Professional Documents
Culture Documents
Başyazı ve Makaleler
Başyazı
İsmail Yavuz
Başyazıyı Oku
Samimi İman, Nasuh Tevbe İle Beraber Tedbirli Ve Tevekkel Olmak Lâzım!
“Allah’ın İzni Olmayınca Hiçbir Musibet İsabet Etmez. Kim de Allah’a İnanırsa Ona
Hidayet Eder, Gönlüne Doğruyu Yöneltir. Allah Her Şeyi Bilendir.”
(Teğâbün: 11)
“Hiç Değilse, Kendilerine Bu Şekilde Azabımız Geldiği Zaman Yalvarıp Yakarmalı Değil miydiler?
Fakat Kalpleri İyice Katılaştı, Şeytan da Yaptıklarını Onlara Câzip Gösterdi.”
(En’âm: 43)
Velileri kaldırdığı zaman...” “Velileri kaldırdığından sonraki afata dikkat et. Bizi
Cenâb-ı Hakk öne sürmüştür. Hakim-i Tirmizi -kuddise sırruh- Hazretleri de şöyle
buyuruyor:
“Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur
bilmiyorum, o zaman her şeyi bekleyin. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini tutar.
Amma direği alırsa kimi tutar?”
Korona adı verilen virüsün yol açtığı salgın hastalık bütün dünyayı tesiri altına aldı.
Hastalık hızla yayıldı. Büyük bir afat haline geldi. Hayat durdu, ekonomi durdu.
İnsanlar evlerine kapandı.
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk
ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, kitapta (Levh-i mahfuz’da)
yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri sık sık İsrâ Sûre-i şerif’inin 58. Âyet-
i kerime’sini hatırlatırlar, korkunç bir gidişat olduğunu, her memleketin başına bir afat
yahut helâkiyet geleceğini haber verirlerdi.
Geçmiş devirlerde de insanların veba adını verdikleri bu gibi salgın hastalıklar birçok
insanın ölümüne sebep olmuştu. Ve fakat modern tıbbın, her türlü tedavi imkânının
geliştiği bir asırda insanoğlunun gözle görülmeyen bir varlık karşısında düştüğü
çaresizlik ilâhi kudret karşısında ne kadar aciz olduğumuzu göstermiş oldu.
Binaenaleyh maalesef insanoğlu sadece virüslere karşı tedavi bulmak için çalışmıyor,
şeytanın emrini dinleyen büyük bir güruh yeni virüsler yapmaya, insanın yaratılışını
değiştirmeye çalışıyorlar. Bu gibi şeyler büyük bir gadab-ı ilâhî’ye sebep oluyor.
Allah-u Teâlâ şeytana ruhsat verdiği gibi bunlara da ruhsat veriyor, ancak bir yere
kadar.
Hakk yapısını beğenmeyenlerin kul yapısı ile helâk olması da Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî bir
takdiri ve âfatıdır.
Harpler, çıkacak nükleer savaşlar da Cenâb-ı Hakk’tan zuhur edecek olan birer âfattır.
Binaenaleyh bugün yaşanan bu salgın hastalığın Allah-u Teâlâ’nın bir âfatı olduğunu
bilmemiz, O’na dönmemiz, O’na itaat etmemiz, O’na yönelip tevekkül etmemiz, tevbe
istiğfarımızı çoğaltmamız lâzım. Aynı zamanda üzerimize düşen tedbirleri almamız,
devletin aldığı kararlara riayet etmemiz, doktorların ve bilim insanlarının tavsiyelerine
uymamız icap etmektedir. Zira tedbir İslâm’ın bir emri ve düsturudur.
Bir gün bir adam devesini mesicidin kapısına bırakıp, devesini bağlamadan Resul-i
Ekrem -salallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in huzuruna girmişti.
Afatlar umuma gelir, kurunun yanında yaş da yanar ve fakat ahirette herkes niyetine ve
ameline göre haşrolunur.
“Allah bir topluluğa azap indirdiği zaman, o topluluğun içinde bulunan herkese
isabet eder. Sonra (kıyamet gününde) herkes niyetlerine göre
diriltilirler.” (Buhâri)
Her türlü tedbirimizi almamız, Hazret-i Allah’a yönelmemiz, tevbe ve istiğfar etmemiz
lâzım. Ki bize de merhamet edilsin.
“Biz onların her birini günahı ile yakaladık. Kiminin tepesine taş yağdıran bir
kasırga gönderdik. Kimini korkunç bir ses, bir çığlık yakalayıverdi. Kimini yerin
dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk.
Daha sonra 1997 yılının Kasım sayında ise hem hidayete Allah ve Resul’üne, din-i
İslâm’a dâvet edilmiş, hem de isyanların cezasız kalmayacağı konu edilerek;
“Biz hiçbir memleket halkını onlara öğüt veren uyarıcılar olmadıkça helâk
etmedik.” (Şuarâ: 208-209)
Fâsık kimsenin kabilenin başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu,
2005 yılının Şubat ayında 137. sayı dergimizde; “Bu olanlara hiç hayret etmeyin!
Olacaklara da etmeyin. Çünkü Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’de bunu önceden haber
vermişti. Zira vakit geldi yıkacağını beyan buyurmuştu.” denilmişti.
2008 yılı Şubat ayında çıkan 173. sayımızda ise şöyle hatırlatılmıştı:
“Ey iman edenler! Kendinizi ve âilenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyun.” (Tahrîm: 6)
Ne zaman ki; aşırı derecede cimrilik hâkim olur, nefislerin arzusu peşinden
gidilir, dünya ahiret üzerine tercih edilir, herkes kendi görüşünü beğenir, kimse
kimseyi tanımaz bir hâle gelirse, o zaman kendini kurtarmaya bak ve halk
tabakasını bırak!” (Ebu Dâvud-Tirmizî-İbn-i Mâce)
Bu Zât-ı muhterem çok defalar uyarıp, ikaz etti. Dinleyen dinledi. Dinlemeyen kendi
nefis arzusuna uydu. Nihayetinde nedamet çok, faydası yok.
“Dünya kurulalıdan beri bir eşinin gelmediği, her fitnenin, her kötülüğün anasının
mevcut olduğu seyyiat zamanında yaşıyoruz. Eski kavimler bolluk, azgınlık, zevk ve
sefa içinde iken birer kabahatleri yüzünden başlarına felâketler gelmiştir. O
kabahatlerin hepsi bugün yapılıyor.
“Dünyanın ömrü pek uzun değil. Harpler, depremler, kıtlıklar, kargaşalar, üçüncü
dünya harbi, ticaret yollarının kapanması, bunların hepsi önümüzdeki senelerde
beklenen âfatlardır. Bunları arz ediyoruz ikaz ve irşad için, tedbirli olmanız
için.” (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Bu Zât-i âli bunları hatırlatıyordu. Her an her şey olabilir. Dünya sallanıyor; büyük
harpler kapıda...”
2019 yılı Ocak ayında Mekke ve Medine’de ortaya çıkan çekirgeler gerek
memleketimizdeki kızıl bulutların görülmesi üzerine Şubat 305. sayımızda şöyle ikâzlar
edilmişti:
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk
ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
“Seni yoktan var eden, âzâ nimetleriyle donatan, mülkünde bulunduran Allah-u
Teâlâ’ya isyan ettiğinde, cezâsız kalacağını, azapsız bırakacağını mı
zannediyorsun? Allah-u Teâlâ dünyayı doldurduğu gibi boşaltacak, az insan
kalacak. Azdan başladı aza inecek. İsyan tuğyan çok, imar çok, fakat hep harap
olacak. Mülkünü murad ettiği gibi yapacak.” (Ömer Öngüt -kuddise sırruh-)
Gadâb-ı İlâhi’ye sebep olan bütün kötülükler işleniyor. Bu isyan cesasız kalmaz!”
2019 yılı Temmuz ayında 310. sayımızda yine son olarak bu mevzuları ele alarak
dünyanın gidişatının iyi olmadığını şöyle haber vermiştik:
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh-Hazretleri aslında daha evvel şöyle haber
vermişlerdi.
Çok nazik günlerdeyiz. Yarın ne olacağı belli değil. Önümüzde pek net bir durum yok.
Gerek dünyanın, gerek memleketimizin bir alabora olma ihtimali var. Aniden bir fırtına
kopabilir. Ama er, ama geç.
Şunu çok iyi bilelim ki, bu kadar isyan cezasız kalmayacak, bize çok pahalıya
malolacak. Ateşi çıktığı zaman anlayacağız. Allah-u Teâlâ murad ettiğini yapar, murad
ettiği gibi yapar.
Dünyanın aldatıcı, gelip-geçici nimetleri bizi sarhoş etmiş. Bu bolluk içinde nimetleri
yedikçe şükrümüzü artıracak yerde isyanımızı artırdık. Allah-u Teâlâ bunun hesabını
bizden sormak için birgün ipimizi çekecek.
Helâk olan eski kavimler bollukta, zevk ve sefada iken bela ve âfâtlara uğramışlardı.
Onların birer kabahatlarından ötürü başlarına felaketler gelmişti. O kavimlerin yaptıkları
kabahatlerin bugün hepsi yapılıyor. Her kötülüğün anası bu devirde mevcuttur. Onun
için böyle bir devir gelmiş değil” (Sözler ve Notlar 2 / 1986)
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk
ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız.” (İsrâ: 58)
Bu helâk etme ya tamamen yok etmek veya halkına şiddetli azap etmek suretiyle olur.
Nitekim küfür ve fasıklık sebebiyle yeryüzünde zaman zaman nice felâketler baş
göstermektedir.
Allah-u Teâlâ kıyamet gününden önce istisnâsız bütün beldeleri harap edeceğini
beyan buyuruyor, “Biz buna karar verdik!” buyuruyor. Ya harple, ya zelzele ile, ya
âfâtla. Onu ona, onu ona, onu ona musallat ede ede, ede ede yıkacak. Yani dünyayı
doldurduğu gibi boşaltacak. Onun için artık bugünlere yaklaştık. Hüküm O’nundur,
O’nun emri ve izni olduğu zaman dünya mahvolur. Ne zaman? O bilir. O’nun emri ve
izni olmadan bir tek yaprak bile düşmez, bir insan düşer mi?
Bu kadar ihsan-ı ilâhî karşısında ilâhî hükümlere karşı gelmek, şeytana uyup onun
peşine gitmek, bunca isyan yakışır mı?
Askerde arkadaşın bir onbaşı rütbesi ile emrettiği zaman, onun emrine riayet ve itaat
etmek mecburiyetinde kalıyorsun da; seni yoktan var eden, âzâ nimetleriyle donatan,
mülkünde bulunduran Allah-u Teâlâ’ya isyan ettiğinde, cezâsız kalacağını, azapsız
bırakacağını mı zannediyorsun?
Binaenaleyh dünya şimdi yıkıma doğru gidiyor. “Hazır olun!” denilmek isteniyor. Şu
kadar var ki dalâlet ehli fâsıklar hâlâ eğlencede, hâlâ zevk-ü sefada, önündeki
karanlığı görmüyor. Fâiz, içki, kumar, zina hepsi mevcut, nereden gelecek diye
bakıyorum, müstehak olduk. Sonra “Allah’ım bizi bağışla!” diyorum. Utana utana.
Yüzümüz yok çünkü, durum çok perişan... Fakat Hakk’a yakın olanlar, yıkım olsa da
yapım olsa da, ibadet ve taatında. Bize Allah gerek, O’na yönelmemiz gerek, O ister
yapar ister yıkar.
Ahlâksızlık hakikaten memleket için çok büyük bir âfât, çok korkunç... Fâizle, fuhuş
memleketi yıkar götürür. Ahlâk son derece sükut etti, fâiz son derece aldı yürüdü.
Ahlâksızlık yayılıyor, evet nur da yayılıyor.
Bu isyan cezasız kalmaz, bu haşerat gidecek. Ama kurunun yanında yaş da gider.
Ama kuru çok gidecek. Onun için bu kuru olan kuru yere gider. Bu diğerleri gene iman
nispetinde Cenâb-ı Hakk onlara cennette mükâfat verir. Bu âfât olduğu zaman, bu âfât
umuma gelir. Dilediğini cennetine koyar.
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce ya helâk
ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, Kitap’ta (Levh-i mahfuz’da)
yazılıdır.” buyuruyor. (İsrâ: 58)
Ey saadet ehli! Önümüzde böyle bir durum var. Dünyayı Cenâb-ı Hakk yaptığı gibi
yıkacak, fakat sâlih kulları dilerse kurtarır.
“Görmediler mi ki, biz kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettik.” (En’am: 6)
Dilediğini kurtardı, ötekilerini helâk etti. O’nun adeti böyledir. Bu zamanda da dilediğini
kurtarır, dilediğini helâk eder. Çünkü isyan cezasız kalmaz. Adeti sünneti budur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyururlar:
“Bir memlekette zinâ ve fâiz yaygınlaşırsa, o memleket halkı Allah’ın azabını
mutlaka helâl kılmış, hak etmiştir.” (Taberâni)
Şunu çok iyi bilelim ki, bu kadar isyan cezasız kalmayacak, bize çok pahalıya
malolacak.
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden
başkasına ibadet ediliyor! Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına
şükrediliyor.” (Taberânî)
Allah-u Teâlâ kullarına karşı çok şefkatli, çok merhametli olduğundan, şeytanın
düşmanlığından korumak ve sakındırmak için şöyle buyuruyor:
“Ey Âdemoğulları! Ben size ‘Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık bir
düşmanınızdır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yoldur! diye emretmedim
mi?” (Yâsin: 60-61)
Çünkü şeytan Allah-u Teâlâ’nın müminlere ihsan ettiği iman sermayesini çalmak ve
sapıklığa düşürmek için olanca gücü ile çalışır, âdeta ordusu ile hücum eder.
Öyle bir devir ki her türlü küfür işleniyor; şirkin, putperestliğin, şeytanî işlerin her türlüsü
yapılıyor.
Her türlü kötülük mevcut. Her türlü ahlâksızlık, her türlü sapkınlık, her türlü vahşet
işleniyor.
Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, bütün kötülüklerin bir bir ortaya çıktığı, yapıldığı ahir
zamanı, seyyiat zamanını yaşıyoruz. İsyanın, zulüm ve küfrün ayyuka çıktığı, din,
ahlâk ve fazilet umdelerinin ayaklar altında çiğnendiği, kötülüklerin her türlüsünün
yapıldığı, dünya kurulalıdan beri kötülüklerin ayyuka çıktığı böyle bir devir gelmiş değil.
Günahların açık olarak işlendiği ve isyana dönüştüğü, dünya kurulalıdan beri bir eşinin
gelmediği, böyle bir bunalım geçirilmediği, her türlü fitnenin ortaya çıktığı, her türlü
kötülüğün anasının mevcut olduğu yirmi birinci asrın seyyiat zamanında yaşıyoruz.
