You are on page 1of 112

> DÜBAM

DUNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN

> 2014 HAZİRAN


DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
http://www.dunyabulteni.net/dubam
DÜBAM

AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN

Genel Yayın Yönetmeni


Akif Emre

Hazırlayan
Aynur Erdoğan

DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

4
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Sunuş

Ayşe Şasa’nın ahirete göçünün ardından söylenenler, onun ne çok ki-


şiye dokunduğunu, ne çok ruhta iz bıraktığını gösteriyor. Kişisel temas
kuramayanlar bile bütün samimiyetiyle açtığı ruh dünyasını az veya çok
tanıdı. Hiç bir komplekse kapılmadan ruh macerasını, kişisel serüvenini,
fikir sancılarını, manevi arayışlarını bizlerle paylaşması gönül ve fikir dün-
yamızı zenginleştirirken belki de bir çok acının hafiflemesini sağladı. Ar-
dından yazılanlar onun cihanda bıraktığı hoş etkiye tanıklık ediyor.
Bu tanıklıklardan da anlaşılacağı üzere Ayşe Şasa’nın bireysel macerası
kendi ruhsal serüveninin yanı sıra Türkiye tarihiyle, siyasi izlekle ve bu
izleğin tezahür alanlarından biri olarak sinema tarihiyle iç içe geçmiş du-
rumda. DÜBAM olarak onun ardından söylenenleri bu dosyada bir araya
getirmeyi kendisine bir vefa borcu olarak görmenin yanında Türkiye’nin
yakın dönem tarihi üzerinde kafa yoranlara da faydalı olmasını temenni
ediyoruz.
Mekanı cennet olsun...

DÜBAM
> 2014 HAZİRAN

5
İçindekiler
Bir gönül sakası
Akif Emre........................................................................................................................................ 9

‘Ölüm yoktur ölüm korkusu vardır’


Ali Burhan Eren........................................................................................................................... 13

Ayşe Şasa: Gerçekten müstesna bir hayat


Atilla Dorsay................................................................................................................................ 17

Ismarlama bir hayatı bıraktı


Ayça Örer..................................................................................................................................... 21

Ayşe Şasa: Türkiye ile aynı MACERA


Cem Sancar.................................................................................................................................. 25

“Rical” temsilini ihya eden sanatkâr kadın


Cihan Aktaş.................................................................................................................................. 29

Ayşe Şasa
Fatih Özgüven.............................................................................................................................. 41

Delilik ülkesinden velilik notları...


Fatma Barbarosoğlu.................................................................................................................... 43

Bir ruh macerası vuslata erdi


Gökhan Özcan.............................................................................................................................. 47

Ahh Ayşe Abla...


Gülcan Tezcan.............................................................................................................................. 49

Ayşe Şasa ve Bir Röportaj Hikayesi


> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Hamit Kardaş............................................................................................................................... 51

Ayşe Şasa için...


İbrahim Tenekeci.......................................................................................................................... 55

6
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa: Hayat ve sinema


İhsan Kabil................................................................................................................................... 59

Nadir rastlanacak bir kişilikti


İlber Ortaylı................................................................................................................................. 61

“Aramakla bulunmaz ve fakat bulanlar ancak arayanlardır”


İsmail Kara.................................................................................................................................. 65

Ayşe Şasa günlüğü


M. Nedim Hazar........................................................................................................................... 73

Ayşe Şasa
Mehmet Nuri Yardım.................................................................................................................... 77

Ayşe Şasa, dünyadan kayan yıldız…


Mine Alpay Gün........................................................................................................................... 81

Ayşe Şasa, Bir Ruh Macerası…


Muaz Ergün.................................................................................................................................. 85

İbret Perdesinin Hayret Kalemi: AYŞE ŞASA


Mustafa Yahya Coşkun................................................................................................................. 89

Ayşe Şasa’yı uğurlarken


Nevin Meriç.................................................................................................................................. 91

Bir kadın bilgenin ‘er kişi’ yolculuğu


Salih Tuna.................................................................................................................................... 95

Çağdaş bir dervişe: Ayşe Şasa


Şahin Doğan................................................................................................................................ 99

Bir Öncü, Film Düşünürü ve Milat olarak Ayşe Şasa


Yusuf kaplan............................................................................................................................... 105

Ayşe Şasa: Kökleriyle barışmayanlar soylu işler yapamaz


(Dünya Bülteni röportajı).......................................................................................................... 109
> 2014 HAZİRAN

7
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

8
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Bir gönül sakası


Akif Emre

Ayşe Şasa’nın yirmi küsur yıl önce ilk karşılaştığımdaki halini çok
iyi hatırlıyorum: Esmer, uzun boylu... Kot pantolonuyla daha da uzun
görünüyordu. Simsiyah saçları gür ve beline kadar uzanıyordu. Zamanla
hayatı değişti, tesettüre girdi. Hayata daha anlamlı bir yerden tutundu. O
günden son anına kadar süren yüz yüze ama mutlaka telefonla da derin bir
dostluğun temelleri atılmıştı.
Ayşe Hanım hakkında çok kimse çok şey yazabilir; umut beslediği her-
kese ulaşmaya çalışmıştır çünkü. Ancak onunla ilgili iki hususun mutlaka
hatırlanmasını hem ahlaki bir zorunluluk hem de bir vefa borcu olarak
görüyorum.
İslami hayatı yeniden keşfedenlerin, ‘ben Müslüman oldum’ diyenlerin
arasında yaygın bir tavır vardır. Her konuda söz söyleme yetkisini ken-
dilerinde bulmaları ve muhafazakar kesimin her konuyu onlara sormak
istemeleri gibi bir zaaflarının bulunması. Geçmiş dönemindeki şöhretlerini
Müslümanlara fatura edercesine hep önde görünmeyi hak sayan bir tu-
tum yaygındır. Ayşe Hanım samimiyetle ömrü boyu bedel ödediği hakikat
arayışının bir yolcusu olmaklığını Müslüman olduktan sonra da bırakmadı.
Müslüman oluşunun bedelini hiç bir şekilde fatura etmedi. Sinemadan
gelmesini, Cumhuriyet döneminin varlıklı ailelerinden birine mensubiy-
etini, muhafazakâr kesimin çok da öykündüğü çevrelerden olmasını ne
öne çıkardı ne de o çevrelerle ilişkisini kesti. Samimi bir Müslüman olarak
eski arkadaşlarıyla insanca ve müslümanca arkadaşlığını sürdürürken yine
hakikat peşinde olmaktan geri durmadı.
Önemsediğim ikinci husus onun bir hakikat avcısı olarak samimiyeti
ve bu uğurda bedel ödeyecek cesareti göstermiş olmasıdır. Eğer sağlığı
yerinde olsaydı muhteşem zihni ve tefekkür kabiliyeti ile yarınlara kalacak
> 2014 HAZİRAN

9
eserler verebilirdi. Yazdığı kısa metinler bile bunun ipuçlarını verir. İlk
defa karşılaştığı bir hakikati, tespitiyle anında kavramsal bir çerçeveye
alır, adeta yeniden üretirdi. Manevi bir derinlik, tasavvufi bir neşe ile hay-
ata yaklaşır, hikmeti arar ve her şeyin iyi, güzel tarafını görmeye çalışırdı.
Uzun yılların dostluğundan yazılacak çok şey var. Ancak Yeni Şafak’ta
1996 ve 2003 yıllarında yazdığım ‘Ayşe Şasa’nın telefonları’ ve ‘Şamar
yemiş büyük devlet’ başlıklı iki yazımdan yapacağım alıntılar onu özetler
gibi:
‘Sinemacı Ayşe Şasa ile tanışmıyor olabilirsiniz. Ama hiç ummadığınız
bir anda sizi arayabilir, eğer bir şekilde ‘iletişim’ ağının içinde iseniz
uğraşlarınız sizce çok önemli olmayabilir ama şöyle veya böyle başka biri
ile ilintili ise, bir derde deva olacaksa mutlaka telefonunuzda müşfik bir
‘alo’ duyarsınız. Artık listeye girdiniz demektir.
Yüz yüze görüşmediği, telefonla en duyarlı iletişim kurduğu pek çok
dostunun olduğunu biliyorum. Bir cümlenizin bile karşılığının olduğuna
inandığı an o cümle ulaşması gereken numarayı bulur ve işlevini yerine
getirir.
Mekanik iletişim aygıtı olarak telefon ‘metateleks’e dönüştüğü yeni
bir sürece girmektedir. Ayşe Şasa’nın evinde yüz yüze belki aylarca
görüşmediği dostları ile yüz yüzeliğin yakınlığı kurulmaktadır.’
Ve ‘Şamar yemiş büyük devlet’ başlıklı yazıdan...
‘Aslında Ayşe Şasa delilik ülkesi dediği modern aklın sınırlarını
aşmanın, gemisini yalçın kayalıklara çarparak batma noktasına geldik-
ten sonra başka bir aklın varlığını keşfedişin serüvenini yazmış. Mad-
di aklın dibe vurduğu anda gemisini sahile getirecek olan şey; modern
dünyanın görmediği, kavrayamadığı, dahası yok saydığı inancın, irfanın
kılavuzluğudur. Ayşe Şasa’nın modern dünyanın tek düzlemde ele aldığı,
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

tek boyuta indirgediği insan tekine karşı bir tür kurtuluşa götüren modern
dünyanın dışladığı, modern aklın anlamakta zorluk çektiği aşkın boyutu
dile getiriyor.
... Ayşe Şasa’nın bireysel deneyimi, modern aklın esiri olan insan tekinin

10
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

kurtuluşunu bir tür delilikten, başka bir deyişle divaneliği göze almaktan
geçtiğini söyleyenleri haklı çıkarıyor. Ayşe Şasa’nın seyir defteri aslında
68 kuşağının bir başka öyküsüdür. Hakikat sandığı idealler uğruna gemis-
ini kayalıklara sürme cesaretini göstermiş bir neslin farklı bir hikayesi bu.
Ne moderniteyi kavrayabilmiş ne de gelenekle sağlıklı ilişki kurabilmiş
nesilleri üreten çağdaşlaşma projesinin tükendiği noktaya işaret ediyor;
kendi bireysel deneyimi ışığında.’
Hakikati bulma adına bedel ödemeyi göze alan, hakikati bulduğunda da
hakikate teslim olmakta tereddüt etmeyen bir hakikat arayıcısıydı. Hakikat
yolunda su taşıyan bir saka olmayı, gönül ehli olmayı, dostluğu şöhrete
yeğlemek gibi bir erdemlilik sergiledi. Kule gibi bir apartmanın en üst
katında dünyayı tarassut etti ama hiç bir zaman fildişi kuleden bakmadı.

Kaynak: Yeni Şafak Gazetesi

> 2014 HAZİRAN

11
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

12
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

‘Ölüm yoktur ölüm korkusu vardır’


Ali Burhan Eren

Geçtiğimiz pazartesi günü, ‘ömür denen bu rûya’dan uyanıp ahiret


yurduna gözlerini açan ve ertesi günü sırladığımız senarist, yazar ve müt-
efekkir Ayşe Şasa, ardında ve henüz bu rûyada yaşayanlara pek çok şey
bırakıp göçtü öte âleme. Kendi ifadesiyle ‘seküler felsefenin aracı olan
sinemayı, hikmetin penceresi kılma’yı amaçlayan ve onu metafizik bakışın
buyruğunda bir araca çevirecek ‘vizörün arkasındaki müstakbel derviş’ler,
pek çok ipuçları bulacaklar ve buldular onun bu alanda yazdıklarında ve
tuttuğu ‘Yeşilçam Günlüğü’nde.

Şifa veren kitaplar


Yine kendi ifadesi ile ‘şizofrenik nöbetler halinde yaşadığı hezeyan-
dan; içinin derinlerindeki cennete doğru gidişinin hikayesi’ olan ‘Delilik
Ülkesinden Notları’ ile bu hikayenin, üç aziz dostunun sorularına verdiği
cevaplarla açılan ‘Bir Ruh Macerası’ kitapları, onu aynel-yakîn tanımak
isteyenler ile samimi ve samimiyetinde de samimi olan bir entelektüelin
oto portresini görmek isteyenler, binbir hikmet ve ders eşliğinde açılmış
zengin bir sofrada bulacaklar ve buldular kendilerini.
Onun bir dostuyla birlikte, hakikate ulaşmak için sorduğu arı duru so-
rular ile bu sorulara bir Allah dostunun verdiği hikmetli cevaplarla örülen
‘Vakte Karşı Sözler’ ile de, hem klasik anlamda sohbetin nasıl açılacağını
gösterdi, hem bu sohbeti cömertçe paylaştı bizimle.
Kırk yaşında iken Şeyh-i Ekber’in, Fusûs-el Hikem’i ile onu asırlar
ötesinden irşat etmesi... ‘Teslim’ olduktan sonra yedi yıl kadar sohbetin-
de bulunup feyiz aldığı mürşidinin, küçük bir çocukken evlerinin önünde
gelmesini beklediği koz helvacı olduğunu öğrenmesi... Şifa arayan bir psi-
kiyatra verdiği telkin ve tavsiyelerle o psikiyatrın şifa bulması ve ihtida
etmesi... Şifa veren ve Hidayete Erdiren’in hangi sebepler zinciri içinde
> 2014 HAZİRAN

13
insanın hayatında nasıl tecelli ettiğini görmek isteyenler için de sayısız
sahne bıraktı hayat hikayesinden...
Geçtiğimiz pazartesi gününün sabahında aldığım ilk haber, Ayşe
Şasa’nın ahiret yurduna kanat çırptığı oldu. Cenazenin ne zaman
kaldırılacağı malumatını almak üzere açtığım internet sayfaları, onun
‘hayatını kaybetti’ğini yazıyordu. Ekranı kapatıp Müslüman bir müte-
fekkirin vefatını, İngilizceden devşirilmiş ve hakikatten yoksun bu dey-
imle karşılayanları, bir gün kaybedeceklerinden korktukları hayatlarına
uğurladım ve Ayşe Şasa’nın ‘öte’ye doğarken bize neler bıraktığını
düşündüm. Aklıma ilk gelenler böyle sıralandı zihnimde.
Eli açık ve gönlü geniş merhum Ayşe Şasa, yazdıklarının ve
anlattıklarının yanı sıra tanıştığı pek çok kimseye, kişiye mahsus hediyeler
bırakmış ve onların müşküllerini çözmüştür. Onlardan biri de bendim.
Kendisini, tahammülü zor o cehennemî hayatından kurtarmak için
yıllarca çırpındığını kitaplarında ve söyleşilerinde defalarca zikrettiği ve
çok sevdiği eşi Bülent Oran, 2006 yılında vefat etmişti. O sıralarda ölüm-
le ve ölüm düşüncesi ile başı dertte biri olarak, kendisini arayıp taziyede
bulundum. O zaman çalıştığım gazete eki için, merhum Bülent Oran’ın
vefatından hareketle, ölüm üzerine bir röportaj yapmak üzere randevu ta-
lep ettim. Büyük bir nezaket ve içtenlikle kabul etti teklifimi.
Bana, onun yıllarca gösterdiği büyük gayretine, ismi ile en üst mertebede
tanıklık ediyormuş gibi gelen Gayrettepe semtindeki evine gittiğimde,
sabır, metanet ve tevekkül içinde bulduğum Ayşe Şasa, insan-ı kamil olma
yolunda hikmetler ihsanlar bahşeden bir ölümden söz etti. “Bülent’i öteye
uğurladıktan sonra...” diyor, “Geçen hafta Bülent’i yolcu ettikten sonra...”
diye cümleye giriyordu. Bu cümleleri öyle sahici bir tonla kuruyordu ki
eşini sanki bir kaç gün sonra döneceği başka bir şehre uğurladığı izlenimi
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

doğuyordu bende. Sükunetle kurduğu sahih cümleleriyle, içimde koca-


man bir düğüm halini almış ölüm düşüncesi ilmek ilmek çözülüyor, yerini
doğuma bırakıyordu.

14
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Gideceğin yeri bilmek...


Gazete ekinin, konusu ölüm olan bir söyleşiye ayrılabilecek kadar küçük
bir köşesinde yer bulabilen bu söyleşide, “Nedir sizi ölümün karşısında
bunca sükunetli ve metanetli kılan?” diye sormuştum. Tarkovski’nin
“Ölüm yoktur, ölüm korkusu vardır.” sözünü aktarmış ve şöyle demişti:
“Üzerinde okuyup, düşünüp, tefekkür edip bir eğitimden geçtikten sonra
bana ayn-el yakin ile açılan boyut şu: Ölüm yoktur, hayattan daha derin
hayat vardır. Ölüm gerçekte yaşadığımız bu hayattan çok daha derin bir
hayatın karşılığıdır.”
Ben gözlerimi merakla açıp “Siz yine de korkmuyor musunuz ölüm-
den?” diye sorduğumda ise, “İrfansız insan korkar ölümden.” demiş ve
şöyle devam etmişti: “Gerekli terbiyelerden geçtiğinizde ölüm korkulacak
bir şey değildir. Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, ‘Kamil insan için
ölüm şekerdir.’ diyor. İnançsız biri için çok büyük bir musibettir ölüm.
İnançsızlık dönemimde ve sonraki dönemimde ben bu iki ölüm tasavvu-
runu da yaşadım...” Bu cevaplardan sonra, birinci tekil şahıs kipinde sor-
maya utanmış olmalıyım ki yanıma başkalarını da katıp tekrar sordum:
“Öte inancımız olmasına rağmen, ne var ölümde ne var ki çoğumuzun
kalbine bunca korku salıyor?” Yüzünün bütününe yayılan o tatlı gülümse-
mesiyle bu sorumu da cevapladı: “Zahirden bakarsanız ölümle her şeyin
bittiğini zannedersiniz. En korku verici yanı bu. Bir ‘son’. Ben son kelime-
sini sevmem hiç, kalan eski korkularımdan dolayı belki. Bitme, tükenme,
kaybolma, yok olma, hiç olma, sonlanma... Halbuki âlemin sonu yok. Son-
suzluk tasavvuru bir defa en büyük ümit. İnsan bu sonsuzluk düşüncesinden
mahrumsa, yok olacağını, sonlanacağını düşünerek büyük bir korkuya ve
üzüntüye kapılıyor. Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri anlatıyor, evliyaullah
halvete girdiği zaman ahiretin sedirlerini ve ağaçlarını, böyle cam gibi net
bir biçimde görür seyredermiş. Gördüğün şeyden korkar mısın? Bir Allah
dostu demişti ki: ‘Seni buradan alıp bilmediğin bir yere götürmeye kalk-
salar tabii olarak korkarsın. Ama gideceğin yerin neresi olduğunu, orada
neler olacağını bilsen korkmazsın.’ Kur’an da arifler de gideceğimiz yerin
> 2014 HAZİRAN

15
tarifini veriyorlar. Bize düşen, keşiflerimizin açılması için Allah’a yalvar-
mak ve gideceğimiz yeri öğrenmek...”
Salı günü namazına durduğumuz Fatih Camii’nin avlusunda, ‘hayatını
kaybeden’lerin arkalarında bıraktığı keder ve kasvetin boğucu fırtınası
değil; sükunet ve tevekkül, sabır ve metanetin rüzgarı vardı. Merhum Ayşe
Şasa, bir süredir çıkmayı beklediği yolculuğuna dostları ve ‘yol kardeşleri’
tarafından dualarla uğurlandı.

Kaynak: Star Gazete


> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

16
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa: Gerçekten müstesna bir hayat


Atilla Dorsay

Kimi insanlar –ki onları talihli saymak gerekir- kendi kişisel hikayelerini aşan biçimde
bir toplumun, bir kültürün dönüm noktalarını temsil eden simgesel bir önem ve değer
kazanırlar, Ayşe Şasa’nın böyle insanlardan biri olduğunu düşünmek, sanırım abartılı
olmaz. Nasıl olsun ki...
Resmî biyografilere göre “Çerkes bir anne ve yarı Çerkes, yarı Kürt bir babadan
1941 yılında İstanbul’da doğan”, benim gençlik yıllarımda Unkapanı Köprüsü’nü geçer
geçmez koskoca bir levhada adı okunan ünlü iş adamı Avni Şasa’nın kızı Ayşe Şasa,
öncelikle bir kadın için upuzun sayılabilecek fidan boyuyla çoğunluğa aykırı bir kadındı.
Sınıfının ona verdiği tüm nimetleri kullandı: Amerikan Kız Lisesi’nde eğitim, Robert
Kolej (şimdiki Boğaziçi) üniversitesinden idari bilimler diploması, belli ölçüde bohem
bir gençlik yaşamı. Ve de sinema denen yüce sanata karşı uyanan bir aydın ilgisi...
1963’lerden başlayarak Çapkın Kız, Son Kuşlar gibi filmlerle başlayan senaryo yazma
çabaları. Aynı zamanda, o yılların tüm aydınları gibi solculuğa, giderek komünizme karşı
uyanan bir merak ve kendisini o ideolojiye adama çabası. Ve sonra, bir dizi rastlantı sonu-
cu tanıştığı önemli kişiler ve onların etkisiyle farklı yollara dalması. Bunlardan biri, 60’lı
yılların ünlü yazarı, sinemaya da ilgi duyan, senaryolar yazan, daha da önemlisi siyaset
alanındaki görüş ve tezleriyle başını Halit Refiğ’in çektiği Ulusal Sinema Akımı’nın esin
perisi olan Kemal Tahir’le tanışması ve onun fikirlerini benimsemesi. Aynı dönemde,
kendisini giderek bu sinemanın (Halit Refiğ gibi bir kuramcısı olmasa da) taraftarı olarak
bulan yönetmen Atıf Yılmaz’la tanışması ve evliliğe dek giden gönül ilişkileri. Tüm bu
insanlar, Şasa’yı giderek daha önemli filmlerin yaratıcı kadrosunun içine attı. Özellikle
de Atıf Yılmaz filmlerinin: Murat’ın Türküsü, Toprağın Kanı, Ah Güzel İstanbul, Balatlı
Arif, Harun Reşid’in Gözdesi, Cemile, Köroğlu... 70’lerde Yedi Kocalı Hürmüz, Unutu-
lan Kadın, Battal Gazi Destanı, Cemo, Utanç, Kambur, Delikan... Zamanında hemen hep-
sini görüp sevdiğim filmler. Özellikle Toprağın Kanı’nın petrol emekçilerinin yaşamını
işleyen açık solculuğunun, Ah Güzel İstanbul’un Brechtçi atmosferinin, Harun Reşid’in
Gözdesi ve Köroğlu’ndaki tarihsel gerçeğe erişme çabasının, Utanç’taki gerçekçi melo-
dram tonunun ya da Yedi Kocalı Hürmüz’deki tuluat geleneğine yaslanma deneyiminin
ona çok şey borçlu olduğu söylenebilir. 80’lerdeyse TRT dizisi Hacı Arif Bey. Ve sanat
> 2014 HAZİRAN

17
âleminde yakınlık duyduğu bir başka ustanın, Yusuf Kurçenli’nin bir avuç filmi: Ve Re-
cep Ve Zehra Ve Ayşe, Ölmez Ağacı, Merdoğlu Ömer Bey, Gramofon Avrat. O hınzır
Atıf Yılmaz filmi Arkadaşım Şeytan’dan sonra, yine dostlar âlemine kabul ettiği Selim
İleri’nin bizzat yönettiği Hiçbir Gece. Ve İleri romanından Naci Çelik’in uyarladığı Her
Gece Bodrum. Son olarak da yine aynı âlemden dostu Yücel Çakmaklı’nın TV dizisi
Kanayan Bosna.
Sonrası, Şasa için bir diğer serüvendir. Kendisiyle yapılan (ve Yeşilçam Günlüğü’nün
2002’deki genişletilmiş baskısında yer alan) söyleşilerinde belirttiği, o burjuva
dünyasındaki çocukluk ve ilk gençlik dönemi travmalarına, biraz da böylesine farklı
ideolojilerin ve yaşam değerleri bütününün birinden öbürüne hızla geçmenin getirdiği
sarsıntılarla da birleşerek son derece hassas bir ruhta açabileceği yaraları önleyemez.
Özellikle o kendi deyimiyle ‘ateist ve anarşist bir eğitim’in geç kalmış da olsa ortaya çıkan
etkileri... Bu onda bir tür ruhsal bunalım, bir psikolojik çöküntü yaratır. Ve bir şizofreni
olayı başgösterir. Bunun sonucu, tam bir değişim ve dönüşümdür. Bir dönemde bolca
sahip olduğu maddi değerler dünyasına sırt çevirme, varlığın nedenlerini ilahi kökenlerde
arama, Allah sevgisine, maneviyatın ve tasavvufun yollarından geçerek ulaşma gayreti.
Bir tür “insan-ı kâmil olma” çabası. Yine kendi deyişiyle “1980’lerde başlayan müsbet
yönlenme, 1988’de tamamen kristalize olur. Ve o noktadan itibaren, çevresinin aksine gi-
dip Müslüman münevverlerle diyalog kurmaya başlar”. Ve de “İslam’ın şiiriyeti ve engin
şifa gücü, hayata ikinci defa başlamasını sağlar”.
Bu elbette herkesin, hepimizin takip edeceği bir istihale değildir. Ama en azından
saygı gösterip anlamaya çalışmamız gerekir. Ben kendi adıma bunu yapmaya çalıştım.
Ve bu müstesna hikayeye, bu kendine özgü maceraya, uzaktan da olsa saygıyla, sevgiyle
yaklaştım. Aslında zaman zaman görüştük de: Ayşe’nin yeni hayatında artık baş rollerden
birini alan, eski Yeşilçam senaryo yazarı ve dostum saydığım Bülent Oran’la evlerine
girip çıktım. Ama bu görüşmelerin, o hepimizin teslim olduğu modern çağın talep edici,
baskıcı ve işkolik ortamında, arzu edileceği kadar sık ve düzenli olduğu asla söylenemez.
Ama onların kurduğu, o magazin köşelerine yansıyan yüzeysel beraberliklerden tümüyle
farklı ve tam bir karşılıklı ruhsal uyuma dayalı ilişki, yine de gözümden kaçmadı. Ve ona
da sevgi ve saygıyla yaklaştım. Nitekim Bülent Oran’a SİYAD onur ödülü verdiğimiz yıl
almaya gelmemesi, bizim camiayı öfkelendirmişti. Ama ben hiç kızamadım. Çünkü çok
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

kutsal bir görev için İslam’ın kalbi olan kente gitmişti, hac farizasındaydı. Zaten kısa bir
süre sonra da sevgili Bülent Oran vefat ederek Ayşe’yi hayatının son döneminde yalnız
bıraktı.
Aslında aynı nedenle Şasa’ya da bu ödülü verememiş değil miydik-onca güzel filme
bulunduğu büyük emek ve katkıya karşın? Çünkü almaya gelmeyecekti, biliyorduk,

18
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

söylemişti. O büyük değişimden sonra, sanatsal bir nedenle de olsa, eski çevresine, eski
yaşamına, o cilalı ve ışıklı ortama dönmek istemiyordu, bir ödül almaya gelmek bile
onu aşıyordu. Anlayışla yaklaşmaktan başka ne yapabilirdik? Ayşe, sinemayla ilişkisini
yazmak yoluyla sürdürdü. Yıllar boyu Dergah dergisinde sinemamızın serüvenini kendi
kişisel serüveniyle koşut biçimde işlediği kısa ama özlü yazıları, iki kez basılan Yeşilçam
Günlüğü’nde topladı. İkincisine Önsöz yazma onurunu bana vermesini hiç unutamam.
Bu yazılarda çok seçerek işlediği ve övdüğü bir avuç Türk filminin yanısıra (klasik an-
lamda eleştirmen olmadığı için bizim gibi her şeyi izleyip yazma zorunluluğu yoktu!),
sinemamızın somut ve pratik meselelerine getirdiği bakışlar da ilgiye değer. Hepsinin
ötesinde, Beşir Ayvazoğlu’nun dediği gibi ‘tasavvuf temeli üzerine oturmuş yeni bir sine-
ma anlaşının imkânlarını araştıran bir düşünür niteliği” karşımıza çıkar.
Sonra yine özyaşamsal olan Bir Ruh Macerası’nı yazdı. Ardından yine Dergah’ta ve
kimi dergi/gazetelerde yazdığı yazılar, Delilik Ülkesinden Notlar adıyla kitaplaştı. Artık
somut ve gündelik sorunlardan tümüyle kopup dinsel bir düşünme ve felsefe yaratmanın
zor yollarını arşınlar olmuştu. Yunus Emre’den Mevlânâ’ya, Sokrat’tan Einstein’a, Ke-
mal Tahir’den İbn Arabi’ye, Sylvia Plath’dan Baudrillard’a, Kubrick’den Tarkovsky’ye
birçok düşünür ve sanatçıyı anarak, çocukluğuna ve ‘delilik’ yıllarına geri giderek, yarı
kalmış öyküler sunarak... Hilmi Yavuz’un Sonsöz’ünde dediği gibi “Ayşe Şasa, bir
ermişin hayatını anlatıyor ipek kanatlı sayfalarda... Bu da az şey değil”.
Ve de ardından Şebek romanı gelir (Hepsi Gelenek Yayınları). Alt başlığı Fantastik
Kurgu olan bir anlatı denemesi. “2075 yılındaki hayali bir toplumda” geçen öykü, yine
Freud’dan Marx’a, Darwin’den Mozart’a ünlüleri anan bir ‘maymunlar öyküsü’dür. Ama
yeni bir Maymunlar Cehennemi beklemeyin!.. Ayşe Şasa’nın tümüyle simgelerle ördüğü
benzersiz bir metin, bir büyük sayıklama, bir metaforlar toplamı. Herkesin meşrebine göre
yorumlayıp ders alacağı... İşte bir hayatın kısa özeti. Belki ancak yetenekli bir yazarın
bir romanla daha ilginç biçimde anlatıp ayrıntılarına girebileceği, gizemine dalabileceği...
Ayşe Şasa şimdi o korkunç hastalıkla boğuşuyor. Adını anmak bile istemediğim... En
son konuşmamızda umutluydu, mütevekkil ve kaderciydi. Ama iyimserliğini koruyordu:
İnanca ulaşmış her insanın yapması gerektiği gibi... Onu yeniden en sağlıklı haliyle bulup
söyleşmek, bu ‘uzak ama yakın’ dostun büyük arzusudur.

