Professional Documents
Culture Documents
hazırlanmıştır.
DiL VE KÜLTÜR
Cumhurlye( GAZETESİNİN
OKURLARINA ARMAGANIDIR.
İÇİNDEKİLER
Osmanlıca-Türkçe . . . . . . . .16 . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Türkçenin yolu . . . . . . .
. . . . .39 . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Darülfünun'dan Üniversite'ye . . 76 . . . . . . . . . . . . . . . .
Düzeltelim . . . . . . . . . . . . .90 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Divan musikisi . . . . . . . . . 1 02
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
5
Vatandaş, Türkçe konuş! . . . . . . ... . ... . .......1 07
Nesillerin anlaşamaması . . . . . . ..... ....... . 1 09
. .
6
DİL VE KÜLTÜR
7
Bir Filolog Gözüyle
DİLİMİZİN TUTTUGU YOL
9
çe olmak üzere üç kelimemiz olsun, Türkçe cemi şekli yanın
da neden Arapça cemi şekli, Türkçe terkipler yanında Farisi
ler bulunsun ve bunların yabancıları yazı dilinde tercih edil
sin, deniyor.Aynı gelişmeye Avrupa dillerinde de rastlıyoruz.
Avrupa dilleri ilim dili olan Latincenin boyunduruğundan ken
dilerini kurtardıktan sonradır ki bir Fransız, bir Alman ilim di
li doğuyor, artık Alman, Fransız bilginleri Latince yazmaktan
vazgeçerek eserlerini kendi dilleriyle yazıyorlar. Bugün Av
rupa'nın ve dünyanın en zengin dillerinden biri olan Alman
dili daha Leibnitz zamanında o kadar geri idi ki bu Alman fi
lozofu eserlerinin hemen hepsini Fransız ve Latin dilleriyle
yazmıştır. Osmanlıcanın Türkçeleşmesi yanında bir de batı te
siri altında, Avrupa dillerindeki, en başta Fransız dilindeki
mefhumları karşılamak ihtiyacı karşısında yeni yeni kelime
ler doğuyor, bugün birçoklarının kullandığı tabirle, yeni yeni
kelimeler "uyduruluyor ". Ne tuhaftır ki, malzemesini Arap
ça ve Farsçadan alan bu kelimelerin ve ıstılahların "uydurma"
hatta "yanlış uydurma" kelimeler olduğunu unutan yahut bil
meyen birçok kimseler "uydurma dil olmaz" feryadıyla dil
inkilabına karşı cephe almaktadırlar. Bunlara göre Türkçede,
Arapça, Farsça kelimelerle "uydurma dil" yapılabilir, fakat
Türkçe kelimelerle "uydurma lisan olmaz."
İşte Avrupa medeniyeti ve kültürüne yaklaşma ve milli
yet şuurunun uyanmasıyla dilde kendini gösteren bu gelişme
Cumhuriyet devrinde "dil inkılabı" şeklini alarak Türk Dil Ku
rumu 'nu doğuruyor. Böyle bir inkılabı zaruri kılan sebepler
şunlardır: 1 . Türkler lslam medeniyeti çevresi içinde iken do
ğan Osmanlıca, Türkler bu medeniyetten ayrılıp Avrupa me
deniyeti çevresine girdikleri zaman karşılarına çıkan yeni mef
humları karşılamaya yetmemiştir; her sahada, tıpta, tabii ilim-
10
lerde, hukukta, fe lsefede di limize yığın la giren Fransızca ke
lime ler bu ihtiyacın en açık bir de li lidir. Bundan on beş yı l ön
ce yazı lmış birçok fe lsefe kitap ları içindeki Fransızca ıstı lah
ların bo lluğu şaşı lacak derecededir. 2. Latin harflerinin kabu
lü i le Arapça ve Farsça'dan a lınma ke lime lerin yazı lışında ve
okunuşunda karşı laşı lan büyük zor luk lar (bi lhassa ayın, hem
ha
ze ve uzun ses li ler le yazı lan lar). Bugün bir üniversite liye
kim (yargıç) i le hakim (bi lge) ke lime lerinin ayn ayn şey ler o l
duğunu an latmak güç bir iştir. 3. Mektep lerden Farsça ve
Arapça ders lerinin kaldırılması i le Osman lıcanın yeni nesi l
için an laşı lmaz bir ha le ge lişi, genç lerin aynı kökten ge len
Arapça ke lime ve ıstı lah lar arasındaki bağ lı lığı görememe le
ri. 4. ·Mevcut ıstı lah ların eksik, sistemsiz o luşu, Avrupa kü l
türünün tesiri a ltında gittikçe daha kuvvet li o larak kendini
gösteren mefhum ve ke lime ihtiyacı. Di limize yığın la girmiş
ve girmekte o lan Fransızca ke lime ler i le son zaman larda so
ku lmaya baş layan İngi lizce ke lime ler (spiker, lider vs.) bunu
açıkça gösteriyor. 5. Ha lka yak laşarak Anado lu ağız larında ya
şayan, konuşma di linde ku llanı lan ke lime leri yazı di line a la
rak sokmak, ıstılahları sistemleştirmekarzusu. Bu şeki lde da
ha önceki ge lişme ve son inkı lap lar göz önünde tutu lunca öte
ki inkı lap lara muvazi o larak bir di l inkı labı yapı lmasının ne
kadar lüzum lu ve yerinde o lduğu açıkça kendini gösterir.
ikinci suale gelince, birtakım lan di limizin zaten sade leş
mekte o lduğunu, zor lamaya, dev letin işe karışmasına lüzum
o lmadığını söy leyerek müdahaleyi reddediyorlar. Böy le ko
nuşan lar birbirinden ayn tutu lması gereken iki şeyi birbirine
karıştırıyor lar: Mektep lere soku lan terimler i le konuşma ve
edebiyat dilimiz. Dev let müdaha lesinden ya lnız birinci kısım
için bahsedi lebi lir; dev let hiçbir vakit gazete lerin, edebi eser-
11
lerin, mektup ların di line müdaha le etmemiştir. ( İsteyen iltica
edendiye yazar,isteyen sığınan.) Müdaha leyi kabu letmeyen
lere göre, terim ler ortaya konma lı, öğretmen ler ve öğrenci ler
bun ları ku llanıp ku llanmamakta serbest o lma lı: isteyenmü
selles-i mütesaviyüladla desin, isteyen eşkenar üçgen, isteyen
esabi, isteyen parmaklar. Bunu istemek öteki inkı lap lar yapı
lırken şöy le demeye benzerdi: isteyen şapka giysin, isteyen fes,
isteyen Latin yazısıy la yazsın, isteyen Arap harfleriy le, iste
yen medeni nikah yaptırsın, isteyen imam nikahı; zaten kıya
fetimiz de Avrupa lı laşıyor, eskisi gibi şa lvar giymiyoruz,adet
lerimiz desen, on lar da Avrupa lı laşıyor, tabii ge lişmeye mü
daha leye ne lüzum var?
Şimdi Dil Kurumu 'nun çalışmalarına geçelim. Önce
"Güneş-Di l teorisi "nin ortaya atı lışı, Avrupa di llerindeki bir
çok ke lime lerin ası llarının Türkçe o lduğunun ispatı, öte yan
dan arası-ulusal tarzında ("internationa l" karşı lığı o larak)
acayip ke lime lerin kuru luşu gibi bir"ifrat ve propaganda gü
rültüsü " devresi diyebi leceğimiz bir devreden sonra i lmi sis
tem li ve metodlu çalışmaya geçi ldiğini görüyoruz. Birçok der
leme ler ve söz lük ler, tarama lar bu fayda lı ça lışmanin meyve
leridir. Bun larda hiç şüphesiz yan lış lar, eksik ler var.Bununse
bebini tutu lan yo lun yan lış lığında deği l, başarı lacak işin güç
lüğünde, di lci o larak yetişmiş kimse lerin az lığında arama lı
dır. Terimleriçin de aynı şeyi söy lemek mümkün. Bun lar ara
sında pek isabet li o lmayan lar, yan lış kuru lmuş o lan lar, ku la
ğa hoş ge lmeyen ler bu lunabi lir, bun lar üzerine münakaşa edi
lebi lir. Terim lerin ace leye ge ldiği, bun ların daha geniş ve da
ha esas lı bir hazır lıktan sonra yapı lma ları gerektiği söy lene
bi lir. Okul, savunmak, genel, kutsalke lime lerine itiraz edi le
bi lir. Fakat nesi llerin birbirini an lamadığı, Türkçenin fakir leş
tiği feryat larının doğru o lduğunu kimse iddia edemez.
12
Şimdi terimler işinde tutulan yolun doğru olup olmadı
ğını anlamak için başka imkanlar var mıydı, vardıysa neler
dir, onları bir araştıralım. Hatıra şunlar geliyor:
1 . Yol: Osmanlı dilini olduğu gibi alıkoymak, yeni mef
humları Osmanlıcanın kelimelerini üreterek karşılamak, es
kiden olduğu gibi Arap ve Fars dillerine başvurarak terimle
ri sistemleştirmek, zenginleştirmek, yani Avrupa kültürünü
Osmanlıca ile benimsemek. Bu halde, Arapça ve Farsça ders
lerini diriltmekten başka çare yoktur; tam olması için ya ye
niden Arap harflerini almalı yahut Latin alfabesini genişlet
melidir. 2. Yol: Gene Osmanlıcayı alıkoyup terimlerde, Avru
palıların yaptığı gibi, Latinceden ve eski Yunancadan fayda
lanmak; böylece Türkçe, Arapça, Farsça, Latince ve eski Yu
nancadan mürekkep bir yazı ile ilim dili elde etmek. 3. Yol:
Osmanlıcayı atıp terimler için Latince ile eskiYunancanın yar
dımını istemek: bu halde eskiden nasıl Arapça ve Farsça oku
tuluyor idiyse şimdi de mekteplere Latince ve eski Yunanca
koymak; bu güç ve uzun hazırlık isteyen bir iş. 4. Yol: Türk di
linin imkanlarından faydalanmak.
Görülüyor ki Türk Dil Kurumu gidilmesi mümkün olan
doğru yolu seçmiştir. Bu.işte yanlışlar, eksiklikler, aksaklıklar
olmuşsa bunun sebebi bu işin daha uzun zaman beklemeye ta
hammülü olmayışında, bu güç ve büyük işi başaracak bilgili,
yani Avrupalıların geliştirdikleri dil bilgisinin usullerini bilen
dilcilerimizin sayısının pek az olmasında aranmalıdır. Dil Ku
rumu'nun kusurlarından biri ve belki de en büyüğü çalışmala
rında tuttugu yolu geniş okuyucu yıgınına anlatamaması, orta
ya attığı kelimelerin hesabını Türk aydınlarına vermemesidir.
Bu yapılmış olsaydı yeni kelimelerden birçoğunun "uydur
ma" olmadığını, yeni kurulan sözlerin Türkçenin yapısına uy-
13
gun olarak kurulduğunu anlayan birçokları bu kelimeleri daha
kolayca benimseyecekler, yadırgamayacaklardır. Misal olarak
şu nitelik kelimesini alalım. Nitekim sözü hepimizin bildiği bir
sözdiif, nite "nasıl" demektir, buna göre nitelik "nasıl-lık" de
mek oluyor ki bu da, Fransızca qualite, Almanca Qualitat, İn
gilizce quality kelimelerinin aslı olan Latince qualitas (qualis
=nasıl) kelimesinin tam tercümesidir. Buna göre nitelik bir şe
yin nasıllığı, nasıl oluşu 'dur; keyfiyet (1) daha mı güzel, daha
mı manalıdır? Bu şekilde kelime üretme yalnız bizde görülen
bir şey değildir. Aynı şeyi Romalılar eski Yunan felsefe ve dil
bilgisi ıstılahlarını karşılarken yapmışlardır (Fransızca accu
satifin Latince aslı olan accusativus eski Yunanca aitiatike'nin,
Fransızca cas kelimesinin aslı olan Latince casus eski Yunan
ca ptosis' in tercümesidir); Alman bilginleri Alman ıstılahları
nı yaratırlarken aynı çareye başvurmuşlardır: İngilizce trans
lation "tercüme " sözÜnün aslı olan Latince translatio'nun
=
14
mecelleyle birlikte arkamızda kalmıştır ve bir daha dirilemez.
Türkçenin gelişmesine yardım etmek her Türk aydını için bir
vazifedir. Bu vazife de "nesiller birbirini anlayamaz oldu",
"uydurma dil olmaz" gibi istemezükçü feryatlarla değil, ya
pılan aksaklıkları, yanlışları göstermek, daha iyiyi, daha gü
zeli bulup ortaya koymakla yerine getirilebilir.
15
OSMANLICA-TÜRKÇE
Bir yazı dolayısıyla*
Muhterem Fındıkoğlu!
Dil meselesi üzerine yazdığınız makalelerin sonuncusu
nu, yani Ziya Gökalp' ın ölümünün yıldönümü münasebetiyle
yazılanı, baştan aşağı okudum. Düşüncelerinizi doğru bulma
dığımdan -bu hadsizliğimi bağışlayın- bu satırları yazıyorum.
Önce sizin ve benim dil meselesi karşısındaki durumumuzu ay
dınlatalım. Ben sizin gibi dört değil de başlıca üç "zümre" ka
bulleniyorum: 1 . Osmanlıcacılar (Arap ve Fars kelimeleri hay
ranları), 2. Türkçeciler (Türk diline inananlar), 3. Batıcılar
(başlıca Fransız dili hayranları). Bunlardan birincilere siz "mu
hafazakarlar'' , ikincilere "devrimciler'', "kurumcular", "öz
türkçeciler" diyorsunuz. Sizin üçüncü zümreniz olan "kalen
derler" yahut "yangeldistler" ile dördüncü zümreniz olan "mü
şahedeciler" sadece seyircidirler. Benim bölümlendirişime gö
re siz Osmanlıcacısınız, ben de Türkçeciyim. Bunun ne demek
olduğunu sizin makalenizin dilinde göstermeye çalışacağım:
Size göre "lisan meselesi " vardır, bana göre "dil meselesi ",
siz"lisan toplantılan " yaptırırsınız, ben öyle şey yaptırsam ona
"dil toplantı/an " derim. Siz "devam eden " dersiniz, ben "sü-
16
ren "i kullanırım; sizin "etrafımızı istila ediyor " dediğinize ben
"yanlarımızı kaplıyor " diyorum. Siz "hepsinin fevkinde " di
ye yazıyorsunuz, ben "hepsinden üstünde "yi seviyorum. Siz
"tereddi "yi kullanıyorsunuz, ben "soysuzlaşma "yı; siz "ka
ni "siniz, ben "inanır "ım. Size göre birşey "kasdi " yahut "te
sadüfi " olur, bence de "kasıtla " yahut "tesadüfle ". Sizin "yir
mi dört sene evvel " ile anlatinak istediğinizi ben "yirmi dört
yıl önce " ile anlatıyorum. Size göre ZiyaGökalp bir "alim "dir,
bana göre "bilgin ". Sizin "mazi " dediğiniz şeyin adı bende
"geçmiş "tir. Sizin gene bu makalenizde "edebi ve lisanı tarih
şuuru " dediğinize ben "edebiyat ve dil tarih şuuru, yahut an
layışı " derdim. Sizin "cehaletinizi " ben "cahillik" kılığına so
kar, yahut düpedüz "bilgisizlik" derdim. Sizde "asır " ne ma
naya geliyorsa bende "yüzyıl " o anlama gelir. Sizler Fransız
canın personne, personnel, personnalite sözlerini Arapçadan
uydurma şahıs, şahsi ve şahsiyet ile Osmanlılaştınrsınız, Türk
çeden üreterek kişi, kişice, kişicelik derim. Sizler "aks-i se
da "dan hoşlanırsınız, bizler de "yankı "dan. Sizin "garp mü
tefekkiri " dediğiniz kişiye biz "batı düşünürü " yahut "batılı
düşünür " demekteyiz. Sizler "teessüsüne " çalıştırırsınız, biz
ler "kuruluşuna ", sizin şu "lisanın bünyesi " dediğiniz şeyin
bizim "dilin yapısı " sözümüzden, sizin o "lisaniyat ilmi "ni
zin bizim "dil bilimi "mizden daha çok şey anlattığını, daha gü
zel olduğunu sanmıyorum. Sizlerin "şark kültürleriyle meşgul
<ilimler " dediklerinize bizler "doğu kültürleriyle uğraşan bil
ginler " diyoruz. Sizin "külliyat "ınız bizim "derleme "mizden
başka şey olmasa gerek. Sizin "müteessir olduğunuza " biz
"üzülüyoruz ", sizlere göre "1928'i takibeden seneler " ne de
mekse bizlere göre "1928'i kovalayan yıllar" odur. Sizler Zi
yaGökalp'ın ölümünü "yiidedersiniz ", bizler "anarız ". Buna
17
benzer daha çok şey var. Bunlar da mı "kelime denmesi asla
doğru olmayan birtakım garip heceler haritası"dır? Osmanlı
cacılıkla Türkçeciliğin ne demek olduğunu göstermeye bu ka
darı yeter sanırım. Ey "Türk dilini ve kültürünü kurtarmaya ça
lışan" muhterem profesör, sorarım şimdi size: uydurma söz
lere başvurmadan makalenizi bu bizlerin kullandığımız keli
melerle yazamaz mıydıl).ız, yazmış olsanız değeri mi azalırdı?
Bugünün "talebesi, muallimi" anlayamaz mıydı?
Fakat size Osmanlıcacı derken yanılmış olmayayım? Ma
kalenizde kriz ile buhran birbirinden iki kısa satırcıkla ayrılı
yor. Yoksa siz de lisan buhranı içinde misiniz? Bu iki kelime
arasına mazi nostaljisi diye bir şey sıkıştırıvermişsiniz. Mazi
doğulu, nostaljisi batılı. Büyük yazar bu ikisini birleştirmiş.
Siz nerelisiniz üstat, doğulu mu, batılı mı? Acaba yanılıyor
muyuz? Bu sizin mazi nostaljisi dediğiniz şey bizim şu geç
mişi özleme dediğimizin "fevkinde" bir şey midir? ·
18
Görüyorsunuz muhterem profesör, batı hayranlığı, doğu
hayranlığı, yahut her ikisi birden. Böyle bir Türkçe, şalvarı çı
karmadan melon şapka giymiş birine benzemiyor mu? Şunu
unutmayın ki bir de Türkçe hayranları var. Batıdan ne gibi ke
limelerin alınması gerek, alınacaksa ne şekilde alınacak, bu
nu da bu işten anlayanlara bırakalım.
Şimdi makalenizin düşüncelerine geçelim. "Maarif Ve
kaletinin klasikler külliyatı içinde neşredilen felsefi eserler"
için, "bu eserler politikacı selahiyetsizlerin sözde Türkçe di
ye icadetttikleri 'terimler' içinde boğulduğu için kağıtlarının,
kapaklarının, takrizlerinin (1932'de liseyi bitirmiş olduğum
halde bu kelimenizi anlayamadım), basımlarının ihtişamına
rağmen daima bir kağıt tomarı olarak kalacaktır" kehanetin
de bulunuyorsunuz. Kehanetiniz hakkında söz söylemeyi bu
eserleri okuyanlara bırakıyorum. Yalnız "kağıtlarının, kapak
larının, basımlarının ihtişami" derken düpedüz "demagogie"
yoluna saptığınızı söylemeden geçemeyeceğim. Ucuz bir ka
ğıda basılıp ak bir kapak içine dikilmeden sokuluvermiş olan,
üstünde çevirenin adı bile görünmeyen bu eserlerin "ihti
şam"ından dem vurmak "demagogie"nin ta kendisidir.
Muhterem üstat, dil meselesini anlamamışsınız, kavrama
mışsınız. Dil meselesi, yazdığınız gibi sadece "hasta yerine
sayru, hayal yerine imge, akıl yerine us demek" değildir. Bu,
o büyük davanın bir bölümcüğüdür.
Dil meselesinde sizlerin düşüncelerine katılmayanların
hepsi sizin düşündüğünüz gibi "gafil", "politikacı", "sapık"
değildir. Bu memlekette "hakikati gören", siyaseti ele geçire
cek bir "zeka" göstermeyen, "zeka:' sahiplerine yakayı her na
sılsa kaptırmayan "son derece ıstırab" duyan, "hakiki Türk"
yalnız siz değilsiniz. Türkiye'de birçok şeylerin tekeli var ama,
bunlar daha tekele verilmedi ve 'size de verilmeyecek.
19
Dilimizin gelişmesi bakımından
ESKİ DİL ANITLARI
20
lar bulunuyor: Yazmak, bitimek-yazıcı, bitküci, bitikçi - bitik,
betik, yazı. Beğendiğinizi alıp kullanın! Ayhca yazma k'tan
yeni kelimeler de üretebilirsiniz. İşlenerek son şeklini almış,
donmuş Fransızcada bile bugün üretmelere başvuranlar var:
Geçenlerde Envoute adlı bir romanda iç sayfada bunun Envo
uter fiilinden kurulduğunu yazarın açıkladığını gördüm. Biz
de, dilimiz üretmelere pek elverişli olduğu halde, üretmeye
düşman olanlar var.
