You are on page 1of 126

ZİKİR

$ً0(>َ‫@ْ َ' ًة َوا‬Aُ Bُ 4ُCED F


َ ‫ ِذ ْآ'ًا آَ)('ًا )( َو‬.َ 0ّ1‫ا اذْ ُآ'ُوا ا‬4ُ56َ ‫ ا‬7
َ %891‫ ا‬$َ:%; ‫ َا‬$َ%
“Ey inananlar! Allah'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah-akşam tesbih edin.” (Ahzab
Suresi, 33/41-42) (Kur'ân'ın üzerinde ısrarla durduğu konulardan biri olan zikir,
müştaklarıyla (türetilmiş halleriyle) birlikte 256 yerde geçmektedir.)

Hadislerde Zikre Teşvik


Peygamber Efendimiz (s.a.s.), bir hadislyerinde Rabbisini zikredenle etmeyeni diri
ile ölüye benzetir. (Tirmizî, "Daavat", 67) Diğer bazı hadislerde ise, şöyle buyurur: "Size
amellerinizin en hayırlısını söyleyeyim mi? Allah'ı zikretmek." (Tirmizî, "Daavat", 6) "Bir
topluluk oturup Allah'ı zikrederse, melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar."
(Müslim, "zikir", 8) "Cennet bahçelerini gördüğünüz zaman orada yiyiniz, içiniz,
yararlanınız." Efendimiz (s.a.s.), "Cennet bahçeleri nedir"? sorusuna: "Zikir meclisleri."
diye cevap vermiştir." (Tirmizî, "Daavat", 82)

Tanımı
Sofîlerce, Allah'ın ad ve ünvanlarının teker teker veya birkaçının bir arada anılması
ve tekrar edilmesi şeklinde anlaşılan zikir; anmak, hatırlamak, varlığın koridorlarında
gezerken hemen her nesneden Allah'a ait bir mesaj almak ve O'nu ins-cin herkese ilan
etmek demektir. Cenâbı Hakk'ı mübarek isimleriyle yâd etmek, sıfât-ı Sübhâniyesiyle
anmak, ef'âl-i ilâhiyesiyle hatırlamak ve “Allah şu işleri nasıl da bin bir hikmetle yapıyor”
diyerek takdir ve minnet hislerini ifade etmektir zikir.” (Ümit burcu, s. 283)
Aslında zikir daha şümullü düşünülmelidir; yani anma, unutan bir insanın
hatırlaması olarak değil de hatırlamanın sürekli olması, her fırsatta onu bir kere daha yâd
etme ve bunun insan tabiatının bir yanı haline gelmesi şeklinde anlaşılmalıdır.

Çeşitleri
Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek,
O’nun hamd ü senâsıyla gürlemek, yerinde tesbîh u temcîdlerle gerilmek, yerinde
Kitab’ını okumak ve onun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini
mânâ-yı harfiyle mırıldanmak; aczini, fakrını duâ ve münâcât lisânıyla ilân etmek... Evet,
bütün bunların hepsi lisâna âit birer zikirdir.
Kalbî Zikir
Başta “latîfe-i rabbâniye” olmak üzere vicdanın bütün rükünleriyle Allah’ı yâd
etmek, yâni O’nun varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, varlık kitabında
sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfatları
düşünmek; sonra da O’nun cihan çapındaki rubûbiyet ahkâmını, bu ahkâm karşısında
sorumluluklarımızla alâkalı meseleleri, emr ü nehiyleri, va’d ü vaîdleri, mükafât ü
mücazâtları tefekkür etmek; enfüsî ve âfâkî yollarla varlık ve varlığın perde arkası sırlarını
175
araştırmak; bu araştırmalar esnasında basar ve basîrete açılan uhrevî güzellikleri tekrar-
ber-tekrar temâşâ etmek..de bir kalbî zikirdir.
Bedenî Zikir
İlâhî emir ve yasakları, ciddi bir duyarlılıkla hayata taşıyıp yaşamak, her emir ve
her yasakla kendisine yapılan teklifleri vicdanında hissederek, iştiyakla emirlerin ifâsına
koşmak ve derin bir mes’ûliyet şuuruyla yasaklardan kaçınmak da bedenî zikirdir ki,
lisânla yapılan zikrin derinliği de büyük ölçüde bu nevi zikirden kaynaklanmakta ve bu
“anilmerkez” güçle bir ölümsüz ses hâline gelmektedir. Öyleyse, bizim bütün
ibadetlerimiz, zekatımız, orucumuz, haccımız ve namazımız da birer zikirdir. (KZT-1/Zikir)

Zikrin Alanını Daha da Geniş Tutma


Zikir o kadar geniş alanlı olmalıdır ki, dil, kalb ve sair azalar zikrettiği gibi insanın
hal ve tavırları da zikirden nasibini almalı ve onu görenlere de bir manada zikir vesilesi
olmalıdır. Zikri ve kulluk şuurunu bütün mahiyetiyle temsil eden İnsanlığın İftihar
Tablosu’nu görüp de yüreklerin ürpermemesi mümkün değildi. O’nun gülyüzüne, nuranî
çehresine bakanlar mutlaka Allah’ı hatırlıyorlardı. Demek ki bazen tavır, davranış, imaj..
gibi şeyler de vesile-i zikir oluyor. Nitekim bir hadis-i şerifte, “Allah’ın velileri öyle
kimselerdir ki görüldüklerinde Allah hatırlanır.” buyrulmaktadır.
Ayrıca, zikir alanını geniş tutma mevzuuna yolda yürüme, koşu bandına binme ve
araba kullanma gibi günlük işlerinizi de dâhil ederek mütemadiyen Allah’ı zikretmeniz de
mümkündür. Mesela; her gün bir saat araba kullanıyorsanız, yarım saat-kırk dakika
yürüyorsanız; o yarım saat ya da kırk dakikalık zamanda bir günlük hizbinizi, belki
yarısını belki de bütününü okuyabilirsiniz. Teybinizi açar, ya Kur’an dinler ya da bir
ilahîye kulak verir ve onun içinden kendinize göre bir yol bulup O’na yürüyebilirsiniz,
kalbinizi işletip, ruhunuzu söyletebilir, nefsinizin burnunu kırıp şeytana ağzının payını
verebilirsiniz. Eğer bir yol arkadaşınız olursa, onun hâlini-hatırını da sorabilirsiniz; ama,
bir müddet sonra bir şey okumaya başlayarak hüsn-ü misal teşkil etmeniz de
mümkündür.
Ne biliyorsunuz, üzerine basıp çiğnediğiniz otların, dokunup geçtiğiniz yaprakların
ve gölgesinde yürüdüğünüz ağaçların da sizin zikrinizle harekete geçmediğini!. Ne
biliyorsunuz, içinde yol aldığınız vasıtanın ihtizaza gelmediğini!. Ben bir yönüyle, o canlı
hayvanların da bir ruh –hayvanî ruh– taşıdıklarına inanıyorum. Bu arabaların, trenlerin,
gemilerin ve uçakların da Allah tarafından görevlendirilmiş kendilerine göre bir ruhları ya
da onlarla vazifeli birer melek olamaz mı?

En Büyük Kusur
Evrâd u ezkâr mevzuundaki farklı düşüncelerde bir çarpıklık görüyorum. “Biz
milletimize hizmet ediyoruz, insanlara Allah’ı anlatıyoruz, yol kaçkınlarını hidayete
çağırıyoruz... Evrâd u ezkârda kusur etsek de, bazen okumasak da olur” şeklindeki
mülâhazaların bir kuruntu ve şeytan fısıltısı olduğunu düşünüyorum. Hayır, yapıp

176
ettiklerinize güvenip evrâd u ezkârınızda kusur ederseniz, işte o zaman en büyük kusuru
yapmış olursunuz.
Duaya karşı gevşek davrananlar, tembel ve kendini miskinliğe salmış kimselerdir.
Öylelerinin başkalarına müessir olması da düşünülemez. Müessiriyet, Allah’la (celle
celâluhû) irtibatın sıkı ve sıcak olması ölçüsünde müyesser olur. Duasızlar ve Cenâb-ı
Hak’la ciddî bir irtibatı olmayanlar, çok şey yaparlar; fakat yaptıkları şeylerin bereketi
olmaz.

Şuursuz Yapılan Zikir de Faydadan Hâlî Değildir


İ'lem eyyühe'l-aziz! Zikreden adamın, feyz-i İlâhîyi celb eden muhtelif lâtifeleri
vardır. Bir kısmı, kalb ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yani şuurlara tâbi
değildir. Min haysü lâ yeş'ur husûle gelir. Binaenaleyh, gafletle yapılan zikirler dahi
feyizden hâli değildir. (Mesnevî-i Nuriye - Hubâb)

Zikirde Israr
İ'lem eyyühe'l-aziz! Nefs-i nâtıkanın en yüksek matlubu devam ve bekadır. Hattâ
vehmî bir devamla kendisini aldatmazsa hiçbir lezzet alamaz. Öyleyse, ey devamı isteyen
nefis! Daimî olan bir Zâtın zikrine devam eyle ki, devam bulasın. Ondan nur al ki
sönmeyesin. Onun cevherine sadef ve zarf ol ki kıymetli olasın. Onun nesim-i zikrine
beden ol ki, hayattar olasın. Esmâ-i İlâhiyeden birisinin hayt-ı şuasıyla temessük et ki,
adem deryâsına düşmeyesin.” (Mesnevî-i Nuriye, Zerre)
Evet, zikreden ve zikrinde de ısrarda bulunan zâkir, Cenâb-ı Hak’la mukâvele
yapmışçasına hıfz u himâye ve inâyet seralarına alınmış olur ki ْG‫ َأذْ ُآ'ْ ُآ‬IِJ‫ذْ ُآ'ُو‬$َK “Anın Beni
ki anayım sizi” (Bakara Sûresi, 2/152) ilâhî fermânı da aczin ayn-ı kuvvet, fakrın ayn-ı
gınâ hâline geldiği bu sırlı keyfiyeti ifâde etmektedir. Yani siz, Allah’ı zikr u fikr u ibadetle
yâd edince, O da sizi teşrîf ve tekrîmle anacak.. siz duâ ve münacâtlarla hep O’nu
mırıldanınca, O da icâbetle size lütuflar yağdıracak.. siz onca dünyevî işlerinize rağmen
O’nunla münasebetlerinizi devam ettirince, O da dünya ve ukbâ gâilelerini bertaraf ederek
sizi ihsanla şereflendirecek.. siz yalnız anlarınızı O’nun huzuruyla şereflendirince, O da
yalnızlıklara itildiğiniz yerlerde size “enîs ü celîs” olacak.. siz rahat zamanlarınızda O’nu
dilden düşürmeyince, O da rahatınızı kaçıran hâdiseler karşısında size sürekli rahmet
esintileri gönderecek.. (KZT-1/ Zikir)

En Önemli Zikir Kur’an ve Hadislerdir


Zikir bütün ibâdetlerin özüdür ve bu özün özü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ondan sonra
da, Hazret-i Sâhib-i Şeriat’tan sâdır olan nurlu sözler gelir.
Vakıa, zikri umumî mânâda ele aldığımızda, Kur’ân okumak, hadis-i şeriflerle
meşgul olmak ve tevhidden bahsetmesi itibarıyla Risaleleri müzakere ve mütalâa etmenin
de bir zikrullah olduğunu söyleyebiliriz. (KT, İbadet Hayatımız)

177
Sürekli Zikir
َLْM0َN
َ $َ6 $َ5A9 َ‫َرْضِ ر‬$ْ1‫َاتِ وَا‬4R9S1‫ِ ا‬Tْ0N
َ UK َ‫@'ُون‬9 Wَ Xَ %َ َ‫ْ و‬G:ِ Aِ 4ُ5Y
ُ U0َZَ‫دًا و‬4ُ\]ُ َ‫ و‬$ً6$َ(]ِ .َ 0ّ1‫ن ا‬
َ ‫ْ ُآ'ُو‬8%َ 7
َ %891‫َا‬
ِ‫ر‬$951‫َابَ ا‬8Z َ $َ5Mِ Kَ َ_Jَ $َCْEF
ُ $ً0`
ِ $َA ‫َا‬8‫ه‬
“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı
anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:)
Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından
koru!” (Âl-i İmran Suresi, 3/191) (Âyet-i kerimede “...zikrederler” sözünden sonra yine
“tefekkür ederler” denmektedir. Görüldüğü gibi tefekkürle başlanmış, zikre geçilmiştir.
Daha sonra zikir, tefekkür adına yeni ufuklar açmış ve bu defa da zikirle açılan o ufka göre
düşünceler hâsıl olmuştur. Âyetteki zikir ve fikir kelimeleri mastar ya da mazi olarak
değil, muzari fiil kipinde kullanılmıştır. Muzari, geniş zaman kipidir. Öyleyse onlar, dün
düşündüler, bugün hâlâ düşünüp tefekkür ediyorlar ve yarın da ayrı bir tefekkür
deryasına yelken açacaklar...) (KT, Kalbî ve Ruhî Hayat)

Zikir Eneyi Mahveder


Tohum olacak bir habbenin kalbi, yani içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip
neşv ü nema bulamaz; ölür gider. Kezalik ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah
zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı
Semavat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur.
İşte Nakşibendîler, zikir hususunda ittihaz ettikleri zikr-i hafî sayesinde kalbin
fethiyle, ene ve enaniyet mikrobunu öldürmeğe ve şeytanın emirberi olan nefs-i
emmarenin başını kırmağa muvaffak olmuşlardır. Kezalik Kadirîler de zikr-i cehrî
sayesinde tabiat tagutlarını tar ü mar etmişlerdir. (Mesnevî-i Nûriye, Hubab)

Kelime-i Tevhidin Zikri, Kalbî Alakaları Keser


İ'lem Eyyühel-Aziz! Kelime-i Tevhid'in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek
çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem
ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir. Maahaza, zâkir olan zâtta bulunan hasse
ve latifelerin ayrı ayrı tevhidleri olduğuna işaret olduğu gibi; onların da onlara münasib
şerikleriyle olan alâkalarını kesmek içindir. (Mesnevî-i Nûriye, Hubab)

Zikrin Vakti
Zikrullahın muayyen bir vakti yoktur. Namaz bütün ibâdetlerin pîri ve din
sefinesinin direği olduğu hâlde belli zamanlarda edâ edilir ve edâ edilmesi câiz olmayan
vakitler de vardır. Zikrullah ise, zamanın her diliminde serbest dolaşıma sahiptir ve
herhangi bir hâl ile mukayyet değildir.

ْG:ِ Aِ 4ُ5Y
ُ Uَ0Z
َ ‫دًا َو‬4ُ\]ُ ‫ َو‬$ً6$َ(]ِ b َ ‫ْ ُآ'ُو‬8%َ َ7%ِ819َ‫“ ا‬Onlar Allah’ı ayakta, oturarak, hatta yan gelip
َ ‫نا‬
yatarken de anarlar.” (Âl-i İmran sûresi, 3/191) fehvâsınca, ne zaman itibarıyla ne de hâl
itibarıyla zikrullah’a tahdit konmamıştır. (Hocaefendi’ye göre, bu ayetteki, “ayaktayken,

178
otururken ve yan gelip yatarken” ifadeleri, zikirde hız kesmeden devam edilmesi, sürekli
zikir halinde bulunulması gerektiğine işarettir.) (KT, Kalbi ve Ruhi Hayat)

Evradu Ezkara Ne Kadar Zaman Ayırmalıyız?


Evrâd ü ezkârla meşgul olma, insanın günlük yaşantısının ayrılmaz bir parçası
olmalıdır. İnsan, kendisini zorlamalı ve gününün iki-üç saatini evrâd ü ezkârla
donatmalı ve zenginleştirmelidir. Bunu yaparken de “Allahım! Ben daha fazlasını
yapardım ama yaptığım bunca iş arasında daha fazlasını da yapamıyorum. Beni mazur
gör...” demelidir.
Lütfen, kimse “o kadar yoğun işin arasında vakit bulamıyoruz, gece geç vakitlerde
eve yorgun olarak” geliyoruz vs. türünden mazeretler uydurmasın. Böyle uydurma
mazeretlerin arkasına sığınanlar, dönüp günlük hayatlarına baksalar bir hiç uğruna ne
kıymetli zamanlarını harcadıklarını görüp utanacaklardır. (FF-3, Ruhi Hayat)

Herkes Seviyesine Göre Evrad Okumalıdır


Her bir mü’min, hayat-ı içtimaiyede konumu itibarıyla durumu neye tekabül
ediyorsa, temsil seviyesine göre evrâd ü ezkâr okumalıdır. Meselâ hayatın herhangi bir
basamağında sorumluluk yüklenen biri temsil ve idare alanının genişliğine göre Rabbine
karşı şükür ve zikirde de daha hassas olmalı, en az beş-on insanın okuyabileceği kadar
evrâd ü ezkâr okumalıdır.. evet bazılarımız, kaderin bir cilvesi olarak liyakati olmadığı
hâlde böyle bir konuma getirilmiş ise, en az on insan kadar evrâd ü ezkâr
okumalıdır. (Yol Mülahazaları)

Dua Örfânesi
Ayrıca, umum evliyâ, asfiyâ ve mukarrabînin katıldığı –Erzurumluların tabiriyle–
dua örfânesine az dahi olsa iştirak etme durumu da mevzuubahistir. Belki sübjektif
denilebilecek bu tespiti delillerle ortaya koymam mümkün olmayabilir; ama vicdanın
sezişiyle ben o bereketi hissediyorum. Dua örfânesine katılındığı ve iştirâk-i a’mâl-i
uhreviye esasına göre amel edildiği takdirde, eksiksiz olarak bütün sevap aynen herkesin
defterine kaydolur. Aynı şey Kur’ân, Cevşen, Evrâd-ı Kudsiye veya diğer me’sûr dualar
için de geçerlidir. Böylece o örfâneye, herkesin elinde olan miktarla iştirak etmesi, orada
zengin bir mâide-i semaviye meydana getirir.
“...Aynen öyle de, emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirak, sırr-ı uhuvvet ile
tesanüd ve sırr-ı ittihad ile teşrikü’l-mesâi neticesinde, o “iştirak-i a’mâl”den hâsıl olan
umum yekûn ve umum nurun, herbirinin defter-i a’mâline bitamâmihâ gireceği, ehl-i
hakikat mâbeyninde meşhud ve vakidir. Ve vüs’at-i rahmet ve kerem-i İlâhînin
muktezasıdır.” Demek ki, bin kişinin dahil olduğu bir halkada yer almak, hasenât
defterine o bin adamın hepsinin sevabını kaydettirmeye vesiledir. (Vuslat Muştusu)

179
Okuduğumuz Evrad ü Ezkârın Manalarına Vakıf Olup
Olmama
Keşke herkes okuduğunu anlasa, o büyük insanların hissiyatlarına ortak olsa ve o
derin manalarla dolup manen doysa.. bu arzulanan bir neticedir. Ne var ki, böyle bir
anlama söz konusu olmayınca, yapılanın hiçbir işe yaramadığını düşünmek de kat’iyen
doğru değildir. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz’in duaları zatında nuranî olan ifadelerdir. el-Kulûbu’d-Dâria’da yer alan
sözlerin çoğu, Kur’an-ı Hakîm’den ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi
ekmelüttehaya vetteslimat) dualarından mülhemdir; ayet-i kerimelerden ve hadis-i
şeriflerden alınmış, format değişikliği yapılarak farklı bir şekilde yeniden
seslendirilmiştir. Dolayısıyla, biz onların manalarını hiç bilmesek de, abdestimizi alır,
kıbleye dönerek oturur, saygılı durur, gönlümüzü Cenâb-ı Hakk’a tevcih eder, huzur-u
kalble o duaları okur ve Allah Teâlâ’ya karşı bir dilenci edasıyla ellerimizi
açarsak umulan sevaba ulaşırız. (Vuslat Muştusu)

Evrad ü Ezkârın İlleti ve Neticesi


Ubudiyet, emr-i İlahîye ve rıza-yı İlahîye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlahî ve
neticesi rıza-yı Hak'tır. Semeratı ve fevaidi, uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem
kasden istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve
istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münafî olmaz. Belki zaîfler için müşevvik ve
müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar; o
ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa; o ubudiyeti
kısmen ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı
anlamayanlar, meselâ yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı
Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i, o faidelerin bazılarını maksud-
u bizzât niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de
hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve
bizzât istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talebsiz terettüb eder.
Onları niyet etse, ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.
Yalnız bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için zaîf insanlar bir müşevvik ve
müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip; evradı sırf rıza-yı İlahî için,
âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından; çoklar,
aktabdan ve selef-i sâlihînden mervî olan faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ
inkâr da eder.”(17. Lema, 13. Nota)

Üstad ve Evrad ü Ezkâr


Üstad Hazretleri de, onca mücadelesi ve meşgalesine rağmen evrâd u ezkâr
mevzuunda hiç mi hiç kusur etmemişti. Mecmûatu’l-Ahzâb’ı on beş günde bir
hatmediyordu. Zikri, Risalelerin içine, başka mevzuların arasına içirmiş. Sürekli Rahman
u Rahîm’i hatırlatmış; zikrullahı nazara vermiş; diğer ibadetler ve salih ameller kendi
çerçeveleri içinde edâ edilirken, Allah’ı (celle celâluhû) anmada da kusur edilmemesi
180
lâzım geldiğini anlatmış. Hayatını, Cevşen, Celcelûtiye, Evrâd u Kudsiye-i Şah-ı
Nakşibendiye, Münâcâtü’l-Kur’ân, Tahmîdiye ve Sekîne gibi atkılar üzerinde örgülemiş.
Komşuları her zaman derlermiş ki, “Biz, sizin Üstad’ınızı sekiz sene boyunca yaz ve
kış gecelerinde hep aynı vakitlerde kalkıp sabaha kadar hazin ve muhrik sadasiyle
münâcat okuyorken görür, onun mahzun sesini dinler; böyle fasılasız ve devamlı
mücahedesine hayretler içinde kalırdık.” (KT, İbadet Hayatımız)
(Faslı Alim Ferid el-Ensarî, Risalelerin arkasında manevi bir kaynak olması
gerektiğini düşünüyor, Üstadın Mecmuatü’l Ahzabı okuduğunu öğrenince de işte bu
diyor.)
Özet:

• Zikir meclisleri cennet meyvelerinin yendiği yerlerdir.

• Zikrin kalbî ve bedenî olmak üzere iki çeşidi vardır.

• Zikrin alanı çok geniştir. İnsan her anında Allah’ı zikredebilir. Bazen diliyle, bazen kalbiyle,
bazen de diğer azalarıyla..

• Zikirde ısrar eden, Allah’ın himayesine girer.

• Kâinatta her şey kendi diliyle Allah’ı zikreder.

• Manasını anlamasak da tam bir teveccühle yaptığımız dualardan, umulan sevabı almış
oluruz.

• Her gün belli bir vaktimizi evrad u ezkâra ayırmalıyız.

• Zikrin neticesi uhrevîdir.

• Kolay zamanlarında Allah’ı zikredenlera zor zamanlarında Allah yardım eder.

181
ALLAH SEVGİSİ
HER ŞEY O’NDAN ÖTÜRÜ SEVİLMELİ ................................................................................................................................... 1
VARLIĞIN ÖZÜ VE ESASI ALLAH SEVGİSİDİR ...................................................................................................................... 2
ALLAH SEVGİSİNİN İKİ MANASI............................................................................................................................................ 3
SAHİP OLDUĞUMUZ MUHABBET, HAKİKİ SAHİBİ OLAN ALLAH’A VERİLMELİDİR ........................................................... 3
ALLAH SEVGİSİNİN İKİ NETİCESİ: SÜNNET-İ SENİYYEYE İTTİBA VE ALLAH’I KULLARINA SEVDİRMEK ............................ 5
SEVENLER BİLENLERDİR ....................................................................................................................................................... 6
PUTLARIN EN ŞERLİSİ ........................................................................................................................................................... 8
İMAN YOLU ............................................................................................................................................................................. 9
ALLAH SEVGİSİ .................................................................................................................................................................... 10
EK METİNLER: .................................................................................................................................................................... 13
ÖZET .................................................................................................................................................................................... 14

Her şey O’ndan Ötürü Sevilmeli


Mü’minlere gelince onlar, her şeyden önce Allah’ı severler ve başkalarına karşı alâkayı da O’nun
sevgisine bağlarlar, sevgileri O’ndan ötürüdür. İnananlar, her şeyden evvel ve her şeyin önünde, mutlak
Mahbub olarak Allah’a gönül verir; sonra da O’ndan ötürü, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere bütün
nebîleri ve velîleri severler. Nebîleri ve velîleri severler; çünkü onlar, Cenâbı Hakk’ın maksatlarını takip ve
temsil ederler ve O’nun yeryüzündeki halifeleri olarak dünyanın imar ve tanzimine nezarette bulunurlar.
Mü’minler, nebîleri ve velîleri severken meseleyi Allah sevgisine bağladıkları gibi anne-baba, gençlik, bahar
gibi şeylere karşı sevgilerini de onların Allah’la münasebetlerine bağlarlar. Mesela; bu âlemi, Allah’ın güzel
isimlerinin bir tecelligâhı ve öteki dünyaların da bir mezraası olması açısından severler.
Evet, kendi mertebe ve seviyelerine göre mü’minlerin Allah sevgileri de, başkalarına karşı aşk u
alakaları da izafîdir. Çünkü, sevgi, marifetin bağrında boy atar, gelişir; herkes ilim ve irfanı nisbetinde
bir sevgi derinliğine ulaşır. Kim Cenâb-ı Hakk’a ne kadar inanıyorsa O’nu işte o kadar sever.
Eğer bir insan, bütün eşyayı O’nu anlatan bir dil olarak görüyor, her şeyi O’ndan kabul ediyorsa;
canlı-cansız her varlığı bir yönüyle O’nu gösteren, O’nu aksettiren aynalar şeklinde, O’nun mir’âtı olarak
değerlendiriyorsa, üzerlerinde O’nun mührünü gördüğü, O’nun kudretini okuduğu, O’nu müşâhede ettiği ve
O’nu duyduğu aynalara karşı alaka duyması da O’ndan ötürüdür. Şu kadar var ki, insan O’na karşı ne kadar
alaka duyuyorsa, o aynalara karşı alakası da o kadar derin olur. Bundan dolayı bazı büyükler, belki de bu
münasebeti sezemeden doğrudan doğruya eşyaya karşı derin bir alaka duymuşlardır. Yani, bir yaprağa karşı
dahi derin bir alaka duymuş, bir çöpe bile kıymet vermiş; onda, O’na dair çok değişik şeyler müşahede
etmiş.. etmiş fakat, ilk anda o münasebetin farkına varamamışlardır. O münasebetin farkına vardıkları zaman
da gönülden bir “oh” çekmiş, derin bir huzur nefesi almışlardır. Üstad hazretlerini bu mevzuda
değerlendirme bize düşmez, onun ufku çok derindir, biz ona yetişemeyiz. Fakat, ister bir tefekkür hazinesi
olan Yirmidördüncü Mektup’taki ifadelerine, ister Yirmialtıncı Lema’daki ricâlara, isterseniz de Hastalar
Risalesi’ndeki devalara bakın; onun bazı ızdıraplarına, gurbetinden şikayet ettiği bazı hallerine şahit olacak
ama bütün o sözleri aslında varlığa karşı derin bir aşk u alakanın ifadeleri olarak okuyacaksınız. Önceki
ızdırap ve gurbet gamzeden cümlelerin daha sonra huzur ve kurbet nağmelerine dönüştüğünü fark
edeceksiniz. Nazarlarını eşyadan kurtarıp onların sahibine çevirdiği zaman, elem ve ızdıraplarının gittiğini,
onların sebep olduğu yaralara adetâ merhem sürüldüğünü, her derde bir deva yaratan Allah’ın onun
muvakkat gurbetlerini, elem ve hicranlarını da kendi varlığını duyurmak suretiyle ve ebedi saadet inancıyla
izale ettiğini göreceksiniz.

1
Bu açıdan, insanların Cenâb-ı Hakk’a karşı aşk u alakası farklı farklıdır ve her kulun Allah’a karşı
alakası onun irfanı ölçüsündedir. Aynı zamanda bu alaka, Cenâbı Hakk’ın o kula karşı teveccühünün de bir
ifadesidir. Allah’ı delice seven bir insan bilmelidir ki; Cenâb-ı Hakk’ın da o insana o ölçüde bir
teveccühü vardır. Evet, insan Allah’ı gerçekten seviyor, O’na “Sensiz edemem” diyebiliyorsa, onun da
Allah indinde öyle bir yeri vardır. Allah indinde yerinizin nasıl olduğunu öğrenmek istiyorsanız, Allah’ın
sizin yanınızdaki yerine bakın. Sizin için O bir aşk, iştiyak ve cezbe kaynağı ise; O’nun arzusu ile oturup
kalkıyorsanız; bir yönüyle, her şeyde O’nu görmeye çalışıyor, çehresine baktığınız her varlık hakkında
“Bundan O’na dair nasıl bir emare çıkarabilirim” diye düşünüyorsanız, O’nun nezd-i Ulûhiyette sizinle -
bikem u keyf- öyle bir münasebeti var demektir. O’nun öyle bir münasebeti olunca, mele-i âlânın da öyle bir
münasebeti olur. Dolayısıyla mesele tedellî1 ile başlar; sizinki öyle bir tedellîye sadece bir cevaptır. Fakat,
eğer bir insanın Allah’a karşı o denli bir aşk u alakası yoksa, o bilmelidir ki; onun teveccühten nasibi de ona
göredir. Böyle bir insanın da, “Eğer O Şems-i ezelî ve ebedî bana teveccüh buyursaydı, bende de sevgi ve
aşk u alaka adına bir parlaklık olması gerekmez miydi?..” diye düşünmesi ve ilahî teveccühleri alabilmek
için yapması gerekenler ne ise onları yerine getirmesi lazımdır. Çünkü o, ancak böyle düşünür ve meselenin
gereğini yaparsa, içinde bulunduğu karanlık atmosferden sıyrılabilir. Meseleye böyle bakmazsa sıyrılamaz;
hep o karanlık atmosferde kalır. Mesele O’nda başlasa ve O’ndan bize gelse de, bizim liyakatimiz ve
O’ndan gelecek üns esintilerine, ilahi tecellilere gönlümüzü açık tutmamız da çok önemlidir. (Ümit
Burcu)

Varlığın Özü ve Esası Allah Sevgisidir


Allah sevgisi her şeyin başı ve bütün sevgilerin de en saf, en duru kaynağıdır. Hep O'ndan akar gelir,
akıp gelecekse sinelerimize şefkat ve muhabbet. O'nunla olan alâkamız sayesinde güçlenip pekişecektir her
türlü insanî münasebet. Allah sevgisi bizim dinimiz-imanımız, odur cesetlerde canımız. Yaşadığımızda hep
onunla yaşadık. Günümüzde de eğer yaşamayı düşünüyorsak ancak onunla yaşayabiliriz. Varlığın özü, esası
O'nun sevgisidir; neticesi de Cennet şeklinde o ilâhî muhabbetin bir açılımı. O sevgiye bağlı yaratmıştır
yarattığı her şeyi ve sevilme zevk-i ruhanîsine raptetmiştir varlık ve insanlarla münasebetini.
Muhabbetin tecellî alanı ruhtur; biz onu nereye ve neye yönlendirirsek yönlendirelim o hep
Allah'a müteveccihtir; kalbteki dağılma ve kesrette boğulmaların ızdırabı ise bize ait, bize râcidir. Her şeye
karşı duyduğumuz ve duyacağımız sevgi ve alâkayı tamamen O'na bağlayıp aşk u muhabbeti gerçek değerine
ulaştırabildiğimiz takdirde, hem değişik dağınıklıklara düşmekten kurtulacak hem de dış yüzleri itibarıyla
sevilip alâka duyulan şeylerden ötürü şirke düşmemiş olacağız; olacak ve bütün varlığa karşı muhabbet ve
münasebetlerimizde doğru yolda yürüyenler gibi kalacağız.
Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif
olmayan sevemez; ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez. Bazen sevgi Allah tarafından kalbe
atılarak iç ihsasların harekete geçirilmesi de söz konusu olabilir –ki hepimiz bazen böyle ekstradan lütuflar
bekleriz– ancak, plânlarını harikuladeliklere bina ederek durgun bir bekleme başka, kıvrım kıvrım sancı
içinde aktif bekleme daha başkadır. Hak kapısının sadık bendeleri beklentilerini harekete bağlar,

1
İnme, eğilme. Bütün güzelliklerin kaynağının Allah olması hakikati. Bütün güzel hasletler bize Allah tarafından verilir. Biz
de O’nun verdiği o güzel hasletle, Allah’a teveccühte bulunuruz. Sevgi, aşk, rıza gibi. Mesela, önce O sever, sonra da biz
O’nun sevmesinin bir tezahürü olarak O’nu ve mahlûkatı severiz.

2
dinamik bir duruşa geçerler; geçer ve o durgun gibi görülen halleriyle cihanlara yetecek bir enerji üreterek
müthiş aktiviteler ortaya koyarlar. (ÖKBH, Allah sevgisi)

Allah Sevgisinin İki Manası


Allah sevgisi dediğimiz hususun, biri O’nu sevmek, diğeri de O’nun tarafından sevilmek olmak üzere
iki mânâsı vardır. Kur’ân-ı Kerim, bu iki hususa temas sadedinde jَlmnoq ِ sُ ‫ َو‬vْ wُ on q
ِ sُ “O onları, onlar da O’nu
severler.” (Maide sûresi, 5/54) der, hem Zât-ı Ulûhiyetin hem de kulların seven olduklarını ifadenin yanında
sevildiklerini de hatırlatır. Elbette ki böyle bir sevgi bizim kendi aramızda olan aşk u muhabbetten çok farklı
bir şeydir. O’nun kullarına sevgisi rıza televvünlü bir teveccüh ve âkıbetleri itibarıyla bir taltif;
mü’minlerin O’na karşı aşk u iştiyakları ise, bütün güzelliklerin, kemallerin, iltifatların, ihsanların...
biricik sahibi olması açısındandır. (KZT-4, Allah ve Uluhiyet Hakikati)
Birinci vasıf: “Allah onları sever.” Yeryüzünde onlar için hüsn-ü kabul va’z eder. Allah, Cibril’e,
“Ben onları seviyorum sen de sev” demiştir. Cibril de bütün meleklere: “Allah şu kavmi seviyor siz de sevin”
diye nida etmiştir. Ve melekler de insanların gönlüne aynı ilhamda bulunmuştur. Hadîsin ifadesiyle artık
onlara yeryüzünde sevgi konulmuştur. Artık herkes onların gözünün içine bakmaya başlar... Söyledikleri
tesir eder ve hemen yerine getirilir. Teklifleri emir kabul edilir. Emir verdikleri zaman da hemen gönüllerde
ve vicdanlarda ma’kes bulur.
İkinci vasıf: “Onlar da Allah’ı sever.” Zaten Allah tarafından sevilmenin ölçü ve alâmeti de Allah’ı
sevmektir. Kim Allah’ı ne kadar seviyorsa, Allah tarafından da o kadar seviliyor, demektir. İşte bu kavmin
ikinci vasfı onların, Allah âşıkı insanlar olmalarıdır. (Kitap ve Sünnet Perspektifinde Kader )

Sahip Olduğumuz Muhabbet, Hakiki Sahibi Olan Allah’a Verilmelidir


Ey nefisperest nefsim!.. Ve ey dünyaperest arkadaşım! Muhabbet, şu kainatın bir sebeb-i
vücududur; hem şu kainatın rabıtasıdır; hem şu kainatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kainatın en cami’ bir
meyvesi olduğu için, kainatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir.
İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi olabilir.
İşte ey nefis ve ey arkadaş! İnsanın havfe ve muhabbete alet olacak iki cihaz, fıtratında
dercolunmuştur. Ala-külli-hal o muhabbet ve havf, ya halka veya Halık’a müteveccih olacak. Halbuki
halktan havf ise, elim bir beliyyedir. Halka muhabbet dahi, belalı bir musibettir. Çünkü: Sen öylelerden
korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhamını kabul etmez. Şu halde havf, elim bir beladır.
Muhabbet ise; sevdiğin şey, ya seni tanımaz, “Allah’a ısmarladık” demeyip gider –Gençliğin ve malın gibi–
ya muhabbetin için seni tahkir eder. Görmüyor musun ki, mecazi aşklarda yüzde doksan dokuzu,
maşukundan şikayet eder. Çünkü: Samed ayinesi olan batın-ı kalb ile, sanem-misal dünyevi mahbublara
perestiş etmek, o mahbubların nazarında sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira fıtrat, fıtri ve layık
olmayan şeyi reddeder, atar. (Şehevani sevmekler bahsimizden hariçtir.)
Demek, sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor, ya sana refakat etmiyor. Senin
rağmına müfarakat ediyor. Madem öyledir, bu havf ve muhabbeti, öyle birisine tevcih et ki, senin havfın
lezzetli bir tezellül olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saadet olsun. Evet Halık-ı Zülcelal’inden havf etmek,
O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup iltica etmek demektir. Havf, bir kamçıdır; O’nun rahmetinin kucağına

3
atar. Malumdur ki; bir valide, mesela: Bir yavruyu korkutup sinesine celbediyor. O korku o yavruya gayet
lezzetlidir. Çünkü; şefkat sinesine celbediyor. Halbuki, bütün validelerin şefkatleri, Rahmet-i ilahiye’nin bir
lem’asıdır.2 Demek, havfullahda bir azim lezzet vardır. Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa,
muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu malum olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların
kasavetli, belalı havfından kurtulur. Hem Allah hesabına olduğu için mahlukata ettiği muhabbet dahi,
firaklı, elemli olmuyor.
Evet, insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zihayat mahlukları, sonra
kainatı, dünyayı sever. Bu dairelerin her birisine karşı alakadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve
elemleriyle müteellim olabilir. Halbuki şu herc ü merc alemde ve rüzgar deveranında hiçbir şey kararında
kalmadığından biçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini
paralıyor, belki koparıyor. Daima ızdırab içinde kalır, yahut gaflet ile sarhoş olur. Madem öyledir, ey nefis!
Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver, şu belalardan kurtul! Şu nihayetsiz
muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibine mahsustur. Ne vakit hakiki sahibine verdin, o vakit
bütün eşyayı O’nun namıyla ve O’nun ayinesi olduğu cihetle ızdırabsız sevebilirsin. Demek, şu
muhabbet, doğrudan doğruya kainata sarf edilmemek gerektir. Yoksa muhabbet, en leziz bir nimet iken, en
elim bir nıkmet olur.
Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis! Sen, muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun.
Sen, kendi nefsini kendine mabud ve mahbub yapıyorsun. Her şeyi nefsine feda ediyorsun. Adeta bir nevi
rububiyet veriyorsun. Halbuki muhabbetin sebebi, ya kemaldir –zira kemal zatında sevilir– yahut
menfaattır, yahut lezzettir veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir.
Şimdi ey nefis! Birkaç Söz’de kat’i isbat etmişiz ki; asıl mahiyetin; kusur, naks, fakr, acz’den
yoğrulmuştur ki; zulmet, karanlığın derecesi nisbetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibarıyla
sen, onlarla Fatır-ı Zülcelal’in kemal, cemal, kudret ve rahmetine ayinedarlık ediyorsun.
Demek, ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adavet etmelisin veyahut acımalısın veyahut
mutmainne olduktan sonra şefkat etmelisin.
Eğer nefsini seversen, çünkü; senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir. Sen de lezzet ve menfaatin
zevkine meftunsun. O zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-ı nefsiyeyi, nihayetsiz lezzet ve menfaatlere
tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark
eder, nefsinde bir lem’acık ile iktifa eder. Zira nefsi olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alakadar
olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa’ ettiğin ve saadetleriyle mes’ud olduğun mevcudatın ve bütün
kainatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tabi bir Mahbub-u Ezeli’yi sevmekliğin lazımdır. Ta, hem kendinin,
hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem Kemal-i Mutlak’ın muhabbetinden aldığın nihayetsiz
bir lezzeti alasın.
Zaten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, O’nun Zat’ına karşı muhabbet-i
Zatiye’dir ki; sen su-i istimal edip kendi zatına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki “Ene”yi yırt,
“Hüve”yi göster. Ve kainata dağınık bütün muhabbetlerin, O’nun esma ve sıfatına karşı verilmiş bir

2
Allah teâlânın, rahmeti yüz parçaya bölüp, doksan dokuz parçayı kendine ayırdığı.. geri kalan bir cüzü de yer yüzüne indirdiği.. bunu da cin, insan ve hayvanlar
arasında taksim ettiği.. işte mahlukatın, bu tek cüzden nasibine düşen pay sebebiyle birbirlerine karşı merhametli davrandıklarına dair bkz.: Buhâri, edeb 19;
Müslim, tevbe 17.

4
muhabbettir. Sen su-i istimal etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü; yerinde sarf olunmayan bir
muhabbet-i gayr-ı meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir. Rahmanü’r-Rahim ismiyle, hurilerle
müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına cami’ bir meskeni, senin cismani hevesatına ihzar eden ve sair
esmasıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, َaklın ve sair letaifin arzularını tatmin edecek ebedi ihsanatını o
Cennet’te sana müheyya eden ve her bir isminde manevi çok hazine-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u
Ezeli’nin, elbette bir zerre muhabbeti, kainata bedel olabilir. Kainat O’nun bir cüz’i tecelli-i muhabbetine
bedel olamaz. Öyle ise o Mahbub-u Ezeli’nin kendi Habib’ine söylettirdiği şu Ferman-ı Ezeli’yi dinle ittiba
et: 3j
ُ •ّٰ‚‫ا‬ vُ ‰ُ ْooِ ْqsُ yِlmُzoِ |{ }َ~ jَ •ّٰ‚‫ن ا‬
َ mnoq
ِ |ُ ْv…ُ ْ†‫ِإنْ ُآ‬ (24. Söz)

Allah sevgisinin iki neticesi: Sünnet-i Seniyyeye ittiba ve Allah’ı kullarına


sevdirmek
jُ •ّٰ‚‫ ا‬vُ ‰ُ ْooِ ْqsُ yِlmُzoِ |{ }َ~ jَ •ّٰ‚‫ن ا‬
َ mnoq
ِ |ُ vْ …ُ †ْ ‫ن ُآ‬
ْ ‫ ِإ‬ayet-i azimesi, ittiba-yı Sünnet ne kadar mühim ve lazım
olduğunu pek kat’i bir surette ilan ediyor. Evet şu ayet-i kerime, kıyasat-ı mantıkıye içinde, kıyas-ı istisnai
kısmının en kuvvetli ve kat’i bir kıyasıdır. Şöyle ki:
Nasıl mantıkça kıyas-ı istisnai misali olarak deniliyor: “Eğer güneş çıksa, gündüz olacak.” Müsbet
netice için denilir: “güneş çıktı, öyle ise netice veriyor ki şimdi gündüzdür.” Menfi netice için deniliyor:
“Gündüz yok, öyle ise netice veriyor ki, güneş çıkmamış.” Mantıkça, bu müsbet ve menfi iki netice
kat’idirler.
Aynen böyle de, şu ayet-i kerime der ki: “Eğer Allah’a muhabbetiniz varsa, Habibullah’a ittiba
edilecek. İttiba edilmezse, netice veriyor ki, Allah’a muhabbetiniz yoktur.” Muhabbetullah varsa, netice verir
ki, Habibullah’ın Sünnet-i Seniyye’sine ittibaı intac eder.
Evet, Cenab-ı Hakk’a iman eden, elbette O’na itaat edecek. Ve itaat yolları içinde en makbulü ve en
müstakimi ve en kısası, bila-şüphe Habibullah’ın gösterdiği ve takip ettiği yoldur.
Evet, bu kainatı bu derece in’amat ile dolduran Zat-ı Kerim-i Zülcemal, zişuurlardan o nimetlere
karşı şükür istemesi, zaruri ve bedihidir. Hem bu kainatı bu kadar mu’cizat-ı san’atla tezyin eden o Zat-ı
Hakim-i Zülcelal, elbette, bilbedahe, zişuurlar içinde En Mümtaz Birisini Kendine muhatap ve tercüman ve
ibadına mübelliğ ve imam yapacaktır. Hem bu kainatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalatına
mazhar eden o Zat-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma
ve san’atının en cami ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir Zat’a, her halde en ekmel bir vaziyet-i
ubudiyeti verecek ve O’nun vaziyetini sairlerine nümune-i imtisal edip herkesi O’nun ittibaına sevk edecek,
ta ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.
Elhasıl: Muhabbetullah, Sünnet-i Seniyye’nin ittibaını istilzam edip intac ediyor. Ne mutlu o kimseye
ki, Sünnet-i Seniyye’ye ittibaından hissesi ziyade ola. Veyl o kimseye ki, Sünnet-i Seniyye’yi takdir etmeyip,
bid’alara giriyor. (11. Lema)
Eğer Allah’a inanıyor ve O’nu seviyorsak ve içimizde takvâ ve şeâire tazim hissi varsa, bu
hislerimizi diğer insanlara boşaltacak ve onlara Allah’ın büyüklüğünü gösterecek, sevdirecek ve O Mâbud-u
Mutlak’tan başka Mahbub, Maksud, Matlub olmadığını bütün benliğine işleyeceğiz. Taberani’nin Ebu
Ümame’den naklettiği bir hadis-i şerifte Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allah’ı, Allah’ın

3
Ey insanlar, eğer Allah’ı seviyorsanız, gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin. (Âl-i İmran suresi, 3/31)

5
kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.” buyurur. Allah (celle celâluhu) ancak iyi tanınmakla sevilir; zira
insan bildiğini sever, bilmediğine de düşman olur. Dinsiz ya da ateistler Allah’ı (celle celâluhu) tanımadıkları
için düşmandırlar; eğer tanıyabilselerdi seveceklerdi. (Çekirdekten Çınara)

Sevenler Bilenlerdir
Mü'minlerin, Allah ve Resûlü'nün nezdindeki mevki ve makamları, Onlara olan sevgileri nisbetindedir. Kim
Allah ve Resûlü'ne daha çok muhabbet besliyorsa o kadar çok kurbiyete mazhar olacaktır. Cenâb-ı Hakk'ın rızası
O'na olan kurbiyet ile mütenasiptir. Kişi, O'na yakınlığı nisbetinde rızasına mazhar olacak, rahmetinden, inayetinden
ve ihsanından ümitvar yaşayacaktır. O'na uzak olanlar ise o nisbette rızadan, ihsandan, rahmet ve inayetten uzak
kalacaklardır.

Cenâb-ı Hakk'ın avn ve inayeti de, rızası ile mütenasiptir. O'nun rızasını kazanmaya muvaffak olmuş insan,
inayetine, keremine, nusretine ve ihsanına da mazhardır. Allah, onun işleyen eli, yürüyen ayağı, gören gözü ve her
hususta muini olur. Her mü'min bu hususu kendine muvazene unsuru yapmalı, Cenâb-ı Hakk'ın inayet ve keremini
kâlbi hamulesine, muhabbetinin nisbetine, Allah'a karşı alakasına cevab olarak değerlendirmelidir. Bir taraftan da,
Allah'ın rızasını, yardımını netice veren en yüksek, samimi muhabbeti elde etmeye çalışmalıdır. Cenâb-ı Hakk'a
müteveccih, dalgalar gibi coşan muhabbeti hissetmeyenler, Rahmet-i İlâhi'den ve Rıza-yı Bari'den uzaktırlar. O
mesafeyi kapatmak için Allah'tan tevfikini ve inayetini refik etmesini dileyip, ciddi bir cehd ve gayretle sa'y edip,
O'nun yolunda koşmalıdır.

Biz, Allah'ın isimleri, sıfatları, zatı ve şuunatı ile zatının ve şuunatının en mükemmel mazharı olan Hazret-i
Muhammed'i tanıdığımız, bildiğimiz takdir edip yolunda olduğumuz ve muhabbetiyle dolup-taştığımız nisbette
kemâle ereriz. Kâmil insan olabilmemizin gerek-şartı budur. Yoksa keramet iddiasında bulunan yalancılar gibi
sadece lafazanlıkla kemâlât izhâr etmeye kalkarız.

Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarına, keremine ve ihsanına mazhariyet, bizim de ihsanda bulunmamızı iktiza eder.
Bizim Allah'a ihsanımız ise, O'nu görüyormuş gibi kulluk yapmak, Efendimiz elimizden tutmuşcasına peşisıra
gitmek, takip etmektir. Allah bize ihsanlarda bulunuyorsa, fikren, kâlben, bedenen ve ruhen yapılacak şuurlu şükür
istiyor demektir. O'nun lütuflarına mazhar oldukça, herşeyimizle O'na koşmak, Resûlü'nün peşinde gitmek iktiza
eder. Lütuf ve keremlere Hazret-i Muhammed'in peşisıra giderek mukabele etmezsek, haybet ve hüsrana uğrar;
koşar, yorulur ama arzuladığımız neticeyi elde edemeyiz.

Birinci işimiz Hazret-i Muhammedi çok iyi tanımak, Kur'ân-ı Mucizü’l-Beyan'ı çok iyi bilmek, Allah
hakkında tam ve sağlam bir ma'rifet elde etmektir ki, Allah'ı, Resûlullah'ı ve Kitabullah'ı layık-ı vechiyle
sevebilelim.

6
Sevenler tanıyanlardır. Allah aşkı ve muhabbetiyle: "Ne zaman ölecek ve sana kavuşağım?" diyenler;
"Resûl-ü Ekrem'in huzuruna ne zaman varacağım?" diyenler O'nları hakkıyla tanıyan ve bilenlerdir.

Hazret-i Fatma, Resül-ü Ekrem'in peygamberliğinden sonra dünyaya gelmiş, hususi iltifazına ve hususi
nazarına mazhar olmuştu. Allah Resûlü'nün soyu, Hazret-i Hasan ve Hüseyin ile bütün insanlığı tenvir edecek nuranî
halka, Hazret-i Fatma'nın sülbünden neşet edecekti.

"İzâ Câe Suresi" nazil olduğu zaman yirmi kusur yaşlarındaki o genç ama müdrike kadın, Allah Resûlü'nün
vefat edeceğini hissetmiş ve ağlamıştı. Tabiî ki birşey yapamamış, Efendimiz vefat etmişti. Vefat hengamında
kulağını Resûl-ü Ekrem'in ağzına dayadı. O'da birşeyler söyleyince hıçkırıklarını tutamadı, ağladı.Biraz sonra
Efendimiz yanına çağırdı, yine kulağına birşeyler söyledi. Bu defa ise güldü.

Hadiseyle ilgili olarak Hazret-i Aişe validemiz, Hazret-i Fatma'ya sordu: "Sana önce ne dedi?" "Bana vefat
edeceğini söyledi. Bu hastalık artık iflah etmez, beni öldürür" dedi. Ben de o zaman ağladım." "Sana ikinci defa ne
dedi?" "Ailemden Ehl-i beyt'imden bana ilk kavuşan sen olacaksın, dedi. O zaman da sevindim. Dünyayı
terkedeceğime, masivadan kurtulacağıma, ama Peygamberim'e kavuşacağıma, Allah'ıma kavuşacağıma
sevindim."(76)

Mü'min, Resûl-ü Ekrem'e kavuşmayı iştiyak içinde beklediği ve özlediği nisbette O'nu biliyor ve seviyor
demektir. O'nu sevmeyenler, bilmeyenlerdir. Bilip de sevmemek, O'nun için gözyaşı dökmemek, dilhun olmamak,
köyünün bir avuç toprağını dünyalara bedel tutmamak imkansızdır.

Sıddık-ı Ekber anlatıyor: "Birgün huzurunda oturuyorduk. Güneşin gurubu yaklaşmış, ikindi çoktan geçmiş,
güneş dağın üzerine eğilmişti. Allah Resûlü dudaklarını açtı. Ağzından çıkan cevherlere, lâl-ü güherlere dikkat ettim.
Duyduklarım, benim için dünyanın yıkılması ma'nâsına gelen şeylerdi. Buyurdular ki, "Allah kulunu burada kalma
ile öteye gitme arasında muhayyer bıraktı. Kul ötesini seçti..." Ben hıçkırıklarımı tutamadım. ağladım. Kul
Resûlullah'tı. Kapalı konuşuyordu. Allah "İstersen artık ruhunu kabzedeyim." demişti. Ben "Annemiz, babamız,
evladımız, iyalimizle, herşeyimizle feda olalım, kurban olalım fakat sen dur burada. Hepimiz yok olalım, fakat sen
kal burada dedim." (77)

İbni Mes'ud anlatıyor: "Resûl-ü Ekrem bizi Hazret-i Aişe'nin evine çağırdı. Vefatına bir hafta vardı. Ortalıkta
hastalık gibi birşeyler yoktu. Başını kaldırdı. Yüzümüze baktı ve ağladı. Sadık arkadaşlarından, sadık dostlarından
ayrılmak belki O'nu da müteessir ediyordu. Belki çoklarıyla Cennet'e gidecekleri zamana kadar görüşemeyeceklerdi.
O havanın, o tehassürün ve o hasretin ifadesi olarak, kesik kesik cümlelerle bize şunları söyledi: "Merhaba size.
Allah yardımcınız olsun. Allah'ın nusreti üzerinizden eksik olmasın. Allah'ın şehâdeti içinde bulunun. Siz Allah'ın
dinine sahip çıktınız. Allah da kıyamete kadar size sahip çıksın." şeklinde dualarda bulundu. Sonra da ağlayarak
şunları ilave etti: "Şu ahiret yurdu, dünyada kibir ve gururdan çok uzak yaşayıp nazarı daima ahirete müteveccih olan
kimseler içindir." dedi. Sonra "İnnehu meyyitun ve innehum meyyitun" âyetini okudu.(78) Daha anlamayanlar varsa

7
şu sözlerle onlara da anlattı. "Ecel yaklaştı. Allah'a dönüş zamanı geldi. Sidretü‘l-Münteha'ya teveccüh anı geldi." ve
ağladı. İşte hepimiz o zaman anladık. Fakat kaç gün sonra olacak, onu bilmiyorduk. Arasıra biraraya toplanıp Resûl-
ü Ekrem'in gurubuna ağlaşıyorduk... Resûl-ü Ekrem de hastalığı hengamında başı sarılı çıkıyor, bize birşeyler
söylüyor, teselli ediyordu. Ama biz yalnız kaldığımız zaman hep ağlıyor, daima ağlıyorduk. Sonra dedik: "Ya
Resûlallah, Seni kim yıkayacak. Bu hususta bir emrin, fermanın var mı?" Allah Resûlü Fazl'ı söylüyor, Hazret-i
Ali'yi söylüyor, Ehl-i Beyt'inden yakınlarını söylüyordu: "Seni kabrine kim koyacak?" "Beni ilk defa kabrimin
başına koyun, siz dışarı çıkın. Çünkü ilk defa Cebrail, Mikail, İsrâfil ve Azrail namazımı kılacaklar. Sonra melekler,
sonra da siz kılacaksınız" diyordu.

