Professional Documents
Culture Documents
Başyazı ve Makaleler
Başyazı
İsmail Yavuz
Başyazıyı Oku
“Allah-u Teâlâ insanı bir damla kerih sudan yarattı. Âyet-i kerime’sinde: “Biz insanı
erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık.” buyuruyor. (İnsan: 2)
Hazret-i Allah öyle bir Allah ki o kerihlikten dilediği şekilde inşa ediyor. Hiç dikkat
ettin mi? Senin aslın bir damla pisliktir. Bu kerih şeyden seni yaratıyor, dilediği
şekilde inşâ ediyor, uzuvlarını bir bir takıyor. Seni bir bebek olarak dünyaya
getiriyor. Ana karnındaki çocuğu anne mi yapıyor? Maksadımız azâmet-i ilâhiyi size
gözünüzle göstermektir.
Dikkat edin şimdi... Ne idi, ne hale geldi. Biraz önce bir damla pis su idin, biraz
sonra her şeklini vermiş, azalarını yerli yerine koymuş bir bebek olarak, bir insan
olarak çıkarıyor. Bak o bebeğin güzelliğine! Bir kerih suya bak, bir de o güzel
Yaratıcı’nın yaratıcılığına bak!”
Azâmet-i İlâhi:
Cenâb-ı Hakk bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Göklerin ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde
akl-ı selim sahipleri için elbette âyetler (deliller) vardır.” (Âl-i imrân: 190)
İnsanın her yerde, her yaratılan şeyde, Allah -u Teâlâ’nın eserlerini görmeye çalışması
gerekir. Bu tefekkürler sayesinde iman tekâmül etmiş, kemâlleşmiş olu r.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime nâzil olduğu gece
gözyaşları sakal-ı şeriflerini ıslatacak derecede ağlamışlar ve:
Allah-u Teâlâ bir çok Âyet-i kerime’lerinde tefekkürü emir buyurmuş ve tefekkür
edenleri övmüştür.
İmanı olanlar gökleri ve yeri, onlardaki en ince yaratılış sırlarını tefekkür ederek, işaret
ettikleri ilâhi hikmetleri anlayarak, ona göre güzel güzel ameller yapmaya gayret
ederler, imanlarına iman katarlar.
İnsanın topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnem ete ve nihayet
insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışının her safhasında, Allah-u Teâlâ'nın
kudretinin yüceliğine delâlet eden ibret verici incelikler vardır.
Şu muazzam binayı kuran sanatkârı hiç düşündük mü? Yaratanı hiç tefekkür ettik mi?
Şükrümüzü ne derece arttırdık bir düşünelim.
Akıl mahlûktur, Hakk’a ait hiçbir bilgisi yoktur. Şu kadar var ki, nereye baksa Hazret-i
Allah’ın eserini âsârını görür. Bir yaprağın üzerinde, bir insanın yaratılışında ne derin
sanat-i ilâhi var. Yarattığı şeyler üzerinde bu şekildeki bu tefekkürler Hakk’a
yaklaşmaya vesile olur.
Tefekkürde Çok Hikmetler Vardır:
Tefekkürde birçok ibret ve hikmetler vardır. En mühim tefekkür ise Allah -u Teâlâ’nın
insanı yaratması üzerindeki tefekkürdür. Bu ise anlamamız ve üzerinde durmamız
gereken bir husustur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O’dur. Allah-u Teâlâ insanı nutfeden
yarattığını, düzenleyip tamamladığını ve ruh üfürdüğünü beyan ediyor:
“O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan
başlayandır.
Sonra O, bunun zürriyetini kerih bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır.
Allah-u Teâlâ kulağı, gözleri ve kalbi tertip üzere zikretmiştir ki önce Hakk'ı işitsin,
sonra işittiğini gözü ile görsün, gördüğü şeyleri kalbi ile tefekkür etsin.
İnsanın ana rahmine düşmesinden, insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışının her
safhasında çok ince merhaleler ve çok büyük gelişmeler mevcuttur. Bunun benzeri ve
numunesi, yarattığı her canlıda apaçık görülür.
Amma sen resimde kaldın! Resim ise O’nun yarattığının benzerini çizmek demektir.
Değil ressam, diğer bütün yarattıkları bir araya gelseler, insan değil de yarattığı en
küçük mahlûku yaratabilirler mi? Bir yaprağın karşısında âciz kalır, bir buğday
tanesinin, bir sineğin kanadının karşısında âciz kalırlar.
Hâlik-ı Azimüşşan mahlûkunu kerih bir sudan halketmiştir. O kerih sudan kan pıhtısını,
ondan da kemikleri yapıp et ile örtmüştür. Göz-kulak, el-ayak gibi organları kemâle
erdirerek insan suretini teşekkül ettirmiş, ruh vererek onu canlandırmıştır.
Ağlamaktan başka hiçbir şeye gücü yetmeyen mini mini bir çocuğa ana-baba gibi iki
müşfik hizmetçi tayin ederek; suya-ateşe, yağa-tuza, vakte-zamana muhtaç olmayan
tatlı bir gıdayı ona yedirmiştir. An be an yeni yeni tecellilerle kendisini
olgunlaştırmaktadır.
Ona öyle bir akıl, fehim ve idrâk vermiş ki, o sayede akıllara durgunluk veren bu
muhteşem kâinatın muazzam bir yaratıcısının olduğunu sezebiliyor, kavrayabiliyor.
Ona göz vermiş bakıyor. Göz bebeği denilen ufacık bir nokta ile dünyaları görüyor,
semâları seyrediyor. Duyma hassasını vermiş işitiyor. Kaşlar kirpikler hep birer önemli
iş görüyor. Konuşma imkânı vermiş. O uzuvlara o hassaları vermeseydi, ne kulak
duyardı, ne göz görürdü, ne de ağız konuşabilirdi. Nice kulaklar var duymuyor, nice
gözler var görmüyor. Kalp vermiş, hayatını idame ettirmesi için nefes ihsan buyurmuş.
Bir an kesiverse hayatımıza mâlolacak. Ona el, ayak vermiş. İhtiyaçlarına göre âzâlar
vermiş. Bunları satmaya kalksa, kaça satar? Veya satar mı? Birisi “Gözlerini bana sat,
sana şu kadar para vereceğim.” dese, acaba satmayı düşünür mü? Parmağın
ucundaki hassasiyete bir bakın, kör onunla görüyor. Bir parmak izi diğer hiçbir insanın
parmak izine uymuyor. İnsanlar hiçbirbirine benzemiyor. Sesleri ayrı, mizaçları ayrı...
Sonra onu kendi mülkünde yaşatıyor. Her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.
Tefekküre Dâvet:
Allah-u Teâlâ kudretinin eserlerine ve azametinin alâmetlerine dikkatleri çekmek için
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?” (Nâziat: 27)
İnsan dünyada bir zerrecik mesabesinde oldu ğu gibi, dünyada da âlemlerin içinde bir
zerre mesabesindedir.
Gökleri sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu
öyle bir yapıdır ki, gökteki cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler,
hepsi de birbirleriyle ahenkli bir durumdadırlar.
“Onun boyunu O yükseltti, sonra onu bir düzene koydu.” (Nâziat: 28)
Dengesini koyup denkleştirdi, düzene koyup düzeltti, onu karanlık gecelerde yıldızlarla
müzeyyen kıldı.
Yarattığı her şeyin kendisine has bir güzelliği vardır. Her şey kendi yaratılış tarzı ile
mütenâsiptir.
Bütün bu düzenlemelere bakılınca görülür ki, hepsi de O’nun emrine uyarak ayakta
durmaktadırlar. Yaratan, yaşatan ve yöneten O’dur. O “Mâlik’ül-Mülk”tür, mülkün
yegâne sahibidir.
Güneş battıktan sonra gece gelir ve güneşin doğması ile de gün başlar.
Daha sonra Allah-u Teâlâ yeryüzünün düzenlenmesinden söz ederek şöyle buyurdu:
Üzerinde yaşama ve yerleşme imkânı olacak şekilde yayıp serdi. Yeterince gıda
maddeleri yetiştirecek özellikte donattı.
Dünya, güneş sistemi içindeki durumu itibariyle benzeri olmayan bir gezegendir ve
hayat şartları bir çok bakımından üzerinde toplanmış bulunmaktadır.
Hiçbir şey gayesiz maksatsız yaratılmamış, Allah -u Teâlâ’nın kemâlât ve hikmeti her
yerde müşahede edilmektedir.
Bir ism-i şerif’i “Mukît”tir. Ruha ve bedene kuvvet veren maddi ve mânevî besleyici
gıdaları yaratan, mahlukâtını geçindiren ve barındıran O’dur. İnsanlar için geçim
sebepleri yaratmış, maîşetlerini temin etmek için kullarını meşru bir sebebe
başvurmakla mükellef tutmuştur.
“Allah mı hayırlıdır, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Yoksa gökleri ve yeri
yaratan, gökten sizin için su indirip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz
nice bahçeler meydana getiren mi?
Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Hayır, onlar Hakk’tan ayrılan bir
güruhtur.” (Neml: 59-60)
Göz göre göre Hakk’tan sapıyorlar, bu apaçık delil ve işaretleri göz önünde
bulundurmuyorlar. Aynı sudan güzellikleri ile birlikte, değişik renk, tat ve şekillere sahip
olan bitkilerin başkası tarafından yaratılmasının imkânsız olduğunu düşünemiyorlar.
“Hayır! Onların kalpleri bundan habersizdir. Onların bunun dışında da bir takım
işleri vardır, bu işleri yapar dururlar.” (Müminûn: 63)
Allah-u Teâlâ’nın yeryüzünde meydana getirdiği, sayılamayacak kadar çok olan ihtiyaç
giderici şeyleri bir düşün!
“Şüphesiz ki bütün bunlarda inanan bir topluluk için ibretler vardır.” (En’âm: 99)
“Bunlar Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona ibret vermek
içindir.” (Kâf: 8)
Bütün bunların böyle yapılması, Rabb’ine gönül verecek olan her kulun basiretini
açmak için ibret verici birer delildir.
İnsanın Yaratıcı’sını bulması zor değildir. Düşünen bir insana bazen bir çiçek, hatta
bazen de bir zerre Rabb’ini göstermeye yeter.
Öz Akıl Sahiplerinin Tefekkürü:
Allah-u Teâlâ kuvvet ve kudretini, azamet ve ululuğunu beşeriyete ilân etmekte ve
şöyle buyurmaktadır:
O’nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Kudreti sonsuz ve sınırsızdır. Dilediğini yapmakta
hiç kimse O’na mâni olamaz.
O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O’na kâdir değildir. O’nun kudreti hiçbir şekilde
kayıt ve tahdide uymaz. Dilediği şeyi yaratır ve o yarattığı şeyde dilediği kadar kudret
ve şeref de yaratır. O’ndan başka her şey, yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün
kâinâtıyla âlemin bütün sistemleri âcizdir. Onları her an yaşatmakta ve yok etmekte ve
hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır.
“Göklerin ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde
akl-ı selim sahipleri için elbette âyetler (deliller) vardır.” (Âl-i imrân: 190)
Âyet-i kerime’de buyrulduğu üzere bu deliller, her şeyin sahibi ve malikinin O olduğuna
bütün kâinatın O’na mahsus olduğuna ve O’nun kudretine, ululuk ve azametine delâlet
ederler.
Fakat bu deliller herkes ve her akıl için değil “Temiz ve tam akıl sahipleri” mânâsına
gelen “Ulü’l-elbâb” içindir. Bu sırlara ancak “Ulü’l-elbâb” mazhar olur.
Burada “Lübb” yani “Öz” gereklidir.
Marifetullah ehli, yarattığı her şeyde Allah -u Teâlâ’yı, eserini, âsârını tefekkür ederler.
Bu Âyet-i kerime mucibince kendi vücuduna bakar, öyle bir âsâr, öyle bir esrar görür ki,
her bir zerresinin idrakinden âciz kalır. Allah -u Teâlâ’nın azametini gördükten sonra
yüzünü kâinata çevirir. Bu kâinatın bir yaratıcısı olduğunu, bütün kâinatın içindekilerle
beraber O’nun kudretinin kemâline ve azametine delâlet ettiğini idrak eder.
O hem kendini görüyor, hem Yaratıcı’sının âsârını görüyor. Yaratıcı’yı görmüyor, biri
çift görüyor.
Yaratılışı da görmeyen, kendini gören kör göz, tabiat karanlığına düşmüştür. Tabiatı
ilâh olarak kabul etmiş, gönderiliş sebebini unutmuş ve küfre sapmıştır. Kör olduğu
için, hakikati görmediği için.
Hidayet arttıkça, iman kemalleştikçe dereceler ayrılıyor. O da Allah -u Teâlâ’nın
yarattıklarına bakar, ondan O’nu bulmaya çalışır. Fakat kalpte kalın perdeler olduğu
için O’nu bulması mümkün değildir.
Kalpte yedi perde vardır. Bu yedi perde kalktıkça hakikat görülmeye başlar. En son
perde kalkınca dilerse kendisini gösterir. Bu ledünî mevzudu r.
Bütün yarattıkları “Ol!” emrinden ibarettir. O’ndan başka müstakil vücud yoktur. Vücud
nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir, O’ndan başka ilâh yoktur. O Hayy ve
Kayyûm’dur. Her şeyi O yaratıyor, her şey O’nunla kâimdir. O “Zâhir”dir. Her zerrede
ulûhiyet sırları mevcuttur. Yani her zerre olsun, her kürre olsun, O’nunla kâimdir.
O’nu gören, bütün âlemleri O’nunla görür. Hepsinin bir örtüden ve kabuktan ibaret
olduğunu görür. Örtüyü yaratan, her yarattığı şeye ayrı ayrı şekil veren, ziyn etlendiren
O’dur.
Bahsedilen bu tefekkür her ne kadar “Temiz ve tam akıl sahipleri”ne yani “Ulü’l-
elbâb”a âit ise de, her müminin bu hususta derecesine göre tefekkür yapması ve
nasibini alması gerekir.
“Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i
imrân: 191)
Bu üç hal insanın bütün hallerini içine alır. Onlar her ne halde bulunurlarsa
bulunsunlar, kalpleri zikrullahtan başka bir şey ile itminan zevkini bulamadığı için
zikrullahtan gaflet etmezler.
Kâinatı ve içindeki hiçbir şeyi hikmetsiz, gayesiz, lüzumsuz, faydasız ve abes olarak
yaratmadın. Yarattığın her şey yaratıcılığının mükemmelliğine, ilminin kemâline, güç ve
kudretinin yüceliğine, ulûhiyetine ve vahdaniyetine delâlet eder.
“Seni tenzih ederiz.” (Âl-i imrân: 191)
“Ey Rabb’imiz! Sen kimi ateşe koyarsan, onu rezil etmiş rüsvây etmiş olursun.
Ey Rabb’imiz! Doğrusu biz: ‘Rabb’inize inanın!’ diye imana çağıran bir davetçiyi
işittik, hemen iman ettik.
Kötülüklerimizi ört!
İyilerle birlikte, bizi onların maiyyetinde dünyadan göçür. Onların hayatını nasıl mutlu
bir sonla sona erdirdiysen, bizim hayatımızı da öylece sona erdirmek suretiyle bizleri
de o mübarek kullarının arasına kat. Bizi onlardan say, bizi onlarla beraber haşret! Bizi
onlara komşu eyle, bizi onlardan ayırma!
Hakiki Tefekkür:
Tefekkür, sebepleri Hakk Teâlâ’dan bilip tevekkül etmektir. Tefekkür ahirete dair olursa
hikmet, kalbe hayat olur. Tefekkür, Hazret-i Allah’a yaklaştırır. Havf ve recaya, korku
ve ümide vesiledir.
Hadis-i şerif’lere göre öyle tefekkür vardır ki, bazısı bir yıl, bazısı yetmiş yıl, bazısı da
bin yıl ibadete denktir.
Herhangi bir varlık, bir nimet ele alınır ve parçalara ayrılır. O parçalardan bir tanesi
üzerinde Hazret-i Allah’ın kudreti ve tecelliyatı dü şünülür. Bu tefekkür bir yıllık ibadet
sevabına bedeldir.
Arifler, nafile ibadetlerle tefekkür ederler. Yoruluncaya kadar değil, yıkılıncaya, tâkatleri
kalmayıncaya kadar ibadet ederler. Sonra da sayısız ikram ve ihsanlar karşısında
Hazret-i Allah’a bir türlü ibadet edemediklerini düşünüp üzülürler. Bu tefekkür, yetmiş
yıllık ibadete denktir.
Bin yıllık ibadet sevabı verilende ise, Hazret-i Allah’a karşı tam irfan duygusuna sahip
oluncaya kadar ilâhi marifet tefekkür edilir.
Asıl marifet ilmi ise, Hazret-i Allah’ın bir kimseye Tevhid halini lütfetmesi ile husule
gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-a:
O’nunla ibadet edilirse, ibadetin özüne inilmiş olur. Bir insan Hazret-i Allah ile
övünürse, övünmelerin en güzelini yapmış olur.
Allah ile Allah’a şükretmek, Allah ile Allah’ı zikretmek, Hazret-i Allah ile ibadet etmek
ve Hazret-i Allah ile övünmek... Bunlar kitap karıştırmakla olmaz, lâfla hiç olmaz.
Hazret-i Allah ezelden bir kula ikramda, ihsanda bulunur, onu bir sevgilisine merbût
ederse, o vasıta ile kalbine bunların sermayesini koyar. O sayede gönül kitabı
karıştırılır ve bunlar husule gelir. Başka türlü husule geleceği zannedilmesin. Yani
O’nun yazdığı istidâ ile O’na münâcât yapılmış olur.
“Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O’dur.” buyuruyor. (Bakara: 29)
Nimetlerine şükredebilmek için her nimetin üzerinde ayrı ayrı tefekkür etmek gerekir.
Bu tefekkürler şükre vesile olur ve insan şükrünü daha çok arttırır. Her şeyin O’nun ve
O’ndan olduğunu daha iyi anlar. Şükrün artmasıyla Hazret-i Allah nimetlerini ziyade
eyler, hem de o nimetleri muhafaza eder. Çünkü Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu
aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
Cenâb-ı Hakk onu birçok nimetlerle süslemiştir. Onu İslâm’la müşerref etmiş, Habib-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet etmiş.
Bütün hayvanları ve bitkileri insanın emrine ve istifadesine sunmuş. Sonra onu kendi
mülkünde bulunduruyor. Her an onu gözlüyor, her hâline vâkıf.
Bunları tefekkür edelim ki; bize âit olmadığı O’nun olduğu meydana çıksın. O’nun
olduğu bilinince de şükür husule gelsin.
Musa Aleyhisselâm:
“Yâ Rabb’i! İnsanı kudret elinle yarattın, sayısız nimetler verdin. O bunun
şükrünü nasıl ödeyebilir?” diye sorduğu zaman, Cenâb-ı Hakk Hazretleri:
“Bütün bunların benden olduğunu bilirse, şükretmiş olur.” buyurdu.
Hadis-i şerif’te:
“Allah sizi ana karnından kendiniz hiçbir şey bilmiyorken çıkardı. Şükredesiniz
diye de kulaklar, gözler, gönüller verdi.” buyuruyor. (Nahl: 78)
Meselâ bir buzağı doğar doğmaz hemen kalkıyor, annesinin memesine yapışıyor.
Fakat bir bebek, insan olduğu halde niye yapışamıyor? Çün kü ona müşfik bir hizmetçi
tayin etmiş. Öbürünün hizmetçisi yok ki!..
“Ey insanlar! Allah’ın üzerinizdeki bunca nimetini hatırlayın: Allah’tan başka size
gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mıdır? O’ndan başka ilâh yoktur.
O halde nasıl oluyor da aldatılıp döndürülüyorsunuz?” (Fâtır: 3)
O’nun nimetleri derya gibidir. Biz gece-gündüz o deryada yüzüyoruz. İçimizi dışımızı
ihâta etmiş. Böyle olduğu halde bütün bu nimetleri kendimizden bilip
benimseyiveriyoruz. O’nun ihsanları ile bir de O’na isyana kalkıyoruz.
“İnsan kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmedimi ki, şimdi o apaçık bir
hasım kesilmektedir.” buyuruyor. (Yâsin: 77)
Sayısız nimetler ihsan ettiği halde, O’na hasım kesilmek akıl kârı değildir. Kesilsek ne
olacak? Herkes yaptığının cezasını görecek. O Gâlip’tir. Herkesi seriyor, herkesi yok
ediyor? Gâlibiyet yine O’ndadır. İstediğimiz kadar hasım olalım. Gâlip yine O... Ruh
çıkınca bir çer çöp haline geleceğiz. Hepsi bizim zannediyorduk, meğer Sahib-i
Hakiki’ninmiş. Biz de kuvvetliyiz diyorduk, meğer yeğane kuvvet ve kudret sahibi O
imiş. Kendimizi zenginiz zannediyorduk, biz fakirmişiz. Gâni olan O imiş. O zaman mı
anlayacaktık bunu?O zaman herkes anlayacak! Ru h çekilince hakikat meydana çıkmış
ve ahiret hayatına geçmiş olacağız. Ortada yalnız bir nedâmet var, hiç de faydası yok.
İş işten geçmiş olacak. “Sen nedâmet etmek için mi gönderildin?” demezler mi insana!
Onun için elde fırsat dilde ruhsat varken, sayısız ihsanların kıymetini bilmeliyiz.
Ömrümüzü hiçe müncer etmemeliyiz.
Bu lütuf da Hakk’tan istenecek. O ikram edecek ki husule gelsin. İhsan ettiği kuluna bir
sermaye verir. O sermaye ile kendi basit kalıplarından kurtulur. Sahib-i Hakiki’nin nuru
ile görmeye başlar. O sermayenin kazancı ile huzura varır. Bir kul için, bu ne büyük bir
şereftir. Başkasını huzuruna almamış. O girmiyorum zanneder, halbuki alınmadığı için
giremiyor.
Âyet-i kerime’de:
“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” buyruluyor. (Nur: 40)
Şöyle bir hikâye anlatırlar. Bir kumandan, seyisi ile yolculuk yapıyormuş. Bir yere
gelmişler. Seyisine; “Sen burada atı bekle, ben şimdi gelirim.” demiş. O da bakmış,
orada bir cami var, atı bağlayıp camiye girmiş. Kumandan gelmiş, seyisi
göremeyince “Bu çocuk çok sofu, belki camiye girmiştir.” demiş. Bakmış içeride.
Seslenmiş:
– Efendim koyvermiyorlar.
Âyet-i kerime’sinde:
Zerresine varıncaya kadar bütün mevcûdatı hareket ettiren O’dur. Bir insanın “İbadet
ediyorum!” demesi cidden büyük bir kabalık ve kabahattir. Biz buraya yalnız imtihan
için geldik, imtihanı verip gideceğiz. Hepsi bundan ibaret. İşte bunun böyle olduğunu
bilmek için tefekkür lâzım.
Hazret-i Allah öyle bir Allah’tır ki; size samimi olarak ifşa edeyim, hayatımda bir defacık
olsun O’nu zikredemediğimi biliyorum. Bir defacık O’na lâyık ibadet yapamadığımı,
zerresine varıncaya kadar hiçbir nimetine şükredemediğimi gözümle görüyorum. O’nu
zikredemediğime, O’na ibadet edemediğime göre hiçbir amelimin olmadığı
kendiliğinden meydana çıkıyor. O öyle bir Allah ki, “Yaptım!” demekten utanırım daha
doğrusu. Bu bir tevâzu da değildir. Ancak Allah ile yapıldığı zaman husule gelir. Nefisle
yapılırsa bu hakikat görülmez.
Nerede kaldı ki mânevi ehli daima iflas halindedir. Meselâ; Rabia’tül Adeviye
Hazretleri’nin çok güzel bir niyazı var:
“Allah’ım bana dünyalık nasip ayırmışsan, onu kâfirlere dağıt. Ahiretten nasibim
varsa, onu da mümin kullarına dağıt.
Onların muradı O’dur. O’ndan gayrısından da O’na sınığırlar. Bir kayanın içinde bile
olsa, O’nunla oldukları zaman duyacakları zevki; bütün dünya saray olup onların olsa,
O’nsuz onda duyamazlar. Halbuki herkes dünyaya akıyor, herkes yaşama
sevdasında...
Kişi kendisinin yalnız bir intikal vasıtası olduğunu bildiği zaman halka rehber olur.
Onun ötesi perdedir. Hakk’ın ihsanını da perdeler, kendisini de perdeler.
Rehber de böyledir. Gelen Hakk’tan gelir, o sadece bir nakil âleti mesabesindedir.
Bir mürşid ile bir mürşid-i kâmil arasındaki farkın kıyas bile edilememesi bu sebepledir.
Mürşid Cenâb-ı Hakk’ın kelâmını tebliğ eder, Hakk’tan bahseder, O’nun ihsanlarını
ibraz etmek ister. Fakat o ibraza mâni olan vücudu vardır. Varlığını eritemediği için,
vücudu ona duvar ve perde olur, daima kendinden konuşur.
Hazret-i Allah’ın ifna edip kendi varlığı ile var ettiği kimse ise hep Allah’tan konuşur.
