You are on page 1of 62

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler.”
(Enbiyâ: 1)

“Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum kıyamet mutlaka
gelecektir. Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimse seni ondan
alıkoymasın. Yoksa helâk olursun.”
(Tâhâ: 15-16)

KIYAMET SENELERİNDEKİ DÜNYANIN SON DURUMU


HAZRET-İ MEHDİ ALEYHİSSELÂM
• Zuhur Etmeden Önce Zemin Hazırlanacağı ve Mutlaka Tâbi Olmanın
Gerekliliği
• Mutlaka Gönderileceği ve Nesebi
• Ehl-i Beyt’ten Oluşu
• Vasıfları
• Vehbi İlmi
• Sehaveti
• Bir Gecede Olgunlaştırılacağı
• Cennetle Müjdelenmesi
• İnsanlar Tarafından Çok Sevilmesi
• Mücadeleci Oluşu
• Zuhur Senesini Haber Veren Alâmetler ve Zuhuru
• Çıkışından Ümitlerin Kesildiği Bir Sırada Çıkması
• Zamanının En Hayırlısı Olması
• Zuhur Şekli
• Hakimiyeti
• Zamanının Bereketi
• İsa Aleyhisselâm İle Buluşması

HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM


Ulü’l-Azm Bir Peygamber
Halkı Hakk’a Dâvet
Nezd-i İlâhîye Yükseliş

KIYAMET SENELERİNDEKİ DÜNYANIN SON DURUMU


Erkeklerin Azlığı, Kadınların Çokluğu
Mal Çokluğu
Nurlu Devirden Hemen Sonra Gelen Nurlu Kumandanlar
Putperestliğin Canlanması
Müminlerin Ruhlarının Alınması
Kıyamet Senelerindeki İnsanların Durumu
Kur’an-ı Kerim’in Kaldırılması
Kâbe-i Muazzama’nın Yıkılması
En Şerli İnsanların Üzerine Kıyametin Kopması

KIYAMET
Kıyamet Nedir?
Kıyamet Saati
Kıyametin Zamanı (1)
Kıyametin Zamanı (2)
Kıyametin Zamanı (3)
Gizliliğin Hikmeti
İnanan-İnanmayan
Küfürde İnat, Kötülükte Israr
/ İsmail Yavuz

KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 2

BAHÇE SAHİPLERİNİN HİKÂYESİ

HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSELÂM


ĞÂR-I HİRA

Daha önceleri dedesi Abdülmuttalib’in Ramazan ayında Hira mağarası’na çekildiği


gibi, o da her sene azığını yanına alır, Mekke ile Arafat arasında Kâbe-i
muazzama’ya yaklaşik beş km. uzaklıkta bulunan Hira dağında bir mağaraya
gider, bütün Ramazan ayını orada geçirirdi. Bu mağaranın Muhammed
Aleyhisselâm’ın hayatında mühim bir yeri vardır.

MEKTUBAT

MURAKABA (17. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA RESULULLAH -


SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN
HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN
VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (55)

“KARABAŞ VELÎ -Kuddise Sırruh-”

SÖZLER VE NOTLAR-6
ALLAH YOLUNUN SAÂDETİ / Mehmed Ali Körpe

“Her an takviyeye muhtacız. Biz de, siz de, hepimiz de. Hazret-i Allah bizi her
an desteklemezse hemen kaymaya, düşmeye meyyaliz. Hep O’nun desteği ile
ayakta duruyoruz. Mevlâ bıraktığı anda yıkılırız. Hep O, hep O, hep O...
Onun içindir ki bir defa değil, bin defa değil, her an ikaza, desteğe ihtiyacımız
var. Tutulmaya, muhafaza edilmeye ihtiyacımız var.” (10 Nisan 1982)

NE İDİK, NE OLDUK!

ENDÜLÜS EMEVÎ DEVLETİ

Müslümanlar, İspanya’yı 710 yılında fethe başlamışlar 756’da Endülüs Emevi


Devleti’ni kurmuşlar, burada Avrupa’nın gözünü kamaştıran büyük bir İslâm
medeniyeti tesis etmişlerdir.

NEFSİNİ HAZRET-İ ALLAH’A KURBAN EDENLER / Halil İbrahim Emre

GÜNDEM

BİR MÜSLÜMAN “ULUSALCI” OLABİLİR Mİ? / Uğur Kara

Ülkemizin bağımsız bir karaktere sahip olmasını istemek en önce müslümana yakışan bir duygudur.

KUZEY IRAK’TA AMERİKAN OYUNU / Şinasi Çapa

ABD’li diplomat Peter Galbraith ülkesinin stratejisini şöyle özetlemektedir:


"-Talabani ve Barzani arasında işbirliğinin gelişmesi ve federe devlet konusunda anlaşmaları memnuniyet
verici. Bu iki grup Bagdat’ta önemli rol oynuyorlar. Araplarla Kürtler Federal Irak Devleti’ni kuracaklar.
Kuzey Irak’ta Kürt federe devleti kurulacak. Türkiye’nin bölgede çıkarı yok. Bu gelişmeyi TSK’nın savaş
nedeni sayması dogru değil. TSK’nın kürt federe devletini bahane edip Irak’a girmesi durumunda ABD sert
karşılık verecektir. Türkiye’nin bu hareketi bağımsız bir ülkeye saldırı anlamındadır..."

ŞİİR
Bir tek sözün devâ oldu derdime,
GÖZLERİNE HAYRAN OLDUĞUM Esenlikler doldu harab yurduma,
GÜZEL! / Abdullah Kotan Seninleyim, artık bakmam ardıma,
Sözlerine hayran olduğum Güzel!

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.

Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Son günlerde medyada bir kısım kişilerce Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın ve Hazret-i Mehdi’nin
geleceğinin inkâr edilmesi üzerine bu iki mevzuyu tekrar ele alıyoruz.

Âdem Aleyhisselâm ilk insan olarak yeryüzüne geldikten sonra devran devam etmiş, yüz yirmi dört bin
peygamber, onların tâbileri ve muhalifleri gelip geçmiş, yaşlı dünya binlerce defa dolmuş-boşalmış,
nice nice hadiselere şâhit olmuş, artık dünyanın sonuna gelinmiştir.

Kıyametin büyük alâmetleri de bütünüyle ortaya çıktıktan sonra kıyamet kopuncaya kadarki zaman
hakkındaki bilgileri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’lerinden
öğreniyoruz. Buna göre erkekler azalarak kadınlar çoğalacak; mal çoğalacak; putperestlik canlanacak,
Kur’an-ı kerim kaldırılacak; Kâbe-i Muazzama yıkılacak; müminlerin ruhları alınacak ve en şerli
insanlar üzerine kıyamet kopacaktır.

Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlukatı geçici bir zaman için yaratmıştır.
Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan
sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam
edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.

Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan “Ahiret inancı”nın bir bölümüdür. Ahiret hayatı
kıyametle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme
girmeleri ve ebedi bir hayatın başlaması safhaları takip eder.

İnsan başıboş olarak gâye ve maksatsız yaratılmamıştır. Öyle olsaydı mükellef olmaz, yaptığı
şeylerden mesul tutulmaz, ceza veya mükâfat görmezdi. Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde
şöyle buyurmaktadır:

“İnsan başıboş olarak bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyamet: 36)

Kıyamet, dünyayı ve geçici dünya hayatını arzu edenlerin isteklerine muhaliftir. Bunun içindir ki
çekinmeden onu inkâra cüret ederler. Şehvetlerinden, lezzetlerden ayrılmamayı, ileride onlara devam
etmeyi, ahlâki ve dini herhangi bir engel olmadan kötülükleri ve günahkârlığı sürdürmeyi isterler. Bu
hallerinden dolayı hiçbir üzüntü duymazlar. Tevbekâr olmak istemezler, hallerini ıslaha çalışmazlar.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Fakat insan, ileriye doğru devamlı suç işlemek (ömrünü günahla geçirmek) ister: ‘Kıyamet
günü ne zamanmış?’ diye sorar.

Göz kamaştığı, Ay tutulduğu, Güneşle ay bir araya getirildiği zaman!” (Kıyâmet: 5-9)
Allah-u Teâlâ o gün için hazırlık yapılmasını emreder ve şöyle buyurur:

“Allah katından geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabb’inizin davetine
icabet edin. O gün hiçbiriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz.” (Şûrâ: 47)

O günde Allah-u Teâlâ’nın himayesinden başka sığınacak bir yer yoktur. Müstehak olanlardan hiç
kimsenin azabı kaldırmaya gücü yetmeyecektir.

“Öyle bir günden korkun ki, o günde hepiniz Allah’a döndürülürsünüz. Sonra herkese
kazandıkları noksansız verilir ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaz.” (Bakara: 281)

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler.”
(Enbiyâ: 1)

“Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum kıyamet mutlaka gelecektir.
Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimse seni ondan alıkoymasın. Yoksa helâk
olursun.”
(Tâhâ: 15-16)

KIYAMET SENELERİNDEKİ DÜNYANIN SON DURUMU


HAZRET-İ MEHDİ ALEYHİSSELÂM
• Zuhur Etmeden Önce Zemin Hazırlanacağı ve Mutlaka Tâbi Olmanın Gerekliliği
• Mutlaka Gönderileceği ve Nesebi
• Ehl-i Beyt’ten Oluşu
• Vasıfları
• Vehbi İlmi
• Sehaveti
• Bir Gecede Olgunlaştırılacağı
• Cennetle Müjdelenmesi
• İnsanlar Tarafından Çok Sevilmesi
• Mücadeleci Oluşu
• Zuhur Senesini Haber Veren Alâmetler ve Zuhuru
• Çıkışından Ümitlerin Kesildiği Bir Sırada Çıkması
• Zamanının En Hayırlısı Olması
• Zuhur Şekli
• Hakimiyeti
• Zamanının Bereketi
• İsa Aleyhisselâm İle Buluşması

HAZRET-İ İSA ALEYHİSSELÂM


Ulü’l-Azm Bir Peygamber
Halkı Hakk’a Dâvet
Nezd-i İlâhîye Yükseliş

KIYAMET SENELERİNDEKİ DÜNYANIN SON DURUMU


Erkeklerin Azlığı, Kadınların Çokluğu
Mal Çokluğu
Nurlu Devirden Hemen Sonra Gelen Nurlu Kumandanlar
Putperestliğin Canlanması
Müminlerin Ruhlarının Alınması
Kıyamet Senelerindeki İnsanların Durumu
Kur’an-ı Kerim’in Kaldırılması
Kâbe-i Muazzama’nın Yıkılması
En Şerli İnsanların Üzerine Kıyametin Kopması

KIYAMET
Kıyamet Nedir?
Kıyamet Saati
Kıyametin Zamanı (1)
Kıyametin Zamanı (2)
Kıyametin Zamanı (3)
Gizliliğin Hikmeti
İnanan-İnanmayan
Küfürde İnat, Kötülükte Israr
/ İsmail Yavuz

“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı,


fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler.”
(Enbiyâ: 1)

“Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum


kıyamet mutlaka gelecektir. Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna
uyan kimse seni ondan alıkoymasın. Yoksa helâk olursun.”
(Tâhâ: 15-16)

KIYAMET SENELERİNDEKİ DÜNYANIN SON DURUMU

Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlukatı geçici bir


zaman için yaratmıştır. Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü
vardır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan sonra öldürecek, var olan her şey
kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam edecek olan
ahiret hayatı başlayacaktır.

“Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi


mi sandınız?”
(Müminûn: 115)
Son günlerde medyada birkısım kişilerce Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın ve Hazret-i Mehdi’nin
geleceğinin inkâr edilmesi üzerine ehemmiyetine binaen bu iki mevzuyu tekrar ele alıyoruz:

HAZRET-İ MEHDİ ALEYHİSSELÂM

Mehdi; kelime olarak hidayet kökünden gelir. Allah-u Teâlâ’nın hidayetine ermiş mânâsını taşır. “Allah-
u Teâlâ’nın izniyle hidayete erdirecek.” mânâsını da ifade eder.

Allah-u Teâlâ kıyametin kopmasına çok az bir zaman kala Hazret-i Mehdi’yi ümmet-i Muhammed’in
başına gönderecek, bu zât-ı muhterem doğrudan doğruya Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in vekâletini taşıyacak, onun vazifesini yapacak, garip duruma düşen İslâm’ı gariplikten
kurtarmaya çalışacak. Çünkü bunun için gönderilecek. Allah-u Teâlâ onu muzaffer edecektir. Hazret-i
Mehdi adil bir idareci, dirayetli bir önder, şecâatli bir kumandandır

Câhı’s-sadefî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Benden sonra halifeler bulunacaktır. Halifelikten sonra emirler, emirlerden sonra krallar,
krallardan sonra da zâlim idareciler olacaktır.

Daha sonra ehl-i beyt’imden bir adam çıkacak, yeryüzü zulümle dolduğu gibi onu adaletle
dolduracaktır.” (Câmiu’s-Sağîr: 4768)

Bu zât-ı âlî, şeriat-ı mutahhara’nın emir ve hükümlerine, tarikat-ı münevvere’nin edeb ve erkanına
harfiyyen riayet edecektir; Allah-u Teâlâ’nın ahkam-ı ilâhîsini, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini yaşayacak ve yaşatacaktır.

Mehdi Hazretleri hakkında pek çok Hadis-i şerif nakledilmiştir. Ulemâ bunları mütevatir kabul ederler.
Çünkü müslümanlar âhir zamanda Ehl-i beyt’e mensup bir zâtın çıkıp din-i İslâm’ı güçlendireceğine,
adaleti hakim kılacağına, bu kimseye Mehdi denileceğine inanmış ve bu âlî zâtın gelmesini
beklemektedirler.

Mehdi Hazretleri ile ilgili muhtelif Hadis-i şerif’leri arzediyoruz:

• Zuhur Etmeden Önce Zemin Hazırlanacağı ve Mutlaka Tâbi Olmanın Gerekliliği:

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh- anlatıyor:

“Biz, Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında iken Benî Hâşim’den bir grup genç geldi. Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- onları görünce, gözü doldu ve rengi değişti. Ben: ‘Ey Allah’ın
Resul’ü! Şimdiye kadar, mübarek yüzünüzde hoşumuza gitmeyen bir manzara hiç görmemiştik,
(şimdi ne oldu da bizi üzen bir ifade ile karşılaşıyoruz?)’ dedim.

Şu cevabı verdiler:

“Biz öyle bir Ehl-i beyt’iz ki, Allah bizim için dünyaya mukabil ahireti tercih etmiştir. Benim Ehl-i
beyt’im benden sonra belâ, kaçırılma ve sürgüne maruz kalacak. Nihayet, doğu tarafından
beraberlerinde siyah bayraklar olan bir kavim gelecek. Bunlar hayır (saltanat) isteyecekler,
fakat istekleri yerine getirilmeyecek. Bunun üzerine onlar savaşacak. Allah onlara yardım
edecek. Bundan sonra istedikleri (hükümdarlık) kendilerine verilecek. Ne var ki, onlar bunu
kabul etmeyip emirliği Ehl-i beyt’imden bir adama tevdi edecekler. Bu (Emîr) de, insanlar
yeryüzünü daha önce zulüm ile doldurdukları gibi, yeryüzünü adaletle dolduracaktır.
Artık sizden kim o güne yetişirse kar üstünde emeklemek suretiyle de olsa onlara varsın
(katılsın).” (İbn-i Mâce: 4082)

• Mutlaka Gönderileceği ve Nesebi:

“Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa, Allah-u Teâlâ o günü uzatarak benim soyumdan bir
kişi gönderecektir. Adı adımın, babasının adı babamın adının aynısı olacak, zulüm ve zorbalık
altında inleyen yeryüzünü huzur ve adaletle dolduracaktır.” (Ebu Dâvud, Tirmizi)

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet edilmiştir:

“O adam benim soyumdandır ki benim vahy üzere mücadele verdiğim gibi, o da sünnetim üzere
mücadele verir.” (Ikdü’d-Dürer)

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-, oğlu Hazret-i Hasan -radiyallahu anh-e baktı ve şöyle buyurdu:

“Bu oğlum, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in isimlendirdiği üzere Seyyid’dir. Bunun
sulbünden Peygamber’inizin adını taşıyan birisi çıkacak. Ahlâkı yönüyle Peygamber’inize
benzeyecek, yaratılışı yönüyle ona benzemeyecek.” (Ebu Dâvud: 4290)

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e:

“Ya Resulellah! Mehdi bizden Âl-i Muhammed’den mi, yoksa bizim gayrımızdan mı?” diye sordu.

Buyurdular ki:

“Hayır, bilakis bizdendir! Allah bu dini nasıl bizimle başlatmışsa onunla sona erdirecektir. Onlar
bizimle nasıl şirkten kurtulmuşlarsa, onunla da fitneden kurtulacaklardır. Allah bizimle insanları
nasıl şirk adavetinden kurtararak, onların kalplerine ülfet ve muhabbet yerleştirmiş ve din
kardeşi yapmışsa, Mehdi ile fitne adavetinden kurtaracak ve kardeş yapacaktır.” (Naîm bin
Hammâd, Taberanî)

• Ehl-i Beyt’ten Oluşu:

“Mehdi, kızım Fatıma’nın çocuklarından ve benim Ehl-i beyt’imdendir.” (Ebu Dâvud: 4284)

“Mehdi’nin çıkış yeri Medine’dir, peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in Ehl-i beyt’indendir.”
(İmam-ı Süyûtî)

“Müjdeler olsun yâ Fâtıma! Mehdi sendendir.” (İmam-ı Süyûtî)

• Vasıfları:

“Mehdi kırk yaşındadır.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi bendendir. Alnı geniş, burnu ince uzun ve ortası biraz yüksekçedir.” (Ebu Dâvud: 4285)

“Mehdi’nin kaşları ince, yüzü parlak ve gözlerinin siyahı büyük olacaktır.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi neslimden bir şahıstır, yüzü parlak yıldız gibidir.” (Câmiu’s-Sağîr: 9245)
“Sağ yanağında siyah bir ben vardır. Üzerinde kutvanî bir aba bulunur. Tavırları
İsrailoğulları’nın erkeklerine benzer.” (İmam-ı Süyûtî)

“Dişleri aralıklı, alnı geniştir.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi Hasan’ın soyundandır, bacakları aralıklıdır.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi, gerges kuşunun kanadı ile titremesi gibi Allah’tan çok korkan bir kimsedir.” (İmam-ı
Süyûtî)

Rivayet edilmiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Mehdi’yi anlatırken, dilinde pelteklik olacağını ve


kelimeyi telâffuz etmek ona zor geldiğinde sağ elini sol uyluğuna vuracağını söyledi.” (İmam-ı
Süyûtî)

• Vehbi İlmi:

“O, kimsenin bilmediği gizli bir duruma kılavuzlandığı için kendisine ‘Mehdi’ denilmiştir.”
(İmam-ı Süyûtî)

“Onun fıkıh bilgisi on âliminkine bedeldir.” (İmam-ı Süyûtî)

• Sehaveti:

“Âhir zamanda bir halife gelecek, malı taksim edecek, saymayacaktır.” (Müslim: 2914)

• Bir Gecede Olgunlaştırılacağı:

“Mehdi bizden, ehl-i beyt’imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder.” (İbn-i Mâce: 4085)

Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himaye’sine ve tasarruf-u ilâhî’sine alacak, bir gecede olgunlaştıracaktır. O
gece onu Nûr’u ile dolduracak, yani onu Nûr’u ve Kudsî ruhu ile destekleyecektir.

• Cennetle Müjdelenmesi:

“Biz Abdülmuttalib oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Câfer, Hasan,
Hüseyin ve Mehdi.” (İbn-i Mâce: 4086)

• İnsanlar Tarafından Çok Sevilmesi:

“Mehdi zuhur eder. Herkes sadece ondan konuşur. Onun sevgisini içer ve ondan başka bir
şeyden bahsetmez.” (İmam-ı Süyûtî)
• Mücadeleci Oluşu:

“O vaadinden dönmez ve hesapları seri olarak görücüdür.” (İmam-ı Süyûtî)

“Benim vahiy üzerine savaştığım gibi, o da benim sünnetim üzere çarpışacaktır.” (İmam-ı
Süyûtî)

• Zuhur Senesini Haber Veren Alâmetler ve Zuhuru:

“Mehdi’nin beş alâmeti bulunur: Bunlar Süfyânî, Yemânî, semâdan bir sayha, Beydâ’da bir
ordunun batışı ve günahsız insanların öldürülmesidir.” (İmam-ı Süyûtî)

“Bizim Mehdi’miz için iki alâmet vardır ki, Allah gökleri ve yeri yarattığından bu yana böyle bir
şey vâki olmamıştır.

Bunlar Ramazan’ın ilk gecesinde ay, yarısında ise güneş tutulmasıdır.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi’nin çıkışından önce, şarktan parlak kuyruklu bir yıldız doğacaktır.” (İmam-ı Suyûtî)

“Güneş alâmet olarak, doğmadıkça, Mehdi çıkmayacaktır.” (İmam-ı Suyûtî)

“Ramazandaki olayların alâmeti, kendisinden sonra insanlar arasında ihtilâfın olacağı semâda
bir alâmettir. Sen ona yetişirsen azığını gücün yettiği kadar çoğalt.” (İmam-ı Suyûtî)

• Çıkışından Ümitlerin Kesildiği Bir Sırada Çıkması:

“İnsanların ümitsiz olduğu ve: ‘Hiç Mehdi falan yokmuş!’ dediği bir sırada Allah Mehdi’yi
gönderir.” (İmam-ı Süyûtî)

“İnsanların üzerine belâ üzerine belâ yağdığı ve onun çıkışından ümit kesildiği bir sırada
Mekke’de zuhur eder.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi ile müjdelenin. O Kureyş’den ve Ehl-i beyt’imden bir şahıstır. O insanların ihtilâf ve
sarsıntılar içinde bulundukları bir sırada çıkar.” (İmam-ı Süyûtî)

“Açıkça Allah-u Teâlâ inkâr edilmedikçe Mehdi’ye biat edilmez.” (İmam-ı Suyûtî)

“Büyük şehirler, dün sanki yokmuş gibi helâk olur. Süfyani ile ordusu kalabalık beş kabileyi
istilâ eder.” (İmam-ı Suyûtî)

• Zamanının En Hayırlısı Olması:

“Muhammed ümmetinin en hayırlısı ve sizin zorlukları gideren veliniz olan kimseye katılın. O
Mekke’dedir. O Mehdi’dir.” (İmam-ı Süyûtî)

• Zuhur Şekli:
“Bir halifenin ölümü anında (ehl-i hâl ve akd arasında) ihtilaf olacak. (O zaman) Medine
ahalisinden bir adam (Mehdi), kaçarak Mekke’ye gidecek. Mekke halkından bir kısmı ona
gelecek ve istemediği halde onu (evinden) çıkaracaklar. Rükn-ü Yemanî ile Makam-ı İbrahim
arasında ona biat edecekler. Onları (ortadan kaldırmak için) Şam’dan bir ordu gönderilecek.
Ordu Mekke-Medine arasındaki el-Beyda’da yere batırılacak. İnsanlar bunu görünce Şam’ın
Ebdâl’ı ve Irak ahalisinin velileri ona gelip biat ederler. Sonra Kureyş’ten, dayıları Kelb
kabilesinden olan bir adam zuhur eder ve (Mehdi ve adamlarına) karşı bir ordu gönderir. Ama
onlar bu orduya galebe çalarlar. Bu ordu, Kelbî’nin (ihtirasıyla çıkarılmış) bir ordudur. Bu
Kelbî’nin ganimetine iştirak edemeyen zarara uğramıştır. Mehdi, malı taksim eder. Halk
arasında peygamberlerinin sünnetini (ihya eder ve onun) ile amel eder. İslâm yeryüzüne
yerleşir. Yedi yıl hayatta kalır. Sonra ölür ve müslümanlar cenaze namazını kılarlar.” (Ebu
Dâvud: 4286, 4288, 4289)

“Ticaret ve yolların kesildiği ve fitnelerin çoğaldığı zaman, muhtelif beldelerden yedi âlim, her
birinin beraberinde üç yüz on küsür kişi olduğu halde, birbirlerinden habersiz bir şekilde
Mekke’de bir araya gelirler.

Biri diğerine: ‘Burada ne arıyorsun?’ diye sorar.

Ona şöyle derler:

‘Biz o şahsı aramak için geldik ki, fitneler onun eliyle sönebilir. Kostantiniyye onunla feth edilir.
Biz onu ismi ile ve anasının, babasının ismiyle ve ordusu ile tanırız, Mekke’de olduğunu da
biliyoruz.’

Bu yedi âlim bu konuda birleşirler, onu ararlar ve Mekke’de bulurlar. Ve kendisine: ‘Sen falan
oğlu falansın’ derler. O ise: ‘Ben sadece Ensâr’dan birisiyim.’ der. Onların elinden kurtulur. Onu
tanıyan ve bilenlere anlatırlar. Bunun üzerine: ‘Aradığınız sahibiniz odur ve Medine’ye gitmiştir.’
denilir. Bu defa onu ararlar, halbuki o tekrar Mekke’ye dönmüştür. Onu tekrar Mekke’de bularak
yine: ‘Sen falan oğlu falansın, annen de filân kızı filânedir, sende şu alâmetler vardır. Birinci
defa bizden kurtuldun, uzat elini sana biat edelim.’ derler. Bunun üzerine o ‘Ben aradığınız
değilim.’ der ve tekrar Medine’ye gider. Medine’de yine aranınca tekrar Mekke’ye döner.
Mekke’de kendisini Rükûn’da bularak şöyle derler: ‘Eğer biatlarımızı kabul etmezsen, bizi
aramakta olan ve başında Haddam’dan birisinin bulunduğu Süfyanî ordusuna karşı
korumazsan, günahlarımız senin üzerine ve kanlarımız da boynuna olsun!’ derler. Bunun
üzerine Mehdi, Rükûn ile Makam arasına oturur ve elini uzatarak biatları kabul eder.

