You are on page 1of 75

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

“Ey İman Edenler!


Mallarınızı Aranızda Bâtıl Yollarla (Haram Sebeplerle) Değil,
Karşılıklı Rızâ İle Yapılan Ticaretle Yiyin.
Kendi Kendinizi Katletmeyin.
Şüphesiz ki Allah Size Karşı Çok Merhametlidir.”
(Nisâ: 29)

“Allah Alış-verişi Helâl, Fâizi Haram Kılmıştır.”


(Bakara: 275)

“Onlar ki Emanetlerine ve Ahitlerine Riayet Ederler.”


(Meâric: 32)
TİCARÎ HAYAT
Ticarette Doğruluk
Haram Kazanç
HELÂLİNDEN YEMEK ve İÇMEK
HELÂL ve HARAM
Tartı ve Ölçü Âletlerini Doğru Tutmak
Hile Yapmamak
Fazla Yemin Etmemek
İyi Malı Tercih Etmek
Rüşvet
MÂNEVÎ TİCARET
BEY’ (ALIŞ - VERİŞ) AKDİ
Alış-Veriş Akdinin Gerçekleşme Keyfiyeti
A. Bâtıl Sayılan Alış Veriş Çeşitleri
B. Fâsit (Hükümsüz) Sayılan Alış Veriş Çeşitleri
Fâsit Alış-Veriş Hükümleri
Mekruh Olan Alış-Verişler
KARABORSACILIK
Müşteriye Verilmesi Gereken Bilgiler
Kârın Meşru Oluşu ve Sınırı
Piyasa Fiyatı
BORÇ ALIP - VERME (KARZ-I HASEN)
Ödünç Verenle İlgili Şartlar
Ödünç Verilen Şeyle İlgili Şartlar
Borcun Vâdesinde Ödenmesi
VERESİYE YAPILAN ALIŞ - VERİŞLER
Meşru Oluşu
Vâdesi Belli Bir Borcu Erteleme
Açık Hesapların Ödenmesinde Vâde
Vâdeli Satışın Peşin Satıştan Farklı Tarafları
SARF AKDİ
Döviz Ticareti
SELEM AKDİ (PARA PEŞİN MAL VERESİYE SATIŞ)
GÖTÜRÜ (CÜZÂF YOLUYLA) SATIŞ
HAVALE (SENET ve ÇEKLERİN CİROSU)
ORTAKLIK (MAL ŞİRKETLERİ)
FÂİZ
Sünnet-i Seniye ve Fâiz
/ İsmail Yavuz

TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 2

“ALDANMA GÜNÜ”

HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSELÂM


AĞIR BİR MİSÂK

Gözleriyle gördükleri halde gerçekleri kabul etmediler, böylece şirki ve küfrü


imana tercih ettiler. Allah-u Teâlâ onları kendi hallerine bıraktı, sapıklığa
düşmekten onları korumadı.

MEKTUBAT

ÖMRÜ DEĞERLENDİRMEK (105. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA RESULULLAH -


SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN
HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN
VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (47)

“HASAN SEZÂÎ-İ GÜLŞENÎ -Kuddise Sırruh-”

SİLSİLE-İ SÂDÂT -34


HALİL FEVZİ -Kuddise Sırruh- EFENDİ HAZRETLERİ (9) /
Mehmet Ali Körpe

GÜNDEM

ESKİ İTTİFAKLAR, YENİ OLUŞUMLAR VE TÜRKİYE’NİN YERİ / Nuri Ölçer

Türkiye her ülkeyle, her blokla ilişkisini devam ettirmeli ve fakat hiçbirine ne iktisaden ne de askeri olarak
bağımlı olmamalıdır. Bu tür bağımlılık en sonunda bir kanadımızı kırar ve ülkemizin çıkarlarını tam
mânâsıyla savunamayız.

“BATI MEDENİYETİ” ÇÖKÜYOR, “OSMANLI”YA YOL VERİN! / Uğur Kara

Batı Avrupa tefekkür dünyasının son beşyüz yıllık seyri “İnsanı putlaştırma” noktasında nihayete ermiş,
Birinci Dünya Savaşı ile başlayıp İkinci Dünya Savaşı ile neticelenen askerî ve siyasî sürecin sonunda
Sovyetler ve ABD gibi iki dehşetli gayr-i meşru çocuk dünyaya getirmiştir. (İkinci Dünya Savaşı’nda
mezara gömülen diğer gayr-i meşru çocuğun -”Faşizm”in- hayaleti hâlâ Avrupa’nın tepesinde
dolaşmaktadır.)

ŞİİR
Onu Hüdâyi ki sever
OL SULTANIN DOĞDUĞU AY GELDİ YİNE! / Matlûba bulmuştur zafer
Aziz Mahmud Hüdâi -kuddise sırruh- Fahr-i cihan hayrü’l-beşer
Doğduğu ay geldi yine

YUSUF'UN DEVESİ / Emirhan Hatipoğlu

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.

Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."
Muhterem Okuyucularımız;

Üstün sıfatlarla mükerrem olarak yarattığı insanların dünya saâdetine, âhiret selâmetine
kavuşabilmeleri için hayatlarını tanzim edecek hükümler, emir ve yasaklar koyma hakkı yalnız Hazret-i
Allah’a âittir.

Hazret-i Allah’ın bütün hükümlerinde, emir ve yasaklarında birer hikmet, insanlar için birer menfaat
vardır. Bu hikmet ya bir zararı gidermek veya bir menfaati sağlamak içindir.

Binaenaleyh neyi emretmişse seve seve yapmak, neleri yasaklamışsa onlardan uzak durmak
üzerimize farzdır.

Her konuda eksiksiz olarak koyduğu emir ve yasaklarla dünya hayatını tanzim eden Hazret-i Allah,
çalışma ve kazanç yollarında da helâl ve haram hududunu çizerek ticari hayatımızı düzenlemiştir.

Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması
farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haram sebeplerle değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle
yiyin. Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir.”
buyuruyor. (Nisâ: 29)

Âyet-i celile’deki “Haram ile nefsinizi mahvetmeyin!” Emr-i Sübhâni’si çok mühim ve ince bir mânâyı
ihtiva etmektedir.

Haram müminin içini, mâneviyatını tahrip eder, başka haramları işlemeye tahrik eder, çevresindeki
insanları da harama teşvik eder.

İbadetin onda dokuzu helâl lokmada arandığına göre, helâl ve haram kazanç üzerinde inceden inceye
durmak gerekir.

Fâiz, kumar, ihtikâr, hırsızlık, rüşvet, hile... gibi gayr-ı meşru yollardan kazanç sağlayan kimse
kendisini mahvetmiş demektir. İşte bu elîm âkıbetten müminleri kurtarmak için rahmetiyle tecelli eden
Allah’ımız, bu yoldan kazanç sağlamayı yasaklamıştır.

Helâl kazanç temin etmek için çalışıp kazanmak farz olduğu gibi; alış-verişle uğraşan her müslümanın
ticarî muamelelerle alâkalı, lüzumlu bilgileri öğrenmesi de farzdır.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:

“Ticaret hakkındaki dinî hükümleri bilmeyen, çarşılarımızda satıcılık yapamaz.” buyurmuşlardır.


(Tirmizî)

İslâmiyet’te ticaretin temeli doğruluk ve iyiliktir. Alıcı ve satıcının gönül rızâları, fiyat hususunda insaf
ve itidâlden ayrılmamaları, karaborsacılık yapılmaması, haram ve helâl hudutlarına riayet olunması;
fâizcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemekten, yemin etmekten,
haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler, ticaret hayatının mühim
şartlarındandır.

Bu mühim şartlara riayet edenler Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
tarafından övülmüşlerdir.

Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:


“İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hiyânetsiz olan alış-verişidir.”
(Ahmed bin Hanbel)

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

“Ey İman Edenler!


Mallarınızı Aranızda Bâtıl Yollarla (Haram Sebeplerle) Değil,
Karşılıklı Rızâ İle Yapılan Ticaretle Yiyin.
Kendi Kendinizi Katletmeyin.
Şüphesiz ki Allah Size Karşı Çok Merhametlidir.”
(Nisâ: 29)

“Allah Alış-verişi Helâl, Fâizi Haram Kılmıştır.”


(Bakara: 275)

“Onlar ki Emanetlerine ve Ahitlerine Riayet Ederler.”


(Meâric: 32)
TİCARÎ HAYAT
Ticarette Doğruluk
Haram Kazanç
HELÂLİNDEN YEMEK ve İÇMEK
HELÂL ve HARAM
Tartı ve Ölçü Âletlerini Doğru Tutmak
Hile Yapmamak
Fazla Yemin Etmemek
İyi Malı Tercih Etmek
Rüşvet
MÂNEVÎ TİCARET
BEY’ (ALIŞ - VERİŞ) AKDİ
Alış-Veriş Akdinin Gerçekleşme Keyfiyeti
A. Bâtıl Sayılan Alış Veriş Çeşitleri
B. Fâsit (Hükümsüz) Sayılan Alış Veriş Çeşitleri
Fâsit Alış-Veriş Hükümleri
Mekruh Olan Alış-Verişler
KARABORSACILIK
Müşteriye Verilmesi Gereken Bilgiler
Kârın Meşru Oluşu ve Sınırı
Piyasa Fiyatı
BORÇ ALIP - VERME (KARZ-I HASEN)
Ödünç Verenle İlgili Şartlar
Ödünç Verilen Şeyle İlgili Şartlar
Borcun Vâdesinde Ödenmesi
VERESİYE YAPILAN ALIŞ - VERİŞLER
Meşru Oluşu
Vâdesi Belli Bir Borcu Erteleme
Açık Hesapların Ödenmesinde Vâde
Vâdeli Satışın Peşin Satıştan Farklı Tarafları
SARF AKDİ
Döviz Ticareti
SELEM AKDİ (PARA PEŞİN MAL VERESİYE SATIŞ)
GÖTÜRÜ (CÜZÂF YOLUYLA) SATIŞ
HAVALE (SENET ve ÇEKLERİN CİROSU)
ORTAKLIK (MAL ŞİRKETLERİ)
FÂİZ
Sünnet-i Seniye ve Fâiz
/ İsmail Yavuz

“Ey İman Edenler!


Mallarınızı Aranızda Bâtıl Yollarla (Haram Sebeplerle) Değil,
Karşılıklı Rızâ İle Yapılan Ticaretle Yiyin.
Kendi Kendinizi Katletmeyin.
Şüphesiz ki Allah Size Karşı Çok Merhametlidir.”
(Nisâ: 29)

“Allah Alış-verişi Helâl, Fâizi Haram Kılmıştır.”


(Bakara: 275)

“Onlar ki Emanetlerine ve Ahitlerine Riayet Ederler.”


(Meâric: 32)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever,


tembellikten hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.
Bir gün Ashâb-ı kiram’ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının
sabahın erken saatinde oradan geçtiğini gördüler.
Ashâb: “Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş
olsaydı, ne iyi olurdu.” dediler.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular
ki:
“Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola
çıkmışsa Allah yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola
çıkmışsa yine Allah yolundadır.
Amma riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan
yolundadır.”
(Taberâni)

TİCARÎ HAYAT

Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri;
âhireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.

Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

“Andolsun ki senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır.” (Duhâ: 4)


“O hanginizin daha güzel amel işleyeceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratandır.”
(Mülk: 2)

“İnsanlardan hangisinin daha güzel amel işlediğini imtihan etmek için, yeryüzünde olan şeylere
bir ziynet verdik.” (Kehf: 7)

“Şüphesiz insan için kendi çalışmasından başkası yoktur ve çalışması da ileride görülecektir.”
(Necm: 39-40)

Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması
farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı
zamanda sevap da kazanır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:

“Uykunuzu bir dinlenme yaptık, geceyi bir bürgü yaptık, gündüzü ise geçiminize elverişli
kıldık.” (Nebe: 9-10-11)

Uyku ve gece; gündüz çalışmak için dinlenme zamanı olduğu gibi, uyanıp gündüz çalışmak da geçim
temin etmeye vasıtadır. Allah-u Teâlâ tarafından insana tahsis edilmiştir.

“Yeryüzünde sizin için geçimlikler yarattık.” (Hicr: 20)

Yemek, içmek ve ticaret yapmak gibi hususlarda yeryüzünde bir çok nimetler ve maişetler halketmiştir.

“Size yeryüzünü boyun eğdiren O’dur. Öyleyse yeryüzünde dolaşın. O’nun verdiği rızıktan da
yiyin.

Nihayet dönüş O’nadır.” (Mülk: 15)

İnsanın ondan yararlanmasını elverişli kılmış, onun her bölgesine her tarafına çeşitli kazanç yolları
aramak ve ticaret yapmak üzere gidip gelmelerini tavsiye buyurmuş, rızkını elde etmek için gerek
duyacağı her şeyi yeryüzünde var etmiştir.

“Yeryüzüne dağılın ve Allah’ın fazlından nasibinizi arayın.” (Cum’a: 10)

Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.

“Dünyadan da nasibini unutma.” buyuruyor. (Kasas: 77)

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde de helâlinden kazanmak için uğraşanları kendi uğrunda cihad
edenlerle beraber zikretmiştir:

“Allah’ın lütfundan rızık aramak üzere yeryüzünde dolaşacak olan kimseler ve Allah yolunda
savaşacak olanlar...” (Müzemmil: 20)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Çalışarak kazanç sağlama yollarını aramak her müslüman üzerine bir farzdır.”

“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalış.” (İbn-i Asâkir)

Çalışırken ve kazanırken kişinin niyeti, âhiret işlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yapmak olmalıdır.

Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:


“Allah-u Teâlâ dünyayı ahiret niyetine göre verir.”

“Dünya âhiretin tarlasıdır.” (Münâvî)

Eğer insan gönderiliş sebebini lâyık-ı veçhile bilirse, gece-gündüz o tarlayı ekmek için çalışır. Böylece
hem dünya saâdetine hem ahiret selâmetine nail olur, hem de kendisini cehennem azabından
muhafaza etmiş olur.

İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği,
dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.

Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal
etmemişlerdir.

Âdem Aleyhisselâm buğday eker, onu hasat eder, harmanda döver, öğütür, un ve ekmek yapardı. İdris
Aleyhisselâm terzi, Nuh Aleyhisselâm ve Zekeriyâ Aleyhisselâm marangoz, Davud Aleyhisselâm
demirci, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise tüccar idiler.

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın her birisi bir işle meşgul oldular. Çünkü kişinin
yediğinin en temiz olanı kendi kazancından olanıdır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çalışkan insanları çok sever, tembellikten
hoşlanmaz ve dilenciliği sevmezdi.

Bir gün Ashâb-ı kiram’ı ile oturuyorlardı. Gücü kuvveti yerinde bir delikanlının sabahın erken saatinde
oradan geçtiğini gördüler.

Ashâb: “Yazık buna! Eğer kuvvet ve gençliğini Allah yolunda sarfetmiş olsaydı, ne iyi olurdu.”
dediler.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine buyurdular ki:

“Öyle söylemeyiniz. Şayet o, küçük çocuklarının rızkını temin için yola çıkmışsa Allah
yolundadır. Kendisini helâl yollardan beslemek için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Amma
riyakârlık ve övünmek için yola çıkmışsa işte o zaman şeytan yolundadır.” (Taberâni)

Huzur-u saâdetlerine bir gün bir cemaat geldi. Söz sırasında “Yâ Resulellah! Memleketimizde
sulehadan bir zat var, gündüzleri oruçla, geceleri namaz ve zikrullahla meşgul oluyor.” dediler. Seyyid-i
Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun yiyecek ve içeceğini kimin temin ettiğini sordu. “Biz
hepimiz...” cevabını alınca “Öyle ise hepiniz ondan üstünsünüz.” buyurdu.

Bir Hadisi şerif’lerinde:

“Sizin hayırlınız dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyip her ikisi için çalışan
ve halkın başına yük olmayandır.” buyuruyorlar. (Camiüssağir)

Arzettiğimiz farz kazancın yanında, fakirlere yardım etmek, akrabalara ikram etmek için bundan
fazlasını kazanmak müstehaptır.

Güzel bir hayat geçirmek ve fazla nimetlenmek için daha fazla kazanç sağlamak mübahtır.

Hadis-i şerif’lerde şöyle buyuruluyor:

“Sâlih bir insan için helâl mal ne güzeldir.” (Ahmed bin Hanbel)

“Takvâ ve tâat için mal ve servet, müminlere ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)
“Bir senelik hayatına yeterli olan azık insanın diyânetine ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)

“Bir insan bir işte bulunup rızıklanıyorsa, o işe devam etmelidir.” (Camiüssağir)

İslâm’a karşı veya İslâm’ın haram kıldığı işler de haramdır. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz fâizi ve içkiyi yasaklarken; imal eden, taşıyan, hizmet eden, yazan ve şahitlik eden kimseleri
de lânetlemiştir.

Hadis-i şerif’te “Allah-u Teâlâ bir şeyi haram kılınca onun bedelini de haram kılar.”
buyurulmaktadır. (Ebu Dâvud)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Ticarette Doğruluk:

İslâmiyet’te ticaretin temeli doğruluk ve iyiliktir. Alıcı ve satıcının gönül rızâları, fiyat hususunda insaf
ve itidâlden ayrılmamaları, karaborsacılık yapılmaması, haram ve helâl hudutlarına riayet olunması;
fâizcilikten, ölçü ve tartıda hile yapmaktan, aldatmaktan, yalan söylemekten, yemin etmekten,
haddinden fazla pahalıya satmaktan kaçınılması... gibi kaideler, ticaret hayatının mühim
şartlarındandır.

Bu mühim şartlara riayet edenler Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
tarafından övülmüşlerdir.

Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“İnsanın kazandığı şeylerin en değerlisi yetiştirdiği evlâdı ve hiyânetsiz olan alış-verişidir.”


(Ahmed bin Hanbel)

“Veren el alan elden hayırlıdır.” (Buhârî)

“Yediğinizin en temizi kendi kazancınızdan olandır.” (Ebu Dâvud)

“Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir yemek asla yememiştir. Allah’ın peygamberi
Dâvud Aleyhisselâm da kendi eliyle kazandığını yerdi.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 967)

İslâm’da ticaret pek mühim bir kazanç yoludur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Rızkın onda dokuzu ticarettedir.”


“Doğru ve emniyetli bir tüccar kıyamet gününde peygamberlerle, sıddıklarla ve şehidlerle
beraber haşredilecektir.” (Tirmizî)

“Geçimini sağlamak için çalışan hirfet ve san’at sahiplerini Cenâb-ı Hakk sever” (Münâvî)

“Sıdk ile mevsûf olan tâcir kıyamet gününde Allah’ın Arş’ının gölgesinde harâretten korunur.”
(Camiüssağir)

“Korkak tacir ticâretten mahrum ve cesûr tacir ise bilâkis rızkı bol olur.” (Camiüssağir)

“Vatanına hizmet ve kendisine ticâret maksadıyla başka beldeden rızık getirenler rızkı bol,
yüksek fiyatla satmak amacıyla rızıkları hapseden karaborsacılar mel’ûndur.” (İbn-i Mâce)

Helâl kazanç temin etmek için çalışıp kazanmak farz olduğu gibi; alış-verişle uğraşan her müslümanın
ticarî muamelelerle alâkalı, lüzumlu bilgileri öğrenmesi de farzdır.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz:

“Ticaret hakkındaki dinî hükümleri bilmeyen, çarşılarımızda satıcılık yapamaz.” buyurmuşlardır.


(Tirmizî)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Haram Kazanç:

Haram ve bâtıl yollarla, başkalarının rızâ ve menfaatlerini gözetmeksizin elde edilen kazançlar
menfaat gibi görünüyorsa da aslında zarardır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:

“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haram sebeplerle değil, karşılıklı rızâ ile yapılan ticaretle
yiyin. Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Şüphesiz ki Allah size karşı çok merhametlidir.”
buyuruyor. (Nisâ: 29)

Âyet-i celile’deki “Haram ile nefsinizi mahvetmeyin!” Emr-i Sübhâni’si çok mühim ve ince bir mânâyı
ihtiva etmektedir.

Haram müminin içini, mâneviyatını tahrip eder, başka haramları işlemeye tahrik eder, çevresindeki
insanları da harama teşvik eder.

Fâiz, kumar, ihtikâr, hırsızlık, rüşvet, hile... gibi gayr-ı meşru yollardan kazanç sağlayan kimse
kendisini mahvetmiş demektir. İşte bu elîm âkıbetten müminleri kurtarmak için rahmetiyle tecelli eden
Allah’ımız, bu yoldan kazanç sağlamayı yasaklamıştır.
DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HELÂLİNDEN
YEMEK ve İÇMEK

Allah-u Teâlâ yaratmış olduğu nimetlerin helâl ve temiz olanlarını yemelerini bütün insanlara mübah
kılmıştır.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunan gıdaların helâl ve temiz olanlarından yiyin. Şeytanın
adımlarına uymayın. Zira şeytan sizin apaçık bir düşmanınızdır.” (Bakara: 168)

Bir diğer Âyet-i kerime’sinde ise hususi olarak müminlere, rızıkların temiz olanlarını aramalarını ve
onlardan faydalanmalarını emir buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin. Eğer siz gerçekten yalnız
Allah’a kulluk ediyorsanız, O’na şükredin.” (Bakara: 172)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Helâli aramak, helâl kazanmak ve helâl yemek her müslümana farzdır.” (Taberânî)

“Helâl lokma aramak, ve onunla karnını doyurmak, cihâd gibi sevap kazandırır.” (Camiussağir)

“Takvâ ve tâat için mal ve servet, müminlere ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)

“Bir senelik hayatına yeterli olan azık, insanın diyânetine ne güzel bir yardımcıdır.” (Münâvî)

“Sâlih adam için helâl mal ne güzeldir.” (Ahmed bin Hanbel)

İbadetin onda dokuzu helâl lokmada arandığına göre, helâl ve haram üzerinde inceden inceye durmak
gerekiyor.

Bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz ki Allah-u Teâlâ kıskanır. Allah-u Teâlâ’nın kıskanması kuluna haram kıldığı şeyleri
kişinin yapmasındandır.” (Buharî)

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HELÂL ve HARAM

Hazret-i Allah’ın Kur’an-ı kerim’de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i
şerif’lerinde kati bir emirle yenilip-içilmesini, yapılmasını ve kullanılmasını yasakladıkları şeylere haram
denir.

Allah-u Teâlâ rahmet ve merhametinin bir eseri olarak zararlı olan her türlü şeyi haram onun yerine ise
güzel, temiz ve faydalı olan şeyleri helâl kılmıştır:

“O peygamber, kendilerine iyiliği emreder kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, çirkin
şeyleri de haram kılar.” (A’râf: 157)

Bu yasaklara riâyet etmeyenler dünyâda şer’î cezâlara, âhirette ise ilâhi azaba müstehak olurlar.

Nitekim Âyet-i kerime’de:

“Kim haksızlık ve zulüm ile bu yasakları işlerse, biz onu cehenneme atacağız.” buyuruluyor.
(Nisâ: 30)

Haram İki Kısma Ayrılır:

1– Bizzat kendisi ve maddesi itibariyle haram olan şeyler: Domuz eti, içki...

Kesin olarak haram kılınan bu gibi şeylerden üreticiliğini, nakliyeciliğini, ticâretini ve ikrâmını yapmak
gibi, her ne surette olursa olsun faydalanmak da haramdır.

2– Aslında maddesi itibariyle helâl olup herhangi bir sebepten dolayı haram kılınan şeyler: Çalınan
mal, kasden besmelesiz kesilen hayvan... vb.

Meselâ üzüm ve üzüm suyu helâldir. Fakat mayalandırılıp alkol hâline dönüştürülürse, insanlara zararlı
hâle geldiği için haram kılınmıştır.

Ancak ölüm tehlikesi hâlinde bu haramlardan doyacak kadar değil, ölmeyecek kadar kullanılmasına
cevaz verilmiştir. Çünkü zaruretler mahzuru mübah kılar.

Âyet-i kerîme’de:

“Allah size leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası adına kesilen hayvanı kesin olarak haram
kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa, başkasına saldırmadan zaruret miktarını aşmamak üzere
yemesinde bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” buyuruluyor.
(Bakara: 173) (Bakınız; Nahl: 115)

Haram yemek, şeytanın izine tâbi olmak ve cehenneme yuvarlanmak demektir.


Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Haramdan meydana gelen her vücuda, ateş daha lâyıktır.” buyuruyorlar. (Tirmizî)

Haram müminin içini, mâneviyatını tahrip eder, başka haramları işlemeye tahrik eder, çevresindeki
insanları da harama teşvik eder.

Haram, yürüyen merdiven gibidir. Ayağını bastın mı bir daha yakayı kurtaramazsın. Seni alır,
cehennemin dibine kadar götürür.

Haram yiyenin gözlerine siyah bir perde çekilir, artık helâli ve haramı ayırdedemez olur. Rotu çıkmış
araba gibi, kime-neye çarpacağı belli olmaz.

Haram, insanın içini karartır. Haram yiyen kişiden iyi işler beklemek boştur. Çünkü küpün içinde ne
varsa dışına o sızar.

Helâl yiyenlerin ise içleri nûrlanır. Bu nûrdan hikmet husule gelir. Hikmet ehlinde en güzel iş ve
icraatlar zuhur eder.

Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Haramlardan sakın, insanların en âbidi olursun.” (Tirmizî)

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri, sâlih amelden evvel helâl olan şeylerden yemeyi emrederek:

“Helâl ve temiz olan rızıklardan yiyiniz ve sâlih ameller işleyiniz.” buyurmuştur. (Müminûn: 51)

Haram, duâ ve ibâdetlerin kabulüne mâni olur.

“Yâ Resulellah! Allah’a benim için yalvarıver de duâsı makbul olanlardan olayım.” diyen bir zâta
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Helâl yemek ye, duân kabul olsun.” buyurdular. (Taberânî)

Diğer Hadis-i şerif’lerinde de meâlen şöyle buyuruyorlar:

“Bir kimse haramdan bir şey yerse kırk gün namazı kabule şâyân olmaz.” (Deylemî)

“Bir insan ki, büyük bir iştiyâkla, (Hacc veya Umre için) yola çıkar. Bir çok eziyetlere katlanır,
toz toprak içinde kalır. Ellerini semâya doğru açıp Yâ Rabb’î, Yâ Rabb’î diye yalvardığı halde,
yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve her türlü gıdası haramdır. Böyle bir adamın duâsı
nasıl kabul edilir?” (Müslim)

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, kişi kazandığı malın helâlden mi haramdan mı
olduğuna aldırış etmeyecektir.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 962)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz yanlışlıkla zekât develerinin sütünü içtiği zaman, parmağını
ağzına sokarak istifrâ etmiştir. “Biz harama düşeriz korkusuyla helâlin onda dokuzunu
terkederdik.” sözü ne kadar düşündürücüdür.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz de, kölesinin haram kazancından olan sütü içince,
boğazına parmak salarak istifrâ etmeye başlamış, neredeyse ölecek hale gelmişti. Daha sonra
“Allah’ım! Midemde kalıp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım.” diye duâ etti.

İslâmiyet gizli veya açık harama giden bütün yolları kapatmıştır. Harama götüren, harama yardım eden
her şey haramdır.
Mutlak helâl ile haram olmasında hiç şüphe olmayan şeylerin yanında bir de şüpheli saha vardır.
İslâm, bu gibi şüpheli şeylere düşmekten sakınmayı takvâ kabul etmiştir.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyuruyorlar ki:

“Helâl apaçık belli, haram da apaçık bellidir. Bu ikisinin arasında şüpheli noktalar vardır.
İnsanların çoğu bunu bilmezler. Şüpheli şeylerden kaçınanlar, dinini ve namusunu korumuş
olurlar. Şüpheli şeylere düşenler, yasak bir koruluğun etrafında hayvan otlatan ve her an için
koruluğa düşmek ihtimâli olan bir çoban gibidir. Dikkat ederseniz her hükümdarın bir koruluğu
vardır. Allah’ın koruluğu ise haramlardır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 48)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz “Siz asıl ibâdetten gaflet ediyorsunuz. O ise şüpheli
şeylerden sakınmaktır.” buyurmuştur.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tartı ve Ölçü Âletlerini Doğru Tutmak:

Allah-u Teâlâ insanların mallarını korumaları, haklarını meşru yollardan elde etmeleri için tartı ve ölçü
tanzim edilmesini, hile yapılmamasını emir buyurmuştur.

Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:

“Tartıyı O koymuştur. Sakın tartıda haksızlık etmeyin. Tartıyı doğru yapın, terazide eksiklik
yapmayın.” (Rahman: 7-8-9)

“Ölçüyü ve tartıyı doğru yapın.” (En’âm: 152)

“Bir şeyi ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun, doğru terazi ile tartın. Bu daha iyidir, sonu da
daha güzeldir.” (İsrâ: 35)

Alırken fazla almak, satarken ölçü ve tartıda eksik ölçüp tartmak haram kazanç yollarındandır ve bir
nevi hırsızlıktır.

Allah-u Teâlâ ölçü ve tartıda hile yapanların ahirette şiddetli azab göreceklerini beyan buyurmaktadır:

“Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline! Onlar insanlardan bir şey ölçüp aldıkları zaman
ölçüyü tam yaparlar. Kendileri onlara bir şey ölçtükleri veya tarttıkları zaman eksik yaparlar.

Onlar büyük bir günde tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (Mutaffifin: 1-5)

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Hile Yapmamak:

Satılan malın gizli ve açık bütün hata ve kusurlarını söyleyip hiçbirini gizlememelidir. Malın kusurunu
müşteriden gizlemek, hile yapmak haramdır. Bu yolla elde edilen kazanç da haramdır.

Bir kimse kendisine yapıldığı zaman sevmediği bir muameleyi başkalarına da yapmamalıdır.

“Alıcı ile satıcı bulundukları yerden ayrılıncaya kadar (alış-verişlerinden) muhayyerdirler.

Her iki taraf doğru söyler, malın ayıbını, kusurunu bildirirse alış-verişleri bereketli olur. Malın
ayıbını saklarlar ve yalan karıştırırlarsa bereketi kalkar.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 970)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün pazarı dolaşırken buğday satan birisinin
yanına geldi. Hoşuna giden bu buğdayı eliyle yoklayınca altının yaş olduğunu gördü. “Bu nedir?” diye
sordu.

“Yâ Resulellah! Yağmur altında kaldı da ıslandı.” diye cevap verince buyurdu ki:

“Niçin ıslak kısmını üste çıkartmadın? Herkes görür de ona göre alırdı. Bizi aldatan bizden
değildir.” (Müslim)

Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Ümmetime hile ve hud’a eden kimseye Cenâb-ı Hakk lânet etsin.” (Müslim)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- buyururlar ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şehirde bulunanların köylü mallarına simsarlık edip
satmalarını (pahalılık yapacağı için) yasak etmiştir. Bir de pazarlık yapılırken dışarıdan birinin
alıcı olmadığı halde müşteri kızıştırmasını yasak etmiştir. İki müslüman pazarlık yaparken
başka bir müslümanın araya girmesini de yasaklamıştır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 94)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Fazla Yemin Etmemek:

Alış-verişte fazla yemin etmek mekruhtur. Bir zaruret olmadığı halde Allah’ın ismini âlet ederek mal
satıp menfaat teminine çalışmak uygun değildir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tüccarı çok yemin etmekten men etmiştir.

Hadis-i şerif’lerinde:

“Sizler alış-verişte çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin etmek mala revaç sağlarsa da
sonra onu mahveder.” buyuruyorlar. (Müslim)

Bu doğru yemindir. Yalan yemin ise zaten haramdır.

Binaenaleyh muamelâtında doğruluğu olmayan kimse, hiçbir zaman işini ileriye götüremez.

Sadaka malı eksiltmediği gibi, aldatmak da malı çoğaltmaz. Azar azar biriktirilen şeyler hiç umulmayan
bir anda birden elden çıkar. Geriye günahları kalır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İyi Malı Tercih Etmek:

Malın iyisini almak da emr-i Nebevî’dir:

“Ayakkabı satın alacağın zaman iyisini al, elbise satın alacağın zaman da iyisini al.” (Taberâni)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zaman-ı saâdetlerinde bir ara Medine-i
münevvere’de büyük ölçüde fiyat artışları olmuştu. Narh koyarak fiyatları sınırlandırması için
müracaatta bulunanlara “Fiyatı ayarlayan, bolluk darlık ve rızık veren Allah’tır. Ben sizden
birinizin can ve mal hususunda bir haksızlığa uğramanızdan dolayı benden davâcı olduğu
halde Allah-u Teâlâ’nın huzuruna çıkmak istemem.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)

Bir alış-veriş muamelesinde; alınacak malın tanınması ve bilinmesi, ödenecek para veya malın cinsinin
ve miktarının bilinmesi şarttır.

Bir mal para karşılığında satıldığı zaman, önce müşterinin parayı vermesi ve ondan sonra malı teslim
alması lâzım gelir.

Alış-veriş kesinleşince, tek taraflı cayma ve muhayyerlik yoktur.

Bir kimse satın aldığı taşınan malı, teslim almadıkça, onu satması câiz değildir.

Alıcının satıcıya fazla bedel vermesi câiz olduğu gibi, satıcının da alıcıya fazla mal vermesi veya fiyatı
düşürmesi câizdir.

Cuma namazının kılınma vaktinde mükellef olanların her türlü çalışmaları ve işçi çalıştırmaları
yasaklanmıştır.

Cum’a sûre-i şerif’inde Cuma namazı farz kılınmış ve onunla ilgili bazı hükümler açıklanmıştır.

“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikretmeye
koşun.” (Cum’a: 9)

Bu Âyet-i kerime’de Cuma ezanının okunmasıyla alış-verişin bırakılıp namaza gidilmesi


emredilmektedir. Bu namaz Cuma namazıdır. Bu güne Cuma denilmesinin sebebi, müslümanların o
gün Cuma namazı için toplanmalarındandır. Cuma namazı farz-ı ayındır. Cuma günü ise
müslümanların bayramıdır.

“Alış-verişi (işi-gücü) bırakın.” (Cum’a: 9)

Âyet-i kerime’deki yasaklama sadece alış-verişle sınırlı olmayıp, bütün meşguliyetleri bırakmayı içine
alır. Hatta kişinin eşi ile mubah olan muamelesi bile o saatte haramdır.

Bu emir Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Zaruret olmadıkça Cuma namazına
gitmemek haramdır ve çok büyük bir günahtır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Rüşvet:

Başkasının malını haksız olarak yemenin haram yollarından birisi de rüşvettir. Hangi şekilde ve hangi
isim altında bulunursa bulunsun dinimiz rüşveti yasaklamıştır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde:


“Aranızda birbirinizin mallarını haksız sebeplerle yemeyin, bildiğiniz halde günaha girerek
insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere (rüşvet yollu) aktarmayın.”
buyuruyor. (Bakara: 188)

Allah’ın gadabını gerektirecek kadar kötü olan rüşveti alan da veren de, hatta vasıta olan da günahta
eşittir.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Amirlerin aldığı hediye haram, kadıların rüşvet kabûlü ise küfre yakın bir günahtır.”
(Camiüssağir)

“Hükm-i şer’îyi infâz için hâkimin aldığı rüşvet kendisiyle cennet arasında, bir korkulu perde
olur.” (Münâvî)

“Rüşveti veren ve alan her ikisi de cehennem ateşindedir.” (Tirmizî)

“Rüşvet alana, verene ve vasıta olana Allah lânet etsin.” (Hâkim)

Rüşvete hediye isminin verilmesi, onu haramdan helâle çevirmez.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ezd Kabilesi’nden bir zâtı zekât toplamak üzere
göndermişti. Bu zâtın vazife dönüşü “Şunlar zekât malı, şunlar da bana verilen hediyelerdir.”
demesi üzerine Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz minbere çıkarak Allah’a hamd-ü
senâdan sonra şöyle buyurdu:

“Gönderdiğim memura ne oluyor ki, bu sizin bu da bana verilen hediyedir diyor. Babasının ya
da annesinin evinde otursaydı, ona hediye verilir miydi?

Hayatım yed-i kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizden biriniz haksız yere bir şey alırsa;
o aldığı deve, sığır veya koyun, omuzuna yükletilmiş olarak Allah’ın huzuruna çıkacaktır.”

Sonra Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz koltuk altları görünecek şekilde ellerini
kaldırıp üç defa “Yâ Rabb, emrini tebliğ ettim mi?” buyurdu. (Buhârî)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MÂNEVÎ TİCARET

Bir müslümanın dünya ticareti kendisine ahiret ticaretini unutturmamalı, dünya işleri ahiret işlerine
mânî olmamalıdır.
Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha hayırlıdır. Dünya
kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs etmek akıl kârı değildir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

“Öyle erler vardır ki, onları ne bir ticaret ne de bir alış-veriş zikrullahtan, namaz kılmaktan, zekât
vermekten alıkoymaz.

Onlar gönüllerin ve gözlerin hâlden hâle döneceği günden korkarlar.” (Nûr: 37)

“İnsanlardan öyleleri var ki ‘Ey Rabb’imiz! Bize dünyada ver!’ derler. Böyle isteyenlerin
ahiretten hiç nasibi yoktur.

Onlardan bir kısmı da ‘Ey Rabb’imiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve
güzellik ver, bizi cehennem azabından koru’ derler. İşte onlara kazançlarından ötürü karşılık
vardır.” (Bakara: 200-201-202)

“De ki: Allah’ın nezdinde bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır.” (Cum’a: 11)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Dünyada kalacağın kadar dünyana çalış. Ahirette kalacağın kadar âhiretine çalış. Allah’a
muhtaç olduğun kadar Allah için amel işle. Cehennem azabını tahammülün nisbetinde de orası
için çalış.”

Ahiretsiz bir dünya hayatı yaşamak isteyenlerin kalplerinde yalnız dünya muhabbeti olduğu için
huzursuzdurlar. Çok da kazansalar, zengin de olsalar darlıktan huzursuzluktan kurtulamazlar. Gönül
dar olursa koca dünya insana dar gelir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun hakkı da dar bir geçimdir.” (Tâhâ: 124)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BEY’ (ALIŞ - VERİŞ)


AKDİ

Kur’an-ı kerim ticârî ilişkilerde rızâyı esas almak ve bunun bulunmadığı muameleleri gayr-i meşru
saymak suretiyle câhiliye devrinin bu alış-veriş türlerini reddetmiştir. Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz de tatbikatlarında bu hususu daha da açıklığa kavuşturmuş ve neticede kıyamete
kadar devam edecek hükümler ortaya konmuştur.
Kur’an-ı kerim dünyevî kazançları tek hedef kabul edenleri uyarmış, onlara gerçek kazancı göstermek
için bir çok Âyet-i kerime’lerde alış-veriş konusuna temas edilmiştir.

Bir Âyet-i kerime’de:

“Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 275)

Diğer taraftan âhiret hayatında alış-verişin bahis mevzuu olmayacağı bildirilmektedir.

“Ey inananlar! Ne alış-verişin ne de dostluğun ve ne de iltimasın olmadığı günün gelmesinden


önce, size verdiğimiz rızıklardan (Allah için) sarfedin.

İnkâr edenler ancak zâlimlerdir.” (Bakara: 254)

Allah-u Teâlâ geçici olarak insanın tasarrufuna bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün gelmeden
önce, O’nun rızâ-i Bârî’si için infâk edilmesini istemektedir.

Diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“Resul’üm! İnanan kullarıma söyle! Namazı kılsınlar, alış-veriş ve dostluğun olmayacağı gün
gelmezden önce kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak etsinler.” (İbrahim: 31)

O gün herkes kendi derdini düşünür.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Anlaşma yaptığınız zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin ve Allah’ı üzerinize şahit tuttuğunuz
halde yeminleri sağlamlaştırdıktan sonra bozmayın. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızı bilir.” (Nahl:
91)

Yemin ve anlaşmaların bozulması ve benzeri davranışlardan dolayı Allah sizi cezalandırır.

“İpliği sağlamca büktükten sonra çözüp bozan kadın gibi olmayın.

Bir topluluk diğer bir topluluktan sayıca daha çok olmasına bakarak, yeminlerinizi aranızda
bozucu bir vasıta yapmayın. Allah bununla sizi imtihan etmektedir. Hakkında ayrılığa
düştüğünüz şeyleri kıyamet gününde mutlaka size açıklayacaktır.” (Nahl: 92)

Burada akit ve yeminleri bozan kimsenin durumu, ipliğini yününü güzelce büktükten sonra bozan
akılsız bir kadının durumuna benzetilerek kötülenmiştir.

Diğer taraftan da Allah-u Teâlâ’ya ve kullarına vermiş oldukları akit ve sözleşmelere uyarak onları
bozmaktan sakınanlar, şahitliklerini adâletle yapanlar Kur’an-ı kerim’de övülmüşlerdir.

“Onlar ki emanetlerine ve ahitlerine riayet ederler.” (Meâric: 32)

“Onlar ki şahitliklerini yerine getirirler.” (Meâric: 33)

Müslümanlar alış-verişin meşru olduğu üzerinde İcmâ etmişlerdir.


Alış-verişlerde asıl olan mubahlıktır. Kur’an-ı kerim’de ve Sünnet-i seniyye’de açıkça yasak
bulunmayan konularda alış-veriş serbesttir. Yeter ki karşılıklı rızâ olsun ve akit şartlarına uygun olarak
yapılsın.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Alış-Veriş Akdinin Gerçekleşme Keyfiyeti:

Bir şeyin varlığı kendi varlığına bağlı olan ve onun yapısından bir parça teşkil eden unsura “Rükün”
denilmektedir. Alış-veriş akdinin rüknü, karşılıklı mübadeleye delâlet eden “İcâp” ve “Kabul” dür, veya
onların yerini tutan karşılıklı olarak alıp vermektir.

“İcâp” ve “Kabul” akdin rüknü olduğu gibi, “Birbirine uygunluğu” ve “Aynı mecliste olması” da akdin
in’ikad (meydana gelme) şartlarındandır.

Gerçekte satım akdinin esası karşılıklı rızâ olmakla birlikte kişinin iç dünyası ile ilgili bir husus
olduğundan, zahirî bir ölçü olarak bu rızâyı bildiren irâde beyanı esas alınmıştır. Yani rızâ ile
yapıldığını göstermek için icâp ve kabulün mevcudiyeti, sıhhati için de tarafların ehliyeti yanında bir de
rızâyı bozan sebeblerin bulunmaması aranır.

“İcâp” ve “Kabul”, ancak açık ve net olduğu ve aksi ispatlanmadığı sürece iç iradeyi yansıtır.

İlk teklif “İcâp”, buna cevap niteliğindeki ikinci söz ise “Kabul” sayılır. Alım-satım akdi icâp ve kabul ile
bağlayıcı olur ve taraflar bedellerini vermeyi üstlenmiş olurlar.

Taraflar bir araya gelip de alım-satımla meşgul olmaya başlayınca “Akit meclisi” teşekkül etmiş olur.
Mektupla, faksla veya bir aracı ile yapılacak alış-verişlerde, muhatabın mektubu okunduğu veya
aracının icâp haberini karşı tarafa ulaştırdığı zaman da meclis teşekkül etmiş sayılır. Söz veya
davranışlarla kabul veya red irâdesi belli oluncaya kadar akit meclisi devam eder.

İcâptan sonra karşı tarafın akdi kabul veya red serbestliği vardır. Teklifi kabul ederse akit
tamamlanmış, red ederse icâp hükümsüz olmuş bulunur. İcâptan sonra karşı tarafın işte bu kabul veya
red yetkisine “Kabul muhayyerliği” adı verilir. İcâp’tan sonra Kabul’e kadar iki taraf da dönme ve kabul
etmeme hakkına sahiptirler.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


A. Bâtıl Sayılan Alış Veriş Çeşitleri:

a. Olmayan şeyin satışı:

Henüz meydana gelmemiş olan bir şeyin satış akdi geçerli değildir. Hayvanın henüz doğmamış olan
yavrusunu satmak, ortaya çıkmadan önce meyve ve ekini satmak gibi. Bunlar satış sırasında mevcut
olmadığı veya meydana gelmeme riski bulunduğu için yapılacak satım akdi geçerli değildir.

b. Teslimine güç yetirilemeyecek olan şeyin satışı:

Alış-verişin gayesi satıcının paraya, alıcının ise mala sahip olması ve bunların karşılıklı olarak teslim
edilmesidir. Satıcı sattığı malı teslim etmezse satıştan beklenen fayda gerçekleşmez. Bunun içindir ki
bir kimse teslimine güç yetiremeyeceği bir malı satsa, bu mal onun mülkiyeti altında bulunsa bile bâtıl
olur.

Ebu Said-i Hudrî -radiyallahu anh- in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- doğuruncaya kadar büyük baş ve küçük baş
hayvanların karınlarındaki ceninin, sağılıp ölçülünceye kadar bunların memelerindeki sütün,
kaçmış iken kölenin, taksim edilinceye kadar ganimet hissesinin, teslim alınıncaya kadar
sadakanın ve dalgıcın çıkaracağı avın satın alınmasını yasaklamıştır.” (İbn-i Mâce: 2196)

Zimmet borcu olan şeylerin satışı:

Borcun, alacaklı tarafından vâdeli olarak borçluya satışı Resul-i Ekrem-sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz tarafından yasaklanmıştır.

Meselâ bir kimse bir ay sonra teslim almak üzere bir ton buğdayı, parasını da bir ay sonra vermek
üzere satın alsa, iki zimmet borcu vâdeli olarak mübadele edilmiş olur. Burada bedellerin ikisi de vâdeli
olduğu için satım akdinden çok bir satış vâdinden söz edilebilir. Tarafların verdikleri sözde durarak
satışı tahakkuk ettirebilecekleri gibi, satış bağlayıcı olmadığı için uygulanmaması da mümkündür.

Böyle satışlar bâtıldır.

c. Garar satışı (Aldanma riski bulunan satış):

Garar; tehlike, risk, kişinin bilmeden canını veya malını tehlikeye sokması mânâlarına gelir.

İslâm’da, şümulünde garar bulunan satış yasaklanmıştır. Garar yasağının temelinde haksız kazancın
önlenmesi fikri bulunmaktadır.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- nın şöyle dediği rivayet olunmuştur:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- garar satışını yasaklamıştır.” (İbn-i Mâce: 2195)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde sudaki balığın satın
alınmamasını, bunun garar olduğunu beyan buyurarak gararın açıklamasını yapmıştır. (Ahmed bin
Hanbel)

Çünkü hiç balık tutulmadığı takdirde kişinin balıkçıya verdiği para karşılıksız kalacaktır.
Bütün bu satışlar haram ve bâtıldır.

d. Necis (pis) olan veya pislik karışan şeyin satışı:

Yenilmesi veya içilmesi Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle kendi özündeki bir zarardan dolayı
yasaklanmış bulunan şeylere necis denir.

Hayvan ölüsü, kan, domuz ve içki gibi faydalanılması câiz olmayan şeyleri satmak yahut bunlarla bir
şeyi satın almak suretiyle yapılan alış-veriş bâtıldır. Çünkü alış-verişin şartı; satılan mal ile onun
bedelinin şer’an haram olmamasıdır.

Allah-u Teâlâ insanlara neyi haram kıldığını kendilerine açıklamasını Peygamber’ine emrederek şöyle
buyurmuştur:

“Resul’üm! De ki: Bana vahyolunanlar arasında, yiyen kişiye haram olduklarını bulduklarım
yalnız şunlardır: Leş, akıtılmış kan, necis olan domuz eti ve Allah’tan başkasının adına
kesildiğinden dolayı fısk olanlar.” (En’âm: 145)

Allah’tan başkasının adı anılarak kesilen bir hayvan ölü mesâbesindedir ve fısk olduğu için Allah-u
Teâlâ bunları haram kılmıştır. Buna fısk denilmesinin sebebi, fâsıklığın şümulü içine girmesindendir.

Nitekim diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Allah’ın âyetlerine inanan müminler iseniz, üzerlerine Allah’ın ismi anılmış (besmele ile
kesilmiş) hayvanlardan yiyin.” (En’âm: 118)

Allah’tan başka birinin adı anılarak kesilen veya kesilmeden ölen hayvanlardan sakın yemeyin. Çünkü
Allah-u Teâlâ’nın âyetlerine iman etmek, Allah’ın helâl kıldığını helâl görmeyi ve yasakladığı şeylerden
sakınmayı gerektirir.

“Size ne oluyor da üzerine Allah’ın adı zikredilenlerden yemiyorsunuz?

Halbuki o size mecbur kalmanın dışında, haram olan şeyleri geniş olarak açıklamıştır.” (En’âm:
119)

Haram ile helâli birbirinden ayırmıştır.

“Kesilirken Allah’ın adı anılmayan hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek muhakkak ki bir
fısktır, Allah’ın yolundan çıkmaktır.” (En’âm: 121)

Helâl lokma yiyebilmek için bugün müslümanların üzerinde durması gereken önemli hükümlerden birisi
de, hayvan kesiminde besmele çekilmesi hususudur. Çünkü besmele çekilmeden kesilen hayvan
murdardır ve etinin yenmesi haramdır. Ecnebi devletlerden gelen ithal etlerin durumu da böyledir, asla
yenmez.

Hayatî bir tehlike ile karşı karşıya gelen kimseye, bu tehlikeyi atlatabilmek için zaruret miktarını
geçmemek üzere, mahzurlu olan şeylere başvurma hakkı tanınmıştır.

Allah-u Teâlâ En’âm sûre-i şerif’inin 145. Âyet-i kerime’sinin devamında şöyle buyurmaktadır:

“Fakat kim mecbur kalırsa başkasına saldırmadan zaruret miktarını aşmamak üzere yemesinde
bir günah yoktur.

Muhakkak ki Allah çok bağışlayandır, merhamet edendir.” (En’âm: 145)

Zaruret ile karşı karşıya kalanı sorumlu tutmaz. Bu O’nun merhametinin tecellilerindendir.
Bir insan son derece aç kalıp da helâl bir yiyecek bulamadığı takdirde haram olan bir şeyden yalnız
hayatını kurtaracak bir miktar yemesi mubah olur. Böyle mecbur kalmış bir kişi için, bunlardan
hangisini bulursa, ölmeyecek kadar yemeye ruhsat vardır.

