You are on page 1of 396

HYDE

CRAIG RUSSELL

Panama
HYDE

Craig Russell

Ponama Yayın No: 565

ISBN 978 625^8488-48-7

Kitabın Orijinal Adı


Hyde

Genel Yayın Yönetmeni


Caner Vural

Çeviren
Sanem Üner

Kitap Editörü
Elif Berktaş

Kapak Tasarımı
Leyla Çelik

Birinci Baskı: Şubat 2023

Saskı-Cİlt: Ayrıntı Matbaası


Sertifika No: 49599
Yayıncı Sertifika No: 42278

Copyright © Craig Russell, 2021


Bu kitabın Türkçe yayın hakları Panama Yayıncılık'a aittir.
Yayınevinden izin almaksızın kısmen ya da tamamen
alıntı yapılamaz, kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.

Panama Yayıncılık
Meşrutiyet Mahallesi
Yüksel Caddesi No: 7A/7
Kızılay-Çankaya-ANKARA
Tel-Fax: (0312) 432 14 89
www.panamayaylncilik.com
info@panamayaylndllk.com

Dağıtım
Nasuh Akar Mahallesi
1404, Sokak No: 13/36
öalgat-ÇankayaANKARA
HYDE

CRAIG RUSSELL

ÇEVİREN
SANEM ÜNER.
Şeytani Boyut için övgüler
"Muhteşem bir Gotik hikaye.,. Nefes kesici." Daily Mail

"Sizi ilk sayfadan itibaren içine çeken, keyifli bir hikaye. Bir
kasabın bıçağı gibi yavaşça derinize işleyen, ardından derinlere
inen, gerçekten korkutucu bir roman." New York Times

"Nabız yükselten, sinirleri bozan bir gerilim — zarif, anlaşılır ve


ustaca yazılmış." A. J. Finn

"Bir güç gösterisi: Sonuyla ters köşe yapan, zekice yazılmış bir
gerilim romanı." Lincoln Child

"Derin, karanlık ve şaşırtıcı, Şeytani Boyut'u bütün gece elinizden


bırakamayacaksınız... Tabii ışıkları söndürmeden. Russell
sürükleyici bir gerilim şaheseri ortaya koymuş!" Alex Grecian

"Karanlık, havalı ve insanı hayrete düşüren sürprizlerle dolu


Şeytani Boyut, kitabı bitirdiğimde bile uzun süre aklımdan
çıkmadı. Kısmen Gotik korku, kısmen polisiye-gerilim türündeki
bu kitap gerçekten büyüleyici." M. W. Craven

"Psikolojik gerilim türünde Gotik bir şaheser olan Şeytani Boyut,


ikna edici olduğu kadar da rahatsız edici. Bir oturuşta okumaya
ve uzun süre ışıklar açık uyumaya hazırlıklı olun." Neil Broadfoot

"Başarılı bir Gotik polisiye. Bir Chubby Checker albümünden


daha çok sürprizle dolu. Düşündürücü, nefes kesen ve keyifli bir
okuma sunuyor." Kirkus Revieıvs

"Son derece nitelikli bir gerilim; aynı anda hem ha vah, hem
sürükleyici hem de zorlayıcı... Gerilimli ve tüyler ürpertici bir
hikaye... İlk sayfadan, akıllara kazınan son sayfasına kadar
insanı içine çekiyor." Laura Carlin

"Tam kararında otantik ve karanlık bir atmosfer... Polisiye


roman dünyasında kartlar yeniden dağıtılıyor." Graham Smith
VVendy'ye...
'Hyde isminde bir adamdı."
Hımm, dedi Bay Utterson. "Nasılgörünüyordu?"
Onu tasvir etmek kolay değil. Görünüşünde tuhaf bir
şeyler var; hoşa gitmeyen, tiksindirici bir şeyler.
Daha önce hiç bu kadar hoşlanmadığım bir adam
görmedim ve hâlâ sebebini çözemedim."

Doktor ]ekyll ile Bay Hı/de


Robert Louis Stevenson, 1886
GİRİŞ

<^>

Dönüp arkadaşına baktı ve nasıl olup da hâlâ yaşadı­


ğını merak etti.
Böyleşine güçlü bir karakter, böyleşine kudretli bir ki­
şilik, böylesine bastırılamaz bir irade gücü, böyle küçük ve
kırılgan bir bedene hapsolmuştu. Dar omuzlu, ince yapılı,
kuşa benzer suratlı bu narin bedeni içeri aldığında parlak
günışığı altında gittikçe solan yüzünü görmüş ve arkada­
şının uzun süre yaşayanlar arasında kalamayacağını anla­
mıştı. Şu anda bile adamın bu dünyadaki varlığı soluyor,
yavaş yavaş kayboluyordu. Tıpkı gitgide soluklaşıp sili­
nen, eski bir fotoğraf gibi...
Bir banka oturup sessiz ve sakin kumsalı ve pırıl pırıl
parlayan Manş Denizi'ni izledikleri tüm o zaman boyunca,
kendi canlılığının arkadaşının zayıflığı ile ne kadar büyük
bir tezat yarattığını düşündü. Yanlarından geçip gidenlerin
huzursuz bakışlarından da anlaşılabileceği gibi, iri yarı gö­
rünüşünde en ufak bir zayıflık göze çarpmıyordu.
ikilinin arasındaki sohbet her zamanki gibi sınırlıydı.
Onların uzun bir geçmişe dayanan arkadaşlıklarında sade­
ce yan yana olmak hep yeterli olmuştu. Ayrıca bugün, iri
yarı adam arkadaşım yormaktan çekiniyordu. Son karşı­
laşmalarının üzerinden yıllar geçmişti ve arkadaşının du­
rumunun ne kadar kötüleştiğini görünce endişeye kapıl­
mıştı.

ıı
Cruig Russell

"Biraz sonra Skerryvore'a geri dönelim," dedi zayjf


adam. "Fanny yiyecek bir şeyler hazırlamış olur." Yaz st.
cağına rağmen, üzerine hiç yakışmayan ve omuzları kü­
çük gelen kadife, kalın bir ceket giymişti. Sağlığına daha
iyi gelebilecek, iklimi daha güzel bir yer arama konusu
gündeme gelmişti aslında. Daha az rutubetli, daha güneşli
bir yer; örneğin Batı Amerika veya daha güneyde bir ülke
gibi... İri yarı adam, arkadaşını böyle ılıman bir iklime gö­
türmeyi başarsalar yine aynı ceketi giyip giymeyeceğini ve
hava değişikliğinin bu solgun yüze biraz olsun renk getirip
getirmeyeceğini merak ediyordu.
Zayıf adam gözlerini denizden ayırmadı ama ona
bakmasa bile arkadaşının kendisi için endişelendiğini his­
sedebiliyordu. "Hepsi şu kahrolası kitap yüzünden," dedi.
"Beni tüketiyor, beni yiyip bitiriyor ama buna rağmen ko­
nuyu anlatacak bir çerçeve oluşturamıyorum. Ne hakkın­
da yazmak istediğimi kesinkes biliyorum. Hikâyenin kal­
binde insan doğasının ikilemlerinin yer alması gerektiğim,
kötünün içindeki iyiliği ve iyinin içindeki kötülüğü anlat­
ması gerektiğini biliyorum. Buna rağmen her gün bomboş
bir sayfaya bakıp duruyorum."
"İnsan doğasının ikilemleri diyorsun, öyle mi?" dedi
diğer adanı.
"Evet, böyle bir şey yokmuş gibi davranmamıza rağ­
men," dedi çelimsiz adam. "Ashnda hepimiz birbirimizin
kopyasıyız. Hepimizin içinde ışık dolu melekler ve kapka­
ra şeytanlar var. Bu konu benim zihnimi çocukluğumdan
beri meşgul eder. Müteveffa babamdan bana kalan antika
gardırobu biliyorsun, hani Diyakoz Brodie'nin marangoz­
luğunu yaptığı... O kadar güzel bir gardıroptu ki çocuk­
ken oturur günışığında hayranlıkla seyrederdim. Ama
geceleri... Geceleri karanlıkta korku içinde oturur, sadece

12
Hyde

gece ortaya çıkan o diğer Brodie'nin' hayaletinin, çetesiyle


birlikte evimize musallat olup hepimizi uykumuzda öldü­
receğini düşünürdüm.
"Çocukken, Brodie'nin Edinburgh'un tarihine kazın­
mış hikâyesi bende bir takıntı haline gelmişti. Gündüz­
leri Edinburgh'un saygın sakinlerinden biri ve geceleri
korkunç bir suçlu... Hep aynı rüyayı görürdüm: Brodie
odama girmiş; üç köşeli bir şapka giymiş, uzun boylu ve
karanlık bir adam... Odanın bir ucundan bana doğru yü­
rümeye başlıyor, yatağımın üzerine eğiliyor, boynunda
kendisini asacak olan celladı kandırmak için taktığı çelik
kolye var. Üzerime eğildiğinde iki Brodie'yi bir arada gö­
rebiliyorum. Yüzünde aynı anda hem cömert ve sıcak bir
gülümseme hem de kötücül ve acımasız bir sırıtış var." Bir
süre duraksadı. "Hâlâ bende biliyor musun? Brodie gar­
dırobundan bahsediyorum. Buraya Skerryvore'a gelirken
onu da getirmiştim. Her neyse, Brodie'nin hayat hikâyesi
beni şimdi bile büyülüyor ve ben de buna benzer bir şey
anlatmak istiyorum kitabımda. Sadece iyi ve kötü hakkın­
da bir hikâye değil, ikisinin aynı kişilik içerisinde bir ara­
da var olduğu, iyi ve kötünün arasındaki zıtlığı ve siyahla
beyazın arasındaki gri alanları anlatan bir roman yazmak
istiyorum. İnsan ruhundaki ikilemleri ve çatışmaları an­
latmayı arzu ediyorum." Yüzünde hafif bir gülümseme
belirdi. "Belki de içimdeki Kelt beni bu takıntılara yönlen­
diriyordu!. Veya belki de bunun nedeni ülkemizin kendi­
sinin de bölünmüş bir kişiliği olmasıdır. İskoçya'nın ikili
yapısı kendisini İskoçya'nın çocuklarında gösteriyor olabi-
* Diyakoz Brodie veya VVilliam Brodie; İskoç bir dolap üreticisidir.
1700lerde yaşayan Brodie'nin gündüzleri başanlı bir marangoz ve
iş adamıyken geceleri çetesiyle birlikte evleri soyduğu, bu ikili haya­
tı hem macera olsun diye hem de çok sevdiği kumardan kopmamak
için tercih ettiği ortaya çıkmıştır, (ç.n.)

13
Craig Rııssell

lir. Kaynağı neresi olursa olsun, insan doğasının ikilemleri


üzerine bir şeyler yazmak beni müthiş cezbediyor." İç çe­
kerek omuzlarını silkti ama üzerine büyük gelen ceketi se­
bebiyle pek belli olmadı. "Çok istememe rağmen hikâyemi
kâğıda dökmeyi bir türlü başaramıyorum."
İri adam bir süre sessiz kaldı. O da bakışlarını denizin
üzerindeki belirsiz bir noktaya sabitlemişti.
"Eğer böyle bir kitap yazmak istiyorsan," dedi sonun­
da, "ben sana yardımcı olacak bir öykü anlatabilirim."
Ve parlak ama pek de iç ısıtmayan Bournemouth giı-
neşi altında Edvvard Hyde, çelimsiz arkadaşı Robert Louis
Stevenson'a hikâyesini anlattı.

14
BİRİNCİ KISIM

<&

ASILAN ADAM
İki yıl Önce
1. BÖLÜM

<&

Başka hiçbir sese benzemeyen bir ses duyuldu.


Tüyler ürperten keskin ses, geceyi tırtıklı bir hançer
gibi yırtınıştı. Ses sanki hem çığlık hem de inlemeydi ama
bir insandan çıkmış gibi de değildi.
Ayın görülmediği gökyüzüne karanlık çökmüş, şehri
adeta ele geçirmişti. Karanlık, tümseklerden geçip çukurla­
rı dolduruyor, kalenin mazgallarından içeri sızıyor, oradan
şehrin en eski sokaklarına yöneliyor, gittikçe uzayan sim­
siyah parmaklarını dar ara sokaklardan geçirerek şehrin
yeni inşa edilmiş bölgelerindeki büyük teraslara ve geniş
ve yüksek pencerelere kadar ulaşıyordu. Ancak gecenin en
karanlık olduğu yer, şehri çevreleyen ve Pentlands'ın zir­
velerinden taze ve saf suyu taşıyan su kanallarıydı. Leith
Nehri bölgesinde su kirlenip köpüklenerek değirmenlerde
dönmeye başlıyordu.
Sesi duyduğunda Nell McCrossan karanlıkta yürüyen
zayıf bir gölgeydi. On dört yaşında olmasına rağmen daha
küçük gözüken cılız bir bedeni vardı; çalıştığı değirmende
ürettikleri un kadar beyaz yüzüne, lambanın zayıf ışığının
oluşturduğu gölgeler düşüyordu.
Nell, korku dolu bir yaradılışa sahipti. Vardiyasına
giderken yürümekten, lamba direklerinin arasındaki ka­
ranlığın kendisini yutmasından, nehirden gelen seslerden
ve karaağaçların arasında sürekli oynaşan gölgelerden

19
Craig Rııssell

korkardı. Kulaklarına pek güvenınemeyi öğrenmişti De


girmendeki aletlerin gök gürlemesini andıran gürültüleri
işitme duyusuna hasar vermişti; özellikle gürültülü değir-
mende çalışırken kulakları sürekli şiddetle çınlar, etrafın­
da sürekli çanlar çalınıyormuş gibi hissederdi. Değirmen­
den çıktıktan sonra da onu adeta kemiklerine kadar sarsan
çınlama bir süre dinmezdi.
Bir kuşak önce, ailesi Kuzey İskoçya'nın dağlık bölge­
lerinden şehre taşınmıştı. Koyun yetiştiriciliğinden daha
fazla para kazanmak için yeşil ve sakin dağlardan ve vadi­
lerden vazgeçmişlerdi. Nell'in tek bildiği dünya ise şehrin
en eski mahallelerindeki kırık dökük evler, dar ve harap ol­
muş sokaklar ile Edinburgh'un kaba, gırtlaktan konuşulan
Sassenach aksanının dünyasıydı. Buna rağmen çocuklu­
ğundan kalan ve kendisine ebeveynlerinin yumuşak Iskoç
Galcesini hatırlatan bambaşka bir dünyaya ait hikâyeler
hâlâ akimdaydı. Dolayısıyla, değirmendeki işine yetişme­
ye çalışırken gölgelerle dolu yolun üzerinde nehirden ve
patikanın hemen yanındaki su kanallarından gelen sesler
ona mitolojik yaratıkları ve her türden kötücül su perileri­
nin hikâyelerini hatırlatıyordu.
Ancak o korkunç sesi duyduğunda tüm diğer korku­
ları, gerçek ya da hayalî çevresini saran tüm diğer sesler ve
gölgeler birden kayboldu. Sadece o korkunç inleme, o ür­
kütücü çığlık etinden içeri girdi ve onu kemiklerine kadar
titretti. Nell içindeki korkuyu bastıramadı ve feci bir çığlık
ile korkusunu geceye yaydı.
Ses yeniden yükseldi; acı ve tiz çığlık su kanallarında
yankılandı, değirmenlerin pervanelerine çarpıp sanki her
yönden aynı anda geliyormuş gibi etrafa yayıldı.
Nell titredi. Gecenin içinde kaybolmuş bir halde bu
korkunç sesi çıkaran şeyi görebilmek için umutsuzca ka-

20
Hyde

ranhğın içine bakınıyor, böylece ne tarafa doğru kaçması


gerektiğini kestirmeye çalışıyordu.
Tekrar! Bir insandan çıkamayacak kadar ürkütücü bir
inleme daha duyuldu.
Nell arkasını döndü ve çılgınlar gibi koşarak kaçma­
ya başladı; lambaların arasındaki karanlığın içinde gözden
kayboldu.
Ve dosdoğru üzerine koştu.
Karanlıkta görünmeyen bir kütle, sanki gölgeler kızın
kaçışını engellemek istemiş de katı bir hal almış gibi ani­
den önüne çıktı. Süratle koştuğu için hemen duramadı ve
dengesini kaybedip yere kapaklandı. Sırtını yağ gibi kay­
ganlaşmış taş döşemelere çarpmıştı. Çarpmanın etkisiyle
nefesi kesildi, acı içindeki ciğerlerine yeniden hava doldu­
rabilmek için umutsuzca nefes almaya çalıştı.
Siyah kütle üzerine doğru eğilmişti, karardık gecenin
içerisinde daha da büyük ve kapkara görünen bu siluet
karşısında çığlık atacak kadar toplayamadı nefesini. Güçlü
eller onu omuzlarından kavrayınca, Neil korkuyla inledi.
Hâlâ çığlık atacak kadar toparlanamamıştı. Onu yakalayan
her ne ise, yüzünü ve şeklini tam olarak göremiyor, insan
dahi olmadığını düşünüyordu.
Kara siluet onu bir yaprak kadar hafifmişçesine çeke­
rek ayağa kaldırdı. Kızı hâlâ omuzlarından tutuyordu ve
Nell bu canavarın hiç zorlanmadan kemiklerini ezip pa­
ramparça edebileceğini hissetti. Canavar onu lambaların
ışığının oluşturduğu ışık huzmelerinden birine sürükler­
ken çaresizdi.
Şimdi lambanın ışığı gölgeler içinde de olsa Nell'in
görebileceği bir yüzü ortaya çıkarmıştı. Nefesi düzelmişti
ama yine de kendini esir alan yaratıktan kurtulmak için bir
çığlık atmak istediğinde başarılı olamadı. Adamın, lamba­

21
Craig Russell

nın ışığında aydınlanan yüzü korku uyandıracak türdend)


Sert, keskin ve acımasız yüz hatları onu yine de yakışıkı,
kılıyor, fakat insanda kaçıp uzaklaşma isteği uyandmyor-
du. Korku! Dehşet! Nell bir canavar veya daha kötüsü şey­
tan tarafından ele geçirildiğini hissetti.
Ama sonra adamı tanıdı. Bu adamın kim olduğunu
çok iyi biliyordu fakat yine de korkusu kolay kolay yatış­
madı.
"İyi misin?" Adamın sesi derin ve yumuşaktı, sanki
kadife gibi... "Yaralandın mı?"
Nell başını iki yana salladı.
"Ses nereden geldi?" diye sordu adam. Nell yine sa­
dece başını sallamakla yetindi. Karşısındaki acımasız su­
ratta parıldayan mavi gözler, onu hipnotize etmiş gibiydi.
"Çığlıktan bahsediyorum, kızım," dedi adam sabırsızca.
"O çığlık ne taraftan geldi?"
"Bilmiyorum, efendim," dedi kız titreyerek. "Sanki
dört bir yandan geliyormuş gibiydi. Ama ilk önce..." Kız
eliyle hemen yanlarındaki su kanalını işaret etti.
"Benim kim olduğumu biliyor musun?" diye sordu
adam. Nell onun yüzüne bir kez daha baktı ve hem taktığı
şapkanın hem de kaim kaşlarının gölgesi alfandaki parlak
gözlerini, geniş ve çıkık elmacık kemiklerini ve güçlü çene­
sini inceledi. Bu yüz sanki taştan daha da sert bir malzeme­
den oyulmuş bir heykel gibiydi. Kız hâlâ korku içindeydi,
başını aşağı yukarı salladı.
"Siz Başkomiser Hyde'siniz efendim."
"Senin adın ne çocuğum?"
"Nell, efendim. Nell McCrossan."
"Değirmende mi çalışıyorsun Nell?"
Nell yine başını sallayarak onayladı.
"Öyleyse hemen koşarak oraya git. Ustabaşma
etrafı
aramak için adama ihtiyacım olduğunu söyle. Bir de Dean
Village Polis Merkezi'ne birini göndererek polis memuru
çağırmasını iste."
Kız ne yanıt verdi ne de hareket etti. Bunun yerine
gözlerini Hyde'ın yüzüne dikmiş, onu incelemeye devam
ediyordu.
"Haydi, şimdi!" dedi Hyde istediğinden daha sert çı­
kan bir ses tonuyla. Kız bu sözlerle hemen değirmene doğ­
ru koşmaya başladı.
Hyde üzerindeki pardösünün cebinden pilli bir fener
çıkardı ve patikayı, etrafındaki ağaçları ve nehri tarayarak
incelemeye başladı. Fenerin ışığı etrafa hayat veriyordu,
su kanallarındaki su kapkara akıyor, ağaçlardaki ve çalı­
lardaki gölgeler lambanın ışığı altmda bir süre aydınlanıp
yeniden kararıyordu. Etrafta ters giden hiçbir şey yokmuş
gibi görünüyordu.
Patikadan çıktı ve nehrin yamacında yürümeye baş­
ladı. Dehşete kapılmış kızın işaret ettiği yöne gitti. Nehir,
siyah bir yılan gibi kıvrılarak Leith'e ve denize doğru uza­
nıyor, gecenin içinde tüm sesler daha fazla duyuluyor­
du. Balemo demiryollarına ait depodaki lokomotiflerden
yüksek, metalik bir ses gelince Hyde dikkat kesildi. Suyun
kenarından yürümeye devam ettiğinde sesler yavaş yavaş
geride kalarak kaybolmaya başladı. Leith Nehri'nin akın-
tılan değirmenlerin çarklarım her zamanki gibi çeviriyor,
sular pervanelerden kuvvetli bir şekilde aşağı boşalıyor­
du. Hyde çağıldayan suyun gürültüsünden bir su bendine
yaklaşmakta olduğunu anladı.
Nehrin kenarındaki dallar ve çalılar yürüyüşünü güç­
leştiriyordu. Bu yüzden bir süreliğine patikaya dönerek
oradan yürümek zorunda kaldı. Su bendinde oluşmuş şe-
lalelin gürleyişi dışında, kendisine birilerinin seslendiği­

23
Craig Rııssell

ni de duymaya başlamıştı. Bunlar değirmenden yardım


gelen adamlar olmalıydı. Gittiği yönü onlara belli eCl
için cebinden polis düdüğünü çıkardı ve düdüğü üç ke,
mümkün olduğunca yüksek bir sesle öttürdü.
Patikada su bendinin bulunduğu yöne doğru yürüme­
ye devam etti. Ancak bu sırada nehirle arasına kalın bir bit­
ki örtüsü girmiş, onu nehirden uzaklaştırmıştı. Çağlayanın
olduğu yere ulaşınca su aniden karardığın içmde kayboldu.
Zamanla paslanmış ve eğilmiş demir bir parmaklık, suyun
neredeyse sekiz metre aşağıya döküldüğü bu tehlikeli yer­
de alınmış tek güvenlik önlemiydi. Gecenin karanlığı ve
çağlayanın sesi, Hyde'ı önündeki manzara haricindeki her
şeye karşı kör ve sağır kılmıştı. Elindeki pilli feneri nehrin
kendi tarafındaki bendi üzerinde gezdirdi, sonra suyun
çağlayanın üzerinde köpürdüğü yerden başlayarak karşı
tarafa göz gezdirmeye başladı.
İşte, tam o anda onu gördü!
Fenerin ışığında sallanıyor, dönüyor, kıvrılıyor ve tıt
riyordu; bu ete benzer, kararmış bir şeydi. İlk başta Hyde
bunun ne olduğunu anlayamadı.
Bir karaağaç dalını suyun üzerinden Hyde'a doğru
uzatmış, adeta soluk renkli meyvesini ona sunuyordu. Bu
dala asılmış şekil her ne ise, Hyde'ın fenerinin kısıtlı ışı­
ğında ayırt etmesi mümkün olmayan bir şeydi. Hyde'ın
kafasını daha da karıştıransa bu şeyin sanki canlıymış gibi
hareket etmesiydi. Sonra görüntü yavaş yavaş anlamlan-
maya başladı. Suyun karşı yakasından uzanan uzun bir
halat ağacın dalma bağlanmış ve ayak bileklerinden bu
halata bağlanan çıplak bir adam tepetaklak bir şekilde
aşağıya şarkıtılmıştı. Hyde fenerini ters duran bu bedene
doğru tutunca, göğsünde büyük bir yara olduğunu fark
etti. Bu derin, adeta çukurlaşmış yaradan gecenin karan

24
Hyde

lığında simsiyah görünen kocaman kan damlaları süzülü­


yor ve adamın boğazına doğru akıyordu. Ancak kafası gö­
rünmüyordu, adamın başı suyun köpürerek çağlayandan
aktığı noktada suyun altına gömülmüştü. Bu görünmeyen
kafanın çağıldayan suyun içinde istemsizce hareket etme­
si yüzünden bütün beden sanki canlıymış gibi kımıldayıp
duruyordu.
Hyde yeniden cebindeki polis düdüğünü çıkardı ve
geldiği yöne doğru dönerek üç kere kısa kısa öttürdü.
Sanki bu düdük seslerine cevap verirmiş gibi yeniden
duyuldu çığlık. Bu aa feryat suyun gürüldeyişinin engel­
leyemeyeceği kadar açık ve seçik bir şekilde duyulmuştu.
Hyde önce düdüğünün yankısını duyduğunu zannetti
ama kısa sürede bu çığlığın, matem dolu bir feryat olduğu­
nu anladı. Etrafında döndüyse de sesin ne taraftan geldi­
ğini saptaması mümkün olmadı. Ancak ne taraftan gelirse
gelsin kesin olan bir şey vardı; bu ses tepetaklak bir ağaç
dalma asılmış ölü bedenden gelmemişti.
Yeniden düdüğünü öttürdü ve bu kez hızla kendisi­
ne doğru gelmekte olan değirmen çalışanlarının bağırış-
lan ona karşılık verdi. Değirmen işçileri Hyde'm yanma
vardığında, kısa bir süre önce patikada kendisine çarpan
genç kızın da onlarla birlikte geldiğini gördü. Kızm yüzü
fenerlerin ışığında hayalet görmüş gibi bembeyazdı. Hyde
adamlara kızı oradan uzaklaştırmalan talimatım verdi, bu
küçük kızm daldan sarkan korkunç cesedi görmesine ge­
rek yoktu.
"Tekrar duydunuz mu efendim?" diye sordu kız Hy­
de'a. "O, bean nighe."'
"Kim?"
* Bean nighe: Iskoç mitolojisinde yer alan ve Kelt dilinde çamaşır yı­
kayan kadın anlamına gelen bir doğaüstü varlıktır. Öteki dünyanın
habercisi ve bir ölüm alameti olarak görülen bir çeşit peridir. (ç.n.)

25
Craig Rııssell

"Bean nighe." Nell'in sesi, nesiller öncesinden gelip


adeta içine işlemiş büyük bir korkuyla titriyordu. "Çama
şıra kadın... Suyun kenarında ağıt yakar, ağlayıp inleyip
durur,"
"Sen neden bahsediyorsun?" diye sordu Hyde.
"Bean nighe, diğer dünyadan gelir ve yakında ölecek
olanların çamaşırlarını yıkarken bir taraftan da ağlayıp
ağıt yakar." Sesindeki titreme sanki tüm vücuduna bulaş­
mış gibiydi, küçük kız baştan ayağa titriyordu. "Duydu­
ğumuz çığlık ona aitti. Bean nighe'ye. O bir ban-sith'tir. Yani
perilerden biri anlayacağınız."
Hyde başıyla onayladı. "Şimdi anlıyorum seni. Ama
bana güven Nell, duyduğumuz çığlık bu dünyaya ait bir
yaratıktan geliyordu."
Adamlardan birine döndü. "Kız şok geçiriyor. Onu
değirmene geri götürün ve binlerinin onunla ilgilenmesini
sağlayın"
Kuzey İskoçyalı kız gittikten sonra Hyde, adamları ar­
kasına alıp suyun üzerindeki en yakın köprüden geçti ve
karşı yakada çıplak adamın asılı olduğu ağacın önüne iler­
ledi. Bir an hepsi sessiz kaldı, hiç kimse konuşamadı. Bu,
vahşi bir katliamı gören herkesin ilk tepkisi olurdu. Hyde
artık cesedi daha iyi görebiliyordu ancak adamın kafası ve
yüzü hâlâ nehrin sularının altında gizlenmişti. Göğüsteki
yara adeta açılmış bir ağız gibi derin ve genişti. Birileri bu
adamın kalbini söküp çıkarmıştı.
"Cinayete kurban gitmiş," dedi Hyde'ın omzunun
üzerinden bakan değirmen işçilerinden biri.
"Daha fazlası gelmiş başına," dedi bir diğeri. "Üç kere
katledilmiş bu adam."
Hyde sorgulayan bakışlarını adama çevirdi.

26
Hyde

"Asılmış, kalbi sökülmüş ve boğulmuş,.." diye açıkla­


dı adam. "Birine bunu neden yaparlar ki?"
"Bana bir sopa gibi bir şey verin. Üzerinde bir kanca
olursa iyi olur," dedi Hyde. "Cesedi nehrin kenarına çek­
mek istiyorum."
Değirmen çalışanlarından biri değirmene koşup işe
yarayacak bir alet getirmeye gönüllü oldu.
Diğerleriyle birlikte beklerken Başkomiser Edvvard
Henry Hyde, yani Edinburgh Polis Teşkilatı dedektifleri­
nin amiri, aklından geçen iki düşünceden dolayı çok ra­
hatsızdı. Bu düşüncelerden ilki, bu dehşet verici cinayet
mahallinde olmasının tek nedeninin şans veya tesadüf ol­
masıydı ve ne kadar çabalarsa çabalasın neden bu civarda
olduğunu ya da buraya neden geldiğini bir türlü hatırlaya­
mıyordu. Üstelik burası hiç de geçmeye alışkın olduğu bir
yer değildi.
Kafasını kurcalayan ikinci şeyse, çok genç yaştaki de­
ğirmen işçisi kızm hâlâ çok eskilerde kalmış kuzeye dair
mitler ve efsanelerden bu kadar etkileniyor olmasıydı.
Ölümü haber veren bir perinin, bir ban-sith'm sesini duy­
duğuna inanan kızın dehşeti çok büyük ve içtendi.
Bir banshee...
*

İrlanda ve İskoçya mitolojilerinde ölüm perilerine verilen genel ad.


(ç.n.)

27
2. BÖLÜM

Doktor Samuel Porteous çalışma odasında ateşin bas>


na oturmuş, Edward Hyde'ı bekliyordu.
Orta boylu, enerjik ve yakışıklı bir adam olan Porte­
ous'un neredeyse çocuksu denilebilecek yüzü, onun kırk
yedi yaşında olduğu ve tıp alanında tam yirmi bir yıldır ça­
lıştığı gerçeğiyle tezat oluşturuyordu. Gösterişli bir adam­
dı, özellikle kestane rengi saçlan ile zümrüt yeşili gözleri
ona çarpıcı bir görünüm veriyordu. Bu etkileyici görünü­
mü, resim sanatı vasıtasıyla cisimleşerek şöminenin üze­
rine asılmış bir portrede kendini göstermekteydi. Ancak
şimdilerde, yani tablonun yapılışının üzerinden beş sene
geçtikten sonra Porteous böyle bir resim yaptırdığı için
pişmanlık duyuyor, portredeki adamın asla solmayacak
gençliğini ve yıllara meydan okuyacak görünümünü kıs­
kanıyordu.
Samuel Porteous'un aile kökeni meslektaşlarının ço­
ğuna kıyasla fazlasıyla mütevazıydı. Bu durum onun sos­
yal hayatındaki Özgüvenini etkiliyor, bunu telafi etmek için
İskoç Presbiteryen topluluğunun gerektirmediği kadar şık
kıyafetler diktirmesine neden oluyordu.
Bununla birlikte, ona asla özgüven sorunları yaratma­
yan en önemli özelliği entelektüel yeteneklerinin zengin­
liğiydi. Edinburgh Üniversitesi'nde tıp öğrenimine başla­
dığı ilk seneden bu yana Porteous, tıp ve bilim alanında
Hyde

yükselen bir yıldız olarak nitelendirilmeye başlamıştı.


Edinburgh gibi tıbbi gelişmelerin tüm dünyadaki başkenti
olarak adlandırılabilecek bir şehirde böyle övgülere layık
görülmek mesleğinde yükselme hırsını dizginlemesine ge­
rek olmadığı anlamına geliyordu. Ve Doktor Samuel Porte­
ous fazlasıyla hırslı bir adamdı. Kariyeri boyunca, alanında
öncü bir nöropsikiyatri uzmanı olarak ün yapmıştı. Son iki
yıldır ise çok yeni bilim dalları olan psikofizyoloji ve psi­
koloji alanlarıyla gitgide daha çok ilgilenmeye başlamıştı.
Modem psikiyatrinin çözülememiş birçok bilmecesine bu
yeni dallarla cevap bulunabileceğine emindi.
Porteous'un esas kliniği Craiglockhard Hidropati
Hastanesi'nin akıl hastalıkları kanadındaydı. Ama yalan­
lardaki özel Craig House Akıl Hastanesi'nde de çalışıyor,
ayrıca New Town'daki danışmanlık ofisinde de hasta ka­
bul ediyordu. Bunlara ilaveten kendi evinde, danışmanlık
saatlerini önemsemeden gördüğü iki hasta da vardı ve sa­
dece o iki hasta bu ayrıcalıktan faydalanabilirdi. Bu iki va­
kanın, doktoru gizlilik içinde görmelerine neden olan ken­
di özel ve birbirinden çok farklı nedenleri vardı. Tedavileri
sır gibi saklanmak zorundaydı. Bu iki hasta birbirinden de
habersizdi. İkisinin farkında olmadığı bir diğer gerçek de
kişiliklerinin tamamen zıt oluşu ama buna rağmen Porteo­
us'un gözüne, mantığa aykırı da olsa, bir elmanın iki yansı
gibi görünmeleriydi.
Porteous bu son derece gizli ziyaretçilerle ilgili hiçbir
resmî dosya tutmazdı. Onlarla ilgili izlenimlerini ve uygu­
ladığı tedavileri kendi kişisel günlüğüne kaydeder, günlü­
ğü de çalışma odasında kilit altında tutardı. Bu vakaların
sırlarını kendi özel sebepleri nedeniyle saklıyordu çünkü
ona alanında öncü olacağı araştırmalar yapmak için bir fır­
sat sağlıyorlardı. Büyük bir keşif yapmak üzere olduğunu

29
Craig Russell

hissediyordu, tabii çok daha büyük bir itibar da kend’ ' ■


bekliyordu. ’SU'1
Tüm bunlara ek olarak, Doktor Samuel Porteous'un
kendine ait sırları da mevcuttu. Medikal aletlerinin bulun­
duğu dolabın içinde açılmamış iki doz bileşim, bedenin­
deki semptomlar uyanırsa görevlerini yapsın diye hazırda
bekliyordu. Ancak şimdilik bu korkuyu erteleyebilirdi; bu
konu başka bir zaman kendisini zorlayacaktı ve bu zama­
nın mümkün olduğunca geç geleceğini umut ediyordu.
Bu çok gizli iki vakadan biri Porteous'un bir arkada­
şı olan Edıvard Hyde'dı. Bu akşam beklediği kişi de işte
oydu.
Hyde, Porteous'u şaşkına çeviren, kafasını allak bul­
lak eden bir vakaydı. Doktor bu adamın neden böyle tuhaf
olduğunu, üstelik her karşılaşmalarında neden onu ilk kez
görüyormuşçasına huzursuz hissettiğini bir türlü çözemi­
yordu. Porteous'un günlüğüne de yazdığı gibi Hyde, uzun
boylu bir adam olmasa da kesinlikle heybetli görünüyor­
du. Bedeni fazlasıyla genişti ama istisnai değildi ve yere
düşen gölgesi bile etrafa kasvet yayıyordu. Porteous, Hy­
de'm bedeninde bir orantısızlık olduğunu düşünüyordu;
sanki kafası normalden daha büyükmüş, kolları olması
gerekenden biraz daha uzunmuş, omuzları fazla genişmiş
gibiydi.
Edward Hyde'm görünüşü sanki insani seviyeyi geç­
mişti, Danvin'in evrim teorisindeki kayıp bir halkanın
ipuçlarını yansıtıyor gibiydi. Hyde'la ilgili bu düşünceleri,
onu iyice ölçüp biçtiği için edinmemişti, sadece öyle sezi­
yordu.
Aynca Hyde çirkin bir adam da değildi; hatta karan­
lık bir çekiciliği olduğu söylenebilirdi. Ancak ondan uzak
durmanız gerektiğini hissettiren şeytani bir görünüşü o)

30
Hyde

duğu da kesindi. Davranışları da tuhaftı, çok az konuşur­


du, yüzünde nadiren ifade oluşur, jest ve mimiklerini çok
az kullanırdı. Sakin yapısı da endişe vericiydi, sanki çok
daha ekstrem bir şeylerin üzerine perde çekiyordu. Öyle
ki Hyde'ın o derin sakinliği her an büyük bir patlama ile
daha da büyük bir vahşete dönüşebilirmiş gibiydi.
Ne var ki Doktor Porteous'un bütün bu izlenimleri,
Hydela konuşmaya başladığı anda mantıksız görünür,
hatta tamamen kaybolurdu. Porteous açısından acı gerçek,
hekimin Başkomiser Edward Flenry Hyde'dan daha iyi ve
daha düzgün bir adam tanımamış olmasıydı. Porteous'un
bu adamla ilgili olarak öğrendiği tüm bilgiler, onun hak­
sızlığa uğrayan ve incinen insanlara karşı son derece has­
sas bir kalbe sahip olduğu yönündeydi. Hyde ayrıca asla
ilkel bir adam değildi, tam tersine fazlasıyla sofistike ve
Öğrenmeyi çok seven bir centilmendi.
Porteous arkadaşında, bir çeşit epilepsi olduğunu teş­
his etmişti. Bu hastalık üstleri tarafından öğrenilse Hyde,
Edinburgh Şehri Polis Teşkilatındaki görevini kaybedebi­
lirdi. Bu sebeple doktor, Hyde'a sırrını saklayacağına dair
söz vermişti ama gerçekte Porteous'un sessiz kalmasının
hiç de asil sayılamayacak başka sebepleri vardı. Arkadaşı
gerçeklikten koptuğu tuhaf anlar yaşıyor, özellikle gecele­
ri yaşadığı nöbetlerde daha da tuhaf ve halüsinasyonları
andıran rüyalar görüyordu. Bu hastalık, hırslı psikiyatriste
insan bilinciyle alakalı daha önce keşfedilmemiş alanlara
girme fırsatı sunuyordu.
Porteous, Başkomiser Edvvard Henry Hyde'ın tuhaf­
lıklarla dolu diğer dünyasından öğrenebileceği çok şey ol­
duğunun farkındaydı.
***
Pencerelerdeki güruşığı kayboldu ve gece çökmeye

31
Craig Rııssell

başladı. Doktor Samuel Porteous çalışma odasındaki kalın


kadife perdeleri çekerek kapattı. Şöminede hazır bekleyen
odunları tutuşturmak için bir kibrit yaktı ve sonra otura­
rak alevlerin yavaş yavaş canlanmasını izledi. Ve tüm bu
zaman boyunca kendisine, evine gelmekte olan kişinin bir
arkadaşı olduğunu, gecenin karanlığından daha da karan­
lık ve ürkütücü biri olmadığım hatırlatmak zorunda kaldı.

32
3. BÖLÜM

<&

Hyde doktorun evine vardığında hava tamamen ka­


rarmıştı. Ve Porteous onu gördüğü ilk anda, bir kez daha
arkadaşı ve aynı zamanda hastası olan bu adamın berabe­
rinde karanlık bir şeyler getirdiğini hissetti.
Aralarında anlaştıkları ve âdet haline geldiği üzere
Porteous bahçeden çalışma odasına açılan kapının üze­
rindeki lambayı iyice kıstı, böylece hizmetçilerden hiçbiri
Flyde'm içeri girdiğini göremeyecekti. Evdeki çalışanların
hepsi elbette ki Hyde'ı düzenlenen sosyal etkinlikler sebe­
biyle tanıyordu. Evdeki bu etkinliklere Hyde, diğer konuk­
lar gibi caddeye açılan ana kapıdan girip çıkardı. Ve tabii
doğal olarak başkomiserin görünüşü, onun rastladığı her­
kes tarafından kolayca fark edilip hatırlanmasını sağlıyor­
du. Ancak bu akşamki gibi gizli ziyaretler, genellikle Hyde
tam olarak kendinde değilken, özellikle kötü bir nöbetten
sonra ve psikiyatristinden başka kimsenin yanında olmak
istemediği zamanlarda gerçekleşirdi.
Porteous'un kış bahçesinden çalışma odasına çevirdi­
ği bu oda, her ikisi için de gizli ve güvenli bir yerdi. Evin
kahyası Bayan Wilson'dan başka hiçbir çalışanın bu odaya
girmesine izin verilmezdi. O da sadece Porteous'tan izin
aldıktan sonra, haftada bir odayı temizler ve toparlardı.
Doktora vardığında Hyde tedirgindi. Porteous onun
yine o canlı ve çok gerçekçi rüyalarından birini gördüğü­

33
Cnıi# R ussan

nü ve rahatsızlığını paylaşmak için kendisine gekli&i


düşündü. Bu rüyalar Hyde'ı öyle çok etkiliyordu ki erC'
sabah bile akimdan çıkmıyor ve işine yoğunlaşmasına en
gel teşkil ediyordu. Kâbuslarındaki bu diğer dünya Hyde')
çok rahatsız ediyordu, hem de psikiyalristi bu rüyaların
epilepsiden kaynaklandığını ve endişelenmemesini söyle­
mesine rağmen. Doktor bunların uykuda geçirdiği nöbet­
ler olduğunu söylemişti ona.
Ancak bu akşam Hyde'm tüm bunlardan başka endi­
şeleri vardı.
"Dün gece bir cinayet mahallindeydim," diyerek an­
latmaya başladı Hyde. "Hatta cinayet mahallini bulan kişi
bendim." Sanki kapkaranlık bir gölge gibi şöminenin ba­
şındaki deri koltuğa oturmuştu, ciddi bakışlarla alevleri
izlerken ruh hali de görünüşü gibi karanlıktı. Alevlerin
arasında bir çözüm arıyormuş gibi, gözlerini oradan ayır­
mıyordu. Şömine ateşi bu sert ama çekici adamın yüzüne
olduğundan daha katı bir yüz ifadesi veriyordu. Porteous
bu görüntü yüzünden elinde olmadan yine huzursuzluk,
hissetti.
"Kurbanı sen mi buldun?" diye sordu psikiyatrisi.
"Evet, ben buldum. Duyduğum o..." Hyde bir süre
duraksayarak doğru kelimeyi bulmaya çalıştı, "çığlıklar...
Çığlıklar beni kurbana yönlendirdi."
"Peki, katili yakaladınız mı?" diye sordu Porteous.
"Kurbanın çığlıklarını duyduysan olay sırasında cinayet
mahalline yakındın demek ki."
"Duyduğum çığlıklar kurbana ait değildi." Hyde duy­
duğu hayal kırıklığını saklamadan başını iki yana salladı
"Bunu anlatmanın kolay bir yolu yok... Ama soruna ya­
nıt vermek gerekirse, hayır, katilin izine rastlayamadık Ve
beni endişelendiren şey de işte bu."

34
Hyde

"Anlayamadım."
"Söylediğim gibi, kurbandan arta kalanları ilk ben
buldum. Cinayeti ben ortaya çıkardım. Ben, yani cinayet­
leri çözmekle görevli bir dedektif, nasıl olduysa bir cinayet
mahallinin o kadar yakınındaydım."
"Ama bu seni neden endişelendiriyor?"
Hyde öne doğru eğildi, dirseklerini dizlerine dayayın­
ca geniş omuzları çöktü. "Yine zamanda kayboldum." De­
rin bir iç çekti. "Oraya beni götüren olayları ve eylemlerimi
hatırlayamıyorum, sanki kaybolmuş gibiler. Nasıl olup da
oraya gittiğimle ilgili hiçbir fikrim, hiçbir anım yok. İstas­
yondan çıktıktan kısa bir süre sonra zamanın izini kaybet­
tim ve duyularımı ancak bir cinayet mahalline vardığımda
geri kazanabildim."
"Ah," dedi Porteous. "Anlıyorum. Peki, bu durumu
üstlerine bildirdin mi?"
"Bu konuda senden başka hiç kimseyle konuşma­
dım," dedi Hyde. "En azından şimdilik. Ama herhalde
şimdi seni neden bu kadar çok görmek istediğimi anlamış-
sındır. Nöbet geçirdiğimde çoğu kez zamanı sadece birkaç
dakikalığına kaybediyordum. Ancak bu kez bir saatten
uzun sürdü... Üstelik bu kez ortada bir cinayet var. Cinayet
mahallinin yakınındaydım ve ne yaparsam yapayım oraya
nasıl gittiğimi hatırlayamıyorum. Neler yaptığımı hatırla­
yamıyorum."
Porteous sandalyesinden kalkarak şöminenin başında
dikilmeye başladı. Dirseğini şöminenin üzerindeki rafa da­
yadı. Cebinden bir paket çıkarak içinden ince bir puro aldı
ve yaktı. Arkadaşının, diğer tüm bağımlılıklar gibi sigara
tiryakiliğini de küçümsediğini bildiğinden ona ikram et­
medi.
"Bu cinayetle, yani cinayetin işlenmesiyle bir ilgin

35
Cnıig Russell

olabileceğini mi düşünüyorsun?" deyiverdi inanmayarak


"Bu resmen saçmalık. Ben bir cinayet işleme kapasitesine
ne kadar sahipsem sen de ancak o kadar sahipsin."
"Bundan nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" Hyde'ın
ses tonunda umutsuzluk vardı. "Şu son iki senedir tartıştı­
ğımız şeyleri bir düşünsene. Rüyalarınım ne kadar çılgınca
olduğunu... Zihnimin ne kadar anormal bir durumda ol­
duğunu..."
"Edvvard, bunları birçok kez konuştuk. Senin zihnin­
de bir anormallik yok. Sen bir akıl hastası değilsin, senin
hastalığın nörolojik bir bozukluktan kaynaklanıyor. Sen
epilepsi hastasısın, başka bir şeyin yok. Senin vakanda
epilepsi, 'kayıp zaman' adını verdiğin nöbetleri yaşamana
sebep oluyor. Bizse buna status epileptikus diyoruz. Bir de
geceleri ortaya çıkan çok güçlü halüsinasyonlar yaşıyorsun
ki bunu da sana sık sık açıkladım. Bunlar sadece ve sadece
birer rüya. Zaten hepimizin rüyalarında çılgınlıklar vardır.
Rüyalar zihinlerimizin en derin ve karanlık köşelerinden
çıkıp gelir."
"Ama benimki gibi rüyalar değil," dedi Hyde.
Porteous başıyla onayladı ve şöminedeki alevleri sey­
retmeye başladı. Alevler gözbebeklerinde yakut gibi par­
lıyordu. Aslında uykuda bir nöbet geçirerek, gerçeklikten
ayırt edilemeyecek kadar cardı rüyalar görmenin nasıl bir
şey olduğunu anlamakta o da güçlük çekiyordu. Uyuyan
bir beyinde meydana gelen bir elektrik fırtınası imkânsız,
hatta korkunç ama bir o kadar da inandıncı evrenler yara­
tıyordu.
"Beni dinle Edward..." Doktor ince purosundan bir
nefes alıp üfledi ve odayı puro kokusu sardı. "Sağlık ala­
lımda yepyeni bir çağa girdik. Artık status epileptikus'un
mekaniğini her geçen gün daha iyi anlamaya başladık.

36
Hyde

Sana yemin ediyorum ki katil uyurgezerler ya da epilepsi


hastası katil ruhlu manyaklar sadece ucuz romanlarda ve
düşük kalitedeki kurgu kitaplarda bulunur. Gerçekte böy­
le şeyler olmaz."
"Tabii eğer nöbetlerimin sebebi gerçekten de epilepsi
ise," dedi Hyde zayıf bir ses tonuyla karşı çıkarak.
"Sen epilepsi hastasısm Edvvard, bundan şüphen ol­
masın. Bizler artık hafıza kaybının doğasını anlayabiliyo­
ruz, hastayı gerçeklikten nasıl kopardığını biliyoruz. Bana
inan; yaşadığın nöbetler sırasında bilinçli ya da bilinçsiz
hiçbir gaye, hiçbir amaç yerine getirilemez, irade devre
dışı kalır."
"Ancak beni o cinayet mahalline götürecek kadar ira­
dem kalmış olmalı, öyle değil mi?" diyerek fikrinde ısrar
etti Hyde. "Hatırladığım son konumdan neredeyse dört
kilometre uzağa..."
"Bunu senin iraden yapmadı," diye karşı çıktı Porte­
ous. "Orada olan şey otomatizm, yani bilinç kontrolü ol­
madan, bir makine gibi hareket etmek. Nöbet sırasında sa­
dece en basit, en otomatik fonksiyonlar yerine getirilebilir.
Bilinçli ve amacı olan hiçbir hareketi, bir nöbet sırasında
gerçekleştirmen mümkün değil."
"Peki ya o anda sözü geçen irade bana ait değilse?"
Hyde'm kafası karışıktı, adeta içini kurcalayan bir düşün­
ceyi kafasında toparlayıp ifade etmekte güçlük çekiyor
gibiydi. "Ya oraya başkası tarafından yönlendirilmişsem?
Ya biri oraya gitme fikrini aklıma daha önceden yerleştir-
diyse? Demek istediğim, nöbet geçirirken bu fikri aklıma
binleri sokmuşsa?"
"Tekrar söylüyorum Edvvard, bunlar uyduruk ro­
manlarda veya arkasında bir parça bile bilim olmayan si­
hirbazlık gösterilerinde bulunabilecek şeyler. Hiç kimse,

37
Craig Rııssell

bilinçliyken yapmayacağı bir şeyleri yapmaya, bilinçsiz


halde bile olsa ikna edilemez. Epilepsi alanının önde gelen
isimlerinden biri olan John Hııghlings Jackson, nöbetler sı­
rasında girdiğin bilinçdışı duruma bir isim verdi: 'diğer ta­
raf'. Bu da artık bilincinin bu dünyada olmadığı anlamına
geliyor. Bu esnada burada iyi veya kötü bir şeyler yapman
mümkün değil."
"Yine de kendimi neden henüz kimsenin fark etmedi­
ği bir cinayetin işlendiği yere bu kadar yakın bir noktada
bulduğumu anlayamıyorum," dedi Hyde düşünceli bir şe­
kilde. "Bu kadarı tesadüf olamaz gibi geliyor."
"Belki de tesadüf değildir. Kayıp anlarının hepsi sade­
ce nöbetten veya otomatizmden oluşmak zorunda değil,
dedi Porteous. "Bir nöbetten önceki olayları, sonrasında
oluşan amnezi sebebiyle hatırlamıyor olabilirsin. Şöyle ki,
nöbetten önce tam olarak kendindeydin, her şey normaldi
ama şimdi, o sırada yaşadıklarından bir kısmını hatırlamı­
yor olabilirsin. Nöbet geçirmeden hemen önce, edindiğin
bir bilgi veya akima gelen bir şey sebebiyle oraya gitmeye
karar vermiş olabilirsin."
"Ve şimdi bu anı artık yok, öyle mi? Tamamen kaybol­
du?"
"Belki de öyle değildir. Zihnin nasıl çalıştığına dair
sürekli yeni keşifler yapıyonız. Bu hastalığa tek boyutlu
bakmamak lazım, birçok katmam olan bir şeyden bahse­
diyoruz." Porteous bir süre duraksadı, purosunun kala­
nını şöminenin ateşine atb ve şömine rafının üzerine asılı
portresine şöyle bir baktı. "Bunun bir tablo gibi olduğunu
düşün. En altta, bir zamanlar çıplak olan tuval var. Ama
en sonunda gördüğümüz resim, kusursuz olarak yerleşti­
rilmedi oraya. Hatalar yapıldı, değişiklikler ve çizgilerde

38
Hyde

düzeltmeler yapıldı, renkler değiştirildi. Ve bütün bun­


lar en sonunda sunulan resmin altına saklandı. İtalyanlar
buna 'pentımenti' adını verir, sanatçının düşüncelerinde
yer alan üst üste katmanı, üzerinde defalarca çalıştığı ve
hatta bazen kendisinin bile unuttuğu farklı tabakaları an­
latır. İnsan zihni de aynı bunun gibidir. Boş tuval, tabuta
rasa yani bebeğin henüz hiçbir şeyden etkilenmemiş beyni­
dir. Bu beyne katman katman deneyimler, duygular, anı­
lar eklenir. Olaylar ve kişiler detaylı bir şekilde kaydedilir
ama sonra üzerlerine başka boyalar sürülür. Bu şekilleri
artık göremeyiz ama bu hâlâ orda olmadıkları anlamına
gelmez. Eğer dikkatlice bakarsak çizgilerini fark etmemiz
mümkün olabilir. Hatta belki de nazik bir şekilde üzerin­
deki katmanlardan bir kısmını kaldırmak bile olasıdır."
"Öyleyse, nöbet öncesine dair anılarımın hâlâ beynim­
de olabileceğini mi düşünüyorsun? Zihnimin daha derin
bir katmanmda yani. Peki onları nasıl geri kazanırım?"
"Bu anıları geri getirebilir misin bilmiyorum. Burada,
Edinburgh'ta James Braid'in de uyguladığı, alanında öncü
bazı hipnoz metotları var. Bu metotla bilinçaltına ulaşıla­
bildiği düşünülüyor. Sevgili Edvvard, sen hem doğan ge­
reği hem de mesleki olarak bir araştırmacı, bir dedektifsin.
Belki de sorularına yanıt bulmanın en iyi yolu bu olabilir.
Sana kendi ayak izlerini, nöbet öncesinde hatırladığın en
son noktadan itibaren takip etmeni öneririm. Hatta belki
de cevaplar çoktan gözünün önüne serilmiştir."
"Anlayamadım..."
"Senin şu diğer dünyanda Edvvard. Rüyalarında."
X- X- *

Hyde orada bir saat kadar kaldı. Sohbet ettiler, Porte­


ous Porto şarabı içti, üst üste puro tüttürdü. Sanki iki arka­
daş keyifli zaman geçirmek için buluşmuş gibiydi. Ancak

39
Craig Russcll

Porteous, Hyde'ın ruh halinin pek düzelmediğinin de faı.


kındaydı.
Hyde oradan ayrılmadan önce Porteous ona her za­
manki gibi reçetesindeki ilacı verdi. Geçirdiği bu son nr>
bet, hastasını o kadar çok rahatsız etmişti ki doktor ilacın
formülünde bir değişiklik yapmayı uygun gördü, lecrü
beli bir dedektif olan Hyde'm, kendisine verdiği karışımın
içinde ne olduğunu merak etmesi hiç işine gelmezdi.
Hyde çalışma odasının kapısından bahçeye çıkıp ge­
cenin diğer gölgelerine karıştığında saat neredeyse on iki
olmuştu. Arkadaşı ve hastası olan bu adam uzaklaşırken
Porteous kanşık duygular içindeydi. Acı, merhamet, endi­
şe ve hatta suçluluk gibi duygular...
Ve bir de rahatlama...

40
4. BÖLÜM

Dışarıda şafak sökmekteydi. Edvvard Hyde ise perde­


leri kapalı odada sessiz ve hareketsiz yatıyor, uyku ve uya­
nıklık evrenleri arasında gidip geliyordu. O gece de rüya
görmüştü ama sadece diğer insanların gördüğü türde rü­
yalardı bunlar, geceleri gelen nöbetlerde gördüğü sürekli
değişen halüsinasyonlardan değildi. Bu rüyalar kapalı göz
kapaklarının ardında, zamanı değiştirmeden devam etti.
Rüyasında kendini genç ve tasasızken gördü. Işıltılı ergen­
lik dönemi, yaz sonlarının capcanlı altın ve yeşil renge bo­
yanmış akşamları, annesi ve geceleri onu yatırırken anlat­
tığı masallarda yer alan şeytani kötü adamlar ve fantastik
canavarlar; hepsi o akşamki rüyalarına girdi.
Uyanmadan hemen önceki o tatlı yarı uyku anında
rüyası biraz daha uzadı. Hyde o sırada ne uyuyordu ne
de uyanık sayılırdı. Ve bir şey, bir süre daha devam etti:
Uzun zamandır unutulan ama uzak bir geçmişi anımsatan
bir koku gibi havada asılı kalmış bir histi bu. Çok uzun
zamandır hissetmediği bir duyguydu; Hyde o kısacık anda
gerçekten mutluydu.
Çoktan uyanmış olan dünya onu rüyadan çekip çıkar­
dı; kapalı perdelerin ardından hiç de hoş olmayan toynak­
lardaki nalların çıkardığı demir sesi ve araba tekerlekleri­
nin gürültüleri Northumberland Caddesi'nden taşıp içeri
doldu ve onu tamamen uyandırdı. Ve bu uyanıklık hali

41
Craig Russell

başkalaşımı da beraberinde getirdi: Rüyadaki mutlu vetd


sasız çocuğun görünüşü ve cüssesi değişti, ağır ve sert b,
forma bürünerek Hyde'a dönüştü.
Günün yavaş yavaş canlanışını dinledi; dışarıda^
daha fazla tekerlek sesi gelmeye, aşağıdaki kaldıranlarda
konuşan insanların sesleri duyulmaya başladı. Duman gri­
si şehir, duman grisi bir güne başlıyordu yine. Rüyasın­
da gördükleri yavaşça silinirken gözünün önüne iki gece
önceye ait görüntünün anıları gelmeye başladı. Kafası ve
elleri Leith Nehri'nin kumlu akıntılarına karışan, asılmış
adam. Kuşkusuz zır deli bir katilden çıkan ve insani olma­
yan o dehşet verici çığlık... Bir insanın diğerine bu kadar
korkunç şeyler yapabilmesi içm kesmlikle zır deli olması
gerekirdi.
Ancak o sırada daha eski bazı aralar da zihnine üşü­
şerek onu huzursuz etti. Uzak bir yerde, çok eskiden İm­
paratorluk adına gerçekleştirilen ve delilikle hiçbir alakası
olmayan, günışığı altında kimseden çeküımeden gerçek­
leştirilen zalimlikler... Görevine sonuna kadar sadık bir
adamın anılan... Ve Canavar lakabını hak ederek almış bir
adam... Yara canavar...
O zamanlar dünya daha farklı bir yerdi ve Hyde da
bambaşka bir adamdı.
Hyde her zamankinden erken kalktı. O sabahki rande­
vusunu hatırlayınca içi daha da karardı. Şehrin merkezin­
deki büyük ve geniş evinin büyük bölümü boştu, kullanıl­
mayan odalar, adeta evin mukimiran ruh halini yansıtıyor­
du. Hyde her sabah olduğu gibi yıkanıp giyindi. Mesleği
icabı olmasa da ait olduğu sosyal sınıftan dolayı bir uşağı
olması gerekirdi. Ancak Hyde mahremiyetine o kadar çok
önem veriyordu ki evinde sürekli bir çalışan bulundurmu­
yordu. Geçirdiği nöbetleri gören birinin kafasının kan^

42
Hyde

cağını, hatta belki de başkalarına haber vereceğini tahmin


ediyordu. Eğer biri görür de başkalarına anlatırsa, Hyde'ın
başkomiser olarak görev yapmaya uygun olup olmadığı
tartışmaya açılabilirdi.
Bu sebeple Edvvard Hyde, bizzat kendi uşağı ve kendi
kahyası olarak işlerini idare ediyordu. Kendi yemek masa­
sını kendi kuruyor, şöminenin ateşini yine kendi yakıyor­
du. Kahvaltısını kendi hazırlıyor ve tam bir sessizlik içinde
yiyordu. Sabahın erken saatleri, hiç değişmeyen ritüellerini
dış dünyadan uzakta ve gizlilik içinde gerçekleştirdiği za­
manlardı. Güne hazırlanırken sistematik bir şekilde hare­
ket eder, zilini detaylarla dolu olurdu. Ama bazen hayatını
bir bıçak gibi kesen yalnızlığı hakkında hiç düşünmezdi.
Hazırlandığı iş günü için, siyah üç düğmeli bir ceketi
olan takım elbise ile gri bir ipek yelek giydi. Kravatını mo­
daya uygun ve modem bir şekilde bağladı, Princes Cad­
desindeki Lockvvood's mağazasından aldığı siyah kabanı
da bunların üzerine giydi. Kabanın geniş kesiminin omuz­
larının tuhaf genişliğini saklamasmı ve başına geçirdiği
koyu gri fötr şapkanın da yüz hatlarını gölgede bu-akma-
sını umuyordu. Son olarak, kaim parmaklarını el yapımı
domuz derisi eldivenlere geçirdi.
Sabahın bu kadar erken bir saati olmasaydı veya şık
kıyafetlerin alfandaki siluet bu kadar iriyarı ve güçlü gö-
rünmeseydi, Başkomiser Edvvard Henry Hyde'm işine git­
mek üzere olan Edinburgh'lu bankacı ya da fmansçıların-
dan biri olduğu sanılabilirdi. Ancak Hyde'm o sabah yap­
ması gereken işler çok daha karanlık mahiyetteydi.
Sabah gitgide aydmlanırken at arabası onu dışarıda
bekliyordu. On binden fazla şömineden çıkan dumanlar
evlerin bacalarından tütüyor, soğuk ama durgun havaya
karışıyordu.

43
Craig Rııssell

"Günaydın, Başkomiser Hyde," dedi polis arabasın,,


önünde oturan sürücü. "Sanırım bu sabah merkeze ei J
yoruz, öyle değil mi?"
"Günaydın, Mackinley," dedi Hyde. "Hayır, henüz
gitmiyoruz. Öncesinde gitmem gereken iki randevu var..,"
Hyde ilk randevusunun adresini verince sürücü ciddi
bir ifadeyle başını salladı ve "Elbette efendim," dedi.
***
Burası tezat oluşturacak şekilde aydınlık, ışık dolu bir
yerdi.
Beyaz oda...
Duvarlar kireçle badana edilmişti ve odadaki tüm ah­
şap unsurlar, kapılar, duvarın yanındaki küçük masa, ta­
vandaki pencerelerin pervazları ve diğer her şey beyaza
boyanmıştı. Odanın duvarlarında pencere yoktu, ancak ta­
vandaki geniş pencereler odayı günışığı ile dolduruyordu.
Bu oda aynı zamanda sessizlik odasıydı. Parmaklık­
ların ardmdaki Hyde ve diğer altı adam, tam bir sessizlik
içinde beklemekteydi.
Henüz yirmi iki yaşındaki Morrison isimli genç adam
aceleyle odaya getirildi ve sanki ortamı ezberlemek ister­
miş gibi dikkatli bakışlarla çevresini inceledi. Uzun boylu
ve inceydi ancak omuzları genişti. Cildi kanlı canlı, saçları
kumraldı. Sağlıklı yüzü, sessiz ve beyaz odayla kontrast
oluşturup iyice ortaya çıkıyordu, tıpkı üzerindeki beyaz
gömleğin onu daha da canlı göstermesi gibi. Diğerleriyle
birlikte ayakta duran Hyde'ı görünce, onu fark ettiğini bel­
li edecek şekilde başıyla selam verdi ve dudakları hafif bir
tebessümle kıvrıldı. Morrison'ın yanındaki iki kişiden biri
dirseğine dokununca genç adam adeta onunla ilgilenme­
diği için özür diler bir tavırla adama döndü ve sonra öne
çıktı.

44
Hyde

"Bunu için," dedi diğer üniformalı refakatçi adeta


emrederek ve içinde açık renkli bir sıvı olan su bardağı­
nı uzattı. Morrison kendisine söyleneni yaptı ve bardağın
içindekini bir dikişte içti. Ufak tefek, bıyıklı, Morrison'dan
bir baş daha kısa, koyu renk takım elbiseli bir adam par­
maklıkların ardmdan çıkarak genç adama doğru yürüdü.
Kararlı hareketleri ve kendinden emin tavrı, işinde tecrü­
beli bir profesyonel olduğunu gösteriyordu: Morrison'ın
dirseklerini deri bir kayışla sıkıca vücuduna yapıştırarak
bağladı, sonra genç adamın arkasına geçerek diz çöktü ve
ayak bileklerine D şeklindeki prangaları geçirdi. Morri­
son yeniden Hyde'ın olduğu tarafa baktı ve bir anlığına
konuşacakmış gibi göründü, ama kısa boylu adam ma­
sanın üzerinden beyaz pamuklu kumaştan bir başlık alıp
Morrison'ın başına geçirdi. İşini yapmaya alışkın birinin
hızlı hareketleriyle, başlığın üzerinden ilmeği Morrison'ın
boynuna geçirdi ve sıkılaştırdı. Ardmdan hızlı ve akıcı ha­
reketlerle geri çekildi, manivelayı tuttu ve çekti. Sessizliği
ilk bozan, zemindeki kapağm açılma sesi oldu ve Morrison
hızla kapaktan içeri düştü. İlmeğin ucundaki ip gerilmiş,
asılan adamın boynu yana eğilmişti.
Morrison'ın kafası hâlâ yerdeki kapağm yukarısından
görülebiliyordu. Asılan adam titredi, sanki omuzlarmı sil­
kiyor gibiydi. Sonra bir anlığına durdu, ağzından mırıl­
danır gibi bir ses çıktı ve ardmdan vücudu bir sarkaç gibi
sağa sola sallanmaya başladı.
Genç taş ocağı işçisinin beyaz odaya girişi ve hayat­
tan çekip gidişi arasında otuz saniyeden daha kısa bir süre
geçmişti.
Calton Hapishanesi'nin müdürü, şahitlerden oluşan
küçük gruba başmı öne eğerek görevin tamamlandığını
işaret etti. Bu grupta Hyde'ın yanı sıra adli tabip Aberc-

45
Crai% Rumeli

rombie, iki gazeteci ve savcılık ofisinden iki gözlemci 7


dı ki bunlardan genç olanı fenalaşmak üzere gibiydi, H-
birlikte sessizce beyaz infaz odasını terk ettiler ve yeşil
bej renkli hapishane koridorlarına çıkana kadar da konv>
madılar.
"Her ne kadar hak etmiş olursa olsun," dedi Hyde
Abercrombie'ye, "bu her zaman izlemesi üzüntü veren bir
sahne. Bunun yapılacak en doğru şey olduğunu bir türlü
kabul edemiyorum."
"Hepimizin kendi ritüelleri vardır," dedi Abercrombie
dalgın dalgın, Cep saatini çıkarıp baktı. Hyde onun, infaz­
dan sonra bir süre müdür ile birlikte çay içerek görevinin
tamamlanmasını bekleyeceğini biliyordu. Bu süre tamam­
lanınca doktor beyaz odanın altındaki bölüme gidecek ve
asılmış adamın gerçekten de hayatını kaybedip etmediğini
kontrol edecekti.
"Ritüeller mi?" diye sordu Hyde.
"Birini asmak da bir tür ritüeldir," dedi doktor. Ço­
ğunluğun iyiliği için yapılan bir kurban etme törenidir. Bu
tören yasalara ve adalete adanmıştır. Adalet tanrılarına ve­
rilen bir kurbandır. Evreni olması gereken doğru düzene
kavuşturmak için yapılan küçük bir fedakarlıktır. Ve dü­
rüst olalım, eğer asılmayı hak edecek bir tek adam varsa
o da Hugh Morrison'dır. O zavallı çocuk..." Abercrombie
cümlesini tamamlamadı.
Bu herkesin bildiği bir hikâyeydi: Mary Paton, sekiz,
senelik kısacık hayatını sefil durumdaki bir kiralık evde
geçirmiş, sokakta oyun oynarken de ortadan kaybolmuştu.
Bedeni bir ay boyunca bulunamamış, sonra çingene bayırı
denen bölgedeki bir çukura yarı yarıya gömülmüş halde
bulunmuştu. Bilileri açtığı çukura ağaç dallarını ve daha
ince bitkilerin dallarını adeta bir yuva yapar gibi dikkatlice

46
Hyde

yerleştirmiş, bir sepet gibi ördüğü bu dalların üzerine kızı


yatırmış ve etrafını yapraklarla örtmüştü. Civardaki her­
kes kızın nasıl bulunduğuyla ilgili tüm detayları öğrenmiş
ve Mary Paton'a, "Çingene Bayırındaki Çocuk" veya "Cadı
Beşiğindeki Çocuk" demeye başlamıştı.
Küçük kızdan geriye kalanlar, Buccleuch Dükü'nün
Granton Taş Ocağı'nda taş işçisi olarak çalışan Hugh Mor­
rison tarafından bulunmuştu. Morrison taş ocağına koşup
gördüğü dehşet verici şeyi ustabaşına anlatmış, ustabaşı
önce neler olduğunu kendi gözleriyle görmek istemiş, ar­
dından hemen yetkililere haber vermişti.
Hyde'ın, Morrison ile ilgili ilk izlenimi bu adamın ye­
tişkin vücuduna sıkışmış bir çocuk kadar saf ve biraz da
aptal olduğu yönündeydi. Bu adam kendi özel evreninde
toplumun işleyişini, arkadaşlığı ve sosyal hayatın gerek­
lerini kavrayamadan yaşayıp giden biriydi. Çevresindeki­
lerden onu ayıran sadece alışkanlıkları veya kişiliği değil,
aynı zamanda kökeniydi. Morrison, Kuzey İskoçya'nm o
hızlı ve inişli çıkışlı aksanıyla konuşmaktaydı. Başkalarına,
özellikle de iş arkadaşlarına göre tuhaf bir adamdı ve ke-
çileri kaçırmıştı. Çalışırken sürekli kendi kendine konuşur
veya şarkı söylerdi. İş arkadaşlarıyla anlamlı bir sohbete
bile giremezdi.
Ayrıca kendisinden çok daha küçük yaştaki çocuklar­
la zaman geçirdiği herkes tarafından bilinirdi.
Bununla birlikte, çoğu kişiye göre Morrison neredey­
se on yıldır kimselerin kullanmadığı o patikada o gün ne
aradığını izah edememişti. Bu patika kullanılmadığı için
etrafını otlar ve çeşitli bitkiler bürümüştü ve neredeyse or­
tadan kaybolmak üzereydi. Ve gariplikleriyle bilinen bir
adam, öldürülen bir çocuğu garip bir halde bulmuştu.
Şüphelerin onun üzerinde toplanması kaçınılmazdı.

47
Craig Russell

Aslında bu şüpheler kanıtlarla desteklenmemişti ancak


daha Hyde genç taş işçisini sorguya çekme fırsatı bula,
madan ortaya bir itirafname çıkmıştı. Ne var ki çocuğun
korkunç ölümünden etkilenen Granton polisi itirafname-
yi Morrison'a dayak atarak imzalatmıştı. Genç Kuzeyli bu
itirafını daha sonra geri çekmeye çalıştıysa da işe yarama­
mıştı.
Hyde öncelikle, Morrison'ın eğer katilse neden kur­
banının yerini kendi eliyle herkese gösterdiğini sorguladı.
Aynca genç adam öldürülen kızın nereden alınıp kaçınl-
dığından da habersizdi. Yetkililer tüm bunları taş işçisinin
zekâ geriliğine bağladı ve Hyde'ın soruları ve şüphele­
ri dikkate alınmadı. Hatta Morrison'ın durumu ipe sapa
gelmeyen, anlamsız konuşmalarıyla daha da zora girdi.
Örneğin hem İngilizce hem de Galce, küçük kızın Kuzey
İskoçya mitolojisindeki bir canavar olan ciı dubh ifrinn yanı
büyük kara zebaniye kurban edildiğini söylemişti.
Hyde adli tabibe, “Bana masum olduğuna dair yemin
etmişti,'' diye yanıt verdi.
“Tüm suçlular öyle yapmaz mı?" dedi Abercrombie.
“Ben de asılmak üzere olsam, itiraf edeceğime itiraz etme­
yi tercih ederdim."
"Öyle," dedi Hyde. "Hepsi de masumum der. Ama
ben genelde yalan söylediklerini fark ederim. Bu benim
doğal bir yeteneğim mi yoksa yıllar içinde edindiğim tec­
rübenin bir sonucu mu bilemiyorum ama genellikle ya­
lanlarla örtülen gerçekleri görebiliyorum. İnsanlarm tüm
dünyadan saklamaya çalıştıktan karanlık doğalarının göl­
gesini fark edebiliyorum."
“Yani Morrison konusunda içgüdülerin seni yanılttı
mı?"
"Belki yanılttı, belki de yanıltmadı. Belki de bu oen r

48
Hyde

adamda görülecek bir karanlık taraf yoktu. Sonuçta ben


ona inandım. Onun masumiyetini kanıtlamak için elimden
ne gelirse yaptım ama başanh olamadım."
"Senin gerçeği ortaya çıkarma becerinin eşi benzeri
yoktur. Eğer masumiyetini kanıtlamayı başaramadıysan
belki de bu, onun masum olmadığı anlamına gelir."
"Belki," dedi Hyde. "Ama yine de suçsuz bir adamı
öldürmüş olabileceğimizi düşünmeden edemiyorum."
Hapishanenin koridorlarmda bir süre sessizce ilerle­
diler. Dışarıda hapishane müdürünün bulunduğu binanın
önünde arabacı Mackinley beklemekteydi. Abercrombie
veda etmeden önce bir süre duraksadı.
"Peki ya şu diğer asılan adam olayı nedir?" diye sor­
du. "Leith Irmağı'nın orada asılan adamdan bahsediyo­
rum. Bana getirdikleri en tuhaf vakalardan biri. Otopsiyi
yapması için Doktor Bell'e haber verildi sanıyorum."
"Evet, bu sabah haber gönderildi."
"Çok tuhaf bir olay bu Hyde. Gerçekten de çok tuhaf."

49
5. BÖLÜM

<&

Burası kahkaha ve alkışlarla inlemek üzere tasarlan­


mış bir eğlence mekanıydı. Buna rağmen Hyde günışığınj
geride bırakarak içeri girdiğinde, o sade ve bembeyaz in­
faz odasından sonra kıpkırmızı bir cehenneme giriyormuş
gibi hissetti.
Belki de böyle hissetmesinin sebebi, bu tiyatronun ge­
çici olarak hangi amaçla kullanıldığını bilmesindendi.
Tüm salonlarda olduğu gibi bu salonda da tiyatronun
odak noktası sahneydi. Binanın mimari yapısı bu sahnenin
etrafına inşa edilmişti. Salonda aralarmda koridor olan üç
sıra halinde koltuklar vardı. Bordo kumaş kaplı koltuklar
sahneye doğru inen basamaklara sıralanmıştı. Sahnenin
iki yanında üçer tane balkondan oluşan localar vardı. Her
şey kırmızı tonlarmdaydı; duvar kâğıtlan ve kaim sahne
perdesi kızıl, koridorları kaplayan halılar koyu kırmızıydı.
Tavandaki gaz lambalan bile kırmızı camdan yapılmıştı.
Özellikle dışarıdaki gün ışığından çıkıp gelen birinm çev­
resini saran bu kızıl karanlıkta, adeta anatomik, organik
bir şeyler vardı.
Tiyatro salonunun tek aydınlık yeri sahneydi. Sahne­
deki parlak ışık havuzunun içinde, sadece iki oyuncu göze
çarpıyordu: Elleri kan içindeki Doktor Joseph Bell ve por­
tatif cerrah masasının üzerinde yatmakta olan adam. Hare­

se
Hyde

ketsiz yatan adamın artık bu dünyada sahnelenecek hiçbir


dramada yer alamayacağı kesindi.
Ah, Hyde..." Doktor Bell doğruldu ve yüzü geniş bir
gülümsemeyle aydınlandı. Anatomi ve patoloji uzmanı,
uzun boylu, elli yaşlarında, sinek kaydı traşlı, erken be­
yazlamış saçlarını geniş alnından geriye doğru tarayan bir
adamdı. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar kıvırmış,
yeleğini ve pantolonunun önünü kapatan naylon bir ön­
lük giymişti. "Sonunda performansımı izleyecek bir seyirci
geldi."
"Tiyatroyu çok sevdiğinizi biliyordum doktor, ama bu
ortam..." Hyde gülümsedi ve elini etrafı göstererek salla­
dı.
"Kariyerim boyunca her çeşit yerde otopsi yaptım.
Ordudaki sahra çadırlarından kullanılmayan kilise bina­
larına, barlardan ölünün kendi evine kadar. Ama sana şu
kadarını söylemeliyim ki burası, nasıl desem... Hepsini
aştı. Hastanede çıkan o kahrolası yangından haberin var­
dır herhalde. Muayene odalarımız ve otopsi bölümümüz
en az üç hafta boyunca hizmet veremeyecek. Maalesef bu
dönemde seyyar çalışmamız gerekecek..." Bell kanlı elinin
ince parmaklarını sallayarak aynı Hyde'ın yaptığı gibi et­
rafı gösterdi. "Tiyatro salonunu sadece bir hafta için kulla­
nabileceğiz, sonra sahneyi Shakespeare'e teslim etmemiz
gerekecek. Sanırım Macbeth oynanacak. Bizim bu gösteri­
mizden dalıa kanlı olacağı kesin."
"Bu arada, tek başınıza olduğunuz gözümden kaçma­
dı," dedi Hyde.
"Nasıl? Ah, hayır... Asistanını birkaç alet daha getir­
mek için beş dakikalığına ayrıldı."
Bugün asistanlığınızı Doktor Conan Doyle mu yapı­
yor?"

51
Crnig Russell

"Hayır, bugün değil. Maalesef genç Arthur İngi|.,


re'nin güneyinde pratisyen hekimlik eğitimi almak ü-^
bizi terk etti. Dürüst olmak gerekirse, eski kâtibimin
tutkusunun reçeteden ziyade roman yazmak olduğun
düşünüyorum. Veda hediyesi olarak, beni hikâyelerinde
birinin kahramanı yapacağım söyledi. Neyse, sonuç olarak
bugün Doktor Burr bana yardımcı oluyor", dedi Joseph
Bell gülümseyerek. Kendi ifadesiz suratının farkında olan
Hydebu adamın rahat ve zarif görünüşüne özenirdi. "Dok
tor Bun ile tanışmış miydin? Hayır mı? Genç ama dikkate
alınması gereken, yetenekli bir doktor. Şu anda sıkıntılı bir
durumla karşı karşıyayız, her şeyin elimizin alfanda oldu­
ğu otopsi odamızda olmadığımız için aletlerde sorun yaşı­
yoruz " Bell konuşmaya ara vererek sedyede yatan cesedi
işaret etti başıyla, "Sanırım bu beyefendi senin ilgilendiğin
bir vaka, öyle değil mi?"
Hyde bakışlarını cesede çevirdi. Ölüm kendi izlerini
hemen bırakmaya başbyordu; cilt bazı yerlerde iyice so­
luklaşıyor, bazı yerlerde ise yerçekiminin etkisiyle biriken
kan nedeniyle karanyordu. Ölüm doğası gereği bedenin
kuvvetini de yok ediyor, gençliği silip yaşlandırıyordu
Dolayısıyla Hyde, cep fenerinin ışığında ilk kez tepetak­
lak sallanırken bulduğu bu bedenin oldukça yaşlı birine
ait olduğunu sanmıştı. Ancak içinden yaşamın tamamen
silindiği bu adanu şimdi sedyede görünce aslında onun ol
dukça genç olduğunu fark ediyordu. Bedenin kaslı yapış
onun yaşını ele veriyordu.
Ceset tepetaklak asıldığı için başı aşağıda kalmış ve
kanın buraya hücum etmesiyle mide bulandıracak siyah
bir görüntü oluşmuştu, Biriken kanın bir bölümü kurumu
*
olsa da dudaklar ve gözler hâlâ şiş ve mosmordu, cesedin
cildindeki kılcal damarlar ise mürekkep izleri gibi görünü

52
Hyde

yordu. Yüzünün siyahlığı ile saçlarının, favorilerinin ve bı­


yıklarının sanlığı kontrast oluşturuyordu. Ölümün karan­
lığı çökmüş olsa da Hyde bu yüzün ne kadar genç birine
ait olduğunu görebiliyordu.
"Maalesef evet, benim davalanmdan biri," dedi Hyde.
"Bir ağaç dalına tepetaklak asılmıştı ve kafası suyun altın­
daydı. Acaba o...?"
"Boğulmuş mu? diye soracaksın herhalde," dedi Bell
ve cesede bakarak başını iki yana salladı. "Akciğerlerinde
su olduğuna dair hiçbir kanıt yok. Ama göğsüne aldığı
darbeyle öldüğüne dair de bir şey bulamadık. Kalbinin
göğsünden çıkanlması ve kafasının suya batırılması adam
öldükten sonra gerçekleşmiş."
"Öyleyse ölüm sebebi nedir?"
Joseph Bell tam yanıt verecekken bir kapının çarptığı
duyuldu. "Ah," dedi Bell, "Bu benim yardımcı doktorum
olmalı. İlk incelemeleri Doktor Burr yaptı, o size daha iyi
bir yanıt verebilir."
Genç bir kadm gelerek ışık havuzunun içine girdi, bü­
yük bir çanta taşıyordu. Hyde onun bir hemşire olduğunu
düşündü ve arkasından Doktor Bell'in yardımcısının gelip
gelmediğine baktı. Ama genç kadm yalnızdı.
"Doktor Cally Burr'u takdim edeyim," dedi Bell geniş
bir gülümsemeyle. "Doktor Burr, Edvvard Hyde ile tanışın
lütfen. Daha önce ordudaydı, şimdiyse Edinburgh Şehri
Polis Teşkilatı'nda başkomiser. Bize sorulan soracak kişi
kendisi, biz de onu yanıtlamaya çalışacağız."
"Sanırım cinsiyetim Başkomiser Hyde'ı şaşkına çevir­
di," dedi Doktor Burr. Hyde kadının aksamnda bir İrlanda
tınısı fark ettiğini düşündü.
"Hiç de değil," diye konuşmaya başladı Hyde ama

53
Crnig Russell

sonra kendini düzeltti. "Doğrusunu söylemek gereki


evet. Kadın doktorlara pek sık rastlanmıyor ve ben de h
dime yakışmayan bir varsayımda bulundum."
Doktor Burr gülümsedi ama yüzünde pek sıcak b.
ifade yoktu. Sonra başındaki şapkayı çıkardı, toplanıp
saçları kuzguni siyahtı. Hyde kadının bal rengi teninin
normalden biraz daha koyu olduğunu düşündü. Bu ka­
dında kesinlikle egzotik bir güzellik vardı. Hyde kadının,
cinsiyeti ve güzelliği zekâsının önüne geçen ve ciddiye
alınmamaktan korkan her kadın gibi bir parça savunmacı
davrandığım düşündü.
"Dürüst davrandığınız için teşekkür ederim, Yüzba­
şı Hyde," dedi kadın. "Mesleğim sebebiyle, şaşkınlıktan
alaya alınmaya, küçümsenmek ten açıkça düşmanca dav­
ranışlara kadar her tür reaksiyonu tecrübe ediyorum. Peki,
kadınların doktor olmasıyla ilgili siz ne hissediyorsunuz;
"Gerçek düşüncelerim mi? Açıkçası bu konuyla ilgili
hiç düşünmedim. Ama şimdi konu açıldığına göre, neden
olmasın diye düşünüyorum. Önemli olan sizin Doktor
Bell'in güvenini kazanmış olmanız. Bu, cinsiyeti ne olursa
olsun her doktor için büyük bir başarıdır."
"Güzel konuştun," dedi Bell yine gülümseyerek.
"Sana söyleyeyim Hyde, Doktor Burr tanıştığım en yete­
nekli ve kendini mesleğine en çok adamış doktordur. Ki
bunu söylerken Conan Doyle veya yakın arkadaş olduğu­
nu bildiğim Samuel Porteous'u da dahil ediyorum. Ben
bilgiye, öğrenmeye değer veren kişilere değer veririm ve
Doktor Burr öğrenim görmek ve daha fazla bilgiye ulaş­
mak için pek çok doktordan daha fazla çaba sarf etmek zo­
runda kalmıştır."
Doktor Burr, eldivenlerini, şapkasını ve paltosunu
kenardaki bir masanın üzerine koydu. Sağ elinin bir r>

54
Hyde

otağında, safir ve yakutlarla süslü büyük bir yüzük vardı,


Hyde bu yüzüğün motifini tanıdığını düşündü. Kadın yü­
züğünü parmağından çıkararak dikkatlice eldivenlerinin
yanına koydu. Sonra üzerine, kıyafetlerini boynundan yere
kadar örten koruyucu bir önlük giydi. Beyaz önlük teninin
bal rengini iyice ortaya çıkarınca Hyde kadının soyunda
İrlanda'dan daha uzak yerlerin de olabileceğini düşündü.
Kadın doktor hiç tereddüt etmeden sedyeye yaklaştı
ve bir eliyle kadavranın başını desteklerken diğer eliyle
omzunu tuttu ve hafifçe kaldırıp çevirdi. BÖylece Hyde'a
kadavranm boynunu ve sırtını gösterdi. Kadavranın sır­
tında kan toplandığı için bu bölge siyahımsı koyu mor bir
renk almıştı. Ancak soluk bir renge bürünen boynunun
arka tarafında, enseyi boydan boya kaplayan bir çizgi ha­
linde, mavileşmiş bir iz vardı.
"Boynuna bir darbe mi almış?" diye sordu Hyde.
"İşte, ölümcül hasarı burası almış, Başkomiser Hyde.
Boyun omunınun kırılması sonucu omurilik ciddi şekilde
hasar görmüş. Ani felç ve akciğer fonksiyonlarının parali-
ze olması sonucu ölmüş. Gördüğünüz diğer her şey, göğ­
se verilen hasar, kalbin çıkarılması, bunlar hep ölüm ger­
çekleştikten sonra yapılmış. Ancak boyundaki hasara bir
darbe yol açmamış. Bu çeşit bir kırılmaya ne ad verildiğini
biliyor musunuz?"
Hyde kaşlarını çattı. "Asılma sonucu meydana gelen
kınk." Sabahın erken saatlerinde gördüğü şeyin anısı zih­
ninde canlandı. Beyaz odanın ortasından kendisine bakan
genç ve korku dolu Hugh Morrison'ın bir şeyler söylemek
isteyen yüzünü ve asla duyulamayan sözlerini hatırladı.
"Aynen öyle. Çenesinin altında halat izleri var ve emi­
nim boğazını açtığımızda soluk borusunun ezilmiş oldu­
ğunu göreceğiz."

55
Craig Rııssell

"Yani asılmış mı? Demek istediğim ük önce ters de-,


düz olarak mı asılmış?"
Cally Burr başıyla onayladı. "Evet, ama elbette ki bt
nun yargının karar verdiği bir idam olmadığı kesin."
"Öyleyse tüm bunlar neden yapılmış?" dedi Hy^
parçalanmış göğsü göstererek.
"Bir ntüel belki," diyen Doktor Burr, Hyde'ın karanlık,
rahatsız edici gözlerine baktı. Hyde insanların bakışların­
dan rahatsız olup gözlerini kaçırmalarına, görünüşünden
veya görevinden dolayı kendilerini tehdit altında hisset­
melerine alışkındı. Tabii Hyde'm varlığını heyecan verici
bulup, onu samimiyetle inceleyen kadınlar da oluyordu
ara sıra. Ancak Cally Burr7un bakışlarında hiçbir duygu
kırıntısı yoktu.
"Bunun bir çeşit ritüel olduğunu mu düşünüyorsu­
nuz?" diye sordu Hyde.
"Öyle gibi görünüyor. Ama spekülasyon yapmak
bana göre değil. Benim buradaki işim, ölüm nedenine dair
kendi tahminlerimi değil, gerçekleri ve olguları sunmak.
"Ah, yapmayın Doktor Burr," dedi Bell şakacı bir ta­
vırla. "Sizi bundan daha iyi eğittim." Etrafı göstererek
konuşmaya devam etti. "Bizi buraya talihsizlikler getirdi.
Ama aslında bu dekor bir bakıma duruma çok uygun."
Sedyedeki kadavraya baktı. "Bunlar, yani bu kadavra­
dan geriye kalanlar, işte, bu gerçek bir tiyatro oyunu. Et
ve kandan oluşan bir oyun. Bu ölü adamın eti, kemikleri
ve dokularında keşfedilmeyi bekleyen bir drama var. Biz
bu dramanın seyircileriyiz ve oyunu bizler anlayıp çöze­
ceğiz. Ve seyirciler asla hayal güçlerini kullanmak tem çe­
kinmemelidir. Bir patolog, iyi bir patolog, klinik bulguları
iyi incelemeli ve fiziksel ölüm nedenini dikkate almalıdır
Ancak bundan sonra patologun hayal gücü de devreye gjr

56
Hyde

meli, gözün görebildiklerinin ötesini keşfetmeye çalışma­


lıdır. Şimdi lütfen Doktor Burr, bu tiyatro salonunda nasıl
bir drama izliyoruz, bize anlatır mısınız?"
Sırtüstü yatan kadavranın kolunu kaldıran Doktor
Burr, kan oturmasından dolayı simsiyah olan eli gösterdi.
Ancak kadavranın kolu bunun tam tersi olarak kireç gibi
bembeyazdı.
"Güneşe bağlı keratoz," diyerek açıklamaya giriş­
ti Burr. "Böyle açık tenli olan kişilerde görülmesi normal
ama bu kadar genç yaşta görülmesi hiç de normal değil.
Bu bize bu adamın İskoçya güneşinden çok daha kızgın
bir güneşe teni bronzlaşacak kadar uzun bir süre maruz
kaldığım gösterir. Ancak belli ki yurtdışmdan döneli epey
olmuş, çünkü ten rengi yeniden açılmış."
"Gördünüz mü!" dedi heyecanla Bell.
"Bu bize sadece yurtdışında bir süre kaldığım göste­
rir," dedi Hyde. "Oraya neden gittiğiyle ilgili bir ipucu ver­
mez. Birçok genç adam İmparatorluğun değişik ülkelerde
sağladığı fırsatları değerlendirmeye çalışıyor. Ticaretten
denizciliğe, mühendislikten askerliğe kadar her şeyi yap­
mış olabilir. Bunu bilmemiz imkânsız ancak tahmin ede­
biliriz."
"Ama bilgiye dayalı bir tahminde bulunmak da müm­
kün," dedi Doktor Bell. "Kör bir tahmin değil de bilgiye
dayalı bir teori. Belki de böylece sana araştırman gereken
yönü göstermemiz mümkün olabilir. Ama önce bekle, genç
doktorumuz Burr7 un daha anlatacakları var."
Kadın doktor, ölü adamın kollarından birini havaya
kaldırarak yan tarafım gösterdi. Burada uzun, düzgün
ama soluklaşmış bir yara izi vardı, önden arkaya kadar
uzanıyordu.
'Çok daha gençken bu arkadaşımız ölümle karşı kar-

57
Craig Russell

şıya kalmış," dedi Burr. "Uzun zaman önce bu yanin(J


bir kurşun yarası almış. Altı numaralı kaburgası bu
şun yüzünden çatlamış ama sonra iyileşmiş. Eğer kur^
bir iki santim daha sola gelseymiş, organlardan biri has>.