Kendisi yok ki kendisinden konuşsun. Vücud aradan kalkınca, O’nunla karşı karşıya
kalıyor. O’nunla oluyor, O’ndan alıyor, O’ndan veriyor.
Varlığını yok eden bir kul, Allah-u Teâlâ’nın varlığı ile var olur. Onda Hazret-i Allah’ın
varlığı tecelli eder.
Ve artık o kul hep Hazret-i Allah ile olur, hep Hazret-i Allah’ı anlatır.
“Nihayet o rüzgârlar ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete
sevkederiz.” (A’raf: 57)
Rüzgârlar bulutları derleyip toplar, yayar ve yağmura muhtaç olan yerlere götürmek
için gökyüzünde tutar.
“Görmez misin ki, Allah gökten bir su indirir de bu sayede yeryüzü onunla
yemyeşil kesiliverir.” (Hacc: 63)
Rüzgârları gönderir, bulutları kaldırır, yeryüzüne yağmurlar yağdırır. Ölü bir halde olan
yeryüzü canlanır. Yağmur, Allah -u Teâlâ’nın mülkü olan gökten, yine Allah-u Teâlâ’ya
ait olan yeryüzüne inmektedir. Göklerde ve yerde bulunan her şeyin sahibi O’dur.
Gökten yağmuru indirerek, yerde her çeşit nimetlerini yaratır ve bu deniz gibi nimetler
yaratılış gününden beri devam eder durur. Cenâb-ı Hakk’ın bu nimetleri hiç eksilmiyor.
Bunca nimetlerine şükretmek şöyle dursun, topluca saymaya bile gücünüz yetmez.
Denizden büyük nimetlerin içinde yaşıyoruz. Her nimet O’nun, her lütuf O’ndan.
Hangi yağmur tanesinin içine nasıl bir hayat yerleştirildiğini bilebiliyor musunuz? Hiç
kimse bilemez.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh- Hazretleri: “Ey gök suyunun çocukları! İsmail
sülâlesindensiniz. Hacer sizin ananızdır.” buyurmuşlardır. (Buhârî)
Yani her yağmur tanesinin içine neler koyduğunu ancak O bilir, o tane düşer, dilediğini
murad eder.
O yağmur tanesinin içinde insan iniyor. Yere düşüyor, yerde bitki halinde oluyor. O
bitkide onun ruhu mevcuttur. Her zerrede her bitkide bir ruh var. İnsan da o şekilde
yaratılıyor, o bitki de yaratılıyor. Onu hayvani ruh yiyor. Yani o yağmur toprağa
düşüyor, Allah-u Teâlâ istediği şekli verdikten sonra topraktan bitki oluyor, o damla
suyu toprakla karışması ile orada dilediği nebatat suretiyle o insanı yaratıyor.
“İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş
midir?” (İnsan: 1)
Âlem-i ervah’tan merhale merhale Felek-i kamer’e geldikten sonra, oradan Anâsır-ı
erbaa denilen ateşe, havaya, suya ve toprağa düşer. İnerken yağmur taneleri ile iner,
toprağa düşünce de bitki olur. Ayân -ı sabite o bitkinin içindedir.
Âyet-i kerime’de:
“Allah sizi yerden bitki bitirir gibi bitirmiştir.” buyuruluyor. (Nuh: 17)
Yaratıyor ve hayvani ruh o bitkiyi yiyor, bu sefer Âlem-i ervâh’tan yağmur damlası
vasıtasıyla yere indi, bitki oldu. Onda bir ruh vardı. Hayvani ruh onu yedi. O bitkiyi
hayvani ruh yiyince bu sefer insanın sülbüne geçti. Diğer taraftan da annede
yumurtacığı halk etmiş.
Hülâsa olarak; insandaki ruh-u hayvânî, gıda olarak o bitkiyi yer. Bir müddet erkeğin
sulbünde üreme nüvesi halinde kalır. Daha sonra nutfe olarak ana rahmi ne geçer.
“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı. O su
erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.” (Târık: 5-6-7)
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın “Kün!” emri ile, tedbir ile ve takdiri ile olmaktadır. Bir
tek insan da böyledir, bütün mükevvenat da böyledir.
Âyet-i kerime’de:
“Âlemlere rahmet” demek, onunla âlemler hayat buldu demektir. O olmasa kâinatta
hayat yok! Kâinatın hayatı onunla kaim. Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ile kâim.
Âyet-i kerime’de:
“Ey Peygamber! Biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle
Allah’a çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik.” buyuruluyor. (Ahzâp:
45-46)
Bunun içindir ki, dikkatle bakarsanız şunu görürsünüz: Kâinatın ismi Muhammed
Aleyhisselâm’dır.
Daima arzettiğimiz gibi, yaratan, vücut nimetleriyle donatan, en güzel şekilde terbiye
eden, yani her azanı yerli yerine koyan ve sana en güzel bir suret veren Allah -u
Teâlâ’nın yanında bir insanla bir karıncaya, bir çiçekle bir arşa suret vermek arasında
hiç fark yok.
Çünkü Allah-u Teâlâ’nın yanında; “Ol!” o kadar. Onun için bir insana, bir karıncaya, bir
çiçeğe, bir nebatata, bir hayvana, yerlere, göklere, arşurrahmana, levh -i mahfuza, O
şekil veriyor. Öyle görülüyor ona O, “Ol!” diyor o öyle görülüyor. Sen görüyorsun, ne
güzel çiçek. O, “Ol!” dedi öyle oldu. İnsana da O, “Ol!” dedi öyle oldu. Göklere de
O, “Ol!” dedi öyle göründü ama Allah’tan başka bir mevcut yok.
“Lâ ilâhe” yaratılmış hiçbir şey Allah değildir. “İllallâh” ancak sen varsın ve sen
yarattın. Şu halde yaratılanlar hükümsüzdür. Bunu bilmek lâzım.
Her şey O değil, hiçbir şey O’nsuz değil. Elbiseyi kaldır O var. Elbiseyi giy sen varsın.
Senin üzerindeki elbisenin ne hükmü varsa vücut dediğin, kâinat dediğin elbisenin
Hazret-i Allah’ın yanındaki hükmü budur.
Şu elbise! Bu elbisenin insanla ne gibi ilgisi olur. Hiçbir ilgisi yok. İnsan dediğin H azret-i
Allah’ın yanında bir elbisedir. Ama kâinat da bir elbisedir. Var olan yalnız O’dur. Âlem
de maskedir, Âdem de maskedir.
Vücut O, mevcut O. Allah’tan başka vücut yok. Ne vücut var, ne mevcut var. Her şey
elbisedir. Cenâb-ı Hakk bir mahlûkunu fâni ettiği zaman aslında orada kendisi var. O
vücudun elbisesi oluyor. O elbise robot şeklinde görünüyor. Ne yer var, ne gök var, ne
arş var; O’ndan başka vücut yok ama bunlar, elbiseler görü nüyor da vücut
görünmüyor.
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü
demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır. O her şeyi
bilendir.” (Hadîd: 3)
Zerreden kürreye kadar canlı cansız bütün mevcudat O’nun varlığı ile var olmuştur. Ne
ki varsa O’nun Zâhir ism-i şerif’i ile ortaya çıkmışlardır.O’ndan başka bir mevcut yok,
hep O. Her yarattığı şeyde ulûhiyyet sırları ve hikmetleri vardır. Amma yalnız kendisi
bilir. “Ol!” dediği şeyle zuhur ediyor, görünüyor. Amma O’nunla görünüyor. O
görünmüyor da görünenler, zâhir olanlar görünüyor.
Bâtın’dır; ulûhiyet sırları kâinatın her zerresinde gizlidir, yine bâtını da kendisi bilir.
Âlemleri yaratan Hazret-i Allah’tır. İlâhi nizamını kurmuş, her yarattığına; güneşe, aya,
gündüze, geceye, dağlara, denizlere, hülâsa bütün âlemlere bir nizam vermiştir.
Kudret-i İlâhî:
İnsanın âlem-i ervâh’tan, yağmur taneleri vasıtasıyla yere inmesini, bitki olmasını,
hayvânî ruhun yemesini ve nutfenin oluşunu arz etmiştik. Şimdi insanın yaratılışını
şöyle bir düşünün!
Nitekim Müminun Sûre-i şerif’inde insanın bu yedi devresi ve bir durumdan diğerine
geçirilmek suretiyle yaratıldığı unsurlar beyan buyurulmaktadır:
“Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir
karargâh olan rahimde nutfe haline getirdik.
Sonra o nutfeyi aleka, yani kan pıhtısına çevirdik. Derken alekayı da mudğa yani
bir çiğnemlik et yaptık. O mudğayı da kemikler haline çevirdik. O kemiklere de et
giydirdik. Daha sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşâ ettik.” (Müminûn: 12-14)
Âyet-i kerime’sinde:
“Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık.” buyuruyor. (İnsan:
2)
Hazret-i Allah öyle bir Allah ki o kerihlikten dilediği şekilde inşa ediyor.
Hiç dikkat ettin mi? Senin aslın bir damla pisliktir. Bu kerih şeyden seni yaratıyor,
dilediği şekilde inşâ ediyor, uzuvlarını bir bir takıyor. Seni bir bebek olarak dünyaya
getiriyor. Ana karnındaki çocuğu anne mi yapıyor?
Dikkat edin şimdi... Ne idi, ne hale geldi. Biraz önce bir damla pis su idin, biraz sonra
her şeklini vermiş, azalarını yerli yerine koymuş bir bebek olarak, bir insan olarak
çıkarıyor. Bak o bebeğin güzelliğine! Bir kerih suya bak, bir de o güzel Yaratıcı’nın
yaratıcılığına bak!
Cenâb-ı Hakk her zerreyi yerli yerine koymuştur. Şu parmak uçlarının izleri dahi birinin
diğerine benzemez. Dirilirken de böyle dirilecek.
Allah-u Teâlâ’nın, kullarına olan lütuf ve inayetinin sonu yoktur. Zira yaratılması
lüzumlu olanlardan bir tane bırakmayıp hepsini de en mükemmel bir şekilde
yaratmıştır. Kalp, beyin, ciğer ve bunlara benzer organlar zaruri olarak lâzımdır.
El, ayak, göz ve dil gibi insanın ihtiyacı olduğu, fakat zaruri olmadığı organları da
yarattı, hepsini O verdi.
Saçın siyahlığı, kirpiklerin düzgünlüğü, kaşların kavisliği gibi lâzım olmayan, fakat
fazlalık da olmayıp güzelliğe sebep olanları da verdi.
Eğer dikkat edersen, bütün bu ilâhi sanatların hepsini bir damla kerih suda bulursun!
İnsan bu ince hesapları yapamıyor. Bir damla kerih sudan yaratıldığını, onu nasıl
halkettiğini, süfliyattan ulviyata geçirdiğini, sonra ona suret verdiğini, o nimetlerle onu
ana karnından çıkardığını idrak edemiyor.
Kemiklere bir et giydirmiş, eti deri ile sarmış. O deriye bir şekil vermiş ve en güzel
surette gösteriyor.
Sabahleyin uyandığınız zaman çocuğa şöyle bakarak bir tefekkü r edin zira çocuk
sabahleyin uyurken sevilir. Sabahleyin insanın dimağı açık, temiz ve berraktır,
bulanmamıştır. Yani insan sabahleyin ayık dimağıyla tefekkür için bir bebeğin yüzüne
baksa, Allah-u Teâlâ’nın azâmetini o çocukta görür. Allah -u Teâlâ Azze ve Celle’yi o
çocuğun suratında görür. Ne güzel yaratmış! Ama ne çok gafiliz değil mi?
Onun için bu Yaratıcı’yı görebilmek için, küçük çocuğun yüzüne şöyle bir bakıver. Ne
zaman? Ayık iken. Âyet-i kerime’nin sırrına mazhar olabilmek için. Bak o ne güzel
Yaratıcı. Bak! Bak! Çünkü o çocuk masum, senin kafan şimdi aydı.
Onun için ayık zamanda öyle çocuğa bak. Onun yaratılışına bak. Yaratan’ı gör!..
Asliyetine bir bak! Bir damla kerih bir su, bebeğe bakarsan nur.
Mahlûk mahlûktur. Hâlik murat ettiğini yapar. O ne güzel yaratıcıdır. Bir damla kerih
sudan bebek yaratıyor, büyütüyor, insan şekline koyuyor. Bunu sahibimiz yaptı. Bunun
için sen çık aradan, kalsın Yaradan. O istediğini yapar. Yalnız hepsi O’nun ve O’ndan
olduğunu mahlûkun bilmesi lâzım.
İşte bu güzel Yaratıcı’ya karşı bir mahlûk nasıl şükredebilir? Nasıl tazim edebilir? N asıl
ibadet edebilir? İbadet ederken edemediğini bilirsen ibadet etmeye çalışırsın. Ola ki
rızâsına ulaştırır. Fakat “İbadet ettim!” dediğin zaman O’nu kırmış olursun. Allah’ım
kıranlardan etmesin.
Hep öyle derim; Allah’ım beni lütfunla al, ibadetimle değil. “İbadet ettim!” demekten
utanırım. Yaptığım ibadete göz yaşı ile istiğfar ederim. Ancak O’nun af ve
merhametine sığınırım.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni
bir icat ile numunesiz olarak yaratan O’dur.
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde terkip
eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini gösterir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerini fenlerini ortaya koysalar bir tek incir
çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı
yoktan var edip onlara can verebilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat acze
düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah’tır.
“Allah Samed’dir, her şey O’na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir.” (İhlâs: 2)
Yarattıkları ise O’nunla kâim olduğu için, yaratılan ne ki varsa her şey O’na muhtaçtır.
Her şey O’nun “Ol!” emriyle, O’nun yaratmasıyla meydana gelmiştir. Yaratılanların
O’na muhtaç olması, yaratılma ile sona ermez. “Öl!” emri gelinceye kadar her zerre
O’nun varlığı ile hayattadır, O’na muhtaçtır. Bir atom tanesi de böyledir, kâinat da
böyledir, insan da böyledir.
İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var etti,
yoksa ihtiyacı için değil. O “Samed”dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes O’na
muhtaçtır. O “Meliklerin meliki”dir. Her şey ancak O’nun izni ve irâdesi ile hükme
bağlanır.
“Ehadiyet” sıfatı ile muttasıf olan Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatın her ihtiyaç ve
isteklerinde başvurulan yegâne mercidir. Sığınılacak yegâne dayanak O’dur. Duâ
etmez, kendisine duâ edilir.
İnsanı yoktan var etti, sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler verdi, onu kendi
mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.
Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O’ndan talep olunur.
Dilekleri yalnız ve yalnız O yerine getirir.
Sıkıntılı ve darlıklı günlerde kendisine başvurulan kapı O’nun kapısıdır. Her şeyden ve
herkesten müstağni olan, her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu zât O’dur.
Cömertliği, lütufkârlığı son haddine ulaşmış olan ilâh O’dur. O’nun izni ve emri
olmadan hiçbir iş hükme bağlanmaz.
Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe
muhtaçtır.
Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak da
O’na muhtaç, su da O’na muhtaç.
Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtır. Hava da O’nun
emrinde, güneş de O’nun emrinde.
Hadis-i şerif’te beyan buyurulduğu ü zere; “Güneş her gün doğudan batıya gider,
Arşurrahman’ın altında secdesini yapar ve tekrar doğması için izin
ister.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1321)
Her şey O’na muhtaç olduğu gibi, güneş de O’na muhtaç. Her şey O’nun yed-i
kudretinde ve O’nun emrindedir.
Bir meyveyi düşünün. Bütün insanlar, cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir
portakal, veyahut bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i Allah
budur.
Hadi sen de bir tanesini yap! Fakat yapamazsın. Çünkü insan âcizdir, mahlûktur. Bir
tek arpanın karşısında kâinat bakar, fakat kör bakar. Yaratıcısını onda görmez.
Mevye dalına güvenir, dal ise ağacına, ağaç ise köküne, kök ise toprağa güvenir.
Meyve olması için de ayrıca suya, havaya, güneşe, aya... ihtiyaç vardır. Dalı kessen
meyve yok olur, kökünü çıkarsan ağaç yok olur.
Meselâ toprağı ele alalım. İnsanı ondan yarattı, yiyeceğini de ondan yarattı. Kokuları
ayrı, renkleri ayrı, tadları ayrı ayrı olan bütün bitkiler toprakta bitiyor.
“Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek
çok taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler.” (Yâsin: 33)
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin
esasını bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar
başgösterir.
Toprakta ne var? Hiçbir şey yok. Ne varsa yalnız O’nun emrinde, O’nun hükmünde,
O’nun takdirinde var.
“İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.” (Yâsin: 38)
Her şey O’nun emri ile olur. Görünen de görünmeyen de bütün her şey böyledir. Neye
ve kime hangi hassayı koymuşsa, onda o mevcu ttur. Bu hassaların hiçbirinden
haberimiz yok.
“Samed” ism-i şerif’i doğrudan doğruya “Ehad” ism-i şerif’nin bir açıklamasıdır.
O’nun “Samed” olması, mâbud olarak da tek olduğunu gösterir.
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her şeyden müstağnidir, her
hamde lâyıktır.” (Fâtır: 15)
Bu hitap Allah-u Teâlâ’nın engin nimetlerini kendilerine hatırlatmak için bütün insanlığa
yapılmıştır.
Allah-u Teâlâ zâtında Gani olup, hiç kimsenin şükrü ne ve ibadetine ihtiyacı yoktur.
İhtiyaç mahlûkun şanıdır, bütün insanlar her türlü hallerinde O’nun ihsan ve nimetlerine
muhtaçtır.
O’nun ne derece lütuf, inayet ve merhamet sahibi olduğunu idrak etmek için insanların
bu hakikati bilmeleri gerekir.
Orada o ekilen çiçeklerin kokusunu aldıkça, onu ekeni tefekkür eder ve Allah -u
Teâlâ’yı yavaş yavaş gönülde arar.
Bütün kayıt ve şartlardan, arzu ve isteklerden sıyrılıp çıkmak, Hakk’ta fâni olarak
daima Hakk’ı tefekkür etmek, huzur-u ilâhide Hakk ile olmak, kısacası Murâkıb’ı
düşünüp tamamen O’nunla olmak demektir.
“Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (Âl-i imrân: 5)
“İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir. Zira sen, O’nu
görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Müslim: 1)
Bu hâle gelen bir kimseye Allah -u Teâlâ’nın her yerde mevcut olduğu hakikati zuhur
eder, müşahede mertebesine yükselir. Rubûbiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.
Murakabaların her birinin tecelliyatı ayrı ayrıdır. Tabii ki bunlar iç âlemin tefekkürüdür,
hususa aittir.
Dışta va içte olan organların her birindeki faydalardan, insanların çoğu habersizdir.
Sahip olduğu en kıymetli şeyleri dahi hiç karşılık vermeden üzerinde bulmuş olmasına
rağmen, devamlı gördüğü bir çok şeylerin de farkına varamamış, ibret gözüyle
bakmadığı için hayret edememiştir.
Meselâ insan vücudunda yüzlerce kemik, sinir, damar ve yüzlerce ihtiyarî hareketler
tertip olunmuştur. Her birinin şekli ve sıfatı başka başkadır. Her biri bir başka hizmette,
bir başka harekettedirler. Her biri bir iş için yaratılmıştır.
“O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği şekilde
seni terkip etti.” (İnfitar: 7-8)
Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerinde ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir
ölçüde yaratmıştır. O’nun yaratıcı gücü bü tün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini
gösterir.
Senin ise bunlardan hiç haberin yok! Sen sadece el ve ayağın tutmak ve yürümek için,
dilin konuşmak için kullanıldığını bilirsin. Halbuki insanın içindeki ve dışındaki bütün
organlar bir iş için yaratılmışlardır. Her biri bir işle meşgul olurken sen ise tatlı tatlı
uykudasın. Onlar sana hizmetten bir an bile geri durmuyorlar. Sen ise onları
tanımıyorsun. Aynı zamanda onları sana hizmet ettirene de şükretmiyorsun!
Meselâ yürek, mide, akciğer, karaciğer, öd kesesi ve böbrek gibi iç organlar; çekme,
emme, hazmetme, ayırma, işe yaramayanı atma, şekil verme, üreme gibi vazifeler
yaparak bedende hizmetçi olarak tayin olunmuşlardır. Aldıkları emir üzerine her biri
kendi işini yapmakta ve hiç aksatmamaktadırlar.
Vücuda hayat veren yürek, bu organlara her an çeşit çeşit hareket ve kuvvet
göndermektedir. Günde kaç bin defa kan pompalıyor, onu pompalatan kim?
Burada Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükmü yürümekte olup, ona o hizmeti yaptırıyor,
diğerine başka hizmeti yaptırıyor. Hiçbir organ bunları kendiliğinden yapamaz. Emir ve
hükmünü çektiği zaman bir saman çöpünden ne farkı oluyor?
Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Her yaratılışta bir hikmet var, fakat Allah-u
Teâlâ’dan başkası bu hikmetlerin hepsini kavrayamaz.
Karaciğer; midede kalan o lâtif ve ince olanları kendine çekerek kan rengine boyar.
Dalak; kanın üzerinde meydana gelen ve sevda adı verilen siyah köpüğü çekip alarak
kendisine tebdil eder.
Sonra bunlardan süzülüp ayrılan kan, ciğerde su ile karışıp kıvam bulmadığından,
böbrek kandaki o fazla suyu çekip süzmekte ve ayırmaktadır. Böbreklerde kalan artık,
idrar olup mesaneye gider ve dışarı çıkar.
Büyüme kuvveti, ondan organlara neşv-ü nemâ verip, et ve yağ gibi kuvvet ve kudret
hasıl olmaktadır.
Sonra damarlar içinde kalan kandan üreme kuvveti; erkekte meni, kadında yumurta ve
bebek için süt meydana getirip, her biri hususi yerlerine dolmakta ve birikmektedirler.
Dalakta bir arıza olursa, kandan sevda adı verilen maddeyi ayıramaz. O sevda ile
karışık kan vücuda dağılır, bazı hastalıklar meydana gelir.
Öd kesesinde bir arıza olursa safrayı kandan ayıramaz, böylece sarılık gibi bazı
hastalıklar ortaya çıkar.
Bunun gibi bedende bulunan organ ve kuvvetlerin her biri kendi işlerinde olurlar.
Bunlardan biri noksan olursa veya vazifesini yapmazsa, çeşitli hastalıklar zuhur eder,
insan bünyesi iş yapamaz hale gelir.
Allah-u Teâlâ kandaki besinleri temizleyip tekrar kana versin ve kanda her uzuv
kendine yarayan besini alsın diye karaciğeri yarattı. Bu şekilde kemiğin aldığı besin
kasların aldığından, damarların aldığı besin sinirlerin aldığından farklı olmaktadır.
Eğer dikkat edersen, bütün bu ilâhî sanatların hepsini bir damla kerih suda bulursun!
Allah-u Teâlâ o bir damlacık kerih sudan bunca hikmetlerini göstermektedir. Bu bir
damla suda bu ince sanatları, bu ilâhî hikmetleri gösteren yaratıcının; aynı zamanda şu
muazzam mükevvenattaki gösterdiği hikmetleri bir düşün! Bu ne muazzam bir
kudrettir!
Yaratmak, yok etmek, hayat vermek ve öldürmek suretiyle mülkünde tasarruf sahibidir.
Boşuna bir şey yaratmaktan münezzehtir.
Bütün insanlar ve cinler bir araya gelip de bir damlacıktan hayat, görme ve işitme gibi
hassaları meydana getirmeye kalksalar, buna hiçbir zaman güç yetiremezler.
“Onlar Allah’ı bırakıp bir takım ilâhlar edindiler. Ki onlar hiçbir şeyi yaratamazlar,
zaten kendileri yaratılmışlardır. Kendilerine bile ne zarar, ne de fayda veremezler.
Ne kimseyi öldürebilirler, ne de kimseye hayat verebilirler, ne de yeniden
diriltebilirler.” (Furkân: 3)
“Kendisinden başka ilâh olmayan, Hayy ve Kayyûm olan yüce Allah’tan mağfiret
dilerim. Kendi nefsine zulmeden, gerek hayat gerek ölüm ve gerekse tekrar
dirilme bakımından kendi nefsine malik olmayan bir kulun tevbesi ile tevbe
ederim.” (Ebu Dâvud)
“Allah, her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerde neyi eksik, neyi ziyade
edeceğini bilir. O’nun katında her şey ölçü iledir.” (Ra’d: 8)
Âyet-i kerime’de:
Fakat insan cehaletinden ötürü, hem kendine hem başkalarına zulmeder, en büyük
zulmü kendinedir. Çünkü iyinin iyiliği herkese dokunur, en büyüğü kendinedir. Kötünün
kötülüğü çok kişiye dokunur, en büyüğü kendinedir.
Senden sana yakın olduğunu da sana bildiriyor. Gerek zahirî, gerek bâtınî bir çok
nimetleri ihsan etmiştir. Fakat insan hâlâ bunu idrak edemiyor.
“Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir.” (Lokman: 20)
Yoktan var eden Hazret-i Allah’tır. Bidayetten nihayete kadar terbiye eder, nimetlerle
donatan O’dur. Bütün kâinatta ne ki yarattı ise hepsini sende dürmüştür. Fakat bizim
bunlardan haberimiz var mı?
Şimdi bunu bilen konuşuyor. Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz buyururlar ki:
1. Bize lütfettiği vücud nimet ve ziynetleri için Hazret-i Allah’a şükretmemiz lâzım.
2. Dünyadaki nimetleri de sonsuzdur. Her şeyin en güzelini senin için yaratmış, bütün
kâinatı sana musahhar kılmış; ay, güneş, yerler, gökler, nebâtat, hayvânat senin
hizmetine sunulmuş. Nimetlerinin en güzelini senin için halk etmiş ki, cennet gibi
nimetler...
3. Mânevî nimetlere gelince; hidayeti bahşeden, iman şerefi ile müşerref eden, Hazret-i
Allah’a ve Resul-ü Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine varmak için yol tarif eden,
ulaşmak için vâsıtalar halk eden, bize iyi ve kötüyü duyuran ve en güzel surette halk
eden Hazret-i Allah’a şükretmemiz lâzım.
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden
başkasına ibadet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına
şükrediliyor.” (Taberâni)
Şöyle bir düşünün. Bizden evvel birçok kavimler geldi geçti. Nuh Aleyhisselâm’ın
kavmi, Lut Aleyhisselâm’ın kavmi... gibi. Allah -u Teâlâ bu kavimlerin kimisini ateşle,
kimisini su ile, kimisini rüzgârla, kimisini sesle helâk etti, kimi memleketleri altüst
getirdi.
Nimetlerine şükredebilmek için her nimetin üzerinde ayrı ayrı tefekkür etmek gerekir.
Bu tefekkürler şükre vesile olur ve insan şükrünü daha çok artırır. Her şeyin O’nun ve
O’ndan olduğunu daha iyi anlar. Şükrün artmasıyla Hazret-i Allah nimetlerini ziyade
eyler, hem de o nimetleri muhafaza eder.
Çünkü Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde:
Allah-u Teâlâ’nın bir insan üzerindeki nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Seni en
güzel bir biçimde yarattı. Sayılamayacak kadar nimetlerle de donattı.
Onu İslâm’la müşerref etmiş, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet
etmiş. Ona göz vermiş bakıyor. Duyma hassasını vermiş işitiyor. Konuşma imkânı
vermiş. Kalp vermiş, hayatını idame ettirmesi için nefes ihsan buyurmuş. Bir an
kesiverse hayatımıza mâl olacak. Ona el ayak vermiş. İnsan saymaya kalksa yalnız
bedendeki nimetleri bile sayamaz.
Bütün hayvanları ve bitkileri insanın emrine ve istifadesine sunmuş. Sonra onu kendi
mülkünde bulunduruyor. Her an onu gözlüyor, her hâline vâkıf.
Bunları tefekkür edelim ki; bize âit olmadığı, O’nun olduğu meydana çıksın. O’nun
olduğu bilinince de şükür husule gelsin.
“İşte biz şükreden bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” (A'raf: 58)
Allah-u Teâlâ'nın nimetleri üzerinde düşünen kimse bu nimetlerin değerini takdir eder
ve buna bağlı olarak da şükreder. Şükür temiz kalplerden doğar.
Rabb’im! Şükreden bir kalp, zikreden bir lisan, fikreden bir dimağ ihsan buyursun.
O Ebul-ervah’tır, bütün ruhların babasıdır. Hazret-i Allah kendi ruhundan ona ruh verdi.
O ruhtan bütün ruhları yarattı. Bir insanın cesedi var, fakat ruhu olmazsa yaşayabilir
mi? Yaşayamaz.
O Rahmeten lil-âlemin’dir, onun varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir, bütün
insanlar ondan hayat bulmuştur.
“Ey Peygamber! Biz seni bir şâhid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle
Allah’a çağıran ve nur saçan bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzâb: 45-46)
“Resul’üm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i imrân: 31)
Şükür gereken ikinci husus, Allah-u Teâlâ’nın bir kulunu iman ile müşerref etmesidir.
İman ile müşerref ettiği kimseler, o iman şerefi ile Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman
ediyor, o iman nuru ile aydınlanıyor.
İman vermeseydi küfür ve dalâlet batağına düşer, ebedî h ayatı mahvolur, dünya
saâdetini, ahiret selâmetini kaybederdi.
“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus:
100)
“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fıskı ve isyanı da
çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7-8)
“Bu Allah’ın fazl-uikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf
sahibidir.” (Cuma: 4)
Aynı zamanda bu bir emr-i ilâhidir. Onu buldun Hakk’ı buldun; onu bulamadın, Hakk’ı
nasıl bulacaksın?
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile
hüküm verirler.” (A’raf: 181)
“Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ
ayrılıktadırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o bir fırkanın kıyamete kadar
bâki kalacağını beyan buyurmuşlardır.
“Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer
olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar
veremeyecektir.” (Tirmizî)
Saadet yolunu bulan o bir fırkanın içinde bulunanlar dahi ikiye ayrılır. Birisi zâhir ehlidir.
Allah-u Teâlâ’nın emirlerine riayet, nehiylerinden içtinab etmek suretiyle imanının
tekâmülüne gayret ederler.
Diğeri ise bâtın ehlidir. Allah -u Teâlâ bu yolda manevî hocalar yani manevî rehberler
de tayin etmiştir. İnsan bu manevî rehberlere intisap etmekle, kendisinin cismânî ve
ruhânî olmak üzere iki unsurdan mü teşekkil olduğunu anlamaya başlar.
Bunun için üçüncü şükür de Allah -u Teâlâ’nın böyle bir rehber-i sâdıkı buldurması her
türlü bulanıklıktan ve bölücülükten kurtarmasıdır. Yetmiş üç fırkadan ayrılıp o bir
fırkaya nâil olduğu gibi, o bir fırkanın da en kestirme yolu ile Hazret-i Allah ve
Resul’üne ulaştıran rehberi bulan kimse gerçekten saâdeti bulmuştur.
Musa Aleyhisselâm “Yâ Rabb’i! İnsanı kudret elinle yarattın, sayısız nimetler
verdin. O bunun şükrünü nasıl ödeyebilir?” diye sorduğu zaman Allah-u
Teâlâ “Bütün bunların benden olduğunu bilirse şükretmiş olur.” buyurdu.
İnsan gerek aldığı nefeste, yediği nimetlerde, gerek mülkünde gezerken, O’nun ihsan
ve ikramını görürken; “Ey sahibim! Beni yoktan var ettin, nimetlerin içinde beni gark
ettin. Allah’ım bana bunun şükrünü de ihsan et.” diye niyaz etmeli ve her
nefeste, “Bana nefes aldırıyorsun, o nefesle bana hayat veriyorsun, sana şükürler
olsun.” demelidir.
Allah’ım gerçekten sana şükretmek için gücümüz yetmez. Allah’ım bize lütfundan öyle
bir güç ver ki; senin lütfedeceğin güçle sana şükredelim. Ve her şeyin senden
olduğunu bilerek sana şükredelim.
Şükrümüzü artırırsak, nimetini artırır. Nefsimize bağlarsak kesiverir.
Dolu olan bir mide ile şükür edemezsin, onun şükrü iki dudak arasındadır.
Bir insan çok az yiyecek, gerekirse tek çeşit yiyecek ki onun tadını bilebilsin ki O’na
şükür edebilsin, bu hâli şükürdür.
O, birçok nimetleri ihsan etmiş, sen onların içinden bir tan esini alacaksın, yiyeceksin,
onun değerini bileceksin; lezzetini, kokusunu, kıymetini takdir edecek; “Sen ne güzel
yaratıcısın Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun!” diyeceksin.
Burada tefekkür var, tefekkürün içinde şükür var. Ötekisinde mideye şükür var.
Verdiğine şükür ediyor, halbuki tefekkür çoktan kalktı.
Şükür ne demektir?
İbadetin özü şükürdür. Namaz kılıyorsan ona şükredeceksin. Zekât veriyorsan ona
şükredeceksin. Hayır yapacaksan ona şükredeceksin. Yaptığının şükrünü yaparsan
vermiş olursun. Bana ibadet ettiriyor, huzuruna kabul buyuruyor, nasıl şükür lâzım,
nasıl şükür lâzım. Yaptırana, yaptırdığı için şükür etmek. Şükreden bir kalp, zikreden
bir lisan, fikreden bir dimağ. Hazret-i Allah’tan bunu isteyin.
Şükrünü çalışma ile artıracak. Çalışma ile artırırsa, çalıştıkça şükrünü artırmış olur. Bu
ihlâslı çalışma ve ubudiyet arzusu gönülde olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk kişinin öz
niyetine bakıyor.
Bu yüzden insan, ömrü boyunca Allah yolunda başını secdeden kaldırmasa, hatta
ibadet ve şükür maksadıyla başını secdeye koysa ve istiğfarla şükretse gene de O’na
şükür ve istiğfar etmiş olmaz. O’nun sonsuz ihsanına karşı bir mahlûk ne yapabilir.
Onun için çok çalışmalıyız.
Allah’ım! Ganî olduğunu biliyorum. Bildiğim için senden istiyorum. Fakir olduğum için
de sana sığınıyorum.
Kendisinin hiçbir şeyi yok ki varlığını iddia etsin. Onun için her şeyin en güzel
numunesi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
Yani ruhum O’nun, bedenim O’nun, malım O’nun, her şey O’nun. Benim hiçbir şeyim
yoktur. Fakirim ve fakirliğimle de iftihar ederim. İslâm budur. İslâm’ın özü budur.
Mahviyetin özü budur. Bu en büyük zirve. Bundan daha büyük zirve yok.
“Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir.” buyuruyor.
(Lokman: 20)
“Allah’ım! Ben sana şükretmeye aciz olduğum için gözlerim Zât’ına şükrediyor.” derim.
Mahlûk olduğum için Hâlik’ıma şükrüm yetmiyor.
Allah’ımızın ihsanı çok büyüktür, bizim de isyanımız... Bunu çok iyi bilelim. İhsan
buyurduğu nimetlere şükretmek için, emirlerine sımsıkı sarılmamızın lâzım geldiğini
cidden idrâk etmemiz lâzım.
Ne emrettiyse o şey güzeldir. Emrettiği şeyin üzerinde durmak, akıl yürütmek yersizdir.
Bu suretle yol daha kestirmeden alınır. Tekâmül ettikçe Hakk ve hakikat daha güzel
anlaşılır.
Farz ibadetlerin yanında hiç şüphesiz ki nafile ibadetler de, insana büyük ölçüde yok
verir. Amma ihlâslı ve itimatlı olacak.
“Allah’ım! Nefsime fırsat verme, beni bana bırakma!” diye çok niyaz etmemiz lâzım. O
zaman Allah’ımız bizi muhafaza eder, dalâlete düşürmez. Yeter ki O’na sığınalım.
a) “Yaratan, yoktan var eden, beden nimetleri ile donatan, bidayetten nihayete kadar
en güzel şekilde terbiye edip suret veren Hazret-i Allah'a şükürler olsun.” derler.
c) “İman şerefi ile müşerref eden, İslâm ile mükerrem eden, iyi ve kötüyü ayırt etmek
için Kelâmullah’ı indiren, Rehber-i sâdık’ı gönderen Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler
olsun.” derler.
Bir düşün! Hayatın boyunca bunlara bir defacık tefekkür edip şükrettin mi?
Fiili Şükür:
Cenâb-ı Hakk’ın hoşlanacağı, beğenip razı olacağı işleri, noktaları gözetlemek, lütuf
rızâsına vesile olacak işlere tevessül etmek ve her yönden o nispette çalışmak f iili
şükürdür.
Önümüze çıkardığı hayırlı işlere hep şükür etmemiz lâzım. “Yâ Rabb’i! Sana şükürler
olsun. Kendi kereminden İslâm olarak dünyaya getirdin, İslâm olarak anne
babamızdan getirdin, İslâm ülkesinde bulunduruyorsun, sonra bize ahkâmı, İslâm’ı
öğretiyorsun. Bunlar senin, senin olduğu için Zât’ına şükrediyorum.”
“Beni bunca nimetlere gark eden Rabb’ime ibadet edeyim.” der ve dil ile yaptığı
şükrünü ibadete döker, ibadetini artırır.
Yoktan var edeni, nimetlere gark edeni düşünüyor, buluyor, biliyor. Mülkünde
bulundurduğunu, namütenâni nimetlerle merzuk ettiğini, idrak ediyor. Bunları düşüne
düşüne; “Yâ Rabb’i! Bunlar hep senindir, yeri de göğü de sen bize musahhar kıldın,
hiçten var ettin, nimetlere gark ettin. Sana sonsuz şükürler olsun!” der ve bunu
ibadetiyle, taatiyle, zikriyle, fikriyle yâd eder.
Fiili şükrün bâtınî; Hazret-i Allah’ın nurunu kalbe akıtması ve dilediğini ona
duyurmasıdır.
Dimağınızı daha güzel yatıştırmak için bir Hadis-i kudsi daha arzedeceğiz:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi
vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”
“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben onlardan
haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Müslim - Hâkim)
Yani onlar beni biliyor ve benden haber verirler diye Hadis-i kudsi’de beyan buyuruyor.
Niçin Allah-u Teâlâ o sevgili kullarına karşı gelene harp ilân ediyor? Çünkü o veli
Hakk’ta fani olmuştur, kül olmuş, esrâr-ı ilâhi’de yok olmuştur. İçinde yalnız Allah -u
Teâlâ’nın mevcudiyetini görür ve bilir, kendisini görmez.
Allah-u Teâlâ “İçindeyim, bak beni göreceksin!” diye hitap ediyor. Amma hani o
gören gözler?
Amma Allah-u Teâlâ “Beni bilenler var.” buyuruyor. Ben haber veriyorum şimdi,
Âyet-i kerime ile haber veriyorum, Hadis-i kudsi ile haber veriyorum.
O içinde olduğu için duyan kulağı, gören gözü oluyor. Onun eli ve ayağı oluyor. Kalbi
oluyor onunla anlıyor, söyleyen dili oluyor onunla söylüyor. Onun bütün sırrı ve esrarı
Allah-u Teâlâ’nın içinde oluşundadır. Amma sen baktığın zaman put göreceksin.
Demek ki boşalmamız lâzım.
Şimdi yavaş yavaş aklınız almaya başladı mı kardeşler!
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz süflî
arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.” (Tirmizî)
Yemin ediyor böyle olduğuna dair. Bu böyle midir? Bakın şimdi izah edeceğim.
Hâli Şükür:
Hazret-i Allah’ın sonsuz nimetlerini tefekkür eder, bir türlü şükredemeyeceğini anlar.
Şükrünü ifadede aciz ve bîtap kalır. Bu şükrün en yüksek şeklidir.
O’nun azâmetini görerek ihsanını, ikramını bilerek acizliğe düşer. Acizliğini idrak eder.
O’na haliyle şükreder. Bunlar yalnız kendi dostlarına aittir. İnsan şükretse, edemez.
Zikretse, zikredemez. Niçin? Azâmet-i ilâhiye’nin karşısında kendisinin basit bir
mahlûkçuk olduğunu bildiği için Hâlik-ı azimüşşan’a karşı nasıl şükretsin? Cenâb-ı
Hakk’ın sonsuz ikramını düşünür, kendi acizliğini de düşünür. Hükümsüz, değersiz,
günahkâr olduğunu bilir. O’nun sonsuz nimetini, ihsanını düşünür, şükredemez, ancak
gözyaşlarıyla şükür eder. Onun şükrü, gözyaşıdır. Bu, şükürlerin en güzelidir. Lâkin bu
şükrü yapabilmek için O’na yakın olmak lâzım. O’ndan olduğunu görmek lâzım. Göre
göre O’na şükretmek lâzım. Asıl şükür budur. Buna da hâli şükür denir. “Bildim senin
olduğunu, gördüm senden olduğunu, sana sonsuz şükürler olsun; evet, ben acizim
amma şu gözlerim bari sana şükrediyor.”
Verdiği her şeyden fazla Allah-u Teâlâ’yı severler. O’nu görür, O’ndan olduğunu da
görür. Bu hâli şükürdür.
İbadeti ihlâslı olursa, helâl lokmaya dikkat edilirse, bu defa kendisine çeker ve
ubûdiyeti sevdirir.
Burada çok gizli bir nokta var. “Ben ibadet ediyorum.” demek başkadır; “Bana ibadet
ettiren Sahib’ime sonsuz şükürler olsun.” demek başkadır.
O, ibadet ederken hep Cenâb-ı Hakk’a şükreder. “Yâ Rabb’i! Sana çok şükürler olsun
ki, bana bunu sevdirmeseydin, beni kaldırmasaydın, ben bu ibadeti yapamazdım. Bu
sevgi ile bu ibadeti yapıyorum.” der.
Kendisine çektiği zaman ona dilediğini lütfeder. Bu defa ubûdiyetin derin kısmını
sevdirir. Ondan rahatı, istirahati selbeder. O, Hakk ile olmak ister. Tecelliyâtına göre
ibadet eder eder, gerçekten ibadet edemediğini bilir, acze düşer. Artık onun şükrü
gözyaşları ile olur.
İhsân-ı ilâhiye’ye şükür için O’na gerçek man ada secde etmek lâzımdır. Gerçek
manada secde nedir? O’nun içeride olduğunu bilmen, O’nunla konuşman ve O’na
secde etmendir. O’nunla, O’na secde etmen. Buna secde denir. Onun için O’nunla
O’na ibadet...
Bunun manası:
“Çünkü Allah, onların mükâfâtını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir.
Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır: 30)
Hülasâ-i kelâm;
Şükrün aslı; O’nu göreceksin, O’nu bileceksin, O’ndan bileceksin. Zikir de böyledir.
O’nunla O’nu zikredeceksin. Fikir de böyledir. O’nunla O’nu tefekkür edeceksin.
Yeri de nur olarak, göğü de nur olarak görebilirsen O’nu rahat görebilirsin. Ne yer var,
ne gök var. O’ndan başka hiçbir şey yok. Bunun için O’nunla O’na tefekkür edersen
O’nu görürsün, O’nu bulursun, O’nunla olursun. Bu arada gelecek birçok musibetler
olabilir, imtihan için o sabrı da O bahşeder. Ondan sonrası O’nunla olmak hayattır,
O’nsuz olmak vefattır. Bunlar kelimede kalıyor. Allah’ım yaşama halini ihsan buyursun.
Akıllı insan götüreceği şey için çalışır, akılsız insan bırakmak için çalışır; herkes
bırakmak için çalışıyor. Biz, Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemin bu ümmet-i Muhammed’e
bırakmak için çalışıyoruz. Okudukça duâ edecek. Allah -u Teâlâ kabul ederse yâd
edecek.
Sabaha kadar ibadet eder eder, sabahleyin de yaptığı ibadete gözyaşı ile istiğfar eder;
af olması için, ibadet ve taatlarının kabul olunması için duâ ve niyazda bulunur. Çünkü
o Allah-u Teâlâ'yı biliyor, yapamadığını da çok iyi biliyor. Aşk ateşi ile yanar, Allah-u
Teâlâ ile beraber olmayı her şeyden fazla tercih eder.
Şükretmek lâzım, fikretmek lâzım, zikretmek lâzım. Bu nimetin kıymetini bilmek lâzım.
Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun.
Kalbin şükrü, marifetullah; lisanın şükrü, hamd-ü senâ; uzuvların şükrü, ibadettir. Ben
şükrümü O’nunla O’na yapıyorum.
Mâhir Nakkaş:
Küçük bir çocuğun eline güzel giyindirilmiş ve onun sevdiği bir bebek versen ve ona
sorsan!
- “Bu bebek mi güzel, sen mi güzelsin?”
- “Ben” der.
Zaten hayatı boyunca hep “Ben” dedi. Niçin? Gerçek mânâda hakikata kör olduğu için.
O ise kendisini âlim ve allâme zannediyor, hakikatte kör ve cahil olduğunu bilmiyor.
Neden? Çünkü o Mârifetullah ilminden yoksun ve mahrumdur. Bunun için gerçeği
bilemedi ve hep “Ben” dedi. Allah -u Teâlâ’yı görüp bilemediği için nefsini ilâh edindi ve
“Ben” dedi.
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil
olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın.)” (Furkan: 43)
Kendi varlığı Var’ı bulmaya manidir. Varlığını ifna ederse kâinatın perde olduğunu
görür.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyuruyorlar:
“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine
hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için
faydalı olan da budur.” (Tirmizî)
Eğer kendini bilseydi, Yaratıcı’yı görseydi, yaratılanlara “Lâ” derdi. Buna vâkıf olanlar
ten elbisesinden soyunanlardır.
Bu ilme vâkıf olmayanlar ise bebek mesabesine düşmüşlerdir. Kelime-i tevhid’i neden
çekemiyorsun? Yaratılmış hiçbir şey Allah değil. “Lâ ilâhe” derken onu bilmiyorsun.
Hani senin imanın?
Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Her şeye bir ölçü, her şeye bir suret vermiş ve o
suretle göstermiştir. Her zerrede kudretini ve âsârını, emsalsiz iradesini ve gücünü
göstermiştir.
Bir tek danenin, bir tek yaprağın karşısında bütün dünyadaki insanlar, fen ve sanat
erbabıyım diyenler, bir araya toplansalar onu yapmaktan aciz kalırlar. Madem aciz
kalıyor, bu tefekkürü yap. Yaratan’ı artık gör ve bul. Kâinâtı Yaratan’ı bir düşün.
Bir çekirdeğin içerisine ağacı yerleştirmiş. Dalları, yaprakları, meyvesi var. Ve kime
nasib olacağını da takdir etmiştir. Ama sen kudret sahibi olan Hazret-i Allah’ı hâlâ
tanıyamadın!
Bir meyveyi düşün! Kokusu, lezzeti, rengi hep başka başka. Ku dret ve sanatıyla içine
çekirdeğini de yerleştirmiş. Ve Hâlîk’ın yarattığı hiçbir esrarına mahlukun aklı dahi
yetmiyor, aciz kalıyor. Bütün kâinât bir zerrenin karşısında aciz düşüyor. O ise görün
diye eserini gösteriyor. Fakat kişi hâlâ nefsine bakıyor, eserlerini görmüyor.
Şu gördüğümüz bütün varlıklar var olan Hazret-i Allah’ın eseri, varlığına delâlet eden
âsârıdır. Kâinât perdesini de O yarattı. Üstündeki âsârı ile donattı ve nakşetti. O ne
güzel nakkaştır! Hep O. Ama birçoğu yaratılanda kaldı, Yaratan’ı bilemedi ve
bulamadı. Onların hepsi var olanın âsârı ve delilidir. Sonsuz ihsan ve keremin sahibi
O’dur. O’ndan başka vücud veren bir varlık da yoktur.
“Yâ Rabb’i! Yarattığın ve lütfettiğin varlıkların bir zerresinin idrakinden acizim. Zira
bütün âlemlerin Rabb’isin. Bütün varlıkların yaratıcısısın. İhsan ettiğin, ikram ettiğin her
türlü nimet ve ziynet, kudretinin âsârı ve izharıdır.”
Yarattığı mahlukatın birçoğu bunu bilmez ve görmez. Yarattıklarının bir çoğuna bakar,
taklit etmeye kalkar. Her varlığın, her zerrenin karşısında âciz düşer. Acze düştüğü
içindir ki azamet-i ilâhî’yi bulamaz ve göremez, bu esrarı çözemez. Oysa her zerrede
ulûhiyet sırlarının esrarı mevcuttur. Onu da göremez ve bilemez.
Kâinâtın perdesinde O’nun nakşı var. Her zerrede nakşı görüyorsun, perdeyi
görüyorsun. Kimin nakşettiğini göremiyorsun. Şu gördüğünüz kâinât bir perdedir. Bu
gördüğünüz tüm âlem bir nakıştır. O perdeyi kaldır ve Nakkaşa bak. Fakat
göremiyorsun. Bu iman sureta bir imandır.
Lâ ilâhe illâllah; sen yarattın, sen nakşettin. Ancak nakşedilenlerin hiçbiri ilâh değildir.
Sen de bir perdesin, kâinât da bir perdedir. Kendi perdeni kaldırırsan kâinâtın perde
olduğunu görürsün. Danede, perdede kalma, O’nu bulursun.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor.
İnsan bu merhaleden itibaren daha önce cansız iken canlı, konuşmaz iken konuşan,
duymaz iken duyan, görmez iken gören bir varlık olmuştur.
İnsanın aslı olan bir damla kerih suyu Cenâb-ı Hakk takdir toprağı ile karıştırdı, hüküm
tohumunu attı, hayat suyu ile fırlattı, “Ol!..” dedi ve oldu. Diğerleri hep teferruattan
ibarettir. Biz ise çocuk oldu deyip geçiyoruz. Herkes kabuğu görür, özü gören azdır.
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmekle büyük bir şeref bahşetmiştir. Böylece
insanda hayat fiilen başlamış oldu.
Allah-u Teâlâ kulağı, gözleri ve kalbi tertip üzere zikretmiştir ki; önce Hakk’ı işitsin,
sonra işittiğini gözüyle görsün, gördüğü şeyleri kalbiyle tefekkür etsin.
