You are on page 1of 66

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

Bunlar Öyle Kimselerdir ki;


Hazret-i Allah’ı, Kelâmullah’ı Mahlûka Şikâyet Etmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Bunlar Hakkında Şöyle Buyurmaktadır:

“Onlardan Ölen Kimsenin Namazını Sakın Kılma!


Mezarı Başında da Durma!
Çünkü Onlar Allah’ı ve Peygamber’ini İnkâr Ettiler ve Fâsık Olarak Öldüler.”
(Tevbe: 84)
Din-i Mübin’e Yapılan En Büyük Tahribat
Süleymancılar
En Büyük Tehlike
Yahudiler Gibi
İşte Deliller
Hazret-i Allah’ı Şikayet Edenler
Neler Yaptılar?
Din Kurucular
/ İsmail Yavuz

HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 4

O ÖYLE BİR ALLAH’TIR Kİ!

MEKTUBAT

SEYYİDÜ’L-BEŞER’İN YOLUNDA (151. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-


HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA RESULULLAH -
SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN
HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN
VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (36)

“EBÛ ABDULLAH MUHAMMED BİN ALİ EL-HAKÎM ET-TİRMİZÎ -


Kuddise Sırruh-”

KISAS-I ENBİYA ALEYHİMÜSSELÂM

HAZRET-İ ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELÂM

Yeryüzünün doğusunu batısını gezmiş, Rabb’inin birçok inayetine ve lütuflarına mazhar olmuş, fakat bir gün
olsun kibirlenmemişti. Ulaştığı yerlerde güçsüzlere yardım etmiş, zayıfları düşmanlarına karşı korumuş,
Hakk’ı tebliğ etmiş, bu yaptıklarının karşılığında hiçbir bedel hiçbir ücret almamış, diğer peygamber
kardeşleri gibi ücretini âlemlerin Rabb’inden talep etmişti.

SİLSİLE-İ SÂDÂT-33
MUHAMMED ES’AD ERBİLİ -Kuddise Sırruh- (51) /
Mehmet Ali Körpe

Allah’ın, meleklerinin, nebilerinin, resullerinin, arşı taşıyan meleklerinin ve


bütün yarattıklarının salâvatı efendimiz Muhammed’in üzerine ve onun Âl ve
Ashab’ının üzerine olsun.
Ey Allah’ım! Senin kulun, peygamberin, sevgilin, senin resulün ümmî
peygamber olan efendimiz Muhammed’e, onun Âl ve Ashâb’ının üzerine salât
eyle.

DÂR-ÜL HARP MASKESİ ALTINDA YAPILANLAR / Yusuf Doğangün

GÜNDEM

TASAVVUF; İSLÂM’IN ÖZÜDÜR, TÜRK MİLLETİNİN VE MEDENİYETİNİN TEMEL YAPI


TAŞIDIR / Uğur Kara

300 yıldır devam eden Türk toplumunu (dolayısı ile devletini) yıkma faaliyetleri hızından birşey
kaybetmeden devam etmektedir.
Siyasi açıdan Türkiye’nin, manevî açıdan İslâm dini ve tasavvufun hedef alınmasının sebepleri güzel tahlil
edilmelidir. İki farklı hedef gibi görünse de ortak bir gayeye matuftur: “Şark meselesi”ni kökünden
halletmek.

TÜRKİYE’NİN ÖNÜNE KONULMAK İSTENEN ENGELLER / Şinasi Çapa

Hegamonya savaşını veren güçlerin hangisi olursa olsun Türkiye’yi kendi bölgesinde safdışı edebilmek,
güçten düşürebilmek için, şu veya bu şekilde ne gerekiyorsa onu yapmaktan çekinmiyorlar. Türkiye’nin
başina pek çok gaile açılmalı, meşgul edilmeli, güçsüz bırakılmalı ve neticede parçalanmalıdır.

ŞİİR
CANLAR CANINI BULDUM / Yunus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin
Yunus Emre -kuddise sırruh- Ballar balını buldum kovanım yağma olsun.
GERÇEK DOST “HAZRET-İ ALLAH"TIR! / Hatice Aydın

Hazret-i Allah sevilmeye en lâyık olan mutlak varlıktır.


“Asıl dost Allah’tır.” (Şurâ: 9)
Bütün istek ve ihtiyaçlari O verir. Ihtiyaçlar yalniz ve yalniz O’na talep olunur. O’nun izni ve emri olmadan
hiçbir iş hükme baglanamaz.

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.
Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ilâhî bütün hükümleri hiçe sayıp nefsini ilâh edinenlerle, Allah-u Teâlâ’ya
ve hükmüne karşı gelenlerle ve deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla karşı karşıyasın.

Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ haccı sırasında hamd ve senâda
bulunmuş, akabinde Mesih ve Deccal’den uzun uzun söz etmiş, şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini
onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.

O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabb’inizin tek gözlü olmadığı
size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir.”
(Buhârî - Müslim)

Ben de sizi korkutuyorum.

Ve fakat Deccal’in fitnesi bu kadar büyük olduğu halde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bu sapıtıcı imamları ondan daha beter ve ondan daha tehlikeli saymıştır.

Nitekim bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.

- Onlar kimlerdir?

Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)


Niçin Deccal’den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?

Deccal’in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir
zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.

Dikkat ederseniz ancak kâmil iman sahiplerinin aldanmayacağına işaret ediyoruz. Görülüyor ki, iman
sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya
düşerek imandan çıktılar!

Mahkeme kararlarını görün, içyüzlerini öğrenin! Onların müslüman olmadığını şuradan anlarız ki, Âyet-
i kerime’leri mahkemeye dahi şikâyet ettiler.

Gerçekten bekledikleri fırsatı elde edemediler. Edebilselerdi hiç şüphe yok ki Hizbülvahşet’ten geri
kalmazlardı. Bunların katliamları daha büyük olacaktı. Gizli raporlarında bu durum açıkça
görülmektedir. Fakat Allah-u Teâlâ onlara bu fırsatı vermedi.

“Dinleri Süleymancılık, İmanları Para, Has Huyları Gasp, Meslekleri de Dilencilik Olan Süleymancıların
İçyüzü” adlı kitabımızı okuyan ayıldı, onların ne olduklarını öğrendi, bu kitap onların bellerini kırdı.

Bunlar da diğer bölücüler gibi din ve vatan düşmanlarıdırlar. Oysa devlet ittifaktan doğar, devletsizlik
ise nifaktan.

Dinimizin ve vatanımızın müdafaası için üzerlerine amansız yürüdük ve kurdukları dinlerini kuruttuk.
Hakikatin karşısında tutunamadılar.

Süleymancıların birçok konuda kendi zan kitaplarına uydukları ve Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’lerini,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emir ve hükümlerini hiçe sayarak hareket ettikleri
açıklanmış ve âlem-i İslâm’ın nazâr-ı dikkatlerine arz edilmiştir.

Bizim gayemiz bu fitnelerin sönmesi, ümmet-i Muhammed’in Hazret-i Allah ve Resul’ünde


birleşmesidir. Başka hiçbir gayemiz yok. Ben kendimi Hazret-i Allah’a boyun bükenlerin hizmetçisi
olarak ilân etmişimdir. Hiç kimseden bir şey beklemiyorum.

Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bu berzahlara dikkat edin. İmanla küfrü, müminle kâfiri, hakikat ile dalâleti
ayırıyorum. “Bu söyledikleriniz doğru değildir.” diyenlerden de cevap bekliyorum. İslâm lâf işi değildir.
Ben sizin dininize tâbi değilim. Bunları sırf bir kişi için yazıyorum. “Acaba kurtulur mu?” diye!

Zira bu kadar bölücüye karşı durmam için Allah-u Teâlâ bu ilmi bahşetti.

Ölünceye kadar bu bölücülerle mücadele etmeye azimliyim.

Allah-u Teâlâ’dan şöyle bir niyazım var:

“Ayaklarımı rızânda sâbit kıl, lütfunla destekle. Alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da
mücadeleme devam ettir.”

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...


| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

Bunlar Öyle Kimselerdir ki;


Hazret-i Allah’ı, Kelâmullah’ı Mahlûka Şikâyet Etmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Bunlar Hakkında Şöyle Buyurmaktadır:

“Onlardan Ölen Kimsenin Namazını Sakın Kılma!


Mezarı Başında da Durma!
Çünkü Onlar Allah’ı ve Peygamber’ini İnkâr Ettiler ve Fâsık Olarak Öldüler.”
(Tevbe: 84)
Din-i Mübin’e Yapılan En Büyük Tahribat
Süleymancılar
En Büyük Tehlike
Yahudiler Gibi
İşte Deliller
Hazret-i Allah’ı Şikayet Edenler
Neler Yaptılar?
Din Kurucular
/ İsmail Yavuz

Bunlar Öyle Kimselerdir ki;


Hazret-i Allah’ı, Kelâmullah’ı Mahlûka Şikâyet Etmişlerdir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Bunlar Hakkında Şöyle Buyurmaktadır:

“Onlardan Ölen Kimsenin Namazını Sakın Kılma!


Mezarı Başında da Durma!
Çünkü Onlar Allah’ı ve Peygamber’ini İnkâr Ettiler ve Fâsık Olarak
Öldüler.”
(Tevbe: 84)

“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki,


bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna
bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler.
Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana
karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir
musibet vereceğim ki, aralarında bulunan yumuşak başlılar
şaşakalacaklardır.’”
(Tirmizî)
“Hizbullah’a Tâbi Olanlar, Hizbüşşeytan’a Tâbi Olanlar, Hizbülvahşet’e Tâbi Olanlar”
isimli kitabımızın bölümlerine ehemmiyetine binaen kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Din-i Mübin’e Yapılan En Büyük Tahribat:

Öyle bir devirde yaşıyoruz ki, ilâhî bütün hükümleri hiçe sayıp nefsini ilâh edinenlerle, Allah-u Teâlâ’ya
ve hükmüne karşı gelenlerle ve deccalden daha beter olan sapıtıcı imamlarla karşı karşıyasın.

Oysa Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Vedâ haccı sırasında hamd ve senâda
bulunmuş, akabinde Mesih ve Deccal’den uzun uzun söz etmiş, şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Nuh Aleyhisselâm ümmetini
onunla korkuttu, ondan sonra gelen peygamberler de korkuttular.

O sizin aranızdan çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı
size gizli değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü dışa fırlamış üzüm danesi gibidir.”
(Buhârî - Müslim)

Ben de sizi korkutuyorum.

Ve fakat Deccal’in fitnesi bu kadar büyük olduğu halde, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bu sapıtıcı imamları ondan daha beter ve ondan daha tehlikeli saymıştır.

Nitekim bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyuruyorlar:

“Sizin için Deccal’den daha çok Deccal olmayanlardan korkarım.

- Onlar kimlerdir?

Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)

Niçin Deccal’den daha korkunç ve daha tehlikelidir bu sapıtıcı imamlar?

Deccal’in işaretleri bellidir, doğrudan doğruya allahlık dâvâsı ile çıkacak. Kâmil iman sahipleri hiçbir
zaman ona aldanmaz, tuzağına düşmez.

Dikkat ederseniz ancak kâmil iman sahiplerinin aldanmayacağına işaret ediyoruz. Görülüyor ki, iman
sahibi olduğunu söyleyen milyonlarca müslüman bu sapıtıcı imamlara uydular, göre göre nasıl kuyuya
düşerek imandan çıktılar!

Herkes hayır kazanmaya çalışıyor, birşeyler yapmaya gayret ediyor, fakat öz niyetini ancak Allah-u
Teâlâ bilir. Kalbinde başka muhabbet tutan bir kimsenin, ağzı ile başka söz söylemesinin hiç kıymeti
yok. Demek ki iman lâf işi değil.

Ve fakat bu sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman ulemâsı olsun, hepsi de sûret-i haktan göründüler,
İslâm’ın önderi, kurtarıcısı gibi göründüler. Saf ve temiz müslümanlar büyük kitleler halinde onlara
iltihak etti ve intisap etti. Şu kadar var ki, aslında sûret-i haktan görünen bu deccaller, bu kitleleri
görünce asıl hüviyetlerini ortaya koydular. Etraflarında kendilerine göre bir kalabalık görünce, hepsi de
ayrı ayrı dinlerini ilân ettiler. Kendi kurdukları dini ayakta tutabilmek için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini
arkaya attılar, hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar. Kendi dinlerinin icaplarını ortaya koydular ve kitleler
halindeki müslümanları hem kurdukları dine çekerek imandan ettiler, diğer taraftan dünyalıklarını
soydular ve yoldular.
İşte Deccal bunu yapamaz. Deccal’den beter oluşları, sûret-i haktan görünüşlerinden oldu. Böylece
birçok müslümanları hem imanlarından soydular, aldılar, hem dünyalarını hem âhiretlerini yok ettiler.

Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu
halkı kandırmaya çalıştılar. Acaba Allah-u Teâlâ’yı da kandırmaya çalışacaklar mı?

Oysa Allah-u Teâlâ Hadis-i kudsî’de şöyle buyuruyor:

“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir.
İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri
şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.

Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyurur:

‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı
okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki, aralarında bulunan
yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.’” (Tirmizî)

Buna da âmil olan, İslâm maskesi altında Din-i mübin’e yaptıkları büyük tahribattır.

Nitekim onların sapıtması ile yoldan sapanların âhirette cehenneme düştükleri zaman bu sapıtıcılara
şöyle söyleyecekleri Âyet-i kerime’de haber verilmektedir:

“Siz bize sağdan gelir, sûret-i haktan görünürdünüz.” (Saffat: 28)

Firavun, âhirette avanesinin önünde cehenneme gittiği gibi, bu sapıtıcı imamlar da küfre kaydırdığı
kimselerin hepsinin cehennemde öncüleridir.

Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, şeytanın adımlarına uydular. Onun içindir ki bu hale düşmüşlerdir.
Bu hale düştükleri gibi, müslümanları da bu hale düşürmüşlerdir.

Din kuran bu sapıtıcıların hepsi bu gaye için çalıştılar. Gizli veya âşikâr olarak allahlık dâvâsında
bulundular.

Allah-u Teâlâ bunların içyüzlerini Âyet-i kerime’lerinde belirtiyordu.

Meselâ:

“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a
kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)

Buyuruyordu, emir veriyordu. Fakat onlarla ilgi kuranlar bu emr-i ilâhî’yi dinlemez oldu.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Süleymancılar:

Süleymancılar’ı Allah-u Teâlâ’nın dinden çıkardığını, İslâm dini ile hiçbir ilgileri olmadığını Âyet-i
kerime ve Hadis-i şerif’lerle ispat ediyorum:

Allah-u Teâlâ En’am sûre-i şerif’i 159. Âyet-i kerime’sinde onları kulluğuna kabul etmediğini,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e haber veriyor:

“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a
kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.”

Yani “Ben onlardan ilgimi kestim, sen de kes!” Bunu kat’i olarak bildiriyor.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif’lerinde:

“Ayrılık yapan bizden değildir.” buyuruyorlar. (Münâvî)

Allah-u Teâlâ kulluğundan, Resulullah Aleyhisselâm da ümmetliğinden çıkarmış oldu.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb’inizim. O halde benden
korkun.

Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara
ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya
kitapla) sevinmektedir.

Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak!

Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar?


Hayır, onlar işin farkında değiller.” (Mü’minun: 52-56)

Allah-u Teâlâ’nın çizdiği hudutları çiğneyerek dinden çıkan bu bölücülerin durumlarını şimdi izah
ediyoruz:

“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb’inizim. O halde benden
korkun.” (Mü’minun: 52)

Allah-u Teâlâ burada bir hudut çevirdi.

Âyet-i kerime’sinde buyuruyor:

“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler,
iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar var ya,
işte bu müminleri müjdele.” (Tevbe: 112)

Bunlar bu emr-i ilâhî’ye itaat etmediler ve bu hududu muhafaza etmediler. Yetmişüç fırkadan
yetmişikisi huduttan çıktılar. Nasıl çıktılar? “Ben de varım! Ben de varım! Ben de varım!” demekle bu
ilâhi huduttan çıkmış oldular.

Her biri birer isim yaptı. Kendi zan kitabına ve kendi dinine göre tâbi oldu. Allah-u Teâlâ’nın emrine
uymadığından ve ters düştüğünden dinden çıktılar.
“Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli
kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din
veya kitapla) sevinmektedir.” (Mü’minun: 53)

Bu Âyet-i kerime’lere dikkat edin! Bunlar İslâm’dan çıktıktan sonra kendi dinlerine ve kendi kitaplarına
göre hüküm veriyorlar. Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan pek memnundurlar, aralarında bununla
seviniyorlar.

“Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak!” (Mü’minun: 54)

Allah-u Teâlâ burada bunların sapıklığa düştüklerini açık açık beyan buyururken, siz bunları nasıl olur
da İslâm olarak kabul ediyorsunuz?

“Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu


zannediyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller.” (Mü’minun: 55-56)

Allah-u Teâlâ’nın haklarında verdiği hüküm bu. Ne onlar bu işin farkında, ne de sizler!..

Süleyman Efendi ilk çıktığı zaman talebelere Kur’an-ı kerim ve Arabiyyet okutuyor diye, halk büyük bir
iştiyak ile iştirak etti. Ve fakat bu çok sürmedi. Öyle korkunç türemeler türedi ki imandan zerresi dahi
kalmadı.

Damadı Kemal Kacar kendi dinini kurunca: “Bizim dinimize göre fâiz helâldir.” diyerek fâizin helâl
olduğunu ilân etti.

Süleymancılar bu inkârlarını alevlendirerek bütün Türkiye’ye ve dünyaya duyurdular, halkı fâize


bulaştırdılar.

Sûretî imanda olanların nefislerine cazip geldi, onların arzularına uydular ve fâize bulaştılar. Hazret-i
Allah ve Resulullah Aleyhisselâm ile harbe tutuştular ve fakat O Kahhar’dır, bunların hepsini
kahretmeye Kâdir-i mutlak’tır. Hem sıfatını değiştirir hem de Veyl deresine atar.

Fâize çığır açtılar. Böylece fâiz kapılarını açtılar, imanı zayıf olanların hepsi o kapıdan dışarı çıktı. İlk
defa fâizin helâl olduğunu onlar söylediler. Para, öşür ne varsa topladılar, böylece ilk çığırı açmış
oldular.

Oysa fâizin azı da çoğu da İslâm dinine göre şiddetle haramdır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu
bilin.” (Bakara: 279)

Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân etmelerinin mânâsı; Hazret-i Allah ve
Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesi demektir. Böyle bir
durumda, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân edip büyük isyanda bulunanlara
müslüman denir mi?

Dilenci olarak nerede bir talebe görseniz, bilin ki Süleymancılar’dandır. Her tarafı işgal etmişlerdi.
Önderleri de mercedes arabalarla sanayi çarşılarında dükkan dükkan gezerlerdi.
Onların dinleri Süleymancılık, imanları para olduğu için, bütün gayeleri madde idi, icabettiği zaman
gasptı. Böylece bütün sahayı istilâ etmeye çalışıyorlardı. Din-i İslâm’ı âlet ederek koyun postuna
bürünen bunlar, halkı kaz yerine koyup yoluyor ve soyuyorlardı.

Çeşitli kurnazlıklarla mallarını gasbediyorlardı.

Bu sapıtıcı nankörlerin halkı nasıl soyduklarını, yolduklarını, dinlerinin para olduğunu geçimlerinin
dilencilik olduğunu ve halkı soyup yolduklarını biliyorsunuz.

Onlar doğru yolda olsalardı Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’si mucibince kimseden para
dilenemezlerdi.

Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” buyuruyor. (Yâsin: 21)

O ise para toplayıp trilyonlarca lirayı fakirin hakkı olduğu halde binaya, lükse, süse harcamış,
müslümanların yaptırdığı cami ve Kur’an kurslarını gasp etmişlerdir.

Birkaç çocuk âlet ederek, güyâ İslâm dinini öğretiyorlarmış gibi göstererek onlara Süleymancılık dinini
aşılıyorlar. Hem talebelere yardım adı altında, onları âlet ederek zekât, öşür, fitre, kurban derisi...
topluyorlar, hem de ayrıca talebelerden para alıyorlar. Halk da hâlâ onları müslüman zannediyor.

Bu dilenen küfür ehli, bu mücahidlerin cihadı ile yok oldular.

Muhtelif memleketlere kitap yayma turlarına çıkan bu akıncı bayraklılar, bu mücahidler diyorlar ki:

“Gittiğimiz yerlerdeki Süleymancılar bize ateş püskürüyorlar.”

Evet doğrudur. Zira mâlum maskeleri düştü, küfürleri meydana çıktı, gelirleri kesildi, yurtları boşaldı.
Ne dilenebiliyorlar, ne de halkı kaz yerine koyup soyabiliyorlar.

