You are on page 1of 62

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

“Sizden Hiçbir Ücret İstemeyenlere Uyun, Onlar Doğru Yoldadırlar.”


(Yâsin: 21)
İman ile Küfrün Berzahı
Hakiki Müslümanlar ve Sahteleri
İman ile Küfür Berzahı
Ücret İstemeyen Peygamber
Dünyayı Dine Tercih Edenler
Sahte Mehdi
Sahte Dabbet’ül Arz
Sahte İsa
/ İsmail Yavuz

TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 2

“TEVEKKÜL”

HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSELÂM


HÂŞİM

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ikinci kuşaktan dedesi Hâşim;


Abd-i Menaf’ın oğulları içinde en şöhretlisi, en zengini ve kavminin ulusu idi.
Cömertliği ile de tanınmıştı. Bollukta ve darlıkta, her zaman sofrası açık ve kurulu
durur, hiç kaldırılmazdı.
MEKTUBAT

DUÂ VE NİYAZLAR (153. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA RESULULLAH -


SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM- EFENDİMİZ’İN
HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS OLAN
VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (50)

“MOLLA ABDURRAHMAN CÂMÎ -Kuddise Sırruh-”

SÖZLER VE NOTLAR-1
Sözler ve Notlar / Mehmet Ali Körpe

Hakikat dergimizin bu sayısından itibaren İnşaallah-u Teâlâ yeni bir yazı


serisine başlıyoruz.
Mürşid-i Pâk-i Nihâd’ımızın “Kalblerin Anahtarı Sözler ve Notlar” külliyatında
bulunmayan, ruha ve kalbe hitap eden sohbetlerinde inci saçılan mübarek
dillerinden dökülürken tutulan hikmet ve esrar dolu hakikat cevherleri, Hakk ve
hakikat âşıklarının istifadesine arzedilecektir.

NE İDİK, NE OLDUK!
HULEFA-İ RAŞİDİN

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefatı ile neticelenen


hastalığı sırasında mihraba yalnız onun geçirilmesini emretmiş, diğer taraftan
da:
"Ebu Bekir'in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları
kapatınız." buyurmuştur. (Buhârî)

GÜNDEM

IRAK’TA TÜRKİYE İLE ABD’NİN ÇATIŞAN ÇIKARLARI / Nuri Ölçer

Evet ABD dünyanın süper gücüdür. Ancak Amerika süper güç diye her dediğini kabul etmek, her tavizi
vermek ülkemizi adı müttefiklik olan bir sömürge haline getirir.

SAVAŞA HAZIRLIK! / Uğur Kara

Gerek bu şiddet ve dehşet günlerinin yokluk zamanları için, gerekse büyük askeri tehlikelere karşı
alınabilecek tedbirler var. Bunlar bireysel ve ülkesel bazlı olmak üzere iki farklı boyutta düşünülmelidir. Bu
tedbirler düşünülürken en temel ihtiyaç alanları tesbit edilmeli ve buna göre bir plan dahilinde hazırlıklar
yürütülmelidir. En temel ihtiyaç sahası ve birinci öncelikli tedbir sektörü gıda ve buna bağlı olarak tarımsal
üretimdir.

ABD, POTANSİYEL DÜŞMAN OLDUĞUNU GÖSTERMİŞTİR / Şinasi Çapa

ABD Türkiye’den İran ve Suriye’ye karşı yapacağı savaş saldırılarında etkili bir destek istemektedir. Irak
cinayetine ortak olmayan Türkiye’den ABD’nin bölgede yapacağı diğer cinayetlere ortak olması
istenmektedir.

TEVESSÜL / Dinçer Hazar


ŞİİR
Vardığım an yüz karasıyla huzûr-i izzete
NA'T-I ŞERİF! / Sermed Yâ Muhammed bana imdâd eyle Allah aşkına

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.

Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini
yerine getirirken, ilâhi hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep
etmemiştir.

Bu hususta Âyet-i kerimeler’de şöyle buyurulmaktadır:

“Resul’üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey
iddia edenlerden de değilim.” (Sâd: 86)

Hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz halktan en küçük bir menfaat beklemiş
değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin de
gidişatı böyledir.

Allah-u Teâlâ’nın Enbiyâ-i İzâm Hazeratı’nı göndermesinden maksat, kullarını hidayet yoluna dâvet
etmekle, itaat edenleri sevaba yaklaştırmak ve günahtan uzaklaştırmaktır. Bunun içindir ki hiçbir
peygamber bu maksadın dışına çıkmamıştır, tebliğleri mukabilinde emel-i dünya ve ücret gibi hasis
şeyler beklememişlerdir.

Bir peygamber olarak insanların kurtuluşundan başka hiçbir şey istememektedir. Onların ıslah olması
en büyük ücrettir.
“Resul’üm! Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabb’inin vereceği ücret daha
hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Müminûn: 72)

O ücret istemedi. Kimseye yük olmadı. Onun izinden gidenler de kimseden bir ücret istemezler, onlar
ücretlerini Cenâb-ı Hakk’tan beklerler. Diğerleri ise hem refah, hem ferah içinde yaşarlar ve neler neler
yaparlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, iman etmedikleri için müşrikleri kınamaktadır. Yoksa Resulullah
Aleyhisselâm onlardan hiçbir ücret istememekte, hiçbir menfaat beklememektedir. Sahibi onu dünyada
da ahirette de rızıklandırır, büyük mükâfatlara nâil buyurur. Rezzâk-ı âlem O’dur.

“Resul’üm! Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden ağır bir borç altında mı
kalıyorlar?” (Tûr: 40)

Böyle zannediyorlarsa bu zanları yanlıştır. Böyle bir talepte bulunmaktan elbette ki müteâlidir.

“Oysa sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun.” (Yusuf: 104)

Aslında ücret değmez değildir. Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliğ etmiş olduğu din; gerek dünya
saâdeti gerekse âhiret selâmeti bakımından en büyük menfaattir. Dünya ve içindekiler ücret olarak
verilse bile azdır. Lâkin böyle olduğu halde, şahsı için hiç kimseden az veya çok hiçbir ücret
istememiştir. Aksine varını yoğunu bu uğurda harcamaktan zevk duymuştur.

Ancak Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için, din-i İslâm’ın izzeti ve ehl-i imanın kuvveti için, malını
infak etmek isteyen kimse de men olunmamıştır. Böylece kıyamete kadar her devirdeki müslümanlara
güzel bir numune, şaşmaz bir ölçü bırakılmıştır.

Allah-u Teâlâ Yâsin sûresi’nin 21. Âyet-i kerime’sinde bu berzahı koyuyor:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. İşte onlar doğru yoldadırlar.”

Burada Allah-u Teâlâ bu doğru, bu yanlış diyor.

Bu Âyet-i kerime’nin nûr ışığı altında yürümek lâzım.

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

“Sizden Hiçbir Ücret İstemeyenlere Uyun, Onlar Doğru Yoldadırlar.”


(Yâsin: 21)
İman ile Küfrün Berzahı
Hakiki Müslümanlar ve Sahteleri
İman ile Küfür Berzahı
Ücret İstemeyen Peygamber
Dünyayı Dine Tercih Edenler
Sahte Mehdi
Sahte Dabbet’ül Arz
Sahte İsa
/ İsmail Yavuz

“Sizden Hiçbir Ücret İstemeyenlere Uyun,


Onlar Doğru Yoldadırlar.”
(Yâsin: 21)

İman ile Küfrün Berzahı

Hakiki Müslümanlar ve Sahteleri

“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa


âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak
ve güzel huylu görünürler.
Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:
‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana
karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir
musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar
şaşakalacaklardır.” (Tirmizî)

İman ile Küfür Berzahı:

İslâm’ın hak din olduğu, imanın insanı aydınlığa çıkardığı, küfrün ise sapıklık olduğu, insanları
karanlıklarda bıraktığı apaçık ortadadır.

İman ile küfür, hak ile bâtıl, hidayet ile dalâlet, nur ile zulmet, saâdet ile felâket apaçık delillerle
birbirinden ayırt edilir haldedir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

Bu Âyet-i kerime bir huduttur ve bir berzahtır.

İmanınızın karşılığında sizden hiçbir ücret istemeyen, mal talep etmeyen, dünya ile ilgili bir menfaat
beklemeyen, baş olmak ve başka gaye peşinde koşmayan bu kimselere tâbi olun.

Böyle bir dâveti yapan kişiler elbette ki doğrudurlar, sözlerinde samimidirler.

Başta Peygamber Aleyhimüsselâm Efendilerimiz olmak üzere, Allah yoluna dâvet vazifesini yerine
getiren iman kahramanları, ilâhî hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık
talep etmemişlerdir.
Hakk katındaki ecir ve menfaati uman kimsenin nazarında, insanların elindeki geçici şeyler hiçbir
değer ve kıymet taşımazlar.

Nefsinde gizliden gizliye karşılık alma isteğinin bulunup bulunmadığına dikkat eden kimse çok azdır ve
bunun uygulamasını yapan da çok nâdirdir. Ancak sıddîk olanlar bu gibi durumlara dikkat edebilirler.

“Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

Din ve dünya hayrına ermişlerdir. Onlara uyan hidâyete erer.

Bu Âyet-i kerime bir mihenktir. Günümüzdeki bölücüler dini dünyaya âlet ederek halkı kaz gibi
soyuyorlar. Topluluk içinde utandıracak senet imza ettiriyorlar, evini, arabasını, parasını, elinde
avucunda ne varsa alıyorlar. Bunu her bölücü yapıyor, çünkü hepsi eğri yoldadır.

Binaenaleyh kim ki para topluyorsa doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder.

Bütün Peygamber Aleyhimüsselâm Efedilerimiz insanları Hakk’a dâvet ederken hiçbir maddi menfaat,
hiçbir karşılık gözetmediler.

Peygamber olarak gönderildikleri topluluklara:

“Sizden buna karşılık hiçbir ücret istemiyorum. Benim mükâfatım âlemlerin Rabb’ine âittir.”
demişlerdi. (Şuarâ: 109)

İmansız imamlar ve türemeleri neler yapıyor ve sana neler duyuruyor?

Bir bak! Hokkabazlar seni nasıl çemberlerine almak istiyorlar, nasıl bir tuzak kuruyorlar? Seni nasıl
yoluyorlar ve nasıl soyuyorlar?

Bunlar bu mesleğin ustası olmuşlar. Gözüne kestirdiklerini yemeğe dâvet ederler. Adam da yemeye
dâvet ediliyorum diye memnuniyetle kabul eder. Fakat bu dâvetleri balık otu mesabesindedir. Ona
yemeği yuttururlar, yemekten hemen sonra da salonlara çekerler. Yardım kampanyası açılır. Bu
hokkabazların içinden bir cazgır çıkar yalandan başlar bağırmaya: “Benden şu kadar, benden şu
kadar!..” diye. Bunlar kendi içlerindeki adamlarının tuzaklarıdır. Öteki hokkabaz çıkar: “Benden şu
kadar!” der. Bu hokkabazlar bu cazgırlar vasıtası ile bağış toplamaya devam ederler. Kendilerinden bir
tanesi bağışlamaz. Kendileri imandan çıktığı için, diğer saf müslümanları kendilerine celbedebilmek
için, yolmak için, soymak için: “Sen ne veriyorsun?” derler. Buraya düşen bir misafir, bunları gerçek
zanneder, bunların gözboyacılığına aldanır, bu durum karşısında utanır ve: “Benden de bu kadar!”
deyiverir. Hemen parasını alırlar. Artık iş sıraya dökülür. “Senden ne kadar?”, “Senden şu kadar?”,
“Senden de şu kadar?”

Bunlar yalancıdır, riyâkârdır, sahtekârdır. Bir mümini soymak ve yolmak için bu şekilde plânlar kurarlar.

Bu fasıl bittikten sonra, “Benden şu kadar!” diyen kalmayınca, artık senetle dolaşırlar. Para toplamak
ve yanında parası olmayanlara senet imzalatmak için masaları bir bir dolaşırlar. “Sen ne kadar yardım
ediyorsun?” derler. “Benim bu anda yanımda param yok!” diyenlere senet imzalayabileceğini söylerler.
Onu halkın içinde utandırırlar, senet imzalatırlar. Adam mahçup olmamak için o senedi imzalar. Artık
imza attı mı? Attı. O vaad ettiği parayı günü gelince alırlar. Vermezse icrâya verirler, evi, arabası, nesi
varsa elinden alırlar, zerre kadar insaf etmezler. Adamı evsiz, arabasız, parasız pulsuz bırakırlar.
Bunlara ne diyelim? İsmini siz koyun.

Bir kere pençeyi taktı mı, kişinin ciğerini söker alırlar.

Halkı hizmet adı altında kandırıyorlar. Yurt, kurs, bina açıyorlar. Binaları Hazret-i Allah'ın rızâsı için
yapmıyorlar. Yapılan binalar halktan zorla topladıkları paraların kendilerine ayırdıklarından arta
kalanlarla yapılanlardır. Bunları da yapmazlarsa zaten toplayamazlar. Bu paralar ve binalar sayesinde
saltanat sürerler, halka da derviş hayatı yaşıyoruz derler. Hizmetlerinin Allah-u Teâlâ'nın indinde hiçbir
değeri yoktur. Çünkü imansız hizmetin hükmü yoktur.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyururlar:

“Müslümanların işine harcanmak üzere ayrılan maldan birçok haksız harcamalar yapan
kimseler için kıyamet gününde cehennem vardır.” (Buharî. Tecrîd-i sarîh: 1294)

Sapıtmışların imanı bırakıp hizmet adı altında paraları cebe indirmeleri, azgınlıklarını daha da
arttırmaktadır.

Hizmet imanın rüknü değildir. Bir kimse hizmet etmiyor diye imanı gitmez.

Bu modern ilâhların kurdukları dinlerinde ise hizmetsiz iman olmaz.

Putlar ve avaneleri Hazret-i Allah'ın hükmünü hiçe sayarlar.

Bunlar para toplamakla doğru yoldan sapmış oluyorlar. Hizmet etse hiçbir önemi yok. Zaten yapılan
hizmet Allah rızâsı için değil. Bunlar para ile iman satın almaya çalışan sapmış kimselerdir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Onlar ahiret karşılığında dünyayı satın alan kimselerdir.” (Bakara: 86)

Allah-u Teâlâ Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’sinde toplayıcıların ve isteyicilerin doğru yolda
olmadıklarını açık açık buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.

Bu Âyet-i kerime’yi göz önünde tutun. Bilin ki yalnız onlar doğru yoldadır.

Bu ilâhî bir emir ve hükümdür. Bu hükümde hem bir emir hem de bir tavsiye var.

Birincisi; Allah-u Teâlâ “Hiçbir ücret istemeyenlere uyulmasını” emir buyuruyor. Burada “Tâbi ol!”
emri var.

İkincisi; “Onlara bağlanın.” tavsiyesi var, diğerlerine değil. Onlar eğri yoldadırlar, onlar sapmışlardır.

Allah-u Teâlâ’nın ferman-ı ilâhisini hiçe sayarak, Din-i mübin’i âlet ederek dileniyorlar. Gerek kendi
etraflarını gerekse diğer müslümanları soyup duruyorlar. Diğer taraftan din namına hayır diye bir
kâfirden bir fasıktan, haram olduğunu bildikleri halde istiyorlar. Bu durumda onların o fâsık ve kâfirden
hiç farkları yoktur. Yani onlar da onun gibidirler. Niçin? Bilerek haramı irtikap ettikleri için, İslâm dinini
küçültmeye gayret ettikleri için. Onların bütün çalışmaları İslâm dinini küçültmek içindir. Bu sebepledir
ki onlardan daha aşağıdırlar. Bunlar dini dünyaya âlet ediyorlar. Müslümanlığa ısınacak kimseleri
uzaklaştırıyorlar.

Onlar bu Âyet-i kerime’ye iman etmiş değiller. Bunu katiyetle bilin. Onlar din-i İslâm’dan çıkalı çok
olmuş, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerifler’in hükümlerinden ayrılmışlar.

Konuştukları ilk şey maddedir, ilk saldıracakları yer ceptir. Halkı soymak için hep ihtiyaçtan
bahsederler. Neden böyle yapıyorlar? Onların işi Hakk ile değil ki.

Bu din kurucuların İslâm dininde yaptıkları tahribatları hıristiyan da, yahudi de yapamaz. Zira İslâm’ı
tedkik edip iman şerefiyle müşerref olmak isteyen bir ecnebi, bölücünün bir tanesine tesadüf ederse,
hemen onu koparır, kendi dinine çevirir. Daha doğarken öldürmüş olur.

Bu yapılan sahtekârlıklar İslâm’a uyar mı? Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’si varken, bu Âyet-i
kerime ile Allah-u Teâlâ iman ile küfrün berzahını koyarken;
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, birisi
hariç yetmiş ikisinin cehennemlik olduğunu beyan buyururken;

“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.

– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?

Benim ve Ashâb’ımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)

Buyururken, hâlâ bu soygunculara imanını ve paranı verecek misin? Ey kardeş! Uyan artık.

Kim ki bunların toplantısına dahil olursa, bunlara para verirse;

“Fasığa ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)

Hadis-i şerif’i mucibince İslâm dininin yıkılmasına yardım etmiş sayılır.

Hadis-i şerif’te:

“Onların dinleri para olacak.” buyuruluyor. (Münâvî)

O ise koyun postuna bürünüp dini dünyaya alet ediyorlar. Oysa din-i İslâm ile hiçbir ilgilerinin
olmadığını yukarıdaki Âyet-i kerime’ler ile açıkladık.

Bu soyguncu sahtekârları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarif ederken bir Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir.
İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri
şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.

Azîz ve Celîl olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:

‘Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı
okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan
yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizî)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunları koyun postuna bürünmüş kurt olarak
vasıflandırıyor. Bunlar kurttur be kardeş! Uyan artık! Paran gittiği birşey değil, imanın da gidiyor. O bir
fırkadan ayrılıyorsun yetmiş iki fırkanın içine giriyorsun.

Balığa olta atar gibi, gözüne kestirdikleri bir kimseye evvelâ hediye gönderirler, karşılık beklemezler.
Bu adam bu hediyenin altında kalmamak için mukabele etmek ister, almazlar. “Hele sen bizim bir
toplantımıza teşrif buyur.” derler. Adam toplantıya geldiği zaman o hediyenin altında kalmamak için bir
şey yapmak ister. Onlar da: “Bir burs, iki burs verseniz!” derler. Yani beş milyonluk bir hediyenin
karşılığında adamın yüz milyonunu, iki yüz milyonunu, milyarını hemen oracıkta hallederler. Adam da
ister istemez mecbur olur, bu parayı verir. Artık bir yerine milyarını alırlar.

Daha önceleri İslâm’ı kullanırlardı, bu işleri İslâm nâmına yaparlardı. Fakat artık ne oldukları belli
olunca, İslâm ismini kullanmıyorlar, yardım ismi altında topluyorlar. Artık İslâm ismi yok, yardım ismi
var. Bu tuzaklarla halkı tuzağın içine düşürmeye çalışıyorlar. Tüccar demiyorlar, esnaf demiyorlar,
talebe demiyorlar, bu tertip altında alabildikleri neleri varsa alıyorlar. Artık maskeleri düştü, ne oldukları
belli oldu. Amma kurtulan da kurtuldu.
Bunların bir de himmet geceleri vardır. Bu himmet gecelerinde kendilerinin çok muhtaç olduklarını,
talebe okuttuklarını, yardıma ihtiyaçlı olduklarını söylerler. Himmet gecesi adı altında çeşitli yollarla ve
göz yaşlarıyla gayet ustalıkla karşıdakilerini rikkate getirirler.

O kadar para topladılar ki, nihayet arzu ettikleri noktaya gelince paralarını muhafaza edemez oldular
ve koyacak yer bulamadılar. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğz ettiği haramlardan birisi fâiz olduğu halde
onlar banka kurdular.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu
bilin.” (Bakara: 279)

Onların Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân etmelerinin mânâsı; Hazret-i Allah ve
Resulullah Aleyhisselâm’a en büyük isyan ve tuğyanda bulunmanın ifadesi demektir. Böyle bir
durumda, Hazret-i Allah ve Resulullah Aleyhisselâm’a harp ilân edip büyük isyanda bulunanlara
müslüman denir mi?

Daha evvel İslâm önderi gibi görünürlerdi, milyonlarca müslümanı küfre soktular. Küfrü hoş gördüler,
küfrü hoş gördükleri zaman, küfrün içine batanlar battı.

Bir taraftan müslümanların imanlarını, diğer taraftan maddelerini, mal ve mülklerini aldılar.

Bunların iç durumlarını Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz bin dört yüz sene evvel haber
vermiş ve diğer bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır.

"Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur'an okuyacaklar. Fakat
Kur'an'ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır). Nitekim
onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir.

İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır." (Müslim: 1067)

Karıncalar bala batar, bal yiyeceğim diye. Fakat bala girer hayatına mâl olur, ölür.

Bunlar dinden çıkmışlar ve artık bir daha dine dönecek de değiller. Bunların durumları böyledir.

“Şüphesiz ki Allah katında, yeryüzünde yürüyen canlıların en kötüsü kâfir olanlardır. Artık onlar
iman etmezler.” (Enfâl: 55)

Ey arkadaş! Bunları tanı! Bunlardan kendini koru. Zira bir taraftan imanları, diğer taraftan maddeleri
soyuyorlar.

Talebeleri bahane edip müslümanların kurbanlarını nasıl alıyorlar?

Zenginlerin işyerlerine giderler ve yardım dilenirler. Fabrikalar, fabrikatör evlerini bir bir gezerler.
Talebeleri bahane edip yardım toplarlar. Oysa onlar talebelerden de ücretlerini alıyorlar.

Bütün bu sapıtıcı nankörlerin halkı nasıl soyduklarını, yolduklarını, dinlerinin para olduğunu
geçimlerinin dilencilik olduğunu ve halkı soyup yolduklarını biliyorsunuz.

Onlar doğru yolda olsalardı Yâsin sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’si mucibince kimseden para
dilenemezlerdi.
O ise para toplayıp trilyonlarca lirayı fakirin hakkı olduğu halde binaya, lükse, süse harcamış,
müslümanların yaptırdığı cami ve Kur’an kurslarını gasp etmişlerdir.

Birkaç çocuk âlet ederek, güyâ İslâm dinini öğretiyorlarmış gibi göstererek onlara sapık dinlerini
aşılıyorlar. Hem talebelere yardım adı altında, onları âlet ederek zekât, öşür, fitre, kurban derisi...
topluyorlar, hem de ayrıca talebelerden para alıyorlar. Halk da hâlâ onları müslüman zannediyor.

Bu dilenen küfür ehli, bu mücahidlerin cihadı ile yok oldular.

Mâlum maskeleri düştü, küfürleri meydana çıktı, gelirleri kesildi, yurtları boşaldı. Ne dilenebiliyorlar, ne
de halkı kaz yerine koyup soyabiliyorlar.

Halkı bu koyun postuna bürünen, dini dünyaya âlet eden kurtların şerrinden kurtardık, zararsız hale
getirdik. Halkı onların yolmasından kurtardığımız için Allah-u Teâlâ’ya ne kadar şükrediyorlar ve
bizlere teşekkür ediyorlar.

Dinimizin ve vatanımızın müdafaası için üzerlerine amansız yürüdük ve kurdukları dinlerini kuruttuk.
Hakikatin karşısında tutunamadılar.

Artık ne vahşet yapabilirler, ne gasp, ne de soygunculuk! Zira halk gözünü açtı. İçlerindeki büyük
ahlâksızlığı gördü. Çocuklarını o batağa göndermez, emniyet etmez oldu. Yurtları boş kaldı. Kurdukları
tuzakları dağıldı, foyaları meydana çıktı, menfaatleri kesildi.