Nihayet günü gelince 280 gün sonra fevkalâde bir bebek olarak dünyaya gelir.
“Sonra sizi bir bebek olarak dünyâya çıkarıyor. Sonra güçlü kuvvetli bir çağa
erişiyorsunuz.
İnsanın topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnem ete ve nihayet
insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışının her safhasında, Hazret-i Allah’ın
kudretinin yüceliğine delâlet eden ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda
mevcuttur.
Âyet-i kerime’de:
Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine hâiz iken, insan şeklini alıncaya
kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, hiç şüphesiz ki bir çok menfaatler ve
hikmetler vardır.
İnsan anılmaya değer hiçbir şey değil iken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde;
Allah-u Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve
insan olarak yeryüzüne gönderiyor.
“İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman geçmemiş
midir?” (İnsan: 1)
Âdem Aleyhisselâm çamur halinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh
üfürülmeden, şekillendirildiği hal üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine uygun
bir kıvama getirilmiştir.
İnsana gelince;
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah -u
Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği kerih bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti ki, o
zaman yeryüzünde esamesi yoktu, sonra Allah -u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi daha
önce tanınmayan bir şey iken, tanınan bir varlık oldu.
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri sadece ‘Ol!’ demekten ibarettir. O da hemen
oluverir.” (Yâsin: 82)
O bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. “Ol!” dediği
şey kaçınılmaz olarak var olur.
Allah-u Teâlâ gökleri ve yeri yaratmanın, baştan olsun, yeniden diriltmek şeklinde
olsun, insanların yaratılmasından daha büyük olduğunu ve bunun kendisi için kolay ve
zor tarafının bulunmadığını beyan etmektedir:
Bu gibi hususların görülmesi kalbin basiretine delâlet ettiği gibi, görülmemesi de kalp
körlüğüne delâlet eder.
“Körle gören, iman edip de iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir olmaz.
Hülâsa-i kelam;
Yoktan var eden, nimetleriyle donatan, suretiyle gösteren engin kerem sahibi olan
Hazret-i Allah’ı gerçekten tanımayanlar O’na hasım kesilirler ve “Ben” derler.
“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o
apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Allah-u Teâlâ insanın yaratılışını hakir bir sudan başlattı. Onu bu güçsüz nutfeden
yaratan, ölümünden sonra da tekrar diriltmeye elbette kâdirdir.
Zaman zaman ve muhtelif yazılarla Hakk’tan gafil olanlara Hakk’ın varlığını duyurmaya
çalışıyoruz. Tâ ki insanoğlu gerek kendisininin, gerek kâinatı
yaratmasının “Ol!” emrinden ibaret olduğunu bilsin. O’ndan başka bir mevcut yoktur.
Vücud O, mevcud O.
Fakat siz kendinizi ondan ayrı saydığınız için bunlar size izah ediliyor.
Yani “Ol!” dediği zaman murad ettiğini yaratıyor, “Öl!” dediği zaman murad ettiğini
öldürüyor ve olduruyor. Ondan bile haberin yok.
O öyle bir Allah ki yalnız kendi kendisini bilir ve kendi kendisini metheder.
Yani “İçindeyim!” buyuruyor. O ise hakikatte kör olduğu için görmüyor. Sen görüyor
musun? Görmüyorsun.
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” buyuruyor. (Vâkıa: 85)
“Her şeye her şeyden yakınım.” buyurmasına rağmen hem görmüyor, hem de
duymuyor. Hakikatte hem kör, hem sağır olduğunu bilmiyor ve görmüyor. Hem hitâb-ı
ilâhiyi duymuyor ve hem de câhil olduğunu bilmiyor. Sen görüyor musun?
Görmüyorsun.
O ise kendisinin bir âlim ve allâme olduğunu zannediyor, “Bu hakikatların karşısında
inkâr mı edeyim, yoksa tasdik mi edeyim?” diye bocalıyor.
İnkâr etse Âyet-i kerime’ler var, onları inkâr etmiş olacak. Dolayısıyla kâfir olduğu
bilinecek. Tasdik etse aklı ve ilmi yetmiyor. Bu adam ne yapsın şimdi?
Daha evvelde arz edilmişti ki;
Hadis-i şerif’te:
“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” buyuruluyor. (K. Hafâ: 2/130)
Mürşid-i kâmil Allah-u Teâlâ’nın mânevi arşı olduğu için mânevi arşa ne tevdi etmişse
nasibi olanlara nasibini verir. Diğerleri bu kuvvete haiz değildir.
Çünkü bunlar Hakk’ı görür kendisini görmez. Bu beyanlarımız kendisini âlim ve allâme
bilmiş, nefsini görmüş, Hakk’ı görmemiş olanlar için değildir.
Evirip çevirip çeşitli temsillerle gerçek yaratıcı olan Hazret-i Allah’ın nakşını ayrı ayrı
arzetmekteki gayemiz azamet-i ilâhiyi duyurmak, bildirmek ve yaratıcı olan Hazret-i
Allah’ı tanıtmaya çalışmaktır.
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak ki
çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.” (Bakara:
269)
ÖncekiSonraki
Devamını Oku
•
•
Allah-u Teâlâ’nın Nur’u, Âlemlerin Gurur ve Sürûru Muhammed Aleyhisselâm (5 )HAZRET-İ
MUHAMMED AleyhisselâmDizi Yazı - Resulullah Aleyhisselâm'ın Hayat-ı Saâdetleri
Saînüddin Ali Türkî -Kuddise Sırruh- (1)Allah-u Teâlâ'nın Sevgilileri'nin İfşaatlarına İzah ve
Açıklamalar (180)Dizi Yazı - Hatm'ül Evliya Hakkında İzah ve Açıklamalar
Ölümün Hakikati Cenaze İşleri ve Berzah Hayatı (9)İSLÂM İLMİHALİDizi Yazı - İslâm İlmihali
•
HAZRET-İ EBU BEKİR SIDDÎK -Radiyallahu Anh- (93)ASHÂB-I KİRAM -Radiyallahu anhüm-
HAZERÂTI'NIN HAYATIDizi Yazı - Ashâb-ı Kiram -r. anhüm-
Bismillahirrahmanirrahim
“Allah-u zül-celâl vel-kemâl Hazretleri’ne; O’nun sevdiği ve
beğendiği şekilde bitmez-tükenmez hamd-ü senâlar olsun.
Peygamberimiz Efendimiz’e, onun diğer peygamber
kardeşlerine, hepsinin Âl ve Ashâb-ı kiram’ına, etbâına,
ihsan duygusuyla kıyamete kadar onlara tâbi olup izinden
gidenlere; sonsuzların sonsuzuna kadar salât-ü selâmlar
olsun.”
Muhterem Okuyucularımız;
Tefekkür, sebepleri Hakk Teâlâ’dan bilip tevekkül etmektir. Tefekkür ahirete
dair olursa hikmet, kalbe hayat olur. Tefekkür, Hazret-i Allah’a yaklaştırır. Havf
ve recaya, korku ve ümide vesiledir.
Hadis-i şerif’lere göre öyle tefekkür vardır ki, bazısı bir yıl, bazısı yetmiş yıl,
bazısı da bin yıl ibadete denktir.
Herhangi bir varlık, bir nimet ele alınır ve parçalara ayrılır. O parçalardan bir
tanesi üzerinde Hazret-i Allah’ın kudreti ve tecelliyatı düşünülür. Bu tefekkür bir
yıllık ibadet sevabına bedeldir.
Bin yıllık ibadet sevabı verilende ise, Hazret-i Allah’a karşı tam irfan
duygusuna sahip oluncaya kadar ilâhi marifet tefekkür edilir.
Asıl marifet ilmi ise, Hazret-i Allah’ın bir kimseye Tevhid halini lütfetmesi ile
husule gelir.
Asıl şükür Allah ile Allah’a yapılan şükürdür. Hakiki namaz da, hakiki zikir de
böyledir. Övünmek de böyledir.
O’nunla ibadet edilirse, ibadetin özüne inilmiş olur. Bir insan Hazret -i Allah ile
övünürse, övünmelerin en güzelini yapmış olur.
Allah ile Allah’a şükretmek, Allah ile Allah’ı zikretmek, Hazret-i Allah ile ibadet
etmek ve Hazret-i Allah ile övünmek... Bunlar kitap karıştırmakla olmaz, lâfla
hiç olmaz. Hazret-i Allah ezelden bir kula ikramda, ihsanda bulunur, onu bir
sevgilisine merbût ederse, o vasıta ile kalbine bunların sermayesini koyar. O
sayede gönül kitabı karıştırılır ve bunlar husule gelir. Başka türlü husule
geleceği zannedilmesin. Yani O’nun yazdığı istidâ ile O’na münâcât yapılmış
olur.
Onun için elde fırsat dilde ruhsat varken, sayısız ihsanların kıymetini bilmeliyiz.
Ömrümüzü hiçe müncer etmemeliyiz.
•••
“Allah-u Teâlâ insanı bir damla kerih sudan yarattı. Âyet-i kerime’sinde: “Biz insanı
erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık.” buyuruyor. (İnsan: 2)
O kerih su o kadar kerih ki üzerine bulaşsa namaz kılamıyorsun.
“Biz sizi hakir bir sudan yaratmadık mı?” (Mürselât: 20)
Hazret-i Allah öyle bir Allah ki o kerihlikten dilediği şekilde inşa ediyor. Hiç dikkat ettin
mi? Senin aslın bir damla pisliktir. Bu kerih şeyden seni yaratıyor, dilediği şekilde inşâ
ediyor, uzuvlarını bir bir takıyor. Seni bir bebek olarak dünyaya getiriyor. Ana
karnındaki çocuğu anne mi yapıyor? Maksadımız azâmet-i ilâhiyi size gözünüzle
göstermektir.
“Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık.”(Tin: 4)
Dikkat edin şimdi... Ne idi, ne hale geldi. Biraz önce bir damla pis su idin, biraz sonra
her şeklini vermiş, azalarını yerli yerine koymuş bir bebek olarak, bir insan olarak
çıkarıyor. Bak o bebeğin güzelliğine! Bir kerih suya bak, bir de o güzel Yaratıcı’nın
yaratıcılığına bak!”
İnsanın her yerde, her yaratılan şeyde, Allah -u Teâlâ’nın eserlerini görmeye
çalışması gerekir. Bu tefekkürler sayesinde iman tekâmül etmiş, kemâlleşmiş olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu Âyet-i kerime nâzil olduğu gece
gözyaşları sakal-ı şeriflerini ıslatacak derecede ağlamışlar ve:
Allah-u Teâlâ bir çok Âyet-i kerime’lerinde tefekkürü emir buyurmuş ve tefekkür
edenleri övmüştür.
İmanı olanlar gökleri ve yeri, onlardaki en ince yaratılış sırlarını tefekkür ederek,
işaret ettikleri ilâhi hikmetleri anlayarak, ona göre güzel güzel ameller yapmaya
gayret ederler, imanlarına iman katarlar.
İnsanın topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnem ete ve nihayet
insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışının her safhasında, Allah -u Teâlâ'nın
kudretinin yüceliğine delâlet eden ibret verici incelikler vardır.
Şu muazzam binayı kuran sanatkârı hiç düşündük mü? Yaratanı hiç tefekkür ettik mi?
Şükrümüzü ne derece arttırdık bir düşünelim.
Allah-u Teâlâ’nın emir buyurduğu bu tefekkür, O’nun yarattıkları üzerinde yapılması
gereken tefekkürdür, Zât-ı Ecell-ü Âlâ’sı hakkında tefekkür câiz değildir.
Akıl mahlûktur, Hakk’a ait hiçbir bilgisi yoktur. Şu kadar var ki, nereye baksa Hazret-i
Allah’ın eserini âsârını görür. Bir yaprağın üzerinde, bir insanın yaratılışında ne derin
sanat-i ilâhi var. Yarattığı şeyler üzerinde bu şekildeki bu tefekkürler Hakk’a
yaklaşmaya vesile olur.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden O’dur. Allah-u Teâlâ insanı
nutfeden yarattığını, düzenleyip tamamladığını ve ruh üfürdüğünü beyan ediyor:
“O Allah ki, yarattığı her şeyi güzel yapan, insanı yaratmaya da çamurdan
başlayandır.
Sonra O, bunun zürriyetini kerih bir sudan meydana gelen nutfeden yapmıştır.
Allah-u Teâlâ kulağı, gözleri ve kalbi tertip üzere zikretmiştir ki önce Hakk'ı işitsin,
sonra işittiğini gözü ile görsün, gördüğü şeyleri kalbi ile tefekkür etsin.
Amma sen resimde kaldın! Resim ise O’nun yarattığının benzerini çizmek demektir.
Yaratmak, yaşatmak, Allah-u Teâlâ’ya âittir.
Değil ressam, diğer bütün yarattıkları bir araya gelseler, insan değil de yarattığı en
küçük mahlûku yaratabilirler mi? Bir yaprağın karşısında âciz kalır, bir buğday
tanesinin, bir sineğin kanadının karşısında âciz kalırlar.
Hâlik-ı Azimüşşan mahlûkunu kerih bir sudan halketmiştir. O kerih sudan kan
pıhtısını, ondan da kemikleri yapıp et ile örtmüştür. Göz-kulak, el-ayak gibi organları
kemâle erdirerek insan suretini teşekkül ettirmiş, ruh vererek onu canlandırmıştır.
Ağlamaktan başka hiçbir şeye gücü yetmeyen mini mini bir çocuğa ana-baba gibi iki
müşfik hizmetçi tayin ederek; suya-ateşe, yağa-tuza, vakte-zamana muhtaç olmayan
tatlı bir gıdayı ona yedirmiştir. An be an yeni yeni tecellilerle kendisini
olgunlaştırmaktadır.
Ona öyle bir akıl, fehim ve idrâk vermiş ki, o sayede akıllara durgunluk veren bu
muhteşem kâinatın muazzam bir yaratıcısının olduğunu sezebiliyor, kavrayabiliyor.
Ona göz vermiş bakıyor. Göz bebeği denilen ufacık bir nokta ile dünyaları görüyor,
semâları seyrediyor. Duyma hassasını vermiş işitiyor. Kaşlar kirpikler hep birer
önemli iş görüyor. Konuşma imkânı vermiş. O uzuvlara o hassaları vermeseydi, ne
kulak duyardı, ne göz görürdü, ne de ağız konuşabilirdi. Nice kulaklar var duymuyor,
nice gözler var görmüyor. Kalp vermiş, hayatını idame ettirmesi için nefes ihsan
buyurmuş. Bir an kesiverse hayatımıza mâlolacak. Ona el, ayak vermiş. İhtiyaçlarına
göre âzâlar vermiş. Bunları satmaya kalksa, kaça satar? Veya satar mı? Birisi
“Gözlerini bana sat, sana şu kadar para vereceğim.” dese, acaba satmayı düşünür
mü? Parmağın ucundaki hassasiyete bir bakın, kör onunla görüyor. Bir parmak izi
diğer hiçbir insanın parmak izine uymuyor. İnsanlar hiçbirbirine benzemiyor. Sesleri
ayrı, mizaçları ayrı...
Sonra onu kendi mülkünde yaşatıyor. Her işini görüyor, h er ihtiyacını gideriyor.
Tefekküre Dâvet:
Allah-u Teâlâ kudretinin eserlerine ve azametinin alâmetlerine dikkatleri çekmek için
Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?” (Nâziat: 27)
İnsan dünyada bir zerrecik mesabesinde olduğu gibi, dünyada da âlemlerin içinde bir
zerre mesabesindedir.
Gökleri sağlam yapılı, direksiz ve kazıksız bir şekilde yüksek olarak yaratmıştır. Bu
öyle bir yapıdır ki, gökteki cisimlerin her biri yörüngelerinden ayrılmadan dönerler,
hepsi de birbirleriyle ahenkli bir durumdadırlar.
“Onun boyunu O yükseltti, sonra onu bir düzene koydu.” (Nâziat: 28)
Yarattığı her şeyin kendisine has bir güzelliği vardır. Her şey kendi yaratılış tarzı ile
mütenâsiptir.
Bütün bu düzenlemelere bakılınca görülür ki, hepsi de O’nun emrine uyarak ayakta
durmaktadırlar. Yaratan, yaşatan ve yöneten O’dur. O “Mâlik’ül-Mülk”tür, mülkün
yegâne sahibidir.
Güneş battıktan sonra gece gelir ve güneşin doğması ile de gün başlar.
Daha sonra Allah-u Teâlâ yeryüzünün düzenlenmesinden söz ederek şöyle buyurdu:
Üzerinde yaşama ve yerleşme imkânı olacak şekilde yayıp serdi. Yeterince gıda
maddeleri yetiştirecek özellikte donattı.
Dünya, güneş sistemi içindeki durumu itibariyle benzeri olmayan bir gezegendir ve
hayat şartları bir çok bakımından üzerinde toplanmış bulunmaktadır.
Hiçbir şey gayesiz maksatsız yaratılmamış, Allah -u Teâlâ’nın kemâlât ve hikmeti her
yerde müşahede edilmektedir.
Bir ism-i şerif’i “Mukît”tir. Ruha ve bedene kuvvet veren maddi ve mânevî besleyici
gıdaları yaratan, mahlukâtını geçindiren ve barındıran O’dur. İnsanlar için geçim
sebepleri yaratmış, maîşetlerini temin etmek için kullarını meşru bir sebebe
başvurmakla mükellef tutmuştur.
“Allah mı hayırlıdır, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Yoksa gökleri ve yeri
yaratan, gökten sizin için su indirip onunla bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz
nice bahçeler meydana getiren mi?
Allah ile beraber başka bir ilâh mı var? Hayır, onlar Hakk’tan ayrılan bir
güruhtur.” (Neml: 59-60)
Göz göre göre Hakk’tan sapıyorlar, bu apaçık delil ve işaretleri göz önünde
bulundurmuyorlar. Aynı sudan güzellikleri ile birlikte, değişik renk, tat ve şekillere
sahip olan bitkilerin başkası tarafından yaratılmasının imkânsız olduğunu
düşünemiyorlar.
“Hayır! Onların kalpleri bundan habersizdir. Onların bunun dışında da bir takım
işleri vardır, bu işleri yapar dururlar.” (Müminûn: 63)
“Şüphesiz ki bütün bunlarda inanan bir topluluk için ibretler vardır.” (En’âm: 99)
“Bunlar Allah’a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ona ibret vermek
içindir.” (Kâf: 8)
Bütün bunların böyle yapılması, Rabb’ine gönül verecek olan her kulun basiretini
açmak için ibret verici birer delildir.
İnsanın Yaratıcı’sını bulması zor değildir. Düşünen bir insana bazen bir çiçek, hatta
bazen de bir zerre Rabb’ini göstermeye yeter.
O her şeye karşı kâdirdir, hiçbir şey O’na kâdir değildir. O’nun kudreti hiçbir şekilde
kayıt ve tahdide uymaz. Dilediği şeyi yaratır ve o yarattığı şeyde dilediği kadar kudret
ve şeref de yaratır. O’ndan başka her şey, yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün
kâinâtıyla âlemin bütün sistemleri âcizdir. Onları her an yaşatmakta ve yok etmekte
ve hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır.
“Göklerin ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip
gidişinde akl-ı selim sahipleri için elbette âyetler (deliller) vardır.” (Âl-i imrân:
190)
Fakat bu deliller herkes ve her akıl için değil “Temiz ve tam akıl
sahipleri” mânâsına gelen “Ulü’l-elbâb” içindir. Bu sırlara ancak “Ulü’l-
elbâb” mazhar olur. Burada “Lübb” yani “Öz” gereklidir.
Marifetullah ehli, yarattığı her şeyde Allah -u Teâlâ’yı, eserini, âsârını tefekkür ederler.
Bu Âyet-i kerime mucibince kendi vücuduna bakar, öyle bir âsâr, öyle bir esrar görür
ki, her bir zerresinin idrakinden âciz kalır. Allah -u Teâlâ’nın azametini gördükten
sonra yüzünü kâinata çevirir. Bu kâinatın bir yaratıcısı olduğunu, bütün kâinatın
içindekilerle beraber O’nun kudretinin kemâline ve azametine delâlet ettiği ni idrak
eder.
O hem kendini görüyor, hem Yaratıcı’sının âsârını görüyor. Yaratıcı’yı görmüyor, biri
çift görüyor.
Yaratılışı da görmeyen, kendini gören kör göz, tabiat karanlığına düşmüştür. Tabiatı
ilâh olarak kabul etmiş, gönderiliş sebebini unutmuş ve küfre sapmıştır. Kör olduğu
için, hakikati görmediği için.
Kalpte yedi perde vardır. Bu yedi perde kalktıkça hakikat görü lmeye başlar. En son
perde kalkınca dilerse kendisini gösterir. Bu ledünî mevzudur.
Bütün yarattıkları “Ol!” emrinden ibarettir. O’ndan başka müstakil vücud yoktur.
Vücud nurunun zerrelerinin zuhur mahallidir, O’ndan başka ilâh yoktur. O Hayy ve
Kayyûm’dur. Her şeyi O yaratıyor, her şey O’nunla kâimdir. O “Zâhir”dir. Her zerrede
ulûhiyet sırları mevcuttur. Yani her zerre olsun, her kürre olsun, O’nunla kâimdir.
O’nu gören, bütün âlemleri O’nu nla görür. Hepsinin bir örtüden ve kabuktan ibaret
olduğunu görür. Örtüyü yaratan, her yarattığı şeye ayrı ayrı şekil veren,
ziynetlendiren O’dur.
“Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler.” (Âl-i
imrân: 191)
Bu üç hal insanın bütün hallerini içine alır. Onlar her ne halde bulunurlarsa
bulunsunlar, kalpleri zikrullahtan başka bir şey ile itminan zevkini bulamadığı için
zikrullahtan gaflet etmezler.
Kâinatı ve içindeki hiçbir şeyi hikmetsiz, gayesiz, lüzumsuz, faydasız ve abes olarak
yaratmadın. Yarattığın her şey yaratıcılığının mükemmelliğine, ilminin kemâline, güç
ve kudretinin yüceliğine, ulûhiyetine ve vahdaniyetine delâlet eder.
“Ey Rabb’imiz! Sen kimi ateşe koyarsan, onu rezil etmiş rüsvây etmiş olursun.
Ey Rabb’imiz! Doğrusu biz: ‘Rabb’inize inanın!’ diye imana çağıran bir davetçiyi
işittik, hemen iman ettik.
İyilerle birlikte, bizi onların maiyyetinde dünyadan göçür. Onların hayatını nasıl mutlu
bir sonla sona erdirdiysen, bizim hayatımızı da öylece sona erdirmek suretiyle bizleri
de o mübarek kullarının arasına kat. Bizi onlardan say, bizi onlarla beraber haşret!
Bizi onlara komşu eyle, bizi onlardan ayırma!
Hakiki Tefekkür:
Tefekkür, sebepleri Hakk Teâlâ’dan bilip tevekkül etmektir. Tefekkür ahirete dair
olursa hikmet, kalbe hayat olur. Tefekkür, Hazret-i Allah’a yaklaştırır. Havf ve recaya,
korku ve ümide vesiledir.
Hadis-i şerif’lere göre öyle tefekkür vardır ki, bazısı bir yıl, bazısı yetmiş yıl, bazısı da
bin yıl ibadete denktir.
Herhangi bir varlık, bir nimet ele alınır ve parçalara ayrılır. O parçalardan bir tanesi
üzerinde Hazret-i Allah’ın kudreti ve tecelliyatı düşünülür. Bu tefekkür bir yıllık ibadet
sevabına bedeldir.
Bin yıllık ibadet sevabı verilende ise, Hazret-i Allah’a karşı tam irfan duygusuna sahip
oluncaya kadar ilâhi marifet tefekkür edilir.
Asıl marifet ilmi ise, Hazret-i Allah’ın bir kimseye Tevhid halini lütfetmesi ile husule
gelir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Ebu Bekir Sıddîk -radiyallahu anh-
a:
O’nunla ibadet edilirse, ibadetin özüne inilmiş olur. Bir insan Hazret-i Allah ile
övünürse, övünmelerin en güzelini yapmış olur.
Allah ile Allah’a şükretmek, Allah ile Allah’ı zikretmek, Hazret-i Allah ile ibadet etmek
ve Hazret-i Allah ile övünmek... Bunlar kitap karıştırmakla olmaz, lâfla hiç olmaz.
Hazret-i Allah ezelden bir kula ikramda, ihsanda bulunur, onu bir sevgilisine merbût
ederse, o vasıta ile kalbine bunların sermayesini koyar. O sayede gönül kitabı
karıştırılır ve bunlar husule gelir. Başka türlü husule geleceği zannedilmesin. Yani
O’nun yazdığı istidâ ile O’na münâcât yapılmış olur.
Nimetlerine şükredebilmek için her nimetin üzerinde ayrı ayrı tefekkür etmek gerekir.
