Professional Documents
Culture Documents
TAKDİM
BAŞYAZI
İman Nuru ile Münevver olan “Hakikat Ehli”, İman Yolunu Seçtiği İçin
Dünya Saâdetine, Ahiret Selâmetine Kavuşacaktır.
“Kim Tâğut’u İnkâr Edip de Allah’a İnanırsa Muhakkak ki O,
Kopması Mümkün Olmayan En Sağlam Bir Kulpa Sımsıkı Sarılmış Olur.
Allah İşitendir, Bilendir.
Allah İman Edenlerin Dostudur.
Onları Karanlıklardan Kurtarıp Nura Çıkarır...”
(Bakara: 256-257)
ÖZDE KARDEŞLİK
MEKTUBAT
“Dediler ki:
‘Ey Zülkarneyn! Doğrusu Ye’cüc ve Me’cüc bu memlekette bozgunculuk yapıp duruyorlar. Bizimle
onların arasında bir sed yapman için sana biz bir vergi verelim mi?” (Kehf: 94)
Vergi, büyük ücret demektir. Bu belâdan kurtulmak için her türlü masrafı göze almışlardı.
SİLSİLE-İ SÂDÂT-33
MUHAMMED ES’AD ERBİLİ -Kuddise Sırruh- (50) /
Mehmet Ali Körpe
Enbiyâ, evliyâ ve ulemâyı vesile ittihaz etmek ilahî nass ile sabittir. Ehl-i hayrı
vesile etmek de câizdir. Onlar hayatta olsun veya ahirete intikal etmiş
bulunsun eşittir. Bunu füyüzât-ı ilâhîyeden mahrum olan ve kötü inanca
mübtela olanlardan başkası inkâr etmez. Münkirden ve siretinden Allah’a
sığınırız.
Tevessüle delil olarak Kur’an-ı kerim’de:
“Bana kuvvetle yardım ediniz.” (Kehf: 95)
Âyet-i kerime’si gösterilir.
ŞİİR
O ana depo, bu onun musluğu,
Bu onun nefesi, onun soluğu.
O DEĞİL AMMA O! / Mehmet Ali Körpe Nur'unun nuru, o onun oluğu,
O değil amma o, odur bu gelen!
TEBRİK
Ebu Eyyüp Ensari -radiyallahu anh-dan rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
şöyle buyurmuşlardır:
“Bir müslümanın, her hangi bir müslüman kardeşi ile üçgünden fazla dargın kalması ve
karşılaştıklarında berikinin yüzünü o tarafa, ötekinin bu tarafa çevirmesi helâl değildir. Bu iki
kişiden daha hayırlı olanı, karşı tarafa ilk önce selâm verenidir.” (Tirmizî)
GÜNDEM
“İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun.” (Mâide: 82)
Hazret-i Allah bunları haber verirken insanlara mahsus kin duygusu ile mi hareket etmiştir? Hâşâ! Bilakis
bize merhametinden bunları tanıtarak kendimizi korumamızı öğütlemiştir. Zira bunlar iflah olmaz bir
itikata sahiptirler ve bu sebeple bütün dünyayı ateşe atacaklardır.
Gidip durumu köyün mollasına danışmış, “Bu sabah geldi konuştuk.” deyince hoca:
“-Ahh! Safiye abla! Keşke demeseydin. Her zaman gelir görüşürdünüz, bir daha gelmez. O şehit olmuş.”
demiş.
Bismillahirrahmanirrahim
"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.
Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."
Muhterem Okuyucularımız;
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle
birbirinden ayırt edilir haldedir.
İlmin nuru ile münevver olan “Hakikat ehli”, iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine, ahiret
selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan “Dalâlet ehli” ise dünyada ve ahirette ceza ve
mücâzat görecektir.
“Kim Tağut’u inkâr edip de Allah’a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en
sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur.” (Bakara: 256)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ
kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.
İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan
Tâğutlar’ın, imansız imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk’tan, hakikatten ve doğruluktan
uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapıklık içinde bocalar dururlar.
“Allah ve Peygamber’i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için
artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah’a ve Peygamber’ine baş kaldırıp
isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve
hevesine uyarak konuşmaz.
Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve
talimat kıyamete kadar geçerlidir.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin hüküm verdiği bir hususta kendi
isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak
ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resulü’nün emir ve arzusuna boyun eğmek: “İşittim
ve itaat ettim!” demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ
etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
Allah-u Teâlâ hiçbir mümine kendi hükümlerinden başkasıyla hükmetmesine veya indirdiği
hükümlerden başkasına boyun eğip rızâ göstermesine müsaade etmez. Hatta inkâr etmesini emreder.
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne
kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda
yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime’sinde
beyan buyurmaktadır:
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki hikmet ve hakikatleri anlamazlar,
gerçeklere nüfuz edemezler.
“Onlar bütün âyetleri görseler yine de inanmazlar.” (A’râf: 146)
İslâm’ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapıklık olduğu, insanları
karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
“Hakikat ehli” ile “Dalâlet ehli” Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı altında açıklanmış, dünya
gündeminde olan güncel mevzular da ele alınarak âlem-i İslâm’ın istifadesine arz edilmiştir.
Bu ay içinde idrak edilecek olan mübarek “MEVLİD KANDİLİ”nizi tebrik eder, hayırlara vesile olmasını
Allah-u Teâlâ’dan niyaz ederiz.
BAŞYAZI
İman Nuru ile Münevver olan “Hakikat Ehli”, İman Yolunu Seçtiği İçin
Dünya Saâdetine, Ahiret Selâmetine Kavuşacaktır.
“Kim Tâğut’u İnkâr Edip de Allah’a İnanırsa Muhakkak ki O,
Kopması Mümkün Olmayan En Sağlam Bir Kulpa Sımsıkı Sarılmış Olur.
Allah İşitendir, Bilendir.
Allah İman Edenlerin Dostudur.
Onları Karanlıklardan Kurtarıp Nura Çıkarır...”
(Bakara: 256-257)
“Hizbullah’a Tâbi Olanlar, Hizbüşşeytan’a Tâbi Olanlar, Hizbülvahşet’e Tâbi Olanlar” isimli
kitabımızın bölümlerine ehemmiyetine binaen kaldığımız yerden devam ediyoruz.
TÂĞUT
Tâğut Nedir?
“Tağâ” kelimesi; sınırı aşmak, isyanda ve karşı çıkışta çok fazla ileri gitmek, haddi tecavüz etmek
mânâlarına gelir. “Tuğyan” da bu kelimeden gelmektedir.
“Su tuğyan ettiği (iyice kabarıp taştığı) vakit, şüphesiz ki yüzüp giden gemide sizi biz taşıdık.”
(Hâkka: 11)
Âyet-i kerime’sinde geçtiği üzere, suyun kabarıp taşmasına, yatağından çıkıp aşmasına “Tuğyan”
denilir.
Bu şekilde taşan ve her yeri kaplayan şeye de Kur’an-ı kerim’de “Tâğıye” adı verilmektedir.
Aşırı derecede şiddetli ve öldürücü olan bu ses, her türlü gürültüden daha şiddetli olan bir sayhadır.
İnsan birçok nimetlere kavuştuğu ve kendisini başkalarına ihtiyaçtan uzak gördüğü, kendisinde
istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve kabiliyet olduğunu zannettiği zaman artık Allah-u Teâlâ’yı unutur.
Dilediğini dileme ve yapabilme güç ve iradesine sahip olan kudretin yalnızca Allah-u Teâlâ olduğunu
aklından çıkarır.
İşte bu durum, insan için tuğyana açılan bir kapıdır. Artık aklına geleni yapar, hak-hukuk, had-hudud
tanımaz olur. Rabb’ine şirk koşmaya, nefsini O’nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden
gitmeye başlar. İşte bu hâl “Tuğyan”dır ve bu gibi kişiler Kur’an-ı kerim’in ifadesi ile “Tâğut”tur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Firavun’un, Nuh kavmi’nin, Semud kavmi’nin ve daha başka,
üzerlerine ilâhi gadabın hak olduğu milletlerin isyankâr durumlarını “Tuğyan” kelimesi ile beyan
buyurmaktadır.
Bunlar kendilerini dünyanın en büyüğü olarak görmüşlerdi. Her istediklerini yapabilecek güce sahip
oldukları zannına kapılmışlardı.
“Gerçek şu ki, insan kendini zengin (kendi kendine yeterli) gördüğü için tuğyankârlık (azgınlık)
eder.” (Alâk: 6-7)
Semud kavmi bağlarda, bahçelerde, çeşme başlarında ve hurmalıklar arasında zevk ve sefa içinde
yaşadılar. Saptırıcıların peşlerine takılarak, Sâlih Aleyhisselâm’ın uyarılarına kulak tıkadılar. Allah-u
Teâlâ’nın âyetlerine yüz çevirip, O’na şirk koştukları yetmiyormuş gibi, bir de Sâlih Aleyhisselâm’ın
nübüvvetine delil olarak istedikleri deveyi boğazladılar.
Âd kavmi, hiç ölmemek arzu ve umuduyla köşkler dikip boş şeylerle uğraşırken ve yeryüzünde fesat
çıkarırken Hud Aleyhisselâm’ın dâvetine uymadılar, Allah-u Teâlâ’ya şirk koşmakta devam ettiler.
Necm sûre-i şerif’inin 32. Âyet-i kerime’sinde “En zâlim ve en tuğyankâr” olarak vasıflandırılan Nuh
Aleyhisselâm’ın kavmi, kendilerini ileri görüşlü, müminleri de ayak takımı olarak değerlendirdiler.
Peygamberlerini taşlamakla tehdit ettiler, bir an önce kaçınmaya çağırdığı azabı getirmesini istediler.
İlâhi dâvete kulaklarını tıkadılar.
Aynı şekilde Firavun da İsrâiloğulları’na akla hayale gelmedik zulümler yapıyor, erkeklerini boğazlatıp,
kadınların ırzlarını kirlettiriyor, Musa Aleyhisselâm’ın dâvetine sağır kesilip Allah’a şirk koşuyor ve
kendisini insanların en büyük rabbi ilân ediyordu.
Tuğyankâr insanların elebaşları ve önde gelenleri kendi tuğyanlarını haklı göstermek için, var güçleri
ile bâtıl deliller üretirler, kendi zanlarını hüküm yerine koyarlar. Böylece diğer insanlar da bunların
koydukları zan hükümlerini kabul ederler, Allah-u Teâlâ’nın hükmünü bırakırlar.
Hülâsa olarak haddi-hududu aşan her şey Tâğut’tur, şeytan ise bütün haddi aşanların arkasındadır.
İlk hükümleri tebliğ eden Âdem Aleyhisselâm’dan, son ve mütekâmil hükümleri tebliğ eden
Muhammed Aleyhisselâm’a kadar İslâm dini’ni beşeriyete takdim eden bütün Peygamber
Aleyhimüsselâm Hazerâtı ümmetlerine Tâğut’tan kaçınmalarını ilân etmişlerdir.
“Andolsun ki biz her ümmete: ‘Allah’a ibadet edin, Tâğut’tan sakının!’ diye bir peygamber
gönderdik.” (Nahl: 36)
Allah’a kulluk edin ve O’nu birleyin. Allah’tan başkasına, şeytana, putlara ve sapıklığa çağıran
önderlere uymayın.
“İçlerinden kimine Allah hidayet etti, kimine de sapıklık hak oldu.” (Nahl: 36)
Yani sapıklığı tercih ettiği ve bunu hak ettiği için, sapıklık ondan ayrılmaz bir parça oldu.
“Yeryüzünde gezin de, yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu görün!” (Nahl: 36)
“Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmeden bir topluluğun misali ne kötüdür!” (A’râf: 177)
DEVAM
Tâğut’u yani ilâhî hükümlerle çatışan nefsi, fertleri, düzenleri reddetmedikçe, hakimiyetin yalnız Allah-u
Teâlâ’ya âit olduğunu tasdik etmedikçe, Tevhid kulpuna yapışılamaz.
İslâm’ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı; küfrün ise sapıklık olduğu, insanları
karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.
“İman ile küfür kesin olarak birbirinden ayrılmıştır.” buyuruyor. (Bakara: 256)
İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle
birbirinden ayırt edilir haldedir.
İlmin nuru ile münevver olan “Hakikat ehli”, iman yolunu seçtiği için dünya saâdetine ahiret
selâmetine kavuşacak; küfür karanlığında kalan “Dalâlet ehli” ise dünyada ve ahirette ceza ve
mücâzat görecektir.
“Kim Tağut’u inkâr edip de Allah’a inanırsa muhakkak ki o, kopması mümkün olmayan en
sağlam bir kulpa sımsıkı sarılmış olur.” (Bakara: 256)
İman, aslâ kopmak bilmeyen sağlam bir kulp gibidir. O kulpa sarılan kişi kurtuluş yolunu aslâ
kaybetmez, şaşkınlıklar içinde bocalamaz.
İman ile küfrün bu derece açığa çıkmasından sonra, kendilerine tutunanları küfre kaydıracak olan
Tâğutlar’ın, imansız imamların çürük kulplarına yapışanlar ise Hakk’tan, hakikatten ve doğruluktan
uzaklaşırlar, hidayeti dalâlete değişirler, sapıklık içinde bocalar dururlar.
“Allah işitendir, bilendir.” (Bakara: 256)
Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir. Dili ile: “Ben de müslümanım.” deyip, içinde inkârı saklayan
kâfirlerin, münâfıkların sapıklıklarından Allah-u Teâlâ habersiz değildir.
İnkâr edip kâfir olanların dostları ise Tâğut’tur. Onları nurdan alıp karanlıklara götürür. İşte
onlar cehennemliklerdir, orada ebedî kalacaklardır.” (Bakara: 257)
İmanın nur ile ifade edilmesinden daha derin ve şümûllü bir tâbir bulunamaz. Küfrün ise zulümat ile
ifade edilişi de aynıdır. Hakk’ın nurundan başka bütün yollar hiç şüphe yok ki zulümatın tâ kendisidir.
Allah-u Teâlâ hiçbir müminin kendi yolundan başka yollara gitmesine asla izin vermez.
“Allah ve Peygamber’i bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle mümin bir kadın için
artık o işte kendi arzularına göre seçme hakkı yoktur. Allah’a ve Peygamber’ine baş kaldırıp
isyân eden kimse hiç şüphesiz ki apaçık bir şekilde sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)
Resulullah Aleyhisselâm’ın verdiği hüküm, Allah-u Teâlâ’nın verdiği hükümdür. Çünkü o, hevâ ve
hevesine uyarak konuşmaz.
Bu Âyet-i kerime hususi bir hadise hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umumidir. Buradaki emir ve
talimat kıyamete kadar geçerlidir.
Hiçbir müslüman fert ve milletin, Allah-u Teâlâ’nın ve Peygamber’inin hüküm verdiği bir hususta kendi
isteğine göre seçme hakkı yoktur. Müslüman kalmak, müslümanca yaşamak ve müslüman olarak
ölmek isteyen bir kimse mutlaka Allah-u Teâlâ ve Resulü’nün emir ve arzusuna boyun eğmek: “İşittim
ve itaat ettim!” demek zorundadır. Boyun eğmeyi kabul etmezse, ne kadar müslüman olduğunu iddiâ
etse de boştur. Bu gibi kimseler İslâm dairesinden çıkmış, kalbinde imandan bir eser kalmamıştır.
DEVAM
İhtilâfların çözümünü Allah-u Teâlâ’ya ve Resulullah Aleyhisselâm’a arzetmek ilâhi bir emirdir.
“Herhangi bir şey hakkında anlaşmazlığa düşerseniz, onu hemen Allah’a ve Peygamber’e
arzedin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız!” (Nisâ: 59)
Çünkü itaat imanın gereğidir. Anlaşmazlık halinde Kitab-ı kerim’e ve Sünnet-i seniye’ye başvurmak da
itaatin gereğidir.
“Bu sizin için daha hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir.” (Nisâ: 59)
Bir hadise meydana geldiğinde önce Kur’an-ı kerim’e bakılır, eğer hükmü varsa kabul edilir. Yoksa
Sünnet-i seniye’ye bakılır, hükmü bulunursa kabul edilir.
Allah-u Teâlâ ve Peygamber’i bir hüküm verdiklerinde müminlere tercih hakkı tanınmamıştır. Allah-u
Teâlâ, Peygamber’inin verdiği bir hükme güven duymayandan ve en küçük bir sıkıntı duymadan teslim
olmayandan iman sıfatını kaldırmıştır.
Allah-u Teâlâ hiçbir mümine kendi hükümlerinden başkasıyla hükmetmesine veya indirdiği
hükümlerden başkasına boyun eğip rızâ göstermesine müsaade etmez. Hatta inkâr etmesini emreder.
Kalplerinde iman bulunmadığı halde iman ettiklerini iddiâ eden münafıkların sıfatlarını anlatarak Âyet-i
kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Resul’üm! Sana indirilen Kur’an’a ve senden önce indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürerek
boş iddialarda bulunanları görmüyor musun? Oysa onlar tâğutun önünde muhakeme
edilmelerini isterler. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı.” (Nisâ: 60)
Dindar olduklarını iddia ettikleri halde, kendilerine emredilenin tersini yaparak Tâğut’un mahkemesine
gitmek istiyorlardı.
Bu öyle bir sapıklıktır ki, artık bundan sonra bir daha hidayet bulamaz.
Her milletin Tâğut’u; Hazret-i Allah ve Resul’ünün emrinden başka neye ve kime uyuyorlarsa odur.
Allah yolundan başka hangi yolu takip ediyorlarsa, tâğut odur. Mümin olan O’nun hükmünden başka
hiçbir hükmü kabul etmez.
Tâğut bir yerde bir tane olabildiği gibi, işbirliği içinde birden fazla da olabilir. Tâğut’un açığı da, gizlisi
de, görünürü de, görünmezi de vardır.
DEVAM
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de Tâğut yolunda savaşırlar.” (Nisâ: 76)
Müminler Allah-u Teâlâ’ya itaat etmek üzere Allah-u Teâlâ’nın meşru kıldığı yolda, O’nun dinini
yaymak, yüceltmek ve ikame etmek için bütün güçleri ve imkânları ile gayret sarfederler. Her mümin
bu vazife ile mükelleftir.
Kâfirler ise şeytana itaat etmek üzere ve şeytanın sapıklığa ulaştırdığı eğri ve bâtıl yollarında
mücadele ederler. Zerre kadar imanı olan hiçbir mümin, bu hususta hiçbir zaman onlarla beraber
olamaz. Onların bütün arzuları şahsi arzularını temin etmekten, şan ve şöhretten başka bir şey
değildir.
Daha sonra Allah-u Teâlâ, düşmanlarına karşı cihad etmelerini müminlere emir buyurmaktadır:
Onların saman alevlerinin parlaklığı, maddi kuvvetleri, taraftarlarının çokluğu sizi aldatmasın,
gevşekliğe sevketmesin. Şüphesiz ki siz onların güçlerini kıracak, darmadağın edeceksiniz. Zira Allah
yolunda bulunan ve Allah için cihad eden daima galiptir. Çünkü Allah-u Teâlâ onların dostu ve
yardımcısıdır. Tâğut’un yolunda bulunan ve onun uğrunda çalışan mağluptur ve yardımcısız kalmıştır.
Hâl böyleyken, Allah-u Teâlâ’nın kudretiyle kıyas edildiğinde durum nasıl olur?
Şeytanın hilesinin zayıflığının sebebi, sadece bir aldatma olmasındandır. Hiçbir netice vermez. Çünkü
onun yapacağı bütün hileler, Allah-u Teâlâ’nın yardımı ve desteği karşısında zayıf ve cılız kalır. Onun
durumu böyle oldukça ve müminlerin yardımcısı da Allah-u Teâlâ oldukça, nasıl olur da müminler
muhaliflere karşı yürekli olmazlar?
Allah-u Teâlâ her zaman kullarına yardım eder. Bu yardımı da, içlerine Tevhid nurunu koymak
suretiyle ortaya koyar. Şeytan ve taraftarları zulmânîdir, nûrânî olandan kaçarlar.
Hakk taraftarlarının aziz olarak güzel hatıraları ebediyyen bâki kalır, bugün olmazsa yarın muzaffer
olurlar. Şeytanlık, azgınlık, zorbalık yapanların sapıklıkları da eninde sonunda sönmeye mahkûmdur.
Şayet anılırlarsa lânetle anılırlar.
DEVAM
Asr-ı saâdet’te yaşayan Medine yahudileri bir taraftan bir tek Allah’a inandıklarını iddiâ ediyorlar, diğer
taraftan ise Tevrat’ın üzerinde çok durduğu ve hep kötülediği putperestlik ve şirk içerisinde bulunan
müşriklerin müslümanlardan daha doğru bir yola inandıklarını ilân ediyorlardı.
