Professional Documents
Culture Documents
TAKDİM
BAŞYAZI
“Kim Rahman Olan Allah’ın Zikrinden Göz Yumarsa, Biz Ona Şeytanı Musallat
Ederiz. Artık O Onun Ayrılmaz Bir Arkadaşıdır.”
(Zuhruf: 36)
“Ey Şeytan! Keşke Benimle Senin Aranda Gün Doğusu İle Gün Batısı Kadar Uzaklık
Olsaydı. Ne Kötü Arkadaşmışsın Sen!”
(Zuhruf: 38)
Hakikat ve Zan
Hidayet Yolunu Arayanlar
Kendilerinin Hidayette Olduklarını Zannedenler
Şeytanlaşmış İnsanlar
Suret-i Haktan Görünerek Yoldan Çıkaranlar
Hakk’a Uyanlar Bâtıla Sapanlar
Perdeli Kalpler Kapalı Kulaklar
İstiâze
Hidayet
Dalâlet
RESUL-İ EKREM -sallallahu aleyhi ve sellem- EFENDİMİZİN MÜBAREK
DİLİNDEN DUÂLAR
/ İsmail Yavuz
ÖNCE REFÎK, SONRA TARÎK (96. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-
EN BÜYÜK NİMET
O bir hidayet nurudur. Allah’a varan hedefe onun yolundan gidilir, hakikatin köprüsüdür. Allah-u Teâlâ onu,
kullarının hidayete ulaşmalarına sebep kılmıştır.
SİLSİLE-İ SÂDÂT-34
GÜNDEM
İYİ BİR ÜN BIRAKMAK İÇİN BAZEN BÜYÜK BEDEL ÖDEMEK GEREKİR! / Uğur Kara
Meşru endişelerimizin def’i için gayr-i meşru yollara girmek doğru değildir. Daha zor da olsa, ABD’yi
karşımıza almak pahasına da olsa, meşru ve haklı endişelerimizi defetmek için meşru yollar kullanmalıyız.
Osmanlı her işinde kendisini hukukla bağladığı için büyük devlet olmuş, bu kadar uzun süre yaşamış,
yıkılmasından 100 sene sonra dahi hayırla anılmaya devam etmiştir.
ABD’ye gelince; kimse unutmamalıdır ki zulüm ile abâd olanın ahiri hüsran olur. Bu da Amerika’nın yanına
kalmaz.
ŞİİR
Yâ Resulallah! Umarım diyesin rûz-i cezâ
NA’T-I ŞERİF Gerçi cürmüm çoktur ammâ Itriyâ mağfûrsun.
Bismillahirrahmanirrahim
"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.
Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."
Muhterem Okuyucularımız;
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde Asr-ı
saâdet’ten kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde zuhur edecek olan birçok fitneleri
gerek kapalı olarak gerekse açık olarak haber vermiş; fitnelerin “Gecenin karanlıkları gibi her tarafı
saracağını, her fitnenin bir öncekini aratacağını, bu sebeple hayatta olanların kabirdekilere
gıpta edeceklerini, müslümanların fitne dönemlerinde sabır ve teenni ile hareket etmelerini ve
imkânları nisbetinde kalabalıklardan kaçınmaları gerektiği”ni bildirmiş, ümmet-i muhteremesini
gelecek fitnelere karşı uyarmıştır. Günümüzde ise haber verdiği o fitnelerin gün yüzüne çıktığı bir fitne
devrinde yaşıyoruz. Onun içindir ki hakikati aramak, hakikati bulmak ve yaşamak çok lüzumludur.
Çünkü o hakikat ehli pek azdır.
Hakikati arayan bir kimse, aradığı şeyin özünü bilecek ki; bulduğu zaman: “Aradığımı buldum.” veya:
“Aradığım budur.” diyebilsin. Bulup bulmadığını anlaması için, ne aradığını bilmesi gerekmektedir.
Ne aradığını bilmezse şekle aldanır. “Aradığım budur!” diye bir yere saplanır ve orada kalır. Ömrünü
hiçe müncer etmiş, ebedî hayatını da öldürmüş olur.
İnsanoğlu bulunduğu yolun “Hidâyet yolu” olup olmadığını enine boyuna tahkik etmelidir. Gittiği yolun
“Allah yolu” olduğunu gösterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden önce, bulunduğu yola
koyulmuş insanların hedeflerine emniyet içinde varabildiklerini müşahede etmiş olmalıdır. Bu tahkik
yapılmazsa insan bir dalâlet çukuruna girer, orada bocalarken ömrünü de tüketmiş olur. Böylece
ahirete gider. Büyük pişmanlık, fakat hiç faydası yok.
Bir yol ki Hakk’tan kula gider, o yolda saâdetler vardır. Bir yol ki kuldan Hakk’a gider, bütün felâketler o
yoldadır.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Kullarından dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet
verir. O’nun hidayete eriştirdiğini kimse saptıramaz, dalâlete düşürdüğünü kimse doğru yola iletemez.
“O, bir topluluğu hidayete erdirdi, bir topluluğa da sapıklık hak oldu.” (A’râf: 30)
Allah-u Teâlâ’nın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş
olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, onu zorla sapıklığa düşürmez.
Şeytanlar da onları aldattılar, dalâlet yollarını onlara süslü göstererek bu hususta onlara yardım ettiler,
teşvikte bulundular, destek verdiler. Böylece şeytanlara kapıldıkça kapıldılar, aldandıkça aldandılar,
saptıkça saptılar.
“Böyle iken onlar kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını
zannederler.” (A’râf: 30)
Binaenaleyh ihsan olunan hidayet-i ilâhî’nin muhafaza ve bekâsı için ısrarla Rabb’ül-âlemin’e iltica
edilmelidir:
“Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kâlplerimizi saptırıp döndürme. Bize
kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin.
Ey Rabb’imiz! Geleceği şüphe götürmeyen bir günde sen insanları mutlaka toplayacaksın.
Şüphesiz ki Allah sözünden dönmez.” (Âl-i imrân: 8-9)
BAŞYAZI
“Kim Rahman Olan Allah’ın Zikrinden Göz Yumarsa, Biz Ona Şeytanı Musallat Ederiz. Artık O
Onun Ayrılmaz Bir Arkadaşıdır.”
(Zuhruf: 36)
“Hiç Şüphesiz ki Şeytanlar O İnsanları Yoldan Çıkarırlar. Onlar da Kendilerinin Doğru Yolda
Bulunduklarını, Hidayete Erdirilmiş Olduklarını Zannederler.”
(Zuhruf: 37)
“Ey Şeytan! Keşke Benimle Senin Aranda Gün Doğusu İle Gün Batısı Kadar Uzaklık Olsaydı. Ne
Kötü Arkadaşmışsın Sen!”
(Zuhruf: 38)
Hakikat ve Zan
Hidayet Yolunu Arayanlar
Kendilerinin Hidayette Olduklarını Zannedenler
Şeytanlaşmış İnsanlar
Suret-i Haktan Görünerek Yoldan Çıkaranlar
Hakk’a Uyanlar Bâtıla Sapanlar
Perdeli Kalpler Kapalı Kulaklar
İstiâze
Hidayet
Dalâlet
RESUL-İ EKREM -sallallahu aleyhi ve sellem- EFENDİMİZİN MÜBAREK DİLİNDEN
DUÂLAR
/ İsmail Yavuz
“De ki: Sizin ortak koştuklarınızdan Hakk’a iletecek olan var mıdır?
De ki: Allah’tır Hakk’a ileten.
O halde Hakk’a ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet
verilmedikçe kendi kendine doğruyu bulamayan mı daha lâyıktır?
Ne oluyor size? Nasıl hüküm veriyorsunuz?”
(Yunus: 35)
Hakikat ve Zan:
Kur’an-ı kerim doğru yolu “Hakk” olarak isimlendirir ve o doğru yolu göstereni de “Hakk’ı gösterici”,
“Hakk’a götürücü” olarak vasıflandırır.
“De ki: Sizin ortak koştuklarınızdan Hakk’a iletecek olan var mıdır?” (Yunus: 35)
Yani hakikat ile dalâleti ayırdedip arasına berzah koyan, insanı hatalarından, sapıklıklarından, yanlış
düşüncelerden kurtararak gerçeği gösteren, emir ve yasakların ne noktada olduğunu arayıp bulmasına
yardım eden kimse var mıdır?
Enfüsü de âfâkı da kendi varlığından haberdar edip, hakikate erdiren ve erdirecek olan O’dur. Bunun
içindir ki, kullarını dalâlet karanlıklarından kurtararak hidayet nurlarına kavuşturmak için kitaplar
indirmiş, peygamberler göndermiştir. Peygamberlik dönemi bittikten sonra da vekillerini
vazifelendirmiştir.
Şu bir gerçektir ki, insanın ihtiyaçları yiyecek giyecek gibi maddi şeylerle sınırlandırılamaz. İnsan
ihtiyaçlarının en büyüğü, Hakk’a götüren doğru yolu bulmak ve bunun bilgisine erişmektir. Böylece de
neyin hak neyin bâtıl olduğunu öğrenir, Hakk yoluna koyulur.
“O halde Hakk’a ileten mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine
doğruyu bulamayan mı daha lâyıktır?” (Yunus: 35)
Akılsız şeyler bir yana, akıl bile Allah-u Teâlâ hidayet etmedikçe kendi kendine doğruyu bulamaz.
Bırakın başkalarını doğru yola iletmeyi, kendilerini bile doğru yola iletemezler.
İçinde bulunduğunuz sapıklıkları, vehimleri niçin terketmiyorsunuz? Akla mantığa uymayan şeylerin
peşinde neden takılıp kalıyorsunuz?
Hakk ve hakikati izlemezler de sırf nefislerinin zan ve tahminine uyarlar. Görüş ve düşüncelerini
yalnızca zanna ve tahmine dayandırırlar, en mühim hususlarda öyle karar verirler. Gerçeğe uyup
uymadığına bakmadan, tıpkı hayvanlar gibi körükörüne akıntıya kapılır giderler. hakikati kendi
vehimleri gibi sanırlar.
“Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece zanna uyarlar.” (Necm: 28)
Sahte din kurucuların, saptırıcı liderlerin peşinden gidenler de, onların çok büyük insan olduklarını
zannederler. Görüş diye ileri sürdükleri fikir ve felsefeleri, tutum ve davranışları nefsânî
tahakkümlerden başka bir şey değildir.
“Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.” (Yunus: 36 - Necm: 28)
Zan ve vehim ne kadar parlak ve ne kadar ihtişamlı olursa olsun, hiçbir zaman hakikatin sağlayacağı
faydayı sağlayamaz. Hakikati dalâlet, dalâleti hakikat; hayrı şer, şerri hayır telâkki etmekle hiç kimse
hiçbir zaman hakikati bulamaz, istenilen bilgiye ulaşamaz.
Allah-u Teâlâ’nın ilmi, O’nun haber verdiği hakikat her türlü şek ve şüpheden, zan ve tahminden,
vehim ve hayalden uzaktır.
Çünkü Kur’an gibi bir kitap getirmek beşer gücünün üstündedir. Her kelimesi ve cümlesiyle, her hüküm
ve ifadesiyle Allah sözüdür ve O’ndan indirilmedir.
Daha rahat anlaşılsın ve kolayca uygulansın diye daha fazla deliller ve açıklamalar getirir.
Allah-u Teâlâ eşi-ortağı olmayan tek ve benzersiz olduğu gibi, kelâm-ı kadim’i de diğer söz ve kitaplara
nisbetle eşsiz ve benzersizdir.
DEVAM
İnsanlar Kur’an-ı kerim’in hükümleri ile sorumlu oldukları gibi, cinler de onun ahkâmı ile sorumludurlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in insanlardan olduğu gibi cinlerden de ashâbı vardı.
Cin sûre-i şerif’inde Allah-u Teâlâ’nın hidayeti karşısında cinlerin kendi durumlarını ortaya koymaya
çalışmaları beyan buyurulmaktadır:
Bu müminler iman edip hakikati bulmaya uygun ve elverişlidirler. İradelerini hidayete erme yönüne
çevirmişlerdir.
İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerinin doğru yolu bulmalarına, hakikate ermelerine
kesinlikle ihtiyaç olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı.
“İçimizde kendini Allah’a vermiş müslümanlar da var, hak yolundan sapan zâlimler de var.”
(Cin: 14)
Müslüman olanlar Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne inanan, itaat eden ve İslâm dâiresine giren
kimselerdir. Zâlimler ise Hakk’tan sapan ve sapıtan kimselerdir.
“Kendini Allah’a veren müslümanlar; işte onlar hidayet yolunu arayanlardır.” (Cin: 14)
Âyet-i kerime’de geçen “Teharrev = Arayanlar” kelimesi ile ifade edilen mânâ; hidayet yoluna
erişmede, hakikati bulmada “Arama”nın çok mühim olduğuna dikkatleri çekmektedir.
“Hakikati aramak” iyiden iyiye araştırmadan sonra, bilerek ve şuurlu olarak onu seçmektir.
Hakikati arayan bir kimse, aradığı şeyin özünü bilecek ki; bulduğu zaman: “Aradığımı buldum.” veya:
“Aradığım budur.” diyebilsin. Bulup bulmadığını anlaması için, ne aradığını bilmesi gerekmektedir.
Ne aradığını bilmezse şekle aldanır. “Aradığım budur!” diye bir yere saplanır ve orada kalır. Ömrünü
hiçe müncer etmiş, ebedî hayatını da öldürmüş olur.
“Kendilerine yazık eden zâlimlere gelince, işte onlar cehenneme odun oldular.” (Cin: 15)
Ateş odunlarla alevlendiği gibi, bunlarla da alevlerini ve kıvılcımlarını durmadan artıracak, cehennem
için birer tutuşturma vasıtası olacaklardır.
Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın hak ve hakikate sarılıp babalarının ve ecdadının yollarını terk
ettiğini bir numune-i imtisal olmak üzere Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır.
“Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Şüphesiz ki O beni
hidayete iletecektir.” (Zuhruf: 26-27)
İbrahim Aleyhisselâm onların tapındıkları şeylerden uzak olduğunu belirterek, eski geleneklerine
sarılmalarından dolayı kendilerini kınamış; sadece kendi çağındaki insanları değil, gelecek nesilleri
irşad edip yol göstermiş ve unutulmaz hatıralar bırakmıştır.
DEVAM
Hâlik-ı kerim’in zikrinden mahrum kalanlar, Kur’an-ı hakim’de; gördüğü halde görmemezlikten gelmiş,
şeytana arkadaş olmuş kimseler olarak teşhir edilmekte, bu gibi kimselerin aldanarak kendilerinin
hidayete ermiş olduklarını sandıkları bildirilmektedir:
“Kim Rahman olan Allah’ın zikrinden göz yumarsa, biz ona şeytanı musallat ederiz.” (Zuhruf:
36)
Bu şeytan ona devamlı vesvese vererek, çirkin ve haram şeyleri ona güzel ve câiz göstermeye çalışır.
Onu, kabuğun yumurtayı kuşattığı gibi kuşatıp sarar.
Nitekim Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde kâfirlerin üzerine şeytanların musallat olduklarını
beyan buyurmaktadır:
“Görmedin mi? Biz şeytanları kâfirlerin üzerine salarız da, onları kışkırttıkça kışkırtırlar.”
(Meryem: 83)
Onları küfür ve şirke alabildiğine teşvik ve tahrik etmekten geri durmazlar. Üzerlerine musallat olurlar
ve galeyana getirirler.
Dünyada da ahirette de onunla birlikte olur. Dünyada onu sürekli olarak mâsiyete iter, sapıklıklara
çağırır, kötülüklere sevk eder durur, kıyamet gününde de onunla birlikte cehenneme girer.
Şüphesiz ki bir arkadaşın bir arkadaşa yapacağı en büyük kötülük, onu Allah’ın dosdoğru nurlu
yolundan alıkoymasıdır.
Allah-u Teâlâ’nın hidayeti erişmezse, bu körlük içinde kişinin şeytan ile arkadaşlığı kabre kadar sürüp
gider. Arkada sadece vebal ve nedâmet kalır.
Nitekim insanların pek çoğunun durumu böyledir. Şeytânî vesveselerin tesiri altında kalarak ne kadar
sapıklıkta bulunmuş olduklarını anlayamazlar.
Ahiret gününde huzur-u ilâhî’ye çıkarıldıklarında ise, pek âlâ anlayacaklar ve şöyle diyecekler:
“Ey şeytan! Keşke benimle senin aranda gün doğusu ile gün batısı kadar uzaklık olsaydı. Ne
kötü arkadaşmışsın sen!” (Zuhruf: 38)
Şu kadar var ki, böyle bir temenninin ve o anda gerçeği görmenin o gün artık hiçbir faydası ve müsbet
bir neticesi olmayacaktır.
“İkiniz de zâlim olduğunuz için, bugün (nedamet) size bir fayda sağlamaz. Şüphesiz ki azapta
da ortaksınız.” (Zuhruf: 39)
Sizi yoldan çıkaranları azaba uğratmamızın sizlere bir faydası olmaz. Çünkü sizler de aynı azaba
çarptırılacaksınız. Her biriniz azaptan nasibinizi bol bol alacaksınız.
“O sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körleri ve apaçık sapıklıkta olanları sen mi hidayete
erdireceksin?” (Zuhruf: 40)
Apaçık sapıklıkta olduğu herkese âşikâr olan kimseyi sen mi doğru yola getireceksin?
Görmek istemeyen körlere, işitmek istemeyen sağırlara üzülme! Çünkü onlar Allah’ın yolundan
sapmak ve azabına uğramak için ellerinden gelen her şeyi yapmaktadırlar.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah-u Teâlâ yaratır. Kullarından dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet
verir. O’nun hidayete eriştirdiğini kimse saptıramaz, dalâlete düşürdüğünü kimse doğru yola iletemez.
“O, bir topluluğu hidayete erdirdi, bir topluluğa da sapıklık hak oldu.” (A’râf: 30)
Allah-u Teâlâ’nın bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş
olmasındandır. Yoksa kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, onu zorla sapıklığa düşürmez.
Şeytanlar da onları aldattılar, dalâlet yollarını onlara süslü göstererek bu hususta onlara yardım ettiler,
teşvikte bulundular, destek verdiler. Böylece şeytanlara kapıldıkça kapıldılar, aldandıkça aldandılar,
saptıkça saptılar.
“Böyle iken onlar kendilerinin doğru yolda bulunduklarını, hidayete erdirilmiş olduklarını
zannederler.” (A’râf: 30)
En büyük felâkete düşmüş oldukları halde, dünyada iken bu dalâletin farkına varmazlar. Alabildiğine
sapıklık içinde olmalarına rağmen, doğru ve aydınlık bir yol üzerinde bulunduklarını, üstünlük itibariyle
akıllarının zirvede bulunduğunu, her ne yaparlarsa yerli yerinde yaptıklarını sanırlar.
Üzerlerine sapıklığın hak olmasında ve ebedî dalâlette bırakılmalarında bu zannın büyük önemi vardır.
Bu zanlar olmasaydı sapıklık üzerlerine hak olmaz, hidayete gelmeleri mümkün olurdu.
Bunun içindir ki insanoğlu bulunduğu yolun “Hidayet yolu” olup olmadığını enine boyuna tahkik
etmelidir. Gittiği yolun “Allah yolu” olduğunu gösterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden önce,
bulunduğu yola koyulmuş insanların hedeflerine emniyet içinde varabildiklerini müşahede etmiş
olmalıdır.
•
İnsan akl-ı selim sayesinde her ne kadar iyiliklerin faydalarını, kötülüklerin zararlarını idrak edebiliyorsa
da, çoğunlukla insanlar onlardan gaflette bulunmaktadırlar. Dolayısıyla insanlar hak yolunu bilen,
kendilerine o yola girmelerini emreden ve bu hususta teşvikte bulunan, muhalefet halinde uyaran bir
öndere muhtaçtırlar. Çünkü insanlar kendi leh ve aleyhlerinde olan şeylerin bilgisini ancak aracı
yoluyla alacak kabiliyette yaratılmışlardır.
İnsanlardan bir kısmı hem sapar hem de saptırırlar. Toplumun düzeni, ancak bunlara dur denilmesi ve
hizaya getirilmeleri yoluyla mümkün olabilir.
Bir kısmı ise kısmen isabetli görüşlere sahiptirler. Bunlar doğru yola tam mânâsıyla ulaşamazlar. Bir
şeyi elde ederlerse, pek çok şeyi kaçırırlar. Bunlar kendilerini kemâl mertebesine ulaşmış, rehbere
ihtiyacı olmayan mükemmel insanlar şeklinde görürler. Dolayısıyla onlara içerisinde bulundukları
cehâleti hatırlatmak ve onları uyarmak gerekir.
