You are on page 1of 4

Kosuth ve Sandalyesi

Joseph Kosuth – Bir ve üç sandalye

Şimdi hepi topu ortada bir sandalye var ama, ona da oturamayacağız zaten.

Demek ki bu yazıyı ayakta yazıyoruz.

Peki başlayalım öyleyse.

1. Bir sandalye var.


2. Onun 1/1 imgesi var.
Onu soracağız;
-Ne diye 1/1? diye.
3. Sandalye’nin tanımı var. -1/1 değil.
Onu da soralım oldu olacak -neden 1/1 değil? diye. Ve ayrıca;
-Niye tanımın sığacağı kadar kağıt kullanmadın da, gittin illa kare kağıt kullandın, ne bu
ziyanlık?
- Ayrıca, neden üçünü de aynı anda görebileceğim bir mesafeden okunabilecek
büyüklükte yazmadın yazıyı? diye. Kartal gözlüler hemen atlamasın; yaşlı ve iyi göremeyen
sanatsever amca ve teyzelerimizi de düşünelim lütfen.
- 1/1 tanım diye bir şey var mı, yapılabilir mi? Yapılırsa ne olur; yani, yapılmaya kalkışılırsa,
kalkışanın başına neler gelir? -bu soru da kendi kendime.

Şimdi, Jozef’in koşut olarak bize sunduğu bu üç “varlık mı desek?” düzeni bize ne anlatıyor; ona
bakacağız.

Ha, bir de bu yapıtın sunumunda, imgeyle tanım bir olup sandalyeyi aralarına almışlar bi güzel;
kaçacak yeri yok garibimin. Ya da, bir varoluş yarışmasının madalya töreni gibi; ortada birinci gelen
(altın), solda ikinci gelen (gümüş) ve nihayet sağda üçüncü gelen (bronz). Yetkililerin bildirdiğine göre,
sonucu foto-finiş belirlemiş.

İşe sandalyeden başlayalım; öncelikle ergonomik değil -evet oturdum. Yapımında kullanılan malzeme
ve işçiliğe popomun gösterdiği ilksel ve ilkesel tepki, öncelikle rahatsızlık ve itimatsızlıktı. Hani
neredeyse dağılacak; 7-8 Hasan Paşa kurabiyesi misali. Mübarek, Jozef tarafından yerleştirildiği 1965
yılından beri bir insan “yüz”ü görmedi belki de. Bu yüzden de uzun süre oturmadım. Tabii, MOMA
güvenliğinin bana doğru koşarak yaklaşmasının da bir ölçüde etkisi var bu denemenin kısa
sürmesinde. Demem o ki, ben olsam, daha ergonomik ve sağlam bir sandalye seçerdim. İyisi mi,
kendim tasarlar yapardım. Ama, derseniz ki; o sandalye bir sandalye değil, yani artık değil. O
üzerine oturulmaktan başka bir işlevi taşıyor. O zaman başka tabii. Sahi ya, benden başka kim
denemiştir acaba o’na oturmayı? –Jozef hariç... Ha, bir de müzedeki yorgun gece bekçileri.

Peki ya Marcel’in çeşmesi? Bidonuna su doldurmaya kalkışan olmuş mudur o çeşmeden, ya da amuda
kalkıp…?

Sandalyenin imgesi; sandalyenin –doğal olarak- bir açıdan çekilmiş 1/1 bir fotoğrafı. Nesnenin tam
karşıdan göründüğü haliyle çekilmiş fotoğraf. Oysa ki ben sandalyeyi ilk, çaprazdan görmüştüm ve o
sırada fotoğrafın bana görünümü, anamorfik olarak, sandalyenin ancak uzaktan akrabası olabilecek
durumdaydı. Tanımı okuyamadım bile. Ayrıca; sandalyenin sergilendiği alandaki aydınlatma yüzünden
oluşan gölgeler fotoğrafta yok; fotoğraf sadece sandalyenin değil, sandalyenin yerleştirildiği yerin de
fotoğrafı. Hem, tanımın içinde sandalyenin yerleştirildiği yerin tanımı da yok!

Şimdi maksat imgeleştirmek ise, neden imgenin 1/1 büyüklükte olması gerekiyor? Ve zihnimizdeki
imgelerin büyüklüğü...nasıl oluyor? Zihnimizde bir ölçek mefhumu var mı ve o nasıl işler; yani nesneler
zihnimizde ne büyüklüktedir -birbirlerine kıyasla ve aynı zamanda da bize göre? Ve biz kendi
zihnimizde nasıl görünürüz, kendimize?... Örneğin; yakın ve uzak nasıldır zihnimizde? İmgeler daha
küçük ya da daha büyük olduğunda işlevini mi kaybeder? Ve şunu da soralım iki üst paragrafa geri
dönerek; o sandalye eğer artık bir sandalye değilse - eğer artık o bir sandalye değilse, benim ondan
sandalye diye bahsetmem abes olmuyor mu ve ona o bir sandalyedeğildir mi demeliyim yoksa?-, daha
büyük ya da daha küçük olması neyi değiştirir, neyi sağlar, ne anlama gelir?