Şu kadar var ki koyun postuna bürünen bu kurtlar, sanki talebeleri varmış gibi gerek fındık
harmanlarına gidiyorlar; köy köy gezip fındık, mısır, buğday vs. her üründen arabalarla toplayıp onunla
geçiniyorlar.

Dikkat ederseniz bu dilenciliklerini görürsünüz ve icraatlarından ikrah edersiniz.

Bunu bütün bölücüler yapıyor. Halkın bir taraftan imanlarını, bir taraftan maddesini alarak kanlarını
emiyorlar. Her fırsatta kötü icraatlarını ve iftiralarını sürdürüyorlar.

Halkın hem imanını hem de maddesini, bu koyun postuna bürünen kurtlardan kurtarmaya çalışıyoruz.

Sûret-i hakk’tan görünen bu bölücüler, evvelâ kendilerini İslâm’ın ön safında gösterdiler ve İslâm’ın
müdafisi gibi göründüler. “Hakk geldi bâtıl gitti.” diyerek ortaya çıktılar ve ortalığı çınlattılar. Saf
müslümanlar hak zannıyla saflarına geçti, çünkü imana susamışlardı. Bu suretle etraflarında fertler
toplandı. Vaktaki birazcık iktidara gelince ve koltuğa oturunca, Hakk’ı bıraktılar, bâtıl olan maddeye
sarıldılar. İçleri dışarıya çıktı. Sonra kendilerine tâbi olanların imanlarını soydular ve halkı da kaz gibi
yoldular.

Partiye-pırtıya, binaya-zinâya zekât verilmez. Zira fakirin hakkını gasbedip, boğazından kesip yiyen
kimse her şeyi yapar.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hadis-i şerif'lerinde buyururlar ki:

“Fasığa ikram eden kimse İslâmiyet'in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)

İslâm dininden çıkmış, bir isimle din kurmuş bölücüye zekât veren, din-i İslâm yıkılsın diye yardım ettiği
için zekâtını vermediğini kesinlikle bilsin. Oysa Hadis-i şerif'te belirtildiği üzere, zekât vermeyen
kimsenin kıldığı namazı da imanı da şayân-ı kabul değildir.
Fakirin hakkı olan zekâtı, fakirin boğazından kesip alıyorlar. Bu ise hükm-ü ilâhî’ye ters düşer. Yani
ilâhi hükmü kaldırıyor. Kendi dinini hüküm yerine koyuyor. Ve bunlara ‘Küfür icraatı yapıyorsunuz.’
dediğin zaman itiraz ediyorlar. Oysa senin yaptığın işlerin hiçbirisi İslâm’a uymuyor.

Bu İslâm dinine yakışır mı? İslâm dinine yakışır mı ki, İslâm gibi görünüyorlar.

“Bana zekâttan ver!” diyen bir zâta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:

“Yüce Allah zekât hakkında peygamber veya bir başkasının hükmüne râzı olmamıştır. Bu
bakımdan onlar hakkında hükmü bizzat kendisi vermiştir ve zekâtı sekiz gruba paylaştırmıştır.
Eğer sen bu gruplardan birisi isen sana veririm.” (Ebu Dâvud)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz peygamber olduğu halde bu hükmü verememiştir.
Ve fakat bu bölücüler yolu kapatıyorlar, fakirin lokmasını alıyorlar. Bu bir gasp değil midir? Bütün
bölücüler de bunu yapmıyorlar mı?

Bunlara zekât veren suret-i katiyede zekât vermiş sayılmaz. Yeniden vermesi lâzımdır. Eğer Yâsin
sûre-i şerif’inin 21. Âyet-i kerime’sine iman etseydi, onların doğru yolda olmadığını görecekti.

Zira Âyet-i kerime’de:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” buyuruluyor. (Yâsin: 21)

Bu Âyet-i kerime mihenktir, ölçüdür. İman edenlere bu Âyet-i kerime kâfidir.

Malum olduğu üzere sahte halifeliğini ilân eden, dinini ve vatanını küçük düşüren sahtekâr Kaplan ve
oğlu; evvelâ Almanların kuklası idiler, sonra şeytanın oyuncağı ve maskarası oldular.

O bir sahtekârdır, kendisi de oğlu da yalancı halifedir, hepsi de fâsıklar güruhudur.

Diğerleri gibi bunlar da para topluyorlardı ve halkı yoluyorlardı. Böylece Kaplancılık dinini yaymaya
çalışıyorlardı.

İman hırsızı oldukları için, milyonlarca müslümanın imanlarını söndürdükleri için, gerçek müslümanlara
çok büyük zararları oldu.

Bütün bölücüler hakkında kitaplar yazıldığı gibi; bu dinine ve vatanına ihanet eden bu nankörler
hakkında da kitap yazıldı. Bütün sözleri Âyet-i kerime’lerle çürütüldü.

Allah-u Teâlâ bunların içyüzünü şöyle vasıflandırıyor:

“Heva ve hevesini ilâh edinen, Allah’ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği,
gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola
eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)

Görülüyor ki sapanların ve nefsine tapanların Allah-u Teâlâ gerçekten kalplerini mühürlemiştir ve onlar
böylece gizli şirke sapmışlardır.

Bunlar müslümanlık için çok büyük tehlikedir.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde:

“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” buyurmuştur. (Müslim)


Allah-u Teâlâ bir isimle din kurup, bölücük edenleri kulluğundan tard etmiş, dininden atmış, Habib-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e tard etmesi için emir buyurmuştur. “Benim onlarla ilgim yok,
senin de olmasın.”

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:

“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a
kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm: 159)

Bu Âyet-i kerime mucibince dini parça parça edenlerin İslâm dini ile hiçbir ilgileri yoktur. Zira bütün
bölücüler İslâm dairesinden atılmışlardır.

Allah-u Teâlâ Müminûn sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabb’inizim. O halde benden
korkun.” (Müminûn: 52)

Cenâb-ı Hakk, inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor.
Onlar bu emr-i ilâhi’yi dinlemediler ve korkmadılar. Yetmişüç fırkadan yetmişikisi huduttan böyle çıktı.
Allah-u Teâlâ’nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden, dinden çıktılar.

Ve Allah-u Teâlâ: “Benden korkun!” emr-i şerif’ini buyurduğu halde: “Hayır, biz senden
korkmuyoruz.” dediler. “Bizim imamlarımız var, papazlarımız var, masonlarımız var. Biz senden
korkmuyoruz” dediler. Allah-u Teâlâ’ya meydan okudular.

Allah-u Teâlâ da cevaben buyuruyor ki:

“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara
ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya
kitapla) sevinmektedir.” (Müminûn: 53)

Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.

Bu Âyet-i kerime her sapana ve sapıtıcıya hitap eder. Yaptığı icraat ahkâm-ı ilâhi’ye ters düşüyorsa bu
Âyet-i kerime’ye bakarak hükmedin ki bunlar ilâhi hükme ve din-i İslâm’a ters düştüğü için küfre
kaymıştır.

Bu böyledir. Çünkü bu gibi hareketler küfür kapsamına girer.

Allah-u Teâlâ bölücülerin hepsi için “Tuttuğu yoldan memnundur.” diyor. Dikkat edin! Hepsi
memnun değil mi? Memnun oldukları için bu Âyet-i kerime’nin kapsamı içine giriyorlar. Binaenaleyh
Müminûn sûre-i şerif’inin 53. Âyet-i kerime’si bir berzahtır.

İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek
ümmet, bir tek din vardır.

“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imrân: 19)

Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur.

Kitaba gelince; İslâm dininin kitabı birdir, o kitap Hazret-i Kur’an’dır. Onların kitapları ise kendi
zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Allah-u Teâlâ burada açık olarak işaret ediyor.
Murad-ı ilâhî budur, bunu böyle bilmemiz lâzımdır.
Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır. Her bölük kendi dinine göre, kendi kitabına göre hareket ediyor.
Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan pek memnundurlar, aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor,
hepsi de kendi tuttukları yoldan memnundur. Bu yoldan onları alıkoymak da mümkün değil.

Bu Âyet-i kerime’lere bak, bir de bunların icraatlarına bak. Kararını kendin ver.

Ve bu dalâletten ötürü de çok memnun olduklarını ve sevindiklerini Allah-u Teâlâ buyuruyor.

“Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak.” (Müminûn: 54)

Şimdi Allah-u Teâlâ bunları bize tanıtıyor. Dinlerini, kitaplarını, bölüklerini, partilerini bize bir bir beyan
ediyor.

“Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu


zannediyorlar. Hayır onlar işin farkında değiller.” (Müminûn: 55-56)

Buradaki murad-ı ilâhî; Allah-u Teâlâ bunlara o kadar gazaba gelmiş ki; bunlara bolluk verme ile
dalâlet batağında daha rahat yüzmelerini, bol günah işlemelerini sağlamaktadır. Amma bu yoldan
sapmış gafillerin farkında da olmadıklarını bize buyuruyor ve duyuruyor.

Allah-u Teâlâ’nın bu Âyet-i kerime’lerini de hiçe saydıklarından ötürü bunca ibadet ve taatına rağmen
bölücülük batağına batmışlar, dinden çıkmışlar ve cehennemi boylamışlardır.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:

“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” (Yusuf: 106)

“Bu bölücülerin üzerine niye gidiyorsunuz?” diyorlar.

Allah-u Teâlâ ehl-i kitaptan bir çoklarının günaha ve harama koşuştuklarını beyan ettiği gibi; onların
isyana dalmalarını, haram yemelerini gördükleri halde susarak bu kötülüklerden menetmeyen ileri
gelenlerini ve âlimlerini kınamaktadır.

“Rabbaniler’in ve Ahbar’ın onları günah söz söylemekten ve haram yemekten men etmeleri
gerekmez miydi?

İşledikleri sanat ne kötüdür?” (Mâide: 63)

Dini dünyaya âlet edip, her türlü isyan ve küfre dalanlara müdahale edilmezse, herkes bu Âyet-i
kerime mucibince mesuliyet altına girer.

Kur’an-ı kerim’de; yol gösteren, uyaran, doğruyu telkin eden, Hakk’a iletip Hakk ile hüküm veren,
Hakk’tan yana irşat vazifesini yerine getiren âlimlere Rabbânî denilmiştir. Onlar Hakk’ın
muallimleridirler. Ahbar ise dinde derinleşen, geniş bilgisi olan fakihler demektir.

Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ-; “Bu âyetten daha çok ihtar edici âyet yoktur.”
buyurmuştur.

Bazı müfessirler ise; “Kur’an-ı kerim’de âlimlere hitâp eden Âyet-i kerime’ler içinde en şiddetlisi
ve en korkutucusu budur.” demişlerdir.

Bu Âyet-i kerime’ler Allah-u Teâlâ’nın emridir, hükmüdür. Eğer bu bölücü kâfirlerle mücadele
etmeseydik, bu Âyet-i kerime’nin vebâli altında kalırdık. “Din-i mübine yaptıkları ifsatları gördün de
niçin mücadele etmedin?” diye Rabb’im bana bunu sorardı. Onun içindir ki mücadele etmek
mecburiyetindeyim mesul olmamak için. Zira müdahale etmeseydim, bu Âyet-i kerime mucibince
Hazret-i Allah’ın yanında mes’ul olurdum.

Binaenaleyh bu emr-i şerifi yerine getirirsem, mesuliyet ve azabından kurtulurum ümidi ile yapıyorum.

“Hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” (Mâide: 54)

Âyet-i kerime’si mucibince de hiç çekinmeden, korkmadan hakikati söylüyoruz.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde geçmişte yaşamış milletlerin aralarında, bozgunculuk
yapanlara mani olan kimselerin çok az bulunmuş olduğunu haber veriyor:

“Sizden önceki asırlarda faziletli kimselerin yeryüzünde bozgunculuğu önlemeye çalışmaları


gerekmez miydi?

Ancak onlar arasından kendilerini kurtardığımız pek az kişi böyle yaptı.

Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten onlar günahkâr idiler.” (Hûd:
116)

Binaenaleyh bu mücadeleyi biiznillâhi Teâlâ yapıyorum. Elimden geldiği kadar gayret gösterdim,
yılmadım, yıkılmadım, korkmadım. Huzur-u ilâhi’de kendimi kurtarmaya çalıştım. Bu Âyet-i kerime
yalnız bana şamil değil. Eğer siz de mücadele ederseniz, ola ki Allah-u Teâlâ’nın indinde kendinizi
kurtarmış olursunuz. Ve fakat sükut ederseniz, bu Âyet-i kerime’nin kapsamına girersiniz.

Âyet-i kerime’de az kişinin kurtulduğu haber veriliyor. Yani yapan kurtuldu, yapmayan kurtulmadı.

Geçmiş ümmetlerden pek az kimse yeryüzünde fesat çıkarmayı engellediler ve kurtuldular.

Diğerleri ise dünyevi lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve irşatlarına kulak
asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına geliverdi.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Halkı ıslah olmuş (sâlih ve ıslahtan yana) kimseler olsaydı, Rabb’in o memleketleri haksız yere
helâk edecek değildir.” (Hûd: 117)

Allah-u Teâlâ adil-i kerimdir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan beldeleri felâketlere
uğratmaz, hak etmeden helak etmez, böyle bir ihtimal yoktur.

Bu bölücülerin yüzlerine karşı Hazret-i Allah’ın Âyet-i kerime’leri açık açık kendilerine okunduğu halde
onlar bundan tiksiniyorlar. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde ise onlar hakkında şöyle buyuruyor:

“Âyetlerimiz açık açık kendilerine okunduğu zaman, kâfirlerin suratlarında hoşnutsuzluk


sezersin. Onlar, âyetlerimizi okuyanlara neredeyse saldıracak gibi oluyorlar.

Onlara de ki:

‘Size bundan (bu kin ve öfkenizden) daha kötü bir şey haber vereyim mi? Ateş! Allah onu
kâfirlere vâdetmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” (Hacc: 72)
Bölücüleri bu Âyet-i kerime’ler ile tanıyacaksınız. Siz bu Âyet-i kerime’ler okunup onlar bu hali
kesbettiği zaman onların da durumlarını açık olarak görün.

Fakat Allah-u Teâlâ bu gibiler hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Size ne oluyor, ne biçim hüküm veriyorsunuz, yoksa size âit bir kitap var da ondan mı
okuyorsunuz?” (Kalem: 36-37)

Sizi bu pek yanlış fikir ve kanaatlere sevk eden nedir? Size âit olmak üzere böyle ders veren bir kitap
mı var? Var da ondaki emirlere dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz?

“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu
eğriltmeye çalışmayın.” (A’râf: 86)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Ücret İstemeyen Peygamber:

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanları Allah yoluna dâvet vazifesini
yerine getirirken, ilâhi hoşnutluktan başka hiç kimseden hiçbir ücret ve herhangi bir karşılık talep
etmemiştir.

Bu hususta Âyet-i kerimeler’de şöyle buyurulmaktadır:

“Resul’üm! Onlara de ki: Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum. Kendiliğimden bir şey
iddia edenlerden de değilim.” (Sâd: 86)

Hiçbir zaman Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz halktan en küçük bir menfaat beklemiş
değildir. İltifat da istemiş değildir. Bütün iş ve icraatları Allah içindir. Onların yolundan gidenlerin de
gidişatı böyledir.

Allah-u Teâlâ’nın Enbiyâ-i İzâm Hazeratı’nı göndermesinden maksat, kullarını hidayet yoluna dâvet
etmekle, itaat edenleri sevaba yaklaştırmak ve günahtan uzaklaştırmaktır. Bunun içindir ki hiçbir
peygamber bu maksadın dışına çıkmamıştır, tebliğleri mukabilinde emel-i dünya ve ücret gibi hasis
şeyler beklememişlerdir.

Bir peygamber olarak insanların kurtuluşundan başka hiçbir şey istememektedir. Onların ıslah olması
en büyük ücrettir.

“Resul’üm! Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun? Rabb’inin vereceği ücret daha
hayırlıdır. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Müminûn: 72)

O ücret istemedi. Kimseye yük olmadı. Onun izinden gidenler de kimseden bir ücret istemezler, onlar
ücretlerini Cenâb-ı Hakk’tan beklerler. Diğerleri ise hem refah, hem ferah içinde yaşarlar ve neler neler
yaparlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde, iman etmedikleri için müşrikleri kınamaktadır. Yoksa Resulullah
Aleyhisselâm onlardan hiçbir ücret istememekte, hiçbir menfaat beklememektedir. Sahibi onu dünyada
da ahirette de rızıklandırır, büyük mükâfatlara nâil buyurur. Rezzâk-ı âlem O’dur.

“Resul’üm! Yoksa sen kendilerinden bir ücret istiyorsun da, bu yüzden ağır bir borç altında mı
kalıyorlar?” (Tûr: 40)

Böyle zannediyorlarsa bu zanları yanlıştır. Böyle bir talepte bulunmaktan elbette ki müteâlidir.

“Oysa sen buna karşılık onlardan bir ücret de istemiyorsun.” (Yusuf: 104)

Aslında ücret değmez değildir. Resulullah Aleyhisselâm’ın tebliğ etmiş olduğu din; gerek dünya
saâdeti gerekse âhiret selâmeti bakımından en büyük menfaattir. Dünya ve içindekiler ücret olarak
verilse bile azdır. Lâkin böyle olduğu halde, şahsı için hiç kimseden az veya çok hiçbir ücret
istememiştir. Aksine varını yoğunu bu uğurda harcamaktan zevk duymuştur.

Ancak Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanmak için, din-i İslâm’ın izzeti ve ehl-i imanın kuvveti için, malını
infak etmek isteyen kimse de men olunmamıştır. Böylece kıyamete kadar her devirdeki müslümanlara
güzel bir numune, şaşmaz bir ölçü bırakılmıştır.

Allah-u Teâlâ Yâsin sûresi’nin 21. Âyet-i kerime’sinde bu berzahı koyuyor:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. İşte onlar doğru yoldadırlar.”

Burada Allah-u Teâlâ bu doğru, bu yanlış diyor.

Bu Âyet-i kerime’nin nûr ışığı altında yürümek lâzım.

İnsan hakikaten Hazret-i Allah’a kul, Habib-i Ekrem’ine ümmet olmak istiyorsa, ahirete imanla göçmek
arzusunda ise;

“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak lazımsa öylece korkun. Sakın siz müslüman
olmaktan başka bir sıfatla can vermeyin.” (Âl-i imrân: 102)

Âyet-i kerime’sini hatırdan çıkarmamalıdır.

Müslüman olarak ölmek için de müslümanca yaşamak şarttır.

Bütün iş ve hareketimizi ahkâm-ı ilâhiye uydurmak lazımdır.

Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- Vâlidemize Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin ahlâkı
sorulduğunda:

“Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı Kur’an’dı.” buyurdular. (Müslim)

Biz de onun izinde yürüyoruz diyorsak, bütün iş ve hareketimiz Hazret-i Kur’an olacak.

Onun için şimdiden elde fırsat dilde ruhsat varken samimi bir şekilde Allah’a kul, Habib-i Ekrem’ine
ümmet olmak gerek.

“Oldum yok olabilsem.”

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Dünyayı Dine Tercih Edenler:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

Âyet-i kerime’sinin onların doğru yolda olmadığını ispat ettiğini arz etmiştik.

Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’i böyle iken, Âyet-i kerime’yi inkâr eder, “Bırak Allah-u Teâlâ’nın kelâmını,
bak bizim beyanımıza, cebini doldurmaya bak!” der.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” buyuruyor. (Yusuf: 106)

Bu Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ onları müşrik olarak bize tanıtıyor. Kendi dinlerini, kendi yollarını
göstermemek için bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar ve kendilerini müşrik olmayıp müslüman olarak
göstermeye çalışıyorlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruyor. (Mâide: 41)

İşte cidden bu beyinsizlerin bu kadar ileri gidişinden Allah-u Teâlâ’nın gadabına uğrayabiliriz. Çünkü o
kadar ileri gittiler ki, bindörtyüz senedir bir harfi değişmemiş olan Hazret-i Kur’an’ı beğenmiyorlar ve
kendi zanlarına göre hüküm değiştirmeye çalışıyorlar.

Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Aramızdaki beyinsizler yüzünden bizi de helâk eder misin Allah’ım!” buyuruyor. (A’râf: 155)

İşte Allah-u Teâlâ bu gibiler hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!” (Zümer: 72)

Bunlar cennet-i âlâ’yı sol cebine koymuş, talip olanlara yüksek para ile satarlar.

Aldıklarını da sağ cebe atarlar. Bunlar dünyayı ahirete tercih edenlerdir, ahirette hiç nasipleri yoktur.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:

“Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir.” (Bakara: 86)

Dünya hayatı ile âhireti değiştirenlerdir.

Allah-u Teâlâ onlara azarlayıcı bir üslupla şöyle hitap edecektir:


“Âyetlerim size okunurken, onları yalanlayan siz değil miydiniz?” (Müminûn: 105)

Böyle bir sual karşısında kendilerine konuşma izni verildiğini sanırlar. Suçlarını itiraf ederlerse belki
affa uğrayabileceklerini düşünürler.

“Derler ki:

Ey Rabb’imiz! Bedbahtlığımız bizi yenmişti, sapık bir topluluk olmuştuk.” (Müminûn: 106)

“Ey Rabb’imiz! Bizi buradan çıkar! Eğer bir daha günaha dönersek, doğrusu zulmetmiş oluruz.”
(Müminûn: 107)

Şehvetlerinin, hevâ ve heveslerinin, liderlerinin kendilerini dalâlete sürüklediğini itiraf ederler. Yalvarıp
yakararak cehennemden kurtulmalarını niyaz ederler.

Allah-u Teâlâ onların bu isteklerini kati bir ifade ile reddederek şöyle buyurur:

“Yıkılıp gidin içerisine!.. Benimle konuşmayın!..” (Müminûn: 108)

Bu cevap üzerine bütün ümitlerini keserler. Hıçkırmaya, dövünüp yırtınmaya başlarlar. Göğüslerinin
hırıltısından ve azabın şiddetinden dolayı yapacakları feryatlardan başka sesleri çıkmaz.

Onlar gerçekten de böyle bir azaba müstehak olmuşlardı.

Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:

“Kullarımdan bir zümre ‘Ey Rabb’imiz! İman ettik, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen merhamet
edenlerin en hayırlısısın.’ diyorlardı.” (Müminûn: 109)

“Siz ise onları alaya alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size benim zikrimi, beni anmayı
unutturuyordu.

Ve hep gülüyordunuz onlara!” (Müminûn: 110)

Bu hâl üzerinde iken ecel gelip çatmış, netice itibarı ile de cehenneme yuvarlanmışlardı.

Ey bölücülere arka çıkanlar! Siz neye dayanarak bölücülerin arkasında bulunuyorsunuz? Bu kadar
Âyet-i kerime’ler okunurken neye dayanarak onlarla beraber oluyorsunuz?

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde hem kendileri azan, hem de başkalarını azdırıp saptıran İblis
tabiatlı önderlerin, kendilerine uyanlarla birlikte cehenneme atılacaklarını beyan buyurmaktadır:

“Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis’in bütün askerleri de.” (Şuârâ: 94-95)

“Onlar” halkı peşlerinde sürükleyen imamlardır. “Azgınlar” ise etrafında olanlardır.

Allah-u Teâlâ Hazretleri Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“Rabb’im dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.

Ancak Rabb’inin rahmetine nâil olanlar müstesnâdır. (Onlar bu ihtilafın dışında kalmışlardır.)”
(Hûd: 118-119)
Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.

Âyet-i kerime’nin devamında ise şöyle buyuruluyor:

“Esasen onları bunun için (rahmet etmek için) yaratmıştır.

