Professional Documents
Culture Documents
İsmail Yurdakök
ismailyurdakok@gmail.com
Aliyâ İzzetbegoviç(1925-2003)’in ünlü eseri Doğu ile Batı Arasında İslam, 1980
yılında tamamlandı. Batı medeniyetinin felsefî temellerini büyük bir vukuf ile
ortaya koyan bu çalışma, bu yıl (2018) otuz sekiz yaşında. İzzetbegoviç’in 400
sayfalık bu çalışmasında hem diyalektik materyalizme, hem de kapitalizme
yaptığı eleştiriler tazeliğini hâlâ korumakta. Kitabın yayınlanmasından sonra, 8
Ağustos 1983’te, on dört yıl hapse mahkûm olduğunda elli sekiz yaşında olan
İzzetbegoviç’in, ekonomi ile ilgili görüşleri de, otuz sekiz yıl sonra büyük ölçüde
orijinalliğini koruyor. Dünyanın her yerindeki ‘doğru bilginin İslâmî öğretinin
bir parçası’ olduğunu söyleyen Aliya İzzetbegoviç’in en önemli özelliklerinden
biri de, soğuk savaş döneminde objektifliğini koruyarak bilgi üreten ender
düşünürlerden biri olmasıdır. Aliya İzzetbegoviç 1970’lerin sonunda şöyle
diyordu:
“Bazılarına göre “tarih kafa ile yürümez” (Marks (1818-1883). Bazılarına göre
ise, tam tersine: tarihi yapan dahilerdir (Thomas Carlyle (1795-1881). Bu
örnekte olduğu gibi, tarihî materyalizmin karşısında Hıristiyan kişilikçiliği nasıl
ki zarurî olarak duruyorsa, aynı mantığa göre tekâmülün (evrimin) karşısında
yaratıcılık, menfaatin karşısında ideal, monarşizmin karşısında özgürlük,
toplumun karşısında kişilik durmaktadır; “Arzuları yok edin” diyen dinin bu
isteğinin karşısına, “Yeni yeni arzuları tahrik edin” diyen çağdaş
medeniyetin buyruğunun çıkması kaçınılmazdır. Sonuçta materyalizm ile
maneviyatçılığın bir araya gelmesi mümkün değildir: “biri birine galip
gelemeyen iki deniz” (Kur’ân: 55: 19-20). Hıristiyanlık kurtuluş vaat ediyor ama
bu sadece dâhilî (içsel) kurtuluştur. Çin, Kore ve Vietnam’da ise kendilerini
materyalist doktrinin en tutarlı örneği olarak tanıtan çağdaş ütopyalar, esasında
tutarsızlığın açık birer örneğidirler. Bunların ideolojilerinde yeni bir ahlâk
anlayışı bulunmamakta, fakat “tabanda yeni münasebetlerin yansıması” diyerek
toplumlarının ananevî (geleneksel) manevî değerlerini ve bilhassa kanaatkârlık
ve büyüklere saygı tutumunu devralıp, kendi hizmetlerinde kullanmaktadırlar:
çünkü kanaatkârlık, bu ülkelerdeki düşük hayat standardı bakımından
onlara uygun geliyor, büyüklere saygı ise kolayca dokunulamaz bir
1
özellik olan iktidara saygıya dönüştürülmüş bulunuyor.” (Aliya
İzzetbegoviç, Doğu İle Batı Arasında İslam, s. 16-19.)
2
ÜÇÜNCÜ YOL: İSLÂMÎ YOL
3
gerçek olarak gösterilen insanı, Darwin (1809-1882) ele alıyor. (İngiliz doğa
bilimcisi) Darwin de, konuşan, dik yürüyen ve alet yapan bu
mahlûkun(yaratığın), doğal ayıklanma ve hayatta kalma mücadelesinin sonucu
olarak, yakın hayvan atalarından geliştiğini, gayet mantıklı bir tarzda
gösterecektir... Şimdi bir de Sistine kilisesinin Michelangelo tarafından yapılan
tavan tasvirlerini, Cennetten Kovulma”dan, Âdem’in yaratılmasından Korkunç
Mahkeme’ye kadar bir süreci, gözlerimizin önüne seren bu tasvirleri gözden
geçirirsek, ister istemez, dünya tarihinin belki en heyecanlandırıcı sanat eserleri
olan bu resimlerin anlamını kendi kendimize sorarız. Bunlar bahsettikleri o
büyük olaylar hakkında acaba herhangi bir gerçeği içeriyorlar mı? Eğer öyleyse
bu gerçek nedir? Veya daha açık bir ifade ile: bu resimler gerçeği ne bakımdan
yansıtmaktadırlar? Yunan trajedileri, Dante’nin Cennet Cehennem Vizyonları,
zencilerin ruhanî şarkıları, Shakespeare’in dramları, Faust’un Cennet’te
Prolog’u, Malenezya maskları, eski Japon freskleri...nin Darwinci insanla hiçbir
alakası yoktur ve bunlar insanın kendisi veya çevresi hakkında edindiği bir
intiba olarak da tasavvur edilemez. (Hıristiyanlığın) Kurtuluş Dini kavramının
arkasında ne türde bir dünya anlayışı gizlenmektedir? Dramatik içerikli olan bu
isim, ne anlam taşıyor? Alexis Carrel(1873-1944) ise (yüz yıl önce) başka türlü
bir tarif yapıyordu: “İnsan, kölesi olduğu şeylerin işleyebilmesi için tüketim
maddelerini durmadan tüketmeye mecbur olan homo economicus’tur. Fakat o
aynı zamanda şair, kahraman, evliyadır. İnsan sadece bilimsel tekniklerin
tahlillerine tabi tutulan ve bir çok bakımdan hayret verici şekilde karışık bir
varlıktan ibaret olmayıp, bütün insanlığın irade, düşünme ve çabalarının
cisimleşmiş bir örneğidir” (Carrel, Man The-Unknown’dan) (s. 38)
“(Öte yandan) “İnsanî” kavramının, insanın aklında birbirine hemen hemen zıt,
iki anlam çağrıştırdığına işaret edelim: “Biz insanız” demek: “biz günah işleriz”,
“zayıfız, cismanîyiz” demektir.”İnsan olalım” ise, yüksek bir varlık
olduğumuzu, bazı yüksek taahhütlerimizin bulunduğunu; bencil olmamamız,
insanca hareket etmemiz gerektiğini hatırlatan bir çağrıdır. Hümanizm, insan
kelimesinden türetilmiştir ve daha yüce olan, ahlâkî özellikler ifade eder.
“İnsan” adı ile aynı şekilde bağlı bulunan kavramların bu iki türlü anlamı, insan
doğasının ikiciliğinin bir sonucudur. Bu ikiciliğin bir tarafı dünyevî, öteki tarafı
uhrevî(âhiretle ilgili)dir. Rafael’in (1483-1520) resimlerini eli değil, ruhu
yaratmıştır. Beethoven en kıymetli eserlerini tamamen sağır olduğu
bir zamanda vermiştir. Biyolojik gelişme ilelebet sürse bile, üçüncü bir
faktör (ruh) olmadan, el tek başına değil Rafael’in resimlerini, tarih öncesi
ressamının Sahra mağaralarında bize bıraktığı resimlerin en iptidaîlerini bile
yapamaz. (s. 39)
ARIDAN FARKIMIZ OLMASIN MI?
4
“En gelişmiş çiftkanatlılar olan arıların hayret verici bir tarzda örgütlü
toplumunda, zayıf kalmış işçi arıya veya yaşlanmış kraliçeye karşı çok
acımasız bir hareket tarzını buluruz: bunlar kovandan dışarı atılırlar. Evet
arıların hayatında vazgeçilmez bir disiplin var, fertlerin toplumsal fonksiyonları
var ama değişmeyen bir düzen ve körü körüne, merhametsizce uygulanan
bir titizlik. Arıların hayatında güçsüzleri koruma yok, yaşama hakkı yok,
takdir ve teşekkür duyguları yok ve başkalarını düşünme gibi hümanizm
dediğimiz şeyler yok.” (s. 45) “Çok çalışkanlar ama çok çalışkan olmak, insan
yap(a)mıyor bir yaratığı. Öte yandan, ‘gerçek insan’ veya ‘ilâhî vahyin
yönlendirdiği insan’, ilkel insan denilen insandan da farklı(olmalı)dır. Ama 19.