Halkı bu koyun postuna bürünen, dini dünyaya âlet eden kurtların şerrinden kurtardık, zararsız hale
getirdik. Halkı onların yolmasından kurtardığımız için Allah-u Teâlâ’ya ne kadar şükrediyorlar ve
bizlere teşekkür ediyorlar.

Bir kitap alan, yerine iki kitap alıyor, hem kendisini hem de beşeriyeti uyandırmak için.

Bir polis müdürü teessüründen Süleymancılar’ın gizli dosyalarını gösterdi. İstedikleri sayıya ulaştıkları
zaman önce hâkimleri ve sırası ile hükümet erkanını derece derece katledeceklerine, böylece idareyi
ele alacaklarına dair plânları vardı.

Gerçekten bu küfür ehli bekledikleri fırsatı elde edemediler. Edebilselerdi hiç şüphe yok ki
Hizbülvahşet’ten geri kalmazlardı. Bunların katliamları daha büyük olacaktı. Gizli raporlarında bu
durum açıkça görülmektedir. Fakat Allah-u Teâlâ onlara bu fırsatı vermedi.

Hizbülvahşetten sonra en büyük tehlikeyi Süleymancılar’dan bekleyin. Bunlar gizli kurulmuştur.


Mücadele etmek istiyorlar, intikam almak istiyorlar. Mahkeme kararlarını görün, içyüzlerini öğrenin!
Onların müslüman olmadığını şuradan anlarız ki, Âyet-i kerime’leri mahkemeye dahi şikâyet ettiler.

“Dinleri Süleymancılık, İmanları Para, Has Huyları Gasp, Meslekleri de Dilencilik Olan Süleymancıların
İçyüzü” adlı kitabımızı okuyan ayıldı, onların ne olduklarını öğrendi, bu kitap onların bellerini kırdı.
Bunlar da diğer bölücüler gibi din ve vatan düşmanlarıdırlar. Oysa devlet ittifaktan doğar, devletsizlik
ise nifaktan.

Dinimizin ve vatanımızın müdafaası için üzerlerine amansız yürüdük ve kurdukları dinlerini kuruttuk.
Hakikatin karşısında tutunamadılar.

Artık ne vahşet yapabilirler, ne gasp, ne de soygunculuk! Zira halk gözünü açtı. İçlerindeki büyük
ahlâksızlığı gördü. Çocuklarını o batağa göndermez, emniyet etmez oldu. Yurtları boş kaldı. Kurdukları
tuzakları dağıldı, foyaları meydana çıktı, menfaatleri kesildi.

Zira talebelerini âlet edip dilenirlerdi. O masum yavruları âlet edip hiç çalışmadan halkın sırtından
geçinirlerdi. Geçimleri bu olduğu için feveran ediyorlar.

Şu kadar var ki koyun postuna bürünen bu kurtlar, sanki talebeleri varmış gibi gerek fındık
harmanlarına gidiyorlar; köy köy gezip fındık, mısır, buğday vs. her üründen arabalarla toplayıp onunla
geçiniyorlar.

Dikkat ederseniz bu dilenciliklerini görürsünüz ve icraatlarından ikrah edersiniz.

Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” buyuruyor. (Yâsin: 21)

Bunu bütün bölücüler yapıyor. Halkın bir taraftan imanlarını, bir taraftan maddesini alarak kanlarını
emiyorlar. Her fırsatta kötü icraatlarını ve iftiralarını sürdürüyorlar.

Halkın hem imanını hem de maddesini, bu koyun postuna bürünen kurtlardan kurtarmaya çalışıyoruz.

Bunların malum maskeleri düşünce, küfürleri meydana çıkınca, çanlarına ot tıkanıp gelirleri kesilince;
bu sefer bir başka yola başvurdular.

Vakıf sohbetine gelen bazı arabaların, güya rahatsız etmek için plâka numaraları alındı ve ilgili
mercîlere duyuruldu. Adapazarı Emniyet Müdürüne bu hususta müracaat ettiğimizde haberi olmadığı
görüldü. Yapılan tetkikten anlaşıldı ki Süleymancılar’a mensup polisler bu tertibatı kurmuşlar. Daha
önce kadrolara yerleştirdikleri bölücüler bu hareketi yapıyor. Bu bölücülerin emniyet kadrolarına
alınması ile, tükenmişliğin verdiği can havli ile sağa sola iftira atmakla geçiriyorlar. Her fırsatta bölücü
icraatlar yapıyorlar. Kendilerini haklı çıkarabilmek, haklı sayılabilmek için iftira olsun, fitne olsun, ne
lâzımsa yapıyorlar.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


En Büyük Tehlike:

Süleymancılar Hizbülvahşet’ten hiç aşağı değildirler. Kendilerine Hizbullahçı adını verenler ne kadar
tehlikeli ise, Süleymancılar da o kadar tehlikelidir. Bunların hepsi dinimizi ve vatanımızı bölmek
isteyenlerdir, ellerine fırsat geçse onlardan hiç aşağı kalmayacaklar.

Aslında onlar daha evvel bir değil, on kadar mahkemelere Hazret-i Allah’ı, Kelâmullah’ı ve Resulullah
Aleyhisselâm’ı şikâyet etmişlerdi.

Adil-i mutlak olan Hazret-i Allah’ı mahkemeye verip şikâyet eden, Hâlık-ı Azimüşşan’ı mahlûkuna dâvâ
eden, Kelâmullah’ın haklarında verdiği hükmü inkâr edip beğenmeyen, Âyet-i kerime’leri numara
numara mahkemeye veren Süleymancılar, fâizi helâl ilân ettikleri gibi, din-i İslâm’ın haklarında verdiği
hükme, itiraz ve inkâr ettiler. Hazret-i Allah ve Resul’üne alenen harp ilân ettiler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun! Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın
almayın.” (Bakara: 278)

Allah-u Teâlâ müminlerin iman etmiş olabilmeleri için fâizi terk etmelerini şart koşuyor ve imanı fâizi
bırakmaya bağlıyor. Allah’tan korkup da arta kalan fâizden vazgeçmedikleri takdirde imanla alâkaları
kalmıyor. Onlar her ne kadar mümin olduklarını iddiâ etseler de mümin değildirler. Allah-u Teâlâ’nın
beyanı, şüphe bırakmayacak şekilde açıktır ve katidir.

“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu
bilin.” (Bakara: 279)

Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân etmek Hazret-i Allah ve Resulullah
Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyandır. Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân
edip isyan ve tuğyanda bulunanlara müslüman denir mi?

Dışarıdaki kâfirlere her zaman savaş açmak zaruri ve gerekli olmadığı halde, bunlarla mücadele etmek
kayıtsız şartsız vacip kılınmıştır.

“Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık
etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara: 279)

Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan dolayı ilâhî harbe muhatap olmakla kendinize yazık
etmiş olursunuz.

Hükmü yalnızca fâizi ilgilendiriyor gibi görünen bu Âyet-i kerime’ler, muhtevası ve delâleti bakımından
bir çok yasaklara âit hükümleri de içine almaktadır.

Fâizciler hakkında buyurulan hem lafzî hem de mânevî bu şiddetli tehditler, hemen hemen hiçbir
tahrim âyetinde yer almış değildir.

Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmiş olan bu gibi kimseler en şiddetli bir dil ile
lânetlenmişlerdir.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde fâizi şiddetle yasaklamıştır:


“Fâizi yemeyiniz!” (Âl-i imran: 130)

Fâiz kesinlikle haram olduğu için, haram bir fiili işlemek Allah-u Teâlâ’nın cezasını mucip olur, fâiz
yemek de cezayı gerektirir. Fâiz yiyenler dünyada ve ahirette bu suçun ağır cezasını çekerler.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Fâiz yiyenler: ‘Fâiz ticaret gibidir.’ dedikleri için kıyamet günü kabirlerinden şeytan çarpmış
gibi ihtiyaçlar içinde kalkacaklardır.

Oysa, Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)

Allah-u Teâlâ fâizi ve fâizin girdiği bütün kazanç yollarını kesin olarak haram kıldığı halde; fâiz ile alış-
veriş yapıp insanların kanlarını emenler, menfaatleri doğrultusunda fâiz alıp-vermekten çekinmeyenler,
Âyet-i kerime’de belirtildiği üzere kıyamet günü kabirlerinden delirmiş gibi perişanlık içinde kalkarlar.
Kör gibi, el yordamıyla hareket eden kimse gibi sağa sola yıkıla yıkıla çaresiz olarak dolaşırlar. En
çirkin ve en kötü bir görünümle mahşer yerinde teşhir edilirler. Bu hâl onların ayrıca özelliği olacaktır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Miraç gecesinde fâizcileri Âyet-i kerime’nin tasvir
ettiği şekilde görmüştür.

“Bundan böyle kime Rabb’inden bir öğüt gelir ve fâizcilikten vazgeçerse, geçmiş günahları
kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a âittir.

Kim de tekrar fâize dönerse onlar cehennemliktirler. Orada ebedi olarak kalacaklardır.” (Bakara:
275)

Zira onlar fâizi helâl görmek suretiyle küfürdedirler. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı bir hükmü
helâl gören kimse kâfirdir.

“Allah fâizle kazanılanı eksiltir, bereketini tamamen giderir. Sadakası verilen malları ise artırır.
Allah küfran-ı nimette bulunan günahkâr hiç kimseyi sevmez.” (Bakara: 276)

Fâizi helâl kılarak, fâiz yiyerek isyana devam etmek suretiyle küfrü gittikçe büyüyen, artan ve
katmerleşen hiç kimseyi sevmez, aksine nefret eder.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde mümin kullarına hitap ederek fâiz almayı ve kat kat fâiz yemeyi kesin
olarak yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâizi yemeyiniz, Allah’tan korkun ki kurtuluşa
eresiniz.” (Âl-i imran: 130)

Fâizin kat kat artırılması, bir borca geçmişi eklene eklene fâizin ana para kadar veya daha çok miktarı
bulması demektir. Sonuç olarak fâizin azı da çoğu da haramdır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-
i Mâce: 2274)

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Yahudiler Gibi:

Nisâ sûre-i şerif’inin 160. ve 161. Âyet-i kerime’lerini dikkatli bir incele.

Allah-u Teâlâ yahudilerin yaptıklarını bir bir beyan ediyor, akabinde de nasıl bir cezaya müstehak
olduklarını haber veriyor:

“Yahudiler’in;

Yaptıkları zulümlerinden,

Bir çok kimseleri Allah yolundan çevirmelerinden,

Yasak edildiği halde fâizi almalarından,

Ve haksız sebeplerle insanların mallarını yemelerinden ötürü, kendilerine (daha önce) helâl
kılınan temiz şeyleri onlara haram kıldık.

İçlerinden küfür üzere kalanlara elem verici bir azab hazırladık.” (Nisâ: 160-161)

Bir Âyet-i kerime’lere bak, bir de süleymancıların icraatlarına bak!

Dinde tefrika çıkarıp, bölücülük yapmakla; İslâm dini’ni bırakıp, kurdukları süleymancılık dinine
sapmakla büyük bir zulüm yapmışlardır.

Kendilerine tâbi olanları süleymancı yapmakla, pansiyonlarına aldıkları talebelere süleymancılığı


aşılamakla, bir çok kimseleri Allah yolundan çevirmektedirler.

İslâm dininde fâiz ve fâizciler hakkında açık ve kesin Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler olduğu halde fâiz
almaktadırlar ve fâizin helâl olduğunu savunmaktadırlar.

Ve dördüncü olarak da, barındırdıkları bir kaç talebeyi alet ederek halkı soymakta, haksız yere
insanların mallarını ellerinden almaktadırlar.

Âyet-i kerime’lerle bunları kıyasla, kararını ver!

Simâlarına dikkat ederseniz, sûretlerinin altındaki siretlerini görmüş olursunuz. Ne olduklarını kolayca
anlarsınız.

İslâm dininden ayrılarak Süleymancılık dinini kurdular. İslâm dinini tahrif etmeye ve bu sahte dini
yerleştirmeye çalıştılar.
Bunlara karşı savaş açtığımız için, bu sahte dini çökertmeye gayret ediyoruz.

İcraatlarına dikkat edin, hiç çalışmadıkları halde nasıl israf içinde yaşıyorlar.

Hangi parti iktidara gelirse ona sırtını dayıyorlar. Yaptıkları gasblardan ötürü, herhangi bir durumda
sıkıştıkları zaman, hemen dayılarına müracaat ediyorlar, takibat olduğu yerde kalıyor.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İşte Deliller:

Bu kadar kesin, sarih ve açık Âyet-i kerime’lere inanıp iman etmeleri gerekirken; iman etmeyip inkâr
etmeleri ve daha da ileri giderek haram olan fâiz hükmünü helâl ilân etmeleri yanlış yolda olduklarına
en büyük delildir.

Bununla kalmayıp Hazret-i Allah’ı mahlûkuna şikâyet etmişler, suç unsuru olarak da kıyamete kadar
ebedi bir mucize olarak kalacak olan Allah-u Teâlâ’nın kelâmı Kur’an-ı kerim Âyet-i kerime’lerini
göstermiştir.

Kitapların tanıtımı ve satışını yapmak için gönüllü olarak çeşitli illerde esnafı dolaşan arkadaşlarımıza
Kütahya’da Süleymancı olan ve bunların etkisinde kalan bir grup esnaf engel olmaya çalışmıştır.

Kitapların satışını engelleyemeyen bu esnaftan bir kısmı darba varan hadiselere yeltenmişler ve
emniyet birimlerine haber vererek arkadaşlarımızı suçlu duruma düşürmeye çalışmışlardır. Olay daha
sonra bu kimseler tarafından adli makamlara intikal ettirilmiş, arkadaşlarımız da göz altına alınmıştır.

Süleymancı tanıkların yalan ve yanlış ifadelerinden sonra Kütahya C. Savcılığı, arkadaşlarımız ve


“Süleymancıların İçyüzü” adlı kitabımız hakkında TCK’nun 312/2. maddesine istinaden kamu dâvâsı
açılması için dosyayı KONYA Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne intikal ettirmiştir.

Mahkemece yapılan gıyabî dâvâ sonucu “4. baskısı çıkarıldığı halde hakkında adli mercilerce herhangi
bir toplatma ve yasaklama kararı verilmeyen ve Türkiye’nin her yerindeki kitapçılarda rahatlıkla
satılabilen ve davaya konu olan “Süleymancıların İçyüzü” isimli kitabın sanıklar tarafından da satışının
yapılmak istenmesinde ve kitap içeriğine uygun olarak, kitabın tanıtılması eyleminde sanıklara izafe
edilebilecek hiçbir suç olmayacağı açıktır.” denilerek arkadaşlarımızın beraatine karar verilmiştir. Bu
konudaki belgeler aşağıdadır:
Konya Devlet Güvenlik Mahkemesi “Süleymancıların İçyüzü” adlı kitabımızın “İçeriğini tartışmak ve
kitabın suç teşkil edip etmediğini araştırmak” hususlarını ise Neşriyat’ın merkezi Adapazarı, şubesinin
İstanbul olması sebebiyle İstanbul DGM Cumhuriyet Savcılığı’na havale etmiştir.

İstanbul 4 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi de 13.4.1994 tarihinde kitap ve yazarı hakkında beraat
kararı vermiştir. Bu konudaki karar metni aşağıdadır:
Mahkemenin aldığı Beraat kararına karşı süleymancılar’ın temyiz isteğini reddeden Yargıtay ilâmı da
aşağıdadır:
DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Hazret-i Allah’ı Şikayet Edenler:

Kitaplarımızdaki Hazret-i Allah’ın hükümleri karşısında put gibi kesilenler çareyi Hazret-i Allah’ı şikâyet
etmekte aramışlardır:

Birçok yerde meydana gelen şikâyet hadiselerinden bir tanesini ibret nazarlarınıza arzediyoruz.

Kemalpaşa Kurs ve Okul Talebelerine Yardım Derneği adına Başkan Mevlüt Uzun, vekili Av. Fatih
Öndin vasıtasıyla Kemalpaşa Cumhuriyet Savcılığı’na Âyet-i kerime’lerin hükümlerini çürütmeye
çalışarak suç duyurusunda bulunmuştur. Savcılık ise daha önce İstanbul DGM’nin vermiş olduğu
beraat kararını gerekçe göstererek tekrar bir kamu dâvâsı açmak lüzumu görmemiştir.

Suç unsuru olarak “Âyet-i kerime”leri göstererek Hazret-i Allah’ı şikâyet etmeye cüret edenlerin
Kemalpaşa Cumhuriyet Savcılığı’na verdikleri “İhbar ve şikâyet dilekçesi”nin bazı bölümlerini
yayınlıyoruz:

"
2- Kitap ve Broşürde Yer Alan Tahrik ve Tahkir İfadeleri:

.......

B- Kitabın arka kapağında: “Yok eğer faizi terketmezseniz bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş
olduğunu biliniz.” (Bakara suresi. 279) şeklindeki ayet meali verilmiş ve şöyle devam edilmiştir. “Hz. Allah ve
Rasulüne alenen harp ilan eden bu kafirlere hala siz harp ilan etmeyecek misiniz? Kanlarınızı emen bu yılanların
başlarını ezmeyecek misiniz?

C- Aynı isnat ve tahkir ve tahrikler kitabın 26. sahifesinde (“Ey Müslüman! Sana yakışan dinini ve vatanını bu
sahtekarlardan.... CANIN PAHASINA DA OLSA KORUMAKTIR ... Ey Kardeş, Bu kafirlerle mücadele ederek
nefsini Allah-u Tealaya sat ve şu ayeti kerimedeki müjdeye nail ol. “Şüphesiz ki Allah yolunda savaşıp
düşmanını öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah cennet kendilerinin olmak karşılığında
satın almıştır”.)(Tevbe suresi ayet 111)

.......

G- Kitabın birçok yerlerinde yukarıda sayılan grupların zikredilen birçok ayeti kerimeleri inkar ettikleri
belirtildikten sonra “Süleymancıları Allahü Tealanın dinden çıkardığını, islam dini ile hiçbir ilgileri olmadığını...
(s.7) Allahu Teala kulluğundan Rasulullah aleyhisselam da ümmetliğinden çıkarmış oldu. (s.8) Yani Cenabı
Hakk Habibi Ekremine de tard etmesi için emir vermiş oluyor. “... Hz. Allah kulluğuna Rasulü Ekrem Efendimiz
de ümmetliğine kabul etmiyor nasıl daireye İslamda olabilirler. (s 89) “Allahü teala onları kulluğundan tard
etmiş Habibi ekremine de tard etmesi için emir buyurmuş (s.107) “Sizin elinizde Hz. Kuran var iken onlarla
savaş yapabilirsiniz. Ta ki iman edip bu ayeti kerimelere boyun eğinceye kadar savaşınızı yürütün.” (s.125)
denilmektedir.

.......

2- HUKUKİ VASIFLANDIRMA VE TİPE UYGUNLUK DEĞERLENDİRMESİ

Bu ilmi açıklamalarla tesbit edilen madde kapsamları ve verilerin ışığında yukarıya pasajlarını aktardığımız
fiillerden hangilerinin, hangi suçları teşkil ettiğini belirleyebiliriz.
Şöyle ki:

A- Kitapta varsayılan “Süleymancılığın” ve kişilerin haklarında söylenen

a- İslam dininden sapmak küfre düşmek suretiyle yeni bir “din ve sapık inançlar” ihdas etmiş oldukları,

b- “Allaha ve Rasulü’ne harp ilan etmiş..” mealindeki ayetlere inanmadıkları varsayılan “Bu kafirlere karşı
müslüman halkımızın savaş açmasını” onların “Ta ki iman edip bu ayeti kerimelere boyun eğinceye kadar
savaşın yürütülmesi”nin istenmesi

c- “Ey müslüman! sana yakışan can pahasına da olsa dinini ve vatanını bu sahtekarlardan korumaktır. Bu
kafirlerle mücadele ederek nefsini Allah-u Teala’ya sat... “düşmanını Allah yolunda öldüren ve öldürülen...”
şeklindeki öldürmeye ve ölmeye kadar varacak tahrikler.

.......

Zira bu olayda sanıklar kitapta ve broşürde tahkir, tezyif ve tahrik edici bütün sözlerine ve fiilerine mesnet
olarak; -sanki Ayeti kerimeler bugün var sayılan süleymancılar ve diğer gruplar için nazil olmuşlar gibi- Kuranı
kerim ayetlerini göstermekte ve müslüman halkımızın din ve iman his ve heyacanlarını azim ve ısrarla derinden
harekete geçirmeye çalışmaktadır...

