Professional Documents
Culture Documents
TAKDİM
BAŞYAZI
“Biz Hakkı Bâtılın Tepesine Şiddetle İndirip Atarız da, Onun Beynini Parçalar.
Bir de Görürsünüz ki Bâtıl Yok Olup Gitmiştir.”
(Enbiyâ: 18)
“De ki: Hak Geldi, Bâtıl Gitti. Çünkü Bâtıl Yok Olmaya Mahkûmdur.”
(İsrâ: 81)
“De ki: Hak Gelmiştir. Artık Bâtıl Ne Yeniden Birşey Başlatabilir, Ne de Tekrar Geri
Getirebilir.”
(Sebe: 49)
Hakkın Bâtıla Galebesi
Din Kurucuların Dinleri Kurudu
İlmi ile Dünyalık Elde Edenler
En Kötü Âkıbet
Kaynar Su, Fokurdayan Çeşme
İlâhî İhtar
/ İsmail Yavuz
CUMA NAMAZI
MEKTUBAT
CEZBENİN KUVVETİ (71. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-
İsa Aleyhisselâm’ın halen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed
Aleyhisselâm’ın şeriati ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele mücahede edeceğine inanmak farzdır.
Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.
SİLSİLE-İ SÂDÂT-34
HALİL FEVZİ -Kuddise Sırruh- EFENDİ HAZRETLERİ (5) /
Mehmet Ali Körpe
Avamdan bir kişi yaptığı bir ahlâksızlığı anlatırken, bir müridi de onu dinlemiş. Hemen
o gece rüyâsında görmüş ki, o menhiyat işleyen kişi baş aşağı asılmış istifrâ ediyor.
Adamın kusmuklarını bir bardak tutarak doldurmuş, sonra da iğrene iğrene içmiş.
Sabah huzura çıktığında, daha o rüyâyı anlatmadan Hazret:
“Akşam o çayı içtiniz ya!” buyurmuş.
GÜNDEM
İnsanlar olacakları tahmin etmek ve adımlarını buna göre atmak isterler. Devletler de böyledir. Kahinler,
medyumlar sanıldığından daha fazla iktidar sahipleri nezdinde söz sahibidirler. CIA hususi medyumlar
istihdam etmiştir. Bizim “Medyum Memiş”imiz bile birkaç devlet dolaşmıştır. Nostradamus Batı
devletlerinde hala tesirini icra etmektedir. Onun kehanetlerini yorumlayan “Nostradamus uzmanları”
vardır. Ömer Çelakıl da elçiliklerden, ülkelerden kendisine talepler geldiğini beyan etmiştir.
Görüldüğü gibi bu tür habercilere sanıldığından daha fazla bir ilgi vardır. Ancak gerçek haberciler
peygamberler ve onun vekilleridir.
Borla çalışan nükleer santraller diğer nükleer enerjinin üzerinde avantajlara sahip. Her şeyden önce
nükleer olmasına rağmen radyoaktivite üretmiyor. Bu nedenle borla çalışan santraller büyük şehirlerin
merkezlerinde kurulabiliyor. Bilim adamlarının ifadelerine göre günlük 200 gram borla 100 MW enerji
üretilebiliyor.
ŞİİR
Gönlümüzle güler, küser ağlarız,
YOLCULUĞUMUZ! Gezeriz, gürleriz, coşar çağlarız,
Yerin kucağında mekân bağlarız
Menzilden menzile yolculuğumuz,
Susarız, söyleriz, kabire doğru.
KONUŞMAYAN ÇOCUKLAR
Bismillahirrahmanirrahim
"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.
Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."
Muhterem Okuyucularımız;
Bu zaman seyyiat zamanıdır, bu devir deccâliyat devridir. Âhir zamandan olan bugün artık fitne ve
fesadın alabildiğine çoğaldığı, İslâm dininin dışına çıktığı halde dindenmiş gibi görünüp, dinden
konuşup müslümanları Hakk din olan İslâm’dan uzaklaştırmak isteyen, halkın zihinlerini bulandıran
sahte ve yalan yanlış emellerine alet edenlerin birbiri ardına çıktığı bu devirde bütün bunların
âkıbetlerinin ne olduğuna bir bakın!
Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki; bu sûret-i hakk’tan görünenler, din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve
tahrif etmek için gerek televizyonlarda, gerekse gazeteler vasıtasıyla, gerekse kurdukları vasıtalarla
vargüçleriyle çalışmalarına rağmen durumları meydanda, ne olduk ları, ne için çalıştıkları ortaya çıktı.
Din kurucularını Allah-u Teâlâ nasıl kuruttu, nasıl yıktı, neler yaptılar, neler oldu.
Bu Âyet-i kerime bütün din kurucuların sihirlerini bozmuş atmış, küfre kaydıkları meydanda kalmıştır.
Ey insanlar! Bunlar koyun postuna bürünmüş kurtlardı. Bunları size tanıtmak için çok çalışıldı. Biz
zamanında bunların bir bir içyüzlerini size arzederdik.
Bunu size her fırsatta arzederdik. Bu din kurucuların gayesi İslâm’ı yıkmaktı, kendi dinlerini İslâm
dalları ile süsleyip yaşatmaktı.
İşte bu sahtekârlarla bu şekilde mücadele edildi, Allah-u Teâlâ lütfetti ve bunların hepsini yere serdi.
Ey insanlar! Bunu düşünüp hâlâ Cenâb-ı Allah’a şükür, bize teşekkür etmeyecek misiniz?
Zira bu soygunculardan sizi kurtardık. Bir taraftan dininizden, bir taraftan maddenizden alıyorlardı. Her
biri kendi dinine çekmekle İslâm’dan çıkıyordunuz. Bütün kazandıklarınızı rahatça alıyorlardı hiç
sesiniz çıkmıyordu.
Bütün gayemiz iman kurtarmaktır, müslümanların bu hak yoldan çıkmışların peşine düşmemesidir.
Zira onların peşinden giden imanını kaybeder, imansız olur. Aralarına iltihak edip karıştığı anda,
onlarla cehennemin alt tabakasına gideceği muhakkaktır.•
BAŞYAZI
“Biz Hakkı Bâtılın Tepesine Şiddetle İndirip Atarız da, Onun Beynini Parçalar.
Bir de Görürsünüz ki Bâtıl Yok Olup Gitmiştir.”
(Enbiyâ: 18)
“De ki: Hak Geldi, Bâtıl Gitti. Çünkü Bâtıl Yok Olmaya Mahkûmdur.”
(İsrâ: 81)
“De ki: Hak Gelmiştir. Artık Bâtıl Ne Yeniden Birşey Başlatabilir, Ne de Tekrar Geri Getirebilir.”
(Sebe: 49)
Hakkın Bâtıla Galebesi
Din Kurucuların Dinleri Kurudu
İlmi ile Dünyalık Elde Edenler
En Kötü Âkıbet
Kaynar Su, Fokurdayan Çeşme
İlâhî İhtar
/ İsmail Yavuz
“İleride genç bir grup ortaya çıkacak. Bunlar Kur’an’ı okuyacaklar, ancak
okudukları gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek. Onlardan bir grup çıktıkça
kökleri kazınacaktır. Nihayet onların bu sürdürdüğü hile ve aldatma
esnasında deccal çıkacaktır.”
Allah-u Teâlâ’nın hakkın bâtıla, imanın küfre, hakikatin dalâlete galip geleceğine dair hem vaad-i
sübhanî’si, hem müjde-i ilâhî’si var.
“Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar.” (Enbiyâ: 18)
Ey bölücüler, ey sahte din kurucuları! Gördüğünüz gibi Allah-u Teâlâ’nın ihsanı ile bu hakkı beyninize
atıyorum ve beyninizi parçalıyorum. Siz artık ne kıpırdamaya, ne de cevap vermeye muktedir
değilsiniz. Bunu biliyorum, amma sizi de bilsin ve bu beyanları okuyanlar da bu hakikati görsün diye
yapıyorum. Çünkü sizin önünüze sürülen, sunulan beyanlar hep Allah-u Teâlâ’nın kelâmı ve
hakikatleridir. Bu hakikatler karşısında hem sahtekârlığınızı, hem ilâhlarınızın tuttuğu yolu beşeriyet
bilsin istiyorum.
Bu Âyet-i kerime bütün din kurucuların sihirlerini bozmuş atmış, küfre kaydıkları meydanda kalmıştır.
DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Din kurucularını Allah-u Teâlâ nasıl kuruttu, nasıl yıktı, neler yaptılar, neler oldu.
Hani o: “Refah’tan başka İslâm yoktur!” diyenler? “Hak geldi bâtıl gitti!” diyenler? Hazret-i Allah’ın dinini
patatese çevirip: “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyenler?
İslâm dinini kendine mâledip, zekâtı, haccı, nikâh’ı sahiplenenler, kendi icraatlarına, ulvi ve yüce
dinimizi alet edenler, güzel camilerimizi alet edenler, setrin kalkması, Kur’an kursları ve İmam
Hatiplerin kapanmasına imza verenler.
Şimdi n’oldular, Hazret-i Allah ve O’nun dinini kullanmanın ne demek olduğunu bildiler. Durumlarını
hep gördünüz.
“De ki: Hak gelmiştir. Artık bâtıl ne yeniden birşey başlatabilir, ne de tekrar geri getirebilir.”
(Sebe: 49)
Hani o narcılar? Himmet gecelerini kuranlar? Her fırsatta halkı kaz gibi yolanlar?
“Tesettür teferruattır.” diyerek müslüman halkın başörtüsüne olan inancını zedeleyenler, hoşgörü
toplantıları düzenleyip, küfrü hoş gören ve göstermeye çalışanlar, papaza “Hazret” diyenler, papazın
ayağına gidip İslâm’ı küçük düşürmeye çalışanlar...
Yapanın yanına kâr kalmadı. Zira Hazret-i Allah öyle bir Allah’tır ki, ne para toplayabiliyorlar, ne de
icraatlarına devam edebiliyorlar.
Âyet-i kerime’sinde:
Hani o: “Dinleri süleymancılık imanları para olanlar? Has huyları gasb, meslekleri dilencilik olanlar?
Mercedes arabaları ile sanayi çarşılarında kapı kapı gezenler ve süleymancılık dini için dilenenler?
Allah-u Teâlâ kesinlikle yasakladığı fâize “helâl”dir, deyip halkı harama sürükleyenler, Hazret-i Allah’ı,
Kelâmullah’ı, Resulullah’ı mahkemeye verenler! Ne oldular şimdi...
Hani o Kaplan dinini ecnebi memlekette ilân edip ben halifeyim diyenler? Âkıbetleri ne oldu?
Saf ve temiz müslümanlardan yüklü paralar toplayıp oğluna bırakıp giden, Türk bayrağına “paçavra”
diyerek yakan adam, daha dünyada iken rezil oldu. Hani en büyük sendin, hani saltanatın?
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek
saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu
Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Daha önce de izah ettiğimiz sahte isaların sahte mehdilerin sahte dabbetül-arzların ve diğer
sahtekârların âkıbeti ne oldu, bunların hepsini Allah-u Teâlâ yere sermedi mi?
Bu zaman seyyiat zamanıdır, bu devir deccâliyat devridir. Âhir zamandan olan bugün artık fitne ve
fesadın alabildiğine çoğaldığı, İslâm dininin dışına çıktığı halde dindenmiş gibi görünüp, dinden
konuşup müslümanları Hakk din olan İslâm’dan uzaklaştırmak isteyen, halkın zihinlerini bulandıran
sahte ve yalan yanlış emellerine alet edenlerin birbiri ardına çıktığı bu devirde bütün bunların
âkıbetlerinin ne olduğuna bir bakın!
Cenâb-ı Hakk’a şükürler olsun ki; bu sûret-i hakk’tan görünenler, din-i İslâm’ı ifsat etmek için, tahrip ve
tahrif etmek için gerek televizyonlarda, gerekse gazeteler vasıtasıyla, gerekse kurdukları vasıtalarla
vargüçleriyle çalışmalarına rağmen durumları meydanda, ne oldukları, ne için çalıştıkları ortaya çıktı.
Ey insanlar! Bunlar koyun postuna bürünmüş kurtlardı. Bunları size tanıtmak için çok çalışıldı. Biz
zamanında bunların bir bir içyüzlerini size arzederdik.
“Fâsıka yardım eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” buyururdu. (Münâvî)
Bunu size her fırsatta arzederdik. Bu din kurucuların gayesi İslâm’ı yıkmaktı, kendi dinlerini İslâm
dalları ile süsleyip yaşatmaktı.
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.”
buyuruyor. (İsrâ: 71)
Zira bunlar sizin hem imanlarınızı, hem de paralarınızı aldılar, din-i İslâm’ı böldüler. Bundan daha
büyük zarar olabilir mi?
Ve fakat:
“Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle indirip atarız da, onun beynini parçalar.” (Enbiyâ: 18)
Parçalanmadı mı be kardeşim? Hangisi ayakta kaldı? Hazret-i Allah bunları kahretti, rezil etti, zelil etti,
lânet etti, daha dünyada iken.
Kıyamete kadar ölmeyecekler amma serilecekler! Halk da bunların nasıl serildiğini anlamış olacak
Abdullah İbn-i Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“İleride genç bir grup ortaya çıkacak. Bunlar Kur’an’ı okuyacaklar, ancak okudukları
gırtlaklarından aşağıya geçmeyecek.
Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır. Nihayet onların bu sürdürdüğü hile ve aldatma
esnasında deccal çıkacaktır.”
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in: ‘Onlardan bir grup çıktıkça kökleri kazınacaktır.’
ibaresini yirmi kereden fazla işittim.” (İbn-i Mâce)
Yani türemeler türeyecek, kökü kesilecek, yine türeyecek yine kökü kesilecek. Bu o kadar devam
edecek ki, deccal çıkıncaya kadar bu türeme devri devam edecek.
İşte bu sahtekârlarla bu şekilde mücadele edildi, Allah-u Teâlâ lütfetti ve bunların hepsini yere serdi.
Ey insanlar! Bunu düşünüp hâlâ Cenâb-ı Allah’a şükür, bize teşekkür etmeyecek misiniz?
Zira bu soygunculardan sizi kurtardık. Bir taraftan dininizden, bir taraftan maddenizden alıyorlardı. Her
biri kendi dinine çekmekle İslâm’dan çıkıyordunuz. Bütün kazandıklarınızı rahatça alıyorlardı hiç
sesiniz çıkmıyordu.
Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ilâhî bütün hükümleri hiçe sayıp nefsini ilâh edinenlerle, Allah-u Teâlâ’ya
ve hükmüne karşı gelenlerle ve deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla karşı karşıyasın.
Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ haccı sırasında hamd ve senâda
bulunmuş, akabinde Mesih ve Deccal’den uzun uzun söz etmiş, şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini
onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.
O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı
size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir.”
(Buhârî - Müslim)
Ve fakat Deccal’in fitnesi bu kadar büyük olduğu halde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bu sapıtıcı imamları ondan daha beter ve ondan daha tehlikeli saymıştır.
Dikkat edin! İslâm dininin yıkıcılarını, bunların Deccal’den daha beter olduğunu Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem-Efendimiz beyan etti ve ilân etti.
Deccal’in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya Allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir
zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.
Dikkat ederseniz ancak kâmil iman sahiplerinin aldanmayacağına işaret ediyoruz. Görülüyor ki, iman
sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya
düşerek imandan çıktılar!
Herkes hayır kazanmaya çalışıyor, birşeyler yapmaya gayret ediyor, fakat öz niyetini ancak Allah-u
Teâlâ bilir. Kalbinde başka muhabbet tutan bir kimsenin, ağzı ile başka söz söylemesinin hiç kıymeti
yok. Demek ki iman lâf işi değil.
Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler,
İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara
iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri
görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de
ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini
arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler
halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını
soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece
birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imamlar bu halkı
kandırmaya çalıştılar. Acaba Allah-u Teâlâ’yı da kandırmaya çalışacaklar mı?
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir.
İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri
şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı
okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan
yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)
Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.
Bu Hadis-i şerif’leri size bir çok defa arzederdik. Siz bunların yumuşaklığına aldandınız, amma
gönüllerinin kurt gönlü olduğunu bilemediniz, bu kurtları desteklediniz ve beslediniz.
Şu âkıbete bir bakın, mesuliyeti bir düşünün! Onlar nerede, siz nerede?Onlarla beraber
haşrolunacağınızı da unutmayın!
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in tarif buyurduğu Deccal’den daha beter, daha kötü
sapıtıcı imamlar ve türemeler neler yaptı?
Koyun postuna büründüler, bir taraftan müslümanları avutarak kurdukları sahte dine celbettiler, bu
suretle imanlarını yok ettiler, diğer taraftan çeşitli entrikalarla maddelerini paralarını aldılar.
Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, şeytanın adımlarına uydular. Onun içindir ki bu hale düşmüşlerdir.
Bu hale düştükleri gibi, müslümanları da bu hale düşürmüşlerdir.
Din kuran bu sapıtıcıların hepsi bu gaye için çalıştılar. Gizli veya âşikâr olarak Allahlık dâvâsında
bulundular.
Meselâ:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a
kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Buyuruyordu, emir veriyordu. Fakat onlarla ilgi kuranlar bu emr-i ilâhî’yi dinlemez oldu.
Âhir zaman ulemâsına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm’ı ifsat etmek
için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile
çalıştılar.
Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, Allahlık dâvâsında bulunanlar da oldu.
Bunların içlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet
Kayserilioğlu hakkında da “Âhir Zaman Âlimleri” adı ile bir kitap yazıldı. Âyet-i kerime ve Hadis-i
şerif’lerle hepsine bir bir cevap verildi.
Bunların gaye ve maksatları din-i İslâm’ı ifsad etmek ve aslından çıkarıp hurafeye çevirmektir.
Müslümanmış gibi göründüler, gayeleri ise ayrı idi. Islah yapıyor ve nasihat ediyormuş gibi
görünüyorladı ve fakat niyetleri ifsat olduğu için, her an her fırsatta tahribat idi.
“Kendilerine: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’
derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren
kimseden daha zâlim kim olabilir?
Bunların içinde kimisi “İmam benim” dedi, kimisi sahte İsa, kimisi sahte Mehdi kesildi, kimisi “Ben
Dabbet’ül arz’ım” dedi, Yaşar Nuri gibi kimileri çok şiddetli ifsatçı.
Bu gibilerin fesatlarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda Âyet-i kerime ve Hadis-i
şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremedikleri için, onlara isnat edilen küfrü ister
istemez kabullendiler.
Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu
halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk’ı da kandırmaya çalışacaklar mı?
Hülâsa; sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, bütün bunlar din-i İslâm’a cephe aldılar.
Onu yıkmak için, kurdukları dinlerini ayakta tutmak için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini arkaya attılar,
hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar.
Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışan bu dokuz muhalif fırka ortalığı kararttıkça kararttılar,
müslümanları kararsız hale getirdiler.
Bunlar papazdan da, hahamdan da, mecusiden de tehlikelidirler. Zira onların cephesi var, fakat
bunların cephesi yok.
Çünkü bu sapıtıcılar sûret-i haktan göründükleri için, hakikatı bilmeyenler bu gibi fesatçı ifsatçıların
lâfına bakıyor, nefislerine de cazip geliyor, baklavanın içindeki zehiri de görmüyor, kendisini öldürecek
olan bu zehirden habersiz. Oysa ki onu yuttuğu zaman ebedi hayatını öldürüyor. O bir zehir hapıdır,
imanı öldürüyor. İşte bunlar bu hapı halka gayet rahat yutturuyorlar.
Bunun içindir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den
rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi
mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha
çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizi: 2196)
Yaptıkları dünyalık elde etmek ve bilgisizlik sebebiyledir. Azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ
ediyorlar. Böylece ümmet-i Muhammed eriyip gidiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:
“Bir takım fitneler olacaktır. O fitnelerde oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden,
yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelerin başında dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim
o fitneler zamanında sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın.” (Müslim)
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın
yolundan ayırmasın.” (En’am: 153)
Buyurduğu halde, bunlar Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, kendi uydurdukları sapmış yollara saptılar
ve din-i İslâm’dan çıktılar.
İşte böyle bir zamanda Allah-u Teâlâ bu ilmi indirdi, bunların küfürlerini yüzlerine vurdu, maskelerini de
kaldırdı.
Kendi katında dinin İslâm dini olduğunu ve onların kurdukları dinlerin muteber olmadığını Âyet-i
kerime’leri ile beşeriyete duyurdu.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)
Âyet-i kerime’si mucibince; Allah-u Teâlâ’nın izni ve desteğiyle bunların üzerine öyle bir yüründü ki;
sahte ve sapmış olduklarını, küfre kaydıklarını, dalâlet batağına düştüklerini bildiren Âyet-i kerime ve
Hadis-i şerif’ler yüzlerine karşı okundu, bâtıl oldukları anlatıldı. Ne küfürden dönebildiler, ne de dinlerini
yürütebildiler. Maskeleri inince hepsi de ortada kaldı. Öyle olmadı mı?