Ashab Efendilerimiz ise kendilerinden geçiyor, gündüzleri gece oluyor, geceleri kabir karanlığına
benziyordu. Allah Resûlü'nün gurubu onları dilgir ediyordu. Ama o anda dahi, Allah Resûlü'nün emirlerine
hassasiyet gösteriyor, harfiyyen riayet ediyorlardı.(79)

Cenâb-ı Hakk, O'nu tanımayan ve başkaldıran nankör nefislerimize, mütemerrid şeytanlarımıza kabul
ettirsin. Taşın, toprağın, cihanların, herşeyin serfuru ettiği; hayvanatın, haşaratın boyun eğdiği Hazret-i Muhammed
Efendimiz'i haşerattan daha den'i nefis ve şeytanımıza kabul ettirsin. İstikametimizi değiştirmekten, inhirafa
sevketmekten korusun. Bizi yolunda daim, kaim ve sabit eylesin! Amin... (Hitap Çiçekleri)

Putların En Şerlisi
İnsan da, onun vesile olduğu ve vasıtalık ettiği işler de sırf Allah için olmalıdır. “Sırf” Allah için olması
gerekince, başkası için olmanın en küçüğü bile karışırsa bozulur onun mahiyeti ve sırf Allah için olmaz artık o.
Mesela, bir gazete çıkarırsınız, bir televizyon kanalı kurarsınız ve bunlarla dininizi, milli kültürünüzü anlatırsınız;
çok güzel işlerdir bunlar.. Fakat, yaptığınız bu hayırlı işe, aynı zamanda, gazetecilikte ne kadar profesyonel
olduğunuzu gösterme, gazete mizanpajındaki ustalığınızı duyurma, televizyonculukta ne kadar başarılı olduğunuzu
anlatma mülahazalarını da katarsanız; “şu programlarda şöyle bir iş evirdim, çevirdim; şöyle yaptım, şunu şöyle
planladım” duyguları sararsa içinizi; hatta o mevzuda başkalarının mesaisini de hiç görmez, sadece kendinizi nazara
verir ve her türlü başarıyı şahsınıza nisbet ederseniz.. dahası, çok defa kendinizi nefyediyor gibi konuşur ama
kendinizi nefyederken bile nefsiniz adına kocaman kocaman, sarsılmayacak âbideler dikme peşinde olursanız.. işte o
zaman her şeyi kirlettiniz, şirke girdiniz demektir. Evet, abidelerin en tehlikelisi, en öldürücüsü, putların Hubel, Lât,
Menât, Uzzâ, İsaf ve Naile’den de şerlisi tevazu, mahviyet, hacâlet ve kendini nefiy çerçevesinde ortaya
konanlarıdır. Mahviyet edâlıdır bunlar, tevazu bohçasına sarılarak ortaya konmaktadır. Bunlarla nefsiniz adına
diktiğiniz öyle abideler olur ki, onlar sizi yutar bitirirler, fakat siz hiç farkına varamazsınız. Bir gün size aklınızı
başınıza almanız ve kendi ellerinizle dikip büyüttüğünüz bu putların yamacına elinizde baltanızla geçmeniz söylense
de geç kalmış olabilirsiniz. Çünkü, sürekli kendi mahiyetinizin heykellerini dikmişseniz, putlarla muhat bir
insansınızdır artık ve diktiğiniz bu putların farkında değilsinizdir, görmüyorsunuzdur onları. Bundan dolayı,

8
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) buyurur ki; “Sizin hakkınızda en çok korktuğum husus; şirk-i esğardır.”
Efendimiz, ism-i tafdille ifade ediyor ve ilk bakışta görülmeyecek, ilk anda sezilmeyecek kadar küçükler küçüğü
olan bu şirki bir hadis-i şerifte açıklarken, karanlık bir gecede, karıncanın bıraktığı iz misaliyle anlatıyor. Ümmeti
hakkında, büyük bilinen günahlardan değil, küçük gördükleri için çekinmedikleri riya gibi, süm’a gibi, “yaptım,
ettim, düşündüm, kurdum” gibi şirke sürükleyen söz ve mülahazalardan korkuyor.

Öyleyse, mülahazanızda daima O’nun sevgisi, O’nun rızası olmalı ve demelisiniz ki, “Yâ Rabbi, Senin
nâmına ortaya koyacağım bu işlerin, Seni anlatma adına söyleyeceğim şu sözlerin içinde Senin rızanın olmadığı bir
an ya da bir kelime varsa, kirleteceksem amellerimi ve sözlerimi, bana bunların onda birini bile yapma ve anlatma
fırsatı verme. Dilimi tut, gözlerimi kapa, kulaklarımı sağır et; yeter ki beni Senden gayrısıyla meşgul etme; Sana ait
nağmeler duyamıyorsam, Seni gösteren emareler göremiyorsam ve Sana çağıran sözler söyleyemiyorsam,
duymamın, görmemin ve söylememin de kıymeti yok. Beni kıymetsiz ve abes şeylerle oyalama!..” İşte, Allah için
olabilme mülahazaları...

Allah sevgisi ve Allah’tan dolayı sevme de böyledir; O nazar-ı itibara alınmadan şuna-buna duyulan alâka
darmadağınık ve neticesiz bir sevgidir. Mü’min en evvel O’nu sevmeli, diğer bütün sevimli şeylere de O’nun isim ve
sıfatlarının değişik birer tecellisi olarak alâka duymalı ve her temâşâ ettiği şeye “Bu da O’ndan” deyip bakmalıdır.
Ne var ki, bunları hissedebilmek için;

“Cemâlini nice yüzden görem diyen diller,

Şikeste âyineler gibi pâre pâre gerek.” (Anonim) (Ümit Burcu)

İman yolu
İman bir duyma, bir hissetme meselesidir. Bir başka tabirle her insana göre değişen bir iç ihsastır o. Kalbi
imanla dopdolu olan bir insanın menfi şeylerle meşbu bulunması düşünülemez. Mesela, kalbi Allah sevgisi ile tam
anlamıyla dolu olan birisinin başka şeylere karşı nefret hissi kalmaz. Allah aşkı yer bitirir onu. Üstad’ın “Otuzikinci
Söz”de dediği gibi; “Bazıları ism-i Vedûd’a mazhar olur. Felek mest, kamer mest, nücûm mest, serâser âlem mest”
her şey mest olur yani. Her şeye o gözle bakar; her şeyi o kulakla dinler; her şeyi ondan ötürü öper, koklar ve sever.
Zaman olur, inanmayana, inkâr-ı ulûhiyet bataklığına saplanmış kişilere bile nazar-ı merhametle bakar; bakar ve
“Keşke inansalar!” der. Ama ardından hemen kendine gelir; “Estağfirullah ya Rabbi! Senin mührün, senin takdirin!”
der ve inanmayanların inanmamalarında hikmet aramaya başlar.

Bence her şeyin Cenâb-ı Hakk’a bağlanması ve ondan ötürü delicesine sevilmesi çok önemlidir. Bizim
hoşumuza gitmeyebilir, icraatın arkasındaki hikmetli perdeyi aralayamayabiliriz, kafamızda beliren “Neden?”
sorularına mukni cevaplar bulamayabiliriz; ama önemli olan onun iradesi, meşieti ve muradıdır. Bu bakış açısının
kazanılması, her şeyin bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Mesela, Risalelerde çok sık geçen acz

9
u fakr meselesi... Bu pencereden kâinata, eşyaya ve hâdiselere bakan bir insan, kendi acziyet ve zaafiyetini idrak
eder, eder ve o acziyet ve zaafiyet içinde Rabb’inin engin şefkatini görür. Âfâk ve enfüste onun âyâtını tefekkür eder,
mârifeti artar. Bütün bunlar onun Allah’a ciddî şekilde yönelmesine vesile olur.

Keşke bu bakış açısını kazanabilsek! (Gurbet Ufukları)

***

Allah sevgisinin en güzeli, bir tarafta mehâbetullah, öte tarafta mehâfetullah ile çevrili olanıdır.

Allah’ın bize kendisini sevmemiz için imkân tanıması ne büyük bir pâye..! (Ölçü veya Yoldaki İşaretler)

***

Allah Sevgisi
Muvahhid mü’min, her şeyden evvel, her şeyden sonra, her şeyin önünde, her şeyin arkasında mutlak
Mahbub, mutlak Maksud, mutlak Mâbud olarak Allah’a dilbeste olur; O’nu diler ve her haliyle O’nun kulu olduğunu
haykırır; sonra da O’ndan ötürü, başta İnsanlığın İftihar Tablosu olmak üzere –ki O Hakk’ın matmah-ı nazarı,
memur-u sadığı, Zât, sıfât ve isimlerinin yanıltmayan tercümanı, divan-ı nübüvvetin hâtemi, risaletin özü, usaresi
olması itibarıyla O’nun hatırına sevilenlerin başında gelir– bütün nebileri, velileri O’nun saflardan saf berrak
aynaları, daire-i ulûhiyetin has bendeleri olmaları ve O’nun maksatlarını takip ve temsil etmeleri, dahası hilafet-i
tâmme unvanıyla dünyanın imar, tanzim ve dizaynına nezarette bulunmaları yönüyle; gençliği, şu fani hayatı tam
duyup değerlendirebilme adına Hak tarafından insanlara avans mahiyetinde bahşedilmiş bir parametre olması
cihetiyle; bu âlemi, O’nun güzel isimlerinin bir tecelligâhı ve sıfât-ı sübhâniye tezahürlerinin meşheri, öteki
dünyaların da bir mezrası olması açısından; anne-babaları, birer şefkat ve merhamet kahramanı olarak evlâtlarının
bakım ve görümünü yüklenmeleri, evlâtların da ebeveynlerini görüp gözetme hissiyle onlara gönülden yakınlık
duymaları mülâhazasıyla.. sevmek Allah’a karşı samimi alâka duymanın birer ifadesi olarak değerlendirilebilir ve
Allah’tan ötürü bir sevgi sayılabilir.

Müşrikler sevdiklerini Allah gibi severler, mü’minler ise Allah’tan ötürü onlara karşı alâka duyar ve
sinelerini açarlar. Allah’ı seviyor gibi sevmekle, Allah’tan ötürü sevmek birbirinden çok farklı şeylerdir. Böyle Hak
yörüngeli bir sevgi, iman kaynaklı, ibadet edalı, ihsan televvünlü kutsal bir sevgidir ve kamil mü’minlerin şiarıdır.
Cismâniyet ve nefs-i emmâre üzerinde temellenen şehevânî muhabbetlerin, aşkların –ona da aşk denecekse– insan
tabiatında meknuz bulunan fısk u fücûrun sesi-soluğu olmasına mukabil, Allah’a karşı olan aşk ve alâkadan başlayıp
sonra her şeyi kuşatan sevgi ve o sevgiyle oturup kalkan muhibbin âh u vâhı gökte meleklerin yudumlamaya
koştukları kutsal bir iksir mesâbesindedir. Hele bir de muhabbet, maddî-mânevî bütün varlığı sevgiliye bağışlayıp
kendine hiçbir şey bırakmama seviyesine yükselmişse –ki buna sevda da diyebiliriz– işte o zaman gönülde sadece
mahbub mülâhazası kalır; kalb, ritmini ona bağlar, nabızlar o âhenkle atar, hisler bu âhenge dem tutar, gözler

10
yaşlarla bu sevdayı dillendirir, kalbten gözyaşlarının sır vermesine ve sinenin serinlemesine sitemler yükselir. Gözler
çağlarken gönül ağyara dert yanma vefasızlığından iki büklüm olur ve ağlamalarına inler. Latîfe-i rabbâniye, içi
kanarken, sinesi yanarken ağyara dert sızdırmamaya çalışır, çalışır ve kendi kendine;

Aşıkım dersin belâ-yı aşktan âh eyleme

Âh edip âhından ağyarı âgah eyleme. (Anonim)

diye mırıldanır. Aslında muhabbet bir sultan, tahtı gönüller, sesi soluğu da, en tenha yerlerde ve sadece O’na
açık dakikalarda seccadelere boşalan ümit, hasret ve hicran iniltileridir.

Hakk’a ulaşmanın rampaları sayılan bu kuytu yerlerdeki O’na ait iniltiler ve sızlanışlar dışa vurularak hâl
bilmezlerin oyuncağı haline getirilmemelidir. Muhabbet ya da aşk u hayret eğer o her şeyi bilen Sevgili uğrunda ise,
o sadece O’nun bildiği en mahrem bir yerde kalmalı ve yuvasından uçurularak nâmahrem gözlere gösterilmemelidir.

Mecazî muhabbet çocukları sokak sokak dolaşır, sevgiciklerinin dellâllığını yapar; rast geldiklerine dert
yanar; mecnun gibi davranır ve sevdiklerini dillere düşürürler. Hak âşıkları gürültüsüz ve içtendirler; başlarını O’nun
eşiğine kor, içlerini O’na döker ve yer yer kendilerinden geçerler; ama, kat'iyen sırlarını fâş etmezler. Ellerini-
ayaklarını, gözlerini-kulaklarını, dillerini-dudaklarını O’nun emrine verir; kalbleriyle hep sıfât-ı sübhâniye
matla'larında dolaşırlar. O’nun ziya-i vücudu karşısında âdeta erir ve bir muhabbet fânisi haline gelirler: Duydukça
daha derinden O’nu, yanarlar cayır cayır; yandıkça “daha!” derler.. yudumlarlar kâse kâse aşk şarabını; kandıkça
“daha!” derler. Neler duyar neler hissederler gönüllerinin tepelerinde; duydukça “daha!” derler.. doymazlar bir türlü
sevgiye; sever-sevilirler, “daha!” derler. Onlar "daha" dedikçe Hazreti Mahbub da onlara perdeler aralar,
basiretlerine görülmedik şeyler sunar ve ruhlarına ne sırlar ne sırlar duyurur. Artık onlar duyarlarsa her zaman O’nu
duyarlar, severlerse hep O’nu severler, düşünürlerse O’nu düşünürler ve her şeyde O’nun cemalinden, tasavvurları
aşkın cilveler temâşâ ederler. An olur bütün bütün kendi havl ve kuvvetlerinden uzaklaşarak iradelerini O’nun
iradesine bağlar, temayülleriyle O’nun isteklerinde erir ve bu yüce payeyi de O’nu gönülden sevip sevdirmeyle, bilip
bildirmeyle değerlendirirler. Sevgilerini O’na itaatle seslendirir, aşklarını O’na vefa ve sadakatle dillendirir ve
kalblerinin kapılarını ağyar düşüncesine karşı sürgü sürgü üstüne öyle bir sürgülerler ki giremez artık başka hayal o
beyt-i ma’mura. Onlar bütün benlikleriyle Hakk’a nâzırdırlar ve O’nu takdir ve tebcilleri de kendi idrak ufuklarını
çok çok aşkındır. Bunun yanında, böyle bir vefaya Hakk’ın teveccüh buyuracağına da ümitleri tamdır. Öyle ki, Hak
nezdindeki yerlerini kendi nezdlerinde Hakk’a tahsis ettikleri yerle irtibatlı görür ve O’nun karşısında her zaman
dimdik durmaya çalışırlar.

O’nu delice severken kat’iyen alacaklılar gibi davranmaz; her zaman verecekli olma hacâlet ve hulûsiyle,
Rabia Adeviye gibi: “Zâtına yemin ederim ki, Sana Cennet talebiyle kulluk yapmadım; Seni sevdim ve kulluğumu
ona bağladım.” der, yürürler O’nun ulu dergahına coşkun bir aşk sermayesiyle; yürür ve hep O’nun kendilerine olan
lütuf ve ihsanlarını yâd ederler. Kalbleriyle sürekli O’na yakın durmaya çalışır, akl u fikirleriyle de O’nun merâyâ-yı

11
esmâsında müşahededen müşahedeye koşar; her şeyde muhabbetten sesler dinler, her çiçekte aşk u şevkten ayrı bir
rayiha ile mest olur, her güzel manzarayı O’nun güzelliğinin tecellisinden akisler gibi temâşâya alırlar. O’na karşı
hep sevgi düşünür, sevgi duyar, sevgi konuşur, bütün eşyayı bir sevgi şöleni gibi seyreder ve bir sevgi armonisi gibi
dinlerler.

Muhabbet, bu ölçüde otağını kalb yamaçlarına kurunca artık bütün zıt hâdiseler aynı şeymiş gibi duyulur;
huzur-gaybet, nimet-musibet, acı-tatlı, rahat-mihnet, elem-lezzet hep aynı sesi verir ve aynı edada görünürler; zira,
seven gönül cefayı-safayı bir bilir, derdi derman gibi görür, ızdırapları kevserler gibi yudumlar; zaman ve hâdiseler
ne kadar amansız olursa olsun, durur o kımıldamadan durduğu yerde en derin bir vefa duygusuyla. Gözleri hep
kendisine aralanacak kapı aralığında, yatar pusuya ve değişik dalga boyundaki teveccüh ve tecellilere açık durmaya
çalışır. Sevgisini O’na saygı ve itaatle taçlandırır. Kalbi sürekli O’na inkıyat duygusuyla çarpar ve sevdiğine muhalif
düşme korkusuyla tir tir titrer; titrer ve devrilmemek için de yine o biricik istinad ve istimdat kaynağına sığınır.
Onun bu ölçüde sürekli sevdiğiyle muvafakat arayışı içinde olması, zamanla onu gökte ve yerde herkes tarafından
sevilen bir mahbub haline getirir. Onun hesabında sadece Hak vardır; ötelere göre de olsa beklenti içinde bulunmayı
aşkına ihanet sayar; ama kendi kendine gelen iltifat ve teveccühleri reddetmeyi de saygısızlık kabul eder ve ne
gelirse öper, başına kor sonra da “Bunların istidraç olmalarından sana sığınırım.” der inler.

Seven için aşk u iştiyak en yüksek bir paye, sevgilinin arzu ve isteklerinde eriyip gitmek de en erişilmez bir
mazhariyettir. Muhabbetin mebdeinde tevbe, inâbe, evbe, teyakkuz, sabır gibi sevgiye giriş esasları; müntehâsında
da aşk, şevk, iştiyak, üns, rıza, temkin.. gibi konumunun hakkını verme hususları söz konusudur. Seviyorum
diyebilmek için kendinden, kendi isteklerinden arınmak, muhavere ve müzakerelerini hep O’na bağlamak, O’nu
ihsas eden hususlar çerçevesinde dönüp durmak, O’nun tecelli edeceği mülâhazasıyla göz kırpmadan beklemek, bir
gün mutlaka teveccüh buyurur düşüncesiyle yıllar ve yıllar boyu durduğu yerde kararlı durmak sevgi yolunun ilk
âdâbıdır: Bu yolda bütün bütün sevdalanmaya muhabbet ve aşk; sürekli köpürüp duran arzu, istek, neşe ve sevince
şevk; bütün bunların, insan tabiatının önemli bir derinliği haline gelmesine iştiyak; sevgilinin her türlü muamelesini
gönül hoşnutluğuyla karşılamaya rıza; duyma, hissetme, maiyyette bulunma mazhariyetinden ötürü kendinden
geçme.. gibi hislere karşı dikkatli ve ölçülü davranmaya da temkin demişlerdir.

Yukarıdaki hallerden birinin insan gönlüne tam hakim olmasına göre onun tavırlarında da bir kısım
değişiklikler olur: Yer yer gidip âh u efgânla inleyeceği tenha koylar arar ve içini ona döker; zaman zaman değişik iç
mülâhazalara dalarak onunla hasbıhal eder; firaktan dert yanar ağlar, visal ümidiyle inşirahlara açılır, sevinç
gözyaşlarıyla serinler. Bazen görmez çevresinde olup biteni, kesrette hep vahdet yaşar; bazen de huzurun
mehabetiyle bütün bütün silinir gider, kendi ses ve soluğunu bile duymaz olur.

Sevgi, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; mârifet ilimle ve iç-dış ihsaslarla beslenir. Arif olmayan sevemez;
ihsasları kapalı bilgisizler de mârifete eremez. Bazen sevgi Allah tarafından kalbe atılarak iç ihsasların harekete

12
geçirilmesi de söz konusu olabilir –ki hepimiz bazen böyle ekstradan lütuflar bekleriz– ancak, plânlarını
harikuladeliklere bina ederek durgun bir bekleme başka, kıvrım kıvrım sancı içinde aktif bekleme daha başkadır.
Hak kapısının sadık bendeleri beklentilerini harekete bağlar, dinamik bir duruşa geçerler; geçer ve o durgun gibi
görülen halleriyle cihanlara yetecek bir enerji üreterek müthiş aktiviteler ortaya koyarlar.

Bunlar, âşık u sadıklardır ve belli hususiyetleri haizdirler: Sevgili’nin her muamelesini gönül hoşnutluğuyla
karşılar ve Nesîmî gibi;

Bir bîçare âşıkem ey Yâr senden dönmezem,

Hançer ile yüreğimi yar Sen’den dönmezem..

der, hep bir vefa tavrı sergilerler. Her zaman ciddi bir vuslat arzusuyla kıvranır dururlar; ama, hallerinden de
asla şikayet etmezler. O’ndan başka bütün beklentileri kafalarından söker-atar, hep maiyyet rüyalarıyla oturur
kalkarlar. Sohbetlerini hep sohbet-i Cânân haline getirir ve O’nun adıyla seslerini-soluklarını melekûtî bir derinliğe
ulaştırırlar.

Sevgi onların canıdır; onlar, bedensiz durabilirler ama cansız edemezler. Onlara göre, cesede can
hükmediyorsa artık o tende sadece Yâr sevdası olur, ağyar bulunmaz. Bu konumlarıyla onlar dünyanın en fakir ve en
iktidarsızı olsalar da şahlara taç giydirecek bir mansıba sahiptirler. Küçüklükleri içinde büyük, aczleri yanında
muktedir, ihtiyaçlarına rağmen dünyaları peyleyecek kadar servet sahibi ve sönük bir mum gibi görünmelerine
mukabil güneşlere fer verecek birer enerji kaynağı mesabesindedirler. Herkes onlara koşsa da onların nereye ve kime
koştukları bellidir. Sığmazlar mahiyet zenginlikleriyle cihanlara. Küçük bir kıvılcıma, kıvılcımdan da öte bir hiçe
dönüşürler yöneldiklerinde O’na.

Bir şulesi var ki, şem-i cânın,

Fânusuna sığmaz asumânın.

diyen Galib bu ufka tercüman gibi konuşur.

Bunlar O’nsuz geçen ömrü hiç mi hiç hesaba katmaz ve O’nsuz hayatı hayat saymazlar. Bir ömr-ü heder
görürler sevmeden yaşamayı ve bir avunma kabul ederler onunla alâkası olmayan keyifleri, neşeleri, hazları. Oturur
kalkar her zaman aşk u şevkten dem vururlar; Fuzulî edasıyla aşk u iştiyak bilmeyenleri de başka türlü (!) bir şey
görürler. (ÖKBH, Allah Sevgisi)

Ek Metinler:
• Allah Sevgisi (Örnekleri Kendinden Bir Hareket)

• Sevdir Bize Hep Sevdirdiklerini (Diriliş Çağrısı)

13
• Marifet, Muhabbet, Aşk (Kalbin Zümrüt Tepeleri 1)

• Marifet (Kalbin Zümrüt Tepeleri 2)

• İnsan-Muhabbet İlişkisi (Prizma-2)

• 32. Söz (Mühim Bir Sual, s.695)

• Allah Sevgisi (Sultanahmet Camii Vaazı_17.12.1989)

• Allah’a ve Rasulü’ne Muhabbet (Kahramanmaraş Vaazı_20.02.1976)

• Marifet: Vicdan Kaynaklı Allah Bilgisi (Süleymaniye Camii Vaazı _1/ 9.11.1989)

Özet
1- Allah sevgisi her şeyin başı ve bütün sevgilerin de en saf, en duru kaynağıdır. Hakkıyla iman eden
kullar, evvelen ve bizzat Allah’ı severler ve başkalarına karşı da O’ndan ötürü alâka duyarlar.
2- Sevgi, marifetin bağrında boy atar, gelişir; herkes ilim ve irfanı nisbetinde bir sevgi derinliğine
ulaşır. Kim Cenâb-ı Hakk’a ne kadar inanıyorsa O’nu işte o kadar sever.
3- İnsan kainatı içine alacak kuvvetteki nihayetsiz muhabbetini nihayetsiz bir kemal ve cemal sahibi
olan Allah’a vermelidir.
4- Layık olmayan fani varlıklara hasredilen muhabbet, insan için elem sebebi olacaktır.
5- Kim Allah’ı ne kadar seviyorsa, Allah tarafından da o kadar seviliyor demektir.
6- Mü’minler, Cenâb-ı Hakk’ı sevdikten sonra, başta Rasûl-ü Ekrem Efendimiz olmak üzere bütün
nebileri, velileri, gençliği, baharı, ailesini, dostlarını da O’ndan ötürü severler. Bu dünyaya da yine O’nun
güzel isimlerinin bir tecelligâhı ve öteki dünyaların da bir mezraası olması açısından muhabbet duyarlar.


َ –ِ }َ†ْ•zَ ْ—‫ن وَا‬
َ }َ•ْ˜zِ ْ‚‫ق وَا‬
َ mُš›ُ ْ‚‫ُ›ْ َ“ وَا‬‰‚ْ ‫ْ ِإ َ‚ ْ•†َ} ا‬œ“ِّ ‫ ِ”†َ} َو َآ‬m•ُ’ُ yِ~ ُjْ†sِّ ‫ن َو َز‬
َ }َ•sِ‘ْ‫ْ ِإ َ‚ ْ•†َ} ا‬Žoِّ Œ
َ v{ wُ •{‚َ‫ا‬

َ sِ•ž ِ ‫ا‚ {“ا‬

َ sِ•ِ ž
ِ ْ“•ُ ‚ْ ‫¡ ِّ• ِ• ا‬
َ •ٍ •{ q
َ –ُ }َl•ِ •ِّ ¡
َ ¢َ•£
َ ْv•ِّ¡
َ ‫ َو‬Ÿِّ َ ‫َو‬

14
BAŞKALAŞMA MARAZI VE ÇARELERİ
Soru: Kur’an-ı Kerim’de, mealen “Bir toplum, özündeki güzel meziyetleri
değiştirmedikçe Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hali değiştirmez”
buyruluyor. Bu açıdan, değişip başkalaşmaktan korunabilmemiz ve kendimiz olarak
kalabilmemiz için neler tavsiye edersiniz?
Cevap: İnanan insanlar, sürekli tekâmül peşinde bulunmalı, kalbî ve ruhî hayatları
itibarıyla hep “diriliş”ler yaşamalı; fakat, aynı zamanda kendi öz değerlerine bağlı,
değişme fantezisinden uzak ve durdukları yerde “sabit-kadem” olmalıdırlar. Onlar, her
gün yeni bir duyuş, yeni bir seziş, âfak ve enfüse ait yeni bir keşif ve yepyeni tahlil ü
terkiplerle imanlarını bir kere daha derinden duymalı, Hak tevfîkine dayanarak
inançlarını yeniden inşa etmeli ve sonra da irfanlarının derinliği ölçüsünde bir aksiyon
sergilemelidirler. Evet, onlar tekvînî ve teşriî emirlerin mana, muhteva ve özünde bitevî
derinleşmeli; böylece, değişimi daha bir olgunlaşma şeklinde anladıklarını ortaya
koyarak iç içe inkişaflar gerçekleştirmelidirler. Ne var ki, kendi kimliklerinden uzaklaşma,
farklı kültürlerin tesirlerinde kalarak başkalaşma ve öze yabancı bir hal alma
anlamlarına gelen bir “değişim”den korkmalı; bu manadaki bir değişikliği bozulma saymalı
ve kendilerini ondan korumak için farklı vesilelere sığınmalıdırlar.

Başkalaşma Marazı
Zira, böyle bir deformasyon, nimetlerin bütün bütün kesilmesine ve hem
insanların hem de toplumun ilahî azaba uğramasına sebebiyet verebilir. Kur’an-ı
Kerim, “Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da
onlara verdiği nimeti, güzel durumu değiştirmez.” (Enfal, 8/53); “Bir toplum özündeki
güzellikleri değiştirmedikçe, Allah Teâlâ da onlara lütuf buyurduğu nimetlerini ve iyi hâli
tağyir etmez.” (Ra’d, 13/11) buyurarak bu hususa dikkat çekmektedir. Bir toplum, kendisine
bahşedilen nimetlere mazhar olduğu andaki iman, marifet, safvet, samimiyet, azim,
kararlılık ve hasbîlik gibi yüce hasletlerini yitirmedikten sonra, -ilahî âdete göre- o
nimetlerin alınması ve o toplumun derbederliği asla söz konusu değildir.
Aksine, bir heyet-i içtimaiye kendini yücelten ve ayakta tutan bu üstün vasıfları
kaybedince, orta sütun çökmüş ve toplum çatısında tamiri imkânsız yıkıntılar meydana
gelmiş demektir. Şayet, insanlar, kendilerine bahşedilen nimetlere vesile olan fıtrî misak,
güzel ahlâk ve sâlih amel gibi meziyetlerden uzaklaşır, bir deformasyona uğrar ve
inanmışlığa yakışan iyi huylarını değiştirirlerse, Cenâb-ı Allah ilahî âdeti muktezasınca o
topluluğa ihsan ettiği nimetlerini keser ve onların kötü hale düçar olmalarını hükme bağlar.
İçten içe çürüyen, bozulan ve adeta mahiyet değiştiren bir toplum kıymetli bir emanetin
emanetçisi olamayacağından dolayı, Allah Teâlâ İslamiyeti yüreklerinde taptaze duyacak
yeni bir kavim getirir ve emanetini değişikliğe uğramış kimselerden alıp onlara teslim
eder.
Bu itibarla, değişmemek ve hatta değişikliğin en küçüğüne karşı dahi tavır almak
çok önemlidir. Unutulmamalıdır ki, bir çeşit başkalaşan her çeşit başkalaşabilir. Diğer bir
vesile ile zikrettiğim gibi; İmriü’l-Kays’a isnad edilen bir sözde, “İki şey vardır ki, onları
1
başlatanlar da nerede durduracaklarını bilemezler: Bunlar, savaş ve yangındır.” denilir. Bu
söze üçüncü bir hususun daha ilave edilmesi gerektiğini düşünüyorum ki, o da
“başkalaşma”dır; evet, bir türlü başkalaşan her türlü başkalaşabilir, dolayısıyla, o kapı hiç
aralanmamalıdır.
Bazen başlangıçtaki çok küçük bir değişim, ileride pek büyük başkalaşmalara
sebep olabilir. Bu mevzuda bir sızıntının meydana gelmesine bile fırsat vermemek
lazımdır. Evet, atalarımızdan tevarüs ettiğimiz dinî ve millî değerlerimizden herhangi
biri ile alâkalı en küçük bir kayma, daha sonraları önü alınamaz inhiraflara dönüşebilir.
Kimseyi rencide etmek istemediğimden, “şu mesele, bu mesele” diyerek tavzihte bulunmayı
düşünmüyorum. Fakat, herkes kendi şahsî hayatı adına öz değerlerimize bağlılığını bir
kere daha sorgulamalıdır. Şayet, insan bu mevzuda nefsiyle hesaplaşırken, vazifeleri icabı
bir zaruret bulunmamasına rağmen, kendi üzerinde başkalaşma emareleri ve başkalarına
benzeme temayülleri görüyorsa, nimetlerin zevalinden çok korkmalı ve henüz fırsat varken
yeniden kendi kimliğine ait hususiyetlere bürünmeye çalışmalıdır.

Teşebbüh ve İltihak
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Kim bir kavme benzemeye
çalışırsa, o da onlardan sayılır.” buyurmuştur. Bu hadis-i şerifin metninde “başkalarına
benzemek” ile alâkalı olarak “teşebbehe” fiili kullanılmıştır ki, bu kelime tefa’ul
babındandır. Bu babın hususiyeti de tekellüf ifade etmesidir. Bu açıdan, kerih görülen ve
yasaklanan “teşebbüh”, insanın başkalarının adetlerine, geleneklerine, göreneklerine
özenmesi; kendini sürekli onlara benzemeye zorlaması ve onlar gibi yaşamak için özel
çaba harcaması demektir.

Binaenaleyh, Nur Müellifi, teşebbüh ve taklit hastalığına yakalananlara şöyle
seslenmiştir: “Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha
veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup
hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer,
boğulursunuz.”
Nitekim, bazı milletlerin teknik ve teknolojik üstünlükleri karşısında başı dönen,
bakışı bulanan, medeniyet ve modernite adına gidip gırtlağına kadar onun erâcifine
gömülen; özünü, şahsiyetini, benliğini yitirmiş günümüzün bir kısım ruh hastalarının
hallerinde bu “iltihak”ı görmek mümkündür. Böyleleri, kat’iyen kendileri olarak duyamaz,
kendileri olarak düşünemez ve kendileri olarak zevk alamazlar. Çünkü onlar, inanç,
düşünce, kültür, hayat felsefesi, giyim-kuşam ve evin döşemesine kadar her meselede özden
uzaklaşmış ve yabancılaşmışlardır. Dolayısıyla da, bütün bir tarih boyunca birikip gelişen
örfler, âdetler, dînî duygu ve düşünceler, san’at ve edebiyatın bize ait semereleri onlara
hiçbir mana ifade etmez.
Hatta, bazıları kendi değerlerine karşı tiksinti duyacak kadar başkalaşmış ve akl-ı
selimi hayrette bırakacak ölçüde fikir inhiraflarına düşmüşlerdir. Camilere sıra koyma ve

2
secde edilecek yerlere tahta döşeme gibi teklifler bu düşünce kaymalarının tezahürleridir.
“Ubudiyet izhar etmemek ve ibadet maksadıyla da olsa asla eğilmemek lazımdır; çünkü,
insanlarda ubudiyet duygusu geliştikçe ve secde etme isteği pekiştikçe başkalarına köle olma
hissi de inkişaf etmektedir. Onun için, çok ciddi bir isyan ahlakı ile kulluğa başkaldırmak
gerekmektedir ki köleliğin önü alınabilsin!..” sözü, şayet bu milletin bir ferdinin
dudaklarından dökülüyorsa, bir insanın ne ölçüde başkalaşabileceğinin hazin bir misali değil
midir?

Öz Değerlere Sadâkat ve İrşadda Üslup


Şu kadar var ki, kendi değerlerimize bağlı kalmamız, içinde yaşadığımız çağın
gereklerini gözetmemize mani değildir. Eğer, insan yüce bir dava uğrunda, üzerine farz
olan bir vazifeyi eda ederken, “Giyim ve kuşamımdan dolayı dışlanmayayım; ilk bakışta
ürkütücü olmayayım!” düşüncesi ve niyeti ile, toplum telâkki, örf, adet, gelenek ve
göreneklerine göre davranıyorsa, bunda bir mahzur yoktur; hattâ böyle bir düşünce, takdir ve
tebcile lâyık sayılır.
Ne var ki, önde, ortada ve sonda sunulacak şeyler birbirinden farklıdır ve
birbirine karıştırılmamalıdır. Uzlaşma, uzlaştırma, hayatı paylaşma ve eşsiz değerlerimizi
âleme duyurma gibi yüce gayelerin tercih hakkı vardır ve bunlar mutlaka öne alınmalıdır. Bu
gayeleri gerçekleştirmeye matuf olarak yürünülen yolda, füruat kabilinden olan hususlar -
dinin esasatını ihlal etmemek şartıyla- ortaya ve sona bırakılmalı; böylece onların en
önemli hakikatlerin duyurulmasının önünde birer engel teşkil etmesine mani olunmalıdır.
Tabiî, kültürümüze ait olmayan şeylerin üzerimizde birer âriye gibi durduğuna
inanmamız da bizim için bir esastır. Yer, konum ve vazifelerimiz itibarıyla mecbur
kaldığımız ya da fayda mülahaza ettiğimiz kılık-kıyafet, hal ve davranışların üzerimizde
muvakkaten ve zarurete binaen olduğunu hatırdan dûr etmememiz lazımdır. Mesela;
“Şunu sırtıma geçirdim ama şöyle bir maslahat gözeterek bunu yaptım!” düşüncesi zihinde
hep canlı tutulmalıdır. Aksi halde, öz kültürümüze ait olmayan hususları benimseme ve “iyi
oldu” deme de hadis-i şerifte ifade edilen teşebbüh kategorisine girer. O meseleyi bizim aslî
hayat felsefemizin ve dünya görüşümüzün bir parçası gibi algılamak bizi bizliğimizden
koparır ve sürükleyip götürür. Böyle bir durumda, insan değişim rüzgarının saçıp savurduğu
kupkuru bir yaprak haline gelebilir.

Ruhsatları His ve Hevesler Belirlememeli!..


Bu itibarla, dilimizden dinî ve millî telakkilerimize kadar bize ait her şey her zaman
çok güzeldir. Bunlar yürümemiz gerekli olan şehrahın işaret taşlarıdır. Şayet, onlarla
sınırlanan sahanın dışına adım atacak isek, bu hareketimiz getirisi çok yüksek bir
maslahata matuf olmalıdır.
Selef-i salihîn efendilerimiz, İslam’a karşı insafın hakkını vermek ve temel
dinamiklere aykırı düşmemek için en küçük bir meselede dahi şakakları zonklayacak
kadar müzakere yapmış ve ancak ilim ehli olan herkesin fikirlerini aldıktan sonra nihaî
hükmü beyan etmişlerdir. Ebu Hanife Hazretleri’nin yüzlerce, belki bazen binlerce

3
talebesiyle sabahtan akşama kadar belli mevzularda görüş alışverişinde bulunduğu
bilinmektedir. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed ve hatta İmam Züfer gibi talebelerinin
ona muhalif beyanlarda bulundukları; bir hakikatin vuzuha kavuşması için -Üstad Necip
Fazıl’ın ifadesiyle- öz beyinlerini burunlarından kustukları ve İmam-ı A’zam’ın onların
mülahazalarını da dinleyip büyük bir hakperestlikle “İşin hakikati şudur” diyerek, kendi
düşüncesine ters de olsa doğrunun yanında yer aldığı herkesin malumudur.
Öyleyse, günümüzün dava erleri de, herhangi bir meselede, hususiyle ileride eda
edeceği fonksiyon açısından gaye-i hayale bağlı görülen ve getirisinin büyük olacağı tahmin
edilen bir ruhsat söz konusu olduğunda, kendi hisleri ile hareket etmemeli, şahsî yorumlarını
esas kriterlerin yerine koymamalı ve mutlaka istişarenin hakkını vermelidirler.
Zira, Hazreti Üstad’ın dualarından bir tanesi de “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi
kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.”
şeklindedir. Evet, nefsimiz, dinimiz, imanımız... her şeyimiz emanet olduğu gibi, hizmet
düşüncemiz, dünya görüşümüz ve hayat felsefemiz de bize emanettir. Bunlar, dün
başkalarının omuzlarına konmuştu; bugün bizim üzerimizde bulunuyor; yarın da sonraki
nesillere aktarılacak. Bu emanetleri deformasyon görmüş bir halde devretmek doğru
değildir. Şayet, biz emanetlere sahip çıkmaz, onları gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde
haleflerimize teslim etmezsek, istikbalin sahiplerini bir ruh travmasına maruz bırakmış
oluruz ki, bu hem davaya hem de yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlıktır.

Başkalaşmaya Karşı Dostluk Halkaları


Bu açıdan da, hususiyle dine hizmet eden mü’minler, i’la-yı kelimetullah yolunda
mücahede etme nimetine mazhar oldukları andaki kıvamlarını sürekli korumalıdırlar; yoksa,
ruh ve mana hayatı adına üst üste çatlamalar ve kırılmalar yaşamaları kaçınılmaz olur.
Binaenaleyh, başkalaşmamanın en önemli dinamiği, en küçük bir değişmeye
karşı çok kararlı durmak ve değişmemek için sürekli takviyeye başvurmaktır. Takviye
vesilelerinin başında ise, hayırlı bir çevre ve arkadaşlık halkası gelir. İnsanın vefalı,
samimi ve sâdık dostlarının olması büyük bir bahtiyarlıktır. Nitekim, Hazreti Ömer
(radıyallahu anh) halife seçildiği gün, “Ey insanlar! Ben haktan ve adaletten ayrılırsam ne
yaparsınız?” diye sormuş; “Şayet eğrilir ve haktan inhiraf edersen, seni kılıçlarımızla
doğrulturuz!” cevabını alınca da “Elhamdülillah! Eğrilirsem beni kılıçları ile doğrultacak
arkadaşlarım varmış!” diyerek şükretmiştir.
İnsanlığın İftihar Tablosu zamanında böyle kardeşlik köprüleri kurulmuş ve dostluk
halkaları oluşturulmuştur. İlim ve zikir gayesiyle biraraya gelen ve omuz omuza veren
insanlar mescidde halkalar teşkil etmiş ve herkesi onlardan birine dahil olmaya
çağırmışlardır. Bu meselenin ehemmiyetine dikkat çekme sadedinde kaynak kitaplarda
zikredilen “halka hadisi” çok ibret vericidir:
Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Ashab-ı Kiram ile beraber
bir halka halinde mescidde otururlarken, içeriye üç kişi girmiştir. Sonradan gelen o üç
kişinin ikisi Rasûlullah’ın huzurunda durmuş; bilâhare onlardan biri halkada bir boşluk

4
bularak oracığa oturmuştur. Diğeri de, halkaya dahil olmasa bile cemaatin hemen arkasında
bir yere oturmuştur. Üçüncü şahıs ise, mescidde durmamış, arkasını dönüp gitmiştir. O
esnada Ashabına nasihatte bulunan Rehber-i Ekmel Efendimiz, anlatmakta olduğu meseleyi
bitirince şöyle buyurmuştur: “Bu üç kişinin halini size haber vereyim mi? İçlerinden biri
Allah’a sığındı, Cenâb-ı Hak da onu ilahî himayesine aldı. Diğeri (arkadaşlarına sıkıntı
vermekten) utandı, Allah da ondan (ona azap etmekten, Şanına yaraşır şekilde) haya etti.
Öteki ise (o meclisten) yüz çevirdi, Allah da ondan (Zâtına has bir mahiyette) yüz çevirdi.”
Evet, Sâdık u Masdûk Efendimiz, mü’minlerin meclisine sırt dönmeyi Allah’tan ve
kendisinden uzaklaşma saymıştır. Demek ki, mutlaka halkaya dahil olmak ve onun içinde
yer almak lazımdır.
Sözün özü; kâinatta, kudret ve iradenin tecellileri olarak bildiğimiz “şeriat-ı
fıtriye”ye ve kelâm sıfatından gelen ilâhî kanunlar mecmuasına riayet etmeyen toplumların
veya manevî hayatlarında iç değişikliğine uğrayan milletlerin -bugün hâkim olsalar da-
yarınki mahkûmiyetleri kaçınılmazdır. Geçmişte inkıraza uğramış ümmetlerin mezarı
sayılan tarih, âvâz âvâz bu gerçeği haykırdığı gibi, “Bir toplum iç dünyası itibarıyla kendini
değiştirmedikçe, ruh ve manada deformasyona uğramadıkça, Allah bahşettiği lütufları geri
alarak o toplumun iyi hâlini tağyir etmez” ilahî beyanı da, hakimiyet-mahkumiyet, izzet-
zillet hususlarında önemli bir hakikati ve Müslümanların halihazırdaki ciddi bir
problemlerini hatırlatmaktadır. Binaenaleyh, mü’minler için, başkalarına şirin gözükmek
değil, kendileri olarak gönüllere girmek esastır; aksi halde, teşebbühü bir
başkalaşmanın ve iltihakın takip etmesi kaçınılmazdır.
AYDINLIK DÜNDEN AYDINLIK YARINLARA

Koskoca bir coğrafyada örfler, âdetler, gelenekler künde künde üstüne devriliyor; iç
içe birbirini tamamlayan dinî, millî usuller, asırlar ve asırlar boyu insanlığın örnek kabul
ettiği nizamlar, intizamlar, milyonlarca insanın müşterek kanaatlerinin aks-i sadası sayılan
kültürler, sanatlar ve millet ruhu, tarih şuuru gibi değerlerin hemen hepsinin içinden ruhları
sökülüp alınıyor ve her şey birer kadavraya döndürülüyordu. Değişik ad ve unvanlarla
öylesine bir başkalaşma humması yaşanıyordu ki, yerli ve bizden olan her şey kapı
dışarı ediliyor ve onların yerlerine başkalarının kapı dışarı ettiği levsiyat dolduruluyordu.
Bu acele ve hızlı değişimle kısa zamanda, hususiyle elit sınıf arasında o kadar çok kimse
başkalaşmıştı ki, olup biten şeyler karşısında şaşkına dönen yığınlar “Galiba bundan sonra
töre bu!” deyip millî çehreleriyle oynuyor, fanteziden fanteziye koşuyor ve sürekli
kendilerinden uzaklaşıyorlardı.

Aslında bütün bunlar, muhteşem bir medeniyetin ölüm ihtilâçları, köklü bir milletin
kendini inkâr etmesi, kabuk değiştirmesi ve ruhunun atlasını bir zamanlar ruhsuzluk dediği
derme-çatma bir kısım telakkilerle becayiş etmesinden başka bir şey değildi; değildi ve
altın çağlarımızda millî ruh mızrabıyla sinelerimizden yükselen seslerin-solukların, yüksek
5
insanî duyguların ve cihanları idare etme mefkûresinin bir şablonculuğa feda edilmesi
demekti.

Şimdilerde, gözlerimiz, hâlâ millî ruh kökünün sağlamlık ve canlılığında;


ümitlerimiz, Rahmeti Sonsuz’un bütün bütün yüzümüze kapanmadığına inandığımız kapı
aralığında; sinelerimiz O’nun ekstra inayetlerine müteveccih; yüzlerce seneden beri
çürüyen birer ceset görünümü arz etsek de, yepyeni bir “ba’sü ba’del mevt”le derlenip
toparlanacağımıza da inancımız tam. Aslında bu ümit ve imanla, şayet beklememiz bir esas
ise, biz üç yüz sene, dört yüz sene bile bekleyebiliriz. Beklentilerimizi bilen Rahmeti
Sonsuz bize yeni inkisarlar yaşatmasın!.. (AYDINLIK DÜNDEN AYDINLIK YARINLARA,
Yağmur Dergisi – Nisan, 2006)

Dün, ihmal, gaflet, umursamazlık, yetersizlik, başkalaşma fantezisi gibi millî


bünyemizde birer nodül şeklinde beliren tümörler, çok kısa bir süre geçmeden, üst üste ve
hızlı metastazlarla her yanımızı sardı ve bizi dize getirdi; hem öyle bir getirdi ki, toplumun
her kesimine ayrı bir hazan yaşatarak, herkesin gerçek rengini alıp götürdü. Evet, bugüne
kadar kim bilir kaç defa bu rahatsızlıklarla sarsıldık ve onlara yenik düşme talihsizliğini
yaşadık.. kaç defa onları bahtımızın kara yazısı olarak gördük ve sarardık.. kaç defa onlara
karşı öfkelerimizi ifade etmek için -gerçek üslûbumuza uymasa da- münasebetsiz kelime
veya ona uygun bir söz bulamamanın helecanlarıyla oturup-kalktık ve bir “lâ havle...”
çekerek kendi hafakanlarımızı yine kendi içimizde söndürdük. (RHD, Kendimize
Yönelirken)

Şimdilerde genel kültürümüze o kadar çok aykırılıklar var ki bunları ifadede


zorlanıyorum. Aslında Türk milleti tarih boyunca kendi kültürüne, inancına, örf ve âdetine
ters şeylere karşı direnç göstermiş bir millettir. Fakat şimdilerde asimilasyona açık gibi
geliyor bana. Çin’e, Maçin’e, Japonya’ya giden birisi beş altı ay sonra neredeyse Çinli,
Maçinli, Japon gibi çıkıyor karşınıza.

Hâlbuki bağımlı olan bir insan, müstakil ve hür insan gibi hizmet edemez.
Bağımlılığınız ne kadar çoksa hürriyetiniz o kadar elinizden gitmiş demektir. Bir mü’min
hiçbir şeyin bağımlısı olamaz/olmamalı. Yeme içme gibi tabiî, zarurî ihtiyaçların bile
bağımlısı olamaz. Yiyeceklerini kifaf-ı nefs miktarınca yer.

Yuva insanın zarurî bir ihtiyacıdır. O yuvada eş, olmazsa olmaz hayat arkadaşıdır.
Ahirete giden yolda yol arkadaşımızdır bizim o. Bazen biz yolda yürürken kubbedeki taşlar
gibi kol kola, omuz omuza dayanırız. Ama yuvaperest değiliz. Öyle olursa bağımlı hale

6
gelir insan. İstenilen performansı koyamaz ortaya, gereken aktiviteyi gösteremez.
Bağımlılık aslında ruh yapısındakı zaafın ifadesidir, bir boşluktur o. İnsan icabında eşi de
olsa, annesi-babası da olsa -bunların hukukuna riayetin yanında- hürr-ü mutlak olduğunu
ifade etmeli. “Ben sadece Allah’ın kuluyum!” demeli. Allah’ın kulu onun emir ve yasakları
haricinde hiçbir kayıtla mukayyet değildir.

Bunlar bizim genel kültürümüzün tezahürleridir. Bir başka yerde bulunmakla


başkalaşıyorsak şayet, daha değişik bir yerde daha değişik bir başkalaşma ihtimali de
vardır. Yani bir çeşit başkalaşan her türlü başkalaşabilir. Asimilasyona gelince o kuyûttur
(kayıtlar, bağlılıklar), takyittir (kayıt altına girme). Takyitlerle mukayyet olan insan hür
değildir, esirdir o. Esir olan ise Allah’a tam mânâsıyla kul olamaz.

Bütün bunlar, müşahedelerimden sızan şeyler. Bazen kan gibi damlıyor içime,
bazen de bir iğne gibi batıyor kalbime. Rahatsız oluyorum tavırdan, referanstan, mimikten,
bakışlardan, Allah’ı sadece dudaklarla söylemekten, gönülden gelmeyen seslerden, ses
adına ortaya çıkan hırıltılardan. Gerçi “Herkes yahşi ben yaman. Herkes buğday ben
saman” prensibim; ama nasılsa yine de göz yaman şeylere ilişiyor. Bence Müslümanlığı
yaşıyorsak onu Allah’ın istediği tarzda yaşamamız lâzım. (GU, Muhasebe Kuşağı)

KUR’ÂN’DA HZ. MUSA VE KAVMİ

Hz. Musa (aleyhisselâm)’ın Allah (celle celâluhu)’dan on emri almaya gittikten


sonra arkada bıraktığı kavmi İsrail-oğulları arasında meydana gelen fitneye karşı Hz.
Harun (aleyhisselâm)’ın tavrı, döndükten sonra Musa (aleyhis-selâm)’ın Harun
(aleyhisselâm)’a karşı davranışı, Sâmirî ve Musa (aleyhisselâm) arasında geçen
konuşmalar, gerek ferdî gerekse içtimaî sahada patlak veren problemlerin çözümü adına
bize ne gibi mesajlar sunuyor?

Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan bu hâdise, genel mânâda, o dönemdeki


İsrailoğulları’nın karakterini ortaya koyan ve peygamberleriyle olan ilişkilerini gün yüzüne
seren uzunca bir serancâmedir. Yine aynı hâdise, o günkü Musevîlerin kendi karakteristik
yapılarının, rehberlerine de –ki enbiyâ-i izamın fâikiyetleri hakkındaki mülâhazalarımız
mahfuz– bir ölçüde aksedişinin ifadesidir. Nasıl ki beşerin peygamberi beşerden,
meleklerin resûlü meleklerden oluyor; aynen öyle de, Hz. Musa (aleyhisselâm) da, hususî
bir karakterle inşa edilmiş kendi cemaatinin bir peygamberidir.

Şayet Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), o dönemde peygamber olarak


gönderilse idi, herhalde Hz. Musa gibi olur; bütün bütün o topluluğun tarz-ı

7
telâkkîlerinden, maddeye yaklaşımlarından, mânâ anlayışlarından süzülen bir düşünce
halîtasını nazar-ı itibara alarak mesajlarını sunardı. İhtimal sadece Allah nezdindeki
makbul çerçeve korunup, onun ötesinde zaman-mekân-insan mülâhazasına göre her şey
vaz’edilirdi. Nitekim Hz. Musa’dan sonra Seyyidina Hz. İsa, İsrailoğullarında benimsenen
genel çerçeveyi tâdil edici şeylere girmiştir. Bu açıdan Hz. Musa’nın, Hz. Harun ile
arasındaki münasebeti, Hz. Harun’un İsrailoğulları’na karşı tavrını, İsrailoğulları ile
peygamberleri arasındaki diyaloğu vb. doğrudan doğruya bizim eğitim anlayışımız, hizmet
felsefemiz için ele almak tam yerinde olmayabilir. Çünkü ümmet-i Muhammed, yapı,
karakter, hususiyet itibarıyla o topluluktan çok farklıdır.