Hazret-i Allah’ı şikâyet eden küfrünü ilân edenlere biz:


“Bunlar küfre kaymıştır.” dedik de siz inanmazdınız.

Kitaplarımızın ilk çıktığı andan itibaren, her baskısında, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na, Emniyet
Müdürlüğü Basın Bürosuna ve diğer mercilere gönderilmiştir. Alındığına dair olan bu belgeyi de
yayınlıyoruz.
Süleymancılar’ın açtığı bir dâvâda mahkemeye verilen savunma yazısı aşağıya alınmıştır:

BORNOVA 2. ASLİYE CEZA MAHKEMESİ’NE


Sunulmak Üzere
ADAPAZARI ASLİYE CEZA MAHKEMESİ’NE

Dosya No: 1994/663


KONU: Yazılı Savunmamızın Sunulmasıdır.

Dinleri Süleymancılık, İmanları Para, Has Huyları Gasp, Meslekleri de Dilencilik Olan Süleymancıların
İçyüzü isimli kitap tarafımdan yazılarak Hakikat Neşriyat tarafından kanuni şartları yerine getirilerek
neşredilmiştir.

Bu kitabın 30,31,32. sahifelerinde bahsedilen Bornova Kur’an Kursu binasının Süleymancılar


tarafından gasbedilmesi olayında müşteki vakfın adı geçmemektedir ve esasen bu vakfın arkasında
Süleymancıların olduğu tarafımızdan bilinmemektedir.

Şahitlerle ispat edeceğimiz gibi, halktan toplanan paralarla yapılan Bornova Kur’an Kursu binası,
kendilerini Süleymancı olarak tanıtan kimseler tarafından çeşitli aldatıcı yollar kullanılarak icra
marifetiyle boşaltılmış ve içinde Kur’an okuyan çocuklar ve diyanetin resmi kursu bir cuma günü cuma
vaktinde eşyaları ile birlikte sokağa atılmışlardır.

Bir müslüman, Kur’an-ı Kerim okuyan, ezberleyen çocukları nasıl barındığı binalardan sokağa atabilir,
hem de bunu İslâm dini adına nasıl yapabilir? Bunu yapabilen kimseye müslüman denebilir mi?

Şimdi kitaba alınan Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere kısaca bir göz atalım:

“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a
kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)

“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim o halde benden
korkun.

Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara
ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya
kitapla) sevinmektedir.

Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak.

Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar?


Hayır, onlar işin farkında değiller.” (Mü’minun: 52-56)

Süleymancıların ve bütün bölücülerin İslâm ile ilgilerinin olmadığını bu Âyet-i kerime’ler


göstermektedir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde: “Ayrılık yapan bizden
değildir.” (Münavi) buyurarak ayrılık yapanları ümmetliğe kabul etmiyor.

Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde:

“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri hep ateştedir.

-Onlar kimlerdir yâ Resulellah?

Benim ve ashabımın yolu üzerinde olanlardır.” (Ebu Dâvud) buyurulmaktadır.

Süleymancıların İçyüzü adlı kitabımızın 128 ve 129. sahifelerinde aynen şu beyanlarımız yazılıdır.

“İslâmmış gibi gözüküyorsunuz ve fakat din-i İslâm’a hainlik yapıyorsunuz. Ya bu Allah-u Teâlâ’nın
Âyet-i kerime’lerine bir bir cevap vereceksiniz, veya Allah-u Teâlâ’nın hakkınızda verdiği hükmü kabul
edeceksiniz.”

“Ya bu Âyet-i kerime’lere iman edeceksiniz, müslüman olacaksınız. Ya da küfrünüzü ilân edeceksiniz.”

“Bu kitaptaki Âyet-i kerime’ler sizin kâfir olduğunuzu ispat ediyor. Kâfir değiliz derseniz, kâfir
olmadığınıza dair delil istiyoruz.”

Bizim bu beyanlarımıza karşılık Süleymancılar ne yaptılar?

Hiçbir bölücü Süleymancı bu açık fermân-ı ilâhiye’yi nazar-ı itibara almadı. Bu Âyet-i kerime’ler bütün
bölücülerin içyüzünü ortaya çıkarıyor diye, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne şikâyet ettiler. Kemalpaşa
Cumhuriyet Savcılığı’na verdikleri şikâyet dilekçesinde Âyet-i kerime’lerin hükümlerini çürütmeye
çalışarak suç duyurusunda bulundular. Suç unsuru olarak Âyet-i kerime’leri gösterdiler. Bu şekilde
Hazret-i Allah’ı kullarına şikâyet etmekle; kitabın 5. baskısında geçen “Hazret-i Allah’ı şikâyet eden
kızıl kâfirler.” sözünü hak ettiler.
Hazret-i Allah’ı şikâyet etmeleri kâfir olduklarına dair en güzel bir delil değil midir? Hiç müslüman olan
Yaratanını kullarına şikâyet edebilir mi?

Bu sapıklara Allah-u Teâlâ buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:

“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki o apaçık bir hasım
kesilmektedir.” (Yasin: 77)

“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör. Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu nutfeden yaratıp
merhalelerden geçirerek şekil verdi. Sonra ona tutacağı yolu kolaylaştırdı. Sonra da onu
öldürür ve kabre koyar. Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir.” (Abese: 17-22)

Talimatla ifademizin alınması sırasında müşteki vakfı temsil ettiğini söyleyen İstanbul Barosundan
avukatları Tahsin Erdinç “Kitapta yazılı ve doğrudan doğruya müvekkilimi hedef alan Ayet-i kerime ve
Hadis-i şerif’lerin 1400 sene önce Peygamber Efendimiz’e nazil olduğu şekil ve zamanındaki
manalarını tereddütsüz kabul ediyorum ancak Ayet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin müvekkilim vakfı
tekfir eder gibi sunulmuş olmasını kabul etmiyorum.” demiştir. Bu sözü kıyamete kadar baki ve her
devrin insanını kucaklıyan Kur’an-ı kerim’e karşı küfür değil midir?

Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler 1400 sene önce gelmiş ve fakat hükümlerinin kıyamete kadar baki
olduğunu yine Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerden anlıyoruz. Bu hükümleri Süleymancılar değil hiçbir
fert değiştiremez. Ya tevbe edip pişman olacaklar, ya da küfürlerini ilan etmiş olacaklardır.

On yıldan beri ekte takdim ettiğimiz “İlâhi Görüş Birliği’ne Dâvet” isimli kitabımız ile, her zaman ve her
fırsatta Süleymancılar’ı ve bütün bölücüleri din-i İslâm’a toplamak için Âyet-i kerime’ler ve Hadis-i
şerif’ler ile davet ettiğimiz ve birleşmeyenler hakkında büyük cezalar olduğunu bildirdiğimiz halde,
pişman olup tevbe etmeleri bir yana Hazret-i Allah’ı ve Hazret-i Kur’an’ı hedef alarak küfürlerini ilan
etmektedirler. Oysa “Yaratmak da emretmek de Hazret-i Allah’a mahsustur.” (A’raf: 54)

Hazret-i Kur’an değil Süleymancılar’ı, kıyamete kadar gelecek bütün bölücüleri açık açık beyan eder.
Her zaman diyoruz, ya bu Âyet-i kerime’lere cevap verin veyahut kâfir olduğunuzu kabul edin. Bizim
hedefimiz şu veya bu vakıf değil, yalnızca kendilerine Süleymancılık ismini takan ve saf müslümanları
aldatanlardır. Her şehirde ve her köyde gasbettikleri bir çok binalar var. Yalnız Adapazarı’nda 3 cami
gaspettiler. Bir çok yurtları var. Kitabın 134-138. sahifelerinde örnekleri yazılıdır. Gasbedilen binalar
vakıflarına maledilmiyor. Şahıslara tapulanıyor. Kendi beyanlarına göre yıllık 1.5 trilyon gelirleri var.
Villaları, pansiyonları var. Bunlar nereden elde edilmiştir. Meşru yollardan elde ettiklerini ne ile ispat
ederler? Ya gasptır, ya da dilenmek sureti ile elde edilmiştir.

Süleymancılar’ın İslâm ile ilgilerinin olmadığını kitapta yazılı Âyet-i kerime’ler göstermekte ve bu Âyet-i
kerime’ler bütün bölücüler ile birlikte Süleymancılar’a da hitap etmektedir.

Görüldüğü gibi bütün beyanlarımız hep âyettir, hadistir. Her zaman ifade ettiğimiz gibi ancak
Kelâmullah’a iman edenlerdenim. Herhangi bir cevap da ancak âyet ve hadisi muteber tutarım. Zira
Süleymancılar’ın dinini ve kitabını inkâr edenlerdenim. 26.9.1994

Saygılarımla
Ömer Öngüt

Eki: İlahi Görüş Birliğine Davet


(Altıncı baskı. İstanbul 1994)

Bu Mahkemenin Beraat Kararı da aşağıdadır.


Hazret-i Allah’ı, Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Kelâmullah’ı mahkemelere veren süleymancılar,
Adapazarı’nda açmış oldukları dâvâyı da kaybetmişlerdir.
Birçok mahkemeden beraat edilmiş olup, son mahkeme, Yargitay kararını arz ediyoruz:
Bunca mahkemeleri kaybettiklerinden ötürü kin ve nefretlerini, fitne, fesat çıkartarak iftira atarak ortaya
koyuyorlar.

Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlar tuzak kurarlarken Allah da tuzaklarını bozuyordu. Allah tuzak kuranlara mukabele
edenlerin en hayırlısıdır.” (Enfâl: 30)

Daha evvel bahsettiğimiz gibi bunlar gerçekten Hizbülvahşetten daha tehlikelidirler, dinimizin ve
vatanımızın düşmanıdırlar.
Zira devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Koyun postuna bürünen, dini dünyaya âlet eden, Süleymancılık dininin mensupları neler yaptılar?

Hani o Mercedes arabalarla sanayi çarşılarını, fabrikaları dolaşıp, dükkân dükkân gezip, halkı kaz
yerine koyup yolanlar?

Hani o ev ev, tarla tarla dolaşıp fındık, mısır, buğday ve buna benzer ürünleri arabalarla toplayanlar?

Bütün bunların hepsini İslâm dinini âlet ederek, İslâm dini namına yapıyorlardı. Halkı nasıl soyuyorlardı
ve yoluyorlardı? Gayeleri, dinlerini kuvvetlendirmek ve ceplerini doldurmaktı.

“Süleymancı yetiştiriyoruz.” demiyorlardı da: “İnançlı talebe yetiştiriyoruz.” diyerek kandırıyorlardı. Halk
da onları müslüman talebe yetiştiriyor zannediyordu.

Üstelik talebeleri salıverip ev ev, dükkân dükkân dilendirirlerdi ve bu topladıklarını da kendi aralarında
taksim ederlerdi. Bu soydukları, yoldukları kazlardan elde ettikleri madde ile de altlarına Mercedes
arabalar çekerlerdi. Dünyalığınızı aldıkları gibi, dininizi de imanınızı da alıyorlardı.

Çünkü bunların dinleri Süleymancılık olduğu gibi, imanları para, has huyları da gasp idi.

Oysa ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır:

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra, parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Onlar
için kıyamet günü büyük bir azap vardır.” (Âl-i imran: 105)

Hani o halkın yardımı ile yapılan câmiler, Kur’an kursları ve hayır müesseseleri?

Hileyle derneklerin idare heyetine girip, çoğunluğu elde ederek câmileri olsun, Kur’an kurslarını olsun,
hayır müesseselerini olsun gasbederlerdi. Halkın yardımı ile yapılan binaları üzerlerine geçirip
tapularını alırlardı. Bu onların has huyu idi.

Bu gasplarından bir tanesini gözler önüne sereyim, siz bin tanesini düşünün.

1970’li yıllarda Bornova’lı müslümanlar bir dernek kurarak tam teşekküllü yatılı bir Kur’an kursu inşa
ettiler.
Bilâhare hayırsever bir müslüman Bornova’nın merkezinde iki dönüme yakın arsasını “Kur’an kursu
talebelerinin barınması için üstüne bina yapmak” üzere bağışta bulundu. Yine hayırsever
vatandaşların yardımıyla bu arsanın üzerine üçer katlı iki büyük bina yapıldı. Talebeler bu binalara
yerleştirilerek rahatça öğrenim görmeleri sağlandı.

Diğer taraftan süleymancılar bu binaları ele geçirmek için plânlar yaptılar. Kendilerinden olan kişileri
derneğe üye kaydettirdiler. Bir de kendilerinden olan bir öğretmeni de resmi kanaldan Kur’an kursuna
tayin ettirmeyi başardılar. Sinsice heyete giriyorlar. Heyette çoğunluğu elde ettiklerinde hemen orasını
benimsiyorlar ve rahatça gasbediyorlar.

Bir yıl sonra yapılan dernek seçiminde çoğunluğu sağlayarak derneğin yönetimini ele geçirdiler.

Bu arada kendilerine âit Kur’an kursunu Bornova’ya naklettiler. Bir taraftan da binaların tapularını
kendi adamlarının üzerine geçirmek için teşebbüse geçtiler. Tapu dairesinde bazı kişileri elde ederek,
sahte belgelerle binaların ve arsanın tapularını resmen kendi adamlarının üzerine geçirdiler, binalara
sahip oldular.

Bu oyunlardan haberi olmayan diğer dernek üyeleri ise Kur’an kursunun resmî bir hüviyet kazanması
için Bornova Müftülüğü’ne devretmek istediler. Çünkü 1980’den itibaren yatılı Kur’an kurslarının
yönetimi ve denetimi müftülüklerce yapılmaya başlanmıştı.

Bu defa, süleymancı olan yeni idareciler binaların kendilerine ait olduğunu, kimsenin buraya
karışamayacağını ileri sürerek binaları derhal boşaltmalarını müftülüğe bildirdiler. Bunun üzerine
müftülük ve diğer dernek üyeleri mahkemeye başvurarak dâvâ açtılar.

Süleymancılar kendilerini haklı çıkartmak için bazı nüfuzlu kişileri devreye koydular, mahkemede
ellerindeki tapuların kendilerine âit olduğunu ispat ederek dâvâyı kazandılar. Mahkeme de binaların
onlara âit olduğunu ve tahliyesinin gerektiğini müftülüğe tebliğ etti. Bunu fırsat bilen süleymancılar
yağmurlu ve fırtınalı bir günde binalarda ne kadar resmi Kur’an kursu talebesi varsa eşyaları ile birlikte
dışarı attılar. Hatta zâtî eşyalarını ve talebelere âit Kur’an-ı kerim’leri pencerelerden dışarı attıklarına
bütün mahalle sakinleri şahittir.

Müftülük derhal polis getirip tahliyeyi durdurmak istediyse de ellerinde mahkeme kararı olduğu için,
gelen polisler hiçbir icraat yapamadan geri döndüler.

Bu acıklı manzara karşısında o zamanki Bornova müftüsü ve diğer halk gayr-i ihtiyarî ağladılar.
Herkesin tüyleri ürperdi. Atılan eşyaları toplayıp zavallı kurs talebelerini geçici olarak başka bir binanın
bodrum katına yerleştirdiler.

Süleymancılar ise gasbettikleri o binaları yurt binası yaptılar. Hâlen o binaları kendi arzuları
doğrultusunda pansiyon olarak keyfi kullanıyorlar. Bu ise halkın yaptığı Kur’an kursu idi ve burada
kendilerinden olmayanları içeriye sokmuyorlar.

Hatta o binaların ön kısmı mahalleye ait cami idi, mahalle sakinleri orada talebelerle birlikte namaz
kılarlardı. Minaresi şimdi bile durmaktadır. O cami olan kısmı bile zaptettiler, kimseyi almıyorlar.

Kendilerinin hiçbir katkıları olmadığı halde, halkın yaptırdığı binaları gasp suretiyle üzerlerine
geçirdiler.

Şu yaptıkları hareketin ahkâm-ı ilâhî’ye uyan hangi tarafı var? Bir tarafta emanete hıyanet var, bir
tarafta gasp var. Asıl mühim olan İslâm kültür mevzuatını iptal ettirip, camiyi ve talebeleri boşaltmak,
camiye cemaati almamak, camiden talebeleri atmak.

Bunu bir kâfir yapmaz. Fakat bunlar bunu kendi dinleri olan süleymancılığa göre yaptılar.


Adapazarı Büyük Söğütlü Kur’an kursunu süleymancılar nasıl ele geçirdiler?

Söğütlü halkından olan ve dernek yönetiminde çalışan üç kişiyi maddi menfaatlarla önce kendilerine
meylettirip elde ettiler. Sonra bu kişiler aracılığı ile kendilerinden olan adamları derneğe üye yaptılar.
Çoğunluğu sağlayınca da Söğütlü halkından olan üyeleri âidatlarını ödemediler diye üyelikden sildiler.

Daha sonra kongre yaptılar. Köy halkından olup, Kur’an kursu için canla başla çalışan kişileri “Sizin
üyeliğiniz silindi” diye kongreye almadılar. Kendi kaydettikleri üyelerle seçim yaparak hem yönetimi
hem kursu ele geçirdiler, daha sonra da kurs binasının tapusunu üzerlerine aldılar.

Size numune için birkaç yer veriyoruz. Fakat dikkat edin, araştırın. Her memlekette süleymancılık
dinini kurdukları yerde bu gasp mevcuttur. Araştırın bulacaksınız.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Şerler ve fesadlar olacak. Kim birlik içinde olan bu ümmetin içinde tefrika çıkarmak isterse,
kim olursa olsun kılıçla boynunu uçurun.” (Müslim)

“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” (Müslim) buyuruyorlar.

Almanya’dan bir mektup:

“Biz burada 1977 yılına kadar senelerdir ne cuma namazı kılabiliyorduk, ne de ezan sesi
işitebiliyorduk. Çünkü yerimiz yoktu. Nihayet 8-10 arkadaş bir araya gelerek Friedrichshafen ve
civarında yaşayan müslümanlar için bir cami açmayı plânladık. Bir tüzük hazırlayarak resmi
makamlara başvurduk. İsteğimiz kısa zamanda kabul edildi.

Hemen kiralık bir yer bulduk. Gece gündüz çalışarak camiyi faaliyete geçirdik. Çalışmalarımız hızla
ilerliyordu. İki ay gibi kısa bir zamanda altıyüz kadar üyemiz oldu. Civardaki Türkler akın akın camiye
gelmeye başladılar. Camimize iki de minibüs aldık. Uzakta bulunan müslüman ailelerinin çocuklarını
Kuran-ı kerim öğrenmeleri için toplayıp camiye getiriyorduk. İşçiler arasında hafız olan arkadaşlar
cumartesi ve pazar günleri gönüllü olarak çocuk okutuyorlardı. Bu mutluluk, bu birlik ve beraberlik altı
ay sürdü. Yapılan bir hata yüzünden cami elimizden çıktı.

Şöyle ki:

Sonradan süleymancı olduğunu öğrendiğimiz kişiler gelerek Köln’de bir İslâm Kültür Merkezi
kurulduğunu, camiyi bu merkeze bağlarsak Türkiye’deki Kuran kursları gibi bu merkezin her şeyi idare
edeceğini söylediler. Biz de buna inandık, tekrar kendi hazırladığımız tüzüğü merkeze gönderdik.
Böylece camimiz bu merkeze bağlanmış oldu.

Yalnız iş bizim bildiğimiz gibi çıkmadı. Köln’den camimize hoca yolladılar. Bizleri ve caminin
yapılmasında emeği geçen arkadaşların hepsini yavaş yavaş uzaklaştırdılar, süleymancı adı altında
kendi adamlarını yerleştirdiler.

Arkadaşlarımız yapılan faaliyetler hakkında bu hocalara hesap sormaya gittiklerinde: ‘Bize hesap
soramazsınız, burası İslâm Kültür Merkezi’dir, burada Kur’an okunmaktadır.’ diye cevap veriyorlardı.
Bir ara caminin kapısına: ‘Üye olmayan camiye giremez!’ diye yazı yazmışlardı. Cami için aldığımız iki
minibüsü de sattılar, kimse hesap soramadı.

Çeşitli zamanlarda vermiş oldukları vaazlarda: ‘Kestiğiniz kurbanların derilerini bize vermezseniz
kurbanınız kabul olmaz.’ diyorlar. ‘Süleymancılar yüzde ikiyüz daha iyi müslümandırlar.” diyorlar.
‘Memlekete yatırım yapıyorsunuz, ellibin mark kredi çekiyorsunuz, bir onbin mark kredi çekip de bize
verseniz!’ diyorlar. Fâizin haram olmadığını savunup, Müslüman kardeşlerimizi fâize teşvik ediyorlar.
Onlara üye olmayan müslümanlardan birisi öldüğü zaman cenazeyi bile hazırlamıyorlar. Para veren
kişilere karşı daha hürmetli davranıp etrafında pervaneler gibi dolaşıyorlar.

