Professional Documents
Culture Documents
Hazırlayan
Aynur Erdoğan
DÜBAM Yayınları
Küresel İletişim Merkezi
Barbaros Bulvarı, Balmumcu / Beşiktaş
Tel: (0212) 274 80 21 – 274 80 22
www.dunyabulteni.net
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
4
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Sunuş
DÜBAM
> 2014 HAZİRAN
5
İçindekiler
Bir gönül sakası
Akif Emre........................................................................................................................................ 9
Ayşe Şasa
Fatih Özgüven.............................................................................................................................. 41
Hamit Kardaş............................................................................................................................... 51
6
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Ayşe Şasa
Mehmet Nuri Yardım.................................................................................................................... 77
7
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
8
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Ayşe Şasa’nın yirmi küsur yıl önce ilk karşılaştığımdaki halini çok
iyi hatırlıyorum: Esmer, uzun boylu... Kot pantolonuyla daha da uzun
görünüyordu. Simsiyah saçları gür ve beline kadar uzanıyordu. Zamanla
hayatı değişti, tesettüre girdi. Hayata daha anlamlı bir yerden tutundu. O
günden son anına kadar süren yüz yüze ama mutlaka telefonla da derin bir
dostluğun temelleri atılmıştı.
Ayşe Hanım hakkında çok kimse çok şey yazabilir; umut beslediği her-
kese ulaşmaya çalışmıştır çünkü. Ancak onunla ilgili iki hususun mutlaka
hatırlanmasını hem ahlaki bir zorunluluk hem de bir vefa borcu olarak
görüyorum.
İslami hayatı yeniden keşfedenlerin, ‘ben Müslüman oldum’ diyenlerin
arasında yaygın bir tavır vardır. Her konuda söz söyleme yetkisini ken-
dilerinde bulmaları ve muhafazakar kesimin her konuyu onlara sormak
istemeleri gibi bir zaaflarının bulunması. Geçmiş dönemindeki şöhretlerini
Müslümanlara fatura edercesine hep önde görünmeyi hak sayan bir tu-
tum yaygındır. Ayşe Hanım samimiyetle ömrü boyu bedel ödediği hakikat
arayışının bir yolcusu olmaklığını Müslüman olduktan sonra da bırakmadı.
Müslüman oluşunun bedelini hiç bir şekilde fatura etmedi. Sinemadan
gelmesini, Cumhuriyet döneminin varlıklı ailelerinden birine mensubiy-
etini, muhafazakâr kesimin çok da öykündüğü çevrelerden olmasını ne
öne çıkardı ne de o çevrelerle ilişkisini kesti. Samimi bir Müslüman olarak
eski arkadaşlarıyla insanca ve müslümanca arkadaşlığını sürdürürken yine
hakikat peşinde olmaktan geri durmadı.
Önemsediğim ikinci husus onun bir hakikat avcısı olarak samimiyeti
ve bu uğurda bedel ödeyecek cesareti göstermiş olmasıdır. Eğer sağlığı
yerinde olsaydı muhteşem zihni ve tefekkür kabiliyeti ile yarınlara kalacak
> 2014 HAZİRAN
9
eserler verebilirdi. Yazdığı kısa metinler bile bunun ipuçlarını verir. İlk
defa karşılaştığı bir hakikati, tespitiyle anında kavramsal bir çerçeveye
alır, adeta yeniden üretirdi. Manevi bir derinlik, tasavvufi bir neşe ile hay-
ata yaklaşır, hikmeti arar ve her şeyin iyi, güzel tarafını görmeye çalışırdı.
Uzun yılların dostluğundan yazılacak çok şey var. Ancak Yeni Şafak’ta
1996 ve 2003 yıllarında yazdığım ‘Ayşe Şasa’nın telefonları’ ve ‘Şamar
yemiş büyük devlet’ başlıklı iki yazımdan yapacağım alıntılar onu özetler
gibi:
‘Sinemacı Ayşe Şasa ile tanışmıyor olabilirsiniz. Ama hiç ummadığınız
bir anda sizi arayabilir, eğer bir şekilde ‘iletişim’ ağının içinde iseniz
uğraşlarınız sizce çok önemli olmayabilir ama şöyle veya böyle başka biri
ile ilintili ise, bir derde deva olacaksa mutlaka telefonunuzda müşfik bir
‘alo’ duyarsınız. Artık listeye girdiniz demektir.
Yüz yüze görüşmediği, telefonla en duyarlı iletişim kurduğu pek çok
dostunun olduğunu biliyorum. Bir cümlenizin bile karşılığının olduğuna
inandığı an o cümle ulaşması gereken numarayı bulur ve işlevini yerine
getirir.
Mekanik iletişim aygıtı olarak telefon ‘metateleks’e dönüştüğü yeni
bir sürece girmektedir. Ayşe Şasa’nın evinde yüz yüze belki aylarca
görüşmediği dostları ile yüz yüzeliğin yakınlığı kurulmaktadır.’
Ve ‘Şamar yemiş büyük devlet’ başlıklı yazıdan...
‘Aslında Ayşe Şasa delilik ülkesi dediği modern aklın sınırlarını
aşmanın, gemisini yalçın kayalıklara çarparak batma noktasına geldik-
ten sonra başka bir aklın varlığını keşfedişin serüvenini yazmış. Mad-
di aklın dibe vurduğu anda gemisini sahile getirecek olan şey; modern
dünyanın görmediği, kavrayamadığı, dahası yok saydığı inancın, irfanın
kılavuzluğudur. Ayşe Şasa’nın modern dünyanın tek düzlemde ele aldığı,
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
tek boyuta indirgediği insan tekine karşı bir tür kurtuluşa götüren modern
dünyanın dışladığı, modern aklın anlamakta zorluk çektiği aşkın boyutu
dile getiriyor.
... Ayşe Şasa’nın bireysel deneyimi, modern aklın esiri olan insan tekinin
10
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
kurtuluşunu bir tür delilikten, başka bir deyişle divaneliği göze almaktan
geçtiğini söyleyenleri haklı çıkarıyor. Ayşe Şasa’nın seyir defteri aslında
68 kuşağının bir başka öyküsüdür. Hakikat sandığı idealler uğruna gemis-
ini kayalıklara sürme cesaretini göstermiş bir neslin farklı bir hikayesi bu.
Ne moderniteyi kavrayabilmiş ne de gelenekle sağlıklı ilişki kurabilmiş
nesilleri üreten çağdaşlaşma projesinin tükendiği noktaya işaret ediyor;
kendi bireysel deneyimi ışığında.’
Hakikati bulma adına bedel ödemeyi göze alan, hakikati bulduğunda da
hakikate teslim olmakta tereddüt etmeyen bir hakikat arayıcısıydı. Hakikat
yolunda su taşıyan bir saka olmayı, gönül ehli olmayı, dostluğu şöhrete
yeğlemek gibi bir erdemlilik sergiledi. Kule gibi bir apartmanın en üst
katında dünyayı tarassut etti ama hiç bir zaman fildişi kuleden bakmadı.
11
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
12
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
13
insanın hayatında nasıl tecelli ettiğini görmek isteyenler için de sayısız
sahne bıraktı hayat hikayesinden...
Geçtiğimiz pazartesi gününün sabahında aldığım ilk haber, Ayşe
Şasa’nın ahiret yurduna kanat çırptığı oldu. Cenazenin ne zaman
kaldırılacağı malumatını almak üzere açtığım internet sayfaları, onun
‘hayatını kaybetti’ğini yazıyordu. Ekranı kapatıp Müslüman bir müte-
fekkirin vefatını, İngilizceden devşirilmiş ve hakikatten yoksun bu dey-
imle karşılayanları, bir gün kaybedeceklerinden korktukları hayatlarına
uğurladım ve Ayşe Şasa’nın ‘öte’ye doğarken bize neler bıraktığını
düşündüm. Aklıma ilk gelenler böyle sıralandı zihnimde.
Eli açık ve gönlü geniş merhum Ayşe Şasa, yazdıklarının ve
anlattıklarının yanı sıra tanıştığı pek çok kimseye, kişiye mahsus hediyeler
bırakmış ve onların müşküllerini çözmüştür. Onlardan biri de bendim.
Kendisini, tahammülü zor o cehennemî hayatından kurtarmak için
yıllarca çırpındığını kitaplarında ve söyleşilerinde defalarca zikrettiği ve
çok sevdiği eşi Bülent Oran, 2006 yılında vefat etmişti. O sıralarda ölüm-
le ve ölüm düşüncesi ile başı dertte biri olarak, kendisini arayıp taziyede
bulundum. O zaman çalıştığım gazete eki için, merhum Bülent Oran’ın
vefatından hareketle, ölüm üzerine bir röportaj yapmak üzere randevu ta-
lep ettim. Büyük bir nezaket ve içtenlikle kabul etti teklifimi.
Bana, onun yıllarca gösterdiği büyük gayretine, ismi ile en üst mertebede
tanıklık ediyormuş gibi gelen Gayrettepe semtindeki evine gittiğimde,
sabır, metanet ve tevekkül içinde bulduğum Ayşe Şasa, insan-ı kamil olma
yolunda hikmetler ihsanlar bahşeden bir ölümden söz etti. “Bülent’i öteye
uğurladıktan sonra...” diyor, “Geçen hafta Bülent’i yolcu ettikten sonra...”
diye cümleye giriyordu. Bu cümleleri öyle sahici bir tonla kuruyordu ki
eşini sanki bir kaç gün sonra döneceği başka bir şehre uğurladığı izlenimi
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
14
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
15
tarifini veriyorlar. Bize düşen, keşiflerimizin açılması için Allah’a yalvar-
mak ve gideceğimiz yeri öğrenmek...”
Salı günü namazına durduğumuz Fatih Camii’nin avlusunda, ‘hayatını
kaybeden’lerin arkalarında bıraktığı keder ve kasvetin boğucu fırtınası
değil; sükunet ve tevekkül, sabır ve metanetin rüzgarı vardı. Merhum Ayşe
Şasa, bir süredir çıkmayı beklediği yolculuğuna dostları ve ‘yol kardeşleri’
tarafından dualarla uğurlandı.
16
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Kimi insanlar –ki onları talihli saymak gerekir- kendi kişisel hikayelerini aşan biçimde
bir toplumun, bir kültürün dönüm noktalarını temsil eden simgesel bir önem ve değer
kazanırlar, Ayşe Şasa’nın böyle insanlardan biri olduğunu düşünmek, sanırım abartılı
olmaz. Nasıl olsun ki...
Resmî biyografilere göre “Çerkes bir anne ve yarı Çerkes, yarı Kürt bir babadan
1941 yılında İstanbul’da doğan”, benim gençlik yıllarımda Unkapanı Köprüsü’nü geçer
geçmez koskoca bir levhada adı okunan ünlü iş adamı Avni Şasa’nın kızı Ayşe Şasa,
öncelikle bir kadın için upuzun sayılabilecek fidan boyuyla çoğunluğa aykırı bir kadındı.
Sınıfının ona verdiği tüm nimetleri kullandı: Amerikan Kız Lisesi’nde eğitim, Robert
Kolej (şimdiki Boğaziçi) üniversitesinden idari bilimler diploması, belli ölçüde bohem
bir gençlik yaşamı. Ve de sinema denen yüce sanata karşı uyanan bir aydın ilgisi...
1963’lerden başlayarak Çapkın Kız, Son Kuşlar gibi filmlerle başlayan senaryo yazma
çabaları. Aynı zamanda, o yılların tüm aydınları gibi solculuğa, giderek komünizme karşı
uyanan bir merak ve kendisini o ideolojiye adama çabası. Ve sonra, bir dizi rastlantı sonu-
cu tanıştığı önemli kişiler ve onların etkisiyle farklı yollara dalması. Bunlardan biri, 60’lı
yılların ünlü yazarı, sinemaya da ilgi duyan, senaryolar yazan, daha da önemlisi siyaset
alanındaki görüş ve tezleriyle başını Halit Refiğ’in çektiği Ulusal Sinema Akımı’nın esin
perisi olan Kemal Tahir’le tanışması ve onun fikirlerini benimsemesi. Aynı dönemde,
kendisini giderek bu sinemanın (Halit Refiğ gibi bir kuramcısı olmasa da) taraftarı olarak
bulan yönetmen Atıf Yılmaz’la tanışması ve evliliğe dek giden gönül ilişkileri. Tüm bu
insanlar, Şasa’yı giderek daha önemli filmlerin yaratıcı kadrosunun içine attı. Özellikle
de Atıf Yılmaz filmlerinin: Murat’ın Türküsü, Toprağın Kanı, Ah Güzel İstanbul, Balatlı
Arif, Harun Reşid’in Gözdesi, Cemile, Köroğlu... 70’lerde Yedi Kocalı Hürmüz, Unutu-
lan Kadın, Battal Gazi Destanı, Cemo, Utanç, Kambur, Delikan... Zamanında hemen hep-
sini görüp sevdiğim filmler. Özellikle Toprağın Kanı’nın petrol emekçilerinin yaşamını
işleyen açık solculuğunun, Ah Güzel İstanbul’un Brechtçi atmosferinin, Harun Reşid’in
Gözdesi ve Köroğlu’ndaki tarihsel gerçeğe erişme çabasının, Utanç’taki gerçekçi melo-
dram tonunun ya da Yedi Kocalı Hürmüz’deki tuluat geleneğine yaslanma deneyiminin
ona çok şey borçlu olduğu söylenebilir. 80’lerdeyse TRT dizisi Hacı Arif Bey. Ve sanat
> 2014 HAZİRAN
17
âleminde yakınlık duyduğu bir başka ustanın, Yusuf Kurçenli’nin bir avuç filmi: Ve Re-
cep Ve Zehra Ve Ayşe, Ölmez Ağacı, Merdoğlu Ömer Bey, Gramofon Avrat. O hınzır
Atıf Yılmaz filmi Arkadaşım Şeytan’dan sonra, yine dostlar âlemine kabul ettiği Selim
İleri’nin bizzat yönettiği Hiçbir Gece. Ve İleri romanından Naci Çelik’in uyarladığı Her
Gece Bodrum. Son olarak da yine aynı âlemden dostu Yücel Çakmaklı’nın TV dizisi
Kanayan Bosna.
Sonrası, Şasa için bir diğer serüvendir. Kendisiyle yapılan (ve Yeşilçam Günlüğü’nün
2002’deki genişletilmiş baskısında yer alan) söyleşilerinde belirttiği, o burjuva
dünyasındaki çocukluk ve ilk gençlik dönemi travmalarına, biraz da böylesine farklı
ideolojilerin ve yaşam değerleri bütününün birinden öbürüne hızla geçmenin getirdiği
sarsıntılarla da birleşerek son derece hassas bir ruhta açabileceği yaraları önleyemez.
Özellikle o kendi deyimiyle ‘ateist ve anarşist bir eğitim’in geç kalmış da olsa ortaya çıkan
etkileri... Bu onda bir tür ruhsal bunalım, bir psikolojik çöküntü yaratır. Ve bir şizofreni
olayı başgösterir. Bunun sonucu, tam bir değişim ve dönüşümdür. Bir dönemde bolca
sahip olduğu maddi değerler dünyasına sırt çevirme, varlığın nedenlerini ilahi kökenlerde
arama, Allah sevgisine, maneviyatın ve tasavvufun yollarından geçerek ulaşma gayreti.
Bir tür “insan-ı kâmil olma” çabası. Yine kendi deyişiyle “1980’lerde başlayan müsbet
yönlenme, 1988’de tamamen kristalize olur. Ve o noktadan itibaren, çevresinin aksine gi-
dip Müslüman münevverlerle diyalog kurmaya başlar”. Ve de “İslam’ın şiiriyeti ve engin
şifa gücü, hayata ikinci defa başlamasını sağlar”.
Bu elbette herkesin, hepimizin takip edeceği bir istihale değildir. Ama en azından
saygı gösterip anlamaya çalışmamız gerekir. Ben kendi adıma bunu yapmaya çalıştım.
Ve bu müstesna hikayeye, bu kendine özgü maceraya, uzaktan da olsa saygıyla, sevgiyle
yaklaştım. Aslında zaman zaman görüştük de: Ayşe’nin yeni hayatında artık baş rollerden
birini alan, eski Yeşilçam senaryo yazarı ve dostum saydığım Bülent Oran’la evlerine
girip çıktım. Ama bu görüşmelerin, o hepimizin teslim olduğu modern çağın talep edici,
baskıcı ve işkolik ortamında, arzu edileceği kadar sık ve düzenli olduğu asla söylenemez.