Kur’ân kıssalarının hikmet açısından bir diğer yönü de eğitimdir ve insanların


ondan ibret alması esasıdır. Her ne kadar İsrailoğulları yapı, karakter itibarıyla ümmet-i
Muhammed’den farklı da olsa, bizim içimizde de her zaman o karakterde insanların
çıkması muhtemeldir. Hatta belki İsrail-oğulları ile münasebette bulunacak, onlarla içli-
dışlı olacak ve biz farkına varmasak da, bir gizli etkileşimle bu tür anlayışlar bizde de tesir
icra edecektir. Bu açıdan o dönemde cereyan eden hâdiselerin ve bu hâdiselerin
yorumlarının bilinmesinde yarar var. Başka bir ifadeyle en az ihtimalle de olsa ümmet-i
Muhammed arasında ahlâk bakımından bir başkalaşma söz konusu olduğu zaman veya
küçük küçük de olsa, bizden evvelkilerin tesirine girmeme bakımından takınılacak tavırlar
önemlidir. Evet, bizim genel tavrımız, genel ahlâkımız, iman ve Kur’ân’a hizmet
felsefemiz, Muhammedî ruh ve Muhammedî mânâya endekslidir. Ancak bunun
değişmeden hep böyle kalacağına dair teminatımız yoktur.

Bunların toplumumuzdaki problemlerin çözümünde uygulamaya konulması


meselesine gelince, ben o tür problemler üzerine gitme ve onlara nasıl müdahale edilmesi
gerektiği hususunda takınılacak tavır ve kullanılacak dinamikler açısından, yeterince
üzerinde durduğum kanaatindeyim. Eğer söylenecek ve akla gelecek şeyler bunlardan
farklı ise, başta o hâdiselerin bir kere daha cereyan şekli, kendilerine has karakteristik
çizgileri ile ele alınması ve bize vereceği ne var ne yok, bunların incelenmesi gerekir.
(Prizma-4, Kur’an’da Hazreti Musa ve Kavmi)

Düşünce ve Şahsiyet Kayması

Hakkın olacak işler


Boştur gam u teşvirler (telâş)
Ol hikmetini işler

8
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler.

............

Deme şu, niçin şöyle


Yerincedir o, öyle
Bak sonuna sabreyle
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

............

Naçar kalacak yerde


Nâgah açar ol perde
Derman eder ol derde
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

İbrahim Hakkı kâinatta cereyan eden her hadiseye karşı bakış açısını bu ifadelerle
dile getirir. Aslında bu “Sizin kerih gördüğünüz nice şeyler vardır ki, onlar sizin
hakkınızda hayırlıdır. Yine sizin hayır zannettiğiniz nice şeyler vardır ki, onlar da şerdir.
Allah bilir, siz bilmezsiniz” ayetinin muhtevasını yansıtmaktadır. Evet, başa gelen nice
şeyler var ki, insan bazen onları kabullenmekte zorlanır. Halbuki musibet görünümlü ve dış
yüzü itibariyle fevkalâde nahoş olan bu şeyler, şayet bizim metafizik gerilimimizi
artıracaksa; artırıp kendimizi yeniden gözden geçirmemize sebep olacaksa, hatta günahlara
karşı yeni bir tavır ayarlaması yapmamızı sağlayacaksa, bütün bunlar bizim için mahz-ı
hayır demektir. Aksine bunlar, dünyada kaybetmemizin yanı sıra, ahiret kaybını da netice
verecekse, eyvah! İşte o, “hüsran içre hüsran”dır.

Allah Rasulü (s.a.s) musibet televvünlü işler öncesi ve sonrasında, hep Allah’a
teveccüh etmiştir. Mesela, gökte siyah bir bulut belirince Efendimiz’in -tabiri caizse- beti-
benzi atmış ve hemen secdeye kapanmış, kendini duaya salmıştır. Zira bu bulut, daha
önceki ümmetlerin helakına sebebiyet veren bulut gibi olabilir.. O’ndan bu dersi alan Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Bediüzzaman’a gelinceye kadar niceleri, yüzlerini Rabb-i Ecell-i
A’la karşısında hep yere koymuş ve “Bizim günahlarımız yüzünden ümmet-i Muhammed’i
helak etme Allahım” diyerek dua dua yalvarmışlardır. Rica ederim, bu büyük zatlar,
kendileri hakkında böyle düşünüyorlarsa, bizim nasıl düşünmemiz lazım? Oturup

9
durumumuzu bir daha gözden geçirmemiz icab edecek. Her ne ise, onu da sizin irfan dolu
düşünce dünyanıza havale ediyorum.

Yalnız burada çok önemli bir hususa işaretle yetineceğim. O büyük zatlar kendi
haklarında böyle düşünebilirler ama, biz onlar hakkında böyle düşünemez ve bunun
kat’iyen böyle olduğunu ifade edemeyiz. Onların kendilerini bu kabil sorgulamaları,
hadiselere mukarrabin perspektifinden bakmaları itibariyledir.

Evet, Üstad Hazretlerinin yaklaşımları içinde, bir topluluğun başına gelen olumsuz
şeyler, başta bulunan insanlar yüzündendir. Savaş sonrası galibiyet bütün orduya, ama
mağlubiyet komutanlara mâl edilmelidir.

Hasılı, düşüncede doğruyu bulma çok önemlidir. Bunu bulma yoluna isterseniz kalp
metodolojisi de diyebilirsiniz. Yani bir şeyin doğru veya yanlış olduğuna dair yapılacak
değerlendirmelerde ölçü ve kıstasların bulunduğu ve kalbin tatmin olup ya da olmamasını
netice veren kalp metodolojisi. İşte bu ölçülerin yerli yerine oturmasına paralel, zamanla o
kabil hadiseler karşısında, davranışlar da, takınılan tavırlar da düzgün olacak ve şimdilerde
hemen her gün etrafımızda görerek eksikliğini daha çok hissettiğimiz düşünce
kaymalarından da, bundan kaynaklanan şahsiyet kaymalarından da kurtulacağız inşâallah!
(FF-3, Bir Demet Sosyal Mesele)

Dünyada hemen her ahlâkî sistemin özünü, sağlam bir inanç, hazmedilmiş hürriyet
duygusu ve yaygınlaştırılmış bir mes’uliyet şuuru teşkil eder ki, bunların hemen hepsi de
metafizikle alâkalı konulardır. Küfür ve ilhadın hakim olduğu, insanların hürriyet
duygularının öldürüldüğü, gönüllerden sorumluluk hissinin sökülüp atıldığı bir toplumda
metafizikten bahsetmek mümkün değildir. Böyle bir ortamda ahlâktan söz etmek ise bütün
bütün imkânsızdır. Kendi metafizik düşünce sistemini kuramamış toplumlar, böyle bir
metafizik mülâhazaya göre kendi iç kimliklerini belirleyememiş fertler, zamanla ruhlarını,
inançlarını yitirecekleri gibi, uzun zaman kendi soy kütüklerini korumaları da mümkün
olmayacaktır.

Oysaki biz, millet olarak tarih boyu bizi besleyen o bereketlilerden bereketli kendi
hayat kaynaklarımızı kendi ellerimizle kuruttuk.. kuruttuk ve bütün bütün ithalâta
yöneldik. Öyle ki, dünyanın dört bir yanından getirip dayatmalarla herkese kabul ettirmeye
çalıştığımız o tuhaf milliyet telâkkisi, o acayip hayat felsefesi ve ruhumuzu yaralayan o

10
garip sanat anlayışıyla topyekün milletin hafızasını karıştırdık, birkaç bin seneden beri par
par yanan kendi meş’alelerimizi söndürerek yarasalar gibi âdeta karanlığa teslim olduk.

Şimdi bizim, şuna-buna değil, şu felsefe bu felsefeye de değil, bize kaybettiğimiz


kendi ruhumuzu kazandıracak; bizi belirsizliğin anaforlarından kurtarıp kendi ahlâk, kendi
anlayış ve kendi törelerimiz çerçevesinde yeni bir hakikat aşkına, ilim telakkisine ve
düşünce derinliğine ulaştıracak sihirli bir reçeteye ihtiyacımız var. Bu reçete, yüzlerce
senelik millî hayatımızdan süzülüp gelen kendi metafizik mülâhazalarımız, kendi ukbâ
buudlu hayat felsefemiz ve Allah-kâinat-insan gerçeğiyle alâkalı nübüvvet eksenli kendi
sesimiz, kendi soluklarımızdır. Öyle zannediyorum ki, yitirdiğimiz değerleri elde
edeceğimiz güne kadar da kendi üslûbumuzu bulabilmemiz, kendi konumumuzu
belirleyebilmemiz ve düşünce kaymalarından kurtulmamız mümkün olmayacaktır.
(IGU, Düşünce Kaymaları)

Bir iki asır var ki toplumumuz, kendi kendini inşa mülâhazasıyla, tarihte emsali
görülmemiş bir ihtilâl humması içinde çırpınıp durmakta. Bilhassa son ikiyüz seneden beri
aydınımız, toplumun genel dokusunu birkaç defa bozup, değiştirdi, değiştirip başkalaştırdı;
hattâ bazen, her on-on beş senede bir, öncekilere ait olanlarla beraber, kendi getirdiklerini
de alt-üst ederek sürekli bir “değişim” ve “dönüşüm” humması yaşadı; yaşadı ve çağlar
çağlar boyu, insanımızın kaderine hükmeden, hükmederken de her zaman muallâ yerini
koruyan dinî, millî ve tarihî değerlerimizi temelinden sarsarak her şeyi yerle bir etti.

11
Öyle ki, bu talihsiz dönemde mâbed muhtevasından uzaklaştı.. medrese bütün
bütün delik-deşik oldu.. bediî telâkkilerimizin sembolü saraylar villalara inkılâp etti..
eski saraylı şimdiki villalı, bütün bütün kendini taklit ve şablonculuk cereyanına
saldı.. ulemâ, dine hizmet edeceğine ölmüş düşünceleri hortlatarak, yeni i’tizalî, cebrî,
mürciî, müşebbihî fantezilere kapıldı.. siyasiler iktidar olma hırsıyla, ülkeye hizmeti,
olumlu politika üretmeyi ve kalkınma projeleri hazırlamayı bir kenara bırakarak
birbirini bitirip tüketme yolunu seçti.. “devletin parası deniz...” mülâhazası, bir kere
daha büyük çoğunluğu pençesine aldı ve kitleleri birer mesavî yığını haline getirdi..
“el elden çözüldü yar elden gitti” gel gör ki, gaflet bitmedi; tarihten gelen insanî
mülâhazalarımıza rağmen, demokrasiye rağmen, hattâ halka rağmen sürekli levsiyat
içinde dolaşıldı ve akla hayale gelmedik gariplikler irtikâp edildi. (IGU, Buhranlar
Ufku ve Beklentilerimiz)

KARGAŞADAN NİZAMA –1

Birkaç asırdan beri toplumumuz, ahlâk, fazîlet ve ilim düşüncesi adına tam bir
enkaz görünümü arzediyor. Evet o, eğitimde, sanatta, ahlâkta alternatif bir nizam ve
düşünce arayışı içinde. Daha doğrusu, bu koskocaman coğrafyada, sorumluluk duygusuna,
insânî değerlere, ilme, ahlâka, hakikî tefekküre, fazilete, san'ata önem vermeyen öksüz ruh
ve çelimsiz düşüncelere karşılık; varlığı bütün derinlikleriyle, insanı dünyevî-uhrevî
enginlikleriyle kucaklayacak, yorumlayacak, hattâ Allah'ın halifesi olma ünvanıyla eşyaya
müdahale edecek cins kafalara, çelik iradelere ihtiyaç var.

Dünyadaki son değişim ve dönüşüm hareketleri, çoklarının yüzündeki peçeyi


sıyırıp gerçek çehrelerini ortaya çıkardığı gibi, bizim gözümüzdeki perdeyi de aralar gibi
oldu.. oldu ve nazarımızda herkesin, herşeyin hakikî mahiyeti daha bir belirgin hale geldi.
Şimdilerde olup-bitenleri daha “net” görebiliyor ve hâdiselerden daha sağlam neticeler
çıkarabiliyoruz.. çıkarabiliyor ve artık anlıyoruz ki, iki yüz seneden beri bu ülkede, atılma,
terkedilme ve unutturulma talihsizliğine uğrayan, sadece kılık kıyafet, fikriyât ve hayat
felsefemiz değilmiş; millî kültürümüz, tarih şuurumuz, ahlâk sistemimiz, fazilet
telâkkimiz, sanat düşüncemiz ve mânâ köklerimiz de bunlar kadar hattâ daha büyük
erozyonlara maruz kalmış ve ruhî rabıtalarımız bütün bütün sarsılmış, fazilet
kaynaklarımız kurutulmuş, geçmişle aramızda aşılması güç uçurumlar meydana gelmiş.

Evet, bu mübarek dünyada öyle dönemler olmuştur ki, aydınlar susmuş; düşüncenin
ağzına fermuar vurulmuş; gücü-kuvveti temsil edenler, dalâlet ve soysuzluğa arka çıkmış

12
ve zavallı nesiller, şaşkınlık homurdanmaları içinde hep cenazeler gibi cansız, ümitsiz ve
kapkaranlık duygularla haşr u neşr olmuşlardır.

Her yanın duman duman ümitsizlikle kuşatıldığı bu kızıl dönemde, çok defa
çaresizlik içinde gözler yaşlarla nefes almış, gönüller hislerini kelâm-ı nefsîlerle haykırarak
bir kısım utanma bilmeyen yüzlere karşı içlerini çekmiş ve: "Bu ilhâda yelken açmış
şaşkınlardan, bu herkesi ve herşeyi alkışlayan densizlerden, bu kuvvete boyun eğmeye
alışmış vicdanzedelerden, bu kirlenmiş onur ve şereflerden başka ne beklenirdi ki?" demiş
inlemişlerdir; ama, sarsılan sarsılmış, yıkılan yıkılmış, giden gitmiş ve yerlerine de yeni
birşeyler konamamıştır.. evet hemen hepimizin, hattâ gününü gün etmekten başka bir şey
düşünmeyen realistlerin (!) dahi gönüllerinin derinliklerinde, bilhassa şimdilerde duyup
hissettikleri huzursuzluğun, tedirginliğin şehadetiyle yıkılanlar yıkılıp gitmiş, yerlerine de
herhangi bir şey ikâme edilememiş ve değerleri itibarıyla toplum âdetâ tepetaklak hale
getirilmiştir.

Şimdi rica ederim, hayatı yaşanmaz bir yük ve muamma haline getiren bu ahlâkî
sefaleti ve her gün içimizde daha bir girdaplaşan bunalımları ne ile aşacak?. Ferdî, ailevî,
içtimâî buhranlardan nasıl kurtulacak?. Ve nasıl güvenle geleceğe yürüyeceğiz? Dünyanın
şurasından-burasından ithal edilmiş üç beş fantezi düşünce ile mi?. Ya da herşeyi üzerine
bina etmeye çalıştığımız çağın akliyatçılığıyla mı?.. Hayır hayır! Ne o nesepsiz düşünceler
ne de bu karanlık mantık tek başına o Kafdağı'ndan ağır yükün altından kalkacak gibi
değil.

Yıllardan beri bu dünyada, ortaya konan her yenilik hamlesi, hep şeklî bir
değişiklikten ibaret kalmış; ne bir gâye-i hayâl takip edilebilmiş ne de söylenen hedeflerin
en küçüklerine ulaşılabilmiştir. Zirveleri tutanlar, âdetâ ellerinde fırça, millî ve içtimâî
bünyede meydana gelen yaralara boya çalmayı marifet, hatta inkılâp zannetmiş ve
toplumun can damarı sayılan en hayatî organlarındaki iç kanamaları ve bu iç kanamaların
meydana getirdiği komplikasyonları bir türlü görememişlerdir. Yakın tarihimiz itibarıyla,
gücünü îman, ümit ve azminden alan istiklâl mücadelesi kahramanlarının husûsî
mazhariyet ve temsilleri istisna edilecek olursa, bu hep böyle cereyan edegelmiştir. Kaldı
ki, o mübarek hamleyi dahi, çıkış noktası itibarıyla kendinde var olan güç ve safvetiyle
devam ettirdiğimizi söylememiz mümkün değildir. Evet, bugün artık, o ölçüde bir birlikten
bahsetmek ve öyle bir kıyam ve dirilişi düşünmek imkânsız olmasa da çok güç olsa gerek..
(RHD)

13
Özet:
• Biz, değişimi, “tekâmül” ve “olgunlaşma” şeklinde anlarız. Başka
kültürlerin tesiri altına girme manasına gelen değişimi ise, fantezi sayar ve kendi
değerlerimize karşı saygısızlık kabul ederiz.
• Unutulmamalıdır ki, bir çeşit başkalaşan her çeşit başkalaşabilir.
• Başkalaşmak, Allah’ın üzerimize olan nimetlerinin kesilmesine ve azabın
gelmesine sebep olur.
• İman sarayını yeniden inşa etmek ve onu duymak (Bu konuda, Ümit
Burcu’ndaki “İman Sarayının Fikir Mimarı Sen Olmalısın...” yazısına bakılabilir.)
• Dilimizden dinî ve millî telakkilerimize kadar bize ait her şey her zaman
çok güzeldir. Buna inanmamız lazım.
• Bize ait olmayan kültürlere ait şeyleri kullanmak, “zarurete binaen” ve
“muvakkaten” söz konusudur ve bunlar birer âriyedir.
• Başka kültürlere ait bir unsuru mecburen kullandığımızda “bu da iyi
oldu” diye düşünmek, teşebbüh kategorisine girer.
• Başkalaşmaya karşı korunma yolları:
1- Başkalaşmanın en küçüğüne karşı ciddi tavır almak
2- İyi bir arkadaşlık halkasına (cemaate) sahip olmak
3- İstişareyle / müzakereyle beslenerek hareket etmek
4- Nasihat edecek bir arkadaşla/arkadaşlarla beraber bulunmak
5- Öz değerlerimize sadakatten ayrılmamak

14
TEVBE
Tevbenin Tanımı
Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine
getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile
tanıyacağımız tevbe; hakikat ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve
davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhâlefetten kurtulup,
O’nun emirleri ve yasakları zâviyesinden, yeniden O’nunla muvâfakat ve
mutâbakata ulaşma gayretidir. Tevbe, sırf bir şeyin vicdanda kerih görülmesinden
dolayı, o şeye karşı tiksinti duyulması, terk edilmesi değildir. O, Allah’ın sevmediği,
istemediği şeylerden -aklın zâhirî nazarında güzel görünse, yararlı olsa da- uzaklaşıp
Hakk’a rücû etmektir. (Kalbin Zümrüt Tepeleri-1)
Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarımdır. Yani, saptırıcı düşünce
ve davranışlarla bozulan kalbî muvazeneyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin,
Hak’tan Hakk’a kaçması; daha doğrusu, O’nun gazabından lütfuna, hesabından rahmet ve
inayetine sığınmasıdır tevbe.
Tevbeyi, günah duygusuyla benliğin bir hesaplaşması şeklinde tarif etmek
de mümkündür. Yani nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idaresine karşı, benlik ve
iradenin, yüce dağlar gibi günahın karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.
Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe,
şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhtaki ahenksizliği, dezarmoniyi düzenleme
gayreti demektir.(ÇN, Tevbe)

Tevbenin Şartları
Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan sonra yeniden safvet-i asliyesine dönüp
özüyle bütünleşmesi veya sık sık kendini yenilemesi mânâsında tevbe, hemen her
mertebesiyle:
1- Gönülden nedâmet etmek, (Aslında, tevbenin özü pişmanlıktır; tevbe etmek, içten nedâmet
duyma, hata ve günahlardan dolayı gerçekten pişman olma demektir. (ÜB, Arşı Titreten Çığlıklar)

Günah, ruhta bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir
ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışa
geldiği gibi ağzıyla tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız bir kaç söz
söylemekten ibaret kalır. (FF-2, Müteferrik)

2- Eski hataları ürperti ile hatırlamak,


3- Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak, (Kul hakkı varsa onu gidermek, gıybet,
haset ve su-i zan edilmişse, onlardan dolayı hakkı geçen insanlara meseleyi anlatıp haklarını helal ettirmek
tevbenin mühim bir yanını teşkil eder. (ÜB, Arşı Titreten Çığlıklar)

2
4- Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine
getirmek,
5- Hata ve inhiraflarla ruhta meydana gelen boşlukları ibadet ü tâat ve gece
yamaçlarında seyahatle doldurmak,
6- Ve haslar, haslar üstü haslar itibarıyla, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat
için âh ü enîn edip ağlamak; duygu ve düşüncelerine kasdî olarak mâsivâ bulaşmış
olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek.. gibi hususları ihtiva eder.
Hatanın seviyesi ne olursa olsun, tevbe ederken, yeni günah tasavvurlarına karşı
pişmanlık ve tiksinti ile inlemeyen, her şeye rağmen bir kere daha istikamet çizgisinin
altına düşebileceği endişesiyle ürpermeyen, Hak’tan uzak kalmanın sonucu olarak, içine
düştüğü yanlışlık ve inhiraflardan kurtulmak için Hakk’a kulluğa, kullukta samimiyete
sığınmayan, tevbe adına yalan söylemiş sayılır... (KZT-1)
***
Evet, tevbe, böyle erkekçe bir dönüşün adıdır. Aksine her söz yalan, her davranış da
bir aldatmacadır. Çünkü günahla fevt edilen şeyler giderilmedikten ve zamanın “günah
kare”sindeki boşluk doldurulmadıktan; hislerde ürperti, ruhta ızdırap, gözlerde yaş
belirmedikten sonra, işlenilen kötülüklere karşı nedamet duyulduğunu iddia etmek
tutarsız ve kabulden uzaktır. (ÇN, Tevbe)

Allah’ın Rahmeti Çok Engindir


Her şeyden önce, Allah’ın rahmeti çok geniştir; O, “Rahmetim her şeyi
kuşatmıştır” (A’raf Suresi, 7/156) buyurmakta ve bir kudsî hadiste ilâhî rahmetin her zaman
gazabın önünde bulunduğunu ifade etmektedir. Diğer yandan Allah Teala, şirkten başka
her şeyi mağfiret edeceğine söz vermiştir (Nisa Suresi, 4/84). (Bilmeyerek küfre ve şirke düşme
affolabilir. Ama bir insan bilerek düşünerek -neûzu billâh- küfre ve şirke girerse afv bahis mevzuu değildir.
Tabii dönüp yeniden İslâm’a sığınması müstesna... Bir de tevbe etmeyince afv olmayan günahlar vardır ki,
bunlar içinde de en başta yine Allah’a şirk koşma gelir. Ondan sonra anaya babaya isyan, hakaret... Allah’a
şirk koşmada, Allah hakkını, anaya, babaya isyanda da kul hakkını ihlâl vardır. (FF-2, Müteferrik)

Ötede, şeytanların bile ümit ve beklentiye kapılacağı böyle engin bir rahmete karşı
lâkayt kalmak, hatta o rahmetin mevcudiyetini inkâr mânâsına gelecek şekilde ümit
hissini yitirip ye’se kapılmak büyük bir günahtır.
Cenab-ı Hak bir kudsî hadiste, “Ey âdemoğlu, Bana dua eder ve Benden affını
istersen, günahın ne kadar çok olursa olsun onu affederim. Ey insan, günahların ufukları
tutacak kadar çoğalsa ama sen yine istiğfar etsen, onun çokluğuna bakmadan günahlarını
bağışlarım. Ey âdemoğlu, dünya dolusu hatayla da olsa bana ortak koşmadan huzuruma
gelirsen, Ben de dünyayı dolduracak kadar mağfiretle sana muamele ederim.”
buyurmuştur. (ÜB, Arşı Titreten Çığlıklar)

3
Yese Kapılmayarak Tevbeye Koşmalıyız
İnsan, hayatının son dakikasında bile olsa, o tek dakikayı değerlendirip Allah’a
dönebilir, O’na yönelip kurtulabilir. Dolayısıyla, endişeleri deşeleyecek hadiseler ve
günahlar karşısında ye’se düşmek ve karamsarlığa kapılmak değil, recâ duygusuyla
tevbeye ve salih amellere yapışmaktır esas olan. Bir Müslüman, Allah’ın engin rahmeti
varken asla ye’se düşmez; Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine teveccüh ederek, yitirdiği şeyleri
bulmaya ve kaçırdıklarını telafi etmeye bakar. Evet, sizi korku ve endişeye atan sâikler
nelerse onları düşünüp çareler aramanız lazım. Neden korkuyorsunuz veya sizi ye’se
doğru iten şeyler nelerdir? “Ben mahvoldum, battım, işim bitti benim; beni kaldırıp partal
bir eşya gibi Cehennemin bir gayyasına savururlar artık!” diye düşünürken, neye binaen
bu türlü mülahazalara dalıyorsunuz? İşte, evvela Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini,
merhametinin enginliğini ve O’nun hakkındaki recânızı gözlerinize sağlam bir gözlük gibi
geçirmeli; sonra da sizi endişelendiren şeyler nelerse onları tesbit etmeli ve onların
çaresini aramalısınız. Gözlerinize hakim olamamak mı korkutuyor sizi? O zaman
gözlerinizi haram nazarlardan korumaya bakmalısınız. İki çeneniz arasından dökülen
şeyler mi karartıyor ahiretinizi? Öyleyse, dudaklarınızı sadece hayır için açmalısınız. Hevâ
ve hevesinize düşkünlüğünüz mü matlaştırıyor akıbetinizi? O halde keyif ve lezzeti helal
dairesinde aramalı ve yapıp ettiğiniz her şeye helal vizesi sormalısınız. Yani, korku ve
endişeler, sizi sizinle yüzleşmeye sevk etmeli. Kendi hayatınızın muhasebesini
yapmalısınız. (ÜB)

Hata Yapma İnsanın Fıtratında Vardır


“Herkes hata işler. Hata işleyenlerin en hayırlıları da tevbe edenlerdir.”

Bu hadîs-i şerife dikkat edilecek olursa, hata işlemenin insanın cibilliyetinde var
olduğu görülür. Yani insanın tabiatında her zaman onu günaha çekecek bir kısım duygu
ve hisler vardır. Aslında bunlar, iyiliklere de esas teşkil etsin diye insanın benliğine
yerleştirilmiş nüveler mahiyetinde isti’datlardır. Aktif bir Kur’ân ahlâkıyla bunların
hepsinin yüzü hayra ve istikamete çevrilebilir.
İnsanın, günahtan bütün bütün hâlî kalması mümkün değildir. Zaten o, temelde
melekler gibi günahtan masun tutulmamıştır. Bu açıdan o her zaman hata işlemekle yüz
yüzedir. İnsan için asıl önemli olan, sürçüp düştükten sonra tekrar ayağa kalkmak ve
eskisinden daha bir temkinle yoluna devam edebilmektir. İşte, onu meleklerden daha
yüksek seviyeye ulaştıracak şey de budur. (FF-2)

Günahlar Tevbe İle Temizlenmezse Küfre Kapı Aralar


Bizleri, günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hâsıl olan vesveseler, şüpheler –
neûzü billâh– mahall-i îmân olan bâtın-ı kalbe ilişip îmânı zedeler ve îmânın tercümanı

4
olan lisânın zevk-i rûhânîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar.1
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra tâ nur-u îmânı çıkarıncaya
kadar katılaştırıyor.2 Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile
çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. (İkinci
Lem’a)

Günahına Tevbe Eden Onu İşlememiş Gibidir

z
; C
ِ %ُ b
َ ‫نا‬
9 ‫ }ِإ‬:‚
َ ƒَ G9 „ُ ،ُ.Eُ Jْ ‫ َذ‬Bُ '9 }
ُ %َ ْG1َ ‫~ًا‬Eْ Z
َ bُ ‫ا‬z 9 •
َ ‫ذَا َأ‬€ِ Kَ ،ُ.1َ َzْJَ‫ْ •َ ذ‬7Rَ ‫ِ َآ‬zْJ89 1‫ ا‬7َ 6ِ z ُ {ِ $9X1َ‫ا‬
.•ُ 6َ ‫~َا‬59 1‫ ا‬:‫ َل‬$َ] ‫•ِ؟‬Aَ ْ4X9 1‫ ُ• ا‬6َ ‚
َZَ $َ6‫ َو‬bِ ‫ َل ا‬4ُF‫ َر‬$َ% :Šَ (ِ] ،{7 َ %ِ':ِّ ˆ
َ Xَ Rُ 1ْ ‫ ا‬z
; C
ِ %ُ ‫ َو‬7َ (ِA‫ا‬94X9 1‫ا‬
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Günahtan tam dönen, o günahı hiç
işlememiş gibidir; Allah bir kulu sevdiği zaman artık ona günahı zarar vermez.’ dedi ve
şu meâldeki âyeti okudu: ‘Şüphesiz Allah, çokça tevbe edenleri ve tevbe edip tertemiz
olanları sever.’ (Bakara Suresi, 2/222) Tevbenin alâmeti nedir diye sorulunca da buyurdular
ki: ‘Gönülden pişmanlıktır’” (el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye s.168)

Tevbe-i Nasuh Ne Demektir?


Tevbe-i Nasûh, “hüsn-ü niyet, hulûs-u kalb ve hayır mülâhazasıyla, ferdin kendi
adına ve tabiî seviyesine göre, hâlis, ciddî, yürekten tevbede bulunması, dolayısıyla da
başkalarına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü misâl teşkil etmesi” mânâlarına gelir ki,
Kur’ân-ı Ke-rîm’de, gerçek tevbeden söz edilirken: ً•Aَ ْ4ƒَ ِb‫ ا‬Uَ1ِ‫ا إ‬4ُA4ُƒ ‫ا‬4ُ56َ Ž َ7%ِ819‫ ا‬$َ:%; َ‫ أ‬$َ%
$ً•4ُ•Jَ “Ey iman edenler, Allah’a tevbe-i nasûhla teveccüh edin.” (Tahrim Suresi, 66/8)
buyrularak böyle bir tevbeye işâret edilmektedir. (AGT-4)

Tevbede Sınır Yoktur


Evet insan ne kadar günah işlerse işlesin ve tevbesi hangi sayıya varırsa varsın
mutlaka yine tevbe etmelidir. Bu ifadeler kesinlikle işlenen günahı hafife alma ma’nâsına
gelmez; belki tevbenin lüzumunu ve önemini işâretler.
Peygamber Efendimiz (s.a.s), “Sizden biriniz islâmını (Allah’a karşı kulluğunu)
samimiyetle, iyi yaptığı zamanda işlediği her bir iyilik, kendisi için on katı ile.. tâ yedi
yüz katına kadar (fazlasıyla) yazılır. İşlediği her bir kötülük ise kendisine misliyle
yazılır.” buyurur; bir Sahabi, Efendimiz’e gelir ve şöyle bir soru sorar: “Herhangi
birimiz günah işlediğinde ne olur?” Allah Resûlü: “İşlediği günah, günah defterine
yazılır.” buyururlar. Sahabi: “O günahtan istiğfar edip tevbe ederse, ne olur?” der. Allah

1Bkz.: “Kim Benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı dinlemez ve Beni anmaktan gaflet ederse, ona dar bir

geçim vardır ve Biz onu kıyâmet günü kör olarak diriltir, duruşmaya getiririz.” (Tâhâ Sûresi, 20/124) “Kim
Rahmânın hikmetlerle dolu ders olarak gönderdiği Kur’ân’ı göz ardı ederse, Biz de ona bir şeytan sardırırız;
artık o, ona arkadaş olur.” (Zuhruf Sûresi, 43/36)
2Bu anlamda şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: “Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana

gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini uzaklaştırır, af taleb eder ve tevbede bulunursa kalbi cilâlanarak (leke
silinir). Bilâkis, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalbdeki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir, kalbi
tamamen kaplar. İşte bu durum Cenâb-ı Hakk’ın: “Bilâkis, onların irtikâb edegeldikleri, kalblerini
paslandırmıştır.” (Mutaffifîn Sûresi, 83/14) âyetinde zikrettiği pastır.” (Bkz.: Tirmizî, Tefsîru sûre (83) 1)
5
Resûlü: “Bağışlanır ve tevbesi kabul edilir.” Sahabi: “Sonra tekrar günah işlerse ne
olur?” Allah Resûlü: “Tekrar yazılır.” Sahabi: “Peki tekrar tevbeye dönerse?” Allah
Resûlü: “Tekrar bağışlanır.” Sahabi: “Tekrar dönerse?” Allah Resûlü sonunda şöyle der:
“Allah onu tekrar bağışlar ve tevbesini kabul eder. Siz (istiğfardan) usanmadıkça Allah
da (mağfiretten) usanmaz.” hadisleri bize bu mevzuda değişik ufuklar açmaktadır. (FF-2)

Tevbe ve İstiğfar Meyelân-ı Şerri Keser


Ey insan! Senin elinde gâyet zayıf, fakat seyyiâtta ve tahribatta eli gâyet uzun ve
hasenatta eli gâyet kısa, cüz-ü ihtiyârî namında bir irâden var. O irâdenin bir eline duayı
ver ki, silsile-i hasenatın bir meyvesi olan cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i
ebediyeye eli uzansın. Diğer eline istiğfarı ver ki, onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i
mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u cehenneme yetişmesin. Demek; dua ve tevekkül,
meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi; istiğfar ve tevbe dahi, meyelân-ı şerri
keser, tecavüzatını kırar. (26. Söz)

Tevbe İmanı İnkişaf Ettirir


Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi’ ve her derde deva ve hakikî lezzetli kudsî bir
tiryak isterseniz, îmânınızı inkişâf ettiriniz. Yani tevbe ve istiğfar ile ve namaz ve
ubûdiyetle, o tiryak-ı kudsî olan îmânı ve îmândan gelen ilâcı istimâl ediniz.
Îmân ilâcı ise, ferâizi mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet
ve sefâhet ve hevesat-ı nefsaniye ve lehviyat-ı gayr-i meşrûa, o tiryakın tesirini men eder.
Hastalık mâdem gafleti kaldırıyor, iştihayı kesiyor, gayr-i meşrû keyiflere gitmeye mâni
oluyor; ondan istifâde ediniz. Hakikî îmânın kudsî ilâçlarından ve nurlarından tevbe ve
istiğfar ile, duâ ve niyaz ile istimâl ediniz. (25. Lem’a)

Kulun Tevbe Etmesinden Cenab-ı Hak Memnun Olur


Tevbe şaşmışlıktan, yoldan çıkmışlıktan sonra, tekrar dönüp-gelip sahibini
bulmadır. Onun içindir ki; Efendimiz Buhari ve Müslim’deki bir hadislerinde bu dönüşü
şu şekilde anlatmaktadır: “Allah kulunun tevbesinden sonsuz derecede memnun ve
mesrûr olur. Şöyle ki, bir insan çölde yolculuk yapıyor. Bütün azığı, eşyası ve suyu
üzerinde olan devesi onu bırakıp kaçıyor. Adam sağa-sola koşuşup devesini arıyor;
fakat sonunda yorgun ve ümitsiz bir halde bir ağacın altında uyuya kalıyor. Gözlerini
açtığında bir de ne görsün; devesi, üzerindeki eşyasıyla beraber başucunda
durmaktadır. Adam sevincinden öyle hale geliyor ki, Cenab-ı Hakk’a şükrederken
yanlışlıkla, “Ben Senin rabbin, Sen de benim kulumsun” diyor. İşte tevbe eden kulu
karşısında Cenab-ı Hakk’ın ferahı bu adamınkinden daha fazladır.”
Elbette ki Hadiste geçen “ferah” tabirini, bizim anladığımız manâda ve bizim
ölçülerimiz içinde Cenab-ı Hakk’a izafe ve isnad edemeyiz. O’nun ferahı istiğna-ı
mutlakına uygun bir ferah-ı mukaddestir ki, biz onun keyfiyetini idrakten aciziz. Bununla
beraber, kulun tevbesi, Cenab-ı Hakk’ı işte bu şekilde memnun etmektedir. Ve bizim için
mühim olan da bu manâyı anlamaktır.

6
Kişinin Kusurunu Bilmesi Gizli Bir Tevbedir
Sû-i huluk ve fena haslet eseri gösterilmezse.. ve gıybet gibi şeylerle ve
muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa zarar vermez. Madem ihtiyâr senin
elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir
istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun
şerrinden seni kurtarır. (22. Mektup)

Tevbede Acele Etmek


İnsan hayatında ömrü en az, en kısa olması gereken bir şey varsa, o da hata ve
günahlar olmalıdır. Şu da kat’iyen unutulmamalıdır ki, insan işlediği bir hatayı hemen
tevbe ile izale etmezse, bu ikinci bir hata ve günaha davetiye çıkarmak gibi olur ki, bu
durum, zamanla insanın kalbî ve rûhî hayatını mahvedebilir.
Günah, insanı ele veren bir kuyruk gibidir. Zaten Arapça’da hem günah hem de
kuyruk “ZNB” harfleriyle ifade edilir. İşte insan bu kuyruğu koparıp atmalı ve tevbe ile
kuyruklu varlıklardan ayrı olduğunu haykırmalıdır... (FF-2)

Namaz Fiili Bir Tevbedir


Namaz, insanda gerçek mânâda bir tevbe şuuru meydana getirir. Her ne kadar
insan, günde beş defa kavlî olarak tevbe etmese bile, onun kılmış olduğu namazlar, fiilî bir
tevbe yerine geçmektedir. Kaldı ki, namazda okunan evrad u ezkarda, tevbe-istiğfar
mânâsı taşıyan birçok dua ve ayetler vardır. (Prizma-3)

Tevbeden Sonra İstikameti Korumak Gerekir


Tevbe bir fazilet yemini, onda sebat ise bir yiğitlik ve irâde işidir. Usûlünce tevbe
edip sebat edenin şehitler mertebesinde olduğunu Hz. Seyyidü’l-evvâbîn söylüyor. (Ed-
Deylemi, el-Müsned, 2/76) Tabiî sürekli tevbe ettiği halde, bir türlü günah ve inhiraflardan
kurtulamayanın tevbe ve istiğfârının, tevvâbların, evvâbların yöneldikleri kapıyla alay
olduğunu da...(ed-Deylemî, el-Müsned 2/77.) (KZT-1)

Özet
1- Hata ve günahların büyüklüğüne bakmadan Allah’ın engin rahmetine sığınılmalıdır.

2- Asla ümitsizliğe düşmemeli ve tevbe etmenin önemine inanmalıyız.

3- Günaha hayat hakkı tanımadan onu hemen tevbe ve istiğfarla temizlemeliyiz.

4- Tevbede asıl olan, gönülden duyulan pişmanlık ve nedamettir.

5- Tevbeden sonra istikameti koruma adına gayret göstermeliyiz.

Kavramlar: İstiğfar, pişmanlık, nedamet, Rahmet-i İlahi, ye’se düşmeme, meyelân-ı hayır, meyelân-ı
şer, istikamet, kuyruk, tevbe-i nasuh, iç onarım, erkekçe dönüş.

7
TEVHİDDE KOLAYLIK
-ِ /ّ0ِ 2ُ ْ46
َ ْ0‫ َا‬8ً/:َ ;َ ‫ن‬
ِ 8َ=>ِ ?َ ْ@=َ ْA‫ َه‬A
ٍD
ُ َE0ِ 8ً4/َF
َ 8ً/D
ُ َ‫ ِآ@ُ>نَ وَر‬8َJ?َ ;ُ ‫ ُء‬8َ‫َآ‬EL
ُ -ِ MN 8ً/D
ُ ‫ َر‬8ً/:َ ;َ -ُ /ّ0‫ب ا‬
َ Eَ P
َ
‫ن‬
َ >ُ4/َQْ =َ 8َ0 ْR‫ ُه‬Eُ :َ ‫ْ َا ْآ‬ASَ
İşte şimdi Allah bir temsil daha getiriyor: İki adam var, bunlardan birincisi,
birbirine rakip, birbiriyle hep çekişen ortakların emrinde, diğeri ise sadece bir kişinin
emrinde çalışıyor. Bu ikisinin durumu hiç bir olur mu? Olmaz elhamdülillah! Fakat
çokları bu gerçeği bilmezler. (Zümer Suresi, 39/29)

‫ن‬
َ >ُTU
ِ =َ 8V4W
َ ‫ش‬
ِ ْEQَ 0ْ ‫ب ا‬
ِّ ‫ َر‬Y
ِ ‫نا‬
َ 8َ6Zْ @
ُ Nَ 8َ[2َ @
َ Tَ 0َ Y
ُ ‫\ا‬
V ‫ َ` ٌ_ ِإ‬0ِa 8َ4`ِ MِN ‫ن‬
َ 8َ‫>ْ آ‬0َ
Hâlbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizamı
bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından,
onların Allah’a reva gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir! (Enbiya Suresi, 21/22)

Her Şeyi Bir Şeye Vermek


Bütün eşyayı bir tek şeye vermek, bir tek şeyi bütün eşyaya taksim etmekten daha
kolaydır. Bir zerrenin yaratılması için bütün bir kâinat gereklidir. Bütün kâinatı
yaratamayan, bir tek zerreyi yaratamaz. Zirâ eşya arasında böyle bir telâzum -birbirini
gerektirme, birbiriyle sıkı alâka içinde bulunma- vardır.
İdare açısından bir orduyu bir kumandanın emrine vermek, gayet kolaydır. Buna
karşılık, bir tek neferi ordunun neferleri adedince kumandanların emrine vermek ise, iş ve
idareyi zorlaştırmak demektir.
Bütün kâinatı Cenâb-ı Hakk'a isnad etmekle, bir zerrenin yaratılmasını O’na nisbet
etmek arasında fark yoktur. Meselenin aksinde de netice aynı olacaktır. Yani bir zerreyi
kim yaratmışsa, bütün kâinatı da o yaratmıştır. Daha açık bir ifadeyle, yaratılışın
zerresiyle küresi, mikrobuyla gergedanı, damlasıyla deryası, parçasıyla bütünü arasında
fark yoktur. Küreyi yaratamayan zerreye, gergedanı yaratamayan mikroba, deryayı
yaratamayan damlaya, bütünü yaratamayan da parçaya sahip olamaz ve hükmedemez...
(İnancın Gölgesinde–1)
Onuncu Lem’a: Şimdi dinle! Enva' ve külliyat üstüne vaz'edilen vahdaniyet
sikkelerinden bir taneyi zikredeceğiz. Şöyle ki:
Tek bir semere ile semeredar şecerenin yaradılışlarındaki suûbet ve sühûlet
birdir. Çünki ikisi de bir merkeze bakar, bir kanuna bağlıdır, terbiye ve keyfiyetleri birdir.
Mâlûmdur ki, merkezin ittihadı, kanunun vahdeti, terbiyenin vahdaniyeti sayesinde
külfet, meşakkat, masraf azalır ve öyle bir kolaylık hasıl olur ki, pek çok semereleri olan
bir ağaç yed-i vâhide, tek bir semerenin yapılışı da eyâdi-i kesireye tevdi edildiği zaman,
her iki tarafın yapılışları sühûletçe bir olur. Ve aralarında yaradılışça fark yoktur. Çok
adamlar tarafından yapılan bir semerenin terbiyesi için lâzım olan cihazat ve âlât ü edevat

8
ve saire, bir adam tarafından yapılan semeredar şecerenin terbiye ve yapılması için de
aynen o kadar malzeme lâzımdır. Yalnız keyfiyetçe fark olabilir. Meselâ:
Bir ordu askere yapılan elbise tedariki için ne kadar âlât, edevat ve makine
lâzımdır; bir neferin elbisesi için de o kadar âlât ü edevat lâzımdır. Ve keza bir kitabın bin
nüshasıyla bir nüshasının ücreti matbaaca birdir. Bazan da tek bir nüshanın tab'ı daha
fazla bir ücrete tâbi tutulur. Buna kıyasen, bir matbaayı bırakıp çok matbaalara
başvurulursa, birkaç kat fazla ücretlerin verilmesi lâzım gelir. Evet kesret vahdete isnad
edilmediği takdirde, vahdeti kesrete isnad etmek mecburiyeti hasıl olur. Demek, dağınık
bir nev'in icadındaki sühûlet-i hârika, vahdet ve tevhid sırrına bağlıdır. (Mesnevî-i
Nuriye)

Vahdaniyetin ikinci muktazîsi: Bütün eşya bir tek zâta verilse, bu kâinatın
icadı ve tedbiri, bir ağaç kadar kolay ve bir ağacın halkı ve inşası, bir meyve kadar
sühûletli ve bir baharın ibdaı ve idaresi, bir çiçek kadar âsân ve hadsiz efradı bulunan bir
nev'in terbiyesi ve tedbiri, bir ferd kadar müşkilatsız olur.
Eğer, şirk yolunda esbab ve tabiata verilse; bir ferdin icadı, bir nevi, belki neviler
kadar ve bir çekirdeğin icadı, bir ağaç, belki yüz ağaç kadar ve bir ağacın icad ve inşa ve
ihya ve idare ve terbiye ve tedbiri kâinat kadar, belki daha ziyade müşkil olur.
Madem Siracünnur'da* hakikat-ı hal böyle isbat edilmiş ve madem bilmüşahede
gözümüz önünde görüyoruz ki, gayet derecede san'atlı ve kıymetdarlık ile beraber nihayet
derecede bir mebzuliyet var. Ve her bir zîhayat fevkalâde mu'cizane ve hârika ve çok
cihazatları bulunan birer makine-i acibe olmakla beraber, sehavet-i mutlaka içinde kibrit
çakar gibi bir sür'at-i hârika ile gayet derecede kolaylık ve sühûlet ve külfetsiz bir
surette vücuda geliyorlar. Elbette bizzarure ve bilbedahe gösterir ki, o mebzuliyet ve o
sühûlet, vahdetten ve bir tek zâtın işleri olmasından ileri geliyor. Yoksa değil ucuzluk ve
çokluk ve çabukluk ve kolaylık ve kıymetdarlık, belki şimdi beş para ile alınan bir meyve,
beş yüz lira ile alınmayacaktı; belki bulunmayacak derecede nâdir olacaktı. Ve şimdi saati
kurmak ve elektriğin düğmelerine dokunmakla işleyen muntazam makineler gibi
vücudları, icadları kolay ve âsân olan zîhayat şeyler; imtina' derecesinde suubetli,
müşkilatlı olacak ve bir günde ve bir saatte ve bir dakikada bütün cihazat ve şerait-i
hayatıyla vücuda gelen bir kısım hayvanlar bir senede, belki bir asırda, belki hiç
gelmeyecek idi.
Siracünnur'un yüz yerinde en muannid bir münkiri dahi susturacak bir kat'iyetle
isbat edilmiş ki: Bütün eşya birtek Zât-ı Vâhid-i Ehad'e verilse, bir tek şey gibi kolay ve
çabuk ve ucuz olur. Eğer esbaba ve tabiata dahi hisse verilse, bir tek şeyin icadı bütün eşya
kadar çetin ve geç ve ehemmiyetsiz ve pahalı olacak.

Ferd İsm-İ Şerifinin Tecellisiyle Tevhidde Kolaylık


Zat-ı Ferd ve Ehad'in kudretine nisbeten en büyük şey'in îcadı, en
küçük birşey gibi kolaydır. Bir baharı, bir çiçek gibi sühûletle halkeder. Binler
haşrin nümunelerini her baharda gözümüz önünde kolaylıkla îcad eder. Büyük bir ağacı,
9
küçük bir meyve gibi rahatça idare eder. Eğer müteaddid esbaba havale edilse, her bir
meyve, bir ağaç kadar masraflı ve müşkilatlı.. ve bir çiçek, bir bahar kadar zahmetli ve
suubetli olur. Evet nasılki bir ordunun teçhizat-ı askeriyesi bir kumandanın emriyle bir
fabrikada yapılsa; o ordunun teçhizatı, âdeta bir tek neferin teçhizatı gibi kolaylaşır.
Eğer her neferin cihazatı ayrı ayrı fabrikada yapılsa ve idare-i askeriyesi vahdetten kesrete
girse; o vakit her bir nefer, ordu kadar fabrikalar ister.
Aynen öyle de eğer her şey Zat-ı Ferd ve Ehad'e verilse; bütün bir nev'in hadsiz
efradı, bir tek ferd gibi kolay olur. Eğer esbaba verilse; her bir ferd, o nev' kadar
müşkilatlı olur. Evet vahdet de, ferdiyet de; herşeyin o Zat-ı Vâhid'e intisabıyla olur ve ona
istinad eder. Ve bu istinad ve intisab ise; o şey için hadsiz bir kuvvet, bir kudret hükmüne
geçebilir. O vakit, küçük bir şey, o intisab ve istinad kuvvetiyle, binler derece kuvvet-i
şahsiyesinin fevkinde işler görebilir, neticeler verebilir. Ve çok kuvvetli olan Ferd ve
Ehad'e istinad ve intisab etmeyen bir şey, kendi şahsî kuvvetine göre, küçük işler görebilir
ve neticesi ona göre küçülür. Meselâ: Nasıl ki başıbozuk, gâyet cesur, kuvvetli bir adam,
kendi cephanesini ve zahîresini beraberinde ve belinde taşımağa mecbur olduğundan,
ancak on adam düşmanına karşı muvakkat dayanabilir. Çünki şahsî kuvveti o kadar eser
gösterebilir. Fakat, askerlik tezkeresiyle bir kumandan-ı azama intisab ve istinad eden bir
adam; kendi menabi-i kuvvetini ve erzak deposunu kendisi çekmediği ve taşımağa mecbur
olmadığı için, o intisab ve istinad, onun için tükenmez bir kuvvet, bir hazine hükmüne
geçtiğinden; mağlub düşen düşman ordusunun bir müşirini, belki binler adamla beraber,
o intisab kuvvetiyle esir edebilir. Demek vahdette, ferdiyette; bir karınca bir Firavun'u, bir
sinek bir Nemrud'u, bir mikrop bir cebbarı o intisab kuvvetiyle mağlub edebildiği gibi;
nohût tanesi küçüklüğünde bir çekirdek dahi dağ gibi heybetli bir çam ağacını omuzunda
taşıyabilir. Evet nasılki bir kumandan-ı azam, bir neferin imdadına bir orduyu
gönderebilir haysiyetiyle ve o neferin arkasında bir orduyu tahşid edebildiği cihetiyle; o
nefer, bir ordu kendisinin arkasında manen bulunuyor gibi bir kuvvet-i maneviye ile pek
büyük işlere, kumandanı namına mazhar olur. Öyle de: Sultan-ı Ezelî, Ferd ve Ehad
olduğundan -hiçbir cihetle ihtiyaç yok, eğer faraza ihtiyaç olsa- herşeyin imdadına bütün
eşyayı gönderir ve her bir şeyin arkasına kâinat ordusunu tahşid eder ve her bir şey kâinat
kadar bir kuvvete dayanır ve her bir şeye karşı bütün eşya -faraza eğer ihtiyaç olsa- o
Kumandan-ı Ferd'in kuvveti hükmüne geçebilir. Eğer Ferdiyet olmazsa, her bir şey bütün
bu kuvveti kaybeder, hiç hükmüne sukut eder; neticeleri dahi hiçe iner.
İşte gözümüzle her vakit müşahede ettiğimiz bu çok harika eserlerin gâyet küçük
ehemmiyetsiz şeylerden tezahürü, bilbedahe Ferdiyet ve Ehadiyeti gösteriyor. Yoksa her
şeyin neticesi, meyvesi, eseri; o şeyin maddesi ve kuvveti gibi küçülerek hiçe inecekti. Ve
gözümüz önündeki gâyet kıymetdar şeylerin gâyet derecede ucuzluğu ve nihayet derecede
mebzuliyeti, hiç kalmayacaktı. Şimdi kırk para ile alacağımız bir kavunu, bir narı; kırk bin
lira ile de yiyemezdik. Evet dünyadaki bütün sühûlet, bütün ucuzluk, bütün mebzuliyet;
vahdetten gelir ve Ferdiyete şehadet eder.