Nihayet cami elimizden çıkınca ikinci bir cami için teşebbüse geçtik. Çalışmayan büyük bir fabrika
vardı. Sahibini bulduk, durumu kendisine arzettik. Kendisi zaten yetmişsekiz yaşında idi. Bütün dinleri
incelemiş. İslâm’a da meyilli olduğu için iki milyon mark yapan yeri bize bir milyon marka verdi, ayrıca
ikiyüzellibin markını da almadı, câmiye bağışladı.

Yediyüzellibin markın ikiyüzbinini peşin olarak anlaştık, kalanını da ayda yedibin mark olarak takside
bağladık. Bu anlaşmadan sonra dörtyüzellibinini peşin vermek istedikse de, anlaşmamız böyledir diye
üzerini geri çevirdi.

Daha sonra oraya her türlü müştemilâtı içinde olan çok güzel bir cami yaptık.”

Kardeşler!

Bunları İslâm Kültür Merkezi sandılar. Cami, minibüs ellerinden gidince, İslâmî faaliyet durunca, o
zaman anlaşıldı ki, meğer burası İslâm değil de isyan, kültür değil de küfür merkezi imiş. İsyan küfür
merkezine, İslâm Kültür Merkezi adını koymuşlar. İşte deliller.

Şimdi şu kâfir dediğimiz Alman’ın İslâm’a yaptığı hizmete bakın, bir de İslâm perdesi altında
süleymancıların yaptıkları icraatlara, gasp ve soygunlara bakın!

Ey müslüman! Buradan da mı uyanmıyorsun?

Alman’ın yaptığı mı İslâm’a uygun, bunların yaptığı mı İslâm’a uygun? Hükmünü siz verin!

İslâm adı altında federasyon kurmuşlar, İslâm’ın ismini âlet ediyorlar, gasp ve soygunlarını bu isim
altında yapıyorlar.

Yaptıkları icraatlar kâfirin icraatından da yahudinin icraatından da beter! Almanlar yardım ediyor,
süleymancılar gasbediyor.

Bir kardeş “Süleymancıların İçyüzü” kitabını okuyor. Senelerden beri Süleymancılar’a büyük hizmeti
geçtiği için itimada şâyan olması sebebiyle bütün yurtları ona tapulamışlar.

Kitabı okuyup hakikati görünce, daha doğrusu imanını kurtarmak için süleymancılardan nedamet
etmiş, sonra elindeki bütün gayrimenkulleri resmi mercilere aktarmıştır.
Kitap broşürümüzü alıp okuyan bir vatandaşımız, bize gönderdiği imzalı mektubunda, süleymancılar
hakkında mühim sözler sarfettiği için yayınlıyoruz:

Gizli raporlarda şöyle bir yazı okuduk: “Amaçları” başlığında; “Süleymancılık vasıtasıyla teşkilâtlanarak
ve buna siyasi bir veçhe vererek, Türkiye’deki idâri mekanizmaya hakim olmaktır. Memleketi Kur’an
kurslarında yetiştirdikleri süleymancılık ordusu ile ele geçirmeyi plânlıyorlar.” diye bahsedilmektedir.

Görüldüğü gibi bu ordunun İslâm’la bir ilişkisi yoktur. Kendi dinlerine göre bir teşkilattır.

“Türkiye’de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar” adlı kitabı tetkik etmemle içinde şunları gördüm. Süleymancılık
dininden şöyle bahsediliyor:

“Yapılan tahmin ve istihbarat değerlendirmesine göre Türkiye’de üçyüzbin süleymancı vardır. Bunlar
silahlı cihad için emir beklemektedirler.

Bize bağlananlar cennetlik, bağlanmayanlar dalâlettedir ve cehennemliktir, derler. Bazı yerlerde dikiş-
nakış, halıcılık, arıcılık ve daktilo kursları olarak teşkilatlanırlar.

Süleymancı büyüklerden başkasına itaat ve hürmet edilmeyeceğini, fâiz alınabilir dedikleri gibi rüşvetin
de işlerinin yolunda gitmesi için verilebileceğini söylerler.” denmiştir. (sh. 33)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Din Kurucular:

Refahçılar refah dinini, narcılar küfrü hoş görme dinini, süleymancılar fâiz başta olmak üzere bütün
dinî hükümleri yok etme dinini kurdular, kaplancılar da dini dünyaya âlet ederek şöhret elde etmek ve
para toplamakla kendi kendilerine küfür diyarında İslâm hilâfeti kurma sevdasına düştüler ve şimdi de
şeytanın maskarası oldular.

Âhir zaman ulemâsına gelince; bunlar da sûret-i haktan göründüler. Her biri din-i İslâm’ı ifsat etmek
için, tahrip ve tahrif etmek için gerek televizyonlarda gerekse gazeteler vasıtasıyla bütün güçleri ile
çalıştılar.

Bu sapıtıcı imamların kimisi imamlığını ilân etti, allahlık dâvâsında bulunanlar da oldu.

Bunların içlerinden Yaşar Nuri Öztürk, Edip Yüksel, İskender Evrenesoğlu, Nazmi Sakallıoğlu, Refet
Kayserilioğlu hakkında da “Âhir Zaman Âlimleri” adı ile bir kitap yazıldı. Âyet-i kerime ve Hadis-i
şerif’lerle hepsine bir bir cevap verildi.

Bu türemelerin gaye ve maksatları din-i İslâm’ı ifsad etmek ve aslından çıkarıp hurefaya çevirmektir.
Müslümanmış gibi görünüyorlar, gayeleri ise ayrıdır. Islah yapıyor ve nasihat ediyormuş gibi
görünüyorlar ve fakat niyetleri ifsat olduğu için, her an her fırsatta tahribattır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Kendilerine: ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’
derler. İyi bilin ki asıl bozguncular kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakara: 11-12)

Bunlar başkalarına hizmet etmektedir.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren
kimseden daha zâlim kim olabilir?

Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız!” (Secde: 22)

Bunların içinde kimisi “İmam benim” dedi, kimisi sahte İsa, kimisi sahte Mehdi kesildi, kimisi “Ben
Dabbet’ül arz’ım” dedi, Yaşar Nuri gibi kimileri çok şiddetli ifsatçı.

Bu gibilerin fesatlarını, sahte, yalancı olduklarını ve küfre kaydıklarını ortaya koymak için her mevzuda
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle izah ve ispat ettik.

Ve hiçbir fert Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’le cevap veremedikleri için, onlara isnat edilen küfrü ister
istemez kabullendiler.

Böylece bu sapıtıcı imamlar Deccal’den daha beter oldular. Nefsini ilâh edinen bu imansız imamlar bu
halkı kandırmaya çalışıyorlar. Acaba Cenâb-ı Hakk’ı da kandırmaya çalışacaklar mı?

Hülâsa; sapıtıcı imamlar olsun, âhir zaman uleması olsun, bütün bunlar din-i İslâm’a cephe aldılar.
Onu yıkmak için, kurdukları dinlerini ayakta tutmak için Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini arkaya attılar,
hükümsüz hâle getirmeye çalıştılar.

Bu suretle İslâm dinini ortadan kaldırmaya çalışan bu dokuz muhalif fırka ortalığı kararttıkça kararttılar,
müslümanları kararsız hale getirdiler.

Bunlar papazdan da, hahamdan da, mecusiden de tehlikelidirler. Zira onların cephesi var, fakat bu
kâfirlerin, bu münafıkların cephesi yok.

Müslüman gibi göründüklerinden ötürü bu fesadı, bu ifsadı yapabiliyorlar.

Çünkü bu sapıtıcılar sûret-i haktan göründükleri için, hakikatı bilmeyenler bu gibi fesatçı ifsatçıların
lâfına bakıyor, nefislerine de cazip geliyor, baklavanın içindeki zehiri de görmüyor, kendisini öldürecek
olan bu zehirden habersiz. Oysa ki onu yuttuğu zaman ebedi hayatını öldürüyor. O bir zehir hapıdır,
imanı öldürüyor. İşte bunlar bu hapı halka gayet rahat yutturuyorlar.

Bunun içindir ki, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den
rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi
mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha
çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizi: 2196)

Yaptıkları dünyalık elde etmek ve bilgisizlik sebebiyledir. Azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ
ediyorlar. Böylece ümmet-i Muhammed eriyip gidiyor.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Bir takım fitneler olacaktır. O fitnelerde oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden,
yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitnelerin başında dikilirse, fitneler onu yıkar. Her kim
o fitneler zamanında sığınacak bir yer bulursa, hemen oraya sığınsın.” (Müslim)

Birçok fitneler zuhur edecek, ediyor da.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın
yolundan ayırmasın.” (En’am: 153)

Buyurduğu halde, bunlar Allah-u Teâlâ’nın dinini bıraktılar, kendi uydurdukları sapmış yollara saptılar
ve din-i İslâm’dan çıktılar.

Elli seneden bu yana, öyle imansız imamlar türedi ki, çeşitli din kurucuları türedi ki, öyle fesatçı
ifsatçılar meydana geldi ki, bu türemeler o kadar çoğaldı ki! Dünya kuruldu kurulalı böylesine bir isyan
görülmedi.

Geçmişte isyan eden bütün ümmetlerin helâkına vesile olan isyan sebeplerinin, günümüzde hepsi
mevcut.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Muhakkak ki bu (zamanda) zulmedenlerin de (geçmişteki zâlim) arkadaşlarının paylarına


benzer (azaptan) payları vardır.” (Zâriyât: 59)

Ve bu türemelerin çıkacağını Resulullah Efendimiz çok evvel haber verdi. Haber verdiği gibi, Allah-u
Teâlâ Müminun sûre-i şerif’inin 52-56. Âyet-i kerime’lerinde ve bunlara benzer bir çok Âyet-i
kerime’lerde bunların sapıklığını açıkladı ve ilân etti. Bu sapıkları haber verdi.

Dini dünyaya âlet edip, ne kadar rezalet yapacaklarını, İslâm’a ne kadar büyük leke ve zarar
vereceklerini, ne kadar vurguncu ve dilenci olacaklarını bir bir haber verdi.

Bu bölücüler, din-i İslâm’ı âlet ederek, menfaat, şöhret, nam sebebiyle, dinlerini ayakta tutmak için, her
fırsatta dinlerini, partilerini tebliğ ettiler. Din-i İslâm’ı paramparça etmek istediler ve etmeye çalışıyorlar.

Öyle bir ifsat, öyle bir irtidat ki; bir mürted kilise, havra ve puthaneye gitmediği ve bir dinden diğerine
geçtiğini ilân etmediği içindir ki, müslümanların nazar-ı dikkatini çekmez. Ne ikaz ederler ne de
irtibatlarını keserler. Dinden çıkan mürted de onların arasında yaşamaya, bütün haklarını kullanmaya
devam eder. Hatta bazen onlara hakim bile olur.

Geçmiş devirlerdeki mürtedler müslümanların arasından ayrılır, yeni benimsedikleri dinin cemaatine
iltihak ederler, bu uğurda karşılaşacakları her türlü sıkıntı ve zararları peşinen göz önüne alırlardı.
Fakat günümüzde İslâm’dan alâkasını kesen mürtedler müslümanların arasında yaşamakta,
müslümanların güvenini istismar ederek ifsatlarını içten içe ve sinsice yaymaktadırlar.

Bir defacık bunların ağzından, Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a tâbi olmak ve sadakatinden ötürü emr-i
ilâhî’ye uymak gerektiğini duydunuz mu? Gördünüz mü? Bu emre uyan, ancak Hazret-i Allah’a ve
Resulullah Aleyhisselâm’a iman etmiş olur.

Fakat, din-i İslâm’dan sapan münafıklar küfre kaydılar. Hep imamlarından ve partilerinden bahsettiler.
Onlardan hep bunu duyarsın. Hiçbir zaman Allah-u Teâlâ’nın emrettiği iyilikleri ve yasakladığı
kötülükleri bahsetmezler.
“Ey Resul! Rabb’inden sana indirileni tebliğ et.” (Mâide: 67)

Âyet-i kerimesi mucibince, Allah’tan korktuğum için, Hazret-i Allah’ın kelâmını, Resulullah
Aleyhisselâm’ın beyanını yani Hadis-i şerif’lerini açık açık herkese duyurmaya çalıştım. Mesul
olmamak için.

Bu fesatçılara, ifsatçılara, din kuruculara, türemelere, deccallere, sahte İsa, sahte dabbetül-arz gibi
yalancılara, süleymancılara, narcılara, kaplancısına, refahçısına ve bütün bölücülere açık açık ilâhi
hükümleri tebliğ ettim. Kitaplar yazdım, bütün dünyaya duyurmaya çalıştım.

Onlara yakınlık göstermek şöyle dursun, meyletmek bile insanı ateşe müstehak kılar.

Bu nur ışığı altında müslümanları Allah ve Resul’de birleştirmeye çalışıyoruz. Başka isimlerle din
kuranları ve bunlara uyanları da İslâm’a dâvet ediyoruz. Bu birleşme Hazret-i Allah ve Resul’de
birleşmekle olur. Ahmet’te Mehmet’te değil.

Bizim gayemiz bu fitnenin sönmesi, ümmet-i Muhammed’in Hazret-i Allah ve Resul’ünde birleşmesidir.
Başka hiçbir gayemiz yok. Ben kendimi Hazret-i Allah’a boyun bükenlerin hizmetçisi olarak ilân
etmişimdir. Hiç kimseden bir şey beklemiyorum.

Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, bu berzahlara dikkat edin. İmanla küfrü, müminle kâfiri, hakikat ile dalâleti
ayırıyorum. “Bu söyledikleriniz doğru değildir.” diyenlerden de cevap bekliyorum. İslâm lâf işi değildir.
Ben sizin dininize tâbi değilim. Bunları sırf bir kişi için yazıyorum. “Acaba kurtulur mu?” diye!

Zira bu kadar bölücüye karşı durmam için Allah-u Teâlâ bu ilmi bahşetti.

Ölünceye kadar bu bölücülerle mücadele etmeye azimliyim.

Allah-u Teâlâ’dan şöyle bir niyazım var:

“Ayaklarımı rızânda sâbit kıl, lütfunla destekle. Alıncaya kadar değil, aldıktan sonra da
mücadeleme devam ettir.”

•••

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAŞR SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-4


O ÖYLE BİR ALLAH’TIR Kİ!

Allah’ın Kendilerine Kendilerini


Unutturduğu Kimseler:

Allah-u Teâlâ kendisini unutanlara, zikirden ve fikirden gâfil olanlara fâsık ismini vermiş ve müminlere
hitap ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:
“Allah’ı unuttuklarından dolayı Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi
olmayın.” (Haşr: 19)

Allah-u Teâlâ’yı unutmak demek, insanın kendi kendisini unutması demektir.

Musa Aleyhisselâm Allah-u Teâlâ’ya hitaben:

“Yâ Rabb’i! Ben istiyorum ki kullarından kimi sevdiğini bileyim de, ben de onu seveyim.” dedi.

Allah-u Teâlâ buyurdu ki:

“Beni çok zikreden kulumu gördüğün zaman bil ki ben onu severim. Beni zikretmeyeni de
gördüğün zaman anla ki, ben ona buğzederim.” (Tirmizî)

Bir müslümanın Allah yolunda yürüyebilmesi için, sahib-i hakiki olan Allah-u Teâlâ’yı hiçbir zaman
unutmaması gerekir.

“Onlar yoldan çıkmış fâsıkların tâ kendileridir.” (Haşr: 19)

Münâfıklar ilâhî hukuku unuttular, Allah-u Teâlâ’yı takdir edemediler. Allah-u Teâlâ da onları kendi
kendilerini unutan kimseler kıldı. Böylece onlar kendilerine menfaat verecek, dünya saâdetine ahiret
selâmetine ulaştıracak olan şeylere kulak vermediler.

Allah-u Teâlâ münâfıklar hakkında bir Âyet-i kerime’sinde:

“Onlar Allah’ı pek az zikrederler.” buyurmuştur. (Nisâ: 142)

Allah-u Teâlâ:

“Onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları unuttu.” (Tevbe: 67)

Âyet-i kerime’si ile münâfıklar Allah’ın zikrinden gâfil oldukları için, onları lütuf ve rahmetinden mahrum
bırakacağını beyan buyurmaktadır.

Müminler bunlara benzememelidirler.

Ateş Suya Giremez:

İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle ayırt
edilir hâldedir. İman nuru ile münevver olan müminler, iman yolunu seçtikleri için cennette karar
kılarlar. Küfür karanlığında kalan kâfirlerin karargâhları ise cehennemdir. Bu iki sınıf daha dünyada
iken yollarını seçmişler, birbirlerinden ayrılmışlardır. Dünyada aslâ birleşemedikleri gibi, ahirette de
ebedî olarak birleşemezler. Bahtiyarlarla bedbahtların aralarında hiçbir surette beraberlik tasavvur
olunamaz.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Cehennem ehliyle cennet ehli bir olmaz.” (Haşr: 20)

Cehennemlikler Allah’ı unutup da cehennem ateşinde ebedî kalmayı hakedenlerdir. Dünyada da


ahirette de en aşağılık kimselerdir. Allah’tan korkup, emir ve yasaklara uyanlar ise cennete
müstehaktırlar.

“Cennet ehli olanlar, kurtulanların tâ kendileridir.” (Haşr: 20)


Onlar dünyada da ahirette de iyilik ve güzelliklere nâil olmuşlardır. En büyük tehlikelerden kurtulmuşlar
ve en büyük murada ermişlerdir. Bu fazilet onlara yeter!

Hazret-i Kur’an’ın Azameti:

Kur’an-ı kerim öyle büyük bir mucizedir ki, onun benzerini meydana getirmek insan gücünün
ötesindedir.

Kur’an-ı kerim’in harflerinin hakiki mânâlarını Allah-u Teâlâ eğer açığa vurmuş olsaydı, yedi kat gökler
ve yer hatta Arş dahi bu tecellîye dayanamazdı.

Bunun içindir ki Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Eğer biz bu Kur’an’ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onun Allah’ın
korkusundan baş eğdiğini ve parça parça olduğunu görürdün.” (Haşr: 21)

Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kelâmına bir mahlûk tâkat getiremez, hakikatini bilemez, aslına vâkıf
olamaz. Onu yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ bilir ve dilediğine dilediği kadar bildirir. Çünkü o Allah
kelâmıdır, kul ise mahlûkudur. Değil kulun tâkat getirmesi; ne yer, ne gök, ne Arş hiçbir şeyin ona tâkat
getirmesi mümkün değildir.

İnsanların bundan daha çok etkilenmesi gerekirken, çok zâlim ve çok câhil insanlar Allah-u Teâlâ’ya
saygı duymuyorlar, saâdet ve selâmet yollarını aramayı düşünmüyorlar.

“Biz bu temsilleri insanlar düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr: 21)

Gerek bu Âyet-i kerime’deki ve bu sûre-i şerif’teki misallerin, gerek Kur’an-ı kerim’deki diğer
temsillerin; ibret alınması için daima hatırda tutulması gerekir.

Nitekim Ahzâb sûre-i şerif’inin 72. Âyet-i kerime’si de buna benzer bir temsildir.

Allah-u Teâlâ beşeriyete hitap ederek şöyle buyurmaktadır:

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, endişeye
düştüler. İnsan ise o emaneti yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok câhildir.” (Ahzâb: 72)

Çünkü emanete sahip çıkmamış, hakkını gözetmemiştir.

O Öyle Bir Allah’tır ki!:

Allah-u Teâlâ ulûhiyetini ve vahdâniyetini, ilim ve rahmetiyle şânını ve yüceliğini, bazı isim ve
sıfatlarıyla anlatarak Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 22)

Mevcûd-u hakiki O’dur, O’ndan başka ulûhiyete müstehak kimse yoktur. Kullarının ibadetlerine mâbud
O’dur, O’ndan başka mâbud yoktur.

“Görülmeyeni de bilir, görüleni de bilir.” (Haşr: 22)


Kâinatın bilgisi O’ndadır. Ne yeryüzünde ne gökyüzünde, ne büyük ne küçük hiçbir şey O’nun için gizli
ve saklı değildir. Geçmişte ne olduysa, halde ne oluyorsa, gelecekte ne olacaksa hepsini en ince
teferruâtıyla bilir. O’nun ezelî ve ebedî ilminden hiçbir zerre bile uzak değildir.

Gayb: Mutlak ve izâfi olmak üzere iki mânâda kullanılır. Hiçbir mahlûkun ulaşamadığı gayb, mutlak
gaybtır. İzâfi gayb ise, bazı yaratıklar için bilinmesi mümkün olmayan gaybtır.