Allah da onun muhabbetini insanların sinelerine yerleştirir. O daha sonra gündüz arslan, gece
ise âbid olan bir kavimle beraber olur.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi’nin bayrağında: ‘Biat Allah içindir.’ yazılıdır.” (İmam-ı Suyûtî)

• Hakimiyeti:

“O zât insanlar içerisinde Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in sünneti ile amel eder. İslâm
yeryüzüne tam mânâsı ile yerleşir. Yeryüzünde yedi sene kalır, sonra vefat eder ve
müslümanlar onun üzerine namaz kılarlar.” (Ebu Dâvud: 4286)

• Zamanının Bereketi:

“Benim ümmetim o devirde öyle bir refah bulacak ki, o güne kadar onun benzerini kesinlikle
bulmamıştır. Yer yemişini verecek ve insanlardan hiçbir şey saklamayacaktır. Mal da o gün çok
birikmiş olacaktır. Adam kalkıp: ‘Bana ver!’ diyecek, Mehdi de: ‘Al!’ diyecek.” (İbn-i Mâce: 4083)
“Onun hilâfetine yer ve gök ehli, yabani hayvanlar, kuşlar, hatta denizdeki balıklar bile sevinir.
Zamanı bereketli olur, nehirler suyunu, yer verimini artırır, hazineler çıkarılıp Şam’a getirilir.”
(İmam-ı Süyûtî)

• İsa Aleyhisselâm İle Buluşması:

Ebu Ümâme el-Bâhilî -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bize hitab etti. Deccal’i anarak şöyle buyurdu:

“Sonra Medine şehri, sakinleriyle beraber üç defa sallanacak. Bunun üzerine Medine’de
bulunan münâfık erkek ve kadınlardan hiç kimse kalmayıp hepsi de Deccal’in yanına
gidecekler. Böylece demirci körüğünün demirin kirini pasını giderip attığı gibi Medine de
içindeki pisliği dışına atacak ve o güne kurtuluş günü denilecektir.”

Ümmü Şüreyk bint-i Ebi’l-Aker -radiyallahu anhâ-:

“Yâ Resulellah! Peki o gün Araplar nerede olacak?” diye sordu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Araplar o gün az olurlar ve büyük çoğunluğu Beyt’ül-Makdis (Kudüs)te bulunacaklardır.


İmamları da sâlih bir insan (Mehdi) olacaktır. Sonra imamları öne geçip kendilerine sabah
namazını kıldıracağı sırada Meryem oğlu İsa Aleyhisselâm sabah vaktinde inecektir. Bunun
üzerine İsa Aleyhisselâm’ın öne geçip cemaate namaz kıldırması için imam (Mehdi) arka arka
yürümeye başlayacak. Fakat İsa Aleyhisselâm elini onun omuzlarına koyacak ve ona:

‘Geç öne namazı kıldır! Zira kamet senin için getirildi.’ diyecektir.

Bunun üzerine imamları (Mehdi) onlara namazı kıldıracaktır.” (İbn-i Mâce: 4077)

İsa Aleyhisselâm’ın inişini bildiren hadis-i şerif’lere göre; İsa Aleyhisselâm bir sabah namazı zamanı
Şam’a inecektir. Üzerinde açık sarı elbise bulunacak ve kendisini bir bulut getirecektir. Bulutun
üzerinde İsa Aleyhisselâm iki melek araasında ve onların omuzlarından tutunmuş vaziyette
bulunacaktır. Onun indiğini duyunca hemen yahudiler ve hıristiyanlar karşılamaya koşarak: “Biz senin
ümmetiniz!” diyeceklerse de onlara: “Yalan söylüyorsunuz!” diyerek kendilerini paylayacak ve
ashabının ancak müminler olduğunu söyleyerek onların halifesini arayacak ve onu namaz kıldırırken
görünce geri çekilecektir.

Câbir bin Abdullah- radiyallahu anh-den rivayet edilen diğer bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle
buyuruyorlar:

“Ümmetimden bir taife, kıyamet gününe kadar hakk için muzaffer bir şekilde mücadeleye
devam edecektir.

O zaman Meryem oğlu İsa da iner. Müslümanların emiri ‘Gel bize namaz kıldır!’ der. Fakat o:
‘Hayır! Allah-u Teâlâ’nın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emirsiniz.’ buyurur.”
(Müslim: 156)

“Deccal, Beytül Makdis’de müminleri muhasara altına alır ve onlara (müminlere) öylesine
şiddetli bir açlık icabet eder ki açlıktan yaylarının kirişini bile yemek zorunda kalırlar.

Onlar bu halde iken, âniden karanlığın içinden bir ses işitirler ve: ‘Bu tok bir adamın sesidir!’
derler. Bir de bakarlar ki o, İsa bin Meryem’dir. Namaza kalkarlar, müslümanların imamı Mehdi
geri çekilir. Bunun üzerine İsa bin Meryem; ‘Geç öne namaz senin için ikâme olundu!’ der.
Mehdi de onlara namaz kıldırır ve bundan sonra İsa Aleyhisselâm imam olur.” (İmam-ı Suyûtî)

Yani Allah-u Teâlâ’nın ona verdiği lütfu tebeyyün ediyor. “Siz Allah-u Teâlâ’nın Resulü’nün nurunu
taşıyorsunuz.” mânâsına gelir.

İsa Aleyhisselâm dahi onu kabul edecek ve Allah-u Teâlâ’nın tayini olduğu için öne geçmeyecek.

İsa Aleyhisselâm ki önüne geçmiyor, onun önüne kim geçebilir? Veya karşı gelebilir? Geçtiği zaman
durumu ne olur?

Onun nurunu, onun vekâletini taşıdığı için ulül-azm bir peygamber dahi öne geçemiyor.

Hülasa-i kelâm İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Aleyhisselâm beraberce İslâm dininin muzafferiyeti için
çalışacaklar, kendilerine verilen vazifeyi bîhakk’ın yapacaklardır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

HAZRET-İ İSA
ALEYHİSSELÂM

Ulü’l-Azm Bir Peygamber:

İsa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’nın İsrailoğulları’na gönderdiği ve mucizevî bir şekilde doğmuş bir
peygamberidir. Kudsî ruhla desteklenmiştir ve Allah-u Teâlâ’nın bir kelimesidir. Kendisinden önce
Musa Aleyhisselâm’a verilen Tevrat’ı tasdik etmekle birlikte, Tevrat’ı ve İncil’i öğretmek üzere gelmiş,
muhataplarını Allah-u Teâlâ’nın kulluğuna yönelmeye teşvik etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın mütevazi ve
seçkin kullarından birisi ve peygamberidir.

Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ın gerçek kişiliğini Âyet-i kerime’sinde şöyle beyan buyurmaktadır:

“Meryemoğlu İsa’ya açık mucizeler verdik.” (Bakara: 87 ve 253)

Allah-u Teâlâ onun mucizelerini, onun üstünlüğünün ve derecelerinin farklılığına sebep göstermiştir.

Allah-u Teâlâ henüz işin başında:

“Ve onu kudsî ruh ile destekledik.” (Bakara: 87 ve 253)


Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere onu Kudsî ruh’la desteklemişti.

Gerek Âyet-i kerime’lerde, gerekse Hadis-i şerif’lerde; hayat menkıbesi anlatılan ulül-azm
peygamberlerden birisi de İsa Aleyhisselâm’dır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resul-i Ekrem -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyururlar:

“İnsanlar arasında Meryem oğlu İsa’ya dünyada ve ahirette en yakın olan benim. Bütün
peygamberler kardeştir, bir babanın ayrı kadınlardan doğmuş evlâtları gibidir. Dinleri birdir.”
(Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1403)

Peygamberlerin dinlerinin bir olması, asıl itibariyle aynı olmasını ifade eder. Bu asıl “Tevhid”dir.
Aralarındaki ayrılık, gelişen şartlara tâbi olarak ortaya çıkan bazı fürû meselelerindedir.

Halkı Hakk’a Dâvet:

İsa Aleyhisselâm otuz yaşlarında iken vahiy geldi, peygamberlikle vazifelendirildi. Allah-u Teâlâ’nın
emir ve nehiylerini İsrailoğulları’na tebliğ etti. İsa Aleyhisselâm bu dâvet görevini yahudi toplumu
içerisinde yürütüyordu. İsrailoğulları Musa Aleyhisselâm’a gönderilen ilâhî dinin hükümlerini
değiştirmişler, Tevrat’ı tahrif etmişlerdi. Peygamberlerin gösterdiği doğru yoldan saptılar. Mânevî
hayattan da uzaklaştılar. Kıyameti, hesabı, azabı inkâr ediyorlardı. Nefislerine uydular, lezzetlere ve
şehvetlere daldılar.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ; dine sonradan soktukları hurafeleri ve bâtıl fikirleri düzeltmesi, onları
doğru yola çevirmesi için İsa Aleyhisselâm’ı peygamber olarak gönderdi.

İsa Aleyhisselâm onlara Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerini tebliğ etmeye, dinin hükümlerini
öğretmeye başladı. Bu hükümlerin bir kısmı, isyanları sebebiyle haram kılınmış bazı şeylerin tekrar
helâl edilmesi idi.

Onları, kendisine tâbi olmaya çağırdı, Allah’ı anlattı, ahireti, hesabı, azabı hatırlattı, saplantılardan
kurtarmaya çalıştı.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İsa apaçık delilleri getirdiği zaman demişti ki: Ben size hikmet getirdim. Bir de ayrılığa
düştüğünüz şeylerin bir kısmını size açıklamak için geldim.” (Zuhruf: 63)

Sizi uyarmaya, ihtilâflarınızı aranızdan kaldırmaya memur oldum.

Nezd-i İlâhîye Yükseliş:

İsrailoğulları Romalılar’ın esareti altında zillet içinde yaşıyorlardı. İsa Aleyhisselâm’ın elinden o kadar
parlak mucizeleri gördükleri halde, dâvetine icabet etmediler. Çünkü kurtarıcı bir Mesih bekliyorlardı.
Bu Mesih’in çok mücadeleci bir kişi olacağına ve diğer milletlerin esaretinden kurtararak Yahudileri
dünyaya hakim kılacağına inanıyorlardı. İsa Aleyhisselâm’ı çok yumuşak ve merhametli gördükleri için,
onun Mesih olduğuna inanmadıkları gibi, dâvetine kulak vermekten insanları alıkoymaya çalıştılar.
Fakat başvurdukları her teşebbüs neticesiz kaldı. İman etmek şöyle dursun, Yahya Aleyhisselâm gibi
İsa Aleyhisselâm’ı da öldürmeye karar verdiler.

İçlerinden birini inanmış gibi göstererek havarilerin arasına soktular. Toplandıkları yeri ve zamanı
öğrenip baskın yapacaklardı.
Fakat Allah-u Teâlâ:

“Kötü tuzak, ancak sahibine dolanır.” (Fâtır: 43)

Âyet-i kerime’si mucibince, kendi kurdukları tuzağa kendilerini düşürdü, plânlarını boşa çıkardı.

Daha sonra Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ı öldürmek için tuzak kuranlar hakkında bilgi vererek şöyle
buyurdu:

“(Yahudiler gizlice) tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi. Allah tuzak
kuranlara karşılık vermekte en güçlü olandır.” (Âl-i imrân: 54)

Onlardan daha sağlam tuzak kurar, onları kendi kazdıkları kuyuya düşürür. Cezaya çarpılanın nereden
geldiğini bilemeyeceği bir şekilde ceza vermeye en çok muktedir olandır.

Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’a vahiyle durumu haber verdi, tuzak hazırlayanların bu
tuzaklarını nasıl başarısızlığa uğrattığını açıkladı.

“O vakit Allah şöyle buyurdu: Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim ve seni nezdime
yükselteceğim.” (Âl-i imrân: 55)

Allah-u Teâlâ bu beyanı ile İsa Aleyhisselâm’ı Yahudiler’in elinden kurtaracağını ve kendisine hiçbir
eziyet edilmeden, sağ salim göklere kaldıracağını müjdelemektedir:

“Seni inkâr edenlerden tertemiz ayıracağım.” (Âl-i imrân: 55)

Artık onlarla bir ilgin kalmayacak, onlar sana bulaşamayacaklar.

“Sana tâbi olanları kıyamet gününe kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım.” (Âl-i imrân: 55)

Bu müjde müslümanlara âittir. Çünkü İsa Aleyhisselâm’a hem de diğer bütün peygamberlere gerçek
mânâda tâbi olanlar Muhammed Aleyhisselâm’ın ümmetidir.

“Sonra da dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda
ben hükmedeceğim.” (Âl-i imrân: 55)

İhtilâflarda kimlerin haklı, kimlerin haksız olduğu o gün apaçık tecellî edecek. Mümin ve muvahhid
olanlar ebedî olarak mükâfata erecekler, münkir ve müşrik olanlar da ebedî azaplarla cezalanacaklar.

“İnkâr edip kâfir olanları, dünyada da ahirette de şiddetli bir azaba çarptıracağım. Onların hiç
yardımcıları da olmayacak.” (Âl-i imrân: 56)

Onlardan herhangi birini ilâhi azaptan kurtaracak bir fert de bulunmayacak.

Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ı, İdris Aleyhisselâm gibi göğe kaldırdı, onlara ruhsat vermedi. Casus
olarak gönderdikleri münâfığı İsa Aleyhisselâm zannederek yakaladılar ve astılar.

Göklerdeki ve yerdeki gizlilikleri bilen, olanları ve olacakları bilen Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde
kesin bir ifade ile şöyle buyuruyor:

“Bir de inkâr etmelerinden, Meryem’in üzerine büyük bir iftira atmalarından ve: ‘Allah’ın Resul’ü
Meryemoğlu İsa Mesih’i öldürdük!’ demelerinden ötürü...” (Nisâ: 156-157)
Allah-u Teâlâ âlemlerdeki bütün kadınlara üstün kıldığı halde Hazret-i Meryem’i fahişelikle suçlamaları
sebebiyle büyük bir iftirada bulundukları için kalpleri mühürlendi. Ayrıca İsa Aleyhisselâm’ı
öldürdüklerini iddiâ ettikleri için aşırı şekilde yüzsüzlük ettiler.

Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ın öldürülmesini ya da asılmasını şu Âyet-i kerimesi ile reddetmiştir:

“Halbuki onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat onlara, benzer gösterildi.” (Nisâ: 157)

Ona benzeyen birisini öldürdüler ve astılar.

“Onun hakkında anlaşmazlığa düştüler.” (Nisa: 157)

Bir kısmı öldürülen şahsın İsa olduğunu, bir kısmı da onun İsa değil bir başkası olduğunu iddiâ ettiler.
“Bu öldürülen İsa ise, arkadaşımız nerede? Eğer bu arkadaşımız ise İsa nerede?” dediler. Bir kişinin
öldürüldüğünde ittifak ettiler, fakat öldürülenin kim olduğu hususunda ihtilâfa düştüler.

“Bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyuyorlar.” (Nisâ: 157)

Bu mesele hakkında birçok farklı inanca sahip olmaları, onların bu hususta kesin bir bilgiye sahip
olmadıklarını gösterir.

Öldürmüş olduklarını iddiâ etmiş olmalarına rağmen:

“Kesin olarak onu öldürmediler.” (Nisâ: 157)

Şu halde öldürme cinayeti ile övünmeleri de yalandır.

“Bilâkis Allah onu kendi katına yükseltti.” (Nisâ: 158)

İsa Aleyhisselâm’ı onların şerrinden kurtardı, cesedi ve ruhu ile birlikte diri olarak göğe kaldırdı.

“Allah güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ: 158)

Bütün yaptıklarını bir hikmete göre yapar. İsa Aleyhisselâm’ın göğe çıkarılması ve cesedi ile beraber
yaşaması da bir hikmete dayalı olarak gerçekleşmiştir.

İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne gelişi “Kıyametin Büyük Alâmetleri” bölümünde açıklanmıştır.

Bu noktada bir Hadis-i şerif arzetmekle iktifa ediyoruz;

Ebu Ümâme el-Bâhîlî -radiyallahu anh- şöyle demiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bir kere bize bir konuşma yaptı. Konuşmasının çoğu
bize Deccal’i anlatan ve bizi ondan sakındıran buyruk teşkil etti idi. Buyruğunun bir bölümü şu
idi:

‘Allah’ın Âdem Aleyhisselâm’ın zürriyetini yarattığı andan beri yeryüzünde Deccal’in


fitnesinden daha büyük bir fitne olmadı ve Allah’ın gönderdiği her peygamber ümmetini
behemehal Deccal’in fitnesinden sakındırdı. Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Siz de
ümmetlerin sonuncususunuz ve o (Deccal) çare yok siz(in döneminiz)de çıkacaktır. Eğer ben
aranızda iken çıkarsa her müslüman için onu ben yenip def ederim. Şayet benden sonra çıkarsa
herkes kendi nefsini savunarak onu yenmeye çalışır. Allah da her müslüman hakkında benim
halifemdir (koruyucu ve yardımcıdır). Şüphesiz ki o, Şam ile Irak arasında bir yoldan çıkacak ve
sağa sola fesat (bozgunculuk) saçacaktır. Ey Allah’ın kulları! Artık (dinde) sebat ediniz! Şimdi
ben onu size öyle vasıflandıracağım (tanıtacağım) ki hiçbir peygamber onu o biçimde
vasıflandırmamış (tanıtmamış)tır:

O (habis) önce: ‘Ben bir peygamberim!’ diyecektir. Halbuki benden sonra hiçbir peygamber
yoktur. Sonra ikinci bir iddiâda bulunarak: ‘Ben sizin rabbinizim!’ diyecektir. Halbuki siz
ölünceye kadar Rabb’inizi göremezsiniz ve o (habis) a’ver (yani gözü sakat)tır. Halbuki
Rabb’iniz a’ver değildir. Deccal’in iki gözü arasında ‘Kâfir’ yazılıdır. Onu yazarlığı olan veya
yazarlığı olmayan her mümin okur. Şüphesiz ki, beraberinde bir cennet ve bir cehennemin
bulunması da onun fitnesindendir. Aslında cehennemi bir cennet olup, cenneti de bir
cehennemdir. Artık kim onun cehenneminin belâsına uğrarsa Allah’tan yardım dilesin ve Kehf
sûresinin ilk âyetlerini okusun ki (Nemrud’un yaktığı) ateş İbrahim Aleyhisselâm’a olduğu gibi
bu ateş de o kimseye soğuk ve selâmet olsun.

Fitnesinden birisi de şudur: O, bir bedevîye: ‘Söyle bakayım! Eğer ben senin için babanı ve
ananı diriltirsem benim senin Rabb’in olduğuma şehâdet eder misin?’ diyecek. Bedevî de:
‘Evet!’ diyecek. Bunun üzerine iki şeytan onun babası ve anası suretlerinde ona görünecekler
ve ona: ‘Ey oğulcuğum! ona tâbi ol, çünkü o muhakkak senin Rabb’indir!’ diyecekler.

Onun bir fitnesi de şudur: O, tek bir kişiye musallat kılınarak o kişiyi öldürüp testere ile
biçecek. Hatta o kişinin cesedi iki parçaya bölünmüş olarak ayrı ayrı yerlere atılacaktır. Sonra
Deccal orada bulunanlara: ‘Şu öldürdüğüm kuluma bakınız! Şimdi ben onu dirilteceğim, sonra
benden başka bir Rabb’inin olduğunu söyleyecek.’ diyecektir. Sonra Allah o kişiyi diriltecek.
Habis Deccal da o kişiye: ‘Senin Rabb’in kimdir?’ diyecek. Adam da: ‘Rabb’im Allah’tır. Sen de
Allah’ın düşmanı Deccal’sin. Allah’a yemin ederim ki hiçbir zaman bugünkü kadar senin
hakkında güçlü basiret (şuur) sahibi olmadım!’ diyecektir. Deccal de bir daha ona
dokunamayacaktır.”

Ebu’l-Hasan et-Tenafisi dedi ki: El-Muharibi bize senediyle olan rivayetlerine göre Ebu saîd-i Hudrî -
radiyallahu anh- demiştir ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ‘Deccal’in öldürdüğü o adam ümmetim içinde cennette
derecesi en yüksek olanıdır.’ buyurdu.

Râvi demiştir ki:

‘Ebu Saîd-i Hudrî: ‘Vallahi Ömer bin Hattab vefat edinceye kadar biz kendisinin o adam
olacağını sanıyorduk.’

El-Muharibî demiştir ki: ‘Ebu Saîd-i Hudrî’nin hadisinden sonra Ebu Râfi’nin hadisine döndük.
Ebu Râfi’nin rivayet ettiği Ebu Ümame’nin hadisine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
konuşmasına devamla buyurdu ki:

‘Deccal’in buluta yağmur yağdırmasını emretmesi, bulutun da bu emir üzerine yağmur


yağdırması ve onun yere bitki bitirmesini emredip yerin de bitki bitirmesi onun fitnesinden bir
kısımdır.

Deccal’in bir fitnesi de bir kabileye uğraması, o kabilenin kendisini yalanlaması ve bunun
sonucu olarak o kavmin otlanmakla beslenen tüm hayvan sürülerinin helâk olmasıdır.

Fitnesinden birisi de şudur: O, bir kavme uğrayacak da bunlar onu tasdik edecekler (yani Rabb
olduğuna inanacaklar). Sonra o buluta yağmur yağdırmasını emredecek, bulut da bu emir
üzerine yağmur yağdıracaktır. O, yere bitki bitirmesini emredecek, yer de bu emir üzerine bitki
bitirecektir. Nihayet o kavmin küçük baş ve büyük baş hayvanları o gün her zamandan fazla
semiz, muazzam, böğürleri en şişkin ve memeleri sütle en dolgun olarak akşamleyin meradan
dönecektir. Mekke ve Medine hariç, yeryüzünde Deccal’in ayak basmadığı ve hükümran
olmadığı hiçbir yer kalmayacaktır. O, Mekke’ye ve Medine’ye yollarının hangisinden varmak
istediğinde mutlaka melekler çıplak kılıçlarla karşısına çıkacak, geri çevireceklerdir. Nihayet o
Zürayb-ı Ahmer (kırmızı dağcık) yanına, çorak arazinin bitim noktasının yanına inecektir. Sonra
Medine şehri, sakinleriyle beraber üç defa sallanacak, bunun üzerine (Medine’de bulunan
münafık erkek ve kadınlardan hiç kimse kalmayıp hepsi onun yanına gidecekler ve böylece
demirci körüğünün demirin kirini pasını attığı gibi Medine de pisliği (yani habis insanları) dışına
atacak ve o güne ‘Kurtuluş günü’ denilecektir.’

Bunu üzerine Ümmü Şerik bint-i Ebil-Aker:

‘Yâ Resulellah! Peki o gün Araplar nerede olacak?’ diye sordu. O: ‘Araplar o gün azdır ve büyük
çoğunluğu Beytü’l-Makdis (Kudüs)te bulunacaktır. İmamları da sâlih bir adam (olacak)tır. Sonra
imamları (Mescid-i Aksa’da) öne geçip onlara sabah namazını kıldıracağı sırada sabahleyin
onların üzerine İsa bin Meryem Aleyhisselâm inecektir. Bunun üzerine İsa Aleyhisselâm’ın öne
geçip cemaate namaz kıldırması için imam geri geri yürümeye başlayacak. Fakat İsa
Aleyhisselâm elini onun omuzları arasına koyarak: ‘Öne geç de namaz kıldır! Çünkü kamet
senin için getirildi!’ diyecektir. Bunun üzerine imamları onlara namaz kıldıracak, sonra imam
namazını bitirince İsa Aleyhisselâm:

‘Kapıyı açınız!’ diyecek ve kapı açılacaktır. Kapının önünde Deccal beraberinde yetmiş bin
yahudi olduğu halde bulunacaktır. Hepsi süslü süslü kılıç kuşanmış, yeşil şallı olacaktır.
Deccal, İsa Aleyhisselâm’a bakınca tuzun suda eridiği gibi eriyecek ve kaçmaya başlayacaktır.
İsa Aleyhisselâm da ona:

‘Sana öyle bir darbem vardır ki sen ondan kurtulamayacaksın!’ diyecek ve Lüdd’ün doğu kapısı
yanında yetişip onu öldürecektir. Allah yahudileri de hezimete uğratacaktır. Artık Allah’ın
yarattığı yaratıklardan arkasında bir yahudinin saklanıp da Allah’ın konuşturmayacağı hiçbir
şey kalmayacaktır. ‘Ey Allah’ın müslüman kulu! İşte bu bir yahudidir. Gel de onu öldür!’
demeyen ne bir taş, ne bir ağaç, ne bir duvar, ne de bir hayvan olacaktır. (Yalnız Gargad ağacı
bu hükmün dışındadır. Çünkü bu ağaç onların ağaçlarındandır, konuşmayacaktır.)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- konuşmasına devamla buyurdu ki:

‘Ve Deccal’in günleri (devri) kırk yıldır. Bir yılı yarım yıl gibi ve bir yılı ay gibidir. Ayı da bir hafta
gibidir ve kalan günleri kıvılcım gibi (hızlı gidici)dir. Biriniz o günlerde sabahleyin Medine’nin
kapısı yanında olur da Medine’nin diğer kapısına akşama kadar varamaz.’