Hyde bir şeyler söylemek üzereyken Doktor Burr elini


kaldırarak onu susturdu. "Daha bitmedi..." Hyde, Joseph
Bell'in öğrencisinin yeteneğiyle ne kadar gurur duyduğu­
nu yüz ifadesmden anlayabiliyordu. "Kamının sol alt ta-
rafmda..." İşaret ve baş parmağı ile deriyi gererek birkaç
santim uzunluğunda iyice büzüşmüş bir deri parçasını
gösterdi.
Hyde eğilerek daha yakından baktı. Eğildiği anda bur­
nuna ölümün kokusu doldu. Ölü adamın dokuları şimdi­
den bozulmaya başlamıştı. Geri çekildi. Cally Burr onun
bu tepkisini görünce şaşırdı.
"Bu da başka bir yara," diye açıklamaya devam etti.
"Bu yara da eski, izi neredeyse kaybolmuş. Ancak bu kez
kaim bir bıçağın sebep olduğu anlaşılıyor. Ölünün yaşı göz
önünde bulundurulacak olursa hem kurşun yarasının hem
de bıçak yaraşırım hayatının aynı dönemine denk geldiğim
söyleyebiliriz."
"Savaşa katılmış gibi görünüyor," diyerek araya girdi
Doktor Bell. "Hatta buna eminim diyebilirim."
"Bir asker olduğunu mu düşünüyorsunuz?" diye sor­
du Hyde şaşkınlıkla.
"Dedektif olan sîzsiniz," dedi Doktor Burr. "Ama be­
nim bu yara izlerinden çıkardığım sonuç, bu adamm eski­
den bir asker olduğu."
Hyde bir süre sessiz kaldı. Vücudunun hafifçe titre
diğini hissederek kendisini toparlamaya çalıştı. Ölümü]
kokusu, sahnedeki çiğ beyaz ışık, arkalarındaki boş tiyat

58
Hyde

ronun kıpkırmızı rengi, tüm bunlar birleşip başının dön­


mesine yol açmıştı. Dilinde bir karıncalanma hissetti. Nö­
betlerinin belirtilerinden biriydi bu.
"Otopsinin tamamını izleyecek misiniz?" diye sordu
Cally Burr. "Gövdeyi açtığımızda daha pek çok bilgi edi­
nebiliriz." Başını eğip kadavranın göğsündeki boşluğa bir
göz attı. "Yani daha çok açtığımızda demek istiyorum."
Hyde bir an düşündü. Ölülerin muayene edilmesini
her zaman çirkin hatta mide bulandırıcı bulmuştu. Orada
sedyede yatmakta olan ceset ile çoktan o bedeni terk etmiş
olan ruhu ve benliği birbirinden ayırmayı başaramıyordu.
Buna ek olarak yeni bir nöbetin belirtilerini de fark etme­
ye başlamıştı. Yine de bu cinayette onu derinden rahatsız
eden bir şeyler vardı ve en kısa sürede, olabildiğince çok
bilgi elde etmesi gerektiğini düşünüyordu. Başıyla onayla­
yarak kalacağını belirtti.
"Öyleyse sana tiyatromuzun en iyi koltuğunu vere­
lim," dedi Doktor Bell ve boş koltuklan işaret etti. "Yeni
bu şeyler keşfettikçe hemen sana bilgi vereceğiz."
Hyde kadın doktorun yüzünde sıcak bir gülümseme
belirdiğini fark etti. Sahneden inerek ön sıradaki koltuk­
lardan birinde yerini aldı. Şapkasını ve paltosunu yanın­
daki koltuğa yerleştirdi. Kendini çok tuhaf bir rüyada gibi
hissediyordu. Burada, kan kırmızısına boyanmış tiyatroda
oturmuş, sahnede bir adamın paramparça edilişini izliyor­
du.
Nabzım şakaklarında hissetti ve sağ gözünün arka­
sında feci bir ağrı başladı. Gerçekdışı bir an yaşadığı hissi
çöktü üzerine. Yeni bir nöbet geçireceği ve bir gerçekdışı
ortamdan daha korkunç bir diğer dünyaya kayıp gideceği
korkusuna kapıldı. Hemen iç cebme uzanarak Porteous'un
verdiği tabletlerden birini dilinin altına yerleştirdi.

59
Craig Rııssell

"Lütfen," dedi zayıf bir sesle. "Devam edin."


Nöbet belirtilerinin yatışmasını beklerken Edward
Hyde tiyatro salonunda göz gezdirdi. Sonra dönüp ada­
mın yüzünü kafatasından soyarak ayırmakta olan esmer
güzel kadını izledi.

60
6. BÖLÜM

"Rüya görüyorum," dedi Hyde.


"Rüya görüyorsun," dedi bir ses arkasından. "Tiyatro­
dayken belirtileri hissetmeye başladın ve işte, şimdi geldi."
"Yatağımdayım."
"Buradasın. Senin gerçekliğin bu."
"Nereye gidiyorum?" diye sordu Hyde.
"Beyaz odaya geri dönmek zorundasın, bunu biliyor­
sun. Diğer şeyler çözümlendi ama şimdi beyaz odaya geri
dönerek unuttuğun bir gerçeği hatırlamalısın."
Rüyasında feci bir inilti duyuyordu.
"Banshee..." diye mırıldandı.
"Beyaz odayı yeniden gözden geçirmelisin," dedi ses.
"Ama önce bulunması gereken başka şeyler var."
Hyde rüyasına devam etti.
Her zamanki gibi rüyada olduğunun farkındaydı. Her
zamanki gibi rüyası gerçek olması tamamen imkânsız bir
evrende geçse de duyuları ona gördüklerinin gerçek oldu­
ğunu söylüyor, her şeyi gerçekmiş gibi hissediyordu. Rü­
yasında, sanki etrafındaki şeyler önünde o anda oluşuyor­
muş gibiydi, adeta ne tarafa baksa sadece o taraftaki dünya
var oluyordu.
Yeşil bir dünyada, ne tarafa baksa topraktan fırlayan
yakuttan ormanların kuşattığı bir yerde, kaim ve taze çi­
menlerin üzerinde yürüyordu.

61
Cmig Rnsse/1

Hemen önünde genç bir kadın gördü. Genç kadını be;


li bir mesafeden takip etti ama yüzünü hiç görmedi, çünkü
kadının arkası dönüktü. Siyah saçları rüzgârda uçuşuyor,
du.
Aniden rüyayı kadının gözünden görmeye başladı
Sanki kadının vücudunu ele geçirmiş gibi onun hislerini
ve duygularını hissetti. İçine girdiği bedenin ne kadar ha­
fif olduğunu, ne kadar kolayca ve zarif bir şekilde hareket
ettiğini duyumsadı. Artık o ağır ve katı bedende değildi
Bedenin bu hafifliği ve özgürlüğü başım döndürdü.
"Bu hiç de az rastlanan bir şey değil." Ses arkasından
gelmişti. Kadının bedeninin içinde arkasını döndü ve Sa­
muel Porteous'un orada durduğunu gördü. Doktor, kol­
larında tuttuğu Almanca veya Latince isimlere sahip, deri
kaplı birçok kitapla meşgul gibiydi. Bir incelip bir kalınla­
şan çimenlik zeminde attığı her adımda sanki heyelan olu­
yormuş gibi yer kayıyordu.
"Bunu sana daha önce de anlattım, seanslarımızdan
birinde. Uykuda gerçekleşen nöbetlerde, rüyayı gören kişi
bir başkasınm bedenine girebilir. Bunun neden böyle oldu­
ğunu henüz bilemiyoruz ama..."
"Burası neresi?" diye sordu Hyde. Yine huzursuzdu,
çünkü ince ve müzikal bir kadın sesiyle konuşmuştu.
"Diğer taraf," dedi Porteous. "Limitsiz bir potansiye­
li olan diğer dünya. Kaslarının değil zihninin hareketiyle
yönlendirdiğin bir yer."
Hyde etrafındaki, henüz göz önüne serilmeyen bula­
nık dünyaya bir göz attı. Burayı sanki kendi tecrübesiyle
değil de kanında yer eden bilgilerle tanıyor gibiydi. Bir
nehir vadisinin üzerindeki ağaçlık bölgenin tam sınırında
duruyordu. Vadinin her iki yakasındaki dağlar, adeta va­
dinin ağzındaki denizi kucaklamak isteyen birer kol gibi

62
Hyde

uzanıyordu. Hem dağların hem de vadinin üzeri sık or­


manlarla kaplıydı ki İskoçya ve İrlanda'daki küçük vadiler
böyle görünmezdi. Yine de bir bakıma benziyordu da, san­
ki aynı kişinin eskiden kalma farklı giysiler giymesi gibi...
"İyi de neredeyiz biz?" Porteous'a döndü fakat doktor
gitmişti. Hyde'ın sesi ve bedeni yeniden kendisine dönüş­
müştü. Az önce görünüşüne büründüğü genç kadın ise
yine önünde, belli bir mesafe uzağında yürüyordu. Ka­
dın, vadiden çıkarak ormanın içinde kaybolmak üzereydi.
Hyde onun peşinden koşmaya başladı ama kendisi koşma­
sına ve kadın sadece yürümesine rağmen bir türlü arala­
rındaki mesafeyi kapatamadı.
Aniden kendini ormanın içinde buldu, aradaki mesafe
hâlâ aynıydı. Yeniden kadının bedenine büründüğünü an­
ladı. Göğsünün hızla inip kalktığını ve boğazında hiç alış­
kın olmadığı bir sıkışma olduğunu fark etti. Bu hissettikle­
rinin korkudan kaynaklandığını anladı ama bu daha önce
hiç deneyimlemediği kadar büyük bir korkuydu. Böylesine
büyük bir dehşete kapılmak için hiçbir neden olmayan bir
yerdeydi; orman yeşil ve canlıydı, ama günışığını engel­
leyecek kadar da sık değildi. Güneş ağaçların dallarından
toprağa kadar ulaşıyor, etrafı aydınlatıyordu. Sol tarafında
akan nehir de günışığında parıldıyordu ve Hyde işte tam
orada kadının neden korktuğunu gördü. Çıplak bir adam
tepetaklak şekilde bir ağaç dalına asılmış, kafası nehrin su­
larının altında akışa kapılmıştı. Adamın göğsü yarılmıştı,
içinde kalbi olmayan boşluk simsiyah parlıyordu. Bu Hy­
de'ın Leith Nehri'nde bulduğu cesetti, diğer dünyadaki rü­
yasına, güzel manzaranın içine taşınmıştı.
Kadına, "Korkma," demek istedi ama onun sesiyle ko­
nuştu. Sonra birden ceset kıvrılıp hareket etmeye başladı.
Bu suyun akışının etkisi değildi, bedeni korkunç bir şey ele

63
Craig Rııssell

geçirmiş gibiydi. Dirsekler ve omuzlar yerinden çıkarken


kemiklerin kırılma sesleri dehşet vericiydi, sonra omur^
anormal bir şekilde kıvrıldı. Cesedin kafası ve su damli
yan saçlan nehirden çıktı ve boynu kıvrılarak feci bir şekil
aldı. Kan oturmuş ve simsiyah olmuş yüzdeki gözler Hy
de'a döndüğünde, kadının dehşete kapıldığını hissetti.
"Neden cevap bulmak için buraya geliyorsun?" Ölü
adamın sesi, sanki her kelimeyle ölüm çıngırağı çalıyor-
muş gibi pürüzlü ve çatlaktı. "Gözünün önünde olanı gö­
remiyor musun?"
"Anlayamıyorum," dedi Hyde kadının sesiyle.
"Hepimizin kendi ritüelleri vardır," dedi Hyde'ın sağ
tarafından gelen bir ses. Hyde o tarafa döndüğünde kısa
boylu, siyah takım elbiseli adli tabip Abercrombie nin,
Porteous'un yerini aldığını gördü. "Birini asmak da bir tur
ritüeldir." Abercrombie, beyaz odanın önünde söylediği
sözleri tekrar ediyordu. "Çoğunluğun iyiliği için verilen
bir kurbandır."
Sol tarafından gelen bir ses, "Hatta daha da fazlası,
dedi. Hyde o tarafa dönünce Leith Nehri'ndeki cinayet
mahallinden hatırladığı değirmen işçisini gördü. "Uç kere
öldürülmüş. Asılmış, kalbi sökülmüş ve boğulmuş... Biri­
ne bunu neden yaparlar ki?"
"Hepimizin kendi ritüelleri vardır," diye tekrar etti
Abercrombie ama Hyde yeniden o tarafa döndüğünde
adam yoktu.
Nehrin üzerinde sallanan şekilden yeniden kırılma ve
yırtılma sesleri gelince Hyde dikkatini o tarafa verdi. Ceset
adeta ikiye katlanmıştı, kırılan kemikler garip şekillerde
bedenden dışanya fırlıyordu. Karın bölgesinden akan sı­
vılar nehre damlıyordu. Ceset elleriyle kendisini çekerek
adeta birer halatmış gibi kendi bacaklarına tırmandı, Şim­

64
di beden çok saçma bir şekil almıştı, hâlâ ters duran ba­
cakların üzerinde karın, göğüs ve kafa katlanmış gibi du­
ruyordu. Ceset bir kahkaha attı, sesi mide bulandırıcıydı.
। "Sen bunların hepsini zaten biliyordun," dedi. "Beni asta­
lar, kalbimi söktüler ve boğdular. Tam üç kez öldürüldüm.
Ve hepimizin kendi ritüelleri vardır."
"ÜÇdefa ölüm..." diye mırıldandı Hyde. Hâlâ kadının
sesiyle konuşuyordu. "Keltlerin kurban töreni."
"Antik dönemlerin ritüeli," dedi ceset. "Ve asıldığım
ağaç da bir karaağaç."
"Yaşayan dünyayla diğer dünyayı birbirine bağlayan
i V
ağaç...
"Sana söylemiştim," dedi ölü adam. "Bütün cevaplan
zaten biliyorsun."
"Ama nasıl oldu da seni buldum o akşam?" diye sordu
Hyde. "Oraya nasıl geldim?"
Ceset yanıt vermedi ama aniden düşerek yine eski po­
zisyonunu aldı. Suni canlılığı geldiği gibi aniden kaybol-
1 muştu.
"Bekle..." Hyde karşı çıkmaya çalıştı, ama artık kadı­
nın bedeninde veya sesinde değildi. Keza kendi bedenine
de denememişti. Hem etrafındaki dünyada hem de zih­
ninde bir karışıklık yaşandı. Birden kendini cesedin bede­
ninde ve kafasını da suyun altında bulunca, çığlık atmak
istedi. Ama ölü akciğerlerinde hiç hava kalmamıştı.
Hyde uyandı.
Yatağında oturmuş, nefes almaya çalışıyordu. Birkaç
dakika öylece kaldı, kendini toparlamaya ve odasındaki
gölgelere alışmaya çalıştı. Dışarıdan gelen nal ve tekerlek
seslerini ve perdelerdeki aralıktan girip yatak odasının ze­
minine yansıyan ay ışığını ayırt edene kadar bekledi. Tit­
reyen ellerini yüzünde gezdirdi, kollarını ve omuzlarını

65
Craig Ruasell

kontrol ederek kesin olarak kendi bedenine döndüğüne


emin olmaya çalıştı.
Ancak gerçek dünyaya geri döndüğüne ikna olunca
yatağından kalkmaya cesaret edebildi. Ardından yazı ma­
sasına gitti ve rüyası zihnindeki canlılığı yitirmeden defte
rine yazmaya başladı.

66
7. BÖLÜM

<&>

Gece gelen nöbetlerin sonuçlarından biri de Hyde'ın


uykusunun süresini ve kalitesini çok kötü etkilemesiydi.
Bu da bir sonraki günü zihni bulanık ve yavaşlamış bir hal­
de geçirmesi anlamına geliyordu. Buna ek olarak ruhunun
gerçek dünyadan koptuğunu, gerçekdışı bir dünyada bu­
lunduğunu hissetmeye başlıyordu. Bu durumdayken san­
ki rüyasının başka bir katmanındaymış da aslında uyan­
mamış gibi hissediyor, dünyanın gerçekliğinden şüphe
ediyordu.
Bir süre sonra rüyaları yavaş yavaş soluyor ve hafı­
zasında, uyanmakta olan bilincinin parlak göğü üzerinde
gezinmekte ve gitgide dağılmakta olan bulutları andıran
belirsiz izlenimler kalıyordu. Ancak bazen de kabuslarının
kısa görüntüleri adeta şimşek çakar gibi zihninde parlıyor,
çok canlı bir şekilde hafızasına bir anlığına bile olsa geri
dönüyordu.
Hyde zaman zaman dünyanın gerçekliğinden şüphe­
ye düşer, etrafta gördüğü kişileri veya yerleri bir yerden
hatırladığı hissine kapıldığında, bunları daha önce gerçek­
ten mi yoksa nöbetler yüzünden hasar almış beyninde ya­
rattığı rüyalarda mı gördüğünü merak ederdi.
Bir keresinde Porteous, nöbetlerin bıraktığı etkileri
ona açıklamıştı. Buna nöbet sonrası durum deniyordu. Bu
durum çoğunlukla birkaç dakikadan fazla sürmezdi, belki

67
Crnig Russell

bir saate kadar uzayabilirdi. Ama nadiren de olsa, Hyde'


olduğu gibi, nöbetler sonraki günün tamamına aö]ee ft'
şürebilirdi.
Hyde'ın anladığı kadarıyla Porteous, hastalığıyla ji
gili açıklamalar yapmak konusunda yetenekliydi ama bi>
tedavi sunamıyordu. Altı aydır doktorun kendisine reçeb
ettiği ilacı kullanmasına rağmen durumunda hiçbir iyileş,
me olmamıştı. Hatta semptomlarının ve “kayıp zamanın’
dalıa sık ve daha uzun süreli olmaya başladığına yemirı
edebilirdi. Buna rağmen ne zaman Porteous ile endişele­
rini paylaşmak istese, doktor ilacının dozu ile ilgili küçük
değişiklikler yapmakla yetiniyor, bu da doğal olarak Hy-
de'ın dunımunu değiştirmiyordu.
Bu sırada, gerçek bir tedavi bulunana kadar Hyde,
hastalığını ve özellikle bir nöbet sonrası geçmek bilmeyen
tuhaf o ruh halini üstlerinden ve iş arkadaşlarından sakla­
maya çalışmak zorundaydı. Eğer kendisinde bir dalgınlık
veya kafa kanşıkhğı fark ederlerse, sadece bir önceki gece
eğlenceyi biraz fazla kaçırdığını düşüneceklerini umut
ediyordu. Ancak iş arkadaşlarının böyle bir tahminde bu-
lunmalan pek de olası değildi. Hyde'ın alkolden kesinkes
uzak durduğu Edinburgh Polis Teşkilatı tarafından gayet
iyi bilinirdi.
Güne başlamaya hazırlanırken Hyde, bir önceki gece
gördüğü rüyanın görüntülerini hâlâ kafasından atama­
mıştı. Bununla birlikte, özellikle bir görüntü asla gözünün
önüne gelmiyor ve yerini bir türlü tespit edemediği bir
kaşıntı gibi zihnini kurcalayıp duruyordu: Kadının yüzü­
nü açıkça görmüştü ve dış görünüşünün her bir özelliğine
aşinaydı, ancak şimdi bu yüz bir türlü gözünde canlanmı­
yordu.
Ancak diğer görüntüler açık ve net olarak zihnindey-

68
Hyde

di. Asılan adam cinayetiyle ilgili bilgiler de öyle. Edward


Hyde, Keklerin öbür dünya masallarıyla büyütülmüştü.
Annesi her akşam uyku öncesi ona bunlardan birini an­
latırdı. Çocuk zihninin adeta ilmek ilmek işlenen bu ma­
sallar zengin bir doku oluşturmuş, yetişkinlik döneminde
konuyla ilgili araştırmalar yapmıştı. Peki, Kelt efsaneleri
ve gelenekleriyle ilgili bu kadar bilgili bir adam olmasına
rağmen neden bunları ancak rüyasında hatırlayabilmişti?
Neden Leith Nehri'nin orada asılan adam cinayetiyle antik
"üç defa ölüm" ritüeli arasındaki bağlantıyı sadece rüya­
sında kurabilmişti?
Bu düşünceler onu endişelendirdi ama bir yandan da
rahatladı çünkü Porteous'un hafızasıyla ilgili söyledikle­
rini hatırladı. Belki de kaybettiğini sandığı hatıraları zih­
ninde bir yerde, rüyalarının diyarında yeniden bulunmayı
bekliyordu.
***
Her zaman dakik olan sürücü Mackiney, Hyde'ı yine
evinden aldı ve polis merkezine götürdü. Klasik bir Edin­
burgh sabahıydı, hava aydınlıktı, Forth Nehri'nden şehre
doğru soğuk bir rüzgâr esiyor ve güneşin sağlayabileceği
en küçük bir sıcaklığı bile alıp götürüyordu. Sabah yanan
şöminelerin dumanlan bacalardan tütüyor, gri birer par­
mak gibi göğe uzanıyordu. Şehir sanki bir ressam tarafın­
dan karakalemle çizilmiş gibi görünüyor, bu da Hyde'm
gerçekdışılık hissini yoğunlaştırıyordu.
Edinburgh Hyde için bir hayal şehriydi; Gregoryen
simetrisi ve New Town ölçüsünün, Old Tovvn'ın ortaçağa
Özgü karmaşasıyla olasılık dışı bir birleşimiydi; bunların
her biri, bir zamanlar devasa birer volkan olan Castle Rock,
Calton Hill ve Arthur's Seat'in gölgesinde bir araya getiril­
mişlerdi.

69
Craig Russell

İnsanlar bu topraklarda neredeyse dokuz bin


yaşıyor, farklı lehçelerle konuşup farklı hayatlar ku^
şehrin karman çorman yapısına farklı kimlikler ve kişili
ler ekliyorlardı. Gece nöbetlerini takip eden günlerdeki
hin bulanıklığıyla Hyde, bu farklı insanların varlığına dı
yarlıhale geldiğini hissederdi. Tabii bunun aslında sadet,
nörolojik bir olayın sebep olduğu bir hayal olduğunun faı
kındaydı.
Hyde böyle günleri, yeni yağmış yağmurun ardmdj
bıraktığı kokuya benzetiyordu. Sanki uyuyan beynindi
meydana gelmiş bir fırtına, Edinburgh göğünde iz bırakı­
yor gibiydi.
Hyde'ın iş yeri New Town'un en batısında, Torphic-
hen'deydi. Polis Merkezi de çevredeki diğer binalar gibi
Gregoryen mimariye uygun yapılmış, üç katlı ve bodrumu
olan bir yapıydı. Dışarıdan bakıldığında diğeı binalardan
onu ayıran tek şey, ön kapının üzerinde büyük beyaz hart
lerle yazılmış Polis Merkezi tabelası ve tabelayı aydınlat
mak üzere kapının üstüne asılmış mavi camdan gaz lam
basıydı. Hyde işte burada, on iki dedektif, beş üniformalı
memur ve bir de masa başında çalışan komiser yardımcı­
sından oluşan ekibiyle şehrin kriminal soruşturmalarını
yönetiyordu. Binanın içini diğerlerinden farklı kılan şeyse,
sorguya çekilmeyi bekleyen tutukluların kilit altında tutul­
duğu, bodrum katındaki dört taş hücredeydi.
Hyde'ın evinden polis merkezine at arabası ile on da­
kikada gidiliyordu. Yazın genellikle iş yerine yürür, bu da
yaklaşık yanm saat sürerdi. Ama bu sabah at arabası geç
kalmıştı.
"Elektrik hatları döşeniyor efendim," diyerek durumu
açıkladı Mackinley. "Princes Caddesinin yarısından fazla­
sını kazmışlar. Bana sorarsanız bunun sonu iyi olmayacak

70
Hyde

Kablolarla aydmlanmaktan bahsediyorum..."


Daima gelişmeliyiz Mackinley," dedi Hyde. "Elekt­
rik bizi yeni bir yüzyılın eşiğinde yeni bir çağa taşıyacak.
Ve istesek de gelişmeyi engellemek için yapabileceğimiz
hiçbir şey yok."
Bir süre sonra yine kazılmış bir sokağa rastladılar.
Kaldırımın bile yansı kazılmıştı, yoldan geçiş sırayla ve
güçlükle sağlanabiliyordu. Eline kırmızı bir bayrak almış
kırmızı yüzlü bir İrlandalI görevli trafiği koordine etmeye
çalışıyordu. Hyde, yolda kazı yapan işçiyi uzaktan Hugh
Morrison'a benzetti.
Arabanın penceresinden, kaldırımda durmuş kazı ça­
lışmalarına bakarak çocukluğun verdiği heyecanla hara­
retli hararetli konuşan dört çocuğu izledi. Bu gruptan ayrı
duran bir çocuk daha vardı, onlarla bir ilgisi yok gibi gö­
rünüyordu. Hyde bu çocuğu tanıdığı hissine kapıldı ama
bir taraftan da bunun zihnindeki çocuk olamayacağını
düşünüyordu. Bu çocuk sekiz yaşından büyük olmayan,
küçücük bir kızdı ve yalnız başma sokakta dolaşamayacak
kadar küçüktü. Kıyafetleri kirli ve çok eskiydi. Anormal
şekilde solgun olan yüzü toz toprak kaplıydı, sanki kazılan
bir yerden az önce çıkmış gibi görünüyordu. Büyük yeşil
gözleriyle Hyde'a baktı ve acı dolu bir yüz ifadesiyle başını
iki yana salladı.
Araba aniden hareket etmeye başlayınca Hyde, Ma-
ckinley'ye seslenerek biraz beklemesini istedi. Tekrar dö­
nüp baktığında kız ortadan kaybolmuştu. Fakat diğer dört
çocuk aynı yerde duruyorlardı ve şimdi dikkatleri arabaya
yönelmişti.
"Tamamdır Mackinley, sadece bir şey gördüğümü..."
Hyde sustu, başmı iki yana salladı ve iç çekti. "Boş ver,
merkeze gidelim."
Craig Russell

***

Hyde ofisinde bir süre yalnız başına oturup zihni-


toparlamaya çalışacaktı, kendisine bir başka küçük kızı h>.
(ırlatan o kızın görüntüsünü kafasından atmak istiyordu
Ne var ki merkeze vardığında yardımcıları da onu beki
yordu. Komiser Yardımcısı Peter MacCandless, iyi huylu
otuz dört yaşında ancak sarı saçları erkenden dökülmeyi
başlamış, hafif kel bir adamdı. Hyde'a deri bir dosya uzattı
"Doktor Abercrombie'nin ilk gözlemlerine dayanır,
adli tıp raporu ve Doktor Burr ile Bell'in otopsi raporları
"Teşekkürler Peter," dedi Hyde.
"Ama belki ihtiyacınız olan tüm bilgileri burada da
bulabilirsiniz..." MacCandless, Hyde'a bir gazete uzattı
The Edinburgh Expositor gazetesi manşet atmıştı: "ASILAN
ADAM CİNAYETİ: BİR BÜYÜCÜLÜK RİTÜELİ Mİ YOK­
SA KARANLIK TARİKATIN İŞİ Mİ?"
"Çok hızlılar," dedi Hyde iç çekerek ve gazeteyi Mac-
Candless'a geri uzattı. " Erpositor'un karanlık tarikatlarla
ilgili saçmalıklarını okumasam da olur," dedi. Masasına
oturdu, dosyayı Önüne alıp açarken MacCandless ile Dem-
pster'a da başıyla oturmalarım işaret etti. Edinburgh'un
cansız ve soğuk güneşi ofisin yüksek pencerelerinden içeri
giriyor, odayı aydınlık ve karanlık olmak üzere iki parça­
ya ayırıyordu. Hyde gözlerini ovuşturma ihtiyacına karşı
koymaya çalıştı.
MacCandless ve Dempster onun huyunu çok iyi bil­
diklerinden Hyde dokümanları baştan sona okuyup biti­
rirken sessizce oturup beklediler. Otopsi raporunun çoğu
Doktor Burr'un daha önce açıkladığı gibiydi. Tek yeni bil­
gi, laboratuvardan gelmişti. Adamırt midesinden çıkanlara
göre, ölümünden yarım saat kadar önce mantar ve tahıl ye-
Hyde

diği saptanmıştı. Midesindeki yiyecekler tam olarak öğü­


tülmeye fırsat bulamamıştı.
Bir de kurbanın kanında alışılmışın dışında bir mad­
deye rastlandığından bahsediliyordu. Kan testleri yeni ve
şimdilik kısıtları olan bir uygulamaydı ve Hyde'ın mes­
lektaşları tarafından çoğunlukla güvenilmez bulunurdu.
Önündeki test sonuçlarını anlamakta zorluk çeken Hyde,
Doktor Bell'e bir not yazarak raporun içeriğini anlamasına
yardım etmesini rica etmeye karar verdi. Ancak son anda
tekrar kontrol edince otopsi raporunu yazan kişinin Dok­
tor Burr olduğunu gördü. Demek ki ona danışmak daha
doğru olacaktı.
Hyde dosyayı okumayı bitirip kapatınca, "Sabah er­
kenden size bir mesaj geldi efendim. Emniyet müdürün­
den," dedi MacCandless. "Bu sabah saat 10.00'da Parlia-
ment Meydanı'nda onunla buluşmanızı istiyor." Aslında
Edinburgh Polis Teşkilatı'nm idare merkezini kastediyor­
du.
"Neyle ilgili görüşeceğimize dair bir ipucu var mı?"
"Hayır efendim."
Flyde diğer memura döndü. "Senden şehir kütüpha­
nesine giderek vereceğim listedeki kitapları almanı istiyo­
rum." Hyde üzerine on maddelik bir liste çıkarılmış kâğıt
parçasını Komiser Yardımcısı VVilliam Dempster'a verdi.
Dempster, dürüst görünümlü, siyah saçlı, kırk yaşlarında
bir adamdı. Her zaman aşırı ciddi olmakla tanınan Demps­
ter, listeye okudukça şaşırdı ve kafası karıştı.
"Mitoloji kitapları mı efendim?"
"Ne söylüyorsam onu yap VVilliam." Dempster'a her­
kes VVillie derdi, Hyde hariç... Hyde ona neredeyse her
zaman Komiser Dempster derdi, sadece bazen, gerektiğin-

73
Crcıig Rııssell

de VVilliam diye hitap ederdi. "Leith Nehri cinayetiyle bir


ilgisi olabilir."
"Nasıl? Deniz perileri tarafından mı öldürülmüş?" di.
yen MacCandless, Dempster'a dönerek bir kahkaha patlat-
tı. Dempster ise her zamanki gibi ciddiyetini koruyordu,
Hyde ilk kez olmasa da yeniden bu iki dedektif arasında­
ki taban tabana zıt yaradılışı fark etti. Birbirlerinden daha
farklı olamazlardı. Ancak her nasılsa, birlikte çok uyumlu
çalışmayı başarıyorlardı. Ve hatta işin dışında arkadaş ola­
rak da görüşüyorlardı.
"Siz dönene kadar kitapları buraya getirmiş olurum
efendim," dedi Dempster.
Hyde yeniden MacCandless'a döndü. "Senin de takip
etmeni istediğim bir konu var dedektif."
"Buyurun efendim," dedi MacCandlless hâlâ az önce­
ki esprisine gülmeye devam ederken.
"Çok iyi bir fotoğrafçı bulmanı istiyorum."

74
8. BÖLÜM

<&>

Gölge gibi karanlık bir şey uykusundan uyandırdı.


Ama kendi uykusu değildi bu, başka bilinindi. Başka
bir zihnin... Karanlık ve okyanus kadar derin başka bir zi­
hin...
Şimdi, çok yukarılardaki yüzeye çıkmaya çalışıyordu,
dünyanın aydınlığına ve havasına ulaşmak için... Kadim
bir su canavarı gibi derinlerde yüzerken, özgür kalacağı
günü hayal ediyordu. Yüzeyin nerede olduğunu biliyor­
du. Önceleri, çok önceleri birçok kez yükselmiş ve yüzeye
çıkmayı başarmış, fakat sonra yine karanlığa gömülmüştü.
Öncelikle, aydınlıktaki zamanı çok sınırlı olmuştu;
kısa ama çok hoş zaman geçirmişti. Ne var ki her dönüşün­
de daha da güçleniyor, böylece dünya üzerinde daha fazla
zaman geçiriyor ve karanlık planlarını hayata geçirmeye
fırsat buluyordu.
Hatta bir keresinde tam bir zafer anı yaşamış, aynı be­
deni paylaşmak zorunda kaldığı şu her şeyden bihaber or­
tağını tamamen işgal etmeyi başarmıştı.
O zafer anlarında iradesini ortaya koymuş ve bir cina­
yet gerçekleştirmişti. Böylece bir başkasının ışığım söndür­
müş ve daha birçok zafer için yolu açmıştı. Ve öldürmek­
ten zevk almıştı.
Ardından yeniden karanlığa dönmek zorunda kalmış­
tı, paylaştığı zihnin zindanlarına atılmıştı zorla. Diğeri ise

75
Craig Rııssell

dünyada unutkanlığın getirdiği kafa karışıklığı içinde y,


rümeye devam ediyor, hâlâ zihnindeki gölgenin varhğlr
dan bihaber yaşamayı sürdürüyordu.
Ama gölge gittikçe güçleniyordu. Işıktaki zamanı h«j
geçen gün daha da sıklaşıyor ve daha uzun sürüyordu.
Yakında... Yakında, günışığına yeniden tüm karan),,
ğıyla sızmayı başaracaktı.

76
9. BÖLÜM

Robert John MacGregor Rintoul, hayatı boyunca hiç


devriye gezmemiş veya bir kişiyi bile tutuklamamıştı.
Rintoul ailesi, Fife ilçesinde kuşaklar boyunca çiftçilik
yapmış, ancak tarihin tam da en doğru anında, toprağı sür­
mek yerine derinlemesine kazmaya başlamışlardı. Nere­
deyse kaza eseri denebilecek şekilde yeni kurulan Rintoul
Kömür Şirketi, İskoçya'nın da ebeveynlerinden biri oldu­
ğu endüstri devrimi denen canavarın kamını doyurmaya
çalışıyordu.
Hızla çoğalan ve kömür için müthiş bir açlık duyan
dökümhaneler, fabrikalar, gemicilik firmaları ve demiryol-
lan sürekli beslenmek istiyor, karşılığında da Britanya Im-
paratorluğu'nun mekanizmasının besliyordu.
İskoçya Merkez Kuşağı, yani İskoçya'nın en yoğun
nüfuslu bölgesindeki tüm şehirler Rintoul madenlerinin
çevresinde kurulmuştu. Bu kentlerde madencilerin aileleri
oturur ve tüm ihtiyaçlarını yine bu şirketin açtığı dükkân­
lardan almaya mecbur tutulurdu. Müthiş bir servet edi­
nilmişti ama hiçbiri, toprağın derinliklerinde perişan olan
veya sıklıkla ölenlere ait değildi.
Robert John MacGregor Rintoul, bu ailenin dördün­
cü kuşağındandı ve ailenin mütevazı kökenlerinden sınıf,
eğitim ve sosyal statü olarak çok farklıydı. Bununla birlik­
te babasının aile reisi pozisyonunu devralmamış, bu görev

77
Craiff Ruani'iı

daha büyük ve daha becerikli bir ağabeyine gitmişti


tabii ki Robert Rintoul'un da aile şirketinde büyük hırt
aesd ve muazzam bir kişisel geliri vardı. Erkeklerin
nun elde etmek için hayat boyu güçlük çektiği şeyler or,
hiç çaba sarf etmesine gerek kalmadan sunulmuştu.
Rintoul sıradan görünüşlü, elli yedi yaşında, uzu?,
boylu ve saçları dökülmeye başlamış bir adamdı. Tıph j
Hyde gibi o da ordüda subay olarak görev yapmıştı. Ancal
Hyde'dan farklı olarak, görevi boyunca bir kez bile liyakat
madalyası almış değildi. Cardvvell reformları, İngiliz Or-
dusu'nda rütbelerin satın alınmasını yasaklamadan evvel,
Rintoul'un babası oğluna 4.000 pound karşılığında binbaşı
rütbesi satın almış, hatta sonra biraz daha fazla ödeyerek
oğlunu yarbaylığa terfi ettirmişti,
Hyde'm bildiği kadarıyla Rintoul bir kez bile, küçücük
de olsa bir muharebe görmüş değildi. Ordudaki görevin­
den emekli olduktan sonra ailesinin bağlantıları devreye
girmiş ve yine hiçbir yeterliliği olmamasına rağmen ona
şimdiki makamını sunmuştu: Edinburgh Şehri Polis Teşki­
latı'nın Emniyet Müdürü."
Robert John MacGregor Rintoul, şimdi şehrin tüm
üniformalı polislerinin ve tabii dedektiflerinin amiriydi.
Bu adam, tüm hayatı ve kariyeriyle ilgili olarak Hyde'ın
en çok sinirlendiği, en katlanamadığı insanlardandı. Ordu­
daki rütbelerin satın alınabilmesi, özellikle savaş sırasında,
liderlik konusunda sürekli sıkıntılara ve korkunç sonuç­
lara yol açıyordu. Britanya'nın askeri tarihi böyle büyük
felaketlerle doluydu. Hyde da bu durumu Hindistan'day­
ken tecrübe etmişti. Robert Rintoul'un geçmişi göz Önüne
alındığında, polis teşkilatında daha iyi bir liderlik örneği
sergileyebileceğine inanmak için hiçbir sebep yoktu.
Ancak Hyde buna inanıyordu.

78
Hyde

Tuhaf bir nedenle, emniyet müdürlüğü görevi Rin-


toul'a tanı oturmuştu. Mayalı boyunca imtiyazlı olmasına
rağmen bu adamda kibir veya gösterişin zerresi yoktu.
Hatta Hyde, ilk karşılaşmalarında Rintoul'un hayatında ve
kariyerinde bu kadar kolay bir yerlere gelmekten utandı­
ğı izlenimi almıştı. Asla bir polismiş gibi ya da dedektiflik
yeteneklerine sahipmiş gibi davranmazdı. Bununla birlik­
te son derece yetenekli bir yöneticiydi ve kendisinde ol­
mayan tecrübe ve becerilere sahip astlarını da dinlemeyi
bilirdi.
Hyde önyargılarını bir kenara koymuştu. Sonuçta
kendisinin debaşkomiserlik için yeterli tecrübeye veya ye­
teneğe sahip olmadığını düşünen astları olabilirdi.
Rintoul görevine başladığında, Hyde bir süredir de­
dektiflerin başında çalışmaktaydı ve tanışmadan önce onun
hakkında duyduklarına rağmen amirine saygı duymuş, hat­
ta onu biraz sevmişti bile. Rintoul ise en başından itibaren
Hyde'a dedektiflik bölümünde mutlak özerklik vermeye
kararlı olduğunu belirtmişti. Tek şartı, Parliament Meyda­
nındaki ofise, vakalarla ilgili bilgi verilmesi ve büyük soruş­
turmalarda fikrinin alınmasıydı. Emniyet müdürü görev ve
sorumluluklarını ihmal ediyor değildi, Hyde onun ne kadar
gayretli ve özenli bir amir olduğunu fark edince şaşırmıştı.
Üstelik astlan ile arasındaki sınırlan koruyor, onları yönet­
mek ile işlerine karışmak arasındaki farkı çok iyi biliyordu.
Ki bu, seleflerinin hiç beceremediği bir şeydi.
Her ne kadar birbirlerine saygı duysalar ve pozisyon-
lan icabı yakın çalışsalar da Hyde, Rintoul'un kurallara
bağlılığını çok iyi bildiğinden hastalığıyla ilgili bilgileri on­
dan saklamak zorundaydı. Bu yüzden, nöbet geçirdiği bir
gecenin sabahında amirinin kendisiyle toplantı yapmak
istediğini duyunca çok huzursuz olmuştu.

79
Cralg Russell

M 4 4

Old Tovvn'daki emniyetin en üst katında müdürfe


ofisi bulunmaktaydı. Ofis, Edinburgh'un tarihi yapıla^
dan biri olan Parliament Meydam'na bakıyordu ki burd
bir ulusun kararlılığını sembolize eden yerdi. Birlik Ya%
sı'na dek İskoçya'nın yönetimi bu binalarda, özellikle &
Parliament Hall'da yürütülmüştü. Burası sonradan, Birlik
sonrası inşa edilen binaların oluşturduğu daha büyük bîr
komplekse dahil olmuştu.
Rintoul, Hyde'ı alışkın olduğu üzere sıcak bir şekilde
karşıladı. Ama ona oturacak bir yer gösterdikten hemen
sonra konuya girdi.
"Durum çok kötü, Edvvard," dedi ciddi bir ifadeyle
"Dean Villagc'daki cinayetten bahsediyorum. Bir yerlere
varabildik mi o konuda?"
"Henüz çok erken, efendim," diye açıklamaya girişti
Hyde. "Ama size katılıyorum, çok huzursuz edici bir cina­
yet bu. Bildiğiniz gibi bizim uğraştığımız vakalar hep belli
sınırlar içinde kalır. Suç örgütleri arasındaki anlaşmazlık­
lar, ölümle sonuçlanan sarhoş kavgaları, aile içi cinayetler
gibi. Ama bu..." Geniş omuzlarını silkti. "Bu tamamen
farklı bir şey."
"Öyle ve beni endişelendiren de bu. Toplumda da hu­
zursuzluk yaratıyor, böyle şeylerin kolayca toplu histeriye
dönüşebileceğini bilirsin. Sanırım Edinburgh. Exposîtor ga­
zetesindeki manşeti gormüşsündür."
"Gördüm efendim. Ancak birazcık zekâsı olan birinin,
bu cinayetin büyücülerin işi olduğuna veya efsanevi bir
Karanlık Tarikat'ın varlığına inanacağını sanmıyorum."
"Bence Edinburgh halkını olduğundan daha zeki
zannediyorsun. Gazetenin iddialarına katılmayanlar bile
şehrin sokaklarında manyak bir katilin kol gezdiğini id-

80
Ih/cle

dia ediyorlar. Sence bunu yapan bir manyak mı? Bu aca­


yip cinayetler devam edecek mi?" Rintoul sanki Hyde'dan
olumsuz bir cevap almak istemez gibi görünüyordu.
Endişem şu ki bu cinayeti işleyen tek bir kişi olmaya­
bilir," dedi Hyde. Bu sözlerin Rintoul'un endişelerini ya­
tıştırmadığının farkındaydı. "Manyak ya da değil. Görü­
nen o ki maktul başka bir yerde öldürülüp sonradan Leith
Nehri'ne taşınmış ve ağaca asılmış. Böyle bir işi yapmak ve
cesedi taşımak için çok büyük bir güç gerekir. Bu da bize
tek bir katil olmayabileceğini gösteriyor. Gazete bu açıdan
doğru bir noktaya değinmiş."
"Demek katil değil katiller var, öyle mi?"
"Cesedi, bulunduğu şekilde tek bir kişi bağlayamaz­
dı. Öldürme işlemini kaç kişinin gerçekleştirdiğini bilmek
imkânsız tabii. Korkarım bu aşamada daha fazlasını söy­
leyemem. Beni endişelendiren şeylerden biri de bu olayın
tamamında bir sembolizm olması. Henüz kurbanın kimli­
ğini tespit edemedik. Ama eğer yeraltı dünyasından biriy­
se, cinayetteki sembolizmin çetelerden birinin verdiği bir
mesaj olduğunu varsayabiliriz. Başka bir çeteye gönderilen
vahşi bir mesaj."
Hyde'm bu tezi Rintoul'u biraz rahatlatmış gibiydi, bu
nedenle Hyde adamm midesinde bulunanlarla ilgili bilgi­
leri henüz vermemeyi düşündü. Zaten şimdilik bu konuy­
la ilgili bir gelişme de olmamıştı. Tek bildiği adamın son
yemeğinde tahıl ve mantar yediğiydi.
"Neden bu vaka ile ilgili beni görmek istediniz?" diye
sordu emniyet müdürüne.
"Çünkü..." Rintoul bir çekmeceye uzandı ve içinden
bir dosya alıp önüne koydu. "Elime çok tuhaf bir talep
ulaştı, Edvvard. Ve talebin geldiği yer, hiç hoşuma gitmi­
yor."

81
Craig Rııssell

"Öyle mi?"
"Polisin işine karışılmasından hiç hoşlanmam. ö7
likle de karışmak isteyen Metropoliten Polis Teşkilatı ı (
"Londra'nın Edinburghla ne ilgisi olabilir?" diye?J|
du Hyde.
"Talebin geldiği kişi, Başmüfettiş VVilliam Melvük
adında biri, İrlanda Özel Birimi'nden. Görünen o ki burası
isim değiştirmiş ve artık sadece Özel Birim olarak adlandı-
rılıyor. Yetki alanı da genişletilmiş; her tür asiyi, anarşist
ve İmparatorluk'ta karışıklığa yol açabilecek diğer herkesi
soruşturma yetkisine sahipler."
"Bir çeşit gizli polis teşkilatına benziyor," dedi Hyde.
"Belki de öyle," dedi Rintoul. "Ama gerçek şu ki bu
talebi ciddiye almamız gerekiyor. Melville, gördüğüm ka­
darıyla İrlandalı ve daha önce Dublin'deki İrlanda Kraliyet
Polisi'nin dedektiflik biriminin amiriymiş. Fenian Kardeş­
liğini,' İrlandalı milliyetçileri ve tabii diğer anarşistleri av­
lamadaki uzmanlığıyla tanınmış." Emniyet amiri dosyayı
çevirdi ve Hyde'ın önüne itti. "Bana, Jacob McNeil Mac­
kendrick ile ilgili bildiğimiz her şeyi onunla paylaşmam
söylendi."
"Cobb Mackendrick mi?" diye sordu Hyde. Çok şa­
şırmıştı. "Ressam olan mı? Sosyetenin portrelerini yapan
adam?"
"Evet, aynı zamanda ateşli bir İskoç milliyetçisi," dedi
Rintoul. "Başmüfettiş Melville sanırım Mackendrick'in
sanatsal yeteneğinden çok politik görüşleriyle ilgileniyor.
Ancak gerçek şu ki elimizde onunla ilgili hiçbir şey yok.
Aslında bunun için bir sebep de yok. Daha önce hiçbir suç
* 1858 yılında ABD'de kurulan, İrlandalı bir cumhuriyetçi örgüt. Clan
na Gael'ın önceliydi. Hem Fenian Kardeşliğini hem de İrlanda Curn
huriyetçileri Kardeşliğini ifade etmek için "Fenianlar" terimi k„1U
nılıyordu. (ed.n.) uila-

82
Hyde

işlemedi veya azmettirici olmadı. îskoçya'da hiçbir zaman


bir silahlı eylemi savunmadı hatta İrlanda'daki ayrılıkçıla­
rı bile desteklemedi. Zaten îskoçya'da onları destekleyen
de pek bulunmaz. Adam bir eksantrik; politik, entelektüel
ve sosyal açıdan alışılmadık biri. Fakat Metropoliten Polis
Teşkilatı'nın neden ilgisini çektiğini tahmin edemiyorum."
Hyde başıyla onayladı. "Mackendrick hakkında çok
az şey biliyorum, efendim. Bildiklerim de sanatı üzerine
ve bence oldukça yetenekli biri."
"Sanırım bu özel birim toplumda oluşan endişe üze­
rine harekete geçti. Geçen sene Dublin'de şu korkunç Pho-
enix Parkı olayı yaşanmıştı. Sonra da İngiltere'deki Fenian
bombalamaları gerçekleşti. Ocak ayındaki Glasgow patla­
maları gibi. O zamandan bu yana Clan na Gael ve İrlanda
Cumhuriyetçileri Kardeşliğini her köşe başında görür gi­
biyim."
"Ama sizin de söylediğmiz gibi," dedi Hyde. "Ma­
ckendrick İskoç milliyetçisi ve Fenianlara daha önce asla
destek vermedi..."
"Sanınm korktukları şey, benzeri bir hareketin İskoç-
ya'da da başlaması. Burada Özel Birim yok, Edward. Poli­
tik bir polis teşkilatının varlığı beni de en az senin kadar
endişelendirir. Ama maalesef İmparatorluğun öyle çok
düşmanı var ki böyle önlemleri zaruri kılıyor. Korkarım
Edinburgh'tâki bu tarz soruşturmalar senin görevin ola­
caktır."
"Benden Cobb Mackendrick'i soruşturmamı mı isti­
yorsunuz?"
"Soruşturmak demeyelim... Daha çok genel bir araş­
tırma diyelim. Tek istediğim Melville'i tatmin edecek kadar
bilgi verebilmek ve kendi bölgemizdeki potansiyel politik
oluşumlara göz yummadığımızı göstermek. Bize gelen bu

83
Craig Russell

talebi ciddiye almamız gerektiğini söylemeye çahşıy0njr,


Edward. Elinde daha önemli davalar olduğunu biliyorvrr
en başta da şu cinayet vakası. Belki memurlarından bîrin
bu vakaya atarsın."
Hyde başıyla onayladı. "Elbette efendim."
Konu karara bağlanmıştı. Rintoul yeni bir konuya geç-
ti. "Sanınm Hugh Morrison'ın infazına katıldın, öyle değii
mi? O karar seni hâlâ rahatsız ediyor mu?"
"Dürüst olmam gerekirse, evet ediyor," dedi Hyde
"Mornson'ın masum olduğuna emin değilim ama aynı
şekilde suçlu olduğunu da söylemem. Korkarım bir hata
yaptık. Ve böyle davalarda hatalar, masum birinin hayatı­
na mal olabiliyor."
"Adamın tamamen deli olduğunu sanıyordum, öyle
değil miydi? Cinayeti mitolojik bir vahşi köpeğin işlediğini
iddia etmemiş miydi?"
"Deli değildi, sadece çaresizdi. Bildiğiniz gibi ben in­
sanların sakladıkları yanlarını görebilmekle övünürüm.
Özellikle masum görünümün altındaki kötülükleri. Ama
Morrison'da böyle olmadı... Morrison'ın Mary Paton ın
öldürülmesiyle ilgili hiçbir fikri yoktu. Canavardan bah­
setmesine gelince, yapmaya çalıştığı tek şey, suçlandığı
cinayete başka bir açıklama getirmekti. Sanırım bahsettiği
mitolojik yaratık Galler kültüründe dünya üzerindeki kö­
tülüğü temsil ediyor. Ama tabii zekâ geriliği olan bir adam
olduğu için hikâyedeki metaforu gerçek zannetmiş." Hyde
derin derin iç çekti.
"Evet," dedi Rintoul. "Bana bunları sah günü anlat­
mıştın. Bu mitolojik yaratığın adının cû dübh ifritin olduğu
nu söylemiştin."
"Öyle mi dedim?" diye sordu Hyde, şaşırmıştı.
"Sonuçta benim bu konudaki düşüncelerimi biliyOr

&4
Hyde

sun," dedi Rintoul. "Bence bu davayı hâlâ araştırman çok


gereksiz bir iş. Bu şehirdeki diğer herkese göre adalet yeri­
ni buldu. Ve Dean Village cinayetine tüm dikkatini verme­
ni gerektiriyor. Sana Morrison davasıyla ilgili bir süre daha
soruşturma yapman için izin vermeyi düşünüyordum ama
sah geceki görüşmenden durumu değiştirecek yeni bir şey
çıkmadı sanırım, öyle mi? Herhalde Leith Nehri'ndeki ci­
nayet diğer işi unutturmuştur sana."
Hyde tüylerinin diken diken olduğunu hissetti, iki
gün önce Morrison davasını Rintoul ile tartıştığını hiçbir
şekilde hatırlamıyordu. Ya da o akşam gideceği yerle il­
gili bilgi paylaştığını... Nereye gitmeyi planladığını dahi
anımsayamıyordu.
"Affedersiniz efendim, görüşmem mi?"
"Cinayetin işlendiği gece..." Şimdi şaşırma sırası Rin-
toul'daydı. Kafası karışmıştı. "O gün öğleden sonra bana
Morrison davasında yeni bir ipucu bulduğunu söylemiş­
tin. Neyin var senin? Evvelsi gün konuştuklarımızı hatır­
layamıyor musun?"
"Elbette hatırlıyorum efendim, kusura bakmayın."
Hyde kendini toparlamakta güçlük çekiyordu. Burada,
Leith Nehri'nde kendine gelmeden önce nerede olabile­
ceğine dair en büyük kanıt önünde duruyordu. Ama Rin-
toul'e bunu sormak, hafıza kaybını itiraf etmek anlamına
gelecekti. Ki Emniyet Amiri şimdiden Hyde'a şaşkınlıkla
bakıyordu.
"Yani o ipucundan hiçbir şey çıkmadı mı?"
"Efendim?"
'Görüşmenden bahsediyorum, Dean Village'daki
hani. Cinayet mahallinde olmanın tek sebebi bu ipucu de­
ğil miydi? Şu buluştuğun kadın sana hiç yardımcı olamadı
mı?"

85
Craig Rııssell

Hyde bir süre duraksadı, zihni süratle çalışıyordu. Di­


rin bir nefes aldı ve sonra sakince, "Hayır, korkarım ola­
madı amirim. Bize yardımcı olabilecek hiçbir şey anımsa-
mıyonım."

86
10. BÖLÜM

<&

Emniyet müdürüyle toplantısından sonra Hyde ofisi­


ne döndü ve oturup Rintoul'un anlattıklarıyla ilgili hafıza-
smı zorlamaya başladı.
Tüm bunlar hafızasını yitirdiği öğleden sonra olmuş­
tu. Amiriyle konuşurken o akşam nerede olacağına dair
ona bilgi vermişti. Leith Nehri'nde ne işi olduğunu bilme­
ye öyle yakındı ki! Ama Rintoul'a küçücük bir soru bile
sorsa şüphe çekeceği kesindi. Hyde sonrasında gelecek so­
rulara yanıt veremeyebilirdi.
Hafızasının karanlık bölümlerini aydınlatmak için ne
kadar çaba sarf ederse etsin, ufacık bir parça bile gün ışığı­
na çıkmıyordu.
Ajandasında o günle ilgili bir kayıt olmadığını biliyor­
du, daha önce kontrol etmişti. Hatta polis merkezindeki
diğer defterleri ve mesajları da kontrol etmişti. Hiçbir bilgi
bulamamak onu şaşırtıyordu: Aslında polis memurlarının
muhbirlerinin isimlerini gizli tuttuklarım çok iyi biliyordu,
ama Hyde belli bir sisteme sahipti, hastalığının getirdiği
zorluklan aşmak için çok dikkatli bir şekilde not tutar, her
şeyi kaydederdi. Bu kayıtlar özellikle bu durumlarda büyük
önem taşır, kayıp zamanını bulmasına yarardı. Yazdıkları,
hafızasındaki bazı boşlukları doldurmasını sağlardı.
Ancak ajandasında, o günün öğleden sonrasına dair
sayfa tıpkı hafızası gibi bomboştu.

87
Craig Russell

Hyde kendini Özellikle böyle zamanlarda dünyad


tamamen kopmuş hissederdi. İki yardımcısına, Dernp
ve MacCandless'a çok güvenirdi. Ama onlara, bazen b-.
dünyadan kopup gittiğini ve o sırada ne yaptığını bilmedi,
ğini asla söyleyemezdi.
Robert Rintoul, Hyde'ın kendisine o gün söyledikle­
rinden bazılarım açık etmişti. Böylece buluşmanın gerçek-
leşeceği yer belli olmuştu: Dean Village. Bu bilgi Hyde'ı az
da olsa rahatlatmıştı. Şimdi en azından gecenin köründe
cinayet mahallinin yakınında ne işi olduğunu biliyordu.
Bununla birlikte, bu tesadüf canım sıkıyordu.
Mackinley'yi sorguya çekti. Güvenilir arabacı Hyde'ı o
gün Dean Village'a götürmediğini hemen itiraf etti. Dediği­
ne göre Hyde, ona o gün ihtiyacı olmayacağını söylemişti.
Polis merkezindeki memurlardan biri ona kanıt kutularını
Parliament Meydam'ndaki merkeze taşıma görevi vermiş­
ti. Mackinley, Hyde'ın sorularına şaşırmış gibi görünmü­
yordu. Hyde o anda anladı ki bazı olayları hatırlamak için
sorular sorması herkeste şüphe uyandırmayabilirdi. So­
nuçta herkes bir şeyleri hatırlamakta zorluk çekebilirdi.
***

Ofisinin kapısı çalınınca düşünceleri dağıldı. İçeri gi­


ren Dempster bir bayanın geldiğini ve Hydeda konuşmak
istediğini söyledi.
"Doktor olduğunu iddia etti," dedi Dempster, sesin­
deki şüpheciliği saklamaya çalışmadan.
"Öyleyse doktordur Dempster," dedi Hyde. "Hatta
kendisi bize ulaşan otopsi raporunu yazan kişidir, Doktor
Burr."
"Bir patolog ha?" Dempster7ın şüpheci tutumu şimdi
inanmazlığa dönüşmüştü.
"Doktor Bell'in yardımcısı."

88
Hyde

"Ben Doktor Bell'in yardımcısının Doktor Conan Doy-


le olduğunu sanıyordum."
"Doktor Doyle, İngiltere'ye taşındı," dedi Hyde. "Ye­
rine Doktor Burr geldi. Üstelik bence Doktor Bell kadar ye-
tenekli biri ve çok değerli bir kaynak. Maktulün geçmişiyle
ilgili birçok bilgiyi ortaya çıkardı. Lütfen onu içeri alm."
Kadın odaya girince Hyde bir kez daha onun güzel-
liğinden etkilendi. Cally Burr siyah bir etek ile yeni moda
bir ceket giymişti. Pırıl pırıl siyah saçlarını toplamış, bir
şapkanın altına tutturmuştu. Onda insanı çeken tuhaf bir
şeyler vardı. Edinburgh'un loş ışığında bal rengi teniyle
sanki başka dünyalardan çıkıp gelmiş bir yaratık gibiydi.
Nedendir bilinmez, Hyde onun yanında yatıştığını hisse­
diyordu.
Hyde kadına oturacak bir yer gösterdi ve çay ikram
etmek istedi. Ancak Doktor Burr geri çevirdi.
"Sanırım doğru olanı yaptınız," dedi Hyde gülümse­
yerek. "Belki de daha önce bir polis merkezinde çay içme
<• talihsizliği yaşamıştınız."
"Buralardan geçiyordum ve raporumu okuduysanız
bana sorularınız olabileceğini düşündüm," dedi kadın.
Hyde'ın esprisini duymazdan gelmişti ve sesi son derece
ciddiydi.
"Aslında, ben de sizinle irtibata geçmeyi düşünüyor­
dum. Gerçekten de sorularım var. Bana zaman kazandır­
mış oldunuz," dedi Hyde.
Kadın gülümsedi ama gülümseyişi de ses tonu gibi so­
ğuktu. Hyde, Cally Burr'un bir erkek mesleği yaptığı için,
kendisinin kadın olduğunu hatırlatacak her tür davranış­
tan ve sıcak tavırdan uzak durduğunu fark etti.
Sonuçta, Edinburgh Cerrahlar Salonu'nda çıkan olay­
ların üzerinden sadece on üç yıl geçmişti. Sonraları Edin-

89
Craig Russell

burgh Yedilisi adı verilen yedi kadın -ki bunlar Britanya'^


bir anatomi sınavına giren ilk kadın tıp öğrencileriyd
okul arkadaşları olan erkeklerin ve Edinburgh'un ayak
takımının saldırısına uğramışlardı. Saldırganlar kadınla,
nn doktor olabileceği gerçeğiyle çılgına dönmüşlerdi. Bu
kadınlar sonradan doktor olsalar da Edinburgh'un sağlık
camiasından, başta Sir Robert Christison'un çabalarıyla ol
mak üzere, mümkün olduğunca uzak tutulmuşlardı. Özel­
likle jinekoloji ve doğum bölümlerinde çalışmaya mahkûm
edilmişlerdi. Hiçbir erkeğin, bir kadın doktorun muayene
sine güvenmeyeceği açıklanmıştı.
Belki de Cally Burr bu sebeple patolojiyi seçmiştir. Ne
de olsa ölü adamlar kadın doktora itiraz demezler, diye
düşündü Hyde.
Hyde, doktorun ziyaretine sevinse de sebebini tahmin
edebiliyordu. Raporla ilgili sorulan Doktor Bell'den önce
kendi yanıtlamak istiyordu.
"Ne gibi sorularınız var Başkomiser Hyde?"
"Laboratuvar sonuçlanyla ilgili... Sonuçların önemini
anlayamadım. Ama rapora dahil ettiğinize göre sizce bir
önemi olmalı."
"Yeni bir tıp dalma karşı özel bir ilgi duyuyorum, yani
farmakoloji," dedi Doktor Burr. "Aslında, bu alandan çok
iyi anladığımı söyleyebilirim. Belki bilirsiniz, Iskoçya'da
sayılan zaten az olan kadın hekimler, eğitimlerinin en
azından bir bölümünü yabana ülkelerde tamamlamak zo­
runda kalıyor."
"Bilmiyordum ne yazık ki."
"Ben, Strasburg Üniversitesi'nde Doktor Osvvald Sch-
miedeberg'den eğitim alma şansına eriştim. Daha önce bu
doktoru hiç duymuş muydunuz Başkomiser Hyde?"
"Maalesef," dedi Hyde.

90
Ilı/ıle

"Doktor Schmiedeberg farmakolojik araştırmalar ko­


nusunda öncü bir i,sim. Strasburg'dayken onun çığır açan
kitabı l'ıirHHikolojhtiıı Aııııhıılhvı'nı okumuştum. Bu kitapta
anlattığı ilk keşiflerden biri kandaki kloroformu tespit et­
mek ve miktarını ölçmek üzerineydi. Yaklaşık on beş yıl
kadar önce Doktor Schmiedeberg bir başka keşif daha yap­
tı. Buna göre muskarinin de kalp üzerinde aynı şekilde et­
kisi oluyordu."
"Doktor, korkarım ben..." diye konuşmaya başladı
Hyde.
Ama Burr sabırsızca elini kaldırarak onu susturdu.
t • 1 1 • J
Hyde gülümsedi. İnsanların onun yanında çekingen dav­
ranmasına alışıktı. Ancak belli ki bu kadın üzerinde böyle
bir etkisi yoktu.
"Başkomiser Hyde, bu maddeyle birlikte kanda genel­
de müsimol da bulunur. Schmiedeberg'in analiz protokol­
lerini gerçekleştirince maktulün kanında her iki maddeyi
de buldum."
li "Yani zehirlenmiş mi?" diye sordu Hyde. Gülümse-
mesi kaybolmuştu.
"Bir bakıma evet. Bunlar son derece toksik maddeler
li ve mantar çeşitlerinden bazılarında doğalolarakbulunur­
la 1ar."
a "Maktulün midesinden çıkanlar..." Hyde durumu
t kavramıştı.
Cally Burr başını sallayarak onayladı. "Evet, mide­
den çıkanlar. Bu maddeler, Amanita muscaria, daha bilinen
adıyla sinek mantarında bolca bulunur. Bu mantar pişiril­
diğinde, ki genellikle kaynatılır, toksik etkileri hafifletilmiş
olur. Ama diğer etkileri aynı kalır. İrlandalI yazar Oliver
Goldsmith'in 'Dünya Vatandaşı' kitabını okudunuz mu?"
Hyde başını iki yana salladı.

91
Craig Rııssell

"Bu kitapta iğrenç bir deneyimden bahsediliyor. I),,


yanın bazı bölgelerinde sinek mantarı yemiş birinin idr,
nnın içildiğini yazıyor, bu da toksik etkileri azaltmak i<lh
İliç de hoş olmayan bir yöntem." Burr, Hyde'a içten bır
bakış atarak anlattıklarının onu rahatsız edip etmediğimi
kontrol etti. Ama Hyde'ın aklı başka yerdeydi.
"Diğer etkileri mi dediniz?" diye sordu Hyde. "Ne
gibi etkiler bunlar?"
"Muskarin ya da müsimol, her ikisinin de psiko-aktif
maddeler olduğunu biliyoruz. Bu da insanın zihnini, algı­
sını ve bilincini etkiliyor demektir. Sinek mantarı tüketil­
diğinde beyinde zindelik, mutluluk, gücün arttığını hisset­
mek gibi etkiler yapıyor. Ama en büyük etkisi çok gerçekçi
ve canlı halüsinasyonlar görmek oluyor. İlkel toplumlar-
da, büyücü doktorlar veya şamanlar tarafından ritüellerde
bilincin farklı seviyelerme kapı açmak için, entojen olarak
kullanılıyor. Örneğin ruhlarla, ölülerle iletişim kurmayı
veya bir başka varlık boyutuna geçiş yapmayı sağlıyor. Ta­
bii gerçek şu ki bu maddelerin tek yaptığı beynin kimya­
sını değiştirerek halüsinasyona ve hayaller görmeye sebep
olmak."
Hyde birkaç dakika Doktor Burr7un söylediklerini dü­
şündü. Kendisinin alternatif bir gerçekliğe ulaşmak için
hiçbir kimyasala ihtiyacı olmadığı fikrine takılmıştı. Epi­
lepsi krizleri de aynı etkiyi yapıyordu.
"Ama kurbanda böyle bir durum yoktu," dedi sonun­
da. "Edinburgh'ta bulunan bir cesedin Afrikalı bir vahşi ta­
rafından zehirlendiğini sanmıyorum. Büyücü doktor veya
benzeri biri tarafından..."
Cally Bun- gülümsedi. Gülüşünde dikkat çekici bir
şeyler vardı, güzel ama Hyde'ın hoşuna gitmeyen bir şey.
"Korkarım genelde görülen bir kibre kapılıyorsunuz Baş-

92
Hyde

komiser Hyde. Tam bir İngiliz kibri bu. Kendimizi medeni­


yetin beşiğinde zannediyoruz. İngilizlerin ırksal ve kültü­
rel üstünlüğünün ve köleliğin kaldırılmış olmasının, bize
dünyanın en az çeyreğinin yönetimini ele geçirme hakkını
verdiğine inanıyoruz.
"Ama gerçek şu ki Britanya halklarının tarihi zannet­
tiğimizden çok dalıa fazla vahşet ve ilkellik içeriyor. Az
önce bahsettiğim şamanlar ve büyücü doktorlar, ki bunlar
anlattığım maddelerin kullanımı konusunda uzmandırlar,
bunlar bizim Kelt atalarımızdan başkası değil. Masalları­
mız, gelenek ve göreneklerimiz zannettiğimiz kadar ma­
sum değil. Şimdilerde moda olan bir şey var; peri resimleri
yapmak. Çocuklarımıza anlattığımız masalları perilerin re­
simleriyle dolduruyoruz, elflerle ve İrlanda cüceleriyle...
Peki Başkomiser Hyde, bu betimlemelerde bu varlıkları
genellikle neyin üzerinde görürüz?"
"Zehirli mantarların." Hyde konunun önemini kavra­
maya başlıyordu.
"Evet, özellikle kırmızı şapkalı, beyaz benekli zehirli
mantarlar," dedi Cally Burr. "Bu kırmızı şapkalı zehirli
mantarlar, Kelt mitolojisindeki olaylarda veya masallarda­
ki resimlerde yer alan sinek mantarları. Bunların kitaplar­
da resmedilmesinin bir sebebi var: Atalarımız bu mantarla-
n başka Kelt dünyalarına ulaşmak, farklı evrenler görmek
için kullanırlardı. Keltik hayallerin anahtarı buydu. İnanın
Başkomiser Hyde, siz de belli bir miktarda sinek mantarı
yeseniz etrafta periler görebilirsiniz."
Hyde başıyla onayladı, huzursuz olmuştu. Duyuları­
nın farklı bir boyuta geçmesi için halüsinatif bir maddeye
ihtiyacı olmadığı akima gelmişti.
Bu konu sizi endişelendirdi mi Başkomiser Hyde?"
Benim de bir teorimle örtüşüyor aslında."

93
Craig Rııssell

"Öyle mi?"
"Kurbanın nasıl öldürüldüğü düşünüldüğünde,
defa ölüm ritüeline ne kadar benzediği ortada. Bu çoke-A
den kalma bir Kelt ritüeli ve insan kurban etmeyi içeriy(„
Kurban asılmış, boğulmuş ve kalbi sökülmüş. Antik ritûd.
terde de aynen böyle yapılır ve kurban baş aşağı asılımı..
Bu ritüel Kelt halkları kadar eski ve diğer inanç sıstemk
rini de etkilemiş: İskandinav mitolojisinin tanrısı Odin
dünya ağacı Yggdrasil'e tepetaklak asılmıştı -Yggdrasıi
'Odin'in darağacı' anlamına gelir-ve ölümden kıl payı do-
nüp rünlerin sırlarını öğrenmişti. Bir de tarot kartlarındaki
asılı adam resmi vardır."
"Halk hikâyeleri konusunda çok bilgilisiniz Başkomi­
ser Hyde. Bir polisten bunu ummazdım doğrusu. Cally
Burr gülümsedi. Ama bu kez gülümseyişi sıcacıktı, Hyde
odanın adeta aydınlandığım hissetti.
"Bu benim çocukluktan beri ilgi alanım, dedi Hyde.
"Özellikle Kelt mitolojisi. Cinayet mahallini ilk gördüğüm­
de üç defa Ölüm ritüeli neden aklıma gelmedi bilmiyorum
Kurban bir ağaçtan sallandırılmıştı ve akan suyun üze­
rindeydi; bunların her ikisi de kadim insanlar tarafından
bizim gerçekliğimizle diğer dünya arasındaki bağ olarak
görülürdü. Ama zehirli mantarlarla ilgili pek bir şey bil­
miyordum."
"Yani bu cinayetin okültizm ile bağlantısı olduğunu
mu düşünüyorsunuz?" diye sordu Burr.
"Otopsi sırasmda siz de kurbanın ölüm şeklin m bir
ritüeli andırdığını söylemiştiniz. Bu şehirde öyle çok çıl­
gınca inanış var ki; teosofistler, hermetikler, spritüalistler
okültistler, dinci fanatikler..."
Cally Burr başıyla onayladı. "Sizi anlıyorum. Bizim­
ki gibi bilimle aydınlanmış bir çağda insanların hâlâ bö

94
Hyde

le batıl inanıştan olmasını çok şaşırtıcı buluyorum. Daha


önceleri, bilimin akılcı açıklamaları ve desteği olmayan
dönemlerde bu tur inanışların oluşmasını anlayabilirim.
Ama şimdi... Şimdi yaşadığımız çağda bilimin ilerleyişi
böylesine bir hal almışken okült inançların ortaya çıkması
çok garip. Bana öyle geliyor ki bilimin ışığı ne kadar ar­
tarsa insanların içindeki şüphe de o kadar artıyor." Burr
ayağa kalktı ve elini uzattı. "Her neyse, umarım yardıma
olabilmişimdir. Ve eğer yapabileceğim başka bir şey olursa
lütfen haber verin Başkomiser Hyde."
Hyde bir süre düşündükten sonra, "Aslına bakarsanız
yardımcı olabileceğiniz başka bir konu daha var..." dedi.

95
Bu evin kendisini beklediğini hissediyordu veya ikisi
de birbirini beklemişti. Karanlık bir tarihi ve daha da ka-
ranlık bir efsanesi olan bir yerdi burası, bu adam da karan­
lık emelleri ve daha da karanlık istekleri olan bir adamdı
Zaten o yüzden buraya, bu eve gelmişti.
Crunnach Malikanesi il sınırlarından oldukça uzaktı
On bin yıl önce Lothia arazisinde çanak şeklinde bir buzul
çöküntüsü oluşmuştu ve ev, düzensiz ve zayıf mürver ve
dişbudak yığınlarıyla çevrili halde, çöküntünün kenarında
tıpkı dudağın kenarındaki bir uçuk gibi duran alçak bir te­
pede gece nöbeti tutuyordu.
Bu ev on sekizinci yüzyılın başından beri buradaydı
ama yüzyıllar öncesinde başka bir bina yine bu noktaday­
dı. Bazdan buranın Taş Çağı'ndan beri kullanıldığını söy­
lerdi.
Tarihteki yeri ve özellikleri en olursa olsun, bu bölge­
nin en tuhaf yanı, çöküntünün içmde duran ve neredey­
se insan şeklini andıran bir taşın varlığıydı. Bu taş anıta
buranın yerlileri Feardroch yani Karanlık Adam derlerdi ve
üzerinde, iç içe geçmiş halkalarla oluşturulan petroglif şe­
killer yer alıyordu. İki buçuk metre boyundaki anıtın alt
bölümü, yukarısının en az iki katı kalınlıktaydı. Geçmişte
yaşadığı sarsıntılarla kaya tabanından kaymış ve taş anıtm
ortasında içbükey bir çıkıntı oluşturmuştu.

96
Hyde

Bunun sonucunda figür, sanki ikramda bulunmak için


tabak uzatıyormuş gibi bir görünüm kazanmıştı. Kenarlan
aşınmış bir yank çıkıntıyı önden arkaya doğru çaprazla­
ma geçerek drenaj kanalına benzer bir şey oluşturuyordu.
Bütün bunlar sadece jeolojik bir tesadüftü, ancak bombe­
li çıkıntı da taş anıtın geri kalanı gibi tarihöncesi oymalı
halkalar ve spirallerle süslenmişti. Eskilerden kalan bir
efsaneye göre Karanlık Adam anıtı geçmişte de bugün de
kötülüğün temsiliydi ve kadim zamanlarda burada kur­
ban ritüelleri yapılırdı. Ve çıkıntıdaki kanal da kurbanların
kanını akıtmak için kullanılırdı.
Burayla ilişkilendirilen uğursuzluk sadece ilkel kötü­
lüğe dayanmıyordu. Çöküntünün diğer kenarındaki, evin
tam karşısındaki tepe de yine korkunç şeylerle anılırdı. Bu
tepede çok büyük ve yaşlı bir porsuk ağacı vardı ve sanki
uzun dallarını kum birer parmak gibi gökyüzüne uzat­
maktaydı.
Bu tepe, Cadılar Tepesi olarak anılırdı. Söylentilere
göre on yedinci yüzyılın başlarında Karanlık Adam ve
içinde durduğu çöküntü, İskoç Ovası'nın dört bir yanın­
dan gelen cadıların buluşma noktasıydı. Hatta malikane­
nin adı olan Crunnach'm Galcede toplanma yeri anlamına
gelen âite cruinneachaidh kelimelerinden türetildiği söyle­
nirdi, başka rivayetlere göreyse evin konumundan dolayı
bu isim taç anlamındaki cnin veya crunnach kelimelerinden
geliyordu. Malikanenin adının İskoç mitolojisindeki Crom
Dubh, yani Karanlık Çarpık Yara tık' tan geldiğine inanan­
lar bile vardı. Mitolojiye göre bu yaratık insan kurban edil­
mesini talep ederdi ve ruhu Karanlık Adam anıtının içine
hapsolmuştu.
Adının kökeni ne olursa olsun burası kötülükle birlik­
te anılan korkutucu bir yerdi.

97
Craig Rııssell

Anlatılanlara göre burada tarih boyunca akla h .


sığmayan her tür kafirlik sergilenmişti. Cadıların yj
ateşle karanlık gölgesini düşüren Karanlık Adam anıtın
önünde her çeşit cinsel ve spiritüel günah işlenmişti.^
anıtın çıkıntısındaki kanala, insanlar da dahil olmak üze».
her çeşit kurbanın kanının akıtıldığı iddia ediliyordu, fi,
malikane tarihi boyunca çoğunlukla terk edilmiş bir hald?
olduğundan büyük ihtimalle cadılar burayı gizli ayinle
için çok uygun bulmuşlardı.
Bununla birlikte, tüm bunlar Üç Krallık Savaşlan dö­
neminde meydana gelmiş ve Cromwel taraftan püriten
askerlerden oluşan bir bölük tüfekleriyle birlikte boş evde
saklanırken cadıların ayinine şahit olmuştu. Cadıların ka­
çırdıkları bii’ bebeği kurban etmek üzere Karanlık Adanı
anıtının önündeki sunağa yerleştirmesiyle öfkelenen as­
kerler, cadılan mermileri, kılıçları ve kargılarıyla cadıların
pek çoğunu öldürmüşlerdi. Ele geçirilen diğer cadıları sor
gusuz sualsiz bir şekilde boş eve sokup bağlayan askerler,
tam karşıdaki tepede infaz için odunları yığmaya başla­
mışlardı. Kadim porsuk ağacının dallarına asarak onlan
bir an önce öldüreceklerdi.
Ne var ki kesilen odunlar yetersizdi, az sayıda ve kır­
pık kırpık haldeki dişbudak ve mürver çalıları bir araya yı­
ğılmıştı. Bu yüzden ateş cansız olmuş ve askerlerin kestiği
yaş kerestelerle desteklenmişti.
Dolayısıyla ateşin yanması çok zaman almıştı. Söy­
lendiğine göre otuz kadar çadırım yanması nerdeyse gece
boyu sürmüştü.
Ve bu vahşet sırasında, başka bir efsane doğmuştu:
Crunnach vadisinde her rüzgâr estiğinde duyulan seslerin
o gece infaz edilen cadıların feryatları olduğu, hatta ruh

98
Hyde

larınm birer banshee olarak vadide dolaşıp çığlıklar attığı


rivayet ediliyordu.
İşte, o zamandan bu yana bu tepe Cadılar Tepesi ola­
rak bilinmeye başlamış, kadim porsuk ağacı da Feryat
Ağacı adını almıştı.
İşte bütün bu sebepler ve daha da fazlası yüzünden bu
malikane ve arazisi herkesin uzak durduğu bir yer haline
gelmişti. Civarına herhangi bir köy, mezra veya başka bir
yerleşim yeri kurulmamıştı. Ev de yaklaşık on beş yıldır
boş ve yapayalnızdı.
Ve işte yine bütün bu sebepler ve daha da fazlası yü­
zünden, yeni bir yerleşimci Crunnach Malikanesi'ne gel­
mişti. Tam da böyle bir yer arayan, gece kadar karanlık
ruhlu biriydi bu.
At arabası eve yaklaştığında hava yeni kararmaya baş­
lamıştı. Malikane, Feryat Ağacı, Karanlık Adam Anıtı ve
koyu yeşil arazi kararmakta olan havada birer gölge gibiy­
di.
Eve sadece bir at arabası yanaştı. Taşımacılar, evde
biri olmadıkça eşyaları getirmeyeceklerini söyledikleri için
evin yeni sahibi tek bir arabayla ve aynı zamanda arabacı
görevi de gören tek bir yardımcıyla gelmişti. Boyu yüz elli
santimden biraz kısa boyu olan bu uşak cüceden uzun sa­
yılırdı ancak yine de fiziğinde ve yüz hatlarında tuhaf bir
şeyler vardı. Omuzları ve kolları çok kalındı, geniş yüzün­
deki gözleri birbirinden çok ayrıktı, dudaklarının neredey­
se İliç görünmediği çizgi şeklindeki ağzı, kemerli burnu ve
geniş çenesi arasından güçlükle seçiliyordu.
Uşak arabanın kapısını açtı ve efendisi göründü.
Adam, Crunnach Malikanesi'nin karanlık yapısını görünce
gülümsedi. Orta boylarda, kaslı, tertemiz giyimli bir centil­

99
Craig Rıısscll

mendi. Bir gözünü kapatan ipek kumaştan yapılmış siyah


bandı olmasaydı neredeyse yakışıklı sayılacaktı. Şapkasır
çıkarınca simsiyah saçları ortaya çıktı ve açık olan gözüyk i
Önündeki binaya hayranlıkla baktı.
Karanlıktaki Crunnach Malikanesi, sessizce yeni efen-
dişini karşılıyordu.
Frederic Ballor'u...

100
12. BÖLÜM

<&>

Henry Dunlop ufak tefek, elli yaşlarında bir adamdı.


Çarpık bacakları boyunu daha da kısa gösteriyor ve sal­
lanarak yürümesine yol açıyordu. Bu görünüşünün kötü
beslenmeden kaynaklandığım düşündü Hyde. Dunlop
morg koridorunda kendisine doğru yürürken, taşıdığı
şeylerin ağırlığı altında eziliyormuş gibi görünüyordu:
Bir kolunun altında dikdörtgen bir ahşap kutu, aynı eliyle
şişkin bir kilim desendi çanta taşıyordu ve deri kayışlarla
birbirine bağlanmış tahta çubukları tüfek taşır gibi diğer
omzuna atmıştı.
Sıkı sıkıya kapadığı dudaklarının arasında, pek iyi sa­
rılmamış bir sigara vardı. Elleri dolu olduğundan sigarayı
alamıyor, gözünü yalan duman karşısmda yüzünü buruş­
turmakla yetiniyordu. Uzaktan bakıldığında bile Henry
Dunlop'un görünüşüne özen gösteren biri olmadığı belliy­
di. Takım elbisesi ütüsüzdü, Norfolk ceketinin önüne siga­
ra külleri dökülmüştü.
Hyde ve Cally Burr'un kendisini beklediği yere varın­
ca, elindekileri morg koridorunun parlak zeminine bıraktı,
ağzındaki sigarayı eline alıp parmaklarıyla ucunu ezerek
söndürdü ve geri kalanım kulağının arkasına yerleştirdi.
Hyde, adamın bu hareketi bir alışkanlık haline getirdiğini
fark etti, adamın şakaklarındaki beyaz saçlar hafifçe sarar­
mıştı.

101
Craıg Russell

"Bay Dunlop, değil mi?" diye sorarak elini uzattı


Dunlop bir süre tereddüt etti ve Hyde'ı inceledi. Hyck
kendisiyle ilk kez karşılaşan insanların ihtiyatlı olmasına
alışkındı ama Dunlop'un tepkisinde farklı bir şeyler vardı,
Ufak tefek adamm yüzünde çok şey görüp geçirmiş, hiçbir
şeye kolay kolay şaşırmayan biri olduğunu belli eden bir
ifade vardı ve Hyde'a şaşkınlıktan çok hayranlıkla bakıyor
gibiydi.
"Evet, ben Dunlop ve siz de Başkomiser Hyde olma­
ksınız."
"Doğru. Ve bu da Doktor Burr. Geldiğiniz için teşek­
kürler."
"Teşekküre gerek yok," dedi adam kuru kuru. "Öde­
memi almam yeterli." Başını hafifçe eğerek Hyde'ın yüzü­
nü incelemeye devam etti, sanki onu başka bir açıdan ince­
lemek ister gibiydi. "Daha önce hiç fotoğrafınız çekildi mi
Başkomiser Hyde?"
"Hayır, çekilmedi," dedi Hyde.
"Çok enteresan bir yüzünüz var," dedi Dunlop düşün­
celi bir şekilde. "Çok nadir rastlanan bir kemik yapısı. Bir
ara fotoğrafınızı çekmek isterim, eğer izin verirseniz tabii.
Ben ilginç insanların, ilginç yüzlerin fotoğraflarını çekiyo­
rum." Sonra aynı samimi ifadeyle Cally Burr'un yüzünü
mcelemeye başladı. "Aslında her ikiniz de ilginç görünü­
yorsunuz. Ama sizin bu çarpıcı kemik yapınız ışık altında
müthiş görünürdü Başkomiser Hyde. Para için değil, sa­
natım için diyorum, işim aynı zamanda benim hobimdir.
Bu yüzden sizden para almadan fotoğrafınızı çekebilirim."
"Sizi buraya neden çağırdığımı biliyor musunuz Bay
Dunlop?" diye sordu Hyde, az önceki konuyu duymazdan
gelerek. Doğrusu adamın dış görünüşüne olan bu ilgisi ve
açık sözlülüğü Hyde'ın huzurunu kaçırmıştı.
Hyde
I

"Evet, biliyorum. Komiser Yardımcısı MacCandless


bana durumu açıkladı. Nerede çekim yapılacak?"
Koridorun ilerisindeki çift kapılı odanın önünde, mor­
gun ve koridorun soğuğuna rağmen kısa kollu önlükler
giymiş iki görevli bekliyordu. Hyde onlara başıyla işaret
edince bir süreliğine ortadan kayboldular ve sonra tekerli
sedyenin üzerine yatırılmış Asılı Adam'ın cesediyle birlik­
te geri döndüler. Kurbanın göğsündeki yarık dikilerek bi­
raz kapatılmıştı. Korkunç cinayetin ve otopsinin ardından
cesedin görünüşü sanki biraz toparlanmış gibi görünüyor­
du. Belden aşağısı bir çarşafla kapatılmıştı.
"Polis için birçok kez çekim yaptığınızı biliyorum Bay
Dunlop. Ancak bugünkü biraz farklı, modeliniz ne yazık ki
yaşamıyor," dedi Hyde.
"Evet, görebiliyorum," dedi fotoğrafçı. "Ama böyle
şeylere alışığımdır."
"Öyle mi?" dedi Cally Burr.
"Evet, öyle. Ölülerin de çok güzel portrelerini çekti­
ğim olmuştur. Bunun moda olduğunu bile söyleyebiliriz.
Özellikle bebekler... Bir bebek doğum sırasmda ya da he­
men sonrasında ölürse ailesi mutlaka onunla bir fotoğrafı
olsun ister. Dolayısıyla ölen kişiyi her pozisyonda tutabile­
cek aletlerim var. Bu aletlerle ölüyü sabitliyor, yani onlara
poz verdiriyorum. Kısacası onlar benim en sabırlı müşteri­
lerim. Üstelik fotoğraf çekiminde gözlerinin kapalı çıkma
ihtimali de yok." Çürük ve dökük dişlerini gözler önüne
sererek sırıttı.
Ne Hyde ne de Cally Burr bu gülümseyişe yanıt ver­
di. Fotoğrafçı da esprisinin beğenilmemesini umursamış
gibi değildi. Eğilip kirli ve eski çantanın içinden kırmızı
deri kaplı büyük ve güzel bir albüm çıkardı. Bu çantadan
böyle kaliteli bir şeyin çıkması şaşırtıcıydı. Dunlop albümü

103
Craig Rıtsscll

göğsüne dayayarak dikkatle açtı, Hyde ve Cally Burr'un


da göreceği şekilde sayfalan çevirmeye başladı. Her sayfa-
ya fotoğraflar yapıştırılmıştı. Bazıları portrelerdi ve Hyde
bunların gerçekten sanat eseri gibi göründüğünü kabul
etmek zorunda kaldı. Fotoğraflardaki yüzlerin hepsi de
çarpıcıydı ve Dunlop ışığı çok iyi kullanarak yüz hatlanm
daha da vurgulamıştı. Bu sayfalan çabucak geçti ve çocuk-
lann tek başlarına veya aileleriyle çekilmiş fotoğraflanna
geldi. Bunlardan birinde, siyah saçları omuzlarına dökülen
on yaşlanndaki bir kız çocuğu, samimi bir şekilde onlara'
bakıyordu. Bir sandalyede oturuyordu ve ellerini, kuca­
ğındaki bir kitabın üzerinde birleştirmişti.
"Ne kadar tatlı bir kız değil mi?" diye sordu Dunlop. I
"Yoksa o..." Hyde sorusunun devamını getiremedi.
Fotoğrafçı başını sallayıp onayladı. "Bebekken geçir­
diği kızıl hastalığı yüzünden kalbi zayıf düşmüş, sonra on
dördünde gribe yakalanınca da kalbi durmuş. Anne ba­
basının söylediğine göre kitap okumayı çok severmiş. O
yüzden kucağında kitapla poz verdirdim. Nerdeyse kitabı
okumaya başlayacağını düşünürdünüz, öyle değil mi? İşte
bir tane daha..." Birkaç sayfa çevirdi. Bu kez gösterdiği fo­
toğraf beş-altı yaşlarındaki bir oğlan çocuğuna aitti. Çocuk
bir koltuğa oturmuştu, bacakları kısa olduğundan ayakları |
yere değmiyordu. Kucağında pelüş bir at vardı. O da fo- |
toğraf makinesine gözlerini dikmiş bakıyordu ama gözle­
rinde tuhaf bir şeyler vardı. Düşük göz kapaklan ve etra­
fındaki gölgeler bu gözlerin canlı olmadığının ipucunu ve­
rir gibiydi. Hyde bir önceki fotoğrafın, çocuğu yaşıyormuş
gibi gösterdiği için daha rahatsız edici olduğunu düşündü.
"Çok tuhaf, öyle değil mi? Yani ölülere bile poz ver­
dirme ihtiyacımızdan bahsediyonım. Onları yaşarken
sevdikleri şeylerle birlikte görmek istememiz. Bilim bize

104
Hyde

fotoğrafçılık gibi bir yeniliği kazandırdı, ama aslında, ka­


dim zamanlarda insanları hayatta değer verdikleri eşyalar­
la gömdüğümüz mezarlarla bu fotoğraflar arasında hiçbir
fark yok," dedi Dunlop,
"O farklı bir şey," dedi Cally Burr. "Mezarlara konu­
lan eşyaların diğer tarafta insanların işine yarayacağı dü­
şünülüyordu. Sizi fotoğraflarınız ise sadece birer anı. Geri­
de kalanlar için..."
"Evet, belki de öyledir." Dunlop omuz silkti. "Veya
belki benim fotoğraflarım da diğer tarafı temsil ediyor­
dur. İnsanların kaybettikleri yakınlannın sonsuza kadar
genç kaldığı bir başka dünyayı. Neyse, sonuç olarak dalıa
önce de ölülerle çalıştığımı görmüş oldunuz. Yani bu gö­
rev bana zor gelmez. Ve belirtmek isterim ki Doktor Burr,
siz ya da meslektaşlarınız otopsi sırasında prosedürü kayıt
altına alacak şekilde çekim yapmamı isterseniz, bunu da
gayet iyi bir şekilde yapabilirim. Tıp dünyasında, özellikle
de patoloji alanında fotoğraf çekimlerine ihtiyaç olduğuna
samimiyetle inanıyorum. Bu, sadece notlardan oluşan bir
kayıt sisteminden çok dalıa fazlası demektir. Eğer bana ih­
tiyacınız olursa Doktor Burr, lütfen haber verin." Dunlop
kartvizitini doktora uzattı.
Cally Burr başıyla onayladı ve hiçbir yorum yapma­
dan kartı aldı. Hyde, doktorun ufak tefek adamdan pek
hoşlanmadığını hissetmişti ve kendisinin de benzer hislere
kapıldığını itiraf etmek zorundaydı. Buna rağmen, Mac­
Candless bu adamın güvenilir ve polis teşkilatının çalış­
tığı en iyi fotoğrafçı olduğunu söyleyerek Dunlop'a kefil
olmuştu.
A
Adam deriyle bağlı tahta çubukları çözdüğünde bu­
nun bir tripod olduğu anlaşıldı, tripodu morg sedyesi­
nin hemen yanma kurdu. Tahta kutuyu açtığında, maun

105
Craig Rııssell

ve pirinç objektifiyle birlikte kırmızı deri körüklü bir ç


toğraf makinesi ortaya çıktı. Fotoğraf makinesinin her b;r
parçası, sahibinin aksine bakımlı ve temizdi. Sanki morj,
gelmeden hemen önce cam lensi, ahşap ve pirinç kısımlan 1
ile derisi silinip parlatılmış gibiydi. Dunlop ihtiyacı olan
diğer şeyleri valizden çıkardı. Valizin dışı otantik bir kv
limle kaplıydı, kırmızı ve camgöbeği tonlarındaki renkleri
zamanla koyulaşmıştı ama Hyde birbirini tekrarlayan göz
desenini seçebiliyordu.
"Beyefendiyi oturur pozisyona alabilir miyiz?" diye
sordu Dunlop.
Hyde başıyla işaret edince görevliler cesedi oturtup o
şekilde tutmaya başladılar. Dunlop çantasından, yeni gibi
parlayan birkaç metal çubuk çıkardı. El alışkanlığıyla çu­
bukları piramit şeklinde birbirine dayadı, ardından tepele­
rine U şeklinde bir kelepçenin olduğu çubuğu yerleştirdi.
Bu desteği cesedin arkasına yerleştirdi ve kelepçeyi boynu­
na takarak sıktı.
"Çok iyi. Artık beyefendi oldukça rahat..." dedi Dun­
lop.
Sonra çantasından çıkardığı ikinci bir düzeneği cese­
din yanına yerleştirerek üzerindeki aynayı cesedin yüzü­
ne doğrulttu. "Hem önden hem de profilden çekimi aynı
anda yapabilmek için," diyerek açıkladı.
Ardından fotoğraf makinesini morg sedyesine yaklaş­
tırdı, cesedin yüzüyle aradaki mesafeyi ölçtü, objektifi ve
körüğü ayarladı; sonra parmağını deklanşöre koydu ve ce­
binden saatini çıkardı. Deklanşöre bastığında Hyde onun
sessizce saniyeleri sayarken başınm hareket ettiğini görü­
yordu. İşlemi üç kez daha, küçük ayarlamalarla ve plaka­
ları değiştirerek tekrarladı.
"En az bir mükemmel fotoğraf yakalayabilmek için

106
Hyde

mutlaka birkaç çekim yapmak gerekir. Özenli çalıştığım


için kendimle gurur duyarım/' dedi Dunlop.
Dunlop işini bitirdikten sonra toparlanmaya başladı.
Cesedin boynundaki kelepçeyi çıkarıp düzeneği almadan
önce orada bulunanlardan ölü adamı tutmalarmı rica etti.
Bunu yaparken gömleğinin manşetinin altından bileği gö­
ründü, Hyde burada bir dövme olduğunu fark etti. Sadece
bir anlığına görebilmişti ama şekil, birbirine geçmiş üç spi­
rali andırıyordu.
Dunlop, Hyde'ın bakışını yakalayınca, çirkin ve dişsiz
gülümsemesiyle karşılık verdi. "Bakıyorum da dövmemi
beğendiniz, Başkomiser Hyde." Kolunu uzatıp, gömleği­
nin manşetini yukarı çekerek Hyde'm dövmeyi inceleme­
sine izin verdi.
Hyde'm ilk görüşte fark ettiği gibi birbirine bağlı üç
spiralden oluşuyordu. Her bir spiral bir gözü andıracak
şekilde tasarlanmıştı.
"Bu benim alameti farikam diyebiliriz," diye açıkladı
Dunlop. "Hem iş hem de özel hayatımı temsil eden bir mo­
tif. Kendimi bir göz olarak düşünürüm. Etrafı herkesten
farklı gördüğüme inanırım. Nesneleri, anları pek çok ki­
şiden dalıa detaylı görürüm. Bundan da öte, başkalarının
göremediği farklı bir gerçekliği de görebilirim."
"Başka gerçeklik derken neyi kastediyorsunuz?" diye
sordu Cally Burr.
Dunlop omuzlarını silkti, "ikinci bir gerçeklik. Sak­
lı bir boyut. Bir fotoğraf makinasının aldatılması, insan
gözünün aldatılmasına kıyasla çok daha zordur. Şaşırtıcı
değil mi? Bir üısanın gerçek mizacı, yani dünyadan sak­
ladığı diğer mizacı fotoğraflarda ortaya çıkma eğiliminde­
dir." Gömleğinin kolunu düzelterek dövmesini kapattı ve
körüklü fotoğraf makinesinin cilalı maun ahşabını tıklattı.