“O Rahman’dır, Rahim’dir.” (Haşr: 22)

Rahman: Dünyada kendisine inananı-inanmayanı, itaat edeni-etmeyeni ayırdetmeden bütün


mahlûkatına sayısız nimetler bahşeder, onları esirger.

Rahim: Çok merhamet eder, inanıp sâlih ameller işleyenleri, verdiği nimetleri iyiye kullananları ahirette
daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırır.

Dünya va ahiretin Rahman ve Rahim’i O’dur, bu iki isim ancak O’na layıktır.

“O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.” (Haşr: 23)

Bu pek mühim bir hakikat olduğu için tekrar beyan buyurulmuştur.

“Melik’tir, Kuddüs’tür, Selâm’dır, Mümin’dir, Müheymin’dir, Azîz’dir, Cebbâr’dır,


Mütekebbir’dir.” (Haşr: 23)

Melik: Zâtında ve sıfatında her vasıtadan müstağnidir. Mülk ve melekûtun yegâne sahibi, hakiki
mutasarrıfı, mutlak hükümdarı O’dur.

Bir kul ne kadar güçlü bir hükümdar olursa olsun, mülkün gerçek sahibine muhtaçtır, mülk ve iktidarı
geçicidir.

Her şey O’nun tasarruf ve iktidarı altında O’na tâbidir. Hâkimiyetini sınırlayan hiçbir şey yoktur.

Kuddüs: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan münezzehtir, her vasfında mükemmeldir, pak ve
temizdir.

O her türlü duygu ve düşüncenin tasavvur edebileceği vasıflardan pak ve yücedir. O’nun kemâli de
sınırlandırılamaz. İnsan aklının çok ötesinde kemâl sıfatları ile muttasıftır.

Selâm: Yarattıklarına zulmetmekten müberrâdır, onları tehlikelerden selâmete çıkarır, bahtiyar


kullarına selâm eder.

İslâm olan ve imanını kemâlleştiren bir mümin, selâm sıfatının tecellîsine mazhar olur, müslümanlar
onun dilinden ve elinden selâmette kalırlar ve o kimse selim bir kalp ile Hakk’a kavuşma nimetine erer.

İnananlar Rabb’lerinin hıfz-u himayesi altında emniyet ve huzur içindedirler.

Her selâmetin kaynağı O olduğu gibi, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da O’dur.

Mümin: İman ihsan buyurur, emniyet bahşeder, kendisine iltica edip sığınanları hususi himayesine
alıp muhafaza eder ve huzura erdirir.

Her türlü tehlike ve felâketten emniyet ve eman veren O’dur. Her şey her an O’na yönelip sığınmaya
muhtaçtır.

Mümin kullarının kendisine iman edişlerini tasdik eder.


Bu isimde insan Allah-u Teâlâ’nın ulvî sıfatlarından birisi ile vasıflanıyor. Bu iman sıfatı ile en yüce
makam olan Mele-i âlâ’ya yükseliyor.

Müheymin: Yarattığı bütün varlıkları görüp gözetir, murakaba eder, sevk ve idare eder, korur. Mutlak
hükümran O’dur.

Azîz: Mağlup edilmesi mümkün olmayan yegâne galip, dengi ve benzeri bulunmayacak derecede
değerli ve şerefli, güçlü ve daima üstün O’dur.

Galip gelmek, mağlup olmamak ancak O’nunla mümkündür.

Cebbâr: Her türlü perişanlıkları düzeltip yoluna koyar, dilediğini dilediği şekilde yaptırmaya
muktedirdir, varlığı çok yücedir.

Hiçbir güç ve kudret O’na muhalefet edemez, hükmünü dilediği şekilde yürütür.

Mütekebbir: Azamet ve ululukta eşi yoktur, her şeyde, her hadisede büyüklüğünü gösterir.

Büyüklük, yücelik, kibriya sıfatlarının yegâne sahibi O’dur.

“Allah müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.” (Haşr: 23)

O şirk koşulan şeyler Hakk’tan çok uzaktır. Allah-u Teâlâ ortaklardan ve benzerlerden münezzeh ve
mukaddestir.

“O öyle Allah’tır ki; Hâlik’tır, Bârî’dir, Musavvir’dir.” (Haşr: 24)

Hâlik: Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eder, yaratır ve tedbirini görüp ihtiyaçlarını
yerleştirir.

Bârî: Her yarattığını birbirine uygun, yeni bir icad ile numunesiz olarak yoktan yaratır.

Musavvir: Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenleyip en güzel bir biçimde tertip eder,
güzelliğinin kemâlini gösterir.

Allah-u Teâlâ’nın sıfat ve isimleri bundan ibaret değildir:

“En güzel isimler O’nundur.” (Haşr: 24)

En yüce mânâlara delâlet eden en güzel isimler hep O’nundur. O isimlerin her biri gayet güzel
mânâlara ve yüksek sıfatlara delâlet eder. O isimlerin eseri mahlûkat üzerinde zuhur eder. Güzellik
bunların zâtında mevcuttur.

“Göklerde ve yerde olanlar O’nu tenzih ve tesbih etmektedirler.” (Haşr: 24)

Tesbih: Allah-u Teâlâ’yı yüceliğine layık olmayan her türlü noksanlıklardan, gerek itikat, gerek söz,
gerek kalp ile tenzih etmek ve uzak tutmaktır. O, dünyada da ahirette de en güzel övgülere ve kemâl
sıfatlarına lâyıktır.

Göklerde ve yerde bulunan, ister görünmeyecek derecede ehemmiyetsiz olsun, ister görünen varlıklar
olsun, canlı ve cansız her şey Allah-u Teâlâ’yı tesbih ettiği gibi, yaratılan her varlık, Yaratıcı’nın
yüceliğinin son derecesindeki sıfatlarla vasıflanmış olan varlığına delâlet etmektedir.

“O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Haşr: 24)

Mutlak galip O’dur.


Bütün buyrukları ve işleri hikmetlidir, hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi yerli yerinde ve en iyi şekilde
yapar. Hikmetinin güzellikleri varlıklar üzerinde apaçık görülür.

Ma’kıl bin Yesar -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kim sabaha erdiğinde üç defa ‘Euzü billâhissemîil-alîmi mineşşeytanirracim’ diyerek Haşr


sûre-i şerif’inin son üç âyetini okursa, Allah buna karşılık akşama kadar yetmiş bin melek
vazifelendirir. Eğer o gün ölecek olursa şehid olarak vefat eder. Bu âyetleri gece okursa aynı
mertebe kendisine verilir.” (Tirmizî)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEKTUBAT
151. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

SEYYİDÜ’L-BEŞER’İN YOLUNDA

Rabb’imin adını tesbih ederim.

Mesafe uzak olsa da kalpler arasını birleştiren, nimetlerini birbirlerini sevenler üzerine bolca ihsan
eden Yüce Allah’a hamd olsun. Cömertlik kaynağı, letâfet ocağı, ahlâk ve evsafı Kur’an ile
mükemmelleştirilen Resulullah Efendimiz’e, onun takvâ ve iffet sahibi âline ve ashâbına salât-ü selâm
olsun. Bizi de onlara katarak şerefleriyle şerefyâb eylesin.

İnci dizisini andıran güzel mektubunuz bize ulaştı. İftihar ve teşekkür gözüyle okuduk. Onda sabır ve
lezzet mânâları gördük. Kalbî teveccühlerinizi ve zât-ı âlinizin kardeşliğini bize nimet olarak veren
Hazret-i Bâri’ye hamd ettik. Üstün başarılara kavuşmanız ve yüce gayelerinize ermeniz için O’na
niyazlarda bulunduk. Sizden de talebimiz kalbî nazarlarınızı ve hayır duâlarınızı eksik etmemenizdir.
Duruma göre tarikat-ı aliyye-i Nakşibendiyye’deki vird ve zikirlerin keyfiyeti size açıklanacak ve bu
sûretle değerli ihvânımız da sizin ta’lim ve terbiyenizle bunlardan istifade edeceklerdir.

Allah-u Teâlâ bizi ve sizi yaradılmışların efendisinin hizmetinde ve onun sünnetine tâbi olmada
muvaffak buyursun, âmin.
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA


RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM-
EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS
OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (36)

Ebû Abdullah Muhammed bin Ali el-Hakîm et-Tirmizî


-Kuddise Sırruh-

Âhir zamanda zuhur edecek olan Hâtemü’l-evliyâ’yı bin küsür sene öncesinden müjdeleyen ve ilân
eden Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin (v.318/932) bu hususta “Hatmü’l-evliyâ” adıyla
müstakil bir eser yazdığını ve diğer eserlerinde de yeri geldikçe bu hususla ilgili gizli bâzı sırlara ve
mühim mevzulara temas ettiğini belirtmiş; bu ifşaatların önemli bir kısmını arzetmiştik.

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Hatmü’l-evliyâ” kitabından sonra tamâmen bu


meseleye tahsis ettiği ve neredeyse bu hususla ilgili müstakil ikinci bir kitap olarak te’lif ettiği diğer bir
eseri de “Kitâbu Şifâu ve’l-Alîl” dir.

Beyazıt Devlet kütüphânesi, Veliyyüddin: 770 no.’da; 1b-8b yaprakları arasında kayıtlı bulunan bu
eserde Hazret, “Kelime-i Tevhid”i yerine getirebilmenin şartlarını ve ilâhî dâveti gerçekleştiren dâvet
tabakalarını beyân ederken, bunların ilk ikisinin peygamberler ve velîler olduğunu belirtmiş;
peygamberlerle velîler arasındaki tabaka olan “Ferdâniyyet” mertebesinin ise “Bayraklılar ashâbı” na
tahsis edildiğini ifâde ederek, bu tabakayı temsil eden zâtın mahşerde velîlerin saflarının öncülüğünü
elinde bulunduracağını haber vermiştir. (5a-6a yaprağı.)

Türkçe herhangi bir tercümesi bulunmayan ve şimdiye kadar hiç basılmamış olan bu güzide eserden,
bugüne kadar saklı kalmış gizli ilâhî cevherleri günyüzüne çıkarmak ve sunmak maksadıyla, Hazret’in
bâzı ifşaat ve beyanlarını nakledeceğiz.

Makâdir Vaktinde Yaratılan Velî:

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-evliyâ’nın hakikatini, onun makâdir vaktinde
açığa çıkartılan velâyetini ve Resulullah Aleyhisselâm’la birlikte ilk açığa çıkarılan şey olduğunu,
“Şifâu’l-Alîl” kitabında bin küsür sene önce şu sözleriyle ilân etmişti:

“Hiç şüphe yok ki “Lâ ilâhe illâllah” kelimesi, halk için kalben kendisine itikadı, sözle kendisini
itirâfı ve fiilen kendisine bağlılığı gerektirir.”
“Dereceler ehli için, ilâhî akidle hâsıl olan bir kalp ziyâdeliği, dilin onunla (tevhid kelimesi ile)
tenvir oluşu, Allah’ın katında hatır ve değer büyüklüğü, rızâ ve ihlâsla O’na bağlı bulunma ve
mîzanda bir ağırlık bulunduğu gibi; bunun da ötesinde kalplerle Allah’a ulaşma önceliği vardır.
İşte ubûdiyet budur, halk da bunun için yaratılmıştır.”

“Hiç şüphe yok ki onun hakkındaki ortaklık da farklıdır. Bunu üzerinde toplayabilmek, işte
ancak şu âdeme has kılınmıştır:

Bu, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- e kadar erişebilen, ondan daha başka bir kimsedir
ki; o Allah Sübhânehû ve Teâlâ’yı halkla ilgili tabakalara yükselerek bilir, ancak yaratılışı
onlardan daha öncedir.

O, yaratıp meydana getirmesi ile ilgili olan ilâhî terbiyesine her tabakayı yöneltmiş;

‘Sizi daha topraktan yarattığı zaman ve henüz ceninler hâlinde iken de en iyi bilen O’dur.’
(Necm: 32)

Buyurarak; gerek yaratılışlarının, gerek “Ahsen-i Takvîm” bir şekilde düzenlenişlerinin, gerek
ilâhî hâllerin sarfını bilmeleri ile arınan idrakleri çerçevesinde, tabiî olan terkiblerinin; gerekse
göklerin ve yerin yaratıcılığını O’ndan uzaklaştırmanın mümkün olmayışının, onun içindeki
muhteşem şeylerin güzelliğinin ve sevap ve ikab dâvâlarının yaratılışının hükümleri hakkında
zâhirde kendilerine bir delil ittihaz etmiştir.

O’nu ise seçilmeyi yerine getirdiği gün velîler üzerinde bambaşka kılmış; ululuğunu izhar edip
onu diğerlerinden üstün yapmıştır. O da O’nun adâletini düzeltip dengeler; O’nun üstünlüğünü,
lütfunu ve keremini açığa çıkarır ve bu halka yeryüzünde O’nun tecdîdini neşreder.

İşte onlar O’nun kabzasında (himâyesi içinde) hareket ederler; O’nun ismiyle ürpererek, O’nun
nimeti hakkında bir sâhiplik elde eder ve O’nun mülkünü ellerinde tutarlar. Yakînden bol
hisseleri bulunur.

Diğer yaratılanların ona iştirâki daha farklıdır; onlar ancak onu kendilerine sirâyet ettirmiş
olurlar. O’na has kılınan ise ayrıdır. Onlar sadece O’nun velîleri olmuşlardır; o ise O’nu bilme
husûsunda geçmişe havâle edilerek, Allah tarafından onlardan daha öne geçirilmiştir. O, onun
velâyet’ini kendi Makâdir’inde, yâni takdir vaktinde açığa çıkarmış; Tedbîr’i hakkında da
kendisini, yine onunla ilgili bir sırra göre arındırmıştır. Onların sığınağını cennet kılmış; onu ise
nimetiyle doldurup, her dereceyi onunla ortaya çıkarmıştır.

Dikkat edilirse her iki derece arasında da farklılık vardır. Şu hâlde ona aynı zamanda, ilâhî bir
müjde neden tahsis edilmiş olmasın?

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- den rivâyet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:

‘’Cennetler yüz derecedir. Onun en yükseği semâdan Arş’a kadar uzanır. En yakını ise
Firdevs’tir ki, o cennetin kavşağıdır.’” (Kitâbu Şifâu ve’l-Alîl; Veliyyüddin, no.: 770, 1b-2a yaprağı)

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri eserde “Bayraklılar ashâbı”ndan sözettikten hemen sonra,
“Hikmet sâhipleriyle dost ol, büyüklerle otur!” Hadis-i şerif’iyle de yine bu tabakanın kastedildiğini
ifâde etmiş ve “Hikmetü’l-ulyâ”yı elinde bulunduran bu has tabaka ile, diğer velîlerin hikmeti arasındaki
farkı beyân etmek üzere şöyle buyurmuştur:

“Abdülcabbar bin İbnü’l-Ûlâ ile; Süfyan’ın, Zekeriyâ bin Ebî Ziyâde’den, onun Ali İbnü’l-
Ekmer’den, onun Ebî Cahîfe’den, onun da başkasından merfû olarak bildirdiği, Resûlullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- den gelen şu rivâyetle de bizim söylediğimiz şey tahakkuk eder:
‘Âlimlere sor, hikmet sâhipleriyle dost ol, büyüklerle otur!’”

“Bunlar O’nun rahmetiyle yaratıldıkları, O’nun lütfu hakkında konuştukları ve O’nun nezih
yakınlığı ile arındıkları için; Allah’ın kibriyâsının içinde büyümüş, Allah’ın azâmetiyle ululaşmış
bir topluluktur.

Aynı zamanda onlar, “Hikmetü’l-ulyâ” ehlidir.

İlim, “İlm-i billâh: Allah’ı bilme” ve “İlm-i bi-emrillâh: Allah’ın işini bilme” olmak üzre iki olduğu
gibi; hikmet de ikidir.

Her ilmin bir hikmeti vardır. İlim zuhûr eden şey, hikmet ise onun bâtını olan şeydir. Dolayısıyla
ilim iki olduğu gibi, bunun için hikmet de ikidir: O’nu bilmenin hikmeti -ki bu ‘Hikmetü’l-ulyâ’dır-
; O’nun işini, tedbirini ve sanatını bilmenin hikmeti.

Peygamberlerin yolu üzre seçilerek O’na çekilen ‘Büyükler’, O’nun ‘Hikmetü’l-ulyâ’sına kadar
ulaşırlar. Velîlerin yolu üzre O’na seyredenler ise; dünyâ, nefislerin ayıpları ve gerek O’nunla
ilgili işler, gerekse ilâhî vergiler husûsunda sıdkı bilme hikmetine ulaşırlar.

‘Büyükler’ olan öncekiler, O’nun ferdâniyyet’i ile dirilmekten bahseden, O’nun vahdâniyyet’ine
nazar eden, O’nun kabzası (himâyesi) içinde hareket eden, hallerinde ve işlerinde O’nun adına
kullanılarak kendilerine nazar edilen bir topluluktur. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- e,
kendisine karşı ta’zim, yüceltme, itminanla güven duyma, sıdk-ı tevekkül, hüsn-ü zan,
beklentilerinin büyüklüğü ile; gerek bağlılıkları, gerek temizlenmeleri, gerek arınmaları, gerekse
ayrılmaları husûsunda, kendi yolu üzre biat edenler de onlardır. Ayrıca onlar, yakınlık
menzillerinden ve has meclislerden kendisine muttali olmak sûretiyle, O’nun halk içindeki
tedbirini de onunla kavrayarak; sekîne ile ona sadâkat gösterir ve vakar ile onu korurlar.”
(Kitâbu Şifâu ve’l-Alîl; Veliyyüddin, no.: 770. 6b-7a yaprağı)

Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şifâu’l-Alîl” kitabının son yaprağında ilâhî dâvetin ancak
iki yol üzerinde gerçekleşebileceğini beyan ederek, bunlardan ikincisini “İnfirâd”; yâni “Ferdleşme” yolu
üzerinde bulunan zâtın gerçekleştireceğini haber vermiştir:

“O’na sevap ve ikab yolu üzre dâvet eden kimsenin durumu; onları O’nun emrine ve nehyine
dâvet etmek, onlara O’nun sevâbından ve ikâbından bahsetmek, böylece de nefislerini bununla
tedâvi etmektir...

O’na ‘İnfirâd’; yani ‘Ferdleşme’ yolu üzre dâvet eden kimsenin durumu ise, onları ubûdete dâvet
etmek ve kötü hâlleri terk, hâkimiyeti ve iktidârı bırakma, şehvetleri giderme, tâ ki nefislerini
buna bağlayıncaya kadar, onlara O’nun ihsan ve minnetini zikretme, sonra da kendilerini
bundan yana bir âyete, O’nun hükümranlığına ve rubûbiyetine dâir sıfatlara, nefislerine onu
istetinceye ve kendilerine O’nun sebebinden bir sebep bularak, akıllarını O’na yöneltinceye
kadar, bidâyetten nihâyete kadar ilâhî Heybet’e sürükleme husûsunda onlara bir delil olmaktır.”
(Kitâbu Şifâu ve’l-Alîl; Veliyyüddin, no.: 770, 8b yaprağı)
Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Veliyyüddin: 770 no’da mahfuz bulunan “Şifâu’l-Alîl” kitabının kapağı.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

KISAS-I ENBİYA Aleyhimüsselâm


HAZRET-İ ZÜLKARNEYN ALEYHİSSELÂM

Lütfunu İkrar Nimetine Şükür:

Zülkarneyn Aleyhisselâm yaptığı bu büyük hizmetten dolayı gurura kapılmadı.

Tam bir mahviyet ve teslimiyet içinde Hakk’a boyun eğdi. Bu büyük işin başarısını Allah-u Teâlâ’ya
havale etti. Kuvvet ve kudreti, başarı ve zaferi bütünüyle O’na bağladı,

Ve şükür makamında buyurdu ki:

“Bu Rabb’imden bir rahmettir.” (Kehf: 98)

Yeryüzünün doğusunu batısını gezmiş, Rabb’inin birçok inayetine ve lütuflarına mazhar olmuş, fakat
bir gün olsun kibirlenmemişti. Ulaştığı yerlerde güçsüzlere yardım etmiş, zayıfları düşmanlarına karşı
korumuş, Hakk’ı tebliğ etmiş, bu yaptıklarının karşılığında hiçbir bedel hiçbir ücret almamış, diğer
peygamber kardeşleri gibi ücretini âlemlerin Rabb’inden talep etmişti.

Kendi eliyle gerçekleşen bütün iyiliklerin hepsini Hakk’tan bilmiş, O’nun lütfu olmazsa insanların böyle
bir şey yapmaya güç yetiremeyeceklerini açıkça ortaya koymuştu.