10
Tevhide Kolaylığın Üç Misali
Üçüncü Nokta: Eğer bütün eşya, bir Zat-ı Ferd-i Vâhid'e verilse, bir tek şey gibi
kolay olmasına; eğer esbaba ve tabîata havale edilse, bir tek şeyin vücudu, umum eşya
kadar müşkilatlı olduğuna işaret eden, başka Risalelerde izah edilen bir iki temsili,
muhtasaran beyan edeceğiz.
Meselâ: Bir zabite, bin nefere ait vaziyet ve idare havale edilse ve bir nefer de on
zabitin idaresine verilse.. o bir neferin idaresi, bir taburun idaresinden on derece daha
müşkilatlı olur. Çünki ona emredenler, birbirine mani olurlar. Bir keşmekeş ile o nefer
hiçbir istirahat yüzünü görmeyecek. Hem bir taburdan matlub vaziyet ve netice, bir tek
zabite havale edilse; külfetsiz, kolayca o neticeyi istihsal eder ve o vaziyeti verebilir. Eğer
o vaziyeti almayı ve o neticeyi istihsal etmeyi, o taburdaki başsız, âmirsiz, çavuşsuz
neferata havale edilse, o matlub vaziyeti ve neticeyi almak için çok karışıklık içinde
münakaşalarla ancak nâkıs bir sureti, müşkilatla tahsil edebilir.
İkinci Temsil: Meselâ Ayasofya gibi kubbeli bir câmiin kubbesindeki taşlarını
durdurmak vaziyeti ve muallakta durdurması bir ustaya verilse, o vaziyeti onlara kolayca
verebilir. Eğer o vaziyete girmesi, taşlara havale edilse, her bir taş umum taşlara hem
hâkim-i mutlak, hem mahkûm-u mutlak olmak lâzım gelir. Tâ ki, birbirine başbaşa verip,
muallakta durabilsinler. O halde o ustanın kolayca gördüğü işini görmek için yüz usta
kadar, yüz derece işinden daha ziyade işler görülecek, sonra o vaziyetler alınacak.
Üçüncü Temsil: Meselâ Küre-i Arz, Zat-ı Ferd-i Vâhid'in bir memuru, bir neferi
olduğundan, yalnız o bir tek nefer, o tek zatın tek emrini dinlediği için, mevsimlerin
husulü ve gece ve gündüz vakitlerinin vücudu ve semavattaki ulvî ve haşmetli harekâtın
zuhuru ve sinemavari semavî levhaların tebdili gibi neticeleri istihsal için Arz gibi bir tek
nefer, bir tek zatın bir tek emrini almakla, o vazifenin neş'esinden gelen bir cazibe ile
meczub mevlevî gibi semaa kalkar, bütün o muhteşem neticelerin husulüne ve zuhuruna
vesile olur. Güya o tek nefer, kâinat yüzündeki muhteşem manevraya bir kumandanlık
eder. Eğer hâkimiyet-i ulûhiyeti ve saltanat-ı Rubûbiyeti umum kâinatı ihata eden ve
hüküm ve emri umum mevcudata geçen bir Zat-ı Ferd'e verilmezse; o halde o neticeleri, o
semavî manevrayı ve arzî mevsimleri tahsil etmek için Küre-i Arz'dan bin defa büyük
milyonlarla yıldızlar ve küreler, milyonlar sene uzun bir mesafeyi her yirmidört saatte, her
bir senede gezmekle o neticeler gösterilebilir. İşte Küre-i Arz gibi bir tek memur, meczub
bir mevlevî gibi mihveri ve medârı üstünde iki hareketle hasıl olan o haşmetli neticelerin
husulü ise, vahdette ne derece hadsiz sühûlet olduğuna bir misal olması gibi, aynı
neticeleri kazanmak için milyonlar defa o hareketten daha müşkil ve hadsiz uzun yollar ile
o neticeleri kazanmak ne derece müşkilatlı, belki muhal olduğuna; şirk ve küfrün yolunda
ne derece muhaller, bâtıl şeyler bulunduğuna misaldir.

Tabiatperestlerin Cehaleti
Esbaba tapanların ve tabîatperestlerin cehâletlerine bu misal ile bak. Meselâ: "Bir
zat harika bir fabrikanın veya acib bir saatin veya muhteşem bir sarayın veya mükemmel
11
bir kitabın gâyet muntazam bir surette eczalarını, çarklarını fevkalâde san'atıyla hazır
ettikten sonra, kendisi kolayca o eczaları terkib edip işletmeyerek, belki çok uzun
masraflarla o eczaları kendi kendine işlemek ve o usta yerine fabrikayı, sarayı, saati
yapmak, kitabı yazmak için her bir cüz'ü, her bir çarkı, hatta kâğıdı, kalemi birer harika
makine hükmüne getiriyor. Ve teşhirini çok istediği bütün hünerlerini, kemalâtını izhara
vesile olan o üstadlığını ve san'atını onlara havale ediyor" diye zannetmek, ne derece
akıldan uzak ve cehâlet olduğunu anlarsın! Aynen öyle de; esbaba ve tabîatlara îcad isnad
edenler, muzaaf bir cehâlete düşerler. Çünki tabîatların ve sebeblerin üstünde dahi gâyet
muntazam bir eser-i san'at var; onlar da sair mahlûkat gibi masnu'durlar. Onları öyle
yapan zat, onların neticelerini dahi yapar, beraber gösteriyor. Çekirdeği yapan, onun
üstünde ağacı o yapar; ve ağacı yapan, onun üstünde meyveleri dahi o îcad eder. Yoksa
ayrı ayrı tabîatların, sebeblerin vücuda gelmeleri için, yine muntazam başka tabîatları,
sebebleri isteyecekler. Ve hakeza gitgide nihayetsiz, mânâsız, imkânsız bir silsile-i
mevhumatı mevcud kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, cehâletlerin en antikasıdır.

Özet
1- Her şeyi bir tek kişiye vermek, bir şeyi pek çok kişiye vermekten daha kolaydır. Askerlikteki
nizam ve pratik hayattaki pek çok örnek, bu hususa delildir.

2- Bir madde, pek çok unsurlardan teşekkül etmiştir. Dolayısıyla, o maddeyi yapan Zat, o maddenin
teşekkülündeki bütün unsurları bilmesi gerekir.

3- İcad iki türlüdür. Ya, yoktan var edilir ya da var olan maddeleri bir araya getirmek suretiyle icad
edilir. İkisinde de tevhid elzemdir.

* Siracünnur: Hazreti Ali Efendimiz’in, Celcelutiyesinde Risaleler için kullandığı bir isimdir.

12
NAMAZ

Beş Vakit Namazın Farz Olması


“Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” (Nisa Suresi, 4/103)
“O halde onların söylediklerine sabret! Güneşin doğmasından ve batmasından önce
Rabbinin yüceliğini ilan et, O’na hamdet! Gecenin bazı vakitlerinde, gündüzün bazı
taraflarında da O’na ibadet et ki memnun ve mutlu olasın.” (Tâhâ Suresi, 20/130)
“Gündüzün güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar belli vakitlerde
namaz kıl ve özellikle sabah namazını! Zira sabah namazı şahitlidir.” (İsra Suresi, 17/78)
“Namazlara, hele salat-ı vustaya (ikindi namazına) dikkat edin ve kalkıp huşû ile
Allah’ın divanında durun.” (Bakara Suresi, 2/238)
(Cibril’in Efendimiz’e (s.a.s) gelerek, başıyla sonuyla namaz vakitlerini ta’limi burada
hatırlanabilir.)

Namazın Dindeki Ehemmiyeti


(Başta Cibril’in Peygamber Efendimize gelerek, İman’ın, İslam’ın ve ihsanın ne
olduğunu sorduğu hadis, bir bedevinin Efendimiz’e gelerek (s.a.s) İslam’ın şartlarını
sorduğu ve Efendimiz bunları saydıktan sonra “Ya Rasulallah bunlardan ne eksik yaparın ne
de fazla” demesi üzerine Peygamber Efendimiz’in “Eğer doğru söylediyse kurtuldu” dediği
hadisi şerif ve bir de Efendimiz’in “İslam beş şey üzerine bina olunmuştur…” buyurduğu
hadislerden bahsedilebilir.)
“Onlar mutlaka cennetlerde mücrimlerin durumu hakkında, kendi aralarında ko-
nuşurlar. O suçlulara: “Neydi bu cehenneme sizi sürükleyen?” diye sorulur. Onlar şöyle
cevap verirler: Biz namaz kılanlardan değildik. Fakirleri doyurmaz, onların ihtiyaçla-
rıyla ilgilenmezdik. Batıl sözlere dalanlarla beraber biz de dalardık. Bu hesap gününü
yalan sayardık. Ölüm bizi yakalayıncaya kadar hep böyle idik.” (Müddessir Suresi, 74/40–
47)

“Namaz dinin direğidir.” (Nesai, Salât 9) “Namaz imanın alametidir.”(Aclunî, 2/ 40)


“İşin başı İslam, direkleri namaz, en yüksek noktası ise cihaddır.” (Tirmizi, İman 8)
“İnsanlar yatsı namazı ile sabah namazındaki fazilet ve sevabı bilselerdi,
emekleyerek bile olsa mutlaka camiye, cemaate gelirlerdi.” (Buhârî, Ezân 9, 32; Müslim, Salât
129)

“Ey Ali, üç şey vardır, sakın onları geciktirme: Vakti girince namaz, (hemen
kıl!)Hazır olunca cenaze, (hemen defnet!)Kendisine denk birini bulduğun bekar kadın,
(hemen evlendir!)” (Tirmizî, Salât 127)
Peygamber Efendimiz’e amellerin Allah’a en sevgili olanı hangisidir diye
sorduklarında: “Vaktinde kılınan namazdır” buyurmuşlardır. (Buhari, Mevâkîtü’s-salât 5)

26
“Kıyamet gününde kulun hesaba çekileceği ilk ameli onun namazıdır. Eğer
namazı düzgün olursa, işi iyi gider ve kazançlı çıkar. Namazı düzgün olmazsa, kaybeder
ve zararlı çıkar.” (Ebu Davud, Salat 149)
Müslümanlar namaza çok dikkat etmelidir. Zira kulun ilk defa siğaya çekileceği şey
namazdır. Zina değil, içki değil, başka bir şey de değil namaz.! Bundan diğer hususların
önemsiz şeyler olduğu anlaşılmamalı; aksine namazın ehemmiyeti anlaşılmalı. Çünkü
hakiki namaz zaten insanı fuhşiyattan meneder. Bazıları şöyle bir şey diyor: “Falan iyi bir
insan ama namaz kılmıyor.” Bu, Allah ölçülerine göre çarpık bir düşünce...
Mü’minun suresinde “Şüphesiz, namazı huşu içinde edâ edenler kurtuldu.”
buyrulmaktadır ki, -her şeyden mefhûm-u muhalif çıkarmak doğru olmasa da zira onun
kendine göre bir kısım şartları ve kaideleri var- bu âyetin mefhûm-u muhalifi alınacak
olursa, bundan, “namazı huşû ile edâ etmeyenler kurtulamazlar” mânâsı çıkarılabilir.
(Prizma-4)

Evet, namaz insanın hayatında yapacağı şeylerin en güzelidir ve en güzeli olmalıdır.


Hayatın en tatlı hatıraları namazla ilgili bulunmalıdır. Zira miraca namazla çıkılır.. Allah’a
namazla ulaşılır, enbiyânın huzuruna namazla varılır. O halde, illâ namaz, namaz, illa
namaz... (Prizma-4)
Namaz, öyle dünyevî işlerimiz arasından geçiştiriliverecek kadar ehemmiyetsiz bir
vazife değildir. O bizim için en mühim bir meşgaledir. Namaz ciddiyetle ele alınmalı ve
öyle edâ edilmelidir. Değil başka bir iş yüzünden onun ihmâle veya aceleye getirilmesi,
gerektiğinde her türlü işimiz ona fedâ edilmelidir. (FF-1)
Namaz, Allah (celle celâluhû) ile senin arandaki bir alış veriştir. Namazdan başka,
seni Allah’a o kadar hızlı ve o kadar yakın hale getirecek bir şey yoktur. Bir kere, başta
nazarî planda, senin zihninde o asıl kıymetine ulaşmalıdır. Yani henüz tatmamışsın,
duymamışsın, hissetmemişsindir; ama nazarî planda “Bu, budur.” demen lâzım. Çünkü
sendeki arayış duygusunu bu kabullenme meydana getirecektir. Arayış duygusunu
tetikleyecek, ona start verecek şey budur. (KT)
***
Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nispet ve ulvî bir münasebet ve
nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezb etmek namazın şe'nindendir.
Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye'nin şerh ettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın
muhabbetini celb etmek, namazın şe'nindendir. Namaz, Hâlık-ı Zülcelâl tarafından her
yirmi dört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir dâvettir. Bu
dâvetin şe'nindendir ki, her kalb, kemâl-i şevk ve iştiyakla icabet etsin ve mi'raçvâri olan o
yüksek münâcâta mazhar olsun.
Namaz, kalblerde azamet-i İlâhiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih
ettirmekle adalet-i İlâhiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbânîye imtisal ettirmek için
yegâne İlâhî bir vesiledir. Zaten insan, medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını
kurtarmak için, o kanun-u İlâhîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tembellikle
27
namazı terk eden veyahut kıymetini bilmeyen, ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar
zararlı olduğunu bilâhare anlar, ama iş işten geçer. (İşaratü’l-İ’caz)
***
Burada şu hatırlatmayı yapmakta da fayda var: Namaz herşeyden evvel bir
mükellefiyettir; dolayısıyla da istenen seviye ve keyfiyette eda edilmese de, mutlaka
kılınmalıdır. Seviyeli namaz kılamıyorum diye namazı terketmek, bir şuur emaresi değil,
aksine şeytana maskara olmanın ifadesidir. Mü’minler bu oyuna gelmemelidirler.
***
Evet, namazı eda etme heyecanı yaşamak; “Abdestimi nerede alırım.. vakit
geçmeden müsait bir yer nasıl bulurum.. kıbleyi ne suretle tayin ederim.. kimseye
rahatsızlık vermeden kulluk borcumu nasıl öderim?” endişeleriyle dolu bulunmak ve hele
daha bir vaktin “mirac”ını tamamlar tamamlamaz diğerinin sancısını çekmeye başlamak,
nezd-i ilahide kıymetler üstü kıymete ulaşan ve semereleri ancak ahirette derilebilecek
olan çok önemli bir haslettir. Bundan dolayıdır ki, bir gün aziz Hocamız, vazife alanı
itibarıyla çok çetin şartlar altında bulunan ve hemen her zaman aynı kutlu tasayı taşıyan
bir hak erine, “Var mısın namazları değişelim; sen o sancılı ibadetlerinin sevabını bana
ver, ben de özene bezene ikâme ettiğim salavâtın meyvelerini sana vereyim!..” demiştir.

Namaz İmanın Göstergesidir


“Kulla şirk ve küfür arasında en önemli vesile namazın terkidir” (Müslim, İman 134)
İslâm dininde namazın yeri çok büyüktür. Kur’ân’da, inanmaya ait meselelerin
hemen ardından namazdan bahsedilir. Biz, başkaları için öyle düşünmesek de, sahabe
kendi aralarında namaz kılmayana neredeyse “kafir” derlerdi. (Prizma-4)
Abdullah İbnu Şakik merhum anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Ashâb'ı ameller içerisinde sadece namazın terkinde küfür görürledi.” (Tirmizî, Îman 9)
Bir insan namaz kılmıyorsa bence, hayatının en büyük kayıp kuşağında yaşıyor
demektir. Oruç, namaz kılmakdan daha kolay bir ibadettir. Hac da öyle. Hac ruha ibadet
neşvesi aşılarken, nefse de seyahat hazzını tattırır. Sahabe, namaz kılmayana münafık
nazarıyla bakardı. Hatta ulemâ, çok defa amelî nifaka, namazın terkedilmesini misal verir.
Günde, ferdin şuurunun derinliğine göre beş defa Allah’a arz-ı ubudiyeti onu çok yüceltir.
Evet namaz deyip geçmemeli; namazdan geçen, korkarım bir gün dinden de geçer...(FF-1)
“İkindi namazını kaçıran bir insanın (uğradığı zarar yönünden durumu), malını
ve ehlini kaybeden kimsenin durumu gibidir.” (Buhari, Mevâkıt 14) “Sakın namazı kasten
terk etmeyin. Kim kasten namazı terk ederse, Allah’ın ve Resûlünün zimmetinden uzak
olur.” (Müsned, 6/421)
“Kim namazına devam ederse bu namaz kıyamet gününde onun için (karanlığa
karşı) nur, (doğruluğuna) delil ve (azaptan) kurtuluş olur. Kim namazına devam

28
etmezse onun nuru, delili ve kurtuluşu olmaz. O kimse kıyamet gününde Karun, Firavun,
Haman ve Übey b. Halef ile birlikte olur.” (Müsned, 2/169).
Sakif hey'eti geldiği zaman, Allah Resulü’nün (aleyhissalâtu vesselâm) yanına
girdiler. Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm onları mescidde ağırladı, tâ ki kalplerini
daha bir rikkate getirip müessir olsun. Onlar Müslüman olup biat etmek için öşür
alınmamasını, cihada çağrılmamalarını ve namazın kendilerine farz kılınmamasını şart
koştular. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Sizden öşür alınmasın, cihada da
çağrılmayın. Ama namazsız bir dinde hayır yoktur" buyurdu. (Ebû Dâvud, Harâc 26)

Namaz İmandan Hemen Sonra Gelir


Kâinatta en yüksek hakikat imândır, imândan sonra namazdır.
İslâmiyette, imandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir,
hainin hükmü merduttur. Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği
namazdan daha büyük bir hakikat olsaydı, imandan sonra onu emrederdi. (Tarihçe-i Hayat)
(Kur’an’da salât kelimesi değişik kalıplarla 99, secde 64 ve rukû da 13 yerde geçmektedir)
İman, nazarî iman; namaz, amelî imandır. Bazıları namaz kılarken iş düşünür;
bazıları iş yaparken devamlı namaz düşünür ve böylece, dakikalarına varıncaya kadar,
hayatının tamamına namaz işlenmiş olur.
İman ve namaz aynı döl yatağında neş’et etmişlerdir; namaz, imanın ikiz
kardeşidir. (İman ve namaz ikiz kardeştir; şu kadar var ki, iman az önce doğdu.) İman,
dinin ve diyanetin nazarî yanını teşkil eder; o nazarî yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir
derinliği haline getirilmesi ise ancak başta namaz olmak üzere diğer ibadetlerle mümkün
olur. Bu itibarla da, denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazarî bir namazdır.
Evet, dinin direği namazdır. Namaz, mü’minin günde en az beş defa içine girip
temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. O, savaş
meydanında mücadelenin kızıştığı en tehlikeli anlarda bile hakkı verilmesi gereken çok
önemli bir vazife, emin bir sığınak, mühim bir kurbet vesilesi ve en kısa bir vuslat yoludur.
Namazın bu hususiyetlerinden dolayıdır ki, Asr-ı saadetten günümüze kadar Hak dostları
onu hayatlarının merkezine koymuş ve farzları ikâme etmekle yetinmeyerek her gün
yüzlerce rek’at nafile kılmayı itiyad haline getirmişlerdir. (Diriliş Çağrısı)
Biri, çocuğu hakkında “namazdan başka nesi var ki?” deyince dünya başıma yıkıldı.
Namaz öyle bir şeydir ki, onun boşluğunu dolduracak ikinci bir şey yoktur. (Amerika’da Bir
Ay)

Gözümün Nuru Namaz


“Bana üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku; namaz ise benim gerçek göz
aydınlığım.” (Nesâî, İşretü’n-nisâ 1)
İşte Allah Resûlü, “Bana kadın ve güzel koku sevdirildi.” derken ruh ve cesedinin
ihtiyacını, bir çırpıda, bu “cihet-i câmia” ile ilan ediyor, kendisine ait hususiyetleri
anlatmış oluyordu...
29
Ancak, bu ilk iki mesele, tabiî, fıtrî ve beşer olmanın gereğidir ki, bunlarda,
başkaları da Allah Resûlü’ne iştirak edebilirler. Yani, kadını ve güzel kokuyu sevmek,
sadece Efendimiz’e mahsus değildir. Çünkü bunlar, Cenâb-ı Hakk’ın insan fıtratına
yerleştirdiği duygularla sevilirler. Ve bu husus az-çok herkeste vardır.
Üçüncü hususa gelince, işte orada biraz durmak icap eder; zira Allah Resûlü:
“Namaza gelince, o benim göz aydınlığım, o benim yavuklum ve o benim şehvetimdir.”
der.
Bizden birine, en çok sevdiğimiz insanlardan birinin geldiği müjdelense, nasıl
sevinir ve kendimizden geçeriz; Allah Resûlü de, namaza duracağı zaman bizim bu
duyduğumuz sevinçten yüzlerce kat fazlasıyla sevinç ve coşkunluk duymaktaydı. (Sonsuz
Nur)

“Allah her nebiye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir. Bana gelince, benim
şehvetim, gece namaz kılmaktadır.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, 12/84)

Namaz Bütün İbadetlerin Fihristesidir


َ‫ة‬4َ0•
9 1‫ن ا‬
َ 4ُR(ِM%ُ ‫ َو‬: Bu cümlenin evvelki cümle ile bağlılık ve münasebeti gün gibi
aşikârdır. Lâkin bedenî ibadet ve taatlardan namazın tahsisi, namazın bütün hasenata
fihrist ve örnek olduğuna işarettir. Evet, nasılki Fatiha Kur'ana, insan kâinata fihristedir;
namaz da hasenata fihristedir. Çünkü namaz; savm, hac, zekat ve sair hakikatları hâvi
olduğu gibi, idrakli ve idraksiz mahlukatın ihtiyarî ve fıtrî ibadetlerinin nümunelerine de
şamildir. Meselâ: Secdede, rükûda, kıyamda olan melâikenin ibadetlerini, hem taş, ağaç
ve hayvanların o ibadetlere benzeyen durumlarını andıran bir ibadettir. (İ.İ’caz)
***
Namaz, İslâm dini içinde ibadetlerin en câmiidir. Bu açıdan denebilir ki, namaz,
kâmil insanın en kâmil ibadetidir. Evet namaz Allah’a ulaşmaya, varlığı yorumlamaya,
değişik ilimlerle kâinatı hallaç etmeye müsait yaratılan bu mükemmel insanın tabiatına en
uygun bir ibadettir. O, mahiyetindeki mükemmelliğini, ancak namaz gibi bir ibadetle
ifade edebilir ve Allah’ın istediği insan olma özelliğini ortaya koyar. (Prizma-4)
Namaz, Allah’a imandan sonra kulluk adına yapılabilecek en büyük bir iştir. Evet
namaz; malî, bedenî bütün ibadetleri câmî bir ibadettir. Hac, oruç ve zekat gibi ibadetlerin
nüvelerini de onda görmek mümkündür. Yalnız bu, kâmil mânâda eda edilen namaz için
geçerlidir. Dolayısıyla her insan namazını kılarken kâmil mânâda eda etmeye çalışmalıdır.
Namaz, her şeyiyle halis bir ibadet ve mi’rac için yegane vesile, sonra da Allah Rasulü
(s.a.s)’ne, gökler ötesi seyahatinin en son noktasında tevdi edilen İlâhî bir armağandır.
(Kur’an’dan İdrake Yansıyanlar)

Namazın Günahlara Kefarettir


“Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere
yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz? Bu hal, dediler, onun kirlerinden

30
hiçbir şey bırakmaz!” Aleyhissalâtu vesselâm: İşte bu, beş vakit namazın misalidir.
Allah onlar sayesinde bütün hataları siler” buyurdu. (Buhari, Mevâkîtü’s-salât 6)
Namaz, insanları günahlardan arındıran ve ondaki isi-pası temizleyen bir kurna
gibidir. Her gün onda beş defa yıkananlar günahlarından arınır ve tertemiz hale gelirler.
“Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde)
namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah'ı) ananlar için bir
hatırlatmadır.” (Hûd, 11/114) ayeti, bu gerçeği delillendirmektedir. Bu ayetten anlaşılan şey,
kılınan her namazın, yekün bir hasenat teşkil etmesi ve bu hasenatın seyyiatı silip
süpürüp götürmesidir. (Prizma-3)
“Büyük günahlardan kaçınıldığı müddetçe, beş vakit namaz ile iki cuma,
aralarında işlenen küçük günahlara keffârettir.”

Günahlardan Koruması
“Sana Kitap’tan ne vahyediliyorsa onu okuyup başkalarına anlat ve bütün
şartlarına riayet ederek hakkıyla namaz kıl. Çünkü namaz, insana bütün çirkin, ahlâk dışı
söz ve davranışlarla, Allah nazarında meşruluğu tanınmamış işlerden kaçınması gerektiği
şuurunu verir ve onu bunlardan alıkoyar.” (Ankebût Sûresi, 29/45)
Namaz kılan ve Rabbisinin huzurunda şarj olan bir insan, atılacağı ticarî hayatında
haramlardan, mekruhlardan olabildiğine kaçınır. Özellikle gün ortasında kıldığı öğle,
ikindi namazları, insanın murakabe ve muhasebe hislerini çoşturur. O mekanizmayı
harekete geçirir ve insanı yanlışlar içine düşmekten kurtarır. Akşam, yatsı, teheccüd ve
sabah namazları ise
"Nâçar kaldığı yerde nâgah açar ol perde
derman olur her derde" dizeleriyle anlatılmak istenen esrarın tecelli merkezleridir.
Ve namaz Müslümanın günlük hayatını düzen ve nizam altına alan cebrî bir
faktördür. Günde 5 defa Rabbin huzuruna çıkan insan, ister-istemez, hayatını bir düzen
içine sokar. (Prizma-3)
***
Hâsılı, kalb inceliğimiz ve farzıyla nafilesiyle namazlara dikkat etmemiz, bu
dünyada kulluk vazifesini yerine getirmemiz için bir aşk, şevk, güç ve moral kaynağı;
ötede de ölümle başlayan ve cennete uzanan hatarlı yolda sadık bir yol arkadaşı ve şefaatçi
olur. Namaz, bizi Yüce Yaratıcı’ya yaklaştıran bir vesile ve yerimizde durmamız için
tutunacağımız kopmaz bir ip, çok sağlam bir tutamak ve bir kulptur. Namazın bizler için
nezih hayat kaynağı ve fuhşiyâttan alıkoyan bir sur olduğunu da hatırlatıp, bunu ifade
eden ayet-i kerimenin meâliyle bu bahsi kapatalım: “Sana vahyedilen ‘Kitab’ı okuyup
tebliğ et, namazı hakkıyla ifâ et. Muhakkak ki namaz, insanı, ahlâk dışı davranışlardan,
meşrû olmayan işlerden uzak tutar. Allah’ı namazla anmak, elbette en büyük fazilettir.
Allah bütün işlediklerinizi bilir” (Ankebût Suresi, 29/45). (KT)

31
Ruhî Hayatımız İtibariyle Namaza Muhtacız
Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar
ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyyet ile
ibâdet hükmünü alır. Bu sûrette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni
ömrünü, bir cihette ibka eder. (4. Söz)
***
Namazı dert edinmek lâzımdır. Kıyam, kıraat, rükû, sücûd vs. namazın
şekillerinden ibarettir. Oysa asıl olan, muhteva ve ruhtur. Nasıl ki yeme-içme
cismaniyetimiz için bir ihtiyaçtır, namaz da manevî hayatımız ve ruhumuz için bir gıdadır.
Namaz, fıtratımızın bir gereği haline getirilmelidir. Ruh, gıdasını ancak, bu şekilde kılınan
bir namazdan alabilir. (FF-1)
İnsan, namaz ibadeti ile, tıpkı günebakan çiçeklerinin güneşe bakarak gelişimlerini
tamamlamaları gibi gelişmesini tamamlayabilir. Günde 5 defa Rabbisine teveccüh ederek,
pörsüyen duygularını, solan şuurunu yeniden canlandırabilir.. ve tekrar zindelik
kazanabilir.. kazanabilir ve böylece Rabbisine olan ahd ü peymanını yeniler. Bu yönüyle
namaz, Allah'ın bizlere en büyük bir lütfudur. Bunun yokluğu, güneşin yokluğu gibidir.
Nasıl güneş olmadığında -sebepler plânında- günebakan çiçekleri de yoktur; öyle de
ibadet olmadığında, bir anlamda insan da yoktur. Öyleyse ibadete gerçek anlamda muhtaç
olan bizleriz. (Prizma-3)

Namaz Âşıklarından Misaller


“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ayakları kabarıncaya kadar geceleri kalkıp
namaz kılardı. Kendisine: “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını affetti (niye
kendini bu kadar hırpalıyorsun?)” denildipinde: “Şükredici bir kul olmayayım mı?”
cevabını verdi.” (Buhârî, Teheccüd 6)
Atâ ibn-i Ebî Rebâh (radiyallahü anh) yaşlandığı, zayıfladığı ve tâkatsiz düştüğü
günlerde bile bir rek’atta Bakara sûresinden yüz ayet okuyordu.
Müslim b. el-Ferâhidî tebe-i tabiînin büyük imamlarından Şu’be b. Haccac
(radiyallahü anh) hakkında şunu ifade ediyor: “Ne zaman Şu’be’nin yanına girdiysem -
kerahet vakitleri dışında- onu hep namaz kılıyorken gördüm.” Ebû Katan da şu ilavede
bulunuyor: “Şu’be’nin rükûda beklediği süreye şahit olsaydınız ‘herhalde secdeye gitmeyi
unuttu’ derdiniz; onu iki secde arasında otururken izleseydiniz bu defa da ‘galiba ikinci
secdeyi unuttu’ diye düşünürdünüz.”
Tabiîn neslinden Ebû Ubeyde el-Basrî vefat ettiğinde kıyamdaydı ve namaz
kılıyordu.
O dönemde, otuz-kırk sene, yatsının abdestiyle sabah namazını eda eden Vehb b.
Münebbih, Tâvus b. Keysân, Saîd b. Müseyyeb ve İmam-ı A’zam gibi Hak dostlarının
sayısı hiç de az değildi.

32
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, otuz sene cemâatle namazı ve hatta ilk tekbiri hiç
kaçırmamıştı. Her gün dört yüz rek’at nafile kılmayı adet edinmişti. Otuz yıl boyunca yatsı
namazından sonra hiç uyumadan ibâdetle meşgûl olmuştu.
Muhadramûn’dan Ebû Osman en-Nehdî akşam ile yatsı arasında yüz rek’at namaz
kılardı.
Bişr b. el-Mufaddal ve Bişr b. Mansur gibi gönül aleminin sultanları da her gün
dört-beş yüz rek’at nafile kılanlar arasındaydı.
Abbasi Devleti’nin seçkin halifelerinden Harun Reşid’in, hilafet süresi dahil ölene
kadar her gün yüz rek’at namaz kıldığı nakledilmektedir ki, bu, o devirlerde ruhları saran
ibadet iştiyakını göstermesi açısından önemli ve çok güzel bir misaldir.
A’meş (Süleyman b. Mihran) yetmiş sene boyunca ilk tekbiri hiç kaçırmamıştır.
Yetmiş sene, tek bir rek’atı bile kazaya bırakmamıştır. Bir başkası, ömrü boyunca
namazlarda başkasının ensesini görmemiştir; çünkü hep en ön saftadır.
Ahmed b. Hanbel’in oğlu Süleyman b. Ahmed babasının namazını şöyle anlatıyor:
Babam bir gün ve gecede 300 rekât namaz kılardı. Kendisine vurulan kamçılardan sonra
hastalanıp kendisine zayıflık geldikten sonra 150 rekât kılıyordu.
Muhterem Hocamız, özene bezene ve uzun uzun ibadet eden büyüklerinin de
tesiriyle daha dört-beş yaşındayken namaza başlamış ve bu vazifesini ondan sonra da hiç
aksatmamıştı. Daha o dönemde, Erzurum’un soğuğuna ve dışarıdaki boyunu aşkın kara
rağmen, sabah namazı için imamdan evvel camiye gittiği çok olurdu.
Bir gün, az dinlendikten sonra kalkma niyetiyle, yatsı namazını kılmadan yatmıştı.
Merhume validesi, “Namazını kıl, sonra yat!” diye onu ikaz etmişti. “Ana, çok yorgunum;
gece kalkıp kılarım!” cevabını verince, şefkatli anne yine, “Oğlum, ben de çok yorgunum,
seni kaldıramam; ne olur şimdi vazifeni yap, öyle yat!” diyerek adeta yalvarmıştı. Göz
nurunun hiç oralı olmadığını gören ve onun ahiret hayatı için tir tir titreyen mualla kadın,
“Eğer namaz kılmadan yatarsan, sabaha senin cenazeni göreyim!..” deyiverince,
Hocaefendi, hemen doğrulmuş ve abdesthanenin yolunu tutmuştu. Aziz Hocamız, o gün
henüz on iki yaşındaydı.
Hazret Üstad ve birkaç talebesi, buldukları bir araba ile Isparta’dan Barla’ya gitmek
üzere yola çıkarlar. Eve ulaşmalarına yaklaşık yirmi dakika kalmıştır ki, namaz vakti girer.
O esnada Nur Adam, arka koltukta istirahat etmektedir. Ağabeylerden biri yanındakine,
“İnşaallah, Üstadımız uyanmaz da kar üzerine secde etmek zorunda kalmayız!” der. Daha
o, sözünü bitirir bitirmez, Hazreti Bediüzzaman doğrulur; bir taraftan (kendisinin ya da
yanındakinin) köstekli saatine bakmaya çalışır, bir yandan da “Vakit girdi mi?” diye
talebelerine sorar. İçlerinden biri, “Üstadım, vakit girdi ama dışarıda çok kar var. Hem
bizim yolumuz da bitmek üzere!..” derse de, aslında alacağı cevap bellidir ve beklediği
sözü işitir: “Karın üstünde de olsa, namazımızı hemen eda edelim ki, şu anda saf bağlayan
cemaat-ı kübrânın mânevî semeresinden hissemizi alabilelim!..”

33
Aziz Hocamız, 2002 senesinde kronik kalb ve şeker rahatsızlıkları sebebiyle âcil
olarak hastaneye kaldırıldığında ve 2004 yılında kalbine operasyon yapılarak sol koroner
arter damarına stent takıldığında, yoğun bakım ünitesindeyken doktorlar ilaç vermek
isteyince, “İlaçlarımı öyle ayarlasınlar ki, namazlarımı vaktinde kılabileyim!” demiş; su
kullanması yasaklanınca hemen teyemmüm edip kulluk vazifesini yine yerine getirmiş;
vücuduna zerkedilen ilaçların ağırlığından göz kapaklarını dahi kaldıramayacak kadar
bitkin düştüğü bir anda “Ne yaparsanız yapın ama akşam namazı için beni mutlaka
uyandırın!” diye tembihlemiş ve vücudunun dört bir yanındaki kablolara, ölçüm aletlerine
ve seruma rağmen cemaat sünnetini bile geçiştirmemiş, birimizi imamete geçirerek,
uzandığı yerden namaza iştirak etmiştir. Dahası, şer’ân gerekli olmasa da, hastanede
terettüp eden namazlarını gönül huzuru için sonra bir kere de kazâen ödemiştir.

34
ÜSTAD VE RİSALE-İ NUR

Risale-i Nur ve Asrımız


Bugünlerde mânevî bir muhâverede bir suâl ve cevabı dinledim. Size bir hülâsasını
beyan edeyim:
Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidâtları ve küllî teçhizatları
gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden
bu derece hararetle daha yeni tahşidât yapıyor?
Ona cevaben dediler: “Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı ve bir küçük hâneyi
tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde
taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı
ıslâha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedârik ve terâküm edilen müfsit âletler ile
dehşetli rahnelenen kalb-i umûmîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bâhusus avâm-ı
müminînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeâirlerin kırılması ile
bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumîyi Kur'ân’ın i'câzıyla ve geniş yaralarını Kur'ân’ın ve
imanın ilâçları ile tedavi etmeye çalışıyor.
Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn
derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb
ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan’ın
i'câz-ı mânevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz
mertebelerinde terakkiyât ve inkişâfâta medardır.” diye uzun bir mükâleme cereyan etti.
Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum... (Şualar)
Madem, bin seneden beri iman ve Kur’ân aleyhinde teraküm eden Avrupa
filozoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup ehl-i imana hücum ediyor. Ve bir saadet-i
ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve bir Cennet-i daimenin anahtarı, medarı, esası olan
erkân-ı imaniyeyi sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten
tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz. (Şualar)
Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki: Eğer Şeyh Abdülkadir-i
Geylanî (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi zatlar
bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imaniyenin ve akaid-i
İslâmiyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünki saadet-i ebediyenin medarı onlardır.
Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.
İmansız Cennet’e gidemez, fakat tasavvufsuz Cennet’e giden pek çoktur. Ekmeksiz
insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı İslâmiye
gıdadır. Eskiden kırk günden tut ta kırk seneye kadar bir seyr-i sülûk ile bazı hakaik-ı
imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, kırk dakikada o
hakaika çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayd kalmak elbette kâr-ı akıl
değil!..

35
İşte otuzüç adet Sözler, böyle Kur’anî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar
hükmediyorlar. Madem hakikat budur esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu
zamanın yaralarına en münasib bir ilaç, bir merhem ve zulümatın
tehacümatına maruz hey’et-i İslâmiyeye en nafi’ bir nur ve dalalet va-
dilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.
(Mektubat)

Ehl-i velâyetin amel ve ibadet ve sülûk ve riyazetle gördüğü hakikatler ve perdeler


arkasında müşahede ettikleri hakaik-i imaniye, aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet
yerinde, ilim içinde hakikate bir yol açmış sülûk ve evrad yerinde, mantıkî
burhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaike yol açmış ve ilm-i
tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i
akîde ve usûl-ü din içinde bir velâyet-i kübrâ yolunu açmış ki, bu asrın hakikat
ve tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefî dalâletlere galebe ediyor, meydandadır.»
(Emirdağ Lâhikası-l)

Risale-i Nur’un Mahiyeti


Risale-i Nur, Kur’ân-ı Hakîm’in bir mu’cize-i mâneviyesi ve bu zamanın
dinsizliğine karşı mânevî atom bombası olarak solculuk cereyanlarının mâneviyât-ı
kalbiyeyi tahribine mukabil, mâneviyât-ı kalbiyeyi tamir edip ferden ferdâ iman-ı
tahkikîden gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı okuyucuların kalblerine
kazandırıyor. Ve bu vazifeyi de yine mukaddes Kur’ân’ımızın ilham ve irşadıyla ve dersiyle
îfâ ediyor.
Tefekkür-ü imanî dersiyle, tabîiyyûn ve maddiyyûnun boğulduğu aynı meselelerde
tevhid nurunu gösteriyor.
İman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller göstererek izah ediyor.
Liselerde, üniversitelerde okutulan ilim ve fenlerin aynı meselelerinde iman
hakikatlerinin isbatını güneş zuhurunda gösteriyor. (Barla Lahikası)
Sözler'deki hakaik ve kemalât, benim değil Kur'an’ındır ve Kur'an’dan tereşşuh
etmiştir. Hattâ Onuncu Söz, yüzer âyât-ı Kur'aniyeden süzülmüş bazı katrelerdir. Sair
risaleler dahi umumen öyledir. (Mektubat)
Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyeyi hattâ en
muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir
inayet-i İlâhiyedir. Çünki hakaik-i îmaniye ve Kur'aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir
dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, "Akıl buna yol bulamaz!"
demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da,
çocuklara da bildiriyor.
Hem meselâ: Sırr-ı Kader ve cüz'-i ihtiyarînin halli için, koca Sa'd-ı Taftazanî gibi
bir allâme; kırk-elli sahifede, meşhur Mukaddemat-ı İsna Aşer namıyla telvih nam
kitabında ancak hallettiği ve ancak havassa bildirdiği aynı mesaili, kadere dair olan

36
Yirmialtıncı Söz'de, İkinci Mebhasın iki sahifesinde tamamıyla, hem herkese bildirecek
bir tarzda beyanı, eser-i inayet olmazsa nedir?
Hem hakaik-i îmaniye ve Kur'aniyede öyle bir genişlik var ki, en büyük
zekâ-i beşerî ihata edemediği halde; benim gibi zihni müşevveş, vaziyeti perişan,
müracaat edilecek kitab yokken, sıkıntılı ve sür'atle yazan bir adamda, o hakaikin
ekseriyet-i mutlakası dekaikiyle zuhuru; doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in i'caz-ı
manevîsinin eseri ve inayet-i Rabbaniyenin bir cilvesi ve kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir.
Hem hangi kitab olursa olsun, böyle hakaik-i İlâhiyeden ve îmaniyeden
bahsetmiş ise, alâküllihal bir kısım mesaili, bir kısım insanlara zarar verir ve
zarar verdikleri için, her mes'ele herkese neşredilmemiş. Halbuki şu risaleler ise; şimdiye
kadar hiç kimsede, -çoklardan sorduğum halde- sû'-i tesir ve aksü’l-amel ve tahdiş-i ezhan
(zihin karışıklığı) gibi bir zarar vermedikleri, doğrudan doğruya bir işaret-i gaybiye ve bir
inayet-i Rabbaniye olduğu bizce muhakkaktır. (Mektubat)
Risale-i Nur’un mayası ve meşrebi, tefekkür ve şefkat olup sâir meşreplerdeki aşk
yerinde, Risale-i Nur’un meşrebinde müştâkâne şefkattir ve re’fetkârâne muhabbettir.
Risale-i Nur, ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharıdır. (Şualar)
Risale-in Nur’un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup
bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın ayinesinde İsm-i
Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı
Kur’aniyeyi (Kuran’ın hikmetlerini) ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i
Kur’aniyedir. (Şualar)
Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi yalnız aklın ayağı ve
nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ve zevkiyle hareket
etmiyor belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü
ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya (en yüksek noktaya) uçar taarruz eden
felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar hakaik-ı imaniyeyi kör gözüne
de gösterir.» (Kastamonu Lâhikası)
Risale-i Nur’un meslek-i esası; ihlâs-ı tâmm.. ve terk-i enâniyet.. ve
zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâkî lezzetleri hissedip aramak.. ve fânî, ayn-ı lezzet-i
sefihânede elîm elemleri göstermek.. ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar
olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatleri ders vermek
olduğundan, onların plânlarını inşallah tam akîm bırakacak. (Şualar)

Neden Çok Okumak?


Said Nursi, bazen bir talebesine Risale-i Nur’dan okuyuvermek nimetini lutfettiği
zaman der ki: “Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi, şimdiye
kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumaya ihtiyaç
ve iştiyakım var.”

37
Hem de ilim iki kısımdır: Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa
düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye
muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye (imanî ilimler) bu
kısımdandır. Elinizdeki Sözler ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir. (Barla Lâhikası)
Bazı kimseler diyorlar: “Said, yanında başka kitabları bulundurmuyor. Demek
onları beğenmiyor. Ve İmam-ı Gazalî’yi de (R.A.) tam beğenmiyor ki, eserlerini yanına
getirmiyor.” İşte bu acib manasız sözlerle bir bulantı veriyorlar. Bu nevi hileleri yapan,
perde altında ehl-i zendekadır fakat, safdil hocaları ve bazı sofuları vasıta yapıyorlar.
Buna karşı deriz ki: “Hâşâ, yüz defa hâşâ!.. Risale-i Nur ve şakirdleri, Hüccet-ül-
İslâm İmam-ı Gazalî ve beni Hazret-i Ali ile bağlıyan yegâne üstadımı beğenmemek değil,
belki bütün kuvvetleriyle onların takib ettiği mesleği ehl-i dalaletin hücumundan
kurtarmak ve muhafaza etmektir.
Fakat onların zamanında bu dehşetli zendeka hücumu, erkân-ı imaniyeyi
sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zatların asırlarına göre münazara-i il-
miyede ve diniyede isti’mal ettikleri silahlar hem geç elde edilir, hem bu zaman
düşmanlarına birden galebe edemediğinden Risale-i Nur, Kur’an-ı Mu’ciz-ül
Beyan’dan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak
silahları bulduğu için, o mübarek ve kudsî zatların tezgâhlarına müracaat etmiyor.
Çünki umum onların merci’leri ve menba’ları ve üstadları olan Kur’an, Risale-i Nur’a tam
mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit
bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek.
Hem Risale-i Nur şakirdlerinin yüz mislinden ziyade zatlar, o kitablarla
meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de, o vazifeyi onlara bırakmışız.
Yoksa hâşâ ve kellâ! O kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar seve-
riz. Fakat herbirimizin birer kafası, birer eli, birer dili var, karşımızda da binler mütecaviz
var. Vaktimiz dar. En son silah, mitralyoz gibi Risale-i Nur bürhanlarını
gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.» (Kastamonu Lâhikası)
Ümid ediyorum ki, Cenâb-ı Hak kabul etse tevfik verse, yazılanlar delâlet
bulutlarını dağıtmaya kâfirdirler. Her derdin devâsı içinde var demiyeceğim, fakat mühlik
dertlerin ağleb devâsı yazılanlarda vardır. Siz onların mütalâasını, kıymettar bir ibadet
olan tefekkür nev'inde telâkki ediniz. Ve onlardaki ilmi, envâr-ı îmandan ve
mârifetullahdan tasavvur ediniz ki usanç vermesin. (Barla Lâhikası Hulusi Bey’e hitaben)
Sözler namındaki envâr-ı Kur'âniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekküriye
nev'indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saâdet-i ebediyenin
anahtarıdır. (Barla Lâhikası)
Risale-i Nur, sâir kitaplara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf
eder. (Şualar)

38
Risaleleri Okumada Dikkat Edilecek Hususlar
1. Bütününü okumak.
2. Gazete gibi okumamak.
3. Bütünlük içinde mütalâaya kendimizi alıştırmak.
4. Kendi nefsine okumak ve ayrıca içinde bir şeyler olduğu mülâhazasıyla okumak.
5. Her gün okuduğu şeylerle kendini kritiğe tâbi tutmak ve otokontrol yapmak.
Yoksa, eserler yaldızlı ciltlerle kütüphanede durur da, gerektiği gibi istifade edilemez. (FF-
1)

Risalelerin Kısa Zamanda Hakikate Ulaştırma Vesilesi Olması


Zâhirden hakikate geçmek iki suretledir:
Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat-ı merâtip ederek hakikate
geçmektir.
İkinci suret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan, lûtf-u
İlâhî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tâbiîne has ve yüksek ve kısa
tarik şudur. Demek, hakaik-i Kur’âniyeden tereşşuh eden nurlar ve o nur-
lara tercümanlık eden Sözler, o hassaya mâlik olabilirler ve mâliktirler.
(Mektubat)

Hem Risale-i Nur, hükema ve ulemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’an’ın bir i’caz-ı
manevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış bir senelik işi bir saatte
görür gibi Kur’an’a mahsus bir sırrı anlamıştır ki, bu dehşetli zamanda hadsiz ehl-
i inadın hücumlarına karşı mağlub olmayıp galebe etmiş. (Mesnevî-i Nuriye)
Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve
derse çalışmaya ve başka üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas
olmaya muhtaç olmadan, herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine
lüzum kalmadan anlayabilir, kendi kendine istifade eder, muhakkik bir âlim olabilir.»
(Şualar)

«Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan,


bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.» (Lem’alar)
«Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i
imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o
hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl
değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle
okuyanlar hükmediyorlar. (Mektubat)
Bediüzzaman’ın tahsili sırasında takip ettiği usulündeki maksadı, esasen
kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usûllerinde
göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek (Haşiye) ve bir sürü haşiye ve şerhlerle vakit

39
zayi' etmemekti. Bu suretle alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde
ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.
(Haşiye): Yirmiüç senede te'lifi tamamlanan ve yüz otuz kitabdan müteşekkil
"Risale-i Nur" adlı eserleriyle, İlm-i Kelâm sahasında bir teceddüd yaptığı görülmüştür.
Evet kendisi onbeş sene tahsili lâzım gelen ilmi üç ayda elde etmesi, gaybî bir işarettir ki:
"Bir zaman gelecek, onbeş sene değil, bir sene bile ilm-i iman dersini alacak medreseler
ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştaklara onbeş senelik dersi onbeş haftada ellere
verebilecek Kur'anî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak." Evet tam zuhur
etti ve aynen görüldü. (Tarihce-i hayat)
Nur Dairesinde Daima Birinciliği Muhafaza Eden Zat’a (Hulusi Abi’ye)
Ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle
muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatab olmuşcasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilâtım
onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenâb-ı Hak bana
hizmet-i Kur'ân ve imanda bir talebe, bir muin tayin etmiş. Ben de bilmiyerek onunla onu
görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum ... (Barla Lâhikası)
Ben Sözler'i yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuûnât-ı askeriye nev'inde
zuhur ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi
ki, belki istikbalde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı cân edecek en mühim
talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum, düşünüp o
kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar
birisisin ki, evvel yetiştin. (Barla Lâhikası)

Özet
1- Ebedi saadetin anahtarı olan iman esaslarını sarsmak isteyenlere karşılık her şeyden evvel
imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz.

2- Risale-i Nur, yalnız bir cüz'î tahribatı değil bin seneden beri İslamı hedef alan saldırıların açtığı
yaraları tedavi ediyor.

3- Risale-i Nur, şu zamanın yaralarına en münasib bir ilaç, bir merhem ve çeşitli hücumlara maruz
hey’et-i İslâmiyeye en faydalı bir rehberdir.

4- Nurlar herkesin her zaman muhtaç olduğu hakikat ilmini ihtiva etmektedir.

5- Risaleleri ihtiyaç hissederek, aradıklarımızı içinde bulabiliriz düşüncesiyle okumalıyız.

6- Günümüzde ebedi hayatın anahtarı olan hakikatleri öğretecek müesseseler yetersiz olduğu gibi
gerekli vakit de yoktur. Nurlar bu şartlar altında istenilen kıvamı yakalayabilmek için büyük bir kaynaktır.