Şu kadar var ki lüzumlu olandan bir lokma bile fazla kullanmamalıdır. Böyle bir durumda haram olan
şeyden bir-iki lokma veya bir damla hayatı kurtarmaya yetecekse, bundan fazlası kesinlikle
alınmamalıdır. Görüldüğü gibi bu zaruret dahi sınırlandırılmıştır, insanların arzusuna bırakılmamıştır.

e. Kaporalı satış:

Bir alış-verişte satış bedelinin tamamının verilmediği durumlarda, alıcı veya satıcının caymasını
önlemek gayesiyle önden verilen bir miktar paraya “Kapora” veya “Pey” denir.

Kaporalı satış; bir malı satın alan kimsenin, satıcıya bedelden bir kısmını, satış gerçekleşirse önden
verilen meblağın satış bedelinden düşülmesi, gerçekleşmezse bağış sayılması şartıyla vermesidir.

Satış gerçekleşmediği takdirde önden verilen kaporanın yanması üzere yapılan alış-veriş akdi geçerli
değildir.

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- kaporalı satışı yasaklamıştır.” (İbn-i Mâce: 2192)

Böyle bir satışta aldanma vardır. O meblağ karşılıksız olarak satıcı tarafından alınan haksız bir
kazançtır.

Bunun helâl olması için böyle bir akit gerçekleşince, kaporanın satış bedeline mahsup edilmesi, alıcı
sözleşmeden vazgeçerse kaporanın geri verilmesi gerekir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

B. Fâsit (Hükümsüz) Sayılan Alış Veriş Çeşitleri:

a. Bilinmeyen yönü bulunan satış:

Satılan mal veya satış bedelinde tarafları anlaşmazlığa götürecek ölçüde bir bilinmezlik bulunursa
böyle bir satım akdi fâsit olur. Ancak satıcı ve alıcının sonradan yapacakları karşılıklı anlaşma ile
anlaşmazlığı gidermeleri mümkündür.

Meselâ birbirinden farklı üç şeyden birisini satmak, üç çeşit paradan birisi ile vâde tarihini belirlemeden
veresiye satış yapma durumlarında; alıcı kendi yararına en uygun olanı seçmek, satıcı da kendi
menfaatlerine en uygun olan şıkkı uygulamak ister ve aralarında anlaşmazlık çıkar. Bu da satıştan
beklenen faydanın gerçekleşmesine engel olur. Böyle bir satışı her iki tarafın da bozması gerekir.
Satılan şeyin cins, tür veya miktar olarak bilinmemesi satım akdini fâsit kılar. Meselâ satıcı cins
belirlemeden bir çuval unu borçlansa, piyasada fiyatları farklı unlar bulunduğu için satıcı bu
belirsizlikten faydalanarak en ucuzunu vermek, alıcı da en iyisini almak ister ve aralarında anlaşmazlık
çıkar.

Satış bedelinin cins ve miktarı belirlenmeden yapılacak alım satım akdi de fâsittir. Meselâ bir ineği
sürüden on koyun karşılığında satmak böyledir. Burada ineği satan kimse sürüden iyi on koyunu
almak, diğeri ise değeri düşük koyunlarla karışık veya tamamı değeri düşük olan koyunlardan vermek
ister. Böyle bir satışta satış bedelinde bilinmezlik bahis mevzuu olur. Bir hayvanı veya kullanılmış bir
otomobili “Değeri üzerinde satmak” fâsittir. Çünkü kıymeti biçen kişiler farklı değer koyabilecekleri için
satış bedeli meçhul kalır.

Veresiye satışlarında satış bedelinin ne zaman ödeneceği, para peşin mal veresiye bir satış türü olan
Selem’de malın ne zaman teslim edileceği, şart muhayyerliği bulunan satışta muhayyerliğin ne kadar
süre içinde kullanılacağı belirlenmemişse bütün bu satım akitleri fâsit olur. Çünkü bu gibi bilinmezlikler
satıcı ve alıcı arasında menfaat çatışmasına yol açar. Satıcının bir an önce satış bedelini almasında,
alıcının ise bunu geciktirmesinde yarar vardır.

Tarih olarak kesin bilinmeyen belirsiz bir zamana kadar satış da fâsit olur. Meselâ hasat zamanını,
karın yağışını, bağ bozumu zamanını vâde tarihi olarak belirlemek böyledir. Ancak iki taraf belirsiz
bulunan süreler gelmezden önce bir araya gelerek süreyi düşürseler veya vâdeyi belirli hale getirseler
satım akdi geçerli olur.

Veresiye satış yapıp da vâde tarihinin hiç konuşulmaması halinde prensip olarak bir ay esas alınır.

Alış-veriş akdinde teminâtların belirli olması gerekir. Veresiye satışta satıcı satış bedelini garantiye
almak için kefil veya rehin istemişse, bunların kişi ve mal olarak belirlenmesi gerekir. Borçlu bunu
sağlayamazsa aralarında anlaşmazlık çıkar. Bunun içindir ki konunun satış sırasında çözümlenmesi
gerekir. Eğer satış sırasında bu kefil ve rehin, kişi ve mal olarak belirlenmemişse akit fâsit olur.

Netice olarak; satıştaki bilinmezlik, tarafları anlaşmazlığa götürecek ölçüde çok olursa akit fâsit olur.
Ancak iki taraf kendi aralarında anlaşarak bu bilinmezlikleri gidererek satışı geçerli hale getirebilirler.
Sonradan vâde tarihini belirleme gibi.

b. Bir şarta veya bir zamana bağlanan satış:

Bir alım-satım akdi, meydana gelmesi mümkün olan başka bir şeyin varlığına bağlanırsa veya gelecek
bir zamana izâfe edilirse böyle bir satış fâsittir.

Meselâ satıcı “Filan kişi bana evini satarsa ben sana evimi satıyorum.” dese, bununla satım akdi, satış
dışında bir şarta bağlanmış olur. Şartın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belirsiz olduğu için akit askıda
kalır. Buradaki şart gelecek zamanda olabilecek bir şarttır. Ancak şart gerçekleşmediği veya geciktiği
takdirde alıcı için zarar ve belirsizlik doğmaktadır.

c. Fâsit şartla satış:

Satıcı veya alıcıdan yalnız birisine tek yanlı üstün bir yarar sağlamaya yönelik olan şarta “Fâsit şart”
denir.

Böyle bir şartın İslâm tarafından konulmamış olması, akde uygun düşen nitelikte olmaması da
gereklidir.

d. Bir satış içinde iki satış veya iki şart:


Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde bir satış içinde iki satış
yapmayı yasaklamıştır. (Tirmizi)

İki satışı veya iki şartı kapsayan satım akdi fâsittir. Çünkü böyle bir muamelede satış bedeli belirsiz
olduğu gibi, ayrıca taraflardan birisine karşılıksız üstün fayda sağlama bahis mevzuudur. Peşin veya
vâdeli fiyattan birisi tercih edilmeden satış meclisi dağılmış olursa, gerçek satış bedeli belirsiz sayılır.
Burada müşteri malı teslim alırsa, konuşulan fiyatı değil, malın değerini ödemekle yükümlü bulunur.
Çünkü fâsit satış rayiç bedeli üzerinden gerçekleşmiş sayılır. Bu da peşin fiyatına yakın bir bedel olur.

Ancak alıcı bu iki fiyattan birisini tercih ederse satım akdi meydana gelir.

e. Malı görmeden satmak veya satın almak:

Satış sırasında hazır olmayan veya kapalı kutularda bulunan şeyin vasıflarını belirterek satışı câizdir.
Böyle bir durumda alıcı malı görünce seçimlik hakkına sahiptir. Dilerse satışı geçerli kılar, dilerse
reddeder.

Bir malı görmeden satın alan kimse için görünce kabul etmeme hakkı bulunduğu için, bu hususta
bilinmezlik onun aldanmasına veya taraflar arasında bir anlaşmazlığa yol açmaz.

f. Gözleri görmeyen kimsenin alış-verişi:

Âmânın alış-verişi, kira, rehin ve hibe akdi geçerli olur. Onun görme yerine malı tanımasına yardımcı
olan dokunma, tatma ve koklama muhayyerlik hakkı, satın aldığı şeye dokunmak, onu koklamak veya
tadına bakmakla düşer.

g. Haram olan satış bedeli karşılığında satış:

İçki, murdar ölmüş hayvan eti veya domuz eti gibi İslâm’a göre değeri olmayan şeylerin satışı geçerli
değildir. Bu gibi şeyler bir satım akdinde satış bedeli olarak belirlense, böyle bir satış fâsit olur.

h. Şarap üreticisine üzüm satmak:

Üzüm üretimi ve satışı meşrudur. Bir kimsenin normal olarak toptancılara, hallere teslim ettiği üzümleri
şarap üreticileri alıp şarap yapıyorlarsa bundan dolayı üreticinin bir sorumluluğu bulunmaz.

Ancak doğrudan şarap üretiminde kullanılan şıralık üzüm üretir ve bunu doğrudan şarap fabrikasına
satarsa, şarabın üretimini ve yayılmasını desteklemiş olur. İslâm içki içimini yasakladığı gibi ticaretini
de yasaklamıştır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Allah içkinin kendisini, içeni, sunanını, satıcısını, satın alıcısını, imal edenini, imal ettirenini,
taşıyanını, taşıttıranını lânetlemiştir.” (Tirmizî)

Üzüm müstahsili üzümünü içki fabrikasına satarsa, o da aynı günaha ve lânete müstehak olur.

i. Satılan belirli malda ve ayrılmış satış bedelinde vâde şart koşmak:

Taraflar belirli bir mal ve peşin bir fiyat üzerinde anlaşmışlarsa, önce satış bedelinin teslim edilmesi,
bundan sonra da malın alıcıya teslimi gerekir. Malın malla tırampasında veya iki farklı cinsten paranın
birbiriyle mübadelesinde ise bedellerin birlikte teslimi gereklidir.

İşte alış-veriş yapılıp mal ayrıldıktan ve bedeli olan para da belirlendikten sonra, ayrılan malın ve satış
bedelinin teslimi geri bırakılırsa, böyle bir satım akdi fâsit olur. Çünkü prensip olarak teslimin satış
sırasında yapılması gerekir. Satış, bedelli bir akittir. Yani temlike (malını başkasına vermeye) karşılık
temlik ve teslime karşılık teslim muamelesidir. Vâde ise derhal teslime engel olur ve akdin gereğini
değiştirmiş bulunur. Bu yüzden akdin fâsit olmasına sebep olur.

k. Iyne satışı (Vâdeli sattığı malı peşin para ile geri almak):

Satıcının ve alıcının, câiz olmayan bir amaca ulaşmak için câiz olan bir şeyi yapmasıdır. Bir kimsenin
kredi sağlamak amacıyla, vâdeli olarak yüksek fiyatla aldığı bir malı aynı kişiye peşin parayla daha
ucuz fiyatla satmasıdır. Meselâ bir kişi bir başkasına vâdeli bir satış bedeli karşılığında bir mal satsa,
sonra aynı malı ondan düşük bir fiyatla peşin paraya satın alsa, bu durumda iki satış akdi
gerçekleşmiş olur. Bunu alıcı bakımından düşünürsek vâde ile aldığı malı peşin satınca finansman
sağlamış bulunur. Böylece iki bedel arasındaki fark, malı şeklen satan kimsenin aldığı bir fâiz olur.

Bu satışa ıyne satışı denilmesinin sebebi, belli bir süreye kadar vâdeli bir mal satın alan, onun bedelini
peşin ve nakit almasından dolayıdır.

Iyne satışı ile ilgili olarak Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah bin Ömer -
radiyallahu anhümâ- dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Iyne usulüyle alış-verişte bulunur, sığırların peşine düşer, ziraate râzı olur ve cihadı da
terkederseniz, Allah size öyle bir zillet verir ki, dininize tekrar geri dönmedikçe o zilleti
kaldırmaz.” (Ebu Dâvud: 3462)

Hadis-i şerif esas itibariyle insanların ticaret ve ziraate kendilerini vererek cihadı ihmal etmelerini
yasaklamaktadır.

l. Bir bütünün parçalarının bu bütünden ayrılmadan satılması:

Bir bütünü meydana getiren parçalar, ondan ayrılıp müstakil hale gelmedikçe satılmaz. Parçalara
ayrılması bütüne zarar verecek olan şeyden bir parçayı satmak fâsittir. Bir kat elbise veya paltoluk için
ayrılmış kumaştan bir metresini satmak gibi. Çünkü bunun teslim edilebilmesi bağlı olduğu bütüne
zarar verecektir. Bu bir metreyi verdiği takdirde toptan artan kumaşın bir kat elbiseye yetmeyeceğini
kişi anlarsa satışı feshedebilir. Ancak kendisine zarar verebileceğini bildiği halde kumaşı teslim ederse
satış sahih hale gelir.

Aynı prensip, takım olarak satışı yapılan mobilya, takım kitaplar, mutfak eşyası ve benzerleri için de
kullanılır.

m. Meyve ve ekinlerin hasattan önce satılması:

Henüz meydana gelmemiş olan meyvelerin dalında satışı câiz değildir. Çünkü bu mevcut olmayan bir
şeyin satışı veya belli bir ağacın bir kaç yıllık meyvesinin peşin para ile satışı mânâsına gelir. Bunların
her ikisi de Hadis-i şerif ile yasaklanmıştır.

Bu satışın yasaklanma sebebi, satışa konu olan şeyin akit sırasında mevcut olmaması ve daha sonra
da meydana gelmeme ihtimalinin bulunmasıdır.

Olgunlaşmamış ekin ve meyvelerin olgunlaşıncaya kadar bekletilmesi şartıyla yapılacak satış fâsit
olur. Çünkü böyle bir şart akdin gerektirdiği bir şart niteliğindedir. Olgunlaşmış ekin veya meyvelerin
hasat edilmeden başağında veya dalında satılması câizdir.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Fâsit Alış-Veriş Hükümleri:

Fâsit alış-veriş, malı teslim alma halinde hüküm ifade eder. Yani alıcı, satıcının izni ile malı alacağı
zaman, ona sahip olur. Bunun için fâsit bir alış-verişte satın alınan bir mal müşteri elinde telef olsa,
onu tazmin etmesi lâzım gelir. Malı ele geçirdiği zamanki kıymetini veya mislini alıcının satıcıya
vermesi gerekir.

Fâsit bir alış-veriş muâmelesinde bulunan alıcı ile satıcıdan her biri alış-verişi bozma hakkına sahiptir.
Böylece alış-verişteki bozukluk kalkmış olur.

Fâsit alış-veriş yaptıktan sonra satıcı, alıcının parasını geri vermedikçe sattığı malı geri alma hakkını
kazanamaz.

Bir kimse mülkiyetinde olmayan, insanların müşterek faydalandığı otlağı satamaz ve onu kiraya
veremez.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Mekruh Olan Alış-Verişler:

Alıcı olmadığı halde, başkasını teşvik için malın kıymetini çoğaltmak mekruhtur.

Bir fiyat üzerine anlaşan iki kimsenin alış-verişi üzerine fark verip artırmak suretiyle talip olmak yine
mekruhtur. Fakat iki kişi arasında anlaşma olmadan önce, bir malı artırmaya koymak suretiyle satmak
câizdir.

Satılmak için şehre mal getirmekte olan kafileleri karşılayıp şehir halkına zarar verecek şekilde
mallarını önceden satın alarak şehirde fahiş fiyatla satmak mekruhtur.

Kıtlık zamanında, paraya tamah ederek, bir memleketteki ticaret malını dışarıya satmak da mekruhtur.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KARABORSACILIK

Mahiyeti:

Daha çok kazanabilmek için fiyatların artmasını bekleyerek halkın ihtiyaç duyduğu malları satmayıp
stok etmeye karaborsacılık denilmektedir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- den rivayet
edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

“Bir kimse müslümanların zararına yiyecek maddelerini depolar ve piyasaya sürmezse Allah o
kimseye cüzzam hastalığını verir ve onu iflâs ettirir.” (İbn-i Mâce: 2155)

Karaborsacılık haramların en büyüklerindendir ve umuma şamil bir zulümdür.

Depolanan malın satın alınmış bir gıda maddesi olması, piyasada darlık bulunması ve bir ay gibi
yeterli bir süre geçmesi karaborsacılığın şartlarındandır.

Karaborsacı ihtiyacı dışındaki malı satmaktan kaçınırsa bu takdirde devlet onun malını râyiç bedelle
alır ve ihtiyaçlılara dağıtır, parası kendisine verilir.

Bir kimse kendi ürettiği mahsulü depolayıp bekletebilir. Bolluk zamanında alıp saklayabilir ve kıtlık
zamanında kendi ihtiyacı için satın alabilir. Bu durum karaborsacılık değildir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Müşteriye Verilmesi Gereken Bilgiler:

Kâr miktarı açıklanacak veya kârsız yapıldığı bildirilerek yapılan satışlar güvene dayalı satışlardır.
Çünkü alıcı, satıcının alış fiyatı veya mâliyet hususunda verdiği bilgilere bir belge veya yemin
istemeksizin güvenmiştir. Bunun içindir ki onun bu güveninin kötüye kullanılmaması ve etki altında
bırakılarak aldatılmaması gerekir.
Yalan, hile ve aldatma çok kötü huylardır ve Allah-u Teâlâ bu gibi huyları şiddetle yasaklamıştır.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hainlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken
emânetlerinize de hainlik etmeyin.” (Enfâl: 27)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz:

“Bizi aldatan bizden değildir.” buyurmuşlardır. (Müslim: 101)

Satılacak olan malda sonradan bir kusur meydana gelebilir. Eğer bu kusur bir âfet sonucu veya alıcı
tarafından ya da canlı hayvanın kendi fiili ile meydana gelmişse, böyle bir mal kusuru açıklanmaksızın
satış bedelinin tamamı ile murabahalı (kâr miktarı açıklanan) yolla satılabilir. Çünkü kusurlu kısma,
satış bedelinin herhangi bir parçası karşılık sayılmaz. O, elindeki malı ulaştığı son durumla satmış olur.

Kusur, satıcının veya bir başkasının fiili ile meydana gelmişse, bu durum açıklanmadıkça mal
murahabalı olarak satılmaz.

Malda, satıcının elinde iken doğum, meyve, yün ve süt gibi fazlalıklar meydana gelse, bu durum
müşteriye açıklanmadıkça murahabalı yolla satılmaz. Çünkü satılacak malın kendisinde meydana
gelen artışlar mal hükmünde olup, satış kapsamına girer ve âdet olarak tek satış bedeli bildirmekle
yetinilir.

Satın alınan bir mal, alıcının elinde iken değerlense, yeni değer üzerinden belirlenecek fiyatın üzerine
belli bir kâr eklenerek murabaha yoluyla satılabilir. Bu durumun alıcıya açıklanmaması aldatma
sayılmaz.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kârın Meşru Oluşu ve Sınırı:

İslâm’da ticaret meşru olunca, kâr elde etmenin de meşru olması tabiidir. Çünkü kâr, mal
mübadelesinin semeresi olup, o olmayınca iktisadi bir hayat düşünülemez.

İslâm’da alış-verişlerde çeşitli mallara yüzde hesabıyla bir kâr haddi belirlenmemiştir. Umumi olarak
arz ve talep prensiplerine bağlı, serbest rekabet esasları içinde kendiliğinden meydana gelecek fiyatlar
ölçü alınmıştır. Eğer çeşitli mallara belirli oranda kâr haddi uygulaması getirilseydi, iktisadî hayat
zorluklarla karşılaşırdı. Çünkü kâr miktarını dondurmak o malın alış fiyatını veya mâliyetini tam olarak
bilmeyi gerektirir. Bu ise her zaman net olarak hesaplanmaz ve satışa hile karışabilir. Diğer taraftan
aynı cins ve kalitedeki malın mâliyeti tüccardan tüccara değişir. Sermayesi geniş olan kimse, peşin
para ile çok ve ucuz mal satın alır, kendi araçları ile nakleder ve işyerine kira ödemez. Böylece de malı
ucuza mâl eder. Başka bir tüccar da bu imkanlar bulunmadığı için mâliyetleri yüksek olabilir.
Üretimdeki etkenler çok daha değişik etkenler yüzünden farklı olur. Aynı cins ve miktarda bir çok malın
mâliyetleri farklı olunca, yüzde kâr ilavesiyle meydana gelecek satış bedelleri de farklı olacaktır.

Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hayatta iken bir ara fiyatlar büyük ölçüde yükseldi.
Bunun üzerine sahabiler ‘Yâ Resulellah! Fiyatlar yükseldi, bizler için fiyatları tahdit ve tayin et.’
diye müracaatta bulundular.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara hitaben:

“Şüphesiz ki fiyatı ayarlayan, ucuzlatıp pahalandıran, darlık, bolluk ve rızık veren Allah’tır. Ne
bir can ve ne de bir mal ile ilgili herhangi bir hakkı benden isteyecek bir kimse bulunmadığı
halde Rabb’ime kavuşmamı umarım.” buyurdu. (İbn-i Mâce: 2200)

Bu Hadis-i şerif delil gösterilerek narh koymanın, fiyat tahdidinin haramlığına hükmedilmiştir.

Çünkü mal sahipleri mallarında tasarruf etmekle yetkilidir. Alıcının yararına mal ucuzlatmak, satıcının
malını değeri ile satabilme hak ve yararına gölge düşürür. Devlet yetkilileri alıcının yararını göz önünde
bulunduracağı gibi satıcının yararını da dikkate almak ve adâleti sağlamak durumundadır. Şu halde
satıcıyı da alıcıyı da baskı altında tutmamak gerekir. Mal sahibini, rızãsı dışında malını satmaya
zorlamak, alım-satımlarda tarafların karşılıklı rızâları prensibine ters düşer.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Piyasa Fiyatı:

Serbest piyasada arz ve talebin karşılaşması ile meydana gelen kısa vâdeli mübadele bedeline piyasa
fiyatı denir. Piyasa fiyatlarının düşmesi veya yükselmesi arz ve talep dengesindeki dalgalanmaların bir
neticesidir.

Piyasaya ihtiyaç miktarının altında mal sürülürse mal darlığı görülür ve fiyatlar yükselir. Çünkü mal
talebinin artması, fiyatların yükselmesine yol açar. Buna karşılık piyasaya ihtiyacın üstünde mal
sürülürse bu defa da talep azlığından ötürü ucuzluk meydana gelir.

Ancak bu durum mâliyetin altında zararına satışlara yol açacak dereceye ulaşırsa mal arzı kısılır,
üretim azalır. Arz ve talep dengesi kuruluncaya, piyasada fiyatlar istikrar buluncaya kadar bu
dalgalanmalar devam eder.

İşte piyasa fiyatlarının belirli bir noktada durmasını sağlamak için fiyatları dış müdahalelerle
dondurmak yerine, arz ve talep arasındaki dengeyi sağlamak daha uygundur.
Bir malın değerini belirlemek için, kendi cinsinin günlük rayiç fiyatına başvurulur. Böylece o malın
emsaline göre değeri ve fiyatı ortaya çıkmış olur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Medine-i münevvere piyasasında zaman zaman
yükselen fiyatlara müdahale etmesi istendiği halde etmemesi ve Ashâb-ı kiram’ı serbest rekabet
şartları içinde dürüst ticarete teşvik etmesi, piyasa fiyatının ölçü alınışına delildir.

İslâm hukukuna göre başkasının mislî (standart) malına zarar veren kimse, onu misliyle tazmin eder.
Telef edilen mal eğer hayvan, kullanılmış nakil aracı gibi kıyemî mal niteliğinde ise, aynısı tazmin
edilemiyeceği için değeri ile tazmin edilir. İşte bu gibi malların değeri, piyasada bulunan benzerlerinin
rayiç bedelleri dikkate alınarak belirlenir.

Günün rayiç bedeli ile satış yapmanın câiz olduğunu gösteren bir delil, Hakîm bin Hizâm -radiyallahu
anh- in Resulullah Aleyhisselâm’ın adına yaptığı şu alış-veriştir.

Resulullah Aleyhisselâm adı geçen zâta bir dinar (yaklaşık 4 gram ağırlığında altın) vererek kendisi
için kurbanlık koyun satın almasını istemişti. Bu para ile iki koyun satın alan Hakîm -radiyallahu anh-,
henüz pazar yolundan ayrılmadan hayvanların pahalanması üzerine koyunlardan birisini bir dinara
sattı ve elinde bir dinar yedeğinde de bir koyun olduğu halde geri döndü. Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz hem parayı hem de koyunu aldı ve Hakîm -radiyallahu anh- e hayır duâda
bulundu. (Ebu Dâvud)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BORÇ ALIP - VERME

(KARZ-I HASEN)

İslâm dini fâizi şiddetle yasaklarken helâl kazanç yollarını göstermiş, darda kalmış kimselere de
maddi-manevî her türlü yardımı teşvik ve tavsiye etmiştir.

Yardımlaşmanın bir şekli olan ve “Güzel ödünç” mânâsına gelen Karz-ı hasen pek hayırlı bir ameldir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Eğer borçlu darlık içinde bulunuyorsa, eli genişleyinceye kadar ona mühlet verin. Eğer
bilirseniz sadaka olarak bağışlamanız sizin için daha hayırlıdır.” buyuruyor. (Bakara: 280)

Bir müminin ihtiyaçlı din kardeşine karşılıksız borç vermesi, borcunu zamanında ödeyememesi halinde
ona yeni süre tanıması, hatta ödeyemeyeceğini hissettiği zaman ona bağışlaması imanın
kemâlindendir.
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Miraca çıkarıldığım gece cennetin kapısı üzerinde ‘Sadaka karşılığında on misli sevap vardır.
Ödünç paraya ise on sekiz misli sevap vardır.’ ifadesinin yazılı olduğunu gördüm.