107
Craig Russell

"İşte o ardan, bu cihazla kaydediyorum. Böylelikle başi


lan da benim gibi görebiliyor. Normalde detaylarını kaç.,
dıkları bir mekanı, bir yüzü veya bir anı tıpkı benim
deneyimleyebiliyorlar. Fotoğraf makinası icat edilmescy^
çok güçlük çekerdim. Ressam olabilecek bir yeteneğim
ama daha önceki yıllarda yaşasaydım yine de resim yap.
maya ve şimdi fotoğraflara yansıttığım detayları resimleri
göstermeye çalışırdım."
"Ama bu şekil," dedi Hyde. "Dövmenizin deseni. Bu
bir triskelion değil mi? Kadim Kelt sembollerinden bin.’
Dunlop yüne omuz silkti. "Bunu bilmiyorum. Tek bil­
diğim üç tane gözü olduğu ki bu da bence bir fotoğrafçının
sahip olması gereken ekstra görüşü simgeliyor. Kendi kişi­
sel düşüncelerim haricinde bir sembolizmden haberim yok
benim." Çarpık bacakları el verdiğince dikleştirdi duruşu­
nu. "Peki Baş Komiser Hyde, fotoğraflardan kaçar adet is­
tiyorsunuz acaba? İstediğiniz kadar basabilirim ama tabii
ücreti buna göre değişir."
"En az bir düzine olmalı. Hatta en iyisi yirmi adet,"
dedi Hyde.
"Öyleyse yirmi adet basacağım. Yarma hazır ederim
ama ancak öğle yemeğinden sonraya." Dunlop yeniden
kafasını yana eğerek Hyde'ın yüzünü incelemeye başladı
"Gerçekten çok ilginç bir yüzünüz var. Lütfen fotoğrafınızı
çekme teklifimi değerlendirin."

108
13. BÖLÜM

<&

Elspeth Lockvvood endişeye kapılmamak için büyük


çaba harcıyordu ama bu arabacı onun sinirlerini bozuyordu.
Çok tuhaf bir yaratıktı bu adam. Ne bir cüceydi ne de
tam anlamıyla gelişmiş bir insan sayılırdı. Kaim kaşları­
nın altındaki gözleri birbirlerinden çok ayrıktı. Ufak tefek
olmasuıa rağmen fazlasıyla güçlü gibi görünüyordu ve
saçlan san olmasına rağmen karanlık bir görünüşü vardı.
Elspeth bu adamda tatsız ve ters bir şeyler olduğunu düşü­
nüyordu. İngilizlikle alakası olmayan şeyler.
Dahası, her ne kadar şapkasını çıkarıp başını nazik­
çe eğse de kadirim söylediklerine ancak kısa homurdan­
malarla karşılık veriyordu. Kadın, onda bir çeşit yapısal
bozukluk olduğunu ve gerçek anlamda konuşamadığını
düşünmeye başlamıştı. En çok rahatsızlık veren şeyse ilk
kez karşılaşmış olmalarına rağmen adamın ona tanışıyor-
larmış gibi davranmasıydı.
Daha Önce kararlaştırıldığı gibi arabacı perdeleri ka­
palı arabasıyla Great King Caddesi ile Dundas Caddesi'nin
kesiştiği yerde beklemişti. Kadm arabaya bindiğinde içinin
boş olduğunu görünce şaşırmıştı. Frederic onu karşılama­
ya gelmemişti. Yalnız seyahat etmesi gerekecekti. Ama en
azından arabanın içinde arabacı denen şu tuhaf yaratıktan
uzaktaydı.
Gizlilik çok gerekliydi, Crunnach Malikanesi'ne kim-

109
Craig Rııssell

ligini belli edecek veya hareketlerini ele verecek herha


bir araçla gidemezdi. Adı kötüye çıkmış o evle veya ev $a
hıbiyle en ufak bir bağlantısı olduğu ortaya çıkarsa bu bir
skandala neden olur ve adı temizlenemeyecek kadar kirle.
nirdi. Ve Edinburgh'un dar görüşlü toplumunda onun gib)
soylu bir kadının itibarı her şey demekti.
Elspeth Lockvvood, James Lockvvood'un tek kızı ve
ağabeyi Joseph'in ölümünden bu yana da tek varisiydi
Elspeth her zaman vizyonu geniş ve hırslı bir kadın olmuş,
özellikle cinsiyetinin getirdiği kısıtlamalardan büyük ra­
hatsızlık duymuştu. Ne var ki babasının onunla ilgili gele­
cek hayalleri hep çok sınırlı olmuştu: Elspeth'in, Edinbur­
gh'un en tanınmış ailelerinin birinden bir koca bulması,
babasının tek arzusuydu. Elspeth, hiç kimsenin sonradan
görmeler kadar züppe olamayacağını biliyordu. Ama za­
ten Elspeth'in örnek aldığı kişi babası değil, büyükbabası
VVilliam'dı. Damarlarında, büyükbabasının acımasız hırsı­
nın ve kararlılığının aktığının farkındaydı.
Elspeth'in büyükbabası, Leith Kasabası'nda tuhafiyeci­
lik yapmıştı. Ancak sade bir tüccar olduğunu söylemek güç­
tü, çünkü limana gelen gemilerin sahipleri ve iş adamlarıyla
doğrudan bağlantı kurmayı başarmış, rüşvet alıp onlara en
iyi ürünleri tedarik etmek için karaborsacılık yapmıştı. Ayrı­
ca, memleketi olan bu mütevazı kasabayla hiç ilgisi olmayan
bir kalite ve stil anlayışına sahip bir adamdı.
Ticaretine de yansıttığı değer ve kalitenin ünü yayılın­
ca, Edinburgh'un pazarlıkçı kentlileri -ki sayılan hiç de az
değildi- Leith'e girmeye isteksiz olmalarına rağmen gelip
onun dükkanını aramaya başlamıştı. Ve çok geçmeden ai­
lenin kurucusu Lockwood, bu insanları durmadan Leith'e
seyahat etmekten kurtardı ve Edinburgh'un merkezinde
bir dükkân daha açtı. Derken çok daha saygıdeğer bir sem­

ııo
Hyde

t*., Nevv 1 ovvn daki Georgian mimarili' bir binaya taşındı.


O günden bu yana "Lockvvood ve Oğlu" mağazası
şehrin en Önemli mağazası olup çıkmıştı. Şirket Prenses
Caddesi üzerindeki yedi katlı, gösterişli bir binadaydı.
Kurucusunun kalite ilkesine sadık kalsa da değer ilkesini
çoktan terk etmiş olan mağazada alışveriş yaparken görül­
mek, gerçekten de snoptuk örneğiydi.
Eispeth'in çok sevdiği ağabeyi Joseph mağazayı yönet­
mek üzere seçilmişti. Joseph, kız kardeşinin aksine nazik,
kırılgan bir ruha sahipti. Kız kardeşine, her şey kendine
kaldığında yönetimi onunla paylaşmak istediğini ve yöne­
ticilik yaparken onun gücünden faydalanma amacında ol­
duğunu söylemişti. Ancak maalesef Joseph'in kırılganlığı
onun bu dünyadan çok erken ayrılmasına sebep olmuştu.
Elspeth kardeşinin ölümüyle çılgına dönmüş ve bunu
kolay atlatamamıştı. Yaşama gücü ve direnci kalmamış,
panik atak yaşamaya başlamıştı.
Ailenin üçüncü neslinde işleri devralacak başka erkek
kalmayınca babasının görevi Elspeth'e kalmıştı. Bu da onu
Edinburgh'un en güçlü ve en nüfuzlu kadını yapıyordu.
Dolayısıyla ona kur yapan çoktu. Babası ona iyi bir koca
olabilecek değil, iş hayatında başarısını ispat etmiş bir
damat bulmaya çalışıyordu. Ne var ki Elspeth ne kendi­
sini ne de iş hayatındaki konumunu engelleyecek bir koca
edinmeyi düşünüyordu. Eğer bir gün evlenirse bu kendi
belirlediği şartlarda gerçekleşecekti ve hiçbir erkek onu
Lockvvood şirketindeki yerinden edemezdi.
* Georgian mimari, İngilizce konuşulan pek çok ülkede 1714 ila 1830
yıllan arasında geçerli olan mimari stile verilen addır. Adını Hanno-
ver Hanedanı'nm, Ağustos 1714'ten Haziran 1830'a kadar art arda
tahta geçen ilk dört İngiliz hükümdarından almıştır: I. George, II.
George, III. George ve IV. George. Britanya Adalarında Georgian mi­
marisinin hakim olduğu büyük şehirler Edinburgh, Bath, bağımsızlık
öncesi Dublin ve Londra ile dalıa az ölçüde York ve Bristol idi. (ed.n.)

111
Craig Rııssell

Frederic ile asla evlenemeyeceğini biliyordu.


Ona karşı hissettiği şey kesinlikle aşk değildi; dah
çok karanlık bir takıntıydı, kalbin ve ruhun değil, aklın J
bedenin bir tutkusuydu. Her halükarda, Frederic hiç
tanınmıyordu ve Edinburgh toplumu onunla yapacağı bir
evliliği asla hoş görmezdi. Aslında Elspeth toplumun ah­
laki yargılarını Önemsiyor değildi, Frederic onu böyle bağ.
lardan kurtarmıştı. Ama Lockwood ve Oğlu mağazasını
riske atmayı göze alamazdı.
Joseph'in ölümünden sonra yaşadığı acıyı Frederic ha­
fifletmişti. Onun inançları ve felsefesi yardımına koşmuş,
ulanmaz bedensel arzuları Elspeth'in önünde duyuların
yepyeni bir dünyasını açmıştı.
İlk karşılaştıklarında Frederic Ballor New Town un
batı ucunda çok geniş ve teraslı bir malikanede oturuyor­
du, burayı hiç ortalarda görünmeyen bir ev sahibinden ki­
ralamışta. Bu malikanede seanslar düzeliyordu ki bunlar
Edinburgh'un kalburüstü insanları arasında olağan olan
ancak pek de masum sayılamayacak şeylerdi. Bununla bir­
likte bir süre sonra Ballor'un seanslarında ilaçlar ve uyuş­
turucular kullanıldığına, hatta daha kötülerinin olduğuna
dair dedikodular çıkmıştı. Dedikodular sonunda ev sahi­
bine ulaşınca Ballor'un kira kontratı, zamanı dolmadan
feshedilmişti.
İşte o zaman Ballor'un malum Crunnach Malikane­
si'ni satın alacağına dair söylentiler yayılmış, şehrin en ka­
liteli mekanlannda adamm Edinburgh'a gelmeden önceki
hayatıyla ilgili detaylı dedikodular alıp başmı yürümüştü.
Ve işte şimdi Elspeth, gittiği her yerde skandala yol
açan adamın evine saklı gizli ulaşmaya çalışıyordu. Ada­
mın bir okültizm meraklısı, bir kara büyücü, bir maceracı
İrlanda Cumhuriyetçi Kardeşliğinin bir destekçisi olduğu

112
Hydf

söyleniyordu. Aynen Fransa'dayken bir hasmıru öldürdü­


ğü ve yargılandığı da dedikodular arasındaydı.
Bununla birlikte Elspeth için Frederic onu özgürleş!’’
ren biriydi. Cinsiyetinin, hırslarının önüne geçen bir engel
değil aksine güçlü yanı olduğunu ona göstermişti (hıa
kadınların iki yönü, iki karakteri olduğunu ve toplumun
kadınlan yüzyıllardır bastırdığını anlatmıştı. Ona kadın
doğasının diğer tarafını göstermiş, toplumun kadınların
gücünden ve kudretinden neden korktuğunu açıklamıştı.
Dediğine göre bu güç Elspeth'in de içindeydi, uyandırıl
mayı bekliyordu.
Ve İmparatorluğun bekası düşünülerek kadınlara ati’
lan iftiralara getirmişti konuyu. Geçmişine, ırkına, hem­
cinslerinin damarlarında akan kana dair hakikatleri ona
anlatmış; Kelt tarihindeki kadın liderlerden ve savaş tan­
rıçalarından bahsetmişti. O tek gözündeki ışıltıyla Elspet­
h'e bakmış, Morrigan, Brig, Mocha ve hem kış mevsiminin
hem de yeryüzünün annesi Cailleach'm adını büyük bir
tutkuyla anmıştı.
Frederic Ballor, Elspeth Lockvvood'u baştan çıkarırken
hem gücünü kullanmış hem de bunu ona saygı göstererek
yapmıştı. Böylece bedenini olduğu kadar zihnini ve irade­
sini de ele geçirmişti. Elspeth hem kendini vermiş hem de
adamın inançlarına bağlanmıştı. Yepyeni bir dünya, Els­
peth Lockvvood'un önüne seriliyordu. Aydınlığıyla oldu­
ğu kadar karanlığıyla da harikulade, keşfedilecek sırlarla
dolu, karanlık bilgilerin açığa çıkmayı beklediği bir dünya.
Şehirden çıkıp kırsalda ilerlemeye başladıklarında ne
kadar tehlikeli bir oyun oynadığını düşündü. Bu düşünce
onu korkuttu ve iliklerine kadar ürperdi.
Seremoni bu gece yapılacaktı. Bu gece en büyük sırlar­
dan birini keşfedecekti.

113
14. BÖLÜM

Henry Dunlop söz verdiği gibi fotoğrafları ertesi


öğleden sonra Torphichen'deki polis merkezine geti/4
Hyde masasında oturup dakikalarca ölü adamın yüzuo-
baktı, sanki adını, nereli olduğunu, yaşamını bu şekjJd;
öğrenmeye çalışır gibiydi.
Öğleden sonra saat üç civan günün ilk vardiyası yerır
yem gelenlere bırakırken Hyde, MacCandless ile Demps­
ter'ı odasına çağırdı ve her birine sekizer fotoğraf verdi
"Birini kendinize saklayın," dedi. "Diğerlerini de adı-
nı verdiğim polis memurlarına iletin, bu öğleden sonra bu­
raya uğrayacaklar. Şu anda soruşturmamızda işe yarayabi­
lecek tek bilgi, kurbanın asker olma ihtimali. Lazım olursa
bende başka fotoğraflar da var. Kaledeki garnizonu ziyaret
edeceğim ve kurbanı tanıyan var mı diye soruşturacağım.
Polis memurlarını iki gruba ayırmanızı ve E d in bu rgh' takı
tüm pub, bar, lokanta ve genelevlere gidip bu fotoğraftaki
adamı tanıyan olup olmadığını sormanızı istiyorum. Eğer
maktul bu .şehre ayak bastıysa binleri onu mutlaka görmüş
olmalı,"
Hyde, yardımcılarını göreve yolladıktan sonra başka
bir polis memurunu, lain Pollock'u çağırdı. Pollock yir­
mi iki yaşında ya var, ya yoktu ve sivil görevdeki dene­
me sürecini tamamlayana dek üniformalı polisti. Hyde
onun polis olamayacak kadar zayıf ve genç göründüğünü

114
Hyde

düşünüyordu, zaten bu sebeple onu dedektiflik birimine


katılmaya ikna etmişti. Pollock hem polise benzemiyordu
hem de görevde yeni olduğu için şehrin suçluları onu daha
önce hiç görmemişlerdi. Bu da Pollock'un gizli görevlere
çok uygun olmasını sağlıyordu.
Şu anda Hyde'ın aklındaki tam da böyle bir görevdi.
Hyde'ın masasının önünde dikilen Pollock, her za­
manki gibi amirini memnun etme hevesi ve korku karışımı
bir duygu içindeydi. Hyde, Pollock'u severdi ve onun ken­
disinden korkmasından rahatsız olurdu. Genç polisin yü­
zünde bazen öyle bir ifade olurdu ki Hyde kendi ürkütücü
görünüşüne ayna tutuluyor sanırdı.
"Politik bir toplantıyı gözlemlemeni istiyorum," dedi
Hyde. "Katıl demiyorum, dikkatini çekerim. Sadece göz­
lemle." Pollock'a bir broşür uzattı. "Üç tane konuşmacı ola­
cak. Bunlardan biri, Cobb Mackendrick olarak da bilinen
Jacob McNeil Mackendrick."
Pollock'a gazeteden kesilmiş bir kupür uzattı. Kupür­
de, saçları birbirine karışmış, uzun sakallı bir adamın, fo­
toğraftan kopya edildiği belli olan bir çizimi vardı. Adam
hatifçe sola bakarak poz vermişti, sık sakallı çenesi hırçın
bir şekilde öne çıkıyordu.
Pollock broşürü ve gazete kupürünü aldı, her ikisine
de dikkatle baktı. İşini gençliğin verdiği hevesle yapıyordu
ve henüz dünyanın gazabına uğramamıştı.
"Hiçbir şekilde izlenmediğinden ve fark edilmediğin­
den emin olmanı istiyorum. Uzaktan gözlem yapacaksm
ve doğrudan bana rapor vereceksin."
"Tam olarak neyi gözlemlememi istiyorsunuz, efen­
dim?" diye sordu genç polis.
"Her şeyi bana rapor edeceksin. MackendrickTe ilgili
genel bir resme ihtiyacım var, alışkanlıkları, görüştüğü ki-

115
Craig Rııssell

şiler. Kışkırtıcı veya galeyana getirici bir şeyler dikkat


çekerse hemen paylaş. Bir de eğer İrlandalı biriyle göZ
tüğünü fark edersen özel olarak not al."
"Pekâlâ efendim."
Pollock kapıdan çıkmak üzereyken Hyde onu dur­
durdu. "lain, Mackendrick'in yasadışı işler çevirdiğini pc-y
zannetmiyorum ama yine de kendini fark ettirme. Politik
tipler, gizli polisin varlığını hissettiklerinde tahmin etme­
yeceğin kadar vahşileşebilirler."
"Çok dikkat ederim efendim. Bu görevi bana verdiği­
niz ve bana güvendiğiniz için de çok teşekkür ederim. Sizi
hayal kırıklığına uğratmayacağım."
"Buna eminim Pollock," dedi Hyde.
***
Göğe uzanan volkanik kayaçlann oluşturduğu/ keskin
sırtlı Castle Rock, tüm Edinburgh'a hakimdi. Ve üzerinde­
ki kale de Castle Rock'a.
Kayanın ve üzerindeki kalenin bin yıllık tarihi ve stra
tejik önemi, bu bölgeyi Britanya'nın en çekişmeli ve en çok
kan dökülen yeri haline getirmişti. Edinburgh Kalesi, ada­
rım tarihinde en çok kuşatılan yer olma ünü kazanmıştı.
Altı yüz yıldır bu kalede askerî bir garnizon vardı ve
1707 Birlik Yasası'ndan bu yana, eğer Büyük Britanya nın
ve Britanya İmparatorluğu'nun maceralarında Iskoçya'nm
herhangi bir işbirliğine örnek gösterilecekse başkentin iç
kalesini koruyan bu adamlar gösterilebilirdi.
Hyde'ı bekliyorlardı. Kırmızı ceket ve ekose pantolon
giymiş bir görevli onu garnizonun kapısında karşıladı, du­
ruşuna ve kolundaki alamete bakılırsa sancak çavuşuydu.
Kırk yaşlarındaki, ufak tefek çavuş askerlere has bir zin­
deliğe sahipti. Yüzünün sağ tarafında, ahundan çenesine
kadar uzanan derin bir yara izi vardı. Hyde askerliğin in­

116
Hyde

sanlarda mutlaka bir iz bıraktığını düşündü ve öldürülen


kurbanın vücudundaki izler aklına gelince, onun da asker­
lik yaptığına neredeyse emin oldu.
Belki de bu ziyareti, sandığı gibi sonuçsuz kalmaya­
cakta.
Sancak çavuşu, Hyde'ı kalabalık bir salona götürdü.
Geniş sehpaların ve deri koltukların olduğu, meşe panelli
bu büyük salonda, Hyde'a Tuğgeneral Lavvson'm kısa süre
içinde geleceği bilgisi verildi.
Bir garson elindeki gümüş tepsiyle yaklaşarak Hyde'ın
yanındaki sehpaya bir bardak viski ile küçük bir sürahi su
bıraktı. Hyde garsona gülümseyerek teşekkür etti ama içki
bardağına dokunmadı.
Yüksek pencerelerden içeri giren akşam güneşi yavaş
yavaş soluyordu, garsonlardan biri, odanın diğer ucunda­
ki şömineye büyük bir parça odun attı. Ateş canlandı ama
ısısı Hyde'a kadar ulaşmıyordu. Ancak yüzlerce yıllık taş
duvarların serinliğini, meşe duvar panellerinin ardından
bile hissedebiliyordu.
Uzun boylu, ince ve sivil giyimli bir adam salona girdi
ve Hyde'a doğru ilerledi. Yüzünde geniş bir gülümseme
vardı.
"Edvvard, nasılsın? Seni görmeyeli çok uzun zaman
oldu."
Hyde ayağa kalktı ve Tuğgeneral Allan Lavvson'm eli­
ni sıktı. İki adam bir süre havadan sudan konuştuktan son­
ra Hyde'ın ziyaret sebebi olan asıl meseleye girdi.
' Cinayeti duydum," dedi Lavvson. "Çok kötü bir olay.
Manyağın teki yapmış gibi."
"Evet, öyle," dedi Hyde. "Cinayet sebebini bulmaktan
lıâlâ çok uzağız, ancak adamın ölüm şeklinde bir çeşit sem­
bolizm olduğundan şüpheleniyorum. Ama buraya gelme

117
Craig Rııssell

sebebim bu değil. Kurbanın kimliğiyle ilgili hiçbir fikrimiz


yok: Kurbanla uzaktan yakından alakası olan hiçbir kayıp
başvurusunda bulunulmamış. Bununla birlikte, asker ol­
duğunu veya bir dönem orduda hizmet verdiğini düşün
memize neden olan ipuçları var."
"Öyleyse burada eksik bir personel olup olmadığını
mı öğrenmek istiyorsun? Bunu görevlilere sorabilirim."
"Belki bu fotoğrafı garnizonda göstermelerini sağla­
yabilirsin..." Hyde kucağındaki deri dosyayı açtı ve iki
fotoğraf çıkardı. Bunlar, Asılı Adam'ın morgda çekilen fo­
toğraflarıydı.
"Bu adam mı?" diye sordu Lavvson. Bir süre fotoğrafı
inceledi. "Korkarım ki onu tanımıyorum ama tabii bunun
pek bir anlamı yok. Burada beş yüzden fazla adamımız
var. Bunlar bir süre bende kalabilir mi?"
Hyde başıyla onayladı. Lavvson sehpanın üzerindeki,
hiç dokunulmadan duran viskiyi işaret etti. "Demek hâlâ
içmiyorsun Edvvard." Garsonu çağırarak "her zamankin­
den" iki kahve sipariş etti.
"Fotoğraflardan birini buranın gedikli subaylarından
MacAllistar'a vereceğim. MacAllister buralarda herkesi ta­
nır, her şeyi bilir."
"Çok memnun olurum Allan," dedi Hyde. "Peki, sen
buradan memnun musun? Kaleden demek istiyorum."
"İdare ediyor," dedi Lavvson, ama ses tonunda bir gö­
nülsüzlük vardı. "Ben her zaman sahada olmak isteyen­
lerden oldum, böyle şaşaalı ortamlarda değil. Ama Tann
biliyor ki İmparatorluğun tüm birimlerinin sahada ve aktif
olması gerekiyor şu anda. Korkarım ki burada olmak iste­
miyorum artık."
Derin derin iç çekti. "Fazla ileri gidiyoruz, Edvvard.
İrlanda'ya yönelik baskılar, Mısır'da devam eden olaylar

118
Hyde

ve Bulgaristan'a gönderilen yedek birlikler. Hepsinin öte­


sinde, Afrika'daki bölgeleri Fransızlar ve Belçikalılardan
önce ele geçirmeye çalışıyoruz. Bir de Fenian Kardeşliğinin
bombalama eylemleri var ki Britanya sokaklarında da as­
ker bulundurmak zorunda olduğumuz anlamına geliyor.
Bu yıl sadece Glasgovv'da iki bomba patladı. Bir de Hin­
distan meselesi var tabii. Eh, sen oradaki durumu kendi
gözlerinle gördün."
Garson elinde kahve demliği, iki kahve fincanı ve kre­
ma sürahisiyle geldi. Yoğun ve koyu kahveyi fincanlara
doldururken, havaya fındığı andıran çok hoş bir koku ya­
rıldı. Hyde güldü.
"Demek kahveni hâlâ yoğun aromalı içiyorsun ha?"
diye sordu. "Hindistan'dan beri içmemiştim."
"Hindistan'dan sadece iki şey getirdim yanımda. Kah­
ve ve sıtma."
"Hangisi daha kötü bilemiyorum," dedi Hyde gülüm­
seyerek. Sonra gülümseyişi kayboldu. "Yarımda sadece
bunları mı getirdin gerçekten? Hiç o günleri düşünüyor
musun Allan?" diye sordu Hyde. "Yani, Hindistan'da yap­
tıklarımızı?"
"Hayır." Lavvson sanki kendi kendine yalan söyler
gibi yanıt vermişti. "Düşünmüyorum. Bence böyle şeyle­
re takılıp kalmamak en iyisi. Yapılmasını gereken neyse
onu yaptık. Üstelik oradayken farklı kişilerdik. Farklı bir
dünyadaydık ve şu an olduğumuzdan daha farklı insan­
lardık."
Bu mazeret olabilir mi?" diye sordu Hyde.
Ben mazeret bulma peşinde değilim. Biz görevimizi
yapıyorduk. Bizler orada askerdik." Lavvson yeniden iç
yekti Ve bu konuyu düşünmenin, bize hiçbir faydası yok
dostum."

119

♦ ♦ •♦•w <
"Ben düşünmeden duramıyorum," dedi Hyde karam­
sar bir halde. Oradayken, biç görmemiş olmayı dilediğim
bir yanımı keşfettim. Yaptığımız bazı şeyleri... Kafamdan
bir türlü atamıyorum."
"Sen çok iyi bir askerdin, Edvvard. Çok iyi bir subay­
dın. Ülkemiz ve kraliçemiz için ne gerekiyorsa onu yaptın.
Eh, bazen yapılması gerekenler külfetli ve nahoş olabili­
yor, kabul ediyorum." Lavvson derin bir nefes aldı, güç­
lükle gülümsedi ve Hyde'ın geniş omzuna dostça vurdu
"Madem geçmiş seni bu kadar üzüyor, biz de bugünden
bahsedelim. Bu güzel şehirdeki suçlularla savaş nasıl gi­
diyor?"
***

Hyde ve Lavvson yarım saatten biraz dalıa uzun bir


süre boyunca sohbet etti. Kalenin komutanı Hyde'a fotoğ­
raftaki kişiyi tanıyan biri olursa hemen haber vereceğine
dair söz verdi. Daha sonra Hyde aynı sancak çavuşu tara­
fından geçirildi. Garnizonun kapısına vardıklarında Hyde
bir an için tereddüt etti ama sonra kendini toparlayarak
gülümsedi ve çavuşa teşekkür ederek dışarı çıktı.
Hyde kendisini bekleyen faytona bindikten sonra ka­
pıda duraksamasına sebep olan olayı düşündü: Sancak
çavuşu garnizon kapısını ona açarken bileğindeki küçük,
siyah deseni fark etmişti Hyde.
Bu daha Önce de gördüğü dövmeydi.

120
15. BÖLÜM

Sanki bütün evren bu çanak biçimli çukura toplanmış


gibiydi. Gitgide kararan hava, adeta çöküntünün üzerine
kapanan ve mavi-kızıl renkler saçan bir kubbe gabiydi.
Gece yaklaşırken orada dikilmekte olan Elspeth, birden­
bire başka bir yeri hatta başka bir dünyayı düşünmenin
mümkün olmadığım fark etti. Edinburgh, ailesinin mağa­
zası ve sosyal konumu, hepsi soyut, hatta saçma şeyler gibi
gelmeye başlamıştı. Etrafındaki her şey gerçek dışı gibiydi,
kendisinin bile gerçek olmadığım düşünüyordu. Ama bir
vardan da bugüne kadar yaşadığını sandığı saçma hayata
kıyasla her şey çok daha gerçek, çok daha güvenilir geli-
vordu.
Her şey Frederic'in söz verdiği gibiydi: Gözleri açık
rüya görüyordu.
Büyük taş anıtın etrafında, yarım daire şeklinde dizil-
cüşlerdi. Binlerce yıldır orada nöbet tutan Karanlık Adam,
insanların hayatlannm önemsizliğiyle alay eder gibi ses-
azlik içinde tam karşılarında duruyordu. Elspeth, Karan­
lık Adam'ın onları değil, çok daha öte, çok daha üstün ve
daha büyük bir şeyi beklediğini biliyordu; binlerce yıldır,
reşitler boyunca hiç fark edilmeden beklediği gibi...
Kırmızı elbisesinin ince kumaşı altında üşüyordu.
Çoktan titremeye başlamış olmalıydı ama daha önce Crun-
rsdı Malikanesi'ndeyken verilen bir içecek adeta beyni ile

121
Crnij* Rııssell

vücudu arasındaki bağlantıyı zayıflatmıştı. Henüz evir


içindeyken Frederic'in tuhaf uşağı hepsine bu içeceği ser
vis etmişti. Nahoş bir içimi ve aynı anda hem çamurum^
hem de şekerli bir tadı olan tuhaf, yoğun kıvamlı, koyu bir
içecekti bu.
On üç kişilerdi.
Kadın erkek hepsi aynı şeyi giyinmişti; kırmızı saten
den pelerinlere bürünmüş, kendilerini soğuk bir sonbahar
gecesinden koruyacak başka bir şey giymemişlerdi. Sadece
Frederic diğerlerinden farklı görünüyordu; onun pelerini
siyahtı ve gözünde her zamanki gibi siyah korsan bandı
vardı. Elspeth ilk başta kimliğinin ve hem Frederide hem
de onun inançlarıyla olan bağlan tısının başkaları tarafın­
dan öğrenileceğini düşünerek endişelenmiş ti. Ama sonra,
orada toplananlan görmüş ve hepsini tanımıştı: Araların­
da Edinburgh sosyetesinin Elspeth'ten çok daha ünlü olan
simaları vardı ve eğer Frederic ile alakaları ortaya çıkarsa
çok dalıa fazla zarar görebilirlerdi. Bu kadar önemli insanı
burada görmek onu çok şaşırttı. Bu köklü kişiler, Frederi­
c'in karanlık eııtrikalan içinde görmeyi düşüneceği en son
kişilerdi.
İçlerinden özellikle birini çok iyi tanıyordu. Onun bu­
rada, bu ortamda olması Elspeth'e çok anlamsız geliyordu
ama içtikleri acı içeceğin etkileri, bunlara kafa yormasını
engelliyordu.
İçeceğin bulandırdığı zihnini, buradaki saygın kişile­
rin de kendisi gibi Frederic'e birer servet bağışlayıp bağış­
lamadığı konusu meşgul ediyordu. Peki, onlara da kendi­
sine verildiği gibi gizli hakikatin ortaya çıkarılacağı sözü
verilmiş miydi? İçeceğin etkilerinden biri de düşünceleri
kayganlaştırmaktı sanki. Aynı diğer düşünceler gibi bu
düşünce de akima geldiği gibi kaydı gitti ve yok oldu.

122
Hyde

Oradaki herkesin aynı içecekten içtiğinin farkındaydı


ve hepsinde de aynı dalgınlık ve ilgisizliği görebiliyor, on­
ların da zihin ve beden iletişiminin koptuğunu hissedebili­
yordu. Yaşadıkları gerçek dünyada her kim iseler, burada
bambaşka biri olmuşlardı. Farklı biri. Her birinin, gölge
kişiliği ortaya çıkmıştı.
Elspeth bir an için kendini kötü hissetti ama baş dön­
mesi çabuk geçti. Sonra birden kapkaranlık gecenin aslın­
da renklerle dolu olduğunu fark etti. Bunlar daha önce hiç
görmediği parlak renk tonlarıydı. Tıpkı Frederic'in söz
verdiği gibi evren değişmekte, farklılaşmaktaydı.
Sevgilisine şöyle bir baktı ama sanki adam orada değil
gibiydi, sanki maddesel bir varlık değildi. Buna karşılık Fe-
urdorch yani Karanlık Adam oradaki tek gerçek şeydi. Els-
peth'in gözleri, sanki baka bir iradenin etkisi altındaymış
gibi taş anıta takıldı. Taş parçası şimdi daha Önce olduğun­
dan çok dalıa karanlık, çok daha gösterişli görünüyordu.
Taşa baktıkça ona doğru çekildiğini hissetti. Flareket etmi­
yordu, taş da hareket etmiyordu ama buna rağmen Elspeth
bedeninin bir parçasının anıtın karanlığına doğru çekildi­
ğini hissediyordu. Karanlık Adam'ın taş yüzeyine spiraller
ve halkalar oyulmuş tu. Elspeth onu izlerken imkânsız bir
şey oldu ve üzerindeki şekiller hareket etmeye, baş döndü­
rücü bir biçimde dalgalanmaya başladı.
O sırada taş ile araşma giren bir şey onu bu durumdan
çıkardı. Görüşünü engelleyen bu karanlık şeklin Frederic
olduğunu anlaması biraz zaman aldı. Tuhaf, ufak tefek
uşak da sessizce onun yanında duruyordu ve diğerlerinin
aksine normal giyinmişti. Yüzünde küstah bir ifadeyle Els-
peth'e baktı. Elinde büyük ve kaim, deri kapağı zamanın
etkisiyle yıpranmış ve yırtılmış bir kitap tutuyordu.
Elspeth bunun, Frederic'in büyük güçlüklerle elde et-

123
Cr ai^r Rıısscll

tiği hazine olduğunu biliyordu. Bu, tarihi bilgilerin, sırla,


nn, büyülerin olduğu kadim bir büyü kitabıydı. Ogharr.
alfabesinde yazılmış ve yüzyıllarca tüm dünyadan saklan
mışlı. Adı Lenbhar nn t-Saoglnıil Eile yani Öbür Dünyanın Ki­
tabı idi. Onların kutsal kitabı da buydu.
Elspeth'in bakışları Frederic'e kaydı. Adamın elinde
büyük bir kadeh vardı, kadehi altından beyaz bir bezle tu­
tuyordu. Kadehi tek tek katılımcıların önüne götürüyor ve
içindekini içmelerini emrediyor, onlar da hemen içiyorlar­
dı. Frederic en son Elspeth'e geldi. Elspeth seçilmiş oldu­
ğunu, kendisine farklı bir anlam atfedildiğini hissetti.
"Öbür dünyada bekliyor..." Frederic kadehin ağzı­
nı sildi ve Elspeth'e uzattı. "Samhainn Festivali artık çok
yakın. Atalarımız tarafından Ölçülen yıl sona erdi ve bir
yenisi başladı. İki dünya arasındaki perde inceldi. O bizi
öbür dünyada bekliyor... Karanlık Efendimiz... Bu dün­
yaya çağrılmayı bekliyor... Bize hizmet etmeyi ve bizden
hizmet görmeyi bekliyor. Ama öncelikle, onun hakkında
bilgimiz olmalı. Önce onu görmeliyiz. İç..."
Elspeth kadehi aldı ve içindekinden bir joıdum içti. Bu
da daha önceki sıvıya benziyordu ama daha güçlüydü ve
içindeki kötü tatlar daha baskındı, çamurumsu tadı ger­
çekten çok acı, tatlısı ise iç bulandıncıydı. İlk yudumundan
sonra tereddüt etti.
"İç!" diye emretti Frederic ve kadehi kadının ağzına
doğru itti. "İç! Deoch!"
Elspeth kadehi dikti ve beraberinde gelen mide bu­
lantısıyla savaştı. Frederic Ballor gülümsedi ve boş kadehi
onun elinden aldı. "Yakında," dedi. "Yakında hazır olacak­
sın. Yalanda gerçekleri görme yeteneğine sahip olacaksın."
Elspeth hatifçe sendeledi. Ancak içindeki his sarhoş­
luktan ziyade zehirlenmiş gibi hissetmesine yol açıyordu.

124
Hyde

Kendi içini görebildiğini ama bir yandan da görecek hiçbir


şey olmadığını hissediyordu. Şu an içinde bulunduğu çö-
küntünün ötesinde, gerçek olduğunu sandığı her şey gibi
kendi varlığı da sahteydi, gerçeklikten yoksundu. Gözleri
yeniden Karanlık Adam'a kaydı. Taşın üzerindeki şekiller
şimdi daha canlı bir şekilde dalgalanıyor, her yerinden
binlerce küçük yılan çıkıyordu.
Başını kaldırıp karanlık gökyüzüne baktı. Yıldızlı gök­
yüzünde de aynı şekilleri görüyordu.
Frederic kadının önünde durmuş, ellerini omuzlarına
koymuştu ve onu, kendine bakmaya zorluyordu. "Hazır
mısın?" diye sordu. "Baloriun gözüne bakmaya hazır mı­
sın? Balor Birııgderc, Oyuk Gözlü Balor'a?"
Elspeth başıyla onayladı.
Frederic Ballor gözündeki siyah bandı çıkardı. "İşle
bu, öbür dünyaya açılan pencere, Fomori'nin ve Tuatha De
Danann'm diyarına. Formorlann Yüce Karanlık Kralı bu
dünyayı bir bakışıyla yakıp yıkar. İşte karşınızda! Bakın!
İzleyin!"
Alanda toplanmış diğerleri uyuşturucunun etkisi al­
tında bir şeyler mırıldandılar ve Elspeth'i boş bakışlarla
izlemeye başladılar. Tek görebildikleri şey, orada öylece
durup Frederic Ballor'un ölü gözüne baktığıydı. Elspeth'in
yüzünde hiçbir ifade kalmadığını fark etmediler bile. Keza
Elspeth Lockvvood'un, etrafındaki hiçbir şeyi fark edemese
de korkunç bir dehşet içinde sessiz çığlıklar attığını duy­
muyorlardı.
Ballor'un gözüne baktığında gözakı olmadığını gördü,
kapkara ve camsı bir gözbebeği, göz kapaklarının arasını
doldurmuştu. Bu gözün içine baktığında, sanki Ballor'un
gözü sanki şeffaf bir pencereymiş gibi, içeride korkunç bir
yemi derinliklerini görmüştü.

125

» IHhm
Craig Russell

Burada zaman yoktu, milyarlarca ruhun işkence


tiği bir sahneyi belki bir saniyeliğine belki de sonsuza dek
izlemekteydi. Acı dolu görkemli saraylar, ateş ve işkence
dolu sonsuz çayırlar gördü. Bir alev girdabı sağır edici
tiz bir gürültü çıkararak bomboş çayın yakıyordu. Alev­
ler sayısız karanlık siluetle doluydu, Elspeth her siluetin
aslında bir insan bedeni olduğunu, yandığını ancak kül ol­
madığım, işkence çektiğini ve ölümle huzura eremediğini
fark etti. Ve kulakları tırmalayan o tiz gürültü, onlann sonu
gelmeyen feryatlanydı.
Kendi sessiz çığlığını ancak kendisi duyuyor, Bal­
lor'un gözünden kurtulmak için tamamen hareketsiz kal­
mış vücudunu oynatmaya çalışıyordu. Olup bitenleri o
anda anladı. Gördüğü bu korkunç yer bir Kelt öbür dün­
yası değildi. Burası gerçek cehennemdi; buradan kaçama­
yacağının farkındaydı.
Bu dehşet verici manzaranın ortasmda canavar gibi
bir yaratık durmaktaydı. Her şeyin yukarısında, devasa bir
efendi. İşte bu, Oyuk Gözlü Balor idi. Canavarın vücudu
sanki için için yanan bir kor gibi kırmızı ve siyahtı, üç par­
maklı elleriyle kurbanlarını yakalıyordu. Başım Elspeth'in
olduğu tarafa çevirdi, yüzünde ağız yerine iğrenç bir siyah
delik vardı. Deliğin üzerinde tıpkı Frederic'inki gibi cam
gibi parlayan siyah bir göz vardı ama bu göz devasa bo­
yuttaydı. Bu göz de bir pencere gibi cehennemi andıran bir
diyara açıldı, diğerine benzemekle beraber aynısı değildi
ve içi işkence gören ruhlarla doluydu. Yine sahnenin orta­
smda dev gibi, tek gözlü ve gagalı bir iblis durmaktaydı. O
da tek gözlüydü ve bu göz de bir başka diyara açılmaktay­
dı. Ve onun gözü de yine başka diyara açılmakta, bu böyle
sonsuza dek devam etmekteydi...
Ve bu sonsuz cehennemlerde bir yerlerde, Elspeth Lo­
ckvvood aklını tümüyle kaybetti.

126
İKİNCİ KISIM

HAYAL ZAMAN I
16. BÖLÜM

<&>

Gölge uyandı.
Diğeri uyduğuna göre onun uyanması normaldi. Ken­
disinin gölge olduğunu biliyordu, çünkü diğerinin şeklini
alan kömür karası bir siluetti; çünkü hiçliğin derin karan­
lığından geliyor ve beraberinde geceyi de getiriyordu. O,
bilicin yüzeyine çıkan büyük, karanlık bir gölgeydi.
Gölge yine de kendi doğasını tam olarak anlayamı-
yordu. Aynı bedeni ve yüzü bir başkasıyla paylaşmasına,
zayıf da olsa diğerinin sesiyle konuşmasına rağmen nasıl
olup da tastamam bir zillin olarak var olabiliyordu?
Diğerinin aksine gölge kendi anılarının tamamını ha­
tırlıyordu. Bir yanırım zamansız, ölümsüz olduğunu ve ka­
ranlıkta atalarının rüyalarını görmeye mahkum edildiğini;
hafızasının engin, karardık okyanusunun kendisinden Ön­
ceki nesillerin hatıralarıyla çalkalandığını biliyordu.
Ama hayalci şimdi uyanıktı.
En önemli güçlük, günleri diğeri olarak geçirmek, di­
ğerinin varoluşunun donuk sıradanlığıyla uğraşmak zo­
runda olmasıydı. Şüphe çekmesi İliç zor olmazdı ama eğer
fark edilirse, ortaya çıkarırlarsa bu şekilde var olmasına
izin vermezlerdi.
Eğer varlığı keşfedilirse, zihinsel bir hastalık, bir de­
lilik olduğu söylenir ve içinde bulunduğu beden bir akıl
hastanesine kapatılırdı. Bu yüzden gölge dünyayı en iyi

129
Craig Russtil

şekilde idare etmeye çalışıyor ve diğeriymiş gibi davran­


maya özen gösteriyordu.
Zaten gölgenin varlığını delilik olarak niteleyen biri
daha şimdiden vardı. Kendi kibri ve hırslarından bihaber
bir adam; saklanmaması için onu ikna eden, yüzeye çıkma­
sı ve kendisine güvenmesi için onu kandıran, gerçek yüzü­
nü göstermesini söyleyen bir profesyoneldi bu.
Diğer zihnin karanlığma hapsolmuş haldeyken gölge,
kendinden öncekilerin birbirine sımsıkı dolanmış anılan-
nı açığa çıkardığını açıklamıştı. Kendisini sorguya çeken
kişiye, ilk zamanlardan diğerlerinin anılarını taşıdığını ve
tüm bunların üzerinde ne kadar büyük bir ağırlık yaptığını
anlatmıştı. Gölge, kendi varoluşunun, İskitya'daki ilk gün­
lerinden, çölleri ve dağlan aştıklan, İspanya'ya geçtikleri
ve Cebelitank'ta yüzyıllarca yaşadıkları, İrlanda'yı işgal
ettikleri ve kudretli Fir Bolg'u fethettikleri zamanlardan
beri koca bir ırkın geçmişinin açılımı olduğunu açıklamış­
tı. Piktlerin, Anglolann ve Britonlann diyarına nasıl gel­
diklerini, bunların her birinin gölgenin halkının kudretine
nasıl boyun eğeceğini, o diyarın da kendi halkının adını
taşıyacağını anlatmıştı.
İskoçlar.
Ha ödiyordu, her şeyi hatırlıyordu.
Ve tüm bu hatıralar arasında en aa ve yoğun olanı İs­
koçların kendi atalarına ihanetiydi. İskoçlar kendi kanları­
nın yüceliğini ve gücünü unutmuşlardı.
Gölge, şimdi bunlan hatırlatmak için acının ve ölü
mün alevlerinden geçmeleri gerekeceğini anlatmıştı.
Gölgenin nerede saklandığını bilen bu tek kişi onu elin
lemiş, dinlemiş, başını sallamış ve notlar almıştı. Gölgenin
gerçek doğasını reddetmiş, parçalanmış kişilikten, iyileşti
rilmesi gereken bir zihinden bahsetmişti. Çift olanm teke

130
Hyde

indirilmesi gerektiğini söylemişti. Gölge için zehir anlamına


gelecek ve içinde bulunduğu bedenin iradesini güçlendire­
rek ona karşı koymasını sağlayacak ilaçlar vermişti.
O zamanlar gölge zayıf, diğeri daha güçlüydü. İşine
karışan adamın, gölgenin varlığından haberdar olup yaşa­
masına izin vermişti. Ama şimdi çok daha güçlüydü. Şim­
di başkalarına bahsetmeden o adamı suslurmalıydı.
Işıklar içindeki bu dünyada zamanı hep kısaydı, o
yüzden uyanıklık anını iyi kullanmalıydı. Planlar yaptı,
her şeyi iyice hesapladı.
Öldürmeye -yeniden öldürmeye- hazırdı ve bu dü­
şünce onu mutlu ediyordu. Bir başka canlının neler oldu­
ğunu anlayamadan şaşkın bir yüz ifadesiyle ölüme yaklaş­
tığı o anlan seyretmekten keyif alıyordu. İşle o anlarda bir
hayatı söndürmenin gücünü hissediyor, gerçek doğasının
farkına vanyordu. İşte o zaman daha da güç kazanıyordu.
Öldürerek bir gün kalıcı olarak nüfuz kazanabilecekti.
Şimdi, bir kez daha karanlıktan aydınlığa adım atıyor­
du.
Bu dünya aydınlık olduğu kadar karanlıktı da. Şehir
griydi, gökyüzü bembeyaz. Gölge, bu renksiz şehri burada
yaşayanların parlak kırmızı kanıyla boyayarak biraz renk
kalmak istiyordu.
Gölge diğerinin bedenine hapsolmuş halde şehrin so­
kaklarında yürürken insanların ne kadar zavallı olduğunu
düşünüyor, yüzlerine karşı kahkahalarla gülmemek için
kendini zor tutuyor, aptallıklarıyla dalga geçmek, kendi
doğalarını görememeleriyle, hainlikleriyle alay etmek isti­
yordu.
Aptallıkları onlara ölüm getirecekti, onları kapkaran­
lık korkularla tanıştıracak ve önünde eğilmelerini sağlaya­
caktı.

131
Crıjıy Russt
*//

Ama önce biraz güç toplamalıydı, kontrolü daha f32'. j


ele geçirmeliydi. Ne de olsa o şimdilik bir gölge idi. yetke İ
fiği beden gibi uzun süre uyanık kalamıyordu. Biliyorc\
ki bir gün bir tek kendisi kalacak, yalnızca kendisi emi?,
decekti. O zaman diğerinin gölgesi olmaktan kurtulacak^
Ama o zamana kadar kendini korumalıydı.
Varlığından haberi olan o adamı öldürmeliydi. Adan |
zaten ondan korkuyordu, başkalarına varlığından bahse­
debilir, nerede saklandığını söyleyebilirdi. Aslında tüm
dünyanın varlığından haberdar olmasını ve ondan kork­
masını istiyordu, ama nerede saklandığını, bulunduğu be­
denin kimliğini hiç kimse bilmemeliydi.
Böylece zekasının tüm keskinliğini kullanan gölge
planlar yaptı ve hazırlandı. Bulunduğu bedenin yüzü ve
görünüşü şehirde çok iyi biliniyordu, bu sebeple kendini
mümkün olduğunca sakladı ve Leith e yol aldı. Planım
Edinburghun bu pis ve kaos içindeki limanında gerçek­
leştirecekti.
Binava vardığında hava kararıyordu. En üst kata çıktı,
İçende, burada insan yaşadığına dair hiçbir şey yoktu; ne
bir yatak ne de bir sandalye... İçerideki tek eşya, odanın
ortasında duran saksıydı, içindeki bitki gölgenin emeğinin
kara meyvesini taşıyor, koridora kadar çürümenin tatlı ko­
kusunu yayıyordu.
Dışandan gelen titrek ışık, kirli camlardan geçerken
dalıa da sönükleşiyordu ve gölge merdivenlerin yanında­
ki tepsiden bir mum aldı ve yakarak yere kovdu. Yerde­
ki döşemenin bir tahtasını kaldırdı, alfandaki bir farenin
kaçıştığı boşluktan deri kayışlarla bağlı bir paket çıkardı.
Sonra neredeyse dinî bir seremoni gerçekleştirircesine deri
kayışlan çözdü, paketi açtı ve içindekileri ahşap döşeme­
nin üzerine yaydı.

132
Hyde

Aletlerin güzelliği onu kendinden geçiriyordu. Bu loş


ışıkta bile keskin ve işe hazır bir biçimde parlıyorlardı. Üç
tane aleti vardı; Kelt inanışının kutsal sayısı üçtü ve Mor-
rigan'ın üç tane yüzü vardı. Keskin ve sivri üç bıçak vardı.
En kısası bir sgian-dubh, en uzunu ise bir Kuzey İskoçya sa­
vaş kamasıydı. Gölge, ortanca olanı, Gallilerin gizli silahını
seçti; Kol manşeti altında saklanabilecek türde, iki kenarı
keskin, yaklaşık yirmi beş santim boyunda bir hançer. İki
kenarı da jilet kadar keskindi ve deriyi ve kasları kesip ke­
miğe ulaşacak kadar dayanıklıydı. İşte bu hançer, biodag-a-
chlais, gölgenin doğasını kabul etmeyen ve ona karşı gelen
kişiyi olanı sonsuza kadar susturacaktı.
Çok yakında...

133
17. BÖLÜM

<&>

Ertesi günün sabahı Hyde için hiç de iyi başlamadı.


Bir önceki geceyi hem kendi sahip olduğu hem de Dem-
pster'm kütüphaneden getirdiği Kelt mitolojisi kitaplarını
inceleyerek geçirmişti. Uykusunda tuhaf rüyalar görmüş,
ama bunların normal rüyalar mı yoksa bir gece nöbeti mı
olduğunu anlayamamıştı.
Aslında uykusundan çok uyanış biçimi onu rahatsız
etmişti. Bir gürültüyle uyanmıştı: Yüksekliğiyle değil de
nereden geldiğinin belli olmamasıyla şaşırtmıştı onu. Ya­
tağında bir süre öylece kalıp sesin gerçek dünyaya ait olup
olmadığını anlamaya çalışmıştı.
Bu ses öyle kısıktı ki duymak için kendini zorluyordu,
sanki bir nefes alış sesiydi. Kendisine ait olmayan bir ne­
fes... Son ermekte olan gece, odasının bir köşesinde sıkışıp
kalmıştı, perdelerin kenarından sızan gündoğumundan
önceki loş ışık o kadar uzağa ulaşamıyor ve orayı karan­
lıkta bırakıyordu. Hyde sesin o karanlık köşeden geldiğini
anlayınca hemen doğrularak olurdu. Yatağından kalma­
dan gözlerini karanlığa dikti. Orada bir şey vardı ve kımıl­
dıyordu.
Yeniden hafif bir nefes alma sesi duyuldu.
Kalbinin göğsünde hızla çarpmaya başladığını hissetti
ve nefesini tutarak sesi daha dikkatli dinlemeye başladı.
Bir nefes sesi daha... Küçük, hafif bir ses. Köşede yine

134
Hyde

hareketlenme olduğunu fark etti ve köşede saklanan yara­


tık her neyse ona karşı silah olarak kullanabileceği hafif bir
şeyler var mı diye başucuna bakındı.
Sonra o şeyin hareket ettiğini gördü.
Bir şekil yavaşça gölgelerin arasından çıkmaya başla­
dı, sanki ona şekil veren şey karanlığın kendisiydi. Bu yine
o kız idi. Aynı kız, aynı yırtık pırtık ve çamurlu kıyafetler,
aynı kırgın bakışlar. Kız hareket ediyor hatta nefes alıyor­
du ama Hyde onun canlı olmadığını biliyordu. Karanlı­
ğın biçim verdiği siluet zavallı ve uğursuz görünüyordu:
Hüzünlü bir korku yayıyordu ve Hyde bunun karanlık ve
ölümden oluşan bir varlık olduğunu biliyordu.
Sonunda kızı tanıdı. Bu Mary Paton'dı, cinayete kur­
ban giden kız. Cadı Beşiğindeki Çocuk.
Acınacak kadar küçük ve kırılgandı. Hyde'a yaklaşın­
ca toprak ve çürümüş et kokusu aldı. Daha da yaklaştı, cima
hâlâ konuşmuyordu. Sadece nefes aldığı duyuluyordu.
"Sen yoksun," dedi Hyde. "Sadece bir illüzyonsun."
Kız dalıa da yaklaştı. Yüzü çok solgundu ama Hyde
damarlarının çoktan mavi siyah bir renk alarak örümcek
ağı gibi cildini sardığını görebiliyordu. Kız şimdi o kadar
yakındaydı ki Hyde onun nefesinin rüzgârını yüzünde his­
sediyordu. Nefesinde, çürüyen bedeninin kokusu vardı.
"Sen yoksun," diye tekrar etti Hyde. "Zihnimden yan­
sıyan bir hayalsin sadece."
"Unutmuşsun," dedi kız yüksek sesle. "O gece haki­
kati aramış ve bulmuştun. Ama şimdi unutmuşsun. Katili­
min adını söylemiyorsun."
Hyde geri çekildi. Gözlerini sıkıca kapadı, elleriyle ku­
laklarını kapattı ve yavaşça, uzun bir nefes aldı. Ama her
nefes alışında ölümün ve çürümüş insan etinin kokusunu
almaya devam etti.

135
Craig Rııssell

"Hatırlamak zorundasın" Kızın sesi, ne kadar engel-


lemeye çalışsa da adeta kafatasının içinde yankılanıyordu.
"Unuttuklarını hatırlamak zorundasın." Ses duraksadı,
sonra nefes nefese konuştu. "O burada."
Hyde bu kez başka bir ses duydu. Hafif, uzaktan,
sanki dünya dışı bir yerden gelen bir sesti bu. Bir anlığı­
na, Asılı Adam'ı bulduğu gece duyduğu banshee çığlığını
olduğunu zannetti bunun. Ama sonra sesin tonu değişti.
Uzaklarda bir yerden gelen bir köpek sesi duydu. Kızın
korkudan nefesi kesiliyordu.
"Geliyor..." dedi kız korku dolu bir sesle. "Benim için
geliyor."
Hyde gözlerini yeniden açtı, kız gitmişti. Gölgeler yok
olmuştu, ses yoktu, ne yakmda ne de uzakta. Oda artık
daha aydınlıktı, köşedeki karanlık kaybolmuştu. Hissettiği
keder bir bile halüsinasyondu.
Hyde iç çekti, gece geçirdiği nöbetlerden sonra halü-
sinasyonlarmın bu kadar uzun süre devam etmesi onu en­
dişelendiriyordu.
Veya belki de bu hayaller daha derin ve şiddetli bir
nöbetin gelişini haber veriyordu, tıpkı fırtınadan önce top­
lanan bulutlar gibi...
Samuel Porteous'un hastalığının bu tuhaf semptom­
larını açıklayacak bir teşhiste bulunamaması Hyde'ı hayal
kınklığına uğratıyordu. Beyninde gizli kalmış nasıl bir ha­
sar vardı da öldürülmüş bir çocuğun öfke dolu hayaletini
gözünün önüne getiriyordu?
Edward Hyde yatağından kalktı. Giyinmeden Önce,
gördüğü hayalin belirdiği köşeye doğru yürüdü ve kendi
mantıksız davranışından utanarak, orada hâlâ ürkütücü
bir şeyler olup olmadığını kontrol etmek istedi.

136
18. BÖLÜM

Önden bir mesaj gönderen Hyde, yeniden Samuel


Porteous ile buluşlu. Bu kez Craiglockhart Hydropathic
H.ıslanesi'ndeki kliniğine gitmişti. Bir hemşire onu duvar­
ları bembeyaz boyalı uzun koridorlardan geçirdi. Hastane­
nin koridorları ve salonları çok geniş ve ferah olsa da fazla
aydırdık oluşu Hyde'a beyaz infaz odasını hatırlatıyordu.
Arada sırada odaların duvarlarından akıtılan suyun
sesini duyuyordu, bu, Craiglockhart'ta uygulanan tedavi­
lerden biriydi. Tüm hemşireler açık mavi bluz giymiş, be-
yaz renk şapkalar ve önlükler takmıştı ve Hyde'ın gözüne
ilişen tüm hastalar beyaz giyinmişlerdi. Bunlar, Hyde'ın
bildiği kadarıyla alkolikler, nevrotikler ve sinir hastala­
rıydı ve temel tedavileri hidropatik kür idi. Bazıları suyun
içinde saatler geçiriyor, bazıları da sıcak ve soğuk banyo­
larla tedavi etmeye çalışılıyordu.
Önlerinde görünen kararmış demir parmaklıklar ve
kapı az önceki aydınlığı bozduğunda Hyde akıl hastala­
rının olduğu bölüme geldiklerini anladı. Hemşire önlüğü­
nün cebinden kalabalık bir anahtarlık çıkararak kapının
kilidini açlı.
Hyde'ı, Samuel Porteous'un ofisi ve terapi odasının
birebir aynısı olan bir odaya aldı. Kocaman ahşap bir ma­
sanın başında oturan Porteous kalktı ve arkadaşının elini
sıkmak için ona doğru yürüdü. Hyde doktorun ne kadar

137
Craig Russell

genç ve yakışıklı göründüğünü düşündü ve takım elb,


sesinin ne kadar süslü püslü olduğunu görünce şaşırdı
Hyde'ın bakış açısına göre Porteous, bir doktordan ziyade
bohem bir sanatçıya benziyordu ve tavırlarının da bir par
ça elemine olduğunu ilk kez fark etmiyordu. Hyde bu kez
onun biraz yorgun göründüğünü düşündü, her zamanki
nezaketi bugün biraz zorlama gibi duruyordu.
"Seni gördüğüme sevindim Edvvard," dedi Porteous
"Mesajından anladığım kadarıyla bu kez iş için ziyarete
geldin." Hyde'ı içeri getiren hemşireye dönerek çay getir­
mesini istedi.
"Dürüst olmam gerekirse, iş konusu biraz da kişi­
sel sorunlarımla iç içe girmiş durumda diyebiliriz," dedi
Hyde hemşire odadan çıkınca.
"Yine mi sorun yaşadın?" diye sordu Porteous şaşkın­
lıkla.
"Bir gece nöbeti yaşadım ve kendimi etkilerinden
kurtarmayı başardım," dedi Hyde. "Ancak artık daha ıs­
rarcı..." doğru kelimeleri bulmak için çabaladı, "nöbetin
bıraktığı belli olan etkiler."
"Ne gibi?"
"Hayaller. Halüsinasyonlar. Bir şeyler görüyorum Sa­
muel ve aslında orada olmayan insanlar görüyorum. Dü­
rüst olmam gerekirse bu kadar akılcı ve mantıklı bir adam
olmasam hayalet gördüğümü söylerdim sana." Hyde başı­
nı endişeyle iki yana salladı. "Ya da bazen gerçek insanlar
görüyorum ama onları çoktan ölmüş olan başkalarıyla ka­
rıştırıyorum. Daha önce de bunları yaşadığımı biliyorum
ama dalıa nadir gerçekleşirlerdi ve çok daha belirsizlerdi.
Şimdiki epizotlar ise çok canlı ve spesifik. Bu da beni endi­
şelendiriyor."

138
Hyde

Ne anlamda spesifik?" diye sordu Porteous ve eliyle


Hyde'a oturmasını işaret etti.
"Hayaletim küçük bir kız çocuğu. Her seferinde aynı
kızı görüyorum."
"Peki bu kızı tanıyor musun?" diye sordu Porteous.
Hyde iç çekti. "Adı Mary Paton. Çingene bayırında öl­
dürülen kız."
Porteous ciddi bir ifadeyle başını salladı. "Anlıyorum.
Şu Morrison denen adamın idam edildiği cinayet. Senin
şüphelerin vardı o davayla ilgili. Halüsinasyonlar gördü­
ğünü söylüyorsun... Ne kadar sürüyorlar?"
"Kısa anlar. Birkaç saniyeden uzun değil. Başlarda sa­
dece gelip geçen görüntüler gibiydi. Ama bu sabah geldi­
ğinde çok ısrarcıydı, üstelik ilk defa konuştu da."
"Başka etkileri oldu mu? Zamanda kayboldun mu
yine?"
"Hayır. Zaman bilincimi kaybetmedim. Daha önce
konuştuğumuz gibi: dejâ vu, gerçek dişilik ve kopukluk
hissi... Ve söylediğim gibi insanları bambaşka kişiler san­
dığım oluyor. Mesela yolda karşılaştığım bir işçiyi Hugh
Morrison sanmam gibi."
"Ama amnezi yoktu diyorsun. Yani yaptıklarını hatır­
layamadığın anlar olmadı, öyle mi?"
"Hayır, olmadı diyorum." Hyde düş kırıklığım sakla­
mayı başaramadı. Bu ilk kez fark ettiği bir şey değildi ama
Porteous diğer semptomları görmezden geliyor ve sadece
Hyde'ın hafıza sorunlarıyla ilgileniyordu. Sanki bu, psiki-
yatristin esas ilgilendiği şeydi.
"Peki, bu süreçte sana yeni verdiğim ilacı kullandın
mı?"
"Evet... Ama açıkçası bazen bu ilaç bana hiç de iyi gel­
miyor gibi hissediyorum. Özellikle de rehaveti artırıyor.

139
Craig Russell

Sanki kafamın içi sisle dolu gibi, bulanık. Ve uyanır]^


gördüğüm bu halüsinasyonlar da beni çok kötü etkiliyor.
* |
"Anladım, ilacının dozunda yeniden ayarlama yapa.
cağım. Ama halüsmasyonlar konusunda çok endişelenme,
Bence bunlar ilaçtan değil senin psikolojik durumundan
kaynaklanıyor. Son dönemde çok stres altındaydın ve ha-
lüsinasyonlarmda bu aralar kafanı çok meşgul eden bir
konuyu görüyorsun. O küçük kızı görmenin sebebi bence
onun hâlâ hayatta olmasını istemen."
"İyi de Morrison'ın infazmın yanlış olduğunu düşün­
düğüm için bunlar oluyorsa, neden onu değil de küçük
kızı görüyorum? Neden gelip benimle konuşan Morrison
değil?"
"Bunu ben yanıtlayamam Edward." Porteous'un ses
tonundaki ilgisizlik Hyde'ı rahatsız etti. "Daha çok dinlen­
meye çalış. Eğer geceleri uykun çok bölünürse, gündüzleri
uykunu almaya çalış."
"Reçetemde ne değişecek?" diye sordu Hyde.
Porteous yine ilgisizce gülümsedi. "Önemli bir şey de­
ğil Edvvard. Sadece içindeki maddelerin miktarlarını yeni­
den ayarlayarak ilacın etkisini artırmaya çalışacağım."
"Üzgünüm Samuel ama ben ortada etki falan gör­
müyorum. Hatta bu ilacı kullanmaya başladığımdan beri
semptomlarımın daha da kötüleştiğine yemin edebilirim.
İlacı kesmem konusunda ne düşünürsün merak ediyorum.
Belki de ilacımı sadece bir nöbet geçireceğuni hissettiğim­
de alabilirim."
"Hayır, ilacı bırakmamaksın!" Porteous'un bu öfkesi
karşısmda Hyde donup kaldı. "Tedaviyi aniden kesmenin
çok ciddi sonuçlan olur."
"Ne gibi?"

140
Hyde '

"Semptomların ciddi oranda artar. Gece nöbetlerin


gündüze de sarkar, günlük hayalını mahveder."
Ama zaten şu anda da başıma gelen şey bu. Şu gördü­
ğüm hayaller... Kayıp zaman... İyiye gittiğimi hiç sanmı­
yorum, hatta tam tersi olduğunu düşünüyorum."
Porteous ayağa kalktı. "Eğer uyguladığım tedaviden
memnun değilsen, başka bir doktorla görüşebilirsin." Sesi­
ni yükseltmiş, yüzü kızarmıştı. Hyde onun normalde son
derece genç görünen yüzünde ilk defa yaşlanma izleri gör­
dü. "Gerçi durumunu resmî kayıtlara geçirmeyip saklaya­
cak başka bir doktor bulabilir misin, emin değilim."
"Senin neyin var böyle Samuel?" Hyde da ayağa fır­
ladı. "Senden tek istediğim, bana verdiğin ilacın üzerimde
ters etki yapıp yapmadığını bir düşünmen. Herhalde böyle
bir durum tıp alanında ilk kez görülen bir şey değildir."
"Eğer herhangi bir risk olsaydı, sana bu ilacı vermez­
dim. Sana önerim ilaçlarla ilgili bilgime güvenmen ve ken­
di dayanaksız teorilerini bir kenara bırakman."
"Teorilerimin dayanaksız olduğu konusunda haklı
olabilirsin. Bu da zaten seninle konuşmak istediğim konu­
lardan biri. Neden hastalığımın tam ve açık bir teşhisini
koymuyorsun?"
"Ne?" Porteous başını sinirle salladı. "Daha önce yap­
tım ya. Hem de kaç kere. Sen de bir çeşit epilepsi var."
"Benim söylemeye çalıştığım şey bu değil. Benim epi­
lepsi hastası olma sebebim yani hastalığımın kökeni ne?
Tabii eğer epilepsi hastasıysam."
"Yani şimdi de benim koyduğum teşhisi sorguluyor­
sun, Öyle mi?" Porteous öfkeden kıpkırmızı olmuştu.
"Ben sadece bu semptomları yapan şey nedir, onu
bilmek istiyorum. Ve tabii neden daha da kötüleştiklerini.
Bunu sonnak hakkım değil mi?"

141
Craig Rııssell

Kapı açıldı ve elinde bir çay tepsisi taşıyan hemşi(,


içeri girmek üzereyken kapı eşiğinde durdu kaldı. Hy i,
hâlâ ayakta olduğunu, sesini yükselttiğini ve tehditkâr bir
şekilde Porteous'un masasına doğru eğildiğini fark etti.
iki adam da hemşirenin şaşkınlığını fark ederek yerle-
rine oturdu.
Hemşire çay tepsisini Porteous'un masasına koyarken
Hyde'ı süzdü. Hyde onun gözlerinde, kadınlarda görmeye
alışkın olduğu o korku, tiksinti ve fiziksel çekimi gördü.
Porteous, "Teşekkürler," diyerek hemşireye gülümse­
di.
Hemşire çıktıktan sonra doktor, sakinliğini yeniden
kazanmış bir halde, "Böyle parladığım için özür dilerim
Edvvard," dedi. "Senin için en iyisini düşündüğümden
emin olmanı isterim." İç çekti. "Doğrusu şu ki semptom­
larına neyin sebep olduğunu bilmiyorum, en azından tam
olarak. Bu yüzden de bu konuda seni endişelendirmek is­
temiyorum. En kötü olasılık şu ki beyninde, temporal lob­
da bir lezyon olabilir. Bu lezyon büyüyor ve semptomları­
nı kötüleştiriyor olabilir."
"Tümör mü yani?"
Porteous onu durdurmak ister gibi iki elini birden ha­
vaya kaldırdı. "İşte, tam da bu yüzden bu konuda tahmin
yürütmek istemiyordum. Bu bir tümör olabileceği gibi,
beynin yapısında çok küçük bir deformasyon da olabilir.
Beynini açıp bakmadan bunu bilemeyiz ve böyle bir ope­
rasyon da semptomları ilaçla tedavi etmeye çalışmaktan
çok dalaa tehlikeli. Sana yemin ederim, semptomlarına ke­
sin bir teşhis koyamama sebebim bu."
"Öyleyse tümör değil, yani en azından kesin olarak..
"Söylediğim gibi..." dedi Porteous. "Sana kesin bir
şey söyleyemem. Bir tür lezyon bile olsa bu, büyüyor oldu-

142

•HH- ♦
Hyde

ğu veya kötücül olduğu anlamına gelmez. Her halükârda


epilepsi her hastaya özel, farklı bir seyir gösterebilir ve ne­
denini kesinkes bilmek zordur."
"Elbette," dedi Hyde. "Gayet iyi anladım. Öyleyse
bana ilaca devam etmemi mi öneriyorsun?"
"Evet."
Derken sohbetin konusu sinek mantarının etkilerine
geldi. Hyde, Asılı Adam'ın otopsi raporuyla ilgili olarak
Doktor Cally Burr'un verdiği bilgileri aktardı.
"Bu çok tuhaf," dedi Hyde. "Benim iyileşmesini iste­
diğim zillin durumunu yaşamak için onların böyle madde­
ler kullanmaları yani."
"Bence bu aynı durum değil."
"Öyle mi? Bana öyle gibi geldi. Sürekli başka bir dün­
yaya, başka bir varlık boyutuna ulaşmaya çalışıyorlar.
Farklı bir gerçekliğe. Bense bundan kurtulmak için tedavi
olmaya çalışıyorum. Benim 'diğer taraf' dediğim yer onla­
rın diğer dünya dedikleriyle oldukça benzer bence."
***
Hyde yirmi dakika sonra oradan çıktı. Görüşmeleri­
nin devamı tuhaf bir nezaket içinde, tartışmanın ardından
arkadaşlıklarını kurtarma çabası sarf eden iki adamın soh­
beti şeklinde geçti.
Çaylarını bitirince Porteous, Hydela birlikte beyaz
badanalı koridorlardan geçerek onu ana kapıya kadar ge­
çirdi. Hava soğumuştu, gökyüzünde asılı duran gri-beyaz
bulutlar yağmur yüklü görünüyordu.
Tam kapıda dururlarken, hastanenin kapladığı geniş
alana baktı Hyde.
"Sana sinek mantarının etkilerinden bahseden kişinin
Cally Burr olduğunu söyledin, öyle değil mi?" diye sordu
Porteous.

143
Craig Rııssell

"Öyle. Patoloji bölümünde Doktor Bell ve Doktor Co»


nan Doyle ile birlikte çalışıyor. Doktor Burr'u tanıyor mu.
sun?"
"Tanıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse genç
doktor arkadaşlar ondan çok etkilenmiş dürümdalar. Ol­
dukça güzel bir kadın."
"Sanırım öyle."
"Edvvard, yapma! Fark etmediğini söylemeyeceksin
herhalde!" diyerek güldü Porteous.
"Fark ettim," dedi Hyde. "Ama benim Doktor Burr ile
ilişkim tamamen profesyonel. Çok zeki ve öngörülü bir ka­
dın."
Porteous'un yüzünde geniş bir sırıtış oluştuğunu gö­
ren Hyde bundan rahatsız oldu. "Bence sen de ondan etki­
lenmişsin sevgili Edvvard!"
"Söylediğim gibi, benim onunla alakam sadece profes­
yonel," diye itiraz etti Hyde. Ama kanın yanaklarına hü­
cum ettiğini hissedebiliyordu.
***
Hyde hastaneden çıkarken henüz yanıtlanmamış bir
sürü soru vardı aklında. Ama sorularından birinin yanıtını
bulduğuna emindi.
Samuel Porteous ona yalan söylemişti.
Porteous'un tıp eğitimi ve iyi bir kariyeri olabilirdi
ama Hyde'in da başka bir yeteneği vardı; bir polis olarak
yalanı yakalayabilme yeteneği.
Bazen yalan tek bir soruya verilen yanlış bir yanıtta or­
taya çıkardı; bazense bütün bir sohbetüı ardında yan gizli
halde, pusuda beklerdi: Belirgin bir hata yerme genel bir
çarpıtma halinde kendini gösterirdi. Hyde'ın Porteous'ta
tespit ettiği de bu olmuştu. Tedavisinin içeriği ve amacıyla
ilgili yalan söylüyordu.

144
Hyde

Hyde da ona karşı tam olarak dürüst davranmış de­


ğildi: Porteous'a ilacını zaten bırakmış olduğunu söyleme­
mişti.
Düşünceli bir halde hastanenin bahçesinden geçti ve
ana caddeye çıkan kapıya vardı. Kaldırımın kenarında
durdu, cebinden küçük, koyu mavi bir şişe ile birlikte kar­
ton bir ilaç kutusu çıkardı.
Toynak sesleri atlı toplu taşımanın yaklaştığını haber
verirken, Hyde şişeyi ve kutuyu ayağının dibindeki kana­
lizasyon deliğine attı.

145
19. BÖLÜM

Limana vardığında gecenin karanlığı çökmüştü bile.


Başkomiser Hyde'ın verdiği broşüre göre toplantı Le- |
ith'te yapılacaktı. Burası iç içe geçmiş antrepolar, içki fab­
rikaları, atölyeler, sabun fabrikaları, cam fabrikaları, yün
fabrikaları ve gemicilerin depolarıyla dolu, kalabalık bir
yerdi ve liman, rıhtım ile dalgakıranlar Forth'un engin su­
larına ticareti getiriyordu. Leith Nehri tam buradan Kuzev
Denizi'nin soğuk ve karanlık sularına karışarak dökülü­
yordu.
Leith basit bir yerdi ama yine de herkes ve her şey,
adeta tüm dünya burada toplanırdı. Buradaki antrepolar
Anadolu, Afganistan ve İran'dan gelen, capcanlı renklerle
dokunmuş halılarla doluydu. Batı Hint Adalarından, As­
sam ve Nilgiri yaylalarından gelen çaylarm ve kahvelerin
kokuları havayı sarardı. Rıhtımlarında ve pansiyonlarında,
Felemenkçe, Bengalce, Almanca, Hmtçe, Danca, Pencapça,
Urduca ve Fransızca şarkılar ve küfürler yankılanırdı.
Leith, Edinburgh'un limanıydı ve ülkenin başkentinde
ticaret hayatı için önem taşıyan bir yerdi. Öyle önemliydi
ki sadece buraya ait güçlendinlmiş bir kalesi ve garnizonu
vardı ki bu, bir asır önce Amerikan Bağımsızlık Savaşı sıra­
sında, Kirkcudbrightshire doğumlu, sonradan Amerikalı
olan denizci John Paul Jones'un üç savaş gemisiyle birlikte
memleketini ziyaret etmek ve Leith limanmı ele geçirmek

146
Hyde

üzere Forth'a yelken açması üzerine akla gelen bir strate­


jiydi. Jones'un ilerlemesini engelleyen şey, savunma için
alelacele hazırlanılması değil, İskoçya'nın şiddetli iklimi
olmuştu. Bununla birlikte, ders çıkarmış ve eski Cromwell
kalesinin yerine derhal ve muazzam bir bütçeyle çok sayı­
da askerin yerleştirildiği bir kale inşa edilmişti.
Deneme sürecindeki dedektif lain Pollock da daha
önce Leith'e gelmiş herkes gibi kalitesiz birahanelerin ve
pansiyonların denizci tüccarlara, limanda çalışan hamal­
lara, kaledeki askerlere ve bazen de Nevvhaven'dan gelen
balıkçılara hizmet verdiğini bilirdi. Burada şiddet olayları
her an patlak vermeye hazırdı ve küçücük bir tartışmay­
la kıvılcımlanırdı. Münakaşalar kolayca ölümcül sonuçlar
verebilir, birkaç kuruş için binlerinin boğazı kesilebilir, bir
insanın başına her şey gelebilirdi.
Aslında doğrudan Edinburgh'un kuzeydoğu sınırına
bağlı olmasına rağmen Leith'in kendi polis teşkilatı vardı
ve teknik olarak Edinburgh Şehri Polis Teşkilatı'nm yetki
alanının dışında kalıyordu. Bu nedenle Edinburghlu genç
bir dedektifin limanda kendini rahat hissetmemesi nor­
maldi ama ister üniformalı ister sivil olsun, herhangi bir
polisin Leith'te özellikle dikkatli etmesi gerekirdi. En kö­
tüsü ise kaçakçılık konusunda casusluk yapan bir gümrük
görevlisi sanılmaktı.
Pollock çok özen göstermek zorunda olduğunu bili­
yordu.
Toplantının yapılacağı yerin adresi broşürde olmasına
rağmen bulması çok zor oldu. Demiryolunun yakuıında
oldukça küçük, ahşap bir salon olduğu ortaya çıktı. Girişin
Şansındaki silik bir tabela kapının üstündeki lambayla
aydınlanıyor, bu izbe binanın eskiden demiryolu şirketine
ait olduğunu belirtiyordu. Bina uzun zaman önce emekli­

147
Rııssell

ye ayrılmıştı, ahşabında yer yer aşınmalar vardı ve pen<*


releri isten kararmıştı.
lain Pollock, Başkomiser Hyde'ın talimat verdiği gjb,
erkenden gelmiş, salonu gözlemleyip gelenleri not alabile­
ceği bir yer bulmaya da vakti olmuştu.
Leith'in bu bölgesi pek iyi aydınlatılmıyor ve Pollock'a
gizlenmesi için birçok seçenek sunuyordu. Ama tabii bu
durum, gelenleri gözlemlemek için kapının üzerinde ası­
lı lambadan başka bir ışık kaynağı olmadığı anlamına da
geliyordu. Bulunduğu yerden görebildiği tek şey, girişte­
ki ışığın altında bir kadının durduğu ve her gelene broşür
gibi bir şey verdiğiydi. Pollock vardığından beri içeriye beş
kişi girmişti ama kim olduklarını net bir şekilde görmek
imkansızdı. Daha yakma gitmesi gerektiğini biliyordu, bu
yüzden bir gölgeden diğerine koşarak yaklaşmaya başladı.
Şimdi oraya daha yakındı, binlerinin yaklaştığını görünce
hemen iki antrepo arasındaki karanlığa daldı.
Tam o sırada arkasındaki karanlıktan çıkan biri onu
korkuttu. Ortaya çıkan hayalet, lambanın loş ışığında kor­
kunç derecede solgun görünüyordu, her iki yanağında ve
dudağının çevresinde kan bulaşmış gibi görünen ruj leke­
leri vardı. Kocaman gözleri yuvalarına kaçmıştı ve bom­
boş bakıyordu, avurtları da çökmüştü. Pollock yüzü kadar
solgun göğüslerini açmış ona doğru ilerleyen bu kızın en
fazla on beş yaşlarında olabileceğini düşündü. Kız sessizce
yaklaşırken kendini toparlayan Pollock, başım hızlıca sal­
layarak kıza gitmesini işaret etti ve hayalet fahişe geldiği
gölgelerin araşma geri döndü.
Pollock, Leith'in her tür karanlık işe ev sahipliği yap­
tı ğmı fark etti.
Yakındaki antreponun gölgesine ilerledi, salona hâlâ
yakındı. Artık gelen kimse kalmayana kadar bekledi, sonra

148
Hyde

Başkomiser Hyde'a bu kadar yetersiz bir istihbarat götüre­


ceği için kendi kendine küfretti.
Bir süre duraksadıktan sonra yapabileceği tek şeyin
salona girmek olduğuna karar verdi. Bu Hyde'ın verdiği
talimatlara tamamen aykınydı ancak rapor vermeye değer
bir bilgi edinmesinin başka yolu yoktu.
Derin bir nefes aldı ve kapının önünü aydınlatan ışığa
ve hâla orada dikilmekte olan kadına doğru ilerledi.

149
20. BÖLÜM
I

Elspeth Lockvvood erkenden uyandı ve güne hazır­


landı. Her sabah gün doğmadan mağazanın yolunu tutan
babası, ona tüm departmanların müdürleriyle bir toplantı
ayarlamıştı. Elspeth, hem babası hem de müdürler üzerin­
de iyi bir etki bırakmak istiyordu.
Bu toplantı babasının kızım mirasçı olarak kabul et­
tiğini ve eninde sonunda mağazanın ona kalacağını ka­
bullendiğini belli eden ilk hamlesiydi. Ufukta görünen bir
evlilik de olmadığı için, James Lockvvood ailenin ticari ge­
leceğinin kızının ellerine kalacağım kabullenmişti.
İrlandalı bir göçmen olan ufak tefek hizmetçisi Deird-
re, hanımının istediği koyu lacivert eteği ve krem rengi şö-
nil bluzu hazırlayarak giyinmesine yardım etti. Elspeth'in
odası aydınlıktı, yüksek pencerelerden odaya ışık doluyor
ve sabah güneşinin huzmeleri, havada uçuşan toz zerrecik­
lerini yakalıyordu.
Elspeth, sessiz bir zarafet ve rahatlık içinde güne ha­
zırlanırken onu gören biri olsa, bunun gayet sıradan bir
sahne olduğunu, üst-orta sınıftan tipik bir aile kızının gün­
lük rutinini gerçekleştirdiğini düşünürdü. Ancak içten içe
Elspeth'in zihni çalkantılı ve sarsıcı bir işkence içindeydi.
Her geçen dakika duygularını ve korkusunu bastırmakta
dalıa fazla güçlük çekiyordu. Dayanmak zorundaydı, özel­
likle böyle bir günde ayakta kalmalıydı.

150
Hyde

Crunnach Malikanesindeki günden beri böyleydi.


Hiçbir rengi ve heyecanı olmayan hayatından kaçmak
isleyen Elspeth Lockvvood, hedonizme kapılmış ve Frede­
ric Ballor ile olan ilişkisinden vazgeçmişti. Başından beri
bunun bir maskaralık olduğunu biliyordu: Cinsiyetinin
dayattığı yasaklan ve ait olduğu toplumsal sınıfın dayattığı
görenekleri geçici ve gizli bir şekilde de olsa bir kenara at­
mak ve şehvet düşkünlüğüne ve cinsel maceralara atılmak
için bir bahaneydi. Şu ana kadar Frederic'ten öğrendiğini
düşündüğü, özgürleştirici, heyecan verici ve canlandırıcı
bulduğu şeylerin; politize olmuş pan-Keltizm, gizli ve sır
dolu felsefeler ve dinî yaklaşımların birer safsata olduğu­
nu düşünmüştü başından beri. Tüm o ritüeller, paganizm,
Lenbhar tıa t-Saoghail Eile zırvası, güya çok gizli olan Diğer
Dünya Kitabı, hepsi saçmalıktan ibaretti.
Ama sonra kendi gözleriyle görmüştü: Frederic ona
söz verdiği gibi diğer dünyayı göstermişti. Ne var ki hiç de
söylediği gibi görünmüyordu burası. Elspeth o dehşet ve­
rici yerin derinliklerine baktığında bambaşka bir gerçeklik,
farklı ve korkunç bir dünya görmüştü.
Şimdi de bunu akimdan atamıyordu. Sanki o diğer
dünyaya açılan kapı tam olarak kapanmamış gibiydi. San­
ki o dünyanın bir bölümü Elspeth'i takip ederek bu dün­
yaya gelmişti.
Arada sırada, diğer dünyadan gelen bir görüntü ani­
den bu dünyada kendini gösteri veriyordu. Bu hayaller çok
kısa, belki de bir saniyeliğine görülse de Elspeth'i rahatsız
ediyor, konuşmasma ya da hareket etmesine izin vermi­
yor, sendelemesine yol açıyordu. O anda müthiş bir deh­
şete kapılıyordu.
Bazı şeyler görüyordu. Duvar kağıdının desenleri önce
farklılaşmaya ve hareket etmeye, tıpkı Karanlık Adam hey-

151
< nn'.ç Rıınnı'//

....... W.U„1MV pr,MUgıı gıoı M.çuK yılanlar gibi kiv .


kıvrıla duvardan çıkmaya başlıyordu. Bir lambanın m . ?
‘ ‘ *» M y»l
da akşam güneşinin bir şarap kadehim' yansıyışı, birden),,r>ı
re, tıpkı o canavarın tek gözünden gördüğü gibi kıpkırnim
bir kan gölüne dönüşüyordu. Bazen de güpegündüz h n
dişini takip etmeye başlayan bir gölge gittikçe büyüyor
yoğunlaşıyor ve adeta katılaşıp vücut bularak Elspcth'i
kolundan tutup karanlığa çekecekmiş gibi oluyordu.
Tüm bunlar sadece saniyeler sürüyordu, ancak yine
de ona işkence etmeye, gerçeklik duygusunu sarsarak deh­
şete düşürmeye yetiyordu.
Elspeth Lockvvood iki ihtimal olduğunu düşünüyordu
Birincisi, gerçekten de bu dünyaya paralel, Diğer Dünya
denen başka bir evren vardı ve Elspeth ona bir çeşit portal
açarak bakmıştı. İkinci ihtimal ise daha basitti; deliriyordu,
kendisine verilen ilaç beyninde bir bozukluğa yol açmıştı
Bu iki ihtimalden birincisi onu daha çok korkutuyordu, çün­
kü böyle bir durumdan kaçış yoktu. İkinci ihtimal gerçek ise
gizlice yardım almaya çalışabilir ve tedavi olabilirdi.
Derin bir nefes aldı, hizmetçisi bir an durup ona baktı.
Elspeth gülümsedi. "Şapkamı getir Deirdre. Sanırım
bugün mağazaya yürüyeceğim."
M' M- *

Nevv Tovvn'a doğru yürürken, sokakları ve meydan­


ları dolduran serin rüzgârı memnuniyetle karşıladı. Gök­
yüzü berraktı, sonbahar güneşi parlak olsa da ısıtmıyordu.
Serin ve aydınlık hava kendini daha güvende hissetmesini
sağladı. Soğuk onun iklimi, onun havası, onun doğasıydı.
Ruhunun kış mevsimine ait olduğunu biliyordu; karakteri
de soğuktu. Frederic'in onu bu bitmek tükenmek bilmeyen
soğuklan kurtaracağını sanmıştı. Ama Frederic sıcaklık ge­
tireceğine, onu alevlerle kuşatmıştı.

152
Hyde

Rüzgâra karşı yürüyerek George Caddesi'ni geç­


ti. Castle Caddesi'nde geldiğinde yokuş aşağıya, Princes
Caddesi'ne ve bahçelerine baktı, onların ötesinde gökyü­
zünün uçuk mavi ipeğine doğru yükselen kale ve üzerinde
durduğu kaya, manzaraya hükmediyordu. Burası, Edin-
burgh'un dayanıklılığının bir başka güvencesiydi.
Derken bir şeyler değişti.
Elspeth birden durdu, nefesi kesilmişti. Görünüşe
göre etrafındaki her şey donmuş, kendisi de tam adımını
atarken kalakalmıştı. Tam o anda kalenin üzerinde az önce
berrak olan gökyüzü aniden ve doğal olmayan bir şekilde
karardı, turuncu, bakır ve kırmızı tonlara büründü. Yukarı
doğru, siyah sütunlar uzuyor, döne döne yükselen duman­
lar gibi görünüyordu; Elspeth Frederic'in gözünün içinden
cehenneme bakarken duyduğu o kulak tırmalayıcı, tiz sesi
yeniden duydu.
Kalenin arkasından devasa, karanlık bir siluet yükse­
liyordu. Onu bir anlığına gördü: Derisi sanki yanıyor gibi
kabanyordu, kanca gagasının üstündeki tek gözü kıpkır­
mızı olmuştu. Balor. Tek gözlü şeytan kral.
Edinburgh, bu devin kötücül bakışları altında çok kı-
nlgan, çok savunmasız görünüyordu. Elspeth hem kendi­
sinin hem de çevresindeki her şeyin birazdan bu canavar
tarafından yakılacağını biliyordu. Sürekli yanan bir kasır­
ganın sonsuz sarmalına sürüklenirken derisi kavrulmuş
ve pul pul dökülmüştü, eti köpürüyor ve kabarıyor ama
ölmüyordu.
Nasıl aniden ortaya çıkhysa aynı hızla ortadan kay­
boldu görüntü. Bu sırada çığlık atacak veya yardım isteye­
cek fırsat bulamamıştı. Gördüğü hayal öyle kısa sürmüştü
ki iki adım arasmdaki mesafe, iki soluk arasındaki sessizlik
gibi bir anda olup bitmişti ve Elspeth görüp görmediğin­

153
Cn«S Ru>s<‘ll

den bile şüpheye düşmüştü. Havada süzülmekte olan bir


bulutun neden olduğu göz yanılsaması da olabilirdi gör­
düğü şey. Ne var ki gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu
ve korkunç görüntü artık kaybolmuş olsa da her bir detayı
canlı ve net bir şekilde akimdaydı.
Hafifçe sendeledi ve dengesini sağlayabilmek için el­
divenli elivle yanındaki bir binanın bahçe parmaklıklanna
tutundu. Yanından geçen biri sanki yardım etmek ister gibi
kendisine yönelince Elspeth adamı sert bir bakışla durdur­
du ve adam yoluna devam etti.
Doğruldu ve başını kaldırıp kaleye doğru baktı. Her
şev normal görünüyordu. Her şey eskisi gibiydi. Etraftaki
kimse, az önce kalenin üzerinde bir şeytan belirdiğine şa­
hit olmuş gibi görünmüyordu.
"Deliriyorum," dedi kendi kendine. "Aklımı kaybedi­
yorum."
Elspeth Lockıvood bir süre sonra kendini toparladı,
göğsünde ve kulaklarındaki zonklama azaldı ve nefesi
düzeldi. Castle Caddesi yokuşundan inip doğruca Princes
Caddesi ne ve Lockvvood mağazasına ilerledi.
Ne var ki yeniden yürümeye başladığında adımlan
onu bambaşka bir yere sürükledi.