Kaynak: Zaman Gazetesi


> 2014 HAZİRAN

19
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

20
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ismarlama bir hayatı bıraktı


Ayça Örer

Dua etmeyi bilmediğinde bile ilk duası hakikat olan Ayşe Şasa’dan bize
hakikat kaldı. Arayışıyla ömre kefil, telefon sohbetiyle mesafelere talip,
kederi sabırla taşımasıyla bir vesile. Biliyoruz, huzursuzluğu layığıyla
yaşayan her fani için ölüm bir saadet...
Aklıyla gönlü arasında bitimsiz sorgulamalara düştüğü günlerden
birinde ziyaretine gittiği Kemal Tahir hasta. Yıllardır ahbaplık ettiği
Ayşe’nin uzun süredir gelmeyişini 12 Mart’a, baskıya, kaygılara, korku-
lara bağlıyor. Ayşe Şasa kendini anlatmak derdinde ama yorgun... Nihayet
bir anda yüzündeki kaygı, korku, gerilim yazara şu sözleri söyletiveriyor:
“Dünya çilesinden kaçamazsın, hayatın meşakkatinden kurtulamazsın!
İstersen dünyanın en zengin adamının kızı ol, servet insanı çileden ko-
rumaz. Biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik.”
Ayşe Şasa o sıralar 30’lu yaşlarının başında. Buhranlar içinde geçen
çocukluk, yükselmesine ve düşmesine tanıklık ettiği Yeşilçam kulisleri
ve “Halka ulaşmalıyız” gayesiyle çıkılan siyaset yollarında aşılamayan
çelişkiler... İlk gençliğinden yorgun bir miras bırakmış. Nöbetler, sanrılar,
hastaneler arasında geçen günler...
Peki kimdir bu kadın? Baştan alalım.
Genç Cumhuriyet’in II. Dünya Savaşı gölgesinde bir karar bulmaya
çalıştığı yıllardan biri, 1941. Ayşe dünyaya geliyor. Sonrasında ne zaman
kendisiyle ilgili bir bahis açılsa üzüntüyle anılacak çocukluk yılları. Ya-
hudi ve Alman mürebbiyelerin despot ellerinde yeşertilmeye çalışılan bir
yeni nesil fidesi. Kendisi olamamış, eskiye dair ne varsa hoyratça elinin
tersiyle atmış cumhuriyetin en seçkin ailelerinden birinin derdini kimseye
anlatamayan küçük kızı.
> 2014 HAZİRAN

21
Bahsin arasında bir bahis daha… Dayısı Rauf Orbay. Kurtuluş müc-
adelesine en ön saflardan omuz verip, hemen bitiminde uğradığı iftira
yüzünden ömrünün son gününe kadar susmak çilesiyle mükellef bir insan.
Yıllar sonra dayısından miras koltuğunda çile dolduran Ayşe Hanım, kendi
tabiriyle “çiğ çiğ solculuk numaraları” yaptığı dervişane tavırlı dayısını
anacak; o kendisine 18 yaşında Kur’an-ı Kerim hediye eden insan.
Çiftehavuzlar’da göz alabildiğine yeşil bir bahçenin ortasında yapayalnız
kaldığı günlerde sokakla tek irtibatı olan demir kapının önünde bekliyor.
Oradan geçen koz helvacı onun dışarıya dair tek tesellisi. Başka bir hayat
var ve o hayatı bir gün elbette bulacaktır. Yıllar sonra, Mürşid’inin dizi
dibinde otururken onun kendisine hitaben “O koz helvacı bendim.” demesi
manevi yolculuğunun cismanileşmiş hali.
Dünyanın yükünü sırtlamış görünen Ayşe, ilkokulda herkesin ‘deli’
gözüyle baktığı, doğum gününe kimselerin gelmediği; ortaokulda okul
birinciliği mertebesine yükselen; Almanca, Türkçe, İngilizce arasında
bölünen bir hayatı toparlamaya çalışan bir küçük çocuk. Yedi yaşında
“Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!” yazacak,
16 yaşında La Paix Hastanesi’nin önünden geçerken ağzından dua etmeyi
bilmeden şu cümle dökülecek. Bu “Gönlünüzden ne geçirdiğinize dik-
kat edin” meselesine de önemli bir misal: “Hakikate vasıl olmama vesile
olacaksa, yolumun bu hastaneden geçmesine razıyım.” demiştim içimden;
niyet tutar gibi. ‘Hakikat’ kelimesine aşırı bir ilgim, abartılı bir merakım
var.”
Zengin ailesinin imkânları onu pekâlâ sosyeteye katacakken, sor-
gulamaktan bir an bile vazgeçmeyen aklıyla her zaman bulunduğu yer-
in yabancısı, bir türlü intibak edemeyen, intibak edemedikçe şaşıran,
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

şaşırdıkça üzülen mutsuz bir genç. Ben gibi çokları için başyapıt olan ‘Ah
Güzel İstanbul’ filmi de dahil nice eserin isimsiz senaristi. Yaptığı işle asla
yetinmiyor, onu eleştirmekte müdanasız: “Senaryolarımı birbiri ardına gel-
en ‘utanç’ belgeleri gibi değerlendiriyorum, ‘Ah Güzel İstanbul’ gibi film-

22
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

ler… Hepsi birbirinin benzeri serüvenler dolanıyor kafamda; ama bilhassa


‘Ah Güzel İstanbul’… Safa Önal ile müşterek yaptığımız bir çalışmadır;
Safa bir hikâye getiriyor, tretman ve diyaloglarını yazarak senaryo haline
getiriyorum. Oldukça farklı bir adaptasyona tâbi tutuyorum. Fakat büyük
bir şüphe taşıyorum yaptığım işler konusunda, marazî korkularım var. ‘Ah
Güzel İstanbul’u çok kifayetsiz bulduğum için imzamı bile atmıyorum.”
‘Hayatımın ilk yarısı korku filmi gibi geçti’
Çocukluk ve gençlik kamburları dur durak bilmeyen kaygılar içinde
incecik bir dal gibi salınan bu genç kadını nihayet çökertecek, 10 yıllık bir
karanlık önüne açılacak… Dinginliğe hasret, fırtınalı bir on yıl: “Hayatımın
ilk yarısı korku filmi gibi geçti... Varoluşuna sahih bir neden bulamayan in-
san, bilsin yahut bilmesin korku, endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî
hali, bir imtihandan geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım... Allah
hepimizi ve özellikle yeni nesilleri böylesi azaplardan esirgesin...”
Neden kendisini anarken hep o sıkıntılı yıllarından dem vuruyoruz?
Geldiği yolun acılı olmasının bize öğrettiklerine tutkumuzdan mı, “Ar-
amakla bulunmaz ama bulanlar ancak arayanlardır.” sözüne sahici bir
dayanak olduğu için mi? Şimdi, onu yine anarken, haksızlık hissinden
kurtulamıyorum. Ayşe Hanım geçirdiği sınavları bir bir verdikten sonra
bizlere bu üzüntüleri kabuklarından soyarak adeta bir meyve gibi sundu...
Ömrünce onu bir gölge gibi izleyen ölüm korkusunu Mürşid’inin “Ölüm var
ya ölüm... Hımmm... Çok tatlı bir şey ölüm!” sözüyle bir kenara koyarken,
umudu tavsiye etmekten geri durmayacaktı: “Hz. İbni Arabî’nin çok güzel
bir sözü var... ‘Mucizeler bir kere başladı mı bitmek bilmez!’ Hayatımın
ikinci yarısı benim açımdan mucizelerle dolu... Çok mucizevî bir şey
var bu insanların kişiliklerinde, çok özel bir şey var. Önceki hayatımda,
çocukluğumda, gençliğimde her zaman büyük bir hayal kırıklığı içinde
‘İnsan denilen mahlûk bu mu, hayat denilen şey bu mu?’ diye içten içe
sorup dururken cevabımı aldım. İşte insan! İşte hayat! İşte gerçek hayat!”
Onu uğurluyoruz. Artık “Ben Ayşe...” diye başlayan telefonlar yok.
Gayrettepe üzerinden Hırka-i Şerif’e bakarak edilen şükürler, ıztırâr dil-
> 2014 HAZİRAN

23
inden dualar yok. “Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum/ Görenler
üstünde iyi duruyor derdi her bakışta” diye aldığı bir yolun sonuna geldik.
Şahidiz.
Fatih Camii’nde Derviş Ayşe Hanım niyetine saf tutuluyor. “Herhâlde,
gerçek sona vâsıl olduğumuz zaman da, orada yeni bir hayata doğuyoruz.”
diyen Ayşe Şasa dünyadan giderken sevdiğine varıyor: “Ölüm, bir köprü
gibidir. Sevgiliyi sevgiliye kavuşturur.”
İnna lillâhi ve innâ ileyhi raciûn…

Kaynak: Zaman Gazetesi


> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

24
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa: Türkiye ile aynı MACERA


Cem Sancar

Geçen hafta Hakk’a yürüyen münevverin, Ayşe Şasa’nın macerası,


Türkiye’nin macerasıdır.
“Kökleriyle barışamayan bir toplumun soylu işler yapması mümkün
değil” demiş. Daha ne desin?..
1997 yılıydı. Özal’ı halletmişler, bankaları cebellezi etmişlerdi.
Bize gelince, manevi krizler içinde şaşkın, kıblesini kaybetmiş yalnız
çocuklardık. Midesi hassas özgürlükçü- demokratlar olarak ya medyanın
arka odalarında çürümeye gönderilmiş ya da istifa ettirilmiştik.
Yıllar sonra darbeci bir plan olduğu ortaya çıkacak olan Müs-
lüm Gündüz-Fadime Şahin rezaletinin, o yarı çıplak ev baskınlarının,
aşağılamanın, linç’in karşısında Negatif Dergisine “Malum Organ” diye
bir yazı yazmıştım. Yayınlandıktan sonra “özgür medya” çevreleri yazıyı
bezdirici bir sessizlikle karşılamışlardı! Tık çıkmamıştı.
Sıkıntı içinde otururken ev telefonu çaldı, açtım. Karşımda derinden
gelen teklifsiz bir kadın sesi. Yazıyı okumuştu. “Sizi tanımak istedim?”
dedi.
“O kadar da yalnız değiliz, sıkma kendini” diye duydum tabii ben onu!
Dostluğumuz böyle başladı. Bir süre sürdü ilaç gibi gelen, iyileştirici gün-
lük konuşmalar... Bunu hep yapıyordu Ayşe Hanım. Kendi telefon cemaati
vardı! Bir çok insanı telefonla buluyor, onlarla bilge sohbetlere giriyor,
gönül alıp gönül veriyordu.
Ayşe Hanım seçkin bir aileden geliyordu. Çok iyi bir eğitim almış,
yabancı dadılarla Batı kültürüne göre büyütülmüştü. Birkaç dil bilen bir
Marksist olmuş, içinde yer aldığı sınıfı, sistemi eleştirmiş, değiştirmek
istemişti. Kemal Tahir’i, Halit Refik’i, Atıf Yılmaz’ı tanımış, devrimi sine-
> 2014 HAZİRAN

25
mada yapmaya meyletmişti. Muhteşem senaryolar yazmıştı.

ÇOK YALNIZIM GELİN KURTARIN


Zekası ve sezgileri onu hep büyük bir farkındalık halinde tuttu. 8
yaşındayken yazıp bir şişeye koyarak denize attığı mektup genel bir işaret
fişeğiydi aslında. “çok yalnızım, gelin beni kurtarın!”
Batılı, nihilist bir kimlikle ne Batı, ne de bu fotokopi düzen
eleştirilebiliyordu. Şizofreni kapısını çaldığında durum buydu.
“En değerli sermayem yaşadığım hastalıktır. Aldığım eğitimin zehri,
toksik etkisi bütün şuurumu kaplamıştı.”
Türkiye’yi anlatıyor sanki! Bizi anlatıyor...
Sonra Sufi pirlerle, pir-ül âlâ İbn Arabi ile karşılaşma ve arkasından
krizinin bir iman krizi olduğunu idrak etme ve kurtuluş.
“Bedeni bu diyarda nefsi başka coğrafyalarda gezinen insanların pa-
tolojisidir yaşanan. ‘Tutmayın beni Batıya gideceğim!’ diyen, ruh medeni-
yetini kaybetmiş insanlar. Şizofreninin kolektif bir türü...”
Bohem sanatçı halka kafi miktarda bir ukalalıkla bakar. Şikayetçidir ama
ne var ki yabancılığının acısını da yaşar! Ta ki İslam velileriyle karşılaşana
kadar. Kendine gelmesi tabii bir süre alabilir, lakin artık kapı açılmıştır.
Onun bize anlattığı budur...
Ayşe Şasa’nın yolculuğu, kimliğininin kutsal sırlarını keşfedişi; İslami
köklere karşı inşa edilen zihinlerin, dip dalga karşısında fazla bir şansının
olmadığını da ispatlıyor...

ER KİŞİ NİYETİNE YAŞADI


Ruhsal köklere giden yol çetrefilli ve yorucu illaki. Şasa, bir de bize
bunu öğretti. Adına şizofreni denen illet nimete dönüşebiliyor ama bu yol-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

da! Bu da var.
Hakkın, hakikatin, dinin dairesine girdiği için hor görülen, itilen kakılan,
kişiyi yalnızlaştıran bir maceradır bu. İnsanın ruh denizinin fırtınalarla,
depremlerle sarsılması demektir.

26
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Değişimin, doğumun, ölüp ölüp dirilmelerin çağına tanık oluyoruz.


Ondan yarılmaktadır bilinç, dünya, toplumlar... Doğum olabilmesi için
ortasından çatlaması gerekmektedir çünkü tohumun!
Bebek doğuyor, nehirler birleşiyor, denizler okyanusa kavuşma istidadı
gösteriyor. Damla, derya karşısında haddini görecek! Bir kere ummanları
kaplayan suya katıldı mı da geçmiş sancılar silinecek...
Zamanını aşan bir film “Ah Güzel İstanbul”! Baş rollerini yazarken
şehrin memnuniyetsizlerini ikiye böler Şasa! Haşmet ve Ayşe’de bugün
çatıştığımız Cumhuriyetçi zihnin paradigmasını verir. Haşmet, düşkün bir
elit, yeni hayatla problemli bir hümanist, bir “alkol-sigara” adamıdır. Ayşe
ise artist olup yırtacaktır! Haşmet söyle der bir yerde: “Hayatım boyunca
çalışmadan nasıl yaşarım diye çabaladım!”
Ayşe Şasa derin bir hanımefendiydi. Işığını arayan bir ülkenin kızıydı.
Cenazesinde davudi bir Cerrahinin ses verdiği gibi, “er kişi niyetine”
yaşadı ve gitti.
Yolun başındayken titreyen ellerimizden tuttu...

Kaynak: Sabah Gazetesi

> 2014 HAZİRAN

27
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

28
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

“Rical” temsilini ihya eden sanatkâr kadın


Cihan Aktaş

Ayşe Şasa benim için eşi rahmetli Bülent Oran’ın ifade ettiği şekilde
“Kibritçi Kız”dır. Elinde olanla imkânsızı başarmanın yoluna düşmüş
bir hakikat arayıcısıdır. Bir masal kahramanı kadar yalın, duru, ger-
ekli ve yakındadır. Kış soğuklarında ve zifiri karanlıkta yaktığı ışıkların
aydınlattığı insan sayısı de hiç az değil.
“Telefon sustu bugün, İstanbul’u rahmet bastı” diye yazmış İsmail
Kara, yıllar önce onunla ilgili yazdığı “Aramakla Bulunmaz Ama Bu-
lanlar Arayanlardır” başlığını taşıyan, ancak vefatının ardından Dünya
Bülteni’nde yayımlanan yazısına kattığı “zeyl”de. Dünyanın neresinde
bulunursanız bulunun, dar zamanınızda telefonla arayan kişi öncelikle o
olurdu. “Telefon dervişi” olduğunu düşündürürdü. (“Gramofon Avrat”a
telmihen “Telefon Avrat”tan dem vurduğu aktarılıyor.) Türkiye’den uzakta
olduğum yıllarda İstanbul’dan bir telefon geldiğinde herhalde ondandır diye
düşündüğüm birkaç isimden biriydi. Ben de şöyle düşünmeye alışmıştım:
Telefonla ulaşabilirim, birazdan telefonla ararsa şaşırmam. Gerçi artık
uzağı yakını hesap etmeyen o telefonlardan mahrum kalacağım. Bu mah-
rumiyeti duyacak olan eşi dostu hiç az olmasa gerek.
Vefatının ardından yayına hazırlanan “Ayşe Şasa’ya Armağan” kitabı
için kaleme aldığı yazısında Suavi Kemal Yazgıç, kendisinin de yıllarca
paylaştığı bu telefonların malumata değil irfana açık olduğunu vurgu-
luyor. Ahkâm kesmekten uzaktı ve nerede yaşarsa yaşasın kulakları
sokağın (mahallenin) seslerine açık oldu. Çünkü aslında gotik şatoda
bile seccadesindeydi, bu varoluşu tanımlamaya çalışıyordu. Bir köşkte
yaşadığı yabancılığın acısını (üşümeyi) seccadeye yönlendirdiği hayatla
kendi yurdunu kurmanın imkânına dönüştürmeyi başarmıştı. O geçişin
kolay olduğunu kim söylemiş? Yaşadığı zorlukları sınav sebebi sayarak
anlamlandırmayı sağlayan güzel bir bakışı vardı dünyaya. “Gözün içinden
gören” diye niteliyor ya Blake.
Bazı gazetelerde “ölümle pençeleşiyor” şeklinde başlıklar atılmasını
> 2014 HAZİRAN

29
yadırgadım. Konformist değildi, hidayete nail olmayı getiren badireler
yüzünden yakınmadı. Hakkın Rahmetine kavuşması da hiç kolay olmadı.
Hastalıklar peşini bırakmadı, ancak iyimserliğini korur ve “iyi olacak” der-
di telefon konuşmalarımız sırasında, “her şey daha iyi olacak.” Hastane
ziyaretim sırasında -henüz komada değilken- hayata sıkı sıkıya bağlandığı
izlenimi edinmiştim. Ancak ölüme yaklaşırken de medya manşetlerinde
tasvir edildiği gibi “pençeleşme” diye ifade edilecek bir tavır içinde
olmazdı. Feraset ve irfan sahibiydi. Hayat hikâyesini “hakikat arayışının
özeti” olarak tanımlıyordu.
Yol hikâyesinde bana çarpıcı gelen pek çok noktadan biri, hidayet
olgusunun emekle ve çileyle ilişkisi oldu. Sanatçının örnek bir çilekeş
olduğunu anlatmıştı Susan Sontag. İyi ve doğru bir dindar olmak daha
az çaba istemiyor. İşte böylesine bir adanma da “normal” hayatların sey-
rinde delilik, mecnunluk olarak tanımlanabilir pekâlâ. Delilik Ülkesinden
Notlar şizofreniyi tanımlama çabası içindeki uzmanlara bu alanın nasıl
bilinmezliklerle dolu olduğunu gösterdiği için de yadırgandı. Kitabın
“bilimsel” değil “edebî” olduğu şeklindeki yargı, kartezyen disiplinin
bütünü görme çabasını mecnun kimliğine yorarak kurduğu egemenliğin
bir göstergesi. Nedenlerinden tam olarak emin olunamayan şizofreninin
belirtileri tanımlandığı kadarıyla sınırlı olabilir mi? “İnanca dayalı tedavi
boş bir idealizme götürür” şeklindeki cümleyi nasıl bir bilimsel bakışla
kurarsınız? Şizofreniden söz ederken Deleuze, “kendi mantık sistemi-
mizi bile reddetmeye iten savunmacı bir strateji” diye bir cümle kuruyor.
Ayşe Hanım içine doğduğu hayatı benimseyemediği için kendi kendini
doğurmaya sevk eden sancılı bir bilince sahipti. Şifa kaynaklarına ulaşmak
üzere elinden geleni esirgemedi, bilincinin dağılmaya zorlayan parçalarını
toparlamayı sürdürdü ve bu yolda attığı yürekli adımların karşılığını
bulmadığı söylenemez.
Vefat haberini aldığımda Fecr Suresi’nin 27 ve 28. ayetlerini düşündüm:
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

“Ey mutmain nefs! Sen O’ndan memnun olmuş ve O’nu razı etmiş olarak
dön Rabbine!”

***

30
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Hidayet hikâyesinin mütedeyyin kesimlerde yapıcı ve istikrarlı


bir kabulle karşılanması, onun içtenlikli, yalın ve özenli duruşundan
bağımsız değerlendirilemez sanırım. Zekâsı, sezgisi ve görgüsüyle siste-
min hırpaladığı, kale almadığı, kültürünü, inancını, değerlerini ve hayat
tarzını yadsımaya çalıştığı kesimlere, sürdürdükleri direniş konusunda
yanılmadıklarını bildirerek destek sundu. Teslimiyeti yeniden diriliş ce-
hdi olarak yaşadığını anlatan tavrının bir sonucu olarak da geniş bir kabul
gördü, sevildi ve sayıldı.
Sahip olduğu bir tür cazibe düşünmeye değer geliyor bana: 1980
sonrasında bir tür kamusal alan sıkıntısı yaşayan Müslüman aydınlardan
kimileri için bir merkez oldu evi, öyle ki adeta edebî kamu bağlamında
fikirlerin ve faaliyetlerin, eserlerin ve imkânların döküm ve muhasebe-
sinin yapıldığı alternatif bir “salon” sahibi olduğu söylenebilir. Bu tür bir
ev merkezli toplantıda kadın varlığı, özellikle bir kadının merkezi olduğu
toplanmalar, İslamî kesim için alışılmadık bir tecrübeydi. Zeytinburnu
Necip Fazıl Kısakürek Sempozyumu sunumumda dile getirdiğim -metni
www.dunyabulteni.net’de yayımlanan- görüşlerin süreğinde düşünecek
olursak bu yeni tecrübe üzerinde durmaya değer önemde görünüyor bana.
Türkiye Cumhuriyeti kamusallığı ideolojik dışlamalara ve abartılara dayalı
bütün kurgusallığıyla İslâm’a, Müslümanlığa ilişkin meselelerin derinlikli
bir şekilde konuşulmasına izin verecek bir dokuya sahip olmaktan uzaktı/r.
Belki bu nedenle de Müslüman aydınlar büyük şehirlerde yaşamayı ter-
cih etseler de kasabayı veya samimi ve sahici konuşmaların seslerinin
nasıl yorumlanacağına emin oldukları küçük ölçekli bir şehrin sofasının
özlemini duymayı sürdürdüler. Hâkim sistemin seçkinleri arasında bulu-
nup da imtiyazlarını reddedip sistemi sorgulamaya başlamış irfan ehli bir
kadının salonunda bulunmak, sistemin dışladığı mütefekkir ve sanatçılar
için sadece bir uğrama alanı olmaktan öte geçen anlamlar taşıyordu. Ken-
di varlığını sahici bir anlamda algılamanın yolu, sanatı ve tefekkürüyle,
hayatıyla sistemin kamusunda alternatif bir varoluşla değerini kanıtlamış
bir kadının aynasında sahip olunan ifadeden de geçiyordu sanki.
Kadın meselelerine kabaca, adeta kuşkulu ve Nietzschevari aristokrat
bir dille yaklaşan İsmet Özel, kitaplarıyla birlikte onun evine koştu.
> 2014 HAZİRAN

31
Kuşkusuz Şasa’nın “Mataramda Tuzlu Su” şiirinde fark ettiği benzeri bir
arayış tecrübesinin seslerinden ileri geliyordu bu yakınlık. Şasa ise san-
ki o şiire katıldığını ya da İsmail Kara’nın yukarıda atıfta bulunduğum
yazısında geçtiği üzere, o şiire aşinalığını hissetmiş, meftun olmuştu. Yine
de çok fazla çağrışıma açık bir aşinalıktır sözünü ettiği. Sosyal konumu
ve sanatçılığı yanı sıra hidayeti ve irfanı, bütün olarak boş olmaktan uzak
hayatı onu değerli kılıyordu kuşkusuz. Bu tespitim yanlış mı? Kadın ko-
nusunda ayrımcılıkla suçlanan İslâmî kesimin seçkin (erkek) aydınları ak-
leden ve derin bir kadının oluşturduğu kamuda kendilerini evlerinde bil-
menin rahatlığını duydular. Eleştirileri ve muhalefetleri o kadının desteği
ya da onayıyla daha rahat açımlanabilirdi sanki! Başka türlü bir Müslüman
kadın olma örneğinin kendi mahallemizde bu denli merkezi bir rolünün
gerçekleşemiyor oluşu önemli bir sorudur. (Öyle ya, Necip Fazıl da
1940’lı yıllardaki Büyük Doğu yazılarında Neyyire Ertuğrul’un sanatını,
saygıya lâyık bulduğu sanatkâr kişiliğini överken diğer kadınları agorayı
terk ederek evlerine dönmeye çağırmaktaydı. Zorlu tecrübeler ardından
kendini kanıtlamış ya da vurgulamış saflık övülebilirdi ancak, orası öyle.
Ancak agoradan korkutularak İdeolocya Örgüsü’nün katı emirlerine ita-
ate çağrılan mütedeyyin bir ev kızının Neyyire Ertuğrul övgüsünü nasıl
yorumlayacağı üzerine de düşünmek gerek.)
Kuşkusuz söz konusu soru kurgusal bir halk için tasarlanan kamusallık
ve muaşeret konusunu açmayı gerektiriyor. Böyle bir kamusal planda
güvenilirliğini kanıtlamış bir kadın sanki bir parça “erkek” kimliği ka-
zanarak evin sağladığı güvencenin ötesinde bir bağlamda rüştüne eriyor
ve muhatap olma konumu kazanıyor. Bunun çok yeni bir olgu olduğu
da söylenemez gerçi. Rabiat-ül Adeviyye’nin (Vefatı: Hicri 135) teşriki
mesaide bulunduğu insanların çoğunluğunun erkekler olduğu ve kend-
isinin de döneminin “rical”inden[meşhur kişilerinden] sayıldığı bilinir.
Tezkiretü’l-Evliya yazarı Feridüddin Attar da eserinde onu “erkekler”
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

hanesinde ele almasını, karşılaşması muhtemel tepkilere karşı şu şekilde


açıklamıştı: “Biri çıkıp: “Onu niçin erkekler safında zikrettin”, diye sor-
arsa, derim ki: Hz. Muhammed (sav): “Allah sizin suretinize bakmaz’
diye buyurmuşlardır.” “Rical” kuşkusuz özelden çok kamusal bir kabulü,