Dinsizlik, ahlâksızlık son haddine varmış. Eski zamanda helâk olan kavimlerin
yaptıkları adetler, isyanlar, küfürler, şirkler hepsi toptan yapılıyor. Günümüzde
bambaşka bir cahiliyet hüküm sürüyor. Gerçekten çok isyan ettik, çok zulmettik. Bu da
gadâb-ı İlâhi’ye muciptir.
Öyle bir devir ki Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ahir zamanda
olacağını haber verdikleri her şey çıktı ve çıkıyor. Yapılacağını bildirdiği kötülükler de
yapılıyor. Hadis-i şerif’lerde haber verilen küçük kıyamet alametlerinin hepsi zuhur etti
ve ediyor. İş büyük alâmetlere kaldı. Onların da vakti çok yaklaştı.
Allah korkusunun kalplerden kalktığı, hak, hukuk umdelerinin yok olduğu, emanet,
vicdan duygularının köreldiği bir devirde yaşıyoruz.
Nefis ve şeytana uyulup zina, fuhuş, hırsızlık, arsızlık yapılıyor; şehvetlere uyulup
namuslara kastediliyor, masum insanların canına kıyılıyor.
Hülâsa olarak; bugün her türlü kötülük, hatta her kötülüğün anası mevcuttur. Her türlü
haram var, her türlü menhiyat işleniyor. Her türlü sapıklık, her türlü sapkınlık, her türlü
fuhşiyat, cana kıyma, içki, kumar, zina, uyuşturucu, hırsızlık, gasp, sahtekârlık,
yalancılık, her türlü zulüm, terör, isyan, ana-babaya itaatsizlik, evladını cehennem
amellerine teşvik .... akla gelen-gelmeyen her türlü vahşet işleniyor. Masum insanların,
hatta küçücük çocukların ırzına, canına kasteden vahşi insan müsveddeleri çoğalıyor.
Dinsizlik, imansızlık, küfür, nifak, sahtekârlık, fâiz, fitne, ihanet, hırsızlık, arsızlık, gasp,
terör, katliam, vahşet, yalan-dolan, cinayet, soygun, büyücülük, falcılık, lüks, süs, israf,
rüşvet, irtikab, suistimal, iftira vs... Bunlar artık âhir zaman alâmetleri olarak önümüzde
her gün duyduğumuz şeyler... Namaz, oruç, zekât, nikâh gibi Hazret-i Allah’ın emirleri
ise hafife alınmaktadır.
Lokmaya dikkat edilmiyor, faizin her çeşidi alınıyor. Herkesin cebi banka, evi sinema
olmuş. Ahkâm-ı ilâhîye riayet edilmiyor. Setr emr-i şerif’i unutulmuş, çıplaklık moda
olmuş.
“İnsanlara mutlaka öyle bir zaman gelecek ki, malı helâl yolla mı, haram yolla mı
aldıklarına aldırış etmez.” (Buhârî)
Hülasâ-i kelâm; ne Hazret-i Allah’ın hakkı olan Hakkullah’a, ne Hazret-i Allah’ın hukuku
Hukukullah’a, ne Hazret-i Allah’ın beyanı olan Kelâmullah’a riayet ediyor. Yani dikkat
edilmiyor. Kul hakkına riayet ise zaten kalmamış. Amma orada çok ince hesap var...
Cenâb-ı Hakk’tan kopmayacaksın, Hakk ile olacaksın, Hakk ile vazife göreceksin.
Fazla sivrilmeyeceksin. “Düzelteyim!”, “Yapayım!” zamanı değil, kurtulma zamanı.
Küfrün öncüsü güçlü ülkeler Hazret-i Allah’a hasım kesilmişler, bütün dünyaya kan
kusturuyorlar. Zulüm ve gözyaşı afakı kaplıyor. İslâm dünyası büyük acılar çekiyor.
Kâfir zaten kâfir, kâfirliğini yapıyor, yapacak. Tarihte de böyleydi. Azgındı, zâlimdi,
necisti, murdardı. Hazret-i Allah’ın düşmanıydı. Allah’a ve Resulullah’a ve
müslümanlara hasımdı.
Bazı müslüman ülke liderleri ise bu küfür öncülerinin, Amerika ve İsrail gibi ülkelerin
peşine takılarak İslâm dünyasının birlik ve beraberliğine büyük darbe indiriyor, küffara
zemin hazırlıyor.
Bu küfrü hoş görmeler, küffar ile dostluk peydah etmeler İslâm dünyasına çok zarar
verdi, vermeye devam ediyor. Kâfirlerle dostluk kurmak büyük gadâb-ı İlâhi sebebidir.
Müminleri bırakıp kâfirlerle dostluk yapmak münafıklığın en açık delili olduğu gibi,
münafıkların en bâriz huy ve hususiyetlerindendir.
Bu devir, müslümanların paramparça olduğu, bölücülerin her yeri işgal ettiği, saptırıcı
imamların, âhir zaman âlimlerinin insanları hak yoldan uzaklaştırdığı ve imansızlık
girdabına düşürdüğü bir devirdir. Dünya kurulalı böyle bir devir gelmiş değil.
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiçbir ilgin yoktur. Onların
işi Allah’a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm:
159)
Her isimle bir din kurdular ve İslâm dinini parça parça ettiler, bunun için de gadâb-ı
İlâhi’ye vesile oldular.
Bir âhir zaman âlimi veya bir bölücü Allah-u Teâlâ’nın hükmüne aykırı bir söz söylüyor,
o da: “Bu doğru söylüyor.” deyip tasdik ediyor, böylece azıcık bir dünyalık karşılığında
dinlerini fedâ ediyorlar.
Ve kıyametin küçük alâmetleri bir bir çıkmaya, zuhur etmeye başlamıştır. Ve bu hal
son deccale kadar devam edecektir. Nazik günlerdeyiz...
“Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, imanın
resmi, Kur’an’dan ise harf ve hurufat kalacak.
Gayretleri mideleri, dinleri para, kıbleleri karıları olacak. Onlar aza kanaat
etmeyecekler, çok ile de doymayacaklar.”
İnsanlar bu hâle geldiği zaman bunlar zuhur edecek ve çeşitli ibtilâlara maruz
kalacaklar.
Bütün bu Hadis-i şerif’ler kıyametin küçük alâmetlerinin bir bir zuhur ettiğini
göstermektedir.
Âyet-i kerime’sinde beyan buyurulduğuna göre, kula isabet eden bütün felâket ve
musibetler kendi günahları sebebiyledir, kendi yaptıklarının cezasıdır.
“İşte bu, ellerinizin yapıp öne sürdüğü işler yüzündendir. Yoksa Allah kullara
zulmetmez.” (Enfâl: 51)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma durumuna
gelmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını,
çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları
gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere boğardık.
Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabb’inin
katında, O’nun azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zuhruf: 33-
34-35)
Allah katında dünya malının hiçbir değeri yoktur. Altın ve gümüşün kıymet olarak
bilinmesi insanlara göredir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Kâfir bir iyilik yaptığında bunun karşılığında dünyalık verilir. Mümine gelince,
Allah-u Teâlâ onun iyiliklerini ahirete saklar, dünyada da taatına göre rızık
verir.” (Müslim)
“Eğer kullarım bana hakkıyla itaat etselerdi, onları geceleyin yağmurlarla sular,
gündüzleri üzerlerine güneş doğdurur ve onlara gök gürültüsü
işittirmezdim.” (Ahmed bin Hanbel)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz seyyiat zamanındaki durumları ve
âkıbetleri bir bir haber vermiş ve ümmet-i muhteremesini bu fitne ve fesada karşı
uyarmıştır.
“Şu beş şey sizin aranızda vuku bulsa nasıl olursunuz? Onların aranızda vuku
bulmasından veya onlara ulaşmanızdan Allah’a sığınırım.
Bir toplulukta kötülükler ortaya çıktığı, fuhuş açıktan yapıldığı zaman, orada tâun
ve geçmiş nesillerde görülmeyen hastalıklar ortaya çıkar.”
Şimdiki zaman tarif ediliyor. Öyle hastalıklar var ki, ismi bile belli değil. Bir ahlâksızlık
başgösterdiği zaman Allah-u Teâlâ bir hastalık musallat ediyor.
Nice kavimler gelmiş geçmiş, nâil oldukları nimetlerin kadrini ve kıymetini, Allah’tan
olduğunu bilememişler, Rabb’leri tarafından verilen müsaade ve mühletten istifade
edememişler, kendilerinin dünya saâdetine âhiret selâmetine ermeleri için uyarıda
bulunan peygamberlerini yalanlamışlar, neticede de büyük felâketlere uğramışlar,
cezalarını da görmüşlerdir.
Fakat kalpleri iyice katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara câzip gösterdi.” (En’âm:
43)
Allah-u Teâlâ cezalarını daha da artırmak için sıkıntı ve musibetleri kaldırıp bütün
nimetlerin kapılarını açtı. Mal ve nüfusça çoğaldılar, sayı ve kuvvetçe fazlalaştılar.
Kolay geçim imkânları elde ettiler. Nimetlere şükredecekleri yerde zevk ve eğlenceye
daldılar. Darlığı unutarak vurdumduymaz oldular. Kendilerine verilenlerle şımardıkları
bir sırada da Allah-u Teâlâ onları ansızın yakaladı, neye uğradıklarını bilemediler ve
helâk olup gittiler.
Sonra gelenler de geçmişlerinin bu başına gelenler kendilerine anlatıldığı halde dudak
büküp geçtiler.
Biz de onları hiç hatırlarından geçmediği bir anda ansızın yakaladık.” (A’raf: 95)
Yani gördükleri darlık ve sıkıntı ile bolluk ve genişlik hallerinin Allah-u Teâlâ tarafından
kendilerine terbiye için, ıslah olmaları için verildiğini, bir hikmetle alâkalı olduğunu
düşünemediler. Her iki durumda da Allah-u Teâlâ’nın kendilerini imtihan ettiğini
anlayamadılar. Peygamberlerinin öğrettiği gibi, din ve ahlâk ile, insanların
kötülüklerden kaçınması ve sakınması ile bunların giderilmesinin veya elde edilmesinin
mümkün olmadığı görüşünü savundular. Günahlardan tevbe etmekle darlık ve
sıkıntıdan insanların kurtulabileceğine, nimetlere şükretmekle bolluk ve genişliğin
devam edip artacağına inanmadılar.
Bütün bu helâk edilen milletler, bu şekilde müstehak olarak helâk edildiler. Din-i
mübin’i inkâr edenlerin de korkunç felâketlere uğrayacakları bir gerçektir.
“Eğer seni yalanlarlarsa de ki: Rabb’iniz geniş rahmet sahibidir. Fakat O’nun
azabı da günahkârlar gürûhundan geri çevrilmez.” (En’âm: 147)
Allah-u Teâlâ’nın rahmeti çok geniş olmakla beraber, günahkâr ve isyankârlara er veya
geç azabı da kesindir.
“De ki: Yeryüzünde gezip dolaşın da, daha önce geçenlerin âkıbetinin nasıl
olduğunu görün. Çünkü onların çoğu müşrik idi.” (Rûm: 42)
Daha önceki kavimlerin çoğu müşrik oldukları için helâka uğratılmışlardır. Şirk
koşmakla Allah’tan kurtulmanın çaresini bulamadılar. Sonunda ister istemez O’nun
ilâhî hükmüne boyun eğerek kahrolup gittiler.
“Biz onların her birini günahı ile yakaladık. Kiminin tepesine taş yağdıran bir
kasırga gönderdik. Kimini korkunç bir ses, bir çığlık yakalayıverdi. Kimini yerin
dibine geçirdik. Kimini de suda boğduk.
“Nihayet onların refah ve bolluk içinde olanlarını azap ile yakaladığımız zaman
hemen feryadı basarlar.” (Müminûn: 64)
O zaman Cenâb-ı Hakk azabını indirir ve ne ki varsa dilediği şekil ve usulle mahv-u
perişan eder. Evvelki kavimleri helâk ettiği gibi dilerse bir âfâtla bugün de azabını
indiriverir. Nitekim olmuştur da.
Gerçekten de Allah-u Teâlâ’nın bunca günah, isyan, zulüm, küfür, nifak sebebiyle
gadaplandığını düşünmediler, düşünemiyorlar. Akıl edip, hakikati bulamıyorlar. Ve hâlâ
İslâm’ı ya karşılarına almakla ya da emellerine alet etmekle meşguller. Kimi küfründe
devam ediyor, kimi münafıklığını sergiliyor. Hepsi hile yapmakla meşguller. Gerek iş ve
icraatlarında, gerek ticaretlerinde...
“Bizim onlardan önce nice nesilleri helâk etmiş olmamız, kendilerini hâlâ yola
getirmedi mi? Halbuki onların yurtlarında gezip dolaşırlar.
Buna rağmen yine de bu ikaz ve uyarıdan bir ders almayanlar daha büyük felaketin
ansızın kendilerini yakalamasından korksunlar. Âfât umuma gelir, iyi ve kötü ayrılmaz.
Kurunun yanında yaş da yanar. Amma orada iyiler, iyilerle beraber lütfullaha mazhar
olup cennete vâsıl olurlar, kötüler kötülerle beraber gadabullaha düçar olup
cehenneme atılırlar.
Ümmü Seleme -radiyallahu anhâ- Vâlidemiz’den rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
– Evet vardır.
– İnsanların başına gelen onların da başına gelir. Sonra Allah’tan bir bağışlanma
ve hoşnudluğa ulaşırlar.” (Ahmed bin Hanbel)
“Allah bir topluluğa azap indirdiği zaman, o topluluğun içinde bulunan herkese
isabet eder. Sonra (kıyamet gününde) herkes niyetlerine göre
diriltilirler.” (Buhâri)
Eski ümmetler de bugünkü gibi azmışlar, Allah’ın hükmünü hiçe saymışlardı. Allah’ın
azabı gelince birden taş kesiliverdiler veya başka türlü cezalara çarptırıldılar.
Bugün ise bu seyyiat zamanı olan âhir zamanda o eski kavimlerin yaptıklarının hepsi
fazlası ile yapılıyor, âkıbetimiz ne olur? Bugün yaşananlar hep ihtar-ı ilâhîdir. Mutlaka
kötünün arasında iyi, kurunun yanında yaş da yanar.
Nuh Aleyhisselâm’ın kavmi putperestlikte inat ettikleri için tufanla yok oldular.
Sâlih Aleyhisselâm’ın kavmi Semûd, mucize deveyi öldürdükleri için yürekleri yerinden
oynatan korkunç bir sesle cezalandırıldılar.
Lût Aleyhisselâm’ın kavmi helâl olan eşlerini bırakıp erkeklere gittikleri için, Allah-u
Teâlâ memleketlerini alt üst etti ve üzerlerine taş yağdırdı.