Rabb’inin ‘Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!’ sözü tamamen


yerine gelmiştir.” (Hûd: 119)

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o bir fırkanın kıyamete kadar bâki kalacağını
beyan buyurmuşlardır.

Bir Hadis-i şerifler’inde de şöyle buyuruyorlar:

“Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer olmakta devam
edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.” (Tirmizî)

Kim Allah için çalışırsa, Allah-u Teâlâ dilediği kadar ona destek verir. Kim de menfaatı için çalışırsa,
Allah-u Teâlâ dilediği kadar onun çalışmasının karşılığını verir. Fakat halktan ücret alan Allah-u
Teâlâ’dan ücret alacağını ümit etmesin. Çünkü iki ücret bir arada verilmez. Bunu kesinlikle bilin. Ya
Hakk’tan ücretini alacak, ya halktan. Seç hangisini seçersen. İşte bunun delili bu Âyet-i kerime’dir.

O’nun kudret eli nerede ise feyz, bereket, lütuf hepsi oradadır. Kudret elini çektiği yerde hiçbir şey
bulunmaz.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Âhir zamanda ümmetim üç grup olacaktır:

Allah’a hâlisane kulluk edenler.

Allah’a riyâ ile kulluk edenler.

Geçimini insanlar üzerine yıkmak için Allah’a kulluk edenler.

Allah, onları kıyamet gününde bir araya topladığı zaman, geçimini insanlar üzerine yıkmak için
Allah’a kulluk eden kimseye:

‘İzzetim ve celâlim hakkı için söyle. Bana ibadet ederkenki gayen ne idi?’ diye soracak.

O kimse:

‘İzzet ve celâline yemin olsun ki, geçimimi insanlar üzerine yıkmak için sana kulluk ettim.’
diyecek.

Allah-u Teâlâ ona:

‘Topladığın sana fayda vermedi. Bunu cehenneme götürün!’ buyuracak.

Sonra riyâ için ibadet yapan kimseye:

‘İzzet ve celâlim hakkı için, bana ibadet ederkenki gayen ne idi?’ diye soracak.

O kimse de:
‘İzzet ve celâline yemin olsun ki, sana ibadetteki gayem insanlara riyâ idi.’ diyecek.

Allah-u Teâlâ ona:

‘O amelden sana hiçbir şey yükselmedi. Bunu da cehenneme götürün.’ buyuracak.

Sonra da ihlâs ile Allah’a ibadet eden kimseye:

‘İzzet ve celâlim hakkı için söyle, bana ibadet ederkenki gayen ne idi?’ diye soracak.

O kimse de:

‘İzzet ve celâline yemin olsun ki, sen benim ibadet ederkenki gayemi en iyi bilensin. Ben
sadece seni zikretmeyi ve senin rızânı kazanmayı gaye edindim.’ diyecek.

Allah-u Teâlâ da:

‘Kulum doğru söyyledi. Bunu cennete götürün!’ buyuracak.” (Mecmau’z-zevâid: 10/222)

Hazret-i Allah'ın dini nefsanî arzulardan, heva ve heveslerden uzaktır. Allah-u Teâlâ'nın hükmüne ram
olmaktır. Cenâb-ı Allah'ın hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur. O, her şeyden münezzehtir.

Halbuki sırf rızâ için çalışanlar hiçbir ücret beklemezler, onların ücretleri Allah'ın katındadır. Boyunları
bükük olarak ve Hazret-i Allah müsaade ettiği müddetçe çalışırlar, hududu aşmazlar. Bina yapıyorum
diye zina yapmazlar. Fâiz parasıyla yapılan binaların zinadan hiçbir farkı yoktur. Çünkü fâiz alan
zinadan daha kötü suç işlemiştir.

İslâmiyet son dindir, kıyamete kadar bâkidir. Her yönü ile ilâhîdir, günün şartlarına uymaz, o şartları
değiştirip kendine uydurur. Zamanın değişmesiyle ilâhi hükümler değişmez ve değiştirilemez.
İnsanların yeni bir dine ihtiyaçları yoktur. Fakat zamanla vesveselere dalıp arzu ve heveslere
kapıldıkları için, hakikati hatırlatmaya, ruhlarını kuvvetlendirmeye ihtiyaçları vardır.

Buna rağmen dışarıdan âlim zannettiğiniz fesatçılar Allah-u Teâlâ'nın hudutlarını kaldırmak isterler.
Kendilerine âlim süsü veren bu gibi kimseler, hem İslâm'ın ön safında görünmek isterler, hem de din-i
mübini kendi arzu ve heveslerine uydurmaya çalışırlar.

Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime'sinde bize tanıtıyor ve şöyle buyuruyor:

“Bunlar güya Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar
da bunun farkında değildirler.” (Bakara: 9)

Âlim geçinen, fakat aslında câhil olan bu gibi kimselerin bu cehaletleri, din adına işlenen bir cinayettir.
Dinimizin maruz kaldığı en büyük tehlikedir.

Kıyamet alâmetlerinden birisi de fitne ve fesat çıkmasıdır. Öyle ki hergün yeni bir fitne çıkmakta, nezih,
temiz, saf müslümanların gönüllerini bulandırmaktadır.

Kalbleri hasta olanlar tarafından çıkarılan fitneler sebebiyle din-iman ayaklar altına alınmakta,
hakikatler saptırılmaktadır.

Halk çoğunlukla nefse uydukları, İslâm’ı yaşamak, emr-i ilâhî’yi tatbik etmek nefislerine zor geldiği için
açık kapı aramaktadırlar. Onlar da halkın içindeki bu arzuları bildiklerinden dolayı halkın hoşuna giden
fetvâları vererek ifsad ediyorlar, beşeriyeti peşlerinden sürüklemek istiyorlar. Şu kadar var ki
kendilerine modern müslüman adını verenler bunların peşindedirler.
Zaten Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz âhir zaman ulemâsının gökkubbe
altındakilerin en şerlileri olacağını çok zaman evvel bildirmişti. Bu gibilere hiç hayret etmeyin. Bu
gibiler, sadece bugün değil, bundan evvel de vardı, bundan sonra da çıkacak. O zaman türediği gibi,
bundan sonra da türeyecektir.

Hakiki müctehidler ictihadlarını yürütüyorlardı. Bunlar ise ifsatlarını yürütüyorlar.

İslâm’ı yaşamayanlar İslâm’dan bahsetmeye sahib-i salâhiyet değildirler.

İslâm’ı yaşamadıkları halde İslâm’dan bahseden, ileri-geri konuşan, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri
hafife alıp, ortadan kaldıranlar tahripçidirler.

Bunlar ruh adamı değil süs adamıdır, sun’i çiçeğe benzerler. Ruhları ölmüştür, yaşayan nefistir, her biri
bir canlı cenazedir. Bunların hükmü budur.

Ruhu ölmüş, kalbi mühürlenmiş, nefis putuna tapmış kimseler yoldan sapmıştır ve yalancıdırlar. Zan
ile hareket ederler. Kendileri saptıkları gibi, başkalarını da saptırmaya çalışırlar.

Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” buyuruyor. (A’râf: 54)

Mahlûkun hiç hükmü yoktur, kim olursa olsun. Böyle olduğu halde emr-i ilâhî’yi kenara itip bırakan,
kendi arzu ve reyini ortaya koyan, kendi nefsini ilâh olarak ilân etti demektir. Bu gibi kimselerin sözünü
doğru kabul edenler de onu ilâh edinmiştir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu
şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)

Emr-i ilâhî’yi bırakıp kendi arzularını hüküm yerine koyan hem şirke düşmüş hem de küfre girmiştir.
Bunun böyle olduğunu kesin olarak bilin. Esas budur. Öz, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı, Resulullah
Aleyhisselâm’ın beyanıdır.

Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar
yalancıdırlar.

Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan fırkasıdır. İyi
bilin ki asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)

Öz ve özden alanlar öz söyler, özden nasipdar olmayanlar söz söyler. Bu sözleri söyleyenler nefis
putuna dayanarak şeytandan ilham alarak ve zanna uyarak söylerler. Bunların da alâmeti budur.

Nûr ehlinin kaynağı Hazret-i Allah ve Resul’üdür. Diğerlerinin kaynağı ise şeytanın iğvâsı ve kendi
zannıdır.

Birisi Allah ehli, diğeri dalâlet ehlidir.

Allah-u Teâlâ’nın hükmü esastır, mahlûkun hükmü yoktur. Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O’na
aittir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de ise:

“Hüküm, yücelerin yücesi Allah’ındır.” buyuruluyor. (Mümin: 12)

Onlar ise kendi zanlarını yürüterek delilsiz ve mesnetsiz konuşmaktadırlar.

Onlar bu Âyet-i kerime’yi bilmiyor, görmüyor, görmek de istemiyorlar. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr
ediyorlar. Halbuki bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfirdir. Onlar ise sûreyi inkâr ediyorlar.

Hem Allah-u Teâlâ’nın hükmünü değiştirip kendi hükmünü koyuyorlar, hem de inkâra kalkıyorlar. Bu
ise din-i İslâm’ı ifsattır, küfrün üzerinde bir küfürdür.

Bunlar gökkubbe altındaki insanların en şerlileridir.

Allah-u Teâlâ ancak “Ulül-elbâb”a varanların hakikati bileceğini beyan buyuruyor. Çünkü onların
muallimi bizzat Hazret-i Allah’tır.

Onlar Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerini tatbik etmiş, nehiylerinden sakınmışlar, yani İslâm’ı
yaşamışlardır.

Bunlar:

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğu üzere İslâm’ı yaşamışlar ve başkalarının da yaşamaları için
gayret göstermişlerdir.

Bir kimse Allah-u Teâlâ’nın bütün emirlerine riâyet etmedikçe, her nehyettiği şeyden kaçınmadıkça
hiçbir zaman hakikat ehli olamaz.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Sahte Mehdi:

Âhir zamanda, kıyametin kopmasına çok az bir zaman kala Allah-u Teâlâ’nın ümmet-i Muhammed’in
başına gönderdiği bir komutan olan Hazret-i Mehdi, âdil bir idareci, dirayetli bir önder, şecâatli bir
kumandandır. O doğrudan doğruya Resulullah Aleyhisselâm’ın vekâletini taşıyacak, onun hilâfetini,
onun vazifesini yapacak. Garip duruma düşen İslâm’ı, gariplikten kurtarmaya çalışacaktır. Çünkü
bunun için gönderilecek. Allah-u Teâlâ onu muzaffer edecektir.

Mehdi; kelime olarak hidayet kökünden gelir. Allah’ın hidayetine ermiş mânâsını taşır, Allah’ın izniyle
hidayete erdirecek mânâsını da ifade eder.
Mehdi Aleyhisselâm hakkında çok sayıda Hadis-i şerif nakledilmiştir. Âlimler bunu mütevatir kabul
ederler. Resulullah Aleyhisselâm’dan beri, müslümanlar âhir zamanda, Ehl-i beyt’e mensup bir zâtın
çıkıp dini güçlendireceğine, adaleti hâkim kılacağına, müslümanların ona tâbi olup İslâm beldelerinde
hâkimiyet kuracağına, bu kimseye Mehdi denileceğine inanmış ve bu âli zâtın gelmesini
beklemektedirler.

Hadis-i şerif’lerde ifade edildiğine göre İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Aleyhisselâm aynı zamanda
çıkacak ve İsa Aleyhisselâm, Hazret-i Mehdi’ye yardımcı olacak, birlikte Deccâl’i öldüreceklerdir. Hatta
Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın, Hazret-i Mehdi’nin arkasında namaz kılacağı rivayet olunmuştur.

Bugüne kadar “Mehdiyim” diyenlerin hepsi şeytanın kuklasıdır, maskarasıdır. Bu çıkanlar yalancıdır,
sahtedir, soytarıdır. Hazret-i Mehdi’nin gelmesine daha otuz sene var. Bunlar sanatçıların mehdisidir,
cep cihatçısı, kadın avcısıdır. Yalnız Türkiye’de bir tane değil, birçoklarına rast geleceksiniz. Aslı belli
değil, nesli belli değil! Meydanı boş bulmuş, mehdiyim diye ortaya çıkmış. Bunların yalanını, sahteliğini
Hadis-i şerif’ler ile çürüttük. Gelecek olan Hazret-i Mehdi’nin alâmetlerini Hadis-i şerif’lerden
öğreniyoruz.

Câh’ıs-sadefî -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Benden sonra halifeler bulunacaktır. Halifelikten sonra emirler, emirlerden sonra krallar,
krallardan sonra da zâlim idareciler olacaktır.

Daha sonra Ehl-i beyt’imden bir adam çıkacak, yeryüzü zulümle dolduğu gibi onu adaletle
dolduracaktır.” (Câmiüs-sağîr: 4768)

Mehdi Hazretleri hakkında pek çok Hadis-i şerif nakledilmiştir. Ulemâ bunları mütevatir kabul ederler.
Çünkü müslümanlar âhir zamanda Ehl-i beyt’e mensup bir zâtın çıkıp din-i İslâm’ı güçlendireceğine,
adaleti hâkim kılacağına, bu kimseye Mehdi denileceğine inanmış ve bu âlî zâtın gelmesini
beklemektedirler.

Zuhur etmeden önce zemin hazırlanacağı ve mutlaka tâbi olmanın gerekliliği, mutlaka gönderileceği ve
nesebi, ehl-i beyt’ten oluşu, vehbî ilmi, bir gecede olgunlaştırılacağı, cennetle müjdelenmesi, insanlar
tarafından çok sevilmesi, mücadeleci oluşu, zuhur senesini haber veren alâmetler ve zuhuru,
çıkışından ümitlerin kesildiği bir sırada çıkması, zamanının en hayırlısı olması, zuhur şekli, hakimiyeti,
zamanının bereketi hakkında rivâyet edilen bütün Hadis-i şerif’leri eserlerimizde ortaya sermişizdir.

Nitekim bazı Hadis-i şerif’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“Mehdi kırk yaşındadır.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi bendendir. Alnı geniş, burnu ince uzun ve ortası biraz yüksekçedir.” (Ebu Dâvud: 4285)

“Mehdi’nin kaşları ince, yüzü parlak ve gözlerinin siyahı büyük olacaktır.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi neslimden bir şahıstır, yüzü parlak yıldız gibidir.” (Câmiü’s-Sağîr: 9245)

“Sağ yanağında siyah bir ben vardır. Üzerinde kutvanî bir aba bulunur. Tavırları
İsrailoğulları’nın erkeklerine benzer.” (İmam-ı Süyûtî)

“Dişleri aralıklı, alnı geniştir.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi Hasan’ın soyundandır, bacakları aralıklıdır.” (İmam-ı Süyûtî)


“Mehdi, gerges kuşunun kanadı ile titremesi gibi Allah’tan çok korkan bir kimsedir.” (İmam-ı
Süyûtî)

Rivayet edilmiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Mehdi’yi anlatırken, dilinde pelteklik olacağını ve


kelimeyi telâffuz etmek ona zor geldiğinde sağ elini sol uyluğuna vuracağını söyledi.” (İmam-ı
Süyûtî)

“O, kimsenin bilmediği gizli bir duruma kılavuzlandığı için kendisine ‘Mehdi’ denilmiştir.”
(İmam-ı Süyûtî)

“Onun fıkıh bilgisi on âliminkine bedeldir.” (İmam-ı Süyûtî)

“Âhir zamanda bir halife gelecek, malı taksim edecek, saymayacaktır.” (Müslim: 2914)

“Mehdi bizden, Ehl-i beyt’imizdendir. Allah onu bir gecede ıslah eder.” (İbn-i Mâce: 4085)

“Biz Abdülmuttalib oğullarıyız. Cennet ehlinin efendileriyiz: Ben, Hamza, Ali, Câfer, Hasan,
Hüseyin ve Mehdi.” (İbn-i Mâce: 4086)

“Mehdi zuhur eder. Herkes sadece ondan konuşur. Onun sevgisini içer ve ondan başka bir
şeyden bahsetmez.” (İmam-ı Süyûtî)

“O vaadinden dönmez ve hesapları seri olarak görücüdür.” (İmam-ı Süyûtî)

“Benim vahiy üzerine savaştığım gibi, o da benim sünnetim üzere çarpışacaktır.” (İmam-ı
Süyûtî)

“Bizim Mehdi’miz için iki alâmet vardır ki, Allah gökleri ve yeri yarattığından bu yana böyle bir
şey vâki olmamıştır.

Bunlar Ramazan’ın ilk gecesinde ay, yarısında ise güneş tutulmasıdır.” (İmam-ı Süyûtî)

“İnsanların ümitsiz olduğu ve: ‘Hiç Mehdi falan yokmuş!’ dediği bir sırada Allah Mehdi’yi
gönderir.” (İmam-ı Süyûtî)

“İnsanların üzerine belâ üzerine belâ yağdığı ve onun çıkışından ümit kesildiği bir sırada
Mekke’de zuhur eder.” (İmam-ı Süyûtî)

“Mehdi ile müjdelenin. O Kureyş’den ve Ehl-i beyt’imden bir şahıstır. O insanların ihtilâf ve
sarsıntılar içinde bulundukları bir sırada çıkar.” (İmam-ı Süyûtî)

“Muhammed ümmetinin en hayırlısı ve sizin zorlukları gideren veliniz olan kimseye katılın. O
Mekke’dedir. O Mehdi’dir.” (İmam-ı Süyûtî)

"Cebrâil Aleyhisselâm onun sağında, Mikâil Aleyhisselâm ise solunda olur. Yeryüzünün
muhtelif yerlerinden gelen taraftarları toplanır ve ona biat ederler. Böylece yeryüzü daha önce
zulüm ile dolduğu gibi, şimdi de adaletle dolar." (İmam-ı Süyûtî)

İsa Aleyhisselâm ile buluşması hakkında Ebu Ümâme el-Bâhilî -radiyallahu anh-den şöyle rivayet
edilmiştir:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bize hitap etti. Deccal’i anarak şöyle buyurdu:
“Sonra Medine şehri, sakinleriyle beraber üç defa sallanacak. Bunun üzerine Medine’de
bulunan münâfık erkek ve kadınlardan hiç kimse kalmayıp hepsi de Deccal’in yanına
gidecekler. Böylece demirci körüğünün demirin kirini pasını giderip attığı gibi Medine de
içindeki pisliği dışına atacak ve o güne kurtuluş günü denilecektir.”

Ümmü Şüreyk bint-i Ebi’l-Aker -radiyallahu anhâ-:

“Yâ Resulellah! Peki o gün Araplar nerede olacak?” diye sordu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Araplar o gün az olurlar ve büyük çoğunluğu Beyt’ül-Makdis (Kudüs)te bulunacaklardır.


İmamları da sâlih bir insan (Mehdi) olacaktır. Sonra imamları öne geçip kendilerine sabah
namazını kıldıracağı sırada Meryem oğlu İsa Aleyhisselâm sabah vaktinde inecektir. Bunun
üzerine İsa Aleyhisselâm’ın öne geçip cemaate namaz kıldırması için imam (Mehdi) arka arka
yürümeye başlayacak. Fakat İsa Aleyhisselâm elini onun omuzlarına koyacak ve ona:

‘Geç öne namazı kıldır! Zira kamet senin için getirildi.’ diyecektir.

Bunun üzerine imamları (Mehdi) onlara namazı kıldıracaktır.” (İbn-i Mâce: 4077)

Dini dünyaya âlet eden sapıtıcı imamlar, dini kendilerine uydurmaya çalışırlar. Madde ve menfaat,
mevki ve şöhret uğruna dinden çıktıkları gibi, başkalarını da çıkarmaya çalışırlar.

“Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir.” (Bakara: 86)

Bununla da kalmayacak, Mehdiyim, hatta peygamberim diyen sahtekâr, soytarılar türeyecektir.

Bunları Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz haber vermiştir.

“Hepsi de Allah’ın peygamberi olduğunu iddiâ eden otuza yakın yalancı deccaller türemedikçe
kıyamet kopmaz.” (Tirmizî)

Şimdi deccaliyet devrinin içindeyiz, en son deccale gelinceye kadar devam edecek.

“Şüphesiz ki kıyametin önünde yalancılar zuhur edecektir.” (Müslim)

İşte bu yalancılar bu zamanda mevcuttur. Onların her şeyi yalan ve dolandır.

Bunlara sorun: “Sen kaçıncısısın?”

Ey müslümanlar!

Şeytanın istilâ ettiği bu sahteler şeytan taraftarıdırlar. Onlara tâbi olan da onlarla beraberdir ve şeytan
fırkasındandır. Bu yalancılara kanmayın. Onları iyi tanıyın.

Şimdilerde türeyen sahte mehdi de şarabı helâl saymakta, başı açık gezilmesine, kadınların çıplak
dolaşmasına izin vermekte, namazı hafife almaktadır.


Resulullah Aleyhisselâm’ın müjdelediği Hazret-i Mehdi, Resulullah Aleyhisselâm’ın soyundan, Sıddık-ı
Ekber -radiyallahu anh-ın yolundan gelse gerek.

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri de bu hususta buyururlar ki:

“Sanıyorum ki Peygamber’imizin -sallallahu aleyhi ve sellem- geleceğini haber verdiği Mehdi,


velâyetin en yüksek derecesinde olacaktır. O da bu Tarikat-ı aliye’den yetişmiş ve bu silsile-i
aliye’yi tamamlamış ve tekmil etmiş olacaktır.

Zira bütün velâyet yolları, bu yolun altında bulunmaktadır. Diğer velâyetinin, nübüvvet
makamının kemâlâtından nasibi azdır. Bu yoldan kazanılan velâyette ise, Sıddık-ı Ekber’in yolu
olduğu için, o nübüvvet makamının kemâlâtından pek çok bulunur.” (251. Mektup)

Hülasa-i kelâm; İsa Aleyhisselâm ile Mehdi Aleyhisselâm beraberce İslâm dininin muzafferiyeti için
çalışacaklar, kendilerine verilen vazifeyi bihakkın yapacaklardır.

Sahtelere ise bu vazifeyi kim veriyor? Şeytan veriyor.

Ve onlar şeytanın yardımcısı, askeridirler. Bunlar çıkacak fakat biz bu mevzuda da Hadis-i şerif’lerin
nur ışığı üzerinde ümmet-i Muhammed’e gerçek Mehdi’nin alâmetlerini belirtiyor ve izah ediyoruz.

Bütün bu hadiselerin olması âhir zamanda olacaktır. O zaman artık fitne ve fesat artmış son haddini
bulmuş olur.

Bu çıkanlar sahtedir. Bu çıkan ilk değil, sonuncusu da değil. Bundan sonra da çok çıkacak.

Hadis-i şerif’te:

“Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir.” buyuruluyor. (Münâvî)

Yalancı ve deccalden maksat, dıştan insanları irşad ve ıslah etmek sıfatıyla görünüp, gerçekte ise
halkı ahkâma uymaktan alıkoyanlardır.

Hazret-i Allah’a ve Resul’üne isyan edenlerde akıl yoktur, onlara deli nazarı ile bakılır. Zaten bu
adamın da deli raporu olduğu bilinmektedir.

Kendilerinin resul olduğunu söyleyen bu yalancılar, bir peygamberin “Nebi” olmadan “Resul”
olamayacağını bilemeyecek kadar cahildirler. Gerçekten şeytan onlara bu yalanı süslü göstermiş,
onları gururları aldatmış.

İlâhî emir ve hükümleri, bilgisizlik sarayı olan nefislerine soracaklarına ve şeytana uyacaklarına,
Hazret-i Kur’an’a kulak verip itaat etselerdi bu rezil duruma düşmezlerdi.

Daha evvel şöyle arzedilmişti:

“Önümüzde çok büyük hadiseler, çok büyük sıkıntılar, çok büyük harpler var. Şimdiden Hazret-
i Allah’a ve Resul’üne dönmeye bakın.

