You are on page 1of 80

HAKİKAT’te Bu Ay:

TAKDİM

BAŞYAZI

KÜFRE KUCAK AÇANLAR!


MÜSLÜMANLARI KÜFRE TEŞVİK EDENLER!
ALLAH ONLARI KAHRETSİN!
NE KÖTÜ İCRAAT YAPIYORLAR.
GÖRÜLMEMİŞ KÖTÜ İŞLER YAPIYORLAR!
ONLARA SORSAN ‘BİZ DE MÜSLÜMANIZ’ DERLER. YAPTIKLARI TAHRİBAT
KÂFİRİNKİNDEN DAHA BETER, DAHA BÜYÜK.
ZİRA KÂFİRİNGAYESİ BELLİ, ONA SOKULMAZSIN VE FAKAT BU DECCALLER VAR
YA, MÜSLÜMANMIŞ GİBİ GÖRÜNÜYORLAR, HİÇBİR KÂFİRİN YAPAMAYACAĞI
TAHRİBATI YAPIYORLAR.

“EY KALPLERİ ÇEVİREN ALLAH’IM!


KALPLERİMİZİ SENİN TAATINA ÇEVİR.” (Buhârî)

EY ALLAH’IM! BİZİ İMAN ZİYNETİ İLE SÜSLE.


DOĞRU YOLDA OLAN HİDAYET REHBERLERİ KIL.
Murdarla Temizin Ayırımı
İmandan Sonra Küfür
Allah-u Teâlâ’nın Dini ile Alay Eden Münâfıklar
Küfre Kucak Açanlar, Müslümanları Küfre Teşvik Edenler
İman ve Teslimiyet Abidesi İki Güzide Zevât-ı Kiram
Dalâleti Satın Alanlar
Küfrü Hoş Görmek Nelere Sebep Olur? Küfrü Hoş Görenler Nelere Vesile Olur?
Size İki Ayna Gösteriyorum
Halkın Durumunu Önünüze Sunuyorum
Deccaliyet Devri
Din Adına Bölünmeler
Resulullah Aleyhisselâm Âhir Zamandaki Fitne ve Fesadı Haber Veriyorlar
İnsanların Hiç Farkında Olmadan Dinden Nasıl Çıktıklarına Dair Hadis-i Şerif
Mucize Hadis-i Şerif
İslâm Dini İmanı ve Doğruluğu Emreder
Kurtulmuş Fırka
Şeytanın İzinden Gidenler
Diyalog ve Misyonerlik
Diyalog, Misyonerlik Faaliyetidir
Basında Hıristiyan Faaliyetleri
/ İsmail Yavuz

MEARİC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ - 1

YÜKSELME DERECELERİNİN SAHİBİ ALLAH’TIR

HAZRET-İ MUHAMMED ALEYHİSSELÂM

İLK ÜÇ YIL VE İLK MÜSLÜMANLAR-2

“Her ümmetin bir emîni vardır. Bizim emînimiz, ey ümmet, Ebu Ubeyde
bin Cerrah’tır!” (Buhârî - Müslim)

MEKTUBAT

NİMETLERE ŞÜKÜR (26. Mektup) / Muhammed Es'ad Erbili -ks.-

EVLİYÂ-İ KİRAM -kaddesallahu Esrârehüm-


Hazerâtı’nın “Hâtemü’l-Evliyâ” Hakkındaki Beyan ve
İfşaatları (60)

“MÜEYYEDÜDDÎN MAHMÛD el-CENDÎ -Kuddise Sırruh- (2)”

SÖZLER VE NOTLAR-11

NURLU SÖZLER / Mehmed Ali Körpe

“İnsan Hazret-i Allah’tan uzaklaştıkça, O’nu uzak yerlerde arar. Yaklaştıkça


Hazret-i Allah’ın kendisine kendisinden yakın olduğunu görmeye başlar.” (26
Ağustos 1979)

NE İDİK, NE OLDUK!
OSMANLI İMPARATORLUĞU-2

O da babası gibi samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet
adamı idi. Dervişlere ve ulemayâ hizmet etmekle tanınmıştır. “Derviş
gazilerin, şeyhlerin sultanı” diye anılır.
Hangi şehirde bulunursa bulunsun, Cuma namazını cemaatle kılar,
namazdan sonra fakirlere sadaka dağıtırdı. Fethettiği yerlerde kurduğu
adaletli ve âlîcenap idare sayesinde gayr-i müslim halk, bir daha Bizans
hakimiyetini aramamışlardır.
FATİH SULTAN MEHMED HAN’IN GAYESİ, EHL-İ KÜFRÜ KAHREDİP YERYÜZÜNDEN
SİLMEKTİ! / Hakan Yılmaz

GÜNDEM

ESKİ DEP MİLLETVEKİLLERİNİN SALIVERİLMESİ AVRUPA BİRLİĞİ VE PKK’YA


VERİLMİŞ BÜYÜK BİR TAVİZDİR / Nuri Ölçer

Bu salıverilme hadisesi Avrupa’nın gözüne girmek için yapılmıştır.


Ve fakat Türkiye’nin düşmanlarını sevindirmiş, ülkemizi güçten düşürmüş, ayrılıkçı terör örgütünü daha da
heveslendirmiştir.
Ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmek için her tavizi vermeye hazır olduğunu da iyice gözler önüne
sermiştir.

İSRAİL TÜRKİYE’Yİ KENDİ YANINDA GÖSTERMEK İÇİN YIRTINIYOR! / Uğur Kara

Bütün dünyayı uyutmaya çalıştıkları gibi Türkiye’yi de uyutmaya çalışıyorlar. Tabir caizse uyutup zokayı
yutturmak istiyorlar. Üstelik bir de Türkiye bu süreçte kendilerini desteklesin, kendilerine yardım etsin
diye türlü entrikalar çeviriyorlar.

| Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Bismillahirrahmanirrahim

"Varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, zâtında ve sıfatlarında eşi benzeri bulunmayan; kâinâtın
Hâlik'ı, âlemlerin Rabb’i, dilek makamının en yücesi, ümit makamının en keremlisi, merhametlilerin en
merhametlisi olan Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri'ne; O'nun sevdiği ve beğendiği şekilde bitmez-
tükenmez hamd-ü senâlar olsun.

Bütün kâinat zât-ı Ahmedî'si ve nûr-i Muhammedî'si şerefine yaratılan, Allah-u Teâlâ'nın yüce Resul'ü
ve biricik Habib'i, Rubûbiyet esrârının emîni, ahlâk-ı hamide'nin ve eşsiz faziletlerin menbâı, dünya ve
ahirette en büyük rehberimiz, en güzel numunemiz, Peygamberimiz Efendimiz'e, onun diğer
peygamber kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram'ına, etbâına, ihsan duygusuyla kıyamete kadar
onlara tâbi olup izinden gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar olsun."

Muhterem Okuyucularımız;

Küfrü hoş gören, küfre kucak açanlar, müslüman halkımıza da küfrü hoş göstermeye çalışıyor ve
böylece birçok kimsenin küfrün kucağına düşmesine sebep oluyorlar.

Dikkat ederseniz hıristiyan misyonerler yüzyıllardır hiç bu kadar rahat müslümanların üzerinde ve
bilhassa ülkemizde ellerini kollarını sallayarak çalışmamışlardı. Saf, temiz ve nezih halkımıza hoşgörü
ve diyalog adı altında yahudi ve hıristiyanlar hoş gösterilmeye çalışıldı.

Müslümanları hıristiyanlaştırma çalışmalarını ve tarihten beri süregelen misyonerlik faaliyetlerini bu


ortamda daha rahat yapıyorlar. Sonuçlarını her gün ilgili bakanlıklardan, Diyanet’ten, Emniyet Genel
Müdürlüğü’nden, askerî makamlardan duyuyor, gazetelerden okuyoruz. Emniyet Türkiye’de sekiz
milyon bedava incil dağıtıldığını, korsan kilise sayısının hızla arttığını belirledi. Adapazarı-İzmit
depreminde Vatikan’ın 13 milyon dolar yardım yaptığı, depremzedelere, arasına 50-100 dolar
konularak incil dağıttığı, ikibinbeşyüz depremzedenin hıristiyanlaştırıldığı söylendi. Yine Trabzon’da 60
üniversiteli genci hıristiyan yaptıkları ifade edildi. İslâm’a karşı seksenbeşbin papaz, dörtyüzellibin
misyonerin İslâm dünyasında hıristiyanlaştırma faaliyetleri yaptığı Almanya’daki bir gazetede
yayınlandı.

Önce dinden imandan uzaklaştırdılar, boğazlarından helâl lokmayı aldılar. Ahlâksızlığı, fuhşiyatı
yaydılar. Sahipsiz gençleri kandırdılar.

Biz onları Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a çağırıyoruz. İslâm’ın emir ve hükümlerini önlerine
sürüyoruz. Küfür ile iman arasına berzah koyuyoruz. Çünkü onlar karıştırmak, küfrü hoş göstermek
istiyorlar. Küfre kucak açıyor, müslümanları küfre teşvik ediyorlar. Allah’a ve Resulullah’a bundan daha
büyük ihanet olur mu?

Ve fakat Allah-u Teâlâ’nın fermanını görmüyorlar:

“Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken
emanetlerinize de hâinlik etmeyin.” (Enfâl: 27)

Hazret-i Allah; “Allah’a ve Peygamber’ine ihanet etmeyin.” buyuruyor ve diğer bir Âyet-i
kerime’sinde ise:

“Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez.” buyuruyor. (Enfâl: 58)

Dış düşmanın yapamadığı tahribatı bunlar müslümanmış gibi görünüp içerden yapıyorlar. Bu verdikleri
zarar çok büyük olduğu için de bu hâle düşüyorlar.

İman ile küfür birbirine düşmandır. Hasımdır. Biri nurdur; aydınlığa, hakikate, cennete götürür. Diğeri
nardır; karanlığa, dalâlete, cehenneme götürür.

“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)

Bu yüzden ikazımızı açık, net, kesin, kat’i ve sert yapıyoruz. Allah-u Teâlâ’nın ilâhi hükümlerini,
Resulullah’ın beyanlarını ileri sürüyoruz. Kimseyle işimiz, garazımız, kin ve düşmanlığımız yok.
Hazret-i Allah’ın dinini yıkmak isteyenlerin, vatanımıza kast edenlerin düşmanıyız. Öteden beri onlara
emr-i bil maruf, nehy-i anil münker vazifesini yapmaya çalışıyoruz.

Allah'a emanet olunuz.

Bâki esselamü aleyküm ve rahmetullah...

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

BAŞYAZI

KÜFRE KUCAK AÇANLAR!


MÜSLÜMANLARI KÜFRE TEŞVİK EDENLER!
ALLAH ONLARI KAHRETSİN!
NE KÖTÜ İCRAAT YAPIYORLAR.
GÖRÜLMEMİŞ KÖTÜ İŞLER YAPIYORLAR!
ONLARA SORSAN ‘BİZ DE MÜSLÜMANIZ’ DERLER. YAPTIKLARI TAHRİBAT KÂFİRİNKİNDEN
DAHA BETER, DAHA BÜYÜK.
ZİRA KÂFİRİNGAYESİ BELLİ, ONA SOKULMAZSIN VE FAKAT BU DECCALLER VAR YA,
MÜSLÜMANMIŞ GİBİ GÖRÜNÜYORLAR, HİÇBİR KÂFİRİN YAPAMAYACAĞI TAHRİBATI
YAPIYORLAR.

“EY KALPLERİ ÇEVİREN ALLAH’IM!


KALPLERİMİZİ SENİN TAATINA ÇEVİR.” (Buhârî)

EY ALLAH’IM! BİZİ İMAN ZİYNETİ İLE SÜSLE.


DOĞRU YOLDA OLAN HİDAYET REHBERLERİ KIL.
Murdarla Temizin Ayırımı
İmandan Sonra Küfür
Allah-u Teâlâ’nın Dini ile Alay Eden Münâfıklar
Küfre Kucak Açanlar, Müslümanları Küfre Teşvik Edenler
İman ve Teslimiyet Abidesi İki Güzide Zevât-ı Kiram
Dalâleti Satın Alanlar
Küfrü Hoş Görmek Nelere Sebep Olur? Küfrü Hoş Görenler Nelere Vesile Olur?
Size İki Ayna Gösteriyorum
Halkın Durumunu Önünüze Sunuyorum
Deccaliyet Devri
Din Adına Bölünmeler
Resulullah Aleyhisselâm Âhir Zamandaki Fitne ve Fesadı Haber Veriyorlar
İnsanların Hiç Farkında Olmadan Dinden Nasıl Çıktıklarına Dair Hadis-i Şerif
Mucize Hadis-i Şerif
İslâm Dini İmanı ve Doğruluğu Emreder
Kurtulmuş Fırka
Şeytanın İzinden Gidenler
Diyalog ve Misyonerlik
Diyalog, Misyonerlik Faaliyetidir
Basında Hıristiyan Faaliyetleri
/ İsmail Yavuz

KÜFRE KUCAK AÇANLAR!


MÜSLÜMANLARI KÜFRE TEŞVİK EDENLER!
ALLAH ONLARI KAHRETSİN!
NE KÖTÜ İCRAAT YAPIYORLAR.
GÖRÜLMEMİŞ KÖTÜ İŞLER YAPIYORLAR!
ONLARA SORSAN ‘BİZ DE MÜSLÜMANIZ’ DERLER. YAPTIKLARI
TAHRİBAT KÂFİRİNKİNDEN DAHA BETER, DAHA BÜYÜK.
ZİRA KÂFİRİNGAYESİ BELLİ, ONA SOKULMAZSIN VE FAKAT BU
DECCALLER VAR YA, MÜSLÜMANMIŞ GİBİ GÖRÜNÜYORLAR,
HİÇBİR KÂFİRİN YAPAMAYACAĞI TAHRİBATI YAPIYORLAR.

“EY KALPLERİ ÇEVİREN ALLAH’IM!


KALPLERİMİZİ SENİN TAATINA ÇEVİR.” (Buhârî)

EY ALLAH’IM! BİZİ İMAN ZİYNETİ İLE SÜSLE.


DOĞRU YOLDA OLAN HİDAYET REHBERLERİ KIL.

Bu Âyet-i kerime’lere bir bakın:


“Münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.” (Nisâ: 145)
“Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse
dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve
her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar,
onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın.
Allah kahretsin onları! Hakk’tan nasıl çevriliyorlar?”
(Münâfikun: 4)

Murdarla Temizin Ayırımı:

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.”
(Bakara: 120)

Yahudi ve hıristiyanlar hiçbir yerde, hiçbir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla
savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için,
müslümanlara karşı bir el gibidirler.

Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir. Bu
ilâhî hüküm kesindir, bu böyledir, bunu böyle bilin ve onları öylece tanıyın.

Fethullah Gülen yahudi ve hıristiyanlarla on yılı aşkın hoşgörü-diyalog toplantıları yapıp, gerek
Vatikan’a gidip Papa’yla görüştüğüne, gerek papaza hazret dediğine göre bunlar birbirlerinden
hoşnutlar, memnunlar, birbirleriyle dostlar. Âyet-i kerime’ye bir bak, bunların durumlarına bir bak.

“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene (Kur’an’a) inanmış olsalardı, onları dost
edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmış fâsıklardır.” (Mâide: 81)

Bu Âyet-i kerime’ler İslâm’a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delildir.

Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde “Küfürün tek millet
olduğunu” haber vermişlerdir.

Allah-u Teâlâ mümin kullarına İslâm’ın ve müslümanların düşmanı olan yahudi ve hıristiyanları dost
edinmeyi yasaklamakta, onların birbirlerinin dostları olduklarını bildirmektedir.

“Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz ki Allah zâlimler gürûhunu hidayete
erdirmez.” (Mâide: 51)

Yahudiler birbirlerinin, hıristiyanlar da birbirlerinin dostlarıdır. Ne yahudiler kendilerinden olmayana


dost olurlar, ne de hıristiyanlar.

Bunun içindir ki zâhirde gösterdikleri sevgi ve ünsiyete katiyyen itibar edilmemesi gerekir, zira sahtedir.
İçleri dışlarına uygun değildir.
Âyet-i kerime’de:

“Eğer onlara uyarsanız, siz de müşrik olursunuz.” buyuruluyor. (En’âm: 121)

Burada apaşikâr görülüyor ki, onlara meyleden onlardandır. Allah-u Teâlâ onları hidayetten mahrum
ettiğini beyan buyuruyor, iman edenlere duyuruyor. Allah-u Teâlâ iman ile küfrü ayırmış, ayrı ayrı iki
zümre olduğunu beyan buyurmuştur.(Hacc: 19)

Şu küfre meyledenler çok iyi bilsinler ki Allah-u Teâlâ’nın bir anlık azabı, bunların hayatı boyunca küfre
çalışmalarına bedeldir. Âkıbetlerini görsünler.

Küfrü hoş gören, küfre kucak açanlar, müslüman halkımıza da küfrü hoş göstermeye çalışıyor ve
böylece birçok kimsenin küfrün kucağına düşmesine sebep oluyorlar. Halbuki bu halk bu murdarlığı
daha önce böyle hoş karşılamazdı, küffar bu İslâm memleketinde rahatça dolaşıp, milyonlarca incil
dağıtamazdı.

Zira Hazret-i Allah nasıl ki küfrü ve küfür ehlini bize murdar olarak tanıtmışsa, bu müslüman halk da
küfrü ve küfür ehlini murdar görürdü. Küfrü yaymaya kalkanlara husumetle bakardı.

Şu küfre heves edenler var ya; Hazret-i Allah Kur’an-ı kerim’inde küfrü ve küfür ehlini bize murdar (pis)
olarak tanıtmıştır:

“Nihayet murdarı temizden ayıracaktır.” (Âl-i imrân: 179)

“Allah kime hidayet etmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun
da göğsünü göğe yükseliyormuş gibi iyice daraltır. Allah inanmayanların üzerine işte böyle
murdarlık indirir.” (En’âm: 125)

“O, murdarlığı akıllarını kullanmayanlara verir.” (Yunus: 100)

“Müşrikler ancak bir (necis) pisliktirler.” (Tevbe: 28)

Küfrü Hazret-i Allah bize böyle tanıtmıştır.

Bu murdarlığı hoş görenler de murdar olmuyor mu? Zira, kendileri küfrü hoş gördükleri gibi halkı da
murdar yapmaya çalışıyorlar.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz, Kudüs halkına verdiği Emannâme’nin hutbesinde sözlerine
şöyle başlamıştır:

“Hamd olsun O Allah’a ki bizi İslâm dini ile aziz etti. İman ile şereflendirdi. Muhammed -
sallallahu aleyhi ve sellem- hürmetine bizi rahmetine nâil kıldı. Dalâletten kurtardı. Dağınık iken
onun sayesinde bir araya getirdi. Kalplerimizi birbirine ısındırdı. Düşmanlarımıza karşı muzaffer
kıldı. Memleketler ihsan etti. Bizi sevişen kardeşler haline getirdi.

Ey Allah’ın kulları! Bu nimetlerden dolayı Allah’a hamd ve senâ ediniz.”

İşte bu ilâhi lütfu idrak edenler böyle söylemiştir ve bununla övünmüşlerdir. Bu bir şükürdür.

Bu nimete küfranlık yapmak ne kadar kötü bir şeydir.

Allah-u Teâlâ yarattığı, yaşattığı halde, yüce Yaratıcı’yı bırakmış, şeytana uymuş.

Nitekim bir Hadis-i kudsi’de şöyle buyuruluyor:


“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden başkasına
ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına şükrediliyor.” (Taberânî)

İslâm dini nezafet dinidir. Küfür ise necaset dinidir, pislik dinidir.

Çünkü onlarda hiçbir nezafet yok, taharet yok, abdest yok, gusül yok.

Nezafeti bırakıp murdarı seçene ne dersiniz?

Cennet-i alâ’yı bırakıp cehennemi seçene ne dersiniz?

Nuru bırakıp nârı seçene ne dersiniz?

İmandan soyulup kâfir olana ne dersiniz?

Allah-u Teâlâ iman şerefiyle müşerref, İslâm ile müzeyyen ettiği halde, bu şerefi arkaya atana ve ebedî
olarak mahrum olana; Allah-u Teâlâ onları necis olarak tanıttığı halde o safa girene ne dersiniz?

Bunlar bu beyanları arkaya attılar ve küfrü hoş gördüler.

Ve fakat bu diyalog toplantılarının zararı önce müslüman halkımıza ve vatanımıza olmuştur.

Fethullah Gülen Vatikan ziyaretinde: “Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere burada
bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz.” demişti. (10.02.1998)

Tahakkuk edişini, gerçekleşmesini arzu ettiği bu misyon; dinlerarası diyalog yoluyla bütün insanları
kiliseye döndürme amacı taşır.

Papa’nın yayınladığı genelgede şöyle denilmektedir:

“Dinlerarası diyalog, kilisenin bütün insanları kiliseye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır. Bu
misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. Tanrı Mesih
vasıtasıyla bütün insanları kendine çağırmakta vahyinin ve sevginin mükemmelliğini onlarla paylaşmak
istemektedir...” (Redemistoris Missio: “Kurtarıcı Misyon” Papa Paul ll, Roma 1991)

Fethullah Gülen’in Papalık misyonunun bir görevlisi, bir ajanı gibi hareket etmesi akıllara: “Bugüne
kadar narcılık için çalıştı, şimdi hıristiyanlık için mi çalışıyor?” sorusunu getiriyor.

Uyan be kardeş! Düşmanını tanı. Bunlar daha evvel de kazancınızdan aldılar ve sizi imanınızdan
ettiler. Bir bak ipin ucu kimin elinde. Küfür diyarından kumanda ediyor, küffara yaranmak için peşkeş
çekiyor. Din-i İslâm’dan ve güzel vatanımızdan seni mahrum etmek için çalışıyor. Şu amaçlarına
dostluklarına bir bak. Dine vatana ihanetlerini gör.

Küfür ve kâfirlere dair bunca Kur’an-ı kerim âyetlerini dinleyip emir ve nehiylerini dikkate almazlar.
Hükümlerindeki hikmetleri idrak etmezler.

“Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı?Yoksa kalplerinin üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed: 24)

Kalpleri katılaşmış ve kararmıştır. Küfür kilitleri ile kilitlenmiş ve kapanmıştır. Artık o kalplere ne nur
girebilir, ne de iman.

Kalpler hakikati aramak, Hakk’ı bulmak için yaratılmıştır. Onda bu hususiyet kalmayınca yok gibi olur.
“Hidayet kendilerine apaçık belli olduktan sonra arkalarını dönenlere, yaptıklarını şeytan hoş
göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür.” (Muhammed: 25)

Hidayet yolu açıkça görüldükten sonra İslâm’dan ayrılıp küfre dönenlere, şeytan bu işi güzel
göstermiş, emel ve arzularını uzattıkça uzatmış, onları aldatıp kandırmıştır.

“İşte böyle. Zira onlar Allah’ın indirdiğinden hoşlanmayanlara: ‘Biz bazı işlerde size itaat
edeceğiz.’ dediler. Oysa Allah onların gizlediklerini bilir.” (Muhammed: 26)

Huzeyfe -radiyallahu anh-: “Bugün münâfıklar Resulullah Aleyhisselâm zamanındakilerden daha


kötüdür.” dediğinde: “Nasıl olur?” diye sordular. Bunun üzerine: “O zaman nifaklarını gizliyorlardı,
bugün ise âşikâr yapıyorlar.” cevabını verdi.

“Allah hiç şüphesiz ki iman edenleri de bilir, münâfıkları da bilir.” (Ankebût: 11)

“İbrahimî dinlerde buluşma”, “Üç büyük din” gibi teklif ve tabirler bugünkü hıristiyanlık ve yahudiliğin de
hak olduğu düşüncesini doğurarak İslâm’ın hayat bahşeden nimetlerinden mahrum bırakılmış
gençlerimizin hıristiyanlığa meyletmesine sebep olmaktadır.

Halbuki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Dinini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamber’ini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.
İsterse müşrikler hoşlanmasınlar.” buyuruyor. (Tevbe: 33)

Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise yahudi ve hıristiyanlara cevap veriyor:

“(Yahudi ve hıristiyanlar müslümanlara): ‘Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız!’
dediler. De ki: ‘Hayır! Biz hanif olan İbrahim’in dinine uyarız. O müşriklerden değildi.’” (Bakara:
135)

Dikkat ederseniz hıristiyan misyonerler yüzyıllardır hiç bu kadar rahat müslümanların üzerinde ve
bilhassa ülkemizde ellerini kollarını sallayarak çalışmamışlardı. Saf, temiz ve nezih halkımıza hoşgörü
ve diyalog adı altında yahudi ve hıristiyanlar hoş gösterilmeye çalışıldı.

Şu kesindir ki; diyalog misyonerlik faaliyetidir. 1964 yılında ll. Vatikan Konsilinde bu maksatla
“Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası” kurulmuş ve diyalog, hoşgörü yoluyla misyonerlik dönemi
başlamıştır. 1973’te sekreterlik görevine gelen Rossano gerçek niyetlerini şöyle dile getirmiştir:

“Diyalogtan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, kilise şartları çerçevesinde misyoner ve incil’i öğreten
bir cemaat olarak yapıyoruz...

Bu sebeple diyalog, kilisenin İncil’i yayma amaçlı misyonunun çerçevesi içinde yer alır.” (Bulletin)

1973’te, 1984’te, 1990’da, 1991’de yayınladıkları resmi dökümanlarda diyaloğun, kilisenin misyonunun
ayrılmaz parçası, temel unsuru olduğu açıkça ifade edilmiştir.

“Dinlerarası diyalog misyonerliğin bir parçasıdır ve tüm hıristiyanlar tarafından yukarıda ifade ettiğimiz,
tanrının misyonu olarak misyonerlik bağlamında ifade edilmelidir.” (Chistians in Dialoque with Men of
other faiths)

Müslümanları hıristiyanlaştırma çalışmalarını ve tarihten beri süregelen misyonerlik faaliyetlerini bu


ortamda daha rahat yapıyorlar. Sonuçlarını her gün ilgili bakanlıklardan, Diyanet’ten, Emniyet Genel
Müdürlüğü’nden, askerî makamlardan duyuyor, gazetelerden okuyoruz. Emniyet Türkiye’de sekiz
milyon bedava incil dağıtıldığını, korsan kilise sayısının hızla arttığını belirledi. Adapazarı-İzmit
depreminde Vatikan’ın 13 milyon dolar yardım yaptığı, depremzedelere, arasına 50-100 dolar
konularak incil dağıttığı, ikibinbeşyüz depremzedenin hıristiyanlaştırıldığı söylendi. Yine Trabzon’da 60
üniversiteli genci hıristiyan yaptıkları ifade edildi. İslâm’a karşı seksenbeşbin papaz, dörtyüzellibin
misyonerin İslâm dünyasında hıristiyanlaştırma faaliyetleri yaptığı Almanya’daki bir gazetede
yayınlandı.

Ankara Ticaret Odası’nın yayınladığı rapor da çok önemlidir:

“Başlangıçta hıristiyanlığı yayma amaçlı görülen misyonerlik faaliyetleri etnik ve dini ayrımcılığı
körükleyerek, devletin üniter yapısını hedef alıyor...

Misyonerler Türkiye’de elini kolunu sallayarak propaganda yapıyor. Adeta cirit atıyor. Türkiye’de
yaşanan ekonomik istikrarsızlıklar ve krizler, bu işin tuzu biberi oldu. Geleceğe umutsuz bakan
insanlar, özellikle de genç nesiller kolayca kandırılıyor. Evlere, dükkânlara kadar girip mürid arıyorlar.
Ceplerine para koyup gençlerin beyinlerini yıkıyorlar.

Türkiye şu anda tam anlamıyla misyonerlerin istilâsı altında...” (05.06.2004)

Nice müslüman genç para karşılığı veya yurtdışına gitme vaadi ve başka vaadlerle kandırılmaktadır.
Türkiye’de birçok eski kiliseler onarılmakta, apartmanlarda kilise evler açılmaktadır.