Ama onların kurduğu, o magazin köşelerine yansıyan yüzeysel beraberliklerden tümüyle
farklı ve tam bir karşılıklı ruhsal uyuma dayalı ilişki, yine de gözümden kaçmadı. Ve ona
da sevgi ve saygıyla yaklaştım. Nitekim Bülent Oran’a SİYAD onur ödülü verdiğimiz yıl
almaya gelmemesi, bizim camiayı öfkelendirmişti. Ama ben hiç kızamadım. Çünkü çok
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
kutsal bir görev için İslam’ın kalbi olan kente gitmişti, hac farizasındaydı. Zaten kısa bir
süre sonra da sevgili Bülent Oran vefat ederek Ayşe’yi hayatının son döneminde yalnız
bıraktı.
Aslında aynı nedenle Şasa’ya da bu ödülü verememiş değil miydik-onca güzel filme
bulunduğu büyük emek ve katkıya karşın? Çünkü almaya gelmeyecekti, biliyorduk,
18
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
söylemişti. O büyük değişimden sonra, sanatsal bir nedenle de olsa, eski çevresine, eski
yaşamına, o cilalı ve ışıklı ortama dönmek istemiyordu, bir ödül almaya gelmek bile
onu aşıyordu. Anlayışla yaklaşmaktan başka ne yapabilirdik? Ayşe, sinemayla ilişkisini
yazmak yoluyla sürdürdü. Yıllar boyu Dergah dergisinde sinemamızın serüvenini kendi
kişisel serüveniyle koşut biçimde işlediği kısa ama özlü yazıları, iki kez basılan Yeşilçam
Günlüğü’nde topladı. İkincisine Önsöz yazma onurunu bana vermesini hiç unutamam.
Bu yazılarda çok seçerek işlediği ve övdüğü bir avuç Türk filminin yanısıra (klasik an-
lamda eleştirmen olmadığı için bizim gibi her şeyi izleyip yazma zorunluluğu yoktu!),
sinemamızın somut ve pratik meselelerine getirdiği bakışlar da ilgiye değer. Hepsinin
ötesinde, Beşir Ayvazoğlu’nun dediği gibi ‘tasavvuf temeli üzerine oturmuş yeni bir sine-
ma anlaşının imkânlarını araştıran bir düşünür niteliği” karşımıza çıkar.
Sonra yine özyaşamsal olan Bir Ruh Macerası’nı yazdı. Ardından yine Dergah’ta ve
kimi dergi/gazetelerde yazdığı yazılar, Delilik Ülkesinden Notlar adıyla kitaplaştı. Artık
somut ve gündelik sorunlardan tümüyle kopup dinsel bir düşünme ve felsefe yaratmanın
zor yollarını arşınlar olmuştu. Yunus Emre’den Mevlânâ’ya, Sokrat’tan Einstein’a, Ke-
mal Tahir’den İbn Arabi’ye, Sylvia Plath’dan Baudrillard’a, Kubrick’den Tarkovsky’ye
birçok düşünür ve sanatçıyı anarak, çocukluğuna ve ‘delilik’ yıllarına geri giderek, yarı
kalmış öyküler sunarak... Hilmi Yavuz’un Sonsöz’ünde dediği gibi “Ayşe Şasa, bir
ermişin hayatını anlatıyor ipek kanatlı sayfalarda... Bu da az şey değil”.
Ve de ardından Şebek romanı gelir (Hepsi Gelenek Yayınları). Alt başlığı Fantastik
Kurgu olan bir anlatı denemesi. “2075 yılındaki hayali bir toplumda” geçen öykü, yine
Freud’dan Marx’a, Darwin’den Mozart’a ünlüleri anan bir ‘maymunlar öyküsü’dür. Ama
yeni bir Maymunlar Cehennemi beklemeyin!.. Ayşe Şasa’nın tümüyle simgelerle ördüğü
benzersiz bir metin, bir büyük sayıklama, bir metaforlar toplamı. Herkesin meşrebine göre
yorumlayıp ders alacağı... İşte bir hayatın kısa özeti. Belki ancak yetenekli bir yazarın
bir romanla daha ilginç biçimde anlatıp ayrıntılarına girebileceği, gizemine dalabileceği...
Ayşe Şasa şimdi o korkunç hastalıkla boğuşuyor. Adını anmak bile istemediğim... En
son konuşmamızda umutluydu, mütevekkil ve kaderciydi. Ama iyimserliğini koruyordu:
İnanca ulaşmış her insanın yapması gerektiği gibi... Onu yeniden en sağlıklı haliyle bulup
söyleşmek, bu ‘uzak ama yakın’ dostun büyük arzusudur.
19
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
20
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Dua etmeyi bilmediğinde bile ilk duası hakikat olan Ayşe Şasa’dan bize
hakikat kaldı. Arayışıyla ömre kefil, telefon sohbetiyle mesafelere talip,
kederi sabırla taşımasıyla bir vesile. Biliyoruz, huzursuzluğu layığıyla
yaşayan her fani için ölüm bir saadet...
Aklıyla gönlü arasında bitimsiz sorgulamalara düştüğü günlerden
birinde ziyaretine gittiği Kemal Tahir hasta. Yıllardır ahbaplık ettiği
Ayşe’nin uzun süredir gelmeyişini 12 Mart’a, baskıya, kaygılara, korku-
lara bağlıyor. Ayşe Şasa kendini anlatmak derdinde ama yorgun... Nihayet
bir anda yüzündeki kaygı, korku, gerilim yazara şu sözleri söyletiveriyor:
“Dünya çilesinden kaçamazsın, hayatın meşakkatinden kurtulamazsın!
İstersen dünyanın en zengin adamının kızı ol, servet insanı çileden ko-
rumaz. Biz bu dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik.”
Ayşe Şasa o sıralar 30’lu yaşlarının başında. Buhranlar içinde geçen
çocukluk, yükselmesine ve düşmesine tanıklık ettiği Yeşilçam kulisleri
ve “Halka ulaşmalıyız” gayesiyle çıkılan siyaset yollarında aşılamayan
çelişkiler... İlk gençliğinden yorgun bir miras bırakmış. Nöbetler, sanrılar,
hastaneler arasında geçen günler...
Peki kimdir bu kadın? Baştan alalım.
Genç Cumhuriyet’in II. Dünya Savaşı gölgesinde bir karar bulmaya
çalıştığı yıllardan biri, 1941. Ayşe dünyaya geliyor. Sonrasında ne zaman
kendisiyle ilgili bir bahis açılsa üzüntüyle anılacak çocukluk yılları. Ya-
hudi ve Alman mürebbiyelerin despot ellerinde yeşertilmeye çalışılan bir
yeni nesil fidesi. Kendisi olamamış, eskiye dair ne varsa hoyratça elinin
tersiyle atmış cumhuriyetin en seçkin ailelerinden birinin derdini kimseye
anlatamayan küçük kızı.
> 2014 HAZİRAN
21
Bahsin arasında bir bahis daha… Dayısı Rauf Orbay. Kurtuluş müc-
adelesine en ön saflardan omuz verip, hemen bitiminde uğradığı iftira
yüzünden ömrünün son gününe kadar susmak çilesiyle mükellef bir insan.
Yıllar sonra dayısından miras koltuğunda çile dolduran Ayşe Hanım, kendi
tabiriyle “çiğ çiğ solculuk numaraları” yaptığı dervişane tavırlı dayısını
anacak; o kendisine 18 yaşında Kur’an-ı Kerim hediye eden insan.
Çiftehavuzlar’da göz alabildiğine yeşil bir bahçenin ortasında yapayalnız
kaldığı günlerde sokakla tek irtibatı olan demir kapının önünde bekliyor.
Oradan geçen koz helvacı onun dışarıya dair tek tesellisi. Başka bir hayat
var ve o hayatı bir gün elbette bulacaktır. Yıllar sonra, Mürşid’inin dizi
dibinde otururken onun kendisine hitaben “O koz helvacı bendim.” demesi
manevi yolculuğunun cismanileşmiş hali.
Dünyanın yükünü sırtlamış görünen Ayşe, ilkokulda herkesin ‘deli’
gözüyle baktığı, doğum gününe kimselerin gelmediği; ortaokulda okul
birinciliği mertebesine yükselen; Almanca, Türkçe, İngilizce arasında
bölünen bir hayatı toparlamaya çalışan bir küçük çocuk. Yedi yaşında
“Ben çok yalnız bir çocuğum, bu şişeyi bulan lütfen beni arasın!” yazacak,
16 yaşında La Paix Hastanesi’nin önünden geçerken ağzından dua etmeyi
bilmeden şu cümle dökülecek. Bu “Gönlünüzden ne geçirdiğinize dik-
kat edin” meselesine de önemli bir misal: “Hakikate vasıl olmama vesile
olacaksa, yolumun bu hastaneden geçmesine razıyım.” demiştim içimden;
niyet tutar gibi. ‘Hakikat’ kelimesine aşırı bir ilgim, abartılı bir merakım
var.”
Zengin ailesinin imkânları onu pekâlâ sosyeteye katacakken, sor-
gulamaktan bir an bile vazgeçmeyen aklıyla her zaman bulunduğu yer-
in yabancısı, bir türlü intibak edemeyen, intibak edemedikçe şaşıran,
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
şaşırdıkça üzülen mutsuz bir genç. Ben gibi çokları için başyapıt olan ‘Ah
Güzel İstanbul’ filmi de dahil nice eserin isimsiz senaristi. Yaptığı işle asla
yetinmiyor, onu eleştirmekte müdanasız: “Senaryolarımı birbiri ardına gel-
en ‘utanç’ belgeleri gibi değerlendiriyorum, ‘Ah Güzel İstanbul’ gibi film-
22
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
23
inden dualar yok. “Bir hayatı, ısmarlama bir hayatı bırakıyorum/ Görenler
üstünde iyi duruyor derdi her bakışta” diye aldığı bir yolun sonuna geldik.
Şahidiz.
Fatih Camii’nde Derviş Ayşe Hanım niyetine saf tutuluyor. “Herhâlde,
gerçek sona vâsıl olduğumuz zaman da, orada yeni bir hayata doğuyoruz.”
diyen Ayşe Şasa dünyadan giderken sevdiğine varıyor: “Ölüm, bir köprü
gibidir. Sevgiliyi sevgiliye kavuşturur.”
İnna lillâhi ve innâ ileyhi raciûn…
24
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
25
mada yapmaya meyletmişti. Muhteşem senaryolar yazmıştı.
da! Bu da var.
Hakkın, hakikatin, dinin dairesine girdiği için hor görülen, itilen kakılan,
kişiyi yalnızlaştıran bir maceradır bu. İnsanın ruh denizinin fırtınalarla,
depremlerle sarsılması demektir.
26
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
27
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
28
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Ayşe Şasa benim için eşi rahmetli Bülent Oran’ın ifade ettiği şekilde
“Kibritçi Kız”dır. Elinde olanla imkânsızı başarmanın yoluna düşmüş
bir hakikat arayıcısıdır. Bir masal kahramanı kadar yalın, duru, ger-
ekli ve yakındadır. Kış soğuklarında ve zifiri karanlıkta yaktığı ışıkların
aydınlattığı insan sayısı de hiç az değil.
“Telefon sustu bugün, İstanbul’u rahmet bastı” diye yazmış İsmail
Kara, yıllar önce onunla ilgili yazdığı “Aramakla Bulunmaz Ama Bu-
lanlar Arayanlardır” başlığını taşıyan, ancak vefatının ardından Dünya
Bülteni’nde yayımlanan yazısına kattığı “zeyl”de. Dünyanın neresinde
bulunursanız bulunun, dar zamanınızda telefonla arayan kişi öncelikle o
olurdu. “Telefon dervişi” olduğunu düşündürürdü. (“Gramofon Avrat”a
telmihen “Telefon Avrat”tan dem vurduğu aktarılıyor.) Türkiye’den uzakta
olduğum yıllarda İstanbul’dan bir telefon geldiğinde herhalde ondandır diye
düşündüğüm birkaç isimden biriydi. Ben de şöyle düşünmeye alışmıştım:
Telefonla ulaşabilirim, birazdan telefonla ararsa şaşırmam. Gerçi artık
uzağı yakını hesap etmeyen o telefonlardan mahrum kalacağım. Bu mah-
rumiyeti duyacak olan eşi dostu hiç az olmasa gerek.
Vefatının ardından yayına hazırlanan “Ayşe Şasa’ya Armağan” kitabı
için kaleme aldığı yazısında Suavi Kemal Yazgıç, kendisinin de yıllarca
paylaştığı bu telefonların malumata değil irfana açık olduğunu vurgu-
luyor. Ahkâm kesmekten uzaktı ve nerede yaşarsa yaşasın kulakları
sokağın (mahallenin) seslerine açık oldu. Çünkü aslında gotik şatoda
bile seccadesindeydi, bu varoluşu tanımlamaya çalışıyordu. Bir köşkte
yaşadığı yabancılığın acısını (üşümeyi) seccadeye yönlendirdiği hayatla
kendi yurdunu kurmanın imkânına dönüştürmeyi başarmıştı. O geçişin
kolay olduğunu kim söylemiş? Yaşadığı zorlukları sınav sebebi sayarak
anlamlandırmayı sağlayan güzel bir bakışı vardı dünyaya. “Gözün içinden
gören” diye niteliyor ya Blake.
Bazı gazetelerde “ölümle pençeleşiyor” şeklinde başlıklar atılmasını
> 2014 HAZİRAN
29
yadırgadım. Konformist değildi, hidayete nail olmayı getiren badireler
yüzünden yakınmadı. Hakkın Rahmetine kavuşması da hiç kolay olmadı.
Hastalıklar peşini bırakmadı, ancak iyimserliğini korur ve “iyi olacak” der-
di telefon konuşmalarımız sırasında, “her şey daha iyi olacak.” Hastane
ziyaretim sırasında -henüz komada değilken- hayata sıkı sıkıya bağlandığı
izlenimi edinmiştim. Ancak ölüme yaklaşırken de medya manşetlerinde
tasvir edildiği gibi “pençeleşme” diye ifade edilecek bir tavır içinde
olmazdı. Feraset ve irfan sahibiydi. Hayat hikâyesini “hakikat arayışının
özeti” olarak tanımlıyordu.
Yol hikâyesinde bana çarpıcı gelen pek çok noktadan biri, hidayet
olgusunun emekle ve çileyle ilişkisi oldu. Sanatçının örnek bir çilekeş
olduğunu anlatmıştı Susan Sontag. İyi ve doğru bir dindar olmak daha
az çaba istemiyor. İşte böylesine bir adanma da “normal” hayatların sey-
rinde delilik, mecnunluk olarak tanımlanabilir pekâlâ. Delilik Ülkesinden
Notlar şizofreniyi tanımlama çabası içindeki uzmanlara bu alanın nasıl
bilinmezliklerle dolu olduğunu gösterdiği için de yadırgandı. Kitabın
“bilimsel” değil “edebî” olduğu şeklindeki yargı, kartezyen disiplinin
bütünü görme çabasını mecnun kimliğine yorarak kurduğu egemenliğin
bir göstergesi. Nedenlerinden tam olarak emin olunamayan şizofreninin
belirtileri tanımlandığı kadarıyla sınırlı olabilir mi? “İnanca dayalı tedavi
boş bir idealizme götürür” şeklindeki cümleyi nasıl bir bilimsel bakışla
kurarsınız? Şizofreniden söz ederken Deleuze, “kendi mantık sistemi-
mizi bile reddetmeye iten savunmacı bir strateji” diye bir cümle kuruyor.
Ayşe Hanım içine doğduğu hayatı benimseyemediği için kendi kendini
doğurmaya sevk eden sancılı bir bilince sahipti. Şifa kaynaklarına ulaşmak
üzere elinden geleni esirgemedi, bilincinin dağılmaya zorlayan parçalarını
toparlamayı sürdürdü ve bu yolda attığı yürekli adımların karşılığını
bulmadığı söylenemez.
Vefat haberini aldığımda Fecr Suresi’nin 27 ve 28. ayetlerini düşündüm:
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
“Ey mutmain nefs! Sen O’ndan memnun olmuş ve O’nu razı etmiş olarak
dön Rabbine!”
***
30
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
31
Kuşkusuz Şasa’nın “Mataramda Tuzlu Su” şiirinde fark ettiği benzeri bir
arayış tecrübesinin seslerinden ileri geliyordu bu yakınlık. Şasa ise san-
ki o şiire katıldığını ya da İsmail Kara’nın yukarıda atıfta bulunduğum
yazısında geçtiği üzere, o şiire aşinalığını hissetmiş, meftun olmuştu. Yine
de çok fazla çağrışıma açık bir aşinalıktır sözünü ettiği. Sosyal konumu
ve sanatçılığı yanı sıra hidayeti ve irfanı, bütün olarak boş olmaktan uzak
hayatı onu değerli kılıyordu kuşkusuz. Bu tespitim yanlış mı? Kadın ko-
nusunda ayrımcılıkla suçlanan İslâmî kesimin seçkin (erkek) aydınları ak-
leden ve derin bir kadının oluşturduğu kamuda kendilerini evlerinde bil-
menin rahatlığını duydular. Eleştirileri ve muhalefetleri o kadının desteği
ya da onayıyla daha rahat açımlanabilirdi sanki! Başka türlü bir Müslüman
kadın olma örneğinin kendi mahallemizde bu denli merkezi bir rolünün
gerçekleşemiyor oluşu önemli bir sorudur. (Öyle ya, Necip Fazıl da
1940’lı yıllardaki Büyük Doğu yazılarında Neyyire Ertuğrul’un sanatını,
saygıya lâyık bulduğu sanatkâr kişiliğini överken diğer kadınları agorayı
terk ederek evlerine dönmeye çağırmaktaydı. Zorlu tecrübeler ardından
kendini kanıtlamış ya da vurgulamış saflık övülebilirdi ancak, orası öyle.