Hakk’a karşı gözünü aç, yalnız O’na rağbet et. O sana ışık tutarsa, karanlığı o ışıkla boğarsın, o ışıkla
önünü görürsün.
Işık zannedersin, halbuki o aslında karanlıktır. Karanlık zannettiğin şey de ışıktır. Nefsin karanlık
olduğu için zulmeti ve nuru tefrik edemiyor.
DEVAM
Şeytanlaşmış İnsanlar:
İnsanlara kötülük telkin eden şeytanlar olduğu gibi, şeytanlaşmış insanlar da vardır.
“Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur.” (Mücâdele: 19)
O kerim Zât’ı zikretmekten, O’nun ilâhî hükümlerine riâyet etmekten onları gâfil bulundurmuştur.
“İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytanın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 19)
Çünkü onlar şeytanın partisine iltihak etmişler, dünya saâdetinden ahiret selâmetinden mahrum
kalmışlardır.
“İnsanlardan kimi de var ki Allah hakkında bir bilgisi olmadığı halde tartışır da her azgın
şeytanın ardına düşer.” (Hacc: 3)
Bunlar Hakk’tan yüz çeviren, Allah-u Teâlâ’nın Resul’üne göndermiş olduğu apaçık doğruyu bırakarak
saptırıcı liderlere, kendi arzu ve hevesleri ile bâtıla çağıranlara uyan kimselerdir.
Şeytan ismi Âyet-i kerime’de “Merid” sıfatıyla anıldığı için, sırf cin şeytanı değil, insanlardan da merid
olan, yani fitne ve fesada hazır bekleyen her kişi de şeytan kabul edilir ve bu ismin şümulüne girer.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Zerr -radiyallahu anh-e:
“Cin ve insan şeytanlarından Allah’a sığındın mı?” diye sordu. O ise: “İnsanın da şeytanları var
mıdır?” dedi.
Buyurdu ki:
“Evet! Hem de onlar cin şeytanlarından daha şerlidir.” (Ahmed bin Hanbel)
DEVAM
Allah-u Teâlâ Âdem Aleyhisselâm’ın bu yüce mevkiini ve yeryüzünde halife olmaya ondan daha lâyık
bir varlık bulunmadığını bildirdikten sonra, bu şerefi tescil etmek üzere meleklere ona secde etmelerini
emir buyurdu.
“Bir zamanlar biz meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler.”
(Bakara: 34)
Melekler Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’ine uyarak secde ettikleri halde, İblis bu secdeden kaçınmış,
böylece Rabb’inin emrine karşı gelerek büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştur.
İblis her ne kadar meleklerin yaratıldıkları unsurdan değil ise de, onların yapmakta oldukları işleri
yaptığı için, meleklere yapılan hitaba o da girmişti.
“O ise yüz çevirdi, büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.” (Bakara: 34)
“Meleklere: ‘Âdem’e secde edin!’ dedik. İblis’ten başka hepsi secde ettiler. O secde edenlerden
olmadı.” (A’râf: 11)
Görülüyor ki İblis Allah-u Teâlâ’yı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmediği için kâfir olmuştur.
Şeytan Âdem Aleyhisselâm’dan üstün olduğunu iddiâ ederken, melekler arasındaki yerini de
kaybetmişti. Allah-u Teâlâ’nın bu gadabı karşısında korktu. Son çare olarak, kıyamete kadar kendisine
mühlet verilmesini istedi.
“Rabb’im! Bana insanların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver!” (Sâd: 79 - Hicr: 36)
Lânetlenmiş İblis bununla, insanları azdırmak için geniş zaman bulmak, onlardan intikam almak ve
ölümden kurtulmak için bir çıkış yolu bulmayı diliyordu. Bunları ölümden sonra yapması imkânsızdı.
Bunu isterken biliyordu ki, bu iş ancak Allah-u Teâlâ’nın takdir ve iradesiyle mümkün olabilir.
“Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini
kendime bağlayacağım.” (İsrâ: 62)
Üzerlerine üstünlük kurarak aldatacağım ve dilediğim tarafa sevkedeceğim. Ancak ihlâslı olanlar
müstesnâ kalabilecek.
Zâtına isyan edenlere cezâlarını hemen vermeyen, hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duâsını toptan
reddetmek şânından olmayan Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen,
karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu istediğini kabul etti.
Buyurdu ki:
Böylece ilâhî irade İblis ile askerlerinin insanlara vesvese verecek bir durumda bulunmaya devam
etmelerini gerekli gördü.
Şeytan dileğinin kabul edildiğini gördükten sonra, o uzun ömrü tevbe ve şükür ile kurtuluşa kullanacak
yerde, insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle dedi:
“Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun
üzerinde tuzak kuracağım.” (A’râf: 16)
O yola gitmek isteyenleri, o yoldan geri çevirmek için tetikte bekleyeceğim. Onları şaşırtıp eğri büğrü
yollara sevketmenin çarelerini arayacağım.
Bir takım kötü şeyleri güzel göstererek kendilerini onlarla meşgul edeceğim. Dalâlete giden bütün
yolları onlara süsleyeceğim. Hidayete götüren yollarını tıkayarak, onları hidayetten mahrum
bırakacağım.
“Yemin ederim ki, kullarından belirli bir pay edineceğim.” (Nisâ: 118)
Onların zamanlarından, iş ve güçlerinden, istidatlarından, mal ve evlâtlarından bir kısmını kendim için
ayıracağım. Yollarına tuzaklar kurup, büyük bir kısmını benim yolumda çalıştıracağım.
Bâtılı hak, eğriyi doğru, kötüyü iyi, çirkini güzel göstererek, vesvese ve iğvâlarımla onları hidayet
yolundan mutlaka çevireceğim.
Kalplerine hırs ve tamah, uzun ömürler yaşamak, amelsiz olarak cennete girmek, sebeplere tevessül
etmeksizin maksada ulaşmak gibi olmayacak bir takım kuruntuları ilkâ edeceğim. Onları, kıyameti,
hesabı, cenneti ve cehennemi düşünmek hissinden mahrum bırakacağım.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün yere bir çizgi çizerek:
“Bunlar da yollardır, bu yolların her birisinde insanları o yola çağıran birer şeytan bulunur.”
Buyurdular ve:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyunuz. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın
yolundan ayırmasın.” (En’âm: 153)
Dünyada hak ile bâtıl, iyilikle kötülük iç içe bulunduğu için ilâhî bir lütuf olmadıkça insan dalâleti hakikat
zannediyor ve ömrünü o dalâlet girdabı içinde tüketmiş oluyor.
Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular.” (Sebe: 20)
Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her
zaman için mevcuttur.
Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyurulmaktadır:
“Bir takım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak
akşamlayacaktır.
Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce:
3954)
Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhî’sine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin
dışında kalacaklardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde, göstereceği faaliyeti göstermesi için şeytana ruhsat verdiğini,
insanların ona uymaları mümkün olduğu gibi, ondan yüz çevirme gücüne ve kabiliyetine de sahip
olduklarını, ihlâslı müminlerin üzerinde şeytanın hiçbir hâkimiyeti bulunmadığını beyan buyurmaktadır:
“Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yerinden oynat, şaşırt!” (İsrâ: 64)
Çalgı âletleri ve oyunlar onun sesi olduğu gibi, Allah-u Teâlâ’dan uzaklaştıran ve O’na isyana çağıran
her kişi şeytanın sesidir.
Şeytan burada, bir bölgeyi atlılarla ve yayalarla basan, oraların talan edilmesini emreden bir
soyguncuya benzetilmiştir.
Şeytanın atlıları ve yayaları, onun vazifesini çeşitli şekillerde ifâ eden, insanları Allah yolundan çeviren
insanlar ve cinlerdir.
Haram yoldan veya haksız olarak elde edilen bir mala, haram yerlerde harcanan mallara şeytan
ortaktır.
Şeytan diğer taraftan zinâya, gayr-i meşru surette evlad sahibi olmaya teşvik ederek çocuklara ortak
olur.
Allah-u Teâlâ’nın hoşlanmadığı isimler taktırarak İslâm’dan başka bir dine girdirerek de kişilerin
çocuklarına ortak olur.
Şeytanın bütün vasıtaları kullanmasına ruhsat verilmiştir. Bu vasıtalardan biri de aldatıcı vaadlerdir.
Dünya hayatını ahirete tercih ettirmeye çalışır. Haram olan şeyleri yapmayı, helâlden uzaklaşmayı
telkin eder. Kötüyü iyi göstererek nice kimseleri bozmaya ve yoldan çıkarmaya çalışır durur.
Fakat Allah-u Teâlâ’nın gerçek kulları şeytanın hakimiyetine girmezler. Onlar ilâhî himayeye nail olan
güzide kullardır.
“Şurası muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin olamaz.” (İsrâ: 65)
Onların imanlarını değiştirebilme imkânına sahip değilsin, fakat isyanı onlara güzel göstermen
mümkündür. Onları tamamen iğvâya kâdir olamazsın.
Müminler O’na tevekkül ederler. O da onları korur. Allah-u Teâlâ’ya gerçekten yönelen ve ubûdiyet ile
bağlanan bir kimse şeytanın hâkimiyetinden kurtulmuş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ onları korur ve doğru
yola iletir. Diğer taraftan kendi nefislerine veya Allah’tan başka güçlere güvenenler, şeytanla imtihan
edildiklerinde mağlup olurlar.
Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytanın hiç kimseyi etkileyemeyeceğine dair Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.” (Hicr: 42)
Sen onlara musallat olamazsın. Ne onları susturacak bir delilin, ne de fiilî olarak kullanacak bir gücün
yoktur.
Sen ancak onları azdırabilir, yanlış yollara sürükleyebilirsin. Fakat o da senin gücünle değil, onların
iradelerini kötüye kullanarak arkana düşmeleri dolayısıyladır. Yalnız ihlâslı kullara hâkimiyet
kuramadığın gibi, diğerlerine de hâkimiyet kuramazsın.
Daha sonra Allah-u Teâlâ Âdemoğullarına hitâp ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Şimdi siz beni bırakıp da onu ve onun soyunu dost mu ediniyorsunuz? Halbuki onlar sizin
düşmanınızdır.” (Kehf: 50)
DEVAM
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz birçok Hadis-i şerif’lerinde Asr-ı
saâdet’ten kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde zuhur edecek olan birçok fitneleri
gerek kapalı olarak gerekse açık olarak haber vermiş; fitnelerin gecenin karanlıkları gibi her tarafı
saracağını, her fitnenin bir öncekini aratacağını, bu sebeple hayatta olanların kabirdekilere gıpta
edeceklerini, müslümanların fitne dönemlerinde sabır ve teenni ile hareket etmelerini ve imkânları
nisbetinde kalabalıklardan kaçınmaları gerektiğini bildirmiş, ümmet-i muhteremesini gelecek fitnelere
karşı uyarmıştır. Günümüzde ise, haber verdiği o fitnelerin gün yüzüne çıktığı bir fitne devrinde
yaşıyoruz.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde iman ve küfrü birbirinden ayırmış, aralarına kesin berzahı koyarak
insanların bir kısmının kâfirlerden, diğer bir kısmının da müminlerden ibaret bulunduğunu Âyet-i
kerime’lerinde beyan buyurmuştur:
“İnkâr edenlerin ve Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 1)
Zira onların bütün yaptıkları işler Allah için olmamış, bu sebeple de iptal edilmiş, boşa çıkmıştır. Allah-
u Teâlâ o yapılanların hepsinin geçersizliğine hükmetmiştir.
Diğer taraftan:
“İman edip sâlih amel işleyenlerin, Rabb’leri tarafından MUHAMMED’e indirilen gerçeğe
inananların günahlarını Allah örtüp bağışlar ve hallerini düzeltip iyileştirir.” (Muhammed: 2)
Günahların bağışlanması, hallerin düzeltilip iyileştirilmesi, iman nimetinden sonra gelen çok büyük bir
nimettir. Hâl ve ahvâli iyi olanın gönlü berraklaşır, düşünceleri salimleşir, dünya saâdetine ve ahiret
selâmetine kavuşur.
Allah-u Teâlâ kâfirlerin sapıklığa düşmelerinin, müminlerin de doğru yolu bulmalarının sebeplerini
açıklamak üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“İşte böyle. İnkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb’lerinden gelen Hakk’a
uydular.” (Muhammed: 3)
Allah-u Teâlâ’nın zâtı hak olduğu gibi, O’ndan gelen ve O’na rücû eden her şey de haktır.
Kur’an-ı kerim’in tamamına yakın kısmında sık sık tekrarlanan hak mefhumu, Allah-u Teâlâ’dan başka
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize de nisbet edilmektedir.
“Doğrusu biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden
sorumlu değilsin.” (Bakara: 119)
Hakk ve hakikat değişmez bir esastır ve Hakk’a dayanır. Yer ve gökler hak esası üzerine kaimdirler.
Bunun içindir ki, Hakk’a bağlı olan herkes ve her şey de hak esası üzerine kaimdirler.
Bâtıl ise, bütün bu mânâlarda hakkın zıddıdır. İman haktır, çünkü Allah-u Teâlâ’nın buyruğudur. Küfür
bâtıldır, çünkü Allah-u Teâlâ yasaklamıştır.
Hakk’a uymak, Hakk ehline uymakla mümkün olur. Çünkü onlar hakkı gerçekleştirmekte ve ona yol
göstermekte peygamberlerin vârisleridirler.
Hakk ehline uyan hakikati bulmuş ve hidayete ermiştir, bâtıl ehline uyan da sapıtmıştır.
Allah-u Teâlâ her iki zümrenin durumunu bir berzah olarak apaçık beyan ediyor ki, insanlar ibret ve
öğüt alsınlar.
DEVAM
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne
kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda
yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime’sinde
beyan buyurmaktadır:
Buradan da anlaşılıyor ki Allah-u Teâlâ bunları idrakten çevirmiş ve mahrum etmiştir. Hem bilmiyorlar,
hem de bilir gibi görünüyorlar.
Âyet-i kerime’lerin nuru önlerinde parıldayıp dursa yine de küfürlerinde diretip dururlar.
İçlerini sapıklık kapladığı için Hakk’a yönelmezler, o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen, aslâ o
yola koyulmazlar.
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından dolayı, dalâlet yolunu kendilerine
nerede ise hiç ayrılamayacakları bir yol olarak seçerler.
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir gaflet değil, hakka ve hakikate yüz
çevirmelerinden kaynaklanan bir gaflettir.
“Biz onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü doğru yolda gitmeye tercih ettiler.”
(Fussilet: 17)
Hiç kimse, Allah-u Teâlâ’nın apaçık Âyet-i kerime’leri ve parlak delilleri ile kendisine öğüt verilip de
onları görmemezlikten, duymamazlıktan gelen ve onlara hiç aldırış etmeyenden daha zâlim değildir.
Onların bu yüz çevirmeleri, iş ve icraatları, takındıkları tavırlar sebebiyle kalplerine mühür vurulmuştur:
“Biz onu (Kur’an’ı) anlamasınlar diye, onların kalplerinin üzerine perdeler, kulaklarına da ağırlık
koyduk.” (Kehf: 57)
Onun içindir ki o Kitab-ı kerim’in ilâhî hükümlerinden istifade edip istikamete yönelemiyorlar.
“Sen onları hidayete çağırsan da onlar aslâ hidayete gelmezler.” (Kehf: 57)
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde, bu gibi kimselerin Kur’an-ı kerim’in ilâhî beyanları
karşısındaki durumlarını anlatarak şöyle buyurmaktadır:
“İçlerinden bazıları da sana kulak verirler. Halbuki biz onların kalpleri üzerine, onu
anlamamaları için örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk.” (En’âm: 25)
Hak ve hakikat ne kadar açık olursa olsun, engelli kulaklara ve perdeli kalplere giremez. Gözler bakar,
kulaklar işitir, fakat hiçbir şey görmez ve duymaz.
“Onlar her türlü âyeti görseler, yine de ona inanmazlar.” (En’âm: 25)
Allah-u Teâlâ, hidayete ermek için çalışanları hiç şüphesiz ki hidayete ulaştırır. Hakk’tan yüz
çevirenlerin ise hidayet ile aralarına perde çeker.
“Hatta sana geldiklerinde seninle mücadele ederler ve o kâfirler: ‘Bu eskilerin masallarından
başka bir şey değildir.’ derler.” (En’âm: 25)
O gün öyleydi, bugün ise daha değişik kılıklarda ve üsluplarda ortaya çıkıyorlar.
“Onlar hem insanları Kur’an’dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Onlar Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini kulakları ile işitir, fakat kalpleri işitmez. Çünkü onlar kalplerine perde
çekilmeye müstehak olmuşlardır.
“Kur’an okuduğun zaman, seninle ahirete inanmayanların arasına gizli bir perde koyarız.” (İsrâ:
45)
Bu durum, onların Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun ilâhî hükümlerine yönelmemelerinin bir cezâsıdır. Hak ve
hakikat gözler önünde güneş gibi parlayıp durduğu halde, onları idrak edemeyenler, işte böyle bir
perde ile perdelenmiş kimselerdir.
“Ayrıca onu anlamamaları için kalplerinin üzerine perdeler çekeriz, kulaklarına da ağırlık
koyarız.” (İsrâ: 46)
Bu ağırlık, Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini kendilerinin hidayet bulmalarını sağlayacak bir şekilde
işitmelerini önleyen bir ağırlıktır.
Allah-u Teâlâ hidayete eren kullarını dalâlete düşmekten koruyacak vasıtalar yarattığı gibi, dalâlete
düşenlerin hidayete ermesini önleyecek engeller de yaratır.
DEVAM
İstiâze:
İstiâze; sığınma, korunma, talep etme mânâlarına gelir. Şeytandan, kötülük ve şerlerden,
haramlardan, günahlardan, cehennemden... Allah-u Teâlâ’ya sığınmak, kulluğun en mühim
hususiyetlerindendir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mâbud O’dur.
Şeytan kıyamete kadar insanları iğva edeceğine yemin ettiği için, insanın etrafını çevirmekten,
vesveseler vermekten bir an olsun boş bulunmamaktadır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde tekrar tekrar duâ edip yalvaran kişinin söyleyeceği lâfızlarla şeytanın
iğvalarından, hile ve desiselerinden kendisine sığınmayı emir buyurmuştur:
Her insan daha hayatta iken noksanlıklarını gidermeye çalışmalı, her zaman için şeytanın şerrinden
Allah-u Teâlâ’ya sığınarak muvaffakiyet dilemelidir.
İstiâze; Allah-u Teâlâ’ya yaklaşanların vasıtası, O’ndan korkanların sarıldığı ip, suçluların barınacakları
çare, musibete uğrayanların merciidir. Kalp ve ruhu şeytanın istilâsından kurtarmaya ve Allah-u
Teâlâ’nın hıfz-u himâyesi altına girmeye vesiledir.
İstiâze “Firâr-ı ilâllah” makamıdır. Şirkten Tevhid’e, küfürden imana, zulümden adalete, nifaktan
sadakate, riyâdan ihlâsa, kibirden tevâzuya, cimrilikten cömertliğe, israftan kanaate, adâvetten
muhabbete, tefrikadan ittifaka, kötülükten iyiliğe, günahtan sevaba... kaçıp sığınmaktır.
O’nun Zât-ı ulûhiyetine ilticâ edin, her işinizde O’na itimat ve teslimiyette bulunun.
Hıfz-u himayesine sığınılacak, yardım istenecek, kapısına başvurulacak yegâne mabud O’dur.
“Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan
aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide: 16)
Allah-u Teâlâ’nın ism-i şerif’lerinden birisi de “Mümin”dir. İmanı ihsan buyuran, emniyet bahşeden,
kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine alıp muhafaza eden ve huzura erdiren demektir.
Emniyet ve eman kaynağı O’dur, her şey her an O’na yönelip sığınmaya muhtaçtır.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah dostları bütün ibtilâlara,
meşakkatlere, ezâ ve cefâlara karşı Hazret-i Allah’a tevekkül etmişler, huzuru O’na sığınmakta
bulmuşlardır.
Nuh Aleyhisselâm cehalet ve bilgisizlikten, sebeplere bağlanmaktan Allah-u Teâlâ’ya sığınarak ilticâda
bulunmuştur.