Hıristiyanlığın gerek katolik, gerek protestan, gerek ortodoks kolu Türkiye’de çok ciddi hıristiyanlık
propagandası yapmaktadır. Bilhassa protestanların genişleme, kilise açma, incil dağıtma faaliyetleri,
halkı sinsice para, iş vaadiyle kandırma yöntemleri korkutucu boyuttadır.

Önce dinden imandan uzaklaştırdılar, boğazlarından helâl lokmayı aldılar. Ahlâksızlığı, fuhşiyatı
yaydılar. Sahipsiz gençleri kandırdılar.

Ey müslüman halk! Siz susuyorsunuz, başınıza bir musibet gelmeden, çoluk-çocuk elden gitmeden
uyanın. Gerçekten fitne ve kâfir olanca gücüyle hücum etmekte, dinimize, imanımıza saldırmakta,
vatanımıza büyük zararlar vermekte, birlik beraberliğimizi bozup derin yaralar açmaktadır.

Alman Welt Am Sonntag gazetesi 30 Mayıs 2004’de Vatikanın gizli raporunu açıklamış “Milyonlar
Muhammed’e Karşı” manşetiyle çıkmıştı. Raporda Congregotion Forthe Evangelzation of Peoples adlı
örgütün Vatikan tarafından misyonerlik amaçlı kurulduğu, dünyanın değişik bölgelerinde onbinlerce
okul, yardım kuruluşu, sivil toplum örgütü adı altında hıristiyanlaştırma çalışmaları yaptığını yazdı.
Hazret-i Muhammed’i karalamak, İslâmiyet’i yıkmak için Vatikan’ın bu örgüte milyar dolar yardım
ettiğini yazdı.

Raporda asıl dikkati çeken husus, fakir ülkelerdeki müslümanlara bedava sağlık hizmeti verilerek
hıristiyanlaştırılmaları, diğer bölgelerde ise (Türkiye’de) hıristiyan-müslüman diyaloğunun
desteklenmesi adı altında çalışmalar sürdürülmesi tavsiye edilmektedir. Bu maksatla 65 bin papazın
görevlendirildiği, 1 milyon kişinin de hıristiyanlaştırma faaliyetlerine katıldığı, 42 bin okul, 1.600
hastane, 6 bin ilkyardım ekibi, 780 AIDS yardım merkezi ve 12.000 ofis ile hıristiyanlaştırma
çalışmalarının devam ettiği belirtilmektedir. Bu raporu okuyunca küfrü hoş görenlerin, hoşgörü ve
diyalog adına küfre kucak açmış olduklarını, kimin niyet ve amacına hizmet ettiklerini şimdi anladınız
değil mi?

Hazret-i Allah Kelâm-ı kadîm’i, Beyân-ı hâkim’inde onları bize ne güzel tanıtıyor, açıkça tarif
buyuruyor:

“Ey iman edenler! Sizden olmayan kimseleri sakın sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık
etmekten aslâ geri kalmazlar. Size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar. Öfkeleri ağızlarından
taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, âyetleri size
açıklamış bulunuyoruz.” (Âl-i imran: 118)
Hıristiyan olmayanlarla diyaloğa girmenin esasında kilisenin asli görevi olan İncil’in mesajını tüm
dünyaya yaymak olduğunu bizzat Papa ll. John Paul 24.12.1999 yılında yayınladığı mesajında şu
ifadelerle belirtmektedir:

“Birinci bin yılda Avrupa hıristiyanlaştırıldı. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika hıristiyanlaştırıldı. Üçüncü
bin yılda Asya’yı hıristiyanlaştıralım.”

Artık çalışmalarını İslâm ülkelerine yoğunlaştırmışlardır.

Allah-u Teâlâ küfrün birbirleriyle dost olduğunu, inananların onlarla dostluk kuramayacağını beyan
buyuruyor:

“Kâfir olanlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük
bir fesat (kargaşalık) olur.” (Enfâl: 73)

Kâfirlerin arasındaki dostluk, kâfirlik bağından ileri gelmektedir. Müminlerin arasındaki dostluk da iman
bağından kaynaklanmaktadır. Bunların birisi aydınlık, diğeri ise karanlıktır. Kâfir Allah’ın düşmanıdır,
mümin ise Allah’ın dostudur. Öyleyse arayı iyice ayırmak gerekir. Eğer kâfirlerle bağlar koparılmazsa,
yeryüzünde çok büyük bir fitne meydana gelir, o da imanın elden gitmesi ve küfrün açığa vurmasıdır.

İlâhi hükümlere, bunca Âyet-i kerime’lere rağmen diyaloğa devam etmektedirler. Mardin’de küfürle
toplantı yaptıklarının aynı günü Papa tüm hıristiyanları müslümanlarla evlenmemeye, eğer evlenirlerse
çocukları hıristiyan yapmaya çağırdı. Düşmanlıkları ortada iken, hâlâ onlarla hoşgörü ve diyaloğu
görüşmek İslâm’ı ve müslümanları baltalamaktan başka bir şey değildir.

“Doğrusu birçokları bilmeden hevâ ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’âm: 119)

Âyet-i kerime’lere ve Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine ters hareket ettikleri, nefis arzusunu ilâh edindikleri
için şirke düşmüşlerdir.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:

“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? Onu
şirkten sen mi koruyacaksın?” buyuruyor. (Furkân: 43)

Bütün insanlar ve cinler Hazret-i Kur’an’ın bir hükmünü, bir harfini inkâr etseler, hafife alsalar, hepsi
kâfir olurlar. İsterse emir ya da hüküm Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in son
nefesinde inmiş olsun. Artık o kesin hükümdür, emirdir.

Âyet-i kerime’de:

“İşte böyle, çünkü onlar Allah’ın indirdiğinden tiksinip hoşlanmamışlardır.” buyuruluyor.


(Muhammed: 9)

Bunun içindir ki hak sözleri ve uyarıları kabul etmezler, takip ettikleri bâtıl yoldan geri dönmezler.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


İmandan Sonra Küfür:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mahrem-i esrârı olan Huzeyfe -radiyallahu anh-
Hazretleri buyururlar ki:

“Münâfıklık Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- devrinde vardı. Şimdi ise imandan sonra
küfür vardır.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 2120)

Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’nin bildirdiği üzere münâfıklar Asr-ı saâdet’te Abdullah bin Ubeyy
bin Selül’ün başkanlığı altında teşekkül etmiş habis bir zümre idi. Bunlar iman ile küfür arasında bir
nifak örtüsüne bürünerek hayatlarını korumuşlardır. Fakat Asr-ı saâdet geçtikten sonra iman ile küfür
arasında bir nifak merhalesi kalmamıştır. Çünkü bir müslüman gönlünde küfrü gizlemekle “Mürted”
olur.

Asr-ı saâdet’te münâfıklar savaş, gazâ gibi birliği icap eden her işte yan çizerlerdi. Fakat görünüşte
inandıklarını iddiâ ettikleri için Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Uhud ve Tebük
seferlerindeki döneklikleri gibi birçok bozguncu hareketlerine rağmen cezâ uygulamadı.

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- gibi bir kısım Ashâb tarafından bu habis zümrenin topluca yok
edilmesi teklif olunduğu halde Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Bırakınız! ‘Muhammed ashâbını öldürüyor!’ diye ortaya ikinci bir fitne çıkarılır.” buyurdu.

Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’nin buyurduğu üzere daha sonra İslâm dini tamamiyle kuvvet
bulunca artık iman ile küfür arasındaki nifak maskesi atılmıştır. Bütün bunlar artık gizli-kapaklı değildir.
Öyleyse nifak, imandan sonra küfür gibidir.

Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’nin bir beyanları da şöyledir:

“Zamanımızın münâfıkları Asr-ı saâdet’teki münâfıklardan daha şerlidirler. Çünkü Asr-ı


saâdet’teki münâfıklar nifaklarını gizlerlerdi. Şimdikiler bütün bütün açığa vuruyorlar.”

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Allah-u Teâlâ’nın Dini ile


Alay Eden Münâfıklar:

Âyet-i kerime’lerde Kelâmullah’ı işitmekle beraber onlardan faydalanmaktan yüz çeviren, sağır kesilmiş
gibi tavır takınan, din-i ilâhî ile alay etmek küstahlığında bulunan ve bu yüzden pek büyük bir felâkete
kendisini atan münâfıkların vasıfları ve âkıbetleri beyan buyurulmaktadır:
“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve onunla
alay etmek için boş lafı satın alır. İşte onlara alçaltıcı bir azap vardır.” (Lokman: 6)

Kendilerini müslüman gibi gösteren münâfıklar saptırdığını hissettirmeden, yaptığı işin sonunu
sezdirmeden dini bozmak, insanları Allah yolundan alıkoymak için böyle bir değişmeye girişirler.

Ellerinde hiçbir delil olmadığı halde kupkuru bir laf yığını ile insanları hidayet yolundan saptırmak,
Allah-u Teâlâ’nın dosdoğru dininden uzaklaştırmak ve bu yüce Kitab’ın âyetleriyle alay etmek için
böyle yaparlar. Hem kendilerini, hem de başkalarını bu boş sözlerle saptırarak ve sapıtarak hayatlarını
tüketir giderler. Allah-u Teâlâ’nın dinini alaya almak, O’nun âyetlerini hafife almak ve inkâr etmek kadar
büyük dalâlet olamaz.

Nasıl ki onlar Allah’ın âyetlerini ve yolunu hafife almış küçük görmüşlerse, aynı şekilde onlar da
ahirette devamlı azaplarla alçaltılacaklardır.

“Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında ağırlık varmış da işitmiyormuş gibi
büyüklük taslayarak sırt çevirir.” (Lokman: 7)

Onlara iltifat etmez, sağır olmadığı halde duymamış gibi davranır, bu âyetleri işitmekten rahatsız olur.
Kendi vehim ve zannı ile karşı çıkar, hükmünü kaldırmaya çalışır.

“Artık sen ona acıklı bir azap ile müjde ver.” (Lokman: 7)

Âyet-i kerime’de en şiddetli azabı müjdelemek suretiyle onunla alay edilmektedir.

“O bizim âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman, onlarla alay eder, işte öyleleri için alçaltıcı bir
azap vardır.” (Câsiye: 9)

Allah-u Teâlâ’nın âyetlerini küçümseyip kendi zannını hüküm yerine koyan kimselerin azabı hiç
şüphesiz ki çok ağırdır. Kelâmullah’tan yüz çevirerek onlarla alay eden kimselerin iman etmeyen
kimseler olduklarına delildir.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Küfre Kucak Açanlar,


Müslümanları Küfre Teşvik Edenler:

Hazret-i Allah Kelâm-ı kadîm’i, Beyan-ı Hakimin’de şöyle buyuruyor:

“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, peygambere muhalefet edip inananların
yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme
sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” (Nisâ: 115)

Allah onları kahretsin! Ne kötü icraat yapıyorlar!


Görülmemiş kötü işler yapıyorlar.

Âyet-i kerime’de:

“Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin!” buyuruluyor. (Münafikûn: 4)

Onlara sorsan: “Biz de müslümanız” derler. Yaptıkları tahribat kâfirinkinden daha beter, daha büyük.
Zira kâfirin gayesi belli, ona sokulamazsın ve fakat bu deccaller var ya müslümanmış gibi
görünüyorlar, hiçbir kâfirin yapamayacağı tahribatı yapıyorlar.

“İşte onlar hidayet karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Bu alış veriş kendilerine kâr
sağlamamıştır, doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara: 16)

Biz onları Hazret-i Allah’a, Kitabullah’a, Resulullah’a çağırıyoruz. İslâm’ın emir ve hükümlerini önlerine
sürüyoruz. Küfür ile iman arasına berzah koyuyoruz. Çünkü onlar karıştırmak, küfrü hoş göstermek
istiyorlar. Küfre kucak açıyor, müslümanları küfre teşvik ediyorlar. Allah’a ve Resulullah’a bundan daha
büyük ihanet olur mu?

Ve fakat Allah-u Teâlâ’nın fermanını görmüyorlar:

“Ey iman edenler! Allah’a ve peygambere hâinlik etmeyin. Kendiniz bilip dururken
emanetlerinize de hâinlik etmeyin.” (Enfâl: 27)

Hazret-i Allah; “Allah’a ve Peygamber’ine ihanet etmeyin.” buyuruyor ve diğer bir Âyet-i
kerime’sinde ise:

“Şüphesiz ki Allah hâinlik yapanları sevmez.” buyuruyor. (Enfâl: 58)

Dış düşmanın yapamadığı tahribatı bunlar müslümanmış gibi görünüp içerden yapıyorlar. Bu verdikleri
zarar çok büyük olduğu için de bu hâle düşüyorlar.

İman ile küfür birbirine düşmandır. Hasımdır. Biri nurdur; aydınlığa, hakikate, cennete götürür. Diğeri
nardır; karanlığa, dalâlete, cehenneme götürür.

“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)

Bu yüzden ikazımızı açık, net, kesin, kat’i ve sert yapıyoruz. Allah-u Teâlâ’nın ilâhi hükümlerini,
Resulullah’ın beyanlarını ileri sürüyoruz. Kimseyle işimiz, garazımız, kin ve düşmanlığımız yok.
Hazret-i Allah’ın dinini yıkmak isteyenlerin, vatanımıza kast edenlerin düşmanıyız. Öteden beri onlara
emr-i bil maruf, nehy-i anil münker vazifesini yapmaya çalışıyoruz.

Ve fakat:

“Onlara: ‘Allah’ın indirdiği Kur’an’a ve Peygamber’e gelin!’ denildiği zaman, münâfıkların


senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 61)

Bunlar Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın indirdiğinden tiksindiler, yüz çevirdiler. Böylece
küfür batağına battılar. Hiçbir müslümanın Allah’ın ve Peygamber’inin hüküm verdiği bir hususta kendi
isteğine göre seçme hakkı yoktur. “İşittim, itaat ettim” demek zorundadır. Yahudi ve hıristiyanlarla
dostluğu yasaklayan bunca Âyet-i kerime’lere rağmen dostluk kuranlara, küfre kucak açanlara,
müslümanları küfre teşvik edenlere Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz’i hatırlatırız.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İman ve Teslimiyet Abidesi


İki Güzide Zevât-ı Kiram:

Asr-ı saâdet’te iki kimse huzur-u Nebevî’de hasımlaştılar. Resulullah Aleyhisselam hak sahibi lehine
hükmetti. Aleyhine hüküm verilen “Râzı olmam! Bir de Hattab oğlu Ömer’e gidelim.” dedi ve
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-ın yanına vardılar. Lehine hüküm verilen “Yâ Ömer! Biz Peygamber
Aleyhisselâm’a giderek hasımlaştık. Benim lehime bunun aleyhine hükmetti. Bu ise râzı
olmayıp reddetti.” deyince Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Böyle mi oldu?” diye sordu, öteki
“Evet” dedi. Bunun üzerine “Ben sizin aranıza gelip aranızda hüküm verinceye kadar yerinizden
ayrılmayın.” diyerek evine girdi ve kılıcı elinde olduğu halde yanlarına geldi. Râzı olmayı reddedeni
bir vuruşta öldürdü. Öteki arkasını dönerek Resulullah Aleyhisselâm’ın yanına kaçtı ve “Yâ
Resulellah! Vallahi Ömer, arkadaşımızı öldürdü. Eğer müdahale etseydim beni de öldürecekti.”
dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz “Ömer’in bir mümini öldürmeye kalkışacağını
sanmazdım.” buyurdu.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:

“Hayır, öyle değil!... Rabb’in hakkı için, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem
yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı yüreklerinde hiçbir sıkıntı, bir burukluk duymadan
tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ: 65)

Âyet-i kerime’sini indirdi. (İbn-i Kesir)

Eğer siz Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- Efendimiz zamanında yaşamış olsaydınız, hepinizi keserdi.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- Efendimiz’in İslâm’a bağlılığı bütün müslümanlara en güzel bir
numunedir.

Onun en büyük muvaffakiyeti, müslümanlığı asıl şekliyle muhafaza etmekteki gayretidir.

Onun dehâ ve dirayeti İslâm birliğinin korunmasında büyük bir âmil oldu. Onun karar ve ısrarı yalnız ve
yalnız Hazret-i Allah’ın biricik Habibi -sallallahu aleyhi ve sellem-ine uyması sebebiyle idi ve davayı
kazandı. O nuru takip ettiği için o kazandı.

Resulullah Aleyhisselâm’ın dâr-ı bekaya intikâlinden sonra bazı kabilelerin başkaldırmaları sırasında
üstün bir dehâ gösterdi.

Ayaklanan bu kabilelerin bir kısmı İslâm’dan tamamen ayrılmak, tekrar eski dinlerine dönmek istiyorlar,
bir kısmı ise “Biz namaz kılarız fakat zekât vermeyiz” diyorlardı. Birçok yalancı peygamberler de türedi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- de dahil olmak üzere birçok müslümanlar “Ey Resulullah’ın halifesi!
Onlara biraz yumuşak davran, henüz cahiliyetten tam kurtulamadılar. Namaz kılsınlar zekât
vermesinler.” diye bir teklifte bulundular. O ise İslâmiyet’in yıkımına vesile olabilecek olan bu teklifi
şiddetle reddetti. “Hayvanı verse, yularını bile vermezse namazla zekât arasında fark gözeten
herkesle harp ederim.” buyurdu.
İslâm budur, iman ile nikâhın şakası olmaz. Şakası da ciddi, ciddisi de ciddidir.

İman teslimiyeti gerektirir. Azıcık bir sapma kişiyi İslâm dâiresinden çıkarır.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Dalâleti Satın Alanlar:

Küfre kucak açan, müslümanları küfre teşvik edenler şunu iyi bilsinler ki, münâfıkların yeri esfel-i
safilin’dir.

Hacc sûre-i şerif’inin 17. Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ iman ile küfür arasına berzah koymuş, iman
edenleri ayırmış; yahudileri, sâbiîleri, hıristiyanları, mecusileri ve müşrikleri de ayırmıştır. Bu beş
zümre dalâlet ehlidir ve küfür yolundadır.

Bunlar ve benzerleri dâima İslâm’a karşıdırlar. İslâm onlara gerçekten düşmandır, onlar da İslâm’a
düşmandırlar.

Her ne kadar “Onlar da inanıyorlar.” diye gösterilse de İslâm’a tâbi olmadıkça, İlâhî emirlere ve
hükümlere riâyet etmedikçe hiçbir zaman inanmış olamazlar. Günümüzdeki bölücüler de böyledir.

Bunların İslâm dinine ve müslümanlara olan zararı ve tahribatı kâfirlerden daha büyük ve daha
beterdir. Çünkü kâfirin küfrü açıktır, insan ona göre tedbirini alabilir. Bunların küfrü ise maskenin
altında olduğu için, hakikat ile dalâleti fark edemeyenler onları müslüman zannederek aldanır, küfür
batağına düşer ve dinden imandan soyulurlar.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.”
(Nisâ: 145)

Cennet derece derece olduğu gibi cehennem de dereke derekedir. Âyet-i kerime’de geçen “Derk-i
esfel” cehennem derekelerinin en derininde bulunan en alt tabakadır. Onların azabı kâfirlerin
azaplarından daha şiddetlidir. Zira kâfirler cehennemde, münâfıklar ise “Esfel-i sâfilîn”dedirler.

Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:

“Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.”
(Tevbe: 68)

Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedî kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur
edilemez.


Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde münâfıkların yalan yere iman iddiâsında bulunduklarını ve yalan
yere yemin etmekten sıkılmadıklarını, imandan sonra küfre saptıklarını, kalplerini mühürlediğini,
onların sapık olduklarını, küfürde devam ettikçe tevbelerinin kabul edilmeyeceğini beyan
buyurmaktadır:

“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna engel oldular. Gerçekten onlar çok
kötü bir şey yapıyorlar.” (Münâfikûn: 2)

İnsanları şaşırtıp Allah yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yaptılar.

“Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine Allah, onların kalplerini
mühürledi de onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikûn: 3)

İmanın ulviyetini idrak edemezler. Küfür ile imanı, hak ile bâtılı, iyi ile kötüyü seçecek, ne yaptıklarını,
nereye gittiklerini sezip bilecek anlayış kabiliyetleri kalmamıştır.

“İman ettikten sonra kâfir olup ve küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri kabul
edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların tâ kendileridir.” (Âl-i imrân: 90)

Siz daha önce müslüman değil miydiniz, nasıl döndünüz. Münâfıkların, bölücülerin adet ve alâmeti
olan işler yaptınız!..

Âyet-i kerime’lere bakın!

“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)

“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)

“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)

İşte görüyorsunuz ya bu Allah kelâmıdır. Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini size tebliğ ediyorum.

Bunlar şimdi anlamazlar, içine atıldıkları zaman anlarlar. Niçin anlamazlar. Kalpleri döndüğü için ve
mühürlendiği için anlamazlar.

“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalplerimizi senin taatine çevir.” (Buhârî)

Ey Allah’ım! Bizi iman ziyneti ile süsle, doğru yolda olan hidayet rehberlerinden kıl!

Bu küfrü hoş görenler var ya gerçekten içlerinde kukla çok. İslâm’ı yaşayan hiç yok. Salla başını al
maaşını...

Allah’ım Ümmet-i Muhammed’e umumi bir rahmetle merhamet et!..

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


Küfrü Hoş Görmek Nelere Sebep Olur?
Küfrü Hoş Görenler Nelere Vesile Olur?

Zamanında Araplar yahudilerin küfrünü hoş gördüler. Küçücük bir para için yerlerini, yurtlarını, dinlerini
sattılar.

Şimdi bütün İslâm âlemi lânet okuduğu gibi kendi torunu bile lânet okuyor. Böyle olmadı mı?

Dikkat buyurursanız, hıristiyanlar için Urfa, Tarsus, Mardin kutsaldır. Ve buralarda para karşılığı yer
yurt satın aldıklarını duyarlı gazeteciler dile getirdiler.

İstanbul’da da Eyüp ve Fatih semtlerinde bu şekilde evlerin arsaları alınıp başkalarının üzerine
yapıldığını basından okuduk.

Ona keza yahudiler de güneydoğu bölgesinde arsa alıyorlar. Daha evvel Filistin’de yaptıkları gibi.

Ve bu suretle dinimizi ve vatanımızı yıkıcılar var ya; yahudilerin Filistin’e yerleştiği gibi, küffâr da
buraya yerleştiği zaman, yerini yurdunu elinden aldığı zaman, sen ekmek bulamayıp kanını döktüğün
zaman, senin de torunun sana lânet okuyacak.

Küfrü hoşgörü toplantıları önce Urfa’da sonra Tarsus’ta daha sonra da Mardin’de oldu. Bakalım
bundan sonra nereyi seçecek nereyi işaretleyecekler. Bu toplantı mahalleri hıristiyanların kutsal
saydığı yerler. Kaldı ki Türkiye’nin her yerinden toprak aldıklarını, mülk edindiklerini biliyoruz. Sinsi
sinsi vatanımızı ele geçirmeye çalışıyor, plânlarını tatbik ediyorlar.

Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü Yabancı İşler Daire Başkanlığı’ndan alınan bilgiye göre, şimdiye
kadar arazi ve mesken satın alan yabancı uyrukluların toplam sayısı 43 bin 119, taşınmaz sayısı 41
bin 563. Bunun arsa olarak adeti 15 bin 645, yüzölçüm toplamı da 331 milyon 181 bin 350 metrekare.
Arsa/arazi+binalı gayrimenkul sayısı 4 bin 461, alanı da 1 milyon 581 bin 781 metrekare, genel olarak
alan toplamı ise 334 milyon 917 bin 239 metrekare.

Kimisi, bu işin içerisine girmeyip de: “Bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın!” diyor.

Buna âmil olan nedir?

“Ben küfrü hoş görmedim amma hoş görenleri hoş gördüm, kendimi tehlikeye atmamak için onların
üzerine gitmeye lüzum görmedim.”

Fakat dini, vatanı tehlikeye giriyor, onu hiç umursamıyor. Bunların imanı suretadır. Bunlar iman etmiş
değiller.

Bu gibi kimselerin çocukları yüz dolara imanını değiştiriyor. Zaten imanı olsaydı yüz dolara
değiştirmezdi.

Ve fakat zamanında çocuğuna helâl lokma yedirmedi, ahkâmı öğretmedi ve çocuk şimdi memnuniyetle
yüz dolara dinini değiştiriyor. Çünkü zaten dini yok.

Bütün bunlara âmil olan da haram lokmadır. Halk haram lokmayı yedi, balık otu yuttu, imanı gitti. Şimdi
ne yapacağını o da bilmiyor.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Size İki Ayna Gösteriyorum

Birisi dindar zamanı, birisi din-i İslâm’dan çıktığı zaman. Yukarıya, öncesine
bakılırsa İslâm dininin müdafisi, aşağıya, sonrasına baktığın zaman küfrün
müdafisi. İncelendiği zaman her şeyi kolay anlayabilirsiniz.

ÖNCESİ :

"Papa yine sahnede...” (Zaman, 22 Nisan 1990).

"Vatikan ve İngiltere Tarsus'u ABD Patrikhane'yi Merkez yapmak istiyor".


(Zaman, 17 Haziran 1990).

"Patrikhane entrika peşinde ... İstanbul'a gelen Yunan milletvekilleri hezeyan


kustu: "Patrikhane İstanbul'da mahpusmuş". (Zaman, 18 Haziran 1991).

"Hıristiyan teşkilatlarının Müslümanlara yönelik çalışmaları endişe ile takıp


ediliyor. İslam Dünyası'nda Hıristiyanlık atağı". (Zaman, 31 Ekim 1991).

"...Bizans Hayali: "Bir yıl önce kararlaştırılan ve adım adım hayata geçirilen bu
plana göre;

1- Ortodoks dinine mensup Sırp milletinin devleti olan Sırbistan kurulacak.

2- Hıristiyan halkların tarihlerinin, törenlerinin tanınmaları için yoğun faaliyetler


yapılacak.

3- Son olarak güçlü bir Ortodoks-Hıristiyan ittifakı ile başkentin İstanbul


olacağı... Büyük Bizans İmparatorluğu kurulacak". (Zaman, Ekim 1991).

"PKK Hıristiyan işbirliği..." (Zaman, 25 Şubat 1992).

"Maddi vaatlerle diyalog kurdukları çocukların beyinlerini yıkamaya çalışıyorlar".


"İşte misyonerlerin merkezi". (Zaman, 24 Temmuz 1992).

"Kiliseden sinsi tuzak; îslamî değerlere saygılı görünerek Müslümanlara


Hıristiyanlığı anlatacaklar..." (Zaman, 9 Haziran 1993).

“Patrikten tahrik: Fener patriği 1. Bartholomeos Türk hükümetinin kendilerini yok


etme politikalarını güttüğünü iddia ederek ülkemizi ABD ve diğer Batı ülkelere
şikayet edeceği tehdidini savurdu.” (Zaman, 28 Haziran 1995)

“Bartholomeos Papa statüsü peşinde” (Zaman, 1 Temmuz 1995)

"Patriğin cihan rüyası: Gazetemizin sempozyumu izlemesine yasak getiren


Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos; "Rum Fener Patrikhanesi
ekümeniktir dedi" (Zaman, 25 Eylül 1995).

"Çift başlı kartal bulunan Bizans bayrakları ile süslenen Patmos Adası'ndaki
kutlamalarda, Patrik Bartholomeos, Sırp Ortodoksları temsilcisi Eirineos'a plaket
verdi". (Zaman, 27 Eylül 1995).

"Patrikhane Lozan'ı zorluyor. Bartholomeos ve beraberindeki 13 patrik Türnepa


Yön. Kur. Başkanı Rahmi Koç"un verdiği yemeğe katıldı". (Zaman, 22 Eylül
1995).

SONRASI :

"Vatikan'dan sıcak mesaj... (Zaman/17 Nisan 1996).

"Patrik Bartholomoes ve F. Gülen Hocaefendi toplumsal barışın önemini


vurgulayan konuşmalar yaptılar". (Zaman, Ekim 1996).

