You are on page 1of 67

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

“HAKKI BÂTIL İLE KARIŞTIRMAYIN, BİLEREK HAKKI GİZLEMEYİN!”


(Bakara: 42)

“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar.


Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.”
(Âl-i imrân: 185)

“Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.


Onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.
Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.”
(Mâide: 51)
İman İle Küfrün Berzahı
Tevhid
Tevhid İnancını Bozanların Küfrü
Hazret-i Kur’an Bütün Zamanlara Hitap Eder, Cihanşümûldür
Dinde Kardeş Olmak
İbrahim Aleyhisselâm; Ne Yahudi Ne de Hıristiyandı, O Bir Müslümandı
II. VATİKAN KONSİLİ VE HOŞGÖRÜ-DİYALOG TOPLANTILARI
İSLÂM’A GÖRE DOST VE DÜŞMAN
İlâhî Hüküm (1)
İlâhî Hüküm (2)
İlâhî Hüküm (3)
İlâhî Hüküm (4)
İlâhî Hüküm (5)
İlâhî Hüküm (6)
İlâhî Hüküm (7)
İlâhî Hüküm (8)
İlâhî Hüküm (9)
İlâhî Hüküm (10)
İlâhî Hüküm (11)
İlâhî Hüküm (12)
İlâhî Hüküm (13)
İslâm ve Müminler
Küfür ve Kâfirler
Tesettürü İnkâr
Yâsin: 21 Berzâhı
Fâiz Haramdır
Her İsim Bir Dindir
/ İsmail Yavuz

HAKKÂ SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 3

ŞEREFLİ BİR PEYGAMBER

HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSELÂM


İLK ÜÇ YIL VE İLK MÜSLÜMANLAR

Resulullah Aleyhisselâm insanları uyandırma emrini alınca tebliğ işine bir anda ve
bütün gücüyle başlamadı. Temkinli, tedbirli ve ihtiyatlı davrandı. Dâvetini ilk önce
mümkün olduğu kadar gizli tutmaya çalıştı, bu ferdî ve gizli çalışmalar üç sene
devam etti.

MEKTUBAT

SOHBETTE MUHABBET VARDIR (25. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-

EVLİYÂ-İ KİRAM -kaddesallahu Esrârehüm-


Hazerâtı’nın “Hâtemü’l-Evliyâ” Hakkındaki Beyan ve
İfşaatları (59)

“MÜEYYEDÜDDÎN MAHMÛD el-CENDÎ -Kuddise Sırruh- (1)”

SÖZLER VE NOTLAR-10

İSTİKBALDE BÜYÜK TEHLİKELER / Mehmed Ali Körpe

Dünya harbe doğru öyle bir hırsla gidiyor ki, yalnız emr-i ilahîyi bekliyor.
Amerika katiyetle harp açmak azminde. Rusya da hazırlığa gidiyor. İlk olarak bu
büyük devletler çatışacak ve çok çok hasar görecekler.

NE İDİK, NE OLDUK!
OSMANLI İMPARATORLUĞU

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan elli dokuz yıl önce, 1240 mîlâdî yılında
Şam’da vefât etmiş olan Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise
sırruh- Hazretleri; kuruluşundan yaklaşık bir asır önce, Osmanlı Devleti
hakkında "Şeceretü’n-Nu’mâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye" adında muhteşem
bir eser te’lif etmiş; devletin kuruluşundan yıkılışına kadar meydana gelecek
olan pek çok hâdiseyi, ortaya koyduğu işâretlerle önceden haber vermişti.

FATİH SULTAN MEHMED HAN’IN İSTANBUL’U FETHİ İLE ÂLEM-İ İSLÂM’A HEDİYE
ETTİĞİ AYASOFYA / Hakan Yılmaz

ŞİİR
Dökülür şiirime, göklerden ilâhî bir ışık,
İSTANBUL / Ali Ulvi Kurucu Bu Levend âbideler şehrine, dünya âşık!

GÜNDEM

ORTADOĞU’DA BİR BEDEVÎ TERÖR ESTİRİYOR.


GÖRÜNÜŞTE MEDENÎ, ASLEN BEDEVÎ. ABD KENDİ SONUNU HAZIRLIYOR ! / Nuri
Ölçer

Dünyadaki bu ayrışma ve Türkiye’nin bu ayrışma içinde saf tutacağı taraf diğer kutupları rahatsız
edecektir. Bu büyük oyunun oynanması sırasında Türkiye’yi kendi taraflarına çekmek için karıştırmak
isteyebilirler veya bertaraf etmek için bir komşumuzla savaştırabilirler. Ortadoğu tarafından ülkemize
tehlike gelme ihtimali zayıftır, oralar çok karışık, herkes kendi derdiyle meşgul ve fakat batıdan bir iç
çalkantı halinde üzerimize çullanacak bir Yunanistan’ı unutmamalıyız. O zaman kimseyi yanımızda
bulamayız.

HASLETLERİ KAYBOLAN BİR MİLLET MUSİBETLERE HAZIR OLMALIDIR / Uğur Kara

Bilgi ve haberleşme teknolojilerinin akıl almaz boyutlara ulaştığı günümüzde bu tür saldırıların boyutunu
ve zararlarını küçümsememelidir. Ancak unutulmaması gereken önemli bir nokta var ki, güçlüden güçsüz
ülkeye yönelen bu tür asimetrik tehditler muhatap ülkenin zaaflarından yararlanmak suretiyle icra
edilebilir.

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.
Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Küffar bütün gücü ile İslâm’ın üzerine yöneldiği, İslâm’ın üzerine abanmaya çalıştığı bu günlerde aynı
zamanda memleketimizde ve İslâm dünyasında küfrünü yaymak için gizliden gizliye icraatını
yürütmeye çalışmakta, müslümanların birlik ve beraberliğini bozmak için elinden geleni yapmaktadır.

Küfrün İslâm’a olan husumetinin iyice ortaya çıktığı, çok büyük zulümlerin yapıldığı bu devirde küfrü
hoş göstermeye çalışıp küffarın ekmeğine yağ sürenler de iyi bilinsin onlardandır. Küfür ehline
yardımcı olan, küfür ehlinin ajanıdır, küffârın casusudur. Onun namına çalıştığı için onlardandır. Bu
böyle bilinmelidir.

Son günlerde “Hoşgörü”, “Diyalog” adı altında bu küfür icraatları bütün hızıyla devam etmektedir. Bu
durumu fırsat bilen papazlar yıllardır ulaşamadıkları emellerine kavuşabilmenin umuduyla ellerini
ovuşturmakta, birçok gencimiz misyonerlerin tuzağına düşüp din değiştirmekte, harabe halde bekleyen
eski kiliselerde ayinler tertip edilmekte, yenilerinin açılması için izin verilmektedir.

Bir taraftan insanımız hıristiyanlaştırılmaya çalışılırken bir taraftan da bu İslâm beldesi hıristiyan
memleketi gibi gösterilmeye uğraşılmaktadır.

Ve fakat Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde:

“Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin.” buyuruyor. (Bakara: 42)

Hazret-i Allah iman ile küfrü kesin olarak birbirinden ayırmıştır:

“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)

Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilan etmiş,

“Birbirine hasım iki zümre.” (Hac: 19) buyurarak inananlarla inanmayanları birbirinden ayırmış,
küffarın İslâm’ın ve müslümanların hasmı olduğunu iman ehline duyurmuştur. Nasıl ki küffar İslâm’ın
hasmı ise, iman ehli de küfrün hasmıdır. İlâhi hüküm budur.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecektir ve o ahirette
kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imrân: 85)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan
olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka
cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...


| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

“HAKKI BÂTIL İLE KARIŞTIRMAYIN, BİLEREK HAKKI GİZLEMEYİN!”


(Bakara: 42)

“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar.


Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.”
(Âl-i imrân: 185)

“Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.


Onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.
Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.”
(Mâide: 51)
İman İle Küfrün Berzahı
Tevhid
Tevhid İnancını Bozanların Küfrü
Hazret-i Kur’an Bütün Zamanlara Hitap Eder, Cihanşümûldür
Dinde Kardeş Olmak
İbrahim Aleyhisselâm; Ne Yahudi Ne de Hıristiyandı, O Bir Müslümandı
II. VATİKAN KONSİLİ VE HOŞGÖRÜ-DİYALOG TOPLANTILARI
İSLÂM’A GÖRE DOST VE DÜŞMAN
İlâhî Hüküm (1)
İlâhî Hüküm (2)
İlâhî Hüküm (3)
İlâhî Hüküm (4)
İlâhî Hüküm (5)
İlâhî Hüküm (6)
İlâhî Hüküm (7)
İlâhî Hüküm (8)
İlâhî Hüküm (9)
İlâhî Hüküm (10)
İlâhî Hüküm (11)
İlâhî Hüküm (12)
İlâhî Hüküm (13)
İslâm ve Müminler
Küfür ve Kâfirler
Tesettürü İnkâr
Yâsin: 21 Berzâhı
Fâiz Haramdır
Her İsim Bir Dindir
/ İsmail Yavuz

“HAKKI BÂTIL İLE KARIŞTIRMAYIN, BİLEREK HAKKI GİZLEMEYİN!”


(Bakara: 42)
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar.
Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.”
(Âl-i imrân: 185)

“Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.


Onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.
Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete erdirmez.”
(Mâide: 51)

“Birbirine hasım iki zümre.”


(Hacc: 19)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde böyle buyuruyor, iman edenlere de duyuruyor.


Siz ne diyorsunuz?

İman İle Küfrün Berzahı:

Hazret-i Allah iman ile küfrü kesin olarak birbirinden ayırmıştır:

“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)

Allah-u Teâlâ müminlerle kâfirlerin arasındaki berzahı açık ve kesin olarak ilan etmiş,

“Birbirine hasım iki zümre.” (Hac: 19) buyurarak inananlarla inanmayanları birbirinden ayırmış,
küffarın İslâm’ın ve müslümanların hasmı olduğunu iman ehline duyurmuştur. Nasıl ki küffar İslâm’ın
hasmı ise, iman ehli de küfrün hasmıdır. İlâhi hüküm budur.

Nitekim küffar bütün gücü ile İslâm’ın üzerine yöneldiği, İslâm’ın üzerine abanmaya çalıştığı bu
günlerde aynı zamanda memleketimizde ve İslâm dünyasında küfrünü yaymak için gizliden gizliye
icraatını yürütmeye çalışmakta, müslümanların birlik ve beraberliğini bozmak için elinden geleni
yapmaktadır.

Küfrün İslâm’a olan husumetinin iyice ortaya çıktığı, çok büyük zulümlerin yapıldığı bu devirde küfrü
hoş göstermeye çalışıp küffarın ekmeğine yağ sürenler de iyi bilinsin onlardandır. Küfür ehline
yardımcı olan, küfür ehlinin ajanıdır, küffârın casusudur. Onun namına çalıştığı için onlardandır. Bu
böyle bilinmelidir.

Son günlerde “Hoşgörü”, “Diyalog” adı altında bu küfür icraatları bütün hızıyla devam etmektedir. Bu
durumu fırsat bilen papazlar yıllardır ulaşamadıkları emellerine kavuşabilmenin umuduyla ellerini
ovuşturmakta, birçok gencimiz misyonerlerin tuzağına düşüp din değiştirmekte, harabe halde bekleyen
eski kiliselerde ayinler tertip edilmekte, yenilerinin açılması için izin verilmektedir.

Bir taraftan insanımız hıristiyanlaştırılmaya çalışılırken bir taraftan da bu İslâm beldesi hıristiyan
memleketi gibi gösterilmeye uğraşılmaktadır. Bu yıkıcı faaliyet -maalesef- idare mevkiindeki bazı
zevatça da şuursuzca desteklenmektedir. Fethullah Gülen’in çıkarttığı fitne, akıttığı zehir bir taraftan
İslâm’a, bir taraftan vatanımıza çok büyük tehlikeler arzetmektedir.

Biz bunu daha evvel de neşretmiştik.


Ve fakat Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadîm’inde:

“Hakkı bâtıl ile karıştırmayın, bilerek hakkı gizlemeyin.” buyuruyor. (Bakara: 42)

Gayemiz bu fitneyi söndürmek, fitne çıkaranların başını ezmektir.

Zira Allah-u Teâlâ:

“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19) buyururken, islâm’ı ve peygamberi Hazret-i Muhammed
Mustafa’yı yok farz etmek hangi anlayış, izan ve zihniyetin ürünüdür.

Şeytan da birçok vaatlerde bulunur. İmanı alınıncaya kadar. Bunlar da bu kabildendir.

Zaten Fethullah Gülen çıkardığı bir kitabında bunu açıkça ortaya koymuştur:

“Herkes kelime-i tevhidi esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslâh etmelidir.
Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü yani Muhammed Allah’ın resulüdür kısmını söylemeksizin
sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.” (Küresel barışa
doğru: 131. sh)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle ferman buyuruyor:

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan
sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.” (Âl-i imrân: 100)

“Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?
Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.” (Âl-i imrân: 101)

Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan
başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)

Ölünceye kadar hâlet-i İslâm üzere sebat ediniz, başka bir hâlet üzerinde bulunmayınız.

İslâm dini ilk insan ve ilk peygamber Âdem Aleyhisselâm ile başlamış, zamanın akışı içerisinde ve her
peygamber gelişinde en mükemmele doğru daima bir gelişme kaydetmiştir. Musa Aleyhisselâm’a
indirilen İslâm, Nuh Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha geniş ve daha mükemmeldi. İsa
Aleyhisselâm’a gönderilen İslâm, Musa Aleyhisselâm’a indirilen İslâm’dan daha şümullü ve daha
mükemmeldi. Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’a gelince de kemâlini buldu ve en mükemmel şeklini
aldı.

“Allah katında din İslâm’dır. Ancak kendilerine Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra
birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin
ki Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i imrân: 19)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak
İslâm’ı beğendim.” buyuruyor. (Mâide: 3)

Bu böyledir, bu Allah-u Teâlâ’nın fermanıdır.

İslâm dini Allah-u Teâlâ’nın râzı olduğu bir dindir ve ondan başka hiçbir dini kabul etmemiştir.

Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:


“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki katiyyen kabul edilmeyecektir ve o ahirette
kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i imrân: 85)

İslâm’dan yüz çevirip başka bir din arayan kimse, büyük bir sapkınlığa düşmüştür.

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“‘Dine bağlı kalın ve dinde ayrılığa düşmeyin.’ diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi,
İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı.” (Şûrâ: 13)

Âyet-i kerime’deki tavsiye, emretmek ve emredilen şey hakkında bütün dikkatleri vererek eğilmek
demektir.

Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz dini ayakta tutmuşlar, ona hizmet etmişler ve
insanları hak dine dâvet etmişlerdir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tevhid:

Allah-u Teâlâ Muhammed Aleyhisselâm’ı dost edindi. Adını adı ile andı. Onun hoşnutluğunu kendi
hoşnutluğu ile bir tuttu. Ona imanı, Tevhid’in iki rüknünden biri yaptı. “Lâ ilâhe illâllah”tan sonra
“Muhammedün Resulullah” ünvanını getirdi. Muhammed Aleyhisselâm’a inanmayan kişinin
müslüman sayılmayacağını belirtti.

Bu iki kelime arasında tam bir ittifak vardır. Resulullah Aleyhisselâm’ın peygamberliğine şehâdet
olmadan sadece Allah inancı fayda vermez.

Nitekim diğer din sahipleri de Allah’a inanıyorlar. Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmedikleri için
küfürde kalmış oluyorlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; bu ümmetten yahudi olsun hıristiyan
olsun, kim benim peygamberliğimi duyar da benim getirdiğime iman etmeden ölürse mutlaka
cehennemliklerden olur.” (Müslim: 153)

“Lâ ilâhe illâllah” demekle iman etmiş olmaz, “Muhammedün Resulullah” deyince iman etmiş olur.
Allah-u Teâla onun sayesinde dalâlette olanları hidayete erdirdi.

İman mutlak tasdiktir. Söylenen sözü kendi isteği ile kabullenmek, gönülden benimsemek, şüpheye yer
vermeyecek şekilde kesin olarak içten inanmak, teslim olmak, karşıdakine güven vermek demektir.
İslâm dinine göre ise; Allah-u Teâlâ’nın varlığına, birliğine, Hazret-i Muhammed Aleyhisselâm’ın O’nun
kulu ve peygamberi olduğuna ve onun Allah-u Teâlâ tarafından bize getirip tebliğ ettiği esas ve
hükümlerin doğru ve gerçek olduğuna tereddüt etmeden kesin olarak inanmaktır.

İslâm dinine girmenin ilk şartı olan bu iki esas “Kelime-i Şehâdet”de toplanmıştır. Kelime-i Şehâdet’i
kalp ile tasdik edip dili ile de söyleyen bir kimseye “İnanmış” mânâsına gelen “Mümin” adı verilir.

İman kalbî ve vicdanî bir durumdur. İmanın esası kalpte olan tasdiktir.

Bir insanın müslüman olabilmesi için dili ve kalbi ile şehadet getirmesi gerekir. Dili ile söyleyip de kalbi
ile tasdik etmedikçe iman kapısından içeriye girmiş olmaz. İman etmiş gibi görünse de müşrik olarak
yaşar.

Dili ile inandıklarını söyleyip de kalbi ile tasdik etmeyenler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde
şöyle buyurmaktadır:

“Bedevîler: ‘İman ettik!’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, bâri ‘Müslüman olduk!’ deyin. İman
henüz kalplerinize yerleşmedi.’” (Hucurât: 14)

Mümin olmak için, imanın kalbe nüfuz etmesi ve o kimsenin takvâya bürünmesi lâzımdır.

Müslüman olmanın ilk şartı iman etmektir. İman etmek için de önce Kelime-i şehâdet getirmelidir:

“Şüphesiz şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur, yine şehâdet ederim ki Muhammed
Aleyhisselâm Allah’ın kulu ve peygamberidir.”

İşte İslâm dinine göre iman; şehâdet kelimesinde ifade edilen, Hazret-i Allah’a ve Resul’ü Muhammed
Aleyhisselâm’a iman etmekle başlar, imanın altı esası olan;

1- Allah’a

2- Meleklerine

3- Kitaplarına

4- Peygamberlerine

5- Ahiret gününe

6- Kaza ve kadere kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.

Bu esasların içinde olanlar “Müminler kardeştirler.” Âyet-i kerime’si mûcibince kardeştirler. İyilikte
birleşmişlerdir, yardımlaşma ve takvâ üzerindedirler.

Şâyet bu şartlardan birisi dahi inkâr edilse “Amentü”nün şartları inkâr edilmiş olur. “Amentü”yü inkâr
eden kimse, dinden de İslâm kardeşliği hudutlarından da çıkmış olur. Onun imanla İslâm’la hiçbir ilgisi
yoktur, küfre kaymıştır.

Kelime-i şehâdet’i kalp ile tasdik edip dil ile de söyleyen bir kimse, bu kapıdan müslümanlık dairesine
girmiş olur.

Müslüman olan bir kimsenin “Namaz, oruç, zekât, hacc” gibi İslâm’ın esaslarına uyması lâzımdır.
Bunlar ilâhî birer emirdir. Bunlara riayet etmekle Hazret-i Allah’a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem- ine ümmetlik etmiş olur. Yapmazsa âsi olur, fâsık olur, İslâm dâiresinden çıkmaz.
Bir de şu var ki “Amentü”ye inanmakla beraber bu ilâhî emirlerden birisini bile inkâr etse veya itiraz
etse yine dinden çıkmış olur. Ancak, inkâr veya itiraz etmediği takdirde İslâm’ın geniş hudutları
dahilinde bulunur.

Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir. Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler,
iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar... İşte bu
müminleri müjdele!” (Tevbe: 112)

Nasıl ki her memleketin bir hududu, her kanunun bir hududu varsa, bu da Allah-u Teâlâ’nın çizdiği bir
huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr eden, İslâm dâiresinden çıkmış olur.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde:

“Yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” buyuruyor. (A’râf: 54)

O’nun hükmü karşısında mahlûkun hiç hükmü yoktur.

İmanı ve İslâm’ı kabul etmeyen kimse apaçık kâfirdir. Artık onu İslâm kardeşliğinin içerisine dahil
etmek, müslüman demek, Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’lerini inkâr etmek demektir.

“Bir kimse müslüman kardeşine fısk ve küfür isnad etmesin. Zira o kimsede bu haller yoksa,
sözler sahibine döner.” (Buhârî)

Hadis-i şerif’i mucibince inanan bir müslümana küfür isnat etmek insanı küfre götürdüğü gibi, iman
dairesinde olmayan bir kâfiri iman hudutları içine koymak da insanı küfre götürür. Neden küfre
götürür? Karşıdaki alenen küfrettiği halde İslâm dairesine sokmak istediği için, bile bile söylediği için,
Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları kaldırdığı için.

Onların dediği olsaydı Allah-u Teâlâ’nın; melekler ve peygamberler göndermesine, kitaplar salmasına
lüzum kalmazdı.

Bunların inişi, iman ile küfrün ayrılmasıdır.

Onlar ise iman ile küfrü birleştirmeye çalışıyorlar.

“Kim Allah’a ve Resul’üne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş
hazırlamışızdır.” (Fetih: 13)

Allah-u Teâlâ müminlerin vasıflarını beyan ederken:

“İnkârcılara karşı çok çetin, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” buyuruyor. (Fetih: 29)

Allah-u Teâlâ müslümanların birbirlerine karşı hoşgörülü olacağını beyan ediyor, inkârcılara karşı
değil. Emir ve hüküm budur.

“Yazan, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan çekinmesin, yazsın!” (Bakara: 282)

Âyet-i kerime’si mucibince hiçbir şekilde yazmaktan, hakikati söylemekten çekinmemiş;

“Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)

Âyet-i kerime’si mucibince de hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan ilâhî hükümleri olduğu gibi
tebliğ etmeye çalıştım.
“Bu tebliği yapmakla ben de kendimi kurtarmak istiyorum. İlâhî huzura çıktığımda: ‘Onlara karşı ne gibi
bir müdahalen oldu?’ denildiği zaman: ‘Yâ Rabbel-âlemîn! Senden korktuğum için, sana sığınarak;
elimden geldiği, gücümün yettiği kadar dinden sapanlarla mücadele ettim! Senin dinini, Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Sünnet-i seniye’sini zedelemek isteyenlerin üzerine
amansızca gittim!’ diyebileyim.

Hiçbir gayemiz ve maksadımız olmaz, fakat hakikati söylemekten de hiçbir zaman geri kalmayız.

Bütün gayem Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümlerinin mevcudiyetinin, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz’in, Sünnet-i seniye’sinin varlığının dimdik ayakta durmasıdır.

Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükümlerine gözü yumuk bakıyorlar, anlamak bile istemiyorlar. Neden
onların gözünü açmayayım?

Bâtıl inançlarla beyinleri bozulmuş, hakikat ile neden onların beyinlerini parçalamayayım?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“De ki: Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ: 81)

Eğer ilâhî hükümlere uymazsanız artık suçu kendinizde arayın.”

“Resul’üm! De ki: ‘Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.’ Şayet yüz çevirirlerse şüphesiz ki Allah
kâfirleri sevmez.” (Âl-i imrân: 32)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tevhid İnancını Bozanların Küfrü:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde yahudi ve hıristiyanlar hakkında şöyle ferman buyuruyor:

“Yahudiler: ‘Üzeyir Allah’ın oğludur.’ dediler.” (Tevbe: 30)

Bu sözleri ile hıristiyanların: “Mesih Allah’ın oğludur.” sözüne bir kapı açmış oldular.

“Hıristiyanlar da: ‘Mesih (İsa) Allah’ın oğludur.’ dediler.” (Tevbe: 30)

Başlangıçta bunu söyleyenler bir kısım hıristiyanlar ise de, sonradan hemen hepsi böyle söylemeye
başladılar, hatta böyle söylemeyenleri kâfirlikle itham ettiler.

Hazret-i Allah’ın ilk elçisi Adem Aleyhisselâm’dan itibaren koyduğu “Tevhid inancı”nı, “Ehadiyet”
akidesini bozdular ve kâfir oldular.
“‘Allah Meryem oğlu Mesih’tir.’ diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 17)

O öyle bir Allah’tır ki;

“Doğurmamış, doğurulmamıştır.” (İhlâs: 3)

Zira onlar Allah’a oğul isnat etmekle şirk koşmuş, müşrik olmuşlardır.