Allah-u Teâlâ şimdiye kadar kimseye vermediğini fakire vermiştir. Şöyle ki; hiçbir tahsilim olmadığı
halde kitaplar Âyet-i kerime, Hadis-i kudsî ve Hadis-i şerif’lerle teyid edilip mühürlenmiştir.
İçinde zâhirî ilimden, tarikat ilminden, marifetullah ilminden uzun uzadıya bahsedilmiş ve açıklanmıştır.
“Bu ilimlerin ve marifetlerin sahibi, bu binin müceddididir. Ki bu, ona bakanlara gizli bir mânâ
değildir.” buyurur.
Her din kuran sapıtıcı imam hakkında ayrı ayrı kitaplar yazıldı, bu sapıtıcıların sapıklıkları açıklandı ve
bu kitaplar önlerine konuldu. Bu kitaplar gerek Türkiye’ye, gerek bütün dünyaya yayılıyor. Bu cihatçılar
bu nuru yaydıkça zulümat dağılıyor ve onların iktidarları hükümsüz kalıyor. İmansız olanlar tevbe edip
imana kavuşuyor. Böylece biiznillah-i Teâlâ bu cihad dünyanın birçok yerlerinde devam ediyor.
Nihayet bunların maskelerini böyle indirdik, küfürlerini ortaya koyduk ve bütün dünyaya duyurduk.
İslâm dininin dimdik ayakta durduğunu ilân ettik ve Resulullah Aleyhisselâm’ın siyah bayrağını da
çektik.
“Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
Ne bir itirazları olabildi, ne de bir cevap verebildiler, küfürde donup kaldılar. Böylece ayakta dimdik
duran İslâm dinini yıkmak şöyle dursun, zedeleyemediler bile. Ancak küfürleri yanlarına kâr kaldı. Hak
gelince bâtıl yok oldu.
“De ki: Hak geldi, bâtıl gitti. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ: 81)
Dikkat edin, bunlar imanınızı da paranızı da soyuyorlardı. Fakat hak gelince bâtıl gidince ne paranız
soyuldu ne de imanınız soyuldu.
Daha dünyada iken arkalarına lânet takıldı, artık bu lânetle cehennemi bulurlar. Onlara ancak bu lâyık
ve bu müstehaktır.
“De ki: Hak gelmiştir. Artık bâtıl ne yeniden birşey başlatabilir, ne de tekrar geri getirebilir.”
(Sebe: 49)
Allah-u Teâlâ bu bayraklıları bu lütufla nasipdar etti, bu çığırı onlara sirayet etti, bu çığırı bu akıncılar
açtılar, bu hakikatı bunlar yaydılar, bu berzahı bunlar kurdular. Bunun için de bihakkın bu lütuf
faziletine erdiler.
Öyle bir fazilet ki, Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Siz beşeriyet için meydana çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten
vazgeçirmeye çalışırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i imran: 110)
Bu Âyet-i kerime cihatçılar için en büyük müjde olduğu gibi, bu nura karşı çıkanların da küfrünü ortaya
koyan en büyük alâmettir.
Allah-u Teâlâ yemin edilen hususların kıymetinin yüceliğini belirtmek için beş şeye yemin etmiştir.
Nitekim Mürselât sûre-i şerif’inin 1. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
Allah-u Teâlâ bu gönderilenlerin her türlü hayırlarla, iyiliklerle gönderildiğini beyan buyurmaktadır.
Bütün bunların hepsi O’nun dilemesi ve göndermesi ile olur. Kimi ne ile gönderdi ise o vazifeyi yapar,
hepsi de O’nun emri ve hükmü ile hareket eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur.
Bütün âlemleri dilediği gibi yönetmektedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Gönderilenler”den murad; hayır ile müjdeci peşpeşe gönderilen melekler,
“Lâ ilâhe illâllah” ile gönderilen ve birbirini izleyen Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olduğu
gibi, onlardan sonra peşpeşe gönderilen peygamber vekilleridir.
Onların vekillerinden murad ise kibâr-ı evliyâullah’tan olan Mürşid-i kâmil’lerdir, başkasına şâmil
değildir.
İsa Aleyhisselâm hayatta iken, dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler
gönderiyordu. Antakya halkını Tevhid’e dâvet etmek için Havârilerinden iki kişiyi göndermişti. Oranın
halkı karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderdi.
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk’a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmeden reddettiler. Hatta üzerlerine
saldırdılar ve hapsettiler.
“Biz de bir üçüncü ile onları takviye edip desteklemiştik.” (Yâsin: 14)
Bu üçüncü zât da oranın halkını aynı surette Tevhid’e dâvet etti. Daha önce gelen iki zâtı teyidde ve
tasdikte bulundu.
Dikkat edilirse onları görünüşte İsâ Aleyhisselâm gönderdi, fakat Allah-u Teâlâ “Biz gönderdik.”
buyuruyor. “Biz gönderdik.” buyurulması, İsa Aleyhisselâm tarafından gönderilmeleri de Allah-u
Teâlâ’nın emriyle olduğundan dolayı olmuş oluyor.
Binaenaleyh bu gönderilenler Allah-u Teâlâ’nın emrini tebliğ ediyorsa, gönderilmiş olduğu için, halkın
onlara itaat etmesi gerekiyor.
Onlara isyan eden, gönderene isyan etti demektir. Âhirette de bundan ötürü muhasebeye çekileceği
şüphesizdir.
“Ey kulum! Benim ahkâmım sana duyurulmadı mı? Benim ahkâmıma mı iman ettin, yoksa
imamına mı iman ettin?”
İmama iman edenler, iman ettikleri imamın orada da peşinde olup cehennemi boylayacaklar. Çünkü
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü hiçe saydılar.
Âyet-i kerime’de:
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” buyuruluyor. (İsrâ: 71)
İmam; insanlara öncülük eden, beraberinde de kendi yolunca giden ve peşinden gelen bir topluluk
meydana getiren lider, önder demektir.
Bu bakımdan Allah yoluna dâvet eden, birliğe beraberliğe gayret eden imamlar olduğu gibi,
cehenneme dâvet eden imamlar da vardır.
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Allah yoluna dâvet eden imamlar hakkında ise Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve hak ile hüküm
verirler.” (A’râf: 181)
O’nun memur ettiği, vazife için ileriye sürdüğü kimseler bunlardır, Hakk’ı tebliğ eden ve halkı Hakk’a
çağıran yine bunlardır.
Onların kalbinde yalnız Hazret-i Allah olduğu için Hazret-i Allah ile Hazret-i Allah’a götürürler.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mürselât sûre-i şerif’inin 5. ve 6. Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurmaktadır:
“Gerek (Allah’a yönelenleri) arıtmak, gerek (kötüleri) sakındırmak için olsun.” (Mürselât: 6)
Allah-u Teâlâ’ya yönelenleri arındırmak için, kötüleri kötülüklerinden sakındırmak için övüp telkin
ederler.
Her fırsatta, her fesatçının, saptırıcı imamların, Allahlık dâvâsı güdenlerin, yalancı Dabbe’tül-arz’ların,
yalancı İsa’ların, yalancı Mehdi’lerin ve bunlara benzer ifsatçıların amansız düşmanıdırlar.
Bütün bu yalancıların, fesatçı ve ifsatçıların hiç çekinmeden üzerlerine giderler. Ümmet-i Muhammed’i
fesat ve ifsattan kurtarmak için, dolayısıyle imanlarını kurtarmak için hakikatı bütün açıklığı ile tebliğ
ederler.
Bu kararmış âlemin zulümât bulutları, hiçbir kavmin yapamadığı cihadı yapan bu bayraklılarla
dağılıyor, hakikat güneşi ile açılıyor.
Ceddimiz olan Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz kıyamete kadar hakkı koruyarak hakikatı
ayakta tutacak olan zümrenin, sayıları pek az olan sâlih kimselerden ibaret olacağını beyan ederek
şöyle buyurmuşlardır:
“Yeryüzü kıyamete kadar Allah-u Teâlâ’nın hüccetini ayakta tutacak, Âyet’lerini iptalden
koruyacak kimselerden hâli kalmaz. Onlar insanlar içinde sayıları çok az, fakat Allah katında
kıymetleri çok yüksek kimselerdir.” (Kût’ul-Kulûb: c.1, sh. 134)
Tevbe sûre-i şerif’inin 32. ve 33. Âyet-i kerime’lerinde ise şöyle buyuruluyor:
Allah-u Teâlâ hakkı ve hakikatı açığa çıkarmak, Tevhid’in nurunu parlatmak, İslâm’ı yüceltmek ve aziz
etmek istiyor.
“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır.
İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)
İslâm dininin diğer dinlerden üstün olması sadece Asr-ı saâdete mahsus olmayıp, kıyamete kadar bu
hüküm bâkidir. Bu bir vaad-i sübhânîdir.
Kelâmullah’ın ahkâmını iptal ve tekzib için her neye teşebbüs ettilerse de hiç bir hükmünü
değiştiremediler, hiç bir harfini kaldıramadılar.
Her ne kadar Nûr-i İlâhî’yi söndürmeye çalıştılarsa da, Allah-u Teâlâ karşılarına hakikat ehlini çıkardı,
emellerine muvaffak olamadılar. Nûr zulmeti söndürdü, hakikat dalâleti dağıttı. Asırlar boyunca bu hep
böyle oldu.
“Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanlar arasında bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar
içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu hiç?
Süleymancılar 2002 yılının Kasım ayı seçimlerinde Süleyman efendiyi dahi âlet ederek, “Mesut’a rey
veren Süleyman efendi’ye vermiş olur.” dediler ve halkın ikrahlarını üzerlerine çektiler.
Fakat halk o kadar ikrah etmiş ki, artık onların hiçbir sözüne inanmıyor ve itimat etmiyor.
Estikleri zaman ağaçları kökünden söken, izleri değiştiren rüzgârlar gibi; bu mücahidler de bu kararmış
olan âlemde sert çıkışları ve sert esmeleri ile zararları ve zararlıları savurup attılar. Bunların payına da
bu düştü. Ümmet-i Muhammed’in başına belâ kesilen, dini dünyaya âlet eden bu kurtları uzaklaştırdılar
ve halkı yolunmaktan, soyulmaktan kurtardılar. Bu büyük âfât bertaraf oldu.
Koyun postuna bürünen, dini dünyaya âlet eden, Süleymancılık dininin mensupları neler yaptılar?
Hani o Mercedes arabalarla sanayi çarşılarını, fabrikaları dolaşıp, dükkân dükkân gezip, halkı kaz
yerine koyup yolan, soyan Süleymancılar.
Hani o ev ev, tarla tarla dolaşıp fındık, mısır, buğday ve buna benzer ürünleri arabalarla toplayanlar?
Bütün bunların hepsini İslâm dinini âlet ederek, İslâm dini namına yapıyorlardı. Halkı nasıl soyuyorlardı
ve yoluyorlardı? Gayeleri, dinlerini kuvvetlendirmek ve ceplerini doldurmaktı.
Üstelik talebeleri salıverip ev ev, dükkân dükkân dolaştırıp dilendirirlerdi. “Siz zahmet etmeyin,
kurbanlarınızı biz keseriz.” derlerdi, halkın kurbanlarını alıp aralarında yutarlardı. Bu soydukları,
yoldukları kazlardan elde ettikleri madde ile de altlarına Mercedes arabalar çekerlerdi. Dünyalığınızı
aldıkları gibi, dininizi de imanınızı da alıyorlardı.
Çünkü bunların dinleri Süleymancılık olduğu gibi, imanları para, has huyları da gasp idi.
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar
için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i imrân: 105)
Hani o halkın yardımı ile yapılan câmiler, Kur’an kursları ve hayır müesseseleri?
Hileyle derneklerin idare heyetine girip, çoğunluğu elde ederek câmileri olsun, Kur’an kurslarını olsun,
hayır müesseselerini olsun gasbederlerdi. Halkın yardımı ile yapılan binaları üzerlerine geçirip
tapularını alırlardı.
Bu gasplarından bir tanesini gözler önüne sereyim, siz bin tanesini düşünün.
1970’li yıllarda Bornova’lı müslümanlar bir dernek kurarak tam teşekküllü yatılı bir Kur’an kursu inşa
ettiler.
Bilâhare hayırsever bir müslüman Bornova’nın merkezinde iki dönüme yakın arsasını “Kur’an kursu
talebelerinin barınması için üstüne bina yapmak” üzere bağışta bulundu. Yine hayırsever
vatandaşların yardımıyla bu arsanın üzerine üçer katlı iki büyük bina yapıldı. Talebeler bu binalara
yerleştirilerek rahatça öğrenim görmeleri sağlandı.
Diğer taraftan süleymancılar bu binaları ele geçirmek için plânlar yaptılar. Kendilerinden olan kişileri
derneğe üye kaydettirdiler. Bir de kendilerinden olan bir öğretmeni de resmi kanaldan Kur’an kursuna
tayin ettirmeyi başardılar. Sinsice heyete giriyorlar. Heyette çoğunluğu elde ettiklerinde hemen orasını
benimsiyorlar ve rahatça gasbediyorlar.
Bir yıl sonra yapılan dernek seçiminde çoğunluğu sağlayarak derneğin yönetimini ele geçirdiler.
Bu arada kendilerine âit Kur’an kursunu Bornova’ya naklettiler. Bir taraftan da binaların tapularını
kendi adamlarının üzerine geçirmek için teşebbüse geçtiler. Tapu dairesinde bazı kişileri elde ederek,
sahte belgelerle binaların ve arsanın tapularını resmen kendi adamlarının üzerine geçirdiler, binalara
sahip oldular.
Bu oyunlardan haberi olmayan diğer dernek üyeleri ise Kur’an kursunun resmî bir hüviyet kazanması
için Bornova Müftülüğüne devretmek istediler. Çünkü 1980’den itibaren yatılı Kur’an kurslarının
yönetimi ve denetimi müftülüklerce yapılmaya başlanmıştı.
Bu defa, süleymancı olan yeni idareciler binaların kendilerine ait olduğunu, kimsenin buraya
karışamayacağını ileri sürerek binaları derhal boşaltmalarını müftülüğe bildirdiler. Bunun üzerine
müftülük ve diğer dernek üyeleri mahkemeye başvurarak dâvâ açtılar.
Süleymancılar kendilerini haklı çıkartmak için bazı nüfuzlu kişileri devreye koydular, mahkemede
ellerindeki tapuların kendilerine âit olduğunu ispat ederek dâvâyı kazandılar. Mahkeme de binaların
onlara âit olduğunu ve tahliyesinin gerektiğini müftülüğe tebliğ etti. Bunu fırsat bilen süleymancılar
yağmurlu ve fırtınalı bir günde binalarda ne kadar resmi Kur’an kursu talebesi varsa eşyaları ile birlikte
dışarı attılar. Hatta zâtî eşyalarını ve talebelere âit Kur’an-ı kerim’leri pencerelerden dışarı attıklarına
bütün mahalle sakinleri şahittir.
Müftülük derhal polis getirip tahliyeyi durdurmak istediyse de ellerinde mahkeme kararı olduğu için,
gelen polisler hiçbir icraat yapamadan geri döndüler.
Bu acıklı manzara karşısında o zamanki Bornova müftüsü ve diğer halk gayr-i ihtiyarî ağladılar.
Herkesin tüyleri ürperdi. Atılan eşyaları toplayıp zavallı kurs talebelerini geçici olarak başka bir binanın
bodrum katına yerleştirdiler.
Süleymancılar ise gasbettikleri o binaları yurt binası yaptılar. Hâlen o binaları kendi arzuları
doğrultusunda pansiyon olarak keyfi kullanıyorlar. Bu ise halkın yaptığı Kur’an kursu idi ve burada
kendilerinden olmayanları içeriye sokmuyorlar.
Hatta o binaların ön kısmı mahalleye ait cami idi, mahalle sakinleri orada talebelerle birlikte namaz
kılarlardı. Minaresi şimdi bile durmaktadır. O cami olan kısmı bile zaptettiler, kimseyi almıyorlar.
Kendilerinin hiçbir katkıları olmadığı halde, halkın yaptırdığı binaları gasp suretiyle üzerlerine
geçirdiler.
Şu yaptıkları hareketin ahkâm-ı ilâhî’ye uyan hangi tarafı var? Bir tarafta emanete hıyanet var, bir
tarafta gasp var. Asıl mühim olan İslâm kültür mevzuatını iptal ettirip, camiyi ve talebeleri boşaltmak,
camiye cemaati almamak, camiden talebeleri atmak.
İşte bu zararlılar, biiznillah-i Teâlâ bu nur ile bu cihatçılarla sizden uzaklaştırıldı. Şimdi artık ne
soyabiliyorlar, ne yolabiliyorlar, ne gasp yapabiliyorlar, ne de istilâ plânlarını kurabiliyorlar. Hepsi de
hükümsüz kaldı. İşte bu zararlıları Cenâb-ı Hakk sizden böyle uzaklaştırdı, bu zararlılardan sizi
kurtardı.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın
almayın.” (Bakara: 278)
Allah-u Teâlâ müminlerin iman etmiş olabilmeleri için fâizi terk etmelerini şart koşuyor ve imanı fâizi
bırakmaya bağlıyor. Allah’tan korkup da arta kalan faizden vazgeçmedikleri takdirde imanla alâkaları
kalmıyor. Onlar her ne kadar mümin olduklarını iddiâ etseler de mümin değildirler. Allah-u Teâlâ’nın
beyanı, şüphe bırakmayacak şekilde açıktır ve katidir.
“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu
bilin.” (Bakara: 279)
Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilan etmelerinin mânâsı; Hazret-i Allah ve
Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesi demektir. Böyle bir
durumda, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilan edip büyük isyanda bulunanlara
müslüman denir mi?
Ve fakat elhamdü lillâhi Rabbil-âlemîn, hak geldi bâtıl yok oldu, yok olmaya da mahkûmdur.
Bu nur çıkınca bu zulümat dağıldı, ne de kendilerinin tutunacakları yer kaldı. Zira artık yolamıyorlar,
soyamıyorlar, bey gibi yaşayamıyorlar.
Bunun için Hazret-i Allah’a şükür, bize teşekkür etmeyecek misiniz?Bir taraftan imanınızı, diğer
taraftan maddenizi muhafaza ediyorsunuz.
İnşaallah yakında Cenâb-ı Hakk bütünlüğü sağlayacak birini gönderir. Dinimizi ve vatanımızı
bölen bölücülerden kurtarır. Bir vücut haline getirir. Sizi sorguya çeker. Şu gasp ettiğiniz
malları, halktan emdiğiniz kanları sorguya çekmekle, sizde ne yurt kalır ne de keş’ane.
Hakikat erleri hiçbir kınayıcının kınamasından çekinmezler. Vazifelerini bihakkın yürütmek isterler.
Hakikatı tebliğ eder, duyurmaya çalışırlar, halkı Hakk’a götürürler ve her şeyden temizlerler.
Bu vazifedarlar hakikatı duyurmak için dünyanın birçok yerlerine seferler düzenlerler. Bu cihatçılar nûr-
i ilâhî’yi ulaştırmaya çalışırlar, insanları irşad için uğraşırlar. Hakikatı yaydıkça yayarlar ve iman
kurtarırlar.
Hani o: “Hakk geldi batıl gitti!” diyenler, sonra da hakkı ceplerine atan ve bâtıl olup gidenler? Meğer
onların hak dediği bu imiş!
Hani o “Refah partisinden olmayanlar patates dinindendir.” diyenler? “Refahçı olmayanın Hacc’ı kabul
olmaz, nikâhı sahih olmaz.” diyenler? Tesettürün kalkması için imza verenler? Refah dini için erkeği
dişisi kapı kapı dolaşıp dilenenler ve halkı soyanlar? Hakkı ceplerine atıp bâtıl olup çıkanlar?
Ve fakat bu hakikat nuru çıkınca, bu cihatçıların meydana çıkması ile; yıldızların karanlığı delip geçtiği
gibi, bu nur zulmâniyeti deldi geçti. Hak gelince bâtıl gitti, bunlar da bâtıl olup gittiler.
Bu ilâhi dâvet karşısında maskeleri düştü. Nûr-i ilâhî hâkim oldu. Ne Allah’lık dâvâsı kaldı, ne de onları
ilâh edinen türemelerinde bir bağlılık kaldı. Hepsi de sükût-u hayâle uğradılar.
“Bu dünya hayatında biz onların peşine bir lânet taktık (daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet
gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
Allah-u Teâlâ bunlara daha dünyada iken gadap etti, rezil ve rüsvay oldular. Ahiretteki durumları ise
Allah’a kalmış.
Bunların bu rezillikleri ve hâinlikleri yanlarına kâr kalmayacak, hepsi de rezil ve rüsvay olacak. Mülkün
sahibi herkesi imtihan edecek, dilediğini dilediğine verecek.
“Aralarında çıkan gruplar, birbirleriyle ayrılığa düştüler. Acıklı bir günün azabı karşısında vay o
zulmedenlerin haline!” buyuruyor. (Zuhrûf: 65)
Hakikat güneşi meydana çıkınca, ruhu ölenlerin kimisi dirildi, kimisi de ebedî âfâta gömüldü.
