneminin ilk 11 ayında Hazine’nin vergi ve fon kaybı
2 milyar dolara, dış ticaret açığı bir yıl içinde 20 milyar dolara yaklaştı. Bu açık, o güne kadar
Cumhuriyet tarihinin bir yıl içinde gördüğü en büyük dış ticaret açığıydı.

- Dış ticaret açığı, Gümrük Birliği uygulamalarından sonra gerçek bir patlama yaşadı. 1996 yılında
19.6, 1997 yılında 21.2, 1998 yılında 21, 2000 yılında ise tam 27.2 milyar dolar oldu. Dış ticaret
dengelerinin ithalat lehine bozulması yüzünden yerli üretim zora girdi.
...

Türkiye Gümrük Birliği’nden kaybederken, AB üyesi ülkeler kazançlı çıkmıştır. Bizim açığımız o ülkeler
için kazanç demektir, net döviz girişi demektir.

Türkiye daha fazla dış borçlanmaya başvurduğundan AB ülkeleri ve ABD, Türkiye’nin sırtından faiz
geliri elde etmişlerdir.

Daha da vahimi, ABve ABD açtıkları krediler karşılığında Türkiye’den ek ekonomik ödünler ve siyasal
ödünler koparmışlar, koparmaya da devam etmekdedirler.

AVRUPALI SİYASETÇİLERİN TÜRKİYE’YE BAKIŞ AÇISI

Almanya eski Başbakanı Helmut Schmitd, Uluslararası Alışveriş Merkezleri Konseyi’nin 8 Nisan 2000
günü Berlin’de düzenlediği toplantıda şunları söylemişti: “Avrupa’nın geleceğinde ne olursa olun
Türkiye’nin yeri yoktur. 70 milyon Türk vatandaşını Avrupa içinde dolaştıramayız. Avrupa’nın İran, Irak,
Suriye gibi ülkelerle sınır komşusu olmasını kabullenemeyiz. Türkiye ile ekonomik ilişkilerimizi
sürdürmeliyiz. Genç ve hızla büyüyen nüfusun satın alma gücünden faydalanmalıyız. Bu ülkeye
ihracatımızı sürdürmeliyiz. Ticaretimizi geliştirmeliyiz. Ancak bu ülkenin globalleşmenin temel
prensiplerine sahip olmadığını ve uluslarararası kardeşliği içine sindiremediğini de görmeliyiz.”

Fransa eski Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing, “Bugün Avrupa’da hiçbir lider Türkiye’yi AB’nin
içinde görmek istemiyor. Yarın için de böyle bir niyetleri bulunmamaktadır. Türkiye’ye haksızlık
ediliyor. Çünkü Türkiye AB tarafından aldatılıyor. Helsinki’de aday yapılması Türkiye’ye boşuna umut
vermektir. Yunanistan aday üyelik sayesinde Türkiye’den istediklerini elde etmenin peşindedir.
Türkiye’nin AB içinde yeri olmayacaktır.” demişti.

Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt, 2001 yılı başında yaptığı bir konuşmada, “Türkiye’ye
adaylık statüsü verilmesi hatadır. Hatta Sevr Anlaşması’nın imzalanmış olmasına karşın Türkiye’nin
bölünmemiş olması da bir hatadır.” demişti.

Almanya eski Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher yaptığı bir konuşmada şunu söylemişti:
“Türkiye için bir Yugoslavya Modeli öngörülmektedir.”

Almanya eski Başbakanı Helmut Schmidt, “Avrupa’nın Kendini İdamesi-21. Yüzyıl için Perspektifler”
adlı kitabında şu görüşlere yer verdi: “Türkiye’nin nüfusu şu anda 65 milyon. 35 yıl çiçinde 100 milyona
çıkacak. 21. yüzyılın sonlarına doğru Türkiye’nin nüfusu Fransa ve Almanya’nın toplamı kadar olacak.
Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin bu rakamı akıllarında tutmaları lazım. Türkiye ile Avrupa arasındaki
kültürel farklar Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok daha derindir.”

Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, tirajı günde 435 bin olan Süddeutsche Zeitung gazetesinde, 2002
yılı Temmuz ayında yayınlanan demecinde şunları söylemiştir: “Almanya’da homojen bir Türk azınlık
toplumu istemiyorum. Krenzberg homojen değildir, ancak bazı yerlerde etnik konsantrasyon yoğundur,
işte oralar tehlikeli olabilir, bunu değiştirmek gerekir. Azınlıkların korunmasıyla ilgili maddelerin
anayasaya konulması reddedilmişti ve böyle kalacaktır.”

Almanya’nın eski Ankara Büyükelçisi Dr. Nas Lohain Vergau ise bir konuşmasında şu görüşlere yer
vermiştir: “Türkiye’nin tam üyeliğinin AB’nin kimliğini büyük ölçüde değiştireceği açıktır. Türkiye hiçbir
aday grubuna girmemektedir.”

Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, Almanya’da yaşayan Türkler için ise “En iyi entegrasyon,
asimilasyondur.” demişti.

Avrupa Birliği Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer, Amerikan Down Jones haber ajansına
şunları söylemişti: “Türklere, ileride bir gün Avrupa’nın parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek
hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB’nin Türkiye’yi üye olarak
kabul etme yolunda hiçbir niyeti olmadığıdır. Türklere gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir
davranış olur.”
Fransa Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkanı François Lonche, Nice Zirvesi’nde şunları söylemişti:
“Tarihi ve özellikleri dikkate alınınca Türkiye AB’ye hiçbir zaman giremez.”

AB’nin Genişlemeden Sorumlu Komiseri Günter Verheugen, “Türkiye’nin AB üyeliğine alınacağını


sanmıyorum.” demişti.

...

AVRUPA PARLAMENTOSU KARARLARI

Siyasi amaçlarla tarihi gerçekleri saptıran kararlar alan Avrupa Parlamentosu’nun kararlarının yaptırım
gücü bulunmuyor ancak belgeleri ve kararları, dünya çapında “dayanak” gösteriliyor, bunlardan
alıntılar yapılıyor.

Türkiye’nin AB üyeliği gündeme geldiği zaman, Avrupa Parlamentosu’ndan onay istenecek olması bu
kurumun Türkiye için taşıdığı önemi artırıyor.

TÜRKİYE ALEYHİNE KARAR VE RAPORLAR

Avrupa Parlamentosu’nun son 10 yıl içinde aldığı kararlar incelendiğinde hemen hemen tümünde
mutlaka Kıbrıs, Ege, Ermeni Soykırımı tasarıları, Güneydoğu, Fener Patrikhanesi gibi konulara
giriliyor.

...

Kıbrıs

“Türk hükümetinden, özellikle Kıbrıs’tan işgalci askeri güçlerin geri çekilmesini ister.” (19 Eylül 1996 -
Avrupa Parlamentosu Kararı)

...

“Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının yüzde 37’sini yasadışı bir biçimde işgal etmektedir.” (10
Şubat 2000 - Avrupa Parlamentosu Kararı)

“Türk hükümetine, Kuzey Kıbrıs’taki işgal güçlerini geri çekme çağrısında bulunur.” (15 Kasım 2000 -
Avrupa Parlamentosu Kararı)

Ermeni Soykırımı

“Türkiye’nin Ermeni soykırımı yaptığını ilân eder ve Türk hükümetinin bunu kabul etmesini ister.
Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin Avrupa Birliği üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklar. Türk
hükümetine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, özellikle modern Türkiye devletinin kurulması
öncesinde Ermeni azınlığın maruz kaldığı soykırımı kamuoyu önünde kabulü ile, Türk toplumunun
önemli bir parçasını oluşturan Ermeni azınlığa taze bir destek vermesi çağırısında bulunur.” (15 Kasım
2000 - Avrupa Parlamentosu Kararı)

“Soykırımın Avrupa Parlamentosu ve bazı AB ülkeleri tarafından tanınması, Birinci Dünya Savaşı
sonunda Türk rejiminin bazı sorumlulukları soykırım nedeniyle ağır cezalara mahkum etmiş olması, bu
sorunun Türkiye tarafından sonuçlandırılması için AB’nin getireceği bir öneriye engel oluşturabilir.” (27
Şubat 2002 - Avrupa Parlamentosu Kararı)

PKK ve Öcalan

...
“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’nin Doğusunda son zamanlarda gerçekleştirdiği askerî
operasyonlardan ve PKK tarafından 15 Aralık 1995 tarihinde ateşkes ilan edilmiş olmasına rağmen
barışçıl bir çözüm sağlama çabalarını reddetmesinden büyük kaygı duymaktadır.” (20 Haziran 1996 -
Avrupa Parlamentosu Kararı)

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’nin Doğusunda kısa bir süre önce sürdürdüğü askeri
operasyonlardan ve Kürdistan’daki anlaşmazlığa barışçıl bir çözüm bulma yollarını aramayı
reddetmesinden büyük kaygı duymaktadır.” (19 Eylül 1996 - Avrupa Parlamentosu Kararı)

“Bay Öcalan’a verilen cezayı lanetler ve ölüm cezasının kullanılmasına kesin muhalefetini tekrarlar.
Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Bay Öcalan için alacağı karara uymaya çağırır. Bay
Öcalan’ın idamının Avrupa’da güvenlik ve istikrar açısından önemli etkilerinin olacağına ve Türkiye’nin
Avrupa Birliği’yle bütünleşme sürecine zarar vereceğine inanır.” (27 Temmuz 1999 - Avrupa
Parlamentosu Kararı)

...

“Avrupa Parlamentosu Sakharov Ödülü sahibi Leyla Zana’nın ve düşünceleri nedeniyle hapse atılmış
olan Kürt kökenli eski milletvekillerinin serbest bırakılmalarını talep eder.” (15 Kasım 2000 - Avrupa
Parlamentosu Kararı)

...

“Türk Silahlı Kuvvetleri Güneydoğu Anadolu’da Kürtlere karşı sürdürdüğü operasyonları durdurmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Hükemeti tüm Kürt örgütleri ile görüşmelere başlamalı ve Kürtlere hakları
tanınmalıdır.” (20 Haziran 2002 - Avrupa Parlamentosu Kararı)

...

Genişlemeden sorumlu Avrupa Komisyonu Başkanı Romano Prodi adına Türkiye Masası Şefi Alain
Servante tarafından PKK Başkanlık Konseyi’ne yazılan mektuptan: “Derin saygılarımı sunarım.” (20
Kasım 2000)

Ege Sorunu

...

“Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin bir üye devleti olan Yunanistan’ın egemenlik haklarını tehlikeli bir
biçimde ihlâl etmesinden ve Ege’deki askerî gerginliğin artmasından ciddi biçimde kaygı duymaktadır.
Yunanistan’ın sınırlarının aynı zamanda Avrupa Birliği’nin dış sınırlarının parçası olduğunu vurgular.”
(15 Şubat 1996 - Avrupa Parlamentosu Kararı)

Patrikhane

“Dünyanın her tarafındaki milyonlarca Ortodoks Hıristiyan için Konstantinopolis’teki patrikhanenin


önemini göz önünde bulundurarak, Türk yetkililerine çağrıda bulunur.” (24 Ekim 1996 - Avrupa
Parlamentosu Kararı)

“Patrikhaneye doğrudan bağlı olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun derhal yeniden açılması çağrısında
bulunur.” (24 Ekim 1996 - Avrupa Parlamentosu Kararı)

TÜRKİYE’NİN DİNİNE VE BÜTÜNLÜĞÜNE YÖNELİK SALDIRILAR

...

• Yunanistan yurt içi ve yurt dışı 176 adet Pontuslular derneği kurdurtmuştur. ...
• Her yıl Pontus Helenizm Kongreleri düzenlenmektedir. Bu kongrelere Başbakan dahil tüm üst düzey
Yunan devlet yetkilileri katılmaktadır.

• 24 Şubat 1994 tarihinde Yunan parlamentosu 19 Mayıs gününü “Pontus Soykırımını Anma Günü”
olarak kabul etmiştir.

• Kıbrıs Rum Yönetimi de aynı tarihi “Pontus Soykırımını Anma Günü” olarak kabul etmiştir....

• Bu tarihte tüm eğitim kurumlarında konuşmalar yapılmakta, kiliselerde ayinler düzenlenmektedir.

• Türkiye’nin Pontus soykırımını tanımadığı sürece AB’ye alınmaması propagandası yapılmaktadır.

• Pontus Dernekleri Doğu Karadeniz Bölgesine “Unutulmayan, kaybolan vatanlara gezi” adı altında
periyodik turlar düzenlenmektedir.

• Bizansı yeniden canlandırmak için toplantılar yapılmaktadır.

• Bizans toplantılarından sonra “Türkleri Asya steplerine atalım, Ayasofya’yı kilise yapalım” sloganları
atılmaktadır.

• Yunanistan Kültür Bakanı Meline Mercuri 1982 yılında “Anavatanları Kurtarma Dünya Komitesi”
adına dağıttığı kartpostalda bulunan haritada Türkiye’yi Pontus, Ermenistan ve Kürdistan olarak üçe
bölmüş, Ege bölgesini Yunanistan’a Hatay’ı da Suriye’ye vermiştir.

• 2001 yılında Paris’te J. Chirac’ın himayelerinde yapılan Bizans toplantısına 200’den fazla Bizans
uzmanı katılmıştır. Burada; İstanbul surları içerisinde Ortodoks bir dini devlet kurulması, Ayasofya’nın
yeniden kiliseye çevrilmesi kararlaştırılmıştır.

• Halen Fransa’da 100’ü aşkın Bizans’la ilgili vakıf, dernek ve enstitü vardır.

• Patrik Bartholomeos, “Yeni Roma’nın ve Konstantinapol’ün Başpiskoposu ve Evrensel Patriği”


ünvanı kullanmaktadır.”

(Ankara Ticaret Odası, Vatenseverin El kitabı Serisi: 1, “Avrupa Birliği’nde Maskeli Balo Dayatmalar,
Gerçekler”)

Gördüğünüz gibi küffar memleketimizi hem içeriden hem dışarıdan ablukaya almış, ekomide, siyasette
elimizi kolumuzu bağlamıştır.

Ancak Allah-u Teâlâ:

“Allah tuzak kuranlara karşılık vermekte en güçlü olandır.” (Al-i imrân: 54)

“Allah tuzak kuranlara karşılık verenlerin en hayırlısıdır.”buyuruyor. (Enfâl: 30)

Ey Müslümanlar!

Görüyorsunuz küffar seferber halde.

Düşmanını dost bilme. Dinini, imanını, vatanını koru. Bunlarla mücadele et! Bu gerçek bir iman-küfür
mücadelesidir.
•••

Belge ve Resimler

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Yayınları tarafından yayınlanan “Küresel Barışa Doğru, Kozadan
Kelebeğe-3” isimli eserin 131. sayfası
Adamlar tam teşkilatlı istilâya hazır.
(Yeni Şafak, 6 Temmuz 2004)
Zaman, 9 Temmuz 2004

Zamanın Öncesi Sonrası:

ÖNCESİ :

"Papa yine sahnede...” (Zaman, 22 Nisan 1990).

"Vatikan ve İngiltere Tarsus'u ABD Patrikhane'yi Merkez yapmak istiyor".


(Zaman, 17 Haziran 1990).

"Patrikhane entrika peşinde ... İstanbul'a gelen Yunan milletvekilleri hezeyan


kustu: "Patrikhane İstanbul'da mahpusmuş". (Zaman, 18 Haziran 1991).

"Hıristiyan teşkilatlarının Müslümanlara yönelik çalışmaları endişe ile takıp


ediliyor. İslam Dünyası'nda Hıristiyanlık atağı". (Zaman, 31 Ekim 1991).

"...Bizans Hayali: "Bir yıl önce kararlaştırılan ve adım adım hayata geçirilen bu
plana göre;

1- Ortodoks dinine mensup Sırp milletinin devleti olan Sırbistan kurulacak.

2- Hıristiyan halkların tarihlerinin, törenlerinin tanınmaları için yoğun faaliyetler


yapılacak.

3- Son olarak güçlü bir Ortodoks-Hıristiyan ittifakı ile başkentin İstanbul


olacağı... Büyük Bizans İmparatorluğu kurulacak". (Zaman, Ekim 1991).

"PKK Hıristiyan işbirliği..." (Zaman, 25 Şubat 1992).

"Maddi vaatlerle diyalog kurdukları çocukların beyinlerini yıkamaya çalışıyorlar".


"İşte misyonerlerin merkezi". (Zaman, 24 Temmuz 1992).

"Kiliseden sinsi tuzak; îslamî değerlere saygılı görünerek Müslümanlara


Hıristiyanlığı anlatacaklar..." (Zaman, 9 Haziran 1993).