Şimdi başka bir sayfaya geçiyoruz: Bakın, seyyarelerden
ve burçlardan söz açıyor. Burç sözünün Uygurcası öcek. Sey
yarelerin adları ne Zühal, Müşteri, Merih, Zühre, Utarit, ne de
Latince adlarının Fransızcada bozulmuşları ile şimdi söyledi
ğimiz gibi Satürn, Jüpiter, Mars, J!enüs, Merkür'dür. Mısrala
rı okuyarak Uygurcalarını bulalım: Sekendiz, Ongay, Yürüt,
Sebid; Ti/ek. Şimdi de burçlara, yani öceklere geçelim: Kozi,
Üt(Öt), Ekendiz(İkiz), Uçik(Avcı), Arslan, Koo§ti (Yengeç),
Ö/ k(Terazi), Çita(Akrep), Oğlak, Yünek(Sucu), Sevci(Genç
kız), Balık. Bu adlardan birkaçı ne kadar canlı! Sucu (Saka)
anlamına gelen Yünek sözünü eski Türkçede "yıkanmak" de
mek olan yunmak ve Anadolu'da bugün de "yıkamak" yeri
ne kullanılan yumak kelimelerine bağlayabiliriz: Eski adı Delv
(Arapça Kova demek). Öteki burçların bizdeki adları: Hut,
Hami, Sevr, Cevza, Seretan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akrep,
Kavs, Cedi.
Gezegenleri anlatan mısralarda karşımıza çıkan şu evri
lir fiili ne kadar güzel! Biz bugün evirip çevirmek diyoruz, yal
nız tek başına eviriyor, yahut evriliyor şeklini kullanmıyoruz.
Yer (arz) döner dediğimiz gibi neden yer evrilir demeyelim?
Birincisi kendi çevresindeki dönüşünü, ikincisi güneş çevre
sindeki dönüşünü anlatır: Dilimiz fakirleştiriliyor diye bağı-
21
ran ulu bilginlerin kulakları çınlasın! Hele gene bu sayfadaki
evren sözü ne sevimli! Felek sözünü karşılayacak bir kelime
miz var da beğenmezlik ediyoruz. Acun ile birlikte Kutadgu
Bilig mısralarında karşımıza çıkan bu kelime çarh-ı felek gi
bi dönen, evrilen bir şey: Onun için Felek gibi onun da Türk
çede ikinci bir anlamı var: Kader.
Şimdi Kutadgu Bilig'i bırakıp şu ince yazıyı alalım: F. W.
K. Müller'in Uigurica III adlı yazısı. Bakın Uygurca parçala
rın başında hep şu ülüş sözü görülüyor: Altın ülüş, altıncı fa
sıl demek. Bab karşılığı olarak bölüm'ü,fasıl karşılığı olarak
ülüş'ü kullanmak ne delilik ne de zevksizliktir. Ülüş sözünü
pek beğendim, bilginlerimiz arasında bu sözü estetik bulma
yıp şapitr'i (chapitre) tercih edenler belki çıkar. Bugün bile
bütün Anadolu "kendi aralarında taksim etmek" yerine üleş
mek, "taksim etmek" yerine de üleştirmek deyip duruyor. Uy
gur Türkleri yazının kısımlarına ülüş demişler. Aralarında bu
gün bizim aramızda yaşayan büyük estetikçiler yokmuş anla
şılan. Hele şu küçük kitap yok mu, onu her Türk aydını evin
de bulundurmalı, yalnız bulundurmamalı, okumalı: A. Von
"Eski-Türkçe grame
Gabain adlı bilgin bir Alman kadınının
ri". Gramer bölümü Almanca yazılmış, sonundaki sözlükte
eski Türkçe sözlerin hem Almanca, hem de bizim Türkçe, ya
ni Osmanlıca karşılığı var. Bakın bu sözlük bize neler öğreti
yor: Avrupa dillerinde bugünkü kitaplar gibi ofmayıp tomar
şeklinde olan, yani sanlan yazılara Rolle, Rôle, Rouleau (ti
yatrodaki rol sözü buradan çıkma) vs. deniyor, işte bu şekil
deki yazılı kağıdın Türkçesi tegzinç imiş. Geçende günlük ga
zetelerden birinde bir zat nüktesi için Dil Kurumu' nun çalış
masını konu olarak seçmiş: Mutfak kelimesine Kurum üyele
ri karşılık arıyorlar. Bu muhterem muharririn bizim gibi böy-
22
le kitap karıştıracak vakti olmaması ne kadar iyi! Kitap kanş
tırabilse mutfak kelimesinin Türkçe karşılığının aşlık olduğu
nu görür, nükteli makalesinden olurdu. Bakın şu tökük (dö
kük) bizi Latince libation 'a karşılık aramaktan kurtarıyor: Es
ki Yunancadan çevirmeler yapan bizler Tanrılar şerefine yere
içki serpme demek-olan bu sözü saçmak'tan ürettiğimiz saçı
ile karşılamaya çalışıyorduk. Şu dörtgen fen-sözü' nü (terim,
ıstılah) Türkçeye sokanlar şu törtkil kelimesini ya görmemiş
ler yahut beğenmemişler; belki üçgen yerine üçkil denebilir
di. //ii,hf demek olan tanrıdem ilefazilet demek olan erdem bi
ze Türkçenin ötekilerden başka bir de -dem gibi bir nisbet eki
nin olduğunu gösteriyor: er-dem buna göre "erkeğe ait, has
tavır, meziyet"tir. Tı pkıfazilet'in Latincesi olan virtus'un "er
kek" demek olan vir sözünden gelişi gibi. Sözlükten birkaç
kelime daha alalım: Ötek = borç, ötekci = borçlu (bizde öde
mek), küzet(bizde gözet) = nöbet, kip = misal demekmiş. Kö
rüg (görmekten) = casus, ayınç veya ayanç =heybet ve hür
met, ermez-iş (olmaz-iş) = cinayet, közüngü = ayna, közünük
=pencere, ermegü =ihmalci, etöz =vücut, ölüt =cinayet, ölüt
cü = kaatil, istem = arzu, ölüklük = mezbaha, evirmek = ter
cüme etmek, evriş yahut eriş = hal ve hareket, belgü = işaret
ve alamet, otacı = tabip, otacılık = tababet, çası iftira, ça
=
23
ütmek, ütülmek diyoruz), uruncak =vedia, urungu =muharip
karşılığı imiş. Görüyorsunuz, ufak bir karıştırma ile eski dil
anıtlarından neler öğrenebiliyoruz. Dilimizin sadelik, açıklık,
Türkçeleşme yollarında ilerleyişinin, olgun bir bilim ve kül
tür dili haline gelmesi işinin daha başarılı, daha güzel ve yan
lışsız, daha hızlı olması, daha inandırıcı kılınması için üniver
site içindeki ve dışındaki bilginlerimizin işbirliği ederek ay
dınlarımızın, gençlerimizin ellerine bir an önce verilmesi ge
reken eski Türkçe anıtları yayımlamaları gerekiyor. Bu anıt
ların sayısı pek büyük değil, fakat güçleri en koyu Osmanlı
cacıları bile Türk dilinin zenginliğine, büyük ifade kuvveti
ne, işlenirse neler verebileceğine inandırmaya yeter. Biz Türk
ler Avrupalılara yalnız teknikte, çeşitli bilim alanlarında de
ğil, Türk kültürü ve dili ile uğraşmakta da yetişmek zorunda
yız. Bugün Almanların yaptıkları çevirmeden 80 yıl sonra Ku
tadgu Bilig'i gençlerimize Türkçeye çevrilmiş olarak veremi
yoruz. Bunun için bir yirmi yıl daha beklemek bizim için pek
utandırıcı bir şeydir.
Ulus, 14.III.1949
24
OSMANLI KAFASI
25
da yaşayan sözleri bilmeyen Osmanlı münevveri suni yazı ve
edebiyat dilinin dört duvarı arasında kapalı kalmıştır. Başta Zi
ya Gökalp olduğu halde birçoklarının bile bile, isteye isteye
Türkçe için, Türk"Çenin kurtuluşu için savaşmalarına rağmen
bugün yazı dilimizde, gazetelerde Osmanlı kafasının malı pek
çok kelimelerle karşılaşmamız bize dilde kafa değiştirmenin
öyle kendiliğinden olan kolay bir şey sayılmaması gerektiği
ni açıkça gösteriyor: Toros Ekspresi gazetelerde dört saat te
ahhürla gelir yahut rötar yapar, asla gecikmez, yahut gecik
me ile gelmez; mensucat ile tekstil' e sık sık rastlayabilirsiniz,
dokuma ile pek seyrek karşılaşırsınız; Osmanlı kafası müra
caat yahut demarş'ta bulunur, başvurmak "kaba"dır. O kafa
buna karşılık diyemez, alışmıştır, buna mukabil diyecektir; Os
manlı için ya Arapça buhar ya İngilizce istim vardır, aynı söz
lerin Türkçesi.olan buğu'yu o sadece camda kullanır. İngiliz
"buharlı gemi" yerine kısaca buharlı (steamer) der, Alman ay
nı şeye Dampfer yani buharlı yahut Dampfschiff yani buhar
gemisi adını verir, Osmanlı kendi dilinde yelkenli gibi güzel
bir kelime varken ona benzetip buğulu diyemez, halk önce ona
buğu gemisi dediği halde Latince "buhar" demek olan va
por' un bozulmuş şeklini bu gemiye ad olarak verir. Osmanlı
kafası için cereyan'da, yahut kuran 'da oturmak tehlikelidir,
akıntı diyemez. Bir sergi açılırsa o ya beynelmilel'dir yahut en
ternasyonal'dir, milletlerarası olursa değeri düşer; Osmanlı
münevveri şirket'i, sosyete'yi ortaklık'tan üstün tutar, Arap
ça şerik ve Latince secius; ortak demekmiş, onu düşünmez bi
le; cemiyet varken dernek sözünü kullanmaz; bir şeyle ilgile
niyorum derseniz bu Osmanlı kafası hortlağının tüyleri diken
diken olur: yatışması için altıkadar ediyor yahut enterese edi
yor demelisiniz; bir adam ya müdür'dür ya direktör, ona Türk-
26
çe bir karşılık bulmaya kalkışmayın, Osmanlı münevveri size
hemen ya solculuk yahut ırkçılık damgasını vurur. Onun es
kiden hıfzıssıhha, şimdi ijyen dediği şeye Türkçe bir karşılık
bulmak, mesela sağlıkbilim demek deliliktir. Eski Hellence ge
nos 'tan gelme cins kelimesini Arapça cemilendirir, ecnas der;
siz Türkçe türlü sözündeki tür'ü bunun yerine koymaya, ya
hut onun yanı sıra kullanmaya yetkili değilsinizdir. Osmanlı
kafası davayı sukut ettirir, dava sukut eder ama düşmez. Fars
ça "göğüs göğüse" demek olan beraber'in Türkçe birlikte'ye
manaca üstün olmadığını Osmanlı kafasına anlatamazsınız.
Malum olduğu üzere, tekrar, kafi gelmek, tecrübe etmek, isti
mal etmek, takip etmek Osmanlı kafasının bugün de sık sık kar
şımıza çıkan yadigarlarıdır. Düşünmekten korkanlarafeyezan
yerine kabarmak, taşmak, su basmak, muavin yerine yardım
. cı, tecziye etmek yerine cezalandırmak, kanun harici yerine
kanun dışı, terk etmek yerine bırakmak, vaz-ı yed etmek yeri
ne el koymak, mevad-ı infilakiye yerinepatlayıcı maddeler, ef
rad yerine erler, muahede yahut pakt yerine andlaşma, muva
redat yerine getirme diyecek kadar dillerini düzeltmek için bir
ömür değil yüzyıllar yetmez. Yukardaki sözler yerine bilindi
ği üzere, yeniden, yetmek, denemek, kullanmak, kovalamak gi
bi herkesin bildiği kelimelerin gelmesi için "tabii gelişmeci
ler" de diyebileceğimiz Osmanlı müstehaselerinin acelesi yok
tur. Bunlar hafıza sözüne bayılırlar, Kayseri'de kullanılan bel
lek herkesin bildiği belleme'den geldiği halde onlarca beğe
nilmez. Osmanlı kafası kıvanc'ı çirkin bulur, lstanbul'da kul
lanılmayıp da Anadolu'da kullanıldığı için olacak. Ama caz
kelimesine bir şey demez, hav du yu du derken oradaki hav
hoşuna gider, bayılır, esen sözüyle seiamlanınca kaşları çatı
lır, tüyleri diken diken olur. Arapçadan, Farsçadan, Fransız-
27
cadan, İngilizceden, kısacası istediğiniz her dilden kelime ala
bilirsiniz, bu, dilin tabii gelişmesidir; Türk dillerinin birinden
bir kelime alırsanız bu kafa "dilimizin ahengini bozamayız",
"dilimizi Çağataycaya çeviremeyiz" diye yaygara koparır.
Anadolu'nun gaibe tme k yerine kullandığı yitirmek'i, medhet
mek yerine kullandığı övmek'i, zemmetmek yerine kullandığı
yermek'i kullanırsanız, Arapça akıl ile Arapça nevi sözlerinin
boğduğu us ile tür'ü uslu ve türlü'deki zindanlarından kurta
rıp gençliğe öğretmeye kalkarsanız "demokrasi düşmanı, fa
şist, komünist" kelimeleri Osmanlı kafasının sizi� için hazır
tuttuğu sıfatlardır.
Tarih ve dil devrimleri bugünün Türk aydınını Osmanlı
kafasının kendi tarihine, kendi diline karşı gösterdiği büyük
ilgisizliği ve ihmali ortadan kaldırmak için yapılmıştır. Bu
devrimlere karşı koyabilmek için her çareye başvuran, Türk
çeyi iyi bilmeyen müsteşriklerden yardım uman - böyle bir
müsteşrik' in yazısından ilham alan bir makale İngilizce stran
ger ileforeigner 'i bizim yabancının karşılayamadığını misal
gösteriyor, ecnebi 'nin atılamayacağını anlatmaya yelteniyor
du: Zavallıcık stranger sözünün Latince extraneus 'tan geldi
ğini extra sözünün Latince dış demek olduğunu öğrense,fo
reigner 'in aslınınforeign olduğunu, bunun da dış demek ol
duğunu hatırlasa ve Türkçedeyabancı 'dan başka dışarlıklı di
ye bir sözün bulunduğunu düşünebilseydi yabancı müsteşri
ki övmekten vazgeçerdi herhalde - omuzları üstünde hala Os
manlı kafası taşıyanlar demagogca yaygaralarla ve ilim adına
yazdıkları bilgisizce ve boş yazılarla Türk dilini bir bilim ve
bakım dili yüksekliğine ulaştırmak için girişilen çalışmaların
önüne geçemeyeceklerini anlamalıdırlar.
Ulus, 25.IV.1949
28
BÜYÜ İLE GERÇEK
29
olduğunu kulağınıza fısıldarsam intervalle kelimesinin "ka
zık-arası "nı bildirdiğini anlamış olursunuz. Nasıl beğendiniz
mi? İçimizden biri/asıla karşılığı olarak kazık-arası sözünü
ortaya atsa kazığa oturtulmaktan kurtulabilir miydi dersiniz?
Darülfunun, üniversite olduktan sonra dilimize bir sürü
yabancı kelime girdi. Bunların kimlik cüzdanlarına bakıp ana
larını, soylarını öğrenelim. Üniversite sözünün anası İtalyan
ca universitd 'dır: oradan Fransızlara, Fransızlardan da bize
gelmiş. İnce adamlar olduğumuz için ü 'yü u 'dan çok severiz.
Kelimenin kökü, İtalyanların atalan olan Romalıların univer
sus sözüne dayanıyor ki bu da "biryere dönmüş, bir araya gel
miş, toplanmış " demektir. Öğretiyorum 'un Latince karşılığı
doceo 'dur; doctor, öğretici 'nin, docens yahut docent de öğre
ten sözünün Latincesidir. Bunlardan ilki eskiden yerleşmişti,
doçent ise üniversite ile bize geldi; gelirken Fransa'ya uğra
madığından asistan gibi kılığı bozulmadı. Asistan da doçent
gibi doğrudan doğruya gelse asistent derdik ona, zira Latin
ce assistens yahut assistent, doçent gibi "ism-ifail " olup ya
nında duran, yardım eden demektir. Biliyorsunuz, biz bize
benzeriz: Fransızlar Latinceyi doğru yazar, konuşurken bozar,
biz Fransızın bozduğunu alır kendimize göre yazarız. Dekan
sözünün ne demek olduğunu bilmem merak ettiniz mi? Latin
ce on 'dan (decem) geliyor, onluk yahut onbaşı demek oluyor.
Batı kültürüne ve medeniyetine bağlanalı katibi sekreter
yaptık, katib 'in Arapça yazan demek olduğunu biliyoruz, sek
reter 'i de öğrenelim: Latince secretum "ayn, gizli olan şey"dir,
sır 'dır, sekreter "sırları bilen kişi" oluyor. Kültür ve medeni
yet dedik, onların da soyunu sopunu araştıralım: kültür Latin
ce "işleme, bakım" demek olan cultura'nın (kultura) Fransız
ca söylenişidir; eski Romalılar agri cultura ile tarla-bakımı 'nı,
30
cultura animi ile ruh bakımını, eğitimini anlatıyorlardı. Bu ke
lime Fransızcada birçok mürekkep kelimede yaşamaktadır
(agriculture: ziraat). Medeniyet 'in Arapça "şehir" demek olan
medine 'den geldiğini görmek zor değil. Medeni "şehirli", me
deniyet de "şehirlilik"tir. Medeniyet 'in Fransızca karşılığı
olan civilisation 'da da anlatılan bu: civis Latince "yurttaş, şe
hirli" demektir; Türkçedeki sivil sözü "yurttaşa ait" anlamı
na gelen bir sıfat olduğu gibi, Fransızca cife de "yurttaşlık"
demek olan Latince civitas sözünün bozulmuş şeklidir. Me
deni olmayan' a Arap bedevi yani çöllü der, İstanbullu ise böy
le birine hoyrat adını verir ki Rumca hariatis 'ten bozulmuş
olup kırlı, köylü anlamına gelir.
Dilimizde son yıllarda sık sık kariyer akademik diye bir
söz dolaşıyor. Türkçeye çevirirsek "Akademos'un koşuyeri"
dememiz gerekir. Anlatayım neden: Fransızca meslek demek
olan carriere 'in aslı İtalyanca carriera yani "koşu-yeri"dir; bu
nun için Almanlar kariyer demezler Laubant yani "koşu yo
lu" derler. Akademi sözünün filozof Eflatun'un kurduğu oku
lun adı olduğu bilinen bir şeydir. Akademos adlı aziz bir kişi
nin adıyla anılan bir koru içinde olan okul Akademeia adını
almıştır. Okullara gelmişken biraz daha duralım. Fransızca
ecole, Latince schola 'dan, o da Hellence "serbest zaman, boş
vakit" demek olan schole'den (bizim yazıyla skhole) gelme
dir. Fransızca da "imtihan" demek olan examen ile "tetkik ve
imtihan etmek" demek olan examiner 'nin aslı Latince examen
olup bu da terazinin dili demektir. Fransızlar tetkik ve imtihan
ederken "tartıyorlar ", Osmanlı için imtihan, "mihnet", yani
eziyet Vt". zahmet 'tir.
Türkçede kaç türlü baş var diye biri sorsa ne dersiniz? Ben
size sayıvereyim: 1. yüzbaşı binbaşı sözlerindeki baş, 2. baş-
31
kan'daki baş, 3. reis 'teki Arapça re s yani baş, 4. kaptan daki
'
32
lar gerani (girani) derler. Bizde buna karşılık aramışlar, kran
dense Almanca, kreyn dense İngilizce olacak, iyisi mi ikisi or
tası olsun, kren diyelim demişler. İçlerinden biri meraklanıp
bu kelimelerin bir manası var mı diye araştırmamış. Gelin biz
üşenmeyip yabancı sözlükleri karıştıralım: Bakın, Almanca
Kranich sözünün, İngilizce crane 'in, İtalyanca gru 'nun, Fran
sızca grue 'nün, Yunanca geranos'un (giranos) turna kuşu de
mek olduğunu öğreniyoruz. Irkçılıkla yahut komünistlikle
damgalamaktan korkmasam "Kren yerine biz de öteki ulus
lar gibi şuna turna diyelim", "yahut onlar turnaya benzetmiş,
biz de leyleğe benzetip leylek adını verelim" diyeceğim. Üs
tatlardan biri makalelerinden birinde ganbot 'u İtalyanca söz
ler arasında gösteriyordu. Ben pek İtalyancaya benzeteme
dim. Meğer İngilizceymiş: gun (gan) "silah, top", boat da "ka
yık" olduğuna göre "toplu-kayık" demek oluyormuş. Son
günlerde destroyer kelimesine gazetelerde sık rastladım. Es
kiden bunun adı muhrip 'ti İngilizce destoyer, Osmanlıca muh
rip "tahrip-edici, yıkıcı" demektir; bu çeşit gemilere İtalyan
lar destruttore, Almanlar Zerstörer adını veriyor ki her ikisi
nin de anlattığı "yıkıcı"dır. Bizde haddi varsa biri çıkıp yıkı
cı yahut yakıcı gibi bir kelime ortaya atsın. Fransızcadan al
dığımız kruvazör 'ün (croiseur) kökünde croix yani haç var:
haç çizer gibi ters yönlerde bir oraya bir buraya süratle gidip
gelen gemilere Fransızlar croiseur, yani "dolaşıcı", "kol-ge
zici" adını vermişler.
Sahne arkasındaki şu kısa dolaşmamız bize yabancı dil
lerdeki birtakım kelimelerin içyüzünü göstermiştir. Yabancı
dillerin kelimeleri gökten inmemişlerdir, her ulus dilini işle
yerek kendine gerekli kavramları, adları yaratmıştır. Biz de ar
tık mal bulmuş Mağribi gibi yabancı kelimelere saldırmaya-
33
hm, "buna Türkçe ne denebilir, Türkçesi nedir?" diye düşün-
.
mekten korkmayalım, anlamadığımız kelimelerin büyüsüne
kendimizi kaptırıp alaca karanlık içinde dolaşacağımıza on
ların ne demek olduğunu araştıralım, Türkçesi yoksa, yapıla
mıyorsa, yabancı kelimeleri o zaman kullanalım ve ne oldu
ğunu bilerek kullanalım.
