You are on page 1of 64

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

“Gaybı Bilen O’dur.


Gizli Bilgisini Kimseye Göstermez. Ancak Râzı Olduğu Elçiye Gösterir. Çünkü O,
Bunun Önüne ve Arkasına Gözetleyiciler (Koruyucular) Koyar.”
(Cin: 26-27)

“Her Şeyden Haberdar Olan Allah Gibi


Sana Hiç Kimse Haber Veremez.”
(Fâtır: 14)

ÜMMÎ PEYGAMBER MUHAMMED ALEYHİSSELÂM’IN


GELECEK İLE İLGİLİ DUYURDUĞU
BAZI HADİSELER
İlmin ve Mârifetin Kaynağı
Ders Edinilecek Bir Rüyâ
İlâhî Mülâkat
Ümmet-i Muhammed’e Düşen En Büyük Pay
İslâm’ın Geleceği
İslâm’ın Zaferi
İhbâr-ı Nebi
Rabbânî İlim
Kalplerden Emanetin Silinmesi
Üç Grup İnsan
Olmuş ve Olacak Hadiselerin Bilgisi
GÜNÜMÜZDEN KIYAMET SAATİNE KADAR OLACAK HADİSELERİN
HÜLÂSASI
ÜÇ MERDİVEN
MEHDİ RESUL’ÜN ZUHURU
DECCAL’İN ORTAYA ÇIKIŞI
İSA ALEYHİSSELÂM’IN YERYÜZÜNE GELİŞİ
YE’CÜC ve ME’CÜC
/ İsmail Yavuz

KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 1

“HULUK-U AZÎM”

HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSELÂM

PEYGAMBER EVLÂTLIĞI

İlk müslümanlardan olan Zeyd, Kur’an-ı kerim’de ismi geçecek kadar yücelmiştir.
Ondan başka Ashâb-i kiram’dan hiç kimsenin Kur’an-ı kerim’de adı geçmemiştir.
Bu onun için büyük bir şereftir.

MEKTUBAT

ÂİLE, GÂİLE FARKI (16. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA RESULULLAH -


SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN
HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN
VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (54)

“ABDÜLGÂNÎ İSMÂİL EN-NABLUSÎ -Kuddise Sırruh-”

SÖZLER VE NOTLAR-5

ALLAH YOLUNDA AZİM VE SEBAT / Mehmed Ali Körpe

Alış-veriş ona derler ki, Hazret-i Allah ile yapılır. Kârın en büyüğü de bu alış-
veriştedir. Bırakın kârını, Hâlik iken mahlukunu alış-verişe kabul etmesi zaten
en büyük saâdet. Ne çok zengin Allah’ımız!

NE İDİK, NE OLDUK!
BİRİNCİ HİCRİ ASIRDA İSLÂM ÂLEMİ (1)

Halife seçildiği vakit dağ başlarındaki çobanlar:


"Halkın başına geçen bu salih kul kimdir?" diye sormaya başladılar.
Kendilerine:
"Bu zâtın salih olduğunu nereden bildiniz?" denilince şu cevabı verdiler:
"Çünkü ne zaman başa âdil birisi geçerse, o vakit kurtlar koyunlarımıza
saldırmazlar."

GÜNDEM
TÜRKİYE’DE YAŞANAN AYRIŞMA, DOGRU KANALA İCRA EDİLMELİDİR! / Uğur Kara

Türkiye’de uzunca bir süredir bir ayrışma yaşanıyor. Her zamanki gibi medyada fazla bir yer edinemeyen
bu ayrışmayı iyi tahlil etmek, önemini iyi kavramak ve kesinlikle küçümsememek gerekiyor.

DÜNYA KARIŞIYOR! / Şinasi Çapa

Hızla yaşlanan dünyanın son demlerine çeyrek kala özellikle bizi yakından ilgilendiren komşu ülkelerde
iktidarlarda, yönetimlerde, yöneticilerde acayip değişiklikler oluyor. Dünyanın kaderini değiştirecek çok
zengin bir birikime sahibiz ve bunu başaracak güçteyiz. Yeter ki kendimize gelelim, özümüze dönelim.

BENİ AFFET ANNECİĞİM / Emir Koca

SEVGİ MESAJI VE ÇOCUK / Canan Büşra Kara

ŞİİR
Her mevsimde bozulmayan yazgı yaşanmakta,
SONBAHAR / Abdullah Kotan Bedenim üşüyor, kalbim kavrulup yanmakta!

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.

Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiçbir kitap okumadığı, aslâ hiç kimseden tek harf
öğrenmediği, yazı da yazmadığı halde; geçmişin ve geleceğin ilimlerini özünde toplamıştır. Bütün gayb
âleminin hazinesi idi. Hepsini bilerek ve görerek konuşuyordu.

Birçok Hadis-i şerif’lerinde Asr-ı saâdetten kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde
zuhur edecek olan birçok fitneleri gerek kapalı olarak, gerekse açık olarak haber vermiş; fitnelerin her
tarafı gecenin karanlıkları gibi saracağını, her fitnenin bir öncekini aratacağını, bu sebeple hayatta
olanların kabirdekilere gıpta edeceklerini, müslümanların fitne dönemlerinde sabır ve teenni ile hareket
etmelerini ve imkânları nisbetinde kalabalıklardan kaçınmaları gerektiğini bildirmiş, ümmet-i
muhteremesini gelecek fitnelere karşı uyarmıştır.
Çünkü o hem geçmişi, hem geleceği Allah-u Teâlâ’nın izniyle bilen, bütün gelecekleri bildirendir.
Kıyamete kadar olacakları, kıyametten sonra olacakları, mahşerdeki durumu, cennet ve cehennemin
durumunu ve daha birçok hususun hepsini bildirmiştir. Bu bilgi ona Allah-u Teâlâ’dan gelir.

Meselâ: “Filân zamanda şöyle bir hadise olacak... Şöyle bir harp olacak...” buyuruyor. Halbuki o
onun filmini Levh-i mahfuz’da olduğu gibi, canlı ve kanlı görmüş ve söylemiştir.

Allah-u Teâlâ neyi takdir etmişse, onu takdir filmine dürmüştür. O hâlâtın filmini ona gösterince, onu
olduğu gibi görmüş oluyor. Bütün olmuş ve olacakları görerek konuşuyor. Yani o görüyor, biliyor ve
söylüyor.

Allah-u Teâlâ İsrâ sûre-i şerif’inin 58. Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk
olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının
bulunmadığını beyan buyurmaktadır:

“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya
onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap’ta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)

Binaenaleyh dünya şimdi yıkıma doğru gidiyor. “Hazır olun!” denilmek isteniyor. Şu kadar var ki dalâlet
ehli fâsıklar hâlâ eğlencede, hâlâ zevk-ü sefada, önündeki karanlığı görmüyor. Fakat Hakk’a yakın
olanlar, yıkım olsa da yapım olsa da, ibadet ve taatında. Bize Allah gerek, O’na yönelmemiz gerek, O
ister yapar ister yıkar.

Onun içindir ki gün bugündür ve bugünün de sonundayız. Dünyanın ömrü pek uzun değil. Fakat
insanlar devrenin ucuna geldiğinin farkında değiller. Dünyaya dalacak, dünyaya meyledecek zaman
değil. Ancak ihtiyacını, maişetini temin et, borçlu olma, borçlu ölme, ebedî hayatını kazanmak için
gayret et!

Öyle bir gündeyiz ki doğana sevinmemeli, imanla göçene üzülmemeli. Bugün böyle bir gündeyiz.

Hazret-i Muâviye -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Belâ ve fitneden başka dünyanın hiçbir şeyi kalmadı.” (İbn-i Mâce: 4035)

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

“Gaybı Bilen O’dur.


Gizli Bilgisini Kimseye Göstermez. Ancak Râzı Olduğu Elçiye Gösterir. Çünkü O, Bunun Önüne
ve Arkasına Gözetleyiciler (Koruyucular) Koyar.”
(Cin: 26-27)

“Her Şeyden Haberdar Olan Allah Gibi


Sana Hiç Kimse Haber Veremez.”
(Fâtır: 14)

ÜMMÎ PEYGAMBER MUHAMMED ALEYHİSSELÂM’IN


GELECEK İLE İLGİLİ DUYURDUĞU
BAZI HADİSELER
İlmin ve Mârifetin Kaynağı
Ders Edinilecek Bir Rüyâ
İlâhî Mülâkat
Ümmet-i Muhammed’e Düşen En Büyük Pay
İslâm’ın Geleceği
İslâm’ın Zaferi
İhbâr-ı Nebi
Rabbânî İlim
Kalplerden Emanetin Silinmesi
Üç Grup İnsan
Olmuş ve Olacak Hadiselerin Bilgisi
GÜNÜMÜZDEN KIYAMET SAATİNE KADAR OLACAK HADİSELERİN HÜLÂSASI
ÜÇ MERDİVEN
MEHDİ RESUL’ÜN ZUHURU
DECCAL’İN ORTAYA ÇIKIŞI
İSA ALEYHİSSELÂM’IN YERYÜZÜNE GELİŞİ
YE’CÜC ve ME’CÜC
/ İsmail Yavuz

“Gaybı Bilen O’dur.


Gizli Bilgisini Kimseye Göstermez.
Ancak Râzı Olduğu Elçiye Gösterir.
Çünkü O, Bunun Önüne ve Arkasına Gözetleyiciler (Koruyucular)
Koyar.”
(Cin: 26-27)

“Her Şeyden Haberdar Olan Allah Gibi


Sana Hiç Kimse Haber Veremez.”
(Fâtır: 14)

ÜMMÎ PEYGAMBER MUHAMMED ALEYHİSSELÂM’IN


GELECEK İLE İLGİLİ DUYURDUĞU
BAZI HADİSELER

Resulullah (s.a.v) Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:


“Rabbim bana sual sordu. Ben ona cevap veremedim. Keyfiyetsiz bir
tarzda elini her iki omzumun arasına koydu, ben o elin serinliğini kalbimde
hissettim. Böylece, beni geçmiş ve geleceklerin ilmine varis kıldı. Ayrıca
bana çeşitli ilimleri de öğretti. Rabbim, bir kısım ilmi gizli tutmama dair
benden söz aldı. Çünkü benden başka hiç kimsenin onu taşıyamayacağını
biliyordu. Başka bir ilimde de beni muhayyer kıldı, yani serbestsin,
istersen başkalarına söyle, istersen hiç kimseye söyleme dedi... Kur’an’ı
bana öğretti. Hazret-i Cibril devamlı olarak Kur’an’ı bana hatırlatıyordu. Ve
daha başka bir ilim var ki, onu herkese söylemeye beni memur etti.”
(El-Mevâhib’ül-Ledüniyye)

İlmin ve Mârifetin Kaynağı:

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine levh-u mahfuzdaki takdir filmini
göstermiştir. Ne çizdiyse onları görüyor ve biliyordu.

O kadar ki günümüze ve kıyamete varıncaya kadar birçok hadiseyi haber vermişti.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiçbir kitap okumadığı, aslâ hiç kimseden tek harf
öğrenmediği, yazı da yazmadığı halde; geçmişin ve geleceğin ilimlerini özünde toplamıştır. Bütün gayb
âleminin hazinesi idi. Hepsini bilerek ve görerek konuşuyordu.

İnsanların ahiretteki durumlarını, kabir, mahşer, mizan, sırat, cennet ve cehennem ahvâlini de bir bir
duyuruyordu.

Ümmetinin kıyamete kadar nelerle karşılaşacaklarını bilip bir bir haber veriyordu.

Birçok Hadis-i şerif’lerinde Asr-ı saâdetten kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde
zuhur edecek olan birçok fitneleri gerek kapalı olarak, gerekse açık olarak haber vermiş; fitnelerin her
tarafı gecenin karanlıkları gibi saracağını, her fitnenin bir öncekini aratacağını, bu sebeple hayatta
olanların kabirdekilere gıpta edeceklerini, müslümanların fitne dönemlerinde sabır ve teenni ile hareket
etmelerini ve imkânları nisbetinde kalabalıklardan kaçınmaları gerektiğini bildirmiş, ümmet-i
muhteremesini gelecek fitnelere karşı uyarmıştır.

Bu bölümde geçmişin ve geleceğin ilimlerini özünde topladığına dair bazı misaller arzedeceğiz.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

Ders Edinilecek Bir Rüyâ:

Muaz bin Cebel -radiyallahu anh- den rivayet edilmiştir. Buyurur ki;

“Bir sabah Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Sabah namazına o kadar gecikmişti ki, güneşin
doğmasına az bir süre kalmıştı. Derken çıkageldi, hemen öne geçip namazı kıldırdı. Selâm verince:
“Saflarınızda yerlerinizde olduğunuz gibi kalınız!” buyurdu.

Sonra yüzünü bize çevirip şu sözleri söyledi:

“Beni bu sabah geciktiren sebebin ne olduğunu size anlatacağım. Geceleyin kalkıp abdest
aldım ve nasibim olduğu kadar namaz kıldım. Bu esnada namaz içinde uyuyakaldım. Bir süre
sonra kendimi Rabb’imle beraber buldum. O en güzel sûrette idi. Bana hitap etti:

–‘Yâ Muhammed!’ buyurdu.

–‘Yâ Rabb’i lebbeyk! (emrine âmâdeyim!)’ dedim.

–‘Mele-i a’lâ ne hakkında tartışmaktadır?’ diye sordu.

–‘Yâ Rabb’i bilmiyorum.’ diye cevap verdim. Bu suali üç defa tekrarladı. Müteakiben el ayasını
iki omuzumun arasına koyduğunu gördüm, ve parmak uçlarının soğukluğunu göğsümde
hissettim. Böylece o demde her şey bana tecelli etti ve ben her şeyi anlamış oldum. Sonra
Rabb’im bana:

–‘Yâ Muhammed! Mele-i a’lâ ne hakkında tartışmaktadır?’ diye sordu.

–‘Keffâretler hakkında!’ diye cevap verdim.

–‘Nedir onlar?” buyurdu.

–‘Cemaate katılmak üzere adımları atmak, namazlardan sonra mescidlerde oturmak,


güçlüklerde tastamam abdest almaktır.’ dedim.

–‘Sonra ne hususta?’ buyurdu.

–‘Açlara yardımda bulunup yedirmek, yumuşak söz söylemek ve herkes uykuda iken geceleyin
kalkıp namaz kılmaktır.’ dedim.

–‘Dile ne dilersen dile!’ buyurdu.

–‘Ey Allah’ım! Hayırlı işlerde bulunmayı, kötülükleri terketmeyi, yoksulları sevmeyi, beni
bağışlamanı, bana rahmette bulunmanı dilerim. Bir topluluğu fitneye düşürmeyi murad
ettiğinde, o fitneye düşmeden benim canımı almanı dilerim. Bana senin sevgini, sevdiklerinin
sevgisini ve beni sana yaklaştıracak her ameli sevmeyi nasip eyle!’ dedim.”

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- buyurdu ki:

“Bu rüyam haktır, onu ders edininiz ve öğreniniz.” (Tirmizî. Tefsir: 33)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |


İlâhî Mülâkat:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyururlar:

“Rabb’im bana suâl sordu. Ben ona cevap veremedim. Keyfiyetsiz bir tarzda elini her iki
omzumun arasına koydu, ben o elin serinliğini kalbimde hissettim. Böylece, beni geçmiş ve
geleceklerin ilmine varis kıldı. Ayrıca bana çeşitli ilimleri de öğretti. Rabb’im, bir kısım ilmi gizli
tutmama dâir benden söz aldı. Çünkü benden başka hiç kimsenin onu taşıyamayacağını
biliyordu. Başka bir ilimde de beni muhayyer kıldı, yani serbestsin, istersen başkalarına söyle
istersen hiç kimseye söyleme dedi... Kur’an’ı bana öğretti. Hazret-i Cibril devamlı olarak
Kur’an’ı bana hatırlatıyordu. Ve daha başka bir ilim var ki, onu herkese söylemekle beni memur
etti.” (El-Mevâhib’ül- Ledüniyye)

Hadis-i şerif’te gizli tutulması emir buyurulan ilim nübüvveti ilgilendirmektedir. İşte bu ledün ilmidir.
Gerçekten ona bildirilenin hepsini bildirmesi mümkün değildir. Çünkü o ilim ona has idi.

Umuma bildirilmesi emredilen ilim şeriat ilmidir.

İfşâ edilip edilmeme hususunda muhayyer bırakılan ilim ise bâtınî ilimdir, hakikat ve marifet ehline
mahsustur.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

Ümmet-i Muhammed’e Düşen En Büyük Pay:

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanına
gelerek:

“Yâ Resulellah! Kureyza oğullarından bir yahudi arkadaşımın yanından geçtim. Bana
Tevrat’taki bazı özlü ifadeler yazdı, onları sana okuyayım mı?” dedi.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüzü değişik bir hâl aldı ve hiç
cevap vermedi. Orada hazır bulunan Abdullah bin Sâbit -radiyallahu anh- “Resulullah
Aleyhisselâm’ın yüzündeki isteksizliği görmüyor musun?” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu
anh-:

“Rabb olarak Allah’ı, din olarak İslâm’ı, peygamber olarak da Muhammed’i seçtim, hoşnut
oldum.” diyerek herhangi bir şüpheye düşmediğini anlatmak istedi.

Onun bu sözüne karşılık olarak Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, şayet Musa aranızda bulunacak olsa,
siz de ona tâbi olarak beni bırakmış olsanız sapıtmış olursunuz.

Gerçek şu ki ümmetler arasında benim payıma siz düştünüz ve peygamberler arasında da sizin
payınıza ben düştüm.” (Ahmed bin Hanbel)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

İslâm’ın Geleceği:

Adiy bin Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in yanında iken bir kimse geldi ve fakirlikten şikâyet etti.
Derken biri daha gelip, o da yol kesilmesinden şikâyet etti.

(Resulullah Aleyhisselâm bana dönerek):

“Ey Adiy! Sen Hire şehrini gördün mü?” dedi.

“Hayır görmedim, ancak işittim.” dedim.

Bunun üzerine buyurdu ki:

“Eğer ömrün biraz uzarsa, devesine binen bir kadının Hire’den tek başına kalkıp Kâbe’yi tavaf
edeceğini mutlaka göreceksin. O bu yolculuğunu yaparken Allah’tan başka hiçbir şeyden
korkmayacaktır.”

İçimden kendi kendime: “Memlekete dehşet saçan Tayy kabilesinin eşkiyaları nereye gidecek?” diye
geçirdim.

Resulullah Aleyhisselâm sözlerine devam etti:

“Eğer ömrün olursa Kisrâ’nın hazinelerinin de fethedildiğini göreceksin!”

“Hürmüz’ün oğlu Kisrâ mı?” diye araya girdim.

“Evet, Hürmüz’ün oğlu Kisrâ!” buyurdu ve devam etti:

“Eğer hayatın uzarsa mutlaka göreceksin: Kişi eli altın ve gümüş para ile dolu olduğu halde
bunu tasadduk etmek üzere fakir arayacak, fakat kendinden onu kabul edecek bir tek adam
bulamayacak.
Bir gün gelecek, aranızda herhangi bir perde, bir tercüman olmaksızın her biriniz mutlaka Allah-
u Teâlâ ile karşılaşacaksınız.

O zaman Allah-u Teâlâ:

‘Sana tebliğ getiren bir peygamber göndermedim mi?’ diye soracak.

Karşısındaki:

‘Evet gönderdin!’ diyecek.

Allah-u Teâlâ:

‘Ben sana mal vermedim mi, ikram etmedim mi?’ diye soracak.

‘Evet ey Rabb’im verdin!’ deyip sağına bakacak, cehennemden başka bir şey görmeyecek.
Soluna bakacak cehennemden başka bir şey görmeyecek.”

Adiy -radiyallahu anh- der ki:

Resulullah Aleyhisselâm’ın şöyle söylediğini işittim:

“Bir hurmanın yarısı da olsa onu sadaka olarak vererek ateşten korunun. Kim ki yarım hurma
bulamazsa, güzel bir söz söyleyerek korunsun.”

Adiy -radiyallahu anh- yine dedi ki:

Ben Hire’den kalkıp, Beytullah’ı tavaf eden ve Allah’tan başka kimseden korkmayan yaşlı kadını
gördüm.

Hürmüz’ün oğlu Kisrâ’nın hazinelerini fethedenler arasında ben bizzat bulundum.

Eğer sizlerin ömrü uzun olursa mutlaka Ebul-Kasım -sallallahu aleyhi ve sellem-in şu söylediğini de
göreceksiniz:

“Kişi, eli altın ve gümüşle dolu olarak çıkacak, onu kendinden (sadaka olarak) kabul edecek
adam bulamayacak.” (Buhârî, Menâkıb 25)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

İslâm’ın Zaferi:
Habbab bin Eret -radiyallahu anh- şöyle demiştir:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Kâbe’nin gölgesinde, katlamış olduğu hırkasına dayanmış bir
halde otururken gelip kendisine kâfirlerin zulmünden şikâyette bulunduk ve:

“Artık bize Allah’tan yardım dilemez misin, artık bize duâ etmez misin?” dedik.

Şöyle buyurdular:

“Sizden öncekiler arasında öyle adamlar vardı ki, bir çukura konulur, testere ile başı kesilip iki
parçaya bölündüğü halde bu adam dininden dönmezdi. Demir tarakla taranıp, tarağın dişleri et
altındaki kemik veya damara kadar ulaştığı halde yine dininden dönmezdi.

Allah’a yemin ederim ki, Allah bu işi (İslâm’ın zaferini) öyle bir tamamlayacaktır ki, yaya olarak
bir insan San’a’dan Hadramut’a kadar Allah’tan başka, yahut kurdun koyunlarına
saldırmasından başka kimseden korkmadan gidebilecektir. Fakat siz acele ediyorsunuz!”
(Buhârî - Ebu Dâvud)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

İhbâr-ı Nebi:

Câbir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün: “Halınız var mı?” diye sordular.

“Bizde halı nasıl olsun?” dedik.

“Şurası muhakkak ki o da olacak!” buyurdular.

Nitekim dediği gibi oldu. Gün geldi ben hanımıma: “Şu halını benden uzak tut!” diye çıkıştığım vakit
şöyle karşılık verdi:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-: ‘Sizlerin de halıları olacak!’ dememiş miydi?” (Buhârî,
Menâkıb 25)

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

Rabbânî İlim:

Sevbân -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre yahudi âlimlerinden birisi bazı şeyler sormaya
geldiğini söyledi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Acaba söylersem sana bir
faydası olur mu?” diye sordu. Yahudi: “Kulaklarımla dinlerim.” deyince, “Sor!” buyurdu. O da bazı
sorular sordu. Aldığı cevaplar karşısında: “Vallahi doğru söyledin, sen gerçekten bir peygambersin!”
dedi ve çekip gitti.

Bunun üzerine Resul-i Ekrem -sallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

“Bu adam gerçekten bana soracağını sordu. Ben onun sorduklarından hiçbir şey bilmiyordum.
Tâ ki Allah onları bana bildirdi.” (Müslim: 315)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

Kalplerden Emanetin Silinmesi:

İnsanların hiç farkında olmadan dinden nasıl çıktıklarına dair Hadis-i şerif:

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle
gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:

‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) bir takım yiğitlerin kalplerinin
derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in
sünnetinden öğrendiler.

(Yani hâinliğin zıddı olan emanet veya;


‘Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup
endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.’ (Ahzâb: 72)

Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra
Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’

Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:

‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve
yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi
(geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere
kabarcığı gibi kalır.

Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip,
senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî
açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.

Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde
emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne
akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN
KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’

Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:

Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.

O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.

Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum.” (Buhârî.


Tecrîd-i sarîh: 2039 - İbn-i Mâce: 4053)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar olmuş ve olacak siyasî, içtimâî
birçok hadiseleri hususiyetle Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretlerine haber vermiştir.

Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri de emanetin yani din duygularının, adalet ve emniyet umdelerinin
Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en
beliğ bir üslup ile Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvet lisanından nakletmiştir. Bir kelime ile İslâm
nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.

İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir
emniyet ve itimat teessüs edip; o nur-u mübin’in sönmesiyle de bütün gönüllere umumi bir
emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.

Bu Hadis-i şerif’e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |


Üç Grup İnsan:

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Âhir zamanda ümmetim üç grup olacaktır:

Allah’a hâlisane kulluk edenler.

Allah’a riyâ ile kulluk edenler.

Geçimini insanlar üzerine yıkmak için Allah’a kulluk edenler.

Allah, onları kıyamet gününde bir araya topladığı zaman, geçimini insanlar üzerine yıkmak için
Allah’a kulluk eden kimseye:

‘İzzetim ve celâlim hakkı için söyle. Bana ibadet ederkenki gayen ne idi?’ diye soracak.