"Medeniyetler arası diyalog için ilk adım; Fener Rum Patriği Bartholomoes
konuşmasının ardından, F. Gülen'e bir hediye takdim etti". (Zaman, 2 Ekim
1996).

"Vatikan'da uzlaşma zirvesi". (Zaman, 9 Şubat 1998).

"F. Gülen Hocaefendi, İslam ve Hıristiyan dünyasını temsilen "Dinlerarası


Diyalog" çerçevesinde Papa 2. Jean Paul ile yarım saat görüştü".
Bartholomoes: "Bol ürün bekliyoruz". (Zaman, 10 Şubat 1998).

"Yunanistan'dan gelen 45 delegenin iştirak ettiği toplantıya Fener Rum


Ortodoks Patriği Bartholomoes de katıldı. Patrikten hoşgörü mesajı". (Zaman,
19 Şubat 1998).

"Ehl~i Kitap iftarda. İftara Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes'un yanı sıra,
Ermeni Ortodoks Patriği Mutafyan, İstanbul Musevi Hahambaşısı David Aseo...
katıldı."

(Zaman, 24 Aralık 1998).

"F. Gülen'in başlattığı diyalog çalışmaları sürüyor. Gülen önceki gün İstanbul'da
Yahudi Örgütleri Başkanları Konferans Heyetini kabul etti". (Zaman 10 Mart
1998).

"F. Gülen ile Papa görüşmesi önemli bir olaydır". (Zaman, 12 Nisan 1998).

"Zaman'a özel açıklamalarda bulunan Protestan Kiliseleri Birliği İslam Dünyası


ile İlişkiler Başkanı..." (Zaman, 30 Kasım 1998).

"Harran'da Semavi Dinleri bir araya getirecek İlahiyat Okulu açılmasının,


hoşgörü ve uzlaşmaya katkı sağlayacağı vurgulandı". (Zaman, 15 Şubat 1998)

“Üç büyük semavî dinin temsilcileri bu kudsi ağacın simgesi Hz. İbrahim’in
memleketinde ‘Kardeşiz’ mesajını solukladı.” (Zaman, 14 Nisan 2000)

“Hz. İbrahim’in torunları onun adına yapılan sempozyumda devrim yaparak,


artık ortak noktaları öne çıkartarak sürekli diyalog kararı aldılar.” (Zaman, 17
Nisan 2000)
DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Halkın Durumunu Önünüze Sunuyorum:

İstanbul Gaziosmanpaşa’da Hacımaşlı köyü domuz çiftliğinin sularının ve katı atıklarının 300 mt.
mesafedeki Sazlıdere barajına aktığı, çiftlikte beş bin domuz yetiştirildiği ifade edildi. Bu baraj
İstanbul’da 10 milyon kişinin su ihtiyacını karşılıyor.

Türkiye’deki domuz çiftliklerinde yılda 3 milyon kilo civarında et üretiliyor. Bu Türkiye’deki kırmızı et
(sığır, koyun) üretiminin yarısı. Üretilen domuzlar otellere yemek, fabrika ve marketlere kıyma şeklinde
satılıyor. Salam ve sosis yoluyla piyasaya domuz eti sürme en sık kullanılan yöntem.

Neden domuz eti? İki nedeni var:

Birincisi; domuz eti, hıristiyan misyonerlerin İslâm ülkelerinde ve Türkiye’de halkı İslâm’dan koparmak,
soğutmak için kullandıkları bir yöntem.

Zira helâl lokmayı kaldırıp haramı sokarak içte fitne ve fesada kapı açıyorlar.

İngiliz ajan ve misyoneri Hampher’e Osmanlı ülkesinde yapacağı faaliyetleri için eline verilen
vazifelerine dair kitabın ikinci bölümünde; Müslümanların güçlenmesine neden olan öğeleri yok etme
ve onları zayıf kılma hususunda tavsiyelerde bulunulmuştur. Kitap’ta geçen 2. madde çok mucib-i
dikkattir.

“İçki, kumar, fesat ve fuhuşu yaymak, domuz eti kullanmayı tevşik etmek. Bu tür faaliyetlerde, yahudi,
hıristiyan, zerdüşt gibi azınlıklar birbirleriyle işbirliği yapmalıdırlar. Sömürgeler Bakanlığı, bu
çalışmalarının karşılığında hediye ve ikramiyeler verecektir. Bu yolda hiçbir çabayı esirgemiyecektir.
Dolayısıyla içki, kumar, fuhuş ve domuz eti yeme gibi dörtlü fesadı her şeyden fazla yayacak kişiler
hazırlanmalıdır. İslâm ülkelerinde olan İngiliz memurları her vesileyi kullanarak, para vererek, hediye
vererek, gizli veya açık bu fesatların yayılmasına çalışmalılar ve bu işlerde çalışanlar her türlü zarar ve
tehlikeden korunmalıdırlar. Diğer taraftan müslümanların, İslâm ahkâmını ayak altına almalarını,
Allah’ın emrettiklerine ve nehyettiklerine uymamalarını teşvik etmelidirler. Zira İslâm ahkâmına
uymamaları toplumda düzensizlik ve karışıklık yaratacaktır. Örneğin fâizcilik (riba) Kur’an’da şiddetle
kınanmış ve büyük günahlardan addedilmiştir. O halde riba ve haram alış verişin yaygınlık
kazanmasına çalışılmalı ve böylece birbirinden kopuk ekonomi daha da dağıtılmalıdır. Riba (Fâiz)
konusundaki âyetler yanlış tefsir edilmelidir. Şu ilke de unutulmamalıdır ki Kur’an’ın bir emrini
dinlememek diğerlerini de dinlememeğe, hiçe saymaya zemin oluşturacaktır.”

Orhangazi’de, Çorlu’da ve Kemerburgaz, Polenezköy, Çatalca, Alemdağ’da domuz üretme çiftlikleri


vardır. İzmir, Isparta, Adana, Burdur’da domuz çiftlikleri artmıştır.

İkincisi; domuz etinin dini-imanı olmayan tüccar zihniyetli kişilerce üretilmesi. Bunlar harama helâle
bakmaz, paraya bakarlar. Zira domuz üretken bir hayvandır. Cinslerine ve yaşına göre yılda bir, iki
bazen de üç kez, her batında 15-20’ye varan yavru dünyaya getirebilir. Bir domuz yılda 2 kez doğum
yapsa, her batından 10 yavru yaşasa 20 sene yaşayan domuz 400 yavru verir. Ve yeni doğan domuz
4-5 ayda 100 kiloya ulaşabilir.
150 kg’lık bir domuzdan 75 kg. yağ çıkıyor. Sığır ve koyunda böyle değil. Beslenmesi kolay, cam
dışında herşeyi yiyor, dışkı, leş yiyebiliyor. Kilosu da 1-3.5 milyon TL arası ki çok ucuza satılıyor.

Bursa’nın Orhangazi ilçesinde de tonlarca domuz kesiliyor. Bu etler otellere gidiyor, kasaplara gidiyor.
Ben bunu sakınanlar için söylüyorum. Sakınmayanlar için sözüm yok. Uyanın, paranızla haram lokma
yemeyin.

Hem domuz eti yiyor, hem de doğrudan doğruya haram yiyor da umurunda bile değil. Birçok büyük
marketlerde, güzel ambalajlar altında bilmeden aldığımız birçok hayvansal yiyeceklerde domuz
ürünleri mevcut olduğu söyleniyor.

Böylece millet zehirlendi. Zaten fâiz ile imanları gitti.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:

“Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl ve temiz olarak yiyin, kendisine iman etmiş
bulunduğunuz Allah’tan korkun.” (Mâide: 88)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Deccaliyet Devri:

Öyle bir devirdeyiz ki, dünya kurulalıdan beri fitne ve fesadın ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş
değil.

Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği,
böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü kötülüğün anasının mevcut
olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.

İlâhî emirler arkaya atılıyor ve hükümsüz sayılıyor.

Allah-u Teâlâ’nın bunca ihsanları karşısında bunca isyan! Helâk olan eski kavimler bollukta iken,
sefahat içinde iken belâ ve âfâtlara uğramışlardı. Onların birer kabahatlerinden ötürü başlarına
felâketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu
devirde mevcut. Onun için böyle bir devir gelmiş değil.

Bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı aldıklarına
aldırış etmez.” (Buhârî)

İşte o gün bugündür!

Allah-u Teâlâ kesin olarak yasak ettiği halde, Âyet-i kerime’sinde:


“Şeytanın pis, murdar işidir!” (Mâide: 90)

Buyurduğu halde, kadınlar da erkekler de her çeşit içkiyi içiyor, her türlü kumarı oynuyor.

Fâizcilerin cehennemlik olduğu, eğer fâiz terkedilmezse bunun Allah-u Teâlâ’ya ve Resul’üne karşı
açılmış bir harp olduğu haber verildiği halde fâizle iş görülüyor, hatta fâize “Helâl” diyenler bile çıkıyor.

Halbuki Hazret-i Allah Âyet-i kerime’sinde:

“Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve Peygamber’ine açılmış bir savaş olduğunu
bilin.” buyuruyor. (Bakara: 279)

Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in emirlerini hiçe sayanlar
otomatik olarak küfre girmiştir.

Allah-u Teâlâ nikâhlı yaşamayı meşru kıldığı ve Ferman-ı ilâhî’si olan Âyet-i kerime’sinde:

“Zinâya yaklaşmayın, zirâ o bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsrâ: 32)

Buyurduğu halde gayr-i meşru yollar tutuluyor, Lût kavminin helâkına mucip olan kötülükler yapılıyor,
eşine hayızlı ve nifaslı iken mukarenette bulunanlar çıkıyor.

Evlilikte en mühim şart dinî nikâh olduğu halde, mehir vermek şart olduğu halde, kadının bu meşru
hakkı verilmiyor. Mehrin adını bile duymayanlar var. Duysa bile yapmıyor, yapsa bile vermiyor, böylece
nikâhsız ömür sürüyor.

Kimisi çocuk olmaması için ilâhî hükmü değiştirmeye çalışarak her türlü çareye başvuruyor, kimisi
çocuk daha doğmadan ana karnındayken öldürüp katil oluyor, kimisi de olsun diye her türlü
hayâsızlığa ve zinâya râzı oluyor.

Kimisi saçlarını boyuyor, tırnaklarına oje sürüyor, kat olduğu için ve su geçirmediği için cünüp geziyor.
Kimisi de saçlarını ondüle yapıyor, düzeni bozulmaması için kafasını yıkamıyor.

Gusül alınmıyor, abdest de öylesine...

“Dinin direği” olduğu halde namaz kılınmıyor. Kılanların yüzde doksanı taharete, istibrâya dikkat
etmediği için, abdestsiz namaz kılıyor da haberi olmuyor.

Emr-i ilâhî olduğu halde zekât verilmiyor, öşür verilmiyor.

Haksız yere adam öldürmeler çoğalmış, ticaret ahlâkı bozulmuş.

Adaletle iş yapılmıyor, emanet ganimet biliniyor. Rüşvetin adı hediye olmuş.

Zenginler sarhoş, kadınlar çılgın, orta tabaka şaşkın ve şuursuz.

Gönüller hep perişan.

Bu kadar ahlâksızlık içinde imanı korumak çok zor.

Bu şuursuzluk, bilgisizlik, ahlâksızlık; hıristiyanların rahat çalışmasına, halkımız üzerinde tesirli


olmasına sebep olabiliyor.

DEVAM
| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Din Adına Bölünmeler:

Bütün bunların yanında din adına bölünmeler artık çekilmez olmuş. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde:

“Müminler kardeştir.” (Hucurat: 10) ve

“Dine bağlı kalın, dinde ayrılığa düşmeyin!” (Şura: 13) buyurduğu halde müslümanlar fırka fırka
bölünmüşler, bu din-i mübini kendi menfaatlerine âlet ediyorlar.

Günümüz insanları Hakk’tan kopmuşlar. Kimi particilerin, kimi türeme imamların, kimi de şeyh
zannettiği şeytanların peşinde ve izinde. Kimisi küffara hayran, İslâm’ın yalnız ismini taşıyor.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Deccal’den bahsederken; en büyük fitne diye
vasıflandırdılar. Oysa bu din kuran bölücüler deccalden daha beter buyurdular.

Bunun sebeb-i hikmetini size arzedeyim:

Onlar gizliden gizliye allahlık dâvâsında bulundular, dinlerini kurdular. Müslümanlar İslâm’a hasret idi,
onları öncü sandılar, onların içyüzlerini bilemediler.

Oysa Cenâb-ı Hakk:

“Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)

Buyurduğu halde, onlar bir taraftan imanlarını bir taraftan paralarını topladıkları halde ayılamadılar.

Ve bugün İslâm önderidir diye zannettikleri küfrün önderi oldular, amma biz size bunu zamanında bir
bir anlatıyorduk.

Verdiğiniz her kuruştan huzur-u ilâhîde sorulacaksınız.

Zira:

“Fâsıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvî)

Hadis-i şerif’ini önünüze sürüyorduk. Biz bunları kim yapıyorsa kâfirdir derken siz müslüman önderidir
diyordunuz. Şimdi gördünüz mü iç durumlarını? Amma biz size bunu çok evvel bildirmiştik.

Bunlar İslâm önderi gibi görünüyordu. Halkı çektiler, çekince imanlarını söktüler, dinlerine dahil ettiler.
Halk zaten ortadaydı, imanını kaybetti. Şimdi böyle geziyor. İmanı gitti, parası gitti. Putları kırıldı,
ortalıkta kaldılar.

İşte bu nur çıkınca bu putların hükmü kalmadı. Ne keş kaldı ne de keşane!

Bütün bunlara âmil olan bu nur oldu. Biiznillâh-i Teâlâ bu nur ile onları yok etti.
Bir yahudiyi bir kâfiri tanırsın, sakınırsın, amma böylelerini İslâm önderi zannedersin.

Bütün varlığı ile teslim olundu, onlarsa hazır gelmişken hem parasını hem imanını rahat aldı, İslâm
namına.

Amma kimin uşağı imiş, kime hizmet ediyormuş.

“İnsanlar arasında öyleleri var ki, bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak ve onunla
alay etmek için boş lâfı satın alır. İşte onlara alçaltıcı bir azap vardır.

Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki kulaklarında ağırlık varmış da işitmiyormuş gibi
büyüklük taslayarak sırt çevirir. Artık sen ona acıklı bir azap ile müjde ver.” (Lokman: 6-7)

Fethullah müslüman gibi göründü, takva ehli imiş gibi hareket etti. Biz bunun üzerinde ayrı ayrı
parmakla basmıştık. Fakat bu sonki tutumu, banka kurması, din kurup dinine çekmesi ve bunların
hepsinden sonra Amerika’ya kaçması “Amerika’nın ajanı olduğu, bu yaptığı işleri bu perde altında mı
yapıyormuş?” sorusunu akla getiriyor.

Yani önce müslümanları dinden çıkardı, sonra paralarını aldı, mallarını mülklerini aldı, sonra banka
kurarak Hazret-i Allah’a resmen harp ilân etti. Bunlardan sonra da Amerika’ya sığındı, demek ki
bunların ajanı imiş.

Ve fakat biz Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere bakarak bunlar hakkında rahat rahat hüküm
veriyoruz.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Resulullah Aleyhisselâm
Âhir Zamandaki Fitne ve Fesadı Haber Veriyorlar:

Onun içindir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Enes bin Mâlik -radiyallahu anh-den
rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

“Kıyamet kopmazdan önce karanlık gece kıtaları gibi fitneler olacak. Bu karışıklıklar içinde kişi
mümin olarak sabahlayıp kâfir olarak akşamlar, mümin olarak akşamlayıp kâfir olarak sabaha
çıkar. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini satarlar.” (Tirmizî: 2196)

Fitnenin vehametinden insan bir günde bu derece değişiklikler geçirecek, günü gününe saati saatine
uymayacak, kalpler bozulacak, iman sâfiyeti kalmayacak.

Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:


“Dikkat edin, insanlar dine büyük gruplar halinde giriyorlar ama öyle bir zaman gelecek ki yine
büyük gruplar halinde ayrılacaklar.” (Ahmed bin Hanbel)

Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ’nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor, o da: “Bu doğru
söylüyor!” deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında dinlerini fedâ ediyorlar.

Türkiye’nin bu anki hâli.

Dinden çıkmak kolay oluyor, çünkü bölücüler önünü kesiyor.

Allah-u Teâlâ’nın hıfz-u himayesine tasarruf-u ilâhîsine aldığı kimseler hiç şüphesiz ki bu fitnenin
dışında kalacaklardır.

Nitekim Ebu Ümâme -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’te şöyle buyurulmaktadır:

“Birtakım fitneler olacaktır. Kişi o fitnelerde mümin olarak sabahlayacak ve kâfir olarak
akşamlayacaktır.

Ancak Allah’ın, ilim ile (kalbini) ihyâ ettiği kimseler (bu tehlikeden) müstesnâdır.” (İbn-i Mâce:
3954)

Hazret-i Ali -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz buyurur ki:

“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise resmi kalacak.
Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.

Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı ve yine onlara
dönecektir.” (Beyhâkî)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İnsanların Hiç Farkında Olmadan


Dinden Nasıl Çıktıklarına Dair Hadis-i Şerif:

Bu gibi nemelâzımcıların durumu şudur:

Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- Hazerâtı arasında Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in mahrem-i esrârı olarak bilinen Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana iki hadise haber verdi. Bunlardan birini gözümle
gördüm, öbürünü görmeyi de gözlüyorum.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bana emanetin nasıl indiğini şöyle haber verdi:
‘Emanet (yani din duyguları, adalet ve emniyet umdeleri) birtakım yiğitlerin kalplerinin
derinliklerine indi. Sonra onlar Kur’an’dan bilgiler öğrendiler, daha sonra Peygamber’in
sünnetinden öğrendiler.

(Yani hâinliğin zıddı olan emanet veya;

‘Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. Korkup
endişeye düştüler. Onu insan yüklendi. Çünkü insan çok zâlim ve çok cahildir.’ (Ahzâb: 72)

Âyet-i kerime’sinde işaret edilen iman, tevhid ve diğer emirler o insanın kalbine yerleşti. Sonra
Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye’den buyruk ve yasakları öğrenip yerli yerince yaptılar.)’

Sonra Resulullah Aleyhiselâm bu emanetin yok olacağını şöyle haber verdi:

‘Bir kişi azıcık uyur. O uyurken kalbinden emanet hissi çekilip alınır da; emanetin eseri (izi ve
yeri), rengi uçuk bir nokta halinde yanık yeri gibi kalır. Sonra o yine uyur, bu defa emanetin izi
(geri kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri ve yeri de balta sallayan bir işçinin avucundaki bere
kabarcığı gibi kalır.

Şu halde (o mübarek) emanet, senin ayağına düşürdüğün bir kıvılcımın düştüğü yeri şişirtip,
senin onu bir kabarcık halinde görmen gibidir. Halbuki bu kabarcıkta (vücudun hayatî
açısından) bir önemi yoktur. Bu eser, siyahlıktan daha kötüdür.

Kalplerden emanet böyle silindikten sonra insanlar alış-verişe devam ederler, fakat içlerinde
emaneti doğruca yerine getirecek kişi zor bulunur. ‘Filân oğullarından emin bir kişi varmış, ne
akıllı, ne tedbirli, ne zarif, ne kahraman adamdır, Allah’tan çekinir.’ derler. HALBUKİ ONUN
KALBİNDE ZERRE KADAR İMAN YOKTUR.’

Huzeyfe -radiyallahu anh- der ki:

Ben o güzel günleri görüp geçirdim. Kiminle olursa olsun düşünmeden alış-veriş ederdim.

O müslümansa dini, başka dinden ise âmiri, valisi onu bana hâinlik etmekten menederdi.

Bugün emanet ve emniyet kalmadığından, falandan başkasıyla alış-veriş etmiyorum.” (Buhârî.


Tecrîd-i sarîh: 2039 - İbn-i Mâce: 4053)

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kıyamete kadar olmuş ve olacak siyasî, içtimâî
birçok hadiseleri hususiyetle Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri’ne haber vermiştir.

Huzeyfe -radiyallahu anh- Hazretleri de emanetin yani din duygularının, adalet ve emniyet umdelerinin
Allah-u Teâlâ tarafından insan gönüllerine nasıl ilham olunup sonra birer birer nasıl silinip gittiğini en
beliğ bir üslup ile Resulullah Aleyhisselâm’ın nübüvvet lisanından nakletmiştir. Bir kelime ile İslâm
nurunun nasıl doğduğunu, nasıl söndüğünü bildirmiştir.

İslâm nuru doğduğu ve yaşadığı müddetçe, ziyasını saçtığı yerlerde bütün fertler arasında umumi bir
emniyet ve itimat teessüs edip; o nur-u mübin’in sönmesiyle de bütün gönüllere umumi bir
emniyetsizlik ve zulmet kaplayacağı tasvir olunmuştur.

Bu Hadis-i şerif’e çok dikkat etmek, işaret edilen ince mânâlardan ibret almak lâzımdır.

İşte bunu küçümseyenlerin hâli bu olacak.

Enes -radiyallahu anh- buyurur ki:

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duâyı çok yapardı:


“Ey kalpleri çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerine sabit kıl!”

Ben bir gün kendisine:

“Yâ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor
musun?” dedim.

“Evet! Kalpler Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa çevirir.” (Tirmizî: 2141)

İşte netice bu oldu!

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Mucize Hadis-i Şerif:

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz buyururlar ki:

“Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı, emanet kelepir ve zekât angarya sayıldığı, ilim
dinden başka gaye için tahsil edildiği, kişi karısına itaat edip annesine âsi olduğu ve dostunu
kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı, mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık
kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu, şerrinden
korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu, şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği, şaraplar
içildiği ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman; işte o zaman kızıl bir
rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin
birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler beklesinler.” (Tirmizî: 2308)

Yani siz bu hâle düşerseniz bundan sonrası felâket. Her türlü felâket size gelecek.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İslâm Dini İmanı ve Doğruluğu Emreder:

Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:


“Hayber savaşı’nın vukû bulduğu gün Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ashâbından
birkaç kişi gelerek ‘Filân şehit, filân şehittir!..’ dediler. Nihayet bir kişinin yanına vararak ‘Bu da
şehittir!’ dediler.

Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

“Hayır! Ben onu aşırdığı bir hırka yahut yağmurluktan dolayı cehennemde gördüm.” buyurdu.

Sonra da:

“Ey Hattab oğlu! Git de: ‘Cennete müminlerden başkası giremez.’ diye topluluğun içinde nidâ
et!’ buyurdu.

Ben de çıktım ve:

‘Dikkat! Cennete müminlerden başkası giremez!’ diye nidâ ettim.” (Müslim: 114)

Şehitlik dünyada ulaşılabilecek mertebelerin en üstünü olduğu için, Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm-
Hazerâtı savaşlarda şehit olanlara gıpta ederlerdi. Burada, şehit olanları Resulullah Aleyhiselâm’a
haber vermelerinin sebebi de bu imrenme duygusudur. Çünkü onlar Allah-u Teâlâ’nın şu Âyet-i
kerime’sini çok iyi biliyor ve bu ilâhî beyandaki ölümsüzlerden olmak istiyorlardı:

“Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilâkis onlar diridirler. Fakat siz farkında
değilsiniz.” (Âl-i imrân: 154)

Böyle olduğu halde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, şehit olduğu haber verilen
kişinin, ganimetten çaldığı bir hırkadan dolayı cehennemde olduğunu bildirmiştir.

Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber savaşı’na çıktık. Allah da bize fethi
müyesser kıldı. Ganimet olarak altın ve gümüş almadık. Sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık.
Sonra Vâdil-kurâ’ya çekildik. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in kölesi gölgeliğe girmek
için ayağa kalktı. Bu esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu.

Bunun üzerine biz: ‘Ona şehâdet mübarek olsun yâ Resulellah!’ dedik.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

‘Hayır! Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Hayber’de taksim
edilmemiş olan ganimetlerden almış olduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev
yanmaktadır.’ buyurdu.

Herkesi bir korku almıştı. Derken bir kimse bir veya iki adet pabuç tasması getirdi ve: ‘Yâ
Resulellah! Bunu Hayber’de almıştım’ dedi.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Ateşten bir pabuç tasması, yahut ateşten iki pabuç tasması!” (Müslim: 115)

Görülüyor ki çalınan şeyler ateş haline getirilerek hıyanet edenler onlarla azab edilecektir.

Yine görülüyor ki hâin harpte öldürülse bile ona şehit denilemez.


Bir Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruyorlar:

“Kimin ruhu şu üç şeyden uzak olarak bedenini terkederse cennete girer: Kibir, hâinlik ve
borç.” (Tirmizî - İbn-i Mâce)

Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-nın şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in seferde eşyasına bakan Kirkire adında biri vardı,
günün birinde öldü.

Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- onun için:

‘Bu adam cehennemliktir!’ buyurdu.

Ashâb: ‘Acaba neden ki?’ diye bakmaya gittiler. Ganimet malından aşırmış bir abayı yanında
buldular.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1283)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Kurtulmuş Fırka:

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka müstesna, diğerleri hep ateştedir.

– Onlar kimlerdir Yâ Resulellah?

Benim ve Ashâb’ımın yolunda olanlardır.” (Ebu Dâvud)

Bu bir fırka Resulullah Aleyhisselâm tarafından “Fırka-i Nâciye” yani “Kurtulmuş Fırka” lâkabıyla
müşerref kılınmıştır. Bu kalpleri diri hakikat erleri, Resulullah Aleyhisselâm’ın, Ashâb-ı kiram’ın, Selef-i
salihîn’in yolundan yürümüşler, sırat-ı müstakim’den bir an bile ayrılmamışlardır. Bugüne kadar da bu
âlî himmetleriyle Hakk yolunun sâliklerini bid’atçıların, ehl-i dalâletin iğvâ ve saptırmalarından
korumuşlardır.

Allah-u Teâlâ onların doğruluğunu bizzat kendisi rahmetiyle müminlere göstermiş, müminler de bu
büyüklerden istifade etmişler, feyz almışlardır.

Allah-u Teâlâ bu Nur sahipleri vekillere öyle büyük lütuflarda bulunmuş ki; onları zâtına çekmiş, onlara
her şeyin en güzelini vermiş, onları takvânın en yüksek derecesine yükseltmiş, gönüllerini mârifet
nurlarıyla nurlandırmıştır.
Onlar da Allah-u Teâlâ’ya gönülden bağlanmışlar, hükmü Hakk’tan beklemişler, daima ilticâ hâlinde
olmuşlar, fazl-ı ilâhî’ye ve feyz-i samedânî’ye bağlılık halinde bulunmuşlardır.

Allah-u Teâlâ’nın tevfiki, onların refikidir. Tefrika ve çekişmelerden, muhalefet ve ihtilâflardan


kurtuldukları için bütün mahlûkata şefkat ve merhamet nazarıyla bakarlar.

Onların ilmi mükâşefât ve müşâhedât ilmidir, ilâhî ilhama dayanan bir ilimdir. Naklî ve aklî delillerle
teyid olunmuştur. Onların hâl ve ahvâllerini, ilim ve irfanlarını kelime ve kalıplara sığdırmak mümkün
değildir.

Onlar gerçekten Allah yolunu bulan kimselerdir. Gidişleri, gidişlerin en güzelidir. Gittikleri yol, yolların
en doğrusu, ahlâkları ahlâkların en temizidir.

Niçin? Çünkü onlar Habibullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in ahlâkı ile ahlâklanmışlar, tabiatıyla
tabiatlanmışlar, onun boyası ile boyanmışlardır.

Onlara düşmanlık eden veya haklarında suîzan besleyen kimse, farkına bile varmadan helâk olur.
Çünkü onların üzerine titreyen bir Allah-u Zülcelâl vardır. Onlar Hakk’ın yardımına ve desteğine
mazhardırlar.

Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:

“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile
desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)

Onlar Allah-u Teâlâ’nın bütün emir ve nehiylerine dikkat ederler.