Mehdi Aleyhisselâm ancak ihlâs sahiplerini ordusuna alacaktır. Gerçekten bir imam gelecek,
fakat fakirin tahminine göre bu zamana daha vakit var. Nasibi olan bu hakiki imamı görür.
Çıktığı zaman tereddütsüz biât edin.”

Şu kadar var ki İsa Aleyhisselâm’ın da geleceği Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler ile arzedildi. Ona ve
Mehdi Aleyhisselâm’a gönülden teslim olup biat etmek şarttır.
Çünkü Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde onun hakkında şöyle
buyuruyor.

“Bakalım imamınız kendinizden olduğu halde Meryem oğlu İsa yanınıza indiği zaman
durumunuz nasıl olur?” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1406)

Herkes imtihan olacak, böylece iman ile küfür ayrılacak.

Allah-u Teâlâ kime o lütuf nûr’unu koymuşsa ona tâbi olacak, kime koymamışsa olmayacak.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Sahte Dabbet’ül Arz:

Nice kimseler gerek alenen, gerek gizliden gizliye Allahlık dâvâsında bulundu. Nefsini ilâh edinenler,
şeytanın askeri olanlar çıktı. Sahte peygamberler, sahte mehdiler, sahte dabbet’ül-arzlar türedi.

Allah-u Teâlâ kitabı Kur’an-ı azimuşan’da şöyle beyan buyuruyor:

“Hevâ ve hevesini ilâh edinen, Allah’ın bile bile saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği,
gözünün üstüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola
eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)

Allah-u Teâlâ bunları bile bile saptırmış. Bunlar beşeriyet için çok büyük tehlikedir. Bu adam nereden
çıktığını bilmiyor, nereye gireceğini de görmüyor.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Zulmedenler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını, hangi deliğe tıkılacaklarını yakında


göreceklerdir.” buyuruyor. (Şuarâ: 227)

Bu gibi kimseler ta Mehdi Aleyhisselâm çıkıncaya kadar beklenir.

Dabbet’ül arz diye ortaya çıkan bu sahteler İslâm dini için çok tehlikelidir. İslâm dini ile hiçbir ilgisi
yoktur. Dabbet’ül-arz olduğunu söylemesi hem fitnesine, hem niyetine, hem de gaye ve maksadına
delâlet eder. Halbuki Dabbet’ül-arz Allah-u Teâlâ’nın emriyle yerden çıkacak, yani yerin altından
çıkacak. O verilmiş olan ilâhi hükmü yerine getirecek. Ona asa ve mühür verilecek. Onun elinden
hiçbir kimse kurtulamayacak, hiçbir fert de kaçamayacaktır. Bu ise nereden çıktığını bilmiyor, nereye
gideceğini de görmüyor.


Dabbet’ül-arz olduğunu söyleyerek ortaya çıkanların bu sapıklıkları Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle
çürütüldü. Kur’an-ı kerim’de kıyametin yaklaştığını ifade eden Âyet-i kerime’ler olmakla birlikte bu
müthiş hadisenin alâmetlerine genel olarak işaret eden Âyet-i kerime’ler de bulunmaktadır.
(Muhammed sûre-i şerif’i 10. Âyet-i kerime’si gibi)

Hadis-i şerif’lerde ise kıyamet alâmetleri “büyük ve küçük”, “fiilen vâki olanlar, kıyametle çok yakın bir
zamanda gerçekleşecek olanlar” şeklinde çeşitli bölümlerle ifade edilmiştir.

“Dabbet’ül-arz”ın çıkışı da kıyamet alâmetlerindendir. Dâbbet’ül-arz, âhir zamanda Allah-u Teâlâ’nın


emirlerinin terkedildiği, insanların gerçek dini değiştirdikleri sırada çıkacak olan bir hayvandır. Tâkip
edenin yetişemeyeceği, kaçanın kurtulamayacağı bir süratte olacaktır.

Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:

“(Kıyametin kopacağına dair) O sözün tahakkuk zamanı yaklaşınca onlara yerden bir dabbe
çıkarırız da insanların âyetlerimize yakînen iman etmemiş olduklarını söyler.” (Neml: 82)

Allah-u Teâlâ bu Dabbe’yi kıyametin kopması gibi büyük bir hadisenin başlangıcı olarak, insanların
Kur’an-ı kerim’e kesin olarak inanmayışları sebebiyle ortaya çıkaracaktır.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Dabbet’ül-arz, beraberinde Musa Aleyhisselâm’ın âsâsı, Süleyman Aleyhisselâm’ın mührü


bulunduğu halde çıkar. Mühür ile müminin yüzünü parlatır, âsâ ile kâfirin burnunu kırar. Öyle ki
insanlar sofra üzerinde biraraya gelirler de, mümin kâfirden ayırt edilip tanınır.” (Tirmizî)

Böyle bir gün yaklaştığı zaman tevbeler kabul edilmeyecek, içinde bulundukları duruma göre
insanların hükümleri verilecek.

Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:

“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” (Yusuf: 106)

Denir ki, “Minareyi çalan kılıfını hazırlar.” Bu büyük yalanın kılıfı nerede? Buna hangi Âyet-i kerime ve
Hadis-i şerif’le doğru olduğuna dair delil getirebilir. Bunun için bu büyük yalanın karşısında bu adamın
saklanması lâzım.

Daha Mehdi Aleyhisselâm gelmediği gibi Dabbet’ül-arz da daha çıkmamıştır. Bu zamanda çıkarsa
buna küfür damgası vurulur. Neden? Âyet-i kerime’leri inkâr ettiği için ve nefsini ilâh edindiği için. Zira
Allah-u Teâlâ nefsini ilâh edinenlerin şirk içinde olduğunu ferman buyurmuştur.

“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu
şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkân: 43)

Bunlar zamanın büyük fitnelerindendir. Müslümanların çok uyanık bulunması lazımdır.

Şu kadar var ki;

Ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere çok dikkat etmeli ve ona iman etmelidir. Ve yalnız bu ikisine
tutunan kurtulacaktır.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Sahte İsa:

Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gerek kapalı ve gerekse açık olarak
Hadis-i şerif’lerinde haber verdiği fitnelerin gün yüzüne çıktığı bir fitne devrinde yaşıyoruz.

Bakıyorsunuz kimi dini kaldırıyor, kimisi kendine malediyor. Bir diğeri namazı, bir diğeri orucu, bir
diğeri zekâtı kaldırıyor.

İslâm dinine o kadar saldırılar olacak ki, kâfirler toplanıp Kur’an-ı azimuşan’ın hükmünü kaldıracaklar,
yani değiştirecekler.

Bir çok sahteler, sapmışlar türeyecek. Bunların içinde kimi uluhiyet, kimi peygamberlik, kimi dabbet’ül-
arz, kimi mehdilik davasında bulunacak. Kimi zinâyı, kimi fâizi, kimi içkiyi mübah sayacak. Hırsızlar
alkışlanacak. Hazine yağmalanacak, soygun alenî olacak. Türemeler bir bir, arka arkaya çıkacak.

Hepsi emr-i ilahî’yi değiştirip kendi kurdukları dinlerine kendi hükümlerine göre karar verecekler. Onlar
münâfık olduklarını göstermemek ve din-i İslâm’ı bozmak için, bu emri almışlar. Herbiri bu icraatı
yapıyorlar. Sahte İsa’nın yaptığı gibi.

Bu sahte isalar da artistlerin isasıdır. Bunların da aslı belli değil, nesli belli değil. Bunlar aslını neyle
ispat ederler? Hakikat budur, bunlar sahtelerden ibarettir. Sayıları çoktur, itibarı yoktur. İsa
Aleyhisselâm’ın gelmesine daha otuz beş sene var.

Bu adamın yalanlarını, sahteliğini Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle çürüttük.

Allah-u Teâlâ kâfirlerin sapıklık, müminlerin de doğru yolu bulmalarının sebeplerini açıklamak üzere
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“İşte böyle, inkâra sapanlar bâtıla uydular, iman edenler ise Rabb’lerinden gelen Hakk’a
uydular.” (Muhammed: 3)

Hakk’a uymak, Hakk ehline uymakla mümkün olur. Çünkü onlar hakkı gerçekleştirmekte ve ona yol
göstermekte peygamberlerin vârisleridirler.

Hakk ehline uyan hakikati bulmuş ve hidayete ermiştir, bâtıl ehline uyan da sapıtmıştır.

“Allah insanlara misallerini işte böyle anlatır.” (Muhammed: 3)

Allah-u Teâlâ her iki zümrenin durumunu bir berzah olarak apaçık beyan ediyor ki, insanlar ibret ve
öğüt alsınlar.


Allah-u Teâlâ’nın semâya çektiği, Deccal’in fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada
yeryüzüne göndereceği bir peygamber olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm hakkında, Kur’an-ı kerim’de,
Hadis-i şerif’lerde pek çok beyan vardır.

Gerçek gelecek olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm, kıyametin en büyük ve en bariz alâmetlerinden
birisidir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“Şüphesiz ki o, kıyametin kopacağını gösteren bir bilgidir.” (Zuhruf: 61)

Onun yeryüzüne inişi ile kıyametin kopmasının yakın olduğu bilinir.

İsa Aleyhisselâm ölmemiş, semâya çekilmiştir. Cesedi ile birlikte semâda yaşamaktadır. Deccal’in
fitnesi ile müslümanların iyice bunaldığı bir sırada yeryüzüne inecektir ve icraatlarını
gerçekleştirecektir. Bu husus tevâtür derecesine ulaşmış; Kitap, Sünnet ve İcmâ ile sabit olmuştur.

İsrailoğulları Romalılar’ın esareti altında zillet içinde yaşıyorlardı. İsa Aleyhisselâm elinden o kadar
parlak mucizeleri gördükleri halde, dâvetine icabet etmediler. Çünkü kurtarıcı bir Mesih bekliyorlardı.

Bu Mesih’in çok mücadeleci bir kişi olacağına ve diğer milletlerin esaretinden kurtararak yahudileri
dünyaya hakim kılacağına inanıyorlardı. İsa Aleyhisselâm’ı çok yumuşak ve merhametli gördükleri için,
onun Mesih olduğuna inanmadıkları gibi, dâvetine kulak vermekten insanları alıkoymaya çalıştılar.
Fakat başvurdukları her teşebbüs neticesiz kaldı. İman etmek şöyle dursun, Yahya Aleyhisselâm gibi
İsa Aleyhisselâm’ı da öldürmeye karar verdiler.

İçlerinden birini inanmış gibi göstererek Havarîler’in arasına soktular. Toplandıkları yeri ve zamanı
öğrenip baskın yapacaklardı.

Fakat Allah-u Teâlâ kendi kurdukları tuzağa kendilerini düşürdü, plânlarını boşa çıkardı.

Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:

“(Yahudiler gizlice) tuzak kurdular. Allah da onların tuzaklarına karşılık verdi. Allah tuzak
kuranlara karşılık vermekte en güçlü olandır.” (Âl-i imrân: 54)

Allah-u Teâlâ kulu ve Resul’ü İsa Aleyhisselâm’a vahiyle durumu haber verdi:

“O vakit Allah şöyle buyurdu: Ey İsa! Ben seni eceline yetireceğim ve seni nezdime
yükselteceğim, seni inkâr edenlerden tertemiz ayıracağım, sana tâbi olanları kıyamet gününe
kadar inkâr edenlerin üstünde tutacağım. Sonra da dönüşünüz bana olacak.

İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.

İnkâr edip kâfir olanları, dünyada da ahirette de şiddetli bir azaba çarptıracağım. Onların hiç
yardımcıları da olmayacak.” (Âl-i imrân: 55-56)

Allah-u Teâlâ İsa Aleyhisselâm’ı İdris Aleyhisselâm gibi göğe kaldırdı, onlara ruhsat vermedi. Casus
olarak gönderdikleri münâfığı İsa Aleyhisselâm zannederek yakaladılar ve astılar.

İsa Aleyhisselâm göğe yükselmeden önce bütün insanlara en büyük müjdeyi vererek şöyle söylemişti:
“Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş Tevrat’ı tasdik edip doğrulayan, benden
sonra gelecek ve ismi Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah’ın size gönderilmiş bir
peygamberiyim.” (Sâff: 6)

Yani;

“Ben, Allah tarafından size bunları bildirmek ve açıklamak için gönderilen bir peygamberim.”
diyor.

Görülüyor ki Allah-u Teâlâ Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin geleceğini bütün
peygamberlerine ismiyle ve cismiyle nasıl tanıtmış ve bildirmiştir.

Bu o kadar büyük bir vebaldir ki, hiçbir hıristiyanın ve hiçbir yahudinin bu vebalin altından kurtulması
mümkün değildir. Allah-u Teâlâ’nın ve ulül-azm bir peygamberin açık bir fermanı var. “Ben
bilmiyordum, duymadım.” gibi bir itiraz kabul edilmeyecektir.

Binaenaleyh onların İsa Aleyhisselâm’a yaptıkları iman hiçbir zaman makbul değildir.

Buraya kadarki yazımızda İsa Aleyhisselâm’ı tanıtmaya çalıştık.

İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir zamanda ineceğine dâir Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyorlar:

“Hayatım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki; çok sürmez Meryem oğlu İsa âdil bir
hakem olarak inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizye vergisini kaldıracak ve mal o kadar
çoğalacak ki, onu kabul eden kimse bulunmayacaktır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1018)

Ümmet-i Muhammed’in her asırdaki âlimlerinin ileri gelenleri, İsa Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın bir
zamanda ineceği hakkında icmâ etmişler, muhalefette bulunmamışlardır. Ancak bir takım filozoflar
inkâra kalkışmışlardır.

İsa Aleyhisselâm’ı çok sevmeli ve gelmesini de beklemeliyiz, ancak henüz daha gelmiş değil. Bu
yüzden bu çıkanların hepsi sahtedir, yalancıdır, soytarıdır.

Sahtelere ise bu vazifeyi kim veriyor? Şeytan veriyor.

Ve onlar şeytanın yardımcısı, askeridirler. Bunlar çıkacak fakat biz her zaman olduğu gibi bu mevzuda
da Hadis-i şerif’lerin nur ışığı üzerinde ümmet-i Muhammed’e gerçek İsa Aleyhisselâm’ın alâmetlerini
belirtiyor ve izah ediyoruz.

Şeytanın gönderdiği yalancı İsa’ların çıkacağını haber veren Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz şöyle buyuruyorlar:

“Hepsi de Allah’ın peygamberi olduğunu iddiâ eden otuza yakın yalancı deccaller türemedikçe
kıyamet kopmaz.” (Tirmizî: 2219)

Şimdi deccaliyet devrinin içindeyiz, en son deccale gelinceye kadar devam edecek.

“Şüphesiz ki kıyametin önünde yalancılar zuhur edecektir.” (Müslim)

İşte bu yalancılar bu zamanda mevcuttur. Onların her şeyi yalan ve dolandır.


Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde bu gibilerin durumunu şöyle açıklamaktadır:

“Onlar hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar
yalancılardır. Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allah’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytan
fırkasıdır.

İyi bilin ki, asıl kayba uğrayanlar şeytan taraftarı olanlardır.” (Mücâdele: 18-19)

Ey müslüman!

Şeytanın istila ettiği bu sahteler şeytan taraftarıdırlar. Onlara tâbi olan da onlarla beraberdir ve şeytan
fırkasındandır. Bu yalancılara kanmayın, onları iyi tanıyın.

Çünkü bunlar yalancıdır, sahtedir, soytarıdır.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:

“Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir.” (Münâvî)

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde onları bize şöyle tanıtıyor:

“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)

Allah-u Teâlâ’nın, meleklerin ve müminlerin lâneti üzerlerine olacak, rahmet-i ilâhîden


tardedileceklerdir.

Onları halk seçer. Seçtikleri halkı da cehenneme götürürler. Bütün iş ve icraatlarının hepsi ahkama
ters düşer. Para toplarlar. Nam, şöhret peşinde koşarlar. Bunların ahirette hiçbir nasipleri olmaz.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” (En’âm: 121)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadırlar:

“Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı, emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı, ilim
dinden başka gaye için tahsil edildiği, kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu
kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı, mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık
kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu, şerrinden
korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu, şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği, şaraplar
içildiği ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman; işte o zaman kızıl bir
rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin
birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizî)

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki gayretleri mideleri, şerefleri servetleri, kıbleleri
karıları, dinleri dirhemleri ve dinarları olacak. Onlar mahlûkatın en şerlileridir ve onların Allah
katında hiçbir nasipleri yoktur.” (Deylemi)

“Her milletin başına münâfıklar geçmedikçe kıyamet kopmaz.” (Mecmauz-Zevaid)

“Bir kimse hakkında ne kadar kahraman zâttır, ne kadar zarif kişidir, o ne kadar akıllı kimsedir,
diye övülür. Halbuki onun kalbinde hardal tanesi kadar iman yoktur.” (Müslim)

“İnsanların dünyaca en bahtiyarını âdi oğlu âdiler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz.” (Tirmizî)
“Hepsi de Allah’ın peygamberi olduğunu iddiâ eden otuza yakın yalancı deccaller türemedikçe
kıyamet kopmaz.” (Tirmizî)

“Şüphesiz ki kıyametin önünde yalancılar zuhur edecektir.” (Müslim)

Bu sahtekârların içyüzünü ortaya koyuyoruz, kimisi “Mehdiyim!” dedi, kimisi “İsayım!” dedi. Oysa
arzettiğimiz gibi onların gelmesine hayli zaman var.

Mühim Not:

Bu beyanlarımız birer hatırlatmadır. Yakında neşredilecek olan “Kıyamet ve Alâmetleri” isimli


kitapta bu konudaki hakikatler teferruatlı olarak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nur ışığı
altında açıklanacaktır.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

TALÂK SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-2


Tevekkül

Tevekkül makamına yükselen takvâ ehli, dünya maîşetlerini şu Âyet-i kerime’lerde ifade edilen gayb
hazinesinden temin ederler:

“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır.” (Talâk: 2)

Dünya ve ahirette her türlü üzüntüden çıkacak bir yol bahşeder. Düştüğü darlıktan ve âile yüzünden
çekmekte olduğu sıkıntılardan kurtulacağı bir çare gösterir.

“Ona hayaline gelmeyecek yerlerden rızık verir.” (Talâk: 3)

Boşayan da boşanan da Allah’tan korktuğu takdirde, Allah-u Teâlâ ona bir çare yaratır ve ummadığı
yerden nasibini verir.

“Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.” (Talâk: 3)

Sebeplere dayanma sınırlı, Allah’a güvenme ise sınırsızdır. Kuvvet ve emniyet sebeplere dayanmakla
değil, ancak ve ancak Allah-u Teâlâ’ya güvenmekledir. Şu kadar var ki sebeplere sarılmak tevekküle
mâni değildir, çünkü bu husus emr-i ilâhidir.

Bu durumda neticeye kolayca varılır, işler kolayca hâl imkânı bulur ve kişi kolaylıklar içinde ömrünü
huzurlu olarak devam ettirir.
Tevekkül edenin muradı, Allah-u Teâlâ’nın irade ve rızâsına teslim olmaktan ibaret olursa, Allah-u
Teâlâ onun mükâfâtını büyütür.

“Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir.” (Talâk: 3)

Hiçbir güç ve kuvvet Allah-u Teâlâ’nın emrini yerine getirmesine mâni olamaz. Hükmünü istediği gibi
yürütür.

“Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir.” (Talâk: 3)

Ondan önce de meydana gelmez, sonraya da kalmaz. Hiçbir şey tesadüf ve başıboş değildir.

Hamile Kadınların İddeti:

Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi gerçekleşse,
doğumla sona erer.

Nitekim Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Hamile olanların bekleme süresi ise yüklerini bırakmalarına (doğum yapmalarına) kadardır.”
(Talâk: 4)

Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.

Kocası öldükten on beş gün sonra doğum yapan Sübey’a el-Eslemiyye -radiyallahu anhâ-ya,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bekleme süresinin tamamlandığını bildirmiştir.
(Buhârî-Müslim)

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de:

“Kocası yatakta, henüz defnedilmemiş iken doğum yapsa da bir kadının evlenmesi helâldir.”
demiştir. (Muvatta. Talâk, 84)

Âdetten Kesilenlerle
Hiç Âdet Görmeyenlerin İddeti:

Allah-u Teâlâ küçüklük ve yaşlılığından dolayı hayız görmeyen boşanmış kadının hükmünü açıklamak
üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdetini görmemiş bulunanlar (ın
iddet)inde eğer tereddüt ederseniz, onların iddeti üç aydır.” (Talâk: 4)

“Âdetten kesilenler” ve “Hiç âdet görmemiş olanlar” üç ay bir müddetle bekleyince, kendilerini boşamış
olan kocaları ile irtibatlarını tamamen kesmiş olurlar ve başkaları ile evlenebilirler. “Âdet görenler”in
iddetleri ise tam üç hayız görmekle sona ermiş olur.

Kocası ölen hamile kadınların iddetleri ise, kocanın ölümünden bir saat sonra dahi gerçekleşse,
doğumla sona erer.

“Hamile kadınların bekleme süresi ise yüklerini bırakmalarına (doğum yapmalarına) kadardır.”
(Talâk: 4)
Bunlar ister boşanmış, ister kocası ölmüş kadınlar olsun durum aynıdır.

“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun her işinde bir kolaylık verir.” (Talâk: 4)

Takvâ sebebiyle ona işini kolaylaştırır, düğümlerini tek tek çözer, hiçbir işinde zorluk bırakmaz, hayırlı
ve yararlı işler yapmada muvaffak kılar, isyanlardan ve kötülüklerden korur.

İşinde kolaylık her insanın arzu ettiği bir şeydir. Bu ise Allah-u Teâlâ’nın bir kuluna büyük bir ihsanıdır.
Bu gibi kimseler kolayca neticeye varırlar, tam bir kolaylık içinde hayatlarını sürdürürler.

“İşte bu, Allah’ın size indirdiği emridir.” (Talâk: 5)

Allah-u Teâlâ bu ilâhî hükümleri, insanların uymaları ve amel etmeleri için indirmiştir. Verilen bu emir
âlemlerin Rabb’ine âit olduğu için çok ciddidir ve dikkate şayandır.

“Kim Allah’tan korkarsa, Allah onun kusurlarını örter ve mükâfâtını büyütür.” (Talâk: 5)

Takvâsı sebebiyle ondan râzı olduğu için günahlarını siler, yaptıkları iyiliklerin karşılığını da kat kat
artırarak verir.

Bu umumi bir hüküm ve vaaddir.

Boşanan ve İddet Bekleyen


Kadının Nafakası:

“Ric’î” ve “Bâin” talâkla boşanıp da, iddet bekleyen kadının barınması ve nafakası kocaya aittir. Ayrıca
“Ric’î” ve “Bâin” talâkla da olsa boşanan hamile kadının da barınma ve nafakası kocaya âittir.

6. Âyet-i kerime’de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:

“Boşadığınız o kadınları (iddetleri müddetince) gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerin bir


bölümünde oturtun.” (Talâk: 6)

Burada emir buyurulan husus, kendi bulundukları meskenlere benzer meskenlerde oturtulmalarıdır.
Daha aşağı ve güçlerinin yetebildiğinden daha düşük bir yerde oturtulmamalıdırlar. Kadının kocasına
gücünün yetmeyeceği bir ev teklif etmeye de hakkı yoktur.

Bu emirler sağ kalanlaradır. Kocası vefat eden kadının iddetinde ikamet yeri ve nafaka talebinde
bulunmaya hakkı yoktur. Vârisler arasında bulunduğu için, terikeden hissesi ne ise onu alır.

“Onları sıkıştırıp evden çıkarmaya zorlamak için kendilerine zarar vermeye kalkışmayın.” (Talâk:
6)

Meskeninden çıkmak zorunda bırakmak ve nafakadan vazgeçirmeye mecbur edecek şekilde


sıkıştırmak, onu dara koymak demektir.