32
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

saygınlığı, değeri olan kişiliği anlatıyor ve genel geçer anlamda da yaygın


kamusal simalar açısından bakıldığında özellikle erkekleri içeriyor. Bir
kadının kamusal saygınlığını “erkek değerlerini benimseme, içselleştirme
ve yansıtma”nın ötesine giden bir düzeyde tanımlayan veya belirleyen
başka türlü bir anlama ulaşıyoruz kavramı irdelerken: Çoklu karşılaşmaya
izin veren bir bağlamda kamusa muaşeret, düşünce ve ifade yetisine haiz
kişiliktir rical. Cinsiyetini reddediyor veya yadsıyor değildir, ancak cinsel
cazibesini de farklı bağlamlara gözlerini kapatmasına yol açacak -ve ni-
hai planda kalben zayıflamasını getirecek- şekilde biricik hazinesi ya da
kaynağı olarak öğrenmiş olmaktan uzaktır. Tesettürün bir açıklamasının
mesafe bildirimi olması da bu bakından açıklayıcı. Ve Ayşe Hanım’ın
rical olarak İslâmî kesimde reddedilmiş ya da üzerinde durulması önemli
görülmeyen bir temsili ihya ettiği söylenilebilir. Cerrahi tekkesinde Sefer
Efendi’nin ve ardından da Tuğrul Hoca’nın yanındaki yeriyle, bu rical ka-
bulünü hatırlatan bir ayrıcalığı yansıtmıştır zaten.
Öyleyse hayatının başlarındaki bir genç kızın terbiyesi, “rical” saflarına
yerleşmesine müsait kamusal boyutu hesaba katılmadan tasarlanabilir
mi? Kıymetli Müslüman şahsiyetlerin Ayşe Şasa’nın kişisel mücade-
lesi ve arayışına gösterdikleri saygı, bu soru üzerine düşünmeyi gerekli
kılmakta. Ayşe Şasa artık bizdendi, güvenilir bir sesi vardı, yine de mahal-
lenin kızı değildi. Hâkim kültürün merkezinde başlayan macerasının seyri,
yadsınmak istenen bir kültürel derinliğin özgüveninin ifadesinde bir tuta-
mak oldu denilebilir. Öte taraftan, fikirlerini çok önemsediğini bildiğim
Şasa’nın ebedi âleme irtihalinin ardından kaleme almayı tasarladığım bu
metin bağlamında yazışmalarımız sırasında Akif Emre’nin dile getirdiği
gibi, Ayşe Hanım’a dönük ilginin, hidayetinin ardından İslâmi fikir ve
hayat tarzı arayışı konusunda destek sunma kaygısıyla da onu merkezi
konuma getiren bir anlamda geliştiği söylenebilir.
Yukarıda Şasa’nın evinden “salon” diye söz ettim, ama aslında o daha
ziyade bir sofaydı. Ayşe Hanım da salonu reddetmiş bir seçkindi sonuçta,
salon kadını olmayı hele hiç istememişti. Nüfustan sayılmayan kesimlere
bir bakıma yasaklanmış bir dünyanın imtiyazlarını reddederek “aramıza”
gelmişti. Bize kendi farkımızı bildiren sesi, egemen kabullerin kendi seç-
> 2014 HAZİRAN

33
kini tarafından sorgulanıyor olmasının aynasını tuttuğu için de -özüne
güveni pekiştiren- bir öneme sahip görünüyordu.
Ayşe Hanım hidayetinin seyri ve seçimleriyle, eserleri ve hayatıyla
sofa sahibi olmaya çağrıldı, bu çağrıyı tabii bir şekilde benimsedi. Sofa
sohbetlerinin merkezinde olmak ona yakıştırıldı ve yakıştı. Kemal
Tahir’in mihverinde olduğu ev toplantıları geleneğinde edindiği tecrübe
bu alanda üstlendiği rolü kolaylaştırmış olabilir. Buna karşılık Metin
Önal Mengüşoğlu Öptüm Kara Gözlerinden’de anlatır ya: İslâmî kesim
yeniden Müslümanlaşırken evlerde kadınlar, erkeklerin sabaha kadar
süren sohbetlerine bazen perde arkasından katıldılar. Sıkıştıkları mutfakta
sürdürdükleri hizmet değerliydi kuşkusuz, ancak ortak bir dil geliştirme
çabası açısından çok kolay yadsınan bir emekti. Ayşe Şasa’nın sofasının
İslâmî kesimin erkek seçkinlerinin zihinlerinde kadınların mutfakla sa-
lon perdesi arasındaki hizmeti üzerine düşünmeye sevk eden sorulara yol
açtığı tahmin edilebilir.
Edep ve insanlık zor zamanla sınanmadığında sadece bir söylevdir, re-
toriktir. Çoğu zaman hayallerimizdeki sahiplikler üzerinden anarşist fikirl-
er öne sürer ve bir şeyleri reddetmenin coşkusuyla dünyanın ayaklarımıza
serildiği hissini duyarız. Romantik kahraman, reddetme kapasitesi yük-
sek biridir, fakat henüz elinde olmayan imkân ve varlıkları reddetmek-
tedir muhtemelen. Ayşe Şasa hep kendisine yasak edilen öteki dünyayı
merak ettiği için tabii üyesi sayıldığı salonlardan ruhen ve giderek fizik-
en uzaklaşmaya başlamıştı. Sınıfsal tutumlar benliğine azap veriyordu.
Halk bilgeliğinin peşinde oldu. Çocukluğunda fark ettiği, Erenköy’deki
köşkün kendisini halktan ayırdığını düşündüğü demir kapısının metafor-
ik aşılmazlığından ileri gelen bir yaklaşımla ilgili olabilir, kapısını çalan
geri çevrilmezdi. Kadınlı erkekli kuşakları ağırladı sofasında. Soruları
cevaplandırmaya, cevapları paylaşmaya, yeni soruların üzerine durmaya
çalıştı.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

1990’ların başlarında uğradığım dergi bürolarında hidayetinden söz ed-


ilirdi. İyi bir sanatçının, değerli bir yazarın aramıza katılmasının duyurduğu
bir sevinci duyururdu yorumlar.

34
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

***

Mustafa Kutlu her ziyaretimde tanışmamızı istediğini söylerdi. 1993’de


Fatma Barbarosoğlu ile Mecidiyeköy’deki evine ziyaretine gitmiştik,
yıllardır tanışıyormuşuz gibi bir sohbete başlamıştık. Tabii eserlerine ve
hidayet hikâyesine aşinalıktan ileri geliyordu bu tanışıklık hissi, ama aynı
zamanda eksik veya fazla konuşmuyor oluşuyla dikkatimi çekmişti. Bül-
ent Oran ile aralarındaki sevgiye dayalı ilişkinin güçlendirdiği iyi duy-
guyla akıp gitmişti sohbet. Fatma’nın ve benim yayımlanmakta olan
öykülerimiz… Metnin kurtarıcılığını sağlayan sebepler… Ulusçu ka-
munun namahremleri olarak tanımladığı başörtülü kadınların direnişinin
anlamları… Sinemanın imkânları, Müslümanların sinemaya mesafe-
sinin sebepleri ve aynı zamanda varlığını duyuran “mânâ” sinemasının
gidişatı… Dergâh dergisinde İran sineması üzerine hazırladığım kitabın
ilk yazıları yayımlanmıştı, o bağlamda da konuşmuştuk.
Sık görüşemesek bile orada olduğunu bilmenin güvenini duyardım.
Kulenin tepelerinde yaşadığı halde halkın içinde var olmayı başaran bir
prenses olduğunu da düşünmüştüm, Bir Ruh Macerası’nı okurken. Halk-
tan kopuk steril bir hayatla sahici bir sarsıntıya yol açarak gönüllere nüfuz
eden eserler ortaya konulabileceğine inanmıyordu. Bir keresinde Orhan
Pamuk’un Kara Kitap’ı üzerine konuşurken onunla ilgili üzüntüsünü şu
mealde cümlelerle dile getirmişti: “Hayatı küçük bir odaya kapanıp yaz-
makla geçiyor, oysa hayat bu kadar sınırlı yaşanmamalı.”
Aşinalık hissinden söz etmişken, senaryosunu yazdığı filmlere dönük il-
gimi anmadan geçemeyeceğim. Onun imzasını taşıyan filmlere duyduğum
yakınlığı filmlerdeki imzasını hatırlamaz olduğum yıllarda, 1990’ların
sonlarında fark edecektim. 5 yaşındayken Refahiye’nin çarşıya yakın ilk
sinema salonun balkonunda, gece gösterimi sırasında ancak yarısına kadar
seyredip uyuyakaldığım Son Kuşlar (Erdoğan Tokatlı, 1965) bende sinema
merakı uyandıran ilk filmlerden biridir. Epik duyarlığıma karşılık gelen
Köroğlu (1968), güçlü olanın her zaman haklı ve muzaffer olamayacağı
bildirisiyle dünyamda kalıcı bir yere sahip oldu. Ah Güzel İstanbul’u
(Atıf Yılmaz, 1966) yine çocukluk yıllarında Refahiye’de, Piltan’ın
> 2014 HAZİRAN

35
Fırını yanında açılan derme çatma küçük sinema salonunda seyretmiştim.
Beşikdüzü Öğretmen Lisesi’nin sinema salonu olarak da kullanılan yeme-
khanesinde seyrettiğim Kambur (Atıf Yılmaz, 1973) âşığın özverisinin
sınır tanımazlığı üzerine nasıl da sarsıcı bir filmdir! Kemal Bilbaşar’ın
aynı adlı romanını okuduktan sonra seyrettiğim Cemo’nun (1972) sahn-
eleri romanı okurken gözlerimin önünde canlanmamış mıydı? Yatılı oku-
lun yemekhanesinde altı yıl boyunca seyrettiğim ve aklımda kalan birçok
filmde duyduğum sıcak ve etkileyici ses Ayşe Hanım’a aitmiş meğer.
Hiçbir Gece’yi izledikten sonra ona Selim İleri’nin Kafes’inden söz
etmiş, bu romanı çıktığı yıl Irak savaşının acı sahnelerini sergileyen -eşimin
askerliği nedeniyle bulunduğum- Tahran’da okurken, kahramanının
onulmaz yalnızlığı için gözyaşı dökmekten kendimi alamadığımı
anlatmıştım. O da Selim İleri’ye aktarmış anlattıklarımı ve İleri çok
duygulanmış. Dünyanın herhangi bir köşesinde samimiyetle yazdığımız
cümlelerin kimlerin duyarlığıyla nasıl bir zamanda buluşacağını hiç bile-
meyiz.

***

20. Yüzyılın başlarından bu yana -İslâmcılar, Milliyetçiler ve Batıcılar


arasındaki “kurtuluş” tartışmaları ekseninde başlatılıp da- kimlikler üzeri-
nden oluşturulan bir gerilimle hayat tarzlarının ve siyasetin dokunulmazlık
kazandırılmasına alışkın olan Türkiye’de kesimler arasındaki geçişler
dünyanın her hangi bir yöresine göre daha bir zorlu, engebeli. Mütedeyyin
kimlikli bir insanın “Beyaz Türk” diye tabir edilen kesime dâhil olmasına
sık rastlanmaz; en azından yakın tarihlere kadar bu böyleydi. Buna karşılık
“Beyaz Türk” diye de tabir edilen göz önündeki Batıcı elit arasında hayat
tarzını değiştirerek İslâmî bir hayat tarzına geçiş yapanlar da eski mahal-
leleri tarafından pek rahat bırakılmamışlardır. Bu sorgulama bazen terk
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

edene dönük öfkede kendi yerinin nahifliği konusunda duyulan kuşkuyu


yansıtır, bazen de tercih edilen tarafın saflarında an gelir, ötekinin terk ettiği
adrese dönük Lacan’cı bir arzuyu dışavurur. Mahalle baskısı hangi kesimde
daha ağır uygulanıyor, bir çırpıda cevap veremeyeceğim bir soru bu. Ancak

36
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa’nın –gotik şatonun içinde nicedir bir yabancı gibi dolaşıyor olsa
bile- bu mahalleler arası geçişi kolay yaşadığı hiç söylenemez. Eski çevre-
sinin hidayeti –ya da terk-i diyarı- için hastalığını bir açıklama olarak öne
sürmesi, bu konuda sarf edilen cümlelerin acımasızlığı, sadece bir örnek.

Terk edilen kesimin acımasızlığının tam karşısında, dâhil olunan kesim-


den yükselen kendi haline bırakmamaya kararlı, sevgiden hayranlığa gidip
gelen ve bazen boğucu olabilen, tanıma ve irtibatta olma hevesiyle güçle-
nen bir tezahürat yer alıyor. “Öz yurdunda parya” psikolojisinden kaynak-
lanan sebeplerle İslâmî kesim, hidayete eren sol/Batıcı aktörleri abartılı
ilgisiyle şaşırtabilir, hatta yanıltabilir. Ayşe Hanım bu açıdan -arayışının
sahiciliği oranında- saygıdeğer bir örneklik sergiliyor. İlgi onu ne bunalttı
ne de yanılttı. Bir yere varmıştı, ancak yolculuğu sürüyordu. Sanatın hay-
attaki bakıştan ayırt edilmemesi gereken hayret boyutu sahte duyarlıklarla
elde edilmiyor. Öte taraftan hiçbir yetenek ve başarı da beslenmediği tak-
dirde baki kalmıyor. Çabası, Müçtehit Şebusterinin “düşünce” üzerine
görüşlerini getiriyor aklıma: Okyanusun ortasında kulaç atmak gibidir
düşünmek. Kulaç atmayı sürdürmezsek boğuluruz, durmak ise felaketi-
mize yol açabilir.
Okyanus yerine dağ metaforunu da kullanabiliriz. “Dağ” metaforunun
Ayşe Şasa için taşıdığı önemi, gizli öznesi olduğu “Dağın Öteki Yüzü”
başlıklı öyküm yayımlandıktan çok sonra fark edecektim. Benim için ettiği
kabul görmüş duaya bir teşekkürdü, sözünü ettiğim öykü. Geçmişinde
hayatı görmesine izin vermeyen her şeyi aşılması gereken bir dağ olarak
görmüşken, hidayetinin ardından “Akıllılar dünyasının bir kıyısında, sisli
bir dağ başına çöreklenmiş, dünyayı kendimce anlamlandırmaya çalışan
bir deliyim” şeklindeki cümlesinde dağ, görmeye izin veren bir mevkiye
atfen kullanılır Delilik Ülkesinden Notlar’da. “Erenköy’deki köşkte aile-
siyle sürdürdüğü halk kesimlerinden yalıtılmış hayat üzerine erken yaşta
düşünmeye başlamıştı. Demir kapının önü, dışarıdakiler ve içeridekilerle
ilgili bir sorgulama alanıydı, yukarıda değindim: “Oradan geçen niye bize
benzemiyor, biz niye onlara benzemiyoruz?” diye soruyordu. Çok az insan
tanıdığını ve birbirinin aynı bu insanların da önünde bir dağ oluşturduğunu
> 2014 HAZİRAN

37
düşünüyordu. “Bu dağı aşsa; ötesinde çok başka ve daha güzel bir hayat,
güzel insanlar, heyecan verici olaylar” varmış gibi geliyordu. Demir kapı
önünde hissettiği başkalık duygusu gelecek günlerde “ıztırâr hali”nde
benliğini sarsan sorularla devam edecekti.
Bir adım attığımızda Allah on adımla karşılık veriyor. Şerif Mardin’in
anlattıklarından yüreğinize değecek kelimelere açık olduğunuz için İbni
Arabi’yi keşfediyorsunuz. Hidayet de başka nedir ki… Gün gelecek,
canhıraş bir şekilde zikrettiği ayetlerle kendisini sahici bir hayattan ayıran
demir kapının açılması için bütün kalbiyle yakaracaktır.
Türk sinemasında temsil ettiği değer çok açık; yeni ve gerekli bir ham-
leyi erkenden başlatan isimler arasında ilk sırada gelir. Bir sinema müm-
kün, evet, diye düşündüren filmlere imza attı. Klee’nin “sanatta eksik
olan halktır” mealinde bir cümlesi var. O, halkın bilinçli bir seçimle yer
bulduğu sahnelere eksik bırakılan sesleri ve simaları kazandırarak Türk
sinemasının önünü açtı. Güllü’nün dans ve modernlik arasında kurulan
yapay bağa yönelttiği eleştiriyi hatırlıyor musunuz? Köroğlu’nun gözü
pekliği, Cemo’nun kadınsı yiğitliği, Haşmet’in vefası, cömertliği, bütün
olarak Ah Güzel İstanbul’un resmi (kurgusal bir halk tasarımı üzerin-
den oluşturulan) modernleşme söylemlerinin sebep olacağı yozlaşma ve
yıkıma dönük) öngörüsü… Adı, Yılmaz Güney’den Yusuf Kurçenli’ye,
Füruzan’dan Halit Refiğ’e değerli bir sinema yapma yolunda emek
vermiş isimlerle bir şekilde buluşuyor. Bülent Oran’ın kendisine en dar
zamanlarında arkadaş olması başlı başına anlamlı. Erenköy’deki köşkün
ona halkın temsilcileri gibi görünen hizmet veren kişileri, imzasını taşıyan
filmlerde bir şekilde yer buldular.
Sinemada Anadolu’yu Nuri Bilge Ceylan’dan çok önce ve daha
kapsamlı bir şekilde yansıtmaya çalıştığı söylenilebilir. Kuşkusuz sinemayı
bir eğlence aracı olarak görmüş değil. Ancak gişeyi küçümseyen entelek-
tüel filmlerden yana da olmadı.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Şimdilerde filmleri üzerine yeniden düşünürken hüzünlenmekten ken-


dimi alamıyorum. Saygımı ve sevgimi bir şekilde dile getirmiş olsam bile,
imzası bulunan filmlerin hayatımın zor yıllarında sunduğu sıcaklığı ona
daha güçlü bir şekilde anlatmış olmam gerekmiyor muydu? Her zaman

38
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

aramızda olacak, nasılsa orada ve sofasının kapıları açık, diye düşündüğüm


için belki de o kapsamlı konuşmayı/yazıyı ertelemeyi sürdürdüm.
Entelektüel sinemaya eksik olan irfanî boyutu hatırlatan senaryo-
lar yazdı, fakat kendisinden “senaryo yazarı” veya “senarist” diye söz
edilmesinden hoşlanmazdı. Hikâyeler yazıyorum, demişti bir telefon
konuşmamız sırasında. Tasarladığı hikâyeleri tamamlamış olabilir mi,
notlar hâlinde bile olsa okuruyla paylaşmayı düşünmüş müydü, bilmek
isterdim.

Kaynak: Umran Dergisi, sayı: 239.

> 2014 HAZİRAN

39
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

40
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa
Fatih Özgüven

Ben çocukken, Unkapanı Köprüsü’nün Eyüp girişinde dev bir ilan pan-
osu dururdu. Bugünün bilboard’larına benzeyen ama tam benzemeyen bir
pano; üç boyutlu, galiba tahtadan dev harfler şöyle derdi: ‘Avni Şasa.’
Bu esrarengiz ilan panosunun dönemin ünlü kereste tüccarlarından
birine ait olduğunu mühendis babam mı söylemişti yoksa altında mı
yazardı, hatırlamıyorum. Yıllar sonra Ayşe Şaşa ile tanıştığımda, benim
için ‘Fellinien’ bir çocukluk hayaleti olan bu nesnenin anısını kibarca
dinlemiş ve sanıyorum ailesi hakkında bir şeyler anlatmıştı. Çok mutlu bir
çocukluğu olmadığını sonradan, bunu şurada burada ballandıra ballandıra
yazanlardan okudum. İnsanlara çocukluklarından yola çıkarak bütün bir
hayat uydurmak, sonra da bunu birtakım işlere yaratmak (‘zengin ailenin
mutsuz kızıydı’ vb.) bir hayatı özetlemenin en kolaycı yoludur. İnsanlar,
özellikle yaratıcı insanlar aldıkları darbelerle değil, darbelere verdikleri
tepkilerle ölçülmelidirler. Ayşe Şasa, benim için ‘Son Kuşlar’dı o anda,
tanıştığımda. Sevdiğiniz, ilgi duyduğunuz insanlar sizin için ilk anda ne
ise son anda da odurlar, gerisine kulak asmayınız.
Selma Güneri ile Ediz Hun, bugün kaybolan bir İstanbul’da bir liseli
kız- genç erkek aşkı yaşıyorlardı. Ediz Hun, annesiyle birlikte yanından
tren geçen bir evde oturuyordu. (Bu ev ya da aynı duyguda bir mekân
sonradan Derviş Zaim’in ‘Filler ve Çimen’inde de görünür.) Selma Güneri
ve kız kardeşi Tijen Par’ın genç anneleri, o meşhur ‘…ama bir de ger-
çek dünya var’ bakışıyla seyirciyi delip geçen Ayfer Feray’dı. (‘Vesikalı
Yarim’i hatırlayınız.) Tijen Par da Ayfer Feray da Türk sinemasının, moda
tabirle ‘en Avrupai kadınlarından’dı. Ama işte bu film onları yoksul bir
mahalleye sıkışmış birer ’kuğu’ rolüne sokmuştu; yönetmen Erdoğan
Tokatlı’nın olduğu kadar senarist ve öykünün sahibi Ayşe Şasa’nın da
seyirciye sunduğu ters köşelerden biri. Tijen Par’ı zaten korkunç biriyle
evlendiriyorlardı, kimdi unuttum. Selma Güneri’nin aşkı ise biliyorduk ki
olamayacaktı; onu da gerçek olamayacak kadar temiz Ediz Hun değil, bir
> 2014 HAZİRAN

41
kuzuyu pençelerine almaya hazır bakışlarıyla Senih Orkan kapacaktı.
Güzel ve başka hayatlara (hangi hayatlara, belli değil ama en azından
biraz okşanmaya, sevinmeye-sevilmeye) layık, dar hayatlardan gelen
kadınlar, aç kurtlara kurban edilmeye mahkûmdular. (Belki bir kurt
tarafından kapılmakta erotik bir yan da vardı, kim bilir; merhametgiriz
Türk sinemasının sadece sezdirdiği gölgeli alanlar.) ’Son Kuşlar’ın vu-
rucu tarafı buydu. Evlilik seremonisi, zifaf gecesi gibi şeyler bütün
gerçekliği içinde oradaydı. Ayşe Şaşa’nın gözlerinde her zaman gördüğüm,
konuşmalarından sezdiğim, kadın olmaya ilişkin neredeyse ‘kozmik’ bir
bilgi…
Ayşe Şaşa, filmdeki bu hissin tartışmasız sorumlusuydu, belliydi.
Türk sinemasında önce de sonra da böyle bir film olmadı. Kasta bakınca,
zamanın ünlü terzisi Mualla Özbek’in yapımcı olduğunu, eski İstanbul’un
ilginç karakterlerinden Mehmet Abud’un (‘Asılacak Kadın’ da onun
gölgesi gezinir) müzikleri yaptığını görüyorum… Ne çakışma… Ben
tanıdığımda, Ayşe Şaşa, ünlü Sabahattin Ali hikâyesinden yola çıkarak
‘Gramofon Avrat’ın senaryosunu yazmıştı. Yusuf Kurçenli’nin bu en
güzel filminde, Türkân Şoray kendini aşar. Oturak âleminde dansözken
bile, çağrıldığı evin bir köşesindeki sahneye çıkma hazırlığında, sonra ilk
nağmelerle birlikte kendini müziğe bırakışında ‘üstün’ bir şey vardır: San-
at… kendini iyi yaptığı bir işe teslim edişteki mutluluk, aşkınlık, zarafet…
Atıf Yılmaz’ın ‘Utanç’ ve ‘Kambur’unun senaryolarını da Ayşe Şasa’nın
yazdığını eklersek, resim fena halde tamamlanır. Ayşe Şasa’yı son eşi Bül-
ent Oran’ın şefkatli koruyuculuğu altında, o biraz genizden gelen, boğuk
sesiyle konuşurken hatırlıyorum; hep öyle hatırlayacağım. Ne Robert Kole-
jli kız, ne Atıf Yılmaz’ın anılarında yakıştırdığı sıfatla ‘Kürt prensesi’, ne
de ulusal sinemacıların -nihayet- hidayete eren azizesi… O benim için her
zaman Ayşe ile Nesrin’in ve annelerinin, Azize ile Tasula’nın, Bahar’ın ve
Gramofon Avrat Cemile’nin ablaları ve kız kardeşleri olacak…
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Kaynak: Radikal

42
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Delilik ülkesinden velilik notları...


Fatma Barbarosoğlu

I-Yukarıda başlığını okuduğunuz yazıyı ilk defa 15.12.2006 tarihinde


yine bu köşede yayınlamıştım.
Şimdi tekrar… Niye tekrar? Yeni bir yazı yazamayacak kadar ke-
limelerimi kaybettiğim için. Salı günü onu uğurlamaya gidemeyecek ka-
dar uzaklarda olduğum için. Esasında İstanbul’dan ayrılırken onu bir daha
göremeyeceğimi hissetmiştim.Aylardır hasta idi. Son konuşmamızda umu-
dunu hiç yitirmemiş bir genç kız edası ile herşey iyi olacak diyordu. Onun
için dua ederken bir kapıdan diğerine geçer gibi eşiksiz atlamalar nasip
et Yarabbim diye dua ettim. Sesini duymamaya ne vakittir hazırlamıştım
esasında kendimi. Ama ölüm her defasında kendini yenileyen başka bir
bahis oluyor. Bu defa uzaklaşırken yaklaştığını çok derinden hissettim.Şu
okyanuslar ötesi yerde ölüm haberi başka türlü geliyor. Geliyor da yıkıp
dağıtmadan gitmiyor.Ölüm haberini sosyal medyadan okuyacağım sabah
içimde cam kırıkları ile uyandım. Sosyal medyayı takip etmediğim halde
bir şey beni çekti ve ilk haber olarak onun Hakk’ a yürüdüğünü okudum.
Sonra gerisi gelmedi.
İnsan kalbine deyebilen satırlarım varsa eğer o satırlarda Ayşe Şasa’nın
pek çok hakkı vardır.90’lı yılların ezici yalnızlığını ben onun sesiyle geç-
tim.
II-
Ayşa Şasa, bendenizin hayatına, Dergah dergisinde yayınladığı
‘Yeşilçam Günlüğü’ ile girdi. Doksanların başında Ezel Erverdi Bey’in
Dergah’ta yazan kalemleri bir araya getirdiği ‘Sultanahmet’ toplantısında,
ru be ru tanıştık. Uzun boyu, kara derin gözleriyle, çok başka bir iklimi
vardı. Ama henüz, hayatımın dönüm noktası olacağını bilmiyordum.
> 2014 HAZİRAN

43
O günden sonra Ayşe Şasa, telefondaki hocam oldu. Saatler boyu
konuşmalara bu kalem ne çok şey borçludur! Yaşadığımız sürece kendi
kuytularımızdan çıkaran vesileler armağan edilir bize.Benim doktoramı
bitirmeme vesile Ayşe Şasa’dır.Onunla tanıştığımda doktoramı bırakmıştım.
Bütün eylemleri, kazası yapılabilir olanlar/kazası yapılamayacak olanlar
diye ayırdığım için... O sıralar oğlum bir yaşındaydı ve bir daha bebek ol-
mayacak, öyleyse doktoramı bırakacağım dedim.Kararıma herkes üzüldü.
Herkes kim?Annem,babam eşim.Hocalarım?( Yapacağım doktorayı o ka-
dar ciddiye alan bir hocam maalesef olmadı.Felsefede devam etseydim
olur muydu?)
Acemi bir annenin doktora yapmak gibi bir ihtimali hiç yoktu. Dünya-
ya dokunamıyordum bile. Değil kitapların dilinden sosyal teoriler çıkarıp,
analizler yapmak. Herşey elimden kaçıyordu.Çocuk büyütmüyordum,
çocuğumu büyütürken kendimi büyütmeye uğraşıyordum. Büyümelerin
en zoru!
Tam o sıralar Ayşe Şasa geldi.Telefon tellerinden.Bir insanı, bir ses
kuyudan çekip çıkarır mı?Çıkarırmış. Onunla konuşurken zihnimin
paslanmadığını fark ediyordum. Çünkü o fikrimin ebesi oluyordu her
defasında.
Konuşacak,tartışacak kimseler yoksa, kendinizi önemli hissetmeniz hiç
mümkün değildir. Ayşe Şasa düşünce silsilemin çok kendine has olduğunu
söylüyordu. Birisi beni dinliyordu. Bundan daha büyük nimet yoktu.
Aradığım kulağı bulmuştum. Bir yıl sonra doktorama yeniden başladım.
Bulduğum her ayak izini Ayşe Şasa ile paylaşarak. Yazdığım her yazı,
üzerine muhakkak konuşurdu.Başkalarının yazdığı üzerine de.Böylece bir
kulaktan bir kulağa, akla ve gönle giden yola yavaş yavaş aşina olan ben-
deniz, başkalarını ‘görmeyi’ öğrendim.Görmeyi ve hayran olmayı. Ayşe
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Şasa bana çağdaşlarımı sevmeyi öğretti. Öğrettiğini bilmeden.