40
GÜNAHA KARŞI TAVIR

‫ا‬4ُ‫”ْ'ِآ‬ƒُ ْ‫ وَاَن‬DTC
َ ْ1‫ َ•(ْ'ِ ا‬Aِ َUْ•Eَ ْ1‫َ وَا‬Gْ„ِ$ْ1‫ وَا‬7
َˆَ Aَ $َ6‫ َو‬$َ:5ْ 6ِ 'َ :َ ‘
َ $َ6 ’
َ • ِ ‫َا‬4Wَ 1ْ ‫ ا‬U
َ AD ‫' َم َر‬9 •
َ $َRJ9 ‫ْ ِا‬Š]ُ
‫ن‬
َ 4ُR0َ \ْ ƒَ $َ1$َ6 .ِ 0ّ1‫ ا‬Uَ0Zَ ‫ا‬4ُ14ُMƒَ ْ‫ َوَان‬$ًJ$َˆْ0F ُ .ِA ْ‫•ل‬D 5َ %ُ ْG1َ $َ6 .ِ 0ّ1$ِA
“De ki: “Rabbim o güzel şeyleri değil, açığı ile gizlisi ile, bütün fuhşiyatı haram
kılmıştır. Keza her türlü günahı, haksız yere haddini aşmayı ve kendisine tapılması hak-
kında Allah’ın herhangi bir delil bildirmediği bir nesneyi Allah’a şerik yapmanızı, bir de
Allah’ın emretmediği birtakım şeyleri iftira ederek O’na mal etmenizi haram kılmıştır.”
(A’raf Suresi, 7/33)

َG09F
َ َ‫ِ و‬.ْ(0َ Z
َ ُ.091‫ ا‬U90> َ ِ.091‫ل ا‬4ُFَ‫ُ ر‬Lْ\ِRF : ‫ َل‬$َ] $َR:ُ ْ5Z َ .ُ 091‫ ا‬I َ– ِ ‫َ”( ٍ' َر‬A 7 ِ A ‫ن‬$R\;51‫ ا‬7Z‫ و‬-
UَMƒ9 ‫ِ ا‬7Rَ Kَ ِ‫س‬$951‫َ ا‬76ِ ٌ'(ِ)‫ َآ‬$َ:Rُ 0َ ْ\%َ $َ1 ٌ‫ت‬$َ:E9 ”
َ 6ُ $َR:ُ 5َ ْ(Aَ ‫ٌ َو‬7(D Aَ ‫'َا ُم‬Cَ ْ1‫ٌ وَا‬7(D Aَ ‫ ُل‬$َ0C َ ْ1‫ » ا‬: ‫ ُل‬4ُM%َ
ْ‫›_ُ أَن‬ِ 4ُ% UَRC ِ ْ1‫ْلَ ا‬4•
َ UَZْ'%َ ٍ‫تِ َآ'َاع‬$َ:Eُ ” ; 1‫ ا‬IِK َ•]َ َ‫ْ و‬76َ َ‫ِ و‬.– ِ ْ'Z ِ َ‫ِ و‬.5ِ %ِ~1ِ َ‫ْ'َأ‬EXَ F
ْ ‫تا‬ ِ $َ:E9 ”
َ Rُ 1ْ ‫ا‬
. .ِ (ْ 0َ Z
َ T
ٌ Wَ X9 6ُ « .ُ 6ُ ‫ ِر‬$َC6َ .ِ –
ِ ْ‫ َأر‬IِK .ِ 091‫ ا‬UَR•
ِ ‫ن‬
9 ‫ ِإ‬$َ1‫ َأ‬UًR•
ِ ٍ_0ِ 6َ ŠD @ُ 1ِ ‫ن‬
9 ِ‫ وَإ‬$َ1َ‫ أ‬.ُ \َ ]ِ ‫َا‬4%ُ
Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdular: “Helâl olan şeyler
de (herhangi bir kuşkuya meydan vermeyecek şekilde) bellidir, haram olan şeyler de
bellidir. Bu ikisinin arasında (ikisine de benzeyen), bir kısım şüpheli şeyler vardır ki
insanların çoğu bunları bilemez. (Bu itibarla da, şüpheli şeylerden sakınmak lâzımdır;
zira) şüpheli şeylerden sakınan kimse dinini ve ırzını korumuş olur, sakınmayan
kimsenin ise harama girmesi an meselesidir. Bir çoban başkasına ait bir korunun hemen
bitişiğinde koyun otlatsa o koyunların diğer araziye girivermesi (veya oradan
yiyivermesi) nasıl an meselesiyse bu da öyle.. Bilin ki, her sultana ait bir yasak bölge
vardır; Allah Teâlâ hazretleri’nin tehlikeli ve yasak saydığı bölge de haramlardır.”
(Buhârî, Îmân 39)

Günah Nedir?
Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmadır. Günaha giren kimse,
kendini, vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve
kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye
devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de
kendini yenilemeye mecali kalmaz.
Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükürük ve ruha içirilmiş bir zakkumdur.
Günahtan zevk alan insan, ne sefîl; günahla ruhunu dinamitleyen insan ne hoyrattır..!
Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına
ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya maruz kalan kurur; bu
zehirli havayı teneffüs eden de ölür. (Günah, ÇN)

48
Günahlar Karşısında Neler Yapabiliriz?
1. Tevbe ve istiğfar etmek
O müttakiler ki çirkin bir iş yaptıklarında veya kendi nefislerine zulmettiklerinde,
peşinden hemen Allah’ı anar, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah’-
tan başka kim affeder ki? “Bir de onlar, bile bile işledikleri günahlarda ısrar etmez, o gü-
nahları sürdürmezler.” (Âl-i İmran Suresi, 3/135)
İnsanın, günahtan bütün bütün hâlî kalması mümkün değildir. Zaten o, temelde
melekler gibi günahtan masûn tutulmamıştır. Bu açıdan o her zaman hata işlemekle yüz
yüzedir. İnsan için asıl önemli olan, sürçüp düştükten sonra tekrar ayağa kalkmak ve
eskisinden daha bir temkinle yoluna devam edebilmektir. İşte, onu meleklerden daha
yüksek seviyeye ulaştıracak şey de budur.
Evet, günümüz dünyası çarşısıyla, pazarıyla âdeta bir günah deryası haline gelmiş
ya da getirilmiştir. Bugün şeytan ve onun avanesi her yerde kol gezmekte, her köşe
başında kendi ağına düşecek kurbanlarını beklemektedir. Her mümin, böyle bir toplum
içinde "her günah içinde küfre giden bir yol vardır" anlayışıyla hareket etmek
zorundadır. O, beyninin bütün fakülteleriyle Allah'a müteveccih olmalı, duygu ve
düşüncelerinde günaha asla yol vermemelidir. Yanlışlıkla gözüne, kulağına bir şey iliştiği
zaman, hemen tevbe ve istiğfarla Rabbine yönelmeli ve: "Allah'ım, bunu nasıl yaptım
bilemiyorum! Böyle bir günah işlemekten dolayı Senden çok utanıyorum" deyip o
günahtan duyduğu üzüntüyü dile getirmelidir. Öyle ki bu pişmanlıktan kaynaklanan
hüzün, onun bütün benliğini sarmalı ve kalbinin ritmini değiştirmelidir. Aksine böyle bir
yakarış ve hüzünle pişmanlığın dile getirilmemesi, o günaha giden yolların açık
bırakılması demektir ki, şeytanın o kapıdan tekrar girmesi her zaman mümkündür.
Bu hususta yapılacak olan diğer bir şey de, işlenen günaha hiç mi hiç hakk-ı
hayat tanınmamasıdır. Mümin, herhangi bir hata karşısında, ya bir iyilik yapmak
suretiyle onu izale etmeli ya da hemen secdeye kapanıp gözyaşlarıyla o günahın
kirlerinden arınmalıdır. Bunu yapma adına da hiç vakit fevt etmemelidir. Zira ecel
gizlidir. Her an gelebilir.
İnsan-ı kâmil ufkunu yakalama yolunda gayret etseniz de hata etmek, bazen
tökezlemek, kimi zaman eksik ve noksan yapmak mukteza-yı beşeriyettir. Bundan
dolayıdır ki, Allah Rasûlü, “Küllü’n-nâs hattâûn” demiş ve “hattâûn” kelimesini özellikle
kullanarak hata yapmanın insanın tabiatından olduğunu, onun çok büyük hatalar
yapabileceğini ifade etmiştir. Daha sonra da, “Ve hayrul-hattâîne et-tevvabûn: Hata
edenlerin en hayırlısı hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye çalışandır.”
buyurmuştur. Demek ki, bu yavuz hataları, bu sevimsiz kabahatleri ortaya koyan
insanların en hayırlısı hata eder etmez, kabiliyetine, seviyesine göre, tevbe, evbe, inâbe
kurnalarına koşarak hemen arınıp yeniden Allah’a yönelendir. Öyleyse biz,
mükemmeliyete tâlib olsak da, muktezâ-yı beşeriyet bazı zâaflarımız nüksettiği yerde,
mânen hastalanabilir, sürçüp düşebiliriz. Önemli olan düşüp kalmamak, düşüp

49
kalkmaktır. Düşer düşmez hemen kalkıp Seyyidina Hazreti Âdem gibi: “Rabbenâ zalemnâ
enfüsenâ: Rabbimiz kendimize zulmettik” (A’râf Suresi, 7/23) deyip, nefsin zulmünden
Cenab-ı Hakk’a sığınmaktır.
Hasılı; insan, günahın nerede ve ne şekilde karşısına çıkacağını bilemediği için,
Üstad'ın ifadeleri içinde öncelikle "günahlardan, yılandan çıyandan kaçar gibi" kaçmalı;
ona maruz kaldığında da tevbe ve istiğfarda bulunup ondan arınmaya çalışmalıdır. (Prizma
3)

2. Günahtan rahatsızlık duymak


Niceler vardır ki, Hakk'a dönüp tevbe ettikleri halde günahlarının ağırlığını
gönüllerinde hissetmezler. Rahatları kaçmaz. Uyku ve gıdalarında normal olabilirler.
Kalbe bir pas bulaşmış, bir kısım duyguları dumura uğramış, belki ölen lâtifeler olmuş.
Bütün bunlara rağmen onların şevklerinde eksiklik müşahede edemezsin, en ufak
umursama göremezsin. Öyle ise kalbin en gizli esrarına vakıf olan Hak huzurunda, gönül
ifadesi olmaktan uzak "Tevbe ettim" sözü nasıl Hakk'a dönüş ve nasıl günahları itiraf
sayılır? Bilâkis bu hem de O'na dönmüş görünerek içinde olandan başkasını ortaya
dökmek suretiyle bir su-i edeptir. Tıpkı bunlar gibi günah da bilinmezlere ve
anlaşılmazlara karışmış... Sanki bir heyûlâ o bugün! Bu vahim neticeye iten âmil
hesapsızlık ve ölçüsüzlüktür diyebiliriz. Ruh hangi disipline tâbidir? İç âlemle dış dünya
arasındaki muvazeneyi devam ettirecek ölçü nedir? Bunları düşünmemek ne büyük
hüsrandır! Büyük bir günahtır, ölçüsüzlük ve disiplinsizlik.
Mü’minler alabildiğine derin olmalı, yoksa hayat-ı içtimaiyenin içinde
zedelenebilir, yara alabilirler; düşüncelerinde, duygularında çatlamalar ve kırılmalar
olabilir. Dinî duygular açısından çok sağlam olmalıyız. Yaptığımız küçük-büyük
günahlardan dolayı odamıza çekilip gözyaşı dökmüyorsak kalbimizde çok şey kaybetmişiz
demektir. Hatalarımızın ezikliğini yirmi dört saat yaşamıyorsak ruhumuz mukavemetini
yitirmiş demektir.
Vücudun sıhhat emarelerinden bir tanesi, değişik virüsler, mikroplar karşısında
hararetin yükselmesidir. Vücudun böyle bir mukavemet göstergesi yoksa onun durumu
çok vahimdir. Artık onda ne bir çırpınma, ne bir helecan vardır. Bunun gibi şayet yapılan
ma’siyetlere karşı bir iç tepki yoksa, şayet vicdanın ona karşı bir “hayır” demesi yoksa o
ruh ölmüş manâsına gelir. Onun için bir taraftan ruhumuzu öldürmeden, olumsuzluklara
karşı tepki gösterecek kadar kararlılık sergileyip, diğer taraftan da gözlerimizi çok ilerilere
çevirerek devamlı terakki peşinde olmalıyız. (Kırık Testi)
Günah, insanın içinde burkuntu yapıyorsa, bu bir mü’minlik
alâmetidir. Ama rahatsız etmiyorsa o da nifaka alâmettir. Zira nifak ve günah aynı
cinstendir. Günah ancak münafığı rahatsız etmez. (Fasıldan Fasıla 1, s:94)
Günahtan ürkmeme, içine düşme endişesiyle titrememe; gafletten doğma daha
büyük bir günahtır. Âdem Aleyhisselâm'daki kulluk sırrını kavrayışla, şeytandaki müthiş
idraksizlik, günah altındaki ezilmenin ızdırabını duyanla hiç umursamayanı ne güzel

50
sembolize eder! Biri nâlân u efgan ile zellesini itiraf etme faziletini, "Nefsime zulmettim"
diyerek ilân ederken; beriki, "Ben daha hayırlıyım" gibi irfansızlık ifadesiyle büyük
günahını görmüyordu. Mayası topraktan alınmış şanı yüce Nebî, yüzünü Hak kapısının
eşiğine koyup, "Cürmüm ile geldim sana." derken başı yıldızlar ötesi Me'va Cennetlerine
ulaşmasına mukabil, şeytan ise başında kubbe hâline geleceği çukurların en korkuncuna
sukut ediyordu. Bugün dahi, bütün sokaklar, pazarlardaki hatalar, kanal kanal akan kirler
ve kirliler hep o gafletten ve o irfansızlıktan değil mi? Bizlerin böylesine günahlarda inat
ve ısrarı bir memleketi yaktı, topyekûn bir milleti ruhundan, benliğinden uzak bıraktı.
3. Küçük günahları ehemmiyetsiz görmemek ve onlarda ısrar etmemek
“Eğer yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin öbür küçük gü-
nahlarınızı örtüp affederiz ve sizi değerli bir mevkiye yerleştiririz.” (Nisa Suresi, 4/31)
Büyük günah işlemek, bazen küçük günahları ehemmiyetsiz görmekten
daha ehven olabilir. Meselâ, zina etmek, nefsin altında kalıp ezilmişliğin ifadesidir.
Buna karşılık, sürekli olarak harama bakmak, hafife alındığı takdirde zina derecesinde bir
günah olabilir. Aynı şekilde, bir-iki gıybetle, bir yerde köçeklik yapma ölçüsünde günaha
girilebilir. İnsan, insan ise, harama bakma günahından da, gıybet günahından da ömür
boyu ızdırap duymalıdır.
Bir başka misal olarak, namazı cemaatle kılmak, fukahâ-i kiramdan bazılarına göre
farz-ı ayn, bazılarına göre farz-ı kifâyedir. Hal böyleyken, cemaati beklemeden namazı
geçiştirircesine kılıvermek, namaza karşı bir istihfaftır. “Birisine emredeyim, ezanı
okusun; bir diğeri de imamete geçsin. Ben de Medine’nin sokaklarını dolaşıp, cemaate
gelmeyenlerin evlerini yakıp, başlarına geçireyim” şeklindeki peygamber beyanı ne kadar
üzerinde durulsa azdır.
Cemaati terk edip, namazı tek başına aceleyle kılıverme belki küçük bir günahtır
ama zamanla büyür ve büyük günah halini alır. Bu şekilde cemaati terk, âdeta namazı terk
etmek ölçüsünde büyük bir günah olur. Namazı terk etmek, büyük günahlardandır. Bu
sebeple, mü’min, bir vakit namazı terkettiğinde ağlar, sızlar, dövünür ve tevbe eder. Fakat
cemaati terk ettiği zaman ağlamaz ve tevbe etme gereği de duymaz. Sonra bu, alışkanlık
haline gelir ve neticede insan üst üste pek çok günaha girmiş olur. Daha başka şeyleri de
bunlara kıyas edebilirsiniz.
Bir de, büyük günahlardan daha büyük bir günah vardır ki, o da, insanın neyi veya
neleri kaybettiğinin farkına varmamasıdır. Mânen terakki edemediği gözlenen çok
kimseler var ki, zannediyorum bunlar, küçük günahları ehemmiyetsiz
görmekte, bu da, onların terakkilerine mâni olmaktadır. (Fasıldan Fasıla 1, s:333)

Günahlar Kalbi Ve Latife-İ Rabbaniyeyi Öldürür


“Hayır! Gerçek öyle değil! Onların yapageldikleri kötü işler, gitgide kalplerini
paslandırmıştır. Onun için âhireti inkâr ederler.” (Mutaffifin Suresi, 83/14)

51
Bazı latifeler, ruh ve kalbin kayyimi durumundadır. Cenâb-ı Hakk’ın engin
rahmetindendir ki, bunların pek çoğu pörsüyüp solsalar da ölmezler. Dolayısıyla
belli günahlar neticesinde yaprak dökümüne uğrayan bu latifeler, tevbe mevsiminde
tekrar yeşerir, çiçek açar ve meyve verirler.
Bazı latifeler ise, işlenen bazı günahlar neticesinde ebediyyen kurur,
söner ve ölürler. Ama öyle anlaşılıyor ki, bu latifeler, insanın ruhî ve kalbî
hayatı adına asıl hayat kaynağı olan latifelerden değildirler.
Şimdi de mes’elenin bir başka yönüne bakalım. Şayet günahlar böyle hayatî
latifeleri bütün bütün öldürmüş olsaydı, küfür ve Allah’ı inkâr haydi haydi onları
öldürürdü. O zaman da küfürden sonra imân, irtidattan sonra da geri dönüş kapıları
tamamen kapalı demek olurdu ki; bu da pek çok şeyi içinden çıkılmaz hâle getirirdi. Hz.
Ebû Bekirler, Hz. Ömerler böyle kapalı bir dönemden sonra imâna uyanmışlardı..
uyanmış ve insanlığın ebedî sultanları olmuşlardı. Demek ki, onlardaki hayatî latifeler
cahiliye döneminde bütün bütün ölmemiş ve her zaman imâna açık kalabilmişti. Sadece
kalabilmiş de değil; ardından bir başkasının ulaşması imkânsız mertebe ve derecelere
yükselmişlerdi..
Ayrıca, İslâm, insanın aslî fıtratına dönmesidir. Böyle bir dönüşle insan
ikinci bir fıtrat kazanır. Eğer küfür ve inkâr, belli dönem itibariyle sahabenin aslî
hüviyetini tamamen değiştirmiş olsaydı, o insanlardan hiçbiri imân edemez ve tabii
gökteki yıldızlar haline gelemezlerdi. Aynı şeyi bazı büyük veliler için de söylemek
mümkündür...
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, günahlar bazı latifeleri öldürür; bu doğrudur;
fakat bu latifeler ruh ve kalbin asıl dinamikleri değildirler.. Ne var ki, insan her zaman
bütün latifelerini hüşyar ve uyanık tutmakla mükelleftir. Onun içindir ki, Bediüzzaman
“Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork.. Bir dane, bir lokma, bir öpmekle batma..”
buyurur. Zira bazı duygular çok naziktir, çabuk kırılırlar. İşlenen küçük bir günah bile
onun mahvına sebep olabilir. (Fasıldan Fasıla 2, s:72)
Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya
kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla
çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. (İkinci
Lem’a)

Kıssadan Hisse, Bir Leke


Oğlunu sağlam karakterli ve çirkine kapalı yetiştirmek isteyen bir baba, ondan,
kötü bir şey yaptığında bahçedeki direğe bir çivi çakmasını, İyi bir şey yaptığında da
direkten bir çivi çıkarmasını istedi.
Çocuk babasının dediğini yaptı. Fakat heyhat ki direkteki çivi delikleri tamamen
kaybolmuyordu. Çok üzüldü.

52
Günahın, hatanın hafife alınması laubaliliktir ki, birçok insanın heba olmasını
netice verir.
Günah İnsanın kanına damladı mı nefse bağımlılık yapar. Bir kere nezih ve nurlu
vicdan günahla karardı mı kalbe zift düştü demektir. Tövbe ile çabuk yıkanmaz ve temiz-
lenmezse taştan daha katı ve kara hale getirir.
Bazı şeylerin bir defası olmaz, olmamalıdır. Bir defa ölmek, bir defa yanmak, bir
defa uçurumdan yuvarlanmak denenmez. Zira sonrasının ne olacağı meçhuldür. Nefsin..
şeytanın vazifesini yapan cemiyetin.. ve arkadaşın en büyük hilesi insanlara hatayı bir
defa işletmektir. Anneyi bir defa reddetmek, ona bir defa eziyet etmek hafife alınacak bir
şey olmadığı gibi, Allah'a isyanın da bir defası olmaz. Günümüzde günahın çok
yaygınlaşmasının ve insanların günah karşısında laubalileşmesinin arkasında cehalet
kadar alışkanlık da vardır.
Allah'ın merhametiyle insanı affettiği, Sonsuz Rahmetinin sinesini ona açtığı
doğrudur ama, hep iyiliği görülen ve lütfunu esirgemeyen O Zat'a karşı günah işlemek
doğru değildir.
Bugün nesillerin manevî sahada kanatlanamamasında şöyle veya böyle
bulaşan ve izi kalan günahların tesiri çok büyüktür. Beyaz sayfa, silinse de
leke değmemiş gibi olmayacaktır.
Evladının manevî mahiyetini imha etmeye kimsenin hakkı yoktur. (Mesel Ufku, s:67)

Özet:
1- Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmadır.

2- Günahlar karşısında tevbe, istiğfar edilmeli, işlenen günahtan dolayı rahatsızlık duymalı ve günahın
büyüğüne, küçüğüne, gizlisine, açığına karşı iradî bir duruş sergilenmelidir.

3- Her günahta küfre giden bir yol vardır ve günahlar insanın kalbini öldürdüğü gibi ehemmiyetsiz
görülen günahlar da önemli latîfelerinin ölmesine sebebiyet verir.

4- Günahı küçük görmek, büyük günahlardan daha büyük bir günahtır.

53
ŞEYTAN VE ŞEYTAN’IN YAKLAŞMA ŞEKİLLERİ

Şeytan
Şeytan, Allah’ın rahmetinden uzak düşmüş, işi azgınlık ve azdırma; varlığını fitne,
fesat, nifak ve şikak ekseninde sürdüren lanetlik bir tali’sizdir. Şeytânettir onun her işi ve
şer peşinde koşar sürekli; koşar ve insanlarda kötülük duygularını tetikleyerek, onları
iyilikten, güzellikten ve faziletten uzaklaştırarak âdeta kendine benzetip aveneleri hâline
getirir. Dinî emirlere başkaldırma, Allah ve Peygamber’in dediklerini tersine çevirme,
menhiyât yollarına su serpip insanları bohemleştirme onun en çok üzerinde durduğu
hususlardandır. O her zaman ve her yerde kanun ve kural tanımamazlığı yeğler
atmosferine girenlere.. böylelerinin hırslarını şahlandırır, cismanî ve bedenî arzularını
kamçılar, onlara sürekli çalma-çırpma yollarını gösterir, zevk u safâ ile başlarını döndürür
ve pek çoğunu kendi gibi iblisleştirir.
Belli hikmet ve maslahatlar için insanın varlık atlasına yerleştirilmiş bulunan bir
kısım insanî hisleri olumsuzluk istikametinde kullanmada onun eşi-menendi yoktur.. o,
kirli atmosferine girme bahtsızlığına maruz kalanlara güzellikleri çirkin, çirkinlikleri de
güzel göstermede fevkalâde mâhirdir. Avladığı tali’sizleri iğfal ve propagandalarıyla
öylesine beden ve cismaniyetin kulları-köleleri hâline getirir ki, artık böylesi zavallıların
bir daha da hakiki insan olma ufkuna yönelmeleri âdeta imkânsızlaşır...
İnsanoğlu bu muzır mahlûku ilk defa Hazreti Âdem’e secde hâdisesinde Allah’a
başkaldırmasıyla tanısa dabu bahtsızın sergüzeştisi, –Allahu a’lem– iç problemleri ve
düşünce çelişkilerine bağlı olarak çok daha eskilere dayanmaktadır. O, tabiatındaki
potansiyel kıskançlık hissi, aldatma cibilliyeti, benlik duygusu, isyan ruhu ve şöhret
zaafıyla –bütün bunlarda iradesi bir şart-ı âdî– günümüzdeki takipçileri gibi isyan
ahlâkıyla sürekli köpürüp duran, fesada kilitlenmiş, bayağılardan bayağı bir varlıktır.
Onun iç dünyasını ve mahiyetini teşkil eden esas unsurlarında sürekli kötülük duyguları
kaynayıp durduğu için yörüngesine giren ins ve cinden herkese de aynı şeyleri mırıldanır.
Hususiyle de bir kısım karakter problemi olanları kendine benzetmeye çalışır ve
böylelerine mütemâdiyen şeytanî mülâhazalar üfler.. onların dem ve damarlarında
dolaşır.. ve bu bahtsızlara hep negatif şeyler fısıldar. Bu zavallılar, iç dünyalarında
şekillenen söz, beyan ya da yazıya dökülen düşünce şeklindeki olumsuzlukları kendi
fikirleriymiş gibi sanırlar ama bütün bu menfîliklerin arkasında şeytanî dürtülerin olduğu
açıktır. Bu itibarla da, insanlara karşı ve hususiyle de ehl-i imana karşı kin ve nefret
taşıyan, onları baştan çıkarmaya çalışan, yer yer bir kısım zayıfların hayvanî hislerini
tetikleyerek bunları bohemliğe sürükleyen, kendi gibi düşünmeyenlere saldıran, yerinde
kargaşa çıkarıp genel havayı geren ve değişik kesimleri karşı karşıya getiren, her zaman
nifak ve şikak peşinde koşan, Kur’ân ifadesiyle, mü’minlerle bulunduklarında onlardan
görünen, radikal küfür babalarının yanlarına döndüklerinde de gerçek düşüncelerini
ortaya koyan bu tür fitne örgütleri ve şeytan aveneleri de mecazen şeytan kabul

76
edilegelmiştir ki, Kur’ân’ın ّ7ِŸ1ْ ‫ ِ وَا‬Jْ €ِ 1ْ ‫ ا‬7
َ (ِ`$َ(›
َ ayetinde deşifre ettiği insî şeytanlar da işte
bunlardır. (Şeytan ve Çağdaş Takipçileri, Sızıntı 2008 Haziran Başyazısı)

Şeytanın Vesveseleri:
Allah Teâlâ, şeytanın şerrinden hepimizi muhafaza buyursun. Günde bin defa
“Rabbi eûzü bike min hemezâti’ş-şeyâtîn ve eûzü bike Rabbi en yahdurûn” (Ya Rabbi,
şeytanların vesveselerinden, onların başıma üşüşmelerinden sana sığınırım!) (Mü’minun,
23/97-98) desek yine de az söylemiş oluruz. Çünkü şeytan çok hile ve oyun biliyor. Hiç
kimse onun oynadığı satrançta onunla başa çıkamaz; fakat Allah’ın inayeti olursa şeytanın
eli kolu bağlanır. Zira, o sadece, insanların gönlüne vesvese tohumları atar; şerre
sebebiyet verir. Ama işin hâlıkı, yaratıcısı o değildir. Hayrı da şerri de, nuru da karanlığı
da yaratan Allah’tır.
Şeytana bir iş izafe etmek, onun hakkında “…yaptı, …etti” demek, onun bir şeyler
becerdiğini söylemek ve ondan bahsedip üzerinde durmak tehlikeli olabilir. Bu durumda
şeytan, bir hadis-i şerifte işaret buyrulduğu gibi şişer, kabarır. Esas olan, Allah’a itimat ve
güvenimizin ifadesi olarak, Allah’ın sonsuz havl ve kuvveti karşısında şeytanın
tesirsizliğini; salih kullara hiçbir zarar veremeyeceğini düşünmek ve ona karşı sağlam
durmaktır. Yani, bir bizim tavrımız açısından, bir de onun yaratılış hikmeti, misyonu
açısından meseleye bakmak lâzımdır.
Bir zamanlar Sızıntı dergisinde bir acûze-i şemtâ (elden ayaktan kesilmiş yaşlı
kadın) resmi yayınlanmıştı. O resimdeki, bir insandan daha çok kurgu filmlerdeki
gulyabânilere benziyordu. Resmin üzerinde şu ifadeler vardı: “O şimdiye kadar hiçbir
zaman asıl hüviyetiyle kimsenin karşısına çıkmadı. İnsanlık onu hep değişik maskelerle ve
başka başka şekillerde gördü. Şimdi ise çeşitli doktrinleri kullanarak bütün beşeri içine
alabilecek en korkunç oyununu oynamak istiyor. İnsanla başlayan Mefisto-Faust oyunu
henüz bitmiş değildir.”
Evet, Goethe de Faust’un sonunda “Bu hikâye bitmemiş; Faust mu galip, Mefisto
mu galip belli değil?” der. Faust toy bir delikanlıdır. Kendi ömrünü yaşayan bir varlık...
Şeytan ise bütün insanlığın ömrünü yaşayan bir ucûbe… Siz o resmi ya da benzerlerini
görmüşseniz, şeytan denince zihninizde o şekil canlanabilir; fakat şeytan zihninizdeki
şekilden çok farklıdır.
O, farklı farklı fettânlar (gönül alıcılar, fitneciler) şeklinde insanların karşısına
çıkar. Kimi zaman bohemliği kullanır, beşerin hayvanî hislerini gıdıklar. Bazen insanları
yutan bir canavar gibi.. bazen de onların beyinlerini okuyan, değişik elektrik şerareleri
göndererek muvazenelerinde olumsuz tesirler icra etmeye çalışan, gelip beyin guddelerine
oturarak vesvese veren, orada -psikiyatristlerin dediği gibi- değişik hormonlar üreten ve
böylece hasımlarına korkulu rüyalar gösteren bir büyücü gibi olur.
Beşer hayatından metafiziğe ait mülâhazalar silinince her şeyi fizikle açıklama
hastalığı zuhur etti. Dolayısıyla da günümüz insanı bir düalizme girdi. Dine, dinî esaslara

77
inanan, bütün fizikî dünyaya metafiziğin hâkim olduğunu kabul edenlerin zihinlerinde
bile her şeyi fizikle açıklama hastalığı baş gösterdi. Günümüzdeki korkunç pozitivist
mülâhazanın, insanların kafalarındaki akide intizamını şöyle böyle bozan bir
kısım tesirleri oldu. Oldu ve hemen herkesin kalbine metafiziğe dair
şüpheler attı. Bugün neredeyse herkesin şüphesi vardır. O şüphe de ancak
kendini ibadete vermekle çözülebilir. Çünkü din, “tasdikun bi’l-kalb, ikrarun bi’l-
lisan ve â’mâlün bi’l-erkân”dan, yani; doğruluğunu kalb ile kabul etme, bu kabulü dil ile
açıkça söyleme ve sonra da bu kabul ve itirafı davranışlarla bütünleştirmeden ibarettir.
İnsan çokça ibadet etmeli, ibadet onun tabiatının bir yanı haline gelmelidir. Kant,
“Nazarî akılla Allah bilinemez” diyor; Yaratıcı’nın ancak amelî akılla bilinebileceğini
söylüyor. Bergson da, kendine göre, vicdanı ve entüisyonu (sezgiyi) ön plana çıkarıyor. Bir
mânâda, her şeyin vicdanla, sezgiyle bilineceğini ifade ediyor. Evet, insan delillerle
kafasına yerleştirmeye çalıştığı bir ulûhiyet telakkisiyle, hiçbir zaman imana ilişen
problemlerden kurtulamaz. İmanın, akıldan ziyade kalbe oturması lâzımdır. O da daha
işin başında gönlü şeytana değil, Allah’a satmakla olacaktır. Gönlünü Allah’a satarak; “Al
bunu, bu senin otağın, tahtını kur oraya” diyerek.
“Dil beyt-i Hüdâ’dır, ânı pak eyle sivâdan/Kasrına nüzûl eyleye Rahman
gecelerde” diyen İbrahim Hakkı Hazretlerine kulak vererek alnı seccadeye koyup,
“Kalbimi senden başka her şeyden temizle, beni daire-i ulûhiyetine iltisaka (kavuşmaya)
muvaffak eyle” demeli; yirmi sene, otuz sene bu şekilde yalvarmalıyız. İnsan ancak böyle
bir cehd neticesinde hakka’l-yakîne ulaşır ki, o yaşana yaşana duyulup erilecek bir hedeftir
ve o hedefe ulaşanların karşısına bin tane şeytan bin çeşit hile ve oyunla çıksa da Allah’ın
izniyle onlara bir zarar veremez. (Kırık Testi 1)

Şeytanın en can alıcı silahı: Şehvet


Şehvet, şeytanın en çok başvurduğu, en çok kullandığı tezgâhtır. Mevlânâ’nın
semaa kalktığı zaman irticalen söylediği, Zerkûb veya Hüsamettin Çelebi tarafından
kaydedilmiş rubailerinde anlattığı bir şey var: Mevlânâ orada şeytanla Cenâb-ı Hakk’ı
karşı karşıya getirip konuşturuyor. Diyor ki şeytan, Allah’a; “İzzetine kasem ederim ki
insanların hepsini şirazeden çıkaracağım. Ama onların bir dayanakları var, benim de
olması lâzım.” Allah, “İstediğin kadar para, al kullan onu” diyor. Memnun olmuyor,
ekşitiyor yüzünü şeytan. “İstediğin kadar ömür...” deniliyor, yine yüzünü ekşitiyor;
“İstediğin kadar güç, kuvvet...”, yine ekşitiyor; “şehvet” denilince, Hz. Mevlânâ diyor ki:
“Şeytan zil taktı oynadı o zaman.”
Şehvet, şeytanın en büyük kozudur, denilebilir. Bana tarih boyunca şehvet
mevzuunda dayanmış, sabretmiş, devrilmemiş kaç tane babayiğit gösterebilirsiniz? Kalbi
hiç inhiraf etmemiş, gözünün içine yabancı bir hülya girmemiş, kulağı o işin mahremini
duymamış, o istikamette adım atmamış, el uzatmamış kaç babayiğit? Zira o, şeytanın zil
takıp oynadığı bir mesele. Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) “Ümmetime bundan
daha büyük bir imtihan, bir fitne vesilesi bırakmadım” buyuruyor. Bizim sabah akşam

78
yaptığımız dualar, kişinin şehvetle imtihanı karşısında yaptığı duadır; “Böyle bir
imtihanla karşı karşıya gelmeden sana sığınırım!” demektir. Tek taraflı da değildir bu iş.
Erkekler kadınlarla imtihan olurken, kadınlar da erkeklerle imtihan olur.
Şeytan hesabına olacak örgülerden ve nakışlardan kaçmak gerek. Başka bir deyişle,
örümcek ağına düşmemeli. Ağa düşmüş sinekleri görmüşsünüzdür; çırpındıkça batarlar,
daha perişan hale gelirler. Şeytanın ağı da öyle. O, ağına düşmüşlerin başında bekler;
bekler ki kurtulamasın, çırpınsın ve çırpındıkça batsın. Bu sebeple, insan potansiyel
genişliğini kendi elleriyle daraltmamalı. Kevn ü mekânlara sığmayan, lâ mekânî (bir
mekânla sınırlanmayan), lâ zamanî (zamana bağlı olmayan) mahiyetini; daracık bir şeye,
bir âna, bir lâhzaya, bir bakmaya, bir öpmeye, bir daneye, bir lokmaya mahkûm etmemeli.
Unutmayın, bir kuşu kafese kıstıran şey bir dane hırsıdır. Nizamî, Hz. Adem’in yediği
“yasak meyve”nin de buğday olduğunu söyler. “Hz. Adem yiyince onu, benzi de buğday
danesi gibi sapsarı kesildi” der Mahzen-i Esrâr’ında.
Demek asıl mesele şeytanın ağına düşmemek. Kur’ân-ı Kerim diyor ki, “Yaidühüm
ve yümennîhim... (Onlara vaadde bulunur ve onları boş kuruntulara sevkeder...) ” (Nisa,
4/120). Hiçbir vaadini yerine getirmez o. Onun sözünün hikâye edildiği başka bir âyette
açıkça diyor zaten: “... Ben de size bir şeyler vadettim, ama sözümde durmadım” (İbrahim,
14/22). Öyleyse insanı boş vaadlerle kandıran ve vaadini asla gerçekleştiremeyecek olan
şeytanın ağına düşmemeye bakmalı. (Sohbet-i Canan)

Şeytanî Oklar
Zihin, öncelikle günahlar, hatalar, yanlışlıklar ve kötülüklerle kirlenir. Her günah,
her hata ve her kötülük onda mutlaka bir iz bırakır. İnsan çok defa böyle bir zihin
kirlenmesinin farkına varmasa da zamanla onun tezahürlerini kendi gönlünde ve
duygularında hissedebilir. Böyle bir kirlenme, hayırlı işlere devam etme arzusunu kırar,
salih amellerde süreklilik isteğini azaltır ve fenalıklara meyil gücünü arttırır.
Evet, günümüzün insanları zihin kirliliği gibi bir âfete mâruzlar ve bu yönüyle de
talihsiz sayılırlar. Bugün, çarşıya ve sokağa her çıkışlarında gözler yoluyla bir takım
haramlara girmeleri neredeyse muhakkak. Ruh dünyalarında bulantı hâsıl edecek
manzaralar âdiyattan. Kulaklar adeta kir taşıyor, diller kir üretiyor. Uygunsuz sözler
dinleniyor, çirkin laflar ediliyor, sürekli şunun-bunun aleyhinde atılıp tutuluyor;
konuşmalar gıybetlerle başlıyor, yalanlarla devam ediyor ve sonunda iftiralarla
noktalanıyor. Konuşanlar kirletiyor; onlara müsamaha gösterip dinleyenler de onların
vebaline ortak olup kirleniyorlar. Böylece, çok ciddi bir zihin kirliliği yaşanıyor.
Bu kötü durum şeytanın müdahalesine de bir ortam hazırlıyor ve kirli zihinleri
şeytan kendi hesabına kullanıyor. Dolayısıyla, insanlar dupduru bir gönülle Cenâb-ı
Hakk’a teveccüh etme imkânını asla bulamıyorlar. Dahası, birer pas, birer leke olan o
günahlar, tevbe ve istiğfarla temizlenmez ve arttıkça artarsa, o zaman üst üste yığılan
kirler bir perde halini alıyor; Allah’tan gelen tecellilerin önünü kesiyor, rahmet

79
esintilerine ve ilahî inayete mani oluyor ve artık himayesiz kalan kalbler şeytandan
gelecek küfür oklarına bile açık birer hedefe dönüşüyor.
Bundan dolayıdır ki, böyle bir musibete karşı ümmetini ikaz eden Allah Rasûlü
(sallallahu aleyhi ve sellem), “Nazar (bakış) şeytanın zehirli oklarından bir oktur.”
buyuruyor ve Cenâb-ı Hakk’ın şu iltifatkâr beyanını naklediyor: “Kim Benim korkumdan
dolayı harama bakmayı terkederse, kalbine öyle bir iman neşvesi ve halâveti atarım ki,
onun zevkini gönlünün derinliklerinde duyar.”
Dışarıdan gelecek günah hücumlarına karşı ümmetini koruma mevzuunda çok
hassas davranan Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ), kadın-erkek herkesin
iffete kilitlendiği bir dönemde, hem de Hac vakfesini yapıp Arafat’tan döndükleri bir
sırada, terkisine aldığı (Hazreti Abbas’ın oğlu) Fazl’ın başını sağa-sola çeviriyor ve böylece
etraftaki kadınlara gözünün ilişmemesi için ona yardımcı oluyordu. Asır saadet asrı,
mevsim Hac mevsimi, terkisine binilen Zat Allah Rasûlü ve harama bakmaması için başı
sağa-sola çevrilen de iffetinde hiç kimsenin şüphe edemeyeceği Hazreti Fazl idi. Öyle bir
şeyin adeta imkânsız olduğu bir durumda, nazarına başka hayâller girmesin ve serseri bir
ok kalbini delmesin diye, Fazl’ın yüzünü bir o yana bir bu yana çevirmesi Efendimiz’in bu
konudaki hassasiyetini gösteriyor ve ümmetine misal teşkil ediyordu.
Rasûl-u Ekrem Efendimiz, bir başka zaman da, Hazreti Ali’ye, “Ya Ali, birinci bakış
lehinedir, fakat ikincisi aleyhinedir.” buyurmuş; bir kasta iktiran etmediği için ilk bakışın
mesuliyet getirmeyeceğini ama ikinci defa dönüp bakmak iradî olduğundan, onun günah
hanesine yazılacağını vurgulamış; harama götüren yolu tâ baştan keserek günahlara geçit
vermemek gerektiğine dikkat çekmişti. (İkindi Yağmurları)

İrade, Nefis Ve Şeytan


Evet irâde, nefis ve şeytandan gelen her türlü hile ve desiselere karşı bir siper olup,
vahiyden düşünceye intikal eden şeyleri vicdanın destek ve beslemesi ile hayata mâletsin
ve yaşanır hale getirsin diye yaratılmıştır. O bu vazifeyi ifâ ederken, en büyük hasmı olan
şeytan ve nefis, irâdenin karşısına pek çok mania ve geçit vermeyen derin dereler
çıkaracaklardır. Hasımlarına karşı böyle bir durumda mücadele vermek, irâdenin varlık
sebebidir. Düşünce vahye açık değilse, vicdan sönmüş, irâde felç ise, işte o zaman şeytan,
rolünü rahatlıkla oynayacağı mükemmel bir sahne bulmuş demektir. Midesinin hakkını
hiç unutmayan insan, iradesinin hakını da vermeli değil midir?
Nefsin istek ve alışkanlıkları, insan için öldürücü birer zehir ve insanı aşağılara
çeken ağırlıklar gibidir. Ruh, nefsin rağmına gelişir ve yükselir. Tersi yönde, nefis
beslendikçe ruh küçülür, sıkışır, ağırlaşır.. Bunun neticesinde de kalb, duygu ve
lâtifelerde bir hantallaşma meydana gelir. Efendimiz (sav)’in beyanları içinde, şeytan
insanın damarlarında dolaşır durur. O halde “Siz” diyor, “Onun dolaştığı yerleri biraz
daraltın.” Evet onu açlık, susuzluk ve isteklerinden mahrum etmekle sıkıştırın. Aklına her
estikçe yiyen, çeşitli yiyecek ve çerezlerle beslenen bir insanın şehvetine düşkün olması
gâyet normaldir. Binaenaleyh, irâdenin hakkını ve kavgasını vererek, nefse ait beslenme

80
musluklarını kısmak çok mühimdir. Aksi takdirde, nefis daima şeytana açık kapı
olacaktır. Şeytan gibi nefisten de insana dostluk gelmez. Nefsin fenalıklara götürücü
büyük bir hasım ve kendisine karşı “en büyük cihad”ın yapılması gereken bir düşman
olduğunun bilinmesi, ondan ve şeytandan kurtulma, dolayısıyla da Allah’a (cc) yaklaşma
istikametinde atılmış ilk adımlardandır. Efendimiz Aleyhissalâtü ves-selâm’ın, “Senin en
büyük hasmın, iki kaşın ortasındaki nefsindir.” ; bir muharebeden dönerken de, “Şimdi
küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurması ve yine Kur’ân’da Yusuf
Aleyhisselâm’ın dilinden, “Muhakkak nefis kötülükleri emreder” sözünün nakledilmesi,
ondan korkmamız ve karşısında daima teyakkuzda bulunmamız hususunda bizim için
önemli derslerdir.
Ma’rifetullah’ta derinleştikçe, Rabbimizi çok iyi tanıyıp, içimizde onu bulma ve
tanıma huzuruna erdikçe, şeytan ve nefsin va’dedeceği bütün yalancı zevkleri ve lezzetleri
aşmış ve onların üstüne çıkmış olacağız. Allah’ın marifetiyle tatmin olup huzura ermiş bir
kalbe teklif edilen bütün yabancı tadlar ve zevkler, çok sönük ve çok silik gelir.
Haddizatında, kendi içinde aydınlığa ermiş bir insanın, nefis adına şeytanın teklif edeceği
şeylerden lezzet alması zaten düşünülemez. Kendi içinde ma’rifete erememiş kimselerin
durumu ise, güneşten mahrum kalıp da, mum ışığı ve ateş böcekleriyle teselli olmaya
çalışan kimsenin durumu gibidir. Ma’rifete ulaşmış, dolayısıyla da ışığını bulmuş bir
insan, şeytan ve nefsin kendisine takdim edeceği vâhî ve fânî şeylere aldanmayacak ve
kapılmayacaktır. Marifeti kazanmanın yolu da burada madde madde sıraladığımız
hususları yerine getirmekten geçer. (NOT: Bunlar 15 madde halinde yazının alındığı
“İnancın Gölgesinde-2” kitabında tek tek açıklanmıştır.)

Şeytan’ın Vesveselerine Karşı Mesnevi-i Nuriye


…O Yeni Said'in münazarasıyla, nefis ve şeytanın tam mağlub edilmesi ve
susturulması gibi, Risale-i Nur dahi yaralanmış tâlib-i hakikatı kısa bir zamanda tedavi
ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve iskât ediyor. Demek bu Arabî Mesnevî
Mecmuası, Risale-i Nur'un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu Mecmuanın
yalnız dâhilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin
şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o mâlûmat ise, meşhûdat hükmünde ve
ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor. (Mesnevi-i Nuriye)

Özet
1- Şehvet, şeytanın en çok başvurduğu, en çok kullandığı tezgâhtır onun en büyük kozudur. Nefse ait
beslenme musluklarını kısmayan bir insanın şehvetine düşkün olması gâyet normaldir.

2- Şeytanın tuzağına düşüp onun peşinden gitme, hayırlı işlere devam etme arzusunu kırar, salih
amellerde süreklilik isteğini azaltır ve fenalıklara meyil gücünü arttırır.

3- Tevbe ve istiğfarla temizlenmeyip arttıkça artan günahlar Allah’tan gelen tecellilerin önünü kesiyor,
rahmet esintilerine ve ilahî inayete mani oluyor ve artık himayesiz kalan kalbler şeytandan gelecek küfür
oklarına açık hale geliyor.

4- Düşünce vahye açık değil, vicdan sönmüş, irâde felç ise şeytan, rolünü rahatlıkla oynayacağı
mükemmel bir sahne bulmuş demektir.
81
5- Şeytanın imanımızı sarsan şüphelerine karşı Mesnevi-i Nuriye başta olmak üzere Nur Risaleleri çok
okunmalıdır.

82
FEDAKÂRLIK
ِb‫ِ ا‬Š(ِEF
َ IِK َ‫ن‬4ُ0ƒِ $َM%ُ َ•59 Ÿ
َ ْ1‫ُ ا‬G:ُ 1َ 9‫ َ¡ن‬Aِ ْG:ُ 1َ ‫َا‬4ْ6َ‫ْ وَأ‬G:ُ S
َ Wُ ْJَ‫َ أ‬7(ِ56ِ ْ£Rُ ْ1‫َ ا‬76ِ ‫ َ'ى‬Xَ ›
ْ ‫ا‬b
َ ‫نا‬
9 ‫ِإ‬
ِb‫َ ا‬76ِ ِBِ~ْ:\َ Aِ UَKْ‫ْ أَو‬76َ َ‫نِ و‬Žْ'Mُ ْ1‫ِ وَا‬Š(ِŸJْ §ِ ‫ْرَا ِة وَا‬4X9 1‫ ا‬IِK $Mَ̈• .ِ (ْ 0َ Z َ ‫~ًا‬Z
ْ ‫نَ َو‬4ُ0Xَ Mْ %ُ ‫ن َو‬
َ 4ُ0Xُ Mْ (َ Kَ
Gُ (ِ©\َ ْ1‫ْ ُز ا‬4Wَ ْ1‫ ا‬4َ ‫_ ُه‬
َ 1ِ ‫ َو َذ‬.ِ Aِ ْGXُ ْ\%َ $َA ‫ِي‬819‫ ا‬Gُ @ُ \ِ (ْ Eَ Aِ ‫”'ُوا‬
ِ ْEXَ ْF$َK
“Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın
almıştır. Onlar Allah yolunda mücadele ederler, öldürürler ve öldürülürler. Bu Allah’ın
Tevrat’ta da, İncîl’de de, Kur’ân’da da üstlendiği gerçek bir vaaddir. Verdiği sözde
Allah’tan daha sadık kim olabilir? O halde yaptığınız bu alış verişten dolayı sevinin ey
müminler!” (Tevbe Suresi, 9/111)
Habbâb İbni Eret (radıyallahu anh) anlatıyor: Nebîler Serveri Efendimiz (sallallahu
aleyhi ve selem) hırkasını başının altına yastık yapmış Kâbe’nin gölgesinde dinlenirken
(müşriklerden gördüğümüz işkencelerden) kendisine şikâyette bulunup, “Bizim için duâ
edip Cenâb-ı Hakk’tan yardım dilemez misiniz?” dedik.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve selem) şöyle cevap verdi: “Önceki ümmetler daha
dehşet verici işkenceler görmüşlerdi.. meselâ bir mü’min tutuklanır, kazılan bir çukura
konur, sonra da bir testere ile başından aşağı ortadan ikiye biçilirdi, hatta bununla da
bırakılmaz eti-kemiği denmeden bütün vücudu demir tırmıklarla taranırdı. Fakat yine
de bütün bunlar o kişiyi dininden döndüremezdi. Yemin ederim ki Allah Teâlâ hazretleri
mutlaka bu dini hâkim kılacaktır. Öylesine ki, bir gün gelecek yalnız başına bir atlı,
Allah korkusu dışında sürüsüne kurt saldırmasından başka hiç bir korku taşımaksızın
San’a’dan Hadramut’a kadar emniyetle gidecektir. Ne var ki, siz sabırsızlanıyorsunuz.”
(Buhârî, Menâkıb 25)

Mahrumiyetler Kuşağında Filizlenen Aksiyon


Soru: Büyük davalar, birtakım mahrumiyetlerin ötesinde bayraklaşmış. Mesela;
Serahsî, Hanefi fıkhının en büyük eseri olan Mebsut’u hapsedildiği kuyuda talebelerine
dikte ettirmek suretiyle vücuda getirmiş. Yine asrımızın devâsâ çilekeşi, aynı
mahrumiyetlerle büyük davasının temelini atmış. Bunun sebeb-i hikmetini izah eder
misiniz?
Bütün büyük davalar ve ulvi gâyeler, birtakım mahrumiyet, çile ve
ızdırabın gölgesinde bayraklaşır. Hiçbir büyük hakikat ve yüce ideal, sıkıntı
görmeden ve bir kısım mahrumiyetlere katlanılmadan elde edilmemiştir.
Mesela; Seyyidinâ Hz. Âdem, cennetten çıkarılma, Habil'in ölümü dolayısıyla evlad acısı
çekme ve hepsinden öte insanlara hak ve hakikati anlatma gibi hayatının önemli
karelerinde birçok sancı ve ızdırap çekmiştir. Ama bütün bu sıkıntılarının bir semeresi
mahiyetinde, Cenab-ı Hak ona "Safiyyullah" unvanını vermiştir.
Evet, Hz. Âdem'den günümüze kadar gelip geçen peygamberlerin, Sahabenin ve
başları yüce şahikalar gibi heybetli ve dumanlı, içlerinde bin bir ızdırabın kol gezdiği yüce

96
rehberlerin çile ve ızdırap yüklü hayatları bize göstermektedir ki, muvaffakiyetlere
giden yollar, çepeçevre mahrumiyet engelleriyle sarılmıştır. (Prizma 3)
***
Bediüzzaman (1873-1960).. 20. asrın insanının kendisine muhtaç ve medyun
olduğu bu büyük çilekeş, 1925'lerde Barla ya sürgün edilmiş, bir kır bekçisiyle görüşmesi
bile çok görülmüş; hapishanelerde ve tehcir-i mutlaklarda yaşamaya zorlanmıştır. Hatta
düşüncelerine ket vurulmak istenerek eser yazmasına bile fırsat verilmemiştir. Fakat o
büyük mücadele insanı, bütün engellemelere rağmen tıpkı vahyin yazılmasında olduğu
gibi, eserlerini sigara kâğıtları, tahta parçaları gibi ibtidaî malzemelere yazdırmış ve o
vâridât, bir yolu bulunup dışarı çıkarılarak çoğaltılmıştır. İmam-ı Âzam, İmam-ı Hanbel
ve diğer büyükler gibi Bediüzzaman da, o saf ruha ve ulaşmak istediği rıza ufkuna
yükselebilmek ve Efendimiz (s.a.s)'in bıraktığı mirası alıp asrımızdaki muhtaç sinelere
taşıyarak devam ettirebilmek için 28 sene çile çekmiştir.
Asrımızın ufkunu süsleyen bu nur insan, “Seksen küsur senelik hayatımda
dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Ömrüm harp meydanlarında, esaret
zindanlarında, memleket mahkemelerinde, memleket hapishanelerinde
geçti. Divan-ı Harplerde bir cani gibi muamele gördüm, bir serseri gibi
memleket memleket sürgüne gönderildim.” sözüyle çileyle yoğrulmuş seksen
küsur senelik ömrünün kısa bir serencamesini anlatır. Başı yüce dağlar kadar yüksek ve
dumanlı bu büyük çilekeşin, çektiği ızdırap ve amansız sıkıntıların verdiği bir ruh haletiyle
söylemiş olduğu "Zaman oldu ki, hayattan bin defa bıktım. Eğer dinim beni intihardan
menetmeseydi, şimdi Said, toprak olmuştu." ifadeleri, dünyada iken ukbanın
yamaçlarında dolaşan bir çilekeş ruhun çekmiş olduğu çile ve ızdırabın derecesini
göstermesi bakımından çok önemlidir.
Evet, çile ve mihnet çekmek, iman yolunda hizmet etmenin lazım-ı
gayr-ı müfarıkı (ayrılmaz bir parçası)dır. Gerçi insanın "Allah'ım! Bana mihnet,
meşakkat ve sıkıntı ver ki, ben imânâ hizmet edeyim" diyerek bunu istemesi
yanlıştır; ama çile ve ızdırapla yoğrulmamış bir davanın da ilelebet payidar
kalması mümkün değildir.
Diğer bir husus ise, Cenab-ı Hak, yaptırdığı büyük hizmetleri,
nazarların tam olarak âhirete müteveccih olması ve yapılan işlerde Allah'ın
rızasından başka bir şey düşünülmemesi için huzûzat-ı nefsaniyeden uzak
bir noktada yaptırmaktadır. Mesela, Bediüzzaman'ı düşünecek olursak, bir insanın
harp meydanında, kurşun yağmuru altında yazdığı bir eserin içine riyanın girmesi
mümkün değildir. Zaten kendisi de bunu İşârâtü'l-İ'caz isimli tefsirinin başında, "Eski
Said, en dakik ve en ince olan nazm-ı Kur'ân'daki i'cazlı olan îcazı beyan ettiği için kısa ve
ince düşmüştür. Fakat şimdi ise, Yeni Said nazarıyla mütalaa ettim. Elhak, Eski Said'in
bütün hatiatiyle beraber şu tefsirdeki tetkikat-ı âliyesi, onun bir şâheseridir. Yazıldığı
vakit daima şehid olmaya hazırlandığı için, hâlis bir niyet ile ve belâğatın kanunlarına ve

97
ulûm-u Arabiyenin düsturlarına tatbik ederek yazdığı için hiçbirini cerhedemedim."
ifadeleriyle itiraf etmektedir. Aynı şekilde Ahmed b. Hanbel Müsned'ini, Serahsî
Mebsut'unu ve İmam Gazali de eserlerini hep bu duygu ve düşünce içinde kaleme
almışlardır.
Evet, bakışlarında aydınlık, düşüncelerinde hikmet ve beyanlarında hakikat
nümâyan olan bu başyüce kametler, diriltici soluklarıyla muhataplarını her zaman
aydınlatmışlar ve aydınlatmaya da devam edeceklerdir.

Risale-i Nur'un Mesleği, Maddi Manevi Feragat Mesleğidir


Risale-i Nur'un mesleği maddî manevî feragat mesleğidir Ben maddî ve manevî her
şeyimi feda ettim, her musîbete katlandım. Her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakîkat-i
îmaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de
milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i îmaniyede onlar devam
edeceklerdir. Ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden
ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır. Bize ezâ ve cefâ
edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve
onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim. (Emirdağ
Lâhikası-11, s. 80)

Fedakârlık
Soru: Maddî ve manevî füyûzât hisleri ne demektir? Bu füyûzât hislerinden
fedakarlığın ehemmiyeti nedir?
Cevap: Füyûzât, çoğalma, taşma, bolluk ve bereket mânâlarına gelen “feyiz”
kelimesinin cem’idir (çoğuludur). Feyiz, dünyada, kalbî-ruhî hayatın derinleşmesini ve
insanın iç enginliklere ulaşmasını netice veren ilhamlar, mevhibeler ve Cenab-ı Hakk’ın
lutfettiği vâridât-ı Sübhaniyedir. Ahirette ise feyiz, insanın Cennet’e ulaşması, Rıza’ya
kavuşması ve Cemâlullah’ı görme şerefine nâil olması gibi mazhariyetlerdir. Sorunuza
cevap verirken “feyiz” kelimesini, manevî haz ve zevk şeklinde anlamak ve o
manada kullanmak herhalde daha uygun olsa gerektir.
Maddî füyûzât hisleri, insanın meşru dairede zevk ve lezzetlerden
istifade etmek isteyişi demektir. Allah’ın helal kıldığı çerçevede yeme-içme, rahat
etme; israf, lüks ve fanteziye girmemekle beraber Cenab-ı Hakk’ın lütfettiği nimetlerden
meşru dairede faydalanma; cismaniyet ve maddî hayat itibariyle onları kullanma duygusu
hem kula verilmiş bir hak hem de insan olmanın muktezasıdır. Fakat bu istifade etmenin
de bir sınırı vardır; bir insanın, hak etmediği ya da dinin cevaz vermediği şeylerden
faydalanması doğru değildir; çünkü öyle bir işte Allah’ın rızası yoktur. Cenabı Hak,
nelerden istifade etmeyi mübah kılmışsa, onlardan yararlanma kulun hakkıdır; bir kul,
isterse bu hakkı kullanır, isterse de onu kullanmayıp gelecek nesiller adına ayrı bir
kıymet hükmüne bağlar, onların kullanmasını sağlar.