“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd: 112)

Âyet-i kerime’si mucibince emir doğrultusunda istikamette yürürler. Beşeriyete güzel birer numune
olurlar. Nasipdar olanlar onlardan numune alır, Hakk’ı ve hakikati bilir ve bulur.

Bu fırka yok denecek kadar azdır, fakat gerçek müslümanlar da bunlardır.

Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ ayrılıktadırlar.

ANCAK RABB’İNİN RAHMETİNE NÂİL OLANLAR MÜSTESNÂDIR. (ONLAR BU İHTİLÂFIN


DIŞINDA KALMIŞLARDIR.)” (Hûd: 118-119)

Allah-u Teâlâ kime rahmet etmişse, ihtilâfa tefrikaya düşmemişlerdir.

Âyet-i kerime’nin devamında ise şöyle buyuruluyor:

“ESASEN ONLARI BUNUN İÇİN (RAHMET ETMEK İÇİN) YARATMIŞTIR.

Rabb’inin: ‘Andolsun ki ben cehennemi cinlerle ve insanlarla dolduracağım!’ sözü tamamen


yerine gelmiştir.” (Hûd: 119)

Onlar Allah ve Resul’üne dâvet ederler. Gönüllere Allah ve Resul’ünün muhabbetini sokmaya gayret
ederler. İnsanları arındırıp rızâ yolunda birleştirmeye çalışırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde bu bir tâifeye işaret etmiş
ve şöyle buyurmuştur:

“Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer olmakta devam
edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar veremeyecektir.” (Tirmizî)

Ümmet-i Muhammed’in yetmiş üç fırkaya ayrılacağını beyan eden Hadis-i şerif mucibince, kurtulan o
bir fırkanın içinde de Allah-u Teâlâ’nın vazifedar kıldığı kimseler vardır.

Gerçek vazifedarlar her zaman için mevcuttur ve fakat fesat zamanında tamamen belli olacaktır.

Eskiden âlim çoktu. Herbiri vazifesini yapıyordu. Şimdi ise gerçek âlim yok oldu. Hakikati söyleyen ise
pek azdır.

“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvâ yollarını
ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Şeytanın İzinden Gidenler:

Şeytan ilâhî rahmetten tardolununca, Allah-u Teâlâ’dan kıyamete kadar kendisine mühlet verilmesini
istemiş ve zannına göre şöyle demişti:

“‘Eğer kıyamet gününe kadar beni ertelersen, yemin ederim ki pek azı dışında onun neslini
kendime bağlayacağım.’ dedi.” (İsrâ: 62)

Zâtına isyan edenlere cezâlarını hemen vermeyen, hiçbir yaratığın herhangi bir dilek ve duâsını toptan
reddetmek şânından olmayan Allah-u Teâlâ da dilediği bir hikmete binaen; muhalefet edilemeyen,
karşı gelinemeyen meşiyeti ile onun bu isteğini kabul etti.

“Sen mühlet verilenlerdensin.” buyurdu. (A’râf: 15)

Şeytan dileğinin kabul edildiğini gördükten sonra, insanları nasıl yoldan çıkaracağını itiraf ederek şöyle
dedi:

“Öyle ise beni azdırdığın için andolsun ki, ben de onları saptırmak için, senin doğru yolun
üzerinde tuzak kuracağım.” (A’râf: 16)

“Ve sen onların çoklarını şükredenlerden bulamayacaksın.” (A’râf: 17)

Bu sözlerini kendi zannına göre söylemiş ve isabet de etmiştir.

Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:


“Andolsun ki İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirdi.

Müminlerden bir fırka hariç olmak üzere hepsi ona uydular.” (Sebe: 20)

Bu uymaları şeytanın gücünden değil, imansızlıklarındandır.

Sayıları az da olsa sapıklığa karşı çıkan, şeytana ve nefsin arzularına muhalefet eden bir zümre her
zaman için mevcuttur.

Sapıklığı tercih edenlerin dışında şeytanın hiç kimseyi yoldan çıkaramayacağına dâir Allah-u Teâlâ
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:

“Bana varan doğru yol işte budur. Benim hâlis kullarım üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.

Ancak sana uyan azgınlar bunun dışındadır.” (Hicr: 41-42)

Bu Âyet-i kerime’lerden açıkça anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in cehennemlik olduklarını haber verdiği bu “Yetmişiki Fırka” şeytanın hizmetindedirler.

Bu yetmişiki fırkanın birine sapanların felâketlerini ve cehennemdeki azaplarını görüyoruz. O bir


fırkanın da saâdet ve selâmetlerini görüyoruz. Bu ilâhî hükümleri görmüş oluyoruz.

Kimi o bir fırkayı seçer, selâmete erer. Kimi o yetmişiki fırkadan birini seçer felâkete düşer.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Diyalog ve Misyonerlik:

Hıristiyanlar, İslâmiyet’in doğuşundan itibaren müslümanlara bir önyargı, kin ile bakmışlar, bunun için
de haçlı seferleri adı altında yüzyıllarca seferler yapıp İslâm beldelerine saldırmışlardır.

Tarih hıristiyanların acımasız soykırımları ile doludur. Endülüste o kadar çok müslümanı katletmişlerdir
ki, bugün o beldelerde o nesilden bir tane müslüman dahi yaşamıyor.

Savaş ve harp ile müslümanları sindiremeyeceğini anlayan hıristiyan âlemi, birçok hıristiyanın
müslüman olmasının önüne geçemeyince, sinsice yollar aramaya başlamış, fitne ve fesat tohumlarını
müslümanların arasına sokma gayretine girmiştir.

Binaenaleyh güç kullanma ve soykırım yöntemleri ile müslüman memleketleri istilâ edemeyince
hıristiyanlar kaleyi içeriden ele geçirme yolunu tatbik etmişler, misyonerlik faaliyetleri için yeni bir kisve
bulmak zorunda kalmışlardır. ll. Konsil’in ürünü olan ve Papalıkça yayınlanan “Hıristiyanlarla
Müslümanlar Arasında Kurulacak Diyalog İçin Yönlendirmeler” isimli kitap incelendiğinde görülecektir
ki maksat hıristiyanlara müslümanlara yeni yaklaşım tarzını öğretmektir.

Hermann Stieglecker’in şu sözleri bunun ispatıdır:


“Şimdiye kadar hıristiyanlar, İslâm’a hücum etmek yahut ona karşı kendilerini savunmak için kılıç
çektiler. Çoktan beri kılıcı kınına koyduk ve müslümanları, Hıristiyanlığı sevdirmeye yönelmiş bir dini
sevdirme gayreti sergiledik; fakat bu kılıcı ve kını imha etmek gerekir ve bizim, Hıristiyanlığı anlatma
gayretlerimiz de tamamen gözden geçirilmelidir. Önce Efendimiz (Hz. İsa)’nın bize bıraktığı silah olan
sevgiye dönmeliyiz. Müslümanların kalplerine ulaşabilmemiz ancak bununla mümkün olacaktır. Şu
halde İslâm dininin inançlarını derinlemesine bilmek ve müslümanın dinî psikolojisini kavramakla işe
başlamak gerekir.”

1710 yılında İngiliz sömürgeler bakanlığının emriyle Mısır, Irak, İran, Hicaz ve hilâfet merkezi
İstanbul’da casusluk faaliyetlerinde bulunmak ve batı çıkarları adına gizli bilgiler toplamak üzere
görevlendirilmiş bir İngiliz ajan misyoneri olan Hampher; “İslâm’ı Nasıl Yok Edelim, Bir İngiliz Ajanının
Hatıraları” isimli kitabında İslâm’ı nasıl yıkacaklarını, neler yaptıklarını, bu tarihte beş bin olan hıristiyan
misyonerlerinin neler yaptığını, kendisinin Osmanlı devletini yıkmak, müslümanları dinden
uzaklaştırmak, fitne ve fesat çıkarmak için nasıl çalışmalar yapıp, tohumlar ektiğini hatıratında
yazmıştır.

Öyleki nifak hareketlerinin en azılısı olan Vehhâbi zihniyeti kurucusu olan Muhammed bin
Abdulvehhab’ı nasıl kandırıp yoldan çıkardıklarını, nasıl onu İslâm’ı yıkmak, müslümanları parçalamak
için kullandıklarını açıkça bir bir anlatmaktadır.

Vatikan’ın, dinlerarası diyaloğu gündeme getirmesinin üç sebebi vardır:

1- Katolik kilisesinin dışa açılmasını, yeni yapılanmalara ayak uydurmasını sağlamak.

2- Hıristiyan kiliseleri arasındaki husumeti gidermek ve yeni bir işbirliği içine girmek.

3- Haçlı seferlerinin ve misyoner faaliyetlerinin hafızalardan silinmeyen kötü izlerini yumuşatmak ve


hıristiyanlığı dünya insanına daha sevimli göstermek. Yani diyalog yoluyla misyonerlik...

Binaenaleyh, hıristiyanların, haçlı seferleri ve misyonerlik faaliyetleri denemelerinden sonra, diyalog


metodunu gündeme getirmeleri şüphelidir. Yine hıristiyanlık faaliyetlerine devam ettikleri malûmdur.

II. Vatikan Konsili’nde ele alınan bazı konular bu şüpheleri haklı çıkarmaktadır.

Matta incilinde ifade edilen ve hıristiyan misyonerliğinin felsefesini oluşturan (28/18-20) “Bütün
insanları hıristiyan yapıncaya kadar kilisenin görevinin devam edeceği” görüşü esas alınmıştır.

Misyoner Rahip Samuel Zwemer de:

“Müslümanları vaftiz etmek için boşuna çabalayıp durmayalım... Başka yollar deneyelim. İslâm
ülkelerinde girişeceğimiz faaliyetlerde onlara, hıristiyan adetlerini, hıristiyan bayramlarını, hırıstiyan
kültürünü, hıristiyan ahlâkını aşılayalım.” demiştir.

Osmanlı devletinin yıkılmasının sebeplerinden birini oluşturan misyoner çalışmalarının en bariz


özelliğini, yine Hampher’den okuyoruz. “Orta halli âileler için yaptığımız okullarda çocuklar eğitmeliyiz.
O bölgelerde çok sayıda kilise inşa etmeliyiz. İçki, kumar, fuhuşu öyle yoğunlaştırmalıyız ki, genç nesil
İslâm’dan tamamen yüz çevirsin.”

Gördüğünüz gibi hıristiyanlığın kolayca anlatılabilmesi için önce müslüman gençleri İslâm’dan
soğutmak, fasit ve bâtıl fikirleri sokmak, haramları yaptırmakla işe başladılar.

“Müslümanların ırkçı, milliyetçi duyguları kamçılanacak, din âlimleri ile halk arasındaki karşılıklı sevgi,
saygı, dostane ilişkiler bozulacak (âlimlere iftira etmek gibi) kâfirlerle cihadın vâcip olduğu inancı
sarsıntıya uğratılacak.”

“Hazret-i Peygamber’in dinden maksadı sadece İslâm dini değildir. Yahudi ve hıristiyan ve diğer
dinlerin takipçileri de müslümandır. zihniyetini yerleştirmek...”
Yani küfrü hoş görmek ve göstermek. Küfre kucak açmak. Bu çalışmaların kaynağının nereden
geldiğini görüyorsunuz değil mi? Müslümanları küfre teşvik etmek ne büyük nankörlüktür.

“Müslümanları ibadetlerinden alıkoymak, Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri konusunda şüphe


uyandırmak...”

“İslâm’ı karıştırıcı bir din olarak tanıtmak.”

Şu an öyle yapmadılar mı? Terör dini, geri kalmışlığın kaynağı gibi gösterip İslâm’dan insanları
soğutmak için bütün batılı devletler elbirlik etmiş çalışmıyorlar mı?

“Âilelere nüfuz ederek âile içi ilişkiler, sömürü kültürüne göre düzenlenecek.”

“Müslüman kadınların tesettürden vazgeçmesi için olağanüstü çaba sarfetmek.”

Ve daha nice fitne ve fesat yayıcı mevzular ajan misyonerler tarafından bu kitaptan okunup İslâm
ülkelerinde tatbik edilmiştir.

Binaenaleyh önce kültür tahribatı yapmışlar, İslâm dini hakkında yanlış fikirler yaymışlar, İslâm’ı şiddet
dini göstermişler, geri kalmışlığı İslam’la irtibatlandırmışlar, İslâm’ı ve Peygamber’ini küçük göstermek,
ahlâken her yolu deneyerek çöktürmek istemişlerdir.

Bu hâle gelen bir kimseyi daha sonra rahatça hıristiyanlaştırabileceklerinin plânlarını kurmaktadırlar.

Direk hıristiyanlaştırmasalar bile kendi dinlerine kayıtsız, ilgisiz hâle getirebilecek her yolu
denemekteler.

Okulları, dil kurumlarını, yardımlaşma faaliyetlerini kullanıp gizli emellerine alet etmektedirler.

Misyonerler; televizyon, radyo kurup işleterek, yayınevleri kurarak, okullar ve dil kursları açarak, ilim
adamlarını kullanarak, halkın felâket ve sıkıntılı anlarında yardım adı altında parayı ve makam-mevkiyi
kullanarak, meslek örgütlenmeleriyle ve en mühimi de diyalog yoluyla çalışmaktadırlar.

Bütün bu amaçlarına yıllardır halkı dinden, imandan, vatandan soğutarak ulaştılar. Artık alenen
hıristiyanlığı anlatıyorlar ve resmen hıristiyan yapma gayretindeler.

Bilhassa protestan hıristiyan misyonerlerinin çalışmaları ciddi tehlike arzetmektedir. Ortadoks ve


katolik hıristiyan misyonerleri de hem halkımız hem vatanımız üzerinde sinsice çalışmaktadırlar. Gizli
emellerini tatbik etmektedirler.

DEVAM

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Diyalog, Misyonerlik Faaliyetidir:


Ankara Ticaret Odası’nın yayınladığı “Avrupa Birliği’nde Maskeli Balo, Dayatmalar ve Gerçekler” isimli
el kitabında:

“Türkiye’de halen 136 bin katolik misyoner, 106 bin Avrupa Birliği misyoneri yoğun şekilde
çalışmaktadır.” deniliyor.

Misyonerler istismar metodlarında insanların zor zamanlarını kollarlar; ekonomik, sosyal felâketleri
fırsat bilirler. Deprem, yangın, ekonomik kriz gibi durumlar hıristiyanlığı yaymak için uygun ortamlardır
ve bu görülmüştür. Adapazarı-İzmit depreminde hıristiyanların çalışmaları, Doğu ve G. Doğu’da kürt
vatandaşlarımızın üzerindeki çalışmaları unutulmamalıdır.

Misyonerler; Samsun, Trabzon, Kayseri, Nevşehir, Niğde, Diyarbakır illerinde çok faaldirler. Bu yerler
tarih açısından önemlidir. İzmir, İstanbul, Edirne çalışma alanlarının içindedir.

Protestanlar, Kurtuluş kilisesi aracılığıyla, bilhassa Kore ve Çin asıllı ABD vatandaşları aracılığıyla
çalışmaktadırlar. Ankara merkezli çalışıyorlar. Dil ve eğitim faaliyetleri adıyla çalışıyorlar.

Yine prostestanların Hamiler kilisesi de Trabzon ve Rize’de Almanya gibi yurt dışında hıristiyan
yaptıkları Türkler’le misyonerlik çalışması yapmaktalar.

Yehova şahitleri, Bahailer’de çalışmaktadırlar.

Misyonerler; bilhassa Alevi ve Kürtler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ayrıca ekonomik, sosyal felâket
zamanlarında çalışmaktadırlar.

Son zamanlarda hoşgörü ve diyalog yoluyla yahudilik ve hıristiyanlık müslüman halka hoş gösterilip
küfre teşvik edilmekte ve misyonerlerin ekmeğine yağ sürülmektedir.

1990’lı yıllarda Trabzon’da 10 hıristiyan varken 2000 yıllarında 10 bin kişinin hıristiyan eğitiminden
geçtiği söylenmektedir. Bilhassa üniversitelerde ve kolejlerde etkilidirler.

Ankara Ticaret Odası’nın hazırladığı “Misyonerlik Raporu”nu incelediğimizde, Türkiye’nin misyonerlik


faaliyetlerinin hedefi haline geldiğini gördük.

ATO Başkanı Sinan Aygün “AB uyum yasaları misyonerliği hortlattı” dedi.

Yani demek istiyor ki, AB’ne gireceğiz diye bu kâfirlere hoşgörü ile bakıp, genç, saf, temiz, masum
insanlarımızı hıristiyanlaştırmalarına göz mü yumalım?.. Bu misyonerlere birşey denmiyor, AB uyum
yasaları bunların çalışmalarına müsade ediyor.

ATO Raporu, içler acısı durumu göz önüne seriyor:

“RAPORA GÖRE TÜRKİYE MİSYONERLİK FAALİYETLERİNİN HEDEFİ HALİNE GELDİ.

BAŞLANGIÇTA HRİSTİYANLIĞI YAYMA AMAÇLI GÖRÜLEN MİSYONERLİK FAALİYETLERİ


DEVLETİN ÜNİTER YAPISINI HEDEF ALIYOR.

FAALİYETLERİ KARADENİZ VE GÜNEYDOĞU ANADOLU BÖLGESİNDE YOĞUNLAŞIYOR.

ÇEŞİTLİ PİKNİK, GEZİ, EV TOPLANTILARI GİBİ SOSYAL FAALİYETLER VE AYİN, KIŞ OKULU,
SEMİNER, KONFERANS GİBİ EĞİTİM AMAÇLI ORGANİZASYONLAR İLE SEMPATİZAN
KAZANILIYOR.

ATO BAŞKANI AYGÜN: AVRUPA BİRLİĞİ UYUM YASALARI MİSYONERLİĞİ HORTLATTI.


Ankara Ticaret Odası (ATO) tarafından hazırlanan Misyonerlik Raporu Türkiye’nin misyonerlik
faaliyetlerinin hedefi haline geldiğini ortaya koydu. Rapora göre başlangıçta hristiyanlığı yayma amaçlı
görülen misyonerlik faaliyetleri etnik ve dini ayrımcılığı körükleyerek devletin üniter yapısını hedef
alıyor.

Rapora ilişkin ATO’dan yapılan yazılı açıklamada misyonerlik faaliyetlerinin Güney Kore, ABD,
İngiltere, Yeni Zellanda, Avusturya, Almanya, İsveç ve Romanya uyruklu mesih inananları denen
şahıslar tarafından yürütüldüğü ve Adana, Edirne, İstanbul, Ankara, İzmir, Trabzon, Antalya, Hatay,
Bursa ve Samsun gibi illerden yönlendirildiği belirtildi.

Türkiye’de Hristiyan cemaatinin sayısının 50-55 bin olarak tahmin edildiğine vurgu yapılan raporda,
misyonerlik faaliyetleri kapsamında 300’den fazla kilise, çok sayıda kitapevi, 1 kütüphane, 6 dergi,
onlarca vakıf, yayınevleri, 5 radyo, çok sayıda manastır, 2 kafe, 1 acente, 1 mahfil, 7 şirket, 1 otel, 1
tercüme bürosu, 7 gazete, 1 tarihi eser, 2 müze, 4 harabe, 1 kale, ve onlarca dernek bulunduğu
kaydedildi.

Sadece 2003 yılında 190 misyonerlik faaliyetinin tespit edildiği bunun 27’sinin Bahailik faaliyetine
yönelik olduğunu ifade edilen raporda, Bahailik faaliyetlerinin Sivas ve Erzincan illerinde, Hristiyan
misyonerlik faaliyetlerinin ise Nevşahir, Adıyaman, Adana, Bursa, Diyarbakır ve Mersin illerinde
yoğunlaştığı görülmektedir denildi. Raporda ayrıca Türkiye’de Yehova Şahitleri, Bahailik, Protestan,
Katolik, Ortadoks, Süryanilik Misyonerlik Faaliyetleri adı altında çeşitli unsurun bulunduğu ifade
edilirken bu unsurların faaliyetlerine ilişkin şu bilgiler verildi:

Yehova Şahitleri: Merkezi New York’ta bulunuyor. Sözlü propogandasını gezici vaizlerle sürdürüyor.
Taraftarları evleri kapı kapı dolaşarak kitap, dergi, broşür dağıtıyor, seminer, toplantılar düzenliyor.
Ülkemizde merkezi İstanbul olmak üzere Ankara, İzmir, Eskişehir, Antalya, Hatay, Aydın, Kuşadası ve
Mersin illerinde ibadet salonları bulunuyor. 1974 yılında İstanbul’da kurulan “Mukaddes Kitap Kursları
Derneği” vasıtasıyla faaliyetlerini sürdürüyor.

Bahailik Faaliyetleri: Faaliyetleri Sivas, Erzincan, Hatay, Adana, Gaziantep, Şanlı Urfa-Birecik, Mersin,
Edirne ve İstanbul illerinde yoğunlaşıyor.

Protestan Misyonerlik Faaliyetleri: Merkezi Almanya/Schormdorf’ta bulunuyor. Ankara’da kurdukları


Türkiye Protestan Kiliseleri Birliği dışında 2000 yılında 19 adet protestan kilisesi açıldığı bildiriliyor.

Katolik Misyonerlik Faaliyetleri: Vatikan tarafından yönlendiriliyor.

Ortadoks Misyonerlik Faaliyetler: 1980’li yıllardan itibaren Doğu Karadeniz Bölgesi’nde suni bir
Ortadoks ayrımcılığı yaratma çabası içerisindeler.

Süryanilik Faaliyetleri: Süryanilik faaliyetleri Mardin merkezli olarak yürütülüyor. Kendi kültür gelenek
ve göreneklerini yaşatma ve geliştirme hakkı tanınması yönünde faaliyette bulunuluyor.

BAŞKENT’TE ETKİNLER

Rapora göre Ankara’da özellikle protestan topluluğu ve Yahova Şahitleri’nin faaliyetleri yoğunluk
kazanıyor. Protestan topluluğunun misyonerlik faaliyetlerini Kurtuluş Kilisesi’ne bağlı Protestan
Kiliseleri yürütüyor. Kurtuluş Kilisesi’ne bağlı 10 kilise bulunuyor. Raporda Bala ilçesi Kesikköprü
Beldesi’nde her yıl Ağustos ayında öğrencilerin katıldığı bir çadır kampı kurulduğu ve kamp
masraflarının bir şirket tarafından karşılandığı belirtiliyor.

Yahova Şahitleri kapsamında misyonerlik faaliyetinde bulunan grubun merkezi de ABD’de bulunduğu
belirtilen rapora göre grup, Ankara’da cemaat adı altında bir oluşumla faaliyet yürütüyor, kendilerine
yakın olan vatandaşlara kitap ve broşür dağıtmak suretiyle misyonerlik faaliyetinde bulunuyor.

Ankara Protestan Kurtuluş Kilisesi bünyesinde 2003 yılı içerisinde 60 kişinin din değiştirmesinin
sağlandığı, 15 kişinin vaftiz edildiği, halen kilisenin 130 kişiden oluşan faal bir grubunun olduğu
belirtilen raporda sözkonusu grubun yüzde 10’unun üst düzey grubuna, yüzde 40’ının orta gelir
grubuna, yüzde 40’ının dar gelirli gruba mensup olduğu ifade ediliyor.

HEYBELİADA RUHBAN OKULU

Rapora göre, İstanbul’da halen 126 kilise, 4 dergi, 1 kafe, 36 dernek, 7 gazete, 12 internet sitesi, 1
müze, 1 otel, 6 radyo, 6 şirket, 44 vakıf ve 2 yayınevi bulunuyor. Gelir seviyesi yüksek semtlerde
sinema, tiyatro, kafe ve benzer eğlence merkezlerinde misyonerlik faaliyetleri kapsamında film
gösterileri yapılıyor. İki yayınevi eliyle yurt genelinde Hristiyanlık dinini tanıtıcı ve övücü kitap, kaset,
broşür, CD, VCD dağıtımı yapılıyor.

Diğer yandan raporda Fener Rum Patriği Dimitri Bartholomeos’a Ekümenik vasfı kazandırmak
amacıyla, Ortadoks dünyasının lideri olduğu imajını vermek, toplantı , konferans ve ayinler
düzenleyerek kamuoyunun ilgisini Fener Rum Patrikhanesi üzerine yoğunlaştırmak, kendisine rakip
olarak gördüğü Moskova ve Kudüs Patrikhanesi’nin yetki alanını kısıtlamak ve Heybeliada Ruhban
Okulu’nu açtırmak gayretleri içinde oldukları belirtiliyor.

HEMEN HER İLDE FAALİYETTELER

Raporda, Türkiye’nin diğer illerindeki misyonerlik faaliyetlerinde bulunan unsurlar ise şu şekilde
sıralanıyor.

İzmir’de toplam 8 cemaat ya da topluluk,

Hatay’da Protestan Kilisesi, Katolik Kilisesi ve Vakfı, Apostalit İbadet yeri ve Rum Ortadoks Kilisesi,

Adana’da Protestan Kurtuluş Kilisesi,

Nevşehir’de Konstantin Eleni Kilisesi,

Bursa’da Uluslararası Protestan Kilisesi ve 2 sinegog, Osmangazi İlçesi’nde Yahova Şahitlerine ait bir
ibadet yeri. İznik ilçesinde Ayasofya Kilisesi,

Mardin’de Süryanilik faaliyetlerinin merkezi olan Deyr-ul Zaferan Manastırı ile Deyr-ul Umur Manastırı,

Adıyaman’da Süryani Kilisesi,

Kayseri’de Melikgazi ve Ağırnas kasabasında bulunan Aziz Prokopios Kilisesi,

Isparta ve Trabzon’da da çok sayıda kilise,

Antalya’da Antalya Uluslararası Kilisesi, İncil Kilisesi, Aziz Pavlus Kültür Merkezi,

Bodrum’da Ortakent beldesinde bir pansiyon,

Niğde’de Bahailik grubuna mensup çok sayıda kişi eliyle,

Düzce’de bir reklam şirketi aracılığıyla,

Çanakkale’nin Gökçeada ilçesinde çok sayıda kilise,

Kocaeli’nde Gölcük ilçesinde bir kadın dayanışma vakfı eliyle,

Edirne’de Bahailere ait El emin evi.

ATO BAŞKANI AYGÜN


Araştırmaya ilişkin değerlendirmelerde bulunan ATO Başkanı Aygün, önemli din merkezleri nedeniyle
Türkiye’nin jeopolitik bir öneme sahip olduğunu, bu özelliği ile Türkiye’nin hemen her dönemde
misyonerlerin iştahını kabarttığını söyledi.

Misyonerlik faaliyetlerinin Haçlı zihniyetinin bir devamı olarak değerlendiririlmesi gerektiğine dikkat
çeken Aygün, son yıllarda misyonerlik faaliyetlerinde gözle görülür bir artış olduğunu dile getirdi. Bu
artışın en önemli nedeninin misyonerlerin işlerini kolaylaştıran Avrupa Birliği uyum yasaları olduğunu
kaydeden Aygün uyum yasaları misyonerliği hortlattı şeklinde konuştu. Aygün şunları söyledi:

Misyonerler Türkiye’de elini kolunu sallayarak propoganda yapıyor, adeta cirit atıyorlar. Türkiye’de
yaşanan ekonomik istikrarsızlıklar ve krizler bu işin tuzu biberi oldu. Geleceğe umutsuz bakan
insanlar, özellikle genç nesiller, kolayca kandırılıyor. Evlere, dükkanlara kadar girip mürit arıyorlar.
Ceplerine para koyup, gençlerin beyinlerini yıkıyorlar. Türkiye şu an tam anlamıyla misyonerlerin
istilası altında. Başkent Ankara’da her köşede örgütlenmişler. Piknik, gezi, ev toplantıları gibi sosyal
faaliyetler ve ayin, kış okulu, seminer, konferans gibi eğitim amaçlı organizasyonlar ile sempatizan
kazanılıyorlar. Kimse (Siz kimsiniz, ne yapıyorsunuz?) diye soramıyor. Sorulsa bile (Uyum yasaları
çıktı) diyorlar. Bu bir işgal değil de nedir? İşgal olması için ille de silahla mı girilmesi gerekiyor?
Ellerinde din silahı var, başka silaha ne gerek. Ünlü bir Afrika özdeyişi vardır: Özdeyiş (Hristiyanlık
Afrika’ya geldiğinde, Afrikalıların toprakları, Hristiyanların ise incilleri vardı. Hristiyanlar bize gözlerimizi
kapayarak dua ve ibadet etmemizi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda onlar bizim topraklarımızı, biz de
onların incillerini almıştık) der. Böyle bir durum Türkiye’de yaşanmasın. Uyanık olalım.”