“Kendilerine kitap verilmiş olanları görmedin mi? Tâğut’a ve bâtıl ilâhlara inanıyorlar. Sonra da
kâfirler için: ‘Bunlar inananlardan daha doğru yoldadır.’ diyorlar.” (Nisâ: 51)
Cehâlet ve denâetleri, dini duygularının zayıflığı ve ellerindeki Tevrat’ı inkârları sebebiyle kâfirleri
müslümanlara tercih ettiler.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’sinde onların sapıklıklarını bildirerek şöyle buyurdu:
Allah-u Teâlâ bir kimseyi rahmetinden kovarsa, onu ilâhi azaptan kim kurtarır? Onlara lânet damgası
vurulmasına kim mâni olabilir?
“Onlar Allah’ın lânetlediği, gazap ettiği, içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı kimselerle
Tâğut’a tapanlardır.” (Mâide: 60)
“İşte onlar mevki bakımından daha kötü olanlar ve doğru yoldan daha çok sapmış
bulunanlardır.” (Mâide: 60)
Bunlar doğru yoldan en fazla uzaklaşan kimselerdir, bu yolu bulup hidayete ermezler. Çünkü bu nurlu
yol, Allah-u Teâlâ’nın Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’la gönderdiği yoldur. Onlar ise ona iman
etmemektedirler.
DEVAM
Tâğut’u Reddedenler:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şirk ve isyandan sakınan müminlerin fazilet ve meziyetini beyan
buyurmaktadır:
“Tâğut’a tapmaktan kaçınıp Allah’a yönelenlere müjde vardır. O halde kullarımı müjdele!”
(Zümer: 17)
Tâğut’tan kaçınmaktan maksat, Tâğut’u reddetmek ve inkâr etmek demektir. Allah-u Teâlâ’ya
yönelmek ise iman etmek demektir.
“O kullarım ki, sözü işitip de onun en güzeline uyarlar. İşte bunlar Allah’ın kendilerine hidayet
ettiği kimselerdir. İşte bunlar öz akıl sahiplerinin tâ kendileridir.” (Zümer: 18)
Bu yüce vasıfları taşıyan kimseler, Allah-u Teâlâ’nın rızâ-i Bâri’sini elde etmeyi nasip ettiği kimselerdir.
Dünya müjdesini hak eden ve buna lâyık olan kimse ahiret müjdesini de hak eder.
“Hakkında azap hükmü hak olmuş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın?” (Zümer: 19)
O kimse artık azaba müstehak olmuş, azap hükmü sabit olmuştur. Allah-u Teâlâ’dan başka hiç kimse
onu hidayete iletemez. Hidayete erdirdiğini de hiç kimse sapıklığa düşüremez.
DEVAM
Münafıklar ve Tâğut:
İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de kâfir vardı, Medine’de ise münafık türemeye başladı. Bunlar özü
sözüne, sözü özüne uymayan, iki yüzlü, dıştan mümin geçinip içinden inanmayan kâfirlerdi. Kimileri
Medine’nin yerli halkından, kimileri de yahudilerdendi.
Münâfıklar, tabiatları icabı müslümanların düşmanları kuvvetli olunca ortaya çıkmadıkları için; hicretten
önce münâfıkların varlığı mevzubahis değildi. Çünkü müslümanlar, müşriklerin korkup çekinmediği bir
azınlık durumunda idiler. Dolayısıyla da İslâm düşmanları müslüman gibi görünmek ihtiyacında
değildiler. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye yerleşip oradaki müslümanları siyasi bir teşkilâta
kavuşturunca, bazı kimseler açıktan açığa onların karşısına çıkamadılar. Münâfıklık yolunu seçerek
müslüman gibi göründüler ve küfürlerini gizlediler.
Hazreç kabilesi’nin ileri gelenlerinden olan Abdullah bin Ubeyy bin Selül hicretten önce Hazreç
kabilesi’ne reis olacaktı, taraftarları ona süslü bir taç bile hazırlamışlardı. Müslümanlığın Medine’de
yayılması, Resulullah Aleyhisselâm’ın hicret etmesi, kendi kabilesinin onu bırakıp İslâm’a girmesi
reisliğine mâni oldu. Bu sebeple kendisi de taraftarları da İslâm’a düşman oldular. Fakat
bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de, iman etmedikleri halde müslüman göründüler.
Böylece bir de münâfıklar zümresi türemiş ve Tâğutlar ortaya çıkmış oldu.
Yahudiler hiç boş durmuyorlar, Evs ve Hazreç kabileleri ile olan ittifak ve münasebetlerinden
faydalanarak müslümanları kandırmaya çalışıyorlardı. Nicelerini şaşırttılar. Böylece daha birinci hicret
yılında bu iki kabile arasında münafıklar türemeye başladı. Dıştan müslüman görünürler, el altından
fesat çıkarmaya yeltenirler, küfür ve inkârı kalplerinde gizlerlerdi.
İslâm’ın kudreti artmış olduğundan, bu gibi fitne ve fesatçılar, Mekke müşrikleri gibi açıktan fesat
çıkarmaya cesaret edemezlerse de gizliden gizliye icraatlarını yapmaktan geri kalmazlardı. Yeri
geldikçe, fırsat buldukça nifaklarını yayarlardı.
Râfi’ bin Hureymele öldüğünde Resulullah Aleyhisselâm:
Bu münafıklar Mescid’e de gelirlerdi. Bazen de diğer yahudilere ve İslâm düşmanlarına nakletmek için
müslümanları dinliyorlardı. Bir defasında Resulullah Aleyhisselâm onlardan bazılarını gizli gizli
konuşurken görmüştü. Verdiği emir üzerine Mescid’den dışarı çıkarıldılar. Müslümanlar onları dışarı
atarken:
Münâfıkların hepsinin durumu aynı değildi. Bunlardan bir kısmı Abdullah bin Ubeyy ve Hâris bin
Süheyh gibi ileri gelenler idi. Büyük çoğunluk ise akrabalık ve müttefiklik gibi çeşitli sebeplerle körü
körüne bunlara uyan kimselerdi.
Ayrıca bedevî, yani göçebe hayatı yaşayan çöl Arapları arasında da münafıklar vardı.
Biz onlara iki kez azap edeceğiz. Sonra da onlar daha büyük bir azaba itileceklerdir.” (Tevbe:
101)
Hangi gruptan olursa olsun, bütün münafıklar hemen hemen aynı vasıfları taşımaktadır.
Âyet-i kerime’de:
Münâfıklar müslümanlar arasına nifak ve ayrılık sokucu fikirler atıyorlar, Resulullah Aleyhisselâm’ı
müminler nazarında küçük düşürmeye çalışıyorlardı.
Bu yıkıcı faaliyetleri birçok defalar Resulullah Aleyhisselâm’a intikal etmiştir. Kendisine ulaşan her bir
şikâyeti dinliyor, şikâyet edilenleri sorguya çekiyordu. Fakat bunlar suçlarını inkâr ediyorlar, kelime-i
şehâdet getirerek müslüman olduklarını tekrarlıyorlardı. Fakat sık sık gelen vahiyler, haklarındaki
şikayetleri inkârlarına rağmen teyid ediyordu.
Resulullah Aleyhisselâm’ı küçük düşürmek için karşılarına çıkan her fırsatı değerlendirme yoluna
giderlerdi.
Uhud savaşı sırasında Resulullah Aleyhisselâm’ın bin kişilik ordusunun üçte biri yoldan geri döndüler.
Hendek savaşı da münâfıklara bir başka fırsat olmuştu. Muhasara uzayıp bazı sıkıntılar zuhur etmeye
başlayınca ileri geri konuşmaya başladılar. Müminlerin morallerini bozmak, nifak sokmak istediler.
Müslümanlar hendek kazma işinde var güçleri ile çalışırken, münâfıklar sıvışıyorlardı.
Tebük seferi esnâsında bir konaklama ânında Resulullah Aleyhisselâm’ın devesi kaybolmuştu, bütün
aramalara rağmen bulunamadı. Münâfıklar bunu fırsat bilip: “Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı,
devesinin nerede olduğunu bilirdi.” demeye başladılar.
“Ben ancak Allah’ın bana bildirdiğini bilebilirim. Şimdi haber veriyorum, devem falanca vâdide,
yuları bir ağaca takılı vaziyettedir, gidip arayın!” buyurdu.
Münâfıklar müslüman olduklarını ilân etmeleri sebebiyle zâhirde müslüman kabul ediliyorlardı.
Müslümanların sahip oldukları bütün haklardan istisna olmaksızın istifade ediyorlardı, cemaatle kılınan
bütün namazlara, askeri seferlere katıldıkları gibi, ganimetlerden de eşit şekilde paylarını alıyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm onların yıkıcı faaliyetleriyle ilgili bir şikâyet olunca, veya ters icraatlarına
bizzat şahid olunca gereken tahkikatı yapıyor, sorguya çekiyordu. Suçlarını bazen itiraf ediyorlar, çoğu
zaman ise inkâr ediyorlardı. Gerek şahsi tahkikatı, gerekse vahiy yoluyla haklarında verilen bilgi
sonunda, sabit olan suçlarından dolayı onları cezalandırmaktan ziyade tevbe etmeye, af dilemeye
dâvet ediyordu.
Tebük seferine çıkarken sefere katılmayıp Medine’de kalma hususunda özür beyan eden seksen
kadar münafığın özürünü kabul etmekle beraber, aynı şekilde özür beyan eden bir grubun özürünü
reddetti. Aynı şekilde seferden döndükten sonra, sefere katılmayan münafıklardan af dileyenleri
affettiği halde, aynı suçtan dolayı af dileyen üç samimi müslümanı cezalandırdı.
Ceza o kadar ağırdı ki, Âyet-i kerime’de beyan buyurulduğu üzere, yeryüzü bütün genişliğine rağmen
onlara dar gelmişti. (Tevbe: 118)
Bir defasında bir yerde toplanan münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm hakkında ileri geri konuşmuşlar,
şânına lâyık olmayan şeylerle anmaya başlamışlardı. İçlerinden bazıları: “Onun hakkında böyle
dedikodu yapmayınız. Korkarım ki kulağına gider, o zaman da bizim için iyi olmaz!” dediler. Cülâs bin
Süveyd: “Biz istediğimizi söyleriz, sonra da onun yanında söylediğimizi inkâr ederiz. Üstüne bir de
yemin bastırdık mı, bizim doğru söylediğimize hemen inanır. O her duyduğuna inanan bir kulaktır.”
diye konuştu.
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
Allah-u Teâlâ’nın azametini, yüceliğini bildiği için iman eder, buyurduğu hususlarda tasdik eder. İhlâs
ve samimiyetlerini bildiği için müminlerin söylediklerini dinler, haber verdikleri hususlarda onları tasdik
eder. Çünkü onun nazarında müminler doğru sözlüdürler, yalan söylemezler.
Çünkü Allah-u Teâlâ onun vasıtasıyla küfürden kurtarıp imanı nasip etmiştir.
“Allah’ın Peygamber’ini incitip üzenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe: 61)
Onlar dünyada da, ahirette de belâlarını bulacak, ebedî azaba düçar olacaklardır.
Bütün müsamahaya rağmen Resulullah Aleyhisselâm münâfıklara karşı ihtiyatı elden bırakmamıştır.
Onun bu tedbiri sayesinde hile ve desiseleri ortaya çıkacak diye devamlı bir korku içinde idiler.
“Münafıklar kalplerinde bulunanı onlara haber verecek bir sûrenin üzerlerine indirilmesinden
çekinirler.” (Tevbe: 64)
Hem nifaka devam ediyorlar, hem de gizli plânlarını Kur’an-ı kerim’de teşhir edecek bir sûrenin
inmesinden endişe edip duruyorlardı.
“Resul’üm! De ki: Siz alay edip durun. Şüphesiz ki Allah o çekinip durduğunuz şeyi açığa
çıkaracaktır.” (Tevbe: 64)
Resulullah Aleyhisselâm neticede münâfıklara karşı takip ettiği metot sayesinde vahdeti korudu,
teşkilâtlanmalarına mâni oldu.
Abdullah bin Ubeyy ölünce nifak kaynağı kurudu, etrafında toplandıkları bu baş münâfığın ölümü ile
münâfıklar da dağıldılar.
DEVAM
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine ve O’nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’a inandığını dili ile
söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı
en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek
yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
“Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet’ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini
gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından
müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm’a dahi emir
buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif’ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya
sermiştir.
Tevbe sûre-i şerif’inde ise münafıkların İslâm’a ve müslümanlara karşı karanlık emelleri anlatılmış,
fitnelerinin üzerindeki örtü kaldırılmış, nifak yolları, fitne şekilleri bir bir açıklanmıştır. Öyle ki, yırtmadık
hiçbir perde bırakılmamıştır. Bu açıklama ve ifşaattan sonra onları, neredeyse müminlerin elleriyle
tutacakları bir hale getirmiştir.
Tevbe sûre-i şerif’inin büyük bir kısmı onlardan bahseden Âyet-i kerime’leri ihtiva eder. Münafıkların
ayıplarını ve gizli plânlarını ortaya çıkarır ve o münafıklardan rezil etmedik hiçbirini bırakmaz.
Allah bunlarla, dünya hayatında onların azaplarını çoğaltmayı ve onların canlarının kâfir olarak
güçlükle çıkmasını istiyor.” (Tevbe: 55) (Bakınız. Tevbe: 85)
Onların mal ve evlât sahibi olmaları bir ölçü değildir. Ölçü almak onlara değer vermek olur. Halbuki
onlar böyle bir değere lâyık değildirler. Bütün bunlar İslâmiyetten mahrum oluşun pek acı bir
neticesidir.
“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)
Halbuki onların kalpleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir. Kalpleri inkâr ettiği için onlar mümin
değildirler.
Bunun içindir ki, iki yüzlü davranmak suretiyle, müslüman olmadıkları halde müslüman olarak
görünmektedirler.
“Eğer onlar sığınılacak bir yer, yahut mağaralar, ya da bir delik bulsalardı, hemen oraya doğru
yönelip koşarlardı.” (Tevbe: 57)
Onların müslümanlar arasında yaşamaları, başka iltica edecek yer bulamadıklarından dolayıdır, yoksa
hakikaten müslüman olduklarından dolayı değildir. Eğer mümkün olsaydı onlar sizinle bir arada
bulunmamak, yüzünüzü görmemek ve sizinle bir daha karşılaşmamak için, size karşı kinlerinin
şiddetinden dolayı mutlaka bunu yaparlardı. Çünkü cins cinsiyle uyum sağlar, zıddı ile uyum
sağlayamaz.
Nasiplerine râzı olmayan, gözlerini dünya hırsı bürüyen, tamamen dünya menfaatine gönül veren
münafıklar; Allah’ın aziz Peygamber’ini her seferinde adaletsiz dağıtım yapmakla, hakça ve eşit
davranmamakla suçlarlardı.
“Bazıları da sadakalar hususunda seni kınarlar. Eğer onlardan kendilerine verilse hoşlanırlar,
verilmezse hemen kızarlar.” (Tevbe: 58)
Fütûhatlar ilerledikçe İslâm devletinin büyümesi ile Resulullah Aleyhisselâm’ın elinde bütün
Arabistan’da eşine rastlanmayan miktarda servet toplanıyordu. Münafıklar da tabii olarak bu mallara
açgözlülükle bakıyorlar ve bu servetten mümkün olduğu kadarıyla pay almayı gözlüyorlardı. Fakat
onların bu açgözlülükleri hiçbir zaman tatmin edilmiyordu. Çünkü zekât fonundan yararlanmayı kendi
şahsına ve akrabalarına yasaklayan Resulullah Aleyhisselâm’ın, hak etmeyen kimselere zekâttan pay
vermesi beklenemezdi.
Allah-u Teâlâ onların hoşnutluk ve kızgınlıklarını din için, müslümanların menfaati için değil de, bizzat
kendi çıkarları için olmakla vasıflandırmaktadır.
Şayet onlar Resulullah Aleyhisselâm’ın kendilerine verdiklerinden hoşnut olup bundan memnun
kalsalardı ve üzerlerine düşen pay az dahi olsa, Allah’ı ve Resul’ünü tercih etselerdi, bu kendileri için
daha hayırlı olurdu.
“Keşke onlar Allah’ın ve Peygamber’in kendilerine verdiğine râzı olsalardı da: ‘Allah bize yeter!
Yakında Allah bize lütfundan verir, Resul’ü de. Biz sadece Allah’a rağbet edip gönül
bağlayanlardanız.’ demiş olsalardı!” (Tevbe: 59)
O’nun verdiklerine râzı olup böyle deselerdi, haklarında daha hayırlı olurdu.
DEVAM
Allah-u Teâlâ yeryüzünde haksız yere büyüklenenlerin, koyduğu hükümlerden yüz çevirenlerin, ne
kadar delillerle karşılaşsalar bile inanmayanların, doğru yolu apaçık görseler bile o yolda
yürümeyenlerin, dalâlet yollarına daldıkça dalanların durumlarını ve âkıbetlerini bir Âyet-i kerime’sinde
beyan buyurmaktadır:
Kalpleri öyle mühürlenecek ki; dinin inceliklerini, ilâhî hükümlerdeki hikmet ve hakikatleri anlamazlar,
gerçeklere nüfuz edemezler.
Büyüklük taslamaları onları tasdik etmelerine mâni olur, tefekkür etmezler, ibret almazlar.
Kendilerini sapıklık kapladığı için Hakk’a yönelmezler ve o yolun doğru olduğunu görmelerine rağmen
o yolu tutmazlar.
Hevâ ve heveslerine uygun ve bâtıl arzularına ulaştırıcı olmasından dolayı, dalâlet yolunu kendilerine
hiç ayrılmayacakları bir yol olarak seçerler.
Onların bu gafletleri yanılmak ve bilgisizlikten kaynaklanan bir gaflet değil, Hakk’a ve hakikate yüz
çevirmelerinden kaynaklanan bir gaflettir.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde eski İsrâiloğullarına halef olan bir takım kimselerin, Tevrat’ın
hükümlerine uymaları için kendilerinden söz alınmış olmalarına rağmen, o kitabın hükümlerine
muhalefet ederek dini dünyaya âlet ettiklerini, dünyanın geçici menfaatine yöneldiklerini haber vererek
onları kıyamete kadar gelecek insanlara numune-i imtisal olarak göstermiştir:
“Arkalarından onların yerine Kitab’a vâris olan bir takım kimseler geldiler.” (A’râf: 169)
Okumasını yazmasını öğrendiler, fetvâ ve hüküm verme mevkilerine geçtiler. Şu kadar var ki kendileri
o kitaba sahip çıkmadılar, hükümlerine sarılmadılar. Gönüllerinde onun azametini hissetmediler. O
kitapta bulunan emir ve yasakları, helâl ve haramları bildikleri halde gereğince amel etmediler. Onu
keyiflerine göre, işlerine geldiği gibi kullandılar.
Allah-u Teâlâ’nın hüküm olarak koymuş olduğu dine uymayıp muhalefet etmeye kalkışmak, dünya
hırsı adına yapılan fenalıkların ve şirklerin başında gelir.
Elde etmiş oldukları bu dünyalık sebebiyle, bu menfaatlerinden dolayı Allah-u Teâlâ’nın kendilerini
mesul tutmayacağını iddiâ ediyorlardı.
“Onlara buna benzer bir menfaat daha gelse onu da almaktan tereddüt etmezler.” (A’râf: 169)
Almaya devam ederler, mesuliyetten korkmazlar, bu suretle bayağı servetler elde ederek, haris bir
halde yaşarlar.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-ya bu Âyet-i kerime’den sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
“Bir takım kimseler ki, dünyaya rağbet ederler. Kur’an’ın ruhsatlarıyla amel etmek isterler ve:
‘Allah bizi bağışlar.’ derler. Dünyadan her ne ki ellerine geçerse alırlar, haram helâl noktasına
lâyık-ı veçhile dikkat etmezler.
Bugün ellerine geçeni aldıkları gibi, onun aynısı yarın gelse tekrar alırlar.”
“Allah’a karşı gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dâir Kitap’ta onlardan söz
alınmamış mıydı?” (A’râf: 169)
Buna rağmen mâsiyetlerde ve haram yemede ısrar ediyorlar, Allah-u Teâlâ’nın kendilerini
bağışlayacağını kuvvetle savunuyorlar.
Kitap’ta yazılı olan bütün bilgileri çok iyi bildikleri halde dünya menfaati için Allah-u Teâlâ’nın hükmüne
aykırı davranıyorlardı.
Bunların gökkubbe altında en şerli kişiler oluşunun sebeplerinden birisi de budur. Din-i mübine en
büyük zarar bunlardan gelmektedir.
“Allah’tan korkanlar için ahiret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ düşünmüyor musunuz?”
(A’râf: 169)
Onlar akıllarını kullanıp düşünselerdi, fâni olanı bâki olana tercih etmezler, azaba götürücü âdi şeyler
karşısında ebedî saâdetlerini fedâ etmezlerdi. Bu geçici hayatın zevklerini ancak Allah’tan
korkmayanlar tercih ederler.
“Kitab’a sımsıkı sarılıp namazı dosdoğru kılanlar var ya, işte biz ıslah edenlerin mükâfatlarını
zâyi etmeyiz.” (A’râf: 170)
Onlar kitaba sımsıkı sarılırlar, mucibiyle amel ederler. Onların mükâfatını vermek Allah-u Teâlâ’nın
üzerinedir.