Ulus, 7.VI.1949
34
TÜRKÇENİN SİNDİREMEDİGİ SÖZLER
35
Teblig-etmek, iş 'ar-etmek, iskan etmek, teskin-, teşhis-,
meth-, tenkid-etmek, teksir-, tercüme-, tefsir-, tağyir-, tekdir-,
takip-, teşvik-, terfi-, te'hir-, ihbar-, icra-, teşrif-, taciz-, teb
dil-, tedip-, temdid-, tel 'in-, tamir-, tatil-, tasnif-etmek; tezki
ye-, ihale-, ifade-, tebşir-, tenbih-, istikbal-, istihrac-, istifsar-,
istidliil-, istinbat-, zerk-, tekaüt-, tegafii/-, ikaz-, tekid-, tenkil-,
taciz-, tecdid etmek. Telefone etmek, formüle-, organize-, resto
re-, dirije-, kumanda-, kopya-, enjekte-, enterese-, dikte etmek;
dejenere olmak, mağlup olmak, galip gelmek.
Dilimizdeki bu kuru kalabalıktan kurtulmak için birkaç
yol var:
1- Bu aksak mastarlar yerine sağlam Türkçe karşılıkları
kullanmak (bilgin görünmek kaygısından, alışıklığın köleli
ğinden kurtulmak şart!): bu karşılıkları halk ağzında canlı ola
rak buluyoruz:
Tayip etmek= kınamak, istikbal etmek= karşılamak, teş
yi etmek =uğurlamak, ictinab etmek= sakınmak yahut kaçın
mak, iftihar etmek= övünmek, ithal etmek= sokmak, ihrac et
mek= çıkarmak, işkal etmek= güç/eştirmek, zorlaştırmak, tard
etmek = kovmak, dahil olmak = girmek, ikna etmek = inan
dırmak, taksim etmek = üleştirmek yahut bölüştürmek yahut
pay/aştırmak, mağlup etmek= yenmek, ütmek, tefrik etmek=
döşemek, tamir etmek = onarmak, ihya etmek = ondurmak,
teskin etmek = yatıştırmak, tahmil etmek = yüklemek, teselli
etmek = avutmak, tahliye etmek = boşaltmak, tebdil etmek =
değiştirmek, tercüme etmek = çevirmek (eski Türkçe evir
mek), medh etmek= övmek, teşhir etmek= sermek (meşher=
sergi) teşcir etmek = ağaç/andırmak, teksir etmek = çoğalt
mak, tenvir etmek = aydınlatmak, temdid etmek = uzatmak,
terk etmek= bırakmak, mahcub olmak= utanmak, meşgul ol-
36
mak = uğraşmak, meşgul etmek= uğraştırmak, af etmek= ba
ğışlamak, dejenere olmak = soysuzlaşmak, (Fransızca dege
nerer'deki "gen, soy, cins" demek) , techiz etmek== donatmak,
tarh etmek = çıkarmak, cem etmek = toplamak gibi.
2- Türkçenin sindiremedikleri yerine sindirebildiklerini
kullanmak (bu sindirilmiş şekiller yabancı dildeki mastarın ya
hut benzerinin kökü olan kelimeden gelmedir):
Teşrif etmek = şereflendirmek, teşvik etmek = şevklen
dirmek, tayib etmek== ayıplamak, tecziye etmek= cezalandır
mak gibi.
3- Yeni karşılıklar bulmak (gerekirse sözler üreterek):
Neşr etmek = yayımlamak, katiyet kesb etmek = kesin
leşmek, müdafaa etmek= savunmak (1), tefsir etmek= açık
lamak, tekzib etmek= yalanlamak (Arapça tekzib, "yalancı"
demek olan kazib ile bir; Fransızca dementir de Latince "ya
lan söylemek" demek olan mentiri ile de-'den kuruludur), ic
bar etmek= zorlamak, tebrik etmek= kutlamak, sabote etmek
= baltalamak gibi.
4- Unutulanları canlandırmak:
Feth etmek= açmak (şehrin kapılarını Arapça miftah sö
zünün, yeni Rumcadan gelme anahtar 'm Türkçesi olan açar
sözü göz önünde tutula), iskan etmek= kondurmak gibi.
(1) Savmak "defve tard etmek" demek, dövünmek "kendi kendini döv
mek", yıkanmak "kendi kendini yıkamak" demek olduğuna göre, savunmak
"kendi kendini savmak yani defetmek" anlamına geliyor ki bu da istenilenin,
yani "düşmanı savma"nın tersidir. Müdafaa 'nın tam karşılığı - müşareket atlat
tığına göre: savışmak gibi bir şey olmalı (dövmek'ten dövüşmek gibi); savun
mak "bu işi savunuyorum" şeklinde i-li meful alabilir mi, bunu önce örnekler
le göstermek gerekiyor (aynı soru müdafaa için de sorulabilir). Savunmak eski
Yunancada olduğu gibi ''kendisi için savmak, kendi lehine tard etmek'._' şeklin
de medial olarak kavranabilir mi, bunu araştırmak gerek.
37
5- Türkçesini bulamadığımız mastarlan yukarda (2) da
olduğu gibi sinmiş şekle sokmak:
Muhabere etmek= haberleşmek, istifade etmek=fayda
lanmak, takbih etmek= kabahat/andırmak, tahrik etmek= ha
reketlendirmek, teşkil etmek = şekillendirmek, tasnif etmek =
sınıflandırmak, organize etmek = organlamak, telefone etmek
= telefonlamak (Fransızca masquer karşılığı maskelemek gi
bi). Türkçe bu şekilde sindirilmesi pek güç görülen yabancı
sözleri bile Türkçeleştirmiştir: ezberlemek mastarında olduğu
gibi (ezber Farsça göğüsten, yürekten demek, Fransızca par
coeur gibi). Birbirine yakın yapılı dillerde bu sindirme işi ko
lay oluyor: Fransızca exercer, Almanca exerzieren; Fransızca
tetephoner, Almanca telephonieren (bunun yanı sıra Alman
ca anrufen). Osmanlıcadaki bu aksak mastarların gülünçlüğü
nü anlamak için Fransızların diviser yerine "faire taksim " ya
hut 'Jaire bölmek " demek zorunda kaldıklarını bir an düşün
mek yeter. Dilimizin ilerleyişini hızlandırmak için onu bu kol
tuk değnekli aksaklardan kurtaralım.
Ulus, 13.VI. 1 949
38
TÜRKÇENİN YOLU
39
moğrafYa "felekiyat" ı, botanik "nebatat" ı,jeoloji "arziyat" ı,
sosyoloji "içtimaiyat"ı, matematik "riyaziye"yi, aritmetik
"hesab"ı, geometri "hendese"yi, fizyoloji "ilm-i vezaifüla
za"yı, anatomi "teşrih"i, estetik "bediiyat"ı ortadan kaldırdı
yahut kaldırmak üzere. "Darülfünun"umuzu üniversite yap
tık, "müderris "!er profesör oldu, profesör yalnız kalmadı, ya
nına asistan \ doçent 'i aldı (biri Fransız, öteki Alman söyle
yişiyle Türkçeye. gelen iki Latince kelime); üniversite, darül
fünunun "şehadetname"sine diploma dedi, "mezuniyet imti
hanı"nı beğenmedi lisans yaptı, ondaki "devri dersler" bun
da siklik (cyclique) dersler oldu. Rektör, dekan, derken sena
to ile senatörler ortaya çıktılar, gençlik artık seminer 'lerde ye
tiştirilmeye başlandı, "altı ay" a sömestr denildi, mektepler ço
cuklara artık "cüzdan" yerine karne vermeye başladılar. Sos
yete ile şirket boğaz boğazalar; karşılarına biri daha çıktı: or
taklık. Direktör ile şefserbest piyasada müdür ile rekabet ha
lindeler. "Katip"ler sekreter, "kaldırım "lar tretuvar, "hiz
met"ler servis oldu ama eskisinden pek farklı değiller. Eski
den "siyaset"te "muahede"ler büyük bir rol oynardı, şimdi
"politika"da bu rol 'pakt "lara düştü, andlaşma yerli malı ol
duğundan pek rağbet görmüyor. Ortalığı bir mesaj hastalığı
kapladı: nerdeyse hizmetçi hanımdan beye mesaj götürecek.
Faktör "amil" e, endüstri "sanayi" e, tekstil "mensucat" a pu
su kurmuş bekliyor. Konsey "şura"yı, delege "mürahhas"ı öl
dürdü. Artık "panayır, sergi, şampiyonluk" demeyi kaba bu
Iuyoruz,fuar, şampiyona diyoruz. Enternasyonal sözü bufu
ar kelimesine vurgun, ondan ayrılamıyor; her ikisi İzmir'in ha
vasını, suyunu pek beğenmişler, her yıl yazı orada geçiriyor
lar. Modası geçtiğinden mi bilmem, hanımlarımız "gerdan
lık"ı, "başörtüsü" nü attılar, onun yerine kolye takıp eşarp ör-
40
tünüyorlar. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte ofis 'lerle, ku
pon '!arla, ana karne '!erle sıkı fıkı arkadaş olduk. Türkiye'de
kombina 'lar, sendika 'lar bollaştı. iktisat fakültemiz, ekonomi
bakanlığımız var. "Hıfzıssıhha"nın yeni adı ijyen gibi acayip
bir şeydir. Eskiden batı dillerinden almış olduğumuz kelime
ler bile değişikliğe uğruyor: mobilya (doğru bir şekil) ile möb
le (mobilyalı demek olan meuble 'nin yanlış anlaşılması ve da
ha kibar sanılmasından) birbirine saldırıyorlar, musiki (Yunan
cadan gelme asıl doğru şekil) ile de müzik (aynı kelimenin
Fransızcada bozulmuş şekli): iç savaşın başka bir türlüsü.
Acente, kılık değiştirip ajans adı altında ortaya çıktı: haber
ler acentesi 'nden başka bir şeymiş sanki. · "Nevi şahsına mün
hasır" uzun geldiğinden orijinal deyip çıkı verdik işin içinden;
"enfüsi" ile "afakl"yi kimse anlamaz oldu: herkes sübjektif,
objektifdeyip duruyor: realite 'yi bilmeyen kalmadı, "şeniyet"i
anlayan var mı dersiniz? Kız enstitü 'leri (müesseseleri) açtık,
her yıl defile 'terini seyrediyoruz: kelimenin yurdu olan Fran
sa'da hem askerler hem kızlar defile yapar, fakat biliyorsunuz,
biz, kelime "fethetmeyi" seven insanlarız. "Bent"lere artık
neden bu ad verilmeyip baraj deniliyor bilmiyorum: belki
Cumhuriyet devrinin eserlerini eskilerden ayırt edebilmek
için. Eskiden "teahhur" eden trenler şimdi rötar yapmaya
başladılar. Eskiden banliyö 'ye ne denirdi bilmem. Şimdi bü
yük istasyonların adı gar 'dır (ne güzel kelime! ); bu gar lar
da büvet de vardır, peron da. Artık herkes kasiyer arıyor, "vez
hedar" a, "kasadar"a güven yok anlaşılan.
Yukardaki misaller bize bir yandan dilimize yerleşmiş
Arapça, Farsça sözlerin yerlerini Fransızca sözlere bıraktıkla
rını, öte yandan bizler için Avrupa kültürünün başlıca temsil
cisi olan Fransızların dilinden gelme sözlerin sürekli bir akın-
41
tı şeklinde Türkçeye girdiğini, bir yandan zenginleştirirken öte
yandan Türkçenin kendi gelişmesine engel olduğunu gösteri
yor. Diller birbirine bağlı kablara benzerler: kültür ve mede
niyet seviyesi yüksek olandan ötekine doğru kendiliğinden bir
akıntı başlar ve bu her iki seviye bir oluncaya kadar sürer. Av
rupa medeniyeti ve kültürü karşısındaki geriliğimiz yabancı
kelimelerin Türkçeye girişini kolaylaştırmaktadır. Bu gidişle
Arapça-Farsça-Türkçe karışımı Osmanlıca yerine, Fransızca
kelimelerle dolu bir Türkçenin doğması beklenebilir. Kültür
ce üstün ulusların kendilerini yabancı dillerin etkilerine kap
tırmadıklarını, kültür alanında zayıf oldukları bir sırada yaban
cı kelimelerin istilasına uğramış bir dilin sonradan kendisini
bundan kurtarabildiğini bize tarih gösteriyor. Ankara'daki Au
gustus ve Roma tapınağının duvarlarına bakanlar bugün ora
da bu Roma imparatorunun yaptıklarını hem Latince hem de
Heilence. olarak yazdırmış olduğunu görürler. Helienler Ro
ma boyunduruğu altına girmişlerse de kültürlerinin yüksekli
ği onları, batıda bugünkü Fransa'daki Keltlerin başına geldi
ği gibi, Liitinleşmekten kurtarmıştır. Helienler kendilerine bu
yuranları Hellence yazmak zorunda bırakmışlardır (1). Kül
tür ve politika alanında daha aşağı bir basamakta bulunduk
ları sırada dillerine girmiş olan yabancı kelimeleri atan Alman
lar onu bugün kültür dilleri arasında başta gelen bir felsefe ve
bilim dili yüksekliğine ulaştırmışlardır. Doğu-İslam kültürü
çevresi içinde yaşayan Osmanlı Türklerinin Arapçadan, Fars
çadan aldıkları, kendilerinin yabancı kurallara göre yabancı
köklerden ürettikleri yeni kelimelerle "Osmanlıca" denen bir
dil ortaya çıkıyor. Bugün iflas eden Doğu-İslam kültürüyle bir-
(1) Bugün Yunanlılar üniversite gibi pek yayılmış bir söz yerine panepis
timion gibi kendilerinin ürettikleri bir kelimeyi kullanmaktadırlar.
42
likte bu "Osmanlıca" denen dilin de yıkıldığını görüyoruz. Yu
kardaki birkaç misal bunu göstermeye yeter. Bugün kendi di
limizi, Türkçeyi geliştirmek için elimize bir fırsat ve imkan
geçmiştir. Bu fırsattan faydalanmasını bilelim, lüzumsuz ya
bancı kelimeler kullanmaktan kaçınalım, üşenmeyip her şe
yin Türkçesini arayalım, sorup öğrenelim. Sadece taklitçi ola
rak kalmamak, Avrupa kültür çevresi içinde kendimize göre
bir yerimiz ve varlığımız olmasını istiyorsak her şeyden önce
kendi dilimize güvenmemiz gerekir. Bize gereken , yabancı ke
lime düşmanlığı değil, Türkçeye karşı sevgidir.
Ulus, 27.Vl. 1949
43
-Türkçe ile uğraşan yabancılara
veH. C. Hony hayranlarına-
BİR KARŞILAŞTIRMA*
44
Arapça, Türkçe sözler giriyor: İngilizler party yerine hizb 'i
kullanıyorlar; Türkçeden İngilizceye geçen yeni kelimelerin
başında kaptı-kaçtı ile gece-kondu geliyor, Türkçe kavuşma,
meeting kelimesini İngiliz gazetelerinden kovuyor, büyük Türk
filosofu Turanlı' nın felsefesinde önemli bir yeri olan tin (din
lenmek te yaşayan, fakat sonradan din kılığına girmiş olan
'
45
Türk derseniz günümüzde olup bitenlerin bir anlatısını bulur
sunuz bu masalda. Dilimizin Türkçeleşmesi, gelişmesi için ya
pılan çalışmaları baltalamak isteyenlerin batılı müsteşriklerden
yardım beklediklerini gazetelerde görüyoruz. Anlaşılıyor ki
Avrupalı müsteşrikler arasında Türklerin Osmanlıcayı Türkçe
leştirmek amacıyla yaptıklarını yabancı sözlere karşı bir düş
manlık şeklinde anlayanlar var. Türk dil devriminin amacı,
Türkiye'nin toprak-altı zenginlikleri gibi faydalanılmadan ya
tan Türkçe kelimeleri işlemek, milyonlarca Türk'ün ağızların
da dolaşan, yaşayan Türkçe kelimeleri yazı diline sokarak onu
zenginleştirmektir ( 1). Bu devrimde Tür'ün zevkindeki deği
şikliğin, Doğu medeniyetlerinden Batı medeniyetine geçişinin,
Latin alfabesinin alınışının büyük payı olduğunu, Türkçe kar
şılıkları olduğu için Türkçeden atılan, yahut yeni üretmelerle
karşılanan kelimelerin Arapça ile Farsça gibi biri Sami, öteki
Hint-Avrupa dili olan, yapılan Türkçeye büsbütün yabancı iki
dilden olduklarını, kendisi bir Hint-Avrupa dili olan İngilizce
deki gene Hint-Avrupa asıllı yabancı kelimelerle bunların kı
yaslanamayacağını sayın İngiliz müsteşriki Hony'ye ve onun
hayranlarına hatırlatırız. Türk dilindeki değişmeler üzerine dü
şüncelerini yazmadan önce İngilizlere göre hazırlanmış yu
kardaki masalı kendi yurtları için kullanmalarını, sonra kale
me sarılmalarını yabancı müsteşriklere salık veririz.
Ulus, 4. VII. 1949
(1) Yabancı kelimeleri atarak (hem de akraba dillerden gelme) kendi dil
lerini işleyip geliştiren Almanların Almancayı fakirleştirdiklerini Sayın Honey
söyleyebilir mi? Bugünkü Alman dilinin bu yüzden İngilizceden daha fakir bir
dil olduğunu ileri sürebilir mi?
46
HELLENCE LATİNCE SÖZLER VE ADLAR
47
finin Latin alfabesindeki karşılığı c olduğu için Fransızca ile
İngilizcede o şekilde yazıldığını öğretmek gerek.
Geçen yıl İstanbul Şehir Tiyatrosu Kral ldipus' u oynaya
cağını bildirdi durdu; bu bahtsız adamın adı Milli Eğitim Ba
kanlığı' nın klasiklerinde Oidipus' tur: birincisi, bugün Yunan
cada söylenilişinin Türkçe olarak yazılışı -Rumca bilen biri
nin bilgiçliği olacak -, ikincisi bugünkü Yunanca ile eski Yu
nancadaki yazılışı ve eski Yunan söyleyişini göz önünde tu
tuyor. Bir de bu adı Fransızlar gibi söyleyip Türkçe Ödip di
ye yazanlar var.
Geçen yaz Açık Hava Tiyatrosu' nda bir koro dinlemiş
tim: sahnede ö sesi "dört elif miktarı" uzatılarak "Öridise di
rilecek" diye başladığı için öğretmen sözünden tiksinip mual
lim diyen -muallim 'deki mu'dan korkmadıkları için cesur ki
şiler olmalı bunlar- zayıf midelileri güç duruma düşürecek olan
bu ismi Hellence aslına uygun olarak Evridike şeklinde oku
salar olmaz mıydı? Olurdu ama o koroyu Türkçeye çeviren ki
şi Fransızların Eurydice diye yazdıkları adın Hellencede Eury
dike diye yazıldığını ne bilsin.
Aynı Hellence kelime bize kaç şekilde geçebilir derseniz
işte size bir örnek: "toprak" demek olan gea bizde coğrafya'da
co (ce0), jeoloji'deje, geometri'de ge olmuştur. Hellen asıllı bir
kelime vardır ki, Fransızlar hygiene, Almanlar Hygiene, lngi
lizler hygiene diye yazar, dillerinin döndüğü gibi okurlar; biz
hıftıssıhha' yı atıp yerine bir kelime arayınca bu kelimenin Av
rupa dillerinden birindeki okunuşunu kendi yazışımızla almak
tan başka bir şey yapamadık; ijiyen dedik çıktık. Fransız, g har
fini i önünde söyleyemediği,} diye okuduğu halde aslına bağ
lanıp g yazıyor, biz g sesini her yerde çıkarabildiğimiz halde
Türkçede olmayan bir harfle yani} ile yazıyor ve söylüyoruz.
48
Son zamanlarda ortalığı bir ansiklopedi salgını kapladı;
nelerin ansiklopedisi var nelerin. Bu ansiklopedi sözünü Türk
çeye nasıl alacağız diye soran olmadı (Muallimler Birliği' nin
akademisinden belki böyle sorular çıkar). Zira bizde iki esas
var: 1- Söyledigimiz gibi yazmak; 2- Başkaları nasıl söylerse
öyle söylemek Hellence yazılışı enkyklopaideia, basit olarak
Türkçe enkiklopedia şeklinde gösterilebilecek olan bu kelime
yi Fransızlar encyclopedie, Almanlar Enzyklopödie, İngilizler
encyclopaedia kılığında yazıyorlar: biz Türkçede e harfi n
önünde a gibi okunurmuş, kik/o diyemez imişiz gibi ansiklo
pedi deyip çıkıyoruz: bugün böyle diyoruz, yarın başka moda
ya uyarız. Hellence psykhologia (psikhologia, yahut psükho
logia) Fransızcada psychologie, Almancada Psychologie, İn
gilizcede psychology olarak yazılıyor: Bugün Fransızcaya di
li yatanlarımız bu kelimeyi psikoloji, yatmayanlar piskoloji
şeklinde kullanıyor : Amerikan kolejlerinde okuyanlarımıza
sorarsanız İngilizcede olduğu gibi okuyarak saykoloci deme
liyiz.