154
21. BÖLÜM

<&>

Hyde'm Emniyet Müdürü Rintoul ile yaptığı tüm top­


lantılar müdürün Parliament Meydanı'ndaki polis merke­
zinde yer alan odasında gerçekleşirdi. Bu yüzden Rintoul
haber bile vermeden Torphichen Polis Merkezi'ne gelince
Hyde çok şaşırdı.
Emniyet müdürü yalnız gelmemişti. Yanındaki adam
orta yaşlarda, orta boylu, son derece şık ve kaliteli kıyafet­
lerinden başka hiçbir özelliği olmayan biriydi. Hyde ada­
mı hemen tanıdı, bu, James Lockwood'du. Princes Cadde­
si'ndeki Lockvvood mağazasının sahibi.
"Haber vermeden geldiğim için üzgünüm," dedi Rin­
toul. "Ve şu anda elinde seni çok meşgul eden konular ol­
duğunu da biliyorum. Ama korkarım çok acil bir durum
söz konusu."
"Evet, son derece acil bir durum," diyerek araya girdi
Lockvvood. Rintoul'un sözü uzatmasından rahatsız oldu­
ğunu açıkça belli ediyordu. "Kızım kayboldu, nerede ol­
duğuna dair hiçbir iz yok."
"Lütfen beyler," diyerek önündeki sandalyeleri gös­
terdi Hyde. "Lütfen oturun."
İki adam da oturdu ve Hyde'm bir süre düşünmesine
izin verdi. Lockvvood'un acelesini anlayışla karşılıyordu.
Adamın çok endişeli olduğu, uykusuz kaldığı ve sinirleri­
nin bozuk olduğu yüzünden belli oluyordu.

155
Craig Russell

"Kızınız ne zamandan beri kayıp Bay Lockvvood?"


diye sordu Hyde. Defterini açıp önüne yerleştirdi.
"Dün sabahtan beri. Mağazada yapılacak bir toplantı­
ya katılması gerekiyordu ama ortada görünmedi. Onu en
son gören kişi hizmetçisi Deirdre."
"Peki, hizmetçisi kızınızla ilgili farklı bir şeyler gör­
müş mü? Ruh hali nasılmış mesela?"
"Normalden farklı bir durum yokmuş. Bir tek Elspet-
h'in mağazaya yürüyerek gitmek için çok istekli olduğu
dikkatini çekmiş."
"Yani evden çıkarken mağazadaki toplantıya katılma
niyetindeymiş, öyle mi?"
'"Toplantıyı ben ayarlamıştım. Oğlum öldüğü için Els­
peth aile işini bir gün benden devralacak. Bu yüzden de o
toplantıya katılmayı çok istiyordu. Hatta bu konuda çok
heyecanlıydı diyebiliriz. Evi ile mağaza arasında bir yerde
aniden yok olması hiç de normal değil."
Hyde defterine bazı notlar aldı. "Bunlar dün sabah mı
oldu dediniz?"
"Evet, öyle oldu." Lockvvood'un ses tonu yine yorgun­
luk ve sabırsızlık doluydu.
"Öyleyse bize neden dün değil de bugün geldiniz?"
diye sordu Hyde.
Lockvvood iç çekerek konuştu. "Elspeth her zaman ka­
fasının dikine giden biri olmuştur. Özgürlüğüne düşkün
ve inatçıdır. Yani bana her zaman ne yapacağını haber ver­
mez. Toplantıya neden katılamadığı ile ilgili bir bahane ile
ortaya çıkar diye umuyordum. Yani ortadan kendi isteğiy­
le kaybolmadığına emin olamadım."
"Öyle mi? Neden?"
"Elspeth'in bundan haberi yok ama birlikte zaman ge­
çirdiği tiplerden haberdarım. Uygun olmayan tipler."

156
Hyde

Hyde kalemini bıraktı ve bakışlarını Lockvvood'a dik­


ti. "Ne gibi uygun olmayan tipler?"
"Frederic Ballor."
"Okültizmle ilgilenen mi?"
"Evet, o şarlatan." Lockvvood bu kelimeyi adeta tü­
kürür gibi söylemişti. "Kızım bir süredir gizlice Balkırla
buluşuyordu."
"Eğer gizlice buluşuyorsa, sizin nasıl haberiniz oldu?"
diye sordu Hyde.
"Söylediğim gibi, Elspeth özgürlüğüne düşkün ve
inatçı, ama aynı zamanda da genç bir hanımefendi ve cin­
siyetinin verdiği bir duygusallığa ve kırılganlığa da sahip.
Kardeşi ile çok yakınlardı, araları çok iyiydi. Oğlum ner-
deyse Elspeth'ten daha da kırılgandı diyebiliriz ve Elspeth
ona karşı son derece korumacıydı. Ölümü kızımı çok kötü
etkiledi. Bir çeşit sinir krizi geçirdi. O dönemde elimden ne
geliyorsa yaptım, tedavi ettirmeye çalıştım, bir doktora ve
hatta yurtdışına seyahate gönderdim. Ancak geri döndü­
ğünde maalesef spiritüalizme yönelmişti, seanslara falan
katılıyordu. Sizin de bildiğiniz gibi bu aralar bu tip okül-
tizm saçmalıkları çok moda. Böyle şeylere merak salmasın­
dan rahatsız olsam da görmezden geldim ve bir parça da
olsa huzur bulmasmı umdum."
"Ama sonra Balkırla tanıştı..." diye tahminde bulun­
du Hyde.
"O adamın West End'de kiraladığı evde her çeşit bo­
hem tip bulunurdu. Burada düzenlediği okültist toplantı­
larla dejenere hayatım finanse ediyordu. Bu seanslardan
bazılarına Elspeth'in de katıldığını öğrendim. Spiritüalist
kişilerle görüşmesi hadi neyse ama Ballor gibi bir adamla
bir araya gelmesi asla tolerans gösteremeyeceğim bir şey­
di Kızıma bu adamın bir dolandırıcı olduğunu ve onunla
görüşürse itibarının mahvolacağını söyledim."

157
Craig Russell

"Ama görüşmekten vazgeçmedi herhalde," dedi Rjr.


toul.
"Bana söz vermişti ve bir süreliğine ben de ona inan­
dım. Derken Ballor'un yaptıklarıyla ilgili bir skandal pat­
lak verdi ve Edinburgh'tan ayrılmak zorunda kaldı. Ber
de konunun kapanacağını zannettim ama Elspeth gitgide
daha gizemli davranmaya başladı. Sonra Elspeth'in kişisel
hesabından altı yüz pound çektiğini öğrenince, bu arada
nasıl öğrendiğimi açıklamamayı yeğlerim, öyle olunca bir
... adam tuttum. Bir çeşit özel güvenlik diyelim, bir araş­
tırmacı, bir dedektif. Böylece kızımı takip etmeye, nerelere
gittiğini, neler yaptığını araştırmaya başladı."
"Tuttuğunuz bu adam kim?"
"Adı Donald Farquharson. Eskiden ordudaymış, son­
ra da benim şirketimde çalışmaya başladı."
'Teki hâlâ sizin için çalışıyor mu? Size kızınızın nere­
ye gittiğini söyleyebilir mi?"
"Yaklaşık bir sene Önce yanımdan ayrıldı ve kendi özel
dedektiflik şirketini kurdu. Birtakım nahoş ilerle uğraşıyor
anladığım kadarıyla. Ama benim firmama danışmanlık
yapmaya da devam ediyor. Güvenilir bir adam ve işini de
çok iyi yapar."
"Hiç admı duydun mu Edvvard?" diye sordu Rintoul.
Hyde başını iki yana salladı.
"Yaklaşık iki hafta önce bana bir rapor verdi," diye de­
vam etti Lockvvood. "Ben de parasını verip onu işten çıkar­
dım ne yazık ki. Mağazadaki toplantıdan sonra Elspethle
yüzleşerek rapordaki şeyleri tartışmak istiyordum. Ona iki
seçenek sunacaktım; Ya aile işinin başına geç ya da skandal
ve utanç dolu bir geleceği seç, diyecektim. Elbette ki bu ko­
nuşmayı yapmaya fırsatım olmadı."
"Bu raporu görebilir miyim?" diye sordu Hyde.

158
Hyde

"En önemli bilgi, Ballor'un kendisine şehrin dışında


veni bir yer bulması. Farquharson bu adam ve çevresindeki
kişiler hakkında ciddi endişeleri olduğunu belirtti. Tuhaf,
dilsiz bir hizmetkarı da varmış. Raporun bir kopyasını size
gönderirim. Bu sırada neler yapmayı düşünüyorsunuz?"
Rintoul'un yüz ifadesi, bu soruyu Hyde'ın cevaplama­
sı gerektiğini söyler gibiydi.
"Hemen birini görevlendireceğim," dedi Hyde. "Üze­
ninize büyük baskı yapan bir cinayetle ilgileniyoruz bu
aralar. Ama en kısa sürede adamınız Farquharson iJe gö­
rüşeceğim ve neler öğrenebileceğime bir bakacağım. Sonra
ja Ballor'u ziyaret edeceğim."
' Ben de sizinle geleceğim," dedi Lockvvood.
Hyde gülümseyerek başını salladı. "Bay Lockvvood,
konuyu bize taşıdınız. Artık bu polisin işi. Her şeyle biz
ilgileniriz."

159
22. BÖLÜM

Misafirleri odasından çıktıktan sonra Hyde, lain Pol-


lock'u çağırttı. Genç polis huzursuz görünüyordu, masa­
nın önünde dikilirken raporunu nasıl vereceğini düşünür
gibiydi.
"Sorun ne lain?" diye sordu Hyde.
"Efendim?"
'Bana hiç de hoşuma gitmeyecek bir şeyler söyleye­
ceksin gibi geliyor. Bir an önce başla."
Pollock derin bir nefes aldı. "Cobb Mackendrick top­
lantısına katilardan net bir şekilde görebileceğim, uygun
bir nokta bulamadım."
"Öyleyse verecek bir raporun yok," dedi Hyde.
Genç memur yeniden duraksadı. "Pek öyle sayılmaz
efendim. Gözlemleyecek uygun bir nokta bulamayınca,
toplantının yapddığı yere girmek zorunda kaldım. Üz­
günüm efendim. Bana mesafemi korumamı söylemiştiniz
biliyorum ama başka türlü rapor verecek hiçbir şey Öğre­
nemezdim."
"Yani şimdi bir şeyler öğrendin, öyle mi?"
Pollock defterim çıkardı ve notlannı okumaya başladı.
"Broşürde yazdığı gibi Cobb Mackendrick toplantıya katıl­
dı. Salonda yirmi beş kişi kadar toplandı. Bunlar alışılma­
dık şekilde çok farklı sosyal sınıflara ve geçmişlere sahip
insanlardı. Mackendrick, İskoç ırkının kökeni, Arbroath

160
Hı/de

Bildirgesi, İskoçya'nın İngilizlere altın karşılığı satılıp satıl­


madığı, Bildirgedeki yeminin direnecek sadece yüz İskoç
kalsa bile Ingiltere'ye boyun eğmeyeceğine dair güvence
verip vermediği gibi konulardan bahsetti."
Pollock konuşmaya ara verip cebinden çıkardığı bir
kâğıdı Hyde'a uzattı.
"Katılımcılara bunlardan dağıtıldı."
Hyde kâğıdı inceledi. Başlık şöyleydi:

ARBROATH BİLDİRGESİ:
REDDEDİLEN YEMİN
İskoç Milleti İmparatorluğun gösterişli mücevherleri karşılığında
özgür ruhunu nasıl sattı?

"Bunları herkese dağıtıyorlar mı dedin?" diye sordu


Hyde.
"Girişte genç bir kadın vardı, çok güzel görünen bir
hanımefendi. Her gelene bu kâğıtlardan dağıtıyordu."
Hyde başıyla onayladı. "Otur lain," dedi ve kâğıdı
okumaya devam etti.

Biz İskoçlar hafıza kaybından muzdarip seyyahlara dön­


dük. Nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi hatırlamı­
yoruz. Kökenimizi ve varmayı hedeflediğimiz yeri çoktan
unuttuk. Kim olduğumuzu ve ırkımızın ne kadar eski oldu­
ğunu cahilliğimiz yüzünden hatırlayamıyoruz.
Bir başka ulusla şeytani bir anlaşma imzaladık ve ger­
çek nıhumuzu, sonradan uydurulmuş ve sahte bir kimliğe
sattık. İmparatorluğun zenginliği tarafından satın alındık ki
bu servet, makinelere ve teknolojiye karşı mücadele etmek
zorunda bırakılan hazırlıksız, eğitimsiz ve silahsız insanlar­
dan ve topraklardan çalınmıştı.
İskoç ırkının unutkanlığı, bizi yalnızca küresel bir yağ-

161
Craig Russell
I

manın işbirlikçisi yapmakla kalmadı, aynı zamanda kendi


kimliğimizi başkalarının ellerine teslim etmemize ve boyun
eğmemize neden oldu. Şu anda tabı olduğumuz bu hakimi­
yet, işgalle, mülksüzleştirmeyle veya insanlarımızın boyun
eğdirilmesiyle değil, kendi ellerimizle teslim ettiğimiz senet
ve anlaşmalarla geldi. Bununla birlikte, bunların tümü Bir­
lik Yasaları ile birlikte gerçekleşti. İskoç ulusunun gerçek
ifadesi, bir ülke ve halk olarak özgürlüğümüzün ve bağım­
sızlığımızın beyanı olan tek bir belge kaldı geriye: Arbroath
Bildirgesi.
Hatırlamakta güçlük çekenler içm bildirgenin nelerden
bahsettiğini hatırlatalım:
Tarihimizin en eski zamanlarından beri biz İskoçlar dünya­
nın en iyi tanınan, en iyi bilinen uluslarından biri olduk. Büyük
İskitya'dan Tiren Denizi ve Herkil Sütunları aracılığıyla seyahat
ettik ve uzun bir süre boyunca İspanyada dönemin en vahşi top­
lulukları arasında yaşadık, ancak ne kadar barbar olursa olsun
hiçbir toplum tarafından zapt edilemedik. İsrail halkının Kızılde-
niz'i aşmasından iki yiız yıl sonra, batıdaki vatanımıza kavuştuk
ve bugüne kadar da hiç ayrılmadık. Önce Britonları kovduk, son­
ra Piktleri tamamen yok ettik ve her ne kadar Norveçliler, Dani­
markalIlar ve İngilizlerin defalarca denizden yaptıkları istilalarla
karşılaşsak da büyük çabalarla daha da büyük zaferler elde ettik.
Ve geçmiş tarihin şahit olduğu üzere, bu topraklara köleliği asla
getirmedik.
Ancak şimdi, bu yeni çağda, bu tarihi terk ettik ve kendi­
mize verdiğimiz bu sözlerden vazgeçtik. Özgürlüğümüzü
teslim etmeye gönüllü olduk ve bir zamanlar bu topraklar­
da olmamasıyla gurur duyduğumuz köleliği benimsedik.
Ve bildirgemizdeki en önemli yemini unuttuk:
İçimizden sadece yüz kişi bile hayatta kalsa, hiçbir koşulda İn­
giliz'in efendiliğine boyun eğmeyeceğiz. Biz asla şan, zenginlik
veya şeref için değil, sadece ve sadece özgürlüğümüz için savaşı­
yoruz. Onurlu hiçbir insan hayatını kaybetmedikçe özgürlüğün­
den vazgeçmez.

162
Hyde

"Çok ilginç," dedi Hyde kâğıdı masaya bırakırken.


"Peki, nasıl bir adama benziyordu? Sende nasıl bir izlenim
bıraktı?"
"Doğrusunu söylemek gerekirse Mackendrick çok et­
kileyici biri," dedi Pollock. "Hem fiziksel olarak etkileyi­
ci hem de güçlü bir hatip, insanları mıknatıs gibi kendine
çeken bir kişiliği olduğu bile söylenebilir. Ancak bunları
çıkaracak olursak aslında söyledikleri hep bilinen, alışıldık
şeyler."
"Anladığım kadarıyla konuşması seni pek etkileme­
di."
"Bence biz İskoçlar onun tarif ettiğinden daha farklı
bir milletiz. En azından artık öyleyiz diyebilirim. Burada
kendi kendimizi yönetmekle ilgili bir heves, yani bir ba­
kımsızlık açlığı göremiyorum. İrlanda gibi değiliz yani. Bu
adamın küçümsediği İmparatorluk, İskoçya'ya çok şey ka­
zandırdı."
"Hımm," dedi Hyde. "O da zaten çok fazla şey aldı­
ğınızı ve tarihin bizi bu konuda sorgulayacağını söylüyor
bir bakıma. Peki konuşması sadece bunlardan mı ibaretti?
Milliyetçi hedefleri gerçekleştirmek adına bir ayaklanma,
bir isyan çıkarmak gibi konuşmalar yapıldı mı?"
"Hayır, yapılmadı," dedi Pollock. "Sadece destekçile­
rinden bu görüşleri yaymalarım, insanları bunlara ikna et­
melerini, böylece oy sandığında bir fark yaratabileceklerini
söyledi..."
Pollock duraksayınca Hyde onun yine tereddütte kal­
dığını hissetti. "Devam et lain, söyleyeceklerini bitir."
"Sadece salonda bir gariplik var gibiydi, orada politik
muhaliflerin veya aşırı milliyetçilerin bir araya gelmesinden
fazlası dönüyor gibi bir hisse kapıldım. Tuhaf bir kalabalıktı,
her çeşit insan vardı. Örneğin tanıdığımı sandığım bir beye­

163
Craig Russell

fendi vardı ama kim olduğunu çıkaramadım. Gerçi çoğun


hıkla bana arkası dönüktü ve yüzünü tam olarak incelen)
*
fırsatı da bulamadım. Emin olmasam da ünlü bir yazar veya
sanatçı olduğu kanaatindeyim. Bir de kapıda broşür dağıtan
kadının tavırları ve kıyafeti onun toplumun üst seviyesin­
den olduğunu gösteriyordu. Sanki ben orada olmasam top­
lantıda bambaşka şeyler olacakmış gibi hissettim."
"Sence polis olduğundan kuşkulandılar mı?"
Pollock bir süre düşündü. "Hayır bence tanımadıklan,
yabana bir yüz olduğum için kuşkulandılar. İçeriye, elim­
de bir davetiye görevi gören broşürle girdim, herkese açık
bir toplantı gibi görünüyordu zaten. Ama yine de salonda
yabancılar olmasa gecenin seyri değişirdi gibi bir hisse ka­
pıldım. Tabii yanılıyor da olabilirim. Bu yalnızca bir içgü­
dü, mantığa dayanan bir kanıt yok elimde."
"İçgüdülerine güvenmekte yanlış bir şey yok. Başka
bir şey var mı?"
"Evet efendim. En çok dikkatimi çeken şey, bir kenarda
duran ve Mackendrick'in konuşmasıyla hiç ilgilenmeyen üç
adam oldu. Herkes salondan çıkarken onlar kaldılar."
"Peki bu adamlar neden bu kadar dikkatini çekti?"
"Bilmiyorum efendim. Onlar sanki... sanki bir amaçla­
rı varmış, sanki orada belli bir nedenle bulunuyormuş gi­
biydi. Ve sert, tehlikeli adamlar gibi görünüyorlardı."
"Suçlu gibi mi yani?"
"Olabilir, ama bana göre daha çok ordu geçmişleri var
gibiydi. Birinin yüzünde büyük ve çirkin bir yara izi vardı.
Bir sokak kavgasında değil de savaş alanında alınabilecek
cinsten."
Hyde gülümseyerek başını salladı. Pollock, tıpkı dü­
şündüğü gibi polis içgüdülerine ve gözlem yeteneğine sa­
hipti. "Ve bu üç adam salonda mı kaldı?"

164
Hyde

"Evet," diye yanıt verdi Pollock. "İyi giyimli beyefendi


de öyle. Ben bir köşeye çeki lip herkesin salondan çıkmasını
bekledim. Bu adamlar herkes çıktıktan sonra birkaç kelime
konuşup kendi yollarına gittiler. Mackendrick ve beyefen­
di bir yöne, diğer üç adam başka yöne yürüdü. Ben Mac­
kendrick ile beyefendiyi takip ettim ama limana varınca bir
taksiye bindiler. Ben de izlerini kaybettim."
'Yapacak bir şey yok," dedi Hyde.
Pollock gülümsedi. "Ama limandaki taksi durağında
bekledim, çünkü bindikleri taksinin bu durakta çalıştığını
düşünmüştüm. Gerçekten de öyleymiş. Yaklaşık kırk daki­
ka sonra döndü. Taksi şoförüne polis dedektifi olduğumu
söyledim ve yolcuları nereye götürdüğünü sordum. Üzgü­
nüm efendim, Mackendrick'in bundan haberi olabilir, onu
ikaz edebilirler biliyorum ama bu riske değeceğini d üşün­
düm."
"Peki, nereye gittiklerini öğrenebildin mi?"
"Stockbrigde'de, köşedeki bir konağa. Daha net konuş­
mak gerekirse evin bodrum katma. Şoför bana beyefendi­
nin bir analılarla kapıyı açarak bodrum kata girdiğini ama
bir yandan da sanki evin sahibiymiş gibi görünmediğini
söyledi. Şoför oradan ayrılmadan hemen önce üçüncü bir
adamın daha bir analılarla kapıyı açarak bodruma girdiği­
ni görmüş. Bütün bu adamların eve ana kapıdan girmeyip
bodrum kata gitmeleri dikkatini çekmiş."
"Elinde bu evin adresi var mı?"
"Sokağın adını biliyorum efendim. Şoför eğer istersek
bize evi gösterebileceğini söyledi. Şoförün iletişim bilgileri
elimde."
"Çok iyi. Bunları geri gelince raporuna yaz."
"Geri gelince mi efendim?"
"Şehir dışına seyahat edeceğiz."

165
23. BÖLÜM

"Frederic Ballor hakkında ne biliyorsunuz efendim?


diye sordu Pollock. HydeHa birlikle yolcu arabasına otur
muş, açık pencerelerden gitgide kırsala dönüşen manzara­
yı izliyorlardı. Yağmur çiseliyor, ince bir buğu İskoç ovala­
rının manzarasını kapatıyordu.
"Araştırabildiğim kadarıyla hiçbir sabıkası yok," diye
yanıt verdi Hyde. "Ancak hakkında söylenenlere bakılacak
olursa yasaya saygılı bir vatandaştan çok, fazlasıyla şanslı
bir adama benziyor. James Lockvvood'un tuttuğu özel de­
dektifin raporlarına göre Ballor birçok skandala karışmış,
en başta da mistisizm kisvesine bürünmüş seks skandallan
var. Ama Frederic Ballor adıyla birlikte anılan daha karan­
lık işler de var, çeşitli suçlar işlediği söyleniyor. Beni en çok
endişelendiren söylentilerden biri, Cumhuriyetçi Kardeş­
lik adına silah kaçakçılığı yaptığı iddiaları. Ama tabii bu
adamla ilgili öyle çok dedikodu var ki hangilerinin gerçek
olduğunu bilmek çok zor."
Hyde araba şiddetle sarsılınca duraksadı. Edinbur-
gh'un engebesiz yolları görünüşe göre sona ermiş, şimdi
taşra yoluna çıkmışlardı.
Arabanın sarsıntısı azalınca Hyde konuşmaya devam
etti. "Ama şu anda bizi ilgilendiren tüm bunlar değil. Yetki
alanımıza giren ve daha acil görünen bir mesele var. O da
Elspeth Lockvvood'un kaybolması. Şehrin batı yakasında

166
Hyde

tuttuğu ve sonra çıkmak zorunda kaldığı evde Ballor genel


kanının aksine bir genelev işletmiyordu, seanslar, mistik
toplantılar ya da bu tür şeylere ne isim veriliyorsa onla-
n düzenliyordu. Ahlaksızlık ve aynı cinsiyetteki insanlar
ırasında doğal olmayan ilişkiler kurdurma iddiaları mev­
cut. Şantaj, kara büyü gibi şeyler de suçlamalar arasında.
Ama hiçbir zaman polis tarafından soruşturma açılmasını
sağlayacak doğrudan bir suçlama yapılmamış veya bir ka­
nıt gösterilememiş. Ballor hâlâ Edinburgh'ta yaşarken Els-
peth'le tanışmış."
"Sizce gerçekten de Bayan Lockvvood'un kaybolması
ık doğrudan veya dolaylı bir alakası olabilir mi?"
"Memur Pollock, ben de zaten bunu öğrenmeye gidi-
vorunı."
***
Yağmur durmuştu ancak bulutlar hâlâ havada asılı
dunıyordu ve gökyüzü griydi. Şimdi bomboş kırsalda, yer
ver birkaç kulübe dışında hiçbir hayat belirtisi olmayan
jçk bir arazideydiler. Sürücü birkaç kez özür dileyerek
durmuş ve haritasını kontrol etmişti.
'Üzülme Mackinley," dedi Hyde arabanın arkasın­
dan "Galiba gideceğimiz yerin sahibi, tam da kolay kolay
bulunamasın diye burayı özellikle seçmiş."
Etraftaki arazi bir kez daha değişti: Ağaçlar tek tük
görünmeye başladı, çalılar seyrekleşti, manzara her za­
mankinden dalıa sıkıcı oldu. Buradaki kırsalda ürkütü-
i di, kasvetli bir şeyler vardı: Uzun süredir terk edilmiş bir
j mezranın kalıntıları arasından geçmişlerdi, diğer yerleşim
1 yerleri çok dalıa seyrek haldeki kulübelerden oluşuyordu
ki bunların da çoğu terk edilmişti. Sonunda Mackinley Hy-
dea seslendi.
"Geldik efendim..

167
Craig Russell

Arabanın penceresinden bakınca Hyde, kapısı olma­


yan ve iki yanından itibaren taş duvar dikilmiş bir girişte
geçtiklerini, duvarlardan birinin üzerindeki tabelada da
Crunnach Malikanesi yazdığını gördü.
Kapı sütunlarının hemen gerisinde, isli bir harabeye
dönmüş eski bekçi kulübesi siyah bir iskeleti andırıyor­
du. Garaj yolu engebeli hale geldiğinden araba sarsılıyor,
Hyde ile Pollock birbirine çarpıyordu.
Varış noktasına yaklaştıkça Hyde'ın içi çok güçlü bir
laisle dolmaya başladı. Gitgide derinleşen bir gerçek di­
şilik ve gitgide büyüyen bir tehlikenin yaklaştığı hissiydi
bu, ama hastalığıyla veya yeni bir nöbetle alakası olma­
dığını biliyordu. Bu hissin kaynağı içindeki bir şey değil,
geldikleri bu yerdi. Normalde bu tür hayallere kapılmasa
da içgüdüleri buranın büyük bir kötülükle dolu olduğunu
söylüyordu.
Crunnach Malikanesi'ne yaklaştıkça hissi daha da
kuvvetlendi.
Arabanın izlediği yol, çok yaşlı olduğu uzaktan bile
belli olan, beli bükülmüş porsuk ağacının olduğu tepenin
yanından geçiyordu. Ağaç yalnızca yaşı ve büyüklüğüyle
değil, etrafta görünen tek ağaç olmasıyla da dikkat çeki­
yordu.
Hyde araba kabininin ön camını tıklattı ve sürücüye
seslendi. "Lütfen burada biraz duralım Mackinley."
"Ne oldu efendim?" diye sordu Pollock.
"Benimle gel lain," dedi Hyde arabanın kapısını açar­
ken. "Bir bakmak istiyorum..."
Pollock'u peşine alıp tepeye tırmandı ve ağacın dibi­
ne vardı. Aşağıda kalan vadiye doğru baktılar, burası daha
çok çanak şeklindeki büyük bir çöküntüye benziyordu ve
kenarların belli belirsiz yükseltilerle çevriliydi. Bulunduk-

168
Hyde

lân tepenin tam karşısında, vadinin uzak ucundaki başka


bir tepenin üzerinde büyükçe bir ev duruyordu.
Evin çok eski olduğu belliydi ama daha yeni yapıldığı
belli olan bir ahırı vardı yanında. Uzaktan bakınca heybetli
ve ıssız görünen Crunnach Malikanesi, Hyde'a düşündü­
ğünden daha sıradan geldi. Uzun ve dardı, sanki her bir
kısmı yıllar içinde eklenmiş gibi uyumsuzdu. Binanın kö­
şelerinde küllere vardı ve bunlardan yalnızca birinin konik
çatısı vardı, diğer kuleler ise evin inşa dönemine uygun
olarak birer tavan arasına sahipti.
Bununla birlikte Hyde'ın asıl dikkatini çeken ev değil,
Crunnach Malikanesi ile bulunduğu yerin arasında, va­
dinin çanak biçimli çöküntüsünün ortasında duran koyu
renkli bir taş anıttı. Hyde bu tuhaf anıtın vadinin tam mer­
kezinde olduğunu fark ettiğinde huzursuzdandı, sanki çö­
küntünün kenarı, ev ve porsuk ağacı, hepsi onun etrafında
düzenlenmişti ve ona nezaret ediyordu.
"Antik dönemlerden kalma," dedi Pollock. Hyde başı­
nı çevirince genç polisin ağacın gövdesine dokunduğunu
ve dallarını incelediğini gördü.
"Bu bir ızdırap ağacına benziyor," dedi Hyde. "Ve sa­
nının şu anda bir istişare tepesinin üzerinde duruyoruz."
"Ne dediniz efendim?" diye sordu Pollock.
"Izdırap ağacı, özel bir yerde yüzlerce, hatta binlerce
vıl tek başına durmuş bir ağaçtır. Genellikle onları diğer
ağaçlardan ayıran doğal sebepler vardır." Hyde ağacuı et­
rafında dolaşarak dallanın inceledi. Sağlam bir dal, gövde­
den dik açıyla çıkıp uzanıyordu.
"Ne anyorsunuz efendim?" dedi Pollock.
Hyde iç çekti. "Bu ağaçlara ızdırap ağacı adı veriliyor,
çünkü çoğunlukla darağacı olarak kullanılırlarmış. İnsan-

169
Crai^ Rumeli

kır bunların dallarına asılır ve bedeni öylece çürümeye h


rakılırmış."
"İdam edilen kişiler mi?"
Hyde başıyla onayladı. "Çok eskiden, medeni ve den­
geli bir adalet sistemi yokken, istişare tepesi denen bu tip
tepelerde insanlar toplanır ve konular istişare edilir, yani
tartışılırdı. Konu çoğunlukla bir insanın yaşaması veya
idam edilmesi olurdu. Bu îIkel duruşmalardan çok öncele­
ri bile ızdırap ağaçları bazı Kelt ritüellerinde kullanılırmış.
Mesela bir klanın başına bir felaket gelirse ızdırap ağacının
gölgesine sığınır, felaketleri defetmeye çakşırlarmış."
"Aklınıza Asılı Adam cinayeti geldi, öyle değil mi?"
diye sordu Pollock.
Hyde omuz silkti. "Leith Nehri'ne götürülmeden çok
önce başka bir yerde asıldığını biliyoruz. Belki de bunun
gibi bir yerde." Çarpık çurpuk gökyüzüne uzanan par­
maklar gibi göğe uzanan dallan inceledi. Sonra ilgisizce
başını iki yana salladı. "Sadece her ihtimali değerlendirme­
ye çalışıyorum." Hyde başıyla onları bekleyen yolcu ara­
basını işaret etti ve iki adam tepeden aşağıya indi. Taş anıtı
gösterdi. "Görünüşe göre daha porsuk ağacı kök salma­
dan önce de burası bir toplanma yeriymiş. Her neyse, artık
Crunnach Malikanesi'nin sahibiyle tanışma vakti geldi."
***
Ev, yakmdan bakıldığında daha ürkütücüydü. Yol­
cu arabası kavisli garaj yolunda ilerlerken, Hyde taş anıtı
daha detaylı görmeye başlamış, bu durum bölgenin verdi­
ği kötü hissi daha da artırmıştı.
Hyde ve Pollock malikanenin önüne gelmeden önce
ana kapı açıldı ve bir uşak dışarı çıktı. Pollock, uşağı gö­
rünce duyduğu şaşkınlığı saklayamadı. Anormal derece­
de kısa boylu ama güçlü yapılı olan uşak, belli ki yabancı

170
Hyde

uyrukluydu. Tuhaf yüz hatlarına sahipti. Konuşmuyordu,


taşım hafifçe eğip misafirlere selam verdikten sonra yana
çekildi ve eliyle içeri buyurmalarını İşaret etti.
Girişle Hyde, "Ev sahibini görmek için buradayız,"
dedi "Bay Ballor'a Edinburgh Şehri Polis Teşkilatından
Frhvard Hyde'ın, kendisini ziyarete geldiğini söyleyebilir
misiniz?"
Tuhaf küçük adam başını iki yana sallayarak parmak
uçlarıyla dudaklarına hafifçe vurdu. Sonra elini uzattı ve
Hyde'ın verdiği kartviziti aldı.
Uşak uzaklaşınca Pollock, "Dilsiz mi acaba?" diye sor­
du.
"Sanırım öyle," dedi Hyde etrafa bakınırken. Mali­
kanenin tuhaf bir şekilde, rahat görünmeyen bir ihtişamı
vardı. Duvarın boyası zamanla solmuş ve sararmıştı. Meşe
ağacından merdivenler yukarı katlardan aşağıya iniyor ve
duvarlarda yağlıboya tablolar göze çarpıyordu. Aydınlat­
ma için havagazı fitilleri yoktu, bunun yerine duvarlarda
düzerdi aralıklarla dövme demirden mum aplikleri sıra­
lanmıştı ve oval bir karşılama masasının üzerinde büyük
bir gam lambası duruyordu. Evin eskimiş havasının aksi­
ne, bir duvarın önünde Gotik tarzda büyük ve çarpıcı bir
gardırop vardı, maun ahşabı canlı bir şekilde cilalanarak
parlatılmıştı.
Duvarları süsleyen tablolar da tuhaf bir şekilde evin
kendisiyle uyumluydu. Birçoğu çıplak kadın tablosu ol­
masına rağmen öylesine usta ressamlar tarafından, ustu-
nıplu bir şekilde yapılmışlardı ki erotik görünmüyorlardı.
Resimlerin arka planı kapkaranlıktı, çıplak beyaz bedenler
koyu kırmızı ve siyah arka planların üzerinde savunmasız­
ca parlıyordu.
İçlerinden biri Hyde'ın dikkatini özellikle çekti: Çıp­

171
Craig Rttssell

lak bir adam havada asılı duruyordu, sırtı kavisli bir y.


kilde bükülmüştü ve yüzünde korku dolu bir ifade vardı
Kanatsız halde uçan habis figürler, adamın etrafında top
lanmışlardı. Bu işkencecilerin her birinde, İspanyol Engi­
zisyonu tarafından infaz edilen cadılara giydirilenlere ben­
zer, uzun ve koni şeklinde başlıklar vardı.
"Aman Tanrım," dedi Hyde kendi kendine. "Bu bir
Goya..."
"Maalesef değil," dedi İskoç veya İrlanda aksanlı, ka­
lın bir ses arkalarından. Hyde ve Pollock arkasını dönünce,
uşağın yanında siyah kadife bir ceket ve içine kan kırmızısı
bir yelek giymiş bir adamla birlikte geri geldiğini gördü.
Kırklı yaşlarının ortalarında, yakışıklı görünen bu adamın
bir gözünün üzerinde siyah satenden bir göz bağı vardı,
Hyde adamın saçının neredeyse doğal olamayacak kadar
koyu siyah olmasına şaşırdı.
"Bu bir taklit," dedi Frederic Ballor. "Aslında orijinal
tablo, yani Cadıların Uçuşu, çok daha küçük. Osuna Düşesi
tarafından satın alınmış ve hâlâ o ailenin elinde. Edınbur-
ghlu bir polisin bir Goya tablosunu tanımasmı hiç bekle­
mezdim."
"Ben de bu kadar başarılı ve güzel bir kopyanın Lothia
kırsalında bir evde bulunmasını İliç beklemezdim," diye
yanıt verdi Hyde.
Ballor gülümsedi. "Demek ki ikimiz de sürprizlerle
dolu insanlarız. Ve size adamım, ressam Gorka Salazar
adına teşekkür ederim." Eliyle uşağım gösterdi. "Ne de
olsa çok beğendiğiniz taklidin ustası kendisidir."
Hyde şaşkınlık içinde uşağa baktı. O da etkileyici bir
bakışla karşılık verdi.
"Gördüğünüz gibi," dedi Ballor, "Salazar bir Ca-
got'tur, onun memleketi olan Bask ülkesinde ise Agotak

172
Hyde

derler. Kendisi dokunulması yasak olan bir kastın üyesiy­


di kendi halkından olmayan biriyle görüşmesi, toplum
içinde yemek yemesi, ibadet etmesi veya yaşaması yasak­
tı ”
"Uşağınız bir çingene mi?" diye sordu Hyde.
"Hayır, hayır değil. Cagotlann kökenleri ve toplum­
dan dışlanmalarının nedenleri hakkında birçok görüş ve
tartışma vardır ama çingenelerle hiçbir alakaları yoktur,
fagotlar, Avrupa'da yalnızca kuzey Ispanya'da, batı Fran­
sa'da ve Bretonya'da bulunurlar, doğuda ise İliç yoklardır
ve yaşadıkları yerlerde diğer insanlarla aynı kaynaktan su
içmeleri, kiliseye diğer insanlarla aynı kapıdan girmeleri
bile yasaktır."
"İyi de bunun sebebi ne?" diye sordu Pollock. "Neden
toplumdan bu kadar dışlanmışlar?"
Ballor küçük bir kahkaha attı. "Görünen o ki tek sebep
önyargı. Kimse bunun nasıl başladığını hahrlamıyor cima
bin yıldır devam ediyor. Bazıları onların cüzzamlı aileler­
den geldiğine inanıyor, bazılarıysa çapulcu Vizigotlardan
veya aksine Sarazenlerden geldiğini iddia ediyor. Hatta
yerli bir cüce ırkının devamı olduklarını ve Keltler gelme­
den evvel Avrupa'da yaşadıklarını söyleyenler bile var,
öyle ki mitlerimize ve efsanelerimize de dahil olmuşlar."
Salazar'a baktı, adamın yüzü ifadesizdi. "Dahası, Cagot­
lann birkaç tanesi haricinde meslek seçmelerine izin ve­
rilmez, o yüzden taş, ahşap ve demir üzerinde çalışabilen
yetenekli birer sanatçı haline gelmişlerdir. Salazar gibi sa­
natsal yeteneğe sahip olduğunuzu ama resim yapmanıza
izin verilmediğini düşünün. İşte bu yüzden ben onun hem
işvereni hem de onu özgür kılan koruyucu suyum."
"Onu nasıl işe aldınız oldu?" diye sordu Pollock. "Yani
eğer bir İspanyol'sa, demek istiyorum."

173
Cnıig Rııssell

"Gorka Salazar ne İspanyol'dur ne de Bask. O, doldu­


ğu yere vatanını diyemeyen bir halka mensup. Benim bu
konuya özel bir sempatim var. Bask bölgesinde biraz za­
man geçirmiştim, orası Keli topraklarını andırır. Oraday­
ken Gorka ile karşılaştım. Konuşamaması sizi yanıltmasın,
fazlasıyla zeki ve kültürlüdür. İspanyolca, Fransızca ve İn­
gilizceyi kusursuzca anlar ve okur."
Ballor konuşmaya ara verdi ve eliyle misafir odasını
işaret etti. "Ama sanırım siz bu kadar yolu sanat ya da eti­
moloji tartışmak için gelmediniz. Lütfen beyler, gelip otu­
run ve bana sizin için ne yapabileceğimi söyleyin."

174
24. BÖLÜM

<&

Elspeth Lockvvood karanlıkta, korku içinde uyandı.


Zaman ve mekân kavramını, benliğini kaybetmiş gibiydi.
Zifiri karanlığa uyanınca, aklı iyice karıştı. Doğurup otur­
du, titreyen parmaklarını karanlık boşluğa uzattı. Çok sert
bir yerde uyumuştu. Parmak uçları, zeminin pürüzlü ve
kirli olduğunu hissetti; yan tarafındaki taş duvar soğuk,
nemli ve kaygandı. Hava çok ağırdı, rutubetli bir toprak
kokusu vardı.
Yer altında bir yerde olduğunu anlayınca daha büyük
bu paniğe kapıldı. Belki de bir mahzendeydi. Ya da bir tü­
nelde.
Veya belki... Mezarında.
O an aklında hiçbir mantıklı düşünce, hafızasında bu­
raya nasıl geldiğine dair hiçbir bilgi yoktu. Bunun da Öte­
sinde onu nasıl bir kaderin beklediği veya bundan nasıl
kaçabileceğiyle ilgili hiç fikri yoktu.
O anda sadece etrafını saran karanlık ve dehşet vardı.
Gözlerini kısarak karanlığa baktı ama hiçbir şey göre­
medi. Bir yer altı mezarı büyüklüğünde bir yerde mi yoksa
bir katedral kadar büyük bir yerde miydi, anlaması müm­
kün değildi. Belki de kapkara bir çölde tek başma bırakıl­
mış, açlığa ve susuzluğa terk edilmişti. Ya da kana susamış
başka yaratıklarla çevrili olabilirdi.
Başka bir karanlık düşünce paniğini daha da arttırdı:

175
Craig Russell

Belki de çoktan ölmüştü. Dehşet dolu düşüncelerinin içir *


sıkışıp kalmış ya da cehenneme düşmüş olabilirdi.
Şimdilik hareket etmeye çalışmadı. Düşüncelerini ve
aklını toparlamaya çalışarak buraya nasıl geldiğini hatır­
lamaya gayret etti. Bir ilaç verilerek uyutulmuş olmalıy­
dı, buna neredeyse emindi. Biraz daha eskiyi hatırlamaya
çalıştı ama kafası karışıktı, gözünün Önüne bölük pörçük
görüntüler geliyordu.
En son Lockvvood mağazasına doğru yürüdüğünü,
gördüğü halüsinasyonu ve sonra düzeldiğini hatırladı
Sonra gideceği adresi ve amacını değiştirdiğini hatırladı.
Ama sonra her şey gölgeleniyordu. Biriyle karşılaşmıştı.
Bir adamla. Bu kadarını hatırlıyordu ama adamın yüzü bir
türlü gözünün önüne gelmiyordu. Korktuğunu, hem de
dehşet şekilde korktuğunu hatırlıyordu. Adamın iradesine
boyun eğmiş, adam onu alıp götürmüştü. Ama nereye ve
nasıl götürüldüğü hâlâ bir sırdı.
Elspeth, kendisini buraya getiren ve karanlık emelle­
ri olan adamın o olduğunu biliyordu bir şekilde. Kendini
mantık yürütmeye zorladı. Buraya getirildiğine, içeri so­
kulduğuna göre dışarı çıkabileceği bir yol veya bir kapı da
mutlaka olmalıydı.
Dışarı çıkacak bir yol.
Elspeth bu derin karanlığın içinde neler olabileceğini
hiç bilmiyordu. Kalkıp yürüyecek olsa ayağı bir şeylere
takılıp düşebilir veya kendisini yaralayabilirdi. Belki de
ölümüyle sonuçlanacak bir şey gelebilirdi başına. Belki de
dipsiz bir kuyunun hemen yanı başındaydı.
Daha önce Edinburgh'ta yer altında bazı gizli yerler
olduğunu duymuştu. Hatta bütün şehrin altının tüneller
ve katakomplarla dolu olduğunu söyleyenler vardı. Yer
altı mağaraları ve geçitlerin, gizlenmiş birer parmak gibi

176
Hyde

Gilverton Cove'dan itibaren şehrin dört bir yanına uzan­


dığı rivayet ediliyordu. Veba zamanında ara sokakların
ve caddelerin üzeri kapanıp yukarısına inşaatlar yapılmış,
höylece hastalığın bulaşıcılığı sonsuza dek yer altına mah­
kum edilmişti. Edinburgh efsanelerine göre acımasız hır­
sızlar, mezar soyguncuları ve gece avcıları şehrin gizli yer
allı geçitlerini kullanırlardı.
Belki Elspeth şu anda bunlardan biricideydi. Belki de
tanıdığı, bildiği şehrin yer altındaki gölgesindeydi. Sol
elini yanındaki duvara koyarak, yavaşça emeklemeyi du­
şundu. Yerde bir engelin onu yaralaması daha zor olurdu
ve duvarı takip ederek bulunduğu yerin şeklini daha iyi
anlayabilirdi.
Böylece kapıyı bulabilirdi.

177
25. BÖLÜM
Ss

Misafir odası çok genişti ve duvarlardan birindeki


pencereler yerden neredeyse tavana kadar uzanıyor, bü­
tün vadi, taş anıt ve arkasındaki tepe rahatça görünüyor­
du. Hyde, uşağın dışarı çıkmadığını, odanın bir köşesine
çekildiğini fark etti, ellerini arkasında birleştirmiş duru­
yordu.
"Bu pencerelerden misafirlerimin gelişini izleyebili­
yorum," dedi Ballor. "Sizin de eve gelmeden önce durup
büyük ağacımıza bakmaya gittiğinizi gördüm."
"Öyle yaptık," dedi Hyde. "Peki onun bir ızdırap ağa­
cı olduğunu düşünmekte haklı mıyım?"
"Aynen öyle. Ve gerçekten de çok yaşlıdır. Bazıları bu
ağacın Pertshire'daki üç bin yıllık ağaçtan bile daha yaşlı
olduğunu söylüyor. Üstelik Karanlık Adam adındaki taş
anıtın ise iki kat daha yaşlı olduğu söylenir. Bu ev, ağaç ve
taş anıt tam bir uyum içinde anlayacağınız."
"Bu sebeple mi burayı seçtiniz?" diye sordu Hyde.
"İnançlarınızla uyumlu olduğu için."
"Ses tonunuzda bir küçümseme seziyorum Başkomi­
ser Hyde. Yine de söylemek gerekirse evet, bu ev ve bu
konum benim hedeflerim için son derce uygun." Ballor an­
layışla gülümsedi. "Her neyse, buraya herhalde benim ilgi
alanlarım veya evimle ilgili konuşmaya gelmediniz. Sizin
için ne yapabilirim Başkomiser Hyde?"

178
Hyde

"Lockvvood mağazalarının varisi Elspeth Lockvvood'u


tanıyor musunuz?"
“Neden sordunuz?"
"Elspeth Lockvvood'u tanıyor musunuz?" diyerek so-
rusunu tekrar etti Hyde.
"Elspeth'i tanıyorum, evet."
"Bayan Lockvvood şu an burada mı?"
"Nasıl?" Ballor'un yüz ifadesi bu soruyu ne kadar saç­
ma bulduğunu belli ediyordu. "Elspeth neden şimdi bura­
da olsun ki?"
"Burada mı, Bay Ballor?" diyerek komiserinin sorusu­
nu tekrar etti Pollock.
"Hayır," dedi Ballor gülerek. Kafası karışmış gibiydi.
"Burada değil."
"Öyleyse etrafa bakmamızda bir sakınca yoktur her­
halde, söylediklerinizi teyit etmek isteriz," dedi Hyde.
Ballor bir an itiraz edecekmiş gibi göründü. Ama bu­
nun yerine iç çekerek köşede bekleyen uşağım çağırdı.
"Gorka, lütfen beylere evi gezerken eşlik et. Ben sizi
burada bekleyeceğim."
"Sizin de bizimle gelmeniz gerekiyor Bay Ballor," dedi
Hyde. "Sorularımız olabilir ve uşağınız bunları cevaplaya­
cak durumda değil."
Ballor'un yüzü öfkeyle gerildi, üzeri kapalı olmayan
gözü bir anlığına alev alev oldu. Ama sonra hemen sakin­
leşti ve ayağa kalktı.
"Pekâlâ Başkomiser Hyde, emrinizdeyim. Gidelim
mi?"
Odadan odaya geçerek gezmeye başladıklarında,
Crunnach'ın eskiden gerçekten görkemli bir ev olduğu
ortaya çıktı. Hyde ve Pollock giriş katında ilkiyle aynı bü­
yüklükte dört misafir odası daha gezdi. Bu odalardan ikisi

179
Craig Rıısscll

kullanılmıyordu ve bomboştu hatta sıvaması çürük et gibi


küflenmiş, duvar kirişleri ve ahşap döşemeleri kemiklere
benzemişti. Hyde, Ballor'un daha küçük bir meskenin eş-
yalannı bu büyük eve taşıdığını ve bunu yaparken de bazı
odaları cömertçe döşerken diğerlerini adeta terk edilmiş
halde bıraktığını fark etti. Bu şekilde mevkiini ve servetini
olduğundan daha sağlam gösterebilmişti.
Mutfaklar da genişti ama yine sadece bir bölümü kul­
lanılıyordu. Hyde, evde sadece bir uşağın bulunması sebe­
biyle bunu mantıklı buldu. Ancak kiler ağzına kadar do­
luydu, Hyde'ın burnuna sarımsak ve daha pek çok egzotik
baharatm kokusu geldi.
Yukarıdaki üç katta toplam on tane yatak odası vardı
ama sadece dördünde mobilya bulunmaktaydı. Her katta
bir tuvalet ve banyo vardı, eşyaları ve fayansları lekelenip
çatlamıştı. Dekore edilmiş dört yatak odası da fazlaca süs­
lü ve lüks görünüyordu. Bu odalarda da yine erotik temalı
tablolar asılıydı.
Hiçbir yerde Elspeth Lockvvood'a dair bir iz bulunmu­
yordu.
"Başkomiser Hyde, bütün sırlarım gözünüzün önün­
de artık," dedi Ballor ikinci kattayken. "Ama gördüğünüz
gibi Elspeth'i kaçırmış ve buraya saklamış değilim."
Hyde merdiven boşluğundan yukarıya, üçüncü kata
baktı. Bu son katta hiç güruşığı yoktu ve oldukça karanlık
görünüyordu.
"Peki, o katta neler var?" diye sordu.
"Hizmetlilerin kah, başka bir şey yok. Salazar sadece
birkaç odayı kullanıyor."
"Onları da görelim."
Ballor omuzlarım silkti ve Salazar'a işaret edince uşak
önden ilerlemeye başladı. En üst kattaki holde halı yok­

180
Hyde

tu ve zemin yılların biriktirdiği bir toz ve kir tabakasıyla


kaplıydı. Duvarlar ve tonozlu çatı da ahşaptı. Ballor'un
söylediği gibi bu tavan arasında bir sürü küçük oda vardı.
Hyde, Salazar
* ın kaldığını tahmin ettiği odanın temizlen­
miş olduğunu gördü. Hatta Cagot'un odasının fazlasıyla
temiz ve derli toplu olduğu söylenebilirdi. Eşyaları ve giy­
sileri özenle yerleştirilmişti.
"Burada ne var?" diye sordu Pollock köşedeki kule
odalarından birinin önüne geldiklerinde. Kapısı kapalıydı.
Pollock açmak içi elini kapı koluna uzatınca, Salazar ileri
atıldı.
"Gorka..." Ballor'un ikaz eden ses tonu uşağı durdur­
du.
Pollock kapıyı açtı ve içeri girdiler. Tıpkı diğer odalar
gibi burada da Edinburghlu kayıp varisten hiçbir iz yok­
tu. Ama içerisi yine de iki polisi şaşkınlığa uğrattı. Bu kule
odası, Salazar'ın yatak odası olarak kullandığı konik çatılı
odanın aksine, kapalı çatı katlarından biriydi. Çatının bir
kısmı, çok sayıda bölmeden oluşan devasa bir pencereyi
yerleştirmek için açılmıştı. Pencere odayı ışıkla dolduru­
yordu.
Yerde, duvarlara yaslanmış halde çeşitli boyutlarda
birkaç tuval duruyordu. Boyalar, paletler, fırçalar, dia ve
keten tohumu yağı şişeleri uzunca bir masanın üzerinde
duruyordu. Her şey, tıpkı Salazar'm eşyaları gibi özenle
yerleştirilmişti.
Sağ taraflarındaki duvara kocaman bir tuval yaslan­
mışta. Evdeki diğer tabloların stilindeydi ama çok daha
büyüktü. Savaşçı bir Amazon'u andıran genç bir kadın,
beline sarılmış bir kuşak haricinde çıplaktı ve omzuna deri
bir çuval atmış halde, arazide uzun adımlarla ilerliyordu.
Tablodaki en dikkat çekid şeyi ölçeğin orantısız olmasıy­

181
Craig Russell

dı: Kadın arkasındaki manzaraya kıyasla dev gibi büyük­


tü, ormanlarsa kadının çıplak ayaklan altındaki çimenler
gibi duruyordu. Geniş körfezler, sanki sli birikintileri gibi
görünüyordu. GÖkyüzündeki bulutlarsa ince bir atkı gibi
kadının omuzlarını ve boynunu sarıyordu. Omzundaki
çuvaldan, sanki kadının yürüyüşüyle sarsılıyormuş gibi
taşlar dökülüyordu. Resim tam olarak bitmemişti ama ner-
deyse tamamlanmak üzereydi. Kadının yüz hatları henüz
belirsizdi.
"Burası Gorka'nın stüdyosudur," diye açıklama yaptı
Ballor. "Sanınm biraz korumacı davranmasının nedeni bu.
Ve bu muhteşem tablo, bir taklit değil. Orijinal bir tablo
yapmasını için görevlendirmiştim."
"Konusu nedir?" diye sordu Hyde.
"Bu tablonun adı Cruthachadh na h-Alba, yani Iskoç-
ya'nın Yaratılışı. Resimdeki kadın Cailleach, Kış Kraliçesi
yani İskoçya'nın yaratıcısı. Çuvalından dökülen taşlar da
Kuzey İskoçya'nın dağlarını oluşturan taşlar."
"Efsaneye göre Cailleach'ın yaşlı, canavara benzer bir
kadın olduğunu duymuştum. Oysa buradaki figür genç
bir kadm."
"Evet öyle," dedi Ballor. "Cailleach ne genç ne de yaş­
lıdır. Belki de ikisi birdendir. Doğanın ikiliğini yansıtır. Kış
Kraliçesi olarak yaşlı, yorgun ve beli büküktür. Ama bu­
nun yanında Gençlik Pınarı'nın suyundan içerek her gün
gençleşir. Bu tablo onu İskoçya'yı yaratacak kadar güçlü ve
sıhhatli olduğu, en güzel döneminde gösteriyor."
Evdeki gezintileri sona erdiğinde en alt kata indiler.
Hyde girişteki kocaman gardırobun önünde duraksadı.
"Oldukça dikkat çekici bir parça. Edinburgh'tan mı
getirdiniz?"
"Hayır, oradan getirmedim. Taşındığımda zaten bu-

182
Hyde

rdaydı. Çok eskimişti ama Gorka onu yenileyerek eski


muhteşemliğini kazandırdı."
İçine bakabilir miyim?"
"Zavallı Elspeth'i buraya sakladığımı mı zannediyor-
5wnuz? Yapmayın Başkomiser Hyde."
' Kırmayın beni Bay Ballor."
Ballor iç çekerek gardırobun ikili kapısını açtı ve için­
deki çekmeceler ile yatay askılık ortaya çıktı. Askıda on
dört tane saten kıyafet asılıydı ve siyah ipekten olan biri
hariç diğerleri kıpkırmızıydı.
"Bunlar seremonilerde kullanılan kıyafetlere benzi­
yor," dedi Hyde birinin kumaşına dokunarak. "Herhalde
ntüellerinizde kullanılıyorlar,"
"Başkomiser Hyde, elimden geldiğince size yardıma
olduğumu düşünüyorum. Belli ki Elspeth'in güvenliği için
endişe ediyorsunuz. Bunu anlıyorum ve elimden geleni
yaptım. Ne var ki Bayan Lockwood'un burada olmadığı
açık, onu en son geçen hafta gördüm. Bundan sonra yapa­
cağınız sorgulama yakışıksız ve gereksiz olacaktır."
"Korkanın neyin gerekli olduğuna ancak ben karar
verebilirim Bay Ballor. Bu ritüellere kimler katılıyor?"
"Bunu söyleyemem. Topluluğumuz gizliliğe çok
önem verir. Ama şunu söyleyebilirim ki aramızda gerçek­
ten nüfuzlu kimseler var."
"Peki Elspeth Lockwood bunlardan biri mi? Burada
gerçekleştirdiğiniz ritüellere o da katılıyor mu?"
"Söylediğim gibi Başkomiser Hyde, gizliliğimiz..."
"İzin verin kendimi daha iyi ifade edeyim," dedi Hyde,
Rallor'a yaklaşarak. "Bu, genç ve zarar görmüş olabilecek
hır kadınla ilgili, son derece ciddi bir konu. Onu sağlıklı bir
şekilde bulabilmemiz için zamanın büyük önemi var. Aksi
halde durum daha da ciddileşecek demektir. Yani, sorula-

183
Craig Russell

rmıa açık ve net cevaplar vermezseniz kendinizi çok farklı


bir konumda bulabilirsiniz ve sohbetimize parmaklıklar
ardında devam etmek zorunda kalabiliriz. Açıkça anlata­
bildim mi Bay Ballor?"
Ballor, Hyde'ın sözlerinden etkilendiyse bile hiç fark
ettirmedi. Sadece başını hafifçe salladı ve yakışıklı yüzün­
de küstah bir gülümseme oluştu.
"Evet, Elspeth bazı toplantılarıma katıldı," dedi. "Çok
sık değil ama bazen bizim onur ritüellerimize de katılır."
"Kimi onurlandırıyorsunuz?"
"Diğer dünyanın kral ve kraliçelerini. Ritüellerimiz
Kelt tarihine, bu adaların Romalılar veya Anglolar tarafın­
dan işgal edilmeden önceki gerçek inancına dayanır."
"Bu ritüellerde neler yaparsınız?"
"Dua, meditasyon ve sihirli sözler aracılığıyla, dünya­
mız ve diğer dünya arasındaki perdeyi aralamaya çalışırız.
Belki bilirsiniz, yılın bu zamanında iki dünya arasındaki
perde iyice incelir ve Samhain yani Azizler Günü'nde, Di­
ğer Dünya'nın tüm tanrıları ve varlıkları, ölülerin ruhlarıy­
la birlikte bizimle irtibata geçmeye hazır hale gelir."
"Çok saçma," dedi Hyde küçümseyici bir kahkahayla.
"Gerçekten bu saçmalıklara inanıyor musunuz yoksa bu
sizin için zenginlerden para koparmanın bir yolu mu?"
"Ben bunlara büyük bir tutkuyla, derinden inemiyo­
rum. Ve açıkçası, Nasıralı İsa'nın mucizelerini bunlardan
çok daha saçma buluyorum. Dahası, sizin inancınız size
bir değil tam üç tane diğer dünya veriyor; cennet, arat
ve cehennem. Bence bizimkine paralel, başka bir duyular
dünyasının varlığı dalıa inandırıcı."
"Yani siz elflere ve perilere falan inanıyorsunuz, öyle
mi?" diye sordu Pollock.
Ballor genç polise döndü. "Ben, bizim gerçekliğimiz-

184
Hyde

farklı, başka boyutlar da olduğuna inanıyorum. Gö-


.rtfaediğımiz ama kesinlikle var olan şeyler olduğuna ina-
vorum»’ Başıyla dışarıyı işaret etti. "Oradaki Karanlık
idam anıtı dvannda bu boyutların bir araya geldiğine
nanıv onun. Orada, iki dünya arasındaki perde en ince ha-

Bense bir şeyi göremiyor, duyamıyor, hissedemiyor


eva koklayamıyorsak o şeyin var olmadığına inaruyo-
ram." dedi Pollock.
“Öyleyse atomlara inanmıyor musunuz? Bizi hasta
edeı mikroplara peki?" Ballor başını iki yana salladı. "Ba-
asn geceleri Karanlık Adam'a gidiyorum, hava açıksa yıl­
dızlara bakıyorum. Ama şimdi dışarı çıksak ve gökyüzüne
baksak, hava açık olsa bile yıldızlan göremeyiz. Gündüz­
leri güneş gökyüzünü ele geçirir. Ama bu, yıldızların artık
orada olmadığı anlamına gelmez. Bu yalnızca bizim onla-
I n göremediğimiz anlamına gelir. Gözümüzü kamaştıran
başka bir ışık kaynağı olduğu için, yıldızlara kör olmuştur
gözümüz. Diğer dünya da buna benzer. Fiziksel dünya­
mızın gürültüsü, patırtısı ve göz kamaştıncılığı yüzünden
göremeyiz. Gerçek şu ki karanlık ve aydınlık dünyayı
| paylaşır ama bazen en çok parıldayan, karanlık olur."
‘ Elspeth Lockvvood'un nerede olduğunu biliyor mu­
şunuz?’ dedi Hyde, Ballor un felsefi konuşmalanndan sı­
ndığını belli ederek.
“Hayır, Başkomiser Hyde. Elspeth'in nereye gittiğini
bilmiyorum Ama onun, babasmın hayal bile edemeyeceği
kadar karmaşık bir kadın olduğunu biliyorum. Karmaşık ve
çılgıncasına özgür ruhlu. Herkesin olduğu gibi Elspeth'm
de iki yüzü var. Tıpkı gündüz göremediğimiz yıldızlar
gbi, o da görüş alanımızdan çıktı diye artık var olmadığım
söyleyemeyiz. Ama yanlış yere baktığınızı belirtmeliyim."

185
Craig Rııssell

***
Yolcu arabası dönüş yoluna çıkıp porsuk ağacının ol­
duğu tepeyi dönerken, Hyde Pollock'a döndü.
"Ne düşünüyorsun Pollock?"
"Ballor hakkında nıı? Bence Bayan Lockvvood'un ne­
rede olabileceğiyle ilgili olarak daha fazla şey biliyor. Ve
uşağıyla arasındaki ilişkide de tuhaflıklar var. Tabii şu ri-
tüellerde neler olduğunu da ancak tanrı bilir."
"Sana katılıyorum. Bay Ballorla uğraşırken çok dik­
katli olmalıyız. Aslında onu gözetim altında tutmak ister­
dim ama onun da söylediği gibi evin içinden dışarıyı ve
kimin yaklaştığını çok rahat görebiliyor. Üstelik buralarda
gizlenecek hiçbir yer yok. Ve lanet ev her şeyden uzakta."
"Öyleyse ne yapacağız?"
"Bunu biraz düşünmemiz gerekecek. Ama bu evde tek
başıma bir saat geçirmek için her şeyi verirdim. Bu arada
şu Farquharson denen adamla konuşabiliriz." Kabın camı­
na tıklattı ve şoföre, lames Lockvvood'un kendisine verdiği
dedektifin adresini uzattı.

186
ÜÇÜNCÜ KISIM

CEHENNEMİN KARA KÖPEĞİ


26. BÖLÜM

<&>

Odada iki tane Samuel Porteous vardı ve sessizce bir­


birlerine bakıyorlardı; kendisi ve yansıması.
Yatak odasındaki büyük aynanın önünde duran Por­
teous, yansımasını izliyordu. Perdeler çekiliydi ve yanan
lambanın ışığı ona iyilik yapıyor, zamamn yüzünde bırak­
tığı izleri yumuşatıyordu. Hâlâ gençliğin verdiği çekicili­
ğe sahipti ama saçları ydlarla giriştiği savaşı kaybetmeye
başlamış ve özellikle şakaklarından başlayarak bir kısmı
beyazlamıştı.
Porteous, aynaların büyüsünün, anın gerçekliğini sak­
lamak olduğunu düşündü. Bu anın yakalanmasını ve arka­
sını dönüp giderken onu yanma almayı dilerdi; yaşlanacak
olan kendisi değil de yansıması olmalıydı, kendisi olduğu
gibi kalırken hastalıklar, yaralar ve günahlar yansımasının
başına gelmeliydi. Ancak bir doktor olarak biliyordu ki
kendisini yaşlanmaktan kurtaracak hiçbir ilaç veya hiçbir
iksir yoktu. Yaşlanmak, en Ölümcül hastalıktı.
Porteous, bir başka hesaplaşma zamanının daha gele­
ceğini biliyordu. Hücrelerinde, karımda kilitli halde uyku­
da olan, karanlık uyanışı kaçmılmaz olan ve onu çok geç
olmadan amaçlarına ulaşmaya, itibarını korumaya teşvik
eden bir başka sır.
Aşağıdaki ayaklı saat gece yarısını çalarak zamanın
İliç durmadan akıp gittiğini ona hatırlattı.

189
Craig Ruesell

Aynadaki yansımasında, onu incelemeye iten başka


şeyler de vardı. Kendisinin tersi ne çevrilmiş hali olan bu
yansıma, bir başka benliği, kötücül ve doğasını herkesten
sakladığı diğer adamı ona gösterir gibiydi.
Yani hemen hemen herkesten sakladığı...
Gizli ve kendisinin tam tersi bir karaktere sahip olanın
diğer Samuel Porteous'un da aynanın içine hapsolup, hep
orada kalmasını dilerdi.
Ama sırları aynadaki yansımaya hapsetmek mümkün
değildi. Diğer benliği, gerçek dünyada kendini ifade etmek
istiyordu. Ve en ufak bir hatada, en ufak bir dikkatsizlikte
sim ortaya çıkardı.
Yeleğinin cebinden deri anahtarlığını çıkardı ve ince­
ledi, derinin üzerine işlenmiş sembol ve yazılarda parmak­
larını gezdirdi.
Duo in unıım occultatum.
İç çekti, anahtarlığı tekrar cebine yerleştirdi ve alt kat­
taki çalışma odasına inmeden önce robdöşambnnı ve ipek
işlemeli terliklerini giydi. Bu akşam için hizmetçilerini ön­
ceden göndermişti ve kâhyası Bayan Wilson'a da çalışma
odasına asla girmemesi için talimat vermişti.
Kış bahçesinden çalışma odasına çevrilmiş oda dağı­
nıktı. Bu durum Porteous için olağandışıydı, çünkü aslın­
da takıntılı denebilecek kadar düzenli bir adamdı. Ne var
ki o akşam umutsuzca bütün araştırma notlarını karıştır­
mış ve bir çözüm aramıştı.
Bunun sonucunda bir tomar kâğıt masanın üzerine
dağılmış, dosyalar ve kitaplar koltuğun üzerine yayılmıştı.
Ernst von Feuchtersleben'in Medikal Psikoloji kitabı, Bra-
in isimli medikal derginin hemen altında duruyordu. Bu
dergi Porteous'un Edinburgh Üniversitesi'ndeki sınıf ar­
kadaşlarından James Crichton-Browne tarafından çıkanlı-

190
Hyde

yordu ki bu adam eski okul arkadaşlarının hepsini gölgede


bırakan bir üne sahipti.
Porteous bu durumu değiştireceğine dair kendi kendi­
ne söz vermişti. Tabii şu sorunu çözebilseydi...
Normalde kilit altında tuttuğu kişisel günlüğü de kâ-
ğıt dolu masanın üzerinde açık halde duruyordu. O akşa­
mın ilk saatlerinde notlar eklemişti günlüğüne. Bir bardak
ile bir brendi şişesini alarak masasına oturdu ve bir kez
daha notlarını okumaya başladı.
Bu günlükte, önemli bir keşfin temel kaideleri yazıtıy­
dı. Tabii büyük keşif, bilim alanında büyük bir şöhret an-
ümına da geliyordu. Ancak keşif henüz tamamlanmamıştı
ve kimseyle paylaşılamazdı. Şimdilik.
Araştırması ile ilgili onu huzursuz eden birçok şey
vardı. Yanıtlanmamış pek çok soru vardı ve bu soruların
hepsi kendisine ait değildi. Edvvard Hyde, semptomlarının
uymağıyla ilgili daha kesin bir teşhis istemeye başlamıştı.
Porteous onu uzun süredir genel açıklamalarla idare edi­
yordu ama hastasını acı gerçeklerle yüzleştirme zamanı
yaklaşıyordu.
Bu arada Porteous'un yanıtlaması gereken daha önem-
< h sorular vardı. Üstelik zamanı da daralıyordu. Başkaları
j da aynı konuyu araştırmaya, insan psikolojisinin aynı yö­
nünü incelemeye başlamıştı ve birileri her an kendisinden
önce hedefe ulaşıp araştırmalarını yayımlayabilirdi. Daha
şimdiden bir başka psikiyatrist hastalığı teşhis etmişti bile.
Porteous iç çekti ve psikiyatri dünyasındaki öncü çalışma-
lanyla yükselen Pierre Janet'in bir Fransız hastasıyla ilgili
olarak yazdığı makaleyi eline aldı.
Porteous'un Fransızcası çok iyi olmasa da biraz çaba
’ ve bir de sözlük yardımıyla makalenin çoğunu tercüme
etmeyi başarmıştı. Bu makalede Doktor Janet kadınlarda

191
Craig Russell

görülen histeriyi nasıl teşhis ve tedavi ettiğini anlatıyordu


Bu, hocası Profesör Jean-Martin Charcot'nun öncülük etti­
ği bir alandı. Doktor Janet'in araştırması histerik nöbetler
sırasında kişiliği tamamen değişen azınlık bir kadın grubu
üzerine odaklanmıştı.
Bununla birlikte Fransız doktorun erkek bir hasta­
sı, en etkileyici vaka örneğiydi. Pierre Janet bu hastasının
gençliğinde ciddi bir fiziksel ve psikolojik hasar aldıktan
sonra felç geçirdiğini ve birkaç yıldır tekerlekli sandalye­
ye mahkûm olduğunu yazıyordu. Söz konusu hasta nazik
ve pozitif bir kişiliğe sahipti, hatta fazla uysal ve yumu­
şak başlı olduğu söylenebilirdi. Yatırıldığı sanatoryumdaki
doktorlar ve hemşireler tarafından da sevilen biriydi.
Ne var ki zaman zaman çok şiddetli baş ağrılarından
muzdaripti, sonrasında kafa karışıklığı ve deja vu hissi
yaşıyordu. Bu baş ağrıları tam bir kişilik değişikliğinin de
habercisi oluyordu; yalnızca ruh hali ve davranışları de­
ğil, karakteri ve kimliği de büsbütün değişime uğruyordu.
Hasta bu durumdayken bacakları gücünü yeniden kaza­
nıyor, tekerlekli sandalyeden kalkıyor ve sanatoryumu
yürüyerek terk etmeye çalışıyordu. Gitmesine izin veril­
meyince de doğal karakterinin aksine herkese küfürler ve
hakaretler yağdırıyor, öfke ve nefret dolu birine dönüşü­
yordu. Bu nöbetler sırasmda gerçek kimliğiyle ilgili hiçbir
fikri olmuyor, felç geçirdiğini bile hatırlamıyordu. Dalıa da
rahatsızlık verici olanı, çocukluğuna dair, gerçek kimliğiy­
le hiç ilgisi olmayan anılar anlatıyordu.
Eninde sonunda nöbet sona eriyor, hasta tekerlekli
sandalyesine geri dönüyor ve yorgunluktan bitap bir şe­
kilde uyuyakalıyordu. Uyandığmda pozitif kişiliği geri
dönmüş oluyor, bu arada neler yaşandığım ya da bacakla­
rını kullanabildiğini hatırlamıyordu. Hatta, Doktor lanete

192
çörv bunlar kendisine hatırlatılmak istendiğinde kızıyor
w üzülüyordu.
Pierre Janet makalesinde, hastanın gençliğinde felç kal­
masına neden olan duygusal ve fiziksel şokun -ki buna trav-
; denmeye başlamıştı-onun kişiliğini ikiye böldüğünü be­
lirliyordu. Birbirinden farklı ve bağımsız iki -veya daha faz­
lı- kişiliğin aynı bedende var olabileceğini öne sürüyordu.
Bir beden, iki zihin.
Porteous makaleyi okuduğunda morali bozuldu, bu
bulgular, kendi keşfini doğrudan teyit ediyor ve kanıtlıyor­
du O da büyük bir şokun veya psikolojik bir hasarın bir in­
sanın zihnini ikiye bölerek birbirinden bağımsız iki kişili­
ğe ayırabileceğine inanıyor, daha doğrusu bunu biliyordu.
Makale önce onu heyecanlandırmış ve cesaretlendirmişti
ama Janet'in veya bir başka araştırmacının kendisinden
önce bu teoriyi kanıtlamasından endişe duyuyordu.
Bununla birlikte Porteous'un uğraştığı vaka daha önce
literatürde okuduğu hiçbir vakayla örtüşmüyordu. Onun
vakasında kişilik bölünmesi o kadar derin ve dikkat çe­
kiciydi ki Fransız hastayı kat kat geride bırakıyordu. Bu
vakadaki ikinci kişilik öyle karanlık, öyle vahşi ve yozlaş­
mıştı ki Porteous hastayı yatırmamanın topluma zarar ve­
rebileceğinden endişeleniyordu. Ama burada bir paradoks
söz konusuydu: Bu kişiyi bir akıl hastanesine kapatmak
masum ve hiçbir şeyden haberi olmayan diğer kişiliği de
tehlikeli olanla birlikte kapatmak anlamına gelecekti.
Porteous yaptığının yanlış olduğunu, bir hekim ola­
rak topluma karşı sorumluluğunu ihmal ettiğini biliyor­
du. Hırsının ve mesleki şöhrete ulaşma isteğinin etkisinde
kaldığının farkındaydı. Adı, psikiyatri alanındaki diğer
herkesin üzerinde yer alabilirdi. Ama acele etmesi gereki­
yordu çünkü zaman aleyhineydi. Bir hesaplaşma yoldaydı

193
Craîg Russell

Porteous, diğerlerinin çalışmalarını daha ileriye taşı­


yarak veya sadece send romun nedenlerini ve özelliklerin!
tanımlayarak ün kazanamayacağı kanaatindeydi; hastalığı
kontrol altına almanın yolunu bulursa ancak o zaman ün­
lenirdi.
Bunun anahtarını bulmalıydı.
Porteous'un araştırmasının hedefi hastalardaki kişilik
değişikliğini engelleyecek farmakolojik bir ilaç bulmaktı.
İstenen pozitif kişiliği özgür kılacak, diğerini ise hapsede­
cek bir anahtar.
Ancak bir sorun vardı, bunun tam tersi de gerçekleşe-
bilirdi. Kullandığı formül bölünmüş zillindeki diğer kişili­
ği ön plana çıkarıp üstünlüğü kötü kişiliğin ele geçirmesi­
ne neden olabilirdi.
Aynca ilacın kötüye kullanılmasından endişeleniyor­
du. Daha zararsız ve uyumlu kişilikler geliştiren hastalar­
da da bu ilacın kullanılması kim bilir ne gibi hasarlara yol
açardı. Bu düşüncelerle elini yeniden cebine atıp anahtarlı­
ğını çıkardı ve üzerindeki yazıyı inceledi.
Duo in unum occııltatum.
İç çekerek anahtarlığı cebine koydu, bardağına biraz
brendi koydu ve bir puro yaktı. Oturup tekrar notlarını
okudu: Hastasının ikinci kişiliğiyle tanıştığında yaşadığı
dehşeti anlatan notlan hiç de nesnel ve profesyonelce de­
ğildi.
Brendi onu canlandırmak yerine yorgunluğunu arttır­
dı. Arkasına yaslanıp gözlerini ovuşturdu.
Tam o sırada çalışma odasının bahçeye açılan kapısın­
da zilin çalındığını duydu.
Ayağa kalktı, kapıya doğru yürüdü ve kolunu tutup
kapıyı açtı.
'Ah," dedi misafirini görünce memnuniyetsiz bir şaş­
kınlıkla. "Seni beklemiyordum..."

194
27. BÖLÜM

<&>

Karanlık birazcık bile dağılmamıştı. Gözleri de ortama


alışmamış, görüşü düzelmemişti. Karanlık hâlâ öylesine
bütün ve mutlaktı ki içini başka bir korku sardı. Belki de
aslında aydınlık bir yerdeydi ama göremiyordu. Yani belki
de Elspeth kör olmuştu.
İşık kaybolunca zaman da kaybolmuş gibiydi. Elleri
ve dizleri üzerinde ne kadar zamandır süründüğüne dair
hiçbir fikri yoktu. Parmaklarıyla yeri yoklayarak ve duva­
rın yanından ayrılmadığına emin olarak belki dakikalardır
Ivlki de saatlerdir ilerliyordu. Fakat bir şeyden emindi, bu­
rası her nereyse, duvarların hiç köşesi yoktu. Sanki daire
şeklindeki bir yapının içinde, tek ve hiç bitmeyen bir duva­
rı takip ediyordu.
Ayrıca çok büyük bir yerde bulunduğunu da anlamış­
tı, çünkü henüz üzerinde uyandığı çuval bezinin olduğu
vere geri dönmemişti. Şu ana kadar kapı veya pencereye
rastbmayışı cesaretini kırıyor, kaçma umutlarını suya dü­
şürüyordu.
Eteği yere sürtüne sürtüne paramparça olmuştu ve ze­
min şimdi de dizlerini aşındırıyordu. İçindeki korkunun
yerini öfkenin almaya başlaması onu çok şaşırttı. Bu esa­
retten ve kendisini kaçıran kişiden kurtulmaya ve yeniden
aydınlık dünyaya dönmeye kararlıydı.
Aniden öne ve aşağıya doğru yalpaladığını hissetti.

195
Craig Russell

Bir kaçış yolu bulabilmek için sabırsızlandı ve daha hızlı


emeklemeye başladı. Ellerini uzattığında zemindeki taşla­
ra değmediğini hissedince küçük bir panik yaşadı. Biraz
dalıa ileriye uzanınca taşların daha da aşağıda kaldığını
fark etti.
Merdivenler.
Duvara tutunarak yavaşça ayağa kalktı. Karanlığın
içinde tavanın ne kadar yüksek olduğunu bilmediğinden
dikkatliydi, belki alçak bir maden tavanı, belki de bir ka­
tedral mahzeniydi. Başını çarpmadan tamamen ayağa
kalktığını anlayınca bir ayağını ileri ve aşağıya uzattı. İlk
adımını attı.
Sonra bir adım daha. Bir adım daha...

196
28. BÖLÜM

<&>

Edvvard Hyde iyi bir uyku çekmişti. Hatta normalde


olduğundan çok daha iyi. Ne diğer dünya ne de gerçek
olanla ilgili bir rüya görmüştü. Belki aylar belki de yıllar­
dır hissetmediği kadar tazelenmiş bir şekilde uyanmıştı.
Uykusunda rüya görmediği gibi uyanırken de hayaletlerle
veya öldürülmüş çocukların görüntüleriyle karşılaşma­
mıştı.
Kalktıktan sonra huzurlu bir şekilde kahvaltısını yaptı
ve üzerini giyinip güne hazırlandı. Moralini bu kadar dü­
zelten şeyin ne olduğunu merak ediyordu. Belki de günler­
dir ilacını almamasının bir etkisiydi. Eğer öyleyse Samuel
Porteous kendisiyle nasıl bir oyun oynuyordu?
Kahvaltı sırasmda not defterini okudu. Takip etmesi
gereken bir sürü tehlikeli mesele vardı. James Lockwo-
od'un özel dedektifi Farquharson'un verdiği raporu bir kez
daha okuma fırsatı buldu. Her ne kadar özel dedektifleri
ve yöntemlerini küçümsese de Farquharson'un raporunu
profesyonelce yazılmış ve faydah buldu. Ancak dedektifin
kendisiyle görüşemeyince hayal kırıklığına uğramıştı. Pol-
lockla birlikte Stockbridge'deki adrese gittiklerinde, ada­
mın hem ev hem de ofis olarak kullandığı dairede kimseyi
bulamamışlardı.
Kapıyı ısrarcı bir şekilde çalınca üst kat komşusu olan
orta yaşlı bir kadın dışarı çıkmış ve sorularına yanıt verme­

197
Craig Russell

den önce her ikisinin de polis kimliklerini iyice incelemişi


Söylediğine göre kendisi bütün binanın sahibiydi ve Bav
Farquharson da kiracısıydı. İyi bir kiracıydı ama işi sebe­
biyle sık sık şehir dışına çıkardı. Bu da öyle bir dönem ol­
malıydı. İki hafta Önce Farquharson bir zarfın içinde gele­
cek ayın kirasını bırakmıştı ve bir süre şehir dışında olaca­
ğını belirten bir notu da zarfa iliştirmeyi ihmal etmemişti.
"Peki, nereye gittiğini biliyor musunuz? Ona ulaşabi­
leceğimiz bir adres var mı elinizde?" diye sordu Pollock
"Onunla doğrudan konuşmadım," dedi ev sahibi.
"Daha önce olduğu gibi zarfı posta kutuma bırakmış/’
Hyde notlarını okurken bu konudaki huzursuzluğu­
nun bile kaybolduğunu ve moralinin İliç alışık olmadığı
kadar vüksek olduğunu fark edip şaşırdı. Samuel Porteo-
us'a ilacın içeriğini bir kez daha sormaya karar verdi, ila­
cı içmeyince bu kadar neşeli bir hale büründüğüme göre
bunu öğrense iyi olurdu.
Kendisiyle ilgili olarak dikkatini çeken başka bir şey
daha vardı. Cally Burr'u gitgide dalıa çok düşünmeye baş­
lıyordu. Ona karşı hislerinin zaten farkındaydı ama daha
önce böyle bir kadının kendisi gibi biriyle romantik bir
ilişkiye girebileceğine dair hiç umudu yoktu. Ama bu yeni
günün aydınlığında her şey mümkün görünüyordu. Hyde
da Cally Burr'u çay içmeye davet etmeye karar verdi.
Kahvaltı masasını toplarken kapı zili aceleyle çaldı.
Saatini kontrol ettiğmde yediyi çeyrek geçtiğini gördü.
Şoförü Mackinley'nin gelişi için fazlasıyla erkendi ama za­
ten o kapıyı çalmaz, Hyde'ı dışarıda beklerdi.
Koridordan hızla geçerek kapıyı açtığında karşısında
Peter MacCandless ile Willie Dempster'ı buldu.
"Ne var? Ne oldu?" diye sordu Hyde.

198
Hyde

"Hemen bizimle gelmeniz gerekiyor efendim. Emni-


vet Müdürü Rintoul'un emri," dedi MacCandless.
J
***
Onları götürmek üzere bir yolcu arabası değil, genel­
de mahkumları taşımakta kullanılan daha büyük, dört atlı
bir araba bekliyordu. Yardımcılarının aniden belirmesi ve
görevlerinin ne olduğunu tam olarak açıklamamaları Hy-
de'm keyfini kaçırdı. Arabaya binince kısa sürede nereye
gittiklerini anladı: Queen Caddesi üzermdeki konağa gi­
diyorlardı.
Burası Hyde'ın çok iyi bildiği bir evdi.
Eıan kapısından girdiklerinde içerinin polis kaynadı­
ğım ve kendisinin de tanıdığı üç hizmetçinin de orada ol­
duğunu fark etti Hyde.
"Alı, Komiser Hyde," diye bağırdı kalaya Bayan Mil­
sen. Belli ki şok geçiriyordu, Hyde'ın kolunu samimiyetle
tuttu. "Böyle korkunç bir şeyi kim yapabilir? Hem de bu
kadar nazik bir adama..."
Hyde kaşlarını çattı, kafası karışmıştı.
"Bu tarafa efendim," diyen MacCandless onu çalışma
odasına çağırıyordu.
Hyde odanın ortasında arkadaşını gördü. Samuel
Porteous, çalışma masasının üzerinde sırtüstü yatıyordu.
Robdöşambn ve gömleği tamamen açılmış, çıplak göğsü
ortaya çıkmıştı. Her ikisi de koyu kırmızı kana bulanmıştı.
Porteous'un göğsü ve kamı keskin bir cisimle birkaç yerin­
den yarılmıştı. Boynuna kalın bir halat geçirilip sıkılmıştı,
tuhaf bir şekilde dışarı çıkan dili dudaklarının arasından
görünüyordu. Porteous'un yakışıklı ve çocuksu yüzüne de
zarar verilmişti. Zümrüt gibi parlayan yemyeşil gözlerinin
yerinde artık sadece kara birer çukur vardı. Şakaklarında,
sanki kanlı gözyaşları akmış gibi kırmızı izler vardı.

199
Crnijj Russell

Bu işkenceler garip bir şekilde doktorun yansıma^


olan tabloya da uygulanmıştı: Porteous'un gözlerini oyan
kişi, şöminenin üzerindeki portrede de gözlere kesikler at­
mıştı.
Arkadaşının işkenceyle öldürülmüş bedenini görmek
Hyde'ı sarstı ve göğsü sıkışarak nefesi kesildi.
Odada onu Emniyet Müdürü Rintoul ile adli tabip
Abercrombie bekliyordu. Abercrombie kendini işine kap­
tırmıştı ama bu tür sahnelere alışkın olmayan Rintoul, ol­
dukça kötü görünüyordu.
Abercrombie Hyde'ı görünce başıyla selam verdi. "Tu­
haf bir cinayet daha Hyde," dedi. "Herkesin görebileceği
gibi kurban boğulmuş, bıçaklanmış ve gözleri çıkarılmış."
"Üç defa ölüm," dedi Hyde.
"Ne?" diye sordu Rintoul.
"Üçlü ölüm," dedi Hyde. "Üç kez öldürülmüş, aynı
Leith Nehri'ndeki kurban gibi."
"Öyle mi?" dedi Abercrombie. "Ama bu kez kurban
bir sağlık çalışanı. İçimizden biri, bir doktor. Böyle bir bar­
barlığı görünce ve doktorun da bir psikiyatrisi olduğunu
düşünce... Sakın katilin delilik gerekçesiyle idamdan kaç­
masına izin verme."
"Bir hastası tarafından mı öldürüldüğünü düşünüyor­
sun?" diye sordu Rintoul doktora. Bu sırada Hyde'a mana­
lı bir bakış attı.
"Bunu öğrenmek benim değil, sizin işiniz. Ama ben­
ce böyle bir şeyi yapabilen birinin ciddi bir akıl hastalığı
olduğunu söyleyebiliriz. Porteous'un işi de bu tür kişileri
tedavi etmek değil miydi?" Abercrombie omuzlarını silke­
rek devam etti. "Her neyse, kurbanı morga taşıtalım ve ben
de Doktor Bell hemen gelebilecek mi sorayım. Bence bu
vakada hiçbir şeyi gözden kaçırmamalıyız."

200
Hyde

"Bu konuda aynı fikirdeyiz," dedi Rintoul. Başıyla


odanın diğer köşesini gösterdi. Hyde o tarafa baktığın­
da, klasik stildeki maun dolabı gördü. Her ne kadar daha
Önceki ziyaretlerinde köşedeki dolabı görmüşse de dolap
şu anda Hyde'a hantal, yabancı ve çirkin geliyordu. Ama
onu en çok etkileyen şey, dolabın sırrının artık ortaya çık­
mış olmasıydı: İki kanatlı kapısı açılmış, içindeki dökme
demirden büyük kasa görünmüştü. Kasa da açıktı ve içi
bomboştu.
"Hırsızlık mı?" diye sordu Rintoul.
"Ne?" Hyde amirine bir süre şaşkınlıkla baktı. "Hırsız­
lık mı? Hırsızlık olsa neden..." Başıyla zarar verilmiş bede­
ni işaret etti. "Kasadan alman şey her ne ise muhtemelen
bizden onu saklamak istemişlerdir. Yani karilin kimliğine
dair bize kanıt sunacak herhangi bir şey. Ama karili Samu-
el'in kapışma getiren sebep kesinlikle hırsızlık olamaz."
"Ben de öyle düşünmüştüm," dedi Rintoul. Sonra di­
ğerlerine döndü. "Beyler, Başkomiser Hydela biraz yalnız
kalmak istiyorum."
Adli tabip çoktan gitmişti. MacCandless ve Dempster
da başlarını sallayarak dışan çıktılar.
"Ne yapacağımızı bilmiyorum," dedi Rintoul. "Sen bu
adamı tanıyordun, öyle değil mi?"
Hyde iç çekti ve başıyla onayladı. "Tanıyordum."
"Hatta sadece iş arkadaşı olmadığınızı söylemek yan­
lış olmaz sanırım." Rintoul kırmızı deriden kalın bir defte­
ri gösterdi. "Bunun ne olduğunu biliyor musun?"
Hyde başmı iki yana salladı.
"MacCandless nöbetçi olduğu için olay yerine ilk o
gelmiş ve etrafı incelerken bu defteri bulmuş. Defterdeki
notları okuyunca, normalde ilk önce seni haberdar etmesi
gerekirken bana ulaşmayı daha doğru bulmuş. Görünen o

201
Craig Russell

ki bu Doktor Porteous'un günlüğü. Diğer herkesten gizli


tuttuğu bir hastayla'ilgili detaylı notlan bu defterde tut­
muş. Taluninimce normalde bu günlüğü kasasının içinde
saklıyordu." Defteri Hyde'a uzattı.
Hyde günlüğü inceledi. Sayfaların çoğu kopanlmışb
ama aceleyle değil. Özenle yırtılmış sayfalarda bir şeyler
anlatılmak isteniyor gibiydi. Göründüğü kadanyla günlü­
ğün ancak üçte biri geride kalmıştı. Defteri incelerken adı­
nın birçok kez geçtiğini fark etti ve elleri heyecandan buz
kesti.
"Ya kayıp sayfalar?" diye sordu.
"Taluninimce katil yırttığı sayfaları ve kasada buldu­
ğu şeyleri alıp götürmüş." Rintoul elini uzatarak günlüğü
geri istedi. Hyde defteri ona verdi.
"Sadece biraz göz gezdirebildim. Ama burada kalan
sayfalar senden ve Porteous'un sana uyguladığı tedaviden
bahsediyor belli ki. Şimdi senden kurbanla ilişkini ve onun
tedavisine ihtiyaç duyma nedenini bana açıkça anlatmanı
istiyorum."
"Anlıyorum," dedi Hyde. Hâlâ masada yatmakta olan
arkadaşına üzüntüyle baktı. "Samuel'e başvurma sebebim,
arada bir zamanı kaybediyor olmamdı, kısa hatta bazen
çok kısa süreliğine. Ama o süre içinde ne yaptığımı veya
nerede olduğumu bilemiyordum. Ayrıca beni zilûnsel ve
fiziksel olarak çok kötü etkileyen bir çeşit epilepsi nöbet­
leri geçiriyorum. Çocukken ve ilk gençlik dönemlerimde
bu semptomları yaşardım, ama yetişkinliğimde hepsi geç­
mişti. Fakat son iki, üç senedir hastalığım geri döndü. Ve
Samuel bana epilepsi teşhisi koyarak beni tedavi etmeye
başladı. Hepsi bu."
"Korkarım hepsi bu değil," dedi emniyet müdürü. "Gö­
revini etkileyebilecek olan bu durumu bana neden anlatma­

202
Hyde

dığına geçmeden önce sana söylemem gereken başka şeyler


de var. Doktor Porteous'un odasını incelemek üzere Cra-
iglockhart Hastanesi'ne polis gönderdik. Çalışanlar önceki
gün senin doktoru orada ziyarete ettiğini, hatta çok öfkeli ol­
duğunu ve onunla tartıştığını anlattılar. Olayın şahidi olan
hemşire görevde değildi, biz de evine bir ekip gönderdik."
"Bu soruşturmayı siz mi yürütüyorsunuz sayın ami­
rim? Ben yürütmeyecek miyim?" diye sordu Hyde.
"Buna daha sonra karar vereceğiz," dedi Rintoul.
"Söylenenler doğru değil," dedi Hyde başını iki yana
sallayarak. "Yani öfkeli olduğum doğru değil. Evet, Samu-
el'e kızmıştım ama bu sadece küçük bir anlaşmazlıktı, bir
münakaşa değildi. Bazı insanlar, siz de fark etmişsinizdir,
herhalde görünüşümden dolayı aslında öyle olmasam da
beni bir tehdit gibi görebiliyor."
"Peki, bu anlaşmazlığın sebebi neydi? Acaba cevabı
bu defterde bulabilir miyim?" diye sordu Rintoul kırmı­
zı defteri göstererek. "En azından kalan sayfalarda demek
istiyorum."
"Samuel'in benim hakkımda neler yazdığını bilmi­
yorum," dedi Hyde iç çekerek. "Samuel Porteous benim
arkadaşımdı, sırdaşımdı. Ayrıca benim doktorumdu. Te­
davimi gizli tutmaya söz verdi, sanırım hastalığımla ilgili
detayları o deftere yazmış olmalı."
"Seni epilepsi tedavisine almıştı, öyle mi?"
"Öyle. Ama sanırım başka bir amacı daha vardı."
"Başka bir amaç mı? Nasıl bir amaç?"
"Sanırım beni bir çeşit denek gibi kullanıyordu. Ve
bana verdiği ilacın çok fazla yan etkisi oluyordu. Durumu­
mu daha beter hale getiriyordu."
Rintoul şaşırdı. "Bana reçeteni gösterir misin? Böylece
içeriğinde neler olduğuna bakabiliriz."