Âlimlerin en faziletlisi bu âlemin en faziletlisi olduğu gibi, insanların en şerlisi de kötü âlimlerdir .
Onlar Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin izinden çıktıkları için bu hale düşmüşlerdir.
Dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Makamını işgal etmek isterler amma, aslâ ona benzemek
istemezler. Sünnet-i seniye’ye uymazlar. Nefislerine tâbi oldukları için emr-i ilâhî’ye mugayir söz ve
davranışta bulunurlar.
İmanları surette kalan, ilimleri zandan ibaret olan saptırıcı, Din-i mübin’i yıkıcı, halkı şaşırtıcı âlimler,
gökkubbe altındaki en şerli ve en tehlikeli insanlardır. Bunlar hem kendileri dinden çıkarlar, hem de
başkalarını dinden çıkarmaya çalışırlar.
“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” (Yusuf: 106)
Âyet-i kerimesinde beyan buyurulduğu üzere müşrik olarak yaşarlar. müslüman gibi göründükleri için
bunların tahribatı dış düşmandan daha büyüktür.
Hazret-i Ali -radiyallahu anh-nin rivayet ettiği bir Hadis-i şerif’te Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyuruyor:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak.
Mescitler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı yine onlara
dönecektir.” (Beyhakî)
Dine uymak şöyle dursun, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Tahripçidirler, dinde yenilik isterler.
Asıl gayeleri ise dini aslından çıkarmak, bid’at ve küfrü yaymaktır.
En büyük gadab-ı ilâhîye maruz kaldıkları husus, Allah-u Teâlâ’nın kesinlikle yasak etmiş olduğu
şeylere: “Allah böyle emrediyor.” diye kendi zanlarını ortaya koymaya çalışmalarıdır.
“Âyetlerimizi hükümsüz bırakmak için yarışırcasına uğraşanlar için, iğrenç ve acıklı bir azap
vardır.” (Sebe: 5)
Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini çürütmek, hükümsüz bırakmak ve kendi arzusunu hüküm yerine koymak
isteyenlerin bu cürümleri pek büyük olduğu için kendilerine verilen ceza da o nisbette iğrenç ve acıklı
olacaktır.
Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır. Kitabullah’a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ’nın
kahrına müstehak olmuşlardır. Madde ve makam için dinine de, icabederse vatanına da ihanet
ederler.
Âyet-i kerime’de:
Hidayeti dalâlete değiştiren, sapıklığı satın alan bu zâlimler, her zâlimden daha zâlimdirler. Çünkü
onlar çok kötü bir çığır açmışlar, beşeriyete çok kötü bir nümune olmuşlar, kendi nefislerini de acıklı
azaplara maruz bırakmışlardır.
Âlim olduğunu sandılar, ulemâ sıfatı altında cehaletlerini ve küfürlerini yaydılar. Zan, nam, şöhret,
madde ve menfaat uğruna dinden çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar.
Bu halleri ile kendilerini halkın en iyileri, en faziletlileri zannederler. Oysa bunlar Hazret-i Allah’ın
yanında en düşük kimselerdir.
İşte iç yüzlerini ortaya koymaya çalıştığımız kötü âlimlerin durumu budur. Kendilerine âlim süsü veren
bu gibi kimseler, hem İslâm’ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i mübini kendi arzu ve
heveslerine uydurmaya çalışırlar. İlâhî hükümleri değiştirmek ya da aslından uzaklaştırmak suretiyle
bir takım çözümler ortaya koyarlar. Zamanın değişmesiyle ahkâmın da değişebileceğini, günün
şartlarına göre hükümlerin ayarlanabileceğini ileri sürerler.
Bu ise apaçık bir küfürdür. Bu küfre rıza göstermek de küfürdür. Zira bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr
etmek küfre mucip olduğu gibi, bir küfrü hoş gören de aynı küfre ortakdır, o da küfre kayar.
Allah-u Teâlâ’nın helâl kıldığı şey kıyamete kadar helâldir, haram kıldığı şey de ebediyyen haramdır.
Zira İslâm’ın hükümleri zaman ve zeminle sınırlı değildir. Mevki ve rütbesi ne olursa olsun; İslâm’ın
helâl kıldığına haram, haram kıldığına da helâl demeye hiç kimsenin hakkı ve selâhiyeti yoktur.
Bazıları da hidayetten uzak kimseleri İslâm’a ısındırmak için din adına bazı tavizler vermekte bir
mahzur görmezler. Böylece akıllarınca bir münkiri veya bir münafığı dine ısındıracağız derken hem
kendileri dinden çıkıp uzaklaşırlar hem de etraflarını dinden çıkarırlar.
“Rabb’inin dosdoğru yolu işte budur. Biz öğüt alacak bir topluluk için âyetleri uzun uzadıya
açıkladık.” (En’âm: 126)
DEVAM
2. MÜNAFIKLAR
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine ve O’nun peygamberi Muhammed Aleyhisselâm’a inandığını dili ile
söyleyip kalbi ile tasdik etmeyen kimselere münafık denir.
Müslümanlar arasında yaşadıkları için müslümanlara en fazla fenalığı dokunanlar ve kendilerine karşı
en fazla tetikte durulması gerekenler bunlardır. Müşrikten de kâfirden de tehlikelidirler. Çünkü gerçek
yüzlerini göstermezler. Etraflarını kendilerine inandırarak uyuttuktan sonra zehirlerini akıtırlar.
“Hiç özür beyan etmeyin. Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz.” (Tevbe: 66)
Asr-ı saâdet’ten sonra İslâm âlemine en büyük kötülüğü yapan kişiler münafıklardır. Gerçek yüzlerini
gizledikleri için onlardan sakınmak zordur.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde her fırsatta münafıkları lânetlemiş ve onların durumlarından
müminleri haberdar etmiştir. Bunlarla cihad etmek hususunda Resulullah Aleyhisselâm’a dahi emir
buyurmuş, hususiyetle Münafikûn sûre-i şerif’ini indirerek münafıkların sahtekârlıklarını ortaya
sermiştir.
Allah-u Teâlâ münafıkların bir kapıdan girip diğer kapıdan çıktıklarını ve hep bu hâl üzere olup,
kalplerinde ise tam bir küfür taşıdıklarını Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmaktadır:
“Size geldikleri zaman: ‘İnandık!’ derler. Halbuki yanınıza kâfir olarak girip kâfir olarak
çıkmışlardır.
“‘İtaat ettik!’ derler. Fakat senin yanından ayrıldıktan sonra, içlerinden bir kısmı, sana
söylediklerinin tersine geceleyin plân kurarlar. Allah da onların geceleyin tasarladıklarını
yazmaktadır. Onlardan yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter!” (Nisâ: 81)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde onların dinleri hususunda şaşkın olduklarını, şeytanın onları
tereddüte düşürdüğünü beyan buyurmaktadır:
“Ne onlarla olurlar, ne bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
Ne müminlere uyarak tam mümin olurlar, ne de kâfirlere uyarak müşrik olurlar. Ne müminlere katılırlar
ne de kâfirlere.
“Sizden olmadıkları halde sizinle beraber olduklarına yemin ederler.” (Tevbe: 56)
Halbuki onların kalpleri, dillerinin söylediğini inkâr etmektedir. Kalpleri inkâr ettiği için onlar mümin
değildirler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde gazab-ı ilâhiye uğramış kimselere karşı gösterilecek bir dostluğun
kötü neticelerini ihtar etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Kalplerinde hastalık bulunanların: ‘Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye
korkuyoruz.’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.” (Mâide: 52)
Bunlar Allah-u Teâlâ’nın bu Din-i mübin’in sahibi olduğunu, dilediği zaman onu yücelteceğini ve
koruyacağını hesaba almazlar, aksine bir inkılâp oluverip otoritenin başkalarının eline geçmesi
ihtimalini düşünürler ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceğini ümit ederler. Bununla güya darlık
zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyormuş gibi görünmek
isterler.
“İman edenler: ‘Sizinle beraber olduklarına dâir bütün güçleriyle Allah’a yemin edenler bunlar
mıdır?’ derler.
İyi bilinmelidir ki Hak her zaman galip gelir. Bâtılın üstünlüğü saman alevi gibi aniden yükselir ve yerle
bir olur. Bunun içindir ki bâtıla ve bâtıl taraftarlarına meyletmek bir müslümana aslâ yakışmaz.
“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücâdele: 14)
İman ettiklerini iddiâ eden münafıklar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.
Çünkü onlar münafıktırlar. Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir
orada bir burada çalkalanıp dururlar.
Burada bile bile yalan yere yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.
“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!”
(Mücâdele: 15)
Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah
yolundan çevirmeleridir.
“Biz de müslümanız!” diyerek bir taraftan kendilerini müslüman gibi göstermeye, diğer taraftan da
çıkardıkları fitne ve nifak ile başkalarının İslâm’ı seçmesine engel olmaya çalışırlar. Onların gerçek
yüzlerini bilmeyen pek çok kimse yaptıklarının ve söylediklerinin doğru olduğunu zanneder, onlara
aldanır, böylelikle Allah yolundan alıkonmuş olurlar.
Allah’ın adını ve dinini küçük düşürmeleri karşılığında onlara böyle küçültücü bir azap verilecektir.
•
Münafıklar Hakk kelâmını işitmek istemezler. Kur’an-ı kerim âyetlerini dinleyip, emir ve nehiylerini
dikkate almazlar. Hükümlerindeki hikmetleri idrak etmezler.
“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed: 24)
Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur
girebilir ne de iman.
Kalpler hakikati aramak Hakk’ı bulmak için yaratılmıştır. Onda bu hususiyet kalmayınca yok gibi olur.
“Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş
göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.” (Muhammed: 25)
Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm’dan ayrılıp küfre dönenlere, şeytan bu işi güzel
göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.
“İşte böyle. Zira onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: ‘Biz bazı işlerde size itaat
edeceğiz.’ dediler. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir.” (Muhammed: 26)
Münafıklar bunu yahudilere gizlice söylediler, Allah-u Teâlâ da ortaya çıkarıp onları rezil etti.
“Kalplerinde hastalık olanlar, yoksa onların kinlerini Allah’ın aslâ dışarı vurmayacağını mı
sandılar?” (Muhammed: 29)
Allah-u Teâlâ kalplerinde nifak bulunan münafıkların durumlarını elbette açığa çıkartacak ve çıplak bir
şekilde ortaya serecektir. Tâ ki basiret sahibi olan herkes onları iyice anlasın.
“Kalplerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa şüphe mi ediyorlar? Veya Allah’ın ve
Resul’ünün kendilerine haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır! Onlar zâlimlerin tâ
kendileridir.” (Nur: 50)
Onlar hak yoldan ayrılmış, küfre ve nifaka düşmüş, kendi nefislerine zulmetmiş kişilerdir.
Nifak kalbin kötü sıfatlarındandır. Dışın içe, sözün fiile aykırı olması münafıklıktır.
“Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münafıkları da bilir.” (Ankebût: 11)
Kalpte bulunan iman cevheri ile nifak, ancak sabırla veya sıkıntı anında sarsılma ile kendini gösterir.
Münafıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için Allah-u Teâlâ bir Âyet-i
kerime’sinde önce onları cezalandıracağını beyan buyurmuştur:
“Ve Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik
erkeklerle müşrik kadınlara azap etsin. Kötülük onların başlarına dönsün! Allah onlara gazap
etmiş, lânetlemiş ve kendileri için cehennemi hazırlamıştır.
Orası ne kötü bir dönüş yeridir!” (Fetih: 6)
Allah-u Teâlâ’nın onlara olan gazabı; onlar için ahirette ceza dilemesi, dünyada da şirk ve nifak üzere
olmalarıdır. Lâneti de rahmetinden kovmasıdır.
“Amel defteri kendisine arkadan verilen kimse: ‘Mahvoldum!’ diye bağırır.” (İnşikâk: 10-11)
“Onlar büyük bir günde tekrar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?” (Mutaffifin: 4-5)
Onlar orada hardal tanesi, hatta zerre kadar olan şeylerden bile hesaba çekileceklerdir.
O gün suçlular için çok sıkıcı bir gündür. Artık gaflet perdesi ile kapanmış olan gözler açılmış, gizli
kalan hakikatler zuhur etmiş, bütün açıklığı ile ortaya dökülmüş, bütün anlaşmazlıklar çözümlenip
karara bağlanmıştır.
Hiçbir kimsenin kaçacak bir yeri yoktur ve hiç bir fert unutulmaz.
Öyle bir gün ki; inananla inanmayanı, itaatkârla isyankârı, şükredenle nankörü, zulmedenle zulme
uğrayanı orada ayıracak, iyileri mükâfatlandırıp kötüleri cezalandıracak, dilediğini de bağışlayacaktır.
Kur’an-ı kerim’de muhtelif Âyet-i kerime’lerde münafıkların; hidayet karşılığında sapıklığı satın
aldıkları, bu alış-verişlerinin kendilerine kâr sağlamadığı, doğru yolu bulamadıkları, kötülüğü teşvik
edip iyilikten alıkoydukları, amellerinin dünyada da ahirette de boşa gittiği, önce iman edip sonra inkâr
ettikleri, Allah-u Teâlâ’nın ve Resul’ünün hükmüne râzı olmadıkları, şeytanın adamları oldukları,
kalplerinin mühürlü olduğu, cehennemin en alt tabakasında olacakları ve cehennemde ebedî
kalacakları beyan buyurulmaktadır.
DEVAM
3. KÂFİRLER
Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, O’nun yüce peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a
inanmayan ve dinden olduğu kesin olan bir hükmü inkâr eden kimseye “Kâfir” denir. Aynı mânâda
“Münkir” kelimesi de kullanılır.
Küfür, “Örtmek” mânâsına gelir. Nimet sahibinin verdiği nimeti tanımamak suretiyle örtmek veya
nimet verene muhalefet olsun diye inkâr etmektir.
Kur’an-ı kerim’de müstakil olarak kâfirler için “Kâfirûn” sûre-i celîle’si vardır. Ayrıca bir çok sûrelerde
kâfirlerin durumu geniş ve açık olarak belirtilmiştir.
Bu emri veren Allah-u Teâlâ’dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere
bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur geçerlidir.
“Ey kâfirler!” hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan’daki kâfir ve müşrik Araplar değil; Muhammed
Aleyhisselâm’ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.
“Ey kâfirler!” diye hitap etmek, bu gibi kimselere: “Ey düşmanlar!”, “Ey İslâm’a muhalefet
edenler!” diye hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları
hedef alınmakta, “Kâfir” sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime’nin şümulünde
bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar küfür karanlığında kalanlar hep bu sıfattadırlar. Düşmanlığı
bırakarak iman edenler ise, artık bu, “Ey kâfirler!” hitabının muhatabı olmaktan kurtulurlar. “Ey
müminler!” hitabının şerefiyle müşerref olurlar.
“O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi
oluvermiştir.” (Fussilet: 34)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz azılı bir kâfir iken, iman nuru ile münevver olduktan sonra
İslâm’ın en ön safında yerini aldı. Onun gibi daha niceleri de aynı şerefe, saâdet ve selâmete erdiler.
Ebu Cehil ve onun gibi olanlar ise küfürlerinde direterek, inkârlarını artırdıkça artırarak: “Ey kâfirler!”
hitabının muhatabı olmaktan kurtulamadılar. Kıyamete kadar kâfir olarak anılacakları gibi, ahirette de
kâfirlerle bir ve beraber olacaklar, hak ettikleri cehennemde ebedi olarak kalmaktan
kurtulamayacaklardır.
Onlara kendi memleketlerinde, ruhsat ve fırsat ellerinde olduğu halde böyle küçültücü, tahkir edici bir
hitapla seslenilmesi gösteriyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
onlardan korunmuştur.
Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir.
Allah-u Teâlâ’dan ve O’nun yüce dininden yüz çevirip küfre kayan, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarıldıkça
sarılan kimseler devâsız, şifâsız bir hastalığa yakalanmışlardır.
“O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler. Dünya hayatı onlar aldattı.” (A’raf: 51)
“İşte onlar cehennemliktirler, orada ebedî kalacaklardır.” Âyet-i kerime’si ile sâbittir. (Âl-i imrân:
116)
Onların cehennemden kurtulmaları veya azaplarının hafifletilmesi diye bir şey düşünülemez.
“Âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklük taslayanlar ise ateş ehlidir. Onlar orada
ebedî kalacaklardır.” (A’râf: 36)
Onları uyarmakla uyarmamak arasında fark yoktur. Çünkü onlar bu öğütlerden faydalanıp da imana
gelmezler.
“Kâfirlere gelince, onları ikaz etsen de etmesen de birdir, onlar iman etmezler.” (Bakara: 6)
Onlar fıtratlarını kötüye kullanan, Hâlik-ı kerim’in varlığını gösteren eserleri görmemek için gözlerini
kapayan, üzerlerine düşen vazifeleri yerine getirmekten kaçınan münkir kimselerdir.
Kesin olarak iman etmeyecek kimseyi uyarmanın faydası, ileride delil ile susturulmaları içindir.
“Onları doğru yola çağıracak olursanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da sizin
için birdir.” (A’râf: 193)
Bu ilâhî beyanda “Sizin için birdir” denildiği halde, bundan önce geçen Âyet-i kerime’de “Senin için
birdir” buyurulmuştur. Çünkü senin onları uyarman ve uyarıyı terketmen, senin hakkında aynı
mânâda değildir. Onlar inanmasalar da, uyardığın için sen bundan dolayı ecrini alırsın. Fakat onlar için
böyle bir durum yoktur. Onları uyarsan da uyarmasan da iman etmezler.
Allah-u Teâlâ kâfirlerin ölü gibi olduğunu, öğüt ve nasihatın kendilerine fayda vermeyeceğini beyan
ederek Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Tabiîdir ki sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp giden sağırlara da dâvetini
duyuramazsın.” (Rûm: 52)
İsyana dalmak kalbin hastalığı olduğu gibi, inkâr da onun ölümüdür. İnkâr yüzünden kalbi ölen kişinin
kulakları tamamıyle sağır olmuş demektir. Bu yüzden öğüt ona aslâ fayda vermez.
Kur’an-ı kerim’i ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i inkâr ve itirazlar, nâzil olduğu
zamanlarda başlamış, müşrikler aleyhde söylemedik hiç bir söz bırakmamışlardı. Sonraki asırlardan
günümüze kadar gelen kâfirler ise, Asr-ı saâdet müşriklerinin sözlerini tekrar edip durmaktan başka hiç
bir şey yapmamışlardır.
“Bilmeyen (câhil müşrik)ler: ‘Allah bizimle konuşmalı ya da bize âyet (mucize) gelmeli değil
miydi?’ dediler. Kendilerinden öncekiler de aynı şeyi söylediler.” (Bakara: 118)
Bunların istekleri doğru yolu bulmak için değil, inatlarında diretmek içindi. Bunların hepsinin aklî
yapıları birdir, her asırdaki ve taraflardaki kâfirler hep aynı iddiâlarda bulunurlar.
Kalbinde imanın huzur ve sükununu bulan kimse, gerçeği bu Âyet-i kerime’lerde açıkça görür.
İnanmaya meyilli olmayanlar bunları göremezler. Onlar kalpleri mühürlü olan inatçılardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kâfirlerin akıllıca düşünme hassalarından uzak olduklarını haber
vermektedir:
“Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiği zaman: ‘Hayır! Biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye uyarız.’ derler.” (Bakara: 170)
Atalarından kalma eski âdetlerin, Hakk’ın emrine ve hükmüne uygun olup olmadığına bakmazlar ve
aramazlar. Sırf taassupla onlara uyup taklit edeceklerini söylerler.
“Peki, ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu bulamamış kimseler olsa da mı?” (Bakara: 170)
Körükörüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ilimden dinden nasibi olmayan ataları taassupla
taklit etmek, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bir şeye tâbi olma sebebi; eskilik yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil, Allah-u Teâlâ’nın emrine
ve hükmüne uygun olmasıdır. Allah-u Teâlâ’nın emrine ve hükmüne uyan ve ne yaptığını bilen atalara
uyulur. Atalar bile olsa, O’nun hükmünü tanımayanlara, ne yaptığını bilmeyenlere aslâ uyulmaz. Bu
durum eskilerde olduğu gibi yenilerde de böyledir.
Hak ve hakikatin ölçüsü, ne eski ne yenidir. Allah-u Teâlâ’nın hükmüne ve delile dayanan şey
gerçektir.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde kâfirlerin üzerine şeytanların musallat olduklarını ve onların belirli
günden sonra helâk olup cehenneme sevk edileceklerini beyan buyurmaktadır:
“Görmedin mi? Biz şeytanları kâfirlerin üzerine salarız da, onları kışkırttıkça kışkırtırlar.”
(Meryem: 83)
Onları küfür ve şirke alabildiğine teşvik ve tahrik etmekten geri durmazlar. Üzerlerine musallat olurlar
ve galeyana getirirler.
“Şu halde onlar hakkında acele etme! Biz onların (günlerini) saydıkça sayıyoruz.” (Meryem: 84)
Cezalandırmak için yaptıklarını, hayatlarını sona erdirmek için günlerini ve nefeslerini saymaktadır.