İnsan da Fâni Dünya da:

Zülkarneyn Aleyhisselâm her ne kadar bu muhkem seddi yapmışsa bile, sonsuza kadar ayakta
kalmayacağını, ancak Allah-u Teâlâ’nın dilediği kadar sağlam kaldıktan sonra, vaâd-i sübhânî
geldiğinde paramparça olacağını, hiçbir gücün onu koruyamayacağını haber verdi:

“Rabb’imin belirlediği vakit gelince, onu yerle bir eder, Rabb’imin verdiği söz şüphesiz ki
gerçektir.” (Kehf: 98)

Kıyamet günü yüz gösterince bu âhenin sedden eser kalmaz.

Ye’cüc - Me’cüc:

Allah-u Teâlâ kıyamet öncesinde kıyamet alâmetlerinden olmak üzere Ye’cüc ve Me’cüc’ün
çıktıklarında vuku bulacak olan hâl ve ahvâli beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Biz o gün onları bırakırız da dalgalar halinde birbirine girerler.” (Kehf: 99)

Bunlar Deccal’in çıkışından sonra, kıyametin kopuşundan öncedir.

Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:

“Sûr’a da üfürülmüş, böylece biz onların hepsini bütünüyle bir araya getirmişizdir.” (Kehf: 99)

Ye’cüc ve Me’cüc, aslı ve nesebi belirsiz iki kabile olup, önlerine çekilmiş olan barajı aşıp yeryüzüne
yayılacaklar ve bir müddet etrafı ifsad etmeye çalışacaklar. Daha sonra İsa Aleyhisselâm’ın duâsıyla
mahvolacaklar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Nihayet Ye’cüc ve Me’cüc (sedleri) açıldığı zaman her tepeden saldırırlar.” (Enbiyâ: 96)

Bu beyan; olmuş ve olacağı, göklerin ve yerin gizliliklerini en iyi bilen, kendinden başka ilâh olmayan
Allah-u Teâlâ’nın verdiği bir haberdir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ye’cüc ve Me’cüc’ün kıyamet öncesinde Rabbânî bir
rahmet olan seddi delerek çıkacaklarını ve yeryüzünde daha önce benzeri görülmemiş bir biçimde
bozgunculuk yapacaklarını, önlerine gelen memleketleri tahrip edeceklerini beyan buyurmuştur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında telaşla ve “Lâ ilâhe illâllah” diyerek
Cahş kızı Zeynep -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in odasına girdi.

Baş parmağı ile şehâdet parmağını halka yaparak:

“Yaklaşmakta olan belâ ve fitneden vay Araplar’ın haline! Bugün Ye’cüc ve Me’cüc seddinden
şu kadar bir yer açıldı.” buyurdu. (Buhârî-Müslim)
Bir Hadis-i şerif’lerinde de şöyle buyururlar:

“Allah-u Teâlâ Ye’cüc ve Me’cüc’ü gönderir. Bunlar yüksek yerlerden akın edecekler. İlk kafile
Taberiye gölüne uğrayıp oradaki suları tamamen içecekler. Sonra geridekiler bu göle
uğrayacaklar ve ‘Vaktiyle burada çok su varmış’ diyecekler. Sonra Beyt-i makdis dağına
yürüyecekler. ‘Yeryüzündekileri öldürdük, geliniz göktekileri de öldürelim’ diyecekler ve
oklarını göğe doğru atacaklar. Allah-u Teâlâ okları kana boyanmış olduğu halde onlara geri
çevirecek, İsa Aleyhisselâm ve ashâbı Tûr dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki muhasaranın
şiddetinden o gün bir öküz başı, onlardan her biri için bugünkü paranızla yüz dinardan daha
hayırlı olacak.

Bunun üzerine Allah’ın Peygamber’i İsa Aleyhisselâm ve ashâbı kendilerini onların belâsından
kurtarması için Allah’a yalvaracaklar. Allah-u Teâlâ Ye’cüc ve Me’cüc kabileleri’nin enselerine
kurtçuklar musallat eder. Sabahleyin hepsi de Allah’ın kudreti ile bir tek nefsin ölümü gibi bir
anda kırılır helâk olurlar. Sonra İsa Aleyhisselâm ve ashâbı Tûr dağından yere inerler.
Yeryüzünde onların kokmuş lâşelerinden hâli bir karış yer bulamazlar.

Yine İsa Aleyhisselâm ve ashâbı Allah’a yalvarırlar da Cenâb-ı Hakk deve boynu gibi kuşlar
gönderir. Onlar lâşeleri alıp Allah’ın istediği yere atarlar. Sonra Cenâb-ı Hakk pek çok yağmur
indirir ki, hiçbir ev ve çadır bu yağmurdan kurtulmaz. Bu yağmur bütün yeryüzünü yıkar, ayna
gibi tertemiz, yemyeşil bir hale getirir.” (Müslim)

Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:

“Andolsun ki Ye’cüc ve Me’cüc çıktıktan sonra da Beytullah haccedilecek ve umre


yapılacaktır.” (Buhârî)

Onların yeryüzüne dağılıp birçok yerleri istilâ ettikleri halde Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere
ve Kudüs-ü şerif havalisinin onların şerrinden emin olacağı da bazı Hadis-i şerif’lerde mezkurdur.

Mânevî İşaretler:

Bazı zevât-ı kiram Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın kıssasını anlatan Âyet-i kerime’lerden mânevî işaretler
çıkarmışlardır.

Şöyle ki:

Bu kıssa ile şu husus da beyan edilmiş oluyor ki, dünyada hilâfete lâyık olan ancak insan-ı kâmildir.

O ise hem ruhlar âlemine hem de cinler âlemine sahip olan Zülkarneyn Aleyhisselâm’dır.

Çünkü ona yeryüzünde temkin verilmiş, vakar bahşedilmiş, vasıtalar ve sebepler âleminde her şeyin
sebebine o erdirilmiştir. Böylece hem nefsinde kemâle ermiş, hem de başkalarını kemâle erdirmiştir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Silsile-i Sâdât -33-
ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ
(Kuddise Sırruh) -51-

On Dördüncü Fasıl

HATİMELERİN BEYANI

Muhammed Es’ad Erbili -kuddise sırruh-Hazretleri “Risâle-i Es’adiyye” adlı eserinin bu bölümünde
toplu yapılan zikrullah hatimlerinin birkaç çeşidine örnek vermiştir. Aşağıdaki hatim çeşitleri bir tertip
üzere yapılan Hatm-i şerif’in değişebilen kısımlarıdır:

Hatm-i Hâcegân:
25 Estağfirullah
7 Fâtiha
100 Sâlâvat
79 Elemneşrahleke
1000 İhlâs
7 Fâtiha
100 Sâlâvat

Hatm-i İmâm-ı Rabbânî:


25 Estağfirullah
100 Sâlâvat
500 Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh
Sâlâvat

Hatm-i Hâce-i Bâkî:


25 Estağfirullah
100 Sâlâvat
500 Yâ Bâkî entel Bâkî
100 Sâlâvat

Hatm-i Es’adî:
25 Estağfirullah
100 Sâlâvat
500 Hasbünallâhu ve ni’mel vekîl
100 Sâlâvat

Diğer Bir Hatim:


25 Estağfirullah
100 Sâlâvat
500 Yâ erhamerrâhimîneirhamnâ
100 Sâlâvat

On Beşinci Fasıl

HATM-İ HÂCEGÂN’IN HİTÂMINDA OKUNACAK DUÂ

(Türkçe Meâlî)
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla.

Hamd, âlemlerin Rabb’i Allah’adır. Salât ve selâm, yaratılmışların en hayırlısı Muhammed’e, Âl ve


Ashâb’ının hepsinin üzerine olsun.

Ey Allah’ım! Bu hatm-i şerif’i bizden kabul buyurduktan sonra sevabının katını, fazlınla ve ihsanınla;
insanların efendisi, karanlıkların feneri, sıdk ve sefa kaynağı efendimiz, yol göstericimiz Muhammed
Mustafa -sallallahu aleyhi ve sellem-in ruhuna ve kabrine ulaştır.

Ve onun diğer peygamber kardeşlerinin -salât ve selâm hepsinin üzerlerine olsun- ruhlarına ulaştır.

Ve şefkatli arkadaş, Efendimiz Ebu Bekir Sıddık, Ömer’ül Faruk, Osman Zinnûreyn, Aliyy’ül Murtazâ,
Hasan ve Hüseyin ve diğer sahabeler, yakınları, tabiîn, dört müctehid imamların ruhlarına ulaştır.
Allah-u Teâlâ’nın hoşnutluğu üzerlerine olsun.

Ve yüksek tarikatlerin silsilelerinin şeyhlerinin hepsinin; hususi olarak Nakşibendiye, Kadirî, Kübrevîye,
Sühreverdiye, Ceşiyye tarikatlerinin -Allah hepsinin sırlarını mukaddes kılsın- ruhlarına ulaştır.

Hususi olarak; tarikat önderi, insanların yardımcısı, akan feyiz ve yayılan nur sahibi Es-seyyid Eş-şeyh
Muhammed Bahaüddin Üveysî Buhârî’nin -Allah sırrını mukaddes kılsın- ruhuna ulaştır.

Ve Rabbânî kutup, Samedânî yardımcı, Es-seyyid Eş-şeyh Abdülkadir Geylânî’nin -Allah sırrını
mukaddes kılsın- ruhuna ulaştır.

Ve mârifetler, üstünlükler kaynağı Es-seyyid Emir Külâl’in -Allah sırrını mukaddes kılsın- ruhuna
ulaştır.

Ve sırlar, mânâlar mâdeni, İmâm-ı Rabbânî diye tanınan Ahmed Fârukî Serhendî’nin -Allah sırrını
mukaddes kılsın- ruhuna ulaştır.

Ve görünen ve mânevî olan üstünlükleri üstünde toplayan Eş-şeyh Abdullah Dehlevî’nin -Allah sırrını
mukaddes kılsın- ruhuna ulaştır.

Ve şeref sahibi kutup Mevlânâ Ziyâüddin Eş-şeyh Hâlid’in -Allah sırrını mukaddes kılsın- ruhuna
ulaştır.

Ve meded sahibi, sırrı yayılan Es-seyyid Eş-şeyh Tâhâ’l-Hakkârî’nin -Allah sırrını mukaddes kılsın-
ruhuna ulaştır.

Ve şeyhimizin şeyhi, Allah’a ulaşmada vesilemiz, velilerin sultanı Eş-şeyh Tâhâ’l-Harîrî’nin -Allah
sırrını mukaddes kılsın- ruhuna ulaştır.

(Ve Kutbul-aktab, gavs ve müceddid olan Es-seyyid Eş-şeyh Muhammed Es’ad Erbilî’nin -Allah sırrını
mukaddes kılsın- ruhuna ulaştır.

Ve Kutbul-aktab, Hakk’a vâsıl olmuş Eş-şeyh Halil Fevzi’nin -Allah sırrını mukaddes kılsın- ruhuna
ulaştır.)

Ve onların şeyhlerinin, halifelerinin, müridlerinin, bağlılarının hepsinin ruhlarına ulaştır.

Ey Allah’ım! Dine yardım edenlere yardım et. Dini aşağılamak isteyenleri sen alaşağı et.

Ey Allah’ım! Müslümanların ordularına ve muvahhid askerlerine yardım et. Düşmanlarımızı ve din


düşmanlarını kahret!
Bizim üzerimize, hacıların, gazilerin, misafirlerin, karada ve denizde bulunan bütün ümmet-i
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-in üzerine sağlık ve selâmet, af ve âfiyet yaz.

Kudret ve şeref sahibi Rabb’in onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.

Peygamberlere selâm olsun.

Ve hamdolsun âlemlerin Rabb’i olan Allah’a.

On Altıncı Fasıl

ZİKR-İ CEHRÎNİN İBTİDÂSINDA OKUNACAK SALÂVÂT-I ŞERİF’E

(Türkçe Meâlî)

“Kovulmuş olan şeytanın şerrinden Allah’ın hıfz-u himayesine sığınırım.

Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

“Âlemlerin Rabb’i olan Allah’a hamdolsun. O Rahmân ve Rahîm’dir. O din gününün sahibidir.

Ey Rabb’imiz! Ancak sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz. Bize doğru yolu göster.
Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna eriştir. Gadaba uğramış ve sapmış
olanların yoluna değil.”

“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber Muhammed’e çok salât ve senâ ederler. Ey inananlar! Siz de
ona salât-ü selam getirin ve tam bir teslimiyetle gönülden teslim olun.”

Ey Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e Âl ve Ashâb’ına salât ve selâm eyle, bereketlerini daima artır.

“Kudret ve şeref sahibi Rabb’in onların isnad etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.
Peygamberlere selam olsun. Hamdolsun âlemlerin Rabb’i olan Allah’a.”

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın Resul’ü.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın sevgilisi.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın dostu.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın Nebi’si.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın temiz kulu.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın yarattıklarının en hayırlısı.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın arşının nuru.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın vahyinin emini.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın ziynetlendirdiği.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın şereflendirdiği.


Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın keremlendirdiği.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın büyük kıldığı.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey Allah’ın ilm-i ezelîsini tâlim buyurduğu.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey peygamberlerin efendisi.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey takvâ sahiplerinin önderi.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey peygamberlerin sonuncusu.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey âlemlerin rahmeti.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey günahkârların şefaâtçısı.

Salât ve selâm senin üzerine olsun ey âlemlerin Rabb’inin Resul’ü.

Allah’ın, meleklerinin, nebilerinin, resullerinin, arşı taşıyan meleklerinin ve bütün yarattıklarının salâvatı
efendimiz Muhammed’in üzerine ve onun Âl ve Ashab’ının üzerine olsun.

Ey Allah’ım! Senin kulun, peygamberin, sevgilin, senin resulün ümmî peygamber olan efendimiz
Muhammed’e, onun Âl ve Ashâb’ının üzerine salât eyle.

Ey Allah’ım! Efendimiz güzeller güzeli peygamber Muhammed’e salât eyle. O peygamber ki en yüce
makama ve fasih bir lisana sahiptir.

Ey Allah’ım! Salâvâtını en üstün ve ebedî kıl. Berekâtının ezelden ebede kadar daima artanını,
tahiyyâtının sayı ve fazilet bakımından en parlak ve arınmışını. İnsan olarak yaratılmışların en şereflisi.
İman hakikatlerinin menbaı. İhsanlarının tecellilerinin Tur’u. Rahmânî sırların nüzûl mahalli. Rabbâni
memleketin mahrem-i esrârı. Bütün nebilerin ahd ve misaklarının vasıtası. Resuller ordusunun önderi
ve öncüsü. Mükerrem kıldığın bütün nebilerinin yedicisi. Bütün yaratılmışların en üstünü. Livâi izzetin
sahibi. Azamet ve kerem dizgininin mâliki ve mutasarrıfı. Ezel sırlarının şahidi. Bütün âlemler yok iken
Allah katında mevcut olan nûrların müşahidi. Kelâm-ı kadîm’in tercümanı. İlmin, hilmin, hikmetin
kaynağı. Cüz’î ve küllî nimetlerinin sırlarının mazharı. Ulvî ve süflî insan vücudunun gözbebeği. Dünya
ve ukba ehlinin cesedlerinin ruhu. Dünya ve ahiret hayatının gözü. Kulluk rütbesinin en yüksek ve en
yüce derecelerinin gerçekleştiricisi. Seçtiğin ve beğendiğin en güzel ahlâk makamları ile ahlâklanmış
olan. Halil-i âzam’ın, Habib-i Ekrem’in. Efendimiz Abdülmüttalip oğlu Abdullah oğlu Muhammed
Aleyhisselâm ve gönderdiğin diğer nebilere, sana yakın olan meleklerine ve sâlih kullarına, göklerde
ve yerlerde bulunanların hepsine, bütün zâkirler zikrettikleri müddetçe ve senin zikrinden gafil olanların
da gafletleri müddetince ve Resul-i Ekrem’inin Ashâb’ına saâdet ve selâmet ihsan buyur yâ Rabb’i!

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tasavvuf; İslâm’ın Özüdür,


Türk Milletinin ve Medeniyetinin Temel Yapı Taşıdır.
Büyük sıkıntıların yaşandığı şu günlerde paramızı, toprağımızı birçok şeyimizi kaybediyoruz. Düşman
her cephede saldırıyor. Maddi-manevî elimizde kalan ne varsa son damlasına kadar koparmaya
çalışıyor.

Manevî değerlerimize yapılan saldırılar maddî değerlerimize yapılan saldırılardan daha tehlikelidir.
Tüm zorluklara rağmen kaybettiğimiz toprakları geri almasını, memleketimizi, ekonomik değerlerimizi
işgal eden düşmanı püskürtmesini bilmiş bir millet olarak kaybedilmiş mevzileri tekrar kazanabiliriz.
Ancak birliğimizi, dirliğimizi sağlayan değerleri tamamen kaybedersek -Allah korusun- elimizde hiçbir
şey kalmaz, devletimiz de gider, ordumuz da, vatanımız da. Unutulmamalıdır ki planlı bir şekilde
yürütülen (özellikle medya kanalıyla) dinî ve manevî değerlerimize yapılan saldırılar, Kıbrıs ve
Güneydoğumuzdaki vatan topraklarına yönelmiş saldırılardan daha tehlikelidir.

İş o dereceye vardırılmıştır ki öğretileriyle yüzyıllardır toplumumuza ışık tutmuş maneviyat


büyüklerimize fütursuzca, şerefsizce iftiralar atılmakta, “Lawrence’ın tohumları” zehrini akıtmak için her
yolu denemektedir.

Böylece halkımızın zihni bulanmakta, bizi bir arada tutan en kıymetli varlıklarımız da elimizden
alınmaya çalışılmaktadır.

Bütün bu saldırılar karşısında hâlâ ayakta durmamızı sağlayan şey atalarımızdan kalan bu manevî
mirastır. Zira tarihten gelen devlet ve bürokrasi geleneğimiz, disiplini ile ün yapmış ordumuz, doğal
kaynaklarımız ve saymadığımız benzerlerinin hiçbirisi tek başına bizi bu badirelerden kurtaramaz.

Bu manevî mirası tepe tepe tükettik. Düşman kalıntılarını da elimizden almaya çalışıyor.

Hazret-i Allah bizi korusun.

Zira bu öyle bir mirastır ki, bütün ahlaksız neşriyata rağmen aile yapımızı ayakta tutar, bu öyle bir
mirastır ki, milleti birbirine kenetleyen kuvvetli bir yapıştırıcı gibidir, bu öyle bir mirastır ki, tarihte buna
sahip çıkan idarecilerimizi müşfik, devletimizi bütün insanlara karşı merhametli kılmıştır. Bu miras
sayesindedir ki kurduğumuz imparatorluklar (süper devletler) bütün dünyada rahmet ve minnetle anılır.
Bu miras sayesinde askerlerimiz ölümün üzerine tevekkülle giderler.

Bu mirasın kıymetini düşmanlarımız gayet iyi bilir. Ancak biz pek bilmeyiz. Bilmeyiz ama binlerce
seneden beri toplumumuzun genlerine işlemiştir. Öğretisi belleklerde, hareketlerde, kültürümüzde yer
etmiştir. İsmini bilmeyiz ancak hâlâ bizi ayakta tutan en değerli varlığımızdır. Bu miras tarih boyunca
bizi önce Hazret-i Allah’a ve O’nun gönderdiği dine karşı samimi kılmıştır. İşte insanlığa hediye
ettiğimiz bütün medenî değerlerin kaynağı bu samimiyettir. Bu samimiyetin kaynağı ise “Tasavvuf”tur,
bu mirası bizlere hediye eden, yüzyıllardır bizleri eğiten ve yol gösteren “Tasavvuf ehli maneviyat
büyükleri”mizdir.

Bir insanı diğer insanlardan üstün kılan meziyetler olduğu gibi milletleri de diğer milletlerden üstün
kılan meziyetler vardır.

Bir insanın zeki olması, elinde imkanlar bulunması, zengin olması onu maddi anlamda diğer
insanlardan üstün kılar, ancak bu tür bir üstünlük manevi-ahlaki değerlerle bezenmedikçe gerçek
anlamda bir üstünlük kabul edilmez. Üstelik manevî-ahlaki değerlere sahip olmayan bir kişinin elindeki
bu tür maddi üstünlükler zorbalığın, zulmün ve hatta sahibini dahi mutsuz eden vahşi ihtirasların
dayanağı durumuna düşerler. Kısa ömür içinde dünyalık imkanlarla avunsa bile böylelerinin pek
çoğunun ismi silinir gider, silinmeyenler de lanetle ve kötülükle birlikte bir arada anılırlar.

Milletler de böyledir.