Bunun üzerine Cebrâil’e:

‘Borç vermenin sadakadan üstün olmasının hikmeti nedir?’ diye sordum.

Cebrâil dedi ki:

‘Çünkü sadaka isteyen kişi bazen yanında bir şey bulunduğu halde dilenir. Fakat borç isteyen
kimse, ancak ihtiyaçtan dolayı borçlanmak ister.” (İbn-i Mâce: 2431)

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyh ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden önce yaşayanlardan bir tüccar vardı. Halka borç verirdi. Borçluları arasında fakir
görürse hizmetçilerine ‘Onun borcundan vazgeçiverin, böylece Allah’ın da bizim
günahlarımızdan vazgeçeceğini umarız.’ derdi. Allah da onun günahlarından vazgeçti.” (Buhârî.
Sulh 10)

Şu kadar var ki, hayatî zaruretler olmadıkça borçlanılmamalıdır. Zirâ Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz borcu mekruh kılmıştır.

Namazlarında çok zaman “Allah’ım! Günahtan ve borçtan sana sığınırım.” diye duâ ederlerdi. “Yâ
Resulellah! Sık sık borçtan Allah’a sığınıyorsunuz?” denildiğinde “İnsan borçlandığı takdirde,
söyleyince yalan söyler. Söz verir de sözünde duramaz.” buyurmuşlardır. (Buhârî)

Umumiyetle borç kanaatsızlıktan doğmaktadır. Bugün meşru kazancı ile iktifâ etmeyip lüks ve israfa
dalarak borçlananlar, ağır ve mesuliyetli bir yükün altına girmektedirler.

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise borç ile
küfrü eşit tutmuştur. (Nesâî)

Kul borcu ile ölmek ve huzur-u ilâhiye kul hakkı ile varmak, küfürden sonra en büyük günahtır.

Bunun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz mutadı olarak namazı kılınmak
üzere bir cenaze getirildiğinde ölenin geçmiş hayatının hiçbir safhasını sormazlardı. Yalnız “Onun
borcu var mıdır?” diye sorarlardı. Eğer “Borcu vardır.” denilirse kılmaktan vazgeçerler, “Borcu
yoktur.” denilirse cenazenin namazını kılarlardı.

Bir müminin bütün borçlarını açık bir şekilde yazarak vasiyet etmesi son derece mühimdir.

Kul hakkı ile huzur-u ilâhîye giden, borcunu sevaplarından ödemek mecburiyetinde bırakılır.

Bir kimse vefât ettiğinde, vârisleri malının üçte birinden ilk olarak borçlarını ödemelidirler.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Ödünç Verenle İlgili Şartlar:

Ödünç verenin akıllı, ergin ve ödünç vereceği malın sahibi ve onu ödünç olarak vermeye yetkili
bulunması gerekir. Küçük çocuk veya akıl hastası bir kimse kendi malını başkasına hibe edemeyeceği
gibi, bunu ödünç olarak da veremezler.

Baba veya vâsi de temsil ettiği küçüğün malını ödünç veremez.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Ödünç Verilen Şeyle İlgili Şartlar:

a. Ödünç verilecek şeyin ölçü, tartı veya standart olup sayı ile alınıp satılan şeyler gibi “Mislî” bir mal
olması gerekir. Hayvan veya gayr-i menkul gibi “Kıyemî” mallar üzerinde karz akdi yapılamaz. Çünkü
kıyemî malların misli bulunmadığı için, tüketildiğinde benzerini geri vermek mümkün olmaz.

Meselâ bir yaşlarında bir koyun ödünç olarak verilse, geri alınmak istendiğinde ödünç alan fiyatı düşük
bir hayvan vermek isterken, ödünç veren daha iyisini almak ister. Bu da menfaat çekişmesine yol açar.

b. Akdin gerçekleşmesi için borç verilecek şeyin karşı tarafa teslim edilmesi gerekir. Bu duruma göre
sadece konuşmakla karz akdi gelmiş olmaz. Borç verilen şey üzerinde mülkiyet hakkı, ancak teslim
olmakla sabit olur.

Meselâ bir kimse bir ölçek buğday ödünç alıp kabzetse ona sahip olur. Artık ödünç veren, verdiği
buğdayın aslını istese bile, ödünç alanın mislini verme hakkı doğmuş olur.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Borcun Vâdesinde Ödenmesi:

Gerek borç olarak alınan ve gerekse veresiye mal almaktan doğan borçların vâdesinde ödenmesi
gerekir.

Ancak ödünç vermede alacaklının kendisi dara düştüğü takdirde, alacağını vâdesinden önce de
isteme hakkı vardır. Çünkü karz-ı hasende vâde bağlayıcı değildir. Ödeme güçlüğü içinde olan
borçluya gerekli kolaylığın gösterilmesi gerektiği gibi, ödeme gücü olduğu halde borcunu vâdesinde
ödemeyen kimse de alacaklıya zulüm yapmış olur.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Borcunu ödeyebilecek durumda olan zengin kimsenin ödemeyi geciktirmesi zulümdür.”


(Müslim: 1564)

Alacaklı zengin bile olsa borcu zamanında ödemek icâbeder. Onun zenginliği, hakkının
geciktirilmesine sebep teşkil etmez. Zengine olan borcun hali böyle olunca, fakire olan borcun
ödenmesi ise daha da öncelik arzeder.

Ödemek niyetiyle borçlanan kimseye Allah-u Teâlâ yardımcı olur.

Meymûne -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Bir borçla borçlanan bir kimsenin ödeme niyetinde olduğunu Allah bilince, onun borcunu
Allah mutlaka dünyada iken öder.” (İbn-i Mâce: 2408)

Ödünç alan kimse cins, tartı veya ölçü itibariyle aldığından daha iyisini verebilir. Bu bir iyilikten ibarettir.
Ancak iki tarafın bu fazlalığı şart koşmamaları lâzımdır. Fazlalık şart olursa fâiz olur.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre bir kimse Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem - Efendimizden alacaklı olduğu deveyi istemeye geldi. Ona kendi devesinden daha üstün bir
deve verilmesini söyledikten sonra şöyle buyurdu:

“Sizin en hayırlınız, borç ödeme hususunda en iyi olanınızdır.” (Müslim:1601)

Bir kimsenin sürekli olarak borç yükü altına girmesi, sözünde duramama, yalan söyleme, yalan yere
yemin etme gibi gayr-i ahlâki durumlara düşürerek onu şahsiyetinden fedâkarlık yapmaya zorlayabilir.

Ödememek niyetiyle alınan borç ise açıkça hırsızlıktır. Ahirette de hırsızların müstehak oldukları
cezaya çarptırılırlar.

Suheybü’l-Hayr -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Herhangi bir kimse ödünç alacağı şeyi sahibine ödememek kararı ile borçlanırsa Allah’ın
huzuruna hırsız olarak çıkar.” (İbn-i Mâce: 2410)


Borç alınan şeyler ancak kendi misilleri ile ödenir. Borç alınan bir altın para yine bir altın para olarak
ödendiği gibi bir altın para ile bir miktar buğday yine fazlalık yapmaksızın aynı altın parayla, aynı ölçek
buğdayla ziyade yapmaksızın ödenir.

Ancak borç alınan para geçer kâğıt para iken sonradan piyasada geçmez bir hale gelse kabul edilen
fetvaya göre son geçerli olduğu tarihteki kıymeti ile ödenir. Bu kıymet de altındır.

Altın değerini koruyan bir maddedir.

Borcun kâğıt para olarak ödeme süresi bir aydır. Bu aydan sonra ödeneceği zaman, altın ölçüdür.
Mesela bir yıl önce alınan para bir yıl sonra değerini kaybedebiliyor. O zaman bir yıl önce ne kadar
altın alınıyorsa bir yıl sonra da o kadar altın veya o kadar altına tekabül eden para ödenir. Amaç
verenin zarar görmemesidir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

VERESİYE YAPILAN ALIŞ - VERİŞLER

Mahiyeti:

Ticâri hayat bazen peşin alış-verişlerle yürütüldüğü gibi, çok defa da borçlanma esaslarına dayanır.
Parası ileride ödenmek üzere mal peşin olarak alındığı gibi, mal ileride teslim alınmak şartıyla parası
peşin ödendiği de olur. Her iki ticaret de ileride ödenecek para ve mal yönünden hem alıcıya hem de
satıcıya ödenmesi gereken bir borç yükler. Bazen de ticaret bahis mevzuu olmaksızın kişiler arasında
borçlanmalar olur. Karz denilen bu borcun, zamanı gelince alacaklıya ödenmesi gerekir.

Bir malın peşin olarak satılması asıldır. Bir alış-veriş akdinde hem satılan malın hem de bedelinin
peşin olması câiz olduğu gibi, malı peşin bedelini belirli bir müddet sonunda ödemek üzere veresiye
satmak da câizdir. Fakat bu veresiye satışlarda satılan ve alınan malların cinslerinin ayrı ayrı olması
şarttır.

Aynı cinsten iki maldan birini diğeri karşılığında veresiye satmak câiz değildir, o zaman fâiz olur.

Borç alınan bir altın para, yine altın para olarak ödendiği gibi, bir miktar buğday yine fazlalık
yapmaksızın aynı ölçek buğdayla ödenir.

Bir mal peşin fiyatla satıldıktan sonra, fiyatı belli bir süreye ertelenirse satış veresiyeye dönüşür.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Meşru Oluşu:

“Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazınız.”
(Bakara: 282)

Allah-u Teâlâ fâizi haram kıldı diye borç ile veresiye muamelelerinin hepsini haram kılmış
sanılmamalıdır. Müslümanlar birbirleriyle borç alıp verebilirler. Fakat alış-verişte borçların vâdesi belli
olmalı, bir de yazarak belgelenmelidir.

Borcun yazılması emrinin sebebi ise, bunun daha sağlam, unutmaya karşı daha güvenilir bir teminat
ve borcun inkârı ihtimalini uzaklaştırması dolayısıyladır. Böyle yapmak hem arada doğabilecek
anlaşmazlığı önler, hem de daha emniyetli olur.

“Aranızda bir kâtip de adâletle yazsın.” (Bakara: 282)

Yazması gerekenin dışında fazladan bir şey yazmasın ve bir şey de eksiltmesin.

“Yazan Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın.” (Bakara: 282)

Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği bu kabiliyetin bir şükran ifadesi olmak üzere bunu hiçbir şekilde
yazmaktan imtina etmesin.

“Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın.” (Bakara: 282)

Çünkü yazılacak olan senedin muhtevası borçlunun ikrarı olacak, şahitler de onun aleyhine şahitlik
edecekler. O halde yazıya geçecek ifadeler borç sahibinin ifadesi şeklinde olmalıdır.

Buradan anlaşılıyor ki, böyle bir borçlanmada borcun senede geçirilmesini asıl borçlu olan taraf teklif
etmeli ve yazdırmalıdır.

“Rabb’i olan Allah’tan korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın.” (Bakara: 282)

Zira borçlunun, hem kendisine borç veren kimsenin kalbini yumuşatıp borç vermesini sağladığı için
Allah-u Teâlâ’ya hem de kendisine borç verene şükran borcu vardır. Böyleyken borçlunun bunları
unutması, sonra da aldığı borç miktarını eksik gösterip eksik yazdırması büyük bir nankörlüktür.

“Şayet borçlu aklı ermez veya âciz ya da kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi
adâletle yazdırsın.” (Bakara: 282)

Bu gibi kimselerin işlerini çekip çeviren ve idaresini üzerine alan velisi fazlalık veya eksiklik yönüne
gitmeden bu yazdırma işini de üstlensin.

“Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitliklerinize rızâ
göstereceğiniz bir erkek iki kadın şahit olabilir. Kadınlardan biri unutursa diğeri ona hatırlatır.”
(Bakara: 282)
Alacak ve borcun yazılması esnasında mümin iki erkek şahidin de hazır bulundurulması gerekir.
Şahitlik yapacak kimseler erkek olmazlarsa, o zaman bir erkek ve iki kadın şahitlik eder. Kadınlardan
birinin şahitlik hususunda yanılması halinde diğeri ona hatırlatabilir.

Şahitlerin de adâletli ve güvenilir kimseler olmaları şarttır. Yoksa gelişi-güzel kimselerin şahitlikleri
muteber olmaz.

“Şahitler çağırıldıklarında gelmemezlik etmesinler.” (Bakara: 282)

Şahitlik Allah-u Teâlâ’nın bu emr-i şerif’i gereğince farz-ı kifâyedir ve şahitlikten kaçmak haramdır. Hiç
kimse gitmezse herkes günahkâr olur.

“Onu büyük olsun küçük olsun süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah
katında daha adâletli, şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemenize daha elverişlidir.”
(Bakara: 282)

Az olsun çok olsun, vâdesinin son tarihine kadar bütün teferruatıyla, her bakımdan açık ve anlaşılan
bir şekilde yazmak gerekmektedir.

Öyle kimseler vardır ki ister borçlu ister alacaklı olsunlar, eğer borç miktarı az ise ona önem vermezler.
Ne var ki borcun hafife alınması bir hakkın zâyi olması neticesini doğurur. Onun içindir ki Allah-u Teâlâ
hakkın zâyi olmaması ve borçlunun borç altında kalmaması için, miktarı az da olsa borcun yazılmasını
emir buyurmuştur.

“Ancak aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin ticaret olursa, onu yazmamanızda size bir günah
yoktur.” (Bakara: 282)

Bununla beraber eğer alış-veriş peşin olur ve alıcı parasını verdiği anda malı teslim alırsa, bu takdirde
daha sonra ortaya çıkacak bir anlaşmazlık, alıcı ve satıcıyı şüpheye düşürecek herhangi bir sebep
bulunmamış olur.

“Alış-veriş yaptığınızda şahit tutun.” (Bakara: 282)

Alım-satım muamelelerinin şahitlerin gözü önünde yapılması emniyet ve hukuk açısından bir ihtiyattır.
İleride herhangi bir inkâra meydan kalmamış olur.

“Yazana da şahide de zarar verilmesin. Eğer bir zarar yaparsanız, şüphe yok ki bu, sizin yoldan
çıkmanız demektir.” (Bakara: 282)

O halde bütün müminlerin ister alacaklı olsunlar, ister borçlu olsunlar, ister kâtip olsunlar ister şahit,
Allah-u Teãlâ’nın emir ve yasaklarına aykırı hareket etmekten sakınmaları ve O’ndan korkmaları
gerekir. Zira bütün bu emir ve yasaklarda kulların yalnız menfaatleri gözetilmiş ve yalnız onların
hayrına olan yollar gösterilip öğretilmiştir.

“Allah’tan korkar takvâ sahibi olursanız mualliminiz Allah olur.” (Bakara: 282)

O size, dünya saâdeti ahiret selâmeti sağlayacak faydalı ilmi ihsan eder.

“Allah her şeyi bilir.” (Bakara: 282)

Bu emrettiği ve nehiy buyurduğu şeylerin hükmünü bildiği için tebliğ ve telkin etmektedir.

Allah-u Teâlâ 283. Âyet-i kerime’de ise borç hususunda dikkatli davranılarak, borcun rehinle garanti
altına alınmasını emir buyurmaktadır:
“Eğer yolculukta olur da yazacak kimse bulamazsanız, alınan rehinler yeter.” (Bakara: 283)

Burada yolculuk esnasında rehin alma işi şart koşulmuş olsa da, yolculuk olmadığı zamanlarda da
rehin alınabilir. Bu bir vesikadır.

Borçlandırmada üç türlü belgelendirme vardır: Yazı, şahit ve rehin.

Dindarlık ve takvâ anlayışı gerçeği belgelendirmeye ve hakkın yerini bulmasına hizmet eden bu gibi
belgelendirmeye engel olmamalı, hatta buna yardımcı olmalıdır. Müminler gerek borçlanma, gerek
ticâri ve gerekse bütün muamelelerinde bu gibi belgelendirmelere riayet etmeli ve bu surette helâl mal
kazanmaya ve onu telef etmekten kurtarmaya çalışmalıdırlar.

“Eğer birbirinize güvenirseniz, kendisine güvenilen kimse emaneti ödesin ve Rabb’i olan
Allah’tan korksun.” (Bakara: 283)

Âyet-i kerime’lerde emrolunan üç türlü belgelendirmeden hiçbirini yapmayıp da mutlak olarak


güvenmek dahi câizdir. Fakat her ne olursa olsun kendisine emniyet suretsiz, şahitsiz borç verilen
veya emanet bırakılan kişiye emaneti hakkıyla edâ etmek farzdır. Alacaklı ile borçlu arasında borca
şahitlik eden üçüncü şahidin Allah-u Teâlâ olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.

“Şahitliği gizlemeyin. Onu gizleyenin kalbi günahkârdır.” (Bakara: 283)

Günahkâr bir kalp, sahibini de suçlu yapar. O iyi olursa bütün vücut iyi olur, o bozulursa bütün vücut
bozulur.

Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek öyle dış ve iç uzuvların işlediği günah gibi değildir. Bizzat
imanın karargâhı olan kalbin işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da kötü niyet kalbin işlediği en büyük
günahlardandır. Küfre en yakındır. İnsanı bir anda küfre kaydırır.

“Allah yaptıklarınızı bilir.” (Bakara: 283)

Sırası gelince de cezasını verir. Sakın “Kalpte kalan gizli şeyleri kim bilecek?” demeyin.

Zira:

“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. İçinizdekileri açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi


onunla hesaba çeker.” (Bakara: 284)

Hesaba çekilmek mutlaka açığa çıkmaya ve gizli kalmaya âit değildir. Çünkü niyetlerin açığa çıkması
da gizli kalması da kasıt ve niyetle olur. Kasıtla yapılan bütün işler ve bozuk fikirler hesaba çekilmeyi
gerektirir.

“Sonra dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder.” (Bakara: 284)

İşte bundan dolayıdır ki O’nun azabı bile adâlettir, mağfireti de ihsan ve inayettir. Bütün bunlar O’nun
dilemesine âit hükümler olduğu için, mağfiretin kime adâletin kime nasip olacağını O’ndan başka
kimse bilmez.

Müminler açıkta ve gizlide her türlü fenalıktan sakınıp kâmil imanla iyilik ve faziletleri alışkanlık haline
getirip güzel huylarla donanmalı, içlerindeki kötü huyları ve her türlü fenalığı söküp atmaya
çalışmalıdırlar.

“Allah her şeye kâdirdir.” (Bakara: 284)

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Vâdesi Belli Bir Borcu Erteleme:

Alacaklı alacağını düşürme veya onu borçluya bağışlama hakkına sahip olunca, alacağın vâdesini
uzatma hakkına öncelikle sahip olur. Buna göre peşin yapılan bir alış-verişte alıcıya vâde tanıyabilir
veya vâdeli yapılan satışta vâde sürelerini uzatabilir. Alıcı kabul edince bu gibi uzatılan vâdeler geçerli
ve bağlayıcı olur. Bu durumda artık alıcı, vâdesinden önce isteyemez.

Diğer taraftan bazı borçların ertelenmesi câiz görülmemiştir. Bu, ya fâizin meydana gelmesine engel
olmak veya karşı tarafın hakkını korumak, ya da alış-verişte karşılaşılan bir takım pürüzleri kaldırmak
gayesiyle yapılan bir düzenlemedir.

Ertelenmesi câiz olmayan borçlar:

1. Altın, gümüş, para ve döviz mubadelesinde bedel.

2. Karşılıklı rızâ ile satışı bozmada (ikale) bedeli.

3. Para peşin standart mal veresiye satışta (selem) anapara.

4. Ölen kimsenin borçları.

5. Bir gayr-i menkulü şüf’a hakkını kullanarak alan kimsenin ödemesi gereken satış bedeli.

6. Kabz-ı hasen olarak verilen para.

Bu sayılan borçların vâdeye bağlanması geçerli ve bağlayıcı olmaz.

Borçların ertelenmesi “Mutlak” veya “Şartlı” olur.

a. Mutlak erteleme: Bu, alacaklının borçluya “Alacağımı bir ay veya bir yıl erteledim.” demesiyle
gerçekleşir. Böyle bir erteleme karz-ı hasen (ödünç) dışındaki alacaklarda geçerli ve alacaklı için
bağlayıcı olur.

b. Şartlı erteleme: Bir kimse peşin olarak konuşulan bir satışta alıcıya “Satış bedelinin yarısını şimdi
ödersem kalanını üç ay ertelerim.” dese, alıcı paranın yarısını verince, kalan borç üç aya kadar
ertelenmiş bulunur.

Yine bir kimse taksit yaptığı satışta “Eğer taksitlerden birisi vâdesinde ödenmezse, geri kalan bütün
taksitlerin peşine dönüşmesi şartını öne sürse, böyle bir satış ve belirlenen şart geçerli olur.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Açık Hesapların Ödenmesinde Vâde:

Bazen devamlı alış-veriş yapan ve birbirine güvenen kişi ve kuruluşlar borçlar için senet veya çek
düzenlemek için “Açık hesap”la çalışırlar. Çoğu zaman deftere yazılan borcun ödeneceği tarih de
konuşulmaz. Bakkal ve marketlerde, bazen çarşı esnafında bu çeşit alış-verişler görülür.

Veresiye pazarlık yapılmış fakat süre belirlenmemiş bulunursa bir aylık vâde esas alınır. Veresiye
ifadesi en geç bir aya kadar olan süreyi içine alır. Veresiye müddetinin başlangıcı, malın tesliminden
itibaren başlar.

Burada veresiye pazarlık hükmen bir aya sınırlanınca vâdedeki bilinmezlik kalkmış olur. Bu yüzden de
satış fâsit olmaz.

Bu bir ay içinde kağıt para olarak ödenmediği takdirde bu aydan sonra ödeneceği zaman ölçü altındır.
Altın değerini koruyan bir maldır. Amaç verenin zarar görmemesidir. Meselâ bir yıl önce alınan para bir
yıl sonra değerini kaybedebiliyor. O zaman bir yıl önce ne kadar altın alınıyorsa bir yıl sonra da o
kadar altın veya o altına tekabül eden para ödenir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Vâdeli Satışın Peşin Satıştan Farklı Tarafları:

Vâdeli satışlarda bedeli sonradan ödenir, peşin fiyata göre bedeli bir miktar fazla olur.

Bir satıcı müşterisine “Şu malı peşin olarak şu fiyata, vâdeli yani veresiye olarak da şu fiyata
satıyorum.” der, müşteri de satıcının ileri sürdüğü bu şartlardan herhangi birisini huzurda kabul eder ve
belli bir fiyata, üzerinde kesin olarak anlaşırlarsa böyle bir satış caizdir. Çünkü satış bir şart üzerinde
yapılmıştır ve fiyat da kesinleşmiştir.

Meselâ pazarlık şeklinde “Peşin olarak fiyatı on gram altın olan şu halıyı veresiye on iki gram altına
satıyorum.” dese, müşteri de bu iki fiyattan birisine karar verip satın alırsa câiz olur. Aradaki fiyat farkı
fâiz değil kârdır.
Bu satış bir taksitte de olabilir, bir kaç taksitte de olabilir. Şu kadar var ki, veresiye ve taksitlerin, ileride
anlaşmazlık çıkmayacak şekilde belirlenmesi gerekmektedir.

Ancak, satış şekillerinden birinde karar vermeden mal müşteriye verilirse, bu satış câiz değildir. Çünkü
müşteri ile belli bir fiyat üzerinde alış-veriş yapılmamıştır. Bu satışta birden fazla satış şekli yer
almıştır. Karara varılmadan yapılan satışta peşin fiyatının üzerindeki vâde farkı fâizdir.

Peşin fiyata göre vâdeli satışlarla yapılan alış-verişlerde malın kıymeti üzerine bir miktar fark
konmasının sebepleri vardır.

Şöyle ki; malını peşin satan kişi kazanacağını kazanmış, işini bitirmiştir. Veresiye satan kimse ise malı
verdiği halde, bir müddet o malın bedelini alamayacağı için, onunla yeniden mal alıp satamayacak ve
bazı kazançlardan mahrum olacaktır.

Alacağını yazmak, takip ve tahsil etmek gibi külfetlerle karşı karşıya kaldığı gibi, bu paranın tahsil
edilememe ihtimali de vardır. Bütün bunlar bir farkın olduğunu gösterir.

Eskiden kalan bir malı, zamlanmış yeni fiyatla satmak:

Satıcının elindeki eskiden kalmış ve farklı fiyatlarla satın aldığı mallarını, piyasa değeri arttığı takdirde,
en son piyasa fiyatı üzerinden satması câizdir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SARF AKDİ

Mahiyeti:

“Harcamak, para bozdurmak, geri çevirmek.” gibi mânâlara gelen sarf; “Aynı cinsten olsun veya
olmasın, parayı para ile satmak.” demektir. Altının altınla, gümüşün gümüşle veya bunların tedavüldeki
bir para ile ya da döviz çeşitlerinin biriyle mübadelesine “Sarf muâmelesi” denir.

Günümüzdeki sarrafların veya döviz alım-satım yapan kişi ve kuruluşların muâmeleleri bu konu içinde
yer alır.