Erbakan, kurduğu refah dininin dallarını İslâm dini ile süslemek istediyse de her dalı kurudu ve çürüdü.
İslâm dininin yıkıcıları, refah dininin kurucuları neler yaptılar?Onun için Deccal’den daha beter oldular.
Hatta bir defasında Almanya’da bir camide cuma günü cemaat dağılırken: “Türkiye’de şeriatın
gelmesini isteyen bin mark versin!” dediler. O anda camide yirmi iki kişi vardı, yirmi iki kişiden biner
mark topladılar. Bir camiden yirmi iki bin mark almış oldular. Bu para bir camiden toplanıyor, diğer
camilerden topladıkları paraları siz tasavvur edin! Böylelikle halkı soydular. Bu din eşkiyaları, bu iman
hırsızları halktan korkunç paralar topladılar.
Erbakan: “Refah’tan başka İslâm yoktur.” demesiyle hem dini hem de peygamberliği üzerine almak
istedi.
Hiç şüphe yok ki bu şeriat dedikleri, refah dininin şeriatıdır, İslâm dinine göre değildir. Zira İslâm dini
bunlara hepsini yasak ettiği gibi para toplamayı da katiyetle yasak etmiştir.
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
“İnsan sınıflarından her birini biz o gün imamlarıyla (önderleriyle) beraber çağıracağız.” (İsrâ:
71)
Âyet-i kerime’si mucibince siz Erbakan’la beraber haşrolunacağınızı unutmayın! Çünkü suçta
ortaksınız.
“De ki: Hak gelmiştir. Artık bâtıl ne yeniden birşey başlatabilir, ne de tekrar geri getirebilir.”
(Sebe: 49)
Daha dünyada iken arkalarına lânet takıldı, artık bu lânetle cehennemi bulurlar. Onlara ancak bu
lâyıktır ve bu müstehaktır.
“(Hak ile bâtılın, hakikat ile dalâletin, doğru ile eğrinin) arasını ayırdıkça ayıranlara andolsun
ki!” (Mürselât: 4)
Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini ümmetlerine tebliğ eden peygamberler ve onların vekilleri de bu
Âyet-i kerime’nin şümulüne girmektedir.
Âyet-i kerime’sinin tecelliyatına yalnız bunlar mazhardır. Bu vazifeyi yapanlar, hakkı söyleyenler, hakkı
tebliğ edenler de bunlardır.
Hakkı hak olarak gösterirler, Hakk’a dâvet ederler. Bâtılı ve bâtıl yolların içyüzünü tarif ederler ve
bâtıldan sakındırmaya çalışırlar.
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu
Dâvud)
Bunlar iman kurtarıcısıdırlar. Allah-u Teâlâ bunları bu vazife için; her türlü kötülüğü, bilhassa
bölücülüğü, tefrikayı, ezcümle şerleri def etmek için, din-i İslâm’ın bütünlüğünü sağlamak için ve:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb’inizim. O halde benden
korkun.” (Müminûn: 52)
Âyet-i kerime’sinde belirtildiği üzere, müslümanları o bir fırkaya çekmek için, ciddi bir berzah koymak
için, hak ile bâtılı tamamen ayırmak için göndermiştir.
Nitekim Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri “Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinde şöyle
buyurur:
“Yerine göre halkın tepesine bir tokmak olur. Hak olanla bâtıl olanı birbirinden ayırt eder.” (60.
Meclis)
İşte bu büyük fitne ve şerlerden kurtarmak için, nûr-i ilâhî’yi yaymak ve tokmağı vurmak için, hak ile
bâtılın arasını ayırt etmek için, işte bu cihatçılar bu vazife ile gönderilmişlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin, Hadis-i şerif’lerinde hiç kimsenin yapamadığı
cihadı yaptıklarını haber verdiği cihadı; bu mücahidlerin nasıl yaptıklarını, dünyaya bu nuru nasıl
yaydıklarını, Hatem-i veli’nin cihad durumunu Seyyid Abdülkadir Geylânî -kuddise sirruh- Hazretleri
“Feth’ur-Rabbânî” adlı eserinin “60. Meclis”inde şöyle beyan buyuruyorlar:
Allah-u Teâlâ din-i İslâm’a ve gerçek müminlere her hâl ve zamanda yardım edeceğini, mâni olmak
isteyenlerin buna mâni olmak için kendilerini öldürseler bile aslâ mâni olamayacaklarını beyan
buyurmaktadır:
“Her kim Allah’ın ona (Peygamber’e) dünyada ve ahirette yardım etmeyeceğini sanıyorsa, o
kimse tavana bağladığı bir ipe kendini assın. Sonra kessin de bir baksın, acaba bu hilesi
içindeki öfkeyi giderecek mi?” (Hacc: 15)
Bu sahte dinleri yıkmak vazifemizdir. Allah-u Teâlâ bunu bu bayraklılara bahşetmiştir. Bunlara
“Bayraklılar Ashâbı” denir. Müdafiler ise Bayraklılar’dır.
Hani o, gerek himmet geceleri adı altında, gerekse iftar ziyafetleri ile trilyonlarca para toplayıp Allah-u
Teâlâ’nın emrine karşı gelen sofra eşkiyaları?
Halkı yemeğe davet ederlerdi, yemekli toplantılar düzenlerlerdi. Balığı tutmak için olta attıkları gibi
gelenleri oltaya takarlardı. Cazgırlar: “Şu kadar şu verdi, şu kadar şu verdi!” diyerek oradaki halkı
utandırırlar, paralarını alırlardı. Halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalattırırlar, bu senetleri günü
gelince ödeyemeyenler icraya verilir, evini, arabasını ve arsasını dahi elinden alırlardı. Hiçbir şeyi
bırakmazlardı. Yani halkı kaz yerine koyarlardı. Gerçek müslümanlar halkı iftara çağırırlardı, diş kirası
verirlerdi. Bunlar da iftara çağırıyorlar, amma dişlerini söküyorlar. Bütün bunların hepsi dini dünyaya
alet etmek suretiyle oluyordu. Bütün bu sapıtıcı imamlar böyle yapıyordu.
“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun! Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si ile onların doğru yolda olmadığını bildirdiği halde, halk onların doğru yolda olmadığını
bilemedi. Onları müslüman zannetti ve yardım etti.
Eğer Allah-u Teâlâ’nın bu emr-i şerif’ine iman edip riâyet etseydiniz, bu din eşkiyaları ile iman
hırsızlarına soyulmazdınız.
Ve şimdiki duruma bir bakın! Korkunç paralar topladılar. O paraları zaptedemediler banka kurdular.
Bunun mesulü müsebbibi siz değil misiniz?
Bir taraftan imanlarınızı aldılar, bir taraftan paralarınızı aldılar. Alenen küfrü hoş gördüler,
müslümanları kitleler halinde küfre soktular.
“Bir tek evim var, başka bir şeyim yok.” diyerek gözyaşı dökerlerdi. Ve fakat bankalar kurdular. Bunlar
sizin hisseniz, sizin desteğiniz değil midir?
Kurbanlarınızı kesmediğinizi, zekâtlarınızı nereye verdiğinizi bir bakın, düşünün. Bugün sizin
paralarınızla banka kuruyorlar, şimdi nerede yaşıyorlar? Bunun müsebbibi siz değil misiniz?
Her fırsatta sizi ikaz ediyorduk. Fakat siz onları müslüman zannediyordunuz, bütün gücünüzle onları
destekliyordunuz ve yardım ediyordunuz. Din-i İslâm’ı yıksınlar diye mi bunu yapıyordunuz?
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)
Hani o düzenledikleri yemekli toplantılarda halkı mahçup etmek suretiyle senet imzalattıranlar, bu
senetleri ödeyemeyenleri icrâ ile tahsil edip halka zulmedenler?
Hani o Allah-u Teâlâ’nın kesin bir hükmü olan tesettüre “Teferruat” diyenler?
Hani o papazlara “Hazret” diyenler? Hani o hıristiyan papazları ile, yahudi hahamları ile hoşgörü
toplantıları yaparak “Keşke her köşeye hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü soluklasa!” diyenler?
Bu da yetmiyormuş gibi nihayet dinini ilân etti. Papalık adına hoşgörü ve diyalog toplantıları
tertiplediler ve küfrün hoş görülmesi için iman ve küfür berzahının kaldırılması için çalıştılar. Tevhid
inancını, İslâm’ın iman ve İslâm esaslarını bırakıp küfre “Kardeşimiz!” dediler.
Alenen Hazret-i Allah’a karşı gelip, küfrü hoş gördüler, hoşgörüyü ilân ettiler ve bütün müslümanları
kötü olmaya dâvet ettiler.
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim
onları dost edinirse, o onlardandır.” buyurmuştur. (Mâide: 51)
Son dört-beş yıldır küfrün hoş görülmesi toplantıları yaptılar, Vatikan’a kadar gidip Papa’ya
bağlılıklarını bildirdiler, daha sonra da Urfa’ya hıristiyan papa ve papazları ile yahudi hahamlarını dâvet
ederek İbrahim Aleyhisselâm’ı dahi emellerine alet ettiler.
Bu iman ve küfür berzahıdır, hakikat ile dalâlet berzahıdır. Tevhid ve şirk mücadelesidir.
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 256)
Bunlar ise iman ile küfrü karıştırmak istediler. Küfrü hoş gösterdiler ve tevhidi bırakıp şirki tercih ettiler.
Allah-u Teâlâ’nın hududullah’ını kaldırmaya kalktılar. Allah-u Teâlâ böyle buyuruyorken onlar küfrün
hoş görülmesi için çalışıyorlar.
Papanın ilân ettiği “Kurtarıcı misyon” isimli genelgesi “Dinlerarası diyalog, kilisenin bütün insanları
kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu misyon diğer dinlere mensup olanlara
yöneliktir.” şeklinde iken bunların kime hizmet ettiklerini anlamayan, gözlerini açıp bu oyunu
sezemeyen müslümanlara ne demeli?
Dinini ilân edip, papazı “Hazret” kabul eden, Papa’nın maksad ve gayesinin hedefe ulaşması için
çalışanlara, din-i İslâm’a ve güzel vatana en büyük ihanette bulunanlara siz hâlâ müslüman mı
diyeceksiniz?
Hani küffar elinde halife olanlar, halifeliğini ilân edenler? Hani o hâinler, Türk bayrağına paçavra
diyenler?Onlar da böyle halkı soyup yolarlardı. Din-i İslâm’dan çıkarırlardı, Kaplan dinine bağlarlardı.
Ve fakat Hakk gelince bâtıllar yok olup gitti. Zaten yok olmaya mahkûmdur.
Kaplancılar neler yaptı? Küfür diyarında dinlerini ilân ettiler, kendi kendilerini halife seçtiler, böylece
oradaki halkı yolup soydular ve sonra geberip gittiler.
Küfür diyarında İslâm halifeliğini ilân eden nankör ve sahtekâr Kaplan ve oğlu evvelâ Almanya’nın
kuklası idiler, sonra şeytanın maskarası oldular.
Diğerleri gibi bunlar da para topluyorlardı ve halkı yoluyorlardı. Böylece Kaplancılık dinini yaymaya
çalışıyorlardı.
Bunların hepsi hakkında kitaplar yazıldığı gibi; bu dinine ve vatanına ihanet eden nankörün hakkında
da kitap yazıldı.
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek
saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu
Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Görülüyor ki sapanların ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar
böylece gizli şirke sapmışlardır.
O da sapıtıcı imamlardandı. Kendisi saptığı gibi, kendisine uyanları da saptırdı. Zira o İslâm dininde bir
bölücü idi.
Dini kendine uydurmaya çalıştı. Madde ve menfaat, mevki ve şöhret uğruna dinden çıktığı gibi,
kendisine tâbi olanları da dinden çıkardı.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bütün bölücülerin İslâm dâiresinden atıldıklarına dair hudut
çizmektedir:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a
kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Allah-u Teâlâ onları kulluğundan tardetmiş, dininden atmış, Habib-i Ekrem’inin de tardetmesi için emir
buyuruyor.
Cemalettin Kaplan ve oğlu bölücülüğü yasaklayan bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere karşı geldi.
Bu doğrudan kendi dinini ilândır. Buna inanan ve uyanlar da küfre düşmüştür. Küfür ilinde halifeliği ilân
ettiği için fâsıkın ta kendisidir.
Bu yüzkarasının ölümünden sonra körükörüne peşlerinden gidenler yerine oğlu Metin Kaplan’ı
seçmişler, böylece halktan din adına yoldukları milyarlar oğluna intikal etmiştir.
İslâm dininde hicret küfür diyarından İslâm diyarına olur. Resulullah Aleyhisselâm da Mekke’den
Medine’ye hicret etmiştir.
Çünkü bunlar dinde eşkiya, imanda hırsız idiler. Şimdiden âkıbetlerine bir bakın ne oldular! Oysa
bunların hepsi birer din kurmuştu ve firavunlar gibi allahlık dâvâsında bulunmuşlardı.
Kıyamet alâmetlerinden birisi de fitne ve fesad çıkmasıdır. Öyle ki hergün yeni bir fitne çıkmakta,
nezih, temiz, saf müslümanların gönüllerini bulandırmaktadır.
Kalbleri hasta olanlar tarafından çıkarılan fitneler sebebiyle din-iman ayaklar altına alınmakta,
hakikatler saptırılmaktadır.
Halk çoğunlukla nefse uydukları, İslâm’ı yaşamak, emr-i ilâhî’yi tatbik etmek nefislerine zor geldiği için
açık kapı aramaktadırlar. Onlar da halkın içindeki bu arzuları bildiklerinden dolayı halkın hoşuna giden
fetvâları vererek ifsad ediyorlar, beşeriyeti peşlerinden sürüklemek istiyorlar. Şu kadar var ki
kendilerine modern müslüman adını verenler bunların peşindedirler.
Zaten Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âhir zaman ulemâsının gökkubbe
altındakilerin en şerlileri olacağını çok zaman evvel bildirmişti. Bu gibilere hiç hayret etmeyin. Bu
gibiler, sadece bugün değil, bundan evvel de vardı, bundan sonra da çıkacak. O zaman türediği gibi,
bundan sonra da türeyecektir.
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu
şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)
Emr-i ilâhî’yi bırakıp kendi arzularını hüküm yerine koyan hem şirke düşmüş hem de küfre girmiştir.
İslâmiyet son dindir, kıyamete kadar bâkidir. Her yönü ile ilâhîdir, günün şartlarına uymaz, o şartları
değiştirip kendine uydurur. Zamanın değişmesiyle ilâhi hükümler değişmez ve değiştirilemez.
İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere
kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.
Buna rağmen dışarıdan âlim zannettiğiniz fesatçılar Allah-u Teâlâ'nın hudutlarını kaldırmak isterler.
Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm'ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i
mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime'sinde bize tanıtıyor ve şöyle buyuruyor:
“Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar
da bunun farkında değildirler.” (Bakara: 9)
İslâm’ı yaşamadıkları halde İslâm’dan bahseden, ileri-geri konuşan, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri
hafife alıp, ortadan kaldıranlar tahripçidirler.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde; din-i İslâm’dan sapanların, nefsine tapanların, küfür önderlerinin
peşinden gidenlerin kalplerini mühürlediğini ve böylece şirke saptıklarını, sapıklık içinde ömür
tükettiklerini haber veriyor:
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek
saptırdığı; kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu
Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Ashâb-ı kiram’dan İbn-i Hudayr -radiyallahu anh-’a “İslâm’ı yıkacak
olan şeyleri biliyor musun?” diye sorunca, o da: “Hayır!” cevabını verdi.
“İslâm’ı yıkacak olan şeyler, ilmin ortadan kalkması, münafıkların Kur’an üzerinde
cedelleşmeleri ve saptırıcı imamların hükümleridir.” buyurdular. (Dârimî-Sünen, Katade: 22)
Hakiki âlimlerin sayıca azaldığı, ilim yerine cehaletin ortalığı kapladığı, kendilerine âlim süsü veren bir
takım kara cahillerin Hadis-i şerif’leri, geçmiş ulemâ ve fukahanın kıyas ve fetvâlarını reddedip hiçbir
esasa dayanmadan keyiflerine göre fetvâlar verdikleri zamanlarda bilenlerin bildiklerini neşretmeleri,
üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Halbuki ilmin azalması ile hakiki âlimlerin yok olması
sebebiyle bu vazife yapılamamaktadır.
İfsatçıların içyüzü budur. Siz onları İslâm gibi görürsünüz, fakat müslüman değillerdir. İslâm’a hizmet
eder gibi görünürler, gayeleri ifsattır. Çalıştıklarını zannedersin, oysa onların bütün çalışmaları
şöhrettir. Maddesi olsun, cebi dolsun, şöhreti çok olsun, övünmeyi isterler. Onların ahiretten hiçbir
nasipleri yoktur. Zaten aslında ahirete inanmazlar da, Allah’tan korkmazlar da.
Kendilerine sorsan âlimim diye geçinirler. “Âlimim” demekten kendilerini alamazlar. Onlar Ahkâm-ı
ilâhîye bakmaya lüzum bile görmezler. “Ben biliyorum” derler. Fakat kendilerinden bihaberler,
kendilerini dahi öğrenememişler.
Güya İslâm dinini temsil ediyorlar, fakat aslında İslâm dinini ifsad ediyorlar.
“Allah-u Teâlâ ilmi size ihsan buyurduktan sonra (hafızanızdan) zorla çekip almaz. Lâkin
âlimleri, ilimleri ile beraber cemiyet içinden alır, ruhlarını kabzeder. Artık kara cahil bir zümre
kalır. Halk bunlardan dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da (Âyet, Hadis gözetmeden) kendi
düşünce ve arzularına göre fetva verip, hem kendileri saparlar hem de başkalarını saptırırlar.”
(Buharî. Tecrid-i sarih: 2174)
“Ben âlimim!” diyenlerin, kendilerine âlim süsü verenlerin ekserisinin imanları “Suretâ” olduğu gibi,
ilimleri de zandan ibarettir. Bütün iş ve icraatları zandan öteye geçmez. Zannın ise hakikat karşısında
hiçbir hükmü yoktur.
“Onların çoğu zanna uyarlar. Gerçekte ise zan hakikat karşısında hiçbir şey ifade etmez.
Şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını tamamen bilmektedir.” (Yunus: 36)
“Yoksa onların, Allah’ın izin vermediği bir dini ortaya koyan ortakları mı var? Eğer erteleme
sözü olmasaydı, derhal aralarında hüküm verilirdi.
Çünkü haram ve helâl ahkâmını beyan etmek, bir şeyi meşru kılmak, Allah-u Teâlâ’ya ve O’nun
gönderdiği Peygamber’e mahsustur. Hüküm koyucu tek makam O’dur, hükmünde asla kimseyi ortak
kabul etmez. O’nun ortaya koyduğu ahkâmdan başka bir hükmü ortaya koymaya kimsenin hakkı
yoktur.
Âyet-i kerime’de geçen “Ortaklar”, insanların kendilerine Allah ile beraber hüküm koymada ortak
kabul ettiği kimseler demektir. Allah’tan başkasına kulluk yapmak nasıl şirkse, bu da onun gibi şirktir.
Bu sefihler Din-i mübin’in ahkâmını kendi arzularına uydurmak suretiyle değiştirmek isterler. Çünkü
şeytanları onlara bu yolda talimat verir ve yaptıklarını kendilerine güzel gösterir.
Allah-u Teâlâ’nın hüküm olarak koymuş olduğu dosdoğru dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak,
dünya hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin başında gelir.
İmanları suretâ, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i mübin’i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler,
cehaletlerinden ötürü hem kendileri dinden çıkarlar, hem de başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
DEVAM
Allah-u Teâlâ onları "İlmi ile dünyalık elde edenler" diye vasıflandırarak şöyle buyurmuştur:
"Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-veriş ne kötü!"
(Âl-i imran: 187)
Allah-u Teâlâ ilmi aziz kıldığı halde, kötü âlimler ilmi mal ve mevki elde etmeye âlet ederler.
"Dinlerini oyun ve eğlenceye alanları, dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak." (En'am: 70)
Kötü âlimler, Allah-u Teâlâ'nın dinini bıraktıkları, şeytanın adımlarına uydukları için bu hale
düşmüşlerdir.
Âlim olduklarını sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Bu gibi kimselerin
ifsatları çok, tahribatları büyüktür.
Onlar Allah-u Teâlâ ile ilgilerini kesmişler, halk ile ilgilerini kurmuşlar. Onların alış-verişi halk iledir.
Yalnız ve yalnız nam, şöhret, gösteriş, riyaset ve mevki düşünürler.
"Onlar hem insanları Kur'an'dan menederler, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Nitekim Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyuruyorlar:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak.
Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara
dönecektir.” (Beyhakî)
DEVAM
En Kötü Âkıbet:
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bunların iç durumlarını bir değil, birçok Âyet-i kerime’de gözler önüne
serdiği halde, siz Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’a iman etmediniz, imansız imamlara iman
ettiğiniz için bu ilâhi beyanlara gözü yumuk baktınız, kulak vermediniz, arkaya attınız. Bu imansız
imamlara kulak verdiğiniz için ve onlara iman ettiğiniz için imansız kaldınız. Bu hakikatları görmediniz,
onlara yolundunuz, soyuldunuz.
Amma biz Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere baktık, bunların kâfir olduklarını gördük. Kararımızı
verdik ve yürüdük. Böylece sizleri bu kâfirlerin şerlerinden kurtarmaya çalıştık.
Bu gibilerin fesatlarını, sahte, yalancı olduklarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.
Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle cevap veremedikleri için, onlara isnad edilen küfrü ister
istemez kabullenmek zorunda kaldılar.
Bu yalancı, bu münafık, deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla ve diğer fâsık zümrelerle
öylesine mücadele edildi ki, küfür ve nifakları ortada kaldı. Güneş çıkınca karların eridiği gibi eridiler,
ne din kurucuları kaldı, ne türemeleri kaldı, hepsi de sükût-u hayâle uğradılar. Bu nur ile müminler
maddi-mânevî şifâ buldular, ilâhi rahmete kavuştular. İmanlarını muhafaza ederek küfre düşmekten
kurtuldular. Fakat onları ilâh edinenler ise zâlim oldular, hüsrana uğradılar.
Dünyadaki helâkiyeti Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
haber veriyor:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar. Fakat
Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır). Nitekim
onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir.
Burada bunların bir daha dine dönmeyecekleri haber veriliyor ve iman edenlere duyuruluyor. O dinde
kalan küfürde kaldı, o artık o küfür batağından çıkamıyor.
“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar
iman etmezler.” (Enfâl: 55)
Gerek Âyet-i kerime’ler, gerekse Hadis-i şerif’ler onları bu şekilde belirtiyor. Biz de bu ilâhî hükümlere
bakarak bunların içyüzlerini çok rahat bilmiş ve görmüş oluyoruz ve sizi uyandırıyoruz.
Dünyadaki durum budur. Biz biliyoruz, siz de bilin, bunları tanıyın artık.
Dikkat edin, aslında hepsinin daha dünyada iken kalplerini mühürlemiş, gözlerine perde çekmiş ve
perişan etmiş.
Allah-u Teâlâ mahşer gününde insanların ve hayvanların birbirlerinden haklarını alıp ödeştirdikten
sonra hayvanlara:
Kâfirler bu durumu görünce, onlar da hayvanlar gibi olmayı çok arzu edecekler, fakat elli derece daha
aşağı düştükleri için olamayacaklar.
“O gün kâfir:
İmansız imamların, kendilerine uyanları cehenneme götüreceklerine dair apaçık ilâhî hükmü size
arzedeceğiz.
Hepsi de helak olup gittiler. Cürümlerinin cezasını kat kat gördüler. Yaptıkları yanlarına kâr kalmadı.
Onlar arkalarına taktıkları kimseleri cehenneme götürecek işleri yapmaya dâvet ediyorlardı. Onlara
tâbi olanlar da bilgisizce peşlerinden yürüdüler.
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiçbir kimse onların üzerinden kaldıramayacak. Ahiret rüsvaylığının
yanısıra dünya rüsvaylığına çarptırılacaklar. Allah-u Teâlâ’nın, meleklerin ve müminlerin laneti
üzerlerine olacak, rahmet-i ilâhîden tardedilecekler.
“Bu dünyâ hayatında biz onların peşine bir lânet taktık. (Daima lânetle anılacaklardır.) Kıyamet
gününde ise onlar çirkinleştirilip iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 42)
“Hem burada hem kıyamet gününde lânete uğratılırlar. Ne kötü yerdir onların götürüldükleri
yer!” (Hud: 99)
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü umursamayan, kendi zannını hüküm yerine koyanlar var ya! İşte bu Âyet-i
kerime’lerde açıkça görülüyor ki Allah-u Teâlâ bunlardan nefret ediyor, lânet ediyor.
DEVAM
Hâkimler hâkimi olan Allah-u Teâlâ’nın huzuruna çıkınca, zâlimlerin, kâfir ve münafıkların ayaklarının
bağı çözülür.
“Beraberindeki arkadaşı:
Dediği zaman, o da cehennemi gördüğü zaman pişmanlığın haddi hesabı yok, amma hiç de faydası
yok!
Sizin durumunuz da tıpkı onlar gibi olacak. Buna hiç şüphe etmeyin!
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
‘Her ümmet dünyada neye tapmışsa onun arkasına takılsın.’ diye ilân edecek.
Bunun üzerine Allah-u Teâlâ’dan başka şeylere, putlara ve heykellere tapmış olanlardan hiçbiri
kalmayacak, hepsi cehenneme düşecekler.
Nihayet yalnız Allah’a tapan iyi ve kötülerle Ehl-i kitap’ın bakiyyeleri kalacak ve evvelâ
yahudiler çağırılarak kendilerine:
‘Biz Allah’ın oğlu Üzeyr’e tapardık.’ diyecekler. Kendilerine: ‘Yalan söylediniz! Allah’ın hiçbir
zevcesi ve çocuğu yoktur. Şimdi siz ne istiyorsunuz?’ denilecek.
Yahudiler:
‘Suya buyurmaz mısınız?’ denilecek ve yahudiler cehenneme, o serap gibi (alev dalgaları)
birbirini târumar eden ateşe haşrolunarak oraya düşecekler.
Sonra Hıristiyanlar çağrılarak kendilerine: ‘Siz dünyada neye ibadet ederdiniz?’ diye sorulacak.
‘Biz Allah’ın oğlu Mesih’e tapardık.’ diyecekler.
Onlara da:
‘Yalan söylediniz! Allah hiçbir zevce ve çocuk edinmemiştir. Şimdi siz ne istiyorsunuz?’
denilecek.
Hıristiyanlar da: ‘Susadık Yâ Rabbi! Bize su ver!’ diyecekler. Bunun üzerine kendilerine işaretle:
‘Suya buyurmaz mısınız?’ denilecek ve hıristiyanlar ateşe haşrolunarak oraya düşecekler.”
(Müslim: 183)
Çünkü hayatta O’nunla eğlenir gibi hareket ediyordunuz. İşte o zaman, sizinle eğlenildiği zaman ve
suya koştuğunuzu zannedip ateşe girdiğiniz zaman geçmişinizi hatırlayacaksınız. “Biz Allah’ı bırakıp
ilâhlara sarılmıştık, bâtıla dalıp yüzüyorduk, yazıklar olsun bize!” diyeceksiniz. Amma sizi kurtaran
olmayacak. Siz alay ediyordunuz, fakat Allah-u Teâlâ sizinle alay ederken içiniz yanacak.
Çünkü serabı su gibi görüyorsunuz, su gibi yer ateştir. O ateşin içine girildiği zaman, insanın bir kılı
yansa, bütün vücudu yakar. Onun içine girildiği zaman çıkmak ne mümkün!
Oraya vardığınızda alay ettiğiniz şey gerçek olacak, yalanladığınız hakikat ayan beyan karşınıza
çıkacak.
“Biz zâlimler için öyle bir ateş hazırlamışızdır ki, onun kalın duvarları kendilerini çepeçevre
kuşatmıştır.
Susuzluktan yardım istediklerinde, erimiş mâden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardım edilir.
Allah-u Teâlâ kâfirleri kuşatacak olan ateşi, kişiyi çepeçevre saran kapalı duvarlara benzetmiştir. Böyle
bir kimse, kendisini kuşatan ateşten nasıl kurtulabilir?
Allah-u Teâlâ cehennemin bazı vasıflarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurmaktadır:
“O ateş öyle kıvılcımlar atar ki, her biri bir saray gibidir.” (Mürselât: 32)
Allah-u Teâlâ cehennemin kıvılcımlarını büyüklükte muhteşem saraylara, çokluk ve çabuklukta ise sarı
develere benzetmektedir. Kıvılcımları ulu saraylar gibi olursa, o alevli ateşin durumu kim bilir nasıl
olur?
Bir de bunların yukarıya doğru fırlayıp da tekrar cehennemliklerin üzerine şiddetle düşmesi, şüphesiz
ki azap üzerine azap verir.
Alev alev yükselen, saray gibi, deve gibi kıvılcımlar atan cehennem, hazır vaziyette sahiplerini
beklemektedir.
Ne kadar yardım isterlerse istesinler, kendilerine yardım edilmez. Yardım edilmiş olsa bile, kendilerine
öyle bir su verilir ki, içmek isteyip de ağızlarına doğru yaklaştırmış olsalar, hararetinin şiddetinden
yüzleri kavrulur, yüzlerinin derileri soyulur.
Onlara ayrıca, tahammül edilmeyecek derecede kaynar ve fokurdayan bir çeşmeden içirilir.
Onların havaları, vücudun deliklerine işleyen ateşten sıcak bir rüzgâr, suları ise çok sıcak kaynar bir
sudur.
Şu husus da unutulmamalıdır ki, Allah-u Teâlâ cehennemliklere şiddetli azaplar tattırmak için
cüsselerini enine ve boyuna büyütecektir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Cehennemde kâfirin iki omuzunun arası hızlı giden binekli kimsenin üç günlük yolu kadardır.”
(Müslim: 2852)
Nasıl ki ay, güneş, gece ve gündüz Allah-u Teâlâ’nın kudretinin büyük işaretleri ise, cehennem de
O’nun ilâhî azametinin bir nişânesidir.
DEVAM
İlâhî İhtar:
“Kendisine Rabb’inin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra yüz çeviren kimseden daha
zâlim kim olabilir?
Bütün gayemiz iman kurtarmaktır, müslümanların bu hak yoldan çıkmışların peşine düşmemesidir.
Zira onların peşinden giden imanını kaybeder, imansız olur. Aralarına iltihak edip karıştığı anda,
onlarla cehennemin alt tabakasına gideceği muhakkaktır.
Kendilerine Tevrat yükletildiği halde yahudiler onu taşımadılar. Tevrat’ın bazı âyet ve belgelerini kendi
menfaatleri doğrultusunda değiştirdiler. Böyle yaptıkları halde Allah-u Teâlâ’ya karşı oldukça büyük
iddiâlarda bulundular. O’nun katında en yüksek bir mevkiye sahip olduklarını, dostları ve yakınları
bulunduklarını söylediler.
Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine, yahudilere hitapta bulunmasını, onlara
meydan okumasını ve yalanlarını ortaya koymasını emir buyurmakta ve Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyurmaktadır:
“De ki: ‘Ey yahudiler! Bütün insanları bir yana bırakarak, yalnız kendinizin Allah’ın dostları
olduğunuzu iddiâ ediyorsanız ve bu iddiânızda samimi iseniz, ölümü temenni ediniz.’” (Cum’a:
6)
Bir an önce ölüp, bu sıkıntılı dünyadan ahirete göçerek Allah’a kavuşmayı canınıza minnet bilin.
İnsanın beden ve ruh yapısı, ahiretin şartlarına uygun bir vasıfta yaratılmıştır. Ebedîlik insanın
fıtratında vardır. Ölümle bu ebedî hayata kavuşulmuş olur. Ölüm mahlûkunu Hâlik’ına ulaştıran en
güzel bir vasıtadır. Çünkü onsuz ulaşılmıyor. Gerçek mânâda Allah-u Teâlâ’nın dostluğunu ve
yakınlığını kazanan bahtiyar müminler, âşık oldukları Mahbûb’a bir an önce kavuşmayı temenni
ederler. Bu onların en büyük arzusudur.
“Ben öldüğüm zaman matem tutmayın, sevinin. Çünkü ben sevgilime kavuşuyorum.”
buyurmuşlardır.
Übâde bin Sâmit -radiyallahu anh- den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:
“Her kim Allah’a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Her kim de Allah’a
kavuşmaktan hoşlanmazsa, Allah da onunla mülâkî olmaktan hoşlanmaz.” (Buhârî. Tecrîd-i
sarîh: 2043)
Yahudiler ölümü hiç istemezler. Milletler arasında böyle bir dostluk makamından en uzak kimseler
onlardır.
“Fakat onlar elleriyle önden gönderdiklerinden (yaptıklarından) dolayı ölümü aslâ temenni
etmezler.” (Cum’a: 7)
Cehenneme girmeyi gerektiren küfür ve isyanlar sebebiyle Hakk’ın huzuruna çıkmaktan kaçınırlar,
ölümden nefret ederler.
Onlar arzularından başka hiçbir şeye samimi olarak inanmamaktadırlar. Tevrat ellerinde olduğu halde,
onu arkalarına atmışlardır.
Geçmişte işledikleri nice günahları, cinayetleri ve zulümleri bildiği gibi; gelecekte yapacakları zulümleri
de bilir.
Onlar ölümden kaçsalar da, elbet bir gün ölecekler ve lâyık oldukları cezaya çarptırılacaklardır.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde insanlar arasında uzun bir ömre en çok tutkun olanların
yahudiler olduğunu beyan buyurmaktadır:
“Yemin olsun ki, sen onları yaşamaya karşı diğer insanlardan, hatta müşriklerden de daha
düşkün ve hırslı görürsün. Onlardan her biri ömrünün bin yıl olmasını ister.” (Bakara: 96)
Oysa her şeyin bu dünyadan ibaret olduğuna inanan müşriklerin yaşamaya daha fazla düşkün
olmaları gerekirken, ehl-i kitap olan yahudilerin onlardan daha fazla düşkün olmaları son derece dikkat
çekicidir.
Nefislerine bu kadar düşkün, yaşamayı bu kadar seven kimselerin ölümü temenni etmeleri şüphesiz ki
mümkün değildir. Bunların Allah’a ve ahirete zerre kadar imanları olsaydı, bu dünya hayatına böyle
herkesten daha fazla hırsla sarılmazlardı.
Burada sadece Yahudilere değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için pek büyük bir ders vardır.
Âyet-i kerime gerçek müminin ahireti de ölümü de dünyadan çok sevdiğine delildir.
Mütebâki Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ bulundukları sapıklıktan dönmeleri için onları uyarmaktadır:
“De ki: Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır.” (Cum’a: 8)
Allah-u Teâlâ’nın takdir etmiş olduğu hükümden kaçınmak mümkün değildir. Kaçmakla
kurtulamayacağınız gibi, hiçbir şey sizi ölümden kurtaramayacaktır.
Ölümden kaçan kişi ömründe bereket bulamaz. Ölümden kaçmak, hiç kimseye bir fayda sağlamaz.
Korkunun ecele faydası yoktur. Her saat, her dakika, her saniye insanları ölüme doğru çekmektedir.
Gün olur ölümle karşı karşıya gelirler.
Ölüm bir yok oluş değildir, ölümden kaçış ve kurtuluş da yoktur. Gerek kendi vatanlarında ikamet
etsinler, gerek başka yerlere çıkıp gitsinler, insanlar kendilerini hiçbir yerde ölümün pençesinden aslâ
kurtaramayacaklardır.
Kim O’na itaat üzere idiyse, onu en güzel bir şekilde mükâfatlandırır. Müstehak olanlara da cezalarını
verir.
Cum’a sûre-i şerif’inde Cuma namazı farz kılınmış ve onunla ilgili bazı hükümler açıklanmıştır.
“Ey iman edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman hemen Allah’ı zikretmeye
koşun.” (Cum’a: 9)
Allah’ı zikretmeye koşmaktan maksat, yürürken acele etmek demek değil; meşgul olduğu işi hemen
bırakıp, vakit geçirmeksizin Cuma namazı kılmaya ve hutbe dinlemeye iştiyakla gitmek demektir.
Âyet-i kerime’deki yasaklama sadece alış-verişle sınırlı olmayıp, bütün meşguliyetleri bırakmayı içine
alır. Hatta kişinin eşi ile mubah olan muamelesi bile o saatte haramdır.
Bu emir Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Zaruret olmadıkça Cuma namazına
gitmemek haramdır ve çok büyük bir günahtır.
“Bir takım kimseler ya Cuma namazlarını terketmekten vazgeçerler veya Allah-u Teâlâ onların
kalplerini muhakkak ki mühürleyecektir. Sonra da onlar gafillerden olurlar.” (Müslim)
Ayrıca Cuma namazının farz oluşu ile ilgili birçok Hadis-i şerif rivayet edilmiştir.
“Ey insanlar! Şunu da muhakkak bilin ki, Allah-u Teâlâ Cuma’yı içinde bulunduğunuz şu yılımın
şu ayında, şu gününde ve makamımda kıyamet gününe kadar farz kılmıştır.
Binaenaleyh her kim benim hayatımda veya benden sonra âdil veya zâlim bir imamı olduğu
halde, Cuma namazını hafife alarak veya farziyetini inkâr ederek terk ederse, Allah onun dağınık
işlerini toplatmasın, iki yakasını bir yere getirmesin ve işinde bereket vermesin.
Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı yoktur. İyi biliniz ki; o kimsenin zekâtı da yoktur. Haccı ve
orucu da yoktur. İyi biliniz ki onun iyiliği de yoktur. Nihayet tevbe edinceye kadar. Her kim
tevbe ederse Allah-u Teâlâ da onun tevbesini kabul eder.” (İbn-i Mâce)
“Her kim Cuma namazını üç kere zaruretsiz terkederse Allah-u Teâlâ onun kalbini mühürler.”
(Tirmizî)
Allah-u Teâlâ bu günü müslümanların lehine mukaddes kılmış; kardeşlik, birlik ve beraberlik
duygularının canlanmasına vesile eylemiştir.
Çünkü ebedî hayatın menfaatleri daha büyük ve sonsuzdur. Gerçek hayatın ölümden sonra
başlayacağını bilen insanlar, ahiret tedarikinin çaresine bakmayı ihmal etmezler.
Meşru Çalışmalar:
Allah-u Teâlâ dünyayı geçim uğrunda çalışma ve gayret, mihnet ve meşakkat, imtihan ve ibtilâ yeri;
ahireti ise mükâfat ve mücâzat yeri olarak yaratmıştır.
Her müslümanın kendisine, âilesine ve borçlarını ödemeye yetecek kadar helâlinden kazanması
farzdır. Çünkü bir müslüman, görevlerini kazanç sayesinde yerine getirebilir. Niyeti iyi olursa aynı
zamanda sevap da kazanır.
Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
Bu emir izin mânâsına gelir. Cuma ezanının duyulması ile birlikte bütün meşguliyetlerini bırakarak
mescidlere koşan müminlere, namaz bittikten sonra dağılıp tekrar işlerinin başına dönmeleri için izin
verilmektedir.
Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki dünyadan el etek çekmek esas değildir. Müslümanların meşru surette
dünyadan faydalanması gerekir.
İslâmiyet bir lokma ve bir hırka ile yetinmeyi emreden bir din değildir. Meskenet ve tembelliği,
dilenciliği, başkasına yük olmayı... şiddetle yasaklamıştır.
Çünkü rızık O’nun elindedir. Çalışanın çalışmasını zâyi etmez, isteyenin ümidini boşa çıkarmaz.
Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere bütün büyükler çalışmayı ihmal
etmemişlerdir.
Zikrullah; dinimizin emri, imanın alâmeti, ibâdetlerin beyni, aklın nûru, kalbin cilâsı, ruhun hayatı,
gönlümüzün miracı ve her derdin ilâcıdır.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime ile kendisini zikretmeyi emretmiştir. Namaz da ilâhî bir emirdir, zikrullah
da ilâhî bir emirdir.
Her ibadetin belli bir şartı olduğu halde, zikrullah için hiçbir şart yoktur. Ayakta, oturarak, yatarak bile
zikretmek câizdir. Abdestli olmak efdal olduğu halde, abdestsiz olarak da yapılabilir.
Kalplerin Allah-u Teâlâ’dan gafil olma tehlikesinden korunması, ancak zikrullah ile mümkündür.
Zikrullah ibâdetlerin en kolayı ve fakat en faziletlisidir. Böylesine faziletli ve yüce olunca, elbetteki
zikredenler de insanların en yücesi olur.
Zikrullahı bırakıp da dünya hayatının geçici zevklerine aldananların, ahirette çok büyük kayba
uğrayacakları şüphesizdir.
Câbir -radiyallahu anh-den rivâyet edildiğine göre, Resulullah Aleyhisselâm bir Cuma günü Mescid-i
nebevî’de hutbe okurken Şam’dan yiyecek yüklü bir ticaret kervanı Medine-i münevvere’ye gelmişti.
Kervanın geldiğini haber veren davul sesini duyan cemaat sabırsızlanarak hemen huzur-u saâdetten
çıktılar ve yiyecek maddesi satın alabilmek için kafilenin yanına koştular. O yıl Medine-i münevvere’de
büyük bir kıtlık hüküm sürüyordu. Bu ayrılışlarında bir mahzur olmadığını zannetmişlerdi. Yanında
sadece on iki kişi kaldı. Resulullah Aleyhisselâm bu duruma çok üzüldü.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ onları kınayarak şöyle buyurdu:
“Onlar bir ticaret veya bir oyun eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya yönelirler ve
seni ayakta bırakırlar.” (Cum’a: 11)
Fakat müslümanlar bu dersten sonra bir daha bunun benzeri bir hata işlemediler. Bu ilâhî beyanda
insanlar için nice gizli hikmetler vardır.