“De ki: Ey Rabb’im! Bilmediğim bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni
bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen ziyan edenlerden olurum.” (Hûd: 47)
Onun bu sığınışı sayesinde Allah-u Teâlâ da kendisine emniyet vermiş, hem kendisini, hem de
beraberinde olanları denizin şiddetli dalgalarından kurtarmıştır.
Yusuf Aleyhisselâm Züleyha’nın kendisine musallat olup zinâya düşürmesinden endişeli olduğu bir
zamanda huzur içinde:
Bu gönülden gelen istiâze sayesinde Allah-u Teâlâ onu böyle bir felâkete düşmekten korumuş, hem
de Mısır’a vezir yapmış, din ve dünya şerefine ulaştırmıştır.
Musa Aleyhisselâm, Firavun’un kendisini öldürmek için teşebbüs ettiğini duyunca, görünüşte Firavun
ve hanedanına karşı çok zayıf görüldüğü halde, sebepleri yürüten Allah-u Teâlâ’ya sığındı.
Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabb’im sizin de Rabb’iniz olan Allah’a
sığınırım.” (Mümin: 27)
Musa Aleyhisselâm’ın bu yüksek beyanatı gösteriyor ki, her mümin her zaman her hususta Allah-u
Teâlâ’ya sığınmalı, daima O’nun hıfz-u himayesine iltica etmelidir.
Allah-u Teâlâ Felâk ve Nas sûre-i şerif’lerinde kendisine sığınmayı tavsiye buyurmaktadır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sır kâtibi olan Huzeyfe -radiyallahu anh-
buyururlar ki:
“Öyle zamanlar gelecek ki, o zaman sadece boğulmak üzere olan birinin yaptığı gibi duâ
edenler kurtulacak.” (Ebu Nuaym. Hilye)
DEVAM
Hidayet:
Kelime olarak: “Doğru yola gitmek, doğru yolu göstermek” mânâlarına gelen hidayet, “Allah-u
Teâlâ’nın, kendi zâtını bilmek için lütuf ve keremi ile kullarında halkettiği muvaffakiyettir.”
İnsanlara dünya ve ahiret saâdetini sağlayacak yolu gösterme mânâsında da kullanılır.
Âyet-i kerime’de:
“Allah kime hidayet ederse, o doğru yolu bulmuştur.” (A’râf: 178)
Allah-u Teâlâ indirdiği kitaplar ve gönderdiği peygamberler vasıtası ile hayır ve şer yollarını göstermiş,
kullarına da iyiyi ve kötüyü ayırdedecek kabiliyetler vermiştir.
“Semud kavmine gelince; onlara doğru yolu göstermiştik, amma onlar körlüğü hidayete tercih
ettiler.” (Fussilet: 17)
Gözler her ne kadar açıksa da, basiret körlüğü veren sebepler hidayete mâni olur.
Allah-u Teâlâ azim nisbetinde kullarını destekler, hidayetlerini artırır, sermayelerini çoğaltır, yollarını
açar ve önlerine ışık tutar. Bu ise mücahedenin neticesidir.
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette yollarımızı gösteririz.” buyuruluyor.
(Ankebût: 69)
Hidayet; mücahedenin kemâle ermesinden sonra, nübüvvet ve velâyet âleminde parıldayan bir nur
olur.
Cenâb-ı Hakk’ın kendisine tahsis ile şereflendirdiği mutlak ve gerçek hidayet budur.
Hidayetin benimsenmesine vesile olan âmillerin başında kişinin iradesi, azmi ve kararlılığı gelmektedir.
Hidayete ermek için gösterilen yoldan gitmeyi istemek ve o yola yönelmek gerekir. Eğer bir kul bu tavrı
göstermezse Allah-u Teâlâ ceza olarak onu saptırır ve hidayetten mahrum bırakır.
DEVAM
Dalâlet:
“Kaybolmak, telef olmak, şaşırmak ve yanılmak” gibi mânâlara gelmekle beraber asıl mânâsı:
“Bilerek veya bilmeyerek doğru yoldan az veya çok ayrılmak, azmak ve sapmak”tır. “Maksada
ulaştıran yolu bulamamak, istenen neticeye götürmeyen bir yola girmek.” veya: “İstenen her
türlü neticeye ulaştırıcı yoldan ayrılmak.” mânâlarına da gelir.
Hidayetin zıddı dalâlettir. Hidayetin neticesi iman, dalâletin neticesi ise imansızlıktır.
Kur’an-ı kerim’de hak ve hakikatin dışında kalan her şey dalâlet olarak vasıflandırılmakta; uzak, açık
ve büyük dalâlet çeşitleri beyan edilmektedir.
“Onlar dünya hayatını ahirete tercih ederler. İnsanları Allah’ın yolundan alıkoyarlar, Allah’ın
yolunu eğriltmeye çalışırlar. İşte onlar uzak bir dalâlet içindedirler.” (İbrahim: 3)
Doğru yoldan o kadar uzağa sapmışlardır ki, ona yanaşmak, kurtuluşa ermek imkânları kalmamıştır.
Öyle bir dalâlet ki, akıllı olan hiç kimse onu tercih etmez.
Hangi asırda yaşarsa yaşasın, kim olursa olsun, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in
dâvetine uymayan, hafife alan kimseler de apaçık dalâlet içindedirler.
“Allah’a çağıran Muhammed’e uymayan kimse bilsin ki, Allah’ı yeryüzünde âciz bırakamaz.
Kendisinin O’ndan başka dostları da bulunmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”
(Ahkâf: 32)
Kur’an-ı kerim’in ilâhî bir kitap olduğunu gerek alenen, gerekse zımnen inkâr edip, ondaki
hakikatlerden uzak kalmak da dalâlettir.
“De ki: Gördünüz mü? Eğer o Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz, o zaman uzak bir
ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?” (Fussilet: 52)
“Allah ve Peygamber’i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için
artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur.
Allah’a ve Peygamber’ine baş kaldırıp isyan eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde
sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)
Allah-u Teâlâ ve Peygamber’i bir hüküm verdiklerinde müminlere tercih hakkı tanınmamıştır. Allah-u
Teâlâ, Peygamber’inin verdiği bir hükme güven duymayandan ve en küçük bir sıkıntı duymadan teslim
olmayandan iman sıfatını kaldırmıştır.
Ona itaat, onun Sünnet-i seniye’sine uymaktan ibarettir. Bunun içindir ki Sünnet-i seniye’ye uymak
imanın gereğidir.
Resulullah Aleyhisselâm’a itaat etmek, getirmiş olduğu esasların hepsini kabul etmeyi, ahlâkı ile
ahlâklanıp edebi ile edeplenmeyi gerektirir.
Ona itaat etmek, verdiği hükme râzı olmak, söylediği söze boyun eğmek, getirdiği her şeyi tereddütsüz
kabul etmek, mümin olmanın şiarıdır. Aksi taktirde inanmanın mânâsı kalmaz. Ona muhalefet ederek
Allah-u Teâlâ’ya itaat etmek düşünülemez.
Allah-u Teâlâ’nın helâl saydığı rızıkları haram saymak, cehalet yüzünden beyinsizce çocukları
öldürmek dalâlettir.
Bu hal ile kurtuluşa ermelerine imkân yoktur. Aslında bu kötü halleri yüzünden doğru yolda
gidenlerden değillerdi. Ne kadar irşada çalışılırsa çalışılsın, hidayete nâil olamazlar.
“De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptığınız başka şeylere ibadet etmek bana yasak edildi.’ De ki: ‘Sizin
hevâ ve heveslerinize aslâ uymam! Aksi takdirde dalâlete düşmüş ve hidayete erenlerden
olmamış olurum.’” (En’âm: 56)
Hakkı ve hakikati benimsemek ve hidayetten ayrılmamak insanın selim yaratılışıyla mütenasip bir
durum iken, bunun yerine dalâleti tercih ederek kendilerini de başkalarını da saptıranlar zâlimlerdir.
Üstelik onları içinde bulundukları sapıklıklardan kurtarmak da mümkün değildir. Zira onlar akıllarını
kullanıp hakikatleri görecekleri yerde nefislerinin arzularına uyarlar.
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu
şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)
•
Kur’an-ı kerim’de beyan buyurulduğuna göre kibri ve isyanı sebebiyle ilâhî rahmetten kovulmuş olan
şeytan, avânesiyle birlikte insanları dalâlete düşürmeye çalışmaktadırlar.
“Andolsun ki o sizden bir çok nesilleri kandırıp saptırmıştır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”
(Yâsin: 62)
Şeytanın saptırmasını, toplumları idare edip yönlendiren Firavun gibi saptırıcı önderlerle, bunların
yakın çevrelerinde kümeleşen zümre ve onlara uyan kitleler takip eder.
İnsanları saptırıp yoldan çıkaranların büyük bir azaba uğrayacaklarında şüphe yoktur. Fakat Allah-u
Teâlâ’nın kendilerine verdiği aklı kullanmayıp, dinin ilâhî beyanlarını dinlemeyip, bu gibi saptırıcıların
gösterdikleri çıkmaz yollara sapan kimseler de onlar gibi azaba müstehak olacaklardır. Kendilerini
mazur göstermeye aslâ salâhiyetleri olamaz.
Cehennemde cezalarını çekerlerken, netice vermeyeceğini bildikleri halde, tekrar tekrar iltica
edeceklerdir:
“Ey Rabb’imiz! Biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, onlar da bizi yoldan
saptırdılar.” (Ahzâb: 67)
Halbuki kendilerine ne emretmişlerse yapmışlar, onlara uydukları için bu hale düşmüşlerdi. Orada ise
pişmanlıklarına pişmanlık katacaklar.
Putlar da tapınma vasıtaları olmaları bakımından dalâlete sevkedici varlıklar arasında sayılırlar.
Onları öne sürerek baştacı edenler, onların vasıtasıyla başkalarını dalâlete düşürerek şirk içinde
bıraktılar.
Dine bağlılığın zayıfladığı, halkın hak yoldan uzaklaştığı dönemlerde insanların çoğuna uymak, ayrıca
dalâlet sebebi olarak belirtilmektedir:
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, onlar seni Allah’ın yolundan saptırırlar.”
(En’âm: 116)
“Onlar sadece zanna uyarlar ve yalandan başka söz de söylemezler.” (En’âm: 116)
“Senin Rabb’in kendi yolundan sapanı en iyi bilendir. Hidayete ermiş olanları da en iyi bilen
O’dur.” (En’âm: 117)
Allah-u Teâlâ yeryüzü halkının çoğunun durumunun sapık olduğunu haber vermektedir.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayete göre evinden çıktığı zaman şöyle duâ ederdi:
“Allah’ım! Ben dalâlete düşmekten, ayak kaymasından, zulüm etmekten, bana zulüm
edilmekten, câhilce davranmaktan ve aleyhimde câhilce davranılmaktan sana sığınırım.” (İbn-i
Mâce: 3884)
“Ben size iki şey bıraktım ki, onlara sımsıkı sarılıp tutunduğunuz müddetçe, katiyyen
sapıtmazsınız. Birisi Allah’ın kitabı, diğeri ise Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetidir.” (İmâm-ı
Mâlik, Muvatta)
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise bu iki ipe yapışanların tam olarak dalâletten korunacağını, aksi
takdirde dalâlete düşmenin kaçınılmaz olacağını haber vermiştir. (İbn-i Mâce)
Netice olarak;
Allah-u Teâlâ bütün insanlara hakikat ile dalâleti, doğru ile yanlışı birbirinden ayıracak temyiz gücü
vermiş, ayrıca uyarıcı olmakla vazifelendirdiği peygamberler vasıtasıyla insanların yolunu aydınlatan
kitaplar indirmiştir. Bu kitaplarda helâli haramı, faydalıyı zararlıyı, hayrı şerri açıklamış ve bundan
insanları sorumlu tutmuştur.
Şüphe yok ki sınırsız kudrete sahip olan Allah-u Teâlâ bir şeyin olmasını dilerse o mutlaka olur.
Hidayeti de dalâleti de ancak Allah yaratır. Kullarından dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet verir.
Allah’ın hidayete eriştirdiğini kimse saptıramaz. O’nun dalâlete düşürdüğünü kimse hidayete erdirip
doğru yola iletemez.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
Hakkı ve hakikati sevdirir, iman ve ilim gereğince amel etmeyi nasip eder. Hidayeti hakettiği için, o
kimsede iman ve hidayeti meydana getirir.
“Allah kimi dalâlette bırakırsa, ona hidayet edecek yoktur. Allah’ın hidayete erdirdiğini de
dalâlete düşürüp saptıracak yoktur.” (Zümer: 36-37)
Çünkü Allah-u Teâlâ’nın iradesini kimse engelleyemez, takdirini hiç kimse bozamaz.
Bir insanda dalâlet yaratması, o insanın kendi arzusu ile sapıklık yolunu seçmiş olmasındandır. Yoksa
kul iradesini dalâlete yöneltmedikçe, Allah-u Teâlâ onu zorla sapıklığa düşürmez. Çünkü insanda
hidayet ve iman fıtrîdir, yaratılışında vardır. Dalâlet ve küfür insanın cüz’i iradesini kötüye
kullanmasından dolayı sonradan ârız olmuştur.
“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’e muhalefet edip inananların
yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü o yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme
sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” (Nisâ: 115)
Bir imtihan sahnesi olan dünyada insanları kendi serbest iradeleriyle başbaşa bırakmış, iradelerini
küfre sarfeden insan ve cinlerle cehennemi dolduracağını vâdetmiştir.
Bütün kalpler Hazret-i Allah’ın kudret elindedir. Dilediğine hidayet eder. Kul kula hidayet veremez,
ancak teşvik eder, hidayete vasıta olur.
“İnsanları hidayete erdirmek senin üzerine borç değildir. (Sana düşen hidayete dâvettir.) Şu
kadar var ki, Allah dilediği kimseye hidayet eder.” (Bakara: 272)
Yol gösterdiği gibi yola da iletir. O yolda ona güç verir, muvaffakiyet ihsan eder, hidayete yöneltir,
gönüllerinde hidayet sevgisi yaratır.
Dünya saâdetine, ahiret selâmetine ancak hidayet sayesinde erişilir. Kul; iradesini imana sarfettikçe,
hidayet arzusunda bulundukça, o yolda yürüdükçe, Allah-u Teâlâ’nın hidayeti de artar durur.
“Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.” (Âl-i imrân: 101)
“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını
ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)
O sayede onlar gereken hazırlığı yaparlar, ecel gelince Allah-u Teâlâ’nın huzuruna takvâ ile varmaya
çalışırlar.
Bir Âyet-i kerime’sinde de şöyle buyuruyor:
“O size nasıl hidayet ettiyse, siz de O’nu öylece zikredin. Bundan önce siz sapıklardan idiniz.”
(Bakara: 198)
İnanan bir mümin için hidayete ererek dünya saâdetine ve ahiret selâmetine nâil olmaktan daha büyük
bir lütuf tasavvur edilemez.
Binaenaleyh ihsan olunan hidayet-i ilâhî’nin muhafaza ve bekâsı için ısrarla Rabb’ül-âlemin’e iltica
edilmelidir:
“Ey Rabb’imiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra kâlplerimizi saptırıp döndürme. Bize
kendi nezdinden bir rahmet ver. Şüphesiz ki bağışı en çok olan sensin.
Ey Rabb’imiz! Geleceği şüphe götürmeyen bir günde sen insanları mutlaka toplayacaksın.
Şüphesiz ki Allah sözünden dönmez.” (Âl-i imrân: 8-9)
“Allah bana yeter, O’ndan başka ilâh yoktur, O’na tevekkül ederim, O büyük arşın sahibidir.”
(Tevbe: 129)
“Ey Rabb’im! Bağışla, merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.” (Müminûn: 118)
“Ey Rabb’im! Beni yalnız bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın.” (Enbiyâ: 89)
“Ey Rabb’imiz! İnandık, bizi bağışla, bize merhamet et, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.”
(Müminûn: 109)
“Ey Rabb’imiz! Katından bize rahmet ver ve işimizde doğruyu göster, bizi başarılı kıl!” (Kehf: 10)
“Ey Rabb’imiz! Nûrumuzu tamamla, bizi bağışla, çünkü sen her şeye kâdirsin.” (Tahrim: 8)
“Ey Rabb’imiz! Sana güvendik, sana yöneldik, dönüş sanadır. Ey Rabb’imiz! Bizi inkâr
edenlerle imtihan etme, bizi bağışla! Yegâne gâlip ve hikmet sahibi ancak sensin.” (Mümtehine:
4-5)
“Ey Rabb’imiz! Bize dünyâda iyilik ve güzellik ver, âhirette de iyilik ve güzellik ver. Bizi
cehennem azabından koru.” (Bakara: 201)
“Ey Rabb’imiz! Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih eder, kemâl sıfatları ile tavsif ederiz. Senin
bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm olan ancak sensin.”
(Bakara: 32)
“Ey Rabb’imiz! Bizi zâlimler güruhu ile sınama ve bizi rahmetinle kâfirler güruhundan kurtar!”
(Yunus: 85-86)
“Ey Rabb’imiz! Bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde
inananlara karşı hiçbir kin bırakma.
Ey Rabb’imiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli çok merhametlisin.” (Haşr: 10)
DEVAM
“Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor
musun?” dedim.
“Evet! Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa çevirir.” (Tirmizî: 2141)
Abdullah bin Amr bin el-Âs -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle duâ ederlerdi:
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
şöyle duâ ederdi:
“Ey Rabb’im! Bana yardım et, aleyhime yardım etme! Beni muzaffer kıl, aleyhime zafer verme!
Lehime tertip kur, aleyhime kurma! Bana hidayet et ve hidayeti bana kolaylaştır! Üzerime
saldırana karşı bana yardım et!
Ey Rabb’im! Beni sana çok şükreden, seni çok zikreden, senden çok korkan, sana pek çok itaat
eden, senin için eğilen ve sana yönelerek yakarışta bulunanlardan eyle!
Ey Rabb’im! Tevbemi kabul eyle, günahlarımı yıkayıver, duâmı kabul buyur, delilimi sabit kıl,
dilimi doğru kıl, kalbime hidayet et, göğsümün kin ve hasedini çıkar.” (Tirmizî: 3551)
•
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
namaz için kalktığında şu duâyı okurdu:
“Ey Allah’ım! Melik ancak sensin. Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Sen benim Rabbimsin, ben
de senin kulunum. Ben nefsime zulmettim, günahlarımı da itiraf eyledim, benim bütün
günahlarımı bağışla. Çünkü günahları senden başka affedecek yoktur. Beni ahlâkın en güzeline
hidayet buyur, ahlâkın en güzeline senden başka hidayet edecek yoktur. Kötü ahlâkı benden
def eyle, onu senden başka benden def edecek yoktur. Senin emrine tekrar tekrar icabet eder,
dinine tekrar tekrar tâbi olurum. Bütün hayırlar senin kudret elindedir. Kötülük sana âit değildir.
Varlığım seninledir, sonu da sana müntehîdir. Mubâreksin, yücesin, senden mağfiret diler, sana
tevbe ederim.” (Müslim: 771)
•••
Nifakta Direnenler:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münâfıkların ne kadar kibirli olduklarını, kendilerini Resulullah
Aleyhisselâm’ın haklarında yapacağı mağfiret isteğinden ihtiyaçsız görmekte olduğunu bildirmektedir:
“Onlara: ‘Geliniz, Resulullah sizin için mağfiret dilesin!’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve
sen onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün.” (Münâfikûn: 5)
Münafıkların Resulullah Aleyhisselâm’a karşı olan tavırları onların imansız olduklarını göstermektedir.
Resulullah Aleyhisselâm’dan af dilemedikleri gibi, kibirlendikçe kibirleniyorlar, üstünlük taslıyorlar.
Allah-u Teâlâ onlar için af dilemenin, onlara istiğfar etmenin hiçbir fayda vermeyeceğini
açıklamaktadır. Çünkü onlar nifakta direnmektedirler.
Çünkü onların böyle bir dertleri ve endişeleri yoktur. Bunun sebebi ise inkârcı oluşları, itaattan çıkmış
olmalarıdır. Onlar bir daha imana gelmezler.
Beyinsizler:
Münâfıklar hicret eden Muhâcir’lerin rızıklarının kendi ellerinde olduğunu, iâşeleri temin edilmediği
takdirde Peygamber Aleyhisselâm’ı bırakarak başlarının derdine düşeceklerini zannediyorlardı.