Bu iftiralarından dolayı Allah-u Teâlâ’nın ilâhi gazabına maruz kalmışlardır.

Allah-u Teâlâ böyle ferman buyuruyorken, yahudi ve hıristiyan dinlerinin mensupları ile ortak zeminde
buluşmak ayrı dinlerden insanları birleştirdi demek, bir de onları kardeş ilân etmek bu Âyet-i kerime’leri
inkâr etmektir.

“Rahman çocuk edindi dediler.” (Meryem: 88)

Bu, hiçbir delilin desteklemediği bir iddiâdır. Bundan daha ileri derecede bir iddiâ bulunamaz.

Bu bakımdan Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun ki siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız.” (Meryem: 89)

Ölçülemeyecek kadar kötü bir iş yaptınız, son derece çirkin bir söz söylediniz.

“Onlar o Rahman olan Allah’a çocuk iddia ettiler diye, bu sözden dolayı neredeyse gökler
parçalanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp çökecekti.” (Meryem: 90-91)

Kâinat bütünüyle, Allah-u Teâlâ’ya karşı söylenen bu sözlerden dolayı öfkeye kapılıyor. O’nun celâline
hürmetlerinden dolayı bu derece şiddetli bir noktaya geliyor. Çünkü bütün bu mevcudat Allah-u
Teâlâ’yı tevhid yani birleme esası üzerine yaratılmışlardır.

“Halbuki Rahman olan Allah’a çocuk isnat etmek aslâ yakışmaz.” (Meryem: 92)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde hıristiyanların İsa Aleyhisselâm hakkındaki bâtıl inançlarını anlatarak
şöyle buyurmaktadır:

“‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir.’ diyenler gerçekten kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 72)

Allah-u Teâlâ bu gibi vasıflardan münezzehtir.

“Halbuki Mesih onlara demişti ki:

Ey İsrailoğulları, benim de Rabb’im sizin de Rabb’iniz olan Allah’a kulluk edin.” (Mâide: 72)

İsa Aleyhisselâm hıristiyanlara karşı delil olması için kendisinin de Allah’ın bir kulu olduğunu ifade
etmiş ve bu konuda kendileriyle onlar arasında herhangi bir ayırım gözetmemiştir.

“Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak ki Allah ona cenneti haram kılar.” (Mâide: 72)

Kim Allah’tan başkasının ilâh olduğuna inanırsa o aslâ cennete giremez. Çünkü cennet bir olan Allah’a
inananların yurdudur.

“Varacağı yer ateştir, zâlimlerin yardımcıları yoktur.” (Mâide: 72)


Orada ebedî olarak kalacaklardır. Onlara destek olacak, içinde bulundukları durumdan onları
kurtaracak hiçbir kimse yoktur.

Mütebaki Âyet-i kerime’de ise şöyle buyurulmaktadır:

“Andolsun ki: ‘Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.’ diyenler kâfir olmuşlardır.” (Mâide: 73)

“Allah üç ilâhtan üçüncüsüdür.” demek, hem “Üç” kelimesi, hem de “Üçüncü” kelimesi itibariyle
olmak üzere iki yönden küfürdür, katıksız şirktir. Bir ilâhtan başka ilâh olmadığı halde üç ilâh
farzetmek, bir olan Allah’ın hakkını inkârdır, zulümdür. “Allah üç” demek gibi bir çelişkidir. Onların bu
küfrünü hoş görmek küfürde onlara ortak olmaktır.

“Oysa bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur.” (Mâide: 73)

Başka hiç kimse ulûhiyet sıfatına haiz değildir. Bütün mükevvenâtın Hâlik’ı ancak O’dur. Hiçbir şekilde
ortaklığı kabul etmez, ulûhiyette tektir.

“Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse elbette onlardan inkâr edenlere çok acıklı bir azap
dokunacaktır.” (Mâide: 73)

Bu gibi sözlerden ve teslis inancından vazgeçmeyenlere Allah-u Teâlâ açıkça küfür damgası
vurmuştur. Onlar en şiddetli bir azapla azaba uğrayacaklardır.

Şimdi Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlara rahmet ve merhamet nazarı ile bakmıyor, gadaplanmıştır.
“Kâfirdirler” buyuruyor. O ise “Rahmet ve merhamet nazarı ile bakın” diyor. İşte Âyet-i kerime’ler işte
Ayet-i kerime’lere karşı sarfettiği söz.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Hazret-i Kur’an Bütün Zamanlara Hitap Eder, Cihanşümûldür:

Fetullah Gülen yahudi ve hıristiyanlara dair Kur’an-ı kerim’de geçen Âyet-i kerime’lerin bugünkü yahudi
ve hıristiyanları ilgilendirmediğini söylemiştir:

“Yahudi ve hıristiyanları kınayan ve azarlayan ayetler ya Muhammed AS. döneminde yaşayan ya da


kendi peygamberleri döneminde yaşayan bazı yahudi ve hıristiyanlar hakkındadır.” (Küresel Barışa
doğru, sh: 45)

Halbuki Allah-u Teâlâ iman ile küfrü, Hak ile bâtılı kesin olarak ayırmıştır.

“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)

Hazret-i Allah hakikat ile dalâleti kesin ve açık ayırıyor, iman edenlere duyuruyor:
“İman ile küfür birbirinden kesin olarak ayrılmıştır.” (Bakara: 256)

Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı, onlarla aynı safta bulunmayı, onlarla haşır-neşir
olmayı yasaklamış, onlara gösterilecek bir dostluğun kötü neticesini Âyet-i kerime’sinde ihtar
buyurmuştur:

“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim
onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah, zâlimler güruhunu hidayete erdirmez.”
(Mâide: 51)

Emr-i ilâhi böyle iken bu Âyet-i kerime’yi inkâr etmektedirler. Bu inkârın kaynağı nedir? Bunu hangi
kaynaktan alıyorsunuz? Çünkü Cenâb-ı Hakk “Kim onları dost edinirse o onlardandır.” buyurduğu
halde, “Bunlar bizim dostumuzdur.” dediler, bu Âyet-i kerime’yi inkâr ettiler.

Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün
müslümanlaradır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah’ın aleyhinize apaçık bir
ferman vermesini mi istersiniz?” buyuruyor. (Nisâ: 144)

Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur. Bu hükmü kaldırıyorlar. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar.
Allah-u Teâlâ’nın haklarındaki hükmü ise küfürdür. Her ne kadar küfür diyarına kaçıp sığındı ise de,
küfür diyarında icraatına devam ediyor.

Halbuki; onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile
çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terkedip kendilerine tâbi
olmadıkça, hiçbir müslümandan memnun olmazlar.

Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima dinsizlerden yana olmuşlardır. İki yüzyıl
boyunca haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıranlar onlardır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ehl-i kitap’a karşı her fırsatta rahmet peygamberi
olduğunu ispat etmiş, fakat buna rağmen onlar o günden bugüne düşmanlıklarını ardarda devam
ettirmişlerdir.

Sekiz defa üstüste Haçlı seferleri düzenlendi. Başta papa olmak üzere hıristiyan din adamları bunun
öncülüğünü yaptılar. Yüzbinlerce müslüman kanı döküldü.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah dileseydi, onlardan sonra gelenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra birbirlerini
öldürmezlerdi. Fakat onlar ihtilâfa düştüler. Kimileri inandı, kimileri de küfre saptı. Allah
dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah dilediğini yapar.” (Bakara: 253)

Mutlak irade O’nun, mutlak kudret O’nundur. İradesini durduracak hiçbir kudret yoktur. O’nun
mülkünde ancak iradesine uygun şeyler başgösterir.

Onları dost edinenin onlardan olmasının mânâsı;

Onlara benzemiş, onlardan bir kimse gibi olmuştur. Onların hükmü ne ise, onun da hükmü o olur. O
artık İslâm’a değil, onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır, ahirette onlarla
beraber haşrolur. Onlardan olandan başkası onlarla dost olmaz.

Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e
uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
“Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile hiçbir
dostluğu kalmaz.

Meğer ki onlardan gelecek herhangi bir tehlikeden sakınmış olasınız.

Allah size kendisinden korkmanızı emrediyor. Dönüş Allah’adır.” (Âl-i imrân: 28)

Allah için sevgi, Allah için buğz imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekâmülünde en büyük âmildir.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)

İnsan bunu ayırdedemezse, ne kadar ibadet ederse etsin dalâlettedir. Allah-u Teâlâ ile arasında çok
büyük bir uzaklık meydana gelir, rahmet-i ilâhi’den kovulur.

Kitabullah’ın hükmüne rızâ göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı
kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre
rızâ göstermek de küfürdür.

Halbuki Allah-u Teâlâ onlar hakkında:

“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.”
buyuruyor. (Bakara: 120)

İnsanların birbirlerine tabiatlarının sirayeti, bazı hastalıkların sirayeti gibidir. Bilhassa küfür ve nifak
hastalıkları derhal sirayet eder, çünkü insanın tabiatı daima isyana meyillidir.

Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine:
13)

Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur; “Dost edinmeyin”dir.

“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost
edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)

Bu Âyet-i kerime’de de Allah-u Teâlâ inananların onları dost edinemeyeceklerini ferman buyuruyor.

“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” (En’âm: 121)

Burada da apaşikâr görülüyor ki onlara meyleden onlardandır. Allah-u Teâlâ onları hidayetten mahrum
ettiğini beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.

Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’lerinde İslâm ile küfrü ayırmış, ayrı ayrı iki zümre olduğunu beyan
buyurmuştur. (Hacc: 19)

Müminlerin dostlarını ise Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmuştur:

“Kim Allah’ı, Peygamber’ini ve inananları dost edinirse bilsin ki şüphesiz Allah’tan yana olanlar
üstün gelirler.” (Mâide: 56)

Diğerlerinin üstünlüğü görünüştedir veya geçicidir.


İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri Mektubat adlı eserinin 163. Mektub’unda kâfirlere itaat
eden, hoşgörü ile bakan, hatta “Hazret” diyenlere çok ağır cevap veriyor ve buyuruyor ki:

“...

İslâm ve küfür birbirinin zıddıdır, bir arada olamazlar. Ta kıyamete kadar, hatta kıyamette dahi.
Bunlardan birini isbat etmek, diğerini kaldırmaktır. Birini ağırlamak, diğerini küçük düşürmektir.

Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, Peygamber’ine hitaben şöyle buyurdu:

“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı
yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tevbe: 73)

Sübhan Allah, en güzel huyla sıfatlanan Resul’üne “Küffarla cihad et ve onlara sert davran.”
emrini verdiğine göre, bundan bilinir ki; onlara sert çıkmak en güzel huylar arasındadır.

İslâm dininin izzet bulması küfrün ve küfür ehlinin zelil düşmesindedir. Buna göre bir kimse,
küfür ehlini ağırlarsa İslâm ehlini zelil düşürmüş olur.

Kâfirleri ağırlamak yalnız onlara tazim edip baş köşeye oturtmak değildir. Onları meclislere
almak, onlarla sohbet etmek, onların dili ile konuşmak gibi hareketler dahi onları ağırlamaktır.
Asıl uygun olanı; köpekleri uzaklaştırır gibi onları uzaklaştırmaktır.

Eğer onlarla alâka peyda etmek, dünya işlerine ait zaruretler icabı ise... başka türlü de
olmuyorsa... o zaman uygun olan, ancak zaruret mikdarı onlarla olmaktır. Bu arada onları bir
şey yerine koymamaya ve kendilerine lüzumsuz yere iltifatta bulunmamaya riayet etmelidir.

Ama İslâm’ın kemali, böyle bir garazı dahi tamamen terk edip onlara iltifat etmemek ve onlarla
karışıp durmamaktır. Zira noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, onları (yani küfür ehlini),
Kelâm-ı Mecid’inde zâtının ve Resul’ünün düşmanı olarak tanıttı:

“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Oysa
onlar size gelen hakkı inkâr etmişlerdir.” (Mümtehine: 1)

“Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil’e ve Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah
da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara: 98)

Allah’ın ve Allah’ın Resul’ünün düşmanı olan kimselerle karışık durmak, cinayetlerin en


büyüklerindendir.

Bu düşmanlarla karışık durmanın, onlarla arkadaşlık etmenin en azından zararı; Şer’i


hükümlerin icrasındaki kuvvette zaaf ve gevşeklik hâsıl olmasıdır. Bundan başka, onlarla olan
arkadaşlığı dolayısıyle küfre sebep olacak şeylerden kaçınmaya utanır. Böyle bir zarar, cidden
büyüktür. Kaldı ki, Allah’ın düşmanlığını, Resul’ünün düşmanlığını çeker.

Böyle bir uygunsuz insan sanır ki, kendisi müslümanlardandır; Allah’a ve Resul’üne imanı
vardır. Ama bilmez ki, bu gibi kötü ameller kendisinden İslâm devletini giderir.

Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah’a sığınırız.

Bir şiir:

‘Kendini hem âlim, hem din adamı sanır,

Dinle bütün ilgisi böyle sanmasıdır.’


Bu din düşmanı mel’unların işi İslâm’ı istihzaya ve müslümanları maskaralığa almaktır. Aynı
zamanda onlar, eğer bir fırsatını bulsalar bizi İslâm dininden çıkaracaklar ve hepimizi
öldüreceklerdir.

Müslümanlara yakışan utanıp hamiyet sahibi olmaktır. Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:

‘Hayâ imandandır.’

Hamiyet-i İslâmiye zaruridir. Baştaki emir sahiplerine düşer ki; daima bu hizlana düşen
kimselerin baş kaldırmalarına fırsat vermeyeler.

.....

İslâm devletinin husülünün alâmeti: Küfür ehline buğzedip onları kerih görmektir.

Allah-u Teâlâ Kelâm-ı Mecid’inde onları “Necis” diye isimlendirdi:

“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)

Bir başka Âyet-i kerime’de ise onlara “Murdar” ismini verdi.

“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)

Eğer o kâfirleri böyle görmüş olsalardı, hiç şüphe yok ki, onlarla arkadaşlık etmekten kaçınır ve
onlarla oturmayı kerih görürlerdi.

Herhangi bir şeyde bu düşmanlara müracaat etmek, onların reyi ve hükmü ile iş tutmak,
kendilerini tam mânâsıyla ağırlamaktır. Bunlardan himmet talep edip onları bir vesile bilenin
hali n’olur ki?”

Gördüğünüz gibi İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri bunların içyüzünü ne güzel tarif
buyuruyorlar.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Dinde Kardeş Olmak:

Yaratan’ı unuttular, neden yarattığını da unuttular. Oysa Yaratan onu bir damla kerih sudan yaratmadı
mı?

Bu kibirlenmeleri ile Allah-u Teâlâ’ya hasım kesildiler ve din-i İslâm’dan çıktıklarını ilân ettiler.
Zira Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiylerine iman etselerdi, Resulullah Aleyhisselâm’ı rehber edinselerdi,
tevbe edip şerefi küfürde değil de İslâm’da arasalardı, onlar için daha iyi olurdu.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Çünkü onlar saldırganların tâ kendileridir. Bununla beraber kâfirlikten vazgeçip tevbe eder,
namaz kılar ve zekât verirlerse, artık onlar dinde kardeşlerinizdir. Biz bilen bir kavme
âyetlerimizi böyle açıklıyoruz.” (Tevbe: 10-11)

Yani siz bu âyetlerdeki açıklamaların kadrini ve kıymetini biliniz, iyi anlayıp hükümleri ile amel ediniz.
Onlar da değerini bilirler ve tevbe edip İslâm’a girerlerse, size kardeş olma şerefine ererlerse, kendileri
için büyük kurtuluş olur. Değerini anlamazlarsa o zaman kendileri bilirler.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İbrahim Aleyhisselâm; Ne Yahudi Ne de Hıristiyandı,


O Bir Müslümandı:

Mardin’deki toplantıya “Hazret-i İbrahim’in Aydınlığında Dinler ve Barış” ismini vermişlerdir.

İbrahim Aleyhisselâm’ın yahudi veya hıristiyan olduğunu iddiâ eden Ehl-i kitap hakkında nâzil olan
Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:

“Ey Ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de ondan sonra
indirilmiştir. Siz hiç düşünmez misiniz?” (Âl-i imrân: 65)

İbrahim Aleyhisselâm’a dair bu iddialarını ispat edecek Tevrat’ta da İncil’de de hiçbir bilgi yoktur. O, bu
kitaplar gönderilmeden çok önce yaşamıştı. Yahudilik ve hıristiyanlık tabirleri, adı geçen bu
peygamberlerden çok daha sonraları ortaya çıkmış; yahudilik ancak Musa Aleyhisselâm’dan,
hıristiyanlık ise İsa Aleyhisselâm’dan sonra şöhret bulmuştur. Onların bu husustaki münakaşaları
hiçbir esasa dayanmamaktadır.

“Hadi siz bildiğiniz olan şey hakkında tartışıyorsunuz. Fakat bilginiz olmayan şey hakkında
niçin tartışıyorsunuz?” (Âl-i imrân: 66)

Sizin bu yaptığınız, aptallık ve beyinsizlik değil midir?

“Oysa Allah her şeyi bilir, siz ise bilmezsiniz.” (Âl-i imrân: 66)

Artık bu gibi câhilce iddiâlarda bulunmayınız, Allah-u Teâlâ’nın bu husustaki beyanlarını kabul ediniz.
Allah-u Teâlâ onların İbrahim Aleyhisselâm hakkındaki iddialarını yalanlayarak Âyet-i kerime’sinde
ulûl-azm peygamberlerden İbrahim Aleyhisselâm’ın “Ne hıristiyan ne de yahudi” olduğunu, “Allah’ı
bir tanıyan dosdoğru bir müslüman” olduğunu haber veriyor:

“İbrahim ne yahudi ne de hıristiyandı. Fakat o Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı.
Müşriklerden de değildi.” (Âl-i İmran: 67)

Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde, onlar yahudi ve hıristiyanları daha evvel Urfa’ya şimdi de
Mardin’e dâvet ettiler.

Allah-u Teâlâ dinini bütün dinlerden üstün kılmıştır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen Allah’tır.
İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)

İslâm geldikten sonra ne yahudiliğin, ne hıristiyanlığın, ne de diğer dinlerin hükmü kaldı. Hiçbirisi de
İslâm’ın karşısında tutunamadı.

O günden itibaren bütün âleme karşı şu hakikat tamamen açıklık kazandı ki; Allah’tan başka ilâh
yoktur ve Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın peygamberidir.

Muhammed Aleyhisselâm’ın hak peygamber olduğunu kabul etmeyen yahudi ve hıristiyanlar, İbrahim
Aleyhisselâm’ı dillerine dolamaktadırlar. Halbuki Allah-u Teâlâ İbrahim Aleyhisselâm’ın müşrik
olmadığını beyan etmekle; yahudilerin ve hıristiyanların müşrik olduklarına işaret buyurmaktadır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

II. VATİKAN KONSİLİ VE


HOŞGÖRÜ-DİYALOG TOPLANTILARI

8-10 yıldır memleketimizde hoşgörü ve diyalog toplantıları ll. Vatikan Konsili’nde alınan kararların
bulunduğu “Kilisenin Hıristiyanlık Dışındaki Dinlerle Münasebetlerine Dair Beyanname” çerçevesinde
yapılan çalışmaların neticesidir.

Nitekim 1965’te sona eren Vatikan Konsili ile Papalık, tarihinde ilk defa olarak Müslümanlarla diyalog
kurmaktan bahsetmektedir.

1. ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güç kullanma ve soykırım yöntemleri ile müslüman memleketleri
istilâ edemeyeceğini anlayan hıristiyanlar misyonerlik faaliyetleri için yeni bir kisve bulmak zorunda
kalmışlardır.
ll. Konsil’in ürünü olan ve Papalıkça yayınlanan “Hıristiyanlarla Müslümanlar Arasında Kurulacak
Diyalog İçin Yönlendirmeler” isimli kitap incelendiğinde görülecektir ki maksat hıristiyanlara
müslümanlara yeni yaklaşım tarzını öğretmektir.

1964 yılında II. Vatikan Konsili esnasında Papa VI. Paul’ün talimatıyla kurulan “Hıristiyan Olmayanlar
Sekretaryası”nın 1973 yılında sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossan, Sekretarya’nın yayın organı
Bulletin’deki bir yazısında, yine aynı amaçtan kıl payı sapmadan şunu belirtiyordu:

“Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil’i
öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz. Kilisenin bütün faaliyetleri üzerinde taşıdığı şeyleri yani Mesih’in
sevgisini ve Mesih’in sözlerini nakletmeye yöneliktir. Bu sebeple diyalog kilisenin İncil’i yayma amaçlı
misyonunun çerçevesi içinde yer alır.”

1984 yılından beri “Hıristiyan Olmayanlar Sekretaryası”nın başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze
ise, geçmişten bugüne gelinen noktayı anlatırken, “Papa VI. Paul’ün vizyonu gerçekleşmektedir.
Çünkü dinlerarası diyalog, kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir.” diyordu.

ll. Konsil’in yayınladığı metinde ısrarla ve itina ile İslâm kelimesi yerine Müslümanlar tabiri
kullanılmıştır. Bundan da anlaşılmaktadır ki, İslâm dinine hiçbir hoşgörü beslemedikleri halde
müslümanlara yaklaşarak hıristiyanlığı aşılamak ve yaymak gayesi gütmektedirler.

Papa II. Jean Paul’ün 1991 yılında ilân ettiği “Redemptoris Missio” (Kurtarıcı Misyon) isimli
genelgesinde aynen şöyle deniyordu:

“Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır.
Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı,
Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin mükemmelliğini onlarla
paylaşmak istemektedir... Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih’ten geldiği ve diyalogun
evangelizasyon (misyon) dan ayrılmadığı gerçeği gözardı edilmemiştir.” (Jean Paul II. Redemptoris
Missio Roma: 1991)

Fetullah Gülen de Papaya gönderdiği mektupta bu amaca hizmet etmekten bahsediyordu: “Papa 6.
Paul tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinlerarası diyalog için Papalık Konseyi (PCID)
misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz.”

Papa II. Jean Paul 2000 yılına girerken yayınladığı mesajda da şöyle diyordu: “Birinci bin yılda Avrupa
Hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika Hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü bin yılda ise Asya’yı
Hıristiyanlaştıralım.”

Hıristiyan olmayan insanlara karşı sıcak, sempatik, daha hoşgörülü ve sevgi ile yaklaşılmasına dair
alınan prensip kararı bu faaliyetin misyonerlik boyutudur.

Fetullah Gülen de Papaya gönderdiği mektubunda; “Amacımız bu üç büyük dinin inananları arasında
hoşgörü ve anlayış yoluyla bir kardeşlik tesis etmektir.” diyor.

Hıristiyan olmayanlarla münasebet Sekretaryası’nda görev alan ruhaniler eski uzman misyonerlerden
seçilmiştir.

İslâm’dan uzaklaşmış müslümanları diyalog ve sempati yoluyla kolayca hıristiyanlaştırmaya


çalışmaktadırlar.

Diğer taraftan istiklâl mücadelesi yapan müslümanları dünyaya kötü göstermek ve karalamak için
ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Hülâsa olarak; hıristiyan alemi müslüman memleketlerin üzerinde oynadıkları oyunlarla bu


memleketlerin geri kalması, terakki etmemesi hatta anarşi ve terör ile parçalanması için her yolu
denemişler, ülkemizde de dinimizi ve vatanımızı parçalamak isteyen bölücü ve yıkıcı faaliyetlere yıllar
yılı destek vermişlerdir.

Özellikle Güneydoğu Anadolumuz’da büyük bir misyonerlik faaliyeti yürütmekte, Kürtçe ve Türkçe incil
dağıtmaktadırlar.

Hıristiyanlığı kabul etmeleri için o yörede yaşayan vatandaşlarımıza deprem bölgesinde hayır ve
yardım adı altında verdikleri paralar karşılığında hıristiyanlağı yaymaya çalışmaları, incil dağıtmaları bu
amaca hizmettir. Hıristiyanlık ve misyonerlik adına müslüman halkımıza büyük maddi imkânlar sunan
hıristiyan devletlerinin gizli gayesi belli iken, bu misyonerlerin daha rahat çalışması için zemin
hazırlamak, aziz vatanımızı kafire peşkeş çekmek değil de nedir?