“Eğer onlar hamile iseler, çocuklarını doğuruncaya kadar nafakalarını verin.” (Talâk: 6)

Hamile kadınların doğum yapmaları ister yakın ister uzak olsun, çocuklarını doğuruncaya ve başkaları
ile evlenmeleri helâl oluncaya kadar nafakaları kocalarına aittir.

“Sonra doğan çocuğu sizin faidenize emzirirlerse, emzirme ücretlerini verin.” (Talâk: 6)
Çocuk dünyaya gelince ona baktırmak vazifesi esas itibariyle babaya aittir. Emzirecek süt anayı baba
tutar, masraflarını baba verir. Ananın da çocuğu kendi kucağında bulundurup ona fiilen bakma hakkı
vardır.

Çocuğun hakkı da ilk önce ana sütünü emmektir. Onun için boşanmış olan ana, çocuğa bakma
hakkını kullanıp da babanın hesabına olarak ücretle o çocuğu emzirecek olursa, babanın o çocuğu
ondan almayıp süt emzirme ve bakım ücretini vermesi gerekir. Yok eğer babası hesabına değil de ana
kendi hesabına emzirecek olursa, o zaman babanın çocuğun anasına ücret vermesi gerekmez. Yalnız
baba emzirme ücretinin dışında giyim ve diğer masrafları verir ve bütün bunların kendi aralarında
kararlaştırılması gerekir.

Onun için buyuruluyor ki:

“Aranızda bu hususta güzelce müşavere (istişare) edin.” (Talâk: 6)

Gereken ücreti ve çocuğun nafakasını kararlaştırın, boşanıp ayrıldık diye birbirinize zorluk çıkarmayın.

“Anlaşmakta güçlük çekerseniz, bu takdirde çocuğu baba hesabına bir başka kadın
emzirecektir.” (Talâk: 6)

Baba diğer bir süt anası bulup emzirtecek ve ona gereken ücreti vermeye mecbur olacaktır. Bu
takdirde ise, ana çocuğuna analık etmemiş, Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği sütü yavrusundan
esirgemiş olacaktır.

İddet bekleyen kadına verilecek nafaka kocanın gücüne göre ayarlanır. Koca eğer zengin ise
zenginliğine uygun bir nafaka, fakir ise gücünün yetebileceği bir nafaka vermelidir.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Hali vakti geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı dar olan fakir de, nafakayı Allah’ın
kendisine verdiğinden versin. Allah bir kimseyi ancak ona verdiği şeyle mükellef tutar.” (Talâk:
7)

Her hususta böyle olduğu gibi infak teklifleri de böyledir. Zengin zenginliğine göre, fakir de fakirliğine
göre sorumlu olur.

“Allah bir güçlükten sonra ergeç bir kolaylık ihsan edecektir.” (Talâk: 7)

Binaenaleyh fakirler ve fakir âileleri bulabildiklerinle kanaat ederek sabretmeli, ilerisi için Allah-u
Teâlâ’dan ümidini kesmemelidir.

Kocaların boşanan kadınlara güçleri yettiği ölçüde, ayrılığın verdiği yalnızlık yarasını sarmaları için mal
vermeleri gerekir. Bu, Allah-u Teâlâ’nın emrine uyan müminlerin üzerine bir borçtur.

Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Boşanan kadınların da meşru bir şekilde faydalanmaları haklarıdır. Bunun yerine getirilmesi,
Allah’tan korkanlara bir vazifedir.” (Bakara: 241)

Bu mal gerdeğe girmiş olanlar için iddet nafakası, girmemiş olanlar için de bağıştır. Bunun geleneklere
uygun olanı da kocanın gücüne göre, kadının durumuna uygun olmasıdır.
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm


Hâşim

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ikinci kuşaktan dedesi Hâşim; Abd-i Menaf’ın
oğulları içinde en şöhretlisi, en zengini ve kavminin ulusu idi. Cömertliği ile de tanınmıştı. Bollukta ve
darlıkta, her zaman sofrası açık ve kurulu durur, hiç kaldırılmazdı.

Hacc mevsiminde hacıları misafir etmeye halkı dâvet eden dedesi Kusayy gibi, o da Kâbe’yi ziyarete
gelenleri Allah’ın misafirleri bilir ve halkı onlara ikramda bulunmaya teşvik ederdi.

Onun zamanında Mekke’de ticari hayat son derece canlanmıştı. Kışın Yemen’e yazın Suriye’ye olmak
üzere büyük ticaret kervanlarını o başlatmıştı. Mekke’liler onu sever ve sayarlardı. O ise Mekke
halkının refahı için elinden geleni yapardı.

Suriye’ye yaptığı seferlerden birinde Medine’de bulunduğu bir sırada, Neccar oğulları’na mensup
Selmâ adında bir kadınla evlendi. Sonra seferlerine devam ederek Suriye’ye gidip geldi. Bunlardan
birinden dönerken Gazze’de hastalanarak öldü, yerine kardeşi Muttalip geçti. Hâşim öldüğü sırada
karısı hâmile idi, bir erkek çocuk dünyaya getirdi, adını Şeybe koydular.

Şeybe sekiz yaşına kadar annesiyle beraber Medine’de kaldı. Daha sonra amcası Muttalip, yeğenini
alıp Mekke’ye götürdü. Şehre girerken terkisindeki çocuğu görenler, kölesi zannettiler ve ona
Muttalip’in kölesi mânâsında “Abdülmuttalip” dediler. O günden sonra Şeybe’nin adı Abdülmuttalip
olarak kaldı.

Abdülmuttalib’i amcası yetiştirdi ve ölümüne yakın bir zamanda: “Babanın yerine sen lâyıksın!” diyerek
kabile reisliği görevini ona devretti.

Abdülmuttalip:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dedesi olan Abdülmuttalip; yüksek karakterli, iyi
kalpli, inançlı, adaletli, halk tarafından sevilen ve hürmet edilen bir başkandı. Kötülük yapanları
kamçısı ile korkutur, zulme ve haksızlığa meydan vermezdi. Verdiği sözü yerine getirir, misafirleri
ağırlardı. Kureyşliler ona: “İkinci İbrahim” derlerdi. Aç ve yoksul insanları doyurmaya çalışmakla
kalmaz, aç ve susuz kalan hayvanları bile düşünürdü.

Ömrünün sonuna doğru puta tapmayı içki içmeyi terketmiş, Kâbe’nin çıplak olarak tavaf edilmesini
yasaklamıştır. Allah’ın ve ahiretin varlığına inanmış, zaman zaman Hirâ mağarasına çekilerek ibadetle
meşgul olmuştur. Haram aylara riâyet eder, Kâbe’yi çok çok tavaf ederdi.
Hacıların suyunu temin etmek, Zemzem suyuna bakmak vazifesi olan “Sikaye” ile, onları misafir etmek
vazifesi olan “Rifâde”ye o bakıyordu. Bilhassa Sikaye işi çok güçtü. Çünkü Zemzem kuyusu
kurumuştu. Cürhümlüler düşman saldırısından canlarını kurtarmak için Mekke’yi terketmek zorunda
kalmışlar, kaçarken de Kâbe’nin hazinesinden birçok eşyayı Zemzem kuyusuna atmışlar, üzerine taş
toprak doldurup yerini kaybetmişlerdi. Kuyu asırlarca böyle kaldı.

Abdülmuttalib’e rüyâsında Zemzem’in yeri gösterildi ve onun bu kuyuyu tekrar açması istendi. Oğlu
Hâris’le beraber rüyâda gösterilen yeri kazdıklarında Zemzem tekrar fışkırmaya başladı. Kuyudan
kılıçlar, zırhlar ve altından iki geyik heykeli çıktı.

Kâbe’ye birkaç adım mesafedeki bu kuyuyu Abdülmuttalip kendi mülkiyetine geçirmek isteyince,
Kureyşliler etrafını sardılar: “Bu bizim atamız İsmail’in çeşmesidir, bunda bizim de hakkımız var.”
dediler. Çok şiddetli münakaşalara rağmen kuyuyu mülkiyetine geçirdi. Böylece hacılara su içirme
vazifesine, Zemzem suyunu ikram etme işi de dahil oldu.

Kureyşliler’in baskıları karşısında kendisini savunmakta güçlük çeken Abdülmuttalip, on oğlu olduğu
takdirde birisini Kâbe’nin yanında kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Allah-u Teâlâ onun bu
duâsını kabul etti ve ona on erkek çocuk bahşetti.

Zamanla çocuklar büyüdüler. Gördüğü bir rüyâ üzerine adağını yerine getirmek istedi. Hangi oğlunu
kurban etmesi gerektiğini öğrenmek için çektiği kura Abdullah’a çıktı. Abdülmuttalip, oğlu Abdullah’ı
kurban etmeye kalkışınca kendi kızları ve Kureyş’in ileri gelenleri bu işe şiddetle karşı çıkmışlar, böyle
bir şey yaptığı takdirde bunun kendisinden sonra kötü bir âdet haline gelebileceğini hatırlatmışlar,
ayrıca adak borcundan kurtulmak için Abdullah’ın yerine deve kurban etmenin daha uygun olacağını
söylemişlerdir. Bunun üzerine Abdülmuttalip Abdullah’ın yerine yine kura usulüyle belirlenen yüz
deveyi kurban etti. Bu sebepledir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz İsmail
Aleyhisselâm ile babası Abdullah’ı kasdederek:

“Ben iki kurbanlığın oğluyum.” buyurmuşlardır. (Hâkim)

Abdülmuttalip seksen iki yaşında öldü, Hacûn kabristanında büyük dedesi Kusayy’ın yanına defnedildi.

Hâşim’in nesli yalnız onunla devam ettiği için, vefatı ile Hâşimoğulları’nın nüfuzu azalmış oldu. Bu
sebeple Ümeyye oğulları’ndan Harb bin Ümeyye, Abdülmuttalib’in yerine geçti. Sadece Sikaye vazifesi
Abdülmuttalib’in oğlu Abbas’a kaldı.

Abdullah:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in babası Abdullah, gerek kendi kardeşleri, gerekse
akranları arasında çok beğenilen bir genç idi. Yüzünde diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve
parlaklık vardı. Annesi Fâtıma bin Amr’dır.

Esed oğulları’ndan Varaka bin Nevfel’in kızkardeşi Kuteyle zengin bir kadındı. Abdullah’ın yüzündeki
nuru görünce çırpınır gibi oldu ve: “Gel yanımda biraz kal, benimle konuş, kurban ettiğiniz yüz deveyi
ben sana hediye edeyim.” dedi. Fakat Abdullah: “Ben harama yaklaşmam!” diyerek reddetti.

Abdullah çeşitli kadınlardan aldığı evlenme tekliflerini hep geri çeviriyordu. Nihayet babası onu Âmine
ile evlendirdi. Kureyş geleneğine göre, Abdullah nikâhlısının evinde gerdeğe girdi ve orada üç gün
kalarak kendi evlerine yerleştiler.

Kureyş kızlarından onunla evlenemediklerine üzülenler oldu. Bu üzüntülerini şiirle dile getirmekten
kendilerini alamadılar.

Abdullah’ın alnında parlayan nûr Âmine’ye geçtikten sonra, bir gün, daha önce kendisine yüz deve
teklif eden kadına rastladı. Kadın hiç ses çıkarmıyordu. “Niçin o günkü gibi değilsin, yoksa sen de mi
haramdan korkar oldun?” deyince şöyle cevap verdi: “Hayır hayır, o gün senin alnında görülmemiş bir
nur vardı. Şimdi o nuru göremiyorum.”

Abdullah bu izdivaçtan birkaç ay sonra bir ticaret kafilesi ile Şam’a, Gazze’ye gitti. Dönüşte Medine’de
hastalandı, babasının dayıları olan Adiy bin Neccar oğulları’nın yanında bir ay kadar hasta yattıktan
sonra vefat etti. Kervan Mekke’ye gelince onun hastalık haberini getirdi.

Abdülmuttalip hemen oğlu Hâris’i Medine’ye gönderdi ise de, olan olmuştu. Hâris, kardeşinin acı ölüm
haberini Mekke’ye getirdi. Abdullah’ın bu vakitsiz ölümü âile efradını derin bir teessür içinde bıraktı.
Abdullah vefat ettiğinde yirmi beş yaşlarında idi.

Âmine:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in annesi Âmine, soy ve mevki bakımından Kureyş
kadınlarının en üstünü olup; babası Vehb bin Abd-i menâf, Zühre oğulları’nın reisi idi. Kızının tahsil ve
terbiyesine ihtimam göstermişti. Annesi Berre ise aynı kabilenin Abdüddar oğulları koluna mensuptu.
Abdullah’ın vefatından iki ay sonra Muhammed Aleyhisselâm’ı dünyaya getirdi. Peygamber -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Arabistan’da Hicaz bölgesinde Mekke şehrinin Hâşim oğulları
mahallesinde, pazartesi günü sabaha karşı doğdu.

Doğumu Hicret’ten elli üç yıl önce, Fil yılında, Milâdî 571 yılının 20 Nisan’ında, Rebiülevvel ayının 12.
gecesine rastlamaktadır.

Doğum gecesinde Abdurrahman bin Avf -radiyallahu anh-ın annesi Şifâ Hatun ebelik yapmış, Ümm-ü
Eymen de hizmet etmişti.

Doğumda hazır bulunanlardan Fâtıma, o gece evin nurla dolduğunu, yıldızların üzerlerine
dökülecekmiş gibi sarktıklarını gördüğünü söylemiştir.

Annesi doğum sancılarını hiç hissetmemiş, anadan sünnetli ve göbeği kesik olarak doğmuş, o gece
mecûsilerin bin yıldan beri yanmakta olan ateşgedeleri sönmüş, İran’da Sâve gölünün suları çekilmiş,
suyu kesilmiş olan Semâve vâdisini su basmış, Kisrâ’nın sarayından on dört şerefe yıkılmış... O gece
bazı olağanüstü hadiseler cereyan etmişti. Ayrıca Kâbe’deki büyük putların yüzüstü yere düştüğü
görülmüştü.

Abdülmuttalip torununun doğduğunu duyunca çok sevindi, hemen ayağa kalkıp yanındakilerle beraber
görmeye geldi ve kucağına alarak Kâbe’ye getirdi. Duâ edip şükranını arzettikten sonra annesine
gönderdi. Doğumun yedinci gününde ise develer, davarlar keserek Kureyşliler’e bir ziyafet verdi.

Kendisine çocuğun ismini sorduklarında “Muhammed” olduğunu söyledi. Bunu duyanlar hayret ettiler.
“Niçin atalarının isimlerinden birini takmadın?” dediklerinde:

“Gökte ve yerde methedilsin diye bu ismi koyduk.” dedi.

Âmine doğumdan sonra çocuğunu bir süre yanında tutmuş, ardından da süt anneye vermiştir. Dört
yaşlarında iken onu tekrar yanına almış ve iki yıl daha beraber kalmışlardır.

Âmine âilenin dayıları sayılan Neccar oğulları ve Abdullah’ın kabrini ziyaret etmek için, oğlunu ve
hizmetçisi Ümm-ü Eymen’i de yanına alarak Medine’ye gitti. Orada bir ay kaldılar. Dönerlerken Ebvâ
denilen yerde Âmine âniden hastalanarak vefat etti ve oraya defnedildi.

Âmine ölmeden önce şu sözleri söyledi:

“Her yaşayan ölür, her yeni eskir, her çok azalır, her büyük fenâ bulur. Ben de öleceğim, fakat
ebedî anılacağım. Çünkü arkamda hayırlı bir halef bırakıyorum.”
Ümm-ü Eymen çocuğu alarak Mekke’ye getirmiş ve dedesi Abdülmuttalib’e teslim etmiştir.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz altı yaşında olmasına rağmen, muhabbetle sevdiği
annesinin vefatında acısı çok büyük olmuştu. Daha sonraları seferleri esnasında Ebvâ’dan her
geçişinde annesinin kabrini ziyaret eder, onun rikkat ve şefkatini hatırlayarak gözyaşlarını tutamazdı.
Ümm-ü Eymen’i ise her görüşte:

“Benim, anamdan sonra anam sensin.” diyerek iltifat eder, şükran duygularını belirtirdi.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HÂTEM-İ VELİ HAKKINDA


RESULULLAH -SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM-
EFENDİMİZ’İN HADİS-İ ŞERİF’LERİ VE ONA VÂRİS
OLAN VEKİLLERİNİN İFŞAATLARI (50)

MOLLA ABDURRAHMAN CÂMÎ -kuddise sırruh-

Hayâtı ve Eserleri:

1414 (H.817)’de İran’ın Câm kasabasında dünyâya gelen Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh-
Hazretleri, Herat’ta yetişen âlim ve velîlerin önde gelenlerinden ve tasavvuf târihine damgasını vuran
yüksek şahsiyetlerden birisidir. Asıl ismi Abdurrahman Nizâmeddin bin Ahmed olup, lâkabı
“Nûreddin”dir.

Henüz beş yaşında iken, babasının refâkatinde Hâce Muhammed Pârisâ -kuddise sırruh-
Hazretleri’nin huzûruna götürülerek, bu zâtın himmet ve teveccühlerine mazhar olan Hazret; daha
sonraki yıllarda ilim öğrenmek maksadıyla Herat, Semerkand ve Horasan gibi şehirlere giderek,
zamânının en meşhur ve yüksek âlimlerinden icâzet aldı. Zâhirî ilimlerde yüksek bir seviyeye ulaşarak,
zamânının ileri gelen âlimleri arasında eşsiz ve müstesnâ bir mevkî kazandı.

Horasan’da bulunduğu sıralarda, bir gün bir vesile ile Şeyh Saîdüddin Kâşgarî -kuddise sırruh-
Hazretleri ile karşılaştı ve kendisinden çok etkilendi. Bu zâtın elinde riyâzet ve mücâhadeye girişen
Hazret, zaman zaman Hâce Ubeydullâh-ı Ahrâr -kuddise sırruh- ve Muhammed Esed -kuddise sırruh-
Hazretleri ile görüştü ve bu zâtlardan da büyük ölçüde istifâde etti.

1472’de Hicaz’a giden ve hayâtı boyunca çeşitli beldelere hicret ederek irşad halkasını genişleten
Hazret, 1492 (H.898) yılında bir Cumâ günü, arkasında çok sayıdaki talebe ve sevenlerini bırakarak
vefât etti. Kabri Afganistan’ın Herat mevkiinde olup, halk tarafından hâlen ziyâret edilmektedir.
Aklî ve naklî ilimler hakkında gerek nazım, gerekse nesir tarzında çok sayıda kitaplar yazan Molla
Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri, Tasavvuf sahasında da son derece kıymetli ve mühim eserler te’lif
etmiş; bunların büyük bir kısmı vefâtından sonra neşredilmiştir. “Nefahâtü’l-Üns min Hazerâti’l-
Kuds”, “Bahâristân” ve “Külliyât” bunların en önemlilerindendir.

Ayrıca Hazret, Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Fusûsu’l-Hikem”i üzerine


“Kitâbu Şerh-i Fusûsu’l-Hikem” ve “en-Nusûsu’n-Ni’em fî Şerh-i Fusûsu’l-Hikem” adıyla,
birbirinden farklı iki şerh yazdığı gibi; “Fusûs”un bir muhtasarı olan “Nakdü’n-Nusûs” kitabına da
“Nakdü’n-Nusûs fî Hall-i Kelimâti’l-Fusûs” adıyla ayrı bir şerh yazmıştır.

“Hâtemü’l-Velâye” Hakkındaki
Beyan ve İfşaatları

Tasavvuf’la ilgili hemen her mevzuda eserler yazmış olan Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh-
Hazretleri, “Hâtemü’l-velâye” ile ilgili meselelere ancak Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -
kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Fusûsu’l-Hikem”ine yazdığı; “Kitâbu Şerh-i Fusûsu’l-Hikem” ve
“Kitâbu’n-Nusûsu’n-Ni’em fî Şerh-i Fusûsu’l-Hikem” isimli eserlerinde yer vermiştir.

Şimdi Hazret’in, bugüne kadar hiç Türkçe’ye çevrilmemiş olan bu iki eserinde yeralan beyan ve
ifşaatları üzerinde duralım:

Hâtemü’l-Velâye Mişkâtından
Ruhlara Yapılan İstimdâd:

Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şerh-i Fusûsu’l-Hikem” adlı eserinde
Hâtemü’l-evliyâ’nın kandilinin, bütün peygamberlere ve velîlere istimdâd eden Hâtemü’l-enbiyâ’nın
kandilinden başka bir şey olmadığını beyân ederek şöyle buyurmuştur:

“Bil ki, hakikat-ı Muhammediyye nübüvvet ve velâyet’le ilgili hakikatlerin hepsini içine alır.
Nübüvvetle ilgili hakikatlerin tümü birden onun zâhiri, velâyet’le ilgili hakikatlerin ise hepsi
birden onun bâtınıdır. Peygamberler nebîlerden olmaları bakımından onun zâhirî nübüvvet
kandilinden istimdâd ettikleri gibi; velilerden olmaları cihetiyle de bâtınî nübüvvet kandilinden
istimdâd ederler. O’na (Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e) tâbî olan velîlerin, onun
velâyetinden istimdadları da yine böyledir. Dolayısıyla velîlerin ve peygamberlerin hepsi;
peygamberler zâhir nübüvvetiyle, velîler de bâtın velâyetiyle onun hakikatına mazhardırlar.