yüzyılda, Nietzsche(1844-1900)’nin ‘insanüstüsü’ de arılardan farksızdır ve
ahlâkî duygulara sahip değildir: “Nietzsche’nin ‘insanüstü’sü “ahlâkî peşin
hükümler”den kurtulmuştur(!): Nietzsche, Zerdüşt’ün mesajını aynen benimser:
“Merhamete, vicdâna ve bağışlamaya karşı, yani insanların dâhilî(iç) zalimlerine
karşı mücadele edin, zayıfları sıkıştırın, cesetlerine basarak yukarıya doğru
tırmanın. Çünkü siz yüksek bir türün çocuklarısınız; çünkü idealiniz
insanüstüdür. Nietzsche’nin bu vizyonu Darwin’den mülhemdir (ilham alınarak
üretilmiştir.” (s. 53)
(Önce Darwin (1809-1882), sonra da Nietzsche (1844-1900), böylece faşizmin anne ve
anneanneleri oluyorlar. i.y. (bazı küçük notlar i.y. olarak verilecektir, ismail yurdakök)
“Binlerce sene evvel çiçeklere veya hayvan profillerine zevkle bakan ve sonra
mağaranın duvarlarına resimlerini çizen vahşî insan, gerçek insana,
(zamanımızdaki sadece) kendi fizikî ihtiyaçlarını sağlamak için yaşayan ve her
gün yeni yeni ihtiyaçlar icat eden çağdaş epikürist insandan veya acaip beton
yapılarda başkalarından soyutlanmış vaziyette ve duygulardan yoksul olarak
oturan modern büyük şehrin sıradan sakininden daha yakındı (ve hayvandan
daha uzak)dı.” (s. 50)
5
MABETTEKİ YOKSUL ÂMÂ
6
“Sanayileşmenin asıl anlamını daha ilk günlerde anlamış olanlar, ancak
şairlerdir. William Blake (1757-1827, İngiliz şair)), fabrikaların şeytanın işi
olduğu görüşünde idi...Normal insanların ne türden bir canavarın doğduğunu
anlamaları için, yirmi seneden fazla bir zamanın geçmesi lazımdı.”(Kenneth
Clark(1903-1983, İngiliz yazar), Civilization, p, 314 dan) Aliya İzzetbegoviç, bu
bölümde günah ve suç yüklü (Batı) şehrinin kötülüğünden de bahsediyor: “Şairler büyük
şehirlerin cehenneminden, Marksistler ise “köyde yaşamak deliliği”nden
bahsederler. Şehrin reddedilmesi -ne kadar gayr-ı fonksiyonel ise de- sırf insanî
bir reaksiyondur. Eskiden olduğu gibi bugün de şehir ve şehir medeniyetini
protesto, din kültür ve sanattan geliyor. İlk Hıristiyanlara Roma “şeytanın
devleti” olarak görünüyordu ve arkasından dünyanın sonunun ve korkunç
mahkemenin geleceğine inanılmakta idi. Dindarlık şehrin büyümesiyle azalır.
(Günümüz Batı toplumu için bu olgu doğru olsa da, meselâ Türkiye örneğinde 20. yüzyılın
son çeyreğinde Türkiye’de meydana gelen İslâmlaşma, şehirlerde başlamış ve şehirlerdeki
İslâmî yoğunlaşma, köylere nispeten geç ulaşmıştır . i.y.) Şehir ne kadar büyürse,
cinayetler de o nispette artar. Şehrin bir ürünü olarak işçi sınıfı salt
uygarlığın, yani içeriğinde en az kültür bulunan uygarlığın olumsuz etkisinden
en büyük ölçüde etkilenmiştir. Fabrika, kişiliği duygusuzlaştırır ve baskı altına
alır. Bir sosyolog şöyle yazıyor: “Sıkı bir disiplin ve üretim sürecine tabi tutulan
işçiler, fabrikadaki alışkanlıklarını teşkilatlarına da aktarırlar. Nüfûzlarını (etki
ve yetkilerini), kendiliğinden yarattıkları ve ancak az kontrol ettikleri ve
kapitalist dünyasında olduğu gibi, sosyalist dünyasında da muhafazakâr (tutucu)
bir rol oynayan bürokrasiye devretmeye eğilimlidirler. Bazı Amerikan sendikal
teşkilatlarının yönetiminde cinayet çevreleri ve mafyanın büyük nüfuzu ile ilgili
kuvvetli belirtiler de mevcuttur. Herbert Marcuse (1898-1979), gelişmiş
kapitalist sistemde (yani teknoloji ve fabrikanın en etkili olduğu yerlerde)
işçilerin devrimci bir güç olma niteliğini kaybettiğini tespit ediyor. İşçi sınıfı
(artık) (sadece) âlet olarak kullanılan bir gruptur. O pohpohlanır, (tartışmalarda)
kanıt olarak gösterilir, adına konuşulur; fakat bir şey yapılmak istenildiğinde ona
sorulmaz. Dünyada sayıca en büyük işçi sınıfı ABD ve Sovyetler Birliği(soğuk
savaş dönemi sosyalist Rusya ve müttefikleri(işgali altındaki) doğu Avrupa,
Balkanlar ve Orta Asya ülkeleri)’nde olduğu halde, bu ülke işçilerinin
memleketlerinin siyasî yapısı ve verilen kararlar üzerinde hemen hemen hiçbir
etkisi yoktur.” (Günümüzde de yüz milyonlarca işçinin bulunduğu sosyalist Çin’deki
işçilerin durumu da aynıdır. i.y.)
“Bu durumun din ve sanattan uzaklaşma dışında kalan bir başka görüntüsü de,
işçi hareketi içindeki düşünce fakirliği, daha doğrusu teori kısırlığıdır. Bunu
komünist yazarlar da (1960’lar ve 1970’lerde Yeni Sol’un en önemli teorisyenlerinden
olan Avusturyalı André Gorz (1923-2007), Fransız R. Garaudy (1913-2012
(Garaudy, kitap yayınlandığında (1980), henüz Müslüman olmamıştı), İtalyan Lelio Basso
(1903-1978), S. Malle gibi ) itiraf ediyorlar. Tanınmış (Macar) Marksist (filozof
ve Batı Marksizminin kurucularından, edebiyat tarihçisi ve eleştirmen) yazar
7
Georgy Lukacs (1885-1971), 1965’te İtalyan Il Contemporaneo dergisinin
muhabirine verdiği bir mülâkatta şunları söylemişti: “Marks’ın ölümünden
sonra, Lenin dışında, hiçbir kimse kapitalist gelişmenin problemlerine
teorik olarak katkıda bulunmamıştır.” Ve gerçekten Marks’tan sonra -
ki Marks kendisi işçi sınıfına değil, orta sınıfa mensuptu- işçi sınıfından gelen
hemen hemen hiçbir güçlü ve orijinal düşünce yoktur.” (s. 112)
CİNAYET OKYANUSU
“Dünyanın en zengin memleketi olan ABD’de senede yaklaşık 5 milyon ağır suç
işleniyor. 1960 ile 1970 arasında ağır suçların artışı, nüfus artışının on dört katı
idi. 1964’de ABD’de, her 25 dakikada bir ırza tecavüz, her beş dakikada bir
gasp ve her (bir) dakikada bir otomobil hırsızlığı oluyordu.” (“Bu bilgi
FBI’ın yıllık raporundan alınmıştır” diyor Aliya İzzetbegoviç. 2018 rakamlarına göre ise
ABD’de yılda Bir milyon 200 binden fazla motorlu araç çalınmaktadır ki, ortalama her (bir)
dakikada üç araç demektir.). “Özellikle endîşe verici husus: suçlara olan genel
eğilimdir: 1951’de ABD’de yüz bin kişiye 3,1 öldürme olayı düşerken, bu oran
1960’da 5, 1967’de ise 9 olmuştur.” (2008’de 5,4; 2007’de 5,6; 2006’da 5,7 FBI web
sitesinden, violent crimes/murders i.y.) “Federal Almanya’da 1966’da iki milyon
suç kaydedilmişti. 1970’de ise rakam 2,413,000’e ulaştı. İngiltere’de son on
sene içinde kasten öldürme olaylarının sayısı % 35’lik bir artış göstermiştir.
İskoçya’da zorbalık suçlarında artış % 100’dür. Kanada’da 1962 ile 1970
arasında öldürme olayları sayısı iki katına çıkmıştır (Evet, tam olarak % 98,2 dir
ve bunda şüphesiz 1962 yılındaki ölüm cezasının kaldırılması da belirli
ölçüde tesir etmiştir). Son birkaç kamu oyu araştırmasında, Fransızların, her
günkü problemlerine dair listenin başına, zorbalıktan korkuyu koydukları
8
belirlenmiştir. Amerikan kriminologları, dünyamızın bir cinâyet okyanusu
olduğu, bütün insanların az çok suç işlemekte oldukları ve herhangi bir
çarenin de görülemediğini ümitsizlik içinde tespit etmişlerdir. Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri’nin raporuna yansıyan şu cümle her şeyi izah etmiyor
mu: “Maddî ilerlemeye rağmen insan hayatı hiçbir zaman, bugün olduğu kadar
emniyetsiz olmamıştır.” (BM Genel Sekreterinin Cinâyetlerin Önlenmesi ve
Onlara Karşı Yapılan Mücadele hakkındaki 1972 yılı sonlarında yayınlanan
raporundan) Diğer yandan Rus psikiyatri uzmanı N. Hodakov’un araştırmasına
göre 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bilhassa uygar denilen memleketlerde alkolün
korkunç yayılışı sonucu, 1940’tan 1960’a kadar dünyada alkol tüketimi iki
katına çıkmıştır. Çağımızda alkolizm bilhassa zengin ve tahsilli çevrelerin
problemidir. Eğer alkol (veya narkotik) bir ilticâgâh (sığınılan yer) veya (kişi
için) savunma mekanizmalarından biri ise, o zaman zenginler ve tahsilliler,
acaba hangi nedenlerden (ötürü) sığınak arıyor ve hangi şeylerden kaçıyorlar?