Bu çarpık kelimeler arasında Türkçeye doğru olarak ge
çen Hellence Latince sözler, pek az da olsa, var: geometri, ge
neral, doçent gibi. Fakat çarpıkların içinde etkisiz kalıyorlar,
örnek olamıyorlar. Doçent kelimesi gibi doğru olarak Türk
çeye yerleşseler, asistan dediğimize asistent, ajan' a agent der
dik, zira doc-ent Latince "öğreten" , asist-ent "yardım eden" ,
agent "eyleyen, yapan" , demektir v e okunuşları Türkçenin ay
nıdır. Milli Eğitim Bakanlığı'nın yayımladığı klasikler Hel
len, Latin adlarında bilim yolunu tutarak yazılışta ve söyle
nişte asla uymuşlardır. Klasikler için Hellence ve Latince bi
len kimselerin hazırladığı bu esasların birtakım aydınlarımız
ca göz önünde tutulmadığını esefle görüyoruz. Bu savsaklığı
49
İbrahim Alaeddin Gövsa'nın Resimli Yeni Lugat ve Ansiklo
pedi si gibi pek faydalı olabilecek, büyük bir ihtiyacı karşıla
'
50
Böyle bir tavır bir Arap adım Arapların yazdığı gibi de
ğil de mesela İngilizlerin söylediği gibi yazmaya benzer. Eski
Yunanca bilenlerin Türkçede adını Homeros diye yazdıkları şa
iri Sayın Gövsa bir Fransız şairi mi sanıyor ki lfıgatına onu Ho
mere diye geçirmiş, Aristo bir Fransız filosofu mudur ki İsken
der maddesinde "Aristote tarafından yetiştirilmiştir" deniyor
ve "Aristote 'un" diye yazılıyor? Bu kadarı bu "ansiklopedik
sözlük"teki Yunan Latin adlan çorbasını göstermeye yeter.
Avrupa'da olduğu gibi, okullarımızda Hellence (yani es
ki Yunanca) ve Latince öğretilmediği için aydınlarımızın bu
dillerden gelme kelimeleri, bildikleri Avrupa dilinin -başta
Fransızcanın- malı sanmalarından ve Türkçemizdeki "söyle
nildiği gibi yazılma" esasına uymalarından doğan bu karışık
lığın önüne geçmek için okullarımızda Hellence değilse bile
hiç olmazsa Latince öğretmekten başka yol yoktur. İçine gir
diğiniz Avrupa kültürünün etkisi altında dilimize durmadan
batı dillerinden kelimeler girdiği, bu dillerde ise Avrupa kül
türünün temeli olan eski Hellen ve Latin kültürünün mirası
olan kelimelerin sayısının pek büyük olduğu, Avrupa dilleri
nin "ölmüş diller" denen Hellence ile Latinceyi yeni kelime
ler kurarken, üretirken kullandıkları -ölen kelimeler diriltile
mez diyen alimlerimizin kulakları çınlasın- göz önünde tutu
lursa bu işin önemi anlaşılır. Doğu-İslam kültürü içindeyken
okullarımızda Arapça, Farsça okutuyorduk. Batı kültürü içi
ne yerleşmemiz için bütün Avrupalılar gibi okullarımızda Hel
lence ve Latince öğretmek zorundayız. Gençlerimizin ana dil
lerini iyice öğrenmemiş olarak üniversiteye geldiklerini yana
yakıla anlatırken bu bilgisizlikte ve düşüncelerini açık olarak
yazabilme eksikliğinde Arapça ile Farsçanın yerlerini boş bı
rakmış olmamızın büyük bir payı olduğunu unutmamalıyız.
Ulus, 24.VIII. 1 949
51
ESKİ YUNANCA VE AVRUPA DİLLERİ
52
plastic, Almancada Plastik, İtalyancada plastica; Hellence
musike, Fransızcadı musique, İngilizcede music, Almancada
Musik, İtalyancada musica olmuştur; Helence philosophie (=
hüner-sevme, bilgelik-sevme) Fransızcaya plıilosophie, İngi
lizceye philosophy, Almancaya Philosophie,.
İtalyancaya
.
filosofia; Hellence mathematike (mathema = öğrenim, bilim)
Fransızcaya mathematiques, İngilizceye mathematics, Alman
caya Mathematik, İtalyancaya matematica kılığında geçmiş
tir; Hellence grammatike (gramma = harf) Fransızca gramma
ire'in, İngilizce grammar'ın, Almanca Grammatik'in, İtal
yanca grammatica'nın; yine Hellence poiesis (poiein =yap
mak) de Fransızca poesie' nin, İngilizce poesy'nin, Almanca
Poesie'nin (öz Al. Dichtkunst), ltalyancapaesia'nın anasıdır.
Hellence epos (aslında "söz", sonra "destan") Fransızca epo
pee'de (epos ile poiein yapmak'tan kurulma), İngilizce epic
==
53
halk, agage = gütme) bütün Avrupa dillerine sokulmuş olan
eski Yunanca kelimelerdendir.
Fen alanında Avrupa'ya Hellenili 'den nelerin geldiğini şu
kelimeler gösteriyor: Hellence tekhnike (tekhne =fen; tekhni
ke =fenlik, y�i fenlik bilim, fen fenni) hangi Avrupa dilinde
yoktur? Fransızca mecanique ile machine, İngilizce mechanic
ile machine, Almanca Mechanik ile Maschine, İtalyanca mec
canica ile macchina, Hellence mekhanike (=makinelik, yani
makinefenni, makinelikfen) ile mekhane (=çare, araç, maki
ne) kelimelerini yaşatmaktadırlar. Hellence (he) hypotenusa
(= altta uzanan, alta gerili) dik açının altına gerili kenarın
(Hellence de gramma yani çizgi' nin) adı olarak Avrupa dille
rine, son olarak da " veter-i kaime" yerine Türkçeye girmiş
tir. Hellence (e) kathelos (gramme) dik-inen (çizgi) demek
olup dik-açılı üçgende " dikkenar"ın adı olarak batının ortak
laşa fen sözlerinden biridir. Geometrinin asıl şekli olan Hel
lence geômetria (toprak-ölçme, yer-ölçme), coğrafyanın Hel
lence aslı olan geôraphia (=toprak-yazım, yer tas viri), physi
-
54
"turna" kuşunun hem de ona benzeyen makinenin adıdır; Al
mancada ufacık bir ayrılık var; makinenin adı Kran, kuşunki
Kran-ich. Fransızların essai, İngilizlerin essay, Almanların
Versuch, İtalyanların saggio kelimesini ad olarak verdikleri bir
takım yazılar vardır: "deneme" anlamına gelen bu sözler Hel
lence epikheirein (denemek) kelimesinin o dillere çevrilme
leridir. Aristoteles, Topika (bu kelime de Avrupa dillerine gir
miştir) adlı eserinde tartışma-sanatını, yani dialektik'i ele alır:
dialektikçinin yeni tartışma-ustasının düşünme işine Aristo
teles epikheirein (= denemek) der. Dialektikçi, bilim-eri gibi
hakikati bulmaya kalkışmıyor, yalnızca (sadece) hakikate yak
laşmayı "deniyor". Şimdi biz Türkler de bu geleneğe uyup bir
takım yazılara "deneme" adını vermeye başladık. Bütün Av
rupa dillerine girmiş olan, şimdi de Türkçe yayınlar arasında
salgın hastalık olarak başgösteren bir kelime var: ansiklope
di. Hellencede en-kyklios paideia her hür Hellen gencinin uğ
raştığı bilimler ve sanatlar çemberini (en = içinde, kyklos =
çember, paideia = eğitim) anlatır. Bu Hellence sözler dizisi
ne peri (= çepeçevre) ile odos (= yol) kelimelerinden kurul
muş olan ve "çevre-yol, tam-çevrilme, dünyayı-dolaşma, yıl
dızların evrilişi, başı sona bağlayan sanatlı cümle" yapısı an
lamlarına gelen periodos (Fr. periode, lng. period, Al, Peri
ode, it. periodo) ile son verelim.
lskender'le acuna yayılan eski Yunan kültürünün Avru
pa'ya verdiklerinin küçük bir bölümünü eski Yunanca kelime
lerin izleri üzerinde yürüyerek görmüş olduk. Renaissance'da
Hellenliğin yeniden dirilmesiyle Hellenceyle yeniden tanışan
Avrupalı bilginler için Hellen dili zamanla yeni kavramları kar
şılmakta tükenmek bilmeyen bir taş-ocağı oluyor. Kendi yü
rüyen arabayı bulan Avrupalı, Hellence autos (=o, kendi) ile
55
Latince mobile (kımıldar, gider) sözünü birleştirip automobi
le adını veriyor. Fransız devrimi yeni ölçüler yaratırken Hel
lence "bin" demek olan khilioi kelimesini bırakıp kilo (gram
me) demiştir. Sociologie de böyle uydurma kelimelerden bi
ridir: Latince socius (= ortak, müttefik) ile Hellence logos (=
söz, öğreti) kelimesinden kurulmuştur. "Ölü" dillerden sayı
lan eski Yunanca bir kelime bugün bütün insanların ağzında
dolaşıyor: bu kelime eski Yunan filosoflarının "kesilip bölün
meyen şekil" demek olan a-tomos'u ile " bölünmeyen nesne"
demek olan atomon unun 2300 yıldır ölmediğini gösteren
'
atom kelimesidir.
Ulus, 4.IX.1949
56
IANUS BAŞI
yahut
Doğuyla Batı Ortasında
57
rese'nin ders yeri, mekteb'inyazı yeri, meşher'in teşhir yeri,
mezbaha'nın kesmeyeri, meks-efe'nin sıklaşmayeri, medfen 'in
defn yeri, mesken'in iskan yeri o lduğunu, bun lara "is m-i me
kan" den ild iğ in i eski aydınımız öğren mişt i. Arapça öğren imi
gör müş es ki lise li amil' in amel'den ge ld iğ in i, amel' in "iş" de
me k o lduğunu b iliyordu, bugün/aktör d iyen b ir aydın bunun
Lat ince facere ile b ir kö kten o lduğunu, "yapıcı", "ed ic i" an
la mına ge ld iğ in i b ilmiyor. Bu b ize ne an latır? Ne mi an latır?
İç ine g ird iğ imiz i söy ley ip durduğu muz batı kü ltüründe, es ki
den doğu kü lt ürü iç inde ki basa mağı mıza var ma mış o lduğu
muzu ! Es kiden aydın ları mız doğu kü ltüründen imt ihana çe
kilmiş o lsa lar örneğ in (mese la) do kuz, on a lab ilir lerd iyse,
ş imd iki aydın ları mız batı kü ltürü imt ihanında iki a lsa lar sev i
nebilir ler. Es ki lises i meles-efesözünü duyunca bunu usunda ke
sif, kesafet, teks-if, tekasüfsöz ler ine bağ layab iliyordu, bun lar
dan b ir in i ku llanır ken öte kiler in "b izden b ir in i a ldı, ba ka lı m
n e ile görev lend irece k?" der g ib i kend ine ba ktı klarını sezer
g ib i o luyordu. Bugün kü aydın kondansatör der ken, rezistans
derken bunu nereye bağ lıyor? Es ki lise li müderris' in ders ile,
memur ile amir' in emr ile bağ lantısın ı çı karabiliyordu, onun
kavra m haz ines inde tahmfl - hami - hamU/e - hammal - hami
le - hamil aynı ra fta yan yana göz lere yer leşt ir ilmişt i. Bugü
nün Arapçasız yet işen lise lis ine hakim ile hakfm'i ayırt ett ir
me k devey i hende kten at lat ma kt an daha zordur: Böy le ler in i
ün ivers iteden çı karıp öğretmen o lara k genç liğ in başına geç i
r iyoruz. Sonra da ün ivers ite, "lise lerden öğrenc iler zayı f o la
rak ge liyor" d iye bağırıyor. L ise öğret men ler inden h içb ir i çı
kıp, "b iz i yet işt iren ün ivers ite değ il mid ir?" de miyor.
Karşısına iisiir-i atfka tert ib i çı kınca eski aydın asiir'ın
"eser ler", atfk' in "es ki" de me k o lduğunu b iliyordu, çün kü
58
Arapça öğrenmişti. Günümüzün aydını için arkeoloji boşluk
ta asılı bir kelimedir: Onun ne demek olduğunu bilmez, onu
bir yere bağlayamaz, çünkü eski Yunanca öğrenmemiştir.
Arapça öğrenen genç nutuk - natık - mantık - intak kelimele
rini içten tanıyordu, Yunanca öğrenimi görmeyerek yetişmiş
öğretmen lojik - logos - filolog bağlantısını nereden sezsin?
Eskiler muharebe, münazara, müzakere, müdafaa, mücadele,
mütareke, musahabe sözlerinin içinde sırayla harb, nazar, zikr,
defi, cidal, terk, sohbet kelimelerini görecek kadar Arapça bi
liyorlardı, "müfaale babın"da olduklarından "müşareket" bil
dirdiklerini de öğrenmişlerdi. Şimdikiler rektör, doktor, kon
düktör, projektör, enjektör, aktör sözlerini kullanıyorlar, fakat
bu sözlerin sırayla "yönetici, öğretici, çekici (sürükleyici),
güdücü, ileri-atıcı, geri-bükücü, içeatıcı, eyleyici" demek ol
duklarını bilmedikleri gibi Latince -ter ekinin Türçedeki -ci
ekinin gördüğü işi bildirdiğini de öğrenmiyorlar. Eski aydın,
beğenmediğimiz Osmanlı aydını, fail'i fiil'den , mahmul'ü,
haml'den, mevzu'u vaz'dan çıkarabiliyordu. Günümüzün Türk
aydını süje ileobje' yi, pasifile aktifi tek tek görüyor. Latin
ce bilmediğinden aktifi aktör'e, ajan'a (agent), aksiyon'a
(action), akt'a bağlayarak sağlam bir kavramlar zinciri kura
mıyor; bu gibi yabancı kelimeleri düzensiz, dizisiz, ambarına
attığından içerde nelerin bulunduğunu kolayca seçemiyor. Es
kiden darülfünuna gelen öğrenci mudhike'nin,facia'nın, me
zuniyet'in, şura'nın, hıftıssıhha' nın, bediiyyat'ın, arziyat'ın
ne demek olduklarını, hangi kelimelerin kardeşi olduklarını
biliyordu. Bu kelimeler bugün kalp akça gibi geçmez oldu: on
ların yerini komedi, trajedi, lisans, profesör, delege, konsey,
ijyen, estetik, jeoloji aldı, fakat üniversiteye gelen öğrenci şöy
le dursun, ona öğretmenlik edecek olan bile bunların koyuk
59
(= temel) anlamını bilmiyor. Farsça okuyan eski liseli endah
ten kelimesinin bir mastar olduğunu, endaz'ın bundan geldi
ğini öğrenerek diploma alıyor, lengerendaz, silahendaz söz
lerinin kuruluşunu seçebiliyordu. Bugünün liselisi tez, tem
kelimelerinin eski Yunanca "koymak" anlamına gelen the kö
kü ile üretildiklerini anlayacak, senfoni kelimesinin kuruluşu
nu seçebilecek bilgiyi almadan üniversiteye giriyor ve -işin
üzücü yanı- orada da almadan çıkıyor. Bilgisinde böyle bir sü
rü karanlık köşeler bulunan aydın için papağan gibi öğrendi
ği yabancı kelimeler düzensiz bir yığın, karmakarışık bir çok
luk olmaktan kurtulamıyorlar; bu düzensizlik onların söyle
diklerinde, yazdıklarında kendini belli ediyor, çalışmalarının
verimli olmasını engelliyor, köstekliyor. Ancak batı kültür dil
lerinden birini yahut birkaçını iyi bilenlerde bu karışıklık ve
bulanıklık pek o kadar göze çarpmıyor. Gençlerin üniversite
ye geldiklerinde düşündüklerini açık olarak anlatamadıkların
dan, düzgün bir cümle yazamadıklarından sızlananlar, yanıp
yakılanlar, yükselmek isteyen bir balondan safra atılır gibi atı
lan Arapça, Farsça öğretimi yerine Avrupa'nın kliisik dilleri
olan Latince ile Yunancayı koymamış olmamızın büyük bir pa
yı -hem de arslan payı- bulunduğunu unutmamalıdırlar. Son
Eğitim Şurası'nda bu eksiğin görülüp boşluğun doldurulma
sı için gerekli kararların alınacağını sanmıştık: liselere bir yıl
daha verilmesi bunun yapılabilirliğini pek kolaylaştırmıştı.
Umudumuz boşa çıktı, üzüldük. Lise üniversiteye hazırlık de
mek olduğuna göre üniversitenin belli birtakım fakültelerine
gidecek öğrencilerin Latinceyle Yunancayı orada öğrenerek
gelmesini, bunu sağlayamadığımız liselerden gelenlerin bu
eksikliklerini üniversitede gidermelerini sağlamak gerek. Ay
dın diye toplum içine salı verdiğimiz kimseler batıyı sisler, bu-
60
lutlar arkasında görmekten, yan-batılı olmaktan kurtulmuş
gençler olmalıdır. Latin harfleriyle yazmak, şapka giymek Av
rupa kültürünü anlamaya, aydınlarımızı hem doğuya hem ba
tıya bakan gözleri iyi seçemeyen bir Ianus olmaktan kurtar
maya yetmez. Doğuluysak doğululuğumuzu bilelim, batılıy
sak batılılığın gerektirdiğini yapalım.
Ulus, 28.IX . 1 949
61
TÜRKÇEDE YAŞAYAN YUNANCA SÖZLER
1
62
bir arada yaşıyo r lar . Tür kler Ar apçadan, Far sçadan Yunanca
sözler aldıklar ı gibi Yunanlar ile bi r ar ada yaşamalar ı bir ta
kım Yunanca kelimeler in doğr udan doğruya Türkçeye girme
sine yol açıyo r , öte yandan Tür kçe kelimele r , yahut Tür kçe
leşmiş A r apça, Far sça spzler Yunan diline geçiyor. Bu ikinci
olayı Her deki bir yazıya bır akar ak kültür tar ihimiz bakımın
dan bizim için önemli olan bu Tür kçeleşmiş Hellence sözle
r e bir göz atalım.
"Anadolu 'nun limanları, körfezleri, suıırları, iklimi, ayaz
maları, kiliseleri, panayırları, mandıraları, fındıkları, fesle
ğen/eri, lahanaları ünlüdür " cümlesinde "ünlüdür "den baş
ka bütün kelimeler Yunancadır. Sakın yeni bir divan edebiya
tı dili yar atıyorum sanmayın! Kendimi zor laya zor laya, oyun
olsun diye bir cümle kur dum. Şimdi bunlar ın Hellence oldu
ğunu göster mek ger ek.
Önce yur dumuzun adı olan Anadolu kelimesini ele ala
lım. Okuyucular ımdan bir inin neden "babadolu" değil de
"anadolu" der gibi baktığını görüyorum. Hellenler "güneşin
doğuşu, yükselişi" demek olan anatole (okunuşu: anatoli) sö
züyle doğular ındaki ülkeleri, bunlar ar asında Küçük Asya'yı
anlatıyorlar. Bu tıpkı Fr ansızların "doğu" için Latin asıllı olup
"yükselen", 'doğan" , "çıkan" demek olan Orient ve Levant
kelimele r ini kullanmalar ına benzer : hepsinde "güneş" sözü
atılar ak kısaltma yapılmış. Biz Tür kler bile " şar k hizmeti
var " , "şarka gitti" deyip duruyoruz.Biz kendi yurdumuza şar k
der sek, batımızda oturanlar , içlerinden bir i bize gelir se "şar
ka gitti" demezler mi? "Anadolu 'nun şarkı " iki yabancı keli
me kullanar ak "doğunun doğusu" demektir . Onun için hiç ol
mazsa bir ini Tür kçeleşti r e r ek "Anadolu'nun doğusu" deme
yi sağlık veririm.Yukardaki dizinin ikinci kelimesi olan liman,
63
yabancılığını başındaki l harfi ile gösteriyor: Türkçede l ile
başlayan kelime yok derler: İnanmazsanız Türkçe bir sözlü
ğü açıp bakın. Daha Homeros'un llias adlı destanında li
men, Türkçenin liman sözü anlamında kullanılıyor. Sonra es
ki Hellencede limne "durgun su" demek. Bugünkü Yunanlar
(Yunanlılar demek yanlıştır: Türk-Türkistan, Yunan-Yunanis
tan, Türk-çe, Yunan-ca diyoruz, Yunanlıca değil) "liman"a /i
min (yazılışı: limen), "göl"e de limni (yazılışı: limne) diyor
lar. Yukardaki cümledeki körfez'e gelince: bu kelimemiz as
lında "kucak" demek olan Yunanca kolpos (başka bir şekli
korphos) sözünün bozulmuşudur. Almanlar bu anlamda Me
er-busen kelimesni kullanırlar ki "deniz-kucağı, deniz-göğ
sü" demektir. Nasıl biz denize uzanan karaya "burun" demiş
sek, Yunanlar ile Almanlar karayla kucaklaşmış denize "ku
cak", "göğüs" adını vermişler. Belki körfez'in Türkçesi var
ama biz aydınlar bilmiyoruz. Ele alacağımız dördüncü keli
me sınır'dır Sınır'ın Türkçe olmadığını söylemek biraz yürek
.