Verilen mühletle onlar kaçınılmaz olarak Allah-u Teâlâ’nın azap ve cezasına doğru yol almaktadırlar.
Gün gelecek cezalarına kavuşacaklardır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde kâfirleri şeytanların kardeşleri ve insan şeytanları olarak
tanıtmakta ve şöyle buyurmaktadır:
Şeytanlar onları aldatırlar, dalâlet yollarını onlara güzel göstererek bu hususta onlara yardımda,
teşvikte bulunurlar, destek verirler.
Günahta ısrar edip yollarından vazgeçmesinler diye onları azdırmaktan geri durmazlar. Onlar da küfür,
isyan ve azgınlıklarına devam eder dururlar. Muttakiler gibi kötülüklerden vazgeçip kendilerini çekip
çeviremezler. Bundan dolayı şeytanlara kapıldıkça kapılırlar, aldandıkça aldanırlar, saptıkça saparlar.
Allah-u Teâlâ kullarını inkâr sapıklığına düşmekten sakındırarak Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyurmuştur:
Sizin inkâr etmeniz O’nun hükümranlığına bir halel getirmez. Siz O’na muhtaçsınız. Çünkü küfürden
zarar görüp imandan fayda görecek olanlar sizlersiniz.
Kullarının kâfir oluşuna râzı olmayışı sizin menfaatiniz ve size rahmet olarak zararınızı savmak içindir.
Yoksa kendisi bundan zarar gördüğü için değildir.
Küfür O’nun iradesi ile meydana çıkmasına rağmen onu emretmez. O’nun dilemesi ayrı, rızâsı ayrıdır.
Allah-u Teâlâ sâlih insanlara iyilik yapmaları için fırsat tanıdığı gibi, fâcir insanlara da kötülük
yapmaları için fırsat tanımaktadır. Bu ise, kötülüklerden râzı olduğu mânâsına gelmez. Çünkü kâfire
gazap ettiği için ona cehennemi hazırlamıştır.
Şükür ile iman birbirine bağlıdır. Şükreden kimse iman eder. Küfür varken şükür olmaz.
O sizi hesaba çeker, iyileri mükâfatlandırır, kötüleri lâyık oldukları cezalara kavuşturur.
Göğüslerin derinliklerinde olan şeyleri çok iyi bildiğine göre, dışa vurduğunuz amellerinizi nasıl bilmez?
İslâm düşmanlarının yaşayanlarına olduğu gibi ölenlerine de lânet okuma zikredilerek Âyet-i
kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere ve kâfir oldukları halde ölenlere gelince; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların
lâneti onların üzerine olsun!” (Bakara: 161)
Müminler o kâfirler için böyle lânet edecekleri gibi, kâfirler de yarın ahirette birbirlerine lânette
bulunacaklardır.
“Onlar ebedî olarak o lânetin içinde kalacaklardır. Onlardan azap hafifletilmez ve onlara mühlet
de verilmez.” (Bakara: 162)
Hiçbir istekleri dikkate alınmaz, devamlı olarak azap görürler. Bu azap sırasında bir an bile dinlenme
imkan ve fırsatı verilmez. Ertelenmesi de bahis mevzuu değildir. Cehennemde sürekli ve ebedî olarak
kalacaklardır. Çünkü bunların niyetleri, yaşadıkları sürece devamlı olarak küfürde ısrar etmekti. Bu
bakımdan azaplarının ebedî olmasıyla cezalandırıldılar.
Onlar hem küfürde kalarak hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlardır.
•••
Ensâr:
Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Muhâcirler’i yurtlarında barındırmak suretiyle onlara büyük yardımda
bulunan Evs ve Hazreç kabileleri’ne mensup Medine’li müslümanlara “Yardımcılar” mânâsına gelen
“Ensâr” adı verilmiştir.
Ensâr öyle coşkulu bir şekilde müslüman oldular ki, İslâm’ın doğru ve nurlu yolunu görür görmez,
gönülleri ve bünyeleri ile birlikte büyük bir teslimiyet dairesine girdiler. Allah adına birbirini sevmeye,
Allah rızâsı yolunda birbirlerinin haklarını gözetmeye, takvâ ve iyilik üzerinde yardımlaşmaya
başladılar. Resulullah Aleyhisselâm’ı ve Mekke’li müslümanları Medine’ye dâvet ettiler. Geldiklerinde
de tam bir kardeş muamelesi yaptılar, kendi evlerinde barındırdılar, onlara eşit haklar tanıdılar,
evlerine mallarına ortak yaptılar. İki hanımı olanlar, iddetinin bitmesinden sonra onunla evlenmeyi
dileyecek olurlarsa, hanımlarından birini onun için boşama teklifini dahi yaptılar.
Enes bin Malik -radiyallahu anh-e: “Siz öteden beri bu isimle mi anılırdınız, yoksa size bu ismi Allah mı
koydu?” diye sorulduğu zaman “Evet, bu ismi bize Allah koydu.” cevabını vermiştir. (Buhârî)
“Muhâcirler’den evvel Medine’yi yurt ve iman evi edinmiş olan Ensâr, kendilerine hicret edip
gelenleri severler.” (Haşr: 9)
Başta Peygamber olmak üzere hicret eden o sâdıkları din kardeşleri bilerek dostluklarını gösterirler.
Muhâcirler’e verilen şeylere kendileri sahip olamadıklarından dolayı kalplerinde ona dâir bir ihtiyaç
meyli duymazlar. Bu gibi şeylere gözleri takılıp kalmaz. Son derece ihtiyaç ve yoksulluk içinde olsalar
da, malın başkalarına verilmesini tercih ederler. Onların bu tercihleri mala ihtiyaçları olmadığından
değildir. Aksine bu tercihleri ihtiyaçları olmasına rağmendir.
“Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile, Muhâcir kardeşlerini tercih ederler.” (Haşr: 9)
Başkalarının ihtiyaçlarını kendi ihtiyaçlarından önde tutarlar. Kendileri aynı şeye muhtaç olmaları
halinde, muhtaç olan başkalarının ihtiyaçlarını karşılamakla işe başlarlar.
Tevbe sûre-i şerif’inin 100. Âyet-i kerime’sinde ise İslâm’da birinci dereceyi kazanan Muhâcirler ve
Ensâr ile onlara sadâkatle güzellikle tâbi olanlardan Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu, onların da Allah-u
Teâlâ’dan hoşnud olduğu, Allah-u Teâlâ’nın onlar için içinde ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar
akan cennetler hazırladığı, bunun da büyük bir bahtiyarlık olduğunu beyan buyurulmaktadır.
“Kim nefsinin mala olan hırs ve cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr:
9 - Teğâbün: 16)
Cömertlik insanlarda ne kadar büyük bir meziyet ise; cimrilik de onun zıddına o kadar kötü bir huydur
ve nefsin yakalandığı tedâvisi zor olan müzmin bir hastalıktır. Allah-u Teâlâ’nın lütfu erişip de nefsin
cimriliğinden kurtulanlar ise; dünyada huzurlu bir hayat yaşadıkları gibi, ahiretin zorlukları karşısında
da güven içinde olurlar.
Tâbiin-i Kiram:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i görmek saâdetine eremeyip Ashâb-ı kiram -
radiyallahu anhüm- Hazerâtı’nı gören ve onların sohbetinde bulunan müslümanlara “Tâbiîn” denilir. Bu
isim onlara Allah-u Teâlâ tarafından verilmiş olup, büyük bir şereftir.
Bu bahtiyar zümreye işaret eden Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Ey Rabb’imiz! Bizi ve iman ile bizden evvel geçmiş
olan kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde müminlere karşı bir kin bırakma.
Âyet-i kerime’de anılan müslümanlar, Ashâb-ı kiram’dan sonra kıyamete kadar gelmiş ve gelecek olan
müslümanlardır.
Ashâb-ı kiram, Tâbiîn ve geçmiş din kardeşlerini hayır duâ ile anmak her müslümanın vazifesidir.
Bütün Ashâb-ı kiram’a karşı hürmet ve muhabbette bulunmanın vâcip olduğuna dâir bu Âyet-i kerime
delildir. Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek aslâ câiz değildir.
NİFAK VE KÜFÜR
11. Âyet-i kerime’den itibaren Haşr sûre-i şerif’inin inmesine esas sebep olan hadise açıklanmakta ve
bu hadiseye katılan iç düşmanı münâfıkların içyüzleri gözler önüne serilmektedir.
Şöyle ki;
Nadir oğulları ile Kureyza oğulları adlı yahudi kabileleri Medine’ye iki saat uzaklıkta bulunuyorlardı.
Resulullah Aleyhisselâm bunların her ikisi ile de çeşitli antlaşmalar yapmıştı. Yahudilerin mal ve can
emniyetleri sağlanmış, buna karşılık onların da maddî yardımda bulunmaları karara bağlanmıştı.
Buna rağmen Uhud hadisesinden beri o civarda bulunan yahudiler tavırlarını tamamen
değiştirmişlerdi. Reci’ ve Bi’r-i maûne faciaları üzerine de müslümanların nüfuzunun iyice sarsıldığını
sandılar.
Amr bin Ümeyye -radiyallahu anh- tarafından yanlışlıkla öldürülen iki kişinin diyetinin bir kısmı
antlaşma gereği Nadir oğulları tarafından ödenmesi gerekiyordu. Resulullah Aleyhisselâm yanına
Ashâb-ı kiram’dan on kişi aldı ve Nadir oğulları’nın bulunduğu mahalleye giderek hisselerine düşen
diyeti vermelerini istedi. Aynı zamanda yaptıkları antlaşmaya ne derece sadık olduklarını öğrenmek
istiyordu. Yahudiler önce bu teklifi iyi karşıladılar, fakat sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın ayaklarına
kadar gelmesini fırsat bilerek suikast yapmayı plânladılar.
Sellâm bin Mişkem onları ikaz etti. “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Böyle bir işe yeltenecek olursanız, bu
durum ona bildirilir. Aranızdaki ahdi bozmuş, kendinize yazık etmiş olursunuz.” dedi. Fakat sözünü
dinleyen olmadı.
Resulullah Aleyhisselâm’ı bir evin gölgeliğinde oturttuktan sonra damdan başına taş yuvarlayarak
öldüreceklerdi. Cebrail Aleyhisselâm gelerek durumu bildirdi. Resulullah Aleyhisselâm hemen
bulunduğu yerden kalkarak Ashâb’ı ile beraber oradan uzaklaştı. Yahudiler suçüstü yakalanmış
oldular. Resulullah Aleyhisselâm Medine’ye döndükten sonra Muhammed bin Mesleme -radiyallahu
anh-i göndererek on gün içinde orayı terketmeleri haberini iletti. Aksi halde kendileri ile savaş
yapılacaktı.
Onların sürgün edilecekleri zaten Tevrat’ta da yazılı bulunuyordu. Allah-u Teâlâ suçlarına göre bu
şekilde cezalandırmaya hükmetmişti.
Fakat baş münâfık Abdullah bin Übeyy yahudilere haber salarak kendilerine destek vâdetti,
yerlerinden ayrılmamalarını, Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmelerini istedi. Onlar da buna
güvenerek kalelerine kapandılar. Resulullah Aleyhisselâm’a da haber gönderdiler ve: “Biz
yurdumuzdan çıkıp gitmeyeceğiz, elinden geleni geri koyma!” dediler.
“Resul’üm! Münâfıkların ehl-i kitap’tan inkâr eden dostlarına: ‘Eğer siz yurdunuzdan
çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer
savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.’ dediklerini görmedin mi?” (Haşr: 11)
Münâfıklar içten kâfir oldukları için, küfürde ve nankörlükte kardeşlikleri olan o kâfirlere sözde destek
vermeye çalışıyorlardı. Onları çıkartmamak için her türlü itaatsizliği ve isyanı göze alacaklarını, şayet
çıkmalarına mani olamazlarsa kendilerinin de yurtlarını ve mallarını bırakıp onlarla beraber
gideceklerini, gitmelerine mâni olacak olan kimseleri aslâ dinlemeyeceklerini söylüyorlardı. Savaşta
düşmanlarına karşı onlardan tarafa olacaklarına ve savaşacaklarına yemin ederek söz veriyorlardı.
Halbuki onlar bu sözleri söylerken, bu sözlerini yerine getirmemek niyetiyle verdiklerinden dolayı
yalancıdırlar.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ münâfıkların durumunu daha geniş anlatarak şöyle buyurdu:
“Andolsun eğer onlar çıkarılsalar, onlarla beraber çıkmazlar. Savaşa tutuşmuş olsalar onlara
yardım etmezler, yardım etseler bile arkalarını dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım
edilmez.” (Haşr: 12)
Şayet münâfıklar yahudilere yardımcı olacak olurlarsa, münâfıklar kesinlikle bozguna uğrayıp
kaçacaklardır. Ne onlara yardım ederler, ne de onlarla birlikte savaşırlar.
“Onların kalplerinde sizin korkunuz Allah’ın korkusundan fazladır. Böyledir, çünkü onlar
anlamayan bir topluluktur.” (Haşr: 13)
Münâfıklar Allah’tan korktuklarından daha çok müslümanlardan korkuyorlardı. Gizli ve açıkta olanı
bilen, her şeyi gören ve azabı şiddetli olan Allah-u Teâlâ’dan sakınmıyorlar, azabından korkmuyorlar
ve gizli gizli münâfıklık ediyorlardı.
•
Allah-u Teâlâ yahudilerin ve münâfıkların aşırı telaştan dolayı korkak olduklarını, müslümanlarla
savaşamayacaklarını, ancak kalelerinde korunmuş olduklarında savaşabileceklerini haber verdi.
“Onlar müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde
savaşamazlar.” (Haşr: 14)
O halde bir savaş olduğunda onlardan korkmamak, bu şekildeki zaaflarını bilip ona göre savaşmak
gerekir.
Birbirleriyle çarpıştıkları zaman yiğitlik gösterirler. Müminlerin karşısına çıkacak olurlarsa yiğitlik
gösteremezler.
Bir araya toplandıkları zaman, yiğitlik ve kahramanlık taslayarak lâf ederler, tehdit savururlar. Fakat
siperler arkasından meydana çıkamazlar.
Diğer taraftan da, dahili durumları çok perişandır, birbirleriyle boğuşur dururlar.
“Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır.” (Haşr: 14)
Oysa ki onlar son derece ihtilaf içindedirler. Bir fikir etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket
edemezler. Her biri başka arzu peşindedir. Böyle bir ordu dışarıdan ne kadar toplu ve kuvvetli
görünürse görünsün, gerçekte o bir ordu değildir, bir kül yığını gibi hafif rüzgârla savrulacak kuru bir
kalabalıktan ibarettir.
Bu tefrika ve dağınıklık, Allah-u Teâlâ’nın emrini düşünebilecekleri bir akılları olmadığı içindir.
“(Bu yahudilerin durumu) kendilerinden az önce geçmiş ve işlerinin cezasını tatmış olanların
durumu gibidir.
Sürgün olma ve zillete düşme hadisesinde Nadir oğulları’nın durumu, Bedir savaşında esir düşen
Mekke kâfirlerinin durumu gibidir. Bunlar da onların âkıbetlerine uğrayacaklardır. Bununla birlikte
ahirette de onlara cehennem azabı vardır.
“Münâfıkların durumu şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana ‘İnkâr et!’ der. İnkâr
edince de ‘Ben senden uzağım, ben âlemlerin Rabb’i olan Allah’tan korkarım.’ der.” (Haşr: 16)
Münâfıklar, şeytanın insanlara yaptığını yahudilere yapmaktadırlar. “Müslümanlara karşı savaşın, biz
sizin arkanızdayız!” diyorlar, iş başa düşünce de sırt çeviriyorlar.
Küfür ve nifak içinde yaşamak suretiyle nefislerine zulmetmiş olanlar, sonunda böyle şiddetli ve ebedî
bir azaba uğrayacaklardır.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Herkes yarın için ne hazırladığına baksın.” (Haşr: 18)
Dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın Hakk’ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Kalanla giden
arasında bir gün fark vardır. İşte geldik işte gidiyoruz. Bugün üstteyiz, yarın alttayız. Bugün yataktayız,
yarın topraktayız. Bu akşam burada, yarın akşam oradayız. Vaktimiz gelince hep gideceğiz de sıra
bekliyoruz. Çünkü her gelecek yakındır.
Orada “Eyvah!” demememiz için dünyaya niçin geldiğimizi, nereye gideceğimizi, niçin yaratıldığımızı
ve ne yapmamızın gerektiğini şimdiden düşünmeliyiz. Kazanabilirsek ebedî bir hayat kazanılmış
olacak.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Üç şey ölünün ardından kabre kadar gider. Ehl-ü ıyâli, malı ve ameli.
İkisi geri döner, birisi kalır. Dönenler ehl-ü ıyâlî ve malı, kalan da amelidir.” (Buhârî)
Dünyaya niçin geldiğimizi bilerek tedarikimizi ona göre yapmalıyız. Ölmemek elimizde değil, fakat
hazırlanmak elimizde. Bizi gönderen sahibimiz gönderirken bize sormadığı gibi, alacağı zaman da
soracak değil.
Farz-ı muhal ki denize bir ağ atılmış, balıkların hepsi tutulmuş, fakat onlar tutulduğunu bilmiyorlar,
sağa sola saldırıyorlar. Sahibi ağı yavaş yavaş çekiyor, hiçbirinin umurunda bile değil. Halbuki biraz
sonra karaya çıkacaklar, çok çırpınacaklar, bu çırpınmanın hiç de faydası olmayacak. Hepsi ölüme
mahkum. İşte insanların durumları da böyledir.
MEKTUBAT
102. MEKTUP
5 Nisan 320 tarihiyle Sivas’tan yazıldığı anlaşılan ihsan dolu mektubunuz bize ulaştı. Son derece
sevindim. Allah’tan dileğim her zaman mesrur ve her türlü kederden korunmuş olmanızdır.
Rahmetli pederinizin makamına tayin edildiğinizi yazmıştınız. Bizden ayrılıp uzaklaştığınızdan dolayı
üzüldüm ise de yine de Cenâb-ı Hakk’a karşı şükürde bulunmaktan başka gayemiz yoktur. Çile
bitmemiş. İnşallah-u Teâlâ müddeti biter de siz ve sizin gibi gerçek aşıklarla yüzyüze gelerek şeref
kazanılır.
Râbıta ile şimdilik yetinmeliyiz. “Sâdıklarla beraber olunuz.” (Tevbe: 119) Âyet-i celîle’si bu mânâya
işaret etmektedir. Hararet artıp vücut ısısı yükseldikçe salât-u selâma devam ediniz. İstanbul’daki
ihvanımızdan görmüş olduğunuz lütuf, şefkat ve yakınlıktan, duâcı kardeşiniz hakkındaki aşırı
merhametlerinden bahsediliyordu. Cenâb-ı Hakk’a çok şükür. Evet bu konuya gelince, kalem ve söz
susmakta, izaha güç yetirememektedir.
Erbil’deyken binde birinden daha az olanını arzetmiştim. Ancak şunu da bildirmekteyim ki, her türlü
kemâlât ile bezenmiş ve her türlü meziyetlerle süslenmiş olan bir topluluğu ilim ve irfan ile kendine
çekebilmek kolay değildir. Ne var ki, bu zâtların fakir kardeşiniz hakkındaki şefkat ve merhamet
duyguları duâcınızın acz ve çaresizliğinden kaynaklanmaktadır. Dünyada kendimden daha âciz ve
daha çaresiz başka bir şey göremiyorum, bilemiyorum. Siz de şu hakikatin doğruluğunu kabul
edersiniz. Şu kadar var ki, Nakşibendiyye tarikatına mensub meşayih’te bulunan kulluk sayesinde pek
çok zevâtın hüsn-i teveccühüne mazhar oluyoruz. Hazret-i Allah o sayede âhiretimizi de kolaylaştırıp
âsân eylesin, âmin.
Bir arada bulunmaktan mahrum isek de zaman zaman mektuplaşarak bizleri sevindirmenizi bilhassa
rica ve şimdilik şu kadar isteğimi ifade ile iktifâ eylerim. Duâcınız Ali ve Mehmed Efendi’lerle halife ve
müridlerin pek çoğu ve özellikle yüce zâtınızı tanıyanlar selâm ederler, Efendim...
Daha önceki sayılarımızda da ifâde edildiği gibi; Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-
evliyâ olan zâta ve vasıflarına, “Hatmü’l-evliyâ” kitabından önce yazmış olduğu diğer kitap ve
risâlelerinde de değinmişti. Bu beyanlar, “Hatmü’l-evliyâ” kitabı’nda kapalı kalan bâzı noktaların, bir
nevî şerh ve izâhı mâhiyetindedir.
İşte bu kimsenin vasfı, Resulullah Aleyhisselâm’ın Allah-u Teâlâ’dan hikâye ettiği gibidir.
Şöyle buyurmuştur:
‘Velilerimden kendisine en çok gıpta edilen kişi, benim katımda derecesi ulu ve yüksek
peygamberlerin derecelerinden bile daha yakın olan gizli bir kimse; Üveysü’l-Karnî’ye ve onun
benzerlerine denk olan hafîfü’l-haz bir mü’mindir.