Dünyadaki İslâm memleketlerinde faaliyetlerini vargüçleriyle sürdürmektedirler. Hıristiyan ve


yahudilerin manevi ve temsili değer atfettikleri Harran, Tarsus gibi İslâm beldelerine, şimdi de Mardin’e
bu papaz ve hahamları çağırmak onların gizli emellerine alet olmanın ta kendisidir.

Tek kelimeyle siz de küfrü hoş görün diyorlar. Hayır! Biz küfrü hoş görenlerden değiliz.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İSLÂM’A GÖRE
DOST VE DÜŞMAN

Şimdi size Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini sıralıyorum. Bu hususta seksen yedi kadar Âyet-i kerime
beyan ediliyor. Şu kadar var ki bu Âyet-i kerime’ler iman edenlere mahsustur.

İlâhî Hüküm (1):

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine hitap ederek onun
şahsında bütün beşeriyete şu gerçeği ferman buyurmaktadır:

“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da
olsa, Allah’a ve Peygamber’ine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.”
(Mücâdele: 22)

Gerçek iman budur, bu İslâm dinine göredir.

Görülüyor ki Âyet-i kerime, iman yakınlığı olmayan akrabalıkları kökünden yıkmış oluyor.

İslâm tarihinde bunun birçok canlı örnekleri vardır. Şöyle ki:


Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- Bedir savaşı’nda babası Cerrah’ı, Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-
dayısı As bin Hişam’ı, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- ve Hazret-i Hamza -radiyallahu anh- de yakın
akrabalarını katletmişlerdi. Mus’ab -radiyallahu anh- ise Uhud savaşı’nda kardeşi Ubeyd’i öldürmüştü.

Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah’a ve ahiret gününe inanmanın gerekleriyle taban tabana
zıttır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi göstermektir. Kim Allah’ı severse, O’nun düşmanlarına
düşman olur. Nur ile karanlık bir araya gelmediği gibi; bir kalpte hem Allah sevgisi, hem de O’nun
düşmanlarının sevgisi beraber bulunmaz. Küfre muhabbet ile iman bir arada barınmaz. Bir kimseyi
sevenin, onun düşmanını sevmesi mümkün değildir. Bu iki şey kalpte birleşmez. Kalpte Allah
düşmanlarının sevgisi yerleşince orada iman bulunmaz. Binaenaleyh hiçbir müminin hiçbir halde
onlarla dostluk kurmasına cevaz yoktur.

Nuh Aleyhisselâm’ın oğlu inanmayanlarla beraber suda boğulmuştu. “Yâ Rabb’i! Oğlum benim
ehlimdendir, sen benim ehlimi kurtarmayı vâdetmiştin!” diye münâcaatta bulunduğu zaman Allah-
u Teâlâ:

“Ey Nuh! O senin ehlin değildir. Çünkü o kötü bir iş işlemişti.” buyurdu. (Hûd: 46)

İnsana kendi evlâdından daha yakın kimse olmadığına göre, Âyet-i kerime’den anlaşılıyor ki, hakiki
yakınlık iman yakınlığıdır.

İlâhî Hüküm (2):

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.

Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)

Yani başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri
takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.

İslâm bu imanı gerektirir. Bu Âyet-i kerime’ler kimlerin dost ve kardeş olacağını anlatıyor.

İlâhî Hüküm (3):

Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın en açık delili olduğu gibi, münafıkların en
bâriz huy ve hususiyetlerindendir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müminlere dost ve düşmanlarını ayırdetmelerini muhakkak


emrediyor ve şöyle buyuruyor:

“Ey inananlar! Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Allah’ın aleyhinize apaçık ferman
vermesini mi istersiniz?” (Nisâ: 144)

Cinsi ne olursa olsun küfür, İslâm’a göre tek bir millettir. Müminlerin dostu ise ancak müminlerdir.

İlâhî Hüküm (4):

Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e
uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Müminler müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile bir
dostluğu kalmaz.” (Âl-i imrân: 28)

Allah-u Teâlâ ile hiçbir ilgileri kalmadığı gibi, Allah-u Teâlâ’nın dininde onların hiçbir yeri yoktur.
Aradaki bütün bağlar tamamen kesilmiştir.

Gerçekten de onlar kâfirlerle birliktedirler. Hem onları severler, hem de sevgilerini gizlerler.

Bu Âyet-i kerime bile onların işini bitirmek için kâfidir. Bu ilâhî ferman, Allah-u Teâlâ’nın haklarında
verdiği hükümdür.

Bir Âyet-i kerime’sinde de buyurur ki:

“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi
arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)

Allah-u Teâlâ’nın şeref vermediği kimseler hiçbir şekilde şeref sahibi olamazlar. Şu halde kâfirlerden
ve kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne büyük bir gaflettir!

İlâhî Hüküm (5):

İmanın alâmetlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın düşmanlarından nefret etmektir.
Allah-u Teâlâ onlara düşman olmayı emretmiş ve onları dost edinmeyi yasaklamıştır.

Âyet-i kerime’sinde müminlerin düşmanının kendi düşmanı, kendi düşmanının da müminlerin düşmanı
olduğunu beyan buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.”
(Mümtehine: 1)

Onları dost edinmek şöyle dursun, onlardan gayet uzak durmak lâzımdır. Allah-u Teâlâ’nın lütfettiği
İslâm nimeti unutulmamalıdır.

Eğer onlar gerçekten iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost edinmezler; Allah-u Teâlâ’ya, Peygamber’ine
ve Kur’an-ı kerim’e düşmanlık gibi ağır bir suçu işlemeye cüret etmezlerdi.

Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost
edinmezlerdi.

Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)

Onlar küfür ve nifaklarını devam ettiren kimselerdir.

Bu Âyet-i kerime kâfi değil midir?

İlâhî Hüküm (6):

Bu durumlarının vahim neticelerini ahirette elbette göreceklerdir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:


“Onların bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü
şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiş ve azapta ebedî kalıcıdırlar.” (Mâide: 80)

Nefislerinin kendilerine sunduğu bu kötü şey, ebedî olarak azaplandırılmalarına ve Allah’ın gazabına
uğramalarına sebep olmuştur.

İlâhî Hüküm (7):

Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği kimselerle dostluk yapanlar Âyet-i kerime’lerde haber verilmektedir:

“Allah’ın gadap ettiği bir toplulukla dostluk kuranları görmedin mi?” (Mücadele: 14)

Bunlar, gadaba uğramış yahudileri dost edinmişlerdi.

“Onlar ne sizdendir, ne de onlardan.” (Mücadele: 14)

Her iki zümre arasında bazen o tarafa, bazen bu tarafa gidip gelirler, bir orada bir burada çalkalanıp
dururlar.

“Bilerek yalan yere yemin ediyorlar.” (Mücadele: 14)

Burada bile bile yalan yemin ettikleri şey, müslüman oldukları iddiâsıdır.

“Allah onlara şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey ne kötüdür!”
(Mücadele: 15)

Son derece şiddetli ve elem verici azap, cehennemin en alt tabakasıdır.

Yaptıkları bu kötü şey; kâfirleri dost edinmeleri, buna karşılık müminleri aldatmaları, onları Allah
yolundan çevirmeleridir.

İlâhî Hüküm (8):

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar. Sizden kim
onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)

Bu ilâhî hitap, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün
müslümanlaradır.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“İnsanlar içerisinde, müminlere en şiddetli düşman olarak yahudileri bulursun.” (Mâide: 82)

Onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve
kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terk edip kendilerine tâbi olmadıkça, hiçbir
müslümandan memnun olmazlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:


“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.”
(Bakara: 120)

Onlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her
zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el
gibidirler.

Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir. Bu
ilâhî hüküm kesindir, bu böyledir, bunu böyle bilin ve onları öylece tanıyın.

Bu Âyet-i kerime İslâm’a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delildir. Allah-u Teâlâ
mümin kullarına İslâm’ın ve müslümanların düşmanı olan yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyi
yasaklamakta, onların birbirlerinin dostları olduklarını bildirmektedir. Yahudiler birbirlerinin, hıristiyanlar
da birbirlerinin dostlarıdır. Ne yahudiler kendilerinden olmayana dost olurlar, ne de hıristiyanlar.

Bunun içindir ki zâhirde gösterdikleri sevgi ve ünsiyete katiyyen itibar edilmemesi gerekir, zira sahtedir.
İçleri dışlarına uygun değildir.

İlâhî Hüküm (9):

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine:
13)

Onların dostluklarına tutunmayın, hiçbir şeylerine heves edip yönelmeyin.

Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü: “Onları dost edinmeyin.”dir.

Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:

“Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.” (Nisâ: 101)

Ehl-i küfür hiçbir zaman müslümanlara olan düşmanlıklarından vazgeçmezler.

Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Eğer onların güçleri yetse, sizi dininizden döndürünceye kadar size karşı savaşa devam
ederler.” (Bakara: 217)

Bu ilâhî buyruk, kâfirlerin müslümanlara düşmanlıkta ne kadar ileri gittiklerini, bâtıl inançlarında ne
derece katı davrandıklarını, düşmanlıklarının sürekliliğini bildirmekte, müslümanları dinlerinden
çeviremedikleri sürece bu savaşlara ara vermeyeceklerini beyan etmektedir. Güçleri yetse, bundan hiç
de geri kalmazlar.

“Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse, onların yaptıkları işler dünyada da
ahirette de boşa gitmiştir. Onlar cehennemliktirler ve orada ebedî kalırlar.” (Bakara: 217)

İlâhî Hüküm (10):

Allah-u Teâlâ gayr-i müslimlerin müslümanlara karşı takındıkları tavrı Âyet-i kerime’sinde haber
vermektedir:
“Kitap ehlinden olan kâfirler de müşrikler de size Rabb’inizden bir hayır inmesini istemezler.”
(Bakara: 105)

Yahudi, hıristiyan ve putperest kâfirler sizi kıskandıkları ve kin kustukları için Rabb’iniz tarafından size
bir iyilik dokunmasını, öne geçmenizi, yükselmenizi istemezler.

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ onların durumlarını açıklayarak şöyle buyurmuştur:

“Size bir iyilik dokunursa bu onları üzer. Başınıza bir musibet gelse buna da sevinirler.” (Âl-i
imrân: 120)

Müslümanlar Allah-u Teâlâ’nın yardımıyla güçlenirler, zaferler kazanırlarsa onlar bundan


hoşlanmazlar. Bir bozgun ile karşılaşırlarsa, bundan dolayı da son derece sevinç duyarlar. Bu ise
düşmanlığın en ileri derecesidir.

“Eğer sabreder Allah’tan korkarsanız, onların hilesi size hiçbir zaman zarar veremez. Şüphesiz
ki Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i imrân: 120)

Bütün bunlara karşı müslümanların vazifesi sabır ve takvâdır.

Eğer müslümanlar Allah-u Teâlâ’ya itaat etmekte sabreder, yasaklarından iyice korunurlarsa, o
kâfirlerin ve münafıkların hile ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Müminler yalnız Allah’a güvenip bağlansınlar.” (Tevbe: 51)

İlâhî Hüküm (11):

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde müslümanların dışında kalan kâfir ya da münafıklardan herhangi bir
kimseyi dost edinmeyi açık olarak yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:

“Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri sakın sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenâlık
etmekten aslâ geri kalmazlar.” (Âl-i imrân: 118)

İslâm dışındaki bütün din mensupları, inkârcı ateistler ve münafıklar da bu Âyet-i kerime’nin
kapsamına girmektedir.

Bu gibi kimseler İslâm’a daima karşıdırlar ve müslümanlara sıkıntı ve zorluk verecek her şeyi arzu
ederler.

“Onlar size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından taşmaktadır.
Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür.” (Âl-i imrân: 118)

Sinelerinde gizledikleri ise açıkladıklarından çok daha fazladır. Düşmanlıkları yüzlerinden okunur.
İslâm’a ve müslümanlara karşı gizledikleri kini aklı başında herkes anlayabilir.

Bu bakımdan Âyet-i kerime’nin sonunda şöyle buyurulmaktadır:

“Eğer düşünürseniz, âyetleri size açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imrân: 118)

Müminleri dost, kâfirleri düşman edinmenin önemini ve lüzumunu delilleri ile beraber size açıkladık.
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların müminleri hiçbir zaman sevmediklerini ve sevmeyeceklerini
açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

“İşte siz öyle kimselersiniz ki, onlar sizi sevmedikleri halde siz onları seversiniz.” (Âl-i imrân:
119)

Allah’ın düşmanlarına sevgi beslemenin ne derece yanlış ve çirkin olduğu bu Âyet-i kerime’den de
anlaşılmaktadır. Onlar hiçbir zaman dost tutulmaya lâyık değillerdir.

İlâhî Hüküm (12):

Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde, İslâmiyet’in ulviyetini ihlâle çalışan küfür ve şirk erbabını
müslümanların dost ittihaz edemeyeceklerini ferman buyurmaktadır:

“Ey inananlar! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve
kâfirleri dost edinmeyin.

Eğer mümin iseniz Allah’tan korkun!” (Mâide: 57)

Allah’tan korkun da, sizin ve dininizin düşmanı olan bu kişileri dost edinmeyin. Çünkü hakiki iman, bu
gibi din düşmanlarından kaçınmayı ve sakınmayı iktiza eder.

Bu beyan, ilâhi bir hükümdür ve inananlara mahsustur.

Bu nokta, iman ile küfrün ayrılış noktasıdır. Yetmiş iki fırka nasıl cehenneme gidecek? İşte böyle
gidecek.

İlâhî Hüküm (13):

Allah-u Teâlâ müminleri, ehl-i kitabın saptırma ve azdırmalarına karşı sakındırmış, onların sözlerine
iltifat etmekten menetmiş ve Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir zümreye uyarsanız, imanınızdan
sonra sizi çevirirler de kâfir yaparlar.

Size Allah’ın âyetleri okunurken ve aranızda O’nun Resul’ü bulunurken nasıl küfre dönersiniz?
Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa, muhakkak ki o doğru bir yola iletilmiştir.

Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lâzımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman olmaktan
başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 100-101-102)

Allah için ihlâslı ve samimi olun, Allah’tan başkasını O’na aslâ ortak kılmayın.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


İslâm ve Müminler:

Allah-u Teâlâ kendi peygamberine ve dinine yardımını değişik biçimlerde, değişik tezahürlerle
sürdürecektir. İslâmiyet kıyamete kadar pâyidar olacaktır.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar Allah’ın nûrunu ağızlarıyla söndürmek isterler. Halbuki kâfirler istemeseler de, Allah
nûrunu tamamlayacaktır.” (Saff: 8)

O zaman tamamladığı gibi bugün de bu nûru tamamlayacak ve onu kıyamete kadar muhafaza
edecektir. Bu nur kıyamete kadar bâkidir, aslâ söndürülemez. Allah-u Teâlâ nihayetinde muzafferiyeti
er veya geç İslâm’a bahşedecektir.

“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.
İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” (Tevbe: 33)

Her zaman ve mekânda İslâm’ın geleceği gece değil gündüzdür, sönük değil parlaktır.

Ara sıra basan gece zulmetleri, İslâm’ı dinlendirip tekrar uyandırmak içindir.

Allah-u Teâlâ müminlere, küfre karşı İslâm’ı muzaffer kılacağını, onları yeryüzünün mirasçıları
yapacağını, beğenip seçtiği dinleri olan İslâm’ı güçlendirecek şekilde iktidar yapacağını ve üzerlerinde
bulundukları korkuyu gidereceğini vâdetmekte ve şöyle buyurmaktadır:

“Allah içinizden iman edip de sâlih amel işleyenlere vâdetti ki, kendilerinden evvel gelenleri
nasıl yeryüzüne hükümran kıldıysa, onları da yeryüzüne hükümran kılacak.

Ve onlar için seçip beğendiği dinlerini kuvvetlendirecek, korkularını üzerlerinden kaldırdıktan


sonra muhakkak emniyete kavuşturacak.

Öyle ki, bana ibâdet etsinler, bana hiçbir şeyi ortak koşmasınlar.

Kim de bundan sonra inkâr eder, nankörlük ederse, işte onlar yoldan çıkmış olanlardır.” (Nûr:
55)

Çünkü bu büyük nimeti inkâr ettiler, bu nimetin hakkını ödemediler.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde müminlerin vasıflarını şöyle beyan buyuruyor:

“Onunla beraber bulunanlar da kâfirlere karşı çok çetin ve sert, birbirlerine karşı çok
merhametlidirler. Onları rükuya varırken, secde ederken görürsün. Allah’tan lütuf ve hoşnutluk
isterler. Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır.

İşte bu, onların Tevrat’ta anılan vasıflarıdır.” (Fetih: 29)

“İncil’de de şöyle vasıflandırılmışlardır: Onlar filizini yarıp çıkarmış, gittikçe onu


kuvvetlendirerek kalınlaşmış ve gövdesinin üzerine dikilmiş bir ekine benzerler. Ki bu,
ekicilerin hoşuna gider.” (Fetih: 29)
Bu, Allah-u Teâlâ’nın İslâm’ın başlangıcına, kuvvetlenip sapasağlam yer edinceye kadar gücünün
ilerlemesine verdiği bir misaldir.

Çünkü Resulullah Aleyhisselâm önce tek başına dâvete başladı. Sonra Allah-u Teâlâ kendisi ile birlikte
iman edenleri incecik yeşeren bir ekinin zamanla kendisinden meydana gelen diğer parçalarla
güçlenerek ekin ekenlerin hoşuna gidinceye kadar güçlenmesi gibi güçlendirdi.

İşte Resulullah Aleyhisselâm ve Ashâb-ı kiram’ı böyle hoş, mükemmel, intizamlı, güzel bir ekin gibi
yetiştirilmiş bir ordudur.

“Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir.” (Fetih: 29)

Bu misallerde anlatıldığı üzere onların Allah-u Teâlâ tarafından övülmeleri, yüce vasıflarla
vasıflandırılmaları, cihanşümul bir intişara nâil olmaları kâfirlerin öfkelerini artırmaktadır.

“Allah iman edip sâlih ameller işleyenlere, hem mağfiret hem de büyük bir mükâfat
vâdetmiştir.” (Fetih: 29)

O’nun vaadi doğrudur, gerçektir, aslâ değişmez ve değiştirilemez.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Küfür ve Kâfirler:

Allah-u Teâlâ küfrün vasıflarını da Âyet-i kerime’lerinde beyan buyuruyor:

“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)

Onlardan kaçınmak, uzak durmak ve onlarla olan dostluğu kaldırmak gerekir.

“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)

Tıpkı kendisinden kaçılması gereken pis koku gibidirler.

Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan
buyuruyor:

“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük
bir fesad (kargaşalık) olur.” (Enfâl: 73)

Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman
bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi ışıktır, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah’ın düşmanıdır,
mümin ise dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa,
yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.

Allah-u Teâlâ Kâfirun sûre-i şerif’inde kıyamete kadar gelecek müslümanlara, onların dinlerinden
bütünüyle uzak durmalarını emir buyurmuştur.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Resul’üm! De ki: Ey kâfirler!” (Kâfirûn: 1)

Bu emri veren Allah-u Teâlâ’dır. Bu ilâhî emrin ilk olarak muhatabı Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz olmasına rağmen, aslında muhatap bütün müminlerdir. Çünkü müminlerin kâfirlere
bu şekilde tavır almaları gerekmektedir. Kıyamete kadar bu düstur geçerlidir.

“Ey kâfirler!” hitabı sadece Kureyşliler veya Arabistan’daki kâfir ve müşrik Araplar değil; Muhammed
Aleyhisselâm’ın risaletini reddeden bütün yahudiler, hıristiyanlar ve diğer kâfirlerdir.

“Ey kâfirler!” diye hitap etmek, bu gibi kimselere: “Ey düşmanlar!”, “Ey İslâm’a muhalefet edenler!” diye
hitap etmek gibidir. Onun için, bu şekilde hitap edildiğinde kişilerin vasıf ve sıfatları hedef alınmakta,
“Kâfir” sıfatını taşıdıkları müddetçe bu Âyet-i kerime’nin şümulünde bulunmaktadırlar. Ölünceye kadar
küfür karanlığında kalanlar hep bu sıfattadırlar. Düşmanlığı bırakarak iman edenler ise, artık bu, “Ey
kâfirler!” hitabının muhatabı olmaktan kurtulurlar. “Ey müminler!” hitabının şerefiyle müşerref olurlar.

Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“O zaman bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost gibi
oluvermiştir.” (Fussilet: 34)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz azılı bir kâfir iken, iman nuru ile münevver olduktan sonra
İslâm’ın en ön safında yerini aldı. Onun gibi daha niceleri de aynı şerefe, saâdet ve selâmete erdiler.

Ebu Cehil ve onun gibi olanlar ise küfürlerinde direterek, inkârlarını artırdıkça artırarak “Ey kâfirler!”
hitabının muhatabı olmaktan kurtulamadılar. Kıyamete kadar kâfir olarak anılacakları gibi, ahirette de
kâfirlerle bir ve beraber olacaklar, hak ettikleri cehennemde ebedî olarak kalmaktan
kurtulamayacaklardır.

Onlara kendi memleketlerinde, ruhsat ve fırsat ellerinde olduğu halde böyle küçültücü, tahkir edici bir
hitapla seslenilmesi gösteriyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
onlardan korunmuştur.

O kâfirlere şöyle hitap ile memur olmuştu:

“Ben sizin taptıklarınıza tapmam.” (Kâfirûn: 2)

İlâh yerine koyup durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere ben ibadet etmem. Benim
ibadetim sizin ibadetinizden ayrıdır. Sizin şirkinize iştirak edecek değilim.

Allah-u Teâlâ’nın birliğine iman etmeyince O’na ibadet edilmez. O’na kulluk eden, O’ndan başka ilâh
tanımaz. Allah-u Teâlâ’yı iki veya üç, ya da pek çok ilâhtan birisi kabul etmek, ibadette O’na
başkalarını ortak koşmak şirktir, küfürdür.

“Benim taptığıma da siz tapmazsınız.” (Kâfirûn: 3)

O Allah ki, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Zâtında, sıfatlarında, ulûhiyetinde ortağı yoktur. O
âlemlerin Rabb’i olan Allah’tır. Bu dine girmeyen kimse, ne iddiâ ederse etsin ne yaparsa yapsın,
Allah’a ibadet eden bir kul olamaz.
“Ben de sizin taptığınıza aslâ tapacak değilim.” (Kâfirûn: 4)

Çünkü O’ndan başkası aslâ ulûhiyet, mâbudiyet sıfatına haiz değildir.

“Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz.” (Kâfirûn: 5)

Ben yalnız Allah-u Teâlâ’ya hulûs-u kalp ile ibadet etmekteyim. Sizin ibadetleriniz ise şirk ile karışıktır.

“Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” (Kâfirûn: 6)

Bu ifade kâfirlere hoş görünmek için değil, küfürleri devam ettiği müddetçe onlardan kesinlikle ilişkiyi
kesmeyi ilân etmek içindir.

Kâfirlerin dinleri kendi aralarında ne kadar farklı olursa olsun, hepsi de tek bir millettir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Tesettürü İnkâr:

Kadınlara tesettür farzdır. Dinimiz kötü bakışlardan korunmak, fitne ve fesadı engellemek, şerefine dil,
namusuna el uzatılmasını önlemek için müslüman kadınların örtünme ve korunmalarını açık ve kesin
olarak emir buyurmuştur.

Kur’an-ı kerim’de erkek elbisesi hakkında hiçbir teferruattan söz edilmezken, kadın elbisesi hakkında
oldukça geniş hususiyetler belirtilmektedir.

Allah-u Teâlâ kesin hükmünü bildiren Âyet-i kerime’sinde bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Resul’üm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını


namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi
zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek
şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)

Allah-u Teâlâ, mümine hanımların şereflerinin muhafazası için tesettüre riâyet etmekle mükellef
olduklarını beyan etmek üzere Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmuştur:

“Resul’üm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup
dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış elbiselerini üzerlerine giysinler.” (Ahzâb: 59)

“Cilbab”, kadınların elbiselerinin üstüne giydikleri, kadını tepeden tırnağa örten her çeşit büyük
örtüdür.

Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz buyururlar ki:


“Ahzab sûresinin ‘Dış elbiselerini üzerlerine giysinler.’ âyeti nâzil olunca, Ensar hanımları dışarı
çıktılar. Giydikleri örtülerden dolayı sanki başlarının üzerinde siyah kargalar vardı.” (Ebu Dâvud:
4101)

Âyet-i kerime’nin devamında şöyle buyuruluyor:

“Bu onların ahlâksız kadınlardan olmadıklarının bilinmesi ve incitilmemesi için daha elverişlidir.
Allah çok bağışlayandır, merhamet edendir.” (Ahzâb: 59)

Tesettürü emreden hicab Âyet-i kerime’leri inmeden önce müslüman kadınlar başörtülerini omuzları
arasından salıverirlerdi. Bu yüzden saçlarının bir kısmı, kulakları, boyun ve gerdanları açık kalırdı.

Tesettür emri geldiğinde, hiçbir kadın kalmayıp başlarından aşağı hemen örtündüler. Bu emr-i şerif
zaten fıtratlarına da uygundu.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz buyururlar ki:

“Allah-u Teâlâ Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacir kadınların iyiliğini versin.
‘Başörtülerini yakalarının üstüne koyup örtsünler.’ Âyet-i kerime’si indiği zaman, entarilerinin
eteklerini keserek başlarını örttüler.” (Buhârî)

Örtünmeyi, setri hafife alan ve inkâr edenlere ise yine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde cevap veriyorlar:

Bir gün Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in kız kardeşi Esmâ -radiyallahu anhâ- üzerinde
ince ve şeffaf bir elbise olduğu halde, kendisini ziyarete gelmişti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz ondan yüzünü ters istikamete çevirerek:

“Ey Esmâ! Büluğ çağına ermiş bir genç kızın, yüz ve ellerinin dışında hiçbir yerinin görünmesi
doğru değildir.” buyurdu ve yüzü ile ellerini işaret etti. (Ebu Dâvud: 4104)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bunlar hakkında:

“Onlar her türlü Âyeti görseler yine de inanmazlar.” buyuruyor. (En’âm: 25)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat
Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim
onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir. İşte
bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)

Onun içindir ki o hitâb-ı kerim’in ilâhi hükümlerinden istifade edip istikamete yönelemiyorlar:

“Sen onları hidayete çağırsan da aslâ hidayete gelmezler.” (Kehf: 57)

Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş, onu yasaklarıyla sınırlamıştır:

“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.”
(Talâk: 1)

Allah-u Teâlâ, “Kim bu hudutları aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” buyuruyorken, “Tesettür
teferruattır!” ya da “İman meselesi değildir.” demek açıkça bu hudutları aşmak demektir. Bu Âyet-i
kerime’leri inkâr etmek demektir.

“Doğrusu birçokları bilmeden hevâ ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’âm: 119)
“De ki: ‘Gördünüz mü? Eğer o Allah katından ise, siz de onu inkâr etmişseniz, o zaman uzak bir
ayrılığa düşenden daha sapık kim olabilir?’” (Fussilet: 52)

Sizden sadece kendinizi değil, başkalarını da dinden imandan uzaklaştırıyorsunuz.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Yâsin: 21 Berzâhı:

Allah-u Teâlâ Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’sinde:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” buyurduğu halde;

Bunlar daha evvel müslümanmış gibi görünüp gerek himmet geceleri, gerek iftar ziyafetleri ve gerekse
ayrı ayrı olmak üzere çeşitli toplantılarda tuzaklar tertip ediyorlardı. “Şu şunu verdi”, “Sen şunu
verirsin” gibi sözlerle gelenleri de utandırarak para topladılar veya senet imzalattılar. Ödeyemeyenler
icraya verildiler.

Halbuki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“En şerli yemek, sadece zenginlerin çağrılıp, fakirlerin çağrılmadığı yemektir.” buyuruyorlar.
(Müslim: 1432)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisinden sonraki asırlarda davet yemeklerine
zenginlerin çağrılacağını, zengine itibar edileceğini, fakirin çağırılmayacağını haber vermişlerdir.

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Resul’üm! Onlara de ki: ‘Ben sizden bir ücret istersem eğer, o ücret sizin olsun. Benim
ücretim Allah’a âittir. O herşeye şâhiddir.” (Sebe: 47)

Kim ki bunlara para verirse, dahil olursa; Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem -sallallahu aleyhi ve
sellem- buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:

“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)

Onlara yardım eden çok iyi bilsin ki İslâm dini’nin yıkılmasına çalışmış olur.

Hadis-i şerif’te:

“Onların dinleri para olacak.” buyuruluyor. (Münâvî)


Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “Dinlerini dünyalığa alet
edecekler.”, “Koyun postuna bürünecekler” buyuruyor:

“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir.
İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri
şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.

Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:

Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı
okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan
yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizî)

Kim ki bunlara yardımda bulunursa onlardandır. Doğrusu, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı, Resulullah
Aleyhisselâm’ın beyanıdır. Eğrisi de halkın zannıdır. Elhamdülillah müslümanım. Bunun içindir ki bizce
makbul olan Hakk’ın kelâmıdır. Cevap vermek isteyenler, önlerine serdiğim bu Âyet-i kerime’lere
cevap versinler. Lâf katiyyen kabul edilmez.

Sakın ha! Önünüze sürdüğüm bu Âyet-i kerime’ler Allah kelâmıdır. Ben Hakk Teâlâ’nın aciz,
hükümsüz, değersiz bir mahlûkuyum. Hazret-i Allah’ın dostu ile dostum, düşmanı ile düşmanım.
İmanın en sağlam kulpu budur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)

Gayem iman ile küfrü ayırt etmek, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları muhafaza etmek, münafıklara
ve kâfirlere fırsat vermemektir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Fâiz Haramdır:

Hülâsa-i kelâm:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

Âyet-i kerime’si mucibince kim ki para topluyorsa, doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder.
Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur. Emr-i ilâhi böyle iken buna karşı geldiler.

O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular
ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde
onlar o paralarla Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a ve Resulullah’a harp ilan ettiler ve banka kurdular.
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın
almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş
olduğunu bilin.” (Bakara: 278-279)

Âyet-i kerime’lerinde haber verildiği üzere, doğrudan doğruya Hazret-i Allah’a ve Resulullah
Aleyhisselâm’a harp ilân ettiler.

Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmiş olan kimseler ise en şiddetli bir dil ile lânetlenmişlerdir.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Allah faiz yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizî)

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde fâizi şiddetle yasaklamıştır:

“Fâizi yemeyiniz!” (Âl-i imrân: 130)

Fâiz kesinlikle haram olduğu için, haram bir fiili işlemek Allah-u Teâlâ’nın cezasını mucip olur, fâiz
yemek de cezayı gerektirir. Faiz yiyenler dünyada ve ahirette bu suçun ağır cezasını çekerler.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Fâiz yiyenler: ‘Fâiz ticaret gibidir’ dedikleri için kıyamet günü kabirlerinden şeytan çarpmış
gibi ihtiyaçlar içinde kalkacaklardır.

Oysa, Allah alış-verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara: 275)

Allah-u Teâlâ fâizi ve fâizin girdiği bütün kazanç yollarını kesin olarak haram kıldığı halde; fâiz ile alış-
veriş yapıp insanların kanlarını emenler, menfaatleri doğrultusunda fâiz alıp-vermekten çekinmeyenler,
Âyet-i kerime’de belirtildiği üzere kıyamet günü kabirlerinden delirmiş gibi perişanlık içinde kalkarlar.
Kör gibi, el yordamıyla hareket eden kimse gibi sağa sola yıkıla yıkıla çaresiz olarak dolaşırlar. En
çirkin ve en kötü bir görünümle mahşer yerinde teşhir edilirler. Bu hal onların ayrıca özelliği olacaktır.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz miraç gecesinde fâizcileri Âyet-i kerime’nin tasvir
ettiği şekilde görmüştür.

“Bundan böyle kime Rabb’inden bir öğüt gelir ve fâizcilikten vazgeçerse, geçmiş günahları
kendisine ve hakkındaki hüküm de Allah’a âittir.

Kim de tekrar fâize dönerse onlar cehennemliktirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.” (Bakara:
275)

Zira onlar fâizi helâl görmek suretiyle kâfir olmuşlardır. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın haram kıldığı bir
hükmü helâl gören kimse kâfirdir.

“Allah fâizle kazanılanı eksiltir, bereketini tamamen giderir. Sadakası verilen malları ise artırır.
Allah küfran-ı nimette bulunan günahkâr hiç kimseyi sevmez.” (Bakara: 276)

Fâizi helâl kılarak, fâiz yiyerek isyana devam etmek suretiyle küfrü gittikçe büyüyen, artan ve
katmerleşen hiç kimseyi sevmez, aksine nefret eder.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde mümin kullarına hitap ederek fâiz almayı ve kat kat fâiz yemeyi kesin
olarak yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâizi yemeyiniz, Allah’tan korkun ki kurtuluşa
eresiniz.” (Âl-i imrân: 130)

Fâizin kat kat artırılması, bir borca geçmişi eklene eklene fâizin ana para kadar veya daha çok miktarı
bulması demektir. Sonuç olarak fâizin azı da çoğu da haramdır.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Fâiz yetmiş çeşit günaha sebeptir. Bunların en hafifi, kişinin anası ile zinâ etmesi gibidir.” (İbn-
i Mâce: 2274)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Her İsim Bir Dindir:

Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır, narcılık dinine göre hüküm veriyorlar, iş ve icraat yapıyorlar.

Allah-u Teâlâ bir isimle din kurup, bölücük edenleri kulluğundan tard etmiş, dininden atmış, Habib-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e tard etmesi için emir buyurmuştur.

“Benim onlarla ilgim yok, senin de olmasın.”

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:

“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a
kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm: 159)

Bu Âyet-i kerime mucibince dini parça parça edenlerin İslâm dini ile hiçbir ilgileri yoktur. Zira bütün
bölücüler İslâm dairesinden atılmışlardır.

Allah-u Teâlâ Mü’minun sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden
korkun.” (Müminûn: 52)

Cenâb-ı Hakk, inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor.
Onlar bu emr-i ilâhi’yi dinlemediler ve korkmadılar. Yetmişüç fırkadan yetmişikisi huduttan böyle çıktı.
Allah-u Teâlâ’nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden, dinden çıktılar.

“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara
ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya
kitapla) sevinmektedir.” (Müminûn: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.

Allah-u Teâlâ bölücülerin hepsi için “Tuttuğu yoldan memnundur.” diyor. Dikkat edin! Hepsi
memnun değil mi? Memnun oldukları için bu Âyet-i kerime’nin kapsamı içine giriyorlar. Binaenaleyh
Mü’minûn sûre-i şerif’inin 53. Âyet-i kerime’si bir berzahtır.

İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek
ümmet, bir tek din vardır.

“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)

Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur.

Kitaba gelince; İslâm dininin kitabı birdir, o kitap Hazret-i Kur’an’dır. Onların kitapları ise kendi
zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Allah-u Teâlâ burada açık olarak işaret ediyor.
Murad-ı ilâhî budur, bunu böyle bilmemiz lâzımdır.

Her bölük kendi dinine göre, kendi kitabına göre hareket ediyor. Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan
pek memnundurlar, aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor, hepsi de kendi tuttukları yoldan
memnundur. Bu yoldan onları alıkoymak da mümkün değil.

Bu Âyet-i kerime’lere bak, bir de bunların icraatlarına bak. Kararını kendin ver.

Ve bu dalâletten ötürü de çok memnun olduklarını ve sevindiklerini Allah-u Teâlâ buyuruyor.

“Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak.” (Müminûn: 54)

Şimdi Allah-u Teâlâ bunları bize tanıtıyor. Dinlerini, kitaplarını, bölüklerini, partilerini bize bir bir beyan
ediyor.

“Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu


zannediyorlar. Hayır onlar işin farkında değiller.” (Müminûn: 55-56)

Buradaki murad-ı ilâhî; Allah-u Teâlâ bunlara o kadar gazaba gelmiş ki; bunlara bolluk verme ile
dalâlet batağında daha rahat yüzmelerini, bol günah işlemelerini sağlamaktadır.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” (Yusuf: 106)

Diğer Âyet-i kerime’lerde de şöyle buyuruluyor:

*Biz onları ateşe çağıran önderler yaptık. Kıyamet günü aslâ yardım görmezler.

Bu dünya hayatında arkalarına lâneti taktık, daima lânetle anılacaklardır. Kıyamet gününde de
onlar çirkinleştirilmiş, iğrenç kimselerden olacaklardır.” (Kasas: 41-42)

“Hazret-i Allah ve Resul’üne teslim olup, emir ve nehiylerinde birleşelim. Yetmiş iki fırkadan çıkın, o bir
fırkada toplanalım. ”

“Ümmetim benden sonra yetmişüç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna diğerleri hep ateştedir.”

– “Onlar kimlerdir yâ Resulellah!”


“Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)

Dikkat edilirse Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Benim ümmetim” buyuruyor, benî
İsrail buyurmuyor.

Bu Âyet-i kerime’leri hatırlattığımızdan dolayı bize teşekkür etmeniz gerekmez mi?

Bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren
kimseden daha zâlim kim olabilir?

Muhakkak ki biz suçlulardan öç alacağız!” (Secde: 22)

Bu sözü Allah-u Teâlâ beyan buyuruyor. Çünkü müslümanların birleşmelerini emreden, tefrikayı,
bölücülüğü şiddetle yasaklayan, Allah’ın dostlarını dost düşmanlarını düşman bilmeyi emreden, bunca
Âyet-i kerime’ler yüzlerine karşı okunuyor da yüz çeviriyorlar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“-Sizin için Deccâl’den daha çok, deccâl olmayanlardan korkarım.

-Onlar kimlerdir?

-Saptırıcı imamlardır.” (Ahmed bin Hanbel)

Bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:

“Bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!” (Nisâ: 78)

Bu birlik ve beraberliği temin edenler, uhuvveti sağlayanlar, parçalanıp ayrılmayanlar, Cenâb-ı Hakk’ın
hududunu muhafaza edenler hakkında Allah-u Teâlâ’nın vaad-i sübhanisi var.

Allah yolunda olan müminler için bol sevap ve ikram vardır, onlar cennettedirler. Allah-u Teâlâ’nın
kahrına uğrayan kâfirler için de horluk ve elem verici bir azap vardır, onlar cehennemdedirler. Herkes
lâyık olduğu mükâfat ve mücâzâta kavuşacaktır.

“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi
(partisi)dir.” (Mücâdele: 22)

Bunlar Allah-u Teâlâ’nın kurtardıkları, has kullarıdır.

Diğerleri ise şeytanın kullarıdır.

“Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan taraftarı
olanlardır. İyi bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 19)

Hiç şüphe yok ki burada birleşenler cehennemde de birleşir.

•••
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂKKA SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-3


Şerefli Bir Peygamber

İşte Karşılarında Cehennem:

Kâfirler için en acı gün gelmiş çatmış bulunuyor. Herkes kendi şerrine, günahına ve sapıklığına uygun
bir sıra içinde bulunur.

Cehennemin her kapısında son derece sert tabiatlı, güçlü kuvvetli ve sayılamayacak kadar çok
miktarda merhametsiz zebâniler bulunur. Taraf-ı ilâhîden zebânilere emrolunur:

“Tutun onu! Hemen bağlayın!” (Hâkka: 30)

Ellerini ensesine bağlayın ki rezil rüsvay olsun!

“Sonra atın onu cehenneme!” (Hâkka: 31)

Sıcağında yansın. Çünkü o oraya müstehak olmuştu, onun son durağı cehennemdir.

“Sonra onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun!” (Hâkka: 32)

Allah-u Teâlâ: “Tutun onu!” buyurduğu zaman yetmiş bin melek birden onun üzerine yüklenir, her biri
boynuna zinciri geçirmek için çalışır.

Bu arşın meleklerin arşınıyladır.

“Çünkü o ulu Allah’a iman etmezdi.” (Hâkka: 33)

İmansızlık iliklerine işlemişti. Değil iman etmek, Yaratıcı’sının adını bile duymak istemezdi.

“Yoksulu doyurmayı teşvik etmezdi.” (Hâkka: 34)

Kendisi fakir-fukarayı gözetmediği gibi, başkalarını da teşvikte bulunmazdı, başkalarının onlara yemek
vermesinden hoşlanmazdı.

“Bugün onun için candan bir dost yoktur.” (Hâkka: 35)

Ne bir acıyanı bulunur, ne de elinden tutanı bulunur. Cehennem ile kendisi arasında hiçbir engel
kalmaz.

“Ancak günahkârların yediği, kanlı irinden başka yiyeceği de yoktur.” (Hâkka: 36-37)
Sadece kanlı irinle de kalmayacak, her türlü mülevves şeyleri yemek zorunda kalacaklardır.

Şerefli Bir Peygamber:

Müşrikler Muhammed Aleyhisselâm ve Kur’an-ı kerim hakkında dillerine gelen her şeyi söylemişlerdi.

Şayet o, Kur’an-ı kerim’e kendiliğinden bazı sözler karıştırmış olsaydı; Allah-u Teâlâ onu muâheze
eder ve yeryüzünden alırdı.

Kur’an-ı kerim Muhammed Aleyhisselâm’ın getirdiği kesin bir sözdür. Bu söz âlemlerin Rabb’inden
indirildiği hâlde, Muhammed Aleyhisselâm’a izafe edilmiştir.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, Kur’an elbette şerefli bir
peygamberin sözüdür.” (Hâkka: 38-39-40)

Bütün görülebilen ve görülmeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler üzerine yemin
edilmektedir.

Allah-u Teâlâ onun ne kadar şerefli ve Azîz olduğunu yemin ederek bize duyuruyor. Onun meth-ü
senâsını bizzat Allah-u Teâlâ yapıyor. Bu yemin “Dikkat edin!” mânâsına geliyor. Gerçekten onu seven
şereflidir, amma onu sevmeyen şerefsizdir. Çünkü ona o şeref ve izzet Hakk’tan geldi, halktan
gelmedi. Onu seven ona iman etmiştir, onu sevmeyen ona küfretmiştir. İman ile küfür bir olur mu,
seven ile sevmeyen bir olur mu?

Sevenin şerefini artırır, onu şerefli ile beraber yapar. Onları peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle,
sâlihlerle beraber haşreder. İnkâr edeni ise şeytanlarla, din kurucu bölücülerle, türemelerle haşreder.
Sevdiğini ebedî saâdetine ve selâmetine eriştirdiği gibi, ötekileri de kahreder. Kahrından ötürü de ona
çok şiddetli bir azap ile azap eder.

“O bir şâir sözü değildir.” (Hâkka: 41)

Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin, hükümlerine kulak verin. O ne şiirdir ne de nesirdir. Hiçbir şiirin ve
nesirin Kur’an-ı kerim’deki fesâhat ve belâğata erişmesi mümkün değildir.

“Ne de az inanıyorsunuz!” (Hâkka: 41)

İlâhî beyanlarını tasdik etmiyorsunuz, böylece de iman şerefinden mahrum oluyorsunuz..

“Bir kâhin sözü de değildir.” (Hâkka: 42)

Kâhinlerin sözleri tutarsızdır, gerçekten uzaktır, zandan ibarettir.

“Ne de az düşünüyorsunuz!” (Hâkka: 42)

Siz doğru düşünmek kabiliyetinden mahrum bulunuyorsunuz.

Allah-u Teâlâ burada ona şâir ve kâhin diyenlere cevap veriyor ve onu lütfuyla yâd ediyor.

Allah-u Teâlâ Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin şâir ve kâhin olmadığını, bizzat Zât-ı
akdes’i tarafından indirilen Kur’an-ı kerim’i neşretmek için, emirlerini tebliğ etmek için seçtiği, sevdiği
bir peygamber olduğunu beyan buyuruyor.

“Kur’an âlemlerin Rabb’inden indirilmedir.” (Hâkka: 43)


Muhammed Aleyhisselâm onu olduğu gibi bildirmekle vazifeli ve çok şerefli bir peygamberdir. İşte
Kur’an-ı kerim’in hakikati budur.

Bu sözleri kendinden uydurup katsaydı, Allah-u Teâlâ onu muhakkak yok edeceğini beyan ediyor.

“Eğer o Peygamber, bize karşı bazı sözleri kendiliğinden uydurmuş olsaydı; elbette biz onu
kuvvetle yakalardık, sonra da kalp damarını koparırdık.” (Hâkka: 44-45-46)

O vakit ona değer vermek şöyle dursun, onu hemen helâk ederdik.

“Sizden hiç kimse onu koruyamazdı.” (Hâkka: 47)

Böyle bir durumda hiçbiriniz onunla bizim aramıza giremez, azabımı ondan savamazdı. Fakat o böyle
bir şeyi hayalinden bile geçirmedi, ilâhî hükmü olduğu gibi tebliğ etti. Doğruluk ve güvenirliliği gün gibi
ortadadır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e verilen mucizelerin en büyüğü ve devamlı olanı
Kur’an-ı kerim’dir. Hem mânâsı hem de lâfzı itibarı ile mucizedir. Asr-ı saâdet’ten zamanımıza kadar
hiçbir âyeti, hiçbir kelimesi, hiçbir harfi, hiçbir noktası bile değişmemiştir ve aslâ değişmeyecektir.

“Doğrusu o (Kur’an) takvâ sahipleri için bir öğüttür.” (Hakkâ: 48)

Kur’an-ı kerim’den faydalanabilmenin birinci şartı muttaki olmaktır. Her şeyden önce Hazret-i Allah’tan
korkan, Âyet-i kerime’ler okunduğu zaman imanları artan müminler ondan faydalanırlar. Onun hidayeti
ile yollarını bulurlar, dünyâ saâdetine âhiret selâmetine ererler.

Nitekim Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde Kur’an-ı kerim’in hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden,
hidayeti dalâletten ayırt eden ilâhî bir söz olduğunu beyan buyurmaktadır:

“Şüphesiz ki bu Kur’an (hak ile bâtılı) ayıran bir sözdür.” (Târık: 13)

Bir müslümana düşen; hüküm ve irşadlarından öğüt almak, nûru ile aydınlanmaktır.

Allah’tan korkmayanlara gelince, onların kalpleri katılaşmış, kararmış, o nûru göremez olmuş, gaflet
içinde kalmışlardır.

“Bununla beraber biz biliyoruz ki, içinizde onu yalanlayanlar vardır.” (Hâkka: 49)

Kur’an-ı kerim’in Allah kelâmı olduğunu bildiği halde; işine gelmediği, menfaatine ters düştüğü için bazı
hükümlerini inkâr ve iptal etmeye kalkışmaktadırlar. Değil bir hükmünü, bir harfini bile inkâr eden
dinden çıkar.

Hazret-i Allah’ın indirdiğinden tiksinenler işte bunlardır.

“Muhakkak ki o, kâfirler için bir üzüntüdür (bir iç yarasıdır).” (Hâkka: 50)

Kur’an nûrunun etrafa yayıldığını, beşeriyetin nurlanmaya başladığını gördükçe içleri yandığı gibi;
âhirette Kur’an nûruyla münevver olanların aldıkları mükâfâtı görünce, ebedi bir pişmanlık içinde
kalırlar.

“Ve kesinlikle o, şüphe olmayan bir gerçektir.” (Hâkka: 51)

Yalanlayanların yalanlamalarına, hükümlerini çürütmeye çalışmalarına rağmen hakk’al-yâkin bir


kitaptır. Kendisinde aslâ kuşku ve tereddüt bulunmayan doğru ve gerçek haberdir.
“Öyleyse yüce Rabb’inin adını tesbih et!” (Hâkka: 52)

O’nu şânına lâyık olmayan vasıflardan tenzih et.

Hâkka Sûresi’nin, "Kur’ân’ın Bir Şâir ve Kâhin Sözü Olmadığını" Beyân Eden Âyet-i Kerîme’leri,
Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh-i Çok Etkilemişti:

Hâkka sûre-i şerîf’inin 40. 41. ve 42. Âyet-i kerîme’leri, müslüman olmadan önce Hazret-i Ömer -
radiyallâhu anh-in kalbinde derin izler açmış; gönlünde İslâm’a karşı çok büyük bir meyil ve hayranlık
uyandırmıştı.

Hazret-i Ömer -radiyallâhu anh- bu ânı şöyle anlatır:

"Müslüman olmadan önce, Resulullah Aleyhisselâm’a eziyet ve kötülük etmek niyetiyle evden
çıkmıştım. Harem-i şerîf’e vardığımda, baktım ki o benden önce gelmiş namaz kılıyordu. Usulca
gittim ve arkasına dikildim. Hâkka sûresi’ni okumaya başladı. Kur’ân’ın etkileyici üslûbuna
hayran kaldım. Kendi kendime Kureyş’in dediği gibi; ‘Bu adam olsa olsa bir şâirdir!’ diye
düşündüm.