64
pek inanmayacaklar ama filoloğa zeval olmaz deyip bildiği
mizi, bulduğumuzu ortaya koyalım. Klima "eğilim, meyil, ya
maç" demek. Bununla Yunanlar yerin (= arzın) ekvatordan
(hatt-ı üstüva'dan) kutuplara doğru eğilimini, sonra da yeryü
zündeki beş iklim bölgesini anlatmışlar. -Ayazma ile kilise'nin
Hellence oluşuna pek şaşılmaz sanının. Ayazma'nın aya 'sı ,
65
rüa pontika yan i "Kara den iz li cev iz " a dını verm iş ler ; "Ka
ra den iz li " sı fatı, yan i pontika dönü p do laşıp T ürkçe de jindık
o luyor . A lmanca da "şe fta li" demek o lanPfirsich 'in başına ge
len buna çok benzer: Lat ince persicum yan i "pers li" (= far i
si) sı fatı "e lma " sözün den ayrı lı p bozu lmuş, "Fars-e lma
sı "n dan ka la ka la "Fars lı " (= Pfirs ich) ka lmıştı r. Her cev iz g i
b i her f �n dık da do lu değ ildir, iç ler in de kofo lan lar çıkar, b ize
de kofsözünü esk i Yunanca da da, yen is in de de "ha fif ", "boş "
an lam larına ge len kufos'tan çıkarmak düşer. Yunanca basili
kon (ok. vasi/ikon) Türkçeye "kra l otu " diye çevr ileb ilir : Fr an
sız lar basilic diye a lmış lar, A lman lar Basilien-kraut diyor lar,
b iz de fesleğen o lmuş; A ra pçası reyhan im iş. Lahana'yı Yu
nan ca dan geç me ler arasına katab ileceğ iz : lakhana ve lakha
nikon bugünkü Yunanca da bu sebzen in a dı o lduğu g ib i esk i
Yunanca da lakhanon "sebze '', lakhana "sebze pazarı " de
mekt ir. Batı Ana do lu'nun lahana de diğ ine doğu Ana do lu ke
lem diyor; b ir başka a dı da kapuska.
Yukar dak i uy durma cüm le den kurtu lduk . Ş im di insan la
ra geçe lim . İnsan la ilg ili Yunanca ke lime ler den b ir i iskelet'tir:
Skeletos "k urumuş ", skeleton "kurumuş vücut ", "mumya "
demek; bun dan da skeletos sözünün Türkçeye "kurumuş in
san " yahut "insa n kurusu " diye çevr ilmes i gerekt iğ i an laşı lı
yor. Omuz ke limes i de Yunanca dan geçm iş o lsa gerek: ômos
Yunanca da bu an lam da kullanı lıyor; b iz de Ana do lu'da omuz
yer ine çiğin denmes i bu düşüncey i destek liyor . İnsan sırtın
dak i tümseğe Yunan lar kampura diyor lar, sırtı t ümsek liye de
kampurisa dını ver iyor lar, aynı an lam da b ir de kampurotos var :
bütün bun lara bakı lırsa kambursözünü Yunanca dan a lmış o la
cağız. İns anların sevda' lı ları şu hulya sözüne bayı lır lar, oysa
k i h iç de bayı lac ak şe y değ ilm iş doğrusu . Kholia, esk iler in
66
"ahlat" ("hıltlar" demek, yemiş olan ahlat değil) dedikleri ve
etözde (vücutta) bulunduğunu söyledikleri dört öğeden (un
surdan) biri olansafra'nın Yunancasıdır (ötekiler "kan", "bal
gam" ve "sevda" yani "kara safra"); bunun başına "kara"nın
Yunancasını korsanız olur melan-kholia, yani "kara-safra". Bu
melankholia'yı Araplar malhulya yapmışlar, ikinci yarısını
da hulya. Kız çocukları olanlar Yunanca kholia'dan bozulma
hulya yerine "safra" adını koyabilirler. Yukarda "sevda" de
dik, "sevdalılar" dedik: sevda Arapça "kara" demek olan es
ved'in dişi şekliymiş (hacer-i esved'in ne olduğunu bilirsiniz
sanırım). Melankholia'ya yani "kara safra" ya Araplar sevda
yani "kara" demişler, biz de bu "kara"yı yeter bulmayıp da
ha karartarak kara-sevda yapmışız, "kara-safra" diyecekmi
şiz ama olmamış işte, Osmanlıca bu, uydur uydur söyle. Saf
ra Arapça olup asfar, yani sarı olduğu için bu adı almış: sarı
lık olanlar safranın san olduğunu bilirler (bize eskiden "san
ırk" yerine daha bilgin olalım diye "ırk-ı asfar" dedirtirler
di). Bugün kalkıp biz buna Türkçe olarak karaöd desek Os
manlıcacılann dili dönmez de kızarlar. Yukarda balgam de
dik de kabalık ettik, bu kabalığı onaralım: Ona eskiden bizim
bilginlerimiz lenfa derlerdi, Yunanca lemfos "balgam" de
mek ama insan bilmeyince gönül katlanıyor, ince buluyor. Os
manlıcanın bir "lenfaviyülmizac" deyimi vardır. Bunun ne ol
duğunu ben bu yazıyı yazarken öğrendim: mizac, meze etmek
ten yani "karıştırmak"tan geldiğine göre, vücudundaki sulu
öğelerin karışımında lenfa yani "balgam" ağır basarsa o kişi
"lenfaviyülmi'zac " oluyor, Türkçesini kaba da olsa söyleye
lim: "balgam-karışımlı, sümüklü, sümdük" . "Demeviyülmi
zac" olan yani "kan-karışımlı" kişi balgamlıdan ayrılıyor.
"Lenfaviyülmizac" karşılığı Fransızlarda phlegmatique, Al-
67
manlarda phlegmatisch var. Osmanlıcacılar şimdi bunu kibar
bulupjlegmatik diyorlar. Meğer Yunancajlegma da lenfa gi
bi balgam değil miymiş! Biraz düşündüm görgüm ki bizim
balgam bu Yunancajlegma'nın Türkçeleşmişi. İnanmazsanız
sessizleri karşılaştırın, yahut gidip bir köylümüze jlegma de
dirtin. Yabancı olduğunu bilsem yukarda kabalık ettim de
mezdim. Flegmatiksözü tam yabancı olduğundan, anlaşılma
dığından ince oluyor. İnsanın sümüklüsü olur da hayvanın ol
maz mı? Sümüklü böcek'e Yunanlar "salyalı" demişler: Yu
nanca saliankos ve saliankari, Rumcası salyangos. Yunanlar
"ağzımın suyu" yerine "salia", Romalılar saliva diyorlar. -
Şimdi kadınları ilgilendiren bir kelimeye geldik: loğusalık.
Araplar loğusalığa "nifas" diyorlar (Osmanlıcanın bir "hum
ma-yı nifasiyye"si vardı), Yunancada ise, liikhe, lekhôna ve
lehusa gibi üç şekli var; üstelik eski Yunancada lekhos "ya
tak" demek.
Ulus, 1 9.X. 1949
il
68
ren" kişi demek olup bugünkü Yunancadaki anlamı "beyefen
di, ağa, sahip"tir. Yunanların "otorite, hiikimlik" anlamına kul
landıkları aüthentia sözünden gelen a,üthentikos sıfatı Fran
sızcaya authentique biçiminde geçmiştir. Herkes, efendi olmaz
ya, kimi de hoyrat yahut horyat'tır: Yunancada khôra "kır, tar
la", khôriatis "kırlı, köylü, kaba, yontulmamış kişi" anlamı
na geliyor. Çiftçilikle ilgili birkaç kelime daha: Jrgat'm aslı
olan ergates "rençber, işçi, yapı işçisi ve bu işçilerin başı" de
mektir. İş karşılığı olarak Yunancada ergon kelimesi vardır. -
Fransızcaya centauree diye geçmiş olan kentaürion (kentaüris
de deniyor) Türkçede kantaron, kantaryon kılıklarına girmiş
tir. Bizde, macar-üzümü adıyla da anılan ökse-otu'nun Yunan
cası iksos olduğuna göre ökse bunun Türkçeleşmişidir. Çiçek
lerin adı geçmişken Türkçenin hiç yadırganılmayan bir keli
mesi olan demet'i unutmayalım: Yunancada demati ve dema
tion "demet'', eski Yunancada deô "bağlanmak" , desmos,
desma "bağ" anlamında kullanılır. Biz nasıl Yunancanın
"bağ" demek olan demati'sini almışsak Fransızlar da Latin
cenin/ascis (= demet) sözünüjaisceau,fasciculus (demetçik)
sözünü defascicule kılığına sokınuşlar (şimdi bizde bu boz
manın bozması olanfasikül'ü kullananlar var). " Milliyetçiler
demeti, kümesi" demek olanfaşistlik Latince " demet" sözü
nün İtalyanca kılığı olanfascio (faşo) kelimesinden geliyor.
Liman'la körfez'den başka, denizle ilgili iki kelime daha gö
receğiz: navlun ile ahtapot. Naülon (okun. najlon) ve naülos
"gemi kirası, eşya ücreti, yolcu ücreti" , naüs "gemi demek
"
69
Yukarda Anadolu kelimesini gözden geçirmiştik, şimdi
kısaca şehirlerine göz atalım: Birtakım şehirlerin adında kar
şımıza çıkan bolu sözü Yunanca şehir demek olan polis sözü
nün bozmasıdır: Gelibolu, Safranbolu, Hayrabolu, lnebo/u; bir
şehrimizde bu polis kelimesi "bul" kılığına girmiştir: lstan
bul a.dı istan-polin (= şehre) sözünden gelmedir. "Nereye?"
sorusuna en çok " şehre" cevabı verildiği göz önünde tutular
sa buna şaşılmaz. Bugün bile Yunancada Polis yani "şehir",
lstanbul şehrinin adıdır: bu tıpkı Arapların en büyük kentle
rinden birine Medine yani "şehir" demesine benzer; eski Ro
malılar da Roma diyecek yerde Latince " şehir" demek olan
Urbs kelimesini kullanırlardı.
Biraz da gözümüzü eve çevirelim. Türkçede açar diye bir
kelime vardır: kapı, sandık gibi şeyleri açmaya yaradığından
Arap da Türk gibi düşünerek.feth'ten yani "açmak"tan miftah
yazmış. Türk'ün açar, Arap'ın miftah dediğine de Yunanlar
anaktora demişler, Rumcada adı anoikterion. Eski Yunancada
anogô "açıyorum", anoiktes "açan" demek. Bize "açar" yet
memiş. Yunancasını bozup anahtar, inahtar diye kullanmaya
başlamışız. "Kilidi anahtarla açıyorum " dediğinizde iki Yunan
ca kelimeyi bir araya getiriyoruz: Yunancada kleiô "kapamak"
demektir; sürgü gibi kapamaya yarayan her şeye kleis, bizim ki
lit dediğimize kleidi ve kleidion adını veriyorlar. Avlu sözü de
Yunanca olmalı: aule (okun, avli) Yunancada "avlu" demektir.
Temel ile bodrum da Türkçeleşmiş Yunanca kelimelerdendir.
Themelion, thema, thesis, biblio-theke gibi Yunanca sözler de
the (tha kılığına da girer) "koymak" bildiren bir köktür. Türk
ler temele koyuk adını verirken tıpkı Yunanlar gibi düşünmüş
ler, fakat Osmanlılar koyuk kelimesini kaba bulmuş, temel'i
kullanmışlar. Takoz da temel gibi "koymak" kökünden geldi-
70
ğinden onu da buraya alıverelim: Eski Yunancada takos ve thô
kos "iskemle, kürsü, oturak", yeni Yunanca takos bizdeki gibi
"üzerine bir şey koyulan kütük, tahta" demektir. Eski Yunan
cada (h)üpodromos " sığınak, liman, (h)üpodrome "sığınacak
yer" demek olduğu gibi yeni Yunancada (h)üpodromos "alttan
geçecek yer" anlamına geliyor ("atmeydanı" demek olan hip
po-dromos'un hippo 'su "at", hipodromos'un, daha doğrusu hü
podromos 'un hüpo'su "alt" demektir, karıştırılmaya).
'
Kiremit de bu takımdan: Yunancada keramos, keramis
(keramidos = kiremidin) "tuğla" ve "kiremit", keramidia "ki
remit dam", eski Yunancada keramis "kiremit", keramitis "kil
li" , keramos ise "kil, çömlek, tuğla ve kiremit" demek. Yu
nanca keramos Fransızcada cerame kılığına girmiş, Yunanca
"toprak kahlar" demek olan keramika Fransızcada ceramique,
Almancada Keramik olmuştur.
Şimdi sıra fen ve fenle ilgili şeylerde. Adı geçmişken şu
sıra sözünü açıklayıverelim: seira (okunuşu: sira) " dizi, saf"
demek; " sıra dağfar"a Yunancada (e)seira oreôn diyorlar, es
ki Yunancada ise bu söz "bağ, ip, zincir" anlamlarına geliyor.
Bütün kelimeleri Yunanca yaptı diye kızmayın, Yunanca ol
duklarını sandığım kelimeleri bir araya topladım. - Bu bölü
me kağıtçılıkla başlayalım: Türkçe harita Yunancadan Arap
çaya da geçmiş olan kharta 'dan (Latince charta) gelmektedir.
Yunancada "harita"ya kharta, "kağıt"a kharti deniyor, khar
tes "kağıt, harita, vesika" demek. Bu khartes eski Yunancada
"papirüs yaprağı, yazılı eser, metal yaprağı " anlamlarında
kullanılıyor: aslında Mısır'dan gelme olacak. Yazılı eser de
mişken lncil'in ne demek olduğunu anlatıvereyim: Yunanca
eüangelion " iyi-haber", angellô "tebşir etmek, haber ver
mek", angelos "melek" (aslında "haberci" , Fransızcanın an-
71
ge'ı, Almancanın Engel'i bundan gelme) demektir. Eü-ange
lion bizim ağzımızda inci!, Romalıların ağzında evangeliun ol
muş, Romalılardan da Fransızlar Evangile, Almanlar Evan
gelium diye almışlar. Hıristiyan sözünün hikayesi de aşağı-yu
karı şu: khristos "yağlanmış, merhemlenmiş" (Hıristiyan ade
ti üzere) demek; İsa'nın bir sıfatı olarak "İsa" yerine kullanı
lıyor. Buna göre khristi anos ( 1 ) "khristos-cu, khristos-lu" ya
ni "İsa-cı, İsa-lı" demektir ("Osmanlı, İsevi, Musevi" gibi).
Makina kelimesi bizi fen alanının içine sokuyor: Eski Yunan
cada " kurnazca buluş, çare, araç, makine" (mesela tiyatrolar
daki tertipler) anlamlarına gelen, orada Latinceye machina
diye geçen mekhane kelimesi "mihaniki ve mekanik" (= ma
kinelik, yani makinelik fen, makine fenni) sözlerinin temeli
dir. Metafora yahut matafora dediğimiz şey (Yunanca metafo
ra) Türkçeye "taşıma, kaldırıp götürme" diye çevrilebilir; ke
limenin ikinci bölümü olanfora bizim anafor (Yunanca ana
fora = yukarı taşıma) sözümüzde de karşımıza çıkıyor. Eski
Yunancada "ocak, kurban sunağı, mangal " anlamlarına gelen,
bugünkü Yunancada "üzerinde öteberi kızartılan şey" ve "ya
ra kabuğu" demek olan eskhara, Türkçemizin ızgara'sıdır.
Bizde kerata diye bir kelime var: hem "ayakkabı çekeceği"ni
bildirir hem de bir "küfür"dür. Yunancada keras, keraton "boy
nuz", kerata "boynuzlar" demektir. Boynuzdan yapıldığı için
"ayakkabı çekeceği"ne "boynuz" anlamına kerata diyoruz.
Küfür olan kerata ise "boynuzlu" demektir: Eski Yunancada
kerates "boynuzlu", yenisinde keratas "pezevenk" , eski Yu
nancada kerata poiein tini, yenisinde keratanô tina "birine
boynuz taktırmak" demektir. Yazı aracına kalem demek, ayak-
72
kabı çekeceğine boynuz demeye benzer: kalamos Yunancada
"kamış, saz", eski Yunancada kalamis "yazacak saz" yahut
"tüy", kalamos "olta sırığı", Yunancada kalami "saz, ka
mış", kalamidi "olta sırığı" anlamınadır. Biz de böyle davra
nıp çalgıya ve musikiye "saz" demişiz: Aslında "saz" kaval
gibi üflenen, "çalgı" da davul gibi vurulan, çalınan alettir. Ka
lem deyince usa gönye de gelir: bizim "köşe" kelimesini kul
landığımız yerde Yunanlar gonia'yı kullanıyorlar. Yunancada
"diz" demek olan gonü bunun kardeşi. Yunancada "üçgen" in
adı tri-gonon yani "üç köşeli" : bize "müselles" yerine "üç
gen" dedirtenler tri-gonon'daki tri'yi atıp Türkçesi olan üç'ü
koymuş olmalılar. Eskiden silah olan, şimdi de oyuncak ola
rak kullanılan sapan yahut sapanta'yı Yunancada da buluyo
ruz: onlar buna sfendone diyorlar. Eski Yunanlarda bu silılhı
taşıyan erin adı sfendonetes'tir. "Üçgen" dedik de koni'yi
unuttuk: filosof Aristoteles'te "mahrut" karşılığı kônos sözü
var; bir anlamı da "çam kozalağı" olan bu kelime Fransızca
da cône, bu kelimeden üretme konikos sıfatı da yine Fransız
cada conique kılığına giriyor. Eksen kelimesi de böyle ufak
bir değişikliğe uğrayarak Türkçeleşmiştir: Yunancada aksôn
hem "mihver"i (örneğin gökyüzünün) hem de "araba dingi
li"ni anlatmakta kullanılır. Batı Türkçesinde kullanılan boru
ile Yunancada poros arasındaki benzerlik dikkate değer: po
ros "yol, geçit, etöz'deki (vücut) hava ve kan boruları" demek
tir; Fransızların "mesame" karşılığı kullandıkları pore Yunan
cadan alınmalıdır. Fener' in Yunancasıfanarion,fanari vefa
nos olduğu gibi eski Yunancada/ane "meşale" ,fanos "aydın,
parlak" demektir. Parlak şeylere gelmişken elmas'ı unutma
yalım. "Kırılmaz, gücü yenilmez" demek olan a-damas (ada
mantos == kırılmazın) adını Hellenler sert demire, yani çeliği,
73
sonra da elmas'a ad olarak vermişler. İngilizce de dreadno
ught (= korkusuz) kelimesinin savaş gemisi ismi olması ve bi
ze dritnot diye geçmesine benziyor. Mıknatıs sözünde şehir
lerimizden birin adının yaşadığını biliyor musunuz? Eski Yu
nancada magnetes lithos yahut magnetis lithos "Manisalı taş",
"Manisa taşı" demektir: Fındık kelimesinde olduğu gibi isim
atılmış, sıfat kalmış, magnetes bizde mıknatıs, Almanlarda
Magnet olmuş. Fransızlar ise a-damas'ı bir kere diamant kı
lığında "elmas" yerine, sonra aimant kılığında "mıknatıs"
karşılığı yapmışlar. Elmasın en beğenilen cinsi pırlanta imiş.
Pırlanta 'nın Yunancadan geldiğini anlatacağım sanmayın (o
nun aslı İtalyanca "parlak" demek olan brillante'dir), ben
cins'i gözüme kestirdim: Arapça cemilendirerek eskiden
"cinsler" yerine ecnas denirdi; Arapça nevi, Türkçe tür (tür
lü = mütenevvi) ne ise Yunanca genos odur (ayrıca "doğuş,
menşe, bir menşeden olanlar, soy, cins, millet" anlamlarında
kullanılıyor). Bütün bu açıklamaları beğenmeyip safsata di
yecek olan için bu safsata kelimesini de açıklayarak kelime
ler ülkesinde yaptığımız gezintiyi bitirelim. Eski Yunanili 'nde
her neni bildiklerini ve öğretebileceklerini ileri süren, karşı
sındakini kandıracak gibi konuşmasını öğretip para kazanan
sofistlerin kötü bir adı vardı; bundan ötürü özentili buluşlara,
bir sofist becerikliliğiyle işin içinden sıyrılmaya "sofistlik"
anlamınqa sofisteia denilmiş bu da Arapça yoluyla bize saf
sata diye gelmiş. Bununla aynı kökten gelen sophisma(ta) da
"özentili, aldatıcı buluş" ve "muhakeme"yi anlatıyor.
Geriye doğru bir göz atarsak ilk bakışta Türkçe, Arapça
yahut Farsça sanabileceğimiz birtakım kelimelerin Yunanca
ya dayandıklarını görüyoruz. Yalnız benzerliğe dayanarak
Türkçedeki bir kelimenin yabancı dilden geldiğini ileri süre-
74
meyiz. Uzun etimologia çalışmalarıyla o kelimenin kökünün
anlamı, yakınları aranmalı, aynı soydan olan dillerdeki şekil
leri ataştınlmalıdır. Türkçeye Yunancadan girdiğini sandığı
mız bir kelime Farsçadan yahut başka bir Hint-Avrupa dilin
den geçmiş olabilir. Bundan dolayı Türkçeyle çeşitli dillerin
bağlantılarını inceledikten sonradır ki Türkçenin bir etimolo
gia sözlüğü kurulabilir. Bu gibi çalışmalarda yanılma tehlike
si büyüktür, etimologia dil çalışmalarının en güç bir alanıdır.
Biz burada bu gibi çalışmalara yol açmak için bir derleme yap
tık. Kültürce batıya bağlanışımız bugün Fransızcadan dilimi
ze büyük bir akıntı doğurmuştur; dilimize yerleşmiş ve yer
leşmekte olan Fransızca sözlerin çoğu Yunancadan alınmadır.
Polis (Yun. politeia = şehir, devlet idaresi), lamba (lamapas
= meşale, mum, lampa lamba) gibi eskiden batı kanalıyla
Türkçeye geçmiş Yunanca sözlere bugün Fransızca yoluyla
durmadan yenileri katılıyor: müzik (Yun. musike), filoloji
(Yun. filologia), arkeoloji (Yun. arkhaiologia), estetik (aisthe
tike), hipodrom (hippodromos), stadyum (stadion), botanik
(botanike), siki (küklos), jinekoloji (günaikologia), matema
tik(mathematike),jeoloji (geologia), anatomi (anatomia), di
namik (dünamikos), senfoni (süm-fonia), antiseptik (anti-sep
tikos), trişin (trikhine) , anarşi (an-arkhia), demokrasi (demok
ratia), demagog (dem-agôgos) hep böyle yabancı devlet pasa
portlarıyla Türkçeye giren Hellenlerdir ve eski Yunancanın bi
zim için gittikçe önem kazandığını gösterir.