Her onuncu İsveçlinin müzmin alkolik olması gerçeğiyle karşılaşan İsveç
hükümeti, alkollü içkilere önemli miktarda vergi artışları yaparak kurtuluş
aramış, fakat bu önlemin tesiri büyük olmamıştır.” (s. 117-120)
“İslam ise, bambaşka bir yoldan giderek, fedakarlığın esas olduğu bir
gönüllüler toplumunu kurmayı başarmıştır. “İman edin ve iyi ameller
(davranışlar) yapın” Kur’ân-ı Kerîm’in sık sık tekrarlanan (en az elli defa) bu
talebi, insanların uygulamada birbirinden ayırmak istedikleri iki şeyin (inanç ve
eylem) beraber olması gerektiğini belirtiyor. Fakat Kur’ân, aksi yönden de bir
bağ kurarak, dinin ahlâkta kuvvetli teşvik bulabileceğine işaret ediyor:
“Sevdiğiniz şeylerden (başkalarına) harcamadıkça iman etmiş olmazsınız” Yani,
“imana gel ki, iyi insan olasın” denilmiyor. Tam tersine, “iyi insan ol
ki, iman etmiş olasın” “Nasıl imana geleyim, imanımı nasıl
kuvvetlendireyim” sorusuna cevap şudur: “İyilik yap. Allah’ı düşünerek
bulmaktansa, iyilik yapmakla bulmak daha kolaydır”.(s. 201)
9
açıdan faydalıdır denilebilir mi? Haksızlık ve yalanın faydalı olduğu birçok
durumu düşünebiliriz. Meselâ ‘hoşgörü’ hiç de (bize) faydalı değildir. Yaşlılarla
güçsüzlerin himayesi veya engelli hastalarla, tedavisi hiç mümkün olmayan
hastaların bakımı da (ekonomik yönden) yararlı değildir. (İşte bu örneklerde çok
iyi görüldüğü gibi) Ahlâk, yararlılık ölçülerine tabi tutulamaz...Diğer taraftan,
bir porno filminin prodüksiyonu, normal bir film prodüksiyonundan on kat daha
ucuz, pornodan elde edilen kâr ise, diğer filmlerden on kat daha fazladır.
İnsanların eğlenme duygusunu istismar ederek, suçlardan ve günahlardan
istifade etmek de, büyük ve kârlı bir iştir (kumarhaneler, kerhaneler gibi) Yine
olaylara sadece kâr yönünden bakarsak, Meksika kızılderililerinin imhasının
İspanyollara veya Kuzey Amerika’da yerli halkın sistematik bir şekilde yok
edilmesinin, oralara yerleşen beyazlara, yahut da ezilen milletlerin sömürülüp
talan edilmesinin kolonici devletlere kâr getirmediği söylenebilir mi? Sözün
kısası, suçun kâr getirdiğine hüküm verilebilir; tabi Allah, hâşâ, yok ise. Sonuç
olarak: yararcılık ahlâkını (utilitarian ethics) sırf akıl üzerine kurmak
mümkündür, fakat feragat, fedakarlık ahlâkını, yani gerçek ahlâkı sırf akla
dayandırmak imkânsızdır.” “Ferdin değil de toplumun/topluluğun yararı” ifadesi
de yanıltıcıdır. (Bu) Umumî menfaat (genel yarar/fayda), hiçbir zaman tüm
insanlığın menfaati olmayıp, sınırlı, içine kapanmış, siyasî, millî bir sınıfa veya
gruba ait olan bir topluluğun menfaatidir. Tolstoy “devletin rezaletinden”, veya
“umumî menfaat rezaletinden” söz ediyor. (Hıristiyan Öğretisi, s. 61) (Sonuçta)
Bir grubun veya milletin genel yararı, başka bir grubun veya milletin
mensuplarının sömürülmesi, köleleştirilmesi ve hatta imha edilmesini
gerektirebilir. Yeniçağın ulus devletler tarihi ve bilhassa emperyalizm tarihi,
genel denilen menfaatin apaçık bir cinayet mahiyetini alabildiğine dair
örneklerle doludur...Komünist Manifesto ilk önce, proleterlerin (işçilerin),
burjuva aldatmacası diye ahlâkı reddettiklerini ilan etmişti. İkinci Enternasyonal
ise, hakkaniyet prensibini kabul, “gaye vasıtayı kutsal kabul eder” parolasını ise
reddettiğini belirtmek suretiyle, bu tutumu biraz değiştirdi. Fakat Lenin: “ancak
proleteryanın (işçi sınıfının) zaferine katkıda bulunan şey ahlâkîdir” diyerek,
tekrar manifestonun pozisyonuna döndü ve bununla ahlâkı kökünden inkâr edip,
yeniden gayeyi kıstas olarak koydu. Lenin’in bu kuralını uygulayan Stalin ise,
proletaryanın zaferi için şunları yapmanın lüzumlu ve dolayısıyla da ahlâkî !
olduğu kanaatine vardı: toplama kampları kurmak; devlet ve polis
mekanizmalarını o zamana kadar görülmemiş ölçüde kuvvetlendirmek; en
yüksek yöneticilerden başlayarak, yerel yöneticilere kadar iktidarın her hangi bir
şekilde eleştirilmesini önlemek ve yöneticilerin yanılmazlığı hakkındaki kanaati
devam ettirmek, lider kültünü kurmak ve lidere (tabiî ki kendine/Stalin’e)
yanılmazlık ve istisnaî öngörü özelliklerini/sıfatlarını vermek; herhangi bir
direnişi önlemek üzere devamlı korku havasını korumak; yüksek maaş ve diğer
imtiyazlarla orduyu, polisi, siyasî mekanizmayı ve aydınlardan itaatkâr olanları
elde etmek/elde tutmak; hâkim sınıfın beslenmesi için depolar kurmak;halk
kitlelerinin tam anlamıyla istismarını sağlamaktemin.... Bütün bunların
10
“proletaryanın zaferi” için yapıldığını söylemek ve bunu durmadan
tekrarlamak gerekiyordu ki, bu berbat durumun ahlâka da uygun !
olduğuna halk inansın. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği vatandaşları
için yazılan bir el kitabında “işçi sınıfına sadakatın en yüksek görev” olduğu
yazılmıştı. ‘Sadakat’ ahlâkî bir kavram olduğu halde, sovyet sosyalist siyasetini
devam ettirmek/kuvvetlendirmek için, yani siyasetin emrinde, istismar
ediliyordu. Macaristan’da 1978 yılında orta okullar için yazılan Marksist Ahlâkı
isimli bir kitapta: “Çocuk, herhangi bir bahaneyle annesini öldüremez, yalnız
annesi işçi sınıfının haini olursa” denilmekteydi. Ders kitabı şiddetli tartışmalara
yol açmış ve sonuçta resmî makamlar kitabın geri çekileceğini açıklamak
zorunda kalmışlardı. (s. 206-211)
(Görüldüğü gibi sosyalizm hümanist/insancıl bir rejim değil, tam tersine insanlık düşmanı bir
sistemdi. Sosyalizm, “İnsanlara ekonomik eşitlik”, “sömürüye son” verecek bir rejim
kuracağız derken, 20 yüzyılda Çin’den Kongo’ya, Orta Amerika’dan Polonya’ya kadar
milyonlarca insana kan kusturmuştu. i.y.)
“Kötülük insanın içinde mi? yoksa toplumun içinde mi? Birbirine zıt, birbiriyle
uzlaşmaz iki fenomen vardır: dram ve ütopya. Dram insanın ruhunda cereyan
eder, ütopya ise, insan toplumuyla ilgilidir. Platon’dan beri iki bin yıldır çeşitli
ütopyalar yazılmıştır. Thomas More (1478-1535) Campanella (1568-1639) ,
Charles Fourier (1772-1837), Saint-Simon (1760-1825), Robert Owen(1771-
1858)’den, Marks(1818-1883)’a kadar. Francis Bacon(1561-1626) ’ın Nova
Atlantis adlı eseriyle başlayan teknik içerikte olanları ve science fiction (bilim-
kurgu) türünde yazılanları da bunlara ilâve etmek gerekiyor.” (Campanella’nın
Güneş Ülkesi 1602’de yazıldı. Güneş Ülkesi’nde özel mülkiyet yasak olup her şey
ortaktı. Güneş Ülkesi, 1965 ile 2008 arasında beş ayrı çevirmen tarafından
Türkçe’ye çevrilip, defalarca basılmıştır. i.y.)
“16. asrın başlarında Thomas More Ütopya adasında ideal bir devlet kurulması
hakkında küçük bir kitap neşrediyordu. Bizim için kitabın ikinci kısmı daha
ilginç olduğundan onu burada çok kısaltılmış olarak aktarmak istiyoruz:
Ütopya adası hilâl biçimindedir ve 54 büyük şehri vardır. Bunlar görünüş ve
hayat tarzına göre biri birine son derece benzerler. (Tek tip monoton bir hayat i.y.).
Şehirlerin etrafında tarıma elverişli topraklar, çiftlik evleri ve tarım aletleri
bulunmaktadır. Kırsal bölgelerde halk kırkar üyeli kooperatiflerde
teşkilâtlandırılmıştır. Her kooperatifin başında bir ev sahibi ve sahibesi vardır.
Her otuz kooperatifin başında bir başkan bulunuyor. Kooperatiflere ikişer
köle verilmiştir. Her kooperatiften yirmi kişi, köyde iki sene geçirdikten sonra
şehre döner ve şehirden gelen yirmi yeni üye kooperatifteki yerlerini alırlar.
Yani devamlı çiftçi yoktur. Civcivler bir nevi kuluçka makinesi aracılığıyla
yetiştirilmektedir. İhtiyaçtan fazla üretim yapılmak için de çalışılmakta ve
fazlası öbür şehirlere dağıtılmaktadır. Hasat zamanında işler bir an önce yapılsın
11
diye, büyük sayıda şehirli köylere gider. Başkent Amaurot, denize yakın bir
yerde nehir kenarındadır. Müstahkemdir (korunaklıdır) ve (evlere temiz) su
tesisatı vardır (bağlanmıştır). Evler olağanüstü temizdir ve aynı genişlikte olan
caddelerin her iki tarafına sıralanmış bulunmaktadır. Kapıları kapanmaz
çünkü özel mülkiyet yoktur. Evler de her on senede bir, kura ile tahsis
edilir. Şehirliler bahçelere itina ile bakarlar ve cadde blokları bu hususta
birbiriyle yarış hâlindedir. Herkes, erkekler olduğu kadar, kadınlar da bir zanaat
öğrenirler. Başlıcaları şunlardır: duvarcı, demirci, marangoz, yüncü ve ketenci.