Yaratıklarını ilâhî hazinesinden rızıklandıran Allah-u Teâlâ münâfıkların hile ve entrikalarına rağmen,
müslümanların muvaffak olacağını haber vermiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Onlar: ‘Allah’ın Peygamber’inin yanında bulunanlara hiçbir şey vermeyin ki dağılıp gitsinler!’
diyenlerdir.” (Münâfikûn: 7)
Bilemediler ki rızık O’nun kudret elindedir, hiç kimse kullarına lütfetmesine engel olamaz.
Anlamalarına da imkân ve ihtimâl yoktur. Çünkü onlar iman nurunu görememişler, İslâm’ın ulviyetine
erememişler, saâdet ve selâmet dâiresine girememişlerdir.
Müreysî savaşının zaferle sonuçlanması sonrasında İslâm ordusu henüz oradan ayrılmamışken, bir
müslümanla bir münâfık su yüzünden tartıştılar. Tartışma daha sonra kavgaya dönüştü. Bu hadiseyi
İslâm aleyhine değerlendirmeyi ve elde edilen fırsatı kaçırmamayı düşünen münâfık Abdullah hemen
koştu, Medineliler’i Resulullah Aleyhisselâm’ın aleyhine kışkırtmaya başladı. Çekinmeden: “Muhâcirler
şehrimizde iyice çoğaldılar. Köpeği besleyip semirtirsen, çok sürmez seni parçalayıp yer. Bilesiniz ki
vallâhi Medine’ye dönersek, en üstün olan en alçak olanı mutlaka oradan çıkaracaktır.” gibi lâflar etti.
Durum derhâl Resulullah Aleyhisselâm’a bildirildi. Abdullah bin Ubeyy ise çevirdiği entrikanın
Peygamber tarafından duyulduğunu öğrenince alelacele gelip, o gibi sözler sarfetmediğine dâir yemin
etti. Resulullah Aleyhisselâm bu hadiseyi büyütmeden derhal Medine-i münevvere’ye dönmeye karar
verdi.
Çok geçmeden Âyet-i kerime nâzil oldu, münâfıkların yalancı oldukları açıklandı.
“Derler ki: Andolsun, eğer Medine’ye dönersek en üstün olan en zelil olanı oradan mutlaka
çıkaracaktır.” (Münâfikûn: 8)
“Üstün olan” ile kendisini, “Zelil olan” ile de Resulullah Aleyhisselâm’ı ve müminleri kastediyordu.
Münâfıkların izzet ve şereften bir payları yoktur. Zerre kadar şerefleri olsaydı küfür ve nifaka tenezzül
etmezlerdi.
Bilmelerine de imkân ve ihtimâl yoktur. Çünkü onlar son derece câhil ve ahmak, son derece kibirli ve
gururludurlar. Gerçeklerden bîhaberdirler.
Zikrullah Emri:
Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nuru, kalbin cilâsı, ruhun hayatı,
gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.
Allah-u Teâlâ mümin kullarına zâtını çokça zikretmelerini bildirerek, mal ve evlâtlara aldanma
hususunda münâfıklara benzemekten onları sakındırmaktadır:
Zikrullah ilâhî bir emir gereğidir. Bu emre uyan ve gereğini icrâ edenler Hakk’ın sevgisini kazanırlar.
Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük kayba
uğrayacakları şüphesizdir.
Şurası unutulmamalıdır ki, ahiret kazancı ve ahiret zenginliği dünyadan çok daha hayırlıdır. Dünya
kazançlarının faydaları ömürle sona erer. Dünyada kazanıp ahirette iflâs etmek akıl kârı değildir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
Zikrullah ile mânevî gıdasını alan ruhlar dirilir, alamayan ruhlar ölür. Zikrullah, ruhun hayatı için, balığın
suya duyduğu ihtiyaç gibidir.
Allah-u Teâlâ müminlere nâil oldukları rızıklardan infakta bulunmalarını, ölüm zamanı geldiğinde
pişmanlık duymanın hiçbir yarar sağlamayacağını Âyet-i kerime’sinde ferman buyurmaktadır:
“Herhangi birinize ölüm gelip de: ‘Ey Rabb’im! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de
sadaka verip iyilerden olsam!’ demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin!”
(Münâfikûn: 10)
Allah-u Teâlâ geçici olarak tasarrufumuza bıraktığı az miktardaki malı, o korkunç gün gelmeden önce,
O’nun rızası mucibince infak etmemizi istemektedir.
Kullarının elindeki mal ve mülkün kaynağını onlara hatırlatarak, bunların ilâhi birer lütuf olduğunu
anlamaları ve gerektiği şekilde Allah yolunda fedâkârlık etmekten çekinmemeleri için: “Size
verdiğimiz rızıktan” buyurmuştur. Rızkı veren O’dur, infak emrini veren de O’dur.
Allah-u Teâlâ infak emriyle, infak eden kişinin nefsini temizleyip terbiye ve tezkiye etmektedir. Kalplerin
temizlenmesi, mal ve mülk sevgisinden uzaklaşması için en iyi ilâçtır.
Bugün elde fırsat dilde ruhsat varken malını istediği gibi harcayabilen insan, yarın öyle bir gün gelecek
ki, istese bile infakta bulunamayacak. Çünkü o gün alım-satım, değiş-tokuş günü değil; yargılama
günü, ceza ve mükâfat verme günüdür.
Adiyy bin Hâtim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden hiç bir kimse yoktur ki, Allah onunla konuşmasın. Hem aralarında tercüman da
bulunmayacaktır.
Binaenaleyh yarım hurma ile bile olsa cehennemden korunun!” (Müslim: 1016)
Her ihmalkâr, ölüm zamanı geldiğinde pişman olur ve verilen müddetin çok kısa zaman da olsa
uzatılmasını ister, kaçırmış olduğu fırsatların farkına varır, mahrum olarak gittiğine hasret çeker, fakat
heyhat ki iş işten geçmiştir.
Eceli gelmeden herkes başının çaresine bakmalı ki, iş işten geçtikten sonra çare aramaya muhtaç
olmasın. Zira ecel geldiğinde tehiri mümkün değildir.
“Allah, süresi gelip eceli yettiği zaman hiçbir canı aslâ geri bırakmaz.” (Münâfikûn: 11)
Hiçbir şey tesadüf değildir. Her biri mutlaka ilm-i ilâhîde takdir edilmiş ve levh-i mahfuzda yazılmış
olarak meydana gelir. Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’ya göre çok kolaydır. O’na göre öldükten sonra
diriltmek de kolaydır.
Eceli geldikten sonra hiç kimseye mühlet vermez. Geri bıraktığı takdirde daha önceki durumundan
daha kötüsüne dönecek olanı da bilir, sözünde samimi olanı da bilir.
Kimin sözünde ve isteğinde samimi olduğunu, geri döndürüldüğünde bulunduğu durumdan daha kötü
bir duruma düşüp düşmeyeceğini en iyi bilen ve haberdar olan O’dur.
Binaenaleyh faydasız zamanda çare aramaya muhtaç olmamak için, ecel gelmeden önce ahiret
tedarikine bakmak gerekiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz inanan bütün insanlara Allah-u Teâlâ’nın en büyük
nimetidir. Tabii ki bilen için...
“Andolsun ki, Allah müminlere kendi içlerinden bir PEYGAMBER göndermekle büyük bir lütufta
bulunmuştur.” (Âl-i imrân: 164)
Bu lütuf gerçekten lütufların en büyüklerinden birisidir. Onu göndermeseydi, emir ve yasaklarını bize
duyurmasaydı, sapıklık çukurlarında kalırdık, hidayetten mahrum, ebedî bir azaba düçar olurduk.
Allah-u Teâlâ’nın onu göndermesi insanlık âlemine en büyük lütuflarından birisidir. İman edenler
kurtulacak, iman etmeyen kurtulamayacaktır.
Sûrî ve mânevî, zâhiri ve bâtınî, ilmî ve amelî, dünyevî ve uhrevî bütün üstünlüklerin ve yüceliklerin
hepsi onda toplanmıştır.
İnsan haysiyetini, şeref ve itibarını zedeleyecek maddî ve mânevî her türlü çirkinliklerden, ahlâkî
kötülüklerden; kararan ruhları, taşlaşmış kalpleri küfrün ve şirkin bütün kirlerinden arındırıp
temizlemiştir.
“Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyacak, sizi tezkiye edecek temizleyecek, size kitap
ve hikmeti öğretecek, bilmediklerinizi size öğretecek bir PEYGAMBER gönderdik.” (Bakara: 151)
“Muhammed Aleyhisselâm insanlığa ne getirdi?” diye sorulacak olursa, bu Âyet-i kerime’yi okumak
kâfidir.
Bu şanlı Peygamber onları her türlü pisliklerden, mânevî kirlerden, çirkin işlerden ve şirkten
temizlemiş, nefislerini arındırıp yüceltmiş, karanlıklardan aydınlığa çıkartmıştır.
Onlar onu buldular, Hakk’ı buldular. Hakk’ı bulan ebedî saâdete erişir. Dünyada Hakk ile yaşar,
kabirde O’nunla olur, mahşerde O’nunla olur, Cennet-i âlâ’da da O’nunla olur.
“Çünkü onlara Allah’ın âyetlerini okuyan, kendilerini tertemiz yapıp arıtan, kitap ve hikmeti
öğreten kendi içlerinden bir peygamber göndermiştir.
Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i imrân: 164)
İşte Allah-u Teâlâ bu nur sayesinde onları karanlıktan aydınlığa çıkardı. Hidayet nuruna kavuşturdu ve
sapıklıktan kurtardı. Bundan büyük nimet ve lütuf olur mu? Allah-u Teâlâ insanların ebedî azaptan
kurtulmasına, ebedî saâdete ermesine onu vasıta kıldı.
O bir hidayet nurudur. Allah’a varan hedefe onun yolundan gidilir, hakikatin köprüsüdür. Allah-u Teâlâ
onu, kullarının hidayete ulaşmalarına sebep kılmıştır.
Ebedî âleme teşrif buyurduktan sonra, nübüvvet ve risâlet nurları kıyamete kadar devam edecek;
insanlar o nurla nurlanıp, o nurla hidayete ereceklerdir.
İnsanlar için en büyük bahtiyarlık, en yüksek mertebe ve en büyük meziyet, emsali görülmemiş ve bir
daha da görülmeyecek olan Peygamber Aleyhisselâm’ın yolunda yürümek, yüce ahlâkını tatbik
edebilmektir.
Yaptıklarını yapanlar, gösterdiği yoldan gidenler, dünyada saâdete ahirette ise selâmete
kavuşacaklardır.
“Bu Peygamber’e inanan, saygı gösterip aziz tutan, ona yardım eden, onunla gönderilen nura
uyanlar yok mu? İşte onlar kurtuluşa ve saâdete erenlerdir.” (A’râf: 157)
“(Ey insanlar!) Allah’a ve Peygamber’ine inanasınız, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyıp
saygı gösteresiniz.” (Fetih: 9)
İmanın muktezası, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin huzurunda edeplere riayet etmek ve onu
gücendirmekten son derece sakınmaktır.
Resulullah Aleyhisselâm’a hâl-i hayatında ne kadar tâzim lâzımsa, vefatından sonra da o kadar tâzim
lâzımdır. Her hâl ve ahvâlde hürmet vecibesini korumak gerekir.
Yüce Vasıflar:
O ki yaratılmışların en hayırlısıdır. Allah-u Teâlâ’nın Habib-i Ekrem’i, dostu, arşının nuru, vahyinin
eminidir. Ziynetlendirdiği, şereflendirdiği, keremlendirdiği, büyük kıldığı, ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu
temiz kuludur.
Allah-u Teâlâ onu peygamberlerin efendisi ve sonuncusu, takvâ sahiplerinin önderi, günahkârların
şefaatçisi ve âlemlerin rahmeti yapmıştır.
O ki iman hakikatlerinin menbâı, Rahmânî sırların iniş yeri, Rabbânî memleketin mahrem-i esrârı,
bütün peygamberlerin ahd ve misaklarının vasıtası, Livâ-i izzet’in sahibi, ezel sırlarının müşâhidi,
Kelâm-ı kadîm’in tercümanı, ilim ve hikmetin kaynağı, dünya ve ukbâ ehlinin cesetlerinin ruhudur.
Resulullah Aleyhisselâm’ın, başkasında bulunmayan, eşi benzeri olmayan yüce değerleri vardır:
İlk defa onun için kabir yarılacak ve o binitli olarak mahşere gelecektir. Mahşer divanının en büyüğü
odur.
Âdem Aleyhisselâm’ın ve ondan sonra gelenlerin altında toplandıkları sancak onun sancağıdır.
Azîz Peygamber:
Allah-u Teâlâ onu her şeyden azîz, kadrini yüce kılmış, herkese ve herşeye tercih etmiştir. Canlardan
da cananlardan da azîzdir. Yaratılmışlar arasında naziri ve benzeri yoktur. Yaratılan hiçbir şeyle, hiçbir
kimse ile ne ölçülür, ne de eşit tutulur. Yüce makamında tektir.
“Andolsun, içinizden size öyle azîz bir Peygamber gelmiştir ki sıkıntıya uğramanız ona çok ağır
ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Müminlere çok şefkatli çok merhametlidir.” (Tevbe: 128)
Onu yaratan ona Azîz buyurduğu gibi, yine kendisine mahsus olan Raûf ve Rahîm isimlerini ona da
atfetti. Onu yüceltmek için kendi isminden pay ayırdı.
Bu ism-i şerif’leri ona vermek demek; Allah-u Teâlâ’nın varlığı onda tecellî etti demektir.
Meselâ bir insan yakasına bir rozet takar. Bunun mânâsı: “Ben buraya âitim.” demektir. Allah-u
Teâlâ ona rozetini takmış, kendi ism-i şerif’lerini lâyık görmüş. Bu ise kuvve-i beşerin takati haricinde
bir lütuftur. Mahlûk olan insanın aklı ve ilmi buraya girmez.
“Raûf”; bütün müminlere karşı gayet ince bir şefkati ve derin bir merhameti olan, rahmeti çok engin,
affetmeyi seven demektir. O bizâtihi bu ism-i şerif’in mazharıdır.
“Rahîm” insanların tevbe ederek doğru yolu bulmalarını çok arzu eden, çok şefkatli, çok merhametli
demektir. Bu ism-i şerifin de bizâtihi mazharıdır.
O her zaman ve mekânda Azîz’dir. Allah katındaki şeref ve faziletinin yüksekliğine hudut yoktur.
Mertebe ve kemâli her an yükselmektedir.
Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren kendi zamanına gelinceye kadar mevcûdâtın en şereflisi olduğu gibi,
kendisinden sonra kıyamete kadar da mahlûkâtın en faziletlisidir.
Mübarek vücutları ahirete intikal etmekle, nurlarına aslâ bir noksanlık ârız olmaz. Rûhâniyeti ve
nurâniyeti kıyamete kadar bâki kalacak, insanlar o nur sebebi ile hidayete ereceklerdir.
Dünyada gözü ile görme şerefine nâil olanlar olsun, gözü ile görmediği halde sonraki asırlarda ona
iman edenler olsun, onun bir nur olduğunu bilirler ise de, o nurun mahiyetini ve hakikatini anlamalarına
imkân yoktur. Beşer idraki buna müsait değildir. Anlamaya çalışmak, bir fincanla denizi ölçmeye
benzer.
Onun hakikati, büyüklük ve azameti ancak kıyamet günü belli olacak, herkesçe bilinip
anlaşılabilecektir. Dünyada zâhir olmuş olsaydı, ona iman etmek zaruri olurdu. Halbuki makbul olan
iman, gayba olan imandır.
Âlemlere Rahmet:
Diğer peygamberlerin pak ruhları onun nurundan yaratıldıkları için, sadece gönderildikleri topluluklara
rahmet oldular. O ise aynıyle rahmettir.
Bu Âyet-i kerime ile Zât-ı şerif’i müstesnâ bir mahiyet kazanmıştır. Varlığı bütün varlıklar için en büyük
rahmettir. Rahmet-i ilâhî’nin tecessüm etmiş bir tecellîsidir. Hazret-i Allah’ın bütün âlemleri bir kimsede
toplaması elbette mümkündür.
Bu rahmetin mânâsını şöyle arzedelim: Kuru toprağı bir düşünün. Cama atsanız camı, insana atsanız
gönlü kırar. Bu sert toprağa rahmet inince yumuşayıveriyor. İçindekileri dışarıya atıp nice nice bitkiler
fışkırtıyor.
Yağmur olmayınca hayat olmaz. Her zerredeki hayat o rahmetten gelir. Her zerrede Allah-u Teâlâ’nın
ulûhiyet sırları olduğu gibi, Rahmeten lil-âlemîn olan Resulullah Aleyhisselâm’ın rahmeti de her
zerrede mevcuttur. Çünkü Allah-u Teâlâ mükevvenâtı o nurdan yaratmıştır.
Bu âleme teşriflerinden önce bütün peygamberler ve mukarreb melekler katında, mübarek vücudunun
âlemlere rahmet olduğu biliniyordu. Semâvî kitaplarda çok çok övülmüştür, kıyamete kadar da övülüp
senâ edilecektir.
Onun rahmet olduğunu tasdik edip ümmeti olanlara, zâhir ve bâtın her türlü rahmet kapıları açılır. O
rahmetten nasibini alanlar; dünyada da ahirette de saâdet ve selâmete kavuşurlar, her türlü
kötülüklerden sıkıntılardan kurtulurlar.
Müminlere rahmettir. Çünkü onlara doğru yola göstermiştir. Kâfirlere de rahmettir, çünkü azaplarının
ertelenmesine vesile olmuştur.
“Şüphesiz ki ben lânet edici olarak değil, rahmet olarak gönderildim.” buyurmuşlardı. (Müslim:
2599)
Ondan önce gönderilen herhangi bir peygamberi, ümmeti ısrarla reddettiği zaman; Allah-u Teâlâ onları
yere batırma, suda boğma... gibi cezalarla helâk ediyordu. Fakat onu tekzib eden müşriklerin azâbı ise
öldükten sonraya tehir edilmiştir.
“Sen içlerinde iken Allah onlara azâb etmez.” buyuruluyor. (Enfâl: 33)
Rahmet peygamberi olduğu için, aralarında bulunmasından dolayı Allah-u Teâlâ bir ikram olarak
onlara mühlet vermiştir.
Bu onlar için büyük bir rahmet oldu. Birçoğu hakikati görerek dâvete icâbet ettiler ve iman selâmetine
eriştiler.
Diğerleri de itaat etmiş olsalardı, onlar da o rahmetten istifade edeceklerdi. Fakat o Nur’a karşı
gözlerini yumdukları için, kendi kendilerini felâkete atmış oldular.
Ondan sonra bir peygamber gelmeyeceğine göre, dünyanın sonuna kadar âlemlere rahmettir. Hayatı
rahmettir, memâtı da rahmettir.
Nübüvvet ve velâyetle ilgili son derece ince ve mühim sırlara nüfûz ederek, tasavvuf ehli arasında
müstesnâ bir yer kazanmış olan Hazret’in doğum tarihi bilinmemektedir, 1299 senesinde vefat etmiştir.
Eserlerinde temas ettiği noktalar ve sözlerindeki derinlik, onun üstün bir hikmete sahip bulunduğunu
göstermektedir.
Şeyh Necmeddin Ali bin Bezgâşî Şirâzî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin sohbetlerine katıldı ve ondan
feyz aldı. Zamanının en kâmil ve meşhur velilerinden olan Sadreddin-i Konevî -kuddise sırruh-
Hazretleri ile görüşüp ilminden geniş ölçüde istifade etti, kısa sürede zâhir ve bâtın ilimlerinde üstün bir
seviyeye ulaştı.
Saîdüddin Fergânî -kuddise sırruh- Hazretleri’ne göre velâyet, halktan Hakk’a tasarruftur ve gerçekte
nübüvvetin bâtınından başka bir şey değildir. Çünkü peygamberlerin zâhirleri nübüvvet, bâtınları ise
ilâhî ahkâmla nefislerde tasarruf etmektir. Her ne kadar nübüvvet kesilmişse de velâyet ve tasarruf
kesilmemiştir; bu ümmetten olan veliler aracılığıyla kıyamete kadar devam edecektir.
“Resul -sallallahu aleyhi ve sellem- sûreti yönünden her ne kadar bütün peygamberlerden
sonra ise de, hakikati bakımından onlardan öncedir.