Bunun üzerine:

‘Yâ Resulellah! O kısa günlerde nasıl namaz kılacağız?’ diye soruldu. O:

‘Siz namazı şu uzun günlerde nasıl takdir (hesap) ettiğiniz gibi o kısa günlerde de öyle takdir
edersiniz. Sonra namaz kılınız.’ buyurdu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- konuşmasına devamla buyurdu ki:

‘İsa bin Meryem Aleyhisselâm benim ümmetim içinde (Muhammedî), adaletli bir hakim ve
(yönetimde) adil bir imam olacak, haçı kırıp ezecek ve domuzu öldürecektir. (Zimmilerden)
cizyeyi kaldıracak ve zekâtı terk edecektir. Artık ne koyun, keçi, sığır sürüsü, ne de deve sürüsü
üzerine zekât memuru çalıştırılmayacaktır. Düşmanlık ve kin de kaldırılacaktır. Zehirli olan her
hayvanın zehiri de sökülüp alınacaktır. Hatta küçük oğlan çocuğu elini yılanın ağzına sokacak
da yılan ona zarar vermeyecektir. Küçük kız çocuğu da arslanı kaçmaya zorlayacak da arslan
ona zarar vermeyecektir. Kurt, koyun-keçi sürüsü içinde sürünün köpeği gibi olacaktır. Kap su
ile dolduğu gibi yeryüzü barış içinde olacaktır. Din birliği de olacak, artık Allah’tan başkasına
tapılmayacaktır. Savaş da ağırlıklarını (silâh ve malzemelerini) bırakacak, Kureyş kabilesinden
hükümdarlığı alınacaktır. Yeryüzü gümüş sofrası gibi olup, Âdem Aleyhisselâm’ın ahdi ile
bitkisini bitirecektir. Hatta bir üzüm salkımı üzerinde bir nefer (sayısı ona kadar olan insan
topluluğu) toplanır da o salkım hepsini doyuracak ve bir nar üzerinde bir nefer toplanır da o nar
hepsini doyuracaktır. Öküz şu kadar (üstün değerdeki) mala tekabül edecek, at da birkaç
(önemsiz) dirhemciğe tekabül edecektir.
Sahabeler:

‘Yâ Resulellah! Atı ucuzlatan nedir?’ diye sordular. O:

‘Savaş için ata ebedî olarak yani hiç binilmeyecektir. (Çünkü hiç savaş olmayacaktır.) buyurdu.
Ona:

‘Öküzün fiyatını bu kadar pahalılaştıran nedir?’ diye soruldu. O:

‘Toprağın tamamı sürülecektir. Deccal’in çıkmasından evvel (kıtlığı) şiddetli üç yıl bulunur. O
yıllarda insanların başına büyük bir açlık felâketi gelecektir. Allah birinci yıl buluta,
yağmurunun üçte birisini tutmasını emredecektir. Sonra Allah ikinci yıl buluta emredecek, bulut
da yağmurunun üçte ikisini hapsedecektir ve Allah yere emredecek, yer de bitkisinin üçte
ikisini hapsedecektir. Sonra Allah üçüncü yıl buluta emredecek, bulut da yağmurunun
tamamını hapsedecektir. Artık bir damla yağmur yağmayacaktır. Allah yere de emredecek ve
yer bitkisinin tamamını hapsedecektir. Artık yer yeşillik diye hiçbir şey bitirmeyecektir. Artık çift
tırnaklı (geviş getiren) hiçbir hayvan kalmayıp hepsi helâk olacak, Allah’ın (yaşamasını) dilediği
hayvan hariç.’ buyurdu.

Ona:

‘O zamanda insanları yaşatan (azık) nedir?’ diye soruldu. O:

‘Tehlil, tekbir, tesbih ve tahmid. Bu zikirler insanlara yemek yerine geçirilecektir.’ buyurdu.” (İbn-i
Mâce: 4077)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

KIYAMET SENELERİNDEKİ
DÜNYANIN SON DURUMU

Âdem Aleyhisselâm ilk insan olarak yeryüzüne geldikten sonra devran devam etmiş, yüz yirmi dört bin
peygamber, onların tâbileri ve muhalifleri gelip geçmiş, yaşlı dünya binlerce defa dolmuş-boşalmış,
nice nice hadiselere şâhit olmuş, artık dünyanın sonuna gelinmiştir.

Kıyametin büyük alâmetleri de bütünüyle ortaya çıktıktan sonra kıyamet kopuncaya kadarki zaman
hakkındaki bilgileri Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hadis-i şerif’lerinden
öğreniyoruz:

Erkeklerin Azlığı, Kadınların Çokluğu:


Ebu Musa -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, bir kimse altından olan zekâtını (diyar diyar)
dolaştıracak, onu alacak hiçbir kimse bulamayacak. Erkeklerin azlığından, kadınların
çokluğundan dolayı bir erkeğin peşinden ona sığınmak isteyen kırk kadının gittiği
görülecektir.” (Müslim: 1012)

Bütün bunlar kıyamet alâmetlerindendir.

O zaman yeryüzüne semânın bütün bereketleri inecek, yer olanca bereketlerini meydana çıkaracak,
yerde gömülü bütün defineler meydana çıkacak, mal kapıdan taşacak, fakat insanlar çok az kalacak.
Halk kıyametin pek yakın olduğunu bildiği için mal biriktirmeye tamah etmeyeceklerdir.

Mal Çokluğu:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Mal çoğalıp kapıdan taşmadıkça kıyamet kopmaz. O derecede ki; bir adam malının zekâtını
çıkaracak, fakat onu kabul edecek hiçbir kimse bulamayacak. Hatta Arabistan çayırlara ve
nehirler akan yerlere dönecektir.” (Müslim: 157)

Arap diyarının çayır ve çimenliklere dönmesinden murad; son derece ziraate elverişli olması, fakat
yine de metruk bırakılmasıdır. Bunun da sebebi harp ve fitnelerden sonra erkeklerin azalması, kıyamet
yaklaştığı için insanlarda mal hırsı kalmaması, bağa bahçeye önem veren bulunmamasıdır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Yer bütün ciğerparelerini altın ve gümüşler hâlinde kusacaktır. Katil gelerek: ‘Ben bunlar için
öldürdüm!’ diyecek. Akrabasına yardım etmeyen kişi gelerek: ‘Ben bunlar için akrabamla
alâkamı kestim!’ diyecek. Hırsız gelerek: ‘Benim elim bunlar için kesildi.’ diyecek. Sonra bu
altın ve gümüşü terkedecek, onlardan hiçbir şey almayacaklar.” (Müslim: 1013)

Çıkan altın ve gümüşlerin ciğerpareye benzetilmesi, onların halk tarafından çok sevilen şeyler
olduğunu belirtmek içindir.

Bu hâl kıyamete yakın zamanda zuhur edecektir.

Nurlu Devirden Hemen Sonra Gelen Nurlu Kumandanlar:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Kahtan kabilesinden bütün insanları sopası ile sürüp sevkedecek biri çıkmadıkça kıyamet
kopmaz.” (Buharî, Fiten 23 - Müslim: 2910)
Bu zât-ı muhteremin ismi Cahcah’tır. Çok kıymetli bir kimse olup, Mehdi Resul Hazretlerinden sonra
çıkacak ve onun yolunu tutacak, çok büyük dirayet sahibi olacak ve bütün dünyayı koyun güder gibi
güdecek, hükmünü yürütecek.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz diğer bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Cehcah denilen bir adam melik olmadıkça günlerle geceler gitmez.” (Müslim: 2911)

Bütün bu hadiselerden sonra bu olacak. Ne yahudi kalacak ne Çinliler kalacak. Allah-u Teâlâ dünyayı
doldurduğu gibi boşaltacak, dünya hakimiyetini müslümanlara verecek.

Bunlar iki veya üç kişi olacak, birbiri peşinden gelecekler.

Bu kumandanların zuhuru da kıyamet alâmetlerindendir.

Putperestliğin Canlanması:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Devs kabilesinin kadınlarının kıçları, Zü’l-Halasa putunun etrafında titremedikçe kıyamet


kopmaz.” (Müslim: 2906)

Bu Hadis-i şerif zâhirî mânâda adı geçen kadınlara işaret ediyorsa da, umumi mânâda putperestliğin
kıyamet kopmadan hemen önce yine revaç bulacağına işarettir.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz der ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Lât ve Uzzâ’ya (tekrar) tapılmadıkça gece ile gündüz gitmeyecektir.”

Bunun üzerine ben:

‘Yâ Resulellah! Allah-u Teâlâ:

‘Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.’
(Tevbe: 33 - Saff: 9)

Âyet’ini indirdiği zaman ben bunun tam olduğunu zannetmiştim.’ dedim.

“Şüphesiz ki bu hususta Allah’ın dediği olacak. Sonra Allah hoş bir rüzgâr gönderecek. Bunun
tesiriyle kalbinde hardal tanesi kadar imanı olan herkesi öldürecek, yalnız kendisinde hiçbir
hayır olmayan kimseler kalacaktır. Bunlar da babalarının dinine döneceklerdir.” buyurdu.”
(Müslim: 2907)

Bu hoş rüzgâr Allah-u Teâlâ’nın mümin kullarına olan bir ikramıdır. Hiçbir mümin kıyametin şiddetini
görmeyecek, bir lütuf eseri olarak ruhları o günden önce lâtif bir şekilde kabzolunacaktır.
Müminlerin Ruhlarının Alınması:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Muhakkak ki Allah Yemen’den, ipekten daha yumuşak bir rüzgâr gönderecektir. Ki bu rüzgâr
kalbinde bir dane ağırlığında imanı olanlardan ruhunu almadığı kimse bırakmayacaktır.”
(Müslim: 117)

Bu rüzgârın iki tane olmasının mânâsı, birinin Yemen’den, diğerinin Şam’dan olması muhtemeldir.
Veya bu iki iklimin birinden başlayarak ötekisine erişmesi ve oradan her tarafa yayılması da bir
ihtimaldir.

Kıyamet Senelerindeki İnsanların Durumu:

Enes -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Allah Allah diyen hiçbir kimsenin üzerine kıyamet kopmaz.” (Müslim: 184)

Gün gelecek, yerüzünde Allah Allah diyen insan kalmayacak, bu sebeple de kıyamet kopacak.

Kur’an-ı Kerim’in Kaldırılması:

Huzeyfe -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Elbisenin nakışı eskiyip gittiği gibi İslâmiyet de eskiyip gider. Hatta oruç nedir, namaz nedir,
Hacc ve Umre nedir, sadaka nedir bilinmeyecektir.

Azîz ve Celîl olan Allah Kur’an’ı bir gecede kaldırıp götürecek ve yeryüzünde ondan tek bir Âyet
bile kalmayacaktır. Çok yaşlı erkekler ve pek ihtiyar kadınlardan meydana gelen bir takım
insanlar kalacak ve: ‘Biz babalarımıza Lâ ilâhe illâllah kelimesi hâli üzerine yetiştik ve (dinden
bildiğimiz) bu kelimeyi söyleriz.’ diyeceklerdir.”

Huzeyfe -radiyallahu anh- bu hadisi rivayet edince orada bulunan Sıla kendisine:

“O yaşlılar namaz nedir, oruç nedir, Hacc ve Umre nedir, sadaka nedir bilmezken ‘Lâ ilâhe
illâllah’ kelimesi onlara bir yarar sağlamaz,” dedi.

Huzeyfe -radiyallahu anh- Sıla’nın bu sözünü cevapsız bıraktı. Sonra Sıla bu sözü Huzeyfe’ye karşı üç
defa tekrarladı. Her defasında Huzeyfe onun sözünü karşılıksız bıraktı, yüzüne bakmadı. Nihayet
üçüncü defasından sonra Sıla’ya dönerek üç defa:

“Yâ Sıla! Tevhid kelimesi onları (ebedî) ateşten kurtarır.” dedi. (İbn-i Mâce: 4049)

Bütün bunlar İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne gelip ıslahatından ve vefatından sonra kıyamet
senelerinde olacaktır.


Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Yeryüzünden kaldırılmadan önce Kur’an’ı okuyun! Zira Kur’an yeryüzünden kalkmadıkça


kıyamet kopmayacaktır.”

Ashâb: “Bu mushaflar kaldırılacak, fakat kalplerde mahfuz olan Kur’an nasıl olacak?” diye
sordular.

Buna karşılık buyurdu ki:

“Gece yatacaklar, sabah kalkınca Kur’an kalplerinden silinecek ve fakat: ‘Biz bir şey
biliyorduk!’ deyip şiire dalacaklar.” (Beyhakî)

Kâbe-i Muazzama’nın Yıkılması:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kâbe’yi Habeşliler’den incecik baldırlı biri harap edecektir.” (Müslim: 2909)

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kapkara, ince bacaklı, koca ayaklı birinin Kâbe’yi taş taş yıktığını görüyorum sanki.” (Buhârî.
Tecrîd-i sarîh: 790)

Bu hususa temas eden başka Hadis-i şerif’ler de vardır. Kâbe-i muazzama’yı kıyamete çok yakın bir
zamanda, başlarında ince bacaklı şiş karınlı bir kimsenin yer aldığı Habeşliler gelip yıkacaklar, taş taş
sökecekler, taşlarını da denize atacaklar.

En Şerli İnsanların Üzerine Kıyametin Kopması:

Nevvâs bin Sem’an el-Kilâbî -radiyallahu anh-den rivayet edilen ve İsa Aleyhisselâm’ın yeryüzüne
gelişini anlatan Hadis-i şerif’lerinin nihayetinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuştur:

“İşte bunlar böylece bolluk içinde müreffeh bir hayat geçirirken, Cenâb-ı Hakk hoş bir rüzgâr
gönderir ve bu rüzgâr bütün müminlerin ruhlarını kabzeder. Geri kalan insanlar, en şerli
insanlardır, yekdiğeri ile boğuşurlar, merkepler gibi halkın huzurunda alenen çiftleşirler.
Kıyamet de onların üzerine kopar.” (Müslim: 2937 - İbn-i Mâce: 4075)

Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet yalnız kötü insanların üzerine kopacaktır.” (Buhârî - Müslim: 2949)

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

KIYAMET

Kıyamet Nedir?:

“Kıyamet” kelimesi “Kıyam”dan türemiş olup; dikilmek, ayağa kalkmak, ayaklanmak mânâlarına gelir
ve Kur’an-ı kerim’de yetmiş yerde geçmektedir. Kıyam’dan türemiş diğer kelimelerin sayısı iki yüz
civarındadır. Kıyameti tasvir eden, gözle görülür bir şekilde anlatan Âyet-i kerime’lerin sayısı ise dört
yüze yakındır.

Dini bir tabir olarak kıyamet ise; içinde yaşadığımız dünyanın ve onun bünyesinde yer aldığı kâinatın
parçalanıp dağılması, daha sonra insanların hesap vermek üzere Allah-u Teâlâ’nın huzur-u izzetinde,
mahiyetini bilemediğimiz bir biçimde kıyam etmesidir.

Allah-u Teâlâ üzerinde yaşadığımız bu dünyayı ve bütün mahlukatı geçici bir zaman için yaratmıştır.
Her canlının bir eceli olduğu gibi, dünyanın da bir ömrü vardır. Yarattıklarını dilediği kadar yaşattıktan
sonra öldürecek, var olan her şey kıyametin kopmasıyla bir gün yok olacak ve sonsuza kadar devam
edecek olan ahiret hayatı başlayacaktır.

Kıyamet inancı, imanın altı esasından birisi olan “Ahiret inancı”nın bir bölümüdür. Ahiret hayatı
kıyametle başlar. Bunu mahşer, mizan, sırat, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme
girmeleri ve ebedi bir hayatın başlaması safhaları takip eder.

İnsan başıboş olarak gâye ve maksatsız yaratılmamıştır. Öyle olsaydı mükellef olmaz, yaptığı
şeylerden mesul tutulmaz, ceza veya mükâfat görmezdi.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“İnsan başıboş olarak bırakılacağını mı sanıyor?” (Kıyamet: 36)

İnsanların çoğunun anlayışı böyledir. İlâhî emir ve yasakların yükümlülüğü altına girmek, ilâhî bir
terbiye görmek istememektedirler. Halbuki kâinatta hiçbir şey mânâsız, hikmetsiz ve gayesiz
yaratılmamıştır. İnsan nasıl başıboş bırakılabilir?

“Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”


(Müminûn: 115)

Kullarını mükellef tutmak, ibadet etmek, sonra da huzur-u izzetine döndürmek için yaratmıştır.

Kıyamet Saati:
Kıyametin kopmasının yakın olduğunu gösteren birçok Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler vardır.

Nitekim bir Âyet-i kerime’de mühim bir ihtar mahiyetinde:

“Kıyamet yaklaştıkça yaklaşmıştır.” buyuruluyor. (Necm: 57)

Kâinatın ömrüne nispetle kıyametin kopması çok yakın sayılır. Bu sebeple bu hadiseye “Âzife”
denilmiştir.

Kıyamet, olanca şiddet ve sıkıntıları ile insanları kuşattığında onu Allah-u Teâlâ’dan başka kimse
açamaz ve geri çeviremez.

“Onu Allah’tan başka açığa çıkaracak yoktur.” (Necm: 58)

Kıyametin kopması Kur’an-ı kerim’de “Saat” kelimesiyle ifade edilmiştir. Beklenmedik bir zamanda ve
çok süratli olarak gerçekleşecektir.

“Kıyamet saati mutlaka gelecektir, bunda aslâ şüphe yoktur.” (Mümin: 59)

İnanmak imanın gereğidir.

“Fakat insanların çoğu inanmıyor.” (Mümin: 59)

Kıt akıllı, kısır düşünceli olan bu gibi kimseler; kıyameti tasdik etmezler, öldükten sonra dirilmeyi ve
mahkeme-i kübrâ’yı inkar ederler, inanmadıkları için de mücadeleye girişirler, yalan yanlış fikirlerinde
ısrar edip dururlar.

Kıyametin kopacağı kesindir. Bütün Enbiyâ-i izam, bütün semâvî kitaplar onu haber vermişlerdir.

Sehl bin Sa’d -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz şehadet parmağı ile orta parmağını yanyana göstererek:

“Ben, kıyamet şöyle yakın olduğu halde gönderildim.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikak 39 - Müslim:
2950)

Kıyametin Zamanı (1):

Mekkeli müşrikler her ne zaman kıyametin korkunçluğunu, onda olan-biten şeyleri, neticesinde olacak
hesap ve cezayı duyarlarsa, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek tekrar tekrar
kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar: “Eğer sen Peygamber isen bize zamanını haber ver!”
derlerdi.

“Sana kıyamet saatinin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar.” (A’râf: 187 - Nâziat: 42)

Kıyamet saati Allah-u Teâlâ’nın kendi ilminde kalmasını istediği, bunun için de yarattıklarından hiç
kimseyi ona muttali kılmadığı bir gaybtır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Resul’üm! De ki: Onu ancak Rabb’im bilir. Onun vaktini O’ndan başka bilecek yoktur.

Ağırlığını göklerin ve yerin kaldıramayacağı o saat, sizlere ansızın gelecektir.” (A’râf: 187)
İnsanlar dünyaya ve dünyanın imarına kendilerini kaptırmış oldukları bir halde, hiç umulmadık bir anda
geliverecektir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Andolsun ki kıyamet kopacaktır. O kadar ki, alıcı ile satıcı aralarındaki elbiseyi açacaklar,
amma alım-satım henüz tamamlanmadan ansızın kıyamet kopacak, açık kalan elbiseyi katlayıp
dürmek mümkün olmayacaktır.

Yemin ederim ki elbette kıyamet kopacaktır. Öyle ki, sağmal devesinin sütünü sağıp gelen
kişiye ondan içmek nasip olmadan ansızın kopacaktır.

Hiç şüphe yok ki, kıyamet mutlaka kopacaktır. Öyle ki, kişi havuzunu sıvayıp onaracak, amma
kıyamet ansızın kopacak da havuzun suyunu kullanmak mümkün olmayacaktır.

Kıyamet elbette kopacaktır. O kadar ki yemek yemeğe başlayan kişi lokmasını ağzına
götürecek, derken ansızın kıyamet kopacak, o lokmayı yemek nasip olmayacaktır.” (Buhârî-
Müslim: 2954)

Kıyamet Allâmül-ğuyûb olan Allah-u Teâlâ’nın kendi Zât-ı akdes’ine tahsis ettiği gayb işlerindendir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Sanki sen onu biliyormuşsun gibi sana soruyorlar. Resul’üm! De ki: Onun bilgisi ancak
Allah’ın katındadır. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (A’râf: 187)

İnsanların çoğu bunun bilgisinin Allah katında olduğunu bilmedikleri gibi, kıyametin kopma zamanının
gizli tutulmasındaki sırrı da bilmemektedirler.

Diğer Âyet-i kerime’lerde ise şöyle buyuruluyor:

“Sende ona âit bilgi yoktur ki anlatasın. Onun bilgisi Rabb’ine âittir. Sen ancak ondan korkacak
olan kimselere o tehlikeyi haber verensin.

Onlar o kıyameti gördükleri gün, sanki dünyada bir akşamdan veya kuşluk vaktinden fazla
kalmamış gibi olurlar.” (Nâziat: 43-46)

Kıyamet gününde dirilip kıyam edenler, o günün şiddet ve dehşeti, sonsuzluk ve sınırsızlığı karşısında
ömürlerinin bir akşam veya bir kuşluk vakti gibi çabuk geçtiğini anlayacaklar ve kaçırdıkları fırsatlar için
derin bir pişmanlık duyacaklardır.

Kıyametin Zamanı (2):

Kur’an-ı kerim’in kıyamet ve mahşerin korkunç manzaralarına geniş yer ayırması, canlı bir şekilde
vasıflandırması karşısında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e devamlı surette
kıyametle ilgili sorular soruluyordu. Yahudiler ise bir imtihan maksadıyla böyle bir suale cüret
etmişlerdi. Çünkü gerek Tevrat’ta gerekse diğer semâvî kitaplarda kıyametin zamanı bildirilmemişti. Bu
soruyu soranlar, Resulullah Aleyhisselâm’ın bunun aksine bir şey söyleyip söyleyemeyeceğini
anlamak istiyorlardı. Yoksa bilgi edinmek niyetinde değillerdi.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Resul’üm! İnsanlar sana kıyametin zamanını soruyorlar.


De ki: Onun bilgisi Allah’ın katındadır.

Ne bilirsin, belki de zamanı yakındır.” (Ahzâb: 63)

Allah-u Teâlâ ancak kendisinin bildiği bir hikmet gereğince, bunun bir sır olarak kalmasını takdir
buyurmuştur.

“Kıyametin vaktine dair bilgi O’nun katındadır.” (Zuhruf: 85)

O’nun ezelî ilmi her şeyi kuşatmıştır. O’nun ilminden hiçbir şey gizli kalmaz, O’nun takdir buyurmadığı
hiçbir şey meydana gelmez.

İnsanın vazifesi, geleceği muhakkak olan o günü düşünerek, elde fırsat dilde ruhsat varken hayatını
düzene sokmak, hâlini ıslah etmekten ibarettir. Çünkü ahirette iyiler iyiliklerinin, kötüler de
kötülüklerinin karşılıklarını daha çok göreceklerdir.

“Kıyamet ne zaman kopacak?” diye soran bir zâta Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz:

“O gün için ne hazırladın?” buyurmuşlardır. (Tirmizî)

Kıyametin Zamanı (3):

Allah-u Teâlâ müşriklerin yalanlama, inat ve inkârlarından dolayı, azabın kendilerine gelmesini uzak
görerek, alay ve eğlence yollu, başlarına azabın hemen gelmesini istediklerini haber vererek Âyet-i
kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Diyorlar ki:

Eğer doğru söylüyorsanız, vâdettiğiniz kıyamet günü ne zaman?” (Enbiyâ: 38 - Sebe: 29 - Yâsin:
48 - Mülk: 25)

Gerçekte onlar kıyametin gelişini imkânsız sanıyorlardı. Halbuki onun geleceği muhakkaktır ve
herhangi bir kimse istemediği için geri kalmaz, herhangi bir kimsenin istemesiyle de vaktinden önce
gelmez.

“De ki:

Size vâdolunan bir gün vardır ki, siz ondan ne bir saat geri kalırsınız, ne de ileri geçebilirsiniz.”
(Sebe: 30)

Kıyamet, insanların ecelleri gibidir. İnsanın eceli geldiğinde, bir göz açıp kapatıncaya kadar ileri veya
geri alınmadığı gibi, kıyamet zamanı geldiğinde de bir saniye olsun ileri veya geri alınmaz.