Yalnız Ayşe Şasa mı? Rahmetli Bülent Oran, telefonu açtığında mu-
hakkak halimi hatırımı sorar, kendimi önemli hissettirirdi.Ta iki ay önce
dergahta yayınlanmış olan bir öyküme atıfta bulunmayı asla ihmal et-

44
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

meden. (Dergah dergisi benim için ikinci üniversite idi. ‘O yer’ kelimenin
bütün anlamlarıyla Dergah’ımdı.Bunu bir gün size anlatırım belki)En
son Hiçbiryer romanının yayınlandığı sıralarda telefon telleri üzerinde
karşılaştık Bülent Oran ile. Ne kadar güzel yazmışsınız dedi.’Ayşe’nin
koltuk değnekleri oldu satırlarınız.Size hem teşekkür ediyor, hem de tebrik
ediyorum.’
Roman çıktıktan sonra yaklaşık altı ay boyunca her defasında romana
dair bir şeyler söyledi Ayşe Şasa. Tenhama geri dönmüştüm.Hissetmiş
miydi? Esasında hissettirmemeye çalışıyordum.Her şey yolunda diyor-
dum .Yolunda değildi.Hiç ummadığım tepkiler, boynumda bir fıtık olarak
ebedileşmişti.Sol elim telefonu tutamıyordu bile.İlaçlarla değil Ayşe
Şasa’nın sesiyle iyileştim. Kim benimle o kadar uzun konuşurdu ki! O
konuştu. Her defasında başka bir bakış açısıyla. Edebiyata dönecek gücü
yeniden buldum. ‘Dünyaya’ küsmüştüm.Sanki roman yazmamıştım da bir
beldeyi imha etmiştim.Sanki roman yazmamıştım da, ne kadar güzellik
varsa hepsini imha etmiştim. Tanıdığım, selamlaştığım onca insan içinde,
en çok Ayşe Şasa roman yazmakla iyi bir şey yapmış olduğumu hissettirdi
bana.
‘Delilik Ülkesinden Notlar’ı okurken Ayşe Şasa’nın sesini yeniden
kulaklarımda ve gönlümde buldum. İçlerinde daha önce okuduklarım da
vardı.Ama kitap olarak yanı başımda tutmak ayrı bir şey. Türkiye’nin dört
bir yanında Ayşe Şasa’nın sesine muhtaç olanlar var muhakkak. Kitap on-
lara ulaşacak. Satırları da sesi kadar insanın içine işliyor çünkü.
Ayşe Şasa’nın Şebek romanını zevkle okumuştum. Fakat, kitabı
okuduktan aylar sonra şimdi, ‘Delilik Ülkesinden Notlar’ı okurken çıkıp
çıkıp gelen sahnelerine şaşırıyorum. Okuduklarımız nasıl oluyor da, ha-
berimiz olmadan içimizde reaksiyona girerek; bize ait bir yaşanmışlığa,
tecrübeye dönüşüyor?Ne zaman Ayşe Şasa’dan bir metin okusam bu soru
her defasında biraz daha pırıltılı olarak kendini tekrarlıyor.Sanıyorum
Ayşe Şasa kendi yaşadıkları üzerinden, hepimizi tecrübe sahibi yapıyor.
> 2014 HAZİRAN

45
III-
Tanıdığım en yalnız insandı. Yalnızlığı ümmet şuuru ile verimli idi
lakin. Mekanı cennet olsun.Dualarımız hep onunla olsun.

Kaynak: Yeni Şafak


> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

46
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Bir ruh macerası vuslata erdi


Gökhan Özcan

Sanki her renkten nilüferin suyun üstüne çıkıp en güzel çiçeğini açtığı
gündü. Böyle düşündüm Ayşe Hanım’ın cenazesinde. Öyle çok birbirine
benzemez vardı ki orada, Ayşe Hanım’a bakan yüzleriyle benzeşiverdiler.
Dilinden düşürmediği ‘tevhid’e neredeyse dokunabilir hale geldiğimiz
anlardı, solukladık.
Bazı insanların güzelliği cenazelerinde iyice aşikâr oluyor. Orada olan-
lar, musallâ taşının önünde saf tutanlar, bekleşenler, hatıralara dalıp giden-
ler, içinin yangınını gözyaşlarıyla serinletmeye çalışan sessiz refakatçiler
hissediyor bunu. Herkesin kulağına ayrı ayrı fısıldanan bir sır gibi herkes
duyuyor, işitiyor bu gerçeği.
Ayşe Hanım’ın, kara kışlardan taze baharlara kadar pek çok mevsimi
içinde barındıran dünya defterini kapatıp, uzun, çileli ve aynı zamanda
neşveli yolculuğunun vuslatına erdiği bu ‘veda töreni’, kuşku yok ki biz
geride kalanların içlerine tarifi kabil olmayan bir öksüzlük duygusu bıraktı.
Onun telefonlarına tutunarak yaşayan ne çok insan varmış
meğer... Kalabalığın içinde kaybolup sürüklenme duygusuyla sımsıkı
yapışıyormuşuz meğer onun eline. Şimdi fazlasıyla tedirgin, fazlasıyla
ürkek ve biraz da şaşkın bir halde bekliyoruz bizi nereye götüreceğini bu
beklenmedik hat kesilmesinin...
Anlıyorum ki sadece benim değil, pek çoğumuzun hayatına bir gün
neredeyse şaşırtıcı sıcaklıktaki bir telefon görüşmesiyle ilişivermişti Ayşe
Hanım... Sonra giderek büyümüş, derinleşmiş, adeta tezyin ederek içimizi
boydan boya kaplamış, dahası biz nasıl olduğunu bile anlayamadan en ka-
vurucu çöllerimize bereketli yağmur damlaları taşır hale gelmişti.
Göğüslediği iç acılar gerçekten büyüktü, yaşadığı ruh macerası zorlu
mu zorluydu. Bu ülkenin bütün yaralarından payına düşeni aldı. İçindeki
güneş özlemiyle karanlık kuyulara düştü. O kuyulardan onu çıkaran da
> 2014 HAZİRAN

47
yine güneşe bakma cesaretini gösterebilmesiydi. Hepimizin derdini, bir
başına omuzlarında taşıdı adeta. Tabiatıyla, hepimizin çaresinin nerede
olduğunu da biliyordu.
Böyle bir sürüklenme çağında, böyle zor bir zamanda yaşayan herke-
sin ondan öğreneceği pek çok şey var. Yazık ki artık telefonları suskun...
Ayşe Hanım’ı, bize bıraktıklarında arayıp bulmak, yazdığı her satırdan,
söylediği her sözden yaşadığı ruh macerasının izini sürmek, uğrunda öm-
rünü feda ettiği hakikat arayışının perdelerini aralamak dışında bir imkan
ve ihtimalimiz kalmadı. En gençlerimiz başta olmak üzere, “Delilik Ül-
kesinden Notlar”ı, “Bir Ruh Macerası”nı ve yazıp söylediği diğer her şeyi
baştan sona, yeni baştan yeni bir sona, bitmeyen bir okuma macerasına
dönüştürerek hayatımıza katmalıyız diye düşünüyorum. Önce sahibinden
bile gizli nice yaralar kanamaya başlayacaktır, şüpheniz olmasın. Endişeye
mahal yok lakin; o yaraları saracak eczayı, iyileştirecek merhemi yine o
satırlarda, o cümlelerde bulabileceksiniz.
Benim hayatımda oynadığı rol o kadar önemli, o kadar kritik ki, benim
yerine bir başka şey, bir başka ses koyabilmem mümkün değil. Bir kere
daha geçmişe takılı kalacağım. Olsun, mesele değil, yaptığımız bütün o
telefon konuşmalarının geride bıraktıkları, benimki gibi küçük bir hayata
zaten fazlasıyla büyüktü. Unutmakla olan mücadelemi kazanabilirsem,
yeter de artar bile... Hem, Ayşe Hanım’ı kim unutabilir ki!
Dün, dualar niyazlarla başımızın üstünde taşıyarak refakat ettik son
dünya yolculuğuna ve “Hayatım boyunca ailede bana büyük bir şefkat
gösteren tek insan” dediği anneannesi Safiye Hanım’ın kucağına emanet
ettik onu. Onun kucağında en hakiki huzura erdi, en güzel uykuyu mışıl
mışıl uyuyor şimdi.
Allah kabrini pür nur, mekanını cennet, menzilini mübarek etsin.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Kaynak: Yeni Şafak

48
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ahh Ayşe Abla...


Gülcan Tezcan

Yarın bir güzel insanın vefat yıldönümü. Gazeteci, yazar, İstanbul aşığı
Nusret Özcan, 22 Haziran 2007’de asıl aleme göç eylemişti. Yeni Şafak
gazetesinin kuruluş yıllarında adeta temel taşlarından biri olarak büyük
emeği geçen isimlerden biriydi. Muhabbet ehliydi, etrafında çoğunlukla
gençlerin olması en çok da bu sebepleydi. Nusret Ağabey’le aşktan söz
edebilirdiniz, merhameti kadar öfkesi, samimiyeti kadar hakikatten yana
oluşu da hayranlık sebebiydi. Bir hastalığın ardından huzur iklimine göç
eyledi. Giderken ardından öylesine çok dua, tebessüm ve ‘iyilik’ bıraktı ki
adı anıldığında içimiz hala cız eder...
Bu hafta tıpkı Nusret Ağabey gibi bir nesli çekip çeviren, etrafına hal-
kalanan gençlere, dostlarına hakikati söyleyen, yaşantısıyla, hâl diliyle
‘inanmış bir insan’ nasıl olur gösteren bir gönül ehlini daha yolcu ettik
ebediyete. Türk sinemasının değerli senaristlerinden ve son devrin haki-
ki münevverlerinden Ayşa Şasa’nın dünya yolculuğu tamamlandı. Uzun
yıllar kanser illetiyle imtihan veren Şasa, geçen yıl hastalığı atlatmıştı. An-
cak birkaç ay öncesi hastalığı yeniden nüksetti. Bu kez bütün vücudu saran
hastalığa daha fazla karşı koyması mümkün olmadı. Vade tamam olunca
değdiği, dokunduğu bütün hayatlarda derin bir hüzün bırakarak ahirete
göç eyledi.
Yetiştiği çevre ve ait olduğu dünyanın nasıl arazlara sahip olduğunu
yakinen bilen, bundan kurtuluşun ise aslına rücû etmekten geçtiğini yıllar
içinde çok acı tecrübeler ve bizzat hayatıyla belgeleyen bir yaralı ruhtu
Ayşe Şasa. ‘Derdim bana derman’ imiş diyerek manevi hastalığına derman
bulan ve yandıkça etrafını ışıtan bir dervişeydi aynı zamanda.
> 2014 HAZİRAN

49
HİKMET VE HAKİKAT AŞIĞIYDI
İlk kez Yeni Şafak’ta çalıştığım yıllarda gitmiştim evine. Kemal Tahir’i
yakından tanıyan bir entelektüelle, bu büyük yazarı konuşmaktı muradım.
Ama Kemal Tahir’e hayran olarak girdiğim evden Ayşe Şasa’ya hayranlık
duyarak çıkmıştım. Başörtüsü yasaklarının devam ettiği günlerdi. Konu
nasıl olduysa yasaklara, kız kardeşlerimizin ıstırabına gelince, Boğaziçi
Üniversitesi’ni 18 yaşında iken ilimden yoksun, eğitimini yetersiz bularak
bıraktığını anlatıp ‘Böyle eğitim kurumları için kendilerini helak etmel-
erine değmez. Üniversite kapılarında heba olmasınlar. Çalışsınlar, başka
alanlarda kendilerine yatırım yapsınlar, kendilerini yetiştirsinler’ diye na-
sihat etti. Ben de tanıdığım, tanıştığım yasak mağduru bütün kardeşlerime
Ayşe Abla’nın bu sözlerini naklettim bıkmadan. Çünkü AyşeAbla hikmet
ve hakikat aşığıydı. Sistemin bize dayattığı ‘bilgi’ kırıntılarının ne kadar fu-
zuli olduğunu öylesine iyi biliyordu ki yeni neslin bu kirliliğe bulaşmasına
gönlü razı olmuyordu.
Aradan uzun yıllar geçti. Önceki yaz Film Arası dergisinden Suat
Köçer’le ziyaretine gittik. Bizi muhabbetle karşıladı. Takdir dolu sözler
söyledi, öylesine övgü dolu cümlelerle yüreklendirdi ki bizi. Kendisiyle de
bir röportaj yapmak istediğimizi söyledik. Artık o defteri kapattığını belirt-
ti. Böyle söylese de uzaktan uzağa kimin ne yaptığını hep takip etti. O son
ziyaretimden sonra ben de telefon halkasına dahil oldum. Gezi sürecinde
olup bitenleri, sosyal medya gündemini, ülkede neler olup bittiğini yakinen
takip ediyordu. Zor günlerde hep dua ve tevekküle sığınıyor, sabır tavsi-
ye ediyordu. En son konuşmalarımızdan birinde Şebek romanını yeniden
yazmak istediğini söylemişti ve bunun heyecanını yaşıyordu. ‘Bitmeyen
işler yüzünden’ bir kez daha dizi dibine oturamadım. Ama telefondaki sesi
hep kulağımda...
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Kaynak: Star

50
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa ve Bir Röportaj Hikayesi


Hamit Kardaş

Sinema ile olan ilişkim film izlemekten ve izlediğim filmin vermek


istediği mesaj üzerine kafa yormaktan öteye geçmedi hiç. Sinema üzerine
hiçbir teorik okuma yapmadığım gibi bu alandaki terimlerin anlamını dahi
bilmem fakat Türk sinemasının uzun yıllar köklerine yabancı kaldığını
idrak edebiliyorum. Çok az sayıda eserin dışında Türk sinemasının batılı
bir hayat tarzı dayattığını anlayabiliyor, görebiliyorum. Zaten bunu görmek
için teorik sinema bilgisine vakıf olmak da gerekmiyor sanırım.
Dün vefat eden Ayşe Şasa Türk sinemasına büyük emek vermiş bir
isimdi. Onlarca filmin senaryosuna imza atmıştı. Sinema sanatının kıt im-
kanlarla icra edildiği dönemde ortaya hatırı sayılır güzellikte eserler ortaya
koymuş birisiydi. Son Kuşlar, Gramafon Avrat ve Ah Güzel İstanbul, Türk
sineması denince sayacağım 10 film arasında senaryoları Şasa’ya ait olan-
lar…
Ayşe Şasa, sosyalizmin hakim olduğu bir çevrede yaşadı, 68
kuşağındandı. Kemal Tahir ile olan tanışıklığı ve Tahir’in üzerindeki etkisi
sebebiyle kuşağındaki birçok kişi gibi bağnaz değildi muhtemelen fakat
1980’li yıllarda geçirdiği ciddi travmalar ardından yaşadığı dönüşümü
aklından bile geçirmemişti belki de. Bu süreçte Muhiddin İbn-i Arabi Haz-
retleri ile tanışan Şasa, büyük bir değişim yaşadı. Tasavvuf ve adanmışlıkla
tanışan Şasa’yı sanırım bu süreçte ayakta tutan da maneviyat oldu. Zira
yakın çevresi özellikle 1993’te ‘Yeşilçam Günlüğü’nü yayınladıktan son-
ra onunla irtibatı kopardı veya en azından eskisi gibi ilgi göstermemeye
başladı.
Ayşe Şasa’ya sinema camiasının ilgisizliği 20 yıl boyunca devam etti.
Nihayet 2013’te 32’ncisi düzenlenen İstanbul Film Festivali`nde `Sinema
Onur Ödülü`ne layık görüldü. Editörlük yaptığım Dünya Bülteni’nin Ge-
> 2014 HAZİRAN

51
nel Yayın Yönetmeni Akif Emre, ödülün açıklandığı günlerde bana Ayşe
Şasa’yı arayarak ödülle ilgili düşüncelerini almamı ve bunu haberleştirmemi
istedi. Telefondan ses kaydı yaptığımız cihazı tüm çabalarıma rağmen
bulamadım. Yine de aradım, kendisi konuşurken hızlıca yazabileceğimi
düşündüm. Aramadan önce İstanbul Film Festivali ve ödülün mahiyeti
hakkında bilgi edindim ve birkaç soru hazırladım.
Ayşe Hanım, telefonu açtığında kendimi tanıttım ve arama sebebimi
söyledim. “Söyleyeceklerimi yazmaya hazır mısın” dediğinde şaşırdım.
Bunu fark edince açıklama yaptı. Medya ile röportaj isteklerini geri
çeviriyormuş genellikle. Kendisi soruları ve cevapları hazırlamış. O oku-
du, ben yazdım. Arada “Yorulduysan dinlenelim biraz” diyerek başka
şeylerden bahsetti. Aslında kısa bir metin hazırlamıştı fakat metni nokta-
lama işaretlerinin nerede kullanılacağına kadar her şeyi en ince ayrıntısına
kadar okudu. Yazma işlemi bittikten sonra teyit etmek için bana da okuttu.
Teşekkür ettim, böylece görüşme bitti.
O okuduğunda kalemle yazdığım röportaj metnini bilgisayara da
aktardım, gerekli düzenlemeleri yaparak siteye ekledim. Her ne kadar
bana sadece söylediklerini yazıya aktarmak düştüyse de ortaya çok iyi bir
röportaj çıktı.
Röportaj sitede yayınlandıktan sonra çıktısını alarak internet kullan-
mayan Ayşe Hanım’a faks aracılığı ile ilettim. Sonraki günlerde aldığı
ödülle ilgili kendisi ile röportaj yapma imkanı bulan tek kişi olduğumu
öğrenecektim.
Ayşe Şasa röportajında aldığı ödülün kendisini uzaklara götürdüğünü
söylüyordu. Senaristliğe başladığı dönemde bu toplumun Batı`dan ayrı
olan kendi medeniyetinin mirasçısı olması gerektiğini, kendine has
etik ve estetik kodları olduğunu Türk okumuşlarına anlatmak için çok
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

çırpındıklarını fakat başarılı olamadıklarını belirten Şasa, Yeşilçam


Günlüğü’nü yayınladıktan sonra da söylediklerinin sadece Müslüman
camiada yankı bulduğunu ifade ediyordu. Şasa, söylediklerinin İslami
camia tarafından ilgiyle karşılanmasından memnundu fakat aynı camianın

52
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

sinemaya ilgisizliği ve bu alanda bazı istisnalar dışında ciddi eserler or-


taya koyamayışı hakkında ne düşünüyordu acaba, bunu kendisine sormak
isterdim.
Şasa, röportajında ayrıca içerisinde manevi bir esinti, manevi bir ışık
bulunan filmlerin hem dünyada hem de Türkiye`de çok az olduğundan
şikayet ediyor ve bu tarz filmlerin muhakkak yankı bulacağını belirtiyordu.
Röportajın sonunda ise Şasa gençlerin bu toplumun tarihi sanat gele-
nekleri ve klasikleriyle yoğun bir şekilde ilgilenmeleri, yetişme çağlarında
bilinç ve bilinçaltı rezervuarlarını bunlarla donatmaları gerektiği yönünde
tavsiyede bulunarak “Kendi kökleriyle barışmayan bir toplumun soylu ve
orijinal şeyler yapması mümkün değil” diyordu.
Söz konusu röportaj binlerce hit aldı ve sosyal medyada yüzlerce kez
paylaşıldı. Star Gazetesi Kültür Sanat muhabirlerinden Gülcan Tezcan
Twitter’da paylaşırken “Çok uğraştığımız halde kendisinden röportaj
alamadık. Dünya Bülteni’ni takdir ediyorum” mealinde bir not yazmıştı.
Ayşe Hanım’a Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun.

Kaynak: http://gencdergisi.com/

Not: Dünya Bülteni röportajı için bknz: Sayfa: 91.


> 2014 HAZİRAN

53
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

54
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa için...


İbrahim Tenekeci

Ayşe Şasa vefat etti. Onu ilk kez, Dergâh dergisinde yayımladığı
Yeşilçam günlükleriyle tanımıştım. Doksanlı yılların başı. Sonrasında bu
yazılar kıymetli bir kitaba dönüştü. (Kasım 1993) Bu cümle, birçok açıdan
kendisiyle ilgili ipucu verebilir: ‘Dilimden düşmeyen üç kelime var:
İlham, keşif, fetih.’ (Yeşilçam Günlüğü, Küre Yayınları, sayfa 88) O kitap-
ta altını çizdiğim yer- lerden biri de Bülent Oran için kullandığı ‘rakibim
ve kurtarıcım’ ifadesiydi. Ne kadar güzel. Yıllar sonra, onu, ‘müthiş mer-
hamet sahibi bir insan’ olarak anar. (Bir Ruh Macerası, sayfa 119)
Kırklar dergisini çıkarırken, Ayşe Hanım’ın birçok yazısını yayınlama
mutluluğu yaşadık. 2002 yılının haziran ayından başlayarak, dört bölüm
halinde Bir Doğu Aristokratının Notları’nı. Bu yazıyı 1988’de kaleme
almıştı ve ‘ölümsüzlüğün baharı’ndan bahsediyordu. Hemen peşinden,
Bir Dönüşümün Öyküsü geldi. (Ocak 2003, sayı 25) Sylvia Plath’tan İbn
Arabi’ye, dokunaklı bir ma ceranın hasılasıydı bu. ‘Dünyayı modern
batının sığ, hastalıklı, perişan ölçüleriyle değerlendirme çabası beni otuz
yaşımda şizofreniye götürdü’ diyordu. Bana hep şöyle gelmiştir: Yahya Ke-
mal, ‘gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını’ dizesini sanki Ayşe Hanım
için yazmıştı, söylemişti. ‘Serada büyütülen’ bir çocuk, yolculuğunun so-
nunda, ‘hayret yaylası’nın bir sakini olup çıkmıştı. Hasanali Yıldırım’la
yaptığı söyleşide, yolculuğunu şu şekilde özetler: ‘O kadar radikal bir
değişim ki bu, bir ömürde iki ayrı hayat gibi…’
Ayşe Şasa, ‘hakikat kelimesine aşırı bir ilgisinin ve merakının
olduğunu’ söyler. (Bir Ruh Macerası, Timaş Yayınları, sayfa 14) Bir baba
olarak gördüğü ve aralarında kalbî münasebetin bulunduğu Kemal Tahir’i
anlattığı yazısını dergimize gönderdiği vakit, bugün gibi hatırlıyorum, çok
> 2014 HAZİRAN

55
heyecanlanmıştık. Kemal Tahir için ‘hakikat arayıcısı bir ârif’ tanımını
kullanıyordu. (Aralık 2002, sayı 24) Şimdi daha iyi anlıyorum; aynı if-
ade yahut durum, kendisi için de geçerliydi. Yine, Kemal Tahir’in ‘biz bu
dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik’ sözü onu derinden etkiler. (Bir
Ruh Macerası, sayfa 110) Kemal Tahir, o ünlü sözünü, yirmili yaşların
başındaki Ayşe Hanım’a söylemiştir: ‘Maskaralık yaptığın sürece seni
alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona
göre seç.’
Kırklar dergisinin ikinci dönemine Ayşe Hanım’la söyleşi yaparak
başlamıştık. (Mayıs 2003) Delilik Ülkesinden Notlar kitabı yeni çıkmıştı.
Yazma gerekçesini / derdini şöyle temellendiriyordu: ‘Şükrümü ifade
edebilmek için yazıyorum.’ Kendisini, akıllılar dünyasını seyreden bir
deli olarak resmediyordu. O dünyanın anahtar kelimesi ise kibirdi. Bana
kalırsa, ‘unutamamak’ da onun anahtar kelimelerinden biriydi.
Delilik Ülkesinden Notlar, ‘koyu bir inançsızlıktan yoğun bir inanca
yönelen biri, yol üstünde neler yaşar, neler görür, neler söyler?’ cümle-
siyle / sorusuyla başlar. (Sayfa 9) Fakat asıl şahitliğini Bir Ruh Macerası
kitabında anlatmıştır. Bu kitap, ‘dünyaya dışarıdan bakmak zorunda kalan
bir insanın iç dünyası’nı ortaya çıkarır. Çünkü ‘insanoğlunun kalbinde bir
cennet var’dır. (Bir Ruh Macerası, sayfa 144)
‘Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti’ (158) diyen Ayşe Şasa;
ikinci yarısında, ‘onlara baktığında Allah’ı düşünürsün’ (148) sözünü
hatırlatan insanlarla karşılaşır. Yeni dünyasından / muhitinden memnun-
dur: ‘Birbirini Allah için sevmenin nasıl bir şey olduğunu ben bu dönemde
öğrendim. Hiçbir menfaate dayanmayan sevginin ne kadar derin ve kalıcı
olduğunu...’ (153) Ve ‘mucizeler bir kere başladı mı bitmek bilmez.’ (141)
Füsusu’l Hikem’i okuduktan sonra, kendisine şöyle seslenir: ‘Ayşe,
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

bugüne kadar okuduğun, öğrendiğin, sana yapılan her türlü telkin,


öğretilen her şey yanlıştı diyorum.’ (128) Sonrası, muhasebe ve pişmanlık:
‘İnsanların gelenekle bağları kopunca her şey kopuyor, dünyayla bağı da
kopuyor, olup biteni algılayamıyor.’ (43) ‘Hümanist dünya görüşü, esasen

56
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

insanları geleneğe, vahye karşı kışkırtan bir akım. İnsanı ilah konumuna
getiren, vahiyden ve gelenekten, ahiret düşüncesinden koparan bir şey.’
(67) ‘Asrın icabına göre’ yetiştirilmiş, Hıristiyan ve Yahudi mürebbiyelerin
elinde büyümüş, daha çocuk yaşta kiliselerle tanıştırılmış, bir zaman ken-
dini onlardan sanmış, Amerikan Kız Koleji’nden mezun olmuş bir insanın
sözleri bunlar: ‘Medeniyetimiz, maneviyatı en doruk noktalarda yaşamış
çok büyük bir medeniyet. Bunlarla tanıştırılsaydık, kim bilir ne kadar
farklı hayatlar vücuda gele- cekti, bunları düşünüyor, hayıflanıyorum.’
(81) Nihayetinde, ‘bomboş bir kalpten bambaşka bir dünyaya’ geçer:
‘Aynı mekânda, ne büyük bir ruh macerası geçirdim. Tam anlamıyla bir
hicret olayı.’ (156)
Yaşadığı yalnızlık ve hastalık sürecinden dolayı yirmi beş sene sokağa
çıkamaz. Dostlarıyla, telefonda görüşür, konuşur. Yüzünü görmeden, yeni
insanlarla tanışır. O uzun telefon konuşmalarımızı unutmamın imkânı yok.
Her biri, aziz bir hatıra olarak kalbimdeki yerlerini aldılar. Ayşe Hanım,
telefon konuşmalarını şöyle yorumlar: ‘Dünyayla, telefon hattı üzerinden
kurduğum bir rabıta var.’ (Delilik Ülkesinden Notlar, sayfa 136)
Yazımız boyunca, Ayşe Şasa’nın üç kitabına yer verdik. Dördüncüsü,
Şebek romanı. Yayınlanmadan çok önce bu dosyayı okumuş, hatta bir
bölümünü Kırklar’da yayınlamıştım. (Eylül 2004) Muhtemelen, müsved-
deleri arşivimde duruyordur. Şebek romanını, Ayşe Hanım’ın şu cümlesi
eşliğinde değerlendirmek gerekir: ‘Kafka’nın büyük bir etkisi var üzeri-
mde.’ (Bir Ruh Macerası, sayfa 71)
Evet, bu âlemden, ‘kadere rıza duygusu, sabrı, tevekkülü, bir başka
boyutta zenginleşmeyi getiriyor’ diyen bir Ayşe Şasa geçti. Ceylanların,
koşarken dünyaya dokunuşu gibi. Bütün ağırlıklarından kurtulup öyle.
Mekânı cennet, makamı âli olsun.