Şuayib Aleyhisselâm’ın kavmi olan Medyen ve Eyke halkı; ticaret ahlâkını bozdukları,
ölçü ve tartıda hile yaptıkları için buluttan inen ateşle cezalandırıldılar.
Muhammed Aleyhisselâm ise kendisine zulmeden, eziyet eden, iftira eden, Allah’a ve
elçisine inanmayan kavmine rahmet ve merhamet etmiş ve onun niyazı sebebiyle
kavmi toptan eski kavimler gibi helâk olmamıştır.
Ancak uyarılarını dinlemeyen, tebliğ ettiği İslâm’ı yaşamayan, getirdiği Allah kelâmını
tasdik ve tatbik etmeyip dinini unutan kavminin isyan edenleri birçok âfât ve felâketlere
müstehak olmuşlardır. Bugün olduğu gibi.
Eskiler hakkında da sonrakiler hakkında da ilâhi takdir böyle tecelli eder. Bundan önce
hiçbir kavim bu âkıbetten kurtulamamıştır. İleride de bu gibi kimselerin lâyık oldukları
cezalara kavuşacakları şüphesizdir.
Onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felâket ahirette vuku
bulacaktır.
“Bütün yüzler Hayy ve Kayyum olan Allah’a zelil olarak boyun eğmiştir. Zulüm
yüklenen ise gerçekten perişan olmuştur.” (Tâhâ: 111)
Allah-u Teâlâ’nın rahmeti çok geniş olmakla beraber, günahkâr ve isyankârlara er veya
geç azabı da kesindir.
Felâket Taşları:
Allah-u Teâlâ yalanlayanları o gün olacak hadiselerin korkunçluk ve dehşetiyle ihtar
ettikten sonra, tekrar onları intikamı ile korkutmakta ve Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurmaktadır:
Allah-u Teâlâ Hûd sûre-i şerif’inde geçmiş ümmetlerin helâk olma durumlarını
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e haber verirken Lût Aleyhisselâm’ın
kavminin bütün yurtlarının yıkılıp alt üst olduğunu ve üzerlerine ateşli taşlar
yağdırdığını beyan buyurmaktadır:
Böyle bir azap, zulümlerinde onlara benzeyecek kimselerden hiçbir şekilde uzak
kalmayacaktır.
Ve fakat muhakkak ki isyan cezasız kalmaz, bu kati bir gerçektir. Bunu böyle bilin.
Bir insanın son durağı nihayet ölümdür, kabirdir. Gerçek hayat ölümden sonra başlar.
Ya ebedî saâdet, yahut da ebedî felâket.
Bunlar bir hatırlatmadır, uyandırmadır. Nasibi olan hidayete mazhar olur, uyanır, tevbe
eder, Hazret-i Allah’a yönelir.
Beyinsizlerin Yaptıkları:
Kur’an-ı kerim’de Musa Aleyhisselâm’ın bir beyanı şöyle geçmektedir:
Yâ Rabb’i! Biz onlardan değiliz. Biz senin hasımlarına düşman kesildik. Yardım ve
desteğinle hiç kimseden çekinmeyerek mücadelemize ve mücahedemize devam
ediyoruz. Zât’ına iman ettik ve sığındık. Allah’ım bu beyinsizlerin yüzünden bizi helâk
etme!
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde geçmişte yaşamış milletlerin aralarında,
bozgunculuk yapanlara mani olan kimselerin çok az bulunmuş olduğunu haber veriyor:
Âyet-i kerime’de az kişinin kurtulduğu haber veriliyor. Yani yapan kurtuldu, yapmayan
kurtulmadı.
Abdullah bin Mesud -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden
havarileri ve ashâbı olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de
yerine getirirlerdi.
Sonra onların ardından öyle kötü nesiller zuhur etmişti ki, yapmadıklarını
söyleyip, kendilerine emredilmeyen şeyleri de yapmışlardır.
Kim bunlara karşı eliyle cihad ederse o mümindir. Kim onlara karşı diliyle cihad
ederse o da mümindir. Kim de onlara karşı kalbiyle cihad ederse o da mümindir.
Amma bunun ötesinde bir hardal tanesi iman yoktur.” (Müslim: 50)
Diğerleri ise dünyevi lezzetlere daldılar, isyan edip yoldan çıktılar, diğerlerinin ikaz ve
irşatlarına kulak asmadılar, sonunda da beklemedikleri bir anda azap başlarına
geliverdi.
Allah-u Teâlâ Âdil-i kerim’dir. Halkı ıslah olmuş, hakka hukuka riayet etmiş olan
beldeleri felâketlere uğratmaz, hak etmeden helâk etmez, böyle bir ihtimal yoktur.
İmtihan ve İbtilâ:
İnsanoğlunun ömrü imtihanlarla ibtilâlarla doludur.
Hazret-i Allah’ın bütün sevgilileri, yakınlığı cefâda buldular, ilâhî rahmete ibtilâ ile
kavuştular.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
İmanın en sağlam kalesi Allah-u Teâlâ’ya ümit bağlayıp hadiseler karşısında dayanma
gücünü ortaya koymaktır.
Başa gelen musibetin süresi uzamış olsa bile, bir kul Allah-u Teâlâ’dan ümidini
kesmemeli, sıhhat gibi servet gibi bazı nimetlerden mahrum olduğu zaman teessüre
kapılmamalı, O’ndan olduğunu bilmeli, duâ ve niyaz da bulunmalıdır. Onun bu ilticası,
sıhhat ve selâmet temenni etmesi sabrına mâni değildir, ecrine noksanlık gelmez.
Allah-u Teâlâ’ya her hususta muhtaç olduğunu itiraf etmiş olur.
Bu şekilde bir ibtilâya maruz kalan kimse, vesveseye düşmesine rağmen sabrettiği
takdirde, Allah-u Teâlâ Eyyub Aleyhisselâm’a gösterdiği gibi, ona da bir çıkış yolu
gösterir.
Âyet-i kerime’sinde:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan
kurtarır.” buyurmaktadır. (Talâk: 2)
“Eğer Allah sana bir zarar bir sıkıntı verirse, onu senden kaldıracak O’dur. Eğer
sana bir hayır ve iyilik dilerse, lütfuna kimse mâni olamaz. O bunu kullarından
dilediğine eriştirir. O bağışlayandır, merhametlidir.” (Yunus: 107)
İmanı olmayanlar veya imanı zayıf olanlar musibet ve felâketlere tahammül edemezler.
Bu tahammülsüzlükler imtihanın tamamiyle kaybedilmesi demektir.
Sabır şuna denir ki, halini kimseye bildirmez, sadece Hakk’a sığınır. Başına gelen bir
belâyı şayet başkalarına duyurmaya çalışıyorsa, Sahib’ini şikâyet ediyor demektir.
“Allah’ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez. Kim de Allah’a inanırsa ona
hidayet eder, gönlüne doğruyu yöneltir. Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbün: 11)
Allah-u Teâlâ Tevbe Sûre-i şerif’inin 126. Âyet-i kerime’sinde, münafıkların belâ ve
musibetlerden ders almadıklarını, intibaha gelmediklerini, küfürlerinde ısrar ettiklerini
beyan buyurmaktadır:
“Onlar her yıl bir veya iki defa çeşitli belâlara uğratılıp imtihana çekildiklerini
görmüyorlar mı? Böyleyken yine de tevbe etmiyorlar, ibret almıyorlar.” (Tevbe:
126)
Tevbe Kapısı:
Bu felâketleri durdurtacak bir tek şey varsa, Allah-u Teâlâ’ya yönelmek ve nasuh bir
tevbe ile tevbe etmektir. Yoksa gadâb-ı İlâhi’ye sebep teşkil edecek olan bütün
kötülükler işleniyor.
“Şehvetlerine uyanlar ise sizin büsbütün yoldan çıkmanızı isterler.” (Nisâ: 27)
Şüphe yok ki Hakk’tan sapanların peşisıra gitmekten, şehvetlerin ardınca gitmek üzere
onlarla yardımlaşmaktan daha büyük bir sapıklık olamaz.
“Ancak tevbe edip iman eden ve sâlih amel işleyenler başka. Allah onların
kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok çok bağışlayıcı, engin merhamet
sahibidir.
Kim tevbe edip sâlih amel işlerse, şüphesiz ki o tevbesi kabul edilmiş olarak
Allah’a döner.” (Furkân: 70-71)
Yunus Aleyhisselâm’ın kavmi dışında; inkâr ettikleri, yoldan çıktıkları halde, başlarına
gelecek azabın belirtilerini görünce tevbe etmiş ve affedilmiş, azaptan kıl payı
kurtulmuş bir kavim yoktur.
“(Azap geleceği vakitte) iman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir
memleket halkı varsa, şüphesiz ki Yunus’un kavmidir.
Allah katında bir kavmin helâk edilmesine dair hüküm çıktıktan sonra iman etmenin ve
yalvarmanın hiçbir faydası olmadığı, inen hiçbir azap geri alınmadığı halde; onların bu
yeis halindeki imanları hüsn-ü kabul görmüş, ümitsizlik halinde yaptıkları tevbeleri
makbul olmuş, azap üzerlerine sarkıtıldıktan sonra kaldırılmıştır. Şayet iman edip
tevbe etmemiş olsalardı, cezalarını bulacaklardı.
“Uyarılıp da söz dinlemeyenlerin sonlarının nasıl olduğuna bir bak!” (Yunus: 73)
Hazret-i Allah bu kadar gadab ediyor. Tevbe edip rızası mucibince, istikamet üzere
hayatını idame ettirenler ise Hazret-i Allah’ın mükâfatına nail olurlar.
“Yaptığı zulümden sonra tevbe edip hâlini düzelten kimse, bilsin ki Allah onun
tevbesini kabul eder. Allah çok bağışlayıcı ve merhamet edicidir.” (Mâide: 39)
Nuh Aleyhisselâm’ın kavminin küfürde uzun zaman inat ve ısrar etmeleri üzerine Allah-
u Teâlâ onları kıtlıkla mübtelâ kıldı. Çok sıkıntılar çektiler, malları ve hayvanları helâk
oldu, kadınlar kısırlaştı.
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- dan rivayete göre, Resulullah -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Her kim istiğfara devam ederse, Allah-u Teâlâ o kimseyi her darlıktan kurtarır,
her sıkıntısına bir ferahlık verir ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır.” (Ebu
Dâvud)
“Ey kavmim! Rabb’inizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize
gökten bol bol yağmur indirsin, kuvvetinize kuvvet katsın. Günahkâr olarak yüz
çevirmeyin.” (Hûd: 52)
“Rabb’inizden mağfiret dileyiniz ve O’na tevbe ediniz ki, belli bir süreye kadar
sizi güzelce geçindirsin ve her fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin.” (Hud:
3)
“Allah Tedbir Almakta Aciz Davranmayı Kınar.Sen Tedbirli Ol! Buna Rağmen Bir
İşe Gücün Yetmezse;‘Hasbiyallahü ve Ni’mel Vekil’ De.” (Buhârî, Ebu Dâvud)
TEDBİR ve TEVEKKÜL
Bütün Tedbirlerini Al!
Sonra Hazret-i Allah’a Tevekkül Et!..
Tedbir, Allah-u Teâlâ’nın verdiği aklı yerinde kullanmaktır. Allah-u Teâlâ imtihan için
çeşitli musibetler verir, ibtilâlara uğratır. Dilerse başımıza birçok insanları musallat
eder. Bir müslümanın bu gibi durumlarda gönülden Allah-u Teâlâ’ya sığınması, bir
taraftan da gücünün yettiği bütün tedbirleri alması gerekir. Biz Sahib’imize sığınacağız,
her iş ve hareketimizi O’nun rızâsına uygun olarak yapacağız ve bu arada
tedbirlerimizi de hiç elden bırakmayacağız. Allah-u Teâlâ’ya sığınmak, takdirine rızâ
göstermek, sebeplere başvurmaya mâni değildir. Hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe
bağlamıştır, şerri de takdir eden O’dur, onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır.
Musa Aleyhisselâm Mısır’dan çıkarken Allah-u Teâlâ Firavun’un elinden onları alıp göç
etmesini ve son derece tedbirli olmasını emretti:
Yine Musa Aleyhisselâm’a hitaben Mâide Sûre-i şerif’inin 23. Âyet-i kerime’sinde;
Yine Yakup Aleyhisselâm oğullarına Mısır’a ayrı ayrı kapılardan girmelerini emrederek
tedbir aldırmış, sonra da tevekkül eylemişlerdir.
“Oğullarım! Şehre bir kapıdan değil, ayrı ayrı kapılardan girin. (Olur ki herhangi
bir musibetle karşılaşırsınız.) Bununla beraber ben, Allah’ın hükmünden hiçbir
şeyi sizden gideremem. Hüküm yalnız Allah’ındır. Ben ancak O’na tevekkül ettim.
Tevekkül edenler de O’na tevekkül etsinler.” (Yusuf: 67)
Tedbiri çok sevmeliyiz, lâkin takdirden de kurtuluş olmaz. Cenâb-ı Hakk’ın takdirine
rızâ göstermek, sebeplere müracaat etmeye mâni değildir.
Nitekim Kur’an-ı kerim’de:
Allah-u Teâlâ’ya tevekkül eden bir müslüman, büyük bir azimle işe sarılır, çalışır,
çabalar, elinden gelen her şeyi yapar, sonucunu da Allah-u Teâlâ’dan bekler. Meselâ
tarlasını sürer, tohumunu eker, zamanı gelince sular, sonra tarlanın ürün vermesini
Allah-u Teâlâ’dan diler.
Cenâb-ı Hakk Âyet-i kerime’sinde hem istişareyi, hem azim, çalışma ve gayreti yani
tedbiri hem de tevekkülü emretmektedir:
“İşlerinde müminlerle istişare et! Müşavereden sonra bir de azmettin mi, artık
Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah tevekkül edenleri (kendisine bağlananları)
sever.” (Âl-i imrân: 159)
Sürmek, ekmek, sulamak ürünün olması için başvurulması zaruri sebeplerdir. Asıl
ürünü verecek olan Allah-u Teâlâ’dır.
Bu bir emri Peygamberi’dir. Binaenaleyh; tedbir olmadan tevekkül olmaz. Düşün; sana
akıl vermiş, bu aklı yerinde ve güzel kullanmamız lâzım.
“Tedbir gibi akıllılık yoktur, günahlardan sakınmak gibi takvâ yoktur, güzel ahlâk
gibi asalet yoktur.” (İbn-i Mâce)
“Allah tedbir almakta aciz davranmayı kınar. Sen tedbirli ol! Buna rağmen bir işe
gücün yetmezse; ‘Hasbiyallahü ve ni’mel vekil’ de.” (Buhârî, Ebu Dâvud)
“Bir yerde bulaşıcı bir hastalık varsa oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde
bulaşıcı bir hastalık çıkarsa oradan çıkmayınız.” (Buhârî)
Tedbir alırsın, her hazırlığını yaparsın, sonra bir şey gelirse “Ha! Bu takdirmiş.” Bir
insan hazırlı olursa; “İlâhi takdir böyleymiş” der.