98
Manevî füyûzât hisleri ise, bir insanın iman-ı billâh, marifetullah,
muhabettullah ve latîfe-i Rabbâniye ile ulaşabileceği ruhanî zevkleri
arzulaması; Cennet’e girme ümidiyle ve Cennet nimetlerinin hayaliyle
yaşaması demektir. Allah’a iman etme ve marifetullaha ermenin ruhî ve kalbî hayat
itibariyle çok derin bir zevki vardır. Cenabı Hakk’a yakınlıkta dünyevî nimetlerle elde
edilemeyecek çok engin hazlar bulunur. Allah’a imanla başlayan ve O’nun sevgisine doğru
devam eden yolun her adımında ayrı bir sürprizle karşılaşılır. İşte, bu yolda yürüyen bir
insanın tattığı zevk ve lezzetler manevî füyûzât hisleridir. Bazen, o yolun yolcusu, daha da
ileriye gidebilir; velilere seyr u süluk-i ruhanî neticesinde derin bir kısım şeyler
lütfedildiği gibi, o da bazı harikulade şeylere mazhar olabilir. Mesela, insanların içini
okur; gelecekte vuku bulacak bazı hadiselerle alakalı bir kısım bilgiler Cenab-ı Hak
tarafından kalbine ilham edilebilir; ya da ibadet ü taatten o kadar lezzet alır ki, kulluk
adına eda ettiği her şeyi bir kevser zemzemesi içinde yudumlar, adeta Cennet hayatını
burada yaşıyor gibi olur. Bunlar, insanın manevî yönü ve kalbî-ruhî hayatı itibariyle
duyabileceği zevklerdir. Bunların bir damlası, insanın maddesi ve cismaniyeti itibariyle
tattığı zevk ve lezzetlerin batmanlarına tercih edilir. Kalbî ve ruhî hayat itibariyle tadılacak
olan bir damla zevk, bedenî ve cismanî hazların bin batmanına galip gelir, ağır basar.
(Ümit Burcu)

Adanmışların Fedakârlığı
İşte, maddî ve manevî füyûzât hislerinden fedakarlık deyince, bu zevk ve
lezzetlerin her iki çeşidini de davası uğrunda feda eden adanmışlar akla gelir. Bir davaya
dilbeste olmuş ve ona adanmış bir ruh hem maddî hem de manevî füyûzât hislerinden el
çeker; onları gaye ve hedef yapmaz. Bu, insanın maddî- manevî zevk ve lezzetleri
davasına kurban etmesi, vermesi gerekli olan şeyler bir yana, verme mecburiyetinde
olmadığı şeyleri bile bağlandığı o dava hatırına gözden çıkarması ve terk etmesi
demektir ki; bu davranış adanmış olmanın bir gereğidir.

Tebliğ İnsanının Bir Özelliği Olarak Fedakârlık


Fedakârlık tebliğ adamının en mühim hususiyetlerinden birisidir.
Baştan fedakârlığı göze almayan, alamayan insanlar, asla dâvâ insanı
olamazlar. Dâvâ insanı olmayan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu
değildir. Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, hatta evlad ü iyal, makam,
mansıp, şöhret.. vs. gibi çoklarının dilbeste olduğu, gaye-i hayâl bildiği şeyleri bir
çırpıda terk etmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktıkları dâvânın, neticede varıp
zirvelere oturması muhakkak ve mukadderdir. (İrşad Ekseni, 215)

Hicret Fedakârlık İlişkisi


Her dâvâ insanı, mâlik olduğu maddî imkânları sarf etmesinin yanında, doğup
büyüdüğü çevreyi yine sadece dinini, düşüncesini, hürriyetini, insanlığını daha iyi
duyup yaşayabilmesi için icabında terk etmesi de, yani onun hicreti de fedakârlığın ayrı
bir buududur…
99
Günümüzün irşâd ve tebliğ erleri de, hemen her sahada hep bir zirve toplumu
sayılan Ashab-ı Kiram tarafından temsil edilmiş bu fedakârlık anlayışını hayatlarına
tatbikle aynı performansı göstermek zorundadırlar. Aksi hâlde başta da ifade ettiğimiz
gibi, bu kişilerin tebliğ çalışmalarında başarılı olmaları düşünülemez.

Ham Ruhlar ve Fedakârlıkta Kemal Nokta


Devr-i Saâdet sonrasını kana-irine boğanlar, çilesiz ruhlardı. Daha sonraki
devirlerde, birbirinden baskın, bütün hoyratlıkların ve azgınlıkların arkasında da, yine
hep bu ızdırapsız ruhlar vardı. Bir kere olsun, sahib olduğu şeyler uğrunda aç-susuz
kalmayan; yurt-yuva adına fedâkârlık göstermeyen, belli bir dönemin zarurî
sarsıntılarına, sıkıntılarına ma’ruz kalmayan ızdırapsızlar... Zaten hayatını, madde ve
konforun levsiyatı içinde geçiren böyle ham ruhlardan, hangi fedakârlık beklenebilir ki?
Fedakârlık her şeyden evvel, nefsin sefil arzularına karşı koymakla başlar ve
toplumun mutluluğu adına kendi saâdet ve hazlarını unutmakla kemâle erer.
Yoksa, her fedakârlık iddiası bir aldatmaca ve toplumun yüzüne savrulmuş koca bir
yalandır.. (Fasıl 2)

Fedakârlıkta Ayrı Bir Buud


Şahs-ı manevî ile alâkalı birtakım belâ ve musibetler vardır ki, bunları birtakım
fedakârlar karşılar ve cemaate gelecek belâların def u ref’i için kendilerini feda ederler.
Hizmet kadrosu içinde değişik münasebetlerle vefat edenler ve muhtelif belâlara dûçar
olanlar hakkında böyle düşünmek daha muvafık olur. (Fasıldan Fasıla–1/Perspektif) (Burada
Hocaefendi’nin Mehmet Özyurt ağabeyin trafik kazasıyla ilgili değerlendirmeleri düşünülebilir.)

Birbirimize karşı kalb istikametini korumada fedakârlığın


rolü
İnsanların birbirine karşı kalb istikametini korumaları çok önemlidir. Gönüllüler
hareketi için ise bu önemli olmanın çok ötesinde bir vazife ve vecibedir. Bu konuma
ulaşmak için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1-Başkalarının düşüncelerine saygı göstermek.….
2-Kalb istikametini korumada ikinci husus feragat ve fedakârlıktır. İnsan iradî bir
varlıktır. Bu açıdan her insanın kendine has düşünceleri, tercihleri, arzuları ve istekleri
vardır. Onların gerçekleşmesi kimileri için hayat memat meselesidir. Kimileri içinse değil.
Vifak ve ittifakın korunması ana gaye olduğuna göre bazen bazılarının
düşüncelerinden feragat ve fedakârlık yapması gerekir. (Gurbet Ufukları /Perspektif)

Diğergâmlık
Bu milletin yeniden dirilmesi, tarihin geçmiş sahifelerinde kalan o şanlı maziyi
yeniden yaşaması, yaşatma zevkiyle yaşamaktan vazgeçen alperenlerle olacaktır.
Fedakârlık, hasbîlik ve diğergâmlık duyguları ile gönlü dopdolu olan ferdler ve böyle
ferdlerden müteşekkil bir cemm-i gafir (çoğunluk) olmadığı müddetçe, diriliş beklemek

100
bir ham hayâlden öteye geçmez. Bakın, Allah Rasûlü (s.a.s.) geride bıraktığı ailelerine,
dünya mâmeleki (mal ve mülkü) adına ne bıraktı? Hz. Ebu Bekir’in taksim edilecek mirası
var mıydı? ... Ve Hz. Ömer, hançerlendiği zaman “Bakın bakalım, malım borcumu
ödeyecek mi? Ödemezse Adiyy oğullarından, onlarda da yoksa Kureyş’ten borç alıp
ödeyin” diyordu..
Evet, bir milleti ihya, ancak bu duygu ve düşüncedeki fertlerle olur. Öyleyse
şahsınız ve aileniz adına yarınları çok düşünmeseniz de olur. Burs ile idare etmeye çalışın.
Kitaplarınızı şimdiden vakfedin. Dünya sizi boşamadan evvel siz onu talak-ı selase, yani
üç talakla boşayın. Ve dünyaya geldiğiniz gibi çırıl çıplak gitmek ümniyeniz olsun. Daha
doğrusu kesben değil ama dünyayı kalben terkedin! (Fasıldan Fasıla–1/Perspektif/Diğergâmlık)

Günümüzün Kara Sevdalılarının Vasıflarından biri


Onlar, hiçbir zaman kendi rahatlarını düşünmez; sürekli "Allah" der, "fazilet"
der ve insanî değerler arkasında koşarlar, peygamberâne bir tavırla herkese sînelerini açar
ve her zaman başkaları için yaşarlar. Onların bu ölçüdeki hasbîliklerine karşılık Allah da,
ellerin-ayakların işe yaramadığı çetin bir günde, bu gönül insanlarına melek kanadından
tüyler ihsan ederek dünyada onları beklenmedik muvaffakiyet sürprizleriyle şereflendirir;
ötede de vuslat gölgesiyle serinletir.. kudsîler arasına alır.. özel konuklarına gösterdiği
iltifatı gösterir.. sonra da bütün bu lütuflarını hoşnutluğuyla taçlandırır. (Örnekleri
Kendinden Bir Hareket/Günümüzün Kara Sevdalıları)

Konunun Özeti:
1- Bütün büyük davalar ve ulvi gâyeler, birtakım mahrumiyet, çile ve ızdırabın gölgesinde
bayraklaşır. Hiçbir büyük hakikat ve yüce ideal, sıkıntı görmeden ve bir kısım mahrumiyetlere
katlanılmadan elde edilemezler.

2- Muvaffakiyetlere giden yollar, çepeçevre mahrumiyet engelleriyle sarılmıştır.

3- Çile ve mihnet çekmek, iman yolunda hizmet etmenin lazım-ı gayr-ı müfarıkı (ayrılmaz bir
parçası)dır.

4- Bir davaya dilbeste olmuş ve ona adanmış bir ruh hem maddî hem de manevî füyûzât hislerinden
el çeker; onları gaye ve hedef yapmaz. Bu, insanın maddî- manevî zevk ve lezzetleri davasına kurban etmesi,
vermesi gerekli olan şeyler bir yana, verme mecburiyetinde olmadığı şeyleri bile bağlandığı o dava hatırına
gözden çıkarması ve terk etmesi demektir ki; bu davranış adanmış olmanın bir gereğidir.

5- Fedakârlık her şeyden evvel, nefsin sefil arzularına karşı koymakla başlar ve topluluğun
mutluluğu adına, kendi saadet ve hazlarını unutmakla kemale erer...

101
İHLÂS
c
َ =ّ20‫ ا‬-ُ 0َ 8ًU/ِd
ْ ;ُ -َ /ّ0‫ ا‬2ِ Zُ W
ْ 8َN f
e6َ 0ْ 8ِS َ‫ب‬8َ?gِ ْ0‫ ا‬h
َ ْM0َ‫ ِا‬8َiْ0jَ ْk‫ َا‬8Vk‫ِا‬
“Biz sana kitabı gerçeğin ta kendisi olarak indirdik. O halde sen de ibadetini
Allah’a has kılarak yalnız O’na kulluk et!” (Zümer Suresi, 39/2)

‫ن‬
َ >ُ‫آ‬Eِ J
ْ =ُ ْR‫ ِاذَا ُه‬Ee Zَ 0ْ ‫ ا‬mَ0‫ْ ِا‬R`ُ Mّnkَ 8V4َ/Nَ c
َ =ّ20‫ ا‬-ُ 0َ c
َ MUِ/d
ْ ;ُ -َ /ّ0‫>ُا ا‬W
َ ‫ َد‬h
ِ /ْ Tُ 0ْ ‫ ا‬mِN ‫>ُا‬Zِ‫ذَا َرآ‬8ِ Nَ
“Gemide yolculuk yaparken boğulma tehlikesine düşünce bütün kalpleriyle yalnız
Allah’a yalvarırlar. O da onları kurtarıp karaya çıkarınca bir de bakarsınız ki yine
müşrik oluvermişler!” (Ankebut Suresi, 29/65)

İhlâsın Tarifi Ve Ehemmiyeti


Ey âhiret kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur'aniyede arkadaşlarım! Bilirsiniz ve biliniz:
Bu dünyada, hususen uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en
makbul bir şefaatcı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir
duâ-yı mânevî, en kerametli bir vesîle-i makasıd, en yüksek bir haslet, en sâfî bir
ubûdiyet: İhlâstır. (21.Lema) (Dokuz özellik sayıldı.)
İhlas, yapılan her şeyi Allah (cc) için yapma ve yapılmayanı da yine Allah için
yapmama, demektir.
Asrımızın büyük mütefekkiri: “Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için
çalışınız ve O’nun rızası dairesinde hareket ediniz”, derken ihlâsın hem tarifini yapmakta
hem de ehemmiyetini dile getirmektedir. (Sonsuz Nur)
İhlâs; doğru, samimî, katışıksız, dupduru; riyâdan uzak olma ve kalbi bulandıracak
şeylere karşı kapalı kalma, kapalı yaşama.. veya gönül safveti, fikir istikameti içinde
Allah’la münasebetlerinde dünyevî garazlardan uzak kalma ve tam bir sadâkatle kullukta
bulunma şeklinde yorumlanmıştır ki, daha sonra, meşâyih-i kirâmın, onun tarifi ile
alâkalı söyledikleri sözlerin hemen büyük bir bölümü; sunmaya çalıştığımız bu tarif
etrafında cereyan etmektedir.
İhlâs; ferdin,

• ibadet ü tâatinde, Cenâb-ı Hakk’ın emir, istek ve ihsanlarının dışında her


şeye karşı kapanması,
• abd ve Mâbud münasebetlerinde sır tutucu olması,
• yaptığı şeyleri Hakk’ın teftişine arz mülâhazasıyla yapması,
• tabir-i diğerle; vazife ve sorumluluklarını, O emrettiği için yerine
getirmesi,
• yerine getirirken de O’nun hoşnutluğunu hedeflemesi ve
• O’nun uhrevî teveccühlerine yönelmesinden ibarettir ki, saflardan saf
sâdıkların en önemli vasıflarından biri sayılır.
Allah, çok iş ve çok semereden daha ziyade, her işte rızâsının gözetilmesine önem
102
verir. Evet, O’nun nazarında “Bir dirhem ihlâslı iş, batmanlarla hâlis olmayana
müreccahtır.” (Bedîüzzaman, Lem’alar, 17. Lem’a 13. Nota 3. Mesele, 20. Lem’a 4. Sebep)
İhlâs, bir kalp amelidir. Ve Allah da kalbî temâyüllerine göre insana değer
verir. Evet;

ْG@ُ Aِ 4ُ0]ُ Uَ1‫© ُ' ِإ‬


ُ ْ5%َ ْ7@ِ 1َ‫ْ َو‬G‫ ِر ُآ‬4َ >
ُ Uَ1ِ‫ْ وَ•َ إ‬G@ُ 6ِ $َSْYَ‫ أ‬Uَ1ِ‫© ُ' إ‬
ُ ْ5%َ َ• َb‫ ا‬9‫( إِن‬fehvâsınca) “O, sizin
sûret, şekil ve dış görünüşlerinize değil; kalplerinize ve kalbî temâyüllerinize bakar.”
(Müslim, Birr 33)
İhlâs, Allah tarafından temiz kalplere bahşedilmiş, azları çok eden, sığ şeyleri
derinleştiren ve sınırlı ibadet-ü tâatı sınırsızlaştıran öyle sihirli bir kredidir ki, insan
onunla dünya ve ukbâ pazarlarında en pahalı nesnelere talip olabilir ve onun sayesinde
âlemin sürüm sürüm olduğu yerlerde, hep elden ele dolaşır.
İhlâsın bu sırlı gücünden dolayıdır ki, Allah Resûlü:

Šِ Rَ \َ ْ1‫َ ا‬76ِ Šُ (ِ0Mَ ْ1‫_َ ا‬Wِ ْ@%َ َ_5َ %ِ‫¬ْ د‬0ِْNَ‫“ أ‬Dinî hayatında ihlâslı ol, az amel yeter.” (el-Beyhakî,
Şuabü’l-îmân 5/342) buyurur.. ve:

¬
َ 0َN
َ $َ6 •9 ‫ ِإ‬Šِ Rَ \َ 1ْ ‫ ا‬7
َ 6ِ Šُ Eَ Mْ %َ •َ b
َ ‫نا‬
9 €ِ Kَ ِbِ ْG@ُ 1َ$َRْZَ‫ا أ‬4ُ•0ِْNَ‫“ أ‬Her zaman amellerinizde ihlâsı
gözetin; zira Allah, sadece amelin hâlis olanını kabul eder.” (ed-Dârakutnî, es-Sünen 1/51)
diyerek amellerin ihlâs yörüngeli olmasına tembihte bulunur.
Amel bir cesetse ihlâs onda can, amel bir kanatsa ihlâs da diğer
kanattır. Ne ceset cansız olabilir, ne de tek kanatla bir yere varılabilir.
Bazılarına göre, ibadet ü tâatta, halkın görüp hissetmesinden kaçınmak ihlâs..
bazılarına göre ise, halk mülâhazasını bütün bütün unutmak.. bazılarına göre de,
ihlâsı dahi hatırlamamak.. evet bunlara göre ihlâs; ameli her türlü mülâhazadan uzak
bulundurmak ve sürekli murâkabe ile maddî-mânevî bütün hazları unutmaktır.
İşin daha doğrusu ihlâs, kul ile Mâbud arasında bir sırdır ve bu sırrı Allah,
sadece sevdiklerinin kalbine koymuştur. Kalbi ihlâsa uyanmış bir insanın
nazarında, medh ü zem, tâzim ü tahkir ve yaptığı işlerle bilinip bilinmemesi,
hatta sevap ve mükâfat mülâhazası kat’iyen söz konusu değildir; değildir ve
böylelerinin gizli-açık her halleri aynı çizgidedir... (KZT-1)

Azamî ve tam ihlâs


İhlasın da asgarî ve azamî dereceleri vardır. Her işi Allah rızası için yapmak;
riyâdan uzak olmak ve kalbi bulandıracak şeylere karşı kapalı kalmak; ibadet ü tâatta,
halkın görüp duymasından kaçınmak ve hatta halk mülâhazasını da bütün bütün
unutmak ihlasın farklı derinliklerindendir. Azamî ve tam ihlas ise, bütünüyle Allah’ın
rızasına bağlanıp sevap ve mükâfat mülâhazasını bile akıldan çıkararak, riya ve süm’a gibi
gizli şirk çukurlarına asla düşmemektir. (Ümit Burcu)

103
Neden İhlâslı Olmalıyız?
Mâdem ihlâsda mezkûr hassalar (dokuz özellik) gibi çok nurlar var ve çok kuvvetler
var.. ve mâdem bu müdhiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli
tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde bizler gâyet az ve zaîf ve fakir
ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gâyet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i îmaniye
ve hizmet-i Kur'aniye omzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş; elbette herkesten
ziyade bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz ve ihlâsın sırrını
kendimizde yerleştirmek için gâyet derecede muhtacız…
Ey kardeşlerim! Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur.
Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs
kuvvetine dayanmak gerektir. İhlâsı kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz
gibi çekininiz. Hazret-i Yûsuf Aleyhisselâm UDAَ‫َ ر‬G•
ِ َ‫ ر‬$َ6 •9 ِ‫ءِ ا‬4;S1$ِA ٌ‫رَة‬$96َ•َ َ ْW59 1‫ن ا‬
9 ‫ ِا‬demesiyle,
nefs-i emmâreye itimad edilmez. Enâniyet ve nefs-i emmâre sizi aldatmasın. (21. Lema)

İhlâssızlığın Neticesi
Yoksa hem şimdiye kadar kazandığımız hizmet-i kudsiye kısmen zâyî olur, devam
etmez; hem şiddetli mes'ul oluruz. ‚
ً (ِ0]َ $ً5Rَ „َ Uِƒ$َ%-ِA ‫'ُوا‬Xَ ”
ْ ƒَ •َ ‫ َو‬âyetindeki şiddetli
tehdidkârâne nehy-i İlâhîye mazhar olup, saadet-i ebediye zararına mânâsız, lüzumsuz,
zararlı kederli, hodfurûşâne, sakîl, riyakârane bazı hissiyat-ı süfliye ve menâfi-i cüz'iyenin
hatırı için ihlâsı kırmakla; hem bu hizmetteki umum kardeşlerimizin hukukuna tecavüz,
hem hizmet-i Kur'aniyenin hizmetine taarruz, hem hakaik-i îmaniyenin kudsiyetine
hürmetsizlik etmiş oluruz. (21. Lema)
Efendimiz (s.a.s.) buyuruyor: "Kimin dünyada iki yüzü varsa kıyamet günü,
ateşten iki dili olacaktır." Başka bir hadislerinde ise şöyle beyan eder: "Kıyamet
gününde, AIlah nazarında en kötü olanlardan bir kısmını da ikiyüzlülerin teşkil ettiğini
göreceksiniz. Bunlar bazılarına bir yüzle, diğer bazılarına da başka bir yüzle giden
insanlardır."

İhlâs-Sadakat Münasebeti
Sadâkat bir asıl ve kaynak, ihlâs da ondan nebeân eden bir “mâ-i zülâl” sayılmıştır.
Kırk gün bu mâ-i zülâli içen birinin kalbinden lisânına hikmet kanallarının açıldığı ve
açılacağı, sözleri “lâl ü güher” Söz Sultanı’nın beyânı.
Sadâkat, peygamberlik âleminin en birinci vasfı, ihlâs ise en nûrânî buududur.
Başkalarının hayat boyu elde etmek için uğraşıp durdukları ihlâsa onlar doğuştan
mazhardırlar. Kur’ân-ı Kerîm nebî ihlâsını anlatma sadedinde: $ً•0َ ¥
ْ 6ُ ‫ن‬
َ $َ‫ آ‬.ُ J9 ‫“ ِإ‬Şüphesiz o
ihlâsa erdirilmişti.” fermân-ı sübhânîsiyle bu önemli mazhariyeti ihtar eder.
Sadâkat ve ihlâs, enbiyâ-i izâm için hayatî birer sıfât oldukları kadar, davâ-yı
nübüvvetin temsilcileri için de su kadar, hava kadar önemli birer vasıftırlar. Bu iki
hususiyeti elde etmek ve bu nûrânî iki kanatla kanatlanmak, onların en ehemmiyetli güç

104
kaynaklarındandır. Birinciler, ihlâssız bir adım atamayacaklarına inanırlar; ikinciler de
atamayacaklarına inanmalıdırlar.
Gerçekten de, sadâkat ve ihlâs bir ucu insan gönlünde, diğer ucu Hakk’ın inâyet
katında öyle bir derinliktir ki, o derinliklere yelken açmış ve o kanatla kanatlanmış bir
babayiğidin takılıp yollarda kaldığı görülmemiştir. Zira onlar, Allah tarafından teminat
altındadır.. (KZT-1)
***
İhlâs, insanın dosdoğru ve müstakîm olmasının adıdır. İhlâslı insanın hayatında
zikzaklar yoktur. Ruhânî seyri hep yukarıya doğru ve dimdiktir. Onun içindir ki, onlar işe
başladıkları günkü mahviyetlerini, zirvelere çıktıkları zaman da koruyup muhafaza
edebilmişlerdir. Ancak onlar ne kadar azdır!.
İnsanlık tarihinde, bu ufkun zirvesinde sadece bir insan vardır; O da Allah
Resûlü’dür. Nasıl olmasın ki, da’vâsını ilk yaymaya başladığı günkü tavrıyla Mekke’yi
fethettiği gün arasında mahviyet ve tevazu bakımından zerre kadar değişme
göstermemiştir.
Mekke sulhla alınmıştır. Münferit bir-iki hâdise olsa bile, bunu umuma teşmil
etmek doğru değildir. İki Cihan Serveri, senelerce evvel çıkarıldığı bu mübarek yere
girerken fâtih bir kumandan edasıyla girmiyordu. O gün merkûbe binmiş ve başını o
kadar eğmişti ki, mübarek başı neredeyse eğerin kaşına değecekti.
O, Medine’de bulunduğu devre içinde de tavrını hiç değiştirmemişti. Sahâbe, O
içeriye girdiğinde ayağa kalkardı.. kalkmalıydılar da. Hatta O girdiğinde cenazeler dahi
kabirlerinden fırlayıp, O’na ihtiram etmeliydiler.. O bütün bunlara fazlasıyla lâyıktı.
Ancak kendisi, sahâbenin böyle ayağa kalkmasından ciddî rahatsızlık duyar ve her
defasında : “Acemlerin (büyüklerine) ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın” der ve tekdîr
ederdi.
Evet O, kudsî vazifeye nasıl başladıysa, öyle de bitirdi.. O’nun hayatı âdeta bir
musîki ahengi içinde geçmişti. Başladığı işi başladığı perdede bitiriyordu ve bu çok üstün
muvaffakiyet demekti. Hatta O, bir yönüyle bu ilâhî musîkiye pestle başlamış ve neticede
arz-ı semâ’yı velveleye verecek tize ulaşmıştı.
O, bütün hayatı boyunca dini Allah’a tahsis ederek sadece O’na kulluk yaptı.. gönlü
sadece O’nun marifetiyle doldu-taştı.. gözü her yerde O’nun asârını süzüp durdu.. bütün
duyguları O’ndan gelen mânevî zevklerle coştu ve köpürdü.. O, Hakk’a uyanmış, hakikate
yelken açmış ve doyma bilmeyen bir iştiha ile hep “Allah” deyip dolaşmıştı. Çünkü O, bir
ihlâs insanıydı... (Sonsuz Nur, Peygamberlerin Özellikleri)

İhlâsın Zıddı Riya = Gizli Şirk


Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri’nin Tenbîhü’l-Gafilîn’in ihlâs bahsinde
naklettiği, Ahmed b. Hanbel Hazretleri’nin Müsned’inde geçen bir hadis-i şerifte şöyle
buyrulmaktadır: “İnne ehvefe ma ehâfu aleyküm eş-şirkü’l-esğar. Kâlû; me’ş-şirkü’l-
105
esğar? Kale, e’r-riya - Allah Rasulü, “Sizin hakkınızda en çok korktuğum şey küçük
şirktir.” deyince Sahabe Efendilerimiz “Küçük şirk nedir?” dediler. Efendimiz de “Riya”
karşılığını verdiler.” Bir rivayette de “şirkü’l-esgar” yerine “şirkü’l-hafî (gizli şirk)” ifadesi
vardır. Nedir Allah’a gizli gizli eş-ortak koşmak? Küçük dahi olsa gösteriş yapmaktır..
kendini ihsas etme, iradî olarak kendini sergilemedir. (Kırık Testi, Nefis ve Vicdan Mekanizması)
İmam Gazalî Hazretleri “Ağlayan da kaybedebilir, ağlamayan da!..” demiştir. İnsan
ağlamıyorsa, o bir gün mutlaka pişman olacaktır; çünkü, onun önünde kendisini ağlatacak
çok badireler vardır ve o badirelerin bazıları ancak burada dökülen gözyaşlarıyla
aşılabilecek mahiyettedir. Fakat, pek çok ağlayanlar da vardır ki, günahlarından ya da aşk
u iştiyaktan dolayı değil de, başka şeyler sebebiyle, belli dünyevî hislerin tesirinde gözyaşı
dökerler. Daha da kötüsü, hassas, duygulu, müttaki ve Allah sevgisiyle dolu bir insan gibi
görünme ve bilinme maksadıyla ağlarlar. Böyle bir ağlama, dinimizce, en azından hiç
gözyaşı dökmeme kadar tehlikeli sayılmış ve gizli şirk kabul edilmiştir. Demek ki,
gözyaşının da meşru istikamette olanı makbuldür. Mü’min, hususiyle de toplum içinde
kalbinin heyecanlarına hâkim olmaya çalışmalı; iradesinin hakkını verip gözyaşlarını içine
akıtmalı; buna güç yetiremiyorsa, ancak işte o zaman gözyaşı bendinin önünü açmalıdır.
(Ölümsüzlük İksiri)

İhlâsı Koruma Yolları


Bu hizmet-i Kur'aniyede bulunan kardeşlerinizi tenkid etmemek ve onların
üstünde faziletfuruşluk nev'inden gıbta damarını tahrik etmemektir.
Bütün kuvvetinizi ihlâsta ve hakda bilmelisiniz. Evet kuvvet hakdadır ve ihlâstadır.
Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet
kazanıyorlar.
Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur
edip, onların şerefleriyle şâkirâne iftihar etmektir. (21. Lema)
***
Hizmet erleri, ilk günkü ihlas ve samimiyetlerini artırarak, mutlaka onu
korumak zorundadırlar. Bu da onların iradeleriyle kendilerini sürekli
dengelemelerine bağlıdır. Aksi halde baş döndürücü muvaffakiyetler karşısında ihlâslarını
koruyamaz ve geldikleri yere, hem de dipsiz bir kuyuya düşer gibi düşerler. Evet,
zirvelerde bulunmak oldukça tehlikelidir. Dağların, yerin üstündeki kadar, yerin altında
da uzantıları vardır. İhlası kaybeden insan daha önce hangi zirvede bulunursa bulunsun,
dağların altta kalan kısmı gibi oluverir.. oluverir de kazanma kuşağında kaybetmenin
ızdırabını acı acı yaşar. Unutmayalım: İhlasla elde edilen nur helezonunun aşağısı
gayyâdır. Evet düz yolda yürüyenler için böyle bir tehlike söz konusu olmasa da zirvede
bulunanlar için her zaman bahis mevzuudur. Biz bu mülâhaza ile herkesi düz yolda
yürümeye teşvik etmiyoruz. Edemeyiz de; zira, bu durum, dünyaya geldikleri gibi giden
insanların durumudur. Halbuki bizler hep zirvelere doğru pervaz etmek için dünyada
varız. Bu durumumuzu da, yine bizi yükselten faktörlere sımsıkı sarılmakla korumak
106
zorundayız. Hiç şüphesiz bu faktörlerin en başta geleni de ihlastır. İhlas, yapılan her işi
Allah rızası için yapmak demektir. (Fasıl-2, Perspektif)

Özet:
1- İhlas, katışıksız dupduru olmak, riyadan uzak bulunmak demektir.

2- İhlası korumanın yolu, onu arttırmaktır.

3- İhlas, bir kalp amelidir. Dolayısıyla, dış görünüşe göre karar vermemek gerekir.

4- İhlassız amel, makbul değildir.

5- İhlas, bir sırdır. Allah, o sırrı sevdiği kullarının kalbine atar.

6- İhlas ile sadakat arasında sıkı bir irtibat vardır. Sadakat bir kaynak, ihlas da bu kaynaktan çıkan saf
sudur.

7- Riya gizli şirktir ve Peygamberimiz (s.a.s.), bu konuda ümmeti için endişe etmiştir.

8- İhlası kazanma koruma yollarından biri de kardeşlik olarak karşımıza çıkmaktadır. Demek ki, ihlasla
kardeşlik arasında da sıkı bir bağlantı söz konusudur. İhlas, uhuvvet ve hucûmat-ı sitte beraber müzakere
edilmesi gerekir.

7
َ (ِ•0ِْ¥Rُ ْ1‫ِ ا‬.1ِŽَ‫َ و‬7(ِ•0َْ¥Rُ ْ1‫ ُ]~ْوَةِ ا‬Uَ0Z
َ ْG0ِّF
َ ‫ َو‬Šِّ >
َ ‫َو‬ 7
َ (ِ•0ِ¥
ْ Rُ 1ْ ‫ك ا‬
َ ‫ ِد‬$َEZ
ِ ْ76ِ $َ50ْ \َ Y
ْ ‫ ا‬G9 :ُ 091َ‫ا‬
7
َ (ِ•0َ¥
ْ Rُ 1ْ ‫ا‬

107
KUR’AN OKUMANIN FAZİLETİ

Kur’ân’a Teveccühümüz
“Bu Kur’an, kalbi ona açık olanlar ve gözünü Kur’ân’a dikip ona kulak verenler
için bir öğüttür” (Kâf Suresi, 50/37).
Kur’ân-ı Kerim’e onda bir şeyler bulacağınız itimadı ve böyle ciddî bir
inanmışlık içinde baktığınız zaman, başkalarının filozofça ve mütefekkirane
bakmalarının çok ötesinde şeyler müşahede edebilirsiniz. Ümmî de olsanız -ki biz hepimiz
bir açıdan ümmî kategorisine dahiliz- çok daha derin şeyler görebilirsiniz. Çok engin
şeylere şahit olabilirsiniz. Kur’an, bir bahr-i bîpâyândır, uçsuz bucaksız bir denizdir. Fakat
o kendisine itimat etmeyenlere, güvenmeyenlere karşı cimri ve kıskanç davranır. Kendi
kıt akılları ve eksik idraklerinden dolayı Kur’ân’ı anlamayan, onun lâfızlarına takılan,
i’rabında hatalar arayan, ona –hâşâ- Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözü
nazarıyla bakan ve Mütekellim-i Ezelî’den gaflet eden insanlara karşı Kur’ân-ı Kerim
cimrice davranır; hazinelerini kıskanır onlardan.
İşte, burada da karşılıklı bir takip etme vardır. Yani, siz Kur’an’da bir şeyler
bulacağınıza inanır, onun âyetlerini hazineyi gösteren işaret taşları gibi bir
bir takip ederseniz, o da sizi yakın takibe alır, hazine dairesinin kapısını açık
bırakır. Neticede, onun aydınlatıcı tayfları arkasında, filozofların duymadığı şeyleri
duyarsınız. Onun için, bazen bir ümmî, tekkedeki bir postnişin, İbn Sina gibi bir dâhinin
duyduğunun çok üstünde duymuştur Kur’ân’ı. Farabî sizin köyün çobanı kadar
duymamıştır onu. İbn Rüşd, bir fevkalâdeliği olmayan mü’min kadar iman hakikatlerine
muttali olamamıştır. Üstad Hazretleri de onlar için “Adî bir mü’min mertebesini ancak
kazanmışlardır” diyor. Onlar ilmî ve filozofça bakışlarını bir mercek gibi gözleri önüne
koyuyor ve Kur’ân’a öyle bakıyorlar. Dolayısıyla, Kur’ân’a ait meânî, onların o bakışına
göre şekilleniyor. Oysa ki, Kur’ân’a bakış; ulûhiyete ait yanı açısından, ulûhiyete ait
tayfları görme mülâhazasıyla olmalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’e karşı ortaya konan zahîrî ve sûrî bir ta’zimin de kendine göre
mutlaka bir değeri vardır, o da boşa gitmez. Fakat, asıl olan, zarfla beraber mazrufa,
lafızla beraber manaya ve Kur’ân’ın mushafıyla beraber onun Rabbimizin kelamı oluşuna
da saygı, hürmet ve muhabbet göstermektir

Kur’an Okumanın İnsana Kazandırdıkları


1- Kur’an, nasihat, dertlere şifa, hidayet ve rahmettir.
"Ey insanlar! İşte size, Rabbinizden bir öğüt, gönüllerdeki dertlere bir şifa,
müminlere doğru yolu gösteren bir hidayet ve rahmet geldi." (Yûnus Suresi, 10/57)
"İlacın en hayırlısı Kur’an'dır." (İbni Mâce, Tıb, 38)

114
2- Kur’an bütün insanlık için bir rehberdir.
İnsan ne kadar ilerlerse ilerlesin, maddî olarak hangi seviyeye ulaşırsa ulaşsın,
Kur’ân’ın ona gösterdiği prensiplerden asla müstağni kalması düşünülemez. Bu hidayet,
toplumun sadece belirli bir kısmını değil, herkesi ilgilendiren, her seviyedeki insanın
muhtaç olduğu, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza dek yükselmesinin teminatı olarak
inmiş bir hidayettir.
“İşte Kitap! Şüphe yoktur onda. Rehberdir muttakilere”. (Bakara Suresi, 2/2)
“De ki: "O iman edenler için hidayet ve şifadır.” (Fussilet Suresi, 41/44)
3- Kur'an, en doğru yola iletir.
"Gerçekten bu Kur’an, insanları en doğru yola, en isabetli tutuma yöneltir.." (İsrâ
Suresi, 17/9)

4- Kur’an okunan yere melekler, rahmet ve sekîne iner.


"Bir topluluk Kur’ân’ı okuyup, onu aralarında müzakere etmek üzere Allah'ın
evlerinden birinde bir araya toplandıklarında, mutlaka üzerlerine sekinet iner ve onları
Allah'ın rahmeti bürür. Melekler de onları kanatlarıyla sararlar. Allah Teâlâ da, onları
huzurunda bulunan yüce topluluğa (meleklere) anar." (Ebu Davud, Salât, 349; Müslim, Zikir,
38)

Hz. Peygamberin yukarıda anlattığı durum, sahabeden Üseyd ibn Hudayr


tarafından da bizzat yaşanmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.), Üseyd’in (r.a.) Kur’an
okuduğu esnada inen bulutun, bir sekine olduğunu beyan buyurmuştur.
Bir diğer hadisi şerifte şöyle buyrulur:
"Kur’an okunan evin hayrı artar; oturanları sıkmaz. Böyle evlere melekler
toplanır, şeytanlar uzaklaşır. İçinde Kur’an okunmayan ev oturanlara dar gelir; böyle
evlerin hayır ve bereketi az olur; melekler uzaklaşır; şeytanlar üşüşür. İçinde Kur’an
okunan, anlam ve yorumuyla meşgul olunan ev, yıldızların yeryüzünü aydınlattığı gibi,
sema ehli için aydınlatılır." (Darimî, Sünen, 2/429-430; Heysemî, Mecma'üz-Zevaid, 7/171)
5- Kur’an görev vermede tercih sebebidir.
Bu konuyla ilgili pek çok örnek bulmak mümkündür. Meselâ, imamlık gibi son
derece önemli bir görevde, Kur’ân’ı en çok bilenin tercih edilmesini tavsiye buyurmuş,
(Müslim, Mesacid, 289-291) Allah Resûlü'nün Yemen'e gönderdiği heyetin başına yaşça en
küçük olmasına rağmen Kur’ân’ı iyi bilen birini başkan seçmiş (Heysemî, 7/161) ve değişik
görevlendirmelerde aynı yolu takip etmiştir. Bütün bu uygulamalar, Kur’an okumanın ve
incelikleriyle onu bilmenin önemini gösteren hususlardır.
6- En hayırlı kişi
İnsanlara göre üstünlük ölçüleri farklıdır. Kimine göre zenginlik, kimine göre soy-
sop, kimine göre ırk, kimine göre makam-mevki vs.. Ancak Cenab-ı Allah'a (c.c.) göre
hayırlı ve üstün olma, Kur’ân’ı öğrenme ve öğretme meselesine bağlanmıştır. Bu
115
önemlidir, çünkü Kur’an okunup anlaşılmadan üstün olmanın yolları bilinemez, hayırlı
olmaya götüren ve hayırlı olmayı engelleyen hususlar tespit edilemez. Bu meselelerin aynı
zamanda başkalarına aktarılması da istenmiştir ki, iyiler ve iyilikler çoğalsın, kötüler ve
kötülükler Kur’ân’ın altın ikliminde yok olup gitsinler. Bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s),
şu vecîz ifadeleriyle anlatmaktadır: "Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir."
(Buharî, Fedailü'l-Kur’an, 21)

Kur’an, "..Şunu unutmayın ki, Allah'ın nazarında en üstün olanınız, içinizden


takvada en ileri olanınızdır..." (Hucurât 49/13) beyanıyla, Allah katında insanların değer
kazanma ölçüsünü bildirmiştir. Belirtilen bu takva sahibi olma hususu ise, ancak Kur’ân’ı
okuma ve anlamadan geçer.
"... Sözün en hayırlısı, Allah'ın Kitabı'dır..." (Müslim, Cuma, 43)
7- Kur’an, kendisine sahip çıkanın ahirette şefaatçisi olur.
"Kişi kabrinden kalkınca Kur’an, o kimseyi, rengi değişmiş ve zayıflamış bir halde
karşılar ve: 'Beni tanıyor musun?' der. O da: 'Hayır' cevabını verir. O zaman: 'Ben senin
arkadaşın olan ve seni şiddetli sıcaklarda susuz, geceleri uykusuz bırakan Kur’ân’ım'
der. Sonra o şahsa vakar tacı, anne-babasına da iki değerli elbise giydirilir. Anne-baba
bunun sebebini sorunca, çocuklarının Kur’an’la olan meşguliyeti gösterilir." (İbn Mace,
Edeb 52)

"Kur’an okuyun! Zira Kur’an, kıyamet günü okuyana şefaatçi olarak gelir."
(Müslim, Müsafirûn, 252)

"Kim Kur’ân’ı okur, ezberler, helâl kıldığı şeyi helâl kabul eder, haram kıldığı şeyi
de haram kabul ederse Allah, o kimseyi Cennet'e koyar. Ayrıca hepsine Cehennem şart
olmuş bulunan ailesinden on kişiye şefaatçi kılınır." (Tirmizi, Sevâbu'l-Kur’an 13)
8- Kıyâmette Nûr
Kur’an, insana maddi-manevî bir ışıktır. Ona yol gösteren bir lambadır. Bu
dünyada içinden çıkamayacağı konularda bir rehberdir. Nitekim "Ey insanlar! İşte size
Rabbinizden bir delil geldi, size açık bir Nûr indirdik." (Nisâ Suresi, 4/174) âyeti de bunu
vurgulamaktadır.
Kur’ân’ın aydınlatması ve insana yol göstermesi sadece bu dünya ile sınırlı olmayıp,
âhirette de devam edecektir. "Her kim Allah'ın kitabından bir âyet öğrenirse, o öğrendiği
kıyâmet günü kendisine bir nur olacaktır." (Darimî, 2/444)
9- Manevi makamlar Kur’an’la kazanılır.
Kur’ân’a sahip çıkma, onu okuma, anlama ve yaşama ölçüsünde Cennet'teki
makam ve dereceler de farklılaşacaktır. Resûlullah (s.a.s), Kur’ân’ın insana kazandıracağı
bu yönü şöyle ifade buyurmuşlardır: "Kur’ân’ı okuyup ona sahip çıkan kimseye
(âhirette): "Oku ve (Cennet'in derecelerine) yüksel, dünyada nasıl ağır ağır okuyor
idiysen öyle oku. Zira makamın, okuduğun en son âyetin seviyesindedir." denir. (Ebu
Davud, Vitr, 20)

116
"Üç zümre vardır ki, onları Kıyametin dehşeti korkutmaz, onlar için hesap
zorluğu yoktur, diğerlerinin hesabı bitinceye kadar onlar misk tepecikleri
üzerindedirler. Bunlardan birisi, Allah'ın rızasını kazanmak için Kur’an okuyan
kimsedir." (Taberanî'den Münzirî, et-Terğîb, 1/311)
"Kim gece on âyet okursa gafillerden sayılmaz. Yüz âyet okuyan kânitînden, bin
âyet okuyan ise mukantarînden sayılır" (Ebû Davud, "Salât," 326)
10- O, bitmeyen bir ticarettir.
Kur’ân’a sahip çıkıp onu vird haline getiren ve onunla amel eden kimseler
anlatılırken, onların, batması, tükenmesi ve iflası mümkün olmayan bir ticaret kazancına
sahip oldukları ifade edilir. Tükenmeyen zengin bir ticaret nitelemesinde bulunma,
verenin, her şeyin sahibi ve mâliki Allah (c.c.) olmasındandır. "Allah'ın Kitabını okuyup
ona uyanlar, namazı hakkıyla ifa edenler ve kendilerine nasip ettiğimiz imkânlardan
gizli ve âşikâr olarak hayır yolunda harcayanlar, ziyan ihtimali olmayan bir ticaret
umarlar." (Fâtır Suresi, 35/29)
11- Zorlanana İki Sevap
"Kur’ân-ı Kerim'i maharetle okuyan bir insan, Kirâmen Kâtibin melekleri
seviyesinde olur. Onu o seviyede beceremeyen fakat halis bir niyet ile okumağa çalışan,
okurken de kem küm edip dili dolaşan ve Kur’ân’ı okumak ona zor geldiği halde okuyan
insana da iki sevap vardır." (Buharî, Tevhid, 52)
12- Her harfine en az on sevap verilir.
"Kur’ân-ı Kerim'den tek bir harf okuyana bile bir sevap vardır. Her hasene on
misliyle değerlendirilir. Ben "Elif lâm Mîm" bir harf demiyorum. Aksine "Elif" bir harf,
"Lâm" bir harf, "Mîm" de bir harftir." (Tirmizî, Sevabü'l-Kur’an, 16)
İşte o kudsî defterin en mükemmeli; kırk vecihle mu'cize ve her dakikada hiç
olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen nurserpen ve her bir harfinde asgari olarak on
sevap ve on hasene ve bazen on bin ve bazen Leyle-i Kadir sırrıyla bir harfine otuz bin
hasene ve meyve-i cennet ve nûr-u berzah veren Kur’ân-ı Mu'ciz-ül-Beyandır. Bu
makamda ona rekabet edecek kâinatta hiçbir kitab yoktur ve hiçbir kimse gösteremez.
Madem bu elimizdeki Kur'an, Semavat ve Arzın Hâlik-ı Zülcelâlinin Rubûbiyet-i
mutlakası noktasından ve azamet-i Ulûhiyyeti cihetinden ve ihatâ-ı rahmeti cânibinden
gelen kelâmıdır, fermanıdır, bir mâden-i rahmetidir. Ona yapış... Her derde bir deva, her
zulmete bir ziya, her ye'se bir rica içinde vardır.
13- Kur’an okumak en faziletli ibadettir.
"Ümmetimin en faziletli ibadeti Kur’an okumaktır." (Münavi, Feyzu'l-Kadir, 2/44)
"Bir adam: "Ey Allah'ın Resûlü, Allah'a hangi amel daha sevimlidir?" diye sordu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Yolculuğu bitirince tekrar yola başlıyan" cevabını

117
verdi. "Yolculuğu bitirip tekrar başlamak nedir?" diye ikinci sefer sorunca: "Kur’ân’ı
başından sonuna okur, bitirdikçe yeniden başlar" cevabını verdi." (Tirmizî, "Kur’an," 11)
"Oturup, Allah'ın kitabından bir âyeti anlaman, senin için yüz rekât (nâfile)
namaz kılmandan daha hayırlıdır." (İbn Mâce, "Mukaddime", 16)
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kur’an, her kimi Beni zikretmekten ve Bana el
açıp istemekten alıkoyarsa ona, isteyenlere verdiğimin en alâsını veririm.” (Tirmizî,
Fezailü'l’Kur’an, 6/25)

İbnu'l-Cezerî, selef âlimlerinin Kur’an okumayı (nafile) ibadetler içerisinde birinci


sıraya koyduklarını ifade etmiştir. (en-Neşr, 1/3)
14- Kur’an okuyan kişi gıpta edilmeye layık birisidir.
"Ancak iki kişi gıpta edilmeye değerdir: Birisi, Allah'ın kendisine Kur’an ihsan
edip de gece-gündüz onu okuyarak uygulamaya çalışan; diğeri de, Allah'ın verdiği malı
gece-gündüz infak eden kimsedir." (Müslim, Salâtü'l’Müsafirîn, 266-267)
***

"Kur’an okuyan mü'minin misâli portakal gibidir. Kokusu güzel tadı hoştur.
Kur’an okumayan mü'minin misâli hurma gibidir. Tadı hoştur fakat kokusu yoktur.
Kur’ân-ı okuyan fâcir misâli reyhan otu gibidir. Kokusu güzeldir, tadı acıdır. Kur’an
okumayan fâcirin misali Ebu Cehil karpuzu gibidir, tadı acıdır, kokusu da yoktur."
(Buhârî, Et'ime 30, Fedailu'l-Kur’an 17, 36)

***

"Hâfızasında Kur’an’dan hiç bir ezber bulunmayan kişi harab olmuş bir ev
gibidir." (Tirmizî, Sevâbu'l-Kur’an 18)

Kur’an Okumada Asgari Ölçü


Selef-i sâlihîn, Kur’an okumanın minimumu üzerinde durmuşlar ve her gün bir
miktar okunmalı demişlerdir. Bu hususta söylenilenleri, “Kur’ân-ı Kerim en hızlı
haftada bir, ortalama on beş günde bir, en az ayda bir defa hatmedilmelidir;
eğer ayda bir defa olsun hatmedilmiyorsa, Kur’an metruk sayılır” şeklinde
özetleyebiliriz. Kur’ân-ı Kerim, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) ifadesiyle en az
ayda bir defa hatmedilmelidir.
İmkânı varsa, hafız olanlar, her gün sabah kalkınca bir cüz Kur’an
okumalı ve o günkü namazlarını o cüzle kılmalılar. Böylece iki cüz okumuş
olurlar. Çok meşguliyetleri yoksa daha çok da okuyabilirler. Evet, insan her gün Kur’ân-ı
Kerim için belli bir süre ayırmalı, onu okumaya ve anlamaya gayret göstermeli.

Özet
1- Kur’ân’a teveccüh edene Kur’an da teveccüh eder.

2- Kur’ân’a itimad etmek çok önemlidir.

118
3- Kur’ân’ın asgari okunma şekli, ayda bir onu bitirmektir. Bunu bir hedef kabul edip günün belli
bir kısmını Kur’an okumaya ayırmamız icab eder.

4- Kur’an, hem hidayettir, hem rahmettir hem şifadır.

5- Kur’an’da her şey vardır. Fakat her şey, kadr u kıymetine göre vardır. Bunu da ancak, arayanlar
bulur. Öyleyse, Kur’an’da her şey vardır mülahazasıyla okumak gerekir.

6- Kur’an okunan yere sekine iner.

7- Kur’an, okuyanlarının şefaatçisi olacaktır.

Konudaki anahtar kelimeler: Teveccüh, itimat, şifa, sekine, rahmet, şefaatçi, melekler, en
faziletli iş.

119
İKTİSAT
‫رًا‬4ُSْC6َ $ً64ُ06َ ~َ \ُ ْMXَ Kَ ¯
ِ ْSEَ ْ1‫ ا‬Š9 ‫ ُآ‬$َ:ْˆS
ُ ْEƒَ َ•َ‫_َ و‬Mِ 5ُ Z
ُ Uَ1ِ‫•ً إ‬1َ 4ُ0ْ•6َ َ‫~َك‬%َ ْŠ\َ ْŸƒَ •َ ‫َو‬
“Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma ki herkes tarafından ayıplanan,
kaybettiklerine hasret çeken bir hale düşmeyesin.” (İsrâ Suresi, 17/29)

$ً6‫َا‬4]َ _
َ 1ِ ‫ َذ‬7
َ ْ(Aَ ‫ن‬
َ $َ‫'ُوا َوآ‬Xُ ْM%َ ْG1َ ‫ا َو‬4ُKِ'ْS%ُ ْG1َ ‫ا‬4ُMWَ ْJَ‫َ إِذَا أ‬7%ِ819‫وَا‬
“Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder, ne de eli sıkı
davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar.” (Furkan Suresi, 25/67)


İktisat Risalesi∗
İktisat ve kanaate, israf ve tebzîre dairdir.
7
‫ا‬4ُK'ِ ْSƒُ •َ ‫ا َو‬4ُA'َ ْ›‫ا َو ا‬4ُ0‫ُآ‬
Şu âyet-i kerime, iktisada kat'î emir ve israftan nehy-i sarih suretinde gayet mühim
bir ders-i hikmet veriyor. Şu meselede Yedi Nükte var.

Birinci Nükte
Hâlık-ı Rahîm, nev-i beşere verdiği nimetlerin mukabilinde şükür istiyor. İsraf 8 ise
şükre zıttır, nimete karşı hasâretli bir istihfaftır. İktisat ise, nimete karşı ticaretli bir
ihtiramdır. (İktisat; haddi aşmamak, aşırı gitmemek, gereğinden az veya çok harcamaktan
kaçınmak, itidal ile hareket etmek ve orta yolu tutmak manalarına gelmektedir. İktisadın zıddı
israftır. İsraf ise; lüzumsuz yere harcamak, istihlâkta (tüketimde) aşırı gitmek, gereğinden fazla
yiyip içmek ve Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği nimetleri boş yere sarf etmek demektir.)

Evet, iktisat hem bir şükr-ü mânevî, hem nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı
bir hürmet, hem kat'î bir surette sebeb-i bereket, hem bedene perhiz gibi bir medar-ı
sıhhat, hem mânevî dilencilik zilletinden kurtaracak bir sebeb-i izzet, hem nimet
içindeki lezzeti hissetmesine ve zâhiren lezzetsiz görünen nimetlerdeki lezzeti
tatmasına kuvvetli bir sebeptir. İsraf ise, mezkûr hikmetlere muhalif olduğundan,
vahîm neticeleri vardır. (İktisat eden insan, Allah’ın hoşnutluğuna ve Hak dostluğuna yürüyen
bahtiyar bir kuldur; müsrif kimse ise, israf yolunda sadece İblis’in arkadaşlığını bulur, şeytanlara
kardeş olur. Nitekim, “Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, ama sakın saçıp
savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı pek
nankördür.” (İsrâ Suresi, 17/26-27) mealindeki ayet-i kerime bu hakikati ifade etmektedir.)

İkinci Nükte


19. Lem'a
7
“Yiyin, için fakat israf etmeyin.” (A’râf sûresi, 7/31)
8
Evet, gereksiz olarak musluktan akıtılan su, ihtiyaç fazlası yakılan elektrik israf olduğu gibi, zamanı boşa harcamak
ve sağlığı bozacak davranışlara dalmak da israftır. Bir insanın yarım kırba su ile abdest alması mümkünken, lavaboda
musluğu sonuna kadar açıp iki kırbalık su kullanması nasıl israfsa, altı saatlik uyku ile dinlenebilecekken sekiz saat
uyuması da aynı şekilde israftır. İslam, israfa girmeme hususunda çok hassas davranılmasını istemiş, denizin kenarında
abdest alırken dahi gereğinden fazla su kullanmamayı tavsiye etmiştir.
120
Fâtır-ı Hakîm, insanın vücudunu mükemmel bir saray suretinde ve muntazam bir
şehir misalinde yaratmış. Ağızdaki kuvve-i zâikayı bir kapıcı, âsâb ve damarları telefon ve
telgraf telleri gibi, kuvve-i zâika ile merkez-i vücuttaki mide ile bir medar-ı
muhabereleridir ki, ağza gelen maddeyi o damarlarla haber verir. Bedene, mideye lüzumu
yoksa "Yasaktır" der, dışarı atar. Bazen de, bedene menfaati olmamakla beraber, zararlı ve
acı ise, hemen dışarı atar, yüzüne tükürür.
İşte, madem ağızdaki kuvve-i zâika bir kapıcıdır; mide, cesedin idaresi noktasında
bir efendi ve bir hâkimdir. O saraya veyahut o şehre gelen ve sarayın hâkimine verilen
hediyenin yüz derece kıymeti varsa, kapıcıya bahşiş nev'inden ancak beş derecesi muvafık
olur, fazla olamaz. Tâ ki, kapıcı gururlanıp, baştan çıkıp, vazifeyi unutup, fazla bahşiş
veren ihtilâlcileri saray dahiline sokmasın.
İşte, bu sırra binaen, şimdi iki lokma farz ediyoruz. Bir lokma, peynir ve yumurta
gibi mugaddî maddeden hediye kırk para, diğer lokma en âlâ baklavadan on kuruş olsa;9
bu iki lokma, ağza girmeden, beden itibarıyla farkları yoktur, müsavidirler. Boğazdan
geçtikten sonra, ceset beslemesinde yine müsavidirler. Belki, bazan kırk paralık peynir
daha iyi besler. Yalnız, ağızdaki kuvve-i zâikayı okşamak noktasında yarım dakika bir fark
var. Yarım dakika hatırı için kırk paradan on kuruşa çıkmak ne kadar mânâsız ve zararlı
bir israf olduğu kıyas edilsin.
Şimdi, saray hâkimine gelen hediye kırk para olmakla beraber, kapıcıya dokuz defa
fazla bahşiş vermek, kapıcıyı baştan çıkarır. "Hâkim benim" der. Kim fazla bahşiş ve lezzet
verse onu içeriye sokacak, ihtilâl verecek, yangın çıkaracak. "Aman, doktor gelsin,
hararetimi teskin etsin, ateşimi söndürsün" dedirmeye mecbur edecek.
İşte, iktisat ve kanaat, hikmet-i İlâhiyeye tevfik-i harekettir; kuvve-i zâikayı kapıcı
hükmünde tutup, ona göre bahşiş verir. İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk
tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et'imeden gelen sun'î
bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.