Kaynak: Yeni Şafak


> 2014 HAZİRAN

57
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

58
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa: Hayat ve sinema


İhsan Kabil

Hayatı olduğu gibi algılamak ne zor bizler için. İnsan zayıf bir varlık
olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyor ve kendine bir güç vehmederek
aslında hem kendine hem de çevresine zulmediyor. Ölçülü merhametin
kalıcı ve baskın insani duygu olduğunu kabullenebilseydik, insanlığın so-
syal veçhesi çok daha değişik olabilirdi. İnsanın duygu dünyası, zihniyet
alemi, ruh hali fiziki ve maddi yapısına göre öncelenebilse, sosyal doku
da ona göre bir etkileşim içinde olabilecek, toplum yapısı insan fıtratıyla
daha uyumlu bir alaşım ortaya koyabilecek. Ayşe Şasa ve onun yaydığı
ışın, bizleri böylesi düşüncelere duçar ediyor, dünyadaki olmaklığımızı,
tüm bir varlık alemini, kainat algımızı bu ve benzeri ifadelerle temellen-
dirmemize, bir anlam dünyası kurmamıza yol açıyordu. Aslında geçmiş
zamanlı ifadeler kurmam kesinlikle sadece şekli bir düzenekten ibaret;
yoksa her daim hayat sürdükçe, ömrümüz oldukça kaim olacak olgu-
lar. Kendisiyle tanışıklığım yirmi yıl geriye Amerika’dan yüksek lisans
eğitiminden dönüşüme rastlar. Kendisinin farklı bir hayat tarzından man-
evi sarmalanımlı bir çizgiye gelmesiyle, kendi hayatımdaki dönüşümle
görülen paralellik ve sinemaya olan ilintimiz bizi kaderin bir tecellisiyle
biraraya getirdi ve sonrasında aynı düşünce ve hissiyat rayında bugünlere
kadar irtibatımız sürmüş oldu.
Önce hayatın mahiyeti üzerine düşünsel serüvenimizi yeniden göz-
den geçiriyor, daha sonra sinema düşüncesiyle olan ilişkimize ortaya
çıkan muhteviyata eklemliyorduk. Sinema, birçok yaklaşımlara göre tek
başına neredeyse mutlak alınabilen bir mecrayken, Ayşe hanımla muraka-
belerimizde hayatın daha öncelikli olduğu, ancak fıtrata uygun bir sinema
inşa çabasına girişildiğinde ikisinin optimum bir noktada örtüşebileceğini
konuşuyorduk. Kanal 7’de yaptığımız film arası yorumlarında, bu çerçeve-
den sinema olgusuna yaklaşarak, gösterilen filmleri tematik unsurlarıyla,
> 2014 HAZİRAN

59
insanı temsil değerleriyle, imgenin sembolik ve metaforik unsurlarıyla
irdelemeye çalışıyorduk. Öte yandan, tasavvufi hissiyatın projeksiyonuy-
la, hayatın veya metafizik katmanın değişik düzlemlerinde dolaşıyor,
sinemanın bunların yanında son tahlilde tali bir çalışma olduğunu öngörüy-
orduk.
***
Türkiye’nin Batılılaşma ve modernleşme sürecinin çocukluğundan iti-
baren travmatik bir örneği hatta kurbanı olan Ayşe hanım, kendi geldiği
varlıklı aile çevresinden, sinema dünyasının toplumsalcı yönelimlerinin
biraraya geldiği ve lakin yine altrustik anlamda kendi iç dünyasının din-
amiklerinden uzak bir ortamın içine girer. Bu denli bir iç çatışma ortamında
kalan ve bir noktada paralize olan ruh dünyası, Allahın bir lütfuyla
yıllar sonra şifa bulmaya başlayacaktır. Gelinen mertebe artık bir hayret
makamıdır; çevresinde, toplumda, dünyada, giderek kainatta olagelen
herşey bir sebeb-i hikmete bağlıdır ve ne sonuna kadar yerinmeye ne de
sonuna kadar sevinmeye, gönenmeye değecek derecededir. Ayşe hanım,
bu serinkanlılıkla ve tasavvufi neşvenin verdiği olgunlukla varlık alemini,
mahlukatı, tüm bir kainatı temaşa ediyor, ederken de bu seyretme fiilinde
mündemiç tefekkürünü sürdürüyordu. İnsanın kemale erme serüveninin
peşine düşmüş olup, mümkün olduğunca bunun seyr-i sülukunda olma
çabasını sergiliyordu. Bu da asil bir hareket tarzıyla hayatımızda husule
gelen olaylara fazla takılmayarak, daha çok olgular üzerinden hareket
etme şeklinde kendini gösteriyordu.
Sinema kuramımıza bu nokta-i nazardan baktığımızda, aşkın bir gönül
imgeleminin ipuçlarının nerede olduğu da (incelikli, estetik, kaba ve orta-
lama olmayan, üst ve manevi bir hare içeren) sezilecektir. Ayşe hanımın
geçirdiği ömür tecrübesinin bir şehadet mertebesi olduğuna, makamının
yükseklerde bulunduğuna ve hepimize örneklik teşkil etmesi gerektiğine
inanıyorum. Allah rahmetler eylesin.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Kaynak: Star

60
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Nadir rastlanacak bir kişilikti


İlber Ortaylı

Ayşe Şasa benim akranım sayılır. Onu 1980’li yıllarda tanıdım. İstiklal
Harbi komutanlarından Rauf Bey, Ayşe’nin büyük dayısı olur. Annesi Me-
lika Hanım onun yanında yetişmiştir. Babası Avni Şasa, kereste ticaretinde
ve üretimde bir zamanlar rakipsizdi; karı-kocanın birbirlerinden başka
kimseyi gözleri görmezdi.
Avni Bey çocuklarını spora düşkün olarak yetiştirmiş. Ayşe’nin yüzme
ve su kayakçılığı dillere destandı. O zamanki İstanbul’un üst grubu aile-
sini ve onu kabul ediyor ama Ayşe, o hayatı kabul etmiyordu. 1950’lerin
modası Türkiye’de egzistansiyalizm. Başka bir seçeneği koklaması zaten
mümkün değildi. Geleneksel Türk hayatı ve kültürü suriçi İstanbul’da bile
yolunu şaşırmışken başka semtlerde ve okullarda ondan bahsetmek müm-
kün değildi.
Anadolu 50’lerin, 60’ların Türkiye’sinde Avrupa’dan daha uzak. Zaten
iki asırdır üretimin dışına kaymış Anadolu kasabası insanlara hangi tercihi
sunabilirdi ki! Hassas yapılı ve bir şeyler arayan gençler kendi çevreler-
inde bir şey bulamadılar. Tercüme Marksizme balıklama dalanlar, yabancı
mekteplerin az sayıdaki meraklı öğrencisi oldu. Bunlar mutlu olabildiler
mi? Bazıları olduklarını zannetti. Bazıları ise daha başka yerlere bakar
oldular.

Çok iyi bir senaristti


Küçümsenecek bir macera değildir. Türkiye’nin gençleri ustaca hareket
edemeseler de bir şeyleri sorgulamaya başladılar. En çok zarar verdikleri
ise ne toprak sahipleriydi ne dillerinden düşürmedikleri yeni yükselen
burjuvaziydi ne de Amerikan etkileriydi. Sadece kendilerini örselediler.
> 2014 HAZİRAN

61
Bazıları yeni dünyalara ve çevrelere yönelmeyi denedi. Sayıları çok azdı,
çılgın bir nehir gibi atıldılar, ne yazık ki çorak arazide buhar olup gidenler
oldu.

Ayşe Şasa Robert Kolej’deki


(o tarihte Arnavutköy Amerikan Kız Lisesi) eğitiminden sonra aynı
yerde yüksek tahsile devam etti. Yaptığına anlam veremedi, bıraktı. O tari-
hlerde hepimizin küçümsediği Türk sineması ona zengin imkanları olan
bir saha gibi göründü, pek haksız da sayılmazdı. Sinemacıların içine daldı,
solcu muhitle arkadaşlık kurdu ve ilk ihtarı da ailesinden yedi.
Zor bir hayata girmişti... Bu zor hayat onu Türkiye’nin unutulmayan bir
senaristi haline getirdi. Kalabalık sayıdaki senaryolarının listesi içinde “Ve
Recep ve Zehra ve Ayşe” ve “Hacı Arif Bey” unutamadığım seriler. “Hacı
Arif Bey”de Robert Kolej’li monden kız, Osmanlı’nın monden asrına,
Tanzimat’a sendelemeden girebilmişti. Aslında onun çevresi 100 yıl evveli
anlamasına hiç müsait değildi. Ayşe kendine özgü temkinliliği ve edebiyle
bu zor duvarı deldi. “Son Kuşlar”ı unutamıyorum. Âdetin dışına çıkmış,
toplumda yazarın işine gelmeyen kesimi hicvetmek ve eleştirmek değil,
herkesi çok ağır yaralayan bir senaryo yazmıştı ve sinema seyircisini de
sürükleyecek, akıcı bir kalemden çıktığı belliydi.

Herkes camideydi
Avni Şasa İstanbul’da yerleşen elit Kürtlerden, Bedirhanilerden geli-
yordu. Annesi Çerkesmiş. Melike Hanım ise İstanbul’daki Çerkes ailel-
erden birine aitti ve Rauf Bey’in yeğeniydi. Muhtemelen o kültürün
getirdiği, sert değerlendirmeler ve onun yanında yumuşak olabilme ve
çatışma dünyasına girdiğini göstermeden karşı tarafa amansız inceleme,
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Ayşe Şasa’nın yazarlığını yapan düzlemdi.


Cenazesinde de görüldü; Türk toplumunun her kesiminden insanla
temasa geçen, fedakarca el uzatabilen, kendi sorunlarının dışında onların
sorunlarıyla ilgilenebilen birisiydi. Bu gibi birisine çok rastlanmaz.

62
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ruhunu açtığı insanlar onun kaleminin ve bilgisinin de hayranıydılar.


O gün orada solcular vardı, muhafazakarlar vardı ve her kesimden dostları
oradaydı. Yeni bir Türkiye kendi dışında kalan çevreyi de öğrenmek,
bilmek ve benimsemekle olur. Galiba olacak. Salı günü Fatih Camii’nin
avlusundaki tören aramızdan ayrılanı özleyeceğimiz, hüzünlü ama aynı
zamanda da gelecek için ümit veren bir cenazeydi. Cerrahiye Dergahı’nın
postnişini Tuğrul İnançer’in, Ayşe Hanım için namaza davet edişi tasav-
vufla ilgisi olmayanların hatta belki bağ kurmaktan kaçınanların dahi sev-
dikleri dervişeyi rahmete uğurlamak içindi.

Kaynak: Milliyet

> 2014 HAZİRAN

63
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

64
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

“Aramakla bulunmaz ve fakat bulanlar


ancak arayanlardır”
İsmail Kara

Geçen Cuma günü (7 Aralık 2001) iftarı Çamlıbel Matbaası’nda Os-


man Kâhya ağabeyin mütevazı fakat güzel sofrasında yaptık. İftarın
sonlarına doğru ağır bir rahatsızlığa yakalandığını duyduğum ciltçi Ahmet
Başoğlu’nun yani bir kitabıma ad olan “Şeyh Efendi’nin rüyası”nın son
ravisinin sıhhatini sordum. Hastalığının seyri hakkında biraz bilgi verdi:
Yemek borusu kanseri, Bakırköy Devlet Hastahanesi’nde yatıyor, durumu
ciddi, katı yemek yiyemiyor, ayağa kalkamıyor ama her zamanki cesareti
ve yılmazlığıyla “bunu da yeneceğim” diyormuş. Sonra nerede ise yarım
saat Ahmet ağabeyin renkli, uçarı, yılmaz, kayıt tanımaz, bazen çekilmez
menakıbı üzerine konuştuk, gülüştük. Sofradakilerin hepsi onu tanıyor.
Kalkacağımız sıra Osman ağabey telefonla birini aradı. Gelen haber
Ahmet Başoğlu’nun yarım saat önce Hakk’a yürüdüğü idi. İnnâ lillâhi ve
innâ ileyhi râciûn. Biz Ahmet ağabeyi çekiştirirken meğer o yola revan
olmuş.
Çıkarken Osman ağabeye cenazenin nereden kalkacağını öğrenirse
bana da bildirmesini söylemiştim. Akşam telefon etmiş: Cumartesi günü,
ikindiden sonra Kadıköy Söğütlüçeşme Camii’nden kalkacak... Sabahleyin
Beşiktaş’a geçtim. IRCICA’ya uğradım, oradan da İstanbul Araştırmaları
Merkezi’ne, Ahmet Tabakoğlu’na selâm vermeye gittim. Erken çıkacak ve
ikindiye Söğütlüçeşme’ye, Ahmet ağabeyin uzun yolculuğun eşiğindeki
merasimine, duasına yetişecektim. Çıktım da. Fakat sert bir hava, rüzgâr ve
yağmur, kötü bir trafik... Üsküdar’a geçtiğimde cenazeye yetişemiyeceğim
belli olmuştu. Akşam Acbadem’de oturan halazâdemin iftarına davetli
idim. Güllaçı Kanaat Lokantası’ndan alayım, Fakülte’ye gidip Hilafet
Risâleleri üzerinde biraz çalışayım, sonra da iftara yakın giderim dedim.
> 2014 HAZİRAN

65
Kanaat’a girdiğimde lokantanın üçüncü kuşak sahiplerinden Murat bey
(Kargılı) yanıma geldi ve Ayşe Şasa Hanım’ın içerde olduğunu söyledi.
Beni kapıdan girerken görmüşler. İçeri gittim ki masada oturuyor. Rizeli
delişmen ve garip bir dervişin cenazesine yetişme şansımın kaybolduğu
bir hengâmede, güllaçın izinde bir başka garip ve muzdarip dervişle
karşılaşmıştım. Bir zamandır hastalığının tekrar nüksettiğini biliyordum.
Telefonlarında bahsediyordu. Ağır bir grip de üzerine gelince birkaç gün
hastahaneye bile yatmıştı. Sigarayı bırakmış… Doğrusu günde birkaç pa-
keti deviren biri için büyük bir başarı, bir nimet. Bunu Allah’ın bir lütfu
olarak görüyor. Bir nefret gelivermiş sigaradan... Ben ise arasıra eski dos-
tu sigarayı hatırlamasını, yoksa vefasızlık olacağını söylüyor, telefonda
gülüşüyorduk.
O gün hava çok soğuk olmasına rağmen bir nefes almak için taksiye
binip kendisini Kanaat’a atıvermiş. İlk defa kendisini başı açık görüyo-
rum. Tanıdığımda başını örtmüştü ve hep siyah başörtüsü takardı. Birkaç
zamandır arasıra başını açıyormuş. Sebebini şöyle anlattı, daha doğrusu bir
arkadaşının kendisine yaptığı yorumu doğru bulmuş, onu aktardı: Cumhuri-
yetin okumuş yazmış kadın erkek laik aydınlarının dinle irtibatları sadece
cenaze namazında tezahür ettiği için başörtüsü, hele siyah başörtüsü on-
lara sadece cenazeyi ve ölümü hatırlatıyormuş, bundan da farkında olarak
olmayarak büyük bir ürküntü ve dehşet duyuyorlarmış. Kendisine uzak
durmalarının sebebi de bu imiş. Bu değerlendirmeye kendi tecrübelerini
de katarak hak vermiş...
Benim için inanılası tarafı olmayan uzak ve kurgusal bir yorum fakat
düşününce insanın kısmen hak veresi gelmiyor da değil.
Öteden beriden konuştuk. Konuşmaya teşne bir halde idi, her zamanki
gibi. Vicahen veya daha ziyade telefonda konuşmayı zaten yıllardır bir tera-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

pi olarak kullanıyor. Sinemaya da uyarlanan “gramofon avrat” başlığından


bir ironi de çıkarmıştı; “telefon avrat”. Laf döndü dolaştı, zaman zaman
bölük pörçük dinlediğim kendi hikâyesine, uzun ve dolambaçlı hikâye-
sinin en önemli kısmına geldi. Ben de açılsın, rahatlasın diye sorular sor-

66
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

dum, sohbeti koyulaştırdım. Nasıl olsa Murat bey bizi çaysız bırakmıyor,
arasıra da tatlısız… Fırsat buldukça gelip yanımıza da ilişiyor.
Hidayetinin aşamaları şöyle gelişmiş Ayşe hanımın:
18 yaşından itibaren tanıdığı ve giderek daha fazla fikirlerine,
heyecanlarına katıldığı Kemal Tahir vefat edince evine rahatlıkla girip
çıktığı, heyecanlı ve bereketli konuşmalarından feyiz aldığı, şifa bulduğu
bir yakınını, bir hocasını, bir ana menbaını kaybetmişti. (Kemal Tahir’in
ilk tanıştıkları günlerde kendisine söylediği sözleri her zamanki gibi o gün
de hatırladı: “Maskaralık ve şaklabanlık yaptığın müddetçe seni baştacı
ederler fakat ciddi ve sahici bir şey yaparsan, yapmaya teşebbüs eders-
en kimse yüzüne bakmaz ve ilgilenmez. Dahası husumet beslerler. Onun
için yolunu şimdiden seç”). Etrafında Halit Refiğ başta olmak üzere fi-
krî endişeleri de olan sinema sanatçıları, rejisörler, senaristlerden oluşan
çokça insan vardı. Fakat şu veya bu ölçüde Kemal Tahir’i ikame edecek
birini bulmalıydı.

Uzun Yol
Bir ara Şerif Mardın hoca olabilir diye düşündü içinden. Tanışıyorlardı
da. Gitti, birçok defa gitti, konuştu, dertleşti, endişelerini paylaştı. Kemal
Tahir kadar coşkun, kıvrak, hareketli ve derin olmasa da kendi hikâyesinin
de içinde yer aldığı modern dünya, yeni Türk düşüncesinin tıkanıklıkları,
ana hatları ve renkleri, cumhuriyet aydınlarının tabiatı ve açmazları üzeri-
ne çok şeyler öğrendi ondan. Bir gün Şerif Mardin, Kuhn’un, 1982 yılında
Türkçeye de tercüme edilen Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabını ona tavsi-
ye etti. Hemen edindi ve okudu. Bir iki asırdır müslüman Türk aydınlarını
derinden etkileyen modern Batı biliminin, o devâsa ve büyüleyici alanın
ne kadar ideolojik bir çerçeve olduğunu görmekten hem çok etkilendi ve
sarsıldı hem de yeni yollar aramanın ve farklı dertler edinmenin ipuçlarını
yakalar gibi oldu.
İçinde bir ürperti, yarım bir ferahlık… Hayata bağlanmak için yeni fak-
at flu bir kapı. Yoksa yeni bir korku mu?
> 2014 HAZİRAN

67
Yıl 1980. Şerif Mardin’in bakması ve karıştırması için verdiği kitap
katalogları arasında hiç tanımadığı bir isim ve onun tanımadığı bir eserinin
İngilizce tercümesi hep dikkatini çekiyormuş. Adeta bir saplantı. Sanki
yıllardır aradığı büyük hazinelerden birinin şifresi yahut çileden çıkarıcı
hastalıklarının şifa kaynağı o zatta ve o kitapta imiş.
Ismarlıyor gelmiyor, bir daha ısmarlıyor yine gelmiyor… Nihayet bir
gün bereket yüzünü gösteriyor, rahmet yağıyor… O zât İbn Arabî, kitap
da Fusûsu’l-Hikem’in İngilizce güzel bir tercümesi… Gömülüyor kitaba.
Dilini ve şifrelerini çözmek için bir defa okumak yetmiyor. Nereden yetsin!
Kime yetmiş ki! Okudukça mânevi dünyası yükseliyor, hastalığı geriliyor.
Kemal Tahir’in yıllar önce gerçek ve gerçeklik üzerine söylediklerine çok
yakın unsurlara rastlaması onu ayrıca memnun ediyor. Üstadın tecelliyat
bahsinde anlattıklarıyla Kemal Tahir arasında irtibatlar kuruyor kendince.
Ayşe Hanım’ın söylediğinin nerede ise aynısını Cemil Meriç Bu Ülke’de
Kemal Tahir’le ilgili yazısına epigram olarak koymuş, oradan aktarıyorum:
“Gerçek kendisini zor teslim eder, çünkü canlıdır, değişkendir. Canlı
ve değişken olduğu için de bir kere teslim alınınca sürgit elimizde kalmaz.
Bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu yoktur. Bu savaşın zaferi
sürekliliğindedir”.
Ardından dünyadaki İbn Arabî dernekleriyle irtibata geçiyor, yazışıyor,
kitaplar, broşürler, dua mecmuaları ediniyor.
Şifa, bereket, rahmet ziyadeleşiyor.
Yıl 1988. Bir gün Türkân Şoray’ın eski eşi tiyatro sanatçısı Cihan Ünal
kendisini ziyarete gelmiş. Elinde kendilerinin doldurduğu bir şiir kaseti.
Kasetteki şiirlerden biri de “Mataramda Tuzlu Su”. Dinlemişler. O bu
şiire ziyadesiyle “takılmış”, meftun olmuş, çok yakın bulmuş kendisine;
kendi dertlerine, sıkıntılarına... Heyecan ve hayretle “kimin bu şiir?” diye
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

sormuş. Cevap hiç tanımadığı bir isim: İsmet Özel.


West Indies, Kızıl Elma, İtaki, Maçin!
Uzun yola çıkmaya hüküm giydim.
Beyazların yöresinde nasibim kalmadı

68
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

yerlilerin topraklarına karşı suç işledim


zorbaların arasında tehlikeli bir nifak
uyruklarım içinde uygunsuz biriyim
vahşetim
beni baygın meyvaların lezzetinden kopardı
kendime dünyada bir
acı kök tadı seçtim
yakın yerde soluklanacak gölge bana yok
uzun yola çıkmaya hüküm giydim....
Yakın takibe almış İsmet Özel’i. Kendisine bu kadar ortadan ve direkt
hitap eden, esrarına bu kadar aşina ve vâkıf zat kimdi? O yılın Nisanında
yayınlanan Waldo Sen Neden Burada Değilsin? kitabına rastlayınca he-
men satın almış ve bir solukta okumuş. Tanıdıklarına, görüştüklerine onu
hararetle tavsiye ediyor, bir kısmına kendisi alıp veriyor… Bu kitap sadece
İsmet Özel’in değil kendisinin ve döneminin de hikâyesi! Hem de en de-
rinden...
Artık İsmet Özel’i bir an önce bulmalı ve konuşmalı, dertleşmeli idi.
Sormuş soruşturmuş, telefon rehberlerine sarılmış... Koyu bir sessizlik.
Bir ahbabı, “o bilebilir” deyince Sezai Karakoç’u bile aramış. Soğuk bir
cevap: “Burda öyle biri yok”. “Bilinmeyen telefonlar”dan sormuş. Ara-
ya taraya bir İsmet Özel bulmuşlar ona. Fakat karşısına çıkan aynı ad ve
soyadlı bir yüzbaşı; ne şairlikle alakası var, ne Waldo ile.
Nihayet buluyor… Ne denilmiş: “Aramakla bulunmaz ve fakat bulanlar
ancak arayanlardır”. İlk telefon görüşmelerinde kendisini takdim edince
öbür uçtaki İsmet Özel, “adınızı biliyorum, askerde iken Yılmaz Güney
sizden de bahsederdi” demiş. Bundan daha alâ ne olabilir? Mesleğinden,
sinema üzerinden bir tanışıklık. Âşinalık…
Bir gün Gayrettepe’deki fildişi kulede kapının zili çalıvermiş; açıyor
ki İsmet Özel, elindeki zarfta kendi kitapları, mütebessim yanık bir çehre.
Oturmuş uzun uzun konuşmuşlar; sorular, sorular, sorular... Büyük şairin
sabırla ve heyecanla meselelerine eğilmesi yeni bir sayfa açmış önüne.
> 2014 HAZİRAN

69
Ondan sonra hep konuşmuşlar.
Ara not: Mustafa Kutlu’yu ve beni Ayşe hanımla, ardından Bülent Oran
beyle tanıştıran da İsmet Özel oldu. Bir müddet sadece telefonla görüştük.
Yüzyüze mülaki olduktan sonra telefon trafiği daha da ziyadeleşti. Ba-
zan günde birkaç defa… Mustafa Kutlu onu Dergâh dergisinin düzenli
yazarı haline de getiriyor. Yazılarının üst başlığı daha sonra kitabının
da adı olacak: Yeşilçam Günlüğü. Sinema ağırlıklı yazılar konuşma ve
görüşme imkânlarını, bahanelerini artırıyor. Bülent beyle birlikte Dergâh
Yayınları’na gelip gidişlerini de…
İbn Arabî’nin eserleri onu tasavvufî bir arayışa da sevk ediyor. Bu
meseleleri daha derinden kavramak için bir tarikata mı kapılanmalıydı?
Bu vadide kısmeti var mı idi acaba? Sinemacı arkadaşı Tuncay Bey
vasıtasıyla tanıştığı, o yıllarda Fatih’te mütevazi fakat düzenli bir büroda
grafik tasarımı, kapak, ilan işleriyle uğraşan sinema heveslisi Özkul Eren’e
hissiyatını açıyor. O da Esat Coşan merhum’a anlatıyor. “Bizleri seven
bizdendir” diyerek görüşmeden ona zikir dersi gönderiyor. İbn Arabî ve
vahdet-i vücud ilgisi arttıkça Özkul onu vahdet-i vücut üzerine doktora
çalışması yapmakta olan Mahmut Erol Kılıç’la tanıştırıyor. Sohbetler fena
değil fakat Mahmut Erol onu bir dergâha tevcih etmek konusunda ağır
ve mütereddit davranıyor. Ayşe Hanım’a göre işi yokuşa sürüyor. Nihayet
sigara içmesini de zikrederek Karagümrük Cerrahî Tekkesi’ne gitmesinin
uygun olacağını söylüyor. Başından mı atıyor acaba?