Bu tefekkürler şükre vesile olur ve insan şükrünü daha çok arttırır. Her şeyin O’nun
ve O’ndan olduğunu daha iyi anlar. Şükrün artmasıyla Hazret-i Allah nimetlerini
ziyade eyler, hem de o nimetleri muhafaza eder. Çü nkü Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -
sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
Cenâb-ı Hakk onu birçok nimetlerle süslemiştir. Onu İslâm’la müşerref etmiş, Habib-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet etmiş.
Bütün hayvanları ve bitkileri insanın emrine ve istifadesine sunmuş. Sonra onu kendi
mülkünde bulunduruyor. Her an onu gözlüyor, her hâline vâkıf.
Bunları tefekkür edelim ki; bize âit olmadığı O’nun olduğu meydana çıksın. O’nun
olduğu bilinince de şükür husule gelsin.
Musa Aleyhisselâm:
“Yâ Rabb’i! İnsanı kudret elinle yarattın, sayısız nimetler verdin. O bunun
şükrünü nasıl ödeyebilir?” diye sorduğu zaman, Cenâb-ı Hakk Hazretleri:
Hadis-i şerif’te:
“Allah sizi ana karnından kendiniz hiçbir şey bilmiyorken çıkardı. Şükredesiniz
diye de kulaklar, gözler, gönüller verdi.” buyuruyor. (Nahl: 78)
Meselâ bir buzağı doğar doğmaz hemen kalkıyor, annesinin memesine yapışıyor.
Fakat bir bebek, insan olduğu halde niye yapışamıyor? Çünkü ona müşfik bir
hizmetçi tayin etmiş. Öbürünün hizmetçisi yok ki!..
“İnsan kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmedimi ki, şimdi o apaçık
bir hasım kesilmektedir.” buyuruyor. (Yâsin: 77)
Sayısız nimetler ihsan ettiği halde, O’na hasım kesilmek akıl kârı değildir. Kesilsek ne
olacak? Herkes yaptığının cezasını görecek. O Gâlip’tir. Herkesi seriyor, herkesi yok
ediyor? Gâlibiyet yine O’ndadır. İstediğimiz kadar hasım olalım. Gâlip yine O... Ruh
çıkınca bir çer çöp haline geleceğiz. Hepsi bizim zannediyorduk, meğer Sahib-i
Hakiki’ninmiş. Biz de kuvvetliyiz diyorduk, meğer yeğane kuvvet ve kudret sahibi O
imiş. Kendimizi zenginiz zannediyorduk, biz fakirmişiz. Gâni olan O imiş. O zaman mı
anlayacaktık bunu?O zaman herkes anlayacak! Ruh çekilince hakikat meydana
çıkmış ve ahiret hayatına geçmiş olacağız. Ortada yalnız bir nedâmet var, hiç de
faydası yok. İş işten geçmiş olacak. “Sen nedâmet etmek için mi
gönderildin?” demezler mi insana!
Onun için elde fırsat dilde ruhsat varken, sayısız ihsanların kıymetini bilmeliyiz.
Ömrümüzü hiçe müncer etmemeliyiz.
Bu lütuf da Hakk’tan istenecek. O ikram edecek ki husule gelsin. İhsan ettiği kuluna
bir sermaye verir. O sermaye ile kendi basit kalıplarından kurtulur. Sahib-i Hakiki’nin
nuru ile görmeye başlar. O sermayenin kazancı ile huzura varır. Bir kul için, bu ne
büyük bir şereftir. Başkasını huzuruna almamış. O girmiyorum zanneder, halbuki
alınmadığı için giremiyor.
Âyet-i kerime’de:
“Allah kime nur vermemişse, onun nuru yoktur.” buyruluyor. (Nur: 40)
Şöyle bir hikâye anlatırlar. Bir kumandan, seyisi ile yolculuk yapıyormuş. Bir yere
gelmişler. Seyisine; “Sen burada atı bekle, ben şimdi gelirim.” demiş. O da bakmış,
orada bir cami var, atı bağlayıp camiye girmiş. Kumandan gelmiş, seyisi
göremeyince “Bu çocuk çok sofu, belki camiye girmiştir.” demiş. Bakmış içeride.
Seslenmiş:
– Oğlum Mehmet gelsene.
– Efendim koyvermiyorlar.
– Seni kim koyvermiyor?
– Seni içeriye almayan beni koyvermiyor.
Âyet-i kerime’sinde:
“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi.” buyuruyor. (Hucurât: 7)
Zerresine varıncaya kadar bütün mevcûdatı hareket ettiren O’dur. Bir insanın “İbadet
ediyorum!” demesi cidden büyük bir kabalık ve kabahattir. Biz buraya yalnız imtihan
için geldik, imtihanı verip gideceğiz. Hepsi bundan ibaret. İşte bunun böyle olduğunu
bilmek için tefekkür lâzım.
Hazret-i Allah öyle bir Allah’tır ki; size samimi olarak ifşa edeyim, hayatımda bir
defacık olsun O’nu zikredemediğimi biliyorum. Bir defacık O’na lâyık ibadet
yapamadığımı, zerresine varıncaya kadar hiçbir nimetine şükredemediğimi gözümle
görüyorum. O’nu zikredemediğime, O’na ibadet edemediğime göre hiçbir amelimin
olmadığı kendiliğinden meydana çıkıyor. O öyle bir Allah ki, “Yaptım!” demekten
utanırım daha doğrusu. Bu bir tevâzu da değildir. Ancak Allah ile yapıldığı zaman
husule gelir. Nefisle yapılırsa bu hakikat görülmez.
Nerede kaldı ki mânevi ehli daima iflas halindedir. Meselâ; Rabia’tül Adeviye
Hazretleri’nin çok güzel bir niyazı var:
Cenâb-ı Hakk bütün mânevi ehlinde bu hali tecelli ettirir. Onlara müflis denir. Çünkü
hem yapamazlar, yapsalar da onların olmaz, çoktan dağıtmışlardır.
Onların muradı O’dur. O’ndan gayrısından da O’na sınığırlar. Bir kayanın içinde bile
olsa, O’nunla oldukları zaman duyacakları zevki; bütün dünya saray olup onların olsa,
O’nsuz onda duyamazlar. Halbuki herkes dünyaya akıyor, herkes yaşama
sevdasında...
Kişi kendisinin yalnız bir intikal vasıtası olduğunu bildiği zaman halka rehber olur.
Onun ötesi perdedir. Hakk’ın ihsanını da perdeler, kendisini de perdeler.
Rehber de böyledir. Gelen Hakk’tan gelir, o sadece bir nakil âleti mesabesindedir.
Bir mürşid ile bir mürşid-i kâmil arasındaki farkın kıyas bile edilememesi bu
sebepledir.
Mürşid Cenâb-ı Hakk’ın kelâmını tebliğ eder, Hakk’tan bahseder, O’nun ihsanlarını
ibraz etmek ister. Fakat o ibraza mâni olan vücudu vardır. Varlığını eritemediği için,
vücudu ona duvar ve perde olur, daima kendinden konuşur.
Hazret-i Allah’ın ifna edip kendi varlığı ile var ettiği kimse ise hep Allah’tan konuşur.
Kendisi yok ki kendisinden konuşsun. Vücud aradan kalkınca, O’nunla karşı karşıya
kalıyor. O’nunla oluyor, O’ndan alıyor, O’ndan veriyor.
Varlığını yok eden bir kul, Allah -u Teâlâ’nın varlığı ile var olur. Onda Hazret-i Allah’ın
varlığı tecelli eder.
Ve artık o kul hep Hazret-i Allah ile olur, hep Hazret-i Allah’ı anlatır.
“Nihayet o rüzgârlar ağır ağır bulutları yüklenince, onu ölü bir memlekete
sevkederiz.” (A’raf: 57)
Rüzgârlar bulutları derleyip toplar, yayar ve yağmura muhtaç olan yerlere götürmek
için gökyüzünde tutar.
“Görmez misin ki, Allah gökten bir su indirir de bu sayede yeryüzü onunla
yemyeşil kesiliverir.” (Hacc: 63)
Rüzgârları gönderir, bulutları kaldırır, yeryüzüne yağmurlar yağdırır. Ölü bir halde
olan yeryüzü canlanır. Yağmur, Allah -u Teâlâ’nın mülkü olan gökten, yine Allah -u
Teâlâ’ya ait olan yeryüzüne inmektedir. Göklerde ve yerde bulunan h er şeyin sahibi
O’dur.
Gökten yağmuru indirerek, yerde her çeşit nimetlerini yaratır ve bu deniz gibi nimetler
yaratılış gününden beri devam eder durur. Cenâb-ı Hakk’ın bu nimetleri hiç
eksilmiyor.
Bunca nimetlerine şükretmek şöyle dursun, topluca saymaya bile gücünüz yetmez.
Denizden büyük nimetlerin içinde yaşıyoruz. Her nimet O’nun, her lütuf O’ndan.
Hangi yağmur tanesinin içine nasıl bir hayat yerleştirildiğini bilebiliyor musunuz? Hiç
kimse bilemez.
Ebu Hureyre -radiyallahu anh- Hazretleri: “Ey gök suyunun çocukları! İsmail
sülâlesindensiniz. Hacer sizin ananızdır.” buyurmuşlardır. (Buhârî)
Yani her yağmur tanesinin içine neler koyduğunu ancak O bilir, o tane düşer,
dilediğini murad eder.
O yağmur tanesinin içinde insan iniyor. Yere düşüyor, yerde bitki halinde oluyor. O
bitkide onun ruhu mevcuttur. Her zerrede her bitkide bir ruh var. İnsan da o şekilde
yaratılıyor, o bitki de yaratılıyor. Onu hayvani ruh yiyor. Yani o yağmur toprağa
düşüyor, Allah-u Teâlâ istediği şekli verdikten sonra topraktan bitki oluyor, o damla
suyu toprakla karışması ile orada dilediği nebatat suretiyle o insanı yaratıyor.
“İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman
geçmemiş midir?” (İnsan: 1)
Bu Hadis-i Şerif’in Daha Özünü Arz Edelim:
Hazret-i Allah’ın indinde her insanın hakikati yani özü vardır. Dünyaya gelmeden
evvel şekil almamışlardı. Daha doğrusu çekirdek halinde idiler. Onun zuhur etmesini
dilediği zaman Akl-ı kül’de tasarruf ederek ilk şeklini çizer. Onu orada dilediği kadar
tutar. Oradan Nefs-i kül’e gelir. Sonra Arş-ı rahman’dan Kürsi’den süzülüp yedi kat
göklerden geçer.
Âlem-i ervah’tan merhale merhale Felek-i kamer’e geldikten sonra, oradan Anâsır-ı
erbaa denilen ateşe, havaya, suya ve toprağa düşer. İnerken yağmur taneleri ile iner,
toprağa düşünce de bitki olur. Ayân -ı sabite o bitkinin içindedir.
Âyet-i kerime’de:
“Allah sizi yerden bitki bitirir gibi bitirmiştir.” buyuruluyor. (Nuh: 17)
Yaratıyor ve hayvani ruh o bitkiyi yiyor, bu sefer Âlem-i ervâh’tan yağmur damlası
vasıtasıyla yere indi, bitki oldu. Onda bir ruh vardı. Hayvani ruh onu yedi. O bitkiyi
hayvani ruh yiyince bu sefer insanın sülbüne geçti. Diğer taraftan da annede
yumurtacığı halk etmiş.
Hülâsa olarak; insandaki ruh-u hayvânî, gıda olarak o bitkiyi yer. Bir müddet erkeğin
sulbünde üreme nüvesi halinde kalır. Daha sonra nutfe olarak ana rahmine geçer.
“İnsan neden yaratıldığına bir baksın! Atılıp dökülen bir sudan yaratıldı. O su
erkeğin sulbü ile kadının göğüs kemikleri arasından çıkar.” (Târık: 5-6-7)
Bütün bunlar Allah-u Teâlâ’nın “Kün!” emri ile, tedbir ile ve takdiri ile olmaktadır. Bir
tek insan da böyledir, bütün mükevvenat da böyledir.
Âyet-i kerime’de:
“Âlemlere rahmet” demek, onunla âlemler hayat buldu demektir. O olmasa kâinatta
hayat yok! Kâinatın hayatı onunla kaim. Âlemdeki her zerrede hayat var, o hayat da
Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ile kâim.
Âyet-i kerime’de:
“Ey Peygamber! Biz seni bir şahid, bir müjdeci, bir uyarıcı, Allah’ın izniyle
Allah’a çağıran ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik.” buyuruluyor. (Ahzâp:
45-46)
Bunun içindir ki, dikkatle bakarsanız şunu görürsünüz: Kâinatın ismi Muhammed
Aleyhisselâm’dır.
Burada apaçık görülüyor ki Allah -u Teâlâ kendi nûrundan onun nûrunu yarattı ve o
nûrdan mükevvenâtı donattı; onu yaratmasa idi, mükevvenâtı da donatmayacaktı.
Bütün mükevvenât onun nurundan yaratılmış, hayatı o nurdan fışkırtmış, yerde de,
gökte de, arşta da her yerde o nurun hayatı var. Onun için Sebeb-i Mevcûdat oluşu
buradandır. Her canlının Hazret-i Allah’a şükretmesi ve Resulullah Aleyhisselâm’a
müteşekkir olması lâzım, çünkü onunla hayat bulmuştur.
Daima arzettiğimiz gibi, yaratan, vücut nimetleriyle donatan, en güzel şekilde terbiye
eden, yani her azanı yerli yerine koyan ve sana en güzel bir suret veren Allah -u
Teâlâ’nın yanında bir insanla bir karıncaya, bir çiçekle bir arşa suret vermek arasında
hiç fark yok.
Çünkü Allah-u Teâlâ’nın yanında; “Ol!” o kadar. Onun için bir insana, bir karıncaya,
bir çiçeğe, bir nebatata, bir hayvana, yerlere, göklere, arşurrahmana, levh -i mahfuza,
O şekil veriyor. Öyle görülüyor ona O, “Ol!” diyor o öyle görülüyor. Sen görüyorsun ,
ne güzel çiçek. O, “Ol!” dedi öyle oldu. İnsana da O, “Ol!” dedi öyle oldu. Göklere
de O, “Ol!” dedi öyle göründü ama Allah’tan başka bir mevcut yok.
“Lâ ilâhe” yaratılmış hiçbir şey Allah değildir. “İllallâh” ancak sen varsın ve sen
yarattın. Şu halde yaratılanlar hükümsüzdür. Bunu bilmek lâzım.
Her şey O değil, hiçbir şey O’nsuz değil. Elbiseyi kaldır O var. Elbiseyi giy sen varsın.
Senin üzerindeki elbisenin ne hükmü varsa vücut dediğin, kâinat dediğin elbisenin
Hazret-i Allah’ın yanındaki hükmü budur.
Şu elbise! Bu elbisenin insanla ne gibi ilgisi olur. Hiçbir ilgisi yok. İnsan dediğin
Hazret-i Allah’ın yanında bir elbisedir. Ama kâinat da bir elbisedir. Var olan yalnız
O’dur. Âlem de maskedir, Âdem de maskedir.
Vücut O, mevcut O. Allah’tan başka vücut yok. Ne vücut var, ne mevcut var. Her şey
elbisedir. Cenâb-ı Hakk bir mahlûkunu fâni ettiği zaman aslında orada kendisi var. O
vücudun elbisesi oluyor. O elbise robot şeklinde görünüyor. Ne yer var, ne gök var,
ne arş var; O’ndan başka vücut yok ama bunlar, elbiseler görünüyor da vücut
görünmüyor.
O Allah ki yarattığı her şeyde bir hassa koymuştur. Hassa demek, emrinin özü
demektir. Toprakta, havada, suda... Her şeyde o hassa mevcuttur.
“O hem Evvel’dir, hem Âhir’dir, hem Zâhir’dir, hem Bâtın’dır. O her şeyi
bilendir.” (Hadîd: 3)
Bâtın’dır; ulûhiyet sırları kâinatın her zerresinde gizlidir, yine bâtını da kendisi bilir.
Âlemleri yaratan Hazret-i Allah’tır. İlâhi nizamını kurmuş, her yarattığına; güneşe,
aya, gündüze, geceye, dağlara, denizlere, hülâsa bütün âlemlere bir nizam vermiştir.
Kudret-i İlâhî:
İnsanın âlem-i ervâh’tan, yağmur taneleri vasıtasıyla yere in mesini, bitki olmasını,
hayvânî ruhun yemesini ve nutfenin oluşunu arz etmiştik. Şimdi insanın yaratılışını
şöyle bir düşünün!
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah -u
Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği kerih bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti ki
o zaman yeryüzünde ismi, esamesi yoktu. Ne gibi bir isim alacağı, niçin yaratılmış
olduğu bilinmiyordu. Sonra Allah-u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi. Daha önce
tanınmayan bir şey iken, tanınan bir varlık oldu. Yaratılışındaki gaye ortaya çıktı.
Nitekim Müminun Sûre-i şerif’inde insanın bu yedi devresi ve bir durumdan diğerine
geçirilmek suretiyle yaratıldığı unsurlar beyan buyurulmaktadır:
“Andolsun ki biz insanı süzme çamurdan yarattık. Sonra onu sağlam bir
karargâh olan rahimde nutfe haline getirdik.
Sonra o nutfeyi aleka, yani kan pıhtısına çevirdik. Derken alekayı da mudğa
yani bir çiğnemlik et yaptık. O mudğayı da kemikler haline çevirdik. O kemiklere
de et giydirdik. Daha sonra onu bambaşka bir yaratılışla inşâ ettik.” (Müminûn:
12-14)
“Biz insanı erkek ve dişi suları ile karışık bir nutfeden yarattık.” buyuruyor.
(İnsan: 2)
Hazret-i Allah öyle bir Allah ki o kerihlikten dilediği şekilde inşa ediyor.
Hiç dikkat ettin mi? Senin aslın bir damla pisliktir. Bu kerih şeyden seni yaratıyor,
dilediği şekilde inşâ ediyor, uzuvlarını bir bir takıyor. Seni bir bebek olarak dünyaya
getiriyor. Ana karnındaki çocuğu anne mi yapıyor?
Dikkat edin şimdi... Ne idi, ne hale geldi. Biraz önce bir damla pis su idin, biraz sonra
her şeklini vermiş, azalarını yerli yerine koymuş bir bebek olarak, bir insan olarak
çıkarıyor. Bak o bebeğin güzelliğine! Bir kerih suya bak, bir de o güzel Yaratıcı’nın
yaratıcılığına bak!
Cenâb-ı Hakk her zerreyi yerli yerine koymuştur. Şu parmak uçlarının izleri dahi
birinin diğerine benzemez. Dirilirken de böyle dirilecek.
Allah-u Teâlâ’nın, kullarına olan lütuf ve inayetinin sonu yoktur. Zira yaratılması
lüzumlu olanlardan bir tane bırakmayıp hepsini de en mükemmel bir şekilde
yaratmıştır. Kalp, beyin, ciğer ve bunlara benzer organlar zaruri olarak lâzımdır.
El, ayak, göz ve dil gibi insanın ihtiyacı olduğu, fakat zaruri olmadığı organları da
yarattı, hepsini O verdi.
Saçın siyahlığı, kirpiklerin düzgünlüğü, kaşların kavisliği gibi lâzım olmayan, fakat
fazlalık da olmayıp güzelliğe sebep olanları da verdi.
Eğer dikkat edersen, bütün bu ilâhi sanatların hepsini bir damla kerih suda bulursu n!
İnsan bu ince hesapları yapamıyor. Bir damla kerih sudan yaratıldığını, onu nasıl
halkettiğini, süfliyattan ulviyata geçirdiğini, sonra ona suret verdiğini, o nimetlerle onu
ana karnından çıkardığını idrak edemiyor.
Kemiklere bir et giydirmiş, eti deri ile sarmış. O deriye bir şekil vermiş ve en güzel
surette gösteriyor.
Sabahleyin uyandığınız zaman çocuğa şöyle bakarak bir tefekkür edin zira çocuk
sabahleyin uyurken sevilir. Sabahleyin insanın dimağı açık, temiz ve berraktır,
bulanmamıştır. Yani insan sabahleyin ayık dimağıyla tefekkür için bir bebeğin yüzüne
baksa, Allah-u Teâlâ’nın azâmetini o çocukta görür. Allah -u Teâlâ Azze ve Celle’yi o
çocuğun suratında görür. Ne güzel yaratmış! Ama ne çok gafiliz değil mi?
Onun için bu Yaratıcı’yı görebilmek için, küçük çocuğun yüzüne şöyle bir bakıver. Ne
zaman? Ayık iken. Âyet-i kerime’nin sırrına mazhar olabilmek için. Bak o ne güzel
Yaratıcı. Bak! Bak! Çünkü o çocuk masum, senin kafan şimdi aydı.
Onun için ayık zamanda öyle çocuğa bak. Onun yaratılışına bak. Yaratan’ı gör!..
Asliyetine bir bak! Bir damla kerih bir su, bebeğe bakarsan nur.
Mahlûk mahlûktur. Hâlik murat ettiğini yapar. O ne güzel yaratıcıdır. Bir damla kerih
sudan bebek yaratıyor, büyütüyor, insan şekline koyuyor. Bunu sahibimiz yaptı.
Bunun için sen çık aradan, kalsın Yaradan. O istediğini yapar. Yalnız hepsi O’nun ve
O’ndan olduğunu mahlûkun bilmesi lâzım.
İşte bu güzel Yaratıcı’ya karşı bir mahlûk nasıl şükredebilir? Nasıl tazim edebilir?
Nasıl ibadet edebilir? İbadet ederken edemediğin i bilirsen ibadet etmeye çalışırsın.
Ola ki rızâsına ulaştırır. Fakat “İbadet ettim!” dediğin zaman O’nu kırmış olursun.
Allah’ım kıranlardan etmesin.
Hep öyle derim; Allah’ım beni lütfunla al, ibadetimle değil. “İbadet ettim!” demekten
utanırım. Yaptığım ibadete göz yaşı ile istiğfar ederim. Ancak O’nun af ve
merhametine sığınırım.
Her şeyi nizam ve intizam içinde yoktan var eden, her yarattığını birbirine uygun, yeni
bir icat ile numunesiz olarak yaratan O’dur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
Her şeye ihtimamla bir şekil ve hususiyet verir, düzenler ve en güzel bir biçimde
terkip eder. Yarattığı şeylerde güzelliğinin kemâlini gösterir.
Bütün insanlar bir araya gelseler, ilimlerin i fenlerini ortaya koysalar bir tek incir
çekirdeğini, bir buğday tanesini yapabilirler mi? Veyahut bir sivrisineği, bir tek kılı
yoktan var edip onlara can verebilirler mi? Bir tek yaprak karşısında bütün kâinat
acze düşüyor. Şu halde yaratıcı yalnız Hazret-i Allah’tır.
“Allah Samed’dir, her şey O’na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değildir.” (İhlâs:
2)
Yarattıkları ise O’nunla kâim olduğu için, yaratılan ne ki varsa her şey O’na muhtaçtır.
Her şey O’nun “Ol!” emriyle, O’nun yaratmasıyla meydana gelmiştir. Yaratılanların
O’na muhtaç olması, yaratılma ile sona ermez. “Öl!” emri gelinceye kadar her zerre
O’nun varlığı ile hayattadır, O’na muhtaçtır. Bir atom tanesi de böyledir, kâinat da
böyledir, insan da böyledir.
İradesini yerleştirmek ve kudretini göstermek için her şeyi sonradan ve yoktan var
etti, yoksa ihtiyacı için değil. O “Samed”dir, hiç kimseye muhtaç değildir, herkes
O’na muhtaçtır. O “Meliklerin meliki”dir. Her şey ancak O’nun izni ve irâdesi ile
hükme bağlanır.
“Ehadiyet” sıfatı ile muttasıf olan Allah-u Teâlâ, bütün mahlûkatın her ihtiyaç ve
isteklerinde başvurulan yegâne mercidir. Sığınılacak yegâne dayanak O’dur. Duâ
etmez, kendisine duâ edilir.
O öyle bir Allah ki;
İnsanı yoktan var etti, sayılması imkânsız olan çeşit çeşit nimetler verdi, onu kendi
mülkünde yaşatıyor, her işini görüyor, her ihtiyacını gideriyor.
Bütün istek ve ihtiyaçları O verir. İhtiyaçlar yalnız ve yalnız O’ndan talep olunur.
Dilekleri yalnız ve yalnız O yerine getirir.
Sıkıntılı ve darlıklı günlerde kendisine başvurulan kapı O’nun kapısıdır. Her şeyden
ve herkesten müstağni olan, her şeyin ve herkesin kendisine muhtaç olduğu zât
O’dur. Cömertliği, lütufkârlığı son haddine ulaşmış olan ilâh O’dur. O’nun izni ve emri
olmadan hiçbir iş hükme bağlanmaz.
Farz-ı muhal ki bir meyve olgunlaşabilmesi için toprağa, suya, havaya ve güneşe
muhtaçtır.
Toprağı O yarattı, suyu O yarattı. Her şeyi topraktan ve sudan yarattı. Amma toprak
da O’na muhtaç, su da O’na muhtaç.
Bir meyve tekâmül edebilmesi için havaya ve güneşe muhtaçtır. Hava da O’nun
emrinde, güneş de O’nun emrinde.