O kimse:

‘İzzet ve celâline yemin olsun ki, geçimimi insanlar üzerine yıkmak için sana kulluk ettim.’
diyecek.

Allah-u Teâlâ ona:

‘Topladığın sana fayda vermedi. Bunu cehenneme götürün!’ buyuracak.

Sonra riyâ için ibadet yapan kimseye:

‘İzzet ve celâlim hakkı için, bana ibadet ederkenki gayen ne idi?’ diye soracak.

O kimse de:

‘İzzet ve celâline yemin olsun ki, sana ibadetteki gayem insanlara riyâ idi.’ diyecek.

Allah-u Teâlâ ona:

‘O amelden sana hiçbir şey yükselmedi. Bunu da cehenneme götürün.’ buyuracak.

Sonra da ihlâs ile Allah’a ibadet eden kimseye:

‘İzzet ve celâlim hakkı için söyle, bana ibadet ederkenki gayen ne idi?’ diye soracak.

O kimse de:

‘İzzet ve celâline yemin olsun ki, sen benim ibadet ederkenki gayemi en iyi bilensin. Ben
sadece seni zikretmeyi ve senin rızânı kazanmayı gaye edindim.’ diyecek.

Allah-u Teâlâ da:

‘Kulum doğru söyledi. Bunu cennete götürün!’ buyuracak.” (Mecmau’z-zevâid: 10/222)


DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

Olmuş ve Olacak Hadiselerin Bilgisi:

Sevbân -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Allah yeryüzünü benim için dürüp topladı, ben de doğusunu da batısını da gördüm.
Ümmetimin mülkü, bana gösterilen yerlere kadar uzanacaktır.” (Müslim: 2889)

Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Vallahi ben kendimle kıyamet arasında vuku bulacak her fitneyi insanların en iyi bileniyim.
Bende Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in bu hususta bana gizlice bildirdiği, benden
başka kimseye söylemediği bir sırdan başka bir şey yoktur. Lâkin Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- benim de bulunduğum bir mecliste fitnelerden bahsederken söyledi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- fitneleri sayarken şöyle buyurdu:

‘Onlardan üç tanesi hemen hemen hiçbir şey bırakmayacaklardır. Onlardan yaz rüzgârları gibi
birtakım fitneler vardır ki bazıları küçük, bazıları büyüktürler.’” (Müslim: 2891)

Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- aramızda iken doğrulup, o günden kıyamete kadar
olacak her şeyden bahsetti, kıyamete kadar olacak şeylerden söylemedik bir şey bırakmadı.
Bunları belleyen belledi, unutan da unuttu. Şu arkadaşlarım da bunu bilirler. Unutmuş olduğum
o şeylerden biri ortaya çıkıp görünce öylesine canlı hatırlıyorum ki, tıpkı kişinin gördüğü bir
şahsın yüzünü o şahıs kaybolunca hatırlamadığı halde, daha sonra karşılaşınca hemen
tanıyıvermesi gibi.” (Buhârî - Müslim)

Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:

“Vallahi, bilemiyorum arkadaşlarım gerçekten unuttular mı, yoksa unutmuş mu gözüküyorlar?


Vallahi, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- dünyanın sonuna kadar çıkacak fitne başılardan
üç yüz ve daha fazla tâbisi bulunan herkesi, hiçbirini bırakmadan bize ismiyle, babasının
ismiyle, haber verdi.” (Ebu Dâvud: 4243)

Amr bin Ahtab -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün bize sabah namazını kıldırdı ve minbere
çıkarak tâ öğle vakti girinceye kadar bize hitap etti. Sonra minberden inip namaz kıldırdı. Tekrar
minbere çıkıp ikindi vakti girinceye kadar bize hitap etti. Sonra inerek namaz kıldırdı. Sonra
tekrar minbere çıktı ve bize güneş batıncaya kadar konuştu. Olmuş ve olacak her şeyi bize
haber verdi. Bunları en iyi bilenimiz, en belleyişli olanımızdır.” (Müslim: 2892)

Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- kıyamet kopuncaya kadar olacak her şeyi bana haber
verdi. Bunlardan hiçbir şey yoktur ki ona sormuş olmayayım. Sadece ‘Medine halkını
Medine’den kim çıkaracak?’ diye sormadım.” (Müslim: 2891)

Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh- der ki:

“Bir gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- evinden çıkarak Uhud şehidleri için cenaze
namazı kıldıktan sonra minbere çıktı ve şöyle buyurdu:

“Ben sizin kıyamette öncünüz ve şâhidinizim. Vallahi ben şu anda cennetteki havzımı
görüyorum. Bana gerçekten yer hazinelerinin anahtarları yahut yerin anahtarları verilmiştir. Ve
yine Allah’a yemin ederim ki, ben sizin benden sonra şirke sapacağınızdan korkmuyorum, fakat
dünya hususunda birinizin diğerinizle yarışmaya dalacağınızdan korkuyorum.” (Müslim: 2296)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- der ki:

“Ben Resulullah’tan iki kap ilim aldım. Birisini yaydım (söyledim), eğer ötekini de yaymaya
kalksam bu boğaz kesilir.” (Buhâri)

Yani ancak binde birini anlamıştır. Binde birine o böyle söylüyor. Ya tamamına vâkıf olsaydı, zaten
tahammül edemezdi. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de ise tamamı var.

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gün:

“Gençlerinizin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman haliniz ne olur?” buyurdu.

(Yanındakiler hayretle):

“Yâ Resulellah! Yani böyle bir hâl mi gelecek?” dediler.

“Evet, hatta daha beteri!” buyurdu ve devam etti:

“Emr-i bil-ma’rufta bulunmadığınız, nehy-i anil-münker yapmadığınız vakit haliniz ne olur?” diye
sordu.

(Yanındakiler hayretle):
“Yani bu olacak mı?” dediler.

“Evet, hatta daha da beteri!” buyurdular ve sormaya devam ettiler:

“Münkeri emredip, ma’rufu yasakladığınız zaman haliniz ne olur?”

(Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek):

“Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?” dediler.

“Evet, hatta daha da beteri!” buyurdular ve devam ettiler:

“Ma’rufu münker, münkeri de ma’ruf saydığınız zaman haliniz ne olur?”

(Yanındakiler):

“Yâ Resulellah! Bu mutlaka olacak mı?” diye sordular.

“Evet olacak!” buyurdular. (Mecma’uz-zevâid)

İslâm’ın en parlak devirlerinde, asırlarca sonra gelecek bozuklukları olduğu gibi görüp tasvir etmek,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin apaçık bir mucizesidir.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz:

“İnsanlar elekten geçirilerek iyilerin gittiği, kötülerin kaldığı, ahitlere sadakat ve emanetlere
riâyet (Resulullah Aleyhisselâm parmaklarını birbirine geçirerek) ve şöyle oldukları bir yakın
gelecekte hâliniz nasıl olur?” buyurdu.

Ashâb-ı kiram:

“Yâ Resulellah! Anlattığın durum olunca biz nasıl edelim?” diye sordular.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“(Hak olduğunu) bildiğinizi tutarsınız. (Hak olduğunu) kabul etmediğinizi bırakırsınız. Kendinize
âit şeylere yönelirsiniz ve başkalarının işini terkedersiniz.” buyurdu. (İbn-i Mâce: 3957)

Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:

“Resulullah Aleyhisselâm bize:

‘Müslüman olduğunu söyleyenlerin hepsini bana sayınız.’ buyurdu.

‘Yâ Resulellah! Sayımız altı yüz ilâ yedi yüze ulaştığı halde bize bir kötülük edilecek diye
korkuyor musunuz?’ dedik.

Bunun üzerine:

‘Şüphesiz ki siz bilmezsiniz, belki de birtakım ibtilâlara maruz kalacaksınız!’ cevabını verdi.
“Biz gerçekten imtihan olunduk. Öyle ki bizden bir kimse, namazını bile gizlice kılmak
durumunda kaldı.” (İbn-i Mâce: 4029)

Resulullah Aleyhisselâm, verdiği cevap ile başlarına bir ibtilânın gelmesinin beklendiğini haber
vermiştir.

Ebu Musa -radiyallahu anh- der ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- fitne hakkında şöyle buyurdu:

“Oklarınızı kırın, kirişlerinizi koparın. Fitne hâlinde evlerinizin içinden ayrılmayın ve Âdem
Aleyhisselâm’ın oğlu gibi olun!” (Tirmizî - Ebu Dâvud)

Ümmü Seleme -radiyallâhu anhâ- Vâlidemiz der ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir gece korku içinde uyandı, şöyle diyordu:

“Sübhânellah! Allah ne hazineler indirdi ve ne fitneler! İbadet etmeleri için müminlerin analarını
(Peygamber hanımlarını) kim uyandıracak?

Ne kadar dünyada giyinmiş olanlar vardır ki âhirette çıplak olacaklardır!” (Buhârî - Tirmizî)

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz:

“Ey Allah’ım! Şam’ımızı bize mübarek kıl! Ey Allah’ım! Yemen’imizi bize mübarek kıl!” diye duâ
etti.

Orada bulunanlar: “Necid’imizi de mübarek kıl!” dediler.

Resulullah Aleyhisselâm:

“Ey Allah’ım! Şam’ımızı bize mübarek kıl! Ey Allah’ım! Yemen’imizi bize mübarek kıl!” diye duâ
etti.

Yine:

“Necid’imizi de!” dediler.

Râvi diyor ki:

Sanıyorum ki üçüncüsünde Resulullah Aleyhisselâm:

“Orada (yani Necid’de) zelzeleler, fitneler vardır ve orada şeytanın boynuzu doğar.” buyurdu.
(Buhârî - Tirmizî)

Yani şeytanın tutuşturduğu fitneler meydana gelir.


Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“İman Yemenlidir. Fitne şu tarafta, şeytanın boynuzunun doğduğu yerdedir.” (Buhârî)

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz doğuya dönmüş olduğu halde şöyle buyurmuştur:

“Dikkat! Hiç şüphe yok ki fitne şuradadır! Dikkat! Hiç şüphe yok ki fitne şuradadır! Şeytanın
boynuzunun doğduğu yerdedir.” (Müslim: 2905)

Bu Hadis-i şerif apaçık bir mucizedir. Müslümanların başına en büyük fitneler hep o taraflardan
kopmuştur.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden asırlarca sonra olacak birtakım
hadiseleri haber vermiştir.

Çünkü o hem geçmişi, hem geleceği Allah-u Teâlâ’nın izniyle bilen, bütün gelecekleri bildirendir.
Kıyamete kadar olacakları, kıyametten sonra olacakları, mahşerdeki durumu, cennet ve cehennemin
durumunu ve daha birçok hususun hepsini bildirmiştir. Bu bilgi ona Allah-u Teâlâ’dan gelir.

Meselâ: “Filân zamanda şöyle bir hadise olacak... Şöyle bir harp olacak...” buyuruyor. Halbuki o
onun filmini Levh-i mahfuz’da olduğu gibi, canlı ve kanlı görmüş ve söylemiştir.

Allah-u Teâlâ neyi takdir etmişse, onu takdir filmine dürmüştür. O hâlâtın filmini ona gösterince, onu
olduğu gibi görmüş oluyor. Bütün olmuş ve olacakları görerek konuşuyor. Yani o görüyor, biliyor ve
söylüyor.

“O Hakk’ın nurudur
İlim-irfan kaynağıdır.
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |


GÜNÜMÜZDEN
KIYAMET SAATİNE KADAR OLACAK HADİSELERİN
HÜLÂSASI

ÜÇ MERDİVEN

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Hatmü’l-evliyâ” kitabı’nın son iki bölümünde, âhir
zamanda zuhur edecek olan fitne ve kötülüklerden söz ederken; velîlerin “Hâtemü’l-velâye”liğini elinde
bulunduran zâtın, bu devirde ilâhî hücceti ayakta tutup, kıyamet gününe kadar kendisinden önceki
veliler ve Tevhid ehli üzerine bir hüccet olacağını; Mehdi Aleyhisselâm’ın bu devirde zulmü ortadan
kaldırıp, adâleti ayakta tutmakla vazifedar kılınacağını; yine bu devirde yeryüzüne inecek olan İsa
Aleyhisselâm’ın ise, ümmetin son gelenleri arasında, kendi havârilerine denk birtakım yardımcılar
bulacağını haber vermiştir.

Velilerin Hakîm’inin bu beyânından da anlaşılıyor ki, âhir zamanda gelecek olan ümmetin faziletli
olanları üçtür:

1. Hâtemü’l-veli,

2. Mehdi Resul,

3. İsa Aleyhisselâm.

Binâenaleyh fitne ve fesadın son haddini bulduğu bu âhir zamanda, Hâtemü’l-veli’nin başlattığı iman
kurtarma cihadını, onun hemen ardından gelecek olan Mehdi Resul Hazretleri ve İsa Aleyhisselâm
tamamlayacak; bu surette birbirleriyle mütemmim olacaklardır.

Allah-u Teâlâ bu dine hizmeti, bu şanı ve şerefi Türk milletine vermişti. Amma Türk milletinden din
kaldırıldıktan sonra bu fitne koptu. Kopa kopa, en fesad zamanına kadar geldi. O zaman bu zamandır.

Fakat Allah-u Teâlâ gönderdiği o kimselerle bu fesadı kaldıracak ve nurunu tamamlayacaktır. Bundan
hiç kimse ümidini kesmesin. O günü sabırla beklesin. Çünkü muzafferiyeti yine İslâm’a bahşedecektir.

Asırlardan beri üzerinde durulan “Hâtem-i Veli” mevzusunun zamanı olmadığı için çözümü de
gelmemişti, çünkü zamanı değildi. Sadece sözü vardı, zamanı olmadığı gibi, hedefi de yoktu.

Şimdi ise zamanı geldiği için çözümü ve izahı yapılıyor.

Gün geldi, ay doğdu, nur meydana çıktı, nasibi olan gördü ve anladı. Amma asıl duyuran ve yayan
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz oldu.

Nuaym bin Hammad’ın Ka’b -radiyallahu anh-den rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Mehdi’nin çıkış alâmetlerinden bir tanesi de batıdan, başlarında Kinde kabilesi’nden ayağı
sakat bir adamın bulunduğu Bayraklılar’ın çıkmasıdır.” (Suyûtî, Kitabu’l-Arfi’l-Verdi fî Ahbâri’l-
Mehdi; Cârullah, no: 1494, s. 99. Bl. 7, Hadis no: 13)

Aslında görebilen için bu Hadis-i şerif’te her şey çok âyân bir şekilde belli edilmişti. Mühim olan,
geleceği haber verilen bu zâtı bu Hadis-i şerif’te görebilmekti. Fakat bu herkese müyesser olmadı.
Çünkü her bilginin özü Hadis-i şerif’lerde gizlidir.

Bundan sonra bizim ile Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm arasında çok az bir boşluk olacak. Nur gelecek,
bu kitaplar tutulacak ve bu boşluğu dolduracaklar. Bu boşluk sırasında nasipdar olanlar bu kitaplara
çok sarılacak. Allah-u Teâlâ nuru indirince dilediğine hidayet verecek. Halkın çoğu boşlukta kalacak,
nasipdar olmayanlar büsbütün laçka olacak.

Abdülkâdir-i Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fethü’r-Rabbânî” adlı eserinde buyururlar ki:

“Bir kurtarıcı olarak ellerinden tutar, dünya denizinden çeker çıkarır. Tabii ki nasibi olanı,
Hakk’a uyanı.” (5. Meclis)

Nasibi olan onu bulacak, nasibini alacak. Nasibi olmayan onu bulamayacak ve hüsranda kalacak.
Ruhu ölmüş bir kimsenin hakikatle ne işi var?

Hâtem-i veli’den sonra gelecek ikinci bir veli yok, ancak Hazret-i Mehdi gelecek. Veli gelse de kendi
çapında gelecek, yani resulden sonra gelen nebiler gibi olacak, fakat irşâda mezun olmayacak.
Bundan sonra kimseden bir şey beklemeyin. Bu kitaplara tutunun, çünkü bu bir mühürdür. Hâtem-i
nebi’den sonra bir peygamber çıksa inanılır mı? Bu da bunun gibidir. Çıkar, fakat sahteler çıkar. Onlar
yalancıdırlar.

Bu meyanda ortalık çok bozulacak, daha da karışacak. Çok büyük sıkıntılar olacak. Harp sıkıntıları,
geçim sıkıntıları, telâşlar başgösterecek.

Din kalktıktan sonra ifsadçılar yürüdü yürüdü, ifsad son haddini buldu. Küfür, isyan, dinden çıkma...
moda oldu.

Bugün medeniyet adı altında kâfir ve münafıkların bu kadar ileri gitmelerine sebep; kadınların çılgın,
erkeklerin sarhoş, orta tabakanın şaşkın, zenginlerin azgın oluşundandır ve halkın da bölücülerin
peşinden koşuşudur. Allah-u Teâlâ da azap üstüne azap indiriyor.

Dikkat ederseniz hadiseler başladı. Bu zelzeleler, yere batmalar, kılık değiştirmeler şimdiden başladı.
Dünyanın birçok yerleri sallanıyor, huzursuzluklar birbirini kovalıyor. Artık bu dalga böyle gidiyor. 1999
yılındaki büyük zelzele hadisenin başıdır, sonu değil.

Onun içindir ki gün bugündür ve bugünün de sonundayız. Dünyanın ömrü pek uzun değil. Fakat
insanlar devrenin ucuna geldiğinin farkında değiller. Dünyaya dalacak, dünyaya meyledecek zaman
değil. Ancak ihtiyacını, maişetini temin et, borçlu olma, borçlu ölme, ebedî hayatını kazanmak için
gayret et!

Öyle bir gündeyiz ki doğana sevinmemeli, imanla göçene üzülmemeli. Bugün böyle bir gündeyiz.

Hazret-i Muâviye -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Belâ ve fitneden başka dünyanın hiçbir şeyi kalmadı.” (İbn-i Mâce: 4035)

Hiç şüphe yok ki önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar olsa gerek. Bu otuz sene
zarfında Allahu âlem öyle hadiseler olacak ki; öyle şiddetli, tasavvura sığmayacak kadar öyle büyük
harpler, öyle felâketler, öyle zelzeleler olacak ki tasavvurun haricinde olacak!

Bunun özünü İsrâ sûre-i şerif’inin 58. Âyet-i kerime’sinde görürsünüz. Allah-u Teâlâ kıyametten önce
dünyayı yıkacağını beyan buyuruyor.
Dünya milletleri harbe hazır durumda. Ha patladı ha patlayacak, ha patladı ha patlayacak! Emr-i ilâhîyi
bekliyor.

Savaşların çıkması ilâhî hükme bakar. Cenâb-ı Hakk’ın izni olmadıkça bir yaprak dahi düşmez. Hep
O’nun takdiri ile oluyor. Amma Allahu âlem bu otuz sene içinde çok mühim şeyler olacak. Dünya
düzelecek, dümdüz olacak.

Kişi istese de isteme de mukadderat ne ise o olacak.

Dünya bidayete dönüyor, dünya o nisbette bitecek ve insanlar gidecek.

Bunları size hatırlatıyorum, şimdiden Hazret-i Allah’a ve Resul’üne yönelmeye ve sığınmaya bakın. Bu
felâketler geldiği zaman şaşırmayın. Artık kendinize gelin, dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi
ayarlayın!

Onun içindir ki bugün dünyaya dalmak günü değil. Helâlden rızık kazanmak, tedbirli olmak ve Hazret-i
Allah’a yönelip gönül vermek günüdür. Böyle bir zamanda ne lâzımsa onu temine çalışması, bir
müminin çok uyanık olması gerek.

Gün bugündür, yarın ne olacağını Yaratan bilir. Akıllı insan her an Hazret-i Allah’a yönelik olmalı,
sonraya kalanlar dona kalır. O zaman herkes görecek, inanacak amma iş işten geçmiş olacak.

Bundan sonra çok çetin harpler olacağını, kapıda olduğunu haber veriyoruz. Amma nasıl harpler
olacak? Tasavvurun haricinde! Bu harplerde çok az insan kalacak.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde; “Elli kadına bir erkek
düşecek kadar erkeklerin azalacağını...” beyan buyurmuşlardır. (Buhârî)

Öyle şiddetli harpler olacak ki, bu harplerde çok erkek zayi olacak. Sayı itibari ile elli kadın bir erkeğin
himayesine girecek. Önümüzdeki harpler Allahu âlem bunu gösteriyor. Artık bundan sonra harabiyet
durumu başlıyor.

Allah-u Teâlâ İsrâ sûre-i şerif’inin 58. Âyet-i kerime’sinde, kıyamet günü gelmeden önce helâk
olmaktan yahut da şiddetli azabın gelip çatmasından kurtulabilecek hiçbir memleket halkının
bulunmadığını beyan buyurmaktadır:

“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk ederiz veya
onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap’ta (Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)

Binaenaleyh dünya şimdi yıkıma doğru gidiyor. “Hazır olun!” denilmek isteniyor. Şu kadar var ki dalâlet
ehli fâsıklar hâlâ eğlencede, hâlâ zevk-ü sefada, önündeki karanlığı görmüyor. Fakat Hakk’a yakın
olanlar, yıkım olsa da yapım olsa da, ibadet ve taatında. Bize Allah gerek, O’na yönelmemiz gerek, O
ister yapar ister yıkar.

Allah-u Teâlâ’nın açık bir ferman-ı ilâhî’si var. Küffar ne kadar İslâm’ı söndürmeye çalışırsa çalışsın, o
bir fırkayı kıyamete kadar payidar edeceğine ve nihayet muzafferiyeti de İslâm’a bahşedeceğine vaad-i
sübhânisi var.

Meselâ memleketimiz bir krizden geçti. Fakat O bizi korudu. Niçin? Çünkü biz Hakk’a bağlıyız, halka
bağlı değiliz. Halk sıkıntı çekti, biz hiçbir şey görmedik. Bize kat kat lütuflarda bulundu. Dilerse o günler
gelince de korur. Sen yeter ki tedbirini al!

Bu hitabımız hakiki müslümanlaradır:


Sakın meyüs olmayın, ümitsizliğe kapılmayın! Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
bu günlerin geleceğini çok evvel haber vermiştir. Bu gariplerin çıkacağını ve nihayeti de haber
vermiştir. Kitabın tamamı tetkik edildiğinde bu husus açık olarak görülecektir.

Allah-u Teâlâ bu dini yeniden tazeleyeceğine göre, -bu da üç merdivenle başlıyor ve başlamıştır.-
Karamsar olmayın, yalnız önünüzdeki çok şiddetli harpleri ve sıkıntıları da gözden uzak etmeyin!
Telâşa kapılmayın, takdire râzı olun.

Kıyametin küçük alâmetlerinden çıkmayan kalmadı, hepsi çıktı, iş büyüklere kaldı.

Allah-u Teâlâ bizi kalemle cihad için, bölücü din düşmanlarını kalemle biçmek için ve bu kitapları
yazmakla vazifelendirdi. Bu kitaplar bizden sonraki boşluğu Hazret-i Mehdi’ye ulaştıracak, ona köprü
olacak, bunu böyle bilin.

Mehdi Hazretleri’ni ise kılıçla cihad etmek için gönderecek. Ömrü sırf cihadla geçecek. O bir şey
yazmayacak, çünkü yazmaya vakti olmayacak. Bu kitapları okumakla aydınlanacak.

Nitekim Bediüzzaman Hazretleri:

“O zât, o tâifenin uzun tasdikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak.”
buyurmuşlardır. (Emirdağ Lâhikası. s: 259)

Hâtem’likle ıslahat başladı. Birinci ıslahat nurla, Hatem’likle olacak. Mehdi Hazretleri kılıçla ıslahat
yapacağı gibi, İsa Aleyhisselâm da müslümanlarla hıristiyanlar arasında hakemlik yapacak ve Deccal’i
öldürecek.

Bu üç vazife merdiven gibidir.

Bu nur çığır açıyor, karanlıkları deliyor. Bu çığır Mehdi Hazretleri’nin zamanına kadar gidecek. Nur da
yayılacak, türemeler de türeyecek. Bunlar daima birbirine karşı olacaklar.

Bizim bu bölücülerle cihadımız, sanmayın ki küçük bir çarpışmadır. Bütün bölücülerle karşı karşıya
gelmiş durumdayız. Nasipdar olan tenvir oluyor, nasibini alıyor. Nasibi olmayan görmüyor.

Bundan sonra zaman daha da güçleşecek. İyi ve kötü âmirler gelecek. Ve bu bozukluk, en sonuncu
olan Deccal’e kadar devam edecek. O çıktığı zaman ortalık büsbütün bozulacak.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

MEHDİ RESUL’ÜN ZUHURU

Hâtem-i veli böyle olduğu gibi Hazret-i Mehdi de böyle olacak. Şu anda ortada hiçbir şey yok, sadece
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, onun mutlaka geleceğine dair beyanları var.
Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir
kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık
altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Dâvud, Tirmizî)

O kendisini bile bilmiyor. Amma vakti gelince hem kendisini bilecek, hem de halk onu tanıyacak. Bu
işler vakte saate bağlıdır.