203
Craig Russell

Hyde başını iki yana salladı. "İlacımı hep kendisi ha­


zırlardı. Ya bana kendi verir ya da bir ulakla gönderirdi/'
"Anlıyorum," diyen Rintoul bir süre düşündü. Sonra
dönüp cesede baktı ve yüzü sarardı. Hyde, emniyet müdü­
rünün ordu görevi boyunca asla savaş meydanına inmedi­
ğini düşündü. Yeniden Hyde'a döndü. "Peki, elinde hiç bu
ilaçtan kaldı mı? Analiz ettirebiliriz."
"Bana iki farklı ilaç veriyordu. Biri sıvı, diğeri de tab­
let Şey olduğunda içmem için..." Hyde duraksadı. "Ken­
dimi kötü hissettiğimde içmem için. Ama maalesef elimde
ikisinden de yok. Birkaç gün önce onları attım."
"Peki ama neden böyle bir şey yaptın?"
"Söylediğim gibi, semptomlarımı kötüleştirdiklerini
düşünüyordum. Hatta beni nöbet geçirmeye sürükledik­
lerini..."
"Anlıyorum."
"Gerçekten de benim bununla bir ilgim olduğunu mu
düşünüyorsunuz?" Hyde elini ölü arkadaşına doğru salla­
yarak konuşmuştu. Rintoul onun bakışlarını inceledi.
"Belki de konuşmaya bahçede devam etmeliyiz," dedi
emnivet müdürü.
Hyde onu izledi ve birçok kez kullandığı kapıdan bah­
çeye çıktılar. Gri gökyüzünün ve bulutların altında bahçe­
nin yeşil çimleri çok cansız ve donuk görünüyordu. Hyde
sabahki iyi ruh halinin üzerinden daha bir saat bile geç­
memişken şimdi ne kadar farklı bir durumda olduğunu
düşündü.
"Başkomiser Hyde," dedi Rintoul. "Beni çok zor bir
duruma düşürdünüz. Bir cinayet kurbanı ile tartışırken
görüldünüz. Üstüne üstlük, görevinizi yapmanızı engelle­
yebilecek bir hastalığınız olduğunu benden ve polis teşki­
latından sakladığınızı öğreniyorum."

204
Hı/df

"Görevden alındım mı?" diye sordu Hyde. "Ya da göz


altına mı alınacağım?"
"Şu anda iki sorunuzun da yanıtı hayır." Rintoul göz­
lerini ona dikti. "Bu cinayeti çözmek için en iyi dedektiflere
ihtiyacım olduğu kesin. En yetenekli dedektifim ise şimdi
bir şüpheli. Olayı aydınlatmanın değil, delilleri karartma­
nın peşinde olabilecekken nasıl olur da seni soruşturmanın
başına getirebilirim?"
Hyde bir süre düşündü. "Bu bilgilerden ne kadarını
MacCandless veya Dempster ile paylaştınız?"
"MacCandless günlüğün sayfalarını okudu ve olduk­
ça endişelendi. Zaten bu yüzden seninle değil de benimle
irtibata geçti. Ama ona bundan kimseye söz etmemesini
söyledim."
Evin ikinci katındaki bir pencereden ağlama sesi gel­
mesiyle iki adamın dikkati oraya çevrildi. Hyde, Bayan
VVilson'un ağladığını tahmin etti.
"Bir öneride bulunabilir miyim?" dedi Rintoul'a döne­
rek. "Bu cinayet, Asılı Adam cinayetine de benzediği için
normalde yapacağım gibi bu soruşturmayı yürütmeme
izin verin. Kurbanı tanımam bizim için bir kazanç olabi­
lir. Eğer bana güvenmiyorsanız, beni görev sırasında veya
sonrasında her an gözetim altında tutun. Bu görevi verdi­
ğiniz kişiye hayatınım tehlikede olduğunu söyleyebilirsi­
niz. Kurbanın arkadaşı olduğuma göre böyle bir iddiaya
inanılacaktır. MacCandless ve Dempster işine çok bağlı
polislerdir, görevlerini benim için asla aksatmayacaklarına
inanıyorum. Onlara da doğrudan size rapor vermelerini
söyleyin, ikisine de yüzde yüz güvenebilirsiniz."
Rintoul hemen yanıt vermedi. Bunun yerine sanki ce­
vabı orada bulacakmış gibi bir süre bulutları izledi. Sonra
başını iki yana salladı. "Senin bu cinayetle bir ilgin olduğu­

205
Crûix Russel/

nu düşünmek çok saçma. Ve kendini aklamanın en iyi yolu


katilı bulman olur. Bunu da diğer soruşturmalar gibi sen
yürüt. Bu cinayetlerin bir an önce çözülmesini ve Elspeth
Lockwood'un bir an Önce bulunmasını isliyorum."
"Teşekkür ederim efendim," dedi Hyde.
"Hemen teşekkür etme. Beni kandırdın, sağlığınla il-
gili kritik bilgileri benden sakladın. Dürüst olup kabul et­
mem gerekir ki bu soruşturmalardan sonra durumunun
ne olacağını bilemiyorum. Ama bu arada, görevini yerine
getirmeni emrediyorum Başkomiser Hyde. Bu canavar
bulun."

206
29. BÖLÜM

<&>

Hyde, Porteous'tan geriye kalanların, kendisini bu­


raya getiren arabaya bîndirilişini izledi. Ölen arkadaşının
sırılsıklam kana bulanmış giysileriyle, polisin meçhul ve
açıklanamayacak şekilde ölmüş cesetleri nakletmek için
kullandığı bu cilasız tahta tabutta görmek onu sarsmıştı.
Morgu ve orada arkadaşının yüzünü çenesine kadar kese­
rek adeta bir maskeymiş gibi açacaklarını düşünmemeye
çalıştı. Tıpkı Cally Burriun Asılı Adam için teatral bir or­
tamda gerçekleştirdiği otopsi gibi...
Burr aklına gelince bir an dikkati dağıldı ve şimdi ya­
nında olmasını diledi. Onu görse içi yeniden huzur dola-
bilırdi.
'Kıyafetlerini de olduğu gibi saklamaya özen göste­
rin,'' diye seslendi tabutu taşıyan polislere. "Onları da ana­
liz ettireceğiz."
Koridorda tabutu aniden gören Bayan VVilson'dan bir
çığlık koptu. Hyde da içinde bir panik duygusunun yük­
seldiğini hissediyordu. Samuel ile bir anlaşmazlık yaşasa
da kendisine hastalığı konusunda yardımcı olan tek kişi
oydu. Ama şimdi tek başınaydı, çocukken olduğu gibi şim­
di de tek başına mücadele etmek zorunda kalacaktı.
Ceset kaldırılınca, Hyde onun altından çıkan ve masa­
ya yayılmış kâğıtları MacCandless, Dempster ve iki ünifor­
malı memurun incelemesini istedi. Daha önce talep ettiği

207
Craig Rutseli

gibi Porteous'un cebindeki her şey çıkarılmış ve bir tepsû"


konulmuştu. Hyde her bir eşyayı tek tek inceledi. Bazılar,
kana bulanmış, bazıları temizdi. Ama hiçbiri Hyde'a biljç
vermedi.
Sonra, ucunda bir anahtar takılı olan deri anahtarlığa
gözü takıldı. Bu anahtarlıkla ilgili anlayamadığı bir şeyler
hissediyordu. Üzeri, sanki çok kullanılmış gibi yıpranmış
*
ama altın rengi amblem ve yazı hâlâ okunaklıydı. Amb­
lemde iki yüzü, iki sakalı ve defne yapraklarından taa olan
bir adam kafası vardı, birbirine eş profiller aynı kafaya pay­
laşıyor ama iki zıt yöne bakıyordu.
"Janus," diye mırıldandı Hyde.
"Efendim?" dedi MacCandless onu duyunca. Ama
Hyde sadece başını sallamakla yetindi ve ona cevap ver­
medi.
Amblemin altındaki yazıyı okudu: Dııo in unum occul-
tatum. Birin içinde saklı olan iki...
"VVilliam," diye seslenerek Dempster'ı yanına çağırdı.
"Bu anahtarın nereyi açtığını bulmanı istiyorum. Anahta­
rın şekline bakılırsa bir kapıyı açma ihtimali yüksek."
Dempster hemen anahtarlığı alarak işe koyuldu.
Hyde diğer memurlarla birlikte arkadaşının evinde üç
saat daha geçirdi. Etrafı incelemek polisin görevi olsa da
arkadaşının mahremiyetini ihlal etmek onu yine de rahat­
sız ediyordu. Kilitli olan çekmeceler ve dolaplar, ya Bayan
VVüson tar afından açılıyor ya da anahtarı bulunamayınca
kırılıyordu. Mektuplar ve belgeler okundu, günlükler ince­
lendi, ceplerin içi dışma çıkarıldı. Bir adamın özel hayatına
dair ne varsa hepsi elden geçti.
Ama ellerine hiçbir şey geçmedi.
Bu durum Hyde'ı şüphelendirmişti. Her şeyi incele­
miş ama yine de Porteous'la ilgili hiçbir şey öğrenememış-

208
Hyde

lerdi. Demek ki Porteous özel hayatı konusunda son dere­


ce korumacıydı, mahremiyetine büyük özen gösteriyordu.
Ama herkesin sırları olduğunu düşünüyordu Hyde; belki
de Porteous'un herkesten gizlediği şeyler o kaybolan say­
falarda veya kasasının içindeydi. Her ikisi de Porteous'un
yaşamıyla birlikte katil tarafından elinden alınmıştı.
Hyde'ı rahatsız eden bir şey daha vardı. Koridora açı­
lan kapının yanında nöbetçi gibi duran, ceviz ağacından
yapılmış uzun ve dar bir dolabın içi çeşit çeşit şişe ve ku­
tularla doluydu. Bunların hepsinin de üzerinde etiketler
vardı: lityum, potasyum bromür, striknin, laudanum, ar­
senik, potasyum nitrat ve modem bir doktorun dolabmda
olması gereken daha birçok şey. Ayrıca iki paket de açıl­
mamış kimyasal vardı ve üzerlerinde kalomel, cıva klorür
yazıyordu.
Ama bunların arasında alışılmadık bir şey, doktorum
bir araştırma veya deney yaptığına dair bir iz yoktu.
Dahası, dolaptaki tüm şişeler, beherler ve benzerleri,
saydam, yeşil ya da kehribar renkliydi. Porteous'un, her zi­
yaretinde Hyde'm tedavisi için verdiği lacivert şişelerden
hiç yoktu.
Hyde, doktorun kendisine verdiği ve içeriğinin farklı
olduğunu tahmin ettiği ilacı kasasmda sakladığım ve kati­
lin onu da çaldığım düşündü.
Dempster elinde anahtarlıkla geri döndü. "Bu anah­
tar bana bir evin giriş kapışma aitmiş gibi geliyor. Ama bu
evdeki bir kapıya, kiler veya bodrum kilidine ait olmadığı
kesin."
"Teşekkürler, VVilliam," dedi Hyde. "Diğerlerine tüm
kanıtları toplayıp kutulara yerleştirmelerim söyle. Burada
daha fazla durmamızın bir anlamı yok." Anahtarlığı eline
alıp inceledi. "Sanırım cevabumz başka bir yerde yatıyor."

209
30. BÖLÜM

<&>

O akşam Hyde emrindeki bütün dedektifleri polis


merkezinde bir araya topladı. İçilen sigaralarla duman altı
olmuş odada çeşitli spekülasyonlar yürütülüyordu. Hyde
içeri girince bir pencere açtı ve herkesten sessiz olmasını
istedi. Sabah uyandığında hissettiği hafifliğin ardından gü­
nün ağırlığı üzerine çökmüştü ve gözlerinin arkasında feci
bir baş ağrısı kendini hissettirmeye başlamıştı.
Hyde'ın talimatıyla dedektifler edindikleri bilgileri
rapor etmeye başladılar. Ama çabaları boşunaydı: Soruş­
turmaya katkıda bulunacak önemli bir şey elde etmiş de­
ğillerdi.
Ne hizmetçiler ne de komşular, cinayet gecesi Porteo­
us'un evine gelen birini görmüşlerdi. Bununla birlikte iki
tane hasta listesi bulmuşlardı: Biri Craiglockhart Hastane-
si'nden, diğeriyse doktorun New Town'daki özel muaye-
nehanesindendi. Hastanede yapılan hızlı bir araştırmayla,
listedeki tüm hastaların hâlâ burada yattığı anlaşılmıştı.
Özel muayenehanesinde gördüğü hastaları bulmak ise
daha zor olacaktı çünkü bunlar zengin hastalardı, çoğu
Edinburgh sosyetesin üst kademelerinden kadınlardı ve
histeri tedavisi görüyorlardı. Bu tür kimselerin soruşturul­
ması sırasında özen gösterilmesi gerekecekti.
Diğer cinayette ilerleme kaydedilememesi de cesaret
kırıcıydı; Edinburgh'ta gidilmedik batakhane bırakılma-

210
Hyde

masına rağmen Leith Nehri kurbanını fotoğrafından teşhis


edebilen çıkmamıştı.
"Araştırmamızı genişletmemiz gerekecek, otelleri, ko­
nuk evlerini de ziyaret etmeliyiz/' diye talimat verdi Hyde
adamlanna. "Kurbanımızın şimdiye dek baktıklarımızdan
çok daha farklı yerlerle bağlantısı olabilir."
Hyde ayrıca adamlarıyla kaleden kendisine ulaştırılan
mesajı da paylaştı. Garnizon komutanı Allan Lavvson, fo­
toğraftaki adamın ne geçmişte ne de şimdi orada askerlik
yaptığını iletmişti.
Dedektif Pollock da Elspeth Lockvvood'un izine henüz
rastlanmadığı bilgisini paylaştı. Ama adamın biri, kaybol­
duğu sabah kadını Castle Caddesi'nde yürürken gördü­
ğünü ve canı sıkkın gibi olduğunu, ama sonra toparlanıp
yoluna devam ettiğini bildirmişti. Tanık, "Bir randevuya
geç kalmış gibiydi," diye ifade vermişti.
"Bayan Lockvvood'a bir zarar geldiğinden endişelen­
meye başladım," diye ekledi Pollock. "Sadece izini bula­
madığımızdan dolayı değil. Ağabeyinin ölümünü araştır­
dım, onu derinden etkilemiş. Siz olayı hatırlıyor musunuz
efendim?"
"Lockvvood'un oğlunun ölümünü mü? Evet, hatırlı­
yorum," dedi Hyde. "Sanırım o trajediyi Edinburgh'taki
herkes hatırlıyordur. Mağazanın çatısından düşmüştü."
"Aynen öyle. Söylediğiniz gibi ölümü trajik bir kaza
olarak gösterildi. Ama Joseph Lockvvood'un ciddi sinir
hastalıkları vardı ve birçok kişi onun düşmediğine, aşağıya
atladığına inanıyor. Korkarım Bayan Lockvvood da böyle
bir sinir hastalığından muzdarip olabilir."
"Onun da intihar mı etmiş olabileceğini düşünüyor­
sun?"
"Evet efendim. Eğer öyle değilse bile bir başkasının

211
Crfli^ Russcll

ona zarar vermiş olabileceğini düşünüyorum, Crunnach


Malikanesi'ne yaptığımız ziyaret benim endişelerimi ya­
tıştırmadı. Ben hâlâ Frederic Ballor'un bu işte bir parmağı
olduğuna inanıyorum."
"Ben de öyle," dedi Hyde. "Senden sadece Lockvvood
olayına odaklanmanı ve doğrudan bana rapor vermeni is­
tiyorum." MacCandless ve Dempster'ın manalı bir şekilde
bakıştığını gördü ama umursamadı. Şimdi hiyerarşi proto­
kollerini düşünerek hareket etmenin zamanı değildi.
"Cobb Mackendrick'i gözetleme işi ne olacak efen­
dim?" diye sordu Pollock.
"Şu anda Scotland Yard'm endişelerini gidermek için
potansiyel politik suçlularla ilgilenecek vaktimiz yok."
Hyde ekibm geri kalanına döndü. "Beyler, Asılı Adam ve
Samuel Porteous cmayetlerini ayrı birer dosya olarak takip
edin. Dedektif MacCandless Asılı Adam soruşturmasını,
Dedektif Dempster ise Samuel Porteous soruşturmasını
yürütecek. Bu ikisi için ayrı ayrı delil toplayacağız ama çok
geçmeden delillerin bizi aynı noktaya getireceğini d üşünü­
yorum. Cinayetlerin vahşiliği ve üç defa ölüm ritüeli bunu
gösteriyor. Bu iki cinayet aynı manyağın işiymiş gibi bir
his var içimde."
***
Hyde o akşam saat ondan sonra polis merkezinden
çıkabildi. Gece çökmüş ama hava soğumamıştı, tuhaf bir
şekilde ve mevsimi olmamasına rağmen nemli bir hava
vardı. Bulutlar yıldızların ve ayın üzerini bir perde gibi ör­
tüyordu.
Hyde saat geç olmasına rağmen eve yürümeye karar
verdi. Belki yorgunluktan, belki bütün gün sigara dumanı
altındaki odada kalmaktan, belki de her ikisinden dolayı
başı zonkluyordu. Ve ilacını almayı bıraktığından beri ilk

212
Ilytle

Kez bir nöbetin yaklaşmakta olduğunu hissediyordu.


kaldırım kenarında bir arabanın beklediğini görünce
hr an duraksadı, biraz kafası karışmış ve epilepsi nöbeti
öncesinde gelen o berbat ama tanıdık gerçekdışılık hissi
benliğini sarmıştı. Açık havada yapacağı yirmi dakikalık
bir yürüyüşün kendisine daha iyi geleceğini düşünerek
arabaya binmedi.
Edinburgh kalın bir sis tabakasıyla örtülmeye başla­
rınca şaşırmadı. Nemli hava, gündüzden kalan fabrika ve
atölye dumanlarıyla birbirine karışmıştı. Ancak Princes
Caddesi'ne vardığında sisin ne kadar çabuk arttığına şaşır­
dı, sokak lambaları bile zar zor seçilebiliyordu.
Princes ve Hannover caddelerinin kesiştiği köşeye var­
dığında, kasvetli gece neredeyse her yeri görünmez hale
getirmişti. Hyde, gideceği yönü tespit etmek için defalarca
durmak zorunda kaldı.
Bir süre sonra onu kemiklerine kadar titreten bir sesle
dondu kaldı. Sanki şehirde vahşi bir yaratık vardı ve ulu­
maktaydı. Bir an nefesini tuttu, uzaktan bir uluma daha
geldi. Sonra her taraf sessizleşti.
Hyde yavaşça ve kararsız bir şekilde yürümeye devam
etti. Birkaç metre ilerlemişti ki bu kez başka bir ses, daha
yakından geldi.
"Biri bana yardım edebilir mi?" dedi biri. Önünde bir
yerlerden gelen, karanlıkta kaybolmuş bir erkek sesiydi.
“Yolu göremiyorum."
Hyde sesi tanıdığını düşünüp ürperdi.
"Yolu göremiyorum," diye tekrar etti ses.
Hyde sese doğru aceleyle atılınca kaldırımdan aşağı
adım atarak dengesini kaybetti. Toparlanıp yeniden kaldı­
rıma çıkmayı başarmca bir gölgenin yavaşça kendisinden
uzaklaştığını gördü.

213
Craig Russell

"Bekle!" diye seslendi ve gölgeyi takip etmeye başladı


"Göremiyorum," dedi ses yeniden. "Biri bana yardım
edebilir mi?"
Hyde sesi tanıyınca kalbi küt küt atmaya başladı. Hız­
la ileri atılarak gölge ile arasındaki mesafeyi kapattı. Şimdi
adamın bir pelerin giydiğini ve başlık taktığını görebiliyor­
du.
Elini adamın omzuna koyunca adam durdu ama arka­
sını dönmedi. Uzanıp adamın başlığını indirdi.
Hyde çığlık atmamak için kendini tuttu. Samuel Por­
teous, yerine geri konulmuş zümrüt yeşili gözleriyle ona
bakıyordu. Ancak yüzü korkunç bir şekilde ensesine yer­
leştirilmişti ve arkaya bakıyordu.
"Samuel?" dedi Hyde. Elem dehşet içindeydi hem de
kafası karışmıştı. Adam ona döndü, diğer tarafında bir
yüzü daha vardı. Yani tek bir kafatasında iki yüze sahip­
ti. Şimdi Hyde'a yüzünü dönen tarafta göz yerine içinden
kanlar akan iki delik vardı.
"Lütfen Edvvard, bana yol göster. Göremiyorum.''
Hyde korkuyla geri çekildi ama gölge onu bileğinden
yakaladı ve insan üstü bir kuvvetle kendine çekti. Dehşet
verici yüzünü Hyde'a yaklaştırdı.
"Dwo in unıım occultatum," diye fısıldadı. Sonra tüm
gücüyle bağırdı: "BEN JANUS'UM!"
Kendini toplayan Hyde bileğini Porteous'tan kurtardı,
ancak bu sırada dengesini kaybederek sırtüstü yere düştü.
Hayaletin kendisini yeniden ele geçirmesini bekledi ama
Porteous arkasını dönmüş uzaklaşıyordu. Ensedeki yeşil
gözler bir süre kötü kötü baktı, sonra başlığın altında tek­
rar kayboldu. Gölge, sisin içine dalarak yok oldu.
Hyde ayağa kalkınca yine uzaktan gelen bir uluma
duydu. Sis iyice kalınlaşmış ve karanlıkla bütünleşen siyah

214
>Aîllcr ı*e gölgelerle dolmuştu. Hyde elini uzatıp yaslana­
cak bir duvar aradı ama eli havada boşlukta kaldı.
Biliyordu ki başka bir yerde, başka bir diyardaydı.
Nedenini bilemese de tüm varlığı dehşetle doldu. Ha­
valında daha önce hiç bu kadar yalnız, bu kadar dışlanmış
hissetmemişti.
Aniden sanki bir dev üflüyormuşçasına sert bir rüzgâr
çıktı ve sisi dağıtmaya başladı. Sis parçalanıyor, dağılıyor,
etrafa yayılıyordu.
Ve Hvde artık Edinburgh'ta değildi.
iki tarafında da yüksek dağların olduğu, ama hiç ağa­
cın veya yeşilliğin bulunmadığı bir yerdeydi. Bu manzara­
lı daha önceki rüyalarından hatırladı ama bu kez ağaçlar
ortadan yok olmuş ve etraftaki her şeyin rengi değişmişti.
Yeşil olması gereken şeyler şimdi koyu kırmızı bir renge
boıanmış, dağların tepeleri simsiyah olmuş ve gökyüzü
iğrenç bir san renge bürünmüştü.
Uzakta devasa bir kadın figürü gördü. Arkası dönük­
tü. başı ve omuzları kan kırmızısı bir bulutun içindeydi ve
uzaklaşıyordu. Aralarmdaki mesafeye rağmen her adımın­
da yer sarsılıyor ve çantasından dağların kayaları yuvarla­
nıyordu.
"Cailleach," diye mırıldandı Hyde.
Hava soğuktu, doğal olmayan acı bir soğuk vardı.
Ama Hyde'm üzerinde artık kışlık giysileri yoktu. Sadece
ince bir gömlek ve pantolonu vardı, kıpkızıl çimenlere ba­
san ayaklan çıplaktı. Soğuk bir rüzgarla ürperdi.
“Rüya görüyorum, sadece rüya görüyorum," diye
tekrarladı kendi kendine. "Polis merkezinden arabaya bin­
dim, yürümedim. Sis yoktu. Evimde yatağımda yatıyorum
ve uyuyorum."
Bu sözler hiçbir işe yaramadı. Bir gece nöbeti geçirdi-

21S
Craıy Russell

ğını biliyordu ve bu da atak sırasında gördüğü bir rüyaydı


Ama fiziksel varlığı tamamen burada gibiydi, bu boyuttaki
her şeyi hissedebiliyordu. Korkusunun asıl sebebi belliydi;
*
burada zarar görebileceğini biliyordu. Burada korkunçsa
lara maruz kalabilirdi.
Bu dünyada ölebilirdi!
Soğuk hava, farklı renklerdeki gökyüzü ve toprak bir­
denbire karanlık bir mahiyete bürünmüş gibiydi. Daha
kötü bir şeylerin yaklaştığını hissetti.
Çıplak ayaklarının altındaki toprak titredi ve sarsılma­
ya başladı. Berideki dağlara bakınca dev bir yangın, kır­
mızı, altın ve beyaz renklerde parlayarak açıldığını gördü.
Buradan Hyde'ın yüzüne kadar bir ısı dalgası ulaşıyordu.
Yarıktan dışanya, sanki büyük ızdıraplar yaşanıyormuş
gibi feryatlar ve çığlıklar geliyordu. Derken, insan ait ol­
mayan öfke dolu bir kükreme diğer sesleri bastırdı. Bu ses
sadece bir an sürdü, sonra yarık kapandı ve çirkin, kabuk­
lu bir yara izi görünümünü aldı. Vadiye sessizlik ve soğuk
geri döndü.
Hyde ulumayı yeniden duydu, bu kez daha derinden
ama eskisine göre daha yakından gelmişti.
"Serbest kalmış. Diğer dünyadan kaçmış..." dedi bir
çocuk sesi. Hyde arkasını dönünce, yatak odasının köşe­
sinden ona musallat olan küçük kızı gördü. Kız ona ifade­
siz bir şekilde bakıyordu. Küçücüktü, fakat yine de Hyde'ı
korkutuyordu.
Kızın arkasmda içinden çıktığı mezar vardı, yırtık el­
bisesine toz ve toprak bulaşmıştı. Hyde, kızın mezarının
içinde tıpkı bir hayvan ini veya yuvası gibi düzenlenmiş, iç
içe geçmiş dallar ve çalı çırpı gördü.
Bu kız Mary Paton'dı, cadı bayırında bulunan kız.
"Kim serbest kaldı?" diye sordu Hyde.

216
Hy.le

kftra Köpek. Cıi diıbh ifritin. Dağdaki yank kapandı-


»ü dışarıda kaldı. Geliyor. Şimdi yaklaşıyor. Beni kur-
,rKJ^ mısın?" Mary'nin çocuk sesinde ne korku ne de
bu duygu vardı. ' Benim için geliyor."
Hvde başını kaldırıp dağa baktı ve yeniden kıza dön-
y.nde, yanında başka birinin durduğunu fark etti.
Kara köpek geliyor ve ikimizi de alacak/' dedi Hugh
simsem Onun da yüzü kızmki gibi ifadesiz ve çocuk-
^İkimiz de onun kurbanıyız ama sen bunu zaten
w u'isun. Anlıyorsun. Mary'yi benim değil onun öldür-
jtunü biliyorsun."
Beni öldüren Cehennemin Kara Köpeği'ydi," diye
y^rarladı Mary.
Tam o sırada Hyde onu gördü. Önce uzaktaydı ama
saplayışta yaklaşıyor, yaklaştıkça büyüyordu.
' Koşun!" diye bağırdı Hyde. "Tanrı aşkına kaçın!"
Ama Mary de Morrison da kımıldamıyordu. İfadesiz
raileriyle Hyde'a bakıyorlardı.
"Kaçmanız lazım! Haydi!" diye bağırdı Hyde. "Lüt-
to! Lütfen koşun! Sizi alacak. Geliyor!"
Hyde gözlerinden akmakta olan yaşların sıcaklığını
hssettL Çılgınca etrafına bakınmaya, bir ağaç dalı, bir taş
rc\a silah olarak kullanabileceği herhangi bir şey bulma­
lı çalıştı. Bu sırada canavar daha da yaklaşıyordu. Arala­
rında yüz metre kadar kaldığında, canavarın herhangi bir
arttan veya köpekten çok daha büyük olduğunu fark etti.
"Kaçın!"
Elli metre.
Hyde yerden bir taş aldı, bulabildiği en büyük taşı,
fenen ileri atılarak yaklaşmakta olan canavarla iki kurba­
nı arasına girdi.
Daha önce hiç böyle bir dehşet yaşamamıştı. Yaratık,

217
Crwıy RusstJl

omuzlan bir adam genişliğinde, devasa bir tazıydı. Türleri


obsidyen gibi kapkara, gözleri ise ateş kırmızısıydı. Sadet?
büyüklüğü değildi ürkütücü olan: Çirkin ve aşın kaslı bm
nundan ve kalasından çıkıntı yapan devasa çenesi, uzun
ve sivri birer bıçağı andıran dişleri andırıyordu ve ağzı kö­
pürmüştü.
Hyde taşı çok iyi nişan alarak attı ve hayvanı tam bur­
nundan vurdu. Ama hiçbir etkisi olmadı. Şimdi tam tepe­
lerin dey di ve kocaman çenesiyle kemiklerini kırabileceği­
ni, sivri dişleriyle etlerini koparabileceğini biliyordu.
Ancak canavar kocaman kafasını savurdu ve sanki bir
sineği kovar gibi Hyde'a vurarak onu geriye fırlattı. Hyde
kendini küçük kızın dallar döşenmiş mezarında yatarken
buldu. Ayağa kalkmaya çalıştı ama kuru ve ölü dallar can­
lanmış, onu sararak esir almıştı.
Hyde başını kaldırınca canavarın Morrison ve Man
Paton'ın durduğu yöne yürüdüğünü gördü, iki kurban el
ele tutuşmuşlardı ve yüzlerinde korku ifadesi yoktu. Yara­
tık başını san gökyüzüne kaldırarak feci bir sesle uludu
Bu ulumaya, vadinin karanlık bir kısmından acı dolu bir
inleme karşılık verdi. Hyde bunun Leith Nehri'nin orada
duyduğu banshee çığlığı olduğunu düşündü.
Kara tazı yırtık pırtık giysiler içindeki küçük kızın
üzerine eğildi ve dişlerle dolu ağzını sonuna kadar açtı.
Nefesi kızın saçlarını dalgalandırırken, salyası da omuzla­
rına akıyordu. Mary Paton Hyde'a baktı ve aynı soğukkan­
lılıkla şöyle dedi: "Büyük canavar hâlâ dünyada serbest.
Onu başıboş bırakıyorsun."
Hâlâ cadı beşiğinde esir olan Hyde, canavarın koca çe­
nesinin açılıp kızı içine alışını izledi çaresizce. Tanı o sırada
yemden banshee çığlığı duyuldu ama Hyde'ın attığı çığlık
bu sesi bastırmıştı.

218
4 4 *

Edward Hyde karanlıkta, yatak odasında uyandığın­


da kafasının içi kırılan kemiklerin sesiyle doluydu. Kolla­
rını ve bacaklarını oynatarak hâlâ dallarla toprağa bağlan­
mış olmadığından emin oldu.
Bir anlığına, derin derin nefes alıp kalp atışlarını ya­
vaşlatmaya çalışırken, kara tazının uluyuşunu ve banshe-
e'nin ona cevap veren çığlığını hâlâ duyabildiğini hissetti.

219
31. BÖLÜM

<&>

Ertesi sabah Hvde yeniden Rintoul un ofisine çağırd-


rroşt: Porteous un cesedi bulunalı çok olmamıştı, yanı Hy-
de'm. elinde. rapor verebileceği bir şey olamazdı- Dolayı­
sıyla Hvde vine kötü bir haber alacağını düşündü. Rintoul.
arak onun hastalığından haberdar olsa da gece geçindiği
nöbetten ve gördüğü tuhaf rüyadan kendisine bahsetme­
meme karar verdi.
Bu rüya ve diğer dünyaya yaptığı ziyaret hakkında
düşünmesi gereken çok şey vardı. Samuel'in, sorularının
cevaplanın gece nöbetlerinde gördüğü rüyalarda bulabi­
leceğim söylediğini hatırladı. Ve son rüyayı özel kılan bir
şevler vardı. Hvde’a göre bu rüyayı yorumlamak farkb
bir dil öğrenmek gibiydi, çözülmesi gereken semboller ve
uvuvan boründe ortaya çıkan görüntülerin bir grarnen
vardı. Sadece bunları çözmesi gerekiyordu.
Rintoul ciddi bir ifadeyle masasında oturuyordu ve
masada yalnızca doktorun günlüğü vardı. Emniyet müdü­
rü ellerini günlüğün iki yanına koymuştu.
‘■Oturun Başkomiser Hyde," dedi Rintoul. 'Doktor
Porteous'un cinayetini çözmek için bu günlüğe ihtiyacınız
olacak."
'Hepsini okudunuz mu?" diye sordu Hvde. Rin­
toul'un el işaretiyle geçip karşısına oturdu.
'Okudum, en azından katilin geride bıraktığı kadan-
nı. Okuması kolay değil, çoğu senin hastalığınla ilgili."

220
I I ı/uı

"Üzgünüm amirim/' dedi Hyde. "Durumumu en baş­


tan sizinle paylaşmalıydım."
"Evet Hyde," dedi Rintoul. "Kesinlikle öyle yapma­
lıydın. Açık konuşmak gerekirse, benden önceki emniyet
müdürüne söylemeliydin. Ama bu, işin en önemsiz kısmı."
"Anlayamadım."
"Porteous'un notlarından geriye kalanları tümüyle
çözdük ve çok rahatsız edici bir sonuca varıyor,"
"Nasıl bir sonuç?" diye sordu Hyde.
"Artık Doktor Porteous'un araştırmalarının hangi ko­
nuya odaklandığını biliyorum. Günlüğünden kalan notlar­
dan anlaşıldığına göre Porteous evinde gizlice iki hastayı
tedavi ediyormuş ki bunlardan birinin sen olduğunu bili­
yoruz. İki hastanın da gizliliğe ihtiyacı varmış ama Porteo­
us’un da öyle. Anlayabildiğim kadarıyla bu iki hasta da bir
araştırmanın deneği olduklarını bilmiyormuş. Hatta Por­
teous onlan bir teori)d kanıtlamak için tedavi ediyormuş."
"Diğer hasta kimmiş?"
"Tuhaf olan da bu." Emniyet müdürü deri kaplı def­
tere göz ucuyla baktı. "Günlükte sadece senin adın geçi­
yor ama tabii ki o sayfaların da çoğu eksik. Diğer hasta­
nın kimliği gizli kalmış, isim verilmemiş. Porteous ondan
Canavar' diye bahsediyor ve ondan korktuğu belli oluyor.
Onu sadist bir vahşi, bir yaratık ve düşünülebilecek en ka­
ranlık ruha sahip insan olarak tarif ediyor, Fakat bu has­
tanın adıyla birlikte, ondan bahsedilen diğer tüm kısımlar
defterden yırtılmış."
"Anlamadığım şey, günlüğün geri kalanını neden bı­
raktığı. Neden o kadar uğraşarak katilin kimliğini ortaya
çıkaracak sayfalan teker teker yırttı da günlüğü olduğu
gibi çalmadı? Neden götürüp bir yerlerde parçalamadı
veya yakmadı? Anlaşılan o ki Canavar denen adam Samu-

221
Craig Russell

el in katili, iyi ama neden varlığını öğrenebileceğimiz say­


falan geride bırakmış?"
Rintoul'un yüzü iyice asıldı. "Dedektif olan sensin,
ben değilim. Ama bence burada tek bir amacı olabilir."
"Nedir?"
"Seni suçlu göstermek."
"Beni mi?" Hyde kafası karışmış halde küçük bir kah­
kaha attı. "Ama nasıl olur? Günlükte yazanlar beni aklamı­
yor mu? Ben diğer gizli hasta değil miyim?"
Rintoul, Hyde'a günlüğü uzattı. "Bence Porteous'un
notlarını sen de okumalısın. Geriye kalan sayfalarda ya
senden ya da canavardan bahsediyor; başka bir hastanın
adı geçmiyor Hakikate ulaşmanın yolu Porteous'un gizli
araştırmasından geçiyor gibi."
"Nasıl bir gizli araştırma?" diye sordu Hyde günlüğü
eline alırken.
Emniyet müdürü, açıklayacağı şey ona yük oluyormuş
gibi derm derin iç çekti. "Samuel Porteous bir psikiyatrik
hastalığın teşhisi ve tedavisinde büyük bir atılım yapma
peşindeymiş. Bu hastalığa 'alter ego sendromu' adını ver­
miş. Alter ego..."
"İkinci bir benlik demek," dedi Hyde. "Cicero'nun
eserlerinden biliyorum."
Rintoul'un yüz ifadesmden, Hyde'ın neden bahsetti­
ğini anlamadığı görülebiliyordu. "İşte burada bir sorunu­
muz var. Anlayabildiğim kadarıyla bu canavar tek başına,
bağımsız olarak var olan bir canlı değil. Yani insan değil,
ama bir insanın bir parçası."
"Anlayamıyorum..." dedi Hyde.
"Aslında ben de öyle," dedi Rintoul. "Böyle bir şeyin
mümkün olduğuna da inanamıyorum. Bu yüzden hâlâ öz­
gürsün."

222

r
F
Hyde

Hyde'ın bakışlarında öfke belirdi. "Özgür mü? Neden


özgür olmayayım ki?"
"Çünkü..." dedi Rintoul yavaşça konuşup her kelime­
nin üzerine basa basa, "Porteous'a göre Canavar bir hasta
değildi, hastanın bir parçasıydı. Tedavi ettiği hastanın ken­
disi değil ama onun içindeki canavarsı bir kişilik. Doktor
bu adamın bir şekilde bölünmüş bir zihne sahip olduğunu
ve Canavar'm, konağının haberi olmadan zaman zaman
kontrolü ele geçirdiğini yazmış. Porteous'un söylediğine
göre hasta ego, Canavar ise alter ego, yani diğer kişilikmiş.
Canavar kontrolü ele geçirince konağın asla izin vermeye­
ceği, her türden kötülüğü yapabiliyormuş."
Hyde kemiklerine kadar ürperdi. "Öyleyse sadece bir
hasta olduğuna inanıyorsun, iki değil, öyle mi? Samuel'in
Canavar dediği şey benim alter egom mu?"
"Yazılandan anlaşılan bu. Sanki bu sayfalar kasıtlı ola­
rak geride bırakılmış." Emniyet müdürü iç çekti. "Ben bir
psikiyatrist değilim Edvvard. Dedektif de değilim ama eğer
bu Canavar senin içinde yaşıyorsa, kendini koruma güdü­
süyle seni de suçlamalardan korumak istemez miydi? Sen
idam edilsen veya bir akıl hastanesine kapatılsan, bu Ca-
navar'ın da sonunu getirmez mi? Zaten ben böyle bir zihin
hastalığının varlığına bile inanamıyorum. Nasıl olur da bir
adamın iki kişiliği olur ve bunların birbirinden haberi bile
olmaz?"
Hyde bir süre Rintoul'a gözlerini dikerek baktı ve şöy­
le dedi: "Size anlatmam gereken şeyler var..."
* * X-

Hyde konuşmayı bitirdiğinde Rintoul şaşkındı. "Ger­


çekten de ne olduğunu hatırlayamadığın anlarda Cana-
var'a dönüştüğüne inanıyor olamazsın, değil mi?"
"Ama düşünsenize," dedi Hyde. "Bu nöbetler sırasın-

223
Craig Russell

da yaşadıklarımı hatırlayamıyorum, nerede olduğum veya


ne yaptığıma dair hiçbir şey olmuyor aklımda. Samuel'e de
söylediğim gibi kendimi cinayet mahallinde bulmam sa­
dece tesadüfle açıklanamaz. Asılı Adam'ı bulduğum gece
neden oradaydım, oraya nasıl gittim hatırlayamıyorum/'
"Öyleyse ne yapmamı istiyorsun?" diye sordu Rintoul.
"Beni en azından gözetim altında tut, hatta tutuklaya­
bilirsin bile."
Rintoul sarsılmış görünüyordu. "Böyle şeylere ucuz
romanlarda rastlanır. Aynı bedende iki kişilik, birbirinden
habersiz... Tekrar edeyim, bir kelimesine bile inanmıyo-

rum. fr

"Samuel Porteous'a gidip amnezi nöbetlerim sırasında


yanlış şeyler yapmış olabileceğimi söylediğimde o da bana
aynen böyle söyledi; böyle şeyler ucuz romanlarda olur dedi.
Ve şimdi ölü. Bana, normalde yapmayacağım bir şeyi diğer
halimdeyken de yapmayacağımı söylemişti. Fakat ben ne­
ler yapmaya muktedir olduğumu biliyorum, Hindistan'da
görmüştüm. Zaten bu Canavar, konağı olan kişinin tam
tersi değil miymiş? Ve bir kez daha şu hususu belirtmeli­
yim ki Asılı Adam'ın bulunduğu yere nasıl gittiğimi açık-
layamıyoruz."
Emniyet müdürünün yüzü birdenbire aydınlandı.
"İşte yanıt tam da burada!" dedi ondan beklenmeyecek bir
canlılıkla. "Sen tesadüf eseri orada değildin. Bana o akşam
Dean Village'da biriyle buluşacağını kendin söylemiştin.
Hugh Morrison'ın masumiyetini kanıtlayacak bilgisi olan
biriyle. Bana kendin söyledin."
"Hatırlayamıyorum. Çünkü o sırada da zamanı kay­
betmiştim. Konuşmamızı, hatta merkezden ayrılışımı ha­
tırlamıyorum."
"Ama ben hatırlıyorum," dedi Rintoul neşeyle. "Verdi­
ğin adı, kimi görmeye gideceğini, hepsini hatırlıyorum..."

224
32. BÖLÜM

g%>

Aşağıya inişin sonu yok gibiydi. Elspeth basamakları


saymaya başlamıştı ama öyle çok inmişti ki sonunda say­
mayı bırakmıştı. Çok yorulmuştu, her adımdan önce, ba­
samağın onu taşıyıp taşımayacağını anlamak için ayağıyla
yokluyordu, lek bildiği, merdivenlerin spiral şeklinde aşa­
ğıya indiğiydi.
Kendine geldiğinden bu yana saatler geçtiğini tahmin
ediyordu. Yoksa günler mi geçmişti? Zihni uykudayken
bedeni de bir otomat gibi hareket ederek kendini mi kapat­
mıştı? Görme yetisinden yoksun kalması ve basamakları
inmeye odaklanması, zaman kavramını eğip bükmüştü.
Hiç açlık veya susuzluk hissetmediğini fark etti. Belki de
korku ve kurtulma çabası, zamanın akışını abartmasına
neden olmuştu.
Basamaklar son erince Elspeth şok oldu. Ayağını ileri­
ye uzattı ama başka basamak yoktu. Sırtım duvara yasla­
yıp yavaşça yere doğru kaydı soğuk taşın üzerine oturdu.
Bir kez daha elleri ve dizleri üzerinde emeklemeye
başladı.
Çok geniş bir yerde olmalıydı. Yine sonu gelmeyen
duvar boyunca ilerlemeye başladı, sert zemin eteğini ve
çoraplarını parçalıyordu ve acı içindeydi.
Derken başka bir şey hissetti. Daha yumuşak bir şey.
Tanıdık bir şey.

225
Crtıig Ri^scll

Elspeth çığlık attı - uzun, feryat eden, etrafındaki dur


*
ya kadar karanlık, umutsuz bir çığlık... Karanlığın içsnd
inleyerek yeri yokladı, bulduğu şeyi alıp çaresizce göğsüne
basbrdı.
Üzennde uyandığı çuval beziydi bu.

226
33. BÖLÜM
<&>

Çok tuhaf bir ikili olduklarını düşündü Hyde, emni­


yet müdürüyle birlikte Dean Village'a giderlerken. Rintoul
ona eşlik etmek için ısrara olmuştu.
West End'den ayrılıp Leith Nehri'ne doğru ilerledikçe
şehrin çehresi tamamen değişti. New Tovvn'un geniş ve şık
caddeleri Dean Village'a yaklaştıkça kargaşa içindeki kas­
vetli sokaklara döndü. Hava ağırlaştı, çatlamış bacalardan
çıkan duman ve kurum, Leith Nehri'ni çevreleyen değir­
menlerden ve fabrikalardan gelen sızıntılarla nemlenmişti.
Dean Village'a vardıklarında, haşlanmış lahana ve
iğrenç lağım kokuları birbirine karışmıştı. Burası şehrin
en yoksul ve en pis semtlerinden biriydi. Değirmenlerde
çalışanlar köhne apartmanlarda bir araya toplanmışlardı.
Kalabalık aileler iki, hatta çoğunlukla tek odada kalıyordu.
Koç’un otlatmaya, fabrikalara ve spor sahalarına yer açmak
için kırsal kesimin yerinden edilmesiyle pek çoğu buraya iş
imkânı bulmak için gelmişti. Geniş gökyüzünün altındaki
evlerini ve temiz havayı terk edip buraya gelen zavallılar
sıkış tıkış halde, çoğunlukla klostrofobi hissi yaşıyordu.
Bu köyün içler ansı koşulları, Edinburgh'un liberal sı­
nıflan arasında bir tür kara leke haline gelmişti ve buranın
yıkılıp yeniden inşa edilmesi gerektiğinden söz ediliyordu.
Scûtsww» gazetesinin sahibi Sir John Findlay, Leith kıyıla­
rında geniş araziler satın almıştı ve metruk apartmanların

227

J
< rtiİy, Rııum’ll

yıkılıp, civardaki değirmenlerde çalışanlar için yeni konut


kırın inşa edildiği yeni bir köy vizyonundan bahsediyordu,
Ancak şimdilik, Dean Village yoksulluk, hastalık ve
şiddetle boğuşmaya devam ediyordu, Hyde'ın aklına, o
gece rastladığı korkmuş haldeki değirmen işçisi çocuğun,
Nell McCrossan'm da işe muhtemelen buradan gidiyor ol­
duğu geldi.
Aradıkları adresi buldular. Harap haldeki üç katlı ah­
şap bina, tıpkı içki masasındaki arkadaşından destek alan
bir ayyaş gibi yanındaki daha eski ve taş komşusuna karar­
sızca yaslanıyordu.
"Burası sana bir şey hatırlatıyor mu?" diye sordu Rin­
toul.
Hyde başını iki yana salladı.
"Burası bana o gün söylediğin adres. Bu sokaktaki eski
ve üç katlı, ahşap bir apartmana çağırıldığını söylemiştin.
Buralarda buna benzeyen başka bina yok,"
Hyde omuzlarını silkti ve kapıyı çaldı. Ufak tefek, za­
yıf ve solgun, ifadesiz bir yüze sahip, sarı saçlı bir kadın
kapıyı açtı. Kadın otuz yaşında da olabilirdi, altmış yaşın­
da da. Bu insanlar için hayatın zor ve daha hızlı geçtiğini
biliyordu.
"Yaşlı Flora adında bir kadını arıyorum," dedi Hyde.
"Sanırım burada oturuyor."
"Burada o isimde biri yok," diyen kadın kapıyı kapa­
maya çalıştı ama Hyde araya ayağını koydu.
"Bu polisi ilgilendiren bir konu bayan. Sorumu iyice
anlamaya çalışın."
"Siz polis misiniz?" diye sordu yaşı belirsiz kadın şüp­
heyle.
"Evet öyleyiz. Ben Emniyet Müdürü Rintoul, bu da
Başkomiser Hyde."

228
Kadın iç çekip gıcırtılı kapıyı ardına kadar açfa. İçeri­
den gelen ışık Hyde'ın yüzüne düşünce, kadının daha da
şüphelendiği fark edildi.
"Yakınlarda bir adamın öldürüldüğü gece buraya gel­
miştim," dedi. "Yaşlı Flora adlı bir kadınla buluşmak üzere
Dean Village'a gelmiştim."
"Öyle mi? Kendisi burada değil. Yani kısa süreliğine
buradaydı, kuzeyden gelmişti."
"Nerede yaşıyor?"
"Uzakta, kuzeyde. Kuzeybatıda, Argyll kıyılarında.
Burada kiracımızdı, geçici olarak yani. Edinburgh'taki işi­
ni halledene kadar kaldı."
"Ne işi vardı?" diye sordu Rintoul.
Kadın ikisine de alaycı gözlerle bakıp burnundan gül­
dü. "Siz polis olduğunuza emin misiniz?"
Hyde iç çekti ve kimliğini çıkarıp gösterdi.
"O zaman bilmeniz lazım."
"Nereden bileceğiz?" diye sordu Hyde gittikçe sabır­
sızlanarak.
"Buraya asılan adam işi için gelmişti."
"Ne asılması? Nehrin oradaki mi?"
Kadın yine alaycı bir şekilde güldü ve bu sefer şaşkın
bir yüz ifadesi takındı. "Hayır, hayır. O asılma değil, di­
ğeri. Sizin yaptığınız. Madem o akşam buradaydınız nasıl
hatırlamıyorsunuz? O korkunç patırtıyı unutmuş olamaz­
sınız..."
"Ne patırtısı?" diye sordu Hyde.
"O kadınla yanındaki diğer kuzeyli kadının çıkardığı
gürültü. Ciyaklayan kedilere benziyorlardı. Oğlu asılacak
ve onu defnedemeyecek diye, hapishanenin toprağına gö­
mülecek diye çığlıklar atıp durdular. O yüzden yaptılar."

229
"Ne yaptılar?" diye »ordu l lydc üzünttiMjnu Mlı h
memeye çalışarak.
"Ağıl yakı ıl.ıt Burada, onun oğlu için ağıtlar yaktılar
Hyde tepeden tırnağa ürperdiğini hİMetti. Ağıt yak
mışlardı. Şimdi her ş* ‘yi anlıyordu, banshee çığlıklarının
nereden geldiğini arlık biliyordu
"Yâ#h Hora.,. Hugh Morrison'ın annesi miydi?" diye
hordu.
"I vol anneniydi," dedi kadın. "Astığınız o zavallı oğla-
mn anneliydi, Yaşlı Hora yani Hora Morrison."
Hyde ve Rintoul inanalı bir şekilde bakıştı.
"Demek ki nedeni buymuş," dedi Hyde Rintoui'a. "O
akşam zavallı Hugh Morrison'ın annesiyle buluşmaya gel
inişim. Bana söyleyecek önemli bir şeyleri vardı herhalde
Sonra kadına döndü. "Bayan Morrison'ın adresine ihtiya­
cım var."
* 4*

"Sana söylemiştim," dedi Rintoul, Dean Village'dan


ayrılırlarken. "Burada olmak için geçerli bir nedenin vardı.
Bahsettiğin Yaşlı Hora'nın Morrison'ın annesi olduğunu
bilmiyordum. Ama şimdi her şey yerine oturdu."
"Evet, öyle, O gece duyduğum banshee çığlıklarını da
artık düşünmemize gerek kalmadı. Asılı Adam cinayetiyle
İliç ilgisi yoktu, sadece ağıt yakıyorlardı."
"Anlamadım," dedi Rintoul.
"Eski Galler geleneklerinde Kuzey İskoçyah kadınlar
cenazelerde ağıl yakarlar, mitlerdeki banshee de Ölülerin
arkasından yapar bunu. Bu öyle önemli bir gelenektir ki
işi ağıt yakmak olanlar bile vardır. Bunlar para karşılığın­
da cenazeye veya sonrasındaki törene katılıp ölen kişi için
ağıt yakarlar. O akşam duyduğum sesler, asacağımız ço­
cuk için ağıt yakan kuzeyli kadınlara aitti." Hyde arkasını

230
Hyde

<xvap baktı, ayak sesleri duyduğunu sanmışta. Fakat et-


-yra kimse yoktu.
Peki, şimdi ne olacak?" diye sordu Rintoul. "Yani
\ ?mson davasıyla ilgili demek istiyorum."
"Şu anda yapabileceğim hiçbir şey yok, bu konu biraz
Teklemek zorunda. Kuzeye seyahat edip kaduıla neden
Tutuştuğumu öğrenecek zamanım yok. Bunu yapmam ge-
■A aslında ama ilgilenmem gereken daha acil konular var.
veya böyle, Mary Palon'm cinayetiyle ilgili olarak bir
idam asıldı, görünürde adalet yerini buldu. Eğer yanlış
jîam asıldıysa ve onun masumiyetini kanıtlamam gere-
cvorsa dava fazlasıyla zamanımı alacaktır. Acilen ilgilen­
sem gereken diğer vakaları bir kenara itemem. Bu mese­
le tekrar döneceğim, ama ne zaman olur bilmiyorum."
Hyde duraksadı, dönüp geldikleri tarafa baktı.
"Ne oldu?" dive sordu Rintoul.
Hyde yanıt vermedi ama arkalarındaki gölgelere dik­
katle bakıyordu.
Sanki..." Sustu. Arkalarında bir yerden, sokak lam­
balarının arasındaki gölgelerden takip ediliyorlarmış gibi
bir hareket sezmişti. Ama artık biliyordu ki hayallerin ona
■rusallat olması için gece olması gerekmiyordu. Rintoul'a
azla bir şey söylememeye karar verdi. "Bir şey yok efen­
dim."
Yollarına devam ederken Hyde içinden gelen dürtüle­
re uymadı ve bir daha arkasına dönüp bakmadı.

231
34. BÖLÜM

<&

Hyde o gece beyninde uğuldayan sesler nedeniyle ke­


sik kesik uyudu. Yine karmakarışık rüyalar görmüş ama
uyandığında bunların normal rüyalar olduğunu fark et­
mişti: Günün endişeleri, şüpheleri ve isteklerini yansıtıyor­
lardı. Rüyasındaki görüntüler de, nöbet geçirdiği zaman-
larındakinden farklı olarak uçup gitmişti. Ancak inatçı bir
görüntü, diğerlerinden daha uzun bir süre aklında kalmış­
tı: Cally Burr'un yüzü.
Onu rüyasında gördüğünü hatırlayınca gülümsedi,
yakında görüşmeleri gerektiğini biliyordu. Ve uygunsuz
görünse de ona duygularından bahsetmesi gerekiyordu.
Serin ama aydınlık bir gündü. Hyde özür diler gibi bir
tavırla Mackinley'yi gönderdi ve ofise yürüyerek gideceği­
ni söyledi. Aslında bu yürüyüş sırasında son birkaç günün
olaylarını düşünmek istiyordu.
Geceleyin nöbet geçirirken gördüğü rüyayı hâlâ unu-
tamamıştı. Rüyasında Samuel Porteous'un iki yüzünün
olması, doktorun eşyaları arasında buldukları tuhaf anah­
tarlığı hatırlatıyordu ona. Ucundaki anahtarın neye yara­
dığını çözmemişlerdi.
Dikkat vermesi gereken öyle çok acil konu vardı ki.
Tıpkı Pollock gibi Hyde da artık Elspeth Lockvvood'un
hayatı için endişeleniyordu. Onu zarar görmeden bulma
şansları her geçen gün ciddi ölçüde azalıyordu.

232
I lyde, Princes Caddesi'ne doğru yürürken trafiğin her
«bahklnden daha az olduğunu fark etti ve sebebin şehre
, elektrik kabloları döşenmesi nedeniyle her yerin kazılarak
sokakların altının üstüne getirilmesi olduğunu düşündü.
Sitelerden birinin yanından geçerken arkasından buharla
çalışan bir iş makinesinin sesini duydu ve dönüp o tarafa
baktı.
Tüm insanlarda olduğunu bildiği bir içgüdü vardı.
Edinburgh Üniversitesi'nin dünyaca ünlü mezunu Char­
les Darıvin, insanın gerçek doğasını ortaya çıkarmış ve
telılikenin sürekli pusuda beklediği ve hayatta kalmanın,
yırtıcı bir hayvandan kaçabilmeye bağlı olduğu geniş ova­
larda nasıl evrimleştiğini açıklamıştı. Hyde da o iki adamı
gördüğünde içgüdüsel olarak tehlikede olduğunu hisset­
mişti. İki adam beraber yürümüyordu, keza aynı sınıfa
aitmiş gibi görünmüyorlardı. Ama yine de Hyde ikisinin
ortak bir amacı olduğunu fark etmişti. Günlerdir epilepsi
nöbetlerinin neden olduğu korkunç rüyalar ve görüntüler
yüzünden içgüdülerine güvenemez olmuştu. Ama bu kez,
bu adamlar gerçekti. İçgüdüsü doğruydu.
Hızını artırmadan, yayalarla daha da kalabalıklaşan
Princes Caddesi boyunca yürüdü; müdürler, katipler,
teknik ressamlar, sekreterler, tezgahtarlar ve işportacılar,
herkes işine gitmek üzere kaldırımı arşınlıyordu. Arkasına
dönüp bakmasa da ensesindeki tüylerin diken diken oluşu
adamların onu hâlâ takip ettiğini hissettiriyordu.
Hyde, Edinburgh Şehri Polis Teşkilatı'nda bir başko-
miserdi, üstelik dedektifti. Sokaklarda takip edilip de bunu
fark etmemesi olanaksızdı. Kendisini gözetim altında tuta­
bileceğini Rintoul'a bizzat söylemişti, ama eğer sıradan bir
şüpheliymiş gibi arkasına adam taktıysa bir sürprize hazır
olmaları gerekti. Ama eğer bu adamlar Hyde'ı yasadışı bir

233
Cratç Rıesscll

şekilde takip ediyorsa onları yakalamalıydı. Edinburgh'ta-


kî tüm sivil polisleri tanıyan Hyde, bu adamların kim ol­
duğunu ve onları kimin görevlendirdiğini öğrenmek zo­
rundaydı.
Köşeye gelince hızla Hanover Caddesi'ne döndü ve
Princes Caddesi nden görülmeyecek şekilde durdu. Arka­
sındaki ilk adamın mesafesini düşünüp köşeyi ne zaman
döneceklerim hesaplamaya çalıştı. Böylece aniden karşıla­
rına çıkacaktı.
Ancak köşeden ilk dönen ve Hyde'la yüz yüze gelen
kişi, genç bir kadın oldu. Kadm şaşkınlıkla irkilince Hyde
şapkasını çıkararak özür diledi. Kadın geçip gittikten son­
ra Hyde, onun arkasından gelen yayaları kontrol etti ve
sonra geri dönüp Princes Caddesi'ne göz attı. Ama adam­
lar görünürde yoktu.
Belki de epilepsi nöbetlerinin verdiği hasardan dola­
yı paranoya yaşıyordu. Caddeyi tekrar kontrol etti ama
adamlardan iz yoktu.
Hyde iç çekti ve Torphichen Meydam'ndaki polis
merkezine doğru yoluna devam etti.
4**

Otopsi raporu Hyde'ın masasına saat onda geldi. Ra­


poru getiren MacCandless'ın hali tuhaftı ama zaten Porte­
ous cinayetinden beri ekibm çoğu ona farklı davranıyor,
odaya girdiğinde sohbeti kesiyordu. Öldürülen doktorla
ilişkisi hakkında pek çok varsayım yürüttüklerini düşü­
nüyordu Hyde. Asılı Adanı cinayetinin işlendiği yerde bu­
lunması da tesadüfün ötesinde görülüyor olmalıydı.
Bu duruma müdahale etmeliydi ama şu anda daha acil
konular vardı. Raporu masaya bıraktı, üzerinde çalışmaya
başlamadan önce bir ziyaretçiyi ağırlaması gerekiyordu.
James Lockvvood, artık mahvolmuş bir adamdı. En az

234
Hyde

geçen seferki kadar yorgun görünüyordu. Ancak Hyde, bu


kez endişesine biraz da keder eklendiğini fark ediyordu.
Zaten kansım ve oğlunu kaybetmiş olan Lockvvood, şimdi
belli ki bir kayıp daha vermekten korkuyordu. Hyde ona
çay ikram etmesinin iyi olacağını düşündü.
"Buraya gelmek zorunda değildiniz Bay Lockvvood.
Ben sizin evinize veya ofisinize gelebilirdim," dedi Hyde
ziyaretçisi oturunca.
"Benim için fark etmez," dedi yaşlı adam üzüntüyle.
"Hem burada buluşmamız daha iyi. Daha az dedikodu­
su yapılır. Elemanlarım arasında olabilecek dedikodudan
bahsediyorum. Elspeth geri döndüğünde işi benden dev­
ralacak. Dolayısıyla bu konu çalışanlarım arasında ne ka­
dar az bilinirse bizim için o kadar iyi."
"Korkarım ben başka türlü olmasını tercih ederdim,"
dedi Hyde. "Kızınızın kaybolduğunu ne kadar çok kişi bi­
lirse ipucu veya tanık bulma şansımız da o kadar artar. Her
neyse, burada olduğunuza memnunum."
"İstediğiniz gibi bir fotoğraf getirdim," dedi Hyde'a
elindeki zarfı uzatarak. "Birkaç yıl önce çekilmiş ama elim­
deki en yeni fotoğrafı bu. Biliyorum şimdilerde pek moda
ama fotoğraf çektirmek ailemin tercih ettiği bir şey olma­
dı."
"Teşekkürler," dedi Hyde. Fotoğrafı zarftan çıkardı
ve inceledi. Baba Lockvvood bir sandalyeye oturmuştu,
gülümsemiyordu. Oğlu ve kızı da iki yanında duruyordu.
Elspeth ve babasının çene yapılarının aynı olmasının yanı
sıra ikisinin de saçları açık renkti. Joseph ise aksine koyu
renk saçlı, yüz hatları yumuşak, solgun, kocaman koyu
renkli gözlere ve melankolik bakışlara sahip bir gençti.
"Bu çok yardımcı olacak," dedi Hyde. "Şimdiye kadar
elimizde sadece kızınızın yazılı eşkali vardı. Bu fotoğrafı

235
Craig Russell

büyütebiliriz." Arkasını çevirip fotoğrafçının adını ve ad­


resini kontrol etti. İsmi tanıyınca şaşırdı. "Ah, fotoğrafçınız
Henry Dunlop imiş. Kendisi bizim için de çalışıyor, kızını­
zın görüntüsünü büyütmesini isteyeceğim."
Fotoğrafı yeniden zarfa yerleştirdi. "Bana Elspeth hak­
kında başka neler söyleyebilirsiniz? Kişiliği, alışkanlıkları
gibi... Kayboluşuyla ilgili bilgilerden başka ne anlatabilir­
siniz?"
"Elspeth dedesine -yani babama- çok benzer. İradesi
güçlü, inatçı, kolay kolay korkmayan bir kızdır."
"Kızınızla yakın mısınız?"
"Öyleyiz diyebilirim. Ama bu yakınlık kendiliğinden
değil, daha çok şartlardan dolayı gelişti."
"Pek anlayamadım..." dedi Hyde.
"Ben pek duygularını gösteren bir adam değilim, Baş­
komiser Hyde. Karakterimdeki eksikleri biliyorum ama
insanın karakterini değiştirmesi zordur. Elspeth benim ta­
rafıma dalıa çok benzese de annesine daha yakındı. Ona
çok bağlıydı,"
"Annesini kaybetmiş bildiğim kadarıyla," dedi Hyde.
"Yedi yıl önce öldü. Ama Elspeth onu ölümünden ön­
ceki beş sene boyunca görmemişti."
"Öyle nü?" diye sordu Hyde şaşkınlıkla. "Peki ama
niçin?"
"Karım o dönemde hastaydı. Bir hastanede yatıyor­
du."
"Elspeth onu ziyaret etmiyor muydu?"
"Bu ona acı verirdi. Anlayacağınız üzere, karım maa­
lesef delirmişti. Evliliğimiz boyunca bunun bazı belirtileri
oldu ama sonra işler hoş görülemez, kontrol edilemez hale
geldi, Onu kendi kendine konuşur, hatta bağırırken yaka­
lardım. Çocuklara karşı çok öfkeliydi, hatta zaman zaman

236
Hyde

onların kendi çocukları olmadığını, değiştirildiklerini söy­


lerdi. Margaret karanlık sanrılar görmeye ve hiç alışılma­
dık takıntılar edinmeye başlamıştı. Çocuklar için, benim
için tehlikeliydi, hatta kendisi için de. En sonunda Craig
House Hastanesi'ne yatırıldı."
"Anlıyorum," dedi Hyde. Craig House'u biliyordu.
Burası çok pahalı, özel bir akıl hastanesiydi. Delilik Edin-
burgh'un kalburüstü tabakası için bir trajedi olmanın yanı
sıra utanç kaynağıydı. Craig House onlara uygun ve giz­
li bir çözüm sunuyordu. Samuel Porteous, Craiglockhart
Hastanesindeki görevmin yanı sıra Craig House'ta da da­
nışmanlık hizmeti veriyordu.
"Çok üzgünüm ama sormak zorundayım," dedi
Hyde. "Acaba Elspeth'te de aynı akıl hastalığının belirtileri
görüldü mü?"
"Frederic BaBor'la olan isyankâr ilişkisi hariç, hiç tuhaf
bir durum yaşamadı. Bu olayı bile, tıpkı dedesi gibi faz­
la özgür ruhlu olmasının bir sonucu olarak görüyorum.
Dediğim gibi Elspeth benim aileme çekmiştir; pratik, açık
sözlü, işkoliktir. Ben kendimde hep bir eksiklik olduğunu
düşünmüşümdür Başkomiser Hyde. Romantizm veya ha­
yal gücü eksikliği. Belki de bu yüzden Elspeth'in annesini
o kadar çok beğenmiştim. Batılı ve dünyayı farklı gözlerle
gören bir kadındı. Hayal gücü ve romantizm doluydu. En
sıradan şeylerde bile şiirsel bir yan görürdü." Lockwood
gülümsedi. "Müthiş hikâyeler anlatırdı. Çocukları Kuzey
İskoçya masalları ile adeta büyülerdi, hem de en akılcı olein
Elspeth'i bile. Ama annesine çeken Elspeth değil, oğlum
Joseph idi. O ressam olmak isterken, ben onu aile işinin ba­
şına geçmeye zorladım. Ama ne yazık ki annesinden aldığı
tek şey yaratıcılığı değildi."
"Sanırım sinir hastasıydı," dedi Hyde.

237
Craig Rtıssell

"Hem de çok ciddi şekilde." Lockvvood'un yüzünden


büyük bir acı okunuyordu. "Herhalde duymuşsunuzdur,
intihar ettiğine dair dedikodular çıkmıştı. Bu doğru olabi­
lir, gerçi benim hâlâ şüphelerim var. İşin doğrusu sanrılan
o kadar canlıydı ki oğlum uçabileceğine inanarak o çatıya
çıkmış olabilir. Olayı görenler çığlık attığını, bağırdığını
duymamışlar. Kollarını iki yana açıp öylece düşmüş."
"Üzgünüm Bay Lockvvood," dedi Hyde. Pollock içen
çay getirince sustular. Hyde ikisini tanıştırdı.
"Dedektif Pollock da bize katılsa sakıncası olur mu?"
diye sordu Hyde. "Kızınızın vakasında benimle birlikte
çalışıyor. Hatta şu anda ilgilendiği tek vaka bu. Onun da
konuştuklarımızı duyması faydalı olabilir."
Lockvvood, Pollock'u soğuk bakışlarla inceledi, belki
de dedektifin fazla genç olduğunu düşünmüştü. Ama iti­
raz edemeyecek kadar bitap görünüyordu. "Pekâlâ," dedi.
Pollock nezaketen oturmadı ve bir kenarda duvara
yaslanıp elinde bir defter ve kalemle durdu.
"Sanırım şartlar bizi yakınlaştırdı derken ne demek is­
tediğinizi anladım. Bu trajediler sizi bir araya getirdi. Öyle
mi?"
"Öyle. Elspeth bende kendini görüyor herhalde. Ben­
ce benimle araşma mesafe koyması da bundan. Hatta is­
yankârlığının nedeni de bu olabilir. Ama annesi evden
gittiğinde ve özellikle de Joseph öldüğünde birbirimize
yaslandık, hep destek olduk. Bir tek ikimiz kalmıştık "
Duygusallaşan Lockvvood'un sesi titredi. Devam etmeden
önce biraz beklemesi gerekti.
"Elspeth sizi hiç annesini hastaneye yatırdığınız için
suçladı mı?"
Lockvvood başını iki yana salladı. "Sonlara doğru kan-

238
Hyde

nun davranışları... Ekstrem boyutlara ulaştı. Çocuklar her


şahit oldular ve çok korktular. Karımı götürdüklerin­
de iki çocuğum da çok küçüktü, buna rağmen annelerinin
rahatsızlığının farkındalardı."
"Peki ilgi alanları ve hobileriyle ilgili neler söyleyebi­
lirsiniz? Vaktini nerelerde geçiriyor?" diye sordu Pollock.
Lockvvood, sanki genç dedektifin oradaki varlığını
unutmuş gibi birden dönüp Pollock'a baktı. Sonra Hyde'a
dönerek cevap verdi.
"Elspeth birçok derneğe üyedir, hayırsever veya başka
kuruluşlar... Edinburgh Galliler Derneği'nde çok aktiftir.
İskoç Galcesini çok iyi konuşur, anneleri çocukken ikisine
de öğretmişti. Sizin de bildiğiniz birtakım dernek ve grup­
lar da var."
"Ne gibi?" diye sordu Hyde.
"Söylediğim gibi, kızım özgür ruhlu biri ve hemcinsle-
frinin bağımsız olması gerektiğine inanıyor."
"Süfrajetlerden biri mi?" diye sordu Pollock.
"Evet öyle. Özellikle mal mülk sahibi kadınlara oy
hakkı verilmesinden yana. Anladığım kadarıyla başka tu-
Ihaf politik görüşleri de var ama bunları benimle pek pay­
laşmaz. Bir de anti-Birlikçilef var ki bunu da o dolandırıcı
Ballor ortaya attı."
"Yani kızınız politik olarak oldukça aktif biri," dedi
Pollock.
"Aktif diyemem..." dedi Lockvvood yine Hyde'abaka­
rak. "Ama tuhaf ilgi alanları ve inanışları var diyebilirim."
"Fotoğrafı görebilir miyim?" diye sordu Pollock ve
Hyde hemen zarfı uzattı.
■ Birlikçilik, İrlanda ile Büyük Britanya adaları arasında politik birlik
olması gerektiğini savunan ideolojidir, (ed.n.)

239
Craig Rtısscll

Hyde, Pollock'un yüzündeki ani değişimi fark etti


ama sesini çıkarmadı. Lockwood'un arkası dönük olduğu
için genç polisin yüzündeki ifadeyi fark etmemişti.
***
"Ne oldu lain?" diye sordu Hyde, Lockwood gidince.
Pollock ona çıkışa kadar eşlik etmiş ve merdivenlerden ko­
şar adım çıkıp Hyde'ın odasına kapıyı çalmadan giriver­
mişti.
"Günlerdir Elspeth Lockwood'un eşkalini tarif ediyo­
rum ama aradaki bağlantıyı bir türlü kuramamışım," dedi
Pollock kendi aptallığına şaşarak.
"Ne bağlantısıymış o?" diye sordu Hyde.
"Cobb Mackendrick'in toplantısında insanları kapıda
karşılayan kızıl saçlı kadın... Letih'teki toplantıda efen­
dim... Size yemin ederim ki o kadın Elspeth Lockwood..."

240
35. BÖLÜM

Hyde, Pollock'a, Cobb Mackendrick'in nerede olduğu­


nu bulmasını ve onu merkeze getirmesini söyledi.
"Scotland Yard'a haber verelim mi?" diye sordu Pollo-
ck "Mackendrick ile çok ilgililerdi."
"Bu bizim soruşturmamız lain," dedi Hyde. "Bir ka­
rıp vakasının soruşturması. Özel birimin ilgisi ikinci plan­
da. Cobb Mackendrick'i sorgulanmak üzere buraya getir."
*-« w

Günün ilerleyen saatlerinde Hyde şakaklarında bir


zonklama ve ağzmda uyuşma hissetti. "Şimdi değil..."
diyemınldandı kendi kendine. "Lütfen şimdi olmasın..."
Memurlara bir saat boyunca rahatsız edilmek isteme­
diğini söyledi, ilk yardım dolabından biraz aspirin tozu
aldı ve bir bardak suya karıştırarak masasına oturup içti.
Bu, otopsi raporunu okumasını biraz zorlaştırdı.
Samuel Porteous vahşice bıçaklanmış, göğüs kafesi ve
kann bölgesine sayısız bıçak darbesi almıştı. Katil, hızlı bir
ölüm olması için kalbe veya aort damarına bıçağmı sapla-
mamıştı, kurban yavaş yavaş, kan kaybından ölmüştü.
Hyde bunun Asılı Adam cinayetinden çok farklı oldu­
ğunu düşündü. Tek bir ortak nokta vardı; o da kurbanın
bedenine, öldükten sonra zarar verilmesiydi. Porteous'un
gözleri oyulmuştu.
Otopsiyi yapan Doktor Joseph Bell'di. Rapor birçok

241
Craig Rııssell

detayla doluydu ve Hyde'a yazılmış bir not içeriyordu.


Doktor Bell Porteous'un en parlak öğrencilerinden biri ol­
duğunu ve Hyde’ın katili en kısa sürede bulmasını diledi­
ğini yazmıştı. Elinden ne gelirse yapmaya hazır olduğunu
da belirtmişti, Hyde'ın söylemesi yeterliydi. Ayrıca otopsi
raporunda, daha geniş çaplı bir soruşturmaya yardıma
olabileceği düşüncesiyle, önemsiz ve ölüm nedeniyle ala­
kasız gibi görünen şeyleri bile detaylıca yazdığını söylü­
yordu.
Örneğin bu gözlemlerden birine göre Porteous'ta
anatomik bir anomali vardı ve muhtemelen azalan kemik
kütlesinden kaynaklıydı. Doktor Bell bu tür bozukluklann
erken yaşlarda iyi beslenememekten kaynaklandığını dü­
şünüyordu. Hyde, merhum arkadaşının gençliği hakkında
hiçbir şey bilmediğini ve Porteous'un üniversite öncesi ha­
yalından ona hiç bahsetmediğini fark etti.
Ayağa kalkıp pencere kenarına gitti ve raporu pence­
reden gelen ışıkta okumaya devam etti. Tıbbi terminolo­
jiye pek hakim değildi ama bir şey göze çarpıyordu: Bell
beyni incelerken serebral arterit, özellikle de baziler arter
stenozu olduğuna dair kanıtlar bulduğunu bildiriyordu.
Bu, beyin zarındaki diğer bulgularla birleştiğinde belirli
bir hastalığa işaret ediyordu,
Porteous, frengi hastasıydı.
Doktor Bell'in belirttiğine göre hastalık henüz son aşa­
maya gelmemişti. Porteous yıllarca semptom göstermemiş
olabilirdi, belli ki deride henüz lezyon veya kızarıklık or­
taya çıkmamıştı. Ama bu uzun kuluçka dönenimde beyan
ciddi ve tehlikeli şekilde hasar görmüştü. Hasta, kişiliğinde
değişiklikler yaşıyor olabilirdi. Başka nörolojik semptom­
lar da başlamış olabilirdi: Parezi, fiziksel yorgunluk, kuv-
vetsizlik, zihinsel yorgunluk, baş dönmesi ve unutkanlık

242
Hyde

gibi. Bell, Porteous bir doktor ve bir psikiyatrisi olduğun­


dan. sağlık durumundan ve sonucunun neler olabileceğin­
den kesinlikle haberdar olduğuna dair bir not eklemişti.
Hyde, son dönemde Porteous'un espri anlayışını nasıl
kaybettiğini hatırladı. Arkadaşının bedeninin ve ruhunun
parça parça edilerek incelendiği raporu okumayı bıraka­
rak pencereden aşağıdaki sokağa baktı.
Rapor elinden kayıp yere düştü. Hızla pencerenin ya­
nında yarılıp kapıya yöneldi, ofisinden dışan çıktı ve deli
gibi koşarak merdivenlerden inmeye başladı. Merdiven­
lerde karşılaştığı MacCandless son anda kendini yana ata­
rak Hyde'ın geçmesine izin verdi.
Zemin kattaki resepsiyon alanına hızla daldığında
hım yüzler şaşkınlıkla ona dönmüştü.
Resepsiyon masasındaki polis memuruna seslendi:
“Sen, hemen benimle gel!"
Hyde polis merkezinin kapısından hızla dışarı çıktı ve
arkasındaki polis memuruyla birlikte koşmaya başladı. So­
kağın sonuna kadar koştu, köşeyi dönüp Torphichen Cad-
desi'ne girerken deri ayakkabıları kaldırımda kaydı.
Hiç kimse yoktu.
Onu ofisinin penceresinden görmüştü. Onu görmüş­
tü! Sabahleyin onu takip eden adamlardan biri, bu köşede
durmuş polis merkezini izliyordu.
Ancak şu anda orada kimse yoktu.
Her yöne baktı. Burası, her yönü rahatça görebileceği
bir kavşaktı. Kolayca saklanabilecek bir yer yoktu. Kaldı-
nmda birkaç yaya yürüyordu ama hiçbiri pencereden gör­
düğü adama benzemiy ordu. Peki ama bu adam nasıl böyle
hemen ortadan kaybolmuştu?
Hyde yeniden koştu ve bu kez West Maitlan Cadde-
si'nin köşesinde durarak dört bir tarafa baktı. Önce Hay-

243
Crajg Russdl

markefe doğru, sonra ters istikamette şehir merkezine


doğru olan yollan taradı.
Başka polis memurları da koşup gelmişlerdi ve bir o
tarafa, bir bu tarafa bakan Hyde'ı merakla inceliyorlardı.
"Neler oluyor efendim?"
"Ne?" Hyde, MacCandless'ın da orada olduğunu ve
endişeyle kendisine baktığını gördü.
"Ne oldu?" diye tekrar etti MacCandless. Ancak ami­
ri yine cevap vermeyince ısrara bir sesle "Başkomıser
Hyde!" dedi.
"Birini gördüm..."
"Kimi?"
"Takip ediliyorum. Onları daha önce de görmüştüm."
"Onlar mı?"
"İki adam. Önceki gece de beni izlemişlerdi." Hyde
başının umutsuzca iki yana salladı. "Sandım ki..."
Hyde, MacCandless'ın yüz ifadesini görünce ne dü­
şündüğünü anladı.
"Neyse, boş ver," dedi ve kendisine yol açan adamla­
rının bakışlarına aldırmaksızm yürüyüp gitti.

244
36. BÖLÜM

Elspeth, göz pınarları kuruyuncaya kadar ağlamış ve


çığlıkları karanlık boşlukta yankılanıp durmuştu. Bu na­
sıl olabilirdi? Nasıl saatler boyu aşağıya inmesine rağmen
kendini yeniden en yukarıda bulabilirdi? Burası nasıl bir
verse, nasıl bir karanlık tasarımı varsa aklını tamamen ka-
çrsın diye yapılmış gibiydi.
Acaba burası, Frederic'le birlikte Karanlık Adam anıtı­
nın önünde gördüğü gerçekliğe mi aitti? Burası Edinburgh
semalarında gördüğü tek gözlü dev halüsinasyonundan
dalıa gerçek gibi durmuyordu.
Çuval bezinin üzerine oturup bir köşesini de göğsü­
ne bastırdı. Sanki bu şekilde yatağın altından çıkacak ca­
navarları koyabilecekmiş gibi, kabusunun geçip gitmesini
bekleyen bir çocuk gibiydi. Sessizce, karanlığın içinde bir
süre öylece oturdu, zihni de etrafı gibi boş ve karanlıktı.
Uzun bir süre sonra veya ona uzun gelen bir süre
sonra bir karara vardı. Boşluğa doğru yürüyecekti. Dalıa
önce duvar kenannda yaptığı yürüyüş, bulunduğu yerin
ne kadar büyük olduğunu göstermesi dışında bir işe yara­
mamıştı. Belki duvar yanından ayrılıp boşluğa yürürse bir
şeylere rastlardı. Elbette ki bu tehlikeli bir girişimdi ama
elleri ve dizleri üzerinde emeklemekten yorulmuştu. Eğer
yürürken bir çukura düşüp ölecekse de en azından ölümü
ayakta karşılamış olurdu.

245
t ralff ftuooı-ll

Kollarını karanlığa doğru uzattı ve dikkatlice yürüme­


ye başladı. Zeminin düzgün olmayışı onu yavaşlatıyor */e
kararlılığını etkiliyordu. Ama bir süre sonra ayağının altın
daki zemin daha düzgün bir hal aldı, Çok geçmeden daha
düzgün ve emin adımlar atmaya başladı. Yürüdü, yürüdü,
karşısına hiçbir engel çıkmadı. Karşı duvara da varamadı
Eğer burası Edinburgh'un altındaki bir mahzen olsaydı,
şehrin altında böylesine büyük bir boşluğun tehlike yara­
tacağını düşündü. Burası mantığa sığmayan bir yerdi; fizik
kurullarına meydan okuyordu ve sınırsız boyutu hiç akla
yatmıyordu.
Aynı anda hem yürümeyi kesti hem de nefes almayt
Bir ses duymuş ve karanlığa kulak kesilmişti. Acaba bu ses
hayal gücünün bir oyunu muydu yoksa kulaklarına hü­
cum eden kanın sesi miydi? Derken sesi yeniden duydu.
Ayak sesleri,,.
Kendi ayak seslerinin yankısını duymadığından emin
olmak için hiç kımıldamadı. Ayak sesleri devam etti. Ses
uzaktan geliyor, ama Elspeth'e doğru yaklaşıyordu. İna­
nılmaz bir şekilde, yaklaşan adımlar enerjik ve düzenliydi,
sanki karanlık bu yürüyüşe engel değilmiş gibi.
Kaçabilmeyi umut eden Elspeth, yerini belli edecek bir
ses çıkarmamak için eliyle ağzını kapadı. Yardım istemek
de aklından geçti ama çok derin ve güçlü bir içgüdü ona
bu yaklaşan ayak seslerinin kendisini kurtaracak birinden
gelmediğini söylüyordu. Yaklaşanın, kendisini buraya ka­
patan işkenceci olduğunu içgüdüsel olarak biliyordu.
Tehlikeye aldırış etmeden koşmaya başladı.

246
37. BÖLÜM

Cally Burr, Hyde'ı kapısının önünde görünce şaşırdı.


Doğrusu Hyde da oraya gitmeye cesaret edebildiği için
şaşkındı. Ev şehrin kuzeyinde, saygın bir bölgede yer alan
iki katlı, gösterişsiz bir binaydı.
"Haber vermeden geldiğim için üzgünüm," dedi
Hyde zayıf bir sesle. "Benim... Söylemem gereken..." Bir
türlü doğru kelimeleri bulamadı.
"İçeri gel," dedi Cally şaşkınlıkla. "Sana çay ikram
edeyim."
Cally Burr çay yaparken Hyde'ı salona davet etti.
Nedenini bilmiyordu ama Hyde onun mobilya seçimi­
ne şaşırmıştı. Aslında çok geniş bir pencereye sahip olan
misafir odası, dekorasyonu sebebiyle karanlık bir havaya
bürünmüştü. Ev sahibi bir bilim inşam olduğu için Hyde
evin daha kullanışlı, daha aydınlık ve süsten püsten uzak
olabileceğini hayal etmişti. Oysa gerçek tam tersiydi. Du­
varlarda koyu yeşil, lacivert ve turkuaz tonlarında süslü
bir deseni olan, saten görünümlü duvar kâğıdı vardı. Kol­
tuk alçak ve egzotik görünümlüydü, o da duvar kâğıdı ve
perdelerinkine benzer renk tonlarında, saten bir döşemeye
sahipti.
Evdeki koku Hyde'a çok eski hatıraları anımsattı: San­
dal ağacı kokusu... Bu odadaki karanlık egzotizm, ev sahi­
binin bastırılmış kişiliğini yansıtıyor gibiydi.

247
ililip RlIMNr'//

Bir duvara yaslanan vr odaya göre fazlasıyla büyük


olan camlı maun büfenin içinde çeşit çeşit ahşap ve me­
tal objeler sergileniyordu. Hyde uzaktan bakınca bile bu
nesnelerin farklı kültürlere ait olduklarını anlayabiliyordu,
Büfeye yaklaştı ve içindekileri inceledi: ağız, kısmına doğru
zarifçe incelen, büyükçe bir sürahi; dövme bakırdan yapıl­
mış süslü bir yemiş kutusu; tavus kuşu motifiyle bezenmiş,
aynı şekilde süslü bir mlnakari kutu; kırmızı vernikli, pi­
rinçten yapılmış iki küçük fil çanı.
Cally Burr yine safir ve zümrüt taşlı yüzüğünü takı­
yordu, Hyde daha önce bu yüzüğü nerede gördüğünü ha­
tırladı. Bu bir polki yüzüğüydü.
“Sanırım daha önce Hindistan'a gittin, öyle değil mi?"
diye sordu Hyde. Kadının yüzünde yine o ifadesiz, ne dü­
şündüğünü ele vermeyen bakışlar vardı.
“Orada doğdum," dedi sonunda. Gözlerindeki buz­
lar az da olsa çözülmüş gibiydi. "Babam bir mühendisti,
İrlandalı bir mühendis." Bir süre duraksadı. “Annem ise
Gucerat."
“Anlıyorum," dedi Hyde, şaşırmamıştı. Burr hakkm-
daki izlenimlerinden ve kadının evindeki dekorasyondan
yola çıkarak bunu çoktan tahmin etmişti. “Peki, İskoçya'ya
nasıl geldin?"
"Annem ben küçükken ölünce babam beni Dublin'ede-
ki kız kardeşinin yanına gönderdi. Babam Hindistan'dan
dönünce de birlikte Edinburgh'a taşındık."
“Baban seninle birlikte mi yaşıyor?"
“Öldü, yıllar Önce. Bana tek başıma ayakta kalacak ve
tıp öğrenimimi tamamlayacak kadar para bırakmıştı."
“Bunu duyduğuma üzüldüm. Babanın ölümüne yani.
Fek başına mı yaşıyorsun?" diye sordu Hyde.
"Evet. Sen de öyle herhalde."

248
Hyde

"Evet." Hyde daha fazla bir şey söyleyemedi.


Oturdular ve bir süre daha havadan sudan konuştu­
lar. Sonunda, "Bu ziyaretin sebebini Öğrenebilir miyim?"
diye sordu Cally.
Hyde öne eğildi, dirseklerini dizlerine dayadı. Ve ko­
nuşmaya başladı. Porteous'un korkunç ölümünden, psiki-
yatristle yaptığı gizli anlaşmadan, hastalığmdan ve neden
herkesten sakladığından, canlı ve tuhaf rüyalarından, öl­
müş küçük kızı gördüğü feci halüsinasyonlanndan, ma­
sum olduğuna emin olduğu bir genç adamın asılışmdan
bahsetti. Ara vermeksizin, çayının soğumasına aldırmadan
konuşuyordu. Sonra günlüğü, kayıp sayfalan, geriye ka­
lan ve kendisini suçlu gösteren sayfalan, kendisini takip
eden gölgeleri, insanların onun akıl sağlığından şüphe et­
tiklerini, kendisinin de şüpheleri olduğunu anlattı.
Ayrıca, reçetesiyle ilgili olarak Porteous'la tartıştıkla­
rından ve bu tartışmanın onu nasıl daha da şüpheli duru­
ma soktuğundan bahsetti.
"Bu reçetede neler vardı?" diye sordu Cally Burr.
"Keşke bilseydim. Rintoul da bana aynı şeyi sordu. Sa­
muel ilaçları ya önceden hazırlardı ya da evime gönderir­
di. Asıl tuhaf olan, notları arasmda ilacın formülüyle ilgili
hiçbir şey olmaması. Onu öldüren katil, günlüğün sayfala-
nyla birlikte bazı önemli belgeleri de almış olabilir. Ben de
maalesef son dozu atmıştım, çünkü artık kullanmak iste­
miyordum."
"Neden? Nasıl bir etki yapıyordu?"
Hyde ona gece geçirdiği nöbetlerden, sonrasında­
ki halüsinasyonlardan ve ilacın bunları azaltmadığından
bahsetti.
"Açıkçası, nöbetlerim sırasında gördüğüm diğer dün­
ya ve oradaki kişiler öyle canlı ve gerçek görünüyor ki beni

249
Craig Russell

takip ettiğini düşündüğüm adamların gerçek olup olma­


dığım sorgulamaya başladım. Sokağa koştuğumda ekibi­
min bana nasıl baktığını görecektin, sanki aklını yitirmiş
bir adama bakar gibilerdi... Tahminimce benim Samuelle
bağlantım hakkında zaten dedikodular yapılıyordun"
Cally Burr bir süre sessizce oturup Hyde'ın anlattıkla­
rım düşündü. Dışarıda hava kararıyordu, sonunda kalkıp
havagazı fitillerini ve masadaki gaz lambasını yakması ge­
rekti. Tekrar oturduğunda lambaların ışığı teninin rengini
daha da vurgulamışta, Hyde farklı ırklardan ebeveynlere
sahip olmanın onun için ne kadar zor olduğunu, sonra da
kariyeri açısından cinsiyetinin ne büyük bir engel teşkil et­
miş olabileceğini düşündü. Onun neden savaşçı bir kadın
olduğunu anladı ve içten içe takdir etti. Ayrıca ne kadar
zarif bir güzelliği olduğunu ve içinde nasıl duygular uyan­
dırdığım fark etti.
"Neden bunları bana anlatmayı tercih ettin?" diye sor­
du Cally Burr sonunda.
Hyde iç çekti. "Yardıma ihtiyacım var. Bu kargaşanın
ötesini görebilecek birinin yardımına ihtiyacım var. Düşün­
düm ki... Sen beni anlayabilirsin diye düşündüm. Farma­
kolojiye olan ilginden de bahsetmiştin. Samuel'in bana nasıl
bir ilaç verdiğine dair bir fikrin olabileceğini düşündüm."
"Sorun şu ki," dedi Cally, "Nasıl bir bileşim kullandı­
ğını talimin edemiyorum. Nöbetlerin benim bildiğim for­
müllerden biriyle açıklanabilecek gibi değil. Ancak Doktor
Porteous deneysel bir ilaç geliştirmiş olabilir."
"Ben de öyle düşünüyorum," dedi Hyde. "Bu da ila­
cı bırakma nedenlerimden biriydi. Kendimi bir hastadan
ziyade deney faresi gibi hissetmiştim. Samuel çok hırsh
bir adamdı, hatta meslektaşlarının kaydettiği ilerlemelerin
onu öfkelendirdiğini biliyorum. Onun en önemli kusuru,

250
Kibri ve hırsıydı diyebiliriz. Frengi olduğunu ve zamana
Uf$ı yarıştığını hiç bilmiyordum."
Cally Burr yeniden sessizce oturup Hyde'ın söyledik­
lerini düşündü. "Doktor Porteous semptomlarının sebebi­
ne dair herhangi bir şey söyledi mi sana?"
"Son tartışmamızın sebebi buydu. Kesin konuşmuyor­
du. Ama beynimde bir tümör olabileceğini ve büyüdükçe
semptomlarımı kötüleştiriyor olabileceğini söylemişti."
"Ama ilacı kesmek sende bir değişiklik yapmadı, öyle
mı?
"İyi yönde yaptı diyebiliriz. İlacı kestiğimden beri hiç
nöbet geçirmedim. Ama bu o kadar da tuhaf değil. Bu te­
daviye başlamadan önce de haftalarca nöbet geçirmediğim
olurdu."
"Bu hafıza kayıplarını ve gece nöbetlerini ne zaman­
dan beri yaşıyorsun?"
"Sanırım ilk kez olduğunda on yaşındaydım. Belki on
bir."
"Öyleyse semptomlarına sebebiyet verecek bir tümör,
hatta iyi huylu bir lezyon olması pek de olası değil. Kaldı
ki Doktor Porteous'un böyle bir şeyi ilk olasılık olarak gös­
termesine çok şaşırdım. Ancak..."
"Ancak ne?"
"Doktorların uyguladığı bir numaradır bu. Ki benim
çok kınadığım bir şey. Bazen doktorlar durumunu çok sor­
gulayan hastaların gözünü korkutmak için alacağı cevap­
ların çok kötü olduğuna onları inandırır ve böylece daha
fazla soru sormalarını engeller."
"Samuel ben soru sordukça sinirlenmeye başlıyordu
gerçekten de."
Cally Burr bir süre düşündükten sonra gidip bir not
defteri ile kalem alıp geldi.