Hâtemü’l-evliyâ ise, onun bâtın velâyet’i ile ilgili hakikatlerin tümüne birden mazhardır. Şu
hâlde Hâtemü’l-evliyâ’nın kandilinden istimdâd, hakikatıyle yine Hâtemü’l-enbiyâ’nın
kandilinden istimdâddır.” (Şerhü’l-Fusûs li’l-Câmî; Ayasofya: B-4208, 351b yaprağı)

Hâtemü’l-Enbiyâ ile Hâtemü’l-Evliyâ’yı


ynı Noktada Birleştiren Makam:

Molla Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri Hâtemü’l-evliyâ’nın, Hâtemü’l-enbiyâ’nın şeriatına tâbî olarak
kavuştuğu bu velâyetle diğer nebi ve resullere de istimdâd ettiğine dikkati çekmiş; Hâtemü’l-enbiyâ’nın
bâtın velâyetini elinde bulundurması nedeniyle, onun Hâtemü’r-rüsul’den, yalnız risâleti yönünden
geride kaldığını haber vermiştir:

“Hâtemü’l-evliyâ, unsurî neş’eti icâbı, ilâhî hükümde Hâtemü’r-rüsul’ün kendisine teşrî’den


getirdiği şeye tâbî olur. Unsurî terkibi gereğince ona, hakikatı gereği onunla arasındaki
metbuiyyetin muktezâsı bulunan bu tâbî oluşu ise, ona makâmı hususunda herhangi bir
noksanlık getirmez; resullerin bu ilmi Hâtemü’l-evliyâ mişkâtı dışında göremedikleri hakkında,
bizim tâkip ettiğimiz yola ters de düşmez. Şu hâle göre, hakikati itibâriyle resûlü’l-Hâtem’in
bâtın ciheti olması bakımından; unsurî neş’eti mûcibince, risâleti yönünden ona tâbî bir velî
olarak onun mertebesi, Hâtemü’r-rüsul’ünkinden sadece bir yönden geride olur.” (Şerhü’l-Fusûs
li’l-Câmî; Ayasofya: B-4208, 351a yaprağı)

Şeyhü’l-Ekber -kuddise sırruh-


Hazretleri’ni Tasdik:

Şeyhü’l-ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arâbî -kuddise sırruh- Hazretleri’nden yaklaşık iki asır sonra yaşamış
olan Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri; onun, peygamberlerin kendi velâyetlerini
alma husûsunda Hâtemü’l-evliyâ’ya tâbî olduğuna ve Hâtemü’l-evliyâ’nın bu cihette, şeriatına tâbî
olduğu Peygamber’le aynı makamda bulunduğuna işâret eden beyanlarını te’yid ve tasdik etmiş; onun
burada yalnız Allah’ı bilme mertebesindeki bir öne geçişi kastettiğini ifâde ederek şöyle buyurmuştur:

“Unsurî neş’eti mûcibince, nübüvveti yönünden ondan üstün olması nedeniyle, resûlü’l-
Hâtem’den onun mertebesine inzâl olunan (şey), onun hakkında herhangi bir noksanlık
meydana getirmez. Zirâ Hatmü’l-evliyâ ile Hatmü’l-enbiyâ arasındaki metbûiyyet, onu kâinattaki
hâdiseleri bilme husûsunda değil; ‘İlm-i billâh’, yani ‘Allah’ı bilme’ mertebesinde, velâyet’le ilgili
hakikatler husûsunda öne geçirmiştir.” (Şerhü’l-Fusûs, Ayasofya: B-4208; 351a-351b yaprağı)

Hâtemü’l-Velâye’nin
Batı Tarafından Zuhûru:

Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri “Kitâbu’n-Nusûsu’n-Ni’em fî Şerh-i Fusûsu’l-


Hikem” isimli eserinde ise, Şeyhü’l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Ankâ-i Muğrib” kitabındaki
beyanları doğrultusunda, Hâtemü’l-evliyâ’nın batı tarafından zuhur edecek bir kimse olduğunu haber
vermektedir:

“Hâtemü’l-velâye, Şeyh’in ‘Ankâ-i Muğrib fî Ma’rifeti Hatmü’l-evliyâ ve Şemsü’l-Mağrib’ adlı


kitabındaki bir açıklamasına göre; İsâ Aleyhisselâm’ın devri dışında zuhûr edecek bir tahsis
iledir. Zirâ Hâtemü’l-velâyeti’l-Muhammediyye batıdan bir kimsedir. Zikri geçen şahıs, diğer
peygamberlerin velâyetinden farklı olarak, Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-e mahsus
olan velâyet’le zuhur edecektir. Nitekim Ankâ’da ona da işâret edilmiştir. Şu hâle göre, onun
Hâtemü’l-velâye’liği herkes için geçerlidir.” (en-Nusûsu’n-Ni’em fî Şerh-i Fusûsu’l-Hikem; Âtıf ef.
no: 1442, 52b yaprağı.)

Bâzı zevât-ı kirâm her ne kadar İsâ Aleyhisselâm’dan sonra mutlak bir sûrette velî gelmeyeceğini ve
bu nedenle “Hâtemü’l-velâye”nin ona tahsis edildiğini ileri sürmüşlerse de, Molla Abdurrahman Câmî
-kuddise sırruh- Hazretleri burada ciddî bir ayırım noktası ortaya koymuş ve bu zât-ı muhteremin İsâ
Aleyhisselâm’ın nüzul edeceği devirden farklı bir devirde, Muhammed Aleyhisselâm’a has kılınan
velâyet’le, batı tarafından zuhur edeceğini haber vermiştir. Böylelikle o, daha önce “Ankâ-i Muğrib”
kitabında; Hâtemü’l-velî, Mehdi Resul ve İsâ Aleyhisselâm’ın zuhûru husûsunda üç farklı devirden
sözeden Şeyhü’l-ekber -kuddise sırruh- Hazretleri’nin beyanlarını tasdik edip, bilinmesi gereken
hakikati gözler önüne sermiştir.
Molla Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin Afganistan’ın Herat şehrinde bulunan kabri

Abdurrahman Câmî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin en meşhur eseri olan “Nefahâtü’l-Üns min Hazerâti’l-Kuds”ün ilk
yaprağı

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


MEKTUBAT
153. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

DUÂ VE NİYAZLAR

Mahlûkatı yaratan Allah’ın, lütuf ve ihsanlarda bulunan Rahman’ın, hataları bağışlayan Rahîm’in adı ile
başlar, O’nun yardımı ile konuşur ve mecâl bulurum. Allah’ın selâmı sonsuz saygılarımı takdimden
sonra derim ki, kerâmet vadisi sahillerinden müjde ordularının gelmesini geceli gündüzlü gözleyip
duruyorduk ki, sıra sıra inci dizili mektubunuz geldi. Âfiyet haberlerinizle dolu ve ihsan eserleriyle süslü
bu mektup, bizi son derece mesrûr etti. Huzur ve rahata erdirdi. Duâ ve selâmla sona eriyor, lütuf ve
ikram cevherleriyle sıralanıyordu. Benden beklenen, Yüce Mevlâ’yı ve şümûllü nimetlerini dilemektir.
Yüce Allah sizi ve bizi naim cennetleri derecesine, dikensiz kiraz ağaçlarına, uzayıp giden gölgelere,
daima akan serin sulara ve faydalı ihsanlara kavuştursun.

İyi vakitlerde bizi güzel duâlardan unutmayınız. Allah-u Teâlâ Resulullah’a, âline salât ve selâm
eylesin. Öyle bir salât olsun ki, bütün âfetlerden bizi korusun. Selâmette olunuz.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SÖZLER ve NOTLAR
Sözler ve Notlar

Takdim:

Muhterem okuyucu!

Hakikat dergimizin bu sayısından itibaren İnşaallah-u Teâlâ yeni bir yazı serisine başlıyoruz.

Mürşid-i Pâk-i Nihâd’ımızın “Kalblerin Anahtarı Sözler ve Notlar” külliyatında bulunmayan, ruha ve
kalbe hitap eden sohbetlerinde inci saçılan mübarek dillerinden dökülürken tutulan hikmet ve esrar
dolu hakikat cevherleri, Hakk ve hakikat âşıklarının istifadesine arzedilecektir.
Bu tâifenin neşesine ve neşvesine ererek yaşamaya muvaffak kılmasını Cenâb-ı Erhamerrâhimin
Hazretleri’nden niyaz eyleriz.

Onları sevenlere, onlara yaklaşanlara, sözlerine uyup izlerinden gidenlere, onların irşâdı ile Mevlâ’sına
kavuşanlara müjdeler olsun!

Nasihat Nedir?

“Nasihat ne demek?” diye sohbete başladı ve şu sözleri söyledi:

“Hâlin güzel olacak, kâlin güzel olacak, fiilin güzel olacak, giyinişin güzel olacak, bilhassa
istikametin güzel olacak. Hiçbir söz söylemesen bile, karşıdaki baktığı zaman ibret alacak,
yolunu düzeltecek.

Sonra helâl lokma ile hikmet husule gelir, hikmetle konuşur, karşıdakine tesir eder. Yapmadığın
bir işi söylemek yersiz, çünkü sen yapmıyorsun ki karşıdaki yapsın. Bir insan yaşayacak,
yaşadığını tebliğ edecek, Allah-u Teâlâ murad ederse ona hidayet lütfedecek, aşı tutacak. Aşı
tuttuğu zaman nasibini alır.

Sonra mülâyim, tatlı, güzel sözlerle söz söylemek. Ne söyleyecek? Ya Âyet-i kerime’den, Allah-
u Teâlâ şöyle buyuruyor; ya Hadis-i şerif’ten, Resulullah Aleyhisselâm böyle buyuruyor. Yahut
ki filân zât şöyle buyuruyor. Oradan konuşacak, kendinden konuşmayacak. Ki nasihat yerine
gelsin. O kelâmı işitsin, işitsin ki Cenâb-ı Hakk iman tohumunu kalbe ekerse yavaş yavaş kök
salar, neşv-ü nemâ bulur, imanlı bir ağaç olur. Bu sefer meyve de verirse, beşeriyet istifade
eder. Kuru sözle olmaz.” (23.12.2002)

Ayırım Noktası:

Bir sohbetlerinden:

“Nefis gıdayı şöhretten, varlıktan, namdan, bir de mefaatten alıyor. Hakikat ehlinin kaçtığı
herşeye hareket ehli taliptir.

İşte Sahibimiz’e bunun için çok şükretmeliyiz. Bu lütuf Hakk’tan geliyor, onlarda nefisten ve
şeytandan geliyor. Çünkü Hakk ehli böyle şeylere tenezzül etmez, kabul etmez, sevmez. Hakk
sevmiyor diye, onu Hakk destekliyor, halk hoşlanmaz. Fakat halk Hakk’a varmamıştır. Onun
varacağı şeytan ve nefistir, nefis ona hangi gıdayı verirse o gıdadan hoşlanır. Çünkü Hakk’tan
nasip almamış. Burası çok gizli, çok gizli. Hakk’ın desteklediği, nefsin desteklediği kişi burada
belli olur.” (17.11.2002)

Zikrullah:

Rüyâ:

– Bir kardeşle denizde bir kayığın içinde bulunuyoruz. Tanımadığımız bir kimseye yolun
güzelliklerinden, intisabın ve günlük dersin faziletinden bahsediyordum. O anda bir de baktım ki günlük
ders insana benzer bir şekil aldı, sanki kavanoz şeklindeydi. Kolunu denize doğru uzattı. Silodan ekin
boşalır gibi denize mücevherât boşaltmaya başladı. Tanımadığımız o adama: ‘Ne kadar boşalırsa
boşalsın içindeki mücevherler tükenmez. İsterseniz size de verelim.’ diyordum. Günlük ders kolunu o
adamın kucağına döndürdü, kucağı bir anda mücevherle doluverdi.
– Efendim size gizli mânâyı âşikâr yapıyorlar. Gerçekten öyledir de, biz öyle olduğuna hâlâ
intikal etmiyoruz.

Allah-u Teâlâ her ibadete bir ruh verir; canlıdır, kanlıdır, hareketlidir. Fakat insan onu görmüyor
ve bilmiyor. Bunlar ahirette insanın karşısına çıktığı zaman, gerçekten kişinin en güzel
arkadaşlarının, kendi yaptığı ibadetleri olduğunu anlamış olacak. Bu durum ahirette değil,
kabirde de böyledir. Güzel ameller kıyamete kadar en güzel surette insana yoldaştır.

Allah’ımız ihlâslı ibadet yaptırdığı kullarından etsin. (5.10.1985)

Zikrullah’a Devam:

Yeni müntesib yaşlı bir kardeşimize sözleri:

“Mümkün mertebe kardeşlerle hemhal olun, kardeşlerin peşini bırakmayın. Bugün varız yarın
yokuz. Hayat-ı ebediyeyi kazanmak için geldik. Rahmete merhamete çok muhtacız. Bir kenarda
oturup Hazret-i Allah’ın zikrine fikrine çok devam edin. Kalp zikrullah’dan hâli olunca şeytan
oraya iner ve vesvese verir. “Allah” diyelim ki kalbimizi şeytanın istilâsından kurtarmış olalım.

İkinci bir husus; kalp daima Hazret-i Allah’ı zikrederse, birgün gelir ona alışır ve ‘Allah Allah!’
diyen insan Allah’a göçer, imanla göçmüş olur. Rabb’imiz o lütfu bizlere bahşetsin, O’nunla
meşgul olalım ve O’nunla gidelim. Yusuf Aleyhisselam bir Peygamber olduğu halde:

‘Teveffenî müslimen ve elhıknî bis-sâlihîn = Allah’ım müslüman olarak ruhumu al ve beni


sâlihler zümresine ilhak et!’ (Yusuf: 101)

Diye niyaz etmişti. Ya bizim ne kadara sığınmamız lâzım?

O’nu bilelim inşaallah. O’nu bildikten sonra O bize yeter, istenileni de bahşeder. O’nu
bilmezsek, kendimizi öğrenmek ne mümkün?” (13.02.1976)

Dünya Hayatının Misali:

Bir sohbetlerinden:

“Şu dünyanın geçici tadları, geçici zevkleri bizi perişan ediyor efendim, perişan ediyor.

Dünya hayatı kuyunun üzerinde bulunan bir ağacın dalında yaşamaya benzer. Bu temsili acaip
karşılamayın, dünya hayatı hakikaten ağacın üzerinde yaşamaya benzer. Zira insan hiçbir
zaman kendisinden emin değildir. Her an düşerim endişesi vardır. Bu düşmemiz, hayat-ı
ebediyemize mâlolabilir.

Bir nefes verdiğimizde hangimizin almaya kuvveti var? Şu halde bir nefes ötesini göremiyor ve
bilemiyoruz. Nefes bittiği anda muhakkak düşeceğiz amma acaba nereye düşeceğiz? Efsel-i
sâfiline mi düşeceğiz, yoksa Hazret-i Allah bize rahmet ve merhamet edecek de, bizi lütfuna mı
nail ve dahil edecek? Biliyor muyuz bunu? Bilmiyoruz. Bilmediğimiz halde, biz nasıl olsa bu
dünyaya geldik, zevk bu zevk, dem bu dem, âlem bu âlem diyoruz. ‘Acaba benim gidişatım
hangi yol üzerinedir, yerim nereye hazırlanmış, âkıbetim ne olacak?’ diye hiçbir kontrol yok
bizde. Sanki herşeyi elde etmişiz. Nefis putuna istinad etmiş gidiyoruz. Bu boşluğumuz bize
çok zarar veriyor.

Bu halden kurtulmak için, herkes uyurken biz kalkacağız, Rabb’imize ibadet edeceğiz. Sonra
gözyaşları ile taatımıza istiğfar edeceğiz. Boynumuz bükük olacak, karnımız aç olacak. Çünkü
tokluk bizi her felakete sevkediyor, nefsi azdırıyor. Alışkanlık iradeyi emdiği için, nefsin kötü
alışkanlıklarına gem vuramıyoruz. O alışkanlığı hep yapmak isteriz. Böylece baka baka kişi
helâk olur, baka baka...

Boynumuz bükük, karnımız aç olmakla, nefsimize tad-ı hakikiden başka tad vermemekle,
aczimizi daha rahat anlayabiliriz. O zaman insan mahviyete doğru daha güzel iniş yapabilir.”
(1.02.1976)

İrşad İzni:

Bir ihvanına yazdığı mektuptan:

“İhlâs ve muhabbetinizden ötürü hakikati yaymak, etrafınızı tenvir etmek için ehliyet ve
kabiliyetiniz olduğuna emniyetim berkemâldir.

Hiç şüphe yok ki Cenâb-ı Hakk’ın lütuf rızâsını kazanmak ayrı ayrı yollardandır. Bir yol da ihlâs
ve muhabbetle hizmet, yani fakir-fukaraya, yolda kalmışlara hakikati bulamayanlara yardımdır.”
(25.02.1984)

Mânevî Gıda:

– Oğlum sıkıntı halleri için istihare yapmış. Rüyâsında görmüş ki teybin pili bitmek üzereymiş.
Üzerindeki kırmızı ışık yanıp yanıp sönüyormuş.

– Pil mânevî gıdadır. O bitince insan sönmeye mahkum olur. Cenâb-ı Hakk’a istiğfarla, ibadet ve
taatla pili doldurması lâzım. Büyük bir tehlikede olduğuna işaret ediliyor. Nefis ve şeytan istilâ
etmek üzere.

– İkinci bir rüyâsı daha vardı efendim.

– Tamam!.. Allah’ımız âkıbetimizi hayırlı etsin. (15.04.1984)

İntisabın Lüzumu:

– Efendim bir insan intisap etmese, elinden geldiği kadar ibadet taatla meşgul olsa...

– Bir kimse var Hacc’a niyet ediyor, fakat yürüyerek yola çıkıyor. Aç kalır susuz kalır, bir çok
meşakkatler çeker. Varıncaya kadar da ne olacağı belli olmaz.

Bir diğeri ise teyyare ile gidiyor. Aradaki fark bu kadar büyüktür. (15.04.1984)

Gerçek Alış-veriş:

Bir sohbetlerinden:

“Bir çok alış-verişler yaparız, para kazanırız, bu arada gerçek alış-verişi unuturuz. Halbuki o
kazandıklarımız belki de hiç sevmediklerimize kalacak.
Alış-veriş ona derler ki, Hazret-i Allah ile yapılır. Kârın en büyüğü de bu alış-veriştedir. Bırakın
kârını, Hâlik iken mahlûkunu alış-verişe kabul etmesi zaten en büyük saâdet. Ne çok zengin
Allah’ımız!

Küçük bir rütbesi olan nice kimseler vardır ki, etraflarındakileri küçük görürler. O ise kâinatı
yoktan var etti de, üstelik mahlûkunu alış-verişe dâvet ediyor. Böyle bir Allah varken sen tut da
gönlünü başka şeylere bağla! Cidden kendimize yazık etmiş oluyoruz.

‘O bizi çok güzel yarattı. Bize her şeyin en iyisini, en güzelini bahşetti. Biz de O’na, bizden
istediklerinin en iyisini yapalım!’ diyemiyoruz.

En kıymetli ömür, en değerli vakitler boşa geçiyor. Buranın bir ânı, oranın çok uzun zamanıdır.
Değil günlerin, anların dahi kıymetini bilip değerlendirmemiz lâzımdır. Kalp boş şeylerle meşgul
olursa, ebedi saâdet nasıl kazanılacak?

Allah’ımız bize bu hakikati duyursun. Gaflette kaldığımız zamanlar, böyle nice nice cevherler
toprak arasına karışıp gidiyor.” (25.07.1981)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NE İDİK, NE OLDUK!
Hulefa-i Raşidin

Hazret-i Ebu Bekir -Radiyallahu Anh-:

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefatı ile neticelenen hastalığı sırasında mihraba
yalnız onun geçirilmesini emretmiş, diğer taraftan da:

"Ebu Bekir'in kapısından başka, mescide açılan bütün kapıları kapatınız." buyurmuştur. (Buhârî)

Şeyh Es'ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretleri bu Hadis-i şerif'e:

“Ebu Bekir'in yolunu kıyamete kadar bâki kıl.” mânâsını vermiştir.

İmâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri buyururlar ki:

“Ashâb-ı kiram, kendileri arasında en üstün olarak Ebu Bekir -radiyallahu anh- üzerinde ittifak
etmişlerdir.

Ashâb-ı kiram üzerindeki bilgisi en kuvvetli olan İmâm-ı Şâfiî -rahmetullahi aleyh- der ki: ‘Fahr-i
Âlem -sallallahu aleyhi ve sellem- ahireti şereflendirdiği zaman Ashâb-ı kiram pek muzdar kaldı.
Semâ altında Ebu Bekir -radiyallahu anh-den daha üstün birisini bulamadılar. Onu halife yapıp
emrine girdiler.’
Bu söz onun Ashâb-ı kiram'ın en üstünü olduğunda icmâ-ı ümmet bulunduğunu
göstermektedir. İcmâ-ı ümmet ise senettir, şüphe edilmemesi gerekir.” (59. Mektup)

Cübeyr bin Mutim -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in yanına gelip dönen bir kadına tekrar gelmesini emredince kadın:

“Gelip de sizi bulamazsam ne yapayım?” diye sordu.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu ki:

"Beni bulamazsan Ebu Bekir'e müracaat et!" (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1485)

Bu Hadis-i şerif, kendisinden sonra Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in halife olacağını bildiren bir
mucizedir.

Resulullah Aleyhisselâm’ın vefatını müteakip müslümanlar Benî Sâide gölgeliğinde toplanarak, onun
yerine geçecek şahsın kim olabileceğini görüştüler.

Hayli tartışmadan ve ortaya atılan çeşitli görüşlerin müzakeresinden sonra, Resulullah Aleyhisselâm’ın
ilk halifesi olmaya en lâyık şahsın, hastalığı sırasında kendi yerine namaza vekil gösterdiği, dâvetini ilk
kabul eden, Hicret’te kendisine refakat etme payesine eren, vefatına kadar da yanından hiç
ayrılmayan Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in olacağında söz birliğine vardılar.

Kendisi hiç istemediği halde müslümanlar onu kendilerine halife seçtiler. Biat edildiği gün minbere
çıkarak şöyle buyurdu:

“Ey Müslümanlar! Sizin en hayırlınız olmadığım halde riyaset makamına geçirilmiş


bulunuyorum. Eğer vazifemi gereği gibi güzel yaparsam bana yardım ediniz. Yanılırsam beni
doğrultunuz. Doğruluk emanet, yalancılık hiyanettir. Zayıf olanınız hakkını alıncaya kadar benim
nazarımda kuvvetlidir. Kuvvetli olan da, hak sahibi kendisinden hakkını alıncaya kadar zayıftır.

Bir millet Allah yolunda cihadı bırakacak olursa, Allah o milleti belâya uğratır.

Ben Allah’a ve Peygamber’e itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Eğer Allah’a ve
Peygamber’ine isyan edersem siz de bana itaat etmekle mükellef değilsiniz.

Haydi şimdi namaza kalkınız. Allah-u Teâlâ’nın rahmetine nâil olasınız.”

Onun bu hutbesi, hilafeti süresince takip edeceği yolun bir nevi hülâsası idi.

İki sene dört ay bu makamda kaldı. İslâmiyete çok büyük hizmetleri dokundu. Muvaffakiyetinin en
büyüğü, müslümanlığı asıl şekliyle muhafaza etmekteki gayretidir. İslâmiyet’in hükümlerini onun kadar
iyi bilen ve benimseyen ikinci bir fert gösterilemez.

Her tarafta türeyen mürtedler, sahte peygamberler etrafında toplanarak müslümanlığı yıkmaya
teşebbüs ederken, bu sahtekârları ortadan kaldırmayı başardı. Bunca hadiseler karşısında hiç
metanetini kaybetmedi. Bütün tedbirleri aldı. Ashâb-ı kiram’ın ileri gelenleri ile ve en değerli
kumandanlarla istişareler yaptı. Çeşitli mıntıkalara ordular gönderdi. Ayaklanmaları kısa zamanda
bastırdı. Resulullah Aleyhisselâm’ın nurunu takip ettiği için muvaffak oldu ve İslâm birliği kısa zamanda
tekrar kuruldu.

Bu birliğin yıldırım hızıyla tesisinden sonra müslümanlar onun etrafında birleştiler. Müslümanlık bütün
Arap yarımadasına yayılmış, İran ve Bizans hududu dahiline girmişti. Müslümanlığın hariçle vuku
bulan bu teması, tarihin en büyük hadiselerinden birisidir.

Memleketi vilâyetler halinde idarî bölümlere ayırmış her vilâyete bir vâli tayin etmişti.
Bu hususta tecrübe görmüş Ashâb-ı kiram’la istişare yapıp, onların görüşlerinden istifade etmekle
beraber; mühim ve âni karar verilmesi gereken durumlarda derhal karar vermiş ve haiz olduğu devlet
başkanlığının bütün selâhiyetlerini dirayetle kullanmıştı.

İsabetli görüşlülüğü, muamelelerindeki dürüstlüğü, tecrübe ve güngörmüşlüğü, nefsine hakimiyeti ve


samimiyeti ile tanınmıştı. En büyük meziyeti azim ve merhametiydi.

Mütevazi fakat vakarlı bir insandı. Halim ve selim yaratılışlı, son derece yumuşak ve şefkatli idi. Fakat
vazife ve mesuliyet işlerinde zerre kadar müsamaha göstermediği gibi, din ve devlet işlerinde de en
küçük bir tereddüte ve müsamahaya göz yummazdı. Hiddeti, cesareti ve dirayeti hemen farkedilmezdi.

Halkın dertlerine ortak olur, yoksullara yardım ederdi.

Gönderdiği her askeri birliğe ve başlarına öğüt ve vasiyette bulunurdu. Allah-u Teâlâ’nın düsturuna
uymayı, birbirleriyle iyi geçinmeyi, cemaatle namazı ihmal etmemelerini ve tam vaktinde kılmalarını
tenbihlerdi.