Ancak agoradan korkutularak İdeolocya Örgüsü’nün katı emirlerine ita-
ate çağrılan mütedeyyin bir ev kızının Neyyire Ertuğrul övgüsünü nasıl
yorumlayacağı üzerine de düşünmek gerek.)
Kuşkusuz söz konusu soru kurgusal bir halk için tasarlanan kamusallık
ve muaşeret konusunu açmayı gerektiriyor. Böyle bir kamusal planda
güvenilirliğini kanıtlamış bir kadın sanki bir parça “erkek” kimliği ka-
zanarak evin sağladığı güvencenin ötesinde bir bağlamda rüştüne eriyor
ve muhatap olma konumu kazanıyor. Bunun çok yeni bir olgu olduğu
da söylenemez gerçi. Rabiat-ül Adeviyye’nin (Vefatı: Hicri 135) teşriki
mesaide bulunduğu insanların çoğunluğunun erkekler olduğu ve kend-
isinin de döneminin “rical”inden[meşhur kişilerinden] sayıldığı bilinir.
Tezkiretü’l-Evliya yazarı Feridüddin Attar da eserinde onu “erkekler”
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
32
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
33
kini tarafından sorgulanıyor olmasının aynasını tuttuğu için de -özüne
güveni pekiştiren- bir öneme sahip görünüyordu.
Ayşe Hanım hidayetinin seyri ve seçimleriyle, eserleri ve hayatıyla
sofa sahibi olmaya çağrıldı, bu çağrıyı tabii bir şekilde benimsedi. Sofa
sohbetlerinin merkezinde olmak ona yakıştırıldı ve yakıştı. Kemal
Tahir’in mihverinde olduğu ev toplantıları geleneğinde edindiği tecrübe
bu alanda üstlendiği rolü kolaylaştırmış olabilir. Buna karşılık Metin
Önal Mengüşoğlu Öptüm Kara Gözlerinden’de anlatır ya: İslâmî kesim
yeniden Müslümanlaşırken evlerde kadınlar, erkeklerin sabaha kadar
süren sohbetlerine bazen perde arkasından katıldılar. Sıkıştıkları mutfakta
sürdürdükleri hizmet değerliydi kuşkusuz, ancak ortak bir dil geliştirme
çabası açısından çok kolay yadsınan bir emekti. Ayşe Şasa’nın sofasının
İslâmî kesimin erkek seçkinlerinin zihinlerinde kadınların mutfakla sa-
lon perdesi arasındaki hizmeti üzerine düşünmeye sevk eden sorulara yol
açtığı tahmin edilebilir.
Edep ve insanlık zor zamanla sınanmadığında sadece bir söylevdir, re-
toriktir. Çoğu zaman hayallerimizdeki sahiplikler üzerinden anarşist fikirl-
er öne sürer ve bir şeyleri reddetmenin coşkusuyla dünyanın ayaklarımıza
serildiği hissini duyarız. Romantik kahraman, reddetme kapasitesi yük-
sek biridir, fakat henüz elinde olmayan imkân ve varlıkları reddetmek-
tedir muhtemelen. Ayşe Şasa hep kendisine yasak edilen öteki dünyayı
merak ettiği için tabii üyesi sayıldığı salonlardan ruhen ve giderek fizik-
en uzaklaşmaya başlamıştı. Sınıfsal tutumlar benliğine azap veriyordu.
Halk bilgeliğinin peşinde oldu. Çocukluğunda fark ettiği, Erenköy’deki
köşkün kendisini halktan ayırdığını düşündüğü demir kapısının metafor-
ik aşılmazlığından ileri gelen bir yaklaşımla ilgili olabilir, kapısını çalan
geri çevrilmezdi. Kadınlı erkekli kuşakları ağırladı sofasında. Soruları
cevaplandırmaya, cevapları paylaşmaya, yeni soruların üzerine durmaya
çalıştı.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
34
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
***
35
Fırını yanında açılan derme çatma küçük sinema salonunda seyretmiştim.
Beşikdüzü Öğretmen Lisesi’nin sinema salonu olarak da kullanılan yeme-
khanesinde seyrettiğim Kambur (Atıf Yılmaz, 1973) âşığın özverisinin
sınır tanımazlığı üzerine nasıl da sarsıcı bir filmdir! Kemal Bilbaşar’ın
aynı adlı romanını okuduktan sonra seyrettiğim Cemo’nun (1972) sahn-
eleri romanı okurken gözlerimin önünde canlanmamış mıydı? Yatılı oku-
lun yemekhanesinde altı yıl boyunca seyrettiğim ve aklımda kalan birçok
filmde duyduğum sıcak ve etkileyici ses Ayşe Hanım’a aitmiş meğer.
Hiçbir Gece’yi izledikten sonra ona Selim İleri’nin Kafes’inden söz
etmiş, bu romanı çıktığı yıl Irak savaşının acı sahnelerini sergileyen -eşimin
askerliği nedeniyle bulunduğum- Tahran’da okurken, kahramanının
onulmaz yalnızlığı için gözyaşı dökmekten kendimi alamadığımı
anlatmıştım. O da Selim İleri’ye aktarmış anlattıklarımı ve İleri çok
duygulanmış. Dünyanın herhangi bir köşesinde samimiyetle yazdığımız
cümlelerin kimlerin duyarlığıyla nasıl bir zamanda buluşacağını hiç bile-
meyiz.
***
36
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Ayşe Şasa’nın –gotik şatonun içinde nicedir bir yabancı gibi dolaşıyor olsa
bile- bu mahalleler arası geçişi kolay yaşadığı hiç söylenemez. Eski çevre-
sinin hidayeti –ya da terk-i diyarı- için hastalığını bir açıklama olarak öne
sürmesi, bu konuda sarf edilen cümlelerin acımasızlığı, sadece bir örnek.
37
düşünüyordu. “Bu dağı aşsa; ötesinde çok başka ve daha güzel bir hayat,
güzel insanlar, heyecan verici olaylar” varmış gibi geliyordu. Demir kapı
önünde hissettiği başkalık duygusu gelecek günlerde “ıztırâr hali”nde
benliğini sarsan sorularla devam edecekti.
Bir adım attığımızda Allah on adımla karşılık veriyor. Şerif Mardin’in
anlattıklarından yüreğinize değecek kelimelere açık olduğunuz için İbni
Arabi’yi keşfediyorsunuz. Hidayet de başka nedir ki… Gün gelecek,
canhıraş bir şekilde zikrettiği ayetlerle kendisini sahici bir hayattan ayıran
demir kapının açılması için bütün kalbiyle yakaracaktır.
Türk sinemasında temsil ettiği değer çok açık; yeni ve gerekli bir ham-
leyi erkenden başlatan isimler arasında ilk sırada gelir. Bir sinema müm-
kün, evet, diye düşündüren filmlere imza attı. Klee’nin “sanatta eksik
olan halktır” mealinde bir cümlesi var. O, halkın bilinçli bir seçimle yer
bulduğu sahnelere eksik bırakılan sesleri ve simaları kazandırarak Türk
sinemasının önünü açtı. Güllü’nün dans ve modernlik arasında kurulan
yapay bağa yönelttiği eleştiriyi hatırlıyor musunuz? Köroğlu’nun gözü
pekliği, Cemo’nun kadınsı yiğitliği, Haşmet’in vefası, cömertliği, bütün
olarak Ah Güzel İstanbul’un resmi (kurgusal bir halk tasarımı üzerin-
den oluşturulan) modernleşme söylemlerinin sebep olacağı yozlaşma ve
yıkıma dönük) öngörüsü… Adı, Yılmaz Güney’den Yusuf Kurçenli’ye,
Füruzan’dan Halit Refiğ’e değerli bir sinema yapma yolunda emek
vermiş isimlerle bir şekilde buluşuyor. Bülent Oran’ın kendisine en dar
zamanlarında arkadaş olması başlı başına anlamlı. Erenköy’deki köşkün
ona halkın temsilcileri gibi görünen hizmet veren kişileri, imzasını taşıyan
filmlerde bir şekilde yer buldular.
Sinemada Anadolu’yu Nuri Bilge Ceylan’dan çok önce ve daha
kapsamlı bir şekilde yansıtmaya çalıştığı söylenilebilir. Kuşkusuz sinemayı
bir eğlence aracı olarak görmüş değil. Ancak gişeyi küçümseyen entelek-
tüel filmlerden yana da olmadı.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
38
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
39
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
40
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Ayşe Şasa
Fatih Özgüven
Ben çocukken, Unkapanı Köprüsü’nün Eyüp girişinde dev bir ilan pan-
osu dururdu. Bugünün bilboard’larına benzeyen ama tam benzemeyen bir
pano; üç boyutlu, galiba tahtadan dev harfler şöyle derdi: ‘Avni Şasa.’
Bu esrarengiz ilan panosunun dönemin ünlü kereste tüccarlarından
birine ait olduğunu mühendis babam mı söylemişti yoksa altında mı
yazardı, hatırlamıyorum. Yıllar sonra Ayşe Şaşa ile tanıştığımda, benim
için ‘Fellinien’ bir çocukluk hayaleti olan bu nesnenin anısını kibarca
dinlemiş ve sanıyorum ailesi hakkında bir şeyler anlatmıştı. Çok mutlu bir
çocukluğu olmadığını sonradan, bunu şurada burada ballandıra ballandıra
yazanlardan okudum. İnsanlara çocukluklarından yola çıkarak bütün bir
hayat uydurmak, sonra da bunu birtakım işlere yaratmak (‘zengin ailenin
mutsuz kızıydı’ vb.) bir hayatı özetlemenin en kolaycı yoludur. İnsanlar,
özellikle yaratıcı insanlar aldıkları darbelerle değil, darbelere verdikleri
tepkilerle ölçülmelidirler. Ayşe Şasa, benim için ‘Son Kuşlar’dı o anda,
tanıştığımda. Sevdiğiniz, ilgi duyduğunuz insanlar sizin için ilk anda ne
ise son anda da odurlar, gerisine kulak asmayınız.
Selma Güneri ile Ediz Hun, bugün kaybolan bir İstanbul’da bir liseli
kız- genç erkek aşkı yaşıyorlardı. Ediz Hun, annesiyle birlikte yanından
tren geçen bir evde oturuyordu. (Bu ev ya da aynı duyguda bir mekân
sonradan Derviş Zaim’in ‘Filler ve Çimen’inde de görünür.) Selma Güneri
ve kız kardeşi Tijen Par’ın genç anneleri, o meşhur ‘…ama bir de ger-
çek dünya var’ bakışıyla seyirciyi delip geçen Ayfer Feray’dı. (‘Vesikalı
Yarim’i hatırlayınız.) Tijen Par da Ayfer Feray da Türk sinemasının, moda
tabirle ‘en Avrupai kadınlarından’dı. Ama işte bu film onları yoksul bir
mahalleye sıkışmış birer ’kuğu’ rolüne sokmuştu; yönetmen Erdoğan
Tokatlı’nın olduğu kadar senarist ve öykünün sahibi Ayşe Şasa’nın da
seyirciye sunduğu ters köşelerden biri. Tijen Par’ı zaten korkunç biriyle
evlendiriyorlardı, kimdi unuttum. Selma Güneri’nin aşkı ise biliyorduk ki
olamayacaktı; onu da gerçek olamayacak kadar temiz Ediz Hun değil, bir
> 2014 HAZİRAN
41
kuzuyu pençelerine almaya hazır bakışlarıyla Senih Orkan kapacaktı.
Güzel ve başka hayatlara (hangi hayatlara, belli değil ama en azından
biraz okşanmaya, sevinmeye-sevilmeye) layık, dar hayatlardan gelen
kadınlar, aç kurtlara kurban edilmeye mahkûmdular. (Belki bir kurt
tarafından kapılmakta erotik bir yan da vardı, kim bilir; merhametgiriz
Türk sinemasının sadece sezdirdiği gölgeli alanlar.) ’Son Kuşlar’ın vu-
rucu tarafı buydu. Evlilik seremonisi, zifaf gecesi gibi şeyler bütün
gerçekliği içinde oradaydı. Ayşe Şaşa’nın gözlerinde her zaman gördüğüm,
konuşmalarından sezdiğim, kadın olmaya ilişkin neredeyse ‘kozmik’ bir
bilgi…
Ayşe Şaşa, filmdeki bu hissin tartışmasız sorumlusuydu, belliydi.
Türk sinemasında önce de sonra da böyle bir film olmadı. Kasta bakınca,
zamanın ünlü terzisi Mualla Özbek’in yapımcı olduğunu, eski İstanbul’un
ilginç karakterlerinden Mehmet Abud’un (‘Asılacak Kadın’ da onun
gölgesi gezinir) müzikleri yaptığını görüyorum… Ne çakışma… Ben
tanıdığımda, Ayşe Şaşa, ünlü Sabahattin Ali hikâyesinden yola çıkarak
‘Gramofon Avrat’ın senaryosunu yazmıştı. Yusuf Kurçenli’nin bu en
güzel filminde, Türkân Şoray kendini aşar. Oturak âleminde dansözken
bile, çağrıldığı evin bir köşesindeki sahneye çıkma hazırlığında, sonra ilk
nağmelerle birlikte kendini müziğe bırakışında ‘üstün’ bir şey vardır: San-
at… kendini iyi yaptığı bir işe teslim edişteki mutluluk, aşkınlık, zarafet…
Atıf Yılmaz’ın ‘Utanç’ ve ‘Kambur’unun senaryolarını da Ayşe Şasa’nın
yazdığını eklersek, resim fena halde tamamlanır. Ayşe Şasa’yı son eşi Bül-
ent Oran’ın şefkatli koruyuculuğu altında, o biraz genizden gelen, boğuk
sesiyle konuşurken hatırlıyorum; hep öyle hatırlayacağım. Ne Robert Kole-
jli kız, ne Atıf Yılmaz’ın anılarında yakıştırdığı sıfatla ‘Kürt prensesi’, ne
de ulusal sinemacıların -nihayet- hidayete eren azizesi… O benim için her
zaman Ayşe ile Nesrin’in ve annelerinin, Azize ile Tasula’nın, Bahar’ın ve
Gramofon Avrat Cemile’nin ablaları ve kız kardeşleri olacak…
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Kaynak: Radikal
42
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
43
O günden sonra Ayşe Şasa, telefondaki hocam oldu. Saatler boyu
konuşmalara bu kalem ne çok şey borçludur! Yaşadığımız sürece kendi
kuytularımızdan çıkaran vesileler armağan edilir bize.Benim doktoramı
bitirmeme vesile Ayşe Şasa’dır.Onunla tanıştığımda doktoramı bırakmıştım.
Bütün eylemleri, kazası yapılabilir olanlar/kazası yapılamayacak olanlar
diye ayırdığım için... O sıralar oğlum bir yaşındaydı ve bir daha bebek ol-
mayacak, öyleyse doktoramı bırakacağım dedim.Kararıma herkes üzüldü.
Herkes kim?Annem,babam eşim.Hocalarım?( Yapacağım doktorayı o ka-
dar ciddiye alan bir hocam maalesef olmadı.Felsefede devam etseydim
olur muydu?)
Acemi bir annenin doktora yapmak gibi bir ihtimali hiç yoktu. Dünya-
ya dokunamıyordum bile. Değil kitapların dilinden sosyal teoriler çıkarıp,
analizler yapmak. Herşey elimden kaçıyordu.Çocuk büyütmüyordum,
çocuğumu büyütürken kendimi büyütmeye uğraşıyordum. Büyümelerin
en zoru!
Tam o sıralar Ayşe Şasa geldi.Telefon tellerinden.Bir insanı, bir ses
kuyudan çekip çıkarır mı?Çıkarırmış. Onunla konuşurken zihnimin
paslanmadığını fark ediyordum. Çünkü o fikrimin ebesi oluyordu her
defasında.
Konuşacak,tartışacak kimseler yoksa, kendinizi önemli hissetmeniz hiç
mümkün değildir. Ayşe Şasa düşünce silsilemin çok kendine has olduğunu
söylüyordu. Birisi beni dinliyordu. Bundan daha büyük nimet yoktu.