251
Crflij; Russell

"Bana geçirdiğin nöbetleri, tuhaf rüyalarını ve Dok­


tor Porteous'un sana söylediği her şeyi anlatmanı istiyo­
rum...7'
***
Hyde, Cally Burr'un evinden çıkarken morali fazlasıy­
la yerine gelmişti. Cally Burr ona nazik, sabırlı ve iyi niyetli
davranmıştı. Hyde'ı dinlemiş, ona güvence vermişti. Hyde
da en büyük korkularını, tuhaf durumunun tüm gizli ta­
raflarını ve hatta dış görünüşünden dolayı yalnız kaldığını
onunla paylaşmıştı. Karşılığında onun da kalkanını biraz
indirdiğini hissetmişti. Açıkça dile gelmemişse de, dışlan­
mış iki insan birbirine dair ortak bir anlayış geliştirmiş gi­
biydi. Hatta belki bir parça çekim bile oluşmuştu araların­
da.
Her şeyden önemlisi, artık hastalığı ve Porteous ile
yaşadıkları konusunda yalnız değildi. Nöbetleri sırasında
zamanı kaybettiğinden, hatırlayamadığı bu anlarda suç iş­
lemiş veya başka yanlış bir şeyler yapmış olmaktan kork­
tuğuna kadar her şeyi anlatmıştı. Cally Burr, Porteous'un
bir insanın bilinçliyken yapmayacağı bir şeyi aklı yerinde
değilken de yapamayacağı görüşüne katılıyordu.
Bir sonbahar akşamıydı ve yaklaşan kış, uzun parmak­
larım güne uzatıp uzun gecelerin yakında geleceği sinya­
lini şimdiden veriyordu. Hindistan'dan döndükten sonra
Hyde'ı en çok etkileyen şey bu olmuştu: Hindistan'ın o
parlak ve canlı renklerinden sonra, Edinburgh kışlarının
cansız ve mat melankolisine alışmak zor olmuştu.
Hyde köşeye kadar yürüyüp bir araba durdurmaya
karar verdi. Yolun karşısına geçmek üzere kaldırımdan in­
meye hazırlanırken, sokağa şöyle bir göz attı.
İşte o sırada onu gördü. Yaklaşık elli metre kadar ge­
risinde bir adam yürüyordu. Tavrı ve yürüyüşü doğaldı,

252
Hyde

Hvde'a bakmıyordu, herhangi bir saklanma girişimi yok­


tu Masumca kaldırımda yürüyen bir adam olmadığını dü­
şündürecek hiçbir şey yoktu.
Ancak Hyde adamı tanıyordu. Ofisinin penceresinden
jördüğü adamın bu olduğuna emindi.
Kalbi hızla atmaya başladı. Adamdan korkuyor değil­
di ama gerçekten delirmiş olabileceğinden kaygılanıyordu.
Caddede hızla yürüyüp aniden dar bir ara sokağa gir­
di. Hızla koşmaya başladı ve bir kilise avlusundan geçip
takipçisinin göremeyeceği şekilde caddeye döndü. Hyde
durdu ve sırtını bir binanın çinili duvarına yasladı. Ar­
kasındaki adamın kaldırım taşlarına vuran ayak sesleri
duyuluyordu, belli ki arkasında o da koşuyordu. Derken
ayak sesi durdu ama daha uzaktan gelen başka ayak sesleri
geliyordu. Farklı yönlere koşuşturan ayak sesleri ve küfür­
ler duyuldu. Hyde sırtı hâlâ binaya yaslanmış halde, köşe­
ye yaklaştı ve takipçisini görmek için sokağa baktı.
Bu takipçi hayal değil de gerçekse, amirinin görevlen­
dirdiği biri olamazdı çünkü Edinburgh'taki sivil dedektif­
lerin hepsi Hyde'ın adamlarıydı. Bu nedenle Rintoul tara­
fından Hyde'ı takip etmekle görevlendirilmiş biri olamaz­
dı Zaten Hyde'ın polis merkezinde anormal bir davranışı
olmayacağından, orada gözetlenmesinin bir anlamı yoktu.
Ayak sesleri iyice yaklaşınca Hyde harekete geçmeye
hazırlandı. Adam kilise avlusunun girişinden geçerken
Hyde çıkıp adamı arkasından yakaladı. Adam kendisin­
den uzundu ama daha inceydi. Omzundan tutup adamı
kendine çevirdi. İşte şimdi yüzünü açıkça görebiliyordu,
polis ekibinden biri olmadığına da böylece emin oldu.
"Kimsin ve neden beni takip ediyorsun?" diye sordu.
Adam şaşkınlığını üzerinden çabuk attı; kocaman açı­
lan gözleri yeniden kısıldı ve yüzüne, kötü niyet belirtisi bir

253
Craig Russcll

ifade yerleşti. Hyde adamın eldivenli elini cebine atarak Hm


ama keskin bir bıçak çıkardığını fark etti. Bıçağı Hyde'ın yü­
züne doğru savurdu, ama Hyde sağ kolunu kaldırarak ken-
dini savundu. Ancak hemen dirseğinin altında bir darbf-
sıcaklık hissetti. Bıçak kolunu yaralamıştı ve kan akıyordu.
Acının da verdiği öfkeyle kükreyen Hyde saldırganın
üzerine atıldı. Adam bu kez bıçağını Hyde'ın karnına doğ­
ru salladı ama Hyde bu saldırıyı da savuşturdu. Bu kez
bileğinin yan tarafında bir kesik oluşmuştu. Hyde öfkeyle
adamın yüzüne bir yumruk indirdi. Adam geriye doğru
kavrulurken Hyde onu bıçağı tutan elinin bileğinden yaka­
ladı ve bacaklarına arkadan tekme atarak onu sırtüstü yere
düşürdü. Hyde ayaktaydı, adamın bıçak tutan bileğini ra­
hatsız edici bir çatırtı duyuluncaya dek büktü. Sonunda
adamdan acı dolu bir çığlık yükseldi ve bıçak yere düştü
Hyde eğilip dizini adamın göğsüne koydu ve yüzüne
peş peşe yumruklar indirmeye başladı. Adamın kana bula­
nan suratından kırılan kemiklerin sesleri duyuluyor, ama
öfkeden gözü dönen Hyde durmak bilmiyordu.
Adamın kendinden geçtiğini anlayınca durdu. Nefes
nefese kalmıştı. Öfkesi yatışınca, adamı neredeyse öldür­
müş olabileceğini düşünerek endişeye kapıldı. Adamı dö­
verken, çok eski günlerde ve kilometrelerce uzakta kalmış,
savaşın kıvılcımlandırdığı karanlık bir öfkeyle dolu eski
Hyde'a dönüşmüştü. Aniden Porteous'un ve Cally Burr'un
normalde yapmayacağı bir şeyi nöbetler sırasında da asla
yapmayacağına dair görüşleri anlamsız göründü.
Bilinçli ya da bilinçsiz olsun, Edvvard Hyde büyük bir
şiddet kapasitesine sahip olduğumu biliyordu.
Baygın saldırganı inceledi. Hyde'ın büktüğü kolu
açıkça kırılmış veya yerinden çıkmıştı, tuhaf bir açıyla du­
ruyordu.

254
Hyde

û sırada Hvde, adamın eldiveni ve gömleğinin man-


arasından küçük bir iz fark etti. Hiç şüphesiz, bu aynı
ivmeydi, "Fotoğrafçı Dunlop'un ve kaledeki çavuşun ko-
[ u;xla gördüğü dövme.
Adamın inleyerek kendine gelmeye başlamasına se-
■ mdi. Belki şimdi sorularına yanıt verirdi.
Adamın göğsüne bastırdığı dizini hafifçe çekti ve ce-
| tuldeki polis düdüğünü çıkarmak üzereyken kafasının
। iAasına feci bir darbe aldı. Edinburgh'un gri gökyüzü bir-
’ den kapkaranlık oldu.
***
Hyde ağzında karım metalik tadıyla uyandı, kan ba­
şlıdaki yaradan ağzına akmıştı. Ayağa kalkmaya çalıştı,
ıncak başında hissettiği acı nedeniyle ağırdan aldı. Gözle­
me de dolmuş kan etrafını tam olarak görmesini engelli-
vordu. Mendilini çıkarıp yüzünü sildi.
Kulakları çınlıyor, etrafındaki binalar ve gökyüzü dö­
küyordu, Etrafına baktı, yalnızdı.
Hava biraz daha kararmış ama henüz gece olmamışta,
adece birkaç dakika baygın kaldığını tahmin etti. Görünü­
şe göre saldırganların kaçıp gitmesi için yeterli bir süreydi
bu. Kolundaki yara, ceketinin kolunu kan içinde kalmıştı,
Bîr süre öylece ayakta dikildi, dengesini kaybetmemeye ve
toparlanmaya çalışıyordu. Tıbbi müdahaleye ihtiyacı var­
dı, yardım çağırmak için cebindeki polis düdüğünü çıkar­
dı. Ancak düdüğü çalmak yerine, kararsız adımlarla, gel­
diği tarafa geri döndü.
“Edvvard!" Cally Burr'un yüzü bu sefer ifadesiz değil­
di. Hyde'ı bu halde tekrar kapısının önünde görmek onu
şok etmişti.
"Çok üzgünüm," dedi Hyde titreyen bir sesle ve evin
kapısının eşiğinde kendinden geçti.

255
38. BÖLÜM

<&>

Bilinci tek seferde ve tümüyle değil, parça parça yerine


geldi. Bir ara sanki suyun üzerinde süzülüyormuş gibi sü­
rüklendiğini hissetti, ancak sedye üzerinde taşındığını fark
etti. Konuşmak isledi ama yeniden başka bir diyara çekildi.
Bilincinin yüzeye çıkmaya çalıştığı o kısa anlardan
birinde Cally Burr'un yatıştırıcı ve tatlı sesini duyduğunu
düşündü. Ama sonra bu ses de uzaklaştı ve karanlık etra­
fa yeniden hâkim oldu. Tamamen kendine gelip gözlerini
açtığında, krem rengi bir tavana bakıyordu. Havada hid-
ropatik hastaneden tanıdığı ilaç kokuları vardı. Bir hem­
şire üzerine eğilerek anlamadığı bir şeyler söyledi, sonra
ortadan kayboldu. Hemşire yanında beyaz önlüklü genç
bir adamla geri dönene kadar Hyde tamamen kendine gel­
mişti.
"Adınızı söyleyebilir misiniz?" dedi genç doktor.
"Edvvard Hyde. Başkomiser Edvvard Henry Hyde. Ne­
redeyim?"
"Kraliyet revirindesiniz. Nasıl yaralandığınızı hatırlı­
yor musunuz?"
"Arkadan saldırdılar." Hyde doğrulup oturmak istedi
ama canı çok yanıyordu ve anı bir mide bulantısı gelmişti.
"Kımıldamayın, Başkomiser Hyde," dedi doktor. "Be­
yin sarsıntısı geçirdiniz ve daha tetkikleriniz tamamlan­
madı,"

256
Hyde

"Emniyet Müdürü Rintoul ile görüşmem çok önemli,"
diye itiraz etti Hyde. "Hemen şimdi!"
"Korkarım hiçbir yere gidemezsiniz. Burada müşahe-
* de altında..."
"Öyleyse onu buraya getirmeleri için binlerini yolla­
yın!" diye bağırdı Hyde doktora. Doktor birkaç adım geri
çekildi. Hyde derin bir nefes alıp sakinleşti. "Bu bir polis
meselesi. Çok acil bir mesele. Derhal emniyet müdürüyle
görüşmeliyim."
Doktor başıyla onayladı. "Hemşire hanım..."
Hemşire dışarı çıktı. Genç doktor, Hyde'a birtakım so­
rular sormak istedi, belli ki bilincinin ve hafızasının yerin­
de olup olmadığını kontrol ediyordu. Hyde tüm sorulara
hiçbir kafa karışıklığı olmadan yanıt verdi.
Sağ kolu da başı da birbiriyle yarışırcasına acı veriyor­
du. Kolundaki bandajın nerede olduğunu kontrol etmek
isledi.
"Kolunuzda çok derin bir yara var," dedi doktor.
Keskin bir silahla kesilmiş, dikiş attık. Kas ve tendon ha­
şan da olabilir. Bu yüzden ayaklandığınızda askı kullan­
manızı tavsiye ediyorum."
Hemşire geri döndü. "Emniyet müdürlüğüne haber
gönderdik. Bu arada, başka bir ziyaretçiniz var."
İçeri Cally Burr girdi. Brokar bir ceket giymiş, salo­
nundaki tavus kuşunun mavi ve yeşil renklerinde bir baş­
lık takmıştı. Hastane beyaz renkli ortamında neredeyse
egzotik görünüyordu. Bu haldeyken bile Hyde onu görün­
ce heyecanlanmıştı.
"Nasılsın Edvvard?" diye sordu Cally.
"Delirmediğime sevindim," dedi Hyde. "Hayaletler
böyle yaralar açamazlar. Beni bıçaklayan adam, sana da

257
Craıg Russell

bahsettiğim, polis merkezini izleyen adamdı. Arkamdan


saldıran da ortağı olmalı."
"Ben bu adamların gerçek olmadıklarını hiç düşün­
memiştim," dedi Cally.
"Öyle mi? Ben düşünmüştüm," dedi Hyde. "Teşek­
kürler."
"Ne için?"
"Benimle ilgilendiğin için. Beni hastaneye getirten sen
olmalısın."
"Doktor Burr daha fazlasını yaptı," dedi genç doktor.
"Yaralarınıza ilk müdahaleyi kendisi yapmış. Eğer müda­
hale etmeseydi çok daha fazla kan kaybetmiş olurdunuz."
"Her doktorun yapacağını yaptım."
"Minnettarım," dedi Hyde gülümseyerek. "Rintoul'a
haber gönderdim, onunla konuşmam gerek."
"Buraya getirildiğin gece uzun süre burada, yanında
kaldı. Sonra da sürekli telefon edip durumunu sordu,"
dedi Cally elini Hyde'ın yaralı koluna nazikçe koyarak.
"Buraya getirildiğim gece mi?" dedi Hyde. "Ben ne
zamandır buradayım?"
"İki gecedir. İkinci günün öğle saatlerindeyiz. Saldı­
rıdan bu yana zaman zaman kendine geldin. Kafatasının
kırıldığından ve beyninin hasar gördüğünden endişeleni­
yorduk."
"Cally," dedi Hyde onun elini tutarak. "Biliyorsun ki
sana her şeyi anlattım. Böyle yatıp bekleyemem. Vakalarla
ilgilenmeye geri dönmem gerek."
"Bu imkânsız. Siz..." diyerek konuşmaya başladı genç
doktor. Ama Cally Burr bakışlarıyla onu susturdu. "Sizi
yalnız bırakayım," dedi doktor gücenmiş bir sesle ve hem­
şireye de işaret ederek dışarı çıktı.
"Dinle Edvvard," dedi Cally. "Başına çok ciddi bir dar-

258
Hydf

X Atm. Şu aşamada ne kadar ciddi olduğunu söylemek


< \e kadar kanaman olduğunu bilmiyoruz ve ayağa
e vauva çalışırsan ölebilirsin bile."
“'Ama.,/
Aması falan yok. Burada yirmi dört saat belki de daha
^ran kalman gerekecek. Kaldı ki hastaneden çıktığında da
fiî istirahat dönemi olacak."
“Bu mümkün değil Cally," diye itiraz etti Hyde. "Çöz-
t'seve çalıştığım iki cinayeti saymasak bile, ortada kaçınl-
aaş bir kadın var ve izleri her dakika daha da silikleşiyor.
Yünü dört saat içinde o kadını sağ olarak kurtarma şansı-
rzn tamamen kaybedebiliriz." Hâlâ Cally'nin elini tutu-
c-’du, kendi kaim parmakları arasında onun eli ufak ve
sarindi “Lütfen Callv, bana yardıma olman lazım."
Callv bir süre gözlerini dikip ona baktı, sonra gülüm­
sedi. "Bu gece durumunu tekrar değerlendirmelerini iste-
cceğhn. dedi. "Eğer iyiye gidiyorsan, benim refakatim­
de taburcu edilmeni isteyebilirim. Ama şunu söyleyeyim
Edward. benim gözetimimde olacaksın ve ben ne dersem
onu yapacaksın. Sen nereye ben oraya. Şartlarım bunlar."
Hvde gülümsedi. "Bu şartlan memnuniyetle kabul
ediyorum."
* Jp *

Rintoul öğle yemeğinden hemen sonra geldi. Hyde'ın


yeme girişimleri ise başarısızlıkla sonuçlanmıştı ve başı
feci şekilde döndüğünden ayağa da kalkamamıştı. Rintoul
geldiğinde, Hyde onun çok yorgun ve endişeli göründü­
ğünü fark etti. Ancak baş dedektifinin kendine geldiği gör­
düğü için büyük ölçüde rahatlamıştı.
"Dedektif MacCandless bir gün seni takip eden birini
görüp peşinden koştuğıınu anlattı. Saldırgan aynı adam
mıydı?"

259
Crnig Russcll

Hyde Öyle olduğunu söyledi ve tüm detayları anlattı,


Ayrıca akşam hastaneden çıkmak istediğini de ekledi.
“Bu akıllıca olur mu?" diye sordu Rintoul.
“Akıllıca olmasa da gerekli," dedi Hyde. "Bu arada
MacCandless, Dempster ve Pollock gelip beni burada gör­
sünler. Zamanımız çok dar ve hepsine verilecek görevler
var..."
***
Hyde hastanenin akşam yemeğini yediğinde enerjisi­
nin biraz yerine geldiğini hissetti. Dengesini kaybetmeden
ayağa kalkabildiğim fark edince, başhemşirenin itirazlan-
na kulak asmadan koridorda birkaç tur attı.
Genç doktor akşam saatlerinde kontrole gelince Cally
Burr da hemen odaya geldi ve doktora, hastanm yirmi dört
ila kırk sekiz saat boyunca kendi gözetiminde kalacağını
açıkladı.
“Eğer beni taburcu etmezseniz, ben de kendimi tabur­
cu etmek zorunda kalacağım," dedi Hyde, genç doktor iti­
raz edince.
Doktor isteksizce onayladı ama vereceği ilacı kullan­
ması konusunda ısrarcı oldu.
“Nedir bu ilaç?"
“Ağrı kesici, başka bir şey değil."
"Zihnimi de etkileyecek mi?"
“Biraz sersemlik hissi olabilir ama..."
“Öyleyse alamam," diyerek lafım kesti Hyde.
“Ben içmesini sağlarım," dedi Cally Burr genç dokto­
run itirazlarım sürdüreceğini hissedince. Doktor iç çekti ve
ilaç kutusunu Cally'ye verdi.
* +*

Hyde başı sargılı bir halde yolcu arabasına bindiğin­


de, "Buna vaktin var mı gerçekten?" diye sordu.

260
Hyde

"Bol bol vaktim var. Maalesef kadın doktorlar, özellik­


le de uzman olanlar çok revaçta değil. Doktor Bell uygun
zamanlarda bana iş vermeseydi kadın doğum uzmanlığı­
na yönelmek zorunda kalırdım. Yani önümüzdeki iki gün
boyunca beni özel doktorun olarak kabul edebilirsin."
Hyde gülümsedi. "Sen de beni söz dinleyen hastan
olarak. Senin gibi iyi bir doktorun hastası olmak büyük
şans."
Hyde'ın Northumberland Caddesi'ndeki evine var­
dıklarında, kaldırımın kenarında bir polis arabası oldu­
ğunu ve Mackinley de yarımda dikildiğini gördüler. Hyde
ve Cally Burr arabadan inerken, polis aracının kapısı hızla
açıldı ve içinden Rintoul ile Pollock çıktı.
"Nasılsın Hyde?" diye sordu Rintoul. "Ben hâlâ etraf­
ta dolaşmanın iyi fikir olduğunu sanmıyorum."
"Ben de öyle," dedi Cally Burr. "Ama korkarım
Edvvard çok inatçı biri."
"Buna hiçbir itirazım yok doğrusu," dedi emniyet mü­
dürü.
"İçeri geçelim mi?" dedi Hyde evinin kapısını işaret
ederek.
***
Hyde'ın evinin mimarisi ve iç dekorasyonu olduk­
ça elegandı. Girişteki holden yukarıya geniş merdivenler
yükseliyordu. Tavandan gösterişli bir avize sarkıyor, du­
varlarda oymalı kartonpiyerler dikkat çekiyordu. Samuel
Porteous'un konağıyla hemen hemen aynı olmakla birlik­
te, binanın zarafeti mobilya ve süsleme eksikliğiyle tezat
oluşturuyordu. Görünüşe göre Edvvard Hyde'ın hayatında
yalnızca işlevsel sayılabilecek eşyalar yer alıyordu.
"Yalnız mı yaşıyorsun? Evin çalışanları yok mu?" diye
sordu Rintoul.

261
Craift Rumeli

"ihtiyacım yok. Odaların çoğunu kullanmıyorum za


ten. Bu ev bana ailemden kaldı ve dürüst olmak gerekirse,
bekar bir adam için fazla büyük... Lütfen buyurun../' Mi­
safir odasını gösterirken kolu acıyınca hafifçe inledi
"O kolunu kullanmayıp askıda tutmalısın," dedi Cally
Burr. Hyde nazikçe başını sallamakla yetindi.
"Dedektif MacCandless, yanında üç polis memuruyla
birlikte Dunlop'un fotoğraf stüdyosuna gitti," dedi Rintoul
oturduklarında. "Elimizde bir tek oranın adresi var. An­
cak kapıyı açan olmamış, içeride kimse yok gibiymiş, Mac­
Candless kapıyı zorlamış ve pencereden içeri bakmış ama
Dunlop orada değilmiş. Bu adamı bulmak neden bu kadar
önemli Başkomiser Hyde?"
"Bana saldıran adamın bileğinde, Dunlop'un da vü­
cudunda taşımakla Övündüğü dövmenin aynısı vardı. O
dövmenin gerçekte ne anlama geldiğini öğrenmeliyim. Sa­
nırım bir çeşit gizli bir toplulukla karşı karşıyayız."
"Yani sence Karanlık Tarikat gerçekten de var mı?"
diye sordu Rintoul.
"Doğrusunu istersen emin değilim. Ama dövmenin
bir önemi olduğu kesin, eski bir Keli sembolü olan triske-
lion," dedi Hyde. "Keltler dünya üzerinde nereye gitmiş­
lerse orada triskelion da görülmüştür. Gizli bir Kelt toplu­
luğuna uygun olabilecek bir sembol. Belki de Mackendri-
ck'in sandığımızdan daha fazla ilgisi vardır bu işle. Belki
de Karanlık Tarikat gerçekten de vardır."
Cally Burr şaşırmıştı. "Karanlık Tarikat da nedir?
Daha önce gazetede de adına rastlamıştım."
"Eski bir Edinburgh efsanesi," dedi Rintoul. "Uydu­
rulmuş bir şeyden ibaret."
"Diyakoz Brodie dönemine kadar uzanır kökeni,"
diye açıkladı Hyde. "O dönemde çeşitli esnaf loncaları ku-

262
Hyde

rulmuş. Terzilerden demircilere, fırıncılardan duvarcılara


kadar her meslek grubunun bir loncası varmış. Her birinin
başkanı da diyakoz unvanı almış. Bu arada, tarihî loncalar­
dan biri olan cerrahlar loncası sonradan yükselerek Krali­
yet Cerrahlar Koleji adını almış."
"Karanlık Tarikat ile bunların ne ilgisi var peki?"
"Diyakoz Brodie, Edinburgh tarihinin en meşhur lonca
başkanlarından biriydi. Daha doğrusu en kötü şöhretli..."
dedi Hyde. "VVilliam Brodie çok zengin bir dolap üretici-
siydi ve zanaatkarlar loncasının da başkamydı. Sonunda
onu darağacına götüren iki yüzlü yaşamı Edinburgh tari­
hine geçti, ama onun hayaleti şehrin mitolojisini bile etki­
ledi diyebiliriz. Asılmadan önce şehri lanetlemiş, mezarın­
dan çıkacağına ve şehre dehşet saçacağına yeminler etmiş.
Kimileri celladına rüşvet verdiğini ve yakasına çelik bir bo­
yunluk takarak asıldığı anda Ölümden kurtulduğunu, ki­
mileri de asıldıktan hemen sonra rüşvet verdiği bir doktor
tarafından hayata döndürüldüğünü söyler. Sonuçta, ölüm­
den kaçmayı başardığını ve şehrin altındaki tünelleri ele
geçirerek Karanlık Tarikat veya Gölge Tarikat denen rezil
bir örgüt kurduğu söylenir. Efsaneye göre ölümsüzlüğün
sırrını bulan Brodie, hâlâ Karanlık Tarikat'ın diyakozudur
ve şehrin tüm katillerini, hırsızlarını, gaspçılarını ve tariz-
dlerini o yönetir," dedi Hyde.
"Öyleyse bunlar sadece efsaneden mi ibaret? Yani sa­
dece hurafe mi?" diye sordu Cally Burr.
"Bir yere kadar..." dedi Rintoul. "Kulağunıza gelen
dedikodulara göre, ki soruşturma açmamızı gerektirecek
kadar güvenilir kaynaklardan aldığımız duyumlar bun­
lar, bu efsaneyi Örnek alan yeni bir suç örgütü kurulmuş.
Bunlar bir çete ve elebaşları da kendine diyakoz dedirti-
yormuş."

263
Craig Russell

Cally, Hyde'a döndü. “Sana saldıranların bu Karanlık


Tarikat'tan olduğunu mu düşünüyorsun?"
“Emin olduğum tek şey, aralarında sembolik bir bağ
olduğu ki bu sembol de Üçlü Sarmal, yani Kelt triskelio-
nu."
"Peki, eğer çok popüler bir sembolse," dedi Rintoul,
“sadece tesadüf eseri..."
“İnanın bana amirim," diye araya girdi Hyde. “Artık
tesadüflere inanacak durumda değiliz. Birbiriyle bağlan­
tılı görünen iki cinayet var ki birinde, Kelt ritüelleri uy­
gulanmış. Scotland Yard bize, Cobb Mackendrick ve Kelt
milliyetçiliğiyle bağlantısına dair sorular sormaya başladı.
Edinburgh'un en zengin varislerinden biri kayıp, belki de
kaçırıldı ki onun da karanlık bir politik geçmişe sahip ol­
duğu bilinen Frederic Ballorla bağlantısı olduğu ortaya
çıktı. Üstelik Lockıvood'ların aile fotoğrafını, dövmeli fo­
toğrafçı arkadaşımız Dunlop çekmiş. Tüm bunlara ek ola­
rak Elspeth Lockwood'un, Cobb Mackendrick'in milliyet­
çiler toplantısına katıldığını öğrendik." Hyde duraksadı ve
ellerini şakaklarına bastırırken yüzünü hafifçe buruşturdu.
“Dempster kaleyi ziyaret etti mi?"
"Emrine aynen uydu," dedi Rintoul. “Ama Tuğgene­
ral Lavvson'un bu durumdan çok rahatsız olduğunu da ek­
lemeliyim. Kısacası, bir sonuç çıkmamış. Tarif ettiğin gibi
yüzünde yara izi olan bir sancak çavuşu yokmuş. Diğerle­
rinin bilekleri kontrol edildi ama dövmeye rastlanmadı."
“Ben de bir şeyler ekleyebilir miyim efendim?" diye
sordu Pollock.
“Tabii ki lain," dedi Hyde.
"Garnizonda bu tarife uyan kimse bulunamamış ola­
bilir ama hatırlarsanız Mackendrick'in toplantısında aske­
re benzeyen adamlar olduğundan bahsetmiştim. Onlardan

264
Hyde

birinin yanağından çenesine kadar inen bir yara izi vardı."


"Hatırlıyorum/' dedi Hyde. "İlk bahsettiğinde de aynı
çavuş olabileceğini düşünmüştüm. Şu anda beni endişe­
lendiren şey, Allan Lavvson'm ya da diğer üst rütbelilerin
neden bu kadar bariz bir yara izi olan bir adamı hatırlaya­
madıkları. Kaldı ki bu adam benim gittiğim akşam görev­
deydi. Görev çizelgesini kontrol etmek çok zor olmamalı."
"Dempster ısrar edince kontrol etmişler," dedi Rin-
toul. "Ancak o akşam görevli olan sadece bir sancak çavu­
şu varmış. Onu da getirip Dempster'ın karşısına çıkardık­
larında aradığımız adam olmadığını görmüş."
Hyde bu kez Pollock'a döndü. "Peki ya Mackendrick?
Onu sorguya aldınız mı?"
"Çok üzgünüm efendim," dedi Pollock. "Onu bu­
lamadım. Elimizdeki bütün adresleri kontrol ettim ama
hiçbirinde değildi. Sivil memurlar onun evini ve yakın ol­
duğu bilinen bir çifti izliyorlar. Şimdilik hiçbir haber yok.
Mackendrick şimdiye kadar bir yerlerde saklanan veya po­
listen korkan bir tip olmamış. Bence bu işlere sandığımız­
dan daha çok müdahil ve sanırım kaçtı."
"Belki de kendi güvenliğinden endişe ettiği için orta­
dan kayboldu. Çevresindekilerin başma bir şeyler geldi­
ğini fark etmiş olabilir. Şu dedektif Farquharson'dan ne
haber?" diye sordu Hyde. "Ev sahibine dairesinin kapısını
açtırdın mı?"
"Açtırdım efendim. Ama şu anda nerede olabileceğine
dair hiçbir ipucu yoktu. Not defterleri ve dosyalar vardı
ama gerekli iznimiz olmadığından daireden dışarıya çıkar­
mak olanaksız, Farquharson herhangi bir suç işlemediği
için de bu izni çıkartamıyoruz. Ev sahibesinden, o döner
dönmez bize haber vermesini istedim."
"Eğer iki gün içinde dönmezse dosyalarını alalım,"

265
Cınig HiihmII

dedi Hyde. "Bir kadının hayatı tehlikede." Amirine dön­


dü. "Bize arama ve el koyma izni almamız konusunda yar­
dımcı olabilir misiniz?"
"Yarın bu saatlerde hazır olur."
"Teşekkürler efendim. Peki, ya MacCandless? O bir
ipucu bulabildi mi?"
"Edinburgh'ta gitmediği anahtarcı kalmadı. Ama içle­
rinden ne anahtarı ne de deri anahtarlığı tanıyan biri çıktı.
Tabii Dedektif MacCandless kararh bir polis, bulmacayı
mutlaka çözecektir."
"Herhalde Porteous soruşturmasından da ilerleme
kaydedemedik. Hasta listesinden şüpheli birileri çıktı mı?"
"Hayır, çıkmadı," dedi Pollock. "Görünüşe göre Dok­
tor Porteous gizliliğine fazlasıyla önem veriyormuş. Fazla
korumacı bile denebilir,"
"Başka bir şey var mı?" diye sordu Hyde. "Hidropatik
hastanedeki kliniğinden de mi bir şey çıkmadı?"
"Oradaki hastalarından pek çoğu zaten hastanede ya­
tıyormuş. Sadece üçü hastanede yatmadığını öğrendik ve
bunlardan ikisini de eledik. Çünkü birinin ailesini ziyaret
ettiğinde semptomları nüksetmiş ve kalıcı olarak başka bir
akıl hastanesine yatırılmış, diğerinin de olay sırasında ne­
rede olduğuna dair tanıkları var."
"Ya üçüncü sü?"
"Hâlâ izini sürüyoruz. Ancak doğum sonrası yaşadığı
psikotik melankoli nedeniyle tedavi gören bir kadın hasta
olduğunu biliyoruz. Yani cinayet şüphelisi olabilecek biri
değil gibi."
"Pekâlâ, Dedektif Pollock, yarın sen, ben ve MacCand­
less, fotoğrafçı dostumuz Dunlop'u bir kez daha ziyaret
edelim."
H- * +

266
Hyde

Cally Burr, Hyde'ın yanında gece yatana kadar dura­


cağına ve ertesi sabah da erkenden geri geleceğine dair Em­
niyet Müdürü Rintoul'a söz verdi. Diğerleri gittikten sonra
Cally çay yapıp misafir odasına getirdi. Sonra bir bardak
su ile hastaneden verdikleri ilacı Hyde'a içirmek istedi.
Hyde itiraz etse de Cally üsteledi. "Zihin bulanıklığı
yaşamak istemediğini biliyorum, ama bu seferlik iç. Evde
ilk akşamın, hem uyumanı da kolaylaştırır."
Hyde suda çözünen ilacı isteksizce içti.
Oturma odasında oturup çay içerlerken sohbet konu­
su yine Samuel Porteous'a geldi.
"Samuel'in bu kadar takıntılı olduğu şu alter ego saç­
malığıyla ilgili ne düşünüyorsun? Sence tek bir zihinde iki
farklı kişilik yaşayabilir mi?" diye sordu Hyde.
"Doğrusunu istersen bilemiyorum. Samuel'in masa­
sında bulduğunuz Pierre Janet'e ait makale, bu konu hak­
kında ortaya konulmuş ilk tartışma değil. Bana Samuel'in
teorilerini anlattıktan sonra literatürde biraz araştırma
yaptım: Geçen yüzyılın sonlarından beri bazı vakaların
kaydedildiğini ve nedenleriyle alakalı teoriler üretildiği­
ni öğrendim. Örneğin 1791'de Almanya'da raporlanan bir
vaka varmış. Akıl hastalıkları konusunda önde gelen isim­
lerden biri olan Eberhard Gmelin, bölünmüş kişilik olarak
adlandırdığı bir vakayla karşılaşmış."
"Samuel'in bahsettiği alter ego gibi mi?"
Cally Burr başıyla onayladı. "Nerdeyse tıpatıp aynı.
Gmelin'in hastası mütevazı bir hayat yaşayan, Alman bir
kadınmış. Ancak kadın nöbet geçirdiğinde bir Fransız asil­
zadesine dönüşüyormuş. Tuhaf olan şey şu ki bu kişiliğe
büründüğünde son derece akıcı bir şekilde, aksansız bir
Fransızcayla konuşuyormuş, gerçek bir Fransız soylusu
gibi. Almanca konuşması istendiğinde ise ağır bir Fransız

267
aksanıyla, kötü bir Alınanca konuşuyormuş. Normal ki *
şiliğine döndüğünde, geçirdiği epizotla alakalı hiçbir şey
hatırlamıyor ve birkaç kelime haricinde Fransızca konuşa-
mıyormuş. Bir zihin, birbirinden haberi olmayan iki kişi­
lik. Bu Samuel'in günlüğünde anlattığı şeyin aynısı. Ama
günlükteki ikinci kişilik tam bir canavar, kana susamış bir
yaratık. Ve bu alternatif kişilik büyük ihtimalle Samuel'in
katili."
"Ben hiç ikna olmadım," dedi Hyde. "Bu zihinsel has­
talığın sadece son yüz yılda ortaya çıkması bana tuhat ge­
liyor. Eğer yaygın görülen bir rahatsızlıksa neden şimdiye
kadar hiçbir vaka duymadık?"
"Aslında antikçağdan beri haberdar olduğumuz bir
durum bu. Antik Yunanlar buna ruh göçü diyor ve ruhların
başka bedenlere geçmesi veya reenkarnasyon olarak açıklı­
yorlardı. Ortaçağda şeytan çıkarma ve cadı yakma olayla­
rının sebeplerinden biri de buydu. Düşünsene Edvvard, za­
ten hepimizin doğasında, inkar etmeye çalıştığımız başka
kişilikler yok mu? Bazı insanlarda bu kişilikleri reddetme
arzusunun zihin bölünmesine neden olacak kadar büyük
olması çok mu mantıksız? Zihinlerinin o kısmından tama­
men kopmaları, aslında ona bağımsız bir yaşam sunmuş
olmuyor mu?"
Hyde bir süre Cally'nin söylediklerini düşündü.
"Eğer bu doğruysa ve böyle bir sendrom varsa, Samu­
el'in katili katil olduğunun dahi farkında olmayabilir. Ken­
disinden hiç şüphelenmeyen bir zihnin içinde, adaletten
saklanıyor olabilir..." Hyde hayret içinde başını iki yana
salladı. "Saklanacak daha iyi bir yer düşünemiyorum."

268
39. BÖLÜM

Burada mantık diye bir şey yoktu. Elspeth zifiri ka


ranlıkta koştu, koştu, defalarca tökezleyip acı içinde yere
düştü, kalkıp tekrar koştu. Ama ne kadar hızlı kaçama kaç
sın arkasından gelen ayak sesleri ne uzaklaşıyor ne de yak
(aşıyordu. İşkencecisi yürürken o koşuyordu ama yine de
aradaki mesafeyi kapatamıyordu.
Uzaktan gelen başka sesler de duyunca koşmayı bıra­
kıp bir süre dinledi. Sesler çok uzaktan gelse de anlaşılıyor
du. Yukarıda bir yerlerden, muhtemelen gündelik işlerine
koşuşturan insanların sesleri geliyordu. Elspeth gerçek
dünyaya hem yakın hem de çok uzak olduğunu hissetti,
Demek ki ilk düşüncesi doğruydu. Burası her neresiy­
se, Edinburgh'un altını sarmış olan yer altı tünellerinde bir
yerlerdeydi. Kımıldamadan durup yukarıdan gelen insan
seslerine odaklandı ve arkasından gelen ayak seslerini bir
süreliğine yok saydı.
Elspeth'in bulunduğu evrene çok yakın ama bir ok
adar da uzak olan bu evrende bir yerlerde bir kadın gü­
lüyordu. Bu ona kendisinin ne kadar az kahkaha attığını
hatırlatınca içi pişmanlıkla ve gerçek dünyaya dönme iste­
ğiyle doldu. Derken başka sesler gelmeye başladı; kaldırım
taşlarını döven boğuk toynak sesleri ve bazı konuşmalar...
Sesler, sanki hızı değişen bir esintiyle taşınıyormuş gibi bir
yükselip bir alçalıyordu.

269
Craig Russell

Sonra birden sesler kesildi.


Elspeth kımıldamadı, kendi nefesinden başka bir ses
duyamıyordu. Sonra işkencecisinin ayak sesleri yeniden
arkasında belirdi.
Çaresizce koşmaya başladı.
Ayak sesleri bu kez yaklaşmıştı. Bu kadar koştuktan
sonra hâlâ neden karşı duvara varamadığını, soluk bile al­
madan kaçmasına rağmen takipçisinin ona nasıl yaklaştı­
ğını bir türlü anlayamıyordu.
Sonunda tüm bu kafa karışıklığına neden olan şeyin
karanlık olduğuna karar verdi; her şeyi saran siyah, kadife
karanlık. Duyular karışıyor, zaman eğilip bükülüyor, yön­
ler belirsizleşiyordu. Belki daireler çiziyor da olabilirdi, in­
diği basamaklar onu aşağıya değil, eğimi algılanamayacak
kadar düşük bir rampaya götürmüş, böylece başladığı yere
döndürmüş olabilirdi. Bu zindandaki zifiri karanlık öylesi­
ne engindi ki her şey mümkündü.
Durdu ve nefesini tuttu. Belki de ayak sesleri işkence­
cisine değil, tıpkı kendisi gibi kurtulmaya çalışan bir başka
kayıp ruha aitti. Ama riske girmeyecekti. Ne kadar koşar­
sa koşsun kaçamıyor ve kendi ayak sesleriyle ancak yerini
belli ediyordu. Karanlıktan faydalanmaya karar verdi: Ka­
fasını karıştıran karanlık şimdi onu saklayacaktı.
Ayak sesleri artık daha yakındı, çok yakın.
Elspeth kıpırdamadı ama karanlık duyularını körleş­
tirdiği için dengesini koruyamayıp hafifçe sendeledi. Ya­
vaşça ve sessizce dizlerinin üzerine çöktü, destek almak
için avuçlarım soğuk taş zemine yasladı.
Gelen kişi neredeyse yanındaydı. Ayak sesleri iyice
yaklaştı, artık sadece birkaç adım ötede olduğu anlaşıla-
biliyordu.
Orada, diye düşündü. Tam önümde.

270
Hyde

Görünmeyen kişinin adımları hız kesmeden devam


.<j Elspeth kalp atışlarının duyulmasından bile korku­
yordu.
Git. Lütfen, Tanrı aşkına, lütfen git.
Umutlanmak istemiyordu ama gerçekten de birkaç
siniye içinde ayak seslerinin yanından geçip uzaklaşma-
başladığını fark etti. Yeniden nefesini tuttu. Evet, artık
rnündi; ayak sesleri giderek zayıflıyordu.
Karanlıkta, onun yanından geçip gitmişti. Stratejisi işe
yaramıştı. Elspeth tatlı bir rahatlama hissetti.
Birden ayak sesleri durdu.
"Elspeth," dedi karanlıktan gelen yabana bir ses.
Beni takip etmeyecek misin? Sana göstereceğim çok şey
ar. Ortaya çıkaracağımız bir sürü karanlık mucize var..."

271
40. BÖLÜM

A
Portobello, Edinburgh sakinlerinin yazın deniz kıyı­
sında vakit geçirmek için tercih ettikleri yerdi. Bununla
birlikte, sezonun en cafcaflı zamanlarında bile sıkıa olur­
du ki bunun gibi sezon dışı bir günde özellikle kasvetli gö­
rünüyordu. Yaklaşık üç kilometrelik sahil şeridi tamamen
ıssızdı, çalkantılı deniz de bulutlu gökyüzünün altında hiç
cazip görünmüyordu.
Aradıkları yer, sahile çıkan kısa bir sokağın sonun­
daydı. Stüdyo tek katlı, ahşap ve geniş bir binaydı. Mavi­
ye boyanmıştı, pencerelerin etrafı ise sarıydı. Binanın ön
cephesindeki vitrin camı denize bakıyordu, belli ki daha
yumuşak havalarda deniz kenarına gelenlerin ihtiyaçlarım
karşılamak üzere tasarlanmıştı.
"Burası mı?" diye sordu Hyde.
"Burası," diye yanıt verdi Dedektif Peter MacCandless
kapının üzerinde asılı tabelayı işaret ederek.

HENRY DUNLOP
FOTOĞRAF SANATÇISI
FOTOĞRAF ÇOĞALTMA VE BÜYÜTME İŞLEMLERİ YAPILIR

Hyde'ın akima Dunlop'un çektiği ölü çocuk fotoğraf­


ları geldi. Küçük, cansız bedenlerin gösterişli bir şekilde
boyanmış bu sahil bakarasına getirilmesinden daha uy­
gunsuz bir şey düşünülemezdi. Stüdyonun canımda "KA­
PALI" tabelası asılıydı.

272
Hyde

Kapıyı çaldı ama açan olmadı. Bu kez eldivenli yum­


ruğunu öyle sert vurdu ki kapı sallandL
Yine cevap yoktu.
"Kilidi zorla," dedi Hyde, Pollock'a.
"Ama efendim..."
"Kilidi zorla dedektif. Sorumluluğu ben alıyorum.
Eğer kolum yaralı olmasa kendim yapardım."
Pollock bakışlarını Hydedan MacCandlessa çevirdi,
ardından omzunu kapıya yaslayarak yüklendi ama kapı
açılmadı. Bu kez biraz geri çekildi ve tam kilidin üzerine
bir tekme indirdi. Kapının ahşabı çatırdadı ve içeri doğru
savruldu.
İçeri daldıkları oda bir resepsiyona benziyordu. Kü­
çük odanın duvarlan Dunlop'un çalışmalarından örnek­
lerle doluydu. Duvarlardan birine dayalı masanın üzerin­
de para kasası duruyordu. Bir köşede toplanmış duran
tripodlar vardı. Çekmeceleri açık duran üç büyük dolap
da başka bir köşede duruyordu. Daya açılan iki kanatlı bir
lapının üzerinde STÜDYO VE KARANLIK ODALAR ya­
zıyordu. Hyde adamlarıyla birlikte hızla kapılardan geçti
ve geniş bir odaya girdiler.
Burası belli ki ana stüdyoydu. Tavanı çatının saçakla­
rına kadar yükseliyordu, buradaki büyük tavan penceresi
mekanı günışığıyla aydınlatıyordu. Odanın diğer köşesin­
deki perdenin arkasında karanlık oda vardı.
Karşıdaki duvarın önünde, farklı tipte mobilyaların
(bir şezlong, bir deri kanepe, iki berjer birkaç ahşap sandal­
ye) yanı sıra birkaç dolap daha vardı. Mobilyalar, fotoğrafı
çekilecek bir gruptaki insan sayısına göre düzenlenmek
üzere hazır tutuluyordu.
Tavan penceresinin altındaki tüm duvan büyük bir tab­
lo kaplıyordu. Kuzey İskoçya'dan bir manzara sunuyordu

273
Craig Russell

resim: Altın orana göre konumlandırılmış dağlar ve körfez,


gökyüzünü dolduran bulutlar. Resmin önüne, tepecikler
varmış izlenimi vermek için yeşil keçe kaplamak sehpalar
yerleştirilmiş, kuru otlar, çalılar ve devedikenleri konulmuş­
tu. Sahnenin en önemli parçası, devasa boynuzlarıyla nere­
deyse gerçek boyu tunda kırmızı bir geyikti ve sanki fotoğ­
rafçının varlığından haberdarmış gibi bakıyordu. Bununla
birlikte bu gerçekçiliği veren şey, tahnitçinin yeteneğiydi.
Tablo, İskoçya'nın idealize edilmiş bir görüntüsüydü
Kartpostallarda veya kurabiye kutularında betimlenen,
vahşi ve görkemli ülke... Hyde, tablodaki manzaranın nö­
betlerde gördüğü rüyalara benzediğini düşünerek rahat­
sızlık duydu.
Tablonun üç metre kadar önünde, Dunlop'un morg­
da Asılı Adam'ın fotoğrafını çekmek için kullandığından
çok daha büyük bir fotoğraf makinesi sağlam bir tripodun
üzerinde duruyordu. Dunlop yüksekliği ayarlanabilir bir
tabureye oturup öne doğru eğilmiş, başı ve omuzları ışık
geçirmeyen örtünün altına gizlenmiş halde sahnenin fo­
toğrafını çekmeye hazırlanıyordu.
"Bay Dunlop," dedi Hyde. "Neden kapıya cevap ver­
mediniz?"
Fotoğrafçı hiç kımıldamadan öylece durdu.
"Bay Dunlop!" diye seslendi Hyde ama yine hiç hare­
ket yoktu.
"Bay Dunlop ben Baş Komiser Hyde. Size soracağımız
sorular..."
Hyde sabırsızlanarak fotoğrafçının yanma yürüdü.
"Bay Dunlop, ben Başkomiser Hyde. Sizinle konuş­
mak istiyorum..." Dunlop'un kendisini kasıtlı olarak gör­
mezden gelmesinden rahatsız olan Hyde, örtüyü tutup
hızla çekti.

274
„ W ı ------------ -------------- —---------------------------------------- -----------------------

Hyde

Dunlop alnını fotoğraf makinesinin cam plakasına da­


yamış, hareketsizce oturuyordu. Hyde kulağının arkasına,
şakağındaki sararmış saçların altına her zamanki gibi bir
sigara sıkıştırdığını fark etti. Bir eli dizindeydi, diğer eliyse
aşağı şişmiş ve kararmış halde aşağı sarkıyordu.
Hyde o anda Dunlop'a poz verdirildiğini anladı. Kısa­
cası Dunlop ölmüştü.
Fotoğrafçıyı incelemek için diz çöktü, adamın gömleği
kan içindeydi çünkü boğazı boydan boya kesilmişti.
"Kahretsin," dedi MacCandless. "Bir cinayet daha..."
"Bu farklı," dedi Hyde. "Boğazı kesilmiş ama başka bir
yara göremiyorum. Üç defa ölüm yok burada. Dunlop'un
ölümü hızlı olmuş ve bir amaca yönelikmiş belli ki. Bunu
yapanın tek bir amacı varmış; konuşmasını engellemek.
Demek ki onu arayacağımızı biliyordu. Anlamadığım şey,
bizim Dunlopla konuşacağımızı nereden bildikleri."
"Peki şu poz verdirme işine ne demeli?" diye sordu
Pollock. Hyde genç polisin yüzünün sarardığını gördü.
"Evet bir mizansen oluşturulmuş, ama ritüel gibi bir
havası yok. Hatta belki de bilerek bu pozisyona sokulma­
mıştır. Belki de katili arkasından yaklaşıp boğazının kes­
miştir ve Dunlop'un başı öne düşmüştür. Kan kaybına
bakılırsa hemen ölmüş. Ama ben daha çok katilin bunu
eğlence olsun diye yaptığına inanıyorum."
"Eğlence için mi?" diye sordu MacCandless inanama-
yarak.
Hyde ayağa kalktı, birkaç adım geri çekildi ve stüdyo­
ya bakındı. "Görmüyor musunuz? Dunlop tablonun fotoğ­
rafını çekmiyordu, o tablonun bir parçası. Bu sahne bizim
için, katil tarafından hazırlanmış. Son zamanlarda sürekli
sembolizmleri çözmeye ve yorumlamaya çalışıyorum. Bu
sahne de sembolik, katil bize bir mesaj vermeye çalışıyor."

275
Crıii# Russell

"Öyleyse nasıl bir delilikle karşı karşıyayız?" diye sor­


du MacCandless.
Hyde yanıt vermedi ama Pollock'a döndü. "lain, cad­
deye koş ve gördüğün ilk arabayı durdur. Portobello Po­
lis Merkezi'ne gidip buraya memur göndermelerini sağla.
Peter, biz ikimiz burayı arayalım. Ama korkarım işimize
yarayacak herhangi bir şeyi çoktan götürmüşlerdir."
Fotoğrafların dünyasında hiç yaşlanmadan var olabil­
sinler diye ölülere gerçekçi pozlar verdirmeyi görev edin­
miş, çarpık bacaklı fotoğrafçıya yeniden baktı.
Dunlop'un erişemeyeceği bir ölümsüzlüktü bu.
* * *

Portobello Polis Merkezi'nden bir müfettiş, yanında


dört polis memuruyla birlikte gelmişti. Kalın, tok sesli ve
Güney aksanlı bu zayıf adamın, asık suratına bakılırsa Hy-
de'ın kendilerine haber vermeden gelmesine bozulduğu
belli oluyordu. Ancak şikâyette bulunmadı; Hyde daha
nüfuzlu bir polis teşkilatına mensup, kıdemli bir memur­
du ve karşı karşıya kaldıkları bu tuhaf cinayet sahnesi Por­
tobello polisini aşıyordu.
Bu yüzden yerel polis, Hyde ve adamları stüdyoyu
ararken işlerine karışmayıp bölgeyi güvenlik altına almak­
la yetindi.
Hyde'ın tahmin ettiği gibi hiçbir ipucu yoktu. Fotoğ­
rafçının katili her kimse çekmecelere kadar her yeri ara­
mıştı.
"Efendim!" diye seslendi MacCandless. Bir dolabının
içini arıyordu, Hyde yaklaştığında Dunlop'un bu dolapta
fotoğraf makinesinin levhalarını ve baskı kağıtlarını sakla­
dığım gördü.
"Diğer hiçbiri kilitli değilken bu çekmeceler kilitliydi."
MacCandless zorla açtığı çekmeceleri gösterdi. İlk üçünün

276
7 İ(WMI!W

Hyde

içindekiler olduğu gibi duruyordu. "Çarpık bacaklı dostu­


muzun kimseye göstermediği bir yanı varmış anlaşılan..."
Hyde'a bazı fotoğraflar uzattı, içinden bir sürü fotoğraf
çıktı. Çoğu kadınlara ait sanatsal nü fotoğraflardı, diğer­
leriyse daha açık saçık, pornografik denecek tarzdaydı.
"Dunlop bunları kilit altında tutuyormuş, nedeni de orta­
da. Bu dolabı her kim açtıysa fotoğraflar ilgisini çekmemiş.
Ancak..." MacCandless üstteki üç çekmeceyi kapatarak
alttaki üçünün içini gösterdi. "Aradıkları şeyleri bu çekme­
celerde bulmuşlar."
Hyde başıyla onayladı. "Her şeyi kanıt kutularuıa
yerleştirin ve merkeze gönderin." Yerel müfettişe döndü:
"Henry Dunlop'u tanımak için bir sebebiniz var mıydı?
Haberdar olduğunuz herhangi bir suça karışmış mıydı?"
"Hayır, böyle bir durum olmadı."
"Şehirdeki polis merkezinde bizim için çalıştığı oldu.
Siz onu fotoğrafçı olarak kullandınız mı hiç?"
"Evet," dedi müfettiş. "Bazen gözaltına alınanların
fotoğrafını çekmesi için çağırırdık ama nadiren. Buradaki
ihtiyaçlarımız daha basit oluyor."
"Elinizde ev adresi var mı?" diye sordu Hyde. "Yani
bu stüdyodan başka bir adres var mı elinizde?"
"yok, ama kontrol ettirebilirim."
"Teşekkürler müfettiş."
Hyde, cesedin morga transfer edilmek üzere tabu­
ta yerleştirilmesini izledi. "Müfettiş, sakmcası yoksa onu
şehre götüreceğiz çünkü Doktor Bell'in kapsamlı bir otop­
si yapmasını istiyoruz. Bu cinayetin Edinburgh'ta işlenen
bazı cinayetlerle alakası olduğuna inanıyoruz."
Müfettiş ilk önce itiraz edecek gibi göründü ama biraz
düşününce, "Sanırım sorun olmaz... Bazı evrak işleri gere­
cek ama..." dedi.

277
Rumeli

' l lbelte ki — " [tyde sözünü yanda kesip cesedi tabuta


yerleştiren adamlara seslendi. "Bir dakika!"
Hızla yanlarına koştu. "Bakın," dedi. "Bileğinde kan
var. Gömleğinin manşetini yukarı çekin."
Üniformalı polisler kendilerine söyleneni yapıp Dun-
lop'un bileğini açtı. Ölü adamın derisinin bir bölümünün
kesilip çıkarıldığı ortaya çıktı.
"Peter, lain gelin, buna bir bakın."
MacCandless ve Pollock gelip baktılar.
"Dövmesini kesip çıkarmışlar," dedi Hyde. "Ya eli­
mizde dövmenin bir görüntüsünün olmasını istememişler
ya da onu üyelikten çıkardıklarını böyle göstermişler. San­
ki ordudan atılan birinin rütbelerinin sökülmesi gibi. Ama
bu kez sökülen şey bir kumaş parçası değil, insan derisi
olmuş."

278
41. BÖLÜM

<&>

Sanatçı ruhuna sahip fotoğrafçı, ölülerin portrecisi ve


gizli pornocu Henry J. Dunlop, görünen o ki boş bir hayat
yaşamıştı. İki gün süren soruşturmada pek bir şey buluna­
madı. Dunlop evli değildi, ilişkisi yoktu, birkaç akrabası
vardı. Orduda çavuş olarak görev yapmış, fotoğrafçılığa
da orada başlamış ve terhis sonrası bunu meslek olarak
sürdürmüştü. Tek kız kardeşi üç yıl önce ölmüştü. Dunlop,
son on senedir her cuma akşamı bir hana gidiyordu, bu
nedenle pek çok kişiye siması tanıdık geliyor ama kimse
tarafından bilinmiyordu.
Portobello Polisi bir ev adresi bulmuştu, burası Mus-
selburgh tarafında, bir pansiyonun ikinci katındaki tek
odalı küçücük bir yerdi.
Hyde ve Pollock beraberce odayı aradılar. Odanın
durumu, dağınık ve pasaklı olarak nitelenebilecek fotoğ­
rafçıyla uyumsuzdu. Daire çok temizdi, mutfağın zemini
paspaslanmıştı, şöminenin içinde hiç kül yoktu. Odanın
düzenli kalması için fazlasıyla özen gösterilmişti, öyle ki
burada hiç kimse yaşamıyor gibiydi.
Eski bir askerin gösterişli yalnızlığını yansıtıyordu,
bu, Hyde'ın kendi hayatından tanıdığı bir rutindi.
Odada bulabildikleri tek şey, pencerenin önümdeki
masanın çekmecelerinden çıktı. Kilitli olmayan çekmecele­
rin birinde, elli yedi pound gibi hatırı sayılır bir meblağda

279
para vardı. Başka bir çekmeceden. Dunlop için br
önemi olduğunu tahmin ettikleri fotoğraflar çlkü
Dunlop'un daha önce morgda Hvde ve C=£v
gösterdiği albüm gibi bu kişisel albüm de fazlasıyla sarab-
sal ve kalitelivdi. Stüdyosunda sakladıklarının aksme bo
fotoğraflarda şehvet uvandıran veya bayağı olan hlçrir şe?
yoktu. Hatta Hyde adamın yeteneğine hayran ■makrar
kendini alamadı.
Albümde manzara, portre, natürmort gibi çesfli riris-
ri barındıran bir koleksiyon vardı. Bunları birbirine bağla­
yacak hiçbir şey yoktu. Sonra Hyde, tüm fotoğraflam cr-
tak paydasının İskoçya teması olduğunu fark ett. Varmara
resimlerinde hep Kuzey İskoçya manzaraları veya krrsa.-
daki yaşamdan enstantaneler göze çarpıyordu. Natürmort
fotoğraflann tümünde, İskoç kırsalındaki evlerde bulunan
eşyalar yer alıyordu. Ayrıca portrelerde gerçek kişûer
yerine İskoç tarihinden tanınmış kişileri temsil eden mo­
deller fotoğraflanmıştı. Örneğin uzun boylu, in yapık bu
adam İskoçya Kralı I. Roibert gibi giyinerek elinde savaş
baltasıyla poz vermişti.
Hyde, Dunlop'un belki de stüdyosunda gerçekten bu
Kuzey İskoçya sahnesi hazırlamış olabileceğini düşündü
Belki katil sadece kurbanın bedenini tabloyla butım.e<u>
mişti.
Bir diğer görselde model, VVilliam Wallace kılığmua
poz vermişti.
Bu fotoğrafı gören Hyde, Pollocka seslendi. ' İam bu
adamı tanıdın mı?"
Pollock fotoğraftaki gür ve kıvırcık saçlı, gür sakak,
çıkıntılı çeneli adamı hemen tanıdı. Bu Cobb Mankesxi-
nck."
"Avnen öyle. Demek ki aralarında bir— ’ Hvde aniden

280
Hı/cle

sustu. Bir başka fotoğraf dikkatini çekmişti. Bu fotoğraftaki


model, 1745 Jakobit îsyanı'nı çıkaran Prens Charles'ın kaç­
masına yardım eden, Flora MacDonald adlı Kuzey İskoç-
yalı bir kadının kılığına girmişti. Arka planda, stüdyodaki
İskoçya manzarası kullanılmıştı, ancak Hyde'ın dikkatini
çeken şey bu değildi.
Hyde fotoğrafı eline aldı ve bakması için Pollocka
uzattı. "Artık elimizde bir dolu bağlantı var gibi görünü­
yor," dedi.
Fotoğraftaki model, Elspeth Lockvvood'du.

zat
42. BÖLÜM

<&>

Cally Burr o akşam yeniden Hyde'ın evine gelerek ko­


lundaki ve başındaki bandajları değiştirdi. Bu sırada Hyde
da ona günün olaylarını anlattı.
"Buna inanamıyorum/' dedi Cally, Hyde'ın başını
sararken. Öyle yakınlardı ki Hyde onun sıcaklığını hisse­
diyor, parfümünün kokusunu alıyordu. "Dunlop'la daha
yeni görüşmüştük. Kara Tarikat ile bir bağlantısı olduğunu
mu düşünüyorsun?"
"Tabii eğer böyle bir örgüt varsa," dedi Hyde. "ki
buna neredeyse inanmaya başladım. Bu şehirde kaç tane
kulüp, demek, içki ve kumar mekânı var kimse bilmiyor.
Hepsi de varlıklı ailelerden gelip ikili hayatlar sürdüren ve
kapalı kapılar ardında kim bilir ne günahlar işleyen kalbu­
rüstü Presbiteryenler tarafından ziyaret ediliyor. Bazen bu
şehrin ayrıcalıklı kesiminin ikiyüzlülüğü beni bıktırıyor."
Özür dilercesine güldü ve ona baktı. "Kusura bakma, mız­
mızlanıyorum. Zor bir hafta oldu."
"Kımıldamadan dur," dedi Cally. "Neredeyse bitti.
Elspeth Lockvvood'la ilgili bir ipucu bulabildin mi?"
"Özel dedektif Farquharson'un hâlâ ortaya çıkmaması
çok tuhaf görünüyor. Pollock yarın arama izni çıkarttırıp
onun evini ziyaret edecek ve böylelikle dosyalarla belge­
lerini alabilecek. Ama dürüst olmam gerekirse Bayan Lo-
ckvvood'u sağ salim bulma şansımız her gün azalıyor."

282
Hyde

"Sence başına ne gelmiş olabilir?"


"Hiçbir fikrim yok. Ama Pollock onun da ağabeyi ve
annesi gibi akıl sağlığını kaybetmiş olabileceğini düşünü­
yor. I lalla belki de kendine zarar vermiş olabileceğini. Fa­
kat babasının anlattıklarını göz önüne alınca ben buna pek
ihtimal vermiyorum."
Başını yeniden sardıktan sonra Cally bu kez koluyla
ilgilenmeye başladı. Sargıyı açınca dikişli yaranın kanadığı
ortaya çıktı, "Biraz daha dikkatli olmalısın Edvvard," dedi
kaşlarını çatarak. "Böyle davranırsan kolunu eskisi gibi
kullanamayacağını söylemiştim sana. Bir kol askılığı kul­
lanman konusunda ısrar ediyorum."
Hyde belli belirsiz bir şeyler mırıldandı. Cally parmak
uçlarıyla onun çenesini tutup kaldırdı ve gözlerinin içine
baktı. "Doktorunun sözünü dinlemelisin..." Bu hareketi
bilmeden yüzlerini birbirine daha da yakınlaştırmıştı. Tu­
haf bir sessizlik anının ardından Cally ayağa kalktı. "Çay
demleyeyim..."
** *

Hyde ertesi gün polis merkezine koluna taktığı askı­


lıkla gitti, tıpkı Cally Burr'un talimat verdiği gibi. Ancak
masasının başında çalışırken askılık ona rahatsızlık verin­
ce çıkarıp çekmecelerden birine kaldırdı. Önüne konulan
çeşitli raporları okumaya henüz başlamıştı ki odasının ka­
pısı çaldı.
Hyde, kapının çalmış şeklinden ve İçeri giren Pollo-
ck'un yüz ifadesinden durumun acil olduğunu anladı.
"Farquharson'un dosyalarını aldın mı lain?" diye sor­
du Hyde.
"Evet efendim," dedi Pollock. "Ama..."
"Raporlanacak bir şey var mı?"
"Hayır. Yani şimdilik yok efendim." Pollock'un sesi

28?l
t, n«i\
*

sabırsızdı. I lemk-dosyaları lınvlevvıvk ramamın olmadı


Ama daha önemli bir durum var,
Kavıp birini aramaktan daha acil ne olabileceğini—"
'Anlamadım/ etendim bu kez Pollock dayanama­
mış, amirinin sözünü kesmişti. "Bir tikt im var. Daha önce
neden aklıma gelmedi bilmiyorum. .Araştırmamı/ sı ra sın -
da atladığımı? bir şey var. Bakmadığımız bir yer..."
"Neden bahsediyorsun Pollock?" diye sordu l lydc sa­
bırsızlanarak.
*Cobb Mackendrick, etendim. Sanırım onu nerede bu­
labileceğimizi biliyorum.’
*V *

Hyde ve Pollock, yarım saattir Leitlı Umanı ndaki


taksi durağında bekliyorlardı. Bulutların arasından güneş
ışınlan sızıyor, liman bölgesinin isten kararmış kasvetli
mimarisi üzerine düşüyordu.
Taksi şoförü ufak tefek bir adamdı. İki polis yanına
yaklaşırken, Hyde'a diğer herkesin yaptığı gibi belli belir­
siz bir huzursuzlukla baktı. Dedektif Pollock u görünce,
genç dedektifin Leith'teki toplantıya katıldığı gece konuş­
tuklarını hatırladı. Ayrıca o akşam Mackendrick ve arka­
daşını nereye bıraktığı da net bir şekilde akimdaydı.
"İyi bir hafızanız var," dedi Hyde.
"Öyle mi? Eh, bu meslekte böyle olmak gerekir. Bir de
o adamı daha önce de gördüğümü hatırladım. Hatta sizin
yeniden gelmenizi bekliyordum."
Hyde ve Pollock birbirine baktı. "Hangi adamı?" diye
sordu Pollock.
"Öldürülen adam," dedi taksi şoförü. "Doktor olan.
Diğer beyefendiyle birlikte taksiye binen kişi doktordu."
"Samuel Porteous mu?" diye sordu Hyde.

284
Hyde

"Evet, o. Gazetedeki resminden tamdım. O yüzden


gelmediniz mi?"
Hyde dönüp Pollock'a baktı. Yüzünde cam sıkkın
bir ifade belirmişti. "O gece gördüğüm bohem görünüş­
lü bey... Ben onu yazar ya da sanatçı sanmıştım. Doktor
olabileceğim hiç düşünmedim. Üzgünüm efendim. Çok iyi
görememiştim ve arada bir bağ da kuramadım."
Hyde taksiciye döndüğünde kararlı bir ifadeyle, "Bizi
hemen o adrese götür," diye gürledi.
***
Hyde taksi şoförüne Torphichen'deki polis merkezin­
de durmasını söyleyerek, MacCandless, Dempster ve altı
üniformalı polisi getirmesi için Pollock'u gönderdi. Ayrıca
dedektiflerin silah deposundan dört tane de tabanca alma­
sını söyledi.
Taksi şoförü, dört kişilik polis arabasının gürültülü bir
şekilde polis merkezinin bahçesinden çıkıp kendi faytonu­
nun arkasına düştüğünü görünce gerildi.
Hyde hemen ona moral verdi. "Sorun yok. Sadece bizi
adrese götür, sonrasında kendi işine bakabilirsin."
***
Stockbridge'in yapısı, New Town ihtişamı ile Dean
Village sefaleti arasında bir geçiş gibiydi. Leith Nehri'nin
kıyısında bir köy olarak kurulduğu ilk zamanlarım yan­
sıtıyordu ama aynı zamanda alt-orta sınıfm istekleri ve
Edinburgh'un gri kentleşmesi doğrultusunda apartmanlar
ve alçak taş evler daha yeni bir görünüm kazandırmıştı.
Aradıkları bina, etrafındaki sıralı evler arasında en etkile­
yici olandı. En fazla elli yıllık oldukları anlaşılan bu sıralı
evler Nevv Tovvn'daki daha prestijli yapıların benzeriydi,
ancak tek fark önlerinde geniş bir bulvarın olmamasıydı.

285
L'iıil^ Kadril

I İlini şeklinde dizilmiş olun bu binalar zeminden itibaren


ÜÇ katlıydı ve birer de bodrumları vardı.
Adrrsr varilim şoför, bodrum kah ve caddeden aşağı­
ya İnen taş merdivenleri işaret etti. Evin cadde hizasında­
ki ana kapısı herhangi bir yerden açıkça görülebiliyordu.
Ancak bodrum kalının girişi, evin köşesinde kaldığı için
dışarıdan çok az görünüyordu.
I lyde arabayı evin biraz uzağında durdurdu. Ayrıca
polis arabasındaki silahlı ve üniformalı memurlara, köşede
durup görünmeden beklemeleri talimatını verdi.
Dempster, getirdiği silahları Hyde ve Pollock'a uza­
tırken, ''Emrettiğiniz gibi efendim," dedi. Pollock elindeki
tabancaya gergin bir ifadeyle baktı.
"Nasıl kullanacağını biliyor musun?" diye sordu
Hyde. "Temel eğitim almışsındır herhalde."
Pollock başıyla onayladı ve tabancayı cebine koydu.
"Eğer burası Karanlık Tarikat'm buluşma yeriyse,
saldırgan kişilerle karşılaşabiliriz," dedi Hyde. "Amaçları
ayaklanma çıkarmak olduğundan, evde silahlar da olabi­
lir. Her ihtimali hesaba katmalıyız."
Onlar evi izleyerek beklerken hava gitgide kararıyor­
du. Derken uzun bir palto ve siperlikli bir şapka giymiş
yaşlı bir adam omzunda kısa bir merdiven ve uzun bir di­
rek taşıyarak görüş alanlarına girdi. Ağır adımlarla ilerli­
yor ve her bir sokak lambasının yanında duruyordu. Yaşb
adam merdiveni omzundan indirmeden, uzun direği uza­
tarak lambaların camını açıyor, ucundaki küçük kancayla
gaz besleme kolunu aşağı çekiyor ve böylece havagazı fiti­
lini ateşleyerek lambayı yakıyordu.
Lambaca adam arabaya yaklaştığında ilgisiz bir şekil­
de içine baktı. Yaşlı yüzünde kayıtsızlık vardı ama Hyde,

286
Hyde

kendisine bakarken gözlerinin hafifçe kısıldığını fark etti.


)aşh adanı başıyla selam verdi ve yoluna devam etti.
"İhtiyar Lugh," diye mırıldandı Hyde.
"Ne dediniz efendim?" diye sordu Pollock.
"Ne? Hiç, hiçbir şey. Lugh, Keltlerin ışık tanrısıdır."
"Bu işi daha ne kadar devam ettirebilir acaba..." dedi
MacCandless. "Princes Caddesi'nde ve VVaverley ile North
I köprülerinde elektrik lambası denemeleri yapılıyor."
"Önemli olan İhtiyar Lugh'un hedefimizi daha iyi
görmemize yardımcı olması," dedi Hyde. "Hey, bakın..."
O sırada birkaç adam köşeyi dönerek eve doğru yürü­
dü. Hepsi de birbirinden farklı yaşlarda ve farklı sınıflara
mensup görünüyordu. Bodruma inmeden önce etrafı ko­
laçan ettiler.
Cobb Mackendrick aralarında değildi.
Hyde, Pollock'a döndü. "Binanın önünden yürüyerek
geçmeni istiyorum. Hiç durmadan bodrumun kapısına
bak ve sokağın diğer tarafına dön Sonra gelip bize gördük­
lerini rapor et."
Pollock başıyla onayladı. Hyde onun heyecanlandığı­
nı hissetti, ne de olsa buraya gelmeyi o akıl etmişti.
Pollock geri döndüğünde daha da şevklenmişti. "Bu­
rada kesinlikle bir şeyler oluyor efendim. Doktor Porteo-
us'un anahtarlığındaki amblem..."
"Janus figürü mü?"
"Evet. Kapının üzerinde de aynısı var. İki yüzü bir
kafa, Yunan ya da Roma tanrılarından biri gibi..."
"Ya üzerindeki motto? O da yazıyor mu?"
"Hayır efendim. Ama resim neredeyse birebir aynı.
Bir şey daha var. Giriş katındaki pencerelerden birinde, sa­
nırım bodrumdan içeri giren adamlardan birini gördüm.

287
Crai#

Demek ki bodrum katı binanın geri kalanından ayrı değil,


diğer katlara bağlanıyor. Ana girişi kullanmak istemedik­
leri için eve aşağıdan giriyor olmalılar. Yani..."
"Yani dikkat çekmeden girip çıkmak istiyorlar," diye
onun sözünü tamamladı Hyde. MacCandless'a döndü.
"Üniformalı memurlara hazır olmalarını söyle. Karanlık
Tarikata sürpriz bir ziyarette bulunmanın zamanı geldi."
"Mackendrick'in gelmesini beklemeyecek miyiz?"
diye sordu MacCandless.
"Mackendrick saklanıyor ve l’ollock'un dediği gibi,
bilmediğimizi düşüneceği tek yer burası. Onu dışarıda
görmemiz çok olası değil ama şu anda içeride bile olabi­
lir." Hyde bir süre duraksadı, sonra hepsine birden talima­
tı verdi: "Haydi, gidelim."

288
43. BÖLÜM

<&

"Gel de bir bak Elspeth," dedi ses. "Sana göstereceğim


ne çok şey var. Hayal bile edemeyeceğin kadar büyük ve
mucizevi şeyler."
"Burası neresi?" diye sordu Elspeth. Uzun zamandır
konuşmadığı için sesi tiz ve titrekti. "Neden seninle gele­
lim? Beni kaçırıp buraya getirdiğine göre neden sana gü­
ceneyim?7'
Karanlıkta saklanan gölge güldü; kısık, çirkin bir kah­
kahaydı bu. Ama sanki yer değiştiriyormuş gibi gülme
sesi başka bir taraftan gelmişti. Elspeth umutsuzca o tarafa
döndü.
"Buraya sen kendin geldin Elspeth," dedi ses. "Kendi
iraden ve isteğinle. Gel de gör."
"Sen kimsin? Neden bana böyle davranıyorsun?"
"Bu soruların cevaplarını zaten biliyorsun Elspeth,"
diyen ses yine başka bir yönden geldi. Elspeth çaresizce o
tarafa döndü. "Keşfetmeni, hatırlamanı bekliyorlar."
"Ama hiçbir şey anlamıyorum," dedi Elspeth etrafın­
daki sonsuz boşluğa. Artık bütün yön duygusunu kaybet­
mişti.
Aniden sanki güneş patlaması gibi bir aydınlık oldu.
Karardıkta çok uzun bir süre kaldığından ışık gözlerini
kamaştırdı ve başına şiddetli bir ağrı saplandı. Sonra ışık
loşlaştı, ama ışıltısı san ve beyaz hayaletler gibi Elspeth'in

289
Craig Rusuell

gözünü almaya devam etti. Bir süre sonra, az önceki ışık


patlamasının aslında onu esir alan kişinin elindeki meşa­
leyi yakmadan önce çaktığı kibritten kaynaklandığını fark
etti. Adam on beş metre kadar ilerideydi ve sırtı dönüktü.
Altmış yıl öncede kalmış, yüksek yakalı ve uzun, demode
bir redingot giymişti. Döndüğünde, yüz hatları uzun ve
geniş siperlikli şapkasının gölgesinde kaldı.
Meşale etrafı aydınlattığında nihayet ayaklarının al­
tındaki zemini görebildi, siyah kaldırım taşları sanki yüz­
yıllardır kullanılıyormuş gibi aşınıp pürüzsüzleşmişti.
Ama tek görebildiği buydu: Meşalenin kırmızı ve sarı alevi
yalnızca onu esir alan adamı ve sınırlı bir alanı aydınlatı­
yordu; hiçbir duvar, bina veya çatı görünmüyordu etrafta.
"Senin Vergilius'un olacağım' Elspeth," dedi yaban­
cı, ama bu sefer sesi tanıdık gibiydi. "Senin ruh kılavuzun
olacağım. Sen seyyahsın, bense senin yoldaşın."
"Nereye gidiyoruz?" diye sordu Elspeth.
"Göreceksin..."
Yabana yanan meşaleyi yukarıda tutarak yürüdü.
Elspeth bir süre kımıldamadan durdu, korkuyordu. Ama
meşale ilerleyip etraf yeniden kararmaya başlayınca, istek­
sizce de olsa adamı takip etmeye karar verdi.

Dante'nin klasik eseri İlahi Komedya'da Cehennem'de kılavuzluk


etmek üzere Vergiliusü seçmiş olmasına gönderme, (ed.n.)

290
44. BÖLÜM

Hyde ve ekibi ana caddeden ve evin pencerelerinden


mümkün olduğunca uzak durarak, binanın etrafını dola­
şıp bodrum katın kapısına yaklaştı.
Peter MacCandless demir kapının mandalını kaldırdı
\e kapıyı itti. Hyde tabancasını çekti ve diğerlerine, bod­
rum kapısına inen merdivenlerde sessizce beklemelerini
işaret etti. Basamakların dibindeki alan küçük olduğu için
dedektifler ve üniformalı polisler sıkışmışlardı, bazıları
hâlâ basamaklarda duruyordu. Hyde içeridekileri habersiz
yakalamanın öneminin farkındaydı. Çok dikkatli olmaları
gerekiyordu.
Frazer isminde, üniformalı, büyük cüssesini Kuzey İs-
koçya'nm dağlık bölgelerinden alan bir polis memuru en
öne geçerek kapıya omuz atmak için hazırlandı.
"Bekle..." dedi Hyde aklına bir şey gelmiş gibi ve poli­
sin kolunu tuttu. Pollock'un bahsettiği deseni kapının üze­
rinde görebiliyordu. Gerçekten de Porteous'un anahtarlığı
ile aynı tasarıma sahipti.
Cebinden anahtarlığı çıkardı.
Anahtar kilide uyunca Hyde yavaşça ve sessizce anah­
tarı çevirdi ve başıyla Frazefa işaret verdi.
Kapı içeri doğru açıldı ve siyah üniformalı polis me­
murları bodruma doluştu. Bodrum kattan yukarıya çıkılan
merdivenlerin başında duran iki iriyarı adam hızla ve ses­
sizce etkisiz hale getirildi.

291
Craig Rumeli

"Yukarıya," diye talimat verdi Hyde. Elinde tabanca­


sıyla, evin üst bölümlerine giden merdivenden çıkmaya
başladı.
Evin girişindeki geniş hole vardılar. Burada, beyaz alçı
kartonpiyerlerle tezat oluşturan kıpkırmızı duvarlar ve
dört klasik heykelin beyaz mermerden yapılmış replikalan
dikkat çekiyordu. Heykellerden biri, anahtarlıktaki desene
de ilham veren Roma tanrısı Janus'un büstüydü. Buranın
görünümüyle ilgili bir şeyler Hyde'ı huzursuz ediyordu
ama bunu düşünecek vakit yoktu.
Holde altı kapı vardı, Hyde her kapıya iki memur gön­
derdi.
"Peter, VVilliam siz soldaki odayı alın. lain sen benimle
gel"
Hyde ve Pollock evin ana misafir odası gibi görünen
büyük odaya hızla daldı. Odadaki dört adam şaşkınlıkla
ayağa fırladı. Hyde yüzlerinin korkuyla dolduğunu fark
etti. Adamlardan ikisi oldukça gençti ve bunlardan biri
dedektiflerin elindeki silahlan görünce çığlık attL Etrafı
gözleriyle hızla tarayan Hyde bir şeylerin yolunda gitme­
diğinin farkındaydı. Adamlar polislerin gelişine şaşırmıştı
şaşırmasına ama sanki bunu bekliyormuş gibilerdi.
"Edinburgh polisi, olduğunuz yerde kaim ve ellerinizi
başınızın üzerine koyun. Kimseye bir zarar gelmeyecek."
Genç olan adam yine sızlandı, diğerleriyse üzgün gö­
rünüyordu. Karşı çıkmaya niyetleri yoktu, itiraz bile etme­
miş, öylece itaat etmişlerdi.
MacCandless ve Dempster içeri girdi.
"Bu kah emniyete aldık başkomiserim. Yedi kişiyi gö­
zaltına aldık."
"Bunlar da gözaltına alınsın," dedi Hyde odadaki dört
adamı işaret ederek. "lain, Peter benimle gelin."

292
Hyde

Hyde, Pollock, MacCandless ve iki üniformalı polis bir


üst kata çıktı. Burada uzun ve geniş bir koridor üzerindeki
odaların kapılan göze çarpıyordu.
Denediği ilk kapı kilitliydi, Hyde kapıyı zorlarken ya­
ralı kolunu acıttı ama kilidi kırmayı başardı. İçeride otuzlu
yaşlardaki iki adam giyinmeye çalışıyordu. Arkalarındaki
yatak dağınık görünüyordu.
Hyde şimdi neler olduğunu anlıyordu.
Duo in unum occultatum.
Yani birinin içindeki iki doğa, iki kişilik...
Samuel Porteous'un tüm dünyadan saklı tuttuğu ikili­
ğin zillindeki kişilik bölünmesiyle veya politik ideolojilerle
hiçbir ilgisi yoktu. Bu adamların Karanlık Tarikat olmadığı
da kesindi. Başka türden bir birlik kurmuşlardı.
"Bunları da aşağıya indirin. Diğerlerinin yanma," dedi
Hyde. Diğer üç yatak odasında da benzer şeyler oldu. So­
nuçta on sekiz adamı gözaltına aldılar ve hepsini girişteki
misafir odasında topladılar. Ama aralarında Cobb Mac­
kendrick yoktu.
"Cobb Mackendrick nerede?" diye sordu Hyde kala­
balık gruba. Adamların hepsi korku içinde susuyordu.
"Cobb Mackendrick nerede?" diye tekrar etti. "Başı­
nızın dertte olduğunu düşündüğünüzü biliyorum ama şu
anda soruşturduğumuz şey çok daha ciddi bir konu. Ma­
ckendrick'in burada saklandığını biliyoruz ve eğer onun
nerelerde olduğumu söylemezseniz hepiniz bir cinayet so­
ruşturmasına engel olmakla yargılanacaksınız."
"Beni dinleyin müfettiş..." Daha yaşlı adamlardan biri
kendini biraz toplamış gibiydi. Öne çıkınca, kuzeyli polis
memuru tarafından tekrar hizaya sokuldu.
"Müfettiş değil, başkomiser," diye düzeltti Hyde. "Ne
söylemek istiyorsanız söyleyin," dedi Hyde.

293
"Ben bir avukatım ve binaya bu şekilde girişiniz..."
Hyde kendisine doğru bir adım atınca cümlesini ta­
mamlayamadı.
"Mackendrick nerede?" diye bir kez daha sordu Hyde.
Adam yanıt vermedi ama başını belli belirsiz yukarı
doğru kaldırdı, gözleri tavana dönüklü.
"Pollock, Frazer, benimle gelin lütfen." Hyde yanında
adamlarıyla birlikte yukarıya yöneldi. "Sessiz olun beyler.
Sanırım aradığımız kişi tavan arasında."
En üst katta küçük, kare şeklinde bir hol vardı. Yakla­
şık dört buçuk metre yükseklikteki tenteli bir cam kubbe
alanı taçlandırıyor, hole kilitsiz bir kapı açılıyordu. Hyde
kapıvı yavaşça açarken adamlarına sessiz olmalarını işaret
etti. Kapının ardında, çatı katma giden merdivenler var­
dı. Hyde cebinden pilli fenerini çıkardı, Pollock ve Frazeriı
merdivenlerden jnıkarı gönderdi.
Tavan arası neredeyse tamamen karanlıktı. Çatıda,
evin arkasına bakan tarafta eşit aralıklarla yerleştirilmiş
üç çatı penceresi vardı ama gecenin karanlığında hiçbir işe
yaramıyordu.
Pollock ve Frazer da fenerlerini çıkardı ve tavan arası­
nı gözden geçirdi. Burası oldukça geniş bir yerdi, yer yer
çatıyı yerinde tutan ahşap sütunlar ve kirişler bulunuyor­
du.
Üç polis dağıldı ve fenerleriyle çatı katını taramaya
başladı. Birkaç mobilya parçası tozlanmaları için örtülerin
altındaydı, ancak bunun dışında alan açıktı.
"Tabancanı kaldır lain," diye emretti Hyde ve kendi
tabancasını ceketinin cebine koydu. "Burada teröristler­
le veya anarşistlerle uğraşmıyoruz." Sıkışık alanda ayağa
kalktı, hâlâ feneriyle tavan arasını tarıyordu.
"Mackendrick," diye seslendi Hyde. "Saklandığınızı

294
I

Hyde

biliyoruz. Buna gerek yok. Ben Başkomiser Hyde, Edin-


burgh şehri polis teşkilatındaki dedektiflerin amiriyim.
Size sadece bir şeyler sormak istiyorum. Ortaya çıkın."
Kısa bir süre sessizlik oldu, "Bay Mackendrick, size
tavsiyem—"
O sırada büyük ve ağır bir şey Hyde'ın omzuna çarpa­
rak onu yere yıktı. Aynı anda kulakları sağır eden bir ses
duyuldu, ona her ne çarptıysa tuhaf bir tıkırtı ve çınlama
çıkarıyordu.
"Başkomiser Hyde!" diye bağıran Pollock ona doğru
koştu. Hyde doğrulunca üzerine devrilen şeyin büyük,
ayaklı bir antika saat olduğunu gördü.
Ayağa kalkarken bir siluetin karşı köşedeki pencereyi
açarak dışarıya çıkmaya çalıştığını gördü.
Polisler hemen arkasından koştular ama adam çoktan
çatıya çıkmıştı bile. Hyde, pencerenin altına getirdikleri bir
dolabın üzerine çıkarak çatıya çıktı. Adamın, düşeceğine
aldırmadan çatıda hızla ilerlediğini gördü.
"Mackendrick!" diye bağırdı Hyde. "Olduğun yerde
kal!" Peşinden koştu fakat adamın durmaya niyeti yoktu.
Kenardaki bir bacaya yüzünü iyice yaslanıp etrafını do­
landı. Hyde onun yandaki evlerden birinin çatısına geçip,
aşağıya inecek bir yol bulma niyetinde olduğunu fark etti.
Arkasından Pollock ile Frazef ın sesini duydu.
Adamlarına dönüp, "Çok dikkatli olun. Bu adamı ya­
kalamak için çatıdan düşmeye değmez," dedi.
Hyde cüssesine meydan okuyan bir hız ve rahatlıkla
çatının kenarından devam edip bacanın yanına ulaştı. Avı­
nın yaptığı gibi o da kollarını iki yana açıp bacaya sarıla­
rak ve yüzünü iyice yaslayarak etrafını dolanmak zorunda
kaldı. Arkasından gelen Pollock'un yüzünün bembeyaz
olduğunu gördü.

295
Craig Rııssell

"Siz buradan gelmeyin lain," dedi. "Aşağıya inin ve


sokak arasında, artık nereden aşağıya inecekse, onu orada
yakalamaya çalışın."
Hyde yoluna devam etti. Yerden üç kat yukarıda, ba­
canın yanından diğer tarafa geçmeye çalışırken iki kez aya­
ğı kaydı. Sonunda bacanın diğer taratma ulaştı ve bir ayak
genişliğinde olan çatı oluğuna bastı. Ama etrafa baktığında
hiç kimseyi göremedi. Mackendrick'in çatıda hangi cesa­
retle böyle hızlı bir şekilde koşup ortadan kaybolduğunu
anlayamıyordu.
En sonunda çatının en uzak ucunda gördü onu. Du­
raksayarak ve sendeleyerek çatıda yürüyor, her adımda
dengesi bozuluyordu ve ellerini ip cambazı gibi iki yana
açmıştı.
"Mackendrick!" diye bağırdı Hyde. "Tann aşkına,
boynunu kıracaksın. Değmez bunu yaptığına."
Siluet onu görmezden geldi çah boyunca tehlikeli iler­
lemesini sürdürdü.
"Bekle! Sadece konuşmak istiyorum. Bu evde olup
bitenlerle bir işimiz yok. İnan bana, çok daha önemli bir
davam var."
Bu kez siluet duraksadı. Yüzü tam görülmese de Hy­
de'a doğru döndü.
"Sana neden güveneyim?"
"Çünkü sana bu devletin bir memuru ve bir beyefendi
olarak söz veriyorum."
"Ve bu yüzden sana güvenecek miyim yani?" dedi si­
luet gülerek.
"Öyleyse, Samuel Porteous'un arkadaşı olduğum için
güven," dedi Hyde.
"Sen mi? Samuel'in arkadaşı mısın?" diye sordu siluet.
"Görünen o ki onu sandığım kadar iyi tanımıyormu-

296
Hyde

şum ama bana bir arkadaş olarak güvenirdi. Buna eminim.


Sadece konuşmak istiyorum."
"Onun için mi kulübümüze elinizde silahlarla, zorla
girdiniz?"
"Biz buranın başka türlü bir yer olduğunu sanmıştık.
Bu benim halamdı. Mekanın gerçek kullanım amacını bil­
miyorduk. Lütfen aşağıya inip konuşalım. Benim tek iste­
diğim Samuel'in başına ne geldiğini öğrenmek."
Cobb Mackendrick sonunda ikna olup çömeldi ve ça­
tının kenarından uzaklaşmaya hazırlandı.
Ne olduysa o anda oldu ve Hyde, adeta zaman ya­
vaşlamış gibi izledi. Mackendrick tam çatının kenarından
uzaklaşacakken, tutunduğu arduvaz taşı yerinden çıkıp
aşağıya düştü. Mackendrick'in ayağı kaydı ve ileri doğru
uzattığı elleri boşu boşuna havada tutunabileceği bir yer
aradı.

297
45. BÖLÜM

Elspeth yine zaman kavramını yitirmişti. Elindeki me­


şaleyle yürüyen yabancıyı saatlerdir takıp ediyor gibiydi.
Yürürken uyuyakalmış olabilir miydi? Böyle bir şey müm­
kün müydü?
Yürürken adamla arasındaki mesafeyi korumaya özen
gösteriyordu. Adam aniden dönüp onu yakalamaya çalışa­
cak olsa, kaçıp karanlığa karışabileceğim umuyordu.
Yine kaldırım taşlarından başka bir şey görünmüyor­
du. Yine de Elspeth tek kelime bile etmeden önündeki ya­
bancıyı takip ediyordu.
Uzun bir zaman sonra etrafta bazı şekiller seçilmeye
başladı. Bunlar, lambaların ışığında yükselen apartmanlar­
dı. Elspeth sekiz kat saydı ama meşalenin ulaşamadığı ka­
ranlıkta daha fazlası da olabilirdi. Dar bir sokağa inen taş
basamakların başına geldiklerinde apartmanlara daha da
yaklaşmışlardı. Burası tipik bir Old Town muhitiydi ama
Elspeth daha önce buraya hiç gelmemişti.
Binalardan İliç ışık gelmiyordu, gökyüzünde ne ay ne
de güneş karanlığı dağıtıyordu. Hâlâ tek ışık kaynağı, re­
dingotlu ve silindir şapkalı adamın elindeki meşaleydi.
"Burası aşağıdaki şehir," dedi adam. "Kayıp şehir,
ölülerin şehri. Burayı kapadılar ve üzerine yeni bir şehir
inşa ettiler. 1645'teki büyük veba sırasında burada yaşayan

298
, Hyde

herkesi kapatıp, onlan açlığa ve ölüme mahkûm ettiler.


Onlar hâlâ buradalar."
"Beni neden buraya getirdin?" dedi Elspeth korku
dolu bir sesle. Meşalenin alevi, gölgelerin apartmanların
yüksek duvarlarında dans etmesine ve karanlık pencerele­
rin oyuk gözler gibi görünmesine neden oluyordu.
"Burası sadece yol üzeri, daha uzun bir yolculuktaki
bir istasyon gibi düşün canım," dedi yabana. "Biz daha
büyük bir yolculuğa çıkacağız. Daha yolumuz uzun. Ama
merak etme, her şey açığa çıkacak. Hakikati görecek ve
anlayacaksın. Hakikatin ışığı gözlerini yakacak ve seni ke­
miklerine kadar titretecek."

299
46. BÖLÜM

Hyde, sanki zaman yavaşlamış gibi Mackendrick'in


ayağının kayıp sendeleyişini izledi. Üçüncü kattan böyle
bir düşüş adamı öldürmeye fazlasıyla yeterdi.
O bir saniyelik sürede Hyde hızla koşarak adamın
üzerine atladı. Çarpıştılar ve Hyde onun paltosunun ucu­
nu yakaladı. Mackendrick'in kenardan yuvarlanmasını
engelleyemese de bu şekilde düşüşünü yavaşlatmış oldu.
Hyde şimdi yüzüstü yatıyordu, çatı oluğunun içine kıvrıl­
mış halde, iki eliyle Mackendrick'in paltosunu tutuyordu.
Adamın ağırlığı omuzlarını ve kollarını zorlarken, kolun­
daki yaranın yeniden açılmasıyla keskin bir a a hissetti.
Adam paltonun içinde sallanırken Hyde tek dizinin
üzerine çöktü ve diğer ayağını oluğun kenarına dayadı.
Ancak buranın iki kişinin ağırlığını kaldırabilecek kadar
dayanıklı olamayacağının da bilincindeydi.
Aşağı doğru sarkan Mackendrick, yalvaran gözlerle
Hyde'a bakıyordu.
"Elini uzat," diye bağırdı Hyde. "Seni elimden geldi­
ğince çekeceğim ama bir noktada çatının kenarını yakala­
yıp kendini yukarı çekmen gerekecek." Kollan sızlıyordu
ve gömleğinin sağ kolu, açılan yaranın kanıyla ıslanmışta.
Mackendrick kendisine söyleneni yaptı ve çatının ke­
narına tutundu. Hyde her iki eliyle adamın paltosunun ya­
kasını kavradı.