“Âdem henüz su ile toprak arasında iken peygamber idim.” (Tirmizî, Menâkıb: 1)
Yani Rûhu’l-âzam’ın nübüvveti onların ruhlarının mevcudiyetinden önce olduğu için, o henüz
ne ruh, ne de cesed idi. İşte bu mânâyı idrak eden bir kimse, Hatmü’n-nübüvve’nin sırrını
kavrayabilir.”
“Bu dairenin hakikati, nübüvvetin hâmili olan Rûhu’l-âzam’dır. Onun bidâyeti peygamberler
noktasının ilki olup, peygamberlerin vücudları noktasında devrederek hareket etmiş ve
bidâyetine aksederek nihâyete ermiştir. Zira bu, farklı olan Muhammedî noktadır. Nitekim
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-nübüvveti tek tuğlası eksik bir duvara benzetmiştir. Bu
onun vücududur ve onunla da bu mânâya işaret etmiştir.”
Veli’nin doğruluğunun alâmeti, zâhirde Nebi’ye tâbi olmasıdır. Çünkü her ikisi de tasarrufunu
tek bir kaynaktan alır. Veli her zaman Peygamber’in tasarrufuna mazhardır, tek bir kişi
(Hâtemü’l-evliyâ) dışında (ona) tasarrufta bulunamaz. İşte bu cihete göre de tâbilerinden
bazıları, Peygamber Aleyhisselâm’a has kılınanla ilgili olarak, onun nefsinden hikaye yoluyla
sözedip; tasarrufta bulunmasından dolayı en yüksek menzili, Peygamber’den onun nefsine
indirir.”
“Zira Nübüvvet hariçte peygamberlerin vücudu noktalarında birleşen bir daire meydana getirip,
Muhammedî noktanın vücudu ile tamamlandığı gibi; velâyet de hariçte velilerin vücudları
noktalarında birleşen bir daire meydana getirerek, velâyeti hatmeden noktanın vücudu ile
tamamlanır. Dolayısıyla Hâtemü’l-evliyâ, zikri geçen şeye göre Hâtemü’l-enbiyâ’dan başka bir
şey olmaz; kıyamet de onun üzerine kopar.
Nebi ile veli arasındaki fark da, bahsedilen şeyden dolayı zuhur etmiştir. Ona yakışan ancak
Peygamber’e tâbiliktir. ‘Velâyet nübüvvet’ten üstündür.’ sözü mutlak anlamda değil, kayıtlı
mânâda sahihtir. O da; ‘Peygamber’in velâyeti mütebeyyin değil, şer’i olan nübüvvetinden daha
üstündür.’ demektir. Çünkü şer’i nübüvvet vaktin maslahatı ile alakalıdır; velâyet ve
peygamberlere âit olan nübüvvet ise mutlaktır ve her ikisi de vakitle alakanın dışındadır.” (el-
Mukaddimâtü li’l-Fergânî; Ayasofya, no: 1898, 11a-13b yaprağından naklen.)
MEKTUBAT
96. MEKTUP
Bundan bir sene önce görmüş bulunduğunuz sâdık rüyâ sebebiyle Nakşibendiyye tarikatına intisab
ettiğinizi gösteren ve şimdilik salât-ü selâm ile ve yalnız zikirle emrolunduğunuzu müjdeleyen 4 Nisan
321 tarihli mektubunuza kavuştum. Cenâb-ı Hakk’ın ihsan buyurmuş olduğu ihlâs ve muhabbetinizi
adeta heykelleşmiş gibi kabul eyledim. Muhterem babanıza teşekkürde bulundum. Zirâ:
“Yeryüzündeki bitkilerin güzelliği tohumlarının keremindendir.” buyrulmuştur. Hakk Teâlâ
Hazretleri zâtınız gibi bir asıl ve fer’, usûl ve furû-ı din ile feyzlendirip cihanda muvaffak olan ve
nasibini alanlardan eylesin. Âmin.
Hafız Mustafa Efendi ve Zihni Efendi kardeşlerimizden memnun oldukları haberi alınmıştı. Evet
bunlarda olan ihlâs ve muhabbete fakir kardeşiniz dahi gıpta edip imreniyorum. Bunlarda bulunan
cezbe kuvvetine ve çekiciliğe hayret ediyorum. Bunların işbitiren sözlerine şaşıyorum. Fakirinize isnad
ettikleri menkabelerden büsbütün mahrum olduğum halde faydasını da hissediyorum. Mevlâm
Hazretleri bunları ihlâs ve muhabbetlerine göre bizimle ve sizinle birlikte nice yıllar yaşatsın. Nefs-i
emmârenin hilelerine boyun eğen, aldatmaca ve oyunlarına inanan gâfillerden eylemesin.
Fakir kardeşiniz bunlarla bir arada bulunmaktan mahrum ise de hamdolsun dostluk ve sevgilerini
kazanmış durumdayım. Önce refîk, sonra tarîk, buyrulduğu gibi, yüce zâtınızın bu gibi değerli kişilerin
ve özellikle muhterem Hoca Yektâ Efendi kardeşimizin sohbet ve sevgisine yönelmesini isteyerek
sizleri buna teşvik ederim.
Hakkımdaki kalbi meselelerin ve tezahürlerin aynen devam etmesini istirham ederek sözlerime son
veririm.
“Henüz birkaç günlük intisablı idik. Akşam-yatsı arasında Büyük cami’nin önünde yatsı namazı
için abdest alırken, baktık kalabalıkça bir grup Efendi Hazretleri’ni ziyarete geliyorlar. Efendi
Haretleri’nin hâne-i saâdetleri camiye çok yakındı. Sonradan öğrendik ki, aralarında Adapazar’lı
Hacı Cevdet efendi de varmış. O anda hiç kimseyi tanımıyorduk.
İçerisi tıklım tıklım dolu idi. Kapının arkasında bir yer bulduk ve oturduk.
‘Elimize fırsat geçmişken biz de gidip istifade edelim.’ dedik ve peşlerinden gittik. İçerisi
doluydu, oda kapısının arkasına çöktük. Bu arada boş oturmaktansa Râbıta yapmak hatırımıza
geldi, içimizden doğdu. Râbıta yaptık, alamadık. Bir daha yaptık, yine alamadık. Herkes kendi
âleminde, biz de kendi âlemimizdeyiz. ‘Bir Fâtiha üç İhlâs-ı şerif’ okuyup öyle râbıta yapmak
kalbimizden geldi. Üçüncü defasında öyle yaptığımızda, bir anda Efendi Hazretleri’nin huzur-u
saâdetine uzanmış olduk. Bu uzanış hâldedir, kâl ile tarif etmek imkânsız.
Ellerinde bir kılıç ile tecellî ettiler, uzanmamla kılıçlarını çekmeleri bir oldu. biz de boynumuzu
uzattık. Kesilmesi bir kıl mesabesinde idi. Kendime geldiğimde kendimi yine oturuyor gördüm.
Bu ilk intisabımızda, hayatta en canlı bir şekilde bir sahne geçti. Hepsi bir an içinde oldu, an
içinde an.
Herkes elini öpüp yavaş yavaş ayrıldı, biz en sona kaldık. Biz de elini öptüğümüzde, elimizden
tuttu ve bir müddet bırakmadı, sonra müsaade buyurdu dışarıya çıktık, gidilecek yere gittik.
Tasarruflarını kullandılar ve imtihana tâbi tuttular. ‘Acaba boynunu uzatacak mı çekecek mi?’
diye. Allah-u Teâlâ evvelden ikramda ihsanda bulunduğu için boynumuzu uzattık, onlar da
kılıcını kaldırdılar. Bu artık kulun yapacağı bir iş değildi, orada zuhur eden Allah-u Teâlâ’nın
ezelî ikramı ve ihsanı idi. Kıl kadar kalınca kaldırdılar, bunun büyük bir imtihan olduğunu
anladık.
Misafirler biraz sonra bir bir gittiler, biz sonraya kaldık. Efendi Hazretleri’nin elini öperken elimi
tuttu, bir müddet bırakmadı. Biz de acele ediyoruz ki, giden misafirler nereye gidiyor onu
bileyim için.
İmtihan an içinde an oluyor, aklın çalışmasına yer kalmıyor. İmtihan olduğu bilinsin yahut
bilinmesin. An içinde ana tâbi olduğu için, orada ancak Allah-u Teâlâ’nın ezelî lütfu husule
geliyor, meydana çıkmış oluyor.
Bize de teklif ettiler. ‘Gidelim!’ dedik. Fakat aklımıza geldi, Efendi Hazretleri’ne soralım,
müsaade buyururlarsa gidelim diye düşündük. Huzur-u saâdetlerine vardık. ‘Efendim, müsaade
ederseniz Hendek’e kadar gidip geleceğiz?’ dedik.
‘Bu akşam?’ buyurdular. İkinci bir şey de ilâve etmediler. Huzur-u saâdetlerinden ayrıldık ve
düşündük, izini biz bu akşam için istemiştik. Onların ‘Bu akşam?’ demelerinde hikmet olabilir
dedik.
Sabah dükkâna Hafız Bayram geldi. ‘Aa!..’ dedi, ‘Sizin ev bu akşam nur içinde parlıyordu.’ dedi.
O anda ne söylediğini bilmiyordu. Fakat o durum, şüphemizin gerçekten doğru olduğunu
bildirmek için, Allah’ımızın bir lütfu oldu. Ona mânâda o gizli sırrı âşikâr etmişler ve yine gizli
kalması için o kadarını göstermişler.
‘Bu akşam sizin ev nur içinde parlıyordu.’ sözü ile, şüpheli olduğumuz nokta bize aydınlandı. O
akşamın şüphe ettiğimiz Kadir gecesinin ta kendisi olduğuna karar verdik. Fakat ona bir şey
demedik.
Efendi Hazretleri’nin ‘Bu akşam?’ sözü ile şüpheye dâvet edilip tedbir almamız, Allah’ımızın bu
sonsuz nimet ve lütfuna nâil olmamıza vesile oldu.
İşte biz Efendi Hazretleri’nden hep böyle rumuz alırdık. Hiç açık emir aldığımız vâki değildir.
Fakat rumuzlara çok dikkat ederdik. En ufak hareketlerine bile çok dikkat ederdik. Çünkü dikkat
edersek alırdık, etmezsek kaybederdik.
Bu durum, ihvanın ne kadar dikkatli olmasının lâzım geldiğini gösteren bir hâdisedir.”
Gönül Adamı:
Adapazarı’ndan birkaç hoca; Şeyh Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri’ni ziyarete giderler.
Hafız Çerkez Yusuf da on üç yaşları civarında iken bu grubun içerisinde bulunmaktadır. Sohbeti
müteakip huzurdan ayrılırken herkes: “Duâ buyrun, bizi de unutmayın!” sözleri ile Hazret’ten
istirhamda bulunurlar. Çerkez Yusuf da çocuk olduğu cihetle kalbinden:
Ruhaniyetin Lâtifeleri:
Bir müridanı dağa odun kesmeye gittiği gün yatsı namazını ay ışığında orada kıldıktan sonra bir
ağacın altında zikre başlar. Zikir esnasında kendi köylerinden tanıdığı bir kadın karşısına
gelerek, yaptığı hareketlerle onu tahrik eder. O anda Hazret’imiz elinde deynek olduğu halde
tecellî eder ve kadını kovalar.
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
ABD’nin hukuk, ilke tanımayan, hiçbir vicdani kaygı taşımayan, kaba güce dayanan, tek taraflı
savaşına bütün dünya tepkili. Bu tepkiyi ABD medyası bile görmezden gelemiyor. Şubat ayı içinde
hemen her kıtada yapılan savaş karşıtı gösterileri New York Times gazetesi “Bu gösteriler
gezegenimizde iki süper gücün olduğunu gösterdi: ABD ve Sokak.” yorumu ile yansıttı. Washington
Post gazetesi de hemen her ülkedeki Amerikan büyükelçiliklerinden gelen haberlerin pek içaçıcı
olmadığını, insanların Başkan Bush’u dünya barışı için Saddam’dan daha tehlikeli gördüklerini yazdı.
Türk medyasının havasına bakılırsa bütün dünyanın gördüğü tehlikeyi hala göremeyen veyahut
tehlikenin büyüklüğünü idrak edemeyenler var.
ABD gibi bir siyasî ve askerî gücün “Hiçbir hukuk ve ilke tanımadan kafasına eseni yapmak” şeklinde
özetlenebilecek bir fikri; devlet stratejisi haline getirmesi çok büyük bir tehlikedir.
ABD burnumuzun dibinde bizi de içine çeken bir savaş başlatırken bu tehlikeli gerçeği iyi
özümsememiz gerekmektedir. Zira ABD’nin hukuksuzluğunu ve ilkesizliğini kavrayamayanlar kısa
sürecek bir savaşın belirsizliği bitireceğini, eskisine göre daha iyi bir düzen kurulacağını, ABD’nin
Irak’a demokrasi(!) getireceğini zannediyorlar veya öyle propaganda yapıyorlar.
ABD’nin niyetini anlayabilmek için aynı zamanda İsrail’in de niyetine bakmak gerekmektedir. Gerek
geçen ay gerek daha evvelki sayılarımızda delilleriyle ortaya koyduğumuz bir gerçek var: ABD
yönetimi -özellikle savaş bakanlığı- yahudilerin elindedir ve bu yahudiler Şaron zihniyetine sahip
yahudilerdir.
Buna göre ABD’nin Ortadoğu’ya saldırma sebeplerinden birincisi olan İsrail’in güvenliğinden daha öte
bir yahudi niyeti vardır. Bu da İsrail’in Filistin’de yapmak istediği haksız, hukuksuz işgal ve sürgüne
zemin hazırlamaktır.
Bu işgal ve zulüm politikasına itiraz edebilecek konumdaki Ortadoğu ülkelerini bekleyen akibet savaş,
işgal, iç harp ve karışıklıktır.
Kısaca özetlemek gerekirse Amerika’nın Ortadoğu ülkeleri için öngördüğü düzen, “Düzensizlik”tir.
İktidar kavgalarının, kabile savaşlarının, işgal ve zulümlerin hüküm sürdüğü ordusuz, göstermelik
hükümetlerin idare ettiği ülkeler... ABD’nin bütün bir Irak’ı veya bütün bir Ortadoğu coğrafyasını
denetim altında tutması şart değildir. Afganistan şablonunu alıp bu yeni savaş alanlarına
oturtabilirsiniz.
ABD’nin Ortadoğu’da -niyetlerini icra edebilmek için- uygulamak istediği üç siyasi hedef vardır:
- Bölgeyi mümkün olduğunca küçük ölçekli birimlere indirerek bölgesel güç olma potansiyeline sahip
ülke sayısını azaltmak. (Türkiye dahil.)
- Kurulacak derebeylikler arasındaki ihtilaf ve çekişmeleri kaşıyarak (etnik, dini, mezhepsel farklılıklar
öne çıkartılarak) kendi varlığını sürekli kılmak.
ABD’nin küresel ve bölgesel niyetleri irdelendiğinde görülecektir ki, bu üç siyasi hedefin -ABD
açısından- önemi ortaya çıkacaktır.
Ortadoğu petrollerinin denetimi için işgal, İran ve Suudi Arabistan ile devam etmek zorundadır. İsrail’in
güvenliği açısından bu işgal Suriye ve Mısır’ı da kapsamak zorundadır. Orta Asya ve Hazar Havzası
petrollerinin Akdeniz ve Avrupa yolunu denetim altına alabilmek için Kürt Devleti Azerbaycan’a kadar
uzanan bir coğrafyaya yayılmak zorundadır. Kürt coğrafyasının bölge ülkelerinden koparılması
bölgesel güç özelliği taşıyan Türkiye, İran gibi ülkelerin bağlarını kesecek, üstelik Asya'yı Batı'ya açan
hemen bütün enerji ve ticaret hattı denetim altına alınmış olacaktır. Ayrıca Afganistan’la başlayan bu
harekat Komünizm’den sonra hedef tahtasına konulan İslâm dünyasının sindirilmesi hedefine de
hizmet edecektir.
Görülmektedir ki, neresinden tutarsanız tutun nihayetinde içine Türkiye’yi de alan bir süreç
başlatılmıştır.
İsrail ve ABD’nin niyetinin Irak’la sınırlı olmadığını birçok defa dile getirmiştik. Bu durumu birkaç alıntı
ile tekrar gözler önüne sermeye çalışalım:
“İsrail ...gerekirse bütün Ortadoğu’yu vurmaya hazırlanmaktadır. İsrail’in Jeruselam Post gazetesinde
savunma konularına dair yazılar yazan Arieh O’Sullivan İsrail planları hakkında şu bilgileri veriyor:
‘İsrail Hava Kuvvetleri İran ve Irak gibi komşu olmayan ülkelerde büyüyen egzistansiyel tehdidi
gözledikçe, kolunu uzatmayı baş önceliklerinden biri yaptı. ...askeri yapı kararlı biçimde daha geniş
resme bakıyor... Irak kitle imha silahlarını geliştiriyor ve İran uzun menzilli yerden atılan füze ve
nükleer silah programında ilerliyor.
Mevcut durum görülmemiş ölçüde patlayıcı halde. En kötümser senaryolar, ABD ve İngiltere’nin Irak’a
karşı harekatının topyekün bir Ortadoğu savaşına çığ gibi büyüyebilecek ve İsrail’in tüm sınırlarını
kapsayacak bir bölgesel yangını öngörüyor...’” (Hakikat, Ağustos 2001, sh: 40)
Görüldüğü gibi İsrail kendisi için tehdit olarak gördüğü bölge ülkelerini vurmakta kararlıydı. Ancak
hepimizin seyrettiği gibi daha güvenli bir yol bulmuştur: Bu kirli işi taşeronlarına yıkmıştır.
“...George W. Bush Beyaz Saray'a taşınana kadar savunma bakanlığında sıradan bir memur olan
Rhode yeni dönemin yıldızlarından... 'Karanlıklar Prensi' lâkaplı Richard Perle'ü, 'danışma komitesi'
gibi bu döneme kadar varlığından kimsenin haberdar olmadığı bir birimin başı olarak savunma
bakanlığına getiren odur.
…Harold Rhode'u şimdi hatırlamamın sebebi, dün burada değindiğim, ABD'nin "Bütün kötülüklerin
anası Suudi Arabistan" diye özetlenebilecek 'gizli doktrini' arkasındaki kişi olması...
...Bir Suud heyeti ...savunma bakanlığında, bakan yardımcısı Paul Wolfowitz ile görüşür... Görüşme
biter, herkes ayağa kalkar... Tam o sırada, Wolfowitz'in sağkolu olduğu anlaşılan Rhode,
Washington'daki Suudi Arabistan büyükelçiliğinden tanıdığı heyet üyesi ve halim selim bir diplomat
olan Adel Al-Jubeir'a yaklaşır... şu sözleri söyler: ‘Yeni yönetim işlerini bir kere yoluna koymayagörsün,
Clinton döneminde olduğu gibi yumuşak davranmayacak. Amerika Saddam'ın hakkından gelecek,
bölgede ipleri eline alacak ve siz Suudluları da hizaya getirecek...’
...Düşünün ki, bu sözlerin ifade edildiği ortamda, henüz Üsame bin Laden ve el-Kaide örgütünün adı
etrafta geçmiyor, ikiz kuleler yerli yerinde, Rhode'un yıllardır çalıştığı Pentagon binası uçakla
vurulmamış...
Peki, ama Laurent Murawiec'in brifinginde kendisinden 'armağan' diye söz edilen Mısır ne yaptı?
Bu sorunun cevabı, İsrail'den fazla İsrail'in çıkarlarını savunan New York Post gazetesinde Uri Dan
imzasıyla çıkan bir yazıdan alınabiliyor. Yazının başlığı ‘Mübarek'in tehlikeli oyunu...’ Uri Dan'a göre,
Mübarek, Yaser Arafat'ın ve Filistin direnişinin ardındaki gerçek güç... İsrailli istihbaratçılar, Mısır'ın ikili
oyun oynadığına inanıyorlarmış... Bir yandan İsrail'le barışı korurken diğer yandan İsrail'in elini
zayıflatmaya çalışıyormuş Mısır... Arafat, Sina çölünün altından tünel kazmış, Mısır'dan Filistinlilere bu
yolla silâh taşıyormuş, buna karşılık Mübarek hiçbir şey yapmıyormuş...." (Taha Kıvanç, 13 Ağustos
2002)
“Amerika'nın haftalık Newsweek dergisi son sayısında, Pentagon içindeki birçok yetkili ve kaynağın,
Irak dışında Bush'un hedefleri arasında İran, Suudi Arabistan, Mısır ve Suriye'nin de olduğunu belirtti...