Aradığım kulağı bulmuştum. Bir yıl sonra doktorama yeniden başladım.
Bulduğum her ayak izini Ayşe Şasa ile paylaşarak. Yazdığım her yazı,
üzerine muhakkak konuşurdu.Başkalarının yazdığı üzerine de.Böylece bir
kulaktan bir kulağa, akla ve gönle giden yola yavaş yavaş aşina olan ben-
deniz, başkalarını ‘görmeyi’ öğrendim.Görmeyi ve hayran olmayı. Ayşe
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
44
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
meden. (Dergah dergisi benim için ikinci üniversite idi. ‘O yer’ kelimenin
bütün anlamlarıyla Dergah’ımdı.Bunu bir gün size anlatırım belki)En
son Hiçbiryer romanının yayınlandığı sıralarda telefon telleri üzerinde
karşılaştık Bülent Oran ile. Ne kadar güzel yazmışsınız dedi.’Ayşe’nin
koltuk değnekleri oldu satırlarınız.Size hem teşekkür ediyor, hem de tebrik
ediyorum.’
Roman çıktıktan sonra yaklaşık altı ay boyunca her defasında romana
dair bir şeyler söyledi Ayşe Şasa. Tenhama geri dönmüştüm.Hissetmiş
miydi? Esasında hissettirmemeye çalışıyordum.Her şey yolunda diyor-
dum .Yolunda değildi.Hiç ummadığım tepkiler, boynumda bir fıtık olarak
ebedileşmişti.Sol elim telefonu tutamıyordu bile.İlaçlarla değil Ayşe
Şasa’nın sesiyle iyileştim. Kim benimle o kadar uzun konuşurdu ki! O
konuştu. Her defasında başka bir bakış açısıyla. Edebiyata dönecek gücü
yeniden buldum. ‘Dünyaya’ küsmüştüm.Sanki roman yazmamıştım da bir
beldeyi imha etmiştim.Sanki roman yazmamıştım da, ne kadar güzellik
varsa hepsini imha etmiştim. Tanıdığım, selamlaştığım onca insan içinde,
en çok Ayşe Şasa roman yazmakla iyi bir şey yapmış olduğumu hissettirdi
bana.
‘Delilik Ülkesinden Notlar’ı okurken Ayşe Şasa’nın sesini yeniden
kulaklarımda ve gönlümde buldum. İçlerinde daha önce okuduklarım da
vardı.Ama kitap olarak yanı başımda tutmak ayrı bir şey. Türkiye’nin dört
bir yanında Ayşe Şasa’nın sesine muhtaç olanlar var muhakkak. Kitap on-
lara ulaşacak. Satırları da sesi kadar insanın içine işliyor çünkü.
Ayşe Şasa’nın Şebek romanını zevkle okumuştum. Fakat, kitabı
okuduktan aylar sonra şimdi, ‘Delilik Ülkesinden Notlar’ı okurken çıkıp
çıkıp gelen sahnelerine şaşırıyorum. Okuduklarımız nasıl oluyor da, ha-
berimiz olmadan içimizde reaksiyona girerek; bize ait bir yaşanmışlığa,
tecrübeye dönüşüyor?Ne zaman Ayşe Şasa’dan bir metin okusam bu soru
her defasında biraz daha pırıltılı olarak kendini tekrarlıyor.Sanıyorum
Ayşe Şasa kendi yaşadıkları üzerinden, hepimizi tecrübe sahibi yapıyor.
> 2014 HAZİRAN
45
III-
Tanıdığım en yalnız insandı. Yalnızlığı ümmet şuuru ile verimli idi
lakin. Mekanı cennet olsun.Dualarımız hep onunla olsun.
46
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Sanki her renkten nilüferin suyun üstüne çıkıp en güzel çiçeğini açtığı
gündü. Böyle düşündüm Ayşe Hanım’ın cenazesinde. Öyle çok birbirine
benzemez vardı ki orada, Ayşe Hanım’a bakan yüzleriyle benzeşiverdiler.
Dilinden düşürmediği ‘tevhid’e neredeyse dokunabilir hale geldiğimiz
anlardı, solukladık.
Bazı insanların güzelliği cenazelerinde iyice aşikâr oluyor. Orada olan-
lar, musallâ taşının önünde saf tutanlar, bekleşenler, hatıralara dalıp giden-
ler, içinin yangınını gözyaşlarıyla serinletmeye çalışan sessiz refakatçiler
hissediyor bunu. Herkesin kulağına ayrı ayrı fısıldanan bir sır gibi herkes
duyuyor, işitiyor bu gerçeği.
Ayşe Hanım’ın, kara kışlardan taze baharlara kadar pek çok mevsimi
içinde barındıran dünya defterini kapatıp, uzun, çileli ve aynı zamanda
neşveli yolculuğunun vuslatına erdiği bu ‘veda töreni’, kuşku yok ki biz
geride kalanların içlerine tarifi kabil olmayan bir öksüzlük duygusu bıraktı.
Onun telefonlarına tutunarak yaşayan ne çok insan varmış
meğer... Kalabalığın içinde kaybolup sürüklenme duygusuyla sımsıkı
yapışıyormuşuz meğer onun eline. Şimdi fazlasıyla tedirgin, fazlasıyla
ürkek ve biraz da şaşkın bir halde bekliyoruz bizi nereye götüreceğini bu
beklenmedik hat kesilmesinin...
Anlıyorum ki sadece benim değil, pek çoğumuzun hayatına bir gün
neredeyse şaşırtıcı sıcaklıktaki bir telefon görüşmesiyle ilişivermişti Ayşe
Hanım... Sonra giderek büyümüş, derinleşmiş, adeta tezyin ederek içimizi
boydan boya kaplamış, dahası biz nasıl olduğunu bile anlayamadan en ka-
vurucu çöllerimize bereketli yağmur damlaları taşır hale gelmişti.
Göğüslediği iç acılar gerçekten büyüktü, yaşadığı ruh macerası zorlu
mu zorluydu. Bu ülkenin bütün yaralarından payına düşeni aldı. İçindeki
güneş özlemiyle karanlık kuyulara düştü. O kuyulardan onu çıkaran da
> 2014 HAZİRAN
47
yine güneşe bakma cesaretini gösterebilmesiydi. Hepimizin derdini, bir
başına omuzlarında taşıdı adeta. Tabiatıyla, hepimizin çaresinin nerede
olduğunu da biliyordu.
Böyle bir sürüklenme çağında, böyle zor bir zamanda yaşayan herke-
sin ondan öğreneceği pek çok şey var. Yazık ki artık telefonları suskun...
Ayşe Hanım’ı, bize bıraktıklarında arayıp bulmak, yazdığı her satırdan,
söylediği her sözden yaşadığı ruh macerasının izini sürmek, uğrunda öm-
rünü feda ettiği hakikat arayışının perdelerini aralamak dışında bir imkan
ve ihtimalimiz kalmadı. En gençlerimiz başta olmak üzere, “Delilik Ül-
kesinden Notlar”ı, “Bir Ruh Macerası”nı ve yazıp söylediği diğer her şeyi
baştan sona, yeni baştan yeni bir sona, bitmeyen bir okuma macerasına
dönüştürerek hayatımıza katmalıyız diye düşünüyorum. Önce sahibinden
bile gizli nice yaralar kanamaya başlayacaktır, şüpheniz olmasın. Endişeye
mahal yok lakin; o yaraları saracak eczayı, iyileştirecek merhemi yine o
satırlarda, o cümlelerde bulabileceksiniz.
Benim hayatımda oynadığı rol o kadar önemli, o kadar kritik ki, benim
yerine bir başka şey, bir başka ses koyabilmem mümkün değil. Bir kere
daha geçmişe takılı kalacağım. Olsun, mesele değil, yaptığımız bütün o
telefon konuşmalarının geride bıraktıkları, benimki gibi küçük bir hayata
zaten fazlasıyla büyüktü. Unutmakla olan mücadelemi kazanabilirsem,
yeter de artar bile... Hem, Ayşe Hanım’ı kim unutabilir ki!
Dün, dualar niyazlarla başımızın üstünde taşıyarak refakat ettik son
dünya yolculuğuna ve “Hayatım boyunca ailede bana büyük bir şefkat
gösteren tek insan” dediği anneannesi Safiye Hanım’ın kucağına emanet
ettik onu. Onun kucağında en hakiki huzura erdi, en güzel uykuyu mışıl
mışıl uyuyor şimdi.
Allah kabrini pür nur, mekanını cennet, menzilini mübarek etsin.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
48
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Yarın bir güzel insanın vefat yıldönümü. Gazeteci, yazar, İstanbul aşığı
Nusret Özcan, 22 Haziran 2007’de asıl aleme göç eylemişti. Yeni Şafak
gazetesinin kuruluş yıllarında adeta temel taşlarından biri olarak büyük
emeği geçen isimlerden biriydi. Muhabbet ehliydi, etrafında çoğunlukla
gençlerin olması en çok da bu sebepleydi. Nusret Ağabey’le aşktan söz
edebilirdiniz, merhameti kadar öfkesi, samimiyeti kadar hakikatten yana
oluşu da hayranlık sebebiydi. Bir hastalığın ardından huzur iklimine göç
eyledi. Giderken ardından öylesine çok dua, tebessüm ve ‘iyilik’ bıraktı ki
adı anıldığında içimiz hala cız eder...
Bu hafta tıpkı Nusret Ağabey gibi bir nesli çekip çeviren, etrafına hal-
kalanan gençlere, dostlarına hakikati söyleyen, yaşantısıyla, hâl diliyle
‘inanmış bir insan’ nasıl olur gösteren bir gönül ehlini daha yolcu ettik
ebediyete. Türk sinemasının değerli senaristlerinden ve son devrin haki-
ki münevverlerinden Ayşa Şasa’nın dünya yolculuğu tamamlandı. Uzun
yıllar kanser illetiyle imtihan veren Şasa, geçen yıl hastalığı atlatmıştı. An-
cak birkaç ay öncesi hastalığı yeniden nüksetti. Bu kez bütün vücudu saran
hastalığa daha fazla karşı koyması mümkün olmadı. Vade tamam olunca
değdiği, dokunduğu bütün hayatlarda derin bir hüzün bırakarak ahirete
göç eyledi.
Yetiştiği çevre ve ait olduğu dünyanın nasıl arazlara sahip olduğunu
yakinen bilen, bundan kurtuluşun ise aslına rücû etmekten geçtiğini yıllar
içinde çok acı tecrübeler ve bizzat hayatıyla belgeleyen bir yaralı ruhtu
Ayşe Şasa. ‘Derdim bana derman’ imiş diyerek manevi hastalığına derman
bulan ve yandıkça etrafını ışıtan bir dervişeydi aynı zamanda.
> 2014 HAZİRAN
49
HİKMET VE HAKİKAT AŞIĞIYDI
İlk kez Yeni Şafak’ta çalıştığım yıllarda gitmiştim evine. Kemal Tahir’i
yakından tanıyan bir entelektüelle, bu büyük yazarı konuşmaktı muradım.
Ama Kemal Tahir’e hayran olarak girdiğim evden Ayşe Şasa’ya hayranlık
duyarak çıkmıştım. Başörtüsü yasaklarının devam ettiği günlerdi. Konu
nasıl olduysa yasaklara, kız kardeşlerimizin ıstırabına gelince, Boğaziçi
Üniversitesi’ni 18 yaşında iken ilimden yoksun, eğitimini yetersiz bularak
bıraktığını anlatıp ‘Böyle eğitim kurumları için kendilerini helak etmel-
erine değmez. Üniversite kapılarında heba olmasınlar. Çalışsınlar, başka
alanlarda kendilerine yatırım yapsınlar, kendilerini yetiştirsinler’ diye na-
sihat etti. Ben de tanıdığım, tanıştığım yasak mağduru bütün kardeşlerime
Ayşe Abla’nın bu sözlerini naklettim bıkmadan. Çünkü AyşeAbla hikmet
ve hakikat aşığıydı. Sistemin bize dayattığı ‘bilgi’ kırıntılarının ne kadar fu-
zuli olduğunu öylesine iyi biliyordu ki yeni neslin bu kirliliğe bulaşmasına
gönlü razı olmuyordu.
Aradan uzun yıllar geçti. Önceki yaz Film Arası dergisinden Suat
Köçer’le ziyaretine gittik. Bizi muhabbetle karşıladı. Takdir dolu sözler
söyledi, öylesine övgü dolu cümlelerle yüreklendirdi ki bizi. Kendisiyle de
bir röportaj yapmak istediğimizi söyledik. Artık o defteri kapattığını belirt-
ti. Böyle söylese de uzaktan uzağa kimin ne yaptığını hep takip etti. O son
ziyaretimden sonra ben de telefon halkasına dahil oldum. Gezi sürecinde
olup bitenleri, sosyal medya gündemini, ülkede neler olup bittiğini yakinen
takip ediyordu. Zor günlerde hep dua ve tevekküle sığınıyor, sabır tavsi-
ye ediyordu. En son konuşmalarımızdan birinde Şebek romanını yeniden
yazmak istediğini söylemişti ve bunun heyecanını yaşıyordu. ‘Bitmeyen
işler yüzünden’ bir kez daha dizi dibine oturamadım. Ama telefondaki sesi
hep kulağımda...
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Kaynak: Star
50
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
51
nel Yayın Yönetmeni Akif Emre, ödülün açıklandığı günlerde bana Ayşe
Şasa’yı arayarak ödülle ilgili düşüncelerini almamı ve bunu haberleştirmemi
istedi. Telefondan ses kaydı yaptığımız cihazı tüm çabalarıma rağmen
bulamadım. Yine de aradım, kendisi konuşurken hızlıca yazabileceğimi
düşündüm. Aramadan önce İstanbul Film Festivali ve ödülün mahiyeti
hakkında bilgi edindim ve birkaç soru hazırladım.
Ayşe Hanım, telefonu açtığında kendimi tanıttım ve arama sebebimi
söyledim. “Söyleyeceklerimi yazmaya hazır mısın” dediğinde şaşırdım.
Bunu fark edince açıklama yaptı. Medya ile röportaj isteklerini geri
çeviriyormuş genellikle. Kendisi soruları ve cevapları hazırlamış. O oku-
du, ben yazdım. Arada “Yorulduysan dinlenelim biraz” diyerek başka
şeylerden bahsetti. Aslında kısa bir metin hazırlamıştı fakat metni nokta-
lama işaretlerinin nerede kullanılacağına kadar her şeyi en ince ayrıntısına
kadar okudu. Yazma işlemi bittikten sonra teyit etmek için bana da okuttu.
Teşekkür ettim, böylece görüşme bitti.
O okuduğunda kalemle yazdığım röportaj metnini bilgisayara da
aktardım, gerekli düzenlemeleri yaparak siteye ekledim. Her ne kadar
bana sadece söylediklerini yazıya aktarmak düştüyse de ortaya çok iyi bir
röportaj çıktı.
Röportaj sitede yayınlandıktan sonra çıktısını alarak internet kullan-
mayan Ayşe Hanım’a faks aracılığı ile ilettim. Sonraki günlerde aldığı
ödülle ilgili kendisi ile röportaj yapma imkanı bulan tek kişi olduğumu
öğrenecektim.