Bu Âyet-i kerime’ye râm olur. Zira O ne takdir ederse o olacak. Şu hâlde, telâşa lüzum
yok. Hüküm O’nun, mülk O’nun, yalnız hazırlı olmak lâzım.
Her insan ne işle mükellef ise o işin gereklerinin en iyisini yerine getirmelidir. Gerek
insanın, gerek malının korunması için her tedbir alınmalıdır.
Nasıl ki soğuk kış gününde hasta olmamak için sıkı giyinmek bir tedbir ise, kötü günler
için her türlü tedbiri almak, erzak ayırmak, kenara para biriktirmek de bir tedbirdir. Âhir
zamanda çıkacak fırtınalara şimdiden hazırlanmalıdır.
Fırtına gelince insan şaşırır. Bu gelmeden evvel kendimizi Allah’a takdim edelim.
Geldikten sonra fayda yok. Boşta bulunursa, şaşırır ve orada imanı da kayar. Hazırlıklı
olursa; “İlâhi takdir böyleymiş!” der. “Zaten gelecekti, ben bekliyordum!” der. Eğer
yaşamak takdirse yaşar, ölüm takdirse o husule gelir. Allah’ımız cümlemizi imanla
alsın.
Bir de ahiret tedbiri vardır ki o da ölmeden evvel Hazret-i Allah’a, Resulullah’a teslim
olmak. Hazret-i Allah’ın koyduğu ahkâm mucibince yaşamak, Resulullah
Aleyhisselâm’ın izinden yürümek. Böylece ahirete hazırlanmak. Onun için hazırlıklı
olmak lâzım.
Allah-u Teâlâ çalışmayı farz kıldığı gibi, kendisine tevekkül etmeyi de emretmiştir:
“Bir kere de azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et. Çünkü Allah kendine tevekkül
edenleri sever.” (Âl-i imran: 159)
“Ezelî ve ebedî hayat ile bâkî olan ölümsüz Allah’a tevekkül et.” (Furkan: 58)
Çünkü tevekkül ve itimada en lâyık olan ancak O’dur. Ölüme mahkûm olanlar ise
tevekküle lâyık olamazlar, onlar fânidirler. Onlara bağlananlar, onların ölümleriyle
büyük bir sükût-u hayâle uğrarlar.
Tevekkül; Hâlik ile mahlûk arasında üstün bir sırdır. Hakk’a tam itimat bağlamak ve
güvenmek, metanet bulmaktır. İmanın esası, kalbin kuvveti, ruhun rahatıdır. Amellerin
efdali, hallerin en şereflisidir. Bedeni kulluğa, kalbi rubûbiyete bağlamak, Hakk ile
mutmain olmaktır.
Tevekkül nefsin arzularını terketmek, gönülden mâsivâyı silip atmaktır. Tevekkül söz
değil, hâldir.
Tevekkül eden; annesinden başka hiç kimseden yardım istemeyen, yalnız annesini
bilen çocuk gibidir. Her halinde, Mevlâ’sına yönelir ve sığınır. İnsanların elinde olandan
ümidini keser. Hakk katında olana itibar ve itimat eder. Az ile çok onun nazarında bir
olur. Her müşkili çözülür, her sıkıntısı giderilir, halka muhtaç olmaz.
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder, sıkıntıdan kurtarır.
Ona hayâline gelmeyecek yerlerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül ederse,
Allah ona yeter. Şüphesiz ki Allah emrini yerine getirendir. Allah her şey için bir
ölçü tayin etmiştir.” (Talâk: 2-3)
Her şeyin Hazret-i Allah’ın takdiri ile meydana geldiğine inanarak hakiki manada
tevekkül eden bir mümin; O’na itimat edip, her işini O’na havale etmekle her türlü gam,
keder ve sıkıntıdan uzak olur. Hakk’tan gelen her şeye severek boyun büker. O’nun
her işinde hikmet olduğunu bilir. Sebeplere değil, sebepleri Yaratan’a bağlanır. Hiçbir
arzu da beslemez. Her haliyle O’na sığınır ve her şeyi ancak O’ndan bekler. O’ndan
başkasına asla iltifat etmez, meyletmez. Her halinin Allah-u Teâlâ tarafından görülüp,
bilinmesini kâfi görür.
Elbette kâfidir!
“Allah’ım sonumuzu hayırlı etsin, kâmil imanla aldığı kullarından etsin. Onun için
tedbir şart:
Tedbir nedir?
Hazret-i Allah’a yönelmek. En büyük tedbir bu. Sonra da verdiği aklı kullanmak.”
Bugün akıllı olan kimse Hazret-i Allah’a sığınmalıdır. İbadet ve taat ile Allah-u
Teâlâ’nın hıfz-ı himâyesini talep etmelidir.
Ey kardeş! Sakın ilâhi hükümleri arkaya atıp, nefis arzusunun peşinden gidenlerden
olma. Öğüt ve nasihatten fayda gören müminler sınıfına dahil ol!
Hazret-i Allah ve Resulullah’a gönülden bağlı ol. İbadet ve taata devam et.
Mahviyyetten ve hiçlikten ayrılma. Yolu bunlarla alın... Ölçü budur.
Hazret-i Allah kendisine yönelen, ibadet eden kulunu seviyor.
Namazla, ibadetle, zikirle, fikirle, salât-ü selâmla çok meşgul olalım. Resulullah -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in günlük sığınma duâlarını okuyalım...
Dünyaya değil, ahirete özenin. Dünyada özenilecek yer yok. Hele şimdiden sonra ne
harpler, ne felâketler var...
Manen tedbir almak bu kadar mühim olduğu gibi madden de tedbirli olmak lâzımdır.
Zira hayatı idame ettirebilmek için lüzumlu temel ihtiyaçlardan mahrum kalmak da
büyük bir tehlikedir.
Dünyaya bağlanacak vakit değil. İnsan kendini Hazret-i Allah’a takdim edecek, O’na
bağlanacak, O’na adayacak, ahkâm mucibince yaşayacak ve cihadı bırakmayacak.
Binaenaleyh ilk ve esas tedbir Hazret-i Allah’a ibadet ve niyazla yönelme iledir.
“Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman
onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim.” (Hadis-i kudsî)
“Allah yer ehline azap etmeyi murad ettiğinde onlara nazar eder de, azâbı derhâl
onlardan geri çevirir.” (el-Vesâyâ li-İbnü’l-Arâbî)
Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri’nin veli kulları mevcut olduğu için ibtilâlar iniyor,
kalkıyor, iniyor, kalkıyor. Ne zaman tehlike var? Velileri kaldırdığı zaman...
Bizi Cenâb-ı Hakk ileri sürmüştür. Ben hayatta iken Cenâb-ı Hakk sizi korur. Fakat
beni aldıkları an bütün tedbirlerinizi alın, sonrasını bilmiyorum!
Hadis-i şerif’te:
“Dünyanın geniş vakitlerinde, (yani sıhhat ve servet, asayiş ve emniyet gibi
istirahat sebepleri mükemmel olduğu bir zamanda) Cenâb-ı Hakk’a ibadet ve taat
ile kendini takdim et ki, muzayakalı bir zamanda seni lütfu ile yad
buyursun.” buyuruluyor. (Ahmed bin Hanbel)
Niçin o boşluk kapanmıyor? Allah-u Teâlâ her gönderdiği kuluna ayrı ayrı vazifeler
veriyor. Vazifeler verdiği gibi tecelliyâtları da ayrı ayrıdır. Birine verdiğini diğerine
vermediği için ve aldığında verdiği ile aldığı için yeri boş kalıyor.
Bunlar İnsan-ı kâmil olanlardır. Hazret-i Allah’ın huzur-u ilâhî’sine kabul ettiği
kimselerdir.
“Ehl-i beyt’im ümmetim için bir emniyettir, onlar yok olup gittiklerinde
kendilerine vaadedilenler gelir.” (Tirmizî, Ahmed bin Hanbel, Müsned, Taberânî, “el-
Mu’cemü’l-Kebîr”, Heysemî, “Mecmâu’z-Zevâid”)
“Onlar vefât ettikleri zaman artık kendilerine vaadolunanlar gelir. Şayet onun
nesep yönünden olan Ehl-i beyt’i kastedilmiş olsaydı, diğerlerinin ölümüyle
onların yok olması imkânsız olurdu. Çünkü Allah, onların sayısını hesaba
sığmayacak kadar çok kılmıştır.” (Hatm’ül-Evliyâ kitabı)
Onlar ilâhî bir rahmetti, ilâhî bir lütuf idiler. Ümmet-i Muhammed’e bir hediye, bir
nimetti.
“Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki bunlara büdelâ
ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o
kadar boldur ki sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu
tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdir-ül Usül)
Onlar Hazret-i Allah’ın sevgili kullarıdır, seçtiği, Zât’ına çektiği, nurunu akıttığı, kudsî
ruhuyla desteklediği ve vazifedar kılıp gönderdiği has ve hususi kullarıdır. Onlar naz
makamındadır, insanlığa rahmettir.
“Kulun benimle meşgul olması, en fazla önem verdiği şey olursa, onun arzu ve
lezzetini zikrimde kılarım. Arzu ve lezzetini zikrimde kılarsam da o bana âşık olur,
ben de ona âşık olurum. O bana, ben ona âşık olunca da, onunla aramdaki
perdeyi kaldırırım. Bu hâli onun umumî hâli kılarım. İnsanlar yanıldığı zaman o
yanılmaz. Böylelerinin sözleri peygamberlerin sözleri gibidir. Gerçek
kahramanlar onlardır.
Onlar öyle kimselerdir ki yer ehline bir cezâ ve azap vermek istediğim zaman
onları hatırlarım da azaptan vazgeçerim.” (Ebû Nuaym, Hilye)
“O öyle bir kimsedir ki, bunun benzeri şeyleri (dinden) uzaklaştırıp defeder.
Ondan temizleyip, kovup uzaklaştırması sâyesinde de artık onu giderir. O’nunla
düşündüğü, O’nunla konuştuğu için O’nunla defeder. İşte o Allah’ın halk
üzerindeki hücceti, O’nun sürüsünün çobanı ve kullarının mânevî tabibidir. O’nu
engellemeye kalkışan kimse farkına bile varmadan helâk olur.” (c. 2, s. 225)
Niçin helâk olur? Onu Allah-u Teâlâ ileriye sürdüğü için, ona karşı gelen Allah-u
Teâlâ’ya karşı gelmiş ve helâk olmuş olur.
•
Kâdı Muhammed bin Mehmed -kuddise sırruh- Hazretleri “en-Nâberât fî Beyânu
Hatmü’l-Velâyeti’l-Muhammediyye” adlı risâlesinde, Hâtemü’l-evliyâ’nın âhir
zamanda şer’î hudutları yeniden yerine oturtacağını haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Allah-u Teâlâ âhir zamana kadar, tâ ki Hâtem’ül evliyâ ile birleşinceye dek, onu
(şer’i hudutları) devam ettirecek ve onunla tekrar yerine oturtacaktır. Ki Allah,
nübüvvet duvarını nasıl ki Hâtemür-resul’ün nübüvvetiyle hatmetmişse, sonra da
Hatem’ül evliyâ ile onun duvarının her iki tuğlasını tamamlamış olsun. Buna göre
de umarım ki güneşin batıdan doğma saati artık iyice yaklaşacaktır.” (“Risaletü
fî’l-Beyânu Hatm’ül-Velâye”; Düğümlü Baba, no: 283’de mahfuz. 26b yaprağı)
Bu Zât-ı muhterem Allah-u Teâlâ’nın şer’î hudutları Hâtem-i veli ile tekrar yerine
oturtacağını beyan buyuruyor.
Demek ki o saat yaklaşmış. Çünkü “Hâtem” deniliyor, artık iş bitiyor. Bundan sonra
artık her an beklenebilir.
“Gün gelecek ortalık çok karışacak. Onun için bugün imanın sağlam olmalı,
ahiret için hazırlık yapmalı, hiç kimseye bir şey söylemeden insan kendi yoluna
böyle akıp gitmeli. Karıştığı zaman büyük dalgalar var önümüzde. Çok büyük
dalgalar var. Bugün sakin, bugününü ihya etmeye bak. Fırtına koptuğu zaman
imanı kurtarmak için; Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyuruyor;
“Çadırın direği dururken herkes rahat. Fakat çadırın direği yıkılırsa ne olur
bilmiyorum. O zaman her şeyi bekleyin. Allah-u Teâlâ o direkle murad ettiğini
tutar. Amma direği alırsa kimi tutar?”
“Beni çekinceye kadar siz bir saadet içindesiniz amma sonrasını O bilir.
Beni çektikten sonra çok şey görebilirsiniz. Beni tutarken rahat edersiniz, beni
çekerse bilmiyorum durumunuzu. Ben hayatta iken Cenâb-ı Hakk sizi korur.
Fakat beni aldıkları an, bütün tedbirlerinizi alın, sonrasını bilmiyorum.”
“Hep O’nun takdiri ile oluyor. Amma Allah’u-âlem bu otuz sene içinde çok
mühim şeyler olacak. Dünya düzelecek, dümdüz olacak.
Allah-u Teâlâ şimdiye kadar yapma, yaşatma izni verdi; şimdi yıkma, öldürme
günü geldi. Dünya böyle boşalacak. Artık gemiyi boşaltma vakti; harp
boşaltacak, Hazret-i Mehdi boşaltacak, Deccâl boşaltacak, İsa Aleyhisselâm
boşaltacak. Boşaltma... Bir yiyelim, bin şükür edelim.
Her gün ne çıkacak diye bakılıyor, tutuşacak efendim tutuşacak. Bundan sonra
havadisleri takip etmek lâzım. Çünkü her an her şey olabilir. Artık hareket hemen
hemen başladı. Gün bugün, yarın ne olacağı belli değil, takdir ne ise o olur.
Akıllı insan her an Hazret-i Allah’a yönelik olmalı, sonraya kalanlar dona kalır. O
zaman herkes görecek, inanacak amma iş işten geçmiş olacak.
“Allah-u Teâlâ bu direği çekince bu millet büyük bir perişanlık içine düşecek, bu
perişanlık bütün İslâm âlemine sirayet edecek. İslâm âlemi bir müddet büyük bir
çalkantı içinde bulunacak.”
Artık kendinize gelin; dünyanın sonundayız, ona göre kendinizi ayarlayın! Bugün
dünyaya dalma günü değildir; helâlinden rızık kazanma, tedbirli olma ve Hazret-i
Allah’a yönelip gönül verme günüdür. Böyle bir zamanda bir mü’minin ne
lâzımsa onu temine çalışması, çok uyanık olması gerek.