Tekke Kapısı
Tekkeye gidip gelen Fatih adlı genç bir delikanlının delâletiyle âsi-
taneden içeri adımını atıyor. Elbette şeyhefendinin huzuruna çıkılacak.
Merhum Sefer Efendi şöyle bir bakıyor ve “Siz daha önce bir yere inti-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

sap etmişsiniz” diyor yavaşça. Ayşe Hanım, Esat Coşan Hoca’nın zikir
telkinini kendi ölçülerine göre intisap saymadığı için yok diyor ama şeyh
efendi ısrarlı...
Ve Efendi tarafından dervişliğe kabul ediliyor. Lütuf. Engin ve fakat dur-

70
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

gun bir deryanın kenarında hissediyor kendisini. Yıllardır anlayamadığı,


çözemediği karmaşık, sıkıntılı, hastalıklı şeyler burada mesele bile değildi.
Nasıl oluyordu bu? Hangi kılıç mekanizması, hangi güç dışarıda çözülmez
kabul edilen bu kördüğümleri bu kadar suhuletle, nerede ise hiçbir çaba
sarfetmeden halledebiliyordu? Yoksa bu kapının içinde problemin yeri mi
yoktu? Dünya değişmiş, o yüzden meseleler de değişmiş olmalıydı…
Hayat tecrübelerini, sıkıntılarını, hastalıklarını da anlattı kısmen…
Benim zihnim bazı mısralara, beyitlere kayıyor. Önce Yunus, sonra Fu-
zulî. İki büyük derd-âşina:
Derman arardım derdime
Derdim bana derman imiş.
*
Yâ Râb! Belâ-yı aşk ile kıl âşina beni
Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni.
Çocukluğu Yahudi ve Hıristiyan mürebbiyelerin elinde geçmiş, onların
fizikî ve ruhî şiddetine maruz kalmıştı. II. Dünya Savaşı’nın Yahudiler
üzerindeki derin korku ve ızdırapları, Hıristiyan karamsarlığı bu müreb-
biyeler vasıtasıyla ona da intikal etmişti. Özellikle Yahudi mürebbiyelerin
hergün radyodan dinleyerek dehşet içinde tekrar ededurdukları Yahudi
katliamı, temerküz kampları, toplu mezarlar, ölümler... onda derin izler
bırakmış, hayatını kıyametle hayat arasında bir tür kabir hayatına, Ce-
henneme çevirmişti. Hıristiyan mürebbiyeler ise ailesinden habersiz onu
gizlice kiliseye götürmüşler. “Çarmıhtaki İsa” unutamadığı bir sahne...
Çatışma, isyan... 30 yaşında iken bütün şiddetiyle yüzyüze geldiği ağır
şizofreni rahatsızlığını da öncelikle buna bağlıyordu. Her şey zıddıyla kai-
mdir derler ya, macerasının cereyanı içinde batı karşıtı bir tavır takınışında
da bu kişilere ve onların terbiye tarzına duyduğu husumetin etkisi var:
Batılı olan her şeyden nefret...
Bunları bu haliyle Sefer Efendi’ye anlatamazdı tabii. Fakat büyük zat her
şeyi biliyormuş gibi bir menkıbe anlatarak onu mezarlıktan, ölüm korku-
sundan çekip çıkardı: Âlimin biri vefat etmiş zannedilerek defnedilmiş.
> 2014 HAZİRAN

71
Mezarlıkta kendine gelince bağırmaya, “beni kurtarın buradan” diye
haykırmaya başlamış. Yanındaki mezarda yatan zattan ses gelmiş: “Şu
anda gecedir, kimseye ses duyuramazsın, sabah olunca bağırırsın, gelir
seni kurtarırlar, merak etme ışıdığı zaman ben sana haber veririm”. Âlim
hem sevinmiş hem de şaşırmış; “nereden biliyorsun gece olduğunu?” diye
sormuş bir müddet sonra. Komşunun cevabı: “Ben dünyada iken Tebâreke
sûresini çok okurdum. Onun için mükâfat olarak geceleri kabrimde kan-
diller yanar”. Hay Allah… Gün ağardıktan sonra işaret üzerine yeniden
başlayan bağırıp çağırmaları gelip geçenlerce duyulmuş ve mezardan
çıkarılmış.
Âlim ömrünün geri kalan kısmını Tebâreke (Mülk) sûresinin de-
rin mânalarına vakfetmiş… (Yıllar sonra 2013 senesinde Adalet Çakır
hanımefendinin yayına hazırladığı Geydim Hırkayı-Sefer Efendi’nin
Sohbetleri’ni kitaplaşmadan önce okurken bu menkıbenin anlatıldığı âna
da tesadüf edecektim).
Tekke kapısı aslında bir yolun sonu. Fakat içeriye adım attıktan sonra
oradan da uzun bir yol başlıyor.
İşte böyle.
*
Zeyl: 16 Haziran 2014. Telefon sustu bugün, İstanbul’u rahmet bastı.
Ölüm de bir yolun sonudur, evet sadece bir yolun. Şimdi Ayşe hanımın
önüne uzun, pek uzun yeni bir yol daha açıldı. O yola, yollara alışkındır.
Rahmetle git Ayşe hanım, yolun açık olsun.

Kaynak: Dünya Bülteni


> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

72
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa günlüğü


M. Nedim Hazar

Bu ülkede sinemayla bir şekilde ilgiliyseniz, hangi görüşten ya da


toplumun hangi katmanından olursanız olun Ayşe Şasa ile mutlaka yolu-
nuz bir yerde kesişmiştir. Şasa’nın dostluğu dünyevi tüm kaygı ve beklen-
tinin dışında, düşünce ve tasavvur merkezli olmuştur.
Yıl 1994... Antalya Altın Portakal Film Festivali’ndeyiz. Bazı filmlerin
gösterimi açık hava sinemalarında yapılıyor. Yavuz Turgul henüz Eşkıya’yı
çekmemiş. Bu, şu demek: Türk sineması yaklaşık 20 yıldır saplandığı
bataktan henüz çıkmış değil. Bakanlığın desteğiyle bol bol ‘bunalım’ film-
leri çekiliyor. Sinema pusulasız, seçkinci bir elitin elinde eğlence aracı
olmuş sanki. Devlet kesesinden bol bol şehirli kadın ve cinselliklerine dair
abuklamalar izliyoruz. O akşam nasibimize de insanın içini buran, sıkıntılı
bir film düştü. Hava beklenmedik derecede soğuk aslında. Seyircilere
battaniye dağıttı görevliler. Kamera ışıkları altında bu tür filmleri öven-
ler birer birer dışarı attı kendini. Bu serin havada barda oturup bir şeyler
içerek sinemayı kurtarmak daha cazipti tabii! Derken bir yağmur başlıyor
inceden… Kalan seyirciler de kaçışıyor. İki kişi kalıyoruz koca sinemada.
Biri ben, bir de gerilim filmindeki gizemli karakterler gibi battaniyesine
sıkı sıkıya sarılmış, en ön sırada oturan bir adam. Görevli geliyor, istiyor-
sak filmi izlemeye yarın devam edebileceğimizi söylüyor. ‘Kalkın gidin,
divane misiniz!’ demek gibi bir şey bu aslında. Kalkıp çıkışa yönelirken
en öndeki adamın kim olduğunu fark ediyorum: Yeşilçam’ın emektar se-
naristlerinden Bülent Oran. Perdedeki o sıkıcı filme öyle bir hayranlıkla
bakıyor ki izlediğimiz şeyin aynı olmadığına inanıyorum. Muazzam bir
haz alıyor. Yanına yaklaşıp “Bülent Abi sinemayı kapatacaklar galiba,
yarın devam ederiz.” diyorum. Kısa tereddüt sonrası kalkıp benimle bera-
> 2014 HAZİRAN

73
ber dışarı geliyor. Otele kadar yürüyoruz. Mesleğin henüz başlarında olan
ben en önemli ölçülerimden birini o akşam Bülent Oran’dan öğreniyorum:
“Hiçbir film kötü olsun diye çekilmez!”
Yıllar boyu bu kriteri değerlendirmelerimde hep ön planda tuttum
ben. Öyleydi gerçekten, kötü film yoktu, ‘becerilememiş, olmamış’ film
vardı! Tamamen benim cehaletimden kaynaklanan bir keşifte bulunuyo-
rum o akşam. Nicedir bir başucu kaynağı olarak okuduğum ‘Yeşilçam
Günlüğü’nün yazarı Ayşe Şasa, Bülent ağabeyin eşiymiş meğerse!
Ve ilk ziyaretimi gerçekleştiriyorum Mecidiyeköy’e. Bana sinemanın
bu iki kontrast isminin birlikteliği inanılmaz etkileyici geliyor. Pek çok
muhabbette beraber oluyorum ikiliyle. Biri sinemanın derinliği, diğeri
genişliği… Yeşilçam’a en az eser veren ile en çok eser veren iki senarist
aynı evde yaşıyorlar. Ve arka planını öğrendikçe bu beraberliğin, hayret
ve takdirim artıyor. Kedisine bile ‘Zubin’ ismini veren bir entelektüelin,
Yeşilçam melodramlarının yazarıyla beraber olabilmesi enteresan geliyor
hep.
Evin her tarafı tablolar ve çocukların çizdiği resimlerle dolu. Son de-
rece değerli sayılan tablolar ile okul öncesi çocukların çizdiği kargacık
burgacık resimler aynı duvarda. Ayşe Abla ile Bülent Ağabey’in ortak
duvarı iki farklı ruh dünyasının ortak alanı gibi.
Kendi evrenimde karaladığım film öykülerim var o dönemde. Kitap
filan yapmayı aklımdan bile geçirmiyorum. Bir-ikisini Ayşe Hanım’a oku-
tuyorum ve beni mahcup edecek yorumlar alıyorum. Sonra kitap yazma
düşüncesi ağır basıyor ve beni muazzam mutlu edecek bir jestte bulunuy-
or; kitabıma takdim yazıyor…
Ayşe Şasa hayatı inanılmaz farklı boyutta yaşıyor. Bülent Oran ise tam
simetrisi âdeta, son derece yalın ve basit bir okuması var hayatı. Bir tür
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

zıtların birlikteliği var. Ne ki bu ikiliyi birbirine bağlayan, âdeta yapıştıran


bambaşka bir olgu: maneviyat…
Çok kimse bilmez ama Aksiyon’un çıkış öyküsünde Ayşe Hanım
ile ilgili bir fasıl da vardır. Henüz yayına başladığımız dönemlerde, yıl

74
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

sonlarında gazeteci olmak isteyen gençler için seminerler düzenleniyor.


Kültür sanata ilgi duyan gençlere Ayşe Hanım’ı konuşmacı olarak get-
irmeyi deneyeceğimi söylüyorum. Bilenler bilir, kolay kolay çıkmaz Ayşe
Hanım evinden. Ancak beni kırmıyor ve gazeteye kadar teşrif ediyor.
Büyük bir heyecanla gençlere hakikatin sacayaklarından bahsediyor: il-
ham, keşif ve nasihat… Leziz bir sofradaymışız gibi bitirmek istemiyor-
uz sohbeti ama yoruluyor tabii, nazikçe ifade ediyor bunu. Tekrar evine
götürürken arabada, cesaret bulup, ‘Keşke dergide haftalık yazsanız’ diyo-
rum. Hiç tepki vermeyince mahcup olup susuyorum…
Birkaç gün sonra telefonum çalıyor, Ayşe Hanım beni yine şaşırtıyor:
“Konu ve çerçeveyi istişare edeceksek, yazmayı deneyeyim.” diyor. Hav-
alara uçuyorum. Köşesine isim de söylüyor: “Çiçek Dürbünü…” Büyük
bir heyecanla konuyu arkadaşlarla paylaşıyorum ve hemen bir vinyet
çiziyoruz “Çiçek Dürbünü/Ayşe Şasa”. Büyük bir heyecanla ilk yazıyı
beklerken…
Gece saat 3 suları… Telefonum çalıyor. Ayşe Hanım’ı hiç öyle
görmemiş, duymamışım; “Nedim Bey yetiş” diyor. Şoktayım. Evinin
etrafının sarıldığını, birazdan onu yakalayıp bilinmeyen bir yere götürüp
işkence yapacaklarını söylüyor panikle. Elim ayağıma dolaşıyor, kekeli-
yorum. “Tamam geliyorum” diyerek kapatıyorum telefonu. Daha evden
çıkmadan telefon tekrar çalıyor. Bu kez Bülent Oran ahizenin diğer ucun-
da. “Kusura bakma, seni de rahatsız ettik gece gece” diyor. Hastalık nö-
betinin nüksettiğini anlıyorum. Ertesi gün sevgili İhsan Kabil’den bu du-
rumun defalarca tekrarlandığını öğreniyor ve üzülüyorum.
‘Delilik Ülkesinden Notlar’da şöyle tasvir ediyor o anlarını: “Dizi dizi
asılmış insanlar, çocuk leşleri, bütün evreni kaplayan cesed kokusu. Sev-
diklerin çığlıkları, kopmuş kelleler ve uzuvlar...” Ve kitaba Hilmi Yavuz’un
yazdığı ‘Sonsöz’den İbnî Arabî ile açılan boyut: “Şeyhü’l Ekber’in bem-
beyaz harmaniyeye bürünmüş ince gövdesi ve Kurtuba güneşinin altın
ve nurdan inşa ettiği ve görklü yüzüyle, şeyh ve uzak müridi, bir tayy-ı
zamanı yaşayarak, ‘Gaflet Çölü’nü geçiyor, ‘Hidayet Vadisi’ne yürüyor,
> 2014 HAZİRAN

75
‘Tevhid Dağı’na tırmanıyor, ‘Hayret Yaylası’na ulaşıyorlar...”
“Bağrım çizgi çizgi kan/onu seyretti hayran” diyor ya şair. Derin uçu-
rumlardan, sarp yarlardan, tasavvuf esintisinin kanatları şişiren, kuş tüyü
uçuşla inilen huzur vadisi… Ve bu vadiden son bir tablo: Bülent Oran Hac-
ca gitmek için hazırlıklar yapıyor. Bir çocuk gibi mutlu. Hz. Peygamber’in
yaşadığı yerleri görmenin tarifsiz heyecanı içinde. Hele bir ‘İki Cihan
Serveri’ deyişi var ki, içime işliyor âdeta. Ayşe Hanım, “Efendimiz’e
saygıyı ilk öğreten Bülent oldu.” diyor. Dikkatsizce ettiği hitapları nasıl
özen ve sabırla düzelttiğini anlatıyor. Bayram sabahına hazırlanan bir
çocuk heyecanı içinde rahmetli Bülent Oran.
Yanılmıyorsam 2007. Yıllar sonra yine senaryo yazmanın heyecanıyla
arıyor. Buluşup bir arabanın arka koltuğunda seyahat ediyoruz kısa süre.
Film yazmayı ne kadar özlediğini sesindeki heyecandan anlıyorum.
Dünyaya bir veda hikâyesi bırakmanın gayret ve farkında Ayşe Şasa. ‘Din-
le Neyden’in ilk görüşmesini beraber yapıp geri dönerken, ıstıraplarla dolu
hayatından hiç şikâyetçi olmadığını ifade ediyor. Telefonuyla bir dünya
kurmuş ve hâlinden ‘razı’, iç huzuru zirvede bir mütefekkir var yanımda…
Kendinden daha çok insanlığın, İslam’ın mevcut hâline kafa yoruyor, çile-
sini çekiyor.
Bembeyaz bir gül halesi var tabutunun üzerinde. Dualar, Fatiha’lar
eşliğinde yolluyoruz ‘Sahibi’ne. Ve fısıltıyla açıyoruz avuçlarımızı:
“Şahidiz ya Rab!

Kaynak: Aksiyon
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

76
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa
Mehmet Nuri Yardım

Yazar, düşünür, senarist ve gönül insanı Ayşe Şasa Hanımefendi vefat


etti. Sonsuzluk âlemine yürüyen Ayşe Şasa, örnek bir aydın, kültürümüze
ve medeniyetimize âşık bir irfanın sahibiydi. İnşallah sanat dünyasında
onun yolundan yürüyen genç nesilleri göreceğiz.
Ne yazık ki çok fazla görüşemediğim, değerli fikirlerini ve ideallerini
kendisinden dinleyemediğim Ayşe Şasa ile ilk tanıştığım günü hatırlıyorum.
Kalabalık bir toplantıdaydık. Bir ara beni dışarıya çağırmışlardı. Çıktığımda
Ayşe Şasa Hanımefendi kapıdaydı. “Toplantıya geç kaldım, rahatsız etmek
istemedim, içeride İsmail Kara Bey var, acaba kendisiyle görüşebilir miy-
im?” diye sormuştu. “Elbette” dedim ve yardımcı oldum. Bütün münas-
ebetimiz bu kadar. Zarif bir Osmanlı hanımefendisi ile karşılaştığımı
hissetmiştim. Eserlerini daha sonra okuduğumda, filmlerini seyrettiğimde
bu kanaatim pekişti.
Fatih Camii’nde cenaze namazını kıldığımızda cemaat arasında çok
değerli şahsiyetler vardı. Bürokratlar, yazarlar, sinemacılar, akademisyen-
ler, kütür sanat adamları… Hem de her kesimden. Kendisini sevdirmiş,
çevresinde saygı uyandırmış bir münevverdi Ayşe Şasa. Kardeşi Aziz
Şasa’ya taziyede bulundum. Derviş bir mümine hanım, sonsuzluk âlemine
gidiyor, Hakka yürüyordu. Bir kadın bilge, ‘er kişi’ niyetine uğurlanıyordu.
Namazdan sonra cenaze, Sahrayı Cedit Mezarlığı’na götürülüp defnedildi.
Ayşe Şasa, 1941 yılında İstanbul’da doğdu. 1960’ta Arnavutköy Ameri-
kan Kız Koleji’nden mezun oldu. 1963-1965 yılları arasında Robert
Kolej’in İdari Bilimler Bölümü’ne devam etti. 1963’ten başlayarak Türk
sinemasında senaristlik yaptı. “Murat’ın Türküsü”, “Ah Güzel İstanbul”,
“Utanç” gibi filmlere imza attı. Zengin bir ailede Hıristiyan mürebbiyeler-
in elinde büyüyen, bir dönem Marksist dünya görüşünü benimseyen Şasa,
en çok Kemal Tahir’in çevresinde bulundu ve ondan etkilendi. 1980’li
> 2014 HAZİRAN

77
yıllarda ağır bir psikolojik rahatsızlık geçirdi. “Şifozren” teşhisiyle on yıllık
bir inziva dönemi yaşadı, sinemadan tamamen çekildi. Sonrasında tasav-
vufa ilgi duydu ve mutasavvıfların eserlerini okudu. Yaşadığı dönüşümün
ardından eserleri yayımladı. Yeşilçam Günlüğü, Bir Ruh Macerası, Şebek,
Delilik Ülkesinden Notlar yayımlanan eserleri. 16 Haziran pazartesi günü,
73 yaşında vefat etti.
O, Türkiye’de bazı aydınların yaşadığı büyük dramı ömrü boyunca
hissetmişti. Geleneklerinden, köklerinden koparılarak yetiştirilmiş bir
genç kız, daha sonra gönül ve ruh yordamıyla özüyle, inancıyla, tasavvuf
dünyasıyla nasıl buluşabilmişti? Soğuk, inançsız bir dünyadan mâveraya
açılan kapıyı aralayabilmiş müstesna ve talihli aydınlarımızdandı. Arayışı
güzellikle sona ermiş, ebedî hakikatleri yeni dostlarında ve nurlu çevresinde
bulabilmişti. İbn-i Arabî gibi hikmet ve hakikat kılavuzlarının peşine düştü
bir ömür boyu ve sonunda iyiliği, erdemi ve doğruyu buldu. Ölüm korku-
sunu yendi, ölümden sonraki hayatı özledi. Onun için hayat belki başta bi-
raz sinemaydı, ama daha sonra sinemanın da bütün sanatların da hakikate,
insana, ebedî ve ezelî fikirlere hizmet etmesi gerektiğinin şuuruna vardı.
Ardından çok güzel yazılar yazıldı, yazılacak. Ama o bütün bunları hak
ediyordu. Zira ömrünü bir güzel ideale hasretmişti. Kimi ‘derviş entele-
ktüel’ dedi ona, kimi ‘öncü şahsiyet’ kabul etti. Kimi de bir ‘milat’ saydı
hayatını. Herkes onun ‘zirvede dolaşan bir derviş’ olduğuna inandı. ‘Türk
sinemasının Ayşe ablası’ ömrünü güzel hakikatlere, insanlara, gençlere
adamıştı. Hakkında yazılanlardan bir kitap çıkabilir, çıkmalı.
Bir Ruh Macerası isimli eserini yeniden okuyorum. Bu nehir söyleşide
ailesi, hayatı, fikirleri, idealleri, acıları, hüzünleri, hasretleri ve arayışları
var. Türkiye’de inançsızlık girdabından kurtulmak için çırpınan bir aydının
inleyişleri, seslenişleri, feveranları hatta çığlıkları var. Ve kurtuluştan son-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

ra arınmışlığını, sükûnunu ve gönül huzurunu görüyoruz. Onu dinleyelim:


“İslâm bizi geri bıraktı, Batı karşısında yenilgilerimizin sebebi İslâm’dır!’
hükmü, giderek bir inanç, bir yaşama biçimi halini aldı. Bunu da modern-
lik kisvesi altından hınç ve taassupla dolu telkinler halinde yaydılar; bu tür

78
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

ideolojilere ve akımlara neredeyse meşruiyet kazandırıldı. Bu yanılgıların


ortasında doğdum ve yetiştim. Gerçeğin ise tam tersi olduğunu pek çok
bedel ödeyerek idrak ettim. Hayatımın ilkyarısı bir korku filmi gibi geçti.
Varoluşuna sahih neden bulamayan insan; bilsin yahut bilmesin korku,
endişe ve vehim içindedir. Ben bu marazî hâli, bir imtihandan geçiyor gibi
ve en ağır derecelerde yaşadım. Allah hepimizi ve özellikle yeni nesilleri
böylesi azaplardan esirgesin.”
Bir Ruh Macerası, aslında bir ömrün hülâsasıdır: “Şimdi şu eski koltuk-
larda oturuyorum ve gücümün yettiğince tefekkür ediyorum. Herkes
geleceğe doğru hayal kurar; bense geçmişe doğru. Bir bahçeye yolculuk
yapıyorum. Manolyalar, Frenk üzümleri, yıldız çiçekleri, çimenler; tam
bir cennet bahçesi. Bir zamanlar, yani çocukluğumda öyle bir bahçenin
ortasındaydım; ama o günlerde o nimetin şükrünü eda edebilme hassasiy-
etine sahip değildim. Şimdiki halimle; aklım ve gönlümle o güzel bahçeye
dönüyorum. Çimenlerin üzerine seccademi serip şükür namazı kılıyorum.
Bu benim geçmişe doğru yolculuğum, geçmişe dönük hayalim.”
ESKADER, Ayşe Şasa hakkında bir program düzenliyor. İhsan Kabil’in
yönetimindeki toplantı, Timaş Kitapkahve’de 26 Haziran Perşembe
günü saat 18.00’de başlayacak. Yönetmenler, senaristler, yakınları, san-
at adamları onu anlatıp hâtıralarını paylaşacak. Acılı da olsa güzel bir
ömrü tamamlayan, inanmış aydın olarak gözlerini kapayan Ayşe Şasa’ya
Allah’tan rahmet temenni ediyorum. Kabri nur mekânı cennet olsun.
Ailesine, dostlarına, sinema ve düşünce dünyasına, bütün sevenlerine ve
okuyucularına başsağlığı diliyorum.

Kaynak: Milat Gazetesi


> 2014 HAZİRAN

79
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

80
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa, dünyadan kayan yıldız…


Mine Alpay Gün

Çocuksuz kadınlar fazla da üzülmemeli.


Zira onların herkesten daha fazla çocuğu olmakta.
O gün Ayşe Şasa’nın cenazesinde bunu bir kez daha anladım.
Her çevreden evlatları, arkadaşları, dostları kendilerinde bıraktığı
aziz hatıra hürmetine uzak yerlerde de bulunsalar, muhterem bir anneyi
uğurlamaya koşmuşlardı.
Ayşe’lerin bu anacan rolüne, bu hemnâmlığına bir kez daha şaşarak
baktım.
Hz. Aişe de toplumu ile insanlarla, onların eğitimi ile ne kadar çok
ilgilenmişti, çocuksuzluğu hatta yolunu açmıştı.
Ayşe Hanım ile yirmi yıl önce tanışmıştık. O zamanlar siyasi koşutta da
çalışmalarım vardı. 90’lı yıllardı, Bağlarbaşı Kültür Merkezi’nde “Haki-
kati Arayan Sinema” isimli halka açık bir program yapmıştık. Uzun boyu,
simsiyah gözleri ile elli yaşındaki bu hanım; güzelliği, bilgisi, derinliği,
inancı, irfanı, samimiyeti, maneviyatı, huzurlu duruşu, dervişan adabı ile
herkesi büyülemişti.
Hakikate, hikmete sevdalanmış bu kadın, dinleyenlerini sarsmıştı.
68 kuşağının bu mütevazı, tevhide âşık ve dildâde dervişine insanlar
gönülden bağlanmıştı.
Aydınların çok iyi tanıdığı Ayşe Hanım, belki de ilk kez halkın karşısına
çıkıyordu. Uzun saatler boyunca halka, kameranın derviş gözlere ve
yüreklere teslim edildiğinde; irfanın, sezginin, hakikatin boyutlarına
geçilebileceğini anlatmıştı.
Öyle ya 70’li yıllarda kamera, tamamen porno için kullanılmıştı; insanlar
sinemaların önünden geçmeye, film afişlerine bakmaya bile utanmışlardı.
Daha sonra “Yeşilçam Günlüğü” çevresinde kendisi ile yaptığım söyleşi
> 2014 HAZİRAN

81
Milli Gazete’de yayımlanmıştı.
Ayşe Hanım, fazla sokakların insanı değildi.
Zorlu bir ruh macerası vardı.
Gökyüzü ile yıldızlarla, bulutlarla, güneş ve ayışığı ile arkadaştı.
Yaşadığı yüksek apartmanın katlarını saya saya kapısına varan herkes
aynı şeyi düşünürdü. Bu içli yürek, bu kadar senaryo yazan, irfana, hik-
mete dair samimi kitaplar kaleme alan bu düşünen beyin niçin insanlardan
kat kat uzaklaşıp yeryüzüne ayak basmayıp gökyüzüne yakın durmakta
idi.
Bu ev dergâhı idi; kitaplarla, düşüncelerle sarmalandığı, sanki dünyanın
güzelliklerine fazla da aldanmak istemezcesine, bu dergâhta bir ipek
böceği gibi hakikati kozalıyordu.
Uzun hastalık günlerinden kalan bir inziva ritmi bulunsa da, telefonla
insanlarla çok yakın ilişki içinde idi.
Bu telefonlarla, son vefa bildirilerini de dikte etmekte idi aslında.
Öyle ya artık kimselerin vakti yoktu, değil eskisi gibi uzun dost
toplantıları yapmak, dijital devrimin gereği, bir mesajla herkesi saniyede
aynı anda hatırlama üşengeçliğini keşfetmiştik.
Uzun telefon konuşmaları çıkmıştı hayatımızdan.
Dostlarla sadece sevdiğimiz birinin cenazesinde karşılaşmaktaydık
artık.
O kadar yüksek bir evde yaşasa da insanlarla rabıtasını kesmiyordu.
Cerrahi dergâhından arkadaşları ile en özgür ufuklara açılıyor, el
değmemiş güzellikteki mevsimleri yaşıyordu.
Bir gün kendisinden gelen telefonla, insanlarla ne kadar hemhâl
olduğunu bir kez daha anladım, benden bir istekte bulunuyordu:
“Bizim bir çocuk var çok mağdur, aslında çocuk dediğime bakma
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

yetmiş yaşında gayrimüslim bir arkadaşım o kadar yoksul düştü ki, acaba
belediyede o çocuğa bir iş bulabilir misin?”
İsteğini gerekli yerlere ilettim ama nafile. O yıllarda siyasetle uğraştığım
için bir erk sahibi olabileceğim kanaatine varmıştı. Bir iş adamı ya da

82
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

müteahhit olsaydım belediyelerde belki sözüm geçebilirdi ama bir kalem


işçisinin talebini kim dinlerdi ki. O fakir çocuğu bir işe yerleştiremedik,
Ayşe Hanım ile bana acısı kaldı.
“Delilik Ülkesinden Notlar”ında hangimiz kendimizi bulmadık ki,
kaçıncı kez yaşanmışlıklar ve hayal kırıklıklarıdır anlattıkları.
O gün cenazesinde baktım herkes birbirine, onunla ilgili değerli
anılarını anlatmakta idi. İnsanlara dostluk bırakmıştı. Gençlerle ilgilenmiş,
onları dinlemiş, önemsemişti. Herkes kendi üzerindeki emeğini, hakkını
naklediyordu.
Zira fikrin helvalığını cömertçe dağıtmıştı.
Tuğrul İnançer Beyefendi, “dervişî Ayşe” niyetine namazını kıldırırken,
hakikati bir kez daha anlattı. Fikrin çilesini çekmiş bir ermişi, bir bilgeyi,
düşünürü uğurlamanın coşkusunu hepimize taşıdı.
Sana hoşça kal demiyorum güzel insan. Rahman’ın bir başka gü-
zel evrenine hoş geldin. Muhtemelen şimdi arkadaşların meleklerdir.
İnsanları kırmayışların, kibirden uzak, mütevazı tavırların, insanlarla
alâkayı kesmeyişlerin, ilgilenip arayışların değerli vakitlerini paylaşışların
umuyorum ki cevherle tartılacak değerli meziyetler olarak seni ukbada
taçlandıracaktır.
Ne garip kaç gündür, dualarımın öteye göçen aile kısmında, Ayşe Şasa
da yer aldı. Demek ki çocuksuzluk, o kadar da önemli değilmiş, Rahman’ın
bizleri buluşturduğu ruh maceralarına, dost iklimlere hamdü senalar olsun.