300
Ih/d<’

"Hazır ol," dedi kenetlenmiş dişlerinin arasından.


"Seni çektiğimde sen de kendini yukarı çekeceksin, Şim­
di!"
Hyde acı dolu bir kükremeyle ve tüm gücüyle yukarı
çekli adamı.
Mackendrick kenardaki oluğa tutunup kendini yukarı
çekti ve nihayet çatının üzerine kendini attı.
İki adam bir süre sırtüstü çatıya uzanıp toparlanmaya
çalıştı. Hyde kolundaki acıyla yüzünü buruşturdu, sağ eli­
nin akan kanla kıpkırmızı olduğunu gecenin karanlığında
bile görebiliyordu.
"Başkomiser Hyde! İyi misiniz efendim?" diye bir ses
geldi aşağıdan.
Hyde başını eğince aşağıdan kendisine seslenen kişi­
nin Frazer olduğunu gördü. Bahçede koşuşturan diğer si­
luetler de onun yanına gidiyordu. "İyiyim/' diye seslendi.
"Adamımız da iyi. Ama ikimiz de geldiğimiz yolu tekrar
yürüyecek durumda değiliz. Merdiven getirip bizi bura­
dan indirin."
Beklerken Hyde, Mackendrick'e döndü. "Neden kaç­
tın? Neden bu kadar korktun?"
"Peki ya siz neden silahlarla üzerimize geldiniz? Kim­
senin polise direnmeye niyeti olmadığı halde."
"Buranın Karanlık Tarikat'a ait bir ev okluğunu san­
mıştık. Sanırım sen de onlarla ilgili epeyce bilgilisin."
"Karanlık Tarikat mı?" diyerek acı acı güldü Mac­
kendrick. "Herhalde Scotland Yard'dan Melville isimli bir
adamla konuştunuz, değil mi?"
"Neden sordun?"
"Melville kendi halkına ihanet etmiş bir İrlandalI.
Saksonlaşmış bir Kelt ve ruhunu İmparatorluğa salmış bir
adam. Sen bir polissin ama o değil. O bir casus, bir işkence­

ci
Craig Russell

ci. Britanya İmparatorluğu'na yönelik tehdit gördüğü her­


kesi karalayan biri. Bu fikirleri aklınıza o soktu, değil mi?"
Hyde Mackendrick'e baktı. Gür ve kıvırcık saçlarıyla
sakalı ve karga burnu, ona anahtarlıkta ve kapı kolunda
kullanılan Janus figürünü hatırlattı. Ancak burada ikinci
bir yüz yoktu.
"Bunun Melville ile hiçbir ilgisi yok," dedi Hyde. "So­
kakta Karanlık Tarikat'tan olduğuna inandığım adamların
saldırısına uğradım. Samuel'in de bu birlikten birileri ta­
rafından öldürülmüş olabileceğini düşünüyorum. Henry
Dunlop, yani şu fotoğrafçı da ölü bulundu..."
Mackendrick şaşkınlıkla Hyde'a döndü. "Ne? Henry
öldü mü?"
< 1
"Boğazı kesilmiş ve bir Kuzey Iskoçya tablosunun
önünde poz verdirilmiş. Ayrıca hem senin hem de Elspeth
Lockwood'un ona poz verdiğinizi keşfettik."
"Henry benim arkadaşımdı, öldürüldüğüne inanamı­
yorum."
"Bir diğer korkum ise Elspeth Lockwood. Günlerdir
kayıp ve artık hayatından endişe ediyorum."
"Elspeth kayıp mı?" diye sordu Mackendrick.
"Bayan Lockvvood'u da tanıyorsunuz, öyle değil mi?"
"Henry Dunlop aracılığıyla değil. Henry ile tanıştıkla­
rını bile bilmiyordum. Ama onu nereden tanıdığımı zaten
biliyorsunuz, öyle değil mi? Şu genç meslektaşınız grubu­
muza sızmaya çalışmadı mı? Evet, Elspeth tutkulu bir mil­
liyetçidir ve sıklıkla toplantılarımıza katılır."
"Onunla nasıl tanıştınız?"
"Yaklaşık iki sene önce bir toplantımıza katılmıştı.
Arkalarda, seyircilerin arasmda sessizce duruyordu ama
tabii ben onu hemen tanıdım. Elspeth'in ağabeyinin ölü­
münden sonra Lockvvood ailesini tanımayan kalmamıştı.

302
Hyde

Sanırını o olay Elspeth'i derinden etkilemişti ve değer yar­


gılarını, kişiliğini, sosyal ve politik duruşunu sorgulamaya
başlamıştı. Onu iki üç ay kadar bir daha görmedim. Ama
sonra Frederic'in evindeki bir davete geldi ve orada resmi
olarak tanıştırıldık."
"Frederic Ballor'dan mı bahsediyorsunuz?"
"Evet." Mackendrick'in yüzünde ve sesinde bu kez
farklı bir şeyler var gibiydi. Fakat karanlık olduğu için
Hyde onun yüz ifadesini göremiyordu.
"Ballor'u iyi tanır mısınız?"
"Eskiden yakındık ama artık değiliz."
"Neden?"
"Frederic artık kendine başka eğlenceler buldu. İlgi­
si bir kelebeğinki gibi çiçekten çiçeğe konar. Dahası, artık
onun bir şarlatan olduğunu düşünmeye başladım. İnançla­
rı ister politik ister spritüal olsun samimi değil, bambaşka
hedefleri var. Kazanç elde etmeye yönelik düzenbazlıklar
sadece. Ama eskiden öyle olmadığına inanıyorum."
"Öyle mi?"
"O göz bandı mesela. O bir numara değil. Çocukken,
bir toprak sahibinin adamı onu yumruklayıp kör etmiş."
"Ballor Kuzeyli mi yani?"
"Evet, öyle. Ailesi bir toprak sahibinin kiracılarıydı.
Kuzey İskoçya'daki tahliyeler sırasında Frederic'in aile­
si de çıkarıldı, ancak onların mülk sahibi eski anlaşmaya
bağlı kalarak onların Yeni Dünya'ya geçişini finanse etme
sorumluluğunu üstlendi, ayrıca akrabalık bağlan da var­
dı. İrlanda'daki patates kıtlığının Kuzey İskoçya'dan daha
kötü olmasının nedeni buydu. İrlanda'daki İngiliz veya
Anglo-İrlandah toprak sahipleri kiracılarını umursamaz­
ken, Kuzey İskoçya'da toprak sahibi ve kiracı genellikle
kan bağına sahipti."

303
Craig Russell

"Ballor bunu kabul etmemiş mi?"


"Olacakları görmüş. İskoçya'nın eski feodal lortlarının
Ingilizlere özendiklerini görmüş, geleneksel yöntemler­
le edemeyecekleri kadar kâr etmek istiyorlarmış. Böylece
toprağı kâra çevirmiş ve akrabalarını koyunlara değişmiş­
ler. Frederic ve onun gibi gençler direnmek istemişler. İşte
o sırada çatışma çıkmış ve toprak ağasının adamlarından
biri tarafından dövülmüş."
"Ve gözünü kaybetmiş, öyle mi?"
"Aslında gözü hâlâ yerinde duruyor. Ama kör, siyah
bir mermer gibi görünüyor. Ne var ki bundan daha fazla
hasar aldığı kesin."
"Bu ne demek?"
"Bir aydan daha uzun bir süre boyunca komada kal­
mış. Ara sıra bilinci yerine gelir gibi oluyormuş, fakat ateşi
hiç düşmemiş. Komadan çok değişmiş biri olarak çıkmış.
Bana, hiçbir üzüntü ve keder belirtisi olmaksızın, eski Fre-
deric'in öldüğünü söylemişti. Sahip olduğu her şeyi yi­
tirmişti ama her şey kafasında netti. Anladığım kadarıyla
ailesine ihanet eden toplumdan hâlâ nefret ediyordu ama
bu nefretin içeriği değişmişti. Bana ateşler içinde yattığı o
günlerde bir şeyleri çok daha net görmeye başladığını, so­
ğuk, sert, adeta ölü bir şeye dönüştüğünü söylemişti. An­
cak bu öfke, o Kuzeyli gence değil, yeni Frederic Ballor'a ait
bir öfkeydi. Bir Frederic ölmüş, diğeri doğmuştu."
"Bir bedende iki kişilik..." dedi Hyde. "Tüm bunları
seninle paylaştığına göre epey... Yakın olmalısınız."
Mackendrick, Hyde'ın mümkün olduğunca nazik bir
şekilde ifade etmeye çalıştığı soruyu duyunca güldü.
"Frederic sınırsız bir merakı ve iştahı olan bir adam.
Ve evet, yakın olduğumuzu düşünürdüm ama bu benim

304
eu&lIBMVMiıOMMi u ■»

//)/</<•

hıibııııımş, Omni başka bir İnsanla derin bir bağ kurabil


*
mv yeteneği yok. Bana geçmişini anlatmasını bir yakınlık
ve güven göstergeni sanmıştım .una öyle değilmiş, O sıra-
lar İçini dökmek inlemiş ve ben de yanında olduğum için
bunları benimle paylaşmış. Bambaşka biri yanında olsaydı
do onunla paylaşırdı Harınım. Prederic'in ilişkilerinde ve
sevgisinde derinlik yoktur. Kalbi her daim kış kadar so­
ğuktur."
Hyde bir süre sessiz kalıp düşündü. Yaralı kolunu ku­
cağına koydu ve akan kanın ıslaklığını hissetti. Stockbri-
dge'in dar sokaklarına ve karanlık çatılarına, bacalardan
karanlık göğe yükselen dumanlara baktı,
"Ama Samuel Porteous'la yakındınız, öyle değil mi?"
diye sordu sonunda.
Mackendrick derin derin iç çekti. "Öyleydik. Birkaç yıl
boyunca."
"Peki, Samuel'in Ballor'la bir ilgisi var mıydı?"
"Hayır. Hatta birbirlerini tanıdıklarını bile sanmıyo­
rum."
"Emin misin?"
"Söz konusu Prederic Ballor ise hiçbir şeyden emin
olamazsınız. Ama Samuel onu tamsa haberim olurdu diye
düşünüyorum."
"Peki sizin şu topluluğunuz, adı her ne ise, Samuel
ona üyeydi, Öyle mi?"
"Janus Kulübü, evet."
"Bu gizli bir topluluk..."
"Mecburiyetten gizliyoruz. Janus Kulübü, düşmanlık
dolu bir dünyada insanlara güvenli ve korunaklı bir yer
sağlıyor. Arkadaşlık arayan beyefendilere, toplumun yar­
gılayan bakışlarından uzak bir alan sağlıyor. Ve tabii bizle-

305
Cnnx KHSsrlI

ri şiddete veya yargılanmaya karşı da koruyor."


"Arkadaşlık derken, doğal olmayan bir ilişkiden mi
bahsediyorsun?"
"Arkadaşlığı ve sevgiyi kastediyorum. Bir insanın iki
farklı doğası olabileceğini ve bunun suç olmaması gerek­
tiğini kastediyorum. İskoçya, adalet anlayışıyla ve hukuk
sisteminin bağımsızlığıyla o kadar övünmesine rağmen
Avrupa'da homoseksüellere ölüm cezası vermeye devam
eden tek ülke olarak kaldı. Ve siz, neden bu kadar gizlilik
peşindeyiz veya polislerden neden bu kadar korkuyoruz
diye merak ediyorsunuz."
"Bu çok saçma," dedi Hyde. "Son elli senede hiç kimse
bu yüzden idam edilmedi."
"Ama kanun aynı şekliyle duruyor. Ve bu adamları
yıllarca, hatta belki de müebbet hapis cezası bekliyor. Bu
yüzden de her biri gerçek doğasını saklamanın ve dünyaya
gösterilecek ikinci bir kişilik oluşturmanın yolunu öğren­
di."
"Duo in unum occııltatum," dedi Hyde.
"Birin içinde saklı iki doğa, iki kişilik. Bu Janus Kulü-
bü'nün mortosudur."
"Samuelle burada, kulüpte mi buluşurdunuz?"
"Evet, burası kendimiz olabileceğimiz bir yerdi."
"Yani buranın Karanlık Tarikat ile hiçbir ilgisi yok
mu?"
"Karanlık Tarikat olayı tamamen bir kurgu. Bunu kur­
gulayıp herkesi yanıltan da Melville'in ta kendisi."
"Melville neden gizli bir birlik uydursun ki?"
"İskoçya'nm Britanya İmparatorluğu'ndaki yerinin
sorgulanmasını önlemek için, vatanseverliği lekelemek
için. Belki de Karanlık Tarikat diye bir şey vardır ama öyle

306
■F

/ iydf

ol.sı bile aynı bizim Janus kulübü gibi l'.dinburgh'taki yüz-


Icnv kulüpten biridir, Yani Özel Birim'in ilgilenmesini ge-
rektirvcek hiçbir şeyi yüktür."
Aşağıdan konuşma sesleri ve ardından binaya yasla
itan merdivenlerin sesi duyuldu.
"Bu sohbete sonra devam edelim Hay Mackendrick,"
dedi Hyde, Umarım açık sözlülüğün aynı şekilde devam
isler."
"Bana kulüpteki arkadaşlarımın tutuklanmayacağına
dair söz verdiniz. Ben de bu şart yerine getirildikçe konuş­
maya <■ devam ederim."
Hyde yanıt vermek üzereyken çalının kenarına yasla­
nan merdivenin ucunda Prazer'ın miğferli başı göründü

307
47. BÖLÜM

<&>

Adam önde, o arkada yürümeye devam ettiler. Hâlâ


adamın yüzünü görememişti. Adam arada sırada biraz
arkaya doğru dönse bile, havada tuttuğu meşale adamın
şapkasının gölgesini yüzüne düşürüyordu.
Meşalenin küçük ışığında dar sokaklar, ara geçitler bo­
yunca yürümeye devam ettiler. Etraflarındaki terk edilmiş
binalar giderek sıklaşıyordu. Küçük bir meydana geldiler.
Meydanı ve çoktan kuruyup gitmiş çeşmesini çevreleyen
taş yapılar birbirine sımsıkı yaslanmış gibiydi. Meşalenin
ışığında çeşmenin, arnavutkaldırımlı meydanın, dar kal­
dırımların, kısacası her şeyin kırağı gibi gri-beyaz bir toz
tabakasıyla kapb olduğu görülüyordu.
"Dur bir dakika," dedi Elspeth. "Burayı biliyorum.
Veya buraya çok benzeyen bir yeri. Ama bu nasıl olabilir?"
Kılavuzu yanıt vermedi. Meydana çıkan beş ayn ara
sokak vardı, onlardan birine girdi. Arkalarında kalan mey­
dan karanlıkta kalınca tekrar onun peşine düşüt.
Bir süre sonra havayı kötü bir koku doldurdu, baş­
ta hafif olan koku gitgide yoğunlaşıyordu. Kılavuzunun
meşalesinin ışığı da azalmıştı. Ağırlaşan hava Elspeth'in
burnuna ve genzine doldu. Şimdi yürürken ayaklarının al­
tındaki kaldırım taşlarının üzerinde bir şey dalgalanıyor­
du: Dumanlı gri-yeşil bir sis yeri kaplıyor ayak bileklerine
kadar çıkıyordu.

308
Vv — 1 ----- ------------------------- ----------------------- —

Hyde

Bir kavşağa vardılar ve koku iyice mide bulandırıcı bir


hale geldi. Elspeth meşalenin zayıf ışığında bir yan yolun
köşeden dik bir şekilde alçaldığını ve suyun altında gide­
rek kaybolduğunu gördü. Belli ki pis kokunun kaynağı bu
yağlı ve kapkara suydu.
Adam, "En iğrenç ve en kirli bataklık North Loch'ım
suları bunlar," dedi. "Yüz yıldır boşaltılmadığı için bura­
ya yol aldı. Eskiden cadıları iyice bağlayıp tepecek aşağı
North Loch'a yuvarlarlardı. Veya ensest suçu işleyenleri
sandıklara kapatıp atarlardı. Mezbaha atıklan ve her tür
insan pisliği arasında boğulurdu hepsi de. Cinayet kurban-
lan ve intihar edenler de burada çürüyüp gidiyordu. Şim­
di burayı dolduran su, tüm o pisliğin arasından süzüldü."
"Beni neden buraya getirdin?" diye sordu Elspeth
kusma hissini bastırmaya çalışarak. "Neden gösteriyorsun
burayı bana?"
"Bu şehrin, bu toprakların, bu halkın diğer yüzünü
görmen için. Sana her şeyin arkasında olanı, altında yatanı
göstermek için. Burası seni sen yapan yer Elspeth Lockvvo-
od, seni hem gölgeden hem de ışıktan şekillendiren yer.
Ama maceramız daha yeni başlıyor. Daha görecek çok şey
var..."

309
48. BÖLÜM

(As»

Cobb Mackendrick polis merkezine götürülerek neza­


rethaneye yerleştirildi ve sorgulanmak üzere beklemeye
başladı.
Bu sırada Hyde hastaneye giderek kolunu kontrol et­
tirdi, dikişleri ve bandajları yenilendi. Bu seferki bandaj
daha sıkı ve genişti, hareketini kısıtlamak için dirseğin yu­
karısına kadar sarılmıştı kolu. Hyde'ın birkaç hafta boyun­
ca kolunu kullanması yasaktı.
Nöbetçi doktor ellili yaşlarında, uzun boylu, zayıf bir
adamdı ve yüzündeki ifade, yaptığı işi hiç sevmediği izle­
nimi veriyordu.
"Tendon hasarınız var," dedi tenkit eder gibi bir ses
tonuyla. "Belki de kalıcı. Başlangıçta aldığınız hasar, dik­
katsizliğiniz yüzünden daha da kötüleşmiş."
"Artık daha dikkatli olacağım doktor," dedi Hyde.
"Öyle olmanızı tavsiye ederim, Başkomiser Hyde.
Eğer yaranız enfeksiyon kaparsa kolunuzu kaybedebilir­
siniz."
* X- *

Willie Dempster hastanede Hyde'ı beklerken, her


daim ciddi olan yüzü daha da asık ve endişeliydi.
"Ben iyiyim," dedi Hyde. "Sadece biraz ağrım var ve
yorgunum."
"Mackinley dışarıda, sizi eve götürmek için bekliyor.
İyi bir gece uykusu çekmeniz gerek."

310
Hyde

"Eminim öyledir VVilliam ama ben yine de önce mer­


keze uğrayacağım. Sen evine git ve dinlen/'
"Sizinle geleceğini efendim. Kendinize daha fazla za­
rar verecek olursanız, Doktor Burr'a hesap veremem."
Hyde gülümsedi. "Öyleyse kadın doktorlar hakkında-
ki görüşlerin değişti diyebilir miyiz VVilliam?"
"Mesleğinden bağımsız olarak Doktor Burr çok zorlu
bir kadın." Dempster elini uzatarak hastane çıkışını işaret
etti. "Kendinizi daha fazla sakatlamanıza izin verdiğimizi
öğrendiğinde tepkisi hiç de hoş olmadı. Onun bu tepki­
siyle karşılaşacağıma sarhoş bir çete üyesiyle uğraşmayı
tercih ederim."
"Seni anlıyorum Dempster," dedi Hyde yüzünde bir
gülümsemeyle.
Dışarıya çıkıp arabaya doğru yürüdüler. Gecenin ha­
vası serin ve yumuşak bir şekilde yüzüne çarpıyordu. Ma-
ckinley ona selam verdi.
"Ayrıca Doktor Burr'un çok ısrarcı bir hanımefendi ol­
duğunu da söylemeliyim," dedi Dempster arabanın kapı­
sını açıp içini işaret ederek. "Ben Mackinley ile gideceğim."
Cally arabanın içinde oturmuş Hyde'ı bekliyordu.
"Bu saatte buraya gelmen gerekmezdi," dedi Hyde
arabaya binip onun yanına otururken.
"Kendine kalıcı bir zarar vermeyeceğine emin olana
dek senin özel doktorun olacağımı söylemiştim. Çatıların
tepesinde koşturarak ne yaptığını sanıyorsun?"
"Bir şüpheliyi takip ediyordum, merak edecek bir şey
yoktu."
"Peki hiçbir sakatlığı olmayan yardımcıların o sırada
ne yapıyorlardı?"
"Dalıa dikkatli olacağım," dedi Hyde uysal bir tavırla.
Bir süre duraksadı. "Benim için buraya kadar gelmene çok
memnun oldum Cally."

311
Craig Russell

"Belli ki binleri seninle ilgilenmeli. Seni eve götürece­


ğim ve sabah yeniden konuşacağız."
"Maalesef polis merkezinde acil olarak ilgilenmem ge­
reken—"
"Edvvard!"
Hyde ellerini teslim olur gibi havaya kaldırdı. "Söz ve­
riyorum, çok kısa sürecek. Sonra eve gidip dinleneceğim."
Mackinsle/ye doğru seslendi. "Merkeze gitmeden önce
Doktor Burr'u evine bırakabilir miyiz?"
"Öyle bir şey yapmayacaksınız!" diye çıkıştı Cally.
"Başkomiser Hyde'ı işi bitinceye kadar polis merkezinde
bekleyeceğim."
Sonra Hyde'a döndü, yüzünde sert bir ifade vardı.
Hyde iç çekti. "Mackinley, sen iyisi Doktor Burr ne di­
yorsa öyle yap."
* * X-

Hyde, geceleri hiçbir yerin polis merkezi kadar ke­


yifsiz olamayacağım düşündü. Torphichen Polis Merkezi,
sessiz ve kasvetliydi, gaz lambalarının ışığında yeşil ka­
roları soluk görünüyordu. Hyde'ın gecenin karanlığında
cama yansıyan görüntüsü, Carry Burr'un zarif yansımasıy­
la tezat oluşturuyordu.
Saat geç olmuştu ve girişteki yüksek resepsiyon ma­
sasının başında yalnızca Frazer kalmıştı. Frazer, o saatte
Hyde'ın yarımda kadın doktorun da olduğunu görünce
şaşırdı.
"Mesain çoktan bitmiştir diye düşünmüştüm," dedi
Hyde.
"Ben de sizin için aynı şeyi düşünmüştüm efendim,"
diye yanıt verdi Frazer. "Gözaltına alman beyler serbest bı­
rakılana kadar işin başmda durmak istemiştim."
"İşlemler sona erdi mi?"

312
Hı/de

"Aynen talimat verdiğiniz gibi, hepsinin bilgileri alın­


dı ve serbest bırakıldılar. İçeride sadece Mackendrick kaldı
istediğiniz gibi."
"Adamların hepsini serbest bırakmak zorunda mıydık
efendini onlara ahlaksızlık suçlaması yöneltecek bir kanıt
olmadığına emin misiniz?" diye sordu Demspter.
"Bence bu gece yaşadıkları tecrübeden sonra Janus
kulübü'nü zaten kendileri kapatırlar," dedi Hyde. "Ayrı­
ca bizim daha ciddi soruşturmalarımız var ve Mackendri­
ck'in yardımına ihtiyaç duyacağız."
"Anladım efendim," dedi Dempster düşünceli bir
şekilde. "Ancak ben bu adamların çarpık doğalarından
vazgeçmeyeceklerini ve yuvalanacakları başka bir yer
bulacaklarını düşünüyorum. O evde olup bitenler sadece
yasalara ay kın değildi, aynı zamanda iyi bir Hıristiyan'ın
doğasma da aykırıydı."
"Ben çevrelerine bir zarar vermedikleri sürece koca­
man adamları özel yaşamları sebebiyle yargılamaya kar­
şıyım. Zaten böyle şeyler için vaktimiz yok," dedi Hyde.
"Ama bana göre çevrelerine zarar veriyorlar efendim.
Topluma zarar veriyorlar. Bu sadece benim fikrim değil,
yasalarımız da böyle söylüyor," dedi Dempster ciddi bir
ifadeyle.
Hyde iç çekti. Kilisede de aktif olarak görev yapan
Dempster ile böyle bir tartışmaya giremeyecek kadar yor­
gundu. "Bu konudaki bakış açın ne olursa olsun Dempster,
şu anda iki cinayet ve bir adam kaçırma vakası ile ilgilen­
mek zorundayız. Kaldı ki Mackendrick'in işbirliği bizim
için çok önemli." Merdivenlere doğru yürüdü. "Pollock
nerede?"
"Hâlâ burada efendim. Özel dedektifin dairesinden
topladığı belgeler üzerinde çalışıyor."

313
Craig Rııssell

"Anladım," dedi Hyde. "Farquharson'un nerede oldu­


ğuyla ilgili bir ipucu var mı?"
"Bildiğim kadarıyla yok efendim."
Hyde merkezin duvarına asılı saate baleti: Onu çeyrek
geçiyordu. Acı dolu, yorucu ve uzun bir gün olmuştu. Cal-
ly'ye döndü. "Eve gitmek istemediğine emin misin? İşim
biraz zaman alabilir."
"Seni bekleyeceğim," dedi Cally. "Yoksa bütün geceyi
burada geçirmeye kalkarsın."
"Pekâlâ." Dempster'a döndü. "Doktor Burr'u ofisime
götürüp ona çay ikram edebilir misin lütfen? Benim gidip
çatıda tanıştığım yeni arkadaşımla biraz sohbet etmem ge­
rek..."
***
Hyde, Frazer'dan bodrum kattaki nezarethaneye bir
kupa çay getirmesini istedi.
"Peki efendim," dedi Frazer ama Hyde'm yanından
ayrılmadı. Tuhaf bir bakışla öylece duruyordu.
"Ne oldu Frazer?"
"Evden buraya getirdiğimiz bütün beylerin işlemleri­
ni ben yaptım, söylediğim gibi. Ancak içlerindeki gençler­
den biri..." Cümlesini tamamlamak yerine Hyde'a üzerin­
de adamın bilgilerinin yazılı olduğu bir kâğıt uzattı. "Bu
adamın bilgilerini kaydetmedim. Önce sizin görmeniz ge­
rektiğini düşündüm."
Hyde kaşlarını çatıp kâğıtta yazanları inceledi. Başım
kaldırdı ve Frazer ile şaşkınlık içinde bakıştılar. "Anlıyo­
rum," dedi. Kâğıdı kıvırıp cebine attı. "Doğru olanı yap­
mışsın. Bununla ben ilgilenirim."
Aşağıdaki nezarethaneye inince Hyde kapının açık
kalmasını istedi.
"Şu anda," dedi Mackendrick e, "misafirimiz olarak

314
Hyde

buradasın. Yani gözaltına alınmış değilsin, koruma altın­


dasın."
"Korunmaya ihtiyacım olduğunu mu düşünüyorsu­
nuz?" diye sordu Mackendrick. Hücredeki alçak ve dar
yatağın ucunda oturuyordu. O da en az Hyde kadar yor­
gundu ama zümrüt yeşili gözlerinde yine de bir canlılık
vardı. Kendine uzatılan şekersiz ve sütsüz çayı hemen aldı.
"Tek bildiğim, bu cinayetlerle ilgili olarak kimle gö­
rüşmeye çalışsam, o kişinin de öldürüldüğü," dedi Hyde
hücrenin içindeki diğer tek eşya olan ahşap sandalyeyi çe­
kerek. Mackendrick'in karşısına oturdu. "Samuel Porteo-
us'un dostum olduğunu söylerken yalan söylemiyordum
ve sonu neden böyle oldu, anlamak istiyorum. Bize verdi­
ğin bilgiler arasında farkında olmasan bile cinayetin çözül­
mesine yardımcı olabilecek bir şeyler varsa, tehlikedesin
demektir. Zaten Janus Kulübü'nde saklandığına göre sen
de bunun farkmdasındır."
"Kulüpte tutuklananlara ne oldu peki? Sorgulanma­
yacaklarına dair bana söz vermiştin."
"Ben sözümü tuttum," diye yanıtladı Hyde. "Hepsi ser­
best bırakıldı. Sadece isimlerini ve adreslerini aldık ama size
kulübü bir an önce dağıtmanızı öneririm. Bu konunun pe­
şini bırakmak istemeyenler olacaktır. Üstelik kimlikleriniz
de açığa çıktı. Neyse, şimdi senin anlatacaklarına gelelim..."
Mackendrick başıyla onaylayıp anlatmaya başladı.
"Biri Samuel'e bu vahşeti neden yapar anlayamıyorum.
Bence bunu yapan ancak bir deli olabilir."
"Samuel'in bağlantıları hakkında neler biliyorsun?
Karanlık Tarikat ile bir irtibatı var mıydı sence?"
Mackendrick acı acı güldü. "Kemik peşindeki bir kö­
pek gibisin Başkomiser Hyde. Böyle bir birliğm gerçekte
var olup olmadığını bile bilmiyorum. Daha önce de söyle-

315
Crnig Rnsscll

dini. Ki var olsa bile Samuel'in onlarla bir alakası olamaya­


cağına eminim."
Hyde tek kolunu ve elini kullanarak güçlükle çıkardı­
ğı not defterini açlı ve sayfalar arasında gezindi. Aradığını
bulunca Mackendrick'e gösterdi. "Bu işaret nedir? Burada
çizili olan sembolü biliyor musun?"
"Tabii ki biliyorum, bu bir triskelion. Gerçi sadece elli
yıldır falan bu adla biliniyor. En eski Kelt sembollerinden
biridir, Keltiberya'dan Galya'ya ve Çin'in batısındaki ka­
dim Tokharia'ya kadar her yerde karşımıza çıkar. Doğrusu
Kelt ırklarından bile eski olabilir bu sembol. Neden sor­
dun?"
"Bu sembolün olduğu bir dövme gördün mü hiç?"
"Hayır, görmedim..." Mackendrick bir süre düşündü,
sonra yüzü aydınlandı. "Evet, evet küçük ve gizli bir döv­
me görmüştüm. Toplantılara gelen sert görünümlü adam­
lardan birinde..."
"Yüzünde büyük bir yara izi olan adam mı?"
Mackendrick şaşırdı. "Evet, evet o. Yanında bir grupla
birlikte gelirdi. Bazen iki, bazen üç kişi dalla olurdu. Görü­
nüşlerini hiç beğenmezdim, beni huzursuz ederdi."
"Neden?"
"Sadece bir his. Hep arkalarda durur, toplantıda hiç
kimseyle muhatap olmazlardı. Tek ilgilendikleri şey, nahoş
bir şekilde Elspeth gibiydi." Mackendrick'in yüz ifadesi
birden değişti. "Aman Tanrım! Şimdi düşünüyorum da
sadece EJspeth'in geldiği akşamlarda gelirlerdi. Elspeth'i
onlar kaçırmış olmalı! Yakalamanız gereken kişiler onlar!"
"Sakin ol lütfen. Bu adamlara odaklanalım. Özellikle
yüzünde yara izi olana. Eğer dediğin gibi gizli bir yerdeyse
onun dövmesini nasıl fark ettin?"
"Bir akşam toplantı salonuna daha fazla oturak taşı-

316
Hyde

inak gerekti ve ondan yardım istedik. Gömleğini kolunu


sıyırınca bileğindeki dövmeyi gördüm."
"Peki aynı dövmeyi fotoğrafçı Henry Dunlop'ta da
gördün mü?"
"Hayır, hiç... Nasıl? Aynı dövmeden Henry'de de mi
vardı?"
"Evet vardı ama öldürüldükten sonra bileğindeki
dövme kesilip alınmıştı. Biz diğer adamlara dönelim. On­
ları tarif edebilir misin?"
Mackendrick şaşırtıcı derecede detaylı tarifler vermeyi
başardı. Hyde önce sol eliyle not almaya çalıştı ama pek
başarılı olamayınca yardım istemeye karar verdi. "Gidip
birilerini çağırayım."
"Dur. Ben daha iyisini yapabilirim. Defterini verir mi­
sin?" dedi Mackendrick.
Defteri alınca çizimler yapmaya başladı, her sayfaya
bir yüz çiziyordu. Hyde çizimlerdeki yeteneği görünce
onun bir ressam olduğunu hatırladı.
"Ressam olmanın artılarından biri de görsel hafızanın
çok iyi olmasıdır," dedi Mackendrick.
İşini bitirince defteri tekrar Hyde'a uzattı. Defterde üç
tane yüz vardı. Bunlardan birincisini, yani yara izi olanı
Hyde hemen tamdı, garnizondaki askerdi. İkinciyi tanımı­
yordu.
Üçüncü adamı hemen tanımasına rağmen bir süre
gözlerini çizimden ayıramadı. Bu, onu Cally Burfun evi­
nin önünde takip eden ve sonra da bıçaklayan adamdı.
Onun da triskelion dövmesi vardı.
"Bu dövmenin önemi nedir anlamıyorum," dedi Ma­
ckendrick.
"Bu dövme, senin varlığım inkar ettiğin birliğin işare­
ti," dedi Hyde. "Karanlık Tarikat'ın işareti."

317
49. BÖLÜM

els

Hyde defterini ceketinin cebine yerleştirdi. Askıdaki


kolu ağrıyor ve adeta ağır geliyordu; başı da aldığı ya­
radan, uzun süren günün yorgunluğundan ve zihninde
dönüp duran düşüncelerin uğultusundan dolayı ağrıyor­
du. Zonklamayı durdursun diye doktorun verdiği toz ilacı
içmeyi düşündü ama zihninin tamamen berrak olması ge­
rekiyordu. Mackendrick, garnizondaki askerin saldırgan­
lardan biri olduğunu teşhis etmesini sağlamıştı. Peki ama
garnizon komutanı ve arkadaşı Allan Lawson, nasıl oluyor
da kendi birliğinden birini hatırlayamıyordu?
"Samuel'in ölümü konusuna geri dönelim," dedi
Hyde. "Sana göre böyle canice öldürülmesi için hiçbir ne­
den yok. Ancak gizli bir suç örgütü veya politik grupla
karşı karşıyayız, adı Karanlık Tarikat olsun veya olmasın...
Sen neden onlardan şüphelenmiyorsun da katilin delinin
teki olduğunu düşünüyorsun?"
Mackendrick iç çekti, dirseklerini dizlerinin üzerine
koydu ve metal kupayı ellerinin arasına aldı. "Çünkü Sa-
muel'in mesleği buydu. Yani delilerle uğraşmak. Bana göre
en mantıklı açıklama bu. O çok profesyonel bir adamdı ve
hastalarından hiç bahsetmezdi. Tabii biri dışında, genel
İratlarıyla olsa bile özel bir hastadan bahsetmişti. Ve ben,
katilin bu hasta olduğuna inanıyorum."
Hyde içinde yükselen korkuyu bastırmaya çalıştı.
"Peki, bu hasta hakkında neler söyledi?"

318
i
Hyde

"Şeytanla başa çıkmaya çalıştığını söyledi. Hatta şey­


tandan beter bir hasta ile... Bu hastanm içindeki canavarlı­
ğa daha önce hiç rastlamadığını anlatmıştı. Samuel korku­
yordu, hatta dehşete düşmüştü..."
"Bu hastayı nerede gördüğünü söyledi mi? Craiglock-
hart mı yoksa Craig House mu?"
"İkisinde de değil. Tuhaf olan da buydu. Bu hasta ile
özel bir anlaşması varmış ve onu evinde görüyormuş."
Hyde içten içe titredi.
"Emin misin bu konuda?"
"Eminim. Bu canavarın evine geldiğini ve bu yüzden
çok korktuğunu söylemişti. Ona karşı savunmasızdı."
"Peki, evinde kaç tane hasta görüyordu?"
"Bir tane, sadece bu hastayı. Başka birinden bahsetme­
di."
"Bu hasta bu kadar canavar ruhlu ise Samuel onu ne­
den kendi evinde yalnız başına görmeyi kabul etmiş? Ne­
den meslektaşlarından yardım istememiş?"
"Bu Özel görüşmeleri kabul ettiğinde hastanm delili­
ğinin hangi boyutta olduğunun farkında değilmiş. Samu­
el verdiği sözleri çok önemserdi ve tam bir profesyoneldi.
Evinde, gizlice bir hastayı görmek pek ona göre değildi.
Bu yüzden bu hastanm tanıdığı biri olduğunu düşünüyo­
rum."
Hyde'ın göğsü sıkıştı, kendini toparlayabilmek için bi­
raz bekledi.
"Samuel, hiç deneysel bir tedavi uyguladığmdan bah­
setti mi? Mesela bu hastaya?"
Mackendrick omzu silkti. "Bilemiyorum. Ama bu has­
tanın onun katili olduğuna eminim."
Hyde ayağa kalktı. "Sanırım ikimizin de dinlenmeye
ihtiyacı var. Yann sabah devam ederiz."

319
Craig Rııssell

♦* *

Hyde Cally'nin onu beklediği ofisine gitmeden önce


Pollock a uğradı. Pollock etrafı kutular ve dosyalarla çev­
rilmiş şekilde çalışıyordu.
"Nasıl gidiyor? Önemli bir şey var mı?"
"Şimdilik önemli bir şey yok," dedi Pollock. "Farqu-
harson titiz bir adammış, ilgilendiği tüm vakalarla ilgili
detaylı bilgiler kaydetmiş. Çoğu evlilik dışı ilişkiler ve şir­
ket sırlarını korumaya çalışan kurumlar üzerine. Bununla
birlikte, kurbanların polise gitmek istemedikleri suç vaka­
larıyla da ilgileniyormuş."
"Şantaja maruz kalanlar gibi mi?"
"Öyle görünüyor. Tuhaf olan şu ki henüz Elspeth Lo-
ckwood dosyasını bulamadım. Halbuki en güncel ve aktif,
dolayısıyla da en acil soruşturmasının bu olması gerekirdi.
Umarım yakında Bayan Lockwood ile ilgili bir şeyler bu­
lurum."
"Bu da ne?" diye sordu Hyde metal bir dosya kutusu­
nu göstererek.
Bunu şimdilik bir kenara koydum efendim," dedi Pol­
lock. "Sanırım kişisel birtakım belgeler, soruşturmamızla
alakasız görünüyor."
"Hurim..." Hyde başıyla onayladı ve kutuyu açtı. İçin­
de bir sürü fatura, mektup ve resmî doküman vardı. Bun­
ların üzerindeyse küçük, ipek bir kurdele ile bağlı bir kutu
vardı.
"lain, bunu gördün mü?" diye sordu bu kutuyu da
açan Hyde.
Pollock elindeki kâğıtları bırakıp Hyde'ın yanına geldi.
"Bir madalya mı?"
"Kabil-Kandahar Yıldızı," dedi Hyde. "Demek ki
Farquharson Afganistan'da askerlik yapmış."

320
Hyde

Hyde kutunun içini karıştırmaya devam etti ve bir as­


kerlik fotoğrafı buldu. Fotoğrafın altında şöyle yazıyordu:
Kandahar Kahramanları 92. Bölük, Kuzey İskoçyalılar.
"Şuraya bakın efendim," dedi Pollock, en sağdaki as­
keri göstererek "Hayal mi görüyorum yoksa bu asker..."
"Hayal görmüyorsun lain," dedi Hyde. Fotoğrafın ar­
kasını kontrol etti ama fotoğrafın nerede veya kim tarafın­
dan çekilmiş olabileceğine dair bir bilgi bulamadı.
"Sanırım artık Asılı Adam cinayetinin kurbanının is­
mini biliyoruz," dedi sonunda.
* * *

Hyde ofisine dönmeden önce Pollock'a James Lockwo-


od'un evine gitmesini ve Asılı Adam'ın morgda çekilen fo­
toğrafını göstermesini söyledi.
"Bu saatte gittiğin için özür dile," dedi Hyde. "Asılı
Adam'ın dedektif Farquharson olduğunu teyit ettir ve son­
ra da evine gidip dinlen."
"Buraya geri dönüp dedektifin dosyalarını incelemeye
devam etmek istiyorum efendim, sakıncası yoksa. Belli ki
bu dosyalar büyük önem taşıyor."
Hyde gülümsedi. "Pekâlâ lain."
X- * M*

Hyde ofisine döndüğünde Cally Burr onun ne kadar


solgun göründüğünü fark edip endişelendi.
"Yorgunluktan bitmişsin Edvvard," diye azarladı onu
Cally. "Kendme hiç dikkat—"
"Yorgunluktan değil," diyerek sözünü kesti Hyde.
Sonra yanına oturup Asılı Adam'ın Farquharson olduğu­
nu anlattı. Ardından Mackendrick'in, Samuel'in özel has­
tası hakkında söylediklerinden bahsetti. Yani evinde gör­
düğü tek hastası.

321
Craig Russetl

"Mackendrick'e bahsettiği tek özel hastası diyelim,"


diye itiraz etti Cally. "Belki de ona bahsetmediği dört, beş
ya da daha fazla özel hastası vardı. Tek bir hastadan bah­
setmesinin sebebi de Samuel'in o hastadan çok korkmuş
olmasıydı muhtemelen."
Hyde başını iki yana salladı. "Samuel günlüğü, daha
doğrusu günlükten geriye kalanlar, en fazla iki hastadan
bahsediyor veya bahsedilen iki kişilikli tek bir hasta. Bu
hastanın ben olmadığıma nasıl emin olabiliyorsun? Belki
de ben Samuel'in araştırma yaptığı hastalıktan muzdari-
bim ve kendimi kaybettiğim anlarda canavara dönüşüyo­
rum."
"Böyle olmadığını biliyorsun. Asılı Adam cinayetiyle
ilgin olduğunu sandığın zaman nasıl endişelendiğini ha­
tırlasana. Sonra Hugh Morrison'm annesini görmek için
orada olduğun ortaya çıktı. Bana güven Edward, sen çift
kişilikli bir katil değilsin."
"Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?"
"Çünkü seni çok iyi anladığıma inanıyorum. Fakat şu
anda doğru dürüst düşünemeyecek kadar yorgunsun. Ar­
tık eve gitme zamanın geldi."
Hyde itiraz edecekti ama vazgeçti. Yalnızca Cally'nin
ısrarı etkili olmamıştı, aynı zamanda iliklerine kadar yor­
gun ve bitkin hissediyordu.
M- *

Cally eve varınca Hyde'ın başına pansuman yaptı, ko­


lundaki bandajı ise hastanede yapıldığı gibi bıraktı. Ayrı­
ca gece iyi uyuyabilmesi için zorla da olsa ona ağrı kesici
içirdi.
"Çay yapacağım," dedi. "En son ne zaman yemek ye­
din?"
Hyde bütün gün bir şey yemediğini söyleyince Cally

322
S

Hyde

yeniden sinirlendi. "Düzenli yemek yemelisin Edvvard. Sa­


dece soruşturman için değil, toparlanman için de. Sana bir
sandviç yapacağım."
Saat geç olmuştu ve Hyde çok yorgan görünüyordu.
Cally bunu fark edince gitmek üzere ayağa kalktı.
"İstersen kalabilirsin," dedi Hyde beceriksizce. "Yanı
elbette ki itibarını koruman gerektiğini biliyorum ama bu
saatte evine gitmek istemezsen burada kullanılmayan bir
sürü oda var."
Bir anlığına Cally'nin gözlerinde soğuk bir bakış beli­
rince Hyde patavatsızlık ettiğini düşünerek utandı.
"Üzgünüm, saygısızlık etmek istemedim..."
"Biliyorum," dedi Cally ve yüzündeki soğukluk kay­
boldu. "Bana uygun bir oda gösterirsen orada kalabilirim."
***
Ertesi sabah beraber kahvaltı ettiler. Cally Hyde'ın iyi
uyuyup uyumadığını ve kolunun ne kadar acıdığını sor­
du. Hyde iyi uyuduğunu ve dinlenmiş olarak uyandığını
söyledi. Geceyi onun hizmetçisiz evinde geçirmiş olması­
nın getirdiği tuhaf bir hava vardı aralarında. Ama sohbet­
leri de artık daha samimi ve içtendi. Ayrıca Hyde, sabah
rutinini tek başma gerçekleştirmediği için memnundu.
"Bugün çalışmama karşı çıkmayacaksın herhalde,"
dedi Hyde gülümseyerek.
"Kendini çok yormaman koşuluyla. Bugün ne yapma­
yı düşünüyorsun?"
"Bugün Elspeth Lockvvood'u izleyen dedektifin neden
ritüel gibi görünen bir cinayetle öldürüldüğünü öğrenme­
ye çalışacağım," dedi Hyde. "Ve Frederic Ballor'un, Karan­
lık Tarikat örgütünün diyakozu olduğunu ortaya çıkarma­
yı planlıyorum."
K

323

I
50. BÖLÜM

<&>

Dedikodulardan kaçınmak için Cally'nin I lyde'la aynı


arabaya binmemesine ve Hyde çıktıktan sonra bir süre
daha evde kalarak sonra gitmesine karar verdiler. Hyde
ona bir araba ayarlayıp gönderecekti. Cally'nin tek yapma­
sı gereken kapıyı kilitlediğine emin olmaktı. Bu konuşma
sırasında, sanki saklı gizli bir ilişki yaşıyormuş gibi hisse­
dip utanmışlardı.
Cally belki de gerçekten bir ilişkiye başlayabilecekle­
rini düşünüyordu. Hyde'ı neden bu kadar çekici bulduğu­
nu bilmiyordu ama ona güveni tamdı. Kendini böylesine
iyiliğe adamış birine daha önce hiç rastlamamıştı. Buna
rağmen Edvvard Hyde gizemli ve tuhaf bir insandı. Üstelik
kırılgandı da. Hiç kimseyle paylaşmadığı acılan, kanayan
yaralan vardı. Hatta Cally ile bu kadar çok şey paylaşması
şaşırtıcıydı. Cally de ona bir çözüm, bir tedavi bulmak ve
yardımcı olmak istiyordu.
Evde yalnız kalınca içinde etrafı karıştırma isteği
uyandı. Onu daha iyi anlamak, bu kadar yakın olduğu
adamın hayatının gizli köşelerine bir göz atmak istiyordu.
Ama yapmadı, çünkü bu ona İhanet etmek olurdu. Hyde
zaten onunla her şeyi paylaşıyordu ve daha fazlasını pay­
laşmak, yine onun seçimi olmalıydı.
Tam şapkasını giyerken kapının zili çaldı. Cally kapıyı
açtı ve Edvvard'ın söz verdiği gibi ona bir araba gÖnder-

324
Hyde

diğini gördü. Yolun kenarında bekleyen arabanın kapısı


açıktı ve sürücüsü, şapkasını eline almış onu bekliyordu.
"Başkomiser Hyde gönderdi sizi, öyle değil mi?" diye
sordu.
Adam sessizce başıyla onayladı.
Arabaya doğru yürürken sürücünün tuhaf görünüşü
dikkatini çekti. Çok kısa boylu ama yapılı, alışılmamış yüz
hatlarına sahip bu adam sadece sessiz el hareketleriyle ile­
tişim kuruyor gibiydi.
Dilsiz bir adama benziyordu.

325
DÖRDÜNCÜ KISIM

sis

KARANLIK ADAMIN
GÖLGESİNDE
51. BÖLÜM

<^>
Yürürlerken Elspeth eliyle burnunu kapatarak her
adımda daha da berbat hale gelen kokuyu duymamaya ça­
lıştı. Önünde yürüyen silindir şapkalı adamla hâlâ mesafe­
sini korumaya çalışıyor, meşalenin ışığını takip ediyordu.
Ancak arkasındaki zifiri karanlıktan mı yoksa önündeki
bu zayıf ışıktan mı daha çok korkması gerektiğini bilemi­
yordu.
Artık yabancı daha az konuşuyor, sadece aralarda dö­
nüp onu kontrol etmekle yetiniyordu. Bu sessizlik Elspet-
h'i daha da geriyordu. Yollarım çevreleyen binalar giderek
azaldı ve sonunda hiçbir tane kalmadı. Koku artık daha
güçlüydü ve bataklık göletin kenarı boyunca ilerleyen bir
yolda yürüdüklerini anlayabiliyordu.
Meşalenin yere düşen ışığında sular görünüyordu -
tabii böylesine yoğun ve pis kokulu bir sıvıya su denile­
bilirse- ve ayakları mide bulandırıcı gri-yeşil sisin içinde
yürürken yağlı yüzeyi dalgalanıyordu.
Elspeth göletin kenarında karanlık bir şekil olduğunu
fark etti. Sanki bataklığa sürüklenen terk edilmiş bir gemi
gibi, kararmış duvarları ve çökmüş çatısıyla orada tek başı­
na duruyordu. Elspeth boş pencerelerden birinde bir hare­
ketlilik gördüğünü sanıp irkildi ama bunun sadece ışık ve
gölge oyunu olması gerektiğini düşündü.
Bu yer altı dünyası uçsuz bucaksız görünüyordu. Geç­
tikleri sokakların ve binaların sayısını aklında tutmak im-

329
Crıtig Rııssell

kansızdı. Şehrin altındaki yollar ve dar sokaklarla alakalı


pek çok hikâye duymuştu ama bu büyüklükte bir şeyden
kimse bahsetmemişti.
Bu imkansızdı.
Yukarı doğru çıkmaya başladılar, patika dik bir şekil­
de yükseliyordu ve artık iki tarafta da bina yoktu. Elspeth
yukarı çıktıkça kokunun azaldığını fark edince rahatladı.
Kılavuzu aniden durunca Elspeth de durdu.
Adam ona dönmeden elindeki meşaleyi yere bıraktı
ve bir kibrit çaktı. Redingotunun cebinden bir kumaş par­
çası çıkarıp ateşe verdi ve sol tarafına fırlattı.
Ama meşale yere düşmedi, bir yarıktan aşağıya doğru
ışıldayarak düşmeye başladı. Elspeth hemen bir iki adım
solunda böyle bir uçurum olduğunu fark edince dehşete
kapıldı. Elspeth onun yolun kenarına düşmesini bekledi
ama kumaş parçası düşmeye devam ediyordu. Yolun he­
men solunda, karanlığın içinde bir uçurum olduğunu fark
edince nefesi kesildi. Ölüme atlaması için iki adım atması
yeterliydi. Yanan kumaşın düşmeye devam etmesini, uçu­
rumun dibine ulaşamadan gözden kaybolmasını dehşet
içmde izledi.
Yabancı bir kumaş parçası daha çıkarıp meşalenin et­
rafına doladı, yaktı ve meşaleyi havaya kaldırdı. Yüzü yine
gölgeli kalacak şekilde Elspeth'e döndü.
"Buranın yapısı da böyledir işte," dedi ve yürümeye
devam etti.
"Neden bu karanlıkta yürüyüp duruyoruz? Bana ne
göstermek istiyorsun?" diye sordu Elspeth umutsuzca.
"Göreceksin," dedi adam arkasını dönmeden. "Bize
katılacak birini daha bekliyoruz. Birazdan bizimle olacak
ve birlikte harika şeyler göreceğiz. Karanlık öylesine muh­
teşem olacak ki gerçekler ortaya çıkacak."

330
52. BÖLÜM

<&>

New Tovvn'un gri ve düzenli meydanlarında ve ma­


hallelerinde doğanın etkilerine çok az yer bırakılmışsa da
Presbiteryen kiliselerinin etrafı parmaklıklarla çevrili yeşil­
lik alanlarında, ağaçlar son bir aydır sonbaharın renklerini
taşıyordu. Ama yaklaşan kış, dallara kararsızca tutunmuş
yapraklan düşürmek için soğuk rüzgârlarını gönderiyor­
du. Hyde'ı Torpichen'e götüren polis arabası Princes Street
Bahçelerinin yanından geçerken, çimenlerin çoktan kuru-
yup düşmüş yapraklarla kaplandığı görülüyordu.
Hyde, soruşturmalarla ilgili nasıl gelişmeler olacağını
düşünüyordu. Acaba kış geldiğinde hangi keşifleri yapmış
olacaklardı. Sonra Cally'yi ve belki de polis merkezinin
ötesinde bir geleceği olabileceğini düşündü. Belki de yeni
tomurcuklanan ballarla birlikte hayatında bazı değişiklik­
ler olurdu.
* * *

Sabahın ilerleyen saatlerinde Emniyet Müdürü Rin-


toul İliç haber vermeden Torphichen Polis Merkezi'ne gel­
di. Yüzünde sert bir ifade vardı ve kolunun altına sıkış­
tırdığı katlanmış bir gazeteyi adeta binlerini döveceği bir
sopa gibi taşıyordu.
"Ofisinizde konuşabilir miyiz Başkomiser Hyde?"
dedi selamlaşma faslına girmeden.

331
Craig Rııssell

"Tabii ki efendim," diyen Hyde onu üst kata çıkardı.


"Cobb Mackendrick'e bir suçlamada bulunmamaya
karar vermişsin anladığım kadarıyla," dedi Rintoul ofise
girip oturduklarında.
"Öyle yaptım. Bizimle elinden geldiğince işbirliği yap­
tı ve suç işlediğine dair bir ipucu bile yoktu," dedi Hyde.
"Anladığım kadarıyla şu Janus Kulübü'nde politik ak-
tiviteler yokmuş. Ne var ki ahlaki açıdan bakıldığında ve
yasalar nezdinde suçlama yapılabilecek bir olay söz konu­
su." Rintoul gazeteyi açıp Hyde'ın önüne koydu.
Edinburgh Expositor gazetesi, attığı manşetin hemen
yanma Mackendrick'in kocaman bir fotoğrafını basmıştı.
Başlık şöyleydi: SOSYETE RESSAMI VE İSKOÇ MİLLİ­
YETÇİSİ GÜNAH BATAĞINDA YAKALANDI! Mackend­
rick'in fotoğrafının altında ise şöyle yazıyordu: DOĞAYA
TERS İLİŞKİLER VE AHLAKSIZLIK DOLU BATAKTA, SIR
DOLU OLAYLAR YAŞANDI. POLİS TUTUKLAMA YAP­
MAYI BAŞARAMADI.
Hyde iç çekti. "Özel Birim sonunda istediğini elde etti
anlaşılan. Cobb Mackendrick'in adı kirlendi. Artık hiç kim­
se onun resimleriyle veya politik görüşleriyle ilgilenmez.
İmparatorluk ve Birlik da böylece sorgulanmayacaklar. Bu
olay, devleti sorgulayan bir adamı susturmuş oldu."
"Öyle bile olsa Edward, Mackendrick ve diğer adam­
lar hakkında soruşturma açılmamasından memnun deği­
lim. Gazetenin bu haberi yüzünden polis teşkilatımız çok
zayıf göründü. Bence bu konuyu yeniden ele almalıyız."
"Mackendrick'e söz verdim efendim."
"Bir sapığa ve suçluya verdiğin sözü tutmak zorunda
değilsin,"
Hyde aslında kaçınmayı tercih edeceği son çareye baş­
vurmak zorunda kaldı. "Başka sebeplerim de vardı."

332
Hyde

"Ne gibi sebepler?" diye sordu emniyet müdürü-


Hyde cebinden bir kâğıt çıkardı ve açıp amirine uzattı.
Bu kâğıttaki bilgiler başka hiçbir dosyaya girilmedi efen­
dim. F ra zer hızlıca karar verip ve bilgileri diğerlerinden
ayıran kişi oldu."
Rintoul kâğıdı incelerken yüz ifadesi yavaş yavaş de­
ğişti. "Teşekkürler Hyde, buna minnettarım."
"Memur Frazer soyadını gördüğünde, en iyisinin—"
"Yeğenim," dedi Rintoul. "Kardeşimin oğlu. Aslında
her açıdan çok düzgün bir çocuktur ama..."
"Bence bu konularda fazla yargılayıcı olmamalıyız,"
dedi Hyde. "Bence bu konuyu kapatmak daha iyi olur."
"Evet, haklısın," deyiverdi Rintoul. "Sanırım Asılı
Adam cinayetinde büyük bir gelişme oldu. Öyle mi?"
"Artık elimizde bir isim var. Donald Farcjuharson,"
dedi Hyde.
Rintoul bir süre ifadesizce baktıktan sonra yüzü ay­
dınlandı. "Yani James Lockwood'un tuttuğu özel dedektif
mi?"
"Evet. Aradaki bağlantıyı kurmaya çalışıyoruz ama
korkarım bu durum Bayan Lockvvood'un durumundan
daha çok endişe etmeme yok açıyor."
"Lanet olsun," dedi Rintoul. "Ben—"
O sırada kapı çalınınca konuşmaları bölündü ve lain
Pollock son derece tuhaf bir yüz ifadesiyle kapıda belirdi.
"Üzgünüm efendim, rahatsız etmek istememiştim
ama...
"Ne var Pollock?" diye sordu Hyde.
"Farquharsoriın dairesinde bulduğumuz dosyalan
incelemeyi bitirdim efendim. Elspeth Lockwood adına sa­
tın alınan mülklerle ilgili dosyalar tutuyormuş. Elspeth Lo-

333
Craig Russell

ckwood şehrin dört bir yanında birçok mülk satın almış ve


çoğunu kiraya vermiş. New Tovvn'un merkezinde veya ke­
nar mahallelerindeki apartman dairelerinin yanı sıra Old
Tovvn'da da mülk satın almış. Ayrıca Leith'te satın aldığı
arazilerden birinde Mackendrick'in konuşma yaptığı bina
yer alıyor. One çıkan bir diğer yatırım, yine Leith'te bulu­
nan bir liman evi. Diğerlerinden farklı olarak burası gece­
kondudan hallice, ama sanıyorum ki yıkılıp yerine depo
yapılma olasılığından dolayı kâr potansiyeli var."
Hyde, Pollock'un yüz ifadesini fark etti. "Pekâlâ çıkar
ağzmdaki baklayı Pollock, nedir?"
"Bu mülkler arasuıda en çok dikkat çekeni, bir yıldan
çok kısa bir süre önce satın alınmış. Oldukça büyük bir kır
evi." Pollock elindeki bir yığın belgeden birini aldı ve Hy­
de'm önüne koydu.
"Elspeth Lockwood, Crunnach Malikanesi'nin de sa­
hibiymiş. Ve Frederic Ballor da onun kiracısı."
***
Emniyet müdürü gidince Hyde, Pollock'a talimatlar
vermeye başladı. "Komiser yardımcıları MacCandless ile
Dempster'ı da bilgilendir ve bir ekip oluşturun. Artık ara­
ma iznine ihtiyacımız yok, Elspeth Lockvvood'u arıyoruz
ve Crunnach Malikanesi de onun mülkü. Dolayısıyla onu
ararken evine girme hakkımız var. Peki, James Lockwood
bu durumla ilgili bir şey söyledi mi? Bunlardan haberi var
mıymış?"
"Henüz onunla konuşmadım ama Farquharson'un
notlarından anladığım kadarıyla Bayan Lockwood satın
alma işlemlerini kendi parasıyla yapmış. Annesinden ka­
lan yüklü bir mirasın yanı sıra babasından da para alıyor­
muş. Reşit olduğundan beri mülk satın alıyormuş. Yalnız

334
şöyle bir şey var..." Genç dedektif kaşların» çattı. "Yanlış
anlamazsanız bir şey söylemek istiyorum efendim, Porteo-
us'un ölümünden sonra bulunan defterinde eksikler vardı,
yani bazı sayfalar kayıptı. Farquharson'un belgeleri için de
anı durumun söz konusu olduğunu düşünüyorum. De­
dektifin Bayan Lockvvood'u takip ettiğine veya yaptıkları
sözleşmelere dair hiçbir detay yok. Bence en az bir, belki
de iki not defteri kayıp. Hislerime göre bu defterleri alan
kişi, Farquharson ile birlikte Doktor Porteous'u da öldürdü
ve Bayan Lockwood'u kaçırdı. Hepsi birbiriyle bağlantılı."
"Haklısın Dedektif Pollock. Artık bu bağlantıyı çöz­
menin zamanı geldi. Adamları hazırlar hazırlamaz Crun-
nach Malikanesi'ne gidiyoruz," dedi Hyde.
Hyde'ın zilini öylesine meşguldü ki içeri girip danış­
maya yürüyen ve kendisini aradığını söyleyen küçük çocu­
ğu fark etmedi. Çocuk o kadar kısa boyluydu ki Frazer onu
görebilmek için danışma masasının üzerinden aşağı bak­
mak zorunda kalmıştı. Hyde adını duyunca dönüp baktı.
"Bana bir şey mi getirdin?" dedi Hyde şaşırarak.
"Evet efendim," diyen çocuk Hyde'a bir zarf uzattı.
Zarfın üzerindeki el yazısı okunaklı ve zarifti: Çok gizli
ve çok acil! Başkomiser Edward Hyde'ın dikkatine!
Zarfın içmde bir kabarıklık vardı. Hyde zarfı açınca
içinden zümrüt ve safir taşlarla süslü büyük bir yüzük çık­
tı. Hyde yüzüğü hemen tanıdı. Zarfın içindeki mektubu
çıkardı ve okumaya başladı.

Sayın Başkomiser Hyde,


Zarfın içinden çıkan yüzüğü tanıdığınızı sanıyorum. He
de olsa ilginizi çeken bir güzelliğe ait. Benimle görüşmek
istiyorsanız nerede olduğumu biliyorsunuz ve tabii yalnız

335
( ı<Hhh^n

gelmeni.: gerek liftin i de. Sizi akşama kadar bekleyeceğim ve


eğer gelmezseniz İm yüzüğün sahihi ulan parmağı frize gön *
dereceğim, l.fteı yarın nalınlını ilk ışıklarında hâlâ gelmemiş
oluııımıız İm Ai'Z size ımmı kafasını göndereceğim,
l '.ftı'i başka bit plilin memurunun yaklaştığını görürsem
Doklar Hıırr'uıı mm nefesine tanıklık edersiniz.
I'ğer yulııız gelirseniz Doktur liurr'u serbest bırakacağı­
ma dair söz veriyorum. Onu öldürmenin peşinde değilim.
Ayrıca buraya yelmeniz hal inde aradığınız tüm cenapları
size vereceğime de söz veriyorum.
Siz ve ben, Diğer Dünya'yı biliyor, tanıyoruz. Bu bizi
diğer insanlardan ayırıyor. Oranın gölgelerini ikimiz de
gördük, ruhumuzun karanlığının farkındayız. Yani size
şunu söylediğimde hoş bir tehdit savurmadığımı anlarsınız
sanırım:
Eğer söylediklerimi yapmazsanız, size yemin ederim ki
Doktor Burr ölüm onu rahata erdirmeden önce her tür ka­
ranlıkla yüz yüze gelir.
Sizi bekliyorum,
Diyakoz

"Sana bunu kim verdi?" Hyde öyle bir hışımla döndü


ki çocuk irkilerek bir adım geri çekildi. "Söylesene çocuk!"
"Bir beyefendi," dedi çocuk korkuyla. "Beni arabası­
na çağırdı ve mektubu buraya getirmem için de bir peni
verdi."
"Neye benziyordu bu adam?"
"Pek göremedim," dedi çocuk. "Üzgünüm efendim
ama arabanın içindeydi ve yüzü net görünmüyordu. Ka­
fasındaki şapkanın siperliği geniş olduğu için yüzünü giz­
liyordu."
"Anladım," dedi Hyde. "Gidebilirsin."

336
Hudt

Çocuk gitmek üzereyken durdu ve yemden Hyde'a


döndü, "Adamı göremedim ama arabanın sürücüsü çok
komik görünüyordu. Cüce gibiydi ama cüce değildi. Yanı
cüce olamayacak kadar uzun ama normal bîr adama göre
çok kısaydı. Gözleri birbirinden çok ayrıktı. Sanırım bir ya­
bancıydı."
"Aksanlı mı konuşuyordu?"
"Yok, konuştuğunu hiç duymadım..."

337
53. BÖLÜM

<&

Cally Burr bir anlığına rüya gördüğünü zannetti. Uyku


ile uyanıklık arasında gidip geliyor gibiydi. Zihni yavaşça
ona verilen ilacın etkisinden çıkmaya çalışıyordu. Bilinci
yavaş yavaş yerine gelirken panik duygusunu bastırmayı
ve aklını toparlamayı başardı. Sonunda tamamen uyandı
ama etrafı karanlıktı. Altındaki zemin sert ve soğuk, hava
rutubetliydi. Nerede olduğunu anlamaya çalıştı, kesinlikle
yerin altındaydı. Bodrum katta veya bir mahzende olabi­
lirdi.
Peki ama burası neredeydi? Hâlâ Edinburgh'ta olabi­
lirdi ya da belki şehir dışına çıkarılmıştı. Neler olduğunu
şimdi hatırlamaya başlıyordu. Tuhaf görünümlü sürücü
kapıyı açıp onu arabanın içine davet etmişti ama içeride
bir adam oturuyordu. Onu zorla yolcu kabininin zeminine
yatırmışlar, çırpınırken boynuna iğneyle bir şeyler enjekte
etmişlerdi.
Sonra her şey kararmış, zaman mevhumu kaybolmuş­
tu. Cally, kendini bulduğu bu rutubetli ve karanlık yerde
belki saatler, belki de günlerdir duruyor olabilirdi.
Akimı toparlamaya çalışırken, Elspeth Lockwood'un
da başına gelen şeyin bu olup olmadığını düşündü.
Doğrulup oturdu. Yavaş ve derin nefesler alarak mide
bulantısını bastırmaya çalıştı. İçinde yükselen panik hissi­
ni kontrol altına almalıydı. Korkunun, kaçışın önündeki en

338
< mh engel olacağın» biliyor du. Özgür!üğe ulaşmasının tek
röu ise mantığını kullanmaktı, Cally Burr yaşamı boyun­
ca hep bir yabana olmuştu, İmparatorluğun farklı genetik
Tıraşlara sahip bir çocuğuydu, Ama burar. da ötesinde,
ansyeti, zekâsı ve iradesi onu diğerlerinden ayırmıştı.
Bir doktor olarak, gözün görevini nasıl yerine getirdi­
ğe iyi bilirdi Yani karşısındaki tamamen karanlık olarak
girmen ortamda aslında hâlâ bazı şeyleri seçebileceğine
«nindL Hiç kıpırdamadan durup gözleriyle karanlığı ta­
radı. Bazı şekilleri seçebiliyor gibiydi. Sonra aklına çantası
geldi.
El çantasında bir kutu kibrit vardı. Eğer çantasını da
onunla birlikte buraya hrlattılarsa belki bir ışık kaynağına
sahip olabilirdi Elleriyle taş zemini yoklamaya başladı. Bir
süre sonra kafasından düşen şapkasına ulaştı parmaklan.
Şapkasını saçına tutturmak için kullandığı büyükçe iğne
de hâlâ üzerindeydi. İğneyi hemen aldı, küçük de olsa bir
silaha ka vuşmuştu.
Elleriyle yreri yoklamayla devam ederek, zifiri karan­
lığın izin verdiğince ilerledi. Derken bir duvara rastladı.
Şimdi duvarı takip ederek nasıl bir yerde olduğunu çöze­
cekti. Bir süre sonra eline soğuk, ıslak ve yapışkan bir şey­
ler değdi.
Parmaklarını yüzüne doğru kaldırarak kokladı. Meta­
lik kokuyu hemen tanıdı.
Kan kokusu.

339
54. BÖLÜM

Notu önce Peter MacCandless okudu ve hemen Willie


Dempster'a verdi. Kâğıdı Hyde'a geri verirken şaşkınlıkla
bakıştılar, lain Pollock da oradaydı ve notu onlardan önce
okumuştu.
"Adamları toplamamı ister misiniz?" diye sordu Mac­
Candless. "Birkaç saate Crunnach Malikanesinde olur, ge­
rekirse altını üstüne getiririz."
"Notu okudunuz," dedi Hyde. "Frederic Ballor polisin
geldiğini anladığı anda Doktor Burr'u öldürür. Ballor'un
emrinde kaç kişi var veya şu bahsedilen örgütte kaç üye
var hiç bilmiyoruz. Polis merkezini en az bir kez izledik­
lerini biliyoruz. Hatta belki de teşkilatın içinde muhbirleri
bile vardır. Ballor bizi yakinen izliyor olabilir."
"Öyleyse ne yapacağız efendim?" diye sordu Demps­
ter.
"Hiç zamanımız yok. Akşam olmadan oraya varabil­
mek için şimdiden yola çıkmalıyım. Ama sizden bir iyilik
isteyeceğim. Pek alışılmadık bir istek olacak, bu yüzden is­
terseniz beni reddedebilirsiniz."
Pollock ve MacCandless bakıştı. "Söyleyin efendim,"
dedi MacCandless.
"Daha önceki ziyaretimiz sayesinde biliyoruz ki Crun-
nach'a görülmeden yaklaşmak imkânsız. En azından gü-
nışığında. Mackinley'ye, beni arazinin dış kapısında bı-

340
rakıııasını söyleyeceğim. Gelişimi ve Mackinley'nin beni
bırakıp dönüşünü izleyeceklerini umuyorum. Sizden, ara­
banın içine saklanmanızı ve beni bıraktıktan sonra geri dö­
nerken arabadan atlayarak arazinin içinden, görünmeden
eve gelmenizi istiyorum. Siz varana kadar herhalde hava
kararır ve eve arkadan yaklaşırsanız fark edilmezsiniz."
"Aynen söylediğiniz gibi yapacağız," dedi Dempster.
"Peki ya ben?" diye sordu Pollock. "Ben de yardım et­
mek istiyorum."
"Sen de yardım edeceksin," dedi Hyde. "Yanma üni­
formalı memurlardan birini almam ve Farquharson'un
keşfettiği mülkleri ziyaret etmeni istiyorum. Bir yandan
Doktor Burriu kurtarmaya çalışırken diğer yandan da Ba­
yan Lockwood'un kendi mülklerinden birinde hapsedil-
mediğinden emin olalım."
"Ama-"
"Bu senin soruşturman lain," diyerek onun sözünü
kesti Hyde. "Bize, Bayan Lockwood'u bulup ailesine tes­
lim ederek yardımcı olabilirsin."
"Tabu efendim."
"Peki siz ne yapacaksınız?" diye sordu MacCandless.
"Kendi sonumu hazırlamayı düşünmüyorum," dedi
Hyde. "Ama benim hatalarımın bedelini Cally'nin ödeme­
sine de izin veremem. Eve, porsuk ağacının olduğu taraf­
tan geldiğimi görecekler, böylece Cally'nin hayatta kalma­
sını sağlayabileceğimi umuyorum. Biraz ağırdan alıp sizin
de eve varmanıza fırsat vermek istiyorum. Zamanlamayı
doğru ayarlarsam hava kararmaya başlar ve bu da bize
zaman kazandırır. Umarım o zamana kadar ikiniz de po­
zisyon almış olursunuz. Ben eve batıdan yaklaşıp ana ka­
pıdan gireceğim, siz ise doğudan geleceksiniz. Yanımıza
tabancalarımızla birlikte copları da alalım, eğer birileriyle

341
Craig Rııssell

tamamen boş raflar dışında hiç eşya yoktu. Deponun arka


tarafmda küçük bir ofis alanı vardı. Pollock ve diğer genç
memur bu ofisteki dolap ve çekmecelerin içini ararken Me­
mur Thomson depoda boş boş dolandı. Tüm çabalarına
rağmen arama çalışmaları sonuçsuz kaldı.
"Şimdi nereye gidiyoruz?" diye sordu Thomson yeni­
den günışığına çıktıklarında.
Pollock listeyi yeniden gözden geçirdi. Bu listedeki
mülklerden beş tanesi Elspeth Lockwood'un portföyüne
hiç uymuyordu.
"En garip görünene gidiyoruz/' dedi Pollock. "Lima­
na yakın döküntü bir bina. İnsan neden böyle bir yer satın
alır ki?"
"Gerçekten de bu bayanın kendi mülkünde hapis tu­
tulduğunu mu düşünüyorsunuz?" diye sordu Leithli genç
memur.
"Bunu öğrenmenin tek bir yolu var/' dedi Pollock ka­
rarlı bir sesle. "Limana gidiyoruz."
V
* * *

Hyde ona daha önce önsezilerine güvenmenin bir sa­


kıncası olmadığmı söylemişti. Hyde'a göre önsezilerimiz,
bildiğimiz ama bildiğimizden haberdar olmadığımız şey­
lerdi. Yarımdaki iki üniformalı memur ile birlikte, limanın
yağlı sularına bakan isten kararmış binanın önüne geldi­
ğinde Pollock, doğru yere vardığını hissetti.
Bu bölge polislerin hoş karşılandığı mevkilerden de­
ğildi ve binanın karşısında dikilirken ters bakışlara maruz
kalmaya başlamışlardı bile.
"Haydi hemen içeri girelim," dedi Thomson. "Bütün
gün burada dikelecek değiliz."
"Copun yanında mı Memur Thomson?"
"Evet, tabii. Neden—" Pollock'un etrafı kolaçan ede-

344
Hyde

rek cebindeki tabancayı çıkardığını görünce sustu. Pollock


tabancanın şarjörünü kontrol ederek cebine geri koydu.
“Kapının yanında küçük bir pencere var," dedi Pllock.
“Copunla onu kır, ama olabildiğince sessiz ol. Böylece ka­
pının kilidini içeriden açabiliriz. Sanırım burası aradığımız
yer. Ve unutmayın ki bu insanlar daha önce cinayet işledi­
ler."
“Bu insanlar mı?" diye sordu Thomson.
"Evet, Karanlık Tarikat. Elspeth Lockwood onların
elinde. Bir polisi öldürmekten çekineceklerini hiç sanmı­
yorum."
“Karanlık Tarikat mı?" dedi Thomson şaşırarak. “Ama
o sadece — "
Pollock onu duymazdan geldi ve diğer memura dön­
dü. “Haydi, hemen camı kır," dedi.
"Ben yaparım," dedi Thomson alıngan bir sesle. “Bu­
rada kimin daha tecrübeli olduğunu unutmayalım."
Hızlıca binanın içine girdiler. Thomson camı kırdıktan
sonra bir mendille •»cam kırıklarını temizledi ve Pollock ko-
lunu içeri uzatarak kilidi ve kapıyı kolayca açtı.
Karanlık evin içinde ilerlerken Pollock içgüdülerinin
alarm verdiğini hissetti. Dışarıda batmakta olan güneş ar­
tık evin içini pek aydınlatmıyordu: Karanlıktı, rutubetliydi
ve camlan kaplayan is, dışandan gelen ışığı engelliyordu.
Koridorun ucundaki kapıyı açtıklarında içerinin kapka­
ranlık olduğunu gördüler.
"Polis!" diye bağırdı Pollock. “Kimse var mı?" Hiç ses
çıkmadı ama dedektif, sanki pusuya yatmış başka bir var­
lık varmış gibi kafa derismde bir karıncalanma hissetti. Ba­
şının hemen yarımda, dışında camı olmayan bir havagazı
fitili olduğunun farkındaydı. Lambanın gazını açıp bir kib­
rit çaktı. Tutuşan fitille birlikte oda yavaş yavaş aydınlandı.

345
Cnıis Russt'll

"Aman Tanrım," diye mırıldandı Pollock odayı görün­


ce. Diğer polisler ile omzunun üzerinden içeri bakıyorlar­
dı.
"Bu da ne şimdi?" diye sordu Thomson.
"Doğru yerdeyiz," diye yanıt verdi Pollock,
Odanın içi bomboştu, bir tek eşya bile yoktu. Asıl dik­
kat çekici olan duvarlar, tavan ve zemindi.
Yüzlerce vardı, hatta belki de binlerce. Gaz lambasının
titrek ışığında desenler sanki birbirine girmiş halde dans
ediyordu. Bazıları yarım metre, bazıları bir santim genişli-
ğindeydi ve her yerdelerdi. Odanın her bir santimini kap­
layacak şekilde, muazzam bir çaba ve iradeyle yapıldıkla­
rı çok açıktı. Bazıları siyah, bazılarıysa kurumuş kan gibi
koyu kızıl-kahverengiydi.
Renkleri veya boyutları ne kadar farklı olursa olsun,
desenlerin hepsi aynıydı. Pollock bu şekli hemen tanıdı.
Bu üç bacaklı spiral, triskelion.

346
56. BÖLÜM

Tırmanmaya devam ettiler, meşalenin ışığında pati­


kadan başka bir şey görünmüyordu. Sonunda yol düzleşti
ve ayak sesleri, sanki bir mağaranın içindelermiş gibi daha
çok yankılanmaya başladı. Patikanın her iki tarafında, kaya
gibi pürüzlü duvarlar olduğu seçiliyordu, Elspeth artık
dipsiz uçurumdan uzakta olduklarını düşünüp rahatladı.
Ama bir mağarada değil, daha büyük bir yerde olduk­
tan kısa sürede ortaya çıktı. Burası çok genişti ve duvarları
tıpkı bir yer altı katedrali gibi tonozlu bir çatıya doğru yük­
seliyordu. Elspeth birden şok oldu, çok yukarıda olsa da
tavanı görebiliyordu.
İşığı.
Karanlık devam etse de sanki meşaleden başka bir ışık
kaynağı daha ortaya çıkmış gibiydi. Çok cansız olsa da
başka bir ışık kaynağı daha vardı.
Bu ışık büyük ihtimalle dışarıdan geliyordu.
Sonra patikanın kenarındaki duvarlar dikkatini çekti.
Her iki tarafta da yan yana sıralanmış, aynı boyutta ve dik­
dörtgen şeklinde yüzlerce hatta belki de binlerce küçük şey
vardı.
Onlara daha yakından baktı. Ne olduklarını biliyordu:
Oyuncak bebeklerin konulduğu küçük tabutlar. Demek ki
Artbufs Seat dağının altındaki bir mağarada olmalılardı.
Bu da ışığa, yani bir çıkış yoluna yakın olduğu anlamına
geliyordu.

347
Craig Russell

Ancak etrafındaki şeylerin boyutu onu yeniden dü­


şündürdü. Burası fazla geniş görünüyordu, küçük tabutla­
rın sayısı da olması gerekenden çok daha fazlaydı. Anne­
sinin hayattayken -daha doğrusu sağlıklıyken- ve kendisi
henüz çok küçükken anlattığı bir hikâye geldi aklına. An­
nesi onu ve ağabeyini Arthur's Seat dağının yamacındaki
parka pikniğe götürmüştü. O güneşli ve güzel günde anne­
sinin anlattığı Arthur's Seat ile ilgili efsaneleri ve hikâyeleri
düşünmek şimdi Elspeth'e acı veriyordu. İskoçların daha
buralara yerleşmeden önceki yaşamlarma dair efsaneler
anlatmış, sonra Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri­
nin hikâyesinden bahsetmişti. Çocuk aklıyla Elspeth, Kral
Arthur'un bu dağın altındaki gizli mağaralardan birinde
son uykusuna yatmış olabileceğini düşününce heyecanlan­
mıştı.
Bebek tabutlarım anlatan da yine annesi olmuştu.
ISSO'lu yıllarda bir grup çocuk tavşan avladığı sırada tesa­
düfen dağın altındaki mağarayı keşfetmişti. İçinde her biri
on santimden kısa olan ve özenle ahşaptan oyulan minya­
tür tabutlar yan yana sıralanmış haldeydi. Her bir tabutun
içinde, aynı şekilde özenle yapılmış ve bedenlerini baştan
ayağa kapatacak şekilde giysi giydirilmiş insan heykelleri
vardı. Bu küçücük heykellerin her birinin görünüşü ve giy­
sisi diğerlerinden farklıydı.
Bu keşiften sonra, heykellerin kökeni ve amacıyla ilgili
olarak her tür karanlık görüş ortaya atıldı. Ama en çok rağ­
bet gören, bir cadı topluluğunun bu kuklalarla büyü yap­
tıkları yönündeki dedikodulardı. Bir başka teoriye göreyse
bu figürinler, Edinburgh'un karanlık işler çeviren lonca­
larından birinin önde gelenlerine ölümsüzlük verebilmek
amacıyla yürütülen bir büyücülük faaliyetinin eseriydi.
Kuklaların İrlanda mitolojisindeki yer altı cüceleri tarafm-

348
Hyde

dan yapılmış olduğuna dair rivayetler de dönüyordu ki bu
cüceler, kötülüğün kaynağıydı. İşte bu sebeple pek çok kişi
bu tabutların ve içindeki minyatür heykellerin çalınmasın­
dan korkar, bunun Keltik diğer dünyayı kızdıracağına ve
Edinburgh'un lanetlenmesine sebep olacağına inanırdı.
Elspeth'in bildiği kadarıyla mağarada bulunan tabut­
lar on yedi taneydi ve çoktandır Edinburgh müzesinde
sergileniyordu. Burada ise yüzlerce, belki binlerce tabut
mağaranın iki yanına dizilmişti.
"Bu nasıl olabilir?" diye sordu Elspeth. Ama kılavuzu
onu dikkate almadan yürümeye devam etti.
Mağarada yürümeye ve sağda solda küçük tabutlar
görmeye devam ettiler. Elspeth geldikleri yönü, yukarıyı,
her iki yanlarındaki karanlığı taradı ama hâlâ bir çıkış gö­
rünmüyordu.
Patika yeniden aşağıya doğru meyletmeye başlayınca
umudu iyiden iyiye kırıldı. Mağaranın iki yanındaki du­
varlar da birbirine gitgide yaklaşmış, uzun ve dar bir tünel
halini almıştı. Elspeth cesaret gösterip daha yukarıdayken
kaçmaya çalışmadığı için kendine lanet etti.
Tünel daha da daraldı, eğimi arttı ve tavan iyice alçal­
dı. Elspeth'in artık eğilerek yürümesi gerekiyordu. Yokuş
aşağı gittikçe içine panik duygusu doluyordu. Geri dönüp
koşmak, tabut mağarasına doğru çıkmak istedi.
Birdenbire tünelin sonuna geldiler.
Tünelin ağzı çok geniş bir mağaraya açılıyordu. Burası
neredeyse bir katedral büyüklüğündeydi. Bu imkansızdı.
"Büyüleyici değil mi?" dedi kılavuzu. "Sana göster­
mek istediğim yer işte burası. Senin ve benim, farklı za­
manlarda paylaştığımız yer. İşte, gün yüzüne çıkmayı bek­
leyen hakikat!"
Elindeki meşaleyi ileri doğru savurarak attı. Mağara-

349
(iıil^ Hıitmi'll

nrn zeminindeki oluğu dolduran siyah ve parlak bir şıvj


meşalenin ateşiyle yanmaya başladı. Oluk mağaranın ke-
narları boyunca uzanıyordu, ateş mağaranın her yerini ay­
dınlatacak şekilde hızla yayıldı,
Elspeth ('İlerini gözünün önüne siper etmek zorunda
kaldı. Etraf tamamen aydınlanmıştı.
"Görüyor musun?" diye sordu adam. Elspeth'e yanıt
vermedi, uzun süre karanlıkta kaldığı için bu ani aydınlığa
karşı gözlerini hâlâ eliyle koruyordu.
Adam doğruca yanına yürüdü ve Elspeth onu görebil­
mek için görüşünü ayarlamaya çalıştı.
Gözlerinin ışığa alışması zaman aldı. Ama alışır alış­
maz seyahatlerinin başından bu yana ilk kez onun yüzünü
gördü.
Aniden korkunç bir çığlık, bir banshee'nin inlemesi
gibi tiz bir ses geniş mağarada yankılandı. Elspeth bu sesin
kendi çığlığı olduğunu fark etti.

350
j 57. BÖLÜM

<&>

Hemen önündeki Crunnach Malikanesi hareketsiz ve


karanlıktı, pencerelerinden hiç ışık gelmiyordu.
Hyde bir süre büyük ağacın altında durdu. Daha ön­
ceki ziyareti sayesinde buranın evin misafir odasından en
iri görünen nokta olduğunu biliyordu. Güneşin son ışıkla­
rı sırtına vururken Hyde orada durarak Ballor'a talimatla­
rını uyguladığını göstermek istiyordu.
Sonra acele etmeden eve doğru yürümeye başladı.
Yaklaşık beş dakika sonra Karanlık Adam anıtının ol­
duğu çöküntünün etrafım dolaşan patikaya vardı. Artık
hava kararmıştı ve Hyde gökyüzündeki yarım ayı ardında
saklayan kocaman buluta içinden teşekkür etti. Patika hafif
eğimliydi ve Hyde evin görüş alanından tamamen çıkma­
sa da ona aradığı fırsatı veriyordu. Eğildi ve ani bir şekilde
patikadan saparak çöküntüye girdi. Evin görüş alanının
aşağısmda kalınca taş anıta koştu ve arkasma gizlenerek
soluklandı. Ay bir anlığına bulut örtüsünün ardmdan çı­
kınca küfretti. Tam çöküntünün diğer tarafına geçmeye
hazırlanırken, dikkatini anıtın üzerine kazınmış şekiller
çekti. Hava karanlık olsa da heykelin üzerindeki sembol­
leri seçebiliyordu. Bu şekillerin arasmda en çok dikkat çe­
ken, yaklaşık üç haftadır Hyde'ın akimı kurcalayan şekildi.
Yani üç bacaklı sembol, triskelion.
Bu taşla ilgili olarak Hyde'a tanıdık gelen bir şeyler

351
Craig Russcll

vardı, sanki durumuyla ilgili bazı şeyleri çağrıştırıyordu. 1


Sanki burası gerçek değildi, kendisi gerçek değildi, hiçbir
şey gerçek değildi. Gerçekdışı bir his sardı içini, sanki her
şey, hatta kendisi de sahte gibiydi. Bir nöbetin habercisi
olan bu hisle birlikte içinde bir panik dalgası yükseldi.
"Şimdi değil," diye mırıldandı. "Tanrı aşkına şimdi
olmaz..."
Hyde şapkasını ve varlığını ele verebilecek olan beyaz
sargısını çıkardı, omuzlarındaki paltosunu da silkip yere
attı. Sol eliyle ceketinin cebinden tabancasını, ardından co­
punu çıkardı. Bir an için sağ kolundaki askıyı da çıkarmayı
düşündü ama kolunu öyle veya böyle kullanamayacaktı,
bu şekilde en azından daha güvende olurdu.
Çöküntünün siperinden faydalanarak koşmaya de­
vam etti. Ay yeniden bulutların arkasına girdiği için gö­
rünmeyeceğinden emindi. Ama Ballor7un adamlarının bu
kadar sürede neden evin ana kapışma varmadığını merak
edeceklerini de tahmin ediyordu.
Evin yan tarafına doğru ilerlerken, dağınık bir çalı
yığını ona koruma sağladı. Onu pusuda bekleyen bilileri
varsa bile onlar da güvenli bir şekilde karanlıkta kalıyordu.
Tereddüt edecek zaman yoktu. İyice eğilerek eve doğ­
ru koştu ve sırtını evin duvarına yasladı. Giriş katındaki
pencereleri açmayı denedi ama üçü de açılmadı. Sırtını du­
vara yaslayıp yürüyerek evin köşesini döndü ve karşısına,
kilere açıldığını düşündüğü bir kapı çıktı. Tam kapıya yö­
neldiği sırada, çakılların üzerinde bir sürtme sesi duyunca
geri çekildi.
Ayak sesleri yaklaştı ve Hyde elini copuna atarak sıkı
sıkı tuttu.

352
58. BÖLÜM

Cally kan kokusu alınca içinden yükselen korkuyu


bastırıp bir doktor gibi düşünmeye çalıştı. Dokunduğu kan
soğuk değil ama ılıktı. Demek ki döküleli çok olmamıştı.
Bir eliyle duvara yaslanarak ve diğer eliyle biriken
kanı takip ederek ilerledi. Bir anda korkuyla geri sıçradı.
Eli sert bir şeye çarpmıştı.
Cally dondu kaldı, kısık ama hızlı bir nefes alma sesi
duyuluyordu.
"Kurtar... kendini..." Bu bir erkek sesiydi. Cally elle­
rindeki kanın sahibini bulduğunu anladı.
Cesaretini toplayarak adamın yanma diz çöktü ve el­
leriyle yokladı. Adam oturuyordu, sırtını İdlerin duvarına
yaslamıştı. Bacaklarını uzatıp iki yana açmıştı. Cally kanın
kaynağını buldu, adamın göğsündeki yaradan hâlâ kan
akıyordu. Ellerini yaraya bastırınca yaralı adam öksürdü.
Bir eliyle adamın yanağına dokundu, buz gibiydi, hâlâ hız­
lı ve kesik kesik nefes almaya devam ediyordu.
Adamın çok az zamanının kaldığının farkındaydı.
"Sakin ol," dedi. "Bize yardım edecek birileri gelecek.
Eminim."
"Hayır... yardım... yok," diye fısıldadı adam. "Umut
yok... kurtar... kendini. Buradan... çıkmalısın..."
Adamın ceplerini karıştırarak bir mendil buldu. Bu
onu çıkarırken cebinden çıkan başka bir şey daha yere

353
Craig Russell

düştü. Avcuna alınca bunun bir kibrit kutusu olduğunu


anladı. Mendili adamın göğsünün üzerine koyup bastırdı.
"Elini buraya bastırabilir misin?" diye sordu. "Elinden
geldiğince sıkı bastır. Bu sırada ben ışık—"
Adam, şaşırtıcı bir kuvvetle Cally'nin bileğini kavradı.
One doğru eğilerek adeta tısladı.
"Canavar... diyakoz... geri gelecek... kaçmalısın. Beni
unut. Gerçekleri anlatmalısın. Yukarıya doğru... merdi­
venler... gizli kapı. Holdeki dolaba çıkıyor..." Sonra hem
elindeki kuvvet hem de sesi zayıfladı. "Tabanca... çekme­
ce..."
Adam bir süre sessiz kaldı. Sanki gücünün son damla­
larını toplamaya çalışıyor gibiydi. "Diyakoz..."
"Diyakoz mu?" dedi Cally. "Ballor burada mı?"
Adam buz gibi karanlıkta derin bir iç çekti. Cally'nin
bileğindeki eli kayıp düştü. Cally boynuna dokunarak
nabzını hissetmeye çalıştı ama hiçbir şey hissedemedi.
Yeniden yalnızdı. Karanlık derinleşiyor, daha bunaltı­
cı hale geliyordu. Kibrit kutusunu alıp bir kibrit yaktı. Taş
duvarlı mahzen küçüktü, içi kutu ve sandıklarla doluydu.
Kutulardan birinin üzerinde gaz lambası vardı. Camı­
nı kaldırıp lambayı yaktı.
Lambanın ışığı zayıf olsa da etrafını görebileceği ka­
dar aydınlatmıştı. Son anlarında yanında olduğu adam
sırtını duvara yaslamış yerde oturuyordu. Etrafı kan gö­
lüydü, çok ciddi miktarda kan kaybetmişti.
Cally Burr bu adamla daha önce hiç karşılaşmamıştı
ama onu Edvvard Hyde'ın tarifinden tanıdı. Kuzguni siyah
saçlı, boş ifadeli bu yüzün tek gözü ipek bir bandajla ka­
patılmıştı.
Bu Frederic Ballor idi.