Ankara Ticaret Odası Raporu böyle. Artık Türkiye’nin nereye gittiğini, nereye götürülmek istendiğini
görün.

Şunu da hatırlatmakta fayda var:

Şu anda AB’ne girmek için Heybeliada Ruhban Okulunun açılması da gündeme gelmiştir.

1971 yılında kapatılan bu okulun dinimiz ve vatanımız aleyhindeki faaliyetleri apaçık biliniyor. AB’ne
girmek adına açılması yanlışların en büyüklerinden biridir.

Ecdadımız bu son ve ulvî dini -İslâm’ı- yaymak için canını malını feda etmiş iken, “Davamız kuru kavga
değil, Allah’ın dinini yaymaktır.” derken, onca hıristiyan ve diğer beldeleri İslâm’a davet adına
fethederken, onların bu emanetini küffara mı teslim edeceğiz. Onlar lanet okumazlar mı bize? Bunca
şehit, bunca çaba bugünler için miydi? Bize sorsalar onların yüzüne nasıl bakacağız? Hülasa
hıristiyanlar var güçleriyle çalışıyorken, biz İslâm için, din için, vatan için ne yapıyoruz? Nasıl
çalışmamız icap ediyor? Düşünmeli değil miyiz? Bugün insanlık âlemi küfür deryasında boğuluyor,
dalâlet ve masiyet yollarına sapmışlar kurtulamıyorlar.

Bunun içindir ki azimli bir şekilde çok çalışmak gerekiyor. Ola ki bir kişi Allah-u Teâlâ’nın lütuf
hidayetine erer.

Bir insan sele kapılmış gidiyor. Merhamet ederek kenara gelip onu kurtarmaya çalışmaz mısınız?
Kurtarmazsanız boğulup gidecek. Dalâlet girdabına kapılmış bir insanı kurtarmak, ona da benzemez.
Bir insanın ebedî hayatını kurtarmak oluyor. Şöyle düşünürsek bir tarafta can kurtuluyor bir tarafta
iman kurtuluyor.

Hakk Celle ve Alâ Hazretleri bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:

“İnsanları Allah’a çağıran, kendisi de sâlih amel işleyen ve ‘Doğrusu ben müslümanlardanım!’
diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet: 33)

Görüyoruz ki İslâm düşmanları iman evini yakıyorlar. İman evini kurtarmayalım mı? İmanlar yanıyor
kimsenin umurunda değil. Fakat evi yansa hemen koşacak. İmanın ölçüsü buradadır.


Başbakanlık eski Müsteşarı Yaşar Yazıcıoğlu ise misyonerlerin Türkiye’de ne kadar kilise varsa
hepsini ortaya çıkarmaya çalıştığını söyledi. Yazıcıoğlu; “Türkiye’de 86 bin cami varsa 21 bin de kilise
var. Dünyanın hiçbir yerinde Müslüman bir ülkede bu kadar kilise yoktur. Avrupa’daki camilerin
neredeyse hiçbirinde minare yok. Ezan sesi de yok. Ama Türkiye’de kiliselerde çanlar çalıyor. Niye
bizde var, onlarda yok.” dedi.

Türkiye’de 50 bin misyonerin görev yaptığını, amaçlarının Türk milletini parçalamak olduğunu söyleyen
Yazıcıoğlu başka bilgiler de verdi:

“Adana’da yeni 38 kilise evi açıldı. Oralarda da ciddi şekilde propagandalar yapılmaktadır. Amaçları
Türk milletini parçalamaktır. 11 Eylül’den sonrası 30 bin Amerikan misyoneri de dünya çapına
dağılmıştır. Bunların çoğunluğu İslâm ülkelerinde görev yapmaktadır.”

“Osmanlı’nın yıkılmasına baktığınız zaman Avrupa’nın dayatmalarını görürüz. Bu dayatmaların en


önemli örnekleri 1839 ve 1856 Tanzimat ve ıslahat fermanlarıdır. Tanzimat ve Islahat fermanları ile AB
uyum yasalarını karşılaştırdığınızda pek bir fark olmadığını görürsünüz. Azınlıklara siyasi, etnik ve
ticari özgürlükler verilmesi Osmanlı’nın yıkılmasına kadar gidiyor. Azınlıklar meselesinde ne kadar
etnik ve mezhep farklılıkları varsa hep ortaya çıkarıldı ve Osmanlı parçalandı, bölündü. AB’nin
dayatmalarına baktığınızda bu uygulamaları görüyoruz. Sadece strateji ve oynanan oyunların örtüsü
değişti.”

“Türkiye’deki misyoner ve vakıf faaliyetlerinin arkasında Macar Yahudisi ve borsa spekülatörü George
Soros’un olduğu”nu açıkladı.

Soros Yugoslavya ve Gürcistan darbelerinin mimarı olarak bilinmektedir. Endonezya ve Malezya


ekonomilerine de büyük darbe vuran krizlerin baş aktörüdür.

“Özellikle Karadeniz Bölgesi’nde misyoner faaliyetlerinin ciddi biçimde arttığı”na dikkat çeken
Yazıcıoğlu; “Sadece kendi memleketi Trabzon-Çaykara’da 60 kadar üniversiteli gencin hıristiyan
yapıldığı”nı açıkladı.

“Soros’tan maddi yardım alan vakıfların Türkiye’de ekonomik, sosyal ve siyasi platformlarda raporlar
hazırlayarak, bu raporlardaki görüş ve düşünceleri Türk bürokrasisine ve toplumuna empoze etmeye
çalıştığını” ifade etti.

Hıristiyanların, Türkiye’deki ve İslâm ülkelerindeki faaliyetleri de dahil olmak üzere dünya üzerinde her
yıl misyonerlik faaliyetlerine 300 milyar dolar harcama yaptıkları tahmin edilmektedir.

Yurtdışında çalışan işçilerimizin ikinci ve üçüncü kuşak çocukları da maalesef hıristiyanların,


misyonerlerin kuşatması altındadır. Bu hususta uyanık olunmalıdır. Anne-babalara çok ciddi görevler
düşmektedir.

Hıristiyanlığı yaymak için televizyon, gazete gibi kitle iletişim araçlarının, sinema, tiyatro, müzik gibi
sanat faaliyetlerinin ve bilimsel çalışmaların kullanılması tehlikenin boyutlarını büyütmektedir.

Türkiye’mizde ve müslüman ülkelerde her gün ve gece gösterilen film ve programlarda yapılan
hıristiyanlık propagandası misyonerlerin verdiği zarardan daha büyük zararlar vermekte, halkımız batı
kültürünün ve hıristiyanlığın etkisinde kalmaktadır. Ta ki küçük çocukların dikkatle izlediği çizgi
filimlerde bile bu mevcuttur.

Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Kıyamet kopmadan önce vuku bulacak altı alameti
sayarlarken birisini şöyle buyurmuşlardır:

“İstisnasız her Arap evine girecek bir fitnenin yayılması.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1313)
Televizyon vesaire, buna mümasil fitneler her eve girdi. Bu vasıtalarla her rezalet yapılıyor.

Bu faaliyetler neticesinde “Amin” yerine “amen” diyenler, yemeğe başlamadan duâ edenler, cenaze
arabalarına çiçek atıp alkış tutanlar, yılbaşı, doğum günü gibi hıristiyan adet ve bayramlarını
kutlayanlar bir çığ gibi çoğalmaktadır.

Ey küfre kucak açanlar! Müslümanları küfre teşvik edenler! Küfrü hoş göstermeye çalışanlar! Bunca
açıklamaları gördükten sonra hâlâ küfre yaranmaya çalışacak mısınız? Bunca genç müslüman evlâdın
hıristiyan olmasının vebalini nasıl yükleneceksiniz? Bu kötü icraatınızın hesabını mutlaka vereceksiniz.

Ey Müslümanlar! Uyanık olun! Küfrü ve kâfirleri hoş görmeyin. Hoş görenleri de hoş görmeyin. Hazret-i
Allah’ın; “Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun.”
(Tahrim: 6) Âyet-i kerime’sini unutmayın. Evlâd-ı ıyalinizin bu yüce ve son dini bırakıp boşlukta
kalmasına, misyonerlerin kucağına düşmesine sebep olmayın. Onları cehennem ateşine
sürüklenmelerine sebep olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah-u Teâlâ’nın itaat yoluna götürmeye
çalışın.

“Allah, rızâsını arayanları onunla kurtuluş yollarına eriştirir ve onları izni ile karanlıklardan
aydınlığa çıkarır, onları dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide: 16)

•••

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Halbuki hıristiyan misyonerlerin amacı halkımızı hıristiyan yapmak,


memleketimizi sömürgeci hıristiyan devletlere peşkeş çekmektir:
Misyoner faaliyetlerinin hangi boyuta geldiğini gösteren bir haber (1 Haziran 2004)
Resulullah Aleyhisselâm’ı karalamak için büyük tertipler hazırlayan bu küfür ehlini hoş görmek,
Resulullah düşmanlarına “Hazret” demek, onlarla dost olmak Resulullah Aleyhisselâm’ı inkâr etmek
demektir. Nitekim bu küfrü hoş görücüler hoşgörü toplantılarında Peygamber -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz’in ismini anmadıkları gibi, “Muhammedün Resulullah” demeyenlere rahmet ve
merhamet nazarıyla bakılmasını telkin ederek küfre teşvik etmektedirler. (Yeni Şafak, 02.06.2004)
(9 Eylül 1999, Star)
20 Haziran 2004, A. Vakit
8 Haziran 2004, Ortadoğu
1 Mayıs 2004, D.B. Tercüman

2 Haziran 2004 tarihli Y. Şafak gazetesinin manşet haberi


31 Mayıs 2004, Ortadoğu
19 Ocak 2002, Hürriyet
ATO tarafından yayınlanan kitapçığın kapağı ve küffarın gerçek niyetini gösteren delillerin yer aldığı
sayfalardan ikisi
Misyoner faaliyetlerinin hangi boyuta geldiğini gösteren 1 Haziran 2004 tarihli D. B. Tercüman
Gazetesinin manşet haberinin devamı
18 Kasım 2003, Vatan

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEARİC SÛRE-İ ŞERİF’İNİN TEFSİRİ-1


Yükselme Derecelerinin Sahibi Allah’tır

Sûre-i Şerif’in Takdimi:

Mekke-i mükerreme dönemde nâzil olmuştur. Kırk dört Âyet-i kerime, iki yüz yirmi dört kelime ve dokuz
yüz yirmi dokuz harften müteşekkildir.

Üçüncü Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ’nın yükselme dereceleri sahibi olduğu anlatılmakta ve aynı
zamanda bu mânâya işaret eden “Meâric” kelimesi bu Sûre-i şerif’e isim olmaktadır. “Seele” ve
“Mevâki” sûre-i şerif’i adı da verilir.

Bu Sûre-i şerif “Kıyamet” ve “Cehennem”in diğer vasıflarını açıklama hususunda “Hâkka” sûre-i
şerif’inin tamamlayıcısı gibidir.

Muhtevâsı:
Bu mübârek Sûre-i celîle’de kıyametin zuhuru, kıyamet gününün dehşet verici korkunç durumları
anlatılmaktadır.

Cehennem azabının safhaları gözler önüne serilmektedir.

Kâfirlerin karşılaşacakları cezaların şiddeti bahis mevzuu edilmekte, nasıl kötü bir âkıbete
uğrayacakları haber verilmekte, ölmeden önce dönüş yapmaları istenerek insanlar uyarılmaktadır.

İnsanın yaratılışı tasvir edilmektedir.

Allah-u Teâlâ’ya gönülden inanan müminlerin yüksek vasıfları ve lâyık oldukları şekilde cennette
ağırlanacakları açıklanmaktadar

Ve Meâric sûre-i şerif’i öldükten sonra dirilme ve hesabın hiç şüphe götürmeyen bir gerçek olduğuna
dâir âlemlerin Rabb’ine yemin edilerek sona erer.

Şüphesiz Olan Azap:

Resulullah Aleyhisselâm’a en çok ezâ ve cefâ eden Kureyş’in seçme cânilerinden birisi de Nadr bin
Hâris idi. Çok zeki ve fesat bir adamdı. Resulullah Aleyhisselâm’a daima hakaret eder, Kur’an-ı
kerim’le rekabete kalkışırdı.

Müşrikler ellerinden geleni yapmalarına rağmen müslümanlığın yayılmasını engelleyemeyince Nadr


bin Hâris Kureyşliler’e şunları söyledi:

“Bu adama karşı çıkma usulünüzle neticeye varamazsınız. O şimdiye kadar sizin aranızda yaşadı.
Ahlâken en iyi olanınızdı. En doğru, en dürüst ve güvenilir bir kişi olarak temayüz etti. Siz
tutmuşsunuz, onun bir kâhin, sihirbaz, şâir ve mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Buna kim inanır?
Halk, bir kâhin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şairle bir mecnunun halini ayırt edemezler mi? Bu
ithamlarınızın hiçbiri ile halkın dikkatini ondan çeviremezsiniz.”

Daha sonra halkın dikkatlerini Kur’an-ı kerim’den ayırmak için acem hikâyeleri anlatmanın bir çare
olacağını onlara tavsiye etti.

Kendisi de ticaret maksadı ile Rum ve İran beldelerine gider, oralarda hikâye ve masal öğrenir, gelip
Mekke halkına anlatırdı. Resulullah Aleyhisselâm bir topluluktan kalktığı zaman hemen hikâye
anlatmaya başlar ve: “Allah için söyleyin, benim mi yoksa Muhammed’in mi hikâyeleri daha güzel?”
derdi.

Bu maksatla şarkıcı kızlar da getirmişti. Bir kimsenin Resulullah Aleyhisselâm’ın etkisi altına girdiğini
işittiği zaman şarkıcı kızı ona musallat ederdi. “Onu yedir içir, şarkılarınla kendine öyle bağla ki, oradan
kopup seninle hemhâl olsun.” derdi.

Nadr bin Hâris bu sözü söylediği zaman Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Yazıklar olsun sana! Bu Allah kelâmıdır.” buyurmuştu.

Asırlar geçti, onlar gibi düşünen niceleri aynı şeyleri geveleyip durdular, fakat onlar da Kur’an-ı kerim’in
bir benzerini getiremediler. Benzerini söylemek ellerinden gelseydi, kesinlikle geri durmazlardı.

Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:

“İsteyen birisi inecek azabı istedi.” (Meâric: 2)


“Eğer bu Kur’an gerçekten Allah kelâmı ise, bizim bunu inkâr etmemize bir ceza olmak üzere Allah ya
başımıza taş yağdırsın veya bize başka türlü elem verici bir azap göndersin.” diyerek küfür ve
inkârında ısrarlı ve iddiâlı olduğunu göstermek istedi.

“O, kâfirler içindir ve ona engel olacak hiç kimse yoktur.” (Meâric: 2)

İster istesinler ister istemesinler, o azap mutlaka onlara gelir.

Kur’an-ı kerim’de Nadr bin Hâris hakkında nâzil olan on kadar Âyet-i kerime daha vardır.

Nadr, kendisi istediği ve hakettiği bu azabı Bedir’de bulmuştur. Allah-u Teâlâ müminlere onu yakalama
fırsatı verip de esirler arasına düştüğünde, Resulullah Aleyhisselâm elleri bağlı olarak kendi önünde
boynunun vurulmasını emir buyurdu.

“(O azap) yükselme derecelerinin sahibi Allah’tandır.” (Meâric: 3)

Âyet-i kerime’de geçen “Meâric”, amellerin ve zikirlerin bulunduğu ruhi ve mânevî makamlar,
çıkılacak dereceler mânâsına geldiği gibi; seyr-ü sülûk yolunda müminlerin yükseldikleri mertebeler,
Allah-u Teâlâ’nın cennette dostlarına ikram ve ihsan ettiği dereceler mânâsına da gelmektedir. Çünkü
O’nun lütuflarının birçok dereceleri vardır.

“Melekler ve ruh (Cebrâil) oraya miktarı (dünya senesi ile) elli bin yıl olan bir günde yükselip
çıkarlar.” (Meâric: 4)

O ulvî ve kudsî makamda ilâhî tecellilere ve Rabbânî emirlere mazhar olurlar. İlâhî emirler ile âlemin
düzeni gerçekleşir, kâinatın tedbiri hasıl olur.

Onların gidip gelmesi ve inip çıkması insanlarınkine hiç benzemez. Allah-u Teâlâ dilediği zaman
dilediği şekilde onları dolaştırır.

O’nun katındaki bir tek gün elli bin seneye eşit olduğuna göre, Nadir bin Hâris gibi kâfirlerin uzak
gördükleri kıyamet gününün azabının çok yakın olduğu anlaşılır.

“Resul’üm! Şimdi sen güzelce sabret!” (Meâric: 5)

Kavminin seni reddetmelerine ve yalanlamalarına üzülme. O kâfirlere karşı Rabb’in sana yardım
edecektir.

“Doğrusu onlar o azabı uzak görüyorlar.” (Meâric: 6)

Böyle bir azabın imkânsız olduğunu vehmediyorlar.

“Biz ise onu yakın görüyoruz.” (Meâric: 7)

Çekecekleri azabın emri verilmiştir, eninde sonunda başlarına gelecektir. Çünkü her gelmekte olan şey
yakındır.

Kıyamet ve Gökyüzü:

Mukadder olan zamanı gelince dünya hayatı son bulacaktır.

Kıyametin kopma hadisesi sadece dünyada değil, mevcut sistemlerin hemen hepsini içine alacak
ölçüde olacaktır.
“O gün gök erimiş bakır gibi olur.” (Meâric: 8)

O günün dehşetinden gök çalkalana çalkalana her taraftan yarılır. Parça parça olduğunda, açılmış gül
gibi kıpkırmızı olur ve eritilmiş zeytinyağı gibi mâyi bir hâle gelir, bakıldığında ateşle tutuşmuş gibi
görünür. Gücünü, kuvvetini, özelliğini kaybeder. Böylece ilâhi emir ve hüküm gerçekleşmiş olur.

Kıyamet ve Dağlar:

Dünya nizamının alt-üst olacağı o büyük hadise vuku bulduğunda, dağlar o muhteşem cesametleri ve
ağırlıkları ile beraber köklerinden sökülür yerlerinden kopar, havaya kalkar, ufalandıkça ufalanır, toz
haline gelir, hallaç pamuğu gibi atılıp dağılır, yükseklikleri düzlüğe dönüşür.

“Dağlar da atılmış pamuğa benzer.” (Meâric: 9)

Yeryüzüne çakılmış gibi görünmelerine rağmen, rüzgâra tutulan yün teli gibi uçuşurlar. Bulutlar gibi
oraya buraya hareket ederler. İlâhî rahmet yetişmeyecek olursa vay o insanların haline!

Pek korkunç öyle bir hadise yüz gösterir ki, yeryüzü bitkisiz, binasız, boş, düz, kuru bir arazi haline
gelir. Ne iniş ne çıkış, ne girinti ne çıkıntı görülür, yüksek ve alçak hiçbir şey kalmaz.

Dağlar böyle olunca, insanların ne hâle geleceği düşünülmelidir.

O günü inkâr edenler, kendilerini ne büyük bir felâketin beklediğinden hiç haberleri yoktur. Daima
bâtıla meyledip bâtılla ülfet ettikleri için, Hakk’a yanaşmaz ve Hakk’ı kabul etmezler.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

HAZRET-İ MUHAMMED Aleyhisselâm


İLK ÜÇ YIL
ve
İLK MÜSLÜMANLAR 2

Osman bin Affan -R. Anh-:

Kureyş’in en asil âilesine mensup olan Hazret-i Osman -radiyallahu anh-; olgunluğu, cömertliği, güzel
ahlâkı ile herkese kendisini sevdirmişti. İleri gelenler onun ziyaretine gelirdi. Son derece utangaçtı.
Müslüman olmadan önce de sonra da ticaretle uğraşmış, zengin olmuştu. Zamanı geldiğinde servetini
Allah yolunda harcamaktan geri durmamıştır.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Dâr-ül Erkam’a girişinden önce Hazret-i Osman -radiyallahu anh-, Talha
bin Ubeydullah -radiyallahu anh- ile birlikte müslüman oldu.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- câhiliyet devrinde en samimi dostlarından olan Hazret-i Osman -
radiyallahu anh-a İslâmiyet’ten bahsetmiş, onu Resulullah Aleyhisselâm’a götürmüş ve müslüman
olmasına vesile olmuştur. Müslüman olan ilk on kişiden biridir.

Hemen hemen bütün büyük hadiselerde Resulullah Aleyhisselâm’la beraber bulundu, vahiy kâtipliği
yaptı. Resulullah Aleyhisselâm ondan râzı olarak vefat etmiştir.

Talha bin Ubeydullah -R. Anh-:

Hazret-i Talha -radiyallahu anh- ticarî bir seyahatten dönüşünde Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-le
görüşmüş, onun sözlerini dinlemiş, Resulullah Aleyhisselâm hakkında söylediği sözler kalbinde derin
bir iz bırakmıştı. Onun tavassutuyla Resulullah Aleyhisselâm tarafından kabul buyuruldu ve hemen o
gün müslüman oldu.

İslâmiyet’i kabul ettikten sonra o da diğer müslümanlar gibi müşriklerin ezâ ve cefâlarına
uğrayanlardan biri olmuştur.

Bedir’den başka bütün savaşlarda bulunmuş, Resulullah Aleyhisselâm’ın yanından ayrılmamıştı.

Resulullah Aleyhisselâm’ın, kendilerinden râzı olarak ayrıldığı altı kişiden birisi olan Hazret-i Talha -
radiyallahu anh-, Uhud savaşı’nda Resulullah Aleyhisselâm’ı korumak için canını ortaya koymuş, onun
etrafında akıllara hayranlık veren kahramanlıklar göstermişti. Aldığı yaralar seksenden fazla olduğu
halde yerini bırakmadı. Atılan oklardan biriyle eli yaralandı ve çolak kaldı.

Bu savaşta Resulullah Aleyhisselâm’ın:

“Talha cennet komşuluğunu hak etti.” şeklindeki iltifatına mazhar oldu.

Sa’d bin Ebî Vakkas -R. Anh-:

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in delâletiyle İslâmiyet’i kabul edenlerdendir. Tevhid dâvetini duyar
duymaz icâbet etmiş, putperestlikten fıtrî bir nefret duymuş, bu yolda çok mühim ibtilâlara maruz
kalmıştı.

Resulullah Aleyhisselâm’ın gözüpek ashâbından, cesur ve yiğit süvarilerindendi. Allah yolunda ilk kan
döken ve ilk ok atan o idi. Yayalar içinde bile atlı gibi savaşırdı.

Hususiyetle Uhud’da Resulullah Aleyhisselâm’a siper olarak müşriklere o kadar ok attı ki, ona şöyle
buyurdu:

“At ey Sa’d! Babam anam sana fedâ olsun!” (Buhârî - Müslim)

Servetinin hepsini Allah yolunda sarfetmek isteyecek kadar cömertti. Ancak üçte birini dağıtmasına
müsaade edilmiştir.

Abdurrahman bin Avf -R. Anh-:


Resulullah Aleyhisselâm’ın Erkam -radiyallahu anh-ın evinde halkı İslâmiyet’e gizlice dâvet etmeye
başlamasından önce, Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in delâletiyle müslüman olmuş, böylece ilk
müslümanlardan olmak şerefini ihraz etmişti.

O da diğer müslümanlar gibi İslâmiyet’i kabul ettikten sonra türlü türlü eziyet ve mihnetlere uğradı. Dar
ve diyarını terk ile Habeşistan’a hicrete mecbur oldu.

Ticaretle uğraşırdı, çok kısa zamanda zengin oldu. Kazandığını Allah yolunda harcardı. Günde otuz
köle satın alarak azad ettiği olmuştur. Tebük seferi’nde servetinin yarısını getirip orduya bağışlamış,
bununla da kalmayıp daha birçok bağışlarda bulunmuştur.

Çok mütevazi idi, köleleri arasında bulunduğu zaman onlardan ayırdedilmezdi.

Resulullah Aleyhisselâm’ın katıldığı bütün savaşlara katılmış, Uhud’da yirmiden fazla yara almış, hatta
ayağındaki yaralar sebebiyle topal kalmıştır.

Daha dünyada iken cennetle müjdelenmiş, Resulullah Aleyhisselâm’ın kendilerinden râzı olarak
ayrıldığı altı kişiden birisi olmuştu.

Ebu Ubeyde bin Cerrah -R. Anh-:

Câhiliye döneminde Araplar arasında okuma yazma bilenler pek az bulunduğu bir sırada, okur yazar
olan Mekkeliler arasında idi.

Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh-in delâleti ile İslâm’la müşerref olmuş, İslâm’a büyük hizmetlerde
bulunmuştu. Cesareti, adaleti ve Hakk’a riâyeti ile tanınırdı.

Resulullah Aleyhisselâm’ın cennetle müjdelediği “On Sahabi” arasında olan Ebu Ubeyde -radiyallahu
anh-; Bedir, Uhud ve diğer bütün savaşlarda Resulullah Aleyhisselâm’ın yanında bulunmuş, Bedir’de
müşrikler safında çarpışan babasını öldürmüştür.

Uhud savaşı’nda Resulullah Aleyhisselâm’ın miğferinden kopan iki halka mübarek yüzlerine batmıştı.
Ebu Ubeyde -radiyallahu anh- o halkaları dişleri ile çıkarırken iki dişi kırıldı.

Resulullah Aleyhisselâm onun hakkında bir Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:

“Her ümmetin bir emîni vardır. Bizim emînimiz, ey ümmet, Ebu Ubeyde bin Cerrah’tır!” (Buhârî -
Müslim)

Diğerleri de emin olmakla beraber, emanet onda daha üstün olduğu için bu isimle taltif etmişlerdir.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |


EVLİYÂ-İ KİRAM
-Kaddesallahu Esrârehüm- HAZERÂTI’NIN
“HÂTEMÜ’L-EVLİY” HAKKINDAKİ
BEYAN ve İFŞAATLARI (60)

Müeyyedüddîn Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- (2)

Tasavvuf ehli arasında “Fusûsu’l-Hikem” kitabı’nın ilk şârihi olarak bilinen ve bilhâssa nübüvvet,
velâyet ve “Hâtemü’l-velâye” hakkındaki beyanları ile büyük bir alâka gören Şeyh Müeyyedüddîn
Mahmûd el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin, “Hâtemü’l-velâye” hakkındaki en köklü ve esaslı
açıklamalarını ihtivâ eden “Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî” isimli eserindeki
beyan ve ifşâatlarına kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Hâtemü’l-evliyâ’yı Hem Yüksek,


Hem Düşük Kılan Makam:

Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri “Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-


Cendî” isimli eserinde, Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın şerîatına tâbî
oluşunun, Hâtemü’l-velâye mertebesinde herhangi bir noksanlık meydana getirmediğini beyân etmiş;
onun tam ve kâmil bir verâsetle onun velâyet mertebesine vâris olup, bu mertebeden bütün resûl, nebî
ve velîlere tasarrufta bulunduğunu haber vermiştir:

“Onun Hâtemü’r-resûl’ün şeriatına ittibâ ve iktidâ edişi, Hâtemü’l-enbiyâ’ya bağlı olan Hâtemü’l-
velâye makâmının ulviyetinde bir noksanlık meydana getirmez. Zîrâ birbiri için gerekli olan iki
şeyden biri velâyet’tir. Hakk’ın en ulu Resûl’üne tâbiiyyetin, O’nun verâsetinin, muttalî olma ve
müşâhade etme şerefine tâbî olan, verilme ve vâris olma meşrûiyyetinin sağladığı yardım ve
hâkimiyet işte budur. O başka bir cihetten, ona göre daha yüksek bir cihette bulunur. Daha
doğrusu, kendisine bağlı olduğu nübüvvet yönünden, velâyeti bakımından bir cihetten düşük
olduğu gibi; onun velâyet yönü bir bakıma, tâbiiyyet cihetinden daha yüksek olur.