Hadis-i şerif’te beyan buyurulduğu üzere; “Güneş her gün doğudan batıya gider,
Arşurrahman’ın altında secdesini yapar ve tekrar doğması için izin
ister.” (Buhârî. Tecrîd-i sarîh: 1321)
Her şey O’na muhtaç olduğu gibi, güneş de O’na muhtaç. Her şey O’nun yed-i
kudretinde ve O’nun emrindedir.
Bir meyveyi düşünün. Bütün insanlar, cinler bir araya gelseler; bir elma, bir nar, bir
portakal, veyahut bir buğday, bir arpa tanesi yaratabilirler mi? Hayır! İşte Hazret-i
Allah budur.
Hadi sen de bir tanesini yap! Fakat yapamazsın. Çünkü insan âcizdir, mahlûktur. Bir
tek arpanın karşısında kâinat bakar, fakat kör bakar. Yaratıcısını onda görmez.
Mevye dalına güvenir, dal ise ağacına, ağaç ise köküne, kök ise toprağa güvenir.
Meyve olması için de ayrıca suya, havaya, güneşe, aya... ihtiyaç vardır. Dalı kessen
meyve yok olur, kökünü çıkarsan ağaç yok olur.
Meselâ toprağı ele alalım. İnsanı ondan yarattı, yiyeceğini de ondan yarattı. Kokuları
ayrı, renkleri ayrı, tadları ayrı ayrı olan bütün bitkiler toprakta bitiyor.
“Ölü toprak da onlar için bir delildir. Biz onu (yağmurla) dirilttik de ondan pek
çok taneler çıkardık, işte onlar bunlardan yerler.” (Yâsin: 33)
Allah-u Teâlâ onu hem kendileri hem de hayvanları için bir rızık kılmıştır. Geçimin
esasını bu taneler teşkil etmektedir. Çünkü tahıllar azalacak olsa kıtlık olur, sıkıntılar
başgösterir.
Toprakta ne var? Hiçbir şey yok. Ne varsa yalnız O’nun emrinde, O’nun hükmünde,
O’nun takdirinde var.
“İşte bu, çok güçlü ve her şeyi bilen Allah’ın takdiridir.” (Yâsin: 38)
Bitkilerde yarattığı berekete bir bak! Toprağa yüzlerce buğday tanesi atıyorsunuz,
topraktan binlerce alıyorsunuz. Öğüttüğünüz zaman un oluyor. Unlar yoğurulduğu ve
pişirildiği zaman ekmek oluyor. O buğdayda ne var ki, sana gıda veriyor. Alçı veya
çiriş aynı una benziyor, fakat yutsan mideni dondu rur. Birine başka hassa vermiş,
diğerine başka hassa vermiş. Yani hepsinde O’nun “Ol!” emri var.
Her şey O’nun emri ile olur. Görünen de görünmeyen de bütün her şey böyledir.
Neye ve kime hangi hassayı koymuşsa, onda o mevcuttur. Bu hassaların hiçbirinden
haberimiz yok.
“Samed” ism-i şerif’i doğrudan doğruya “Ehad” ism-i şerif’nin bir açıklamasıdır.
O’nun “Samed” olması, mâbud olarak da tek olduğunu gösterir.
Allah-u Teâlâ zâtında Gani olup, hiç kimsenin şükrüne ve ibadetine ihtiyacı yoktur.
İhtiyaç mahlûkun şanıdır, bütün insanlar her türlü hallerinde O’nun ihsan ve
nimetlerine muhtaçtır.
O’nun ne derece lütuf, inayet ve merhamet sahibi olduğunu idrak etmek için
insanların bu hakikati bilmeleri gerekir.
Orada o ekilen çiçeklerin kokusunu aldıkça, onu ekeni tefekkür eder ve Allah -u
Teâlâ’yı yavaş yavaş gönülde arar.
Bütün kayıt ve şartlardan, arzu ve isteklerden sıyrılıp çıkmak, Hakk’ta fâni olarak
daima Hakk’ı tefekkür etmek, huzur-u ilâhide Hakk ile olmak, kısacası Murâkıb’ı
düşünüp tamamen O’nunla olmak demektir.
“Ne yerde, ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (Âl-i imrân: 5)
“İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibadet etmendir. Zira sen, O’nu
görmüyorsan bile O seni görüyor.” (Müslim: 1)
Bu hâle gelen bir kimseye Allah-u Teâlâ’nın her yerde mevcut olduğu hakikati zuhur
eder, müşahede mertebesine yükselir. Rubûbiyet nurları, Ehadiyet sırları tecelli eder.
Murakabaların her birinin tecelliyatı ayrı ayrıdır. Tabii ki bunlar iç âlemin tefekkürüdür,
hususa aittir.
Dışta va içte olan organların her birindeki faydalardan, insanların çoğu habersizdir.
Sahip olduğu en kıymetli şeyleri dahi hiç karşılık vermeden üzerinde bulmuş
olmasına rağmen, devamlı gördüğü bir çok şeylerin de farkına varamamış, ibret
gözüyle bakmadığı için hayret edememiştir.
Meselâ insan vücudunda yüzlerce kemik, sinir, damar ve yüzlerce ihtiyarî hareketler
tertip olunmuştur. Her birinin şekli ve sıfatı başka başkadır. Her biri bir başka
hizmette, bir başka harekettedirler. Her biri bir iş için yaratılmıştır.
“O Allah ki, seni yoktan yarattı, düzenledi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği
şekilde seni terkip etti.” (İnfitar: 7-8)
Allah-u Teâlâ insanı her uzvu yerli yerinde ve en mükemmel bir tarzda, en güzel bir
ölçüde yaratmıştır. O’nun yaratıcı gücü bütün uzuvlarda mucizevî bir şekilde kendini
gösterir.
Senin ise bunlardan hiç haberin yok! Sen sadece el ve ayağın tutmak ve yürümek
için, dilin konuşmak için kullanıldığını bilirsin. Halbuki insanın içindeki ve dışındaki
bütün organlar bir iş için yaratılmışlardır. Her biri bir işle meşgul olurken sen ise tatlı
tatlı uykudasın. Onlar sana hizmetten bir an bile geri durmuyorlar. Sen ise onları
tanımıyorsun. Aynı zamanda onları sana hizmet ettirene de şükretmiyorsun!
Meselâ yürek, mide, akciğer, karaciğer, öd kesesi ve böbrek gibi iç organlar; çekme,
emme, hazmetme, ayırma, işe yaramayanı atma, şekil verme, üreme gibi vazifeler
yaparak bedende hizmetçi olarak tayin olunmuşlardır. Aldıkları emir üzerine her biri
kendi işini yapmakta ve hiç aksatmamaktadırlar.
Vücuda hayat veren yürek, bu organlara her an çeşit çeşit hareket ve kuvvet
göndermektedir. Günde kaç bin defa kan pompalıyor, onu pompalatan kim?
Burada Allah-u Teâlâ’nın emir ve hükmü yürümekte olup, ona o hizmeti yaptırıyor,
diğerine başka hizmeti yaptırıyor. Hiçbir organ bunları kendiliğinden yapamaz. Emir
ve hükmünü çektiği zaman bir saman çöpünden ne farkı oluyor?
Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Her yaratılışta bir hikmet var, fakat Allah -u
Teâlâ’dan başkası bu hikmetlerin hepsini kavrayamaz.
Karaciğer; midede kalan o lâtif ve ince olanları kendine çekerek kan rengine boyar.
Dalak; kanın üzerinde meydana gelen ve sevda adı verilen siyah köpüğü çekip
alarak kendisine tebdil eder.
Sonra bunlardan süzülüp ayrılan kan, ciğerde su ile karışıp kıvam bulmadığından,
böbrek kandaki o fazla suyu çekip süzmekte ve ayırmaktadır. Böbreklerde kalan
artık, idrar olup mesaneye gider ve dışarı çıkar.
Büyüme kuvveti, ondan organlara neşv-ü nemâ verip, et ve yağ gibi kuvvet ve kudret
hasıl olmaktadır.
Sonra damarlar içinde kalan kandan ü reme kuvveti; erkekte meni, kadında yumurta
ve bebek için süt meydana getirip, her biri hususi yerlerine dolmakta ve
birikmektedirler.
Dalakta bir arıza olursa, kandan sevda adı verilen maddeyi ayıramaz. O sevda ile
karışık kan vücuda dağılır, bazı hastalıklar meydana gelir.
Öd kesesinde bir arıza olursa safrayı kandan ayıramaz, böylece sarılık gibi bazı
hastalıklar ortaya çıkar.
Bunun gibi bedende bulunan organ ve kuvvetlerin her biri kendi işlerinde ol urlar.
Bunlardan biri noksan olursa veya vazifesini yapmazsa, çeşitli hastalıklar zuhur eder,
insan bünyesi iş yapamaz hale gelir.
Allah-u Teâlâ kandaki besinleri temizleyip tekrar kana versin ve kanda her uzuv
kendine yarayan besini alsın diye karaciğeri yarattı. Bu şekilde kemiğin aldığı besin
kasların aldığından, damarların aldığı besin sinirlerin aldığından farklı olmaktadır.
Eğer dikkat edersen, bütün bu ilâhî sanatların hepsini bir damla kerih suda bulursun!
Allah-u Teâlâ o bir damlacık kerih sudan bunca hikmetlerini göstermektedir. Bu bir
damla suda bu ince sanatları, bu ilâhî hikmetleri gösteren yaratıcının; aynı zamanda
şu muazzam mükevvenattaki gösterdiği hikmetleri bir düşün! Bu ne muazzam bir
kudrettir!
“Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?” (Nâziat: 27)
Bütün insanlar ve cinler bir araya gelip de bir damlacıktan hayat, görme ve işitme gibi
hassaları meydana getirmeye kalksalar, buna hiçbir zaman güç yetiremezler.
“Onlar Allah’ı bırakıp bir takım ilâhlar edindiler. Ki onlar hiçbir şeyi
yaratamazlar, zaten kendileri yaratılmışlardır. Kendilerine bile ne zarar, ne de
fayda veremezler. Ne kimseyi öldürebilirler, ne de kimseye hayat verebilirler, ne
de yeniden diriltebilirler.” (Furkân: 3)
Bunlara sahip olmayan ise aslâ ilâh olamaz.
“Allah, her dişinin neye gebe kalacağını, rahimlerde neyi eksik, neyi ziyade
edeceğini bilir. O’nun katında her şey ölçü iledir.” (Ra’d: 8)
Âyet-i kerime’de:
Fakat insan cehaletinden ötürü, hem kendine hem başkalarına zulmeder, en büyük
zulmü kendinedir. Çünkü iyinin iyiliği herkese dokunur, en büyüğü kendinedir.
Kötünün kötülüğü çok kişiye dokunur, en büyüğü kendinedir.
Senden sana yakın olduğunu da sana bildiriyor. Gerek zahirî, gerek bâtınî bir çok
nimetleri ihsan etmiştir. Fakat insan hâlâ bunu idrak edemiyor.
“Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir.” (Lokman: 20)
Yoktan var eden Hazret-i Allah’tır. Bidayetten nihayete kadar terbiye eder, nimetlerle
donatan O’dur. Bütün kâinatta ne ki yarattı ise hepsini sende dürmüştür. Fakat bizim
bunlardan haberimiz var mı?
Şimdi bunu bilen konuşuyor. Hazret-i Ali -kerremallahu veche- Efendimiz buyururlar
ki:
1. Bize lütfettiği vücud nimet ve ziynetleri için Hazret-i Allah’a şükretmemiz lâzım.
2. Dünyadaki nimetleri de sonsuzdur. Her şeyin en güzelini senin için yaratmış, bütün
kâinatı sana musahhar kılmış; ay, güneş, yerler, gökler, nebâtat, hayvânat senin
hizmetine sunulmuş. Nimetlerinin en güzelini senin için halk etmiş ki, cennet gibi
nimetler...
3. Mânevî nimetlere gelince; hidayeti bahşeden, iman şerefi ile müşerref eden,
Hazret-i Allah’a ve Resul-ü Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine varmak için yol tarif
eden, ulaşmak için vâsıtalar halk eden, bize iyi ve kötüyü duyuran ve en güzel surette
halk eden Hazret-i Allah’a şükretmemiz lâzım.
“Benim cinlerle ve insanlarla önemli bir hadisem var! Ben yaratıyorum, benden
başkasına ibadet ediliyor. Ben rızıklandırıyorum, benden başkasına
şükrediliyor.” (Taberâni)
Ne kadar câhil olduğumuz ve kendimize ne kadar zulmettiğimiz anlaşılıyor. Allah -u
Teâlâ’ya nasıl sığınmamız gerekiyor? Oysa Allah -u Teâlâ ihlâs sahiplerinin şöyle
münâcaat etmelerini emrediyor.
Şöyle bir düşünün. Bizden evvel birçok kavimler geldi geçti. Nuh Aleyhisselâm’ın
kavmi, Lut Aleyhisselâm’ın kavmi... gibi. Allah-u Teâlâ bu kavimlerin kimisini ateşle,
kimisini su ile, kimisini rüzgârla, kimisini sesle helâk etti, kimi memleketleri altüst
getirdi.
Nimetlerine şükredebilmek için her nimetin üzerinde ayrı ayrı tefekkür etmek gerekir.
Bu tefekkürler şükre vesile olur ve insan şükrünü daha çok artırır. Her şeyin O’nun ve
O’ndan olduğunu daha iyi anlar. Şükrün artmasıyla Hazret-i Allah nimetlerini ziyade
eyler, hem de o nimetleri muhafaza eder.
Çünkü Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde:
Allah-u Teâlâ’nın bir insan üzerindeki nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Seni en
güzel bir biçimde yarattı. Sayılamayacak kadar nimetlerle de donattı.
Onu İslâm’la müşerref etmiş, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-ine ümmet
etmiş. Ona göz vermiş bakıyor. Duyma hassasını vermiş işitiyor. Konuşma imkânı
vermiş. Kalp vermiş, hayatını idame ettirmesi için nefes ihsan buyurmuş. Bir an
kesiverse hayatımıza mâl olacak. Ona el ayak vermiş. İnsan saymaya kalksa yalnız
bedendeki nimetleri bile sayamaz.
Nitekim Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
Bütün hayvanları ve bitkileri insanın emrine ve istifadesine sunmuş. Sonra onu kendi
mülkünde bulunduruyor. Her an onu gözlüyor, her hâline vâkıf.
Bunları tefekkür edelim ki; bize âit olmadığı, O’nun olduğu meydana çıksın. O’nun
olduğu bilinince de şükür husule gelsin.
“İşte biz şükreden bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz.” (A'raf: 58)
Allah-u Teâlâ'nın nimetleri üzerinde düşünen kimse bu nimetlerin değerini takdir eder
ve buna bağlı olarak da şükreder. Şükür temiz kalplerden doğar.
Rabb’im! Şükreden bir kalp, zikreden bir lisan, fikreden bir dimağ ihsan buyursun.
O Ebul-ervah’tır, bütün ruhların babasıdır. Hazret-i Allah kendi ruhundan ona ruh
verdi. O ruhtan bütün ruhları yarattı. Bir insanın cesedi var, fakat ruhu olmazsa
yaşayabilir mi? Yaşayamaz.
O Rahmeten lil-âlemin’dir, onun varlığı bütün varlıklar için en büyük rahmettir, bütün
insanlar ondan hayat bulmuştur.
“Resul’üm! Onlara söyle: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da
sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i imrân: 31)
Şükür gereken ikinci husus, Allah -u Teâlâ’nın bir kulunu iman ile müşerref etmesidir.
İman ile müşerref ettiği kimseler, o iman şerefi ile Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman
ediyor, o iman nuru ile aydınlanıyor.
İman vermeseydi küfür ve dalâlet batağına düşer, ebedî hayatı mahvolur, dünya
saâdetini, ahiret selâmetini kaybederdi.
“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” (Yunus:
100)
“Allah size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fıskı ve isyanı da
çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (Hucurat: 7-8)
“Bu Allah’ın fazl-uikramıdır, kime dilerse ona verir. Allah büyük lütuf
sahibidir.” (Cuma: 4)
Aynı zamanda bu bir emr-i ilâhidir. Onu buldun Hakk’ı buldun; onu bulamadın, Hakk’ı
nasıl bulacaksın?
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk
ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Şeyh Es’ad Efendi -kuddise sırruh- Hazretlerimiz “Dünyaya gelmekten murad,
Mürşid-i kâmil’i bulmaktan ibarettir.” buyururlar. Ne kadar yerinde, ne kadar güzel
söylemiş, çünkü güzel zatlardan güzel beyanlar husule gelir.
“Rabb’in dileseydi insanları tek bir ümmet yapardı, fakat onlar hâlâ
ayrılıktadırlar.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o bir fırkanın kıyamete kadar
bâki kalacağını beyan buyurmuşlardır.
“Ümmetimden bir tâife, kıyamet kopuncaya kadar Allah’ın yardımı ile muzaffer
olmakta devam edecek, muhalefette bulunanlar onlara zarar
veremeyecektir.” (Tirmizî)
Saadet yolunu bulan o bir fırkanın içinde bulunanlar dahi ikiye ayrılır. Birisi zâhir
ehlidir. Allah-u Teâlâ’nın emirlerine riayet, nehiylerinden içtinab etmek suretiyle
imanının tekâmülüne gayret ederler.
Diğeri ise bâtın ehlidir. Allah -u Teâlâ bu yolda manevî hocalar yani manevî rehberler
de tayin etmiştir. İnsan bu manevî rehberlere intisap etmekle, kendisinin cismânî ve
ruhânî olmak üzere iki unsurdan müteşekkil olduğunu anlamaya başlar.
Bunun için üçüncü şükür de Allah-u Teâlâ’nın böyle bir rehber-i sâdıkı buldurması her
türlü bulanıklıktan ve bölücülükten kurtarmasıdır. Yetmiş üç fırkadan ayrılıp o bir
fırkaya nâil olduğu gibi, o bir fırkanın da en kestirme yolu ile Hazret-i Allah ve
Resul’üne ulaştıran rehberi bulan kimse gerçekten saâdeti bulmuştur.
Musa Aleyhisselâm “Yâ Rabb’i! İnsanı kudret elinle yarattın, sayısız nimetler
verdin. O bunun şükrünü nasıl ödeyebilir?” diye sorduğu zaman Allah-u
Teâlâ “Bütün bunların benden olduğunu bilirse şükretmiş olur.” buyurdu.
İnsan gerek aldığı nefeste, yediği nimetlerde, gerek mülkünde gezerken, O’nun ihsan
ve ikramını görürken; “Ey sahibim! Beni yoktan var ettin, nimetlerin içinde beni gark
ettin. Allah’ım bana bunun şükrünü de ihsan et.” diye niyaz etmeli ve her
nefeste, “Bana nefes aldırıyorsun, o nefesle bana hayat veriyorsun, sana şükürler
olsun.” demelidir.
Allah’ım gerçekten sana şükretmek için gücümüz yetmez. Allah’ım bize lütfundan
öyle bir güç ver ki; senin lütfedeceğin güçle sana şükredelim. Ve her şeyin senden
olduğunu bilerek sana şükredelim.
Dolu olan bir mide ile şükür edemezsin, onun şükrü iki dudak arasındadır.
Bir insan çok az yiyecek, gerekirse tek çeşit yiyecek ki onun tadını bilebilsi n ki O’na
şükür edebilsin, bu hâli şükürdür.
O, birçok nimetleri ihsan etmiş, sen onların içinden bir tanesini alacaksın, yiyeceksin,
onun değerini bileceksin; lezzetini, kokusunu, kıymetini takdir edecek; “Sen ne güzel
yaratıcısın Allah’ım! Sana sonsuz şükürler olsun!” diyeceksin.
Burada tefekkür var, tefekkürün içinde şükür var. Ötekisinde mideye şükür var.
Verdiğine şükür ediyor, halbuki tefekkür çoktan kalktı.
Şükür ne demektir?
Şükrünü çalışma ile artıracak. Çalışma ile artırırsa, çalıştıkça şükrünü artırmış olur.
Bu ihlâslı çalışma ve ubudiyet arzusu gönülde olacak. Çünkü Cenâb-ı Hakk kişinin öz
niyetine bakıyor.
Bu yüzden insan, ömrü boyunca Allah yolunda başını secdeden kaldırmasa, hatta
ibadet ve şükür maksadıyla başını secdeye koysa ve istiğfarla şükretse gene de O’na
şükür ve istiğfar etmiş olmaz. O’nun sonsuz ihsanına karşı bir mahlûk ne yapabilir.
Onun için çok çalışmalıyız.
Allah’ım! Ganî olduğunu biliyorum. Bildiğim için senden istiyorum. Fakir oldu ğum için
de sana sığınıyorum.
Kendisinin hiçbir şeyi yok ki varlığını iddia etsin. Onun için her şeyin en güzel
numunesi Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
Fakirlik başkadır, fakirlikle övünmek başkadır. Fakirlikle övünmek fenâ ile övünmektir.
Fâni oldu, O kaldı.
Yani ruhum O’nun, bedenim O’nun, malım O’nun, her şey O’nun. Benim hiçbir şeyim
yoktur. Fakirim ve fakirliğimle de iftihar ederim. İslâm budur. İslâm’ın özü budur.
Mahviyetin özü budur. Bu en büyük zirve. Bundan daha büyük zirve yok.
“Allah size zâhir ve bâtın her türlü nimetlerini bol bol vermiştir.” buyuruyor.
(Lokman: 20)
“Allah’ım! Ben sana şükretmeye aciz olduğum için gözlerim Zât’ına şükrediyor.”
derim. Mahlûk olduğum için Hâlik’ıma şükrüm yetmiyor.
Allah’ımızın ihsanı çok büyüktür, bizim de isyanımız... Bunu çok iyi bilelim. İhsan
buyurduğu nimetlere şükretmek için, emirlerine sımsıkı sarılmamızın lâzım geldiğini
cidden idrâk etmemiz lâzım.
Farz ibadetlerin yanında hiç şüphesiz ki nafile ibadetler de, insana büyük ölçüde yok
verir. Amma ihlâslı ve itimatlı olacak.
“Allah’ım! Nefsime fırsat verme, beni bana bırakma!” diye çok niyaz etmemiz lâzım. O
zaman Allah’ımız bizi muhafaza eder, dalâlete düşürmez. Yeter ki O’na sığınalım.
Kâli Şükür:
Bir nevi alışkanlık şükrüdür. Dil ile yapılan şükürdür, içten gelmez, dıştan gelir.
Düşünür, taşınır, “Elhamdülillâh, Rabb’ime şükürler olsun!” bu zâhirî şükürdür,
güzeldir.
a) “Yaratan, yoktan var eden, beden nimetleri ile donatan, bidayetten nihayete kadar
en güzel şekilde terbiye edip suret veren Hazret-i Allah'a şükürler olsun.” derler.
b) “Mülkünde bulunduran, kâinatı musahhar kılan, mülkündeki nimetlerle merzuk
eden, rızıklandıran Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler olsun.” derler.
c) “İman şerefi ile müşerref eden, İslâm ile mükerrem eden, iyi ve kötüyü ayırt etmek
için Kelâmullah’ı indiren, Rehber-i sâdık’ı gönderen Hazret-i Allah'a sonsuz şükürler
olsun.” derler.
Bir düşün! Hayatın boyunca bunlara bir defacık tefekkür edip şükrettin mi?
Fiili Şükür:
Cenâb-ı Hakk’ın hoşlanacağı, beğenip razı olacağı işleri, noktaları gözetlemek, lütuf
rızâsına vesile olacak işlere tevessül etmek ve her yönden o nispette çalışmak fiili
şükürdür.
Önümüze çıkardığı hayırlı işlere hep şükür etmemiz lâzım. “Yâ Rabb’i! Sana şükürler
olsun. Kendi kereminden İslâm olarak dünyaya getirdin, İslâm olarak anne
babamızdan getirdin, İslâm ülkesinde bulunduruyorsun, sonra bize ahkâmı, İslâm’ı
öğretiyorsun. Bunlar senin, senin olduğu için Zât’ına şükrediyorum.”
“Beni bunca nimetlere gark eden Rabb’ime ibadet edeyim.” der ve dil ile yaptığı
şükrünü ibadete döker, ibadetini artırır.
Yoktan var edeni, nimetlere gark edeni düşünüyor, buluyor, biliyor. Mülkünde
bulundurduğunu, namütenâni nimetlerle merzuk ettiğini, idrak ediyor. Bunları düşüne
düşüne; “Yâ Rabb’i! Bunlar hep senindir, yeri de göğü de sen bize musahhar kıldın,
hiçten var ettin, nimetlere gark ettin. Sana sonsuz şükürler olsun!” der ve bunu
ibadetiyle, taatiyle, zikriyle, fikriyle yâd eder.
Fiili şükrün bâtınî; Hazret-i Allah’ın nurunu kalbe akıtması ve dilediğini ona
duyurmasıdır.
Dimağınızı daha güzel yatıştırmak için bir Hadis-i kudsi daha arzedeceğiz:
“Sonra ben yüzümle onlara yönelirim. Yüzümle yöneldiğim bir kimseye neyi
vermek istediğimi, herhangi bir kimsenin bileceğini mi sanırsınız?”