Gün bugündür, yarın bu silâhlar patladığı zaman dünya alt üst olup bitecek.
Fakat hiç kimse bunu görmüyor, böyle gelmiş böyle gidecek zannediyor. Nereye
gidecek? “Hatem” dendi, “Sondur” dendi, “Onunla bitiyor” dendi. Ondan sonra
Hazret-i Mehdi ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın devri başlayacak. Bu merdivenden
sonra iş bitti artık, zaten insan kalmayacak. “Hatem” dendi, bitti artık. Amma
kimse bunun farkında değil.”
“Onun için akıllı olan Hazret-i Allah’a yönelir orada kalır, takdir ne ise o olur.
İnsanın azıcık bir parası, altını olacak, çoluk-çocuğu aç kalmasın diye.”
“Allah-u Teâlâ’ya yönelmekten daha güzel bir kale olmaz, O’nun kalesinin harici
boşluktur. O kalesine kimi aldıysa hayat vardır, hem de hayat-ı ebediye vardır.
Bu bir ikazdır, hatırlatmadır, yöneltmedir. O dilediğine hidayet verir. Dilerse O
her felâketten kurtarır.
“Şimdiki zaman açma zamanı, bizden sonra halk sıkıştığında meyveler o zaman
toplanacak. Zaman geçtikçe iş kıymete değere binecek, nasibi olan nasibini
alacak. Beşeriyet bir gün ayılacak, bu eserlerden istifade edecek. Bizden sonra
halk bu kitaplara sarılacak. Şimdi çiçek açma zamanı, Allah-u Teâlâ’nın ihsanı ile
her şey açılıyor. Halk zamanla ayılacak, meyveyi yiyecek, bunlara sarılacak ve
istifade edecek.”
Gün bugün yarını O bilir, ve demiştim, “Allah’ım! bana o günleri gösterme!” Çok
karanlık günler var, seyirci kalacağız, takdir ne ise onu seyredeceğiz.
Tedbirli olmalı, Hazret-i Allah’a yönelik olmalı, kelime-i Tevhid’le çok meşgul
olmamız lâzım. Kelime-i Tevhid üzerinde olalım ve orada ölelim.
Yavaş yavaş fitne çıkıyor, harp patlayıncaya kadar, patladı mı artık gider.
Allah-u Teâlâ bizi ayakta tuttukça sizi de tutacak amma bizi alırsa halinizi
bilmiyorum. Dünyanın hiçbir memleketinde huzur yok, huzur kalktı dünyadan...
İmanlı olalım, imanlı ölelim. Biz kendi yolumuza bakalım, rızâ yolunu tutalım.
Kimseye söz söylemeyelim amma istikametten de ayrılmayalım.
Eğer ömrün otuz-kırk sene olursa, bu otuz sene içinde göreceklerin tasavvur
dahi edilemez. O kadar şiddetli harpler var.
“Gezme yabanda, bul Hakk’ı sende!” Hakk ile ol, halk ile olma!
Şu hâlde hüküm O’nun, mülk O’nun. Bize düşen O’nun takdirine rızâ göstermek.
Mahlûka düşen budur.
Cenâb-ı Hakk murat ettiği zaman birbirine karşı çarptırır. Dünyayı dümdüz eder.
Doldurduğu gibi boşaltır. Allah’ım şu hazırladıkları ateşi birbirine çarptır da
ümmet-i Muhammed’i affet, muhafaza et, muzaffer et. Her gün söylüyoruz,
Cenâb-ı Hakk’a yalvarıyorum. Şu hazırladıkları büyük ateşleri birbirine yak.
Fakirin kanaatına göre Hazret-i Mehdi’nin çıkmasına daha var, amma bu arada
çok şeyler olacak. Ben bir filim seyrediyorum, bin film değil.”
“Biz Kur’an’dan öyle şeyler indiriyoruz ki, müminler için şifâ ve rahmettir.
Zâlimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.” (İsrâ: 82)
•
(Yâ eyyühennâsü kad câetküm mev’izatün min Rabbiküm ve şifâun limâ fis-sudûri ve
hüden ve rahmetün lil-mü’minîn)
“Ey insanlar! Size Rabb’inizden bir öğüt, hastalanmış gönüllere bir şifâ ve
müminler için hidayet rehberi ve rahmet gelmiştir.” (Yunus: 57)
(Rabbi lev şi’te ehlektehüm min kablü ve iyyâye etühlikünâ bimâ fealessüfehâu minnâ
in hiye illâ fitnetüke tuzillu bihâ men teşâu ve tehdî men teşâu ente veliyyünâ fağfirlenâ
verhamnâ ve ente hayrül-ğafirîn. Vektüblenâ fî hâzihid-dünyâ haseneten ve fil-âhireti
innâ hüdnâ ileyke)
“Ey Rabb’im! Dileseydin onları da beni de daha önce helâk ederdin. Aramızdaki
bazı beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi helâk edecek misin? Bu, senin
imtihanından başka bir şey değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini de
doğru yola iletirsin. Sen bizim dostumuzsun, bizi bağışla ve bize merhamet et!
Sen bağışlayanların en hayırlısısın. Bu dünyada da bize iyilik yaz âhirette de!
Çünkü biz sana yöneldik!” (A’raf: 155-156)
“Bana bir dert gelip çattı. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiyâ: 83)
•
Yunus Aleyhisselâm’ın duâsı:
“Allah’ım! Senden başka ilâh yoktur, sen bütün noksan sıfatlardan münezzehsin.
Gerçekten ben zâlimlerden oldum.” (Enbiyâ: 87)
(Allahümme Rabben-nâs müzhibel-be’s üşfi enteş-şâfi lâ şâfiye illâ ente üşfi şifâen lâ
yüğâdiru sekamen)
“Ey Allah’ım! İnsanların Rabb’i sensin, her zorluğu gideren sensin. Şifâ ver,
şifâyı ancak sen verirsin, senden gayrı şifâ verecek yoktur. Öyle bir şifâ ver ki,
hasta üzerinde hastalık izi ve eseri bırakmasın.” (Buhârî)
İstiâze Duâları:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Güçlü bir iman ve yakîn duygusu ile bu zikr-i şerifin tekrar ve tilâvetine devam
olunsa, mal ve can üzerine gelmesi muhtemel olan musibet ve tehlikelerden
insanı korur.
(Hasbiyallahu ve ni’mel-vekîl)
“Bir tehlikeye düştüğün zaman bu duâya devam etmeli. Allah-u Teâlâ bunların
şerefiyle belâ ve musibetlerin her türlüsünü kaldırır.”
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile. Güç ve kuvvet ancak ve ancak pek yüce,
azamet sahibi Allah’ındır.” (Nevadir-ül usûl)
Günlük Sığınma Duâları:
Osman bin Affân -radiyallahu anh-den rivayete göre, Resulullah -sallallahu aleyhi ve
sellem- Efendimiz buyurdu ki:
“Bir kul her günün sabahında ve gecenin akşamında üçer kere şu duâyı okursa
kendisine hiçbir şey zarar vermez.”
“O Allah’ın adıyla sığınırım ki, yerde ve göktekilerinden hiçbir şey zarar veremez.
O işitendir ve bilendir.” (Ebu Dâvud)
1 Âyet-el Kürsi,
1 Amenerresulü,
3 İhlâs-ı Şerif,
Allah’ın yarattığı, ektiği ve var ettiği şeylerin şerrinden Allah’ın şifâ veren
kelimelerine sığınırım.
Müzayakalı, sıkıntılı zamanlarda, her gün 100 adet Maûn (Eraeytellezî) Sûre-i şerif’inin
okunmasını;
Eûzü besmele ile beraber 500 Allahümme Salli, 500 Allahümme Barik okunmasını
tavsiye etmişlerdi.
Sıkıntılı Zamanlarda:
Abdullah bin Abbas -radiyallahu anhümâ- Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in üzüntülü, sıkıntılı ve felâketli zamanda şu şekilde duâ buyurduğunu
söylemiştir:
“Azamet ve vakar sahibi Allah’tan başka, ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Arş-ı
Âzam sahibi Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Göklerin ve yerin
sahibi ve Arş-ı kerim’in mâliki Allah’tan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh
yoktur.” (Buhârî. Tecrid-i sarih: 2150)
“Her kim henüz eceli gelmeyen bir hastayı ziyaret eder de onun yanında yedi
defa:
“Allah’ım! Sa’d’e şifaver! Allah’ım! Sa’d’e şifa ver! Allah’ım Sa’d’e şifa
ver!” (Müslim)
(Bismillahi erkîke min külli dâin yü’zîke ve min şerri külli nefsin ev ayni hâsidin Allahü
yeşfîke bismillâhi erkîke)
“Allah’ın adıyla. Sana ezâ veren bütün hastalıklara karşı, bütün kötü nefis ve
hasetçi gözlere karşı sana okuyorum. Allah sana şifâ versin. Ben Allah’ın adı ile
sana duâ ediyorum.” (Müslim)
“Gözü görmeyen bir kişi Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e
gelerek; “Yâ Resulellah! Beni iyileştirmesi için Allah’a duâ buyur!” dedi.
Bunun üzerine ona abdest almasını, iki rekât namaz kılmasını, sonra da şu duâ
ile duâ etmesini emretti:
(Allahümme innî es’elüke ve eteveccehüileyke binebiyyike Muhammedin nebiyyir-
rahmeti innî teveccehtü bike ilâRabbî fi hâcetî hâzihi litükdâ lî Allahümme feşeffa’hü
fiyye)
O kimse bu duâ ile duâ edip kalktığı zaman görmeye başladı.” (Tirmizi)
“Kim bu hizb-i şerifi sabah okusa, akşama kadar gökten kaza yağmuru yağsa,
anın kılına zarar gelmeye.
(Allahümme salli alâ Muhammedin ve âlihi ve sahbihi ve sellim. Yâ iddetî inde şiddetîy,
veya ğavsî inde kürbetîy, veya hârisîy inde külli musîbetîy, veyâ hâfiziy inde külli
beliyyetîy. Ve salli alâ Muhammedin ve âlihi ve alâ cemîil-enbiyâi vel-mürselîn, vel-
hamdü lillâhi Rabbil-âlemîn.)
Devamını Oku
•
İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârukî Serhendî -Kuddise Sırruh- (22)Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin
İfşaatlarına İzah ve Açıklamalar (164)Dizi Yazı - Hatm'ül Evliya Hakkında İzah ve Açıklamalar
ASHÂB-I KİRAM -Radiyallahu Anhüm-a SAYGI ve SEVGİİSLÂM İLMİHALİDizi Yazı - İslâm İlmihali
HAZRET-İ EBU BEKİR SIDDÎK -Radiyallahu Anh- (77)ASHÂB-I KİRAM -Radiyallahu anhüm-
HAZERÂTI'NIN HAYATIDizi Yazı - Ashâb-ı Kiram -r. anhüm-
Korona Virüsü Küresel Dengeleri Bozuyor - Dünya Yeni Bir Dönüm NoktasındaGÜNDEMUğur
Kara
Bismillahirrahmanirrahim
“Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri’ne; O’nun sevdiği ve
beğendiği şekilde bitmez-tükenmez hamd-ü senâlar olsun.
“Hiçbir memleket hariç olmamak üzere, biz onu kıyamet gününden önce
ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azapla cezalandırırız. Bu, kitapta
(Levh-i mahfuz’da) yazılıdır.” (İsrâ: 58)
Muhterem Ömer Öngüt -kuddise sırruh- Hazretleri sık sık bu Âyet-i kerime’yi
hatırlatırlar, korkunç bir gidişat olduğunu, her memleketin başına bir afat yahut
helâkiyet geleceğini, bu vahim günleri ve yaşanacak afatları sık sık haber
verirler, “Bu isyan cezasız kalmaz.” buyururlardı. İkaz ve irşad etmeye gayret
ederler, Allah-u Teâlâ’ya yönelmek gerektiğini nasihat ederler; aynı zamanda
tedbirli hareket edilmesini tavsiye ederlerdi.
Bu felâketleri durdurtacak bir tek şey varsa, Allah-u Teâlâ’ya yönelmek ve
nasuh bir tevbe ile tevbe etmektir.
Hayrı takdir etmiş ve onu bir sebebe bağlamıştır, şerri de takdir eden O’dur,
onu da defetmek için sebepler hazırlamıştır.
Allah-u Teâlâ’ya tevekkül eden bir müslüman, büyük bir azimle işe sarılır,
çalışır, çabalar, elinden gelen her şeyi yapar, sonucunu da Allah-u Teâlâ’dan
bekler. Meselâ tarlasını sürer, tohumunu eker, zamanı gelince sular, sonra
tarlanın ürün vermesini Allah-u Teâlâ’dan diler.
•
Bu ay içerisinde idrak edilecek olan “Berat Kandili”nizi ve başlayacak
olan “Ramazan-ı Şerif” ayınızı tebrik eder, tüm İslâm âlemi’ne hayırlara, belâ
ve musibetlerin def’ine vesile olmasını Cenâb-ı Allah’tan niyaz ederiz.
Baki esselâmü aleyküm, ve rahmetullah...
“Hiç sen Allah’ın ismini taşıyan başka birini bilir misin?” (Meryem: 65)
Allah ism-i şerifi başka dillere çevrilemez. Farsça’da “Hüdâ”, Türkçe’de “Tanrı”,
İngilizce’de “God”; Allah ism-i şerifinin karşılığı değil, “İlâh”ın karşılığıdır.
Allah ism-i şerif’i herhangi bir kelimeden türetilmiş veya başka bir dilden Arapça’ya
nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren has bir isim olarak kullanılmıştır.
“İsm-i Âzam”; Allah-u Teâlâ’nın sıfatlarından herhangi birine değil, bilâkis o sıfatların
melazı ve kaynağı olan Zât-ı İlâhi’ye mahsus bir isimdir ki; bu isim O’nun herhangi bir
vasfını değil, bizzat Zât’ını temsil eder. Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh-
Hazretleri’nin “Hatmü’l-Evliyâ” kitabında: “Bütün ilâhi isimlerin kendisinden
çıkartıldığı ‘Resü’l-esmâ’ yani ‘İsimlerin başı’ nedir?” sorusunu sorarak dikkati
çektiği bu isim, O’nun isimlerinin en büyüğü olan “Allah” ism-i şerif’idir.
Bu ism-i şerif ulûhiyet vasfından değil, ulûhiyet mâbudiyet vasfı ondan alınmıştır.
Allah-u Teâlâ’nın Zât-ı akdes’i bütün isimler ve vasıflardan önce bulunduğu gibi, Allah
İsm-i şerif’i de öyledir.