Newsweek dergisi, Bush'un bu konudaki stratejisinin, "buzdağının görünen kısmından çok daha geniş
kapsamlı olduğunu" ve amacının sadece Irak lideri Saddam Hüseyin'i safdışı etmek olmadığını belirtti.
Derginin haberine göre, ...Bush, Filistin lideri Yaser Arafat'ın safdışı edilmesi için de çağrı yapmış
bulunuyor... Dergiye açıklamada bulunan üst düzey bir İngiliz yetkili, "Bağdat'a herkes gider; erkek
olan ise Tahran'a gider" ifadesini kullandı.
...Newsweek, Bush'un savunma politikası kurulu başkanı Musevi kökenli Richard Perle'ün,
danışmanlara Suudi rejimini bertaraf etme konusunda brifing vermek için bir Fransız danışmanı davet
ettiğini, ancak olay basına yansıyınca, "Suudi rejimini safdışı etme planlarını yalanladığını" kaydetti.
Bush'un Temmuz ayı ortasında İran'la ilgili yaptığı konuşmaya da dikkat çekildi. ABD Başkanı, 'İran
halkını daha fazla özgürlük çabasında destekleyeceklerini' söylemişti. ABD yönetimi Cumhurbaşkanı
Muhammed Hatemi'yi de 'etkisiz' olduğu gerekçesiyle eleştiren açıklamalar yapıyor. ABD Ulusal
Güvenlik Konseyi danışmanlarından Zalmay Halilzad'ın, bir konferansta yaptığı konuşmada, ABD'nin
Ortadoğu politikasının, İran'da rejim değişikliğini öngördüğü yönündeki yorumlara karşı çıkmamasına
da dikkat çekiliyor.
Newsweek'e konuşan ABD Kongresi Araştırma Servisi'nde görev yapan İran uzmanı Kenneth
Katzman, Bush yönetiminin İslam dünyasına ilişkin politikasının, bu ülkeleri oldukları gibi kabul ederek
politika belirlemek yerine, rejim değişikliğini sağlamak yönünde olduğunu belirtiyor...” (Yeni Şafak, 13
Ağustos 2002)
“ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı John Bolton kısa süre önce İsrail’deydi. Bulton özel görüşmelerde
şöyle konuştu:
- ABD kuşkusuz önce Irak’a hücum edecek daha sonra da Suriye, İran ve Kuzey Kore’den gelen
tehditlerle ilgilenecektir.
Bu sözler İsrail’in Haaretz gazetesinde yer aldı. Amerika’nın St Petersburg Times gazetesinde Susan
Taylor Martin konuşmayı şöyle yorumladı:
- İran ve Suriye ABD’den çok İsrail için tehdit oluşturmaktadır. Bakan’ın sözleri, ABD’nin Ortadoğu
serüveninin Amerika’dan çok İsrail’in çıkarlarını korumaya yönelik olduğunu göstermektedir.” (Melih
Aşık, 22 Şubat 2003)
“...Aşağıdaki bölüm, 11 Eylül'ün hemen sonrasında, Wanniski'nin kadim dostu Henry Kissinger'a
yazdığı mektuptan:
'Dünyanın bir numaralı şahini. Arap-İslam dünyasına karşı politikamızın baş mimarı. Müslümanlar'ın
nefretinden onun kadar sorumlu bir başka Amerikalı yok. Eğer sıradan bir manyak olsaydı sadece,
onunla yaşayabilirdik; ama o Savunma Politikası Kurulu'nun Başkanı. Pentagon'a akıl veriyor ve tüm
askeri sırlara ulaşabiliyor.
Karanlıklar Prensi diye tanınan Perle, tam bir dezenformasyon ustası. Soğuk Savaşı kazanmamızda
etkili oldu ve şimdi de İslam dünyasına diz çöktürmek istiyor.
Eminim ki, 1.5 milyara yakın Müslüman'dan hatırı sayılır sayıda bir bölümünü öldürmemizi isterdi; geri
kalanların mesajı tam alması için.’...” (Umur Talu, Bkz: Hakikat Şubat 2003, sh: 39 vd.)
“Karanlıklar Prensi” lakaplı Perle’nin Londra'da arapça olarak yayımlanan eş-Şark ul-Evsat'a
(Ortadoğu) verdiği demeçten bir cümle:
“Irak'taki tecrübe bölgedeki reformlar için başlangıç olacak. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'ın
reformları dikkate alacağını ümit ediyorum. Aksi takdirde kendisine 'ikinci sırada hedef ben olabilirim’
demek durumunda kalabilir.”
"Fransa BM'de veto hakkını kullansa ve uluslararası karar çıkmasa da savaşa gideceğiz, çünkü hiçbir
Amerikan başkanı, Amerikan politikasını Jacques Chirac'ın belirlemesine fırsat veremez.
...Amerikan ordusu bir süreliğine Irak'ı işgal etmeli...” (Bkz. Yeni Şafak, 24 Ocak 2003)
Bu derece geniş bir sahayı işgal etmeyi, işgal ettiği bölgelerde bölge halklarının muhalefetine rağmen
uzun süre kalmayı düşünen ABD’nin bu ülkeleri çekip toparlayacak, siyasi birlik tesis edecek
yönetimlere izin vereceğini düşünmek büyük bir saflıktır.
Bunun gibi faşist Amerikan askerinin direnişle karşılaştığı ülkelerde büyük zulümler yapması rahatlıkla
öngörülebilir. Zaten yıllardır “Müslüman=Terörist” yaftası zihinlerine yerleştirilen sıradan Amerikalıların
bölge ülkelerinde ellerinde silahla yapabileceklerini düşünmek insanı dehşete düşürmektedir. Askerleri
buraya gönderen hükümet üyelerinin sıradan faşist bir Amerikalı’dan daha tehlikeli fikirlere sahip
olduğunu biliyorsanız dehşet duygularınız daha da büyür.
Son günlerde Kuzey Irak’tan Türk askerî varlığına yönelen tehditler üzücü ve düşündürücüdür.
Her şeyden önce Kuzey Irak Barzani ve kabilesinden ibaret değildir. Buradaki Kürt parlamentosu gibi
oluşumlar vitrine hitap eden süslerdir. Barzani yıllardır devam eden İsrail-Amerikan desteği sayesinde
öne çıkmış birisidir. Yeri geldiği zaman zorbalık yapmaktan çekinmeyen bir aşiret lideridir. Barzanilerin
yahudi olduğu söylenmektedir. Kuzey Irak’ta gerçek bir serbest seçim yapıldığında Barzani’nin Irak
parlamentosuna girmesi bile şüphelidir. Barzani para ile kiraladığı askerleri sayesinde bu bölgede söz
sahibidir. Arkasında ABD vardır. Türkiye’nin kararlı ve sert muhalefeti sebebiyle ABD Kürt planını ifşa
edememektedir.
"Günlerden bir gün, bugün oldukça üst düzeyde görev almış, ama o dönemde ne iş yaptığı tam da
belli olmayan arkadaş beni Pentagon'a öğle yemeğine davet etti.
…Kapıyı vurdum ve cevap beklemeden açıp içeriye girdim. İlginç bir manzara vardı içeride.
Bir tanesi Talabani'nin Washington temsilcisiydi diğeri de Barzani'nin. Talabani'nin temsilcisi olan kişi
şu anda Irak'ta üst düzey görev yapıyor, bir anlamda dışişleri bakanı gibi çalışıyor.
Yemek yiyeceğimiz arkadaş Kürt temsilcilerle büyük bir harita açmıştı önlerine. Kuzey Irak ve bölgenin
haritasıydı bu.
...Arkadaş bana işin şimdi biraz sonra biteceğini söyledi, 'Kafeteryaya git ben hemen geleceğim' dedi.
…O gün gördüklerimi hiç unutamam ben. Amerika benim gözlerimle gördüğüm kadarıyla 8 yıl önce
bugünü planlamaya başlamıştı.
O nedenle kimse bana bu savaşın Saddam'la silahlarıyla falanla filanla alakalı olduğunu anlatmasın.
Bugünkü duruma gelineceğini, Kuzey Irak'ta Kürtler'in güçlenmesinin Türk devletini rahatsız edeceğini,
sonunda bugün olduğu gibi bir sıcak çatışma aşamasına bile gelineceği ABD'li planlamacıların
kafalarında daha 8 yıl önce net olarak belirmişti.
Bugün Kuzey Irak'taki Kürtler Türkiye'ye tehditler savurmaya başladılar ya bu en azından ABD için
sürpriz değil.
ABD belki de kendisini bile aşan bir şekilde çok ama çok tehlikeli bir işe girişti.
…Şundan kimsenin şüphesi olmasın. Türkiye Cumhuriyeti'nin şu andaki hükümeti Milli Güvenlik
Kurulu'nda kararlaştırılan eylem planını yürütmektedir.
Ülkenin savunmasının ve birlikteliğinin güvencesi olan devletin tüm kurumları hükümetin atacağı
adımları oybirliğiyle düzenlemişlerdir.
Türkiye varoluşunun en tehlike dolu dönemlerinden bir tanesine adım atıyor. Bakıyorum da hükümet
soğukkanlı, devlet soğukkanlı, kontroller kaçırılmamış.
Bazı gazetecilere, köşe yazarlarına ve muhalefet edelim de ne olursa olsun zihniyetiyle yaşayanlara
da aynı soğukkanlılığı tavsiye ediyorum…" (Serdar Turgut, Akşam, 26 Şubat 2003)
Yahudi Kürtler:
“...Gerek "Tarih ve Düşünce"dergisinde "Barzani Yahudidir" diyen Ahmet Uçar, gerekse "Kürdistanlı
Yahudiler" kitabında benzer konuyu işleyen Dr.A.Medyalı’nın kaynakları birbirine benzemektedir.
Her ikisi de, İbrani dili profesörü Yona Sabar’ın, "The Folk Literature of the Kurdistani Jews: An
Anthology" (Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antaloji) adlı eserinden yararlanmaktadır.
Zaho kökenli Sabar’ın araştırma kaynakları 12 yüzyıla kadar iniyor. 1170 yılında Mezopatomya’yı
gezen Haham Benjamin, Prof. Sabar’ın en önemli bilgi kaynaklarından biri. Onu diğer gezginlerin
seyahatnameleri takip ediyor:
Tudelalı Benjamin, Ratisbonlu Pethaiah, Yemen Yahudisi Yahya El-Zahiri, Ben Jacob, Ben Zvi,
Haham David liste uzayıp gidiyor…
Kürdistan Yahidilerinin tarihi günümüzden 2 bin 700 yıl öncesine dayanmaktadır. M.Ö. 722 yılında
İsrail’in kuzeyinde yaşayan 10 Yahudi kabilesi Asurlular tarafından bugünkü Kuzey Irak ve Batı İran
sınırlarına sürgün edildi. Ayrıca İsrail’in güneyinde yaşayan 2 Yahudi kabilesi de Babilliler tarafından
aynı bölgeye sürüldü.
Ama biz çok eskilere, MS 40 yılında, Yahudi dinini benimsemiş, Dicle Nehri ile Büyük Zap arasında
kurulan Adiebene (Adiabenos) Krallığı’na filan gitmeyelim. Ama minicik bir ekleme yapayım: Bu
krallığın başkenti Arwil’di. Yani Erbil.
Bölgeyi 1827 yılında gezen Haham David’e göre ...bölgede 1875 Yahudi aile yaşıyor. Toplam 15
sinagog bulunuyor.
İstatistikle filan kafanızı fazla karıştırmak istemiyorum Ama iki veriyi daha aktarmama izin verin.
Irak ile Türkiye arasındaki sınır sorununu çözmek için, 30 Eylül 1924 tarihinde oluşturulan Milletler
Cemiyeti raporuna göre, o tarihte, Erbil’de 2 bin 750, Musul’da 7 bin 550 (liste uzun) Yahudi
bulunuyordu.
...Rakam konusunda farklılıklar olmasına rağmen, hepsi bir gerçeğin altını çiziyor: Başta Musul ve
Kerkük olmak üzere bölgede azımsanmayacak kadar Yahudi nüfusu vardır.
İsrail Devleti kurulduktan sonra, 1950’li yılların başında bölgeden büyük bir göç başlıyor.
İsrail’deki Kürt Yahudileri Ulusal Örgütü (The National Organization of Kurdish Jews in İsrail) Başkanı
Habib Şimoni’nin 1973 yılında açıkladığı rakama göre, İsrail’de, Mezopotamya’dan göç etmiş 90 bin
Kürt Yahudisi vardı.
Gazeteci Yazar Pamela Kidron 1988 yılında kaleme aldığı makalesinde, bu rakamın 150 bin olduğunu
belirtiyor. (15.1.1988, The Jerusalem Post) A. Medyalı 1991 yılında bu sayının 200 bine ulaştığını
yazmaktadır.
Tüm bu kaynaklara göre bugün bölgede sayıları az olsa da hala Yahudi nüfusu bulunmaktadır.
Nüfus sayısı azdır ama istek büyüktür: Kürdistan Yahudileri İsrail tarafından ilk kez 1961 yılında
resmen tanındı. 1963’de bir bilim adamı olan İzak Ben Zvi İsrail Devlet Başkanı oldu.
Mezopatomya’daki Yahudiler konusuyla hayli yakından ilgilenen İzak Ben Zvi ilk kez, "Kürdistan
Yahudileri, Tevrat’ta sözü edilen kayıp Yahudi kabilesidir" açıklamasını yaptı ve "toprak hakkı"ndan
bahsetti.
O günden sonra MOSSAD Kürdistanlı Yahudilerle yakından ilgilenmeye başladı....” (Uğur İpekçi,
Kürtçe konuşan Yahudiler, Haber Türk, 20.02.2003)
İngilizler 1. Dünya Savaşı sonrasında Kürt devletinden ilk bahsettikleri günden sonra gayelerine hizmet
edecek tek bir aşiret bulamadılar. 1920 yılında kurulan birinci meclis tutanaklarındaki Kürt kökenli
milletvekillerinin konuşmaları da Kürtlerin Türklerle nasıl bir kader birliği yaptığının delilidir. Kürtler
Türkiye’nin asli kurucu unsurlarıdır. Azınlık olmayı kabul etmemişlerdir.
Bu noktadan bugünkü terör ve çatışma ortamına gelişimizde yanlış devlet politikalarının katkısını inkâr
edemeyiz. En büyük hatamız imparatorluk bakiyesi bir ülkede -ki Türkiye hala küçük bir
imparatorluktur- milliyetçiliği resmî ideoloji yapıp, din ile bağımızı kopartmaya çalışmamızdır.
Unutulmamalıdır ki, resmi ideolojisi milliyetçilik olan hiçbir ülke küresel bir güç olamaz.
Tabii bazı hatalar yaptık diye bölgeyi, bizi de tehdit edecek şekilde emperyal güçlere ve piyonlarına
terketmemizi kimse beklememelidir..
ABD’nin geldikten sonra batağa saplanması, yıpranması, güç kaybetmesi uzun vadede Türkiye’nin
hedefi olmalıdır. Aynı şey Barzani ve Türk düşmanı Kürt kabileler için de geçerlidir.
Barzani’nin etkinliğini kırmak için yapılabilecek çok şey vardır. (PKK’yı kullanmayı bile teklif edenler
vardır, ancak bu tehlikeli bir hayaldir. Sizi ısıran bir mahluku kendi ellerinizle tekrar besleyemezsiniz.)
Barzani'ye düşmanlık besleyen birçok aşiret vardır. Ayrıca Türkmenlerin silahlandırılması ve siyasi bir
yapıya kavuşmalarının altyapısı hazırlanabilir.
Amerika için derin bataklıklar icat edebilir, İran gibi ülkelere bir işgal durumunda kullanabilmesi için
gayr-ı nizami harp eğitimi verebiliriz.
İzin Tezkeresi:
Bu yazıyı kaleme aldığımız saatlerde ABD askerine izin veren tezkere henüz mecliste oylanmamıştı.
Meşru endişelerimizin def’i için gayr-i meşru yollara girmek doğru değildir. Daha zor da olsa, ABD’yi
karşımıza almak pahasına da olsa, meşru ve haklı endişelerimizi defetmek için meşru yollar
kullanmalıyız. Osmanlı her işinde kendisini hukukla bağladığı için büyük devlet olmuş, bu kadar uzun
süre yaşamış, yıkılmasından 100 sene sonra dahi hayırla anılmaya devam etmiştir.
19. yüzyılın sonu itibariyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun gittikçe güç kaybetmesiyle beraber, dünyada iki
belirgin güç merkezi ortaya çıkmaya başlamıştı: Almanya ve Amerika.
Amerika dünyanın geri kalan kısmından deniz ötesi uzaklıkta sessizce ekonomik, siyasi ve askeri
olgunlaşmasını sağlarken; Avrupa kıtası bitmek tükenmek bilmeyen savaşlarla yorgun düşüyordu. I.
Dünya Savaşı’na kadar süren savaşlar sonunda Almanya Avrupa’nın güç merkezi olarak ortaya
çıkmıştı. I. Dünya Savaşı sonunda Almanya yenilmiş ama bu onları dünya liderliğine soyunma
hayalinden geri bırakmamıştı. II. Dünya Savaşı’na kadar Almanya tekrar güçlendi ve ikinci savaşı
başlattı. Savaş sonrası Amerika Birleşik Devletleri artık dünyanın hegemon gücü olmuştu. Sovyetler
Birliği Soğuk Savaş döneminde ABD’ye karşı durmaya çalıştıysa da çürük bir temele oturduğu için
(komünizm) en sonunda çöktü. Böylece ABD tek başına kaldı.
1990’ların başıyla beraber ABD’nin ideolojik düşmanı ilân ettiği Sovyetler Birliği’nin çökmesi,
Amerika’yı şöyle bir tablo ile başbaşa bıraktı: ABD’nin varlık nedenlerinin başında gelen, her şeyini
ona temellendirdiği düşmanı beyaz bayrak çekmişti. Askeri, ekonomik ve siyasi egemenliğini devam
ettirmesi için hegemon olarak kalabilmesi için yeni bir “düşman” üretmeliydi Amerika. Bu yeni
“düşman” günden güne artan nüfusuyla, milyarlara hitap edebilecek olan İslâmiyet ve müslümanlar
oldu. Bir düşman üretmek ve onun kötü olduğu düşüncesini yaymak Amerika’nın kendi çürüklüğünü,
iğrençliğini, zâlimliğini, vicdansızlığını bir meşruiyet içine sokmaya ve dahi örtbas etmeye yarayacaktı.
Öte yandan yapılan istatistiki incelemelere göre Amerika’da hergün onlarca kişi İslâm’ı seçiyordu.
İslâm terörizm, müslümanlar terörist ilân edilerek yeni dünya düzeni oluşturulmaya başlandı.
Diğer taraftan Avrupa, Avrupa Birliği altında ekonomik, askeri, siyasi birleşme çabalarını artırmaya
başladı. Ortak paraya geçildi, Avrupa Ordusu adı altında uzun vadede askeri birlikteliği de içeren
politikalar geliştirildi. Avrupa Birliği tabi ki Amerika’yla çatışan çıkarlar öngörüyordu. Eninde sonunda
Amerika ve Avrupa karşı karşıya gelecekti.
Fransa ve Almanya daha şimdiden ABD’nin Ortadoğu işgaline tavır alıyorlar. Avrupa Birliği’nin ve
Avrupa’nın en eski ve temel direği olan bu iki ülke Amerika’nın enerji kaynaklarına sahip olarak
dünyaya hükmetme arzusunun, kendi sonlarını getireceğini görebildikleri için huzursuz durumdalar.
Ortadoğu petrollerine sahip olmak demek, Almanya ve Fransa’nın boğazını sıkmak demektir.
İngiltere, Avrupa Birliği’ne ne tam katılıyor ne de “İstemiyorum” diyor. Her zamanki gibi sinsi sinsi, fazla
ortada gözükmeden, Amerika’nın yanında gözüküp amma milliyetçi çıkarlarını ve tarihi sömürgeci
sıfatını özleyip hareket ediyor.
Rusya her ne kadar iktisaden çökmüş, halkı bıkmış ve ekonomik olarak ABD’ye bağımlı olsa da,
potansiyel bir askeri güç olarak varlığını devam ettiriyor. Soğuk Savaş yıllarından kalma pekçok
nükleer, biyolojik, kimyasal silaha sahip.
Amerika’nın Irak’ı bahane ederek başlatacağı Ortadoğu işgali planıyla Kuzey Kore de dünya siyaset
sahnesinde rol almaya başladı. Açıkça ve korkusuzca Amerika’ya meydan okuyan ve dünyanın en
önde gelen nükleer güçlerinden biri olan Kuzey Kore, ABD’nin yakın gelecekte en ciddi
düşmanlarından biri olmaya aday.