Bu arada, kendi 1/1 fotoğrafımı çekip, görüntümün sınırlarından keserek, sandalyenin imgesine kendi
imgemi oturtmayı düşünmedim de değil. Ama bilemedim; oturan bir imge mi kullanayım, yoksa ayakta
duran bir imgeyi kullanıp, onu mu oturtmaya uğraşayım...

Şimdi ben, her ne kadar ergonomik bulmasam da, sandalyeye bakıp, ölçüp, biçip aynısını yapabilirim.
Keza, 1/1 olsun ya da olmasın, bu işi yalnızca fotoğrafa bakarak da yapabilirim –hangi açıdan çekilmiş
olursa olsun üstelik. Yani çıkarsayabilirim nasıl olabileceğini. Ama, iş tanıma gelince, sandalyeye değil
şapa oturuyoruz aynen. Şimdi ben yukarıdaki iki paragrafta da yaptığım oturtma kurgusunu burada
çalıştırabilir miyim acaba? Ben, kendi kendime, kendimin öyle bir 1/1 tanımını yapayım/kurayım ki;
okuyan, görünce tanımak ne kelime, aynısımdan bir tane daha yapıp, 1/1 tanımına bakılarak yapılmış
bir o sandalyenin aynısındanının üstüne de oturtsun. Ya da yani öyle bir tanım olsun ki, tanımı okuyan,
beni o sandalyenin üzerinde oturur bulsun; –zihninde tabii.

Hadi diyelim ki, 1/1 tanım yapılamıyor. Bari öyleyse, imgeyi tanım kadar gevşek-esnek-muğlak kuralım.
Hatta öncelikle de nesneyi. Sahi nesneler hep kurulur mu? Yoksa bunların bulunanları da var mıdır?
Hani şu bizim İmmanuel’in kendinde şeyleri gibi.

Nesne ve imgenin de tanım gibi olmasından maksat, bu üçü birbiri ile tutarlı olsun...

Şimdi bu, tanımın bir kurgu olması meselesi de ayrı bir dert; biz nesneyi zihnimizde nerede, neyle ve
nasıl kuruyoruz? Bellekte, bellekle ve belleyerek mi? Bizim Jozef uyanıklık etmiş, kendine nesne diye
insan kurgusu/yapımı sandalyeyi seçmiş; oradan yırtıyor yani. Halbuki, kendinde şey olarak bir ve üç
kaya, yarardı hepimizin başını.

Ya şu nesnenin bizzat kendisinin 1/1 oluşuna ne demeli? Artık bir sandalye bile olmayan o şey, neden
1/1 bir sandalye gibi ve kadar –ve o sandalye, kendisi mi? Hem o sandalyenin bir dev ya da bir cüce
için yapılanı olsaydı ortada?...

Kaya iyidir kaya.

Ludwig kardeşi otursun diye bir ev tasarlayıp, handiyse kendi yapmıştı (anlam 1:kendi elleriyle
yapmıştı; anlam2: kendine benzetmişti) o evi bir zamanlar. Kardeşi ne yaşadı o evde bilemiyoruz ama,
o evi mantığın somut hali diye tanımlamışmış. Ben literatürün yalancısıyım. Bizim Jozef de, somutun
mantık halini kurmaya çalışmış... Herhalde.

Martin de dil varlığın evidir demişti bir keresinde -bana. Yahu, biz daha içindeki bir sandalyenin
üzerine oturamadık ki hoca! Nerede kaldı o evde yaşamak. Hayır, varlığımın ne’liğinden şüphelenmeye
başlayacağım neredeyse.

...pardon, neyimin nesinden?!

Utku Dervent
Haziran 2009

Yukarıdaki zırvalarla ilgili bir sorunuz ya da sözünüz varsa eğer, ben aşağıdaki sandalyenin üzerindeki
pipoyu tüttürüyor olacağım.

-Vincent’in izniyle.

Sandalyeye oturma konusunda ise bazı endişelerim var nedense.


Aslında Rene’den piposunu ödünç istemiştim ama, bana, onunla tütün içemeyeceğimi söyledi. Ben de,
“dert değil, zaten içime çekmiyorum” dedim. O ise, ısrarla, piponun zaten içe çekilerek içilmediğini ve
pipoyu Marcel’e ödünç vermeye çok daha önceden söz verdiğini falan söyleyerek uzaklaştı.
Soramadım, “Marcel ne yapacak pipoyu?” diye.

Önemli not: Dikkat ettiyseniz gösteren/gösterilen/gösterge meselesine girmedim hiç. Yani ortaya
konulan şeyde, neyin, nerede ve nasıl/ne olduğu kadar, nelerin de neden orada, o ya da şu biçimde ve
öyle olmadığı da bir anlama gelebiliyor, bazı durumlarda…

Di mi!

Nisan 2009
Utku Dervent

You might also like