75
DARÜLFÜNUN'DAN ÜNİVERSİTE'YE
76
Amerikalılar 1 932 yılında Bağdat Üniversitesi 'ni kuruyorlar.
Üniversite kelimesinin ve üniversite ile ilgili sözlerin hemen
hepsinin Latince oluşu ve bunların hemen hemen bütün ülke
lerde kullanılması günümüzün üniversitelerinin, Latinceyi bi- ·
77
giden, birfakülte 'ye yazılır: alın size bir Latince söz daha: La
tince facio "yapıyorum" ,facilis "yapılır" yani "kolay" ,fa
kultas "yaparlık" yani "kabiliyet, kuvvet, yahut yapılırlık ya
ni imkan, fırsat" demektir.
Fakülte 'de derslere giren öğrencilerprofesör, asistan, do
çent diye Latince adlar taşıyan kişilerle tanışır: Latin ce pro
fessor herkesin önünde, "açıkça" (pro) "söyleyici" (fessor)
demektir. (Ut. pro-fiteor= itiraf ediyorum); Osmanlıcanın
ders-i am sözü buna yakındır. Profesör'lerden bir takımına or
dinaryüs derler: sizi ürkütmesin bu söz: ordo Latince "sıra di
zi" demektir, ordinarius da " sıradan, düzenli olarak bir işe ba
kan" anlamına geliyor .(Fransızcada ordinaire olmuş). Asis
tan 'ın Latince şekli olan as-sis-tent yahut ad-sistent " yanda
duran", "yanında bulunan", "yardım-eden" anlamiarına ge
lir. Doçent ise Latince doceo 'dan (öğretiyorum) yapılma do
cent ten (= öğreten) gelme olup "öğretici" demek olan dok
'
78
bu kelimelerin Latince aslı olan referatum "geri-taşımak", "ge
ri-getirmek," sözle yazıyla "bildirmek", "nakletmek" demek
olan referre 'den geliyor.Başı sıkıya gelen öğrenciler senato 'ya
başvururlar: Latince senatus sözü "ihtiyar" demek olan senex
kelimesinden üretmedir; Türkçeye çevirildikte "ihtiyarlar ku
rulu" kılığına girer, ihtiyarlamak demek olan "kocamak" mas
tarından isterseniz "kocatay" diye kısa bir kelime kurabilirsi
niz, danışmak'tan "danıştay" gibi. Fakültede öğrenciler birkaç
ders seçerler: bunların adı sertifika 'dır; Latincede certumfacia
"emin" , "sağlam kılmak'', "bildirmek" demek; - Osmanlıca
karşılığı tasdik-name 'dir. Böylece tasdiknameler topladıktan
sonra tez yapar (bu, Yunanca bir kelime, Latince değil: "koy
ma", "koyuş'' demek), sonra lisans imtihanına girersiniz. Li
sans sözünün Osmanlıcası icazet, "izin, müsaade" demek. "Ne
müsaadesi?" derseniz, "hocalık etme, öğretme müsaadesi" de
rim.Böylece fakülteyi bitiren epey zaman bekledikten sonra bir
diploma alır(bu, Yunanca "ikiye" [di-} "katlama" [ploma] de
mek; aldıktan sonra ikiye değil dörte bile katlanır: eskiden adı
şahadetname yani "şahitlik-mektubu" idi).
Şimdi bu kelimelerin içini dışını gördükten sonra okuyu
cularımdan biri bana "yabancı, çoğu dilimize uymayan bu söz
leri almadan darülfünun'dan üniversite'ye geçemez miydik" di
ye sorarsa ona "geçenler var" diyerek Yunanları gösteririm. Es
ki bir kültür ulusu olan bu komşularımız üniversite kelimesini
almamışlardır: Yunan üniversitelerinin adı pan-epistemion yani
"tüm-bilimlik"tir. Yunanlar doktor'a didaktor (= crğretici), de
kan'a kosmitor (düzenleyici), enstitü'ye idrima, rektör'e pryta
nis (prütanis, pritanis = düşünen, kaygılanan), sertifika'yapis
topoietikon (pistopiitikon = güven-yapan) diyorlar. "Biz de böy
le yapamaz mıydık?" diye sormayın sakın sayın okuyucularım.
Ulus, 7.Xl. 1 949
79
LATİNCE KARŞISINDA AVRUPA DİLLERİ
80
lim dili olmuş, Ortaçağ'da Avrupalı bilginler, hangi ulustan
olurlarsa olsunlar, eserlerini Latince yazmışlar, Yeniçağ içle
rine kadar uzanan bu gelenek ulusçuluk (milliyet) duygusu
nun güçlenmesiyle sarsılmıştır. Hellenlere ve Hellenceye, ya
ni asıl kaynağa dönüş ise Avrupa'da Renaissance'tan başlar.
He Hence kavramların Latince kelimelerle anlatılara,k bü
tün Avrupa dillerine yayılmalarını açık ve canlı olarak göster
mek için gramer fen sözleri (terimleri) güzel bir örnektir. La
tince grammatiGa (= gramer) Hellence bir kelimedir. Birçok
bilimin olduğu gibi gramerin de kurucuları eski Yunanlardır.
tsa'dan önce 170-90 yılları arasında yaşayan Dionysios Thrax
kendinden önceki çalışmaları tekhne grammatike adlı bir ya
zıda topluyor. Romalılar Hellenlerin koydukları fen sözlerini
Latinceye çevirerek kendi fen sözlerini kuruyorlar. Hellence
arthron (bağlantı, mafsal, sonra da "harf-i tarif") Latinceye
articulus ile çevrilerek (bu da mafsalcık, uzuv; "harf-i tarif"
ve -"zamir") bu kılıkta Avrupa dillerine giriyor (Fr. article, İng.
article, Alnı. Artikel, İt. articolo). İlk olarak Helienler kelime
leri cinslerine (gene = cinsler) göre " erkek" (= arren), "di
şi" (= thelü) ve "cinssiz" (= udeteron = hiçbiri, ne o ne o) di
ye üçe ayırıyorlar. Yunanca gene 'yi Latince genera (= cinsler;
Fr. genre, İng. genus, Alnı. Genus ve öz Alnı. Geschlecht) ile
karşılayan Romalılar cinsleri gösteren üç kelimeyi masculi
num (erkekçe, erkeklik, "eril"),femininum (kadınca, kadın
lık, " dişil") ve neutrum (ne = değil, utrum = ikisinden biri:
ne o ne o, yani " cinssiz") ile Latinceye aktararak üç gramer
bilim sözü elde ediyorlar, sonra bu çevirmeler bütün batıda bi
lim sözü (terim) oluyorlar (Fr. masculin,feminin, neutre; İng.
masculine, /eminine, nauter; Alnı. Maskulinum, Femininum,
Neutrum yanında öz Alın. mönnlich, we.iblich, sachlich). Dil-
81
deki kelimeleri "tekil, çoğul" diye sayı bakımından ilk ola
rak ayıranlar da eski Yunanlardır: Hellence " sayılar" demek
olan arithmoi, gramer fen sözü olarak Latinceye numeri ile
çevriliyor, bu numerus (= sayı) kelimesi sonra Fransızcanın
nombre 'ı, İngilizcenin number 'ı oluyor. Hellenlerin henikos
('= tekil, müfred; hen = bir'den), düikos (= ikil; düo = iki'den)
ve plethüntikos (= çoğul; plethüs = yığın, çokluk) Latinceye
sırayla singularis, dua/is, pluralis diye çevriliyor (Fr. singuli
er, pluriel, lng. singular, plural, Alın. Singular, Plural yanın
da öz Alın. Einzahl, Mehrzahl).
İsmin "hallerine" Helen gramercilerinin verdikleri ad
ptôseis 'tir (düşüşler = haller). Romalılar bunu Latince casus
(= düşüşler) ile çevirerek kendilerine mal ediyorlar; sonra bu
casus Fransız dilinde cas oluyor (İngilizler ile Almanlar ken
di dillerindeki " düşüş" kelimesi olan/ali ve Fail ile karşılı
yorlar). İsmin hallerinden birincisinin Hellence adı olan ono
mastike (onama = isim) Latinceye nominativus (namen ==
82
te, ne cins" demek; Fr. qualite, 1ng. quality, A�m. Qualitiit) ile
çevirmişlerdir. idea/is kelimesi ise Latinceye geçmiş olan Hel
lence idea 'dan yapılmış bir sıfattır.
Latincenin öz malı olarak Avrupa dillerine giren kelime
lerin başında devlet ile ilgili olanlar gelir: bunların en güzel
lerinden, en anlamlılarından biri olan res publica sözü (=
"halklık, halkça iş" demek) devlet işini hususi işten (= respri
vata) ayırıyor (Fr. republique, lng. republic). Latince imperi
um (= buyruk, buyurma kudreti) anlamının genişlemesiyle
bugün Avrupa dillerinde taşıdığı anlamı kazanıyor (Fr. empi
re, İng. empire); aynı kökten üretilme imperator (= buyruk
çu) Fransızca empereur 'ün aslıdır. "İhtiyarlar meclisi " de
mek olan senatus (senex = ihtiyar; Fr. senat, İng. senate, Alm.
Senat); "yurttaşlık" "yurttaşlar" anlamına gelen civitas (Fr.
cife, lng. city}; civitas gibi, "yurttaş" demek olan civis keli
mesinden üretme civilis (Fr. civil, İng. civil, Alın. Zivil, öz Alın.
bürgerlich) bu dizidendirler.
Avrupa dillerindeki hayvan, yıldız, ay adlarında Latin
cenin kalıtını (mirasını) görüyoruz: asinus (Fr. ane, lng. ass,
Alın. Esel); Martius mensis (= Mars-tanrı ayı), Aprilis men
sis (= açıcı ay); mensis September (= yedinci ay); Ianuarius
Mensis (Ianus-tanrı ayı); Jüppiter (= Müşteri, Jüpiter), 1-enus
(= Zühre), Mercurius (= Utarid), Saturnus (= Zuhal) bu ka
lıttan birkaç bölüntüdür. Latincenin batı dillerine verdiği ke
limelerin hepsini sayıp dökemeyeceğimiz için türlü alanlar
dan alınma kelimelerle örneklerimize son vereceğiz: subiec
tun (= alta-atılan: Fr. sujet, İng. subject, Alın. Subjekt), obi
ectum (= karşı-atılan: Fr. objet, 1ng. object, Alın. Objekt),
obstractio (= çekip-alma), aucteritas (Fr. autorite, lng. aut
hority, Alın. Autoritöt), intuitio (= içe-bakma: Fr. intuition
83
vö.}, definitio (jinis = hudut: Fr. definition vö.), activus (age
re = etmek, eylemek: Fr. actif vö.}, con-scientia (== birlikte
biliş: Fr. conscience, İng. conscience), natura (= doğuş, yara
dılış: Fr. nature vö.), murus (= duvar: Fr. mur, Alın. Mauer),
tegula (= tuğla: Fr. tuile, Alın. Ziegel, İng. tile), solidatus (so
lidus = " sağlam akça, karışık değil " sözünden gelme; Fr. sou
ile soldat, İng. soldier, Alın. Söldner ve Soldat) ve son olarak
da cultura (= bakım: Fr. culture, lng. culture, Alın. Ku.ltur).
Avrupa dillerinde yukardakilere benzer yüzlere kelime
nin yaşamakta olduğu, Avrupalı bilginlerin, hangi ulustan
olurlarsa olsunlar, teknik, botanik, zoologya gibi alanlarda ye
ni buluşlarına ad vermekte bugün de bu "ölü" dilden fayda
landıkları düşünülürse, Avrupa uluslarının okullarında klasik
dil olarak eski Yunanca yanında Latinceye de neden yer ver
dikleri kolayca anlaşılır.
Ulus, 27.XIl. 1 949
84
TÜRKÇEDE YAŞAYAN LATİNCE KELİMELER
85
sus denarius) anlamında kutlanılıyor. Guruş şekli bize Bohem
ye - Avusturya yoluyla gelmiş olmalı ( 1 ) (Almanca Groschen).
Paradan sonra en çok kullandığımız Latince kelimeler ay ad
larıdır sanırım. Romalıların Martius mensis 'i (= Mars-lık ay,
Mart ayı, Savaş-tanrı ayı) bizde Mart, Mensis Maius 'u ("bü
yüme tanrısı" olan deus Maius 'un ayı, Latincede maius "da
ha büyük" demek) bizde mayıs, A,ugustus mensis 'i (Roma İm
paratoru Oktavianus'a senatonun tö. 2 7 yılında verdiği Au
gustus adı "kutlu" anlamına geliyor; bu aya o zamana kadar
6. ay deniyordu) bizde ağustos olmuştur. Anadolu'nun birta
kım yerlerinden "nisan" ayı için bugün de kullanılan Aprıl 'da
Latince Aprilis mensis (= açıcı-ay) yaşamaktadır.
Latince testai pişmiş topraktan yapılma her türlü kabı bil
dirir; bize testi diye geçmiş. Romalılar evin çatısını örttükleri
nesneye tegere (= örtmek) mastanyla aynı kökten olarak tegu
la demişler: Latince tegula 'yı tuğla diye almışız, o işi Yunan
ca kiremid'e gördürmüşüz. Creat kelimesiyle Romalılar "te
beşir"i ve çeşitli "killi toprak"ları anlatıyorlar; bizim kireç
bundan gelme olacak. Aslında terra creta, yani "elenmiş, kal
burlanmış toprak" demekmiş, kelime benzerliğinden (Kreta =
Girit) ve Girit denizindeki Kimolos adasından gelmesi yüzün
den "Girit toprağı" diye yanlış anlaşılmış. Fransızlar ile Al
manlar "tebeşir" anlamında almışlar (Fr. craie, Alın. Kreide).
Ortaçağ'da canapeum, eski çağdaş conopeum diye Latin
ce bir kelime var: "üstü cibinlikle örtülü yatak"ın adıymış. Bu
kelime eski Yunancaya dayanıyor: konops Yunancada " sivri
sinek" demek, koni yani "mahrut" demek olan konos ile
"yüz" demek olan ops 'tan kurulduğuna göre eski Yunanlar
86
sivrisineğin yüzünün koni biçiminde yani " sivri" olduğunu gö
recek kadar keskin bakışlı imişler. Konopeion ise " sivrisinek
lik" yani "cibinlik" demek. Bizde kılığını ve anlamını biraz
değiştirerek kanape olan bu "cibinlikli yatak" ne zaman ne
yoldan bize geçmiş, orasını bilmiyorum. Kandil sözü de on
dı:ı.n daha az ilgilendirici değil. Latince candela (candere = par
lamak, ışık saçmak) balmumundan yahut içyağından "ışık"
demek; mumdan yapıldığından biz Türkler mum demişiz,
Araplar da öyle yapıp şem (= balmumu) demişler. Karagöz
oyununda kandil değil şem 'a yakıldığında dikkat edile. Eski
den Arapça cemilendirilerek güzel güzel kandiller yerine ka
nadil de diyorlardı. Latince candelabrum, Osmanlıcanın şam
dan 'ı anlamına (şem Arapça, dan Farsça) kullanılıyor. Kandil
için en uygun yer masa 'dır. Öyle ya, ikisi de Latince: mensa,
Latincede masa demek. Biz Romalıların masası 'sını almışız,
Fransızlar, İngilizler ve Almanlar ile Romalıların torunu olan
İtalyanlar Latince "tahta" demek olan tabula 'yı (Fr. İng. tab
le, Alnı. Tafel, İt. tavola). Aynı tahta üzerinde oyun oynandı
tavla diye geçmiş. Ro
ğı için bize sonra bu İtalyanca tavola,
malılar tabula 'nın küçüğüne tabella diyorlar: o da İtalyanca
yoluyla olacak, Qize tabela diye gelmiş.
Latin dili manus (= el) ile tergere 'yi (= silmek) birleşti
rerek elini sildiği ve peçete gibi göğsüne iliştirdiği keten be
. zemantele yahut mantle demiş. Türk dili de el ile bez'i bir
leştirip el-bezi yapmış, fakat Türkler bu "elbezi"ni yeter bul
mayıp Latinceden aynı bezi mendil diye almışlar. Anadolu'da
mendil karşılığı olarak çevre ile yaglık 'tan başka elbezi, elçi
li gibi kelimelerin bulunduğunu analım.
Eski Romalılardan "arabanın oku"nun adı temon 'dur (is).
Aynı kelime bugünkü İtalyancada timone kılığında hem "ara-
87
ba oku", hem de dümen anlamına kullanılıyor; Türkçede bu
kelime dümen olmuş. Latincede de buna benzer bir şey geç
miş: Eski Yunanca kübernan "gemiyi, arabayı yönetmek" de
mek; Latinceye gubernare diye girmiş, "dümen"in adı guber
naculum, "dümenci "nin adı gubernator olmuş. Latincenin gu
bernare 'si sonradan gouverner diye Fransızlara geçmiş, Fran
sızlar devlet gemisini düzenleyenlere guvernement demişler.
Masa Türkçeye geçerken yanına iskemleyi de almış: La
tince scamnulum "ayak dayayacak, oturacak tahta" demek
olan Latince scamnum 'un küçüğüdür; bize gelmiş iskemle,
İtalyanlara gitmiş sgabelle, Fransızlara varmış escabelle, Al
manlara göçmüş Schemel adını almış.
Latincede "ticaret ve tüccar eşyası" anlamına gelen com
mercium 'un Anadolu'ya (Bizans 'a) geçişi oldukça eski o lma
lı: İtalyanca commercio da ci ç okunduğu halde Latincede
=
uygun geliyor.
Türkçe iskele de iskemle gibi başına bir i gelerek Türk
çeleşenlerden biri: scalae Latincede " merdiven" demek; er
lerin savaşta şehir duvarlarına tırmanmak için dayandıkları
merdivenin adı da bu.
Dilimizdeki kiler kelimesinin Latince "yemek odası",
" erzak odası" demek olan cellarium 'dan geldiği anlaşılıyor.
İlk Roma imparatorunun adı olan, bu yüzden "impara
tor" (Almanca Kaiser, Rusça çar) anlamı kazanan Caesar ke
limesi (Iulius Caesar) Kayseri şehrinin adında yaşıyor (Latin
ce yazılışı Caesarea, Yunanca yazılışı Kaisareia).
Latince " evlenmemiş erkek" demek olan caelebs Bi
zanslıların diline giriyor, oradan da çelebi kılığında Türkçeye
geçiyor. İşimizin uğurlu gitmesi için yazımızı uğur kelimesiy-
88
le bitirelim:augur Romalılarda kuşların uçuşlarını ve başka
alametleri, belgileri yoran kahindir, augurium "yorma, ka
hinlik" demektir. İtalyancada birincisine augure, ikincisine au
gurio deniyor, Fransızlarda augure, bizde uğur (1) olmuş.
Türkçedeki Latince asıllı kelimelerin birkaçını gözden
geçirdik. İtalyanca, Fransızca yoluyla dilimize yerleşmiş olan
Latin doğumlu kelimelerin sayısı pek büyüktür ve bugün ba
tı kültürüne sıkı sıkıya bağlandığımız için Fransızca yoluyla
durmadan sayılan artmaktadır: natura.falso, kadastro, sedye,
lisans, profesör, doçent, ajans, tela, kukulata, asistan, moda,
kooperatif, konsültasyon, prensip, süje, obje,_prevantoryum,
sanatoryum gibi kelimeler asıl manalarını ancak Latince bi
lenin anlayabileceği ve aralarında bağlantı kurulabileceği La
tin asıllı kelimelerdir. Bu gibi kelimelerin ne zaman hangi yol
la Türkçeye girdiğini araştırıp bulmak güç ve yorucu olmak
la birlikte Türkçenin etimologya sözlüğü için gerekli hazırlık
lardan biridir.
Ulus, 30.XII. 1 949
22. 12. I 949, "Dil görüşümüz değişmeyecek mi? " başlıklı yazıya bakıla). Latin
ce kaynaklarda augııre ve ııguriıım lsa'dan önceki yüzyıla kadar geri gidiyor. Ben
zerlik bir tesadüf olabilir. Yunanca kairos kelimesine anlamca yakın olan ogur
sözü "imkan ve fırsat, devlet, hayır ve bereket" gibi, "vakit ve zaman" gibi an
lamlar taşımaktadır. Latince kelimelerin doğuda yayılışlarını göz önünde tutarak
bu kelimeleri bir araştırma konusu yapmak faydasız olınaz sanırız. Türk dilinin
etimologya sözlüğünü hazırlamak için bu gibi zahmetlere katlanmak gerek.
89
DÜZELTELİM
90
de tıp fakültesini bitirenlerin hepsi Dr. yani doktor 'dur. Tıp fa
kültesini bitirenlere hekim desek, Dr. med. yani "tıp doktoru"
unvanını kullanmak hakkını yalnız tıp'ta doktora yapmış olan
lara tanısak bu karışıklığın önüne geçilir mi dersiniz? Teknik
üniversitede üniversitenin edebiyat, hukuk ve öteki fakültele
rinde yalnız doktora yapanlar doktor (Dr.) unvanını kullanırken
tıp fakültesinden mezun olan herkes neden Dr.dur?
*
Sık sık kullanılan bir söz var: " Sağlam dimağ sağlam vü
cutta." Bu söz Latince mens sana in corpore sano 'nun Türk
çeye çevrilmişidir. Türkçede olduğu gibi Avrupa'da da bunu
birçok kimseler " sağlam dimağ sağlam vücutta bulunur" di
ye anlıyorlar. Bunun yanlış olduğunu çevremize bir göz atmak
la anlayabiliriz: nice pehlivan yapılı kişiler sıska düşünüşlü-
91
dür, nice hastalıklılann çürük vücutlarında keskin bir us par
lamaktadır. Bu yanlış, Latince sözün kısaltılmış olarak kulla
nılmasından doğmadır: Iuvenalis adlı Latin ozanının söyledi
ği bu sözün bütünü olan "orandum est ut sit mens sana in cor
pore sano "nun Türkçesi "Tanndan sağlam vücutta sağlam
dimağ bulunmasını dilemek gerek"tir; biz de tanrıdan sağlık
ve sağduyu dileyelim topumuz için.