Çin ise sessiz sedasız güçlenirken, dünyanın en büyük nüfusuna sahip ülke olarak, merhametsiz,
dinsiz insan ve yönetimiyle gelecekte dünyada pek çok felakete sebep olacağının işaretini veriyor.
İslâm ülkeleri ise bu büyük gruplaşma ve saldırılar karşısında birliktelikten uzak, bölük pörçük
durumdalar. Halbuki en sinsi oyun ve tuzaklar biz müslümanlara karşı oynanmakta. İslâm devletleri
Kur’an ve Sünnet ışığında birleşerek yekvücut hareket edebilseler karşılarında durabilecek güç yok.
ABD’nin Irak’a saldırı senaryosu uluslararası pekçok örgütün de ne derece sağlam temellere
dayandığı sorusunu tekrar gündeme getirdi. Birleşmiş Milletler darmadağın. ABD ve İngiltere istedikleri
kararı Güvenlik Konseyinden çıkaramıyorlar. Fransa mekanizmanın dişlilerine çomak sokuyor. ABD,
Irak operasyonu vesilesiyle Fransa’nın veto yetkisinin elinden alınmasını istiyor ki BM’de istediği gibi at
oynatabilsin. Ulusal çıkarlar çatıştı mı, uluslararası örgütlerin yaptırım gücü ortadan kalkıyor.
NATO ise Varşova Paktı varken işlevini yerine getiriyordu. Ancak bu paktın dağılması ile, NATO
gitgide ABD’nin tekeline almaya başladığı bir organizasyona dönüştü. Son Kosova müdahalesi bunun
örneğidir. Türkiye’nin NATO’nun 4. maddesinin işletilmesini istemesi ve gene Almanya, Fransa
blokunun ayak diretmeleri, NATO’nun da işlevini kaybetmeye başladığını gösteriyor. Amerika şu anda
NATO’daki bu çatlaktan sonra askeri planlamasını şöyle yapıyor: Müttefiklerindeki halihazırdaki asker
sayısını, askeri kuvvetlerini güçlendirip destekliyor, Irak krizi dolayısıyla Avrupa’daki askeri varlığını
hızla azaltmak istiyor. Asker bulundurduğu ülkelerde, bir operasyon sırasında hemen kullanıma hazır
askeri yığınaklar zincirine dayalı bir Amerikan askeri varlığı öngörüyor. Yani hiçbir uluslararası örgüte
bağlı olmaksızın istediği yeri vurabilmeyi amaçlıyor.
Olası Irak harekatı Avrupa Birliği’nin de ne kadar zayıf siyasi temellere oturduğunun işaretini vermiştir.
Almanya, Fransa blokuna karşı AB üyesi ve üye adayı 8 ülkenin ABD’nin yanında yer alması AB’nin
siyasal bir birlik olmadığını ve bunun ancak bir hayal olduğunu gözler önüne serdi. Zaten AB siyasal
birlik kuramazsa ekonomik ve askeri birlikteliği hiç kuramaz.
Ortadoğu ve Dolayısıyla Dünyaya Hakim Olma Planı:
Afganistan’a saldırıp oraya yerleşmekle kalmayan ABD, Pakistan’dan Özbekistan’a ve diğer bölgesel
ülkelere askeri yığınağını yaptı. O bölgedeki karakollarını kuvvetlendirdi veya yeni karakolluklar kurdu.
Gayesi ise bölgenin zengin enerji kaynaklarına (petrol, doğalgaz) hakim olmak ve hakimiyetini
perçinleştirmek ve yakın gelecekte kuvvetle muhtemel Çin’in yayılmacılık ve saldırganlığına dur
diyebilmek ve bölgedeki müslümanları kontrol altında tutabilmek.
Şimdi Irak’a kuvvetle olası saldırı ve işgal planı tezgahlanıyor. Baba Bush’un ilk Körfez Savaşıyla
bölge ülkelere yerleştirdiği askeri varlığıyla beraber şu anda 200 bin civarında Amerikan askeri, 850
adet savaş uçağı, 120 adet savaş gemisi, 885 tank ve binlerce zırhlı ve askeri aracı, şu an itibariyle 5
adet uçak gemisi ve yüzbinlerce bombası, kısa ve uzun menzilli füzeleri şu anda bölgede ilk başta
Irak’ı ve daha sonra Ortadoğu’yu işgali bekliyor. Yani yeni bir Haçlı Seferi’nin silahlı saldırı boyutu
başlamak üzere. Bu derece büyük bir askeri yığınağı ABD kendi toprakları dışında ilk defa yapıyor. Bu
olup bitenleri Saddam’ın alaşağı edilmesiyle veya Irak’ın kitle imha silahlarından arındırılmasıyla sınırlı
ve hatta alakalı olduğunu düşünürsek çok sığ ve kıt düşünmüş oluruz. Bu hazırlık Ortadoğu’yu işgal
planıdır. Bunda da en temel amaçları şudur ABD’nin:
1- Müslümanları bertaraf etmek, etkisiz kılmak. Nüfusunun ezici çoğunluğunun müslüman olduğu
bölgeye hakim olmak. Gerek askeri, gerek siyasi.
2- Irak’ın ve Ortadoğu’nun zengin petrol yataklarına egemen olmak. Petrolün kontrolünü eline
geçirmek. Çünkü ABD’nin petrol rezervlerinin en fazla 10 sene daha dayanacağı tahmin ediliyor ve
ABD dünyanın en büyük petrol tüketicisi. ABD’nin petrol ve enerji darboğazı ve Ortadoğu’nun zengin
petrol yatakları. Özellikle Irak’ın petrol rezervlerinin ABD’nin 100 yıllık ihtiyacını karşıladığı göz önüne
alınırsa, yeni Haçlı Seferinin sebepleri daha iyi anlaşılabilir. ABD bu Haçlı Seferinden öyle bir maddi
kazanç elde etmeli ki bölgedeki askeri varlığının maliyeti olan günlük 30 milyon doları fazlasıyla amorti
edebilsin. Çünkü hiçbir ülke daha fazla kazanma ihtimali yoksa günde 30 milyon dolar harcamayı göze
alamaz. Bölgenin petrolünü ele geçirince, kendi ihtiyacını karşılamakla kalmayacak aynı zamanda
dünyanın can damarını eline alacak. Tüm düşman ve rakipleri, hem askeri, hem siyasi, hem iktisadi,
ABD’ye enerji bakımından mahkum olacak. Dünya hakimiyeti Avrasya petrol ve doğalgaz kaynaklarına
hükmetmekten geçiyor. O zaman Avrupa olsun. K. Kore olsun, Rusya olsun, ABD’ye bağımlı olacak.
Zaten Fransa ve Almanya’nın Amerika’ya Irak Savaşı konusunda bayrak açmalarının sebebi, çok
barışsever olmaları değil, Amerika’nın izlediği politikanın nereye varacağını bildikleri içindir. Tünelin
ucundaki ışığın ne mânâya geldiğini anlayan Fransa, Almanya, K. Kore, Rusya ABD’ye ayak
diretiyorlar.
3- İsrail’in önünü açmak, güvenliğini sağlamak. Kendilerince vadedilmiş topraklara hakim olabilmesine
imkan sağlamak, İsrail için tehlike oluşturabilecek ülkeleri etkisiz hale getirmek. İsrail’e su kaynakları
sağlamak. Çünkü Amerika İsrail’dir, İsrail Amerika.
Bu üç ana hedefe ulaşabilmek için ABD büyük savaşları, katliamları, kayıpları göze almış durumda.
Dünyada yeni kutuplaşmalar, gruplaşmalar oluşageliyor. ABD, İngiltere, İtalya, İspanya, Portekiz, Çek
Cumhuriyeti, Danimarka, Macaristan, Polonya bir tarafta. Fransa, Almanya, Rusya bir tarafta. Kuzey
Kore, ABD’ye muhalif, tehditkâr ama tek başına hareket eder durumda. Çin ise sessiz. Her şey olsun
bitsin sıra bana gelsin der gibi duruyor. Müslüman devletler bölük pörçük.
Türkiye’nin Durumu:
Irak ve Ortadoğu’nun bu durumu karşısında Türkiye ABD’ye askeri destek veriyor, Amerikan asker ve
silahlarını topraklarımızda konuşlandırarak. Kürt Devleti kurulması ihtimali, Irak’ın toprak bütünlüğü,
KADEK (PKK)’in son durumu, ABD’nin oradaki işgalci konumu hep düşünülmesi gereken konular.
Müslüman kardeşlerimize saldırılmasına destek vermemiz zaten büyük bir vebali üzerimize yüklüyor.
Ayrıca tarihte pekçok olayla sabittir ki ABD çıkarına uyduğu için destek verdiği ülke ve şahıslara, işi
bitince sırt dönmüş ve hatta onları ortadan kaldırmıştır. En bariz örnek Irak ve Saddam’dır.
Saddam’a satılan silahlar, Irak’ın İran’a saldırtılması hep ABD’nin desteğiyle oldu. Ama şimdi
Saddam’ı harcıyorlar. Yarın aynı şeyin Türkiye’nin başına gelmeyeceğini kim garanti eder, kim ABD’ye
güvenebilir? Çünkü gayr-i müslimden dost olmaz.
Ve fakat önemli bir hususa dikkat edilmelidir. O da şudur: Türkiye ABD’ye destek verdikçe, Almanya,
Fransa blokuyla ilişkileri çatışacaktır. Almanya, Fransa, Rusya bloku bundan rahatsız olacaklardır.
Ülkemizin üzerine Yunanistan’ı salmak isteyebilirler yakın gelecekte. Zaten Yunanistan’la aramızda
savaş sebebi bile sayılan ciddi problemler var: Kıbrıs, kıta ve hava sahanlığı, Ege adaları, Batı Trakya
Türkleri, Ortodoks-Rum Fener Kilisesinin konumu. Ortadoğu savaşları sebebiyle Türkiye doğuya ciddi
asker ve silah kaydırması yapıyor Batı birliklerinden. Bu da Yunanistan’ın iştahını kabartıyor. Doğu ve
Güneydoğu sınırında işler kızıştığında eski düşmanımız Yunanistan, muhtemel Almanya, Fransız, Rus
kışkırtmasıyla Türkiye’ye saldırabilir. Türkiyemizin çok dakik, dikkatli ve cesur olması gerekmektedir.
Ortalık karıştığı zaman şimdi yanımızdaymış gibi gözükenler bize destek olmaz; yapayalnız kalırız.
Bunu unutmamalıyız.
ABD’ye gelince; kimse unutmamalıdır ki zulüm ile abâd olanın ahiri hüsran olur. Bu da Amerika’nın
yanına kalmaz.
Zulüm ile temeli atılan her bina, içindekilerle beraber çökmeye mahkumdur.
Kur’an-ı kerim’in ayrı ayrı yedi yerinde ana-babaya iyi davranılması, hürmet, hizmet ve itaat edilmesi;
Allah-u Teâlâ’ya itaattan sonra ana-babaya itaat etmenin farz olduğu beyan buyurulmaktadır.
“Allah’a kulluk edin. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-baba’ya iyilikte bulunun.” (Nisâ: 36)
“Ben Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e Allah katında hangi amelin daha sevimli
olduğunu sordum.
Yine Müslim -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem-Efendimiz’e bir adam gelerek:
“Yâ Resulellah! Ben Allah’tan sevap dilemek için sana cihad ve hicret etmek üzere biat ediyorum.”
dedi.
“Ana-babana dön, onlara iyi bak, hoş tut. Zira cennet onların ayakları altındadır.”
Anne-babaya iyilik etmek ve onların haklarını korumak bâbında birçok Hadis-i şerif’ler mevcuttur.
Bakınız Cebrâil Aleyhisselâm ile Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yaptığı şu
konuşma, ana-babamıza belimiz bükülünceye kadar iyilik yapmamız gerektiğinin haklı bir ispatıdır.
“Anasının, babasının yahud bunlardan birinin ihtiyarlık anına yetişip de cennete giremeyenin
veyahud anası-babası kendini cennete sokmayanın.”
Ve daha sonra Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz minbere çıkarak üç kere “Amin!”
dedi ve şöyle beyan buyurdu:
Ey Muhammed! Kim ki anasından babasından birine ulaşır, sonra onlara iyilik etmeden ölürse
cehenneme girsin. Amin de. Bende ‘Amin’ dedim.
Ey Muhammed! Kim Ramazan ayına yetişirde günahları bağışlanmadan ölürse, Allah onu
cehenneme sokar ve rahmetinden uzaklaştırır. Amin de. Bende ‘Amin’ dedim.
Ey Muhammed! Kimin yanında ismin anılıp, sana salât-u selâm getirmez ve ölürse cehenneme
girsin. Allah’ın rahmeti ondan uzak olsun. Amin de. Bende ‘Amin’ dedim.”
Bunun içindir ki bir evlat onlara karşı vazifesini hakkıyla yapmak mecburiyetindedir.
Anne-babaya itaatsızlık etmek, karşı gelmek, gücendirmek ise büyük günahlardan olup, katî haramdır.
Yaptıkları fedakârlıklar göz önüne getirilirse, haklarını ödemenin imkansızlığı ortaya çıkar. Bir evlat
hiçbir surette onların hakkını ödeyemez. Ne ellerine vereceğimiz üç-beş kuruş, ne alacağımız üst-baş,
ne de hastalık anında yanlarında bulunabilmek. Sakın kimse yaptıkları bu amellere aldanıp,
övünmesin.
Bakınız; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onların hakkının ancak ne ölçüde
ödenebileceğini beyan buyuruyor:
“Bir evlat babasının hakkını hiçbir surette ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulur. Satın alarak
azad ederse hakkını ödemiş olabilir.” (Müslim)
Zamanımızda kölelik olmadığı için daima hoş tutmak gerekiyor. Onlara “Öf” demek bile Allah-u
Teâlâ’yı gadaplandırıyor.
“Cennetin güzel kokusu beş yüz yıllık mesafeden alınır. Fakat anne-babasına isyan edenlerle,
akrabaları ile münasebeti kesenler bu kokuyu alamazlar.” (Tebârâni)
Allah-u Teâlâ’ya arz edilip de geri döndürülmeyen duâların arasında ana-babanın evlatları için
yaptıkları duâları ve bedduâları da saymıştır.
Bütün bu Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerden anlaşılıyor ki; maddi-mânevi ihtiyaçlarını istemeden
karşılamalı, gönüllerini incitecek hareketlerden şiddetle kaçınmalı, kusurlarını görmezlikten gelmeli,
başkalarının yanında hep iyiliklerinden bahsederek itibarlarını korumalı, şikayet etmemeli, hayatta iken
olsun, öldükten sonra olsun hep duâ etmeli, vefatlarından sonra dostlarıyla alakayı kesmemeli.
“Annem-babam öldükten sonra onlar için yapabileceğim bir iyilik var mıdır?”diye sordu.
“Evet. Onlar için duâ ve istiğfar etmek, verdikleri sözü yerine getirmek. Dostlarına ikram etmek,
yakınlığı onlar vasıtasıyla olan kimseleri ziyaret etmek, ikramda bulunmaktır.” buyurdu. (Ebu
Dâvud)
Veysel Karani Hazret-i Sünnet-i Resul’ün, Siret-i Resul’ün tam kopyasıdır. “Analara itaat, Allah’a ve
Resulullah’a itaattır.” Hadis-i şerif’inden ayrılmadığı için, annesinden aldığı izin hitama eriyor diye,
Resul-i Ekrem Efendimiz’i evinde bulamadan, yarım saat daha beklemeden geri dönen, emr-i Resul’ü,
Cemâl-i Resul’e tercih eden insan. Çünkü zahiri gözle Resul’ü görmeden, hayy gözü ile Resulullah’ı
görmüş.
Okuduğu bir Âyet-i kerime üzerine erkenden eve dönen, Bâyezid Hazretleri’ne annesi; “Niçin bu kadar
erken döndün?” dedi.
“Bir Âyet-i kerime gördüm. Allah kendisine ve sana hizmet etmemi emrediyor. Hemen
hizmetine koştum. Ya benim için yalvar sana hizmet edeyim, yahut bırak kendini Allah’a
vereyim.” buyurdular.
Bâyezid-i Bestâmi Hazretleri kendisini Allah’a vermiştir. Fakat annesinin hizmetinden de ayrılmaz.
Çünkü Allah’ın emri böyledir.
Soğuk bir kış gecesi annesi yattığı yerden “Su.... Susadım.” diye seslendi.
Bâyezid-i Bestâmi Hazretleri buzlarla çevrili su testisi elinde annesinin yanına geldi, fakat kadın
uyumuş. Hazret, annesini uyandırmadan, saatlerce bekledi. Nihayet annesi uyandı.
Hazret suyu uzattı. Soğuktan elleri donmuş, parmakları buzla çevrili testiye yapışmış. Bunu gören
annesi şöyle duâ eder: “Yâ Rabb’i! Ben Bâyezid’den râzıyım, sende râzı ol.”
İnşallah anne-babalarımızda bizlerden râzıdır. Hiçbir şey için geç kalmış sayılmayız.
Na’t-ı Şerif
Kâinat okulunun kurucusu olan Yaratıcı, yarattığı her şeyden ders alması için insanoğluna akıl
bahşetmiştir. Onu doğru kullansın, yerli-yerinde değerlendirsin ve gerektiği gibi adım atıp insan olsun,
insanca yaşasın, insanca ölsün. Tam manasıyla "kul" olabilsin.
Dünyaya geliş gayesi sadece yemek-içmek, üremek, türemek, gülmek, oynamak olmayan insan; akıllı,
şuurlu, vicdanlı, merhametli, iffetli, dikkatli ve uyanık olmak durumundadır. Her an imtihan içinde
tutulduğunu dikkatinden kaçırmamalıdır. Öyle zamanlar olur ki geriye dönüp bakıldığında kişinin elinde
bir "Hiç" kalmıştır. Derinden bir hayıflanışla "Eyvah!" kalmıştır. Hayatı, 'hay'dan 'huy'dan ibaret
olmuştur. Bütün bunları çoğu defa kendi elleriyle yapmıştır.
Günümüze; çalışkan karıncalarla yazın sıcak günlerini türkü söylemekle geçiren, kışın ise açlığa
mahkûm olan Ağustos Böcekleri’nin hikâyesi ulaşmıştır.
Süte su katarak servet yapan ve fakat dehşetli yağmurların neticesinde her şeyi önüne katarak silip
süpüren sellerin yokettiği servetin sahibinin feryatları darb-ı mesellere konu olmuştur. Kısaca "Sudan
gelen sele, haydan gelen huya" gitmiştir.
Bakınca ibret alınmalı, söyleyince adam gibi söylemeli, sükutu da kelâmı da nimet bilmeli, her biri belli
bir ölçü içinde, yerli yerinde yapılmalı, bakınca da ibret nazarlarıyla bakılmalıdır.
İnsan olmak zor, ârif olmak ise hepsinden zordur. Bir şeylere, bazen çok şeylere sahip olan, yahut
olduğunu zanneden nice fakir insan vardır ki görünüşte zengindir, güçlüdür, kuvvetlidir, akıllıdır, tedbir
sahibidir. Fakat iş sanıldığı gibi değildir. Bütün bunlar başa gelince anlaşılır, yaşandıkça, tecrübe
edildikçe bilinir, öğrenilir.
......
Evvel zaman içinde... Kalbur saman içinde... Develer tellâl iken... Pireler berber iken... Bir varmış, bir
yokmuş... diye başlayan masallar vardı. Dinlerdik, heyecanlanırdık, aklımızca bir şeyler çıkarmaya
çalışırdık. Zaman geçip yaş ilerledikçe, hayat tecrübemiz arttıkça, olayları akıl, şuur ve idrakimizle
tarttıkça daha değişik dersler çıkartmakta, ibretler almaktayız.
Zengin, hali-vakti yerinde, "Ha!" dediği zaman yeri yerinden oynatan, bir dediği iki olmayan, bir emriyle
dağları deleceğini zanneden, çiftleri-çubuklar, katar katar sürüleri, çil çil altınları, koşumlu atları,
katırları, eşekleri, sarayları, konakları, pek çok ırgatları bulunan zengin mi zengin bir adam yaşarmış
memleketin birinde. Elini soğuk suya sokmaz, bir dediği iki olmaz, dudaklarından düşen anında yerine
gelir; sofralar serilir ki kuş sütü eksik olmazmış. Atlarının koşumları altından, gümüşten işlemeli. Sırtı
paha biçilmez elbiseli. Karın tokluğuna çalıştırdığı ırgatları. Kadınları, kızları, oğulları çokça imiş.