Her aile, bütün adada aynı biçimde olan (üniformalarını i.y.) ve sadece boy, yaş,
cinsiyet ve evliliğe göre değişen elbiselerini kendi yapar. Ütopyanın her sakini,
babasının mesleğini devam ettirir. Mesai, günde altı saattir: öğleden evvel üç
saat, öğle yemeği ve iki saatlik istirahat ve bundan sonra üç saat çalışma.
Akşam saat sekizde yatılır ve sekiz saat sonra kalkılır. Çalışma sırasında deriden
bir elbise giyilir. Bu elbiseler yedi seneliktir. Her şehirde 600 aile vardır ve her
aile 10-16 kişiliktir. Ailenin başında genellikle en yaşlı üye bulunur. Ailelerin
ölçüsüz büyümemesine veya küçülmemesine bizzat aileler dikkat ederler.
Artışlarda, üye sayısı küçük ailelere dağıtılır. Her otuz ailenin ortak bir evi
vardır. Burada başkan oturur ve herkes trampet sesini duyunca yemek için
buraya gelir.” (tavukların yemlenmesi gibi i.y .) “Yemekler evlerde de yenebilir,
fakat bu şerefsizlik sayılır. Ütopyanın vatandaşları ancak resmî makamların
müsaadesiyle ülke içinde seyahat yapabilirler.” “Toplum yararına hürriyetin
sınırlandırılması, sosyal disiplin, aile ve ana-baba ile olan münasebetlerin yok
edilmesi, ailevî terbiyenin yerine sosyal terbiye, mülkiyet bakımından eşitlik,
Darvinci ayıklanma...Dram insanla, ütopya ise dünyayla uğraşır. İnsanın
muazzam iç dünyası, ütopyada hayalî bir yardımcı mevkiine indirilmiştir.
İnsanın ruhu yok kabul edildiğinden, bu görüş ütopyanın şartlarındandır.
Ütopyada insanî/beşerî problemler yoktur. Bu ise, ahlâkî problemlerin de
yokluğu demektir. Ütopyada insanlar yaşamazlar, sadece
fonksiyonlarını yaparlar. Yaşamazlar, çünkü özgürlük yoktur. Burada insanın
şahsiyeti yoktur. ‘İyi’ veya ‘kötü’ tabirleri burada bir anlam taşımaz. İlmî
denilen sosyalizm de dâhil olmak üzere, hiçbir ütopyada değer yargıları
bulunmaz. Her şey şemadır.” (s. 244-247) “Güneş Devleti Hıristiyanlığın asıl
gayelerinden vazgeçmek demektir ve Avrupa’da ve dünyada sosyo-ekonomik
teoriler çağının başlangıcı sayılmaktadır. Hz. Îsâ, insan ruhunun kaderi ve
kurtuluşu ile ilgileniyordu; ütopya ise, ebedî ahenk ve barışın hüküm süreceği
ideal bir toplumla ilgili safça bir hayaldir. Campanella’nın ütopyasında
insanlar, üretim, tüketim ve iş bölümü münasebetlerinde kaybolmuşlardır.
Ütopya, ateistlerin inancıdır, inananların değil. Denilebilir ki, ideal
denilen toplum, ta yaradılıştan beri imkân dışıdır. İnsan nesli (Hz. Âdem’den
beri) sürekli çatışma, huzursuzluk, memnuniyetsizlik ve dramla karşı karşıyadır:
“İnin buradan (cennetten), biri birinize düşman olarak, bir vakte kadar” (Kur’ân,
2:36). “Ütopyanın İdeal toplum(u), kişiliğinden sıyrılmış kuşakların monoton ve
sonsuz olarak birbirini izlemesi demektir. Bunlar doğurur, üretir, tüketir ve
12
ölürler. Ütopya düzeninde, Yaratılış Gerçeği ve insanın varoluşuna Allah’ın
müdahalesi, imkân dışı bir hayaldir. Bütün ütopyaların Allah’a ve dine fanatik
muhalefeti bu yüzdendir. Toplumun (ütopyalara göre) ideal bir şekilde
düzenlenmesi ve ütopya kâhinlerinin, toplumu ve menfaatlerini (yararlarını) en
yüksek kânun olarak ilân etmelerine karşı, Allah en yüksek kânunun insan
olmasını istiyor. Dünyanın bir imtihan yeri olabilmesi, insanın en yüksek değer
olarak liyakatini gösterebilmesi için, ona özgürlük vermiştir. Bu durumda,
ütopyanın mümkün olduğuna inanmak, insan ruhunun inkarını temel almakla
mümkündür. (Halbuki) İnsan, hayvan olmayı reddeden hayvandır.” (s.
258-262) “Ütopyada, çocuk dünyaya getirmek de, duygusal olan her şeyden
sıyrılmıştır ve o da bir çeşit fonksiyon veya üretim şeklidir ki, Platon’un
Cumhuriyet’inde bu çok ayrıntılı olarak görülür. Engels de gayet açık olarak
konuyu vurgular: “Materyalist (maddeci) anlayışa göre eninde sonunda tayin
edici faktör üretim ve hayatın reprodüksiyonudur. Üretim ise iki türlüdür: bir
taraftan hayat için gereken araçları, gıda, giyim, mesken ihtiyaçlarını sağlamak,
öbür taraftan insanların kendilerini üretmek, nesillerini devam ettirmek. Ve daha
sonra: “Görülecek ki, kadının kurtuluşu için ilk şart, kadınların tümüyle tekrar
kamu iş hayatına sokulmasıdır. Bu ise ailenin sosyo-ekonomik (en küçük) birlik
olarak ortadan kaldırılmasını gerektirecektir.”
“Engels şöyle devâm ediyordu: “Üretim araçlarının ortak mülkiyete geçmesi ile
aile toplumun ekonomik bir birimi olmaktan çıkar. Özel ev idaresi (ekonomik
olarak), bu suretle son bulur ve sosyal endüstrinin bir parçası hâline gelir.
Böylece çocukların bakım ve eğitimi kamuya âit bir iş olur ve toplum (yani
sosyalist partinin denetimindeki iktidar) bütün çocuklara, (çocuk) meşru olsun,
gayr-ı meşru olsun, aynı şekilde özen gösterir.( F. Engels, The Origin of The
Family, Private Property and the State, New York 1942; 1884 baskısına
önsöz ve s. 67) Marks’a göre ailenin adım adım ortadan kalkması, insanın
toplumlaşmasını, tam anlamıyla sosyal bir varlık hüviyetini kazanmasını
sağlamaktadır. Fransa’daki ve dünyadaki feminist hareketin önderlerinden olan
Fransız yazarı Simone de Beauvoir (1908-1986) bu konuda çok açık konuşur:
“Aile efsanesi (efsane demektedir aileye i.y.), analık ve analık iç güdüsü yok
oluncaya kadar, kadınlar baskı altında kalmaya devam edeceklerdir. (Saturday
Review, September 1975, New York)” (Bu kadın, Simone de Beauvoir lezbiyendir ve
hayatı boyunca hep sapık/haram/gayr-i ahlâkî ilişkiler içinde olmuştur. i.y.) “(Çağdaş
medeniyet veya) Uygarlık (denilen şey), aileyi sadece (böyle yazı ve
13
söylemlerle) teorik olarak değil, uygulamada da ortadan kaldırmaktadır.” “Aile
içinden önce erkek dışarı çıkmıştır; sonra kadın sonra da çocuklar.” “Evliliklerin
azalması, boşanmaların artması (ve çekirdek aile(ye bile razı olmazken)tek
kişilik ailelerin ortaya çıkışı.” (s. 262-265) “(Böyle görüşler ileri sürülmüş olsa da)
Bütün dinler, aileyi insanın yuvası, anneyi de ilk ve yerine kimsenin
geçemeyeceği bir mürebbi (terbiyeci, eğitimci) olarak görüp, yüceltmeye devam
edeceklerdir. Öbür tarafta, bütün ütopyalar sosyal eğitim, gündüz bakım evleri,
kreşler ve çocuk bahçelerinden heyecanla söz edeceklerdir. Ama sözü edilen
bütün bu kurumların, adları ne olursa olsun, ortak bir tarafı vardır: annenin
yokluğu ve çocukların ücretlilere terk edilmesi. Anne, insanı dünyaya getirir ve
yetiştirir; çocuk bakım evleri ise, toplum üyesini yani ütopyanın gelecekteki
mensubunu eğitir. Çocuk bakım evi, fabrikadır (hatta günümüzde olduğu gibi
resmen ticarî bir kurumdur i.y.), eğitim makinesidir (kuluçka makinesi gibi). En
üstün varlık olan insanın terbiye edilmesi ve yüceltilmesi (kâmil/olgun hâle
getirilmesi) yerine, burada, sanki tavuk yetiştiriliyormuş gibi, teknolojik bir
süreçle karşı karşıyayız. Marks, Kapital’de açık açık zaten bunu istemişti:
“Çocukları (başkalarından değil) ana-babalarından, mümkün olduğu kadar
koruyun” (Çağdaş medeniyet veya) Uygarlık, bilhassa analık kavramını küçük
düşürmüştür: satış, mankenlik, bakıcılık, sekreterlik, temizlik işleri gibi
meslekleri, analık görevine tercih etmiştir. Uygarlık, analığı kölelik ilan ederek,
kadına ondan (ana olmaktan) kurtulmayı vaat etmiş ve kadını, ailesinden ve
çocuklarından ayırarak (uygarlık kendisi buna “kurtararak” diyor), kadını
memur veya işçi yaptığını övünerek belirtmiştir. Gündüz bakım evleriyle,
huzurevleri (esasında huzursuz evler: huzurun olmadığı evler i.y.) bize sunî (yapay)
doğumla, sunî ölmeyi hatırlatmaktadır. Konforun varlığı ile (fakat) sevgi ve
sıcaklığın yokluğu her ikisinin ortak özelliklerindendir. Her ikisi de aileye karşı
olan muhalefetin bir ifadesi ve insan hayatında kadının rolünün değişmesinin bir
sonucudur. Anne-babayla olan münasebetlerin adım adım tahrip edilmesi
onlarda (kreş ve huzurevlerinde) ortak bir özelliktir; kreşlerde anne-babasız
çocuklar, huzur evlerinde ise çocuksuz ana-babalar. Her ikisi de
(çağdaş) uygarlığın ‘harikulade ürünü’ ve her ‘ütopyanın ideali’dir.