Ulus, 1 1 .1. 1 950
92
DİL NEDİR, NE DEGİLDİR?
93
liriz. Bu işaretler kulağa seslenen işaretlerin ayn b\r bölümü
dür. İnsanlar bunun yanında başka işaretler de kullanıyorlar. Ma
tematikte kullanılan işaretler, mesela daha büyük >, daha kü
çük <, eşitlik = ve daha birçokları gibi. Yalnız bu kadar da de
ğil. "Evet" kelimesiyle anlattığımızı başımızı sallamakla da
anlatmaz mıyız? Kaş göz işaretiyle konuşamaz mıyız? Sahne
deki mimik bir dil değil midir? İnsan, dil yardımıyla karanlık
ta anlaşmak çaresini bulmuştur. Bu işaretler sistemi olmasa he
pimiz dilsizler gibi karanlıkta derdimizi anlatamazdık. Dahası
da var: birinin sırtını okşamakla, ensesine dokunuvermekle bir
sürü kelime kullanmaksızın takdirimizi anlatmıyor muyuz?
Kelimeler doğmaz, onları insanlar ortaya koyar, insanlar
onları kullandıkça yaşarlar, daha doğrusu insanlar yaşadıkça
kullanılırlar. Bu işaretler nesilden nesile geçer, birtakımı atılır,
yerine başkaları alınır, başkaları kurulur. "Ölü dil" diye bir şey
yoktur, kendini kullanan, ortaya koyan insan topluluğundan ay
rılmış, yazılı olarak kalınış işaretler sistemi vardır. Sonradan baş
ka bir insan topluluğu yahut toplulukları bu kullanılmayan işa
retler sistemini toptan yahut bölüm bölüm yeniden ele alabilir,
kullanabilir. Yani yabancı bir insan topluluğunun böyle bırakıl
mış, bir kıyıda kalmış işaretlerini, kendi dilindeki eksikleri dol
durmak, yeni buluşları, yeni kavramları karşılamak için aldığı
oluyor. "Ölü dil" dersek böyle bir dilin "hortladığını" da söy
lememiz gerekecek, onu hiçbir organizmada olmayan bir kılık
ta "öldükten sonra dirilmiş" olarak görmeyecek miyiz?
Yazı da bu gibi işaret sistemlerinden biri değil midir?
Yalnız kulağa seslenen dil, yazı ile göze de seslenir oluyor, ha
vada dağılıp yok olmaktan kurtuluyor.
Görülüyor ki edebi yazılarda pek yerinde olan mecazla
rı bilim konularında pek ihtiyatlı olarak kullanmak gerek.
Ulus, 1 3 .11. 1 950
94
ÜÇLÜ DİL ÜZERİNE
ram için iki, çok kere üç kelimeyi yan yana kullanan Osman
lıca eşsiz bir aşuredir. Bilim ve fen diliyle halk dili arasında
böyle bir ikilik olabilir. Fakat geniş yığının kullandığı gün
lük kavramlarda Osmanlıcanın ikiliğini, hatta üçlülüğünü ta
nıdığımız yabancı dillerin hiçbirinde bulamıyoruz. İster aydın,
ister kara bilgisiz olsun bir Fransız, sevgilisinin gözü için yal
nız kara diyebilir. Fransız için siyah diye bir şey yoktur. Hiç
bir Fransız yahut İngiliz radyosu çeşm-i siyah diye bir inilti
çıkaramaz; bu uluslarda güzelin dudağı, yanağı vardır, leh 'i,
ruh 'u, ruhsar 'ı yahut izar 'ı yoktur. O dillerde halktan biri sev
gilisini nasıl överse en büyük şairi de, bilgini de o kelimeler-
95
le över. Bir Almanın saçları agarır, beyaz/anmaz, ya ak ek
mek yer ya kara: Almancada ne beyaz, ne de siyah ekmek
yoktur. Sizi Almanya'da, Fransa'da, lngiltere'de kimse ha
ne 'sine davet etmez, evi 'ne çagırır. Şu kelimeleri bildiğiniz
yabancı dile aktarabilir misiniz: Nesim - rüzgar -yel; nevba
har - ilkbahar; jale - çig - şebnem; göz - dide - ayn; gece -
leyi- şeb. Fransız şiirlerinde gönül yanında dil, yürek yanında
kalb bulunabilir mi? Bir Alman, gözünün ışıgı 'na nur-u ay
nım, ayışıgı'na mehtap demiş midir? Bir İngilizin gögüs'ün
den başka sadr'ı, ayrıcasine'si var mıdır? Sine-i sad-pare'nin,
sadra şifa'nın İngilizce bir benzerini söyleyebilir misiniz? İn
giliz di/-i biçare mi der acaba, yoksa çaresiz gönül mü? Bir
İtalyan bir poliçenin hamil'i midir, yoksa taşır'ı mıdır, taşıyı
cısı mıdır? Bizde neden halk yitirir'ken, över'ken, yerer'ken
aydın kişi gaip, meth, zem eder? Neden askerimiz baskın ya
par, sivilimiz surprise? Neden bizlerin baba ' mızdan başka bir
de peder' imiz, ana'mızdan başka bir de valide'miz vardır?
Alın varken neden nasiye'ye, cephe'ye, kanat varken neden
cenah' a, perrübal' e başvururuz? Fransızın, lngilizin, yahut
Almanın bugu - buhar - istim, gecikmek - rötar yapmak - te
ahhür etmek diye üç ayn sözü var mıdır? Askıda bıraktığımız
meseleler birtakımımız için neden muallakta'dır? Neden Os
manlı aydını halkın yükledigi yükü tahmil, halkın boşalttı
gı 'nı tahliye eder? Neden halk için ıssız, boş olan toprak, oku
muş kişi için MU arazi 'dir? Açık memurluk neden münhal'dir,
neden açılmaz da inhilal eder?
Böyle saymakla bitmeyecek kadar ikili üçlü sözümüz var.
Ünlü bir yazarımız için bunların cevabı kolay: "Biz fatih mil
letiz, ülkeler fethettiğimiz gibi diller de, kelimeler de fethe
deriz, dilimizi zenginleştiririz." Bu cevap beni kandıramıyor.
96
Böyle bir "fatihlik" dilimizi karışık bir gecekondular ülkesi
yapar. Gecekondular ülkesinde de kültürden, medeniyetten
bahsedilemez. Bana sorarsanız, bu, bizim daha ne olduğumu
zu, kim olduğumuzu bilmememizden geliyor. Türklük, mil
let, milliyetçi kelimelerinin bol bol kullanılışına bakmayın
siz. Milliyetin, milliliğin ne demek olduğunu bizden başka öğ
renmeyen kalmadı. Biz hala Türk olmaktan, Türkçe okuyup,
Türkçe yazmaktan korkuyoruz. Bugün bile Kırgızcanın, Uy
gurcanın ne olduğunu bilmeden "Uygurca, Kırgızca kelime
ler kullanmaktansa Çince konuşurum" diye övünen aydınlar
var. Aydınlarımızın çoğu "millet" derken "ümmet"i düşünü
yor. Milliyetçilerimiz " Ziya Gökalp'tan ileri gidemeyiz" di
yerek ondan gerilere doğru yola çıkanların tekelinde. Birinci
Dünya Savaşı 'nda sırtımıza saplanan dindaş hançeri bizi uy
kumuzdan uyandıramadı. Uyanacağız, elbette uyanacağız.
Yalnız gözümüzü patlatıp dişlerimizi dökecek bir yumruğu,
belimizi kıracak bir tekmeyi beklemeden uyanabilsek!
Ulus, 30.1. 1951
97
BİR DİLİN ZENGİNLİGİ
98
çe ak'ı, yiyecek için Arapça beyaz'ı, akıcı şeyler için İngiliz
ce white'ı, bulut için Fransızca blanche'ı ayıracaksınız. Yazı
nızda şu kelime şu kelimeye daha uygun geliyor diye anlattı
ğınız duyguyu Sayın Profesör Şekip Tunç da bir iki yıl kadar
önce yazdığı bir sıra makalelerde savunuyordu. Sayın Şekip
Tunç, pek ulu bir bilgindir, ama, dil işlerinden anlamadığını o
yazılarında açıkça göstermişti. Profesör Tunç'a uyarak siz de
neden kara cahil diyoruz da siyah cahil demiyoruz diye sora
bilirdiniz. O kadar ileri gitmediğinize iyi etmişsiniz. Kelime
lerin çokluğu zenginliktir, ama bir şartla: Bu kelimeler arasın
da Fransızların nuance dedikleri "ince aynlık"lar olursa. . . Si
yah ekmek bize kara ekmek'ten başka bir şey anlatıyorsa, o za
man siyah ekmek ile kara'nın yan yana bulunması dilimiz için
bir zenginliktir. Yoksa karışıklıktır. Bu çeşit çokluğu Fransız
lar da karışıklık olarak anladıkları için, dillerini düzeltirken
ilk işleri, böyle eş kelimeleri temizlemek olmuştur.
Bir dilde yabancı kelimelerin yaşama hakkı, yeni kavram
lar getirmelerine dayanır. Sizin İngilizceden verdiğiniz misal
lerde de yukarıda belirttiğim gibi, ince ayrılıklar vardır. Ho
me ile Residence aynı şey değildir: Bizde ev mesken - ika
-
99
den İngilizlerinkine benzemez. Bir Türk çocuğu, tenvir keli
mesi içinde nur kelimesinin bulunduğunu nereden bilsin?
Türkçe aydın - aydınlık - aydınlatma - aydınlanma diye keli
me üretirken Arap, nur - tenvir - tenevvür diye bambaşka bir
yoldan bu işi yapar. Uzunca bir zaman Arapça öğrenmeden
bir Türk çocuğu emin - tenvir - emanet - teminat - müemmen
sözleri arasındaki bağlantıyı bulabilir mi? Sizin sandığınız gi
bi, aydınlatma yanında tenvirat, aydın yanında münevver, ay
dınlanma yanında tenevvür sözlerini kullanmak, Türkçeyi
zenginleştirmez. Çocuklarımızı bunları öğrenmeye zorlamak,
onlara kötülük etmek, onları boşuna yormak demektir. Bugün
düzgün Türkçe yazanların sayısının kıt olması da bu ikilik, üç
lülük, hatta -Fransızcayı da katarsak- dörtlülük yüzündendir.
Osmanlıcaya bağlı kalırsak, gençlerimizden düzgün bir yazı
beklememiz için onlara şu dilleri öğretmek zorundayız: 1 .
Arapça, 2 . Farsça, 3 . Latince, 4 . Yunanca. İlk ikisi öğrenilme
den dünün Osmanlıcası, son ikisi öğrenilmeden de günümüz
de batının etkisi altında doğmakta olan yeni Osmanlıca, yani
Fransızca ile karışan Türkçe, doğru düzgün kullanılamaz. Kul
landığı yabancı kelimelerin geldiği dili bilmeyen aydın çok ke
re yanlış yapar. Size bir örnek vereyim:
İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü Yazı İşleri Müdürlü
ğü'nün daha geçenlerde fakültelere yolladığı bir yazıda şöy-
le deniyor: "Üniversite Yönetim Kurulu 'nun .......... tarihinde
yaptıgı toplantıda, yurtlarından koparılıp tehcire mecbur bı
rakılan göçmenlerin yardımına... "
100
ni birbirine karıştırır mıydı? İşte, yabancı kelimeler insana böy
le oyun oynarlar. Size bu yalancı zenginliği bırakıp dilimizin
açık kelimelerini kullanmayı ve kullandırmayı salık vererim.
Bugünkü musikimiz üzerine neler düşündüğümü ise Nokta 'nın
ikinci sayısında bulabilirsiniz. Derin saygılarımı sunarım.
Nokta, 1 95 1 , sayı: 5
101
DİVAN MUSİKİSİ
1 02
Divan musikisi divan edebiyatının şiirlerini besteler, o görü
şe uygun şiirler yazıp besteler. ikisinin de halka yabancı bir
dille konuştuğunu görüyoruz. Halk edebiyatı karşısında divan
şiiri neyse, halk havalan, halk musikisi karşısında divan mu
sikisi de odur. İşte size bir örnek:
Esti nesim-i mevbahiir, açıldı güller subh-dem,
Açsın bizim de gönlümüz saki medet sun cdm-ı Cem;
Erdi yine ürd-i behişt, oldu hava anber-sirişt,
Alem behişt ender behişt, her gı1şe bir bağ-ı lrem.
Bir başkası:
Ldleler saçsın nesfm, gülzdra dönsün cuybar,
Feyz-i nisan ile pür olsun çemen, gelsin bahar,
Gülşeni renc-i hazan etti yeter çün tarümdr,
Feyz-i nfsan ile pür olsun çemen gelsin, bahar,
Gonce açsın güller artık şddkam olsun hezdr.
Divan edebiyatı gibi divan musikisi de sadpdre, leb-i han
dan, dil-i nalan, girye, mest, çeşm-i siyah, sdki, meyhane, mey
ile doludur. Her ikisi de liriktir;.başka bir nevi tanımazlar di
yebiliriz. Ondan dolayı batı musikisinde olduğu gibi nevi'ler
değil, fasılalar esastır. Nasıl divan edebiyatında "tragedya,
komedya, roman" yoksa, tabiat dağlan ve dereleriyle hemen
hemen hiç görünmezse, divan musikisinde de "opera, komik
opera, operet" gibi şeyler doğmamıştır, bu musiki "arya, sin
fonya, bale musikisi, serenad, sonat, concerto, marş, inter
mezzo, nocturne" gibi neviler tanımaz. Divan edebiyatı nasıl
dar bir konu çerçevesi içinde dönüp dolaşırsa, divan musikisi
de aynı darlık içinde döner durur. Divan edebiyatı nasıl belli
bir toplum içinde gelişmiş, o devrin kapanmasıyla tarihe mal
olmuşsa, doğu kültür çevresine bağlı Osmanlı lmparatorlu
ğu 'nun malı olan divan musikisi de yapacağını yapmış, vere-
1 03
ceğini vermiştir; Türkiye Cumhuriyeti 'nin batıya yönelen top
h:ıınunun arkada bıraktığı dünya içinde kalmıştır. İster ileri
Türk musikisi denilsin, ister başka bir ad verilsin, divan ede
biyatı diriltilemeyeceği gibi, o da canlandırılamaz. Divan ede
biyatının ve divan musikisinin kendi dünyalarındaki ölçülere,
değerlere göre başarıları olmuştur, fakat günümüz başka öl
çülere, başka değerlere, başka bir dünya görüşüne dayanıyor.
Böyle bir dünyayı diriltmeye çalışmak, eskiye bağlı birkaç yaş
lının, yahut yaşlı gencin kendilerini avutur, o kadar. Bundan
sonra Türk musikisi örneklerini ancak batıdan alabilir, ilham
kaynağı olarak ancak halk havalarına, halk musikisine, tür
ki'Iere inebilir, şarki'lere değil.
Nokta, 1 95 1 , sayı: 2
1 04
SAVAŞ SAKATLIGINDAN MALffL GAZİLİGE
1 05
Bir gün yine otobüsün penceresinden, geçtiğim yerleri sü
zerken, Tophane'deki bir dükkancıkta savaş sakatı sözlerini
okuyarak sevinmiştim. Demek ki orada satış yapan yurttaş,
halka doğru, Türkçeye doğru gidişi duymuş ve benimsemiş
ti. Onu bu anlayışından dolayı kutlamayı bile düşünmüştüm;
nedense olmadı. Aradan aylar geçmişti. Yine otobüs pencere
sinden dışarıya bakınıyordum. Tophane'de gözümün önüne
koca koca harflerle şu kelimeler dikiliverdi: Malul gazi. Aca
ba yanılıyor muyum diye gözlerimi açıp sağa sola bakındım.
Savaş sakatı kelimelerini taşıyan bir levha yoktu. Eski levha
yok olduğuna göre bizim savaş sakatı şimdi malul gazi olmuş
tu. Kendi kendime bu değişikliğin sebebini sordum. Tek par
ti devrinde kendisi savaş sakatı yazmı;ıya mı zorlanmıştı? - Ha
yır, böyle bir şey olamazdı. Seçimden sonra iş başına geçen
demokrat hükümetin ilk yaptığı işlerden biri de değildi bu
herhalde. Dil işlerini politika işlerine karıştıran ve bu işten an
lamadıklarını konuşmaları ile ortaya koyan birkaç politikacı
nın söylediklerinin baskısı altında mı kalmıştı? Yoksa savaş
sakatı sözlerinin demokrasiye aykırı olabileceğini mi düşün
müştü? Belki de Birinci Dünya Savaşı'nda ordularımızı arka
dan vuran Araplar elinde sakatlandığını hatırlayarak Arapça
malUl yani illetli sıfatını kendine daha uygun bulmuştu. Bel
ki de Arapça ezan ile radyodaki Kur'an ona bu Arapça keli
menin zamana daha uygun olduğunu anlatmıştır. Böyle düşü
nür dururken yine Tophane 'de yeni onarılmış ve boyanmış bir
yapı üzerinde gördüğüm bir levhada okuduğum şu sözleri ha
tırladım: Malul Gaziler Yurdu. Ferahlar gibi olmuştum. Sayın
yurttaşı savaş sakatlığı 'ndan çıkarıp malUl gazi kılan bu yeni
açılan yurdun "resmi ağzı" olmalıydı.
Nokta, 1 95 1 , sayı: 6
1 06
VATANDAŞ TÜRKÇE KONUŞ
107
bi bir sanat değerleri olmayan güfteleri, günde beş defa Arap
ça ezanı dinleye dinleye Türkçeyi unutup Arapça, Farsça ile ye
ni ve eski dünyanın çeşitli dillerinden yapılma bir "kokteyl dil"
ile konuşmaya başlayacağız diye korkuyorum. Hani, bu işi kö
künden çözmek için başka bir yol da yok değil ama bilmem
demokrasiye uygun gelir mi: Klakson yasağı gibi sokaklar ve
umumi yerlerde bir yabancı dil yasağı ...
Nokta, 195 1 , sayı: 6
108
NESİLLERİN ANLAŞAMAMASI
1 09
sil diyorlar. İş böyle olunca çocuklarına yardım etmek isteyen
ana baba ile, kardeşlerinin öğrenirken karşılaştıkları zorluk
ları çözmek isteyen ağabey yahut abla için bu yeni kelimele
rin neleri anlattıklarını öğrenmek gerekiyor. Bu hiç de güç bir
iş değil: Öğrenecekleri kelimeleri denk, alışmak, koymak, kes
mek, dokunmak vs. gibi her gün kullandıkları kelimelere bağ
layabileceklerinden, bunları öğrenmek için bir defa sözlüğe
bakmak, yahut kitaplarda bulunduğu yeri okuyuvermek, hat
ta çocuğa şeklini çizdirmek, yeter de artar bile. Dikaçı sözü
nü bir kere duymak yeter, kaim zaviye 'yi bir değil, beş değil,
on defa tekrarlamak zorundasınız; ondan sonra da çocuk ka
im ne demek, zaviye ne demek, bunları bilmeden ezberlemiş
olacaktır. Bu kadarcık bir zahmete katlanl!n eskiler, çocukla
rına, kardeşlerine yardım edebiliyorlar. Genç nesillerle anla
şamayanlar, yardım etmeye gönüllü olmayan, herhangi bir ba
haneyle başından savmak isteyen, bezik ve poker, kokteyl par
tilerinde dolaşmaktan, sinema sinema, komşu komşu sürt
mekten, dedikodu yapmaktan vakit bulamayan ana babalar,
ağabeyler ve ablalardır. İşte yaygaracıların iddialarında doğ
ru olan nokta budur. Fakat bunu böylece anlatsalar, gülünç ola
caklarını bildiklerinden, öte yandan politikacılık, devrim düş
manlığı, kin ve yaranma gibi türlü sebeplerden, halkın düşü
nüşünü bulandırıp faydalanmaktan, günümüzün deyimiyle
" demogogie" yapmaktan kendilerini alamadıklarından haki
kati ezip büzüp bu kılığa sokuyorlar.
Bu yaygaracılara göre, analarla babalar Türkçe öğrenecek
. lerine, çocuklarımız, anlaşılması şöyle dursun, söylenmesi bi
le güç olan birtakım Arapça sözleri hafız gibi sallana sallana
ezberlemelidirler. Yaşlılar, bundan sonra gelecek Türk nesille
ri için ufacık bir zahmete katlanmamalı, tam tersine, bundan
sonraki nesiller bugün yaşamakta olan birkaç yaşlının rahatı
1 10
kaçmasın diye binlerce yıl fafızlık etmeli, yüz binlerce körpe
beyin hırpalanmalı, iyice anlayabilmek için o kelimelerin gel
diği yabancı dili öğrenmek için boşuna yıpranmalıdır.
Nesillerin birbirini anlamamasından daha tabii ne olabilir?