“Onlara ilk vereceğim şey, nuru kalplerine akıtmaktır. İşte o zaman ben
onlardan haber verdiğim gibi, onlar da benden haber verirler.” (Müslim - Hâkim)
Yani onlar beni biliyor ve benden haber verirler diye Hadis-i kudsi’de beyan
buyuruyor.
Niçin Allah-u Teâlâ o sevgili kullarına karşı gelene harp ilân ediyor? Çünkü o veli
Hakk’ta fani olmuştur, kül olmuş, esrâr-ı ilâhi’de yok olmuştur. İçinde yalnız Allah -u
Teâlâ’nın mevcudiyetini görür ve bilir, kendisini görmez.
Allah-u Teâlâ “İçindeyim, bak beni göreceksin!” diye hitap ediyor. Amma hani o
gören gözler?
Amma Allah-u Teâlâ “Beni bilenler var.” buyuruyor. Ben haber veriyorum şimdi,
Âyet-i kerime ile haber veriyorum, Hadis-i kudsi ile haber veriyorum.
O içinde olduğu için duyan kulağı, gören gözü oluyor. Onun eli ve ayağı oluyor. Kalbi
oluyor onunla anlıyor, söyleyen dili oluyor onunla söylüyor. Onun bütün sırrı ve esrarı
Allah-u Teâlâ’nın içinde oluşundadır. Amma sen baktığın zaman pu t göreceksin.
Demek ki boşalmamız lâzım.
“Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, eğer siz süflî
arza bir ip sarkıtmış olsanız Allah’ın üzerine düşerdi.” (Tirmizî)
Yemin ediyor böyle olduğuna dair. Bu böyle midir? Bakın şimdi izah edeceğim.
O’nun azâmetini görerek ihsanını, ikramını bilerek acizliğe düşer. Acizliğini idrak
eder. O’na haliyle şükreder. Bunlar yaln ız kendi dostlarına aittir. İnsan şükretse,
edemez. Zikretse, zikredemez. Niçin? Azâmet-i ilâhiye’nin karşısında kendisinin basit
bir mahlûkçuk olduğunu bildiği için Hâlik-ı azimüşşan’a karşı nasıl şükretsin? Cenâb-ı
Hakk’ın sonsuz ikramını düşünür, kendi acizliğini de düşünür. Hükümsüz, değersiz,
günahkâr olduğunu bilir. O’nun sonsuz nimetini, ihsanını düşünür, şükredemez,
ancak gözyaşlarıyla şükür eder. Onun şükrü, gözyaşıdır. Bu, şükürlerin en güzelidi r.
Lâkin bu şükrü yapabilmek için O’na yakın olmak lâzım. O’ndan olduğunu görmek
lâzım. Göre göre O’na şükretmek lâzım. Asıl şükür budur. Buna da hâli şükür
denir. “Bildim senin olduğunu, gördüm senden olduğunu, sana sonsuz şükürler olsun;
evet, ben acizim amma şu gözlerim bari sana şükrediyor.”
Verdiği her şeyden fazla Allah-u Teâlâ’yı severler. O’nu görür, O’ndan olduğunu da
görür. Bu hâli şükürdür.
İbadeti ihlâslı olursa, helâl lokmaya dikkat edilirse, bu defa kendisine çeker ve
ubûdiyeti sevdirir.
Burada çok gizli bir nokta var. “Ben ibadet ediyorum.” demek başkadır; “Bana ibadet
ettiren Sahib’ime sonsuz şükürler olsun.” demek başkadır.
O, ibadet ederken hep Cenâb-ı Hakk’a şükreder. “Yâ Rabb’i! Sana çok şükürler olsun
ki, bana bunu sevdirmeseydin, beni kaldırmasaydın, ben bu ibadeti yapamazdım. Bu
sevgi ile bu ibadeti yapıyorum.” der.
Kendisine çektiği zaman ona dilediğini lütfeder. Bu defa ubûdiyetin derin kısmını
sevdirir. Ondan rahatı, istirahati selbeder. O, Hakk ile olmak ister. Tecelliyâtına göre
ibadet eder eder, gerçekten ibadet edemediğini bilir, acze düşer. Artık onun şükrü
gözyaşları ile olur.
İhsân-ı ilâhiye’ye şükür için O’na gerçek manada secde etmek lâzımdır. Gerçek
manada secde nedir? O’nun içeride olduğunu bilmen, O’nunla konuşman ve O’na
secde etmendir. O’nunla, O’na secde etmen. Buna secde denir. Onun için O’nunla
O’na ibadet...
İbadette aciz olduğunu, mücrim ve günahkâr olduğunu, sonsuz ihsan ve ikramına
şükredemeyeceğini düşünerek gözyaşı kendiliğinden gelirse şükretmiş olur.
Bunun manası:
Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir.” (Fâtır: 30)
Hülasâ-i kelâm;
Şükrün aslı; O’nu göreceksin, O’nu bileceksin, O’ndan bileceksin. Zikir de böyledir.
O’nunla O’nu zikredeceksin. Fikir de böyledir. O’nunla O’nu tefekkür edeceksin.
Yeri de nur olarak, göğü de nur olarak görebilirsen O’nu rahat görebilirsin. Ne yer var,
ne gök var. O’ndan başka hiçbir şey yok. Bunun için O’nunla O’na tefekkür edersen
O’nu görürsün, O’nu bulursun, O’nunla olursun. Bu arada gelecek birçok musibetler
olabilir, imtihan için o sabrı da O bahşeder. Ondan sonrası O’nunla olmak hayattır,
O’nsuz olmak vefattır. Bunlar kelimede kalıyor. Allah’ım yaşama halini ihsan
buyursun. Akıllı insan götüreceği şey için çalışır, akılsız insan bırakmak için çalışır;
herkes bırakmak için çalışıyor. Biz, Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemin bu ümmet-i
Muhammed’e bırakmak için çalışıyoruz. Okudukça duâ edecek. Allah -u Teâlâ kabul
ederse yâd edecek.
Sabaha kadar ibadet eder eder, sabahleyin de yaptığı ibadete gözyaşı ile istiğfar
eder; af olması için, ibadet ve taatlarının kabul olunması için duâ ve niyazda bulunur.
Çünkü o Allah-u Teâlâ'yı biliyor, yapamadığını da çok iyi biliyor. Aşk ateşi ile yanar,
Allah-u Teâlâ ile beraber olmayı her şeyden fazla tercih eder.
Kalbin şükrü, marifetullah; lisanın şükrü, hamd-ü senâ; uzuvların şükrü, ibadettir. Ben
şükrümü O’nunla O’na yapıyorum.
Mâhir Nakkaş:
Küçük bir çocuğun eline güzel giyindirilmiş ve onun sevdiği bir bebek versen ve ona
sorsan!
- “Ben” der.
Zaten hayatı boyunca hep “Ben” dedi. Niçin? Gerçek mânâda hakikata kör olduğu
için.
O ise kendisini âlim ve allâme zannediyor, hakikatte kör ve cahil olduğunu bilmiyor.
Neden? Çünkü o Mârifetullah ilminden yoksun ve mahrumdur. Bunun için gerçeği
bilemedi ve hep “Ben” dedi. Allah-u Teâlâ’yı görüp bilemediği için nefsini ilâh edindi
ve “Ben” dedi.
“Resul’üm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil
olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın.)” (Furkan: 43)
Kendi varlığı Var’ı bulmaya manidir. Varlığını ifna ederse kâinatın perde olduğunu
görür.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyuruyorlar:
“İlim ikidir. Biri dilde olup (ki bu zâhiri ilimdir) Allah-u Teâlâ’nın kulları üzerine
hüccetidir. Bir de kalpte olan (mârifet ilmi) vardır. Asıl gayeye ulaşmak için
faydalı olan da budur.” (Tirmizî)
Eğer kendini bilseydi, Yaratıcı’yı görseydi, yaratılanlara “Lâ” derdi. Buna vâkıf olanlar
ten elbisesinden soyunanlardır.
Bu ilme vâkıf olmayanlar ise bebek mesabesine düşmüşlerdir. Kelime-i tevhid’i neden
çekemiyorsun? Yaratılmış hiçbir şey Allah değil. “Lâ ilâhe” derken onu bilmiyorsun.
Hani senin imanın?
Her zerrede ulûhiyet sırları mevcuttur. Her şeye bir ölçü, her şeye bir suret vermiş ve
o suretle göstermiştir. Her zerrede kudretini ve âsârını, emsalsiz iradesini ve gücünü
göstermiştir.
Bir tek danenin, bir tek yaprağın karşısında bütün dünyadaki insanlar, fen ve sanat
erbabıyım diyenler, bir araya toplansalar onu yapmaktan aciz kalırlar. Madem aciz
kalıyor, bu tefekkürü yap. Yaratan’ı artık gör ve bul. Kâinâtı Yaratan’ı bir düşün.
Bir çekirdeğin içerisine ağacı yerleştirmiş. Dalları, yaprakları, meyvesi var. Ve kime
nasib olacağını da takdir etmiştir. Ama sen kudret sahibi olan Hazret-i Allah’ı hâlâ
tanıyamadın!
Bir meyveyi düşün! Kokusu, lezzeti, rengi hep başka başka. Kudret ve sanatıyla içine
çekirdeğini de yerleştirmiş. Ve Hâlîk’ın yarattığı hiçbir esrarına mahlukun aklı dahi
yetmiyor, aciz kalıyor. Bütün kâinât bir zerrenin karşısında aciz düşüyor. O ise görün
diye eserini gösteriyor. Fakat kişi hâlâ nefsine bakıyor, eserlerini görmüyor.
Şu gördüğümüz bütün varlıklar var olan Hazret-i Allah’ın eseri, varlığına delâlet eden
âsârıdır. Kâinât perdesini de O yarattı. Üstündeki âsârı ile donattı ve nakşetti. O ne
güzel nakkaştır! Hep O. Ama birçoğu yaratılanda kaldı, Yaratan’ı bilemedi ve
bulamadı. Onların hepsi var olanın âsârı ve delilidir. Sonsuz ihsan ve keremin sahibi
O’dur. O’ndan başka vücud veren bir varlık da yoktur.
“Yâ Rabb’i! Yarattığın ve lütfettiğin varlıkların bir zerresinin idrakinden acizim. Zira
bütün âlemlerin Rabb’isin. Bütün varlıkların yaratıcısısın. İhsan ettiğin, ikram ettiğin
her türlü nimet ve ziynet, kudretinin âsârı ve izharıdır.”
Kâinâtın perdesinde O’nun nakşı var. Her zerrede nakşı görüyorsun, perdeyi
görüyorsun. Kimin nakşettiğini göremiyorsun. Şu gördüğünüz kâinât bir perdedir. Bu
gördüğünüz tüm âlem bir nakıştır. O perdeyi kaldır ve Nakkaşa bak. Fakat
göremiyorsun. Bu iman sureta bir imandır.
Lâ ilâhe illâllah; sen yarattın, sen nakşettin. Ancak nakşedilenlerin hiçbiri ilâh
değildir. Sen de bir perdesin, kâinât da bir perdedir. Kendi perdeni kaldırırsan
kâinâtın perde olduğunu görürsün. Danede, perdede kalma, O’nu bulursun.
İnsan bu merhaleden itibaren daha önce cansız iken canlı, konuşmaz iken konuşan,
duymaz iken duyan, görmez iken gören bir varlık olmuştur.
İnsanın aslı olan bir damla kerih suyu Cenâb-ı Hakk takdir toprağı ile karıştırdı,
hüküm tohumunu attı, hayat suyu ile fırlattı, “Ol!..” dedi ve oldu. Diğerleri hep
teferruattan ibarettir. Biz ise çocuk oldu deyip geçiyoruz. Herkes kabuğu görür, özü
gören azdır.
Allah-u Teâlâ insana kendi ruhundan üfürmekle büyük bir şeref bahşetmiştir. Böylece
insanda hayat fiilen başlamış oldu.
Nihayet günü gelince 280 gün sonra fevkalâde bir bebek olarak dünyaya gelir.
“Sonra sizi bir bebek olarak dünyâya çıkarıyor. Sonra güçlü kuvvetli bir çağa
erişiyorsunuz.
İnsanın topraktan ve meniden başlayarak kan pıhtısına, bir çiğnem ete ve nihayet
insan suretine dönüşmesine kadar yaratılışının her safhasında, Hazret-i Allah’ın
kudretinin yüceliğine delâlet eden ibret verici incelikler vardır. Bu deliller her canlıda
mevcuttur.
Âyet-i kerime’de:
Allah-u Teâlâ insanı bir anda yaratmak kudretine hâiz iken, insan şeklini alıncaya
kadar aradan uzun zamanlar geçmesinde, hiç şüphesiz ki bir çok menfaatler ve
hikmetler vardır.
İnsan anılmaya değer hiçbir şey değil iken, zayıf ve güçsüz bir varlık olduğu halde;
Allah-u Teâlâ bu değersiz damlayı geliştiriyor, iskeleti kuruyor, ruhunu nefhediyor ve
insan olarak yeryüzüne gönderiyor.
“İnsan anılmaya değer bir şey olana kadar, üzerinden uzun bir zaman
geçmemiş midir?” (İnsan: 1)
Âdem Aleyhisselâm çamur halinde yoğurulup hazır duruma getirildikten sonra, ruh
üfürülmeden, şekillendirildiği hal üzere bir süre bekletilmiş, ruhunun üflenmesine
uygun bir kıvama getirilmiştir.
İnsana gelince;
Dünyaya gelmeden önce babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratacak olan Allah-u
Teâlâ’dan başkasının bilemeyeceği kerih bir su idi. Üzerinden belli bi r zaman geçti ki,
o zaman yeryüzünde esamesi yoktu, sonra Allah -u Teâlâ onu mülk âlemine getirdi
daha önce tanınmayan bir şey iken, tanınan bir varlık oldu.
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri sadece ‘Ol!’ demekten ibarettir. O da
hemen oluverir.” (Yâsin: 82)
O bir şey için sadece bir tek emir verir, bu emrin tekrarına ihtiyaç yoktur. “Ol!” dediği
şey kaçınılmaz olarak var olur.
Allah-u Teâlâ gökleri ve yeri yaratmanın, baştan olsun, yeniden diriltmek şeklinde
olsun, insanların yaratılmasından daha büyük olduğunu ve bunun kendisi için kolay
ve zor tarafının bulunmadığını beyan etmektedir:
Bu gibi hususların görülmesi kalbin basiretine delâlet ettiği gibi, görülmemesi de kalp
körlüğüne delâlet eder.
“Körle gören, iman edip de iyi işler yapanlarla kötülük yapan bir olmaz.
Hülâsa-i kelam;
Yoktan var eden, nimetleriyle donatan, suretiyle gösteren engin kerem sahibi olan
Hazret-i Allah’ı gerçekten tanımayanlar O’na hasım kesilirler ve “Ben” derler.
“İnsan, bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o
apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Allah-u Teâlâ insanın yaratılışını hakir bir sudan başlattı. Onu bu güçsüz nutfeden
yaratan, ölümünden sonra da tekrar diriltmeye elbette kâdirdir.
Fakat siz kendinizi ondan ayrı saydığınız için bunlar size izah ediliyor.
Yani “Ol!” dediği zaman murad ettiğini yaratıyor, “Öl!” dediği zaman murad ettiğini
öldürüyor ve olduruyor. Ondan bile haberin yok.
O öyle bir Allah ki yalnız kendi kendisini bilir ve kendi kendisini metheder.
Bu beyanlar niçin arzediliyor?
Yani “İçindeyim!” buyuruyor. O ise hakikatte kör olduğu için görmüyor. Sen görüyor
musun? Görmüyorsun.
“Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz görmezsiniz.” buyuruyor. (Vâkıa: 85)
“Her şeye her şeyden yakınım.” buyurmasına rağmen hem görmüyor, hem de
duymuyor. Hakikatte hem kör, hem sağır olduğunu bilmiyor ve görmüyor. Hem hitâb-ı
ilâhiyi duymuyor ve hem de câhil olduğunu bilmiyor. Sen görüyor musun?
Görmüyorsun.
O ise kendisinin bir âlim ve allâme olduğunu zannediyor, “Bu hakikatların karşısında
inkâr mı edeyim, yoksa tasdik mi edeyim?” diye bocalıyor.
İnkâr etse Âyet-i kerime’ler var, onları inkâr etmiş olacak. Dolayısıyla kâfir olduğu
bilinecek. Tasdik etse aklı ve ilmi yetmiyor. Bu adam ne yapsın şimdi?
Hadis-i şerif’te:
“Mümin kulun kalbi, Rahman olan Allah’ın arşıdır.” buyuruluyor. (K. Hafâ: 2/130)
Mürşid-i kâmil Allah-u Teâlâ’nın mânevi arşı olduğu için mânevi arşa ne tevdi etmişse
nasibi olanlara nasibini verir. Diğerleri bu kuvvete haiz değildir.
Evirip çevirip çeşitli temsillerle gerçek yaratıcı olan Hazret-i Allah’ın nakşını ayrı ayrı
arzetmekteki gayemiz azamet-i ilâhiyi duyurmak, bildirmek ve yaratıcı olan Hazret-i
Allah’ı tanıtmaya çalışmaktır.
“Allah hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse, ona muhakkak
ki çok hayır verilmiştir. Bunu ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp
anlar.” (Bakara: 269)
Besmele ve Merhamet:
Şefkat, acıyıp esirgemek demektir. Büyüklere saygı, küçüklere şefkat göstermek,
emsallere karşı da müsamahalı davranmak dinimizin üzerinde durduğu ahlâki
faziletlerdendir.
Müslümanların herhangi bir işe başlamak istemeleri hâlinde ilk önce “Besmele” ile,
yani Allah-u Teâlâ’nın sonsuz merhamet sahibi olduğunu
bildiren “Rahman” ve “Rahim” ismi ile başlamaları emredilmiştir.
Her şey ilâhi rahmetin bir tecellisidir. Melâike-i kiram duâlarında şöyle söylerler:
Buyurdular ki:
“Rıfk ve şefkat; yâni halk ile mülâyemet ve lütuf ve merhamet eylemek akıl ve
hikmetin başıdır.” (Camiüs-sağir)
“Şefkat, insan için uğurlu ve mes’ûd olduğu gibi aksi olan sertlik dahî
uğursuzluk sebebidir.” (Münâvî)
Tanıdığına tanımadığına sırf Allah rızâsı için elinden gelen yardımı esirgememek
onların şiârıdır. Bu insana olduğu gibi hayvana da şâmildir.
HAZRET-İ MUHAMMED
Aleyhisselâm
Allah-u Teâlâ’nın Nur’u, Âlemlerin Gurur ve Sürûru Muhammed
Aleyhisselâm (5)
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir ruh ile
desteklemiştir.”
(Mücâdele: 22)
İnsanın cesedi yani cismâniyeti ayrı şeydir, ruh ayrı şeydir, Kudsî ruh ayrı şeydir,
ruhâniyet ayrı şeydir, lâtifeler de ayrı şeydir. Bunların her birinin hârikulâde büyük
vazifeleri vardır. Mükerrem olarak yaratıldığı içindir ki, insana bu lütuflar bir ikram ve
ihsan olarak bahşedilmiştir.
Cismâniyet; nefis ve ruhun birleştiği bir binadır. Bu binanın içinde ulvî ve süflî
kuvvetler vardır, ayrı ayrı mücadeleleri bulunmaktadır.
“Andolsun ki biz sizi yarattık. Sonra size şekil verdik.” buyuruyor. (A’raf: 11)
Bu öyle bir cismâniyet ki, kâinatta yarattığı her şeyi o cismin içine sığdırmıştır.
Böylece ulvî ruh, şekillendirilmiş balçığa inince her tarafına sirayet etti, cesette hayat
ve hareket başladı. O basit gibi görünen cesede o üstün ve yüce insanlık şerefini
veren unsur, bu ilâhî ruhtur.
İlâhî ruhtan üflenen nefha bu cesedi meydana getirmiş ve insanı en mükemmel bir
şekle ve en güzel bir hâle getirmiştir.
“Onlar o kimselerdir ki, Allah imanı kalplerine yazmış ve onları kendinden bir
ruh ile desteklemiştir.” (Mücâdele: 22)
Allah-u Teâlâ’nın Kudsî ruh’la desteklediği kimseler ayrıdır. Onlar kendi ilminden ilim
ihsan ettiği kullardır. Kimin kalbine imanı yazarsa, o nur sayesinde hakikati ona
bildirmiş oluyor.
Herkeste bir ruh var, onlarda iki ruh var. Onlar doğrudan doğruya Allah -u Teâlâ’nın
desteğiyle hareket ederler. Kalplerine ilmi yazmış, kendi lütfundan bir ruh ile
desteklemiştir.
İşi gören Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ruhtur, işi gören Resulullah Aleyhisselâm’ın
nurudur. Bu da ancak vâris-i nebi olanda bulunur. Çünkü onda onun nuru, onun
vekâleti vardır, Allah-u Teâlâ’nın desteklediği ikinci bir ruh vardır. O ruh ondan başka
kimsede yoktur. Dolayısıyla bu bilgi de kimsede yoktur.
Kudsî ruh’la desteklenenler âlem-i misâle kadar gider, peygamber meclisine dahil
olur.
Cismâniyet yer, içer, gaflete düşer; rûhâniyet yemez, içmez, gaflete düşmez.
Cismâniyet zevk sefâ iledir, rûhâniyet daima ibadet, taat ve takvâ iledir.
Görülüyor ki burada rûhâniyete işaret edilmiştir. Onun yanında onlar durur, amma
sizin haberiniz yok. Kendisinden zuhur eden hârikulâde haller bu sebeple husule
geliyor. Zira o da bir beşer amma, Allah-u Teâlâ ona Nur’unun nurunu takmış, Kudsî
ruh ile desteklemiş, yardımcı olarak rûhâniyet vermiştir.
Allah-u Teâlâ onu hıfz-u himayesine almış, çepeçevre kuşatmıştır. Cebrâil ve diğer
melekleri insanların görmediğini fakat mevcut olduğunu, Resul’ünü onlarla
desteklediğini beyan ediyor. Nasıl bir askerle muhafaza ettiğini yalnız O bilir.
Resulullah Aleyhisselâm böyle olduğu gibi, onun vekili de işte böyle destekleniyor.
Ona verilenden ona da verildiği içindir ki bir Mürşid-i kâmil’e ihtiyaç görülmüştür.
Onlar için ölüm yoktur. Onlar Allah -u Teâlâ’nın müstesnâ kulları olduğu için, onlar için
berzah yoktur.
O ölmüş amma, burada ölen nefistir. Çürkü her canlı ölüme mahkûmdur.
“Her insan ölümü tadacaktır.” buyuruyor. (Âl-i imrân: 185 - Enbiyâ: 35 - Ankebût:
57)
Onlar ayrı kimselerdir. Allah-u Teâlâ onlara bir ruh verdiği gibi, bir de hiç kimsede
bulunmayan Kudsî ruh vermiştir, ruhâniyet vermiştir, lâtifeler halketmiştir. Onlar diğer
insanlardan ayrıdır. O rûhâniyet dünyada da onunladır, kabirde de onunladır,
mahşerde de onunladır, cennet-i âlâ’da onunladır. Çünkü Allah-u Teâlâ onu onun için
yaratmıştır. Onlar beşeriyetin görmediği mânevî yardımcılardır, destekçilerdir.
Fakat iman etmeye yanaşmayan halk, üzerine hücum etti ve onu taşa tuttular,
ayaklarının altına alıp çiğnediler. O ise: “Allah’ım! Kavmimi hidayete erdir.” diye duâ
ede ede can verdi.
Allah-u Teâlâ şehâdetinin hemen ardından onu cennetle müjdeledi. Melekler onu
karşılamak için dizildiler ve:
O ise oradaki fevkalâde mükâfatı görünce, kavminin de bu hali bilmesini temenni etti
ve şöyle söyledi:
Ruh verince hareket var, alınca hiçbir şey yok. Şu halde resimden ne farkımız
var? Bunu bir türlü nefsimize kabul ettiremiyoruz.”
Hep Muhtacız!
“Ne kadar bilsek, ne kadar biliyoruz zannetsek yine de muhtacızdır. Ağaç su
almakla neşvünema bulduğu gibi, biz de ancak ihsan ve ikram olunmakla
neşvünema buluruz. Bunun böyle olduğunu bakınız bize apaçık nasıl
gösteriyorlar. Biz insanlar bir şey olduk diye hemen çıkıveririz. Halbuki hiç de
öyle değil. Hep muhtacız efendim, hep muhtacız. Zaten bir insanın muhtaç
olduğunu bilinceye kadar çok çalışması lâzım.”
Değil ihsanlarını, bir ihsanının binde birini dahi mahlûk olan aklımız almıyor.
Binaenaleyh böyle bir Halik-ı Azam’a karşı bir mahlûk nasıl ibadet edebilir?
Bunu anlayıp küçüklüğümüzü idrak etmemiz bize kâfi gelecek.”
“Mevlâ dilerse giydirir, dilerse alır. İtimat edin bir defacık aklımdan hayalimden
dahi geçmemiştir. O’ndan başkasından O’na sığınırım. Taç, takke, hırka bunlar
takımdan ibaret... O’nun tacı O’nun rızâsıdır. O râzı mı, sen tacını giydin
demektir. Nefis bu gibi şeylerden çok hoşlanır, bunlar bu yolun ziynetidir. Evet
birer lütfu ihsandır, fakat “Allah’ım beni bunlarda bırakma!” diye niyaz
etmelidir, bunları benimsememelidir.