Ayşe Şasa röportajında aldığı ödülün kendisini uzaklara götürdüğünü
söylüyordu. Senaristliğe başladığı dönemde bu toplumun Batı`dan ayrı
olan kendi medeniyetinin mirasçısı olması gerektiğini, kendine has
etik ve estetik kodları olduğunu Türk okumuşlarına anlatmak için çok
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
52
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Kaynak: http://gencdergisi.com/
53
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
54
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Ayşe Şasa vefat etti. Onu ilk kez, Dergâh dergisinde yayımladığı
Yeşilçam günlükleriyle tanımıştım. Doksanlı yılların başı. Sonrasında bu
yazılar kıymetli bir kitaba dönüştü. (Kasım 1993) Bu cümle, birçok açıdan
kendisiyle ilgili ipucu verebilir: ‘Dilimden düşmeyen üç kelime var:
İlham, keşif, fetih.’ (Yeşilçam Günlüğü, Küre Yayınları, sayfa 88) O kitap-
ta altını çizdiğim yer- lerden biri de Bülent Oran için kullandığı ‘rakibim
ve kurtarıcım’ ifadesiydi. Ne kadar güzel. Yıllar sonra, onu, ‘müthiş mer-
hamet sahibi bir insan’ olarak anar. (Bir Ruh Macerası, sayfa 119)
Kırklar dergisini çıkarırken, Ayşe Hanım’ın birçok yazısını yayınlama
mutluluğu yaşadık. 2002 yılının haziran ayından başlayarak, dört bölüm
halinde Bir Doğu Aristokratının Notları’nı. Bu yazıyı 1988’de kaleme
almıştı ve ‘ölümsüzlüğün baharı’ndan bahsediyordu. Hemen peşinden,
Bir Dönüşümün Öyküsü geldi. (Ocak 2003, sayı 25) Sylvia Plath’tan İbn
Arabi’ye, dokunaklı bir ma ceranın hasılasıydı bu. ‘Dünyayı modern
batının sığ, hastalıklı, perişan ölçüleriyle değerlendirme çabası beni otuz
yaşımda şizofreniye götürdü’ diyordu. Bana hep şöyle gelmiştir: Yahya Ke-
mal, ‘gördüm ve anladım yaşamak mâcerâsını’ dizesini sanki Ayşe Hanım
için yazmıştı, söylemişti. ‘Serada büyütülen’ bir çocuk, yolculuğunun so-
nunda, ‘hayret yaylası’nın bir sakini olup çıkmıştı. Hasanali Yıldırım’la
yaptığı söyleşide, yolculuğunu şu şekilde özetler: ‘O kadar radikal bir
değişim ki bu, bir ömürde iki ayrı hayat gibi…’
Ayşe Şasa, ‘hakikat kelimesine aşırı bir ilgisinin ve merakının
olduğunu’ söyler. (Bir Ruh Macerası, Timaş Yayınları, sayfa 14) Bir baba
olarak gördüğü ve aralarında kalbî münasebetin bulunduğu Kemal Tahir’i
anlattığı yazısını dergimize gönderdiği vakit, bugün gibi hatırlıyorum, çok
> 2014 HAZİRAN
55
heyecanlanmıştık. Kemal Tahir için ‘hakikat arayıcısı bir ârif’ tanımını
kullanıyordu. (Aralık 2002, sayı 24) Şimdi daha iyi anlıyorum; aynı if-
ade yahut durum, kendisi için de geçerliydi. Yine, Kemal Tahir’in ‘biz bu
dünyaya çile çekmeye ve pişmeye geldik’ sözü onu derinden etkiler. (Bir
Ruh Macerası, sayfa 110) Kemal Tahir, o ünlü sözünü, yirmili yaşların
başındaki Ayşe Hanım’a söylemiştir: ‘Maskaralık yaptığın sürece seni
alkışlarlar, ciddi bir şey yaptığında kimse suratına bakmaz, yolunu ona
göre seç.’
Kırklar dergisinin ikinci dönemine Ayşe Hanım’la söyleşi yaparak
başlamıştık. (Mayıs 2003) Delilik Ülkesinden Notlar kitabı yeni çıkmıştı.
Yazma gerekçesini / derdini şöyle temellendiriyordu: ‘Şükrümü ifade
edebilmek için yazıyorum.’ Kendisini, akıllılar dünyasını seyreden bir
deli olarak resmediyordu. O dünyanın anahtar kelimesi ise kibirdi. Bana
kalırsa, ‘unutamamak’ da onun anahtar kelimelerinden biriydi.
Delilik Ülkesinden Notlar, ‘koyu bir inançsızlıktan yoğun bir inanca
yönelen biri, yol üstünde neler yaşar, neler görür, neler söyler?’ cümle-
siyle / sorusuyla başlar. (Sayfa 9) Fakat asıl şahitliğini Bir Ruh Macerası
kitabında anlatmıştır. Bu kitap, ‘dünyaya dışarıdan bakmak zorunda kalan
bir insanın iç dünyası’nı ortaya çıkarır. Çünkü ‘insanoğlunun kalbinde bir
cennet var’dır. (Bir Ruh Macerası, sayfa 144)
‘Hayatımın ilk yarısı bir korku filmi gibi geçti’ (158) diyen Ayşe Şasa;
ikinci yarısında, ‘onlara baktığında Allah’ı düşünürsün’ (148) sözünü
hatırlatan insanlarla karşılaşır. Yeni dünyasından / muhitinden memnun-
dur: ‘Birbirini Allah için sevmenin nasıl bir şey olduğunu ben bu dönemde
öğrendim. Hiçbir menfaate dayanmayan sevginin ne kadar derin ve kalıcı
olduğunu...’ (153) Ve ‘mucizeler bir kere başladı mı bitmek bilmez.’ (141)
Füsusu’l Hikem’i okuduktan sonra, kendisine şöyle seslenir: ‘Ayşe,
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
56
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
insanları geleneğe, vahye karşı kışkırtan bir akım. İnsanı ilah konumuna
getiren, vahiyden ve gelenekten, ahiret düşüncesinden koparan bir şey.’
(67) ‘Asrın icabına göre’ yetiştirilmiş, Hıristiyan ve Yahudi mürebbiyelerin
elinde büyümüş, daha çocuk yaşta kiliselerle tanıştırılmış, bir zaman ken-
dini onlardan sanmış, Amerikan Kız Koleji’nden mezun olmuş bir insanın
sözleri bunlar: ‘Medeniyetimiz, maneviyatı en doruk noktalarda yaşamış
çok büyük bir medeniyet. Bunlarla tanıştırılsaydık, kim bilir ne kadar
farklı hayatlar vücuda gele- cekti, bunları düşünüyor, hayıflanıyorum.’
(81) Nihayetinde, ‘bomboş bir kalpten bambaşka bir dünyaya’ geçer:
‘Aynı mekânda, ne büyük bir ruh macerası geçirdim. Tam anlamıyla bir
hicret olayı.’ (156)
Yaşadığı yalnızlık ve hastalık sürecinden dolayı yirmi beş sene sokağa
çıkamaz. Dostlarıyla, telefonda görüşür, konuşur. Yüzünü görmeden, yeni
insanlarla tanışır. O uzun telefon konuşmalarımızı unutmamın imkânı yok.
Her biri, aziz bir hatıra olarak kalbimdeki yerlerini aldılar. Ayşe Hanım,
telefon konuşmalarını şöyle yorumlar: ‘Dünyayla, telefon hattı üzerinden
kurduğum bir rabıta var.’ (Delilik Ülkesinden Notlar, sayfa 136)
Yazımız boyunca, Ayşe Şasa’nın üç kitabına yer verdik. Dördüncüsü,
Şebek romanı. Yayınlanmadan çok önce bu dosyayı okumuş, hatta bir
bölümünü Kırklar’da yayınlamıştım. (Eylül 2004) Muhtemelen, müsved-
deleri arşivimde duruyordur. Şebek romanını, Ayşe Hanım’ın şu cümlesi
eşliğinde değerlendirmek gerekir: ‘Kafka’nın büyük bir etkisi var üzeri-
mde.’ (Bir Ruh Macerası, sayfa 71)
Evet, bu âlemden, ‘kadere rıza duygusu, sabrı, tevekkülü, bir başka
boyutta zenginleşmeyi getiriyor’ diyen bir Ayşe Şasa geçti. Ceylanların,
koşarken dünyaya dokunuşu gibi. Bütün ağırlıklarından kurtulup öyle.
Mekânı cennet, makamı âli olsun.
57
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
58
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Hayatı olduğu gibi algılamak ne zor bizler için. İnsan zayıf bir varlık
olduğunu bir türlü kabul etmek istemiyor ve kendine bir güç vehmederek
aslında hem kendine hem de çevresine zulmediyor. Ölçülü merhametin
kalıcı ve baskın insani duygu olduğunu kabullenebilseydik, insanlığın so-
syal veçhesi çok daha değişik olabilirdi. İnsanın duygu dünyası, zihniyet
alemi, ruh hali fiziki ve maddi yapısına göre öncelenebilse, sosyal doku
da ona göre bir etkileşim içinde olabilecek, toplum yapısı insan fıtratıyla
daha uyumlu bir alaşım ortaya koyabilecek. Ayşe Şasa ve onun yaydığı
ışın, bizleri böylesi düşüncelere duçar ediyor, dünyadaki olmaklığımızı,
tüm bir varlık alemini, kainat algımızı bu ve benzeri ifadelerle temellen-
dirmemize, bir anlam dünyası kurmamıza yol açıyordu. Aslında geçmiş
zamanlı ifadeler kurmam kesinlikle sadece şekli bir düzenekten ibaret;
yoksa her daim hayat sürdükçe, ömrümüz oldukça kaim olacak olgu-
lar. Kendisiyle tanışıklığım yirmi yıl geriye Amerika’dan yüksek lisans
eğitiminden dönüşüme rastlar. Kendisinin farklı bir hayat tarzından man-
evi sarmalanımlı bir çizgiye gelmesiyle, kendi hayatımdaki dönüşümle
görülen paralellik ve sinemaya olan ilintimiz bizi kaderin bir tecellisiyle
biraraya getirdi ve sonrasında aynı düşünce ve hissiyat rayında bugünlere
kadar irtibatımız sürmüş oldu.
Önce hayatın mahiyeti üzerine düşünsel serüvenimizi yeniden göz-
den geçiriyor, daha sonra sinema düşüncesiyle olan ilişkimize ortaya
çıkan muhteviyata eklemliyorduk. Sinema, birçok yaklaşımlara göre tek
başına neredeyse mutlak alınabilen bir mecrayken, Ayşe hanımla muraka-
belerimizde hayatın daha öncelikli olduğu, ancak fıtrata uygun bir sinema
inşa çabasına girişildiğinde ikisinin optimum bir noktada örtüşebileceğini
konuşuyorduk. Kanal 7’de yaptığımız film arası yorumlarında, bu çerçeve-
den sinema olgusuna yaklaşarak, gösterilen filmleri tematik unsurlarıyla,
> 2014 HAZİRAN
59
insanı temsil değerleriyle, imgenin sembolik ve metaforik unsurlarıyla
irdelemeye çalışıyorduk. Öte yandan, tasavvufi hissiyatın projeksiyonuy-
la, hayatın veya metafizik katmanın değişik düzlemlerinde dolaşıyor,
sinemanın bunların yanında son tahlilde tali bir çalışma olduğunu öngörüy-
orduk.
***
Türkiye’nin Batılılaşma ve modernleşme sürecinin çocukluğundan iti-
baren travmatik bir örneği hatta kurbanı olan Ayşe hanım, kendi geldiği
varlıklı aile çevresinden, sinema dünyasının toplumsalcı yönelimlerinin
biraraya geldiği ve lakin yine altrustik anlamda kendi iç dünyasının din-
amiklerinden uzak bir ortamın içine girer. Bu denli bir iç çatışma ortamında
kalan ve bir noktada paralize olan ruh dünyası, Allahın bir lütfuyla
yıllar sonra şifa bulmaya başlayacaktır. Gelinen mertebe artık bir hayret
makamıdır; çevresinde, toplumda, dünyada, giderek kainatta olagelen
herşey bir sebeb-i hikmete bağlıdır ve ne sonuna kadar yerinmeye ne de
sonuna kadar sevinmeye, gönenmeye değecek derecededir. Ayşe hanım,
bu serinkanlılıkla ve tasavvufi neşvenin verdiği olgunlukla varlık alemini,
mahlukatı, tüm bir kainatı temaşa ediyor, ederken de bu seyretme fiilinde
mündemiç tefekkürünü sürdürüyordu. İnsanın kemale erme serüveninin
peşine düşmüş olup, mümkün olduğunca bunun seyr-i sülukunda olma
çabasını sergiliyordu. Bu da asil bir hareket tarzıyla hayatımızda husule
gelen olaylara fazla takılmayarak, daha çok olgular üzerinden hareket
etme şeklinde kendini gösteriyordu.
Sinema kuramımıza bu nokta-i nazardan baktığımızda, aşkın bir gönül
imgeleminin ipuçlarının nerede olduğu da (incelikli, estetik, kaba ve orta-
lama olmayan, üst ve manevi bir hare içeren) sezilecektir. Ayşe hanımın
geçirdiği ömür tecrübesinin bir şehadet mertebesi olduğuna, makamının
yükseklerde bulunduğuna ve hepimize örneklik teşkil etmesi gerektiğine
inanıyorum. Allah rahmetler eylesin.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Kaynak: Star
60
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Ayşe Şasa benim akranım sayılır. Onu 1980’li yıllarda tanıdım. İstiklal
Harbi komutanlarından Rauf Bey, Ayşe’nin büyük dayısı olur. Annesi Me-
lika Hanım onun yanında yetişmiştir. Babası Avni Şasa, kereste ticaretinde
ve üretimde bir zamanlar rakipsizdi; karı-kocanın birbirlerinden başka
kimseyi gözleri görmezdi.
Avni Bey çocuklarını spora düşkün olarak yetiştirmiş. Ayşe’nin yüzme
ve su kayakçılığı dillere destandı. O zamanki İstanbul’un üst grubu aile-
sini ve onu kabul ediyor ama Ayşe, o hayatı kabul etmiyordu. 1950’lerin
modası Türkiye’de egzistansiyalizm. Başka bir seçeneği koklaması zaten
mümkün değildi. Geleneksel Türk hayatı ve kültürü suriçi İstanbul’da bile
yolunu şaşırmışken başka semtlerde ve okullarda ondan bahsetmek müm-
kün değildi.
Anadolu 50’lerin, 60’ların Türkiye’sinde Avrupa’dan daha uzak. Zaten
iki asırdır üretimin dışına kaymış Anadolu kasabası insanlara hangi tercihi
sunabilirdi ki! Hassas yapılı ve bir şeyler arayan gençler kendi çevreler-
inde bir şey bulamadılar. Tercüme Marksizme balıklama dalanlar, yabancı
mekteplerin az sayıdaki meraklı öğrencisi oldu. Bunlar mutlu olabildiler
mi? Bazıları olduklarını zannetti. Bazıları ise daha başka yerlere bakar
oldular.
61
Bazıları yeni dünyalara ve çevrelere yönelmeyi denedi. Sayıları çok azdı,
çılgın bir nehir gibi atıldılar, ne yazık ki çorak arazide buhar olup gidenler
oldu.
Herkes camideydi
Avni Şasa İstanbul’da yerleşen elit Kürtlerden, Bedirhanilerden geli-
yordu. Annesi Çerkesmiş. Melike Hanım ise İstanbul’daki Çerkes ailel-
erden birine aitti ve Rauf Bey’in yeğeniydi. Muhtemelen o kültürün
getirdiği, sert değerlendirmeler ve onun yanında yumuşak olabilme ve
çatışma dünyasına girdiğini göstermeden karşı tarafa amansız inceleme,
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
62
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Kaynak: Milliyet
63
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
64
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
65
Kanaat’a girdiğimde lokantanın üçüncü kuşak sahiplerinden Murat bey
(Kargılı) yanıma geldi ve Ayşe Şasa Hanım’ın içerde olduğunu söyledi.
Beni kapıdan girerken görmüşler. İçeri gittim ki masada oturuyor. Rizeli
delişmen ve garip bir dervişin cenazesine yetişme şansımın kaybolduğu
bir hengâmede, güllaçın izinde bir başka garip ve muzdarip dervişle
karşılaşmıştım. Bir zamandır hastalığının tekrar nüksettiğini biliyordum.
Telefonlarında bahsediyordu. Ağır bir grip de üzerine gelince birkaç gün
hastahaneye bile yatmıştı. Sigarayı bırakmış… Doğrusu günde birkaç pa-
keti deviren biri için büyük bir başarı, bir nimet. Bunu Allah’ın bir lütfu
olarak görüyor. Bir nefret gelivermiş sigaradan... Ben ise arasıra eski dos-
tu sigarayı hatırlamasını, yoksa vefasızlık olacağını söylüyor, telefonda
gülüşüyorduk.
O gün hava çok soğuk olmasına rağmen bir nefes almak için taksiye
binip kendisini Kanaat’a atıvermiş. İlk defa kendisini başı açık görüyo-
rum. Tanıdığımda başını örtmüştü ve hep siyah başörtüsü takardı. Birkaç
zamandır arasıra başını açıyormuş. Sebebini şöyle anlattı, daha doğrusu bir
arkadaşının kendisine yaptığı yorumu doğru bulmuş, onu aktardı: Cumhuri-
yetin okumuş yazmış kadın erkek laik aydınlarının dinle irtibatları sadece
cenaze namazında tezahür ettiği için başörtüsü, hele siyah başörtüsü on-
lara sadece cenazeyi ve ölümü hatırlatıyormuş, bundan da farkında olarak
olmayarak büyük bir ürküntü ve dehşet duyuyorlarmış. Kendisine uzak
durmalarının sebebi de bu imiş. Bu değerlendirmeye kendi tecrübelerini
de katarak hak vermiş...
Benim için inanılası tarafı olmayan uzak ve kurgusal bir yorum fakat
düşününce insanın kısmen hak veresi gelmiyor da değil.
Öteden beriden konuştuk. Konuşmaya teşne bir halde idi, her zamanki
gibi. Vicahen veya daha ziyade telefonda konuşmayı zaten yıllardır bir tera-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
66
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
dum, sohbeti koyulaştırdım. Nasıl olsa Murat bey bizi çaysız bırakmıyor,
arasıra da tatlısız… Fırsat buldukça gelip yanımıza da ilişiyor.