İnanmayanlar, azap her taraftan kendilerini kuşattığı zamanki durumlarının korkunçluğunu eğer
bilselerdi, elbette onu acele istemezlerdi. Fakat kalplerinin körlüğü bu tehdidi onlara basit gösterdi,
uyanıp da Hakk’a yönelmediler.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Kâfirler ne yüzlerinden ne de sırtlarından ateşi savamayacakları, kendilerine yardım da


edilmeyeceği zamanı bir bilselerdi!” (Enbiyâ: 39)

Fakat uyarılar onlara hiç fayda vermiyor, etraflarını saran küfür karanlığı gerçeği göstermiyor.
“Doğrusu o, onlara ansızın gelecek ve onları şaşkına çevirecek.

Artık onu ne geri çevirmeye güçleri yeter, ne de kendilerine mühlet verilir.” (Enbiyâ: 40)

Ki tevbe edebilsinler, mazeret beyan etsinler!

“Size vâdedilen mutlaka gelecektir. Siz onun önüne geçemezsiniz.” (En’âm: 134)

İşte iman etmeyenlerin ebedî cezaları! Kıyametin gelmesini kendilerinden çeviremedikleri gibi, tevbe
edip özür beyan etmeleri için kendilerine mühlet de verilmez.

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’a bu toplanmanın muhakkak olacağını ve kaçınılmasının


imkânsız olduğunu bildirmesini emretmiş, görevinin sadece tebliğ olduğunu beyan buyurmuştur:

“Resul’üm! De ki: O bilgi ancak Allah katındadır. Ben ise apaçık bir uyarıcıyım.” (Mülk: 26)

Cebrâil Aleyhisselâm’ın genç bir insan şeklinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e
gelmesi, İslâm ve ihsan’dan sorup cevap aldıktan sonra kıyametin ne zaman kopacağını sorması,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de:

“Bu hususta kendisine sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir.” diye cevap vermesi
meşhurdur. (Buhârî - Müslim)

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Kıyamet saatini bilmek Allah’a havale edilir.” (Fussilet: 47)

Bir kimseye: “Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sorulursa: “Onu Allah-u Teâlâ bilir!” denilmelidir.

“Kıyamet saatini bilmek ancak Allah’a mahsustur.” (Lokman: 34)

İnsana düşen, geleceği muhakkak olan o günü düşünerek daha dünyada iken hayatını düzene
sokmaktan ibarettir.

Allah-u Teâlâ o günü daha önce hükmettiği belirli bir zaman için ertelemektedir. Bu süre ne artar ne de
eksilir.

Âyet-i kerime’de:

“Biz onu ancak sayılı bir müddetin sona ermesi için erteledik.” buyuruluyor. (Hûd: 104)

Dünyanın sayılı müddeti son bulup ömrü tamam oluncaya kadar ahiret tehir olunacak ve o sayılı
hesabın bittiği dakikada kıyamet kopacaktır. Her gelecek yakındır.

Gizliliğin Hikmeti:

Allah-u Teâlâ kıyamet vaktini gizledi ki, insanlar kıyametin kendilerine ansızın gelmesine karşılık
devamlı bir hazırlık içinde olsunlar, kötülüklerden sakınsınlar.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum kıyamet mutlaka gelecektir.
Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimse seni ondan alıkoymasın. Yoksa helâk
olursun!” (Tâhâ: 15-16)
İnsanları ahiret fikrinden uzaklaştırmak isteyen şeytan tabiatlı kimseler her zaman için mevcutur. Fakat
akıllı bir mümin, o gibi kimselerin akıntısına kapılmaz, onlara aslâ uymaz, kulluk görevlerini yerine
getirerek ahiretini kazanmaya muvaffak olur.

İnanan-İnanmayan:

İlâhî mahkemenin kurulup amellerin ölçüleceği, hesabın görüleceği o kıyamet günü gelmek üzeredir.
Çok yakınlarında olmasına rağmen insanlar ondan gafil bulunuyorlar. O korkunç gün, mukadder vakti
gelince ansızın gelecektir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar kıyamet zamanının ansızın başlarına gelmesinden başka bir şey mi bekliyorlar?”
(Muhammed: 18)

Kıyametin kopacağına dâir bunca Âyet ve alâmetler varken, inkârcılar yine de küfürlerinde devam edip
dururlar.

“Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır. Ona inanmayanlar, onun çabuk gelmesini
istiyorlar.” (Şûrâ: 17-18)

Alaylı bir şekilde onun takdir edilen zamanından önce gelmesini ister dururlar.

“İnananlar ise ondan korkarlar ve onun gerçek olduğunu bilirler.” (Şûrâ: 18)

Gönüllerindeki gerçek iman açığa çıkar.

“İyi bilin ki kıyamet saati hakkında tartışanlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (Şûrâ: 18)

Allah-u Teâlâ kıyamet karşısında müminlerin tutumlarıyla münkirlerin tutumlarını tasvir buyurmaktadır.

Müminler aynel-yakin bildikleri için kıyametten korkarlar ve titrerler. O günde bütün insanların bir
muhasebeye ve muhakemeye çekileceklerine inandıkları için hallerini düzeltmeyi lüzumlu görürler.

Münkirler ise kıyametin asılsız bir vehimden ibaret olduğunu sanırlar. Kalplerini hiçbir şey titretmez.
Olacağına inanmadıkları içindir ki kendilerini bekleyen âkıbeti tahmin edemezler.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“İnkâr edenler, kendilerine o saat ansızın gelinceye, yahut da o kısır günün azabı kendilerine
gelinceye kadar onun hakkında hep şüphe içindedirler.” (Hacc: 55)

Göz önünde bunca deliller varken, Âyet-i kerime’ler yüzlerine karşı okunurken; bunlar Hakk’ı
hatırlamazlar, Hakk’tan yana olmazlar, imansızlık ve müşriklik ederler, Allah’tan korkmazlar, ahiret için
hazırlanmazlar, ömür sermayelerini boşa harcayıp dururlar. Emniyet içinde olduklarından değil, ilerisini
düşünemediklerinden, basiretsiz olduklarından dolayı öyle yaparlar.

Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri uyarmak üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:

“Allah tarafından kuşatıcı bir felâket gelmesi veya farkında olmadan kıyametin ansızın kopması
karşısında kendilerini emin mi gördüler?” (Yusuf: 107)

Ki hiçbir şeyden habersiz bir şekilde gaflet içinde yaşayıp duruyorlar.


“Onlar hiç ummadıkları bir sırada kıyamet zamanının ansızın başlarına gelmesinden başka bir
şey mi bekliyorlar?” (Zuhruf: 66)

Böyle bir hâlde yaşayıp dururlarken, büyük felâket başlarına geliverecektir.

Küfürde İnat, Kötülükte Israr:

Kıyamet, dünyayı ve geçici dünya hayatını arzu edenlerin isteklerine muhaliftir. Bunun içindir ki
çekinmeden onu inkâra cüret ederler. Şehvetlerinden, lezzetlerden ayrılmamayı, ileride onlara devam
etmeyi, ahlâki ve dini herhangi bir engel olmadan kötülükleri ve günahkârlığı sürdürmeyi isterler. Bu
hallerinden dolayı hiçbir üzüntü duymazlar. Tevbekâr olmak istemezler, hallerini ıslaha çalışmazlar.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Fakat insan, ileriye doğru devamlı suç işlemek (ömrünü günahla geçirmek) ister: ‘Kıyamet
günü ne zamanmış?’ diye sorar.

Göz kamaştığı,

Ay tutulduğu,

Güneşle ay bir araya getirildiği zaman!” (Kıyâmet: 5-9)

Gözler o günde görecekleri şiddet ve dehşetten dolayı şimşeğe tutulmuş gibi bir hâle gelir. Kâinat alt-
üst olur, ay ve güneş birbirine katılır, ışıkları söner simsiyah kesilir.

“İşte o gün insanlar: ‘Kaçacak yer neresi?’ der.” (Kıyâmet: 10)

Bu sorusu ile sanki kurtuluş ümidi aramaktadır.

“Kıyamet kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?” (Muhammed: 18)

Çünkü o gün sorgulama ve yargılama, cezâ ve mükâfat günüdür. O gün herkes kendi derdi ile meşgul
olmaya mecbur olur, herkes kendisini azaptan kurtarmak için çırpınır.

Merhametlilerin en merhametlisi olan Rabb’imiz Tebâreke ve Teâlâ Hazretleri Kur’an-ı kerim’in bir çok
Âyet-i kerime’lerinde ahiret gününün çetin azabından kullarını korumak ve sakındırmak için öğütlerde
ve uyarılarda bulunmaktadır:

“İnsanların hesap görme zamanı yaklaştı, fakat onlar hâlâ gaflet içindedirler.” (Enbiyâ: 1)

Gaflet; hatırlanması gereken şeyin insanın aklından çıkması, onu hatırlamaması demektir. Yapması
gereken şeyi ihmal ederek yapmayan kimseye gafil denir.

Nefsin arzularına, şeytanın adımlarına uymuş, zevk ve safaya, oyun ve eğlenceye dalmış, gerçek
hayatın bu dünya hayatı olduğunu zannetmiş, böylece ömrünü tüketiyor, gerçek hayatın ölümden
sonra başlayacağını bilmiyor, ahiret tedarikinin çaresine bakmıyor.

Allah-u Teâlâ o gün için hazırlık yapılmasını emreder ve şöyle buyurur:

“Allah katından geri çevrilmesi mümkün olmayan bir gün gelmezden önce, Rabb’inizin davetine
icabet edin. O gün hiçbiriniz sığınacak yer bulamaz, inkâr da edemezsiniz.” (Şûrâ: 47)
O günde Allah-u Teâlâ’nın himayesinden başka sığınacak bir yer yoktur. Müstehak olanlardan hiç
kimsenin azabı kaldırmaya gücü yetmeyecektir.

“Öyle bir günden korkun ki, o günde hepiniz Allah’a döndürülürsünüz. Sonra herkese
kazandıkları noksansız verilir ve hiç kimse haksızlığa uğratılmaz.” (Bakara: 281)

Bu mevzu Muhterem müellif Ömer Öngüt Efendi’nin “Kalplerin Anahtarı” Külliyatı’nın “Kıyamet ve
Alâmetleri” isimli eserinden derlenmiştir.

•••

| Hakikat'te Bu Ay | Diger Sayilar | Ana Sayfa |

KALEM SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


BAHÇE SAHİPLERİNİN HİKÂYESİ

Bahçe Sahiplerinin Hikâyesi:

Geçmişte yaşamış ümmetlerden birinde, rivayete göre Yemen’in San’a şehri yakınlarında ehl-i kitaptan
sâlih bir zât yaşıyordu. Öyle bir bahçesi vardı ki, her türlü meyve yetişiyordu.

Dindar, muttaki, aynı zamanda çok cömert olan bu zât; hasat zamanı gelince, ilân vermek suretiyle
fakirleri ve düşkünleri çağırır, bahçeden onlara bolca pay verir, onlara ikramda bulunurdu. Ayrıca
devşirme mevsiminde dalda ve başakta kalanları, yere dökülenleri yoksullara bırakmayı âdet edinmişti.

Bu şekilde nezih bir hayat yaşayan, halkın sevgi ve saygısını kazanan bu sâlih zât gün geldi vefat etti.
Yerine çocukları vâris olup bahçe ile ilgilenmeye başladılar.

Devşirme mevsimi geldiğinde babalarına muhalif harekette bulundular. Aç gözlülük ederek dediler ki:

“Mal az âile fertlerimiz çok... Eğer babamızın yaptığı gibi biz de bu mahsulâttan fakirlere bir şeyler
bırakırsak ihtiyaç içinde kalırız, onların bu bahçede hakları yoktur.”

Aralarında istişare yapıp, hiçbir fakire herhangi bir şey vermemeyi kararlaştırdılar. Şu kadar var ki
içlerinden bir kardeşleri bu fikre karşı çıktı. Bu davranışlarının doğru olmadığını, babalarının yolunu
takip etmek gerektiğini onlara hatırlattı, öğütler verdi, fakat öğütlerine kulak asmadılar. O bir kişi,
diğerleri ise çoğunlukta idi.

Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde Kalem sûre-i şerif’inin 17-35. Âyet-i kerime’lerinde bahçe sahiplerinin
ahvâlini bir vesile-i intibah olmak üzere hikâye buyurmaktadır:

“Biz vaktiyle bahçe sahiplerine belâ verdiğimiz gibi, bunlara da belâ verdik.” (Kalem: 17)
Bu Âyet-i kerime, Allah-u Teâlâ’nın Muhammed Aleyhisselâm’ı kendilerine bir rahmet olmak üzere
gönderdiği Kureyşliler’in, onu reddedip karşı koymaları üzerine belâlara musibetlere uğratıldıklarını
beyan buyurmaktadır.

Bahçenin yeni sahipleri sabah erkenden meyveleri devşirmeye gideceklerdi. Miskinlere haber
vermeyecekler ve onlara hiçbir pay ayırmayacaklardı. Bu kararlarını yemin ile de teyit ettiler.

“Hani o bahçe sahipleri, sabah olunca bahçeyi mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.”
(Kalem: 17)

Bu işten son derece emin idiler. Kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, bu işi karara bağlarken:
“‘İnşallah... Allah izin verirse... Sağ salim sabaha çıkarsak... Bir âfete uğramazsak...” gibi bir sakınma
kaydı koymamışlar, yoksulları haklarından mahrum bırakmaya güç yetireceklerini sanmışlardı.

“Bir istisna da yapmıyorlardı.” (Kalem: 18)

Böyle olunca da Allah-u Teâlâ onları istek ve arzularının tersiyle cezalandırdı. Yemin ettikleri iş,
kararlaştırdıkları gibi lehlerine değil, akıl ve hayallerine gelmeyecek bir şekilde aleyhlerine tecellî
etmişti.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Fakat onlar daha uykudayken Rabb’inin katından gönderilen kuşatıcı bir afet bahçeyi sarıverdi
de, bahçe kapkara kesildi.” (Kalem: 19-20)

Miskinlerin payı hususunda cimrilik etmenin, nimetle şımarmanın cezası olarak; kendi paylarına
düşecek olan mahsuller yok olduğu gibi, muhtaçlara verilmesi gereken paylar da yok oldu, kendilerine
hiçbir şey kalmadı. Şükrü edâ olunmayan nimet, her zaman için zevâle mahkûmdur.

Allah-u Teâlâ onların bu kötü niyetlerinin neticesi olarak, haberleri olmaksızın geceleyin bahçenin
harap olduğunu beyandan sonra, sabahın erken saatlerinde kalkan bahçe sahiplerinin ahvâlini beyan
etmek üzere şöyle buyuruyor:

“Sabah olurken: ‘Madem devşireceksiniz, hadi erkenden mahsulünüzün başına gidin!’ diye
birbirine seslendiler.” (Kalem: 21-22)

Yoksulların farkına varmasından korktukları için, gizlice konuşarak bahçeye doğru yola çıktılar. Keyifli
keyifli birbirlerini teşvik ediyorlardı.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Derken: ‘Aman, bugün orada hiçbir yoksul yanımıza sokulmasın!’ diye fısıldaşa fısıldaşa yola
koyuldular.” (Kalem: 23-24)

Halbuki düşünmeleri gerekirdi ki o bahçe, onu kendilerine veren, onlar uyurken onu gözetecek olan
Allah-u Teâlâ’nın mülküdür, onca fakir fukaranın da hukuku vardır.

“Yoksullara yardım etmeye güçleri yettiği halde, böyle konuşarak erkenden gittiler.” (Kalem: 25)

Sabahleyin bahçelerine geldiklerinde bir de ne görsünler! Ne bir ağaç, ne de bir meyve var! Oranın
kendi bahçeleri olduğuna inanamadılar, yolu şaşırdıklarını sandılar.

“Fakat bahçeyi gördüklerinde: ‘Herhalde biz yolumuzu şaşırmış olmalıyız!’ dediler.” (Kalem: 26)

Hepsi birlikte dikkatlice baktılar. Tekrar baktılar. Nihayet oranın gerçekten kendi bahçeleri olduğunu,
yanlış yere gelmediklerini, kendi kötü niyetleri yüzünden böyle bir felâkete uğradıklarını anladılar.
Dediler ki:

“Yok yok, doğrusu biz mahrum bırakılmışız.” (Kalem: 27)

Allah-u Teâlâ’nın kendilerini cezalandırdığının farkına vardılar. İş işten geçtikten sonra hayıflanmaya
başladılar. Olup bitenlerden, elden kaçan fırsatlardan dolayı büyük bir pişmanlık duydular.

Onlar fakirleri mahrum bırakmak istemişlerdi, fakat kendileri Allah-u Teâlâ tarafından mahrum
bırakılmışlardı.

“İnsaflıları şöyle dedi:

‘Ben size demedim mi? Rabbinizi tesbih etmeniz gerekmez miydi?” (Kalem: 28)

Bu kardeşleri evvelce de onlara öğüt vermiş, uyarılarda bulunmuştu. Fakat aldırış etmemişler, kulak
asmamışlar, kendi fikirlerinde ısrar etmişlerdi.

Eğer içlerinde aklı eren bir fert bulunmasaydı, o ümitsizlik içinde kıvranıp duracaklardı.

Bir musibet bin nasihattan iyidir. Önce dinlemedikleri nasihatı, bu defa uğradıkları felâket içinde
dinlediler ve kusurlarını itiraf ederek dediler ki:

“Rabb’imizi tesbih ederiz. Doğrusu biz zalimlermişiz.” (Kalem: 29)

İlk şaşkınlık hali geçer geçmez biri diğerini itham etmeye: “Bu felâkete sebep sensin!.. Bu hileyi bize
sen öğrettin!.. Tasadduk edersek fakir düşeriz diyerek bizi korkuttun!..” gibi sözlerle suçu birbirine
atmaya başladılar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Dönüp kabahati birbirine yüklemeye başladılar.” (Kalem: 30)

Ne yapacaklarını, ne söyleyeceklerini bilemiyorlardı. Emr-i ilâhîye muhalefet etmeleri, fakirlerin


haklarını vermekten kaçınmaları sebebiyle ellerindeki nimetlerin zevâli ile cezalandırılacaklarını
düşündükçe deli divane oluyorlardı.

Tekrar be tekrar hatalarını itiraf etmekten kendilerini alamıyorlar, pişmanlıklarına pişmanlık


katıyorlardı.

“Şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kimselermişiz.” (Kalem: 31)

Hepsi de gerçekten tevbekâr oldular. Tevbe etmekle kalmadılar, dağılıp gidivermediler:

“Belki Rabb’imiz bize bunun yerine daha iyisini verir.” (Kalem: 32)

Diyerek, Rabb’lerine samimiyetle yöneldiler, dergâh-ı ulûhiyete el açtılar. Bunu bile yeterli görmeyerek,
bütün rağbetlerini sırf O’na çevirdiklerini, gayelerinin O’nun rızasına ulaşmak olduğunu beyan ederek
en sonunda şöyle dediler:

“Biz sadece Rabb’imize rağbet edip gönül bağlayanlardanız.” (Kalem: 32)

Bu bahçe sahiplerinin hikâyesinden, mal ve evladı Allah-u Teâlâ’nın insana imtihan için verdiği, eğer
O’nun rızasına uygun olarak sarfederse faydasını, kötülük yolunda sarfederse zararını göreceği,
yaptığından pişmanlık duyup da tevbe ederse tevbesinin kabul olunacağı anlaşılmış oluyor.

Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bu kıssanın ardından şöyle buyuruyor:


“İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” (Kalem: 33)

Bu azap mala değil canadır, geçici değil süreklidir, içine düşen kurtulmaz. O bir kere başa geldikten
sonra uyanmanın hiç faydası olmaz.

İnsanlar bunu bilmiş olsalardı günahlarından vazgeçerlerdi. Bilmedikleri için isyanlarında ısrar
etmektedirler.

Bağlara, bahçelere ve diğer emvale âfetlerin inmesi, nimet sahiplerinin şükrünü yerine getirmemeleri
sebebiyledir.

Dünyada iken insanın başına gelen bu gibi belâ ve ibtilâlar, anlamak kabiliyetinde olanları uyandırır,
Hakk’a teslim ettirir, daha büyük tehlikelerden korunmasına ve daha büyük iyiliklere ulaşmasına sebep
olur. Kişinin bilemeyeceği birçok hikmetler mevcuttur.

Bu hitap kıyamete kadar gelecek insanların hepsine şâmildir. Allah-u Teâlâ insanları insafa ve ibret
almaya dâvet etmektedir.

Küfür Aynı Küfür:

Allah-u Teâlâ bahçe sahiplerinin hikâyesini beyandan sonra, ahiret yurdunu gözetip Allah’tan
korkanlara lütfedeceği bitmez tükenmez nimetleri müjdelemektedir:

“Şu da muhakkak ki, takva sahipleri için Rabb’leri katında Naîm cennetleri vardır.” (Kalem: 34)

Her türlü korku ve endişeden, belâ ve musibetlerden uzak bir şekilde bağlara, bahçelere, bostanlara
nâil ve dahil olacaklardır.

Müşriklerin ileri gelenleri dünyada kendi kısmetlerinin bolluğunu, müslümanların ise geçim darlığı
çektiklerini görüyorlardı. Allah-u Teâlâ’nın müslümanlara ahiret ile ilgili vaadlerini duyduklarında:
“Öldükten sonra her şey biter. Eğer Muhammed’in ve beraberindekilerin zannettikleri gibi ölümden
sonra gerçekten diriltilecek olursak, o zaman bizim de onların da durumlarımız dünyadaki gibidir.
Bizden üstün olmaları mümkün değildir. Orada da biz yine refah içinde olacağız.” dediler.

Allah-u Teâlâ onların bu sapık fikirlerini reddetmek ve kınamak için şöyle buyurdu:

“Teslimiyet gösterenleri biz suçlular gibi tutar mıyız hiç?” (Kalem: 35)

Elbette ki suç işleyenin âkıbeti azap, itaatkârların karşılığı da Nâim cennetidir.

Allah-u Teâlâ mütebâki Âyet-i kerime’lerinde Mekke müşriklerine hitap ederek, kıyamete kadar gelecek
bu tıynetteki kişileri uyarmaktadır:

“Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Kalem: 36)

Sizi bu pek yanlış fikir ve kanaatlere sevk eden nedir? Nasıl oluyor da kâfirleri hoş gören bir hüküm
veriyorsunuz? Hiç akıllı bir kimse böyle yapar mı?

“Yoksa size mahsus bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?” (Kalem: 37)

Size âit olmak üzere böyle ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki emirlere dayanarak mı böyle
hükmediyorsunuz?
Her şeyin nefsinizin hevâ ve hevesine, süfli arzusuna göre olacağını o kitaptan mı okuyup
inceliyorsunuz?

“O kitapta: ‘Beğendiğiniz her şey sizindir.’ diye mi yazılı?” (Kalem: 38)

“Her yaptığınız yanınıza kâr kalır, sizin her yaptığınız icraat, her söylediğiniz söz doğrudur.” diye yalnız
size âit bir delil mi var?

“Yoksa: ‘Ne hükmederseniz mutlaka sizindir!’ diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş,
kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?” (Kalem: 39)

Halbuki ellerinde hiçbir delil, hiçbir istinat yok. Hevâ ve heveslerine göre konuşuyorlar. Kendi
kendilerine hüküm ve hakikati değiştirmeye kalkıyorlar.

“Sor bakalım onlara, hangisi bunu üzerine alıyor?” (Kalem: 40)

İçlerinden hangisi böyle bir şeyi garanti edebilir?

“Yoksa onların ortakları mı var? Sözlerinde doğru iseler, hadi ortaklarını da getirsinler!” (Kalem:
41)

Bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, Allah-u Teâlâ’nın bir hükmünü değiştiremezler. Hepsi de
Hakk’ın karşısında kahrolmaya mahkumdurlar.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm


Ğâr-ı Hira

Hazret-i Ali -R. Anh- Peygamber Himayesinde:

Mekke’de ve etrafındaki bölgelerde şiddetli bir kuraklık ve kıtlık hüküm sürüyordu. Yiyecek şeyler
bulunmuyordu, bulunanların fiyatı da alabildiğine yükselmişti.

Resulullah Aleyhisselâm, çocukluğundan evliliğine kadar kendisini himaye eden ve yetişmesinde


büyük yardımları olan amcası Ebu Tâlib’in âilesinin kalabalık olduğunu ve geçim sıkıntısı çektiğini
biliyordu. Onun bu ağır yükünü hafifletmek için çare aramaya başladı. Bu maksatla Haşim oğulları’nın
en zengini olan diğer amcası Abbas’a giderek durumu anlattı ve “Çocuklarından ikisinin yükünü
üzerimize alalım.” diye teklifte bulundu. Abbas bu teklifi çok beğendi. İkisi birden kalkıp Ebu Tâlib’in
yanına vardılar, düşüncelerini kendisine bildirdiler. Ebu Tâlib: “Âkil’i, Tâlib’i bana bırakın, diğer
çocuklardan hangisini istiyorsanız alın.” dedi.

Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselâm Ali’yi, Abbas da Câfer’i yanlarına alıp evlerine geldiler. Bu
suretle Hazret-i Ali, henüz dört-beş yaşında bir çocukken amcası oğlunun himayesine girmiş oldu.
Resulullah Aleyhisselâm’ın risaletine kadar evin çocuğu gibi büyüyüp yetişti. Bu kendisi için büyük bir
nimet oldu. Sekiz-on yaşında bir çocukken müslüman olmak ve namaz kılmak saâdetine erdi.

Câfer ise müslüman olup amcası Abbas’ın bakımına ihtiyacı kalmayacak bir duruma gelinceye kadar
onun yanında kaldı.