O daha kendisinin Mehdi olduğunu bilmezken, zamanı gelince Allah-u Teâlâ onu seçecek, çekecek,
vazifelendirecek ve bizzat kendisi destekleyecek.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde bu hususta şöyle
buyurmuşlardır:

“Mehdi bizden, ehl-i beyt’imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder.” (İbn-i Mâce: 4085)

Hazret-i Mehdi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sülalesinden ve Hazret-i Fâtıma -
radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in aslındandır. Şu anda Mekke-i mükerreme’de yaşıyor, Medine-i
münevvere’de vazifesini ilân edecek.

Diğer birçok Hadis-i şerif’lerinde hülâsâ olarak; “Cihadı başlattığı zaman kırk yaşlarında olacağı,
vasıfları, cennetle müjdelendiği, çıkışından ümitlerin kesildiği bir anda çıkacağı, zuhur şekli, o
devirde İslâm’ın yeryüzüne tam mânâsı ile hâkim olacağı, benzeri görülmedik bir refah olacağı,
insanlar tarafından çok sevileceği ve İsa Aleyhisselâm ile buluşacakları...” beyan
buyurulmaktadır.

İleriki bölümlerde görüleceği üzere Hicaz bölgesinde de çok büyük kargaşalık olacak.

Büyük bir şaşkınlık ve boşluk içinde iken, Allah-u Teâlâ müslümanları toparlamak, şaşkınlığı önlemek
için Mehdi Hazretleri’ni gönderecek. Çok büyük harplerden ve felâketlerden sonra Hicaz’da vazifeye
başlayacak, adaleti ile hükmedecek.

Allah-u Teâlâ mülkünü ne bu zâlimlerin arzusuna bırakacak, ne de gelecek olan âlim ve âdil olanlara
bırakacak.

Cebrail Aleyhisselâm sağ yanında, Mikâil Aleyhisselâm sol yanında olacak, Allah-u Teâlâ’nın emri
üzere fütuhata başlayacak.

İsmail Hakkı Bursevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Tuhfe-i Aliyye” isimli eserinin “Beklenen Mehdi
Hakkında” adlı bölümünde Mehdi Hazretleri’nin Hazret-i Ali -kerremallahu veche- ve Hâtem-i veli’nin
rûhâniyeti ile icraat yapacağını beyan buyurmaktadır:

“Beklenen Muhammed Mehdi dahi muhtaçtır ve onun yeryüzünde kalma süresi vezirlerinin
sayısı kadardır. Velâkin vüzerâsında ihtilâf ettiler. Üstün olan görüşe göre vezirleri dokuz olup,
yedisi cismânî ve ikisi rûhânî olmaktır.

Cismânîden murad Ashâb-ı Kehf ve rûhanîden kastedilen ise rûhaniyyet-i Murtazâ -


kerremallahu veche-dir ve rûhâniyyet-i Hatm-i Evliyâ’dır.” (Tuhfe-i Aliyye. s. 229)

Cihada başladığında etrafında Bedir ashabının sayısı olan üç yüz beş kadar askeri olacak ve ancak
ihlas sahiplerini ordusuna alacaktır.

Allah-u Teâlâ Hazret-i Mehdi’yi ümmet-i Muhammed’in başına dirayetli bir kumandan olarak
gönderecek. Bu zât-ı muhterem doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm’ın vekâletini taşıyacak,
onun icraatı gibi yepyeni bir icraat yapacak. Onun izinden yürüyecek, onun gibi din-i mübin’in icaplarını
uygulayacak ve din-i İslâm’ı taptaze bir hale getirecek. Garip duruma düşen İslâm’ı gariplikten
kurtaracak. İhyâ etmedik sünnet, kaldırmadık bid’at bırakmayacak. Çünkü bunun için gönderilecek.

Allah-u Teâlâ onu muzaffer edecek. Ona öyle bir azamet verecek ki, karşısına çıkan her kuvveti
devirecek. Allah-u Teâlâ’nın ezelden nasip ettiği kadar mücadele edecek. Yeryüzünün muhtelif
yerlerinden gelen taraftarları toplanacaklar, fütuhatı tâ Amerika’ya kadar uzanacak, beldeler onun
emrine girecek. Zâlimlerin zulmü olduğu gibi, o da geldiği zaman yeryüzünü adaletle dolduracak.

Ümmet-i Muhammed’den memnun olmadık hiçbir fert kalmayacaktır. Yer ve gök sakinleri ondan râzı
oldukları gibi; havadaki kuşlar, denizdeki balıklar, ormandaki yırtıcı hayvanlar bile memnunluk
duyacaklar. Ömürler uzayacak, emanetler yerine teslim edilecek. Yeryüzü emniyet ve sükun bulacak.

İyi ve kötü bütün insanlar onun zamanında görülmemiş bir nimete boğulacaklar. Gökten bol bol
yağmur yağacak, yerlerde bereket artacak. Bütün ülkeler kapılarını ona açacaklar. Her taraftan,
arıların kovanlarına gelip beylerine sığındığı gibi, ona gelip sığınacaklar.

Mehdi Hazretleri zuhur ettiği zaman, ona en çok buğz eden ve karşı gelen, imansız imamlarla
türemeleri olacak. İmanları yok çünkü, imamları var imanları yok.

İşte Mehdi Hazretleri o zamanki fukaha ile, o zamanki imansız imamlarla da çarpışacak.

Ve biz şimdiden onu tarif ediyoruz. Nasibi olan bu hakiki imamı görür. Çıktığı zaman tereddütsüz biât
edin.

O çok büyük azametten, uzun bir fütuhattan, kendisine ve tâbi olanlara hakimiyet verildikten, en
zirveye çıktıktan sonra; bu ruhsat ve bu hakimiyet elinden alınacak, bu sefer Allah-u Teâlâ Deccal’e
ruhsat verecek, Deccal yeryüzünde hüküm sürmeye başlayacak.

Deccal de en zirveye çıktığında, Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ı gönderecek ve onu yok edecek.

Bu meyanda Ye’cüc ve Me’cüc yani Çinliler çıkacak. Çinliler de tam hakim olduklarını zannederlerken
bir gecede helâk olacaklar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin. Kimden dilersen ondan
alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin,
alçaltırsın. Hayır senin elindedir, sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imrân: 26)

Yani bu O’nun dilemesi ile ruhsatı iledir, sanmayın ki kuvvet iledir. Kuvvet ne bir milletle, ne bir
millettedir, kuvvet ruhsattadır. Kâh ona veriyor, kâh ona veriyor. Amma dünyayı doldurduğu gibi
boşaltacak, imar ettiği gibi yıkacak. Bu hususta iki kelime kullanıyoruz ve bu durum çok uzak değildir.

Dilediğinden alıyor, dilediğine veriyor... Kâdir-i mutlak yalnız O’dur. Kul bir mahluktur, hükümsüzdür.
Kürsü’de O oturuyor. Akıllı kimse vakit geçirmeden Rabb’ine yönelir.

Hazret-i Mehdi’yi can-ü gönülden bekleyin, çıktığı zaman hiç tereddüt etmeden tâbi olun, amma
sahtelere değil. O Mekke-i mükerreme’den çıkacak ve oradaki fetihlerden sonra bu tarafa gelecek. Siz
ona tâbi olun, başkasına değil.

Şimdiden haber veriyoruz. Gerek İsa Aleyhisselâm ve gerekse Mehdi Resul Hazretleri zuhur edip teşrif
ettiğinde hemen uyunuz. Bize inanan hemen uyar ve kurtulur, ebedi saâdete erer. İnanmayan uymaz
ve dünyada hüsrana uğrar, ahirette de kendisini helâk etmiş olur.
Mehdiyim diye çıkanlar hep sahtedir. Aslı belli değil, nesli belli değil, meydanı boş bulmuşlar,
mehdiyim diye ortaya çıkmışlar!

Bir Resulullah Aleyhisselâm’ın onu tarifine bakın, bir de bu yalancılara bakın! İşte size ayna, işte size
sahtekârlar!

Bunlar sanatçıların mehdisidir, cep cihatcısı, kadın avcısıdır; Türkiye’de yalnız bir tane değil,
birçoklarına rastgeleceksiniz!

Allah-u Teâlâ’nın öne sürmeyip itibar vermediğine itibar etmeyin.

Beklenen Mehdi’nin gelmesine daha otuz sene var.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

DECCAL’İN ORTAYA ÇIKIŞI

Mehdi Hazretleri’nin zamanında vuku bulan fitnelerden ve kıyametin yakın alâmetlerinden birisi de
Deccal’in zuhurudur.

Hazret-i Mehdi’ye verilen o çok büyük azametten ve uzun fütuhattan sonra elinden bu ruhsat alınacak
ve Allah-u Teâlâ Deccal’e ruhsat verecek, Deccal hüküm sürmeye başlayacaktır.

Deccal’in bir rivayette sağ gözünün, diğer rivayette sol gözünün kör olduğu bildirilmiştir. Bu ise her iki
gözünün sakat oluşundandır. Biri tamamiyle kör, diğeri anadan doğma çıkıktır. Sakat bir kimse ilâhlık
dâvâsında bulunursa yalancı olduğunu herkes anlar.

Deccal önce peygamberlik daha sonra da ilâhlık dâvâsında bulunacak ve göstereceği hârikulâde
şeyler sayesinde bir süre insanları saptıracaktır.

Günümüzdeki bu bölücüler gizliden gizliye ilâhlık dâvâsı güdüyor, o ise alenen ilâhlık dâvâsında
bulunacak ve yahudiler başta olmak üzere birçok kimseler ona tâbi olacaklar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen
bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Taylesan elbiseleri giyinmiş yetmiş bin İsfahan yahudisi Deccal’in emrine girecektir.” (Müslim:
2944)

Deccal Amerika’dan geldiği zaman, yahudiler ona tâbi olacaklar ve ondan sonra Arabistan üzerine
yürüyecek.
Deccal çıkınca artık İslâm’ı yaşamak isteyenlere büsbütün güçlükler gelecek. Devr-i deccal’de
yaşıyoruz ve bu devir otuz deccale kadar devam edecek. Otuzuncusu olan ve türemesi beklenen
Deccal’in çok büyük fitne ve fücuru olacak.

Rüzgâr gibi bir hıza sahip olarak yeryüzünü dolaşacak, sadece Mekke-i mükerreme’ye, Medine-i
münevvere’ye ve Kudüs-ü şerif’e giremeyecektir.

İmran bin Husayn -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Âdem’in yaratılışı ile kıyametin kopması arasında Deccal’den daha büyük bir fitne yoktur.”
buyurmuştur. (Müslim: 2946)

İslâm bir zaman için büsbütün boğulmaya çalışılacak, büyük sıkıntılara maruz kalınacak. Şimdi böyle
gidiyor, ancak kötü gidiyor. Deccal’in devrinde ise çok büyük sıkıntılar olacak. Müslümanlar için bu bir
imtihan ve ibtilâdır.

Allah-u Teâlâ şeytana verdiği ruhsat gibi, o zamanda yaşayan insanları imtihan etmek için, Deccal’e
de istidraç kabilinden birçok ruhsatlar verecektir. Şeytana kıyamete kadar, fakat Deccal’e İsa
Aleyhisselâm çıkıncaya kadar.

Ona tabi olanlar büyük bir lütfa ermiş gibi görünecek, fakat ebedi cehennemlik olacaklar. Onların
dünyadaki refahları çok kısa ve geçicidir.

Ona inanmayıp imanlarında sebat edenler birazcık sıkıntı göreceklerse de onlar Hazret-i Allah’a iman
ettikleri için ebedî cennetlik olacaklar. Onların refahları ebedîdir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde, Kehf sûre-i şerif’inin ilk on Âyet-i kerime’si ile son on Âyet-i kerime’sini
okumaya devam edenlerin, onun şerrinden kurtulacağını haber vermiştir. (Müslim: 809)

Deccal ve ona uyanlarla, yahudilerle çok büyük harpler olacak, nihayetinde Allah-u Teâlâ’nın murad
ettiği olacak.

Müslümanlar büyük bir ezginlik, büyük bir kahır altında inledikleri bir zamanda Allah-u Teâlâ İsa
Aleyhisselâm’ı göndererek sevdiği, seçtiği bu sâlih kullarının korkularını kaldıracak, onları kurtuluşa ve
felâha erdirecek.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

İSA ALEYHİSSELÂM’IN YERYÜZÜNE GELİŞİ


İsa Aleyhisselâm ölmemiş, semâya çekilmiştir. Cesedi ile birlikte semâda yaşamaktadır. Deccâlin
fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada Allah-u Teâlâ onu yeryüzüne indirecek ve
icraatlarını gerçekleştirecektir.

İsa Aleyhisselâm’ın hâlen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed
Aleyhisselâm’ın şeriatı ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele-mücahede edeceğine inanmak
farzdır.

Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:

“Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)

İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne inmesi de kıyametin en büyük ve en bariz alâmetlerinden birisidir. Onun
belirmesi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu anlaşılır.

İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-in rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryem oğlu İsa âdil bir
hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar
çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1018)

Allah-u Teâlâ üçüncü şaşkınlıkta İsa Aleyhisselâm’ı indirecek. Mehdi Resul Hazretleri Mescid-i
Aksâ’da iken, İsa Aleyhisselâm gelerek onu takviye edecek. Deccal gibi büyük bir fitneyi yok etmekle
büyük bir ıslahat yapacak.

İsa Aleyhisselâm’ın gelmesine daha otuzbeş sene var.

Hadis-i şerif’lerde ifade edildiğine göre İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Aleyhisselâm birbirine yakın
zamanda çıkacak ve İsa Aleyhisselâm, Hazret-i Mehdi’ye yardımcı olacak. Hatta İsa Aleyhisselâm’ın
Hazret-i Mehdi’nin arkasında namaz kılacağı rivayet olunmuştur.

Asıl vazife yine İsa Aleyhisselâm’ın olacak. Çünkü o üçüncü basamaktır. Deccal’i o öldürecek, Allah-u
Teâlâ hakimiyeti ona verecek.

Üçüncü Dünya harbi, bütün yeryüzünün ateşle dolması, Hazret-i Mehdi’nin zuhuru ve fütuhatı,
Deccal’e ruhsat verilmesi, İsa Aleyhisselâm’ın indirilmesi ve Deccal’i imha etmesi, ondan sonra da
yahudilerin öldürülmesi, hepsi peşi sıra bu kısa zaman içinde olacak.

Allah-u Teâlâ kime o lütuf nurunu koymuşsa İsa Aleyhisselâm’a tâbi olacak, kime koymamışsa
olmayacak.

Hadis-i şerif’lerde belirtildiği üzere İsa Aleyhisselâm zamanında yeryüzünde sükunet, emniyet
meydana gelecektir. O kadar ki arslanlar develerle, panterler ineklerle ve kurtlar kuzularla serbestçe
otlayıp geçinecekler, çocuklar da yılanlarla oynayacaklardır.

İsa Aleyhisselâm vefat ettiği zaman cenaze namazını müslümanlar kılacaktır.

Günümüzde türeyen sahte isalar ise artistlerin isasıdır. Bunların da aslı belli değil nesli belli değil.
Bunlar aslını ne ile ispat ederler? Ya bu sahtelere ne demeli? Evine hâkim değil, nefsine hâkim değil,
dünyaya hâkim olmaya çalışan bu sapıklara ne diyelim?
Hakikat budur, bunlar sahtelerden ibarettir.

Sayıları çoktur, itibarı yoktur.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

YE’CÜC ve ME’CÜC

Aslı ve nesebi belirsiz iki kabile, önlerine çekilmiş olan barajı aşıp yeryüzüne yayılacaklar. Bir müddet
etrafı ifsad etmeye çalışacaklar. Daha sonra İsa Aleyhisselâm’ın duâsı ile mahvolacaklar. Bunlar
Çinliler’dir.

Üçüncü dünyâ harbi bir âfâttır, Allahu âlem bu olacak.

Yahudiler Arabistan’ı istilâya hazırlanıyor. Çinliler ise dünyâyı istilâ etmek için hazırlanıyor. Çinlilerin
istilâsı ise bir helâkiyettir.

Âyet-i kerime’de:

“Biz o gün onları (Ye’cüc ve Me’cüc’ü) bırakırız, dalgalar hâlinde birbirine girerler.” buyuruluyor.
(Kehf: 99)

Dalga dalga dünyanın üzerine hücum ederler ve memleketleri istilâ ederler.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyurulmaktadır:

“Nihayet Ye’cüc Me’cüc (sedleri) açıldığı zaman her tepeden saldırırlar.” (Enbiyâ: 96)

Büyük bir âfât daha olacak. Hep temizlik bunlar. Bu üçüncü dünya harbi ve Çin harbi insanları perişan
edecek. İnsan az kalacak.

Çinliler kendilerini en sona saklıyor, hep o an için saklıyor. Dünyayı yutabilmek için hep hazırlık
yapıyor. Büyük silâhlar patlamış, her şey mahvolmuş, insanlar yok olmuş. Dünya düzlenecek, sonra
Cenâb-ı Hakk onlara izin ve ruhsat verecek, sel hâlinde dünyaya akın edecekler, selin önünde durulur
mu? Bir müddet ifsattan sonra İsa Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Mehdi’nin ve yanındakilerin duâsı ile bir
gecede helâk olacaklar. Harple değil, duâ ile.

Hülâsa olarak deriz ki;

Allah-u Teâlâ İsrâ sûre-i şerif’inin 58. Âyet-i kerime’sinde kıyametten evvel dünyayı harap edeceğini
beyan buyuruyor. Vakit de çok yakın. Nihayet otuz seneye kadar bu işler olup bitti mi, daha sonra
Hazret-i Mehdi’nin gönderilişi, Deccal’in zuhuru, İsa Aleyhisselâm’ın inişi, Ye’cüc Me’cüc’ün çıkışı,
Çinliler’in dünyayı istilâya kalkması, bu da sürer Allahu âlem yedi-sekiz sene, iş bitti... Bu insanlar gitti.
Tek tük insan kalacak, İslâm’dan iki-üç kumandan daha gelecek, daha sonra insanlar yine
bozulacaklar, ondan sonra veleddâllin âmin, sonrası da kıyamet...

“Kıyamet yalnız kötü insanların üzerine kopacaktır.” (Buhârî - Müslim)

(Bu mevzu Muhterem müellif Ömer Öngüt Efendi’nin


“Kalplerin Anahtarı” Külliyatı’nın “Kıyamet ve Alâmetleri” isimli eserinden derlenmiştir.)

•••

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


“HULUK-U AZÎM”

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme döneminin başlarında ilk nâzil olan Sûre-i şerif'lerin arasındadır. Elli iki Âyet-i
kerime, üç yüz kelime ve bin dört yüz elli altı harften müteşekkildir.

İsmini ilk Âyet-i kerime'deki “Kalem” kelimesinden alır. “Nûn” ve “Nûn ve'l-kalem” sûre-i şerif’i adı da
verilir. İniş sırası bakımından başında “Hurûf-u mukattaa”nın geçtiği Sûre-i şerif'lerin ilkidir.

Muhtevâsı:

Bu mübârek Sûre-i celîle üç bölümde ele alınabilir. İlk yedi Âyet-i kerime'nin başında kaleme ve yazıya
yemin edilmektedir.

Daha sonra Asr-ı saâdet'te Resulullah Aleyhisselâm'ı aşağılamak ve gözden düşürmek isteyen
müşriklerin iftiralarına cevap verilmekte; o yüce Peygamber'in cinlenmiş olmadığı ve yüksek bir ahlâka
sahip bulunduğu belirtilmekte, nübüvvetinin ispatı bahis mevzuu edilmektedir.

Sûre-i şerif'in ikinci bölümü, kırk sekizinci Âyet-i kerime'ye kadar devam etmekte; hakikati yalanlama,
başkalarını çekiştirme, kusur araştırma, insanlar arasında söz götürüp getirme, iyiliğin amansız
düşmanı olma, saldırganlık, günahkârlık, kabalık ve haşinlik... gibi ahlâkî bozukluklar beyan
edilmektedir. İnsan şahsiyetini hedef alan bu davranışların ortaya konulması ile; bir taraftan bunları
yapanlar kınanmakta, diğer taraftan da müminler bu kötü huylardan uzak durmaları hususunda
uyarılmaktadır.
Bu bölümde ayrıca, kendilerine verilen nimetlere nankörlük etmeleri yüzünden bu nimetlerden mahrum
bırakılan kişilerle ilgili kıssa anlatılmaktadır.

Daha sonra kâfirlere ardarda yöneltilen çarpıcı sorular sorularak, onların üstünlük iddiâları
reddedilmekte ve tuttukları yolun hiçbir temelinin olmadığı açıklanmakta; ahirette kendilerini bekleyen
korkunç âkıbet hatırlatılarak, kıyamet sahnelerinden biri gözler önüne serilmektedir.

Son bölümde ise; Resulullah Aleyhisselâm'ın mâruz kaldığı sıkıntılar karşısında sabretmesi
istenmekte, Yunus Aleyhisselâm'ın kıssasına yer verilerek yaşadığı tecrübe numune olarak verilmekte,
bu şekilde hem kendisi hem de ona inananlanlar tesellî edilmektedir.

Kalem sûre-i şerif'i Kur’an-ı kerim'in insanlar için bir uyarı olduğunu ifade eden Âyet-i kerime ile sona
ermektedir.

Huluk-u Azîm:

İlâhî kudret, ahlâkî olgunluk bakımından Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- gibi bir beşer
yaratmış değildir.

Allah-u Teâlâ ona iyiliklerin, güzelliklerin, faziletlerin hepsini ihsan ve ikram etmiştir.

Âyet-i kerime'sinde onu ve yüksek ahlâkını överek şöyle buyurmuştur:

“Nûn.” (Kalem: 1)

O Sebeb-i mevcûdât'tır. Kâinatın özü ve hülâsasıdır. Kâinatın nokta-i menbâı, medih ve iftiharıdır. Bu
Âyet-i kerime hiç kimse tarafından açılmış değildir. Nûn; bir ismin rumuzu olduğu ifade edilmekle
birlikte, bazı Sûre-i şerif'lerin başlarındaki diğer harfler gibi o da müteşâbihtir. Gerçekten müteşabih
Âyet-i kerime'lere mahlûkun ilmi ve aklı yetmez. Fakat “Nun” çok mühimdir. Her şeyin bir özü ve
hülâsası olduğu gibi, o da mükevvenâtın özü ve hülâsasıdır.

Diğer Âyet-i kerime'lere bakıp mânâsını takip ederseniz, bu Âyet-i kerime'lerin “Nûn”un üzerinde
cereyan ettiğini göreceksiniz.

“Kaleme ve onunla yazılanlara andolsun!” (Kalem: 1)

Allah-u Teâlâ insanın kavrayamayacağı, anlatmakla bitirilemeyecek kadar çok olan faydasından dolayı
kalem üzerine ve yazılanlara yemin etmektedir. Burada ilmin Allah katındaki değerine işaret olduğu
gibi, ilmin yazıya dökülmesinin önemine de işaret vardır. İlimlerin ve bilgilerin ayakta durması kalem
sayesinde olur.

Bir Âyet-i kerime'de de:

“O ki kalemle (yazı yazmayı) öğretti.” buyuruluyor. (Alâk: 4)

Allah-u Teâlâ kalemle yani bir vasıta ile öğrettiği gibi, her ne kadar okuma-yazma bilmeyen bir ümmî
de olsa, vasıtasız olarak da ona öğretir. İnsanlara bilmedikleri ilim ve bilgileri O öğretmiştir.

Yeminin cevabı olarak Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ediyor ve
şöyle buyuruyor:

“Resul'üm!
Andolsun ki sen Rabb'inin nimetine uğramış bir kimsesin ve mecnun (deli) değilsin.” (Kalem: 2)

Nurundan o nuru yarattı ve mükevvenâtı o nur ile donattı. Bu en büyük bir nimet değil midir? Bu
nimetin yüzüsuyu hürmetine bütün kâinat hayat buluyor. Hayat bulduğu için medar-ı iftiharı oluyor.
Çünkü kâinat onunla hayat buldu. Allah-u Teâlâ'ya şükrettiğimiz gibi ona da Sebeb-i mevcûdât olduğu
için her an müteşekkiriz. Dikkat ederseniz Âyet-i kerime'ler birbirini kilitledi.

Allah-u Teâlâ'nın Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-i hakkında kâfirler, zâlimler, nankörler
birçok iftiralar attılarsa da bizzat onu yaratan Allah-u Teâlâ bu iddiâları reddetti ve Resul'ünü tesellî
etti.