Üçüncü Nükte
Sabık İkinci Nüktede, "Kuvve-i zâika kapıcıdır" dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen
terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı
hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata
çıkmamak gerektir.
Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Altıncı
Sözdeki muvazenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası rahmet-i İlâhiyenin
matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada
taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü
mânevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte, bu surette kuvve-i zâika yalnız
maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde

9
Bu iki lokma arasında, 10 kat fiyat farkı olmaktadır.
121
hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi
yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve
meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip
edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz
taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hadise ve bir keramet-i Gavsiye:
Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî'nin terbiyesinde, nazdar ve
ihtiyare bir hanımın bir tek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun
hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle,
validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs'ın yanına şekvâ için
gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
"Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!"
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: "Kum biiznillâh! (Allah’ın izniyle kalk)" O pişmiş
tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve
mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur
bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: "Ne
vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin."
İşte, Hazret-i Gavs'ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu
cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese,
o vakit leziz şeyleri yiyebilir.

Dördüncü Nükte
"İktisat eden, maişetçe aile belâsını çekmez" (Ahmed İbni Hanbel, el-Müsned 1/447)
meâlindeki ~َ •
َ Xَ ]ْ ‫ ا‬7
ِ 6َ ‫ ُل‬4ُ\%َ •َ hadis-i şerifi sırrıyla, iktisat eden, maişetçe aile zahmet ve
meşakkatini çok çekmez. (Gerçekten de, insan yeme-içmesinde, giyim-kuşamında, ev ve eşya
hususunda Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin hayat tarzını örnek alsa, onlara ittibaen mütevazı ve
sade bir gidişat tuttursa, lüks ve fantezilerden uzak kalsa, buna birden bire muvaffak olamasa bile,
yavaş yavaş öyle bir hayatı tesis etmeye çalışsa ve aile efradını da bu anlayışa göre yaşamaya
alıştırsa, Allah’ın izniyle o, mutlaka iktisadın bereketini görecek, çok az bir iâşe ile yetinmesini
bilecek ve asla helal dairenin dışına çıkmayacak, böylece kimseye el açmayan aziz bir insan olarak
hayatını devam ettirecek ve belki pek çoklarına da bu mevzuda hüsn-ü misal teşkil ederek, onları
da zillet ve sefaletten kurtaracaktır.)

Evet, iktisat kat'î bir sebeb-i bereket ve medar-ı hüsn-ü maişet olduğuna o kadar
kat'î deliller var ki, had ve hesaba gelmez.10 Ezcümle, ben kendi şahsımda gördüğüm ve
bana hizmet ve arkadaşlık eden zatların şehadetleriyle diyorum ki: İktisat vasıtasıyla
bazan bire on bereket gördüm ve arkadaşlarım gördüler. Hattâ dokuz sene (şimdi otuz
sene) evvel11 benimle beraber Burdur'a nefyedilen reislerden bir kısmı, parasızlıktan zillet
ve sefalete düşmemekliğim için, zekâtlarını bana kabul ettirmeye çok çalıştılar. O zengin

10
“Harcama yaparken tasarruflu davranmak, geçimin yarısıdır.” (et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat 7/25)
11
Yani 1926 yılında.
122
reislere dedim: "Gerçi param pek azdır. Fakat iktisadım var, kanaate alışmışım. Ben
sizden daha zenginim." Mükerrer ve musırrâne tekliflerini reddettim.
Cây-ı dikkattir ki, iki sene sonra, bana zekâtlarını teklif edenlerin bir kısmı,
iktisatsızlık yüzünden borçlandılar. Lillâhilhamd, onlardan yedi sene sonra, o az para,
iktisat bereketiyle bana kâfi geldi, benim yüz suyumu döktürmedi, beni halklara arz-ı
hâcete mecbur etmedi. Hayatımın bir düsturu olan "nâstan istiğnâ" mesleğini bozmadı.
Evet, iktisat etmeyen, zillete ve mânen dilenciliğe ve sefalete düşmeye
namzettir. Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan
haysiyet, namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra
menhus bir para veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal
alınır.

Eğer iktisat edip hâcât-ı zaruriyeye iktisar ve ihtisar ve hasretse, ‫ق ذُو‬


ُ ‫ا‬9‫'ز‬9 1‫َ ا‬4‫َ ُه‬.0ّ1‫ن ا‬
9 ِ‫ا‬
ُ (ِXRَ 1ْ‫ ِة ا‬49 Mُ ْ1‫ا‬12 sırrıyla, 13$َ:]ُ ْ‫ِ رِز‬.0ّ1‫ ا‬Uَ0Z
7 َ 9•ِ‫ اْ•َرْضِ ا‬UِK ٍ•A9 ‫ْ دَا‬76ِ $َ6َ‫ و‬sarahatiyle, ummadığı tarzda,
yaşayacak kadar rızkını bulacak. Çünkü şu âyet taahhüt ediyor.
Evet, rızık ikidir:
Biri hakikî rızıktır ki, onunla yaşayacak. Bu âyetin hükmü ile, o rızık taahhüd-ü
Rabbânî altındadır. Beşerin sû-i ihtiyarı karışmazsa, o zarurî rızkı herhalde bulabilir. Ne
dinini, ne namusunu, ne izzetini feda etmeye mecbur olmaz.
İkincisi, rızk-ı mecazîdir ki, sû-i istimâlâtla hâcâtı gayr-ı zaruriye hâcât-ı zaruriye
hükmüne geçip, görenek belâsıyla tiryaki olup, terk edemiyor. İşte bu rızık taahhüd-ü
Rabbânî altında olmadığı için, bu rızkı tahsil etmek, hususan bu zamanda çok pahalıdır.
Başka izzetini feda edip zilleti kabul etmek, bazen alçak insanların ayaklarını öpmek kadar
mânen bir dilencilik vaziyetine düşmek, bazen hayat-ı ebediyesinin nuru olan
mukaddesât-ı diniyesini feda etmek suretiyle o bereketsiz, menhus malı alır…

Beşinci Nükte
Cenâb-ı Hak, kemâl-i kereminden, en fakir adama en zengin adam gibi ve gedâya,
yani fakire, padişah gibi, lezzet-i nimetini ihsas ettiriyor. Evet, bir fakirin, kuru bir parça
siyah ekmekten açlık ve iktisat vasıtasıyla aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin
israftan gelen usanç ve iştahsızlıkla yediği en âlâ baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade
lezzetlidir.
Câ-yı hayrettir ki, bazı müsrif ve mübezzir insanlar, böyle iktisatçıları hısset ile
itham ediyorlar. Hâşâ! İktisat, izzet ve cömertliktir. Hısset ve zillet, ehl-i israf ve
tebzîrin zâhirî merdâne keyfiyetlerinin içyüzüdür. Bu hakikati teyid eden, bu risalenin
telifi senesinde Isparta'da hücremde cereyan eden bir vakıa var. Şöyle ki:

12
“Bütün mahlûkların rızıklarını veren, kâmil kuvvet ve tam iktidar sahibi olan Allah Teâlâ’dır.” ( Zâriyât
Sûresi, 51/58).
13
“Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki onun rızkı Allah’a ait olmasın.” (Hûd Sûresi, 11/6)
123
Kaideme ve düstur-u hayatıma muhalif bir surette, bir talebem iki buçuk okkaya
yakın bir balı, bana hediye kabul ettirmeye ısrar etti. Ne kadar kaidemi ileri sürdüm,
kanmadı. Bilmecburiye, yanımdaki üç kardeşime yedirmek ve Şâbân-ı Şerif ve
Ramazan'da o baldan iktisatla otuz kırk gün üç adam yesin ve getiren de sevap kazansın
ve kendileri de tatlısız kalmasın diyerek, "Alınız" dedim. Bir okka bal da benim vardı. O üç
arkadaşım, gerçi müstakim ve iktisadı takdir edenlerdendi. Fakat, her ne ise, birbirine
ikram etmek ve herbiri ötekinin nefsini okşamak ve kendi nefsine tercih etmek olan, bir
cihette ulvî bir hasletle iktisadı unuttular. Üç gecede iki buçuk okka balı bitirdiler. Ben
gülerek dedim: "Sizi otuz kırk gün o bal ile tatlandıracaktım. Siz otuz günü üçe indirdiniz.
Afiyet olsun!" dedim. Fakat ben, kendi o bir okka balımı iktisatla sarf ettim. Bütün Şâban
ve Ramazan'da hem ben yedim, hem, lillâhilhamd, o kardeşlerimin her birisine iftar
vaktinde birer kaşık (yani, büyükçe bir çay kaşığı iledir) verip, mühim sevaba medar oldu.
Benim halimi görenler, o vaziyetimi belki hısset telâkki etmişlerdir. Öteki
kardeşlerimin üç gecelik vaziyetlerini bir civanmertlik telâkki edebilirler. Fakat, hakikat
noktasında, o zâhirî hısset altında ulvî bir izzet ve büyük bir bereket ve yüksek bir sevap
gizlendiğini gördük. Ve o civanmertlik ve israf altında, eğer vazgeçilmeseydi, bir dilencilik
ve gayrın eline tamahkârâne ve muntazırâne bakmak gibi, hıssetten çok aşağı bir hâleti
netice verirdi.

Altıncı Nükte
İktisat ve hıssetin çok farkı var. Tevazu, nasıl ki ahlâk-ı seyyieden olan tezellülden
mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır. Ve vakar, nasıl ki kötü
hasletlerden olan tekebbürden mânen ayrı ve sureten benzer bir haslet-i memdûhadır.
Öyle de, ahlâk-ı âliye-i Peygamberiyeden olan ve belki kâinattaki nizam-ı hikmet-i
İlâhiyenin medarlarından olan iktisat ise, sefillik ve bahillik ve tamahkârlık ve
hırsın bir halitası olan hısset ile hiç münasebeti yok. Yalnız sureten bir benzeyiş var. Bu
hakikati teyid eden bir vakıa:
Sahabenin Abâdile-i Seb'a-i meşhuresinden14 olan Abdullah ibni Ömer Hazretleri
ki, Halife-i Resulullah olan Faruk-u Âzam Hazret-i Ömer'in (r.a.) en mühim ve büyük
mahdumu ve Sahabe âlimlerinin içinde en mümtazlarından olan o zât-ı mübarek çarşı
içinde, alışverişte, kırk paralık bir meseleden, iktisat için ve ticaretin medarı olan emniyet
ve istikameti muhafaza için şiddetli münakaşa etmiş. Bir Sahabe ona bakmış. Rû-yi
zeminin halife-i zîşânı olan Hazret-i Ömer'in mahdumunun kırk para için münakaşasını
acip bir hısset tevehhüm ederek, o imamın arkasına düşüp, ahvâlini anlamak ister.
Baktı ki, Hazret-i Abdullah hane-i mübarekine girdi. Kapıda bir fakir adam gördü.
Bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti. Sonra hanesinin ikinci kapısından çıktı, diğer bir fakiri
orada da gördü. Onun yanında da bir parça eğlendi, ayrıldı, gitti.

14
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) döneminde Abdullah ismiyle anılan 200 sahâbîden en meşhurları
olan 7 Abdullah’tır ki bunlar: Abdullah İbni Abbâs, Abdullah İbni Ömer, Abdullah İbni Mes’ûd, Abdullah İbni
Revâha, Abdullah İbni Selâm, Abdullah İbni Amr İbnü’l-Âs, Abdullah İbni Ebî Evfâ’dır (Allah hepsinden râzı olsun).
124
Uzaktan bakan o Sahabe merak etti. Gitti, o fakirlere sordu: "İmam sizin yanınızda
durdu, ne yaptı?"
Her birisi dedi: "Bana bir altın verdi."
O Sahabe dedi: "Fesübhânallah! Çarşı içinde kırk para için böyle münakaşa etsin
de, sonra hanesinde iki yüz kuruşu kimseye sezdirmeden, kemâl-i rıza-yı nefisle versin!"
diye düşündü. Gitti, Hazret-i Abdullah ibni Ömer'i gördü, dedi:
"Ya imam, bu müşkülümü hallet. Sen çarşıda böyle yaptın, hanende de şöyle
yapmışsın."
Ona cevaben dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisattan ve kemâl-i akıldan ve alışverişin
esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatin muhafazasından gelmiş bir hâlettir, hısset
değildir. Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemâlinden gelmiş bir hâlettir.
Ne o hıssettir ve ne de bu israftır."

İmam-ı Âzam, bu sırra bir işaret olarak ‫ف‬


ِ 'َ F
ْ •ِ ْ‫ ا‬UِK 'َ (ْ N
َ •َ $َR‫ ْ( ِ' َآ‬¥
َ 1ْ ‫ ا‬UِK ‫ف‬
َ ‫'َا‬F
ْ ‫ َ• ِا‬demiş.
Yani, "Hayırda ve ihsanda-fakat müstehak olanlara-israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir
hayır yoktur."

Yedinci Nükte
İsraf, hırsı intaç eder. Hırs üç neticeyi verir:
BİRİNCİSİ: Kanaatsizliktir. Kanaatsizlik ise sa'ye, çalışmaya şevki kırar. Şükür
yerine şekvâ ettirir, tembelliğe atar. Ve meşru, helâl, az malı15 terk edip, gayr-ı meşru,
külfetsiz bir malı arar. Ve o yolda izzetini, belki haysiyetini feda eder.
HIRSIN İKİNCİ NETİCESİ: Haybet ve hasârettir. Maksudunu kaçırmak ve
istiskale mâruz kalıp teshilât ve muavenetten mahrum kalmak, hattâ ٌ'ِF$َN ٌz{ِ $َN ¬
ُ %ِ'C
َ ْ1َ‫ا‬
yani, "Hırs, hasâret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir" olan darbımesele mâsadak olur.
Hırs ve kanaatin tesiratı, zîhayat âleminde gayet geniş bir düsturla cereyan ediyor.
Ezcümle, rızka muhtaç ağaçların fıtrî kanaatleri, onların rızkını onlara koşturduğu gibi,
hayvânâtın hırsla meşakkat ve noksaniyet içinde rızka koşmaları, hırsın büyük zararını ve
kanaatin azîm menfaatini gösterir.
Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkârânesi, mükemmel rızıklarına medar
olması ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırsla rızıkları peşinde dolaşmakla
beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-
i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.
Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Çünkü, çocukların
iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakilleşir. Uَ5ْW%َ َ• ٌ•ْ5‫ ُ• َآ‬Z
َ $َ5Mَ ْ1َ‫ ا‬hadisinin

15
İktisâdsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit
hayat -ı içtimâiyenin medârı olan “sanat , ticaret, ziraat” tenakus eder. O millet de tedenni edip sukût eder, fakir düşer.
125
sırrıyla, kanaat bir define-i hüsn-ü maişet ve rahat-ı hayattır. Hırs ise, bir maden-i hasâret
ve sefalettir.
ÜÇÜNCÜ NETİCE: Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler. Çünkü, bir
ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister. Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı
tâmmı bulamaz. Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir.
Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder. Kanaatsizlik ise, çalışmanın şevkini kırar,
tembelliğe atar, hayatından şekvâ kapısını açar, mütemadiyen şekvâ ettirir. Hem ihlâsı
kırar, riyâ kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir.

İktisat ise, kanaati intaç eder. 16


َ •َ Rِ `
َ ْ76َ ‫ل‬9 ‫ َ• َذ‬5ِ ]َ ْ76َ •9 Z
َ hadisin sırrıyla, kanaat, izzeti
intaç eder. Hem sa'ye ve çalışmaya teşcî eder. Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır. Çünkü,
meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz'î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine
çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz
çalışır.
Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını kapatır. Hayatında
daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek cihetinde,
teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.
İslâm hükemasının Eflâtun'u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dâhi-i
meşhur Ebu Ali İbni Sina, yalnız tıp noktasında, ‫ا‬4ُKِ'ْSƒُ َ• َ‫ا و‬4ُAَ'ْ›‫ا وَ ا‬40ُ‫ ُآ‬âyetini şöyle tefsir
etmiş. Demiş:

‫‚ ِم‬
َ @َ 1ْ ‫• ِ' ا‬
ْ ]َ UِK ‫ْ ِل‬4Mَ 1ْ ‫ ا‬7
ُS ُ ‫ ∗ َو‬$ً\Rْ Y
ْ • َ 7
ِ (ْ Xَ (ْ Eَ 1ْ ‫ ا‬UِK z
9 ˆ
ِّ 1‫ ا‬L
ُ \ْ Rَ Y
َ

‫ ِم‬$َ}:ِ Jْ •ِ ْ‫ ا‬UِK ‫ ُء‬$َW” َ ƒَ ∗ Šٍ ‫ ْ\ َ~ َا ْآ‬Aَ ‫ َو‬L


ِّ 1‫ْ َو ا‬z59 Ÿ َ 0ْ ‫ْ ِانْ َا َآ‬Š0ِّMَ Kَ

‫ ِم‬$َ\ˆ
9 1‫ ا‬Uَ0Z 9 1‫ ِل ا‬$َNْ‫ْ ِاد‬76ِ ∗ •ً $َ• ~; ›
َ ‫ ِم‬$َ\ˆ َ ‫س َا‬
ِ 4ُW5; 1‫ ا‬Uَ0Z
َ َ ْ(1َ َ‫و‬
Yani, “ilm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin
vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca
hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne
yemektir.”

Dava Adamı
Adanmış bir ruh, hiç kimseye el açmamalı, yüz suyu dökmemeli ve vaktinde geri
verme imkânına sahip değilse başkalarından tek kuruş almamalıdır. Şayet, onun, günde
üç defa yemek yemeye imkânı el vermiyorsa, iki öğünle iktifa etmeli; ona da gücü
yetmiyorsa, bir defayla yetinmelidir. Hatta, icabında çocuklarını doyurmalı, kendisi yarı
aç kalmalı, buna davası hatırına katlanmalı ve şartlar nasıl olursa olsun iffetini
korumalıdır. Üç odalı kiralık bir evi bile kendisi için lüks kabul etmeli ve “İnsanlığın
İftihar Tablosu’nun hane-i saadeti sadece bir odacıktan ibaretti; o münevver odacık öyle
daracıktı ki, Peygamber Efendimiz namaz kılarken rahat secde edebilmesi için Hazreti

16
“Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer.” (Bkz.: İbnü’l-Esîr, en-Nihâye fî ğarîbi’l-hadîs 4/114)
126
Aişe’nin birazcık toparlanması gerekiyordu. Kâinatın Efendisi dahi öyle yaşamışken bu
bize biraz fazla değil mi?” demelidir. Şayet, bütçesi müsait değilse ve hele zaruret de
yoksa, araba sahibi olmamalı, gideceği yere yaya gitmeli veya toplu taşıma vasıtalarını
kullanmalı.. hâsılı, ne yapıp etmeli, iffet ve istiğna ruhuyla yaşamasını bilmeli; kat’iyen
lükse girmemeli, israfa düşmemeli ve asla yüce mefkuresine laf getirmemelidir.
Evet evet.. dava adamı yaşama zevki, hayat kaygısı, rahat tutkusu, lüks arayışı ve
israf alışkanlığından fersah fersah uzak kalmalıdır. O, süt gibi duru, su gibi berrak ve
toprak gibi mütevazı halini ömür boyu korumalıdır. Kendisinden öncekileri yiyip bitiren
lüks, israf, debdebe ve ihtişam onun evinden içeri girememeli, hele gönlüne yol
bulamamalı ve ona hükmedememelidir. O, asla tavanlardaki boya, zeminlerdeki cilâ,
masalardaki ibrişim ve yataklardaki atlaslarla kadr ü kıymetini yüceltme, giyim-kuşamla
beyan ve düşüncelerine ağırlık kazandırma, maddî debdebe ve ihtişamla dünya
meftunlarına sempatik görünme peşinde olmamalı ve İslam’dan başka vesile-i izzet
aramak suretiyle maskara durumuna düşmemelidir.

Özet:
1- İktisat, manevi bir şükürdür ve nimete karşı saygının ifadesidir.
2- Kâinatta büyük bir iktisat ruhu hâkimdir. Boşa giden bir şey yoktur.
3- Hırs, kanaatsizliği, ihlâssızlığı ve hüsrana uğramayı netice verir.
4- İktisat eden, bereket bulur ve geçim derdi çekmez.
5- İnsan, çok yememek, israf etmemek ve şükretmek şartıyla lezzetli şeyleri
araştırabilir.
6- İktisat, sadece yeme içmede değil hayatın her alanında ve her konuda geçerlidir.
Konuşmada iktisat, zamanı kullanmada iktisat, insanları istihdam etmede iktisat gibi.
7- Özellikle hizmet erleri, kanaat ve iktisada çok dikkat etmeli, hizmetlerine söz
getirecek yaşama tarzlarından uzak durmalıdırlar.

127
ENANİYET VE TEVAZÛ

AYET VE HADİSLER
$ً6$َ0F
َ ‫ا‬4ُ1$َ] ‫ن‬
َ 4ُ0‫ ِه‬$َŸْ1‫ ا‬Gُ :ُ Eَ `
َ $َN ‫ َوِاذَا‬$ًJْ4‫ض َه‬
ِ ْ‫ر‬$َ 1ْ ‫ ا‬Uَ0Z
َ ‫ن‬
َ 4ُ”Rْ %َ 7
َ %891‫ ا‬7
ِ Rْ•'9 1‫ ُد ا‬$َEZ
ِ ‫َو‬
“Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazû ile yürürler. Cahiller
kendilerine laf atarsa “Selâmetle!” derler.” (Furkan Suresi, 25/63)

7
َ (5ِ6ْ£Rُ 1ْ ‫ ا‬7
َ 6ِ _
َ \َ Eَ ƒ9 ‫ ا‬7
ِ Rَ 1ِ _
َ•َ $َ5Y
َ ْ±Wِ ْN‫وَا‬
“Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.” (Şûarâ Suresi, 26/215)
İyâz İbni Himâr radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre, peygamberlik
silsilesinin mührü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdular: “Allah Teâlâ
hazretleri bana: O kadar mütevazı olun (kendinizi öyle sıfırlayın ki; artık daha) kimse
kimseye böbürlenmez ve kimse kimseye zulmetmez hâle gelsin, diye bildirdi.” (Müslim,
Cennet 64)

Ebû Hureyre radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre, iki cihanın vesile-i saadeti
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: “Allah Teâlâ hazretleri şöyle
buyurdular: Azamet benim izârım, kibriyâ da benim ridâm mesabesinde sadece bana
has iki sıfatımdır. Kim bu iki sıfatı benimle paylaşmaya yeltenirse onu hakkıyla paylar
ve cehenneme atarım.” (Müslim, Birr 136)
(Azamet: Mahlûkat tarafından takdir ve kabul edilmiş yücelik ve izzet. İzâr: Belden aşağı
elbise. Kibriyâ: Mahlukat tarafından bilinsin veya bilinmesin zâtına ait yücelik. Ridâ: Belden
yukarı elbise.)

Ebu Sa'îdi'l-Hudri radıyallahu anh anlatıyor: "Resülullah aleyhissalâtu vesselâm


buyurdular ki: "Kim Allah Teâla hazretlerinin rızası için bir derece tevazû izhar eder
(alçak gönüllü) olursa, Allah, onu bu sebeple, bir derece yükseltir. Kim de Allah'a bir
derece kibirde bulunursa, Allah da onu bu sebeple bir derece alçaltır, böylece onu esfel-i
safilîne (aşağıların aşağısına) atar."

Enâniyetin Mahiyeti
Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle "ben" mânâsına gelen "ene"den türetilmiş
bir kelime.. insanın kendisi, özü, şahsiyeti mânâları yanında, ona, varlık, eşyâ ve
hâdiseler hakkında tefrik, temyiz, okuma ve değerlendirme imkânı da veren "ene"; aynı
zamanda bilme, inanma ve bu çerçevedeki ferdî ve içtimaî sorumluluklar
karşısında insanı bir muhatap durumuna yükselten unsurdur. Ene'yi, nefis
yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha
da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaikı ölçüp belirlemede mühim bir unsur
(vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde
Nâmütenâhî'ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları

128
açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık,
eşyâ ve esrâr-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede "ene" -ben ve ego da
diyebilirsiniz- insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve "Kenz-i Mahfî"nin lisan-ı
fasîhi olur.
Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara gelince, onlar için "ene"
öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice
herkülleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hânümanları yerle bir etmiştir.
Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun
çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır. O, imanla doğru okunmadığı,
mahiyetine acz u fakr esaslarına göre bakılmadığı veya kendini kendine mâlik
saydığı, sayıp aynadaki sureti hakikat sandığı durumlarda kibre girmiş, gurur
mırıldanmış, bencillikle gürlemiş, kini, nefreti ve hiddetiyle hayvanları aratmamış,
şehevânî istekleriyle hep bohemler gibi yaşamış, çalım, caka ve başkalarını hafife alma
türünden komplekslerden kurtulamamış ve kendi kendinin meshûru olmuş, çeşit çeşit
illetlerle mâlûl bir özürlü; şahsî hazlarından gayrı bir şey düşünmeyen/düşünemeyen
hodbîn bir gurur âbidesidir. Kendini güçlü hissettiği ve fırsat da yakaladığı zamanlarda,
gözünü kırpmadan herkesi ezip geçen bir tiran bozması, hak ve hürriyetler
konusunda saygısız bir nemrut ve Allah, Peygamber tanımayan bir nankördür. Zayıf ve
güçsüz olduğu ya da ihtiyaçlarla kıvrandığı durumlarda ise o, kapıkulu saydığı kimselerin
bile ayaklarına kapanacak kadar zelillerden zelil zavallının tekidir.
Aksine o, Allah'a imanla tenevvür edip acz u fakrını kavradığı, beden ve
cismâniyetin uydusu olmaktan sıyrılıp kalbî ve ruhî hayat ufkuna yöneldiği, şevk u
şükürle şahlanıp Hak rızasına kilitlendiği takdirde de âdeta müzekkâ bir ruha dönüşür ve
öteki yanı itibarıyla bütün fena huyların menşei olmasına mukabil bu derinliği açısından
güzel ahlâkın (mehâsin-i ahlâk) en temel unsuru hâline gelir.
Üstad Bediüzzaman, "ene"nin Âdem (aleyhisselâm) zamanından günümüze kadar
insanlık âleminin etrafında dal-budak salmış hem nuranî bir Tûbâ-i Cennet hem
de müthiş bir Zakkum-u Cehennem çekirdeği mahiyetinde olduğunu
vurgular ve ona bu iki âlemin de kapılarını açacak bir anahtar nazarıyla
bakar. Ona göre "ene"nin bu birbirinden ayrı derinliklerinin temsilcileri ve bu
temsilcilerin teşkil ettikleri cereyanlar da vardır. Bunlardan biri silsile-i nübüvvet
cereyanı, diğeri de diyaneti kabul etmeyen felsefe akımıdır. Din tanımayan ve
diyanete baş kaldıran felsefî cereyan/cereyanlar bir zakkum ağacı gibi çevrelerine
her zaman şirk ve dalâlet zulmetleri neşretmiş ve insanlığın ufkunu karartmışlardır.
Onlardan, aklı biricik esas kabul edenlerin dünyasında dehriyyûn, maddiyyûn ve
tabiiyyûn... gibi kimseler yetişmiş ve bunlar saf yığınların baştan çıkarılmalarına sebebiyet
vermişlerdir. Kuvvet ve şiddeti öne çıkaranların atmosferinde Nemrut'lar,
Şeddad'lar, Firavun'lar boy atıp gelişmiş ve kitlelere kan kusturmuşlardır. Hayatı,
cismânî ve bedenî arzulara, isteklere bağlı götürenlerin çizgisinde insanın süflî
hislerini gıcıklayan tanrıçaları, totemleri ve putlarıyla bohemliğe açık ruhların başlarını

129
döndürmüş ve yığınları akla-hayale gelmedik sapıklıklara sürüklemişlerdir. (Enâniyet ve
Egoizm, Sızıntı, Mayıs 2005)

Enâniyetin Tehlikeleri
Benliği ve benlik buudlu şeyleri terk etmek çok önemlidir ve önemine binaen
de üzerinde ne kadar durulsa yeridir. Zira kâmil insan olabilmenin birinci şartı
budur. O ise, insan olmanın yegâne gayesidir. Şeytan benlik ve enâniyet sebebiyle
huzurdan kovulmuştur. Her halde, onun huzurdan kovulmasını netice veren şeyler,
insanın huzura kabulüne sebep olacak değildir. (Fasıldan Fasıla 2)
Hususiyle de günümüz insanları için en kaygan zeminlerden birisi
enâniyettir. Hayatı kendi benliğine göre yorumlama, her şeyi şahsî takdir ve
tercihlerine bağlama, umuma açık olan ve vicdan genişliğinden kaynaklandığı için
fevkalade bir enginliği bulunan şeyleri kendi dar vicdanına, daha doğrusu daralttığı
vicdanına göre değerlendirerek pek çok genişi daraltma, dolayısıyla dünya kadar himmet
ona açık duruyorken kapıları sürgüleme ve istifadeye kapalı olma… İşte, bütün bunlar, iyi
bir mü’min olma yollarında buzlanma hâsıl eden ve zincirleme kazalara sebebiyet veren
faktörlerdir ve hepsi de bir yönüyle sefahet sebebidir. Biz sefaheti, daha ziyade yeme-
içme, zevke-sefaya düşkün olma, sadece cismânî arzular arkasında koşma ve bohemce
yaşama gibi şeylere bağlasak ve buna rahat düşkünlüğü desek de, o şekilde bir bencilliğe
girme, enâniyet davası gütme de bir ruh sefaletidir. Bu hastalığa yakalanan bir
insanın gönlündeki mücadele azim ve karalılığının tahtına enâniyeti tatmin duygusu gelip
oturur. İ’la-yı kelimetullah sevdasının, dini dünyaya duyurma tutkusunun yerini,
tanınma ve bilinme isteği alır. Karşılık beklemeden dine ve millete hizmet etme
mülahazası dünyevî beklenti hücumlarına ve şahsî çıkar düşüncesine mağlup olur. Böyle
bir bitiş sürecine giren insanın da artık hiç kimseye faydası olmaz. (ÜB, Ayaklarımızı Kaydırma
Allahım)

Enâniyeti Yenmenin Yolları


İnsan her zaman gurur ve kibir esintilerine karşı duyarlı olmalı ve devamlı
murakabe, muhasebe ile nefsini ezmesini bilmelidir. Zannediyorum bunun en
kestirme yolu da, mazhar olunan bütün iyiliklerin Allah’tan geldiğini kabul,
tasdik, itiraf ve ilan etmektir. Yoksa gurur, kibir ve kendini beğenme gibi hastalıklar
bünyeye yerleşir ve bir daha da onları yerleştikleri yerden söküp atmak mümkün olmaz.
Üstad Bediüzzaman’ın da dediği gibi, insan kuru üzüm çubuğuna benzer. Nasıl ki o
kuru çubuğun, üzümler üzerinde bir hak iddiası söz konusu değildir. Öyle de insan,
kendindeki meziyetleri sahiplenemez ve bunların kendisinden kaynaklandığını iddia
edemez.
Gurur, kendini bulamamış küçük insanlara âit bir boşluktur. Yine Üstadın dediği
gibi: Cemiyet hayatında herkesin görünmek istediği bir pencere vardır. Boyu kısalar
görünmek için ayak parmaklarının ucuna doğrularak uzun görünmeye çalışırlar ki, bu
durum esasen onların kısalığını ele verir. Boyu uzunlara gelince onlar da görünmemek
130
için iki büklüm olurlar. Bu itibarla tevazû, bir büyüklük emaresi, tekebbür de
küçüklük emaresi sayılmıştır. Evet, büyüklerde büyüklüğün işâreti küçük görünmek,
küçüklerde küçüklüğün işâreti de büyük görünmektir.
Basit insanlarda kompleks olur. Zaten büyüklenme de bunun bir
tezahürüdür. Hâlbuki inanan insanlarda aşağılık duygusu olmamalı. Aslında; bunca İlâhî
lütuflarla serfiraz mü’minde niçin aşağılık duygusu olsun ki?. Evet, bir kere o, kendini
idrak seviyesinde bir insandır. İkincisi, imân gibi bir cevhere sahiptir. Üçüncüsü, eğer
yapabiliyorsa, imân ve Kur’ân hizmetinde kendine düşen önemli misyonu vardır. Bütün
bu meziyetlerle taltif edilmiş bir insanda aşağılık duygusu olamaz ve olmamalı. Öyleyse
kibir, gurur ve kendini beğenmişlik gibi kötü duygular da onda olmamalı. (FF-2/ Perspektif)

Tevazû
Tevazû, bir haldir; insanın kendi içinde kendini yenmişliğinin ifadesi ve kibirden,
çalımdan; gururdan vazgeçmenin adıdır. Öyle ya, insanın caka yapmaya, çalım satmaya
ne hakkı vardır? Âriye bir Ôelbise’ ile çalım satılır mı? Allah, giydirdiği o âriye elbiseyi
istediği zaman geri alabilir. Eğer O bize, “Üzerinizde Bana ait olan şeyleri şöyle bir tarafa
ayırın da, kendinize ait şeylerle Bana bir tekmil verin” dese, herhalde O’na gösterebilecek
hiçbir şeyimiz kalmayacaktır. Böyle bir soruya muhatap olsam, benim diyeceğim şudur:
“Ya Rabbi, ben hiç oğlu hiçim. O kadar ki, hiçliğimi bile Sana ait bir şeyle ifade ediyorum;
çünkü bunu söyleyen ben, Sana aidim ve kendi adıma hiçim.”
Tevazû, sürekli böyle bir idrak kuşağında yaşamanın bir diğer adıdır. Eğer insan bu
idrak seviyesine ulaşamamış ve bunu varlığının bir buudu haline getirememişse, o
takdirde, yer yer boynunu mütevazı bir kimseymiş gibi bükmesi, riyakârlıktan öte bir
ma’nâ ifade etmez.
Kısaca, tevazû ve müsamaha, Peygamberlere ait iki sıfattır. Tevazûun zıddı kibir,
çalım; müsamahanın zıddı ise yobazlık ve bağnazlıktır. Günümüzde yobazlığın en
şiddetlisi, küfür ve ilhad cephesinde görülmektedir. Merhum Necip Fazıl, yobazlığı
müslümanlara yamamak isteyenlere karşı tavır alır ve onu asıl sahiplerine iade ederek,
“küfür yobazı” derdi. (FF-1/Ruhî Hayat)

Tevazû Bazen Gizli Enâniyettir


İnsanın enâniyet virüsünden kurtulması, hiç olmazsa “ben” yerine “biz” demesi ve
hep O’nu göstereceği bir ufku yakalamaya talip bulunması çok önemlidir. Ne var ki, bu
meselede de çok tehlikeli bir kayma noktası vardır. Tevazûya niyet tevazûyu kibire
dönüştürür; mütevazi görünmek için mahcup mahcup durma çok çirkin bir riyakarlık
ve yalandır. Bu tür davranışların arkasında başkalarına “estağfirullah” dedirtme
yatırımları vardır. Eğer, süklüm püklüm olmalar, eğilmeler, temennâ durmalar insanın
tabiatının bir neticesi ve gönlün dışarıya aksetmesinin bir sonucu değilse, bunlar şirk
işmam eden “estağfirullah” yatırımlarıdır. Esas olan, İslâm ahlâkını tabiat haline
getirmek, Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanmak ve Peygamber Efendimiz Hazreti

131
Muhammed’in (aleyhi ekmelüttehâyâ) edebiyle edeplenmektir. Böyle bir duygu ve
düşünce kayması da açık kibir, gurur ve ucubdan daha tehlikelidir. Açık kibir bellidir, fark
edilebildiği ve bilindiği için ondan dönme ihtimali vardır. Fakat tevazû ve mahviyetin
altına gizlenmiş kibir, gurur ve ucubdan kurtulmanın yolu yoktur. Bunlar hiç iflah
etmeyen öldürücü virüsler gibidir.
“Ben bir hiçim” dersin; götürür bir yere bir kaç lira sadaka verirsin, verirken de hiç
kimseye görünmezsin, fakat öyle tehlikeli bir mülahazan vardır ki; “Bu insanlar neden bu
kadar kör; yok mu şu cömertliğimi fark edecek bir adam. Allah rızasına niyet ettik, gizli
gizli veriyoruz ama şu fedakarlığım da görülse ve söylense fena mı olur?” düşünceleri
sarmıştır zihnini. Belki niyetinde duruluğu yakalayamadığın bir sefere çıkmış ve sonra da
“Vatanımı, sevdiklerimi geride bırakıp bu uzak diyarlara hicret ettim. Ben bunu
söylemiyorum ama bazıları vefalı olmalı değil mi? Fedakarlığımı görüp takdir etmek
düşmez mi onlara?” der ve kadr u kıymetinin bilinmediğinden yakınırsın. Ya da, va’z u
nasihat edersin, kalem oynatırsın, la’l ü güher gibi kelimeler döktürürsün, zahiren bir
beklentin de yok gibidir; Allah rızası için vazife yaptığını söylersin. Fakat, Allah korusun,
içten pazarlıklısındır ve gizli gizli beklentilerin vardır; bu beklentilerin, yer yer manasız
alınganlıklarınla kendini ele verse de, sen farkına varamazsın; çünkü, öldürücü bir
hastalık, ruhunu sarmıştır bir kere. Beynine kıymık gibi saplanan bir virüse
tutulmuşsundur. Ve eğer, bu tür mülahazalar kalbinde bütün bütün yer etmişse,
mahvolduğun katîdir senin. Cenâbı Allah bizi mahviyet, tevazû, hacâlet ve enâniyeti
nefyetme mülahazaları altında kendini satma gibi helak edici hastalıklardan muhafaza
buyursun. (Ümit Burcu)

Enâniyetin Çeşitleri
Birincisi, şahsî enâniyet. Şahsî enâniyet az veya çok, küllî veya cüz’i herkeste
vardır. Evet, benlikte öyle bir özellik var ki, insanı merkezden, kendisinden uzaklaştırır,
“… men ittehaze ilâhehû hevâhu… ‘…kendi heva ve heveslerini Tanrı edinen kimse...’ ”
(Furkan Suresi, 25/43; Casiye Suresi, 45/23) sırrınca anlatılan derekeye düşürür. Sadece
kendini, kendi yaptıklarını beğenen bir seviyeye, daha doğrusu böyle bir
seviyesizliğe düşürür insanı. Bazen de başkalarının güzel yaptıkları şeyleri, sırf kendisi
yapmadığı için çirkin bulur böyleleri.
İkincisi ise, bir cemaate mensup olmanın verdiği bir başka türlü enâniyet. Çok açık
ve net bir ifade ile “Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız”a bedel, “Dünyanın dört bir
yanında eğitim öğretim faaliyetleri ile ülkemizin adını bayraklaştıran, saadet asrı hariç
İslâm ve belki de insanlık tarihi boyunca eşi menendi görülmemiş bir hızla faaliyet alanını
genişleten, insanlığın geleceği adına asırlardır ihmal edilen ahlâkî temelleri atan bir
hareketin gönüllü fertleriyiz” şeklinde bir yaklaşım. Hâlbuki bizleri bu yola hidayet eden
de, o yolları lütuf ve ihsan eden de sadece Cenâb-ı Hak. M. Akif’in deyişi ile bugün biz
neye malik isek hepsi onun vergisi ve biz sadece ona medyûnuz. Üstad
Hazretleri ne güzel söyler: “Bilmeyerek bu yolda istihdam ediliyoruz.” Kendisini
sorguladığı bir başka yerde; “Hem deme ki ‘Ben mazharım. Güzele mazhar ise güzelleşir.’
132
Zira temessül etmediğinden, mazhar değil, memer olursun. Hem deme ki, ‘Halk içinde
ben intihap edildim. Bu meyveler benimle gösteriliyor. Demek bir meziyetim var.’ ” Aynı
hakikati diğer bir misal içinde şöyle anlatır: “Hem nasıl ki yeryüzünde bulunan parlak
şeylerin, güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıkların, ziyanın
lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar yine hayalî güneşçiklere
aynalık etmeleri bilbedâhe gösteriyor ki, o lem’alar, yüksek bir tek güneşin cilve-i
in’ikâsıdırlar.” Yani senin güneşle irtibatın budur. Güneşe müteveccih olman ondandır
diyor. Yirmialtıncı Söz’de de “Sen, ey riyakâr nefsim! ‘Dine hizmet ettim’ diye gururlanma,
‘İnne’llâhe leyüeyyidü heze’ddîne bi yed-i racüli’l-fâcir.’ sırrınca, müzekkâ olmadığın için,
belki sen kendini o recül-ü fâcir bilmelisin. Hizmetini, ubûdiyetini, geçen nimetlerin
şükrü ve vazife-i fıtrat ve farîze-î hilkat ve netice-i san’at bil, ucb ve riyadan
kurtul” diyor. (Gurbet Ufukları)

Kimlere tevazû gösterilir?


Mü’minin aziz ve zelil görünmesi gereken yerler vardır. Âyet bu hususu genel
olarak mü’min ve kâfir olarak belirtmiş. Mü’minlere karşı zillet ve tevazû, kâfirlere karşı
izzet ve azamet... Buna göre mü’min cephede, düşmanlarına karşı aziz görünür. Aziz
görünmek mecburiyetindedir. Bu tür bir atmosferde aksi bir tutum ve davranış dış
çevrelerde yenilmiş hissini uyarır. Bu da mü’minin Allah’a olan nisbetine dokunur. Bir
diğer ifadeyle “Allah’ın kulu ve kölesiyim” diyen birinin düşmanlara karşı göstereceği
zillet, Efendimiz Aleyhissalâtu vesselâm’a raci olur. Hâlbuki mü’minin ona olan intisabı
onun başını her daim dik tutmasını gerektirir. Dolayısıyla diyalog adına girilen süreçte de
Müslümanlar tavırlarını izzet-i İslâmiyeden taviz vermeyecek şekilde ayarlamak
zorundadırlar.
Evet, her zaman küfür düşüncesine karşı dimdik olmamız lâzım. Sırtımızda
taşıdığımız Müslümanlığımızdan utanmamamız lâzım. Ne tarz-ı telebbüsümüzden ne
selef-i sâlihînin yürüdüğü caddede yürümekten utanmamalıyız. Fakat bana öyle geliyor ki
bizler daha ziyade mü’minlere karşı aziz, kâfirlere karşı zelil davranıyoruz. Özellikle azıcık
okumasını-yazmasını ve konuşmasını bilen insanlar, başkalarına tepeden bakmaya
başlıyor. Çok büyük şeyler keşfetmiş gibi âlemi hor ve hakir görüyorlar. Kendisini
Gazâlî’ye, Şah-ı Geylanî’ye eşit görmeye başlıyor. Büyük insan görmemişliğin getirdiği
boşluk bu. İnanıyorum onlardan birkaçını görseydik, Allah’la münasebetlerinde nasıl tavır
takındıklarına şahit olsaydık utancımızdan yerin dibine girerdik.
Diğer taraftan kâfir/kâfirler karşısında, onların gücü karşısında zillet yaşıyoruz.
Birer minare olmamız gereken yerde kuyu oluyor, kuyu olmamız gereken yerde de dimdik
minare gibi görünüyoruz. Günümüzde böyle bir terslik var; ümidim o ki, bu terslik bazı
terbiye yuvalarının eski dönemde bizlere verdiği terbiyeyi elde etmemiz ölçüsünde
dengelenecektir.
Üstad’ın “Sünûhât”ta verdiği bir ölçü var. Buna göre hayat-ı içtimaiyede
herkesin görmek ve görünmek için bir penceresi vardır. Boyu uzun olanlar pencereden

133
görünmek için tekavvüs ederler, boyu kısa olanlar da görünmek için tetâvül ederler.
Büyük olmanın Allah indinde gerçek emaresi yüzü yerde olmaktır. İnsanın şeklî dahi olsa
en büyük anı secdedeki anıdır. Dolayısıyla Allah’a en yakın olduğu an da o andır. “Akrabu
mâ yekûnü-l abdü min Rabbihî fehüve sâcid” buyuruyor Allah Resûlü; öyleyse “fe eksirû
fihâ edduâ” Ama boşsa bir insan, aşağılık duygusuyla, belli komplekslerle hareket
ediyorsa, kimin ne dediğini bilmiyor, sadece nasara-yensuru demesini öğrenmişse o
boşluğunu başkalarına çalım çakarak kapatmaya çalışır.
Evet, bu bir ölçüdür. Kim açıktan açığa kendinden, yaptıklarından bahsediyorsa,
öksürükleriyle kendini duyurmak istiyorsa, çeşitli beklentiler içindeyse, âlemin kendi
başarıları(!) karşısındaki alâkasızlığından rahatsızlık duyuyorsa o boş bir insandır.
Hususiyle Allah’la münasebeti açısından kopuğun tekidir. (GU, Muhasebe Kuşağı)

Veciz Sözler:
İnsanda en tehlikeli damar enâniyettir. Ve en zaif damarı da odur. (Yirmi
Dokuzuncu Mektup)

Senin vazifen fahr değil, şükürdür. Sana layık olan şöhret değil, tevazûdur,
hacalettir.
Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedamettir. Senin kemalin hodbinlik değil,
hudabinliktedir. (On Sekizinci Söz)

Özet:
1- Kullanmasını bilenler için “ene” insanın en nuranî derinliği hâline gelir,
bilmeyenler için ise "ene" bir gayya ve bir girdaptır.
2- Enâniyet, en kaygan zeminlerden birisidir ve Enâniyet davası gütme de bir ruh
sefaletidir.
3- Tevazûya niyet tevazûyu kibire dönüştürür. Öyleyse onu, tabiî bir şekilde
kazanmaya, içten gele gele yapmaya çalışmak gerekir.
4- İki çeşit enâniyet vardır: Şahsî enâniyet ve Cemaat enâniyeti.
5- Mü’mine karşı tevazû ile yaklaşılmalı, kâfir ve küfür düşüncesine karşı ise dik
durulmalıdır.
6- Tevazû göstereni Allah yüceltir, kibirleneni Allah zelil kılar.

134
SABIR

Sabrın Tanımı ve Kur’an’da Sabır


Ağrı, acı, tahammülü güç ve katlanması zor hâdise ve vak’alar karşısında dişini
sıkıp dayanma mânâlarına gelen sabır;

açık-kapalı 'ِ Eْ •
9 1$ِA ‫ا‬4ُ5(ِ\Xَ F
ْ ‫“ ِا‬Sabırla yardım isteyiniz.”, (Bakara sûresi, 2/45) ‫'ُوا‬Eِ ْ>ِ‫ا‬
‫'ُوا‬Aِ $َ>‫“ َو‬Sabredin ve sabırda yarışın.” (Âl-i İmran sûresi, 3/200) âyetlerinde ifade edildiği
gibi sabrın aynını emir..

yahut ْGُ:1َ ْŠŸ


ِ ْ\Xَ ْSƒَ َ•َ‫“ و‬Onlara karşı acelecilik etme.”, (Ahkaf sûresi, 46/35) Gُ ‫ ُه‬4;14َ ƒُ •َ ‫َو‬
‫ َر‬$َAْ‫د‬²َ ْ‫“ ا‬Onlara arkalarınızı dönüp kaçmayın.” (Enfâl sûresi, 8/15) beyânlarında olduğu gibi
onun zıddını yasaklama..

7
َ (ِ]‫ ِد‬$9•1‫ وَا‬7
َ %ِ'Aِ $9•1َ‫“ ا‬Sabredenler, hayatlarını sadâkat çizgisinde sürdürenler” (Âl-i
İmran sûresi, 3/17) ifadelerinde geçtiği gibi bu vasıflarından dolayı sabredenlere senâda
bulunma..

7
َ %ِ'Aِ $9•1‫ ا‬z
; C
ِ %ُ b
ُ ‫وَا‬ “Allah sabredenleri sever.” (Al-i İmran sûresi, 3/146) fermanında
görüldüğü gibi Allah sevgisine mazhariyetlerini anlatma..

7
َ %ِ'Aِ $9•1‫ َ• ا‬6َ b
َ ‫نا‬
9 ‫ِإ‬ “Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara sûresi, 2/153) iltifatında
müşahede edildiği gibi sabrı yaşayanları maiyyet-i ilâhiye ile pâyelendirme

7
َ %ِ'Aِ $9•0ِ1 ٌ'ْ(N
َ َ4:ُ 1َ ْGƒُ ْ'Eَ >
َ ْ7³ِ 1َ َ‫و‬ “Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için
işin en hayırlısıdır.” (Nahl sûresi, 16/126) irşadkâr beyânından anlaşıldığı gibi sabırla mahz-ı
hayra erilmesini beyân..

‫ن‬
َ 4ُ0Rَ \ْ %َ ‫ا‬4ُJ$َ‫ آ‬$َ6 7
ِSَ ْ•¡َ Aِ ْG‫ْ َ' ُه‬Y‫'ُوا َأ‬Eَ >
َ 7
َ %ِ819‫ ا‬7
9 %َ •ِ Ÿ
ْ 5َ 1َ ‫َو‬ “Elbette o sabredenlere
mükafatlarını, yaptıkları işlerin en güzeline göre vereceğiz.” uhrevî mücâzâtı nazara veren
teselli-bahş fermanıyla sâbirîn olanları müjdeleme..

ْG‫ْ ِر ِه‬4Kَ ْ76ِ ْG‫ ُآ‬4ُƒ¡ْ %َ ‫ا َو‬4ُMX9 ƒَ ‫'ُوا َو‬Eِ •


ْ َƒ ْ‫ ِإن‬Uَ0Aَ
“Şayet sabr u sebat eder ve itaatsizlikten sakınırsanız, şunlar da şu dakikada
üzerinize geliverirlerse...” (Nahl sûresi, 16/96) yardım vaad eden beyânlarıyla sabredenlere
ilâhî imdadı hatırlatma gibi, Allah tarafından, değişik yönleriyle sürekli nazara verilen çok
önemli bir kalbî ameldir.. ve bir zaviyeden de, diyanetin, yarısını şükrün teşkil
etmesine karşılık diğer yarısının unvanı olmuştur.

150
Niçin Sabır Göstermeliyiz?
Çekilen sıkıntılar ve başa gelen musibetler, varılmak istenen hedefe bakıldığında
çok küçük kalır. Bizler perişan Keloğlan’ın, padişahın kızına talip olması gibi cennete
talibiz. Bu, Kerem’in Aslı’ya talip olmasına benzemez. Perişan halimize bakınca, benim
gülesim geliyor. Zira, biz çok küçüğüz, talip olduğumuz şey ise pek değerli. Üstadımızın
ifadeleriyle, bin sene mesûdâne dünya hayatı onun bir saatine mukabil gelmeyen bir
cennete talibiz. Onun da ötesinde, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl’ini müşahede arzusundayız.
İşte bu hedefe ulaşmak adına her şeye tahammül etmek, her sıkıntıya göğüs germek, her
musibete katlanmak gerekir. (Kırık Testi, Nefis ve Vicdan Mekanizması)

Sabrın Fazileti
"... Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir" (Zümer Suresi, 39/10).
"Kim sabreder, (yapılan kötülüğü) affederse, şüphesiz bu çok önemli işlerdendir"
(Şûrâ Suresi, 42/43).