Velilerden bir kimse, en yüksek dereceye sâhip olur. Bu, Allah’ın kendi adına, velî olarak
kullandığı bir kuldur. O Rabb’inin himâyesi içinde hareket eder; O’nunla konuşur, O’nunla
bakar, O’nunla tutar, O’nunla anlar. O, yeryüzünde onun şöhretini yaymış; kendisini halkın
imamı, velilerin bayrağının sâhibi, yer ehlinin emini, gök ehlinin nazar yeri, gönüllerin reyhânı,
Allah’ın has’ı, O’nun nazargâhı ve kendi sırlarının kaynağı yapmıştır.
O yeryüzünde Allah’ın; halkı kendisiyle terbiye ettiği ilâhî bir kırbaçtır. Ölmüş olan kalpleri onun
ru’yetiyle diriltir ve halkı (onunla) kendi yoluna çevirir. Hukûk-u ilâhî’sini onunla ayakta tutar. O
hidâyet anahtarı, yeryüzünün nûru, velilerin defterinin emânetçisi ve onların rehberidir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in huzurunda Rabb’ini anmakla meşgul olur. Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- bu yerde onunla iftihar eder, Allah da bu makamda onun ismini
yüceltir. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bizzat onunla yetinip karar kılar.
Allah onun kalbini dünyâya kapılmaktan alıkoyar. O’na ‘Hikmetü’l-ulyâ’ sını, yani ‘En yüce
hikmet’ ini bağışlar. O’nu kendi Tevhîd’ine sevkedip yönelterek, nefsini görmekten ve hevânın
gölgesinden yolunu uzak eder. Velilerin defterini ona emânet eder, onların makamlarını
kendisine tanıtır ve menzillerine muttali kılar.
O neciplerin seyyidi, hikmet sâhiplerinin sâlihi, mânevî tabiplerin imamıdır. Sözü kalpleri esir
eder, görünümü nefislere şifâ verir, yönelmesi hevâ ve hevesleri yok eder, yakınlığı kötü huyları
temizler. O bir çiçek misâli baharda açar, meyveleri ise güzün toplanır. Kendisine sığınılan bir
sığınaktır. Elde edilmek istenen şeylerin kaynağıdır. Hakk ile bâtılın arasını ayırır. O sıddîk’tır,
fâruk’tur, velî’dir, ârif’tir, muhaddes’tir.
O Allah’ın yeryüzündeki ‘Tek’ idir.” (Nevâdirü’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdîsü’r-Resul” c.1, s.619-620)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Bursa Eski Yazma ve Basma Eserler kütüphânesi’nde
mahfûz bulunan “İlmü’l-evliyâ” adlı kitabı’nda, Hâtemü’l-evliyâ’ya verilen bu “Hikmetü’l-Ulyâ” nın ve
has velâyet sınıfının mâhiyetini beyân etmek üzere şöyle buyurmuşlardır:
“Celâli büyük, şânı ulu, kibriyâsı yüce, isimleri mukaddes olan Allah, noksanlıktan münezzeh
olan kelimeleri ve övgüsüyle şöyle buyurmuştur:
Kitap Kur’ân’ın zâhiri, hikmet ise bâtınıdır. Bu ise, kendisine ‘Hikmet’in hikmeti’ de denilen
‘Hikmetü’l-Ulyâ’ dır. Onlar ‘Hikmetü’l-Ulyâ’ kendilerine verildiği vakit, nefislerinin gözü ile
görmüş oldukları şeyi, artık kalplerinin gözü ile görürler.
‘De ki: İşte benim yolum budur, basîret üzere Allah’a dâvet ediyorum.’ (Yusuf: 108)
İşte o da onları dâvet eder ve onlara Allah-u Teâlâ’ya ulaştıran yolu gösterir.
Bu basîret ancak Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- e tâbi olan için geçerlidir. O’nun
tâbileri de o kimselerdir ki, O’nun yolu üzerinde kalpleriyle Allah’a seyrederler. O’nun tâbîleri
işte onlardır.”
“Onlar Resul’ün halifeleridir. Onlar O’nun ehl-i beyt’idir, diğer veliler ise yönelmeleri ile O’nun
hidâyetine ermeye ehildir.
‘Allah dilediği kimseyi kendine seçer, kendisine yönelen kimseye de hidâyet eder.’ (Şûrâ: 13)”
Onlar o kimselerdir ki, Ali bin Ebî Tâlib -radiyallâhu anh- onları tavsif ederek şöyle
buyurmuştur:
“Yeryüzü Allah’ın hüccetini ayakta tutan kimseden hâlî kalmaz. Bunların sayıları çok az, fakat
Allah’ın yanındaki yakınlıkları çoktur. Ruhları en yüce yere bağlıdır. İşte bunlar kulları içinde
Allah’ın halifeleri, beldeleri içinde O’nun emînleridir.’
Buyurur ki:
‘Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm
verirler.’ (A’raf: 181)
Onlar, kendilerine itaat etmeleri halka vâcip kılınan emir sâhipleridir.
‘Allah’a itaat edin, Resul’üne itaat edin. Sizden olan emir sâhiplerine de!’
Allah Azze ve Celle’nin kendisine itaati, üstünlüğü nedeniyle Resûl’üne itaatin içinde kılması da
bundandır.
‘Peygamber’e itaat eden, muhakkak ki Allah’a itaat etmiş olur.’ (Nisâ: 80)
İşte bu, bu ümmete, O’nun diğerlerinden mükerrem kılındığını bildirmek içindir. Onun derecesi
diğer Resul’lerin derecesinden daha yüksektir. Zirâ bu, O’nun bütün herkese ‘Hatmü’n-
nübüvve’ ile gönderdiği kuludur. Ona hem nübüvvet vermiş, hem de onu kendisiyle
hatmetmiştir. Nefsi, hevâsı ve hevâsının kendisine yol bulabilecek bir gölgesi yoktur.
İşte Allah onu da ona yükseltmiş; kendisine bir kerâmet vererek, O’nun ümmetinin içindeki
halifelerden kılmıştır. Dolayısıyla onları da hevânın gölgesinden ve nefislerinin kendisini hatıra
getirmesiyle ilgili alâkalardan tefrik etmiştir.
O, onu diğer Resul’lerden üstün yaparak, kendisine itaati Resul’e itaatin içinde kıldı. Diğer
veliler üzerindeki üstünlükleri nedeniyle, bu halifelere itaati ümmete vâcip kılması da tıpkı
bunun gibidir.
Onlar has veliler ve Allah’ın yeryüzündeki erleri olan öyle kimselerdir ki, peygamberler ve
şehidler kıyâmet gününde onların yerlerine ve Allah-u Teâlâ’ya olan yakınlıklarına gıpta
edeceklerdir. Allah bilendir.” (“Kitâbu İlmü’l-Evliyâ”; Haraççıoğlu, no: 806, 45b - 46a yaprağı)
“Bunu elde etmeye hak kazanan, Allah’a yaklaştırılan sâbıklardan olan yakîn ehli’nin birtakım
dereceleri vardır. Onun ilki, ona Allah-u Teâlâ’yı küçük veyâ büyük, bütün çirkin ve kötü
şeylerden tenzih ettiren ‘Haşyet’tir. Haşyet; yakınlıktan ve Allah’ı bilmekten ileri gelir. O
kendisine lâzım gelen Azâmet korkusunu öğrenince artık ikâbdan korkmaz. Kalp için korku
gerekli olunca, muhabbetle kendisini sarar. Korku ile kötü ve çirkin şeylerden arınmış; haşyet
ve muhabbetle de O’nunla ilgili işler hakkında genişe çıkmış olur. Şâyet korku ile birlikte
bırakılırsa daralır ve O’nunla ilgili işlerin çoğundan âciz düşer. Muhabbetle birlikte bırakılırsa,
başına buyruklaşır ve hudûdu aşar. Dolayısıyla O, içine korku, dışına muhabbet koyarak ona
lütfetmiş olur ki, kalbi onunla istikâmet bulsun.
Sonra da onu başka bir mertebeye yükseltir. Bu ise ‘Heybet’ ve ‘Üns’ tür. Heybet O’nun
celâlinden, üns O’nun cemâlindendir. O’nun celâline nazar ettiğinde korkar ve daralır. Şâyet
böyle bırakılırsa, tıpkı ruhsuz bir cesed gibi, O’nun bütün işlerinde âciz olur. Cemâl’ine nazar
ettiğinde ise, onun her damarı sevinç, sürûr ve zevkle dolar, kalbi ilâhî nimetlerle dolup taşar.
Şâyet böyle bıraklırsa, hudûdu aşmaya ve ifrata düşmeye çalışır. Dolayısıyla O, tâ ki kalbi
kendisiyle istikâmet buluncaya kadar, Heybet’i ona bir şiâr, Üns’ü de kendisine bir elbise
kılarak ona lütfetmiş olur. O artık zâhiri Allah-u Teâlâ ile ünsiyet eden, bâtını Allah-u Teâlâ’dan
korkan ve ürperen bir kuldur.
Sonra da onu daha başka bir mertebeye yükseltir. Bu ise ‘İnfirâd billâh’ mertebesidir. En büyük
yakınlık işte onun yakınlığıdır. O onu kendisine yaklaştırır, kendi huzûruna yerleştirir, arındırıp
temizler. Ona kendi vahdâniyyet’ine ulaşan yolu açar, o artık onun ferdâniyyet’ine nazar eder.
Allah-u Teâlâ onu kendisiyle diriltir ve kendi adına kullanır. O, O’nunla konuşur, O’nunla
düşünür, O’nunla bilir, O’nunla hareket eder. ‘Heybet’ ve ‘Üns’ makâmı sayesinde eminlerin
makâmına ulaşması da mümkünleşir.
İşte o velilerin ve ariflerin efendisi, yer ehlinin emniyeti, gök ehlinin nazar yeri, Allah-u Teâlâ’nın
has kulu ve O’nun nazargâhı olur. O Allah’ın halk içindeki ilâhi kırbacıdır. Kullarını onunla
terbiye eder, ölü kalbleri onunla diriltir, yer ehlini onunla rahmete erdirir, yenileyip tazeler,
rızıklandırır ve onlardan belayı onunla kaldırır. O hidayet anahtarı, yeryüzünün nur kaynağı,
hastaların şifâsı, mânevî hekimlerin imamıdır. Sözü kalpleri esir eder, tek bir nazarı nefislere
şifa verir, yönelişi hevâ ve hevesleri kahreder. O bir çiçek misâli baharda açar, meyveleri ise
güzün toplanır. Kendisine sığınılan bir sığınaktır. Elde edilmek istenen şeylerin kaynağıdır.
Hakk ile bâtılın arasını ayırır. İşte o ârif velî, mukarreb sıddık ve seçilmiş olan Fâruk’tur.
Nasıl ki İbrâhim Aleyhisselâm; “Allah’ım! Sen gökyüzünde teksin, ben de yeryüzünde tekim.”
buyurmuşsa, o da Allah’ın yeryüzündeki ‘Tek’ idir.
“Bu ümmetin içinde kalpleri İbrâhim Aleyhisselâm’ın kalbi üzerinde bulunan erler vardır.”
buyurmuştur.” (“Nevâdirü’l-Usûl” c.1, s.479-480.)
Eserin yüzyirmisekizinci aslında ise Resulullah Aleyhisselâm’dan sonra ashâbının önde gelenlerinin
dini bid’at ve fitnelerden temizleyip aslını koruduklarını misâllerle anlattıktan sonra, bahsettiği bu
velînin de dini ve onun ehlini buna benzer fitnelerden koruyacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
“O öyle bir kimsedir ki, bunun benzeri şeyleri (dinden) uzaklaştırıp defeder. Ondan temizleyip,
kovup uzaklaştırması sâyesinde de artık onu giderir. O’nunla düşündüğü, O’nunla konuştuğu
için O’nunla defeder. İşte o Allah’ın halk üzerindeki hücceti, O’nun sürüsünün çobanı ve
kullarının mânevî tabibidir. O’nu engellemeye kalkışan kimse farkına bile varmadan helâk olur.”
(“Nevâdirü’l-Usûl fî Ma’rifeti Ehâdîsü’r-Resul”, c.2, s.225)
“İkiyüzaltmışikinci Asıl”da ise onun bunu Hakk’ın idare ve himayesi altındaki bir kalple yaptığını beyan
buyurmuştur:
“...Bundan sonra Allah velilerinin sonuncusunun mülkü gelir. O Allah’ın himâyesinin hâkimiyeti
içinde, kendisine Allah’ın yerleşmesiyle hâsıl olmuş bir kalptir. Onu zâhirdeki ilâhî hudut
aşıldığu vakit; ifsâdı, tahribi ve herhangi bir kimsenin değiştirmeye kalkışma etkisini önlemek
için kullanır.
Çünkü bu, Allah’ın halktan gizlediği bâtındaki hudûdudur. Zâhirdekilere göre ise hudut bundan
daha başkadır.
İşte O’nun hâkimiyetinin dolup taştığı ve yerleştiği kalp budur. Allah, tıpkı gemiyi sökme ve
küçük çocuğu öldürme hususunda Hızır’ı kullandığı gibi, onu da kendi himâyesinde kullanır. Bu
Allah’ın zâhirde, halkın yanında gizli olan hudûdu idi. Bu nedenle Musâ Aleyhisselâm dahi ona
karşı gelmişti.” (“Nevâdirü’l-Usûl”, c.2, s.482)
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |
Allah-u Teâlâ Zülkarneyn kulundan haber vermeye devam ederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
Bu, batı ile doğu arasındaki üçüncü seferi idi. Daha önceki iki seferinde sebeplere tevessül ettiği gibi,
bu üçüncü seferinde de tevessül etmişti.
Şimdi de kuzeye doğru yürüyordu. Yol boyunca çeşitli kavimlerle temas kurdu, birçok hükümdarlara
boyun eğdirdi. İlâhi işaret istikametinde seyr-ü seferine devam etti, nihayet çok ibtidâî ve âciz bir
kavimle karşılaştı.
“En sonunda iki dağın arasına ulaştığında, onların önünde öyle bir kavme rastladı ki, hemen
hemen hiç bir sözü anlamıyorlardı.” (Kehf: 93)
İnsanlardan uzak ve ibtidâi bir kavim oldukları için, zihinleri basit anlayışları kıt idi. Onlarla
anlaşabilmek çok zordu, ifadeleri de yetersizdi.
Zülkarneyn Aleyhisselâm’a her şeyden bir sebep verilmemiş olsaydı; onlara söz anlatamayacak, onlar
da dertlerini ve meramlarını dile getiremeyeceklerdi.
Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın güçlü bir hükümdar, yardımsever ve iyiliksever bir insan olduğunu,
maiyetinde bulunanların da onun gibi olduklarını görünce, kendileri için bu iki dağın arasına bir sed
yapıvermesini istediler.
Çünkü o havalide Ye’cüc ve Me’cüc adında iki barbar kabile vardı. İki dağ arasındaki bu geçitten
geçerek, yakınlarda bulunan komşu memleketlere saldırırlardı. Güçleri yettiği memleketleri tahrip
ederler, halkına eziyet yaparlar, karşı çıkanları öldürürlerdi. Yeşillik adına hiçbir şey bırakmaz,
hayvanlarına yedirirler; halkın hasılatını ve mallarını çalıp çırparak memleketlerine çekip giderlerdi.
Öldürdükleri insanların etlerini yiyecek kadar vahşi ve barbar idiler.
Buraların halkının onlara karşı koyup engel olabilecek güçleri yoktu. Böyle olmakla beraber kendilerine
destek olununca bir şeyler yapabilecek durumda idiler.
Vergi, büyük ücret demektir. Bu belâdan kurtulmak için her türlü masrafı göze almışlardı. Aralarında
mal toplayıp Zülkarneyn Aleyhisselâm’a vermek ve böylece kendileriyle o iki kavmin arasına bir sed
çekmesini sağlamak istemişlerdi. Bunun için istirhamda bulundular.
Zülkarneyn Aleyhisselâm yeryüzünde bozgunculuğu yok etmek için sed yapmaya râzı oldu. Kendisine
verecekleri malı ise reddetti.
Buyurdu ki:
“Rabb’imin beni içinde bulundurduğu kuvvet ve makam (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır.”
(Kehf: 95)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine sağladığı imkânlara, lütuf hazinesinden bahşettiği mülk ve iktidara bir
şükür nişanesi olarak, onların vereceği mala ve ücrete tenezzül etmedi.
Seddin Yapılışı:
Onların bu sed hakkındaki isteklerini ziyadesiyle kabul eden Zülkarneyn Aleyhisselâm, onlar için
sedden daha büyük ve muhkem bir duvar yapmaya karar verdi.
Bunun üzerine onlardan da imkânları ölçüsünde kendisine fiilen yardımcı olmalarını; sanat erbabı,
insan gücü, inşaat âletleri gibi şeyleri sağlamalarını istedi:
“Siz bana kuvvetle yardım edin de sizinle onlar arasına aşılmaz sağlam bir sed yapayım.” dedi.
(Kehf: 95)
Halk bu işe çok sevindi. Bu samimi beyanını çoşku ile karşıladılar. Ne isterlerse yapacaklarını, ne
derse yerine getireceklerini söylediler.
Zülkarneyn Aleyhisselâm hemen harekete geçti. Yapılacak seddin edevâtını hazırlamalarını emretti:
Böylece inşaata başlanmış oldu. Önce temel kazıldı. Âlet-edevat getirildi. Tedarik edilen demir kütleleri
ile genişliğine ve yüksekliğine iki dağın arası dolduruldu. Yığılan maddeler aşağı yukarı iki dağın
hizasına gelmişti. Zülkarneyn Aleyhisselâm yığının tutuşturulması ve etrafa kurulmuş olan körüklerle
her taraftan üfürülmesi için emir verdi.
“Nihayet bunlar iki dağın arasını doldurup aynı seviyeye gelince ‘körükleyin!’ dedi.” (Kehf: 96)
Yığın tutuşturuldu. Aralara konan odunların yanması ve körüklenmesi ile o demir yığınları kızararak
kor haline geldi.
Daha sonra seddin sağlamlaşması için üzerine erimiş bakır döktürerek tek parça haline getirdi.
Onu da yaptılar. Böylece demirle bakırın birbirine karışması ile pek büyük ve sağlam bir kale duvarı
vücuda gelmiş oldu.
Demir kütlelerinden bir dağ ördürüp de, tutuşturup körükleyerek hepsini bir ateş haline getirdikten
sonra üzerine erimiş bakır dökmek, şüphesiz ki müthiş bir iştir. Yirminci yüzyılda çok ilerlemiş olan
bilim ve teknik imkânlarıyla bile yapılmasını tasarlamak zordur.
Bu seddi Zülkarneyn Aleyhisselâm’ın bir mucizesi olarak değerlendirmekle birlikte, sanatın gelecekteki
yükselme imkânına bir işaret olarak görmek de mümkündür.
İki dağ arasında inşâ edilen bu sağlam duvar sâyesinde Ye’cüc ve Me’cüc’ün saldırı noktası kapanmış
oldu. Bir daha komşuları olan memleketlere gidip de ezâ ve cefâ yapamaz oldular. Böylece o ibtidâî
kavim rahat bir nefes aldılar.
Halbuki ne yüksek dağlar aşılmış, ne güçlü istihkâmlar delinmişti. Bu ise sıradan bir sed değil,
Zülkarneyn Aleyhisselâm gibi bir zâtın inşâsına muvaffak olduğu muazzam bir harika idi.
Onikinci Fasıl
Bunu füyüzât-ı ilâhîyeden mahrum olan ve kötü inanca mübtela olanlardan başkası inkâr etmez.
Münkirden ve siretinden Allah’a sığınırız.
Zikir yaparken titremek, hareket etmek menduptur. Büyük mukaddis Hafız Ebu Nuaym Ahmed bin
Abdullah el-Isfehânî, Ali bin Ebî Tâlib -radiyallahu anh-e ulaşan sened ile rivayet eder ki:
Bir gün Cenâb-ı Ali -radiyallahu anh-, Ashâb-ı kiram’ı tavsîf ederken şöyle buyurmuşlardır.
“Onlar Allah-u Teâlâ’yı zikrederlerken, rüzgârın şiddetli olduğu bir günde ağaçların iki tarafa
meylettikleri gibi müteharrik (hareketli) olarak zikrederler ve gözyaşları elbiseleri üzerine sel
gibi akardı.”
Sahabe-i kiram da zikirde hareket ettikleri vakit sağa-sola meylederek zikrederlerdi. Onlar rüzgârlı bir
gündeki ağacın haline benzer bir şekilde zikrettiklerinden dolayı, iki tarafa meylin mübah olduğu
sabittir.
Semâa gelince: Şâfii imamları ve diğerlerinin fetvâlarıyla övülmüştür. Fakat bu semâ, fâsıkların bir
araya gelerek alât-ı münkere (yasaklanmış âletler) ile yaptıkları semâ değildir. Çünkü onların
maksatları hayra ma’tuf değildir.