“Senin için tükenmeyen bir mükâfât var.” (Kalem: 3)

Allah-u Teâlâ onu öyle sonsuz bir ihsan ve ikrama mazhar etmiş ki, bu “Tükenmeyen mükâfât”a
mahlûkun aklı ermez.

Öyle bir mükâfat ki aslâ sonu gelmeyen kesintisiz bir mükâfât, hiç kimsenin minnetini çekmeden sırf
Allah-u Teâlâ'nın lütfu ve yardımı olan bir mükâfât...

“Ve sen hiç şüphesiz büyük bir ahlâka sahipsin.” (Kalem: 4)

Allah-u Teâlâ nankörlerin inkârını reddettikten sonra onu bizzat kendisi meth-ü senâ ediyor ve büyük
bir ahlâk sahibi olduğunu beyan buyuruyor. Onu delilikle itham edenlere bizzat kendisi cevap veriyor.

Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine bahşettiği yüceliği başka hiç kimseye
vermemiştir. Geçmiş ve geleceklerin en üstün ahlâkını yalnız ona bahşettiğini ferman buyurmuştur.
Onu başka bir tarifle anlatmak mümkün değildir. Başkalarının tam mânâsıyla anlayamayacakları
güzelliklerle seçkin kılınmıştır.

Kur’an-ı kerim'in mânâlarına nihayet olmadığı gibi, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-in
“Huluk-u azîm” tabiriyle bildirilen güzel vasıflarına da nihayet yoktur.

Geçmişin ve geleceğin bütün ahlâk güzelliklerinin hepsini istisnasız üzerinde toplamıştır.

Bu Allah-u Teâlâ'nın ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Yalnız ona bahşetmiştir.

Kendisinden evvel gelen peygamber kardeşlerinin dinlerinde bulunan ahlâk ve fazilet gibi değerlerin
eksikliklerini tamamlayarak kemâle erdirmiştir.

Hadis-i şerif'lerinde:

“Ben ancak ahlâkın güzelliklerini tamamlamak için gönderildim.” buyurmaktadırlar. (Ahmed bin
Hanbel)

Diğer peygamberlerin mümeyyiz vasfı hâline gelen fazilet ve meziyetlerin hepsi birden onda toplanmış,
diğer fazilet ve meziyetler ise hepsinin üstüne çıkmıştır.

Allah-u Teâlâ diğer peygamberlere lütfettiği, ikram ve ihsan ettiği bütün fazilet ve meziyetlerin hepsini
birden ona bahşetmiş, ona olan ihsanı da hepsinden üstün kılmıştır.

Allah-u Teâlâ'nın ona verdiği ihsan nedir?

Bütün peygamberler onun nurunu taşıyorlardı. Onun zuhuru ile nur nura kavuştu. Nur nurun üzerinde.
O nur ona bahşettiği ihsan-ı ilâhî'dir. Bu ihsan hepsinin üstünde bir lütuftur. “Nûrun alâ nûr” olmuş
oluyor.
Bir insanda bir veya bir kaç haslet en güzel şekliyle bulunabilir, fakat hepsi birden bulunmaz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'de ise insanlarda bulunabilecek istisnasız bütün
güzel huylar, fazilet ve keremler kemâl derecesinde bulunmaktadır.

Bu güzellikler kendisi ile başkaları arasında taksim edilmiş de değildir. Böyle olmuş olsaydı, bir kısmı
kendisinde kalır, diğerleri başkalarına verilirdi. Halbuki güzellikler bütünüyle kendisinde mevcuttur. Hiç
kimsede onun güzel hasletlerinin benzeri ve dengi yoktur.

Bir insan gayret ederek iyi huylara sahip olabilir. Onun terbiyesi ise fıtrîdir, doğrudan doğruya Allah
vergisidir.

Hem Allah vergisidir, hem de bizzat mürebbisi de Allah-u Teâlâ'dır.

Bir Hadis-i şerif'lerinde de:

“Beni Rabb'im terbiye etti, edebimi ne güzel eyledi.” buyurmuşlardır. (Câmiü's-sağîr)

O, insan hayatının her safhası için ve her sınıftan insan için; imanda, ibadette, ahlâkta müstesnâ bir
numunedir.

Allah-u Teâlâ'nın hangi emrini tebliğ etmişse, yahut kendisi ne emretmişse; onun en güzelini harfiyyen
önce kendisi uygulardı.

İnsanlara güzel ahlâkı emretti, kendisi ise bütün güzel huylarla mücessem ve muhteşem bir şekilde
fazilet numunesi oldu. Hayatı, Kur’an-ı kerim'in canlı bir levhası, tatbikî bir tefsiriydi. Onun ahlâkı
Kur’an ahlâkı idi.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz'e Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz'in
ahlâkı sorulduğunda:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an'dı.” buyurdular. (Müslim)

Yani Kur’an-ı kerim'deki bütün hükümlerin tatbiki onun yaşayışında görülmektedir.

Bütün iş ve icraatlarda, ibadet ve taatlerde numune olarak insanlara o yeter.

Onu kimseler tarif edemedi.

“Gel ey Hakkı! Unut halkı, Habib-i Hakk'tan al hulku

Ki Hakk'tan hüsn-i hulk almıştı meccan ol kerem kânı.”

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine vaadde bulunurken, onun düşmanlarına
da tehditte bulunarak şöyle buyurmaktadır.

“Hanginizin aklından zoru olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler.” (Kalem:
5-6)

İslâmiyet her tarafa yayılacak, kemâle erecek; onu söndürmek isteyenlerin kendileri ise sönecekler,
kahrolup gidecekler.

“Doğrusu senin Rabb'in, yolundan sapanları çok iyi bilir. Hidayete erip doğru yolda olanları da
çok iyi bilir.” (Kalem: 7)
Allah-u Teâlâ hidayet bulanın ve aklı başında olanın kendi Peygamber'i olduğuna, yolundan sapanın
ve akılsız kimselerin de onlar olduğuna dâir şâhitlik etmektedir.

Küfür ve Kâfirler Aslâ Hoşgörülemez:

Kureyş'in ileri gelenleri Muhammed Aleyhisselâm'a gelerek kendi putlarına saygı göstermesi hâlinde,
onlar da onun Rabb'ine karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek uzlaşma taraftarı olduklarını belirtmek
istiyorlardı.

Bu hususta nâzil olan Âyet-i kerime'lerde ise İslâm'la ve İman'la bağdaşmayan hiçbir teklife iltifat
edilmemesi beyan buyuruldu:

“(Hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar senin yumuşak ve müsamahalı davranmanı
isterler ki, kendileri de sana yumuşak davransınlar.” (Kalem: 8-9)

Âyet-i kerime'de geçen “Müdâhene”, lüzumsuz yere yumuşak davranmak demektir.

Allah-u Teâlâ onu istikamet üzerinde sabit kıldığı için müşriklere meyletmesi kesinlikle imkânsızdı.

Resulullah Aleyhisselâm hiç kimseden çekinmeden, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmadan;


müşriklerin kötülüklerini ortaya döken Âyet-i kerime'leri yüzlerine çarparcasına okuyordu.

Allah-u Teâlâ hak ve hakikati yalanlayanlara itaat etmesini Resulullah Aleyhisselâm'a kesinlikle
yasakladığı gibi, ayrıca her türlü güzel huylardan mahrum olan sapıklara itaat etmesini de
yasaklamıştır.

Âyet-i kerime'lerinde buyurur ki:

“Resul'üm! Sakın itaat (ve iltifat) etme alabildiğine yemin eden aşağılığa!” (Kalem: 10)

Eğriye doğruya yemin edip duran âdî kâfire boyun eğme! O ki yaptığı yeminleri maske yapıp, nefsânî
arzularını elde etmeye çalışır.

“Daima kusur arayıp kınayana, söz götürüp getirene.” (Kalem: 11)

Onu bunu ayıplar, arkasından çekiştirir, ara bozmak için sürekli lâf taşır, ikiyüzlüdür.

“İyiliği engelleyen, haddi aşan, günahkâra.” (Kalem: 12)

İnsanları imandan ve taatten men eder, zulüm yapar, günahlara dalmaktan çekinmez.

“Kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine.”


(Kalem: 13)

Yaratılışı kaba, kalbi katı, aslı belli değil nesli belli değil, şerefsizlik onun şiârı olmuş.

“Çok mal ve oğulları vardır diye (sakın itaat ve iltifat etme!)” (Kalem: 14)

Mal ve servetleriyle, oğullarının çokluğu ile gururlanıp böbürlenir. Bu gibi kimseler hiçbir zaman dost
edinilmeye lâyık değildir. Görünüşteki iyi hâllerine hiçbir zaman itibar edilmez. Onların aslı ve asaleti
işte budur.

“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman: ‘Eskilerin masallarıdır!’ der.” (Kalem: 15)


Allah-u Teâlâ'nın indirdiği ilâhî beyanlara: “Eskilerin masalları” deyip geçer. Eski kitaplardan alıp
yazdırdığı evhamına kapılır. Allah kelâmı ile geçmişlerin hurafelerini ayıramayacak derecede bir
sapıklığa düşer.

“Biz yakında onun burnuna damga vurup işaretleyeceğiz.” (Kalem: 16)

Öyle zelil bir hâle getireceğiz ki, bu zilletini herkes görüp anlayacak.

Müşriklerin önde gelenleri, bu ve benzeri Âyet-i kerime'lerde sıralanan kötülüklerin hepsini veya bir
kısmını kendisinde apaçık görüyor ve tedirgin oluyordu.

Nitekim müşrik elebaşlarından Velid bin Muğire, anasının kendisini gayr-i meşru olarak doğurduğunu
Kalem sûre-i şerif'inin 13. Âyet-i kerime'si ininceye kadar bilmiyordu.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm


Peygamber Evlâtlığı

Hazret-i Hatice İle İzdivaç:

İki taraf da karar verip büyükleri vasıtası ile birbirini istedikten sonra nikâh hazırlıklarına başlandı.

Nikâh, âdet üzere Hazret-i Hatice’nin evinde kıyılacaktı. İki tarafın yakınları geldiler. Kureyş’in eşrafı da
dâvet edilmişlerdi.

Evlilik için lâzım olan şeyler görüşüldükten sonra Hazret-i Hatice’nin amcasının oğlu Varaka bin Nevfel
tarafından nikâh kıyıldı. Kureyş’in ileri gelenleri de nikâh şahidi olarak bulundular. Hazret-i Hatice’ye
yirmi dişi deve mehir verildi.

Ebu Tâlib ve Varaka Arap geleneklerine göre birer konuşma yaparak, her iki âilenin meziyetlerini dile
getirdiler. Develer kesilerek dâvetlilere ziyafet verildi.

Hazret-i Hatice’nin câriyeleri defler çalarak, oyunlar oynayarak nikâhı ilân ettiler.

Ebu Tâlib de evinde develer keserek halka ziyafet verdi ve yeni evlileri evine dâvet etti. Geldiklerinde
sevincinden gözleri yaşardı. “Bizden bütün sıkıntıları ve üzüntüleri gideren Allah’a hamdolsun.” dedi.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra Resulullah Aleyhisselâm, zevcesinin evinde ikâmet etmek üzere
amcasının evinden ayrıldı. Bu suretle gençliğinin ikinci mühim devresine girmiş bulunuyordu.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gerdeğe girdiği Hazret-i Hatice’nin evi Safâ ile
Merve arasındaki attarlar çarşısının arkasında idi. Hazret-i Hatice bütün çocuklarını bu evde dünyaya
getirmiş, kendisi de bu evde vefat etmişti. Resulullah Aleyhisselâm da hicret edinceye kadar buradan
ayrılmamıştı.

Bu dönemde sıkıntılı günleri geride bıraktı. Hazret-i Hatice daha önceleri başkaları aracılığı ile ticaret
yapardı. Fakat bu aracılar dürüst ve güvenilir olmadığı için çoğu zaman beklediği kârı elde
edemiyordu. Fakat işlerin idaresi tamamiyle Resulullah Aleyhisselâm’ın eline geçtikten sonra büyük
kazançlar temin edildi.

Hazret-i Hatice Vâlidemiz Resulullah Aleyhisselâm’a hanımlarının nesep yönünden en yakın olanıdır.
Nesepleri Kusayy’da birleşir.

Resulullah Aleyhisselâm’dan önce İbn’ün-Nebas’ın, ondan önce de Atik bin Âbid’in nikâhında idi. Her
ikisi de ölmüşler, genç yaşta dul kalmış, kendisine onlardan büyük bir servet intikal etmişti. Güzelliğinin
şöhreti, zenginliğininkinden az değildi. Hâlâ oldukça gençti. Kureyş eşrafından birçok kimseler ona
talip olmuşlarsa da, ne kadar çok mal ve mülk vermek istemişlerse de o bunların hiçbirisini kabul
etmemiş, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ise bizzat kendisi talip olmuştu.

Becerikli ve akıllı bir kadın olan Hazret-i Hatice, zamanın okuma yazma bilenlerindendi. Haniflerden
olan amca oğlu Varaka ile beraber mukaddes kitabın bazı bölümlerini okumuştu.

Yüksek bir ruha sahipti. Engin ahlâkı yüzünden câhiliyet devrinde de, İslâmiyet devrinde de “Afîfe: Çok
iffetli” ve “Tâhire: Çok namuslu, çok temiz” lâkapları ile şöhret bulmuştu. Pâkize bir kadındı.

Peygamberlikten önceki hayatında olduğu gibi, peygamberliğinin sıkıntılı günlerinde de; sevgisiyle,
kalbinin rikkatiyle, imanının kuvvetiyle, sadakat ve faziletiyle, akıl ve zekâsıyla Resulullah
Aleyhisselâm’ın en yakın desteği ve yardımcısı, vefakâr ve cefakâr bir hayat arkadaşı oldu. Etrafında
pervane gibi döndü. Dertlerini paylaştı. Her güçlüğe göğüs gerdi, her sıkıntıya katlandı.

Onu o kadar sevdi ki, ona öyle bağlandı ki; O’nun irade ve düşüncesi dışında hiçbir dileği kalmadı.

Hazret-i Allah’ın biricik Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ini ilk tasdik eden, ilk İslâm şerefi ile
müşerref olan odur. Nasıl ki Havvâ Vâlidemiz bütün insanların annesi ise, o da İslâm’ın annesidir. Hem
müminlerin annesi, hem İslâm’ın annesi.

O ki, İslâm’ın beşiğini salladı. O ki, Nur’un nurudur.

İlk iman eden kadın olması hasebiyle, kendisinden sonra İslâm’a girecek kadınlar için çığır açmış oldu
ve bu sebeple de kıyamete kadar imana girenlerin sevabına iştirak etti.

Resulullah Aleyhisselâm da ondan çok memnundu.

“Bana Hatice’nin sevgisi verildi.” buyurmuşlardır.

Evlendiklerinde Resulullah Aleyhisselâm yirmibeş, o ise kırk yaşlarında bulunuyordu. Onbeş yılı
peygamberlikten önce, on yılı peygamberlikten sonra olmak üzere birlikte yirmibeş yıl nezih ve mesut
bir hayat yaşadılar. O devirde çok evlilik normal bir âdet olduğu ve birçok teklifler aldığı, aralarında da
bu kadar yaş farkı olduğu halde, o hayatta iken başkası ile evlenmeyi hiç düşünmemişti.

Peygamber Çocukları:

Bu mübarek izdivaçtan ikisi erkek dördü kız olmak üzere altı çocukları oldu.
İlk doğan çocukları Kasım idi. Bunun içindir ki Araplar’da ilk çocuğun adı ile künyelendirme âdet
olduğundan Resulullah Aleyhisselâm’a “Kasım’ın babası” mânâsına “Ebül-Kasım” denildi. Bu
künyeden çok hoşlanırdı. Kasım memede iken, henüz yürümeye başladığı günlerde vefat etti. Diğer
oğlu Abdullah da küçük yaşta vefat etmiştir.

Kızları büyüdüler ve müslümanlıkla şereflendiler. Fakat Fâtıma’dan başka hepsi de babalarından önce
vefat ettiler. Yalnız Fâtıma, babasının vefatından sonra altı ay daha yaşadı.

Kızlarının en büyüğü olan Zeynep doğduğu zaman, Resulullah Aleyhisselâm otuz yaşında
bulunuyordu. Zeynep, Ebul-Âs ile evli idi. Ebul-Âs müslüman olmadığı için Zeyneb’in hicretine izin
vermemişti. Bedir’de esir düşünce, Zeyneb’i Medine’ye göndermek şartı ile serbest bırakıldı. Daha
sonra ise müslüman olarak Medine’ye geldi ve Zeyneb’i tekrar aldı.

Diğer kızları Rukiye ve Ümmü Gülsüm, Ebu Leheb’in oğullarından Utbe ve Uteybe ile evli idiler.
İslâmiyet geldikten sonra, Ebu Leheb oğullarına Peygamber kızlarını boşattırdı. Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Rukiye’yi Hazret-i Osman’la evlendirdi. Rukiye’nin vefatından sonra da
diğer kızı Ümmü Gülsüm’ü nikâhladı. Bunun içindir ki Hazret-i Osman’a “İki nur sahibi” mânâsına
“Zinnûreyn” denilmiştir.

En küçük kızı Fâtıma’yı ise Hazret-i Ali ile evlendirdi. Hasan ve Hüseyin adında iki çocukları oldu.
Resulullah Aleyhisselâm’ın nesli Fâtıma ile devam etmiştir.

Bir diğer oğlu İbrahim ise, Mısırlı eşi Mâriye’den olmuş, fakat hicretin onuncu yılında henüz iki yaşına
girmeden vefat etmiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in çocuklarından her birisi için süt annesi tutulmuş,
ayrıca her birisi için de Akîka kurbanı kesilmiştir.

Peygamber Evlâtlığı:

Zeyd bin Hârise, Kelp kabilesine mensup sekiz yaşında bir çocuktu. Annesi ile birlikte ziyarete gittiği
akrabalarının yanında baskına uğramış ve pazara götürülüp köle olarak satılmıştı. Zeyd’i Hazret-i
Hatice’nin yeğeni Hakîm bin Hizâm satın aldı ve teyzesine hediye etti. Resulullah Aleyhisselâm Zeyd’i
görünce onu çok sevdi ve kendisine bağışlamasını istedi. Hazret-i Hatice de bağışlayınca onu
hürriyetine kavuşturdu.

Resulullah Aleyhisselâm Zeyd’e:

“Sen bizim kardeşimiz ve azatlımızsın.” diye iltifatta bulunurdu.

Hacc mevsiminde Mekke’ye gelen Kelp kabilesi’nden bazı kimseler Zeyd’i görünce tanıdılar ve
dönüşte anne ve babasına haber vererek kimin yanında bulunduğunu tarif ettiler.

Hârise ile kardeşi Ka’b, oğullarını kurtarmak için yanlarına uygun bir fidye alarak Mekke’ye geldiler.
Kendilerini tanıtarak çocuklarını satın almak istediklerini söylediler. Fazla para istememesini, kolaylık
göstermesini istirham ettiler. Resulullah Aleyhisselâm onlara şöyle söyledi:

“Ben çocuğu çağırıyorum, kendisine sorunuz. Eğer sizinle gitmek isterse, alın götürün, fidye de
istemem. Yok eğer sizinle gitmek istemiyor, beni tercih ediyorsa; vallahi ben, beni tercih edene
kimseyi tercih etmem.”

Daha sonra Zeyd’i çağırdı. Aralarında şu konuşma geçti:

– “Sen bu gelenleri tanıyor musun?”


– “Evet tanıyorum.”

– “Kimdir onlar?”

– “Bu babamdır, bu da amcamdır.”

– “Bak evlâdım, bunlar seni almaya geldiler. Ya beni tercih et yanımda kal, ya da onları tercih et
onlarla git!”

– “Ben kimseyi size tercih etmem, siz bana baba ve annem gibisiniz. Sizi bırakıp başka kimse ile
gitmek istemiyorum.”

Gelenler hiç beklemedikleri bu cevap karşısında birdenbire sarsıldılar ve söze karıştılar:

– “Yazıklar olsun sana! Demek ki sen köleliği hürriyete, başkalarını annene babana tercih ediyorsun!”

– “Evet! Sahibimde öyle şeyler gördüm ki, onu ebediyyen herkese tercih edeceğim.”

Resulullah Aleyhisselâm Zeyd’in bu bağlılığını görünce, onu Mekkeliler’in geleneğine uyarak evlâtlık
edinmek üzere Kâbe’nin önüne gitti ve herkesin önünde Zeyd’i mânevî evlât olarak kabul ettiğini
açıkladı.

Bu durum babasının ve amcasının da hoşuna gitti. Mahzun, fakat gözleri arkada kalmadan,
çocuklarının durumundan emin olarak yurtlarına döndüler.

Bu tarihten sonra bazıları bu çocuğa Zeyd bin Muhammed demeye başlamışlardı.

“Onları babalarına nispet ederek çağırın. Allah katında en doğrusu budur.” (Ahzâb: 5)

Âyet-i kerime’si nâzil olunca Zeyd bin Hârise denilmeye başlandı. (Müslim: 2425)

Zeyd, Resulullah Aleyhisselâm’ın dadısı Ümmü Eymen ile evlenmiş ve bu evlilikten Üsame adındaki
oğlu olmuştu.

Resulullah Aleyhisselâm Zeyd’i ve oğlu Üsame’yi çok sever, onları âilesinin bir parçası bilirdi.
Muhacirler’le Ensâr’ı kardeş yaptığı zaman, Zeyd’i amcası Hamza ile kardeş yapmıştı.

İlk müslümanlardan olan Zeyd, Kur’an-ı kerim’de ismi geçecek kadar yücelmiştir. Ondan başka Ashâb-
ı kiram’dan hiç kimsenin Kur’an-ı kerim’de adı geçmemiştir. Bu onun için büyük bir şereftir.

Zeyd, hicretin 8. yılında Rumlar’la yapılan savaşta Mute’de şehit düştü.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz:

“Eğer hayatta kalsaydı Resulullah Aleyhisselâm onu kendine halef yapardı.” buyurmuştur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA
RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM-
EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS
OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (54)

Abdülgânî İsmâil en-Nablusî -kuddise sırruh-

Hayâtı ve Eserleri:

Tasavvuf tarihinin en seçkin sîmâlarından biri olan Abdülgânî en-Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri,
1640 milâdî yılında Şam’da dünyaya geldi. Asıl ismi Abdülgânî bin İsmâil’dir.

Çok küçük yaşlarda iken babasından Kur’ân öğrendi. Henüz on iki yaşında iken babası vefât etti ve
yetim kaldı. İlim tahsiline büyük bir önem vererek, devrin önde gelen âlimlerinden fıkıh, tefsir, hadis,
nahiv, beyan ve sarf ilimlerini öğrendi, bu ilimlerde icâzet almaya hak kazandı. Tasavvuf yoluna intisâb
ederek, gerek Nakşî gerekse Kâdirî yolunun feyz ve kemâlâtından geniş bir biçimde istifâde etti.

Önceleri Emevî câmiinde halka vaaz ve nasihat vermekle meşgul olan Hazret, birdenbire bu hâlini
terketti ve yedi sene kadar inzivâya çekilerek, halktan uzak bir hayat yaşadı. Bu dönemde Muhyiddîn
İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri ile Afîfüddin Tlimsânî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin eserlerini
tetkik etti; bu iki zâtın beyanlarından çok etkilendi.

Bütün ömrünü kitap yazmakla, hizmet ve irşadla geçiren Hazret, 1731 yılında Şam’da bulunduğu
sıralarda, bir ikindi vakti ebedî âleme göç etti. Cenâzesine otuz binden fazla kimsenin katıldığı rivâyet
edilmektedir.

Tasavvuf ehli arasında en çok kitap yazan zâtlardan olduğu bilinen Hazret’in, bâzı kaynaklarda
belirtildiğine göre, iki yüze yakın eseri vardır. "es-Sulhü Beyne’l-İhvân fî Hükm-i İbâhetü Şirbü’d-
Duhân", "Tahrîrü’l-Hâvî", "el-Hadîkatü’n-Ned’iyye", "Kenzü’l-Hakku’l-Mübîn", "Keşfü’n-Nûr an
Ashâbü’l-Kubûr", "Vesâilü’t-Tahkîk", "el-Cevâbü’t-Tâm an Hakîkatü’l-Kelâm" ve "Cevâhirü’n-
Nusûs fî Hall-i Kelimâtü’l-Fusûs" bu eserlerden sâdece birkaçıdır.

"Hâtemü’l-Velâye" Hakkındaki Beyan ve İfşaatları

Şeyh Abdülgânî en-Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri, Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh-
Hazretleri’nin "Fusûsu’l-Hikem" kitabı’ndaki müphem ve karmaşık meselelere, kısa fakat son derece
mühim açıklamalar getirdiği "Cevâhirü’n-Nusûs fî Hall-i Kelimâtü’l-Fusûs" adlı eserinde; Hâtemü’l-
velâye’nin hakikatini, velâyet mertebeleri arasındaki yerini ve ruhlara istimdâdının keyfiyetini beyân
eden bâzı te’vil ve izahlara yer vermiştir.