Kuss bin Sâide:

Âhir zaman peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’ın geleceğini daha önceden haber verenlerden
birisi de, İyâd kabilesi’nin ileri gelenlerinden Kuss bin Sâide’dir. Araplar’ın şâiri ve hatîbi idi. Meşhur
Ukaz panayırında bir kızıl deve üzerinde yüz yaşını aşmış olduğu halde, oradaki yüzlerce insana
hitabede bulundu:

“Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz, ibret alınız. Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur, olacak olur.
Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar, analarının babalarının yerlerini alır, derken hepsi mahvolup
gider. Hadiselerin ardı arkası kesilmez, hepsi birbirini kovalar.

Kulak tutunuz, dikkat ediniz! Gökte haber var, yerde ibret alınacak şeyler var.

Yeryüzü büyük bir divan, gökyüzü yüksek bir tavan. Yıldızlar yürür, denizler durur. Gelen kalmaz,
giden gelmez. Acaba vardıkları yerden hoşnut olup da mı kalıyorlar, yoksa orada bırakılıp da uykuya
mı dalıyorlar?

Yemin ederim, yemin ederim ki; Allah indinde bir din vardır ki, şimdi içinde bulunduğunuz dinden daha
sevgilidir.

Ve Allah’ın bir gelecek peygamber’i vardır ki, gelmesi pek yakındır. Gölgesi başımızın üstüne geldi. Ne
mutlu o kimseye ki, ona iman eder, o da kendisine hidayet eder!

Vay o bedbahta ki, ona isyan ve muhalefet eyleye! Yazıklar olsun ömürleri gaflet ile geçen ümmetlere!

Ey insanlar! Hani âbâ ve ecdâd, hani müzeyyen kâşâneler ve taştan haneler yapan Âd ve Semûd!

Hani dünya varlığına mağrur olup da kavmine: ‘Ben sizin en büyük Rabb’inizim!’ diyen Firavun ve
Nemrud? Onlar size nispetle daha zengin ve kuvvetçe sizden çok daha üstün değil miydiler? Bu yer
onları değirmeninde öğüttü, toz etti, dağıttı. Kemikleri bile çürüyüp dağıldı. Evleri yıkılıp ıssız kaldı.
Yerlerini yurtlarını şimdi köpekler şenlendiriyor. Sakın onlar gibi gaflet etmeyin! Onların yolundan
gitmeyin!

Her şey fânidir, bâki olan ancak Allah’tır. O birdir, şerîki ve nazîri yoktur. Tapılacak ancak O’dur.
Doğmamış ve doğurulmamıştır.

Evvel gelip geçenlerde bize ibret alacak şey çoktur. Ölüm bir ırmaktır, girecek yerleri var amma
çıkacak yeri yoktur.

Büyük küçük hep göçüp gidiyor, giden geri gelmiyor. Kesin olarak bildim ki, herkese olan size ve bana
da olacaktır.”
Bu çok değerli hitabesini yapan ve Hatem’ül Enbiyâ’nın pek yakında geleceğini haber veren Kuss bin
Sâide, kendisini dikkatle dinleyenler arasında geleceğinden söz ettiği peygamberin bulunduğundan
habersizdi.

Aradan çok geçmeden, Resulullah Aleyhisselâm’a nübüvvet ve risalet geldi. Fakat Kuss vefat etmiş,
gelip görüşmek kendisine nasip olmamıştı.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Kuss bin Sâide’den söz açıldığında:

“Ümit ederim ki Allah-u Teâlâ kıyâmet gününde Kuss bin Sâide’yi ayrı bir ümmet olarak
haşreder.” buyurmuşlardır.

Resulullah Aleyhisselâm’ın iltifat ve takdirine mazhar olan Kuss bin Sâide’nin ölümden sonra dirilme ve
âhiret ahvâli ile ilgili bir şiiri de şu mealdedir:

“Ey ölüye ağlayan kimse! Ölüler kabirlerinde yatıyorlar. Kendi mallarından olarak üstlerinde sadece bir
kefen parçası var. Onları bırak kendi hallerine uyusunlar.

Zira gün gelecek çağrılacaklar, uykudan uyanır gibi uyanıp, önceden yaratıldıkları gibi tekrar yaratılıp
çağırılan yere bir kısmı çıplak, bir kısmı giyinik olarak varacaklar. Giyinik olanlar da bir kısmı yeni
elbiseler bir kısmı eski elbiseler giymiş durumda olacaklar.”

Kâbetullah Tamirinde Hakemlik:

Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail tarafından yapılmış olan Kâbe, geçen yüzyıllar içinde yağmur ve sel
suları ile harap olmuş, duvarları iyice yıpranmış, örtüsünün tutuşup yanması ile duvarlardaki ağaçlar
da yanmış, yıkılmaya yüz tutmuştu. Kâbe’nin tamir edilmesi gerekiyordu.

Kureyşliler Kâbe’yi yıkarak yeniden yapmaya karar verdiler.

İnşaat işinin başlamasından önce yapılan merasimde; binanın yapımı için yapılacak yardımların helâl
gelir olmasını, zinâdan, fâizden ve zulümle elde edilen gelirlerden yapılmamasını tavsiye ettiler.
Yardımlar toplandı, gerekli malzeme temin edildi ve böylece Kâbe’nin yeniden inşâsına başlandı. Önce
Kâbe’yi İbrahim Aleyhisselâm’ın attığı temele kadar yıktılar. Bundan sonra taşlar örülmeye başladı.
Mekke’nin bütün kabileleri çalışıyordu. Duvarlar Hacer-i esved’in bulunduğu yere kadar yükseldi.
Yalnız Hacer-i esved’in yerine yerleştirilmesi işine gelince, kabileler arasında sert tartışmalar çıktı. Zira
onu yerleştirmek şerefini her kabile kendisi kazanmak istiyordu. Çünkü bu iş onların itibarını artıracak,
övünme sebebi olacaktı. Herkes aynı şeyi iddia edince eller kılıçlara uzandı, kan dökülmek üzere idi.
Anlaşmazlık dört-beş gün böyle devam etti.

Nihayet meselenin hallini aramaya başladılar. Silâhlara sarılmadan önce son bir toplantı daha yaptılar.
Çeşitli fikirler ileri sürüldü. İçlerinde en yaşlı olan Huzeyfe bin Muğire; Harem kapısından ilk girecek
kişinin hakem yapılarak, onun vereceği karara uyulmasını teklif etti. Bu teklif ittifakla kabul edildi.

Tam o sırada Muhammed Aleyhisselâm çıkageldi. Onu görür görmez: “İşte el-emin, ona râzıyız, o
Muhammed’dir!...” diye bağrışmaya başladılar. Herkes bu tesadüfe çok sevindi. Çünkü o dürüst bir
kimse idi. O zamana kadar yanlış bir iş yaptığına, adam kayırdığına hiç rastlanmamıştı. Yanlarına
gelince durumu anlattılar ve hemen kendisini hakem yaptılar. Herkes merakla ne yapacağını takip
ettiği sırada sırtından çıkardığı ridâsını yere serdi, mübarek elleriyle Hacer-i esved’i ortasına koydu.
Sonra da kabile başkanlarına uçlarından tutturarak köşeye kadar taşıttı. Köşeye gelince tekrar kendisi
eline aldı, yerine yerleştirdi ve üzerinden duvar örülmeye devam edildi. Böylelikle taşı yerine taşımak
şerefine hepsi nâil olmuştu. Diğer taraftan anlaşmazlık giderilmiş, büyük bir felâketin de önü alınmış
oldu. Bu esnada Resulullah Aleyhisselâm otuz beş yaşlarında bulunuyordu.
Daha önceleri de mühim birkaç kavgayı önlemiş, birçok isabetli kararlar vermişti. Gerek Hılfül-fudûl
cemiyetinde bulunuşu, gerekse Kâbe hakemliği onun gençlik dönemi hakkında bilgi veren mühim
hadiseler arasında sayılır.

Kâbe’nin tamirinde bizzat çalışmış, taş taşımış, hatta bu yüzden omuzları yara olmuştu. Bir defasında
amcası Abbas’ın tavsiyesine uyarak, taş acıtmasın diye elbisesini omuzuna topladığında, vücudu
açılıverince baygın yere düşmüş, daha sonra hemen örtünmüş ve bir daha aynı hareketi tekrar
etmemiştir. (Buhârî)

Ğâr-ı Hira:

Kâbe-i muazzama’nın yeniden inşâsından beri, Muhammed Aleyhisselâm’ın ruhi hayatında


değişiklikler göze çarpmaya başladı. Daha önceleri dedesi Abdülmuttalib’in Ramazan ayında Hira
mağarası’na çekildiği gibi, o da her sene azığını yanına alır, Mekke ile Arafat arasında Kâbe-i
muazzama’ya yaklaşık beş km. uzaklıkta bulunan Hira dağında bir mağaraya gider, bütün Ramazan
ayını orada geçirirdi. Bu mağaranın Muhammed Aleyhisselâm’ın hayatında mühim bir yeri vardır.

Hazret-i Hatice zaman zaman ona süt, kurutulmuş et, zeytinyağı, kuru ekmek gibi yiyecekler gönderir,
bazen de lâzım olan şeyleri bizzat kendisi almaya gelirdi. Yolunu şaşıran yolcularla elindeki az bir
yiyeceği paylaşırdı. Bu inzivâdan dönüşte doğruca Kâbe’yi ziyaret eder, yedi defa tavaf yapar, sonra
evine giderdi. Bunu âdet edinmişti.

Mağarada bulunduğu sıralarda büyük bir sessizlik içinde tefekkür ve murakaba ile meşgul olur,
kendisine ihsan edilen mârifet nuru ile ibadet eder ve kendisini ruh sükûnetine verirdi. Allah-u Teâlâ
onu büyük vazifeyi ifâya hazırlıyordu, Hira’daki yalnızlığı ona iyice sevdirmişti.

Putperestliğin zirveye ulaştığı o bölgede, putperestlikten nefret ederek İbrahim Aleyhisselâm’ın dinini
arayanlar da vardı. Eskiden beri bazı hanif ve zâhidler Recep ayında dağlarda inzivâya çekilir,
tefekküre dalarlardı.

Resulullah Aleyhisselâm hususiyetle Peygamberlik öncesi beş yıl içinde farklı durumlarla karşılaşırdı.
Zaman zaman kulağına gâibten: “Sen Allah’ın Peygamberi’sin!” diye sesler geliyor, gözüne melekler
görünüyor, yollarda rastladığı ağaçlar ve taşlar: “Esselâmu aleyke ya Resulellah!” diye kendisine
selâm veriyordu.

Câbir bin Semüre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Ben Mekke’de bir taş bilirim. Peygamber olarak gönderilmezden önce bana selâm veriyordu.
Ben şu anda da o taşı biliyorum.” (Müslim: 2277)

Gün gibi aşikâr olarak rüyâlar görüyor ve rüyâda her gördüğünün mânâsı daha sonraki günlerde,
olduğu gibi tahakkuk ediyordu. Bu rüyâ devresi altı ay devam etti.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA
RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM-
EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS
OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (55)

Karabaş Velî -kuddise sırruh-

Hayatı ve Eserleri:

1611 yılında Malatya’da dünyaya gelen Hazret, Osmanlı mutasavvıflarının en meşhurlarından biri
olup, asıl ismi Ali Alâeddin’dir. Çok uzun boylu bir zât olduğu için yaşadığı dönemde kendisine “Alî’ül-
Etvâl” yâni “Uzun Ali” lâkabı verilmiştir.

Aslen Arapkir’li olan Karabaş Velî -kuddise sırruh- Hazretleri ilmî tahsilini İstanbul’da tamamlamış;
sonra da tasavvuf’a gönül vererek Şâbâniyye tarikatına girmiş ve 1631 yılında halifeliğe yükseltilmiştir.
Bu sıralarda yirmi yaşlarında olması, onun çok büyük bir istidada sahip olduğunu gösterir.

Mânevî bir işaretle Üsküdar’a yerleşen Hazret, burada bir taraftan ilim ve irşadla meşgul olurken, diğer
taraftan da yazdığı eserlerle etrafını nurlandırmaya gayret etmiştir. Eserlerinde o kadar gizli ve ince
noktalara girmiştir ki, bir kitabında “Herkeste fındık kadar Allah’tan bir parça vardır.” dediği için 1680
yılında Limni adası’na sürgüne gönderilmiştir.

1685 yılında Hacc’a giden Karabaş Velî -kuddise sırruh- Hazretleri, dönerken Mısır’a çok yakın olan bir
mevkide ebedî âleme göç etmiştir.

Çoğu bazı zâtların eserlerine yazmış olduğu şerhlerden meydana gelen kitap ve risâlelerinin en
meşhurları; “Kâşifü’l-Esrâri’l-Fusûs”, “Câmiu Esrâri’l-Fusûs”, “er-Risâletü’l-Berîkıyye fî
Kasîdetü’l-Âşıkiyye”, “Şerh-i Akâidü’n-Nesefî”, ve “Tarikatnâme” kitabıdır. Bunların dışında Tâhâ
sûre-i şerif’i tefsiri, Rüyâ tâbirnâmesi; semâ ile ilgili kısa bir eseri ve iki küçük risâlesi daha vardır.

Peygamber Aleyhisselâm’ın Velâyetini Müşâhadeyi Asıldan Alan Vâris Veli:

Karabaş Velî -kuddise sırruh- Hazretleri Kâşifü’l-Esrâr adlı eserinde; Hâtemü’l-evliyâ’nın,


Peygamberlerin en üstününün hasenatından bir hasene olarak zuhur edeceğini ve mahşerde, dilediği
herhangi bir kimseye şefaat edebilme selâhiyetinin ona verileceğini beyan buyurmuştur.

Karabaş Velî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Peygamberlerin ve velilerin bu iki Hâtem’ine tahsis edilenin, ikisinden başkasına akıtılması


bahis mevzuu olamaz. Bilâkis onun hâlinin ve elde edilişinin zorluğu apaçıktır.

Çünkü kanal ikidir:

Nebilerin ve risâletin kanalı, onlarla ilgili olan her şeyin elde ettirildiği ve emânet edildiği
Efdâlü’l-Kâinat Muhammed Mustafâ Aleyhisselâtü vesselâm’dır.

Velâyet kanalı ise Hâtemü’l-evliyâ olan bir imamdır. O Hâtemü’r-rüsul’ün bir parçası, tâbisi ve
aynı zamanda onun bâtın şeriati hususundaki vârisidir. Onunla ilgili olarak;
‘Kitap ile gönderilen peygamberler dahi o (ilmi) Hâtemü’l-evliyâ mişkâtından görürler.’
denilmiştir.

Yani velâyet sıfatı ile muttasıf olmayan, şuhûd ilmi kendisi için mümkün olmayıp, Ehadiyyet
makamı’nda duramayan biri; en düşüğünden en yükseğine varıncaya kadar, onu ancak en yüce
ufuktan görebilir.”

“Hâtemü’l-evliyâ’nın makamının onların makamına nisbeti, Hâtemü’r-rüsul’ün makamının diğer


peygamberlere nisbeti gibidir. Zira Hâtemü’l-evliyâ, Peygamber Aleyhisselâm’ın velâyetini
müşâhadeyi asıldan alan vâris velidir. Çünkü o -Aleyhisselâm- ilâhî hazerâtın aynasıdır. Bunun
içindir ki Hâtemü’l-evliyâ da, Enbiyâ Aleyhimüsselâm’ın en efdâlinin hasenâtından bir hasene
olur. Dilediği herhangi bir kimseye şefaât kapısını açma yetkisi ona verilmiştir ve ilâhî isimler
hususunda da onunla öne geçmiştir.” (Kâşifü’l-Esrâr, Hacı Mahmud ef. no: 225, 24b-27b yaprağı)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEKTUBAT
17. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

MURAKABA

Maddî ve mânevî olgunluklarla tezyin edilmiş bulunduğunuzu göstermeye kâfi, sonsuz ilâhi inayetlerle
nurlandığınızı isbata delil olan misk kokulu kaleminizin incileştirdiği kıymetli sözleriniz ile iftihar vesilesi
ifadelerinizi değerli cevher gibi, gururla gördüm. Murakabadan dolayı birkaç kelime sarfetmiş
olduğunuz için bilmünâsebe şunları söylemek isterim:

Asıl yüce makamından ayrılıp süflî ten kefenine inen ve tekrar yüksek burçlara yükselmeye kabiliyetli
bulunan ruhani latifelerimiz ancak peşpeşe yapılacak murakabalarla yükselebilir. Fazla olarak salik,
murakabe-i ehadiyetten, ma’iyyete, ma’iyyetten akrabiyyete, akrabiyyetten muhabbete, muhabbetten
vâhidiyyete kadar uzanan hakikat yoluna da nail olabilir. Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de:

“Kulum bana nafilelerle yaklaşır. O kadar ki, ben onu severim ve ben onu sevince işiten kulağı,
gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum.”buyuruyor. Çünkü farzların edası ile mükellef olan
beden olduğu gibi, nafilelerle memur olan da ruhaniyettir.

“Rabbini kendi içinde yalvararak, gizlice ve sözle bağırıp çağırmadan sabah ve akşam zikret.
Sakın gafillerden olma.”(A’raf:205) Âyet-i kerime’sine göre devamlı murakaba ve tam bir ihlas ile
Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmayı arzulayan bahtiyar bir kul için yükselme ve feyz kapılarının açılarak
başarı sebeplerinin hazır bulunduğu açık bir gerçektir. Cenâb-ı Hakk, zât-ı âlinizi bu gibilerin arasına
dahil buyursun. Zahiri halk ile, bâtını Hakk ile olan kimselerden ayırmasın.

“Hür kimse nefsini esir edip ona kumandan olabilendir.” hükmünce nefs-i emmâreye âmir, nefs-i
mutmainneye de nâil buyurarak:

“Gerçek kullarım arasına katıl ve cennetime gir.”(Fecr: 28) şeklindeki güzel ve lâtif ilâhî hitaba lâyık
buyursun.

Fakiriniz hayır duadan gâfil olmam, inşaallah-u Teâlâ muvaffak olursunuz. Fakat kabulü için yüce
Mevlâ’ya çok muhabbet beslemek gerekli ve şarttır.

Ve’s-Selâmü aleyküm.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SÖZLER ve NOTLAR - 6
ALLAH YOLUNUN SAÂDETİ

“Arzum Arzun Olsun!”:

-Şu beyanınız kitap gibi kafamıza yerleşti hamdolsun: “Yâ Rabb’i! Benim arzum şudur ki senin
arzundur.” buyurmuştunuz.

-Başka arzu yaşatma yâ Rabb’i! Bu çok ince bir şeydir. Cenâb-ı Hakk seni hiç ummadığın bir şeyde
imtihan eder. Sözünde kâzib midir sadık mıdır? Arzum arzun olsun, başka arzu yaşatma yâ Rabb’i!
Hükmün esas olsun.

-Bir beyanınız daha vardı: “Bizde arzu yaşamaz, gelir ölür.”

-Allah’ım yaşatmasın. Zâtından gayrı arzudan zâtına sığınırım. Tek arzu O olmalı, diğerleri geçici
olmalı. O arzulara bağlanmamalı.

-Mâlumunuz İbrahim Aleyhisselâm: “Lâuhibbül âfilîn=Ben batanları sevmem.” demişti.

-Rabb’im onu tutmuş, melekûtu göstermiş, nuru ile donatmış. Ne imtihanlar verdi, hiç çekinmeden
verdi. (27 Aralık 2003)

Kopmanın Acıları:
Bir ihvan emekli olduktan kısa bir müddet sonra vefat etmişti. Bir kardeşliği vardı. Senelerce evvel
derse beraber başlamışlardı ve çok güzel terakkiyatı vardı. Tarikat-ı aliye’ye hizmeti de çoktu. Fakat
daha sonra dünya kefesi ağır bastı, kervanı bıraktı ve bütün ağırlığını dünya işlerine verdi.

Vefat eden ihvanın küçük kardeşi bir rüya görüyor. Abisi ile mülâki oluyorlar. “Abi” diyor, “Yengeme
maaşı çıkarttık.” Fakat o bu mevzu ile hiç ilgilenmiyor ve şöyle söylüyor:

“Benim bir kardeşliğim vardı, bizden ayrılmıştı. Dünya işlerine daldı, ahiretini kaybetti. Ona söyle
dönüş yapmazsa imansız gitme ihtimali var.”

Zât-ı devletleri bu hususu naklettiler, devamla buyurdular ki:

“Geldi ve bize bu rüyayı anlattı. Biz de: ‘Gidin bunu kendisine söyleyin.’ dedik.

İsmail efendi Allah rahmet eylesin çok sakin, çok mülâyim, çok mütevazi idi. Garip bir hâli vardı.
Elhamdülillâh çok da güzel gitti. Gidişinde bile bir ayrılık bir başkalık vardı. Hazret-i Allah ona neler
duyurmuş. Halbuki biz ölü deyip geçiyoruz. Kardeşini ikaz ediyor, uyarıyor. Bunlar hep kopmanın
acıları. Mâzaallah bir bırakılsak hâlimiz nereye varacak? (6 Ağustos 1980)

Mânevî Seyrin Hızı:

-Mânâda bir denizde yolculuk yapıyoruz. İçinde bulunduğumuz vasıta birden hızlandı. O kadar hızlı
gidiyordu ki, dünyada hiçbir vasıta o kadar hızlı gidemez. Uyandığımda denizin hışırtısı hâlâ
kulağımda idi.

-İnşaallah mânevî seyirdir. Mânevî seyrin o kadar hızı olacak ki efendim, çünkü gidilecek yer uzun,
ömür ise çok kısa. Bir menzile kadar varmak için bu kısa ömür içinde çok süratli seyir lâzım. Bu da
şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın lütfuyla yürütmesiyle olur. Ulaştırmak istediği kullarını çeşitli vasıtalarla
dilediği şekilde dilediği yere kadar ulaştırır. Hangi vasıta ile nereye yürüteceğini ancak O bilir.

İnsan Hakk yolunda ne kadar dikkatle ihlâsla çalışırsa, Allah-u Teâlâ ona o kadar yol verir.

‘Ben çalışmayacağım da yürüyeceğim!’ Hayır! Sen oturmayı sevmişsin, oturduğun yerde otur işte.
Senin yürüme ile ne işin var? (13 Haziran 1981)

Aranan:

-Efendim kitapta bir cümle var. “Rabb’imiz dilerse bütün kâinâtın aradığını, bütün mevcûdâtın istediğini
bir noktada toplar.” buyuruyorsunuz. Bu söz bizi çok etkiliyor.

-O nerede tecelli etmişse hakikat oradadır. Nerede? Nerede ve kimde tecelli etmişse orada. Yoksa
mahlûk bir perdeden ibarettir.

Bir çekirdek ağaç oluyor, yaprak oluyor, meyvesi oluyor. Hepsi bir çekirdekten oluyor. Çekirdek de
aslında kabuktan ibarettir.

Mürşid de böyledir. Allah-u Teâlâ murad ettiği bir mürşidi ileriye sürer. Bir çok müridler vardır, o
müridler onun öz evlâdıdır. Dünyada da, kabirde de, mahşerde de, cennette de... o onlarla meşgul. Bir
ana-babadan doğma evlât gibi.

O çekirdekte Allah-u Teâlâ kaç kişiye hayat vermişse, hepsi o çekirdeğe âittir. Amma çekirdek de
nihayet kabuktan ibaret, her şey Hakk’ın.
Onun içindir ki kim nereye tâbi olduysa, o tâbi olduğu ile ahirette beraberdir. Eğer Allah-u Teâlâ’nın
lütfu tecellî etmişse, onun himayesi altında toplanır. Himâyekârı yoksa herkes başının çaresine baksın!
Herhangi bir topluluğun sonu işte budur.

Hüküm Hazret-i Allah’ındır, başka hüküm yoktur. (7 Mayıs 1988)

Hıfz-u Himaye:

-Rüyamda gördüm ki dünya çapında büyük bir zelzele olmuş. Biz denizin içinde olduğumuz için bize
bir şey olmamış.

-Cenâb-ı Hakk dilediğini dilediği şekilde muhafaza eder. Nasıl murad ederse öyle olur. (14 Şubat
1982)

Şeytana Galebe:

-Namaza yeni başladığım günlerde idi. Bir gece yattım, uyuduğumu zannetmiyorum, uyanık olduğumu
da zannetmiyorum.

-O hâle yakaza tâbir olunur efendim.

-O anda bir ses: ‘Bu şeytandır, onunla güreş tutacaksın!’ dedi. Kan-ter içinde kalmışım. En sonunda:
‘Yendiniz, yendiniz, yendiniz!..’ diye seslendiler.

-Hazret-i Allah’ın lütfu olmuş, tecelliyâta mazhar olmuşsunuz. O’nun lütfu ile şeytana galebe
çaldırılmışsınız. Onun içindir ki bu büyük bir nimettir, büyük ihsandır, büyük ikramdır.

Allah’ımız nimetin kıymetini bildirdiği, duyurduğu kullarından etsin, üzerimizden mahrum etmesin. (10
Nisan 1982)

Allah Yolunun Saâdeti:

-Efendim ben üç ay kadar önce derse başladım.

-Allah’ım kabul buyursun.

-Bu kardeşimiz sağolsun dersi tarif etti.