Kaynak: Milli Gazete


> 2014 HAZİRAN

83
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

84
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa, Bir Ruh Macerası…


Muaz Ergün

Ayşe Şasa… “Ben mutsuz bir çocuğum. Bu notu okuyan lütfen bana
cevap yazsın.” notunu bir şişeye koyup denize bırakmıştı. Bir nottan ziyade
derin haykırıştı bu. Çocuk muhayyilesinden bir isyan… Sekiz yaşındaydı
o zaman. Aslında dışarıdan bakıldığında mutsuz olunacak bir durum yok-
tu. Köklü ve zengin bir aileye mensuptu Şasa. Cemiyet hayatında boy gös-
termeyi seven baba. Etrafında dadılar, mürebbiyeler… Sıradan insanların
kimileyin imrendiği, imreneceği bir sosyal hayat.
Bu hayat Ayşe Şasa için bir işkenceden ibaretti adeta. Yeri hiçbir
şeyle doldurulamayacak sevgi ve merhametten uzaktı O. Köklülüğü ve
zenginliği gösterişe indirgeyen bir anlayış… Medeniyet buhranından
sonra batılılaşmayı bir iman biçimi haline getiren taklitçi bir sosyal
yapı. Bir büyük medeniyetin çocukları derin altüst oluşlar, alaboralar
yaşıyordu. Kendilerini batı limanına atarak bu alaboradan kurtulacaklarını
sanıyorlardı. Körü körüne bir bağlanış… Şasa’nın ailesi tam da böyle bir
atmosferi yaşıyordu. Küçüklüğünden itibaren Onu savaş kaçkını Avrupalı,
Yahudi, Protestan mürebbiyelerin eline, insafına bıraktılar. Küçük kızın
bahtına düşen terk edilme, yalnızlık, güvensizlikti… Bir travmaydı yaşamı
baştanbaşa. Ürpertici…
Zengin bir muhitin içe kapanık kızı. İçe gömülüş hatta kayboluş… Ayşe
Şasa okula başladığında diğer çocuklardan farklıydı. Acılı bir bilince sa-
hipti. Çok küçük yaşta büyük sıkıntıları omuzlayan bir kız. Yaşamın derin
bir trajediye dönmesi… Kalp kırıklığı, ruh kırılması… Ruhu çok kırgındı
Ayşe’nin. Eksiksiz bir batılı gibi yetiştirilmenin bir sonucuydu bu ruh
kırgınlığı. Kendi özünden kopartılan, yabancı topraklarda yetiştirilmeye
çalışılan bir yaprağın her rüzgârda sağa sola savrulup durması. Kuruyup
düşmesi toprağa yaprağın.
> 2014 HAZİRAN

85
Arnavutköy Amerikan Koleji’nde yatılı okumaya başlar Şasa. Yine
yalnızlık, yine içe doğru derin yolculuklar. Kayboluşlar, kaybedişler…
Sonu gelmez hesaplaşmalar. Mürebbiyelerinin, dadıların soğukluğunun,
sevimsizliğinin ve batıya dair kasvetli düşüncelerin, batı dinlerine dair
trajedilerin gölgesinde nihilizme doğru bir yolculuğa çıkar. Yanına Sa-
tre, Camus ve Kafka gibi batı düşüncesinin karamsarlaştırdığı nihilizmin
öncülerini alır. Aynı zamanda ailesine duyduğu tepki de bütün kesinliğiyle
ortaya çıkar. Bir bunalımın, nevrozun da kapanındadır aslında.
Lise’nin son yılında “yaşadığımız Odalar” adlı bir oyun yazar. Bu oyun
aynı zamanda kültür çevrelerine girişini sağlar. Kültür hayatımızda solun
etkisi büyük o zamanlar. O da doğal olarak bu çevreyle içli dışlıdır. Halit
Refiğ’le tanışır önce. Daha sonra Kemal Tahir. Tahir’le çok samimi, çok
verimli ve bitmeyen dostluk. Kemal Tahir’in Ona bir tavsiyesi var: “ Şunu
bilmiş ol ki, bu ülkede maskaralık yaptığın sürece herkes sana alkış tutar.
Ciddi bir şey yapmaya kalkarsan da kimse ilgilenmez, yüzüne bakmaz.”
Bu laf çok önemli altının, üstünün kalın çizgilerle çizilmesi gerekir. Bir
gerçeğin haykırılmasıdır burada söylenenler. Şasa, bu söyleneni kendine
kılavuz eder. Ömrü boyunca ciddi işlerle uğraşır. Bir çok sinema filminin
senaryosunu yazar. Aynı zamanda kocası olan Atıf Yılmaz’ın asistanlığını
ve senaristliğini yapar. Evlenip ayrıldıktan sonra ve solculuğun da aslında
düşünce tarihimizde kartondan kale olduğunu hissedince bunalımları
ağırlaşır. Ruhundaki fırtınaları dindirmek için batılı hiçbir faaliyetin yeter-
li olmayacağını fark eder. Yerli bir şeyler arar. Bize ait olan…
Sürekli kendi tarihiyle ve çocukluğuyla hesaplaşma, tutunacak bir moral
değer olmaması Onu şizofreniye götürür. Hatta bu dönemde “Sinemamızda
Şizofreni” adlı bir makale üzerinde çalışmaktadır. Yıllarca bir odada yalnız
başına korkularıyla hesaplaşma mücadelesine girer. Uzun bir mücadele bu.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Delilik ülkesinde yıllar boyu gezinti. Bir büyük mustariplik. Aynı zamanda
Modern Dünyanın keşmekeşinden, yabancılaştırıcı etkisinden kurtulma
şansı. Cehennemi dünyada yaşayarak arınma imkânı. İnsanı hiçbir zaman
bırakmayan çocukluğun temize çekilmesi. Evet, Şasa’nın çocukluğu Batılı

86
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

savaş kaçkını mürebbiyelerin kirletmesiyle dolu değil miydi? Bu buhran


döneminde, sekerat halinde halinde Şeyhül Ekber Muhiddin Arabi’nin Fu-
sus-ul Hikem’inin İngilizce nüshasıyla karşılaşır. Büyük bir hayret iklimi-
ne yükselir Şasa. Materyalizmin ve pozitivizmin zehirlerinden arınmaya
başlar. Çocukluğunda görmediği bir iklim… Aşkı ve hikmeti keşfediş.
Ayşe Şasa, bir imkan olan delilikten ya da şizofreniden eşref-i mahlukat
katına yükselir. Kalbin ritmi vurmaya başlar akla karşı. Bilmekten ziyade
hissetmek, bilinenin içinde olmak… İman etmek, mutmain olmak…
Evet, sorularına birer birer yanıt bulur. İsmet Özel’le tanışır Şasa “Wal-
do Sen Neden Burada Değilsin” kitabını okuduktan sonra. İkisi de benzer
bir macerayı yaşamışlardı. Özel, bıkmadan, usanmadan Ayşe Hanım’ın
sorularını yanıtlar. İyileşmesine kimsenin inanmadığı O insan İslam’ın şifa
pınarından doyasıya içer. Rahmet sağanaklarında ruhunu yıkar.
Ayşe Şasa, büyük bir trajediden imana atlamış biri olarak 16 Haziran
2014’de gerçek ülkeye yürüdü. Geride kalan kafası karışıklara bir ruh
macerası dersi verdi. Delilik Ülkesinden seslendi kendini akıllı zanneden-
lere. Dünyayı kutsamanın boşluğu üzerine en büyük dersi verdi. Hem de
hayatıyla… Yıllarca çektiği çileyle…
Bu toprakların sesi olmaya gayret eden biriydi O. Hem senaryolarıyla,
hem kitaplarıyla hem de ömrüyle… Dünya serüvenini en güzel şekilde
tamamladı. Yenilmiş medeniyetimizin en güzel çocuklarındandı…
Allah Rahmetiyle Muamele Eylesin!....

Kaynak: Haber10
> 2014 HAZİRAN

87
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

88
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

İbret Perdesinin Hayret Kalemi: AYŞE ŞASA


Mustafa Yahya Coşkun

Marksist dünya görüşünü yaymak ve beyazperdede konuşan kuklaları


susturmak gibi büyük amaçları olan Ayşe Şasa, sinemaya, Türk Sineması’nı
hatta Türk halkını “adam etmek” için adım atmıştı. Daha ilk eserlerini
verirken perdeye akseden resimde gerçeği, sinema dilinde sahiciliği yaka-
layabilmek için Türk halkının yaşama biçimini şekillendiren unsurları
incelemeye başlamıştı. Sahici filmler yapabilmek için “Türk toplumunun
asli yapısı nedir?”, “Türk kültürünü şekillendiren şeyler nelerdir?” gibi
sorulara cevap arayan Şasa, bir müddet sonra “Hakikat nedir?” sorusunun
peşine düşmüş ve kendini aramaya başlamıştı.
Tarkovsky’den Muhyiddin İbn-i Arabi’ye uzanan engebeli fakat bir o
kadar da feyizli bir yolda zor bir yolculuk yapan Ayşe Şasa, mazlumdan
yana yazan kalemini hikmet ve ferasetle bereketlendirmişti. Aklıyla çıktığı
yolculuğu, aklının hayrete düştüğü yere kadar götürmüş ve deyim yerin-
deyse hayret makamından konuşmaya başlamıştı.
Ayşe Şasa, 1968’de Atıf Yılmaz’la beraber sinemada ortaoyunundan
ve minyatürden istifade etmekten bahsetmiş, bu yüzden de eleştirmenler
tarafından tenkit edilmişti. Halbuki o, sinema yapan ya da yapmayan
birçok taklitçi aydından farklı olarak sinemanın batıdan alınacak ya da batı
taklit edilerek yapılabilecek bir şey değil de milli kültürler üzerine inşaa
edilecek bir yapı olduğuna inanıyordu.
Ayşe Şasa, kalemi eline aldığı günden itibaren yazdığı ya da senaryosuna
katkıda bulunduğu filmlere, Yeşilçam’ın unutulmaz filmleri arasına gire-
bilecek bir içerik kazandırdı. “Murat’ın Türküsü”, “Ah Güzel İstanbul”,
“Balatlı Arif” gibi filmlerden başlayarak ya Ayşeleri, Melihaları kurtar-
maya ya da şehre tutunmaya çalışanlara dikkat çekmeye çalıştı.
Şasa, Lütfi Akad’ın “İngiliz Kemal Lawrence’a Karşı” ve Metin
> 2014 HAZİRAN

89
Erksan’ın “Dokuz Dağın Efesi” filmleriyle birlikte en başarılı dönem film-
lerinden olan ve hatta birçok veçhesiyle onların üzerine çıkmayı başaran
“Kozanoğlu”, “Battal Gazi Destanı” ve “Köroğlu” filmleriyle çağdaşlarına,
sahibi olduğumuz bir tarihin varlığını hatırlattı. Tarihi filmlerde haksızlığa
karşı mücadele temasını başarıyla işleyen ve kendinden sonrakilere ancak
kendisini taklit edebilecekleri alanlar bırakan Şasa’nın, bir kuşağın tarih
şuuruna sahip olmasında da katkısı vardır.
“Arkadaşım Şeytan” filmiyle anlatmaya çalıştığı, mutasavvıfların
anlattığından pek de farklı değildi. TRT’de bugün dahi aşılamamış destansı
dizilere imza atan Yücel Çakmaklı’nın çekmesi için kaleme aldığı “Hacı
Arif Bey” dizisiyle, Türk filmi izlemeyen “elitlere” yerli film izletirken
geniş halk kitlelerine de Türk sanat musikisi sevgisini yeniden aşılamayı
başardı.
Nihayetinde Ayşe Şasa için sinema perdesi bir hayal perdesine dönmüş,
ibret perdesi olarak gördüğü bu zemine, kaleminden hikmet parçacıkları
dökülmeye başlamıştı. Rüya Sineması diye de adlandırılan bu yeni sine-
maya artık hayallerin kiri değil rüyaların bereketi tesir ediyordu.
“Türk Sinema seyircisi, Türk filminin varlığında, beni kendimle
yüzleştirdi. Bana tutulan bu aynada, gerçek kimliğimi kavrayışımı,
Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren sinema seyirci-
sine borçluyum” diyen Ayşe Şasa, seyirciye ve sinemaseverlere hikmetli
bir yolun ışığını tutarken Türk sinema seyircisi de kendisine ışık tutacak
kişiyi seçmiş ve onu sancağı tutması için en öne geçirmişti.
Ayşe Şasa’nın filmlerini tekrar tekrar izlemeyi, sinemaya dair görüşlerini
düşünmeyi ve ona hayır dualar etmeyi hatırlatmak borcumuzdur.

Kaynak: Milat Gazetesi


> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

90
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa’yı uğurlarken


Nevin Meriç

Bir kaç haftadır yoğun bakımda olan Ayşe Şasa vefat etti. Bugün de
17 Haziran 2014 cenaze namazı kılınacak Fatih caminde. Ayşe Şasa’yı
gerek Yeşilçam günlüklerinden, gerekse kitaplarından tanıyorum. Kendisi-
yle yapılan nehir konuşması hayatının çilesini açığa çıkartıyor. Bu çileyle
birlikte büyüme, olgunlaşma hayata tutunma. Her dönemin on yıllık bir
rakamsal süresi var sanki. Tavan arası tek göz odada on yıl senaryo yazma,
apartmanın en üst katında on yıl hasta yatma, dünyaya kapalı, diğer alem-
lere açık çırpınıp duran beyni ve kalbiyle yaşama… Ayşe Şasa’nın vefatını
duyduğumda ilk önce çileleri bitmiştir inşaallah dedim. Artık bir başka
dünyanın eşiğinde Rahmanın ikramına muntazır hakiki kurtuluşa ermiştir
inşaallah
Cenazeye yetişebilmek için makul bir saatte yola çıktım. Yol güzergahım
Nuruosmaniye, Kapalıçarşı, Vezneciler ve Fatih. Dolayısıyla vasıtaya mü-
sait değil yollar, naçar yürüyeceğiz. Hava da bir sıcak anlatılamaz. Neyse
ki yürümekle aram iyi. Güzergah ta nefs-i İstanbul olunca hem zihin hem
kalp memnun bu işe. Kapalıçarşıdan geçerken biraz irkildim. Safi dünya.
Bir insanı son yolculuğuna uğurlama merasimine giderken bu kadar
yoğun ve bir o kadar da enternasyonal dünyanın ortasından geçmek bir
an düşündürdü beni. Hayatın herkeste farklı seyreden halleri, birbirimize
dokunmadan akan dünyanın içinde seyru sulukta olan benler...
Beyazıt Meydanı Ramazan’a hazırlanıyor. Dini yayınlar kitap fuarının
hazırlıkları başlamış. Ramazan bir kaç senedir Beyazıt üzerinden tanzim
ediliyor ve fakat cami restorasyonda. Bu sene zor olacak. İnsanlar biraz
soluklanıyor, bir vakit namaz kılıyor, türbeyi de ziyaretle Ramazanı ihya
ediyorlardı. Neyse bu sene böyle cami ihtiyacı yakın cami ve mescitlerden
> 2014 HAZİRAN

91
giderilecek heralde. Nuruosmaniye de bu anlamda bir telaş var. Rama-
zana avluyu da bitirmek istiyorlar ama sanırım yetişmeyecek. Bir mermer
döşeyemediler, cumalar da ciddi sıkıntı oluyor. Oysa açık havada namaz
kılınacak günlerdeyiz. Bu imkanın sağlanması iyi olurdu ama restorasyon-
lar çok uzuyor.
Sırada vezneciler var. Üniversitenin yanından metro işaretini takip
ettiğinizde hemen geliyorsunuz. İstanbul’a artık yerin altından da ağlar
örülüyor. Bir turist metroyu soruyordu. Hızın cazibesi dayanılmaz hele
İstanbul’da bu sıcakta. Hiç şansları yok diğer tercihlerin. Veznecilerden
artık istikamet düz. Şehzadebaşı Cami’nin önünden geçerken su terazisi
karşıma çıkıyor. Fatma Şensoy hanımla olan derslerin birinde bu konuda
okuduğumuz belgeleri hatırlıyorum. Bozdoğandan geçip tüm şehre tevzi
edilen sular. Tabi o zaman şehir nefs-i İstanbul ancak. Ve itfaiyenin önün-
den Fatih sınırlarındayız. Buraya güzel bir park yapmışlar. Geçen sene
çevre düzenlemesi vardı. Şimdi su sesleri içinde dinlenmede vatandaşlar.
Parkın yanından geçerken bu yaşıma kadar hiç bir parkta oturmadığım
aklıma geliyor. Her zaman bir yerlere yetişme modunda olduğumuzdan
hep seyir makamında etrafımızla ilişkimiz. Kente de buna dahil tabi..
Bugünde böyle bir seçenek yok hem giderken hem de gelirken. Neyse
hizmet güzel, keyfini sürenlere safa olsun. Artık camiye epey yaklaştım
sayılır, ışıklardan yukarı kıvrılacağım ve biraz ileri de Cami avlusunda
olacağım inşaallah. Caminin giriş yolu arabalara kapatılmış daha doğrusu
önden gelenler park ettiğinden son anda gelenlere yer yok onlar da yolcu-
sunu bırakıp gidiyor ama yaşlı olanlar. Nitekim camiye epey yaklaşmışken
durdurulan bir araba, içinden inene gayri ihtiyari şöyle bir baktığımda iki
mavi gözle karşılaştım. Aslında bu yüzü ben tanıyorum ama bir türlü ismi
aklıma gelmiyor. Nerede gördüm hangi sempozyumda yok, bir isim be-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

lirmiyor zihnimde.
Ve avluya ayak attım bir ses beni çağırdı. Gülşah Maraşlı tabutun epey
gerisinde ama yandan aynı hizada kameralardan uzak yolcusuyla hasbi-
halde. Selamlaşıp biraz ilerliyorum. Bir kaç arkadaşla daha karşılaşıyoruz.

92
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Sonra Belkıs abla. Belkıs İbrahimoğlu. Bir bey yaklaşıyor ve ‘abla son
vazifeyi yaparken yanındaydınız değil mi? Usulüne uygun yapıldı her şey’
diye soruyor. O da ‘evet, her şey tam tekmil yapıldı müsterih olun’ diyor.
‘Oh çok sevindim içim şimdi çok rahat’ deyip uzaklaşıyor. Bu bilgi beni
de çok sevindiriyor. Elhamdülillah yola iyi başlangıç yapacak. Ehil dost-
lar gitmiş yanına; son vazifelerini yapmak için... Ve Leyla İpekçi onunla
da bir iki hasbıhalden sonra camiye geçiyorum. Namaz epey yaklaştı,
yolcunun erzakını doldurmak lazım. Bakalım bir yasin okuyacak kadar
vaktim olacak mı? Caminin üst katına çıkıyorum. Aman Allahım bütün
pencereler karşılıklı açık korkunç bir hava akımı, bu terle burada kalırsam
şifayı kapacağım kesin. Hemen bir tarafı kapalı cam olan bölüm arıyorum
neyse ki arkada varmış. Orada oturup namaz öncesi yolcunun ikramını
hazır ediyorum. Gruplardan oldukça okuyan olduğunu biliyorum. Bohçası
dolu karşılayacak gelenleri inşaallah.
Cami yavaş yavaş doluyor ve ezan okunuyor. Sırada namaz var. Erkekler-
in de saf durumu bozulmuş. Kamet bitti imam namaza başlayacak hala
salınanlar var. İnsan koşarak dahil olar safa diye yukarıdan hayıflanıyorum.
Ve tekbir artık gözler kıblede, kalp divanda, zihin yolcuda dahil oluyoruz
namaza...
Namaz bitti cemaat ayaklanmadan aşağıya inip kapıdan çıkmalıyım.
Gerçi yine çıkanlar var ama arkası daha kalabalık diye bende aradan geçip
dışarıya kendimi atıyorum.
Sıra cenaze namazında hazırlanıyoruz. Şadiye’de gelmiş. Buluştuk
konuştuk. Yine tanıdık yüzler. Nurhayat’a Meryem’i soruyorum. Meryem
İlayda tabi ki çok üzgün. Onunla nehir konuşması yapanlardan biri. Old-
ukça fazla sohbet ve bir arada olanlardan yani
İsmail Kara ve Ekrem Demirli, İlber Ortaylı, Mustafa Özdamar Akif
Emre, Beşir Ayvazoğlu .... görüp ismini hatırladıklarım.
Artık saf düzenine geçiyoruz. Oldukça fazla kadın cemaat var.
Neredeyse erkeklere yakın. Üç cenaze var ve hepsi ayrı ayrı kılınacak.
Önce iki erkek cenazenin namazı kılınıyor. Ve Tuğrul İnançer hocanın tek-
> 2014 HAZİRAN

93
biriyle Ayşe Şasa’nın namazına başlıyoruz. Son şahitlik, dualar ne kadar
yavaş okunabilir ki. Üç tekbir bir avazda bitiyor. Cenaze Sahra-ı Cedid’de
aile mezarlığına defnedilecek. Arabalar var isteyen gelsin deniliyor ama
ben buradan uğurluyorum; çileli hayattan rahmeti bol hayata geçen yol-
cuyu. Tabutlar hızla kucaklanıp arabalara konurken dünya tekrar devreye
giriyor. Şadiye ile biraz soluklanıyoruz. Sırada İsam bahçede kitap okuma
var. Çünkü film izleme günümüz olduğundan akşama kadar bir kaç saatim
var. Bugün aldığım Emine Uşaklıgil’in ‘Benim Cumhuriyetim’ kitabına
başlıyorum. İyi ki almışım çok malzeme var bu kitapta diye düşünüyorum.
Derken Şerif Mardin ismini okuduğumda Fatih cami avlu girişinde
arabadan inerken gördüğüm iki mavi göz beliriyor zihnimde. Nihayet ismi
buluyorum. Demek ki Şerif Mardin’de cenazeye gelmiş. Çok yakın dost
olduklarına göre buna şaşırmamak lazım.
Not1: Ayşe Şasa ile teşehhüt miktarı da olsa benimde iletişimim
olmuştu. 2005- 2006 yılları olması lazım ‘Değişen Kentte Dini Hayat’
isimli kitabım çıkınca Mustafa Kutlu yeni şafakta hem kitap hem de ben-
imle ilgili onurlandıran güzel bir yazı yazmıştı. Ayşe Hanım bu yazıyı
okumuş hemen ertesi gün aradı , telefonunu verdi, evine davet etti. Ve fak-
at işkolik ben ne hafta içi ne de hafta sonu bu ziyareti gerçekleştiremedim.
Baktı benden hayır yok bu sefer telefon etti. Zekâtıyla alakalı durumunu
sordu. En azından bu konuşmadan memnun olduğunu düşünüyorum.
Artık vaktim olacak tam ziyaretine giderim diyordum ki evin kapısı
kapandı. O artık başka davetlerin konuğu, başka sohbetlerin muhibbi... Al-
lah rahmet eylesin...

Kaynak: http://www.nevinmeric.com
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

94
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Bir kadın bilgenin ‘er kişi’ yolculuğu


Salih Tuna

Kemal Karpat’ın ‘Dağı Delen Irmak’, Edward Said’in ‘Yersiz Yurt-


suz’ ve Eric Hobsbawm’ın ‘Tuhaf Zamanlar’ının hemen ardından Ayşe
Şasa’nın ‘Bir Ruh Macerası’nı okuduğumda şöyle demiştim:
Üç otobiyografik kitabın ortak özelliği, ‘yersiz yurtsuz’ hayatların
‘macera’sını anlatmaktır.
Kemal Karpat doğduğu Romanya’da Türk, Türkiye’de Rumen muame-
lesi gördüğünü anlatır ‘Dağı Delen Irmak’ta.
İskenderiye doğumlu Yahudi bir göçmen, büyük tarihçi Eric Hobsbawm
da nihayetinde bir ‘yersiz yurtsuzdu.’
Gençliğinde girdiği Komünist Parti’den zihinsel olarak kopsa da, fiilen
kopmamasının en önemli nedeni, ‘Komünist Parti’yi bir nev-i ‘yer - yurt’
edinmesiydi.
Hıristiyan bir Arap olan Edward Said ise, ‘Filistin Davası’na
adanmışlığını ‘yer - yurt’ edinmiştir kendine.
Ayşe Şasa’ya gelince...
Daha derinlerde ve daha yakıcı bir şekilde yaşanmış bambaşka bir ‘yer-
siz yurtsuz’luktur onunki.
Öz be öz yurdunda ‘yurtsuz’, kendi evinde ‘yersiz’ bırakılmıştır.
İrfanla, hikmetle bütün irtibat telleri kopartılmış; öyle ki ‘toplumun
‘Tanrı’yı Allah ismiyle andığından’ bile habersiz bırakılmıştır.
Zira yabancı mürebbiyesi ‘Gott’ şeklinde öğretmiştir Allah’ı…
***
Ayşe Hanım onca çileli yolculuğun ardından Allah’ı ‘öğrendikten’ son-
ra son nefesine kadar hep onu zikretti, hep onu anlattı.
Vah vah, çok yazık; ne ihtilaçlı, ne yaralı, ne talihsiz bir hayat yaşadı di-
yen ‘muhteremleri’ de içine doğdukları ve içinde ense yapıp matine-suare
> 2014 HAZİRAN

95
horul horul uyudukları hakikatin kıymetini bilmeye çağırdı.
Adeta sarstı.
Uykularını kaçırdı.
***
Sosyal sınıfı kültür düzeyi ne olursa olsun Allah’ı anan ve anlatan kim
varsa da müthiş bir tevazu ile dinledi.
Masivayı hatırlatan isterse bin Oscar, bin Nobel alsın zerre miskali iti-
bar etmedi.
Necip Fazıl’ın, ‘Ellerime uzanan dudakları tepeyim / Allah diyen gel
senin ayağından öpeyim’ dizesi haller içinde halinin hülasası gibiydi.
(Bu arada yeri gelmişken belirtmek isterim: Necip Fazıl’ın ‘O ve Ben’ini
senaryolaştırmıştı. Merhum Ahmet (Bayazıt) abi gerçekleştirecekti. İkisi
de ‘Rahmet-i Rahman’a’ kavuştu. Çok güzel bir senaryoydu. TRT bir
şekilde bu projeyi hayata geçirse bence çok güzel olur.)
İçine doğdukları hakikatin, yani bast halinin kıymetini bilip bir ömür
şükredeceklerine, Ayşe Hanım’ın büyük bir lütuf eseri kurtulduğunu ifade
ettiği ‘kabz halinden’ ibaret bir yaşama kapak atmak için kırk takla atan,
fırıldaklar çeviren ‘muhteremleri’ en güzel, en etkili şekilde ‘uyardı.’
Ayşe Hanım’ın hayat hikâyesi aynı zamanda böylesi bir uyarının da
ifadesidir.
Uyarının, yani irşadın…
***
Vefatı, yani vuslatı da, gasilhaneden dergahtaki vedalaşmaya, Fatih
Camii’ndeki cenaze namazından büyük dayısı Rauf Orbay’ın da metfun
olduğu aile kabristanlığında defnedilmesine kadar bambaşka bir irşat
hikayesidir.
***
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Tuğrul İnançer Beyefendi Fatih Camii’nde dün Ayşe Hanım’ın cenaze-


sini ‘Er Kişi niyetine…’ diyerek kıldırdı…
İki anlamı var bunun. Biri ‘ilmihalle’ alakalı…
Diğeri…

96
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Hanım, ‘bezm-i elest’ sözünü tastamam tutan, masivayı yerden


yere çalan bir yiğitti.
Ayşe Hanım yeniden ve eskisinden çok daha güçlü bir şekilde var ol-
maya devam edecektir.
‘Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil.’
12 Eylül 1980’den bu yana yazılan kitaplar içinde ontolojik sorunları
olan herkese adeta ‘şifa risalesi’ mesabesinde eserler bırakan ondan başka
kimse yok.
Allah, derecesini âli etsin ve kudsiyetini artırsın.