“De ki: Allah’ın nezdinde bulunan, eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır.” (Cum’a: 11)
Allah katında olan menfaat kesin ve ebedîdir. Eğlencedeki menfaat kesin değil, ticaretteki menfaat ise
ebedî değildir. Onlar dünya hayatının geçici menfaatleridir.
Asıl rızık O’ndan istenmelidir. O nasip etmeyince, sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz. Ticaretlerin
üstünde O’nun öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de kapanır.
O’nun lütuf ve ihsanları hesapsızdır, insanlarınki ise hesap iledir. Bazı insanlar O’nun rızkını diğer
kimselere ulaştırmaya ancak vasıta olabilirler. “Filân kişi iş sağladı.” denilir. Onların sebep olduğu
rızkın yaratıcısı Rezzâk-ı kerim olan Allah-u Teâlâ olduğu içindir ki O “Rızık verenlerin en
hayırlısı”dır.
Yeryüzüne Geliş
İsa Aleyhisselâm, Deccal’in fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecek ve
icraatlarını gerçekleştirecektir.
İsa Aleyhisselâm’ın halen sağ olduğuna, âhir zamanda mutlaka yeryüzüne inerek Muhammed
Aleyhisselâm’ın şeriati ile hükmedeceğine ve Allah yolunda mücadele mücahede edeceğine inanmak
farzdır.
Bu husus tevatür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.
Ümmet-i Muhammed’in her asırdaki âlimlerinin ileri gelenleri, İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir
zamanda ineceği hakkında icmâ etmişler, muhalefette bulunmamışlardır. Ancak bir takım filozoflar
inkâra kalkışmışlardır.
İsa Aleyhisselâm’ı çok sevmeli ve gelmesini de beklemeliyiz, ancak henüz daha gelmiş değil. Bu
yüzden bu çıkanların hepsi sahtedir, yalancıdır, soytarıdır.
“Ehl-i kitap’tan her biri, ölümünden önce İsa’ya muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de
o onlara şâhit olacaktır.” (Nisâ: 159)
Bu ehl-i kitap, âhir zamanda onun nüzulü esnasında hayatta bulunacak olan kitap ehlidir. Yeryüzüne
indiği zaman onun vefatından önce bütün ehl-i kitap iman edeceklerdir. O zaman bütün insanlar
İslâmiyet’e nâil olacaklar, bir ümmet halinde bulunacaklardır.
Mehdi Resul ve İsa Aleyhisselâm zamanında gerçeği görerek iman edenler de aynı sözü
söyleyecekler. İman ettikçe hatırlanacak.
İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dair Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den
rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyururlar:
“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryemoğlu İsa âdil bir
hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar
çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1018)
Haçı kırması; kendisinin öldürüldüğünü iddiâ edenlerin yalan söylediklerine, dinlerinin bâtıl, İslâmiyet’in
hak olduğuna, kendisinin müslümanlığı meydana çıkarmak gibi icraatla o dinleri iptal etmek için
indiğine işarettir. Müslümanlıktan başka din kabul etmeyecektir. Dinleri iptal edilip yeryüzünden
kaldırılınca, diğer birçok bâtıl inançların yanında domuz yeme âdetleri de kaldırılmış olacak.
Cizyeyi kaldırmaktan murad, kâfirlerden onun alınmasının kaldırılıp, İslâm’dan başka hiçbir şeyin kabul
edilmemesidir. Çünkü müslümandan cizye alınmaz, zekât alınır.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
“Vallahi Meryemoğlu İsa âdil bir hakem olarak mutlaka inecek ve haçı kıracak, domuzu
öldürecek, cizye vergisini kaldıracak, genç dişi develer başıboş bırakılarak onlara rağbet
edilmeyecek, bütün düşmanlıklar, küsüşmeler ve hasetlikler muhakkak surette kalkacak.
(İsa Aleyhisselâm) insanları mala dâvet edecek, fakat malı hiç kimse kabul etmeyecektir.”
(Müslim: 155)
Çıkan harplerde çok az insan kalacak. Çünkü 3. Dünya harbi bitmiş, yahudiler gitmiş, Çinliler yok
olmuş, İsa Aleyhisselâm gönderilmiş, birçok hadiseler olmuş, her şey meydanda kalmış.
Yani dünya yüzünde insan az, mal ve servet çok. Hazineler var, fakat insan yok.
Câbir bin Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetimden bir tâife, kıyamet gününe kadar Hakk için muzaffer bir şekilde mücadeleye
devam edecektir.
O zaman Meryemoğlu İsa da iner. Müslümanların emiri ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat o
‘Hayır! Allah-u Teâlâ’nın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emirsiniz.’ buyurur.”
(Müslim: 155)
Yani Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği lütfu tebeyyün ediyor. “Siz Allah-u Teâlâ’nın Resul’ünün nurunu
taşıyorsunuz.” mânâsına gelir. Onun nurunu, onun vekâletini taşıdığı için ulül-azm bir peygamber dahi
öne geçemiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Bakalım imamınız kendinizden olduğu halde Meryemoğlu İsa yanınıza indiği zaman
durumunuz nasıl olur?” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1406)
Herkes imtihan olacak, böylece iman ile küfür ayrılacak. Allah-u Teâlâ kime o lütuf nurunu koymuşsa
ona tâbi olacak, kime koymamışsa olmayacak.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“İnsanlar arasında Meryemoğlu İsa’ya dünyada ve ahirette en yakın olan benim. Bütün
peygamberler kardeştir, bir babanın ayrı kadınlardan doğmuş evlâtları gibidir. Dinleri birdir.”
(Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1403)
Peygamberlerin dinlerinin bir olması, asıl itibariyle aynı olmasını ifade eder. Bu asıl “Tevhid”dir.
Aralarındaki ayrılık, gelişen şartlara tâbi olarak ortaya çıkan bazı fürû meselelerindedir.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz İsa Aleyhisselâm’ın hacc yapacağını Hadis-i şerif’lerinde haber vermişlerdir:
“Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki Meryemoğlu, Hacc veya umre yahut her
ikisini birden yapmak için mutlaka Fecc-i Ravhâ’da telbiye getirecektir.” (Müslim: 1252)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Bir gece rüyâmda kendimi Kâbe’nin yanında gördüm. Derken öyle karayağız güzeli bir zât
gördüm ki, erkeklerden gördüğüm karayağızların en güzeli! Kulaklarına inmiş öyle saçları vardı
ki gördüğüm uzun saçlıların en güzeli! Saçlarını taramış, üzerlerinden su damlıyordu. İki zâta
(yahut iki zâtın omuzlarına) dayanarak beyti tavaf ediyordu. ‘Bu kim?’ diye sordum.
‘Meryemoğlu Mesih’ dediler. Sonra birdenbire son derece kıvırcık saçlı, sağ gözü şaşı bir
herifle karşılaştım. Zannedersin ki, gözü salkımdan dışarı fırlamış bir üzüm tanesi. ‘Bu kim?’
diye sordum. ‘Bu da Mesih Deccal’dir’ dediler.” (Müslim)
Deccal isminde bir şahıs türeyip ilâhlık dâvâsında bulunacak ve bir süre insanları saptıracak.
“Adem’in yaratılışı ile kıyametin kopması arasında Deccal’den daha büyük bir fitne yoktur.”
buyurmuştur. (Müslim)
Ebu Derdâ -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde, Kehf sûre-i şerif’inin ilk on
Âyet-i kerime’si ile son on Âyet-i kerime’sini okumaya devam edenlerin, onun şerrinden
kurtulacağını haber vermiştir. (Müslim: 809)
Ebu Saîd-i Hudrî -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde:
Resulullah Aleyhisselâm Vedâ haccı sırasında bir ara “İnsanlar susup dinlesin” buyurduktan sonra
hamd ve senâda bulundu, akabinde Mesih ve Deccal’den uzun uzun söz etti:
“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini
onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.
O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabb’inizin tek gözlü olmadığı
size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir.”
(Buhârî - Müslim)
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’e göre; Deccal’in iki gözü arasında
“Kâfir” yazılıdır, bunu her müslüman okuyacaktır.
Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde de buyururlar ki:
“Deccal’in sol gözü yoktur. Vücudu gayet tüylüdür. Cennet ve cehennem namıyla nezdinde iki
mevki vardır. Lâkin hakikatte cehennem gösterdiği mevki cennet ve cennet gösterdiği mevki
ise cehennemdir.” (Müslim: 2934)
Allah-u Teâlâ deccale, şeytana verdiği ruhsat gibi ruhsat verecek. Şeytana kıyamete kadar, fakat
deccale İsa Aleyhisselâm çıkıncaya kadar. Çıktığı zaman onu öldürecek.
Allah-u Teâlâ o zamanda yaşayan insanları imtihan etmek için, ona istidraç kabilinden birçok ruhsatlar
verecek.
Ona tâbi olanlar büyük bir lütfa ermiş gibi görünecek, fakat ebedî cehennemlik olacaklar. Onların
dünyadaki refahları çok kısa ve geçicidir.
Ona inanmayıp imanlarında sebat edenler birazcık sıkıntı göreceklerse de onlar Hazret-i Allah’a iman
ettikleri için ebedî cennetlik olacaklar. Onların refahları ebedîdir.
Onlar o kimselerdir ki; yükseldikleri zaman da istifâde edilirler, indirildikleri zaman da fayda
verirler.
Zira geriye döndürülen velîler kâinât ve hâdiselerle ilgili zulümâtı giderirler, zaman ve mekânı
onlar hakkında ta’y ederler ve onları onlardan alırlar:
‘Biz hakkı bâtılın tepesine şiddetle atarız da, onun beynini parçalar. Bir de görürsün ki bâtıl yok
olup gitmiştir.’ (Enbiyâ: 18)
Bu ulu tâifeye vekâlet hil’atını giydirirler ve böylece hilâfet kürsüsüne oturturlar. Onların hükmü
memleketi tutmuş olur.
‘De ki: Benim yolum budur. Ben Allah’a dâvet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar basîret
üzerindeyiz.’ (Yusuf: 108)
‘İnsanları Allah’a dâvet eden, kendisi de sâlih amel işleyen ve ‘Doğrusu ben
müslümanlardanım!’ diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?’ (Fussilet: 33)
Emîrü’l-mü’minîn Ali -radiyallahu anh- uzun bir makâle-i haydarânelerinde onların makâmından
haber vererek şöyle buyururlar:
‘Yeryüzü Allah’ın hüccetini kâim kılandan hâlî kalmaz. O ya açıktır ya da gizlidir. Böylece
Allah’ın delil ve âyet’leri iptal olmaz. Nice az kimseler değer bakımından daha büyüktür. Onların
kendileri görülmez, fakat misâlleri kalplerdedir.’
Şer’î nübüvvetin bir başka şeklini onlara âyân ve der-meyân ederler. Zirâ o kapı kapanmıştır.
‘Muhammed içinizden herhangi bir adamın babası değil, o ancak Allah’ın resûlü ve
peygamberlerin sonuncusudur.’ (Ahzâb: 40)
Sadreddin Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri “Fusûsu’l-Hikem” deki gizli mânâları beyan etmek
maksadıyla yazdığı “Fukûk fî Esrâri Müstedenâti Hikemi’l-Fusûs” isimli eserinde, Hatemiyyet
mertebesinde sonun başlangıç ile birleşeceğine işaret ederek şöyle buyurmuştur:
“Bu noktada Hatmiyyet sırrının zikredilmesi şart olmuştur. Çünkü varlık dairesi insânî
makamda sona erer ve son başlangıç ile birleşir. Hatmî mertebelerin ihâtâ ve ihtivâsı kemâl
derecededir. Çünkü bu mertebelerin sonuncusunun muhtevâsı, mânâ ve sûret, sıfat ve hüküm
bakımından tamdır.” (Fukûk fî Müstenedâti Hikemi’l-Fusûs, s. 29)
“Allah Peygamber Aleyhisselâm’ın bu ümmetin içindeki zâhirî hilâfetini Mehdî ile; umûmî
hilâfetini ise İsâ bin Meryem Aleyhisselâm’la hatmedecektir.
Şu hale göre Allah, tahsise mazhar olmuş vâris kullarından kâmilleri de, cem’ü’l-cem
mertebesinin mazharı olan kuluyla hatmedecektir. O kul gibi cem edici kimse yoktur ve
kendisinden sonra hiç kimse onun vâris olduğu şeyi elde edemeyecektir. Bütün hükümleri
ihtivâ eden ‘Hir’lik’; yani ‘Son’luk kemâli ona âittir. Bu sebepledir ki Mevlâ’sından başkası onu
bilemez.
Allah bu kulunun dışındaki diğer kimseler için hâsıl olan tecellîlerini Zâtî tecellîsi ile
hatmetmiştir. Bu tecellinin zuhûr etmesiyle, Allah’a sülûk edenlerin seyri de hitâma ermiştir.
Dolayısıyla Allah, küllî makamların hepsine bir bitiş; o makâmın kendisiyle kemâle ulaştığı ve
izhâr edilip ortaya çıkarıldığı bir sır tahsis etmiştir. Şâyet meseleyi uzatmış olmasaydım, ana
makamları ve bunların kiminle hatme ereceğini de açıklardım. Fakat hatırlatmak ve ikâz etmek
için bu noktada tek bir temsil sundum. Bu temsilde dahî, bu ilâhî zevke ortak olan en büyük akıl
sâhipleri için yeterli bir bilgi vardır.
CEZBENİN KUVVETİ
24 Mayıs tarihli iyilik ve kerem dolu mektubunuzu alıp, içindeki gönül süsleyen bilgileriyle sevinç
duydum.
Her pazartesi günü Hoca Efendi ile görüşüp konuşmak üzere Eyyub Sultan’da bulunduğunuzu,
vaktinizi boşa geçirmemek ve her anınızı değerlendirebilmek için size uygun görülen evrâd ve ezkârı
açıklamanız pek hoşuma gitti. “Müminin niyyeti amel ve davranışından hayırlıdır.” (K. Hafâ) Hadis-
i şerif’lerine göre, feyz alıp mânen gıdalanmak elbette Allah aşkı ve Allah sevgisine bağlıdır. Aşk ve
sevgi olmadıkça muhtelif mertebelerde ifâ edilen amelden pek netice alınamaz. Aşk ve muhabbetini
kemâl derecesine ulaştıranlar, Cenâb-ı Hakk’a hizmetten başka hiçbir şeyi düşünemezler. Bütün
niyyet ve hislerini Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanma yoluna harcarlar. İster bildiğini yaşasın, isterse
yaşamasın. İster az amel etsin, isterse çok. “Âlimin uykusu, câhilin ve bilgisizin ibadetinden
hayırlıdır.” (K. Hafâ) Hadis-i şerif’i bu iddiayı isbat eder. Ne var ki bu niyyete sahip olmak o kadar
kolay değildir. Önce Şeyh’de fenâ, sonra da Allah’ın Resul’ünde fenâ olmak gibi birtakım ön hal ve
hasletlere ihtiyaç vardır.
Galiba cezbenin meydana gelmesi için ortaya koyduğunuz arzu, bir şimşek ve ışık hızı ile fenâ
makamına ulaşma gayesine bağlıdır. Evet, cezbesi gâlip olan kişiler bahtiyarlardır. Aleyhissalâtü ves-
selâm Efendimiz:
“Rahmân olan Allah’ın cezbelerinden bir cezbe, insanların da cinlerin de amellerine denktir.”
buyurmuştur. (K. Hafâ) Şu kadar var ki cezbenin, sekr’in ve harâretin artışı herkesin hal ve durumuna
ve belki de mânevi derecesine uygun olmadığından bu hususta itidâle riayet, işin esrârına vâkıf olan
ehliyetli kişilere başvurarak onların emir ve tavsiyelerine boyun eğmek herhalde en doğru ve ilk önce
yapılması gereken iştir.
Rüyânızda gördüğünüzü söylediğiniz al ve kırmızı renkler ruh lâtifesinde zikr ve bu zikrin neticesinde
meydana gelen vücut ısısının artışından ileri gelmektedir. Şüphesiz şimdi zikriniz sırr lâtifesine intikal
etmiş ve ruh lâtifesinin zamanı geçmiştir. Hakk Teâlâ Hazretleri feyzinizi artırsın inşallah-ü Teâlâ.
“Yeni intisap etmiştik, tahminen bir-iki haftalık idik. Efendi Hazretleri’nin huzur-u saâdetine girdik.
Efendi Hazretleri; ‘Yeter!’ buyurdular.
O girdiğimiz gün Pazar’dı, bir hafta sonra diğer Pazar günü tekrar girdik. Bu defasında dört kişi daha
bizden evvel giriyordu. Yaşlı olmaları hasebiyle onları öne vermiştik ve biz en arkada kalmıştık. Efendi
Hazretleri bize sıra gelince: ‘Yeter!.. Yeter!...’ buyurdular.
Ve bizim hayat boyunca aldığımız emirler, hep böyle rumuzladır. Hiçbir zaman açık emir almış değiliz.
Çözdün, hakikati buldun; çözemedin, gitti o.
Düşündük, acaba neyi emir veriyorlar? ‘Herhalde dersin haricinde okuduğum şeyler var, bunları men
etseler gerek!’ dedik. Amma kati emir olmadığı için şüpheden de kurtulamadık. Zaten kısa bir zaman
sonra askere gittik.
Askerde aynı ders üzerinde dikkatle çalışıyorduk. Muhterem bir âlim vardı, birgün dedi ki:
‘Kitapta yeni birşey gördüm. Bir insan sabah namazının akabinde duâdan evvel on defa:
‘Sübhanellâhi vel-hamdü lillâhi velâ ilâhe illâllahu vallahu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l-
aliyyi’l-aziym.’
Bu sevabı duyunca biz tamaha kapıldık ve devam etmeye başladık, tahminen birgün devam ettik.
O gece âlem-i mânâda bir deniz kenarına götürüldük. Yanımda tanımadığım birisi vardı. Orada küçük
bir oda gördük. Ebu Bekir sıddık -radiyallahu anh- Hazretlerimiz orada yatıyordu. Arkasında bir de
levha vardı. O anda kalktı, kalktığı zaman sırtı da o levhaya geldi. Biz de kapıdayız. Karşı karşıya
bulunmuş olduk.
Bu sözün mânâsı şu: ‘Sana bir defa yeter dediler, sen anlamadın. İkinci defa yeter yeter dediler, sen
yine anlamadın. Üçüncü defa biz emir veriyoruz: Yeter, yeter, yeter!... okuduğun sana yeter!.’
Bu son baklayı Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz şöyle anlatırlar:
‘Geminin demir baklaları bulunur. En büyük bakla elmastır, o Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. Diğer baklalar altındır, zamanın Pir’leridir. En son bakla
bakırdır, o da benim. Amma birisi derse ki: ‘Bu altın baklaların içinde bu bakır baklanın ne işi
var?’ deyip sallarsa, o altın baklalar da sallanır. Daha çok sallarsa elmas bakla da sallanır.’
Efendi Hazretleri işte o baklaların sonuncusu idi. Bununla size anlatmış oluyoruz.”
Kulak Zinâsı:
Avamdan bir kişi yaptığı bir ahlâksızlığı anlatırken, bir müridi de onu dinlemiş. Hemen o gece
rüyâsında görmüş ki, o menhiyat işleyen kişi baş aşağı asılmış istifrâ ediyor. Adamın kusmuklarını bir
bardak tutarak doldurmuş, sonra da iğrene iğrene içmiş.
İrşadın En Zoru:
Mudurnu’lu merhum Hacı Rasim Çolakoğlu ağabeyimizin Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri ile ilgili
duyduğu bir menkıbe:
Bir gün ihvanlara: “Bugün irşad var. Biz filân hocaya gideceğiz, siz filân yerdeki sarhoşa gidin.”
buyurmuş. Onların da içlerinden: “Bizi zor yere gönderiyor, kendisi kolay yere gidiyor.” diye geçmiş.
Buyurmuşlar ki:
“Oğlum, bir hocayı irşad etmek on sarhoşu irşad etmekten zordur. Onun ilim gururu var,
sarhoşun ise bir şişesi var. Onu elinden aldığın zaman yola gelir.”
Bakkallık yapan Fevâi isminde bir ihvan varmış. İlk zamanlar çok güzel sadâkati olduğu halde daha
sonraları dünyaya dalmış.
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Hazretleri: “Kurda kuzuyu kaptıralım mı?” Buyurmuşlar. Yani birisi
ayrılıyor diye peşini bırakalım mı? Kurttan murad şeytandır. Bu ise kuzudur. Bu kuzuya sahip çıkalım,
kurda kaptırmayalım mânâsınadır. Onun peşine gitmek ve bırakmamak lâzım.