Hidayetinin aşamaları şöyle gelişmiş Ayşe hanımın:
18 yaşından itibaren tanıdığı ve giderek daha fazla fikirlerine,
heyecanlarına katıldığı Kemal Tahir vefat edince evine rahatlıkla girip
çıktığı, heyecanlı ve bereketli konuşmalarından feyiz aldığı, şifa bulduğu
bir yakınını, bir hocasını, bir ana menbaını kaybetmişti. (Kemal Tahir’in
ilk tanıştıkları günlerde kendisine söylediği sözleri her zamanki gibi o gün
de hatırladı: “Maskaralık ve şaklabanlık yaptığın müddetçe seni baştacı
ederler fakat ciddi ve sahici bir şey yaparsan, yapmaya teşebbüs eders-
en kimse yüzüne bakmaz ve ilgilenmez. Dahası husumet beslerler. Onun
için yolunu şimdiden seç”). Etrafında Halit Refiğ başta olmak üzere fi-
krî endişeleri de olan sinema sanatçıları, rejisörler, senaristlerden oluşan
çokça insan vardı. Fakat şu veya bu ölçüde Kemal Tahir’i ikame edecek
birini bulmalıydı.
Uzun Yol
Bir ara Şerif Mardın hoca olabilir diye düşündü içinden. Tanışıyorlardı
da. Gitti, birçok defa gitti, konuştu, dertleşti, endişelerini paylaştı. Kemal
Tahir kadar coşkun, kıvrak, hareketli ve derin olmasa da kendi hikâyesinin
de içinde yer aldığı modern dünya, yeni Türk düşüncesinin tıkanıklıkları,
ana hatları ve renkleri, cumhuriyet aydınlarının tabiatı ve açmazları üzeri-
ne çok şeyler öğrendi ondan. Bir gün Şerif Mardin, Kuhn’un, 1982 yılında
Türkçeye de tercüme edilen Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabını ona tavsi-
ye etti. Hemen edindi ve okudu. Bir iki asırdır müslüman Türk aydınlarını
derinden etkileyen modern Batı biliminin, o devâsa ve büyüleyici alanın
ne kadar ideolojik bir çerçeve olduğunu görmekten hem çok etkilendi ve
sarsıldı hem de yeni yollar aramanın ve farklı dertler edinmenin ipuçlarını
yakalar gibi oldu.
İçinde bir ürperti, yarım bir ferahlık… Hayata bağlanmak için yeni fak-
at flu bir kapı. Yoksa yeni bir korku mu?
> 2014 HAZİRAN
67
Yıl 1980. Şerif Mardin’in bakması ve karıştırması için verdiği kitap
katalogları arasında hiç tanımadığı bir isim ve onun tanımadığı bir eserinin
İngilizce tercümesi hep dikkatini çekiyormuş. Adeta bir saplantı. Sanki
yıllardır aradığı büyük hazinelerden birinin şifresi yahut çileden çıkarıcı
hastalıklarının şifa kaynağı o zatta ve o kitapta imiş.
Ismarlıyor gelmiyor, bir daha ısmarlıyor yine gelmiyor… Nihayet bir
gün bereket yüzünü gösteriyor, rahmet yağıyor… O zât İbn Arabî, kitap
da Fusûsu’l-Hikem’in İngilizce güzel bir tercümesi… Gömülüyor kitaba.
Dilini ve şifrelerini çözmek için bir defa okumak yetmiyor. Nereden yetsin!
Kime yetmiş ki! Okudukça mânevi dünyası yükseliyor, hastalığı geriliyor.
Kemal Tahir’in yıllar önce gerçek ve gerçeklik üzerine söylediklerine çok
yakın unsurlara rastlaması onu ayrıca memnun ediyor. Üstadın tecelliyat
bahsinde anlattıklarıyla Kemal Tahir arasında irtibatlar kuruyor kendince.
Ayşe Hanım’ın söylediğinin nerede ise aynısını Cemil Meriç Bu Ülke’de
Kemal Tahir’le ilgili yazısına epigram olarak koymuş, oradan aktarıyorum:
“Gerçek kendisini zor teslim eder, çünkü canlıdır, değişkendir. Canlı
ve değişken olduğu için de bir kere teslim alınınca sürgit elimizde kalmaz.
Bu sebeple gerçekle girişilecek savaşın sonu yoktur. Bu savaşın zaferi
sürekliliğindedir”.
Ardından dünyadaki İbn Arabî dernekleriyle irtibata geçiyor, yazışıyor,
kitaplar, broşürler, dua mecmuaları ediniyor.
Şifa, bereket, rahmet ziyadeleşiyor.
Yıl 1988. Bir gün Türkân Şoray’ın eski eşi tiyatro sanatçısı Cihan Ünal
kendisini ziyarete gelmiş. Elinde kendilerinin doldurduğu bir şiir kaseti.
Kasetteki şiirlerden biri de “Mataramda Tuzlu Su”. Dinlemişler. O bu
şiire ziyadesiyle “takılmış”, meftun olmuş, çok yakın bulmuş kendisine;
kendi dertlerine, sıkıntılarına... Heyecan ve hayretle “kimin bu şiir?” diye
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
68
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
69
Ondan sonra hep konuşmuşlar.
Ara not: Mustafa Kutlu’yu ve beni Ayşe hanımla, ardından Bülent Oran
beyle tanıştıran da İsmet Özel oldu. Bir müddet sadece telefonla görüştük.
Yüzyüze mülaki olduktan sonra telefon trafiği daha da ziyadeleşti. Ba-
zan günde birkaç defa… Mustafa Kutlu onu Dergâh dergisinin düzenli
yazarı haline de getiriyor. Yazılarının üst başlığı daha sonra kitabının
da adı olacak: Yeşilçam Günlüğü. Sinema ağırlıklı yazılar konuşma ve
görüşme imkânlarını, bahanelerini artırıyor. Bülent beyle birlikte Dergâh
Yayınları’na gelip gidişlerini de…
İbn Arabî’nin eserleri onu tasavvufî bir arayışa da sevk ediyor. Bu
meseleleri daha derinden kavramak için bir tarikata mı kapılanmalıydı?
Bu vadide kısmeti var mı idi acaba? Sinemacı arkadaşı Tuncay Bey
vasıtasıyla tanıştığı, o yıllarda Fatih’te mütevazi fakat düzenli bir büroda
grafik tasarımı, kapak, ilan işleriyle uğraşan sinema heveslisi Özkul Eren’e
hissiyatını açıyor. O da Esat Coşan merhum’a anlatıyor. “Bizleri seven
bizdendir” diyerek görüşmeden ona zikir dersi gönderiyor. İbn Arabî ve
vahdet-i vücud ilgisi arttıkça Özkul onu vahdet-i vücut üzerine doktora
çalışması yapmakta olan Mahmut Erol Kılıç’la tanıştırıyor. Sohbetler fena
değil fakat Mahmut Erol onu bir dergâha tevcih etmek konusunda ağır
ve mütereddit davranıyor. Ayşe Hanım’a göre işi yokuşa sürüyor. Nihayet
sigara içmesini de zikrederek Karagümrük Cerrahî Tekkesi’ne gitmesinin
uygun olacağını söylüyor. Başından mı atıyor acaba?
Tekke Kapısı
Tekkeye gidip gelen Fatih adlı genç bir delikanlının delâletiyle âsi-
taneden içeri adımını atıyor. Elbette şeyhefendinin huzuruna çıkılacak.
Merhum Sefer Efendi şöyle bir bakıyor ve “Siz daha önce bir yere inti-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
sap etmişsiniz” diyor yavaşça. Ayşe Hanım, Esat Coşan Hoca’nın zikir
telkinini kendi ölçülerine göre intisap saymadığı için yok diyor ama şeyh
efendi ısrarlı...
Ve Efendi tarafından dervişliğe kabul ediliyor. Lütuf. Engin ve fakat dur-
70
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
71
Mezarlıkta kendine gelince bağırmaya, “beni kurtarın buradan” diye
haykırmaya başlamış. Yanındaki mezarda yatan zattan ses gelmiş: “Şu
anda gecedir, kimseye ses duyuramazsın, sabah olunca bağırırsın, gelir
seni kurtarırlar, merak etme ışıdığı zaman ben sana haber veririm”. Âlim
hem sevinmiş hem de şaşırmış; “nereden biliyorsun gece olduğunu?” diye
sormuş bir müddet sonra. Komşunun cevabı: “Ben dünyada iken Tebâreke
sûresini çok okurdum. Onun için mükâfat olarak geceleri kabrimde kan-
diller yanar”. Hay Allah… Gün ağardıktan sonra işaret üzerine yeniden
başlayan bağırıp çağırmaları gelip geçenlerce duyulmuş ve mezardan
çıkarılmış.
Âlim ömrünün geri kalan kısmını Tebâreke (Mülk) sûresinin de-
rin mânalarına vakfetmiş… (Yıllar sonra 2013 senesinde Adalet Çakır
hanımefendinin yayına hazırladığı Geydim Hırkayı-Sefer Efendi’nin
Sohbetleri’ni kitaplaşmadan önce okurken bu menkıbenin anlatıldığı âna
da tesadüf edecektim).
Tekke kapısı aslında bir yolun sonu. Fakat içeriye adım attıktan sonra
oradan da uzun bir yol başlıyor.
İşte böyle.
*
Zeyl: 16 Haziran 2014. Telefon sustu bugün, İstanbul’u rahmet bastı.
Ölüm de bir yolun sonudur, evet sadece bir yolun. Şimdi Ayşe hanımın
önüne uzun, pek uzun yeni bir yol daha açıldı. O yola, yollara alışkındır.
Rahmetle git Ayşe hanım, yolun açık olsun.
72
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
73
ber dışarı geliyor. Otele kadar yürüyoruz. Mesleğin henüz başlarında olan
ben en önemli ölçülerimden birini o akşam Bülent Oran’dan öğreniyorum:
“Hiçbir film kötü olsun diye çekilmez!”
Yıllar boyu bu kriteri değerlendirmelerimde hep ön planda tuttum
ben. Öyleydi gerçekten, kötü film yoktu, ‘becerilememiş, olmamış’ film
vardı! Tamamen benim cehaletimden kaynaklanan bir keşifte bulunuyo-
rum o akşam. Nicedir bir başucu kaynağı olarak okuduğum ‘Yeşilçam
Günlüğü’nün yazarı Ayşe Şasa, Bülent ağabeyin eşiymiş meğerse!
Ve ilk ziyaretimi gerçekleştiriyorum Mecidiyeköy’e. Bana sinemanın
bu iki kontrast isminin birlikteliği inanılmaz etkileyici geliyor. Pek çok
muhabbette beraber oluyorum ikiliyle. Biri sinemanın derinliği, diğeri
genişliği… Yeşilçam’a en az eser veren ile en çok eser veren iki senarist
aynı evde yaşıyorlar. Ve arka planını öğrendikçe bu beraberliğin, hayret
ve takdirim artıyor. Kedisine bile ‘Zubin’ ismini veren bir entelektüelin,
Yeşilçam melodramlarının yazarıyla beraber olabilmesi enteresan geliyor
hep.
Evin her tarafı tablolar ve çocukların çizdiği resimlerle dolu. Son de-
rece değerli sayılan tablolar ile okul öncesi çocukların çizdiği kargacık
burgacık resimler aynı duvarda. Ayşe Abla ile Bülent Ağabey’in ortak
duvarı iki farklı ruh dünyasının ortak alanı gibi.
Kendi evrenimde karaladığım film öykülerim var o dönemde. Kitap
filan yapmayı aklımdan bile geçirmiyorum. Bir-ikisini Ayşe Hanım’a oku-
tuyorum ve beni mahcup edecek yorumlar alıyorum. Sonra kitap yazma
düşüncesi ağır basıyor ve beni muazzam mutlu edecek bir jestte bulunuy-
or; kitabıma takdim yazıyor…
Ayşe Şasa hayatı inanılmaz farklı boyutta yaşıyor. Bülent Oran ise tam
simetrisi âdeta, son derece yalın ve basit bir okuması var hayatı. Bir tür
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
74
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
75
‘Tevhid Dağı’na tırmanıyor, ‘Hayret Yaylası’na ulaşıyorlar...”
“Bağrım çizgi çizgi kan/onu seyretti hayran” diyor ya şair. Derin uçu-
rumlardan, sarp yarlardan, tasavvuf esintisinin kanatları şişiren, kuş tüyü
uçuşla inilen huzur vadisi… Ve bu vadiden son bir tablo: Bülent Oran Hac-
ca gitmek için hazırlıklar yapıyor. Bir çocuk gibi mutlu. Hz. Peygamber’in
yaşadığı yerleri görmenin tarifsiz heyecanı içinde. Hele bir ‘İki Cihan
Serveri’ deyişi var ki, içime işliyor âdeta. Ayşe Hanım, “Efendimiz’e
saygıyı ilk öğreten Bülent oldu.” diyor. Dikkatsizce ettiği hitapları nasıl
özen ve sabırla düzelttiğini anlatıyor. Bayram sabahına hazırlanan bir
çocuk heyecanı içinde rahmetli Bülent Oran.
Yanılmıyorsam 2007. Yıllar sonra yine senaryo yazmanın heyecanıyla
arıyor. Buluşup bir arabanın arka koltuğunda seyahat ediyoruz kısa süre.
Film yazmayı ne kadar özlediğini sesindeki heyecandan anlıyorum.
Dünyaya bir veda hikâyesi bırakmanın gayret ve farkında Ayşe Şasa. ‘Din-
le Neyden’in ilk görüşmesini beraber yapıp geri dönerken, ıstıraplarla dolu
hayatından hiç şikâyetçi olmadığını ifade ediyor. Telefonuyla bir dünya
kurmuş ve hâlinden ‘razı’, iç huzuru zirvede bir mütefekkir var yanımda…
Kendinden daha çok insanlığın, İslam’ın mevcut hâline kafa yoruyor, çile-
sini çekiyor.
Bembeyaz bir gül halesi var tabutunun üzerinde. Dualar, Fatiha’lar
eşliğinde yolluyoruz ‘Sahibi’ne. Ve fısıltıyla açıyoruz avuçlarımızı:
“Şahidiz ya Rab!
Kaynak: Aksiyon
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
76
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Ayşe Şasa
Mehmet Nuri Yardım
77
yıllarda ağır bir psikolojik rahatsızlık geçirdi. “Şifozren” teşhisiyle on yıllık
bir inziva dönemi yaşadı, sinemadan tamamen çekildi. Sonrasında tasav-
vufa ilgi duydu ve mutasavvıfların eserlerini okudu. Yaşadığı dönüşümün
ardından eserleri yayımladı. Yeşilçam Günlüğü, Bir Ruh Macerası, Şebek,
Delilik Ülkesinden Notlar yayımlanan eserleri. 16 Haziran pazartesi günü,
73 yaşında vefat etti.
O, Türkiye’de bazı aydınların yaşadığı büyük dramı ömrü boyunca
hissetmişti. Geleneklerinden, köklerinden koparılarak yetiştirilmiş bir
genç kız, daha sonra gönül ve ruh yordamıyla özüyle, inancıyla, tasavvuf
dünyasıyla nasıl buluşabilmişti? Soğuk, inançsız bir dünyadan mâveraya
açılan kapıyı aralayabilmiş müstesna ve talihli aydınlarımızdandı. Arayışı
güzellikle sona ermiş, ebedî hakikatleri yeni dostlarında ve nurlu çevresinde
bulabilmişti. İbn-i Arabî gibi hikmet ve hakikat kılavuzlarının peşine düştü
bir ömür boyu ve sonunda iyiliği, erdemi ve doğruyu buldu. Ölüm korku-
sunu yendi, ölümden sonraki hayatı özledi. Onun için hayat belki başta bi-
raz sinemaydı, ama daha sonra sinemanın da bütün sanatların da hakikate,
insana, ebedî ve ezelî fikirlere hizmet etmesi gerektiğinin şuuruna vardı.
Ardından çok güzel yazılar yazıldı, yazılacak. Ama o bütün bunları hak
ediyordu. Zira ömrünü bir güzel ideale hasretmişti. Kimi ‘derviş entele-
ktüel’ dedi ona, kimi ‘öncü şahsiyet’ kabul etti. Kimi de bir ‘milat’ saydı
hayatını. Herkes onun ‘zirvede dolaşan bir derviş’ olduğuna inandı. ‘Türk
sinemasının Ayşe ablası’ ömrünü güzel hakikatlere, insanlara, gençlere
adamıştı. Hakkında yazılanlardan bir kitap çıkabilir, çıkmalı.
Bir Ruh Macerası isimli eserini yeniden okuyorum. Bu nehir söyleşide
ailesi, hayatı, fikirleri, idealleri, acıları, hüzünleri, hasretleri ve arayışları
var. Türkiye’de inançsızlık girdabından kurtulmak için çırpınan bir aydının
inleyişleri, seslenişleri, feveranları hatta çığlıkları var. Ve kurtuluştan son-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
78
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
79
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
80
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
81
Milli Gazete’de yayımlanmıştı.