Herhangi bir velînin bir peygamberden yüksek olduğu düşünülemez. Böyle değil; belki ancak,
sıradan bir şekilde tâbî olmuş bir velî ile, bütün velâyet mertebelerini kendinde toplamış bir tâbî
arasında; veyâ aynı şekilde, kendisine tâbî olunanın kendisiyle arasında meydana gelmiş bir
üstünlüktür. O, zâhir ve tâhir şerîatı husûsunda tâbî konumunda bir kimse olduğu hâlde,
velâyet makamları husûsunda kendisine tâbî olunan bir kimse olarak daha yüksek olur.” (Kitâbu
Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 135b-136a yaprağı.)

Hâtemü’l-Enbiyâ’nın Hâline, Zâtına


ve Ahlâkına Tâbî Olan Kâmil Vâris:

Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri’nin “Şerhü’l-Fusûs“undaki başka bir


ifâdesine göre Hâtemü’l-evliyâ; Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın mertebesine, zâtına, hâline, ahlâkına
ve yaptıklarının hepsine tâbî olan en kâmil vâristir ve bu verâset ona ne eksik, ne de fazla olmaksızın,
doğrudan doğruya ondan intikâl etmiştir:
“Hâtemü’l-velâye’nin Allah’ı bilme cihetinden en kâmil kimse oluşu sahih olunca, bu hususta
diğer velîlerin ve onlardan başkalarının tâbî olduğu bir kimse olması da sahîh olur. Hurma
aşılamayı bilmenin yokluğu Hâtemü’r-resul’ün hatemiyyet kemâlinde bir noksanlık meydana
getirmediği gibi; bu has üstünlük de, onun ona tâbî oluşu hakkında herhangi bir aykırılık
meydana getirmez, onun her yönden tâbî olunan bir kimse olmasını da gerektirmez.

Bu Hâtemü’l-velî, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in mertebesine, zâtına, hâline, ahlâkına


ve yaptıklarının hepsine tâbî olan vâristir. Bu iki Hâtem’in kendi aralarındaki münâsebet ve
mütâbakatları hakkındaki meşrûiyyet, bahsettiğimiz şeylerin tümünde de meydana gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in Allah’ı bilme ve bütün meşrû amellerde verâsetinin
kemâli de; ona ne bir eksik, ne bir fazla olmaksızın, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in
öğretmiş olmasından ileri gelir.” (Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid Ali
Paşa, no.: 1240, 136b yaprağı.)

Hâtemü’l-enbiyâ ve
Hâtemü’l-evliyâ’nın Ahlâkı:

Müeyyedüddîn el-Cendî -kuddise sırruh- Hazretleri diğer bir beyanlarında, ahlâkın güzelliklerini
tamamlamak için resul ve nebî sıfatıyla gönderilen Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın ahlâkının “Allah ile
ahlâklanmak”tan ibâret olduğunu ortaya koymuş; onun bâtını olan “Hâtemü’l-velâye” mertebesi Allah
ile kâim olan bir mertebe olduğu için, Hâtemü’l-evliyâ olan zâtın da, Allah ile ahlâklanma ve ahlâkın
güzelliklerini tamamlama husûsunda ona vâris olacağını beyan buyurmuştur:

“Hâtemü’n-nübüvve -sallallahu aleyhi ve sellem-, resullerden olan hiçbir vârisinden uzak


olmayan, bu resullerin icrâ ettiği hâllerin tümünü kendi mîzâcında icrâ ettiği ‘Ahlâk’ın
güzellikleri’ni tamamlamak için gönderilmiştir ki; bu nebî ve resul’ün velâyeti hakkındaki
makâmı Allah ile kâim olduğu için, aynı şey; amelleri, hâlleri, ilimleri, müşâhadesi ve varlığı
husûsunda ona tâbî olan bu velî için de geçerli olup, Muhammedî vârislerin en kâmili olan bu
kimseden de uzak değildir.” (Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid Ali
Paşa, no.: 1240, 137b yaprağı.)

İki Bedende Bir Ruh:

Hazret gerek Hâtemü’l-enbiyâ Aleyhisselâm’ın, gerekse Hâtemü’l-evliyâ’nın aslının, bir olan


Muhammedî hakîkat olduğunu beyan buyurmuş; bu aslın Hâtemü’l-enbiyâ ve Hâtemü’l-evliyâ
sûretinde, iki bedende tek bir ruh olarak, küllî Muhammedî nübüvvet’ten ibâret olan “Hatemü’n-
nübüvve” mertebesine ve mutlak Muhammedî velâyetten ibâret olan “Hâtemü’l-velâye” mertebesine
yerleştirildiğini ifâde etmiştir:

“Bil ki, velâyet-i hâssa-i Muhammediyye’nin -sallallahu aleyhi ve sellem- kendisiyle hatme
erdiği, Muhammedî sûretlerden bir sûret olan Hâtemü’l-evliyâ; unsûrî varlığından önce velî
olması ile, ilminde Hâtemü’r-rüsul’ün hikmetlerinden bir hikmet olur.

Bahsi geçen küllî Muhammedî hakîkat, nübüvvet mertebesinde O’nun tecellîsinin en kâmil
mazharına vâcip kılındığı gibi; velâyet mertebesiyle ilgili olarak da, O’nun zâtî tecellîsinin en
kâmil mazharına vâcip kılınmıştır. Dolayısıyla bu iki Hâtem’in ‘Nübüvvet’ ve ‘Velâyet’ diye
adlandırılan iki mertebede, tek bir hakîkatin sûretini resmetmesi uzak görülmez. Zîrâ onun
hakîkati de, bahsi geçen insânî kemâlin küllî Muhammedî hakîkatidir. Onun hikmetleri ise ‘Biz
bir bedende iki rûhuz!” sözünün öne çıkmasıyla nükseder. Aslında bununla ilgili olarak, ‘Biz’
şeklinde bir beyânın çıkması dahi sahîh değildir. Lâkin (bu), ikisinde bulunan şeyi göremeyen
birine bilmediğini bildirmek için söylenmesi yönünden, ikisinden de hulûl ve birleşme yönünde
sözeden bir kimsenin nisbet şeklidir. Aslında ikisi hakkında da asıl söylenmesi gereken; ‘Biz iki
bedende tek bir rûhuz!’ sözüdür.
Şu hâlde kâmil bir nübüvvet ve şümullü ihâtâ edici bir velâyet’le tanınan Hâtemü’r-rüsul’ün
vâroluş hâli olan; ‘Âdem su ile toprak arasında iken peygamber oluşu’nun, bu Hâtem -
radiyallâhu anh-le ilgili olarak da zikredilmesi, (onun) Hâtemü’r-rüsul’ün nübüvvetini müşâhade
edebilmesi ve peygamberlerin ve velîlerin kâmil ruhlarına öncülük etmesi nasıl mümkün
olmaz?” (Kitâbu Şerhü’l-Fusûs li’ş-Şeyh Müeyyedüddîn el-Cendî; Şehid Ali Paşa, no.: 1240, 140b-
141a yaprağı.)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

MEKTUBAT
26. MEKTUP

ŞEYH MUHAMMED ES’AD ERBİLÎ


(Kuddise Sırruh)

NİMETLERE ŞÜKÜR

Daha önce ma’ruzâtımıza uyarak tarikatın feyizli halkasına katılmayı kabul ettiğinizi müjdeleyen iltifat
dolu bir adet mektubunuza nail oldum, bu nâiliyetimi daha önceki lütuf ve ihsanlarınıza ilâve telâkki
eyledim. Ve hemen dilimden düşürmediğim hayır dualarıma yenilerini ilâve ederek ömrünüzün,
âfiyetinizin ziyâdeleşmesini ve gerçek başarınızı tekrar Bar-gâh-ı Ahadiyet’e arzettim. Kurtuluşun
başlangıcını ihsan buyuran Hazret-i Allah gerçek kurtuluş yolunu da kolaylaştırsın. Sabreden ve
şükreden kullarından etsin.

“Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım.” (İbrahim: 7) sırrına mazhar buyursun.

“Bulut, rüzgâr, ay, güneş, gökte devamlı olarak çalışmaktalar.

Sen sakın ekmeğini elde edince gafletle yemiyesin.”

Bulut, yağmur, rüzgâr, ayın güzelliği ile güneşin hasretini kendi emrinde tutan ve bunların tesiriyle
insanoğlunun yaşamasını temin, sıhhat ve afiyetini devam ettiren Hazret-i Allah’ın sayısız nimetlerini
bilip cümlemizi şükür vazifesinin ifasına gayret eden salih kullarından eylesin. Âmin. Böyle bir nimetin
lütuf ve ihsanını takdir etmeyen nankör kullarından etmesin.

Çünkü Âyet-i kerime’nin nihayetinde:“Eğer küfrederseniz şüphesiz benim azabım şiddetlidir.”


(İbrahim: 7) diye vârid olmuştur. Yani şükran borcunun yerine getirilmesi nimetin artmasını mûcib
olduğu gibi küfrân-ı nimet de kanaat, huzur ve rahatlık gibi kalp sükûnunu bozar. Ve insanı sıkıntıya
düşürür.

Bâki, es-selâmu aleyküm ve rahmetullahi veberekâtüh.


| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

SÖZLER ve NOTLAR - 11
Nurlu Sözler

“Biz herkese değer veririz. Küçücük çocuğu bile büyük görürüz. İtimat edin biz ihvanın hâlinden feyz
alıyoruz, onlara verilenden istifade etmeye çalışırız.

Çünkü Allah-u Teâlâ herkese bir lütufta bulunmuştur. Sen o lütufları topla kendine mâlet.” (21 Nisan
1979)

“Bizim hasta üzerine okuma tarzımız şöyledir. Pirân-ı izam’dan başlayarak Cenâb-ı Hakk’a kadar
sığınırız. Ondan sonra şifâ Âyet-i kerime’lerini okuruz ve Cenâb-ı Hakk’a havale ederiz. Dilerse şifâ
verir, dilerse vermez. Biz orada yokuz artık. O nasıl murad ederse öyle yapar.” (22 Nisan 1979)

“Nefis maddî menfaatlere aktığı gibi, mânevî rütbe ve makamlara da akar. Halbuki bunlar çocuk
oyuncağı mesabesindedir. Ehl-i hakikat rızâdan mâdâ hiçbir şeye kıymet vermezler.” (22 Nisan 1979)

“Vaktiyle İstanbul’da birisi kız birisi erkek iki kardeş, babaları vefat ettikten sonra kalan mirası taksim
etmişler. Kız ahkâma göre taksimi tercih etmiş. Bunun üzerine abisi tutmuş o zamanın değerine göre
elli bin liralık bir mücevheri kardeşine hediye etmiş. O, o babanın kızı, o da o babanın oğlu...” (15
Temmuz 1979)

“Herkes halk ile olmak istiyor, hayatın Hakk’ta olduğunu kimse bilmiyor. Niçin? Hakk’tan uzak olduğu
için. O’nunla olmak hayattır, O’nsuz hayat vefattır.” (11 Ağustos 1979)

“Allah yolunda yorulduğum ve yıprandığım zamanlar ancak zevk duyabiliyorum. Başka zamanlar
hayatımın boşa geçtiğini kabul ediyorum.” (11 Ağustos 1979)

“Hazret-i Allah’ın sırf kendisi için halkettiği kullar var. Onlar yalnız Hazret-i Allah’ı sever, Hazret-i Allah
da onlarda tecellî ettiği gibi hiç kimsede tecellî etmemiştir.
O Hazret-i Allah’ın sırrı, Hazret-i Allah da onun sırrıdır. Bu gizli cereyanı kimse bilmez, kimse görmez,
kimse vâkıf olamaz. O nasıl tecellî ettiyse o kul öyledir.” (12 Ağustos 1979)

“Ömrünü insan yemekle içmekle uyku ile israf etmemeli. Çünkü dünyaya bir daha gelecek değil.
İbadetini yapsın da derecatı artsın. Yeme-içme, yaşama ise, Hazret-i Allah onların hepsini
hazırlamıştır.

Bir insan bir ömür boyu çalışıyor da bir bina yapamıyor. Ya cenneti kazanmak için ne kadar çalışmalı.”
(12 Ağustos 1979)

“Hiç unutmayız. Birgün nafile oruç tutuyorduk. ‘Sen nafile oruç tutmaya nazlanıyorsun. Halbuki halk
içinde öyleleri var ki üç günde bir iftar ediyor da, biz yine sizi tercih ediyoruz, size veriyoruz.’
buyuruldu. Çok mühim bir söz. Yani bir kulun Mevlâ’sına karşı sadakati husule geliyor.” (12 Ağustos
1979)

“Emir Sultan -kuddise sırruh- Hazretleri’nin huzur-u saâdetlerinde bulunurken: ‘Ni’mel Mevlâ ve
ni’men-nasîr’ zikr-i şerifini verdiler. Bundan o kadar istifade ettim ki, Mevlâ’mı içimde olarak kabul
ettim.

Bir başka ziyaretimizde: ‘İnnehu min Süleymane ve innehu Bismillâhir-rahmanir-rahîm’ buyurdular.


Hepsi bunun içinde, anlayabilirsen anla. Çok gizli esrarlar var. Onlar açmadıkça yine hiçbir şey
anlaşılmaz.” (12 Ağustos 1979)

“Kış günlerinde karda çamurda uzak bir memleketten bir kardeş geldiği zaman bize çok ağır geliyor.
Onun çektiği zahmeti kendimiz çekmiş kadar sıkıntı çekiyoruz. Bunu böyle bilesiniz. Hiç kimseyi
meşakkatte koymak istemiyoruz. Gönül sevdiğini görmek istiyor, fakat böyle birçok masraflarla kalkıp
gelmesine de üzülüyoruz.” (18 Ağustos 1979)

“Ekmeği ateş pişirdiği gibi, insanı da ibtilâ pişirir.” (25 Ağustos 1979)

“Yılanın derisinden soyunduğu gibi varlıktan soyunmak gerekiyor. Eğer sen soyunursan Hazret-i Allah
seni giyindirir. Takvâ elbisesi giydirir, edeb-hayâ elbisesi, ilim-irfan elbisesi giydirir. Artık sen O’nun
elbisesini taşırsın. Dünyada da o elbise ile, mahşerde de o elbise ile gezersin.

Madem ki bununla bu kadar saâdet elde ediliyor. Öyleyse bir an evvel varlık-benlik elbisesinden
soyunmamız gerekiyor.” (26 Ağustos 1979)

“İnsan Hazret-i Allah’tan uzaklaştıkça, O’nu uzak yerlerde arar. Yaklaştıkça Hazret-i Allah’ın kendisine
kendisinden yakın olduğunu görmeye başlar.” (26 Ağustos 1979)


“İyilik ihsan eden Allah’a şükürler olsun. İyilik vermeseydi iyiliği nereden bulacaktık.” (26 Ağustos
1979)

“İtimat edin, Hazret-i Allah bir kimseyi yıkamazsa onun temizlenmesine ve kurtulmasına imkân ve
ihtimal yoktur.” (26 Ağustos 1979)

“O’nun indirdiğini kimse kaldıramaz, O’nun kaldırdığını da kimse indiremez.” (26 Ağustos 1979)

“Hazret-i Allah sende hakikati kaynatmışsa, o kaynağı bulduranı bil ve şükrünü artır.

Kaynağı bulamayanlar, taşıma su ile değirmen döndürmeye çalışanlar gibidir. Kendisinin suya ihtiyacı
var, başkasını nasıl kandırsın.” (26 Ağustos 1979)

“Bazı kimseler küçük diyor çocuk diyor, çocuklarını çok açık giydiriyor. Kısa pantolon giydiriyor.
Halbuki hayâsını kaçırdığının farkında değil.

Meselâ bir esansın kendisine mahsus kokusu var. Şişeyi açtın mı, kokusu gidiyor, suyu kalıyor. Çocuk
da böyle, hayâ gidiyor.

Küçükken eğitilmezse büyüyünce artık tatbik etmez. Çünkü zamanla o irâde ondan emilmiştir.” (26
Ağustos 1979)

“Bir müslümanda iman kemâle erdiği nispette müminlere karşı şefkat ve merhameti de artmış olur.

En yüksek merhamet kimde bulunur? Her şeyin en güzeli Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
inde bulunduğu gibi, merhametin de en güzeli onda bulunur. Allah-u Teâlâ onun hakkında: ‘Harîsun
aleyküm...’ buyuruyor. Yani kendisini unutmuş, sizi düşünüyor.” (26 Ağustos 1979)

“Niyetimiz hâlis olursa Allah’ımız bizi düzlüğe çıkarır, râzı olduğu yolun rayına koyar. O yol da bizi O’na
götürür.” (26 Ağustos 1979)

“Aslında tesadüf diye bir şey yok. Fakat biz hakikaten gâfil olduğumuz için tesadüf deyip geçeriz. Her
şeyde Hazret-i Allah’ın ezelî tasarrufu hüküm sürüyor da bilmiyoruz.” (1 Eylül 1979)

“Gönül sevdiğini hakikaten arıyor ve görmek istiyor. Tasavvur buyurun ki Hazret-i Allah bu muhabbeti
yerleştirirse ahirette ne kadar aranacak!” (1 Eylül 1979)


“İnsan Hazret-i Allah’a ihlâsla yönelir de her ihtiyacını O’na arzederse, o kul ne ihtiyacı olduğunu
bilmeden ona ikram ve ihsan eder. Çünkü kul bir noktayı görür ötesini görmez. O ise ihsan ettiği
zaman kulunun hayâline gelmediği şeyleri de ikram eder.” (1 Eylül 1979)

“Bir devlet reisi var, bir memleketi idare ediyor. Onu sen gözünle görüyorsun.

Bütün mükevvenat zerreye varıncaya kadar hep Hazret-i Allah’ın tasarrufundadır. İnsan devlet
başkanını görür de O’nu görmez. Halbuki her şeyin O’nun tasarrufunda olduğunu gözü ile gören var.
Allah’ımız bize de bildirsin, hakikati göstersin.

Gaye Hakk ve hakikati bilmek, hareketten sıyrılmak...” (1 Eylül 1979)

“O kardeşin mâşaallah tatlı tatlı hâli var. Kalbimizi cidden mesrur ediyor. Allah’ım sevsin ve muhafaza
buyursun. Geçenlerde gelmişti. Bir kardeşten bahsetti. ‘Çok sağlam!’ dedi. O söz ile kendi sağlamlığını
ifade etmiş oldu. Allah selâmet versin.” (1 Eylül 1979)

“Yük çekici olun, yük olucu olmayın. Verici olun, alıcı olmayın.” (30 Ekim 1979)

“Hazret-i Allah ağlayan kulunu çok sever. Ağlamak demek, âcizliğini itiraf etmek demektir.” (30 Ekim
1979)

“Allahümme Salli-Barik duâlarına devam ettiğimiz halde, mütemadiyen okumamızı emrediyorlar.


Okuyoruz okuyoruz yine emrediyorlar. Umumi belâya karşı olduğunu buradan anlıyoruz.” (30 Ekim
1979)

“Ruhun hayat bulması nefsin esaretine, nefsin hayat bulması ise ruhun esarete düşmesine vesile
oluyor.” (30 Ekim 1979)

“Biraz evvel Hacı İbrahim efendi tıraş ediyordu. Bir ara kendimden geçmişim. Demek ki vücut o beş
dakikayı fırsat biliyor. Cidden dünyada rahat-istirahat gerekmez. Nefis hep onu ister amma, onun
zaten her isteği terstir. (30 Ekim 1979)

“Yeni bir ihvanın edebe mugayir birçok hareketleri olur da hoş görür. Çünkü edep elbisesini giymemiş,
bilmeyerek yapıyor. Fakat eskilerin bilerek yaptıkları hatalar affolunmuyor, onlar kayıda geçiyor.

Evet, mânevî yolda çok merhamet, çok müsamaha vardır. Fakat o nispette de hâli bir disiplin
mevcuttur.” (24 Kasım 1979)


“Ezeli nasibe mâlik olanlara her taraftan hücumlar gelir. Çok iyi bakıldığı zaman o oradan tanınır.” (24
Kasım 1979)

“Biz arzumuzla hareket etmeyiz, nereye emrolunursak oraya gideriz.” (24 Kasım 1979)

“Biz Hakk Celle ve Alâ Hazretleri’nden kölelikten başka bir şey istemedik. ‘Allah’ım fakiri kapında köle
et!’ demişizdir. Başka hiçbir isteğimiz olmamıştır.

Gelen Hakk’ın misafiridir, çünkü O’nun için geliyor. Hakk’ın misafirine gerekeni yapabildiğimiz kadar
yapmaya gayret ederiz.” (23 Aralık 1979)

“Hakiki mürid hiçbir zaman kendisini beğenip kendisine o makamı lâyık görmez ve katiyyen istemez.
İstemediği için de Hazret-i Allah verir. Herkes ister, isteyene de hiçbir zaman verilmez.” (23 Aralık
1979)

“Gelen ihvan birkaç dakika oturacağına, birkaç saat oturmak istiyor. Bizim durumumuzu da göz
önünde bulundurması lâzım. O zannediyor ki o gün sadece kendisi geldi. Halbuki misafir mütemadiyen
geliyor. İhvan uyanık olacak, müdrik olacak, bizi dinlendirmiş olacak.” (23 Aralık 1979)

“Ölüm mahlûkunu Halik’ine kavuşturan en güzel bir vasıtadır. İnsanın irkilmemesi, çekinmemesi,
korkmaması lâzımdır.

Sen sevdiğine gidiyorsun, Halik’ine kavuşuyorsun. Bıraktığın ne, nereye gidiyorsun? Bir düşünsene!
Kümesten kurtulup saraya gideceksin. Niye irkiliyorsun?” (23 Aralık 1979)

“Hazret-i Allah birçok hadiselerle karşılaştırdığı için tecrübe sahibi yapıyor. Bizi fırtınalarla
karşılaştırmasa idi, çok şeyler kapalı kalacaktı.” (23 Aralık 1979)

“Eğer sizinle konuşurken, konuşmam başka gayem başka olursa, o benim Allah’ımla arama perde
olur. Açık konuşayım. Çünkü sizinle konuşurken gaye ve maksadımı saklamış olabilirim, amma onu
Allah’ım biliyor ya. Sizinle değil, o zaman Allah’la arama perde olur. Bu yolun hakikati bu. Allah’ım bizi
bize bir an bırakmasın.” (Ocak 1980 / Demirci)

“Hakk ehli niçin ibadeti çok seviyor? Niçin çok ibadet ediyor? İbadet esnasında o O’nun iledir de
ondan. O hep ibadet yapmak ister. Ondan daha tatlı bir şey yok. O’nunla olmaktan, O’nunla muhatap
olmaktan daha güzel bir şey yok.” (Ocak 1980)


“Biz hediye dahi kabul etmeyiz. Çünkü gelen Allah için geliyor, o bana en büyük hediyedir. İkinci bir
hediye ağırlık verir. Her türlü külfet kaldırılmıştır.” (Ocak 1980)

“Müslüman demek idrak sahibi demektir. İdraki ile her şeyi ölçüp tartacak.” (Ocak 1980)

“Ramazan-ı şerif gelip geçer, evden bir yere ayrılmayız. Kimse bizi iftara dâvet etmez. Dâvet etmekle
bizi rahatsız edeceğini bilir.” (Ocak 1980)

“Bazı emirler rumuzlu geçer, aslını bildirmezler. O rumuzu alabilirsen, emre itaat etmiş olursun.
Açmadıklarını yine onlar açmadıkça biz de bilemeyiz. İleride zuhur edecek bir hususu daha önce
rumuz olarak verirler, o anda: ‘Biz sana söylemiştik.’ derler. Amma ne söylenmişti? Bildin bildin,
bilemedin büyük kayıp. Bu kadar ince emirler vardır.” (Ocak 1980)

“Bizim anlatmamızla bizi konuşturmanız arasında çok fark var. Mevzular birer çekirdektir. Bir çekirdek
toprağa düşünce neşv-ü nema bulup bitki veya meyve olduğu gibi, mevzular da soruldukça açılmış ve
gizli mânâsı meydana çıkmış olur.” (5 Şubat 1980)

“Gönül ister ki Efendi Hazretleri’ni bir defacık görseydiniz!” (6 Ağustos 1980)

“Biz hakikate sarılana sarılmışızdır, sarılmayana sarılmamışızdır.” (3 Şubat 1983)

“Ümmet-i Muhammed’i öz kardeş bilmek ve sevmek, müslümanların birleşmesini ve çoğalmasını arzu


etmek lütfu, Hazret-i Allah’ın kardeşlerimize cidden büyük bir ihsanıdır.” (3 Şubat 1983)

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

NE İDİK, NE OLDUK!
OSMANLI İMPARATORLUĞU -2-
(1299-1924)
Orhan Gazi:

Otuz sekiz yıllık hükümdarlığı müddetince kılıncı kuşalı, atı eğerli yaşadı. Babasından devraldığı
mirası altı misli genişleterek doksan beş bin kilometre kareye çıkardı, Osmanlı beyliğini teşkilâtlı bir
devlet haline getirdi.

İmparatorluğun temellerini adalet üzerine kurmuştu. Yaptırdığı imaretlerde kendi eliyle fakirlere yemek
dağıttığı olmuştu. Ulemaya değer verir, onlara hürmet ederdi. Numune bir insan, bahadır bir harpçi,
adil ve nizamcı bir mücahid idi.

Onun döneminde Osmanlılar 1321 yılında Trakya’ya geçmiş ve bazı keşif seferlerinde bulunmuşlardır.
Bu sıralarda da Bizans’ta uzun süredenberi devam etmekte olan taht kavgalarında Osmanoğulları,
Kantakuzenler’e Gelibolu Çimpe kalesi karşılığında yardım etmişlerdir. Daha sonra Süleyman Paşa,
Gelibolu yarımadası ile limanını ele geçirmiş, Bolayır, Tekirdağ, Malkara, Keşan alınmış, Çorlu’yu da
fethetmek suretiyle Osmanlılar, İstanbul-Edirne karayolunu kesmişlerdir.

İzmit 1337 yılında ele geçirilmiş, etrafına Türkler yerleştirilmiştir. Karesi Beyliği’ndeki karışıklıktan
istifade eden Orhan Bey, Balıkesir’i aldığı gibi, oğlu Süleyman Paşa’yı göndererek Ankara’yı da
zaptettirdi (1354).

Fethedilen yerlerin halkı kendilerine yapılan adaletli muamele karşısında “Nolaydı, eski zamandan beri
bunlar bize bey olalardı.” demekten kendilerini alamadılar.

Babasının vasiyetine tam olarak riâyet etmiş, aynı şeyleri oğlu Sultan Murad’a vasiyet etmiştir.

Murad Hüdâvendigâr:

Yirmi yedi yıllık hükümdarlığı döneminde babasından devraldığı devleti beş katından fazla
genişleterek, 291.000 kilometrekaresi Avrupa’da 208.000 kilometrekaresi de Asya’da olmak üzere
cem’an 500.000 kilometre kareye çıkarmıştır.

O da babası gibi samimi bir müslüman, dâhi bir asker ve âdil bir devlet adamı idi. Dervişlere ve
ulemayâ hizmet etmekle tanınmıştır. “Derviş gazilerin, şeyhlerin sultanı” diye anılır.

Hangi şehirde bulunursa bulunsun, Cuma namazını cemaatle kılar, namazdan sonra fakirlere sadaka
dağıtırdı. Fethettiği yerlerde kurduğu adaletli ve âlîcenap idare sayesinde gayr-i müslim halk, bir daha
Bizans hakimiyetini aramamışlardır.