Nasipsizler:
Halil Fevzi -kuddise sırruh- Efendi Hazretlerimiz’in ihvanından Ahmet Efendi bir hatırasını şöyle
anlatıyor:
“Gördüğüm bir rüyâyı anlatmak için hâne-i saâdete gitmiştim. Çok kalabalık vardı. Merdivenler bile
doluydu. İçeriye geçme imkânı yoktu. Dışarıda beklemeye karar verdim. Yukarıdan: ‘Ahmet Efendi’ye
yol verin gelsin!’ diye bir ses geldi. Yol açtılar, çıktım.‘Gördüğünü anlat!’ buyurdu. Şöyle bir rüyâ
görmüştüm:
Efendi Hazretleri’nin elinde bir sopa ve önünde birçok hindi vardı. Onların bir kısmını kümese soktu,
diğerlerini sopa ile kovdu.
“Siz bu kalabalığa pek bakmayın. Onların çoğu kovulur. Biz ayırdığımızı ayırırız.”
Çok değil iki yıl öncesine kadar Batı uygarlığını “Âkil” insanların yönettiğini, insanlığın bir daha büyük
savaşlar yaşamayacağını, Türkiye’nin bir an evvel küresel entegrasyona dahil olması gerektiğini
savunan kalemler şimdi Irak savaşı’ndan kazançlı çıkabilmek için ABD isteklerine evet dememiz
gerektiğinin propagandasını yapıyorlar. Kimi gazeteler “Savaşa girdik”, “ABD’ye şu üsleri verdik”
benzeri yayınlarla kamuoyu oluşturmaya çalışıyorlar.
İnsanlar savaşları filimlerde seyrettiği için olsa gerek, kan, gözyaşı ve yıkım sanki hiç başına
gelmeyecekmiş gibi rahat. Halbuki ABD sadece Irak’ı değil, bütün dünyayı yakmaya geliyor.
- ABD yahudilerinin istemediği bir iktidarın İsrail’de uzun süre başta kalması mümkün değildir. Yani
Şaron iktidarı ABD’deki “Merkez”in desteklediği bir iktidardır.
- Yahudiler Kudüs merkezli bir “Dünya krallığı” kurma hayalleri için düğmeye basmıştır.
Unutulmamalıdır ki büyük dünya savaşları sayesinde İsrail devleti kurulabilmiştir.
- Bazıları ne kadar “Medeniyetler Savaşı” olmasın diye gayret gösterse de ABD’deki “Merkez” gözünü
karartmıştır. Irak’tan sonra İran, S. Arabistan ve Mısır hedeftedir.
İnsanlar olacakları tahmin etmek ve adımlarını buna göre atmak isterler. Devletler de böyledir.
Kahinler, medyumlar sanıldığından daha fazla iktidar sahipleri nezdinde söz sahibidirler. CIA hususi
medyumlar istihdam etmiştir. Bizim “Medyum Memiş”imiz bile birkaç devlet dolaşmıştır. Nostradamus
Batı devletlerinde hala tesirini icra etmektedir. Onun kehanetlerini yorumlayan “Nostradamus
uzmanları” vardır. Ömer Çelakıl da elçiliklerden, ülkelerden kendisine talepler geldiğini beyan etmiştir.
Görüldüğü gibi bu tür habercilere sanıldığından daha fazla bir ilgi vardır. Ancak gerçek haberciler
peygamberler ve onun vekilleridir.
“Hazret-i Allah’ın öyle kulları vardır ki, onlar Hazret-i Allah’ın bildirmesiyle O’nun bildirdiği kadarını
bilirler. Bu bildiklerinden bazılarını etraflarına, yakınlarına söyledikleri gibi, gelecek tehlikelerden de
halkı haberdar etmeye çalışırlar.
...
Şeyh Edebâlî’nin Osman Gazi’ye büyük bir devletin kurucusu olacağını haber vermesi, Hacı Bayrım
Veli -k.s- Hazretleri’nin İstanbul’un fethinin Fatih’e nasip olacağını söylemesi, Akşemseddin
Hazretleri’nin fethin gününü Fatihe bildirmesi, Emir Sultan Hazretleri’nin Yıldırım Bayezid’i Timur ile
savaşmaktan vazgeçirmek için birçok gayret göstermesi, muvaffak olamayacağı yönünde ikazlar
yapması tarihten bilinen meşhur hadiselerdendir.
Gerçek habercilere danışan yanılmaz, gerçek habercilere danışan gerçekten doğru bir haber almış
olur.
Doğru haberlere ulaşanlar biliyorlar ki yakın gelecekte büyük savaşlar ve büyük kıyımlar var. Çok fazla
değil, bir kırk yıl ömrü olanlar bunların hepsini görebilir.
ABD ve İsrail’in Ortadoğu savaşında ve akabinde çıkacak 3. Dünya Savaşında kitle imha silahları da
devreye girecek ölüm rakamları yüz milyonlarla hatta milyarlarla ifade edilmeye başlanacaktır.
“Fırat nehri altın bir dağ üzerinden suyu çekilip açılmadıkça kıyamet kopmaz. İnsanlar onun
için harp edecek ve her yüz kişiden doksandokuzu öldürülecek. Onlardan her biri ‘Belki ben
kurtulurum’ diyecektir.”
“Fırat nehrinin altın hazinelerinden bir kısmının alana çıkması yakındır. Her kim o zaman orada
bulunursa, ondan bir şey almasın.”
ABD’nin bütün dünyayı karşısına alacak derecede cesareti nereden bulduğunu merak eden var mı
bilmiyoruz. Ancak bilinen konvansiyonel teknolojinin yanında bilinmeyen silah ve teknolojiler çok
korkunç boyutlara ulaşmıştır. Kıyım teknolojisi büyük bir hızla gelişmeye devam etmektedir.
Konvansiyonel Yenilikler:
The Sunday Times'ın haberine göre son 20 yılda, yaklaşık 500 milyar dolar harcamayla geliştirilen
silahlar arasında radara yakalanmayan helikopterler, yüzey boyaları çevreye göre renk değiştiren
"bukalemun" uçaklar, 40 milyon dolar harcanarak geliştirilen, deriyi kurutan şok tabancaları yer alıyor.
Meteorolojik Savaş:
Meteorolojik bilgi bir savaşın gidişatını tamamen değiştirebilecek derecede önemlidir. Bizim
Allahuekber dağlarındaki 90.000 şehidimiz, 2. dünya savaşındaki Almanlar’ın Rusya hezimeti meşhur
örneklerdendir.
Standart silahların ve orduların kapalı havalarda harekat kabiliyetleri büyük ölçüde kısıtlanırken bu
hava şartları düşünülerek icat edilen yeni teknolojiler hakkında İTÜ Uçak ve Uzay Bilimleri
Fakültesi'nden Doç. Dr. Mikdat Kadıoğlu şu bilgileri veriyor:
"Kapalı ve yağışlı havalarda hedefini görerek vuran Tomahawk füzelerinin işi zor. Ayrıca lazer
güdümlü bombalar da bu havalarda etkileniyor. Bu havalarda GPS (Global Yer Belirleme Sistemi)
güdümlü yeni bomba ve füzeler kullanılabilir. F-15E, F-111, F-117 ve A-6E gibi uçaklar hedefe
kilitlenebilen radarlarla donatıldıkları için alçak bulut örtüsünden etkilenmez. Ancak diğer saldırı
uçakları için havanın açık olması gerekir."
Meteoroloji hakkındaki esas korkunç gelişme ise meteorolojik olayları yönetmeye ve iklimleri
değiştirmeye yarayan teknolojilerdir.
Vladimir Jirinovski Avrupa’yı vuran sellerden sonraki günlerde ABD’yi ziyareti sırasında verdiği
demecinde Avrupa'daki sellerin, meteorolojik savaş nedeniyle meydana geldiğini, Rusya ve ABD'de
meteoroloji savaşı senaryolarının yıllardır hazırlandığını ve uygulandığını öne sürdü.
Hadis-i şerif’te “Deccal’in kendisine iman etmeyen memleketlerden yağmuru keseceği, iman eden
memleketlere yağmur yağdıracağı” haber verilmiştir.
“ABD’nin gelecek yıl deneyeceği "EBomb", yani elektromekanik bomba, aklın sınırlarını bile zorlayacak
kadar büyük felaketlere yol açabilecek. Her şey bir göz kırpması kadar kısa bir zaman içinde olup
bitecek. Evinin içinde kendi halinde oturan biri önce uzaktan keskin bir çatırtı duyacak. Muhtemelen bu
sesi bir şimşek veya yıldırım sanacak. Ama o bunları düşünene kadar, uygar dünya en az 200 yıl
önceye, elektriğin henüz keşfedilmediği yarı karanlık dönemlere geri dönecek. Floresan ışıklarıyla
televizyon ekranları, düğmeleri kapatıldığı halde korkunç bir şekilde parlamaya başlayacak. Elektrik ve
telefon kabloları o kadar ısınacak ki, plastik kaplar eriyip, ozon tabakasını yanmış plastik kokusu
dolduracak. El bilgisayarlarıyla MP3 player’ların pilleri aşırı yüklenecek ve bu aletler elle tutulmayacak
kadar ısınacak. Bilgisayarlar kül olacak, içlerinde sağlam en küçük bir bilgi kırıntısı bile kalmayacak.
Radyolar, telefonlar, telsizler ve hatta dizel motorlu birkaçı dışında akla gelebilecek bütün makineler bir
daha çalışmamak üzere susacak. Bu sırada insanların tırnağına bile bir şey olmayacak, ama insanlık
kendini göz açıp kapayıncaya kadar 200 yıl geride bulacak. Avustralyalı yüksek teknolojili savaş
uzmanı Carlo Kopp’a göre, bu korkunç silahı 1940’ların teknolojisiyle bile yapmak ve üstelik sadece
400 dolara mal etmek mümkün. O yüzden, siber terörizmin konuşulduğu bir dünyada teröristlerin bu
silaha ne kadar yakın olduklarını görmek de mümkün. Yani sadece 400 dolara mal olan bir
elektromanyetik bomba, bir göz kırpması süresinde, uygarlığı tam 200 yıl geriye götürebilecek.”
Elektromanyetik Silahlar:
23 Aralık 1996 tarihinde Rusya'nın Sesi Radyosu'nda yapılan, konusu elektromanyetik silahlar olan
bilim ve mühendislik programının konuşma metni:
“Yekimenko: Nisan'da yapılan 'Rusya'da mikrodalga jeneratörleri' konulu program çok dikkat çekti. Bu
tür jeneratörlere ilginizin sebebi nedir?
Belitzky: Güçlü mikrodalga jeneratörlerine olan ilginin sadece bir sebebi vardır: Askeri alanda
kullanılabilmeleri. Bir plazmoidi, plazma damlasını yok etmek için kullanılabilirler.
Belitzky: Plazma, elektron ve iyon karışımıdır. Hepimiz görmüşüzdür. Elektrikte yük boşalmaları olur.
Ya da kıvılcımlarda. Ayrıca güneşteki gibi termonükleer reaksiyonların başlıca nedenidir. Plazma
motorları ilk Mars uydularında denenmişti, bu neredeyse çeyrek asır önceydi. Kontrollü nükleer füzyon
konusu üzerine çok derin araştırmalar yapıldı. Askeri uygulamaları üzerine yapılan araştırmalar,
'Radyo Aygıtları Araştırma Enstitüsü' gibi önde gelen askeri-sanayi komplekslerinde yürütülmektedir.
Belitzky: Gelen bir füzenin, başlığının ya da uçağın yolu üzerindeki plazmoid yok edilebilir. Plazmoid
etkili bir şekilde o bölgeyi iyonlaştıracak ve gelen füzenin, savaş başlığının, uçağın aero-dinamiğini
bozarak, uzaydan ya da atmosferden gelen tehlikelere karşı koruma sağlayacaktır.
Yekimenko: Bu silah hakkında konuşan bilim adamları blöf yapıyor olamazlar mı?
Belitzky: Hayır sadece bir olaya bakarak bile ispatlayabiliriz, birkaç yıl önce Vanncouver'da yapılan
Rus-Amerikan zirvesinde, Ruslar, Stratejik Savunma İnisiyatifi (Strategic Defence Initiative, SDI)
projesine alternatif olabilecek bu tür jeneratörlerin ya da burada kullanıldığı şekliyle, plazma
silahlarının kullanıldığı ortak bir tatbikat önerdi. Adının "Güven" (Trust) olması önerilen bu tatbikatta
sistem, bir füze saldırısını etkisiz hale getirecekti. Bu yolla, Rusya Soğuk Savaş sonrası dünya
güvenliğini artıracak yeni bir atmosfer oluşturmayı planlıyordu.”
ABD’nin bu sahada HAARP kısaltmasıyla bir sistem geliştirdiği bu sistem sayesinde çok güçlü
elektromanyetik dalgaları dünyanın herhangi bir yerine odaklayarak gönderebileceği ve bu sayede
depremleri dahi tetikleyebileği söylenmektedir. Dikkat edilirse Afganistan Savaşı’nın başladığı
günlerde art arda bu ülkede depremler yaşanmıştı. Hatta bazıları Gölcük depreminin böyle bir deneme
sebebiyle meydana geldiğini iddia etmişlerdi.
"John St. Clair Akwei, 1996 yılında Amerikan Ulusal Güvenlik Dairesi (NSA) aleyhine bir dava açtı.
Akwei, NSA'nın kendisini sürekli olarak takip ettiğini ve davranışlarını kontrol ettiğini iddia etti. Akwei
mahkemeye bu iddialarını destekleyecek yüzlerce sayfalık deliller sundu. Kaynak olarak birçok bilimsel
ve akademik çalışmanın gösterildiği bu deliller, Project Freedom adlı internet sitesinde yayınlandı.
İddiaya göre NSA, çok gelişmiş sistemleri aracılığıyla elektromanyetik alanları kullanarak istediği kişiyi
dünyanın her yerinde takip edebiliyor, hatta elektrik dalgaları yollayarak kişinin düşünce ve
davranışlarını kontrol edebiliyor. NSA'nın "sinyal istihbaratı" adı verilen bu sistemi, dünyadaki elektrik
taşıyan her şeyin çevresinde bir manyetik alan olduğu ve bu alanların elektromanyetik dalgalar yaydığı
teorisine dayanıyor. Geliştirilen dijital sistemlerle elektrik taşıyan bütün varlıkları nerede olursa olsun
kontrol edebiliyor. Gönderilen sinyaller sayesinde hedef kişi başkalarının duymadığı sesler duyabiliyor
ya da görüntüler görebiliyor. Bu yolla NSA istediği kişiye istediği şeyi hiçbir kanıt bırakmadan
yaptırabiliyor.”
Muhtemelen aynı dava dosyasından bir alıntıyı gönderen okur mailini Güler Kömürcü köşesine
taşımıştı:
“...Ulusal Güvenlik gayesiyle kurum, binlerce insanın ferd" beyin haritalarını kaydetmekte ve
şifrelemektedir. Elektronik gözetim amacıyla, beynin konuşma merkezindeki elektrik faaliyetleri,
kurbanın sözlü düşüncelerine çevrilebilir. Kulağı devre dışı bırakarak, ses haberleşmesinin doğrudan
beyne gitmesini sağlayarak, Uzaktan Nöral Denetim, şifrelenmiş işaretleri, beynin işitme korteksine
gönderebilir. Kurum ajanları bunu, paranoid şizofreninin karakteristiği olan işitsel halisünasyonları taklit
ederek, kurbanların gizli olarak takatini kesmek için kullanabilirler.
Sizin gördüğünüzü görüyorlar. Kurbanla herhangi bir temas olmaksızın, Uzaktan Nöral Denetim, bir
kurbanın beynindeki görsel korteksteki elektrik faaliyetlerini planlayabilir ve kurbanın beynindeki
tasvirleri (görüntüleri) bir videonun monitöründe gösterebilir. Kurum ajanları kurbanın gözlerinin
gördüğü her şeyi görürler. Görsel hafıza da görülebilir. Uzaktan Nöral Denetim gözleri ve optik sinirleri
atlayarak (devre dışı bırakarak), doğrudan görsel kortekse görüntü gönderebilir. Ajanlar, beynin
programlama gayesi için, gözetim altındaki kişi REM uykusunda iken, onun beynine gizlice görüntü
yerleştirmek için bunu kullanabilirler.. Yurt içi istihbarat metodu 1980'lerin ilk yıllarından beri devam
etmektedir.”
Türkiye siber dünyaya ve bilgi güvenliğine yeterli ilgiyi göstermiyor. Çinli bir stratejist ABD gibi askeri
güçlere karşı askeri karşılık vermenin zor olduğunu, siber saldırılar, terör benzeri faaliyetler ile zarar
verilebileceğini değerlendirmekteydi. İnternette bilgi güvenliğine büyük önem veren birinci ülke
İsrail’dir. Türkiye’de internet bilgi güvenliği üzerine program geliştiren bir firma sahibi gerekli desteği
bulamadığı için çalışmasını tamamlayamamış, nihayetinde ABD’ye gittiğinde hemen ABD’li yahudiler
kendisine ortaklık teklif etmişlerdir. Uluslararası hacker toplantıları da genelde İsrail’de yapılmaktadır.
Meşhur hacker’lar İsrail tarafından davet edilmekte kendilerine bazı imkanlar sunulmaktadır.
Çin, Almanya, Fransa gibi ülkeler Amerikan Microsoft ürünlerini kamu kurumlarında kullanmamaktadır.
Bunun yerine kaynak kodları açık ve millileştirmeye elverişli Linux işletim sistemleri kullanmaktadırlar.
Çin’de bu sistemden başka sistem kullanmak yasaktır. Böylece bilgi altyapılarını dış etkilere karşı
koruyan bu ülkeler ayrıca milyonlarca dolar tutan lisans ücreti ödemekten kurtulmaktadırlar. Türkiye’de
ise maalesef böyle bir hassasiyet yok.
ABD gibi ülkelerin hemen tüm kamu işlerini elektronik sisteme döndürdüğü düşünülürse siber
saldırıların bu ülkelere vereceği zarar ortaya çıkacaktır. Nitekim geçtiğimiz yıllarda CIA ve bazı
Amerikan devlet kurumlarına bulaşan bir bilgisayar virüsü birkaç gün bu kurumları iş göremez hale
getirmişti.
Ortak Ürünler:
Uydu teknolojisi, konvansiyonel teknoloji ile bilgisayar teknolojisinin birleşmesi ile uzaktan kumandalı
silahlar geliştirilmiştir. Predator denilen uçaklar tipik bir örnektir. CIA bu uçakla Yemen’de bir araca
füze saldırısı düzenlemiştir.
Ticari uçakların dahi yerden kumanda ile idare edilmesi için bir teknoloji geliştirilmiş, hatta bir kargo
uçağı pilotsuz olarak indirilmiştir. 11 Eylül saldırılarından sonra bu sistemin teröristlerin eline geçip
geçmediği araştırılmıştır. (Bilemiyoruz ABD kendi içindeki teröristlere müracaat etmeyi akıl edebildi
mi!?)
Bilgisayarda savaş oyunları oynayanların bu tür silahları kavraması daha kolaydır. Bilgisayar başında
kumanda edilen insansız silah ve araçların hızla geliştiğini görmek şaşırtıcı olmaz.
Nükleer silah bu üstün teknolojiler karşısında orta sınıf ülkelerin savunma silahı haline gelmiştir. Ancak
bilindiği gibi tehlikeli bir silahtır. Bu sebeple ABD gerek füze teknolojisinin gerekse nükleer teknolojinin
başka hiçbir ülkede olmasını hazmedememektedir.
“Ukrayna`nın, nükleer başlık taşıma kapasitesine sahip 225 adet AS-4 tipi taktik cruise füzesini imha
etmeye başladığı bildirildi.
Savunma bakanlığının bildirisinde, bu çerçevede, 500 kilometre menzilli bu füzelerin ilkinin parçalara
ayrılma işlemine başlandığı belirtildi. Bildiride, imha sürecinin 2005`in ilk yarısında tamamlanacağı
kaydedildi.
Bu arada Ukraynalı yetkililer, 2005 yılına kadar AS-4 cruise füzesi taşıma kapasitesine sahip 31 adet
Tu-22 ağır bombardıman uçağının da imha edilmesinin öngörüldüğünü, bu çerçevede ilk uçağın 12
Kasım`da imha edileceğini belirtti.
Bu imha operasyonları, 1993 yılında Ukrayna ile ABD arasında imzalanan anlaşma çerçevesinde
Amerikan hükümeti tarafından finanse ediliyor.”
Bilindiği gibi İran’ın ve Kuzey Kore’nin nükleer santralleri bile, birer büyük mesele haline getirildi.
Başka Silahlar:
Bütün bunlar basında çıkan haberlerden elde edilen bilgilerdir. Bunlara ses bombası gibi projeler de
eklenebilir.
Bu silahların kitle imha silahları ile birlikte kullanıldığı büyük bir savaşta, hemen hemen bütün araç ve
silahların işlemez hale gelmesi mümkündür. Barutlu fişek ve mermilerin çalışmasını engelleyen bir
sistem de buldukları takdirde binek olarak at, silah olarak elde tek süngüye kalma ihtimali vardır.