-Allah râzı olsun.

-Derse başladıktan birkaç gün sonra idi. Sabah dersini yaparken oturduğum yerde uyuyakalmışım. Bir
de gördüm ki büyük bir câmide imişim. Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh- Hazretleri ezan okumuş,
Cenâb-ı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de namaz kıldırıyordu. Arkasında dört
halifesi ve sarıklı-cübbeli zatlar saf olmuşlar namaz kılıyorlardı. ‘Bunlar kim?’ dedim, ‘Bunlar
evliyâullah.’ dediler. ‘Bu kadar az mı?’ diye içimden geçerken, câmi o kadar büyüdü o kadar büyüdü ki,
arkaya doğru baktım, câminin uzunluğunu ve o zâtların çokluğunu göz almıyordu. ‘Babamı da
çağırayım, bu sahneyi babam da görsün.’ derken uyandım.

-Elhamdülillâh... Hazret-i Allah ihsan ve ikramda bulunmuş, sizi o lütuf meclisine nâil ve dahil etmiş.
Bunu saâdetlerin en büyüğü olduğunu bilmeniz ve Hazret-i Allah’a şükürler etmeniz lâzımdır.
Nereye girdiğinizi nerede bulunduğunuzu size ayne’l-yakîn göstermişler değil mi?

Artık bundan sonra herhangi bir tereddüt veya herhangi bir celpciye kulak vermeniz büyük bir hatadır
ve sizi büyük kayıplara uğratır. Ne demek bu? Ekilmiş bir yerden sökülürsen kurumaya mahkûmsun.

Allah’ımız ihsan ettiği, ikram ettiği nimetin kıymetini bildirdiği kullarından etsin.

Ve size diyorlar ki: Yakınlarınıza ve sevdiklerinize duyurun, nasipleri varsa onlar da iştirak ederler. (10
Nisan 1982)

Râbıta-i Şerif:

-Efendim Rabıta’yı tam alamıyorum.

-Alıp alamamanız mühim değil efendim. Yeter ki huzurda durun, almaya gayret edin. Gözünüzü
kapatın, başınızı hafif sağa bükün, karşınızda imiş gibi tefekkür edin. Göğsünüze açılan pencereden
mânevî oluk vasıtası ile feyz-i ilâhînin gelmesini bekleyin. Tâ ki kalbiniz sakin sâlim oluncaya kadar.

Meme emen çocuk gibi, kalp o mânevî feyzi alır. Hakk’tan geldiği için çok kıymetli, çok tesirlidir. Her
zaman gelmez, fakat geldiği zaman da kalbi ihyâ eder. Onun için Rabıta üzerinde çok durun inşaallah.
(20 Haziran 1982)

Nasihat:

Bir sohbetlerinden:

“Her an takviyeye muhtacız. Biz de, siz de, hepimiz de. Hazret-i Allah bizi her an desteklemezse
hemen kaymaya, düşmeye meyyaliz. Hep O’nun desteği ile ayakta duruyoruz. Mevlâ bıraktığı anda
yıkılırız. Hep O, hep O, hep O...

Onun içindir ki bir defa değil, bin defa değil, her an ikaza, desteğe ihtiyacımız var. Tutulmaya,
muhafaza edilmeye ihtiyacımız var.” (10 Nisan 1982)

Ruhun Yükselişi:

-İlk intisabımızda çok değişik haller vardı, şimdi yok.

-Daha evvel de bu hususu bir kardeş sormuştu. Nasipdar olanlar alınır, ruhu nasibinin son noktasına
kadar çıkarılır. Hususi bir tasarruf içinde bulunur. Sonra bırakılır, ilk çıkış yaptığı yere iner. Yani
müridâna yol verilir. “İstidâdın var, oraya kadar çıkabilirsin, çalış da çık.” derler.

-Benim gücümle olmadığını anladım.

-Zaten insan kendi gücü olmadığını anlamak için çok defa düşer, kalkar. Tâ ki kendisi çıkamadığını
anlayıncaya kadar.

-Himmet buyurun efendim.

-Allah’ımız cümlemize merhamet buyursun. (8 Temmuz 1982 Çınarcık)


İhvana Öncelik:

Bir sohbetlerinden:

“Müridan için Hazret-i Allah’tan şunu isteriz: İhvanı boynuma assın da öyle yürütsün. İhvanı öne,
akrabalarımı arkaya asarak yürütsün. Ve Mevlâ onları cennete koysun, beni orada bıraksın, beni
yalnız kendisi ile meşgul ettirsin.

Hazret-i Allah müridan için böyle niyaz ettirmiş, bundan hiç kimsenin haberi olmaz. Bu hâl sırf O’nun
ikram ve ihsanıdır.” (8 Temmuz 1982 Çınarcık)

Yol Kesiciler:

Bir sohbetlerinden:

“Bir mukallid, birkaç parlak lâf ile bütün hakikati dürmeye çalışır. O kadar parlak sözleri vardır ki, eğer
insan azıcık ilimden-hakikatten mahrumsa, onların o parlak sözlerinin cazibesi karşısında çöker gider.
O da boşluktadır, tâbi olanlar da boşluktadır. Kopardıkları kimselerin ebedî hayatlarını öldürürler.
Mahşerde o da şaşıracak, etrafı da şaşıracak. Ne umdular ne buldular. Amma hiç de kurtuluş yok.

Bunlara meydanı bırakmamak için nasıl uyanık bulunmak gerekiyor. Efendi Hazretleri: ‘Kurda kuzuyu
kaptırmayalım.’ buyurmuşlar.

Boş konuşan bu yıkıcıların tahribatı karşısında bir kardeşin ayağı kayabilir. Bırakma onu. Yardımcı ol
ona. Bırakırsan kurt kapar götürür.

Ehl-i hareket iki boş söz söyler, hakikati örtmeye çalışır. Susma karşısında! Kitabı aç, yerini bularak
oku. Sen verme cevabı, bırak hakikat konuşsun. Mukallidin hükmü çöksün. Hakikat Hakk’tan geldiği
için güneş gibi parlaktır. Hiçbir mukallidin sözü onu ihata edemez. Amma sen açarsan edemez.
Açmazsan, meydanı boş bulur, hükmünü yürütüp icraatını yapar.” (9 Temmuz 1982 Çınarcık)

Engin Hoşgörü:

-O kardeşimiz zât-ı âliniz hakkında: “Engin bir hoşgörü sahibi.” diye bir söz sarfetti.

-Elhamdülillâh... Yol böyle efendim. Hazret-i Allah böyle ister. En büyük düşmanımız dahi olsa, Hazret-
i Allah’ın kudret elindedir. O ister affeder, ister affetmez. Biz affet demeyiz. Çünkü belki ona azap
etmek istiyordur. Düşmanımızı affetse itimat edin seviniriz. O affederse biz de affederiz. Bizdeki tutum
budur.” (17 Temmuz 1982)

Helâl-Haram:

-Efendim bir yakınımız zât-ı âlinizden ders almıştı. Harama helâle çok dikkat ediyor.

-Peki o ediyor da biz etmeyelim mi? (28 Eylül 1982)


| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NE İDİK, NE OLDUK!
ENDÜLÜS EMEVİ DEVLETİ (756-1031)

Emevi devletinin yıkılmasından sonra bütün Emevi ailesinin yakalanıp öldürüldüğü sırada kaçmayı
başaran Hişam’ın torunu ve Muâviye’nin oğlu Abdurrahman, Filistin, Mısır yoluyla Kuzey Afrika’ya
geldi. Sonra Endülüs’teki olayları takip etmeye başladı. Endülüs’e çıktı. Kabileler arasındaki rekabetten
de faydalanarak Vali Yusuf bin Abdurrahman el-Fihri’yi yendi ve 756’da Kurtuba merkez olmak üzere
Emevi devletini kurdu.

Süratle siyasi birliği sağlamaya çalıştı. Müstakil yaşamak isteyen kabileleri itaat altına aldı. İsyanları
teşvik eden Frank, Navar, Lion krallarının gücünü kırdığı gibi doğu bölgesindeki Arap reislerinin, Frank
kralı Şarlman’ın bizzat yardımı ile başlattığı hareketi de bastırdı. 33 yıl süren bir saltanattan sonra
788’de vefat etti.

Endülüs’te Hayat:

III. Abdurrahman devrinden itibaren iç ve dış karışıklıkları bertaraf eden Endülüs’lü müslümanlar, bu
tarihten itibaren ilim, fen ve sanatlar bakımından en parlak devrini yaşamıştır. Kurtuba şehri, doğudaki
Bağdat gibi en muhteşem şehirlerden birisi idi. Müslümanların idaresinde Kurtuba, Avrupa’nın en
zengin ve nüfus bakımından da en kalabalık şehri haline gelmişti. Kütüphanesi, pek çok cami,
medrese, mektep, saray ve köşkleri bulunduğu gibi, yolları da taşlarla kaplanmıştı. Yollar, geceleri iki
kenardaki evlere asılan sokak lambalarıyla aydınlatılıyordu. Değil bu tarihte bundan 700 yıl sonra bile
Londra’da bir tek sokak lambası yoktu. Avrupalılarca hamama girip yıkanmanın, barbarlık sayıldığı
devirlerde, müslümanlar çok rahat ve temiz hamamlarda yıkanıyorlardı. Çevredeki hıristiyan krallıklar,
sanatkâr, terzi, boyacı ve tabip ihtiyaçlarını Kurtuba’dan karşılarlardı.

III. Abdurrahman’ın Medinet’uz-Zehra adıyla yaptırdığı şehir yapıları, bağları, bahçeleri, sarayları ile
muazzam bir abide idi.

II. Hakem devri, İspanya’nın ilim bakımından en ileri olduğu bir devirdir. III. Abdurrahman tarafından
kurulan Kurtuba medresesinde daha o devirde parasız eğitim yapılmaktaydı. Devrin büyük âlimleri bu
medreselerde ders veriyordu. Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden öğrenciler gelip, bu medreselerde
okuyorlardı. Daha sonraları Endülüs müslümanlarının meydana getirdiği ilim ve tefekkür, Avrupa’ya da
yansımıştı. Tarihçiler bu durumu Rönesansı meydana getiren sebeplerden saymışlardır. Kurtuba,
Sevil, Malaga ve Gırnata’da kurulu medreseler, daha pek çok ilim adamı yetiştirmiş, şark ilmini
Avrupa’ya işleyerek, geliştirerek, yücelterek aktaran bir köprü olmuştur.

Müslümanlar, İspanya’yı 710 yılında fethe başlamışlar 756’da Endülüs Emevi Devleti’ni kurmuşlar,
burada Avrupa’nın gözünü kamaştıran büyük bir İslâm medeniyeti tesis etmişlerdir. Ancak
müslümanlar arasındaki ayrılık, şahsi ihtiras, ileriyi görememe, düşmanlarını tanıyamama, birlik içinde
yaşamayı bilememe gibi sebepler yüzünden III. Abdurrahman ve II. Hakem’in zirveye çıkardığı
muhteşem medeniyet ve büyük devlet dağılıp yıkılmak mecburiyetinde kalmıştır. (1031) İhtiras içinde
olan emirler, ayrı devletçikler halinde yaşamış, birbirlerini yerken, Hıristiyan devletler de onları yenmiş,
müslümanların oturduğu şehirlerde hiçbir müslüman bırakılmamıştır.

Selâhaddin Eyyûbî ve Eyyûbiler (1173):

1173 yılından 1252 yılına kadar Mısır ve Suriye’de hüküm süren Eyyûbîler’in kurucusu Selâhaddin
Eyyûbîdir.

Ortaçağın en büyük İslâm kumandanlarından olan Selâhaddin Eyyûbî İslâm tarihinin en büyük
kumandanlarından birisidir.

1169 yılında Mısır sultanı oldu. 1173 yılında Eyyûbi devletinin kurucusu olarak tahta çıktı. Mısır’da
şiîliğin bütün izlerini yok etti. Ehl-i sünnet mezhebini tekrar kurdu. Bir daha şiîliğe dönülmemesi için çok
akıllıca tedbirler aldı. Bu işi yumuşaklıkla ve büyük maharetle yaptı, hiç bir sertlik göstermedi.

Sudan, Suriye, Hicaz, Yemen ve civar memleketlerde hakimiyetini kurdu. Dünyanın en büyük ve en
kudretli hükümdarlarından birisi haline geldi.

Hayatının onbir yıllık kısmını, Suriye ve Filistin’de haçlılarla mücadele ile geçirdi.

1186 yılında büyük haçlı ordusunu imha ederek, ortaçağın en büyük muharebelerinden birini kazandı,
Kudüs yolunu açtı.

88 yıldır Hırıstiyan hakimiyetinde bulunan ve müslümanların üçüncü kutsal şehri olan Kudüs-ü şerif’i
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- den sonra ikinci olarak fethetti. Kısa bir zamanda bütün Filistin’den
haçlıları kovdu.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bir Müslüman “Ulusalcı” Olabilir mi?

Bir Müslüman “Ulusalcı” Olabilir mi?:

Bu soruyu kullanmaktaki kastımız ülkemizde yaşanan tartışmaların teorik boyutuna dikkat çekmek
içindir. Zira her kesime ve herkese göre tanımı, kapsama alanı değişen “Ulusalcılık” gibi yeni bir
kavram etrafında düşünce ve analiz ameliyelerini hapsetme hatasına düşmemek gerek. Üstelik
Türkiye’de kavramlar sembolleştirilmekte ve bu semboller etrafında düşmanlıklar icat edilmektedir.
Kısır bir tartışmanın içerisine girmek yerine zihinlerde dolaşan sorulara cevaplar vermeye ve bugüne
kadarki yazılarımızda ortaya koyduğumuz siyasi duruşun teorik temellerini ortaya koymaya, böylece
ülkemizde yaşanan fikir kaosuna ve yanlış kanaatlere bir ışık tutmaya gayret edeceğiz.
Bu soru ve sorunla ilgili tartışmalar bir boyutu ile siyasî arenada da devam etmekte, “hain” ithamlarına
kadar varan polemiklere konu olabilmektedir. Bu sebeple İslâm dininin siyasete bakışı hakkında bazı
temel noktaları ortaya koyarak ve güncel iç ve dış politik konulara bu açıdan yaklaşarak belirli bir
sonuca varmaya ve inancına göre görüşünü şekillendirmeye çalışan insanımıza yol göstermeye
çalışacağız.

Kısaca buradaki konumuz “İslâm dininin siyasete, devlete ve pratikteki politik meselelerimize
bakışı”dır.

“İslâm ve Siyaset” Dünya ve Türkiye Gündeminde:

Şöyle bir baktığımızda yeni yüzyılın siyasi çalkantılarının İslâm dini ve İslâm dünyası etrafında
döndüğü görülecektir. Amerika’nın İslâm dünyasındaki işgallerine paralel olarak müslüman dünyasına
örnek -kendi çıkarları açısından zararsız- bir İslâmî siyaset arayışı, Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde
yaşanan medeniyet ve kültür tartışmaları, ülkemizde hükümet eden Ak Parti’nin kendini tanımlama
gayretleri akla gelen ilk örneklerdir.

Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi geçmiş zamanlarda yaşanan siyasî çekişmelerden farklı
olarak bugün yaşanan hadiselerin aynı zamanda bir inanç -fikir, felsefe- boyutu da bulunmaktadır.
Nitekim günümüz hegemon devletlerinin iktidarında bulunan kısır görüşlü yöneticilerin yanlış
icraatlarının, inanç ve felsefelerinden kaynaklanması, içinde bulunduğumuz kaos ortamını daha
tehlikeli hale getirdiği gibi cevabını bulmaya çalıştığımız sorunun önemini gösteren bir başka vakıadır.

Türkiye bütün dünyayı etkisi altına alan bu kaostan ve girdaptan kurtulabilmek için siyaseten ve fikren
serin ve selamet bir yol bulmak zorundadır. Bu sebeple; İslâm’ı yaşamaya gayret edenler dinî
kaygılarını yanlış kanallara akıtmaktan kaçınmak zorunda olduğu gibi, bugüne kadar İslâm’ı referans
almamış kesimler de İslâm’a karşı doğru kanaatler geliştirmek zorundadır. Tamamına yakını
müslüman olan bir ülkede müslümanlık etrafında bir çatışma ve kaos ortamına sürüklenirsek küresel
işgalcilerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir iş yapmamış oluruz.

“İslâm” Türkiye’de Buluşma Noktası Olmalıdır:

Batı medeniyetinin bütün kirli çamaşırlarının ortaya döküldüğü, insanlığın huzur ve mutluluğu
yakalayabileceği gerçek bir medeniyeti aradığı, materyalist kalıntıların birer birer döküldüğü, bütün
dünyada genel olarak dine, özel olarak İslâm’a yönelen ilginin arttığı bir ortamda Türkiye’de İslâm’ın bir
buluşma noktası değil de çatışma noktası haline getirilmesine fırsat verilmemelidir.

Ortadoğu işgali sürecinde ABD’ye, AB ve Kıbrıs sürecinde AB’ne yönelen haklı tepkilere ortak olmak
yerine içeride yaşanan sıkıntıları aşmak için Batı’ya yönelmek İslâm adına yapılan en büyük
hatalardan birisidir. Türkiye’nin AB’ne üyelik macerasında yaşadığı aşağılanma süreci; hilafetin
kaldırılması, İsrail’in tanınması, Cezayir’e karşı Fransa’nın desteklenmesi durumlarında olduğu gibi
bütün İslâm dünyasında derin teessürler uyandırmaktadır. Tek bir örnek olarak ünlü bir şarkıcı iken
müslüman olan Yusuf İslâm’ın şu cümlesini dikkat nazarlarınıza arzediyoruz:

“Şimdi Türkiye Avrupa Topluluğu'na girmek için çabalıyor. Bu ne kadar onur kırıcı bir şey... Oysa
Türkiye bir zamanlar dünyanın hükümdarlığı koltuğunda oturan bir ülkeydi.” (Can Dündar, Milliyet, 16
Ocak 2004)

İran ve Rusya’ya yaklaşmanın, Suriye ile ilişkileri iyileştirmenin bir devlet politikası olarak bütün
kurumlarca desteklendiği bir ortamda İslâm dini hakkında bir devlet politikası oluşturulamaması, daha
açık anlatımıyla dine karşı önyargıların kırılamamasında bu hatalı yaklaşımların da payı vardır.

28 Şubat sürecinin sıkıntılarını yaşayarak bugünlere gelen ve çeşitli yasak ve aşağılanmalarla yüz
yüze kalan müslümanların bu sıkıntılarının kaynağında iki unsur vardır. Birincisi müslümanlığa karşı
önyargı ile yaklaşan materyalist zihniyete sahip güçlü azınlık ise ikincisi müslümanları yanlış
yönlendiren bölücü zihniyetli sahte din önderleridir. Okul açabilmek için ABD ajanlığına kadar her şeyi
yapan, hoşgörü adı altında misyonerliği emperyalist niyetleri için alet olarak kullanan Batı ülkelerine
kapı açanlar; iktidar olabilmek için bütün tükürdüklerini yalayanlar, İslâm’ı ideolojik muhalefete
indirgeyenler ve buna mümasil bu fitne önderleri müslümanların kafasını karıştırmıştır. Birçokları
bunlara tabi olmadığı halde önde göründükleri için bu sahte önderlerin fitnesinin tesirinde kalmıştır.
Bugün AB sürecinde AKP’nin gayretkeş hareketinin temelinde de bu kafa karışıklığı bulunmaktadır.

"AKP Genel Başkan Danışmanı" etiketi taşıyan "Muhafazakar Demokrasi" adlı kitabın yazarı Dr.
Yalçın Akdoğan’ın 2003 Şubat ayında Bilim ve Düşünce Dergisi’nde kaleme aldığı yazısından bazı
cümleleri okuyalım:

"Türkiye’de son dönemde yaşanan 28 Şubat sürecinin etkisi İslamcılığı değişime zorlamıştır. Bu
değişimde İslamcılar açısından değişim aracı olarak kullanılan olaylardan birisi AB süreci olmuştur.
Türkiye’de değişimin demokratikleşmeye, demokratikleşmenin de AB sürecindeki uyum çalışmalarına
bağlanması ve İslamcıları sistemin dışına itmeye çalışan çevrelerin de statükoyu oluşturması AB
üzerinden değişim arayışlarına kapı açmıştır. Dış baskılarla ancak değişimin olabileceği anlayışı
toplumsal iradenin ne kadar çaresiz kaldığının da bir göstergesidir. İslamcılık Batılılaşmaya hem bir
tepki, hem bir alternatif olarak ortaya çıkarken, Yeni İslamcılık AB sürecinin katkısıyla sistem içinde
tutunabilme mücadelesi vermektedir. Bunun yerine daha millici, içe kapanmacı ve AB üzerinden
değişimi olumlu görmeyen İslamcılar da kendilerini tehdit olarak gören statükocu çevrelerle aynı
noktaya düşme paradoksu yaşamaktadırlar."

Doğruları müdafaa etmek bir paradoks değildir. Yanlış yöntemle doğru şeyleri müdafaa edemezsiniz.
Rahat yaşamak için İslâm’ı feda edemezsiniz. Daha zor da olsa doğru şeyler doğru yöntemlerle
müdafaa edilmelidir. Bugün Fransa okullarında başörtüsünü yasakladı. Alman Hıristiyan demokratlar
Türkiye’nin müslümanlığından yola çıkarak siyaset yapıyor. Yarın daha büyük şeylerin olmayacağına
dair garantiniz var mı? Hıristiyan Batı’ya sığınmanın geçerli bir izahı olabilir mi?

AB Sadece Siyasi Bir Mesele Değildir:

Avrupa Birliği projesine sadece siyasi olarak yaklaşmak mümkün müdür? İşin dînî boyutu var mıdır?

Dünyada birçok siyasi ve ekonomik kuruluşlar, paktlar, organizasyonlar bulunmaktadır. AB hariç bütün
uluslararası kuruluşlar ülkelerin siyasî karakterleri ve yapıları üzerinde kalıcı değişiklik
öngörmemektedir. AB projesi derininde Roma İmparatorluğu ve hıristiyan birliği gibi idealler
barındırmakta ve üye ülkelerden siyasî, hukukî, ekonomik yapılarını değiştirmelerini talep etmektedir.
Avrupalılar kendi geliştirdikleri ve sömürgeci geleneklerine hizmet aracı olarak kullandıkları “İnsan
Hakları”, “Demokrasi” gibi kavramların sahibi olarak, AB projesinin temelindeki gerçek zihniyeti, -
kültürel ve dînî yaklaşımlarını- gizlemek zorunda kalmaktadır. Buna rağmen birçok Avrupalı siyasinin
ve kanaat önderinin açıklamalarında bu temel zihniyet açıkça dillendirilmiştir. Ortaya çıkan yeni
konjenktüre bağlı olarak Avrupa’nın Türkiye’ye güvenlik boyutlu ihtiyacı olmamış olsaydı Türkiye daha
sert bir dışlanma ile karşılaşacaktı.

İslâm dini siyaset ve devlet yönetimi hakkında idarecilere bazı temel vazifeler yüklemiş, ayrıntıya
girmemiş hatta siyasî konjenktüre göre değişik uygulamalara imkân tanımıştır. Ancak Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliği süreci bahsettiğimiz serbest sahaya giren bir konu değil, bizzat İslâm’ın temel
prensiplerine aykırı bir durumdur. Bu sebeple AB üyeliği sadece siyasî bir süreç değildir.

Bu noktada İslâm’ın siyaset ve devlete bakışına ve din ile siyaset arasındaki ayrım noktasına dair
tesbitlerimizi aktaralım:
İslâm’da Devlet ve Siyaset:

Âyet-i kerime’ler ve Hadis-i şerif’ler incelendiğinde görülecektir ki, İslâm dini kendisine muhatap olarak
insanı almaktadır.

İslam her insandan olduğu gibi idarecilerden de iyi icraat, ahlak ve adalet beklemektedir. İslâm’ın
muhatabı sistem değil, insandır. Her idareci elindeki imkânlar nisbetinde Hazret-i Allah’a ve tebası
altındakilere hizmet ve adalet götürmekle vazifelidir. Aslında her insan yeri veya konumu ne olursa
olsun Hazret-i Allah’a vereceği hesabın derdi ile dertlenmek, icraatlarını buna göre ayarlamakla
mükelleftir. “Her çoban sürüsünden mesuldür.” Hadis-i şerif’inde de ifadesini bulduğu gibi aile
reisinden devlet başkanına kadar herkes sorumluluğu altındakilerin selameti için gayret etmek,
adaletle mukabelede bulunmak zorundadır. İslâm dininde bir babanın evlatları arasında bile adaletle iş
görmesi emrolunmuştur.

Manevî dünyası olgunlaşmış, hak ve adalet duyguları gelişmiş, içine Allah korkusu yerleşmiş bir kimse
ile dünyanın geçici nimetleri peşinde koşan, kötü sıfat ve huylarını terbiye edememiş bir kimse
arasındaki farkı teslim etmemek elbette mümkün değildir. En mükemmel bir sistemi kurmuş olsanız,
hırsıza ve haine teslim ettiğiniz takdirde bozulması, işlemez hale gelmesi işten bile değildir.

Bu sebeplerle daha önceki makalelerimizde de önemle vurguladığımız gibi, “Tasavvuf” İslâm’ın


özüdür, İslâm’ı yaşama ve yaşatma yoludur. Tasavvuf önderlerinin iş ve icraatları bize en güzel
nümunedir.