Buyururdu ki:

“Kim nefsini düzeltir, itaatlı kılarsa, Allah da halkını düzeltip kendisine itaatlı kılar.”

Devrinde müslümanlığın binası o kadar sağlam temellere oturtulmuştu ki, kendisinden sonra halife
olan Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-e hemen büyümeye hazır bir devlet, düzen altına alınmış çok
güçlü bir topluluk bırakmıştı.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- çok zengin bir insan olmasına rağmen tüm malını, mülkünü İslâm
için harcamış vefatında ise geriye bir devesi ve bir kat elbisesi kalmıştır.

Onun bütün dehâ ve dirayeti, karar ve ısrarı yalnız ve yalnız Allah-u Teâlâ'nın biricik Habib-i Ekrem -
sallallahu aleyhi ve sellem-ine uyması ve o Nur'u takip etmesi sebebiyledir.

Hicretin 13. senesinde Cemaziyelâhir ayının 21. Salı gecesi 63 yaşlarında olduğu halde ebedî
saâdetler âlemine göç etmişlerdir.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz’i sevebilme lütfunu Allah-u Teâlâ'dan dilemek lâzımdır.
Bir mahlûkun kuvve-i beşeriyesi onun büyüklüğünü anlayamaz. Allah-u Teâlâ'nın müstesna
kullarındandır.

Allah'ım çok sevdirdiği için, biz onları anarken “Müslümanların ilâcı” diye vasıflandırırız. Anlaşılması
için mevzu arasında “Sıddık-ı Ekber” deriz. Fakat fakirin yanındaki ismi budur. Hep bu isimle anarız. O
her hastalığa bir ilâçtır. Her derde şifâdır. Bunu böyle kabul etmişizdir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Irak’ta Türkiye ile ABD’nin Çatışan Çıkarları


Süleymaniye’deki özel timimizin baskına uğrayıp, sorgulanıp, esir tutulması Türk-Amerikan ilişkilerinde
ikinci dönüm noktasıdır. İlk dönüm noktası tezkerenin meclisten geçmemesiydi. Soğuk savaş’la
başlayan bloklaşmada Türkiye komünist Rusya’ya karşı Amerika’nın yanında yer aldı. İki ülke arasında
doğal olarak karşılıklı menfaate dayanan bir müttefiklik olgusu gerçekleşti.

Ve fakat bu müttefiklik Türkiye’yi ABD’ye bağımlı hale getirdi. Her türlü stratejide Amerika’ya göre,
onun kollamasında, onun yanısıra yol izlendi. Siyasi, ekonomik, askeri olarak ABD’ye bağımlı hale
gelindi. Ancak Soğuk Savaş’ın bitmesiyle bir boşluk oluştu. Komünizm tehlikesi ortadan kalktı ve ABD
yeni hasım olarak müslümanları seçti. Son Irak işgaline kadar müttefiklik idare edildi. Fakat Türkiye’nin
ABD’ye kuzey cephesini açmaması, üslerin kullanımına izin vermemesi, ABD’nin uzun vadeli
Ortadoğu işgal planı için bir darbe oldu. ABD Büyükelçisi bunu “hayal kırıklığı” olarak niteledi. ABD
Ortadoğu işgal planında Türkiye’nin yanında olmadığını gördü.

Şimdi sıra İran’da. ABD bunun hazırlıklarını yapıyor. Kuzey Irak’ta ABD’nin müttefiki Barzani ve
Talabaniydi. En son olarak PKK-KADEK ile de İran konusunda anlaştı ABD. Bu anlaşmadan sonra
PKK bir çatışmada otuzun üzerinde İran askerini öldürdü. ABDİran işgali için PKK, Talabani ve
Barzani’yi kullanma niyetinde ve kullanıyor. Bunun karşılığında Kuzey Irak’ı adı geçen grupların
kontrolüne bırakıyor. PKK-KADEK’e yaşam hakkı veriyor. Yaşam hakkı vermekle kalmayıp her türlü
silah ve diplomatik desteği sağlıyor Amerika. Şu anda Kuzey Irak’ta Türkiye’ye hasmane niyetler içinde
olan tüm birimleri ABD destekliyor.

Öte yandan Kuzey Irak Türkiye için çok ehemmiyetli bir bölge. Olası bir Kürt devleti oluşumuna
müsaade etmeyeceğini Türkiye daha evvel belirtmişti. Türkiye’nin Kuzey Irak’ta askeri gücü de
bulunmaktadır. PKK-KADEK burada yerleşmiştir. Türk askeri birimlerinin bölgede bulunması gerek
Barzani, Talabani güçlerini ve PKK’yı rahatsız ediyor. Bununla kalmayıp Amerika’yı da rahatsız ediyor.
ABD işgal ettiği Irak topraklarında ikinci bir askeri güç istemiyor. Diğer taraftan Kuzey Irak’taki Türk
askeri birimlerinin gerektiği durumlarda bazı PKK’lıları infaz ettikleri gelen bilgiler arasında. Bu PKK ile
anlaşan ABD’nin de işine gelmiyor.

Süleymaniye baskınıyla ABD Türkiye’ye “Senin askerini istemiyorum” mesajını en kaba ve aşağılayıcı
şekilde verdi. Ülkemizi tahakküm altına alarak gözdağı verdi. Bu aynı zamanda ABD’nin milli
menfaatlerimize ters düşen isteklerine hayır diyen ordumuza bir gözdağı niteliğindeydi. Ayrıca Kürt
gruplara da “gerekirse Türkiye’yi ekarte ederiz” mesajı verildi. Ve ne yazık ki bu eyleme ciddi bir cevap
verilemedi.

Bazılarınca müttefik olarak kabul edilen Amerika böyle bir operasyonu nasıl yapar?Yaparsa ne
mânâya gelir?Buna müttefiklik denir mi?Bu soruların cevapları belli: Bu baskın hasmane bir tavırdır ve
ancak bir düşman yapar.

Şimdi gündemde Türkiye’nin Irak’a asker gönderme mevzuu var. İşgalden sonra hergün 1-2 ABD
askeri sinek gibi avlanıyor Irak’ta. Özellikle Orta ve Güney Irak’ta istikrarı sağlayamayan ABD hem
kendi askerlerinin daha fazla öldürülmesini engellemek, hem de işgale meşruiyet kazandırabilmek için
Türkiye ve diğer bazı ülkelerden asker talep ediyor. Türkiye’de de bazı kesimler bundan sevinç
duyuyorlar. Halbuki böyle bir oldu bitti hem zâlimle beraber olmak mânâsına gelir, hem de bu işgali
dolaylı da olsa kabul etmek demektir. Bundan önemlisi orada gidecek askerlerimizin can güvenliği de
tehlikede olacaktır.

Üstelik ABD Türk askerini Güney Irak için istiyor. Oraya asker isterken “en güvenli” addettikleri Kuzey
Irak’tan Türk askerinin çekilmesini istiyorlar. Onlar için en güvenli, bizim için ise en istikrarsız bölge
Kuzey Irak. Menfaatler çatışıyor. Açıkça Türkiye ve askerimiz kullanılmak isteniyor.

Amerika’nın Irak savaşı için kullandığı “kitle imha silahı” bahanesi de iyice çürüdü; en yetkili ağızlar
bile birşey bulamadıklarını itiraf ettiler. Bu fiyaskonun örtbas edilip, belli bir meşruiyet zeminine
oturması için de ABD Türkiye’den asker istiyor.
Türk askeri Irak’a hangi sıfatla ve ne için gidecek?Almanya, Fransa, Rusya, Çin ve daha pekçok
dünya ülkesini Irak’taki Amerikan-İngiliz varlığını “işgal” olarak nitelendiriyor. Peki Türkiye bu saldırıyı
nasıl tanımlıyor! Türkiye bu saldırıyı tanımlamadığı için de asker gönderme, ABD’ye cephe açma ve
bunun gibi konularda çıkmaza giriliyor.

ABD Irak’ı güya kitle imha silahlarını yok etmek, bu ülkeye demokrasiyi getirmek için işgal etti. Kitle
imha silahı yaygarasının bir balon olduğu ortaya çıktı. Zaten kitle imha silahlarına sahip her ülke işgal
edilecek olsa ilk olarak ABD işgal edilmelidir. Kanla da demokrasi gelmeyeceğine göre, ABD’nin orada
işi ne?Ve Türk askeri “Barış Gücü” adı altında orada kimin için bulunacak?Kime yardım edecek, kime
korumalık yapacak?Türkiye bugün Kuzey Irak’ta asker bulunduruyorsa ulusal çıkarları için; peki Güney
Irak’ta niçin bulunduracak?ABD çıkarları için.

Ne yazık ki Türkiye’nin belirli bir Irak politikası yok. Bu yokluk ve ABD’nin Ortadoğu’daki varlığını
tanımlayamama zafiyeti Türkiye’nin kararsızlığını artırıyor. Aslında bunun bir işgal süreci olduğunu ve
ABD’nin Irak’la yetinmeyeceğini herkes kabul ediyor amma resmi bir politika izlenemiyor.

Şimdi de “Irak’a asker gönderirseniz tezkereden sonra soğuyan ilişkilerimiz tekrar rayına girer”

“Bu Türkiye için ABD ile ilişkileri geliştirmede büyük bir fırsattır” diyorlar.

Bu şu demek: “Asker göndermezseniz ilişkilerimiz iyice gerilir, yeni Süleymaniye baskınları olabilir,
Kürt Devleti’nin yolunu iyice açarız, kısaca herşeyde köstek oluruz” diyorlar.

Evet ABDdünyanın süper gücüdür. Ancak Amerika süper güç diye her dediğini kabul etmek, her tavizi
vermek ülkemizi adı müttefiklik olan bir sömürge haline getirir.

Aslında Süleymaniye baskınının hemen ardından böyle bir asker talebinin gelmesi acaba herşey planlı
mı sorusunu insanın aklına getiriyor. Türkiye ABD’nin bu talebine olumlu cevap verirse, isteklerin,
tavizlerin ardı arkası kesilmeyecektir. Türkiye bu zulme ortak olmamalı ve Kuzey Irak’ı terketmemelidir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Savaşa Hazırlık!

Hangi Savaş?
(Şiddetli ve Dehşetli Günler):

Amerika’nın Süleymaniye’de Türk askerlerine düşman muamelesi yapması birçoklarının gözünü açtı.
Ancak gerek dünyayı gerekse bizi bekleyen tehlikeler konusunda yeterli bir uyarı olmasına rağmen bu
uyarıdan gerekli ders tam olarak çıkartılabilmiş değil.

Bugüne kadar önümüzde büyük savaşlar ve büyük tehlikeler olduğunu elimizden geldiğince
okuyucularımıza duyurmaya çalıştık. Bu ikazlarımızı sağlam bilgilere dayananak yaptığımız için bu
kadar emin ve rahat konuşabiliyorduk.
Gaybı bilen Hazret-i Allah, bu bilgilerden peygamberlerini ve veli kullarını haberdar etmiştir. Mesela
Hadis-i şerif’lerden öğrendiğimize göre bütün peygamberler ümmetini Deccal’in fitnesinden ve Yecüc
Mecüc’den haberdar etmişlerdi. Nitekim Resulullah Aleyhisselâm kıyamet alametlerini ve özellikle ahir
son zamandaki hadiseleri bir bir haber vermiştir. Bu Hadis-i şerif’lere dayanarak yakın zamanda
olacakları haber veren Allah dostları da vardır.

Gerekli tedbirlerin alınabilmesi ve tehlikenin boyutunun kavranabilmesi için Hazret-i Allah’ın haberdar
ettiği “Haberciler”den aldığımız bilgilerimizi sözü dolandırmadan sizinle paylaşmak istiyoruz:

- Amerika’nın Ortadoğu işgali İran, S. Arabistan ve hatta Mısır’ı da kapsayacak şekilde genişleyecek.
İran’da büyük zulümler olacak.

- 3. Dünya Savaşı çıkacak ve bu savaşta kitle imha silahları da kullanılacak.

- Bu hengamede büyüklü küçüklü birçok savaşlar olacak ve bütün dünya karışacak.

- Bu arada Deccal çıkacak ve yahudilerin başına geçecek.

- Nihayetinde Çin bütün dünyayı istila edecek. Çinlilerin istilası bütün bu savaşlardan daha dehşetli
olacak.

- Hazret-i Mehdi yaklaşık 30 sene sonra, Hazret-i İsa Aleyhisselâm ise yaklaşık 35 sene sonra zuhur
edecek. Ve İsa Aleyhisselâm’ın zuhuru yılları ile bütün bu hadiseler yaşanmış bitmiş ve bu
savaşlardaki insan kaybı milyarlarla ifade edilir olacak.

Hadis-i şerif’te: “Bir kimse bir adamın kabrinin yanından geçerken ‘Keşke onun yerinde yatan
ben olsaydım.’ deyinceye kadar kıyamet kopmaz.” (Buhari) buyurulmasının hikmeti bu şiddetli ve
dehşetli günler olsa gerek.

Hazırlık:

Gerek bu şiddet ve dehşet günlerinin yokluk zamanları için, gerekse büyük askeri tehlikelere karşı
alınabilecek tedbirler var. Bunlar bireysel ve ülkesel bazlı olmak üzere iki farklı boyutta düşünülmelidir.

Bu tedbirler düşünülürken en temel ihtiyaç alanları tesbit edilmeli ve buna göre bir plan dahilinde
hazırlıklar yürütülmelidir.

En temel ihtiyaç sahası ve birinci öncelikli tedbir sektörü gıda ve buna bağlı olarak tarımsal üretimdir.

İkinci sırada enerji (elektrik-petrol ürünleri) sektörü vardır.

Üçüncü sırada sağlık sektörü ve ilaç sanayiini sayabiliriz.

Ve bütün bu sektörlerle birebir bağlantılı olarak askeri saha ve savunma sanayii..

Gıda, Su,
Tarım, Tarımsal Sulama,
Hayvancılık:

Tarımsal üretim gıda sektörünün temel kaynağı ve bir ülke için en stratejik üretim sektörü olmasına
rağmen Türkiye’de maalesef yıllar yılı tarım sektörü üvey evlat muamelesi görmüştür. Bunda
Türkiye’nin önünü tıkayan, sağlıklı düşünmesini engellemeye matuf hemen her sahadaki klişe lafların
tarımsal versiyonlarının büyük katkısı olduğu gibi, yönetici elitin ülke gerçeklerinden kopuk olmasının
da etkisi olmuştur.

Tarım sektörüne üvey evlat muamelesi yapılmasına sebep olan klişelerin başında “Tarım sektöründeki
çalışan sayısının azlığı gelişmişlik düzeyinin en büyük göstergesidir.” şeklindeki varsayım gelmektedir.
Bu klişede bir miktar doğruluk payı olsa da gerçekleri tam yansıtmadığını söylememiz gerekmektedir.

Her şeyden önce Türkiye’nin tarımsal yapısı ile Avrupa’yı hele hele Amerika’yı kıyaslamak kesinlikle
çok büyük bir yanlıştır. Avrupa’lı istilacılar yeni dünyayı ve hatta Afrika’yı sömürgeleştirirken yer yer
kilometrelerce alana yayılmış çiftlikler kurdular. Dolayısı ile Amerika’lı bir çiftçi ile Türkiye çiftçisinin
kıyaslanması bakkal ile otomobile kadar herşeyi satan dönümlerce arazi üzerine kurulu hipermarketin
kıyaslanması gibi bir şeydir.

Bu farklılıktan dolayı üzülmeye hele hele utanmaya hiç gerek yoktur. Çünkü bu farklılık sıkıntı ve savaş
günleri için büyük bir avantajdır. Zira kırsal kesime yayılmış bir nüfus kitle imha silahlarının kullanıldığı
bir savaşta büyük bir avantaj olduğu gibi, dünyanın ekonomik çarkının durduğu, ticaret yollarının
kapandığı günler için de böyledir. Nitekim geçtiğimiz ekonomik krizlerde Türkiye’nin Arjantin benzeri
sosyal yıkımlar yaşamamasının bir sebebi aile yapımız olduğu kadar diğer bir sebebi büyük şehirde
yaşayan insanlarımızın bir şekilde kırsal kesimle bağlantılı olmasıdır.

Küresel tarım tekellerinin IMF marifetiyle dikte ettiği tarım politikaları irdelendiğinde görülecektir ki, bu
politikalar sonuç itibariyle çiftçiliği köreltmekte, sömürgeci, çok büyük arazilerde büyük sermaye ve
devlet desteği altında üretim yapan yabancı tarım sektörü ile hiçbir rekabet imkanı bulunmayan yerli
üreticilerin hayat hakkını elinden almaktadır.

Yapılması gereken -hiçbir komplekse kapılmadan- yerli üreticilerimizin önünü açmak, -tarım
sektöründeki istihdamın çoğalmasından endişe etmeden- tarıma gerekli desteği vermektir. Türkiye’nin
küçük üreticileri kendi imkanları ile araştırma geliştirme yapamamakta, ve hatta sulama imkanlarını
rehabilete edememektedir. Bu sahalardaki devlet desteğinin yanında tarımsal girdilerin
ucuzlatılmasından ürün alım garantilerine kadar her türlü destek tarımsal sektörden esirgenmemelidir.

Türkiye’deki tarım sektörü de çok büyük farklılıklar arzetmektedir. Ege, Çukurova, Antalya gibi yılda bir
defadan fazla ürün almaya elverişli bölgelerimizdeki çiftçilerimizin imkanlarıyla karasal iklimin hakim
olduğu yerlerdeki çiftçilerimizin imkanları farklı olduğu gibi büyük arazilerde üretim yapılan yörelerimiz
olduğu gibi çok küçük arazilerde üretim yapmak zorunda olan yörelerimiz de vardır. Bütün bu
farklılıklar tarımsal politikaların tayininde göz önünde bulundurulmalıdır.

Gerek tarımsal sulama ve gerekse içme suyu konusunda yakın zamanda beklenen kurak yıllar için
şimdiden tedbirler alınmalı, İsrail’in çöl ortamı için geliştirdiği tekniklerden (damla sulama gibi)
faydalanılmalıdır.

Hayvancılık sektörü de tarıma bağlı olarak aynı sorunları yaşamakta, kaçak et ithali ek bir sorun olarak
bu sektörümüzü yok olma noktasına getirmektedir.

İkinci dünya savaşının gıda tedarikçisi, 1980’lere kadar kendi kendine yeten dünyanın yedi ülkesinden
birisi olan Türkiye gıda ithalatına milyarlarca dolar para harcar duruma gelmiştir.

Biran evvel gerekli tedbirler alınmalı, tarım ve hayvancılık tekrar canlandırılmalı, ayrıca zaruri gıdalar
için stoklama yöntemleri geliştirilmelidir.

Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“İsa -aleyhisselam- ve ashâbı Tûr dağında mahsur kalacaklar. Öyle ki muhasaranın şiddetinden
o gün bir öküz başı, onlardan her biri için bugünkü paranızla yüz dinardan daha hayırlı olacak.”
(Müslim)
Enerji:

Enerji konusunda aklı başında hiçbir ülkenin düşmediği hatalara ve ihanetlere uğrayan Türkiye bu
sahada neredeyse tamamen dışarıya bağımlı hale gelmiştir. Bu sebeple Türkiye şu günlerde ucuz ve
yerli enerji teminine odaklanmış bulunmaktadır. Ancak bu çalışmalar ihtiyaçlarımızı tek boyutlu ele
aldığı için eksiktir. Harp zamanları düşünülerek gerekli tedbirler alınmamaktadır. Zira bütünüyle
entegre bir elektrik sistemi güdümlü füzelerin kullanıldığı günümüz savaşlarında bir dezavantajdır.

Sanayi kuruluşlarımıza kendi imkanları ile elektrik üretme imkanı verilmeli, hatta yöresel ve bireysel
elektrik üretim projeleri teşvik edilmelidir. Her akarsudan, rüzgar enerjisinden elden geldiği kadar
faydalanma yolları aranmalı, ülke şebekesinden bağımsız türbinler kurulmasına imkân sağlanmalıdır.

Bunun yanında 30-40 yıllık bu tehlikeli süreç içerisinde petrol yakıtlı araçlardan vazgeçmek mümkün
olmayacağı için petrol ve doğalgaz stokları artırılmalı, hatta yine bireysel stok projeleri teşvik
edilmelidir. (Mesela her benzin istasyonuna seferberlik durumunda sadece askeri ve çalışması zaruri
araçların ihtiyaçları için kullanılmak üzere yedek depolar yapılması zorunlu hale getirilebilir.)

Sağlık:

Türkiye ilaç sanayiinde ve sağlık sektöründe gelişmiş bir altyapıya sahip olmakla birlikte her alanda
olduğu gibi bu alanda da şuursuz bir şekilde günü kurtarmaya çalışmaktadır.

İlaç sektöründe patent müessesesinden milyarlarca dolar kazanan batılı ilaç tekelleri kendi ilaçlarımızı
bağımsızca üretmemizi engellemek için her türlü entrikayı çevirmektedir. Bu durum gerek ilaç
sanayiimizi gerekse sosyal sigorta sistemimizi olumsuz yönde etkileyen çok büyük zararlara sebep
olmaktadır.

Sağlık konusunda halk yeterince bilgilendirilmemektedir. Gıda katkı maddeleri kontrolsüzce


kullanılmakta, hiçbir yan etkisi olmayan katkı maddelerinin bile gereğinden fazla kullanıldığında toksin
etki yapabileceği göz önünde bulundurulmamaktadır. Gelişmiş ülkeler koruyucu hekimlik sektörüne
büyük önem verirken, bu ülkelerde sigara kullanımı hızla düşerken ülkemizde tam tersi yaşanmaktadır.
Birçok insan çok genç yaşta kanser olmakta, Avrupa’daki en genç yaşta kalp krizi geçirme oranı
ülkemizde yaşanmaktadır.

Bitkisel ve doğal kaynak bakımından dünyanın sayılı ülkelerinden olmamıza rağmen bu kaynaklarımız
sağlık sektöründe gereği gibi kullanılmamaktadır.

Alternatif yöntemler bularak hastalıkların tedavisinde başarıyla uygulayan insanlarımızı aforoz eden
mevcut sistem -her bilimsel sahada olduğu gibi- tıp ve sağlık sektöründe de değiştirilmelidir.

Yine sağlık sektörü için kritik önemdeki ilaçların stokları bulundurulmalı, ilaç sektörünün kaynağı
durumundaki doğal bitki örtümüz değerlendirilmeli, gerekli olanların ziraatı teşvik edilmelidir.

Askeri Saha ve
Savunma Sanayii:

Gıda, enerji ve sağlık tedbirleri her birey gibi bir ordunun da en temel ihtiyaçlarıdır. Bu sahalarda
alınacak tedbirler aynı zamanda silahlı kuvvetlerimizin de işine yarayacaktır.

Bununla beraber her sektörde olduğu gibi ordu bünyesinde de adem-i merkeziyetçi bir anlayışla
hareket edilmelidir.
Silah sanayiimiz bir an evvel bağımsızlaştırılmalı, özellikle stratejik mühimmatı kendimiz üretebilir
duruma gelmeliyiz.

Fabrikalar ve askeri karargahlar güdümlü füzelerin ulaşamayacağı arazi yapısına sahip bölgelere
taşınmalıdır. Özellikle dört tarafı yükseltilerle çevrili çukur bölgeler tesbit edilerek bu işler için
hazırlanmalıdır.

Anadolu bir kale gibi düşünülmeli, doğuda, kuzeyde Kuzey Anadolu dağlarında, batıda Anadolu
platosunun yükseldiği yerlerde ve özellikle güneyde Toroslarda gerekli savunma tedbirleri artırılmalıdır.

Süvari alayları yeniden canlandırılmalıdır.

Bireysel silahlanmanın önündeki engeller kontrollü bir şekilde azaltılmalıdır.