ABD’nin büyük savaşını Avrupa ya da Rusya ile yapmasını ümit edip yine de her türlü ihtimale göre
hazırlık yapılması gerekmektedir. Zira ABD ile olmasa dahi bir gün bütün dünyayı istila eden Çin ile
ölüm kalım mücadelesine girmek zorunda kalabiliriz.
Böyle bir savaşta klasik düzenli orduların kitleler halinde telef olması kaçınılmazdır. Muvaffakiyet için
düzenli orduları büyük bir sahada, gerilla taktikleri ile sevk ve idare eden bir sistem alternatif olarak
geliştirilebilir veya geliştirilmelidir.
Uzaktan kumandalı sistemleri küresel düzeyde kullanamasak bile en azından kendi ülkemiz içerisinde
işlemez hale getirecek veya kendi lehimize kullanabilecek düzenekler geliştirebiliriz.
Unutulmamalıdır ki hiçbir insani kaygı taşımayan, bilgisayar ekranında zaferler kazanan oyuncular gibi
insanların telef olmasından büyük haz duyan bir zümre katliamlara başlamak için büyük bir iştahla gün
saymaktadır.
ukara@hakikat.com
Türkiye konumu itibariyle eşine ender rastlanan bir coğrafyada bulunmaktadır. Gerek jeopolitik,
gerekse jeostratejik bir bölgenin en önemli kavşağında, yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle inanılmaz bir
potansiyele sahiptir. Fakat acıyla yaşadığımız sıkıntıların kurtuluş reçetesi olarak kimse, hiçbir iktidar
bu değerli gücün farkına varamamakta, varanlar onları değerlendirmeye cesaret edememekte veya
imkan bulamamaktadırlar.
Ekonomimizin düzlüğe çıkmasını sağlayabilecek, ileri teknolojiler için gerekli hemen bütün madenler
ülkemizde değerlendirilmeyi beklemekte, daha doğrusu değerlendirilmemesi için türlü entrikalar
çevirilmektedir. Kimine işletme izni verilmemekte, yerli üreticinin önü açılmamakta, kimi özelleştirme
maskesiyle paravan şirketler vasıtasıyla yabancılara peşkeş çekilmektedir. Altın, bor, toryum, petrol ve
buna benzer yeraltı madenlerimizin piyasa değeri trilyonlarca dolar olarak ifade edilmektedir. Bu
değerli hazinelerimizi ele alıp işletmemiz halinde iktisadi sıkıntılarımız kalmayacak, Türkiye'nin önüne
akıl almaz imkanlar çıkacaktır.
Dünyanın en değerli madeni haline gelmiş bulunan BOR madenleri bile tek başına Türkiye'nin önünü
açacak veya geleceğine ipotek koyacak derecede önemlidir. Geniş kullanım alanı olan, son derece
stratejik ve hayati öneme sahip Bor madenlerinin bir kısmı işlenip dünyaya pazarlanmış olsa bile
milyarlarca dolarlık dış ve iç borçlarımız ödenebileceği gibi yeni ekonomik hamleler için fazlasıyla girdi
sağlayacak, pek çok üstünlüğü elimize sunacak kıymete haizdir.
Gazeteci Taşkın Şenol "Arab'ın Petrolü, Türkiye'nin Bor'u" başlıklı makalesinde şunları yazmış:
"-...Diyelim ki petrol fakiriyiz. Petrolümüz yoksa bile borumuz var. Bilinen dünya bor rezervlerinin
%60'dan fazlası bizim elimizde. Hem de en kalitelisi. Ve dünkü Rockefeller'in ABD başkanına 1956
yılında yazdığı mektupta belirttiği gibi bor süper staratejik maden sınıfında. Bor elementinin araya
girmediği yer yok. Bor elementini süper yapan stratejik madde özelliği kullanım alanının çokluğu değil.
Bir kere bilgisayar ve uzay teknolojisinin vazgeçilmez maddesi bor..." (Star, 06.03.2002)
Bor'un bir ismi "Türk Petrolü"dür. 200'ü alternatifsiz olmak üzere 250'den fazla sahada
kullanılmaktadır. Kullanım alanlarının sayısı bile sayfaları bulmaktadır. ABD ve Rus yapımı uzay
mekiklerinde Türk borları kullanılmaktadır. Rus Mekiklerinden birisinin isminin "Boron" olduğu
bilinmektedir. ABD ordusu tarafından kullanılan ileri teknoloji ürünü savunma ve saldırı silahları ile
savaş uçaklarının vazgeçilmez maddesidir. Skorsky ve Blackhawk helikopterlerinin, radara
yakalanmayan F-117 uçaklarının yapımında bor kullanılmaktadır. Tomahawk gibi karadan karaya,
karadan havaya, denizaltından atılan pek çok füzenin yakıtı bordur.
ABD'nin alternatif yakıt projesi denilebilecek ZIP projesi çerçevesinde 1959 yılında ürettiği XB-70 adı
verilen savaş uçağının bir adı da 'Boron Bomber'dir. Uçakta kullanılan yakıt bor yakıtıdır. Bu yakıt
pentaboran ya da ethy 1 borane diye bilinir. Uzun yıllar bu uçaklar kullanılmış ama bor yakıtının
kullanımı bitmemiştir. Türkiye'nin uzay uydusunu fırlatan Ariane roketlerinde kullanılan yakıt bor
yakıtıdır. ABD başta olmak üzere bir çok ülkede sivil ve savaş uçaklarında bordan imal edilen
"Pentaboran" yakıtı kullanılmaktadır. F-117 gibi uçaklarda radarlara karşı görünmezliği, cam
malzemelerde yüksek dayanıklılığı sağlayan bordur. Daha başka özellikleri de bulunmaktadır. Başta
ABD olmak üzere bir çok ülkenin üniversiteleri ve özel laboratuvarlarında bor madeninin kullanım
alanlarıyla ilgili hummalı çalışmalar yapılmaktadır.
Başka ülkelerdeki bor rezervlerinin kısa zaman içinde tükeneceği hesaplanırken Türkiye'nin
rezervlerinin uzun zaman içinde bitmeyeceğini ifade ediliyor. IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşların
başta bor olmak üzere krom, trona gibi madenlerimizin özelleştirilmelerini istemelerinin altındaki asıl
nedeni araştırmamız ve ortaya koymamız gerekmektedir. Bizzat Eti Holding Yönetim Kurulu Başkanı
Ziya Gözler bu oyunlara dikkat çekmektedir:
"-Hollanda'nın başını çektiği bazı AB üyesi ülkeler, bor kullanımına karşı mücadele başlattı. Bor
madeninin cam sanayinde kullandırılmaması için girişimler var. Bu bizi sıkıntıya sokacak. Bor
kullanımına karşı olan ülkeler borlu torbalar üzerine kurukafa işareti koyarak bu madeni tehlikeli
göstermeye çalışıyorlar."
Devletin bor politikasının doğru olduğunu ve bor madenlerinin özelleştirilmemesi gerektiğini söyleyen
Gözler:
ABD'nin otomotiv sektöründeki dünya devi Chrysler firması bor-Hidrit yakıt hücresine sahip otomobil
ürettiğini resmen açıklamış bulunuyor. Natrium ismini verdikleri model şöyle geliştirilmiş: Natrium
sistemi, sodyum bor-hidrit paletleri ve su karışımından hidrojen gazını çıkarır. Ortaya çıkan hidrojen
elektrik üreterek aracı iter ve geride kalan bor kalıntısı araçtan çıkarılarak tekrar değerlendirilebilir.
Toksit ve yanıcı olmayan paletler her yerde satılabilir. Araç sahipleri arabalarında 1kg palet ve 1kg su
bulundurarak bir daha benzinleri bitecek korkusundan uzak, rahatça araçlarını kullanma şansına sahip
olabileceklerdir.
Bor Türk işadamlarına pahalı, dışarıya ise ucuz satılmaktadır. Bor ile ilgili teknolojinin transferi ısrarla
geciktirilmekte ve gelişi önlenmektedir. Boru hammadde olarak satmak yerine rafine olarak satarak
bire karşı bin kazanabiliriz. Bunun için her şeyde olduğu gibi irade, kararlılık, cesaret, azim, iyi denetim
gerekmektedir. Eğer adam gibi çalışır, idare edilir ve milli bir tavır sergileyebilirsek istikbalimizi kimse
karartamaz. Ama başkalarının oyunlarına alet olup yabancıların dümen suyuna girersek ne borçtan
kurtulabiliriz ne de borumuzdan yeterince faydalanabiliriz.
"-Soğuk savaşın zirvede olduğu yıllarda, dünyanın bilinen en büyük bor rezervlerine sahip ABD,
SSCB'nin uzay roketlerinde borlu yakıt kullandığını bilmektedir. Çünkü kendisi de Nazi
Almanya'sından başarılı bir operasyonla ülkesine getirdiği Alman bilim adamlarıyla bunun üzerinde
çalışmaktadır. Ancak yakıt üretiminde kullanılacak kalite bor, Türk bor cevheridir. ABD'nin SSCB'nin
Sputnık 1 ve 2 projeleri karşısında aldığı soğuk savaş yenilgileri nedeniyle, SSCB'nin Avrupa
üzerinden Türk borlarını almasının önüne geçilmek üzere Türkiye'den ihraç edilen Bor cevherlerini
taşıyan gemiler ve yükleri Çanakkale boğazını geçip uluslararası sulara girer girmez ABD donanması
tarafından müsadere edilir. Türk bor cevherleri ABD tarafından ablukaya alınmıştır." (Bor Gerçeği, sh:
81)
Adı geçen kitapta İsmet İnönü'nün 1968 yılındaki bir beyanına rastlamaktayız.
"-Bügün memleketimizdeki Boraks cevheri üzerinde yabancı bir oyun planlanmaktadır. Oyunun hedefi
Türkiye'yi bu kaynağından mahrum bırakmaktır. Bunun oyuncuları kapı kapı dolaşmaktadırlar.
Herkese ihtar ederiz ki, bu oyunu neticesiz bırakmaya, Türkiye'nin boraks üzerinde hiçbir tekel
kurdurulmamasına kesinlikle kararlıyız." (sh.90)
"-750 milyar dolarlık bir kaynağın alelacele elden çıkarılarak, çocuklarımızın geleceğine ipotek
koymak, kabul edilebilecek durum değildir. Devletin elinde gerçekten özelleştirilmesi gereken
kuruluşlar, tüm zararlarına rağmen hala kamu kurumu olarak faaliyetlerine devam ederken, ülkeyi
kurtaracak bir kaynağın özelleştirileceğinin açıklanması akıl ve insafla bağdaşmaz. Bor'un
özelleştirilmesi için gerekli şart ve koşullar oluşmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti'nin bağımsızlığının
sembollerinden olan bor madenlerinin devlet eliyle işetilmesi kanuni bir zorunluluktur. Türkiye'nin
yüksek menfaatlerinin korunması için yasa kesinlikle değiştirilmemelidir. Önemi giderek artan bor'un
özelleştirilmesine, ülkesinin menfaatini düşünen hiç kimse "evet" diyemez ve diyenler ise "vebal"
altında kalır".
Eşsiz değere sahip bor Türkiye'nin geleceğinin garantilerinden birisidir. Gelişmiş ülke sanayilerinin
vazgeçilmez temel girdisi olan bor; tıpkı evde pişirdiğimiz her yemeğe attığımız bir tutam tuz gibi
sanayi üretim mutfakları olan hammadde hazırlama departmanlarının, üretimde kullanılacak
hammadde içine ppm seviyesinde %30'lara kadar kattığı olmazsa olmaz bir girdidir. Bu anlamda ham
ve rafine bor ürünleri "Sanayinin Tuzu" ünvanını haklı olarak elinde tutmaktadır.
Bunun yanında bor her türlü cam sanayisinde, fotoğraf ve görüş sistemlerinde, spor malzemeleri
imalatında, elektrik, bilgisayar, ileri teknoloji endüstrilerinde, uzay ve havacılık sanayinde, askeri
alanda, tıbbi cihaz ve ilaç sanayinde, tarımda, gemi inşasında, nükleer alanlarda sayılamayacak kadar
çok alanda hayatın vazgeçilmez bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Borun önümüzdeki yıllarda
önemli miktarda kullanılabileceği bir üretim dalı da çimento sanayidir ki Avrupa çimento sanayi halen
bor'dan faydalanmaktadır.
Bor ile ilgili yürütülen bir kısım çalışmalardan bahsederek konuyu nihayetlendirelim. Bugün ABD
ordusu tarafından kullanılan ileri teknoloji ürünü savunma ve saldırı silahları ile savaş uçaklarının
tamamı Zip yada Hermes olarak adlandırılan projenin ürünüdürler. Halihazırda bor minarellerinden
altıyüzün üzerinde farklı kompozisyonda yakıt üretilerek Amerika Patent Ofisi'nden patenti alınmıştır.
Uçak ve havacılık endüstrisinde bor kullanımı giderek artan bir seyir izlemektedir. Fransız Mirage
uçaklarının neredeyse tamamı bor, bordan mamül cam elyafı ve karbon kompozitlerden yapılmaktadır.
Bor minarellerinin Kara ve Deniz ulaşımında kullanılan araçlarda da üretim aşamasında olduğu
bilinmektedir. Bor motorlarında yanmanın oldukça basit bir hale getirildiği, aynı zamanda bütün yakıtın
motor içerisinde yanmasının sağlandığı, yanma sonucu oluşan ve biriktirilen katı atık külünün de
istenirse hava ile yakılmasına müsade edildiği, bor yakıtı kullanılacak araçların yakıt tankı yerine yakıt
makarası ile çalışacak düzeneklere sahip olacakları ve bu motorların çevre dostu olduğu, gaz
emisyonunun sıfır düzeyinde bulunduğu bilim adamlarınca ifade edilmektedir.
Bor madenciliğinde tekelleşmenin öncülüğünü Rio Tinto ve ona bağlı US. Borax yapmaktadır. Avrupa
merkezli çok uluslu şirketler -Avrupa’da bulunmadığı için- bor madenleri açısından sağlam ve istikrarlı
hammadde kaynağı arayışı içindedirler.
Bu şartlar altında yapılacak özelleştirme, büyük bir servetin Çok Uluslu Şirketler'e çok ucuz bir fiyatla
tam anlamıyla altın bir tepsi içinde ikram edilmesi demektir.
“Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olabilir ve hoşunuza giden bir şey de
hakkınızda şer olabilir. Allah bilir siz bilmezsiniz.” buyurmaktadır. (Bakara: 216)
“De ki: ‘Allah bizim için ne yazmış, ne takdir etmiş ise, ancak bize o ulaşır. O bizim
sahibimizdir. Müminler yalnız Allah’a güvenip bağlansınlar.” (Tevbe: 51)
İnsanları, karaları, denizleri, gökleri icmâlen bile sayamadığımız nimetlerle donatan yüce Allah’ın
kullarına olan merhameti, iyiliği bir ananın yavrusuna olan merhametinden kat kat fazladır. Kimseye
aslâ zulüm etmez. Körü körüne heveslerimize uyarak zulmeden biziz.
Allah-u Teâlâ, Nahl sûre-i şerif’inin 61. Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer Allah zulümleri yüzünden insanları cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı.
Fakat onları takdir edilen bir süreye kadar geciktirir.”
Bizi bu kadar seven, acıyan Mevlâmız bize kötülük yapar mı? Eğer bir ibtilâ verirse gafletten, hatadan,
dalâletten çevirmek içindir, tevbe etmemiz içindir, olgunlaşmamız içindir. Kula boyun bükmek,
teslimiyet ve sabır göstermek, o takdirinin bitmesini gözetlemek düşer.
Âyet-i kerime’de:
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar
mı?Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret almıyorlar.” buyurulmuştur. (Tevbe: 126)
Nefsimizi hesaba çektiğimizde başımıza gelen bir çok hastalık, afet ve belânın kendi hatalarımız
yüzünden olduğunu görürüz.
Meselâ; beden ve çevre temizliğine dikkat edilmezse birçok mikroplar ürer, insan hasta olur. Kendi
kusurunun cezasını çeker.
Otomobil sürücüleri, trafik kurallarına uymazsa hatalarının cezasını canlarıyla öderler veya sakat
kalırlar.
Bu böyle olduğu gibi Allah-u Teâlâ’nın öğütlerine itaat etmeyenler de Allah-u Teâlâ’nın yasakladığı
suçları işleyerek bir çok belânın gelmesine kucak açmış olur. Allah-u Teâlâ da bunları cezalandırır.
Fakat kullarına acıdığı için hemen cezalandırmaz, hem de bir çoğunu da bağışlar. Kula düşen Hazret-i
Allah’ın her emrine incelikle dikkat etmek, hiçbir zaman unutmayalım ki bütün iyilikler Hazret-i Allah’ın
ihsanı ve yardımıyladır.
“Başınıza gelen her hangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O yine de
çoğunu affeder.” (Şûrâ: 30)
Allah-u Teâlâ, her şeyi yaratanın kendisi olduğundan her şeyin içini dışını bilir. İnsanın yararına olan
şeyleri emreder, zararına olan şeyleri saklar. Nice üzüldüğümüz şeyler var ki sonunda bizim için hayırlı
olmuş ve nice sevindiğimiz şeyler var ki bizim için kötü sonuç vermiştir.
Allah-u Teâlâ’nın takdiri ne şekilde tecelli ederse etsin mutlaka hayırlıdır. Mevlâ n’eylerse güzel eyler.
Bu hususta İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin kitabından alınan bir kıssadan hisseyi arzediyoruz:
“Mesruk dedi ki: Çölde oturan bir kişinin bir köpeği, bir merkebi ve bir de horozu vardı. Horoz onları
namaza kaldırır, merkebin sırtında su taşır ve eşyalarını yüklerdi. Köpek ise onları korurdu. Bir gün bir
tilki gelip horozu yedi. Aile efradı bunun için üzüldüler. Sâlih bir kimse dedi ki: “Üzülmeyiniz, umulur ki
bu daha hayırlıdır.” Sonra kurt gelip merkebin karnını deşip öldürdü. Çocuklar bunun için üzüldüler,
sâlih kişi: “Bu daha hayırlıdır.” dedi. Sonra köpek felâkete uğradı, sâlih kişi: “Bu bilâkis daha hayırlıdır.”
dedi.
Sonra bir sabah uyanıp, baktılar ki etraflarında yerleşmiş bulunan bütün insanlar esir edilmiş, sadece
kendileri kalmışlar. Bunun üzerine o sâlih kişi: “Etrafınızda insanların esir edilmeleri, onların yanında
köpek, horoz ve merkep sesleri olduğundan dolayıdır. Bu bakımdan Allah-u Teâlâ’nın takdir
buyurduğu gibi bizim için hayır, bu üç hayvanın helâk olmasında idi.” dedi.”
Hikâyede olduğu gibi hoşumuza gitmeyen, bizi üzen işler içinde nice faydalar vardır. Allah-u Teâlâ
kuluna uygun olanı verir de biz zavallı, isyankâr, şükrü az olan kullar olarak işlerin iç yüzünü bilemeyiz.
Allah’ın bize (hâşâ) zulmettiğini sanırız, halbuki O, kulları hakkında en iyisini tercih eder. Eğer
hakkında servet hayırlı ise servet, fakirlik hayırlı ise fakirlik, kız çocuk ise kız çocuk, erkek çocuk ise
erkek çocuk verebilir veya dilerse kısır olmasını murad eder.
“Olan bir şeye keşke olmasaydı veya olmayan bir şeye keşke olsaydı, demektense ateş yemeyi
tercih ederim.”
“Göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) Allah’ındır. Ne dilerse yaratır. O kime dilerse kız
evlâtlar bağışlar, kime dilerse ona erkek evlâtlar lütfeder.
Yahut o çocukları erkekler, dişiler olmak üzere çift çift verir. Kimi dilerse onu kısır bırakır. O her
şeyi bütünüyle bilendir, her şeye gücü yeter.” (Şûrâ: 49-50)
Eğer fakirlik içinde yaşatıyorsa bu hâl onun için daha hayırlıdır. Zenginlik her zaman insanın hayrına
olmayabilir. Kişi zengin oldum diye nefsinin arzularına uyarsa o mal onun helâk olmasına sebep olur.
“Allah kullarına rızkı bol bol verseydi yeryüzünde azgınlık ederlerdi. Fakat O, rızkı dilediği
ölçüde indirir. Çünkü O, kullarından haberdardır, onları görmektedir.” (Şûra: 27)
Yüce Allah bizim için ne takdir etmişse kalben inanalım ki o mutlaka hayırlıdır. Çünkü O, her şeyden
haberdardır, görendir, acıyanların en acıyanıdır ve gerçek dosttur. Asla zulmetmez. Kimine sefâ,
kimine cefâ verir. Sefâya şükürle, cefâya da rızâ ile mukabele de bulunmaya gayret edersek dünya ve
ahiret iyiliğini kazanırız.