Bugün “İslâm devleti kuracağız” diye yaptıkları “terör”e cihad ismini verenlerin içine düştükleri hatanın
en büyük sebebi kendi iç dünyalarındaki cihadı kaybetmiş olmaları, hatta böyle bir cihaddan haberleri
dahi olmamasıdır. Resulullah Aleyhisselâm’ın bir seferden dönüşlerinde “Küçük cihaddan büyük
cihada döndüklerini” vurgulaması bu konudaki delilimizdir. Bugün cihad diye ortaya çıkanların
ekserisi nefislerinin ve şeytanın işgali altındadır. Eğer bunların eline fırsat geçmiş olsa yapacakları ilk
iş müslümanları katletmek, kendinden olmayanların mallarını ve namuslarını helal saymak olacaktır.
(Vehhabiler bu terörü Mekke’de, Medine’de ve bütün Arabistan’da yıllarca uygulamışlardır.)

Daha somut bir örnekle belirtmek gerekirse İran kendisine İslâm devleti ismini vermiştir ancak şii itikad
ve inancını yaymaya çalışmaktadır. Bunun gibi Suud-i Arabistan da bayrağına “Kelime-i tevhid”i
yerleştirmiştir ancak Vehhabi inanç ve itikadını yaymaya çalışmaktadır. Bunlar gibi ülkemizde çeşitli
isim altında dinde ve vatanda bölücülük yapanların eline fırsat geçerse benzer bir durum yaşanacaktır.
“Hizbülvahşetçi”si olsun, “Süleymancı”sı olsun buna mümasil hepsi böyledir. Ancak Hazret-i Allah
bunların hiçbirine fırsat vermiyor çok şükür.

Bugün “İslâm’ı siyasallaştırma”ya gayret eden, “Radikal İslâm” gibi isimlerle isimlendirilen, İslâm’ı;
iktidarı ve dünya malını paylaşım aracı haline getirmeye çalışan bir zihniyet hem dinimize hem de
müslümanlara büyük zarar vermektedir. Sosyalist geçmişininin de tesiriyle İslâm’ı beşerî bir ideoloji
gibi yorumlamaya çalışan Seyyid Kutup ve onu takip eden Mevdudi gibi benzer yazarlar bugünkü
ortamın oluşmasında amil olmuşlardır.

Yönetim Sistemleri:

Bilindiği gibi saltanat, krallık, demokrasi... gibi yönetim biçimleri bulunmaktadır.

Resulullah Aleyhisselâm’ın uyguladığı biat alma ile halifelik kurumu dışında İslâm’ın getirdiği bir
yönetim sistemi yoktur. Bu, insanların ve toplumun gelişmesine paralel olarak değişmesi gayet
mümkün bir sahadır. Nitekim Resulullah Aleyhisselâm kendisinden sonra hilafet (iktidar) makamına
kimin geçeceği, nasıl bir sistemle seçileceği konusunda bir vasiyette bulunmamıştır. İlk halife Ebu
Bekir -r.a- bir tür seçimle iş başına geldiği gibi, Ebu Bekir -r.a- Efendimiz ise bizzat Hazret-i Ömer -r.a-
Efendimiz’i kendisinden sonra halife tayin etmiştir. Hazret-i Ömer -r.a- Efendimiz ise altı kişinin ismini
vererek bunlardan birisinin kendi aralarından bir halife seçmelerini vasiyet etmiştir.
Binaenaleyh Hülefa-i Raşidin devri örnek alınmak istendiğinde belirli bir sistemin varlığından söz
etmek zordur. Ancak saltanat sisteminin uygulanmadığı rahatça söylenebilir. (Saltanattan başka bir
yönetim şeklinin akla dahi gelmediği bir asırda İslâmiyet’in gelmesiyle yaşanan bu gelişme Peygamber
Efendimiz’in -sav- ayrı bir mucizesidir.) Ayrıca saltanat çok makbül bir yönetim şekli de değildir. Bu tür
bir yönetim şeklinin en büyük sakıncası nâehil kimselerin başa geçmesini engelleyecek bir yapının
kurulmasının mümkün olmamasıdır. Türkler hariç tutulursa saltanata dayalı tarihteki devletlerin çoğu
halkı memnun edememiştir. Zira ehil olmayan birçokları başa geçmiş, kimisi de zulümle icraat
yapmıştır. Buna rağmen İslâm dini 300 yıl boyunca çok büyük bir inkişaf yaşamış, İslâm toprakları çok
büyümüş, Türkler İslâmiyet’le tanışmış, hemen bütün ilim dalları zirveye taşınmıştır.

Tarihi bilgileri uzatmak mümkündür. Özellikle kendi tarihimiz incelendiğinde görülecektir ki, liyakatli ve
adaletli hükümdarlar, padişahlar hiçbir devlette olmadığı kadar çok iktidarda olmuşlar, devlet bir kurum
olarak işleyen çok büyük bir çark haline gelmiş, tarihin gördüğü en büyük süper devletlerden birisi inşa
edilmiştir. (Bunun en büyük sebebi iktidarıyla halkıyla insanların tasavvuftan beslenmeleri, insan olarak
manevî dünyalarını geliştirmek ve yaşatmak için devamlı bir gayret içerisinde olmalarıdır.)

Özetle söylemek gerekirse mükemmel olmayan bir sistemle mükemmel bir devlet yönetimi inşa
edilmiştir. Bunun sebebi “insan” unsurudur.

Halkın kendi kendini yönetmesi diye bize yutturulmaya çalışılan demokrasi ismi verilmiş bugünkü
sistem de saltanat gibidir. Yani iyi veya kötü olması tamamen “insan” unsuruna bağlıdır. “Medya”nın
doğru bilgi verdiği, çarpıtma ve yalan haber yapmadığı, sermaye sahiplerinin maddi imkanlarını iktidar
ve toplum üzerinde nüfuz aracı olarak kullanmadığı, dış güçlerin içeriye nüfuz etmeye çalışmadığı,
bütün vatandaşların devleti yaşatmaya çalıştığı, halkın gerçek temsilcilerini seçebildiği bir ülke
bulunabilirse bize mükemmel diye takdim edilen bu sistemin işlemesi de mümkün olacaktır. En
basitinden önümüzde yapılacak yerel seçimlerde siyasi parti yönetimlerinin uygun gördüğü birkaç aday
arasından seçim yapmak zorunda kalacağız. Geçtiğimiz yıllarda parti yönetimlerinin hırsızlardan
oluştuğu, bunun tabii bir neticesi olarak parti adaylarının da hırsızlardan oluştuğu bir seçim sisteminde
halk kendi eliyle hırsızları iktidara taşımak zorunda kalmıştır.

Uzun sözün kısası bugün için uygulanan seçim sisteminde dahi iyi bir iktidarın ve liyakatlı kimselerin
seçilebilmesi tamamen “insan” unsuruna bağlıdır. Zira bu sistemde halk gerek ülke yöneticilerinin
gerek parti yöneticilerinin ve hatta medyanın insafına bırakılmış durumdadır. Avrupa ülkelerinde de
durum bundan farklı değildir. (Özellikle ABD’de güçlü bir yahudi azınlık ülkenin gerçek sahibi
durumundadır.) Bu ülkelerin başında bugün Türkiye gibi ülkelere müdahale etmeye çalışan kendileri
gibi illetler bulunmuş olsa çok daha büyük sıkıntılar yaşamaları işten bile değildir.

Din ve Siyaset Ayrımı”na Dîni Kaynaklardan Örnekler:

Din ve siyaset tamamen ayrı kavramlar olduğu gibi ayrı kurallar etrafında icra edilir. Elbette her
müslüman gibi yönetici konumunda olan müslümanlar da gerek dini gerekse müslümanları yüceltmek
ve yükseltmekle mükelleftir. Kimisi vazifesini yapar, kimisi eksik yapar, kimisi ise münafıktır, haindir,
aleyhte çalışır.

Fakat bu siyaset ve dinin ayrı sahalar olduğu gerçeğini değiştirmez.

Siyaset doğası gereği yerine ve zamanına göre farklı uygulamalara sahne olabilir. Ancak dinde bu
mümkün değildir, dinden taviz vermek ise asla söz konusu değildir.

Resulullah Aleyhisselâm’ın amcası Ebu Tâlib Hâşim oğulları’nın reisi ve Kureyş’in önde
gelenlerindendi. Müşrikler yeğenini himaye etmemesi için kendisini tehdit ettiler. Bunun üzerine Ebu
Tâlib adam gönderip Resulullah Aleyhisselâm’ı yanına getirtti ve durumu anlattı. “Bana altından
kalkamayacağım yük yükleme. Hem bana hem kendine acı, kavminin hoşuna gitmeyen şeyler
söyleme!” dedi.

Resulullah Aleyhisselâm bu sözleri dinledikten sonra amcasına şöyle söyledi:


“Vallahi ey amca! Onlar sağ elime güneşi, sol elime ay’ı koysalar ben yine bu dâvetten
vazgeçmem!”

Müşrikler bir defasında da bizzat Resulullah Aleyhisselâm’a şu teklifte bulundular:

“Maksadın mal ve mülk ise, seni Mekke’nin en zengini yapalım. Başkan olmak istiyorsan başkan
seçelim. Kadın istiyorsan, seni Kureyş’in en asil ve en güzel kadınları ile evlendirelim. Eğer cinlerin
şerrine kapılmışsan seni tedâvi ettirelim. Yeter ki bu dâvândan vazgeç!”

Resulullah Aleyhisselâm her defasında kendilerini kesin bir dille geri çevirdi. Başka bir defasında da:
“İster misin bir yıl biz sana uyalım, sen de bir yıl süreyle bizim dinimize tâbi ol. Böylece aramızdaki
ihtilâf ortadan kalmış olur.” dediler.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ Kâfirûn sûre-i şerif’ini indirdi:

“Resul’üm! De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam, benim taptığıma da siz
tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim, benim taptığıma da sizler
tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”

Dinde durum böyle iken siyaset (devlet yönetimi); yerine ve zamanına göre değişik kurallar
uygulanmasını, yeri geldiği zaman tavizler verilerek sulh yapılmasını zorunlu kılabilir. Mesela terörün
esip kavurduğu bir devirde, sıkıyönetim (istibdat) uygulamazsanız, çok daha büyük zararlar doğabilir.
Bunun gibi ortaya çıkan bir meselenin hallinde güçlü bir devlet iken uygulanacak yöntemle, zayıf bir
devlet iken uygulanacak yöntem farklı olabilir.

Bedir savaşında esir alınan müşrikler hakkında Resulullah Aleyhisselâm istişare yaptı. İstişarede
Hazret-i Ebu bekir -radiyalluh anh- Efendimiz fidye karşılığı serbest bırakılmaları, Hazret-i Ömer -
radiyallahu anh- Efendimiz ise öldürülmeleri yönünde fikir beyan etmişlerdi. Resulullah Aleyhisselâm
birinci fikri kabul etti. Ancak Âyet-i kerime nazil olunca bu kararın yanlış olduğu anlaşılmış oldu:

“Hiçbir peygambere yeryüzünde ağır basıp düşmanı yere sermeden esir almak yaraşmaz.”
(Enfâl: 67)

Bu Âyet-i kerime’de görüldüğü gibi siyaseten uygulancak yöntemler farklı olabilir. Uygulanacak yöntem
devletin durumuna ve gücüne göre değişiklikler arzedebilir.

Siyaseten verilen taviz ve anlaşmaya bir delil olarak da Hudeybiye Anlaşması’nı gösterebiliriz. Hicretin
altıncı yılında Resulullah Aleyhisselâm 1400 kişi kadar olan müslümanlarla Kâbe’yi ziyaret etmek
üzere Mekke’ye doğru yola çıkmıştı. Ancak Mekke’liler ile harp etme ihtimali ortaya çıktı. Bunun
üzerine ashabından savaşarak ölmek üzere biat aldı. Ancak manevî işaretler üzerine Kureyşliler ile
Hudeybiye Anlaşması’nı imzaladı. Bu anlaşma bazı ağır şartlar içeriyordu. Bunlardan en ağırı
müslüman olup da Medine’ye sığınan Mekkelilerin iade edilmesini şart koşan madde idi. Hatta
anlaşma esnasında kaçıp kendilerine sığınan bir müslüman iade edildi. Hazret-i Ömer -radiyallahu
anh- dayanamadı, Resulullah Aleyhisselâm’ın huzuruna çıktı: “Sen Allah’ın peygamberi değil misin,
dinimiz hak değil mi? Bu alçaklığı neden kabul ediyoruz?” diye söylendi. Antlaşmanın bütün
şartları görünüşte müslümanların aleyhinde gibi idi. Fakat Resulullah Aleyhisselâm çeşitli sebepler
yüzünden harbetmek istemiyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda bu anlaşmanın birçok hikmetleri
ortaya çıkmıştır.

Anlatılanlar Işığında Kıbrıs Meselesine Bir Bakış:

Bedir savaşında olduğu gibi hiç tavizsiz hareket edilmesi mi daha uygundur yoksa Hudeybiye
anlaşmasında olduğu gibi bazı tavizler verilmeli midir?
Zor bir soru ve zor bir cevabı var. Şu bir gerçek ki, Avrupa ile uzun vadede iyi ilişkiler geliştirmek,
aradaki gerilimleri çözmek Türkiye’nin menfaatinedir. Avrupa için de bu böyledir. Ancak ille de AB’ne
gireceğiz gayretleri hem Türkiye’yi hem de Avrupa’yı germektedir. Türkiye Avrupa ile bir sulh yapmaya
ne kadar muhtaçsa Avrupa da Türkiye ile bir sulh yapmaya o kadar muhtaçtır. Toprak tavizi gibi bazı
konularda Türkiye’nin vereceği olumlu yanıta Avrupa da Türkiye’nin güvenlik kaygılarını giderecek bir
cevap vermelidir. Bu mevzu Avrupa ile iyi müzakere edilirse bir anlaşmaya varmak mümkün olabilir.

Osmanlı ve Türkiye:

Bazı yanlış icraatların temelinde de her konuda Osmanlı’yı referans alma gayretleri bulunmaktadır.
Elbette Osmanlı’dan alacağımız referanslar var. Ancak elmalarla armutları karıştırmamak, her
hadiseye dikkatli yaklaşmak gerekiyor. Kimisi yeni devleti tümüyle reddetmek istiyor, kimisi Osmanlı’yı
tümüyle reddetmek istiyor. Osmanlı’yı reddetmek isteyen atasını inkâr eden nesepsiz hükmüne
düşerken, Türkiye’yi reddetmek isteyen vatan haini hükmüne düşüyor. Osmanlı’nın yıkılış sebepleri
arasında bulunan bazı hususların kör bir bakışla bugün de uygulanmaya çalışılması nasıl yanlışsa
yeni devleti yaşatmak için Osmanlı’ya ait her hatırayı yok eden bir zihniyeti hala sürdürmeye çalışmak
da aynı şekilde bir hatadır. Bugün terör dolayısı ile OHAL uygulaması yapılması makul görülürken
bundan yüzyıl önce Sultan Abdülhamit’in ülkeyi yaşatmak için uyguladığı istibdat kıyasıya
eleştirilmektedir.

Yine Lozan anlaşması ile elde edilen kazanımların küçümsenmesi hatalıdır. Lozan konferansı mali
konular yüzünden sekteye uğramış, genç cumhuriyet mali bağımsızlığını kopartmakta muvaffak
olmuştur. O zaman kazanılanlar bugün IMF marifetiyle tekrar kaybedilmiştir.

Bir kesim yapılan doğruları tesbit etmekte zorlanırken diğer kesim bütün yapılanları bir dogma gibi
doğru kabul etmeye, ettirmeye çalışmaktadır. 20. yy. başında bütün dünyayı tesiri altına alan
materyalist felsefeler Cumhuriyetin de kurucusu olan Osmanlı Türk aydınını etkilemişti. Açıkça dile
getirilmese bile din lüzumsuz olarak görülüyordu. Hilafetin kaldırılmasında siyasî gerekçeler kadar bu
fikirler de etkili olmuştur. Unutulmamalıdır ki her insan hata yapabilir. Yeni devlet kurulurken doğru
icraatlar yanında hatalı icraatlar da yapılmıştır. Din ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır.

Bize düşen geçmişi deşip düşman kamplara ayrılmak yerine devlet binasındaki hatalı yerleri
düzeltmektir.

Bir müslüman vatanına, devletine, milletine, bayrağına seve seve sahip çıkar, yeri gelince kanını feda
eder. Ancak aynı müslümandan 20. yy.da kalan materyalist zihniyetlere de sahip çıkmasını beklemek
mümkün değildir.

Bugün Çin komünizmin temel felsefesini, devlet kaynaklarını eşit paylaşım ilkesini terketti. Japon
kominist partisi aynı yolu izledi, imparatorluk sistemine olan muhalefetini kaldırdı.

Artık başımızı iki elimizin arasına koyup düşünmemiz gerekiyor. Bugün Osmanlı bütün dünyada hatta
yıllarca Osmanlı’yı düşman bellemiş Batı Avrupa’da bile hayırla yad edilirken, Türkiye’nin Sovyet
Rusya’ya benzer imaja sahip olmasının sebebi nedir?

Bunun sebebi Türk halkına rağmen Türk halkına yapılan dayatmalardır.

Ulus Devlete Sahip Çıkmak:

Yukarıdaki izahlarımızda da değindiğimiz gibi devletin şeklinden, isminden ziyade mühim olan
insandır. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Halk İslâm’ı yaşamıyor, İslâm’ı yaşatma iddiasında olanlar
her türlü haramı işliyor. Bir eli yağda bir eli balda. Biraz sıkışınca küffara sığınıyor. Sonra da gelip bu
İslâm beldesini zayıf düşürmek için elinden geleni arkasına koymuyor. Böyle müslümanlık olmaz.
Bunların imanı yok, İslâm’ı aziz kılmak kaygısı yok. Kendi kurduğu dini, kendisini yaşatmak için
uğraşıyor.

Her şeye rağmen Türkiye İslâm dünyasının Dünya denizindeki en büyük gemisidir. Ay-yıldızın
dalgalandığı en büyük direk bu gemidedir. Bu gemi batarsa İslâm dünyası tamamen sahipsiz kalır.

Bu ülkeyi sevmek, yaşatmak ve güçlendirmek boynumuzun borcu, imanımızın bir gereğidir.

Bir müslüman “ulusalcı” tanımlaması ile sınırlandırılamaz, ancak müslümanlık millî hassasiyetlerin
sahiplenilmesi önünde bir engel de değildir. (Meselâ Türkiye’nin temel unsuru olan Türk milletinden ve
İslâm dininden gerek ırken gerek mezheben ayrı olanların kendilerini dış güçlere yakın hissetmesi
devlet yönetiminde inanç yanında milliyetin de referans olarak kullanılmasını zorunlu kılmaktadır.)

Ülkemizin bağımsız bir karaktere sahip olmasını istemek en önce müslümana yakışan bir duygudur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KUZEY IRAK’TA AMERİKAN OYUNU

ABD girdiği bölgelerde işleri berbat ederek, içinden çıkılmaz hale sokarak Küresel Kraliyetçilerin biçmiş
olduğu "Dünya Jandarmalığı" rolünü beceriksizce oynamaya devam ediyor. Verdiği namus sözlerinin!
hiçbirisini yerine getirmiyor. Terörle mücadele, demokrasi, insan hakları, kitle imha silahlarının yok
edilmesi gibi kavramlarla dünya kamuoyunu yanıltmaya çalışıyor.

Kürtler Irak işgal edildikten sonra ABD’nin en yakın müttefiki haline geldiler, el üstünde tutuldular.
Kuzey Irak kontrolden çıktı. Yıllardır başımızın belası olan PKK/KADEK militanları sözde terörizme
geçit verilmeyecek bahanesiyle dağlarda beslendi. El altından her türlü lojistik, siyasi, askeri destek
sağlandı. ABD finansörü oldu.

Barzani ve Talabani adlı aşiret reisleri "Bağımsızlık" hülyalarına ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsünün
desteği ile ilk defa bu kadar yaklaşmış bulunuyorlar.

ABD’nin bölgedeki federatif yapılanmayı hoş karşıladığı, ses çıkarmadığı ve el altından desteklediğini
biliyoruz. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Eric Edelman Irak’taki bu yapılanmayı normal karşılayarak:
"Irak’ta her grup kendine göre bir avantaj sağlamaya çalışacaktır, bu normal..." diyerek ülkesinin genel
görüşünü ortaya koymaktadır.

K. Irak’ta Kürt Federasyonu:

Geçen yılın Aralık ayında ABD’li diplomat Peter Galbraith ülkesinin stratejisini şöyle özetlemektedir:

"-Talabani ve Barzani arasında işbirliğinin gelişmesi ve federe devlet konusunda anlaşmaları


memnuniyet verici. Bu iki grup Bağdat’ta önemli rol oynuyorlar. Araplarla Kürtler Federal Irak Devleti’ni
kuracaklar. Kuzey Irak’ta Kürt federe devleti kurulacak. Türkiye’nin bölgede çıkarı yok. Bu gelişmeyi
TSK’nin savaş nedeni sayması doğru değil. TSK’nın kürt federe devletini bahane edip Irak’a girmesi
durumunda ABD sert karşılık verecektir. Türkiye’nin bu hareketi bağımsız bir ülkeye saldırı
anlamındadır..."

Bu plan I99I yılından itibaren yürürlüğe konmaya başlandı. Ve günümüze kadar geldi. Birinci Körfez
Savaşı sonrasında oluşturulmaya başlanan "Güvenli Bölgeler" federasyon hedefinin göstergesiydi.
Türkiye bunu göremedi, tedbir alamadı, yardımcı oldu. Kuzeyde Kürtleri, güneyde Şiileri kapsayan
bölgeler oluşturuldu. Türkmenler devre dışı bırakıldı.

Kürtler bizzat Türkiye’nin yardım ve desteği ile iktisaden güçlendirildiler. "Gıda karşılığı petrol ticareti"
nedeniyle milyarlarca dolar sağladılar, silahlanmaya başladılar. ABD de onları silahlandırdı. Irak
ordusundan silah çalmalarına da göz yumarak yardımcı oldular.

Türkmenler askeri ve iktisadi bakımdan desteksiz kaldılar. Daha önce 22 Mart 2003’te Ankara’da ABD,
Türkiye, IKYB, IKDP, ITC ve diğer Beş muhalif grubun katıldığı bir toplantı yapılmış ve taraflarca
"Kentlerin demoğrafik yapılarını değiştirmeye yönelik adımlar atılmayacağı..." taahhüdü ile anlaşma
imzalanmıştı. Ne oldu sonra?... Talabani’nin emriyle Peşmergeler Kerkük’e saldırdılar, binalar
yağmalandı, nüfus müdürlüğü yakıldı, Türkmenler katledildi. Askerlerimizin başına çuval geçirildi. Para
karşılığı Kürtlerin Kerkük’e göç etmeleri teşvik edildi. Sonra Kerkük Kürt Kenti ilan edildi. Kürt
federasyon tezleri I992’de Salahattin kentinde, 2003’de Londra’da toplantılarla açıklanırken ses
çıkmadı. Gelinen nokta meydanda.

Yıllarca Türkiye’nin sağladığı imkânlarla, koruma şemsiyesi altında özerk bir sistem kurdular. Kürt
Üniversitesi, Kürt Bankası, Kürt parası... Kürt Senfoni Orkestrası bile kurulmuş.

Aralık ayında Erbil Havalanına Boing 727 uçağı indirildi. ABD’nin yardımıyla. Ardından her çeşit askeri
uçak da inebilecektir. Bu kapı açılmış oldu. İncirlik Üssü’nün karşısında hizmete hazır durumda.

Bir uçağın inişinin ne önemi var gibi bir düşüncede olunabilir. Uçağın Erbil Havalanına inişi üzerine
Kürt liderlerin verdiği demeçlere bakalım:

"-Bu bizim için siyasi, ticari ve sosyal boyutları çok büyük bir gelişmedir..."

Türkiye’nin Tutumu:

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül: "-Irak’ta yanlış bir adım atılmaması konusunda herkesi uyardık.
Özellikle Kerkük’ün demografik yapısını değiştirmek çok tehlikeli bir adımdır." derken Mesut Barzani
hızını alamadan asıl amaçlarının ne olduğu konusunda uyuyan ve gerçekleri asla görmek
istemeyenlere karşı niyetlerini şöyle ortaya koymaktadır: "-Federalizmden öte isteklerimiz var. Ancak
şu anki Irak koşullarında en iyi çözüm yolu Federalizmden geçiyor..." diye ifade etmektedir. Şimdi
federal yapı ardından tam bağımsız bir Kürdistan. Bu oluşum Türkiye, Suriye ve İran’ın başını
derinden ağrıtacak bir sebebi teşkil etmektedir.

Ankara, Şam, Tahran’ın "Kürt devleti müdahale nedeni olur." anlaşma sözü Kürtleri endişelendirmiştir.
Barzani Amerika’ya karşı sertleşmeye başlamış... Bilindiği gibi ABD geçmişte Kürtleri kullanmış ve yeri
geldiğinde kaderlerine terketmişti. Bölgede ABD ne eski ve ne de yeni duruma hakim olamıyor. Her
gün bombalar patlıyor, silahlar çekiliyor. Birkaç Amerikan askeri ölüyor. İşler iyi gitmiyor, kaos artarak
devam ediyor. Türkler, Araplar ve Şiiler seslerini yükseltmeye çalışıyor. Şiiler genel seçim istiyorlar ve
bu ABD ve Kürtlerin hoşuna gitmiyor. Şii lider Ankara’da bir dizi temaslarda bulunuyor, görüşmeler
yapıyorlar.