Allah-u Teâlâ hiçbir müminin kendi yolundan başka yollara gitmesine aslâ izin
vermez.
Onları her türlü şek ve şüpheden, ihtilâf ve tefrikadan kurtarır, esenlik yoluna
eriştirerek kurtuluşa kavuşturur.
İmanın nur ile ifade edilmesinden daha derin ve şümullü bir tabir bulunamaz.
Küfrün ise zulümat ile ifade edilişi de aynıdır. Hakk’ın nurundan başka bütün yollar
hiç şüphe yok ki zulümatın tâ kendisidir.
Küfrü tercih eden, küfür üzere hayatını devam ettiren, küfrün savunuculuğunu
yapanların dostları ise şeytan ve şeytanlaşmış insanlardır.
HAZRET-İ MUHAMMED
Aleyhisselâm
Hicretin On Birinci Yılı
Simâsındaki mehabet herkes üzerinde büyük bir tesir yapardı. Görenler o cazibe
karşısında büyülenirlerdi. İlk görüşlerinde o vakar ve heybet karşısında titreyenler,
daha sonra derin bir muhabbet duyarlar ve yanından ayrılmak istemezlerdi.
Bütün Ashâb-ı kiram -radiyallahu anhüm- ondaki fesahat ve belâğatın hayranı idiler.
Huzurlarında son derece edebe riayet ederler, sanki başlarında kuşlar varmışçasına
huzur ve huşû içinde dinlerlerdi. Bu sohbetlerden kadınlar da faydalanırdı.
Lüzumsuz yere konuşmaz, söze lüzum görmedikçe sükût eder, konuştuğu zaman da
sözün en güzelini söylerdi.
Herkes gülerken o sadece tebessüm ederdi. Daima güleryüzlü idi. Ağladığı zaman,
sadece mübarek gözlerinden yaşlar dökülürdü.
Hem vakur hem de son derece mütevazı ve alçak gönüllü idi, Ashâb-ı kiram’ı onun
yolunda her fedakârlığı seve seve yapmayı canlarına minnet bildikleri halde, o kendi
işlerini kendi görürdü.
“Yâ Resulellah! Biz senin işlerini görmeye yeteriz.” denildiğinde: “Sizin, benim
işimi görmeye yeteceğinizi biliyorum. Fakat ben, size karşı imtiyazlı bir
durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah, kulunu Ashâb’ı arasında
imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz.” buyurdu.
Ashâb-ı kiram’ına karşı içten ve derinden bir muhabbeti vardı. Onları evlerinde ziyaret
eder, içlerinden görünmeyenleri araştırırdı. Her gördüğüne selâm verir, musafaha
ederdi. Hiçbir resmiyet ve külfete bakmadan, ümmetinin herhangi bir ferdi gibi
aralarına karışır, en fakir insanlar arasında oturur, onları okşar, onlarla birlikte yemek
yer, fakirlerin, yetimlerin, dulların, kimsesizlerin işlerini görmekten zevk alırdı. Fakiri
yoksulluğundan ötürü tahkir etmez, zengine zenginliğinden dolayı saygı göstermezdi.
Fazilet sahiplerine ikram, şeref sahiplerine ihsan ederdi. İhtiyarlara da gençlere de
aynı hürmeti yapardı. Gönüllerini hoş etmek için, sözlerini hayranlıkla dinlerdi.
Herkese teveccüh eder, herkesin ayrı ayrı hâl ve hatırını sorardı.
Aralarında oturduğu zaman hususi yer ayırttırmaz, yer seçmez, nerede boş bir yer
bulursa oraya otururdu. Hiç kimsenin kendisi için ayağa kalkmasını istemezdi.
Övülmekten asla hoşlanmaz, kimseyi de fazla methetmezdi.
Kimsenin kusuruna bakmaz, kötülüğüne karşı kötülükle muamele etmezdi. Birisi gelip
özür dilerse, özrünü dinler, suçu varsa affederdi.
Allah-u Teâlâ Uhud savaşında kusur edenlere karşı Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi
ve sellem-inin yumuşak davranmasını övüyor:
“Allah’ın rahmeti sayesindedir ki, onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba
ve katı yürekli olsaydın, etrafından dağılır giderlerdi.” (Âl-i imrân: 159)
“Ben Resulullah Aleyhisselâm’a on yıl hizmet ettim. Bir defa bile bana darılarak
‘Of!’ demedi. Yaptığım bir şey için ‘Niçin yaptın?’ yapmadığım bir şey için de:
‘Niçin yapmadın?’ buyurmadı” (Buhârî)
Fakat bir kimse Allah-u Teâlâ’nın emirlerine isyan ederse, onu lâyık olduğu cezaya
çarptırır, bunda aslâ hatır gönül saymaz, müsamaha ile karşılamazdı.
Her şeyde sadeliği tercih ederdi. Sade yer, sade giyinir, sade yaşardı. Bulduğunu yer,
bulduğunu giyerdi. Tam mânâsı ile ferâgat sahibi idi.
Hicretin üçüncü senesinden sonra fütuhatlar çoğalmış, dokuzuncu senesinde ise elde
edilen ganimetler Medine-i Münevvere’ye sel gibi akmış, müslümanların durumu
düzelmiş, çoğu zengin olmuştu. Mısır azizi, Bizans imparatoru ve diğerleri kendisine
kıymetli hediyeler gönderiyorlardı. Fakat o bunlara zerre kadar iltifat etmedi. Eline
geçen her şeyi, bir gün bile yanında tutmadı; fakirlere, gazilere, müslümanların
yükselmesine sarfetti.
Müellefet-ül Kulûb adı verilen bir takım gayr-i müslimlerin kalplerini İslâm’a ısındırmak
için onlara yaptığı iyilikler anlatmakla bitmez.
Ümmetinden en fakir bir kimsenin yaşayışı gibi hayat sürmeyi, sadelik içinde
yaşamayı tercih etti.
Hadis-i şerif’lerinde:
“Sade hayat imandandır.” buyurmuşlardır. (Ebu Dâvud)
Hâne-i saâdet’leri, eski halini muhafaza ediyordu. Tevazu ve sadeliği o kadar ileri
götürmüştü ki, bütün mefruşat; bir yatak, bir hasır, toprak bir su kabı gibi eşyadan
ibaretti. Süse ve lükse hiç önem vermedi.
Yiyecek bir şey bulamadıkları için, hanımları ve çocukları ile beraber, birçok geceler
yemek yemeden yatarlardı.
Hiçbir zaman hiçbir yemeği beğenmemezlik etmez; arzu ederse yer, etmezse
bırakırdı.
Daha doğmadan babasını, şefkate en muhtaç olduğu bir çağda annesini, iki sene
sonra da dedesini kaybetti. Çocukluğu da gençliği de şefkate muhtaç olarak geçti.
Hazret-i Fâtıma -radiyallahu anhâ- hariç, bütün çocuklarını kendisi hayatta iken
kaybetti.
Bütün bu sebat ve azminin neticesini daha hayatta iken gördü. Vedâ haccı’nda onu
dinleyen müslümanların sayısı yüz bini aşıyordu. Vefat ettiğinde bütün Arap
yarımadası İslâm’a tâbi olmuştu.
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki İslâm’ın yalnız ismi, Kur’an’ın ise
resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten
mahrum olacak.
İslâmiyet bu mudur?
Müslüman odur ki, bütün gidişatını Kur’an-ı azimüşşan’a uydurur. Onu kendi
yolumuza ve arzumuza uydurursak o din değildir.
Hazret-i Allah bizim kalbimize nazar ediyor, kalıbımıza değil. Yarın huzur-u İlâhiye’de
hepimiz patır patır döküldüğümüz zaman hakikati anlayacağız amma iş işten geçmiş
olacak.”
Bütün Yaratılanlar “Lâ”dan İbaret:
“Her zaman diyorum ki; Hazret-i Allah ile yaratılanların arasını ayırmak lâzım. Sır
burada. “Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resulullah.”
İşte bunu bulduğun zaman, Allah-u Teâlâ bu hissi kalbine yerleştirdiği zaman; Hazret-
i Allah’ı ayrı, yarattıklarını ayrı görürsün. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’in de niçin yaratılmış olduğunu bilmiş olursun.
Bütün yaratılanlar “Lâ”dan ibarettir, “İlâh” O’dur. Kendi nurundan nurunu yarattı; o
nurla mükevvenatı donattı ve hayat verdi. Ne güzel bir hayat. Her yarattığı şeyi güzel
yaratmıştır. “Lâ ilâhe illallâh, Muhammedün Resulullah.” İşte bu üç noktayı
kavrarsanız bütün gizli ip uçlarını kavramış olursunuz.
“Lâ ilâhe illallâh” bunu çok söylememiz lâzım ki tevhid içimizde yerleşsin. “Lâ ilâhe
illallâh” Senden başka ilâh yok. Ne tatlı şey değil mi? Senden başka ilâh yok”
Her şey “Lâ”dan ibaret, yalnız O var. “Ol!” demiş olmuş, “Öl!” demiş ölmüş.
Hükümdar O, hükmeden O, mevcut O; ötekiler sadece görünüyor.
“Hazret-i Allah her an ve her zerrede yeni bir iştedir. Çünkü uluhiyet sırları her
zerrede mevcuttur. Fakir şöyle der:
İlm-i İlâhî:
Zât-ı devletleri hakkında:
“İlmi yok!” gibi ileri-geri lâflar eden bir hocadan mevzu geçmişti. Şu sözleri söylediler:
“Nasipsiz efendim. Ona kitabı verseniz bile bir şey anlamaz. Onlar o nazarla
bakıyorlar. Allah-u Teâlâ onlara hakikati göstermiyor.
‘O gün ben size bir şey demedim. Yalnız aleyhinde bulunacağınız kimseyi tartın
da aleyhinde bulunun. Konuşacağınız kelâmı ölçün de konuşun, ayarlayın
kendinizi. O gün birçok kimselerin yanında çok küçük düştünüz. Onun böyle bir
eseri var gördünüz mü? Bir tedkik edin, bu ilim sizde mevcut mu?’
Biz açık konuşuyoruz, bu ilim “İlm-i İlâhî”dir. Bu ilim kitap karıştırmakla elde
edilmez, lâfla hiç olmaz. Mevlâ kime verdiyse onda bulunur.”
“Biz kardeşlere diyoruz ki; Hazret-i Allah bize bu nuru bahşetmiş, bu nuru
yayın, nuru konuşturun.
Bizim gayemiz derviş toplamak değil, iman kurtarmak. Allah’ıma yemin ederim
ki ben kendimi dervişliğe lâyık görmüyorum.
Bir çobanın çok koyunu olmuş, yok koyunu olmuş, çobana ne? Çoban
çobandır, koyun sahibinindir. İsterse: ‘Al şu koyunları güt!’ der, isterse çobanı
da atar.
Hüküm Allah’ındır, başka hiçbir şeyin hükmü yok. Şu hâlde ne diye mürid
topluyorsun? Gaye Allah... İşi özü bu... Mevzuat ise Resulullah Aleyhisselâm...
Sonra onun izini takip etmiş olan Sultanlar... Onlar o Güzel’i daha güzel
anlamışlar ve ona göre ışık tutmuşlar. Anladığını anlatıyorlar. Beşeriyetin
projektörü onlar.”
•
“Bu yol Hazret-i Allah ve Resulullah’a ait bir yoldur. Yeter ki ihlâs ile
yürüyelim.”
EVLİYÂ-İ KİRAM
-Kaddesallahu Esrârehüm-
HAZERÂTI'NIN
"HÂTEMÜ'L-EVLİYÂ" HAKKINDAKİ
BEYAN ve İFŞAATLARI (231)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- (35)
“Göklerde ve yerde bulunan her şey O’nu tesbih eder.” (Haşr: 24)
“Bu, tesbih edenler üzerine tekrarlanan Tevrat’taki yedi yüz âyete bedeldir.”
“Hiçbir âyet yoktur ki onun hem zâhiri, hem de bâtını olmasın.” buyurdular.
(Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, c. 1, s. 550, Had. no.: 246)
O’nun dünya işleri hakkında irâd buyurduğu veçhesi ve âhiret işleri hususunda murad
ettiği veçhesi.
“Âyet” kelimesinin de onunla ilgili iki veçhesi mevcuttur; ilâhi tedbîr veçhesi ve
rubûbiyyet veçhesi.
Tek bir âyet bu mânânın hepsinin intizâmını sağlar, bunun için de “Cevâmi’ü’l-
Kelîm” denilir.
“Müheymin”, “Emîn” ve “Şâhid”e gelince; her yönden ilâhi kitabın tasdiki ile ilgilidir
ve müşâhede edilenlerden yerine getirilmesi gerekenleri temin edip yerine getirir.
Allah’a karşı onu izah edip yerine getirici, beyan edici ve delillendirici olur. Sonra
kıyamet gününde de O’na kavuşmak suretiyle müşahedede bulunur.
Şu kadar var ki “Mübârek” ise mukaddes olandır, O’na indirilen temiz ve tâhir olan
yakınlığın kudsiyetinden alınmıştır. O’ndan başlar, kullarını onunla temizleyip arıtır;
onlar yüklendiğini O’na doğru kaldırıp onunla salâha erişir.
“Şüphesiz bu Kur’an Allah’ın en sağlam ipidir. O’nun bir tarafı Allah’ın kudret
elindedir, diğer tarafı ise sizin elinizdir. O’na sımsıkı tutunun!..” buyurduğunu
görmez misin? (Nesâî, Tezhîb-i Hasâ’is-i İmâm-ı Ali, s. 70; Ahmed bin Hanbel,
Müsned, Had. no.: 10681, 10707, 10779, 11135, 18464; Dârimî, Sünen, Had. no.:
3182; Muttakî el-Hindî, Kenzü’l-Ummâl, Had. no.: 872, 873, 876, 943, 944, 945)
“Ahd”e gelince; iki şeyin arasına konulmuş sebep gibi, arada üçüncü bir şey
olmaksızın sözsüz bir vaadin dışında kalmış vaad gibidir. Karşılıksız ahid ise, her iki
taraf arasında ilâhi emir ve nehye Allah’ı vâsî tutarak ubûdet (kulluğu) beyan etmektir.
Bir de şu var ki, “Sırât-ı Müstakîm” ise istikamet üzere olan dosdoğru yoldur, onları
mülk sahibi olmaları için “Dârü’s-selâm”; yani “Selâmet yurdu olan cennet”e
çağırır. Sonra, onların yolu ise şeriattir, kendilerine: “Bu yolda yürümeye devam
edin!. O benim Vech-i ilâhi’me ulaştıracak istikâmettir, yoluna nüfuz eden beni
bulur. Kim benimle yaptığı ahdi güçlendirirse ben de ona olan vaadimi
güçlendiririm.” denilir.