Ayşe Hanım, fazla sokakların insanı değildi.
Zorlu bir ruh macerası vardı.
Gökyüzü ile yıldızlarla, bulutlarla, güneş ve ayışığı ile arkadaştı.
Yaşadığı yüksek apartmanın katlarını saya saya kapısına varan herkes
aynı şeyi düşünürdü. Bu içli yürek, bu kadar senaryo yazan, irfana, hik-
mete dair samimi kitaplar kaleme alan bu düşünen beyin niçin insanlardan
kat kat uzaklaşıp yeryüzüne ayak basmayıp gökyüzüne yakın durmakta
idi.
Bu ev dergâhı idi; kitaplarla, düşüncelerle sarmalandığı, sanki dünyanın
güzelliklerine fazla da aldanmak istemezcesine, bu dergâhta bir ipek
böceği gibi hakikati kozalıyordu.
Uzun hastalık günlerinden kalan bir inziva ritmi bulunsa da, telefonla
insanlarla çok yakın ilişki içinde idi.
Bu telefonlarla, son vefa bildirilerini de dikte etmekte idi aslında.
Öyle ya artık kimselerin vakti yoktu, değil eskisi gibi uzun dost
toplantıları yapmak, dijital devrimin gereği, bir mesajla herkesi saniyede
aynı anda hatırlama üşengeçliğini keşfetmiştik.
Uzun telefon konuşmaları çıkmıştı hayatımızdan.
Dostlarla sadece sevdiğimiz birinin cenazesinde karşılaşmaktaydık
artık.
O kadar yüksek bir evde yaşasa da insanlarla rabıtasını kesmiyordu.
Cerrahi dergâhından arkadaşları ile en özgür ufuklara açılıyor, el
değmemiş güzellikteki mevsimleri yaşıyordu.
Bir gün kendisinden gelen telefonla, insanlarla ne kadar hemhâl
olduğunu bir kez daha anladım, benden bir istekte bulunuyordu:
“Bizim bir çocuk var çok mağdur, aslında çocuk dediğime bakma
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
yetmiş yaşında gayrimüslim bir arkadaşım o kadar yoksul düştü ki, acaba
belediyede o çocuğa bir iş bulabilir misin?”
İsteğini gerekli yerlere ilettim ama nafile. O yıllarda siyasetle uğraştığım
için bir erk sahibi olabileceğim kanaatine varmıştı. Bir iş adamı ya da
82
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
83
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
84
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Ayşe Şasa… “Ben mutsuz bir çocuğum. Bu notu okuyan lütfen bana
cevap yazsın.” notunu bir şişeye koyup denize bırakmıştı. Bir nottan ziyade
derin haykırıştı bu. Çocuk muhayyilesinden bir isyan… Sekiz yaşındaydı
o zaman. Aslında dışarıdan bakıldığında mutsuz olunacak bir durum yok-
tu. Köklü ve zengin bir aileye mensuptu Şasa. Cemiyet hayatında boy gös-
termeyi seven baba. Etrafında dadılar, mürebbiyeler… Sıradan insanların
kimileyin imrendiği, imreneceği bir sosyal hayat.
Bu hayat Ayşe Şasa için bir işkenceden ibaretti adeta. Yeri hiçbir
şeyle doldurulamayacak sevgi ve merhametten uzaktı O. Köklülüğü ve
zenginliği gösterişe indirgeyen bir anlayış… Medeniyet buhranından
sonra batılılaşmayı bir iman biçimi haline getiren taklitçi bir sosyal
yapı. Bir büyük medeniyetin çocukları derin altüst oluşlar, alaboralar
yaşıyordu. Kendilerini batı limanına atarak bu alaboradan kurtulacaklarını
sanıyorlardı. Körü körüne bir bağlanış… Şasa’nın ailesi tam da böyle bir
atmosferi yaşıyordu. Küçüklüğünden itibaren Onu savaş kaçkını Avrupalı,
Yahudi, Protestan mürebbiyelerin eline, insafına bıraktılar. Küçük kızın
bahtına düşen terk edilme, yalnızlık, güvensizlikti… Bir travmaydı yaşamı
baştanbaşa. Ürpertici…
Zengin bir muhitin içe kapanık kızı. İçe gömülüş hatta kayboluş… Ayşe
Şasa okula başladığında diğer çocuklardan farklıydı. Acılı bir bilince sa-
hipti. Çok küçük yaşta büyük sıkıntıları omuzlayan bir kız. Yaşamın derin
bir trajediye dönmesi… Kalp kırıklığı, ruh kırılması… Ruhu çok kırgındı
Ayşe’nin. Eksiksiz bir batılı gibi yetiştirilmenin bir sonucuydu bu ruh
kırgınlığı. Kendi özünden kopartılan, yabancı topraklarda yetiştirilmeye
çalışılan bir yaprağın her rüzgârda sağa sola savrulup durması. Kuruyup
düşmesi toprağa yaprağın.
> 2014 HAZİRAN
85
Arnavutköy Amerikan Koleji’nde yatılı okumaya başlar Şasa. Yine
yalnızlık, yine içe doğru derin yolculuklar. Kayboluşlar, kaybedişler…
Sonu gelmez hesaplaşmalar. Mürebbiyelerinin, dadıların soğukluğunun,
sevimsizliğinin ve batıya dair kasvetli düşüncelerin, batı dinlerine dair
trajedilerin gölgesinde nihilizme doğru bir yolculuğa çıkar. Yanına Sa-
tre, Camus ve Kafka gibi batı düşüncesinin karamsarlaştırdığı nihilizmin
öncülerini alır. Aynı zamanda ailesine duyduğu tepki de bütün kesinliğiyle
ortaya çıkar. Bir bunalımın, nevrozun da kapanındadır aslında.
Lise’nin son yılında “yaşadığımız Odalar” adlı bir oyun yazar. Bu oyun
aynı zamanda kültür çevrelerine girişini sağlar. Kültür hayatımızda solun
etkisi büyük o zamanlar. O da doğal olarak bu çevreyle içli dışlıdır. Halit
Refiğ’le tanışır önce. Daha sonra Kemal Tahir. Tahir’le çok samimi, çok
verimli ve bitmeyen dostluk. Kemal Tahir’in Ona bir tavsiyesi var: “ Şunu
bilmiş ol ki, bu ülkede maskaralık yaptığın sürece herkes sana alkış tutar.
Ciddi bir şey yapmaya kalkarsan da kimse ilgilenmez, yüzüne bakmaz.”
Bu laf çok önemli altının, üstünün kalın çizgilerle çizilmesi gerekir. Bir
gerçeğin haykırılmasıdır burada söylenenler. Şasa, bu söyleneni kendine
kılavuz eder. Ömrü boyunca ciddi işlerle uğraşır. Bir çok sinema filminin
senaryosunu yazar. Aynı zamanda kocası olan Atıf Yılmaz’ın asistanlığını
ve senaristliğini yapar. Evlenip ayrıldıktan sonra ve solculuğun da aslında
düşünce tarihimizde kartondan kale olduğunu hissedince bunalımları
ağırlaşır. Ruhundaki fırtınaları dindirmek için batılı hiçbir faaliyetin yeter-
li olmayacağını fark eder. Yerli bir şeyler arar. Bize ait olan…
Sürekli kendi tarihiyle ve çocukluğuyla hesaplaşma, tutunacak bir moral
değer olmaması Onu şizofreniye götürür. Hatta bu dönemde “Sinemamızda
Şizofreni” adlı bir makale üzerinde çalışmaktadır. Yıllarca bir odada yalnız
başına korkularıyla hesaplaşma mücadelesine girer. Uzun bir mücadele bu.
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
Delilik ülkesinde yıllar boyu gezinti. Bir büyük mustariplik. Aynı zamanda
Modern Dünyanın keşmekeşinden, yabancılaştırıcı etkisinden kurtulma
şansı. Cehennemi dünyada yaşayarak arınma imkânı. İnsanı hiçbir zaman
bırakmayan çocukluğun temize çekilmesi. Evet, Şasa’nın çocukluğu Batılı
86
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Kaynak: Haber10
> 2014 HAZİRAN
87
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
88
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
89
Erksan’ın “Dokuz Dağın Efesi” filmleriyle birlikte en başarılı dönem film-
lerinden olan ve hatta birçok veçhesiyle onların üzerine çıkmayı başaran
“Kozanoğlu”, “Battal Gazi Destanı” ve “Köroğlu” filmleriyle çağdaşlarına,
sahibi olduğumuz bir tarihin varlığını hatırlattı. Tarihi filmlerde haksızlığa
karşı mücadele temasını başarıyla işleyen ve kendinden sonrakilere ancak
kendisini taklit edebilecekleri alanlar bırakan Şasa’nın, bir kuşağın tarih
şuuruna sahip olmasında da katkısı vardır.
“Arkadaşım Şeytan” filmiyle anlatmaya çalıştığı, mutasavvıfların
anlattığından pek de farklı değildi. TRT’de bugün dahi aşılamamış destansı
dizilere imza atan Yücel Çakmaklı’nın çekmesi için kaleme aldığı “Hacı
Arif Bey” dizisiyle, Türk filmi izlemeyen “elitlere” yerli film izletirken
geniş halk kitlelerine de Türk sanat musikisi sevgisini yeniden aşılamayı
başardı.
Nihayetinde Ayşe Şasa için sinema perdesi bir hayal perdesine dönmüş,
ibret perdesi olarak gördüğü bu zemine, kaleminden hikmet parçacıkları
dökülmeye başlamıştı. Rüya Sineması diye de adlandırılan bu yeni sine-
maya artık hayallerin kiri değil rüyaların bereketi tesir ediyordu.
“Türk Sinema seyircisi, Türk filminin varlığında, beni kendimle
yüzleştirdi. Bana tutulan bu aynada, gerçek kimliğimi kavrayışımı,
Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren sinema seyirci-
sine borçluyum” diyen Ayşe Şasa, seyirciye ve sinemaseverlere hikmetli
bir yolun ışığını tutarken Türk sinema seyircisi de kendisine ışık tutacak
kişiyi seçmiş ve onu sancağı tutması için en öne geçirmişti.
Ayşe Şasa’nın filmlerini tekrar tekrar izlemeyi, sinemaya dair görüşlerini
düşünmeyi ve ona hayır dualar etmeyi hatırlatmak borcumuzdur.
90
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Bir kaç haftadır yoğun bakımda olan Ayşe Şasa vefat etti. Bugün de
17 Haziran 2014 cenaze namazı kılınacak Fatih caminde. Ayşe Şasa’yı
gerek Yeşilçam günlüklerinden, gerekse kitaplarından tanıyorum. Kendisi-
yle yapılan nehir konuşması hayatının çilesini açığa çıkartıyor. Bu çileyle
birlikte büyüme, olgunlaşma hayata tutunma. Her dönemin on yıllık bir
rakamsal süresi var sanki. Tavan arası tek göz odada on yıl senaryo yazma,
apartmanın en üst katında on yıl hasta yatma, dünyaya kapalı, diğer alem-
lere açık çırpınıp duran beyni ve kalbiyle yaşama… Ayşe Şasa’nın vefatını
duyduğumda ilk önce çileleri bitmiştir inşaallah dedim. Artık bir başka
dünyanın eşiğinde Rahmanın ikramına muntazır hakiki kurtuluşa ermiştir
inşaallah
Cenazeye yetişebilmek için makul bir saatte yola çıktım. Yol güzergahım
Nuruosmaniye, Kapalıçarşı, Vezneciler ve Fatih. Dolayısıyla vasıtaya mü-
sait değil yollar, naçar yürüyeceğiz. Hava da bir sıcak anlatılamaz. Neyse
ki yürümekle aram iyi. Güzergah ta nefs-i İstanbul olunca hem zihin hem
kalp memnun bu işe. Kapalıçarşıdan geçerken biraz irkildim. Safi dünya.
Bir insanı son yolculuğuna uğurlama merasimine giderken bu kadar
yoğun ve bir o kadar da enternasyonal dünyanın ortasından geçmek bir
an düşündürdü beni. Hayatın herkeste farklı seyreden halleri, birbirimize
dokunmadan akan dünyanın içinde seyru sulukta olan benler...
Beyazıt Meydanı Ramazan’a hazırlanıyor. Dini yayınlar kitap fuarının
hazırlıkları başlamış. Ramazan bir kaç senedir Beyazıt üzerinden tanzim
ediliyor ve fakat cami restorasyonda. Bu sene zor olacak. İnsanlar biraz
soluklanıyor, bir vakit namaz kılıyor, türbeyi de ziyaretle Ramazanı ihya
ediyorlardı. Neyse bu sene böyle cami ihtiyacı yakın cami ve mescitlerden
> 2014 HAZİRAN
91
giderilecek heralde. Nuruosmaniye de bu anlamda bir telaş var. Rama-
zana avluyu da bitirmek istiyorlar ama sanırım yetişmeyecek. Bir mermer
döşeyemediler, cumalar da ciddi sıkıntı oluyor. Oysa açık havada namaz
kılınacak günlerdeyiz. Bu imkanın sağlanması iyi olurdu ama restorasyon-
lar çok uzuyor.
Sırada vezneciler var. Üniversitenin yanından metro işaretini takip
ettiğinizde hemen geliyorsunuz. İstanbul’a artık yerin altından da ağlar
örülüyor. Bir turist metroyu soruyordu. Hızın cazibesi dayanılmaz hele
İstanbul’da bu sıcakta. Hiç şansları yok diğer tercihlerin. Veznecilerden
artık istikamet düz. Şehzadebaşı Cami’nin önünden geçerken su terazisi
karşıma çıkıyor. Fatma Şensoy hanımla olan derslerin birinde bu konuda
okuduğumuz belgeleri hatırlıyorum. Bozdoğandan geçip tüm şehre tevzi
edilen sular. Tabi o zaman şehir nefs-i İstanbul ancak. Ve itfaiyenin önün-
den Fatih sınırlarındayız. Buraya güzel bir park yapmışlar. Geçen sene
çevre düzenlemesi vardı. Şimdi su sesleri içinde dinlenmede vatandaşlar.
Parkın yanından geçerken bu yaşıma kadar hiç bir parkta oturmadığım
aklıma geliyor. Her zaman bir yerlere yetişme modunda olduğumuzdan
hep seyir makamında etrafımızla ilişkimiz. Kente de buna dahil tabi..
Bugünde böyle bir seçenek yok hem giderken hem de gelirken. Neyse
hizmet güzel, keyfini sürenlere safa olsun. Artık camiye epey yaklaştım
sayılır, ışıklardan yukarı kıvrılacağım ve biraz ileri de Cami avlusunda
olacağım inşaallah. Caminin giriş yolu arabalara kapatılmış daha doğrusu
önden gelenler park ettiğinden son anda gelenlere yer yok onlar da yolcu-
sunu bırakıp gidiyor ama yaşlı olanlar. Nitekim camiye epey yaklaşmışken
durdurulan bir araba, içinden inene gayri ihtiyari şöyle bir baktığımda iki
mavi gözle karşılaştım. Aslında bu yüzü ben tanıyorum ama bir türlü ismi
aklıma gelmiyor. Nerede gördüm hangi sempozyumda yok, bir isim be-
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
lirmiyor zihnimde.
Ve avluya ayak attım bir ses beni çağırdı. Gülşah Maraşlı tabutun epey
gerisinde ama yandan aynı hizada kameralardan uzak yolcusuyla hasbi-
halde. Selamlaşıp biraz ilerliyorum. Bir kaç arkadaşla daha karşılaşıyoruz.
92
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Sonra Belkıs abla. Belkıs İbrahimoğlu. Bir bey yaklaşıyor ve ‘abla son
vazifeyi yaparken yanındaydınız değil mi? Usulüne uygun yapıldı her şey’
diye soruyor. O da ‘evet, her şey tam tekmil yapıldı müsterih olun’ diyor.
‘Oh çok sevindim içim şimdi çok rahat’ deyip uzaklaşıyor. Bu bilgi beni
de çok sevindiriyor. Elhamdülillah yola iyi başlangıç yapacak. Ehil dost-
lar gitmiş yanına; son vazifelerini yapmak için... Ve Leyla İpekçi onunla
da bir iki hasbıhalden sonra camiye geçiyorum. Namaz epey yaklaştı,
yolcunun erzakını doldurmak lazım. Bakalım bir yasin okuyacak kadar
vaktim olacak mı? Caminin üst katına çıkıyorum. Aman Allahım bütün
pencereler karşılıklı açık korkunç bir hava akımı, bu terle burada kalırsam
şifayı kapacağım kesin. Hemen bir tarafı kapalı cam olan bölüm arıyorum
neyse ki arkada varmış. Orada oturup namaz öncesi yolcunun ikramını
hazır ediyorum. Gruplardan oldukça okuyan olduğunu biliyorum. Bohçası
dolu karşılayacak gelenleri inşaallah.