Eritsem, eridiği yerde kir bırakıyor. Bunun ötesinde insanda ne var? Demek ki
sen lekeden ibaretsin.
Çeşme akarken gözünüzü açın, çünkü çeşmenin malı değildir. O akıyor bir
daha gelmez. Çeşmenin kendisini sıksan bir damla su akmaz. Çeşme de O’na
muhtaçtır.”
“Ahlâk-ı hamide çok tatlı ve yapıcı oluyor, Ahlâk-ı zemime ise bozucu, kırıcı ve
yıkıcı oluyor.”
•
“Bugün çoğu insanların ameli zanladır. Çünkü hakikati görmeyenler zanla
hareket ederler. Zan ile hareket edildikçe boşluk husule gelir. Bilenle bilmeyen
bir değildir. Allah’ımız bildirdiklerinden etsin.”
“Ölmeden evvel ölmek, nefsi öldürmektir. Onun çeşitli sıfatları vardır, o sıfatlar
öldüğü zaman öldü sayılır. O sıfatlar da tamamen ölmez, sadece küçülür.
EVLİYÂ-İ KİRAM
-Kaddesallahu Esrârehüm-
HAZERÂTI'NIN
"HÂTEMÜ'L-EVLİYÂ" HAKKINDAKİ
BEYAN ve İFŞAATLARI (247)
Hakîm et-Tirmizî -kuddise sırruh- (51)
İlâhi marifet kalbin içinde saklıdır; nefis ise ondan çıkıp, meylettiği şehvetlere ulaşır.
Bu meyil onun hevâ ve hevesidir. Onun içindir ki, onun arzu ve hevâsı, kalbiyle onu
en yukarılardan en aşağılara indirir.
Akıl peşinen devreye girdiği vakit, kalp içindeki şeye karşı güven duyar, itminan bulur
ve artık senâ etmek senin üzerine vâcip olur.
Nitekim sen O’ndan râzı olursun, Allah da ondan râzı olur, onu mutmain kılar ve
kalbiyle birlikte karar bulmasını sağlar.
İsmi mübârek olan Allah, inzâl buyurduğu bir Âyet-i kerime’de dünyayı, onun ehlini,
tabakalarını, sadır (gönül)lerin ona karşı nasıl açıldığını ve onun kırıntıları karşısında
bize nasıl şifâ bulacağımızı hikâye ederek şöyle buyurmuştur:
“İnsana gelince; Rabb’i kendisini imtihan edip de ikramda bulunur, ona bol
nimet verirse: “Rabb’im bana ikram etti.” der.
Amma onu imtihan etmek için rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman:
“Rabb’im bana ihanet etti.” der.” (Fecr: 15-16)
Biz, dünyayı her şeyiyle çok geniş, ferahlık verici ve değerli bir yer olarak biliyoruz.
Oysa O, onun her hâlükârda “Rabb’in imtihan yeri” olduğunu beyan buyuruyor.
İşte bu, Rabb’ine karşı çok câhildir, bu bir saatlik yeri kendince bir lütuf ve kerem
addetmiştir. Bu ise ancak aşağılıkların takdir ve düşüncesidir.
Bunların her ikisini de yalanlayarak, ikisi üzerine de “Kellâ = Öyle değil!..” sözünü
getirmiştir ki, burada “Kef”in vasla (birleşme)si “Lâ = Hayır!” demektir; “Zâlik: Bu”
denirken onun birleşmesi ile daha sonra “Ke-zâlik: Böyle” demek gibidir.
Meselâ;
“Allah’ın rahmeti sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın.” (Âl-i imrân: 159)
Bunun Kur’an’daki misâlleri pek çoktur. O, insanlar arasında cârî olan diller arasında
Arapça’nın hitap şeklidir.
“O’nun lütuf ve nimeti” kavline gelince; onunla murâd edilen âhiretteki lütuflar ve
keremler değildir; tâkip edilmesi gereken iâşe ve geçimliğe dair lütu flardır, dünyadan
onun kendisine muvaffak olacağı şeyin îrâd olunmasıdır.
Lütuf ve keremler O’na boyun eğmekle alâkalıdır; ilâhi cezâlar, istek ve dilemeler,
arzu ve şehvetlerle ilgili olarak, ismi mübarek olan Rabb’imize yapılanlara karşılık
ancak sahibini bağlar.
İşte bu belâ ve imtihanla ilgili lütuf ve keremlerdir, seçilmiş ve beğenilmiş lütuf ve
keremler, yahut sevap mânâsında lütuf ve keremler değildir. Yalanlayıcılar cehaletleri
nedeniyle, O’nun hiç kimsenin yüklenmeye cesaret edemediği fiilini yüklenmişlerdir.
Azîz ve Celîl olan Rabb’inden bu meydana geldiği vakit halk için bir belâ ve imtihan
olarak gelir, o bir yönüyle lütuflara ermiş gibi gözükse de aslında aşağıların en
aşağısına inmiştir.
Sonra bir saatlik imtihan ve belâya yöneltip, onu da sîret, fıtrat ve yapılan amellere
göre inşâ ederek, küfür ehlini gözle görülür hâle getirmiştir.
Haklardan men edilme ile ilgili olarak bahilliği zikrederken, cimriliği de anmış, gaybeti
de bir arada zikretmiştir.
Nitekim bahilin ilâhi haklardan men edip engellemesi yetime karşı bir ihanettir, aynı
zamanda miskini doyurmayı da terk etmek demektir.
Cimrilik ve eli sıkılık miras hakkında yapılan zulümdür, sahibinden malını zorla alıp
önünü kesmektir.
Gaybet ise mal toplamayı ve onu kendi elinde tutmayı sevmek demektir.
‘Ey Rabb’imiz! Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik
ver!’ (Bakara: 201)
Arzettiğimiz bu mevzular çok hassas, çok incedir, Hakk’a taalluk eden meseledir.
Öyle murad etmiş. Niçin? İki kandil halk ettiği için. Kandilde hüküm yok, O’nda hüküm
var. Hüküm Hazret-i Allah’ındır.
Bunu Allah-u Teâlâ koydu. Bu yol ahirette belli olacak. Çünkü yollar çok. Dimağlar
karışıyor, akıllar gelişiyor. Ama saflaştığı zaman, hakikat görüldüğü zaman: “Hâ, bu
imiş!”
Fakir der ki:
“Allah-u Teâlâ kudsî ruh ile kimi desteklerse, Habib’inin nurunu kime takarsa odur,
ötesi hayır!”
Bunun için bunlar ahirette belli olacak. Onun için Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh-
Hazretleri buyuruyor ki:
“İşte Allah’ın hayır dilediği kimseler bu zâtı bulurlar, hayır dilemedikleri de onu
göremez, kör olurlar. Bulamazlar, kaybolurlar.” (Fethü’r-Rabbânî, 5. Meclis)
Orayı bulan buldu, ama orayı bulamayana bir şey diyemem. Meğer ki Allah -u Teâlâ
başka türlü tecelli etsin!
Allah-u Teâlâ ezelden öyle yaptığı için ebedî de öyle olacak demek istiyor. Bu bir
mahlûkun idrakinin haricindedir.
“Makâm-ı Mahmud” hiç kimseye verilmemiş olan şefaat makamıdır, “Vesîle” ise hiç
kimseye verilmemiş olan yaşama makamıdır.
Hâtem-i veli’ye ezelden neler ihsan edeceğini Allah-u Teâlâ ona duyurmuş.
TASAVVUF'UN ASLI
HAKİKAT VE MARİFETULLAH
İNCİLERİ
Hâtem-i Enbiya Muhammed Aleyhisselâm ve Ashâb-ı Kiram (5)
Muhacirler:
Dinleri imanları uğruna vatanlarını terk edenlere de “Muhacir” denildi. Müşriklerin
zulümleri karşısında Medineli müslümanların yakınlığına sığınan bu vefâkâr insanlar,
Resulullah Aleyhisselâm’ın hicreti ile büyük ölçüde gariplikten kurtulmuşlardı.
Onlar Allah için hicret etmişlerdi. Rızâ-i Bâri uğrunda fedakârlığın en büyüğünü,
sadâkatin en üstününü, teslimiyetin en güzelini gösterip kendilerini her şeyiyle o yola
adamışlardı.
Mekke kâfirlerinin tazyiki üzerine Mekke’den Medine’ye hicrete mecbur edilerek hicret
ettiler. Dinlerini koruma pahasına evlerini, barklarını, mal ve mülklerini bırakıp çıktılar.
Önceleri fakir değilken, sonraları fakirliğe maruz kaldılar.
Tek suçları “Rabb’imiz Allah’tır.” demeleri idi. Kavim ve kabilelerine karşı hiçbir
kötülükleri, hiçbir garazları, tek ve şeriki olmayan Allah’a kulluk etmekten başka hiçbir
günahları yoktu.
Müminlere baskı yaptılar, eziyet ettiler, neticede müminler Medine’ye hicret ettiler.
Büyük bir zulme uğrayarak Allah yolunda hicret eden bu güzide şahsiyetler Âyet-i
kerime’lerde övgü ile anılmışlardır:
Allah-u Teâlâ onları Medine-i Münevvere’ye yerleştirdi ve orasını onlar için hicret
yurdu kıldı.
Müslümanlar bu “Güzel yer”de İslâm’ın intişarı için elverişli zemin ve zaman bulmuş
oldular. Düşmana karşı hazırlanma fırsatı elde ettiler. Güzel rızka, helâl lokmaya
erişme imkânı buldular. Allah-u Teâlâ onlara evlerinden, mallarından daha hayırlısını
verdi. Hiç şüphesiz ki bir şeyi Allah rızâsı için terkeden bir kimseye Allah -u Teâlâ
onun yerine ondan daha hayırlısını verir. Nitekim bu şekilde gerçekleşmiştir. Onlara
yeryüzünde imkân verdi, kısa zamanda bütün Arabistan yarımadasına hükümran
oldular.
Diğer taraftan Allah-u Teâlâ onlar için ahiret yurdundaki mükâfatın dünyada onlara
verdiklerinden daha büyük olduğunu beyan buyurmaktadır:
Onlarla birlikte hicret etmeyip geri kalanlar o hicret şerefine nâil olan Muhacirler’e
Allah-u Teâlâ’nın neler hazırladığını bilmiş olsalardı, Allah yolu nda her fedakârlığa
katlanırlar, düşmanlarının eziyetlerine daha çok sabır ve sebat ederlerdi.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- muhacirlerden bir kimseye maaşını verdiği vakit:
“Allah bunda sana bereket ihsan etsin. Bu, Allah’ın sana dünya hayatında vaad
ettiğidir. Ahirette senin için hazırlamış olduğu ise daha üstün ve
değerlidir.” buyurur ve bu Âyet-i kerime’yi okurdu.
Daha sonra Allah-u Teâlâ onların vasıflarını belirtmek üzere şöyle buyurmaktadır:
Bunun üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Rabb’leri onların duâlarına karşılık verdi: Ben içinizden erkek olsun kadın
olsun, çalışanın yaptığını boşa çıkarmam. Hep birbirinizdensiniz. Onlar ki hicret
ettiler, yurtlarından çıkarıldılar, benim yolumda eziyete uğratıldılar, savaştılar
ve öldürüldüler.
Andolsun ki, onların kötülüklerini örteceğim ve onları altlarından ırmaklar akan
cennetlere sokacağım. Bu mükâfat Allah tarafındandır. Mükâfatların en güzeli,
Allah katındadır.” (Âl-i imran: 195)
Başka hiç kimse, başka bir kimseye böyle muazzam bir mükâfat vermeye kadir
değildir. Cennet-i âlâ’da Allah-u Teâlâ’nın Cemâl-i bâkemâl’ini müşahede gibi en ulvî
mükâfatlar da vardır.
Onlar o Nur’un ef’al ve ahvâlini gördüler. Üzerlerinde tezahür eden bütün güzellikler
hep o Nur’dan lemean etmiştir. Bir kere sohbetinde bulunmakla çok büyük derecelere
nâil oldular.
Onların imanları şuhûdidir. Vahyin ve sohbetin bereketi ile hakikatleri göre göre iman
ettiler.
“Allah-u Teâlâ benim ashâbımı nebiler ve resuller müstesnâ olmak üzere bütün
insanlara ve cinlere üstün kılmıştır.” (Bezzar)
Kur’an-ı kerim’in kâtipliğini yapanlar, Hadis-i şerif’leri rivayet edenler, daha doğrusu
Cenâb-ı Hakk’ın son dinini yayanlar ve bize ulaştıranlar onlardır.
Bu seçilmiş bahtiyar insanların birisinin bile aleyhinde söz söylemek aslâ câiz
değildir.
“Sahabemi bana terkediniz. Nefsim kudret elinde olan Cenâb-ı Allah’a yemin
ederim ki, fakir ve düşkünlere Uhud dağı ağırlığında altın infak etseniz, onların
amelinin sevabı gibi sevaba nâil olamazsınız.” (Buhârî)
Zaman-ı saâdetlerine erişip lâtif meclisleri, şerefli sohbetleri ile şerefyab olan, o
Nur’un pervaneleri olan bu zâtlar; bir anda öyle bir ruh seviyesine çıktılar ki,
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-i canlarından da aziz bildiler. O Nur’dan öyle
bir ziyâ aldılar ki, ona fedâ edilmeyecek tek bir şey tanımadılar. Onun yolunda çoluk-
çocuklarını, vatanlarını terkettiler. Değil mallarını, canlarını bile feda etmekten haz
duydular. Sevdiler de sevdiler. Cihan tarihinde onun kadar seven ve sevilen bir insan
yoktur...
İSLAM İLMİHALİ
Ölümün Hakikati Cenaze İşleri ve Berzah Hayatı (9)
“De ki:
Azrail Aleyhisselâm’a bu vazife Allah -u Teâlâ tarafından verilmiş, O’nun adına vekil
kılınmıştır. Allah-u Teâlâ’nın verdiği güç ve azametle herkesin öleceği gü nü, dakikayı
ve saniyeyi bilir, dünyanın her tarafı ona göre müsavidir. Binlerce insanın canını bir
anda almaya muktedirdir. Görülüyor ki kul yapısı bir teknikle bir şehrin yanıp duran
aydınlatıcı ampulleri, bir düğmeye basmakla birden kararmaktadır. Allah -u Teâlâ
tarafından vekil kılınan bir meleğin gücü ise tasavvur bile edilemez. Hiç kimse onun
pençesinden kurtulamaz.
Şu kadar var ki Allah-u Teâlâ sebepler âleminde her türlü işi meleklerden bir meleğe
vazife olarak vermiştir. Böylece ruhların alınmasına da Azrail Aleyhisselâm’ı memur
kılmıştır. O başkan olup, beraberinde tâbileri ve yardımcıları vardır. Allah-u Teâlâ’nın
vazifelendirip gönderdiği elçilerin alması, doğrudan doğruya kendisinin alması
demektir.
Ey Ebu Bekir!
Melekler Allah-u Teâlâ’nın emir ve izni ile çeşitli kılık ve şekillere bürünebilirler.
Peygamberler melekleri bazen hakiki suretiyle bazen de muhtelif şekillerde
görmüşlerdir.
Küresel bir iddia ile beraber İslâm dünyasına açılan ve müslüman yönünü
vurgulamaya başlayan Türkiye kendi içinde bir ikilem ve tartışma yaşıyor. Hemen
yanı başımızda bir DEAŞ tecrübesi yaşadık. Bugünlerde DEAŞ’den farklı olsa da -
selefi zihniyetin etkisinin hissedildiği- Afganistan’daki Taliban gerçeğiyle yüzleşiyoruz.
Diğer yandan Mısır, Tunus’ta demokratik yöntemle seçilen hükümetler darbelerle
indiriliyor.
Görüldüğü üzere bütün İslâm dünyası “Devlet” aygıtının merkezde olduğu bir kafa
karışıklığı yaşıyor. Batı Medeniyeti çökerken onun yerini alma iddiasındaki İslâm
dünyasının bu kafa karışıklığını aşması ve bu konunun vuzuha kavuşturulması
önemli bir konu. Zira birbirimizle didişip dururken yüksek bir medeniyeti insanlığa
sunmamız mümkün müdür?
Daha önce de izah etmeye çalıştığımız gibi dünya büyük bir medeniyet inkılabına
gebe. Resulullah Aleyhisselâm’ın haber verdiği ahir zamanın içinde, şu günümüzde
yaşanan değişim, dönüşüm süreci; çok büyük zorluklarla, bedellerle beraber geliyor
ve fakat aynı zamanda bize büyük bir fırsat vadediyor. Bakalım Türkiye olarak bu
değişimin merkezinde kalmaya devam edebilecek miyiz? Bu değişimin hem kılıcı
hem kalemi olabilecek miyiz?
Dikkat ederseniz kendi medeniyetimizin, İslâm Medeniyeti’nin üstünlüğünü; genelde
tarihte yaşanmış güzel örnekler üzerinden; yahut dünya üzerinde tahakküm kurmuş
olan “Batı Medeniyeti”nin vahşi, zalim, adaletsiz, eşitliksiz yüzü üzerinden
tanımlamaya çalışıyoruz.
Ve küresel tahakkümün en büyük aracı olan devlet denilen yapıyı onlarınkinden daha
güçlü hale getirerek hakimiyeti lehimize çevirebileceğimizi düşünüyoruz. Ancak daha
önce de izah etmeye çalıştığımız gibi “Üstün Medeniyet Algısı”nı yıkmadan, “Manevî
işgal”den kurtulmadan; ve buna paralel olarak da kendi medeniyetimizin üstünlüğünü
ortaya seren bir anlayışı hakim kılmadan lehimize çevirebileceğimiz bir şey olmaz.
Olsa olsa Batı Medeniyeti’nin hastalıklarını taşıyan yeni bir Amerika olunur; ya da
“Manevi işgal” altında tökezleye tökezleye ayakta kalmaya çalışan bir ülke olmaya
devam edilir. Yüz elli, iki yüz yıldır olduğu gibi. (En kötü ihtimal manevî işgalin maddî
işgale dönüşmesidir.)
“Devlet”:
“Devlet” halkın refah ve huzuru, küffara karşı İslâm’ın ve müslümanların müdafası için
“Vatan” kavramını tamamlayan çok elzem bir yapıdır. Nitekim Türk-İslâm
Medeniyeti’nin direği ve kurucusu konumundaki tasavvuf büyükleri de Türk
Milletindeki “Devlet” bilincinin oluşmasında, Türk devletlerinin inşasında ana rolü
üslenmişlerdir.
Devlet medeniyet arayışında ve inşasında çok önemli bir yere sahiptir, ancak ana
unsur değildir.
Bir medeniyetin ana unsuru devlet denilen bedenin içindeki ruhtur, insandır. Zira
devletten beklenen adalet ve huzuru inşa edecek olanlar devlet aygıtını kullanan
insanlardır.
Devleti bir bina yahut bir gemi gibi düşünebiliriz. Bir binayı ilim-irfan yuvası olarak da
kullanabilirsiniz, insanlığı manen zehirlemek için fitne-fesat yuvası olarak da
kullanabilirsiniz. Bugün en bariz örneğiyle Amerika-Batı denilen bina, içine yerleşen
küresel şeytani akıl tarafından bir fitne-fesat yuvası olarak kullanılmaktadır.
Allah-u Teâlâ kâinatı ve mahlukatı yaratırken belli bir ölçü üzere yaratmıştır.
İnsanoğluna da araştırma, merak etme fıtratını koymuştur. İnsanoğlu etrafındaki
maddî dünyayı, kâinatı anlama, kavrama ve hükmetme ameliyesi çerçevesinde bu
ölçüleri, kaideleri araştırır.
Bütün Peygamber Efendilerimiz hepsi aynı şeyi söylediler, asla taviz vermediler.
Binaenaleyh devlet tevhid akidesi gibi değişmez nasları olan bir yapı
değildir. “Müslümanların selameti ve geleceği” için değişik zamanlarda, değişik
konjenktürlerde farklı farklı uygulamalar yapılabilir, geliştirilmesi için diğer milletlerin
tecrübelerinden istifade edilebilir.
İnsanların saltanattan, krallıktan başka bir yönetim şeklini hayal bile edemediği bir
çağda 4 halife devrini yaşamış olan müslümanlar bu devrin sonunda tekrar saltanat
ile yönetilmeye başlanmıştır. Bu anlamda bir geriye gidiş olmakla beraber hiç kimse
bu devletlerin İslâm devleti olduğu gerçeğini inkâr edemez.
- Yakın zamanlarda ortaya atılan ve adeta takiyye aracı h aline gelen Mekke-Medine
ayrımı tashih edilmelidir.
Bugün birçoklarının ortak bir hatası; Mekke ve Medine döneminde inen Âyet-i
kerime’lerin muhteva farklarından yola çıkarak adeta bir “Takiyye” çıkarımı
yapmalarıdır. Oysa Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetinde böyle
bir anlayış ve hareket tarzı yoktur.
Bugün bu gibiler İslâm’ı; amacı devlet kurmak, devleti ele geçirmek olan bir ideoloji
konumuna indirgemektedir. Birçok fitne ve bağnazlıklar buradan türemektedir. İslâm
devlete önem verir, toplumsal kaideler vazeder ancak ana amacı dünya değil,
ahirettir. Diğerleri ana amaca hizmet eden araçlardır.
4-Nasıl ki her yeni çarpışmadan çıkarttığı derslerle harekât doktirinini yenileyen, harp
silah araç gereçlerini buna göre sürekli geliştiren bir ordumuz varsa, devlet de bu
şekilde her tecrübeden aldığı derslerle anında kendini yenileyen bir yapı şeklinde
tasavvur edilmelidir.
Fırtınalı dalgaların gittikçe çoğaldığı bu hız çağında ne kadar hızlı olursak o kadar
ayakta kalır ve küffara galebe çalabiliriz.
EĞİTİM
Kız çocukları sanki bir yetişkin kadın gibi giyinmeye, makyaj yapmaya; erkek
çocukları da yetişkin erkeklerde görülebilen vurma-kırma gibi eylemlere eğilimli.
Söz dinlemeyen, asi ve başına buyruk çocuk sayısı arttığı gibi maalesef evden kaçan
çocuk sayısı da oldukça artmış durumda. Bu durum ebeveynleri
endişelendirmektedir.
Bu sorunun cevabı; çevre faktörlerinin yanı sıra hormonlu ve katkı maddeleri ile dolu
gıdalarla yapılan yanlış beslenme alışkanlıklarında ve çocuklarımızın
izlediklerindedir.
İzledikleri film-çizgi filmler çocuklarımızın bilinçaltına etki eder. Yetişkinler bile bu etki
altında iken seyrettiklerini gerçek gibi algılayan çocuklarımızın etkilenmemeleri
düşünülebilir mi?
Çocuklarımızın çok severek izledikleri bazı çizgi filimlerin çocuklarımızın bilinç altına
verdikleri mesajlara hep birlikte bir bakalım. Ve asla unutmayalım animasyonların
genel hedef kitlesi çocuklarımızdır.
“Kötü Kedi Şerafettin” adlı animasyon baştan sona argo ve küfür dolu.
Yabancı animasyonların tümünde domuz çok masum, şirin, sevimli bir karakter
olarak çocuklarımıza sunulmaktadır.
Animasyonlardaki çocuk ve aileler birkaç istisna dışında deisttir. Dini hiçbir resim,
konuşma yoktur.
“Gül ve Ece” adlı çizgi filmde Ece adlı karakter büyüklerine karşı ne kadar saygısızca
davranırsa davransın “Hele sor niye yaptım” diyerek çok haklı duruma getiriliyor. Kimi
zaman öğretmeni, müdürü, bakkalı, manavı bile aşağılayacak işler yapıyor ama hep
haklı nedenleri oluyor. Saygısızlığı aşılıyor.
Animasyonlarda çocuklar evden kaçmaya teşvik ediliyor. Yavru aslan evden kaçar,
haklı nedenleri var; yavru balık evden kaçar, haklı nedenleri var; yavru kuş evden
kaçar, haklı nedenleri var; yavru karınca evden kaçar, haklı nedenleri var... Aile
baskısı mantığı çocuğun beynine işleniyor. Çünkü animasyonlarda evden kaçan
çocuklar genelde aradıkları yerleri buluyor.
“Çılgın Hırsız (GRU)”da hırsız sevimli, çocuklara yakın, iyi niyetli hırsız rolünde.
Gru’nin annesi beş altı erkekle havuz sefası yapıyor. Çok kötü örnekler ile dolu.
Hırsızlık ve fuhuş masum gösteriliyor.
“Mucize: Uğur Böceği ile Kara Kedi” adlı çizgi dizide eşcinsellik türlü sahnelerle
çocukların zihnine zerkediliyor.
Kır, dök, parçala... Her zaman haklısın... Büyüklerin her istediğini yapmak zorunda...
Ailen baskı yaparsa evi terk et... Mutlaka bir kız/erkek ile çıkmalısın... Hem cinsinle
yakınlaşmaktan çekinme......