‘Anne ve aile’, ‘dini dünya’ anlayışına aittir, tıpkı müstahdemler ve
gündüz bakım evlerinin ‘öteki’ anlayışa ait oluşu gibi.” (s. 267-272)
(Sombart, Werner(1911): Die Juden und das Wirtschaftsleben. Leipzig: Duncker (The Jews
and Modern Capitalism) (Yahudiler ve Modern Kapitalizm) www.mailstar.net/sombart-jews-
capitalism.pdf wikipedia’ki ifâde şöyledir: Sombart puts the Jews at the core of
(capitalism’s) development. This book was seen as philosemitic when it appeared, but
14
several contemporary Jewish scholars describe it as antisemitic at least in effect
(www.en.wikipedia.org/wiki/Werner_Sombart)
(...Weber (1864-1920)’in, Protestanlığı (Kalvinizm’i) kapitalizmin doğuş ve yükselişinde öncü
olarak kabul etmesine rağmen, Sombart, kapitalizmin büyümesinde Yahudiliği merkeze
koymuştur. Sombart’ın Yahudiler ve Modern Kapitalizm isimli çalışması 1911 yılında
yayınlandığında, Yahudilere sempati gösteren bir kitap olarak görüldü. Fakat çeşitli çağdaş
Yahudi yazarlar ve akademisyenler, kitabı sonuç olarak ve etkisi açısından Yahudi karşıtı bir
kitap olarak değerlendirirler. (Herhalde, Yahudilerin kapitalizmin gelişmesindeki rolünü
deşifre edip, büyüttüğünden ve sonuçta, Yahudilere karşı, başta Nazi Almanyası’nda olmak
üzere, dünyada Yahudi aleyhtarlığına sebep olduğundan ötürü i.y.)
ŞEHİR-İKTİSAT VE YAHUDİLER
15
1.5311155 Daha da yeni bir haber, 27 Mart 2017’de yayınlanmıştır: https:// www.
breakingisraelnews.com/85655/christopher-columbus-jew-led-belief-prophet-
isaiah/#ISsj7yxOYY44C6zI.97 i.y.)
“Ve en yeni çağın, atom çağının babası sayılan kişi de Yahudi olan
Einstein(1879-1955)’dır. Yahudiler her zaman haricî (dış) ilerlemenin hamileri
olmuşlardır; tıpkı Hıristiyanların dahilî (içsel) ilerlemenin hamileri olmaları gibi.
Hıristiyanlığa göre, insanın meyil (eğilim) ve enerjisi, birbirine ters iki
istikamette, yani Sema’ya ve Arz’a doğru bölünmemelidir. “Hiç kimse iki
efendiye hizmet edemez: ya birisinden nefret edip ötekini sevecek, ya da birisine
bağlanarak, öbürünü ihmal edecek. Siz hem Tanrı’ya hem Mammon’a (para,
servet, aç gözlülük tanrısı) hizmet edemezsiniz” (İncil, Metta’ya göre, 6/24) Bu
düşünceyi Tolstoy şöyle ifade etmektedir: “İnsan aynı zamanda hem kendi
ruhuyla, hem de dünyevî işlerle uğraşamaz. Eğer dünyevî menfaat
(yarar)istiyorsan, ruhunla uğraşmaktan vazgeç, fakat eğer ruhunu korumak
istiyorsan, o zaman dünya işlerini bırak. Yoksa kendini mahvederek, ne buna ne
de şuna sahip olacaksın” Ve devamla: “Bedenin himayesi için kullanılan şeyler
-zenginlik, yüksek mevki, şan gibi- arzu edilen hürriyeti sağlayamaz, aksine
köstekler. Daha geniş hürriyete kavuşmak isterken, insanlar, günah, rezalet ve
hurafelerden (kendilerine) zindanlar yapar ve kendilerini içine hapsederler.” (s.
277-279) “İslam ise, yüzünü dünyaya çevirmiş olan bir dindir. İslam ile
Hıristiyanlık arasındaki benzerlik ve farklılık işte buradadır. Bazılarına göre
İslam’ın tamamen Yahudi unsurları vardır; fakat bu arada Yahudilikle hiç
alâkası olmayan unsurlar da mevcuttur. Dinleri sınıflandırırken Hegel (1770-
1831), İslam’ı, Yahudiliğin doğrudan doğruya bir devamı olarak görmüştür.
Hegel’in bu görüşü, Hıristiyanlığın tesirine yorumlanabilir. Buna benzer olarak
Spengler “Eyüp Kitabı”nı İslamî olarak vasıflandırmıştır. ...Hıristiyanların, Hz.
Muhammed’in ‘fazlasıyla insanî olan doğası’na hücûm etmeleri, esasında onu
yanlış anlamalarından ileri geliyor. Hz. Muhammed’in “ancak insan” olduğunu,
Kur’ân’ın kendisi vurguluyor (Kur’ân, 17:93; 18:111; 40:6) ve bu konuda
gelecek olan hücumları şöyle dile getiriyor: “Bu Peygambere ne oluyor ki,
yemek yiyor ve pazarlarda dolaşıyor?” (Kur’ân, 25:7) Cami ile kilise arsındaki
bir karşılaştırma da faydalı olur: cami insanlar için (normal) bir yerdir, kilise ise
‘Tanrı tapınağı’dır. Camide maksada uygunluk havası vardır, kilisede ise mistik
bir hava. Cami, sürekli olarak olayların cereyan ettiği merkezî bir yerde, çarşı
içinde ve mahallenin ortasındadır. (Aziz Bernard (ise), kilise ve manastırların
şehirlerden mümkün olduğu kadar uzak yerlerde inşa edilmesini istemişti. (K.
Clark, Civilization (Medeniyet) Kilise ise yüksekçe yerler ister. Kilise mimarisi
tekellüflü sessizlik, karanlık, yükseklik, uhrevîlik vurgulamaya eğilimlidir.”
(Hele Hz. Muhammed’in yaşamı ve sonrasında İslam’ın ilk yüzyılında cami, kapısı bile
olmayan bir yapıdır. Hz. Osman’ın (süsleme yapmaksızın sadece iyi taş kullanıp,
Peygamber’in yaptığı binayı tekrar inşa etmesi bile büyük tartışmalara sebep olmuştur. i.y.)
“İnsanların bir gotik katedrale girerken, sanki bambaşka bir âleme girermiş gibi
16
bütün dünyevî dertlerini dışarıda bıraktıkları doğrudur. (K. Clark) Camide ise,
tam tersine, insanlar namazdan sonra, (devlet başkanı seçimi gibi) bazı dünyevî
işleri de yaparlar. Aralarındaki fark işte budur.” (s. 282-287) (Cuma namazı
bitince, hemen dağılınması ve ticarete devam edilmesi konusundaki ilâhî emir; Kur’ân’daki
Cuma suresinde gayet net olarak görülür. i.y.) “İşte ‘İslam’ın materyalizmi’ denilen,
İslam’ın içindeki doğal ve toplumsal unsurlar, İslam dünyasını durmadan
Avrupa’dan gelen aşırı materyalist fikirlere karşı dayanıklı kılmaktadır.
İhtilâl(devrim) öncesi (1917) Rusya’(sın)da, donkişotvârî Hıristiyanlık, sol
cereyanların hayata geçirilmesi akımına, herhangi bir engel teşkil etmiyordu.
Müslüman memleketlerde ise Marksist ihtilallerin yokluğu veya başarısızlığı,
hiç de tesadüf değildir. İslam’ın Marksizm’e ihtiyacı yoktur. Ahd-i Kadîm’in
(Tevrât’ın) sert realizminden birazı Kur’ân’da da vardır. Avrupa’da Marksizm
ise, Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığın tamamen dışarı attığı Ahd-i Kadîm’deki
Yahudi unsurunun bir yedeği veya telafisi mahiyetindedir. Ahd-i Kadîm ile
Kur’ân arasındaki benzeşen noktalar en fazla, görevlerine lâyık olmayan
iktidar sahipleri ile kibirli zenginlere karşı kullanılan ifadelerde
bulunabilir. Kur’ân, gururlu büyüklere (7:71); günahkâr asilzadelere (6:123);
yüksek mevki sâhiplerine (7:59); israfçı zenginlere (34:34) vs. lere çatmaktadır.
Bu konu, Yahudilik ve İslam’ın toplumsal yöndeki angajmanlarının bir
ifâdesidir. Batı’daki akılcı Protestanizm, ihtilâlci tahriklere karşı daha çok
dayanıklı görünmektedir ve bu açıdan bakıldığında, Protestanlık, İslam’a
Katoliklik’ten daha yakındır.” (s. 292)
17
kılmasından farklı olarak, zekâtın gönüllülük esasına dayalı olarak verilmesi isteniyordu.
i.y.)