Cami yavaş yavaş doluyor ve ezan okunuyor. Sırada namaz var. Erkekler-
in de saf durumu bozulmuş. Kamet bitti imam namaza başlayacak hala
salınanlar var. İnsan koşarak dahil olar safa diye yukarıdan hayıflanıyorum.
Ve tekbir artık gözler kıblede, kalp divanda, zihin yolcuda dahil oluyoruz
namaza...
Namaz bitti cemaat ayaklanmadan aşağıya inip kapıdan çıkmalıyım.
Gerçi yine çıkanlar var ama arkası daha kalabalık diye bende aradan geçip
dışarıya kendimi atıyorum.
Sıra cenaze namazında hazırlanıyoruz. Şadiye’de gelmiş. Buluştuk
konuştuk. Yine tanıdık yüzler. Nurhayat’a Meryem’i soruyorum. Meryem
İlayda tabi ki çok üzgün. Onunla nehir konuşması yapanlardan biri. Old-
ukça fazla sohbet ve bir arada olanlardan yani
İsmail Kara ve Ekrem Demirli, İlber Ortaylı, Mustafa Özdamar Akif
Emre, Beşir Ayvazoğlu .... görüp ismini hatırladıklarım.
Artık saf düzenine geçiyoruz. Oldukça fazla kadın cemaat var.
Neredeyse erkeklere yakın. Üç cenaze var ve hepsi ayrı ayrı kılınacak.
Önce iki erkek cenazenin namazı kılınıyor. Ve Tuğrul İnançer hocanın tek-
> 2014 HAZİRAN
93
biriyle Ayşe Şasa’nın namazına başlıyoruz. Son şahitlik, dualar ne kadar
yavaş okunabilir ki. Üç tekbir bir avazda bitiyor. Cenaze Sahra-ı Cedid’de
aile mezarlığına defnedilecek. Arabalar var isteyen gelsin deniliyor ama
ben buradan uğurluyorum; çileli hayattan rahmeti bol hayata geçen yol-
cuyu. Tabutlar hızla kucaklanıp arabalara konurken dünya tekrar devreye
giriyor. Şadiye ile biraz soluklanıyoruz. Sırada İsam bahçede kitap okuma
var. Çünkü film izleme günümüz olduğundan akşama kadar bir kaç saatim
var. Bugün aldığım Emine Uşaklıgil’in ‘Benim Cumhuriyetim’ kitabına
başlıyorum. İyi ki almışım çok malzeme var bu kitapta diye düşünüyorum.
Derken Şerif Mardin ismini okuduğumda Fatih cami avlu girişinde
arabadan inerken gördüğüm iki mavi göz beliriyor zihnimde. Nihayet ismi
buluyorum. Demek ki Şerif Mardin’de cenazeye gelmiş. Çok yakın dost
olduklarına göre buna şaşırmamak lazım.
Not1: Ayşe Şasa ile teşehhüt miktarı da olsa benimde iletişimim
olmuştu. 2005- 2006 yılları olması lazım ‘Değişen Kentte Dini Hayat’
isimli kitabım çıkınca Mustafa Kutlu yeni şafakta hem kitap hem de ben-
imle ilgili onurlandıran güzel bir yazı yazmıştı. Ayşe Hanım bu yazıyı
okumuş hemen ertesi gün aradı , telefonunu verdi, evine davet etti. Ve fak-
at işkolik ben ne hafta içi ne de hafta sonu bu ziyareti gerçekleştiremedim.
Baktı benden hayır yok bu sefer telefon etti. Zekâtıyla alakalı durumunu
sordu. En azından bu konuşmadan memnun olduğunu düşünüyorum.
Artık vaktim olacak tam ziyaretine giderim diyordum ki evin kapısı
kapandı. O artık başka davetlerin konuğu, başka sohbetlerin muhibbi... Al-
lah rahmet eylesin...
Kaynak: http://www.nevinmeric.com
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
94
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
95
horul horul uyudukları hakikatin kıymetini bilmeye çağırdı.
Adeta sarstı.
Uykularını kaçırdı.
***
Sosyal sınıfı kültür düzeyi ne olursa olsun Allah’ı anan ve anlatan kim
varsa da müthiş bir tevazu ile dinledi.
Masivayı hatırlatan isterse bin Oscar, bin Nobel alsın zerre miskali iti-
bar etmedi.
Necip Fazıl’ın, ‘Ellerime uzanan dudakları tepeyim / Allah diyen gel
senin ayağından öpeyim’ dizesi haller içinde halinin hülasası gibiydi.
(Bu arada yeri gelmişken belirtmek isterim: Necip Fazıl’ın ‘O ve Ben’ini
senaryolaştırmıştı. Merhum Ahmet (Bayazıt) abi gerçekleştirecekti. İkisi
de ‘Rahmet-i Rahman’a’ kavuştu. Çok güzel bir senaryoydu. TRT bir
şekilde bu projeyi hayata geçirse bence çok güzel olur.)
İçine doğdukları hakikatin, yani bast halinin kıymetini bilip bir ömür
şükredeceklerine, Ayşe Hanım’ın büyük bir lütuf eseri kurtulduğunu ifade
ettiği ‘kabz halinden’ ibaret bir yaşama kapak atmak için kırk takla atan,
fırıldaklar çeviren ‘muhteremleri’ en güzel, en etkili şekilde ‘uyardı.’
Ayşe Hanım’ın hayat hikâyesi aynı zamanda böylesi bir uyarının da
ifadesidir.
Uyarının, yani irşadın…
***
Vefatı, yani vuslatı da, gasilhaneden dergahtaki vedalaşmaya, Fatih
Camii’ndeki cenaze namazından büyük dayısı Rauf Orbay’ın da metfun
olduğu aile kabristanlığında defnedilmesine kadar bambaşka bir irşat
hikayesidir.
***
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
96
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
97
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
98
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
99
iki yıl önce Hakk’a yürüdü, hayatta iken ölüme terkedilmişti zaten. Hal-
buki ilk ihtida ettiği dönemlerde kimi çevrelerce zamanın gerçek düşünürü
olarak tavsif edilmişti.
Rene Guenon, ‘Yatay ve Dikey Boyutların Sembolizmi’ isimli eserinde
Hint mistiğine karşın İslam tasavvufunu müdafaa eder. Onun karşısına
İslam tasavvufunu yerleştirmeye çalışır. Ve ihtida etmesinde en büyük pay
hiç kuşkusuz ki tasavvufa ait.
Necip Fazıl, Yedi Güzel Adam’ın en güzeli, hepsinin üstadı ve piri, tek
başına koca bir neslin edebi ve kültürel yükünü taşıyan bir sima. Bizim
cenahta başta Sezai Karakoç olmak üzere eli kalem tutan her kabiliye-
tin arkasında onun emeği var. Dostoyevski bir konuşmasında ‘Hepimiz
Gogol’un paltosunun altından çıktık’ der. Bizimkilerin hepsi de Necip
Fazıl’ın ‘Büyük Doğu’sunun altından çıktı dersek yanlış olmaz. Bohem
ve karanlık bir hayattan sonra ‘Tanrı Kulu’ ile karşılaşır ve bu karşılaşma
hayatının dönüm noktası olur. Bizim camia tarafından yıllarca ‘sultanu
şuara’, olarak takdir ve tebcil edilen üstat, hayatının son dönemlerini
üzgün ve kırgın olarak geçirdi. Kendi yalnızlığına çekildi. Daha doğrusu
kendi yalnızlığına çekilmek zorunda bırakıldı. Necip Fazıl’ın sadık bir
tasavvuf savunucusu olduğu izahtan vareste. İhtida etmesinde en büyük
pay daha doğrusu tek pay tasavvufun. Hatta üstat, tasavvufa olan bu aşırı
muhabbetinden dolayı Seyyid Kutup ve Mevdudi gibi bazı simalara haksız
ithamlarda bulunabilmiş.(Mesela Mevdudi’ye Merdudi demesi)
Cemil Meriç, seccadesi olmayan, İslam, Kur’an nedir bilmeyen seküler
bir ortamda büyüdü. Hayatı, kendi ifadesiyle ‘gerçek bir trajedi’, ne sola
yaranabildi ne sağa. ‘Hindi yazdım sağ dediler, Saint Simon’u yazdım sol
dediler.’ Ne sağ ne sol ikisi de gerçek manada benimsemedi onu. Ölünceye
kadar arada, araf’ta kaldı. Fildişi kulesine çekildi. Daha doğrusu fildişi
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
100
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
101
Ayşe Şasa’yla diğer bütün mühtedilerde olduğu gibi yukarıda bahsi
geçen üniversite yıllarında tanıştım. Şizofrenik nöbetler halinde yaşanan
hezeyanlar. Çok sancılı, netameli ve bir kadar da bereketli bir hayat. Son
nefese kadar ateist olarak kalmayı tercih eden Kemal Tahir’in yanında
geçen on yıllar. Ruh sıkıntısı ve ruh burkuntusu sonucu teneffüs amacıyla
mutlak’ı arayış. Başta İsmet Özel ve Mustafa Kutlu olmak üzere İslami
camiadan nice zevat ile görüşme. Uzun soluklu derin okumalar, İbn-i
Arabi ile tanışma şifa bulup hidayet şerbetini içme, nihayet yaşayan bir
mürşid-i kamile intisap etme ve ezeli sükun ve itminana erme. Cinnetten
imana sıçrayışın hazin öyküsü.
Ayşe Şasa’da muhtediler için saydığımız birinci madde tamamen geçer-
siz yani ölümüne kadar muhafazakar camia tarafından sevilmiş, sayılmış,
himaye edilmiş ve kendisinden istifade edilmiş bir saygın bir kişilik.
Yalnızlığa itilmedi, en yalnız olduğu zamanlarda bile yardımına koşuldu.
Hem yanlış anlaşılmadı hem de yanlış anlaşılmaya mahal verecek ve sev-
enlerini zor duruma sokacak bir tavır içine girmedi. Ölümüne kadar net,
sade, belli ve belirgin bir duruş ortaya koydu. Bunlar onun mümeyyiz
vasıfları. Bütün bu üstün meziyetleri o engin tevazusuna borçluydu bekli
de. İkinci madde yani tasavvuf tesiri Necip Fazıl’da olduğu gibi maksi-
mum bir seviyede. Hatta ihtida etmesinde yine Necip Fazıl da olduğu gibi
en büyük pay tasavvufa ait. Birlikte okuyalım:
Tarih ve sosyoloji ölüm ve ötesi hakkında haber verebilir mi? Bütün
ölçülerimi kaybedip, mahzun ve perişan oturduğum; bütün bildiklerimden
şüpheye düştüğüm ve hiçbirinden yardım alamadığım bir gün. Tarih ve so-
syoloji bana hiç yardımcı olmuyor. Toplum beni kaldırıp bir kenara atmış.
Marksizm’in hiç gündeminde olmayan bir durumla karşı karşıyayım. İşte
o sırada Hz. İbn-i Arabi’nin kitabını (Füsus-ul Hikem) açıyorum. Kitapta
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
gözüme çarpan ilk ibarelerden biri o güzel hadis-i kudsi. Hazret nakledi-
yor Allahtan: ‘Ben gizli bir hazineydim, bilinmek istedim.’ (Kenz hadisi)
Bu bir davet. Allah bizi kendisini bilmeye çağırıyordu. Birdenbire kalbim
aşka düştü. Bomboş olan kalbimde bir aşk peydah oldu. (Delilik Ülkesin-
102
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
103
> DÜNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI
104
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Bir öncü daha Hakk’a yürüdü: Ayşe Şasa, sadece iyi bir senarist değildi;
hem bir film düşünürü hem de genç ve parlak kuşakların elinden tutan,
önalan ve önaçan bir öncüydü.
105
pınarından devşirdiği tatları, ufukları genç kuşaklarla heyecanla, coşkuyla
paylaşmaktan hiç bir zaman çekinmedi.
Ayşe Şasa, benim için sadelikle derûnîliğin medcezirini an be ân aşkla
ve vecdle yaşayan, her an, hiç durmadan gürül gürül akan bir hakikat
ırmağı, her dâim hakikat bahçesinden taptaze yemişler devşiren, devşirdiği
yemişleri etrafındakilere ‘çocuksu asil bir ruh’la sunan bir derviş demekti.
Ayşe Şasa, benim için, tasavvufun derinliklerinde yaptığı fetih
yolculuklarıyla yalnızca sinemamızın değil, düşünce ve sanat dünyamızın
da diriltici ve herkese ruf üfleyici ruhköklerine nasıl kavuşulabileceğinin
yollarını gösteren, keşfedilmemiş kıtalarda doyumsuz keşifler yapan
önaçıcı bir öncü, bir devrimci demekti.
büyüktür.
106
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
Yeşilçam Günlüğü başlıklı kitabı, film estetiği, film dili; dünyaya armağan
edeceğimiz sinemanın estetik, kültürel ve fikrî kaynakları, temelleri; özel-
de sinemanın, genelde bütün sanatların ve düşünce hayatımızın entelektüel
sorunları üzerinde yazılmış bir başyapıttır.
Sinema üzerinde düşünen, yazan birinin başvuracağı, elinden
düşüremeyeceği, dönüp dönüp yeniden bakmadan edemeyeceği ilk ve son
metindir Ayşe Şasa’nın kitabı.
Sadece sinema üzerinde düşünen, yazan kişilerin mi? Sinema yapan
kişilerin de başucu kitabıdır Yeşilçam Günlüğü. Ayşe Şasa’nın kitabı,
hem Türk sinemasının, hem de dünya sinemasının estetik ve entelek-
tüel sorunlarını özlü, kusursuz bir Türkçeyle -filmleri, sinema akımlarını
filmik, estetik ve idrak biçimleri üzerinden çarpıcı bir dille- tartışan bir
rehber metin.
BİLGE VE DERVİŞ
Ayşe Şasa tastamam bilge, derviş bir insandı.
Çabası, yalnızca düşünmek ve yazmaktan ibaret olmayan; yaşadığı
entelektüel dönüşümün verdiği derin ve ağır sorumluluğun bilinciyle
hareket etmekten bir an bile geri durmayan; dünyanın dört bir tarafına
uzanan telefonlarıyla, ‘sesiyle’, ‘soluğuyla’ kendi fildişi kulesinden size
yol gösteren, önaçan, öncülük yapan; sayısız insanın elinden tutan bir
öncü; şu kafası karışıklar ortamında zihninizi zonklatan, sizi ‘tedirgin
eden’, ‘uykularınızı kaçıran’, bunu vazife bilen çağdaş zamanlar bilgesi
ve dervişiydi.
107
mirasını gözümüz gibi koruyalım, besleyip büyütelim ve gelecek kuşaklara
armağan edecek bir çaba içinde olalım diyorum.
O yüzden -film felsefesi, iletişim felsefesi ve diğer çalışmalarım
çerçevesinde yaptığım teorik yolculuklarımı, kavramlaştırmalarımı
kitaplaştırmayı ertelediğim, üzerinde özene bezene, titizlikle çalıştığım,
demlenmeye duran ‘Fütûhât-ı Medeniyye’ kitabımı kendisine ithaf
edeceğim; bunu yaşarken kendisine de söylemiştim; çok sevinmişti. Ona
olan borcumu/zu ödemenin yollarından biri bu, diye düşünüyorum.
Allah, Ayşe Abla’ya rahmetiyle muamele etsin ve sevdiği yüce gönüllü
kullarıyla haşretsin, mekânını cennet eylesin. Amin.
108
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
109
Bu görüşleriniz nasıl karşılandı?
Müslüman camia tarafından ilgiyle karşılandı ama batıcı çevre
tarafından genellikle dışlandı, dışlanmaya devam ettiğini söyleyebilirim.
Bunun önemi yok. Benim taraftar olduğum görüşlerin zaman içinde daha
çok geçerlik kazanacağına inanıyorum. Ülkemizdeki sinema okulları, kül-
türel birikimimizi dışlayan bir eğitim türünden vazgeçmeli.
110
AYŞE ŞASA’NIN ARDINDAN <
gerçekleşirdi. O yılarda çok kısa sürelerde ve ağır gişe baskısı altında se-
naryo yazılırdı. Bu bir işkenceydi. Bu açıdan filmlerim benim için trav-
matik, ‘bulanık tecrübeler’. Beni mutlu eden filmlerim değil, kitaplarım.
Ancak Yeşilçam’daki senaristlik deneyimim bir arayışın, bir hakikat
arayışının ilk basamağı olmuştur. Tatlısı çok az, acısı bol, burukluğu bol
birçok anıyla doludur. İşte bu ödül, bu anılara götürdü.
111
> DÜBAM DUNYA BÜLTENİ ARAŞTIRMA MASASI