Hâtemü’l-Velâye’nin Aslı Olan "Küllî Nûr"un Mâhiyeti:


Abdülgânî en-Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri "Cevâhirü’n-Nusûs fî Hall-i Kelimâtü’l-Fusûs"
isimli eserinde; "Âdem henüz su ile toprak arasında iken ben peygamber idim." Hadis-i şerif’inin
tefsir ve izâhını yaparken, mevzûnun bir noktasında, "Hâtemü’l-velâye" mevzusu ile ilgili en gizli
sırlardan birisine temas ederek şöyle buyurmuştur:

"Bahsettiğimiz türlerden üçüncüsü olan Hâtemü’l-evliyâ da velî iken, Âdem henüz su ile toprak
arasında idi. Çünkü o Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in kademi üzerindedir. Zîrâ o,
kendisine kayıtlanmış herhangi bir hâlin ve velîlerin tümünün kuşatabildiği herhangi bir
makâmın değil, hepsini tümüyle kendisinde toplayan bu ‘Küllî Nûr’un bir şûlesidir.

Nitekim Allah-u Teâlâ;

‘Ey Yesrib ehli! Size duracak bir makam yok, dönün!’ buyruğuyla ona işâret etmiştir. (Ahzab:
13)

Yâni bütün hakîkatlerin çıkarılmasına sebep olan toplayıcı hakîkatinize (dönün) ki; bu,
hakîkatlerin kendisinde toplandığı, Vâhidî hazîrenin de fevkindeki ‘Ehadiyyet’ hazîresidir.

Hâtemü’l-evliyâ’nın dışındaki velîler ise, ilmî ve amelî mücâhade ile, zâhirdeki ve bâtındaki
velâyet şartlarını tahsil ettikten sonra velî olmuşlardır." ("Cevâhirü’n-Nusûs fî Hall-i Kelimâti’l-
Fusûs"; Hâlet Efendi, no.: 264, 49a yaprağı)

Hâtemü’l-Evliyâ’nın Resul, Nebî ve Velîlere Olan Nisbeti:

Hâtemü’l-evliyâ’nın resuller, nebîler ve velîlerle olan kıyas ve mukâyesesini ise, Hâtemü’l-enbiyâ


Aleyhisselâm’a nisbetle yaptığı şu değerlendirme ile beyân etmiştir:

"Takdim ettiğimiz gibi; gerek umûmî, gerekse has mânâsıyla risâlet velâyeti velîsi olduğu
velâyeti yönünden, Hâtemü’r-rüsul’ün resullerden olan velîlerin tümüne nisbeti; enbiyâ ve
resul’lerin -aleyhimüsselâm- kendisine olan nisbetinin bir timsâli olan, onların üzerlerindekinin
de ziyâdesi kendisine verilen Hâtemü’l-velâye’nin, bütün velîlere ve resullere olan nisbeti
gibidir." ("Cevâhirü’n-Nusûs fî Hall-i Kelimâti’l-Fusûs"; Hâlet Efendi, no.: 264, 49b yaprağı)

Velâyet’ten de Ziyâdesi:

Abdülgânî en-Nablusî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-evliyâ’nın, Hâtemü’l-enbiyâ


Aleyhisselâm’a tevdî edilen zâhirî ilimlerin ve bâtınî keşiflerin tümünü, bâtınında gizli bulunan Hakk’tan
vâsıtasız olarak elde ettiğini ve bu ilâhî lütuf sebebiyle onun, velâyetten daha da ileri bir noktaya
eriştiğini beyân buyurmuştur:

"Enbiyâ ve Mürselîn Aleyhimüsselâm’dan başkasının, yâni nübüvvet velâyeti ve risâlet


velâyetinin değil, îmân velâyetinin Hâtem’i olan Hâtemü’l-evliyâ; zulmânî harflerle ve lâfzî
kelimelerle edâ edilen zâhirî ilimler ve nûrlu rûhânî harflerle ve kelimelerle dahî edâ edilemeyen
bâtınî sırlar ve keşifler için, zâhirde peygamberlerin Hâtem’i olan Hâtemü’r-rüsul’e, zikri geçen
ahlâktan ibâret olan tüm velâyet şartlarını kuşatmaksızın vâris olan velîdir. O kendilerinde
herhangi bir haslet bulunmaksızın gökteki parlak yıldızları müşâhade eden arz ehli gibi; nebevî
mertebeleri ve resûlî etvârı müşâhade ederek, bunların tümünü bâtın cihetinden, Hakku’l-hakîkî
olan asıldan elde eder.

Bunun içindir ki Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur:

‘Şüphesiz ki peygamberler mîras olarak dirhem ve dinar değil, ancak ilim bırakmışlardır. Kim
onu alırsa en bol hisseyi elde etmiş olur.’
Nübüvvet ilmi ve risâlet ilmiyle, velâyet’ten daha da ziyâdesi murâd edilmiştir." ("Cevâhirü’n-
Nusûs fî Hall-i Kelimâti’l-Fusûs"; Hâlet Efendi, no.: 264, 50a yaprağı)

Hâtemü’l-Evliyâ’nın, Bütün Ruhların İlimlerine Madde Olan Rûhu:

Hazret, "Cevâhirü’n-Nusûs"un başka bir noktasında ise; Şit Aleyhisselâm’ın kendi ilmini taşıyanlara
yaptığı istimdâttan, velilerin sonuncusu olan Hâtemü’l-evliyâ’yı istisnâ ederek şöyle buyurmuştur:

"Risâlet velâyeti, nübüvvet velâyeti ya da imân velâyeti husûsunda evliyânın Hâtem’i olan
insanın rûhu bundan müstesnâdır. Zîrâ bu işte onun ilmî maddesi, mutlak kâmillerin ruhları
arasındaki herhangi bir ruh vâsıta olmaksızın; ancak bir olan Allah-u Teâlâ’nın katından gelir.
Allah-u Teâlâ kendisine minnet edilmekten berî olduğu için onlar da onu, Allah-u Teâlâ’nın
onda kendi tarafından meydana getirdiği şeyin ‘ayn’ından keşfederler. Belki de onun Hakk
Teâlâ tarafından, kendisinden vâsıtasız olarak istimdâd ettirici kılınan bu rûhu; kendi velâyet
cinsinin içine dâhil olan tüm ruhların ilmî maddesi olur." ("Cevâhirü’n-Nusûs fî Hall-i Kelimâti’l-
Fusûs"; Hâlet Efendi, no.: 264, 53b yaprağı)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEKTUBAT
16. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

ÂILE, GÂILE FARKI

Tevâzunuzun eseri olarak lütfen göndermiş olduğunuz iltifat dolu ikinci mektubunuzu da aldım.
Hissettiğim mânevî memnuniyet duygumu ve meydana gelen mânevî sevincimi tarif ve tevsif için
cevher saçan bir kaleme ve anber misâli bir mektuba muhtacım ki, her noktasında saklanan ve her
nüktesinde gizlenen zerafet eserleri ve saâdet meyveleri keşf ve izah edilmeye lâyık olmuş olsun.
Fakat nerede? Maamafih “İnsanı konuşturan dinleyicisidir.” kat’î hükmüne dayanarak ve özellikle
bütün kusur ve hatalarımızın afvına hazır bulunan yüksek merhametlerinize sığınarak bir iki satırlık
olsun cevâbî mektubun takdimiyle başınızı ağrıtmaya cesaret ve cüret gösterdim.

Bir iki posta önce gönderdiğim cevâbî mektubumda “Âile ile gâile arasındaki fark yalnız bir noktanın
varlığı olduğunu onun da mâsivâ noktası bulunduğunu” arz ve ifade eylemiştim. Bu noktanın tesirini ve
büyüklüğünü de:“Tezellül ile tedellül arasında da bir nokta farkı vardır.”ibaresi ispat etmiştir.
“Açlığa devam et beni görürsün! İnsanlardan uzaklaş bana kavuşursun.” Kudsî Hadis’i de bu
mânâyı kuvvetlendirmektedir. Bunun çaresi de:

“Kalplerinizi murâkabeye alıştırın.” Hadis-i şerif’inde mevcut bulunduğundan hâlinize ve


durumunuza uygun görüp beyan ettiğim murâkabeye devam sayesinde gönül zenginliğine ve Allah ile
bir arada bulunma “Huzur me’allah”a mâlik olmanızı tarikat pirlerinin ruhaniyetinden istimdad eder ve
bu vesile ile dünyevi saâdet ve uhrevî selâmetinizi Cenâb-ı Hakk’ın merhametinden dilerim.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SÖZLER ve NOTLAR - 5
Allah Yolunda Azim ve Sebat

En Güzel İkram:

Mevzu arasında sözleri:

“Rabb’im! Resulullah Aleyhisselâm ziyaretçilerine nasıl duâ ettiyse, ümmetine nasıl duâ ettiyse, ben
onun duâsını yapıyorum. Bu gelenler senin ziyaretçindir, onlara rahmet et, onlara merhamet et,
günahsız olarak evlerine iâde et.

Öyle baka baka duâ ederim.” (1 Ekim 2001)

Öyle Bir Allah Ki!:

Bir sohbetlerinden:

“Evet bir insan günah işleyebilir. Bizim zaten her ânımız günah. Fakat Hazret-i Allah öyle bir Allah ki,
kulunu affettiği zaman: ‘Niçin affettin?’ diye soran yok. Azap etmeyi murat ettiği zaman: ‘Niçin azap
ediyorsun?’ diyecek yok. Dilerse affeder, dilemezse affetmez. O öyle bir Allah! Üstelik affı da çok
seviyor.

O’nun katında bir kişiyi affetmekle Ümmet-i Muhammed’i affetmek arasında hiç fark yoktur.

Bu bakımdan fakir duâlarında: ‘Yâ Rabb’i! deriz, ümmet-i Muhammed’i affet. Sen öyle bir kerim
Mâbud’sun ki, beni affetmekle ümmet-i Muhammed’i affetmek arasında hiç fark yok.’ deriz.” (6 Ağustos
1980)
İbtilâ:

Bir sohbetlerinden:

“Terakkiyat yolunda bir sâlike ezelî taksimi nispetinde deniz dalgaları gibi ibtilâlar gelir.

O bakımdan senin de hazır olman lâzım. Hangi rüzgâr olursa olsun, hangi imtihana çekilirsen çekil,
hangi ibtilâya maruz kalırsan kal; Cenâb-ı Hakk’a sığın, Pirân-ı izam’dan istimdat et, yılma, yıkılma,
düşme, sebat et... Azmedersen, Hazret-i Allah da o bütün dalgaları kırar.” (23 Mart 1980)

“Farz-ı muhal ki birisi: ‘Şu binayı vereceğim, şu mükâfatı da peşinen vereceğim.’ dese, kul belki
çekinir. Fakat O dilerse hem verir, hem yükler, hem de götürür. ‘Kolay değil, hafsalanın alacağı işler
değil!’ demek istiyoruz.

Bir ibtilâ ki seni Hazret-i Allah’a yaklaştırıyorsa rahmettir, uzaklaştırıyorsa felâkettir. Nefis kendisini
haklı çıkarır. ‘Böyle olmamalıydı.’ der.

Bunun içindir ki Hazret-i Allah’a sığınmak gerekiyor.

‘Allah’ım! Ne olur beni bana bırakma. Benim göğe çıkmam için merdiven de yok, yere kaçmak için bir
yolum da yok. Mülk senindir, mahlûk da senindir. Sen nasıl takdir edersen, ondan başkası da olacak
değil. Ben ister râzı olayım, ister râzı olmayayım. Ona da bakacak değilsin.’

Şu halde insan Hazret-i Allah’a yaslanacak, O sana bu lütfu verirse seni kurtarır.” (5 Şubat 1981)

“İbtilâyı Hazret-i Allah koparttırır ve kulunu yine O tutar. Ona musallat ettiren de O, tutan da O. Hazret-i
Allah kulunu böyle imtihan eder. Hem elinde tutuyor, hem de ibtilâyı koparttırıyor. Onun için ibtilâya
irkilmemek: ‘Dilerse muhafaza edecek O’dur!’ deyip sabretmek lâzımdır.” (7 Ekim 1981)

Ezelî Nasip:

Bir rüya arzedildi. Ortada mahiyetini bilmediği bir şey varmış, bir kardeş koşmuş onu yakalamış. Bir
diğeri ne kadar tutmak istediyse tutamamış. Bir diğeri ise hiç çabalamadığı halde eline gelmiş.

Buyurdular ki:

“Allah-u Teâlâ bir kimseye ihsan edeceği nimeti böyle deneme ile verir. Değer verdiği zaman eline
geçmiş olur. Bazılarının ise teslimiyeti sayesinde eline geçer. Çünkü o zaten peşin olarak, gönülden
teslim olmuştu. Nedenler, niçinler üzerinde durmuyordu. Onun için elindedir.

Kimisine ise nasiptir, fakat oralı olmaz, havaya bakar, böylece nasibini kaçırmış olur.

Allah-u Teâlâ kulunu böyle imtihana çeker. Bu bir esrâr-ı ilâhidir, bu işlere akıl işlemez. Aklımı
işleteyim dersen kaldın orada. Çünkü imtihan ve ihsan noktası. Azıcık bir gevşeklik kaçmasına vesile
olur. O kaçırılan şey hazinedir. Sonra kırk parasına muhtaç olursun amma, kaçtı artık.” (13 Haziran
1981)

Kalbin Ölçüsü:
Bir sohbetlerinden:

“Para varsa kasada, kesede olacak. Diyeceksiniz ki: ‘Efendim benim de param kasada!’ Hayır, senin
paran kalbinde de sen farkında değilsin. Meselâ Allah yolunda bir şeyler vermek gerektiği zaman, bir
lira vermeyle bir milyon vermek arasında kıl kadar fark olmamalı. Ahmed’in malını çeker gibi vermeli.
Bu gibi insanların paraları kasalarındadır. Kasadan vermek ise çok kolaydır. Hatta hepsini bile verse,
verdiren Allah’a şükreder.

Parayı kalbe koyanlar, kasayı açtığı zaman kaç kuruş vereceğinin hesabını yapar.” (9 Mayıs 1981)

Devir Aynı Devir:

-Mânâda gördüm ki, Medine-i münevvere’de, Yesrib devrine âit binalardan birinde oturuyormuşuz. Bir
ara Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz gözüme çarptı. Şadırvanda abdest alıyordu. Bir çok
insanlar da vardı. Mübarek elinden öptüm. Hemen eve koştum. ‘Gelin siz de elini öpün, bir daha bu
fırsatı bulamazsınız!’ dedim. O heyecanla uyanmışım.

-Elhamdülillâh, Cenâb-ı Hakk sizi büyük bir devlete nâil etmiş. Yolunda bulunmak ve yolunda
bulunanlarla mülâki olmak, gerçekten büyük bir devlettir.

O gördüğünüz ev, mütevâzi bir hayatı tercih etmemize, dünyayı kalpten çıkarmamıza işarettir.

Asr-ı saâdetin mütevâzi hayatını benimsemek, o hayatı gönüllere yerleştirip onlara muhabbet etmek,
insanı o zamana intikal ettirir. Yani o devri bugün de yaşayabilecek bir durum var. Yaşıyorsunuz da
bilmiyorsunuz. Bu nimetin kıymetini bilin. (9 Mayıs 1981)

Gerçek Terhis:

Bir sohbetlerinden:

“Gerçek hayat ölümden sonra başlayacak. Ölüm zindandan tahliye, askerlikten bir terhis gibidir.
Dünyanın çeşit çeşit bitmez tükenmez mihnet ve meşakkatleri, ibtilâ ve çileleri vardır.

Ölümle Cenâb-ı Hakk o kimseyi terhis etmiş, âlem-i berzahta tasavvurun fevkinde bir hayat
hazırlamıştır.

Burada bir incelik var. Bu terhis herkes için geçerli değildir. Haşrı neşri burada bitirenlere mahsustur.
Onlar her şeyi burada bitirirler. Tekarrüb etmiş, Hakk’a vâsıl olmuş bir kimseyi Hakk bir daha
karşılaştırır mı o işlerle? Herhangi bir sual, herhangi bir azap bahis mevzuu olur mu artık? Çünkü
hepsini bitirmiş de geçmiş oraya.

Ahiret mekteplerini dünyada iken bitirmiş, nefsi tortularından ayıklanmış, sâfileşmiş. Özleşince nur
ortaya çıkmış. Nura sual olur mu?

O tortularını dünyada döktü, diğerleri ahirette dökecek. Çünkü nefis olduğu gibi duruyor. Bu sefer
orada haşır-neşir başlayacak. Yanacak, eriyecek, tortularını orada dökecek.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

“Bir mümin üzerinde herhangi bir günah olmaksızın Allah’a kavuşuncaya kadar gerek nefsinde,
gerek çocuğunda, gerekse malında ibtilâ kendisinden ayrılmaz.” (Tirmizi) (13 Haziran 1981)
Gerçek Alış-Veriş:

“Birçok alış-verişler yaparız, para kazanırız, bu arada gerçek alış-verişi unuturuz. Halbuki o
kazandıklarımız belki de hiç sevmediklerimize kalacak.

Alış-veriş ona derler ki, Hazret-i Allah ile yapılır. Kârın en büyüğü de bu alış-veriştedir. Bırakın kârını,
Hâlik iken mahlukunu alış-verişe kabul etmesi zaten en büyük saâdet. Ne çok zengin Allah’ımız!

Küçük bir rütbesi olan nice kimseler vardır ki, etraflarındakileri küçük görürler. O ise kâinatı yoktan var
etti de, üstelik mahlukunu alış-verişe dâvet ediyor. Böyle bir Allah varken sen tut da gönlünü başka
şeylere bağla. Cidden kendimize yazık etmiş oluyoruz.

O bizi çok güzel yarattı. Bize her şeyin en iyisini, en güzelini bahşetti. Biz de O’na, bizden istediklerinin
en iyisini yapalım diyemiyoruz.

En kıymetli ömür, en değerli vakitler boşa geçiyor. Buranın bir ânı, oranın çok uzun zamanıdır. Değil
günlerin, anların dahi kıymetini bilip değerlendirmemiz lâzımdır. Kalp boş şeylerle meşgul olursa,
ebedî saâdet nasıl kazanılacak?

Allah’ımız bize bu hakikati duyursun. Gaflette kaldığımız zamanlar, böyle nice nice cevherler toprak
arasına karışıp gidiyor.” (25 Temmuz 1981)

Faydalı Evlât:

Bir çocukları olduğunu, adını Ömer koyduklarını söyleyen ihvana buyurdular ki:

“Cenâb-ı Hakk’tan nur isteyin efendim. Şöyle ki anne-baba evlât ister, illâ olsun diye de ısrar eder. O
da bize evlât verir, amma ya nur vermezse ne kıymeti var?

Ümmet-i Muhammed’e faydalı olan evlât evlâttır. Allah-u Teâlâ onu lütfu ile süslerse, nur ile donatırsa,
o kendisini ümmet-i Muhammed’e adamış olur. Bin tane evlât olacağına bir tane olsun da böyle olsun.
Allah’ımız onlardan etsin.

Kendisine faydalı olmayan ebeveynine hiç olamaz, beşeriyete aslâ fayda vermez, hatta zarar verir.” (5
Aralık 1981)

Allah Yolunda Azim ve Sebat:

Bir sohbetlerinden:

“Sevdiğimiz ihvan için canımızı bile veririz. Biz ihvanın üzerine çok düşeriz. Bir ibtilâ ile karşılaşsalar:
‘Aman Allah’ım! Ona verme de bana ver.’ diyecek kadar düşkünüzdür. Biz nasıl olsa ibtilâya alışmışız.

Amma imtihana tabi tutulup Hazret-i Allah’ın düşürdüğünün bizimle ilgisi olmaz. Onlar için hiç
merhametimiz yok. Çünkü onlar tahripçidirler. Niyetleri ve fikirleri bozuk olduğu için otomatik olarak
istikametten çıkmış oluyorlar.” (26 Temmuz 1981)

Bizi Neler Neler Bekliyor?


“Çeşitli hastalıklar bizi bekliyor, kabir bizi bekliyor, kurtlar bizi bekliyor, münker-nekir bizi bekliyor. Bizi
neler bekliyor, biz neler yapıyoruz.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

‘Kabir, ahiretin konak yerlerinden ilk konak yeridir. Eğer ondan kurtulursa, gerisi daha kolaydır,
şayet kurtulamazsa gerisi daha ağırdır.’ (Tirmizi:2410)

Allah’ımız bizi bize bırakmasın.” (21 Ağustos 1981)

Mânevî İşâret:

“Bazen bakıyorum boşluğa gidiyorum. Mevlâ bir işaret veriyor, boşlukta olduğumu anlıyorum, yola
koyuluyorum.

Onun için hiçbir zaman arzu dalgalarına değil de Mevlâ’nın lütuf emirlerine müteveccih olup, O’nun
hükmünü kendi arzularımızdan önde tutmalıyız. Hazret-i Allah bu gibi kimseleri tutar, diğerlerini
tutmaz. Çünkü o: ‘Hayır! Bu böyle olacak!’ diyor. Madem ki öyle olacak, öyle olsun deyip, onu kendi
haline bırakır.

Fakat bir kul Hazret-i Allah’ın emrine uygun zannıyla hatalı işlere teşebbüs edebilir. O, Mevlâ’ya
müteveccih bulunduğu için, Mevlâ ona bir işaret veriyor, o ışıkla önünü görüyor ve yola koyuluyor.” (7
Ekim 1981)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NE İDİK, NE OLDUK!
BİRİNCİ HİCRİ ASIRDA İSLÂM ÂLEMİ (1)

EMEVİ DEVLETİ (661-750)

Hazret-i Muaviye -radiyallahu anh-ın kurduğu devlet olan Emevi Devleti'nin merkezi Şam idi. Hazret-i
Ali -radiyallahu anh- ile yaptığı Sıffin savaşından sonra Amr bin As -radiyallahu anh-ın yardımıyla
kurduğu bu devlet Hazret-i Muaviye devrinde büyük muvaffakiyetler elde etti. Hazret-i Ali -radiyallahu
anh-in şehid edilmesiyle hilafet oğlu Hazret-i Hasan'a geçmiş, ancak Hazret-i Hasan müslümanların
birlik ve uhuvveti için altı ay kaldığı hilafeti bırakmıştır. Böylece halifelik Emeviler'e geçmiş oldu. İlk
olarak İstanbul'u muhasara için İslâm ordusu, surlara kadar gelmiş, muhasara tam 6 yıl sürmüştür.
İstanbul'un muhasarasına birçok Sahabe-i kiram katılmış, Eba Eyyüb-el Ensari -radiyallahu anh-
muhasara esnasında hastalanarak vefat etmiştir.
Hazret-i Muaviye devrinde Cezayir, Kuzey Afrika fethedilmiş, Türkistan, Buhara, Semerkant, üzerine
seferler yapılmıştır. Onun vefatı üzerine Kufeliler Hazret-i Hüseyin'i halife seçtiler. Bunun üzerine
Hazret-i Muaviye'nin oğlu Yezid ile Hazret-i Hüseyin arasında savaş olmuştur. Yezid devrinde
meydana gelen, Hazret-i Hüseyin -radiyallahu anh- Efendimiz'in Kerbela'da şehid edilmesi İslâm
âleminde büyük infiale sebep olmuştur.

Daha sonraki devirlerde II. Muaviye, I. Mervan, Abdülmelik, I. Velid, Süleyman gibi Emevi sülâlesinden
olan kişiler halife oldular.

Emeviler iç ve dış karışıklıklarla uğraşmışlardır. Bilhassa Halife Abdülmelik'in, Hicaz ve Doğu illeri
valisi Haccac'ın müslümanlara yaptığı eza ve cefalar son haddini bulmuştu, Sahabe-i kiram ve tabein
de bu zulümden nasiplerini almışlardı.

Bu arada Emevi döneminde birçok fetihler yapılmaya devam edilmiştir. I. Velid zamanında gerek
Horasan Valisi Kuteybe, gerek Tarık bin Ziyad büyük fetihler gerçekleştirdiler.

Kuteybe önce Belh'i sonra Çağatay ülkesinin bir kısmını zabtetti. Çinlilerle yapılan savaşı kazandı.
Cürcan'ı haraca bağladı. Kaşgar'ı zaptetti. Bunun üzerine Çinliler Emeviler'den çekinerek bir sulh
anlaşması yaptılar.

Velid zamanında iç karışıklıkları fırsat bilen Bizans, İslâm şehirlerinden bazılarını ele geçirmişti. Bunlar
geri alınmış, hatta birçok Bizans şehri fethedilmiştir. Kafkasya, Azerbaycan, Türkistan ve Hindistan,
Emevi Devleti'ne bağlanmıştır.