Kaynak: Yeni Şafak

> 2014 HAZİRAN

97
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

98
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Çağdaş bir dervişe: Ayşe Şasa


Şahin Doğan

‘Mucizeler bir kere başladı mı bitmek bilmez.’ (İbn-i Arabi)

2000-2005 üniversite yılları. Vıcık vıcık ızdırap… Müthiş bir yalnızlık


duygusu. Tatlı bir vehim… Aldatıcı ve ayartıcı bir melenkoli. Bir ‘rüya-
da taaşşuk…’ Müpheme ve bilinmeye karşı duyulan esrarlı özlem… Ve
kitaplar dünyası. Reel dünyadan kaçıp onların teskin edici daha doğrusu
avutucu alemine sığınış… Tabiat kıyıcı, insan kıyıcı, toplum kıyıcı.
Kitaplar daha dost, daha munis, daha dürüst… Dostları, yazarlar, roman
kahramanları ve şairler… Onlarla konuşur, onlarla hemhal olur, onlarla
hemdem olur, onlarla hemdert olur… Her kitap masal dünyasından çıkıp
ona misafir olmuş gibi sevimli, çekici ve ürperti verici… Hafızası ‘kavram
ve isim leşleri’ dopdolu. Bir müzeden daha çok bir antikacı dükkanı gibi…
Aradığını kitaplarda bulabilmiş miydi? Belki evet belki hayır…

Muhtedilerin Makus Talihi


Çoğunlukla garip ve tuhaf bir talihi vardır mühtedilerin: Birincisi,
anlaşılır gibi görünmek ve fakat gerçekte hiç anlaşılmamak. İkincisi,
İslamla olan ilişkilerini tasavvuf üzerinden kurmak. Yani İslam’ı tasavvuf
üzerinden tanımak ve öylece benimsemek. Roger Garaudy, Rene Guenon
(Abdülvahid Yahya), Necip Fazıl, Cemil Meriç, İsmet Özel. İhtida ettikleri
dönemlerde bazı çevrelerce başlara taç edilir, kimi zaman ‘kanaat önderi’
kimi zaman ‘biricik düşünce adamı’ olarak göklere çıkarılır. Aradan belirli
bir zaman geçer yine aynı çevreler sukuta kurban eder aynı kişileri. Her iki
tutum da yanlış çünkü ‘her şeyin ifrat ve tefriti zarardır.’
Roger Garaudy, Otuz yıllık Marksist bir yaşamdan sonra islamdaki sos-
yal adaletin muhteşemliği karşısında teslimi silah ederek kelime-i şehadeti
getirdi. Yine de asıl ilgisini çeken husus İslam tasavvufu oldu. Yaklaşık
> 2014 HAZİRAN

99
iki yıl önce Hakk’a yürüdü, hayatta iken ölüme terkedilmişti zaten. Hal-
buki ilk ihtida ettiği dönemlerde kimi çevrelerce zamanın gerçek düşünürü
olarak tavsif edilmişti.
Rene Guenon, ‘Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi’ isimli eserinde
Hint mistiğine karşın İslam tasavvufunu müdafaa eder. Onun karşısına
İslam tasavvufunu yerleştirmeye çalışır. Ve ihtida etmesinde en büyük pay
hiç kuşkusuz ki tasavvufa ait.
Necip Fazıl, Yedi Güzel Adam’ın en güzeli, hepsinin üstadı ve piri, tek
başına koca bir neslin edebi ve kültürel yükünü taşıyan bir sima. Bizim
cenahta başta Sezai Karakoç olmak üzere eli kalem tutan her kabiliye-
tin arkasında onun emeği var. Dostoyevski bir konuşmasında ‘Hepimiz
Gogol’un paltosunun altından çıktık’ der. Bizimkilerin hepsi de Necip
Fazıl’ın ‘Büyük Doğu’sunun altından çıktı dersek yanlış olmaz. Bohem
ve karanlık bir hayattan sonra ‘Tanrı Kulu’ ile karşılaşır ve bu karşılaşma
hayatının dönüm noktası olur. Bizim camia tarafından yıllarca ‘sultanu
şuara’, olarak takdir ve tebcil edilen üstat, hayatının son dönemlerini
üzgün ve kırgın olarak geçirdi. Kendi yalnızlığına çekildi. Daha doğrusu
kendi yalnızlığına çekilmek zorunda bırakıldı. Necip Fazıl’ın sadık bir
tasavvuf savunucusu olduğu izahtan vareste. İhtida etmesinde en büyük
pay daha doğrusu tek pay tasavvufun. Hatta üstat, tasavvufa olan bu aşırı
muhabbetinden dolayı Seyyid Kutup ve Mevdudi gibi bazı simalara haksız
ithamlarda bulunabilmiş.(Mesela Mevdudi’ye Merdudi demesi)
Cemil Meriç, seccadesi olmayan, İslam, Kur’an nedir bilmeyen seküler
bir ortamda büyüdü. Hayatı, kendi ifadesiyle ‘gerçek bir trajedi’, ne sola
yaranabildi ne sağa. ‘Hindi yazdım sağ dediler, Saint Simon’u yazdım sol
dediler.’ Ne sağ ne sol ikisi de gerçek manada benimsemedi onu. Ölünceye
kadar arada, araf’ta kaldı. Fildişi kulesine çekildi. Daha doğrusu fildişi
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

kulesine çekilmek zorunda bırakıldı. Meriç klasik manada bir tasavvuf


muhibbi değildi belki ama tasavvufa olan meylini, sevgisini ve eğilimini,
aylarını, yıllarını hatta rüyalarını Hint’de gömmekle telafi etmeye çalışır.
Daha oryantal, daha uzak bir tasavvufu tercih eder üstat. ‘O kitaba harf harf

100
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

hayatımı işledim. Dört yılım sayfa oldu. Hint rüyalarımla, hicranlarımla


benim. Benim türbem. Bugün ziyaretçisi yok bu türbenin. Yarın olacak
mı?’(Jurnal, I) Maalesef bugün de ziyaretçisi çok az.
İsmet Özel, bu mühtediler içinde en belirsizi, en müphem olanı o. İslami
cenahın yani bizim en can alıcı sabitelerde bile paradigma değişikliğine
doğru gitmesi yani cepheyi terk etmesi asil tabiatlı şair ruhu tarafından
affedilmesi imkansız bir yanlış olarak algılandı ve derin bir hayal kırıklığı
içinde bocalamaya başladı. Halbuki ilk dönemler hiçte hak etmediği halde
‘müceddit’ gibi bir paye biçilmişti kendisine. Ama sonra o da manalı bir
sukuta kurban gitti. Ve şimdiki trajik konumu erbabının malumu. İsmet’in
İslam ile müşerref olmasında tasavvufun payı var mıdır? Kesin bir şey
söylemek olanaksız. Ama son dönemlerde geldiği yer itibariyle İslam
ile kurduğu ilişkinin pek sıhhatli, sahih ve sağlıklı olmadığı söylenebilir.
İsterseniz üstat Meriç’i dinleyelim: ‘…Sol, Nazım’a rakip diye alkışladığı
Eskişehir’in bu kabiliyetli delikanlısını çoktan unuttu. Sağ hiçbir zaman
benimsemedi onu.’ Aslında Meriç, İsmet için bunları söylerken, belki de
farkından olmayarak, kendi makus talihini de ele veriyordu.

Cinnetten Hidayete Doğru Ayşe Şasa


Ve çağdaş bir dervişe olan Ayşe Şasa… Önce meşhurlar konuşsun:
Yazarın etkisi samimiyetinde. Bu samimiyet, yer yer müspet manada
safiyete dönüşüyor. Bunca yıldır göğüs gerdiği hayatın ağır yüküne dayan-
maktan oluşan bir temizlik, bir hayret. Günümüz entelektüel yaşamında az
rastlanır bir meziyet. (M. Kutlu)
Sadelikle derûnîliğin medcezirini an be ân aşkla ve vecdle yaşayan, her
an, hiç durmadan gürül gürül akan bir hakikat ırmağı, her dâim hakikat
bahçesinden taptaze yemişler devşiren, devşirdiği yemişleri etrafındakilere
‘çocuksu asil bir ruh’la sunan bir derviş. (Y.Kaplan)
Ayşe Hanım bir bayrak isimdir, gençlerimizin örnek alması, yolundan
yürümesi gereken insanlardan biridir. Gerek duruşu ve hissiyatı, gerekse
de ruh dünyasıyla gerçek bir münevverdir (İ.Pala)
> 2014 HAZİRAN

101
Ayşe Şasa’yla diğer bütün mühtedilerde olduğu gibi yukarıda bahsi
geçen üniversite yıllarında tanıştım. Şizofrenik nöbetler halinde yaşanan
hezeyanlar. Çok sancılı, netameli ve bir kadar da bereketli bir hayat. Son
nefese kadar ateist olarak kalmayı tercih eden Kemal Tahir’in yanında
geçen on yıllar. Ruh sıkıntısı ve ruh burkuntusu sonucu teneffüs amacıyla
mutlak’ı arayış. Başta İsmet Özel ve Mustafa Kutlu olmak üzere İslami
camiadan nice zevat ile görüşme. Uzun soluklu derin okumalar, İbn-i
Arabi ile tanışma şifa bulup hidayet şerbetini içme, nihayet yaşayan bir
mürşid-i kamile intisap etme ve ezeli sükun ve itminana erme. Cinnetten
imana sıçrayışın hazin öyküsü.
Ayşe Şasa’da muhtediler için saydığımız birinci madde tamamen geçer-
siz yani ölümüne kadar muhafazakar camia tarafından sevilmiş, sayılmış,
himaye edilmiş ve kendisinden istifade edilmiş bir saygın bir kişilik.
Yalnızlığa itilmedi, en yalnız olduğu zamanlarda bile yardımına koşuldu.
Hem yanlış anlaşılmadı hem de yanlış anlaşılmaya mahal verecek ve sev-
enlerini zor duruma sokacak bir tavır içine girmedi. Ölümüne kadar net,
sade, belli ve belirgin bir duruş ortaya koydu. Bunlar onun mümeyyiz
vasıfları. Bütün bu üstün meziyetleri o engin tevazusuna borçluydu bekli
de. İkinci madde yani tasavvuf tesiri Necip Fazıl’da olduğu gibi maksi-
mum bir seviyede. Hatta ihtida etmesinde yine Necip Fazıl da olduğu gibi
en büyük pay tasavvufa ait. Birlikte okuyalım:
Tarih ve sosyoloji ölüm ve ötesi hakkında haber verebilir mi? Bütün
ölçülerimi kaybedip, mahzun ve perişan oturduğum; bütün bildiklerimden
şüpheye düştüğüm ve hiçbirinden yardım alamadığım bir gün. Tarih ve so-
syoloji bana hiç yardımcı olmuyor. Toplum beni kaldırıp bir kenara atmış.
Marksizm’in hiç gündeminde olmayan bir durumla karşı karşıyayım. İşte
o sırada Hz. İbn-i Arabi’nin kitabını (Füsus-ul Hikem) açıyorum. Kitapta
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

gözüme çarpan ilk ibarelerden biri o güzel hadis-i kudsi. Hazret nakledi-
yor Allahtan: ‘Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim.’ (Kenz hadisi)
Bu bir davet. Allah bizi kendisini bilmeye çağırıyordu. Birdenbire kalbim
aşka düştü. Bomboş olan kalbimde bir aşk peydah oldu. (Delilik Ülkesin-

102
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

den notlar, 153)

Geçmişe doğru yolculuk


Ne anlamlı satırlar değil mi? Şasa’nın ihtida öyküsünün en dikkate
değer olan tarafı burası bence. Tarih boyunca bazı Müslüman kesimlerce
itilen, askıya alınan ve kimi zaman alay konusu yapılan tasavvuf ve onun
gözde bir temsilcisi (İbn-i Arabi) çağdaş ve modern dönemlerde matery-
alizm dehlizleri içinde kaybolan şakın ve bahtsız bir insan rehber olup
onun hidayetle buluşmasına vesile oluyor. Yani bazı çevrelerce şeyhi ekfer
olarak tesmiye edilen bir zatın kitabı kendisinden yüzyıllar sonra gelen
uyanık ve sancılı zekaların hidayet pınarı oluyor. Burası üzerinde ehem-
miyetle durulması gereken hayati bir husus. Sadece bu husus değil çağdaş
dönemdeki bütün entelektüel ihtida hareketlerinin altında tasavvufun var
olması bir rastlantı olmasa gerek. Bahusus modern zamanlarda tasavvufa
karşı negatif bir tutum içerisinde bulunan bazı intelijansiya’nın bu husus
üzerinde daha bir dikkat ve teenniyle eğilmesi ve önyargılarını gözden
geçirmesi gerekiyor. Anlaşılan ateizm ile sufizm arasında görünmeyen
ince çizgi var.
Okumaya devam ediyoruz: Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi
geçti… Varoluşuna sahih bir neden bulamayan insan; bilsin yahut bilme-
sin korku, endişe ve vehim içindedir… Ben bu marazi hali, bir imtihandan
geçiyor gibi ve en ağır derecelerde yaşadım… Allah hepimizi ve özel-
likle genç nesilleri böylesi azaplardan esirgesin! …Elhamdülillah şimdi
şu eski koltuklarda oturuyorum ve gücümün yettiğince tefekkür ediyorum.
Çimenlerin üzerine seccademi serip şükür namazı kılıyorum. Bu benim
geçmişe doğru yolculuğum, geçmişe dönük hayalim. (Bir Ruh Macerası)
Son olarak Ayşe Şasa’ya Allah’tan rahmet dilerken iki önemli eseri ‘Bir
ermişin hayatını anlatan ipek kanatlı sayfalar’ olan ‘Delilik Ülkesinden
Notlar’, ile ‘Bir Ruh Macerasını’ bulup okumanızı hararetle tavsiye eder-
im.

Kaynak: Yeni Şafak


> 2014 HAZİRAN

103
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

104
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Bir Öncü, Film Düşünürü ve Milat


olarak Ayşe Şasa
Yusuf kaplan

Bir öncü daha Hakk’a yürüdü: Ayşe Şasa, sadece iyi bir senarist değildi;
hem bir film düşünürü hem de genç ve parlak kuşakların elinden tutan,
önalan ve önaçan bir öncüydü.

ŞİİR GİBİ BİR İNSAN, ŞİİR GİBİ BİR ÖNCÜ


Ayşe Şasa, Türkiye’nin yaşadığı travmayı iliklerine kadar yaşayan ve
kültürel şizofreniye dönüşen, bu ülkenin ruhköklerini kurutan, kültür ve
sanat dünyasını çölleştiren bu travmanın nasıl aşılabileceğinin somut bir
timsaliydi.
Türkiye’deki kültür ve sanat hayatının ne kadar metamorfoz yediğini
iliklerine kadar yaşayan ve bizim aynı anda hem sade hem de derûnî
medeniyet birikimimizin nasıl hayata geçirilebileceği üzerinde kafa yoran
bir düşünürdü.
Her özgün düşünür gibi, Türkçe’yi şiir gibi kullanan bir yazardı. Ge-
rek Türk film düşüncesinde bir milat olan Yeşilçam Günlüğü kitabında,
gerekse diğer anlatı kitaplarında bu şiirsel dili bütün boyutlarıyla görmek
mümkündü.
Ayrıca hayatı da kanatlandırıcı bir şiir gibiydi Ayşe Şasa’nın...

FİKİR, OLUŞ VE VAROLUŞ ÇİLESİ...


Ayşe Şasa, fikir, oluş ve varoluş çilesini iliklerine kadar yaşadı. Haki-
katle buluşmanın bedelini fazlasıyla ödedi. Rabbimiz de, rahmetiyle
muamele etti ve Ayşe Şasa, İslâm düşüncesinin, sanatının ve hayatının
insanı sımsıkı kavrayan, yücelterek tutup ayağa kaldıran dünyasına nüfûz
etmeyi başardı. Hakikat pınarından kana kana içmesini bildi ve hakikat
> 2014 HAZİRAN

105
pınarından devşirdiği tatları, ufukları genç kuşaklarla heyecanla, coşkuyla
paylaşmaktan hiç bir zaman çekinmedi.
Ayşe Şasa, benim için sadelikle derûnîliğin medcezirini an be ân aşkla
ve vecdle yaşayan, her an, hiç durmadan gürül gürül akan bir hakikat
ırmağı, her dâim hakikat bahçesinden taptaze yemişler devşiren, devşirdiği
yemişleri etrafındakilere ‘çocuksu asil bir ruh’la sunan bir derviş demekti.
Ayşe Şasa, benim için, tasavvufun derinliklerinde yaptığı fetih
yolculuklarıyla yalnızca sinemamızın değil, düşünce ve sanat dünyamızın
da diriltici ve herkese ruf üfleyici ruhköklerine nasıl kavuşulabileceğinin
yollarını gösteren, keşfedilmemiş kıtalarda doyumsuz keşifler yapan
önaçıcı bir öncü, bir devrimci demekti.

MİLAT OLARAK AYŞE ŞASA


Ayşe Şasa, Türkiye’de, film düşüncesinde bir milattı: Türkiye’de ge-
rek Türk sinemasının tarihi, gerekse film düşüncesinin serüveni bir Ayşe
Şasa’san önce, bir de Ayşe Şasa’dan sonra diye iki döneme ayrılarak
anlaşılabilir ve yazılabilir ancak. O yüzden Ayşe Şasa, Türk sineması’nın
ve Türkiye’de film düşüncesinin serüveninin hem anlaşılmasında, hem
yazılmasında hem de gelecekte neler yapılabileceğinin belirlenmesinde
milat’tır.
Türkiye’de dünyaya özgün bir film dili armağan edecek entelektüel ve
filmik aura’nın temellerini atan öncü bir yazar ve film-düşünürü olarak da
Ayşe Şasa bir milattır.
Bu ülkede, gerek sinema yapan, gerekse hem sinema üzerinde düşünen,
hem de sinema üzerinden ülkemizin ve dünyamızın sanat, hayat ve düşünce
sorunlarını bir medeniyet meselesi olarak belirleyen, yazan ve ‘konuşan’
bizim kuşağın bütün isimleri üzerinde Ayşe Şasa’nın hakkı, emeği çok
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

büyüktür.

ÇOK YÖNLÜ BİR FİLM DÜŞÜNÜRÜ


Ayşe Şasa’nın Dergâh dergisinde yayımlanan yazılarından oluşan

106
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Yeşilçam Günlüğü başlıklı kitabı, film estetiği, film dili; dünyaya armağan
edeceğimiz sinemanın estetik, kültürel ve fikrî kaynakları, temelleri; özel-
de sinemanın, genelde bütün sanatların ve düşünce hayatımızın entelektüel
sorunları üzerinde yazılmış bir başyapıttır.
Sinema üzerinde düşünen, yazan birinin başvuracağı, elinden
düşüremeyeceği, dönüp dönüp yeniden bakmadan edemeyeceği ilk ve son
metindir Ayşe Şasa’nın kitabı.
Sadece sinema üzerinde düşünen, yazan kişilerin mi? Sinema yapan
kişilerin de başucu kitabıdır Yeşilçam Günlüğü. Ayşe Şasa’nın kitabı,
hem Türk sinemasının, hem de dünya sinemasının estetik ve entelek-
tüel sorunlarını özlü, kusursuz bir Türkçeyle -filmleri, sinema akımlarını
filmik, estetik ve idrak biçimleri üzerinden çarpıcı bir dille- tartışan bir
rehber metin.

BİLGE VE DERVİŞ
Ayşe Şasa tastamam bilge, derviş bir insandı.
Çabası, yalnızca düşünmek ve yazmaktan ibaret olmayan; yaşadığı
entelektüel dönüşümün verdiği derin ve ağır sorumluluğun bilinciyle
hareket etmekten bir an bile geri durmayan; dünyanın dört bir tarafına
uzanan telefonlarıyla, ‘sesiyle’, ‘soluğuyla’ kendi fildişi kulesinden size
yol gösteren, önaçan, öncülük yapan; sayısız insanın elinden tutan bir
öncü; şu kafası karışıklar ortamında zihninizi zonklatan, sizi ‘tedirgin
eden’, ‘uykularınızı kaçıran’, bunu vazife bilen çağdaş zamanlar bilgesi
ve dervişiydi.

GÖKEKİNİ BİR ÇİÇEK...


Ayşe Şasa, kısacası, duyarlık, coşku, aşk ve hakikat çilesi ve bu çilenin
gelecek zamanları büyütüp besleyecek gökekini meyvesi demekti benim
için.
Ayşe Şasa’nın eksikliğini her zaman hissedeceğim yüreğimde. Ayşe
Şasa, yeri doldurulamayacak nadide bir çiçek’ti. Bu hakikat çiçeğini ve
> 2014 HAZİRAN

107
mirasını gözümüz gibi koruyalım, besleyip büyütelim ve gelecek kuşaklara
armağan edecek bir çaba içinde olalım diyorum.
O yüzden -film felsefesi, iletişim felsefesi ve diğer çalışmalarım
çerçevesinde yaptığım teorik yolculuklarımı, kavramlaştırmalarımı
kitaplaştırmayı ertelediğim, üzerinde özene bezene, titizlikle çalıştığım,
demlenmeye duran ‘Fütûhât-ı Medeniyye’ kitabımı kendisine ithaf
edeceğim; bunu yaşarken kendisine de söylemiştim; çok sevinmişti. Ona
olan borcumu/zu ödemenin yollarından biri bu, diye düşünüyorum.
Allah, Ayşe Abla’ya rahmetiyle muamele etsin ve sevdiği yüce gönüllü
kullarıyla haşretsin, mekânını cennet eylesin. Amin.

AYŞE ŞASA’YA HATİM


Ayşe Şasa’nın vefat haberini Sivas’ta aldım.
Bugün ilk uçakla Ayşe Hanım’ın cenazesine yetişmeye çalışacağım.
Sivas’ta Arifhan Külliyesi’nin her şeyi Ömer Faruk Akkaya Hoca, Ayşe
Hanım’ın vefat haberi üzerine, külliyedeki öğrencilerine, cenaze kalk-
madan önce bir hatim okuttu ve hatim duası yaptı.
Ömer Faruk Akkaya Hoca’ya ve külliyenin öğrencilerine bu hasbî
davranışlarından ötürü kalbî teşekkürlerimi sunuyorum. Allah kendilerin-
den razı olsun.

Kaynak: Yeni Şafak


> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

108
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

Ayşe Şasa: Kökleriyle barışmayanlar


soylu işler yapamaz
(Dünya Bülteni röportajı)

Hamit Kardaş - Dünya Bülteni/ Haber Merkezi


Senarist Ayşe Şasa, 32. İstanbul Film Festivali’nde ‘Sinema onur
ödülü’ne layık görüldü. Şasa ile sinema anlayışını ve ödül hakkındaki
düşüncelerini konuştuk.

Dünya Bülteni: 32. İstanbul Film Festivali’nde size ‘Sinema onur


ödülü’ verildi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ayşe Şasa: Bu jest beni yılar öncesine götürdü, bu açıdan duygulandırdı.
Senaristliğe 18 yaşında başladım, şimdi 72 yaşındayım. Benim Yeşilçam’da
bulunduğum 60’lı yıllarda Türk filmleri, okumuş zümre nezdinde küçük
görülen ve dışlanan bir konumdaydı. Ve okumuşlar, sinemanın ilerlem-
esi için batı sinemasını örnek gösterirdi. Biz Türk filmcileri, bu toplumun
batıdan ayrı olan kendi medeniyetinin mirasçısı olması gerektiğini, bu
toplumun kendine has etik ve estetik kodları olduğunu Türk okumuşlarına
anlatamazdık. Zehir gibi polemikler olurdu, genel hava tam bir kör
döğüşüydü.

1992 – 93 yıllarında yazdığınız Yeşilçam Günlüğü, bu tecrübeler so-


nucunda mı şekillendi?
Evet, Yeşilçam Günlüğü Türk sinemasının sorunlarına kendi medeniyet
ve kültür mirasımızın sorunları çerçevesinde bakma çabasıdır. Her toplum,
sinema estetiğini, sinematografisini kendi toplumsal kültürü üstüne inşa
etmeli diyerek, bize durmadan batıdan akıl devşirenlere bir cevap vermeye
çabaladım.
> 2014 HAZİRAN

109
Bu görüşleriniz nasıl karşılandı?
Müslüman camia tarafından ilgiyle karşılandı ama batıcı çevre
tarafından genellikle dışlandı, dışlanmaya devam ettiğini söyleyebilirim.
Bunun önemi yok. Benim taraftar olduğum görüşlerin zaman içinde daha
çok geçerlik kazanacağına inanıyorum. Ülkemizdeki sinema okulları, kül-
türel birikimimizi dışlayan bir eğitim türünden vazgeçmeli.

Yeşilçam Günlüğü dışında bu tip görüşleri öngören başka çalışmalar


oldu mu?
Sadık Yalsızuçanlar, İhsan Kabil, Yusuf Kaplan ve Enver Gülşen sine-
ma düşüncesi alanında çok ilginç katkılarda bulundular, bulunuyorlar.

Dünya Sinemasının güncel eğilimleri konusunda ne söylemek ister-


siniz?
İçerisinde manevi bir esinti, manevi bir ışık bulunan filmler, dünyada
ve Türkiye’de çok az ve ben bu nitelikleri taşımayan eserlerle pek ilgile-
nmiyorum.

Yetişmekte olan sinemacı kuşaklarına ne önerirsiniz?


Türkiye’de kültür planında, sinema planında edilgen bir aşırı batı
hayranlığı ve batı taklitçiliği tavan yapmış durumda; ama öte yanda kendi
geleneğimizin mirasıyla donanmış, tüm dünyadan haberli, yepyeni, soylu
bir elit artık yavaş yavaş varlığını duyurmaya başlıyor.
Gençlerin bu toplumun tarihi sanat gelenekleri ve klasikleriyle yoğun bir
şekilde ilgilenmeleri, yetişme çağlarında bilinç ve bilinçaltı rezervuarlarını
bunlarla donatmaları gerekiyor. Kendi kökleriyle barışmayan bir toplumun
soylu ve orijinal şeyler yapması mümkün değil.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

Ben Yeşilçam’da senaristlik yaptığım 60’lı yılarda henüz kişiliğim,


dünya görüşüm tam şekillenmemişti. Onun için 90’lı yılarda kaleme
aldığım Yeşilçam Günlüğü’nün sinema konusunda beni temsil eden bel-
ki en yetkin şey olduğunu düşünüyorum. Filmlerimiz olumsuz şartlarda

110
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <

gerçekleşirdi. O yılarda çok kısa sürelerde ve ağır gişe baskısı altında se-
naryo yazılırdı. Bu bir işkenceydi. Bu açıdan filmlerim benim için trav-
matik, ‘bulanık tecrübeler’. Beni mutlu eden filmlerim değil, kitaplarım.
Ancak Yeşilçam’daki senaristlik deneyimim bir arayışın, bir hakikat
arayışının ilk basamağı olmuştur. Tatlısı çok az, acısı bol, burukluğu bol
birçok anıyla doludur. İşte bu ödül, bu anılara götürdü.

Kaynak: Dünya Bülteni

> 2014 HAZİRAN

111
> DÜBAM DUNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN

> 2014 HAZİRAN


DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI

112 DÜBAM Yayınları


Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net

You might also like