Sarf Muâmelesinin Şartları:

1. İki bedelin peşin olarak ödenmesi:

Bir sarf muâmelesinde tarafların birbirinden ayrılmadan önce her iki bedelin de taraflarca kabzedilmiş
(teslim alınmış) olması gerekir. Taraflardan birisi veya her ikisi, bedeli teslim almadan ayrılsalar sarf
muâmelesi ortadan kalkar. Alış-verişi sürdürmek istedikleri takdirde yeniden muâmele yapmaları
gerekir.

Eğer bedellerden birisi vâdeli olursa “Nesie fâizi” meydana gelir. Böyle bir durumda eğer sarraf
müşterisine yardımcı olmak istiyorsa, meselâ verdiği altını karz-ı hasen yani borç olarak verebilir. Bu
takdirde alıcı, teslim aldığı miktardaki altını sarrafa borçlanmış olur. Geri verme tarihinde aynı miktar
ve ayardaki altını veya o tarihteki bedeli ne ise onu ödemesi gerekir. Ancak karz-ı hasendeki bu vâde
hukuken değil ahlâk bakımından bağlayıcı olur. Sarrafın müşterisine yardımcı olması isteği ile husule
gelmiştir.

Sarf akdinde taraflardan birisi bedeli teslim almadan bulundukları yerden ayrılırsa satış fâsit olur.
Bedellerin fiilen tesliminin gerçekleşmesi gerekir.

2. Cins birliğinde eşit miktarların mübadelesi esası:

Altın altınla gümüş gümüşle, bir cins döviz kendi cinsi ile değiştirilmek istendiğinde eşit miktarlar
değiştirilebilir.

Araya bir bedel girmeksizin kullanılmış altın yeni altınla değiştirilecekse, ancak eşit ağırlıkla
değiştirilebilir. Çünkü bunlar öz madeninde eşittir. Sarraf kârsız olarak böyle bir mübadeleyi yapmak
istemezse, önce kullanılmış altını satın alır, alıcı bunların bedeli ile ister o sarraftan, dilerse başka bir
sarraftan yeniden zinet alabilir.

3. Şart muhayyerliğinin bulunmaması:

Sarf muamelelerinde iki tarafın şart muhayyerliği öne sürmesi câiz değildir. Meselâ sarraftan peşin
para ile yüz gram altın alan kimsenin üç gün süreyle muhayyerlik sürmesi gibi.

Sarf akdinde karşılıklı kabz (teslim alma) şart olduğu gibi böyle bir seçim hakkının bulunması
mülkiyetin intikaline engel olur. Böyle bir sarf akdi fâsit olur.

Kusur muhayyerliği ise her muamelede konuşulmasa bile var olan bir haktır. 22 ayar diye alınan bir
bileziğin, sonradan 18 ayar olduğunun anlaşılması gibi. Bu durumda alıcının akdi bozma hakkı doğar.

4. Vâde olmamalıdır:

Sarf muamelesinde her iki taraf veya bir taraf için vâdenin bahis mevzuu olmaması gerekir. Aksi halde
akit fâsit olur. Çünkü vâde teslim almayı erteler.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Döviz Ticareti:
Altın ve gümüşün gerek zinet ve gerekse sikkeli para olarak birbiriyle mubâdelesi câiz olduğu gibi,
diğer mâdeni veya kâğıt paraların ya da satın alma gücünü devletlerin iktisadi gücünden alan kâğıt
paraların birbiriyle mubâdelesi câizdir.

Şu kadar var ki döviz alım-satımının peşin yapılması gerekir. Eğer vâdeli satış yapılırsa “Nesie fâizi”
meydana gelir.

Ashâb-ı kiram’dan Mâlik bin Evs -radiyallahu anh- yüz dinar altın parayı, gümüş para dirhemle
değiştirmek istemişti. Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh- ile pazarlık yapıp anlaştılar ve Mâlik -
radiyallahu anh- dinarları ona teslim etti. Diğeri, yanında dirhem bulunmadığı için bedelini akşam üzeri
verebileceğini bildirdi. Bu alış-verişe şahit olan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- tarafların birbirinden
ayrılmadan önce bedellerinin peşin verilmesi gerektiğini söyledi.

Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- nın şöyle söylediği rivayet edilmiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in yanına vardım ve ‘Ben Bakî’de deve satıyorum. Dinar
karşılığında satıp dirhem alıyorum. Dirhem karşılığında satıp dinar alıyorum.’ dedim.

Buyurdu ki:

“Aranızda henüz kabzedilmemiş bir şey varken henüz o meclisten ayrılmadan o günün rayicine
göre altın yerine gümüş almanızda beis yoktur.” (Ebu Dâvud: 3354)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SELEM AKDİ (PARA PEŞİN MAL VERESİYE SATIŞ)

Mahiyeti:

Selem akdi, peşin parayı mislî (standart) bir malla vâdeli olarak mubadele etmektir. Paranın değil de
malın veresiye olmasıyla selem yapılmış olur. Para peşin verilir, mal ise en az bir ay sonra teslim
edilmelidir. Çünkü bir aydan az bir vâde ile yapılan satışlar peşin sayılır.

Selemin konusu olan mal; vasıfları tam olarak belirlenebilen ve zimmet borcu olabilen standart
şeylerdir.

Bu muamele daha çok ziraatçılar ile zirâî mal satan tüccarlar arasında câridir. Çiftçi hasat mevsiminde
malı teslim etmek üzere satış yapmakta ve bedelini almaktadır.

Selem akdi fakir çiftçinin ihtiyacını istismar ederek, malını çok ucuza kapatma mahiyetinde olmadıkça
câizdir, aksi halde câiz değildir.
Selemde her iki taraf için de menfaat vardır. Satan kimse, malı elinde olmadığı halde bedelini alıp işini
görmektedir. Satın alan ise, bir miktar ucuz almak suretiyle kârını artırmaktadır.

Meşru Oluşu:

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman onu yazınız.”
(Bakara: 282)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- selem akdinin Kitabullah ile helâl kılındığını söylemiş ve bu
Âyet-i kerime’yi zikretmiştir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ölçü, tartı ve teslim zamanı belirlenerek selem
yapılmasını emir buyurmuş ve belli bir tarla veya ağaçtaki mahsul yerine, ad ve miktarı belli olan
mahsul üzerine akit yapılmasını istemiştir. Çünkü muayyen bir tarla veya ağacın, peşin satılan
mahsulü verip vermeyeceği belli değildir.

Yine Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Medine’ye hicret ettiğinde Medine’liler hurmalara bir, iki hatta
üç yıllığına selem yapıyorlardı.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onlara şöyle buyurdu:

“İleride teslim edilecek bir malı, parasını peşin vermek suretiyle alacak olan kimse, ölçü tartı ve
vâdesini pazarlık edip öyle alsın. (Bir rivayette) ölçüsünü ve vadesini belirtip alsın.” (Buhârî.
Tecrîd-i sarîh: 1023)

Bu Hadis-i şerif selem akdinin câiz olduğuna ve selem usulü ile alınan malın ölçü, tartı veya başka
şekillerle miktarınca bilinmesinin şart olduğuna delâlet eder.

Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Kim bir yiyecek veya başka şeyde selem akdi yapmışsa, bu malı fiilen teslim almadıkça bir
başkasına satmasın.” (Ebu Dâvud: 3468)

Bu Hadis-i şerif’ten de anlaşılıyor ki selem usulüyle mal satın alan kimse, malı teslim almadan önce
başkasına satamaz, hibe edemez, devredemez. Bu malı başka bir mal olarak da alamaz, sonradan
malın cinsini değiştiremez.

Selemin Rüknü:

Selemin rüknü icâp ve kabuldür. Satım akdi icâp ve kabul ile meydana geldiği gibi, selem de icâp ve
kabul ile meydana gelir. Meselâ alıcı satıcıya “Yüz kile şu cins buğdayı üç ayın sonunda filan yerde
bana teslim etmek üzere şu kadar peşin para ile selem yapmak istiyorum.” dese, satıcı bu teklifi kabul
edince akit meydana gelmiş olur.

Selem Akdinin Şartları:


Selem akdinin geçerli olması için bazı şartlar vardır. Buğday ve arpa gibi malın cinsini, kır veya sulak
arazi mahsulü mü, eski mi yeni mi olduğunu, miktarını, vâdesini yani malın teslim zamanını, peşin
olarak verilecek para miktarını, malın teslim yerini kararlaştırmak şarttır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

GÖTÜRÜ (CÜZÂF YOLUYLA) SATIŞ

Mahiyeti:

Bir şeyin ölçmeden, tartmadan veya saymadan, götürü olarak ve tahmin yolu ile satılmasına cüzâf
satışı denir.

Yığın halindeki buğday, arpa, odun, ot, saman, hurda demir, ağacında olgunlaşmış meyveler veya
başağında olgunlaşmış buğday toptan tahmin yoluyla satılabilir.

Meşru Oluşu:

Câbir bin Abdullah -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ölçek sayısı bilinmeyen kuru hurma yığınının, ölçüsü
bilinen hurma karşılığında satışını yasakladı.” (Müslim: 1530)

Burada hurmanın başka cins bir bedelle götürü olarak satışının câiz olduğuna delâlet vardır.

Normal şartlarda ölçü veya tartı ile satılan bir mal, kendi cinsi ile götürü olarak mübadele edildiği
takdirde “Fazlalık ribâsı” bahis mevzuu olur. Çünkü ölçülmedikçe iki yığının denk olup olmadığı
anlaşılmaz.

Abdullah bir Ömer -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre göre şöyle söylemiştir:

“İnsanlar gıda maddelerini pazarın üst kısmında götürü olarak alıp satıyorlardı. Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- bunların yer değiştirmeden satışını yasakladı.” (Ebu Dâvud. Büyû’ 65)

Burada da götürü satışın câiz olduğu, ancak bu yolla mal alan kimsenin bu malı yeniden satabilmesi
için yer değiştirmesi gerektiği bildirilmektedir.
Götürü Satışın Şartları:

a. Satın alınacak şeyin satış sırasında veya daha önce alıcı tarafından görülmüş olması gerekir.

b. Satıcı veya alıcı, götürü olarak satılacak malın miktarını bilmemelidirler. Birisi malın miktarını bilir ve
götürü satıştan sonra karşı tarafa bildirirse, karşı taraf için muhayyerlik hakkı doğar.

c. Götürü satışın konusu yığının kendisi olup tek tek parçaları değildir. Bu yüzden ancak ölçü, tartı
veya uzunluk ölçüsü ile alınıp satılan şeyler götürü satışa konu olabilir. Sayı ile sayılanlar ise saymada
bir güçlük bulunmadıkça sayılarak satılmalıdır. Çünkü saymak, ölçmeye veya tartmaya göre daha
kolaydır.

d. Satılan malın miktarı bilen birisi tarafından tahmin edilmelidir.

e. Satılan malın çok olması gerekir. Ne tahmin edilmeyecek kadar çok olmalı ne de kolaylıkla
sayılabilecek kadar az miktarda bulunmamalıdır.

f. Hem götürü hem de ölçü ve tartı ile birlikte uygulanmamalıdır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAVALE

(SENET ve ÇEKLERİN CİROSU)

Mahiyeti:

Havale; bir borcu bir kimsenin zimmetinden başka bir kimsenin zimmetine nakletmek demektir.

Havale muamelesi diğer akitler gibi icâp ve kabul ile meydana gelir. Borçlunun alacaklıya “Benden
olan alacağını almak üzere seni filana havale ettim.” veya “Sana olan borcumu filândan al!” demesi
icâp, alacaklının da “Kabul ettim” demesi kabuldür. Kabul hem alacaklının hem de borcu üstlenen
kimsenin rızâları ile gerçekleşir.

Alacağı temlikinin ve borcun başkasına naklinin meşru oluşu Sünnet-i seniyye ve İcmâ delillerine
dayanır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden biriniz alacağı hususunda bir zengine (ödeme gücü olan birisine) havale edince o
havaleyi kabul etsin.” (Müslim: 1564)

Günümüzde alacaklının temliki ve borç nakli “Ciro” adı verilen muamele ile yapılmaktadır. Borçlu,
borcunu belgeleyen senet veya çek’e gerekli bilgileri yazdıktan sonra imzalayıp alacaklıya
vermektedir. Bu belgede borcunun miktarı, vâde tarihi, hazırlandığı yer ve tarihi, ödeme yeri,
borçlunun adı soyadı ve imzası bulunur. Bu usül borçların yazı ile tesbitini emreden “Müdâyene” Âyet-i
kerime’sinin özüne uygun düşmektedir.

Alacaklı bu senet veya çeki kendi borçlu olduğu alacaklısına arkasını imzalayarak devretmekte,
böylece de son alacaklı yeni borçludan vâde tarihinde alacağını talep etmektedir.

Havalede üç taraf bulunmaktadır: Borçlu, alacaklı, onun alacaklısı. Havale bunlar arasında cereyan
eder. Ancak borçlu, senet veya çeki “Hamiline” yazarak verince bunun alacaklıdan başkasına havale
edilmesine izin vermiş olmaktadır. Böylece artık alacaklı senedi ciro ederken veya daha sonraki
alacaklılar bunu borçlu oldukları kimselere havale ederken yeni borçlu olan senet sahibinden izin
almaları gerekmez. Çünkü o “Hamiline” yazmakla “Genel izin” vermiş olur. Son alacaklılar kendi
alacaklılarına ciroyu sürdürdükçe aradakilerin sayısı artmaya devam eder.

Borcun vâdesi gelince son alacaklı doğrudan doğruya yeni borçludan borcun ifâsını ister. Borcun
havalesi ile önceki borçlu borçtan kurtulmuş olur. Alacaklı alacağını yeni borçludan tahsil edemediği
takdirde önceki borçluya rücû edebilir.

Rücû hakkı şu durumlarda bahis mevzuu olur:

a. Yeni borçlunun borcu inkâr etmesi ve son alacaklının bunu ispat edememesi.

b. Yeni borçlunun iflâs etmesi ve yeniden ödeme gücüne kavuşamadan ölmesi.

Havalenin Hükümleri:

a. Havale muamelesi kabul ile tamam olunca havale eden borçtan kurtulur. Bu borçla ilgili rehin,
kefâlet gibi teminatlar sona erer.

b. Borç yeni borçlu tarafından ödenmediği takdirde yeniden eski borçluya döner. Alacaklı yeni borçluyu
ibra ederse bu geçerli olur.

c. Borç havale yoluyla yeni borçluya geçince, artık son alacaklı doğrudan doğruya onu takip eder. Yeni
borçlunun eski borçluyu takip etme hakkı yoktur.

Havalenin Sona Ermesi:

a. Havale muamelesi fesh edilince son alacaklının alacağını talep hakkı eski borçluya döner.

b. Havale edilenin alacağı, ölüm ve iflâs gibi sebeplerle yeni borçludan tahsil edilemeyince, borç
havale edenin zimmetine döner.

c. Yeni borçlu borcu havale edilene ödeyince, muamele gayesine ulaşır ve havale sona erer.

d. Havale edilen ölürse, yeni borçlu havale malına mirasçı olur. Yeni borçlu ödemesi gereken bir borca
miras yolu ile hak kazanırsa bu borcu ödemesine gerek kalmaz ve borç düşer.
e. Havale edilen, alacağını yeni borçluya hibe veya tasadduk edebilir.

f. Havale edilen, yeni borçluyu borçtan ibrâ edebilir.

Yeni Borçlunun Eskisine Dönebileceği Durumlar:

Şu durumlarda yeni borçlu, havale edene başvurup ödemek zorunda kaldığı borcu ondan talep
edebilir.

a. Yeni borçlunun havale edene gerçekte borcunun bulunmaması.

Günümüzde bazı kimseler başkasına borcu olmadığı halde kredi sağlamak maksadıyla hatır için senet
vermekte, vâdesi geldiğinde de verdiği kimse ödemezse bunları son alacaklılara ödemek zorunda
kalabilmektedir. İşte böyle bir durumda o, havale edene rücû eder.

b. Havalenin, havale edilenin emriyle yapılmış olması. Eğer havale onun emriyle yapılmışsa rücû
bahis mevzuu olmaz.

Meselâ bir kimse borçlu diğeri alacaklı olsa, bir başkası borçlunun haberi olmadan onun borcunu
alacaklı ile anlaşarak üstlenip vâdesinde ödese, daha sonra borçluya rücû edemez. Çünkü böyle bir
ödeme için borçlunun izni bulunmadığı için bu bir teberru niteliğindedir.

c. Havale edenin yeni borçlu tarafından ödenmesi veya hibe, sadaka gibi edâ niteliğinde bir tasarrufu
bulunması.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

ORTAKLIK
(MAL ŞİRKETLERİ)

Şirket Nedir?

“İki malı birbirinden ayırdedemeyecek şekilde karıştırmak.” mânâsına gelen şirket; iki ve daha çok
kimsenin ortak iş veya ticaret yaparak elde edecekleri kârı paylaşmaları ve ortaya çıkabilecek zarara
da katlanmaları şartıyla kurdukları ortaklık demektir.

Bir veya bir kaç kişi ile bir araya gelerek bir malda, bir işte, bir kârda ortaklaşa iş yapmak mübahtır.
Meşru Oluşu:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Gerçekten mallarını birbirine katan, ortakların bir çoğu birbirine haksızlık eder. İman edip
amel-i salih işleyenler müstesnâ, fakat onlar da pek azdır.” (Sâd: 24)

Yani ortak olanların çoğu ortaklık hakkını gözetmeksizin ortaklık haklarına tecavüz ederler. Ancak
iman kalbine yerleşen, sâlih amellerle imanını kuvvetlendiren kimselerdir ki ortaklık haklarına riâyet
ederler. Onlar ise pek azdır.

Hile ve haksızlık, zulüm ve aldatma olmadığı müddetçe Allah-u Teâlâ ortaklığı teşvik etmiştir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- in rivayet ettiği Kudsî bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“İki ortaktan biri arkadaşına hiyanet etmedikçe, onların üçüncü ortağı ben olurum. Biri diğerine
hiyanet edince ben aralarından çıkarım.” (Ebu Dâvud)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ortaklık yapmış, zamân-ı saâdetlerinde ve


Hulefâ-i râşidîn devirlerinde müslümanlar arasında ortaklık yapılmıştır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

FÂİZ

Mahiyeti:

Türkçe’deki yaygın karşılığı “Fâiz” olan Arapça “Ribâ” kelimesi “Fazlalık, artma, çoğalma, nemâ” gibi
mânâlara gelir. Ribâ bir şeyin hem kendi içinde bulunan, hem de iki şey arasında mukayeseden doğan
fazlalığı ifade eder.

Terim olarak fâiz; bedelli akitlerde taraflardan birisi lehine şart koşulan fazlalık demektir ve daha çok
şu iki mânâda kullanılmıştır:

a. Ana sermaye yerinde kalmak şartıyla borçlardan vâdenin her uzatılmasına karşılık fazla bir paranın
alınması. (Ribâ-i nesîe)

b. Bir şeyin kendi cinsiyle bir fazlalık karşılığında alınıp satılması. (Ribâ-i fazl)

Fâiz Kur’an-ı kerim, Sünnet-i seniyye ve İcmâ ile haram kılınmıştır.


Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâizi yemeyiniz. Allah’tan korkun ki kurtuluşa
eresiniz.” (Âl-i imrân: 130)

Fâizin kat kat artırılması, bir borca geçmişi eklene eklene fâizin ana para kadar veya daha çok miktarı
bulması demektir. Sonuç olarak fâizin azı da çoğu da haramdır.

Buradaki kat kat ifadesi, yasaklamayı bununla sınırlamak değil, insanları bu yaptıkları kötü şey
dolayısıyla kınamaktır.

“Kâfirler için hazırlanmış cehennem ateşinden sakınınız.” (Âl-i imrân: 131)

İmâm-ı Âzam -rahmetullahi aleyh- Hazretleri’ne göre Kur’an-ı kerim’deki en korkutucu Âyet-i kerime
budur. Çünkü Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’de haramlardan sakınmak suretiyle kendisinden
korkmadıkları takdirde kâfirler için hazırlanmış ateşle müminleri tehdit etmektedir.

Allah-u Teâlâ temiz kazanç ile kirli kazanç arasındaki fark açıkça ortaya çıksın diye Âyet-i
kerime’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Fâiz yiyenler ‘fâiz ticaret gibidir’ dedikleri için kıyamet günü kabirlerinden şeytan çarpmış gibi
ihtiyaçlar içinde kalkacaklardır.

Oysa Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)

Allah-u Teâlâ fâizi ve fâizin girdiği bütün kazanç yollarını kesin olarak haram kıldığı halde; fâiz ile alış-
veriş yapıp insanların kanlarını emenler, menfaatleri doğrultusunda fâiz alıp-vermekten çekinmeyenler,
Âyet-i kerime’de belirtildiği üzere kıyamet günü kabirlerinden delirmiş gibi perişanlık içinde kalkarlar.
Kör gibi, el yordamıyla hareket eden kimse gibi sağa sola yıkıla yıkıla çaresiz olarak dolaşırlar. En
çirkin ve en kötü bir görünümle mahşer yerinde teşhir edilirler. Bu hal onların ayrıca özelliği olacaktır.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz miraç gecesinde fâizcileri Âyet-i kerime’nin tasvir
ettiği şekilde görmüştür.

“Bundan böyle kime Rabb’inden bir öğüt gelir ve fâizcilikten vazgeçerse, geçmiş günahları
kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a âittir.

Kim de tekrar fâize dönerse onlar cehennemliktirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara:
275)

Zira onlar fâizi helâl görmek suretiyle kâfir olmuşlardır. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı bir
hükmü helâl gören bir kimse kâfir olur.

“Allah fâizle kazanılanı eksiltir, bereketini tamamen giderir. Sadakası verilen malları ise artırır.
Allah küfrân-ı nimette bulunan günahkâr hiç kimseyi sevmez.” (Bakara: 276)

Fâizi helâl kılarak, fâiz yiyerek isyana devam etmek suretiyle küfrü gittikçe büyüyen, artan ve
katmerleşen hiç kimseyi sevmez, aksine nefret eder.

Bu Âyet-i kerime fâizin çok çirkin bir şey olduğunu ve fâizciliği de müslümanların değil, ancak çok kâfir
kimselerin yapacağını bildirmektedir.


Allah-u Teâlâ müminlere hitap ederek, onlara imanlarının gereği olarak fâizden vazgeçmelerini bir
daha hatırlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın
almayın.” (Bakara: 278)

Allah-u Teâlâ müminlerin iman etmiş olabilmeleri için fâizi terk etmelerini şart koşuyor ve imanı fâizi
bırakmaya bağlıyor. Allah’tan korkup da arta kalan fâizden vazgeçmedikleri takdirde imanla alâkaları
kalmıyor. Onlar her ne kadar mümin olduklarını iddiâ etseler de mümin değildirler. Allah-u Teâlâ’nın
beyanı, şüphe bırakmayacak şekilde açıktır ve katidir.

“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu
bilin.” (Bakara: 279)

Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân etmelerinin mânâsı; Allah ve Resulullah
Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesidir.

Gerek fâizin helâl olduğunu ileri süren mürted veya ahdini bozmuş kâfir ya da fâizin haram olduğunu
bildiği halde o inançla amel etmeyip fâize devam eden fâsık müslümanlar bu Âyet-i kerime’nin
şümulüne girmektedirler.

Âyet-i kerime’de geçen “Harp” ifadesi başka hiçbir tahrim Âyet-i kerime’sinde görülmez.

“Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık
etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara: 279)

Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan dolayı ilâhî harbe muhatap olmakla kendinize yazık
etmiş olursunuz. Hükmü yalnızca fâizi ilgilendiriyor gibi görünen bu Âyet-i kerime’ler, muhtevası ve
delâleti bakımından bir çok yasaklara âit hükümleri de içine almaktadır.

Fâizciler hakkında buyurulan hem lafzî hem de mânevî bu şiddetli tehditler, hemen hemen hiçbir
tahrim âyetinde yer almış değildir.

Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmiş bu gibi kimseler en şiddetli bir dil ile lânetlenmişlerdir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Sünnet-i Seniye ve Fâiz:

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- fâiz yiyene, yedirene, şahitlerine ve kâtibine şüphesiz
lânet etti.” (İbn-i Mâce: 2277)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bunları lânetlemesinin sebebi, bunların ilâhî
rahmetten uzak olduklarını bildirmek ve bunların ilâhî nimetten uzak kalmalarını dilemektir. Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bedduâsının Allah katında makbul olacağı şüphesizdir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-
i Mâce: 2274)

Yani fâizin pek çok çeşidi vardır, hepsi de günahtır. En hafifi sayılan fâizin günahı, kişinin kendi anası
ile zinâ etmesi kadar ağır bir günahtır.

Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz fâizin her çeşidinin
günahını otuz altı zinâya eşit saymıştır.

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurulmaktadır:

“Fâizle malını artırmaya çalışan hiçbir kimse yoktur ki, işinin âkıbeti malının azalmasına
dönüşmesin.” (İbn-i Mâce: 2279)

Bu gibi kimselerin bu yolla zenginleştiklerini görmek mümkündür. Şu kadar var ki bunların servetlerinin
ömrü kısa olup eninde sonunda iflâs ettikleri bir gerçektir.

•••

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TEĞÂBÛN SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


“Aldanma Günü(5)”

Geçmişten İbret Almak:

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de muhtelif Âyet-i kerime’lerde geçmişte yaşamış milletlerden ve onların
başlarına gelen azaplardan haber vererek; bu felâketin sebebinin hak ve hakikati yalanlayıp,
Peygamber Aleyhimüsselâm Hazeratı’na muhalefet etmek olduğunu beyan etmektedir.

Ezcümle buyurur ki:


“Daha önce inkâr edip de, yaptıklarının cezâsını tadanların haberi size gelmedi mi?” (Teğâbûn:
5)

Âd ve Semûd kavmi gibi geçmiş zamanlarda yaşayan zorba kavimler, inkârlarından ötürü dünyada
iken hor ve hakir edici azaplara çarptırıldılar. Bunlar size haber verilmişken, sizler niçin ibret
almıyorsunuz da küfürde ısrar ediyorsunuz?

Onlar yalnız bu dünyada tattıkları o alçaltıcı azapla kalmadılar:

“Onlar için elem verici bir azap da vardır.” (Teğâbûn: 5)

Dünyada çektikleri cezâ yaptıkları suçlarının tam karşılığı değildir. O dayanılmaz azap ahirette mutlaka
başlarına gelecek, bu azap dünyadaki azaba eklenecektir.

“O azabın sebebi şudur: Onlara peygamberleri apaçık delillerle gelmişlerdi.” (Teğâbûn: 6)

Güzel huyları ile, dürüst yaşayışları ile numune olmuşlardı. Allah yolunda olduklarını gösteren apaçık
mucizeler göstermişler, parlak deliller getirmişlerdi.

Fakat bir çokları bu gerçeklere gözü yumuk baktılar, kendi felsefelerini yürüttüler, inanmayı ve uymayı
bir türlü kibirlerine yediremediler. Kendilerini dünya saâdetine ahiret selâmetine ulaştıracak bu güzide
zevât-ı kirâm’la alay etmeye cüret ettiler.

“Onlar ise: ‘Bizi bir beşer mi doğru yola götürecekmiş?’ dediler.” (Teğâbûn: 6)

Kendileri gibi birer insan olan bu yüce şahsiyetlerin, insanlar arasında yaşayarak insanlara rehberlik
yapacaklarını uzak bir ihtimal gördüler. Sapıklığa yönelten önderlerin peşine takıldılar da, hidayete
çağıran nurlu rehberleri tanımadılar.

“Ve inkâr edip yüz çevirdiler.” (Teğâbûn: 6)

Gözleriyle gördükleri halde gerçekleri kabul etmediler, böylece şirki ve küfrü imana tercih ettiler. Allah-
u Teâlâ onları kendi hallerine bıraktı, sapıklığa düşmekten onları korumadı.

“Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi.” (Teğâbûn: 6)

İman ve itaatlarına ihtiyacı olmadığını duyurdu, hepsini de yeryüzünden silip bir anda köklerini kesti.
Onlara muhtaç olsa idi böyle yapmazdı.

“Allah zengindir, hamde lâyıktır.” (Teğâbûn: 6)

Mülk O’nundur, hükümranlık O’na mahsustur. Eğer onlar inanmazlarsa O’nun hükümranlığı yıkılmaz.
Bitmez tükenmez zenginliklere sahiptir. Hiçbir şekilde hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, hiç kimsenin
övgüsüne de muhtaç değildir. Herkes her nefeste O’na muhtaçtır. En güzel övgüler ancak O’na
yaraşır, O her övgüye lâyıktır.

Aldanma Günü:

Küfür “Örtmek” mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek veya nimet
verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de birçok Âyet-i kerime’lerinde kâfirlerin kıyametin kopacağına, insanların
ceza ve mükâfat görmeleri için tekrar diriltileceklerine aslâ inanmadıklarını haber vermektedir:
“Kâfirler öldükten sonra aslâ diriltilmeyeceklerini iddia ettiler.” (Teğâbûn: 7)

Halbuki ellerinde bu hususta hiçbir delil yoktur. Ölümden sonra başka bir hayatın olmayacağına dâir
bir delil bulmak mümkün değildir. Günlük hayatta gözler önünde akıp giden hadiseler, öldükten sonra
yeni bir hayatın başlayacağını göstermektedir. Buna rağmen aklı kıt kâfirler çok iddiâlı bir şekilde
zanları ile böyle bir hayatın olmadığını söylerler, küfürlerinde ısrar ederek inatlaşırlar.

Şehvetlerine ve keyiflerine düşkün olduklarından dolayı cezaya ve ceza gününe inanmak hoşlarına
gitmez.

“De ki: Hayır! Rabb’ime yemin ederim ki mutlaka diriltileceksiniz.” (Teğâbûn: 7)

İnanan, imanını yaşayan kimseler kârlı çıkıp ebedî saâdete erecekler; inanmayı reddederek imansız
yaşayanlar ise belâlarını bulup, sonsuz felâketlere uğrayacaklardır. Ölüm nasıl ki hiç kimsenin şüphe
etmediği biçimde gerçekse, ölümden sonraki hayat da öyledir. İnkâr edenlerin inkârına itibar edilmez.

“Sonra da yaptıklarınız hiç şüphe yok ki size haber verilecektir.” (Teğâbûn: 7)

Hiçbir şey yanınıza kâr kalmaz. Geleceğinizi düşünün de, ona göre kendinizi hazırlayın.

“Bu, Allah’a göre pek kolaydır.” (Teğâbûn: 7)

Çünkü yeniden diriltmek, ilk yaratmadan daha kolaydır. Kâinat gibi bir nizamı ve içinde insanı yaratan
Allah-u Teâlâ’ya, insanları yeniden diriltip hesaba çekmek elbette zor değildir.

Allah-u Teâlâ yalanlayıcı ve inkârcı milletlerin durumlarını açıkladıktan sonra beşeriyete hitap ederek
onları gerçek kurtuluşa çağırmaktadır:

“Allah’a Peygamber’ine ve indirdiğimiz o nura (Kur’an’a) inanın.” (Teğâbûn: 8)

Allah-u Teâlâ’ya iman etmek, bu imanı tebliğ eden Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayı gerekli kılar;
her ikisine iman etmek ise indirdiği Kitab’a, dolayısıyla Din-i İslâm’a iman etmeyi gerektirir. İşte imanın
özü budur.

“Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Teğâbûn: 8)

Büyük ve küçük, iyi ve kötü hepsini bilir. Sırası gelince bir bir size haber verir. Yaptıklarınızdan gizli
saklı kalan hiçbir şey yoktur. O bakımdan imanınız gerçek ve her şüpheden uzak olsun.

O gün kimin aldanıp kimin aldanmadığı ve aldatıldığı, kâr ve zararın belli olacağı gündür. Onun içindir
ki bu güne “Aldanma günü” mânâsına gelen “Yevmüt-teğâbûn” denilmiştir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kıyamet günü için sizi topladığı zaman, işte o gün kimin aldandığının ortaya çıktığı gündür.”
(Teğâbûn: 9)

Kıyamet günü toplanma günüdür. Allah-u Teâlâ hesap ve ceza için insanları mahşer meydanında
toplayacaktır.

O gün kimin kazanıp kimin kaybettiği, kandırılanın kim, aklını kullananın kim olduğu, kimin hakkının
kime geçtiği, kimin hakkından mahrum olduğu anlaşılacaktır.
Yine o gün, ömür sermayesini yanlış işlere yatırarak iflâs edenlerle; kârlı işlere yatırarak ebedî saâdet
ve selâmetini kazananlar ortaya çıkacaktır.

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“O gün bütün insanların bir araya toplandığı bir gündür ve o gün görülecek bir gündür.” (Hûd:
103)

Herkes amelinin karşılığını almak için grup grup, zümre zümre gelirler. Haklarında verilecek hükmü
gözetlemekten başka yapacak bir çareleri yoktur. Herkes lâyık oldukları âkıbete erer.

Müminler gönüllerini Hakk’a bağlamışlar, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için çalışmışlar, ölünceye
kadar Hakk yolunda sabır ve sebat etmişler, böylece de en büyük ticarette en büyük kârı, en büyük
başarıyı elde etmişlerdir.

“Kim Allah’a iman etmiş ve sâlih amel işlemişse, Allah onun günahlarını örter.” (Teğâbûn: 9)

Dünyada yaptıkları hataları hiçbir zaman yüzlerine vurmaz, onları hiçbir zaman utandırmaz. Engin
merhameti ile günahların izlerini tamamen yok eder, Kirâmen kâtibîn meleklerine kayıtlarını sildirir,
kıyamet günü bu günahlarından dolayı hesap sormaz, mahçup olmasınlar diye kullarına unutturur,
günah yerine sevap yazar.

Ve onu altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar.” (Teğâbûn: 9)

Kur’an-ı kerim’de cennetlerden söz edilirken altlarından ırmaklar aktığından haber verilmektedir. Bu
ırmaklar cennetin her köşesine ve her köşke uğrar. Müminler cennette bağlar ve bahçeler içinde, akan
ırmakların kenarlarında refah ve saâdet içinde yaşarlar.

“Orada ebedî kalırlar.” (Teğâbûn: 9)

Kafa gözü ile gönül gözünü hakikati görmede birleştiren, baş kulağı ile kalp kulağını Hakk’ın sesini
duymada bir araya getiren müminler; Rabb’lerine iman etmenin, kulluk vazifelerini gönülden inanarak,
kemâl-i tevâzu ile yerine getirmenin büyük bir mükâfatı olarak cennetlerde ebedî olarak kalacaklardır.

Müminlerin fâsık olanları ise her ne kadar cehenneme gireceklerse de, günahları nisbetinde cezalarını
çektikten sonra imanları sebebiyle cennete gireceklerdir. En son müslüman da cehennemden çıktıktan
sonra, cehennem kapıları bir daha açılmamak üzere ebediyen kâfirlerin üzerine kapanır.

Buna mukabil cennetlikler de cennetlerde sonsuz bir hayatı bütün ihtişamı ile yaşamaya başlarlar.

“İşte en büyük kurtuluş budur.” (Teğâbûn: 9)

Korkulacak şeylerin hepsinden de emniyette olmak, umduğu şeylerin hepsine birden kavuşmak, hiç
şüphesiz ki büyük bir bahtiyarlıktır. Bundan daha büyük mutluluk olamaz.

Kâfirler ise Hakk’tan yüz çevirmişler, şeytanın adımlarına uyarak bâtıl yollarda ömür tüketmişler,
dünyayı kazanayım derken ahiretlerini fedâ etmişler, cennetten Cemâlullah’tan mahrum kaldıkları gibi
cehenneme müstehak olmuşlar, büyük bir aldanış içine girmişlerdir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İnkâr eden ve âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar ateş ehlidirler ve orada ebedî
kalacaklardır.” (Teğâbûn: 10)

Cennetlikler cennette nasıl ki ebedileşirlerse, cehennemliklerden küfür ve nifak üzere ölen azgınların
cezası da öylece sonsuza kadar uzanıp gidecektir.
Ahiretin asırları sonsuzdur, her asır geçtikçe başka bir asır gelir. Bu asırlar ne sona erer, ne de biter.
Onlar için cennet yolu kapanmıştır.

Cehennemde kendileri için ne bir umut ışığı vardır, ne de azaplarında bir gevşeme ve hafifleme bahis
mevzuudur. Ne istirahat ne de mola verilir, azaplar bir an olsun hafifletilmez.

Böyle ebedî bir azap ancak kâfirlere mahsustur.

“Ne kötü gidilecek yerdir orası!” (Teğâbûn: 10)

Kâfirler müminleri Allah yolundan ayırmaya çalışırken, müminler de onları imana dâvet edip, onların
iyiliklerini istiyorlardı. Orada ise kimlerin kimleri aldatmak istemiş oldukları, kimlerin kâr etmiş veya
zarara düşmüş oldukları belli olacaktır.

Hakk’tan yüz çevirenler ne kadar aldanmış olduklarını anlayacaklar, fakat bu anlayış kendilerine hiçbir
fayda vermeyecektir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm


Ağır Bir Misâk

Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre, her peygamber kendisinden önceki peygamberi tasdik
etmekle mükellef olduğu gibi; en son gelecek olan Hâtem-ül enbiyâ Muhammed Aleyhisselâm’ı da
haber vermek ve tasdik etmekle mükellef tutulmuşlardı.

Allah-u Teâlâ gönderdiği bütün peygamberlerine Muhammed Aleyhisselâm’dan bahsetmiş ve onun


sıfatlarını anlatmıştır. Eğer onun saâdetli zamanına erişirlerse, mutlaka ona iman edip dinine yardım
edeceklerine dair kesin söz aldı. Onlar da Muhammed Aleyhisselâm’ın geldiğini idrak ederlerse hemen
iman edip dinine yardım etmelerine dair ümmetlerinden söz aldılar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah vaktiyle peygamberlerden kesin söz almıştı. ‘Celâlim hakkı için, size kitap ve hikmet
verdim. Sizde olan o kitap ve hikmeti tasdik edip doğrulayan bir peygamber gelecek. Ona
mutlaka iman edeceksiniz ve mutlaka ona yardımda bulunacaksınız. Bunu kabul ettiniz mi? Ve
bu ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?’ demişti. Onlar da: ‘Kabul ettik.’ demişlerdi. Allah da: ‘O
halde şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım.’ buyurmuştu.” (Âl-i imrân: 81)

O Azîz Peygamber’e iman ve yardım ile mükellef olduklarını itiraf ederek bu husustaki emr-i ilâhî’yi
kabul ettiklerini söylediler. Onun üstünlüğünü, izzet, şeref ve meziyetini ümmetlerine tebliğ ettiler.
Âl-i imrân sûre-i şerif’inin 82. Âyet-i kerime’sinde ise böyle bir ikrar ve misaka riâyet etmeyenlerin
yoldan çıkmış kimseler olacağı bildirilmektedir:

“Bundan sonra artık kim yüz çevirirse onlar fâsıkların tâ kendileridir.” (Âl-i imrân: 82)

Allah-u Teâlâ sevdiği seçtiği peygamberlerine bu emri vermiş, onlardan söz almış, onların da her biri
ümmetlerine duyurmuşlardır.

Alçaltıcı Azap:

Her kim ne şekilde olursa olsun, Resulullah Aleyhisselâm’ı incitirse, Allah-u Teâlâ’yı incitmiş olur.

Allah-u Teâlâ onu rahatsız edenleri, dâvetine kulak vermeyenleri, emirlerine aykırı hareket edip
yasaklarından kaçınmayanları ve bu hususta ısrar edenleri Âyet-i kerime’lerinde çok çetin bir azapla
tehdit ediyor:

“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)

Onlar dünyada da ahirette de belâlarını bulacaklar, ebedî bir azaba uğrayacaklardır.

“Allah’ı ve Peygamber’ini incitenlere, Allah dünyada da ahirette de lânet etmiştir. Onlara


alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.” (Ahzâb: 57)

Peygamber’e yapılan eziyetin, Allah’a eziyet mânâsına gelmesi, azabın şiddetini daha da
arttırmaktadır. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. İnsanların hidayete ermeleri onu
sevindirir, dalâlete sapmaları onu üzer.

Hâtem-ül Enbiyâ:

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şeref ve izzetini kıyamete kadar gelecek
olan iman edenlere şöyle buyurmaktadır:

“Muhammed Allah’ın resulü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb: 40)

Bu Allah-u Teâlâ’nın kesin bir hükmüdür. Ondan sonra hiçbir peygamberin gönderilmeyeceğine dâir
kesin bir delildir. Peygamberlik iddiasında bulunacak kimselerin yalancı oldukları bu Âyet-i kerime ile
kesin olarak anlaşılır.

O hem peygamberler zincirini sona erdiren son peygamber, hem de bütün peygamberleri tasdik eden
ilâhî bir mühürdür.

Dünyanın sonuna kadar bütün insanların saâdet ve selâmetini sağlamak için gönderilmiştir. Kıyamete
kadar kendisinden ışık alınan bir Nur’dur. Nur’u cihanı kucaklar, ebede kadar ışık saçar.

Bir güzel ki, güzellikler güzelliğini ondan almış.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Şüphesiz ki benimle benden önceki diğer peygamberler zümresi arasındaki durumum şuna
benzer.
Adamın biri gayet güzel ve süslü bir ev yapar, yalnız duvarların birinde bir kerpiç yeri boş
bırakır. Evin güzelliğini görmeye gelen herkes evi gezerler, hayran kalırlar. Sonra da:

‘Ne güzel ev! Keşke şu kerpiç yeri boş kalmamış olsaydı!’ derler. İşte ben o (yeri boş bırakılan)
kerpiç yerindeyim. Ben peygamberlerin sonuncusuyum.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1441)

Onun teşrifi ile nübüvvet ve risalet kemâle erip son bulmuş, bu suretle İslâm dini de son ve ebedî bir
din olmuştur. İslâm dini’nin inkıraza uğraması veya ortadan kaldırılması düşünülemez. Hiç
bozulmadan aslî hüviyetinde devam edecek, nübüvvet ve risalet nurları kıyamete kadar bâki
kalacaktır. Öyle bir din, öyle bir kitap getirmiştir ki, beşeriyetin ondan başkasına artık ihtiyacı
kalmamıştır.

Kendisinden önce gelen peygamberlerin getirdikleri dinlerin daha kemâllisini getirip tamamlamış,
getirdiği din bütün dinlerin hükümlerini neshederek yürürlükten kaldırmıştır. Ümmeti ise bütün
ümmetlerden üstün olmuştur. Hâtem’ül-enbiyâ sıfatı ile âlemlere rahmet olarak gelmesinde, gerek
yüce şahsiyetine gerekse ümmet-i muhteremesine tâzim vardır.

Gören Âşık, Görmeyen Âşık:

Peygamberlerin her biri birer yıldızdırlar. Güneşin doğmasından önce karanlıktaki insanlara ışık
saçtılar, kendi ümmetlerinden zulmeti kaldırdılar.

Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm ise fazilet semâsının güneşidir, bütün nurların aslıdır. Cümle âlemin
nuru, gurur ve sürurudur. Nurlar onun nurundan yayılmıştır.

Ayın, güneşin, yıldızların nuru; onun nurundan iktisab ve iktibas edilmiştir.

“Ay dahi güneş dahi,


Nurundan Muhammed’in,
Cümle şekerler tadı,
Tadından Muhammed’in.”

Kıyamete kadar insanları şirkten, küfürden, isyan ve tuğyandan, cehâlet ve dalâletten kurtaracak,
âlemi hidayet nuru ile gündüz gibi aydınlatacaktır.

Onu bizzat gören, uğrunda canlarını ve mallarını feda etmekten bir an bile tereddüt etmeyen Ashâb-ı
güzin -radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nın yanında, daha sonraki devirlerde de müslümanlar derin bir
aşkla ona bağlanmışlar, o engin muhabbeti gönüllerinde yaşatmışlar ve yaşatmaktadırlar.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Benden sonra birtakım insanlar gelecektir ki, onların her biri beni görmek için ehlini ve malını
vermeye can atar.” (Câmiüs-sağir)

Muazzez ism-i şerif’leri o günden bugüne milyarlarca insanın dillerini tezyin edip durmakta, getirmiş ve
neşretmiş olduğu din nezih ruhlara hakim bulunmaktadır.

Hiçbir devirde, hiçbir zaman, hiçbir an ezân-ı Muhammedî semâlardan eksik olmamış ve
olmamaktadır.

Bu ne muhabbet ihtişamıdır ki, gören âşık görmeyen âşık.


“O Hakk’ın nurudur
İlim-irfan kaynağıdır.
Hakk’tır onun özü
Hakk’tan gelir onun sözü.”

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEKTUBAT
105. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

ÖMRÜ DEĞERLENDİRMEK

Kâğıt kalem ve mürekkep gibi yazı malzemelerini tamamen gönderme lütfunda bulundunuz. Ne var ki,
yazı hususundaki eksik ve noksanlarımı tamamlayabilmek için ne yapabilirsiniz. Bu konuda sizin gibi
tatlı dilli bir kâtip ve daha doğrusu isteğini en güzel ve veciz bir üslup ile açıklayan edîp gerekli ki, bu
eksikliğimizi de temin buyursun.

Her türlü ilim ve tekniği öğrenmeye müsait olan, ömrümün ilk zamanlarını ve gençliğimi dost ve
arkadaşlarla eğlenerek, terennüm ve nağmeler dinleyerek, güzel ve safkan atlara olan merakımı
yenemeyip hergün bir başka atın sırtında ovalarda dolaşarak günlerimi boşa geçirdim. Okuma yazma
ve ibadet gibi büyük ve mukaddes gayelerden büsbütün mahrum olmak derecesine düştüm.

Cenâb-ı Hakk’a hamdolsun, bir zaman sonra kendime gelerek uyandım. Ve Hazret-i Pîr’in merhamet
dergâhına dayandım, yalnız bu sayede hiçbir mücahedede bulunmaksızın bu yüce gayelerin her
birinden ancak çok az bir kısmını belki de azların en azını elde edebildim. Hakk Teâlâ Hazretleri
kaybettiğimiz değerleri yalnız bunlardan ibaret buyursun. Allah’ın yüce rızâsını O’nun pek kıymetli
nimetlerini kazanmak için harcanması gereken ömrümüzün kalan kısmını nefsâni arzuların peşinde
geçirtmesin. Ve hepimizi “Allah’tan râzı olan kişiden Allah’da râzı olur.” Hadis-i şeri’inin sırrına
eren Fırka-i nâciye arasına katsın.

Âmin.
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA


RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM-
EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS
OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (47)

HASAN SEZÂÎ-İ GÜLŞENÎ -kuddise sırruh-

1669 yılında Mora’da dünyaya gelen Hazret, Gülşeniyye tarikatı’nın ikinci piri olarak tanınır.

Çocukluk ve gençlik yıllarını Mora’da geçirmiş, Venedikliler’in burayı işgal etmeleri üzerine on sekiz
yaşında iken İstanbul’a hicret etmiştir.

Gördüğü bir rüyâ üzerine tasavvufa yönelerek, önce zamanın Gülşenî tarikatı şeyhi Mehmed Sırrı -
kuddise sırruh- Efendi’nin hizmetine girmiş, şeyhinin kısa bir süre sonra vefatı üzerine de postnişîn
Mehmed Lalli -kuddise sırruh- Efendi’ye intisap etmiştir. Hazret, şeyhi hayatta iken önceleri başka bir
dergâhın postnişinliğine tayin edilmiş, vefatından sonra ise otuz beş yıl kadar şeyhinin makamında
vazifesine devam etmiştir.

1737 senesinde yetmiş bir yaşında iken vefât eden Hasan Sezâî -kuddise sırruh- Hazretleri, vasiyeti
üzerine Edirne’deki dergâhının cümle kapısının sağ tarafına defnedilmiştir.

Türbesi Edirne’nin günümüzde en çok ziyâret edilen türbeleri arasında yer almaktadır.

Büyük kısmı tasavvufî mevzularla ilgili olan şiir, kaside ve gazellerini toplamış olduğu “Divân”ının
yanında, bazı devlet büyüklerine ve müridlerine yazdığı mektuplardan oluşan “Mektûbat” adında,
nesir tarzında bir eseri daha vardır.

Mertebeleri Hatmeden Evliyâ:

Hasan Sezâî -kuddise sırruh- Hazretleri “Divan” isimli eserinde Hatem’ül-enbiyâ olan Muhammed
Aleyhisselâm’dan bahsederken, veliler arasında onun vekâletini taşıyacak olan bir kimsenin onun hâl
ve gidişatı üzerinde yürüyüp, tıpkı onun gibi mertebeleri hatmedeceğini beyan buyurmuştur:

“İmkân-ı nakde vâcip urup nâmın ibtidâ,


Ağâzı râyiç eyledi encâmın ibtidâ,
Reftârına çıksa bir kimse sa’y ile
Hatmü’l-merâtib oldu, çû pür-kâmın ibtidâ.”
“Onun yerini bir vekilin alması gerekince,
Sondaki baştakinin üstünlüğüne kavuşur.
Sülûkuna çıksa bir kimse sür’atle,
Onun zevkiyle dolduğu gibi, mertebelerin de Hatm’i olur.”

(Sezâî-i Gülşenî Divanı; s. 31, trc. Ş. Çelikoğlu)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Silsile-i Sâdât -34-


HALİL FEVZİ
(Kuddise Sırruh)
EFENDİ HAZRETLERİ
-9-

Bir Anlık İlâhî Lütuf:

Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:

“İntisabımızdan evveldi, on dokuz yaşlarında idik. Gençliğimizde güzel giyinmeyi severdik. Mutadımız
üzere giyindik. Bir pazar günü evden çıkarken, bilmediğimiz bir zâtla karşılaştık. Efendi Hazretleri’ni ve
Tarikat-ı Nakşibendiye’yi tanıtmak istedi. ‘Ben seni camide gördüm, çok hoşuma gittin. Burada çok
büyük bir zât-ı muhterem var, Allah-u Teâlâ’nın veli kuludur, biliyor musun?’ dedi.

O zamana kadar böyle bir şey duymadığımız için, hemen camiye gittik, şimdi yerine yenisi yapılan eski
Cedidiye camii’ne... Minberin yanına oturduk. Kimse yoktu. Hususiyetle bu duâyı yapmak için gitmiştik.
Cenâb-ı Allah’a niyaz ettik. ‘Yâ Rabb’i! Bu zât bana bir şeyler söyledi, amma ne anlattığını ben
bilmiyorum. Eğer bunun tarif ettiği yol benim için hayırlı ise, rızâna mâtuf uygun bir yolsa nasip et!’
dedik.