“(İşte tam bu noktada) İnsanın (aynı zamanda) siyaset olan (bir) dine ve
yine (aynı zamanda full) ahlâk olan (bir) siyasete veya sosyal
(toplumsal) mükellefiyet (yükümlülük) yani vergi olabilecek bir sadaka
çeşidine ihtiyacı vardır. Böylece işte, zekâtın tarifine varmış oluyoruz.
Zekâtta (onu ödeyen) insanların durumu yansımaktadır. Zekâtın daha çok vergi
mi, yoksa kişiler arasında gönüllü bir iş mi olacağı, onlara bağlıdır. Çünkü,
zekât, kasalarla beraber, gönüller de açılsın ister. Zekât, üst seviyelerden
akan, muazzam bir kıymetler nehri ve aynı zamanda kalpten kalbe, insandan
insana irtibat kuran şefkat ve yardımlaşma ruhudur. Zekât, yoksulların sefaletini
ve zenginlerin kayıtsızlığını bertaraf eder, insanlar arsındaki maddî farkları
18
azaltır ve insanları biri birine yaklaştırır. İslam’ın gayesi, zenginliği kaldırmak
değil, fakirliği bertaraf etmektir.”
“Peki fakirlik nedir? Fakirlik: normal hayat için lâzım olan şeylerin yokluğu
veya mutlaka lâzım olan asgarî (en az) miktardan daha az kıymetlere sahip
olmaktır. Hayat için asgarî miktar ise doğal (ve tarihî) kategoridir ve kişiye ve
ailesine, toplumun gelişme seviyesine ve maddî imkânlarına uygun olarak maddî
ve kültürel ihtiyaçlarını sağlaması için yetecek kıymetler toplamını
oluşturmaktadır. Toplumun görevi tam bir eşitlik gerçekleştirmek olmayıp, her
şeyden evvel herkese mutlaka lâzım olan bu asgarî (en az) miktarı sağlamaktır.
İslam’ın sosyal tedbirleri buna uygun olarak yoksulluğun ortadan kaldırılmasıyla
sınırlı kalmıyor. Yani mülkiyet eşitliğini isteyen talebi kapsamıyor. Çünkü
(böyle bir eşitliği) ahlâkî ve ekonomik bakımdan haklı gösteren girişimlerin
kıymeti şüphelidir. Öte yandan, zekâtla ilgili tartışmalar, genellikle hangi
maldan ne kadar vermek gerekiyor meselesine yoğunlaştırılmıştır. Fakat zekât
kurumu için yüzdelik ve sayılardan daha önemli olan özellik, dayanışma
prensibidir. Asıl mühim olan, toplumun zengin tabakasının yoksul tabakasına
karşı yükümlülüğünün bulunduğu prensibidir. Hiç şüphe yok ki, gerçek İslâmî
düzen, bu prensibi gerçekleştirmeye çalışacaktır ve bunu yaparken, din
âlimlerimizin titizlikle tartıştıkları yüzdelik miktarının aşılıp aşılamayacağı
meselesine de pek ehemmiyet vermeyecektir. Bu gayeye ancak, zenginlerin
zekâtlarını yoksulların ihtiyaçlarına uygun olarak verdikleri takdirde
ulaşılacaktır. Fakirlerin hakkı olan zekât (Kur’ân, 70: 24-25), diğer haklar gibi,
gerekirse zorla alınacaktır. Ekonomi sahasındaki çalışmalarıyla 1976 Nobel
ödülünü alan Milton Friedman’ın (1912-2006) ‘olumsuz vergi’ (negative income
tax) hakkındaki ilginç düşüncesini burada mukayese için kaydedelim. Bu
düşünceye göre, Maliye Daireleri kazancı yetersiz olanlara “olumsuz vergi’
ödeyeceklerdi. “(Zenginlerden vergi olarak toplanan) Sosyal paralar verimsiz ve
müthiş pahalı sosyal hizmetlere sarf edilmek yerine, gerçekten muhtaç olanlara
dağıtılsaydı, ABD’de yoksulluk çoktan yok olacaktı.” Friedman böyle diyor.
Friedman’ın bu fikri, kuvvetli bir şekilde zekâtı hatırlatıyor.”
19
beraber, bu yaygınlık tesadüfî değildir. Vakıf, yardımlaşma ruhunun bir meyvesi
ve zekâtın terbiye edici etkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu
insanî kurum, bazı önemli sosyal(toplumsal) gayelerin zor kullanılmadan
gerçekleşeceği ümidini vermektedir. Ahlâkî maksatların hizmetinde maddî bir
kıymet olarak vakıf, ekonomi sahasında önemli değişikliklerin maddî menfaat
(yarar) söz konusu olmadan da, meydana gelebileceğini göstermektedir. Bu
yönüyle vakıf kurumu “doğal iktisat kanunları” denilen şeye zıttır
ve siyasî iktisat açısından bakıldığında bir anomali (metodolojiye
aykırı, normalin tersi bir) örnek oluşturmaktadır. Fakat iki yönlülüğü
(insaflı bir ekonomik kategori) göz önüne alınırsa, vakıf, tipik bir İslâmî kurum
olarak meydana çıkar.”
20
genel “iki kutuplu” başka bir formülün özel şeklidir. Bu formül ise, Kur’ân’ın
dinî, ahlâkî ve sosyal emrinin temel ifade suretidir: Kur’ân’ın bir ayetinde bu
konu belirtilmektedir: “İman edip, iyi işler yapan ve namaz kılıp zekat veren
kimselerin, Rableri katında ödülleri vardır; onlar için korku yoktur,
hüzünlenmeyeceklerdir de.” (2: 277) (s. 301-302)
“İslâm’ın beşinci şartı olan Hacc’a gelince: o nedir? Dinî merasim mi, ticarî fuar
mı, siyasî toplantı mı? Yoksa hepsi beraber mi? Hacc, açıkça dinî bir
merasimdir, fakat “İslâmî” tarzda, yani hem bu, hem de diğerleridir. İslam’ın
dualizmi sayısız yerlerde kendini gösterir. Kur’ân’ın şu ayetine bir göz atalım:
“Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu
tutmaz. Fakat kalplerinizin azmettiği (kastî/bilerek) yeminler yüzünden sorumlu
tutar. Bunun da keffâreti, ailenize yedirmekte olduğunuzun orta(derece)sından
on yoksulu doyurmak veya giydirmek yahut bir köle azad etmektir. Fakat kim
bunlara güç yetiremezse, üç gün oruç (tutması lâzımdır).” (Kur’ân, 5:89)
Keffârette öncelikle (kendi) dış(ındaki) dünyaya faydalı olacak sosyal
(toplumsal) ameller (hareketler) tercih edilecektir; ancak bunlar mümkün
olamadığı taktirde, sırf manevî bir eylem (oruç), onların yerine geçer. İslam’ın
alkol yasağı yahut temizlik emri de böyledir. Dinî olmaktan çok, sağlığı koruma
açısından önemleri üzerinde durulmalıdır. Günde beş defa abdest almak, bugün
özellikle çok nüfuslu büyük şehirlerde mikropların yayılmaması açısından çok
önemlidir.” (s. 304-305)
PAKİSTAN-İRAN VE BACON
“İslam’da madde, birçok güzel ve ulvî(yüce) gaye için araç olarak görülmektedir
(meselâ: namaz için beden lazımdır, zekât vermek için de (fazla) mal gerekir).
Yani ‘maddî dünya, şeytanın mülkü’ değildir, ‘beden de günahın yuvası’
değildir. Kur’ân, insanın en büyük ümitlerinin bağlandığı âhireti bile, dünyevî
renklerle tasvîr etmekten (resimlemek/betimlemek) çekinmiyor. Bu yüzden de
İslam, zaman zaman (bazı) Hıristiyan bilginlerce, bir dine lâyık olmayan
şehvâniyetle (nefsânî arzûlara (egonun isteklerine) uyma) suçlanacaktır. Ne var
ki bu husus, ancak maddî dünyanın İslam’a yabancı olmadığını ve dünyayı
reddeden Hıristiyan zihniyetinin İslam’da bulunmadığını açıklamaktadır.
Kur’ân’ın bazı ayetlerinde düşünme için merak uyandırılıp, araştırma ruhu
teşvik edilmektedir. (Kur’ân, 21:30; 5:4) Bu son zikredilen ayet, zihni özellikle
tahrik ediyor. Tüm kimyanın temelinde yatan problemi ortaya koyuyor. Sonuç:
Hıristiyanlığı sürekli şekilde uğraştıran esasla ilgili meseleler üzerinde bitmez
tükenmez tartışmalara son veren ve dikkati>dünyaya çeviren,
Müslümanlardan başkası değildir. Mistik felsefeden, aklî ilme geçişti bu.
BATI’NIN GÜCÜNÜN TEMELİNDE GÖZLEM VE DENEYSEL
DÜŞÜNME METODU VARDIR
21
Bugün Batı’nın kuvvetinin sebeplerini araştırırken, bu gücün dayandığı
faktörlerin esas itibariyle ordular veya ekonomi olmadığını buluyoruz. Askerî
güç ve (güçlü) ekonomi, sadece (işin) dış manzara(sı)dır. Batı’nın kuvvetinin
temelinde ‘gözlem’ ve ‘deneysel düşünme metodu’ vardır ki, bunlar da
Batı uygarlığına Bacon’dan (1214-1294) miras kalmıştır. Ve Bacon’a da
Araplardan miras kalmıştır. Fransız ekonomist Jean Fourastié (1907-1990) şöyle
yazıyor: “Doğa, toplum ve insanları gözlemlemek: Batı dünyasında bütün
çocukların tabi tutulduğu temel eğitimin ilk merhalesidir. Dış dünyaya gösterilen
ilgi, Brahman veya Budist filozoflarının ilgisine terstir ki, onlar dikkatlerini dış
dünyadan iç dünyaya çeviriyorlar. Bir milletin, Galileo(1564-1642),
Pascal(1623-1662) Newton(1642-1727) ve Claude Bernard’(1813-1878)ın
deneysel düşünme (experimental) prensiplerini edinmeden, çizilen ilerleme
yolunu bulabileceğini sanmak abestir. Ekonomik ve sosyal sahada her ilerleme
için, fikrî (düşünsel) tutumun değişmesi, mücerretten (soyuttan) müşahhasa
(somuta), aklî olandan deneysel olana, durgunluktan hareketliliğe geçiş şarttır.