1362 yılında Edirne’yi alan I. Murad burayı Rumeli topraklarının merkezi ve ikinci taht şehri yaptı.
Ertesi yıl fetihler süratle devam ederek müslüman Türkler Balkanlar’a akın etmeye başladılar. Filibe ve
Balkanlar’ın büyük bir bölümü Osmanoğulları’nın eline geçti. Buna karşılık Avrupa’da haçlı birliği
oluşturmaya çalışıldı. Papa, hıristiyanları Türkler’e karşı birleşmeye çağırdı. Haçlı birliği kuruldu;
Macaristan, Sırbistan, Romanya, Bosna krallıkları birleştiler. Bu muhteşem ordu Edirneye kadar geldi.
Komutan Hacı İl Beyi, Sırpsındığı denilen mevkide düşmanı perişan etti. Bu Osmanlılar’a karşı
düzenlenmiş ilk haçlı seferi oldu ve mağlubiyetle neticelendi. (1364) Osmanlılar’a Balkan toprakları
tamamen açılmış oldu. Dedeağaç, Gümülcine, Kavala, Drama, Samakov gibi merkezler Osmanlı
toprakları oldu. Sırbistan, Romanya, Bulgaristan orduları tekrar birleşerek Osmanlılar’ı Balkanlar’dan
atmak istediler, ancak bu ordu Çirmen meydan muharebesinde dağıtıldı. (1371) Hazret-i Allah’ın
desteğiyle Türkler akınlarına devam etti. Akıncılar, Adriyatik sahillerine ulaştılar. Kareferya, Köstendil,
Niş, Sofya, Manastır, Görice, Ohri, Debre, Tırnova, Lofca, Plevne, Ziştovi, Ruscuk, Tutrakan, Silistre
gibi önemli merkezler Türkler’in eline geçti. Taselya alındı, Batı’da Bosna’ya kadar ulaşıldı. Doğu’da
ise Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Yalvaç gibi yerler Osmanlıya geçti. İlk Osmanlı-Karamanoğulları
çatışması bu sayede patlak verdi. Sultan Murad 70 bin kişilik bir ordu ile Karamanoğulları’na karşı
hazır duruma geldi. Şehzade Bayezid, kendisine “Yıldırım” lakabının verilmesine sebep olan bir
manevra ile Karaman ordusunu dağıttı. Karamanoğulları meselesi halledilerek tekrar batıya yönelindi.

1388’de Kula Şahin Paşa 20 bin askerle Bosna’ya girdi. Ploşnik’de yenilerek 15 bin şehid verildi.
Vezir-i Âzam Çandarlızade Ali Paşa 30 bin askerle Tuna boyuna çıkıp, Bulgaristan topraklarının son
kısımlarını elde etti. Sırbistan, Bosna, Macaristan, Polonya, Romanya, Moldavya, Arnavut, Bulgar
Prensleri birleşerek hıristiyan ordusunu kurdular. 1389’da Sultan Murad, iki oğlu ile düşmanı
Kosova’da karşıladı. Yanında şehzadesi Yıldırım Bayezid olduğu halde yüksekçe bir tepeden düşmanı
gözledi. Kosova sahasını dolduran demir zırhlarla kaplı, kendi ordusuna nispetle kat kat fazla olan
düşmanını üzüntü içinde seyretti. Müteessir bir halde ordugâha döndü. Kumandanları ile istişare yapıp
savaş nizamını tesbit ettikten sonra çadırına çekildi ve Rabb’ine tam bir teslimiyetle şöyle niyazda
bulundu:

“Yâ Rabb’i! Bunca kere duâmı kabul edip beni mahrum bırakmadın. Yine benim duâmı kabul
eyle. Mülk ve kul senindir. Sen kime dilersen ona verirsin. Ben nâçiz bir kulunum. Sen benim
fikrimi ve sırlarımı bilirsin. Benim maksadım mal ve mülk değildir. Ben yalnız senin hâlis rızânı
isterim. Bu müminleri küffar elinde mağlup edip helâk eyleme. Yâ Rabbi! Bunca nüfusun katline
beni sebep eyleme. Onları mansur ve muzaffer eyle. Bu müminlerden bir tekinin ölümünü bana
gösterme. Askerim için ruhumu teslim etmeye râzıyım. Onlar için ben canımı kurban ederim.
Tek sen kabul eyle. Yâ Rabb’i! Müminlerin uğruna beni fedâ kıl. Evvelce beni gazi kıldın, şimdi
şehâdet nasip eyle.”

Haçlı ordusu başkumandanları dahil sekiz saat içerisinde imha edildi. I. Murad yaralı bir Sırp
tarafından, harp sahasını gezerken şehid edildi. 27 yıl süren hükümdarlığı hep başarılarla doludur.

Birinci Kosova zaferi ile Balkanlar İslâm topraklarına dahil edildi. Osmanoğulları artık adım adım büyük
bir imparatorluk olmuş ve dünyanın en büyük devleti haline gelmeye başlamıştı. Anadolu’nun büyük bir
bölümü, tüm Rumeli, Balkanlar, Osmanlı topraklarına katılmıştı.

Otuz yedi muharebeye bizzat katılan I. Murad hepsini de kazanmıştır. Çok cesur, soğukkanlı, çalışkan,
sert, disiplinli, çok tedbirli, herşeyi çok iyi plânlayan, düşmana aman tanımayan iradeli bir hükümdar
idi.

Ayrıca Orhan Bey zamanında kurulan yaya ve müsellem askerî teşkîlâtı yetmediği için, Kazasker
Cendereli Kara Halil Hayreddin Efendi’nin tavsiyesi ile harpte esir edilen hıristiyan çocuklarından
istifade edilerek, onun zamanında Yeniçeri Ocağı kuruldu.

Yıldırım Bayezid:

Babası Murad Hüdavendigâr ile birlikte bütün savaşlara katılan Yıldırım Beyazid Han, babasından
devraldığı 500 bin kilometre karelik ülkeyi on üç yıl gibi kısa bir zamanda 942 bin kilometre kareye
çıkartmıştır. Anadolu beyliklerini birer ikişer ortadan kaldırarak, dağılan milli birliği yeniden kurdu.

Ülkesinde demir gibi bir disiplin ve mükemmel bir âsâyiş kurdu. İlmi ve ulemayı sever, şikâyeti olan
şikâyetini bizzat kendisine duyurabilir, haklıysa isteği hemen yerine getirilirdi. Bir kimse tek başına
eşya yükü ile, hiç rahatsız edilmeksizin memleketi bir baştan öbür başa geçebilirdi.

Babası I. Murad Kosova savaşı’nda şehid olduğundan, 29 yaşında padişah olmuştu.

Osmanlı Devleti, Balkanlar’da haçlılarla uğraşırken, Karamanoğulları tekrar ayaklanarak, Kütahya’yı


işgal etmiş, Osmanlı Devleti’ne bağlı beylikleri ayaklandırmıştı. Balkanlardan süratle dönen Yıldırım
Bayezid, güneye doğru hareket ederek isyan eden beylikleri tekrar Osmanlı’ya bağladı. Manisa, İzmir,
Aydın, Menteşe, Uşak, Denizli, Osmanlı’ya tekrar bağlandı. Bizans’ın elindeki Alaşehir de alınmış oldu.
Antalya ve Konya’yı Osmanlı topraklarına bağladı. Menteşe ve Aydın’ın alınmasıyla Osmanlı devleti
Akdeniz’e açılma imkânı buldu. Donanma Ege adalarını vurmaya başladı. İstanbul muhasara edildi.
Sultan Bayezid, 1391’de Balkanlar’a yöneldi. Romanya ordusunu dağıttı. Eflak Osmanlı himayesine
girdi. Bu gelişmeler devam ederken Karamanlar tekrar aleyhte faaliyete geçtiler ve Karaman-Candarlı-
Kadı Burhaneddin ittifakı kuruldu. Bayezıd Bursa’dan Kastamonu’ya geldi, Candaroğlu yenildi, Çorum,
Çankırı, Sinop, Kastamonu, Zonguldak, alındı. (1392) Kadı Burhaneddin ile savaşıldı.

Makedonya’da fetihler devam etti, Sırplar’ın eline geçen Üsküp, kesin şekilde feth edildi. 1397’de
Karamanoğulları’na son verdi ve eniştesi Karamanoğlu Alaaddin Ali Bey’i öldürttü. Zira her seferinde
Osmanlı’nın aleyhine faaliyet gösteriyor ve Osmanlı’nın Balkanlar’da ilerlediği zamanlarda, arkadan
Osmanlı topraklarını işgal ediyordu. Yapılan seferler ile Konya, Niğde, Aksaray, Karaman, Osmanlı’ya
geçti.

1398’de Samsun’a gelerek Karadeniz sahillerini Osmanlı topraklarına kattı. Kadı Burhaneddin ile
savaşıldı ve Sivas Osmanlı’ya kaldı.

Padişah 1399’da Malatya’yı bizzat kendisi teslim aldı. Adıyaman, Kahta, Besni, Darende, Divriği,
Elbistan Osmanlı topraklarına dahil oldu. Maraş’daki Dulkadiroğulları beyliği Osmanlı’ya bağlandı.
Anadolu’da tam bir birlik kurulmuş oldu.

Osmanlı’nın Balkanlar’da ilerlemesi ve Bizans’ın bu ilerleme karşısında haçlı birliğini oluşturmaya


çalışması yeni bir savaşın doğmasına neden oldu.

1395’te Bizans Osmanlılar tarafından ikinci defa muhasara edilince Avrupalılar tek vücud haline
geldiler. Çok iyi techiz edilmiş 130 bin kişilik haçlı ordusu hazırlandı. Macaristan, İngiltere, Fransa,
Norveç, İskoçya, Polonya, İspanya, Aragon krallıkları, Almanya İmparatorluğu, Venedik Cumhuriyeti,
Papalık, Rodos ve Ceneviz kuvvetleri ile büyük bir ordu hazırlandı.

Avrupalı devletler Türkler’i Balkanlar’dan kesin bir şekilde atmak için hazırlanmıştı. Hatta haçlı ordusu
Kudüs’ü hedefliyor, Memlüklüler’in elinden Kudüs’ü almayı plânlıyordu.

Yıldırım Bayezid kıskacı daraltarak Tuna boylarını tuttu. Haçlı ordusu dağıldı, kaçanlar Tuna nehrinde
boğuldu. 100 binin üzerinde zayiat verdiler ve 10 bin esir alındı. (1396) Bu büyük haçlı ordusu yok
edilmiş oldu.

Bu yıllarda, Doğu Türkistan hükümdarı Timur, dünyanın en büyük ve en güçlü devleti idi. Muazzam bir
ordusu ve kuvveti vardı. Çin’den Mısır’a kadar büyük bir İmparatorluk kurmuştu. Yıldırım Bayezid de
Niğbolu savaşı’ndan sonra gücünü tüm dünyaya ispatlamıştı.

İki Türk devleti, aynı dinden aynı dilden olmasına rağmen sınırdaş oldular ve savaş kaçınılmaz bir hale
geldi. 1400 yılında Timur I. Anadolu seferini yaparak Sivas’a geldi. Malkoçoğlu Mustafa Bey 4 bin kişi
ile 200 bin kişi olan Timur ordusuna karşı uzun ve korkunç bir savunma yaptı. Timur şehre girerek
bütün Sivas halkını ve askerleri öldürttü. Ancak kalenin geç ele geçirilmesi Timur’u endişelendirdi ve
bu şekilde Anadolu’yu ele geçiremeyeceğini anladı. Meydan muharebesi yaparak Osmanlı Ordusu’nu
imha etmek istiyordu. Malatya’yı da ele geçirerek Kafkasya’ya geçti. Bu sırada Yıldırım Bayezid
Kayseri’ye geldi. Timur’un beyleri ve hatta oğulları Bayezid ile savaşmak istemiyordu. İki Müslüman-
Türk milletinin savaşmasının doğru olmadığını düşünüyorlardı. Ancak Timur Çin seferine çıkacaktı ve
ardından Yıldırım Bayezid ve ordusunun kendisini vuracağı düşüncesinde idi.

Timur 1402’de Anadolu’ya 2. defa girerek Ankara’ya geldi. Uzun süre Anadolu’da dolaşarak Yıldırım’ı
hayli yormuştu, Yıldırımın gerilla harbi yapmayarak meydan muharebesini kabul etmesi en büyük
hatası oldu. 300 bin kişilik Timur ordusuna karşılık 120 bin kişilik Osmanlı ordusu mevcuttu. Timur’un
ordusu çok disiplinli olup, 32 zırhlı fil ön saflarda bulunuyordu. Savaş esnasında Osmanlı ordusundaki
Timur yanlıları ordu’dan ayrılınca, yıkıldı ve geri çekildi. Padişah merkezde gece esir edilinceye kadar
savaştı.

Timur 40 bin zayiat vermişti. Bu rakam onun için bir hayli fazla idi. O döneme kadar hiç bu kadar zayiat
verilmemişti.
Bu savaş, ortaçağın dünya üzerinde gerçekleşen en büyük savaşı oldu. İki Müslüman ve Türk
ordusunun savaştığı Ankara Muharebesi, Türk tarihi’nin en büyük felâketi olmuştur. Bu savaş
neticesinde Avrupa’daki fetihler durdu, Osmanlı’nın genişlemesi yavaşladı, Bizans can buldu, Haçlılar
zaman elde ederek güçlendi, Anadolu birliği dağıldı. Hatta Ankara savaşı’ndan önce Yıldırım’ın aldığı
bazı yerler 115 yıl sonra Yavuz Sultan Selim tarafından tekrar alınabildi.

Timur’a esir olan Bayezid 7 ay yaşayabildi ve 1403’de 43 yaşında öldü.

Orhan Gâzî Hân’ın,


Oğlu Murad Hüdâvendigâr’a Vasiyeti:

Osmanoğulları Beyliği’ni kısa sürede beylikten hânlığa dönüştüren, Osmanlı Devleti’nin ikinci
hükümdârı Orhan Gâzî Hân; vefâtı yaklaşınca, yerine geçecek olan oğlu Murad Hüdâvendigâr’a şöyle
vasiyette bulunmuştu:

“Oğul!.. Saltanatının ihtişâmına mağrur olma... Unutma ki dünya, Süleyman Aleyhisselâm’a dahî
kalmamıştır; onun bile tahtı âkıbet-vîrân olmuştur. Dünya saltanatı zaten hep fânîdîr. Şunu da
unutmayasın ki; dünya saltanatı geçicidir, lâkin büyük bir fırsattır. Allah yolunda hizmet ve Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’in şefâatine mazhariyyet için, bu fırsatı iyi değerlendiresin! Dünyaya
âhiret ölçüsüyle baktıkda, ebedî saâdeti fedâ etmeye değmediğini göreceksin!..

Ey Oğul!.. Rumeli hıristiyanları rahat durmayacaktır! Öyleyse sen o cânibe doğru yürü!..
Kostantîniyye’yi ya fethet, yâhud fethe hazırla! Anadolu’da gâile çıkmaz ise, Rumeli işini çok rahat
halledersin...

Cennet-mekân babam gâzî Osman Hân, Söğüt ve Domaniç’ten ibaret bulunan bir avuç toprağı, iş bu
siyâset ile az zamanda kudretli bir beylik kıldı; biz ise bi-izni’llâh, beyliği hânlığa ikmâl eyledik. Sen
daha da öteye götürmelisin!..

Osmanlı’ya iki kıt’a üzerinde hükmetmek yetmez!.. Zîrâ i’lâ-yı Kelimetullâh dâvâsı, iki kıt’aya
sığmayacak kadar ulu bir dâvâdır! Selçuklu’nun vârisi biz olduğumuz gibi, Roma’nın vârisi de biziz!..

Oğul!.. Kur’ân-ı Kerîm’in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet!.. Gâzîleri gözet... Dîne hizmet edenlere
hizmet etmeyi kendin için şeref bil!.. Zâlimleri cezalandırmakta sakın ola tereddüt göstermeyesin!
Adâletin en kötüsü geç tecellî edenidir. Sonunda hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet de bir
bakıma zulümdür!

Oğul!.. Biz yolun sonuna geldik, sen daha başındasın! Cenâb-ı Mevlâ saltanatını mübârek kılsın!..”

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

İsrail,
Türkiye’yi Kendi Yanında Göstermek İçin
Yırtınıyor!
“Yalancılık” bir insanın sahip olabileceği en adi sıfatlardan birisidir. “Yalancı” bir insana güvenilmez,
sevilmez. “Yalancı”ya tiksinti ile bakılır. Böyle bir insan gözünüze baka baka yalan söyledikçe mideniz
kalkar, ikrah edersiniz. Gücünüz yetiyorsa kendisini kapı dışarı edersiniz.

Bunun gibi konuştukça tiksinti uyandıran devletler de vardır; İsrail ve ABD gibi.

Hemen bütün icraatları Türkiye’nin menfaatlerine tezat teşkil ediyor, ancak buna rağmen Türkiye ile
birlikte hareket ediyormuş, Türkiye de onların yanında imiş görüntüsü vermeye büyük gayret
gösteriyorlar. Bu sebeple Türkiye’nin bütün itirazlarına “Merak etme, biz senin dostunuz, senin
istemediğin şeyi yapmayız.” diye cevap verdikten sonra el altından kendi bildiklerini yapmaya,
Türkiye’nin altını oymaya devam ediyorlar. İşte insanı tiksindiren, ikrah ettiren de bu tavırları.

Türkiye’nin üçte birini kopartıp ikinci bir İsrail kurmaya çalışan sizsiniz. Dünyadaki hemen bütün terör
örgütlerini yetiştiren, semirten sizsiniz. PKK’yı 15-20 yıldır destekleyen sizsiniz. “Teröre karşı savaş”
sloganı ile gelip Irak’ı işgal ettikten sonra -Irak topraklarından gelip insanlarımızı, askerlerimizi öldüren-
bu terör örgütüne ses çıkarmayan sizsiniz. Irak sizden sorulduğuna göre bu cinayetlerin sorumlusu da
sizsiniz. Üstelik Türkiye’nin müdahalesine imkân tanımayan yine sizsiniz. Türkiye’de ayrılıkçılık,
bölücülük adına ne varsa destekleyen sizsiniz. Misyonerleri dalga dalga ülkemize salan sizsiniz. “Ilımlı
İslâm” adı altında F. Gülen’i ve zihniyetini Türkiye’ye empoze etmeye, böylece kendi çıkarlarınıza
uygun, misyonerliğe açık sapık bir din anlayışını Türkiye’ye yerleştirmeye çalışan sizsiniz. Fener
Patriğini güdümünüz altına alıp hem Türkiye hem de diğer Ortadokslar üzerinde kullanmak isteyen
sizsiniz. Kendinize benzettiğiniz yanar-döner Talabani ve Barzani adındaki iki aşiret reisini Türkiye’ye
tercih eden de sizsiniz.

Devletlerarası mücadele arenasında gizli işler, hile ve aldatmalar olabilir. Ancak müttefikiz dostuz
deyip de gizliden gizliye düşmanlık yapan, icraatları ile söyledikleri taban tabana zıt olan başka bir
devlet daha bulamazsınız. İsrail ve ABD’nin KuzeyIrak-Kürt politikası artık tiksinti ve ikrah verici bir hal
aldı. Ne zaman Türkiye’yi rahatsız eden bir gelişme, bir haber çıksa İsrail ve ABD cenahından hemen
yalanlama geliyor. Yaklaşık 15 yıldır bu böyle devam edip gidiyor. Eski Genel Kurmay Başkanı Doğan
Güreş açıkladı. Emekli general Osman Pamukoğlu 1993-1995 yılları arasında komutası altında
yürütülen PKK ile mücadelesini anlattığı kitabında yazıyor, bazı emekli subaylar açıkça söyledi: ABD
defalarca PKK militanlarına yardım etti, yaralılarını taşıdı, lojistik destek verdi.

Bütün dünyayı uyutmaya çalıştıkları gibi Türkiye’yi de uyutmaya çalışıyorlar. Tabir caizse uyutup
zokayı yutturmak istiyorlar. Üstelik bir de Türkiye bu süreçte kendilerini desteklesin, kendilerine yardım
etsin diye türlü entrikalar çeviriyorlar.

İsrail ve ABD, Türkiye’yi


Yanlarında Göstermek İstiyor:

İsrail ve ABD’nin Kuzey Irak-PKK-Kürt politikası sebebiyle özellikle 1990 yılından sonra Türk-İsrail,
Türk-ABD ilişkileri büyük güven bunalımlarına, krizlerine sahne oldu. Türkiye’nin haklı tepkileri çok
zaman farklı sahalarda asimetrik saldırılarla cevap buldu. Bütün bu alt yapıya rağmen özellikle İsrail,
Türkiye ile ilişkilerinin çok derin ve köklü olduğu, Türkiye’nin tepkilerinin göstermelik tepkiler olduğu
izlenimi vermeye çalıştı ve çalışıyor. En son Türkiye’nin adayı İslâm Konferansı Teşkilatı Genel
Sekreterliği’ne seçildiği günlerde, bir İsrail gazetesi “Bir savaş durumunda mühimmat depolarımızı
karşılıklı kullanma anlaşması yapmak için Türkiye ile görüşme yapıyoruz.” diye haber geçti. Ortada bir
anlaşma yok, fol yok, yumurta yok. Anlaşıldığı kadarıyla bir İsrail girişimi var. Bu da büyük ihtimal
sonuç alınamayacağı bilindiği halde görüntü dizayn etmek için yapılmış planlı bir girişim. İsrail kendisi
ikili oynadığı halde, “Türkiye ikili oynuyor, aslında bize karşı değil.” görüntüsü vermek için hep aynı
oyunu oynuyor.

Yine “25 Mayıs’ta Meclis Irak’taki işkenceler ve İsrail’in Filistin’de yaptığı katliamları görüşmek üzere
toplanacak” haberlerinin yanına hemen bir dost-müttefik (!) İsrail haberi eklendi. İsrail’in Zorlu holding’e
verdiği 800 milyon dolarlık enerji ihalesinin imza töreni tesadüfe bakın ki meclis görüşmesinin
yapılacağı güne denk gelmişti. Gerçi meclis beklendiği gibi ağır bir karar almadı, ancak İsrail işi şansa
bırakmak istememişti.

Türkiye İsrail büyükelçisini istişare için Türkiye’ye çağırdı. Başbakan Erdoğan İsrail hükümetine çok
ağır eleştiriler yöneltti. Savunma ihaleleri iptal edildi. Bütün bu ağır gelişmelere rağmen İsrail alttan
almaya devam ediyor ve hâlâ “Türkiye görüntüye oynuyor, ikili oynuyor”görüntüsü vermeye gayret
ediyor.

Daha önce de buna benzer şeyler yaşandı. Yılan hikâyesine dönen Manavgat suyu meselesi bu gaye
için birkaç defa kullanıldı. Yaşanan gerilimler su yüzüne çıktığı, basına yansıdığı günlerde hemen
paralel haberler beraberinde geliyor: “Türkiye ile ilişkilerimiz iyi, Manavgat suyu satışında anlaşmaya
vardık!”

2000 yılında İsrail’in barış görüşmelerini sabote edip süreci çıkmaza soktuğu günlerde Cumhurbaşkanı
Sezer’in İstanbul’daki İSEDAKtoplantısında İsrail’i kınaması Reuters haber ajansına “Türkiye İsrail’i ilk
defa kınadı” diye yansımış, Türkiye bir dizi insiyatif almaya, Kudüs’ün statüsü hakkında kararlı adımlar
atmaya başlamıştı. İsrail’le 1 milyar dolarlık bir askeri anlaşma iptal edildi. İsrail Genel Kurmay
Başkanının Türkiye’yi ziyaret isteği iki sefer geri çevrildi. Amerika’nın ısrarlarına rağmen BM’de İsrail’i
kınayan tasarıya Türkiye evet oyu verdi. MGK kararları doğrultusunda icra edilen bu politikalar o
günlerde Ertuğrul Özkök ve Sedat Sertoğlu gibi yazarların sütunlarında ilginç karşılıklar bulmuştu.
(Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Hakikat Aralık 2000, sh: 42)

Nihayetinde -2000 Kasım krizimizi yaşamamızın yanında- yine “İlişkiler iyi” propagandası devreye
girdi. Barak Türkiye’ye geldi. ABD Filistin’de arabulucuk yapsın diye 5 kişilik bir heyet dizayn etti. Bu
heyetin bir üyesi de o günlerde yeğeninin yolsuzluk skandalları ile başı bunalan sabık cumhurbaşkanı
Demirel’di. Alon Liel gibi İsrail bürokratları Türkiye’ye gelip bazı dışişleri yetkilileriyle, Demirel’le
görüşüp, Türk-İsrail ilişkilerinde bir bozulma yok mesajları vermeye çalıştı.

Bütün bu gayretler neticesinde gerek iç gerek dış kamuoyunda Türkiye’nin İsrail zulümlerine karşı
takındığı tavırlar hep geçici ve kamuoyuna dönük eleştiriler olarak algılandı. Nitekim son zamanlarda
İsrail hükümetine yöneltilen Türk eleştirileri özellikle Arap basınında coşkulu karşılıklar bulmasına
rağmen bu durum hükümete malediliyor, fakat askerin İsrail’le iyi ilişkileri olduğu yorumları yapılıyor.
Halbuki Türkiye’nin İsrail ve ABD’ye tepkileri bir devlet tepkisi haline gelmiştir. TSK’nın Küreselleşme
ve Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı geliştirdiği söylemler iyi takip edilirse büyük bir kuşku ve hatta
olumsuz kanaat taşındığı görülecektir. Geçen yıl Mayıs sonunda düzenlenen Harp Akademeleri
toplantısında dönemin G.Kurmay 2. Başkanı’nın yaptığı konuşmada; Küreselleşme adı altında ortaya
konulan güvenlik tercihlerinin gelişmekte olan ülkelerin (Türkiye’nin) çıkarları ve güvenlik kaygılarını
hiçe saydığı, hatta asimetrik tehditlerin sadece terör örgütlerinin kullandığı bir yöntem olmadığı, güçlü
devletlerin (ABD’nin) de güçsüz devletlere karşı asimetrik tehditler yönelttiği açıkça dile getirildi.
Türkiye’den İran ve Suriye’ye karşı destek talep edildiği -hatta dayatıldığı- günlerde yapılan bu
konuşma büyük yankı buldu. (Bizim basında değil tabii) Akabinde Temmuz ayında askerlerimizin
başına çuval geçirdiler. Geçtiğimiz yılda G.Kurmay Başkanının değişik vesilelerle basına yaptığı
açıklamalarda da Küreselleşme hep negatif bir perspektifle takdim edildi.

İsrail’in Görüntüye İhtiyacı Var da,


Türkiye’nin Yok mu?

Görüldüğü gibi İsrail özellikle Türkiye’yi kendi yanında gibi göstermek için büyük bir gayret
sarfetmektedir. ABD bile Türkiye’yi yanında göstermeye çalışmakta, hatta Afganistan ve Irak’ta
kullanmak için sonu gelmez dayatmalarda bulunmaktadır.

Dünyanın en güçlü ülkesi ABD ile Ortadoğu’nun en modern ordusuna sahip, nükleer güç İsrail
Türkiye’ye böyle göstermek için adeta yırtınırken Türkiye’nin görüntüye, olumlu algıya (imaja) hiç mi
ihtiyacı yok? İslâm Konferansı Teşkilatı uygulamada fazla bir etkisi yok diye küçümsenmeli mi?
Türkiye’nin bu teşkilat için aday gösterdiği ismin büyük bir oy oranıyla genel sekreter seçilmesinin hiç
mi uluslararası karşılığı yok? NATO’nun İslâm tehlikesi(!)ne karşı dizayn edilmeye çalışılacağı, Büyük
Ortadoğu ve Afganistan meselelerinin görüşüleceği zirvenin İstanbul’da düzenlenmesinin hiç mi bir
sembolik anlamı yok?