Nitekim Batı Medeniyetinin üstünlüğü sadece maddi sahadadır. Bu üstünlüğünü manevî-ahlakî


değerlerle bezeyemediği için geçmişte iki dünya savaşının müsebbibi olmuşlar, bir üçüncüsünün -ve
görülmemiş derecede dehşetlisinin- de kıvılcımını yakmışlardır. Amerika, Afrika gibi kıtalarda
güçlerinin yettiği zavallı birçok milleti soykırımdan geçirmişler, hayvanlar gibi tıbbi deneylerde
kullanmışlardır. Askeri güçle sömürme devrinin kapandığı 1950’li yıllardan sonra bu kirli işlerini devam
ettirebilmek için sadece işin kılıfını değiştirmişlerdir.

Vahşi ihtiraslarının önünde engel gördükleri milletleri yıkmak için onları bir arada tutan toplumsal
değerlerine alçakça ve sinsice saldırılar tertiplemişlerdir.

Bu saldırıların en büyük hedefi genelde İslâm dünyası, merkezde Türk Milleti ve Türkiye olmuştur.
Ahlak ve faziletin, milletleri millet yapan değerlere yapılan saldırıların en büyük hedefi yine genelde
İslam Dini ve merkezde tasavvuf olmuştur.

“Batı bizden aldıkları ilimleri bize karşı güç oluşturmak için kullanıp güçlendikçe bizi ortadan
kaldırmanın yollarını aramaya başlamıştır. Bu işe özellikle 1700 başlarında soyunmuşlar. Fiziki olarak
Türklerle başa çıkmamız mümkün değil demişler. Onun için biz olsa olsa bunları içinden yıkabiliriz
demişler. Araştırmışlar, bakmışlar ki Türk’ün kuvveti tasavvuftan, gelenek ve göreneklerinden, insanlık
anlayışı gibi hasletlerden geliyor. Dolayısıyla biz bunları içinden bozarsak bu işi ancak öyle hallederiz.
Ne kadar sürer demiş İngiliz. ‘Biz, belki torunumuz da sonucu göremeyecek, ama biz ondan sonrası
için çalışıyoruz.’ demiş. İngiliz bu planla Hicaz’da Vâhâbîlik gibi sahte bir mezhep kurdu. Şimdiki Suud
kralları da bunların torunlarıdırlar. Vâhâbîler ilk iş olarak Hicaz’da bulunan 300-350 bin Türkü kestiler.
(İngiliz Hindistan’da da sahte Ahmedî mezhebini kurdu.)” (Oktay Sinanoğlu, Hedef Türkiye, sh: 137)

300 yıldır devam eden Türk toplumunu (dolayısı ile devletini) yıkma faaliyetleri hızından birşey
kaybetmeden devam etmektedir.

Düşman alçakça bir yol takip ederek, toplumun bütün ahlak ve fazilet kalelerini kendisine hedef
seçmiştir. Medeni (!) dünya ihtiras ve emellerine ulaşmak için başvurduğu vahşetin en şiddetlisini
İslâm ve Türk toplumlarını ayakta tutan manevi kalelere yöneltmiştir.

Dikkat edilirse, özellikle İngilizlerin icat ettiği sapık mezhep ve dinlerin (Vehhabilik gibi) ve “gizli
cemiyet” destekli modernist veya benzer kılıklardaki medyatik ilahiyatçıların ortak özelliği tasavvuf ve
maneviyat düşmanı olmalarıdır.

Siyasi açıdan Türkiye’nin, manevî açıdan İslâm dini ve tasavvufun hedef alınmasının sebepleri güzel
tahlil edilmelidir. İki farklı hedef gibi görünse de ortak bir gayeye matuftur: “Şark meselesi”ni kökünden
halletmek.

Neden Türkiye?:

Türkiye müslüman kimliği, dünyanın dört bir tarafına yayılmış akrabaları ve küresel işgalcilerden
muzdarip ülkeler içerisinde kudretli bir direnişi organize edebilme potansiyeli sebebiyle en önemli
hedef durumundadır.

Haçlı seferlerine karşı 1000 yıl büyük bir inanç ve azimle İslâm dünyasını korumuş, İslâm halifelerinin
onurunu iade etmiş ve nihayetinde 400 yıl hilafeti temsil etmiş devletler silsilesinin devamı olan Türkiye
bu özellikleri sebebiyle parçalanmış İslâm dünyasını bir araya getirebilecek bir potansiyele sahiptir.
İslâm dünyasının yayıldığı coğrafya gerçekten çok mühimdir: Hindistan, Çin, Çin hindi ve Rusya’nın
haricinde bütün Asya (Hindistan, Rusya ve Çinde yaşayan müslümanların sayısı yaklaşık 300
milyondur), Orta ve kısmen güney Afrika hariç bütün Afrika, Ortadoğu, Balkanlar ve içerisinde önemli
miktarda müslüman azınlık yaşayan Avrupa ve Kuzey Amerika... Petrol ve doğal gaz gibi enerji
hammaddelerinin büyük bölümü İslâm ülkelerindedir. Üstelik İslam dünyası bütün stratejik kara ve
deniz yollarına hakim bir coğrafyadır.

Türkiye aynı zamanda bütün dünyaya yayılmış bir milletin en büyük temsilcisidir. Sibiryadaki Türk
kavimlerinden Moskovanın dibindeki Tataristan’a; Türkiye, Azerbaycan’dan (İran, Afganistan dahil)
Doğu Türkistan’a Pakistan, Tibet ve Doğu Çin’nin kuzeyinden geçen bir hattın üstünde kalan hemen
bütün Asya; Baltık kıyılarındaki Türk köylerinden Moldava’daki Gagauzlara, Batı Trakya, Kosova,
Makedonya, Sancak’tan Batı Avrupa’daki yaklaşık 3 milyon Türk işçisine Avrupa... Akrabalık
bağlarımızı kullanarak etkinlik ve işbirliği tesis edilebilecek coğrafyalardır. Bunun yanında Bulgarlar,
Macarlar ve hatta Amerikan Kızılderilileri ve Japonlarla akrabalık bağlarına vurgu yapabilir, böylece
etkinlik ve işbirliği sahalarımızı pekala hayallerin ötesine taşıyabiliriz. Bugün 192 BM üyesi ülkenin
hemen her birisinde yaşayan bir Türk bulmak mümkündür. Bu bile başlı başına büyük bir potansiyeldir.
Üstelik bu dış nüfusun büyük bölümü Avrupa ve Kuzey Amerika gibi Küresel hakimiyetçilerin harekât
üslerinde yaşamaktadır.

Türkiye aynı zamanda insaniyet ve merhamet duygularını tam bir samimiyetle bütün dünyaya yaymış
bir medeniyetin temsilcisidir. Küreselleşme kılıfı altındaki vahşete dur diyerek ezilmiş ülkelere sahip
çıktığımız zaman etkinlik sahamıza Latin Amerika (Orta ve Güney Amerika), ile Afrika ve Asya’daki
diğer din ve milletlere mensup ülkeleri de dahil etmemiz pekâla mümkündür.

Şu zayıf ve sahipsiz halimizde Afganistan’tan Makedonya’ya değişik ülkelerde askerî varlığımız


bulunduğunu, Batı Afrika’daki bazı müslüman ülkelerden Orta Asya’ya, Balkanlardan Kafkasya’ya bir
çok ülke ile işbirliği ve askerî eğitim anlaşmaları yaptığımızı hesap ederseniz, kendimize geldiğimiz bir
ortamda ABD’nin büyük masraflarla ve askeri güçle yapmaya çalıştığının daha büyüğünü -daha az
masrafla ve insaniyete dayanan gerçekten medenî yaklaşımlarla- yapabilecek, yani bütün dünyayı
çekip sürükleyebilecek fikir ve inanç altyapısına sahip olduğumuz görülür.

Bunu yapabilmemiz için öncelikle yönetim kademesinden halk tabakasına en tepeden en alta inanç,
fikir ve hedef birliği içerisinde olmamız gerekir. Sahip olduğumuz bütün maddi-manevî kalelerin bir bir
yıkıldığı şu günlerimizde böyle bir birliğe kavuşmak gerçekten zor bir iştir. İşte bu zor işi başarabilmek
için Selçuklu’yu Selçuklu, Osmanlı’yı Osmanlı yapan öze dönmemiz gerekmektedir.

Tasavvuf Düşmanları
Türk Tarihini İnkâr Etmek Zorundadır:

Avrupa’da ve özellikle ABD’de yüzyıllardır Osmanlı ve Selçuklu devleti en ince ayrıntısına kadar
incelenmiş, başarıların temelinde yatan sebepler aranmış, elde edilen neticeler hem bu milletin
yıkılması için kullanılmış hem de kendi kurumlarını bu neticeler üzerine inşa etmişlerdir.

Onlar bunu yaparken bir densiz çıkıp diyor ki: “Tasavvuf resmi ideoloji olduktan sonra hiçbir ilmi
gelişme olmamıştır.”

Heyhat! Bunu söyleyene ne dense azdır. En hafif tabiri ile “gafil”dir. Bugün Süleymaniye, Beyazıt,
Bursa kütüphanelerindeki yüzlerce eserden hangisini inceledin. Osmanlı eserlerine en çok ilgi
gösteren müslümanlar olduğu halde din ve tasavvuf hakkındaki eserlerin onda birinin dahi yeni
alfabeye çevrilmemiş olduğunu biliyor musun? Matematik, Kimya, Astronomi ve diğer sahalarda
yazılmış eserlerin kaç tanesi incelendi, yeniden basıldı? Tek başına Fatih Sultan dahi bu iddiayı
çürütmeye yeter. Avrupalının İslâm medeniyetini itiraf etmek zorunda kaldığı halde Türk kelimesini
kullanmaktan özellikle sarf-ı nazar ettiğini biliyor musun? Yoksa sen de onlardan mısın?

Bir başkası çıkıyor “Tasavvuf ehli hep güçlüden yana olmuştur.” diyor. Bu sözün tercümesi şöyle de
yapılabilir: “Selçuklu ve Osmanlı’yı desteklediği için, Türk tarihine düşman olduğum için tasavvufa da
düşmanım.” İşte bunların durumu budur.

Mevlana Hazretlerine “ajan” diyen bir kimsenin kesinkes kendisi ajandır. Bu böyle bilinmelidir.

İslâm, Tasavvuf ve Türk Milleti:

“Türkler, diğer birçok uluslardan farklı olarak, İslâmlığa zorlanmadılar; onların İslâmlığı, hiç bir zorlama
ya da tâbiiyet belirtisi de taşımaz.
...Orta Asya’da gezginci dervişler ve sûfîler tarafından büyük çoğunluğu İslâmiyete sokulmuş olan
Türkler...

...Onların hocaları, ...genellikle Türk olan dervişler, gezgin zâhitler ve mutasavvıflar idi.” (Bernard
Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, sh: 11-12)

Türklerin müslüman oluşunda tasavvufun etkisini bu şekilde tesbit eden Lewis Selçuklu ve
Osmanlı’daki yukarıda ifade etttiğimiz Hazret-i Allah’ta ve dinde samimiyeti “Sınır İslâm’ı” kavramı ile
izah etmeye çalışmıştır.

“Halifeliğin sınırlarında, Doğuda ve Batıda, sınır savaşçıları ...diğer yerlerde kaybolmuş bulunan ilk
İslâmiyetin sadeliğini, militanlığını ve hürriyetini hâlâ muhafaza ediyorlardı.

...Türkler İslâmlıkla ilk kez sınırlarda karşılaşmış ve inançları o zamandan şimdiye kadar sınır
İslâmlığının ve sınırda oturanların mücahit ve sade dininin bazı kendisine özel niteliklerini
korumuştur.”(sh: 11)

Lewis Türklerin bu samimiyet ve başarısını tesbit etmekle beraber bu durumu savaşçılığa indirgemeye
çalışsa da “Selçuklular idaresindeki Sivas ve Konya gibi, şimdi de Osmanlıların egemenliğinde Bursa,
sonra Edirne ve nihayet İstanbul, sünni İslâmlığın bütün cihazlarına bürünerek Müslüman kentleri,
Müslüman hayatın ve kültürün merkezleri oldular.” diyerek buralarda inşa edilen medeniyeti de itiraf
etmek zorunda kalmıştır.

“Hukukun Üstünlüğü” kavramını insanlığa hediye eden atalarımız yine bu samimiyet sebebiyle siyasi
otoritelerini hukuk kurumu karşısında kendi iradeleri ile sınırlamışlardı. Lewis bu durumu şu
cümleleriyle tesbit etmektedir:

“Ortaçağ Müslüman kadısının, Osmanlı meslektaşının yanında acınacak bir görünüşü vardır. Merkezî
makamlar tarafından atanan ve onlara karşı sorumlu olan Ortaçağ kadısı önemli yargı alanlarını onlara
bırakmak zorundaydı ve hükümlerinin uygulanması ve yürütülmesi için tamamen onların çok kez
güvenilmez işbirliğine tâbi idi. Halbuki nasıl vilâyet bir valinin idaresi altında ise, ...kaza olarak bilinen
yargı dairesinde Osmanlı kadısı, esas otorite idi. Bundan başka, ...başkentteki Şeyhülislâm ile iki
Kazaskerin bulunduğu adli ve dini otoriteler hiyerarşisinde büyük ve güçlü bir merci idi. Bu hiyerarşinin
başındaki Şeyhülislam ve Kazaskerler o kadar büyük ve hatırlı idiler ki, bayramlarda tebriklerini
sunmaya geldikler zaman Sultan onları ayakta karşılardı. ...Osmanlılar, sultanın hal’ine fetva verme
yetkisinde yüksek bir dini makam -şeriatın en yüksek mercii- kabul ettiler. ...Bizim görüş noktamız
bakımından önemli olan nokta böyle bir makamın böyle bir yargı yetkisiyle mevcut olmuş ve kabul
edilmiş bulunmasıdır.” (Sh: 14)

Tasavvuf ve Felsefeciler:

Bu noktada açıklığa kavuşturulması gereken bir nokta da -yanlış veya kasıtlı bir yakıştırma ile-
tasavvufun eski hint ve yunan felsefelerinden etkilendiği ve hatta bunların devamı olduğu şeklindeki
iftiralardır.

Bu konuya yüzyıllar evvel İmam-ı Gazali Hazretleri “El-munkizu mine’d-dalâl” isimli eserinde gerekli
cevapları vermiştir. (Bkz. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Şark-İslâm Klasikleri, İstanbul 1990, Çeviren:
Hilmi Güngör)

İmam-ı Gazali Hazretleri bu eserinde tasavvuf erbabının insanlığın ilk devirlerden beri yaşadığını ve
“Bunların yüzu suyu hürmetine insanlara yağmur yağar, rızık ihsan olunur. Ashab-ı kehf işte
bunlardan bir cemaat idi.” Hadis-i şerif’inin bunun delili olduğunu, binaenaleyh gerçekte felsefecilerin
İslâm dini ve mutasavvıflarından etkilendiğini hatta bunların Ehl-i hakkın (geçmişteki peygamber ve
mutasavvıflar) sözlerinden çalıp batıl maksatlarını kabul ettirmek için kendi sözlerini karıştırdıklarını
söylemektedir.
İmam-ı Gazali Hazretleri “Sofiler Kur’an-ı kerim’in beyanı vechile eski zamanlarda da yaşamışlardı.
Felsefecilerin peygamberlerle tasavvuf erbabının sözlerini kendi kitaplarına dercetmeleri yüzünden iki
fenalık husule geldi. Biri o sözleri kabul edenler, diğeri de reddedenler hakkındadır.” (sh: 37) dedikten
sonra reddedenlerin kazandığı fenalığı; felsefecilerin bütün sözlerinin reddedilmesi gerektiği
inancından dolayı bunların sözleri arasındaki hakikatlerin de cahilce reddedilmesi olarak izah eder.

“Kültür itibari ile ilimlerin mahiyetini kavrayacak derecede kuvvet bulmamış, kalp gözleri mezheplerin
yüksek gayelerine doğru açılmamış bir zümre, din ilimlerinin sırlarına ait yazdığımız eserlerde
kaydettiğimiz bazı noktalara itiraz ettiler ve iddia ettiler ki, onlar eski felsefecilerin sözlerinden
alınmıştır. Halbuki onların bazısı da bizim kendi fikirlerimizdir. ‘Bazen bir at evvelce geçen bir atın izine
basar’ atasözünde anlatıldığı vechile, bizim hatırımıza gelmiş olan bir şey daha önce başkasının da
hatırına gelmiş olabilir. İtiraz olunan o sözlerin bazısı şer’i kitaplarda, birçoklarının manası da tasavvuf
kitaplarında mevcuttur.

Farzedelim ki o sözlerin hepsi ancak felsefecilerin kitaplarında vardır. Bundan ne çıkar! O sözler haddi
zatında makul ve delil ile de sabitse, Kur’an’a ve Hadise muhalif değilse niçin terk ve inkar edilmek
icap etsin. Bu kapıyı açarsak, bir hakikati evvelce bir ehl-i batılın hatırına gelmiş diye reddetmeye
kalkışırsak, birçok hakikatleri reddetmiş olmamız lazım gelir.” (Sh: 39)

Burada bir nokta daha açığa çıkmaktadır ki tasavvuf ehli, sahibi batıl ehli olsa dahi gerçek ve doğru
bilgiye sahip çıkmaktadır. İlmi inkişaf ve medeniyet sahasındaki terakkiyat da zaten bu sayede
mümkün olmuştur.

Kısaca değinilmesi gereken başka bir nokta da şudur:

Tasavvuf ehlinin eşyanın hakikatini aramaktaki gayesi Hazret-i Allah’ı tanımak ve bilmektir. Tasavvuf
ehli sadece zihinsel bir çalışma ile değil, aynı zamanda ve esas itibari ile gönül yolculuğu ile bu
hakikatleri kavramaya çalışır. Ufak bir atom zerreciğindeki hayret edilecek büyüklükteki enerjiyi ve
dengeyi tesbit eden bugünkü bilim eşyanın hakikatine dair söylenenleri ispat etmektedir. Ancak
yukarda da söylediğimiz gibi tasavvuf ehlini felsefecilerden ayıran esas nokta bu hakikati ilham yoluyla
ve gönül gözü ile görmeleridir. Böylece her bir zerredeki Yaratıcının tecellisini müşahede ederek
seyreden maneviyat büyükleri mest olmuşlar ve Hazret-i Allah’a aşık olmuşlardır. Yunus Emre ve
Mevlana gibi büyüklerimizin birçok dizelerinde bu aşkın ifadesi görülür. Hallac-ı Mansur gibi zatlar bu
cezbeye dayanamayarak işin hakikatini bilmeyenlerin anlayamadığı sözler sarfetmişlerdir. Vahdet-i
vücud mevzusunu bu gönül yolculuğunu yaşamadan tartışanların hataya düşmeleri kaçınılmazdır. Bu
mevzu o kadar ince cümlelerle izah edilmiştir ki, tasavvufu yaşamayan ve bilmeyenlerin yaptığı
tercümelere dayanarak hüküm vermek büyük hatadır. Balın tarifini balı bilmeyen bir kimsenin tercüme
etmesi ile bilen bir kimsenin tercüme etmesi arasında nasıl ki bir fark varsa tasavvufu bilmeyen ve
yaşamayanların tasavvuf eserlerini tercümelerinde de bir nakıslık olması kaçınılmazdır.

Tasavvuf hakkındaki en güzel Türkçe kaynak Muhterem Ömer Öngüt’ün “Tasavvuf’un Aslı, Hakikat ve
Marifetullah İncileri” isimli eseridir. Muhterem Ömer Öngüt, Vahdet-i vücud mevzuunu şu cümle ile
özetlemişlerdir:

“Her şey O değil, hiçbir şey O’nsuz değil.”

Hazret-i Allah ile gerçek bir yakınlık tesis eden maneviyat ehlinin ilham ile aldıkları hakikatleri Hazret-i
Allah’a dayandırmaları zan ile söylenmiş sözler değil, bilakis gerçek bir müşahedeye dayanan
hakikatlerdir.

Son Söz:

Tasavvuf düşmanı olmak için, İmam-ı Rabbani, Hoca Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Mevlana, Şeyh
Edebalî, Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdaî, Şeyh Şamil, İmam-ı Gazali, İmam Ebu Hanife, İmam
Şafii, İmam Ahmed bin Hanbel.... gibi ilim ve maneviyat ehlini, Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan Türk
devletlerini ve özellikle Selçuklu ve Osmanlı’yı inkâr etmek gerekmektedir. Tasavvuf düşmanlığı
demek din düşmanlığı demektir. Varlığı ve doğruluğu Ayet-i kerime, Hadis-i şerif’lerle ispat edilmiş,
yüzyıllar boyu yaşayan hakiki alimlerce tasdik edilerek tevatür ile sabit olmuş tasavvufu ve gerçek
tasavvuf ehlini inkar etmek öldürücü bir zehirdir, dinden çıkmak demektir.