Onüçüncü Fasıl
(Bu faslın bir kısmı Arapça lisanı ile yazılmış olup tercüme edilmiştir)
“Ey iman edenler! Allah-u Teâlâ’yı çok çok zikredin.” buyurmuştur. (Ahzâb: 41)
Bu emrin namaz, zekât ve oruç gibi bütün mümin erkek ve kadınlara umumen şâmil olduğunda şüphe
yoktur.
“Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar..... Allah’ı çok
zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar; işte Allah bunlar için mağfiret ve büyük bir
makâfat hazırlamıştır.” buyurmuştur. (Ahzâb: 35)
Kadınların da erkekler gibi zikrullah ile memur olması Âyet-i celîle’den anlaşılmış olmaktadır. Kapalı
olarak geride kendilerine ayrılmış hususi yerlerde cemaâtle namaza iştiraklerinin meşru olduğu gibi
zikir için de seslerini işittirmeyerek iştirakleri câizdir.
Hazret-i Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
Ulemâ ve meşâyıha gereken ise evvela onlara dinin emirlerini öğretmeleridir. Zira ilim, ehl-i sünnet
ve’l-cemaatden olan hiçbir mümin ve mümineden men edilemez. İlim öğretmekten geri duran kimse ile
onu gizleyenlere tehdid-i ilâhî vardır.
“İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyeti biz Kitap’ta açıkça belirttikten sonra gizleyenler var ya,
işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet ediciler lânet eder.” buyurmaktadır. (Bakara:
159)
“Ben bir kısım insanlar biliyorum ki onlar enbiyâ, şühedâ değillerdir. Fakat peygamberler ve
şehitler o yüksek makamlarında olmalarına rağmen kıyamet gününde onlara gıpta ederler.
Onlar Allah’a itaati emrederler, insanlar da Allah’a itaat ettikleri zaman Allah onlara muhabbet
eder.” buyurmuşlardır. (Ebu Said -radiyallahu anh-den rivayet edilmiştir.)
“Ey Peygamber! Mümin kadınlar bey’at etmek üzere sana geldikleri zaman... Onların bey’atını
kabul et ve onlar için Allah’a istiğfar et.” (Mümtehine: 12)
Rivayet edilir ki: Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Mekke’nin fethi günü erkeklerin bey’atını
tamamladıktan sonra kadınların bey’atına başladı.
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- hiçbir kadının elini kendi eline kat’iyyen dokundurmadı
ve tutmadı. Onlar adına ahid aldığı zaman sadece: ‘Hepinizin bey’atlerini kabul ettim.’ dedi.”
Soru: “Bir veya birkaç hâtun mürşid huzuruna gelip bir odada şeyh ile beraber oturarak musâfaha
etmeksizin bey’at, inâbe ve ahd alması şer’an câiz midir?”
Cevap: “Eğer birden fazla ve toplu iseler câizdir. Yalnız bir hâtun ise veya çok olup da açık saçık iseler
haramdır. Kadınlarla beraber olmak; eğer çok sayıda iseler arada perde olmak şartıyla câizdir. Eğer
kadın yalnız veya çok olur da açık iseler aslâ câiz olmaz.” (Fetvâ’y-ı Halîlî)
“Bey’at; Allah-u Teâlâ’nın emri, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kavli ve fiilî sünnetinde
bilcümle erkek ve kadınlara meşrû kılınmıştır. Bundan dolayı sûfîlerce kadın erkek müminlerin îmanın
sebat bulması ve yakîn nurunun artması için tevbe ve inâbe arzu ettiklerinde kâmil bir şeyhe bey’at
etmeleri onlar için sünnet olduğu kabul edilmiştir.” (Rûhu’l-beyân)
Ortadoğu’da büyük bir kıyım ve büyük bir adaletsizlik yaşanıyor. Özellikle dünya jandarmalığına
soyunan ABD’nin her türlü ahlak ve adalet duygularını yaralayan tek taraflı tasarrufları dünyayı büyük
bir kaosa sürüklüyor.
Ortalama 50 km’ye 100 km.’lik minik bir arazi parçasında beş milyon yahudinin 5 milyon Filistinli’yi yok
etme, sürme, öldürme siyaseti buz dağının görünen kısmıdır. Yaşadıklarımız 3. Dünya Harbi’nin ilk
sahnesidir.
Sahte yüzlerle sahte ilkelerle kirli yüzünü saklayan küresel hakimiyetçi sınıf maskesini çıkartmıştır. “Ya
hep ya hiç” denilebilecek yeni bir süreç başlatılmıştır. Nitekim Bush’a sık sık “Ya bizdensiniz, ya da
değilsiniz” naraları attırılmaktadır. Bütün dünya bu duruma ikrah etmektedir. Bu adaletsizlik ve vahşet
günagün artarak öyle bir seviyeye gelecektir ki, sadece İslâm dünyasını değil bütün insanları yakan bir
ateş haline gelecektir. Resulullah Aleyhisselâm’ın haber verdiği günler yaklaşmaktadır.
Türkiye ise “Arafat’ı da kınayalım”, “Arap’ların tarafını tutmayalım” gibi cümlelerle ifade edilebilecek
basit ve basiretsiz düşüncelerle iğfal edilmekte, kafasına geçirilen “At gözlüğü”nü çıkartmaktan aciz
kalmaktadır.
İsrail kurulmadan önce ve kurulduktan sonra toplam yüz sene zarfında yaşanan gerçekler bilinçli bir
şekilde gözlerden ve zihinlerden saklanmıştır. Orada yaşananlar Filistinli yerli halktan sonra en fazla
Osmanlı’nın varisi Türkiye’yi ilgilendirdiği halde en kısır bilgiye sahip halklardan birisi maalesef biziz.
İsrail problemi 1897’de İlk Siyonist Kongre'nin Basel, İsviçre'de, Teodor Herzl tarafından toplanması ve
Siyonist Organizasyonu'nun kuruluşu ile başlamıştır. Siyonist Teodor bilindiği gibi o dönemin Osmanlı
Padişahı Sultan 2. Abdülhamit’e büyük paralar teklif ederek Filistin’de toprak sahibi olmak istediklerini
iletmişti. Padişah bunu şiddetle reddettikten sonra hemen tedbir almış ve bu bölgedeki arazileri
“Sultan’ın mülkü (devlet arazisi)” olarak ilan etmiştir. (Nitekim Sultan Abdülhamid’in torunu Nemika
Sultan 1940’lı yıllarda bu duruma dayanarak Gazze’de bulunan 4500 dönümlük arazi üzerinde hak
iddia etmiş İngiliz hakimiyetinin yaşandığı o yıllarda siyonistlere hakkını devretmeyi reddettiği için
davayı kaybetmiştir.)
Sultan 2. Abdülhamit’in hal’i ve akabinde yaşanan savaşlar -özellikle 1. Dünya Savaşı- esnasında
Osmanlı’ya en büyük ihaneti yapan Araplar değil Yahudiler olmuştur. Zira siyonist teşkilatın önündeki
ilk engel Osmanlı Devleti idi.
“Birinci dünya savaşı yıllarında Arap ülkelerinde İngilizlere karşı mağlubiyetimizin pek bilinmeyen çok
önemli bir yönü vardı: Gönüllü yahudi ajanları.
Osmanlı’nın üstün hoşgörüsü ile birinci sınıf vatandaşlar olarak huzur ve refah içinde yaşayan
yahudiler aynı Ermeni ve Rumlar gibi Osmanlı’ya ihanet etmişlerdi. Fakat bunların ihaneti kendilerine
has sinsilikleri sebebiyle daha tahrip edici olmuştu. Zira merkezi Kudüs’te bulunan gizli bir ajan teşkilatı
tertip eden yahudiler ordularımızın hareketlerini en ince teferruatına kadar tesbit edip İngilizlere
bildiriyorlardı.
Ferudun Kandemir “Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası” isimli eserinde Yahudi casusları hakkında
özel bir bölüm ayırmış ve icraatları hakkında bilgiler vermiştir. Cevat Rıfat’tan rivayetle naklettiği bir
olay şöyle:
“28 Ocak 1918 Medine’ye Şam’dan erzak götüren bir tren makine uğultusuyla kırılan sessizliği boza
boza Katrana istasyonuna yaklaşıyor. İçinde erzaktan başka yine Medine’ye giden bazı er ve
subaylarla aileler de bulunan bu tren, bir anda, berrak gökte beliren İngiliz uçaklarının, yaklaşarak
attıkları bomba yağmuruna tutuluyor. Düşman uçakları aynı zamanda Katrana istasyonu ile oradaki
kolordu karargahını da bombalıyorlar. Her tarafta şehit olanlar, yaralananlar ve bunların arasında
malum yavrular da var. Kan revan içinde feryat edenlerin çığlıklarıyle iniltileri ortalığı kaplıyor. Düşman
uçakları, işledikleri cinayetin kefareti olarak bir kurbanla iki esir bırakarak, süratle uzaklaşmış, gözden
kaybolmuşlardı. Fakat onları üstümüze böyle hedeflerini tayin ederek saldırtanların Yahudi casusları
olduğu anlaşılmıştı.”
Türkler geç de olsa Yahudi ihanet çetesini farketmişler, aralarına sızarak birçok haini yakalamışlardı.
Yahudi casuslar, merkezi Kudüs’te bulunan Aranson teşkilatına mensuptular. Bu teşkilatın asıl başkanı
Cauna Köyü’nde bulunan dünyaca malum Amerikalı yahudi milyoneri Roçild’in umumi vekili ve yakın
dostu Gerşman’dı. Fedakar ve becerikli elemanlarımız Gerşman’ı ve ondan elde ettikleri bilgiler
doğrultusunda Raşel ismindeki meşhur kadını yakalamışlardı. Bu kadın ölüm korkusuyla birçok hainin
ismini yumurtlamış ve İngilizlerin büyük bir taarruza hazırlandığını haber vermişti. Fakat bu arada
gerçekleşen İngiliz taarruzu sebebiyle Filistin’i terketmek zorunda kalan Osmanlı ordusu birçok haini
cezalandıramadığı gibi ağır yenilgiler almıştı.” (Hakikat Dergisi, Ağustos 2001, 95. sayı, sh: 40-41)
(Bugün dünyanın neresinde olursa olsun her bir yahudi MOSSAD’ın tabii bir üyesidir. Zengin ve etkin
yahudiler MOSSADtarafından korunduğu gibi siyonist gayeye aykırı hareket edenler de -yahudi dahi
olsa- MOSSAD’ın tabii hedefidir. Bilindiği üzere Türkiye’de de, Nesim Malki gibi yahudi zenginlerin
öldürülmesi üzerine MOSSAD direk olaya müdahil olmuştur.)
Daha Birinci Dünya Savaşı sona ermeden İngilizler yahudilere Osmanlı’ya ihanetlerinin hediyesini
hemen takdim etmişlerdi. Dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Belfour, 1917 yılında Filistin
toprakları üzerinde Yahudi devleti kurulacağı yolunda bir deklarasyon yayınladı.
İngilizlerin gerçek gayesini ve niyetini farkedemeyen Mekke Şerifi ile Ürdün’ün kurucusu Şerif
Hüseyin’in ve bedevî Vehhabîlerin ihaneti eklenince bölge İngilizlerin eline geçti.
Evet Osmanlı’ya ihanet eden Araplar vardı. Ancak genel ve örgütlü bir Arap ihanetinden bahsetmek
mümkün değildir, halbuki o yıllarda genel ve örgütlü bir yahudi ihaneti vardı.
İngiliz işgali ile başlayan ve İsrail Devletinin kuruluşuna kadar geçen sürede İngilizler yahudilere her
türlü desteği verdiler. İşgal yönetimi, Yahudiler'in ''Vâdedilmiş'' olarak nitelendirdikleri bu topraklara
yerleşebilmeleri için her türlü imkanı hazırladı. 1919'da Filistin'de Arapların sayısı, Yahudilerin 16
misliyken, 1947'de Yahudi sayısı ile Arap sayısı eşit duruma geldi. Bu arada kurulan silahlı yahudi
terör örgütleri katliamlar yapıyor ve Filistinli Arapları göçe zorluyorlardı. Bunda muvaffak da oldular.
Bugün Filistinli Araplar’ın milyonlarcası “Mülteci”dir. İsrail bunların topraklarına dönmesine -BM
Güvenlik Konseyi kararlarına rağmen- kesinlikle izin vermemektedir. Gazze, Batı Şeria, Ürdün ve
Lübnan’da isimlerini sık sık duyduğumuz -Sabra, Şatilla, Cenin, Refah...- mülteci kamplarında şu anda
3. nesil Araplar hayatlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar.
Bu terör ve tedhişi göremeyen Türkiye gerek İsrail’i ilk tanıyan devlet olması, gerek yakın ilişkileri
sebebiyle Arapların ve İslâm milletlerinin yüreğinde çok büyük bir yara açmıştır. Cezayir
bağımsızlığına karşı Fransa’yı destekleyen de yine Türkiye olmuştu. O kadar büyük hatalar yapılmıştır
ki, bugün İslâm dünyasında “Türkiye” denilince “İsrail’in payandası” akla gelen ilk sıfatımızdır.
Araplarla Türklerin arasını açmaya çalışan İngiliz siyaseti büyük oranda muvaffakiyet sağlamış,
bundan en büyük istifadeyi siyonist İsrail Devleti sağlamıştır.
Terörle Filistinlilerin yurtlarını elinden alan yahudiler bugün yaşanan hadiselerden de görüleceği üzere
bu icraatlarını kurumsallaştırmışlar, “Devlet Terörü” haline getirmişlerdir.
Aşağıdaki haritada ve yapılan izahlarda da görüldüğü gibi İsrail ne Batı Şeria’dan ne de Golan’dan
hiçbir şekilde çekilmeyi düşünmemektedir. Yıllardır bilinçli bir şekilde buralara yahudi yerleşimciler
yerleştirilmiş, Filistinliler’in kaçmaları için sistemli şekilde her türlü baskı ve tedhiş uygulanmıştır.
Kudüsün bir kısmından vazgeçmeyi akıllarından dahi geçirmemektedirler. Oslo anlaşmasına göre
Filistin Devleti ilan edilmesi gerekirken bunu geciktirmiş, Kudüs konusunda yaşanan çıkmazda Türkiye
gibi ülkelerin müdahaleleri işine gelmediği için Şaron’un 28 Eylül 2000 tarihinde Haremüşerif’i adamları
ile işgal etmesi ile bugünkü süreç başlamıştır.
“Şaron’un şahsında bir genelleme yapılamaz” diyenlere söylenecek söz şudur: Miloseviç’in şahsında
Sırplar hakkında ne kadar bir genelleme yapılabiliyorsa Şaronun şahsında da o kadar genelleme
yapmakta hiçbir abartı yoktur. Almanlar Hitlerin faşist ideolojisini terkettikleri için Hitler’in şahsında
tanımlanan bir genellemeden kendilerini sıyırmışlardır. İsrail siyonist ideolojiyi terketmedikçe başına
kim gelirse gelsin bu genellemeden kurtulamaz.
Siyonist zihniyeti özetlemesi bakımından bir İsrail’linin bir Türk yazara gönderdiği elektronik postadaki
şu ilginç cümleyi nakledelim: “Şaron'u biz getirdik. Şu an için böyle biri gerekiyordu. İşi bitince biz
götürürüz. Barış kurbanı İzak Rabin'i, Barak'ı da biz seçmiştik. Yarın barış zamanı geldiğinde, barışı
yapacak olanı seçmeyi de biliriz." (Güneri Civaoğlu, 9 Nisan 2002, Milliyet)
Evet lazım olduğu zaman Şaron’u seçmesini bilenler uygun ortamı bulduklarında yeni sürgünler, yeni
katliamlar ve hatta soykırımlar yapmaktan çekinmeyecektir. Bu siyonist ideolojinin kendisinde var olan
bir vakıadır.
Bütün dünyanın gözü burada olduğu için soykırım niyetlerini icra edemiyorlar, ancak hiç olmazsa
bütün Filistinlileri canlarından bezdirip çekip gitmelerini sağlamaya çalışıyorlar.
Medya’nın ve bütün dünyanın gözü önünde bunları yapanların gözden ırak, haber uçmaz bir ortamda
neler yapabileceğini hiç düşündünüz mü?
İsrail kuzeydoğusundaki Golan
Tepeleri’ni, doğuda orta yerinde
kalan Batı Şeria’yı, ve
güneybatısındaki Gazze Şeridi’ni
1967 savaşindan sonra işgal etmiş,
bir daha da geri çekilmemiştir.
Golan’daki su kaynaklarının
tamamını, Batı Şeria’daki su
kaynaklarının %80’ini yahudiler
kullanmaktadır.
ABD’nin sınırsız himayesine mazhar olan bu ülke; Mısır’da bir ABD diplomatik temsilciliğini havaya
uçurmuş, bir ABD gemisine uluslararası sularda saldırarak 33 ABD askerinin ölümüne, 177’sinin
yaralanmasına sebep olmuş, ABD gizli belgelerini çalmak ve Rusya’ya vermekten suçlu bulunan
Jonathan Pollard isimli casusu vatandaşlığa alarak ABD başkanına onu affetmesi için baskı yapmış,
ABD içindeki casusluk faaliyetleri FoxTV’ye konu olmuş bir ülkedir.
İsrail’in yaptıklarını başka bir ülke yapmış olsaydı, dünya haritasından silinmiş olurdu. Halbuki bu ülke
sınırsız askeri yardımlarla öyle bir ödüllendirilmiştir ki, İsrail bugün Ortadoğu’da ABD silahlı güçlerine
dahi kafa tutabilecek silah ve teknoloji ile donatılmıştır.
Evet özellikle ABD’nin akıl erdirilemez icraatları yukarıda izah edilenler ışığında değerlendirilirse
dünyayı nasıl tehlikelerin beklediği görülecektir. Zira Avrupa dahi ABD’ye tavır almaya başlamıştır.
Ancak yukarıda da söylediğimiz gibi küresel gizli güçler maskelerini çıkarmışlar, bayraklarını
açmışlardır. “Ya hep ya hiç” denilebilecek bir süreç başlamıştır. Daha doğrusu küresel hakimiyet tesis
edeceklerine öyle kanidirler ki, bütün dünyayı yakmayı göze almışlardır. Ateş Ortadoğu’da yanmaya
başlamıştır. Belki duruma göre harareti düşecek, belki de düşmeden devam edecektir. Bütün dünyayı
öyle bir ikrah ettireceklerdir ki, Hadis-i şerif’te haber verildiği üzere bunların yok edilmeleri için bütün
dünya ülkeleri işbirliği yapacaktır.
Görüldüğü gibi hadise minik İsrail devletinin zulümleri ile sınırlı değildir. Gerek Ortadoğu’da
yaşananları gerek küresel düzeyde bizi bekleyen tehlikeleri iyi tahlil edebilmek için özelde İsrail
genelde dünya yahudilerinin niyetlerini ve emellerini iyi tahlil etmek icap etmektedir. Bu tahlilde bize en
büyük yardımı dini kaynaklar yapacaktır. Nitekim yahudilerin kendi tarihlerini tanımlarken tamamen dini
kaynaklara dayanmaları, ülkelerini kendilerine tanrı tarafından “Vâdedilmiş Topraklar” olarak telakki
etmeleri sebebiyle Ortadoğu siyaseti konuşulurken dini boyut ister istemez öne çıkmaktadır.
Resulullah Aleyhisselâm Hadis-i şerif’lerinde kıyamete yakın bir zamanda büyük harplerin olacağını,
müslümanlar büyük sıkıntı içinde iken Hazret-i Allah’ın Hazret-i Mehdi’yi ve İsa Aleyhisselâm’ı
göndereceğini ve büyük harplerden sonra Hazret-i Mehdi’nin bütün dünyaya hakim olacağını haber
vermişlerdir.
Kıyamet gününden önce yaşanacak büyük ve kanlı savaş Hıristiyan dünyasında Armagedon
(Armageddon) diye bilinir.
Tevrat’ta da kıyametten önce Mesih’e tabi olan inananlar ile kâfirler arasında büyük bir savaş
yaşanacağı, inananların büyük kayıplar vereceği ancak savaşı kazanacakları haber verilmiştir.
Müslümanların küresel hakimiyeti kendi zorlama ve gayretleri ile gelen bir durum değil, şartların ve
hiçbir insani değer tanımayan hegemonyacıların icraatlarının tabii bir sonucudur.
Bu hegemonyacıların gerçek niyetlerini bilen insanlar bunlara değişik isimler takmışlardır. Teksas
üniversitesinde Uzay çalışmaları, Amerikan savunma politikası, stratejik silah sistemleri gibi konularda
dersler veren, Hava Kuvvetlerinde uzun süre çalıştıktan sonra emekli olan Texe Marss yazdığı
kitaplarla bu tehlikelere işaret ediyor. Bir cümlesi şöyle: “Dikkat çektiğim elit, Türkiye’yi, kendi petrol
gündemleri ve Ortadoğu komplosu çerçevesinde bir kalkan olarak kullanmak istiyor. Nihai hedefleri
Kudüs’teki Siyonist Yahudiler tarafından yönlendirilen dünya diktatörlüğünü kurmak.” (Yeni Şafak, 22
Nisan)
Kıymetli bilim adamı Oktay Sinanoğlu ABD’yi denetim altında tutan bu elit tabakaya “Küresel
Kraliyetçiler” ismini uygun görüyor, her fırsatta Türk insanını uyarmaya çalışıyor ve bunların maşası
“gizli cemiyet” üyelerine dikkat çekiyor.
Katolik Vatikan ve Ortadoks Fener Patrikhanesini ele geçiren ABD merkezli bu elit tabaka Protestan
dünyadaki etkinliğinin yardımıyla çok büyük ve tehlikeli bir oyuna girişmiş bulunuyor. Gerekirse ABD’yi
ateşe atmaktan çekinmeyen bu tehlikeli zihniyet Ortadoğu’da ateşi yakmıştır. Irak ve İran gibi ülkeler
öncelikli hedeflerdir. Çünkü füze teknolojisi ve nükleer kapasitesi olan bu ülkeler İsrail’i gerçekten
korkutmaktadır. Zira İsrail’in göbeğine düşecek bir nükleer silah ufak ülkenin az insanını tek seferde
helak edebilir. Dolayısı ile ne yapıp edip bu ülkeleri ABD’ye vurdurmak istiyorlar. 5-10 milyon nüfusla
300-400 milyonluk bu coğrafyaya hükmetmek isteyenlerin ciddi ciddi nüfusta tenkisat yolları
düşündükleri anlaşılıyor.
İman Zaafiyeti:
Bugün yaşanan bela ve musibetlerin tamamı Hazret-i Allah’a imanımızın olmayışından ya da zayıf
oluşundan kaynaklanmaktadır.
Hazret-i Allah “Sen onların dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar aslâ senden
hoşnut olmazlar.” (Bakara: 120) buyurduğu halde Avrupa kapısında dostluk dilendiğimiz için
Hristiyan Avrupa’nın şamar oğlanı olduk.
Bunun gibi Hazret-i Allah Kur’an-ı kerim’inde bize yahudileri tanıtmış ve onları lânetle anmıştır.
“Sen kendileriyle anlaşma yaptığın halde, onlar her defasında hiç çekinmeden andlaşmalarını
bozarlar.” (Enfal: 56)
“İçlerinden pek azı hariç, onlardan daima hainlik görürsün!” (Mâide: 13)
“İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun.” (Mâide: 82)
Hazret-i Allah bunları haber verirken insanlara mahsus kin duygusu ile mi hareket etmiştir? Hâşâ!
Bilakis bize merhametinden bunları tanıtarak kendimizi korumamızı öğütlemiştir. Zira bunlar iflah
olmaz bir itikata sahiptirler ve bu sebeple bütün dünyayı ateşe atacaklardır.
Hazret-i Allah’ın taktığı isimler ile; “Her defasında hiç çekinmeden anlaşmalarını bozan”, “Pek azı hariç
daima hainlik yapan”, “Yeryüzünde durmadan fesat (harpler, sapmış inançlar) çıkartan”,
“Müslümanlara insanlar içerisinde en şiddetli düşmanlığı yapan” bir milletle dost olanın ayakları
dolaşır. Onların üzerindeki lanet ona da sirayet eder. Böylece insanların buğzu ona da bulaşır.
Hiç umulmadık anlarda hiç umulmadık hadiselerle, umulmadık şekilde bize yardım eden Hazret-i
Allah’a güvenmek ve O’na iman etmek zorundayız. Yoksa lanetlenmiş olanlara gönderilen ateş bize de
dokunur.
“Kim Allah’ı, onun Peygamber’ini ve müminleri dost edinirse, bilsin ki galip gelecek olanlar
Allah’tan yana olanlardır.” (Mâide: 56)
“Hiç Birinizin Arzusu Benim Tebliğ Ettiğim Şeylere Uymadıkça Mümin Olmuş Olamazsınız.”
Buyuran,
Her Hâl ve Ahvâli İlâhî İrâde’ye Uygun Olan,
Müminlere Karşı Şefkatli ve Onların Güçlüğe, Sıkıntıya Uğramaları Kendisine Ağır Gelen,
En Güzel Numunemiz; Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafâ -sallallahu aleyhi ve sellem-’in
Teşrif-i Dünya Olan
ve
Bu Ay İçinde İdrak Edeceğimiz Mübarek “MEVLİD KANDİLİ”nizi
Tebrik Eder, Tüm İslâm Âlemi’ne Hayırlara Vesile Olmasını
Cenâb-ı Allah’tan Niyaz Ederiz.
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman
vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)
Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e
uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir
dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur.
Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.
Gerçekten de onlar kâfirlerle birliktedirler. Hem onları severler, hem de sevgilerini gizlerler.
Bu Âyet-i kerime bile onların işini bitirmek için kâfidir. Bu ilâhî ferman, Allah-u Teâlâ’nın haklarında
verdiği hükümdür.
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi
arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ’nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar. Şu halde kâfirlerden
ve kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne büyük bir sapıklıktır!
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim
onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün
müslümanlaradır.
“İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun.” (Mâide: 82)
Onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve
kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terk edip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir
müslümandan memnun olmazlar.
Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima dinsizlerden yana olmuşlardır. İkiyüz yıl
boyunca haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıranlar onlardır.
Onlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her
zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el
gibidirler.
Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir. Bu
ilâhî hüküm kesindir, bu böyledir, bunu böyle bilin ve onları öylece tanıyın.
Onlar hakkındaki hüküm ne ise, onları dost edinen hakkındaki hüküm de odur. O artık onlardan bir
kimse gibi olur ve Hakk’a değil, onların gayelerine hizmet eder. Ahirette de onlarla beraber haşrolur.
Bu Âyet-i kerime İslâm’a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delildir. Allah-u Teâlâ
mümin kullarına İslâm’ın ve müslümanların düşmanı olan yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyi
yasaklamakta, onların birbirlerinin dostları olduklarını bildirmektedir. Yahudiler birbirlerinin, hıristiyanlar
da birbirlerinin dostlarıdır. Ne yahudiler kendilerinden olmayana dost olurlar, ne de hıristiyanlar.
Bunun içindir ki zâhirde gösterdikleri sevgi ve ünsiyete katiyyen itibar edilmemesi gerekir, zira sahtedir.
İçleri dışlarına uygun değildir.
Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilân etmekte;
Âyet-i kerime’si ile inananlarla inanmayanları birbirinden ayırmaktadır. Hâl böyle olunca bir müminin
kâfirleri ve münafıkları dost edinmesi yasaklanmıştır.
Âdem Aleyhisselâm’dan beri gelip geçen bütün insanlar iki zümreye ayrılmışlar; Hakk’tan yana olanlar
Hakk’ı savunmuşlar, bâtıldan yana olanlar Hakk’ı ve hakikatı reddedip kendi kurdukları dinlerini
savunmuşlardır. Zira bu iki zümrenin biri diğerine hasımdır.
Allah için sevgi, Allah için buğz imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekâmülünde en büyük âmildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
İnsan bunu ayırdedemezse, ne kadar ibadet ederse etsin dalâlettedir, sapıklıktadır. Allah-u Teâlâ ile
arasında çok büyük bir uzaklık meydana gelir, rahmet-i ilâhiden kovulur.
Kitabullah’ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı
kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre
rızâ küfürdür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ederek onun
şahsında bütün beşeriyete şu gerçeği ferman buyurmaktadır:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da
olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.”
(Mücâdele: 22)
Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- Bedir savaşında babası Cerrah’ı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayısı
As bin Hişam’ı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- de yakın
akrabalarını katletmişlerdi. Mus’ab -radiyallahu anh- ise Uhud savaşında kardeşi Ubeyd’i öldürmüştü.
Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah’a ve ahiret gününe inanmanın gerekleriyle taban tabana
zıttır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi göstermektir. Kim Allah’ı severse, O’nun düşmanlarına
düşman olur. Nur ile karanlık bir araya gelmediği gibi; bir kalpte hem Allah sevgisi, hem de O’nun
düşmanlarının sevgisi beraber bulunmaz. Küfre muhabbet ile iman bir arada barınmaz. Bir kimseyi
sevenin, onun düşmanını sevmesi mümkün değildir. Bu iki şey kalpte birleşmez. Kalpte Allah
düşmanlarının sevgisi yerleşince orada iman bulunmaz. Binaenaleyh hiçbir müminin hiçbir halde
onlarla dostluk kurmasına cevaz yoktur.
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
Yani başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri
takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.
İslâm bu imanı gerektirir. Bu Âyet-i kerime’ler kimlerin dost ve kardeş olacağını anlatıyor.
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine:
13)
“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam
ederler.” (Bakara: 217)
Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne
derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden
çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç
de geri kalmazlar.
“Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da
ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalırlar.” (Bakara: 217)
Çünkü kâfir olarak ölmüşlerdir. Mürted olmak suretiyle dünyada müslümanların sahip oldukları
imkânlardan, ahirette de sevaptan mahrum kalırlar. Cehennemden aslâ çıkmayacaklardır.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ onların durumlarını açıklayarak şöyle buyurmuştur:
“Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler.” (Âl-i
imran: 120)
“Eğer sabreder Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz
ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i imran: 120)
Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya itaat etmekte sabreder, yasaklarından iyice korunurlarsa, o
kâfirlerin ve münafıkların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.
Allah-u Teâlâ, Habib’ine verdiği nimeti izhar edip onu övmüş ve şöyle buyurmuştur:
“Af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir.” (A’râf: 199)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz’e adamın biri ön tarafından gelerek: “Ey Allah’ın
Resul’ü din nedir?” dedi.
Sonra sağ tarafından daha sonra sol tarafından geldiğinde aynı cevabı verdiler.
Bu sefer adam Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in arkasından gelerek: “Ey Allah’ın
Resul’ü din nedir?” diye sordu.
Allah-u Teâlâ imanı yarattığı zaman, iman dedi ki: ‘Ey Allah’ım, beni kuvvetlendir.’
Allah-u Teâlâ küfrü yarattığı zaman, küfür dedi ki: ‘Allah’ım beni kuvvetlendir.’
Müminler de Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ümmeti olduğuna göre güzel ahlâkı
ile ahlâklanmalıdırlar.
Müminler kardeştirler. Allah için sevip, Allah için buğzetmenin dışında müminlerin birbirlerini kırmaları,
birbirlerine küsmeleri doğru değildir.
Ebu Eyyüp Ensari -radiyallahu anh-dan rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Bir müslümanın, her hangi bir müslüman kardeşi ile üçgünden fazla dargın kalması ve
karşılaştıklarında berikinin yüzünü o tarafa, ötekinin bu tarafa çevirmesi helâl değildir. Bu iki
kişiden daha hayırlı olanı, karşı tarafa ilk önce selâm verenidir.” (Tirmizî)
Müslümanların meşru bir sebep olmaksızın üç günden fazla birbirleriyle dargın kalmaları câiz değildir.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz
şöyle buyurmuşlardır:
“Her Pazartesi ve Perşembe günü cennetin kapıları açılır ve bu günlerde Hazret-i Allah’a hiçbir
şeyi ortak koşmamış olan her kulun günahları affedilir. Yalnız bir müslüman kardeşi ile dargın
olanlar müstesna, öyleleri ile ilgili olarak ‘Bu iki kişi barışıncaya kadar haklarında hiçbir işlem
yapmayın!’ diye seslenilir. Birbirleri ile dargın olanların amelleri üç günden çok askıda kalıp
işleme konmayınca reddedilir.”
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den rivayete göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
şöyle buyuruyorlar:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bir gün sahabilere: “Beri bakınız! Size oruçtan,
namazdan ve sadakadan daha faziletli ibadet nedir, söyleyeyim mi?” diye sordu.
Sahabilerin: “Buyur, yâ Resulellah!” demeleri üzerine Peygamberimiz: “Birbirleri ile küs olanları
barıştırmaktır.” buyurdu.
“Bir kimse müslüman kardeşine bir sene dargın durursa, onun kanını dökmüş gibi günaha
girmiş olur.” (Ebu Dâvud)
“Akrabalık bağı arşa asılmıştır. Şöyle der durur; ‘Beni birleştireni Allah birleştirsin, beni ayıranı
Allah da ayırsın.’” (Müslim)
Müslümanlar ana-baba bir kardeş gibidirler, bu kardeşliğe zarar verecek söz ve hareketler
yasaklanmış, müslümanın müslümana sert davranması, birbirlerinden uzaklaşmaları haram kılınmıştır.
“Onların fısıldaşmalarının çoğunda hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı veya
insanların arasını düzeltmeyi emredenlerin sözünde hayır vardır. Kim Allah’ın rızâsını
kazanmak için bunları yaparsa biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz.” (Nisâ: 114)
Yalan büyük günahlardan olmasına rağmen karı-koca ve diğer insanların arasını bulmak için
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz buna müsaade etmişlerdir.
“Halkın arasını ıslah et, velev ki yalan bir sözü irtikâb ile olsun.” (C. Sağîr)
“Bir mil yürü bir hastayı ziyaret et, iki mil yürü Allah için sevdiğin bir müslüman kardeşini
ziyaret et, üç mil yürü ve iki dargını barıştır.”
Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-dan rivayete göre ise şöyle buyurmuşlardır:
İki dargını barıştırana Hazret-i Allah söylediği her söz için bir köle azad etmiş gibi sevap verir.”
“Ulu Allah Peygamber’ini insanları Allah’a çağırsın diye gönderdi. Peygamber de insanlardan şu dört
şeyin amelini istedi.
Kalpten istediği görevler; Allah ile ilgili şeylere saygı göstermek ve Allah’ın mahlûkatına şefkat
göstermektir.
Vücudun diğer organlarından beklediği görevler; Allah’a ibadet etmek ve müslümanlara yardım
etmektir.
Ahlâktan beklediği görevler; Allah’ın takdirine rızâ göstermek ve insanlarla iyi geçinmek onların
rahatsız edici davranışlarına katlanmaktır.”
Temim-i Dâri -radiyallahanh-den rivayet edildiğine göre Resulullah AleyhisselâmEfendimiz bir gün
sahabilere üç kere üst üste: “Din nasihattır, din nasihattır, din nasihattır.” buyurdu.
“Allah için, Allah’ın Resul’ü için, Allah’ın Kitab’ı için, müminlerin önderleri ve sıradan halk için.”
buyurdular.
“Allah için nasihat” Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O’na inanman, O’nun emirlerine uyup
yasaklarından kaçınman, insanları O’na inanmaya çağırıp onlara bu konuda yol göstermendir.
“Peygamber için nasihat” peygamberin sünnetine uyman ve herkesi buna uymaya çağırmandır.
“Allah’ın Kitap’ı için nasihat” bu kitaba inanman, onu okuyup içindekilere göre amel etmen ve
herkesi de böyle yapmaya çağırman demektir.
“Müslüman önderleri için nasihat” onlara isyan etmemen, onları adâlet ve insafa çağırman ve
herkesi böyle yapmaya teşvik etmendir.
“Sıradan halk için nasihat” demek, kendin için ne istiyorsan onlar için de aynı şeyi istemen, onların
arasını bulman, onlara karşı dargınlık beslememen ve herkesi iyiliğe çağırmandır.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-e bana vasiyet et denildi. “Nerede bulunursan bulun,
Allah’tan kork.” buyurdular.
Hadis-i şerif’lerinde:
“İnsanlara güzel ahlâkla muamele et!”
“Günahtan sonra sevap işle ki, işlediğin sevap günahı yok etsin.” buyurmuşlardır.
“Allah’ım beni en güzel ahlâkla ahlâklandır. Ahlâkın en güzeline ancak sen ulaştırırsın. Benden
kötülüğü gider, kötülüğü benden giderecek ancak sensin.”
“Güzellik yumuşak konuşmak, hoş ve gülümser olmak. Kim insanları ihsanla karşılar, onlara
güzel ahlâkla muamele ederse, onların yanında kendisi ağır olmaz ve kardeşliği medhedilir.”
buyurdular.
O DEĞİL AMMA O!
Dünya iki dünya savaşı gördükten sonra, “Soğuk Savaş” denilen bir döneme girmişti. Bir tarafta
Amerika Birleşik Devletleri (ABD) diğer tarafta Sovyetler Birliği saf tutmuştu. İki kutuplu dünyada nüfuz
mücadelesi sürüp gitmişti. O zamanlar ABD için en önemli düşman komünizm ve onu savunan
devletlerdi. Ancak Gorboçov’un Sovyetler Birliği’nin başına geçip Glasnost ve Prestroika ile Sovyetler
Birliği’nde çözülme ve dağılmayı başlatmasıyla yavaş yavaş ABD yeryüzünde tek küresel güç olarak
ortaya çıktı.
Artık yeni bir dönem başlamıştı. ABD karşısındaki muhtemel rakiplerini ortadan kaldırma politikasına
devam ediyordu. Samuel Huntington Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya bir tez attı: “Medeniyetler
Çatışması”. Buna göre artık Batı’nın karşısında İslâm ve Uzakdoğu medeniyetleri vardı. Bu tez aslında
ABD’nin: “Yeni Dünya Düzeni” adıyla ortaya koyduğu terimin gerçek mânâsıydı. “Medeniyetler
Çatışması” tezi, “Yeni Dünya Düzeni” madalyonunun arka yüzüdür. ABD İslâm’ı ve müslümanları yeni
hedef seçerken, bu yeni politikasını “Terörizmle mücadele” olarak tanımlamıştır. Açık olarak İslâmiyet
demese de “Terörizm” adı altında dünya genelinde müslümanlara savaş açmış durumdadır.
Bunun da pek çok sebebi vardır. Herşeyden evvel İslâmiyet hızla dünyada yayılmaktadır. Pek çok
insan gitgide İslâm’a yaklaşmakta ve müslüman olmaktadır. Özellikle ABD’de, bir araştırmaya göre,
günde onlarca insan İslâmiyetle şereflenmektedir. Bu durum ABD için muhakkak önüne geçilmesi
gereken bir hakikattir. Çünkü Hazret-i Kur’an’ın hükümleri ve ona sarılan müminler ABD’nin sömürü
düzeninin önündeki en büyük engeldir. İslâm’ın gönüllerde yayıldığını ve müminleri, para, makam,
mevki, şöhret ve silahla satın alamayacağını bilen ABD için bu durum muhakkak önlenmelidir.
Diğer taraftan Ortadoğu, Asya, Afrika -ki bu bölgeler müslümanların yerleşim alanlarıdır-, dünyanın en
zengin petrol, doğalgaz, enerji ve maden kaynaklarına sahiptir veya bu kaynakların geçiş yolu
üzerindedir. Bu kaynaklara müslümanların sahip olması ABD için bir tehdittir. Ayrıca bu kaynaklara
sahip olmak tüm dünyanın can damarlarını elinde tutmak demektir. Yalnızca müslümanlara karşı değil,
birleşme sancısı çeken Avrupa’ya ve Uzakdoğu’da sinsi sinsi ama hızla büyümekte olan Çin’e karşı
da, ABD’nin bu kaynaklara ihtiyacı vardır.
Çok büyük bir silah endüstrisi yeni savaşları, yeni silah alış-verişlerini beklemektedir. Yeni, büyük
savaşlar olmalıdır ki, üretilen silahlar denensin, satılsın ve kan emen bir sivrisinek gibi masum
insanların kanlarının dökülmesi ile silah tüccarları daha fazla semirsin. Bu silahlar ve bombalar
kullanılmak için üretiliyor, kenarda bekletmek için değil.
Örneğin; İsrail’i kalkan arkasına almak için, İran ile Irak’ı ABD birbirine kırdırdı. Onlar çarpışırken de
onlara silah sattı. Hem İsrail’i korudu, hem müslüman kanı döküldü, hem de silah satarak onların
paralarını emdi.
Başka bir neden de ABD’nin Ortadoğu’daki bir parçası olan İsrail’in korunması ve kollanmasıdır.
Esasen ABD hırıstiyan, İsrail ise yahudi’dir ve fakat ABD’deki tröst haline gelmiş sermaye gruplarının
başını hep yahudiler çekiyor. Para musluğunun başında yahudi var. ABD Senatosunu, Temsilciler
Meclisini ve Başkanını etkileyebilecek lobileri var. Medya grupları ellerinde. ABD, Avrupa ırklarının
karışımından oluşmuş, yahudi’nin yönetiminde olan bir ülkedir. Bu nedenle yahudi diasporası
Ortadoğu’daki devletlerini her bakımdan destekliyor.
ABD’nin dünya devletlerine “Yeni Dünya Düzeni” olarak lanse ettiği yeni siyaseti yürürlüğe koyabilmesi
için bazı sebepler gerekiyordu, dünya kamuoyunun buna ikna edilmesi gerekiyordu. Evvela Körfez
Savaşı senaryosu uygulandı. Irak’ın sebebi meçhul(!) Kuveyt işgaline karşılık ABD’nin Ortadoğu, Kızıl
Deniz ve Hint Okyanusuna hatırı sayılır bir oranda askeri varlığını konuşlandırmasıyla şekillenen
Körfez Savaşı ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni” kavramının geçerliliğini kanıtlamasına sebep oldu. ABD
tek hegemon devletti ve karşısında “Terörist” olarak ifade ettiği müslümanlar vardı. Irak’ı eli kolu bağlı
hale getiren ABD, uygulanmasına ön ayak olduğu ambargoyla da binlerce Irak’lı masum bebek ve
çocuğun ölmesine sebep oldu. ABD pek çok uçak, silah, füze, bomba kullanarak savunma ve silah
endüstrisine büyük yatırımlar yapılmasını sağladı. Ortadoğu’daki üsleri boşuna edinmedi, oraya
askeriyle girecekler.