Uzatmayalım; Adam için "yok" yok. Kral gibi. Zevk alemlerinden geri kalmaz. Ava çıkar, öldürmeyi,
vurmayı, kırmayı sever. Küçük-büyük demez önüne gelen ayı, kurt, çakal, domuz, sülün, ördek, kaz,
kartal, serçe ne bulursa hedef tahtası yaparmış. Avlanmak özel zevki imiş. Silâhlar özel ilgi alanına
girermiş.
Bir gün av değil ama biraz nefeslenmek, temiz hava almak, sarayının debdebesinden uzaklaşmak için
ormanın yolunu tutmuş. Yalnız başına atsız ve silahsız olarak yürümüş bir müddet. Düşünmüş geçen
günleri kısa kısa. Bu gün av istemediği kesin. Hatıralar canlanmış gözünün önünde. Seyretmiş sağını
solunu, dalları yükseklere çıkan ağaçları, yemyeşil ormanları...
Dalları göz kamaştıran bir heybetle yerlere kadar sarkmış olan, günler görmüş kocaman çınar
ağacının dibine çöküvermiş, yaslamış sırtını çınara... Serin, gönüller okşayan bir orman havası
doluvermiş ciğerlerine...Çınarın bir dalı sanki başını okşayacakmış gibi tepesinin üstünde. Bir serçe
kuşu konuvermiş çınarın dalına. Bir-iki seslenmiş;
"- Merhaba! Nasılsın ey fâni adam?" demiş. Mağrur zengin adam göz ucundan bakıvermiş kuşa.
"- Merhaba!" derken, "şu kuşu yakalayıp güzelce bir kızartıp afiyetle yesem, kısmet ayağıma geldi,
küçük ama olsun. Bugün bununla yetineyim." diye içinden geçirmiş. Kuş adama, adam kuşa
bakıvermiş, bakışmışlar bir müddet. Adam yaşından umulmayan bir çeviklikle Serçe kuşunu
yakalayıvermiş... Tam boynunu koparacakken, Kuş;
"- Bu zamana kadar nice inekler, öküzler, koyunlar, koçlar, tavuklar, kazlar, sığırlar yedin doymadın da
beni yiyerek mi doyacaksın be hey adam!?.." der. Kuşun bu karşı sözlerine adam şaşırır! Kendi
kendine, "doğru, ben ne yemedim ki, dünyayı bitirdim adeta, dur bakayım hele!." der.
Kuş; "- Beni yemezsen sana üç tane hazine vereceğim ki sen de, çocukların da, torunların gelecek
nesillerin de kıyamete kadar mutluluk, saâdet, refah ve bolluk içinde yaşayarak ömrünüzü geçirirsiniz."
der.
Adam; "- Acaba bu üç hazine altın, gümüş, yakut mu!?" diye geçirir içinden. Kuşu da elinden
kaçırmamak için çok dikkat eder.
Kuş; "- Olmaz! Önce seninle anlaşalım. Bir pazarlık yapalım. Bana söz ver beni öldürmeyeceğine
dair."
Kuş; "- Birincisini, avuçlarının arasında iken söyleyeceğim. İkincisini, beni bıraktığın zaman kanatlanıp
havalandığımda... Üçüncüsünü de şu dala konduğum zaman..."
Kuş; "- Beni iyi dinle! Evet, ben bir kuş beyinliyim. Kuşlar neslindenim, bu doğru. Yaratan böyle
yaratmış. Bunu değiştirmem mümkün değil. Sahibimin takdirine de râzıyım. Bir, 'Kim ne derse desin,
ne söylerse söylesin, yemin bile etse sakın ola! Olmayacak şeye inanma. Senin ataların derler ya;
"Olmayacak duâya amin deme".
Adam şaşırmış, biraz düşünmüş, anlar gibi olmuş. Hazinelerin yerini söylemesi gerekirken kuş neler
söylüyor. Söz verdiğinden dolayı da bir şey demez.
Kuş havalanır. "- İşte sana ikinci hazine; Bir iş bittikten sonra, yani iş işten geçtikten sonra sakın
hayıflanma, oflanma, ağlama, sızlanma, 'keşke' deme!"
Adam kuşu salıverdiğine kızar, söylediklerine daha da şaşırır. "Ah! Keşke" diyecek ama diyemez.
Anlar gözükür, anlamaz.
Kuş; "- Be hey ahmak adam! Beni niçin salıverdin? Şu gördüğün vücudumda on dirhem inci vardı.
Hem beni hem de inciyi kaçırdın."
Adam daha çok şaşırır, kızar, hayıflanır. O kızgınlıkla çınarın kocaman gövdesine tekmeler savurur.
Kuş; "- Lütfen! Sakin ol be hey adam!! Ben ne diyorum, sen ne yapıyorsun? Benim vücudum beş
dirhemlik. On dirhemlik incinin benim vücudumda işi ne? Ben sana birinci hazineyi söyleyip 'kim ne
derse desin olmayacak işe inanma' demedim mi? Sonra farzedelim ki vücudumda on dirhemlik inci
var: İş olup-bittikten, gelip-geçtikten, fırsat elden uçtuktan sonra hayıflanma demedim mi?!"
Adam söyleyecek söz bulamaz. Kuşun oyununa geldiğini anlar. Kuş, kuş akıllıydı amma adama verdiği
öğütler hazinelerden de kıymetliydi.
Kuş; "- Fazla üzülme, meraklanma. Üçüncü hazineyi de sana bedava vereceğim. İyi dinle! Kulaklarını
aç; uykuya dalmış bir insana, cahil bir insana öğüt verip nasihatte bulunmak, çorak toprağa tohum
saçmaktan ibarettir!" der ve daldan mırıldanmalarla ormanın derinliklerine doğru kanatlanıp gözden
kayboluverir.
Adamcağız hayatının geri kalan bölümlerini hangi teraziye göre ayarlaması gerektiğini düşüne düşüne,
kendisini oyalayan, eğlendiren, hayaller peşinde koşturan sarayının yolunu tutmuş. Kuştan
öğrendiklerini, bunca zamandır yedirdiği içirdiği, ağırladığı, adam yerine koyduğu, akıllı sandığı
kimselerden duymamıştı. Bu yaştan sonra geç de olsa böyle bir olayla karşılaştığından dolayı kendine
kızma pahasına da olsa mutluluk duyduğunu hissetmiş. Artık, bu öğütleri hayatının önemli bir gayesi
olarak uygulama kararı almış.
Okuyanlara, dinleyen ve dinletenlere çok mühim hazineler değil mi? Kuş aklı deyip geçmeyelim.
Her türlü ayıp ve kusurdan münezzeh olan Yüce Rabb’imiz, bedenimizi en lâtif ve en güzel şekilde tam
olarak yaratmış, süslemiş, uzuvların herbirini vazifelendirmiş. Uzuvların şekil, hikmet ve faydalarını ne
dil anlatabilir, ne de akıl anlayabilir. Kudretini, ilminin kemâlini, sanatını, merhametini hafızalar almaz.
Tat ve konuşma organımız olan dilimizin, kemiksiz ve ıslak olmasının hikmeti; lokmayı hareket
ettirmek, harflerin sesini çıkarmak, ses ve sözü bildirmek içindir. Daha dilimizin yapısında nice hikmet
ve faydalar vardır amma gel gör ki biz zavallı şükrü az, nankör insanlar Rabb’imizin bu ikramlarını ne
görebiliyor, ne de O’nun beğenip râzı olacağı şekilde kullanıyor. Dilimizi kötü sözler konuşmaktan,
kullağımızı da çirkin sözler dinlemekten koruyup bu organların şükrünü veremiyoruz.
Yüce Sahibimiz, dilimizi insanlar arasında sevgi, saygı, yardımlaşma gibi güzel hasletler oluşturacak
şekilde güzel konuşmamızı, araya buğz, kin, öfke, düşmanlık gibi kötü duyguları oluşturacak çirkin
sözlerden korumamızı emir buyurmuştur.
Güzel söz; bizi Hakk’a ve halka sevdirecek dünya ve ahiretimizi mutlu kılacak olan çok mühim bir
ameldir.
Güzel söz; doğru, faydalı, sevindirici, sevdirici, muhatabın sevgisine uygun olan sözdür.
Âyet-i kerime’de:
Bizi Allah’tan uzaklaştıran, cehenneme düşürecek olan amellerin başında dil suçları gelmektedir.
Boş konuşma:
Bir şeyi kısa bir konuşma ile ifade etmeli, çünkü ömür sermayesi olan zamanı boşa harcamamak
gerekir.
“Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya
insanların arasını düzeltmeyi emredenlerin sözünde hayır vardır.” (Nisâ: 114)
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-çenesi düşük bir kadın gördüğünde şöyle dedi:
İnsanı öfkelendiren, üzücü, ürkütücü bir konuşma şeklidir. Bazı insanlar vardır ki, kim ne söylerse
kabul etmez, “Hayır öyle değildir” der. Bu tip konuşmalarda üzüntü ve kalp kırmak meydana gelir.
Konuşma da eksiklik ve yanlışlık varsa nasihat yolu ile söylenir. Kabul etmek ümidi yoksa tartışmaya
neden olmamak için susulur.
Sözlerde incelik göstermek, nazik şekilde konuşmak İslâm ahlâkındandır. Açık söylenmesinde utanılan
şeyleri kinâye ile belirtmek gerekir. Çünkü açık olarak konuşmak çirkin konuşmak demektir.
Örneğin: “Benim karım” sözü yerine “Çocuklarımın annesi” veya “Hanımefendi” denmelidir.
Peygamber Efendimiz:
Lânet etmek:
Allah’ın sevgisinden, ilgisinden uzaklaştırmak demektir. Hayvana, insana, eşyaya neye olursa olsun,
lânet etmek kötüdür.
Şer’an lânet etmenin câiz olduğu insana lânet etmek câizdir. “Allah, Ebu Cehil’e lânet etsin” gibi.
Âyet-i kerime:
“Üç şey vardır ki, bunlardan biri kimde bulunursa namaz kılsa da, oruç tutsa da münafıktır.
Konuşunca yalan söyler, sözünde durmaz, kendisine verilen emanete hıyanet eder.” (Müslim-
Buhârî)
Âyet-i kerime’de:
Peygamber Efendimiz:
Âyet-i kerime’de:
“Allah sizi boş yere yaptığınız yeminlerden dolayı cezalandırmaz. Fakat sizi bile bile ettiğiniz
yeminlerinizden dolayı sorumlu tutar. Bozulan yeminin kefareti, âilenize yedirdiğinizin orta
derecesinden on fakiri yedirmek veya onları giydirmek, yahut bir köle azad etmektir. Bunları
bulamayan kimseye üç gün oruç gerekir. Yemin ettiğinizde yeminlerinizin kefareti işte budur.
Yeminlerinizi koruyun.” buyuruluyor. (Mâide: 89)
En yaygın ve en iğrenç konuşma olan Gıybet:
Gıybet: Bir kimsenin arkasından kusurunu, ayıbını, eksiğini söyleyip, duyduğu zaman üzüleceği
şekilde konuşmaktır. Yalan söylerse iftira etmiş olur.
Âyet-i kerime’de:
“Kiminiz kiminizin arkasından gıybetini etmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini
yemekten hoşlanır mı?Tiksindiniz değil mi?O halde Allah’tan korkun.” buyuruluyor. (Hucurât: 12)
“Müminler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere işte onlara dünya ve ahirette can
yakıcı azap vardır.” (Nûr: 19)
Gıybet; yalnız dil ile değil göz, kaş, el, yazmak ve taklit etmekle de olur. İsmini söylemeden “bir kimse
böyle yaptı” demekle gıybet olmaz. Dikkat etmek gerekir ki orada bulunanlar kimden bahsedildiğini
anlamasınlar, anlarlarsa gıybet edilmiş olur. Bir kimsenin noksanını, kusurunu, başkasına söylemek
doğru olmadığı gibi, kendi kendine de söylemekle kalp ile gıybet etmiş olur. Herkesi hoş, kendimizi
hatalı ve günahkâr görmeliyiz. Kötü düşüncelerle kalbimizi meşgul etmemeliyiz. Kulağımızı da
gıybetten korumalıyız. Çünkü gıybet eden kimse haram işlediği gibi, duyup da tasdik eden veya susan
aynı günahı işlemiş gbidir.
Peygamber Efendimiz:
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bazı Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyurmaktadır:
“Fâsıkları irtikâb ettikleri fısklarıyla zikrediniz ki insanlar kötülüklerinden sakınsınlar.” (C. Sağîr)
Bir ayıp ve kusurun kendisine lâkap olan kimseden bahsetmek gıybet olmaz.
Meselâ; “Kanburun oğlu, gözü âma olan Mehmet” gibi böyle tanındıkları için bundan üzülmezler.
Aşikâre günah işleyenin hakkında konuşmak gıybet olmaz. İşlemekten utanmayanları anlatmak
câizdir.
Gıybetin ahiret azabına uğratacağına inanmalı, gıybet yapmakla kendi felâketimizin ağını
ördüğümüzün şuuruna varmalıyız. “Allah beni gıybetten men etmiştir. Ben ise yapıyorum.” demelidir.
“Kendisinin ayıbı, kendisini halkın ayıbıyla meşgul olmaktan alıkoyan kimseye cennet vardır.”
(Bezzar)
Her ne zaman kalbimizde bir kimseye karşı kötü düşünce hasıl olursa o kimseye daha çok
yaklaşılmalı, yakinen öğrenince yalnız yerde öğüt vermeliyiz.
İnsanı, Allah ve toplum katında aşağılatan gıybet suçundan pişmanlık duyanlar, tevbe etmeli, gıybetini
yaptıkları insanlarla helâlleşmeli, ancak bu şekilde kul hakkından kurtulabilinir. Hayatta değilse onun
için istiğfar ve hayır yapmalıdır.
Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz bir kadın için “Uzun dillidir.” deyince Peygamber Efendimiz
“Gıybet ettin, o kimseden helâllık iste.” buyurdu.
Hasan-ı Basri -kuddise sırruh- Hazretleri’ni bir kimse gıybet etti, o kimseye bir tabak hurma gönderip;
“Duydum ki ibadetlerini bana hediye etmişsin, ben de karşılık olarak bir şey vermek istedim.
Ancak bu kadar hurmam vardı. Hepsinin karşılığını veremediğim için özür dilerim.” dedi.
Dilimizin günahları çok ve kendimizi bu günahlardan korumak zor olduğu için elden geldiği kadar
susmak en iyi çaredir. Zaruret miktarından fazla konuşmamaya çalışmalıyız.
Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-Hazretleri mübarek ağzına bir taş saklar, gereksiz sözden kaçınırdı.
Zaruret karşısında taşı çıkartıp konuşurdu. “Bu dil beni belâlara ve kötü cefalara salmıştır.” der
sevdiklerini uyandırırdı.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çok az konuşur, konuşulanları dinler, ashâbına
boş ve faydasız sözlerden kaçınmalarını tavsiye ederdi.
“Yâ Resulellah! Benim hakkımda en çok korktuğun şey nedir?” diye soran bir zâta, mübarek dilini
tutarak “İşte budur.” buyurmuşlardır. (Tirmizî)
İnsanın her sözünün kaydedilip yazıldığı ve kıyamet günü bundan dolayı hesap vereceği için hayır
konuşması emrediliyor.
Âyet-i kerime’de:
“O bir söz atmaya dursun mutlaka yanında onu gözetleyen söylediği her sözü zapteden (bir
melek) hazır bulunur.” buyuruluyor. (Kâf: 18)
Konuşmasını öğrenen çocuğun dil gelişiminde ortaya çıkan yeni bir aşama “Soru sorma oyunu”dur.
Çocuğunuzun sorularından bir kısmı, kelime oyununun, adlandırma oyununun bir devamı olacak, en
sık tekrarlanan sorular “Bu ne?” “Şu ne?” olarak belirecektir. Çocuk her şeyi sormaya başlayacaktır.
Bu devrede bıkmadan, çocuğun anlayabileceği şekilde, onun seviyesine inerek doğru cevaplar
vermeye çalışmalıdır. Çocuğun soru yağmuru altında bunaldığınız anlarda onun ne kadar zeki
olduğunu düşünerek kendinizi avutun. Çünkü çocuğunuz ne kadar zeki ise, o kadar çok soru
soracaktır.
İdeal olanı, çocuğun bütün sorularını sabırla cevaplandırmaktır. Bu, onun kelime dağarcığını
zenginleştirmeye, düş gücünü geliştirmeye, zekasını işletmeye yarayacaktır. Ama uygulamada hiçbir
anne-baba soru sorma çağındaki çocuğun bütün sorularını sürekli olarak cevaplandıracak kadar
sabırlı olamaz. Bazen de buna zamanları yetmez. Elden geldiğince soruları cevaplandırmaya
çalışmalıdır. Ancak gerekirse “Artık sorularını yanıtlayamıyorum, yoruldum.” demekten çekinmeyin,
böyle yapmakla çocuğun zeka gelişimini kısıtladığınız endişesine kapılmanıza gerek yok. Çünkü
sabrınızın tükendiği noktadan sonra vereceğiniz cevapların zaten çocuğa yararı olmayacaktır.
Önemli olan çocuğun sorduğu soruların onun gelişimi üzerindeki rolünü ve etkisini bilmenizdir. Bazı
anneler -hatta çoğu anneler- çocukların sorularını bir angarya olarak görürler ve bela savuştururcasına
cevap verirler. Bu çok yanlış bir tutumdur.
Çocuklara verilen cevaplarla ilgili iki farklı tutumu bir örnekle açıklamaya çalışalım:
Mutfakta buz kabını boşaltan anne yere bir buz parçası düşürür. Çocuğu gelir, buzu eline alır ve anne
ile çocuk arasında şu diyalog geçer:
Anne: Buzdolabı.
Anne: Mikroplardan.
Şimdi aynı durumda, çocuğun gelişiminde soruların önemini kavramış bir annenin tutumunu izleyelim:
Anne: Buz demek, donmuş su demektir. Dünyanın kutup denilen yerlerinde hava öyle soğuktur ki,
orada her şey donar. Örneğin eti dışarıda bıraksan donup taş kesilir. Et böyle donunca bozulmaz. Hani
geçen hafta buzdolabına koymayı unuttuğum köfteyi çöpe atmıştım da ‘bozulmuş’ demiştim, hatırladın
mı?
Anne: Gözle görülemeyecek kadar ufak, milyonlarca hayvancık vardır. Bunlar havada uçuşuyorlar.
Bazıları yemeklere konar, onları yer ve yemeklerin üzerinde yaşarlar. Bu hayvancıklara mikrop denilir.
Üzeri mikroplu yemek yersen karnın ağrır. Hasta olursun. Bu hayvancıklar soğuk sevmezler.
Yemekleri soğuk tutunca mikroplar da yemeğe konup bozamazlar. Ama fazla soğuk hiç kimseye
yaramaz.
MUHARREM AYI
ve
AŞURE GÜNÜ
Hicrî takvime göre senenin ilk ayı olan Muharrem ayı, dört haram aydan birisidir.
“Ramazan ayı dışındaki oruçların en üstünü Allah’ın ayı olan Muharrem’de tutulan oruçlardır.”
buyuruyorlar. (Müslim)
“Bir kimse Aşûre gününde ehl-ü iyâlinin rızkını tevsi ederse Cenâb-ı Allah o kimsenin senesini
tamâmen rızık bolluğu ile geçirir.” (Camius-sağir)
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Aşure günü oruç tutar ve o günün orucunu
emir ve tavsiye ederdi.” buyurmuştur. (Müslim)
Yalnız Aşure günü oruç tutmak mekruhtur. Yahudilere muhalefet olsun diye dokuz, on, on birinci
günler oruç tutulur. Bu şekilde oruç tutmak sünnettir.
Müslümanlar yılbaşını ibadet, taat ve takvâ ile geçirirler. Hıristiyanların yılbaşısı ayrıdır, onların ki bir
Ocak’tadır.
Onlar yılbaşında hindi keserler, noel babasını kutlarlar, içki içer, kumar oynarlar, danslara iştirak
ederler. Bütün bunlar İslâm’da tamamen yasak ve haramdır.
Her müslümanın kendi ayını, kendi yılını, yılbaşısını, Cuma’sını bilmesi lâzımdır.