Tam o sırada; ‘O bir şâir sözü değildir! Ne de az inanıyorsunuz!’ (Hâkka: 41) Âyet’ini okudu.

Bu defâ içimden; ‘Şâir değilse kâhindir!’ diye geçirdim.

Hemen; ‘O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!’ (Hâkka: 42) Âyet’ini, ardından
da sûreyi sonuna kadar okudu.

Bunları duyunca kalbimde derin izler açıldı; işte o günden sonra İslâm sevgisi gönlümde yer
etmeye başladı." (Ahmed bin Hanbel, Müsned.)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm


İLK ÜÇ YIL
ve
İLK MÜSLÜMANLAR

Gizli ve Ferdi Dâvet:

Resulullah Aleyhisselâm insanları uyandırma emrini alınca tebliğ işine bir anda ve bütün gücüyle
başlamadı. Temkinli, tedbirli ve ihtiyatlı davrandı. Dâvetini ilk önce mümkün olduğu kadar gizli tutmaya
çalıştı, bu ferdî ve gizli çalışmalar üç sene devam etti.
Hiç şüphesiz ki onun bu ilk yıllarda İslâm’a dâveti gizli tutması, kendi canından korkusu sebebiyle
değildir. Kendisini bu dâvetle vazifelendiren ve peygamber olarak seçen Allah-u Teâlâ’nın insanlardan
korumaya kâdir olduğuna kesinlikle inanıyordu. İlk günden itibaren dâveti alenî olarak açıklaması
emredilseydi, elbette alenî yapardı. Fakat Allah-u Teâlâ, vazifesini gizli olarak sürdürmesini, ancak çok
güvendiği kimselere açmasını ilham etmişti.

Bu da her asırdaki İslâm dâvetçilerinin, içinde yaşadıkları asrın durumuna göre zâhirî sebep ve
tedbirlere başvurmalarının, alenîliği veya gizliliği tercih etmelerinin meşru olduğuna dâir bir ölçü idi.

Bu ilk yıllarda akrabalarından başlayarak, yakın çevresindeki dostlarını gizlice İslâm’a dâvet etmiştir.

Hazret-i Hatice -R. Anhâ-:

İlk olarak Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’e durumu açtı, yeni gelen vahyi anlattı. “Kimi
dâvet edeyim, beni kim tasdik eder?” diye endişesini arzedince: “Yâ Resulellah! Seni ben tasdik
ederim.” karşılığını aldı ve ilk iman eden o oldu. İlk iman edenin kadın olmasındaki şeref, kadınlığa ve
kadınlara ebediyyen yeter.

Kureyş kadınlarının içinde soyca en üstünü, servetçe en zengini olan, işini çok iyi bilen ve sıkı tutan
Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-; nübüvvet geldiği pazartesi gününün sonuna doğru herkesten önce
Resulullah Aleyhisselâm’la namaz kılmak şerefine de ermişti.

Beş vakit namaz Hicret’ten birbuçuk yıl önce Miraç gecesinde farz kılınmıştır. Fakat Resulullah
Aleyhisselâm Miraç’tan önce de arkadaşları ile namaz kılmıştır.

Şöyle ki;

Cebrâil Aleyhisselâm gelip Resulullah Aleyhisselâm’a abdest almasını ve namaz kılmasını öğretmiş, o
da Cebrâil Aleyhisselâm’dan gördüğü şekil üzere Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-ya öğretmiştir.

Hazret-i Ali -R. Anh-:

Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-dan sonra Resulullah Aleyhisselâm’a inanan ve onunla birlikte
namaz kılan Hazret-i Ali -radiyallahu anh- idi. Nitekim:

“Resulullah Aleyhisselâm pazartesi günü peygamber oldu, ben de salı günü müslüman oldum.”
buyurmuşlardır.

Müslüman olduğu zaman on yaşlarında bulunuyordu. Resulullah Aleyhisselâm’la, Hazret-i Hatice -


radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’in namaz kılıp secde ettiklerini görünce, bu yaptıkları işin ne olduğunu
sordu. Resulullah Aleyhisselâm ona müslümanlığı anlattı. Fakat o: “Bu dini şimdiye kadar hiç
işitmedim. Ben babama danışmadıkça hiçbir iş yapmam.” dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Yâ Ali! Sana söylediğimi yaparsan yap, müslüman olmayacaksan bu işi gizli tut.” buyurdu.

Allah-u Teâlâ o gece kalbine İslâm sevgisini düşürdü. “Allah beni yaratırken Ebu Tâlib’e hiç
sormadı, ben Allah’a iman etmek için neden ona sormaya lüzum göreyim?” dedi ve sabahleyin
gelerek müslüman oldu.

Hazret-i Zeyd -R. Anh-:


Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den sonra Resulullah Aleyhisselâm’ın azatlı kölesi ve evlâtlığı Zeyd bin
Hârise -radiyallahu anh- müslüman olmuş ve namaz kılmıştır. Onunla birlikte inananların adedi üç oldu
ve hepsi de hane-i saâdette bulunuyordu.

Hazret-i Zeyd -radiyallahu anh- Resulullah Aleyhisselâm’ın himayesi altında her türlü fedakârlığı
yapmış, sadâkatten bir an bile ayrılmamıştı.

Hazret-i Ebu Bekir -R. Anh-:

Hazret-i Ebu Bekir, Resulullah Aleyhisselâm’ın câhiliyet devrinde en yakın ve en samimi arkadaşı idi.
Zengin, dürüst ve itibarlı bir tüccardı. Güzel ahlâk sahibiydi, cömertliği ve iyilikleri ile tanınırdı. Kavmi
içinde sevilen, sayılan, mütevazi, halim-selim bir insandı. Câhiliyette bile hiç puta tapmamış, içki
içmemişti. Putlardan nefret ederdi. Resulullah Aleyhisselâm âilesi ve akrabaları dışındakilerden ilk
olarak onu İslâm’a dâvet etti. O da hiç tereddütsüz kabul etti. Vefatına kadar da yanından hiç
ayrılmadı.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun hakkında:

“Ebu Bekir müstesna, İslâm’a dâvet ettiğim herkes önce bir tereddüt geçirdi.” buyurmuştur.

Gizli tebliğ sırasında onun şahsiyeti ve nüfuzu çok faydalı oldu. Mesleği olan ticaret sayesinde sayısız
dostlar kazanmıştı. Bunlardan en güvendiği kimselere İslâm’ı tanıttı, neticede birçok kimseler onun
gayret ve delâletiyle müslüman oldular. Osman bin Affan, Abdurrahman bin Avf, Talha bin Ubeydullah,
Sa’d bin Ebi Vakkas, Zübeyr bin Avvam... gibi mübeccel şahsiyetlerin hidayetine hep o vesile
olmuştur. Herkesten önce müslüman olan bu beş kişi, imanlarında sebat etmişler, İslâm’a büyük
hizmetlerde bulunmuşlardır.

Müslüman olan diğer kimseler de, kendi yakın çevrelerinde İslâmiyet’i yaymaya çalıştılar. Mekke halkı
birer birer puta tapıcılığı bırakıyor, müslümanların sayısı gittikçe artıyordu. Allah-u Teâlâ’dan açık
tebliğ emri gelmediği için şimdilik bu iş gizli yürütülüyordu.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-: “Yâ Resulellah! Artık meydana çıkalım!” diye izin istemişti.
“Henüz azız.” buyurarak müsaade etmediler.

Bilâl-i Habeşî -R. Anh-:

İslâm’da ilk ezanı okuyan Bilâl-i Habeşî -radiyallahu anh-, Resulullah Aleyhisselâm’ın halkı gizlice
dâvete başladığı sıralarda, aslında köle olmasına rağmen annesi Hamâme -radiyallahu anhâ- ile
birlikte müslüman oldu. Mekke’de müşriklere karşı müslümanlıklarını açıkça söylemekten çekinmeyen
yedi kişiden birisi idi. Dininden döndürülmek, Lât ve Uzzâ adı andırılmak için en ağır işkencelere
maruz bırakıldı. Fakat o her defasında: “Rabb’im Allah’tır, O birdir!” diyerek bu dayanılmaz
işkencelere imanı ile göğüs gerdi.

Resulullah Aleyhisselâm onun bu şekilde işkence görmesine son derece üzülürdü. Nihayet Hazret-i
Ebu Bekir -radiyallahu anh- tarafından Ümeyye bin Halef’ten satın alınarak işkenceden ve kölelikten
kurtarıldı.

Ebu Fükeyhe -radiyallahu anh- de ilk sıralarda müslüman olanlardan ve dinlerinden döndürülmek için
en ağır işkencelere uğratılanlardandır. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- onu da satın alıp azat etti.

Zübeyr bin Avvam -R. Anh-:


Resulullah Aleyhisselâm’ın halası Hazret-i Safiye -radiyallahu anhâ-nın oğlu olan Zübeyr -radiyallahu
anh-, müslüman olduğunda onbeş yaşındaydı. Babası Avvam ise Hazret-i Hatice -radiyallahu anhâ-
Vâlidemiz’in kardeşidir. Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in dâveti ile İslâm’a girenlerin
dördüncüsüdür. Daha sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in kızı Hazret-i Esmâ -radiyallahu
anhâ- ile evlenmiştir. Allah yolunda ilk defa kılıç çekerek Resulullah Aleyhisselâm’ın duâsını alan o
olduğu gibi, kendilerinden râzı olarak ayrıldığı altı Sahabî’den birisidir.

Diğer müslümanlar gibi, o da müşriklerin ezâ ve cefâlarına mâruz kalmıştı. Resulullah Aleyhisselâm’la
birlikte bütün savaşlara katılmış, büyük kahramanlıklar göstermişti. Bedir günü vücudunda yara
almadık bir yer kalmamıştı. Resulullah Aleyhisselâm meleklerin o gün Zübeyr -radiyallahu anh-in
simâsında olarak savaşa katıldıklarını söylemiştir.

Cemel vakasında şehit edildi.

Kadınların En Hayırlısı:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e indirilen vahye ilk olarak inanan ve onu
peygamberliği husûsunda tasdik ederek, kendisine hayatı boyunca destek olan Hazret-i Hatîce -
radiyallâhu anhâ- Vâlidemiz’in, ind-i nebevî’de fazîlet ve kıymeti çok büyüktü.

Hazret-i Âişe -radiyallâhu anhâ- Vâlidemiz’den rivâyet edildiğine göre, şöyle söylemiştir:

"‘Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Hatîce’yi her zaman över ve anardı. Bir gün yine
hürmetle onun ismini anmıştı. Beni bir kıskançlık tuttu da; ‘Hatîce ihtiyar bir kadındı. Allah sana
ondan daha hayırlısını verdi!’ dedim.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- benim bu sözümden hoşlanmadı ve yemin ederek;

‘Hayır! Ben ondan daha hayırlısına nâil olmuş değilim! Çünkü; herkes münkir iken, o mü’min
idi. İnsanlar beni yalanladığı zaman, o beni tasdîk etti. Herkes beni mahrum bıraktığı zaman, o
bana malı ile yardım etti. Ayrıca Allah bana ondan evlât da ihsân eyledi!’ buyurdu."

Bunun üzerine Hazret-i Âişe -radiyallâhu anhâ- yaptığından çok büyük bir pişmanlık duydu ve kendi
kendine; "Bundan sonra Hatîce’den bahsedilirken kıskançlık ve hürmetsizlik etmeyeceğim!"
dedi. (Buhârî, Edeb: 73; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe: 73, 74; Tirmizî, Menâkıb: 3885)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

EVLİYÂ-İ KİRAM
-Kaddesallahu Esrârehüm- HAZERÂTI’NIN
“HÂTEMÜ’L-EVLİY” HAKKINDAKİ
BEYAN ve İFŞAATLARI (59)
Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- (1)

HAYÂTI ve ESERLERİ:

Tasavvuf târihinde "Fusûsu’l-Hikem"in ilk şârihi olarak tanınan ve Sadreddîn-i Konevî -kuddise
sırruh- Hazretleri’nin en gözde talebelerinden olan Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh-
Hazretleri’nin hayâtı hakkında, kaynaklarda yeterli bir bilgi bulunmamaktadır. "Nefhatü’r-Rûh" isimli
eserinin giriş kısmında, bizzat kendi dilinden naklettiği kısa hâl tercemesi dışında, hayâtı ile ilgili
ayrıntılı bir bilgi yoktur.

Türkistan’a bağlı beldelerden biri olup, günümüze yalnız kalıntıları ulaşan Cend şehrinde, 1230
(H.628) yılında dünyaya gelen Hazret; zâhirî ilimlerde yüksek bir seviyeye ulaştıktan sonra, tasavvuf
ehline ve seyr-ü sülûk yoluna büyük bir ilgi duymaya başlamıştır.

"Nefhatü’r-Rûh" kitabında ifâde ettiğine göre; onun tasavvufa duyduğu merâka; babası, hanımı,
dostları ve hocaları şiddetle karşı çıkıp, onu yolundan döndürmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
Hazret ne yapması gerektiğini bizzat Allah-u Teâlâ’dan öğrenmeyi murâd ederek, çâreyi istihâre
yapmakta aramış; nihâyet rüyâsında babaların, oğulların, eşlerin ve akrabâların; Allah’tan,
Resûl’ünden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevgili olmadıklarını beyân eden, Tevbe sûre-i şerîf’inin
24. Âyet-i kerime’si ile karşılaşmıştır. Derhâl hanımını boşayan ve akrabâlarından ayrılan Hazret; önce
Hacc farîzasını yerine getirmiş, sonra da bir vesîle ile Konya’ya giderek, orada karşılaştığı Sadreddîn-i
Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri'ne intisab etmiştir. Kırk gün halvete çekilip erbaîn çilesini
tamamladıktan sonra, on sene kadar üstâdının hizmetine devâm ederek; tasavvuf ve seyr-ü sülûk
yolunda büyük bir mesâfe katetmiştir.

Sadreddîn-i Konevî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin vefâtından sonra Konya’dan ayrılıp Bağdat’a giden
ve orada Mehdî’lik dâvâsı güden bir sapıkla sıkı bir mücâdeleye girişen Hazret, burada bâzı sıkıntılar
yaşamış ve büyük zorluklarla karşılaşmıştır.

Tabâkat kitaplarında zikredildiğine göre, 1291 (H.691) senesinde burada vefât etmiştir.

Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri, tasavvuf yolunda Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise
sırruh- Hazretleri’nin meşrebi üzere yürümüş; hattâ şeyhinin emir ve işâretiyle, Hazret’in "Fusûsu’l-
Hikem" ve "Mevâikü’n-Nücûm" kitaplarını şerhetmiştir. Tasavvuf târihinde "Fusûsu’l-Hikem"
kitabı'na ilk şerhi o yazmış olup; diğer Fusûs şârihleri kendilerine onun şerhini kaynak edinmişlerdir.

Ümmetin iki Hâtem’inin zevk ve meşreblerini ele aldığı "Ezvâk-ı Hatmeteyn" ile; "Nefhatü’r-Rûh ve
Tuhfetü’l-Fütûh", "Hülâsatü’l-İrşâd ve İrşâdü’l-Hülâsa" ve "İksirü’l-Kemâlât"; Hazret’in müstakil
olarak te’lif ettiği diğer önemli eserleridir.

"HÂTEMÜ’L-VELÂYE" HAKKINDAKİ
BEYAN ve İFŞAATLARI:

Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin "Fusûsu’l-Hikem"inin ilk şârihi


olarak târihe geçen ve bilhâssa nübüvvet, velâyet ve "Hâtemü’l-velâye" hakkındaki beyanları ile
Tasavvuf ehli arasında büyük bir alâka gören Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri,
"Nefhâtü’r-Rûh" isimli eserinde bu hususla ilgili gâyet mühim açıklamalarda bulunduğu gibi; ümmetin
iki Hâtem’inin zevk ve meşreblerini tahkîk etmek için "Ezvâk-ı Hatmeteyn" isminde müstakil bir eser
dahî yazmış; ancak bu eser ne yazık ki günümüze ulaşamamıştır.
O’nun Hâtemü’l-evliyâ hakkındaki en mühim ve esaslı açıklamaları "Şerh-i Fusûsu’l-Hikem li’l-
Cendî" isimli eserinde yer almakta olup; ondan sonra gelen tüm Fusûs şârihleri "Hâtemü’l-velâye"
sırrını onun ıstılâhlarıyla çözerek, onun açtığı nûrlu izi tâkip etmişlerdir.

Nitekim Seyyid Ali el-Hemedânî, Rükneddîn eş-Şirâzî, Abdullah-ı Bosnavî -kuddise sırruhum- gibi
zevât-ı kirâm başta olmak üzere; hemen hemen her Fusûs şârihinin beyanlarında, onun şerhinden
iktibas edilmiş cümlelere rastlanmaktadır.

"Hâtemiyyet" Kemâlinin Muhtevâ ve Mâhiyeti:

Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu’l-Hikem li’l-Cendî" adlı
eserinde; zâhir yönünü Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın, bâtın cihetini ise Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın
temsil ettiği "Hâtemiyyet" kemâlinin muhtevâ ve mâhiyetini inceden inceye tahkîk ederek; yakın,
hâkim ve doğrudan doğruya ilâhî desteğe dayanan bu velâyetin, mukarreb meleklerin giremediği ve
diğer nebî ve resullerin erişemediği, Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın has velâyetinden ibâret
olduğunu haber vermiştir:

"Hâtemü’l-enbiyâ mişkâtı, Hâtemiyyet’e has kılınan şer’î nübüvvetten ibâret olduğu gibi;
Hâtemü’l-evliyâ mişkâtı da velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’den ibârettir. Bu ise, Hâteme’n-
nebiyyîn’in meydana gelmesi için gerekli olan bu makamda, Resul’ü için Allah tarafından, zât-ı
husûsiyetiyle yalnız ona -sallallahu aleyhi ve sellem- tahsis edilmiştir. Zîrâ bu, bütün
peygamberlerde ondan ayrı bir sûreti resmeden farklı farklı nübüvvetlerin toplanıp biraraya
gelmesi demektir. Nübüvvet velâyet’in zâhiri, velâyet de onun bâtını olduğu için; onları toplayıp
birleştiren sûret de Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-den başkası değildir.

Nüvüvvet; ümmeti ile Allah arasında Peygamber’e tahsis edilen haberden ibâret olup, Allah-u
Teâlâ ile onlar arasında vâsıta olması nedeniyle, buna nisbetle; ümmetin Allah’a kendisiyle
vâsıl olduğu ‘Vesîle’ (ismiyle) isimlendirilmiştir. O’nun velâyet’i ise, Allah ile Peygamber
arasındaki, arada vâsıta bulunmayan haberleşmeden ibârettir ki; ona da ‘Fazîlet' ismi
verilmiştir.

Nitekim onu, ezana karşı;

‘O’na Vesîle’yi ve Fazîlet’i ver!’ dedirtmek sûretiyle, kendisine her iki derecenin de verilmesiyle
ilgili bir isteyişle ümmetine arzetmiştir.

Peygamber Aleyhisselâm’ın ümmeti üzerine ‘Fazîlet’i; Peygamber Aleyhisselâm’la Rabb’i


arasındaki, arada herhangi bir vâsıta bulunmayan bu haberleşme sebebiyledir. O bu âlî nisbet
nedeniyle Allah’tan almış ve Allah, onun üzerine gerek kendi hikmetini, gerekse kendisi
hakkındaki ilâhî hikmetin hükümlerini indirmiştir.

Allah’ın, kendinden verdiği birtakım haberlere göre haberlerine me’mur etmesiyle; her
peygamberin ümmetini Allah’tan haberdâr etmesi ve bir peygamberin velîden daha düşük
olabilmesi buna göre gerçekleşir. Zîrâ herhangi bir peygamber nübüvvetini ve şerîat
hükümlerini ancak velâyetiyle elde edebilir; fakat her velînin peygamber olması gerekmez.

Yakîn, hâkim ve doğrudan doğruya ilâhî desteğe dayanan Velâyet’in hakîkati, Peygamber
Aleyhisselâm’ın;

‘Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki, oraya ne yakın bir melek sızabilir; ne nebî, ne de resûl
sokulabilir.’ şeklinde beyan buyurduğu; aradan vâsıtanın kaldırıldığı, yakınlık derecelerinin
nihâyetidir.

Peygamber Aleyhisselâm’ın ‘Nübüvvet’i ancak, kendisine vahyi ulaştıran bir melek vâsıtasıyla
meydana gelir. Allah’ın, Resul’ü -sallallahu aleyhi ve sellem- adına meydana getirdiği ‘Velâyet
kandili’ ise; ondaki taayyünün kendisine ilkâ edildiği ilâhî bir tahsîsin meydana getirilmesiyle
gerçekleşir ve ona da ‘Hâtemü’l-evliyâ mişkâtı’ adı verilir.

Şeyh(ü’l-ekber)’in ‘Resuller bu ilmi görmek istedikleri zaman ancak Hâtemü’l-evliyâ


mişkâtından görürler.’ sözünün mânâsı işte budur." (Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn
el-Cendî; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 134b-135a yaprağı.)

Velâyet ve Yakınlık Sırlarının


Müşâhade Edildiği Kaynak:

Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu’l-Hikem li’l-Cendî" adlı
eserinin başka bir noktasında; nebî ve resullerin velâyet ve yakınlıkla ilgili sırları Hâtemü’l-evliyâ
mişkâtından müşâhade ettiklerini, dolayısıyla velîlerin de onu ancak bu mişkâttan müşâhade
edebileceklerini beyan buyurmuştur:

"Allah-u Teâlâ resullere ve nebîlere, bilhâssa velâyet ve yakınlığa mahsus olan ilim ve sırları
müşâhade ettirirken; Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e has kılınan velâyet cihetinden,
yâhut umûmî velâyet cihetinden müşâhade ettirir.

Nitekim Hızır Aleyhisselâm Mûsâ’ya;

‘Ben, Allah’ın bana kendi ilminden öğrettiği bir ilim üzere yürüyorum ki, sen onu bilmezsin!
Allah’ın sana öğrettiği ilmi de ben bilmem.’ buyurmuştu. (Buhârî)

Yâni bizden herhangi birimiz, mertebe ve makam tâyini ile zuhûr edebilen şeylerin hepsine
erişebilmiş değiliz.

Peygamber, ilâhî hikmetlerden kendisi için elde etmeye güç yetirebildiği herhangi bir şeyi,
velâyeti cihetinden üç konum üzere elde eder: Ümmet dışında, yalnız kendisine tahsîs edilen
hikmet, içine ümmetin de ortak olduğu hikmet ve onun dışında, ümmetin yalnız kendisine
tahsîs edilen hikmet. İşte bu hikmetleri bir peygamber ancak velâyet mişkâtı yönünden elde
edebilir.

Peygamberle halk arasına nisbet edilen 'Nübüvvet’ kesilmiştir. Bu kesilme nedeniyle,


Resulullah’tan sonra herhangi birine şeriat kurmak için meleğin inmemesi şeklinde bir mânâ
uzak olmayıp, bu şerîata ebediyyen muhâlefet edilemez.

Şu kadar var ki, velâyet’in kesilmesi mümkün değildir. Allah’tan alındığı, ilkâ edildiği, tecellî ve
tâlim edildiği, öğretildiği ve ilhâm edildiği için; Allah kendisini ‘Nebî’ ve ‘Resul’ diye
isimlendirmeyip, ‘Velî’ ve ‘Hamîd’ diye isimlendirdiği için, O’nun velîlerinden kesilip bitmesi
ebediyyen mümkün olmaz.

En ulu müşâhadeye dâir, resullerin ve nebîlerin dahî üçüncü bir gözle görebildiği ve ancak bu
şekilde zikredilebilen bu sır, başka biri için yalnız Hâtemü’l-velî mişkâtından meydana gelebilir;
velîlerin de onu ancak bu mişkâttan müşâhade etmeleri îcâb eder. İyi anla!.." (Kitâbu Şerhü’l-
Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 135a-135b yaprağı.)