(Fourastié Civilisacija Sutraşnjice, Zagreb, s. 47-48) Şuurun ilkel seviyesinde
İslam uygulanamaz. Namazı doğru dürüst eda etmek için, zaman ve mekân
bakımından doğru bir ‘yön tayini’ gerekiyor ki, Müslümanlar Mekke’ye doğru
yönelirler, yani mekân bakımından yön tayini yapılır. Oruç da kamerî (ay) yılın
belirli bir ayında tutulur. Zekât için istatistik, sayım ve hesap (muhasebe)
lâzımdır. Hacca gelince, yolculukla ve yine (yılın belli bir) zaman(ıy)la
alâkalıdır ve ancak (hele eski asırlarda) çok uzun bir yolculuğun yükleyeceği
başta ekonomik şartlar olmak üzere pek çok yol problemlerini de bilmek gerekir.
Pakistan’da cami imamları, devlet tarafından genel okuma-yazma kampanyasını
sürdürmekle görevlendirilmişlerdir. Bu, esasında tamamen doğru bir harekettir.
Ancak bu çalışmalar tutarsız bir şekilde ve yeterli derecede enerjik olmayan bir
tarzda yürütülmektedir. Buna benzer bir durum İran’da da vardır. Burada da,
çeşitli okullardan mezun gençler, askerlik hizmetini köylerde halka okuma
yazmayı öğreterek yerine getirirler.” (s. 308-313)
“İslam, insanda, doğasını aşan özellikler geliştirme gayreti içinde değildir. İslâm
insanları azîz veya melek yapmak istemez, çünkü böyle bir istek hayalîdir. Biz
asılda ne isek, İslam da bizi öyle, yani insan yapmak ister. İslam, bir çeşit zühdü
tanımakla beraber, hayat, sağlık, zihin, sosyal davranış, mutluluk ve zevke olan
eğilimi yok etmek istememektedir. Tanıdığı zühdü: kan ile ruh, hayvanî ile
ahlâkî arzu ve istekler arasında bir denge unsuru kabul etmektedir... (Diğer
yandan) İslam gerçekten insandan bütün sorumluluğu üzerine almasını
istemiştir. ‘Fakirlik ve ızdırap dolu dünyayı terk zihniyeti’ni ise, bir ideal olarak
ortaya koymamıştır. “Toprağın tuzunu ve büyük tuzlu denizin tuzunu” (André
Gide) tatmasını insana yasak etmemiştir. İnsan için tam ve dolu bir hayat talep
etmiştir. Bu hayat ise, iki koordinat üzerinde durmaktadır: birisi mutluluğa ve
22
kudrete olan meyil (eğilim); öbürü ahlâken yükselmek. Bu temayüller, ancak
mantıkta biri birine zıttır, gerçek hayatta ise birleşir ve karşılıklı olarak biri
birini etkiler.” (s. 314-315)
23
“Marksizm, teoride genellikle tutarlı, fakat uygulamada ise zarurî olarak
tutarsızdır...Kapitalizmin sosyal sistem olarak gelişmesi, kendilerinden emin
filozof, ekonomist, hukukçu ve ahlâk bilimcilerinin ona dair yazdıkları teorilerin
tesirlerinin tamamen dışındadır. Bu gelişme ekonomik tabanın, üretim güçlerinin
fonksiyonundan başka bir şey değildir. Şimdi buna göre: sosyalist düzenin
kurulması, yani sosyalist devrimin gerçekleşmesi, herhangi bir şekilde siyasî
partilerin, edebiyatın, polisin, devletçe alınan tedbirlerin etkisine dayanmayıp,
her şeyden evvel ve daha doğrusu, sadece üretim güçlerinin gelişmesine bağlı
olarak tasavvur edilecektir. Çünkü sosyalist devrim, tekniğin gelişmesi ve
sanayideki işçi ordusunun mevcut üretim ilişkilerinde üstünlük kazanması
sonucunda, dengenin bozularak yıkılışın kaçınılmaz olduğu bir zamanda
meydana gelir. Bütün Marksist ders kitaplarında, yani teoride bu böyle iddia
edilmektedir. Gerçek hayatta ise ateistler esasında ‘olayların doğal gelişmesi’ne
fazla inanmazlar. İnsanları ve olayların akışını bilinçli çabalarla kontrol etmek
isterler. İdeoloji, kendiliğinden ve ‘üretimin maddî şartları’nın bir sonucu olarak
ortaya çıksın diye beklemezler. ‘Kendiliğinden’ ortaya çıkan böyle bir
ideolojinin yeterli görülmediği yerlerde, onlar devrimi ithal ederler ve bu yolla
da işçi sınıfının bulunmadığı yerlerde bile komünist ideolojisini yayar ve hatta
iktidar yaparlar.” (s. 357-359)
(İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Bulgaristan’da, Çin’de, soğuk savaş döneminde Afrika
ülkelerinde ve 1979’da Afganistan’da yaptıkları gibi. i.y.)
24
yatmaktadır. Komünist devrimleri ve onlarla beraber komünist
iktidarları, tarihî materyalizmin teorilerine göre beklenmesi gereken
yerlerde, hiç ortaya çıkmamıştır. Aksine her şey tam tersine olmuştur.
Komünist devrimlerinin tarihi, tarihî materyalizm açısından izahı mümkün
olmayan bir sürü tezat ve usulsüzlükler içermektedir. Komünist hareketleri,
sosyalist devriminin objektif denilen maddî şartlarının gerçekleştiği yerlerde
değil, her şeyden önce, güçlü siyasî parti veya dış yani bilinçli bir müdahale
gibi, gerekli sübjektif şartların oluştuğu memleketlerde başarılı olmuşlardır.
Marksizm’in teori olarak tarihî determinizm düşüncesini kabul etmeye,
uygulamada ise bu düşünceyi reddetmeye mecbur olması söz konusudur.
Engels, düşüncelerin hayatın ekonomik tarafıyla şartlanmış olduğu hakkındaki
Marksist teorinin fazlasıyla titiz bir şekilde uygulanması yüzünden “bazen
hayret verici saçmalıklar meydan geliyor” diye itirafta bulunuyor. (Conrad
Smith’e gönderdiği 5 Ağustos 1890 tarihli mektup)” (s. 360-361)
25
yönden lânetlenmesini insanlara izah etmek, her zaman için sömürüyü tarihî
zaruretle veya üretimin ekonomik-teknik bir özelliği ile izah eden (Marksist)
felsefî izahtan daha kolay olmaktadır. Çünkü insanlar için, olaylara ahlâkî
açıdan bakmak/anlamak her zaman için daha kolaydır.” (s. 362-365)
“Marks’a göre, tarihin nihaî sonucu olan komünizm, herkes için ürün bolluğu,
(yani) tamamen maddî tatmindir.” (s. 246) “Zaten, ütopyada da toplumun üyesi,
yani ütopyanın sakini, asıl anlamında insan değildir. Sadece “sosyal hayvan”
veya “akılla donatılmış hayvan”dır.”(s. 249) “Yani sadece maddî ihtiyaçları
olan bir yaratık. Marksizm bilhassa bilimsel olan kısmında ütopyadır.” (s. 250)
“Her Epikürcü pratik materyalisttir. O nedenle, Epikürcülük, materyalist
felsefenin ferdî, sosyalizm ise, toplumsal sonucudur. İnsana arı ve karınca
misalini göstermek anlamsızdır. Bir arı düşünebilseydi ve içgüdünün hâkimiyeti
altında olmasaydı, çalışmaktan kaçınır ve arkadaşlarının biriktirdiği balı yemek
isterdi. Bir termit (karıncası), toplumunun yaşamasını temin için, kendini
gönüllü olarak feda etmezdi. Eğer seçme imkânı olsa, herhalde hayatını ölümüne
tercih ederdi. İnsana gelince; çoğu zaman o, toplumun menfaati için konuşur,
propaganda yapar, gerçekte ise, kendi şahsî menfaati için uğraşır. Sosyalist
sistemlerin birçok güçlükleri bu probleme dayanıyor (sorumluluk veya
sorumsuzluk meselesi: tüm bu sistemlerde bilinen bir şeydir). Sosyalist
düşünürler, fert psikolojisinin, ünlü ferdiyetçi psikolojinin, esasında insanın
ferdiyet ve hürriyete olan fıtrî (doğuştan) meylinin (eğiliminin), (sosyalizmin)
sosyal ve kollektif cennet(i) hakkındaki tasavvurların gerçekleştirilmesi yolunda
en büyük engeli oluşturduğunu her zaman hissetmişlerdir. Bu itibarla onlar
sürekli, toplum, üretim, dağıtım, halk kitleleri, sınıf gibi şeylerden bahsederler
ve insanın kişilik olarak problemlerini görmezden gelirler. Kişinin haklarına
karşı onlar ‘halkın hakları’nı, insan haklarına karşı da ‘sosyal haklar’ ı
vurgularlar. (Hâlbuki) Tam tersine, insan, bağımsız bir fert, seçme imkânına
sahip bir varlık, hem iyiyi hem de kötüyü isteyebilen ahlâkî bir varlık, tek
kelimeyle insan olduğu için, sosyalizm insanlık için tutarlı bir sistem değildir.”