Birinci Velid döneminin en mühim şahsiyetlerinden olan Tarık bin Ziyad, Kuzey Afrika valisi Musa bin
Nusayr'ın komutanıdır.

Târık Bin Ziyad:

Emevî halifesi Velid zamanında Endülüs'ü fetheden İslâm kumandanıdır. Kendisine 7 bin kişilik bir
ordu ile İspanya'nın fethi görevi verildi. 711 yılının Mayıs ayında, şimdi kendi adını taşıyan Cebelitarık
boğazını geçerek birliklerini Cebelitarık'ın eteklerine çıkarttı. Askerlerin gemiye dönüş ümitlerini kırmak
için de bütün gemileri yaktırdı.

Sonra ordusuna hitaben tarihi bir konuşma yaptı. "İşte, önümüzde düşman, arkamızda deniz,
zaferden başka kurtuluş yolu yoktur." buyurdu.

İlk olarak boğaz bölgesini fethederek İspanya'nın içlerine doğru ilerlemeye başladı. Bu sırada
İspanya'ya hükümdar olan Got kralı, ülkesini korumak için 90 bin kişilik bir ordu hazırladı. Bu durum
karşısında Tarık bin Ziyad yardım istemiş, Kuzey Afrika valisi Musa, beşbin kişilik bir yardım kuvveti
göndermişti. Bu gözüpek ve kararlı İslâm kumandanı, kat kat fazla olan düşman ordusunu bozguna
uğrattı, kralı kendi eliyle öldürdü. Onun bu cesareti, gelecek nesiller tarafından hayranlıkla anılmasına
sebep olmuştur.

Emevi döneminin en mühim, en önemli şahsiyetlerinden biri de Ömer bin Abdülâziz'dir. Adaleti ve
cihadı ile meşhur olan bu zât-ı muhterem gelecek nesillere müstesna bir numunedir.

Ömer Bin Abdülâziz:

Emevî halifesi Velid, amcasının oğlu Ömer bin Abdülaziz'i Mekke ve Medine'nin vâlisi yapmıştı.
Medine'ye gider gitmez ulemadan on kişi seçerek davet etti. Onlara "Sizi istişare yapmak ve
yardımcı olmanız için çağırdım. Kendi fikrime göre iş yapmak istemiyorum. Her hususta size
danışacağım. Memurlarımdan birinin halka zulmettiğini duyarsanız bana bildiriniz." dedi. Onlar
da bu durumdan çok memnun oldular. Zulmü kaldırmak için her türlü yardımı yaptılar.

Velid'den sonra yerine geçen kardeşi Süleyman da ölünce, Ömer bin Abdülaziz hicri 99 yılında (717)
halife seçildi. Bu ağır yükün altına girmekten çekindiği için kabul etmek istemedi ise de halk biat etti, o
da ister istemez halktan biat aldı.

Halka hitaben yaptığı ilk konuşması çok manidardı.

"Ben Cenâb-ı Hakk'a itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Ben Cenâb-ı Hakk'a isyan edersem siz
de bana isyan ediniz."

Hilâfete geçer geçmez ilk yaptığı icraattan biri, Cuma ve bayram hutbelerinde Hazret-i Ali -radiyallahu
anh- ve ahfâdı aleyhine yapılan konuşmaları ve lânetlemeleri yasaklamak oldu.

Çok âlim, fâzıl, zâhid, âdil bir insandı. Müctehid derecesinde geniş ilme sahipti. İki sene beş ay olan
halifeliği döneminde Resulullah Aleyhisselâm'ın nice sünnetlerini tekrar yaşatmış ve yıllardır kökleşmiş
olan kötü âdetleri ortadan kaldırmıştı. Zâlim olan vâlileri ve memurları azletti. Yerlerine o makamlara
en lâyık olan kişileri seçti. Bütün vâlilere adaletle hareket etmelerini tavsiye etti.

İcraata getirdiği adalet, vergi sistemindeki ıslahât halkta öyle bir memnuniyet hasıl etmişti ki, kendisini
Mehdi sananlar bile olmuştu.

Halife seçildiği vakit dağ başlarındaki çobanlar:

"Halkın başına geçen bu salih kul kimdir?" diye sormaya başladılar.

Kendilerine:

"Bu zâtın salih olduğunu nereden bildiniz?" denilince şu cevabı verdiler:

"Çünkü ne zaman başa âdil birisi geçerse, o vakit kurtlar koyunlarımıza saldırmazlar."

İki buçuk sene gibi kısa bir zamanda memleketin iktisadi hayatı her taraftan öylesine düzelmişti ki,
Mısır gibi bazı yerlerde zekât verecek fakir kalmamıştı.

Halife olmazdan önceki hayatı ile, halife olduktan, devlet mesuliyetini üzerine aldıktan sonraki hayat ve
yaşayışı arasında çok büyük değişmeler olmuştur.

Halife olmazdan önce dörtyüz dirheme alınan elbiseyi beğenmez, kaba bulurdu. Halife olduktan sonra
on dört dirhemlik elbise için "Sübhânellah! Ne güzel, ne hoş, ne zarif elbise!" diyerek takdirle
karşılamıştı.

İhtilâlle başa geçen Abbâsîler zamanında, hınçla, öfke ve kinle dolmuş olan halk, bütün Emevî
halifelerinin mezarlarına bile saldırıp ortadan kaldırdığı halde onun mezarına dokunmamıştır.

Halife olur olmaz kağıt tahsisatını kısmıştı. Medine vâlisi Ebu Bekir bin Hazm, bir mektup yazarak
tahsisatın arttırılmasını talep edince şu cevabı aldı:

"Kaleminin ucunu incelt, satırları sık tut, ihtiyaçlarını ayrı ayrı değil toptan yaz. Ben
müslümanların malından, lüzumsuz sarfiyata tahsisat ayıramam."

Zulme ve birçok kötü alışkanlıklara saplanmış olan Emevî kumandanları onun adaletinden sıkılarak
canına kastetmek derecesine kadar vardılar. Ondan sonra halife olan Abdülmelik'in oğlu Yezid onun
adlî usullerinin hepsini bir hamlede değiştirmiştir.
Devletin sınırları, Çin hududundan Endülüs'e, Kafkaslar'dan Habeşistan'a kadar uzanıyordu.

Süfyan-ı Sevri, onun dört halifeden sonra beşinci olduğunu söyler. İmam-ı Şafiî de aynı görüştedir.
Halifelik zamanı dört halifenin hilafet günlerine eklenmiş, kendisi de Hulafâ-i râşidin’den sayılmıştır.

Bidat ve hurafeler kök salmaya başladığı için Hadis-i şerif'leri toplatarak, Sünnet-i seniyye'yi ihya
etmiştir. Ömer bin Abdülaziz'in adaleti, gayet güzel işler yapması, İslâm memleketlerini huzura
erdirmesi neticesinde Hind ve Berberi'lerden altı milyon kişinin iki yıl içinde müslüman olmaları tarihte
görülmemiş bir hadisedir. Hatta Türklerin müslüman olmalarında çok büyük amil olmuştur.

Daima üzüntülü ve düşünceli görünürdü. Sebebini soran azatlı kölesine "Doğudan batıya kadar
Ümmet-i Muhammed'in hukukunu korumak bana vazife oldu. Bundan büyük üzüntü mü olur?"
diye cevap verdi.

Birçok geliri vardı, halife olunca hepsini dağıttı. Hanımı da ondan geri kalmadı, nesi varsa Beytül-mâl'e
bağışladı.

Ömer bin Abdülaziz Hazretleri zehirlenerek şehid edildiğinde 41 yaşında bulunuyordu.

Emevi Devlet Teşkilatı:

İslâm Devleti Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in Medine'ye hicretinden sonra kurulmuş
ve tabiî şartları içinde gelişme göstermiştir. Hulefâ-i raşidin devrinde halifeler, Medineliler'in reyleriyle
seçilir, diğer yerler ve bedeviler tarafından da tereddütsüz kabul edilirdi.

Emeviler zamanında halifeler, kendilerinden sonra gelecek halifeyi bizzat tayin ederler, büyük
memurlar ve kumandanlar biat eder, itaat arz ederlerdi. Eyaletlerde valiler çeşitli yollarla ahalinin de
biatını alırlardı.

Hulefâ-i raşidin devrinde Beyt'ül-mal (devlet hazinesi) tamamiyle milletin hizmetinde iken, Emeviler
devrinde ise devlet hazinesi hükümdarların hususi geliri sayılıyor ve halifeler buradan istedikleri
harcamaları yapabiliyorlardı.

Hazret-i Peygamber devrinde müslümanların sayısı belli ve aynı zamanda da durumları gayet mazbut
idi. Mescid-i Nebevi hükümet işlerinin görüldüğü, ibadetin yapıldığı, adâlet ve ihsanın dağıtıldığı bir
yerdi.

Hazret-i Ömer devrinde hak sahiplerinin hepsine maaşlar bağlatılmıştı.

Emeviler devrinde bir kısım kabiliyetsiz, liyakatsız, kötü idarecilerin iş başına geçmesi İslâm dünyası
için hiç de iyi olmamıştır.

Her vilayette toplanan gelir, o vilayetin hazinesine konur, vilayetin giderleri karşılanır, yollar, kanallar,
mescidler ve medreseler bu gelirlerle yapılırdı. Bu masraflar düşüldükten sonra artan gelir ise merkeze
gönderilirdi. İç karışıklıkların olduğu dönemlerde devlet gelirleri, büyük ölçüde azalıyordu.

Fetihlerin genişlemesi, Suriye, Irak ve İran'ın da alınmasından sonra halkın ve devletin gelirleri artmış,
mal, mülk ve servet sahibi olanlar çoğalmıştır. Böylece servet ve mal hırsı da artmıştı.

Mal ve servetle beraber Araplar'ın sosyal hayatı da değişmiştir. Kaba ve sâde elbiselerden çıkıp, süslü
mahalli elbiseleri giymeye başladılar. Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-, mescidde milyarlarca değerde
ganimet malı yığıldığı devirde dahi iftiharla yamalı elbiseler giyerken, Emevilerin sonlarına doğru,
hükümdarlar bir cariye için bir milyon dirhem verebiliyorlardı. Ayrıca kendilerine mermer ve yaldızlarla
süslü saraylar da yaptırıyorlardı.
Halifeler, Cuma namazı ile vakit namazlarında ahaliye imametle görevli idiler. Bu vazife Hazret-i
Muâviye, Ömer bin Abdülâziz, Abdülmelik ve II. Ömer tarafından titizlikle yerine getirilirken diğer
halifeler, Cuma dışında yerlerine vekil gönderirlerdi. II. Yezid ve oğlu II. Velid gibiler bunu da ihmal
etmişlerdir.

II. Velid ise Emevi sarayını sâzende ve hânendelerle doldurmuş, harem hayatını saraya sokmuştur.

Emevilerin ortadan kaldırılması için faaliyet gösteren Muhammed bin Ali ve oğlu İbrahim bin
Muhammed idi. İbrahim zamanında Abbasiler madden ve manen kuvvetlendiler, uzun zamandan beri
tasarlanan isyan Horasan'da patlak verdi.

Emevi Devleti Horasan Türkü Eba Müslim’in mukavemetiyle Nihavent ve İsfahan arasında yenildi. Eba
Müslim, Dicle nehrine kadar olan bölümü zaptetti. Musul ve civarını ele geçirerek Abbasi nüfuzunu
arttırdı. İbrahim bin Muhammed Emevi halifesi I. Mervan tarafından idam edilince kardeşi Ebu Abbas
yerine geçti. Kufe şehri Abbasi yanlılarına teslim olunca, Ebu Abbas Abdullah Kûfe şehrinde halifeliğini
(754) ilân etti.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Türkiye’de Yaşanan Ayrışma, Doğru Kanala İcra Edilmelidir!

Türkiye üzerinde oynanan oyunlar bakımından Kıbrıs seçimleri gerek seçim öncesi gerek seçim
sonuçları itibariyle çok ilginç bir laboratuvar gibidir. Bu küçük adadaki bir avuç soydaşımız AB ve
Annan planı etrafında şekillenen bir ayrımcılığa, kamplaşmaya, iç çatışmaya sürüklenmek istenmiştir.
Seçim sonuçları öyle ilginç bir tablo ortaya çıkartmıştır ki, gerilimler gevşemiş, bütün husumetler
sükuta uğramış, dış güçler oyunlarında muvaffak olamamışlardır.

Şu günlerde Kıbrıs’ta olduğu gibi Türkiye’de de ülkeyi ve halkı kamplara bölme oyunu oynanmaktadır.
Eskinin sağ-sol kamplaşmasının yerine yeni tanımlar, yeni sloganlar, yeni simgeler etrafında yeni
oyunlar tertip edilmek istenmektedir. (ABD’nin küresel oyununun bir uzantısı olarak Türkiye’deki bu
oyunun ana teması İslam’dır. Ancak Küreselci sömürgeciler için Türkiye çok zor bir ülke haline geldi.
Zira bu ülkelerin gerek niyetleri gerekse taktikleri tarih boyunca hiç olmadığı kadar deşifre olmuştur.
Bundan üç yıl önce yahudilerin dünya üzerindeki hakimiyet tesisi gayretlerinden, Amerikan yönetimi
üzerindeki etkilerinden bahsetmek nerede ise imkansız iken bugün bunlar rahatça konuşulmakta,
basında ve hatta devlet başkanları düzeyinde dile getirilmekte, televizyon dizilerine konu
olabilmektedir. Aynı zamanda ABD ve yandaşları bütün inandırıcılıklarını kaybetmişlerdir. Bunun son
örneği Saddam’ın yakalanması hadisesinde görülmektedir. Ortada ABD’nin “Saddam’ı şöyle
yakaladım, böyle yakaladım” reklamlarından daha önemli bir sonuç vardır. O da artık kimsenin ABD’ye
inanmadığıdır. Yakalanma şekli, zamanı ve daha birçok konuda ortada dolaşan sorulara,
spekülasyonlara bakıldığı zaman asıl üzerinde durulması gerekenin ABD’nin bütün inandırıcılığını
kaybettiği ve insanlar arasında ABD’ye karşı büyük bir güvensizlik duygusunun hakim olduğudur.)

Türkiye’de yapılmak istenenlere, Türkiye’nin elinde avucunda ne varsa almaya çalışanlara bir tepki
olarak Küresel sömürgecilere ve manevî işgal gayretlerine dur demek isteyen bir fikir çok geniş bir
taban üzerinde artan bir ivme ile taraftar bulmakta, Türkiye büyük bir hızla “Bağımsızlaşma Süreci”
yaşamaktadır.

Bu sürecin başarıya ulaşması, halk desteği alabilmesi ve Türkiye üzerindeki oyunların akamete
uğratılabilmesinde anahtar konu “İslâm”dır. Eğer Türkiye ikinci bir defa İslam’ı dışlayarak
bağımsızlaşma macerası yaşamaya kalkarsa bu ancak Küresel Sömürgecilerin ekmeğine yağ sürecek
bir sürecin başlamasına sebep olacaktır.

Bu sebeple kafalarda uçuşan yanlış fikirlerin, yanlış tanımlamaların ve insanlar ve kurumlar hakkındaki
yanlış kanaatlerin hızla düzeltilmesi gerekmekte, vatanı ve memleketi düşünme durumundaki herkesin
birbirini doğru anlamaya ihtiyacı bulunmaktadır.

Tesirli Bir Akım, Büyük Bir Ayrışma:

Türkiye’de uzunca bir süredir bir ayrışma yaşanıyor. Her zamanki gibi medyada fazla bir yer
edinemeyen bu ayrışmayı iyi tahlil etmek, önemini iyi kavramak ve kesinlikle küçümsememek
gerekiyor.

Türkiye’nin “Yönetici elit”i (bu tanımlama, ekseriyeti yüksek tahsil yapmış; devlet sektöründe görev
alan bürokrat ve memurlardan, özel sektörde görev alan insanlarımıza büyük bir yelpazede
düşünülmelidir.) arasında geniş bir zemin bulan, ABD’nin ahlaksız politikalarına ve saldırılarına karşı
tepki ile simgeleşen, “Ulusalcılık” gibi çeşitli kelimelerle tanımlanan bu ayrışma; memleketimiz için
büyük hayırlara sebep olabilecek bir potansiyeli barındırdığı gibi objektif analiz ve tanımlamadan
sapan partizan yaklaşımlar, bu zemini kendi felsefesini yaymak için fırsat bilen gruplar sebebiyle büyük
tehlikeler de barındırmaktadır.

“Yönetici elit” arasında zemin bulan bu akımı küçümsemek büyük bir hatadır. Zira hiçbir halk hareketi
bu kesimden destek almadan başarı sağlayamaz, halkın oyuna güvenen hükümetler bu kesimi
karşısına alarak muvaffak olamazlar. Emperyalist saldırılara ve “Küreselleşmeciler”in kişiliksizleştirme
gayretlerine bir tepki olarak ortaya çıkan bu durum sebebiyle endişe duymak da küçümsemek kadar
büyük bir hatadır. Sonuçta ülkemizin manen işgaline karşı ortaya çıkmış vicdani tepkilere kulak
vermek icap etmektedir.

Türkiye’nin âkil insanları ve ülkeyi idare makamındaki yöneticileri bu akımı doğru kanala icra etmek,
kafalardaki karışıklıktan istifade etmek isteyen dış odaklara fırsat vermemek zorundadır.

Dış Merkezlerden Yönlendirilen Büyük Oyun:

Ülkemiz üzerinde, ülkemiz insanları üzerinde hayasızca oyunlar tertip edildiği, 1980 öncesi
kamplaşmaların benzerleri inşa edilmeye çalışıldığı şu günlerde bu durum (yukarıda izah edilen
akımın doğru kanala icrası) daha bir önem arzetmektedir.

Zira Türkiye üzerinde sahnelenmek istenen bu oyun büyük bir oyundur: “Türkiye’yi İsrail-ABD eksenine
çekme” oyunudur. Bu becerilemezse “Türkiye’yi etkisizleştirme”, her hal ve durumda “Türkiye kendine
biçilen sıkleti aşmasın” oyunudur.

İstanbul’da patlatılan bombaların asıl hedefi budur. Bunun bir benzeri ABD’de yaşanmıştır. Evet, yanlış
okumadınız!.. Şu anda bütün hışmıyla müslümanların üzerine saldıran ABD’nin başındaki iktidar
aslında gerçek tasarlanmış iktidar değildir. Gerçekte iktidara gelmesi tasarlanan ortadoks bir yahudiyi
(Liberman) başkan yardımcısı olarak ilan eden demokratların adayı Al Gore idi. Nitekim ABD başkanı
ilk günlerinde Filistin meselesine ve Ortadoğu’ya pek ilgi duymuyordu. İsrail’i desteklemeye çok da
hevesli değildi. Arkasından yaşanan 11 Eylül hadisesi ABD hükümetini derinden vurdu. Fakat bu bile
Ortadoğu hakkında fazla bir kıpırdanmaya sebep olmadı. Ne zaman ki Enron skandalı patlak verdi,
hükümet yelkenleri suya indirdi. Kumandayı yahudilere teslim etti. Şahsi ikballeri için bütün bir insanlığı
yakacak adımları atmaya ikna oldu.

ABD’de yaşananlardan şöyle bir sonuç çıkartılabilir: İstanbul’da patlatılan bombalar Türkiye’yi ABD-
İsrail eksenine çekmeye muvaffak olamaz, Suriye ve İran hakkındaki tasarılara Türkiye ortak olmazsa
tıpkı ABD’de olduğu gibi ikinci bir perde sahneye konulabilir. Belki yeni bombalar patlatılır, belki direk
ikinci perde oynanır. Tiyatronun ikinci perdesi ekonomi konulu olabilir. Son perdenin senaryosunda
muhtemelen iç karışıklık ve kaos bulunmaktadır. (Milleti birbirine düşürme gayretleri dikkate
alındığında son perdenin açılmış olduğu kanaatine varmak da mümkündür.) Nitekim bombalardan
sonra bu bombalar hükümeti istemeyen ordunun gizli bir eylemi havası yayılmaya çalışıldı. BBC Türk
gazetecilere bu minval üzere açıkça sorular sordu. Bu soruları E. Özkök köşesinde dile getirdi.

Tabii senaryoları tiyatrolarda sahnelemek kolaydır. Eğer Hazret-i Allah bu senaristlere fırsat ve ruhsat
vermiş olsaydı, bugün Türkiye şu konumda olmazdı. Daha zayıf, ABD işgalinde, Suriye ve İran’la
hırlaşan bir Türkiye’de yaşıyor olurduk.

Senaryoları bilelim tedbirimizi ona göre alalım. Zira bu oyunu sahnelemek isteyenler nereden
vuracaklarını, nereyi karıştıracaklarını, piyon olarak kullanmak istedikleri tarafların zaaflarını gayet iyi
biliyorlar. Nitekim devleti koruma makamında ve iddiasında olduğu halde bu oyuna alet olan bazı
devlet ricalimizin varlığına şahit oluyoruz.

Bu oyunun minyatür bir şekli Kıbrıs’ta denendi. Halk birbirine düşürülmeye çalışıldı. Ancak ilahi takdire
bakın ki son Aralık seçimlerinde öyle bir sonuç ortaya çıktı ki kavga isteyenlerin sesi soluğu kesildi,
ortalık karıştırıcıların elinde hiçbir malzeme kalmadı. Avrupa ve ABD mosmor kesildi.

Mühim Olan:

Dış odaklar her zaman Türkiye üzerinde oyun oynamak isteyecektir. Mühim olan bizim kendimizi
tanımamız, bu oyunlara karşı sağlam bir yapı oluşturabilmemizdir. Zihinler ve gönüller paramparça
olursa hiçbir destek işe yaramayacaktır.

Nitekim yaklaşık beş-altı yıl öncesine kadar Türkiye çok kolay bir ülkeydi. Medya ve dış destekli
sermaye kullanılarak bir iki ufak hamleyle, birkaç provokasyonla hadiseleri yönlendirmek mümkündü.
Ancak artık eskisi gibi değil. Elden kayan sabun misali Türkiye ABD’nin avucundan kayıyor. Bu süreç
hızlandıkça ABD agresifleşiyor.

Türkiye’deki Ayrışmanın Tarafları:

Yukarıda izah etmeye çalıştığımız ayrışma esas itibarı ile dış güçlerin maşası yapılanmalar ile yerli,
vatanperver insanlar arasında olması gerekmektedir. (Kıbrıs’ta buna benzer bir ayrışma yaşanmış ve
maalesef Kıbrıs halkı kötü bir sınav vermiştir.)

Bahsettiğimiz şekilde bir ayrışma elbette yaşanmaktadır. Ancak bizim üzerinde durmak istediğimiz ve
büyük tehlikeler barındıran konu şudur:

Bu ayrışmanın tarafları bizzat ayrışmaya taraf olan insanların kafasında henüz bir netliğe kavuşmamış,
hatta birçokları tarafından saflar yanlış tayin edilmiştir. Bunun en büyük sebebi zihinlerde dolaşan
yanlış felsefe ve kanaatlerdir.

Yanlış Kanaatler:
Doğru veriler yanlış verilerle karıştırılıp yanlış felsefelerle yoğrulduğu zaman ortaya çok çarpık
kanaatler çıkmakta, bu da ülkemize büyük zarar vermektedir.

Daha açık konuşmak gerekirse, kimi kanaate göre; hükümet ve hükümet başkanı ABD ve AB
işbirlikçisi bir hain gibidir. AKP ABD’nin Türkiye üzerindeki senaryosunun tabi bir neticesi olarak
iktidara gelmiştir. Kimi kanaate göre rejimin materyalist argümanlarına sahip çıkmayan geniş bir halk
kitlesi devlet düşmanıdır, irtica talepçisidir. Kimi kanaate göre Türk insanının sermaye piyasasında boy
göstermeye başlaması irtica tehlikesidir. Kimi kanaate göre Türban siyasal bir simgedir, başörtüsü
değildir. Diğer taraftan kimisine göre bu saydığımız kanaat sahipleri materyalist-ateist ufak bir
azınlıktır. Maksatlı hareket etmektedirler. Anti-emperyalist ve Anti-Amerikan söylemleri komünistleri
andırmaktadır. Geçmişlerine bakılınca ne oldukları anlaşılır. Yine kimine göre Cumhurbaşkanı’nın dahi
bunlardan etkilenmesi, militan sol mahkumları sağlık problemleri sebebiyle affetmesi onun da
zihniyetini ortaya koymuştur. Kimi kanaate göre Laik güruh din ve devlet işlerinin ayrılmasından ziyade
dinin yok edilmesi, bastırılması için çalışan güçlü bir azınlıktır.