‘Nasip et!’ dediğimiz zaman, ellerimiz böyle sağ tarafa doğru kaydı. ‘Muhakkak heyecanlanmışızdır,
yoksa gitmemesi lâzımdır.’ dedik. Amma gittiğini de gördük, bir daha aynı şekilde duâ ettik. ‘Hayırlısı
ise yâ Rabb’i!..’ dediğimizde ellerimiz yine gitti. ‘Allah Allah!..’ dedik, bu muhakkak heyecandan
olmuştur da farkında değilim.

Üçüncü defa duâ yapmak zorunda kaldık. Fakat duâdan ziyade, heyecandan mı yapıyoruz diye artık
dikkat ediyoruz. Bir taraftan dikkat ederken, bir taraftan da duâ ediyoruz. Aynı noktaya gelip: ‘Allah’ım!
Hayırlı ise nasip et!’ dediğimiz anda, yine ellerimizin kendiliğinden gittiğini gördük.

Düşündük o zaman. Ne demişti bu zât: ‘Burada Hacı Halil Fevzi Efendi adında büyük bir Evliyâullah
var, ziyaretine git!’ demişti.
Camiden çıktık ve aramaya başladık. Hacı Halil Efendi var mı burada? Var. Evi nerede? Filân yerde.
Meğer herkes tanıyormuş da, biz tanımıyormuşuz. Tarif üzere gittik. Gittik amma nereye gittiğimizi
bilmiyoruz.

Huzur-u saâdetlerine çıktık. Kapı açıktı. Kendilerini görünce kıyafetimden utandım, içeriye giremedim.
Fakat onların câzibesine tutularak gayr-i ihtiyâri içeriye alındım.

Gayet tebessümle: ‘Otur oğlum!’ buyurdular, oturduk. Oturduğumuzda, şöyle hafif doğruldular,
yüksek ve çok sert olmak suretiyle:

‘Allah!.. Allah!.. Allah!..’ buyurdular. Bu heybet karşısında orada şaşırdık kaldık, o heyecanın içine
girerek kendimizi kaybettik.

O anda ne aldılar ne verdiler bilmiyoruz. Yalnız Huzur-u saâdetlerinden çıktığımızda, artık altmış
yaşında bir kimse olarak çıktık.

Bundan sonra ne elbise, ne ipekli gömlek... Senelerdir elbiselerimiz duvarda çürüdü de, rahmetli
Vâlide yalvarırdı: ‘Oğlum çürüdü bunlar!..’ derdi. ‘Çürüsün anne!’ derdik ve giymezdik, dünya ile hiç
ilgilenmezdik.

İşte bu bir anlık tasarrufları, Allah’ımızın lütfunun erişmesine vesile oldu.”

Takdir Edilen İşte Basiretin Bağlanması:

Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:

“Efendi Hazretleri’nin başına gelen ibtilâya bakın ki bir oğlu, en sevdiği oğlunu vurdu. Hatta öyle ki:
‘Ben onu öldürmeye gidiyorum!’ demiş. Vâlide hanım: ‘Efendi! Mehmet sana: ‘Ahmed’i öldüreceğim!
Onu öldürmeye gidiyorum!’ dedi de niçin mâni olmadın?’ dediğinde:

‘Allah-u Teâlâ bir şeyi takdir ettiği zaman kişinin basiretini bağlar.’ buyurmuş.

Ahmed ismindeki oğlu içlerinde en iyisi olanı imiş, babasının yolundaymış, ibadete çok düşkünmüş.
Vâlide hanım derdi ki: ‘Zikir yaparken hep dizleri yırtılırdı. ‘Oğlum bu niye yırtıldı?’ diye sorardım.
‘Anneciğim! Zikrullahta cezbeye tutuluyorum, farkına varmadan yırtılıyor, bu hâle geliyorum!’ derdi.’

Vâlide hanım Ahmed’i çok severmiş. Evlât hasretiyle yanarken bir gün: ‘Efendi! Oğlumu bir görsem!’
dermiş. Efendi Hazretleri: ‘Kimseye demezsen sana Ahmed’i gösteririm!’ buyurmuş, o da
demeyeceğine dâir söz vermiş. Bir sabah namazından sonra Ahmed eve gelmiş, babasının ve
annesinin elini öpmüş, konuşmuşlar. Bir müddet oturduktan sonra babası: ‘Hadi oğlum kalk git!’
buyurunca kalkıp gitmiş. Daha gider gitmez Vâlide hanım komşuya anlatıyor: ‘Ben Ahmed’i gördüm!’
demiş, ondan sonra bir daha da görememiş.

Bunu Vâlide hanım anlatmıştı.”

İzden Çıkanlar:

Yaşayanlar ve Görenler Anlatıyor:

“Efendi Hazretleri’nin sevmediği kimseler de mâlumdu. Fakat ezeli takdiri gördükleri için, katiyyen ses
çıkarmıyorlardı. İleride nasıl bir yol takip edecekleri mâlumları idi. Hatta bazılarına mükemmel bir
şekilde ders ve işaret de vermişlerdi. Fakat onlar bunu tamamen ters anladılar.
Meselâ bunlardan birisi ders kâğıdındaki yirmi beş sayısını otuz üç yapmış. Efendi Hazretleri’nin
huzur-u saâdetlerine girdiğinde, bulundukları yerden kalkmışlar, onu oraya oturtmuşlar. Beni buraya
lâyık gördüler diye, o da çok memnun olmuş. ‘Bundan bir şey anladın mı?’ diye sorduk. ‘Hayır!’ dedi.
Halbuki ‘Siz kendi bildiğiniz gibi yapıyorsunuz, bizim burada işimiz yok!’ demek istediler. Şu tersliğe
bakın! Başında bir mürşid-i kâmil varken sen nasıl ders değiştirebilirsin?

Bu sebepledir ki biz her zaman için Risâle-i Es’adiye’yi öne sürüyoruz. Bunun mânâsı: Bu kökü takip
ediyorum, hakikatte gitmek isteyene de bu yolu bırakıyorum. Bu kökü takip etmeyen buradan değildir.

Birisi de diyor ki: ‘Bir gün huzur-u saâdetlerinde oturuyordum. Birden kendimi bir tütün tarlasında
buldum.’ Tasarruflarıyla bir anda yürütmüşler. Huzurlarından tütün tarlasına atmışlar, bundan büyük
âfât mı olur? O da bunu bir fazilet biliyor, ona buna anlatıyor.

Hatta bir gün huzur-u saâdetlerinde bulunuyoruz. Yanımızda bir başkası da vardı. Efendi Hazretleri bir
kaç defa tükürdü yüzüne. Kabahat sayılacak hiçbir şey de yapmamıştı. Kalbinden ne geçirdi
bilmiyorum. Halbuki Efendi Hazretleri son derece kemâlliydi. Katiyyen buna benzer en küçük bir
hareket yapmazdı.”

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

“Batı Medeniyeti” Çöküyor,


“Osmanlı”ya Yol Verin!

Dünya büyük bir hercümerce (altüst oluşa) doğru yol alırken Türkiye pusulasını hâlâ bulabilmiş değil.

Masonik-semitik medyanın bütün içyüzü ortaya çıktığı halde medya hâlâ gündemi belirleyebiliyor,
insanımız yıllar yılı beynimize yerleştirilen simge ve kavramlara göre tavır almaya çalışıyor. Her şeye
rağmen işgalciler bizi lüzumsuz işlerle meşgul edebiliyor.

Evet, bu yaşadıklarımızın sebebi Türk insanının zihninin ve gönlünün işgal altında olmasıdır.

Tefekkür dünyamız, siyasal hayatımız, medyamız... Akla gelebilecek hemen her şey “Batı
Medeniyeti”nin işgali altındadır. Bu işgal sebebiyle milletimizin önüne hedef koyamıyoruz. Bu işgal
sebebiyle Batı’dan esen fırtınalara karşı yeterli tedbirleri alamıyoruz. Bu işgal sebebiyle gündelik
tartışmalarımızda bile farklı kutuplara ayrılıyoruz. Bu işgal o seviyeye ulaşmıştır ki; Kurtuluş
savaşı’mızdan kalma yakın tecrübelerimiz olmasa bu memleket çoktan teslim alınmış olurdu.

Bu işgal dış politikamızı, iç politikamızı, milli meselelerimizdeki tavrımızı olumsuz etkiliyor, bizi zincire
vuruyor, elimizi kolumuzu bağlıyor.

İşgale Karşı Direniş Artıyor:


Türkiye’nin tek taraflı aşkına rağmen bütün milli meselelerinde çifte standarta muhatap olması,
ABD’nin Ortadoğu savaşı ile “Batı Medeniyeti”nin yıkıcı, yok edici, insanı insanlıktan çıkartıcı yüzünün
ortaya saçılması insanımızın gözünü açmaya başlamıştır. Hatta Ortadoğu savaşı sadece Türkiye’de
değil, Avrupa dahil bütün dünyada “Batı Medeniyeti ve Tefekkürü”nün sorgulanma sürecini
hızlandırmıştır.

Türkiye’nin büyük devlet olabilmesi için bu sorgulama aşamasını aşabilmesi yani bu işgalden
kurtulması gerekiyor.

Batı Medeniyeti süslü ve kıymetli bir kutunun içinde saklanan zehirli bir ateş gibidir. Bu süslü kutunun
cilâsı eskiyip süsleri döküldükçe içindeki pislik ortaya çıkmaya başlamıştır.

Kurtuluş sürecimizi hızlandırabilmek için insanımıza “Batı Medeniyeti’nin yıkılmak üzere olduğunu ve
bu kirli medeniyetin özündeki bu büyük kötülüğü izah etmemiz gerekiyor.

Kendi Mezarını Kazan Tutsak:

Nitekim bu zihinsel işgal siyasal kararlarımıza yansıyor. ABD merkezli taarruzun boyutunu hepimiz
bildiğimiz halde, bu taarruza karşı gerekli refleksi gösteremiyoruz. “Batı Tefekkür ve Medeniyeti”
karşısına insanlar bir şey koyamadıkları için, ellerindeki her şey Batı kaynaklı olduğu için donuk bir
şekilde âkıbetini bekleyen tutsakları andırıyoruz.

ABD kısa vadede Ortadoğu ülkelerini hedef almış görünüyor. Petrole konuyor, İsrail’in güvenliğini
sağlıyor.

Petrolden sonra sıra neye gelecek? Su... Sonra? Bor Madeni... İsrail kendi güvenliği ve nihâi hedefleri
için nasıl bir Türkiye öngörüyor dersiniz? Güçlü bir Türkiye mi? Fırat nehrinin başında oturan bir
Türkiye mi? Kafkas-Akdeniz enerji yolunu kontrol eden bir Türkiye mi? Kıbrıs’ta üsleri bulunan bir
Türkiye mi?...

Peki ABD’nin gerçekteki derin politikası (Large Policy) nedir? İslâm dünyası ve İslam dini’nin bizzat
kendisi...

Ve bizim süper yorumcularımız ortaya çıkıyor, “Niye ABD’yi desteklemedik, kendi mezarımızı niye
kazmadık?” diye veryansın ediyorlar.

Bir tutsak kendi mezarını kazıyor diye kınanamaz belki, ancak niye mezar kazdığını göremeyecek
kadar körse ona acınır.

Tutsak, Gözünü Açmak Zorunda:

Görüldüğü üzere şu anda gündemimizi oluşturan Irak ve Kıbrıs gibi dış politika meselelerimizde bile
isabetli karar almakta zorlanıyoruz.

Halbuki Türkiye’nin önünde kısa vadede altından kalkması gereken büyük meseleler olduğu gibi,
hayatiyetimizi devam ettirebilmek için de uzun vadeli hedefler tayin etmek mecburiyetindeyiz.
Hepsinden önemlisi dayandığımız temeli yeniden ve net bir şekilde tanımlamalıyız.

İçinde bulunduğumuz durumu “Amerika’nın ya da Avrasya’nın yanında olmak” gibi basit bir ikilem içine
indirgersek kökleri daha derinlerde olan meseleleri kavrayamayız. Sadece siyasal ve askeri düzlemde
yapılan böyle analitik bir düşünce bizi çok kısır bir döngüye mahkûm etmekte, içinde bulunduğumuz
girdabı derinleştirmekten başka bir işe yaramamaktadır.
Batının çöküşündeki arka planı iyi okumak (anlamak, anlamlandırmak) siyasi gelişmeleri takip etmek
kadar, hatta ondan daha önemlidir. Çünkü ne kadar iyi takip ederseniz edin eldeki verileri sağlam bir
fikrî-felsefî temel ile ele alıp değerlendiremezseniz tahlil hataları kaçınılmaz olur. Sonraki adım olan
hedef ve vizyon tayininde de sınıfta kalırsınız.

Nitekim aynı verilerden yola çıkan yorumcuların birbirine tamamen zıt neticelere ulaşmasının sebebi
budur.

Hedef Tayininde Üç Aşama:

Doğru hedefler tayin edebilmek ve meselelerimizin çözümünde isabetli sonuçlara varabilmek için
uygulanacak birinci aşama, gerçek ve tam bilgiye dayanan esaslı araştırmalar ve tahliller (analizler)
yapmaktır.

İkinci aşama; birinci aşamada elde edilen verileri “Doğru bir fikrî-felsefî temel” üzerine oturtup
süzgeçten geçirmektir.

Üçüncü aşama, hedef-strateji tayinidir.

En önemli aşama ikinci aşamadır. Yukarıda da değindiğimiz gibi ne kadar iyi analiz yaparsanız yapın,
bu analizleri doğru bir temelde değerlendirmezseniz üçüncü aşamada tamamen yanlış neticeye
varırsınız. Yine üçüncü aşamada tayin edilen hedefler ne kadar doğru olursa olsun sağlam bir fikrî
temele dayanmıyorsa içerikten yoksun ve güdük kalır.

“Medeniyet” Meselesi:

Görüldüğü gibi hemen bütün meselelerimiz, hatta dünyanın meseleleri bir “Medeniyet” problemidir.
Askeri ve siyasi gelişmeler bu “Medeniyet” meselesinin yan unsurlarıdır. Bu meseleyi çözüme
kavuşturmadan kendi üstün medeniyetimizin üzerindeki külleri süpürmeden, karşı taarruza geçme
imkân ve kabiliyetine kavuşamayız.

Bir savaşta bile başarı için silah ve teknoloji kadar hatta daha fazla moral değerin üstünlüğü
belirleyicidir. Kendi medeniyetine inanmayan, karşısındakine ve medeniyetine mistik bir hayranlıkla
bakan bir insanın diplomatik ve siyasal zeminde başarı sağlaması mümkün değildir.

Dolayısıyla öncelikli meselemiz “Batı Medeniyeti’nin Çöküşü”nü izah ve ispat etmektir.

“Batı Medeniyeti Çöküyor:

Bütün ilkel, menfi (olumsuz, negatif) beşerî sıfat ve tanımlamaların mücessem (cisimleşmiş) bir
temsilcisi olan ABD’nin; ihtiras, kibir, yağma, yıkma gibi güdülerinin son ve nihâi tezahürü olan
Ortadoğu savaşı siyasî ve askerî çöküşle beraber “Batı’nın fikrî-felsefî çöküşü”nü de hızlandırmıştır.
“Üstün Medeniyet” iddiasındaki “Batı” Amerika sayesinde nasıl barbar ve yıkıcı bir medeniyete sahip
olduğunun farkına varmaya başlamış, daha doğrusu Batılı düşünürlerin farkında olduğu bir hakikat
halk seviyesinde de sorgulanır olmuştur.

Siyasî ve askerî sahada esmeye başlayan fırtınanın bir benzeri Batı tefekkür dünyasında
yaşanmaktadır.

Batı Avrupa tefekkür dünyasının son beşyüz yıllık seyri “İnsanı putlaştırma” noktasında nihayete ermiş,
Birinci Dünya Savaşı ile başlayıp İkinci Dünya Savaşı ile neticelenen askerî ve siyasî sürecin sonunda
Sovyetler ve ABD gibi iki dehşetli gayr-i meşru çocuk dünyaya getirmiştir. (İkinci Dünya Savaşı’nda
mezara gömülen diğer gayr-i meşru çocuğun -”Faşizm”in- hayaleti hâlâ Avrupa’nın tepesinde
dolaşmaktadır.)

Bu gayr-i meşru çocukları dölleyenler genel olarak yahudiler olmuştur. (Marks, Freud ve biyoloji
cambazı Darwin gibi)

Komünizm nasıl dönüp Avrupa’ya tehdit haline gelmişse, Amerikanizm (Amerikan pragmatizmi) de
dönüp Avrupa için bir tehlike haline gelmiştir. Dünyamızı bekleyen korkunç günlerin hazırlayıcısı bu
gayr-i meşru çocuklar kadar, bunları dünyaya getiren Avrupa’nın da çok büyük vebali ve sorumluluğu
vardır.

Batı Medeniyeti Plastik Bir Çiçektir, Vahşi Bir Sırtlandır:

Medeniyetin; birincisi şekli, yani şehirleşmeyi, günlük yaşamı kolaylaştıran düzenli bir devlet işleyişini,
ikincisi özü, bireysel ve toplumsal değerlerde üstün ve ideal bir seviyeyi kasteden iki yönlü bir anlamı
bulunmaktadır. Batı medeniyeti şekilcidir. Bu sebeple öze inemez. Görsel sanatların Batı’da
gelişmesinin bir sebebi de budur. Gönül kelimesinin karşılığı batı dillerinde yoktur. Batı antik Yunan ve
Roma’nın putperest ve çok tanrılı mirasını fazlasıyla devralmıştır. Hıristiyanlığa bile Roma’nın
(putperest, insanı tanrılaştıran) paganist değerlerini sokmuş, teslis inancını benimsemiştir.

Şekilcilik kişisel hayattan toplumsal hayata her aşamada kendisini gösterir. Temizlikleri bile böyledir.
İslam’daki gibi özde bir temizlik kesinlikle yoktur.

Bu putperest ve şekilci kültür bugünkü batı insanını öyle bir noktaya getirmiştir ki, “Çift kişilik sahibi
olmak” diye ifade edilen psikolojik hastalık çok yaygındır.

İnsanı ve insan arzusunu putlaştırma noktasında sağladıkları ilerleme(!) her türlü sapıklığa davetiye
çıkartmış, aile yapısını çökertmiştir. Bütün bu aşamaların yaşanmasına sebep olan o çok övündükleri
“Batı tefekkürüdür.” İşi o noktaya vardıran düşünürler olmuştur ki, insanın hayvan gibi tabiî haline
bırakılması, toplumsal ve dini baskılardan kurtarılması gerektiğini, ahlâk ve din gibi duyguların kişisel
ve toplumsal baskı aracı olduklarını iddia etmişlerdir. Bugün gelinen noktada gayr-i ahlâki ve gayr-i
tabiî her türlü sapıklık sıradan vaka haline gelmiştir. Yukarıda da değindiğimiz Komünizm ve Amerikan
kültürü denilen şeyler bu tür fikirlerin neticesi olarak ortaya çıkmışlardır. Bunlar iki uç örnek olmakla
beraber bütün bir Batı’da maddecilik ve dünyaperestlik her batılının genlerine işlemiştir. Bu uğurda her
türlü soykırım ve yağma yapmaktan çekinmemişlerdir. Son beşyüz yıldaki bütün savaşların %80’i ya
Batı’da yaşanmış ya da Batı ülkelerinin çıkarttığı savaşlardır.

Batı’nın zenginliği ve devlet otoritesi olmadığı zaman bütün insanlar vahşi hayvanlar gibi hatta daha da
beter bir şekilde birbirini yerler. Kafesinden kurtulmuş bir sırtlan haline gelir.

Görüldüğü gibi Batı’da gerçek anlamda bir medeniyet yoktur. Artık Batı bütün bu hastalıklarını
taşıyamaz hale gelmiştir.

Türkiye’nin Kurtuluşu İçin Batı Tefekkürünün Çöküşünün Deşifre Edilmesi Gerekiyor:

Türkiye maalesef Batı’nın bu hastalıklı yapısını fazlasıyla ithal etmiştir. Üstelik çok yüzeysel bir
“Batıcılık”tan öteye geçememiştir. Batı tefekküründe yaşanan fikir çilesini yaşamaktan ziyade
“Amerikanizm”e benzer sığ, slogan düzeyinde kalan bir düşünce yapısı bütün bir yönetici tabakaya
hakim olmuştur. Dolayısıyla -bâtıl dahi olsa- neyi, ne için, niye savunduğunu bilmeyen, toplumsal ve
kültürel değerlerini öğrenme, irdeleme ihtiyacı dahi duymayan, sevmediğini bütün her şeyi ile körü
körüne inkâr eden, sevdiğini bütün her şeyiyle körü körüne yücelten hatta putlaştıran bir elit tabaka
oluşmuştur. Eğitim sistemimiz de bu şekilde dizayn edilmiştir. Bir bilim adamında bulunması gereken
sorgulama, mukayeseli (karşılaştırmalı) araştırma gibi hasletler talebelerimize verilememiş, yüzlerce
yıldır dünyayı yöneten bir millet kendi kendisini yönetemez hâle getirilmiştir.

Bu hastalıklı toplumsal ve yönetsel yapı dezenformasyon ve manipülasyon faaliyetinde bulunan dış


güçlerin ve onların uzantısı nüfuz casuslarının işini ziyadesiyle kolaylaştırmıştır. Münâfık tipler en
sağdan en sola kadar istediği grubun içine rahatça nüfuz etmiş, yönetici tabakada birkaç övücü söz
sayesinde dostlar kazanmış, yıkmak istediği kişi ve kurumlara içi boş yaftalar yapıştırarak onları
rahatça safdışı edebilmişlerdir.

Son 30-40 yıldır dışarıdan esen ve sol-libarel-şahin bir çizgi takip eden rüzgâr gariban vatan evlatlarını
bir tüy gibi savurmuş, bu insanlar bu kadar zıt çerçevelerin her birisinde kendisine bir yer bulmuşlardır.
Çünkü Batı’dan gelen her şey gibi oradan esen rüzgâr da “Kutsal(!)”dır. Bu rüzgârın savurucuları da
bize artık öyle aşağılayıcı bir gözle bakmaya başlamışlar ki; “Çantada keklik”, “Olta’da balık” gibi
sıfatlar yakıştırmışlardır.

Ancak son rüzgâr o kadar yakıcı bir alev taşıyor ki, gayr-i ihtiyarı insanların korunma duygusu harekete
geçmiştir.

Avrupa nasıl ki inkişaf edebilmek için Ortaçağ’ın “Skolastik kilise putu”nu yıkmak zorunda kalmışsa, biz
de inkişaf edebilmek için “Batı putu”nu kırmak zorundayız.

Bütün müsbet (olumlu, pozitif) değerleri “Batı” kelimesi ve kılıfı altında beynimize nakşettikleri için bu
sözler birçoklarına ağır gelebilir. Halbuki “Batı”, yaşayışı, insan yapısı, toplumsal ve kültürel değerleri
bir bütün olarak ele alındığında, hiçbir hayat emaresi taşımayan yapay bir süs çiçeği, canlılık ve
hayatiyet taşımayan görkemli bir heykel, altın kasede zehirli bir içecektir.

Kafası Kısırlaştırılmış Türk Eliti:

Batı tefekkürünün gayr-i meşru ürünleri ile hayatını anlamlandırmaya çalışan Türk eliti bu büyük
çöküşü anlamakta zorlanıyor, hatta anlayamıyor. Dolayısıyla Irak savaşı ile başlayan sürece geçici
gözle bakıyor. En uzak görüşlüsü askerî ve siyasî alanın ötesine geçemiyor. Bu alanda da doğru ve
doyurucu neticelere ulaşamıyor. Daha da vahimi Batı Medeniyeti’nin çürük ve yıkıcı yapısının
karşısına bir alternatif -ki böyle bir alternatifin tarihi ve kültürel alt yapısı bizde fazlasıyla mevcut olduğu
halde- çıkartamıyor.

Bu hadım edilmiş kafaları iki gruba ayırabiliriz: “Anti emperyalist-Antiamerikanist”ler, “Reelpolitikçi”ler.


Emperyalizme karşı olmak veya mecburi durumlarda reelpolitiki gözetmek kınanacak bir durum değil.
Ancak sol (ve bazı sağ) grupların içerikten yoksun “Savaşa hayır!” gibi kuru sloganlarla meydan
meydan dolaşması nasıl kısır bir durumsa, “Amerika’ya rağmen hiçbir şey yapamayız, taşeronculuktan
başka çıkar yolumuz yok!” sığlığındaki “At gözlüğü takmış bir reel politik söylemi” de en az onun kadar
“kısır” bir durumdur. (Bir de hiçbir temele dayanmayan “Amerikan metresi” kalemler vardır ki, bunlara
yorumcu denmez, bunlara “Nüfuz ajanı” denir.)