354
59. BÖLÜM

Ss

Dedektif Peter MacCandless, Edinburgh Polis Teşkila­


tı'nda hizmet verdiği on beş sene boyunca her tür adamla
çalışmıştı. Ve bu gece karanlıkta gizlice malikaneye yak­
laşırken yarımda VVillie Dempster'dan başkası olsun iste­
mezdi.
MacCandless dürtü ve içgüdüleriyle hareket eden bi­
riyken, Dempster mantıklı ve sistemliydi. Ve bu gece bun­
ların hepsine ihtiyaçları vardı. Dempster'ın ayrıca, bekçile­
rin deyimiyle gece görüşü çok iyiydi: Karanlıkta tehlikeyi
sezinleyebilir ve gölgelerin arasında kaçakların izini süre­
bilirdi. Bu sadece karanlıkta iyi görmesinden değil, nelerin
saklı olabileceğini sezme yeteneğinden kaynaklanıyordu.
MacCandless'ın, Dempster'ın yanında olmasından
memnun olmasının bir başka nedeni de onun polis olma­
dan önce orduda hizmet vermiş olmasıydı. Hyde'ın verdi­
ği bu tuhaf ve umutsuz girişim, asker becerileri de gerek­
tiriyordu.
Kararlaştırıldığı gibi yolda iyice yavaşlayan arabadan
atladılar. Çıplak arazide iyice eğilerek bir süre yol aldıktan
sonra malikane karşılarına çıktı. Hava iyice kararnuş ve
yollarını aydınlatmak için geriye sadece arada bir bulutla­
rın arasına gizlenen ay kalmıştı.
MacCandless onları görecek kimsenin olmadığından
emin olmak için bir süre etrafı izledi. Eve doğru atılacak-

355
Crııig Russell

ken Dempster parmaklarını dudaklarına götürerek sessiz


olmasını söyledi ve ardından karşı tarafı işaret etti. Mac­
Candless o yöne bakınca karanlığın içinde güçlükle seçilen
bir figürün nöbet tuttuğunu gördü. MacCandless, çalılıkla­
rın arasındaki yola yönelerek Dempster'a başıyla kendisini
takip etmesini işaret etti.
Her adımı dikkatle ve sessizce atıyorlardı. Çalı ve otlar
onlar gizliyor ama aynı zamanda çatırtı çıkararak yerlerini
belli etmekle tehdit ediyordu. MacCandless, Dempster'ın
arkasında olduğundan emin olmak için arada bir arkasına
dönüyordu. Bir asır gibi uzun gelen bir sürenin ardından
nöbetçiden uzaklaştılar ve açık alanda ilerlemeye cesaret
ettiler.
"Acele etmeliyiz," dedi MacCandless. "Başkomiser
Hyde eve iyice yaklaşmıştır."
Sonunda Crunnach Malikanesine giden servis yolu
önlerindeydi. Ev, gecenin karanlığında ışıksız ve kapkara
görünüyordu.
"Şuraya!" dedi Dempster malikanenin yanındaki ahır­
ları işaret ederek. Tam o sırada bir şey Dempster'ın dikka­
tini çektiğinde MacCandless çoktan servis yoluna geçmişti.
"Birileri geliyor," diye fısıldadı. Kendisi çalılıkların arası­
na geri dönerken MacCandless'a da hendeğe saklanmasını
işaret etti.
MacCandless kendini hızla hendeğe attı ve copunu
eline aldı, önlerine çıkacak kişiyi pusuya düşürmeye ha­
zırdı. Hızla yaklaşan bir at arabasınm sesi duyuldu. Yer yer
ot öbekleriyle korunan hendekte daha da eğildi ve at ara­
basının geçişini izledi. Şoför ufak tefek bir adamdı ama ka­
ranlıkta sadece bir siluet olarak görünüyordu, ayrıca hem
paltosunun yakasını dikleştirmiş hem de silindir şapkasını
aşağı indirmiş olması yüzünü görmelerini engelliyordu.

356
Hyde

Bu Hyde ve Pollock'un tarif etliği tuhaf uşak olmalıydı.


Araba ahırların arkasına doğru giderek gözden kayboldu.
Etrafı dinlediler, artık etrafta hiçbir ses yoktu.
"VVillie!" diye fısıltıyla seslendi MacCandless, ama
Dempster'dan no bir ses ne de iz vardı.
Birkaç saniye bekledikten sonra yeniden seslendi ve
vanıt gelmeyince huzursuz oldu ancak Dempster'ın he­
deflerine giden başka bir yol bulmuş olabileceğine karar
verdi. Zaman geçiyor ve Hyde'a yardım etmek için eve
varması gerekiyordu. Başka seçeneği kalmayan MacCand­
less eğildi ve tek başına ilerlemeye başladı. Evin yanındaki
ahırlara varınca sırtını taş duvara yasladı ve geldiği yöne
bakarak Dempster'ın orada olup olmadığını kontrol etti.
Etrafta hiç hareket yoklu. Arkadaşının başına bir şey
gelmiş olabileceğine dair içini bir korku sardı. Belki de az
önce nöbetçi eve doğru gelmiş ve dedektifi bulmuştu. Ama
o zaman etraf bu kadar sessiz olmaz, kesinlikle dikkatini
çekecek bir şeyler duyardı.
Başkomiser Hyde şimdiye dek çoktan pozisyon almış
olmalıydı ve MacCandless'ın fark edilmeden eve yaklaş­
ması gerekiyordu. Ajurların olduğu tarafa baktığında ufak
tefek adamın arabayı ve atları bir başka adama bırakarak
malikaneye yöneldiğini gördü. MacCandless yola devam
edecekse kendisiyle malikane arasında kalan bu adamı
sessizce etkisiz hale getirmesi gerekecekti. Hyde böyle ta­
limat vermişti.
Karanlık arazide yeniden Dempster'ı aradı. Ona ne
olmuştu? Bir kez daha arabanın yanındaki adamı kontrol
etti. Şu anda evin görüş alanı dışındaydı ve MacCand­
less'm elindeki en iyi şans buydu. Dempster olmadan ha­
reket etmek zorundaydı.
Copunu eline alıp sıkıca tuttu ve olabildiğince sessiz

357
Craig Rııssell

bir şekilde arabaya doğru yaklaşmaya başladı. Adamın ar­


kası dönüktü. Ama MacCandless ona iyice yaklaştığında
ayağının altından hafif bir çıtırtı gelince adam son anda
ona doğru döndü. MacCandless tüm gücüyle copu ada­
mın kafasına indirdi. Ancak adam başını çekince darbenin
çoğu omzuna isabet etti.
Artık adamın yüzünü net olarak görebiliyordu. Bu,
Hyde'm tarif ettiği, yüzünde büyük bir yara izi olan adam­
dı. Katıldığı savaşlarla kaya gibi sertleşmiş, eski bir asker­
di. MacCandless kendini toparlamasına izin verirse onun­
la asla başa çıkamayacağım biliyordu.
Bir darbe daha indirmeye çalıştı ama yüzü yaralı adam
onu engelledi. Adam bağırmak üzereydi ki MacCandless
copu onun boğazına indirdi. Rakibinin nefesi kesilince
durumdan faydalanan MacCandless onun sağ kulağına
ve şakağına iki darbe daha indirdi. Adam dizleri üzerine
çöktü, MacCandless tepesine bir darbe daha indirince bir
çatırtı duyuldu ve adam kendinden geçerek yere yığıldı.
MacCandless endişeyle etrafa baktı, nabzı güm güm
atıyor ve nefes almakta zorlanıyordu. Kimsenin adamın
sesini duyup gelmediğinden emin olmaya çalıştı. Ayakla­
rının dibinde çarpık bir şekilde yatan adama baktı ve onu
öldürmemiş olmayı diledi.
Sonra koltukaltlanndan tutarak adamı ahıra sürük­
ledi. Adamdan bir inleme gelince içi rahatladı. Cebmden
kelepçelerini çıkardı ve adamın hiçbir direnç göstermeyen
bileğine taktı. Kendine geldiğinde yardım çağırmasın diye
ağzına tıkayacak bir şey olmamasına sövdü, ama bir süre
daha baygın kalacağını ümit etmekle yetindi.
Bir süre sakinleşmeye, nefesini düzenlemeye çalıştı.
Sonra tekrar dışarı çıktı. Birkaç adım ancak atmıştı ki
gölgelerin arasından çıkan biri onu omzundan yakaladı.

358
Hyde

Hemen elindeki copu havaya kaldırarak döndü. Saldırma­


ya hazırdı.
"VVillie!" dedi Dempster71 görünce. "Hangi cehennem­
deydin?"

359
60. BÖLÜM

Ballor'un ölü ve solgun yüzü, parafin lambasmır. ve-


tersiz ışığı altında Callv'ye bakıyordu. Neler e .dugunu
anlayamıyordu. Düşünceler, sanki birkaç farklı yapbocur
birbirine karıştırılmış parçalan gibi herhangi bir tutar.' ga
meydan okurcasına kafasına üşüşüyordu. Hyde bu ada-
mm Karanlık Tarikat ın diyakozu olduğuna inanıyordu.
Ama belli ki durum böyle değildi.
Kendini toparladı. Ballor un göğsünü her kını varan -
sa, geri dönmesi an meselesiydi. Cally kendisini kaçıran
kişinin bir işine varamayacağını biliyordu. O bir vvuıdt
Hyde'ı buraya çekmek için kullanılan bir ıvtıı. Ve Hvde
buraya geldiğinde, ki kesinlikle gelecekti ikiller u attı ex
yani yanlış kişiyi bulmaya çalışıyor olacaktı, Bu da \xm
yanıltacak ve dezavantajlı bir duruma düşürecekti, Hvde ı
uyarmalıydı. Ama tabii önce bu mahzenden kaçması gvıv
kecekti.
Yeniden Ballor'ım vatıma dı çökerek ceplerini ka
rışhrdı. İşine yarayacak başka bit şe\ bulamadı, lambav
la etrafı inceledi. Solunda bit kapı vardı ve tek giriş çıkış
buradan olmalıydı, İyice inceledi ama masif meşe kapmm
bir kolu veya tokmağı ı oklu. Kilidin olması gereken ver
de de hiçbir şey yoktu, bu kapıcı mahvımı içinden açmak
olanaksızdı, Parmaklarım kapmm perva;mda gc duımc
kavrayabileceği kadar büvtik bit boşluk buldu Ihı Islığa

t oo
Hyte

sağacak ve kapıyı zorlayarak açmasını sağlayacak bir şe>


bulma umuduyla etrafa bakındı.
Derken aklına bir fikir geldi: Şapka iğnesi Taş’: ucursu
kavradı ve iğneyi boşluğa sokarak yu kan doğru kaydırdı.
Tüm gücünü toplayarak kilidin dilini itmeye çazşt asra
başaramadı.
Cally iğneyi yakasına taktı ve tekrar lambayı <a-d~rro
kilidi yerinden oynatmak için kullanabileceği daha
bir şeyler aradı. Köşedeki şarap kasalarının hemen vanm-
da bir çıta buldu. Çıtayı kapıdaki aralığa sokup mken
doğru itmeye başladı. İlk önce direnen kapı bîr süre sonsa
biraz esnedi ve küçük bir çatırtı sesi geldi. Callv cmzmr =
da yüklenerek bir kez daha zorlayınca kapı gürültüvle ar­
dına kadar açıldı.
Bir eliyle lambaya, diğer eliyle yakasındaki iğneyi tu­
tarak kapıdan dışarıya çıktı ve kendini dar ve alçak tavana,
bir koridorda buldu. Duvarlar taştan ama zemin topraktı
feci bir rutubet kokusu vardı. Callv kendini bir mezara gir-
miş gibi hissedip ürperdi. Neyse ki koridor kısavdu kı■s-»
sürede taştan merdivenlere vardı. Yolunu lamba ile avdm-
latarak yukarı çıktı. Son basamakta karşısına veniden bir
kapı çıktı. Bu kapı biraz daha inceydi ve en azından bir
kolu vardı.
Kapı içeri doğru açıldı ve Cally kendisini solunda çek­
mecelerin olduğu, karşısında iki kanatlı bir kapının görün­
düğü genişçe bir odanın içinde buldu. Kapıp açtığında bü­
yük ve karanlık bir evin girişindeki holde olduğunu fark
etti. Şimdi, tıpkı Ballohun tarif ettiği gibi dolabın arkasının
gizli bir kapı olduğunu ve mahzene indiğini anlayabiliyor­
du.
Adamm ağzından, ölmeden önce çıkan son sözleri ha­
tırladı. Tabanca... Çekmece...

361
Craig Rııssell

Lambayı yere koyup, çekmeceleri karıştırmaya başla­


dı. En üstteki çekmecede deri ciltli bir kitap vardı sadece.
İkinci çekmecede ise aradığını buldu. Kısa namlulu bir ta­
banca ve üç kutu mermi. Hindistan'daki günlerinde baba­
sının kendisine öğrettiklerini hatırlamaya çalıştı. Tabanca­
nın silindirini açlı, içi doluydu. Yedek mermileri ceketinin
cebine doldurdu.
Derin bir nefes alıp kendini toparlamaya çalıştı. Ta­
bancayı sağ, lambayı sol eline aldı.
Evin giriş kapısını görebiliyordu, kapı ardına kadar
açıktı. Buranın Ballor'un yaşadığı Crunnach Malikanesi ol­
duğunu düşündü. Özgürlüğüne kavuşma ve yardım bul­
ma şansı o kapının ardındaydı.
Ama Edward geliyordu, hatta belki de buradaydı. Ve
hiç ummadığı biriyle karşı karşıya gelebilirdi. Crunnach
Malikanesi'nin şehirden çok uzak olduğunun bilincindey­
di ve bu bölgeyi hiç tanımıyordu. Karardıkta bu bomboş
arazide kaybolması çok kolay olurdu.
Zihnini zorlayarak bir karar vermeye çalıştı. Tereddüt
etmenin kendisini yeniden tehlikeye sokabileceğini iyi bi­
liyordu.
Dışarı çıkıp evi gözlemeye ve Hyde'ın eve girmesini
engellemeye karar verdi. Şu anda aklına gelen tek strateji
bu olmuştu.
Cally elindeki lambayı söndürüp dışarı çıkmak üze­
reyken yukarıdan, üst katlardan bir ses geldi.
Lambayı girişteki masanın üzerine bıraktı, elindeki ta­
bancayı sıkı sıkı tutarak merdivenlere doğru yürüyüp yu­
karı çıkmaya başladı.

362
61. BÖLÜM

"Bu tuhaf şeyler neyin nesidir?" diye sordu Thomson


odanın tüm yüzeyini kaplayan çizimlere bakarak.
"Tahmin bile edemezsin," dedi Pollock cebinden ta­
bancasını çıkararak. Diğer odaları da aramalıyız."
Evin geri kalanını dolaşırlarken Pollock'un huzur­
suzluğu iyice arttı. Giriş katındaki şömineyi yakınca ay-
dmlanan evin tüm duvarlarında yine triskelion deseninin
olduğunu gördüler. Üst katlarda da durum aynıydı, spiral
şekiller gaz lambası ışığında adeta dans ediyordu.
Evin en geniş odası tavan arasındaydı. Aslında tavan
arası, tüm katı kaplayan tek bir odadan oluşuyor demek
daha doğruydu. Ayrıca en karanlık yer de burasıydı. Dışa-
nda hava tamamen kararmıştı ve tavan arasının pencereleri
zaten dışarıdan pek fazla ışık alamayacak kadar küçüktü.
Daha tavan araşma adımını atar atmaz Pollock, bura­
da Elspeth Lockvvood'la ilgili bir şeyler bulacaklarını içgü­
düsel olarak hissetti. Ayrıca yanındaki diğer polisler gibi o
da çok iyi bildiği bir kokuyu aldı. Ölümün kokusunu.
"Aman Tanrım," diyen Thomson mendilini ağzına ve
burnuna bastırdı. /

Burada gaz lambası yoktu ama tavan arasının giri­


şinde, bir tepsinin üzerinde katedrallerde görülen kalın
mumlardan altı tane vardı. Hepsini yaktılar ve üçünü tep­
side bırakıp, birer tane de ellerine aldılar.

363
Craig Rıısscll

Işık ve gölgeler, odanın çatısından zeminine dek her


yerde dans ediyordu. Şimdiye dek şahit oldukları her şeye
rağmen üç adam da burada gördükleri karşısında şaşkın­
dı. Her yer şekiller ve desenlerle kaplıydı. Triskelion yine
her yerdeydi ama esas fark edilen, bu desene eklenmiş göz
resimleriydi. Ortasında siyah spiraller olan, kan kırmızısı
gözler ürkütücü bir şekilde onlara bakıyordu. İlerideki du­
varda kocaman bir surat ve neredeyse bu suratı doldura­
cak kadar büyük, tek bir kırmızı göz vardı.
Ama hepsinden tuhaf olan ve polisleri mıknatıs gibi
kendine çeken görüntü, odanın ortasındaki ahşap bir stan-
dın üzerinde duran, yumruk büyüklüğündeki tuhaf bir ci­
simdi. Koyu kırmızı ve siyah renklerdeydi, sanki canlıymış
gibi dalgalanıyordu ve kenarları tüylüydü.
Pollock standm yanma varmca içerideki ağır kokunun
bu şeyden geldiğini anladı. Tabancasını cebine koyup ağ­
zını ve burnunu mendiliyle kapadı. Diğer elini bu tuhaf
nesnenin üzerine doğru salladığında üzerindeki onlarca
sinek aniden havalandı. Pollock şimdi cismi daha net gö­
rebiliyordu.
Bu bir insanın kalbiydi.
Kalbm büyük ihtimalle Asılı Adam'a, yani özel dedek­
tif Farquharson'a ait olduğunu düşündü. Bir süre orada
sessizce durdular. Sonunda Pollock, "Git, diğerlerini ça­
ğır," dedi.
Pollock orada durup üzeri sinek dolu, çürümekte olan
kalbe bakarken, MacCausland'ın ahşap merdivenlerden
koşarak çıkan ayak seslerini, dış kapının gürültüyle açılışı­
nı ve sokaktan gelen polis düdüğü sesini dinledi. Bu sırada
hâlâ duvarlardaki şeytani desenlere bakmakta olan Thom­
son, uzun kariyerinde o güne dek her şeyi gördüğü düşün­
cesinin ne kadar yanlış olduğunu fark ediyordu.

364
Ih/de

Thomson'a doğru yürümek isteyen Pollock ayağının


altındaki tahta zeminde bir kıpırtı hissetti. Eğilip inceleyin­
ce yerdeki tahta döşemelerden birinin oynadığım fark etti.
Cebinden bıçağını çıkarıp tahtayı oynattı ve bir süre sonra
döşemenin bir bölümünü yerden söküp çıkardı.
"Mumu buraya getirin," diye seslendi Thomson'a.
Ukala tavırlarına son vermenin uygun olacağına karar ve­
ren Thomson hemen gelip mumu uzattı. Kendi mumunu
da döşemedeki boşluğun yanına koyan Pollock, içeride
bulduklarını dışarı çıkarmaya başladı.
Önce deriden bir rulo geldi eline. Hemen açıp yere
yaydı. İçinden çıkan iki bıçak mumların ışığında parıldı­
yordu. Pollock ve Thomson bakıştı.
"Görünüşe göre cinayet silahını buldunuz," dedi yaşlı
polis.
"Bence cinayet silahı bunlardan biri değil," dedi Pollo­
ck. "Burada üçüncü bıçak için de yer var."
Pollock küçük bıçağın bir sgian-dubh olduğunu gördü,
yanındaki ise aynı modelde ama daha uzun bir savaş ka-
masıydı. Her ikisinin kabzası da boynuzdan veya kemik­
ten yapılmıştı ve Kelt oymalarıyla süslenmişti. Kuzey Is-
koçya'ya özgü silahlardı bunlar.
Pollock elini yeniden döşemedeki boşluğa uzattı ve bu
kez dışarıya kırmızı kurdele ile bağlı, siyah kapaklı üç not
defteri çıktı. Bunların Farquharson'un kullandığı defterle­
re çok benzediğini fark etti. Döşemedeki üçüncü nesne ise
yine kurdeleyle bağlanmış kâğıtlardan oluşuyordu. Kur­
deleyi açtı ve hemen ilk sayfalan incelemeye başladı. Say­
falarda düzgün bir el yazısı ve mavi mürekkeple yazılmış
yazılar vardı. Okumaya başladı ama ne okuduğunu hemen
anlayamadı. Cümleler teknik kelimelerle doluydu.
Tıbbi terimlerle.

365
Crııig Russell

Pollock o anda ne bulduğu fark etti.


"Aman Tanrım," dedi kendi kendine mırıldanarak.
"Bunlar Doktor Porteous'un günlüğünden koparılan say­
falar."
"Gözleri çıkarılan adam mı?" dedi Thomson.
Pollock başıyla onaylayıp okumaya devam etti. Sayfa­
larda Komiser Hydela ve hastalığıyla ilgili bilgilere rastla­
yınca kendini ahlaksızca bir şey yapıyormuş gibi huzursuz
hissetti.
MacCausland yanında başka polislerle birlikte yukarı­
ya çıktığında Pollock da altıncı sayfayı okumaktaydı. Tam
o anda neler olduğunu anladı ve hızla ayağa kalktı, elinde­
ki sayfa hariç diğerleri yere saçıldı.
"Aman Tamım..." dedi. "Aman Tanrım, olamaz..."
"Ne oldu? Ne var?" diye sordu Thomson.
Pollock üniformalı polise döndü. "Gitmemiz lazım!
Hemen Crunnach Malikanesi'ne gitmeliyiz!" dedi.
Pollock merdivenlere yöneldi ama Thomson onu ko­
lundan tuttu. "Ne oldu? Orada ne yazıyordu?"
"Porteous her şeyi buraya yazmış. Hastalarına ve te­
davisinin tüm detaylarma kadar. Buna inanamıyorum.
Tanrım, buna inanamıyorum." Şaşkınlıktan fal taşı gibi
açılmış gözlerle Thomson'a bakıyordu. "Farquharson ile
Porteous'u kimin öldürdüğünü biliyorum. Diyakoz öldür­
dü. Ama Diyakoz dedikleri, Frederic Ballor değil." Cebin­
den saatini çıkarıp baktı. "Hyde Crunnach Malikanesi'ne
varmış olmalı. Onu durdurmalıyız. Hyde'a Elspeth Lo-
ckwood'u bulmadan ulaşmak zorundayız..."

366
62. BÖLÜM

Hyde harekete geçmeye hazırlandı. Ayak sesleri yak­


laşırken iyice duvara yaslandı ve sağlam kolunu elindeki
copla birlikte havaya kaldırdı.
Adam köşeyi döner dönmez Hyde elindeki copu sert
bir şekilde onun boynuna indirdi. İkinci darbeyi ise şakağı­
na vurdu. Her şey bir anda olmuş ve adam bilinçsizce yere
yığılmıştı. Hyde adamı sırt üstü çevirdi ve yüzünü hemen
tanıdı: Bu, Hyde'a saldıran ve onu bıçaklayan kişiydi.
Sağlam koluyla adamı duvarın gölgesine çekti ve ye­
niden eve doğru yola koyuldu. Ay kendini bir süreliğine
bulutlardan kurtarınca etraf daha görünür oldu. Hyde ar­
tık başka bir kişiyle karşılaşmadan eve girmesi gerektiğini
biliyordu. Ama tabu Ballor'im kaç adamının kendisini içe­
ride bekliyor olabileceğini bilmiyordu. Copunu beline tak­
tı ve silahını çıkardı. Bu noktadan sonraki her karşılaşma,
ölümcül olacaktı.
Tam harekete geçecekti ki yeniden o tuhaf İtişle sar­
sıldı. Etrafındaki her şeyde bir tuhaflık vardı, sanki bir rü­
yanın içindeymiş gibi her şey sahte, ruhani ve başka bir
dünyaya aitti. Gökyüzüne bakınca ayın çevresinde haleler
olduğunu gördü. Gecenin karanlığı artık siyah değil koyu
yeşil, lacivert ve mordu. Muazzam büyüklükteki Crunna-
ch Malikanesi'ne baktı, sanki burada binlerce kez durmuş,
binlerce kez bu eve bakmış gibiydi.

367
"Lütfen Tanrım," diye mırıldandı. "Şimdi olmaz. Şu
an zamanda kaybolamam..."
Sesi duyduğunda, başka hiçbir şeye benzemeyen bir
ürperti hissetti bedeninde: Geceyi yırtan aynı yüksek, tiz,
çatallı ses. Leith Nehri'nin kenarında duyduğu, banshee
inlemesi.
Bu gerçek değil, diye geçirdi içinden. Topla kendini be
adam, bunlar gerçek değil.
Gölgelerin içinde birinin hareket ettiğini hissetti. Ka­
ranlıkta şekil alan küçük bir figür yürümeye başladı ve
Hyde'ın hemen hemen üç metre ötesinde durdu.
Giysileri yırtık pırtık ve toprağa bulanmış haldeki kü­
çük Mary Paton, gözlerini Hyde'a dikti ve işaret parmağını
dudağına bastırdı. "Şşşş..." dediğini Hyde, ama dudakla­
rım kımıldamamıştı. "Geliyor... Seni duyacak... Cû dubh
ifrinn geliyor..."
Hyde gözlerini sımsıkı yumdu ve tekrar açtı. Siluet
kaybolmamıştı ama artık daha uzun boyluydu ve yüzünde
dehşete düşmüş bir ifade vardı. Kızın yüzünün Nell McC-
rossan'a dönüştüğünü fark etti, Asılı Adam'ın cesedini bul­
duğu gece karşılaştığı kız...
"Onu yeniden duydunuz mu beyefendi?" diye sordu
kız. "Sizi çağıran ban-sith'i duydunuz mu?"
"Şimdi olmaz!" diye tısladı Hyde. Çenesi kasılmıştı.
Tekrar gözlerini kapadı ve gecenin serin havasını içine çe­
kerek derin derin nefes aldı. Gözlerini açtığında hayalet
gitmişti, dünya yeniden normal haline dönmüştü. Ama
böyle kalmayabileceğim çok iyi biliyordu.
İradesini son damlasına kadar zorlayarak odaklanma­
ya çalıştı. Malikanenin kilerine giden kapıyı kontrol etti.
Kapı kilitliydi ama Hyde'ın kuvvetine dayanamadı ve
omuz atınca hemen açıldı.

368
İşte içerideydi. Cebinden tabancasını çıkararak evin
içine doğru ilerledi.
*4*

Hâlâ acıyan yaralarının ve zihin karışıklığının izin ver­


diği ölçüde hızlıca ilerliyordu. Acele etmesi gerektiğini bi­
liyordu. Eğer nöbet geçirmeye başlarsa Ballor ve adamları­
nın merhametine kalacaktı. Şu anda bir nöbet geçirmesi sa­
dece kendisinin değil, Cally Burr ve Elspeth Lockvvood'un
da ölümüne yol açabilirdi.
Evin girişindeki hole vardı, içeride kimse yok gibiydi.
Girişteki masanın üzerinde duran lambanın loş ışığından
başka ne bir ışık ne de ses vardı. Eloldeki dolabın iki ka­
natlı kapısının açık olduğunu fark etti ve incelemek için
gaz lambasını eline aldı. Dolabın arkasındaki gizli kapıyı
görünce çok şaşırdı. Bu gizli kapı karanlıkta aşağıya doğru
inen merdivenlere açılıyordu. Daha önce Pollock ile birlik­
te buraya geldiğinde, dolabın içini kontrol etmek istediğini
ve Ballor'un yüz ifadesinin nasıl birden değiştiğini hatırla­
dı. Acaba Elspeth Lockvvood o sırada sadece birkaç metre
uzağında, çaresizce kurtarılmayı mı bekliyordu? Geniş do­
laptan içeri girip gizli kapıdan geçti ve taş merdivenlerden
aşağıya indi. Merdivenlerin sonunda bir başka kapı daha
vardı ve bu da ardına kadar açıktı.
Hyde eskiden buraya bilileri hapsedilmişse bile şimdi
hiç kimsenin olmadığını görebiliyordu.
Tam içeri girip elindeki lambanın ışığı ile etrafa göz
gezdirecekti ki uzaktan gelen bir ses duyuldu. Sanki bir
kadın çığlık atıyor gibiydi.
Hemen geri dönerek hole çıktı.

369
63. BÖLÜM

<&>

Cally sırtını duvara yaslamıştı, elindeki silahı hazırda


tutup dikkatli adımlarla merdivenden çıkıyordu. Gözlerini
yukarıya dikmişti. Duvarlardaki mumlardan bazıları yanı­
yor, loş da olsa etrafı aydınlatıyorlardı. Çıktığı tüm katlar
boş ve karanlıktı. Tek ışık en üst kattan geliyor gibiydi.
Bir an duraksadı, aşağı kattan bir ses geldiğini duyar
gibi olmuştu. Eğilip aşağıya doğru baktı ama kimseyi gö­
remedi. Girişteki holde, masanın üzerinde duran gaz lam­
bası hâlâ yanıyordu.
Tavan araşma doğru çıkmaya devam etti. Kimseyle
karşılaşmadı, hiçbir ses duymadı. Peki ama onu kaçıranlar
neredeydi? Burada nasıl bir oyun oynanıyordu? Aniden
kapıya vuruluyormuş gibi bir ses duyunca irkildi.
Şimdi üçüncü kattaydı ve ses bu kattan geliyor gibiy­
di. Evde birilerinin olduğu kesindi çünkü merdiven sa­
hanlığındaki lambalardan bazıları yolu aydınlatmak üzere
yakılmıştı. Silahı tutan eli heyecanla titreyince, diğer eliy­
le de destek verdi. îki kolunu da gergin bir şekilde uzatıp
tabancayı sıkıca kavradı. Ses, köşedeki odadan geliyor gi­
biydi. Odaya yaklaşınca kapının aralık olduğunu gördü.
Ayakkabısının ucuyla iterek kapıyı açtı.
Odada hiçbir ışık kaynağı yoktu ama pencereler çok
genişti. Dışarıdan gelen ay ışığı içeriyi az da olsa aydınla­
tıyordu. Burası hiç kullanılmayan bir banyoya benziyordu.
Yerler, lavabo ve küvet tozla kaplıydı. Ses yeniden gelince

370
Hyde

korkuyla yerinden sıçradı, bu kez çok yakından gelmişti.


Ancak bir anda sesin kaynağının, borulara hapsolmuş bir
hayvan olduğunu anlayınca rahatladı.
Pencereye yöneldi. Bu yükseklikten, malikanenin
önündeki tüm manzarayı görebiliyordu. Karşıdaki tepede
duran devasa ağacın silueti seçilebiliyordu. Arazinin tam
ortasında çanak şeklindeki çöküntü yer alıyordu ve gece,
sanki sıvıymış gibi içini doldurmuştu.
Bu kez başka bir ses duyuldu ama o kadar hafif bir ses­
ti ki hayal etmediğinden emin olamadı. Yukarıdan gelmiş
gibiydi. Banyodan çıktı ve yeniden merdivenlere yöneldi.
Tavan arasındaki odaların hizmetkarlara ait olduğu
belliydi. Buradaki duvarlarda da gaz lambaları vardı ve
hepsi yakılmıştı. Cally aşağıdayken fark ettiği aydınlığın
kaymağının bu lambalar olduğunu anladı.
Kendisini kaçıranlar acaba burada mıydı? Cally silahı­
nı sıkıca kavradı ve yeri gıcırdatmadan yürümek için bü­
yük bir çaba harcayarak ilerledi.
Tavan arasındaki odalardan ilki köşedeydi ve kullanıl­
dığı belli olan bir yatak odasıydı. İçerisi tertemizdi ve kişi­
sel eşyalar düzenli bir şekilde yerleştirilmişti. Ama içeride
kimse yoktu.
Diğer odalar boş ve tozluydu. Son oda ise kullanılan
yatak odasının tam karşısındaki köşedeydi. Bir alt kattaki
kullanılmayan banyonun üstüne denk geliyordu.
Yaklaşınca kapının aralık olduğunu ve kilidinde bir
anahtar durduğunu fark etti. Silahmı sağ eliyle tutarak sol
eliyle anahtarı kilitten çıkardı. Arkasmdan kapının kilit­
lenmesine izin verecek ve bir kez daha tutsak durumuna
düşecek değildi.
Kapıda durup odayı gözleriyle taradı ve yalnız oldu­
ğuna kanaat getirince içeri girdi. Burası büyük bir kule
odasıydı.

371
Craifl Riissj’II

Odadaki pencereden içeri dolan ay ışığında buranın


bir ressamın stüdyosu olduğu belli oluyordu. Büyük bir
tablo odanın bir duvarını tamamen kaplıyordu ama gölge­
de kaldığı için tabloyu net olarak görmek mümkün değildi.
Burada da kimse yoktu, oyalanmak da anlamlı değil­
di. Cally kendisini buraya çeken seslerin evdeki borular­
dan geldiğini düşünmeye başladı. Hyde burada değildi,
onu ne yapıp edip bulmalı ve tuzağa düşmeden önce uyar­
malıydı.
Kapıya doğru gitti, tam dışarıya çıkacakken büyük tu­
vale bir kez daha bakmak için duraksadı. Bu resmi görmesi
gerektiğini hissetmişti. Evin geri kalanının aksine bu oda­
da gaz lambası yoktu. Etrafı araştırınca masanın üzerinde
bir şamdan buldu ve Ballor'un kibritlerini kullanarak he­
men mumu yaktı.
Tablonun önüne gidip şamdanı havaya kaldırdı. Tu­
valin hepsini bir anda aydınlatması mümkün olmayınca
şamdanı yavaşça resmin önünde gezdirdi.
Tablodaki dev gibi büyük kadın, ayaklarıyla ormanla­
rı küçücük çimenlermiş gibi ezerek yürüyordu ve boynuna
bulutlardan bir atkı dolamıştı. Uzun adımlarla ilerleyen ka­
dının çantasından aşağıya kayalar düşüp yuvarlanıyordu.
Şamdanın ışığı dev kadının yukarıda kalan yüzünü
aydınlatamaymca elindeki tabancayı yere bırakarak bir
sandalye buldu ve üzerine çıkıp şamdanı havaya kaldırdı.
Resmin bu bölümü belli ki yeni tamamlamıştı, yağlı
boya hâlâ ıslaktı ve ışıl ışıl parlıyordu.
“Aman Tanrım..." diye fısıldadı bu tanıdık yüzü tab­
loda görünce. Bunun ne anlama geldiğini çözmeye çalıştı.
Arkasında bir hareketlilik olduğunu hissettiğinde, ne
sandalyeden inecek ne de tabancasını yerden alabilecek
vakti oldu.

372
64. BÖLÜM

<&>

“Bu doğru olabilir mi?" diye sordu Rintoul şaşkınlıkla.


At arabasının yolcu bölümünde sarsılarak hızla yol
alıyorlardı. Edinburgh ve Leith polis merkezlerinden polis
memurlarıyla dolu iki araba daha onları takip ediyordu.
“Buna inanamıyorum."
lain Pollock kucağında kâğıtlarla emniyet müdürü­
nün yanında oturuyordu.
"Ben de inanmakta zorluk çekiyorum etendim. Ama
Doktor Porteous her şeyi notlarına yazmış. Bir hastasının
iki kişiliği varmış, biri nazik ve iyi kalpli, diğeriyse kor­
kunç bir canavar. Doktor Porteous ona 'canavar' ismini bo­
şuna takmamış. Teorisi şöyle, iyi olan kişilik baskın oldu­
ğunda canavarın çekildiğini söylediği fantezi dünyasının
temeli aslında Kelt mitolojisindeki Diğer Dünya. Canavar
o bölünmüş zihninde kendi diğer dünyasını yaratmış ve
buranın, İskoç ırkının başlangıcından beri da var olduğu­
na kendini inanmış. Yani kendini Kelt mitolojisinden bir
yaratık günümüze, yaşayanların dünyasına sıkışmış gibi
hissediyormuş."
"Cm dubh ifritin,.."
"Efendim?"
"Hiç. Başka neler buldunuz?"
"Farquharson'un diğer not defterlerini de ele geçirdik.
Anladığım kadarıyla Farquharson, soruşturması Elspeth

373
Crai% Ru^ll

Lockvvood'un Frederic Ballorila ilişkisini kapsayınca öl­


dürülmüş. Ballor birçok kişiye şantaj yapıyormuş. Kendi
düzenlediği okültist seremonilerini uyuşturucu ve seks
partilerine dönüştürür, sonra da Henry Dunlop'a, katılan
kalburüstü kişilerin fotoğraflarını çektirirmiş. Balkır7un
verdiği çeşitli uyuşturucularla tamamen sersemlediklerin­
de Dunlop onlara çırılçıplak ahlaksız pozlar verdirirmiş,
Farquharson bu şantaj çetesini ve başı olarak da Ballo/u
polise bildirmek üzereymiş,"
"Ama aslında baştaki kişi o değilmiş/' dedi katı bir ifa­
deyle Rintoul.
"Hayır, değilmiş," dedi Pollock. "Farquharson, diya­
kozun gerçek kimliğini anladığında ve Karanlık Tarikat7m
ardındaki çılgınlığı keşfettiğinde kendi sonunu hazırla­
mış,"
Rintoul arabanın penceresinden dışarıya, karanlığa
baktı. "Oraya ne zaman varacağız?"
Pollock saatini kontrol etti. "En az bir saat daha var
efendim..."

374
65. BÖLÜM

Hyde evin girişinde durdu ve bir kez daha çığlık atan


kadının sesini dinledi. Yine hayal mi görüyordu? Bir nöbet
geçireceğini işaret eden hayaletleri mi duyuyordu?
Daha önce Pollock ile birlikte Ballor'u sorguya çektik­
leri odaya girdi, masadaki gaz lambasını da yanında gö­
türdü. Bu odadaki geniş pencerelerin, evin önündeki Ka­
ranlık Adam heykelinden büyük feryat ağacına kadar tüm
çevreyi görebildiğini hatırladı. Fakat düşmanı eğer dışarı­
daysa, elinde taşıdığı lamba nerede olduğunu ele verebi­
lirdi. Lambayı kapının yanma, yere bıraktı. Zaten ellerinin
boşta olması daha iyi fikirdi.
Bir kısmı ay ışığıyla aydınlanan, geri kalanı gölgeler
içinde kalan odaya girdi. Evin üst katlarından bir ses gel­
diğini duyunca duraksadı ama ses kesilince yürümeye de­
vam etti.
Herkes neredeydi? Cally'yi nereye saklamışlardı? Evi
daha önce aradıkları sırada servis koridoruna açılan bir
başka kapısı olduğunu gördüğü odaya girdi ama burası da
boş ve karanlıktı. Bir gürültü duyuldu, hizmetlilerin kul­
landığı koridordan geliyor gibiydi. Hyde kapıya ilerledi,
sil alımı kaldırdı ve sırtım duvara yasladı. Kapı açıldı ve
içeriye bir gölge girdi. Hyde tam silahını adamın ensesine
indirecekti ki adam yüzünü döndü.
"VVilliam?" Hyde silahını indirdi.

375
Craig Rtıssell

"Beni korkuttunuz efendim," dedi Dempster.


"Ballor'un adamlarıyla karşılaştınız mı?" diye sordu
Hyde.
"Arazinin dış kapısında gözcülük yapan biri vardı. Be­
ter da ahırların orada birini etkisiz hale getirdi."
"Beter nerede?"
"Evin arka tarafında bir yerlerde olacak. Sizi bulabil­
mek için ayrılmıştık."
"Ballor nerede?"
"Onu bilemiyorum. Ama tuhaf sürücüsünün buralar­
da dolandığını gördüm."
"Beki ya Doktor Burr, onunla ilgili bir iz var mı?"
"Üzgünüm efendün. Bütün bunların dikkatimizi da­
ğıtmak için düzenlenmiş bir oyun olduğumdan şüpheleni­
yorum."
Hyde iç çekti.
"Fakat Beter'm bir teorisi var. Karanlık Adam anıtının
oradaki çukurda saklanıyor olabilirler. Buralarda saklana­
bilecekleri tek yer orası. Eğer evde değillerse..."
"Ama ben o yönden geldim," dedi Hyde. "Hatta Ka­
ranlık Adam taşının arkasma saklandım. Orada kimse
yoktu."
"Belki de şimdi vardır. Olabilecekleri başka bir yer
yok. Bence biz... İyi misiniz efendim?"
Hyde tekrar duvara yaslandı, dizlerinin bağı çözül­
müştü. Artık çok vakti kalmamıştı, bunu biliyordu. Bir
başka gerçeklik, dünyasını ele geçirmeye çalışıyordu. Kısa
bir süre sonra gerçek dünya ile diğeri birbirine karışacak
ve kendisi de zamanın içinde kaybolacaktı.
"İyiyim," diye yalan söyledi Hyde. "Başım ... yaradan
dolayı. Dinle, eğer bana bir şey olursa, eğer sana cevap ve­
remez hale gelirsem, gidip Doktor Burr'u bulmanı istiyo­
rum. Onu kurtar. Anladın mı?"

376
I lı/dr

"Evet efendim. Bana güvenebilirsiniz/' dedi Demps-


ler.
"Bir mahzen var," dedi Hyde odaklanmaya çalışarak.
"Holdeki dolabın içinden, gizli bir kapıdan giriliyor. Belki
de oradadır. Benimle gel."
Hole çıkıp lambayı eline aldı ama dolabın önüne ge­
lince durdu. Dolabın kapakları kapalıydı.
"Ne oldu efendim?" diye sordu Dempster.
"Bu kapıları sen mi kapadın?"
"Hayır efendim. Ben bu taraftan gelmedim." Demps­
ter uzanıp dolabın kapılarını açtı. "Buradan mahzene bir
geçit mi var dediniz?"
"Evet," dedi Hyde. "Dolabın arkası gizli bir kapı."
Dempster dolaba girdi ve dolabın arkasını kontrol et­
meye başladı. Ahşap panele vurdu, kenarlarını yokladı.
"Burada bir kapı yok başkomiserim. Gördüğünüze emin
misiniz?"
Hyde itiraz edecek oldu ama sonra ne söyleyeceğini
unuttu.
Duvara, bir yerlerden hatırladığı tabloya baktı. Res­
min kime ait olduğunu biliyor gibiydi ama bunu da hatır­
layamadı. Tabloda uzanmış halde havada asılı duran çıp­
lak bir adam vardı ve çevresi uzun konik başlıklı kötücül
yaratıklarla sarılmıştı. Resim birden hareket etmeye başla­
dı, tablodaki figürler dönüyor, kıvrılıyordu.
"Başkomiser Hyde?" Ses uzaktan geliyordu. Tanıyor
olması gereken ama kime ait olduğunu henüz çıkarama­
dığı bir ses.
Bir elektrik şoku gibi beynini saran nöbetle birlikte
kim olduğunu, nerede olduğunu ve ne yaptığuu unuttu.
Edvvard Hyde'm diğer dünyası bir kez daha onu ele
geçiriyordu.

377
66. BÖLÜM

Cally çatı katındaki stüdyoya giren kısa boylu adamın,


kendisini kaçıran tuhaf sürücü olduğunu hemen tanıdı.
Hyde'ın evinin kapısında karşılaştıklarında Cally, Salazar
denen adamın orada bulunup kendisini kaçırabileceğini
hiç düşünmemişti. Oysa Hyde ona, Ballor'un tuhaf görü­
nümlü uşağıyla ilgili her şeyi anlatmıştı.
Ama şimdi adamın kim olduğunu çok iyi biliyordu.
Yerdeki tabancaya bakmca adam da onun bakışını ta­
kip etti ve niyetini anladı. Cally kararlı bir hareketle elinde­
ki şamdanı adama fırlattı, sandalyeden atlayarak tabanca­
ya uzandı. Ancak Salazar çoktan ileri atılmış, şamdan onu
ıskalamıştı.
Cally tabancayı eline almak üzereyken Salazar Call-
y'ye çarptı ve onu arkasındaki büyük tuvalin üzerine fır­
lattı. Yere düşen mumun ışığı sönmüştü ve karanlıkta kal­
mışlardı.
Salazar karanlık zeminde elleriyle silahı aramaya baş­
ladı. Cally o sırada ayağa kalkıp adamın kamına tekme
attı. Uzun eteği tekmenin hızını kesse de isabetli bir vuruş
gerçekleştirmeyi başarmıştı. Salazar yana yuvarlandı. An­
cak şaşırtıcı bir hızla tekrar ayağa fırlamayı başardı.
Cally atılıp adama yeniden saldıracaktı ki elindeki ta­
bancayı kendisine doğrulttuğunu fark etti. Korkudan çok
öfkeyle lanet okudu, bu şekilde ölmek istemezdi. Hyde'ı

378
Hyde

yan yolda bıraktığı için de üzgündü. Onu uyaramamıştı.


Çok geçmeden gelip tuzağa düşecekti.
Bir an küçük adama doğru son bir çabayla saldırmayı
düşündü ama adam hiç beklenmedik bir hareket yaptı.
Salazar, işaret parmağını dudaklarına götürerek Call-
y'ye sessiz olmasını işaret etti. Sonra tuvalin oradaki karan­
lığı işaret ederek başını iki yana salladı.
Ardından yavaş hareketlerle silahı kendine doğru çe­
virdi ve uzatarak Cally'ye verdi.
Cally silahı aldı ve adama doğrulttu. Salazar ellerini
havaya kaldırarak tekrar tabloyu gösterdi. Cally7nin ken­
disini takip etmesini işaret ederek onu pencerenin kenarı­
na götürdü ve aşağıdaki çukuru gösterdi.
Cally, Karanlık Adam anıtının çevresinin bir dizi me­
şaleyle aydınlatıldığını görebiliyordu. Tam olarak seçile­
meyecek kadar uzaktalardı ama bir grup insan taşın çev­
resine toplanmıştı. Sabırsızca aşağıyı işaret eden uşağa
döndü
Adam konuşamıyor olmasa da hemen harekete geç­
mezlerse korkunç bir şeylerin olacağını anlatmayı başar­
mıştı.

379
68. BÖLÜM

Dempster silahını önünde sallayarak Hyde'ı ağaca


doğru yönlendirdi. Hyde kendisine söyleneni yaptı ve me­
şale çemberinin içine girdi. Artık daldan baş aşağı sarkan
ve gögsü açılmış cesedi daha iyi görebiliyordu.
"Ah, hayır," dedi Hyde. "Peter..." MacCandless'ın ce­
sedini tanıdığında, öldürülenin Cally olmaması onu rahat­
lattı ama bir yandan da suçluluk hissettirdi.
Bunu o yapmıştı, yani diğer yanı. Ne var ki bir kolu
ciddi şekilde yaralıydı. Yardım almadan adamı nasıl bu şe­
kilde asmış olabilirdi? Dempster'a döndü.
"Dikkatli olmalıyız VVillie," dedi. "Başkaları da var."
"Biliyorum," dedi Dempster. Yüzünde boş bir ifade
vardı. Başıyla ağacı işaret etti. Hyde o tarafa döndü.
"Allan?" Hyde, arkadaşı Allan Lawson'ı burada, bu
tepede görünce hem şaşırdı hem de aklı iyice karıştı. Ya­
nında iki kişi dalıa vardı. Bunlardan biri garnizondan tanı­
dığı, yüzünde yara izi olan askerdi. Diğeri sessizce durup
onlara bomboş bir ifadeyle bakan bir kadındı.
"Bayan Lockwood!" diye bağırdı Hyde. "Elspeth, iyi
misin?"
"Sana yanıt veremez," dedi Lawson. "O şu anda bam­
başka bir yerde."
"Sen?" dedi Hyde şaşkınlıkla. "Olamaz! Diyakoz sen
misin?"

382
Hyde

"Senin komutanın olduğum dönemleri hatırlıyor mu­


sun Edvvard? Zaten haklan olan şeyleri bizden atamasınlar
diye insanlara neler yaptığımızı hatırlıyor musun? Bana
takbklan adı?"
"Sana Canavar derlerdi..." diye yanıtladı Hyde.
"Aynen öyle. Ki bu ismi hak etmiştim. Yaptıklarım,
yaptıklarımız canavarcaydı. Hindistan'da birer canavardık
ama sonra evimize, İskoçya'ya döndük. Ama asıl canavar,
bizim hizmet ettiğimiz şeydi. Neler yapıldığını sen de gör­
dün Edvvard. İmparatorluk adma yapılanların bir parça-
sıydın sen de."
"Anlayamıyorum Allan," dedi Hyde. "Eskiden İmpa­
ratorluğun davasına sen de inanırdın”
Lavvson başıyla onayladı, ardından dönüp bir süre
Elspeth Lockvvood'un ifadesiz yüzünü inceledi. "O fikirle­
rin ve İskoçya'nın içinde bulunduğu durumun yanlışlığım
gördüm. O zamanlar uğruna savaştığımız her şey ikiyüz­
lülüktü, kandırmacaydı. Atlantik'teki o küçük ve önemsiz
adalarla, dünyanın dörtte birini yağmalayan ve işgal eden
Britanya İmparatorluğu denen canavar arasındaki ayrılığı
fark ettim. O halkların topraklamadaki zenginlikleri İmpa­
ratorluğun nasıl sömürdüğünü, tebaası olmak istemeyen­
leri nasıl ezdiğini... Kendi halkımız olan Keltlerin başına
da zamanında aynı şey gelmişti ama en azından Roma İm­
paratorluğu bizi açıkça katletmeyi seçmişti. Dürüst dav­
ranmıştı yani. Oysa İngilizler ruhumuzu satın aldılar, bizi
ve diğerlerini kandırdılar. Hindistan'dayken işlerin nasıl
yürüdüğünü anladım. Tüm gerçekleri açıkça gördüm."
"Yani tüm bunlar," dedi Hyde kanh eliyle MacCand-
less'ın cesedini göstererek, "politika yüzünden miydi?"
"Hayır politikayla ilgisi yok," dedi Lavvson. "Tama­
men spiritüal. Yaptıklarımızın bir anlamı var. Bir amacı,

383
Cnıl}{ RtH 'U'll

hedefi var. Daha önce emrim altında olan ve gerçeği fark


etmiş adamlara şimdi de önderlik ediyorum,"
Hyde başım çevirip tabancasını hâlâ kendisine doğ­
rultmakta olan Dempster'a baktı, "Sen de mi VVilliam?"
Dempster başını sallayarak ceketinin ve gömleğinin kolu­
nu sıyırdı ve bileğindeki triskelion dövmesini gösterdi,
Hyde yeniden Lavvson'a döndü, "Demek Karanlık Ta-
rikat'm işareti bu. Ve sen de diyakoz denen liderlerisin,"
dedi acı acı.
"Hayır," dedi Lavvson, "Hâlâ anlamıyorsun, öyle de­
ğil mi? Ben diyakoz değilim. Diyakoz bir başkasının zih­
ninde, kilit altında. Anlamıyor musun? Şimdiye kadar fark
edersin sanmıştım. Diyakoz çağırılmalı, diyakoz yüzeye
davet edilmeli."
Hyde başını eğip yeniden kanlı ellerine baktı. Tam bir
şeyler söyleyecekti ki derin bir iç çekiş duydu. Sonra bir ses
konuştu: "Hayır Başkomiser Hyde korkmayın, benim ev
sahibim siz değilsiniz."
Hyde sesin sahibine inanamayan gözlerle baktı.
"Sizi buraya getirten benim," dedi Elspeth Lockvvood.

384
69. BÖLÜM

G&

Işıksız gökyüzünün altında, Edinburgh'un temsili


kuklası duruyordu ve etrafında alev alınış oluklar vardı
Buranın. Oyuk Gözlü Balor'un geçil yeri olduğımu bili­
yordu; burası İblisin yakıcı bakışları aracılığıyla gördüğü
Edinburgh’tu. Bir halüsinasyon değildi, kaderindeki o bü­
yük, o derin cehennemi görmüştü.
Elspeth etrafına, bu cehennem manzarasına baktı.
Önünde, kendi yüzüne sahip ama erkek kıyafetleri giymiş
bir Elspeth daha vardı.
"Burası neresi?" diye sordu yalvarırcasına. "Nerede­
yiz?"
"Burası bizim zihnimiz," dedi diğer Elspeth. "Burası
diğer dünya. Kendimiz için yarattığımız cehennem. Beni
burada zapt etmeye çalışıyorsun. Beni burada, bu karan­
lıkla zorla tutuyorsun ama bana ihtiyacın olunca ila yüze
ye çıkmama izin veriyorsun. Fakat artık ben ışıkta yaşaya­
cağım ve sen de burada kalacaksın. Aydınlıkta olma sırası
artık bende."
"Ama anlamıyorum," dedi l.lspelh ağlayarak. "Nasıl
iki kişi olabiliyoruz?"
"Biz hep böyleydik. Aslında benim varlığımdan habe­
rin vardı ama bir türlü inanmak istemedin. Beni buraya,
derinliklere gönderdin. Ama ne zaman ihtiyacın olsa beni
çağırırdın. Joseph konusunda olduğu gibi."

385
Crıiig Rııssell

"Ne olmuş Joseph'e?"


"Biliyorsun ne olduğunu. Ne yaptığımızı, benim senin
için ne yaptığımı biliyorsun. Görebiliyorsun, hatırlayabili­
yorsun, bunu biliyorum. Mağazanın tepesinden ittiğimiz­
de ağabeyimizin yüzünde oluşan şaşkınlığı hatırlıyorsun.
Onu ölüme ittik ki Lockwood şirketi bize kalsın."
"Hayır!" diye haykırdı Elspeth dizlerinin üzerine
çökerek. "Bu doğru olamaz!" diye itiraz etti ama sonra,
birden bir anı canlandı zihninde: Joseph'in yüzü, gözleri
kocaman açılmış, korkmuş, kafası karışmış ve son derece
üzgün yüzü. "Bunu sen yaptın! Bunu sen yaptın, ben değil!
Sen, ben değilsin!"
"Biz birbirimiziz. Biz ikimiziz. Ama eşit yarımlar deği­
liz. Ben senden çok daha büyüğüm. Bütün irademiz, hırsı­
mız ve gücümüz bende saklı. Ama daha da önemlisi, ben
sonsuza kadar var olacağım. Zihnimizdeki hatıralara öyle­
sine daldım, öyle derinlere ulaştım ki halkımızın, ırkımızın
anılarını da taşıyorum. Senin hayallerin ve isteklerin çok
küçük. Benim hayallerim ise bütün bir ulusa ait hayaller.
Sahip olduğum bu büyük güce rağmen beni karanlıkta tut­
mayı başardın. Ama şimdi, ben seni hapsedeceğim. Senin
evin artık burası," dedi diğer Elspeth eliyle etrafı göstere­
rek.
Bir kez daha banshee çığlığı Elspeth'in kulaklarında
çınladı.

386
70. BÖLÜM

Hyde olanları görebiliyordu: Lavvson, Elspeth trans­


tan çıkınca hemen daha ciddi bir tavra bürünmüştü. Artık
diyakozun kim olduğu apaçık ortadaydı.
"Doktor Burr nerede?" diye sordu Hyde. "Ona ne yap­
tınız?"
"Birazdan bizimle olacak," dedi Elspeth. "O zaman
buradaki işimizi tamamlayacağız."
"Peki ya Ballor? O nerede?"
"Frederic öldü. Onu son kez öptüm ve sonra öldür­
düm. Çünkü açgözlü bir hale gelmişti. Seremoniler orga­
nize edip şantaj çetesi kurduğu için daha büyük bir pay
istedi. Fazla hırslıydı. Elspeth'i, yani diğer Elspeth'i etkile­
yip yönlendirmeye çalıştı. Tabii o zaman benim bu dünya­
daki zamanımın kısıtlı olduğunu biliyordu. Ama ben güç­
lendim, kontrolü daha çok ele geçirdim ve zayıf Elspeth'i
karanlığa ittim. O şimdi orada, kaybolmuş durumda ve
korkuyor. Onu orada tutmaya kararlıyım."
Hyde güldü. "Kendini duyuyor musun?" dedi. "Sen
delisin, aklını kaçırmışsın. Sadece bir Elspeth Lockvvood
var, tek bir zihin var. Sanki bu Canavar gerçekten varmış
gibi kendinizi ikna etmişsiniz."
"Öyle mi? Birkaç saniye önce sen de kendin için aynı
şeyleri düşünmüyor muydun? Geçirdiğin nöbetler sırasın­
da canavar ruhlu Hyde'ın ortaya çıktığından korkuyor­
dun. Peki sen deli misin?"

387
Cnıig Rtısscll

"Ben ulusumun ölümsüz ruhunu taşıdığıma veya di­


ğer Dünyamdaki bir yarı tanrı olduğuma inanmıyorum."
"Ben öyle olduğumu mu sanıyorum? Yoksa karan­
lıklarda çok uzun süre hapis kaldığım için koca bir ırkın
zihniyle bağlantıya mı geçtim? Samuel Porteous böyle şey­
lerin olabileceğine inanırdı. Aynı bedende, aynı zihinde iki
farklı Elspeth olabileceğine inanmıştı o."
"Onu bu sebeple mi öldürdün?"
"Kibir yüzünden Başkomiser Hyde. Onun değil, be­
nim kibrim yüzünden. Seanslarını genelde Elspethle ya­
pardı ama durmadan benimle uğraşır, beni yüzeye çıkar­
maya çalışırdı. Dikkatsiz davranarak ona ağabeyim Josep-
h'ten bahsettim. Yani onu çatıdan nasıl ittiğimi anlattım.
Düşerken onun ne kadar korkmuş ama aynı zamanda üz­
gün göründüğünü de... Biliyor musun, düşerken hiç ba­
ğırmadı. Muhtemelen insanların yukarı bakıp beni görme­
sini istemedi. Hayatında son yaptığı şey, çok sevdiği fakat
katili olan kız kardeşini korumak oldu. Porteous bana zih­
nimin tam o anda ikiye bölündüğünü, çünkü bu cinayeti
işlediğimi kabul etmek istemediğimi söyledi. Ama ona çok
daha uzun bir süredir orada, karanlıklarda olduğumu söy­
ledim. Ona ağabeyimden bahsetmek aptallıktı. Bana oyun
oynayarak beni konuşturdu ve sakladığım şeyleri ortaya
çıkardı. Çok fazla şey gördü, ben de onun gözlerini çıkar­
dım."
"Peki ya Farquharson?"
"Farquharson'u biz hallettik," dedi Lavvson. "Elspet-
h'in Ballorla ilişkisini araştırıyordu ve şantaj olaylarını
fark etmişti. Ama onu öldürmemizin esas sebebi fotoğrafçı
Dunlop'un Afganistan'da görev yaptığını keşfetmesiydi.
Böylece benimle bağlantısı olduğunu ortaya çıkarabilirdi."
"Ama kalbini söküp çıkaran bendim," dedi Elspeth

388
Ih/.lr

gülümseyerek. "Onu hatıra olarak saklamak istedim. I lâlâ


özel bir yerde saklıyorum."
"Peki ya sen Dempster?" dedi I lyde. "Sen ne zaman­
dır bu işlerin içindesin?"
"Başından beri."
"Demek yüzünde yara izi olan askeri bulamayışımızın
sebebi buymuş. Garnizona yanlış adamı göndermişim,"
"Veya doğru adamı," dedi Lavvson. "Yoksa işler bizim
için ters gitmeye başlayabilirdi,"
"Siz hepiniz delirmişsiniz," dedi Hyde. "Ama aklınızı
kaybetmeniz asılmanıza engel olmayacak. Her biriniz ası­
lacaksın ız."
"Buradaki hiç kimse asılmayacak," dedi Elspeth. "Bu­
rada işimiz bitince sizin şu Doktor Burr'u kurtarma ope­
rasyonundan hayatta kalan tek kişi Dempster olacak. Ve
başkomiserin buraya geldiğinde kendini kaybederek diya­
koza dönüştüğünü yani ikinci kişiliğine girdiğini anlata­
cak. MacCandless ile birlikte seni tutuklamak istediklerini
ve Karanlık Tarikat'tan adamlarınla birlikte MacCandless'ı
öldürdüğünüzü, kendisinin canını zor kurtararak kaçtığını
anlatacak.
"Polisler buraya geldiğinde seni değil, sadece geride
bıraktığın kurbanları bulacak. Ve tüm parçaları bir araya
getirecekler. Ne de olsa Farquharson'un cesedini bulan da
şendin Başkomiser Hyde. Doktor Burr'u burada katlettin.
MacCandless ve Frederic Balkır'u da öldürüp gecenin ka­
ranlığında kaybolacaksın. Ve tüm şüpheler senin üzerinde
yoğunlaşacak..." Elspeth bir kahkaha attı. "Karanlık Ta­
rikat efsanesi nesillerce devam edecek. Hyde adı sonsuza
kadar insanın iki zıt yanını tarif etmek için kullanılacak.
Diyakoz Brodie'den çok daha fazla meşhur olacaksın. Sen­
den geriye kalanların asla bulunmamasını sağlayacağız.

389
Craig Russell

Bövlece ünün sonsuza dek sürecek ve ölümsüz olacaksın."


Elspeth, Lavvson'a manalı manalı baktı. "Birazdan bu­ 1
rada olurlar/' dedi. "Zamanı geldi."
Lawson, Hyde'a üzüntü ama aynı zamanda kararlılık
dolu bakışlarla baktı, sonra Dempster'a dönerek başıyla
işaret verdi.
Hyde silahın şarjör sesini duydu.

390
71. BÖLÜM

Hyde, Dempster ateş edemeden önce ona saldırmak


için döndü ama döndüğünde hain polis memurunun iki
elini de havaya kaldırmış olduğunu gördü. Hemen arka­
sında Cally Burr duruyor, elindeki tabancayı adamın çene­
sinin altına bastırıyordu. Sonra Salazar'in uzanıp Demps-
ter'm elindeki silahı almaya çalıştığını gördü.
Tam müdahale edecekti ki Cally seslendi. "Sorun yok
Edvvard, Salazar bizimle. DempsterTn silahını al"
Hyde söyleneni yaptı. Şimdi Cally ile birlikte silahları­
nı diğerlerine çevirmişlerdi.
"Başkaları da var mı?" diye sordu Hyde.
"Başkasını görmedim ama bu buralarda olmadıkları
anlamına gelmez. Bence bunları hemen bir yere kapatalım.
Malikanede küçük, şirin bir mahzen biliyorum."
"Ellerinizi kaldırın," dedi Hyde ama Lawson ve yara
izli adam kımıldamadı.
Elspeth Lockwood, Hyde'a korkunç bir bakış attı. "Bir
daha söylemeyeceğim," dedi Hyde.
Tiz, ürkütücü bir çığlık kulaklarında yankılandı. Els­
peth Lockwood üzerlerine koşmaya başlamıştı. Hyde te­
reddüt etti, içgüdüleri silahsız bir kadını vurmasına engel
oluyordu. Derken Elspeth onun üzerine atıldı; Hyde'ı ısırı­
yor, tırmalıyordu. Silah sesleri duyuldu ve Hyde Cally'nin
diğerleriyle çatışmaya girdiğini fark etti. Elspeth'i itip on­
dan kurtulunca, Salazar kadına hâkim olmaya çalıştı.

391
Craig Russell

Hyde diğerlerine dönüp silahını ateşlemeye hazırlan­


dığı anda iki adamın ortadan kaybolduğunu fark etti.
VVilliam Dempster ise yerde yatıyordu. Alnından vu­
rulmuştu.
"Kendini koru!" diye bağırdı Cally'ye. Bu adil bir ça­
tışma olmayacaktı, karşılarında iki profesyonel asker var­
dı. Salazar'm Elspeth'i taşımasına yardım etmeye gitti.
"Karanlık Adam'ın oraya gidelim," dedi Hyde. "Ve
meşaleleri de söndürelim. Karanlığa saklanalım. Onlar
bize gelmek zorunda kalsınlar."
Koşmaya başladılar. Elspeth birden sakinleşince Hyde
kadının kişiliğinin bir kez daha değişip değişmediğini me­
rak etti. Karanlık Adam anıtına varınca meşaleleri söndür­
düler ve ay m zayıf ışığı alfanda saklandılar.
Aniden Elspeth bir çığlık attı, Hyde karanlıkta bir
bıçağın parlağını gördü, Salazar'dan aa dolu bir inleme
yükseldi. Bıçak yeniden kalkmıştı ki Cally kadının başma
silahıyla esaslı bir darbe indirdi. Elspeth şakağına aldığı
darbeyle taş anıtın dibine düştü. Hareket etmiyordu.
Cally yanma gidip Elspeth'i karanlıkta elinden geldi­
ğince inceledi.
"Yoksa...?" diye sordu Hyde.
"Yaşıyor," dedi Cally. "Ama düşerken başını çarpmış,
ciddi olabilir." Sonra Salazar'ın yanma gitti. Salazar ona
kolunu gösterdi, üst kısmından bıçaklanmıştı. Cally ete­
ğinden kumaş parçaları yırtmaya başladı. "Salazar'm du­
rumu iyi. Çok fazla kanaması yok. Elimden geleni yapaca­
ğım ama her ikisi de hastaneye gitmek zorunda."
"Buradan kurtulabilirsek," dedi Hyde. "Lawson ve
adamı işini iyi biliyor."
O sırada Hyde'ın hemen sol tarafında yere bir kurşun
isabet etti.

392
Hyde

"Başını eğ," diye fısıldadı Hyde. "İyi nişan alamadık­


ları sürece ateş etmeyeceklerdir. Elspeth onlar için kutsal
bir rahibe gibi, onu vurma riskine giremezler. Bence iyice
yaklaşmaya çalışacaklardır."
* M- K-

Birkaç dakika karanlık ve sessizlik içinde geçti. Başka


ateş edilmemişti. Hyde etrafı gözleriyle tanyordu. Feryat
ağacının oradaki meşaleler hâlâ yanıyor, MacCandless'ın
hareketsiz bedenini aydınlatıyordu. Crunnach Malikanesi
ise karanlık bir siluet halinde göğe uzanıyordu.
Hyde iki adamdan da bir iz göremiyordu.
"Sence gittiler mi?" diye fısıldadı Cally.
"Sanmam. Eve girmeye veya yola çıkmaya çalışmamı­
zı bekliyor olabilirler."
Elspeth Lockvvood'un inlediğini duydular.
"Onu hastaneye götürmemiz gerek," dedi Cally. "Sa-
lazar'ı da."
Hyde bir süre düşündü ve içinde bulundukları du­
ruma lanet okudu. "Pekâlâ, ahırlara ulaşmaya çalışalım.
Umarım araba hâlâ oradadır. Yürüyebilir misin?" diye sor­
du Salazar'a. Adam acı içinde başını sallayarak onayladı.
"Beni takip edin ve iyice eğilin." Hyde silahım cebine
koyup Elspeth'i kucakladı. Yaralı kolunda büyük bir acı
hissetti ama yine de kadın düşündüğünden daha hafifti.
Böylesine büyük bir kötülüğün böylesine küçük bir beden­
de nasıl biriktiğine şaşırdı.
Çöküntü alandan çıkmadan hemen önce durdu. "Bu­
rada bekleyin, ben önden gideceğim. Benden başka kim
yaklaşırsa yaklaşsm hemen ateş edin."
Araba hâlâ ahırda duruyordu. Hyde silahım sağlam
elinde tutarak ve gölgeden gölgeye sıçrayarak ahıra ulaş­
maya çalıştı. Ahıra varınca etrafı kontrol etti. Kimseler gö-

393
Craig Russell

tünmüyordu ama yerde bir kelepçe parıldıyordu. Yerden


alırken üzerinde MacCandless'm adının yazdığını gördü,
feryat ağacında kalbi sökülmüş halde baş aşağı asılı du­
ran MacCandless, arkadaşı ve meslektaşı Willie Dempster
tarafından ihanete uğradığını fark etmeden önce burada
tanka tın bir üyesiyle boğuşmuş olmalıydı.
Ahırdan çıkan Hyde atlan ve arabayı kontrol etti. Her
şey yolundaydı. Geri gidip diğerlerini arabaya getirmeliy-

Ahınn duvarma yaslanmış ilerlerken, köşeyi döndüğü


anda yüzü yaralı adamla burun buruna geldi. İkisi de bir­
birinden habersiz ve sessizce hareket etmişti. Şaşkın içinde
bakıştılar, ardından silah çekecek zaman bile bulamadan
birbirlerinin üzerine atıldılar. İkisi de düşmanının elindeki
silahı etkisiz hale getirmeyi hedefliyordu. Ancak bir kolu
sakat olan Hyde adama engel olamadı ve tabancasını elin­
den düşürdü. Zafer sevinciyle sırıtan adam bir iki adım
geri çekilerek tabancasını Hyde'a doğrulttu.
Hyde iki el ateş edildiğini duydu ve acının vücudunu
sarmasını bekledi. Yaralı adam sendeleyerek Hyde'a doğru
tökezledi ve sonra yere kapaklandı. Hyde karşıya bakın­
ca Cally'nin elindeki silahla nişan almış halde durduğunu
fark etti. Bir süre daha öyle kalan Cally elini yavaş yavaş
indirdi.
At arabalarının gürültüsü duyuldu. İleriden polis ara­
balarının yaklaşmakta olduğunu gördüler.
"Ya Lawson?" diye sordu Cally.
Hyde omuz silkti. Cally onun yanına yürüdü. Polis
arabalarının malikaneye varmasını beklerken sırtlarını ahı­
rın duvarına dayayıp sessizce gökyüzünü izlediler.

394
72. BÖLÜM

O gün sanki kar yağmak istiyordu ama Edinburgh'ta


her zaman olduğu gibi karanlık, ağır ve miskin deniz buna
engel oluyormuşçasına soğuk, çelik grisi bir yağmur yağı­
yordu.
Cally Burr, Craig House Akıl Hastanesi'nin önünde
Hyde'ı bekliyordu. Hastanenin müdürü Doktor Galston,
günün hava durumuna tamamen uygun bir yüz ifadesi ta­
kınmış, elli yaşlarında bir adamdı. Sadece Hyde'ı muhatap
almak ister gibi davranıyor, Cally bir soru sorduğunda is­
teksizce karşılık veriyordu.
"Bay Lockwood'dan izin aldığınızı umuyorum," dedi
doktor.
Hyde başıyla onayladı ve James Lockvvood'un, kızı­
nı ziyaret edebilmeleri için verdiği izin kağıdını doktora
uzattı.
"Pekâlâ," dedi Galston. "Ama bu ziyaret bir işinize
yaramayacak. Bayan Lockvvood'a katatoni tanısı konuldu.
Hiçbir şeye karşılık vermiyor ve büyük ihtimalle duru­
mundan ve etrafında neler olduğundan tamamen haber­
siz."
"Sizce bu durumda olmasının sebebi psikolojik mi
yoksa başına aldığı darbe mi?" diye sordu Cally.
"Bunu bilmek imkânsız," dedi Galston cevabını bir
kez daha Hyde'a bakarak verirken. "Ayrıca bir önemi de
yok."

395
Craig Russell

Bu kez Cally de Hyde'a dönerek konuşmayı tercih etti.


"Eğer sorun başına aldığı darbeyse tedavi edilemeyebilir.
Ama eğer psikolojikse muhtemelen iyileşme şansı olabi­
lir."
"Onu görmek yine de bir işinize yaramaz," dedi Gals-
ton. Cally de Hyde da ona cevap vermeyince omuzlarını
silkti. "Bu taraftan. Onu ziyaretiniz için bu kata getirtmiş­
tim."
Hyde, Elspeth Lockwood'u saçı başı darmadağınık,
bir hastane önlüğü içinde görmeyi bekliyordu ama odadan
içeri girdiklerinde onu, üzerinde pahalı beyaz bir bluz ve
siyah saten etekle pencerenin kenarındaki bir sandalyede
otururken buldular. Dinlenmeye çekilmiş bir hanımefendi
gibi görünüyordu. Sanki her an ayağa kalıp onları karşıla­
yacak, merhaba deyip elini uzatacak gibiydi.
Ama öyle olmadı. Elspeth boş bakışlar ve dalgın bir
yüz ifadesiyle pencereden dışarı bakmayı sürdürdü.
"Seni ziyarete geldik," dedi Cally. Parmaklarını onun
çenesinin altına koydu ve yüzünü kendilerine doğru çevir­
di. Gözleri hâlâ boş bakıyordu.
Buraya gelmeden önce Cally ve Hyde, ona buraya
kapatıldığı bir sene içerisinde dışarıda neler olduğunu
anlatmamaya karar vermişti. Allan Lawson takip edilmiş
ve yakalanmış, ordudan atılmış ve sivil mahkemede yar­
gılanmıştı. Davarım sonunda, yaklaşık bir ay önce Lawson
küçük beyaz bir odada izleyicilerin bakışları önünde Diğer
Dünya'ya gönderilmişti. Elspeth'e babasının sağlığından
da bahsetmeyeceklerdi. Adamın sağlığı ömür boyu çektiği
acılar sebebiyle gittikçe kötüleşiyordu.
Elspeth'in yanında yarım saat kadar oturdular. Cevap­
lanmasını beklemedikleri sorular sordular, zihninin derin­
liklerine hapsolmuş kişiliğine ulaşmaya çalıştılar. Artık

396
Hyde

ondan öğrenebilecekleri bir şey kalmamıştı, Hyde bunun


farkındaydı. Samuel Porteous'u öldüren, Farquharson ve
Henry Dunlop'un öldürülmesine yardım eden canavardan
geriye hiçbir şey kalmamıştı. Hyde üzülerek fark ediyor­
du ki Elspeth'in masum ve aa içindeki kişiliği de diğeriyle
birlikte yok olmuştu.
Dno in umun occultatum. Birin içinde sakh olan iki. Tek
fark şimdi Elspeth Lockvvood'da iki kişiliğinin de olmama­
sıydı.
“Bu halde ne kadar süre yaşayabilir?" diye sordu
Hyde Cally'ye hastanenin koridorlarında yürürken. "Yani
katatoni halinde."
"O genç ve sağlıklı bir kadın, en azından bedeni öyle.
Bizler kadar uzun yaşayabilir."
"Tannm, aklım almıyor. Bu halde yıllarca yaşamayı
düşünem iy orum."
“Bildiğimiz kadarıyla, beyninde hiçbir düşünsel fonk­
siyon kalmamış," dedi Cally. "İç dünyasmda belki de hiç­
bir duygu, hiçbir farkındalık yok."
"Ama ya varsa?" diyerek başını iki yana salladı Hyde.
"Ya zilini hâlâ oralarda bir yerlerde hapisse. Zavallı kadın."
"Arkadaşının katiline acıyor musun?"
"Hayır ama o cani katille aynı zilini paylaşan ve işken­
ce gören zavallıya acıyorum."
Dışarı çıktıklarında yağmur dinmişti. Mackinley ara­
basıyla onlan bekliyordu.
"Seni bırakmamı ister misin?" diye sordu Hyde.
Cally, Hyde'ın koluna girerek gülümsedi. "Hayır ama
beni çay içmeye götürebilirsiniz Başkomiser Hyde."
Hyde da gülümseyerek karşılık verdi. "Memnuniyet­
le, Doktor Burr."
***

397
Craig Russell

Elspeth etrafına bakındı. Karanlık mağara ve gri şehir


hafızasından siliniyordu. Elspeth'in yüzünü taşıyan işken­
ceci de artık yok olmuştu ve her nasılsa onun bir daha geri
gelmeyeceğini biliyordu.
Elspeth aynı yerde kalmıştı ama etrafı tamamen değiş­
mişti. Her yer parlak ve bulutsuz gökyüzünden yansıyan
altın rengi günışığı ile aydınlanmıştı. Şehrin kalesi artık
normal görünüyordu, binaların ve sokakların kiri temiz­
lenmiş, ağaçlar ve çimenler hayata dönmüştü.
Bulunduğu yerden Princes Caddesi'ndeki Lockwo-
od mağazasını görebiliyordu. Şu anda burasının kendisi
için ne kadar az önem taşıdığını, eski hırs ve arzularını ne
kadar boş ve anlamsız bulduğunu düşününce şaşırdı. Bu
duygulanır çoğu diğer Elspethle birlikte ortadan kaybol­
muştu. Buranın gerçek dünya olmadığının farkmdaydı.
Burası hayatını geçirdiği gerçek Edinburgh değildi. Ama
bu düşünceler de zihninden silinip gidiyordu.
Kaşlarını çatıp gökyüzüne baktı, sanki yukarıdan biri
ona sesleniyordu. Üzüntülü sesler giderek yükseldi.
"Ne oldu çocuğum?" dedi başka bir ses arkasından.
Elspeth arkasını dönüp annesini görünce sevincinden ağ­
lamaya başladı. Annesi hâlâ genç ve güzel görünüyordu.
Ağabeyi de annesinin yanındaydı, hayatı boyunca yüzüne
yerleşmiş olan kaygı ve acı ifadesi artık yoktu.
"Sesler duyduğumu sandım," dedi Elspeth. "Sanki bi­
nleri bana sesleniyordu."
"Sesler mi? Gökyüzünden mi?" Annesi bir kahkaha
attı, gülüşü neşeyle kayaların üzerinden akan bir nehir gi­
biydi. Elspeth de güldü.
Bir kez daha günışığı ile aydınlanan şehre baktı ve
gözlerini kapayıp güneşin sıcaklığını ve rüzgârın serinliği­
ni yüzünde hissetti.

398
Hyde

"Gel Elspeth," dedi annesi elini uzatarak "Gitme vak­


ti geldi."
Burası Diğer Dünya mı?" diye sordu Elspeth.
"Hayır yavrum," dedi annesi nazikçe. "Ya da belki de
öyledir. Burası ölümden hemen önceki o sonsuz an. Ama
korkacak bir şey yok."
Elspeth çevresine baktı, aydınlık şehre, uçsuz bucak­
sız gökyüzüne... "Biliyorum anne, korkmuyorum."
"Gel kızım. Gitme zamanı geldi," dedi annesi yeniden.
Elspeth Lockwood içinde müthiş bir mutlulukla anne­
sinin ve ağabeyinin elini tuttu ve onlarla birlikte müthiş bir
aydınlığın içine girdi.

399
73. BÖLÜM

<&

Burası başka bir dünya, başka bir ülkeydi. Burada ya­


şayanlar farklı giyiniyor, farklı bir dil konuşuyor ve ona bir
yabancıymış gibi bakıyordu. Burası İskoçya'nın bambaşka
bir yüzü, ikinci bir kişiliğiydi. Hayatı boyunca şehir yaşa­
mına alışmış Hyde'a göre burası nöbet geçirirken gördüğü
rüyalara benziyordu. Acaba daha önce görüştüğü yaşlı ka­
dın burayı kendisine tarif etmişti de o yüzden mi rüyala­
rında görmeye başlamıştı?
Buraya, kuzeye gelmek için üç tren değiştirmişti. Tren
garından da bir araba kiralayıp yolun devam ettiği yere
kadar gitmiş, sonrasını dar bir patikada yürüyerek tamam­
lamıştı.
Hava güneşli ama ayazdı ve varış noktasına daha altı
kilometre kadar vardı. Nefesi kocaman buharlar çıkarıyor­
du.
Gittiği yerin en azından bir köy olacağını düşünmüş­
tü. Fakat vadiye yer yer dağılmış derme çatma kulübeler­
den başka bir şey bulamadı.
Vadi de tuhaf bir şekilde tanıdık geliyordu ona. Rüya­
larında gördüğü o İskoç vadilerinin aynısı değilse de, bir
şekilde oraları çağrıştırıyordu.
Denediği üçüncü kulübe, Morrison'ların evi çıktı. Flo­
ra Morrison dış kapının yanma yerleştirdiği bir sandalyede
oturuyor, ilgisiz bir ifadeyle Hyde'ın yaklaşmasını izliyor­
du. Hyde iyice yaklaşınca ayağa kalktı.

400
Hyde

"Ben Edward Hyde."


"Evet, Edinburgh'lu polis," dedi kadın, ağır bir dağlı
aksanıyla. "Seni hatırlıyorum."
"Artık polis değilim," dedi Hyde. "Fakat soruşturma­
larda danışman olarak hâlâ polise yardımcı oluyorum. Ve
Hugh'nun masumiyetini kanıtlama çabamdan hâlâ vaz­
geçmedim."
"Neden böyle bir şey yapıyorsun?" diye sordu kadın.
Hyde şaşırdı. Sözlerine dikkat ederek nazikçe konuş­
maya devam etti. "Dinleyin Bayan Morrison, daha önce de
konuştuğumuzu biliyorum. Ancak ben bir epilepsi hasta­
sıyım ve hafızamla ilgili sorunlar yaşıyorum. Bunca yolu,
bana daha önce neler anlattığınızı yeniden dinlemek için
geldim."
Bayan Morrison bir süre ruhsuz bir şekilde, uzun uzun
baktı ona. Ardından, "İçeri girseniz iyi olur," dedi.
Yaşlı kadm uzun süre sessiz kaldı. Evin kare şeklinde­
ki küçük penceresinden dışarı baktı. "Demek hatırlamıyor­
sunuz, öyle mi?" dedi sonunda. "Oğluma ağıt yaktığımız o
gece Edinburgh'ta ettiğimiz sohbeti unuttunuz."
"Ben..." Hyde durumunu, vahşi rüyalarını, gündüz­
leri gördüğü halüsinasyonları ve unutkanlığını ifade ede­
bileceği kelimeleri bulmaya çalıştı. Ama kadının solgun,
zeki gözlerine, güçlü ama yıpranmış yüzüne bakınca buna
gerek olmadığını fark etti. "Ben zamanda kayboluyorum.
O gece de bunu yaşadım," dedi.
Yaşlı kadın yavaş yavaş başını salladı. "Cü dubh if~
rbın'm ne olduğunu bilir misiniz?"
"Hugh bahsederdi. Hatta Mary Paton'ı onun öldürdü­
ğünü söylerdi."
"Buralardan çıkma bir efsanedir," dedi yaşlı kadın.
"Bir mit yani. Bu topraklarda diğer dünyadan gelen tan-

401
Crüig Russt'U

nlar ve şevtanlar arasında büyük bir savaş olmuş. Dağın


bir tarafı varılmış ve oradan vadiye, diğer dünyadan Crom
Dubh ve köpeklerinin liderliğindeki varlıklar akın etmiş.
Bunlar birbirlerini katletmişler. Savaştan sonra insanoğlu­
nun dünyasında hiçbir iz bırakmak istememişler ve savaş
alanını temizleyerek dağın içine çekilmişler, geçidi de ka­
patmışlar. Efsaneye göre liderleri Crom Dubh un cehen­
nem köpeklerinden biri vanlışhkla geride kalarak insanla­
rın dünyasında sıkışmış. Bu yaratıkta asla doymayan bir
kana susamışlık varmış. İşte, bu kara cehennem köpeğine
cû dubh ifrinn denirmiş.
'Hikâyenin bazı versiyonlarında Crom Dubhün ce­
hennem köpeğini bilerek burada bıraktığı söylenir. Böy-
lece insan kurban etme isteğini sürekli gerçekleştirebile­
ceğini düşünmüştür. Bu efsaneve çok az kişi, ancak çok
vaşlılar inanır. Ama buralarda birçok insan, türünün son
örneği olan vahşi bir kurdun vadide avlandığını ve eline
geçirdiği her canlıyı öldürdüğünü düşünür. Ayrıca, yüz
yıl önce falan avlanıp öldürülen son İskoç kurdunun gece
gibi simsiyah olduğu, cîi dubh ifritin'in. de onun şovundan
geldiği söylenir."
‘ Üzgünüm Bayan Morrrison ama neden bunları—"
faşlı kadın Hyde'a dönerek onu susturdu. "Onu bu­
radan ben gönderdim. Hem kendinin hem de diğerlerinin
güvenliği için. ”
"Kimi?"
"Oğlum Hugh'yu. Unuttuğunuz bilgi işte bu. O akşam
size söylemiştim/
“Ama neden?" dive sordu Hyde. 'Onu neden gönder­
diniz?"
“Nedenini size göstereyim.”
Bayan Morrison ayağa kalktı ve Hydela birlikte kulü-

402
Hyde

beden dışarı çıktı. Hava açıktı, ama serin bir rüzgâr esiyor­
du. Kadın dağların yukarısında, ağaçsız ama pembe, mor
ve beyaz fundalarla örtülü bir tepeyi işaret etti.
"Görmeniz gerek." Bir patikadan dağlara doğru yürü­
meye başladılar. Hyde yaşlı kadının yokuşu ne kadar ko­
lay çıktığını görünce şaşırdı. Yolun yansına geldiklerinde
geriye dönüp baktı. Kadının kulübesi ve dağınık komşula­
rı şimdi çok küçük, önemsiz ve bomboş bir arazide adeta
izole edilmiş halde görünüyordu. Bununla birlikte, man­
zarayı dolduran hayaletler de vardı: Uzun zaman önce terk
edilmiş, doğanın yeşil kollanyla ele geçirmeye çalıştığı ça­
tısız evler. Hyde, Amerika'ya veya Yeni Zelanda'ya gönde­
rilmiş, kayıp nesilleri düşündü.
"Fazla yolumuz kalmadı," dedi Bayan Morrison.
Sık ağaçların arasına girdiler, burada günışığı dışarıda
kalıyor ve etraf yeşil bir alacakaranlık içinde görünüyordu.
Patika bitmişti ve ayaklarının altındaki engebeli toprak her
adımda çatırdıyordu. Ağaçlığın tam ortasına gelince dur­
dular. Kadın ağaçların arasındaki küçük bir çukuru işaret
etti.
Hyde çukuru görünce kadının ne demek istediğini he­
men anladı.
"Hugh bir çocuk gibi davranırdı, masum bir suratı var­
dı," dedi Bayan Morrison. "Ama aslında çocukluğunu hiç
yaşamadı ve ruhu masumiyetin ne olduğunu hiç bilmedi.
Küçük bir çocukken burada, ağaçların arasında oynardı. O
yaştaki çocuk için burası evinden çok uzak bir yerdi, başı­
na bir kötülük veya kaza gelmesinden korkardım. Fakat ne
kadar dayak yerse yesin birkaç gün sonra yeniden buraya
gelirdi, sanki karanlık bir güç tarafından buraya çekiliyor
gibiydi. Böyle olunca, bir gün onu dövmek yerine buraya
kadar takip etmeye karar verdim. Hugh'yu tehlikeye ata-

403
cak bir kötülük yoktu ağaçların arasında, aksine Hugh kö­
tülüğün ta kendiliydi. Burayı o yapmıştı."
Hyde çukura göz gezdirdi. Bir hayvan yuvası gibi gö­
rünüyordu, dibinde hasır sepet gibi örülmüş dallar vardı.
Ancak çok büyük bir sabır ve çabayla yapıldığı belliydi.
Yoğun sıklıktaki ağaçların arasındaki bu büyük çukura in­
sanlar fark etmeden düşebilirdi.
Bu görüntü Hyde'a her şeyi anlatacak kadar açıktı.
Daha büyük ve zamanla aşınmış olmasına rağmen, Gran-
ton'da, çingene bayırında ölü bulunan kızın yattığı yerle
aynıydı burası.
"Bu tuzağı on yaşında bir çocuk yapmış olamazdı,"
dedi Bayan Morrison. "Bu şeytanın bir tuzağıydı. Burada
onu yakaladığımda bana o kocaman, çocuksu ve boş göz­
lerle baktı. Eminim size de öyle bakmıştır. Burası çocuk­
ça bir oyun için yapılmamış, burası küçük bir cehennem
çukuru. Burayı kazıp yapmak saatlerini almış olmalı. Ve
yine büyük bir sabırla süsleyip dekore etmiş. Bu vadide
uçan, yürüyen veya sürünen ne kadar canlı varsa hepsin­
den örnekleri, kafalarım kopararak buraya koymuş. Bazı
hayvanlara işkence etmiş ve onları parçalara ayırmış. Bun­
ları görünce onun kayıp bir ruh olduğunu anladım. Fakat
evde bu konuyu ne zaman açsam gerçekten de hiçbir şey
hatırlamıyor gibiydi. Gelip burayı dağıttım ama birkaç ay
sonra yeniden yapıldığım gördüm. Tekrar tekrar dağıttım,
fakat her seferinde büyük bir sabırla yeniden inşa etti. Ve
ona burayla ilgili sorular sorduğumda, her seferinde san­
ki buranın varlığından haberdar değilmiş gibi yanıt verdi.
Büyüdükçe evdeki zararsız ve saf Hugh'yu kabullenmeyi
öğrendim ve kafasındaki karanlık düşüncelerle buraya ge­
len diğer Hugh'yu unutmaya çalıştım."

404
Hytte

"Ve bu yüzden onun Granton cinayetini işlediğini dü­


şündünüz, öyle değil mi?" diye sordu Hyde. "Kızın bulun­
duğu çukur buna çok benziyordu."
"Dahası da var," dedi Bayan Morrison çukura baka­
rak. "Hugh'yu buradan göndermemin sebebi komşular­
dan birinin kızının kaybolması. Aslında kız Hugh'nun
kuzeni sayılırdı, sonradan evlendiğim eşimin yeğeniydi.
Oğlum ondan yaşça çok büyük olmasına rağmen kızla çok
fazla zaman geçirirdi. Kız kaybolunca, kilometrelerce öte­
den bile gelip arama çalışmalarına katalanlar oldu. Kızı bu­
rada, bu çukurda buldular. Aslında onu bulan Hugh'nun
ta kendisi oldu. Diğerleriyle birlikte arama çalışmalarına
katılmıştı. Kız burada sanki uykudaymış gibi yatıyordu."
"Aynı diğer küçük kız gibi," dedi Hyde. "Hugh'dan
şüphelenen olmadı mı peki?"
"Hayır." Bayan Morrison aa bir kahkaha attı. "Kızı
bulan oydu; üstelik öyle bir şoka girmişti ve sonrasında
öyle büyük bir aa çekmişti ki kimse ondan şüphelenmedi.
İnsanların çoğu kızm bir hayvan, bir çeşit yaratık tarafın­
dan öldürüldüğünü, bu çukurun da o hayvanın yuvası ol­
duğunu düşündü. Eh, bir bakıma haklılardı da."
"Yani kimse tutuklanmadı mı?" diye sordu Hyde.
"Katilin bir hayvan olduğunda karar kıldılar Dediğim
gibi bu vadide hâlâ kurtların avlandığına inanan çok kişi
var. Ve tabii bazıları da Crom Dubh'un siyah cehennem
köpeğinden şüphelendi. Yakınlarınız arasında bir katil ol­
duğunu kabullenmek doğaüstü şeylere inanmaktan daha
zordur."
"Burayla ilgili gerçekleri başkası bilmiyor mu? Hu­
gh'nun burada neler yaptığını?"
"Sadece ben biliyorum. Tabii bir de siz."

405
Craig Russell

“Beni neden buraya getirdiniz?" diye sordu Hyde.


“Sizi huzura kavuşturmak için. Adaletsizlik yapıldığı­
nı düşünmeyin diye."
Hyde çukura baktı. Rüyalarında defalarca Mary Pa-
ton'ın siyah bir tazı tarafından avlandığım görmüştü. As­
lında gerçekler ona anlatılmıştı ama o bir türlü hatırlaya­
mamış, zihni de gerçeği rüyalar aracılığıyla ortaya çıkar­
maya çalışmıştı. Samuel Porteous haklıydı, bütün cevaplar
rüyalarında saklıydı.
"Belki Hugh artık huzur içindedir," dedi Flora Mor-
rison. "Kötü yaradılışından kurtulmuştur, iyi ve masum
yanı üstün gelmiştir."
"Artık mı?" diye sordu Hyde.
"Evet, gittiği yerde. Diğer dünyada."

406
SONSÖZ

Hyde hikâyesini bitirdikten sonra bir süre öylece otur­


dular. Sessizce günışığının parıldadığı sulara baktılar. En
sonunda Stevenson arkadaşına döndü.
"Peki ya nöbetlerin?" diye sordu. "Onlar sona erdi
mi?"
"Sıklıkları azaldı," dedi Hyde. "Hâlâ arada sırada za­
manı kaybediyorum ama sadece bir iki dakikalığına. Gece
nöbetleri sırasındaki rüyalarım da devam ediyor fakat on­
ların da sıklığı iyice azaldı."
"Ne hikâye ama," dedi Stevenson. "Çok etkileyici
doğrusu. Mutlu sonla bitmesi senin için sevindirici olmuş­
tur herhalde."
"Öyle oldu," dedi Hyde. "Bütün cinayetleri benim
üzerime yıkma planlarını engellediğim için küçük bir piş­
manlığım var."
Stevenson güldü. "Gerçekten mi?"
Hyde da bir kahkaha attı. "Adımın sonsuza kadar in­
sanın doğasının iki farklı yanını hatırlatmak için kullanıla­
cağı fikrinden hoşlanmıştım. Brodie'den bile daha meşhur
olma düşüncesi fena değildi açıkçası."
Stevenson bir süre gözlerini arkadaşına dikti. "Sanı­
rını ben o konuda sana yardımcı olabilirim Edvvard..."
dedi sonra.

407
TEŞEKKÜR

Her zaman olduğu gibi karım VVendy'ye tüm desteği


ve yardımları için minnettarım. Bu kitap onun sayesinde
daha iyi hale geldi.
Editörüm Krystyna Green'e; kapak tasarımcım Sean
Garrehy'ye, Littie, Brovvn'dan Brionee Fenlon'a, Clara Di-
az'a ve Amanda Keats'e; ayrıca İngiltere ve Amerika'daki
temsilcilerim Andrevv Gordon ile Esmond Harmsvvorth'a,
Alice Howe'a ve yabancı telif hakları ekibi DHA'ya, film ve
televizyon hakları temsilcilerim Georgina Ruffhead ve Joel
Götle/e işlerini büyük bir sadakat ve istekle yaptıkları için
teşekkür ederim.
Ayrıca redaktörüm Jane Selley'ye ve Martin Fletcher'a
da çok teşekkür ediyorum.

408

You might also like