Bu listeyi uzatmak mümkündür. Ancak burada temel bazı noktaları daha da açık bir şekilde irdelemeye
çalışalım:

ABD’nin Ilımlı İslam Projesi ve AKP İktidarı:

ABD’de özellikle Türkiye hakkında iki farklı görüş açık açık tartışılmaktadır. (Tabi bu tartışmaların gizli
boyutunu bilme imkanımız sınırlıdır.) Bernard Lewis gibi bazıları Türkiye’de laik yapının desteklenmesi
gerektiğini düşünmekte, iktidardaki neo-con’ların fikir babalığını yapan diğerleri ise Türkiye’deki laik
yapının İslâm dünyasında geçerli bir karşılık bulmasının mümkün olmadığını, ılımlı bir İslami
hükümetin iktidarda olmasının daha iyi olacağını söylemektedir. ABD’deki bu tasarımların üzerine ABD
başkanının Erdoğan’la görüşmesi, AKP’nin ABD’den zımnî bir destek alması, Irak ve daha başka -
özellikle dış politika- konularında AKP iktidarının ABD ile ters düşmeme gayreti gibi faktörler
eklendiğinde -bir de ideolojik olarak zıt fikirde iseniz- AKP’ye Amerikan partisi, Erdoğan’a ABD ajanı
yaftası vurmanız için elinizde bolca malzeme var demektir. Mesela İşçi Partisi Başkanı Doğu
Perinçek’in Aydınlık dergisi kapaktan AKP’yi Türkiye’yi saran düşman çemberinin bir parçası olarak
tasvir etmiş, Kuşatmayı yarmak için hükümetin devrilmesi gerektiğini yazmıştır.

Ancak bu tür görüşler ve AKP’nin ABD tasarımı olduğuna dair kanaatler doğru değildir. Zira ABD AKP
vasıtasıyla Türkiye’yi kontrol edebilmeyi denemiştir ancak bunda muvaffak olamamıştır.

Üstelik ABD’nin tasarladığı iktidar bugünkü iktidar değildir. Bir yıl önceki 3 Kasım seçimleri öncesinde
yaşanan hadiseler irdelendiğinde bunu görürüz.

Irak’a müdahaleye kesin karar vermiş olan ABD bu işgal sürecinin en büyük atlama taşı olarak
Türkiye’yi tasarlamıştı. Hatta bazı iddialara göre Türkiye’ye asker yerleştirebilmek için Irak savaşını bu
kadar büyütmüştü. Bu sebeple Türkiye’de bütün bu projelere boyun eğecek bir iktidar dizayn edilmeye
çalışıldı. 2002 Kasım seçimleri öncesindeki iktidar oyunları incelendiğinde görülecektir ki ABD’nin
Türkiye’de ilk tercihi masonik karakterli bir hükümet tesis etmekti.

“Türkiye'den kimlerin davet edileceği merakla beklenen Bilderberg Toplantısı bu yıl Washington'da
yapılıyor.

Türkiye'den üç isim çağrıldı toplantıya: Kemal Derviş, Özdem Sanberk ve Koç Holding'in CEO'su
Bülent Özaydınlı.

Neler konuşulduğu her zaman gizli tutulan toplantıya çağrılan isimlere bakılınca global süreçlerin etkin
ve güçlü isimlerinin Türkiye'de Ecevit sonrası bir siyasi oluşumun nasıl olabileceği ve bu oluşumun
ekonomik krizden çıkışa etkilerinin nasıl olacağını düşünme ihtiyacı içinde oldukları ortaya çıkıyor.
Türkiye'nin yakın geleceğinde Kemal Derviş'in çok daha etkili bir rol oynayacağı bence Bilderberg
Toplantısı'nı düzenleyenlerin daveti ile daha da net ortaya çıktı ama asıl önemli nokta onun bu rolünün
hangi çerçevede olacağında düğümleniyor.

O konuda henüz net bir tavır yok uluslararası çevrelerde, çünkü Kemal Derviş'in rolünün nasıl
olacağını belirleyebilecek birkaç gelişme birden yaşanmakta.” (Serdar Turgut, 31 Mayıs 2002)

DSP’nin parçalanması, Troyka, Derviş derken bunda muvaffak olamadılar. Derviş kimi zaman ABD’ye
gitti, bir hafta ortadan kayboldu. Yeni taktiklerle döndü. Hiç olmazsa koalisyonlu bir hükümetin etkin bir
üyesi olması için gayret edildi. Sonra Troyka’sını sattı CHP’ye geçti. (Burada CHP de ayrı bir inceleme
konusu olabilir. Bağımsızlıkçı söylemle hükümeti vurmaya çalışan Baykal’ın şahsi ikbali için bu
senaryoya kucak açması ibret-i şayandır.)

Sonuçta aynı Kıbrıs seçimlerinde olduğu gibi kimsenin tahmin edemediği bir Meclis ortaya çıktı. İlk
tezkere oylamasında Abdullah Gül’ün zımnî muhalefeti ve ortaya çıkan sonuç göstermektedir ki şu
andaki iktidar yapısı ABD açısından büyük bir başarısızlıktır.

Neo-con’ların “Ilımlı İslâm Projesi”ne gelince; bu projenin arka planında İsrail’in Ortadoğu çıkarlarına
zarar vermeye başlayan ordunun etkinliğini kırma gayretleri bulunabilir. Ayrıca Osmanlı’nın hoşgörü
ortamına bir geri dönüş tasarlanıyor da olabilir.

7 Mayıs 2002 tarihli bir gazete haberi:

*ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ...California’daki Dünya İlişkileri Konseyi forumunda,
İslam’ın hoşgörü geleneğine örnek olarak, 15. Yüzyıl’da İspanya Kralı Ferdinand’ın ülkeden dışladığı
Musevilere kucak açan Sultan Beyazıt’ı gösterdi. Wolfowitz, şunları söyledi:

‘Bu olay gösteriyor ki, katı, zalim bir dönemde, Müslüman camiası dünyanın en hoşgörülü ve gelişmiş
camialarından biriydi.’

...

‘Sorunlarını yenen ve son yüzyıldaki çerçevede gelişmeye devam eden bir Türkiye, Müslüman
dünyasına örnektir. Türkiye, dini inançların, modern, laik, demokratik kurumlar adına kurban
edilmesine gerek olmadığını gösteriyor.’”

Amerika ve İsrail, ülkelerin siyasetlerine müdahale etmek ve kendi adamlarını iktidara getirmek isterler.
Siyasetine müdahale ettirmeyen ülkeler -hele Türkiye gibi önemli bir konumda iseler- “Serseri
devlet”tir, tehlikelidir. ABD Osmanlı hoşgörüsünü kullanarak Osmanlı’nın son zamanlarında olduğu gibi
gayr-i milli unsurların etkisini artırmak ve siyasete rahat müdahaleler yapmak istiyor olabilir. Bu
sebeple hoşgörü yapacağım diye siyasete dış müdahalelerin yolunu açacak serbestlikler tesis edilmesi
sakıncalıdır. Yılan gibi sokmak için fırsat kollayan güçlü ülkelerin bulunduğu bir dünyada yılan
deliklerini kapatmak bir zarurettir. Yahudilerin ve yahudi sermayenin siyasete müdahalesine izin
vermeyen, medyadaki tekelleşme ve dış kaynaklı yapılanmaların üzerine şiddetle giden bugünkü
Rusya’dan alınacak dersler vardır.

AKP’nin Hataları:

Tayyip Erdoğan’ın Amerikalı ve Amerikancı danışmanları kendisini özellikle seçimlerden sonra çok
yanlış yönlendirmiştir. Dış politikada önemli hatalar yapılmıştır. Özellikle Kıbrıs konusunda kullanılan
satranç söylemi çok yanlıştır. Bir defa satranç, tavla gibi oynanması menedilmiş sıradan bir oyundur.
Kıbrıs gibi bir can damarının böyle sıradan bir oyunda piyon feda etmekle bir tutulması büyük hatadır.
AB’ne girmek için her türlü talebin yerine getirilebileceği izlenimini vermek de diğer bir hatadır.
Türkiye’de AB üzerinden politika ve tartışma üretme devrinin bitmesi gerekmektedir.
Bütün bu hatalara rağmen AKP iktidarı, geçmişin söylemde milliyetçi ve bağımsızlıkçı, özde dışarıya
bağlı masonik iktidarları ile kıyaslandığında “Hain” muamelesini kesinlikle ve kesinlikle
haketmemektedir.

AKP iktidarı, yazının başında ortaya koymaya çalıştığımız “Bağımsızlıkçı söylem”le ortaya çıkan, ABD
ve AB’nin sömürge zihniyetli taarruzlarına şiddetli tepki gösteren akıma kulak vermek ve bu akımı
doğru tahlil etmekle de mükelleftir.

Bağımsızlıkçı Akım’ın Hataları:

Aslında tek bir akımdan ve tek bir söylemden bahsetmek pek mümkün değildir. Mesela Ülkü ocağı
gençlerinin İşçi partisinin gençleri ile birlikte eylem ve miting yapması artık pek yadırganmayan bir
durum olmuştur.

Bunlardan bazıları bütün felsefe ve icraatlarını Anti-Amerikancılıkla tanımlamaktadır. Bu tavır ve


düşünce analiz yeteneğini köreltmekte düz bir mantıkla hareket eden tavır sahiplerinin yönlendirilme
ve manüple edilme ihtimalini artırmaktadır. ABD veya bir başkası gizli gayesi için doğru söylem
kullandığı zaman onların oyununa gelmektedirler. Mesela bağımsızlıkçılıkla hiçbir alakası olmayan
masonların bu tür söylemlere sahip çıkıyor gibi yaparak insanımızı ve kurumlarımızı gizli gayeleri
doğrultusunda yönlendirmeye çalışması bunun en büyük delilidir. Cumhurbaşkanı da masonlar
tarafından rahat yönlendirilebilir hale gelmiştir. Bütün bu analiz ve hareket hatalarının en büyük sebebi
materyalist zihniyet yapısıdır. Cumhuriyet kurulurken verilen bağımsızlık mücadelesine duyulan
hayranlığın 20. yy başında bütün dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de etkileyen materyalist felsefeleri de
sahiplenecek şekilde günümüze taşınmak istenmesi en büyük hatalardan birisidir. Bu felsefe
sahiplerine göre devletine, vatanına bayrağına sahip çıkan, savaşta kanını, barışta emeğini feda eden
çok geniş bir halk tabakası bu materyalist mirasa sahip çıkmadıkları için cumhuriyet düşmanı yaftası
yiyebilmektedir. Özellikle türban tartışmaları ile simgeleşen bu durum ülkemize büyük zarar
vermektedir. “Türban siyasal bir simgedir” sözü çok saçmadır. Türban ya da başörtüsü arasında
kelime farkından başka bir anlam farkı yoktur. Örtünmek dinimizin emridir. Türban veya başka bir
şeyle örtünülebilir. Türkiye’de hızla yayılan ve genel kabul gören modern bir giysi olarak kabul
edilebilecek türbandan rahatsız olmanın izah edilebilir bir tarafı yoktur. Bu konuyu en çok kaşıyanlar
bu memlekete en az aidiyet hissi duyanlardır. Bunlar Türkiye’yi kendi malı gibi gören etkili bir azınlıktır.
Üzücü olan bir çok yerli insanımızın bu tip azınlıkların oyunlarına alet olmasıdır. Türkiye’ye sahip
çıktığını zannederek Türkiye düşmanlarına hizmet etmeleridir.

Uzunca izah etmeye çalıştığımız, ülkemizde yaşanan ayrışma; olması gerektiği gibi değil de, dış
güçlerin istediği gibi olursa, bu duruma alet olanlar çok büyük bir vebal yüklenmiş olacaktır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

DÜNYA KARIŞIYOR!

Hızla yaşlanan dünyanın son demlerine çeyrek kala özellikle bizi yakından ilgilendiren komşu
ülkelerde iktidarlarda, yönetimlerde, yöneticilerde acayip değişiklikler oluyor.
Dünyanın Jandarması ABD, gerek Ortadoğu’da gerekse Kafkasya’da tezgahlar planlamaktadır.

Kafkasya:

Aliyev Türkiye, Batı dünyası ile mesafeli ilişkiler kurmuş, ülkesini Rusya’nın açık pazarı olma
durumundan kurtarmıştı. Özellikle Azeri petrolleri üzerinde oynanan oyunları siyasi manevralarla
savuşturmasını bilmişti. Aliyev’in yerine oğlu İlham Aliyev seçildi. Azeri Petrollerinin Bakü-Tiflis –
Ceyhan Boru Hattı ile Türkiye üzerinden dünya piyasalarına pazarlanması Türkiye, Gürcistan ve
Azerbaycan için önem arz ediyordu. Aliyev de bu projeye şiddetle taraftar olanlardandı. Türk Dünyası
ile Türkiye arasında bir köprü mesabesindeki Azerbaycan bizim için vazgeçilmez bir ülkedir. ABD bu
ülkeyi yedeklemeye çok çalıştı.

Gürcistan’da kansız bir darbe girişimiyle Cumhurbaşkanı Şevardnadze yönetimden uzaklaştırıldı. Bu


işin içinde değişik ülkelerin oyunlarını ilerde daha net olarak göreceğiz. Onbinlerce kişi önderliğini
Şaakaşvili adındaki ABD’nde eğitim gören, daha evvel kabinede görev yapan ve yolsuzluklar
nedeniyle istifa ederek Muhalefetin başına geçen kişinin etrafına toplanan kalabalıklar
Cumhurbaşkanını Meclisten dışarı atarak geçici bir yönetim oluşturdular. Şevardnadze Türkiye’yi
seven, sıcak ilişkiler kuran, Rusya ile arasına mesafeler koyan bir yöneticiydi. Rusya Dışişleri Bakanı
İvanov mekik diplomasisi oynayarak olayları ülkesinin menfaatleri doğrultusunda nasıl rayına
oturtabileceğini hesaplamak için görev başındaydı. Batının tamamen kontrolündeki Gürcistan, zaten
ipleri elimizden kaçırdığımız Kafkasya ve Türk Cumhuriyetleriyle köprü olan ülkelerden birisi
konumundadır. Rusya ve ABD Ermenistan’da bizim için hiç de iyi olmayan askeri üslerini geliştirmeye
çalışıyorlar.

Ermenistan’ın bizzat Batı’nın destek ve himayesi ile Soykırım Tasarısı’nı Türkiye’ye resmen kabul
ettirmek için baskılarını artırması, yaklaşan ABD Başkanlık seçimlerinde bir koz olarak önümüze
konulacak olması, Gürcistan’ın bizim için değerini artırıyor. Özellikle Kafkas Petrolleri’nin anılan
güzergah üzerinden İskenderun’a indirilmesi dost zannettiğimiz ülkelerin bile istemediği bir projedir.
Bölünen, parçalanan ve gücünü önemli ölçüde yitiren bir Gürcistan’ın durumu bizi de sıkıntıya
sokacaktır. Abhazya ve Osetya Bölgeleri’nin Gürcistan’dan ayrılmak istemlerine Rusya ve Batı ülkeleri
sıcak bakmaktadırlar. Müslüman Acaralar’ın daha fazla otonomi istekleri yakın komşumuzu daha fazla
oyalayacaktır.

Ortadoğu:

Ortadoğu’nun kanlı diktatörü Saddam bir sığınakta yakalandığı haberi beklenilen bir gelişmeydi. Irak
durulmadan kaynamaya devam ediyor. Saddam’ın Irak Yasaları’na göre mi yoksa Milletlerarası bir
mahkeme tarafından mı sorgulanması belirlenmiş değil. Kim kimden, nasıl ve hangi şartlarda hesap
soracak? Saddam elindeki bilgi ve belgeleri bağımsız bir mahkemeye verecek mi? Oğulları Uday ve
Kusay’ı canlı yakalayabilecekleri halde öldürülmeleri üzerinde düşünmek gerekiyordu.

Saddam’ın açık bir şekilde yargılanması bütün dünya için önem taşımaktadır. Özellikle Rusya’ya
postaladığı gizli bilgi ve belgelerin gün ışığına çıkarılması bakımından mühimdir. Gazeteci Erdal
Güven’in Irak’ta Rus Oyunu adındaki makalesinde önemli bilgiler göze çarpmaktadır.

“-ABD’nin Irak’a müdahalesinin en büyük nedenini Saddam Hüseyin’in gizli arşivi oluşturuyor. ABD’nin
ele geçirmek için her şeyi göze aldığı arşivde, Saddam’ın I97O’lerden bugüne, büyük rüşvetler, saklı
servetler ve dünya liderleri ve politikacıları hakkında hazırlatılan santaj dosyaları bulunmaktaydı.
Birçok Amerikalı ve Avrupalı politikacının kirli çamaşırları Saddam Hüseyin tarafından bir gün lazım
olur düşüncesiyle çelik kasalarda korunuyordu. Bu dosyalarda özellikle Bush Ailesi ve Cumhuriyetçi
Parti’nin önde gelen pek çok ismi hakkında çok ilginç iddialar bulunduğu tahmin edilmekte.
Saddam ABD işgalinin hemen öncesinde tüm arşivi Rusya’ya teslim etti. Rus istihbaratı ise Rusya’nın
Bağdat Büyükelçiliği’ne yerleştirilen arşivi korumak için SPETNAZ özel timinin seçkin bir ünitesini
gizlice Irak’a görderdi.

Rusya’nın Bağdat Büyükelçisi bu çok önemli evrakın dokunulmazlık zırhıyla ülkeden ayrılabilmesi için
canlı kalkanlık yaptı. Son derece gergin bir şekilde Bağdat’tan yola çıkan Rus diplomatik konvoyu
Suriye sınırı yakınlarında pusuya düşürülmeye çalışıldı. Arap kıyafetleriyle pusuya yatan ABD birlikleri
kendi silahları yerine Rus yapımı Kalaşnikof tüfekler kullanıyorlardı. ABD güçleri konvoyun önündeki iki
aracı imha ettilerse de SPETNAZ timleri yoğun ateş açarak pusuyu yarıp geçti. Sağ salim Suriye
sınırına varan Saddam’ın gizli arşivleri Şam askeri havaalanına inen bir Rus askeri uçağıyla zaman
kaybetmeden Moskova’ya götürüldü. Rusya, ABD’nin gözü önünde savaşın en değerli ganimetlerini
ele geçirdi ve CIA’yi Irak bataklığında elleri boş ve tek başına bırakıverdi.... Soğuk Savaş sonrasında
Ruslar ABD’ne karşı en büyük kozlarını oynadı..." (Tercüman. I6. I2. 2OO3)

Bizzat daha önce şimdiki ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Saddam ile anlaşmak istemiş,
anlaşamamıştı. Sonra Irak’ı işgal planlarını kendisinin de başında bulunduğu ve halen ABD’ni yöneten
Şahinler hazırladılar ve bu ülkeyi işgal ettiler.

Saddam konuşmalı, bilgi ve belgeleri dünyanın gözü önüne sermelidir. Bu ülkesine, halkına ve
dünyaya yapacağı en büyük iyilik olacaktır.

Dünyada önemli değişmeler ve gelişmeler yaşanacak. Özellikle bu değişimin itici gücü yine Petrol ve
ona bağlı doğal gaz ve diğer madenler olacaktır. Su bölgemizi derinden etkileyecek bir seyir
izlemektedir.

Petrol bütün cazibesi ile hegomanik güçleri kışkırtıyor. ABD-İngiltere ikilisinin İsrail’in hedefleri
doğrultusunda dünya politikalarını alt-üst edecek bloklaşmaları, değişmeleri dürtükledikleri ortadadır.
Bu nedenle gerek Avrupa, gerek Rusya ve Çin Ortadoğu ve bölgemize kayıtsız kalmamaktadır.

Saddam Hüseyin savaş öncesinde Almanya, Rusya, Fransa gibi ülkelere petrol konusunda tavizler
vermişti. Bunlar ABD-İngiliz işbirliğini depreştirdi. ABD Irak petrollerini Avrupa ile paylaşmak niyetinde
değil. Bu kesin. Rusya ise elindeki belgelerle ABD ve Batıya karşı önemli bir koz geçirmiş olmaktadır.
Bilindiği üzere Rusya Saddam döneminde Irak üzerinde önemli bir güce sahipti. Rusya’nın en önemli
petrol şirketi LUKOİL, Batı Qurna’daki petrol sahasını işletmek için izin almış, I997 yılında 2O milyar
dolarlık bir anlaşma imzalamıştı. Keza Fransa da Saddam ile anlaşmıştı. Yine Rusların Irak’ta Umar
Bölgesi’ndeki yatakların işletilmesi için 9O milyar dolarlık bir anlaşma yaptığı bilinmektedir.

Fransız firması TOTALFİNALEF Saddam ile 90 milyar dolarlık enerji anlaşması yapmıştı. Bütün bu
anlaşmalar Rusya, ABD, AB ülkelerini karşı karşıya getirdi. Şimdi anlaşmaların geçerliliğinin olmadığı
bilinmektedir. ABD Irak’ta ihale alacak ülkelerin isimlerini listelerken bu ülkeleri ve Türkiye’yi dışarda
tutmak istemektedir. Son bir kararla köşeye sıkışan ve kayıplarına her gün yenileri eklenen ABD Irak’ın
sivil yöneticisi Paul Bremer’in ağzıyla Türkiye’yi de listeye aldığını bildirmiştir.

Beyaz Saray Sözcüsü ise "ABD’nde vergi ödeyenlerin paralarıyla fonlanacak olan yeniden inşa
ihalelerinin Irak halkına özgür, demokratik ve başarılı bir Irak’ın oluşmasına yardım etmek gibi zor bir
görevde ABD ile çalışan devletlere gitmesinin uygun ve makul olduğunu düşünüyorum..." sözleriyle
resmi görüşü daha net olarak dile getirmiştir. Paul Wolfowitz’in yeni ihalelere katılacak ülkelerin "ulusal
güvenlik nedeniyle" koalisyon ortakları ile Irak’a asker desteği sağlayan ülkelerden oluşması
gerektiğini belirtmesi ve bu konuda ısrarı Küresel Sömürge Şirketlerinin seslendirmesinden başka bir
şey olarak değerlendirilmemelidir.

BM Sekreteri’nin ABD’nin bu tutumunun ayırımcı bir tutum olduğunu ve Irak’ta istikrarın sağlanmasına
yardım etmeyeceğini söylemesi hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Irak’ın yeniden yapılandırılmasında
yasağı yiyen Rusya ve AB ülkelerinin gelecek günlerdeki tavrını birlikte gözlemleyeceğiz. Aynı
zamanda yasak koyduğu ülkelerin Irak’a olan borçlarını silmeleri çağrısında bulunması ABD’nin çifte
standartını ortaya koymaktadır.
Rusya Parlamentosu seçimlerinde Putin yanlısı kimselerin seçilmeleri Putin’e önemli şanslar sağlarken
Kafkasya’da soğuk savaş öncesi durumlara dönüleceği endişesinde bulunanlar haklıdırlar. Rusya’da
yapılan seçimler öncesinde ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in Gürcistan’ı ziyaret etmesi
dikkatlerden kaçmadı. Gürcistan’dan Rus askeri birliklerini geri çekmesini istemesi ABD’nin Putin’in
her gün güçlenmesinden rahatsızlık duymasından kaynaklanmaktadır. Kafkasya’da Rusya-ABD-
Avrupa rekabeti kızışarak artmaktadır. Çin petrole olan bağlılığı nedeniyle gelişmeleri dikkatle takip
etmektedir. Bunu dengelemek için ABD’nin güçlü bir müttefiğe ihtiyacı vardır. Bu gelişmeler Türkiye’nin
önemini daha da artırmaktadır. Türkiye gerek bölgesinde ve gerek kıta Avrupası’nda asla
vazgeçilemeyecek gerek askeri, gerek stratejik, gerek ekonomik olarak çok önemli bir potansiyele ve
güce sahiptir. Biz bunun farkında değiliz. Başkalarının yönlendirdiği değil, başkalarını yönlendiren ve
hedef tayin eden lider ülke olmalıyız.

AB:

Avrupa Birliği Türkiye’nin önüne olmazsa olmaz şartlar sürerken ABD ve Rusya’nın karşısında kendi
ordusunu kurmak için düğmeye basmıştır. NATO’ya alternatif olarak kurulan ve sadece üye ülkelere
açık olan savunma çalışmalarına Türkiye’yi davet etmesi riyakarlıklarını, çifte standartlarını, iki
yüzlülüklerini sergilemeleri bakımından önemlidir, Türkiye’yi birliğe almayan Batı, savunma söz konusu
olunca işi üstümüze yıkmanın pişkinliğine gitmektedir. ABD’nin ve İngiltere’nin Irak’ı işgal etmeleri
üzerine Fransa, Almanya, Belçika "Avrupa Savunması için Ortak Ordu" tezini ortaya atmışlar ve
taraftar kazanmışlardır.