Tasavvufa yapılan saldırılar bu milleti yıkmaya yönelmiş saldırıların paralel bir uzantısıdır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TÜRKİYE’NİN ÖNÜNE KONULMAK İSTENEN ENGELLER

AB’nin Türkiye’den sorumlu büyükelçisi Karen Fogg yeni beyanatlarda bulunarak Kıbrıs’ta Denktaş ve
ekibinin işbaşından uzaklaştırılmalarını, askerimizin adadan çekilmesi gibi Rumların ekmeğine yağ
sürecek işlerin yapılmasını istemektedir.

“AB ve Türkiye arasında mevcut bulunan, birbirleri arasında sürmekte olan bir oyun var. Gümrük Birliği
genel anlamda bir başarı olmuştur... Bu ülkede (Türkiye’de) ortaya çıkan tartışmalar ya da
endişelerden birçoğu AB’nde bilinmiyor. AB, Gümrük Birliği’nin gerçekten bu ülkedeki rekabet
politikasının güçlendirilmesinde ve yeni pazarların açılması ve sanayi sektöründe daha fazla güven
sağlanması konusunda yararlı olduğunu düşünmektedir...” (Avrupa Yolunda Türkiye ve Polonya -
Değişim Sürecinde İki Aday Ülke sh: 12, Konrad Adenauer Vakfı Yay.)

Türkiye, tarihinin belki de en kritik dönemlerini yaşamaktadır. Tütün kotaları yüzünden ekicilerin
birçoğunun kendi illerini terkettikleri görülmektedir. Yakın dönemin en ağır ekonomik kriziyle
boğuşulurken, diğer yandan ülkemizin geleceği açısından hayati önem taşıyan iç ve dış siyasi
meselelerle, kültürel baskılarla uğraşmak zorunda bırakılmaktadır. Bütün bu meselelerle ilgilenmek,
çare bulmak, çözüme gitmek milli bekamız açısından doğru, yerinde ve gerçekçi reçetelerle
üstesinden gelmek zorundayız.

Milli Eğitimde tarih, edebiyat, sanat ve kültürümüzün tarihimizden soyutlanmak istenmesi, okullarda
başörtüsü baskısının devam etmesi iç hadiselerin dış bağlantılarını bulmamızı zorunlu kılmaktadır.
Çağdaşlık, demokratlık, medenilik adına kaymakamlara hangi yemekte ne tür içkinin içileceğinin,
dansın nasıl yapılacağının, simokin giyip fötr şapka ile halkın nasıl selâmlanacağının, buna
uymayanların görev alamayacaklarının dikte edilmesi memleket ve millet adına zillete düçar
olunacağının, yaraların daha da derinleşeceğinin, felâketler zincirinin birbirinin ardı sıra geleceğinin
habercileridir. İş, sırf bunlarla da sınırlı değildir.

Ülkemizin Dışişleri Bakanı İsmail Cem alenen: “-Sayın Albright’la (ABD eski Dışişleri Bakanı, yahudi
asıllı) 1997’de böyle imzalı, yazılı değil ama bir anlaşma yaptık. özellikle Orta Asya ve Kafkasya’da
birlikte hareket etmek, yani stratejik özelliği de olan bir anlaşma...” demiştir. Ayrıca Ortadoğu, Orta
Asya ve Kafkasya konularında “Haberleştiklerini ve danıştıklarını” belirtmektedir.

Bu gizli anlaşmaların sonunda Türkiye komşuları İran, Irak, Rusya ile aralarının bozulmalarına yönelik
faaliyetlerin içine çekilmek istenmektedir. Hiç şüphe yok ki Türkiye bunlardan ağır bedel ödeyerek
zarar görmektedir. Çin devleti bile Irak’ta ticaret hacmini katlayarak artırırken biz hâlâ ABD istiyor diye
kuyrukta beklemekteyiz. Cem’in bu açıklamalarından sonra Irak hükümeti Bağdat’a giden Türk
işadamları ile imza aşamasına gelen sözleşmeleri imzalamaktan kaçınmıştır. Kendi elimizle ipimizi
çekiyoruz.

Belirli çevreler “Türkiye düzeldi” diyorlar. Halkın %90’ının üzerine yıkılan ekonomik ve sosyal
meseleler belimizi bükmeye devam etmektedir. Bizzat krizin müsebbipleri tarafından Türkiye’ye ihraç
edilen Derviş bile “Kriz halen devam ediyor” demektedir. Vergi üstüne vergiler, sorumsuzluklar,
yolsuzluklar, hortumlamalar alabildiğince devam ediyor.

Ekonomik krizi, siyasetteki açmazlıkları bahane ederek Kıbrıs, Ege, AB’nin isteklerini, misyonerlerin
artarak devam eden sinsi faaliyetlerini, Bizans’ı ihya etmek sevdasındaki Patrik ve Fener Patrikanesini,
Karadeniz’de sürdürülmekte olan Pontusçuluk hayalini, Talebani’nin Ankara’ya gelip gitme turlarını,
Irak üzerinde yeni ABD saldırı planlarını, Irak’ın parçalanma senaryolarını, Kürt devleti planlarını,
İsrail’in Ortadoğu’da artırarak devam ettirdiği katliamları ciddi ciddi düşünmemiz ve acil kararlar alıp
tatbikata geçirmemiz gerekmektedir.

Ülke meseleleri iç ve dış meseleler olarak ikiye ayrılmakla birlikte ikisi birden ele alınmak zorundadır.
Biri diğerinden bağımsız değildir. Ülkemiz çıkarları açısından ikisinin doğru, gerçekçi ve milli
karakterde olması icabetmektedir. Çekilen sıkıntıların asıl sebebi, içte ve dışta dengeleri yerli yerinde
sağlanamamasından, ciddi temellere oturtulamamasından, ayrıca şahsiyetli bir yönetimin
olmamasından, manevi ve milli karakterimizden uzaklaşılmasından kaynaklanmaktadır.

Tarihi, kültürel, ekonomik zenginliklerimiz, coğrafi konumumuz, genç nüfus yapımız bize çetin bir
savaşta, daha doğrusu her alanda yapmak zorunda bırakıldığımız çok geniş cepheli savaşta avantaj
sağlayan önemli varlıklarımızdır.

Günümüzün çok uluslu şirketlerinin kıskacına aldığı ülkelerin insanlık adına ortaya koydukları bir
globalizm oyunu sürdürülmektedir. Bu, sömürgeciliğin yeni adresidir. Dünyada sömürenler ve
sömürülenler vardır. Her ülke, her millet gizli-açık bir oyunun içinde varlığını sürdürüyor. Globalizmin
en önemli hedefi Türkiye, Ortadoğu ve Orta Asya’dır. Buralar bilindiği gibi bize yakın, bizim gibi
insanların yaşadığı coğrafyalardır.

Çin, Tibet ve Doğu Türkistan’ı, Rusya, Kafkasya’yı özellikle Çeçenistan’ı yutmak ve bölgesinde
tamamen serbest kalmak kararındadır. ABD ise bilindiği gibi kendini ‘dünyanın jandarması’ sayarak
bütün ülkeler üzerinde söz sahibi görüyor. Buradaki en büyük desteğinin Türkiye olduğu gerçeğini
ABD dış politikasının temel teorisyenlerinden Zbigniew Brezinski’nin: “-Amerika, Kafkasya ve Orta
Asya’da istikrarı desteklemek için Türkiye’yi yabancılaştırmamalı...” sözleri ortaya koymaktadır.
Bilindiği gibi 11 Eylül sonrasında Afganistan işgal edilmiş, Orta Asya petrolleri hortumlanmaya
başlanmış, doğal gazı çekilmeye başlanmıştır. Sıranın Irak’a geleceği söylenmektedir.

Hegamonya savaşını veren güçlerin hangisi olursa olsun Türkiye’yi kendi bölgesinde safdışı
edebilmek, güçten düşürebilmek için, şu veya bu şekilde ne gerekiyorsa onu yapmaktan çekinmiyorlar.
Türkiye’nin başına pek çok gaile açılmalı, meşgul edilmeli, güçsüz bırakılmalı ve neticede
parçalanmalıdır.

Rusya, bölgesinde rahat hareket edebilmek için ABD’ni tedirgin etmekten çekiniyor. Zamansız bir
çatışmaya girmek istemiyor, şimdilik bir çatışma riskini göze alamıyor. Güçsüz bir Türkiye onun da
işine yarıyor. ABD ve AB’nin Türkiye’den isteklerine destek veriyor. Türkiye’nin Türk dünyası ile
ilişkilerinden memnunluk duyuyor, pasif ilişkileri iyi değerlendiriyor ve yeni avantajlar sağlıyor. Keza
Çin de öyle. Hindistan, müslümanları öldürmeye, sabotajlara, kundaklama eylemlerine, cami
baskınlarına devam ediyor. Nükleer güce sahip Pakistan ile Hindistan’ın vuruşturulması Rusya, Çin,
ABD için önem arzediyor.

AB üyesi ülkeler, ülkemizin iyi niyetli çabalarına rağmen düşmanlıklarından vazgeçmemektedirler.


Şimdilik Kürt kartını, idam şartını geri plana atan AB, “Ermeni Soykırımı”nı(!) tanımamız için bastırıyor.
Yıllardır bu tehlike “Geliyorum” diye bağırıyordu. Türkiye ise Dışişleri monşerlerinin tekelinden
kurtulamadığı için bu ve benzeri tehlikeli işler demeçlerle geçiştiriliyordu. Bir avuç Ermeni teröristleri
karşısında çaresiz kalıyordu. Demek ki Türkiye’yi içten de güçsüz düşürmek için çalışanlar bulunuyor.
Yeşiller Grubu üyesi İsveçli Per Gahrton’un hazırladığı “Kafkasya Raporu”nda: “-Türkiye’nin
Azerbaycan’a verdiği destek ile Ermenistan için bir tehdit oluşturduğu...” ifade edilmektedir. Ermenileri
dün kullandılar ve nihayetinde kaderine terkettiler. Şimdi de kullanıyorlar.

Suyun altından daha fazla kıymete bindiği Ortadoğu’da, petrol yatakları üzerinde bulunan Doğu ve
Güneydoğu bölgemizde, her türlü hayati öneme haiz madenlerin bulunduğu ülkemizde böylesi
kafalarla, kiraya verilen vicdanlarla rahat edemeyeceğimiz kesindir. Dostumuz(!), müttefiğimiz(!) ABD,
Osmanlı’ya karşı Ermenileri ilk defa kullanan devlettir. Ermeni gençler ABD’nin açtığı kolejlerde
hıristiyanlık ruhuyla Türk ve İslâm düşmanı olarak yetiştirilmişler, sonra her biri birer komiteci-terörist
olarak Anadolu’da senelerce müslüman kanı akıtmışlardır. Oyuna gelmişler ve fakat hayatlarının
kurtarılması için yine ihanet ettikleri Osmanlı Devleti onları Tehcir kanunuyla Suriye-Filistin-Lübnan
topraklarında iskâna tâbi tutmuştu.

Şu husus çok iyi bilinmelidir ki Türkiye AB’nin bütün isteklerini kayıtsız-şartsız yerine getirse bile
oyunlardan yakasını kurtaramayacağını, AB’ne giremeyeceğini, önüne yeni engeller konacağını
dikkatlerden uzak tutmamalıdır.

Almanya ve Fransa başta olmak üzere AB ülkeleri Türkiye için yeni çıkmaz sokaklar icad edebilirler.
Yunanı, Kürdü, PKK’yı, Ermeni’yi kullanabilirler. Hıristiyanlığın mantığı bunu gerektirmektedir. 2003
yılında Rumları birliğe alarak Yunan-Rum ikilisinin istekleri gerçekleştirilecektir. 1995 AB Konsey
Başkanlığı: “-Kıbrıs’ı AB’nin bir parçası olarak gördüklerini ve Kıbrıs adasının artık AB yönetimine
girdiğini...” ifade ederek çözümlerin önünü tıkamakta KKTC ve Türkiye’yi çıkmazların içine
sokmaktadırlar. BM Genel Sekreteri’nin çözüm için adaya gelmesi de bir şeyi halletmeyecektir. Diyelim
ki Kıbrıs meselesi halledildi, yeni meseleler gündeme getirilecektir. Başbakan bile: “-AB bizi aldattı”
diye gerçeği kabullenmiştir. Buna rağmen şunları söylemekten kurtulamamıştır:

“-Avrupalılık, Avrupa Birliği üyelerinin tekelinde değildir. Türkiye, AB ile çok yönlü ve çok boyutlu
ilişkilerin içindeyken, hiçbir görüş onu Avrupa’dan veya Avrupalılıktan koparıp soyutlayamaz...”

AB’ne giriş için her şarta açık olduğumuz intibaını uyandıran bu sözlerin üzerinden pek fazla
geçmeden Ermeni soykırımını kabul etmemiz istenmiş, idamın kaldırılmasının şart olduğu ileri
sürülmüştür.

“Uyum yasaları” adıyla dayatılanlar, ülkemizin kendi ellerimizle parçalanıp “Altın Tepsi” içinde Batıya
teslim edilmesinden ibarettir. Millet ve devlet olarak hata yapmak lüksüne sahip değiliz. “Ver Kurtul”
politikalarıyla işin içinden sıyrılamayız. Taviz verilerek bahsettiğimiz konularda pazarlık yapılması
mümkün olamaz. Başka ve daha gerçekçi arayışlar, değişik yönelişler bize değerli fırsatlar verecektir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

CANLAR CANINI BULDUM

Canlar cânını buldum bu canım yağma olsun


Assı ziyândan geçdim dükkânım yağma olsun.
Ben benliğimden geçdim, gözüm hicâbın açtım
Dost vaslına ulaşdum gümânum yağma olsun.

Benden benliğim gitdi hep mülkümi dost tuttu


Lâ-mekân kavmi oldum mekânum yağma olsun.

İkilikten usandum aşk donını donandım


Derdi hânına kandum dermânım yağma olsun.

Varlık çün sefer kıldı andan dost bize geldi


Vîrân gönül nûr doldu cihânum yağma olsun.

Geçdüm bitmez sagınçdan usandum yaz u kışdan


Bostanlar başın buldum bostanım yağma olsun.

Ta’allukdan üzüşdüm ol dostdan yana uçdum


Aşk divânına düşdüm divanım yağma olsun.

Yunus ne hoş demişsin bal u şeker yemişsin


Ballar balını buldum kovanım yağma olsun.

Yunus Emre -kuddise sırruh-

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Gerçek Dost “Hazret-i Allah”tır!

Yüce Rabb’imiz buyuruyor ki:

“Allah’tan başka dostlar edinenlerin durumu kendisine yuva yapan örümceğin misali gibidir.
Halbuki eğer bilseler evlerin en çürüğü, en dayanıksızı örümcek yuvasıdır.” (Ankebût: 45)

İnsanın ilk vazifesi, kendine hayat bahşeden, sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler veren, bütün
istek ve ihtiyaçları gideren, dilediğini dilediği an arzuladığı şekilde gerçekleştirmeye gücü yeten Allah’ı
bilmek, bulmak ve O’na gönülden bağlanmaktır. O’nu tanımak, O’na yakın olmak, şeref ve
saâdetinden daha büyük ne olabilir ki...? O’nun inâyeti, şefkati karıncadan insana kadar her mahlûka
yetişir. Lütuf ve ihsanı ifade edilemez.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır:

“O, göklerde ve yerde bulunan herşeyi size musahhar kılmıştır.” (Câsiye: 13)

O bize bütün bu ihsan ve ikramları verirken sadece kendini tanımamızı, O’nun emirlerini, yasaklarını
tanıyıp O’na ibadet ve kulluk etmemizi ister. Amel ve ibadetleri ihlâs ile yapan kullarına bulundukları
sıkıntıdan bir çıkış kapısı açar, hiç ummadığı yerden onları rızıklandırır.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır. Ona hayaline
gelmeyecek yerden rızık verir.” (Talâk: 2-3)

Gücü ve merhameti sınırsız Rabb’imiz varken başkasından istemek câhilliktir. Hıfz-u himayesine
sığınılacak, yardım istenilecek, kapısına baş vurulacak yegâne dost O’dur.

Hazret-i Allah sevilmeye en lâyık olan mutlak varlıktır.

“Asıl dost Allah’tır.” (Şurâ: 9)

Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O’na talep olunur. O’nun izni ve emri
olmadan hiçbir iş hükme bağlanamaz.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Kim Allah’a sığınırsa Allah-u Teâlâ onun her işine yetişir. Hiç ummadığı yerden ona rızık verir.
Her kim dünyaya güvenirse onu dünyada bırakır.” buyurmuşlardır.

İbrahim Aleyhisselâm’ı ateşe atarlarken Cebrâil Aleyhisselâm gelip; “Ey İbrahim bir ihtiyacın var
mı?” diye sordu. “Hayır!..” diye cevap verdi. “Allah'tan bir dileğin varsa söyle bildireyim!..”
dediğinde “O'nun benim halimi bilmesi bana yeter!” buyurdu. Çünkü o Hakk ile beraberdi, kalbi
Rabb’ine iman ve güvenle dolu idi.

Her zamanki mütevekkil haliyle:

“Allah bana kâfi, O ne güzel Vekil'dir.” Virdine devam ediyordu.

Hakk’tan gelen her şeye boyun bükmek maddi mânevi her işi O’na bırakıp O’ndan istemek, yalnız
O’na güvenmek kalbin yapacağı bir iştir. İmandan gelir. Bir mümin Hazret-i Allah’a itimat edip her işini
O’na havale etmekle her türlü gam ve kederden uzak olur. O’nun her işinde hikmet olduğunu bilir ve
yine bilir ki Allah-u Teâlâ kullarına zulmetmez.

Her hâlinin O’nun tarafından görülüp bilinmesini kâfi görür. Dünya işlerinin bozulmasından üzüntü
duymaz.

Allah-u Teâlâ her güçlükten sonra bir kolaylık yaratır. Mutlaka ağlayanı güldürür. Sabredip, Allah-u
Teâlâ’ya dayanmalıdır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurmaktadır:

“Allah bir güçlükten sonra er geç bir kolaylık ihsan edecektir.” (Talâk: 7)

Allah’tan başkasına dayanan her ümit dipsizdir. Nihayetsiz bir güç ve kudret sahibi O iken O’nun
karşısında, O’ndan başkasına yalvarmak ne kadar boş, ne büyük tehlikedir. Muhtaç muhtaçtan nasıl
bir talepte bulunur, zira herkes O’na muhtaç.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Allah zengindir, siz ise fakirsiniz.” (Muhammed: 38)

Mevzumuzun kalple hissedilmesi için bir hikâyeyi arz etmeyi lüzumlu gördük. Şöyle ki:

Horasan vâlisi Abdullah bin Tahir çok âdil idi. Jandarmaları bir kaç hırsız yakalamış, vâliye
bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçtı. Bir demirciyi geceleyin evine giderken hırsız zannedilerek
yakaladılar. Vâli’nin huzuruna çıkardılar. “Haps edin!” dedi. Demirci hapishanede abdest alıp namaz
kıldı. Ellerini açarak; “Yâ Rabb’i! Günahımın olmadığını ancak sen biliyorsun. Beni ancak Sen
kurtarırsın, beni kurtar!” diye duâ etti.

Vâli o gece rüyâsında dört kuvvetli kimsenin tahtını ters çevireceklerini gördü ve hemen o anda
uyandı.

Abdest alıp iki rekât namaz kıldı tekrar uyudu. Aynı rüyâyı gördü ve uyandı. Kendisinde bir mazlumun
âhı bulunduğunu anladı.

Hemen hapishane müdürünü çağırıp;

“Bir mazlum kalmış mı?” dedi.

Müdür; “Biri namaz kılıyor, çok ağlıyor, duâ ediyor!” deyince...

“Onu hemen getirin.” dedi.

Hâlini sorup anladı. “Hakkını helâl et, şu bin gümüş hediyemi de kabul et ve bir arzun olunca bana
gel!” diye rica etti.

Demirci; “Dileğimi senden istemem!” dedi.

“Niçin?” deyince.

“Senin gibi sultanın tahtını bir kaç defa tersine çeviren Sahib’imi bırakıp da dileklerimi
başkasına götürmem kulluğa yakışır mı? Nasıl olur da başkasına sığınırım. Rabb’im nihayeti
olmayan rahmet hazinesinin kapısını açmış, sonsuz ihsan sofrasını herkese yaymış iken
başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? İstemesini bilemezsen alamazsın. Huzuruna
edeple çıkmazsan rahmetine kavuşamazsın.” dedi.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like