(s. 251-252)
(Belki koyunlar, inekler için faydalı bir sistem olabilir; verim(ler)i(ni) artırmak için. i.y.)
“Bacon’la alâkalı fakat az bilinen önemli bir gerçek daha vardır. O da, İngiliz
felsefe ve biliminin (bu) babasının, Arapların bir öğrencisi olduğudur. İslam
düşünürlerinin ve bilhassa İbni Sînâ’nın (ve İbn Rüşd’ün), Bacon üzerinde
muazzam etkisi vardır. Bacon, İbni Sînâ’yı Aristo’dan sonra en büyük filozof
kabul ediyor. Betrand Russell (1872-1970) Batı Felsefesi Tarihi’nde (History of
Western Philosophy, s. 452-453) bu konuyu işlerken; en büyük mantık tarihi
yazarı Karl (Carl) Prantl (1820-1888) da aynı görüşü savunuyor: “Roger Bacon
26
(1214-1294), fen bilimleri sahasında kendisinin kabul edilen bütün sonuçları,
Araplardan devralmıştır.” (Geschhichte der Logik, III, s. 121, Leipzig: 1972;
dört ciltlik ilk baskı Leipzig 1855-1867; son baskı Hildesheim: Georg Olms
1997) Bacon’un bu şekilde, İslam düşünürlerinin de etkisinde kalması, sadece
Bacon’un düşünme tarzını değil, fakat bu yolda genel olarak İngiliz düşünce
tarzının bir özelliği olan “ikiliğin” kaynağını da belki izâh edebilir. Bu fenomeni
izah ederken Russell’ın açıklaması da ilginçtir. Ona göre İngilizlerin, genelleme
teorilerine karşı duydukları isteksizlik, iç savaştaki olumsuz tecrübelerinden ileri
geliyor: “İç savaş sırasında kral ile parlamento arasındaki çatışma, İngilizlerde
ebedî olarak taviz verme ve mutedîl olma (orta yol) sevgisini ve herhangi bir
teoriyi mantıksal deliller çıkarma noktasına kadar zorlamaktan korkuyu
yerleştirmişti ve bu korku hâlâ onlara hâkimdir.” (Russell, s. 578)”
(Russell’ın tezi tartışılabilir; bu tür iç savaş(lar) başka ülkelerde de olmuştur. Fakat o ülkelerin
milletleri böyle bir sonuca ulaşabilmişler midir? İslam bilginlerinin etkisi sadece 13. yüzyılda
yaşayan ve İngiliz dualizmini sonraki asırlarda da çok büyük ölçüde etkileyen Roger Bacon’ın
üzerinde görülmez; diğer Bacon, Francis Bacon (1561-1626) üzerindeki İbn Sînâ etkisini de
İngiliz kaynakları net olarak belirtmektedirler (bkz. wikipedia Francis Bacon maddesi) ki
Francis Bacon’ın da iç savaştan (sonra değil) az önce vefat etmesi, sonuç olarak İslam
bilginlerinin İngiltere adasındaki entellektüel kültüre etkisini ortaya koyan diğer bir kanıttır.
i.y.)
28
görüşü -doğru olsun olmasın- yine İngilizlere mahsustur. Katolik Fransa’da
spiritüalist ekol ile pozitivist ekol arasında uzlaşmaz zıddıyet devam ederken,
İngiliz ahlâk biliminde, refah prensibiyle vicdan prensibinin denge içinde olması
düşüncesi üstünlük kazanıyordu. John Stuart Mill’in ekonomi üzerindeki
düşüncelerinde, ferdî ve toplumsal (sosyal) prensipler arasındaki uzlaşmada ısrar
etmesinde ve zenginliğe bir bakıma ahlâkî önem vermesinde, zekât ve Kur’ân’a
özgü bir şey sezilmektedir. Kuvvetli ampirizm (deneycilik) devresinden sonra,
19. asrın ikinci yarısında ortaya çıkan ve İngiliz neodualizmi adı altında tanınan
akımı da -doğal olarak o da sözü geçen İngiliz modeline göre idi- burada
anmalıyız. (J. Martin ve Francis Herbert Bradley (1846-1924 İngiliz idealist
filozof ve T. H. Green (1836-1882) İngiliz idealist filozof; vb.) Orta(vasat,
mutedil) çözümlerin, orta karar sonuçlar değil, yüksek sonuçlar
ürettiğine (yine) İngiltere örnek gösterilebilir: bu memleket, “insan
hakkında her şeyi bilen Shakespeare’i ve “evrende geçerli temel kanun”un
tarifini yapan Newton’u dünyaya hediye etmiştir ” (s. 379-384)
(Müslümanlar da Kur’ân’da ümmet-i wasat (orta yolu tutan bir topluluk) olarak
tanımlandırılmışlardır. İbn Abbas’ın bir naklinde de (her işte) yumuşaklıkla orta yolu izlemek
ve söz ve davranışla bu hâl üzere devam etmek, peygamberliğin yirmi beşte bir parçası
olarak belirtilmiştir. (Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin hasen rivâyetiyle, Mansûr Ali Nâsıf, Tâc, c, 5, s.
66 (K. Birr ve’l-ahlâk), i.y.)
29
(philanthropic=hayırsever) felsefeyle yumuşatılmıştı. Köleliğin kaldırılması,
misyonerlik faaliyetlerinin canlandırılması, çocuk çalıştırılmasının lânetlenmesi,
herkese açık genel eğitimin genişletilmesi ile beraber birçok hareket, siyasî
kanaatten değil, Hıristiyan beraberlik şuurundan ileri gelmişti. 19. yüzyılın
ıslahatçı hareketlerinden çoğu, bu kaynaktan ilham almıştı ve milletlerin hayal
ufkunu harekete geçirdikten sonra, siyaset adamlarının programlarına alındılar.
(R. H. S. Crossman, The Government and Governed) Sadece İngiliz
liberallerinde değil, İngiliz sosyalistlerinde de benzer eğilim görülmektedir: Kıta
Avrupa’sında sosyalizmin materyalist veya ateist felsefelerle sıkı ilişkisine
karşılık, “İngiltere’de İncil’den alıntılar, kilise minberlerinden olduğu
kadar, sendika kürsülerinden de duyulmaktadır.” Bu cümleyi bir Fransız
gazetesinin hayretini gizleyemeyen muhabirinin yazısında okumuştum. Birçok
Avrupa devletlerinden farklı olarak İngiltere’de yoksulların yararına olan
zekâta benzer bir vergi de vardı. Birbirine benzeyen zihniyetler, uygulamada
birbirine benzeyen çözümler üretirler.” (s. 384-388)
(Aliya İzzetbegoviç’in bu tahlilinden sonra, şu soru elbette akla gelebilir: İngiliz Bacon; İbn
Sînâ ve diğer İslam düşünürlerinden etkilenerek, İngiltere için ılımlı, oturaklı ve ağırbaşlı bir
(felsefî) düşünce sistemi geliştirdi ve bu sistem ilerleyen yüzyıllarda, önce bütün İngiliz
düşünürlerini sonra da İngiliz sosyal, siyasal ve ekonomik sistemini etkileyerek İngiltere’yi
dünyanın bir numaralı gücü yaptı. Daha sonra da İngiliz (milletinin) bünyesinden çıkan ABD,
Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi devletler dünyanın en zengin, özgür, kalkınmış refah
toplumları hâline geldiler. Fakat İslam ülkeleri neden kendi kültür miraslarından istifade
edemediler ? Bu soruya İslam felsefecileri “felsefe ihmal edildi de ondan” diyeceklerdir.
Halbuki sadece felsefe mi ihmal edildi? Anadolu’da bin yıldır, yetişmiş bir hadis bilgini veya
orijinal görüşler ortaya koymuş bir tefsir bilgini çıktı mı? Bin yıldır, en iddialı olunan ve
uygulama sahası da olan fıkıhda (İslam hukuku) bile, İbrahim Halebî, Birgivî ve Ahmet
Cevdet Paşa gibi birkaç isim dışında kaç orijinal kaç isim çıkmıştır? Hastalığın sebebi
herhalde: İslam dünyası her sahada eleştirel düşünceyi ihmal etmiş ve bunun sonuçlarını da
çok acı biçimde çekmiştir. Ve hâlâ da çekmeye devam etmektedir. i.y.)
30
İslâm İktisadı ve İslâm İktisat Tarihi ile ilgili olarak webe koyduğumuz diğer
dosyalar
https://www.academia.edu/33892555/Yak%C4%B1lan_%C4%B0slam_
%C4%B0ktisad%C4%B1_Bro%C5%9F%C3%BCr
%C3%BC_Sabahattin_Zaimin_ELL%C4%B0NC%C4%B0_YILINDA_1967-
2017_MODERN_%C4%B0KT%C4%B0SAT_VE_%C4%B0SLAM
32
From Malacca to Mali: Economic Conditions of Islamic Lands in 15th Century
https://www.academia.edu/11372484/From_Malacca_to_Mali_Economic_Con
ditions_of_Islamic_Lands_in_15th_Century
https://www.academia.edu/3639156/Maverdinin_Yasam_Standard
%C4%B1ndan_Ebul-Hayrin_Teknik_Ziraat_Kitabina _11._Yuzyilda_ Islam_
Topraklarinin_Ekonomik_Durumu
33
islamic econ: studies of some Muslim scholars on Islamic economics history
https://www.academia.edu/9480603/islamic_econ_studies_of_some_Muslim_s
cholars_on_islamic_economics_history
34