Türk silahlı Kuvvetleri özel yapısı, yetenekleri, emir-komuta hiyerarşisi, cesareti, PKK terör örgütü
karşısında kazandığı yüksek kapasitesiyle takdir kazanmıştır. Adamlar yine işi bize havale etmenin
peşinde koşuyorlar. NATO’nun ABD’nin kontrolüne girmesi Avrupa’yı tedirgin etmektedir. Özel bir
denge ve gelişme trendlerini yüksek tutmak için mutlaka kontrolü ele geçirmek gerektiği fikri hakim
olmaktadır. AB bizim için olmazsa olmaz değildir. Ama onu başarabilecek, Türkiye’ye yeni ufuklar
açabilecek beyin ve kadrolara ihtiyaç vardır.

Kıbrıs:

Türkiye Rum kesiminden Loizidu adlı bir kadının açtığı davada tazminat ödemeye mahkum edilmişti,
yıllardır bu tazminatı ödemeyen Türkiye sonunda Avrupa’nın baskılarına boyun eğdi. Kadın kazandığı
tazminata rağmen Kuzey Kıbrıs’a geçmemekte, Türk Silahlı Kuvvetlerinin orada bulunmasından
endişe duyduğunu söyleyerek işin altındaki asıl nedeni ortaya koymaktadır. Bu davaların ardı
kesilmeyeceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Türkiye, sıkışıldığı zaman aranılan bir ülke
konumundan kurtarılmalıdır.

Kıbrıs’ta kıran kırana bir seçim yaşandı. Hiç şüphe olmasın ki bu seçimin galibi Vatan ve Devlet aşığı
Rauf Denktaş’tır. Bilcümle Rumun, Yunan’ın, Fogg’un beslemeleri aldıkları milyonlarca dolar
karşılığında Kuzey Kıbrıs’ın geleceğini karartmak, esareti peşinen kabullenmek ve Rumun
boyunduruğuna girmek için Haçlı Ordularıyla kol kola girerek egemenlikten, bağımsızlıktan taviz
vermeyen, Türkiyesiz asla olmaz diyen, garantörlük haklarımızı her zaman birinci şart olarak gören
Denktaş’ın tavrı örnek alınmalıdır.

Serdar Denktaş’ın Kıbrıs’ın kuzeyinde zengin petrol yataklarının bulunmasını açıklaması hakikaten
üzerinde durulması gereken bir konudur. Haçlı sürülerinin neden Kıbrıs üzerinde bu kadar durdukları
biraz daha anlaşılmış oluyor. ABD, AB hepsi Kıbrıs seçimlerinde Annan Planı diye öne sürülen esaret
planının kabulü için çevirmedikleri dolap bırakmadılar.

Kıbrıs’tan vazgeçemeyiz. Daha şuurlu, daha atak ve geleceği kucaklayan bir siyaset takibi ile Kıbrıs ve
diğer politikalarda başarılı olma şansımız vardır. Bugün Kıbrıs, yarın Ege, öteki gün Batı Anadolu,
Karadeniz’de Pontus Devleti, Fener Patrikanesi’nin daha bağımsız hale getirilmesi, Ruhban Okulunun
açılması, azınlıklara daha fazla kültürel haklar, Güneydoğu’nun ıslahı , ardından Kürtlerin
bağımsızlıkları, Doğu Anadolu’dan Ermenilere toprak verilmesi, soykırımın tanınması, tazminat
istekleri... İsteklerin ardı kesilmeyecektir.

AB, Türkiye ile ilgili ilerleme raporunda "...Türkiye I974’den beri Kuzey Kıbrıs’ı işgal altında
tutmaktadır..." diyerek asıl niyetini ortaya koymuştur. Türkiye’deki bazılarının iddia ettikleri gibi tavsiye
kararı falan değil, düpedüz niyetlerini isteklerini sıralamaktadırlar. Avrupa Parlamentosu Türkiye’ye
“Kuzey Kıbrıs’taki işgal kuvvetlerini geri çekme..." emrini! vermiştir. Tavsiyeler görüldüğü gibi emire
dönüşmektedir. Kızıl suratlı komiser Verheugen Annan Planını destekleyenler seçimden galip gelirse
tanıyacaklarını aksi olursa seçimi tanımayacaklarını, bundan Kuzey Kıbrıs Türklerinin zararlı
çıkacaklarını ve de "...Üyelerimizin birinin topraklarında illegal askerler bulunduran bir ülke ile de
müzakerelere başlayabileceğimize inanabiliyor musunuz?" diye sorulduğunda Kıbrıs’ın bir geçiş
olacağını söylemiştir.

Bugüne kadar Yunanistan Türklere, Makedonlara, Arnavutlara karşı her türlü baskıyı, şiddeti
uygularken, yapılan şikayetler hesaba bile katılmamış, asla cezalandırılmamıştır. Yunanistan, Avrupa
Konseyi ülkeler içinde din özgürlüğünü çiğnediği için en fazla aleyhine dava açılmış ülkedir. İtalya da
aynı kategoride yer almakta iken Türkiye devamlı suçlanmaktadır. Bu çifte standartın göstergesidir.
Loizidu davasından sonra sıra diğerlerine gelecektir. Başımız dik durmak ve elimizin tersiyle itmek
Türk Milleti’ne yakışan bir tutumdur. Dünyanın kaderini değiştirecek çok zengin bir birikime sahibiz ve
bunu başaracak güçteyiz. Yeter ki kendimize gelelim, özümüze dönelim.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BENİ AFFET ANNECİĞİM!

Hatice hanımın başına gelenler, olayın esas kahramanı oğlu Muharrem ve komşu kızı Zeliha’nın acı
dolu hayat hikayesinden bir demet olarak sizlere takdim edilecektir.

Hatice hanım, komşu kızı Zeliha’ya oğlu adına ta küçüklük yıllarından göz koymuş, kendine evlat
edinmeyi arzulamış, gelini yapacakmış. Onu kem gözlerden kıskanmış, yıllar yılı takibe almış, adeta
üzerine titremiş.

‘’-Bak a benim canımın içi, gül kokulu güzel kızım. Seni kem gözlerden bile kıskandım, kimseye
varayım, başkasına gönül koyayım deme. Muharrem’le evlendireceğim. O ne derse desin, seni gelin
edeceğim a tatlım, gönlümün çiçeği!’’

‘’- Hele zamanı gelsin Hatice ana. Olur inşallah!’’ deyip günleri saymaya, Muharrem’in okulunu
bitirmesini beklemeye başlamış. Çeyizini düzmüş. Eline yakılacak kınasını bile hazırlamış. Serpilmiş,
büyümüş, herkesin evlat edeceği bir güzellikte, ahlâkta olgunlaşmış. Kız bu ya! İsteyeni çok olur.
Gelen giden çoğalmış. Muharrem’in ise gözü okuldan başka bir şeyi görmez olmuş. “İlla da okul” diye
tutturmuş. Okuyacak, hoca olacak ve bu millete hizmet edecekmiş. Annesinin ısrarlı isteklerini her
defasında reddetmiş.

“-Ben kız falan istemem, okuyacağım, adam olacağım, evlenme işini sonra düşünürüm. Hem sonra kız
mı yok? Allah’ın yarattığı mahlukların köküne kıran mı girdi?”
“-Bak oğlum! Beni üzme, yıllarımı sana verdim, yine okursun, evvel Allah seni okuturuz, meraklanma.
Zeliha benim göz ağrım. O başkasına yar olursa ben dayanamam. Dünyalarım yıkılır, deliye dönerim.”

Muharrem illa okul illa okul diyerek anasının isteklerini reddetmekte hiçbir sakınca görmez. İstanbul’un
yolunu tutar. Büyük şehirdir, okullar çoktur, imkânlar daha fazladır. Bir pansiyona yerleşir, okulun geri
kalan son sınıflarını bu dünya incisi şehirde tamamlayacaktır. Annesi diğer oğlu Muharrem’in ağabeyi
ile son kez haber gönderir: “-Kızı isteyen çok, bizden haber bekliyorlar, iyice düşünsün, kararını versin”
diye.

Muharrem’in ise aldırdığı yok. Zeliha’nın annesi Hacer hanım da Muharrem’den iyi bir damat olacağını
düşünmektedir ve:

“-Gelip kızı istesinler, söz keselim, nişan yapalım, oğlan okumasına devam etsin” diye haber
göndermektedir. Muharrem bu. Annesinin başına ne tür ibtilaların geleceğini hayalinden bile
geçiremez. Kendisinin deliye döneceğini, serserileşeceğini, akli dengesini bir aralık bozup rafa
kaldıracağını nereden bilebilirdi ki!. Okumaya devam ederken Zeliha’nın ailesi boşuna ümitlendiklerini
görürler ve kızı başka birisine gelin ederler. Hatice hanımın iki gözü iki çeşme, günlerce aylarca
ağlamış, gözlerinden kanlı yaşlar dökülmüş, saçlarını yolmuş, aahh edip inlemiş, yine haber
göndermiş. Muharrem “-Hayır!” demiş, “İmkânsız evlenmem, okuyacağım.”

“-Son sözün bu mu?” diyen ağabeyine cevabı çok net bir şekilde “-Evet” olmuş. Zeliha gelin giderken,
herkes düğün bayram ederken, davullar vurup zurnalar öterken köyde matem havasına bürünen,
dünyası yıkılan Hatice hanım düğün alayının geçişini kanlı gözlerle, derin bir teessürle seyre dalmış.
Sanki ciğeri sökülüyor, tırnakları kerpetenlerle çekiliyor, dünya başına yıkılıyormuş. Zeliha bindiği atın
üzerinde ölüme gider gibi bir buruk ayrılıkla baba evinden bir yaban eve tel duvaklı gelinliği ile yol
alırken Hatice hanımın evinin önünden geçerken Hatice hanım ile göz göze gelmişler. Kadın ağlıyor,
gelin ağlıyor, dağlar ağlıyor, aylar, yıllar, yollar ağlıyormuş. Olan olmuş ve o anda Hatice hanım çook
derinden bir “-Aaaahhh!” çekerek pencerenin önüne yığılıvermiş. Çığlıklar, feryatlar, ağlaşmalar,
bağırışmalar birbirine karışmış. Düğün alayı yoluna devam ederken kimi konu-komşu yardıma
koşmuşlar, Hatice hanımı doktora yetiştirmişler. Doktor müdahale etmiş, ama doğruca İstanbul’a
göndermiş. Ne kadar müdahale edilirse edilsin nafile. Kadın ayağa kalkamayacak şekilde indirme
indirmiş, dili tutulmuş, konuşamaz olmuş.

Yıllarca öylece yaşamaya mahkûm olmuş. Muharrem ise okulun son sınıfında adeta aklını oynatacak
duruma gelmiş, serserileşmiş, kafayı dağıtmış, mezun olmaya sadece bir ay kalmış. İnsaflı
öğretmenler yüzünden zar-zor mezun olmuş. İşe girememiş, öğretmen de hoca da olamamış. Avare
avare dolaşmış, aradan yıllar geçmiş. Biraz kafası kendine gelmiş. Annesini ziyarete gelmesine
rağmen kimse yüzüne bakmamış, ağabeyi üstüne üstlük bir güzelce de dövmüş. Bağırmış, çağırmış,
kapı dışarı atmış.

“-Ulan serseri! Bak anam senin yüzünden ne hallere düştü? Kaybol, gözüm görmesin seni. Bir daha bu
kapıda görürsem birkaç organını sakat bırakmadan seni uğurlamam, haberin olsun.”

Dönmüş geriye, mahcup ve mahzun olarak. Bir anneye böyle bir işkence çektirmeye hangi evladın
hakkı olabilirdi? Biraz aklı karışır gibi olmuş, “-Ben ne yaptım yahu” diye içinden hayıflanmaya,
inlemeye başlamış. Uzun uzun düşünmüş, ama olan olmuş.

İzmir’e Yüksek Tahsil yapmak için gitmiş, yine orada zar-zor okumuş. Öğretmen olmuş. Ne annesini
görebiliyor, ne kardeşleriyle buluşabiliyor. Bütün dost kapılar yüzüne kapanmış. Seven kalmamış.
Gönüller küsmüş. Bu defa Hatice hanım oğul hasretiyle kavrulmaya başlamış, konuşamıyor,
yürüyemiyor, gözleri kapılara bakıyor. Muharrem’i gözetlediği muhakkak. Yıllarca yatağında ahu-zar
içinde kaderin acı bir cilvesi olarak yatmaya mahkûm edilmiş. Herkes bu acının ölümle biteceğini,
kadıncağızın bir daha konuşamayacağını, ayağa kalkamayacağını zannederlermiş. Ama çok müthiş
bir hadise olmuş. Uzun zaman geçtikten sonra Muharrem’in aklı başına gelmiş olmalı ki ölüm
pahasına da olsa gidip annesinin ayaklarına sarılacak, öpecek, koklayacak, affını dileyecektir. Öyle
olmuş. Nasıl olsa bir yolunu bulup, ağabeyinin evinde olmadığı bir zamanı kollayarak gelip doğruca
annesinin ellerine sarılmış, ayaklarının altından öpmüş:
“-Benim güzel anneciğim! Beni affet, bağışla. Sana çektirdiğim yüzünden yıllardır cehennem azabını
yaşamaktayım. Ya sen beni affet. Yahut da ben hemen öleyim!...”

Hasta, konuşamayan, ayağa kalkamayan çileli Hatice anne adeta mucizevi bir halde ayağa kalkmış,
konuşmaya başlamış, oğlu ile sarılmışlar birbirlerine, doyasıya ağlamışlar, inlemişler, dakikalarca sarılı
kalmışlar. Büyük oğlu evine gelince Muharrem’in geldiğini duyunca öfkelenmiş, hadiseyi haber alınca
çılgınca sevinmiş, olan bitenden ötürü gözlerine inanamamış, baygınlık geçirmiş. Allah’ın bir lütfu
olarak kadın ayağa kalkmış, adeta yeniden doğmuş.

Muharrem düşmüş yeniden yollara. İzin istemiş annesinden. Fakat bir daha aklı eski kıvamını
bulmamış. Başkent’te öğretmenliğe başlamış, evlenmiş, çoluk-çocuğa karışmış, yurt-yuva kurmuş.
Ama ne huzur var, ne saadet. Bu olayı bize nakleden sevgili ağabeyimizle bayram sohbeti yaparken
bir telefon gelmez mi?

“-Aaaa! Muharremciğim! Sen misin? Tanımaz mıyım! Sevgili kardeşim benim. Seninde bayramın
mübarek olsun. Gözlerinden öperim, sevgilerimi sunarım. Görüşelim inşallah. Allah’a emanet ol!”

“-Yahu azizim! Tesadüf mü tevafuk mu? Sana anlattığım hikayenin kahramanı Muharrem efendi. Yaz
Emir kardeş. Bunu mutlaka yaz. Haa aklıma yeni geldi. Yıllar sonra arkadaşlık dostluk hatırı için bu
arkadaşı Ankara’da ziyaret ettik, kitaplarımızı tanıttık. Fakat eski dostluk, arkadaşlık yoktu. Bir rüyası
vardı. Onu Hatem’ül Veli Efendi Hazretlerimize arzettik.

Bir inek binbir güçlükle bir yavru buzağı dünyaya getirmiş. Buzağı doğar doğmaz ayağa kalkmış.
Kalkar kalkmaz kafasını duvara çarpmış, başından kanlar akmaya başlamış. Bu kadar.”

Buyurmuşlar ki:

“-Efendim! Bir anne binbir güçlükle çocuğunu karnında besler, zamanı gelir dünyaya getirir,
pek çok zahmetlere katlanır, sıkıntılara göğüs gerer. Çocuğu ise ona değer vermez, isteğini
yerine getirmez, böylece kafasını duvara vurur, yaralar.”

Oysa Zât-ı Alilerinin bu Muharrem efendinin başından geçen hadiselerden haberi yoktur. Bu da onun
bir kerameti olarak gönüllerimize nakşedildi. Hayat hayâlat gibi hadiselerle dolu. Annelerimize ne
kadar derinden ve gönül dolusu şükranlarımızı arzetsek, ömrümüzü onlara vakfetsek, ayaklarının altını
da öpsek yine de haklarını ödemiş olmayız. Değer mi kardeşim üç kuruşluk dünya için anneyi, babayı
kırmaya, üzmeye, teessüre düşürmeye. Ne mutlu onların gönüllerini kazanıp dualarını alanlara. Ne
behbaht ki onları üzenler. Ki anneye bakın bir çocuk için neler çekiyor, evlat ona neler çektiriyor. Yine
anne yüreği ile yanıp tutuşuyor, onu görünce hasretinden şifa buluyor, ayağa kalkıyor.

Elhamdülillah elleri değil ayakları öpülecek, baş tacı yapılacak cennet kokulu annelerimiz var. Geldik-
gidiyoruz, bugün üstteyiz yarın altta. Üç kuruşluk dünyaya tenezzül etmeye değmez. Gerekirse
üzülelim ama başkalarını üzmeyelim. Annemizi babamızı ise asla. Bu dünya kimseye kalmaz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Sevgi Mesajı ve Çocuk


Resulullah Aleyhisselâm “Sevdiğinize sevdiğinizi söyleyiniz.” buyurarak müslümanları sevgilerini
ifade etmeye teşvik etmiş, bu konuda en güzel bir nümuneyi teşkil ederek müslümanlara örnek
olmuştur.

Bütün insanlara karşı olduğu gibi çocuklarımıza karşı da böyledir. Her insan yavrusunu sever ve korur.
Bunda hiç şüphe yoktur. Mühim olan bu sevginin ifade edilmesidir. Nitekim çocuklara sevgi ve şefkatle
muamele etme hususundaki en güzel nümunemiz yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’dir.

Çocukların her ebeveynden ayrı ayrı ilgi görmeye, fiziksel temasa, onlarla zaman geçirmeye, oyun
oynamaya, duygularını ifade ettiklerinde dinlenmeye, teşvike, övgüye ve ödüle ihtiyacı vardır. Aslında
bütün bu ihtiyaçlar sevginin bir mesajıdır.

Sevgi mesajınız doğru anlaşıldığı zaman, çocuğunuza olağanüstü bir hediye vermiş olursunuz.
Çocuklar sevildiklerini, önemli ve gerekli olduklarını hissettikleri zaman bütün güçlerini toplamaları için
sağlam bir temele sahip olurlar.

Çocuğunuz daha küçükken onunla yüzyüze geçireceğiniz özel bir zamanınızın olması çok önemlidir.
Fakat çocuklar büyüdükçe özel zaman alışkanlığınızı daha aza indirmelisiniz. Çünkü yaşına göre aşırı
ilgi de çocuğun özgüvenini zedeleyebilir. (Örneğin: Çocuk okul çağında ebeveyninden ayrılmakta
zorluk çeker.)

Her hal ve şartta çocuklarla ilgilenmenin yolları bulunabilir. Aşırı ev işlerinden dolayı çocuklarına vakit
ayıramayan anneler ev işlerini çocukları ile paylaşabilirler. Örneğin: Börek açarken, çocuklarınıza bir
parça hamur ve kalem vererek onların da sizin gibi börek açıp açamadıklarını sorabilirsiniz. Bu
durumdan zevk almayan bir çocuk olabilir mi? Böylece tabiri câiz ise, bir taş ile iki kuş vurulmuş olur.
Yani hem siz işinizi yapmış olursunuz hem de çocuğunuz ile zaman geçirmiş olursunuz.

Siz sadece çocuklarınız ile zaman geçirmek isteyin. Göreceksiniz imkânlar kendiliğinden oluşacaktır.
Ne demişler, “Bir şey yapmak isteyen hedefini bulur, yapmak istemeyen de nedenini bulur.”

Tıpkı bir bitkinin suya ihtiyacı olduğu gibi, çocukların da ilgiye ve teşvike ihtiyacı vardır. Teşvik
çocukların kendi kişiliklerini ortaya koyma konusunda yeteri kadar iyi olduklarını ifade eden bir çeşit
sevgi biçimidir. Teşvik onlara yaptıkları hareketlerin kişiliklerinden ayrı olduğunu öğretir, teşvik
çocuğun kendi kişiliğinden dolayı kendisine değer verildiğini bilmesini sağlar. Teşvik sayesinde
çocuklarımıza hatalarını öğrenme fırsatı sağlanmış olur.

Övgü ve teşvik iki farklı kavramdır. İyi davranışlarda bulunan çocukları övmek ya da ödüllendirmek
kolaydır. Fakat kötü davranışlar sergileyen ve kendilerini iyi hissetmeyen çocuklar için ne diyebiliriz?
İşte bu an çocukların teşviğe en çok ihtiyaç duydukları zamandır. Övgü ve ödüllendirme çocukların
yalnızca kendi zeka ve değer yargılarına güvenmeleri yerine diğer insanların kararlarına da saygı
duymalarını sağlar. Sürekli övmek ve ödüllendirmek de çocukların “Yaptığım şey sadece diğer insanlar
onayladığı zaman doğru olabilir” gibi bir fikre kapılmalarına yol açabilir ve hatalardan ders almak
yerine hata yapmamaya çalışırlar. Böylece çocuk gitgide pasifleşir. Oysa ki hiç kimse denemeden
neler yapabileceğini bilemez. Çocuklarımıza örnek olmak amacı ile bir hata yaptığımızda sesli olarak
şu üç şeyi uygulayalım:

• Kabul edin • Ders alın • Tekrarlamayın.

Ve her fırsatta hiç hata yapmayan insanların hiçbir şey yapmayan insanlar olduğunu vurgulayalım.

Çocuklarınızla içinizden gelerek ilgilenin. Ne olursa olsun gerçekleştirdiğiniz aktiviteden heyecan


duyun ve zevk almaya çalışın. Zira yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz. Asıl önemli olan
çocukları memnun etmek için zaman ayırmak. Ayırdığınız zamanı hatırlamaya yarayacak hoş hatıralar
yapın. Emin olun bunlar için uzun zamana ve çok paraya ihtiyaç yoktur. Tek gereken kesin bir kararlılık
ve neşeli bir ruh halidir. Bunun için de şu Hadis-i şerif’i bilmek yeterlidir: “Bir kimse bir ev halkını
sevince sokarsa Allah bu sürurdan bir melek yaratır ve bu melek kıyamete kadar o kimse için
istiğfar eder.”
Eğer biz sevgimizin mesajını doğru iletmeyi başarabilirsek ve çocuklarımız bu nedenle sağlam
temellere sahip olurlar ise hiç şüphe yok ki onlar da etraflarındaki insanlara, topluma doğru mesajlar
vereceklerdir.

Zira Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Sevgi de, husumet de miras kalır.”
buyurmuşlardır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SONBAHAR

Sonbahar; yeni başlangıcın habercisidir,


Şu güzelim mevsimlerin tacı, incisidir.

Mavi gökyüzünün ardınca kapılar açılır,


Kar-boranlar, fırtınalar; durmak bilmez saçılır.

Toprak kollarını açıp beyazlara bürünür,


Beyaz gelinliği giyenler başka görünür.

Beyazlarla sarmalanır her şey kefen misali,


Aşk girdabına girip ölümü seven misali.

Gün gelir devran döner, zaman zamanı kovalar,


Renginden sıyrılır dik dağlar, yeşil ovalar.

Her doğumun bir ölümü, her yazın bir güzü var,


Her canlıyı kucaklayan masmavi bir gökyüzü var.

Kuşatır beyazlar; dağı, ovayı, ağacı,


Koyar başının üstüne her şey beyaz tacı!...

Rüzgârın hızı değişir, saatlerin yönü,


Görürsün her şeyin birer birer öldüğünü.

Öyle anlar olur; dünya gönlüme dar gelir,


Karardıkça âlem gönlüme Nurlu Yâr gelir.

İçimi hararet basar, soğuk gecelerde,


Ocakta kor olur meşe, duman bacalarda...

Kimi gönüller yanar kar-boranlı mevsimde,


Bende dert-ızdırap çok, tat kalmadı sesimde.
Mevsimler geçtikçe mutlaka ölüm yaklaşır,
Düz ovalar, dik dağlar sararır, başkalaşır.

ALLAH! Kimi sevindirir, kimini güldürür,


Kimi yeniden doğarken, kimini öldürür.

Hayat; ölen için de başkadır, doğan için de!


Anlamı: ‘Neden de, nasıl da ve de niçin de?’

Her mevsimde bozulmayan yazgı yaşanmakta,


Bedenim üşüyor, kalbim kavrulup yanmakta!

Yapraklar sararır, kızarır, solar, dökülür...


Alem sessizliğe bürünür, her canlı ölür.

Saadetler var mutlu ölümlerin ardında,


Yaşayanlar yeniden doğumların derdinde.

Her SONBAHAR mevsiminde geçmişi özlerim.


Ve gelecek baharları, yazları gözlerim.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like