Kan, gözyaşı, zulüm, işkence, tecavüz ile birlikte anılır hale gelen ABD ve İsrail devletleri ile beraber
görünmek iyi bir şey mi? Öyle ya da böyle Türkiye’ye karşı sinsi planları olan bu devletlerin
zararlarından korunmak için bütün beklentileri ve ahlâki değerleri hiçe sayıp yine bu devletlerle birlikte
hareket etmemizi tavsiye edenler hangi akla hizmet ediyorlar?

ABD ile birlikte hareket etmez, savunma pozisyonuna geçersek kaybedeceklerimiz neler? ABD’nin
yanında ahlaksız bir savaşın piyonu olursak kaybedeceklerimiz neler? Bu hesabı iyi yapmamız lazım.

Türk milletinin tarihinde bu kadar alenî zülüm ve haksızlık yapan bir güce destek olmanın bir örneği
yoktur.

Eğer hükümet ABD’nin ahlaksız savaşına destek verirse tarihimizde örneği bulunmayan ve sonu
öngörülemeyecek kadar tehlikeli bir ilk yaşamış olacağız.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın Gâyesi,


Ehl-i Küfrü Kahredip Yeryüzünden Silmekti!..

Resulullah Aleyhisselâm’ın İstanbul’un fethinden sekiz asır önce; "Ne güzel kumandandır!"
buyurarak müjdelediği(1) ve gerek İslâm târihinin, gerekse Osmanlı târihinin yetiştirdiği en büyük
kumandanlardan biri olan Fâtih Sultan Mehmed Hân (1432-1481); 29 Mayıs 1453 Salı günü diyâr-ı
Rûm’un en gözde ve kutsal şehri olan Kostantîniyye’yi tekbîr ve ezân sesleri arasında fethetmiş, 1
Hazîran 1453’te Ayasofya’yı kiliseden câmiye çevirmiş ve bütün bunları yaparken İslâm’ın izzet ve
şevketini cihâna duyurmayı, küffârın zillet ve acziyetini yüzlerine vurmayı hedeflemişti.

Hristiyan âlemi, şanlı fethin üzerinden asırlar geçtiği hâlde İstanbul’un ellerinden çıkmasını bir türlü
hazmedememişler; Bizans’ı yeniden ihyâ etmek için, o günden bugüne çeşitli entrikalar çevirmişlerdir.
Bugün "Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü" adı altında, hristiyanlığı yaymaya çalışan misyonerlerin
yaptıkları sinsi icraatlar da, hristiyanların asırlardan beri sürdürdükleri bu gâye ve gayretin bir
netîcesidir.

Gerek dünyanın, gerekse İslâm diyârının çehresinin tamâmen değiştiği; fitnenin, fesâdın ve küfrün
alabildiğine yayıldığı bu devirde, İslâm diyârını ve müslümanları kâfirlere peşkeş çekmeye çalışan bâzı
din ve vatan hâinleri, küfürlerini örtbas etmek için hem Fâtih’in hristiyanlara geniş haklar tanımasını
dillerine dolamışlar; hem de papanın ve rum târihçilerinin uydurduğu "Fâtih hristiyan oldu!" yalanını,
yaptıklarının doğruluğuna delil göstermeye kalkışmışlardır.
Patriğin Uydurduğu
"Fâtih Hristiyan Oldu!" Yaygarası:

Bir İslâm hükümdârının hristiyanlığa gâlip gelip de, kutsal şehirlerini ellerinden almasını, bununla
kalmayıp en kutsal mâbedleri olan Ayasofya’yı câmiye çevirerek, bir İslâm mâbedi yapmasını bir türlü
kabullenemeyen papa Gennadius; çâresiz kalınca, Fâtih’in zımmîler hakkındaki ilâhî hükmü yerine
getirip de 1453 yılı Temmuz ayı ortalarında, hristiyanların can ve mal güvenliğini te’min eden bir
ferman yayınlatmasını fırsat bilerek, "Fâtih hristiyan oldu!" yalanına sarılmıştı. Papa bu yalanını
pekiştirmek için Fâtih’in dilinden uydurma bir mektup bile yazmıştı. Sözkonusu mektup 1475 yılında
Trivesto’da basılmış, ancak bir süre sonra bu iddiânın yalan olduğu anlaşılmıştı.

Fâtih Sultan Mehmed’in yahudi ve hristiyanların din, vicdan, mal ve can güvenliklerini te’min için
yayınladığı bu ferman, tamâmen İslâm’ın zımmîler hakkındaki hükümlerine göre tertip edilmiş karşılıklı
bir sözleşmeden ibâretti. Hattâ bundan dolayı bu belgeye "Emânnâme" denildiği gibi; "Ahidnâme" de
deniliyordu.

Nitekim Resulullah -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadîs-i şerîf’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:

"Dikkat edin!.. Kim antlaşma yapılan bir zımmîye zulmedip, gücünün üstünde bir şeyle yükümlü
tutarsa, veya hakkını tam olarak vermeyip, gönül rızâsı olmaksızın ondan bir şey alırsa, kıyâmet
gününde ben onun hasmıyım!" (2)

İslâm hükümdârının zimmeti altına girdikleri için "Zımmî" diye adlandırılan bu kimselerin, İslâm
Hukûku’na göre malları, canları ve namuslarına dokunulmadığı gibi; inanç hürriyetleri de tam
mânâsıyla garanti altındadır. İbâdetlerine müdâhale edilmez, ancak yeni ibâdethâne açmalarına ve
kiliselerde çan çalmalarına izin verilmez. Nitekim Fâtih "Emânnâme"de; "Çan ve nâkus çalmayalar
ve kiliselerin mescid etmeyim, bunlar dahî yeni kiliseler yapmayalar." diyerek buna işâret
etmiştir.(3) Bugünkü münâfıklar ise hem kendilerini Fâtih’e benzetiyorlar, hem de kiliselerin açılması
için küffâra destek veriyorlar!

Açıkça görüldüğü gibi; Galata zımmîlerine gönderilen "Emânnâme"nin içinde, Fâtih’in bunlar gibi
dinleri birleştirmek istediğine, hristiyanları dost edindiğine, kucakladığına ve taltif ettiğine dâir en küçük
bir ibâre dahî bulmak mümkün değildir. Zîrâ bunlar ancak münâfıkların yapacağı işlerdir. Fâtih Sultan
Mehmed Hân onlara bu hakları ancak, İslâm’ın zımmîler hakkındaki hükmüne riâyet eden gerçek bir
mü’min olduğu için vermiştir.

Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın


Küfrü Yoketme Yönündeki Azmi:

Hükümdarlığının yanısıra aynı zamanda usta bir şâir de olan Fâtih Sultan Mehmed Hân, "Avnî"
mahlâsıyla fevkalâde güzel şiirler yazmış; küçük bir "Dîvân"da topladığı(4) bu şiirlerinde, "İ’lâ-yı
Kelimetullâh" yönündeki niyet ve gayretini güzel bir üslûpla açıklamıştı.

Küfürlerini örtbas edebilmek için, Fâtih Sultan Mehmed Hân gibi büyük bir İslâm hükümdârını dillerine
dolamaya ve kendileriyle aynı kalıba sokmaya cür’et eden bu küfür hizmetkârlarına, bu eserinde en
güzel cevâbı Sultân’ın bizzat kendisi vermektedir.

Nitekim bu şiirlerinden birindeki ifâdesine göre; onun niyeti Allah-u Teâlâ’nın "Câhidû fi’llâh: Allah
yolunda cihâd edin!"(5) emr-i şerîf’ini yerine getirmek; gâyesi ise, İslâm dîni’ne hizmet etmekti.

O bunu "Dîvân"ında şöyle dile getirmişti:

İmtisâl-i câhidû fi’llâh olupdur niyyetüm,


Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidür gayretüm.

Sultan Mehmed Hân’ın bu gayreti, Allah-u Teâlâ’nın dînini yüceltme ve Tevhîd esâsını dünyânın dört
bir yanına yayma gayretiydi.

Fazl-ı Hakk-u himmet-i cünd-i ricâlullâh ile,

Ehl-i küfrü serteser kahreylemekdür niyyetüm.

Allah erlerinin himmetiyle yürüyen Fâtih Sultan Mehmed Hân’a Allah-u Teâlâ öyle bir azîm ihsan
buyurmuştu ki, küfrü ve küfür ehlini yeryüzünden tamâmen silmek istiyordu.

Enbiyâ-vü evliyâya istinâdum var benüm,

Lûtf-i Hakk’dandur hemân ümmîd-i feth-u nusretim.

O fethettiği yerleri Hakk’ın lütfu, enbiyâ ve evliyânın himmet ve tasarrufu sâyesinde fethettiğini çok iyi
biliyordu. Bu himmet ve tasarruf sâyesindedir ki, Hakk’ın yardım ve desteğini dâimâ üzerinde
buluyordu.

Nefs-ü mâl ile n’ola kılsam cihânda ictihâd?

Hamd-ü li’llâh var gazâya sad-hezârân-ı rağbetüm.

İslâm topraklarını Roma’ya kadar genişletme azmi; onun fethe duyduğu rağbetin ve bitmez-tükenmez
isteğin en bâriz örneğidir.

Ey Mehemmed! Mu’cizât-ı Ahmed-i Muhtâr ile,

Umaram gâlib ola a’dâ-yı dîne devletüm.

Nitekim Resulullah Aleyhisselâm’ın fetihle ilgili şanlı müjdesi onun eliyle gerçekleşmişti. Allah-u Teâlâ
onun destek ve mûcizesiyle, onu din düşmanlarına her defâsında gâlip getirmişti.

İşte Fâtih’in küfre ve küfür ehline karşı takındığı tavır bundan ibârettir. İslâm’ın hüküm ve esaslarına
imân ve riâyet eden gerçek bir mü’minin sergileyeceği tavır da bundan başkası değildir. Münâfıklara
gelince; onların işi küfre hizmet etmek ve İslâm yurdunu küffâra peşkeş çekmektir.

"İ’lâ-yı Kelimetullâh" Uğrundaki


Doyumsuz Fetih Arzusu:

Fâtih’in "İ’lâ-yı Kelimetullâh" uğrundaki doyumsuz fetih arzusu, kendisine İstanbul’un fethinden sonra
eski Roma’yı da fethedip, oradaki "Büyük kilise"ye İslâm sancağını dikmeyi istetecek kadar büyüktü.

Nitekim papalık Fâtih’in bu arzusunu sezmiş, hattâ Roma’nın bağışlanması için ricâda bulunmak üzere
kendisine bir elçi heyeti dahî göndermişti. Bu elçilerin arasında bulunan bir Fransız kardinali, Roma’ya
dokunmaması için Fâtih’in huzûrunda yalvar-yakar olunca, yüce Pâdişâh o an gönlünden kopup gelen
ruhî bir coşkunluk ve îmân gücü ile haykırıp; "Roma’nın kurtulması şöyle dursun, senin kendi
büyük kilisenin kulelerine dahî İslâm sancağı dikeceğim!" demiştir.(6)

İstanbul’un fethinden sonra dilinden dökülen şu cümleler de, onun hristiyanlığı kökünden yoketme
yönündeki gâyesinin açık bir ifâdesidir:
"Şu parlak zafere nâiliyyetimden dolayı Allâh’a hamdediyorum. Fakat şuna da duâ ediyorum ki;
Cenâb-ı Hakk hıristiyanlığın makâmı olan eski Roma’yı da fethetmeyi bana nasîb eylese, işte o
zaman ölürsem rahat öleceğim!" (7)

Peygamberî müjdeye mazhar olan, bu sözleriyle yüreğindeki doyumsuz fetih arzusunu açıkça ortaya
koyan bu büyük İslâm hükümdârına, bu çirkin ve mesnetsiz iftirâları atmak ancak münâfıkların işidir.
Halbuki onun yegâne arzusu ve ümîdi Kelimetullâh’ın yükselmesi, İslâm’ın cihâna bütünüyle
yerleşmesi ve küfrün ve kâfirlerin yeryüzünden silinip gitmesiydi ki; bu rivâyet ve deliller bunu açıkça
göstermektedir.

İşte Fâtih’in Gâyesi!..

Tursun Bey’in "Târîh-i Ebu’l-Feth"inde kaydedildiğine göre; Fâtih Sultan Mehmed Hân Trabzon
üzerine sefere çıktığında, şehre arkadan ulaşmak için ordusuyla birlikte dağlık ve ormanlık bir
arâzîden geçiyordu. Yol geçişe uygun olmadığından, bâzen baltacılar önden yol açıyorlardı. Yolun hiç
bulunmadığı kayalık ve dağlık bir yerde, Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın atı kaydı ve sarp bir yere doğru
yuvarlandı. Fâtih, o an bir kayaya tutunmaya çalışırken elleri sıyrıldı ve kanamaya başladı.

Trabzon Rum imparatorluğu ile akrabâlık bağı kurmuş olan Uzun Hasan, daha önce annesi Sâra
Hâtun’u, bu seferden vazgeçmesi için Fâtih’e elçi olarak yollamıştı. Fâtih’in içine düştüğü bu zor ve
kötü durumu fırsat bilen Sâra Hâtun, tam zamânı olduğunu düşünerek;

"Ey oğul! Han oğlu hansın, bir ulu hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kal’a için bunca
meşakkat niye?" dedi.

Elleri sıyrıklarla dolu olan Fâtih, o an güçlükle doğruldu ve Sâra Hâtun’a hayretle bakarak şöyle dedi:

"Ey koca analık! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz dîn-i İslâm’ın kılıncıdır? Sen zanneyleme
ki, bizim çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki, bütün
gayretlerimiz Allâh’ın dînine hizmet ve insanların hidâyete kavuşmasına vesîle olmaktır. Yarın
huzûr-u Hakk’a vardıkda, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı teblîğ ve ta’zîze imkân
varken, zahmete katlanmayıp da ten rahatını tercîh edersek, bize gâzî denmesi yalan olmaz mı?
Ehl-i küfrün üzerine İslâm’la gitmez, onların azgınlıklarına mânî olmaz isek, huzûr-i ilâhîye
hangi yüzle çıkarız?!." (Târîh-i Ebu’l-Feth)

Fâtih’in Hristiyanlara Verdiği Haklar,


İslâm’ın Zımmîler Hakkındaki
Hükmünden Başka Bir Şey Değildi:

Fâtih Sultan Mehmed Hân 1453 yılında Temmuz ayında, hristiyan zımmîlere vermiş olduğu "Galata
Emânnâme"sinde; İslâm’ın emirleri doğrultusunda, can, mal, inanç ve ibâdet hakkı tanırken; küfrün
yayılmasını önlemek için kilise açmalarını, çan çalmalarını ve orduya asker olarak alınmalarını da
yasaklıyordu:

"Ben ulu pâdişâh ve ulu şehinşâh, Sultan Mehmed bin Sultan Murâd Hân’um; yemîn ederüm ki,
yeri ve göğü yaradan Perverdigâr hakkı içün ve Hazret-i Resûl Aleyhissalâtü Vesselâm’ın pâk
ve münevver, mutahhâr rûhu içün ve yedi mushaf hakkı içün ve yüz yirmi dört bin peygamber
hakkı içün ve dedem rûhu içün ve babam rûhu içün ve benim bâşım içün ve oğlancıklarımun
bâşı içün ve kuşanduğum kılıç hakkı içün; şimdiki hâlde Galata’nın halkı ve merdüm-zâdeleri
atebe-i ulyâma, elçileri Bâyilân ve falan ve fülân cevâbla kale-i mezkûrenin miftâhını gönderüb,
bana kul olmağa itaat ve inkıyâd gösdermişler; ben dahî üzerlerine askerimle varup, kal’alarını
yıkub harâb itmeyim.
Buyurdum ki; kendüleri ve malları ve rızklaru ve mülkleri ve mahzenleri ve bağları ve
değirmenleri ve gemileri ve sandalları ve bi’l-cümle metâ’ları ve avratları ve oğlancıkları ve
kulları ve câriyeleri kendilerinün ellerinde mukarrer ola, mütecâviz olmayım ve üşendirmeyim.
Ânlar dahî rençberlik ideler, gayrı memleketlerüm gibi deryâdan ve karadan sefer ideler,
kimesne mâni’ ve müzâhim olmaya; muâf ve müsellem olalar ve ben dahî üzerlerine şer’î haracı
va’z idem, sâlbesâl edâ ideler gayrılar gibi ve ben dahî, bunların üzerlerinden nazar-ı şerîfim
diriğ buyurmayub, bunları kayırayım; gayrı memleketlerim gibi. Ve kiliseler ellerinde ola ve
okuyalar âyinlerince, ammâ çan ve nâkus çalmayalar ve kiliselerin mescid etmeyim, bunlar dahî
yeni kiliseler yapmayalar. Ve Cinevîz bezirgânları karadan rençberlik idüb geleler ve gideler,
gümrükleri âdet üzre vireler; ânlara kimesne taaddî etmeye. Ve buyurdum ki; ellerine doğancı
ve kul konmıya ve buyurdum ki yeniçeriliğe oğlan almayım ve bir kâfiri rızâsı olmadan
müslimân itmeyeler. Ve kendüleri arasında her kimi ihtiyâr iderlerse, maslahatları içün kethüdâ
nasbedeler ve kale-i mezkûr halkı ve bezirgânları angaryadan muâf ve müsellem olalar. Şöyle
bileler, alâmet-i şerîfeme îtimad kılalar.

Tahrîren fî evâhir-i Cemâziye’l-ûlâ, Sene 857.

(Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın 1453 yılı Temmuz ayında, Galata’daki hristiyanların şahsında, zımmîlere
verdiği emânnâmenin orjinal nüshası: Biblioetheque Nationale'dadır. Turc Ancien, nr.130, 7a-8b yp.)

(1) Ahmed bin Hanbel, Müsned; c.4, s.335.

(2) Ebû Dâvud, İmâret: 33.

(3) Biblioetheque Nationale, Turc Ancien, nr.130, 7a-8b yp.

(4) Millet ktp. Al Emîrî bl., Manzûm Eserler kısmı.

(5) Hacc: 78

(6) İ. H. Dâhiçmend, "İzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi" c.1, s.137

(7) Z. N. Aksın, "Osmanlı Târihi", c.1, s.143.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

ESKİ DEP MİLLETVEKİLLERİNİN SALIVERİLMESİ


AVRUPA BİRLİĞİ VE PKK’YA VERİLMİŞ BÜYÜK BİR TAVİZDİR

Geçtiğimiz ay eski DEP milletvekilleri Leyla Zana, Hatip Dicle, Orhan Doğan ve Selim Sadak Yargıtay
kararıyla tahliye edildi ve aynı gün TRT kürtçe yayınlara başladı.
Bu tahliye kararı Avrupa Birliği’ne girmek için PKK yeni adıyla Kongra-gel’e verilmiş büyük bir tavizdir.
Bu kararla fitne tohumlarının yeniden yeşermesine fırsat sağlanmıştır.

Bilindiği üzere terör örgütü PKK Kongra-gel 1 Haziran itibariyle saldırılarına yeniden başladı. Bütün bu
gelişmeler ard arda geliyor. Bunlar hep aynı zaman dilimi içinde oluşuyor. Eski DEP milletvekillerinin
tahliyesi AB ve Batı’nın isteğidir. İngiltere Başkanı Tony Blair Türkiye ziyaretinde bu insanların
salıverilmesi isteğini dile getirmiştir. “Koskoca” İngiltere’nin Başbakanı Türkiye’nin bu tutukluları
salıvermesini istiyor. Bu direk içişlerimize müdahaledir. Ve bu müdahaleye yöneticilerimiz göz
yummuştur. Avrupa Birliği’ne kabul edilmek pahasına herşeyi göze alanlar Batı’nın tahliye isteğini geri
çevirmemişlerdir. Tahliye sürecinin başlamasıyla da PKK Kongra-gel vahşet örgütünün saldırıları aktif
hale gelmiştir.

Eski DEP milletvekilleri serbest bırakılmalarıyla beraber içyüzlerini ortaya koymaya başladılar. Hemen
Güneydoğu’ya gidip mitingler düzenlediler. Mitinglerde “Yaşasın Apo”, “Barışın elçisi İmralı’da”,
“Hepimiz Apocuyuz” sloganları altında genel af istediler, dağdaki PKK’lılara kefil olduklarını söylediler.
Genel afla tüm tutuklu PKK’lıların ve başta teröristbaşı Abdullah Öcalan’ın salıverilmesini umuyorlar.

PKK dağda barınırken, bunlar da siyasi platformda PKK’nın yandaşlığını yapıyorlar. Bu salıverilme
PKK’nın elini güçlendirmiştir. Hem dağda ellerinde silâh devletle, ordumuzla savaşıyorlar, hem
partileriyle siyaset yapıyorlar, hem de Avrupa Birliği’ni, ABD’yi arkalarına almışlar açıkca meydan
okuyorlar.

Ne PKK’nın silâhlı saldırıları, ne DEP ve DEHAP’lıların beyanatları bizi şaşırtmamalıdır. Onlar asıllarını
icra ediyorlar, onlardan bu beklenir. Fakat onlara bu ortamı hazırlayanlar, AB ve ABD’ye yaranmak için
taviz üstüne taviz verenler, eski DEP’lileri salıverenler büyük vebal altına girmişlerdir. Bu ortamı bu AB
ve Batı hayranları hazırlamıştır.

Mitinglerde tahliye olanlar PKK’ya şöyle seslenmişler: “En az 6 ay ateşkes bozulmamalı.” Bu şu


demektir: 6 ay daha dişinizi sıkın, bu sürede ABüyeliği için herşeyi yapmaya hazır olan yöneticilerden
daha başka tavizler koparabiliriz. Meselâ teröristbaşını serbest bıraktırabiliriz, Avrupa’nın baskısıyla
genel af çıkarttırabiliriz vesaire vesaire...

Gayeleri devletle PKK arasında eşitlik kurmak, fırsatı ganimet bilip terör örgütüne meşruiyet
kazandırma kurnazlığıdır. DEHAP başkanı bu nedenle “Devlete de örgüte de (PKK) aynı mesafedeyiz”
demektedir. Onlar PKK’yı terör örgütü olarak görmüyorlar, destekliyorlar, yöneticilerimiz de Avrupa
Birliği uğruna bunlara göz yumuyorlar. Bu tavizlerin sonu nereye varacak? Zaten bir hıristiyan birliği
olan AB’ye bizi alacak da değiller. Her istediklerini yaptırmayı gayet iyi biliyorlar.

Geçen yıl üyelik için başvuran Hırvatistan’a 2005 yılında müzakerelere başlanacağı bildirildi. Bizi ise
nasıl oyalayıp pek çok ödün kopardıkları ortada.

Devletle terör örgütü arasında ateşkes olur mu?Terör örgütüyle ya savaşılıp imha edilir ya da teslim
olurlar. Ateşkes dediğiniz anda devletle katilleri eşitlemiş olursunuz.

Bir grup TBMM’ne dilekçe verip Apo’nun serbest bırakılmasını ve özür dilenmesini istemiş. Yani
istiyorlarki 40 bin insanın katil elebaşısı serbest bırakılsın ve devlet ondan özür dilesin. Cürete bak,
küstahlığa bak. Buna sebep olup cesaretlendiren de yöneticilerimizdir.

Şu çelişkiye bakın ki Avrupa Birliği azınlıklar hakkında gösterdiği hassasiyet ve titizliği, niçin katledilen
40 bin insanımız için göstermiyor?Niçin ayrılıkçı, katil teröristbaşını lânetlemiyor, aksine koruyor?İnsan
hakları ihlâllerinden şikayet edenler onbinlerce insanın ölümüne sebep olan terör örgütünün başının
serbest kalmasını nasıl isteyebilirler?Avrupa işte böyle ikiyüzlüdür. Kâfirler biz onların dinine
girmedikçe bizden memnun olmazlar.

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden aslâ hoşnut olmazlar.”
(Bakara: 120)
Şu anda PKK ve yandaşlarının tek hedefi Apo’yu serbest bıraktırabilmektir. Nasıl ki eski DEP
milletvekilleri Avrupa Birliği’nin isteğiyle serbest bırakıldılarsa, yakında Apo’nun da tahliye edilmesini
isteyiverirler. Avrupa Birliği’ne girmek pahasına bu son derece vahim tavizleri verebilenler acaba böyle
bir istekle karşı karşıya kalırlarsa ne yaparlar, nasıl karar verirler? Bu küffar birliği sevdasına her tavizi
vermeye hazır olanlar, korkarız Avrupa’dan böyle bir istek gelirse onu da kabul ederler.

Öteyandan PKK gerektiği zaman Avrupa ve ABD’nin kullandığı bir maşadır. Örneğin 4-5 bin kişilik
PKK sürüsü Kuzey Irak’ta konuşlanmış durumda. Terör örgütü Irak’ta yani. Ve Irak’ta şu anda
Amerikan işgal güçleri bulunuyor. Amerika’nın binlerce kilometre öteden Irak’a gelme sebebi terörü
kaynağında kurutmaktı. İşte PKK işgal ettikleri toprakta, en kanlı terör örgütlerinden biri. Kökünü
kazısalar ya! Ama olmaz, PKK’yı imha etmek işlerine gelmez, zaten biz de bunu onlardan
beklememeliyiz. ABD Ankara Büyükelçisi son yaptığı açıklamada PKK’ya operasyon yapmayı
düşünmediklerini açıkladı. Türkiye’nin de Kuzey Irak’a operasyon yapmasına izin vermiyor. “Ben
Irak’ta PKK’ya operasyon yapmıyorsam sen de yapamazsın” diyor. Yani bu dolaylı olarak “PKK Irak’ta
barınabilir, Anadolu’ya girip katliam yapabilir” demektir. ABD’nin ikiyüzlülüğü böyle daha iyi anlaşılıyor.
Masum Irak halkı terörist, işkenceye müstehak ama PKK ABD’nin himayesinde. İşte Batı’nın adalet
anlayışı. Türk yetkililerinin defalarca ve ısrarla ABD yönetimine ilettikleri PKK’ya karşı tavır alınması
talebi her seferinde kulak arkası edilip duymamazlıktan geliniyor.

ABD Kuzey Irak’ta Barzani, Talabani ve PKK’yı istediği zaman istediği hedefe karşı kullanabilmek için
besliyor, koruyor ve serbest hareketlerine izin veriyor.

Son gelen haberler Kuzey Irak’ta Talabani ve Barzani gerillalarını İsrail’in eğittiği bilgilerini veriyor.
Oradaki gerillaları İsrail niye eğitir?İsrail’in orada hedefi nedir?Üzerlerinde Saddam tehdidi
kalmadığına göre, bu adamlar ya Türkiye’ye karşı ya da İran’a karşı eğitiliyorlar veya Irak’ta gitgide
yükselen direnişe karşı kullanılacaklar. Bunun başka mânâsı yok. PKK’da ABD ve İsrail’in bu himaye
ve desteğinden muhakkak faydalanıyor.

Şimdi müttefik dedikleri ABD’nin, üye olmak için taviz üstüne taviz verilen küffar birliği AB’nin yaptığı
bizim kuyumuzu kazmak değil de nedir?Bölge hakimiyeti için ABD ve İsrail Türkiye’yi yerine göre
kullanıyorlar ve vakti geldiğinde yerine göre harcamak da isteyebilirler.

Bu salıverilme hadisesi Avrupa’nın gözüne girmek için yapılmıştır. Ve fakat Türkiye’nin düşmanlarını
sevindirmiş, ülkemizi güçten düşürmüş, ayrılıkçı terör örgütünü daha da heveslendirmiştir. Ayrıca
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmek için her tavizi vermeye hazır olduğunu da iyice gözler önüne
sermiştir.

Allah-u Teâlâ Hazretleri Habib-i Ekrem’i hürmetine, Hatem’ül-velisi hürmetine bize acısın da bu din ve
vatan düşmanlarına karşı bizi muzaffer kılsın, onlara bu şehit kanlarıyla sulanmış toprakları
çiğnetmesin.

| Hakikat'te Bu Ay | Diğer Sayılar | Ana Sayfa |

You might also like