Parasal Tedbirler:

Savaşa giren bir ülkenin parası paçavra hükmüne döneceği için elden geldiği kadar altın rezervine
dönüş sağlanmalıdır. (Son ana kadar dünyanın yükselen yıldızı Çin olacağı hesaba katılarak ekonomik
ve parasal stratejiler bu gerçek üzerine bina edilmeye çalışılabilir.)

Bireysel Tedbirler:

Her birey yukarıda sıralanan tedbirleri kendi çapında uygulayabilir. Temel gıdalarını (şeker, yağ, un,
makarna gibi), yakıt ve aydınlanma ihtiyaçlarını (gaz ve gaz lambası gibi) bir miktar depolayabilir.
Hepsinden önemlisi bir miktar birikimini zor günler için -altın olarak- ayırabilir.

Siyasal ve Zihinsel Tedbirler:

Bu zor günlere hazırlık olması bakımından en temel prensip şu olmalıdır:

Siyasal ve askeri olarak kendimizden başkasını kurtarmamız şimdilik mümkün değildir. Emperyal
duygulardan kendimizi sıyırmalı, mümkün olduğunca kendi topraklarımızda karar kılmalı, gerektiğinde
savunma yapabilmek için kendi ülkemizde tetikte olmalıyız.

Diğer Tedbirler:

Bu listeyi genişletmek mümkündür. Burada en temel konuları dile getirmeye ve öncelikle


okuyucularımıza bir ışık tutmaya çalıştık.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


ABD, Potansiyel Düşman Olduğunu Göstermiştir!

“Dünyanın jandarması” rolünü oynamaya devam eden ABD dost, müttefik ülke sıfatıyla Süleymaniye
kentinde kahpece bir taktikle 11 askerimizi, orada bulunan görevli Türkmenleri esir ederek, başlarına
çuvallar geçirip Kerkük’e, oradan da sorgulanmak üzere Bağdat’a götürmüşler ve işkence dahil olmak
üzere rezilce muamelelerde bulunmuşlardır.

Bunun bir Amerikalı Albay tarafından kendi başına buyruk yapılan bir eylem gibi gösterilmesi son
derece yanlıştır. Olayın perde arkasını merak ediyoruz. Bu aşağılık hareket Türk Milleti’ne büyük bir
ders vermelidir. Atalarımızın deyimi ile: “Domuzdan post, gavurdan dost olmaz”mış.

ABD ile münasebetlerimiz Irak’ın işgal edilmesinden sonra tezkerenin çıkmaması ile bozulmaya
başlamıştı. Tezkere bahane edilerek Türkiye hedef tahtası olarak seçildi.

ABDTürkiye’den İran ve Suriye’ye karşı yapacağı savaş saldırılarında etkili bir destek istemektedir.
Irak cinayetine ortak olmayan Türkiye’den ABD’nin bölgede yapacağı diğer cinayetlere ortak olması
istenmektedir. Halbuki Türkiye istikrarlı bir Ortadoğu istemektedir ki bu İsrail ve ABD’nin işine
gelmemektedir.

ABD Kongresi, kamuoyu ve yönetimine göre Türkiye artık güvenilir bir müttefik değildir. Türkiye’den
her türlü politikalarına “Evet” oluru almak isteyen Amerika bizi esir-köle gibi görmektedir. Amerikan
Yahudi Komitesinin başkanı Türkiye’den yerine getirmesini istedikleri şeyleri sıralamaktadır:

“ABD ile münasebetlerinizi yeniden düzeltmek istiyorsanız, bizim desteğimize ihtiyacınız var. Ancak
bizim desteğimizi almak için İsrail ile olan mevcut ilişkileri çok daha fazla geliştirmeniz gerekir. Suriye
ve İran ile ilişkilerinizi yeniden gözden geçirin. İsrail’in menfaatlerini ön plânda tutun. İsrail-Filistin
meselesinde İsrail’in yanında yer alın...”

Yahudi asıllı Paul Wolfowitz Türkiye’nin İran ve Suriye ile iyi ilişkiler içine girmesinden son derece
rahatsız olduklarını, Türkiye’nin tercihini yanlış yönde kullandığını bu olaydan daha önce açıklamıştı.
Ve Türkiye’ye bir gözdağı verilmeli diye düşünülmüş olmalıydı.

ABD Senatosunda uzun yıllar görev yapan Virginia Senatörü Buyrd: “Uzun süredir dostumuz ve
stratejik müttefiğimiz olan Türkiye’nin cezalandırılmasına yönelik sözleri şaşkınlıkla okudum.
Hükümetimizin, sırf işlerini anayasaya ve demokratik kurumlara göre yürüttüğü için Türk hükümetini
aşağılamaya kalkması hayret vericidir. Kurtarıcı olduğumuzu iddia ediyoruz. Ancak Irak halkını
kurtaramadık. Iraklılara daha iyi hayat vaad ettik. Ancak orada su yok, elektrik bazen var, gıda sıkıntısı
çekiliyor. Yaralılarla dolu hastaneler yağmalama sebebiyle yüzde 20 kapasite ile çalışıyor. Bölgenin
tarihi hazineleri ve halkın malları yağmalandı. ABD askerleri sadece petrol kuyularını koruyor.
Teröristleri azdırdık. Hiçbir zaman tam anlayamadığımız Ortadoğu bölgesinin istikrarını bozduk. Bizim
gibi düşünmeyen eski dostlarımızı cezalandırmaktaki ısrarımız yüzünden de dünyanın çeşitli
yerlerindeki müttefiklerimizi kendimizden uzaklaştırdık...” demektedir.

Bu bir nabız ölçme operasyonudur. Daha evvelce yanlışlıkla(!) Muavenet gemimiz vurulmuştu. İş
tatlıya bağlanmıştı. Bu da tatlıya bağlanırsa Kuzey Irak’tan pılıyı pırtıyı toplayıp geri çekilmemiz ve
ateş çemberine atılmamız gerekir.

Kitle İmha Silahı Yalanı:

ABD Irak’a “Kurtarıcı” olarak gelmişti. Var olduğunu iddia ettikleri kimyasal ve biyolojik silahlara bir
türlü rastlanamadı. Silah denetçilerinin şefi H. Blix defalarca açıklamasına rağmen kimyasal silah
bulmak için çöp tenekelerine kadar aramışlar, un fabrikalarını didik didik etmişler, dışişleri bakanı
Powel’in kimyasal silah laboratuvarı dediğinin itfaiye aracı olduğu ortaya çıkmıştı.

Pentegon Savunma İstihbarat Ajansı bir rapor hazırlayarak Irak’ta nükleer, biyolojik ve kimsayal silah
bulunmadığına dair bilgileri bakanlığa sunmuş ama savaş çığırtkanı şahinler tarafından örtbas edilmiş,
değiştirilmiş ve dünyanın yanılması sağlanmıştır.

Savunma Bakanı yardımcısı P. Wolfowitz: “Savaşı haklı çıkarmak için herkesin kabul edeceği yasak
silahları öne çıkardık. Bürokratik engelleri kolayca aşmak için, sadece kitle imha silahlarını gündeme
getirdik. Çünkü bu herkesin üzerine mutabık kalabileceği bir sebepti. Kitle imha silahının olmadığını
biliyorduk...” sözleri ikiyüzlü, sahtekâr ve yalancı siyasetin, sömürgeci, emperyalist zulmün kamufle
edilmesi için yeterli bir sebepti. Hâlâ silah bulunamadı, aranıyor taranıyor olmadı.

Silahlar olmadığına göre peki ABD bu bölgede neden durmaktadır?Irak’a vaadettiği demokrasiyi, insan
haklarını getirebilecek mi?

ABD, Irak’ta ne istikrarı sağlayabilmiş, ne düzeni oturtabilmiştir. Irak tam bir keşmekeşi, anarşiyi
yaşamaktadır. P. Wolfowitz’in: “Irak halkının ABD birliklerini kurtarıcı olarak karşılayacakları” sözü
havada kalmış, bizzat vatanperver Iraklılar Amerikan birliklerine karşı saldırılar düzenlemeye
başlamışlardır. Amerikan ajanı olan Saddam ülkesini satmıştır.

ABD Irak’ta petrol kuyularının başını tutmakla meşguldür. Iraklı birbirini yemiş, ülkesini alçakça
yağmalamış, ülke bölünmüş. Bütün bunlar ABD’nin istediği şeylerdir. Soygun, silahlı çatışmalar, yakıp
yıkmalar Irak’ta durmadan artarak devam ettiği biliniyor. Barış ne gezer, yarası senelerce
kapanmayacak kin tohumları ekilerek zâlim bir iç savaş için çeşitli oyunlar oynanmaktadır. Yapılan
zulümler, işkenceler, haksızlıklar sömürgeci Amerika’nın perişan olmasına sebep olacaktır. Irak’ın
başına getirdikleri Irak Ulusal Kongresi başkanı Ahmet Çelebi sömürgeci güçlerin adamı olmasına
rağmen ABD’nin Irak politikasını tenkit etmektedir.

Uluslararası Af Örgütü “İnsan Hakları İhlalleri” başlığı ile yayınladığı raporda bizzat Amerika’nın başta
Afganistan olmak üzere Irak ve diğer yerlerde zulüm yaptığını yazmakta ve ABD’den “dünya için büyük
tehlike” diye bahsetmektedir.

ABD’nin Gerçek Yüzü:

Mustafa Necati Özfatura “Amerika’yı Kimler İdare Ediyor?” başlıklı yazısında şunları yazıyor: “ABD
Başkanlık seçimleri göstermeliktir. Kimin seçileceğini siyonistler Bilderberg Zirvesi’nde karar vermiştir.
Yahudi asıllı ve dünyanın en zenginlerinin başında yer alan John David Ruckefeller tarafından 1921’de
kurulan ‘Council On Foreign Gelations’ (Dış İlişkiler Konseyi’ni) idare etmektedir. Bu konsey ‘Gizli
dünya devletinin politbürosudur. Bu konseyin 3600 üyesi vardır. ABD’nin ileri gelenlerinden oluşan 40
kişilik bir iç çember vardır. Asıl yetkili olan burasıdır. Bunun da üstünde 10 kişilik asıl bir idare yeri
vardır. Bu 10 kişilik heyete “Boğanın gözü’ denir. Dolar üzerinde piramidin üzerindeki göz bunu temsil
eder. 3600 üyeden bir kaçı Ruckefeller, Kissinger, baba Bush, Colin Powel, John Deuscht (eski CIA
başkanı)dır. Dışilişkiler konseyine üye olmayan asla bakan, başkan, yüksek rütbeli general, eyalet
valisi, yüksek mahkeme üyesi olamaz. Netice olarak yahudiye hizmet eden bu konseye üye olmayan
aslâ ABD yönetiminde söz sahibi ve yetkili olamaz. Düşmanı tanımayan onun vereceği zararlarla
mücadele edemez.”

Terörü, demokrasiyi, insan haklarını bahane eden ABDile ilgili en açık yorum Ekonomik Demokrasi
Enstitüsünün başkanı J.W. Shmith’ten gelmiştir: “Sözün özü, Batılı olmayan ülkeler, Batının istek ve
emirlerine karşı çıkacak olursa, bedelini kanlarıyla ödemek zorundalar. Asıl terörist devlet ABD’dir.
Çünkü 1945’ten bu yana stratejik ve ekonomik menfaatlerini sağlamak için sürekli olarak terörizmi
finanse eder. ABD’nin bu çeşit terörizmi finanse etme eylemleri öylesine sık ve vahşi ki, bunların
yanında 11 Eylül saldırısı -varsayalım iddia edilen kişilerce yapılmış olsa bile- ABD’nin terörü yanında
çok küçük kalır.”
Demokrat Partinin başkan adaylarından Lyndon Larouche’un açıklamasını ibretle okuyunuz: “İran’daki
üniversite öğrencilerinin protesto ve ayaklanmalarını ABD çıkardı. Ayaklanma için örtülü operasyon
başlattı. Varılmak istenen rejim değişikliği değildir. İran’da istikrarsızlık meydana getirmektir. 3. ve
bazılarına göre 4. Dünya savaşının içindeyiz. Sırada İran var. Bugün İran’da yaşanan hadiseler basit
bir üniversite eylemi değildir. Ortadoğu’daki savaşı ancak ABD’nin içinden durdurabiliriz. Şaibeli bir
şekilde, şahinlerin karanlık oyunları ile seçilen Bush, ya istifa edecek ya da onu yönlendiren
bürokratlar gidecek. Bush ve bürokratları iktidarda kaldıkça savaş bütün Ortadoğu’ya yayılacaktır.”

Nato Genel Sekreteri George Robertson ülkeler arasında geçerli olan kuvvetler prensibini değişik bir
yorumla şöyle uyarlamış: “ABDBush iktidarının sadece askeri açıdan güçlü bir Avrupa’yı dinleyeceğini
söylemek istiyorum.” Zâlime karşı güçlü olmak gerekiyor. Anlamayana, anladığı dilden konuşmak
icabediyor. Günümüzde haklı olan değil; kuvvetli, güçlü olan kazanıyor. Türkiye önce içindeki şer
yuvalarını ortadan kaldırarak, hortumcuların işini bitirerek, yolsuzluğu önleyerek, ekonomisini
düzelterek, kültürüne sahip çıkarak, milli eğitimini gerçekten millileştirerek işin üstesinden gelebilir,
ABDve yandaşlarına anladığı dilden konuşabilir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Not Found
The requested document was not found on this server.

Web Server at hakikat.com

Tevessül

Hazret-i Allah’a ulaştıran bütün yol ve vasıtaların tümü vesiledir. Hazret-i Allah’a yaklaşmak için
vesilelere sarılmaya da tevessül denir. Öz mânâsı ise Hazret-i Allah’tan isterken; Resulullah
Efendimiz’i, Evliyâullah’ı, sâlih zâtları, güzel amelleri vesile kılarak duâ ve niyazda bulunmaktır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun, ona ulaşmaya vesileler arayın.” buyurmaktadır. (Mâide: 35)

Duâlarımızda Peygamber Efendimiz’i, Mürşid-i kâmilleri, velileri, sâlihleri vesile edinmemiz onların
Hazret-i Allah’ın yanındaki değerleri, makamları, rütbeleri ve sâlih amelleri sebebiyledir. Gaye Cenâb-ı
Hakk’a yaklaşmak, rahmeti ve rızâ-i ilâhi’yi celbetmektir.

İbadetimizi, duâmızı Hazret-i Allah’a arzederiz. Yardım ve kuvvetin kaynağının O olduğuna itikat
ederiz.Zira her şeyin yaratıcısı, yoktan var edicisi O’dur. O’nun izni olmadan hiçbir kimseye yardım
gelmez.
Âyet-i kerime’de:

“Yardım sadece ve sadece Allah katındandır.” buyuruluyor. (Enfâl: 10)

Hayır da, şer de Hazret-i Allah’tandır. Vesilelere sarılmamız, duâmızın güzelleşmesi ve Hazret-i
Allah’ın kabulünü kolaylaştırması için bir araçtır, amaç Hazret-i Allah’tır.

Âyet-i kerime’de:

“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit, sana gelip de Allah’tan tevbekâr olarak günahlarının
bağışlanmasını isteselerdi, sen Peygamber de kendileri için af isteyiverseydin, elbette Allah’ı
affedici ve merhametli bulurlardı.” buyuruluyor. (Nisâ: 64)

Hazret-i Allah bizzat bu Âyet-i kerime’sinde bütün insanlara sevgili Peygamber’imize tevessül
etmelerini ferman buyuruyor.

Peygamber Efendimiz biricik ümmetine tevessülü bizzat vasiyet etmiştir.

Gözü görmeyen bir kişi Peygamber Efendimiz’e gelerek:

“Yâ Resulellah! Beni iyileştirmesi için Allah’a duâ buyur.” dedi.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz ona “Abdest almasını iki rekât namaz kılmasını sonra da şu
duâyla duâ etmesini” emretti.

“Allah’ım! Peygamberin rahmet peygamberi Muhammed ile sana yönelerek yalvarıyorum.


Gözümün açılması için yâ Muhammed senin ile Rabb’ime yönelmiş bulunuyorum. Allah’ım!
Onu bana şefaâtçi kıl.”

Ve devamla:

“Bir ihtiyacın olduğunda hep aynısını yap.” buyurdu. (Tirmizî. Ahmed bin Hanbel)

O kimse bu duâ ile duâ edip kalktığı zaman görmeye başladı.

Vesilelerin en güzeli şüphesiz Resulullah Efendimiz’dir. Çünkü Hazret-i Allah âlemleri onun yüzü suyu
hürmetine yarattı. Onun nurunu öyle güzel halketti ki yaradan ona aşık oldu. Ona “Habibim!
(Sevgilim)” dedi. Sevgisinin tezahürü olarak o yüce Peygamber’in nurundan âlemleri yarattı.

Onu âlemlere rahmet kıldı. Her şeye onunla hayat verdi. Onun için âlemleri çarşaf gibi serdi.

Hazret-i Allah, sevgilisini tevessül ederek istenilen bir duâyı gerçi çevirmez.

Hadis-i şerif:

“Adem cennetten çıkarılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatasını anlayıp.

‘Yâ Rabb’i! Sen beni yaratıp bana ruhundan üflediğinde başımı kaldırdım arşın sütûnları
üzerinde ‘Lâ ilâhe illallah. Muhammedün Resulullah’ cümlesinin yazılı olduğunu gördüm.
Bildim ki sen, zâtının ismine ancak yaratılmışların en sevimlisini izafe edersin.’ dedi.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:

‘Doğru söyledin ey Adem! Hakikaten o bana göre mahlûkatın en sevimlisidir. Onun hakkı için
bana duâ ettin. Ben de seni bağışladım. Şayet Muhammed olmasaydı. Seni yaratmazdım.’
buyurdu.” (Hâkim. Müstedrek II. 672)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-Efendimiz ve Ashâb-ı kiram’ı duâlarında hususiyetle Hazret-i
Allah’a tevessül ederlerdi. Gerek yaşarken, gerek vefatında. O kadar itina gösterirlerdi ki...

Hatta o kadar değerini bilirlerdi ki hayatında giydiği cübbesini Esma -radiyallahu anhâ- vefatında sonra
şifâ dilenmek üzere cübbeyi yıkayıp suyunu hastalara verirdi. (Buhârî)

Duâ yalnız Hazret-i Allah’a yapılır. Peygamber Efendimiz’i ve varisi olan Evliyâullah’ı vesile edinmek
duânın kabulünü sağlamak içindir. Aynı şekilde evliyânın ruhâniyetinden istenilen himmetle doğrudan
onların şahıslarından isteniyor anlamında değerlendirilmemelidir. Tevessülün en tartışmalı kısmı
burasıdır. Çünkü bunu iyi anlamayıp ayağı kayanlar çok olmuştur. Evliyâyı ve müslümanları küfürle
suçlamaya kadar gitmişlerdir.

Bunların başında Vehhabîler gelir. Vehhabîler tevessül ve himmeti inkâr ederek müslümanları kâfir ilân
etmişler. Canlarını, ırzlarını, mallarını helâl kılmışlar. En aşağılık dinsizlerin ve gayr-i müslimlerin
yapmadığı katliamı, zulmü müslümanlara yapmışlardır. Çocuklara varıncaya kadar öldürmüşlerdir.

Peygamberimiz ve seçkin varislerinden istenilen himmet; müslümanların Hakk’a ulaşmalarına, sıkıntılı,


zor durumlarda yardıma sebep olmaları, duâ etmeleri ve yüksek nazarlarını celbetmek içindir. Zira
onlar vefatlarında dahi müslümanları yardımsız bırakmamışlardır.

Her zaman himmetleri ümmet-i Muhammed’in üstündedir.

Hadis-i şerif’lerinde:

“Vefatımdan sonra amelleriniz bana arz olunur. Amellerinizde hayır gördüğüm zaman Allah-u
Teâlâ’ya hamd ederim. Şerr’i gördüğümde sizler için istiğfar ederim.” (Müsned. Ahmed bin
Hanbel)

Buyurarak vefatından sonra dahi yüce himmetlerini ümmetinden esirgemeyeceklerinin açık bir delilidir.

Himmetin sahih oluşunun pek çok delilinden bir tanesi de Hazret-i Ömer Efendimiz’in Basra tarafına
gönderdiği Sariye’nin komutasındaki ordunun düşman tarafından kuşatıldığı ve zor durumda kalıp, bir
çok şehit vermeye başlamasıdır.

Bu sırada Sariye “Dağa, dağa, dağa” diye Hazret-i Ömer Efendimiz’in sesini duydu. Askerlerine;
“Kardeşlerim Ömer’in sesini duydum dağa çekilmemizi istiyor siz de duydunuz mu?” dedi.

Askerleri “Duyduk” diye cevap verdiler. Ordu hemen sese uyarak sırtını dağa verdi ve düşmanı
yendiler. Bu hadisenin yaşandığı anda Hazret-i Ömer Efendimiz Medine’de Cuma Hutbesi veriyordu,
bir ara durakladı; “Yâ Sariye! Dağa, dağa, dağa” diye bağırdı. Namazdan sonra müslümanlar Hazret-
i Ömer’e “Minberde ne oldu” diye sordular.

Hazret-i Ömer Efendimiz ordunun zor durumda olduğunu gördüğünü ve dağa çekilmelerini söylediğini
anlattı. Bir kaç gün sonra savaş habercisi Medine’ye geldi ve zaferi müjdeledi Hazret-i Ömer
Efendimiz’in de savaş anında sesini işittiklerini anlattı. (Beyhâkî -Bideye)

Kendisinden himmet istenilen zât insan-ı kâmil derecesine çıkmış, Allah ve Resul’ünde var olmuş,
varlığını eritmiş, nurlarıyla nurlanmıştır. Hakk’ın sıfatlarının mazharı olmuşlardır. Mazhar diyoruz çünkü
sıfatlarının, fiilerinin tasarrufu Allah’a âittir. “Meded yâ şeyhim” dediğimizde himmet eden şeyh bu
tasarrufun görüntüsüdür. Yardımı gönderen Allah’tır. Ancak himmet istediği zât’a bir varlık takıp ondan
isterse yaratıcının ilâhlık yönüne ortak ederse o zaman küfür olur.

Onların yardımı meleklerin yardımı gibi Hakk’ın izniyle olur. Zira bu konuyla ilgili yüzyıllardır o kadar
çok gerçek anlatılır ki inkârı mümkün değildir.

Güç ve kuvvet Hazret-i Allah’a âittir. Evliyânın yüksek himmeti, tasarrufları fiili bir duâdır.
Cenâb-ı Hakk, rızâsına ulaşmak yolunda Resulullah Efendimiz’in ve vârislerinin fiili duâlarını bizden
eksik etmesin. Âmin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NA’T-I ŞERİF

Rûz-i mahşerde beni yâd eyle Allah aşkına


Afv-i isyanımla dilşâd eyle Allah aşkına
Âteş-i düzahdan âzâd eyle Allah aşkına
Yâ Muhammed bana imdâd eyle Allah aşkına

Senden olmazsa inâyet ger işim fersûdedir


Bilirim her kime etsem ilticâ beyhûdedir
Dâmenim çirkâb-ı ma’siyyet ile âlûdedir
Yâ Muhammed bana imdâd eyle Allah aşkına

Geldiğim günden beri bu dehre isyân eylerim


Yok sevâbım zerrece cürm-i firâvan eylerim
Destgîr olmazsan ol gün böyle efgan eylerim
Yâ Muhammed bana imdâd eyle Allah aşkına

Erdi Sermed kulunun gayri günâhı gaayete


El’aman düştü efendim âsitân-ı şefkate
Vardığım an yüz karasıyla huzûr-i izzete
Yâ Muhammed bana imdâd eyle Allah aşkına

Sermed

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like