Hâtemü’l-Enbiyâ Aleyhisselâm’ın
ve Hâtemü’l-Evliyâ Olan Zâtın Desteği İle Yazılan Kitaplar:

Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri "Şerh-i Fusûsu’l-Hikem li’l-Cendî" isimli
eserinde Hâtemü’l-evliyâ meselesi hakkında son derece mühim sırlara yer verdiği gibi, "Nefhatür’r-
Rûh ve Tuhfetü’l-Fütûh" isimli eserinde de yeri geldikçe ondan sözetmiş; hattâ bu eserde yazdığı
kitapların hepsini, Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın ve Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın desteği ile yazdığına
dikkati çekmiştir.

Kitabının giriş kısmında;

"‘Hülâsatü’l-İrşâd ve İrşâdü’l-Hülâsa’ adlı eserimi, ‘İksirü’l-Kemâlât" adlı kitabımı ve diğer


eserlerimin hepsini, Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın ve Hâtemü’l-evliyâ’nın (feyiz ve kemâlâtı)
sâyesinde elde ettim." ("Nefhatür’r-Rûh ve Tuhfetü’l-Fütûh"; s.29)

Buyuran Hazret’in, burada neşredilen "Fusûsu’l-Hikem Şerhi"ndeki ifşâat ve beyanlarını da, ümmetin
bu iki Hâtem’inin feyiz ve kemâlât denizinden akseden nûrlarla te’lif ettiğinde şüphe yoktur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEKTUBAT
25. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

SOHBETTE MUHABBET VARDIR

Hatıralar gülistanınızdan bir deste gül ve ilham sünbülistanınızdan bir paket sünbül mesabesinde
telâkki ettiğim, Yakup için Yusuf’un gömleği ne ise benim için o demek olan kıymetli mektubunuz
mânevî hazlarımı sevinçle doldurdu. Güzel ve lâtif sözleriniz bülbül şakıması gibi kulaklarıma küpe
oldu. Tatlı dilinizden damlayan belâğât damlacıkları ve misk kokulu kaleminizden dökülen fesâhat
katreleri öteden beri beğendiğim kalem ve ifade gücünüz ile fikrî derinliğinizi ispat için kesin kanaat
hâsıl eden birer delil oldu. Binâenaleyh son derece sevindim. Gösterilen tevâzu ve mahviyetinize
bayılmamış olduğumdan Allah’a hamdettim.

Gönüle ferahlık veren mektubunuzun eseri olan şevk ve neşe ile mâneviyatıma katmış bulunduğu
lezzet, tefsir ve izaha gelmez bir minnet borcu meydana getirdi. Cenâb-ı Rabbu’l-izzet -celle ve alâ-
Hazretleri, sizi ve bütün âile efrâdınızı zamanın sıkıntılarından koruyarak türlü türlü lütuflara yüceltsin.
Âmin.

Muhterem evlâdım,

Arzu ve özleyişim, sabır ve tahammül çemberi çok fazla zorlamakta olduğundan kışın şiddetine
mukâvemet edemeyen bu ihtiyar pederinizi o güzel yüzünüzle bahtiyar etmenizi arzu etsem ve
dâvetimize icâbet etmemiş bulunan babanızın izinde gitmemenizi söylemek cesaretinde bulunsam ne
lâzım gelir? “Hiç!” Ohâlde gelmenizi beklemek tabiidir.
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin:

“Bizim tarikimiz sohbetledir.” şeklindeki hikmetli sözünü şüphesiz duymuşsunuzdur. Gençliğinizin


zindeliği ihtiyarlık hazanı ile perişan olmadan yüce tarikatın feyz çiçekleriyle, mâneviyatın güzel
kokularıyla gönlünüzü zinde kılmak bendenizin biricik emelidir.

Allah muvaffak buyursun. Gayretlerinize köstek olabilecek mâsiva bağ ve alâkasından âzâde olasınız.
Bihurmeti Tâha ve Yâsin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SÖZLER ve NOTLAR - 10
İstikbalde Büyük Tehlikeler

Güzelliğe Meylin Mânâsı:

Bir sohbetlerinden:

“Allah-u Teâlâ lâhut âleminde Cemâl-i bâkemâlini gösterdiği zaman ruhlar O’nu müşâhede etmişlerdi.
O güzelliğin hayranı oldular, mest oldular. İnsan daima güzelliğe meyyaldir. İnsan bir yeşillik görsün,
bir akarsu görsün, bir hayvan görsün, hemen meylediveriyor. Güzel bir insan görülse hoşa gidiyor.
İnsanda daha çok câzibe var, çünkü insan kudret eliyle halkedilmiştir. İşte insanların güzelliklere
meyletmeleri o mest hâlinden geliyor.

İnsanlar bu güzelliği bir de cennet-i âlâ’da seyredecekler. Şöyle ki: Kadın erkek her Cuma günü Allah-
u Teâlâ’nın dâveti üzerine O’nun yüce ziyaretine gidecekler. Nurdan perde kalkacak ve Allah-u
Teâlâ’yı dolunayın görüldüğü gibi net olarak görecekler. Herkes kendi hâline göre ayrı ayrı o tecelliyâta
mazhar olacak. Yüzleri daha da güzelleşmiş olarak köşklerine dönecekler. Eşleri onları neşe ve
sevinçle karşılayacak.

Çok ince bir mevzu. Camdan ne zaman tecellî edeceği belli olmaz. O camdan değil, senin camından
bakacak. İşte o görünüş Fuat’tadır, evliyâullahta Fuat’ta tecellî eder.” (14 Ağustos 1979)

Temizi Temiz, Pisi Pis Görmek:

Bırakılanlardan birisinin bir yakın akrabası derse gelmek istemiş. Bir kardeş de onun hakkında istihare
yapmış. Durumu ve istihareyi anlattı.

Buyurdular ki:
“Şu husus kati olarak bilinmeli ki, Hazret-i Allah’ın dostu vardır, düşmanı vardır. Dostu ile dost olan
dostudur, bu onun dost oluşunun alâmetidir. Düşmanı ile olan düşmanıdır, bu da düşmanlığının
alâmetidir.

Buranın temizliğini oranın kirliliğini idrak edip, gönlü temizliğe aktığı takdirde o da temizlenmiş olur.
Yoksa hem temizliğe hem pisliğe meyletmek olmaz. Temizi temiz pisi pis bilmek lâzım. Temizi temiz
bilip temize meylettikten, pisi pis bilip pisten ayrıldıktan sonra mesele kalmaz. Hemen içeriye alınır ve
yürüyüşe geçer. Temiz temizdir, pis pistir.

Bizim hiç kimseye buğzumuz yok. Biz bu tedbirleri sırf Allah için yolun selâmeti için alıyoruz. Biz de
mesulüz, mesul olmamak için işi ciddi tutuyoruz.

İtimat edin, Hazret-i Allah bir kimseyi yıkamazsa onun temizlenmesine ve kurtulmasına imkân ve
ihtimal yoktur.” (26 Ağustos 1979)

Mânevî Vasıta:

Rüyâsı üzerine kardeşimize sözleri:

“O tren mânevî bir vasıtadır. Allah’ımız bindirdiği kimselerden eylemiş. Ne büyük nimet, ne büyük
ihsan, ne büyük devlet! İş içeriye alınmak efendim. Alındı mı birinci mevki ile üçüncü mevkii arasında
pek az fark var. Çünkü götürüyorlar. Yalnız bu dereceler ahirette çok farklı olacak. Orada çok nedamet
edeceğiz. ‘Ne olurdu ben de çok çalışsaydım da ben de onun gibi olsaydım!’ denilecek.” (1 Eylül
1979)

Nefsin Arzusu mu, İhtiyaç mı?:

Bir motosiklet almak için izin almak isteyen kardeşe sözleri:

“Nefsimiz hoşlandığı şeyi bize muhakkak yaptırmak ister. Nefsinizin arzusu mu yoksa ihtiyaç mı? Ona
göre karar verin.

Böyle bir şey veya araba almak isteyen kardeşlere şunu tavsiye ediyoruz. ‘Ona vereceğiniz para kadar
elinizde para bulunursa alın.’ Çünkü bu gibi şeyler masraflıdır. Her an kaza olabilir. Kenarda para
olursa, bir şey olsa bile insanın içi acımaz. Mühim olan huzur ve mâneviyâtın sarsılmaması... Huzurlu
yaşamamız için ne lâzımsa onu yapmamız lâzım. Artık siz nasıl tensib ederseniz öyle yapın.” (1 Eylül
1979)

Hakikat Bilgisi:

Ulûm-u diniye tahsili yapan bir kardeşin: “Dersler çok sıkı devam ediyor.” demesi üzerine sözleri:

“Derslerin sıkı devam etmesi faydalıdır efendim. Kısa ömür içerisinde çok bilgiye ihtiyaç var. Allah’ımız
hakikati öğrettiği kimselerden etsin.

Yalnız hiç şüphesiz ki, bir insanın hiçbir şey bilmediğini öğrenmesi lâzımdır. Bunu öğrenirse ilmin
hakikatine varmış olur. Bâtınî ilme bunun için çok ihtiyaç var. İnsan gün be gün kendisini ifnâ ederse,
bir gün olur kendisinden bir zerre kalmaz. İlmine istinat etmez, kendisininmiş gibi göstermez. Kendisi
yok ki ilmi olsun, varlığı olsun, enesi olsun.
Allah’ımız cümlemize o ilimden ihsan buyurduklarından etsin.” (24 Kasım 1979)

İstikbalde Büyük Tehlikeler:

Bir sohbetlerinden:

“Dünya harbe doğru öyle bir hırsla gidiyor ki, yalnız emr-i ilahîyi bekliyor. Amerika katiyetle harp açmak
azminde. Rusya da hazırlığa gidiyor.

İlk olarak bu büyük devletler çatışacak ve çok çok hasar görecekler.

Allahu âlem Rusya ortadan yok olacak. Amerika da yerinde kalmayacak. Dünya bir hallaç pamuğu gibi
sarsılacak. Mühim tehlikeler var.” (23 Kasım 1979)

Asıl Keramet İstikamettir:

-Rüyamda kol saatim yere düştü. Kolum onu bir keramet olarak yerden çekecekmiş. Kolumu
uzatmama rağmen çekmedi. Bir ses duydum. “Sen kimsin ki o saati oradan çekebileceksin. Gel
gücünü sana gösterelim.” dediler. Parmağımı uzattırdılar. Baktım ki yerden çok küçük tozlar,
parmağımın ucuna doğru gelmeye başladı.

-Bizi bize bildiriyorlar efendim. Bu gibi hallerden kaçınmayı ve sakınmayı zât-ı âlinize ihsas ettiriyorlar.

Her zaman söyleriz, sakın siz keramet ehli olayım demeyin. Çünkü birçok kimseler bu vâdide
soyulmuştur. Bu yoldaki keramet istikamettir.

Biz Hazret-i Allah’a sığınacağız, âcizliğimizi itiraf edeceğiz, O’nun lütuf tecellîsine bakacağız. Hiçbir
zaman kast-ı mahsusa olmayacak. O dilerse lütfu ile tecellî eder ve bize yardım eder. (25 Eylül 1982)

Rüyanın İstişaresi:

Mevzu arasında bir misafirin: “Biz rüyâ ile iş yapıyoruz.” demesi üzerine şu sözleri söyledi:

“Rüyâ ile iş yapmayın. Rüyâ ile iş yapmanız için o rüyayı bize nakletmeniz lâzım. Çünkü rüyanın
Rahmânî’si var, şeytânîsi var. Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz dahi gördükleri rüyaların
Rahmânî mi şeytanî mi olduğunda tereddüt ettiler. Meselâ İbrahim Aleyhisselâm, oğlu İsmail
Aleyhisselâm’ı kesme emrini aldığı zaman Rahmânî olup olmadığında tereddüt etti ve üç gece bekledi.
O ise bu kadar büyük bir peygamberdir. Böyle olunca bizim aldanmamız daha çabuk olur. Rüyâ ile iş
yapacağınız zaman, o rüyânın tekrar istişaresi lâzım ki, ancak onunla iş yapabilesin, yoksa kendi
kendinize karar vererek değil. İtimatlı bir kimse ile görüşülerek, onun istişaresine başvurarak iş görülür.
Yoksa rüya ile iş görmeyin.” (28 Eylül 1982)

Terazinin İki Dili:

Bir mevzu üzerine sözleri:

“Eğer rızâya uygun iş ve hareket varsa tasdik edilir. Rızâya uymayan hususlar varsa tasdik edilmez.
Çünkü kişi çok iyi bilsin ki reyi ile beraber kendisini vermiş olur. Onun reyi ile o destek bulur. İyiyi iyi,
kötüyü kötü. Çünkü terazinin iki kefesi, ortada da dili vardır. İnsan dünyada hangi tarafa ağırlık verirse
o taraftadır.

Hatta fakir bu hususta şöyle der ki: Hayat boyunca söz söylerken âdetâ o dilin ucuna bakıyorum.
Acaba dil ne tarafa çekecek? Hazret-i Allah’a dayanarak mı konuşuyorum, yoksa Hazret-i Allah’ı
unutarak kendi nefsimle mi konuşuyorum? Hazret-i Allah ile konuşursam ibre daima sağa çeker.
Nefsimle konuşursam o ibre sola çeker. O zaman insan hemen kaymıştır.

Onun için mühim olan şu ki; insan konuşurken fâni ola, yapacağı iş ve harekette Hakk’tan yana ola.
Bunu tuttukça insan selâmettedir.” (28 Eylül 1982)

Cefâya Sabır:

-Efendim! Üzüntü içindeyiz.

-Bu üzüntü sizin için ibtilâ olacak. Bu ibtilâdan hem ecir alacaksınız, hem de insan bu yola çıktığı
zaman eziyetlere tahammül, cefâya sabır göstereceksiniz, kusurları affedeceksiniz. Hakk yolu bu
vasıflar üzerine kurulmuştur. Cefâya sabır sizin mânevi derecenizi yükseltir. Sizin bunda bir
maksadınız menfaatiniz yok. Allah rızâsı için hareket ediyorsunuz. Böyle bir hâl ile karşılaştınız, bunu
ibtilâ olarak kabul edeceksiniz, azimle sabredeceksiniz. Sonra Hazret-i Allah kapıları açtığı zaman da
onlara şükredeceksiniz.

-İmam-ı Âzam Efendimiz neler çekti?

-Efendim hangi büyük çekmedi? Çünkü ibtilânın büyüğü peygamberlere gelir, sonra evliyâullaha,
sonra iman derecesine göre diğer sâlih kullara gelir. Bütün ibtilâlar onlara gelir. Fakir der ki; ibtilâyı
koparttıran Hazret-i Allah, muhafaza eden de yine O... Bir Âyet-i kerime’sinde: ‘Biz musallat ettik!’
buyuruyor. O musallat etmedikçe gelmez, fakat o muhafaza ettikçe hiçbir şey olmaz. Çünkü
imtihandayız. Eyyüb Aleyhisselâm’a şeytanı musallat etmedi mi? Amma o sabretti, bu sabrı ile
beşeriyete numune oldu. O ibtilâ olmasaydı, Eyyüb Aleyhisselâm’ın bu kadar ulvî kıymeti anlaşılır
mıydı? Onun çok sabırlı olduğunu Mevlâ biliyordu, amma biz bilmiyorduk. Böylece beşeriyet öğrenmiş
oldu, kıyamete kadar da beşeriyete sabır numunesi oldu.” (28 Eylül 1982)

Bilgisizlik Veren bilgi:

Bir sohbetlerinden:

“Hakk’a karşı gözünü aç, yalnız O’na rağbet et. O sana ışık tutarsa, karanlığı o ışıkla boğarsın, o ışıkla
önünü görürsün.

Senin bilgin sana bilgisizlik verir, biliyorum dersin yanılırsın.

Işık zannedersin, halbuki o aslında karanlıktır. Karanlık zannettiğin şey de ışıktır. Nefsin sefâsını ruhun
sefası zannedersin. Nefsin karanlık olduğu için zulmeti ve nuru tefrik edemiyor.

Bunun içindir ki, ilmim olmadığına binlerce şükrediyorum. İlmim yok, bilgim yok... Bunu büyük bir lütuf
olarak kabul ediyorum. Bütün icraat O’nun, O’nun olduğu da apaçık ortada.

Fakire ilim vermemekle yardım etmiş. Dilerse bu noktadan kurtarır. Çünkü nefis daima ene putunu
ortaya koymak ister.” (2 Şubat 1983)
Ayrı Anlayışlar:

-Mânâda zât-ı âliniz cebinizden siyah bir şişe çıkardınız. “Bu şişe siyah değildi, bazı kardeşlere
veriyoruz, her biri bir leke bırakıyor, onun için bu hâle geldi.” buyurdunuz.

-Aynen böyle cereyan ediyor. Hakikat aslında bembeyazdır, tertemizdir, tertemiz kaynaktan geliyor.
Fakat ayrı ayrı anlayışlar onu karartıyor. (21 Mayıs 1983)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NE İDİK, NE OLDUK!
OSMANLI İMPARATORLUĞU
(1299-1924)

Ondördüncü asrın başında kurulan Osmanlı Devleti, dünya tarihinde eşi ve emsâli görülmemiş bir
yapıya sâhipti. Asr-ı saâdet ve Hulefâ-i raşidin devirlerinden sonra hak ve adâlette çok dikkatli, İslâm
ve ehl-i sünneti yaşamaya çok riâyetli idi.

Dünya tarih sahnesinde yüzyıllar boyunca hüküm sürüp, müstesnâ yeri olan Osmanlı İmparatorluğu;
Avrupa, Asya ve Afrika’da İslâm dininin yayılması için büyük bir aşk ve şevkle mücâdele ve mücâhede
etmiş, kuruluşundan yıkılışına kadar İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Zâten bu İmparatorluğun bu
kadar muazzam ve muhteşem oluşu, hizmet ettiği gâyenin ilâhî oluşundan kaynaklanmaktadır. Allah-u
Teâlâ, Osmanlılar’dan İslâm’ı âli kılma niyetlerini muhafaza ettikleri sürece maddî ve mânevî desteğini
eksik etmemiştir. Başlangıçta bir beylik iken çok kısa zamanda imparatorluğa dönüşen Osmanlılar,
gerek zamânının gerekse günümüzün târihçi ve ilim adamlarının dikkat ve hayranlığını celbetmiştir.

Osmanlı Beyliği daha kuruluşundan itibâren adlî, askerî, mâlî; kısaca bir bütün olarak devlet teşkilâtına
büyük önem vermiştir. Devlet çarkının muntazam işlemesi Osmanlılar’ın muvaffakiyetinin sebeplerini
hazırladı. Fakat bu zâhirî sebepler cihan imparatorluğu olan Osmanlılar’ın muhteşem yükselişinin ana
sebebi değildi. Osmanlılar kendilerine rehber olarak yalnız Kur’ân-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’yi
almışlardı. Kur’an ve Sünnet düsturlarını ve emirlerini yerine getirmeyi toplum ve devlet olarak niyet ve
hedef edinen bu âli insanların başarısının gerçek sebebi işte budur.

Bu uğurda yaşadıklarından dolayı onlar için yaşam da, ölüm de birdi. Onlar İslâm’dan uzak ve
şerefsizce yaşamaktansa ölümü tercih ediyorlardı. Madde, makam, mevki ve nam uğruna
yaşamadıkları, Allah rızâsını amaç edindikleri için, Allah-u Teâlâ’nın desteğini de devamlı
beraberlerinde buluyorlardı.

Bunun yanında Osmanlılar, her zaman evliyâullah hazerâtının ve hakiki ilim adamlarının duâ ve
himmetlerini almaya özen göstermişlerdir. Şeyh Edebâlî’den başlayan bu silsile Akşemseddin -kuddise
sırruh- Hazretleri ile doruğa çıkmış, Aziz Mahmud Hüdâî -kuddise sırruh- Hazretleri, Yahyâ Efendi -
kuddise sırruh- Hazretleri ile devâm etmiştir. Allah-u Teâlâ’nın sevgili veli kulları olan bu zâtlar
hürmetine, bir çok belâ Osmanlı İmparatorluğu üzerinden kaldırılmış ve pek çok zafer ihsân edilmiştir.
Bunlar Osmanlı Devleti’nin bir nevi mânevî pâdişahlarıdır.
Müesseselerini, cemiyetin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde kuran Osmanlılar; ilim, sanat,
imâr ve ictimaî yardım faaliyetlerine önem vermişlerdir. Vakıflar, cami, medrese, kütüphâne, han,
hamam, kervansaray, çeşme, sebil, köprü, yol, sağlık, şifâhâne, aşhâne yapmışlar; ırk ve din
gözetmeksizin her muhtaca yardımda bulunmak suretiyle medeniyetin en üstün seviyesine
çıkmışlardır.

Osmanlılar’ın İslâm dininden feyz alıp kemâlleşen şahsi ve devlet ahlâkı fethettikleri yerlerde yaşayan
gayr-i müslim halkın şaşkınlık ve hayranlığını celbetmiştir. Kendi dindaşlarının yönetiminde
bulamadıkları huzur ve sükûnu Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında yakalamışlardır. İslâm’ın
bahşettiği adâlet, eşitlik, cesâret, hayırseverlik, merhamet, doğruluk ve dürüstlük prensipleriyle,
yüzyıllarca cihâna İslâm nûrunu yaymışlardır.

Osman Gazi:

Selçuklu Devleti’nin parçalanmasından sonra millîbirlik yok olmuş, birbirini yemeye çalışmakla meşgul
olan kırk beyliğe ayrılmıştı.

Anadolu Selçukluları’nın dağılmasından sonra kurulan Osmanlı Beyliği’nin başında bulunan Ertuğrul
Gâzî, Rum şehir ve kasabalarına akınlar edip uç beyliğini büyütmeye çalıştı. Söğüt ve Domaniç’i
kendine merkez yapan Ertuğrul Gâzî, Karacahisar’ı Rumlar’dan aldı. 90 yaşlarında vefat ettiğinde
yerine oğlu Osman Gâzî geçti.

Osman Gâzî 1281 yılında babası Ertuğrul Gâzî’den 4.800 kilometrekare kadar devraldığı toprak
mirasını, 16.000 kilometrekareye çıkartarak 1324 yılında Orhan Gâzî’ye devretti. Kırk üç yıl devleti
idare etti.

Zamanın velilerinden Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin evinde misafir olduğu bir gece
gördüğü rüya üzerine, Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri Osman Gâzî’nin ve Osmanlılar’ın istikbali
hakkında mühim tebşiratta bulunmuştu. Gerçekten de rüyada müjdelendiği üzere Allah-u Teâlâ
Osmanlılar’a cihanşümul bir devlet bahşetti.

Osman Gâzî zamanın büyük velisi Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri’ni ziyarete gelmiş, o gece
kendisine misafir olmuştu.

Şeyh Edebâli -kuddise sırruh- Hazretleri’nde geçirdiği ilk gece odasının duvarında asılı bulunan
Kur’an-ı kerim’e hürmet ve edebinden uzanıp yatamamış, sabaha kadar uyuyamamıştı.

Hazret-i Kur’an’a bu kadar gönülden bağlı, gönlü iman dolu bir insan olan Osman Gâzî’nin gördüğü
rüya çok mühimdir.

Mânâsı şöyledir:

Osman Gâzî’nin göbeğinden bir su çıkar. Bu su gitgide çoğalarak geçit vermez bir nehir olur. Bu
nehrin kenarında bir ulu çınar belirir. Öyle bir çınar ki; dalı budağı her tarafa yayılmış, çınarın tepesi
göklere doğru gözün göremeyeceği kadar yükselmiştir. Sonra bu çınarın altındaki gölgelikte her renk
ve cinsten insanlar toplanmış, neşe içinde gülüşüp oynaşıyorlar.

Bu arada karşıdan Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri tebessüm ederek yanına gelmektedir.
Tam yaklaştığı sırada Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin göğsünden göz kamaştıran parıl
parıl parlayan bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini görüyor.

Şeyh Edebâli Hazretleri’ne rüyası arzedildiğinde, mübarek zâtın tabiri çok mühimdir:

“Göbeğinden çıkan su senin soyundur. Yüzyıllarca çoğalarak devam edecek. Ulu çınar ağacı
kuracağın kudretli bir devletle tabir olunur. Öyle bir devlet ki, bu devlet cihana hükmedecek,
kıyâmet alâmetleri ortaya çıkmadıkça yıkılmayacaktır. Birçok millet o devlette mesut ve bahtiyar
olarak huzur ve adalet içinde yaşayacaklar.”