“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına


gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman Suresi, 31/17)
“Mü'min'in her durumu süpriz ve şaşırtıcıdır! Niye olmasın ki; onun her işi
hayırdır ve bu da mü’minden başkası için söz konusu değildir. O, neş’e ve sevinç ifade
eden bir duruma mazhar olunca şükreder, bu onun için bir hayır olur; herhangi bir
sıkıntıya maruz kaldığında da sabreder, bu da yine onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd
64)

Cennete giren fazilet sahiplerine melekler sorarlar: Faziletiniz nedir? Onlar da,
"Zulme uğradığımız vakit sabrederdik; bize kötülük edilince de, rıfk ile davranırdık”
diye cevap verirler.
Gerçek babayiğit güreşte rakibini yenen değil, öfkelendiği zaman nefsine hâkim
olabilendir.
(Buhârî, Edeb 102; Müslim, Birr 106-108)

"Sabır ve tahammül gösteren kimseyi Cenab-ı Hakk sabırlı kılar. Sabırdan daha
hayırlı ve geniş bir nimet hiç bir kimseye verilmemiştir" (Tirmizi, Birr, 76).
“Sabır imanda, bedendeki baş gibidir.” (Hz. Ali)

Sabır Sabir Otu Gibidir Yani Sabrın Sonu Selamettir


Sabır kelimesiyle “Sabir otu” aynı kökten gelen kelimelerdir. Sabir otunun zehir
gibi acı olduğu söylenir. Tıpta ilaç sanayiinde de kullanılmaktadır. İşte sabır, bu sabir
otunu yutmak kadar acıdır. Ancak bu acılık, işin başlangıcı itibarıyladır. Neticesi her
zaman tatlı olmuştur. (FF-2) (Eyüb Aleyhisselamın sabrı ve bunun neticesi hatırlanabilir)

151
Sabır Belanın İlk Tosladığı Anda Gösterilmelidir
Uَ1‫ُو‬²ْ‫•ِ ا‬6َ ْ~•
9 1‫ْ~َ ا‬5Z
ِ 'ُ ْE•
9 1‫ ا‬$َRJ9 ِ‫“ إ‬Gerçek sabır, musibetin ilk şokunu yediğin andaki
sabırdır.” (Buhârî, Cenâiz 32, 43)
Sabretme, dişini sıkma, dayanma, metanet gösterme, sarsılmama, irkilmeme,
irade felcine uğramama, her gün zehir zemberek hâdiseleri sineye çekme ve dayanma
elbette kolay bir iş değildir. Ancak, bütün bunlar ilk musibet şoku ânında yapılmalıdır.
Çünkü yer değiştirme, başka bir vaziyete intikal etme, psikolojik olarak her zaman
insanın ruh hâletinde değişiklik hâsıl eder ve onu sarsan hâdiseleri unutturur.
Her musibetin kendine göre bir şoku vardır. O atlatıldığı zaman, musibet
rahmete, elemler lezzete, dertler de zevke inkılâp eder... Böyle bir sinede artık ızdırap
dinmiş, yerini de sonsuz bir neşeye terk etmiştir. Ancak bütün bunlar, ilk şok ânının
başarıyla atlatılmasına bağlıdır.

Sabrın Çeşitleri
Biri: Masiyetten kendini çekip sabretmektir. Şu sabır takvadır, َ•6َ َ.0ّ1‫ ا‬9‫اِن‬
7
َ (ِMX9 Rُ 1ْ ‫ ا‬sırrına mazhar eder.
Haram Nazarlardan Gözü Koruma Sabır İster
İnsan, harama karşı da aynı sabırla mukabele etmelidir. Günah ilk tosladığında
gösterilecek mukavemet, ondan gelecek kötü şerareleri kırar, insan da o şoku böylece
atlatmış olur. Onun içindir ki Efendimiz, Hz. Ali’ye, “İlk bakış lehine, gerisi aleyhine.”
buyurmaktadır. Yani, insanın gözü günaha kayabilir. Ama o, hemen gözünü kapar,
yüzünü çevirirse, bu onun için günah olarak yazılmaz. Hatta harama bakmadığı için
kendisine sevap bile yazılabilir. Fakat ikinci ve daha sonraki bakışlar, zehirli birer ok
gibi insanın kalbine ve ruhuna saplanır, insanın hayalinde bulantılar meydana getirir..
iradesi mânevî gerilimini kaybeder. Zira her harama bakış, bir yönüyle harama girme
yollarını kolaylaştıran birer davetiye hükmündedir. Dolayısıyla da her bakış, bir başka
bakışı davet eder.. artık o insan, harama yelken açar ve dönüşü çok zor bir yolculuğa
açılır.
İşte bu duruma gelmeden, haramın ilk tosladığı anda sabredip haramdan yüz
çevirme, harama karşı gözlerini yumma, Allah Resûlü’nün bize tavsiye ettiği altın
öğütlerdendir.
İnsan, harama karşı böyle davrana davrana, bu onda bir huy, bir karakter hâline
gelir. Zira yaptığı egzersizlerle kalbinde hâsıl olan imanın nuru, Cehennem’den bir
kıvılcım durumunda olan günahlara karşı âdeta bir sütre olur. Öyle ki artık harama
bakmama, onun asıl ve fıtrî davranışları arasına girer.

152
İkincisi: Musibetlere karşı sabırdır ki, tevekkül ve teslimdir.

7
َ %ِ'Aِ $9•1‫ ا‬z
; C 9 ‫ * ِا‬7
ِ %ُ .َ 0ّ1‫ن ا‬ َ (ِ0‫آ‬D 4َ Xَ Rُ 1ْ‫ ا‬z
; C
ِ %ُ .َ 0ّ1‫ن ا‬
9 ‫*ِا‬şerefine mazhar ediyor. Ve sabırsızlık
ise Allah'tan şikâyeti tazammun eder. Ve ef'alini tenkid ve rahmetini ittiham
ve hikmetini beğenmemek çıkar. Evet, musibetin darbesine karşı şekva suretiyle
elbette âciz ve zaîf insan ağlar; fakat şekva O’na olmalı, O’ndan olmamalı. Hazret-i Yâkub
Aleyhisselâm'ın; .ِ 0ّ1‫ ا‬Uَ1‫ ِا‬UِJْ••
ُ ‫ َو‬U
ِ )ّ Aَ 4ُ@›
ْ ‫ َا‬$َRJ9 ‫ ِا‬demesi gibi olmalı. Yani: Musibeti Allah'a
şekva etmeli, yoksa Allah'ı insanlara şekva eder gibi, "Eyvah! Of!" deyip, "Ben ne ettim ki,
bu başıma geldi" diyerek, âciz insanların rikkatini tahrik etmek zarardır, manasızdır.
Sabır Her Musibete Kâfidir
Cenâb-ı Hakkın insana verdiği sabır kuvvetini evham yolunda dağıtmazsa, her
musibete karşı kâfi gelebilir. Fakat vehmin tahakkümüyle ve insanın gafletiyle ve fâni
hayatı bâki tevehhüm etmesiyle, sabır kuvvetini mazi ve müstakbele dağıtıp, halihazırdaki
musibete karşı sabrı kâfi gelmez, şekvâya başlar. Adeta -hâşâ- Cenâb-ı Hakkı insanlara
şekvâ eder. Hem çok haksız bir surette ve divanecesine şekvâ edip sabırsızlık gösterir. (2.
Lema)

Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum'da mübarek bir zat müthiş
bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana dedi: "Yüz gecedir ben başımı yastığa
koyup yatamadım" diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve
dedim:
"Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları
düşünüp şekvâ etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler;
Rabbin olan Rahmânü'r-Rahîmin rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten
korkma, ademe vücut rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi
gelir. Bütün kuvvetini bu saate karşı tahşid et. Rahmet-i İlâhiyeyi ve mükâfât-ı uhreviyeyi
ve fâni ve kısa ömrünü uzun ve bâki bir surete çevirdiğini düşün. Bu acı şekvâ yerinde
ferahlı bir şükret."
O da tamamıyla bir ferah alarak, "Elhamdülillâh," dedi, "hastalığım ondan bire
indi."
Üçüncü Sabır: İbadet üzerine sabırdır ki, şu sabır onu makam-ı mahbubiyete
kadar çıkarıyor. En büyük makam olan ubudiyet-i kâmile canibine sevk ediyor. (23.
Mektup)

Sabır, ibadetlere devam etme hususunda da çok lüzumludur. “İbadetin en


faziletlisi, az dahi olsa, devamlı olanıdır.” İlk anda, yeni namaza başlayan bir insan
için, bu ibadet çok ağır gelebilir; fakat biraz sabreder de ruhu namazla bütünleşirse,
artık bir vakit namazı kılamama, o insan için dünyanın en büyük ızdırabı hâline gelir.
Oruç, zekât, hac gibi ibadetler için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.

153
Gazap Anında Sabır, Bir İbadettir
“O müttakîler ki, bollukta da darlıkta da Allah yolunda infakta bulunurlar,
kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah, böyle iyi
davranan ihsan ehlini sever.” (Âl-i İmrân Suresi, 3/134) “Sen af ve müsamaha yolunu tut,
iyiliği emret, cahillere aldırış etme!” (A’raf Suresi, 7/199)
İnsanın başkaları tarafından gazaba sevk edilip içindeki kötülük duygusunun
tetiklendiği anlarda dahi iradesinin hakkını vermesi ve mahiyetine muvafık bir tavır
sergilemesi, “menfi ibadet” kategorisi içinde mütâlaa edilebilecek bir davranıştır; yani,
insan küplere bindiği zaman bile nefsinin dizginlerini elinden bırakmıyor ve sabrediyor,
daha sonra da değişik tedaîlerle (çağrışımlarla) yer yer hortlayıp ortaya çıkan hiddet
sebeplerini unutmak için mücadele veriyor ve “Allah onu da bağışlasın, beni de!.” deyip
muhataplarını affedebiliyorsa, o kimse, hastalıklara, sakatlıklara, musibetlere ve afetlere
sabretmiş gibi çok büyük sevap kazanır.
Gazap Anında Sabredebilmenin Yolu
1- Gazap hissine yenik düşmemek, ancak ihsan şuuruyla dolu bulunmakla mümkün
olur.
2- Resûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) Efendimiz öfkelenen kimseye şeytandan
istiâze etmesini söylemiştir.
3- Öfkeyi bastırma konusundaki ikazlarından birisi de susmaktır. Rehber-i Ekmel
Efendimiz, “Sizden biriniz kızdığında hemen sussun.” buyurmuştur. Gazap halinde
söylenen nice çirkin laflar vardır ki, insana bir ömür boyu vicdan azabı yaşatır. Bu itibarla,
öfke anında sükût etmek en akıllıca davranışlardan biridir.
4- Bu konuda başvurulabilecek tedbirlerden bir diğeri de psikolojik tavır ve durum
değişikliğidir. “Sizden biriniz ayakta iken öfkelenirse otursun, öfkesi geçerse ne âlâ,
öfkesi geçmezse uzansın.”
5- Şayet, istiâze, sükût ve oturma ya da uzanma gibi bir durum değişikliği de öfkeyi
bastırmaya yetmezse, o zaman hemen abdeste koşmak icap eder. Habib-i Edib “Gazap
şeytandandır, şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş ancak su ile söndürülür. Biriniz
kızdığı zaman abdest alsın.” buyurmuştur.
6- Nihayet, kötü sözden ve dünyevî kavgalardan bütün bütün uzaklaşmanın biricik
yolu olan namaz da gazabı söndüren bir iksir olarak Rehber-i Ekmel’in tavsiyeleri
arasındadır: “Her türlü öfke ve ağız kavgasının ilacı, iki rekât namazdır.”
Ah, Aceleci İnsan!
Sabırsızlık gösteren sadece sensin. Sensin, eşyâ arasındaki tertibe riayet etmeyen!
Sensin, yükselirken mesafelere tahammülü olmayan ve tırmanmada birkaç merdiveni
birden atlamak isteyen! Sensin, sebepleri gözetmeden netice bekleyen! Sensin, olmayacak
kuruntulara gömülerek hayalden sırça saraylar kuran! Sonra da yalancı vehmin ve aldatıcı

154
ümniyelerin altında tükenip giden! Sensin, düşünmeden konuşan, konuştuklarına
pişmanlık duyan ve birbirini takip eden pişmanlıklardan ders almayan, uslanmayan! Bir
bilsen; bu halinle, ne kadar sevimsiz ve ne kadar uğursuzsun..! Keşke, her biri beliğ bir
hatip ve her biri bir dil olan çevrendeki hâdiselerden ders alarak, eşyâ arasında bulunan
tertibe riayet etmeyi; sebep ve neticelerin hakkını gözetmeyi ve hayalinle değil, imanın,
azmin ve iradenle var olmayı bilseydin...!
Sen, sabrettiğin kadar var ve Hakk’ın katında da sabrın kadarsın; Kitab’ının güzel
diye parmak bastığı en güzel haslet ve en güzel huyları, arızasız ve ara vermeden
yaşamadaki sabrın ve azmin kadar.. ve çirkin diye tespit ettiği sevimsiz şeyler karşısında
da dayanma gücün ve sebatın kadar.. nihayet, tepeden inme başa gelenler karşısında,
tavrını değiştirmeden:
“Gelse celâlinden cefâ, yahut cemâlinden vefâ;
İkisi de câna safâ, lütfun da hoş, kahrın da hoş ” (İbrahim Tennûrî) gerçeğine
dilbeste, yürekliliğin ve hoşnutluğun kadar...

Sabır Duası
“Rabbenâ efriğ aleynâ sabran ve sebbit akdâmenâ vensurnâ ale’l-kavmi’l-kâfirîn”
“Rabbimiz, bizim başımızdan aşağı da sağanak sağanak sabır yağdır; gönüllerimizi
sabırla, cesaret ve metanetle doldur. Bizi öyle sabır kahramanları eyle ki, hep sabır
duyalım, sabır düşünelim, sabır görelim ve sabırla gerilelim... Hepimizi din ve diyanet
üzere sâbit kadem eyle; bize masiyetlere karşı dayanma gücü, musibetlere tahammül
kuvveti ver.. kalplerindeki inanç hissini köreltmiş, kâinattaki en aşikâr gerçek olan
Ulûhiyet hakikatini göremeyen körlere, mazhar olduğu nimetleri görmezlikten gelen
nankörlere karşı bizi zaferyâb kıl.” diye sürekli inlesek yine de azdır.

Sabır
Sabır bir büyülü derman, arkasında iman,
Sabretmeyenin hâli hicran üstüne hicran!
Her şeyde var bir usûl, sabır da zafere yol,
Sık dişini azıcık, dolabildiğince dol!
Sabırla pişen insan, kemâle erer inan!
Tez canlının her işi harmanda sapsız saman.
Teennî eden erer, acele etme sakın!
Vurulup dövünsen de ıraklar olmaz yakın...
Örümcek bekleyerek, ağa ağ ekleyerek,
Gider hedefe varır nice emekleyerek.
Sırattan ince bir iş, koş geçenlere yetiş,
155
Geçen sabırla geçti, aksi bir sürü teşviş... (Kırık Mızrap)

Özet:
Cennet gibi ebedi saadete ulaşmak ve Cemallullah’ı seyretmek için sabretmeye değer.

Allah’tan sabırla yardım istemek gerekir.

Allah sabredenlerle beraberdir.

İnsan sabrı kadar insandır.

Sabır, sabir otu gibidir. Yutması zor, şifası büyüktür.

Sabır, musibetin, sıkıntının ilk tosladığı anda gösterilen mukavemettir.

İbadetlerde sabır, günahlara karşı sabır, musibetler karşısında sabır.

156
ŞÜKÜR RİSALESİ
Rِ Mِ¯EV 0‫ ا‬c
ِ 4ْ¯EV 0‫ ا‬-ِ /ّ0‫ ا‬Rِ @
ْ Sِ
°ِ2ْ46
َ Sِ ±
ُ Ze@
َ =ُ \
V ِ‫ْءٍ ا‬²L
َ ْc;ِ ْ‫وَ اِن‬
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, tekrar ile

A
ِ Sَ ْRgُ kV2َ =ِ‫\ز‬
َ َ ْR[ُ ْEgَ L
َ ْc¶ِ 0َ c
َ =ِE‫ ِآ‬8VJ0‫ِى ا‬jn ْ iَ F
َ ‫ن َو‬ َ ‫ُو‬Egُ J ْ =َ ³
َ Nَ ‫َا‬ ‫ن‬
َ ‫ُو‬Egُ J
ْ =َ ³
َ Nَ ‫َا‬
c
َ =ِE‫ ِآ‬8VJ0‫ ا‬c
َ ;ِ ْc‫ْ َو ُآ‬2Zُ W
ْ 8َN -َ /ّ0‫ا‬
gibi âyetlerle gösteriyor ki: Hâlık-ı Rahman'ın ibadından istediği en mühim iş,
şükürdür.17 Furkan-ı Hakîm'de gayet ehemmiyetle şükre davet eder. Ve şükür
etmemekliği, nimetleri tekzib ve inkâr suretinde gösterip ‫ن‬
ِ 8َS·ِّ gَ [ُ 8َ4gُ Se‫\ ِء َر‬
َa ‫ى‬
ِّ 8َ Zِ Nَ
fermanıyla, Sûre-i Rahman'da şiddetli ve dehşetli bir surette otuz bir defa şu âyetle tehdid
ediyor. Şükürsüzlüğün, bir tekzib ve inkâr olduğunu gösteriyor.18
Evet Kur'an-ı Hakîm nasılki şükrü netice-i hilkat gösteriyor; öyle de Kur'an-ı Kebir
olan şu kâinat dahi gösteriyor ki: Netice-i hilkat-i âlemin en mühimmi, şükürdür. Çünki
kâinata dikkat edilse görünüyor ki: Kâinatın teşkilâtı şükrü intac edecek bir surette herbir
şey, bir derece şükre bakıyor ve ona müteveccih oluyor. Güya şu şecere-i hilkatin en
mühim meyvesi, şükürdür. Ve şu kâinat fabrikasının çıkardığı mahsulâtın en a'lâsı,
şükürdür. Çünki hilkat-i âlemde görüyoruz ki; mevcudat-ı âlem bir daire tarzında teşkil
edilip, içinde nokta-i merkeziye olarak hayat halkedilmiş. Bütün mevcudat hayata bakar,
hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir. Demek kâinatı halkeden zât, ondan o
hayatı intihab ediyor. Sonra görüyoruz ki; zîhayat âlemlerini bir daire suretinde icad edip,
insanı nokta-i merkeziyede bırakıyor. Âdeta zîhayatlardan maksud olan gayeler onda
temerküz ediyor; bütün zîhayatı onun etrafına toplayıp, ona hizmetkâr ve müsahhar
ediyor, onu onlara hâkim ediyor. Demek Hâlık-ı Zülcelal, zîhayatlar içinde insanı intihab
ediyor, âlemde onu irade ve ihtiyar ediyor.
Sonra görüyoruz ki; âlem-i insaniyet de, belki hayvan âlemi de bir daire hükmünde
teşkil olunuyor ve nokta-i merkeziyede rızık vaz'edilmiş. Bütün nev'-i insanı ve hattâ
hayvanatı rızka âdeta taaşşuk ettirip, onları umumen rızka hâdim ve müsahhar etmiş.
Onlara hükmeden rızıktır. Rızkı da o kadar geniş ve zengin bir hazine yapmış ki, hadsiz
nimetleri câmi'dir. Hattâ rızkın çok enva'ından yalnız bir nev'inin tatlarını tanımak için,

17
Görülen herhangi bir iyiliğe karşı gösterilen memnûniyet ve minnettarlık mânâlarına gelen şükür;
ıstılahta, insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi yaratılış gâyeleri istikametinde kullanmaya
denir. (KZT-1)
18
Allah, kelâmında pek çok defa şükrü emretmiş ve onu, َ‫ُون‬Egُ ْJ[َ ْRgُ /VQَ 0َ ve c َ =ِE‫ ِآ‬8VJ0‫ ا‬Y ُ ‫ِي ا‬jn ْ Mَ F
َ ‫ َو‬gibi
âyetleriyle emrin ve halkın gâyesi göstermiş; göstermiş ve: ٌ2=ِ2J
َ 0َ ²ِS‫·َا‬W َ ‫ن‬V ‫ْ ِإ‬R[ُ ْETَ ‫ْ َآ‬c¶ِ 0َ‫ْ َو‬Rgُ kV 2َ =ِ‫ز‬º َ ْR[ُ ْEgَ L
َ ْc¶ِ 0َ
“Eğer şükrederseniz ben de nimetimi artırırım; şayet nankörlük yaparsanız, biliniz ki azabım çok
şiddetlidir.” fermanıyla şükredenlere mükâfat vaadinde, küfrân-ı nimette bulunanları da cezalandıracağı
tehdidinde bulunmuştur. (KZT-1)

157
lisanda kuvve-i zaika namında bir cihaz ile, mat'umat adedince manevî ince ince
mizancıklar konulmuştur. Demek kâinat içinde en acib, en zengin, en garib, en şirin, en
câmi', en bedi' hakikat rızıktadır.
Şimdi görüyoruz ki: Her şey nasıl ki rızkın etrafında toplanmış, ona bakıyor; öyle
de rızık dahi bütün enva'ıyla manen ve maddeten, halen ve kalen şükür ile kaimdir,
şükür ile oluyor, şükrü yetiştiriyor, şükrü gösteriyor. Çünki rızka iştiha ve iştiyak, bir
nevi şükr-ü fıtrîdir. Ve telezzüz ve zevk dahi gayr-ı şuurî bir şükürdür ki, bütün
hayvanatta bu şükür vardır. Yalnız insan, dalalet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini
değiştiriyor; şükürden, şirke gidiyor.19
Hem rızık olan nimetlerde gayet güzel süslü suretler, gayet güzel
kokular, gayet güzel tatmaklar; şükrün davetçileridir, zîhayatı şevke davet
eder ve şevk ile bir nevi istihsan ve ihtirama sevkeder, bir şükr-ü manevî
ettirir. Ve zîşuurun nazarını dikkate celbeder, istihsana tergib eder. Nimetleri ihtirama
onu teşvik eder; onun ile kalen ve fiilen şükre irşad eder ve şükür ettirir ve şükür içinde en
âlî ve tatlı lezzeti ve zevki ona tattırır. Yani gösterir ki: Şu lezzetli rızık ve nimet, kısa ve
muvakkat bir lezzet-i zâhiriyesiyle beraber daimî, hakikî, hadsiz bir lezzeti ve zevki taşıyan
iltifat-ı Rahmanîyi şükür ile kazandırır. Yani: Rahmet hazinelerinin Mâlik-i Keriminin
hadsiz lezzetli olan iltifatını düşündürüp, şu dünyada dahi Cennet'in bâki bir zevkini
manen tattırır. İşte rızık, şükür vasıtasıyla o kadar kıymetdar ve zengin bir hazine-i câmia
olduğu halde, şükürsüzlük ile nihayet derecede sukut eder.
Altıncı Söz'de beyan edildiği gibi: Lisandaki kuvve-i zaika Cenâb-ı Hak hesabına,
yani manevî vazife-i şükraniye ile rızka müteveccih olduğu vakit, o dildeki kuvve-i
zaika, rahmet-i bînihaye-i İlâhiyenin hadsiz matbahlarına şâkir bir müfettiş,
hâmid bir nâzır-ı âlîkadr hükmündedir. Eğer nefis hesabına olsa, yani rızkı in'am
edenin şükrünü düşünmeyerek müteveccih olsa; o dildeki kuvve-i zaika, bir nâzır-ı âlîkadr
makamından, batn fabrikasının yasakçısı ve mide tavlasının bir kapıcısı derecesine sukut
eder. Nasıl rızkın şu hizmetkârı şükürsüzlük ile bu dereceye sukut eder, öyle de rızkın
mahiyeti ve sair hademeleri dahi sukut ediyorlar. En yüksek makamdan, en edna makama
inerler. Kâinat Hâlıkının hikmetine zıd ve muhalif bir vaziyete düşerler.
Şükrün mikyası; kanaattır ve iktisaddır ve rızadır ve memnuniyettir.
Şükürsüzlüğün mizanı; hırstır ve israftır, hürmetsizliktir, haram helâl demeyip rastgeleni
yemektir.
Evet hırs; şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem
vasıta-i zillettir. Hattâ hayat-ı içtimaiyeye sahib olan mübarek karınca dahi, güya hırs
vasıtasıyla ayaklar altında kalmış ezilir. Çünki kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday

19
Aslında her insanda, nimete ve nimet verene karşı perestiş hissi vardır. Ama bu hissin uyarılacağı,
uyarılıp yönlendirileceği âna kadar, tıpkı deryâda yaşayan mâhîler gibi, başından aşağıya yağan nimetleri ne
duyar ne de hisseder. Dahası, çok defa onları çevresindeki basit sebeplere bile verebilir. Eğer biz,
etrafımızdaki nimetleri görmemeye körlük, sağırlık ve duygusuzluk diyeceksek, mazhar olduğumuz bunca
şeyi kör, sağır ve duygusuz sebeplere havâle etmenin de inhiraf olduğunda şüphe yoktur. (KZT-1)

158
kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatından dolayı
başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir.
Evet Zât-ı Akdes'in alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan Lafzullah'tan sonra en a'zam
ismi olan Rahman rızka bakar ve rızıktaki şükür ile ona yetişilir. Hem Rahman'ın en
zâhir manası Rezzak'tır.20
Hem şükrün enva'ı var.21 O nevilerin en câmii ve fihriste-i umumiyesi,
namazdır.
Hem şükür içinde, safi bir îman var, hâlis bir tevhid bulunur. Çünki bir
elmayı yiyen ve "Elhamdülillah" diyen adam, o şükür ile ilân eder ki: "O elma doğrudan
doğruya dest-i kudretin yadigârı ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetin hediyesidir"
demesi ile ve itikad etmesi ile, her şey'i -cüz'î olsun, küllî olsun- onun dest-i kudretine
teslim ediyor. Ve her şeyde rahmetin cilvesini bilir. Hakikî bir îmanı ve hâlis bir tevhidi,
şükür ile beyan ediyor.22
İnsan-ı gafil, küfran-ı nimet ile ne derece hasarete düştüğünü, çok cihetlerden
yalnız bir vechini söyleyeceğiz. Şöyle ki:
Lezzetli bir nimeti insan yese, eğer şükür etse; o yediği nimet o şükür vasıtasıyla bir
nur olur, uhrevî bir meyve-i Cennet olur. Verdiği lezzet ile, Cenab-ı Hakk'ın iltifat-ı
rahmetinin eseri olduğunu düşünmekle, büyük ve daimî bir lezzet ve zevk veriyor. Bu gibi
manevî lübleri ve hülâsaları ve manevî maddeleri ulvî makamlara gönderip, maddî ve tüflî
(posa) ve kışrî, yani vazifesini bitiren ve lüzumsuz kalan maddeleri füzulât olup aslına,
yani anasıra inkılab etmeğe gidiyor. Eğer şükür etmezse; o muvakkat lezzet, zeval ile bir

20
Rahmân, bir isim sıfattır. Yani o, Cenâb-ı Hakk’ın sıfatıdır. Fakat ismiyet öyle galebe çalmıştır
ki Rahmân dediğimiz zaman hemen aklımıza Allah gelir. Rahmân, nâmütenâhi merhamet edici,
nâmütenâhi nimetlerle perverde edici mânâsına gelir. (FÜM)
21
Şükür, kalble, lisânla îfâ edilebileceği gibi bütün uzuvlarla da yerine getirilebilir. Lisânla şükür; vehmî
bütün güç, kuvvet ve ihsan kaynaklarını nefyederek her türlü lütuf ve nimetlerin Allah’tan geldiğini kabul
ve itirafla gerçekleşir.
Kalble şükür; zâhir ve bâtın bütün nimetleri ve bu nimetlerden yararlanmayı Allah’tan bilip hayatın bu
anlayışa göre yönlendirilmesi, şekillendirilmesidir.. ve aynı zamanda lisân ve cevârihle yapılan şükrün de
esasını teşkil eder ki: _ً iَ ¿
ِ 8َSَ‫َةً و‬E‫ ِه‬8َÁ -ُ 4َ Qَ kِ ْRgُ ْM/َW
َ َÂZَ ْFَ‫“ َوأ‬O, gizli-açık nimetlerini bol bol size ihsan etmiştir.”2
beyânı onun keyfiyet buudlarına; 8َ‫ُ>ه‬Uْ6[ُ َ\ ِY‫ َ_ ا‬4َ ْQkِ ‫وا‬Ä2Qُ [َ ْ‫“ وَإِن‬Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız da
saymakla bitiremezsiniz.”3 fermân-ı sübhânîsi de kemmî sonsuzluğuna işaret etmektedir.
Cevârih ile şükre gelince, o, her uzuv ve her lâtîfeyi yaratılış gâyesi istikametinde kullanmak ve onlara
mahsus kulluk vazifelerini yerine getirmekten ibaret sayılmıştır. (KZT-1)
22
Hakîkî şükür, nimetin tam bilinmesiyle gerçekleşir; zira nimetin kaynağı ve onu verenin takdir edilmesi,
büyük ölçüde nimetin bilinmesine bağlıdır. Nimetin bilinmesinden kabûlüne, ondan da Cenâb-ı Hakk’a
yönelmeye uzanan çizgide iman ve İslâm’ın hazırlayıcılığı, Kur’ân’ın belirleyiciliği üzerinde her zaman
durulabilir. Evet, Allah’ın üzerimizde olan lütufları imanın ışığı altında ve İslâm’ın emirlerini yaşarken
daha bir belirginleşir, netleşir, duyulur-hissedilir hâle gelir ve Allah tarafından aczimize, fakrımıza
merhameten ve ihtiyaçlarımıza binâen, hem de karşılıksız olarak verildiği görülür ki; bu da, o ihsan ve
lütufları bahşeden Zât’a karşı bizde senâ hislerini coşturur; coşturur ve ْ‫ ِّ~ث‬C
َ Kَ _
َ Aِّ ‫ ِ• َر‬Rَ ْ\5ِ Aِ $96‫“ َوَأ‬Şimdi gel
Rabbinin nimetini anlat da anlat!” gerçeğine uyanarak, emrolunduğumuz minnet ve şükran vazifesini
rûhumuzun derinliklerinden fışkıran bir heyecanla yerine getiririz. (GU, Nefis ve Vicdan Mekanizması)

159
elem ve teessüf bırakır ve kendisi dahi kazurat olur. Elmas mahiyetindeki nimet, kömüre
kalbolur. Şükür ile, zâil rızıklar; daimî lezzetler, bâki meyveler verir. Şükürsüz nimet, en
güzel bir suretten, çirkin bir surete döner. Çünki o gafile göre rızkın akibeti, muvakkat bir
lezzetten sonra füzulâttır.
Evet rızkın aşka lâyık bir sureti var; o da, şükür ile o suret görünür. Yoksa ehl-i
gaflet ve dalaletin rızka aşkları bir hayvanlıktır. Daha buna göre kıyas et ki, ehl-i dalalet ve
gaflet ne derece hasaret ediyorlar.
Enva'-ı zîhayat içinde en ziyade rızkın enva'ına muhtaç, insandır. Cenâb-ı Hak
insanı bütün esmâsına câmi' bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharatını
tartacak, tanıyacak cihazata mâlik bir mu'cize-i kudret ve bütün esmâsının cilvelerinin ve
san'atlarının inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir halife-i Arz suretinde halk
etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip, maddî ve manevî rızkın hadsiz enva'ına
muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete göre en a'lâ bir mevki olan ahsen-i takvime
çıkarmak vasıtası, şükürdür. Şükür olmazsa, esfel-i safilîne düşer; bir zulm-ü azîmi
irtikâb eder.
Elhasıl: En â'lâ ve en yüksek tarîk olan tarîk-ı ubudiyet ve mahbubiyetin
dört esasından en büyük esası şükürdür ki; o dört esas şöyle tabir edilmiş:
"Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çîz:
Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey azîz..."

c
َ Mِ4¯
ِ ‫ا‬VE0‫ ا‬Rَ ¯
َ ْ‫ َار‬8َ= h
َ ?ِ 4َ ¯
ْ Eَ Sِ c
َ =ِE‫ ِآ‬8VJ0‫ ا‬c
َ ;ِ 8َiْ/Qَ ْD‫ ا‬RV `ُ /ّ0َ‫ا‬
Rُ Mِg6
َ ْ0‫ ا‬Rُ Mِ/Qَ ْ0‫ ا‬Ç
َ ْk‫ َا‬h
َ kV ‫ ِا‬8َi?َ ْ4/VW
َ 8َ; \
V ‫ ِا‬8َi0َ Rَ /ْ W
ِ \
َ h
َ kَ 8َ6Zْ F
ُ
َcMِQ4َ ْDَ‫ ا‬-ِ Zِ ْ6È
َ َ‫ و‬-ِ 0ِa mَ/W
َ َ‫َ و‬c=ِ2;ِ 8َ6ْ0‫َ وَ ا‬c=ِE‫ ِآ‬8VJ0‫ِ ا‬2MeF
َ ٍ24V 6
َ ;ُ 8َkِ2Me F
َ mَ/W
َ ْR/eF
َ ‫ َو‬A
ِّ È
َ RV `ُ /ّ0َ‫ا‬
c
َ Mِ;a
c
َ Mِ40َ8َQ0ْ ‫ب ا‬
ِّ ‫ َر‬-ِ /ّ0ِ 2ُ 4ْ 6
َ 0ْ ‫ن ا‬
ِ ‫ْ َا‬R`ُ =َ>W
ْ ‫ َد‬Eُ É
ِ a ‫َو‬

Nimeti Görmek
Şeyh Sadî, ayakkabısız kalmış. Ayakkabı alacak parası da yokmuş. Can sıkıntısı ile
Kûfe Camii'ne gitmiş. Caminin önünde ayaksız bir dilenci görünce, ayakkabısız ayaklarına
bakıp şükretmiş.
İnsanın kendisine ait hiçbir sermayesi yoktur. O da herhangi bir zerre gibi
sonradan yaratılmıştır, o da sair mahluklar gibi hiçbir şey yaratamaz. Ona verilenlerin
hepsi lütuf ve ihsandır.

160
İnsan, sahip olduğu maddî nimetler açısından kendisinin gerisindekilere bakıp
şükretmeli, manevî durumu kendisinden iyi olanlara bakıp kulluğunu artırmaya
azmetmelidir.
Zira şikayet için hiçbir haklı sebebi yok, şükür için sebebi çoktur. (Mesel Ufku, s.143)

Şükretmek
Padişah, daha önce hiç deniz yolculuğu yapmamış bir köle ile aynı gemide yolculuk
yapıyordu. Köle korkudan titriyor, bir türlü sakinleşmiyor, vaveylası ile herkesi huzursuz
ediyordu. Padişahın keyfi kaçmıştı. Bir adam öne atıldı:
-İzin verirseniz onu sakinleştireyim, dedi. Padişah:
-Ne yaparsan yap, yeter ki şu adamı sustur, dedi adama...
Adam, kölenin denize atılmasını istedi. Bağırıp çağıran köleyi suya attılar. Birkaç
defa batıp çıkan köle:
-Boğuluyorum, imdat! diye bağırmaya başladı.
Köleyi yakalayıp, gemiye çıkardılar. Bir köşeye bıraktılar. Köle artık sessizce
oturuyordu. Padişah, adama, niçin öyle yaptığını sordu. Adam:
-Gemideki huzur ve güvenin farkında değildi, dedi. Suya düşünce değerini anladı.
Nimeti artıran, lezzeti lezzet yapan şükürdür. Şükretmek yerine şikayet edenler
sahip olduklarından da mahrum kalırlar. İnsanlar, maddi durumları itibari ile kendi-
lerinin altındakilere, manevî yönleri ile de üstündekilere bakmalıdır. Birincilere baktıkça
şükredecek, ikincilere baktıkça daha güzel hâle gelebilmek için gayretini artıracaktır.
Hakikî saadet bundadır. (Mesel Ufku, s.140)

Özet:
1- Nimete duyulan iştah bir manevi şükürdür.

2- Nimetin lezzetini almak da manevi şükürdür.

3- Şükür, nimete ve Nimet Veren’e karşı saygının ifadesidir.

4- Şükür, nimetin artmasına vesiledir.

5- Her nimetin şükrü kendi cinsindendir.

6- Hayat, şükür etrafında cereyan eder, döner. En cami şükür de namazdır.

7- Şükürsüzlük, nimetleri inkar manasına gelir.

8- Şükrün içinde, halis bir tevhid inancı ve safi bir iman vardır.

161
TEVEKKÜL

İman Tevekkül Etmeyi Gerektirir

$ًJ$َR%‫ْ ا‬G:ُ ْƒَ‫ُ زَاد‬.ƒُ $َ%‫ْ ا‬G:ِ ْ(0َZ


َ ْL(َ 0ِƒُ ‫ْ َوِاذَا‬G:ُ Aُ 4ُ0]ُ ْL0َ Y
ِ ‫ َو‬.ُ 0ّ1‫ ِاذَا ُذ ِآ َ' ا‬7
َ %891‫ن ا‬
َ 4ُ56ِ ْ£Rُ 1ْ ‫ ا‬$َRJ9 ‫ِا‬
‫ن‬
َ 4ُ0‫آ‬9 4َ Xَ %َ ْG:ِ AD ‫ َر‬U0َZ‫َو‬
Gerçek müminler ancak o müminlerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir,
âyetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır. Ve bunlar yalnızca Rablerine tevekkül
ederler. (Enfal Suresi, 8/2)

7
َ (ِ56ِ ْ£6ُ ْGXُ 5ْ ‫ا ِإنْ ُآ‬4ُ0‫آ‬9 4َ Xَ Kَ b
ِ ‫ ا‬Uَ0Z
َ ‫َو‬
Gerçek mü’minler iseniz Allah’a itimad-ı tâmme içinde bulunun! (Mâide Sûresi, 5/23)
İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata
meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.
"Tevekkeltü alâllah" der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları
içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder,
rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için
Cennete uçabilir. Yoksa tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki
esfel-i sâfilîne çeker.
Demek, iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni
iktiza eder. (Yirmi Üçüncü Söz, Üçüncü Nokta)

Tevekkül Ne Demektir?

‫ن‬
َ 4ُ0‫ ِّآ‬4َ Xَ Rُ 1ْ ‫ ا‬Šِ ‫آ‬9 4َ Xَ (َ 0ْ Kَ b
ِ ‫ ا‬Uَ0Z
َ ‫َو‬
“Tevekkül edecekler başkasına değil, sadece ve sadece Allah’a güvenip
dayansınlar.” (İbrahim Sûresi, 14/12)
Tevekkül23; kalbin Allah’a tam itimat ve güveni, hatta başka güç kaynakları
mülâhazasından bütün bütün sıyrılması mânâsına gelir. Bu ölçüde bir güven ve itimat
olmazsa, tevekkülden söz edilemez; kalb kapıları ağyâra açık kaldığı sürece de hakikî
tevekküle ulaşılamaz.
Tevekkül; sebepler dairesinde arızasız esbâba riâyet edip, sonra da Kudreti
Sonsuz’un üzerimizdeki tasarrufunu intizardır ki, iki adım ötesi, çok Hak dostu tarafından
“gassâlin elindeki meyyit” sözüyle ifadelendirilen1 teslim mertebesidir. Birkaç kadem
ötede ise, her şeyi bütün bütün Allah’a havale edip, yine her şeyi O’ndan bekleme makamı
sayılan tefviz gelir.

23
Tevekkül fiili mastarı ve çeşitli çekimleri ile Kur'ân-ı Kerîm’de 58 ayette, 70 defa zikredilmiştir.
168
Diğer bir mânâda bu, hak yolcusunun, vicdanındaki nokta-i istinat ve nokta-i
istimdadın ihtarıyla, aczini, fakrını duyup, hissettikten sonra “Tut beni elimden; tut ki,
edemem Sensiz!” diyerek o biricik güç, irade ve meşîet kaynağına yönelmesidir.
Diğer bir yaklaşımla tevekkül; Cenâb-ı Hak ve O’nun nezdindekilere bel bağlayıp
itimat etme ve O’ndan başkasına kalbin kapılarını bütün bütün kapama demektir ki;
buna, bedenin ubûdiyete, kalbin rubûbiyete kilitlenmesi de diyebiliriz. (Kalbin Zümrüt
Tepeleri-1)

Esbaba Riayet ve Tevekkül


Ve dedi ki: "Ey yavrularım! (şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin de ayrı ayrı
kapılardan girin. Gerçi ben ne yapsam, Allah'ın takdirini sizden engelleyemem. Hüküm
yalnızca Allah'ındır. Onun için bütün tevekkül edenler O'na tevekkül etmelidirler." (Yusuf
Suresi, 12/67)

Fakat yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki,
esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî
telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve
Ona minnettar olmaktan ibarettir.24 (Yirmi Üçüncü Söz, Üçüncü Nokta)
Sehl b. Abdullah Tüsterî: “Çalışıp kazanma esasını tenkit eden (Allah ve Resûlü
tarafından konulan) kanunları tenkit etmiş olur, tevekkülü tenkit eden kimse, (kadere)
imanı tenkit etmiş olur” demiştir. (Kuşeyri Risalesi)
Hz. Enes’in anlattığına göre bir adam “Ey Allah’ın Resulü, devemi bağlayıp da mı
tevekkül edeyim, yoksa onu serbest bırakıp da mı tevekkül edeyim!” diye sorunca Hz.
Peygamber: “Onu bağla, sonra tevekkül et” buyurmuşlardır. (Tirmizi, Kıyâmet, 60)

Tevekkül ve Mertebeleri

.ُ Eُ ْS•
َ 4َ :ُ Kَ b
ِ ‫ ا‬Uَ0Z
َ ْŠ‫آ‬9 4َ Xَ %َ ْ76َ ‫َو‬
“Kim Allah’a tefviz-i umûr ederse O, ona kâfidir.” (Talâk Sûresi, 65/3)

$ًJ$َˆAِ ‫ح‬
ُ ‫'ُو‬ƒَ ‫ َو‬$ً>$َRN
ِ ‫ ْ•~ُو‬ƒَ 'ُ (ْ ˆ
9 1‫ق ا‬
ُ ‫'ْ َز‬ƒُ $َR‫ْ َآ‬G@ُ ]َ َ‫'َز‬1َ ِ.0ِ‫َ ;آ‬4ƒَ 9T•
َ ِb‫ ا‬Uَ0Z
َ َ‫ن‬4ُ0‫آ‬9 َ4Xَ ƒَ ْG@ُ J9 ‫ْ َأ‬41َ
“Eğer Cenâb-ı Hakk’a lâyıkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizi, sabah yuvasından aç
ayrılıp, akşam tok olarak dönen kuşların beslendiği gibi rızıklandırırdı.” (Tirmizî, Zühd 33)
Allah’a güven ve itimat ile başlayıp, kalben her türlü beşerî güç ve kuvvetten teberri
etme kuşağında sürdürülen ve neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale edip vicdânen
tam bir itmi’nana ulaşma ile sona eren rûhanî yolculuğun başlangıcına “tevekkül”, az
ötesine “teslim”, iki adım ilerisine “tefviz” ve son durağına da “sika” denile gelmiştir.

24
Bu mevzuda objektif ve herkes için geçerli olan esas, sebepler dairesinde yaşadığımızdan dolayı esbâba
arızasız riâyet edip, sonra da Kudreti Sonsuz’un üzerimizdeki tasarrufunu intizar etme şeklinde
özetleyebileceğimiz “tevekkül” çizgisine ulaşmaktır. Sebepleri yerine getirmekle beraber onlara tesîr-i
hakikî vermeme ve neticeyi Cenâb-ı Hak’tan bekleme mü’mince bir davranıştır.
169
Şeytanın Mütevekkil Üzerinde Tesiri Olamaz

‫ن‬
َ 4ُ0‫آ‬9 4َ Xَ %َ ْG:ِ AD ‫ َر‬U0َZ‫ا َو‬4ُ56َ ‫ ا‬7
َ %891‫ ا‬Uَ0Z
َ ٌ‫ن‬$َˆْ0F
ُ .ُ 1َ َ ْ(1َ .ُ J9 ‫ِا‬
Şüphesiz ki iman edip de Rablerine tevekkül edenler üzerinde o şeytanın hiçbir
nüfuzu yoktur. (Nahl Suresi, 16/99)

Tevekkül Edenle Etmeyenin Misali


Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem
bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler.
Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret eder. Diğeri, hem
ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi:
"Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et."
O dedi: "Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı
belimde ve başımda muhafaza edeceğim."
Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha
kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber denize
düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın, gittikçe
ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu halde görse, ya
divanedir diye seni tard edecek; ya "Haindir, gemimizi itham ediyor, bizimle istihzâ
ediyor. Hapsedilsin" diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü, ehl-i
dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi gösteren gururunla, riyayı ve zilleti
gösteren tasannuunla kendini halka müdhike yaptın. Herkes sana gülüyor" denildikten
sonra o biçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. "Oh, Allah
senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum" dedi.
İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ
bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve hodfuruşluktan
ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.
(Yirmi Üçüncü Söz, Üçüncü Nokta)

Bela ve Musibetlere Karşı Tevekkül

‫ن‬
َ 4ُ56ِ ْ£Rُ 1ْ ‫ ا‬Šِ ‫آ‬9 4َ Xَ (َ 0ْ Kَ .ِ 0ّ1‫ ا‬Uَ0Z
َ ‫ َو‬$َ5(1ْ46َ 4َ ‫ ُه‬$َ51َ .ُ 0ّ1‫ ا‬z
َ Xَ ‫ َآ‬$َ6 $91‫ ِا‬$َ5Eَ (•ُ% ْ71َ ْŠ]ُ
De ki: "Hiçbir zaman bize Allah'ın bizim için takdir ettiğinden başkası dokunmaz.
O bizim mevlamızdır. Müminler yalnızca Allah'a tevekkül etsinler." (Tevbe Suresi, 9/51)
Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ,
gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet
verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt
kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça
büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî
musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve

170
tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe
hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle
demiştim:
Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.
Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.
Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül
kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.
Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet musalâhaya,
husumet şakaya döner, adâvet küçülür, mahvolur, tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi
öyledir. (İkinci Lema)

Tevekkülsüz Kişinin Durumu


Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor.
Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü, zayıf ve âciz beline yükletir. Çünkü insan
Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit, insan, gayet derecede âciz ve
zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni
hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peydâ ettiği bütün eşyadan mütemadiyen
firak elemini çeke çeke, nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde
bırakıp, kabrin zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gayet cüz'î bir
ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile
nihayetsiz elemlerle ve emellerle faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve makasıdın
tahsiline, semeresiz, boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu yükleyemediği halde, koca
dünya yükünü biçare beline ve kafasına yüklenir. Daha Cehenneme gitmeden Cehennem
azâbını çeker.
Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azâbı hissetmemek için, ehl-i dalâlet, iptal-i
his nev'inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği zaman, kabre
yakın olduğu vakit, birden hisseder.
İnsanın zaaf ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîme tevekkül ile tedavi
eder. Hayat ve vücudun yükünü Onun kudretine, rahmetine teslim edip, kendine
yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur.
Kendisinin "nâtık bir hayvan" değil, belki hakikî bir insan ve makbul bir misafir-i Rahmân
olduğunu bildirir. Dünyayı, bir misafirhane-i Rahman olduğunu göstermekle ve
dünyadaki mevcudat ise esmâ-i İlâhiyenin aynaları olduklarını ve masnuatı ise her vakit
tazelenen mektubat-ı Samedâniye olduklarını bildirmekle, insanın fenâ-yı dünyadan ve

171
zevâl-i eşyadan ve hubb-u fâniyattan gelen yaralarını güzelce tedavi eder ve evhamın
zulümatından kurtarır. (Otuz İkinci Söz, İkinci Noktanın İkinci Mebhası)

Tevekkülün Büyüklerin Hayatındaki Yerinden Birkaç Misal


İnsanlığın İftihar Tablosu, düşman gölgelerinin mağaranın içine düştüğü ve
herkese ürperti veren tehditlerinin Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılandığı esnada bile,
fevkalâde bir güven ve emniyet içinde: “Tasalanma, Allah bizimle beraberdir!” (Tevbe
Sûresi, 9/40) demiştir.

Hz. İbrahim ateşe atılırken bile “b


ُ ‫ا‬ I َ ” deyip, (Buhârî, tefsîru sûre (3) 13) “Cenâb-ı
َ Eِ ْS•
Hakk’ın benim hâlimi bilmesi, benim bir şey istememe ihtiyaç bırakmamıştır.” demiştir.
Diğer yandan Hz. İbrahim, hanımı Hz. Hacer’i ve oğlu Hz. İsmail’i ıssız bir çöle
bırakıp geri döndüğünde, Hz. Hacer, birkaç defa Onun bu kararının Allah’ın emriyle mi
yoksa kendi isteğiyle mi olduğunu sormuş ve Allah’ın emriyle olduğunu öğrenince
durumunu Allah’a havale etmiştir. (Olay daha geniş anlatılabilir.)
Ebrehe Kabeyi yıkmak üzere geldiğinde, Peygamber Efendimizin (s.a.s) dedesi
Abdulmuttalip, Ebrehe’den gasbetmiş olduğu develerini istemiştir. Ebrehe’nin bu duruma
hayret etmesi üzerine de “Ben develerimin sahibiyim ve onları geri istiyorum. Kabe’nin
sahibi ise Allah’tır ve Onu koruyacak olan da O’dur” demiştir.
Hazreti Üstad, hakkında ölüm kararı verilmesini beklediği ya da idam sehpasına
yürüdüğü bir anda “Müsaade ederseniz vakit namazımı kılmak istiyorum” diyecek kadar
korkusuzdur; tehditler onun tavırlarında herhangi bir değişikliğe sebebiyet veremez.
Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılanırken mahkeme başkanı Hurşit Paşa’nın ithamlarına
cesurca cevaplar vermiş, idamının istenmesine rağmen özür dileyici bir hal sergilememiş;
hep dik durmuş, ölüme yürürken bile hak ve hakikati seslendirmiştir. Beraat kararından
sonra da mahkemeye teşekkür etmeyi bile tenezzül sayarak, yolda Beyazıt’tan tâ
Sultanahmet’e kadar, kendisini takip eden kalabalık bir halk kitlesinin önünde, “Zalimler
için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!” nidalarıyla ilerlemiştir. Evet,
onun Allah’a itimadı tamdır ve o Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeye razıdır; tavır ve
davranışları da ihraz ettiği bu ufkun sesi-soluğudur. (Diriliş Çağrısı, Neylerse Güzel Eyler)

Hayır, Allah’ın İhtiyar buyurduğu Husustadır (“Elhayru fî


mahtârahullah”)
Bu söz bizlere, Cenâb-ı Hak kullarını neye sevk ederse etsin ve nasıl bir neticeye
ulaştırırsa ulaştırsın, O’nun takdîrinin her zaman en isabetli, bereketli, faydalı, sevaplı ve
akıbet itibarıyla da en hayırlı tercih olduğunu hatırlatır.

172
“Elhayru fî mahtârahullah”25 hakikati, insanın kendi arzularına başkaldırmasını,
her meselede Hakk’ın rızâ ve hoşnutluğunu kendi istek ve dileklerine tercih ederek her
yerde ve her durumda O’nun takdîrine razı olmasını ifade eder.
Evet, bazen insan rahat, tenperverlik, yuvaya düşkünlük, makam sevdası ve sadece
dünya hesabına mutlu yaşama gibi nefsin hoşuna giden, bedene ve cismaniyete bakan
şeylere müptela olur. Fakat, bunlar çok defa insan için öldürücü birer hastalık halini alır.
Bunlara alışan kimseler çok basit sıkıntılar ve en küçük hırpalayıcı hadiseler karşısında
bile dayanamazlar; sarsılır ve yıkılır giderler. Bu itibarla, bir müslümanın rahatlık,
haneperestlik ve lüks yaşama gibi herhangi bir tiryakiliği olmaması gereklidir. Hatta o,
günde üç öğün yemek yeme ya da belli vakitlerde çay içme gibi masumâne kabul edilen
tiryakiliklerden de uzak durmalıdır. Bilmelidir ki; Cehennem yeme, içme, yatma, nefsin
hoşuna giden her şeyi elde etme ve cismaniyet itibarıyla tatmin olma gibi insanın
arzularına seslenen alışkanlıklarla sarılıdır; Cennet ise, ibadet etmek, i’lâ-yı kelimetullah
vazifesinin hakkını vermek, mücahedede bulunmak ve Allah yolunda her türlü zorluklara
katlanmak gibi zâhiren kerih görünen şeylerle kuşatılmıştır.
Bu açıdan, insan, hoşuna gitsin gitmesin, her meseleyi dini ölçülere göre ele almalı;
her hadiseyi “Hayır, Allah Teâlâ’nın ihtiyar buyurduğu şeydedir” hakikati zaviyesinden
değerlendirmeli ve her zaman Cenâb-ı Hakk’ın tercihi istikametinde tercihte
bulunmalıdır. Sebeplere riâyet ettikten sonra neticeyi Allah’ın takdirine bırakmalı;
kendisiyle alâkalı tasarruflarında Rahmeti Sonsuz’a inanıp O’na güvenmeli ve O’nun
yaptığı her şeyden hoşnut olmalıdır. Evet, kader rüzgârları ne yandan eserse essin gönül
rahatlığıyla karşılamak ve her hadiseye “Bunda da bir hayır vardır; bu da geçer!” inancıyla
yaklaşmak mü’min olmanın gereğidir. (Diriliş Çağrısı, Neylerse Güzel Eyler)
İbrahim Hakkı’dan
“Hak şerleri hayreyler,
Sen sanma ki gayreyler,
Ârif ânı seyr eyler.
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Sen Hakk’a tevekkül ol,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler,

25
Bu cami beyan “Hoşlanmasanız da savaş size farz kılındı. Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için
hayırlı olur. Kimi zaman da sevip arzu ettiğiniz bir şey sizin için şerli olabilir. Netice itibarıyla neyin hayır
ve neyin şer getireceğini sadece Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 2/216) meâlindeki ayet-i kerimenin bir
meyvesi olarak değerlendirilmiştir.
173
Neylerse güzel eyler.”

Özet
1- İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder.

2- Tevekkül sebeplere tam riayet etmekle birlikte, Allah’a dayanıp itimad etme ve neticeyi ondan
beklemektir.

3- Tevekkül çalışıp kazanmaya mani değil, bunu destekleyicidir.

4- Sebeplere riayet etmek fiili bir duadır.

5- Tevekkül şeytanın oyunlarından kurtulmaya, Allah’ın rızasını kazanmaya ve cennete girmeye


vesiledir.

6- Tevekkül musibetleri hafifleştirir.

7- Biz her hadisede Allah’ın üzerimizdeki tercihine razı olmalıyız.

Kavramlar: Tevekkül, teslim, tefviz, sika, Allah’a güvenme, sebeplere sarılma, neticeyi Allah’tan
bekleme, noktai-i istinad ve nokta-i istimdat, acz ve fakrının farkına varma.

174

You might also like