“Patrikten tahrik: Fener patriği 1. Bartholomeos Türk hükümetinin kendilerini yok


etme politikalarını güttüğünü iddia ederek ülkemizi ABD ve diğer Batı ülkelere
şikayet edeceği tehdidini savurdu.” (Zaman, 28 Haziran 1995)

“Bartholomeos Papa statüsü peşinde” (Zaman, 1 Temmuz 1995)

"Patriğin cihan rüyası: Gazetemizin sempozyumu izlemesine yasak getiren


Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos; "Rum Fener Patrikhanesi
ekümeniktir dedi" (Zaman, 25 Eylül 1995).

"Çift başlı kartal bulunan Bizans bayrakları ile süslenen Patmos Adası'ndaki
kutlamalarda, Patrik Bartholomeos, Sırp Ortodoksları temsilcisi Eirineos'a plaket
verdi". (Zaman, 27 Eylül 1995).

"Patrikhane Lozan'ı zorluyor. Bartholomeos ve beraberindeki 13 patrik Türnepa


Yön. Kur. Başkanı Rahmi Koç"un verdiği yemeğe katıldı". (Zaman, 22 Eylül
1995).

SONRASI :

"Vatikan'dan sıcak mesaj... (Zaman/17 Nisan 1996).

"Patrik Bartholomoes ve F. Gülen Hocaefendi toplumsal barışın önemini


vurgulayan konuşmalar yaptılar". (Zaman, Ekim 1996).

"Medeniyetler arası diyalog için ilk adım; Fener Rum Patriği Bartholomoes
konuşmasının ardından, F. Gülen'e bir hediye takdim etti". (Zaman, 2 Ekim
1996).

"Vatikan'da uzlaşma zirvesi". (Zaman, 9 Şubat 1998).

"F. Gülen Hocaefendi, İslam ve Hıristiyan dünyasını temsilen "Dinlerarası


Diyalog" çerçevesinde Papa 2. Jean Paul ile yarım saat görüştü".
Bartholomoes: "Bol ürün bekliyoruz". (Zaman, 10 Şubat 1998).

"Yunanistan'dan gelen 45 delegenin iştirak ettiği toplantıya Fener Rum


Ortodoks Patriği Bartholomoes de katıldı. Patrikten hoşgörü mesajı". (Zaman,
19 Şubat 1998).

"Ehl~i Kitap iftarda. İftara Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes'un yanı sıra,
Ermeni Ortodoks Patriği Mutafyan, İstanbul Musevi Hahambaşısı David Aseo...
katıldı."

(Zaman, 24 Aralık 1998).


"F. Gülen'in başlattığı diyalog çalışmaları sürüyor. Gülen önceki gün İstanbul'da
Yahudi Örgütleri Başkanları Konferans Heyetini kabul etti". (Zaman 10 Mart
1998).

"F. Gülen ile Papa görüşmesi önemli bir olaydır". (Zaman, 12 Nisan 1998).

"Zaman'a özel açıklamalarda bulunan Protestan Kiliseleri Birliği İslam Dünyası


ile İlişkiler Başkanı..." (Zaman, 30 Kasım 1998).

"Harran'da Semavi Dinleri bir araya getirecek İlahiyat Okulu açılmasının,


hoşgörü ve uzlaşmaya katkı sağlayacağı vurgulandı". (Zaman, 15 Şubat 1998)

“Üç büyük semavî dinin temsilcileri bu kudsi ağacın simgesi Hz. İbrahim’in
memleketinde ‘Kardeşiz’ mesajını solukladı.” (Zaman, 14 Nisan 2000)

“Hz. İbrahim’in torunları onun adına yapılan sempozyumda devrim yaparak,


artık ortak noktaları öne çıkartarak sürekli diyalog kararı aldılar.” (Zaman, 17
Nisan 2000)
Sabah, 9 Mayıs 2004
Bir okul müdürünün feryadı
Milliyet, 18 Eylül 2001

Akşam, 20 Nisan 2004


Dışarıdan bakıldığında bir kültür merkezini andıran Ankara Çiğdem Mahallesi’ndeki bu protestan
kilisesi, kendisine bağlı bir çok apartman altı kiliseyi komuta ediyor.

Ankara Üniversitesi’ne ait birçok fakültenin bulunduğu Kurtuluş semtinde bir apartmanın alt katında
faaliyet yürüten bu kilisede, Güney Koreli kız öğrenciler, Türk öğrencilere Green Card ve Avrupa ve
ABD’de iş vaad ediyor. Kurtuluş’ta, bir büyük kiliseye bağlı, bunun gibi 4-5 apartman altı korsan kilise
olduğu kaydediliyor.
Ankara’da Batıkent Gersan Sanayi Sitesi’nde bir caminin 10 metre yakınında 4 katlı koca bir kilise
kompleksi. Kiliseyi kuran Amerikalı misyoner Daniel Wickwire 17 yıldır Türkiye’de yaşıyor. Oturma izni
var, çalışma izni ise yok. Gelirinin, ABD’de bağlı bulunduğu kiliseden kendisine gönderildiğini söylüyor.

ANKARA’NIN DÖRT BİR YANINA BÜYÜK DÖRT KİLİSE AÇARAK, ANKARA’NIN ÜZERİNE
KİLİSELERLE HRİSTİYANLIĞIN SEMBOLU HAÇI ÇİZMİŞLERDİR.

İzmir Bornova’da bir kilise-ev. Kapısında “Bornova Protestan Topluluğu Kilisesi” yazısı dikkat çekiyor.
İzmir Karataş Sahil Yolu’nda bir kilise-ev

Misyonerlik faaliyetlerinde kullanılan bir internet kafe-İzmir

İstanbul’daki korsan kiliselerden bazıları: Moda-Kadıköy’de Anadolu Türk Protestan Kilisesi, Avcılar
Bağımsız Protestan Cemaati, Bakırköy Protestan Topluluğu, Beşiktaş Protestan Kilisesi, Eminönü’de
Bihle House Kilisesi, Osmanbey’de Diri Su Kilisesi, Güngören Protestan Kilisesi, Altıntepe’de İstanbul
Protestan Kilisesi, Kadıköy Uluslararası Topluluğu, Kartal Kilisesi, Koca Mustafa Paşa Kilisesi, Ortaköy
İncil Topluluğu, Üsküdar Son Buyruk Kilisesi, Taksim Türk Protestan Kilisesi, Zeytinburnu İsa Mesih
İnananları Kilisesi, Beyoğlu’nda Union Chareli of İstanbul

Türkiye’nin her yerinde mantar gibi binlerce korsan kilise-ev türemektedir.


Görüldüğü gibi Türkiye’de hiçbir engelle karşılaşmadan rahatça çalışmaktan memnuniyetlerini ifade
ediyorlar. (A. Vakit, 14 Temmuz 2004)
Halka ve Olaylara Tercüman, 7 Temmuz 2004
A. Vakit, 8 Temmuz 2004
Nüfus kaydında din hanesinin değiştirilmesi için daha önce böyle ihtida belgeleri düzenleniyordu.
AB’ne girmek adına değiştirilen yeni kanuna göre nüfusta din değişikliği için artık kişinin kendi beyanı
yeterli kabul edilecek.
Milliyet, 30 Nisan 2003
Yeni Şafak, 6 Ağustos 1996
Siz küfrü hoş görüyorsunuz ama onlar küfürlerinde çok azimli.
(Vatan, 8 Temmuz 2004)
Milliyet, 13 Temmuz 2004
Zaman, 12 Temmuz 2004
(Yeni Şafak, 6 Temmuz 2004)
Görülüyor ki Avrupa’da hile, vaad, zaaftan istifade ile kendi dinini yaymaya çalışanlara ceza verilirken
biz küffara ve küffar ajanlığı yapan misyonerlere bütün kapıları açmışız, diledikleri gibi at koşturuyorlar.
Avrupa’nın her istediği kanunu çıkartıyoruz, ülkemiz elden gidiyor, lüzumlu kanunu çıkartmıyoruz.
Yunanistan Kültür Bakanı Meline Mercuri’nin 1982 yılında “Anavatanları Kurtarma Dünya Komitesi”
adına dağıttığı kartpostal harita Türkiye’de bazı misyonerler tarafından da el altından dağıtılmaktadır.

Protestan Evangelist tarikatına mensup Bush misyoner faaliyetlerine rahat bir zemin hazırlayan
hoşgörü-diyalog toplantılarını desteklediğini göstermek için İstanbul’a gelişinde ilk iş olarak bu
toplantıyı tertip etti. Toplantının fotoğraf karesine girmeyen başka konukları da vardı.
Radikal, 9 Temmuz 2004
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEARİC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Müminlerin Vasıfları

Ne Mümkün?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kıyamet gününü inkâr edenlerin o gündeki hallerinin ne kadar feci
olacağını haber vermektedir:

“Hiçbir dost diğer bir dostunu soramaz.” (Meâric: 10)

Onlar birbirini tanırlar, sonra en sıcak dostlar, en şefkatli yakınlar bile birbirinden nefret ederler,
aralarındaki bütün bağlar kopar. Yakınlarının ne kötü durumda olduklarını gördükleri hâlde birbirlerinin
hallerini soracak durumda bulunamazlar. Herkes kendi derdine düşer, başının çaresiyle başbaşa kalır.

“Yalnız birbirine gösterilirler.” (Meâric: 11)

Korkunç dehşet, başta nesep bağı olmak üzere bütün bağlılıkları kesip atar. Kendilerini her şeyden
alıkoyan bir şeyle meşgul olurlar.

Başlarına gelecek azaptan kendilerini kurtarabilmek için insanlar arasında en çok değer verdikleri, en
sevimli ve en kıymetli kimseleri fidye olarak vermeyi candan arzularlar. Sonra ellerinden gelse
yeryüzündeki bütün insanları fidye olarak vermek isterler.

“Suçlu kişi o günün azabından kurtulmak için;

Oğullarını,

Karısını,

Kardeşini,

Kendisini barındırmış olan sülâlesini,

Yeryüzünde bulunan herkesi feda etmek ve böylece kendisini kurtarmak ister.” (Meâric: 11-12-
13-14)

Tek düşündüğü şey kendi canının kurtulması.

“Fakat ne mümkün!” (Meâric: 15)

Zira her şey zamanında olacaktı. Zamanı geçtikten sonra kurtuluş çaresi aramanın hiç faydası yoktur.
Kâfirin azaptan kurtulması hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır.

Cehennem ateşi daima alevlenici, vücudun etlerini ve derilerini söküp alıcıdır.

“O cehennem alevlenen bir ateştir.” (Meâric: 15)

Lezzâ: “Köpürüp dalga dalga, boy boy yükselen halis ateş” demektir. Bedenin iç organlarını söküp
koparır, derileri kavurup soyar.

“Deriyi kavurup soyar.” (Meâric: 16)

Deri bedenin en hassas kısmı ve ateşten en çok etkilenen bölümüdür. Derinin devamlı yanması
sebebiyle zamanla fazla bir acı hissedilmez olur. Allah-u Teâlâ’nın yanan deriyi piştikçe değiştirmesiyle
azaba duyarlılığı devam eder. Böylece azap devamlı yenilenir.

Cismi etkileyen acının, ruhu da etkileyeceği şüphesizdir.

Bu Âyet-i kerime haşr-ı cismani’ye de işaret eder.


Cehennemin Çağrısı:

Allah-u Teâlâ kullarının dünya saâdetine ahiret selâmetine kavuşmaları için kitaplar salmış,
peygamberler göndermiş, onları hidayete dâvet etmiştir. Bu dâvete icabet edenler ebedî saâdete
ermişler, kaçınanlar ebedî felâkete maruz kalmışlardır.

İlâhî dâvete icabet etmemenin cezâsı olarak cehennem onları alabildiğine kendisine dâvet edecektir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“(Cehennem) yüz çevirip geri döneni, mal toplayıp yığan kimseyi (kendine) çağırır.” (Meâric: 17-
18)

Helâl yollardan mal toplamak servet elde etmek her ne kadar meşru ise de; cimrilik yaparak servetinin
zekâtını vermemek, ömrünü mal toplamakla geçirip ibadet vazifelerini ihmal etmek, onu biriktirmeye
düşkün olup hayır hasenat yollarında harcamamak, nâil olunan nimetlerin şükrünü yerine
getirmemek... cehennemin dâvetine sebep olabilir.

Allah-u Teâlâ’nın çizmiş olduğu hudutlar çerçevesinde kazanç sağlamakla beraber; servetinin şer’an
sarfetmesi hakkını veren, gereken yere sarfeden, fisebilillâh infak eden kimse cehennemin dâvetine
maruz kalmayacağı gibi, kazandığı serveti cehenneme perde olup sahibinin kurtulmasına sebep
olacaktır.

Nitekim Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Sadaka veriniz! Zira sadaka sizi cehennem ateşinden kurtarır.” (Camiu’s-sağîr)

Hırs ve Cimrilik:

Meşru yollardan helâl kazanç temin edip muhafaza etmek ve rızâya uygun olarak yerli yerinde
kullanmak farz olduğu gibi, lüzümsuz yerlere ve bilhassa şer’î sınırları aşacak derecede günah yollara
sarf edip israf etmek de haramdır.

Allah-u Teâlâ insanın yaratılışında bulunan dünya malına şiddetli hırsından ve kötü huylarından haber
vererek Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:

“İnsan gerçekten pek hırslı yaratılmıştır.” (Meâric: 19)

Hırsına çok düşkündür. Bu hırs ömrü boyunca, geceli gündüzlü onun içini kemirir durur.

“Başına bir felâket gelince sızlanır, feryat eder.” (Meâric: 20)

Kendisine bir musibet dokunursa fazla teessür gösterir, sabrı azdır. İçini dışını ümitsizlik kaplar, bir
çıkış yolu olabileceğini göz önüne getiremez. Bu durum nicelerini intihara kadar götürür.

“Bir iyilik dokunduğunda ise cimri kesilir, onu herkesten meneder.” (Meâric: 21)

Bir servete sahip olursa elinde tutar, hiçbir mâli fedâkârlıkta bulunmaz, Allah yolunda sarfetmez. Onu
kendi kazancının mahsulü olduğunu zanneder.

Cimrilik, nefsin yakalandığı tedavisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Cömertlik, insanlarda ne kadar
büyük bir meziyet ise, cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:


“Cimrilikten sakının! Çünkü cimrilik sizden öncekileri helâk etmiş, onları birbirinin kanlarını
dökmeye, haramlarını helâl saymaya sevketmiştir.” (Müslim: 2577)

Müminlerin Vasıfları:

Bu hırstan istisna edilen müminlerin vasıflarına gelince;

“Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.” (Meâric: 22)

Onlar hırs gibi cimrilik gibi kötü huylardan uzaktırlar.

“Onlar ki namazlarına devam ederler.” (Meâric: 23)

Allah-u Teâlâ’nın emir buyurduğu, Resulullah Aleyhisselâm’ın öğrettiği şekilde namazlarını hiç terk
etmeksizin kılarlar. Hiçbir meşguliyet kendilerini namazdan alıkoymaz.

“Onların mallarında isteyenin ve mahrum olanın (iffetinden ve utancından dolayı istemeyenin)


belli bir hakkı vardır.” (Meâric: 24-25)

Muhtaç olan, dilenen kimse değildir. İhtiyaç içerisinde olduğu halde, kimseden bir şey istemeyen,
istemekten sıkılan kimsedir.

İhtiyacından dolayı isteyeni reddetmeyip bir şey vermek, bir emr-i ilâhî’yi yerine getirmek olduğu gibi,
aynı zamanda büyük bir fazilettir. Rızâ-i ilâhî’yi kazanmaya vesile olur.

“Onlar ki ceza gününü tasdik ederler.” (Meâric: 26)

Dolayısıyla iyi ameller yaparak o güne hazırlanırlar.

“Onlar ki Rabb’lerinin azabından korkarlar.” (Meâric: 27)

“Çünkü Rabb’lerinin azabından emin olunmaz.” (Meâric: 28)

Bunun içindir ki korku ile ümit arasında bulunurlar.

“Onlar ki, eşleri ve câriyeleri dışında mahrem yerlerini herkesten korurlar.” (Meâric: 29-30)

Bu iffetli müminler zinâ ve fuhuştan, çıplaklıktan uzaktırlar. Helâl olanla yetinirler.

“Doğrusu bunlar kınanamazlar.” (Meâric: 30)

Onlardan meşru şekilde istifade edebilirler.

“Bu sınırı aşmak isteyenler, işte bunlar aşırı gidenlerdir.” (Meâric: 31)

Her kim kendisi için verilen böyle bir müsaadenin haricine çıkmak isterse, yasak sahalara geçmiş ve
böylece de günah işlemiş olur.

“O müminler ki, emanetlerini ve sözlerini yerine getirirler.” (Meâric: 32)

Kendilerine bir şey emanet bırakıldığında ona hıyanet etmezler. Kendileri için birer emanet
mesabesinde olan hayatlarını, güç ve kuvvetlerini kötüye kullanmazlar.
“Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” (Meâric: 32)

Allah-u Teâlâ’ya ve kullarına vermiş oldukları akit ve sözleşmelere uyarak onları bozmaktan sakınırlar.