Serdar Turgut gibi tahlil ustalarının ABD’nin bütün gizli şifrelerini ortaya döktükten sonra
taşeronculuktan başka çıkar yolumuz yok diye kanaat bildirmeleri, baştan beri izah etmeye çalıştığımız
bu kısır vaziyetin sebep olduğu bir durumdur. Büyük okyanuslarda kulaç attıktan sonra küçük bir gölde
boğulan yüzücü, ipi göğüslemek üzere iken bayılan bir maratoncu gibi bütün fikir ameliyesinden sonra
gelip son kertede bütün ziyasını kaybetmek ne kadar acı ve hüzün verici... Kendi medeniyetine
yabancı olmaktan kaynaklanan kısır ve fasit dairede kalmak ne büyük tutsaklık...

Hangi Medeniyet?:
Bu büyük meselenin basında hemen hemen hiç irdelenmediği görülmektedir. Tefekkür dünyası genel
olarak felsefecilerin eline terkedilmiş, onlar da genelde akademik bir lisanla dar bir çevrede bu konuları
tartışmışlar ve tartışmaktadırlar.

Batı Medeniyeti’nin çöküşünü ve İslâm Medeniyeti’nin yükselişe geçişini bu anlamda sık sık gündeme
getiren Yusuf Kaplan’ın da ihmal ettiği, daha doğrusu kaçırdığı ve iyi çözümleyemediği noktalar var. O
da; İslâm Medeniyeti nedir? Bunun temsilcisi kimlerdir? sorularına verdiği ya da veremediği
cevaplardır.

İslâm adına çıkan her grup ve hareketi İslâm medeniyeti içerisinde görerek meseleye yaklaştığınız
zaman herhangi bir çözüm üretemezsiniz. Şekilde bir hareket tarzı takip eden ve İslâm’ı devleti ele
geçirmek için kullanılması gereken bir araç konumuna indirgeyen ve Mısır’dan Pakistan’a kadar
yayılmış, Arabistan Vehabiliği ile simgeleşmiş yaygın bir zihniyetin İslâm Medeniyeti ile hiçbir alakası
yoktur. İslâm medeniyeti’nin özde, derinde, gönüllerde açtığı çığırı hakikatte temsil eden
“Tasavvuf”tur. Gerçek mütefekkirler tasavvuf önderleri büyük zâtlardır. (Bakınız: “Tasavvuf; İslâm’ın
Özüdür, Türk Milleti’nin ve Medeniyeti’nin Temel Yapı Taşıdır.” Hakikat Dergisi, Haziran 2002)

Osmanlı Vizyonu:

Irak savaşı ile başlayan süreç yakın zamanda “Batı”nın “Medeniyet” sahasındaki sanal üstünlüğünün
sona ermesine sebep olacaktır. Bu boşluğu doldurabilecek yegâne medeniyet “İslâm Medeniyeti”dir.
Bu medeniyetin son ve görkemli bir temsilcisi olan Osmanlı’nın küllerinden yeniden canlanması için
her türlü ortam mevcuttur.

Türkiye İslâm ve Osmanlı isimlerini kullanmadan Osmanlı vizyonunu tekrar canlandırabilir. Ancak,
önce kendisi canlanmalıdır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

ESKİ İTTİFAKLAR, YENİ OLUŞUMLAR


ve
TÜRKİYE’NİN YERİ

Yeniden düzenlenen, gruplaşan dünya ile beraber Türkiye’nin de konumu, müttefikleri ve


oluşumlardaki yeri gündeme oturmuş durumdadır. Artık dünya bir kaosun içine doğru hızla yuvarlanır
konuma gelmiştir. Türkiye değişen bu konjonktürde yerini belirlemek mecburiyetindedir. Bir tarafta
Avrupa ve Avrupa Birliği, diğer tarafta tek hegemon olma ayrıcalığını devam ettirme çabasındaki
Amerika Birleşik Devletleri, öbür yanda Avrasya ve müslüman devletler.

Amerika’nın Irak işgaliyle başlayan Ortadoğu’yu ele geçirme planının ilk aşaması tamamlandı. Şimdi
sırada işgale yelteneceği ülkelere gözdağı veriyor: Suriye, İran.
Amerika konumunu belirlemiş durumda. Bütün dünyaya bunu ilân ediyor ve meydan okuyor:Ortadoğu
petrollerine konacak, İsrail’i ihya edecek ve müslümanları elimine edecek. İlk hedefi Ortadoğu.
Birleşmiş Milletler’miş, NATO’ymuş artık bu uluslararası organizasyonlar değerini ve önemini yitirmiş
durumda. Sadece formalite toplantılar yapılıyor ama yeri geldiğinde ülkeler bu kuruluşları dikkate
almıyor, ABD’nin son Irak işgali bunun en güzel delilidir. Daha Ortadoğu planının başında olduğu için
ve halihazırda Türkiye’nin komşularını hedef seçtiği için, ABD’nin ülkemize ihtiyacı var. O nedenle Irak
operasyonunda umduğu desteği Türkiye’den göremese de sırada Suriye ve İran olduğu için ülkemizi
de karşısına almak istemiyor. Şu aşamada ilişkileri koparmıyor. Çünkü Türkiye’ye ihtiyacı var.

Ülkemiz ise komünist tehlikeye karşı on yıllardır müttefik kabul ettiği ABD’nin ne derece sadık bir
müttefik olduğunu iyice tartmalıdır. Müttefik olmaktan kasıt nedir?Amerika’nın Ortadoğu petrollerine
“konma” politikasına mı müttefik olacağız?Veya müslümanların katledilmesine mi ABD’yle müttefik
olacağız?Yoksa İsrail’in siyonist hayallerinin gerçekleştirilmesi planlarına mı müttefik olacağız?Türkiye
hedefini, yönünü iyi belirlemelidir. Amerika’nın gidişi zulüm imparatorluğunun, tek hegemon olma
isterisinin ihyasından başka bir şey değildir. Amerika’yla müttefik olmak bütün bunlara onay vermek
demektir. ABD’nin bu hedefleri gerçekleştiğinde sıra Türkiye’ye gelecektir.

Diğer taraftan Türkiye’nin ABD’den kopması da kolay değildir. Çünkü ABD’nin şemsiyesi altındaki,
uluslararası para kurumları (IMF, Dünya Bankası...) ülkemizi pençelerine almış durumdadırlar. Yıllarca
ülkemize fâiziyle borç vermişler ve Türkiye’yi iktisaden kendilerine, dolayısıyla ABD’ye borçlu hale
getirmişlerdir. Borçlu bir devlet ne derece bağımsız hareket edebilir?

Öte yandan ABD’yle müttefik olmak öyle gözüküyor ki Fransa, Almanya, Rusya, Çin gibi ülkeleri de
karşımıza almakla eş anlamlıdır. Çünkü ABD Ortadoğu petrol kaynaklarının başına oturup, vanaları
kapadığı anda Almanya’nın, Fransa’nın candamarları tıkanacaktır. Bu ülkelerin sanayileri büyük
çoğunlukla petrol ve petrol hammaddelerine bağlıdır. Allah-u âlem bu çatışan çıkarlar sonunda dünya
devletleriyle ABD’yi karşı karşıya getirecektir. Bu durumda Türkiye’nin stratejisi ne olmalıdır, konumu
ne olacaktır.

Amerika’yla müttefik olmak herşeye hazırlıklı olmayı gerektirir. ABD için esasen müttefik yoktur ve
fakat kullanılacak devlet vardır; kullanır ve işi bitince terkeder. Unutulmamalıdır ki Irak’ta bir zamanlar
ABD’nin müttefikiydi.

Amerika’yı bir kenara koyarsak diğer tarafta Avrupa Birliği var. Yıllardır kapısında beklediğimiz bu
topluluk Türkiye’nin yer alması gereken yapı mı olmalıdır?Avrupa Birliği nedir?Hedefine ulaşmış
mıdır?Yoksa çatırdama sinyali veren bir oluşum mudur?

Öncelikle Avrupa Birliği batılı değerleri ön plana çıkaran, hıristiyanların birlikteliğini öngören devletlerin
oluşturduğu bir topluluktur. Bu toplulukta halihazırda hiçbir müslüman devlet yoktur. Adaylığa talip tek
müslüman ülke de Türkiye’dir.

Dahası AB kendi içinde çözülme sinyalleri vermektedir. İngiltere ve İspanya ve dahi İtalya Irak
operasyonunda ABD’ye aleni destek verdiler, Fransa ve Almanya’yı bir kenara koyarak. Fransa ve
Almanya da bu krizde Rusya ve Çin’i yanlarına çektiler. Şu aşamada ciddi bir problem yaşanmadı ama
ABD Ortadoğu işgalini yaymaya başlayınca, Fransa, Almanya ve Rusya bloku böyle sessiz kalacak
mı?Nereye kadar ABD’nin yayılmacılığına sabredecekler?

Şu ana kadar Avrupa Birliği Türkiye’yi oyalamaktan ve önüne engeller koymaktan başka bir şey
yapmamaktadır. Bunun da sebebi Türkiye’yi ya istedikleri hale getirip öyle alacaklar, yani pek çok
iktisadi ve siyasi ödün koparacaklar veya hiç üye yapmayacaklar ama kapıda da sonuçsuz bir ümitle
süründürecekler. İlk ihtimal daha kuvvetli gözüküyor: Kürt Devleti’nin oluşumunu sağlayacak tedbirler
almamızı isteyecekler, Kıbrıs’ta taviz istiyorlar, demokratikleşme adı altında devletin gerekli yaptırım
gücünü elinden alacaklar ve bunun gibi pek çok taviz ile ulusal egemenlik kademeli olarak AB
organlarına geçecek. Böylece tamamen kontrol altına alınmış bir ülke olarak Türkiye “belki!” üye
yapılabilir. Acaba Türkiye bunu istiyor mu?Neden onların istedikleri gibi olmak zorundayız; neden bu
tavizleri vermek zorundayız?Böyle bir zorunluluğumuz yok. Üstelik açıkça bazı Avrupalı yetkililer
“Türkiye müslüman bir ülke, biz hıristiyan topluluğuyuz, medeniyetlerimiz farklı, Türkiye AB’ye üye
olamaz.” derken biz küçülüp, bu sözleri bile bile nasıl ısrarla Avrupa kapılarında dileniyoruz?
Son olarak Avrupa Birliği’nin Kıbrıs Rum kesimini, Kıbrıs adasının tek devleti kabul ederek birliğe üye
kabul etmesi, AB’nin ne derece samimi olduğunu gözler önüne seriyor. Ayrıca bu durum Türkiye’yi
üyelik sürecinde daha da zor duruma sokuyor. Türkiye Kıbrıs sorununda artık karşısında Avrupa
Birliği’ni bulacak. Avrupalı ve Avrupa Birliği’ne üye bir devletle masaya oturacak ve diğer Avrupa
devletlerini de karşısına alacak. Türkiye’yi işgalci konumda gösterip, 1970’lerde masum Türkleri
hunharca katleden bir Rum’un liderliğinde AB şemsiyesi altında Türkiye’ye yüklenecekler. AB’nin niyeti
Türkiye’yi üye yapmak olsaydı, Türkiye’ye ve Kıbrıs sorununa karşı tavrı daha değişik olması gerekirdi.
Bizi sadece oyalayıp, taviz koparmak istiyorlar.

Yıllarca Avrupa’ya hükmetmiş Osmanlı’yı unutmayan Avrupa Türkiye’yi hem de bu genç yoğunluklu
nüfusuyla, üyeliğe kolay kolay kabul etmez. Bunu artık görmeliyiz. Üstelik Avrupa Birliği şu anda bize
diş bileyen ve fırsat bulsa hemen saldıracak olan Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimini de içinde
barındırıyor. Bizim düşmanlarımız ve gayr-i müslimlerle aynı toplulukta bulunmamız bize sadece zarar
verir.

Avrasya, yani Türk Cumhuriyetleriyle, bir müttefiklik arayışı Türkiye’nin uzun zamandır gündemindeki
bir konu. Fakat bu uzun süreli bir çalışmayı, ortak ekonomik, askeri ve kültürel anlaşmaları içeren,
karşılıklı çıkarları besleyen ortak bir hedef belirlemeyi gerektirir.

Fakat Avrasya’da şu anda büyük devletlerin güç oyunları devam etmektedir. Rusya zaten potadadır.
Amerika da son Afganistan işgaliyle o bölgeye iyice yerleşmiştir. Türk Cumhuriyetler’indeki askeri
varlığını arttırmış ve yeni üsler kurmuştur. Türkiye bu bölgede etkinliğini yerleştirmeli ve muhafaza
edebilmelidir. Kısa vadede bu bölgede güçlü bir birliktelik kolay olmayabilir. Çünkü zengin petrol ve
doğalgaz rezervlerine sahip bu bölgede hem ABD’nin, hem Rusya’nın hem de Çin’in uzun vadede
gözü vardır.

İslâm ülkeleriyle de ilişkilerimizi geliştirmeliyiz. Yıllardır ihmal ettiğimiz bu ülkelerle ekonomik, kültürel
bağlarımızı yeniden tesis etmeliyiz. Uluslararası ilişkilerde teraziyi ayarda tutmalı, bu devletlerle de
karşılıklı yardımlaşmaya dayalı, bölgenin de ihyasına yönelik açılımlar yapabilmeliyiz.

Türkiye her ülkeyle, her blokla ilişkisini devam ettirmeli ve fakat hiçbirine ne iktisaden ne de askeri
olarak bağımlı olmamalıdır. Bu tür bağımlılık en sonunda bir kanadımızı kırar ve ülkemizin çıkarlarını
tam mânâsıyla savunamayız.

Türkiye her konuda kendi kendine yetebilecek altyapısını tesis etmelidir. Hedeflerimizi belirlemeliyiz. O
devletin sözüne, bu para kuruluşunun eline bakarak ne tam bağımsızlığımızı kazanabiliriz, ne de
gelişebiliriz. Kendi kendimize yetebilmeli ayaklarımız üzerinde durabilmeliyiz.

Ticari ve kültürel faaliyetlerimizi tüm dünya ile geliştirmeliyiz ve fakat güvenlik, ulusal savunma
konularında -ki bu konu bugün daha da önem kazanmıştır-çok dikkatli olmalıyız. Hazret-i Allah bu
topraklara her türlü zenginliği vermiştir, bunları değerlendirmeliyiz. Genç bir nüfusumuz var, iyi bir
eğitimle dinini, vatanını sevdiren bir yaklaşımla dinimiz ve vatanımız için ortak bir hedef belirleyerek
kendi yağımızla kavrulabilmeliyiz. Her ülkeyle ilişki kuralım ama eşit dengelerle, adaletle, kendimizi
ezdirmeden, bağımsızlık ve çıkarlarımızdan taviz vermeden.

Her devirde olduğu gibi bugün de ekonomik ve askeri yeterliliğini elinde bulunduran ülkeler hem dünya
siyasetinde daha çok söz sahibi oluyor; hem de ABD gibi, AB gibi devlerin kucağına düşmüyor.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


OL SULTANIN DOĞDUĞU AY
GELDİ YİNE

İki cihan sultanının


Doğduğu ay geldi yine
İlm ü maârif kânının
Doğduğu ay geldi yine

Gelsin şefâat isteyen


Bulsun safâ onu seven
Ol sâhib-i hulk-i hasen
Doğduğu ay geldi yine

Bedr-i dücâ şems-i dühâ


Verd-i gülistân-ı Hüdâ
Hakkın habibi Mustafa
Doğduğu ay geldi yine

Bir âşık-ı sâdık kani


Rahat bula can ü teni
Sırr-ı hakikat mahzeni
Doğduğu ay geldi yine

Onu Hüdâyi ki sever


Matlûba bulmuştur zafer
Fahr-i cihan hayrü’l-beşer
Doğduğu ay geldi yine

Şeyh Aziz Mahmud Hüdâyi


-kuddise sırruh-

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

YUSUF’UN DEVESİ

Maddi ve mânevi ihtiyaçlar ağıyla örülmüş insan, sosyal bir varlık olması sebebiyle, hem bireysel
kimliğini geliştiren, hem de yaşadığı toplumda sosyal dokuyu sağlamlaştıran, yardımlaşma,
dayanışma, paylaşma gibi vasıflara sahip olmak durumundadır.

İnsanın bu yönünü “Zekât” ve “İnfâk” ile sistemleştiren İslâm dini; “Veren eli, alan elden üstün
olarak” tanımlamış ahlâk-ı Muhammedî’nin bir tezahürü olarak emir ve tavsiye etmiştir.
Allah için vermenin sayısız hikmetlerini idrakimizin üstünde tutarak, infâk sırrına bir misal olması
bakımından bir doktor yakınımızın uzun seneler evvel Anadolu’da çalışırken tanımış olduğu Yusuf’un
hikayesini ibret nazarınıza sunmak isteriz:

Yusuf, Diyarbakır’lı varlıklı bir âilenin oğlu. Yaşlı doktorla tanışıp dost olduklarında yirmi sekiz yaşında.
Sık sık sohbet ediyorlar. Doktor amcamız birgün kendisine başından geçenleri sorunca, anlatıyor
Yusuf:

“Benim babam çok zengindi. Evimizde yirmiden fazla hizmetkâr çalışırdı. Birgün mahallemize bir
derviş geldi. Yıkık bir duvar kenarına, tahtadan bir kulübe yaptı ve orayı kendisine mekân tuttu. Babam
çok dindar bir adamdı. “Bu derviş mahallemize geldi. Biz de hamd-ü senâlar olsun, hali vakti yerinde
bir âileyiz. Bu dervişe bakmak bizim borcumuz. En güzel yemekleri hazırlayın. Yalnız dervişe saygı
için hizmetkârlar götürmesin oğlum Yusuf götürsün.” dedi. O zamanlar ben altı-yedi yaşlarındaydım.
Hakikaten sonradan anladım, ben götürmesem yemeği kabul etmeyecekmiş. Çünkü pek çok kişi
yardım etmek istemiş ama derviş kabul etmemiş.”

Yusuf’un, mekânın en zengin âilesinin biricik oğlu olduğunu ve kendisine saygıdan dolayı çocuğun
yemek getirdiğini gören derviş onu kırmayıp kabul etmiş. Yavaş yavaş ahbaplık peyda etmiş küçük
Yusuf’la.

Bir gün Yusuf’a:

“Yusuf, sana bir deve yapayım ister misin?” demiş.

“İstemez olur muyum derviş amca” demiş Yusuf.

“Öyleyse sen bana, evden kendi yediklerinden artırdığın çerezden getireceksin. Ama kimse
bilmeyecek. Yalnız sen kendine âit olan çerezden bana vereceksin. Çerezi baban gönderirse deveyi
babana yaparım” demiş.

Bunun üzerine Yusuf, hakikaten kendi yediklerinden artırarak, derviş babaya her gün çerez, üzüm vs.
getirmiş. Devamlı da soruyormuş devemin bitmesine ne kadar kaldı diye. Bu deve inşası için altı ay
geçmiş. Birgün derviş baba demiş ki:

“Müjde! Deven yarın tamam olacak. Sadece iki gözü kaldı. İki tane badem getir gözünü de yapayım,
deve tamamlanacak.”

Yusuf sabaha kadar uyuyamamış sevinçten. Sabah olunca ilk iş, cebine iki badem koymuş, koşmuş
derviş babaya. Kapıdan girmiş, bir de ne görsün! Derviş baba dünyasını değiştirmiş. Yusuf için altı
ayın ümidi bir anda sönüvermiş. Bir yanda çok sevdiği derviş babasının kaybı, diğer yandan özlemle
beklediği devesine kavuşamaması küçük kalbini hayli yaralamış. Yusuf bademleri yere attığı gibi
babasına koşmuş. Derviş Baba’nın ölümüyle herkes seferber olmuş. Dini merasimler yapılmış. Küçük
Yusuf’un sevgili dostu gözyaşlarıyla defnedilmiş.

Aradan on iki - on üç sene geçmiş. Yusuf ciddi olarak hastalanmış. Babası önce Diyarbakır’daki
doktorlara, sonra İstanbul’daki doktorlara götürmüş, hepsinden aldığı cevap aynı:

Şizofreni bu. Tedavisi imkânsız.

Bu olay elli sene evvel geçmiş bir olaydı ve gerçekten o zaman şizofreninin hiç tedavisi yoktu. Buna
rağmen Yusuf’un babası Paris’te meşhur bir psikiatrist olduğunu duymuş. Ona gitmişler.

Doktor:

“Benim yapabileceğim bir şey yok. Sen kalkıp Türkiye’den geldiğine göre varlıklı birisisin. Bu gibi
hastalara yapılacak şey, çok iyi bakılması için birini tutmak. Çünkü böyle hastalar kendilerine
bakamaz. Yemek yiyemez, soğukta soyunur oturur. Genellikle de üşütüp zatüreden ölürler. Sen buna
ne kadar iyi baktırırsan o kadar uzun yaşar” demiş.

Yusuf’un babası İstanbul’a gelince onu akıl hastanesine yatırmış. Ona bakması için ayda iki altına bir
adam tutmuş. Adam ayda iki altını kaybetmemek için, Yusuf’a gözü gibi bakmış ve onu ölüme
götürecek her türlü yanlıştan alıkoyan bir bakıma tâbi tutmuştu. Ama günün birinde Yusuf’un ateşi
çıkmış ve o belli meş’um âkıbet onu bulmuş ve zatüre olmuştu.

Bundan sonraki olayları yaşlı doktora şöyle anlatıyor Yusuf:

“Bundan sonrasını iki postada dinlettireceğim sana:

Bunlardan birincisi benim halimi gören doktor ve hasta bakıcıların anlattıkları.

İkincisi de ondan sonraki ben. Onlar benim ateşimin yükseldiğini ve komaya girmek üzere olduğumu
belirtiyorlar. Komaya girişimi seyrediyorlar. O zamanda ağırlaşmış hastaların etrafına yataktan
düşmesin diye tahta çakarlardı. O zamanın hastaneciliği bu.”

“Fakat!” diyor Yusuf:

“Bana bakan adam çok müteessir. Çünkü bir nevi ekmek kapısı kapandı gibi. Memlekete, babama
telgraf çekmişler. ‘Oğlun dünyasını değiştirdi, gel al.’ diye.”

Çünkü zatüre komasından çıkması o günkü tıbba göre imkânsız.

“O sırada ben bir rüyâ görüyorum. Zaten her şeyi o rüyâdan itibaren hatırlıyorum. Çünkü rüyâmdan
önceki şizofrenik devrimi hatırlamıyorum” diyor.

“Bir çöldeyim, o ateşin de tesiriyle nasıl yanıyorum. Hem susuzum, hem de güneş tepeme değdi
değecek. Böyle bir sıcaklığın içerisinde artık can çıkmak üzere diye düşünüyorum. Hiçbir umudum
yok, su denilen şeyin esamesi görünmüyor çölde” diyor.

“Fakat uzaktan bir süliet farkediyorum. Bir deve önünde bir adam bana yaklaşıyor. Derhal tanıdım,
Derviş Baba! Bir devenin yularından tutmuş geliyor.

‘Yusuf deveni getirdim’ diyordu. Beni tuttu ve deveye bindirdi. Fakat bir şeyi unutamıyorum, devenin
gözleri yoktu. Yani bana, senin getirdiğin çerezlerden yaptım demek için gözsüz deve getirmişti.
Devenin üzerine bindiğim an gözümü açtım. Etrafı tahtalarla çevrili demir bir yataktayım. Etrafımda
doktor ve hasta bakıcılar. Ateşim düştüğü için terden sırılsıklam olmuşum. Neden orada olduğumu hiç
hatırlamıyorum.

Doktorların hayret ettiği şey, benim normale dönmem. Zatüre komasından çıkmak mümkün değildi,
çıktım. Peki şizofreniyi nasıl atlattım?Herkes hayretler içinde kaldı. ‘Böyle bir hadiseye biz ne rastladık,
ne gördük. Olacağı varmış oldu.’ dediler.”

Yusuf’un cenazesini almaya gelen babası, rahatlıkla onu alıp evine götürmüş. Hikayeyi babasına da
anlatmış.

Yusuf diyor ki:

“Derviş baba o kadar ince bir mimari ile kaderimde yer aldı ki, ben yanına hizmet etmeye gittiğim
zaman kaderimdeki şizofreniyi gördü. Bana bir iyilik yapmak istedi. Ama bu iyilik, kaderimi değiştirmek
şeklinde olamazdı. Fahr-i Kâinat sırrında “Sadaka ömrü tezyid eder.” emrini alıyor ve çocuğa sadaka
verdiriyor. Sadaka sırf çocuğa âit olsun diye:

‘Kendi yediklerinden artır, baban göndermesin.’ diyor.


Kader ekranında ömrü tezyid ediyor. Bambaşka bir aleme döndürüyor.”

Yusuf der ki:

“Ah benim devem! Ona bindiğim anda nasıl bir değişim oldu. Bunu anlamak mümkün değil. Ben o
olaydan sonra hayatta bir gün namazı terk etmedim.”

Derviş baba, Yusuf’un maddesiyle beraber mânâsını da değiştiriyor.

Hikayemiz, bir tek emri veya sünneti sırrına vâkıf olmadan da olsa hayata tatbik etmenin, insanın
madde ve mânâ dünyasında bildiğimiz ve bilemeyeceğimiz, ne büyük kapılar açtığına dikkatlerimizi
çekiyor.

Hazret-i Allah cümlemizi, sünnet-i seniye ve Hadis-i şerif’leri hayatına tatbik etme güzelliğini
yaşayanlardan etsin.

Âmin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like