Tevekkül ve sabredenlerin âlâmeti şudur ki; hasta olmamak için bütün tedbirlerini alır da buna rağmen
amansız bir hastalığa yakalanırsa feveran etmeden sabredip kimseye şikayet etmez. Hakk’tan gelene
severek boyun büker. O’nun her işinde hikmet olduğunu bilir, sebeplere değil sebepleri yaratana
bağlanır. Allah-u Teâlâ böyle takdir etmiş deyip kazaya râzı olur. Her halinin sahibi tarafından görülüp
bilinmesini kâfi görür.
Hadis-i şerif’te:
“Şüphesiz sabrın güzel olanı şu kimsenin sabrıdır ki halinden kimseye şikâyet etmez.”
buyuruluyor. (Münâvî)
Hazret-i Allah bize imtihan için çeşitli musibetler verip, ibtilâlara uğratır.
Âyet-i kerime’de:
Âyet-i kerime’de:
İnsan, yaptığı kötülüğün cezasını, dünyada da çeker. Hatta mümin insanın ayağının taşa değmesi,
ayağına diken batması, başının ağrıması, hasta olması yaptığı kötülüklere, işlediği günahlara kefaret
olur. O inanan insan, başına gelen bu dünya musibetiyle günahından temizlenmiş olarak ahirete gider.
“Aşırı gitmeyiniz, orta yürüyünüz, doğru hareket ediniz. Müslümanın uğradığı her musibet
kefarettir. Ayağının sürçmesi, ayağına diken batması dahi (günahlarına kefaret olur).” (Müslim)
Çile çektirici ve üzücü olaylar günahlardan kaynaklanabileceği gibi kusurumuz olmaksızın kulluk
denemesi gereği de gelebilir. Bu hakikati Bakara sûre-i şerif’inin 155. Âyet-i kerime’sinde Rabb’imiz
şöyle açıklamaktadır:
“Andolsun ki biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana
eksiltmekle sizi imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.”
Dünya imtihan alanıdır. Bize düşen sabretmektir, boyun bükmektir, Allah’a dayanmaktır.
Âyet-i kerime’de:
Sabrın fazileti, gelen musibetlere feryat etmekle, şikayet etmekle gider. Gelen musibete ağlamakla ve
kalpten üzülmekle sabrın fazileti gitmez. Sabır; felâket karşısında hiç etkilenmemek, üzülmemek
anlamına gelmez. Etkilenmek, üzülmek, merhamet, yufka yürekliliğin eseridir. Kötü olan üzülmek değil,
insanı Allah’a isyana sevk eden sızlanmadır, dövünmedir.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz oğlu Hazret-i İbrahim’in vefatı üzerine ağlamış,
kendisine:
“Sen bizi bundan men etmemiş miydin?” diyenlere, bunun bir acıma olduğunu;
“Göz ağlar, gönül üzülür. Amma biz, Rabb’imizin rızâsına aykırı bir şey söylemeyiz. İbrahim biz
senin ayrılığından üzgünüz!” buyurmuşlardır. (Buhârî)
İnsanın altından kalkamayacağı musibetler karşısında halini Allah-u Teâlâ’ya arzetmesi, O’ndan
yardım istemesi ve günahlarından korkup O’na sığınması şikayet değildir.
Eyyub Aleyhisselâm’ın; “Bana bir dert gelip çattı. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
şeklindeki yakarışı bir niyazdır. (Enbiyâ: 83)
“Doğrusu biz onu çok sabırlı bulmuştuk. O ne iyi kul idi! Daima Allah’a yönelirdi.” (Sâd: 44)
Dayanılmaz hastalıklara yakalanan, malını, mülkünü, çoluk çocuğunu tamamen kaybeden Eyyub
Aleyhisselâm sıkıntısını yalnız Allah-u Teâlâ’ya arz etmiş, O çok şefkatli, acıyanların en acıyanı
Rabb’inden kendisini kurtarmasını dilemiştir. Allah-u Teâlâ kendisine böyle gönülden yalvaran kuluna
acıyıp, onu dertlerinden kurtarmış, ona âilesini, malını mülkünü eskisinden bir kat daha fazlasıyla
vermişti.
Allah’a dayananlar, gönül ferahlığına, dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşur. Allah’ın sınavına sabredip
O’na olan bağlılığımızı kaybetmemeliyiz.
“Başına bir felâket gelen mümin Allah’ın buyurduğu üzere ’Biz Allah içiniz ve O’na döneceğiz.’
Allah’ım bu musibete hayırlı bir karşılık ver. Kaybettiğimin yerine daha iyisini ihsan buyur,
diyen müslümana Allah onun kaybettiğinden daha fazlasını verir.” buyurmuşlardır. (Müslim)
Âyet-i kerime’de:
“Onlara bir musibet geldiğinde; ‘Biz Allah içiniz ve elbette O’na döneceğiz.’ derler.”
buyurulmaktadır. (Bakara: 156)
Aklın en üstünü insanın kendini bilmesidir. Hikmetin en üstünü Mevlâ’ya yakınlaşma yolunu bilmektir.
Kim kendisinin cahili ise o Rabb’inden de gafildir. Kendini bilmeyen Rabb’ini nasıl bilir?Mevlâ’sını nasıl
bulur da O’ndan korkmaya yönelir. Öncelikle kişinin: “Nefsini bilen, Rabb’ini bilir.” Âyet-i
kerime’sinin tecelliyatına mazhar olması gerekir.
Dâvud Aleyhisselâm:
Allah-u Teâlâ:
“Nefsinin âciz ve zayıf olduğunu bil ki, Beni kuvvet, kudret ve sonsuzca var olarak bilesin. Beni
benimle bulasın.” buyurdu.
Hikmetin başı Allah korkusudur. Azâmet-i ilâhî’yi bilenler, o nispette Allah-u Teâlâ’dan korkar.
Âyet-i kerime’sinde:
“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman
olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” buyuruyor. (Âl-i imrân: 102)
“Vallahi ben hepinizden çok Cenâb-ı Hakk’ı bilirim ve hepinizden çok O’ndan korkarım.”
Hakkâl-yakîn bildiği için. Bilen çok korkar. Cahil ise cesur olur.
“Eğer siz benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız, az güler, çok ağlardınız.” buyuruyor.
Ashâb-ı kiram Efendilerimiz bu sözü duyduklarında yüzlerini kapayarak ağlaştılar. Bilmediğimiz için
ağlamıyoruz. Bilsek çok ağlarız. Şu halde Allah korkusu bilgiden doğduğu için bu bilgiyi tahsil etmek
farz olmuştur.
Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz. İbadet ve taate yönelir. Nefsâni arzulardan
uzaklaştıkça iffetli olur. Haramlardan ve şüpheli şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Bakınız korku hususunda, Peygamber Efendilerimiz’in ve meleklerin halleri ne kadar takdire şâyândır.
Âyet-i kerime’de:
“Hava değişip, rüzgârlar esmeğe başladığı vakit Resul-i Ekrem’in benzi değişir, evin içinde sağa sola
gezinirdi. Bu tutum ve davranışları Allah’ın azabından korktuğu içindi.
Yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Vâkıâ sûresinde okuduğu bir Âyet-i kerime
karşısında bayılmıştır.”
“Cebrâil bana her ne zaman geldi ise, Allah korkusundan vücudum titredi.” buyuruyor.
“Allah-u Teâlâ cehennemi yarattığı vakit meleklerin ödü koptu. İnsanları yaratınca melekler
rahatladılar.”
“Ey Cebrâil! Ne oluyor? Mikâil’i hiç güler görmüyorum!” diye sorunca Cebrâil Aleyhisselâm:
“Resul-i Ekrem namaza başladığı vakit göğsünden kazan kaynaması gibi ses duyulurdu.”
buyuruyor.
Rivayete göre: Dâvud Aleyhisselâm başını secdeden kaldırmamak üzere kırkgün ağladı. Başı su
içinde kaldı. Gözyaşlarından yeşillikler bitti.
Bunun üzerine:
“Ey Dâvud! Acıktın da yemek mi istiyorsun, yoksa susadın da su mu istiyorsun?” diye bir ses
geldi.
Bunun üzerine Dâvud Aleyhisselâm bir âh çekti. Onun korku ateşinden yakınındaki ağaç kurudu.
Sonra Allah-u Teâlâ tevbesini kabul edip, mağfiret eyledi.
Dâvud Aleyhisselâm:
Hataları eline yazıldı. Elini her hangi bir iş için kaldırsa orada hatalarını okur, ağlardı. Hatasından
utanarak ölünceye kadar başını gökyüzüne kaldırmamış ve münâcaatında; “İlâhi, hatalarımı
hatırladıkça bu geniş dünya bana dar gelir. Senin rahmetini andığımda ruhum sana yönelir.
Allah’ım seni noksan sıfatlardan tenzih ederim. Kullarının doktorlarını hatalarımın tedavisi için
gönderdin, hepsi de zâtını gösteriyor. Senin rahmetinden ümidini kesenlere yazıklar olsun.”
demiştir.
Dâvud Aleyhisselâm ağlayacağı vakit bir hafta yemek yemez ve zevcelerine yaklaşmazdı. Kırda bir
kürsü kurdurur, oğlu Süleyman Aleyhisselâm’a bütün ormanlara, tepelere, dağlara doğru bağırmasını
emrederdi. Süleyman Aleyhisselâm’ın dâveti üzerine ormandaki bütün vahşi hayvanlar, yuvalardaki
kuşlar ve insanlar toplanırdı. Dâvud Aleyhisselâm kürsüsüne çıkar, Süleyman Aleyhisselâm da
babasının başında dururdu. Dâvud Aleyhisselâm önce Allah-u Teâlâ’ya hamd ile ve O’nu övmekle
söze başlardı. Bununla herkes feryâd-ı figân ağlamaya başlardı. Sonra cennet ve cehennemi anlatırdı.
Bunu anlatırken vahşi hayvan ve insanlardan ölenler olurdu. Sonra kıyametin dehşetini anlatırdı. Bu
sırada her nevi ölenler olurdu, ölenler çoğalınca Süleyman Aleyhisselâm babasına dönerek:
“Dinleyenlerin yüreklerini parça parça ettin. İsrâiloğulları’ndan ve vahşi hayvanlardan ölenler
oldu.” deyince Dâvud Aleyhisselâm duâya geçer sonunda kendisi bitkin düşerdi. Her zaman yanında
bulundurduğu iki cariyesi vardı. Allah korkusundan bayılıp düştüğü vakit, kendisine bir zarar
gelmemesi için biri başı diğeri de ayakları ucunda durur ve onu korurlardı.
Yahya Aleyhisselâm ise, on beş yaşlarında babasıyla Beyt-i Makdis’e geldi. Namaz kılmaya
başlayınca öyle ağlardı ki, ağaçlar da onunla ağlar, babası da ağlamasına dayanamayarak o da
ağlardı. Birgün Zekeriya Aleyhisselâm ona: “Oğlum ben seni Rabb’imden diledim. Seni bana
bağışlamasını ve seninle huzura ermemi istedim. Artık ağlamaktan vazgeç.” buyurdu.
Yahya Aleyhisselâm babasına dönerek: “Baba, Cebrâil bana haber verdi ki cennet ile cehennem
arasında bir boşluk vardır. Burasını ancak gözyaşı akıtanlar geçebilir. Ben de onun için
ağlıyorum.” buyurmuştur.
İbrahim Aleyhisselâm da hatalarını hatırladığı vakit, bayılır ve kalbinin hışırtısı bir mil mesafeden
duyulurdu. Birgün Cebrâil Aleyhisselâm kendisine gelerek: “Allah’ın sana selâmı var, buyurur ki hiç
dost, dostundan korkar mı?”
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-bir gün bir adamın evinin önünden geçerken, adamın içerde namaz
kılıp Tûr sûresini okumakta olduğunu duydu ve durdu dinledi, adam:
“Rabb’inin azabı mutlaka meydana gelecektir. Onu önleyecek hiçbir şey yoktur.” (Tûr: 7-8)
Âyet-i kerime’lerine gelince binitinden indi bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu Âyet-i
kerime’lerin tesiriyle evinde bir ay hasta yattı. Herkes ziyaretine gitti, fakat hastalığının sebebini kimse
anlayamadı.
Bir mecliste bir delikanlı bol bol kahkahalar savururken Hasan-ı Basri Hazretleri oraya uğradı ve
delikanlıyı çağırdı:
– Hayır!
– Hayır!
Hammâd bin Abdu Rabbih oturduğu vakit adeta hemen kalkacakmış gibi muvakkat bir vaziyette
otururdu, kendisine: “Rahat otursana” diyenlere: “Öyle rahat oturmak, emin adamlara mahsustur.
Ben ise asi bir kulum öyle oturamam.” dedi.
“Allah’tan bana bir korku kapısını açmasını istedim. Allah-u Teâlâ bana öyle bir kapı açtı ki,
neredeyse aklımın kaybolacağından korktum, bunun üzerine: “Yâ Rabb’i, dayanabileceğim
kadar bana korku ver.” dedim. Kalbim sükun buldu.”
Korku fazla isyanla değil, safâ-i kalp ve kemâl-i marifetle olmalıdır. Yoksa bizim güvenip emanet
ettiğimiz günahımızın azlığında ve ibadetimizin çokluğunda değildir. Ne yazık ki ne ölüm yolculuğunun
yakın olması bizi uyardı, ne de günah çokluğu bizi harekete geçirdi. Hatta ne korkanların halini
müşahede bizi korkuttu, ne de son nefes tehlikesi bizi rahatsız etti. Yalnız Allah-u Teâlâ’dan fazl-u
keremiyle halimizi düzeltmesini istirham eyleriz.
Eğer Allah-u Teâlâ fazl-u keremiyle lütfetmez ve bize nasuh tevbesini nasip edip ayıplarımızı af
etmezse halimiz nicedir. Söyleyip yapmayanlardan, işitip kabul etmeyenlerden, sohbeti dinlerken
ağlayıp amel vakti geldiği zaman isyan edenlerden olmamayı Allah-u Teâlâ’dan niyaz eyleriz.
KONUŞMAYAN ÇOCUKLAR
Biz insanlar duygularımızı, istek ve arzularımızı sözlü bir şekilde dile getirmeye bağımlı ve aynı
zamanda alışığız. Ve bu nedenle konuşmasını bilen bir çocuğun da hemen hemen hep susmasına da
bir anlam veremeyiz. Bir çok anne ve baba bu durumda olan çocuklarının bu hallerini bir inat
reaksiyonu olarak görmektedirler.
Psikolojide ruhsal nedenlere dayanan konuşma çekingenliği, konuşmamakta direnme mutism olarak
adlandırılmaktadır. İleri derecede rahatsızlık durumlarında hasta hemen hemen hiç konuşmaz.
Bazı sebeplerden veya ruhsal sıkıntılardan kaynaklanan konuşmama hali zamanında farkedilebilirse
gerekli tedbirleri almak, özellikle çocuklarda ruhsal tepkileri tedavi etmek daha kolaydır.
Mutismin tamamen ve kısmen olarak iki türlü olabileceğini yukarıda söylemiştik. Hiç konuşmayan
çocuklar; belli bir zamana kadar kendini gayet iyi ifade etmiştir. Fakat ansızın dış dünya ile irtibatını
yani sözlü kontağını tamamen kesmiştir. Bunun sebebi çoğu zaman korku verici bir olayın yaşanmış
olmasıdır.
Kısmen mutistik olan çocukların durumunu keşfetmek daha zordur. Çünkü bu durumdaki çocuk
geçmişe nazaran çok konuşmasa da arkadaşları ile, ebeveynleri ile -minimum bir şekilde de olsa-
sözlü kontak halindedir. Bu durumdaki bir çocuğun bu problemi ile ebeveynlerinin karşı karşıya
gelmesi çoğu zaman çocuğun öğretmeninin “Çocuğunuzun ağzından bir kelime dahi alamıyorum.”
demesi ile olur.
Eğer bir çocuk dikkat çekici bir şekilde utangaç, korkak ise, diğer çocuklar ile bir tartışma olduğu
zaman haklı olduğu halde hakkını aramıyorsa dikkat edilmesi gereken bir durum var demektir.
Haksızlığa razı olan, pasif bir şekilde yalnız oturan, sadece zaruri olan ihtiyaçlarını dile getiren, hiçbir
soru sormayan ve hemen hemen hiçbir soru cevaplamayan çocukların bir gün kendilerini tamamen içe
kapatmış bir çocuk olmaları kaçınılmazdır.
Günümüzde mutisme bir çok ruhsal rahatsızlıkta olduğu gibi daha çok erkek çocuklarda
rastlanmaktadır.
Mutistik reaksiyonlar her zaman bir korkuya dayanır ve hiçbir zaman çocuğun beceriksizliğinden,
karakterinden ve inattan kaynaklanmazlar. Başlama zamanı çoğu zaman okul öncesi dönemdir.
İlkokula başladığı zamanda da görülmektedir. Fakat bu rahatsızlığın kökleri çok öncelere bebekliğe
dayanabilir. Bir bebek “ilk konuşması” olan “ağlamak” ile annesiyle bir kontak kuramamış bir başarıya
yani ilgiye ulaşamamış olabilir.
Konuşmasını öğrenen bir çocuğa konuşmasında sürekli ikazda bulunmak ve yanlışlarını düzeltmek,
anne-baba ayrılığı gibi farklı sebepler de bu tür rahatsızlıkların çıkmasına yol açabilmektedir.
Bu durum özellikle 3 ve 6 yaş arasında önem kazanmaktadır. Çünkü bu yaş bildiğimiz gibi klasik “Çok
sorunlu” bir dönemdir. Ebeveynlerin bu dönemde çocuğun sorularına karşı kaçış yeri aramaları,
anlaşılmayacak birbiriyle çelişkili cevaplar vermeleri gibi sebepler çocuktaki soru sorma hevesini ve
çocuksu merakını durdurabilir.
Ebeveynlerin okul çağlarında çocuktan yüksek başarı beklentileri bunun ardından gelen başarısız
sonuçlar çocuğu çaresizliğe itip derse sözlü olarak katılımının azalmasına, ruhsal yapısının
bozulmasına sebep olabilmektedir.
Mutism ebeveynlerin çocuklarını şımartması ile da baş gösterebilir. Mesela; çocuğun her isteği,
çocuğun gözlerinden okunup, uygulanıyor ise, bu durum karşısında çocuk isteklerini dile getirme
heves ve gayretini yitirecektir, dolayısı ile konuşmayı unutacaktır.
Gözetip, düşünüp dikkate alınması gereken bir başka nokta ise çocuğun düşüncelerini, sorularını ve
beklentilerini ilettiği kişinin karakteridir. Çünkü paylaşmak aynı zamanda bir insanın kendinden bir
şeyleri ifşa etmesidir. Karşı taraftaki insanın bunu nasıl algılayacağını bilmediği ve kendisi hakkında ne
düşüneceğini kestiremediği için sonuçta riskli bir iştir. Bu nedenle sözlü paylaşım -ne kadar az da olsa-
güven ve itimada bağlıdır. Çocuk karşısındaki insana korku ve güvensizlik besliyor ise (İlişkilerinde bir
çok hayal kırıklığına uğraması en büyük sebeptir) sözlü paylaşımlarını sürekli kendine saklar, içine
atar. Mesela tahtada yazılmış bir cümle düşünün; çocuğunuzun her korku ve hayal kırıklığı karşısında
tahtadan bir kelime silin... Bu durum en sonunda tahtada hiçbir şey kalmayıncaya kadar devam
etmişse, yani çocuğunuzun size söyleyeceği ve söylemek isteyeceği artık hiçbir cümle kalmamışsa
onunla artık sağlıklı bir iletişim kurmanız zor demektir.
Sağlam, sağlıklı bir ruh sahibi çocuk haksızlıklara karşı çıkarak agresif ve itiraz edici bir hal gösterirler.
Oysa ki mutistik olan çocukların böyle imkanları yoktur. Onlar kendilerini savunmak için sadece
isteklerinden vazgeçmeyi, istememeyi, olacağa boyun eğmeyi tercih ederler. Çaresiz bir ruh hali ile
davranışlarını sosyal şartlara uydurmaktan başka bir şey yapamazlar.
Böyle çocuklara karşı yapılması gereken en önemli iş onların size olan itimat ve güvenini sağlamaktır.
Aynı zamanda çocukların da kendilerine olan güvenlerinin (özgüvenlerinin) yerine gelmesine
çalışmalıdır. Bunun için de bu rahatsızlığını onun yüzüne vurmamalı, sözlü ifadeler için onu
zorlamamalı, başkalarının yanında hatasını gündeme getirip rezil etmemelidir. Konuşmasını
gerektirmeyen faaliyetler (Yazmak, çizmek, el becerileri, oyunlar gibi) teklif edilerek yavaş yavaş belli
bir aşamaya gelmeleri için gayret edilmeli, şefkatle yaklaşarak ruhsal destekte bulunmalıdır.
Belirtilmesi gereken bir husus da şudur: Her çekingen çocuk rahatsız değildir. Yabancı ortamlarda,
tanımadığı insanlar yanında kimi çocuklar, hatta büyükler dahi çekingen olabilirler. Bu hal tercih edilen
bir durum değilse de, bir hastalık da değildir.
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |