You are on page 1of 34

ALİYA İZZETBEGOVİÇ’TE (İSLAM) İKTİSAT FELSEFESİ

İsmail Yurdakök

ismailyurdakok@gmail.com

Aliyâ İzzetbegoviç(1925-2003)’in ünlü eseri Doğu ile Batı Arasında İslam, 1980
yılında tamamlandı. Batı medeniyetinin felsefî temellerini büyük bir vukuf ile
ortaya koyan bu çalışma, bu yıl (2018) otuz sekiz yaşında. İzzetbegoviç’in 400
sayfalık bu çalışmasında hem diyalektik materyalizme, hem de kapitalizme
yaptığı eleştiriler tazeliğini hâlâ korumakta. Kitabın yayınlanmasından sonra, 8
Ağustos 1983’te, on dört yıl hapse mahkûm olduğunda elli sekiz yaşında olan
İzzetbegoviç’in, ekonomi ile ilgili görüşleri de, otuz sekiz yıl sonra büyük ölçüde
orijinalliğini koruyor. Dünyanın her yerindeki ‘doğru bilginin İslâmî öğretinin
bir parçası’ olduğunu söyleyen Aliya İzzetbegoviç’in en önemli özelliklerinden
biri de, soğuk savaş döneminde objektifliğini koruyarak bilgi üreten ender
düşünürlerden biri olmasıdır. Aliya İzzetbegoviç 1970’lerin sonunda şöyle
diyordu:

“Bazılarına göre “tarih kafa ile yürümez” (Marks (1818-1883). Bazılarına göre
ise, tam tersine: tarihi yapan dahilerdir (Thomas Carlyle (1795-1881). Bu
örnekte olduğu gibi, tarihî materyalizmin karşısında Hıristiyan kişilikçiliği nasıl
ki zarurî olarak duruyorsa, aynı mantığa göre tekâmülün (evrimin) karşısında
yaratıcılık, menfaatin karşısında ideal, monarşizmin karşısında özgürlük,
toplumun karşısında kişilik durmaktadır; “Arzuları yok edin” diyen dinin bu
isteğinin karşısına, “Yeni yeni arzuları tahrik edin” diyen çağdaş
medeniyetin buyruğunun çıkması kaçınılmazdır. Sonuçta materyalizm ile
maneviyatçılığın bir araya gelmesi mümkün değildir: “biri birine galip
gelemeyen iki deniz” (Kur’ân: 55: 19-20). Hıristiyanlık kurtuluş vaat ediyor ama
bu sadece dâhilî (içsel) kurtuluştur. Çin, Kore ve Vietnam’da ise kendilerini
materyalist doktrinin en tutarlı örneği olarak tanıtan çağdaş ütopyalar, esasında
tutarsızlığın açık birer örneğidirler. Bunların ideolojilerinde yeni bir ahlâk
anlayışı bulunmamakta, fakat “tabanda yeni münasebetlerin yansıması” diyerek
toplumlarının ananevî (geleneksel) manevî değerlerini ve bilhassa kanaatkârlık
ve büyüklere saygı tutumunu devralıp, kendi hizmetlerinde kullanmaktadırlar:
çünkü kanaatkârlık, bu ülkelerdeki düşük hayat standardı bakımından
onlara uygun geliyor, büyüklere saygı ise kolayca dokunulamaz bir

1
özellik olan iktidara saygıya dönüştürülmüş bulunuyor.” (Aliya
İzzetbegoviç, Doğu İle Batı Arasında İslam, s. 16-19.)

PATLAYICI KARIŞIM: İSLAM VE SİYÂSET

“İslam’ı, Avrupa’nın ıstılahlarıyla (terimleriyle) ifade etmek hemen hemen


imkânsızdır: Namaz ile prayer (dua); halife ile kral; cemaat ile (batı) toplum(u);
abdest ile yıkanma aynı anlamda değildirler. İslâm’ın din ile materyalizmin bir
sentezi (bileşimi) olduğunu ve Hıristiyanlık ile sosyalizm arasında merkez
noktasında bulunduğunu ifade eden tarif çok kabadır. Bu tarif, gerçeğin bir
tarafına, o da ancak yaklaşık olarak, uymaktadır. İslâm, ne öbür iki doktrin
arasında basit aritmetik merkez noktası, ne de onların bir ortalaması değildir.
(Meselâ) Namaz, abdest ve zekât (biri birine o denli bitişmiş) parçalanamayan
kavramlardır. (Diğer bir açıdan, örneğin) Kur’ân’ın, sıradan bir okuyucuya veya
uzmana sistemsiz göründüğü ve biri birine zıt unsurları (cennet/cehennem;
rahmet/azap; dünya/âhiret; mümin/kâfir; hayır/şer) bir araya getirdiği intibaını
uyandırdığı bilinir. Ne var ki Kur’ân edebiyat değil, yaşamdır.
Dolayısıyla ona bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakmağa başlar
başlamaz, bütün güçlük ortadan kalkar ve bu yanlış intibalar da değerini
kaybeder. Kur’ân’ın biricik gerçek tefsiri (açıklaması), (gerçek) ‘yaşam’ olabilir
ve bildiğimiz gibi, Hz. Muhammed’in hayatı tam buydu. İslâm’ın (bugünkü)
öğretisi(nde) (İslâm’la ilgili olarak yazılmış çeşitli kitaplar da) Kur’ân’ın yazılı
şeklinden farklı olarak anlaşılmaz ve çelişkili görünebilir. Fakat, Hz.
Muhammed’in hayatında, tam anlamıyla doğal bir ahenk içinde, sevgi ile
kuvvet, ulvî ile doğal, ilâhî ile insanî özelliklerin çok etkili birliği ortaya çıkar.
Dinle siyasetin meydana getirdiği bu “patlayıcı karışım”, milletin hayatında
muazzam bir enerji açığa çıkarmıştır. ‘İslâm’ın formülü’nün ‘yaşamın
formülü’yle tam uygunluk içinde olduğu, ilk bakışta göze çarpar, bu noktada.
Gözlemcilerin intibaına göre, İslâm’ın tamamen değişik görüntüleri, bakan
kişilerin (bakış) açıların(ın) farklılığından ileri gelmektedir: materyalistler
İslâm’ı her zaman sadece din ve mistik olarak (“sağ” temâyül), Hıristiyanlar ise
sosyal ve siyasal bir hareket (“sol” temayül) olarak göreceklerdir. Aynı dualizm
izlenimi, içten bakıldığı zaman da gözlenir: temel İslâmî kurumlardan hiç biri ne
saf din, ne de ilme (siyaset, iktisat, dış dünya) ait değildirler. Bazılarının
zannettiği gibi İslâm, insanları bir araya getirmeye yönelik siyasî bir parola veya
yeni bir milliyetçilik akımı değildir. İslâm, asla sırf “millet” olmak
istememiş (Kur’ân, 3:190, 22:41), manevî bir görevi yerine getiren bir
“ümmet” olmak istemiştir.”(Aliya İzzetbegoviç, Doğu İle Batı Arasında İslam,
s. 21-24)

2
ÜÇÜNCÜ YOL: İSLÂMÎ YOL

“Gelecek için ve pratik insanî çabalar bakımından İslâm, bedenen ve ruhen


ahenk içinde bulunan insanları yetiştirmek ve kânunları ile sosyo-politik
kurumları ile bu ahengi koruyacak şekilde kurulmuş olan bir toplumu meydana
getirmek için yapılan bir çağrıdır. İslâm, durmadan iç ve dış dengenin
gerçekleşmesini arar veya araması da gerekir. Bundan daha doğal ve fakat
imkânları daha az araştırılmış ve tecrübe edilmiş hiçbir çağrı/talep yoktur. Bu
hedef bugün de (1980 yılı), İslâm’ın önünde duruyor. İslâm’ın tarihî görevi işte
budur. Bugün düşünce, duygu ve siyaset bakımlardan biri birinden tamamen ayrı
iki dünya (kapitalist ve sosyalist) vardır. İnsanlık dünyasının esas ikiliği ile ilgili
tarihî devasa tecrübe, gözlerimizin önünde cereyan etmektedir. Böyle olmakla
beraber, dünyanın bir kısmı bu kutuplaşmadan uzak kalıyor ve bunun büyük
bölümünü İslâm memleketleri oluşturuyor. Bu gerçek hiç de tesadüfî değildir.
Müslüman milletler hissediyorlar ki, cereyan eden ideolojik çatışmada onları
alâkadar eden hiçbir şey yoktur... İslâm sosyalizmle Hıristiyanlığın hakikat
paylarını sadece tanımakla kalmıyor, bilakis üzerinde ısrarla duruyor. İşte
İslâm’ın üstünlüğü, onların hakikat paylarını tanımasındadır. Dünyadaki
zıddıyetler -ki tarihî ifadesi mevcut (soğuk savaş dönemindeki doğu ve
batı/kapitalist ve komünist) bloklardır- ancak ve ancak bu iki dünyanın adalet
paylarını da teslim edecek üçüncü bir dünyanın kurulmasıyla yenilebilir. Biri
biriyle çatışan ideolojilerin bu aşırılıklarıyla insanlığa empoze edilemeyeceğinin
ve bir senteze, orta pozisyona doğru gidilme mecburiyetinin apaçık olduğu bu
zamanda, biz göstermek istiyoruz ki, İslâm, bu doğal düşünce akışına ahenkli bir
tarzda bağlanıyor, bu düşünceleri kabul ve teşvik ediyor ve peyderpey onların en
tutarlı ifadesi oluyor. Doğu ile Batı arasında geçmişte birçok defa bir köprü
görevini görmüş olan İslâm, (bugün ve bu konularda da) kendi öz görevini iyi
anlamalıdır. Geçmişte eski medeniyetler ile Avrupa arasında aracılık yapmış
olan İslâm, bugün, bu dramatik çıkmaz ve alternatifler zamanında, parçalanmış
dünyada, aracılık rolünü tekrar devralmalıdır. Üçüncü, yani İslâmî yolun mânâsı
işte buradadır. Bu kitap Doğu ve Batı Arasında İslâm bir teoloji (din kitabı)
değildir; yazarı da teolog (din bilimci) değildir. Bu çalışma, İslâm’ı bugünkü
neslin konuştuğuve anladığı dile “çeviri girişimi”dir. Şüphesiz “kusursuz
çeviri” de yoktur. (Aliya İzzetbegoviç, Doğu İle Batı Arasında İslam, s. 26.
Bundan sonra sadece sayfa numarası verilecektir.)

RAFAEL’İN ELİNDEN HOMME MACHİNE’E

“Materyalistlere göre insan “mükemmel hayvan”dır. “Homme machine”,


“biyolojik makine”...Onlara göre insan ile hayvan arasında kalite değil, sadece
derece farkı vardır. Sosyal insanı ilk defa Engels tahlil ediyor ve onu toplumsal
ilişkilerin veya daha açık ifadeyle üretim ilişkilerinin bir ürünü olarak
gösteriyor. Bu suretle kendi gerçeğinden soyutlanmış ve sadece biyolojik bir

3
gerçek olarak gösterilen insanı, Darwin (1809-1882) ele alıyor. (İngiliz doğa
bilimcisi) Darwin de, konuşan, dik yürüyen ve alet yapan bu
mahlûkun(yaratığın), doğal ayıklanma ve hayatta kalma mücadelesinin sonucu
olarak, yakın hayvan atalarından geliştiğini, gayet mantıklı bir tarzda
gösterecektir... Şimdi bir de Sistine kilisesinin Michelangelo tarafından yapılan
tavan tasvirlerini, Cennetten Kovulma”dan, Âdem’in yaratılmasından Korkunç
Mahkeme’ye kadar bir süreci, gözlerimizin önüne seren bu tasvirleri gözden
geçirirsek, ister istemez, dünya tarihinin belki en heyecanlandırıcı sanat eserleri
olan bu resimlerin anlamını kendi kendimize sorarız. Bunlar bahsettikleri o
büyük olaylar hakkında acaba herhangi bir gerçeği içeriyorlar mı? Eğer öyleyse
bu gerçek nedir? Veya daha açık bir ifade ile: bu resimler gerçeği ne bakımdan
yansıtmaktadırlar? Yunan trajedileri, Dante’nin Cennet Cehennem Vizyonları,
zencilerin ruhanî şarkıları, Shakespeare’in dramları, Faust’un Cennet’te
Prolog’u, Malenezya maskları, eski Japon freskleri...nin Darwinci insanla hiçbir
alakası yoktur ve bunlar insanın kendisi veya çevresi hakkında edindiği bir
intiba olarak da tasavvur edilemez. (Hıristiyanlığın) Kurtuluş Dini kavramının
arkasında ne türde bir dünya anlayışı gizlenmektedir? Dramatik içerikli olan bu
isim, ne anlam taşıyor? Alexis Carrel(1873-1944) ise (yüz yıl önce) başka türlü
bir tarif yapıyordu: “İnsan, kölesi olduğu şeylerin işleyebilmesi için tüketim
maddelerini durmadan tüketmeye mecbur olan homo economicus’tur. Fakat o
aynı zamanda şair, kahraman, evliyadır. İnsan sadece bilimsel tekniklerin
tahlillerine tabi tutulan ve bir çok bakımdan hayret verici şekilde karışık bir
varlıktan ibaret olmayıp, bütün insanlığın irade, düşünme ve çabalarının
cisimleşmiş bir örneğidir” (Carrel, Man The-Unknown’dan) (s. 38)

ELİ DEĞİL RÛHU YAPMIŞTIR, RAFAEL’İN RESİMLERİNİ. SAĞIRKEN


ÜRETMİŞTİR BEETHOVEN DE EN DEĞERLİ ESERLERİNİ

“(Öte yandan) “İnsanî” kavramının, insanın aklında birbirine hemen hemen zıt,
iki anlam çağrıştırdığına işaret edelim: “Biz insanız” demek: “biz günah işleriz”,
“zayıfız, cismanîyiz” demektir.”İnsan olalım” ise, yüksek bir varlık
olduğumuzu, bazı yüksek taahhütlerimizin bulunduğunu; bencil olmamamız,
insanca hareket etmemiz gerektiğini hatırlatan bir çağrıdır. Hümanizm, insan
kelimesinden türetilmiştir ve daha yüce olan, ahlâkî özellikler ifade eder.
“İnsan” adı ile aynı şekilde bağlı bulunan kavramların bu iki türlü anlamı, insan
doğasının ikiciliğinin bir sonucudur. Bu ikiciliğin bir tarafı dünyevî, öteki tarafı
uhrevî(âhiretle ilgili)dir. Rafael’in (1483-1520) resimlerini eli değil, ruhu
yaratmıştır. Beethoven en kıymetli eserlerini tamamen sağır olduğu
bir zamanda vermiştir. Biyolojik gelişme ilelebet sürse bile, üçüncü bir
faktör (ruh) olmadan, el tek başına değil Rafael’in resimlerini, tarih öncesi
ressamının Sahra mağaralarında bize bıraktığı resimlerin en iptidaîlerini bile
yapamaz. (s. 39)
ARIDAN FARKIMIZ OLMASIN MI?

4
“En gelişmiş çiftkanatlılar olan arıların hayret verici bir tarzda örgütlü
toplumunda, zayıf kalmış işçi arıya veya yaşlanmış kraliçeye karşı çok
acımasız bir hareket tarzını buluruz: bunlar kovandan dışarı atılırlar. Evet
arıların hayatında vazgeçilmez bir disiplin var, fertlerin toplumsal fonksiyonları
var ama değişmeyen bir düzen ve körü körüne, merhametsizce uygulanan
bir titizlik. Arıların hayatında güçsüzleri koruma yok, yaşama hakkı yok,
takdir ve teşekkür duyguları yok ve başkalarını düşünme gibi hümanizm
dediğimiz şeyler yok.” (s. 45) “Çok çalışkanlar ama çok çalışkan olmak, insan
yap(a)mıyor bir yaratığı. Öte yandan, ‘gerçek insan’ veya ‘ilâhî vahyin
yönlendirdiği insan’, ilkel insan denilen insandan da farklı(olmalı)dır. Ama 19.
yüzyılda, Nietzsche(1844-1900)’nin ‘insanüstüsü’ de arılardan farksızdır ve
ahlâkî duygulara sahip değildir: “Nietzsche’nin ‘insanüstü’sü “ahlâkî peşin
hükümler”den kurtulmuştur(!): Nietzsche, Zerdüşt’ün mesajını aynen benimser:
“Merhamete, vicdâna ve bağışlamaya karşı, yani insanların dâhilî(iç) zalimlerine
karşı mücadele edin, zayıfları sıkıştırın, cesetlerine basarak yukarıya doğru
tırmanın. Çünkü siz yüksek bir türün çocuklarısınız; çünkü idealiniz
insanüstüdür. Nietzsche’nin bu vizyonu Darwin’den mülhemdir (ilham alınarak
üretilmiştir.” (s. 53)
(Önce Darwin (1809-1882), sonra da Nietzsche (1844-1900), böylece faşizmin anne ve
anneanneleri oluyorlar. i.y. (bazı küçük notlar i.y. olarak verilecektir, ismail yurdakök)

“Gustave Flaubert (1821-1880, Fransız yazar) Salammbô, (1862)da


Kartacalılar’ın (Îsa’dan önceki üçüncü yüzyılda) kurban sunma sahnelerini
tasvir ediyor ve bunların yağmur ayinleri sırasında Moloh adlı putun (ateş
yanan) kızgın boğazı içine kendi çocuklarını bile attıklarını yazıyor. Böyle
manzaraların etkisi altında, insanların hayvan oldukları kanaati meydana
gelmiştir ki, çok yanlıştır. Çünkü hayvanlar böyle bir şeyi asla yapmaz.”
(s. 47) (Bu durum, herhalde ancak Kur’ân’daki “bel hum edall” “hayvanlardan da aşağı(lara
düşen) olan insan” ifadesi ile daha iyi anlaşılabilir. (i.y.) Yine İzeetgegoviç’in bir notu bunu
daha iyi açıklıyor: “Hayvan ancak aç olduğu veya bir tehditle karşı karşıya
bulunduğu zaman; insan ise, tok ve güçlü olduğu zaman tehlikelidir.” (s. 48, not,
7)

HANGİ TİP İNSAN, HAYVANA DAHA YAKIN

“Binlerce sene evvel çiçeklere veya hayvan profillerine zevkle bakan ve sonra
mağaranın duvarlarına resimlerini çizen vahşî insan, gerçek insana,
(zamanımızdaki sadece) kendi fizikî ihtiyaçlarını sağlamak için yaşayan ve her
gün yeni yeni ihtiyaçlar icat eden çağdaş epikürist insandan veya acaip beton
yapılarda başkalarından soyutlanmış vaziyette ve duygulardan yoksul olarak
oturan modern büyük şehrin sıradan sakininden daha yakındı (ve hayvandan
daha uzak)dı.” (s. 50)

5
MABETTEKİ YOKSUL ÂMÂ

“Sovyet (Rus) şairi Andreyeviç Voznesenski (1933-2010) , zannediyorum,


benzer gerçekleri veya aynı düşünce akışını göz önünde tutmuş olacak ki, şu
hükme varmıştır: “Teorik olarak, gelecekte bilgisayarlar insanın yaptığı her şeyi
yapabilecektir. Sadece iki istisna vardır: dindar olamayacak ve şiir
yazamayacaklar” Dinin ne faydası var? sorusu burada hemen akla gelebilir. “Bir
fabrikanın kapısından (sadece) sağlıklı ve bilgi sahibi olanlar içeri girebilir.
Hasta ve cahil olanlar ise dışarıda kalırlar. Mabette ise yoksul bir âmâ bile bir
kral veya başka bir büyüğün yanı başında durabilir ve hatta onlardan daha iyi
olabilir. (Kur’ân, Abese Suresi). Mabetlerin en büyük kültürel ve insanî önemi
işte burada, eşitlik hakkında bu devamlı tanıklığı yapmasında bulunmaktadır.”
(s. 86)

İNSANIN RÛHU, KİTLENİN İSE SADECE İHTİYAÇLARI VARDIR

“İnsanları, düşünceleri yüzünden cezalandırmak...Engizisyoncular, insanın


ruhunu kurtarmak üzere bedenini yaktıklarını iddia ediyorlardı. Modern
engizatörler ise tam tersine, beden için ruhu yakıyorlar. İnsanı, üretici ve
tüketici fonksiyonuna indirgemek (hedefinin sonunda), her insana üretim ve
tüketimde bir yer temin edilse bile, hümanizmi değil dehümanizasyonu oluşturur
(İnsan’a ters bir organizasyonu/insan doğasına ters bir iktisadî yapıyı oluşturmuş oluruz).
İnsanları zorla terbiye etmek, sonuçta bu sayede onlar iyi ve disiplinli yurttaşlar
haline gelseler bile, gayrı insani bir tutumdur...Bütün insanların tok olmasını
temin etmek, şüphesiz büyük bir şey(hedef)dir. Fakat bolluk içinde yaşayan
toplumlar hakkındaki bilgilerimize göre, sırf bu sayede dünyanın daha iyi ve
daha insanî olacağı söylenemez.” (s. 88-89) “İnsanın rûhu, kitlenin ise sadece
ihtiyaçları vardır. Kitle, kültürü öğretir, (fakat) eğitmez. Millî kültür, icmâa
(genel kabûle), iç uzlaşmaya, katılıma dayanmaktadır. Kitle kültürünün
hâkim prensibi ise manipülasyondur(kitleyi belli bir hedefe
yönlendirmedir). Kitle kültüründe insanlar, kültür ürünlerinin üreticileri ve
tüketicileri diye iki ayrı gruba ayrılmışlardır. Bir tarafta programı meydana
getiren ve sadece birkaç kişiden ibaret olan programcılar, öbür tarafta
milyonlarca kişilik bir dinleyici-seyirci topluluğu.” (s.104-105) “Totaliter
toplumlar her yerde şanslarını televizyonda görmüşler ve bundan faydalanmakta
da o nedenle acele etmişlerdir. Böylece televizyon, özgürlüğü tehdit eden bir
unsur olmuştur (ve hatta) polis, jandarma, hapis ve toplama kamplarından daha
ciddî bir tehdît.” (s. 107) (Televizyonunun modern dünyada, (israfçı) tüketime
(büyük) etkisi de (ayrıca)çok açık bir gerçektir. i.y.)

FABRİKALAR ŞEYTANIN İŞİ Mİ?

6
“Sanayileşmenin asıl anlamını daha ilk günlerde anlamış olanlar, ancak
şairlerdir. William Blake (1757-1827, İngiliz şair)), fabrikaların şeytanın işi
olduğu görüşünde idi...Normal insanların ne türden bir canavarın doğduğunu
anlamaları için, yirmi seneden fazla bir zamanın geçmesi lazımdı.”(Kenneth
Clark(1903-1983, İngiliz yazar), Civilization, p, 314 dan) Aliya İzzetbegoviç, bu
bölümde günah ve suç yüklü (Batı) şehrinin kötülüğünden de bahsediyor: “Şairler büyük
şehirlerin cehenneminden, Marksistler ise “köyde yaşamak deliliği”nden
bahsederler. Şehrin reddedilmesi -ne kadar gayr-ı fonksiyonel ise de- sırf insanî
bir reaksiyondur. Eskiden olduğu gibi bugün de şehir ve şehir medeniyetini
protesto, din kültür ve sanattan geliyor. İlk Hıristiyanlara Roma “şeytanın
devleti” olarak görünüyordu ve arkasından dünyanın sonunun ve korkunç
mahkemenin geleceğine inanılmakta idi. Dindarlık şehrin büyümesiyle azalır.
(Günümüz Batı toplumu için bu olgu doğru olsa da, meselâ Türkiye örneğinde 20. yüzyılın
son çeyreğinde Türkiye’de meydana gelen İslâmlaşma, şehirlerde başlamış ve şehirlerdeki
İslâmî yoğunlaşma, köylere nispeten geç ulaşmıştır . i.y.) Şehir ne kadar büyürse,
cinayetler de o nispette artar. Şehrin bir ürünü olarak işçi sınıfı salt
uygarlığın, yani içeriğinde en az kültür bulunan uygarlığın olumsuz etkisinden
en büyük ölçüde etkilenmiştir. Fabrika, kişiliği duygusuzlaştırır ve baskı altına
alır. Bir sosyolog şöyle yazıyor: “Sıkı bir disiplin ve üretim sürecine tabi tutulan
işçiler, fabrikadaki alışkanlıklarını teşkilatlarına da aktarırlar. Nüfûzlarını (etki
ve yetkilerini), kendiliğinden yarattıkları ve ancak az kontrol ettikleri ve
kapitalist dünyasında olduğu gibi, sosyalist dünyasında da muhafazakâr (tutucu)
bir rol oynayan bürokrasiye devretmeye eğilimlidirler. Bazı Amerikan sendikal
teşkilatlarının yönetiminde cinayet çevreleri ve mafyanın büyük nüfuzu ile ilgili
kuvvetli belirtiler de mevcuttur. Herbert Marcuse (1898-1979), gelişmiş
kapitalist sistemde (yani teknoloji ve fabrikanın en etkili olduğu yerlerde)
işçilerin devrimci bir güç olma niteliğini kaybettiğini tespit ediyor. İşçi sınıfı
(artık) (sadece) âlet olarak kullanılan bir gruptur. O pohpohlanır, (tartışmalarda)
kanıt olarak gösterilir, adına konuşulur; fakat bir şey yapılmak istenildiğinde ona
sorulmaz. Dünyada sayıca en büyük işçi sınıfı ABD ve Sovyetler Birliği(soğuk
savaş dönemi sosyalist Rusya ve müttefikleri(işgali altındaki) doğu Avrupa,
Balkanlar ve Orta Asya ülkeleri)’nde olduğu halde, bu ülke işçilerinin
memleketlerinin siyasî yapısı ve verilen kararlar üzerinde hemen hemen hiçbir
etkisi yoktur.” (Günümüzde de yüz milyonlarca işçinin bulunduğu sosyalist Çin’deki
işçilerin durumu da aynıdır. i.y.)

“Bu durumun din ve sanattan uzaklaşma dışında kalan bir başka görüntüsü de,
işçi hareketi içindeki düşünce fakirliği, daha doğrusu teori kısırlığıdır. Bunu
komünist yazarlar da (1960’lar ve 1970’lerde Yeni Sol’un en önemli teorisyenlerinden
olan Avusturyalı André Gorz (1923-2007), Fransız R. Garaudy (1913-2012
(Garaudy, kitap yayınlandığında (1980), henüz Müslüman olmamıştı), İtalyan Lelio Basso
(1903-1978), S. Malle gibi ) itiraf ediyorlar. Tanınmış (Macar) Marksist (filozof
ve Batı Marksizminin kurucularından, edebiyat tarihçisi ve eleştirmen) yazar

7
Georgy Lukacs (1885-1971), 1965’te İtalyan Il Contemporaneo dergisinin
muhabirine verdiği bir mülâkatta şunları söylemişti: “Marks’ın ölümünden
sonra, Lenin dışında, hiçbir kimse kapitalist gelişmenin problemlerine
teorik olarak katkıda bulunmamıştır.” Ve gerçekten Marks’tan sonra -
ki Marks kendisi işçi sınıfına değil, orta sınıfa mensuptu- işçi sınıfından gelen
hemen hemen hiçbir güçlü ve orijinal düşünce yoktur.” (s. 112)

“Din de, ihtilâl de acılar ve ızdıraplar içinde doğar, ikisi de refah ve


konfor içinde yok olup gider.” (s. 115)

YAŞAM BEŞ KAT DAHA MUTLU MU ?

“Gelişmiş memleketlerin ekonomik imkânları, daha şimdiden (kitabın yazıldığı


1980 yılında), haftalık çalışma süresinin dikkate değer bir ölçüde kısaltılmasına
müsaade ediyor ve bu süre yakında 30 saate, yıllık çalışma da 9 aya
indirilebilecektir. 1965’te ABD’liler sadece yaz tatili ve dinlenme için 30 milyar
dolar -ki bu miktar o yıl Hindistan’ın bütün millî gelirine eşittir-
harcamışlardır. Bir hesaba göre, zengin ülkeler kozmetik için senede 15 milyar
dolar sarf ediyorlar. Bu memleketlerde hayat standardı bugün (1980’de), 1800
senesine nispetle, beş kat daha yüksektir ve 60 yıl sonra bugünkünden beş kat
daha yüksek olacakmış. Böyle iyimser bir tablodan sonra şunu sorabiliriz. Bütün
bunlar hayatın beş kat daha mutlu ve daha insanî olacağı anlamını taşıyor mu?
Cevap kesin olarak olumsuzdur.”

CİNAYET OKYANUSU

“Dünyanın en zengin memleketi olan ABD’de senede yaklaşık 5 milyon ağır suç
işleniyor. 1960 ile 1970 arasında ağır suçların artışı, nüfus artışının on dört katı
idi. 1964’de ABD’de, her 25 dakikada bir ırza tecavüz, her beş dakikada bir
gasp ve her (bir) dakikada bir otomobil hırsızlığı oluyordu.” (“Bu bilgi
FBI’ın yıllık raporundan alınmıştır” diyor Aliya İzzetbegoviç. 2018 rakamlarına göre ise
ABD’de yılda Bir milyon 200 binden fazla motorlu araç çalınmaktadır ki, ortalama her (bir)
dakikada üç araç demektir.). “Özellikle endîşe verici husus: suçlara olan genel
eğilimdir: 1951’de ABD’de yüz bin kişiye 3,1 öldürme olayı düşerken, bu oran
1960’da 5, 1967’de ise 9 olmuştur.” (2008’de 5,4; 2007’de 5,6; 2006’da 5,7 FBI web
sitesinden, violent crimes/murders i.y.) “Federal Almanya’da 1966’da iki milyon
suç kaydedilmişti. 1970’de ise rakam 2,413,000’e ulaştı. İngiltere’de son on
sene içinde kasten öldürme olaylarının sayısı % 35’lik bir artış göstermiştir.
İskoçya’da zorbalık suçlarında artış % 100’dür. Kanada’da 1962 ile 1970
arasında öldürme olayları sayısı iki katına çıkmıştır (Evet, tam olarak % 98,2 dir
ve bunda şüphesiz 1962 yılındaki ölüm cezasının kaldırılması da belirli
ölçüde tesir etmiştir). Son birkaç kamu oyu araştırmasında, Fransızların, her
günkü problemlerine dair listenin başına, zorbalıktan korkuyu koydukları

8
belirlenmiştir. Amerikan kriminologları, dünyamızın bir cinâyet okyanusu
olduğu, bütün insanların az çok suç işlemekte oldukları ve herhangi bir
çarenin de görülemediğini ümitsizlik içinde tespit etmişlerdir. Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri’nin raporuna yansıyan şu cümle her şeyi izah etmiyor
mu: “Maddî ilerlemeye rağmen insan hayatı hiçbir zaman, bugün olduğu kadar
emniyetsiz olmamıştır.” (BM Genel Sekreterinin Cinâyetlerin Önlenmesi ve
Onlara Karşı Yapılan Mücadele hakkındaki 1972 yılı sonlarında yayınlanan
raporundan) Diğer yandan Rus psikiyatri uzmanı N. Hodakov’un araştırmasına
göre 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bilhassa uygar denilen memleketlerde alkolün
korkunç yayılışı sonucu, 1940’tan 1960’a kadar dünyada alkol tüketimi iki
katına çıkmıştır. Çağımızda alkolizm bilhassa zengin ve tahsilli çevrelerin
problemidir. Eğer alkol (veya narkotik) bir ilticâgâh (sığınılan yer) veya (kişi
için) savunma mekanizmalarından biri ise, o zaman zenginler ve tahsilliler,
acaba hangi nedenlerden (ötürü) sığınak arıyor ve hangi şeylerden kaçıyorlar?
Her onuncu İsveçlinin müzmin alkolik olması gerçeğiyle karşılaşan İsveç
hükümeti, alkollü içkilere önemli miktarda vergi artışları yaparak kurtuluş
aramış, fakat bu önlemin tesiri büyük olmamıştır.” (s. 117-120)

ALLAH’I, İYİLİK YAPARAK BULMAK

“İslam ise, bambaşka bir yoldan giderek, fedakarlığın esas olduğu bir
gönüllüler toplumunu kurmayı başarmıştır. “İman edin ve iyi ameller
(davranışlar) yapın” Kur’ân-ı Kerîm’in sık sık tekrarlanan (en az elli defa) bu
talebi, insanların uygulamada birbirinden ayırmak istedikleri iki şeyin (inanç ve
eylem) beraber olması gerektiğini belirtiyor. Fakat Kur’ân, aksi yönden de bir
bağ kurarak, dinin ahlâkta kuvvetli teşvik bulabileceğine işaret ediyor:
“Sevdiğiniz şeylerden (başkalarına) harcamadıkça iman etmiş olmazsınız” Yani,
“imana gel ki, iyi insan olasın” denilmiyor. Tam tersine, “iyi insan ol
ki, iman etmiş olasın” “Nasıl imana geleyim, imanımı nasıl
kuvvetlendireyim” sorusuna cevap şudur: “İyilik yap. Allah’ı düşünerek
bulmaktansa, iyilik yapmakla bulmak daha kolaydır”.(s. 201)

PORNO FİLM ON KAT DAHA UCUZA MÂL OLUYOR

“Batı’nın ilk büyük materyalist (maddeci) yazarlarından olan Dietrich v.


Holbach (1723-1789): “İnsan hareketlerinin tek tahrik edicisi menfaattir”
demişti. Yararcılık ahlâkının ideologu olan Jeremy Bentham (1748-1832) da bu
konuyu aynı şekilde açıklamıştı: “İnsanlık, doğa tarafından iki hükümdarın
hâkimiyeti altına sokulmuştur: acı ve zevk. Bizim ne yapacağımızı ancak onlar
göstermektedir” (Jeremy Bentham, The Principles of Moral and Legislation
(Ahlak ve Yasama Prensipleri) (Fakat gerçek hayat Bentham’ın görüşlerini
yalanlamaktadır:) “Ahlâk, kullanıldığı anlamda esasında ‘yararlı’ değildir. Önce
Kadınlar ve Çocuklar! veya Önce Yaralılar ve Yaşlılar kuralları, ekonomik

9
açıdan faydalıdır denilebilir mi? Haksızlık ve yalanın faydalı olduğu birçok
durumu düşünebiliriz. Meselâ ‘hoşgörü’ hiç de (bize) faydalı değildir. Yaşlılarla
güçsüzlerin himayesi veya engelli hastalarla, tedavisi hiç mümkün olmayan
hastaların bakımı da (ekonomik yönden) yararlı değildir. (İşte bu örneklerde çok
iyi görüldüğü gibi) Ahlâk, yararlılık ölçülerine tabi tutulamaz...Diğer taraftan,
bir porno filminin prodüksiyonu, normal bir film prodüksiyonundan on kat daha
ucuz, pornodan elde edilen kâr ise, diğer filmlerden on kat daha fazladır.
İnsanların eğlenme duygusunu istismar ederek, suçlardan ve günahlardan
istifade etmek de, büyük ve kârlı bir iştir (kumarhaneler, kerhaneler gibi) Yine
olaylara sadece kâr yönünden bakarsak, Meksika kızılderililerinin imhasının
İspanyollara veya Kuzey Amerika’da yerli halkın sistematik bir şekilde yok
edilmesinin, oralara yerleşen beyazlara, yahut da ezilen milletlerin sömürülüp
talan edilmesinin kolonici devletlere kâr getirmediği söylenebilir mi? Sözün
kısası, suçun kâr getirdiğine hüküm verilebilir; tabi Allah, hâşâ, yok ise. Sonuç
olarak: yararcılık ahlâkını (utilitarian ethics) sırf akıl üzerine kurmak
mümkündür, fakat feragat, fedakarlık ahlâkını, yani gerçek ahlâkı sırf akla
dayandırmak imkânsızdır.” “Ferdin değil de toplumun/topluluğun yararı” ifadesi
de yanıltıcıdır. (Bu) Umumî menfaat (genel yarar/fayda), hiçbir zaman tüm
insanlığın menfaati olmayıp, sınırlı, içine kapanmış, siyasî, millî bir sınıfa veya
gruba ait olan bir topluluğun menfaatidir. Tolstoy “devletin rezaletinden”, veya
“umumî menfaat rezaletinden” söz ediyor. (Hıristiyan Öğretisi, s. 61) (Sonuçta)
Bir grubun veya milletin genel yararı, başka bir grubun veya milletin
mensuplarının sömürülmesi, köleleştirilmesi ve hatta imha edilmesini
gerektirebilir. Yeniçağın ulus devletler tarihi ve bilhassa emperyalizm tarihi,
genel denilen menfaatin apaçık bir cinayet mahiyetini alabildiğine dair
örneklerle doludur...Komünist Manifesto ilk önce, proleterlerin (işçilerin),
burjuva aldatmacası diye ahlâkı reddettiklerini ilan etmişti. İkinci Enternasyonal
ise, hakkaniyet prensibini kabul, “gaye vasıtayı kutsal kabul eder” parolasını ise
reddettiğini belirtmek suretiyle, bu tutumu biraz değiştirdi. Fakat Lenin: “ancak
proleteryanın (işçi sınıfının) zaferine katkıda bulunan şey ahlâkîdir” diyerek,
tekrar manifestonun pozisyonuna döndü ve bununla ahlâkı kökünden inkâr edip,
yeniden gayeyi kıstas olarak koydu. Lenin’in bu kuralını uygulayan Stalin ise,
proletaryanın zaferi için şunları yapmanın lüzumlu ve dolayısıyla da ahlâkî !
olduğu kanaatine vardı: toplama kampları kurmak; devlet ve polis
mekanizmalarını o zamana kadar görülmemiş ölçüde kuvvetlendirmek; en
yüksek yöneticilerden başlayarak, yerel yöneticilere kadar iktidarın her hangi bir
şekilde eleştirilmesini önlemek ve yöneticilerin yanılmazlığı hakkındaki kanaati
devam ettirmek, lider kültünü kurmak ve lidere (tabiî ki kendine/Stalin’e)
yanılmazlık ve istisnaî öngörü özelliklerini/sıfatlarını vermek; herhangi bir
direnişi önlemek üzere devamlı korku havasını korumak; yüksek maaş ve diğer
imtiyazlarla orduyu, polisi, siyasî mekanizmayı ve aydınlardan itaatkâr olanları
elde etmek/elde tutmak; hâkim sınıfın beslenmesi için depolar kurmak;halk
kitlelerinin tam anlamıyla istismarını sağlamaktemin.... Bütün bunların

10
“proletaryanın zaferi” için yapıldığını söylemek ve bunu durmadan
tekrarlamak gerekiyordu ki, bu berbat durumun ahlâka da uygun !
olduğuna halk inansın. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği vatandaşları
için yazılan bir el kitabında “işçi sınıfına sadakatın en yüksek görev” olduğu
yazılmıştı. ‘Sadakat’ ahlâkî bir kavram olduğu halde, sovyet sosyalist siyasetini
devam ettirmek/kuvvetlendirmek için, yani siyasetin emrinde, istismar
ediliyordu. Macaristan’da 1978 yılında orta okullar için yazılan Marksist Ahlâkı
isimli bir kitapta: “Çocuk, herhangi bir bahaneyle annesini öldüremez, yalnız
annesi işçi sınıfının haini olursa” denilmekteydi. Ders kitabı şiddetli tartışmalara
yol açmış ve sonuçta resmî makamlar kitabın geri çekileceğini açıklamak
zorunda kalmışlardı. (s. 206-211)
(Görüldüğü gibi sosyalizm hümanist/insancıl bir rejim değil, tam tersine insanlık düşmanı bir
sistemdi. Sosyalizm, “İnsanlara ekonomik eşitlik”, “sömürüye son” verecek bir rejim
kuracağız derken, 20 yüzyılda Çin’den Kongo’ya, Orta Amerika’dan Polonya’ya kadar
milyonlarca insana kan kusturmuştu. i.y.)

YEDİ SENELİK ELBİSE

“Kötülük insanın içinde mi? yoksa toplumun içinde mi? Birbirine zıt, birbiriyle
uzlaşmaz iki fenomen vardır: dram ve ütopya. Dram insanın ruhunda cereyan
eder, ütopya ise, insan toplumuyla ilgilidir. Platon’dan beri iki bin yıldır çeşitli
ütopyalar yazılmıştır. Thomas More (1478-1535) Campanella (1568-1639) ,
Charles Fourier (1772-1837), Saint-Simon (1760-1825), Robert Owen(1771-
1858)’den, Marks(1818-1883)’a kadar. Francis Bacon(1561-1626) ’ın Nova
Atlantis adlı eseriyle başlayan teknik içerikte olanları ve science fiction (bilim-
kurgu) türünde yazılanları da bunlara ilâve etmek gerekiyor.” (Campanella’nın
Güneş Ülkesi 1602’de yazıldı. Güneş Ülkesi’nde özel mülkiyet yasak olup her şey
ortaktı. Güneş Ülkesi, 1965 ile 2008 arasında beş ayrı çevirmen tarafından
Türkçe’ye çevrilip, defalarca basılmıştır. i.y.)
“16. asrın başlarında Thomas More Ütopya adasında ideal bir devlet kurulması
hakkında küçük bir kitap neşrediyordu. Bizim için kitabın ikinci kısmı daha
ilginç olduğundan onu burada çok kısaltılmış olarak aktarmak istiyoruz:
Ütopya adası hilâl biçimindedir ve 54 büyük şehri vardır. Bunlar görünüş ve
hayat tarzına göre biri birine son derece benzerler. (Tek tip monoton bir hayat i.y.).
Şehirlerin etrafında tarıma elverişli topraklar, çiftlik evleri ve tarım aletleri
bulunmaktadır. Kırsal bölgelerde halk kırkar üyeli kooperatiflerde
teşkilâtlandırılmıştır. Her kooperatifin başında bir ev sahibi ve sahibesi vardır.
Her otuz kooperatifin başında bir başkan bulunuyor. Kooperatiflere ikişer
köle verilmiştir. Her kooperatiften yirmi kişi, köyde iki sene geçirdikten sonra
şehre döner ve şehirden gelen yirmi yeni üye kooperatifteki yerlerini alırlar.
Yani devamlı çiftçi yoktur. Civcivler bir nevi kuluçka makinesi aracılığıyla
yetiştirilmektedir. İhtiyaçtan fazla üretim yapılmak için de çalışılmakta ve
fazlası öbür şehirlere dağıtılmaktadır. Hasat zamanında işler bir an önce yapılsın

11
diye, büyük sayıda şehirli köylere gider. Başkent Amaurot, denize yakın bir
yerde nehir kenarındadır. Müstahkemdir (korunaklıdır) ve (evlere temiz) su
tesisatı vardır (bağlanmıştır). Evler olağanüstü temizdir ve aynı genişlikte olan
caddelerin her iki tarafına sıralanmış bulunmaktadır. Kapıları kapanmaz
çünkü özel mülkiyet yoktur. Evler de her on senede bir, kura ile tahsis
edilir. Şehirliler bahçelere itina ile bakarlar ve cadde blokları bu hususta
birbiriyle yarış hâlindedir. Herkes, erkekler olduğu kadar, kadınlar da bir zanaat
öğrenirler. Başlıcaları şunlardır: duvarcı, demirci, marangoz, yüncü ve ketenci.
Her aile, bütün adada aynı biçimde olan (üniformalarını i.y.) ve sadece boy, yaş,
cinsiyet ve evliliğe göre değişen elbiselerini kendi yapar. Ütopyanın her sakini,
babasının mesleğini devam ettirir. Mesai, günde altı saattir: öğleden evvel üç
saat, öğle yemeği ve iki saatlik istirahat ve bundan sonra üç saat çalışma.
Akşam saat sekizde yatılır ve sekiz saat sonra kalkılır. Çalışma sırasında deriden
bir elbise giyilir. Bu elbiseler yedi seneliktir. Her şehirde 600 aile vardır ve her
aile 10-16 kişiliktir. Ailenin başında genellikle en yaşlı üye bulunur. Ailelerin
ölçüsüz büyümemesine veya küçülmemesine bizzat aileler dikkat ederler.
Artışlarda, üye sayısı küçük ailelere dağıtılır. Her otuz ailenin ortak bir evi
vardır. Burada başkan oturur ve herkes trampet sesini duyunca yemek için
buraya gelir.” (tavukların yemlenmesi gibi i.y .) “Yemekler evlerde de yenebilir,
fakat bu şerefsizlik sayılır. Ütopyanın vatandaşları ancak resmî makamların
müsaadesiyle ülke içinde seyahat yapabilirler.” “Toplum yararına hürriyetin
sınırlandırılması, sosyal disiplin, aile ve ana-baba ile olan münasebetlerin yok
edilmesi, ailevî terbiyenin yerine sosyal terbiye, mülkiyet bakımından eşitlik,
Darvinci ayıklanma...Dram insanla, ütopya ise dünyayla uğraşır. İnsanın
muazzam iç dünyası, ütopyada hayalî bir yardımcı mevkiine indirilmiştir.
İnsanın ruhu yok kabul edildiğinden, bu görüş ütopyanın şartlarındandır.
Ütopyada insanî/beşerî problemler yoktur. Bu ise, ahlâkî problemlerin de
yokluğu demektir. Ütopyada insanlar yaşamazlar, sadece
fonksiyonlarını yaparlar. Yaşamazlar, çünkü özgürlük yoktur. Burada insanın
şahsiyeti yoktur. ‘İyi’ veya ‘kötü’ tabirleri burada bir anlam taşımaz. İlmî
denilen sosyalizm de dâhil olmak üzere, hiçbir ütopyada değer yargıları
bulunmaz. Her şey şemadır.” (s. 244-247) “Güneş Devleti Hıristiyanlığın asıl
gayelerinden vazgeçmek demektir ve Avrupa’da ve dünyada sosyo-ekonomik
teoriler çağının başlangıcı sayılmaktadır. Hz. Îsâ, insan ruhunun kaderi ve
kurtuluşu ile ilgileniyordu; ütopya ise, ebedî ahenk ve barışın hüküm süreceği
ideal bir toplumla ilgili safça bir hayaldir. Campanella’nın ütopyasında
insanlar, üretim, tüketim ve iş bölümü münasebetlerinde kaybolmuşlardır.
Ütopya, ateistlerin inancıdır, inananların değil. Denilebilir ki, ideal
denilen toplum, ta yaradılıştan beri imkân dışıdır. İnsan nesli (Hz. Âdem’den
beri) sürekli çatışma, huzursuzluk, memnuniyetsizlik ve dramla karşı karşıyadır:
“İnin buradan (cennetten), biri birinize düşman olarak, bir vakte kadar” (Kur’ân,
2:36). “Ütopyanın İdeal toplum(u), kişiliğinden sıyrılmış kuşakların monoton ve
sonsuz olarak birbirini izlemesi demektir. Bunlar doğurur, üretir, tüketir ve
12
ölürler. Ütopya düzeninde, Yaratılış Gerçeği ve insanın varoluşuna Allah’ın
müdahalesi, imkân dışı bir hayaldir. Bütün ütopyaların Allah’a ve dine fanatik
muhalefeti bu yüzdendir. Toplumun (ütopyalara göre) ideal bir şekilde
düzenlenmesi ve ütopya kâhinlerinin, toplumu ve menfaatlerini (yararlarını) en
yüksek kânun olarak ilân etmelerine karşı, Allah en yüksek kânunun insan
olmasını istiyor. Dünyanın bir imtihan yeri olabilmesi, insanın en yüksek değer
olarak liyakatini gösterebilmesi için, ona özgürlük vermiştir. Bu durumda,
ütopyanın mümkün olduğuna inanmak, insan ruhunun inkarını temel almakla
mümkündür. (Halbuki) İnsan, hayvan olmayı reddeden hayvandır.” (s.
258-262) “Ütopyada, çocuk dünyaya getirmek de, duygusal olan her şeyden
sıyrılmıştır ve o da bir çeşit fonksiyon veya üretim şeklidir ki, Platon’un
Cumhuriyet’inde bu çok ayrıntılı olarak görülür. Engels de gayet açık olarak
konuyu vurgular: “Materyalist (maddeci) anlayışa göre eninde sonunda tayin
edici faktör üretim ve hayatın reprodüksiyonudur. Üretim ise iki türlüdür: bir
taraftan hayat için gereken araçları, gıda, giyim, mesken ihtiyaçlarını sağlamak,
öbür taraftan insanların kendilerini üretmek, nesillerini devam ettirmek. Ve daha
sonra: “Görülecek ki, kadının kurtuluşu için ilk şart, kadınların tümüyle tekrar
kamu iş hayatına sokulmasıdır. Bu ise ailenin sosyo-ekonomik (en küçük) birlik
olarak ortadan kaldırılmasını gerektirecektir.”

(Halbuki kapitalizm ve sosyalizm öncesinde (Türkiye 1980’e kadar o durumdaydı) aile


üretici bir birimdi; makarnadan (evde yapılan erişte(gün hamuru)den) tarhanaya, reçellere,
evde yapılan ekmekten yufkaya, turşulara, evde dokunan, örülen, dikilen, halı, kilim, gömlek
ve hırkadan, evde yapılan yoğurt ve peynire kadar. Şimdi ise aile tamamen tüketici bir
kurumdur. Eski aile kendi kendine yeten yapısıyla, dışa karşı her konuda bağımsızlığını
koruyabiliyordu. Şimdiki aile yapısı ise, (ekonomik, kültürel...) dış etkilere tamamen bağlıdır.
i.y.)

“Engels şöyle devâm ediyordu: “Üretim araçlarının ortak mülkiyete geçmesi ile
aile toplumun ekonomik bir birimi olmaktan çıkar. Özel ev idaresi (ekonomik
olarak), bu suretle son bulur ve sosyal endüstrinin bir parçası hâline gelir.
Böylece çocukların bakım ve eğitimi kamuya âit bir iş olur ve toplum (yani
sosyalist partinin denetimindeki iktidar) bütün çocuklara, (çocuk) meşru olsun,
gayr-ı meşru olsun, aynı şekilde özen gösterir.( F. Engels, The Origin of The
Family, Private Property and the State, New York 1942; 1884 baskısına
önsöz ve s. 67) Marks’a göre ailenin adım adım ortadan kalkması, insanın
toplumlaşmasını, tam anlamıyla sosyal bir varlık hüviyetini kazanmasını
sağlamaktadır. Fransa’daki ve dünyadaki feminist hareketin önderlerinden olan
Fransız yazarı Simone de Beauvoir (1908-1986) bu konuda çok açık konuşur:
“Aile efsanesi (efsane demektedir aileye i.y.), analık ve analık iç güdüsü yok
oluncaya kadar, kadınlar baskı altında kalmaya devam edeceklerdir. (Saturday
Review, September 1975, New York)” (Bu kadın, Simone de Beauvoir lezbiyendir ve
hayatı boyunca hep sapık/haram/gayr-i ahlâkî ilişkiler içinde olmuştur. i.y.) “(Çağdaş
medeniyet veya) Uygarlık (denilen şey), aileyi sadece (böyle yazı ve
13
söylemlerle) teorik olarak değil, uygulamada da ortadan kaldırmaktadır.” “Aile
içinden önce erkek dışarı çıkmıştır; sonra kadın sonra da çocuklar.” “Evliliklerin
azalması, boşanmaların artması (ve çekirdek aile(ye bile razı olmazken)tek
kişilik ailelerin ortaya çıkışı.” (s. 262-265) “(Böyle görüşler ileri sürülmüş olsa da)
Bütün dinler, aileyi insanın yuvası, anneyi de ilk ve yerine kimsenin
geçemeyeceği bir mürebbi (terbiyeci, eğitimci) olarak görüp, yüceltmeye devam
edeceklerdir. Öbür tarafta, bütün ütopyalar sosyal eğitim, gündüz bakım evleri,
kreşler ve çocuk bahçelerinden heyecanla söz edeceklerdir. Ama sözü edilen
bütün bu kurumların, adları ne olursa olsun, ortak bir tarafı vardır: annenin
yokluğu ve çocukların ücretlilere terk edilmesi. Anne, insanı dünyaya getirir ve
yetiştirir; çocuk bakım evleri ise, toplum üyesini yani ütopyanın gelecekteki
mensubunu eğitir. Çocuk bakım evi, fabrikadır (hatta günümüzde olduğu gibi
resmen ticarî bir kurumdur i.y.), eğitim makinesidir (kuluçka makinesi gibi). En
üstün varlık olan insanın terbiye edilmesi ve yüceltilmesi (kâmil/olgun hâle
getirilmesi) yerine, burada, sanki tavuk yetiştiriliyormuş gibi, teknolojik bir
süreçle karşı karşıyayız. Marks, Kapital’de açık açık zaten bunu istemişti:
“Çocukları (başkalarından değil) ana-babalarından, mümkün olduğu kadar
koruyun” (Çağdaş medeniyet veya) Uygarlık, bilhassa analık kavramını küçük
düşürmüştür: satış, mankenlik, bakıcılık, sekreterlik, temizlik işleri gibi
meslekleri, analık görevine tercih etmiştir. Uygarlık, analığı kölelik ilan ederek,
kadına ondan (ana olmaktan) kurtulmayı vaat etmiş ve kadını, ailesinden ve
çocuklarından ayırarak (uygarlık kendisi buna “kurtararak” diyor), kadını
memur veya işçi yaptığını övünerek belirtmiştir. Gündüz bakım evleriyle,
huzurevleri (esasında huzursuz evler: huzurun olmadığı evler i.y.) bize sunî (yapay)
doğumla, sunî ölmeyi hatırlatmaktadır. Konforun varlığı ile (fakat) sevgi ve
sıcaklığın yokluğu her ikisinin ortak özelliklerindendir. Her ikisi de aileye karşı
olan muhalefetin bir ifadesi ve insan hayatında kadının rolünün değişmesinin bir
sonucudur. Anne-babayla olan münasebetlerin adım adım tahrip edilmesi
onlarda (kreş ve huzurevlerinde) ortak bir özelliktir; kreşlerde anne-babasız
çocuklar, huzur evlerinde ise çocuksuz ana-babalar. Her ikisi de
(çağdaş) uygarlığın ‘harikulade ürünü’ ve her ‘ütopyanın ideali’dir.
‘Anne ve aile’, ‘dini dünya’ anlayışına aittir, tıpkı müstahdemler ve
gündüz bakım evlerinin ‘öteki’ anlayışa ait oluşu gibi.” (s. 267-272)

YAHUDİLİK TÂRİHİ = İKTİSAT TÂRİHİ

“Yahudilik târihi, dünyanın iktisâdî (ticârî) gelişme târihidir. Bu


meselede Sombart (1863-1941) önemli bir çalışma üretmiştir.”

(Sombart, Werner(1911): Die Juden und das Wirtschaftsleben. Leipzig: Duncker (The Jews
and Modern Capitalism) (Yahudiler ve Modern Kapitalizm) www.mailstar.net/sombart-jews-
capitalism.pdf wikipedia’ki ifâde şöyledir: Sombart puts the Jews at the core of
(capitalism’s) development. This book was seen as philosemitic when it appeared, but

14
several contemporary Jewish scholars describe it as antisemitic at least in effect
(www.en.wikipedia.org/wiki/Werner_Sombart)
(...Weber (1864-1920)’in, Protestanlığı (Kalvinizm’i) kapitalizmin doğuş ve yükselişinde öncü
olarak kabul etmesine rağmen, Sombart, kapitalizmin büyümesinde Yahudiliği merkeze
koymuştur. Sombart’ın Yahudiler ve Modern Kapitalizm isimli çalışması 1911 yılında
yayınlandığında, Yahudilere sempati gösteren bir kitap olarak görüldü. Fakat çeşitli çağdaş
Yahudi yazarlar ve akademisyenler, kitabı sonuç olarak ve etkisi açısından Yahudi karşıtı bir
kitap olarak değerlendirirler. (Herhalde, Yahudilerin kapitalizmin gelişmesindeki rolünü
deşifre edip, büyüttüğünden ve sonuçta, Yahudilere karşı, başta Nazi Almanyası’nda olmak
üzere, dünyada Yahudi aleyhtarlığına sebep olduğundan ötürü i.y.)

ŞEHİR-İKTİSAT VE YAHUDİLER

“Atom ilmi (de), başlangıçta “Yahudi ilmi” olarak adlandırılıyordu.


Siyasî ekonomi de böyle adlandırılabilir. Düşünüldüğünde atom fiziği, siyasî
ekonomi ve sosyalist düşüncelerin en büyük isimlerinin hemen hemen istisnasız
Yahudi olması gerçeği hiç de tesadüfî değildir. Yahudiler, her zaman kültüre
iştirak etmezler, uygarlığa ise her zaman iştirak ederler. Onların sahneye
çıkması, zeval bulan (batan) bir uygarlıktan, yeni doğan başka bir uygarlığa
geçme olarak takip edilebilir. Bu ortaya çıkış Batı tarihinde de
tekrarlanmaktadır. “Bütün ortaçağ boyunca Yahudilerin, Hıristiyan
memleketlerin kültürü üzerinde herhangi bir tesirleri olmadı” diyen Betrand
Russell (1872-1970), bu tespiti yapıyor. Şehir, bir kültür içinde köy üzerinde
hâkimiyetini kurar kurmaz Yahudiler ortaya çıkarlar. Yahudiler ancak, şehir
kavramları çerçevesi içinde yaşayıp düşünebilirler. Her önemli şehrin
Yahudi kolonileri vardır: eskiçağda Sur, Sayda, Antakya, Kudüs, İskenderiye,
Kartaca ve Roma, Müslüman İspanya’da Kurtuba, Gırnata, Toledo ve Sevilla,
yeniçağın başlarında Amsterdam, Venedik ve Marsilya, bugün ise dünyanın ve
bilhassa ABD’nin bütün büyük merkezleri -işte Yahudilik târihi-. Kolomb’un
girişiminin Yahudilerce finanse edilmiş olmasında ve başlangıcından itibaren
uygarlığı tecrübe etmeye başlayan Yeni Dünya’nın keşf edilmesine hatta
doğrudan doğruya katılmasında Yahudilerin bu etkisinde biraz da sembolizm
vardır. Kolomb’un kendisinin Yahudi olduğuna dair kuvvetli iddialar bile
vardır.”
(Zaman zaman bu konuda haberler Batı basınında çıkmaktadır. 22 Mayıs 2012’de
Huffington Post’taki yazıda da, Aliya İzzetbegoviç’in 1980’deki yazdıkları (güçlü
kanıtlar olmadığı bildirilerek) hemen hemen aynen tekrarlanmakta ve Yahudilerin o
tarihlerde İspanya Engizisyonunun ağır baskısı altında işkence çektikleri, Kolomb’un
da gizli Yahudi olduğu ve Amerika seferinin de, zorla (korkudan) Hıristiyan yapılmış iki
Yahudi zengini Louis de Santangel ve Gabriel Sanchez tarafından finanse edildiği
yazılmaktadır. “Kristof Kolomb’un Tarihçiler Tarafından İncelenmiş Yahudi Kökenleri”
Christopher Columbus’ Jewish Roots Examined By Historians https://www.
huffingtonpost.com/2012/05/22/christopher-columbus-jewish_n_1534928.html
Konuyla ilgili daha yeni bir haber İsrail’in Haretz Gazetesi’nde 5 Ekim 2014’de
çıkmıştır: https://www.haaretz.com/world-news/the-first-jew-in-the-new-world-

15
1.5311155 Daha da yeni bir haber, 27 Mart 2017’de yayınlanmıştır: https:// www.
breakingisraelnews.com/85655/christopher-columbus-jew-led-belief-prophet-
isaiah/#ISsj7yxOYY44C6zI.97 i.y.)

“Ve en yeni çağın, atom çağının babası sayılan kişi de Yahudi olan
Einstein(1879-1955)’dır. Yahudiler her zaman haricî (dış) ilerlemenin hamileri
olmuşlardır; tıpkı Hıristiyanların dahilî (içsel) ilerlemenin hamileri olmaları gibi.
Hıristiyanlığa göre, insanın meyil (eğilim) ve enerjisi, birbirine ters iki
istikamette, yani Sema’ya ve Arz’a doğru bölünmemelidir. “Hiç kimse iki
efendiye hizmet edemez: ya birisinden nefret edip ötekini sevecek, ya da birisine
bağlanarak, öbürünü ihmal edecek. Siz hem Tanrı’ya hem Mammon’a (para,
servet, aç gözlülük tanrısı) hizmet edemezsiniz” (İncil, Metta’ya göre, 6/24) Bu
düşünceyi Tolstoy şöyle ifade etmektedir: “İnsan aynı zamanda hem kendi
ruhuyla, hem de dünyevî işlerle uğraşamaz. Eğer dünyevî menfaat
(yarar)istiyorsan, ruhunla uğraşmaktan vazgeç, fakat eğer ruhunu korumak
istiyorsan, o zaman dünya işlerini bırak. Yoksa kendini mahvederek, ne buna ne
de şuna sahip olacaksın” Ve devamla: “Bedenin himayesi için kullanılan şeyler
-zenginlik, yüksek mevki, şan gibi- arzu edilen hürriyeti sağlayamaz, aksine
köstekler. Daha geniş hürriyete kavuşmak isterken, insanlar, günah, rezalet ve
hurafelerden (kendilerine) zindanlar yapar ve kendilerini içine hapsederler.” (s.
277-279) “İslam ise, yüzünü dünyaya çevirmiş olan bir dindir. İslam ile
Hıristiyanlık arasındaki benzerlik ve farklılık işte buradadır. Bazılarına göre
İslam’ın tamamen Yahudi unsurları vardır; fakat bu arada Yahudilikle hiç
alâkası olmayan unsurlar da mevcuttur. Dinleri sınıflandırırken Hegel (1770-
1831), İslam’ı, Yahudiliğin doğrudan doğruya bir devamı olarak görmüştür.
Hegel’in bu görüşü, Hıristiyanlığın tesirine yorumlanabilir. Buna benzer olarak
Spengler “Eyüp Kitabı”nı İslamî olarak vasıflandırmıştır. ...Hıristiyanların, Hz.
Muhammed’in ‘fazlasıyla insanî olan doğası’na hücûm etmeleri, esasında onu
yanlış anlamalarından ileri geliyor. Hz. Muhammed’in “ancak insan” olduğunu,
Kur’ân’ın kendisi vurguluyor (Kur’ân, 17:93; 18:111; 40:6) ve bu konuda
gelecek olan hücumları şöyle dile getiriyor: “Bu Peygambere ne oluyor ki,
yemek yiyor ve pazarlarda dolaşıyor?” (Kur’ân, 25:7) Cami ile kilise arsındaki
bir karşılaştırma da faydalı olur: cami insanlar için (normal) bir yerdir, kilise ise
‘Tanrı tapınağı’dır. Camide maksada uygunluk havası vardır, kilisede ise mistik
bir hava. Cami, sürekli olarak olayların cereyan ettiği merkezî bir yerde, çarşı
içinde ve mahallenin ortasındadır. (Aziz Bernard (ise), kilise ve manastırların
şehirlerden mümkün olduğu kadar uzak yerlerde inşa edilmesini istemişti. (K.
Clark, Civilization (Medeniyet) Kilise ise yüksekçe yerler ister. Kilise mimarisi
tekellüflü sessizlik, karanlık, yükseklik, uhrevîlik vurgulamaya eğilimlidir.”
(Hele Hz. Muhammed’in yaşamı ve sonrasında İslam’ın ilk yüzyılında cami, kapısı bile
olmayan bir yapıdır. Hz. Osman’ın (süsleme yapmaksızın sadece iyi taş kullanıp,
Peygamber’in yaptığı binayı tekrar inşa etmesi bile büyük tartışmalara sebep olmuştur. i.y.)
“İnsanların bir gotik katedrale girerken, sanki bambaşka bir âleme girermiş gibi

16
bütün dünyevî dertlerini dışarıda bıraktıkları doğrudur. (K. Clark) Camide ise,
tam tersine, insanlar namazdan sonra, (devlet başkanı seçimi gibi) bazı dünyevî
işleri de yaparlar. Aralarındaki fark işte budur.” (s. 282-287) (Cuma namazı
bitince, hemen dağılınması ve ticarete devam edilmesi konusundaki ilâhî emir; Kur’ân’daki
Cuma suresinde gayet net olarak görülür. i.y.) “İşte ‘İslam’ın materyalizmi’ denilen,
İslam’ın içindeki doğal ve toplumsal unsurlar, İslam dünyasını durmadan
Avrupa’dan gelen aşırı materyalist fikirlere karşı dayanıklı kılmaktadır.
İhtilâl(devrim) öncesi (1917) Rusya’(sın)da, donkişotvârî Hıristiyanlık, sol
cereyanların hayata geçirilmesi akımına, herhangi bir engel teşkil etmiyordu.
Müslüman memleketlerde ise Marksist ihtilallerin yokluğu veya başarısızlığı,
hiç de tesadüf değildir. İslam’ın Marksizm’e ihtiyacı yoktur. Ahd-i Kadîm’in
(Tevrât’ın) sert realizminden birazı Kur’ân’da da vardır. Avrupa’da Marksizm
ise, Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığın tamamen dışarı attığı Ahd-i Kadîm’deki
Yahudi unsurunun bir yedeği veya telafisi mahiyetindedir. Ahd-i Kadîm ile
Kur’ân arasındaki benzeşen noktalar en fazla, görevlerine lâyık olmayan
iktidar sahipleri ile kibirli zenginlere karşı kullanılan ifadelerde
bulunabilir. Kur’ân, gururlu büyüklere (7:71); günahkâr asilzadelere (6:123);
yüksek mevki sâhiplerine (7:59); israfçı zenginlere (34:34) vs. lere çatmaktadır.
Bu konu, Yahudilik ve İslam’ın toplumsal yöndeki angajmanlarının bir
ifâdesidir. Batı’daki akılcı Protestanizm, ihtilâlci tahriklere karşı daha çok
dayanıklı görünmektedir ve bu açıdan bakıldığında, Protestanlık, İslam’a
Katoliklik’ten daha yakındır.” (s. 292)

TARİHTE YOKSULLARIN YARARINA İLK VERGİ

“Dinin İslam’a dönüşmesi, zekât örneğinde de izlenebilir. İlk zamanlarda, Hz.


Muhammed’in daha Mekke’de bulunduğu senelerde, zekât, gönüllü olarak
verilen bir yardım, yani sadaka şeklindeydi. Medîne’de İslam cemaatinin
oluşmasıyla, o zamana kadar sadece manevî olan cemaatin, devlet olması
yolundaki tarihî an gelince, Hz. Muhammed, zekâtı kanunî bir
mükellefiyet(yükümlülük) olarak, fakirler için zenginlerden alınan bir vergi
–bildiğimiz kadarıyla tarihte yoksuların lehinde ilk vergi- olarak kabul etmeye
başladı. Hıristiyan sadaka kurumunun önüne ‘mecburiyet’ işaretini koymakla,
İslam, Jacques C. Risler’in La Civilisation Arabe(Arap Medeniyeti) (Paris
1955) adlı eserinde ‘mecburî sadaka’ diye isabetli olarak adlandırdığı zekâtı
ortaya koymuş oldu. İbadeti namaz yapan aynı mantık, şimdi, sadakayı zekât
yapmıştır. Zekâtın ilânıyla İslam sosyal bir hareket olarak ortaya çıkmıştır.
Zekât gerçek anlamın ancak, Medîne’de cemaatin oluşmasıyla kazanmıştır.
Mekke’de inen ayetlerde, zekâttan sadece sekiz yerde söz edilmesine karşılık,
Medîne’de vahy edilen ayetlerde 22 defa zikredilmiş olması gerçeği, zekât
kurumunun bu mahiyetine bir bakıma kuvvetle işaret etmektedir.”
(Kur’ân’da, Îsâ peygamber de dâhil, diğer bazı peygamberlerin de, toplumlarına zekâttan
bahsettiklerine dair ayetler vardır. Fakat belki onların şeriatlarında İslam’ın mecburî

17
kılmasından farklı olarak, zekâtın gönüllülük esasına dayalı olarak verilmesi isteniyordu.
i.y.)

YOKSULLUK SADECE (BAZI ŞEYLERDEN) MAHRÛMİYET


DEĞİLDİR

“Zekât, yine tek yönlü olmayan bir fenomene cevaptır. Bu fenomen


yoksulluktur, yoksulluk ise sadece toplumsal bir problem değildir. Sebebi yalnız
mahrumiyet değildir, kötülük de vardır. Mahrumiyet onun dış görünüşüdür, iç
tarafı ise günahtır. Yoks, refah ülkelerinde görülen fakirlik nasıl izah edilebilir?
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, insanlığın üçte biri devamlı olarak yetersiz
beslenmektedir. Sebebi nedir acaba? İmkânların kıtlığı mı yoksa
merhametin yokluğu mu ? Yoksulluk probleminin her çözümü, kabahatin
itirafını da kapsamalı; yani esasında pişmanlık duyulmasını da gerektirmelidir.
Böyle bir çözüm, insanların eğitilmesi meselesi olduğu kadar, millî servetin âdil
bir şekilde dağıtılması; terbiye, sevgi, yakınlık olduğu kadar, sosyo-politik tedbir
de olmalıdır. Sefalet problemdir, aynı zamanda da günahtır. Mülkiyetin
değişmesiyle (ancak) çözülür; fakat kişisel çaba, eğilim ve iyi niyet de
gereklidir. Çünkü mal sahipleri de değiş(ebil)ir, fakat baskı hevesi ile kin ve
nefret insanların ruhlarında kalırsa, hiçbir (iyi) sonuç elde edilemez. Hıristiyan
dinî inkılapları ile sosyalist devrimlerin başarısızlıklarının sebebi burada
yatmaktadır. (Muhtemelen İslam’ı ana kaynaklarından okumamış olan) Albert
Camus’ya: “İki bin senedir dünyada kötülüğün miktarı hiç azalmamıştır. Ne
ilâhî, ne de devrimci hiçbir devlet, gayesine ulaşamamıştır” dedirten de budur.
Dinî devrimler fazlasıyla dinî, sosyal devrimler ise fazlasıyla sosyal idiler, dinî
inançlarını yaymaya çalışanlar siyasetten ve (dolayısıyla bu siyasetin emrinde
olan bir) kuvvet(i) kullanmaktan kaçınıyorlardı. Sosyalizm ise, insanları
(devletin zor kullanmasıyla zenginlerin servetini fakirlere vermekten başka bir
çare olmadığını savunarak) kaba kuvvetin tek yol, merhametin ise aldatmaca
olduğuna ikna etmeği bir görev olarak görüyordu.”

“KASALARLA BERABER, GÖNÜLLER DE AÇILSIN”

“(İşte tam bu noktada) İnsanın (aynı zamanda) siyaset olan (bir) dine ve
yine (aynı zamanda full) ahlâk olan (bir) siyasete veya sosyal
(toplumsal) mükellefiyet (yükümlülük) yani vergi olabilecek bir sadaka
çeşidine ihtiyacı vardır. Böylece işte, zekâtın tarifine varmış oluyoruz.
Zekâtta (onu ödeyen) insanların durumu yansımaktadır. Zekâtın daha çok vergi
mi, yoksa kişiler arasında gönüllü bir iş mi olacağı, onlara bağlıdır. Çünkü,
zekât, kasalarla beraber, gönüller de açılsın ister. Zekât, üst seviyelerden
akan, muazzam bir kıymetler nehri ve aynı zamanda kalpten kalbe, insandan
insana irtibat kuran şefkat ve yardımlaşma ruhudur. Zekât, yoksulların sefaletini
ve zenginlerin kayıtsızlığını bertaraf eder, insanlar arsındaki maddî farkları

18
azaltır ve insanları biri birine yaklaştırır. İslam’ın gayesi, zenginliği kaldırmak
değil, fakirliği bertaraf etmektir.”

ZEKÂTIN TERBİYE EDİCİ ETKİSİ VE FRIEDMAN

“Peki fakirlik nedir? Fakirlik: normal hayat için lâzım olan şeylerin yokluğu
veya mutlaka lâzım olan asgarî (en az) miktardan daha az kıymetlere sahip
olmaktır. Hayat için asgarî miktar ise doğal (ve tarihî) kategoridir ve kişiye ve
ailesine, toplumun gelişme seviyesine ve maddî imkânlarına uygun olarak maddî
ve kültürel ihtiyaçlarını sağlaması için yetecek kıymetler toplamını
oluşturmaktadır. Toplumun görevi tam bir eşitlik gerçekleştirmek olmayıp, her
şeyden evvel herkese mutlaka lâzım olan bu asgarî (en az) miktarı sağlamaktır.
İslam’ın sosyal tedbirleri buna uygun olarak yoksulluğun ortadan kaldırılmasıyla
sınırlı kalmıyor. Yani mülkiyet eşitliğini isteyen talebi kapsamıyor. Çünkü
(böyle bir eşitliği) ahlâkî ve ekonomik bakımdan haklı gösteren girişimlerin
kıymeti şüphelidir. Öte yandan, zekâtla ilgili tartışmalar, genellikle hangi
maldan ne kadar vermek gerekiyor meselesine yoğunlaştırılmıştır. Fakat zekât
kurumu için yüzdelik ve sayılardan daha önemli olan özellik, dayanışma
prensibidir. Asıl mühim olan, toplumun zengin tabakasının yoksul tabakasına
karşı yükümlülüğünün bulunduğu prensibidir. Hiç şüphe yok ki, gerçek İslâmî
düzen, bu prensibi gerçekleştirmeye çalışacaktır ve bunu yaparken, din
âlimlerimizin titizlikle tartıştıkları yüzdelik miktarının aşılıp aşılamayacağı
meselesine de pek ehemmiyet vermeyecektir. Bu gayeye ancak, zenginlerin
zekâtlarını yoksulların ihtiyaçlarına uygun olarak verdikleri takdirde
ulaşılacaktır. Fakirlerin hakkı olan zekât (Kur’ân, 70: 24-25), diğer haklar gibi,
gerekirse zorla alınacaktır. Ekonomi sahasındaki çalışmalarıyla 1976 Nobel
ödülünü alan Milton Friedman’ın (1912-2006) ‘olumsuz vergi’ (negative income
tax) hakkındaki ilginç düşüncesini burada mukayese için kaydedelim. Bu
düşünceye göre, Maliye Daireleri kazancı yetersiz olanlara “olumsuz vergi’
ödeyeceklerdi. “(Zenginlerden vergi olarak toplanan) Sosyal paralar verimsiz ve
müthiş pahalı sosyal hizmetlere sarf edilmek yerine, gerçekten muhtaç olanlara
dağıtılsaydı, ABD’de yoksulluk çoktan yok olacaktı.” Friedman böyle diyor.
Friedman’ın bu fikri, kuvvetli bir şekilde zekâtı hatırlatıyor.”

SESSİZ DEVRİM: VAKIFLAR

“İslam’ın uygulama sahasına konulan ve alışkanlık hâline gelen bu zekât emri -


ki bazı bilginlere göre Kur’ân’da 82 defa geçiyor- (zekât, sadaka ve infak kelimeleri
ve türevleri kastedilmiş olabilir i.y.) sayesinde Müslüman toplumunda vakıf
kurumunun yayılışı suretiyle sessiz bir devrim gerçekleştirmiştir. Bu
kurumun, anlamı ve yayılışı itibariyle, diğer medeniyetlerde eşi yoktur. Hemen
hemen hiç bir Müslüman ülke yok ki, genel halkın istifadesi için muazzam
mallar vakfedilmiş olmasın. Kur’ân’da vakıf açıklıkla zikredilmiş olmamakla

19
beraber, bu yaygınlık tesadüfî değildir. Vakıf, yardımlaşma ruhunun bir meyvesi
ve zekâtın terbiye edici etkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu
insanî kurum, bazı önemli sosyal(toplumsal) gayelerin zor kullanılmadan
gerçekleşeceği ümidini vermektedir. Ahlâkî maksatların hizmetinde maddî bir
kıymet olarak vakıf, ekonomi sahasında önemli değişikliklerin maddî menfaat
(yarar) söz konusu olmadan da, meydana gelebileceğini göstermektedir. Bu
yönüyle vakıf kurumu “doğal iktisat kanunları” denilen şeye zıttır
ve siyasî iktisat açısından bakıldığında bir anomali (metodolojiye
aykırı, normalin tersi bir) örnek oluşturmaktadır. Fakat iki yönlülüğü
(insaflı bir ekonomik kategori) göz önüne alınırsa, vakıf, tipik bir İslâmî kurum
olarak meydana çıkar.”

ZEKAT TEMBELLİĞE TEŞVÎK EDER Mİ?

“İnsanların, kendi durumlarını kişisel çabalarla düzeltme merakını –bazılarınca


iddia edildiği gibi - acaba zekât olumsuz etkiler mi? Bir defa, her hangi bir şahsî
gayretle giderilmesi imkânsız birçok dert ( doğuştan noksanlıklar, sakatlık,
afetler) vardır. Bundan başka, zekât bu konuda bütün uygar ve bir bakıma uygar
olmayan toplumların da tanıdığı, diğer yardımlardan farksızdır. Meselâ ABD’de
1965 yılı bütçesinde “fakir Amerikalılara yardım” için bir milyar dolarlık bir
ödenek öngörülmüştü. Bu önemli meblağın dünyanın en müteşebbis (girişimci)
ülkesinde insanların çalışma istekliliği üzerine olumsuz etki edeceğinden kimse
korkmuyordu. Yine MIT (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) profesörlerinden
Lester Thurow (1938-2016 ), bilakis bunun tam tersini ispat ediyor. Bu ünlü
iktisatçı, sosyal vergilerle ekonomik verimlilik arasında bir çatışmanın
bulunmadığını ve sosyal programların sosyal bakımdan adaletli olduğu kadar,
ekonomik bakımdan da verimli olabileceğini iddia ediyor. Sosyal ödemelerin,
bol bol olursa, insanları tembel ve şımarık yapıp, ülkenin ekonomisine zarar
vereceği görüşünü reddederek diyor ki: “En zengin ile en yoksul tabakalar
arasındaki farkı azaltmak maksadıyla sosyal özelliği kuvvetli olan programlar
uygulayan İsveç, İsviçre, Danimarka, Norveç ve hatta Federal Almanya gibi
memleketler ABD’yi geçmektedirler. Burada da üçüncü yol (İslam), insana en
yakın ve dolayısıyla en etkili yol olarak ortaya çıkıyor. Namaz ile zekât
arasındaki birlik, Kur’ân’ın aralarındaki bağı sık sık belirtmesiyle tespit
edilmiştir. Abdullah b. Mes’ûd’un rivayeti şöyledir: “Namaz kılmak ve zekât
vermek size emrolunmuştur. Zekât vermeyen kişi, namazdan da nasibini
(sevabını/bereketini/zevkini) alamaz.” Bu görüş ancak, din ile amel
(eylem/hareket/davranış), insan ile insanlık arasında ayrım yapma yasağı olarak
anlaşılabilir. Yani burada esasında, açıkça bir İslâmî yasak söz konusudur. Hz.
Ebû Bekir de, zekât vermeyi reddeden kabîlelere karşı zor kullanmaya karar
verirken, aynı düşüncelerle hareket etmişti: “Vallahi, namaz ile zekât arasında
ayrım yapan herkese karşı savaşacağım” “Namaz kılın ve zekât verin” formülü,
“iman edin ve iyi amellerde/davranışlarda bulunun” diyen daha esaslı ve daha

20
genel “iki kutuplu” başka bir formülün özel şeklidir. Bu formül ise, Kur’ân’ın
dinî, ahlâkî ve sosyal emrinin temel ifade suretidir: Kur’ân’ın bir ayetinde bu
konu belirtilmektedir: “İman edip, iyi işler yapan ve namaz kılıp zekat veren
kimselerin, Rableri katında ödülleri vardır; onlar için korku yoktur,
hüzünlenmeyeceklerdir de.” (2: 277) (s. 301-302)

“İslâm’ın beşinci şartı olan Hacc’a gelince: o nedir? Dinî merasim mi, ticarî fuar
mı, siyasî toplantı mı? Yoksa hepsi beraber mi? Hacc, açıkça dinî bir
merasimdir, fakat “İslâmî” tarzda, yani hem bu, hem de diğerleridir. İslam’ın
dualizmi sayısız yerlerde kendini gösterir. Kur’ân’ın şu ayetine bir göz atalım:
“Allah kasıtsız olarak ağzınızdan çıkıveren yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu
tutmaz. Fakat kalplerinizin azmettiği (kastî/bilerek) yeminler yüzünden sorumlu
tutar. Bunun da keffâreti, ailenize yedirmekte olduğunuzun orta(derece)sından
on yoksulu doyurmak veya giydirmek yahut bir köle azad etmektir. Fakat kim
bunlara güç yetiremezse, üç gün oruç (tutması lâzımdır).” (Kur’ân, 5:89)
Keffârette öncelikle (kendi) dış(ındaki) dünyaya faydalı olacak sosyal
(toplumsal) ameller (hareketler) tercih edilecektir; ancak bunlar mümkün
olamadığı taktirde, sırf manevî bir eylem (oruç), onların yerine geçer. İslam’ın
alkol yasağı yahut temizlik emri de böyledir. Dinî olmaktan çok, sağlığı koruma
açısından önemleri üzerinde durulmalıdır. Günde beş defa abdest almak, bugün
özellikle çok nüfuslu büyük şehirlerde mikropların yayılmaması açısından çok
önemlidir.” (s. 304-305)

PAKİSTAN-İRAN VE BACON

“İslam’da madde, birçok güzel ve ulvî(yüce) gaye için araç olarak görülmektedir
(meselâ: namaz için beden lazımdır, zekât vermek için de (fazla) mal gerekir).
Yani ‘maddî dünya, şeytanın mülkü’ değildir, ‘beden de günahın yuvası’
değildir. Kur’ân, insanın en büyük ümitlerinin bağlandığı âhireti bile, dünyevî
renklerle tasvîr etmekten (resimlemek/betimlemek) çekinmiyor. Bu yüzden de
İslam, zaman zaman (bazı) Hıristiyan bilginlerce, bir dine lâyık olmayan
şehvâniyetle (nefsânî arzûlara (egonun isteklerine) uyma) suçlanacaktır. Ne var
ki bu husus, ancak maddî dünyanın İslam’a yabancı olmadığını ve dünyayı
reddeden Hıristiyan zihniyetinin İslam’da bulunmadığını açıklamaktadır.
Kur’ân’ın bazı ayetlerinde düşünme için merak uyandırılıp, araştırma ruhu
teşvik edilmektedir. (Kur’ân, 21:30; 5:4) Bu son zikredilen ayet, zihni özellikle
tahrik ediyor. Tüm kimyanın temelinde yatan problemi ortaya koyuyor. Sonuç:
Hıristiyanlığı sürekli şekilde uğraştıran esasla ilgili meseleler üzerinde bitmez
tükenmez tartışmalara son veren ve dikkati>dünyaya çeviren,
Müslümanlardan başkası değildir. Mistik felsefeden, aklî ilme geçişti bu.
BATI’NIN GÜCÜNÜN TEMELİNDE GÖZLEM VE DENEYSEL
DÜŞÜNME METODU VARDIR

21
Bugün Batı’nın kuvvetinin sebeplerini araştırırken, bu gücün dayandığı
faktörlerin esas itibariyle ordular veya ekonomi olmadığını buluyoruz. Askerî
güç ve (güçlü) ekonomi, sadece (işin) dış manzara(sı)dır. Batı’nın kuvvetinin
temelinde ‘gözlem’ ve ‘deneysel düşünme metodu’ vardır ki, bunlar da
Batı uygarlığına Bacon’dan (1214-1294) miras kalmıştır. Ve Bacon’a da
Araplardan miras kalmıştır. Fransız ekonomist Jean Fourastié (1907-1990) şöyle
yazıyor: “Doğa, toplum ve insanları gözlemlemek: Batı dünyasında bütün
çocukların tabi tutulduğu temel eğitimin ilk merhalesidir. Dış dünyaya gösterilen
ilgi, Brahman veya Budist filozoflarının ilgisine terstir ki, onlar dikkatlerini dış
dünyadan iç dünyaya çeviriyorlar. Bir milletin, Galileo(1564-1642),
Pascal(1623-1662) Newton(1642-1727) ve Claude Bernard’(1813-1878)ın
deneysel düşünme (experimental) prensiplerini edinmeden, çizilen ilerleme
yolunu bulabileceğini sanmak abestir. Ekonomik ve sosyal sahada her ilerleme
için, fikrî (düşünsel) tutumun değişmesi, mücerretten (soyuttan) müşahhasa
(somuta), aklî olandan deneysel olana, durgunluktan hareketliliğe geçiş şarttır.
(Fourastié Civilisacija Sutraşnjice, Zagreb, s. 47-48) Şuurun ilkel seviyesinde
İslam uygulanamaz. Namazı doğru dürüst eda etmek için, zaman ve mekân
bakımından doğru bir ‘yön tayini’ gerekiyor ki, Müslümanlar Mekke’ye doğru
yönelirler, yani mekân bakımından yön tayini yapılır. Oruç da kamerî (ay) yılın
belirli bir ayında tutulur. Zekât için istatistik, sayım ve hesap (muhasebe)
lâzımdır. Hacca gelince, yolculukla ve yine (yılın belli bir) zaman(ıy)la
alâkalıdır ve ancak (hele eski asırlarda) çok uzun bir yolculuğun yükleyeceği
başta ekonomik şartlar olmak üzere pek çok yol problemlerini de bilmek gerekir.
Pakistan’da cami imamları, devlet tarafından genel okuma-yazma kampanyasını
sürdürmekle görevlendirilmişlerdir. Bu, esasında tamamen doğru bir harekettir.
Ancak bu çalışmalar tutarsız bir şekilde ve yeterli derecede enerjik olmayan bir
tarzda yürütülmektedir. Buna benzer bir durum İran’da da vardır. Burada da,
çeşitli okullardan mezun gençler, askerlik hizmetini köylerde halka okuma
yazmayı öğreterek yerine getirirler.” (s. 308-313)

AZİZ DE DEĞİL MELEK DE

“İslam, insanda, doğasını aşan özellikler geliştirme gayreti içinde değildir. İslâm
insanları azîz veya melek yapmak istemez, çünkü böyle bir istek hayalîdir. Biz
asılda ne isek, İslam da bizi öyle, yani insan yapmak ister. İslam, bir çeşit zühdü
tanımakla beraber, hayat, sağlık, zihin, sosyal davranış, mutluluk ve zevke olan
eğilimi yok etmek istememektedir. Tanıdığı zühdü: kan ile ruh, hayvanî ile
ahlâkî arzu ve istekler arasında bir denge unsuru kabul etmektedir... (Diğer
yandan) İslam gerçekten insandan bütün sorumluluğu üzerine almasını
istemiştir. ‘Fakirlik ve ızdırap dolu dünyayı terk zihniyeti’ni ise, bir ideal olarak
ortaya koymamıştır. “Toprağın tuzunu ve büyük tuzlu denizin tuzunu” (André
Gide) tatmasını insana yasak etmemiştir. İnsan için tam ve dolu bir hayat talep
etmiştir. Bu hayat ise, iki koordinat üzerinde durmaktadır: birisi mutluluğa ve

22
kudrete olan meyil (eğilim); öbürü ahlâken yükselmek. Bu temayüller, ancak
mantıkta biri birine zıttır, gerçek hayatta ise birleşir ve karşılıklı olarak biri
birini etkiler.” (s. 314-315)

“Hıristiyan ve genel olarak idealist öğretiler, teoriyle uygulama arasındaki hayal


kırıklığına ve güvensizliğe yol açıyorlar. (Karen Horney, Les Voines Nouvelles
de la Psychoanalyse, Paris 1951) Batı dünyasının tanıdığı nevrozlarla
deformasyonlar kısmen ‘Hıristiyan insan ideali’ ile Hıristiyan ideallerinden
bağımsız olarak teşekkül eden ‘toplumun siyasî modelleri’ arasında süregelen iç
gerginliğin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Kilisenin, ruhları terbiye ettiği,
devletin ise bedene hâkim olduğu vaziyettir, bu. “Tanrı’ya ait olan Tanrı’ya,
hükümdara ait olanı ise hükümdara ver” diyen parolaya göre Batılı insana özel
hayatında Hıristiyan; resmî şahıs veya iş adamı olarak ise Makyavelist
olabileceği öğretilmiştir. İslam’da ise, (günde beş defa) namaz ve (yılda bir ay)
oruç Müslümanları semaya doğru çekerse de, onlar yine iliklerine kadar
insandırlar. Yani fiilî hayata katılıp, tekrar tekrar ona dönerler. İnsanlardan uzak
ıssız yerlere çekilmez ve kendilerini ihmal etmezler ve “Allah’ın helâl kıldığı
güzel ve iyi şeyler”den (Kur’ân 5:90) vazgeçmezler. “Onlar ki, yeryüzünde
huzur ve neşe içinde dolaşıp, (kimseye) zulmetmeden, Allah’ın nimetlerini
ararlar” (Kur’ân). İslam’ı böylece, “hem fizikî hem manevî hayatı sürdürme
veya Kur’ân’ın dediği gibi “bu dünyadan nasibini unutma”dan ebedî hayat için
yaşamak” olarak tanımlarken, diyebiliriz ki, (bütün) insanlar bilinçli veya
bilinçsiz Müslümandırlar. “Eğer İslam bu ise, o zaman biz hepimiz İslam içinde
yaşıyoruz.” (John Wolfgang Goethe).” (s. 314-319)

İŞSİZ KİŞİNİN BEYNİ

“Din, insanın bu dünyadaki kaderini, “yüzünün teri içinde ekmeğini yiyeceksin”


sözüyle çizmiş bulunuyor. İlimle materyalizm, mekanik çalışmanın giderek
insanın yerini alacağını ve çalışma gününün durmadan kısalacağını öne sürüp,
sonunda çalışmasız bir düzen vaat ediyorlar. Bu böyledir; çünkü “din, çalışmayı
sırf çalışma olsun” diye, günaha karşı ahlâkî bir araç olarak ister. Çünkü “işsiz
kişinin beyni şeytanın sevdiği bir ikamet yeridir.”, ayrıca “maddî
hayatın prodüksiyonu ve reprodüksiyonu” dinin gayesi değildir. (Kapitalizm)
Uygarlığı ise, tam tersine, sırf çalışmanın sonucunu veya hatta sırf üretimi göz
önünde tutar. (Zaten) Bir bütün olarak ve faydalı bir faaliyet, birlik olarak ele
alındığında ise, çalışmanın ekonomik fonksiyonu kadar ahlâkî fonksiyonun da
bulunduğu görülecektir. Yoksulluğa karşı bir mücadele faktörü olduğu gibi, kötü
düşünce ve tutkulara karşı da bir mücâdele faktörüdür. Bu hususta çalışma,
tipik İslâmî mâhiyetli bir fenomendir.” (s. 322-323)
MARKSİST DERS KİTAPLARI VE..

23
“Marksizm, teoride genellikle tutarlı, fakat uygulamada ise zarurî olarak
tutarsızdır...Kapitalizmin sosyal sistem olarak gelişmesi, kendilerinden emin
filozof, ekonomist, hukukçu ve ahlâk bilimcilerinin ona dair yazdıkları teorilerin
tesirlerinin tamamen dışındadır. Bu gelişme ekonomik tabanın, üretim güçlerinin
fonksiyonundan başka bir şey değildir. Şimdi buna göre: sosyalist düzenin
kurulması, yani sosyalist devrimin gerçekleşmesi, herhangi bir şekilde siyasî
partilerin, edebiyatın, polisin, devletçe alınan tedbirlerin etkisine dayanmayıp,
her şeyden evvel ve daha doğrusu, sadece üretim güçlerinin gelişmesine bağlı
olarak tasavvur edilecektir. Çünkü sosyalist devrim, tekniğin gelişmesi ve
sanayideki işçi ordusunun mevcut üretim ilişkilerinde üstünlük kazanması
sonucunda, dengenin bozularak yıkılışın kaçınılmaz olduğu bir zamanda
meydana gelir. Bütün Marksist ders kitaplarında, yani teoride bu böyle iddia
edilmektedir. Gerçek hayatta ise ateistler esasında ‘olayların doğal gelişmesi’ne
fazla inanmazlar. İnsanları ve olayların akışını bilinçli çabalarla kontrol etmek
isterler. İdeoloji, kendiliğinden ve ‘üretimin maddî şartları’nın bir sonucu olarak
ortaya çıksın diye beklemezler. ‘Kendiliğinden’ ortaya çıkan böyle bir
ideolojinin yeterli görülmediği yerlerde, onlar devrimi ithal ederler ve bu yolla
da işçi sınıfının bulunmadığı yerlerde bile komünist ideolojisini yayar ve hatta
iktidar yaparlar.” (s. 357-359)
(İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Bulgaristan’da, Çin’de, soğuk savaş döneminde Afrika
ülkelerinde ve 1979’da Afganistan’da yaptıkları gibi. i.y.)

TARİHİN KOMÜNİZMİ ALAYA ALMASI

“Marksistler, dünyada her yerde var olan iktisadî ve toplumsal gelişmenin


tamamen değişik seviyelerde bulunmasına hiç bakmadan, sosyal ve ekonomik
düzen için hep aynı reçeteyi empoze etmektedirler. ABD’deki komünist
partinin programı, Kostarika veya Endonezya’daki komünist partilerin
programlarından pek farklı değildir. Bugün (1980 yılında) dünyada, seksenden
fazla komünist partisi vardır. Bunlar pek değişik sosyal ve ekonomik şartlar
altında, bir Afrika memleketindeki kabîlevî düzenden başlayarak, Avrupa’daki
kapitalizmin en gelişmiş şekillerine sahip ülkelere kadar, her yanda faaliyet
göstermektedirler. Fakat bu partilerin hemen hepsi aynı ekonomik ve sosyo-
politik modeli savunuyorlar. “Taban” ve “üst yapı” ile ilgili öğreti doğru ise, o
zaman, komünist üst yapısı, yani üretim araçları üzerinde toplumun mülkiyeti,
tarımda kollktivizasyon, tek partili iktidar sistemi, düşünce ve siyaset
alanlarında tekelci anlayış vs., her zaman ve her yerde değişik tabanlara nasıl
uyar? Herhangi bir sosyo-ekonomik yapıya sosyalizm nasıl aşılanabilir? Doğal,
tarihî materyalizmin önermeleri doğruysa. Tarihî olayların materyalist izahının
yetersizliği, herhangi bir tarih devresini araştırma konusu yapmakla tespit
edilebilir. Nitekim 20. yüzyılın ilk yarısında, komünist hareket ve devletlerin
tarih sahnesine çıkmasıyla ilgili fenomenlerin, tarihî materyalizmin tezlerinin
apaçık bir yalanlaması mahiyetinde olması gerçeğinde, tarihin âdeta bir alayı

24
yatmaktadır. Komünist devrimleri ve onlarla beraber komünist
iktidarları, tarihî materyalizmin teorilerine göre beklenmesi gereken
yerlerde, hiç ortaya çıkmamıştır. Aksine her şey tam tersine olmuştur.
Komünist devrimlerinin tarihi, tarihî materyalizm açısından izahı mümkün
olmayan bir sürü tezat ve usulsüzlükler içermektedir. Komünist hareketleri,
sosyalist devriminin objektif denilen maddî şartlarının gerçekleştiği yerlerde
değil, her şeyden önce, güçlü siyasî parti veya dış yani bilinçli bir müdahale
gibi, gerekli sübjektif şartların oluştuğu memleketlerde başarılı olmuşlardır.
Marksizm’in teori olarak tarihî determinizm düşüncesini kabul etmeye,
uygulamada ise bu düşünceyi reddetmeye mecbur olması söz konusudur.
Engels, düşüncelerin hayatın ekonomik tarafıyla şartlanmış olduğu hakkındaki
Marksist teorinin fazlasıyla titiz bir şekilde uygulanması yüzünden “bazen
hayret verici saçmalıklar meydan geliyor” diye itirafta bulunuyor. (Conrad
Smith’e gönderdiği 5 Ağustos 1890 tarihli mektup)” (s. 360-361)

MARKS KENDİ ÖĞRETİSİNİ TANIYABİLECEK Mİ ?

“Materyalizme yabancı unsurları, Marksizm’in içine sokma süreci, özellikle


Marksizm’in teoriden uygulamaya dönüştürülmesiyle kaçınılmaz olarak devam
ettirilmiştir. Marks (1818-1883), bugün adını kullanan sosyal sistemlerde kendi
öğretisini tanımakta güçlük çekecektir. MARKSİZM’DE AHLÂK NE
ARIYOR? Marksizm’in klasikleri ve onlardan da fazla Marksist siyasîlerle
devlet adamları sahneye çıktıklarında, sömürü tabirini sırf ahlâkî, insanî
anlamda kullanırlar. Sömürü sadece başkasının işini gasp etmek, üretim
sürecinde ekonomik-teknik bir işlem olmaktan çıkar. Marks’ın kendisinin
eserlerinde (meselâ Kapital, Çalışma Günü başlıklı bölüme bakabilirsiniz)
sömürünün apaçık bir insanî boyutu vardır. Bu sadece teknik (sırf ekonomik
ilişki) olmayıp, iyilikle kötülük arasında bir münasebettir. Sömürenler kötülük
kavramının cisimleşmiş hâlidirler; kurbanlar (ezilenler) ise iyilik ve adaletin
cisimleşmiş hâlidirler. Marks’ın Komünistler Birliği’nden önce, Dürüstler
Birliği’ni düşünelim. İşçilerin sömürülmesini örneklerle gösteren Marks, açık
açık bunu lânetler; tıpkı Ahd-i Kadîm (Tevrat) peygamberlerinin şer(kötülük)
ve haksızlığa karşı hücum ettikleri gibi. Marks’ın sömürüyü lânetlemesi
gösteriyor ki, insanlar arasındaki bir münasebet, (yine) Marksizm’in iddia ettiği
gibi, sadece ekonomik bağlardan ibaret değildir, bu münasebetin ahlâkî yönü de
bir realitedir. Komünizmin ahlâk diye bir olgu tanımadığı halde,
“sömürü, ahlâk dışı (ahlâksız) bir şeydir” demesi, Marks’ın onu
lânetlemesi, Marksist öğretinin tezatlarındandır. Esasında doğru olmakla
beraber, Marksist düşünce yapısı açısından da tutarlı değildir. Kapital’i zor
anladığından şikâyet eden arkadaşı Kugelman’ın hanımına Marks, eserinin önce
Çalışma Günü başlıklı sekizinci bölümünü okumasını tavsiye etmiştir. Bu
bölüm birçok ülkede ayrıbasım olarak basılmıştır. Çünkü tarihî veya genel
olarak objektif değil, ahlâkî bir yaklaşım içeriyor. Sömürünün ahlâkî

25
yönden lânetlenmesini insanlara izah etmek, her zaman için sömürüyü tarihî
zaruretle veya üretimin ekonomik-teknik bir özelliği ile izah eden (Marksist)
felsefî izahtan daha kolay olmaktadır. Çünkü insanlar için, olaylara ahlâkî
açıdan bakmak/anlamak her zaman için daha kolaydır.” (s. 362-365)

“Marks’a göre, tarihin nihaî sonucu olan komünizm, herkes için ürün bolluğu,
(yani) tamamen maddî tatmindir.” (s. 246) “Zaten, ütopyada da toplumun üyesi,
yani ütopyanın sakini, asıl anlamında insan değildir. Sadece “sosyal hayvan”
veya “akılla donatılmış hayvan”dır.”(s. 249) “Yani sadece maddî ihtiyaçları
olan bir yaratık. Marksizm bilhassa bilimsel olan kısmında ütopyadır.” (s. 250)
“Her Epikürcü pratik materyalisttir. O nedenle, Epikürcülük, materyalist
felsefenin ferdî, sosyalizm ise, toplumsal sonucudur. İnsana arı ve karınca
misalini göstermek anlamsızdır. Bir arı düşünebilseydi ve içgüdünün hâkimiyeti
altında olmasaydı, çalışmaktan kaçınır ve arkadaşlarının biriktirdiği balı yemek
isterdi. Bir termit (karıncası), toplumunun yaşamasını temin için, kendini
gönüllü olarak feda etmezdi. Eğer seçme imkânı olsa, herhalde hayatını ölümüne
tercih ederdi. İnsana gelince; çoğu zaman o, toplumun menfaati için konuşur,
propaganda yapar, gerçekte ise, kendi şahsî menfaati için uğraşır. Sosyalist
sistemlerin birçok güçlükleri bu probleme dayanıyor (sorumluluk veya
sorumsuzluk meselesi: tüm bu sistemlerde bilinen bir şeydir). Sosyalist
düşünürler, fert psikolojisinin, ünlü ferdiyetçi psikolojinin, esasında insanın
ferdiyet ve hürriyete olan fıtrî (doğuştan) meylinin (eğiliminin), (sosyalizmin)
sosyal ve kollektif cennet(i) hakkındaki tasavvurların gerçekleştirilmesi yolunda
en büyük engeli oluşturduğunu her zaman hissetmişlerdir. Bu itibarla onlar
sürekli, toplum, üretim, dağıtım, halk kitleleri, sınıf gibi şeylerden bahsederler
ve insanın kişilik olarak problemlerini görmezden gelirler. Kişinin haklarına
karşı onlar ‘halkın hakları’nı, insan haklarına karşı da ‘sosyal haklar’ ı
vurgularlar. (Hâlbuki) Tam tersine, insan, bağımsız bir fert, seçme imkânına
sahip bir varlık, hem iyiyi hem de kötüyü isteyebilen ahlâkî bir varlık, tek
kelimeyle insan olduğu için, sosyalizm insanlık için tutarlı bir sistem değildir.”
(s. 251-252)
(Belki koyunlar, inekler için faydalı bir sistem olabilir; verim(ler)i(ni) artırmak için. i.y.)

ADAM SMITH VE İNGİLİZ DÜŞÜNCE SİSTEMİ ÜZERİNDEKİ İSLAMÎ


ETKİ.

“Bacon’la alâkalı fakat az bilinen önemli bir gerçek daha vardır. O da, İngiliz
felsefe ve biliminin (bu) babasının, Arapların bir öğrencisi olduğudur. İslam
düşünürlerinin ve bilhassa İbni Sînâ’nın (ve İbn Rüşd’ün), Bacon üzerinde
muazzam etkisi vardır. Bacon, İbni Sînâ’yı Aristo’dan sonra en büyük filozof
kabul ediyor. Betrand Russell (1872-1970) Batı Felsefesi Tarihi’nde (History of
Western Philosophy, s. 452-453) bu konuyu işlerken; en büyük mantık tarihi
yazarı Karl (Carl) Prantl (1820-1888) da aynı görüşü savunuyor: “Roger Bacon
26
(1214-1294), fen bilimleri sahasında kendisinin kabul edilen bütün sonuçları,
Araplardan devralmıştır.” (Geschhichte der Logik, III, s. 121, Leipzig: 1972;
dört ciltlik ilk baskı Leipzig 1855-1867; son baskı Hildesheim: Georg Olms
1997) Bacon’un bu şekilde, İslam düşünürlerinin de etkisinde kalması, sadece
Bacon’un düşünme tarzını değil, fakat bu yolda genel olarak İngiliz düşünce
tarzının bir özelliği olan “ikiliğin” kaynağını da belki izâh edebilir. Bu fenomeni
izah ederken Russell’ın açıklaması da ilginçtir. Ona göre İngilizlerin, genelleme
teorilerine karşı duydukları isteksizlik, iç savaştaki olumsuz tecrübelerinden ileri
geliyor: “İç savaş sırasında kral ile parlamento arasındaki çatışma, İngilizlerde
ebedî olarak taviz verme ve mutedîl olma (orta yol) sevgisini ve herhangi bir
teoriyi mantıksal deliller çıkarma noktasına kadar zorlamaktan korkuyu
yerleştirmişti ve bu korku hâlâ onlara hâkimdir.” (Russell, s. 578)”

(Russell’ın tezi tartışılabilir; bu tür iç savaş(lar) başka ülkelerde de olmuştur. Fakat o ülkelerin
milletleri böyle bir sonuca ulaşabilmişler midir? İslam bilginlerinin etkisi sadece 13. yüzyılda
yaşayan ve İngiliz dualizmini sonraki asırlarda da çok büyük ölçüde etkileyen Roger Bacon’ın
üzerinde görülmez; diğer Bacon, Francis Bacon (1561-1626) üzerindeki İbn Sînâ etkisini de
İngiliz kaynakları net olarak belirtmektedirler (bkz. wikipedia Francis Bacon maddesi) ki
Francis Bacon’ın da iç savaştan (sonra değil) az önce vefat etmesi, sonuç olarak İslam
bilginlerinin İngiltere adasındaki entellektüel kültüre etkisini ortaya koyan diğer bir kanıttır.
i.y.)

“Bu konuda (zamanımızda bile) ancak pek az bir şeyin değiştiğine ve


İngiltere’nin kendi (entellektüel) zihniyetine sadık kaldığına bir kanıt olarak, 20.
yüzyıldaki bir başka büyük İngiliz’in, Bernard Shaw’un kişiliği gösterilebilir.
Shaw (1856-1950), şair ve siyasî düşünür idi ve aynı zamanda sosyalist ve
anarşik-ferdiyetçi fikirler savunuyordu. Birisi onu, “tekrarlanamayan tezatlar
birliği” olarak vasıflandırmıştı. Bununla herhalde, Shaw’un aynı zamanda
hicivci ve kısmen mistik, ama aynı zamanda toplumun sert bir eleştiricisi ve
ıslah kabul etmez bir idealist olduğunu belirtmek istemiştir. İngiliz düşünce
sisteminin orijinalliğine bir diğer örnek de şudur: Kıta Avrupası’nda herhangi
bir ampirist hemen hemen istisnasız ateist olacaktır. İngiltere’de ise ampirizmin
ideologu olan John Locke (1632-1704) , Tanrı kavramını kendi ahlâk teorisinin
merkezî noktası yapmış ve ahlâk prensibinin tesisi için, uhrevî müeyyidenin
(âhiretteki cezalandırmanın) önemini bir ruhanînin gayretiyle savunmuştur.
“İnsanın ümidi eğer yalnız bu hayata bağlanıyorsa, eğer hayat ancak bu dünyada
varsa, o zaman mutluluğu burada, hoş olmayan her şeyden kaçmak ve bizi
sevindiren her şeyi istemekte aramak, hiç de garip ve anlaşılmaz değildir. Eğer
mezarın ötesinde hiçbir şey yoksa, o zaman “yiyip içelim, bizi sevindiren
şeylerin tadını çıkaralım, çünkü yarın ölüyüz” görüşü akla uygundur” (Essay on
Human Understanding, bölüm 28, madde 10 ve devamı) Bu ünlü ampirist,
Allah’ın varlığının ispatı için kanıtlarını ayrıntılarıyla ortaya koymuştur. (ibid,
bölüm X, “Our Knowledge of God’s Existence”) Tanınmış (İngiliz) pozitivist
ve materyalist olan Hobbes (1588-1679) ise doğal hukuk kavramının Kitab-ı
27
Mukaddes’le uyum içinde bulunduğunu ispat etmeğe teşebbüs etmiştir.(“Quad
lex naturalis est lex divina”, De Cive, bölüm IV) İşte bu(nlar), İngiliz düşünme
tarzı için tipiktir. Gerçi daha sonra, Kıta Avrupası düşünürleri ittifakla
“Locke’un bakış açısı savunulamaz” dediler, fakat gerçek şu ki, yalnız onun
değil, Bacon ve Hobbes’ın da (bir biriyle çatışan düşüncelerden oluşan)
felsefeleri, İngiltere’de sırf düşüncenin gelişmesi açısından değil, tüm sosyal
gelişme için hareket noktası idi. Doğal ve ahlâkî konular arasında kesin ayrım
yapılması meselesi -ki Hıristiyan anlayışının bir özelliğidir- birçok İngiliz
düşünüründe yerini yakınlaşmaya, hatta Shaftesbury’de yerini bir dengeye
bırakmıştır. İngiliz düşünür Shaftesbury(1671-1713)’ye göre ahlâklı olmak
bencillikle fedakârlık arasında denge demektir. İngilizlerin “common sense”
felsefesi olarak adlandırdıkları aklıselîm (sağduyu, sakinlikle problemin her iki
tarafını da düşünerek yaşam tecrübesinden de faydalanarak doğru karar
verebilme) felsefesiyle İngiliz filozof ve (siyasal) iktisatçı John Stuart Mill
(1806-1873)’in fert ve toplum arasında uzlaşma formülü de buraya dâhildir.
(İngiliz) “Orta Çizgi” düşünürleri arasında bilhassa mümtaz (seçkin) bir sima
(da) Adam Smith’tir. Bahsetmekte olduğumuz bu temayül, Smith’in, içerikleri
görünüşte birbirine zıt, fakat esas itibariyle gayet yakın olan iki kitap yazmış
olmasında hemen hemen harfiyyen kendini gösterir. Bu kitapların başlıkları
şöyle: The Theory of Moral Sentiments (Ahlâkî Duygular (Düşünce)
Teorisi, 1759) ve An Inquiry into the Nature and Causes of the Wealth of
Nations (Milletlerin Zenginliğinin Sebepleri, 1776) . Son kitap 18. asrın en
etkili kitaplarındandır. Ahlâk biliminin esaslarını ortaya koyan birinci eser,
sempati prensibinden hareket eder ve fedakarlığın yararlarını (da) anlatır. Sosyal
ekonomiyi araştıran ikincisinin ise ana düşüncesi bencillik prensibidir. Bu iki
eser biri birine zıtmış gibi görünür. Ne var ki Adam Smith, Glaskow
Üniversitesi’nde ahlâk ilmi, ekonomi ve siyaset ilimlerini, pratik felsefe
kürsüsünün bölümleri olarak okutuyordu. Ayrıca Smith, sözü geçen kitaplarda
olduğu gibi, diğer eserlerinde de gayet açık olarak ahlâk ilmi ile milletlerin
refahı arasında bir bağın varlığından bahsetmektedir. The Theory of Moral
Sentiments adlı eserinde şunları okuyoruz. “Egoizm nasıl bir gerçeklikse, ahlâkî
duygular da öyledir. İlâhî planın genel ekonomisinde onlar da hesaba alınmış
bulunuyor. İnsan birliktir. O ne ise, ekonomik hayatta da başka bir şey olamaz.”
Totamianc, Adam Smith’in eserlerindeki tezatlarla ilgili gayet mantıklı
intibâlarını bize aktarıyor. Avrupalıların da Kur’ân ve İslam hakkında, daima
böyle intibaları vardır. Smith’in ruhbancılığa, papazlar dinine ve Kilise
teşkilatına karşı nefreti -Hume’unki gibi- kaçınılmaz olarak İslam’daki benzer
görüntülerle ilgili çağrışımlar uyandırmaktadır.”

“Spencer(1820-1903)’in Terbiye’sini (Education, 1861) pekâlâ bir Müslüman


yazabilirdi. Ahlâkın esas itibariyle fert ile cemiyet arasında ahenk demek olduğu
(Principles of Ethics), gelişmenin de, ferdîleşmenin de giderek ilerlemesi,
karşılıklı bağımlılığın giderek kuvvetlenmesi suretiyle gerçekleşmesi gerektiği

28
görüşü -doğru olsun olmasın- yine İngilizlere mahsustur. Katolik Fransa’da
spiritüalist ekol ile pozitivist ekol arasında uzlaşmaz zıddıyet devam ederken,
İngiliz ahlâk biliminde, refah prensibiyle vicdan prensibinin denge içinde olması
düşüncesi üstünlük kazanıyordu. John Stuart Mill’in ekonomi üzerindeki
düşüncelerinde, ferdî ve toplumsal (sosyal) prensipler arasındaki uzlaşmada ısrar
etmesinde ve zenginliğe bir bakıma ahlâkî önem vermesinde, zekât ve Kur’ân’a
özgü bir şey sezilmektedir. Kuvvetli ampirizm (deneycilik) devresinden sonra,
19. asrın ikinci yarısında ortaya çıkan ve İngiliz neodualizmi adı altında tanınan
akımı da -doğal olarak o da sözü geçen İngiliz modeline göre idi- burada
anmalıyız. (J. Martin ve Francis Herbert Bradley (1846-1924 İngiliz idealist
filozof ve T. H. Green (1836-1882) İngiliz idealist filozof; vb.) Orta(vasat,
mutedil) çözümlerin, orta karar sonuçlar değil, yüksek sonuçlar
ürettiğine (yine) İngiltere örnek gösterilebilir: bu memleket, “insan
hakkında her şeyi bilen Shakespeare’i ve “evrende geçerli temel kanun”un
tarifini yapan Newton’u dünyaya hediye etmiştir ” (s. 379-384)

(Müslümanlar da Kur’ân’da ümmet-i wasat (orta yolu tutan bir topluluk) olarak
tanımlandırılmışlardır. İbn Abbas’ın bir naklinde de (her işte) yumuşaklıkla orta yolu izlemek
ve söz ve davranışla bu hâl üzere devam etmek, peygamberliğin yirmi beşte bir parçası
olarak belirtilmiştir. (Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin hasen rivâyetiyle, Mansûr Ali Nâsıf, Tâc, c, 5, s.
66 (K. Birr ve’l-ahlâk), i.y.)

“Buraya gelmişken, çağdaş İngiliz yazar (siyasetçi ve bakan)larından sosyalist


görüşlü R.H.S. Crossman’ın bir yazısından, İngiliz siyasî hayatı hakkında
uzunca bir pasaj kaydetmekten kendimi alamıyorum. Crossman (1907-1974),
İngiliz siyasî hayatı hakkında her basit iddianın hemen hemen muhakkak yanlış
ve yanıltıcı olduğunu belirttikten sonra şöyle devam ediyor: “Kraliçe
Viktorya’nın devrinde işveren kendi siyasetini utilitarist (faydacılık) teorisinin
tersine, dinî esaslara dayandırıyordu. Oligarşiden nefret ediyordu: sebebi de,
oligarşinin yalnız büyük toprak sahiplerini savunması değil, aynı zamanda ahlâk
prensiplerini de apaçık ihlâl etmesiydi. Yeni sanayi düzenini (new
industrialism), toplumun yararına büyük bir araç gören işveren, işinin
geliştirilmesini ilâhî bir görev olarak kabul ediyordu. Kapitalist ekonominin
böyle teolojik (dinî) bir tarzda sahneye konulması, ona İngiliz hayatında karşı
konulamaz bir güç vermişti. Viktorya devrinin entellektüel enerjisi, faydacı
(utilitarist) ekonominin eleştirisine değil, teolojik spekülasyona muhtaç
bulunuyordu. Gladstone (1809-1898) * samimî olarak hissediyordu ki, siyaset
adamı olmak, ruhanî olmak kadar iyi idi. 19. yüzyılda, İngiltere’nin ahlâken
büyük sebat göstermesini ve kendine güvenini anlamak, ancak bu dinî kanaati
göz önüne almakla mümkün olur. İncil’e dayanan gayretin bütün gücü, böylece
“iyi amellerin (davranışların) teşvikine” doğru yönelmiş bulunuyordu. Katı
yürekli kapitalist ekonomi, Hıristiyan sevgi ve hoşgörülülüğünün tek başına
kapitalizmi Tanrı melekûtuna dönüştürülebileceğine inanan, yeni filantropik

29
(philanthropic=hayırsever) felsefeyle yumuşatılmıştı. Köleliğin kaldırılması,
misyonerlik faaliyetlerinin canlandırılması, çocuk çalıştırılmasının lânetlenmesi,
herkese açık genel eğitimin genişletilmesi ile beraber birçok hareket, siyasî
kanaatten değil, Hıristiyan beraberlik şuurundan ileri gelmişti. 19. yüzyılın
ıslahatçı hareketlerinden çoğu, bu kaynaktan ilham almıştı ve milletlerin hayal
ufkunu harekete geçirdikten sonra, siyaset adamlarının programlarına alındılar.
(R. H. S. Crossman, The Government and Governed) Sadece İngiliz
liberallerinde değil, İngiliz sosyalistlerinde de benzer eğilim görülmektedir: Kıta
Avrupa’sında sosyalizmin materyalist veya ateist felsefelerle sıkı ilişkisine
karşılık, “İngiltere’de İncil’den alıntılar, kilise minberlerinden olduğu
kadar, sendika kürsülerinden de duyulmaktadır.” Bu cümleyi bir Fransız
gazetesinin hayretini gizleyemeyen muhabirinin yazısında okumuştum. Birçok
Avrupa devletlerinden farklı olarak İngiltere’de yoksulların yararına olan
zekâta benzer bir vergi de vardı. Birbirine benzeyen zihniyetler, uygulamada
birbirine benzeyen çözümler üretirler.” (s. 384-388)

Aliya İzzetbegoviç, kitabının sonunda, İslâmî prensiplerin dünyanın problemlerine yeterli


çözümler içerdiğini şöyle vurguluyor: “Terbiye (sistemi) ve kanunlar(ı) sayesinde, dünyayı
düzenleme çabası olarak İslam ve Allah’a teslîmiyet, çok geniş bir
çözüm planıdır.” (s. 398)

(Aliya İzzetbegoviç’in bu tahlilinden sonra, şu soru elbette akla gelebilir: İngiliz Bacon; İbn
Sînâ ve diğer İslam düşünürlerinden etkilenerek, İngiltere için ılımlı, oturaklı ve ağırbaşlı bir
(felsefî) düşünce sistemi geliştirdi ve bu sistem ilerleyen yüzyıllarda, önce bütün İngiliz
düşünürlerini sonra da İngiliz sosyal, siyasal ve ekonomik sistemini etkileyerek İngiltere’yi
dünyanın bir numaralı gücü yaptı. Daha sonra da İngiliz (milletinin) bünyesinden çıkan ABD,
Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda gibi devletler dünyanın en zengin, özgür, kalkınmış refah
toplumları hâline geldiler. Fakat İslam ülkeleri neden kendi kültür miraslarından istifade
edemediler ? Bu soruya İslam felsefecileri “felsefe ihmal edildi de ondan” diyeceklerdir.
Halbuki sadece felsefe mi ihmal edildi? Anadolu’da bin yıldır, yetişmiş bir hadis bilgini veya
orijinal görüşler ortaya koymuş bir tefsir bilgini çıktı mı? Bin yıldır, en iddialı olunan ve
uygulama sahası da olan fıkıhda (İslam hukuku) bile, İbrahim Halebî, Birgivî ve Ahmet
Cevdet Paşa gibi birkaç isim dışında kaç orijinal kaç isim çıkmıştır? Hastalığın sebebi
herhalde: İslam dünyası her sahada eleştirel düşünceyi ihmal etmiş ve bunun sonuçlarını da
çok acı biçimde çekmiştir. Ve hâlâ da çekmeye devam etmektedir. i.y.)

Aliya İzzetbegoviç(1987). Doğu ile Batı Arasında İslâm. İstanbul: Nehir


Yayınları (Boşnakça’dan çeviren Salih Şaban)
İngilizcesi: Islam Between East and West. American Trust Publications
(1985) (231 pages)
* Gladstone, 1832’de İngiliz parlamentosuna girmesinden îtibâren bütün 19.
yüzyıl boyunca, altmış yıldan fazla İngiliz siyasetinde etkili olmuş, değişik
zamanlarda başbakanlık yapmıştır. Onun döneminde Mısır, Sudan ve
İrlanda’da, İngiliz askerleri çeşitli zulümlere imza atmışlardır.

30
İslâm İktisadı ve İslâm İktisat Tarihi ile ilgili olarak webe koyduğumuz diğer
dosyalar

Tiryaktır (Panzehir, Şifa) İslâm, Çağdaş Ekonomik Problemlere: Yunus Vehbi


Yavuz’un İslâm İktisadı İle İlgili Görüşleri
https://www.academia.edu/33226336/Tiryakt%C4%B1r_Panzehir_
%C5%9Eifa_%C4%B0slam_%C3%87a%C4%9Fda
%C5%9F_Ekonomik_Problemlere_Yunus_Vehbi_Yavuzun_%C4%B0slam_
%C4%B0ktisad%C4%B1_%C4%B0le_%C4%B0lgili_G%C3%B6r%C3%BC
%C5%9Fleri

Nedret (Kıtlık) İle Vefret (Bolluk) Arasında İslam’da Servet Dağılımı


https://www.academia.edu/34054331/_Nedret_K%C4%B1tl
%C4%B1k_le_Vefret_Bolluk_Aras%C4%B1nda_%C4%B0slamda_Servet_Da
%C4%9F%C4%B1l%C4%B1m%C4%B1

Yakılan İslâm İktisadı Broşürü Sabahattin Zaim’in: Ellinci Yılında (1967-


2017) Modern İktisat ve İslâm

https://www.academia.edu/33892555/Yak%C4%B1lan_%C4%B0slam_
%C4%B0ktisad%C4%B1_Bro%C5%9F%C3%BCr
%C3%BC_Sabahattin_Zaimin_ELL%C4%B0NC%C4%B0_YILINDA_1967-
2017_MODERN_%C4%B0KT%C4%B0SAT_VE_%C4%B0SLAM

islam ekonomisi: mehmed vehbi efendi(1861-1949)’nin tefsirinde islami iktisat


notları
https://www.academia.edu/5576227/islam_ekonomisi_mehmed_vehbi_efendi_
1861-
1949_nin_tefsirinde_islami_iktisat_notlari_Notes_of_Islamic_Economics_in_t
he_Quran_Interpretation_of_Mehmed_Vehbi_Efendi_1861-
1949_additional_and_revised_text_in_Turkish_

islam ekonomisi: Elmalılı(1878-1942) Tefsirinde İktisat Notları


https://www.academia.edu/6426784/islam_ekonomisi_Elmalili_1878-
1942_Tefsirinde_
%C4%B0ktisat_Notlari_Notes_On_Economics_in_the_Quran_Interpretation_o
f_Elmalili_1878-1942_in_Turkish_

islam ekonomisi: Omer Nasuhi Bilmen (1882-1971) Tefsir’inde İktisat Notları


https://www.academia.edu/6844586/islam_ekonomisi_Omer_Nasuhi_Bilmen_
1882-1971_Tefsirinde_
%C4%B0ktisat_Notlari_Notes_on_Economics_in_the_Quran_Interpretation_o
f_Omer_Nasuhi_Bilmen_1882-1971_in_Turkish_
31
islam ekonomisi Türkçe kitaplar
https://www.academia.edu/9345537/islam_ekonomisi_Turkce_kitaplar

Buhari Tecrid-i Sarih’te İktisat-ticaret notları


https://www.academia.edu/11717415/Buhari_Tecrid-i_Sarihte_
%C4%B0ktisat-Ticaret_Notlar%C4%B1

imam Malik’in Muvatta’ında iktisat ticaret notları


https://www.academia.edu/13880179/imam_malikin_Muvatta
%C4%B1nda_iktisat_ticaret_notlar%C4%B1

Müslim’in Sahîh’inde İktisat Ticaretle İlgili Hadisler


https://www.academia.edu/14106293/Muslimin_Sahihinde_
%C4%B0ktisat_Ticaretle_%C4%B0lgili_Hadisler

İbn Kayyım’ın Zâdu’l-Meâd’ında İktisat Ticaret Notları


https://www.academia.edu/14840581/%C4%B0bn_Kayy%C4%B1m
%C4%B1n_Zadul-Me%C3%A2d%C4%B1nda_
%C4%B0ktisat_Ticaret_Notlar%C4%B1

Hz. Peygamber’in Söz ve Uygulamalarında Hayvancılık


https://www.academia.edu/31006251/Hz._Peygamberin_S
%C3%B6z_ve_Uygulamalar%C4%B1nda_Hayvanc%C4%B1l%C4%B1k

Harezm Kavunu Bunlar: On Üçüncü Yüzyılda İslam Topraklarının Ekonomik


Durumu
https://www.academia.edu/3633734/ON_UCUNCU_YUZYILDA_ISLAM_T
OPRAKLARININ_EKONOMIK_DURUMU

Osmanlı’nın Son döneminde Bozulan İş Ahlakı: Mahmed Akif, H. B. Cantay,


Mehmed Vehbi Efendi’nin Gözlemleri
https://www.academia.edu/5576074/Osmanlinin_Son_doneminde_Bozulan_i
%C5%9F_ahlaki_Mehmed_Akif_H._B._Cantay_Mehmed_Vehbi_Efendinin_
Gozlemleri_Decreasing_of_Business_Ethics_in_the_Late_Years_of_Ottoman_
Empire_Observations_of_Three_Islamic_Scholars_of_the_Period_inTurkish_

İslam Deniz Ticaret Hukukunda Gemi İle İlgili Hükümler


https://www.academia.edu/16986680/%C4%B0slam_Deniz_Ticaret_Hukukun
da_Gemi_%C4%B0le_%C4%B0lgili_H%C3%BCk%C3%BCmler

İktisat Tarihi Notları


https://www.academia.edu/3633678/%C4%B0ktisat_Tarihi_Notlar%C4%B1

32
From Malacca to Mali: Economic Conditions of Islamic Lands in 15th Century
https://www.academia.edu/11372484/From_Malacca_to_Mali_Economic_Con
ditions_of_Islamic_Lands_in_15th_Century

Animal Husbandry For Development


https://www.academia.edu/11182471/Animal_Husbandry_For_Development

What Were the Promises of Islam: Garaudy’s Notes on Economics After


Thirty-Three Years
https://www.academia.edu/10728685/What_Were_the_Promises_of_Islam_Ga
raudys_Notes_on_Economics_after_Thirty-Three_Years

From End of Economics to Normalization of Economics


https://www.academia.edu/10507676/From_End_Of_Economics_to_Normaliz
ation_of_Economics

islamic econ: Tallest Buildings of the World: Economic Conditions of Kilwa


and Other Islamic Lands inthe 14th Century
https://www.academia.edu/10349826/Islamic_econ_Tallest_Buildings_of_the_
World_Economic_Conditions_of_Kilwa_and_Other_Islamic_Lands_in_the_14
th_Century

Islamic econ: These Are the Melons of Kharazm: Economic Conditions of


Islamic Lands in the 13th Century
https://www.academia.edu/10323246/Islamic_econ_These_are_the_Melons_of
_Kharazm_Economic_Conditions_of_Islamic_Lands_in_the_13th_Century

Maverdî’nin Yaşam Standardından Ebû’l-Hayr’ın Teknik Ziraat Kitabına: 11.


Yüzyılda İslâm Topraklarının Ekonomik Durumu

https://www.academia.edu/3639156/Maverdinin_Yasam_Standard
%C4%B1ndan_Ebul-Hayrin_Teknik_Ziraat_Kitabina _11._Yuzyilda_ Islam_
Topraklarinin_Ekonomik_Durumu

Can Government Curb the Animal Spirits


https://www.academia.edu/10124940/Can_Government_Curb_the_Animal_Spi
rits

islamic economics: studies of non-Muslims in last 125 years in islamic econ


history
https://www.academia.edu/9502362/islamic_economics_studies_of_non-
muslims_in_last_125_years_in_islamic_econ_history

33
islamic econ: studies of some Muslim scholars on Islamic economics history
https://www.academia.edu/9480603/islamic_econ_studies_of_some_Muslim_s
cholars_on_islamic_economics_history

islamic econ: Islamic Perspectives on Savings Consumption Behavior


https://www.academia.edu/9436791/islamic_econ_Islamic_Perspectives_on_Sa
vings_Consumption_Behavior

islamic econ: Islamic Economics History Studies in Canada


https://www.academia.edu/9342803/Islamic_econ_Islamic_Economics_History
_Studies_in_Canada

Islamic econ: Islamic Accounting


https://www.academia.edu/9341666/Islamic_econ_Islamic_Accounting

Culture Of Islamıc Economics in Turkey in Last 40 Years


https://www.academia.edu/32578914/Culture_of_Islamic_Economics_in_Turk
ey_in_Last_40_Years

34

You might also like