Son olarak büyük bir senaryoyla uygulanan 11 Eylül saldırıları ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni”ni haklı
çıkarmaya yönelik nihai noktaydı. Kimin planlayıp, uygulamaya koyduğu hâlâ meçhul olan ama kimin
işine yaradığı kesin olan 11 Eylül saldırılarıyla tek hegemonun karşısında kimin olduğu daha da
netleştirildi: “İslâmiyet”.
Afganistan Harekatı:
ABD’ce 11 Eylül saldırılarından Afginistan ve Usame bin Laden sorumlu tutuldu. ABD Körfez
Savaşında olduğu gibi bölgeye (Afganistan, Özbekistan) binlerce askerini yığdı. Uçaklar binlerce sorti
yaptı, asker-sivil demeden tonlarca bomba atıldı. ABD elinde hiçbir delil olmadan Afganistan’ı yerlebir
etti.
Ama çok önemli şeyler kazandı. Afganistan harekatı ABD yayılmacılığına verilebilecek örneklerden
sadece birisidir.
Eskiden İpek Yolu üzerinde bulunan Orta Asya bugün de -pek çok kişi farketmese de- büyük doğal
kaynaklar alanıdır. Özellikle Hazar Denizi civarı muazzam bâkir hidrokarbon rezervleri
barındırmaktadır. Tahmini petrol rezervleri ise 200 milyar varilin üzerindedir. Bu oran dünya petrol
üretiminin %5’lik bir kısmını temsil etmektedir. Bu geniş petrol yatakları ve doğalgaz rezervleri ABD’nin
iştahını kabartmaktadır.
Dünyanın en önde gelen enerji kaynakları ve proje geliştirme şirketlerinden biri olarak adı geçen
Amerikan menşeili Unocol şirketi Orta Asya petrol ve doğalgazının çıkarılması, işlenmesi ve uygun bir
güzergâhla, arzulanılan yerlere ulaştırılmasıyla da ilgileniyor. Bu petrol ve doğalgazın büyük olasılıkla
Bakü-Ceyhan hattıyla Avrupa’ya ulaştırılması projesi var. Ama Unocol şirketinin esas hedefi bu zengin
doğal kaynakları Asya ve Uzakdoğu’ya ulaştırmaktır. Kuzey Denizi, İskandinavya ve Rusya’daki petrol
havzalarının varlığı Unocol’ın dikkatini Avrupa’dan ziyade Asya tarafına kaydırmaktadır.
Avrupa’nın aksine Asya Pasifik bölgesinin petrol ve doğalgaza olan ihtiyacı her geçen gün artmaktadır;
orası bakir bir pazardır. ABD için Pasifike petrol ve doğalgazın ulaşması için en uygun yol da
Afganistan üzerinden geçmektedir, oradan Pakistan’a ve oradan gemilerle Asya’nın dört bir tarafına.
Aslında İran üzerinden, İran körfezine de inilebilinir ancak ABD’nin İran’a yönelik yaptırımları ve yakın
gelecekte İran’ı da bölgede İsrail’in bekâsı ve güvenliği için vurma planı olduğu için bu güzergâh
Unocol için uygun değildir. Ve fakat Unocol tarafından en uygun ve kârlı güzergâh kabul edilen
Afganistan’da şirket istikrarlı bir hükümet istemektedir. Taki inşa edilecek boru hatları Afganlılarca
havaya uçurulmasın. Afganistan içinden geçmesi planlanan boru hattının yolu Taliban’ın sahip olduğu
bölgeden geçiyordu. Ve Unocol defalarca görüşmesine rağmen Taliban’la anlaşamamıştı. Hatta
Unocol şirketi 12 Şubat 1998’de Beyaz Saray’da sunduğu tebliğde şöyle ifadeler kullanmıştır:
Yani Taliban’ın bertaraf edilmesi ve kukla bir yönetim Afganistan’ın başına geçmesi, ABD’nin
ekonomik sömürü düzeni için şarttı.
Diğer taraftan Taliban yönetimi Temmuz 2000’de afyon üretimini yasakladı ve üçbin ton afyon ürününü
imha etti. Araştırmacılar bunun ABD’ye karşı açılmış büyük bir ekonomik savaş olduğunu söylüyorlar.
Çünkü Afganistan dünya afyon üretiminin %70’ini sağlıyordu. Çoğunlukla Batı Avrupa’da tüketilen ve
Balkanlar yoluyla sokulan bu afyon, Batılı mali kuruluşların ve piyasaların nakit mevduatlarının
doğrudan bir kaynağıydı. ABD hükümeti, IMF, Le Monde ve ABD Senatosu da dahil kaynaklar, Wall
Street’e ve ABD bankalarına akan uyuşturucu paralarının yılda 250-300 milyar dolar olduğunu
belirtiyorlar. Taliban’ın afyon üretimini durdurma kararıyla Wall Street’teki nakit akışı çok ciddi bir
duraklamaya girecekti. Likidite sıkıntısı başgösterecekti. Ve ABD, Afganistan’da afyon yapraklarını
yeşertecek bir çare aradı. Nitekim bir Rus ekonomistin altını çizdiği bir gerçeği hatırlatalım:
“ABD, İngiltere ve Almanya, Kosova savaşını, 1997-98’deki Asya krizini müteakip Batılı piyasaların
krize girmesini savuşturmak için başlattı. Uzun zaman seyirci kaldı ve işine geldiği zaman bitirtti.”
11 Eylül’ün Sonuçları:
ABD için insani değerler bir hiçtir. Önemli olan ekonomik, askeri, siyasi egemenliğinin bekâsıdır.
Soğuk savaş sonrası plan oluşturuldu ve yeni düşman İslâmiyet’in üzerine gidilmeye başlandı.
Müslümanların elindeki iktisadi ve doğal kaynaklar çeşitli örtüler altında ele geçirilip sömürülmeye
başlandı. Körfez Savaşı bunun deneme tahtasıydı. İçeriden tertiplenen 11 Eylül saldırıları ise
topyekün, askeri, iktisadi ve siyasi ABD saldırısının başlama işaretiydi. ABD 11 Eylül’ü bahane ederek
topyekün tüm müslümanlara savaş açtı, buna ek olarak da Ariel Şaron’un Filistin’deki katliam ve
vahşetlerine yol verdi. Biri Afganistan’da, diğeri Filistin’de harekete geçtiler.
Kitle imha silahları üretimi arttı ve daha da artacak görünüyor. Ufak çapta olanları halen artan bir
şekilde kullanılmaya devam ediyor.
11 Eylül dev silah sanayinin yüzünü güldürdü. Soğuk Savaş’ın bitmesiyle duraksayan ve gerileyen
silah satışlarının birden tırmanması ve yeni silahlanma teknolojileri arayışına girilmesi 11 Eylül’ün
önemli sonuçlarındandır.
11 Eylül’ün su üstüne çıkardığı en önemli gerçek ABD’nin belirgin bir şekilde saflaşma, gerilim
atmosferini arttırma çabası içine girmesidir. İslâmiyeti “Terörizm!”, müslümanları “Terörist!” olarak
lanse edip bunu her çeşit medya ile destekleyen ABD; “Terörizmi destekleyenler” ve “Karşısında
olanlar” diye de dünya ülkelerini mecburi bir saflaşmaya sokmak istemekte ve karşı safta kabul
ettiklerini düşman bellemektedir.
11 Eylül’le Orta Asya’ya ciddi bir askeri ve iktisadi (petrol, doğalgaz yatırımları) konuşlanma yapan
ABD’nin bu eksende Rusya ve Çin’le yüzyüze gelmesi de altı çizilmesi gereken bir vakıadır. Her ne
kadar Rusya çaptan düşse de bölgede Çin’le beraber nüfuz mücadelesi içerisindedir ve ABD bölgede
mecburen ama gönülsüzce katlanılan hegemonik güç duruma gelmiştir.
11 Eylül’le beraber İsrail’in, ABD’nin gerilimi tırmandırma politikasına paralel olarak, siyonist planları
uygulanmaya tekrar sokulmuştur. ABD’ye göre; Filistinlileri katleden İsrail terörist değildir. Çünkü ABD
İsrail’dir, İsrail de ABD’dir. O onun için vardır, diğeri de öteki için.
11 Eylül’le beraber, Afganistan’dan sonra, sırayla Irak, İran, Suudi Arabistan ve hatta Mısır ABD’nin
Ortadoğu’daki iktisadi, siyasi çıkarları ve İsrail’in güvenliği için bertaraf edilmesi gereken ülkeler haline
gelmiştir. ABD’nin yakın gelecekteki planı İsrail desteğiyle Ortadoğu’ya inmektir. Bu hatta girmektir.
Bunu Irak’ı vuracaklarını açıklayarak ifade etmişlerdir.
Aslında ABD bencil, acımasız politikalarıyla dünya düzensizliğinin mimarıdır. Eğer bir olay ABD
çıkarlarını tehdit ediyorsa “İnsani müdahalenin” konusu haline gelebilir. Ve fakat ABD’ye göre aksi
durumda herşey serbesttir.
Aslında gerçek terörizmi hem de devlet eliyle ABD ve İsrail yapmaktadır. Bunun örnekleri de pek
çoktur.
ABD, II. Dünya Savaşında iki tane atom bombası atarak yüzbinlerce masum insanın ölmesine ve
sakat kalmasına sebebiyet vermiştir.
Soğuk Savaş yıllarında pek çok bölgesel çatışma ve savaşı kışkırtıp ateşleyerek bölgesel çıkarlarını
beslemiştir (İran-Irak savaşı, Vietnam, Kore...) Soğuk Savaş sonrası örneğin Clinton’un emriyle
Sudan’ı bombalatmış ve mevcut ilaç stoğunun yarısını yok etmiştir. Bunun sonucu bilinmeyen sayıda
insan hayatını kaybetmiştir. Irak’ı vurması, Afganistan’ı yerlebir etmesi ve Ortadoğu’ya gözünü dikmesi
hep kendi ulusal çıkarlarının ikame ve idamesi içindir. Son olarak da 11 Eylül saldırılarını düzenleyip
ve bunu bahane ederek, dünya müslümanlarını, iktisadi kaynakları, parayı denetlemek, sömürmek,
kullanmak için güç kullanmayı dünya devletleri nezdinde meşruiyet zeminine oturtmak niyetindedir.
“Yeni Dünya Düzeni” diye şişirilen aslında Amerikan müdahaleciliğinin maskesidir. Madalyonun arka
yüzüne baktığımızda uluslararası güvenlik stratejilerinin yeni bir Soğuk Savaş’a değil, dünyayı
kaplayacak “Yeni Bir Dünya Savaşı”na gittiğini görüyoruz.
“ŞEHİTLER ÖLMEZ!”
“İnsan Allah için harp ederse, şehâdet mertebesine varmasında hiç şüphe
yoktur. Amma niyeti Allah için olacak. Nam, gaye, maksat ve menfaat
olmayacak. Bu uğurda ölenler şehâdet mertebesine erişirler.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz’den; kahramanlık için, milletini
korumak ve gösteriş yapmak için harp edenlerden hangisinin Allah
yolunda olduğu sorulduğunda: “Kim Allah’ın sözü daha yüce olsun diye
vuruşursa o Allah yolundadır.” buyurmuşlardir. (Buharî)”
“Onlar fani hayatı terk ederek ebedî bir hayata ermişlerdir. Kendilerine
tahsis edilen yüksek makamlarda merzuk olmaktadırlar. Yerler, içerler,
dünyadaki hayatın kat kat fevkinde bir hayat yaşarlar. Tasavvur buyurun ki
Allah-u Teâlâ onlara nasıl bir hayat bahşetmiştir.”
ÖMER ÖNGÜT
Yüce Mevlâ’mızın kullarına ihsanlarından birisi de rızâsı yolunda mücadele ederek, canını dini,
namusu, vatanı için kiraya veren kimselere ihsan buyurduğu şehitlik makamıdır. Tarihimizin her
döneminde bu âlî zâtların harika hayat hikâyelerini dinleriz. Bunlardan bir tanesini de canlı şahitlerin
ağzından nakletmeye çalışalım.
Bulgaristan Evlad-ı Fâtihan’ın en yoğun meskûn bulunduğu bölgelerden birisidir. Serhat boylarının
civanmertleri Balkanlarda, Tuna boylarında, asırlarca Haç-Hilâl kavgasında kan dökmüşler, can
vermişler, din ve vatan uğruna nice kahramanlık destanları yazmışlar. Ocaklar sönmüş, avullar
yağmalanmış, acılı yıllar bir kâbus gibi Müslüman Türk’ün ocağının üstüne çöküvermiş. Felâketler
birbiri ardınca gelivermiş. Ve sonunda kıssamızın kahramanı yorgun yıllardan sonra âile efradını
alarak “Suyun öte yakası” diye adlandırdıkları Anadolu’ya, Düzce’ye yerleşivermiş bir Alperenler
neslinden Emrullah Efendi’dir.
Sırplar, her zamanki sırtlanlıklarıyla Osmanlı’ya diş geçirmeye çalışıyordu. Değişik cephelerde pek çok
düşmanla savaşların yapıldığı ızdırap yılları. Emrullah Efendi, Bulgaristan’da ikâmet ediyordu. Ordu ile
Sırp harbine katılmış. Yanında, attığını vuran, parayı pula çeviren kayınbiraderi Ahmet de varmış.
Ahmet çok iyi atıcı. Siperden çıktığı zaman tetiğe dokundu mu bir Sırp mutlaka cehenneme
gidiyormuş. Tüfeğini doğrulttu mu hedef şaşmıyormuş. Eniştesi Emrullah’ın:
“-Beni anam bu gün için doğurdu, ölmek bizim şanımızdan!..” diyor, siperden çıkıyor, beş-on Sırp’ı
nallıyor. İlk silahın işi bitince ikinci silahı alıyor eline, onunla da boş atmıyor. Sırplar onu kolluyorlarmış.
Bir mermi Ahmet’in silahının namlusundan giriyor. Sonra Ahmet şehit olmuş.
Emrullah, onun kaputunu ve paralarını alıyor. Kaputu üzerine giyiyor. Üşüyormuş. Ahmet’i
koyuvermişler toprağın kucağına. Emrullah o cepheden başka cepheye gidiyor ve Sırplar’a esir
düşüyor. Onu dört-beş sene esir olarak çalıştırmışlar. En sonunda Ruslar’a teslim etmişler. Ruslar alıp
götürmüşler, çalıştırmışlar beş yıl kadar.
Kapatıldıkları bir binada günler geçtikçe arkadaşları birer birer kaybolmaya, geri dönmemeye
başlamışlar. Sıra onlara geliyormuş. Akıbetlerini bilen yok. Öldürülüyorlar mı yoksa firar mı ediyorlar,
serbest mi bırakıyorlar belli değil.
“-İnin aşağıya, banyo yapacaksınız!” diyerek esirleri soyuyorlar Ruslar. Emrullah, tam kapıdan girerken
Bulgaristan’da iken yumurtacılık yaparken tanıdığı bir Bulgar:
“-Emrullah! Sen de mi buradasın?” demiş. Şaşırmış tabii ki. Odanın tam ortasında bir direk varmış.
Bulgar:
“-O direğe sarıl!” diyor. Emrullah ne olacağını bilmeden “Bu arkadaşın bir bildiği var herhalde!” diyerek
direğe sarılmış. Direkle birlikte odanın içine devrilivermiş. Aşağı katta, insanları öğüten makina varmış.
Makina, aşağıya düşenleri kıymaya çeviriyormuş. Bulgar:
“-Çabuk giy bunları ve buradan hemen kaç!” diyerek bir Rus elbisesi vermiş. Giyinmiş ve kaçıp
düşmüş yollara. Gece gündüz demeden iki-üç ay kadar ormanlardan, dağlardan, bayırlardan yol almış
sınıra doğru. “Beni tanırlar” diye kimseye bir şey soramıyormuş. Rusca bilmiyor. Ekmek-su isteyecek
kadar biliyor. Nihayet sınıra kadar gelmiş.
Irmakla karşılaşmış, üzerinde köprü varmış ama nöbetçiler de nöbet tutuyorlar. Köprüden geçse
yakalanacak. Bir küfe bulmuş, elbiselerini küfeye koymuş, iyice yüzme bilmemesine rağmen dalmış
serin soğuk suya. Derinlik giderek artmış. Su kenarında teller varmış. Nihayetinde tellere dayanmış.
Su tel altlarında değişik şeyler toplamış.
Tellerden boşanınca küfe elbiseyle birlikte sürüklenip gözden kaybolmuş. Sonra Emrullah’ı alıp
götürmüş. Bir müddet sonra karşı sınırda kumsala bırakıvermiş. Kendine gelince su akıp gidiyor.
Üşümüş, öksürüyor. Üzerinde sadece don var. Uzakta bir ışık görünüyormuş, yürümüş, son ümitle
ışığa doğru.
Meğer orası bir köy imiş. Yaklaşmış yavaş yavaş köye. Allah’tan köpekler duymamış gelişini. Bir
köylünün bahçesinde ipe serili çamaşırlar görmüş. Erkeklere ait sadece alt-üst pijamalar varmış, onları
alıp giymiş. Sabah olmuş, yürümüş yollarda hayata ait ümitlerle. Yıllar olmuştu, evinden-ocağından
ayrı düşeli. Köy çocukları bu pijamalı yabancıyı gördükçe kaçışıyorlarmış. Ekmek istemiş vermişler,
arasıra yabani meyvalar yemiş. Burası Bulgar köyü imiş.
Safiye nine on yıldır Emrullah’tan, kardeşi Ahmet’ten haber alamamanın ızdırabını yaşıyor. Namazlı,
niyazlı, imanlı, sabırlı bir hanım. Nasırlaşmış yargın elleriyle ocağın küllerini aralar, çalı-çırpı ile koru
ateşler, aş pişirir, evine bakar, yol gözlermiş.
Osmanlı’nın yedi düvelle savaştığı cepheler kıyım makinası gibi, Yemen gibi. Türküler söylenir, ağıtlar
yakılır, yeni doğan güneşle yollara bakılırdı. Ocakların söndüğü kahır dolu yıllardı.
Her zamanki gibi yine bir sabah kuşlar uyanmadan, “Bismillah!” deyip kalkıvermiş Safiye nine. Almış
abdestini, durmuş sabah namazına. Tesbihini çekmiş, ellerini kaldırmış havaya, başlamış Âlemlerin
Rabb’i olan Allah’ımıza yalvarmaya.
O da ne! Yıllardır haber alamadığı kardeşi Ahmet yanıbaşında üzerinde görülmemiş güzellikte
elbiseler içinde, çok güzel bir şekilde oturmuyor mu?
“-Ablacığım! Nasılsın?” diyor. Sarılıyorlar birbirlerine. Safiye ninenin sevincine diyecek yok. Gözyaşları,
nice zamandır iz bıraktığı yerden yanaklarından süzülüyor.
“-Öyleydi abla! Seni ziyarete geldim. Geldiğimi hiç kimseye söyleme. Eğer kimseye demezsen yine
gelirim, görüşürüz abla! Biliyor musun, ben Kur’an da okuyorum.”
“-Hepsini öğrendim. Bana hemen öğrettiler. Şimdi yemyeşil çiçekli, asmalı, köşklü bir bahçem, evim
var.”
Safiye şaşmış bu işe. Kardeşi bir başka güzelleşmişti. Hayal mi düş mü anlayabilmiş değil.
“-Canım ablacığım! Böyle her zaman dolaşırım. Ha! Merak etme. Üç-dört güne varmaz eniştem
gelecek.” demiş, kapıdan çıkıp gitmiş. Ahmet’in eşinin yanından geldiğini sanıyormuş. Gidip durumu
köyün mollasına danışmış, “Bu sabah geldi konuştuk.” deyince hoca:
“-Ahh! Safiye abla! Keşke demeseydin. Her zaman gelir görüşürdünüz, bir daha gelmez. O şehit
olmuş.” demiş.
Üç-dört gün sonra Emrullah pijamalar üstünde olduğu halde evine, ocağına, Safiye’sine kavuşuvermiş.
Sarılmışlar birbirlerine, çok derinden “Oh!” çekmişler, “Elhamdülillah!” demişler. Emrullah hikâye etmiş
olan biteni, Ahmet’in şehâdetini.
Aradan uzun yıllar geçmiş, göçler katar katar olmuş, düşmüşler yollara ve nihayet suyu geçip
Düzce’ye yerleşmişler. Şimdi bu ibretli kıssaları nesillere aktarma vazifesi torun Ahmet Aydın’a
düşmüş. Emrullah Efendi yüze yaklaşırken dokuzyüzaltmışiki’de ebedîlik şerbetini içen Ahmet’e
kavuşmuş, dâr-ı bekâya intikal etmiş. Ne büyük bir müjde:
“Şehitler ölmez!”