Hiç şüphe yok ki ilâhi ahid Allah’ın vesayetidir, onun âdâbı ise seyrin sayesinde
O’nun diyarına doğru yol alman; nihayet bizzat Melik’e, hükümranlığa ve velâyete
ulaşmandır. Devlet idarecilerinin dünya diyarındaki ahdi de işte bunun gibidir.
“Kayyum”a gelince; o kimsedir ki, selâmet üzere O’nun huzur-ı İlahi’sine girebilmiş
olan kişidir. O artık kendisini cennete kayıtlamış ve Allah’a vasıl olmuştur.
“Kayyum” lügatte bizzat vekil olan kimsedir ki, O’na yönelerek seni işlerinde
kazançlı çıkarır, sana vekil olur. Onun aslı da “Kâim”dir. “Elif”i “yâ”da kasr ve
teşdîd etmen iledir. Tıpkı sen “Sâyid” derken, daha sonra “Seyyid” denilmesi ya
da “Hâyin” derken sonradan “Heyyin” denilmesi gibidir.
“Furkân”a gelinecek olursa; o ise Hakk ile bâtılı birbirinden ayıran “Fiiller”in
kalıplaşmış şeklidir.
Yani biz onu sizlere ilka ettik; ta ki vahiy kesilse bile kalplere, sadırlara ve lisanlara
kadar ulaşsın.
“Size iyi ile kötüyü ayırt etmenizi sağlayacak bir nûr verir.” (Enfâl: 29)
Yani gönüllerinizin içine ilâhi nuru yerleştirir, onunla Hakk’ı bâtıldan ayırt edebilirsiniz.
İşte bu isimler O’nun vahyidir ki; Levh-i mahfuz’a erişinceye kadar onu yerine
getirmiş; sonra [melekler] onu dolaştırmıştır. Levh-i mahfuz’dan İsrâfil’e erişip,
İsrâfil’den Cibril’e ulaşmış; Cibril’den ise Muhammed’e -sallallahu aleyhi ve sellem-e
kadar ulaştırılmıştır.
‘Yâ İsâ! Ben senden sonra öyle bir ümmet getireceğim ki, onlar sevdikleri bir
şeyle karşılaşırlarsa Allah’a hamd ve şükrederler. Hoşlanmadıkları bir şeye
rastlarlarsa sabrederler ve Allah’tan ecir beklerler. Bunların ilimleri ve hilimleri
yoktur.’ buyurdu.
İsâ Aleyhisselâm:
‘Yâ Rabb’i! İlimleri, hilimleri olmadığı halde, onlardan bu işler nasıl sadır
olabilir?’ diye sordu.
Cenâb-ı Hakk:
‘Onlara kendi ilmim ve hilmimden ihsan ederim.’ buyurdu.” (Ahmed bin Hanbel)
İşte “Mârifetullah”taki sır budur. Allah-u Teâlâ onlara kendi ilminden ve hilminden
ihsan eder. Binaenaleyh “Ulü’l-elbâb”da olanlar doğrudan doğruya vehbîdir. Bunlar
Resulullah Aleyhisselâm’ın vârisidir. Allah-u Teâlâ bir peygambere dilediğini verdiği
gibi, vehbî ilim de böyledir, çalışmakla okumakla değildir.
Kalp gözüne göstermesi ile olur, Allah-u Teâlâ bunlara lütfu ile ilham eder.
Hatta onların ilimleri, bu ilimlere nispetle kabuk kalır.” (“Mektûbât”; 317. Mektûb)
Allah-u Teâlâ ona bildirdiğini başka bir kimseye bildirmediği için, onun bildiğini başka
bir kimse bilmediği için, o “Hikmet-i ulyâ”ya vâsıl olmuştur. Daha doğrusu Allah-u
Teâlâ onu vâsıl etmiştir, mahlûk oraya vâsıl olamaz.
Onun ilmi ilmullahtır. Bu ise doğrudan doğruya yakınlık makamıdır. Allah-u Teâlâ’nın
çektiği, bildirdiği, duyurduğu kullara mahsustur, tahsil ile elde edilmesi mümkün
değildir. Kişinin veya başka hiçbir şeyin hükmü yoktur. Sahibi onda öyle tecelli
etmiştir.
Allah-u Teâlâ en gizli hikmeti ona bildirmeyi, gizli sırları ona duyurmayı murad etmiş,
onunla olmayı murad etmiş.
•
Şeriat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in İslâm dinini tebliğ
vazifesidir. Yol ise; şeriatı yayarken, vazifesinden ötürü velâyetini kullanmadı, velâyeti
şimdi dünyaya yayılıyor.
Onu da O gönderdi, onu da O gönderdi. Evvel onu gönderdi, sonra onu gönderdi.
Onu da Âdem Aleyhisselâm’dan evvel yarattı, onu da Âdem Aleyhisselâm’dan evvel
yarattı. Onu da Hatem yaptı, onu da Hatem yaptı. İkisi de nur, ikisi de kandil, ikisi de
hâtem...
“Kararmış olan âlem onun zuhur nuruyla aydınlanır. Onun hidayet ve irşad
nurları bütün âleme yayılır.” buyurmuşlardır. (“Mektûbât”; 260. Mektûb)
Hiçbir kimsenin irşadı dünyaya sirayet etmemişti. Fakat bu irşâd dünyaya sirayet etti.
Hem zâhirî hem bâtınî birleşince bu şekilde dünyaya sirayet etmiş oldu. Allah-u Teâlâ
öyle murad etmiş.
Eğer bu devir olmasaydı bu ilim inmezdi. Bu devire karşı Allah-u Teâlâ bu ilmi indirdi.
Bundan sonra bizimle Hazret-i Mehdi arasında bir boşluk kalacak. Nasipdar olan bu
kitaplara o zaman çok sarılacak. Nasipdar olmayan büsbütün laçka olacak. O zaman
da Hazret-i Mehdi gelecek.
Onun için diyoruz ki; devir bozulmasaydı göndermezdi. Gönderdi, adâletini ayakta
tutmak için.“Ondan başka adaleti ayakta tutacak yok” buyuruyor. Türkiye’de değil
dünya da Allah-u Teâlâ’nın adaletini ondan başka ayakta tutacak yok buyuruyor. Siz
hiçbir şeyin farkında değilsiniz. Dalmışsınız bir kuyunun içine, hiç!
“Biz her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.” (En’âm: 112)
Burada bir sır var. “Biz musallat ettik!” mânâsına geliyor. Bu sevgi ve ahengi veren
Allah-u Teâlâ olduğu gibi, bu düşmanlık ve nefreti veren de O’dur.
İnsan şeytanları zarar verme bakımından, gözle görülmeyen cin şeytanlarından daha
çok tehlikelidirler. Zira cin şeytanları Allah-u Teâlâ’ya sığınıldığı zaman kişiden
uzaklaşırlar, fakat insan şeytanları musallat olduğu zaman bütün güçleri ile Hakk’tan
hakikatten koparmak ve uzaklaştırmak için çalışırlar.
Nuru indiriyor, karşısında nar var. Nur ile nar çarpışıyor. Bunlar gizli işler. Onun için
nasıl ki her peygamberin düşmanını halk etmişse, nurun da düşmanları vardır.
Herkes niyetine göre mücadele edecek, taktir ne ise o olacak. Nice peygamber vardır
ki ümmetleri çok azdır. Hatta hiç ümmeti olmayan peygamber bile vardır. Cenâb-ı
Hakk lütuf, ihsan buyurmuş bu nur dünyaya yayılıyor.
“Rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf ve kerem sahibidir.” (Âl-i
imrân: 74)
Ezelden bu kandilleri halketmiş, koymuş, öyle murad etmiş. Mahlûka âit hiçbir şey
yok.
“İzzet ve Celâl’ime yemin ederim; ben onu öyle bir gönderişle göndereceğim ki,
Nebi’ler ve Resul’ler dahi ona gıpta edecekler!”
Gıpta etmelerinin sebebi ve hikmeti; onu Allah-u Teâlâ gönderdiği için, irşadını O
yaydığı için, bu nuru bütün dünyaya O sirayet ettirdiği içindir.
Zira Allah-u Teâlâ diğer nebileri ve resulleri yakınlarına, yahut kendi kavimlerine,
kendi muhitlerine, kendi mıntıkalarına gönderdi.
TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH
İNCİLERİ
EN BÜYÜK ÂYET-İ KERİME ÂYET-ÜL KÜRSÎ
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi
ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Her şeyin bir şerefesi yani üst noktası vardır. Kur’an’ın üst noktası da Bakara
sûresi’dir. Bu sûrede bir âyet vardır ki, o Kur’an âyetlerinin efendisidir. O
Âyetü’l- kürsî’dir.” (Tirmizî: 2881)
“Ey Ebu Münzir! Allah’ın kitabından ezberinde bulunan hangi âyetin daha
büyük olduğunu biliyor musun?”
Cevap olarak:
“‘Allahu lâ ilâhe illâ hüvel-hayyül-kayyum’ âyetidir.” dedim.
Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz eliyle göğsüme
vurdu ve:
“Vallahi ilim sana mübarek olsun ey Ebu Münzir!” buyurdu.” (Müslim: 810)
Hayy ve Kayyûm:
Hazret-i Kur’an’ın en büyük Âyet-i kerime’sinin sırrını açacağız ve izahını yapacağız.
Bu sırları açmakla, birçok hususlarda ne demek istediğimizi bir nebze olsun anlamış
ve kavramış olacaksınız.
“Allah o Allah’tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” (Bakara: 255)
Âyet-i kerime’de geçen “Hû” maskedir, yarattığı bütün mevcûdat bir maskeden
ibarettir. İnsan da böyledir, kâinat da böyledir. Bu maske bütün mevcûdâtı içine
alıyor. Var olan O’dur. Herkes maskeyi görüyor, O’nu görmüyor.
“Lâ ilâhe”; O’ndan başka ilâh yoktur, ilâh ancak O’dur. Bu yarattıkları Allah değildir,
hepsi de “Lâ”dan ibarettir. Çünkü “Lâ” dediğin zaman “Onlar Allah değil” diyorsun.
Bu maske de “Lâ”dan ve “Ol!” emrinden ibarettir. Her yarattığı şeye
sadece “Ol!” diyor, o da dilediği şekilde oluveriyor. Ne dilemişse o oluyor. Her
zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Her şey O değil, fakat hiçbir şey de O’ndan ayrı
değil.
Ulûhiyet ve ubûdiyet yalnız O’na mahsustur. Her cihetten tektir. Varlığının başlangıcı
yoktur. Varlığı daimîdir, nihayete ermez.
Varlığına şahit yine kendi varlığıdır. Her varlık O’nun kudretinin eseridir. Var olan ne
varsa O’nunla var olmuştur.
Hayy: Ezelî ve ebedî hayat ile berhayattır. Ezelden ebediyete kadar bütün hayat ve
ebedîlik O’nun zâtı ile kâimdir.
Kayyûm: Zât ve kemâl sıfatları ile her şeye hâkim olup, bütün varlıklar O’nunla
kâimdir.
Allah-u Teâlâ kendi Zât’ı ile hayattadır, yarattıkları ise O’nun hayat vermesi ile, O’nun
kudreti ile yaşamaktadırlar. Her şeye belirli bir zamana kadar ayakta durmak için
sebepler ihsan buyurmuştur. Hayy ve Kayyum ancak O’dur. Ancak O var, O
yaratıyor, her şey O’nunla kâimdir. İnsanların akılları ve ilimleri bu noktayı
kavrayamadığı için yeri görür, göğü görür, amma Hakk’ı göremez. Görmesi de
mümkün değildir. Tutulanlar görülüyor da, tutan görülmüyor.
Demek ki görülüyormuş.
“Ben Allah’ımı gördüm, başka bir şey görmedim.” buyurmuştur. Yani “O’ndan
başka bir şey yok ki onu göreyim.”
O’ndan başka varlık yok zaten, hepsi de “Lâ”dan ibarettir. Bu gördüğünüz kâinat ve
içindekiler nur malzemelerinden yapılmıştır ve “Ol!” demekle olmuştur.
Maskeyi kaldıran Zât-ı kibriyâ, kendi varlığını ortaya koyuyor ve “Var olan her şeyi
ben yaratıyorum, benim kudretimle ayakta duruyor, her şey benimle
kâimdir.” diyor.
Meselâ; bir insan, elinde bulunan şeyi bilir. Allah-u Teâlâ âlemleri öyle tutuyor ve öyle
biliyor. Bütün yarattıklarını muhafaza etmesi, tutması, gözetmesi, yaşatması yalnız
O’na mahsustur. O tuttuğu için O her şeye hâkimdir, her zerre O’nun varlığı ile
kâimdir. O’nun varlığı her şeyi kuşatmıştır; hükmünde hikmet sahibidir.
Dikkat ederseniz bir damla kerih suyu kan pıhtısından cenin haline getiriyor. Fakat o
cenin ölüdür. O yaratıyor amma o cenin başlangıçta cansızdır. Sonra ona ruh veriyor
ve cenin canlanıyor. Ne oldu şimdi? Hayy ve Kayyum olan Allah onu yarattı, o
O’nunla kâim oldu. Bir et parçası idi, cansız ve hareketsizdi. Ona “Ol!” dediği zaman
O’nunla hayat buldu, canlandı, mukadderâtı da o anda yazıldı. Âdem Aleyhisselâm
da bu şekilde “Ol!” demekle canlanmadı mı? İnsan da böyledir, kâinat da böyledir.
Her zerreyi yaratan, kürreyi de donatan O’dur. O hem yaratıyor, hem de yönetiyor.
Zira O Ehad’dır. Yarattıkları hem O’nunla kâimdir, hem de O’na muhtaçtır.
Meselâ; sen zannediyorsun ki sen sensin. Hayır! Sen “Ol!” emrinden ibaretsin.
Her şey seni yaratan Rabb’inin emrinden ibarettir. Amma sen bilmedin, bilemedin.
Ne güzel yarattı, âzâlarıyla donattı, en güzel bir biçim verdi. Öyle ki bu durum
karşısında sen de kendini müstakil zannettin. Ve fakat ruhunu çekince, verdiğini
alınca, hani sen sendin?
Ve fakat O’nu gören, yani Allah-u Teâlâ’yı gören, O’nun gösterdiği kadar her şeyin
hakikatini görür. Bir perdeden, bir kabuktan, bir örtüden ibaret olduğunu görür. Meğer
O’nu örten hep bir örtü imiş.
Allah-u Teâlâ bir kulunun kalp kilidini açtığı ve içeride O’nun olduğunu gördüğü
zaman; işte o zaman o kul da görür ki; gerek kendisi ve gerekse yarattığı bütün
âlemler hep O imiş. Her şey bir perdeden, bir kabuktan ibaret imiş, hepsi
de “Ol!” emrinden husule gelmiş...