Osman Gâzî son derece dinine bağlı, adaletli, Allah yolunda cihaddan bir an bile geri durmayan bir
mücahid idi.

Başta Selçuklular’a bağlı bir uç beyi görevini yapan Osman Gâzî, Bizans ile mücadeleye girerek, İznik
ile Bilecik arasındaki Yenişehir kasabasını kurdu. Asıl hedef olarak Bursa’yı almayı amaçlıyordu.
Ancak 67 yaşında Söğüt’te vefat etti. Geçici olarak Söğüt’e gömüldü, daha sonra Bursa İslâm
topraklarına geçince kabri nakledildi ve türbesi yapıldı. 43 yıl beylik görevi yaptı.

Osman Gâzî oğlu Orhan Gâzî’ye şöyle vasiyette bulunmuştu:

“Allah’ın buyruğundan gayrı iş işlemeyesin. Bilmediğini şeriat ulemâsından sorup anlayasın.


İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın. Askerine in’am ve ihsanı
eksik etmeyesin ki, ihsanın kulcağızadır. Zâlim olma! Âlemi adaletle şenlendir. Cihadı terk
etmeyerek beni şâd et. Ulemâya riâyet eyle ki, şeriat işleri nizam bulsun. Nerede bir ilim ehli
duyarsan, ona rağbet, ikbal ve hilm göster. Askerine ve malına gurur getirip şeriat ehlinden
uzaklaşma!

Bizim maksadımız kuru bir kavga ve cihangirlik davası değildir. Yolumuz Allah yoludur.
Maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır.”

Onun zamanında, kuzeyde Sakarya nehrinin ağzına, Karadeniz’in kıyılarına, batıda Marmara
Denizi’ne kadar ulaşılmış, İznik alınmış, Bursa abluka ile çevrilmiş idi. Eskişehir ve Bilecik
Osmanoğulları’nın toprakları olarak fethedilmişti. Kütahya, İnegöl, Domaniç, Mudanya, Hendek, Akyazı
ve Geyve Osmanoğulları’nın kurduğu devletin ilk topraklarını oluşturuyordu.

Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin,


Osmanlı Devleti’nin Kuruluşundan Bir Asır Önce Verdiği Büyük Müjde:

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan elli dokuz yıl önce, 1240 mîlâdî yılında Şam’da vefât etmiş olan
Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri; kuruluşundan yaklaşık bir asır önce,
Osmanlı Devleti hakkında "Şeceretü’n-Nu’mâniyye fî Devleti’l-Osmâniyye" adında muhteşem bir
eser te’lif etmiş; devletin kuruluşundan yıkılışına kadar meydana gelecek olan pek çok hâdiseyi, ortaya
koyduğu işâretlerle önceden haber vermişti.

Şeyhü’l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri, sahâbeden sonra devletlerin en sâlihi olacağını haber verdiği
bu devletin yıkılışı hakkında eserde iki büyük alâmetten sözediyordu ki, bu iki büyük alâmet; Hâtemü’l-
evliyâ’nın ve kıyâmet alâmetlerinin zuhûr etmesiydi.

Nitekim Hazret, yazdığı Arapça beyitte bu husûsa işâret ederek;

"Osmanlı devleti, sahâbeden çok uzakta bulunmasına rağmen, devletlerin en sâlihi olacaktır.

Hatm ve kıyâmet alâmetleri zuhûr edinceye kadar (bu) devlet yıkılmayacaktır!.." buyurmuştu.

Pâdişahlığı Osmanlı devleti’nin yıkılış dönemine rastlayan Sultan İkinci Abdülhamîd Hân, Muhyiddîn
İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin bu beyitini çok beğenmiş; güzel bir hatla istif ettirmiş ve
Yıldız Sarayı'nın duvarına asılmasını emretmiştir.

Şeyh Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin


Osman Gâzî’ye Vasiyeti:
1206-1326 yılları arasında yaşayan ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda mühim bir rol oynayan Şeyh
Edebâlî -kuddise sırruh- Hazretleri, bey olduğu gün Osman Gâzî’ye şöyle bir vasiyette bulunmuştu:

"Ey Oğul!.. Bey’sin.. Bundan sonra bölmek bize, bütünlemek sana… Güceniklik bize, gönül
almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana… Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar bizde,
adâlet sende… Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana… Ey oğul! Bundan
sonra üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…

Ey oğul!... Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı… Allah Teâlâ yardımcın olsun, beyliğin
mübârek kılsın; Hakk yoluna yararlı etsin! Işığını parıldatsın, uzaklara iletsin! Yükünü
taşıyabilecek güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve gönül versin…

Oğul!... Güçlüsün, kuvvetlisin, akıllısın, kelâmlısın… Amma bunları nerede ve nasıl


kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgârında savrulur gidersin… Öfken ve nefsin bir olup aklını
mağlûb eder. Bunun için dâimâ sabırlı, sebâtkâr ve irâdene sâhib olasın! Zîrâ sabır çok
mühimdir; bey olan sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz; ham armut yenmez,
yense bile bağırda kalır. Bilgisiz kılıç da ham armut gibidir.

Oğul!.. İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezanında ölürler. Dünya senin gözlerinin
gördüğü kadar büyük değildir. Bütün fethedilmemiş güzellikler, bilinmeyen şeyler; ancak senin
fazîlet ve adâletinle günyüzüne çıkacaktır!

Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle berâberdir. Her dâim açık sözlü ol; her sözü
üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık sık gidip gelme ki, muhabbet
ve îtibârın zedelenmesin…

Şu üç kişiye; yâni câhiller arasında âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibârını
yitirene acı… Unutma ki yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı
olduğun mücâdeleden sakın korkma! Bilmiş ol ki; atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler!"

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Hasletleri Kaybolmuş Bir Millet Musibetlere Hazır Olmalıdır!

Saldırı Altındayız:

Burnumuzun dibinde; ABD-İsrail ikilisinin akıl almaz saldırılarını; işkence-yakma-yıkma-katletme gibi


sınır tanımaz zulümlerle taçlandırdığı bir ortamda kendimize sormamız gereken bir soru var:

"ABD bize de saldırır mı?"

Bu soruyu şu şekilde -daha gerçekçi bir yaklaşımla- sormak da mümkün:


"Dünyayı büyük bir kaos ve savaş ortamına sürüklemek isteyen, gözü dönmüş bir avuç insan(!) ‘ABD
silahı’nı bize doğrultur mu?"

Bu soruların çok net bir cevabı var:

Bu silah zaten bizim de üzerimizde ve daha ötesi halihazırda ABD bize saldırıp duruyor.

Bu saldırılar henüz askeri boyuta taşınmış değil, ancak asimetrik savaş dedikleri, özellikle terör, finans
ve medya silahları kullanılarak icra edilen saldırılarla netice almaya çalışıyorlar.

Saldırganlar Zaaflarımızdan
İstifade Ediyor:

Bilgi ve haberleşme teknolojilerinin akıl almaz boyutlara ulaştığı günümüzde bu tür saldırıların
boyutunu ve zararlarını küçümsememelidir. Ancak unutulmaması gereken önemli bir nokta var ki,
güçlüden güçsüz ülkeye yönelen bu tür asimetrik tehditler muhatap ülkenin zaaflarından yararlanmak
suretiyle icra edilebilir.

Türkiye’nin ekonomik, toplumsal, yönetimsel hemen her alanda birçok zaafının bulunduğu; özellikle
medya sektöründe birçok nüfuz casusunun köşe başlarını tuttuğu; küresel sömürge güçlerinin gönüllü
işbirlikçisi gibi hareket eden gizli cemiyet üyelerinin medya, ticaret, üniversite gibi birçok sahayı adeta
işgal ettiği; gerek soy gerekse inanç olarak kendisini küreselcilere yakın hisseden vatandaşlarımızın
bu saldırılara gönüllü destek verdiği reddedilemez gerçeklerdir.

Zaaflarımızın Sorumluluğu
Yine Bize Aittir:

Türkiye’ye yapılan saldırılara kızıp, saldıranlara küfürler savurmak işin kolaycı yoludur. Esas üzerinde
kafa yorulması gereken; "Türkiye neden bu tür saldırılara hedef olmasını kolaylaştıran bu kadar zaafın
hepsini birden üzerinde taşımaktadır?" sorusudur.

Bu zaafiyetimizin sorumlusu herkesten önce biziz, kendimiziz. Herkes kendi payına düşen özeleştiriyi
yapmalıdır. Saldıran belli, üzerimizde almak istediği neticeler belli. Biz ise kafamızdaki çengellere
takılmış kalmışız. Düşman da bizi sallayıp duruyor. Bu fitne ve saldırıların bertaraf edilebilmesi,
özellikle yönetim kademesinde yaşanan gerginliklerin tedavi edilebilmesi için kullanılması gereken
reçetelerin hiçbirisi muhatapları tarafından kullanılmadı. Devlet kademesinin bir tarafı "Hoşgörü,
diyalog" fitnesinin tesirinde almış başını gidiyor, diğer bir tarafı İslâm’a kin ve düşmanlık besleyen,
İslâm’ı yok etmeye çalışan güruhun elinde oyuncak olmaya devam ediyor. Bu gidiş iyi bir gidiş değil.
Bu sebeple bu noktada okuyucularımıza naçizane şu ikazda bulunmak isteriz ki: Bizi bekleyen fitne,
fesat ve tehlikelere bulaşmayalım. Şeytanın ve küffarın elinde oyuncak olmayalım.

Millet olarak atalarımızın mirasını tepe tepe kullanıyoruz. İlahî yardım ve destekle yürüyoruz. İç yıkmak
istiyor, dış yıkmak istiyor, dünya yıkmak istiyor; hâlâ ayaktayız. Bunu kimse kendisine maletmesin. Bu
Hazret-i Allah’ın açık bir lütfudur. Atalarımızın cihad meydanlarına giderken yaptıkları duaların
kabülüdür. Onlar savaş meydanlarına giderken geride kalanları Hazret-i Allah’a emanet eder öyle
giderlerdi. Hâlâ bu dualar hürmetine nasipleniyoruz. Hazret-i Allah’ın bu millete yine büyük vazifeler
yükleyeceğine dair umudumuz devam etmekle beraber bu isyan ve azgınlığımızın cezasının da
olduğunu bilmemiz lâzım. Herkes kendi fitne çukurunda kalmakta ısrar ediyor. Bunun sonu pek hayra
alemet değil. Taraf tutulacak zaman değil. Bu fitnelere bulaşacak zaman değil. Siyasete bel
bağlayacak zaman değil.

İslâm görüntüsü sebebiyle birçok kimse Erdoğan’a ümit besliyor. Ancak Erdoğan’ın kafası çok karışık.
Ne yaptığını bilmiyor. “Biz geldik ekonomi düzeldi” havasında. Fakat ekonomik göstergeler başka şey
söylüyor. “Komşularımızla iyi geçineceğiz, AB’ne gireceğiz“ diye taviz üstüne taviz veriyor. Halk onu
kendinden gördüğü için kalkanlarını indirdi, küffardan gelen sinsi saldırılara karşı korumasız kaldı.
"Küreselleşeceğiz, modern dünyanın onurlu bir parçası olacağız." havasında, ancak küreselleşmenin
Türkiye gibi ülkeleri ezerek tamamlanacağını göremiyor. "Reelpolitik" diye diye kendini ABD’ye kaptırdı
gidiyor. ABD’nin kullanıldığını, savaş ve kan banyosunun artarak devam edeceğini göremiyor. İsrail
ülkesi ile şu anki yönetimi ayırmak gerektiğini söylüyor, Amerikan yahudilerinden ödül alıp Japonya’da
"İsrail devlet terörü yapıyor" diyor fakat küresel kaosun bir yahudi operasyonu olduğunu, İsrail
hükümetinin bunun bir parçası olduğunu algılayamıyor. Kürtlere sahip çıkma hevesinde Kuzey Irak’taki
ikinci İsrail’e fazla ses çıkartmıyor. Aklına eseni yaptıkça iktidar oldum, gücüm çoğaldı, küresel aktör
olacağım zannediyor, ancak toplumsal ve yönetimsel fikir ve gönül birliği olmadan hasımlarla dolu bir
dünyada at koşturamayacağını farkedemiyor, küffarın sahte sözlerine aldanıp umut bağlıyor.
Türkiye’ye nefes aldıran Irak ve Kıbrıs gibi konular bile Erdoğan’ın istediği gibi neticelenmediği için
rahatız.

Özetle stratejik analiz yetersizliği ve kararlarda isabet beceriksizliği sebebiyle duvara doğru hızla yol
alıyoruz.

Bu sözlerimiz siyasete gönül bağlamış, ümit beslemiş okuyucularımıza ağır gelebilir. Sevgi gözü kör
etmesin. Bizim vazifemiz görebildiğimiz hakikatleri duyurmaya çalışmaktır. Daha önceki yazılarımız
okunduğu zaman bu niyetimiz ve gayretimiz çok daha iyi anlaşılacaktır.

Gönül isterdi ki; burada sadece dünya meselelerinde analizler yapalım, ABD’nin niye Samsun ve
Trabzon’da üs istediğini, Türkiye üzerinde ne gibi planları olduğunu, bizi nasıl bir ülkeye dönüştürmek
istediğini irdeleyelim. Ancak maalesef bu kadar önemli meselelerimiz arasında bizi iç kavgalarımıza
boğup atını oynatmaya çalışıyor, biz de bu oyuna geliyoruz ya, söyleyecek söz kalmıyor.

Manevî Zaaflarımız Ülke Yönetimini


Dış Etkilere Açık Hale Getiriyor:

Bazı köşe yazarlarının “Türkiye, Türkler’e bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir.” dediği gibi, Türkiye
Türkler’e bırakılmıyor.

Peki biz bu kadar aciz miyiz? Dünya tarihinden çıkardığınız zaman kocaman bir boşluk kalacak kadar
tarih yazmış bir millet kendini yönetmekten aciz mi? Bazı mütefekkirlerin söylediği gibi “Sömürmek için
değil, yönetmek için fetihler yapmış”, Asya’da, Çin’de, Hindistan’da, Rusya’da, Afrika’da, Avrupa’da
ülkelere hükmetmiş, milletleri yüzyıllarca adaletle yönetmiş bir millet kendi iktidarını ele alamayacak
kadar, kendi halkına adalet götüremeyecek kadar aciz mi?

Evet aciziz. Çünkü fitne ve fesat her tarafımızı sarmış; dinimizi, itikadımızı, ahlâkımızı, hemen bütün
hasletlerimizi, her şeyimizi kaybetme noktasına gelmişiz.

Önceki yıllarda düşman sinsice içimize sızıp, sinsi taktiklerle icraatını yürütüyordu. Artık o devirler
kapandı. Düşmanımızın, düşmanımızın içimizdeki uzantılarının, düşmanımızın sinsi planlarının ve bize
nasıl husumet beslediğinin iyice ayyuka çıktığı bu devirde biz hâlâ birbirimizle uğraşıyorsak, devlet-
millet kaynaşmasını beceremiyorsak kimsede suç bulmayalım.

İnsan Formüle Edilemez:

İnsan ve insan topluluklarının iki temel unsuru vardır. Birisi maddî, diğerî manevî unsurdur. İnsan da
böyledir, millet de böyledir. Manevî unsur en az maddi unsur kadar elle tutulur gözle görülür bir şeydir.
İhmal edilmesi mümkün değildir. Hazret-i Allah insana kendi sıfatlarından cüz’î parçalar vermiştir. Bu
sebeple insan formüle edilemez. Tarife sığmaz. Bu sebeple Hazret-i Allah’a varan yollar mahlûkatın
nefesleri adedincedir.
Kendisini bilelim, emirlerini tanıyalım diye Hazret-i Allah’ın taktığı ilahi nimetleri gayrı yollarda harcayan
insan ahlak ve adalet sahibi olamaz. İnsanlığa ahlâk ve adalet taşıyamaz.

İnsan formüle edilemediği için, tarih de formüle edilemez. İnsan formüle edilemediği için sosyoloji de
formüle edilemez. İnsan formüle edilemediği için felsefe de formüle edilemez. Bu sebeple bu ilim
dalları hakkında “Bilim midir, değil midir?” diye tartışılmış, hâlâ da tartışılmaktadır.

İnsan formüle edilemez derken; insan davranışları hakkında, eldeki verilerle yola çıkarak tahminde
bulunmak zordur, eldeki verilerle toplumların, milletlerin alacağı şekli tahmin etmek de zordur. Ayrıca
insan Hazret-i Allah’ı bilmek için var olduğundan insanı, tarihini yönlendiren Hazret-i Allah’ın takdiri
vardır, O’nun kudreti vardır. Ve bu kudret hiçbir şeyle sınırlandırılamaz. Bununla beraber Hazret-i
Allah’ın adetullahı vardır, yaratmasını sebeplere bağlamıştır. Böylece kendisini gizler. İnsan bu gizliliğe
vakıf oldukça aşk ve şevk ile Yaratanı’na yönelir. Tarih boyunca peygamberler ve tasavvuf ehli erenler
vasıtasıyla bu gizlilik tarif edilmiş, bu gizliliğin ilmi taliplilerine talim edilmiştir.

Bu gizli ilmi tahsil eden, insanın temel unsurlarını, beden, ruh ve nefsi tanıyan, öncelikle kendi nefsini
yani kendisini ıslah etmeye çalışan insanlar ve milletler gerçek medeniyetin sahibi ve kurucusu
olmuşlardır. Bunun ikinci bir yolu yoktur. Bu tahsili yapmayan insanların, milletlerin kurduğu
medeniyetler sahte medeniyetlerdir. Bütün adalet ve ahlak kaideleri -bugün Irak’ta açıkça görüldüğü
gibi- insanları kandırmak için çirkin ruha giydirilen iğreti elbiselerdir.

“Batı Medeniyeti kendinden olmayan insanlara huzursuzluktan başka bir şey getirmemiş, kendi
insanına getirdiği huzur ise bazı maddi isteklerin tatmin edilmesinden öteye geçememiştir.

Bunun en büyük sebebi Batı insanının vitrine hitap eden zihin yapısıdır. Bu haliyle Batı insanının
sinema artistlerinin ışıltılı dünyasına benzer ışıltılı bir dünya tesis ettikleri, içe nüfus edemedikleri
görülür. Görünen yüz, düşünme kabiliyetinden yoksun kalabalıkların imrendiği bir yüz iken,
görünmeyen arka yüzde cinnet geçirmiş, buhranlara ve bunalımlara düşmüş bir insan vardır. Üstelik
insanların kendisini seyretmediği bu arka yüzü ile başbaşa kaldığında dünya üzerinde büyük
katliamların, soykırımların, sömürülerin müsebbibidir.

Bugün Batı Toplumu cinnet geçirmektedir. Uyuşturucu ve cinsel sapıklık girdabında boğulmakta,
gittikçe azalan genç nüfus gayesiz hayatlarında kendilerini tatmin uğruna her türlü sapıklığa
meyletmektedir. Aile kurumunu yıktıkları için nesli kesilmeye başlayan ve gittikçe yaşlı bir halk haline
gelen bu ülkeler yokoluşa doğru giden bu yoldan büyük bir ürküntü duymaktadırlar.” (Hakikat, Aralık
2001, sh: 39-40)

Türk Milleti Yaratılışın


Asli Sebeplerine Riayet Ettiği İçin
Muvaffak Olmuştu:

Türk milletinin İslâm tarihinde olsun İslâm tarihinden önce olsun dîni inançları incelendiğinde bu
hakikatle karşılaşılır. Batılı insanlar kendi pagan (putperest) köklerine bağlı olarak nerede putlu
medeniyet varsa (Yunan, Mısır) onlara ilgi duymuş, nerede gösterişli putlar inşa edilmişse oralara
hayranlık beslemiştir.

Türk tarihinde böyle putlu medeniyetler yoktur. Atalarımızın her millet gibi yoldan saptığı devirler illaki
olmuştur. Ancak genel olarak, özellikle yönetim kademesinde hakikate ve hakikat ehli erenlere
tabiyetin izlerine rastlanır. Bu yöneticiler tâbi olmakla kalmamış; halkını, kavmini hak ve hakikate,
gerçek dine davet etmişlerdir. İslâm’a geçişte de böyle olmuştur. İslâm’a tabi olmada yaşanan bu
vakıa gibi, İslâm tarihinde Asr-ı saadetten sonra Osmanlı ile ikinci bir devir açmaya muvaffak
olmamızda da bu tarihi altyapının, kültür mirasımızın büyük payı vardır. Ne zamanki bu durumun tersi
yaşanmıştır; o zaman bu millet fetret devrine girmiştir. Bu millet yaklaşık 200 yıldır bir fetret devri
yaşamaktadır.
Biz Böyle Değildik:

Bugün yaşadığımızın sıkıntıların ve devlet yapımızı zayıflatan sebeplerin hepsinin temelinde yatan
gerçek, millet olarak yukarıda izah edilen fetret devrini yaşamamızdır. Dolayısı ile fikir ve gönül
birliğine sahip olamayışımızdır. Biz millet olarak bu birlikteliğe sahip olamadığımız için içimizdeki
yabancı unsurlar ve kendisini bu yabancı unsurlara menfaatleri uğruna satmış soysuzlar bizi esir
almıştır.

Halbuki bir zamanlar durmak bilmeyen, yayından fırlamış bir ok gibiydik; öyle bir ok ki gidiyor, gidiyor,
gidiyordu... Zaptedilmez bir küheylan gibiydik; yorulmak bilmeden koşuyor koşuyor koşuyorduk...
Kasırga gibiydik önümüze çıkanlar devrilmek zorunda kalırdı, eser eser eserdik. Öyle bir ok ki, hedefini
seçerdi, zalimleri arar bulurdu. Öyle bir kasırga ki, dostunun yanında birden seher yeline dönerdi.
Gözümüz her zaman ufuklardaydı. Geriye bakmaya fırsatımız bile yoktu. Hasımlarımız bile bizi
hayranlıkla seyreder, gıpta ederdi:

“Deviren, kırıp döken, silip süpüren yaman bir kasırgayı seher yeli gibi yumuşaklaştırmak mümkün
müdür? Korkunç dalgalarını kabarta kabarta yürüyen bir denizi birden sakinleştirmek kabil midir?
Yıldırımı güle çevirmek imkânı var mıdır? İnsanlar ve hatta tabiat bu sorulara: ‘Hayır, hayır, hayır’
demekte tereddüt etmez, değil mi?.. Halbuki ben kasırganın seher yeline, coşmuş denizin sevimli bir
göle, yıldırımın güle inkılâb ettiğini gördüm!

Türk’ten bahsediyorum. Düşmanına saldırırken amansız bir kasırgaya, korkunç bir denize ve insafsız
bir yıldırıma benzeyen Türk, dost yanında ve silâhsız kalmış düşman karşısında bir seher yelidir,
berrak bir göldür. Gönül açan bu yeli kasırgaya, göz kamaştıran bu gölü coşkun bir denize, ıtrında
asalet uçan bu gülü yıldırıma çevirmek tabiatı da inciten bir gaflet olur.” (1544-1595 yılları arasında
yaşamış İtalyan şairi Tasse’nin Haçlı seferlerine methiye düzen ‘Kurtulan Kudüs’ isimli eserinde
hakikati teslim eden satırları. Tarihte Türkler İçin Söylenen Büyük Sözler, sh: 9)

“İnsanları yükselten iki büyük meziyet vardır: Erkeğin cesur, kadının iffetli olması. Bu iki meziyetin
yanıbaşında her iki cinsi, kadınla erkeği şereflendiren tek bir fazilet vardır: Vatana -icabında her şeyi
tereddütsüz feda edecek kadar- bağlı olmak. Bu meziyetler ve bu fazilet en büyük kahramanlığı;
hayatın elemine, kederine karşı fütursuz kalmayı ve ağır hadiselerin acılarına göğüs görmeyi doğurur.
İşte Türkler bu çeşit kahramanlardandır ve ondan dolayı Türkler öldürülebilirler, lâkin mağlup
edilemezler.” (Napoleon Bonapart, Tarihte Türkler İçin Söylenen Büyük Sözler, sh: 15)

İffeti kaldırmaya, yıkılan çürüyen Avrupa’ya benzemeye çalışıyoruz. Ne kadar kötü ahlaki sıfat varsa
millet olarak üzerimizde taşıyoruz. Öyle anlaşılıyor ki bu günah ve kabahatlerimizin cezasını
çekeceğiz. Gerek harp ateşi, gerek isyan ateşi. Hazret-i Allah’tan dileğimiz odur ki cezamızı hafif
kılsın, bizi küffara çiğnetmesin. Amin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Fatih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u Fethi ile Âlem-i İslâm’a Hediye
Ettiği

Ayasofya
29 Mayıs 1453 Salı günü, henüz güneş doğarken Fâtih Sultan Mehmed Hân ve Osmanlı askerleri
İstanbul’a girdiklerinde, şehrin her tarafında İslâm sancakları dalgalanıyordu. Umûmî fetih sabahın çok
erken saatlerinde gerçekleştiği için, Sultan Mehmed Hân şehre öğle vakitlerine doğru girmek istemişti.