Kerkük’ün Durumu:
Türk şehri Kerkük’te acı olaylar yıllardır yaşanıyordu. Diktatör, zalim Saddam ve öncesinde yönetim
Türkmenleri topluca katlettiler, liderlerini, aydınlarını ya kurşuna dizdiler, ya darağaçlarında
sallandırdılar yahut da zindanlara tıktılar. Başsız kaldılar, yerlerinden, yurtlarından sürüldüler. Arapları,
Kürtleri yerlerine yerleştirdiler. Onlar direndiler. Türkiye diğer Türk topluluklarına karşı gösterdiği ilgiyi
Musul-Kerkük Türkü’ne göstermedi. Sahipsiz kaldılar.

ABD bölgede dostluk maskesi adı altında iki yüzlü davranıyor. Kürtler Kerkük’ü işgal ederken ses
çıkarmıyorlardı. Göstermelik bir baskınla IKYB bürolarına giriyorlar. Güya göz dağı veriyorlar. Kim
takar "Yalova Kaymakamını". Türk askerlerinin başına Çuval geçiren Albay W. Maywille ve Sivil
yönetici Paul Bremer vasıtasıyla Kürtler teşvik ediliyor. Kent Meclislerinde Kürtlerin ağırlığı bilinçli
olarak artırılıyor. Böylece bu kentler ilerde İsrail ve ABD’nin taşeronu Federe Kürt devletine dahil
edilecek.

Geçici Hükümet Konseyi’ne Kürtlerin sunduğu tasarıya göre Kerkük ve Musul dahil petrol alanlarının
Kürtlerin denetimindeki bölgede yer alması isteniyor. Bu fikrin akıl hocası da ABD.

Irak’ta Türkmenler, Kürtlerin insafına terk edilemez. Irak’ta I924, I946, I959’da ve sonraki yıllarda
Türkler sistemli şekilde katledildiler, sindirildiler, sürüldüler. Şimdi ABD’nin önderliğinde bu iş Kürtlere
yaptırılmak istenmektedir.

Musul-Kerkük, Altınköprü, Erbil, Kifri, Karatepe, Harekin, Tuzhurmatı, Mendeli Türklerin yerleşim
birimleridir. Bağdat’ın güneydoğusuna kadar bölgede üç milyona yakın Türk yaşamaktadır. Bu kitle
Kürtler tarafından yok sayılmakta, her türlü haklardan mahrum bırakılmak istenmektedir.

Yeni Planlar:

Ortadoğu’yu güçlü Türkiye’ye kaptırmak istemeyen ABD, Kürt kartını iyi kullanarak bir destek peşinde
oynuyor. ABD Dışişleri Bakanı Colin Powel jandarmalık rolünün rotasını şöyle açıklamaktadır:

"-Özgürlük için çaba harcayan İran halkının ve baskıcı rejimler altında yaşayan diğer insanların da
yanında olacağız. Bu mücadele sadece Ortadoğu ile sınırlı değil. Özgür bir Küba yaratılması için
çalışıyoruz. Çin, Rusya, Japonya ve Güney Kore ile birlikte Kuzey Kore’nin tehlikeli nükleeer silah
programı sorununu çözme çabasını sürdüreceğiz..." diyerek yayılmacı, sömürgeci küresel despotizmin
devam edeceğine işaret etmektedir. Irak ve Afganistan’da çatışmalar, baskılar, öldürmeler devam
edecektir. Mesele özgürlük falan değil, çıkar, menfaat, dünyanın soyguncularının musluklarının
devamlı kasalarına akıtmasıdır.

Tarihin Dramlara Mahkum

Ettiği Coğrafya; Ortadoğu:

Tarih boyunca medeniyetlerin kurulduğu, abide şahsiyetlerin yetiştiği, binbir gece masallarının
yaşandığı bu bölge aynı zamanda tarihin en kanlı çatışmalarının, savaşlarının, ihtilallerinin, kanlı
diktatörlerinin barındığı, hüküm sürdüğü bir sahne olmuştur. Bütün tarihi boyunca en uzun ömürlü
huzuru, saadeti, insanca yaşamayı ise sadece Osmanlı Türk asırlarında bulmuştur. Ama yine de
ihanetlerden geri kalmamışlar ve neticede başta İngiltere olmak üzere Rusya, Amerika ve diğerlerinin
parmak sokmasıyla kazan kaynatılmıştır. Tek şeritli bir Osmanlı Onbaşısı’nın idaresinde başarılan
huzur ve sükunet asla geri getirilememiştir.

"-ABD’nin karmakarışık ettiği Ortadoğu Coğrafyası düzelmedikçe ve ayağa kaldırdığı uluslararası


terörizm için "Esasa yönelik" çözümler üretilmedikçe, dünyaya güven ve huzur haram. Türkiye’ye
gelince, önünde gerçekten çok önemli konular var. Çok ciddi, çok sorumluluklu, çok uzun dönemleri
etkileyecek kararlar verilmesi gerekecek." (Kemal Yavuz. Ortadoğu Dramı. Akşam. 3I. I2. 2003)
Suriye İle İlişkiler:

Suriye daha birkaç yıl kadar önce Türkiye’ye karşı açılmış bir savaşın piyonlarından birisiydi. PKK
teröristleri bu ülkede eğitiliyordu. Apo’yu besliyorlar ve saklıyorlardı. Suriye Türkiye’nin çok katı
tutumunu görünce olası bir savaşı göze alamadı, Apo’yu paketledi, Yunanistan’a postaladı, ardından
Kenya’ya yolcu edildi, sonra Türkiye’ye kulağından tutulup getirtildi.

Irak’ın mevcut durumu Suriye ile ülkemizi yakından ilgilendiriyor. Kürt otonomisine karşı Türkiye ile
birlikte hareket edeceğinin işaretini vermektedir. Beşar Esad ümit ederiz ki şu sözlerinin üzerinde
durur:

"-Biz sadece bir Kürt devletine karşı değiliz. Aynı zamanda Irak’ın toprak bütünlüğüne yönelik her türlü
eyleme de karşıyız. Irak’ın geleceğinin hepimizin geleceği ile ilgisi vardır. Bu nedenle, Irak’ın
parçalanması, sadece Suriye ve Türkiye için değil, aynı zamanda bu bölgedeki tüm devletler için de bir
kırmızı hat oluşmasına neden olabilir..."

Suriye ekonomisi zayıf, ordusu yenilenmeyen silahlara sahip ve eski Sovyetler döneminden kalma. Su
bakımından zengin olan Golan Tepeleri İsrail tarafından işgal altında tutuluyor. 4 Ekim 2003 yılında
İsrail Suriye’deki bazı hedefleri terörü bahane ederek bombaladı, nabız yokladı.

ABD İşgali

Çok Önce Planladı:

Tony Blair hükümetinde altı yıl Çevre Bakanlığı yapan, Irak savaşına karşı çıkan ve sonunda istifa
eden Michael Meacher’ın çok önemli bir sözü var:

"-ABD’nin Afganistan ve Irak’a yönelik savaş planlarının II Eylül’den çok önce yapıldığını gösteren çok
sayıda kanıt var..." ABD Dışişleri eski bakanı Madeleine Albright farklı bir yorumla dünya
jandarmasının nasıl yönlendirildiğine değişik bir kapı aralayarak şöyle diyor:

"-...Yeni Muhafazakârların, II Eylül öncesi bir gündemleri vardı. Terör saldırılarını o gündemi
uygulamak için bir araç olarak kullandılar..."

Reuters Ajansı bir inceleme yapmış. ABD’nin daha bir yılını doldurmayan Irak Savaşı’nda ölen
askerlerinin sayısının, Vietnam Savaşı’nın ilk üç yılında ölen ABD askeri sayısını aştığını bildiriyor.
Yeni seçim çalışmalarına başlayan ve seçilme şansını artırmak isteyen Bush Irak’ta egemenliğin
Iraklılar’a devredilmesi sürecini hızlandırmak için çalışmalar yapmaktadır. Yeni stratejisinde önemli
açıklar verdiği meydanda. Güvenlik sorunu, Geçici Irak Hükümet Konseyi’nin başarısızlığı, BM içinde
bulunduğu kaotik ortam ABD yönetimini şaşkınlığa itmektedir. Güvenlik ve siyasetin Iraklılar’a
devredilmesi ciddi tehlikeleri içeriyor. ABD işi yarıda bırakıp kaçmış olacak, Şiiler, Sunni Araplar,
Kürtler ve Türkmenler başlarının çarelerine bakacaklar, bakmak isteyecekler ve daha tehlikeli oyunlar
başlayacak. Irak’ın yeni asker ve polis gücü kendi başına kaldığında Saddam döneminin deneyimli
kadroları karşısında önemli görev yapamayacaklardır.

Anayasa hazırlıkları bitirilmiş değil. Kimlerin nasıl, hangi doğrultuda hazırlık yapacakları belirlenmiş
değil.

Talabani Irak liderliği rüyaları görüyor. Bu emelinden vazgeçmezse bir boşluğunu bulduğu anda eğer
bazı özel çalışmalar içine girilirse iki Kürt çete reisi kapışacaklar ve birbirlerini boğazlayacaklardır.
Kaos ortamı devam edecektir. Irak liderliği Kürt federasyonu fikrini akim bırakır. ABD rahat etmek için
Talabani ve Barzani’ye taviz vermek zorunda kalabilir. Sonunda çekip giderken işlerin halli ve içinden
çıkma işi bize ve komşu ülkelere havale edilebilir.
ABD ile AB arasında birlikte hareket ediyorlar. Kendi çıkarlarını savunuyorlar ve bölgesinde dünyaya
çeki düzen verecek güçlü, kalkınmış bir Türkiye istemiyorlar.

Ortadoğu bölgesi hülasa edersek netameli, sancılı, kavgalı bir bölgedir. Bugünkü şartlarda düzene
sokulması, huzura kavuşturulması mümkün görülmüyor.

Suriye, İran, Türkiye küresel çetelere karşı hem bölgede istikrar, hem de ülkelerinin bağımsızlıkları ve
bütünlükleri için birlikte hareket etmek durumundadırlar. İsrail elinde tuttuğu imkanlar ve merciler
vasıtasıyla ülkelerin siyasetlerini rahatlıkla kendi lehine çevirebilecek beceriye sahiptir. Yakın
gelecekte bölgedeki huzursuzluklar artarak devam edecektir. Kendi çıkarlarımızı ve milli birlik ve
bütünlüğümüzü düşünmek, korumak zorundayız.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

GÖZLERİNE HAYRAN OLDUĞUM


GÜZEL!...

Bir güz mevsiminde görmüştüm Seni,


Gözlerine hayran olduğum Güzel!
Nurdan mendillere sarmıştım Seni,
Bakışına tutsak olduğum Güzel!

Gönlümün içinde yandı ateşler,


Nice fırtınalar, söndü ateşler,
Gayriye aitti, dindi ateşler!
Gülüşüne hayran olduğum Güzel!

Bir tek sözün devâ oldu derdime,


Esenlikler doldu harab yurduma,
Seninleyim, artık bakmam ardıma,
Sözlerine hayran olduğum Güzel!

Dudağından bal damlıyor, bilirim,


Tut elimden, ölümüne gelirim.
Gönlünü isterim, versen alırım!
İzlerine hayran olduğum Güzel!

Yaradan özenip yaratmış Seni,


Ruhundan ruhuyla donatmış Seni,
Güzeller köşküne de katmış Seni!
Kervanında damla olduğum Güzel!

Bana, beni öğretiyor her sözün,


Yapraklar bir bir düşüyor güzün,
Halkın kıblegâhı yapılmış özün,
Hayatınla hayat bulduğum Güzel!

Güneş gidince ardından ay gelir,


Seninle gönüllere saray gelir,
Zaman olur dudağımdan Hayy gelir,
Bu mevsimde yazı bulduğum Güzel!

Bak! Mevsimler geçip gidiyor,


Turna sürüleri uçup gidiyor,
Ayrılık derdini saçıp gidiyor,
Sensizlikte sızı bulduğum Güzel!

Artık soğukların, karın mevsimi


Feryâdın, figânın, zârın mevsimi,
Derdin, çilenin, efkârın mevsimi,
Soğukta sıcağı bulduğum Güzel.

Kar yağıyor penceremin önünden,


Gelir derdin hepsi kendi yönünden,
Bir hırka isterim cennet yününden,
Nur dolu ocağı bulduğum Güzel!

Yetişelim çiçek çiçek bahara,


Hey tâlip! Koşup gel, sarıl bu Yâr’a,
Ararsan Mevlâ’yı gönülden ara!
İzinde gerçeği bulduğum GÜZEL!...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NEFSİNİ HAZRET-İ ALLAH’A KURBAN EDENLER

Kurban, Allah-u Teâlâ’ya yaklaşmak niyeti ile belli günlerde kesilen hayvana verilen isimdir. Kurban
kesmek hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Kitap, sünnet ve icmâ ile sabittir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Rabb’in için namaz kıl, kurban kes.” buyuruyor. (Kevser: 1)

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Hali vakti yerinde olup da kurban kesmeyen kimse namazgâhımıza yaklaşmasın.” (İbn-i Mâce)

Bütün semâvî dinlerde kurban kesmek, insanı Hazret-i Allah’a yaklaştıran ve ulaştıran bir ibadet
sayılmıştır.
Kurân-ı kerim’de Âdem Aleyhisselâm’ın oğullarının kurban kesmelerinden bahsedilmektedir. Âyet-i
kerime’de:

“Biz her ümmet için kurban kesmeyi meşru kıldık.”buyuruyor. (Hacc: 34)

Mühim olan sadece kan akıtmak veya et yemek değil, Allah-u Teâlâ’nın rızâsını kazanmak için kan
akıtmaktır. Âyet-i kerime’de:

“Boğazlanan kurbanlık hayvanların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Allah’a ulaşacak


olan sizin takvanızdır.”buyuruluyor. (Hacc: 37)

Resul-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Hiçbir kul kurban günü, Allah katında kan akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz. Zira kesilen
hayvan, kıyamet günü boynuzları ile, kıllarıyla, tırnaklarıyla gelecektir. Hayvanın kanı yere
düşmezden önce Allah katında yüce bir mertebeye ulaşır. Öyle ise onu gönül hoşluğu ile ifa
edin.”(Tirmizi)

Kurban, malla yapılan bir fedakârlıktır. Bir müslüman kurban kesmekle, can da dahil olmak üzere
bütün her şeyini Allah yolunda feda etmeye hazır olduğunu göstermiş olmaktadır. Diğer taraftan
kurban, nefsâni arzuları kesmenin de işaretidir.

Bir de Allah için nefsini kurban eden kullar vardır ki onlar bütün arzu ve hükmü Hakk’tan beklemiş
olanlardır, onlarda arzu yaşamamıştır. Bu teslimiyetin en güzel numunesi Hazret-i Allah’ın ‘Halilim’
dediği Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail Aleyhimüsselâm’dır. Onlar bütün arzularını Hazret-i Allah’ın
hükmüne bağlamış, o kadar Hazret-i Allah’a ram olmuşlardır ki biricik oğlunu kurban ederken bile ikisi
de olduğu gibi teslim olmuşlardır. Bu hadise şöyle gelişmiştir:

Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm bir gün bir ziyaretinde Mekke-i Mükerreme’de bir rüya gördü.
Zilhicce’nin sekizinci günü gördüğü ilk rüyada Hazret-i Allah ilk ve tek oğlu olan İsmail Aleyhisselâm’ı
kurban etmesini emrediyordu. Bu rüyanın rahmânî olup olmadığına tereddüt etti. Zilhicce’nin
dokuzuncu günü de aynı rüyayı tekrar görünce, rüyanın rahmânî olduğuna dair kanaat hasıl olmaya
başladı. Zilhicce’nin onuncu günü de aynı rüyayı tekrar görünce, bunun kati bir emir olduğunu anladı
ve oğlunu kurban etmeye karar verdi. Allah-u Teâlâ Halil’inin tam bir teveccüh ve teslimiyet içinde
olduğunu, onun Allah için her türlü fedakârlığa katlanabilen numune bir insan olduğunu göstermek için
çok ağır bir imtihana tâbi tutuyordu.

İbrahim Aleyhisselâm bu kararını, bu ilâhî emri zorla uygulamayıp, önce oğluna tebliğ ederek işi
istişareye havale etti. Oğlundan bu hususta düşünmesini ve görüşünü bildirmesini istedi.

Âyet-i kerime’de:

“Çocuk kendisiyle beraber yürüyüp gezecek çağa erişince ‘Ey oğulcuğum! Rüyada ben seni
boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?’ dedi.” buyuruluyor. (Saffat: 102)

İsmail Aleyhisselâm ise babasının bu teklifine hiç tereddüt etmeden teslimiyet içinde cevap verdi.

Âyet-i kerime’de:

“Ey babacığım! Emrolunduğun şeyi yap! İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın.” buyuruluyor.
(Saffat: 102)

Oğlunun bu derece metin olduğunu ve en kıymetli sermayesi olan canını bile Allah için seve seve
verebilecek bir durumda olduğunu gören İbrahim Aleyhisselâm son derece memnun olmuştu.

Âyet-i kerime’de:
“Her ikisi de Allah’ın emrine ram oldular.” buyuruluyor. (Saffat: 103)

Hazret-iİbrahim Aleyhisselâm, oğlu İsmail Aleyhisselâm’ı da alarak emr-i şerif’i yerine getirmek için
beraberce Minâ denilen mevkiye geldiler. Biricik oğlunu bağrına bastı, öptü öptü ve yüzükoyun
yatırarak Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmeye hazırlandı. Bu şekilde yatırmasının sebebi, oğlunun
yüz ifadesini görüp şefkatinin ağır basması dolayısıyla Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirememe
korkusuydu. Nihayet vedalaştı ve bıçağı boğazına çalmaya başladı. Birkaç kere çaldı ise de bıçak
kesmedi. Tekrar tekrar çaldı fakat yine kesmedi, her defasında bıçağın ağzı geri dönüyordu. Nefeslerin
kesildiği bir anda emr-i ilâhî geldi. Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Babası oğlunu alnı üzerine yatırınca biz ona ‘Yâ İbrahim!’ diye seslendik. ‘Rüyana sadakat
gösterdin, işte biz iyileri böyle mükâfatlandırırız.” (Saffat: 103-105)

Baba ve oğul tarafından kulluğun en mükemmel numunesi ortaya konulmuş oluyordu. İbrahim
Aleyhisselâm bu ilâhî emre samimiyetle imtisal ettiği için bizzat nidâ-i ilâhî’ye nail olmuş bulunuyordu.
İnsan havsalasının alamayacağı, kelimelerle ifade etmeye gücünün yetmeyeceği bu hadise hakkında
Âyet-i kerime’de:

“Bu gerçekten apaçık bir imtihandı.” buyuruluyor. (Saffat: 106)

Öyle bir imtihan ve ibtilâ ki, büyüklüğü apaçık meydandadır. Çocuğu boğazlamak üzere yere
yatırmakla maksat hasıl olmuştu. Allah-u Teâlâ’dan başka hiçbir şeyin ona daha sevgili olmadığı
ortaya çıkmış, sadakatini en güzel şekilde ispat etmişti. İbrahim Aleyhisselâm bu ilâhî nidâyı işitince
etrafına baktı, bir de ne görsün! Gözleri sürmeli, boynuzlu bir koçla Cebrail Aleyhisselâm semadan
doğru geliyor. Allah-u Teâlâ İsmail Aleyhisselâm’a bedel olarak Cebrail Aleyhisselâm refakatinde kadri
yüce bir kurbanlık göndermiş, İbrahim Halilullah’ın o emsali düşünülmeyen kurban niyetini bu koç ile
yerine getirmesini istemiştir. Âyet-i kerime’de:

“Biz oğluna bedel olarak ona büyük bir kurbanlık verdik.”buyuruluyor. (Saffat: 107)

İbrahim Aleyhisselâm koçu kurban ederek Allah-u Teâlâ’ya hamd ve senâsını, şükranlarını arzetmiştir.
O koç sebebiyle hayata dönen İsmail Aleyhisselâm’ın neslinden son peygamber Muhammed
Aleyhisselâm geleceğinden, koçun şânına tâzim için “Büyük bir kurbanlık” olarak vasıflandırılmıştır.

Kurban bayramında kurban kesmek, itaatin güzelliğini, Allah-u Teâlâ’nın emrine teslim olmanın
ulviyetini gösteren bu hadisenin anılması olarak İslâmi vecibeler arasına katılmıştır. Müminlerin
hayvanlarını Allah için kurban etmeleri bu teslimiyeti kıyamete kadar canlı tutmaktadır.

Bir de Allah ve Resul’ünün yolunda nasipdar olup da Mürşid-i kâmil’i bulup, ona intisab edip, nefsini
kurban edip varlığını ata ata Var’a ulaşanlar vardır. Âyet-i kerime’de:

“Sana gelen her iyilik Allah’tandır, bütün kötülükler kendi nefsindendir.” buyuruluyor. (Nisa: 79)

Resulullah (s.a.v) Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:

“Kendinde varlık görmen, diğer günahlarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir günahtır.”
buyuruyorlar.

Nefsini kurban etmeyen, varlığını dağıtıp yok olmayan, seyr-ü süluk yolunda erimeyen Var’a
ulaşamaz. Çünkü var olan ancak Hazret-i Allah’tır. Vücud O, mevcut O. Hakikat ehlinde Hakk’tan gayri
hiçbir şey bulunmaz. Âyet-i kerime’de:

“Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.”buyuruluyor. (Bakara: 156)

İşte bunlar Allah için olan ve Hazret-i Allah’a dönenlerdir. Gerçekten bunlar Allah-u Teâlâ’nın kullarıdır,
bunlar Allah-u Teâlâ’ya teslim olmuşlardır, iradelerini Hakk’ın iradesine bırakmışlardır. Onlarda arzu
yaşamaz. Onlar için mühim olan hükm-ü ilâhî’dir. Çıkacak hükm-ü ilâhî’ye bakarlar. Onlar Hakk’ın
kudret elindedir. Nereye koyarsa orada bulunurlar. Onlar için hayat vefat değişmez. Zaten bu yola
girerken onlar nefislerini kurban etmişlerdir. Dünyada olmak ile kabirde olmak arasında hiç fark yoktur.
Gerçek kulluk makamı burasıdır. Bir insan, bir mürid bu aynaya bakar, bu bir hakikat aynasıdır. Bu
aynada herkes kendini görür. Hazret-i Allah için miyiz? Şeytan için miyiz? Nefis için miyiz? Dünya için
miyiz?

Allah-u Teâlâ’nın “Vedüd” ism-i şerif’i vardır. Yani itaatkâr kullarını çok seven, sevilmeye en çok lâyık
olan demektir.

Allah-u Teâlâ’nın bir ism-i şerif’i de “Lâtif”tir. Yani en ince işleri yapan, bütün işlerin inceliklerini bilen
sonsuz lütufkâr O’dur.

Diğer bir ism-i şerif’i de “Veli”dir. Yani salih kullarının dostu olan demektir. Tasavvur buyurun bir kulun
dostu Hazret-i Allah olursa...

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Ölen kişi, Allah’a yaklaştırılanlardan ise; ona rahatlık, güzel rızık ve Naim Cenneti
vardır.”(Vakıa: 88-89)

Bu gibi kimselerin cennette yerini görmeyince, cennet çiçeklerinden bir dal gelip onun kokusunu
koklamayınca ruhunun kabzolunmayacağına dair muhtelif Hadis-i şerif’ler vardır. O kişiye Âyet-i
kerime’deki bu müjde verildiğinde Allah-u Teâlâ’ya ulaşmak ister. Allah-u Teâlâ ise onun kendisine
ulaşmak istemesinden çok daha sevinç duyar. Âyet-i kerime’de:

“Her insan ölümü tadacaktır.” buyuruluyor. (Âl-i imran: 185)

Allah-u Teâlâ’nın bütün yarattıklarının misali; farz-ı muhal bir denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi
tutulmuş ve fakat tutulduğunu da bilmiyor. Sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor.
Hiçbirinin umurunda bile değil, biraz sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de
faydası olmayacak. Hepsi ölüme mahkûm ve fakat Allah-u Teâlâ’nın feyz ve rahmet deryası vardır. O
derya uçsuz bucaksızdır ve sonsuzdur. O deryadan da Habib-i Ekrem (s.a.v)’in deryasına gelir. Bu
derya, feyz ve hayat suyudur. O deryadan da zamanın mürşidinin deryasına gelir. Allah-u Teâlâ o ağın
içinden alıp, Resulullah (s.a.v) Efendimiz’in hayat suyu olan feyiz deryasına kimi koyarsa onun için
ölüm yoktur. Nefis kurban olmuştur ama ruhları diridir.

Hadis-i şerif’lerinde Resulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Müminler ölmezler, ancak bir evden bir eve nakil olunurlar.”.

Rabbim nefsini kurban eden, feyiz deryasının içinde ruhunu dirilten gerçek iman sahibi kullarından
etsin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like