İSLAM İLMİHALİ
ASHÂB-I KİRAM -Radiyallahu Anhüm-a SAYGI ve SEVGİ
“Ne mutlu beni görüp iman edene! Ne mutlu beni göreni görene!” (Ahmed bin
Hanbel)
“Ashâb’ımın her biri kıyamet günü vefat ettiği belde halkı için önder ve nûr
olarak diriltilecektir.” (Tirmizî)
Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek asla caiz
değildir. İstisnasız hepsini sevmek ve saymak Ehl-i sünnet vel- cemaat olmanın
alâmetidir. Birini sevmemek, hiçbirini sevmemek demektir. Onların birine dil uzatmak,
Hazret-i Allah’ın biricik Habibi Ekrem’ine -sallallahu aleyhi ve sellem- dil uzatmak
gibidir.
Onlardan herhangi birine dil uzatınca, dolayısı ile Kur’an-ı kerim’e olan itimat sarsılır,
İslâmiyet hakkında gönüllerde şüphe uyanmış olur. Bir kısmını inkâr etmek, Kur’an-ı
kerim’i tebliğ edenleri inkâr etmeye kadar gider.
Ayrılık gibi görünen hususlar, bir hikmete mebni ve içtihat ayrılığı idi. Gaye ve
maksatları en doğruyu ortaya koymaktı. Doğruyu bulanlara en az iki derece olduğu
gibi, Hazret-i Allah hata edenlere de bir derece vermektedir.
“Sahabe’mi bana terkediniz. Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Allah’a yemin
ederim ki, fakir ve düşkünlere Uhud dağı ağırlığında altın infak etseniz, onların
amelinin sevabı gibi sevaba nâil olamazsınız.” (Buhâri)
“Ashâb’ımdan birine sayıp sövenlere Cenâb-ı Allah ile melâike-i kiram ve bütün
insanların lâneti olsun.” (Câmiu’s sağir)
Ufuk-ı Mübin:
Said bin Müseyyeb -radiyallahu anh-den şöyle rivayet edilmiştir:
“Arşın altında düz bir ovadır. Orada bahçeler, ağaçlar ve nehirler vardır. Orayı
her gün yüz rahmet kaplar.
Her kim ki bunları okuyarak vefât ederse Allah-u Teâlâ onun ruhunu işte o
mekâna koyacaktır.”dedi ve devamla:
“Allah’ım!
Mahlûkatı yaratırken elbette ki senin ona hiçbir ihtiyacın yoktu. Onu halkedip
yaratman senin ona ikramından ibarettir.
Sonra mahlûkatının bir kısmını cennetlik bir kısmını da cehennemlik olarak iki
kısma ayırdın. Yâ Rabb’i! Sen beni cehennemliklerden eyleme, cennetliklerden
kıl.
Allah’ım!
Allah’ım!
Yaratmadan evvel her insanın neler işleyeceğini biliyordun. Hiçbir kimse senin
malûmun olan şeyin haricine çıkamaz. Beni kendi taatında kullandığın,
ibadetinde daim kullarından eyle.
Allah’ım!
Sen murâd etmedikçe kimse bir şey isteyemez. Murâd buyur da beni sana
yaklaştıracak şeyler isteyeyim.
Allah’ım!
Kulların bütün hareketlerini sen takdir buyurdun. Senin iznin olmadan hiçbir
şey hareket edemez. Benim bütün hareketlerimi senin rızân ve takvân üzere
eyle.
Allah’ım!
Hayrı da şerri de sen yarattın ve kulların bazılarını hayra, bazılarını şerre hâdim
kıldın. Beni hayra hâdim olanlardan, hayır işleyenlerden eyle.
Allah’ım!
Cenneti ve cehennemi sen yarattın ve bunlardan her birine ayrı ayrı insanlar ve
sâkinler murâd ettin. Beni cehennem halkından değil beni cennet ehlinden eyle.
Allah’ım!
Allah’ım!
Bütün işleri sen takdir buyurdun ve her şey senin murâd-ı ilâhin ile sana
dönecektir. Ölümümden sonrası için de, evveli için de sen bana makbul bir
hayat takdir buyur.Ve beni sana yakın edip yaklaştırdıklarından kıl!
Allah’ım!
Dünyada ve ülkemizde yaşanan virüs salgını büyük bir tehdit haline geldi ve birçok
insan hayatını kaybetti. Ekonomi ve hayat durma noktasına geldi. Dünyadaki bütün
ülkeler bu salgından etkilendi.
Bu salgının dünyada büyük tesirler bırakacağını, 11 Eylül hadisesi gibi bir dönüm
noktası olacağını ve köklü değişikliklere yol açacağını tahmin edebiliriz.
Salgın bittikten sonra her şey güllük gülistanlık olacak diye yazabilmeyi isterdik elbet,
ancak gidişat maaleef öyle değil. Her geçen gün bir öncekini aratıyor. Resulullah
Aleyhisselâm’ın kıyamete yakın senelerde olacağını haber verdiği hadiseler bir bir
gerçekleşiyor.
“Hazret-i Allah kuldan intikamını kul ile alır, ilm-i ledün bilmeyen bunu kul etti
sanır.”
İnsanlara akıl vermek, yol göstermek iddiası ile ortaya çıkan türlü türlü, dinli-dinsiz,
irili-ufaklı, okumuş-okumamış, kelli felli birçok sapkın ortalığı istila etmiş durumda. En
saçma, en sapkın fikirler bile etrafına insan toplayabiliyor. Bazıları ülke yönetimlerini
bile ele geçirecek kadar zemin kazanmış vaziyette; Amerika’da olduğu gibi. Hal böyle
iken bir de bu dünyada şeytanî bir düzen kurmaya çalışan, insanlığı bu düzenin bir
aparatı olarak kullanmak isteyen bir komite var. Şeytanın yapamadığını yapmaya
çalışıyorlar. Bunlara herkes meşrebine göre; “Üst akıl”, “Şeytani akıl”, “Küreselciler”
“Zındıka komitesi” vs. gibi isimler veriyor.
Hazret-i Allah bunlara ruhsat veriyor ancak fırsat vermeyecek. Kurmaya çalıştıkları
düzen başlarına yıkılacak. Nitekim bu virüs salgınının devletleri ve ekonomiyi
yıkmaya çalışanların beklentilerinin aksine insanların devletlerine daha çok
bağlanmasına sebep olma ihtimali var. Ve fakat insanoğlu bu kabahatinin, bunlarla
birlikte hareket edip isyan ve tuğyana yuvarlanmasının cezasını ziyadesiyle çekecek.
Zira beş on yıl öncesine kadar gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine dair bir fikrimiz
olmadan bir haber gibi okuduğumuz alâmetleri artık yaşamaya başladık.
İnsan ya da doğa kaynaklı her türlü afatın, savaşın peşi sıra geldiği, her gün yeni
felâketlerle karşılaştığımız, âdeta hızlandırılmış bir film şeridi gibi geçen bir zaman
diliminde yaşıyoruz. Çok değil, üç-dört ay öncesine kadar dünyanın şu anki
durumunu bize anlatmış olsalardı kim inanırdı? Dolayısı ile üçüncü dünya harbi,
nükleer, biyolojik, kimyasal harp, gıda-su kıtlığı, bugüne kadar yaşanmamış
büyüklükte doğal afetler, kaos-kargaşa gibi geleceği beklenen, tahmin edilen tehdit
ve tehlikeleri bir hikâye gibi dinlemeyelim. Birey olarak, devlet olarak elimizden gelen
hazırlığı yapalım. Ve hepsinden önemlisi Allah-u Teâlâ’ya boynumuzu büküp af ve
mağfiret dilenelim. Gerçekten durum çok nazik.
Sonuç olarak insanın genetiğiyle bile uğraşılan, Amerikan silahlı kuvvetlerine çalışan
DARPA’da “Korkusuz asker” adı altında milyar dolarlık proje yürütülen bir dünyada
yaşıyoruz. Ve kitle imha silahlarını kullanmış ve kullanmaktan çekinmemiş, dünyayı
tekrar bu silahları kullanmakla tehdit eden, gizli gizli denemelere ve üretime devam
eden bir insanoğlu var.
Binaenaleyh her ihtimal mümkün. Covid-19 isimli virüsün iddia edildiği gibi genetik-
biyolojik savaş yöntemleriyle ortaya çıkartılmış bir virüs olma ihtimali tabii ki var.
Ancak bu virüsün ortaya çıkış sebebi şu mudur diye vakit kaybetmekten ziyade şunu
bilmemiz lâzım:
Ancak kitle imha silahlarına karşı harbe hazırlık konusunu çok daha fazla ciddiye
almamız gerekiyor. Zira teknoloji öyle bir seviyeye geldi ki tehditler hem çeşitlendi
hem de her boyutta üretilir hale geldi. Meselâ Amerika gibi ülkeler büyük nükleer
silahların kullanımı zor olduğu için daha küçüklerini üretmeye başladı. Yine kimyasal
maddelerin çok çeşitleri üretiliyor. Virüslerin biyolojik silah olarak kullanılacağına dair
korkularımız şu günlerde iyice depreşti.
Ancak tehdit ve tehlikeler bununla sınırlı değil. İklimin, gıdanın, suyun, ilacın, aşının,
ses ve enerji dalgalarının, akla gelebilecek her şeyin insanları yok eden bir silaha
dönüştürülmeye çalışıldığı bir devirdeyiz. İnsanları yok etmek, zihinlerini, sağlıklarını,
hayatlarını kontrol altına almak için; her türlü konvansiyonel, elektronik, biyolojik,
genetik, nükleer, kimyasal, farmakolojik, ekonomik, tarımsal, sosyolojik, psikolojik,
medyatik savaş yöntemi kullanılmaya çalışılıyor.
Bu yüzden günümüzde kitle imha silahlarının KBRN ile sınırlanması artık eksik bir
yaklaşımdır. Ve daha önemlisi tehdidin boyutu her zamankinden ve her türlü silahtan
daha büyüktür.
Oysa “Dünyanın nüfusu çok fazla, en az yarıya düşmesi lâzım.” gibi bir fikrin artık
ayağa düştüğü, en alakasız kişiler tarafından bile dile getirildiği bir zamandayız.
Binaenaleyh savunma stratejileri sadece askerî boyutu ile değil, topyekün her bir
ferdin neler yapabileceği üzerine inşa edilmelidir.
Bütün dünyaya yayılan Korona virüsü sebebiyle kendimizi hiç alışık olmadığımız bir
dünyada bulduk. Birbirimizle olan iletişimimizden, eğitim metotlarına, kılık
kıyafetimizden, alış-veriş alışkanlıklarımıza kadar birçok şey değişti birden.
Korona virüsü çocukları öldürmüyor ama; dikkatli, planlı ve programlı bir evde kalma
süreci oluşturamaz isek gelecekleri sönebilir. Bu nedenle bu dönemde dualarına
muhtaç olduğumuz yaşlılarımızdan sonra ikinci sırada en çok korunması gerekenler
çocuklarımızdır. Zira onların bu bayrağı ve vatanı devir almak ve korumak gibi çok
önemli görevleri var. Küçük çocuklar anne-babalarına çok güvenirler ve onların
yanında kendilerini güvende hissederler. Bu sebeple anne ve babasını çaresiz bir
psikoloji içerisinde görmek çocukların güven duygularına zarar verir ve hatta kalıcı
travmalar yaşamalarına sebep olabilir. Bu yüzden çocuklarımızın yanındaki
tavırlarımıza, onların sorularına verdiğimiz cevaplara çok dikkat etmemiz
gerekmektedir.
1. Etkinlik: “Korona virüsü sence nasıl bir şey? Neye benziyor? Senin aklına Korona
virüsü denilince neler geliyor? Resmini yap da görelim.” gibi yönergeler ile
çocuğumuzun hayal dünyasını geliştirebiliriz.
2. Etkinlik: Korona virüsünün medyadaki resmini bulup çocuğunuza bakarak
çizmesini söyleyebilirsiniz. Bu çalışma ile çocuğunuzun görsel algısını
geliştirebilirsiniz.
Cevap: Virüsün bulaşmaması için gerekli olan önlemleri aldığımız sürece sorun yok.
Bu önlemler; elimizi yıkamak, elimizi yıkamadan ağzımıza, burnumuza, gözümüze
sürmemek, düzenli su içmek, dengeli beslenmek, öksürünce ve hapşırınca ağzımızı
kapatmak, çok kalabalık yerlere bir süre gitmemek.
2. Etkinlik: “Beni dikkatlice dinle! Şimdi sana önlemleri sayacağım. Fakat bilerek birini
unutacağım, bakalım sen, benim hangi önlemi unuttuğumu bulabilecek misin?”
diyerek, çocuğunuzun işitsel kayıt ve geribildirim yeteneğini geliştirebilirsiniz.
1. Etkinlik: “Şimdi bir doktor olduğunu hayal et. Ve aşıdan korkan bir çocuğa ne telkin
ederdin, anlat bakalım.” Bu tarz çalışma ile çocuğunuzun konuşma yeteneğini
geliştirebilir ve kelime hazinesine katkı sağlayarak dil gelişimine destek
sağlayabilirsiniz.
2. Etkinlik: “Hadi bakalım şimdi bir bilim adamı olduğunu hayal et ve Korona virüsüne
karşı bir aşı geliştirseydin aşının içine mutlaka koyardım dediğin beş madde söyle.”
diyerek çocuğunuzun ufkunu geliştirip bu doğrultuda algısını açarak özgüvenine de
yatırım yapmış olursunuz
Cevap: Maske, bir insandan diğer insana virüs bulaşmasını önlemek için yardımcı
olur. Bazı insanlar bu virüsten korunmak için bazıları da başkalarına bulaştırmamak
için maske takma ihtiyacı duyabilirler. Aslında sadece hasta olanların takması
gerekir.
1. Etkinlik: “Yan yana bir maskeli insan bir de maskesiz insan çiz.” diyerek bilişsel
alan, insanî çizim testi v.b. için gelişim sağlamış olursunuz.
1. Etkinlik: Mutlaka her güne ait saatleri belli olan etkinlik programı yapın. Çocuklar
kurallara uymayı sever, ama ebeveyn olarak ilk önce sizlerin evdeki bu plan ve
programa uymanız ve sahip çıkmanız çok önemlidir.
Cevap: Dünyada hiç bilmediğimiz bir anda bir gün öleceğiz. Ama hayatta olduğumuz
diğer kalan her gün yaşayacağız. Üstelik ölüm bir son değil sonsuza giden bir
yolculuktur. Hayatımızı Peygamber Efendimiz’in -s.a.v.- sünnetine ve tavsiyelerine
uygun yaşarsak; hem dünyada mutlu oluruz hem de sonsuz hayatımız güzel olur.
“Çocuğu olan çocuğu ile çocuklaşsın.” Hadis-i şerif’inin daha bir titizlikle
uygulanması gereken günlerdeyiz.