“Onlar ki şâhitliklerini yerine getirirler.” (Meâric: 33)

Gördüklerini gizlemezler, bildiklerini saklamazlar, şâhitliklerini adâletle yaparlar.

“O müminler ki, namazlarına riâyet ederler.” (Meâric: 34)

Vakitlerine, rükünlerine ve âdâbına uyarak, güçlerinin yettiği en iyi şekilde kılarlar.

“İşte onlar cennetlerde ikram olunacaklardır.” (Meâric: 35)

Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insanların hayal bile edemediği nice maddî ve mânevî
nimetlere, lezzetlere, meserretlere nâil olacaklardır.

Cennete Müminler Girer:

Müşrikler gürûhu Resulullah Aleyhisselâm’ın etrafında bölük bölük toplanıyor, sözlerini dinliyor, onunla
ve Ashâb’ı ile alay ederek: “Eğer Muhammed’in dediği gibi şunlar cennete girerlerse, biz onlardan
daha önce gireriz.” diyorlardı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruldu:

“Resul’üm! O kâfirlere ne oluyor ki sağdan ve soldan, ayrı ayrı gruplar hâlinde boyunlarını
uzatarak sana doğru koşuyorlar.” (Meâric: 36-37)

Maksatları alay etmekti. Hiçbirinin niyeti doğru yolu aramak ve bulmak değildi.

“Onlardan her biri Naîm cennetine sokulacağını mı umuyor?” (Meâric: 38)

Hak dâveti duymaya bile tahammül edemeyen ve o nuru karartmaya çalışan kişiler, nasıl olur da
cennete girmeyi ümit ederler?

Fâil-i Mutlak:

Allah-u Teâlâ gerçekleşmesini inkâr ettikleri ahiret gününü onlara tasdik ettirmek üzere ilk yaratılışı
delil getirerek şöyle buyurur:

“Hayır! Doğrusu biz onları kendilerinin de bildikleri şeyden yarattık.” (Meâric: 39)

İlk başta benzersiz olarak yaratmaya kâdir olan, öldükten sonra yeniden yaratmaya da gücü yeter.

İnsanın yaratılışı gözler önünde her an tekrarlanan bir mucizedir. Atılan ve dökülen bir nutfe, kısa bir
zaman sonra işiten ve gören bir insan oluveriyor. Eti ve kemiği ile, sinirleri ve damarları ile, huyları ve
karakterleri ile bu insan nerede gizli idi? Doğacak çocuğun kız mı erkek mi olacağına Allah’tan başkası
mı karar veriyor?

Hiçbir şey değilken insanı bir damla kerih sudan yarattı, ona hayat verdi. O’nun verdiği hayat ile
yaşıyor. Hayatı çektiği zaman yok olur, ruhu da gider, vücudu da gider. Ruhu çektiği zaman toprakta
çürüyor. Çünkü vücut zaten bir elbiseden ibarettir. Elbiseyi gösteren de O, insanı tutan da O, yok eden
de O. Her an tutuyor. Bir an bıraksa o anda mahvolur. İnsan hep O’nunla kâim de bilmiyor.

Ehadiyet’inin delilleri yarattığı varlıklarda apaçık görülür. Şerik ve nazirden münezzehtir.

Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Doğuların ve batıların Rabb’ine yemin ederim ki biz muktediriz.” (Meâric: 40)

Burada Allah-u Teâlâ kendi Zât-ı akdes’ine yemin etmektedir.

“Onların yerine kendilerinden daha iyilerini getirmeye.” (Meâric: 41)

Biz ne zaman istersek sizi yok eder, yerinize sizden daha iyilerini getiririz.

“Hiç kimse de önümüze geçemez.” (Meâric: 41)

Biz söylediklerimizi yapmaktan âciz değiliz.

“Resul’üm! Bırak onları! Tehdit edildikleri günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar,


oynayadursunlar.” (Meâric: 42)

Sen, sana emrolunanla meşgul ol, tebliğine devam et. Muhalefet edenler lâyık oldukları cezâlara
çarptırılacaklardır.

Kabirlerden Kalkış:

Allah-u Teâlâ kâfirlerin hesap yerine hızla gitmelerini, dünyada iken belirli günlerde putlarına doğru
hızlı adımlarla koşmalarına ve çevresinde toplanmalarına benzeterek Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurmaktadır:

“O gün onlar sanki dikili taşlara koşuyorlarmış gibi, gözleri dönmüş, yüzleri zillet bürümüş
olarak kabirlerinden çabuk çabuk çıkarlar.

İşte bu, onlara vâdolunan gündür.” (Meâric: 43-44)

Bu benzetme ile cehalet ve dalâletleri ortaya konulmuş, ne kadar kıt akıllı oldukları belirtilmiş oluyor.
Çünkü onlar bir olan Allah’a ibadeti bırakmışlar, ibadete lâyık olmayan şeylere tapınmış durmuşlardır.

O zorlu günde insanlar kendilerini mahşer yerine çağıran Allah’ın dâvetçisine icabet ederler. Nereye
emrolunmuşlarsa, sağa sola sapmadan oraya doğru hızla giderler.

Allah korkusu gönülleri sarar, sesler kısılır. Ayak sesleri ve fısıltılar dışında hiçbir ses duyulmaz.

Utanç ve şaşkınlık bütün benliklerini bürür. Yönelip gidecekleri belli bir yönü olmayan çekirgeler gibi
yayılırlar. Bununla beraber hiç gecikmeden dâvetçiye doğru koşarlar.

Öldükten sonra dirilmeyi inkâr edenlerin âkıbetleri işte böyle acıklı bir felâkettir. Cehennemin kendileri
için hazırlandığını görünce bürünecekleri hâl ve ahvâl hiçbir kelime ile ifade edilemez.

Gözleri yuvasından fırlamış, bir daha kapanmayacak şekilde açılmış, korku ve heyecandan gözlerini
sağa sola çeviremiyorlar, hiç kimse diğerine bakamıyor, hiçbir şey düşünemiyorlar.
Nasıl baksınlar ki o gün felaket ve musibet günüdür, dalgınlık günüdür. İnkâr edenler ve hazırlıksız
olanlar için korku günüdür.

Cehennemin
Kâfirleri ve Münâfıkları
Kendine Çağırıp Yutması

İbn-i Abbâs -radiyallâhu anhümâ- Meâric sûre-i şerîf’inin on yedinci Âyet-i kerime’sinde, cehennemin
sıfatı hakkında beyan buyurulan; “Yüz çevirip geri döneni çağırır!” hükmünü tefsîr ederek şöyle
buyurmuştur:

“Cehennem, münâfıklarla kâfirleri açık bir dille ve kendi adlarıyla çağırarak; “Bana gel ey kâfir!..
Bana gel ey münâfık!..” der. Böyle dedikten sonra da, kuşun tâneyi yuttuğu gibi hemen onları
yakalayıp yutar.” (Taberî, “Tefsîr”, c.6, s.2618)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm


İLK ÜÇ YIL
ve
İLK MÜSLÜMANLAR 3

Halid bin Saîd -R. Anh-:

Câhiliye döneminde Kureyş’in en zenginlerinden, daha sonra da İslâm’ın tanınmış düşmanlarından bir
adamın oğlu olan Halid -radiyallahu anh-ın müslüman oluşuna, gördüğü korkulu bir rüyâsı sebep
olmuştur.

Geniş bir ateşin kıyısında bulunurken, babası onu iterek içine düşürmeye çalışıyordu. O anda
Resulullah Aleyhisselâm geldi ve onu belinden kavrayarak ateşin içine düşmekten korudu.

Bu rüyâsını Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-e anlattığında şu cevabı aldı:

“Hakkında hayırlı olmasını dilerim. Hemen gidip Resulullah Aleyhisselâm’a tâbi ol. Ona tâbi
olursan, o seni ateşe düşmekten korur. Baban ise cehennemliktir.”

Sonra Resulullah Aleyhisselâm’la görüştü ve şehâdet getirerek müslüman oldu. Ancak babası diğer
kardeşleri vasıtasıyla onu yakalatarak feci şekilde dövdü, güneş altında günlerce susuz bıraktı.
Kardeşlerinin kendisiyle konuşmasını yasakladı. Dininden vazgeçmeyeceğini anlayınca da evinden
kovdu.
Yine ilk müslümanlardan olan karısı Ümeyne binti Halid -radiyallahu anhâ- ile birlikte ilk kafile ile
Habeşistan’a hicret etti.

Halid -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm’la birlikte Umretü’l-kazâ’da, Mekke’nin fethinde,


Huneyn, Tâif ve Tebük gazvelerinde bulundu, vahiy kâtipliği yaptı.

Osman bin Maz’un -R. Anh-:

Ebu Ubeyde bin Cerrah -radiyallahu anh- ve Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh- gibi zâtlarla aynı
anda müslüman oldu.

Temiz bir yaratılışa sahipti. Câhiliye döneminde de hiç içki içmez, “Aklımı gideren, benden aşağısını
bana güldüren bir şeyi içmem.” derdi.

İbadete çok düşkündü.

Habeşistan’a yapılan her iki hicrete de katıldığı gibi, bütün âilesi ile birlikte Mekke’deki evlerini
kilitleyerek Medine’ye hicret etmiştir.

Bedir savaşından döndükten sonra Medine’de vefat edip cenaze namazı kılınan muhacir
müslümanların ilki idi.

Vefat ettiğinde Resulullah Aleyhisselâm onun alnından öpmüş, gözyaşları yanaklarına damlamış:

“Sen dünyadan hiçbir şeye karışmadan çıkıp gittin.” buyurmuştur.

Ubeyde bin Hâris -R. Anh-:

Resulullah Aleyhisselâm’ın amcasının oğlu olan Ubeyde -radiyallahu anh- ilk müslümanlardandır.
Bedir savaşında ayak bileğinden yara almış, yolda gelirken yaranın tesiriyle vefat etmiştir.

Resulullah Aleyhisselâm’ın katında büyük değeri ve yeri vardı.

Saîd bin Zeyd -R. Anh-:

Resulullah Aleyhisselâm tarafından kendilerini cennetle müjdelediği on Sahabi’den birisidir.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-in kızkardeşi Fâtıma binti Hattab -radiyallahu anhâ- ile evlenmişti.
Hanımı ile birlikte Resulullah Aleyhisselâm’la görüşerek müslüman oldular.

Resulullah Aleyhisselâm tarafından Şam taraflarına casusluk için gönderildiğinden Bedir savaşına
katılamadı. Ancak Resulullah Aleyhisselâm ona ganimetten pay vermiş, sevabını da vâdetmişti. Diğer
savaşların hepsine katılmış, büyük fedâkârlıklarda bulunmuştu.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- devrinde Şam harekâtına iştirak etmiş, Ebu Ubeyde -radiyallahu anh-
in kumandası altında çalışmış, Şam’ın muhasarasında, Yermük savaşında bulunmuş, Ebu Ubeyde -
radiyallahu anh- onu Şam’a tayin etmek istediği halde cihad ile meşgul olmayı tercih etmişti.

Duâsı Allah katında makbul olan müminlerdendi. Kalbini dünya hırslarından temizlemiş, hiçbir zaman
zühd ve takvâdan, istikametten ayrılmamıştı.
Süheyl bin Beyzâ -R. Anh-:

İslâm’ın ilk yıllarında müslüman olup müslümanlığını gizlemeyen müminlerdendir.

Allah yolunda Habeşistan’a yapılan hem ilk hicrete hem de ikinci hicrete katılmış, daha sonra
Medine’ye de hicret edip bu büyük şerefe nâil olmuştur.

Bedir’den başlamak üzere Resulullah Aleyhisselâm’ın katıldığı bütün savaşlarda bulunmuş, büyük
yararlılıklar göstermiştir.

Abdullah bin Mes’ud -R. Anh-:

Gençliğinde koyun güderdi. İslâm’a girdikten sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın hizmetinde ve daima
yanında bulundu.

Dinin bütün hükümlerini tamamıyla kavramış, Kur’an-ı kerim’i herkesten daha iyi öğrenmiş ve pek çok
Hadis-i şerif rivayet etmiştir.

Çok güzel sesliydi, Kur’an-ı kerim’i Mekke’de ilk defa açıktan okuyan odur. Bundan dolayı müşriklerin
ezâ ve cefalarına maruz kalmış, hiçbir şey onu okumaktan vazgeçirememişti.

İki defa Habeşistan’a, üçüncü defasında Medine’ye hicret etti.

Bütün savaşlarında ve Hudeybiye’de Resulullah Aleyhisselâm’la beraber oldu ve hususi hizmetinde


bulundu.

Son derece mütevâzi, kanaat sahibi, vefakâr, dürüst bir zâttı. İbadete çok düşkündü. Gözlerinden akan
yaşların, yüzünde iz bıraktığı görülürdü.

Habbâb bin Eret -R. Anh-:

İslâm’ın ilk günlerinde müslümanlıkla müşerref olmuştu. Müslüman oldukları için müşrikler tarafından
çok acı işkencelere uğratılan köleler arasında o da vardı. Bazen kızgın taşlar üzerinde işkence edilirdi.
Buna rağmen müslümanlığını açıklamaktan çekinmez, hiç kimseden korkmazdı.

Medine’ye hicret eden ilk muhacirlerdendir ve başta Bedir olmak üzere Resulullah Aleyhisselâm’ın
katıldığı bütün savaşlarda yanında bulunmuş, vefatından sonra Kûfe’ye yerleşmiş, İslâm fetihleri
sırasında Irak seferlerine katılmıştır.

Demircilik yapar, kılıç imal ederdi. Başlangıçta maişet hususunda hayli sıkıntı çekmiş, fakat daha
sonra Allah-u Teâlâ’nın inayetiyle durumu düzelmiş, iş güç sahibi olmuş, hatta bir miktar da servet
edinmişti. Resulullah Aleyhisselâm onun dükkânına gidip kendisiyle görüşür, sohbet ederdi.

Abdullah bin Cahş -R. Anh-:

Resulullah Aleyhisselâm’ın halası Ümeyme’nin oğludur. İki kardeşiyle birlikte müslüman olmuş ve
Allah yolunda Habeşistan’a yapılan hicretlerin ikisine de katılmış, Mekke’ye döndükten sonra evini
kapatarak bütün âilesiyle birlikte Medine’ye hicret etmiştir.
İslâmiyet’i heyecanla yaşayan zâtlardandı. Allah yolunda her türlü sıkıntılara uğramış, hepsine de
imanının verdiği kuvvetle göğüs germiş, ezâ ve cefâdan zevk duymuştur.

Bedir ve Uhud savaşlarına katılmış, Uhud savaşında kahramanca çarpıştıktan sonra kırk yaşlarında
iken şehit edilmiştir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

EVLİYÂ-İ KİRAM
-Kaddesallahu Esrârehüm- HAZERÂTI’NIN
“HÂTEMÜ’L-EVLİY” HAKKINDAKİ
BEYAN ve İFŞAATLARI (61)

Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- (3)

Şeyhü’l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Fusûsu’l-Hikem”inin ilk şârihi olarak târihe geçen
Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin, kendisine bu vasfı kazandıran
“Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî” adlı şerhinden, “Hâtemü’l-evliyâ” hakkındaki
eşsiz beyan ve ifşâatlarını nakletmeye devâm ediyoruz.

Hâtemü’l-Evliyâ’nın
Peygamberlere ve Velîlere
Tasarrufta Bulunduğu Mertebe:

Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh


Müeyyedüddîn el-Cendî” isimli eserinde; Hâtemü’l-evliyâ’nın, bütün peygamberlere ve velîlere
“Hâtemü’n-nübüvve”nin bâtını olan “Hâtemü’l-velâye” mertebesinden tasarrruf ettiğini beyân
ederek, bütün velâyetlerden önce zuhûr etmiş olan bu has velâyetin mâhiyetini şöyle îzâh etmiştir:

“Bil ki, velâyet-i Muhammediyye; gerek nübüvvet’in, bâtını olan velâyet’ten hâlî olmaması
bakımından, gerekse zikri geçen mişkâta karşılık gelen bir mertebe olan, Muhammedî ilâhî
kemâle âit küllî velâyetin nasbedildiği bir sûret olması bakımından; resuller ve nebîler
zümresinin, umûmun, hâss’ın, hâss’lardan hâlis olanların ve hâss hâlislerin en sâfî olanlarının
hepsinde birbirinden farklı olan velâyetlerin maddesi kendisinden alınıp, kendisindeki madde
herkese vâsıl olan ‘Hâtemü’l-evliyâ mişkâtı’dır. Onun, toplayıp birleştirici kemâlî velâyetin
Muhammedî verâsetini Allah’tan alması husûsunda, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e
olan nisbeti; önceden takdîr edildiği üzere, nebîlerin ve resullerin risâletlerini ve nübüvvetlerini
Allah’tan alma husûsunda, Hakîkat-ı Muhammediyye yönünden ona nisbet edilmeleri gibidir.
Havâss için bir sır olan bu makam hakkında, umum zevk ehlinin kullanabileceği dil işte budur.

Hâtemü’l-evliyâ velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’nin hatemiyyet’inde ortaya çıkınca; Resulullah


-sallallahu aleyhi ve sellem- ilâhî kemâli ihâtâ eden şer’î nübüvvet’in Hatm’inde, kendisine
tahsîs edilen bir mişkâtla ortaya çıktığı gibi; o da toplayıp birleştirici Hatemiyyet ilâhî kemâline
has olan, Muhammedî velâyet’in kendisine tahsîs edildiği bir mişkât olur. Zîrâ nübüvvetlerin
hepsi velâyetler üzerine tertip edilmiştir. Bu ise Hâtemü’r-rüsul’ün, Hâtemü’l-evliyâ mişkâtı’nın
zâhirî olan kendi nübüvveti bakımından Hâtemü’l-evliyâ’ya nisbetiyle zuhûr eden, velâyetlere
hükmettiği hükümlerin birer sûretidir.

O’na (Hâtemü’r-rüsul’e) velâyet’in tahsîs edilmesi de; nübüvvetlerini Hâtemü’r-resûl


mişkâtından, velâyetlerini ise yine Muhammedî bir tahsîs olan Hâtemü’l-velâye mişkâtından
almaları husûsunda, diğer resullerin kendisine olan nisbeti gibidir. Allah-u Teâlâ’nın izniyle
herhâlde anlamışsındır!

İlimlerle ilgili nîmetlerin, ilâhî zevklerin, makamların, hâllerin ve ahlâkın hepsi; Allah’ın bütün
nebîlere ve resullere, neş’etlerindeki varlık hâlleriyle bu Muhammedî mişkâttan vâsıl kıldığı ve
sonra da birtakım berzahlarla birbirinden ayırdığı herhangi bir şey, iliştirdiği nübüvvet ve tahsîs
ettiği risâlet; ayrıca ona göre, velâyet’le ilgili olarak (onlara) iliştirdiği ve diğer Muhammedî
velîleri de Allah’ın kendisiyle feyizlendirdiği Hâtemü’l-evliyâ mişkâtına göre, Muhammedî
velîlerin Hâtem’inin kendisiyle tahakkuk ettiği şey, herhangi bir kimseye ancak O’nun -
sallallahu aleyhi ve sellem- katından taksim edilebilir. Onlar resullerden ve nebîlerden olan
velîlerin daha da üzerinde bulunan ‘Enbiyâü’l-evliyâ’; yâni ‘Peygamberler gibi olan velîler’dir. İyi
anla!..

Hatmiyyet’in unsûrî (cismî) sûretinin gecik-mesi sakın sana perde olmasın! Zîrâ bu Hatm’in de
şahsî sûreti bakımından sonlarda bulunması uzak değildir. O’nun sûreti de hem ezelî, hem
ebedîdir. Hakîkat ve mertebesiyle de o, başlangıcı yönünden herkesten öncedir. Çok iyi anla ve
Allah’ın sana ilhâm ettiğini söyle!” (Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid
Ali Paşa, no.: 1240, 141b-142a yaprağı.)

Hâtemü’l-Evliyâ’nın Şefaati
ve Toplayıcı Hakîkati:

Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri, ilâhî velâyete mazhar olan bütün kâmillerin
ruhlarını kendi bünyesinde toplayıp birleştiren ve bütün ilâhî isimleri ihâtâ eden Hâtemü’l-evliyâ’nın,
kendisine Hâtemü’r-rüsul’den intikâl eden bu lütuf nedeniyle, mahşerde “Büyük ehâdiyyet”i elinde
bulundurarak, ilâhî isimlere mazhar olan kâmil ferdlerin hepsine şefaat edeceğini beyan buyurmuştur:

“Bil ki nübüvvet, risâlet, velâyet ve hilâfet mertebeleri, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sel-lem-
le toplanıp biraraya gelmiştir. O hem velî, hem nebî, hem de resul olarak bir Hâtem’dir.
Hatmiyyet kemâli ve Muhammedî Hatmî ilâhî sûretin bâtını olması sâyesinde, velîlerin ruhlarını
toplayıp birleştirmeyi hâiz kâmil bir mazhar ve Muhammedî velîlerin Hâtem’i olan en kâmil vâris
de, verâsetini kendinde toplamış olduğu için Hâtemü’r-rüsul’ün hasenâtından bir hasenedir.
Çünkü nübüvvet âleminde de, velâyet âleminde de kâmiller cemâatinin öncülüğü onun olur ve
şefaat kapısını açma husûsunda âdemoğlunun Seyyîd’i odur. Bu ise (onun), ilâhî isimlerin
hazîrelerindeki fertlere şefaat eden, Muhammedî ilâhî sûret hakkındaki, toplayıp birleştirici
kemâlin hakîkati olması nedeniyledir.

Büyük ehadiyyet; hazîrelere, ilâhî isimlerin mazharlarına, ilâhî tecelliyâta, nebîler topluluğuna
ve risâletler erbâbına galebe çalıp da, Muhammedî bir ferd olarak kendisine izâfe edilen
‘Ferdiyyet’i ile onun da şefaat etmesi gerekince; Ehadiyyet’in kahrı altında kullaşmış bir ferde
varılır, şefaat hâsıl olur ve onun şefaatı ardarda gerçekleşir. Zîrâ O merhametlilerin en
merhametlisidir. Netîcenin zuhûru için gerekli olan ferdin peşpeşe şefaati meydana gelir ve
Rahman şefaat kapısını açarak, kendi âlemindeki her isim ve ümmeti içindeki her peygamber
üzerinde şefaatini gerçekleştirir.” (Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid Ali
Paşa, no.: 1240, 142a-142b yaprağı.)

Hâtemü’l-Evliyâ’nın, Allah’tan
Vâredilen Hakîkatinden
Bütün Ruhlara İstimdâdı:

Hazret “Şerhü’l-Fusûs”un başka bir noktasında, “Hâtemü’l-velâye” hakkında çok gizli ve ince bir sır
noktasına işâret ederek, Hâtemü’l-evliyâ’nın hakîkatinin, bütün ilâhî isimlerin sâhibi olan Allah’ın
nûrundan vâredildiğini beyân etmiş; bütün ilâhî isimleri kendisinde toplayıp birleştiren bir hazire olduğu
için, ilâhî isimlere mazhar olan hiçbir peygamber ve velînin kendisine istimdâd edemediğini haber
vermiştir:

“Bil ki, peygamberlerden olan kâmillerin ruhları, kendi asırlarında ve kendilerinden sonrakilerin
asırlarında, kendilerine vâris olan velîlerin ruhlarına istimdâd ederler. Şît Aleyhisselâm’ın rûhu
da, Hatmü’l-enbiyâ’nın rûhu ve Hatmü’l-evliyâ’nın rûhu müstesnâ olmak üzere, vehbî ilmi
bilenlerin ruhlarına istimdâd eder. Velîlerden kendisine vehbî ilim verilen her velînin rûhu da,
ataların ilkine bağışlanan ilk sûret olduğu için onun rûhundan istimdâd ederler.

Hatm rûhu, takdim ettiğimiz gibi; en kâmil vâris’i ihâtâ ettiği gibi, velâyetlerin de hepsini ihâtâ
eden ruhtur. Nübüvvetlerin hepsiyle ilgili olarak da o, Hatmü’r-rüsul -sallallahu aleyhi ve
sellem-dir. Çünkü o, Hatmiyyet’le toplanıp biraraya gelen Muhammedî velâyetlere, keşiflere,
tecellîlere, ilimlere, sırlara, hâllere ve makamlara dâir, velâyetlere verilenlerin tümünü toplayıp
birleştirerek, onu kuşatıp birarada tutan kimse olmuştur. Bu da onun hakîkatinin, her açığa
çıkan şeyin ilki olan ‘Hakîkatü’l-hakâyık’, yâni ‘Hakîkatlerin hakîkati’; aynı zamanda onun gaybî
fetihlerin anahtarı ve ruhların kendisiyle kâim oldukları ve diğer rûhî mertebelerin içine
gönderme ve sirâyette bulunan hakîkatinden hayat buldukları bir Nûr maddesi olmasından ileri
gelir. O hiçbir kimseden istimdâd etmez; ilâhî vergiler husûsunda herkes onun kandilinden
istimdâd eder. Zîrâ o, Allah’tan vâredildiği için, ilâhî isimlerin hazîrelerinden biri olmuştur.”
(Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 146a-146b
yaprağı.)

Hâtemü’l-Evliyâ’ya Salât-ü Selâm

Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-


Cendî” isimli eserinin son satırlarında; Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’a sâlat-ü selâmda bulunduktan
sonra, onun bâtın vârisi olan Hâtemü’l-evliyâ’ya da salât-ü selâmda bulunarak şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın salâtı resullerin ve nebilerin Hâtem’inin ve onun Hatemiyyet husûsundaki en kâmil


vârisi olan, Muhammedî velîlerin Hâtem’inin üzerine olsun!” (Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh
Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 439b-440a yaprağı.)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


MEKTUBAT
28. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

CİSMÂNÎ SOHBET
MÂNEVÎ SOHBET
Muhterem Ziyâ Bey’e arz ve takdim ettiğim mektubumun bir mislini de size takdim ettikten sonra ifade
etmek isterim ki, yüzyüze görüşmek hakkındaki sâdık arzunuz beni çok memnun etti. Çünkü bu
arzunuzun büyük kısmı beni de mecâlsiz bırakmaktadır. Evet aslında mevcut olan arzunun, o aslın
cüz’ünde olandan üstün bulunduğu açıktır. Cenâb-ı Allah bu yüksek noktaya yönelik arzuları
gerçekleştirip isteklerine nâil eylesin, âmin.

Başınızı ağrıtmaz inancıyla bu hususta şunları arzedebilirim. Arşu’r-Rahman olan ve bu meziyetle


güneş aydınlığının üstünde bir ziyaya sahip olan mümin kalbi için mesafenin uzaklık ve yakınlığının
önemli olmadığı her mahalde sadık ihvan nezdinde sabit ise de, cismânî sohbetin üstünlüğü de
Ashâb-ı kiram ve Tâbiîn’in hâl ve durumlarıyla âşikârdır. Bendenizi ihvanın feyzleri besbelli olan
teveccühlerine lâyık gören Cenâb-ı Mevlâ sizlere kavuşmanın lezzetiyle kana kana doyuracağından
katiyyen ümidimi kesmem.

“Allah için birkaç zaman bir iki dostum kendisinde oturdu diye gökyüzü yeryüzünü kıskandı.”

meâlindeki Farsça beyit, cismâni sohbet ve görüşmenin yücelik ve meziyetini lâyıkıyla takdir ediyor.

Bütün evliyâullah’ın hatta gavs ve kutupluk makamlarına yükselen mukarrabîn’in baştâcı makamında
bulunan Üveys el-Karânî Hazretleri’nin bir saat olsun Hazret-i Peygamber’in (s.a.v) sohbetine nâil olan
Ashâb-ı kiram’ın derecesine varamayacağı bu söylediklerimizi isbata kâfidir.

Bâkî, es-Selâmu aleyküm.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SÖZLER ve NOTLAR - 12
MÜKÂLEME

– Rüyâmda denizde balıklar gördüm. Kimisi sakin sakin yüzüyorlardı. Kimisi zıplayıp suyun dışına
fırlıyorlar, tekrar içine düşüyorlar. Kimisi de ölmüştü.
– Evet, kimisi kendi âleminde yüzüyorlar, yollarına devam ediyorlar. Kimisi mânevî cereyanın tesirinde
cezbeye tutulmuşlar, kendilerinden geçiyorlar. Diğerleri de boğulup helâke mahkûm olmuşlar. (31 Mart
1979)

– Efendim o kardeşin hanımı derslere pek katılmıyor.

– Hoş görün siz onu. Kendi hanımlarınızı bir düşünün ki, kaç seneden sonra ancak gelebildiler. Hep
hoş görmek lâzım. Zorlama yok. Gönül olacak, gönülle olacak.

Dikkat buyurursanız biz daima emir yerine ricâ kullanırız. Hiçbir kardeşe sen şunu yapacaksın
demeyiz. Yapılacak bir iş varsa rica mahiyetinde söyleriz. Ricânın yaptığını emir yapamaz. (19
Ağustos 1979)

– Topluluk devam ediyor mu?

– Ediyor efendim.

– Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemin. Efendim zikrullah için teşekkül eden bir halkanın kıymeti ne
anlatılabilir, ne de tasavvur edilebilir.

Çünkü insanın nefsi var, şeytanı var, birçok muarızlar, şeytanlaşmış insanlar var. Çoluk-çocuk derdi,
maişet telâşesi var. Bütün bu muhalefetler kendisini çepeçevre çevirmiş. O ise hepsini bir tarafa
koymuş, Mevla’sı ile baş başa kalmaya çalışıyor. ‘Bana Allah’ım yeter!’ diyor.

Allah’ımızın hangi lütfunu bildik de anladık da bu nimetini anlayacağız. Allah’ımız ayırmasın. (26
Ağustos 1979)

– Mânâda zât-ı âlinizi rahatsız olmuş gördüm.

– Her şey bizim için... Hayat-memat, hastalık-sıhhat... Hepsi Hazret-i Allah’ın murad ettiği gibi oluyor.
“Hasta olmayayım.” desen elinden bir şey geliyor mu? Murad ettiği zaman hasta yapıyor, şifâyı da yine
o veriyor. Şâfi-i hakiki O’dur. Öyleyse O’nu tanımak lâzım. (26 Ağustos 1979)

– Efendim dün İzmit’li kardeşler Bayram ziyaretinden dönerken kaza geçirmişler, hamdolsun hafif
atlatmışlar.

– Hazret-i Allah dilemedikçe hiçbir şey olmaz, takdir ettikten sonra da mutlaka isabet eder.

İki türlü kaza vardır. Mübrem ve muallak. Muallak olan dua ile sadaka ile önlenebilir. Mübrem olanı
hiçbir şey geri çeviremez.” (26 Ağustos 1979)

– Sizin bir arzunuz olur mu?

– Bir türlü raya oturamıyorum efendim.

– Nefis ve şeytan, şeytanlaşmış insanlar raya oturmanıza mâni oluyor.


Acizliğinizi itiraf ederek Cenâb-ı Hakk’a çok sığının. Samimi bir kalple sığındığınız zaman, O sizi raya
oturtur. Hiç şüphe etmeyin buna.

Bir de sâlih arkadaş edinin. İhlâslı arkadaş insanı hep Hazret-i Allah’a yöneltir. Sonra durumunuzu bize
yine arzedersiniz, ayrıca ilgileniriz inşallah. (26 Ağustos 1979)

– Efendim, bazı kimseler sakallarımızı hakir görüyorlar.

– O da haklı, haksız hiç kimse yok, herkes haklı. Biz vazifemizde onlar vazifelerinde.

“Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız size âittir.” (Bakara: 139)

Deyip geçeceksiniz.

Dalgalar gece gündüz sahile vurur durur. Sen onları sadece seyret. Dalgaları saymaya kalkarsan
ömrünü tüketirsin de haberin olmaz. Sen işine bak, yoluna bak. Durma onların üzerinde, dalgalar
vuradursun.

Herkes içindekini dışa dökecek ve imtihanını o surette vermiş olacak.

Hakk’ın huzuruna varıncaya kadar herkes haklı. Orada pirinç ile taş ayıklanacak. Nedamet çok, hiç de
faydası yok. (26 Ağustos 1979)

– Efendim, üç sene kadar evvel bir arkadaşla ziyaretinize geldim. Şurada oturduk, çayınızı içtik. Sizi
görünce çok haz duydum. Bende her türlü şey vardı, içki vardı, oyun vardı... Sizi gördükten sonra
hiçbirini yapmamaya söz verdim ve hamdolsun el dahi sürmedim. “Allah râzı olsun!” demeye geldim.
Sağolun. Allah size uzun ömürler versin. Şimdi mümkün mertebe namazımdan da ayrı namaz
kılıyorum.

– Allah kabul buyursun. Sizi rızâsına yöneltmesinin yüzü suyu hürmetine cümlemizi de yöneltsin,
lütfunu ziyade etsin. (26 Ağustos 1979)

– Efendim, bugün öğleden sonra bir kardeşin evinde zikrullah yapacağız, Ramazan-ı şerif’i yolcu
edelim diyoruz.

– Biz aslında kendimiz yolcuyuz da bilmiyoruz, Ramazan-ı şerif’i yolcu etmeye çalışıyoruz. Onun için
gayr-i ihtiyari güldük. Çünkü o dönecek, biz ise o dönünceye kadar belki de gitmiş olacağız. (26
Ağustos 1979)

– Efendim, çok arzu etmeme rağmen derslere katılamıyorum.

– Bu nefsinizden doğan bir hâldir, onun ıstırabını çekiyorsunuz. Bütün iyilikler Hazret-i Allah’tan,
kötülükler ise kendi nefsimizdendir. Bunu böyle bilin. (24 Kasım 1979)

– Kardeşlerimiz Hicri yeni senenizi tebrik ettiler.


– Allah râzı olsun. İtimat edin hiçbir tebriğe lâyık değilim. Allah’ım bizi affetsin, merhamet etsin. (24
Kasım 1979)

– Öyle zamanlar oluyor ki, acaba ben münâfık mıyım diyorum.

– Yoldan uzaklaştırmak için şeytan size o hâli verir. Beri taraftan da bu hâlin kişi üzerinde olması çok
iyidir. Hiç olmazsa varlık gelmez.

Yalnız bu hâl sâbit kalmayacak. Şeytan ümitsizliğe düşürür. Ümitsizliğe düşmek büyük tehlikedir. (24
Kasım 1979)

– Gece dinlenebildiniz mi?

– Elhamdulillah, çok rahat ettik.

– Asıl dinlenme yorgunluktadır. Fakat biz insanlar nefsin rahatlığını arıyoruz.

Zahmetin içinde rahmet vardır. İbtilânın içinde öyle bir cevher vardır ki, o bilinse ibtilâ tatlı gelir. Lâkin
onu bulmak çok zordur. (24 Kasım 1979)

– Efendim ..... fabrikasının sahibinin oğlu asker arkadaşımdır. Geçenlerde fabrika hakkında bir rüyâ
gördüm, işçiler iş zamanında yatıyorlardı.

– Yani herkes gününü gün etmeye çalışıyor. Fabrikanın menfaatine çalışılmıyor. Siz bunu ona işaret
edin. O kardeşe bir nevi yardımcı olun, uyanık bulunsun. Samimi ve güvenilir insanları iş başına
getirecek, diğerlerini çıkaracak. (24 Kasım 1979)

– Çalıştığım yerde işçiler arasında bir huzursuzluk var.

– Hiçbir zaman zâlime dost çıkmayın, çünkü zâlimin hiçbir dostu yoktur. Siz hilekârı muhafaza
ederseniz, onunla ortak gibi olursunuz. (5 Şubat 1980)

– Efendim, mektepden mezun olduk.

– Mâşaallah! Allah’ımız mânevî tahsillerin terakkîsi ile rızâsını kazanmayı da ihsan buyursun
cümlemize. Bu bir dünya tahsilidir ve dünya için geçerlidir. Ebedî hayatın tahsili ise ne kadar mühim.
Siz artık bundan sonra tahsile başlayacaksınız. (7 Ağustos 1980)

– Bir kardeşimiz rüyâsında görmüş ki şer’i bir suçundan dolayı kızı ile beraber babasını dövüyorlarmış.
Hatta döverken mahrem yerleri bile açılmış, hanımı gelip örtmüş. Onlar da vurmaktan vazgeçmişler.

– Babasına eziyet ediyorlar, fakat bunun farkında değiller. Onun ahkâma uymayan ayıplarını meydana
koyuyorlar. Her ne kadar ahkâma uygun değilse de, babası olduğu için ayıplarını örtmek onlar için
daha hayırlıdır. Kızı da kendisi de. (2 Şubat 1983)
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NE İDİK, NE OLDUK!
OSMANLI İMPARATORLUĞU -3-
(1299-1924)

Fetret Devri ve
Çelebi Sultan Mehmed:

Ankara savaşından sonra Anadolu’da Osmanlı birliği dağıldı. Şehzade Süleyman Bursa’ya hızla
gelerek kardeşlerini aldı ve taht şehrini terketti. Peşinde 30 bin Timur askeri vardı. Hazine, Timur
askerleri tarafından yağmalandı ve arşivler yakıldı. Süleyman Edirne’ye ulaşarak padişahlığını ilân etti.
Ancak Timur Anadolu’da eski beylikleri yeniden canlandırdı. Osmanlı’ya bağlı olan bu beylikler tekrar
bağımsız oldular. Aydın, Karaman, Saruhan, Menteşe, Germiyan, Candar beylikleri ihya edildi. Bu
arada Yıldırım Bayezid’in oğulları arasında taht mücadelesi başladı. Şehzade Süleyman Edirne’de,
Şehzade Mehmed Amasya’da, Şehzade İsâ ise Bursa’da hakim idi. Şehzade Musa Çelebi, Süleyman
ile mücadelesinde galip gelerek Edirne’ye yerleşti ve Bizans’ı kuşattı. Ancak abisi Mehmed Çelebi
Amasya, Sivas, Tokat bölgesini elinde tutuyordu. Bizans Musa Çelebiye karşı Mehmed Çelebi’yi
destekledi. Fakat Mehmed Çelebi Çatalca’da Musa’ya yenildi ve Bizans’a sığındı. Mehmed Çelebi,
30.000 kişilik ordu ile tekrar yola çıktı. Sırplar ve Romenler onu desteklediler ve Musa Çelebi
öldürüldü. Kısa zamanda Mehmed Çelebi Anadolu’da elden çıkan toprakları toparladı ve tekrar
Osmanlı birliğini kurdu.

Bursa’daki Yeşil Türbe’de medfundur.

İkinci Murad Han:

İmparatorluğun iç durumunun son derece karışık olduğu bir dönemde, 17 yaşında hükümdar oldu.
“Derviş Gazi” diye anılan, kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murad; Varna ve Kosova
gibi iki büyük meydan savaşı kazanmış, İstanbul’u muhasara etmiş, Fatih Sultan Mehmed gibi bir evlât
yetiştirmiştir. Osmanlılar onun zamanında dünyanın birinci devleti haline geldiler.

Haçlı orduları Türkleri tamamen Rumeli’den, Balkanlar’dan çıkarabilmek için 5. defa toplandılar.
Macaristan, Almanya, Polonya, Bizans, Venedik, Papalık... gibi devletlerin orduları bir araya geldiler.
Bu sırada Edirne’de Osmanlı tahtında Sultan Mehmed (Fatih) vardı. Babası II. Murad 12 yaşında tahtı
ona bırakmış, kendisi Manisa’ya çekilmişti. Veziri Âzam Çandarlızâde Halil Paşa, Sultan Mehmed’e,
babasını çağırması yolunda telkinlerde bulundu. Ancak Manisa’da bulunan II. Murad, oğlunun
otoritesini sarsmamak için bu teklifi kabul etmedi. Düşman’ın 12 yaşındaki çocuğun tahtta olduğunu
gördükçe iştahı kabarıyordu.

Bunun üzerine, II. Mehmed babasına şu mektubu gönderdi:


“Eğer padişah biz isek, size emrediyoruz gelip ordunuzun başına geçiniz, yok siz iseniz; gelip
devletinizi idare edin!”

Bunun üzerine II. Murad Edirne’ye gelip, seçkin 40 bin askeri alıp Varna’ya gitti. Demir zırhlarla kaplı
haçlı ordusunu gören II. Murad ellerini kaldırarak niyazda bulundu:

“İlâhî! Mümin kullarını benim günahımın çokluğundan ötürü küffar elinde zebun etme. İlâhî!
Habib’in hürmeti için, ümmetini sen sakla ve sen mansur ve muzaffer eyle!”

Bu içli duâdan sonra mücahidler “Âmin... Âmin...” sesleriyle düşmanın üzerine atıldılar, çembere
alınan haçlılar imha edildiler. Başkumandanları öldürüldü. Bir gün süren savaşta şehid olanların sayısı
150’yi geçmezken, bir çok düşman askeri esir alınmış, kalanı öldürülmüştü. (1444)

Zaferin akisleri Avrupa kadar İslâm âleminde de büyük oldu. Kahire’de haberi duyan Sultan Çakmak
“Allah yardımcın olsun Osmanoğlu!” diyerek sevincini dile getirdi.

Varna savaşından dört yıl sonra haçlılar şanslarını yeniden denemek istediler ve 100 bin asker
topladılar. Sultan Murad savaşın vicdanî mesuliyetini üzerinden atmak için sulh teklifinde bulundu ise
de kabul etmediler. Harp kaçınılmaz olmuştu. Sultan Murad Han düşmanla Kosova sahrasında, 59 yıl
önce dedesinin babası Murad Hüdavendigâr’ın düşmanı yok ettikten sonra şehid düştüğü aynı yerde
karşılaştı. Yanında on altı yaşlarındaki şehzade Sultan Mehmed (Fatih) de bulunuyordu.

Sultan Murad Han diz üstü gelerek kıbleye döndü, gönlünü Allah-u Teâlâ’ya bağladı ve;

“Yâ Rabbî! Benim de adım Murad. Dedem Hüdavendigâr’a lütfettiğin zaferi bana da nasip eyle!
İslâm askeri zafer şenliği yaparken benim de ruhumu kabzeyle!” diyerek duâ etti. Sabahın erken
saatinde 40 bin kişilik ordusunun başına geçerek 100 bin kişilik haçlı ordusunun üzerine hücum etti.
Savaş üç gün üç gece sürdü. Üçüncü gün Sultan Murad Han düşmanı çevirmeye başladı. Sonunda da
4 bin şehide karşılık 17 bin düşman askeri imha edilmiş, binlercesi de esir alınmıştı. Bu İkinci Kosova,
haçlıların Türkler’i Balkanlar’dan sürüp atmak için yaptığı sonuncu teşebbüs oldu.

Sultan Murad şahsına ait bütün esirleri azad etti. Bu âhiret hazırlığı mahiyetinde idi. 30 yıllık
hükümdarlığı müddetince büyük işler başaran Murad Han, 47 yaşında olduğu halde, İstanbul’un
fethinden iki yıl önce şan ve şeref hâlesi ile çevrili olarak vefat etti. Devleti, dedesi Yıldırım devrindeki
düzenine sokmak için gayret göstermişti.

Sultan Murad müstesna dehâda devlet adamı ve kumandan idi. Halk tarafından en çok sevilip sayılan
bir hükümdar olarak bilinir. Halka karşı daima teveccühkâr, fakirlere karşı cömertti. Bu lütuflarını
hırıstiyanlara da gösterirdi. İnce ruhlu hassas bir insandı. İlmî sohbetleri sever, ulemayı himaye eder,
onlara muayyen tahsisat verirdi.

Hacı Bayram-ı Velî -kuddise sırruh- Hazretleri’ni Edirne’ye davet etmiş, günlerce başbaşa sohbet
etmişlerdi. Kendisini müridliğe kabul buyurması için ricada bulunduğunda bu isteği reddedilerek şu
cevabı almıştı:

“Hünkârım! Sizin işiniz başka, bizim işimiz başkadır. Her işte Allah’ın rızâsı vardır. Senin bir
günlük adaletle hükmetmen, altmış yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.”

Yine bir gün sohbet esnasında İstanbul’u almayı murad ettiğini söylemişti. Hacı Bayram-ı Velî -kuddise
sırruh- Hazretleri bir müddet sükût etmiş, onun İstanbul’u alamayacağını, bu işin şehzadesi Mehmed’e
ve Akşemseddin’e nasip olacağını beyan buyurmuştu.

İslâm’ı Küfre Gâlip Getiren,


Hakk’ın Desteği ve Evliyânın Himmetidir
Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın dedesi olan Çelebi Sultan Mehmed Hân, Tezkîre kitaplarında
zikredildiğine göre; yazdığı şiirlerden birinde, Hakk’ın desteği ve evliyânın himmeti vâr oldukça,
İslâm’ın küfre gâlip gelmesinin hiç de zor olmadığını ifâde ederek şöyle söylemiştir:

Cihân hasm olsa Hakk’dan nusret iste,


Erenlerden duâ-vü himmet iste!

Çalub dîn ışkına udvâne şemşîr,


Anuban Çâr-ı yâr’i hidmet iste!

Eğer leb-teşne isen, ey bed-endîş;


Bu deşne çeşmesinden şerbet iste!

Geçenden geç, demür taşdan sakınma,


Demüri mahv îdenden kuvvet iste!

Çevürme yüz muhâlifden Mehemmed!


A’dâ’yı arsadan sür, vüs’at iste!..

“Yeryüzünde Tek Bir


Kâfir Dahî Kalmasın!..”

İkinci Murad Hân, Osmanlı’ya kafa tutan haçlı ordularını bozguna uğrattığı Varna muhârebesi’nden
önce, askerleri için yazdırdığı “Fetihnâme”de; ordusuna i’lâ-yı Kelimetullâh’ın ehemmiyetini bildiriyor
ve imân-küfür mücâdelesinin, yeryüzünde tek bir kâfir dahî kalmayıncaya kadar sürdürülmesi
gerektiğini ifâde ediyordu:

“İnsanlığın gerek dünyevî, gerekse uhrevî huzur ve saâdeti yalnız İslâm dînine uymakla
tahakkuk edeceği içindir ki; biz bütün ömrümüzü ve her şeyimizi Muhammed Mustafâ
Aleyhisselâm’ın dînini ve sancağını yüceltmeye, O’nun dînini bütün insanlara ulaştırıp, O’nun
sünnet-i seniyye’sini yaymaya ve canlandırmaya hasreyledik. İşte bizim hâlisâne, dünyâdaki
yegâne gâye ve maksadımız budur.

Bu hâlis niyyet ile beldeler zaptedip, Allah-u Teâlâ’nın kullarının dertlerine çâre, yaralarına
merhem ulaştırdık. Allah yolunda cihâd için gerekli her türlü âlet, edavât ve silâhın her
türlüsünü hazır kılıp, yeryüzünde fitne ve fesad çıkaranlar ile harp eylememiz için lâzım gelen
şeyleri te’mînde bir an dahî gecikmedik. İdâremiz ve mesûliyetimiz altında bulunan her nev’î
millet ve insana adâlet ile muâmelede aslâ kusur eylemedik. Bu devlet-i mübârekenin
kuruluşundan şu âna kadar bizim niyyetimiz ve hâlimiz hep böyle olmuştur.

Bizim hükümranlığımızın altında milyonlarca insan saâdete kavuştu; huzur ve refah, adâlet ve
şefkat ile muâmele gördü. Mübârek kılıncımızı ve türlü türlü silâhı; inatçı, hâin ve ahmak din
düşmanları ile, yere batasıca küffârın üzerine sevkettik! Hakk Teâlâ onların muvaffakiyyetini
yerle bir ede, mağlûbiyyeti ve her çöküntüyü onların başlarına yıka! Öyle ki, şu yeryüzünde o
mel’unlardan tek bir tânesi dahî kalmayıp, izleriyle birlikte yok olup gideler!..” (“Gazavât-ı Sultan
Murâd Hân”dan naklen.)

Cihâda Devam

Sultan İkinci Murad Hân, devrinin en büyük mutasavvıflarından olan Hacı Bayrâm-ı Velî -kuddise
sırruh- Hazretleri’ne karşı büyük bir sevgi ve hayranlık duyar; dünyevî ve uhrevî pek çok mesele
hakkında, kendisine zaman zaman bâzı sorular sorardı.
Sultan Murad Hân bir gün Hazret’e yine böyle sorular sormuş ve aldığı cevaplardan büyük bir
memnûniyet duymuştu. Bu ruh hâli ile ayağa kalkarak, Hazret’in mübârek ellerine sarılıp öpmek
isteyince, Hazret derhâl ellerini geriye çekti ve pâdişâha şöyle dedi:

“Siz, müslümanların dünyâ işlerini çekip çeviren devletlü bir sultânsınız! Sizin işiniz devlete ve
millete nizâm vermektir. Bizim dahî işimiz, ahâlîyi bu devlete lâyık kılmaktır. Sizlere duâcıyız!
Biz halka hizmeti büyük bir ibâdet sayarız. Size gelince; büyük dedenizin buyurduğu ‘Cihâdı
terketmeyiniz!’ düsturuna uyduğunuz taktirde fütûhâtınız genişleyecek, bir gün Roma
topraklarını dahî tamâmen ele geçireceksiniz!..”

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Üç Aylar

Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'ne daima ve sonsuz hamd-ü senâlar olsun. Hidâyet nûru
ile âlemleri aydınlatan Peygamberimiz Muhammed'ül-Emîn'e, Âl ve Ashâb'ına, cümle sâlih
kullara salât-ü selâmlar olsun.

Halk arasında "Üç Aylar" diye adlandırılan Recep, Şaban ve Ramazan ayları Rabb’imizin af ve
mağfiretinin, feyiz ve bereketinin bol bol ihsan edildiği mübarek aylardır. Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Recep ayı girince:
"Allah'ım! Recep ve Şaban'ı bize mübarek kıl, bizi Ramazan'a kavuştur."
diye duâ ederlerdi. (C. Sağir)

RECEB-İ ŞERİF

Receb-i Şerif Allah’ımızın ayıdır. Şaban-ı şerif Habib’inin -sallallahu aleyhi ve sellem-, Ramazan-ı
Şerif ise bütün müslümanların...

Receb-i şerif’te yapılan ibadetlere pek çok mükâfatlar verilir. Şöyle ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Receb-i Şerif’in birinci gününde oruç tutmak üç senelik, ikinci günü oruçlu olmak iki senelik
ve yine üçüncü günü oruçlu bulunmak bir senelik küçük günahlara kefaret olur. Bunlardan
sonra her günü bir aylık küçük günahların af ve mağfiretine vesile olur.” buyuruyorlar. (C. Sağir)

İbn-i Abbas -radiyallahu anh- Hazretleri:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Recep ayında bazen o kadar çok oruç tutardı ki, biz
O’nu hiç iftar etmeyecek zannederdik. Bazen de o kadar çok iftar ederdi ki, biz O’nu hiç oruç
tutmayacak zannederdik.” buyurmuştur. (Müslim)
Recep ayının içinde Regâip ve Miraç gibi çok kıymetli geceler de olduğundan; ayrıca bir hususiyet
arzetmektedir.

REGAİB GECESİ

Receb-i şerif ayının ilk Cuma gecesine Regaib gecesi denir.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu gece bir çok tecellilere bir çok manevî
ihsanlara mazhar olmuşlar, Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’ne bir şükür nişanesi olarak da o geceyi
ibâdet ve taatla geçirmişlerdir.

Cenâb-ı Hakk’ın mânevi ihsanlarını rahmet ve mağfiretini bol bol ikrâm etmesi sebebiyle bu geceye
Regaib denmiştir. Rağbet bulmuş pek mübarek pek kıymetli bir gecedir.

Bu geceye Regaib gecesi ismini melekler vermişlerdir.

Hakk’ın değer verdiğine değer vermekle kişi değer bulur.

Sen ona değer ver ki Mevlâ seni değerlendirsin.

Bu değerli gecede teheccüd namazı, tesbih namazı, nafile namaz kılmalı, zikirle-fikirle, istiğfarla, salât-
ü selâmla, Kur’an-ı kerim okumakla meşgul olunmalıdır.

Bu Ay İçinde İdrak Edeceğimiz Mübarek “Regaib Kandili”nizi Tebrik Eder,


Tüm İslâm Âlemi’ne Hayırlara Vesile Olmasını Cenâb-ı Allah’tan Niyaz Ederiz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

ABD;
Nereye Kadar?

Üç yıl önce "ABD uluslararası hukuku tanımadan kendi insiyatifi ile savaşa çıkacak, ülkeler istila
edecek, eski usül uzun süreli işgaller yaşanacak" denilse inanır mıydınız? Üç yıl önce "Pentagon
politikalarını üreten 'Savunma Politikası Kurulu'nun başkanı (Richard Perle) 'Tanrıya çok şükür ki BM
öldü' diye makale yazacak" denilse inanır mıydınız? (The Guardian, 21 Mart 2002) Üç yıl önce siyaset
akademisyenleri, strateji düşünürleri 3. Dünya savaşı çıkacak diye ciddi ciddi tartışacak olsa nasıl bir
tepki verirdiniz? Üç yıl önce "ABD küresel işgal ve kaos projesinde nükleer silah kullanma dahil bütün
askeri yeteneklerini kullanmayı gündemine alacak" denilse ne derdiniz?.... Bu soru listesi sayfalarca
uzatılabilir.
Bu sorulara bugünkü savaş ve kaos ortamından önce verilecek muhtemel cevaplarla bugün yaşanan
fiili durum arasındaki uçurum herkesin teslim edeceği bir hakikattir.

Son birkaç yıla kadar ABD'nin muhtemel tavrını öngörmeye çalışanlar "ABD aklı başında bir küresel
güç olarak dünyadaki aşırılıklara müsaade etmez, nizamın sağlanmasına hizmet eder" ön kabulü ile
hareket ediyorlardı. Ancak yaşanan olaylar bütün bu ön kabullerin yanlışlığını gösterdi. ABD'nin bizzat
kendisi aşırılıkların kaynağı haline geldi. Büyük devletler arasındaki dengeyi sağlayan bütün
uluslararası kurumlar ve bu kurumlar sayesinde oluşturulan uluslararası hukuk Amerikan postalları
altında ezildi. Dünyaya nizam verme iddiasındaki devasa bir askeri ve ekonomik gücün "Ne yapacağı
belli olmaz" dedirten, insanları dehşete düşüren hastalıklı bir ruh haline bürünmesi bütün insanlık için
çok büyük bir tehlike arzetmektedir.

Bu sebeple bütün dünya ülkeleri -ve özellikle Türkiye- önünü görebilmek, stratejik planlamasını
yapabilmek için öncelikle ABD'nin niyetini ve işi nereye kadar götürebileceğini kestirebilmek
zorundadır.

Son günlerde birçokları için Amerika'yı anlamak gerçekten zorlaştı. Aslında çok da zor değil. Dini
fanatizmle faşist bir zihniyetin birleşiminden meydana gelen "siyonist" ideolojinin ABD üzerindeki
tesirini bilenler için çok şaşılacak bir durumla karşı karşıya değiliz. Siyaseten siyonistlerle hemen
hemen aynı şeyleri müdafaa eden, sanki siyonist fikirlere hizmet için kurulmuş fanatik Evangelist
tarikatının başta Bush olmak üzere yönetimdeki hıristiyan elit üzerindeki tesiri de herkesin malumu.

Burada bizi ilgilendiren soru şu:

Bu iki fanatik fundamental zihniyetin ittifakının neticesi olarak ortaya çıkan bu kaos ve harp ortamının
boyutları ne kadar büyüyebilir? Bu ittifakın ABD politikalarını yönlendirme gücü nereye kadardır?

ABD'deki ikili yapı:

250 milyonluk ülkenin yetiştirdiği başka insanlar da elbette var. Ancak ülke yönetiminde yükselmek
isteyen bir kimse mason kulüplerine veya benzer örgütlere intisap etmek zorundadır. Bu sebeple
ABD'nin devlet politikasında çok köklü savrulmalar yaşanmasını beklemek hatadır. ABD'de yaşanan
tartışma yöntem konusundadır. Amerikan yönetici elitinin ABD'nin askeri gücünün ABD hegemonyası
için kullanılması ve kominizmden sonra bertaraf edilmesi gereken bir tehlike olarak İslâm'ın hedef
seçilmesi noktasında çok farklı düşüncelere sahip olduğunu beklemek hayalcilik olacaktır. Ancak bu
hedef doğrultusunda yapılan icraatlar konusunda yani yöntem hususunda ciddi bir rahatsızlık ve
ayrışma yaşandığı da gözlerden kaçmamaktadır. Zira bütün itirazlara rağmen siyonist elitin istediği
gibi; ABD tek başına hareket etti. Sonuçta BM, transatlantik ittifak-denge vb ne kadar uluslararası yapı
varsa hepsi yerle bir oldu.

Ancak daha ilk adımda tökezlemeler yaşanması bu elitin zemin kaybetmesine sebep oldu.

Bu dehşet yönteme en kuvvetli itiraz özellikle dünya üzerinde muhataplarının yüzüne bakmak zorunda
kalan Amerikan elçilerinden geldi. Mesela ABD'nin son Bağdat Büyükelçisi Joseph Wilson, New
York'ta ahlaki kültür konulu bir toplantıda "Dünyada Amerikan liderliğinin kucaklanacaktan çok
korkulacak bir şey olduğu görüşünün yaygın olduğunu" söyledi ve Irak işgalini Bush yönetimi içindeki
dinci sağ üyelerle yeni muhafazakarların ''parlak buluşu'' olarak nitelendirdi. Diplomat ve askerlerden
oluşan bir grup Amerikalı yapılan icraatların yanlışlığını ortak bir bildiri ile kamuoyuna duyurdu.
Sonuçta NATO vb. mekanizmaları devreye sokup küresel düzenin önde gelen ülkeleri ile arayı tekrar
düzeltmek gerektiğini savunanlara bu şahin grup taviz vermek zorunda kaldı. Bu tavizin verilmesinde
en büyük amil Türkiye üzerindeki planlarının tutmamasıdır. Türkiye'nin beklendiği gibi teslim bayrağını
çekmemesi siyonist şebekeyi çok kötü tökezletmiştir. Çünkü BOP adeta Türk ayağı üzerine inşa
edilmiş bir plandı.

Bu bağlamda İsrail politikalarını da paralel değerlendirmek gerekmektedir. İsrail'in zalimane ve


hukuksuz icraatları ABD'deki siyonist eliti de zor durumda bırakmaktadır.
ABD’de Yöntem Çekişmesinin Galibi
Kim Olacak?:

Yukarıda da anlattığımız gibi bu neocon (yeni muhafazakâr) elit bu pervasız politikasında hızla zemin
kaybetmektedir.

Peki bu kaybın sonu nereye varabilir? Amerikan politikalarının sağlıklı bir zemine oturmasını
bekleyebilir miyiz?

Ne yazık ki hayır!

Zira bu siyonist elit ne zaman ki zemin kaybetmeye başlamıştır, o zaman yıkıcı ve hedef dağıtıcı
küresel veya bölgesel bir eylem yaşanmıştır. ABD içinde de durum böyledir. Bazı iddialara göre ABD
tarihinde yaşanan birkaç başkan suikasti de bu bağlamda tertip edilmişlerdir. Ali Kırca'nın Temmuz
ayında kaleme aldığı "Monica Lewinsky Mossad ajanı mıydı?" başlığıyla başlayan 4 yazılık dizisi de
böyle bir arka plana işaret etmektedir:

“… "1990'lar"ın ilk yıllarından sonlarına kadar uzanan zaman kesiti, Filistin'de "çözüm"e en çok
yaklaşılan tarih dilimiydi.

... Yaser Arafat; o günlerde sık sık Beyaz Saray'ın "onur" konuğu oluyordu.

Clinton'ın zorlamalarıyla, İsrail liderleri sık sık Washington'a davet ediliyor; "zoraki barış"ların antlaşma
koşulları oluşturulmaya çalışılıyordu.

... Radikal Yahudi grupları; ya "Monica skandalı"nı başından beri tezgahlamıştır... Ya da bu "ilişki"yi
öğrendikten sonra olayı, Amerikan ve dünya kamuoyuna "skandal" boyutunda "deşifre" etmek için
kullanmışlardır. Öyle ya da böyle...

Her iki halde de amaç bellidir: Başkan Clinton'ı koltuğundan etmek. ... İsrail devletine rahat nefes
aldırmak!

...

Monica Samille Lewinsky... Rus göçmeni Musevilerden Doktor Bernard Lewinsky'nin kızı...

… Monica Lewinsky'nin Pentagon'da işe alınmasını sağlayan Clinton'ın Musevi asıllı


danışmanlarından Evelyn Lieberman...

... Linda Tripp'e, "Monica'nın telefon konuşmalarını kaydet!" talimatını, New York'lu Musevi yayıncı
Lucianne Goldberg'in vermesi mesela...

... Monica'nın Musevi avukatı William Ginsburg'un Clinton'a karşı yürüttüğü "agresif" savunma! ...

Ve... The Jerusalem Report dergisi'nin yorumu: Teşekkürler Monica!” (Sabah, 10-13-15-17 Temmuz
2004)

Görüldüğü gibi yıkıcı faaliyetler organize etmek daha kolay oluyor. 11 Eylül ve arkasından gelen Enron
skandalı bu tür yıkıcı faaliyetlere örnek gösterilebilir. ABD yönetimlerinin siyonist elitin isteklerini
uygulamak istemedikleri zaman başına gelebileceklerin sonu yok galiba. Aslında ABD başkanlık
seçimleri öyle pek şansa bırakılmaz. Her iki aday da özel yöntemlerle tayin edilir. Ancak yine de
istenen kıvamda birisinin gelmesi mümkün olmayabilir. Mesela Clinton sonrası için siyonist elitin
başkanlık için hazırladığı kişi Al Gore idi. Yani Bush cahilinin ABD başkanı olmasına üzülüyoruz ama
Al Gore gelse durum daha kötü olabilirdi. Bush bütün dünyayı kendine düşman etti. Bu sayede ABD
bütün imkânlarına rağmen daha işin başında psikolojik harbi kaybetti.
Bu yılki seçimlerde Bush’un rakibi Kerry de insanı umutsuzluğa düşüren özelliklere sahip. Babası Orta
Avrupa kökenli bir yahudi. Amerika’ya göçerken dinini gizlemiş. Nitekim Kerry’nin kardeşi 20 yıl önce
tekrar yahudiliğe geçmiş.

Bu Demokrat Kerry bakın neler söylüyor:

“İsrail’in varlık nedeni Amerika’nın da varlık nedeni olmalıdır.”

“Ariel Şaron’un barışı sağlamak için istekli olduğuna gerçekten inanıyorum.”

“20 yıldır İsrail ile olan özel ilişkiyi, dostluğu devam ettirmede yüzde yüzlük bir karneye sahibim. Yüzde
doksandokuz değil, yüzde yüz.”

“Ben George Bush’u terörle savaş konusunda yaptıklarını çok bulduğum için eleştirmiyorum;
inanıyorum ki bu konuda çok az şey yaptı.”

“Irak’ta iş bitene kadar kalmalıyız.”

Kerry 1915 olaylarına Ermeni soykırımı diyor, Ermenilerle yakın ilişkisi var. Terörizmi destekleyen bazı
Arap ülkeleri olduğuna inanıyor, terörle savaş için yeni operasyonlar yapılması gerektiğine inanıyor. S.
Arabistan açıkça suçladığı ülkelerden birisi.

Hasıl-ı kelam; ne Bush’un dostluğu ne de Kerry’nin düşmanlığı hiçbirisi ne dünyaya ne de Türkiye’ye


hayır getirecek diye kimse ümit bağlamasın.

Amerika’da işler siyonist elitin işini zorlaştırmaya devam ederse şuna emin olabilirsiniz ki büyük bir
terör olayı, hatta kitle imha silahı kullanılan büyük bir eylem ve buna mümasil her türlü şeyi beklemeli,
ona göre tedbirimizi almalıyız.

Siyonist Elitin Niyeti:

Siyonist elitin hiç kimseyi ve hiçbir şeyi umursamaz saldırgan bir harp yöntemi seçmesi bilinçsiz bir
kendini beğenmişlikten ibaret değildi. ABD o kadar mantıksız ve pervasız gidiyor ki, bu mantıksızlığın
arkasında yine bir mantık aramak gerekiyor. Zira bütün dünya siyasetine hükmedecek, dünyanın en
büyük ekonomisini kuracak kadar düşünme ve icra yeteneğine sahip bir ülkenin bu kadar aceleci,
pervasız ve mantıksız hareket etmesinin arkasında bir şeyler aramak gerekiyor.

Bu pervasız icraatların tek bir izahı olabilir: Bu gözü dönmüş ekip; siyonist zihniyetin İsrail merkezli
planlarını uygulayabilmek için dünyanın kaos ve harp ortamına sürüklenmesini göze aldı; hatta harp ve
kaos ortamını tetiklemek için özel gayret sarfediyor.

Durum böyle iken Amerika’da onlarca kişinin Ortadoğu’ya demokrasi, adalet götüreceğiz diye kafa
patlatmasının anlamı ne olabilir? Öyle görünmektedir ki, bütün bunlar siyonist elitin küresel işgal
projesinin kılıflarıdır. Dünya halkına ve kendi halkına, hatta kendi yönetici elitine karşı. Zira çok azı
hariç her insan kendi inancına göre savaş başlatırken bile buna bazı insanî kılıflar geçirme ihtiyacı
hisseder. Bu ihtiyacı duyan insanlar, buna ihtiyaç duymayan gözü dönmüş bir avuç fanatiğe kamuflaj
malzemesi olmaktan başka bir işe yaramıyorlar maalesef. Zira büyük bir orduyla Ortadoğu'yu işgal
edeceksiniz, Ortadoğu'da insan haklarını yerleştireceğinizi, antidemokratik yönetimleri tasfiye
edeceğinizi, kitle imha silahlarının üretilmesinin önünü kesmek istediğinizi ilan edeceksiniz, diğer
taraftan İsrail'in bütün hukuksuzluklarına, kitle imha silahlarına, adalet divanı kararına rağmen
yapımına devam ettiği duvara ses çıkartmayacaksınız. İşkenceye, ırza tecavüze yol vereceksiniz.
Sizin samimiyetinize hangi Arap, hangi müslüman hatta hangi hıristiyan inanır. İnanılmadığı için bütün
dünya sizden ürküyor, çekiniyor, ayağınız tökezledikçe seviniyor.
İsrail üzerinde oturduğu topraklar ile yetinmek istemiyor. Vadedilmiş topraklarına kavuşmak istiyor.
İsrail nüfusunu artırmak için dünyadaki yahudi nüfusu göçe teşvik ediyor. Bu teşvik bazen eylemli
teşvik de olabiliyor. İstanbul’daki Sinagog eyleminden sonra Şaron yahudiler için en emin ülkenin İsrail
olduğunu söyleyerek davetiye çıkarmıştı. Fransa’da da bebekli bir yahudi kadın müslüman gericilerin
kendisine saldırıp işkence yaptığını iddia etti. Bütün Fransa ayağa kalktı. Sonra olayın düzmece
olduğu anlaşıldı, Le Monde başyazarı müslümanlardan özür diledi, ancak Şaron beklenen
açıklamasını yine yaptı: “Fransa'daki kardeşlerimize tek bir şey söyleyeceğim. En kısa zamanda
İsrail'e taşınmaları. Bunu bütün dünyadaki Yahudilere söylüyorum. Ancak bu Fransa için zorunludur."
Bununla yetinmeyen Şaron Fransa'da ülkedeki nüfusun yaklaşık yüzde 10'unu Müslümanların
oluşturduğunu ve bununla da İsrail karşıtı duygular ve propaganda temelinde Yahudi karşıtlığının farklı
bir türünün ortaya çıktığını iddia etti. Bu sözler Fransa ile İsrail arasında diplomatik krize sebep oldu.

İsrail’in niyeti bununla sınırlı değil: “İsrail, İran'a saldırma planları ve hazırlıkları yapıyor. İsrail savunma
bakanlığı kaynakları İsrail Silahlı kuvvetlerinin İran nükleer tesislerine bir saldırıyı içeren manevralar
yapmaya başladığını bildirdi. İsrailli yetkililer, Rusya’nın zenginleştirilmiş uranyum çubuklarının Rus
limanlarında iki ülke arasındaki mali sorunların çözümlenmesini beklediği bu malzemenin İran'a
ulaşması ve uluslalarası çabaların başarıya ulaşamaması durumunda İran'daki bu hedeflere
saldırmayı düşündüklerini kaydetti.” (Haber gazete.com, Washington, 19 Temmuz 2004)

Sırada İran var ve bu böyle devam edecek.

ABD’nin Yeni Askeri Stratejisi:

ABD küresel işgalinde kimseye söz hakkı vermek istemiyor. Türkiye ile ilişkilerinde de böyle. Bizi
Irak’ta, Kafkasya’da her yerde kullanmak istiyor, “Yeni Osmanlı”, “Ilımlı Müslüman” diye gazı veriyor
ancak burnumuzun dibinde tarihi haklarımız ve soydaşlarımız bulunan Irak’ta zerre kadar söz hakkı
vermek istemiyor. Yani bu kadar yüzsüz ve pervasız.

“ABD askeri üs stratejisinde radikal değişime gidiyor. Yeni anlayışa göre, büyük üslerin yerini küçükleri
alacak. İleri harekat üsleri sayesinde ABD Ordusu artık daha hızlı hareket edecek. ...Güney Avrupa,
Ortadoğu ve Asya'da daha küçük, çabuk vurmayı sağlayacak destek birlikleri bulundurmayı planlıyor.

... Buna göre, ABD herhangi bir sorun halinde aylarca beklemek zorunda kalmayacak...

... Ağır askeri malzeme bulunacak ileri harekat bölgelerinde, belli ülkeler ABD'ye, bir çatışma
durumunda çabuk vurma izni tanıyacak...” (Akşam, 10 Haziran 2003)

Bu bir yıl öncesinin haberini okuduktan sonra bir Türk generalin, Em. Org. Kemal Yavuz’un yorumlarını
dinleyelim:

“… ABD, Irak'a bütünüyle hakim olma ve orada kuracağı yeni üslerle bütün 'Büyük Ortadoğu'ya hava
ve uçarbirlik harekatı uygulama imkanına sahip olma hayalleri suya düşünce, bölgedeki en güvenli yer
olan İncirlik Üssü'ne muhtaç duruma düştü.

… Bu üslerde, esas itibariyle, iki statü uygulanıyor. Biri, 'Dost Ülke Statüsü', diğeri 'İşgal Altındaki Ülke
Statüsü'. Dost ülke statüsü, ... 'Karar Yetkisi', esas itibariyle üssün bulunduğu ülkenindir. İşgal altındaki
ülke statüsü ise, ABD'nin, 2. Dünya Harbi mağlubu Almanya ve Japonya gibi ülkelerdeki üslerinin
statüsüdür.

… 1982 yılı sonlarında, ...Almanya'daki bazı Amerikan karargahlarında inceleme gezisinde idik. ...
Amerikalı çavuş, ... bizleri uzun bilet kontrol kuyruğuna sokmadı, ... görevli Alman, ...bu usulsüz
duruma müdahale etmek istedi. ... Amerikalı çavuş, ...görevli Almanı hışımla göğsünden itti ve bizi
turnikelerden geçirdi. Alman, ...onun üniforması karşısında, kaskatı kesilerek durdu. ... Gördüğüm,
korkunç bir kin ve fakat umutsuz bir çaresizlikti.
... Ve ABD talepleri şimdi, İncirlik'in statüsünü, 'Dost Ülke Statüsü'nden, 'İşgal Altındaki Ülke
Statüsü'ne çevirmek istiyor." (Akşam, 13 Haziran 2004)

“ABD, 1945 ile 1990 arasındaki 'Soğuk Savaş' dönemini, dünyanın pek çok yerinde mevcut olan, ...
üsleriyle yönetti. ... Şimdi ise, hedefler değişti. Öyle olunca da, konuşlanma / yığınaklanmanın da
değişmesi gerekiyor. İşte şimdi, ABD'nin yapmak istediği bu.

… Amerikan Savunma Bakanlığı Savunma Politikası Müsteşarı Douglas Feith tarafından verilen …
brifingde izahı yapılan, yeni stratejinin … 'gerçek' anlamları şöyle:

1. ABD'nin müttefiklerinin rollerini genişletmek ve onlarla yeni ortaklıklar kurmak. … Böylece, yerel
hassasiyetlerinden kaynaklanan bazı problemler nedeniyle, ev sahibi ülkelerle yaşadığımız
anlaşmazlıkları azaltmak.

2. …

3. Bu alanların, birinden diğerine süratle güç projeksiyonuna müsait olması. ...

Anlamı: BOP bölgesi o derece büyük ki (Cebelitarık'tan, Çin sınırına kadar), her yerde yeten kuvvet
bulundurmak ABD açısından mümkün değil. Bu yetersizliği gidermek için, tesis edilecek yeni 'İleri
Operasyon Alanları'nın, birbirini destekleyebilecek yerlerde seçilmesi.

4. ...ileri konuşlu güçlerin, ev sahibi ülkelere rahatlıkla girebilmeleri, buralardan rahatlıkla geçebilmeleri
ve çıkabilmeleri gerekiyor. …

Anlamı; Ev sahibi ülkelerde tesis edilecek 'İleri Operasyon Alanları', 'İşgal Altında Ülke Statüsünde'
olacak...

... ABD'nin bu tesis ve kullanma ilkeleri karşısında, bölgenin en başta gelen 'Ev Sahibi Ülkesi' (!)
Türkiye'nin durum ve tutumunu …" (Akşam, 11-14 Temmuz 2004)

“ABD ne yapmaya çalışıyor?”, “Bize nasıl bir gömlek giydirmek istiyor?” Bilelim.

Küffarın koynuna girip, dostluğunu kazanıp bir şeyler yapacağını zannedersen gün gelir başını taşlara
vurursun, bunun hesabını veremezsin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İSRAİL’İN KİRLİ ELLERİ KUZEY IRAK’TA...


YANIBAŞIMIZDA “İKİNCİ BİR İSRAİL’İN” KURULMASINA İZİN
VERİLMEMELİDİR.
“Büyük Ortadoğu Projesi” Amerika ve İsrail tarafından bölgede uygulanmaya devam ederken,
Türkiye’nin bu iki ülkeyle olan ilişkileri de daha da önem kazanmaya başlıyor. Türkiye bundan sonra
atacağı tüm adımlara dikkat etmelidir. Ortadoğu’da dengeler gitgide hassaslaşmaktadır.

Şurası unutulmamalıdır; Amerika için müttefik yoktur sadece ABD ve İsrail vardır bir de gerekirse
çıkarları doğrultusunda kullanılacak ülkeler. ABD ve İsrail hususiyetle Türkiye’yi kaybetmemeye
çalışıyorlar. Buradan da şu anlaşılıyor ki “Büyük Ortadoğu Projesi”nin ilerleyen safhalarında
Türkiye’den bir şekilde(!) faydalanmak ve ülkemizi kullanmak istiyorlar. Bu iki devlet kendi çıkarlarının
aşındığı yerde hemen kullandıkları ülkenin altını oyarlar. Tarih bunun örnekleriyle doludur.

İsrail Ajanları Kuzey Irak’ta:

Türk istihbaratı uzun zamandır İsrail’in Mossad vasıtasıyla Kuzey Irak’ta faaliyet gösterdiğini devletin
üst kademesine bildirmekteydi. Fakat bu gizli bilginin su üstüne çıkması yabancı bir gazetecinin
yabancı bir dergide konuyu gündeme getirmesiyle oldu. Habere göre İsrail gizli servisi Mossad’ın
ajanları Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’ye bağlı peşmergeleri eğitiyorlardı. Bu Mossad ajanlarının
hiçbiri İsrail kimlik ve pasaportu taşımıyor ve işadamı görüntüsüyle bölgede bulunuyorlardı. Haber iç
ve dış basında bomba etkisi yaptı. Ayrıca bilhassa yahudi kürtlerin Kuzey Irak’ta toprak satın aldığı da
satır aralarına sıkıştırılan haberlerdendi.

Ayrıca Haziran ayı içerisinde bir internet sitesinde deneyimli bir gazetecinin aktardığı çok önemli bir
haber yer aldı. Bu haberi dikkatlerinize arzediyoruz:

Habere göre; 28 Mayıs’ta ABD Dışişleri Bakanlığı’nda 5 uzmanın katıldığı gizli bir toplantı yapılıyor.
Gizli toplantının konusu ise Kerkük’ün kürt peşmergelere bırakılması ve ABD&İsrail destekli bir kürt
devletine Türkiye’nin nasıl ve ne oranda tepki göstereceğiydi. Toplantıya katılan 5 uzmanın 3’ü yahudi.
Tartışılan konular ise “Kerkük kürt eyaleti içinde kalırsa TSK’nın tepkisi ne olur?”, “Olası bir kürt
devletine Türkiye’nin (hükümet ve ordu) tepkisi ne olur?”.

Toplantıda şu görüşler kabul edildi:

Kerkük’ün Barzani&Talabani denetimine girmesi TSK’nın tepkisine yol açar ve bu tepki TSK’nın
ABD’ye duyduğu güvensizliği daha da kuvvetlendirir. Bu nedenle bu politika açıkça yürütülmemelidir.
Hükümetin kesin ve net bir Irak politikasının olmadığı ve bunun kullanılması gerektiği vurgulandı.

Bu gizli toplantı da gösteriyor ki İsrail planlarını sinsice yürütüyor. Kuzey Irak’ta İsrail&ABD destekli bir
peşmerge devleti kurulması çalışmaları yapılıyor.

İsrail Kuzey Irak’ta niçin peşmergeleri eğitir? Kime karşı ve hedef nedir? Talabani ve İsrail üst düzey
yetkilileri bunu ısrarla inkâr etseler de Türk istihbaratı Kuzey Irak’ta ciddi ve kapsamı geniş bir yahudi
organizasyonunu yetkililere deşifre ediyordu. İsrail’in güvenliği için ABD’nin giriştiği bu işgalde son
zamanlarda isyancılara karşı başarılı olamaması ve bundan sonraki hedef olan İran’a ABD’nin
yönlendirilirken işinin kolaylaştırılması için, İsrail Kuzey Irak’ı karargah merkezi, oradaki kürtleri de
piyon olarak seçti. İsrail’in amacı burada eğitilen peşmergeleri Irak’taki isyancıların içine sızdırıp
istihbarat elde etmek ve onları imha etmek için fırsat kollamak. Ayrıca bu unsurları Suriye ve İran’a
karşı kullanmak ve bu iki ülkedeki kürt unsurları da kapsayacak bir provokasyona girişebilmek.

İsrail Başbakanı Şaron ABD’nin Irak işgalinden kısa bir süre önce İngiliz “Times” gazetesine yaptığı
açıklamada şöyle diyordu:

“Amerika ve İngiltere’nin, Irak’a savaş açar açmaz ertesi gün diğer uzak düşman olan İran’a
yönelmeleri gerekir.”

Ve son günlerde ABD başkanı Bush İran’ı El Kaide örgütüne sığınak sağlamak, nükleer silah programı
geliştirmeye çalışmak ve bazı örgütlere maddi destek vermekle suçluyor. 11 Eylül saldırılarıyla şimdide
İran’ı ilişkilendiriyor. Yani İran’a saldırı için zemin hazırlanıyor. Hatta İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine
saldırı yapmayı planladığı da iddia ediliyor.

Irak’ı işgal fikrinin İsrail’in isteğiyle oluştuğunu göz önüne aldığımızda, aynı şekilde ABD’yi İran’a
saldırtmak isteyenin de yine İsrail olduğunu görüyoruz. Gene bundan birkaç ay önce Suriye’deki
Kürt&Arap çatışmasının da Mossad ajanlarının kışkırtması ile Suriye’yi istikrarsızlaştırıp güçten
düşürmeye yönelik olduğu bildiriliyor. İsrail şu anda Kuzey Irak’taki kürtlere dayanıp ortalığı toz duman
etmeye çalışıyor. Bugün eğittiği kişileri İran ve Suriye’ye karşı kullanıyor, yarın Türkiye’ye karşı
kullanmayacağına dair bir garantimiz var mı?Bu örgütledikleri etnik grubu Kuzey Irak’ta bir devlet
oluşumuna cesaretlendirmeyeceklerine dair bir garantimiz var mı?Türkiye’nin çok hassas olduğu
Kerkük ve Musul kentlerinde yahudi kürtlerin devamlı toprak almasının ileride bu iki şehrin İsrail’in
desteğiyle tamamen peşmergelerin denetimine geçmemesine dair bir garantimiz var mı?Yok, yok, yok.

İsrail sadece Kuzey Irak’ta değil Bağdat ve diğer merkezlerde de aktif faaliyet gösteriyor. İran ve
Suriye yakınlarında gizli operasyonlar yürütüyorlar. Özellikle İran’ın nükleer gücü konusunda istihbarat
elde etmeye yönelik çalışmalar yapıyorlar. Bazı Irak kaynakları Irak genelinde 150’den fazla İsrail
menşeli şirket ve firmanın çalıştığını belirtiyorlar.

Görünen o ki İsrail kirli emellerine ulaşmak için çalışmalarına devam ediyor. Filistin’de yaptıkları
katliamlara gözü yumuk bakan Birleşmiş Milletler ve devletler, İsrail’in ABD’yi kullanarak “Büyük
Ortadoğu Projesi” adı altında Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avrasya’yı işgal edip, tüm enerji kaynaklarını
ele geçirip dünyaya hükmetmeye çalıştığını görmezlikten geliyorlar. Bugün Amerika’yı, Irak’ı işgale ve
onca masum insanı katletmeye iten İsrail devletidir. Amerika’yı idare eden siyonistlerdir. Çıkarları neyi
gerektiriyorsa Amerika’yı maşa gibi kullanıp duruyorlar. Öte yandan Amerika’da da İsrail’e ne yapması
gerektiğini söyleme cesareti gösterebilecek birisi de yoktur. Amerika İsrail’in taşeron devletidir. Şimdi
Amerika’yı İran’ın üzerine salma plan, programları yapılıyor. İsrail bölge ve dünya için en büyük tehdit
olmaya devam ediyor. Bölge müslümanları bu katil devlete karşı birleşmek zorundalar. Aksi takdirde
Ortadoğu’da kan ve gözyaşı durmayacak gibi gözüküyor.

İsrail Kuzey Irak’ta bir “Yahudi&Peşmerge Devleti” kuramasa bile eğittiği peşmergelerle Irak’lı
direnişçilerin içlerine sızarak bilgi toplamak ve liderlerini öldürmek istiyor.

Lübnan Enformasyon Bakanı’nın şöyle bir açıklaması vardı:

“Hükümetimin elinde İsrail’in kürt peşmergeleri Irak, Suriye, Türkiye ve İran’da savaşmak için
hazırladığına dair deliller var.”

Aslında Türk istihbaratı İsrail’lilerin Kuzey Irak’taki faaliyetlerini daha evvelden biliyordu ve fakat
Suriye’deki ayaklanma, İran’da İran askerleriyle PKK’nın çarpışması ve PKK Kongra-gel’in sözde
ateşkesi bozup tekrar ülkemize saldırılara başlaması bir silsile gibi aynı zamana denk gelince ve
İsrail’in Kuzey Irak’ta peşmergelerle “İkinci bir İsrail” kurma kuşkusu belirince, bu gizli istihbarat bilgisi
basına sızdırıldı. Yani bir bakıma Türkiye’nin bildiği bu haber İsrail’i frenlemek amacıyla bir şekilde
deşifre edildi. İsrail’in Kuzey Irak’taki peşmergeleri organize bir şekilde eğitip komşu devletlerde askeri
ve istihbari organizasyonlarda kullanma ihtimali Ankara ile Tel Aviv ilişkilerini geriyor. Türkiye, İsrail’in
Irak’ta genişletilmiş varlığından ve peşmergelerin bağımsız bir devlet kurma amaçlarının
cesaretlendirilmesinden kaygılanıyor. Böyle bir oluşum Türkiye için kabul edilemez. Kuzey Irak’ta
Musul ve Kerkük’ü yani en zengin petrol yataklarını ele geçirmiş, komşu ülkelere İsrail ve ABD’nin
ittirmesiyle terörist saldırılar düzenleyecek bir peşmerge devletinin bölgeyi ve Türkiye’yi tehdit edeceği
açıktır. Türkiye, Suriye ve İran’a karşı Kuzey Irak’ta bir tampon devlet oluşturma fikri İsrail’e cazip
geliyor. Böyle bir oluşum ise Türkiye’ye büyük tehdittir.

Devletimiz kimin dost, kimin düşman, kimin müttefik olduğunu tekrar sorgulamalıdır. İsrail bizim
düşmanımızdır, çünkü biz müslümanız. Yöneticiler bunu unutsa bile, İsrail bizim müslüman
olduğumuzu unutmaz ve bize düşmanlık besler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun.” (Mâide: 82)
“Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden hoşnud
olmazlar.” (Bakara: 120)

İsrail pis ve zâlim bir devlettir. Niyeti, hedefi, kullandığı araçlar hep pistir. En şiddetli düşmandır. Bunu
unutmamalıyız. Bu devletten hiçbir zaman dost, müttefik olmaz. Onların tek hedefi müslümanları yok
etmektir. Tarih buna şahittir. Bazılarının müttefik diye tanımladığı ABD ve İsrail aslında ülkemize ve
tüm müslümanlara baş tehdittir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Küffârı Anadolu Topraklarından Kovup,


Diyâr-ı Rûm’u İslâm Yurdu Hâline Getiren
Sultan Alparslan ve Malazgirt Zaferi

Türk târihi, yaptıkları büyük hamlelerle dünyanın seyrini değiştiren ve akıllara durgunluk veren işleriyle
hem İslâm âlemini, hem de dünya medeniyetlerini derinden etkileyen yüksek şahsiyetlerle doludur.
Dokuz yüz otuz üç yıl önce, Malazgirt ovası’nda hıristiyan Bizans ordusunu mağlûp ederek, diyâr-ı
Rûm’u İslâm yurdu hâline getiren Selçuklu sultânı Ebû Şücâ’ Muhammed bin Alparslan Hân’ın
(ö.1072), bu şahsiyetlerin büyüklerinden birisi olduğunda şüphe yoktur.

1033 (H.425)’te dünyaya gelen Sultan Alparslan Hân, Selçuklu Devleti’nin ilk hükümdârı olan Tuğrul
Bey’in kardeşlerinden Çağrı Bey’in oğludur. Selçuklu Devleti, Tuğrul Bey ve kardeşi Çağrı Bey’in
kurduğu temeller üzerine oturmuş; Tuğrul Bey’in ölümünden sonra, yerine geçen yeğeni Alparslan’la
da zirve noktasını bulmuştur.

Çağrı Bey ölüm döşeğinde iken, yerine oğlu Alparslan’ı bıraktığını açıkça bildirmiş ve vezîri
Nizâmülmülk’ü vezir yapmasını kendisine vasiyet etmişti. Sultan Alparslan tahta geçer geçmez
babasının vasiyetini yerine getirerek, Nizâmülmülk’ü derhâl kendisine vezir tâyin etti. Çocukluğundan
beri yüreğinde taşıdığı, müslümanları tek bir bayrak altında toplama ve İslâm’ı dünyaya hâkim kılma
ideâli doğrultusunda, vezîriyle birlikte önce devleti içten ıslâh etme gayretine yöneldi. Nîzâmülmülk,
Alparslan’ın İslâm birliği yolundaki mücâdelesinde büyük bir rol oynuyor, Sultân’ı bu yönde gayrete
getirecek etkileyici sözler söylüyordu.

Nitekim bir gün; “Sultân’ım! Horasan’da yüksek zâtın için öyle bir ordu hazırladım ki; bunların yardımı
seni hiçbir zaman yalnız komaz, uğrunda hedeften şaşmayan oklar atıp dururlar. Bu ordunun neferleri
ulemâ ve evliyâdır ki; bunlar dünyaya meyletmezler, sana ve orduna her dâim duâ kılarak yardım
ederler!” diyerek, arkasındaki mânevî güç ve destekten kendisini haberdâr etmişti.

Alparslan doğuda İslâm birliğini sağlamakla uğraşırken, batıda da Roma topraklarına doğru hızla
ilerlemeyi ihmâl etmeyip, 1064 yılı Şubat ayında “Rum gazâsı” adı verilen seferine çıktı. Bir ay devâm
eden şiddetli muhâsaradan ve çarpışmadan sonra, 16 Ağustos’ta, Bizans’ın elindeki en müstahkem
şehir olan Ani’yi zaptetti. Bu parlak zaferden sonra Alparslan’a, halîfe Kâim bi-Emri’llâh tarafından
“Ebu’l-Feth” ünvânı verildi.
Sultan Alparslan bu şanlı fethin ardından fetih yönünü doğu bölgesine kaydırarak, Mâverâünnehr
topraklarını zaptetti. Alparslan’ın doğu seferi zaferle netîcelenirken; Hazar Denizi’nden Taşkent’e
kadar devâm eden uçsuz bucaksız topraklar tamâmen Selçuklu hâkimiyeti altına giriyordu.

Alparslan Anadolu’daki fetihleriyle, hıristiyan Rumlar için büyük kıymet taşıyan çok önemli şehirleri bir
bir ele geçirmiş ve Bizanslılar için ciddî bir tehlike arzetmeye başlamıştı. Bunu sezen hıristiyan Rumlar,
Anadolu’nun tamâmen ellerinden çıkmasından endişe duyarak, 1068’de, kendisine hıristiyanların
kurtarıcısı gözüyle baktıkları Romanos Diogenes’i başlarına İmparator olarak seçtiler.

Anadolu’daki hıristiyan şehirlerinin birer birer elden çıkmasına ve bu bölgelerde İslâm’ın hızla
yayılmasına daha fazla tahammül gösteremeyen Romanos Diogenes, 13 Mart 1071’de, Anadolu’da
sür’atle yayılan İslâm fetihlerini önlemek niyetiyle, iki yüz bin kişilik haçlı sürüsüyle yola çıktı. İmparator
o güne kadar İslâm ordularına karşı hiçbir şey yapamadığını açıkça gördüğü hâlde, Alparslan’ı ve
peşindeki bir avuç İslâm ordusunu yok etmek, Selçuklu ülkesini tamâmen ele geçirmek; Bağdat’a
inerek, İslâm halîfesini öldürmek ve İslâm’ı yeryüzünden tamâmen silmek gibi boş iddiâlar ortaya
atıyor, kendi kendine olmayacak hayâllere kapılıyordu.

Romanos Diogenes böyle boş hayâllerle kendisini oyalarken, Sultan Alparslan 24 Ağustos 1071’de,
ordusuyla birlikte Malazgirt’in doğusundaki Rahva ovası’na yerleşmişti. Alparslan, Romanos
Diogenes’in iki yüz bin kişilik çapulcu sürüsünün karşısına, kırk bin kişilik İslâm ordusu ile dikilmiş ve
Abbâsî halîfesi Kâim bi-Emri’llâh’ın emriyle cihâd-ı ekber ilân edilmişti.

Târih 26 Ağustos 1071 Cuma gününü gösterirken, artık fetih hazırlıkları tamamlanmış; Sultan
Alparslan üzerine beyaz bir elbise giymiş ve atının kuyruğunu kendi elleriyle bağlamıştı. İslâm erleri
arasında heyecânın doruk noktaya ulaştığı bu anda, Alparslan askerlerinin karşısına çıktı, onların
önünde secdeye kapandı ve gözlerinden yaşlar boşalarak;

“Allah’ım! Seni kendime vekil yapıyor, azâmetin karşısında yüzümü yere sürüyor ve senin rızân
uğrunda savaşıyorum. Allah’ım, ordumu muzaffer eyle; benim günahlarım yüzünden onları
kahreyleme! Yâ Rabbî! Niyetim hâlistir, bana yardım et, sözlerimde hilâf varsa beni kahret!..” diye
yalvardı. Bu manzarayı gören askerler yüksek bir sesle hep birden tekbir getirdiler.

Sultan Alparslan bu duâsından sonra derhâl atına binerek, ordusunun karşısına geçti ve üzerindeki
beyaz elbiseye işâret ederek;

“Beylerim!.. Yiğitlerim!.. Dîn-i İslâm için yarış eden gâzîlerim!.. İşte ben kefenimi giydim! Rızâ-i Bârî
için, içinizden bir nefer gibi çarpışacağım. Eğer şehâdet müyesser olursa, bu beyaz elbise benim
kefenim olsun! O meyânda, oğlumuz Melikşâh elbette ki başbuğdur!..

Küffârın sayısı çok, silâhları da bir haylice! Bizim sayımız az, fakat Allah-u Teâlâ bizimle!.. Bugün
burada Allah’tan başka Sultân yoktur! Bütün mü’minlerin mescidlerde bize duâ ettiği şu saatte, ben
kendimi düşman üzerine atmayı diliyorum! Ya muzaffer oluruz, yâhud şehid oluruz!..” diye hitâb etti.

Ardından mücâhidlerin “Yâ Allah, Bismi’llâh, Allâhu ekber!” sesleri arasında kösler vurulmaya, davullar
çalınmaya başladı. Alparslan’ın kılıcını ileri doğru uzatarak verdiği hücum emriyle, İslâm erleri sür’atle
düşman saflarının arasına daldı. Tâkatleri kesildikçe, Sultan Alparslan’ın; “Vurun yiğitlerim!.. Koman
gâzîlerim!.. Vurun Hüdâ aşkına!..” sözleriyle toparlanıp yeniden harekete geçen İslâm mücâhidleri,
akşam vakti girmeden küfür ordusunu tamâmen imhâ ettiler. Malazgirt ovası yüz binden fazla
Bizanslı’ya mezar olmuş, savaş Müslüman Türkler’in gâlibiyetiyle son bulmuştu.

Savaştan sonra Sultan Alparslan Romanos Diogenes’i serbest bırakmış; Anadolu Alparslan’ın eliyle
artık bir İslâm yurdu hâline gelmiş; Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyen Türk beyleri, kısa bir zamanda
diyâr-ı Rûm’un en ücrâ köşelerine kadar İslâm sancağını dikmişlerdir.

Muzaffer hâkan Sultan Alparslan Hân, İslâm târihinin akışını değiştiren bu büyük muhârebenin şanlı
netîcesini görünce, sevinç gözyaşları içinde şükür secdesine kapandı. Fethedilen topraklardaki
beldelerin bir an önce İslâm’laşması için; kiminde yeni câmîler yaptırdı, kiminde de kiliseleri câmiye
çevirip İslâm âlemine bağışladı.
Hükümdarlığı müddetince İslâm’dan hiç tâviz vermeyen ve bütün ömrünü, İslâm’ı içten ve dıştan tehdit
eden yıkıcı kâfirlerle mücâdele etmekle geçiren Sultan Alparslan; mü’min halka karşı son derece
şefkat ve merhametle muâmele eden yumuşak tabiatlı bir hükümdâr olduğu gibi; İslâm’ı içten yıkmak
isteyen bölücü fırkalara ve dıştan saldırmaya kalkışan küffâr ordularına karşı da, aynı derecede azîm
ve sertlik gösteren, azâmet ve dirâyet sâhibi bir kumandandı.

Alparslan’ın dokuz yüz otuz üç yıl önce, şanlı ve parlak bir zaferle müslümanlara hediye ettiği Anadolu
topraklarını tekrar ele geçirmeye çalışan küffârla işbirliği etmek; hiç şüphe yok ki, hem Sultan
Alparslan’a ve şanlı ordusuna, hem de dîne ve vatana karşı yapılmış en büyük ihânettir. Bu güzel
vatanı küffâra peşkeş çekmek isteyen münâfıklara yol vermemek her şuurlu müminin vazîfesidir.

Sultan Alparslan’ın,
Ordusunu İ’lâ-yı Kelimetullâh’a ve
Vatanı Muhâfazaya Teşvîk Eden Sözleri

“Yiğitlerim!.. Bahâdırlarım!.. Sizin gibi kahraman erlerin hükümdârı olduğum için övünç duyar
ve Allah-u Teâlâ’ya hamd ederim! Tahta ilk çıktığımda, yurdun ufkunu saran ihtilâl bulutlarını
kılınçlarınızın parlak kıvılcımları ile def’ edib, vatanın bütünlüğünü sağlamış idiniz. Bugün de
âlem-i İslâm, karşımızdaki düşmana Allah-u Teâlâ’nın dînini tebliğ etmemizi ve bu yolda, cihâd-ı
fî sebîli’llâh uğrunda çarpışmamızı bekliyor! O hâlde hem bi-hakkın vatanı muhâfaza ve hem de
i’lâ-yı Kelimetullâh gibi iki kudsî vazîfeyi îfâ etme şerefi şimdi bize düştü!..

Düşmanımız kalabalık, kal’aları muhkem ise de; onların, siz gibi gazâ meydanlarında pişmiş,
şehîd olma aşkı ile yanan mücâhidlerin ilk hücûmuna dahî dayanamayacağını bilirim. Zîrâ onlar
vatanlarını değil, hayatlarını kurtarma derdinde olan birtakım korkaklardan başka bir şey
değildirler! Sizler ise hayâtın gelip geçen bir gölge olduğunu, asıl şerefin Allah yolunda cihâd
ederek can vermek olduğunu hakkıyla bilen yiğitlerisiniz!

İşte bu sultânınız, Allah-u Teâlâ’nın şerefli ismiyle adımını gazâ meydanına atıyor. Ben şu kılıncı
tutan elim tâkatten kesilinceye kadar çarpışacağım! Dinini, vatanını, sultânını seven ardımca
gelsin!..” (Kars Târihi, c.1, s.337, 354)

Küfrü Anadolu’dan Silmek,


Rum Topraklarına İslâm Sancağını Dikmek
Alparslan’ın Yegâne Gâyesiydi

Zamanın İslâm halîfesi Kâim bi-Emri’llâh, 26 Ağustos 1071 Cumâ günü iki yüz bin kişilik hıristiyan
Bizans ordusuyla karşı karşıya gelecek olan Sultan Alparslan adına bir duâ metni hazırlamış ve bu
duâ metnini Malazgirt Meydan Muhârebesi’nden önce, mescidlerde okutmak üzere, yeryüzündeki
bütün müslüman devletlere yollamıştı.

“Yâ Rabbî!.. İslâm sancağını yükselt ve ona yardımını eksik eyleme! Küfrü, tamâmen ortadan
kaldıracak şekilde mahvet! Sana itaat etmek için canlarını esirgemeyen ve kanlarını dökerek
rızâna kavuşmaya çalışan mücâhid kullarına güç ve kuvvet ver; yurtlarını muhâfaza, kendilerini
muzaffer eyle! Emîrü’l-Mü’minîn, şehinşâh-ı muazzam Muhammed Alparslan’ın dileğini kabûl
eyle! Dîn-i İslâm’ı yayıp, şerefli ismini yüceltebilmesi için onu desteğinden mahrûm eyleme!
Zîrâ o yalnız senin rızân için kendi rahatını terketti, senin yolunda malını fedâ etti, hattâ canını
dahî bu yolda fedâya hazır eyledi...

Kitâb’ın Kur’ân-ı kerîm’de:

‘Ey imân edenler! Elem verici, can yakıcı bir azaptan koruyacak bir ticâret yolunu göstereyim
mi size? Allah’a ve Peygamber’ine imân edersiniz, O’nun yolunda mallarınızla, canlarınızla
cihâd edersiniz!’ (Sâff: 10-11)
Buyuruyorsun. Şüphesiz ki sen vaadinden dönmezsin!..

Allah’ım! O nasıl ki senin dâvetine uyup, dîn-i İslâm’ı korumada gevşeklik göstermeden emrine
icâbet etmiş ve bu uğurda gecesini gündüzüne katmış ise, sen de ona zafer ihsân eyle! Onu
düşmanların hîlelerinden uzak kıl ve muhâfaza et! Allah’ım! Ona bütün güçlükleri kolaylaştır ve
küffârı bozguna uğratarak, İslâm askerlerini muhâfaza eyle!..” (Mir’âtü’z-Zamân fî Târîhi’l-A’yân)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like