Öğle saatlerine doğru kır atının üzerinde, berâberinde hocaları ve ordu kumandanları olduğu hâlde,
muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a giren pâdişâhın yanında, o anda çok sevdiği hocası
Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri de vardı. Devlet erkânı ile birlikte şehrin içine doğru vakarla
ilerleyen pâdişâhın berâberinde; yanındaki çavuşlarından başka, sağında ve solunda yer tutmuş olan
iki yüz kişilik bir de solaklar kuvveti bulunuyordu. Bu muhteşem manzarayı izlemeye can atan yerli halk
bütün yolları doldurmuştu.

Fâtih Sultan Mehmed Hân çok genç olduğu için herkes Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri’ni
pâdişah sanıyor ve ona demet demet çiçekler sunuyordu. Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri
onlara genç pâdişâhı göstererek; "Sultan Mehmed ben değilim, odur!" derken, Sultan Mehmed de;
"Siz ona gidiniz! Sultan Mehmed benim amma, o benim hocamdır; şehrin mânevî fâtihi odur!"
diyordu.

Sultan Mehmed Hân ve ordusu şehre girdiği sırada, Bizanslılar’ı müthiş bir şaşkınlık ve perişanlık
sarmıştı. Asker, sivil bütün halk sağa-sola koşuşuyor ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Halktan ve
askerlerden Haliç’teki gemilere kaçanlar, hattâ intihar edenler bile vardı. Fakat halkın büyük bir kısmı,
kurtuluşun en büyük kiliseye sığınmakla gerçekleşeceğine inandığından Ayasofya’ya doluşmuştu.

Yenilginin ve işgâlin meydana getirdiği bu şaşkınlıkla birlikte, son bir ümitle Ayasofya’ya koşuşan halk,
şehrin düştüğü gün Ayasofya’yı ağzına kadar doldurmuş; içeriye girdikten sonra kilisenin kapılarını
sımsıkı kapatmışlardı.

Pâdişahtan başka herkesin yaya yürüdüğü muhteşem alay, büyük bir azâmetle ilerleye ilerleye, şehrin
içlerine kadar gelmişti. Fâtih Sultan Mehmed Türk askerlerinin kale burçları dâhil, şehrin her tarafından
göklere yükselen tekbîr ve ezân sesleri arasında, nihâyet Ayasofya önlerine geldi.

Ayasofya’ya gelince atından inen pâdişah, burada büyük bir kalabalığın toplanmış olduğunu gördü.
Mâbedin sımsıkı kapanan kapıları içeridekiler tarafından açılmayınca, Osmanlı askerleri tarafından
kırılarak içeri girildiği zaman, pâdişah; kadın, erkek, çoluk-çocuk her sınıftan insanın meşhur mâbede
sımsıkı doluşmuş olduğunu gördü. Muzaffer Türk pâdişâhını karşılarında gören halk ve papazlar,
hemen ağlayarak yerlere kapandılar. O zaman, büyük bir kumandan olduğu kadar, zımmîler
hakkındaki ilâhî hükme riâyetkâr da bir mümin olduğunu gösteren pâdişah, karşısında eğilen
kalabalığın önünde bulunan eski ortodoks patriğine ve etrâfındaki halka;

"Kalkınız! Ben Sultan Mehmed; sana, emsâllerine ve bütün halka söylüyorum ki; bu günden
itibâren artık ne hayâtınız ve ne de hürriyetiniz husûsunda benim gazâbımdan korkmayınız!"
diye hitapta bulundu.

Sonra da, can ve mal korkusu taşıyan Hristiyan halkın hayâtına dokunulmaması için; aralarında
Cenevizliler’in de bulunduğu bütün sanat ve ticâret erbâbı ile halkın, din ve mezheb yönünden hür
olduklarını ilân eden bir ferman yayınlattı.

Fâtih Sultan Mehmed, Bizans’ın en büyük şâheserlerinden biri olan bu muhteşem mâbedin, Cumâ
gününe kadar derhâl câmîiye dönüştürülmesini emretti. Hükümdâr’ın fetihten sonraki ilk Cumâ
namazını burada kılmayı arzu ettiğini gören vazîfeliler; pâdişah Ayasofya’dan ayrılıp otağına döner
dönmez derhâl faaliyete geçtiler. Hıristiyanlığa âit kutsal eşyâları dışarı çıkarıp, müslümanların ibâdet
edebilmeleri için gerekli olan; mihrap, minber gibi şeyleri üç gün içerisinde hazırlayıp tamamladılar.
Nihâyet 1 Haziran Cumâ günü mâiyyetiyle birlikte Ayasofya’ya gelen Fâtih, fetihten sonraki ilk Cumâ
namazı’nı bu muhteşem mâbedde kıldı; Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri de burada onun
adına bir hutbe okudu.
Akşemseddîn -kuddise sırruh- Hazretleri’nin, 1 Hazîran 1453 târihindeki hutbesiyle ibâdete açtığı
Ayasofya Câmii, fethin en büyük timsâli ve Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın en büyük fetih ganîmetiydi.
Fâtih, fetihten sonra kendisine sunulan Bizans servet ve hazînelerinin hepsini reddetmiş; fetih ganîmeti
olarak ancak Ayasofya ile birlikte yedi kiliseyi kabul etmeye râzı olabilmişti.

Peygamberî övgüye mazhar olan cihân sultânı, fethin mânevî timsâli olan Ayasofya’yı, kıyâmete kadar
câmiî olması şartıyla Allah yolunda vakfederek, orada hazır bulunan müslüman gâzîlere şu sözleri
söyledi:

"Benim bu mâbedim, dünya durdukça cami olarak kalacaktır. Her kim benim bu mâbedimi
camilikten çıkarıp başka bir şeye çevirirse; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun
üzerine olsun! Onlar, hiç hafiflemeyen bir azâbın içinde kalsınlar! Öyle ki, yüzlerine bakan ve
kendilerine şefaat eden hiç kimse bulunmasın!.."

Fâtih, haklı bir ganîmet olarak kendisine bağışlanan Ayasofya’yı yeniden tâmir ettirip, binânın
güneybatı köşesine ahşap bir minâre yaptırdı. Ayasofya'nın tapusu Fâtih'in üzerine idi ve dört yüz
seksen bir yıl boyunca da hep öyle kaldı.

Cihân pâdişâhı Fâtih Sultan Mehmed, büyük Rum şehrinin en büyük kilisesini câmiîye çevirerek,
Kostantîniyye’nin artık bir İslâm şehri olduğunu; 655’ten 1453’e kadar devâm edegelen İslâm
akınlarının artık hedefine ulaştığını ve büyük bir İslâm gâyesinin gerçekleştiğini bütün dünyâya ilân etti.

Ayasofya Câmiî 27 Ağustos 1934’te, müzeye çevrilmek üzere ibâdete kapatılmış, içindeki İslâm
nişâneleri kaldırılmış ve etrâfındaki medreseler yıkılmıştır. Hattâ ünlü Osmanlı hat üstâdı Kazasker
Mustafa İzzet Efendi’ye âit olan, üzerlerinde "Allah Celle Celâlühû", "Muhammed Aleyhisselâm" ve
dört halîfenin isimlerinin yazılı bulunduğu 7,5 m. çapındaki levhalar, Ayasofya'dan çıkarılmak için
yerlerinden sökülmüş ise de; mâbedin hiçbir kapısından sığmayınca tekrar yerlerine asılmıştır.

Fâtih Sultan Mehmed Han,


Ayasofya’nın bakımsız hâlini görünce hüzünlenmiş ve
duygularını Farsça bir beyitle dile getirmişti:

"Tursun Bey Târihi"nde kaydedildiğine göre; fetihten sonra Ayasofya’ya gelen Pâdişâh, mâbedin iç
kısımlarına şöyle bir göz attıktan sonra, kubbeye çıkıp bir de etrâfındaki binâlara bakmış; yapının ve
çevresindeki ek binâlarının tamâmen harâbe hâline gelip, yıkılmaya yüz tutmuş olduğunu görünce,
buruk ve hüzünlü bir ifâde ile şu meşhur Farsça beyiti söylemişti:

"Örümcek Hüsrev’in sarayında perdeci olmuş,

Baykuş Afrasiyab kalesinde nöbet borusu çalar!"

Peygamberî müjdeye eren yüce pâdişâh, bu sözleriyle; dünyânın gelip-geçiciliğini, Hüsrev ve


Afrasiyab gibi, kudretiyle tanınmış büyük hükümdarların bile eninde sonunda bu köhne âlemi bırakıp
gittiklerini, dünyânın mâmur yerlerinin er-geç harâbeye dönüşeceğini unutmamak; onun aldatıcı
câzibesine gönül kaptırıp, aldanmamak gerektiğini ifâde etmek istemişti.

Ayasofya’nın Yıkılan Kubbesi,


Ancak Resulullah Aleyhisselâm’ın
Tükrüğü ile Tutturulabilmişti:

Evliyâ Çelebi’nin "Seyahatnâme"sinde; Ayasofya’nın, Resulullah –sallallahu aleyhi ve sellem-


Efendimiz’in doğum târihi olan 571 mîlâdî yılında geçirdiği bir depremden bahsedilirken, kubbesinin
onarılışı ile ilgili şu ilginç rivâyet göze çarpar:
"Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın doğduğu gece vukû bulan zelzeleden; Kisrâ sarayı,
Kızılelma ve Ayasofya’nın kubbesi yıkılmış idi. Bir müddet zamân geçtikten sonra, Hızır
Aleyhisselâm’ın hatırlatması ile Busrâ’da ikâmet eden üç yüz keşiş, râhib Bâhirâ’nın
öncülüğünde Mekke’ye geldiler. O zamân küçük yaşta olan Muhammed Aleyhisselâm’ın
ağzından bir mikdar tükürük ile, mübârek ellerinin sûretini aldılar. Ebû Tâlib’in el yazısı ile
ceylân derisi üzerine resmedilen bu sûret, hâlen bir kutuda saklıdır.

Elhâsıl Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-in ağız suyundan, zemzem suyundan ve


Mekke’nin pâk toprağından bir mikdar alan papazlar İstanbul’a geldiler; Ayasofya’nın yıkık olan
kısmını bununla tâmir ettiler.

Peygamber Aleyhisselâm’ın tükrüğü ile yapılan yer, kubbenin kıble cihetinde, otuz iki nakışlı
olarak hâlen bellidir. Bunu bilenler o yere nazar ettiklerinde; ‘Allâhümme salli alâ Muhammed!’
derler. Zîrâ bu kısım, kubbenin diğer yerlerinden daha parlaktır. Fetihten sonra Fâtih; ‘Bu kubbe
Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ağız suyu ile ayakta tutuldu!’ diye, tâ
kubbenin ortasına zincir ile altın bir top asmıştır ki, bunun içi elli Rum kilesi buğday alır.

Bu top altında Hızır’ın ara sıra sâlih müslümânlar ile buluştuğunu söylerler." (Evliyâ Çelebi
Seyahatnâmesi; c.1, s.89)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

ORTADOĞU’DA BİR BEDEVÎ TERÖR ESTİRİYOR.


GÖRÜNÜŞTE MEDENÎ, ASLEN BEDEVÎ.
ABD KENDİ SONUNU HAZIRLIYOR.

Son aylarda medyaya yansıyan işkence fotoğraf ve hadiseleri Amerika Birleşik Devletleri’nin içyüzünü
ortaya dökmüştür.

Kitle imha silahlarına, insan hakları ihlallerine, bölgesel çatışmalara engel olmak, uluslararası terörü
kaynağında kurutmak gibi gerekçelerle Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere Irak’tan başlayarak
Ortadoğu’ya indi. Ve fakat Irak’ta kitle imha silahı bulamadı; aksine insan hakları ihlalinde Saddam’dan
geri kalmayacak derecede ileri gittiler. Pis ve çirkin insanlar olduklarını ortaya koydular. Dünya’nın bir
ucundan kalkıp yüzbinlerce askeriyle Ortadoğu’ya giren Amerika Irak’ı kan gölüne çevirmekle
kalmayıp en ağır ve adi işkenceler yapıp teknolojide ne kadar ileri gitmişlerse de, ahlak ve vicdani
değerler olarak ne kadar ilkel kaldıklarını kendileri dünyaya sergilediler.

Büyük Ortadoğu Projesi adıyla bölgeye demokrasi getirmeyi vaat edenler, aslında ahirzamanda yeni
bir Haçlı Seferi’nin kıvılcımını yaktılar.

Basına yansıyan işkence fotoğrafları, bazı kesimlerce özenilen, övülen ve hatta sevilen ABD’nin ne
halde olduğunu göstermeye kafidir.
BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ:

Büyük Ortadoğu Projesi ABD’nin Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Avrasya’yı hakimiyeti altına alma
projesidir. İşe Afganistan’la başladı. Afganistan’da askeri güç bulundurarak, Pakistan’ı iyice kendine
bağlayıp diğer Türk Cumhuriyetlerinde de askeri üsler, politik, siyasi, ekonomik bağlantılar kurarak o
bölgeyi avucunun içine aldı. Bu bölgenin çok zengin doğalgaz, petrol ve maden kaynakları bulunuyor.
Hem bunları kontrolü altına alıyor ve de hem İran hem de Rusya’yı çevreliyor.

Irak’ı işgal etti. Ortadoğu’da da çok zengin doğal kaynaklar var. Petrol orada, kurulması düşünülen
Büyük İsrail bu bölgede. Bush yönetimindeki Amerika Irak’la yetinmeyip bölgedeki diğer bazı ülkeleri
de işgal ve vurma hazırlığındadır. Sırada İran, sonra Suudî Arabistan var.

ABD Afganistan’da ve Irak’ta yaptı. İşgal edeceği diğer ülkelerde de yapacaktır. Etnik ve dini kimlikleri
kaşıyarak ve bunun bir çatışma, gerginlik, bölünmeye dönüşmesini sağlayacaktır. Bu vesileyle istila
etmesi, kendine yardakçı bulması çok daha kolay olacaktır.

Afganistan, Irak’la başlayıp diğer bölge ülkelerine de sıçrayacak bu işgal, Kuzey Afrika ülkeleriyle de
devam edecektir, muhtemelen. İlk olarak uzun zamandır terörist ilan ettiği Libya ile sıcak ilişkiler kurdu
Amerika. Kırk yıllık düşman bir anda dost oldu. Burada Mısır kilit durumda. Hem büyük bir müslüman
nüfusa sahip, hem ordusu kuvvetli hem de İsrail’le komşu ve tarihinde İsrail’le savaşmış bir ülke. ABD
hedeflerine ulaşmak için ya Mısır’ı da tam müttefik yapacak ya da vuracaktır. İsrail’le yakın tarihten
gelen savaşları olduğu için, ABD’nin İsrail ile ortak projesine onay vermeyecek Mısır’ı kuvvetli ihtimal
vuracaktır Amerika.

Kuzey Afrika, Ortadoğu, Avrasya hattı bir yay şeklinde büyük ehemmiyet kazanıyor. Bu hattın ele
geçirilmesi veya kontrol edilmesiyle İsrail devleti’nin güvenliği sağlanıyor; petrol, doğalgaz gibi enerji
kaynaklarına sahip olunuyor; müslümanlar kontrol altına alınmış oluyor.

Bununla beraber Amerika Birleşik Devletleri bu hatta oynadıkça bazı arı kovanlarına çomak sokmuş
olacak; bunlar Avrupa ve Rusya’dır.

Halihazırda İspanya ve Polanya Irak’tan askerlerini geri çekme kararı aldılar. Almanya ve Fransa zaten
işgale çıkarlarına dokunduğu için karşıydılar. ABD’nin sıkı müttefiklerinden İtalya’nın da ileride ne
yönde tavır alacağı da meçhul. Çünkü İtalya katolik, hem de koyu katolik. ABD ise İsrail yanlısı
protestan. Bu durum ayrışmaya yol açabilir. Avrupa bu işgal hareketinin en sonunda kendi çıkarlarına
dokunacağını bildiği için bir yerde buna engel olmak isteyecektir.

Amerika da hem Avrupalı müttefiklerini kaybetmemek, hem de Avrupalı muhaliflerini ve dünya


kamuoyunu kararsızlaştırmak ve susturmak için “11 Eylül” gibi; İspanya’nın başkenti Madrid’teki
bombalama gibi, Türkiye’deki bombalamalar gibi eylemleri tetikleyecektir.

Bir de Rusya faktörü var. Her ne kadar Sovyetler Birliği zamanındaki politik, ekonomik ve askeri
gücünü kaybetmiş olsa da hala eski bir süper gücün mirasına sahip. Askerî olarak ABD ile
didişebilecek bir yapıda hâlâ. Tabii ki Rusya dahi Amerika’nın kıtalar ötesinden kalkıp Büyük Ortadoğu
Projesi adı altında bölgenin tümünü ele geçirmesini kabul etmeyecektir. Zaten kabul etmesi kendi
sonunu hazırlayacaktır. Ve fakat ABD kartlarını açtıkça Rusya da karşı hamle yapacaktır. Şu anda
sadece Birleşmiş Milletler’de red oyu kullanarak muhalefet yapan Rusya, ABD kırmızı çizgiyi aştığı
anda ABD’ye saldıracaktır.

ABD ve İsrail planlarını icraata dökerken arzu etmeyecekleri ve çekinecekleri şey bir Avrupa-Rusya,
Rusya-K. Kore ittifakı olacaktır. Çünkü böyle ittifaklar ABD’nin güç dengesini karşılayabilir ve bu
“Büyük Ortadoğu Oyunu’na” çomak sokabilir. Tek başlarına Amerika ile mücadele edemeyeceklerine
inanan devletler belli bir aşamada ittifaka gitmeye mecbur kalacaklardır. Bunun bilincinde olan ABD de
böyle bir oluşumu engellemek için Avrupa devletlerini kendi aralarında birbirlerine düşürme stratejisi
uygulayabilir ki ittifak oluşmasın.

Esasen şu anda dünyanın 3. Dünya Savaşı’na olan yakınlığı; Soğuk Savaş zamanından çok daha
fazla. Çünkü Amerika alenen “Ben varım” başkasını tanımam diyor. Avrupa, Rusya ve diğerleri nereye
kadar buna tahammül edecekler? Bugün Felluce’de Amerikan askerlerine karşı düzenlenen saldırıları
Rusya ve bazı Avrupa ülkelerinin el altından para, silah ve istihbarat olarak desteklediği konuşuluyor.

TÜRKİYE:

Bu arada Türkiye’nin durumu büyük önem arzediyor. Irak’a İran’a komşu, Rusya’ya, Avrupa Birliği’ne
komşu. Ortadoğu’ya en kolay ve geniş geçiş Türkiye ve Kıbrıs’tan. Bu nedenle ABD ilk başta Irak’a
Kuzey’den Türkiye üzerinden girmek için çok bastırmıştı. Türkiye’yi hem jeopolitik konumu itibariyle,
hem askeri gücü ve kültürü itibariyle, hem de tarihi itibariyle gerek ABD gerek Avrupa Birliği ve gerek
Rusya yanına çekmek isteyecektir. Büyük Ortadoğu Projesinde kilit ülkelerin başında Türkiye
gelmektedir. ABD Türk askerini Afganistan’da çatışmaların yoğun olduğu bölgelerde kullanmak
istemektedir. Irak’ta başaramadığını Afganistan’da uygulamak istiyor: Türk askeri ABD için cepheye.
Bu tuzağa düşülmemelidir.

Dünyadaki bu ayrışma ve Türkiye’nin bu ayrışma içinde saf tutacağı taraf diğer kutupları rahatsız
edecektir. Bu büyük oyunun oynanması sırasında Türkiye’yi kendi taraflarına çekmek için karıştırmak
isteyebilirler veya bertaraf etmek için bir komşumuzla savaştırabilirler. Ortadoğu tarafından ülkemize
tehlike gelme ihtimali zayıftır, oralar çok karışık, herkes kendi derdiyle meşgul ve fakat batıdan bir iç
çalkantı halinde üzerimize çullanacak bir Yunanistan’ı unutmamalıyız. O zaman kimseyi yanımızda
bulamayız.

Şu anda ABD Türkiye’yi karşısına almaya cesaret edemez; çünkü bu büyük oyunda Türkiye amaç
değil araçtır onlar için. Bu aracı kullanmak istiyor. Türkiye’yi Avrupa Birliği ve Rusya safında görmek,
bölge dengelerini ABD aleyhine çevirir. Türkiye’nin ABD safında olması da Rusya ile Avrupa Birliği’ni
rahatsız eder. Avrupa Birliği bu nedenle Türkiye’nin üyeliğine ne hayır diyebiliyor ne de evet
diyebiliyor. Evet dese kendi iç dengeleri altüst olacak, hayır dese Türkiye’yi kaybedecek.

Aslında Türkiye’nin tarihine, kültürüne şöyle bir geriye dönüp bakması konumunu belirlemek için yeterli
olacaktır. Bizim aslımız ne, ecdadımız kim, neler yapmışlar ne için yaşamış, ne için ölmüşler, nasıl altı
yüzyıl kıtalara hükmetmişler. Ulaşımın atla yapıldığı, televizyon, radyo gibi iletişim araçlarının hiçbirinin
bulunmadığı, günümüzdeki bilim ve teknolojinin çok gerisinde olunduğu zamanlarda Osmanlı
yüzyıllarca çeşit çeşit etnik yapıyı, çeşit çeşit dinleri, her türlü coğrafyayı adaletle, huzurla, hizmetle
nasıl yönetti? Onlar bizim dedelerimiz, biz onların torunlarıyız. Onlar sadece Allah rızasını gözettiler,
O’nun için yaşadılar, O’nun için öldüler. Muvaffakiyet ve muzafferiyet buradan geçer. Bizim olmamız
gereken yer burasıdır. Dinimize, vatanımıza sahip çıkmalıyız. Onun için dengeleri muhafaza ederek,
milli menfaatlerimiz doğrultusunda aslımıza dönmeliyiz. Kendi ayaklarımız üzerinde durabilmeyi
öğrenmeliyiz. Bu her ne kadar zor görünse ve olsa da, olması gereken ve bizi başka ülkelerin
boyunduruğundan kurtaracak tek yol budur.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İSTANBUL
Şahane yaratmış, güzel İstanbul’u Yezdan,
Fatih geçiyor, sanki donanmayla boğazdan!

Dağlar, dile gelmekte, celâdetli sesinden,


Volkan gibi coşkun atının kişnemesinden!
Canlanmada hâlâ o cihanlar dolu ünler,
Bir bayrağın, üç kıtaya hükmettiği günler!

Yalçın kayalardan duyulan aks-i sadâlar,


Beş yüz senelik bestenin âhengini çağlar!

Nur asrına âit, nice bin hâtıralar var,


Sahilde, şehid orduların marşı çağıldar!

Makberlerinin her taşı, bir mâbede benzer,


Gül yüzlü güzeller gibi, rikkatle gülümser!

Kubbeler şehrine daldıkça, gönül vecde gelir,


Mahyalardan yayılan ufka, Fetih âyetidir!

Ufku bir dağ gibi yardıkça Süleymaniye,


Şanlı mâzileri aksettiriyor, âtiye!

Seyre daldıkça, bu şahane Fetih ülkesini,


Duyarım, beş asır evvelki Zafer bestesini!

Bir hayal âlemi, gökten yere inmiş gibidir,


Serviler, çamlar, ağaçlar, büyülenmiş gibidir!

Dökülür şiirime, göklerden ilâhî bir ışık,


Bu Levend âbideler şehrine, dünya âşık!

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like