Hangi ülkede, hangi çağda gençlerle yaşlılar birbirini anlamış
lardır? Birçok devrim yapan Türkiye'de nesiller arasındaki ay
rılığın, anlaşmazlığın büyüklüğünden değil, küçüklüğünden,
azalmasından korkulabilir. Yaşlılar gençleri ne kadar anlamıyor
sa, devrimler de o kadar tutunmuş demektir. Ömürleri kafes ar
kasında geçmiş kadınlar ile onlara bu hayatı yaşatmış olan er
kekler bugün delikanlılarla kızların arkadaşça bir arada yaşa
malarını, çalışmalarını, denize girmelerini, okulda yan yana
oturmalarını anlayabilirler mi? Yaşlılar gençlerin evde rahat ra
hat oturmak varken dağlara tırmanmalarına, dere tepe dolaşma
larına, yorulup terlemelerine şaşmazlar da ne yaparlar? Yaşlı
lara baba ile oğulun, öğretmen ile öğrencinin iki arkadaş gibi
konuşup dertleşebileceklerini anlatabilir misiniz? Yaşlılar eski
den, kızların yedi yaşında çarşafa sokulduklarını görmüşken,
genç kızların kollarını, göğüslerini açmalarını nasıl anlarlar?
Çarşaf içinde yetişmiş ana, kumsalda mayo ile dolaşarak ser
pilmiş genç kızıyla anlaşabilir mi? Eski nesil rakıdan hoşlanır
ken yenisi liköre, şaraba, biraya iltifat edecektir. Eskiler radyo
yu Batı musikisi çalarken, yeniler "dil-i biçare" diye inlerken,
ahlar oflar çekerken kapatacaktır. Eskiler yeniyi benimsemeye
ceğine göre, gençlerle yaşlıların anlaşması bütün devrimlerin
ortadan kalkmasıyla olur. Milli eğitim işlerinde sözü geçenler
arasında devrimlerimizin bir bütün olduğunu anlamayanların
bulunuşuna şaşıyoruz. Dildeki ikiliği kaldıracağız diyenlere so
ruyoruz: Musikideki ikiliği, yaşayıştaki ikiliği, giyinişteki iki
liği de kaldırabilecek, bize de inadiye giydirebilecek misiniz? . .
Nokta, 195 1, sayı: 3
111
OSMANLICANIN ÇÖKÜŞÜ
TÜRKÇENİN KURTULUŞU
1 12
(mefkure, müessese, hars, ictimaiyat, şahsiyet vö. gibi) söz
lerle karşılamaya çalışıyordu. Şimdi bunu yapamadığı gibi es
kiden yerleşmiş olan karşılıklar da ya büsbütün kullanılmaz
olmuş yahut olmak üzeredir. NasıJ "üniversite" darülfanun 'un
yerini aldı ise "profesör" müderris 'i, "diploma" şahadetna
me 'yi, "enstitü" darüttedris 'i yahut müessese 'yi, "enskripsi
yon" kaydı, "lisans" icazet'i yahut mezuniyet 'i, "rektör" da
rülfünun emini 'ni yerinden atmıştır. Öğrencilere artık cüzdan
değil "karne" veriliyor. Osmanlıcanın ictimaiyat 'ı "sosyolo
ji", bediiyat 'ı "estetik", ilm-i tabakatülarz 'ı yahut arziyyat 'ı
"jeoloji '', hikmet-i-tabiiye 'si "fizik", ruhiyat 'ı "psikoloji" ,fe
lekiyat 'ı "kosmografya", ilm-i vezaifiilaza 'sı "fizyoloji", hif
zıssıhha 'sı " ijiyen" , lisaniyat 'ı " lengüistik" , darülelhan 'ı
"konservatuar", darülistihzarat'ı " laboratuar", sarfve nahv 'i
"gramer", buhran 'ı "kriz", mütereddf'si "dejenere ", fen 'i
"teknik", devri'si "siklik" (cyclique), ameli'si "pratik", na
zari 'si "teorik" siyaset 'i "politika" , hars 'ı "kültür", maden 'i
"metal", katib 'i "sekreter", teşkilat 'ı "organizasyon" olmuş
tur. Artık kız enstitülerinde "resm-i geçit " değil defile yapı
lıyor, �lbiselik kumaşlarda "kusur" değil, "defo " olmaması
na bakılıyor. "Kredi" itibar-ı mali yi "kapital" sermaye yi
' , ' ,
"servis " hizmet 'i, "tekstil " mensucat 'ı, "sosyete" şirket 'i,
,,
"dünya turu" devr-i alem 'i, "şan teganni 'yi ya unutturdu ya
unutturmak üzere. Enfüsi, afaki, vetire, şeniyet bugün pek az
kişinin anladığı sözlerdir: anlaşılmak istiyorsanız " subjektif,
objektif, prosessüs, realite" diyeceksiniz. Bugün "fuar"a meş
her, "aktif" efaal, "pasif" e rnünfeil, " santral" a merkez, "sük
se "ye rnuvajfakiyet, "teori "ye nazariye, "kuran"a ceryan,
"enteresan"a alakabahş, "kalite"ye keyfiyet, "rötar"a teah
hur, "faktör"e amil, "aksiyon"a amel, "baraj "a bent, "vete-
1 13
riner" e baytar, "egoist" e hodkam yahut hodbin, "enternasyo
beynelmilel, " şans "a talih, " lise"ye idadi, "miting"e
nal" e
mecma yahut tecemmu, "ideal"e mejkUre diyen bir Osmanlı
ile kolay kolay karşılaşamazsınız. Oldukça kısa bir zaman
içinde Osmanlıcanın/ı rka 'sı "parti" , ictimai'si "sosyal" , ce
miyet 'i "sosyete" , şura 'sı "konsey", muahede 'si "pakt", en
cümen 'i "komisyon", murahhas 'ı "delege" olmuştur. Nasıl
paşa gidip "general" gelmişse, devletli, hazretleri gibi Osman
lı tabirleri "ekselans" ve "majeste" gibi frenkçeleri karşısın
da, şapka giyeli fesin görünmeyişi gibi, ortadan çekildiler.
Bugün Osmanlıcanın yaşayabileceğini sananlar bile sabah şe
rifleriniz hayrolsun, akşam şerifleriniz hayrolsun, af edersi
niz, teşekkür ederim yerine "bonjur! ", "bonsuar! ", "pardon! " ,
"mersi! " demektedirler. Osmanlının hekim dediği "doktor"lar
bugün zerk değil "enjeksiyon" yapıyorlar, içlerinden cerrah
değil "operatör" çıkıyor, ameliyat değil "operasyon" yapıyor
lar. Osmanlıcanın batılı yabancı kelimeleri bile bugün başka
şekilde ortaya çıkıyorlar: musiki ile "müzik" , sigorta ile "asü
rans" acente ile "ajans " gibi.
Osmanlıca böylece yıkılırken Türkçe kendini bu yıkıntı
dan kurtarmaya çalışıyor. Bu şuurlu hareket ilk meyvelerini
vermiş, Türkçe çetrefillikten, şişirmekten, kökleri bugünün
gençleri için anlaşılmayan kelime sürülerinden arınmaya baş
lamıştır: yalanlamak (tezkib etmek), baltalamak (sabote et
mek), ortaklık (şirket), ortak (şerik), uçak (tayyare), uçaksa
var (tayyare-dafi), ögrenci (talebe), sözlük (lı1gat kitabı), d�r
gi (mecmua), basın (matbuat), yayın (neşriyat), düzen (ni
zam), öncü (pişdar), artçı (dümdar), er (nefer), ışın (şua), di
lekçe (istida), eğitim (terbiye), ısı (hararet), ge/enek (an ane),
'
1 14
tırma (müzayede), yapı (bina), yüzyıl (asır), bilim (ilim), bil
gin (alim), düşünür (mütefekkir), geçmiş (mazi), tekel (inhi
sar), yermek (zemmetmek), övmek (medh etmek), yetki (sela
hiyet), toplama (cemi), çıkarma (tarh), çarpma (zarp), savsak
lamak (ihmal etmek) gibi sözler bugün hiç yadırganmadan kul
lanılmakta, yazı dilimizi zenginleştirip güzelleştirmektedirler.
Uzun yüzyıllardan sonra bugün dil devrimimiz Türk aydınla
rını basmakalıp, kökü bilinmez yabancı kelimelerle değil, ara
larındaki bağlantıları, kökleri, kuruluşları kolayca seçilebile
cek, sezilebilecek Türkçe sözlerle düşünmek ve düşündüğü
nü yazmak bahtlılığına kavuşturmuştur.
Türk Dili, 1 950, seri III, sayı: 1 4- 1 5
1 15
TERİMLERE DAİR
1 16
ni ortaya koymak (bu işin başarılması için fen sözlerini koya
cak olan bilginlerin eski Yunanca ve Latince bilmeleri yahut
bu dilleri bilenlerle işbirliği yapmaları gerekir).
2. Bunları açıklayacak Türkçe karşılıklar ile birlikte ge
ri kalan fen sözlerini kendi dilimizden almak, yani Türkçe fen
sözleri yapmak.
"Türkçe fen sözleri" ile temel davaya girmiş bulunuyo
ruz. Bu güç ve önemli davanın çözülmesi uzun hazırlıklar is
ter. Güç ve uzun çalışmalara katlanılmazsa ortaya konan eser
eksik, yanlış olur, dayanamaz, tutunamaz. Bu hazırlıkların ne
ler olduğunu bulmak için kendimizi fen sözlerini koymakla
görevlendirilmiş bir bilgin tutalım. Önce karşılıkları istenen
fen sözlerinin Fransızca, Almanca ve İtalyancalarının takım
takım kategorilerine göre toplanmış listelerinin elimizde bu
lunması gerek. Bu işi batılı bilginler yapmış olduğundan bi
zim bu gibi sözlüklere başvurmamız kolay bir iştir. Böyle ya
pınca düşünce ile ilgili fen sözleri üzerine çalışırken karşımı
za pensee, ide, reflexion, meditation, conception, jugment,
consideration, Speculation yahut Aperçu, Association, Ein
fall, Eingebung, Erleuchtung, Gedanke, Inspiration, Jntuioti
on gibi diziler çıkacak.
İkinci iŞ, yabancı dildeki bu takımlar karşısına Türkçe- -
mizdekileri dizmek olacaktır; bu iş güçtür ve şimdiye kadar
yapılmamıştır. Türkçe sözleri böyle kategori takımları düşün
ce kümeleri içinde toplayan sözcükler Türk dili hazinesini or
taya çıkaracak, fen sözlerini koyan kişiye malzeme verecek
tir. Böyle bir sözlüğün veya sözlüklerin eksiksiz olması için
şunları toplamak gerekir:
a) Türk aydınının dilindeki kelimeler,
b) Bugün Anadolu'da çeşitli ağızlarda yaşayan kelimeler,
1 17
c) Eski Anadolu Türkçesiyle yazılmış eski Osmanlıca
eserlerde ve çeşitli vesikalardaki kelimeler,
d) Öteki Türk lehçel_erindeki eski yeni kelimeler.
Bu çalışmalar için Avrupa Türkologlarının yayınlarından
faydalanabiliriz, faydalanmak zorundayız. Kategorilere ve si
nonimlere göre yapılmış büyük sözlükler Türkçenin ne bakım
dan zengin, ne bakımdan yoksul olduğunu bize gösterecektir.
Bunlarsız yapılan çalışmalar eksik malzemeye dayanır, güç
leşir. Fen sözlerimizle uğraşacak bilginler bu sözlüklerdeki ke
lime takımlarını Avrupa dillerindeki takımlarla karşılaştıracak
lar, birbirine uyanları alacaklar, uymayanlara, eksiklere kar
şılık bulmak için ondan sonra kelime üretme, kelime uydur
ma yoluna gireceklerdir. Elinde Türk dilindeki geometrik şe
kil adlarını bir arada gösteren bir sözlük bulunmayan bir ma
tematik bilgininin fen sözlerindeki durumu, kötü malzeme, ek
sik aletlerle çalışan bir ustanınkinden ayrılmaz.
Böyle bir sözlük, Divanü Lugat-it-Türk'te "murabba"
karşılığı törtgül (törtgil), Uygurcada tirtkil bulunduğunu, "mü
selles"e üçgül, üçgil, üçkil denildiğini gösterecektir. Fen söz
lerini koyacak bilgin bunları yeter görmezse ancak o zaman
başka bir yol arayacaktır. Yalnız, karşımıza çıkan bir kelime
nin anlamını bildiren alfabetik sözlükler bu gibi çalışmalarda
kullanılamaz: Kullanmaya kalkarsak aradığımız her kavram
için bütün sözlüğü başından sonuna kadar okumamız gerekir.
Çeşitli Türk lehçelerindefikir ve köşe karşılığı kaç kelime var
dır diye soran birine cevap verebilmek için bugün Tanıklarıy
la Tarama Sözlügü, Söz Derleme Dergisi yahut Sözlügü gibi
Dil Kurumu'nun yayımladığı sözlüklerden başka daha birçok
sözlükleri baştan sona taramak zorundayız, çünkü elde alfa
betik olarak hazırlanmış çeşitli sözlükleri kategorilere göre ta-
1 18
kımlandırarak birleştirmiş bir sözlük yoktur. Gönül ister ki ma
tematik terimleri yapacak bilginlerimizin elinde Türkçede ma
tematik terimi olarak kullanılmış olan ve kullanılan bütün ke
limeleri toplayan bir sözlük, coğrafya terimleri yapacak bil
ginimizin elinde Türk dilinde bugüne kadar coğrafya ile ilgi
li kaç kelime yaratılmışsa hepsini takım takım toplayan bir söz
lük bulunsun. Türk dilinde çeşitli arazi şekillerine verilen ad
ları bir arada bulamayan bir bilginimiz Avrupa dillerindeki
coğrafya fen sözlerini nasıl karşılayacaktır? Elinde bu gibi söz
lükler bulunmayan bilgin Türkçe karşılığı öğrenemeyecek,
karşılığı olanlara da karşılık aramaya çalışacaktır.
Türkçede karşılığı olmadığı anlaşılan bir fen sözü için
başvurulacak iki yol vardır:
a) Mürekkep kelime yapmak (dilde yaşayan kelimeler
kullanılınca hiç yadırganmaz).
b) Analogio'ya başvurarak yeni kelimeler üretmek (uy
durmak).
İkinci yol üzerinde durmak gerek. Bilginlerimizin üret
me işinde başarılı olabilmeleri, Türkçenin her türlü imkanla
rından faydalanabilmeleri için anlattığımız sözlükler yanında
bu bilginlere yol gösterecek kısa, açık, aranılan çabuk bulu
nan gramerlere ihtiyaç vardır. Fen sözleri üreten bir matema
tikçi, bir coğrafyacı bu gibi kısa gramerlerde şu gibi sorulara
hemen cevap bulabilmelidir: Türkçede isim nelerden ve nasıl
yapılır, fiil nelerden ve nasıl kurulur? Çünkü her matematik
bilgini aynı zamanda bir Türk dili bilgini değildir.
Görülüyor ki fen sözleri yapacak bilginler işe başlama
dan önce bizden yardımcı sözlükler, eserler isteyeceklerdir.
Bunların hazırlanması Türk dili ile uğraşan bilginlerimize dü
şer. Bu hazırlayıcı çalışmaları yanlışsız, eksiksiz olarak ancak
1 19
Avrupalıların kurup geliştirdikleri dilbilim 'in metodlanna gö
re çalışmasını bilenler başarabilir. Üniversite içinde ve dışın
da bulunan bu gibi kimselerin sayılan, başarılması gereken işin
büyüklüğü ve güçlüğü karşısında pek kabarık olmadığından,
kendilerinden, işbirliği yaparak bütün güçleriyle çalışmaları
nı istemek zorundayız. Üniversitelerimizin Türk dili kolların
da yapılacak lisans, doktora gibi çalışmalar için fen sözleri
mize hazırlık olabilecek konular seçilirse dil davamızın çözü
lüşüne gençlerimizin de yardımı dokunmuş olur.
Ulus, 5.1. 1950
120
AVRUPA KÜLTÜRÜ VE BİZ*
1
121
cümeler büyük bir yer almakta, sayıca Bakanlık yayınlarını
belki kat kat aşmaktadır. Fakat bu eserlerin çoğu modern eser
ler ve güzel yazılardır (belles lettres), Thukydides'in bir sö
züyle bunların çoğu "agônisma es to parakhrema atoüe
ien "dirler (o an için dinlenecek bir gösteri parçası), Bakanlı
ğınkiler gibi "ktema es aiei " (hep kalan bir mal) değil.
Batı kültür dünyasının ortak malı olmuş edebi, tarihi ve
felsefi eserleri bir araya getiren bu çevirme kitaplığı yazarla
rın hayatı ve eserleri üzerine bilgi veren biyografik ve monog
rafik araştırmaları da ayrı ayrı yardımcı diziler içinde topla
mayı unutmamıştır. Bu neviden ilk kitap Yunan mitologyası
üzerine yazılmış bir eserdir.
Böylece, değer bakımından olduğu gibi sistemli bir ça
lışma olarak da bu yazılar kitapçıların piyasaya sürdükleri ter
cümelerden ayrılmaktadır. Bu ayrılıklara bir de çevirmelerin
dili ve doğruluğu bakımından gösterilen özenme ve dikkati de
katmak gerek. Tercümelerin kontrolden geçirilmesinin bir il
ke olarak kabullenilmesi bu dikkati gösterir. Bu tercümeler
den okullar için özellikle elverişli olanlar açıklamalar ve gi
riş ile donatılarak "okul klasikleri" adı altında ayrı bir seride
toplanarak öğretmenlerle öğrencilerin faydalanmasına sunul
muştur.
Milli Eğitim Bakanlığı 1 927-28 yıllarında, yani Latin al
fabesinin kabulünün öngününde (arifesinde) "Cihan edebi
yatından nümuneler" adı altında batı dillerinden tercümeler
yayımlamıştır. Çoğu kısaltılarak yapılmış olan ve alfabe de
ğişikliğiyle duran bu tercümeler son tercüme faaliyeti ile kar
şılaştırıldıkta 1 928 ile 1 940 arasındaki 12 yıllık bir Latin al
fabesi devrinde Türkiye'nin batı kültürü alanında yaptığı atı
lış ve ilerleyişin önemini görmemek mümkün değildir. Bu atı-
122
lışta yabancı ülkelere tahsile gönderilen gençlerin büyük ro
lü olmuştur.
Batı dillerinden edebi, tarihi ve felsefi eserlerin Türkçe
ye çevrilmesi yeni bir şey değildir:
Cumhuriyet döneminden çok önce XIX. yüzyılda "Tan
zimat" denen reformlar yüzyılında Osmanlı İmparatorlu
ğu'nun Avrupa medeniyetine bağlanma denemeleri ile birlik
te Türk aydınları Avrupa dillerini öğrenerek Avrupa edebiya
tını tanımaya başlıyor, yabancı dildeki eserlerden edindikleri
bilgileri, bu eserlerde karşılaştıkları düşünceleri yazdıkları ya
zılarda yaymaya, tanıtmaya çalıştıkları gibi -burada ilk Türk
gazetesinin 1 83 1 'de kurulduğunu hatırlamak faydalı olacak
tır- doğrudan doğruya çevirmeler de yapıyorlar. Fakat düşü
nüş alanındaki Avrupalılaşma, askerlik, tıp ve teknik alanın
daki Avrupalılaşma kadar hızlı olmuyor. Basım sanatı Türki
ye 'ye l 729'de girdiği, Mühendishane-i Bahri-i Hümayun
1 795 'te kurulduğu, Batı tıbbı 1 839'da kurulan Mekteb-i Tıb
biye-i Adliye-i Şahane ile yerleştiği, 1 943 'te Harbiye açıldı
ğı halde, 1 869'da kurulan üniversite irticabaskısıyla iki yıl son
ra kapatılmak zorunda kalıyor.
Doğu-İslam kültürüne olan sıkı bağlılık, reform hareket
lerindeki sallantılık, doğulu ve batılı müesseselerin yan yana
yaşaması şeklindeki dualisma, yabancı dil bilenlerin azlığı,
Türklerin batı fikir hazinelerine daha fazla sokulmalarına en
gel oluyor. Batı edebiyatıyla tanışma XIX. yüzyılın ikinci ya
rısında kuvvetleniyor. Batı dillerindeki edebi, felsefi, tarihi
eserlerin Türkçeye çevrilmesi bu zamanda başlıyor ve çevir
melerin sayısı gittikçe artıyor. Yalnız bu tercümeler sistemli
olmaktan çok tesadüfidirler. Fakat Avrupa edebiyatıyla tanış
ma, drama, roman ve hikaye gibi edebi nevileri Türkçeye ka-
1 23
zandıracak kadar kuvvetlenmiştir. 1 859 ile 1 900 arasında, ya
ni aşağı-yukarı 40 yılda batı dillerinden yapılan tercümeler -
ki bunların ezici bir çoğunluğu Fransızcadır- değerleri ve se
çilişlerindeki isabet bir yana, - sayı bakımından Cumhuriye
tin son on yılında, o da yalnız Milli Eğitim Bakanlığı'nca ya
yımlanan tercümelerden çok geridirler. Tanzimat edebiyatın
da Fransız tesirini inceleyen bir kitaptaki tercüme listesinde
( 1 ) 1 859 yılı için Fenelon, Fontenelle ve Voltaire'den parçalar
veren bir kitap ile bir de Fransızca birkaç şiir tercümesi gös
teriliyor. 1 862 yılı Fenelon'un Les aventures de Tetema
que 'mm iki ayrı tercümesini, 1 869 Moliere'inLe mariagefor
ce 'si ile George Dandin 'inin çevirmesini, 1 870 Bernardin de
Saint-Pierre' in Paul et Virginie 'si ile Chateaubriand'ın Ata
la 'sını getiriyor. Başlangıçta bir iki tercüme eser getiren yıl
lara karşılık -hiç getirmeyen yıllar da var- sonraları tercüme
eserlerin sayıları artıyor.
Türk kültür hayatındaki son on-on iki yıllık gelişme Cum
huriyetin kuruluşundan sonra yapılan reformlardan hız almış
tır. XIX. yüzyılın reformlarıyla başlayan dönem Türkiye'de
Doğu-İslam müesseseleriyle Avrupa'dan alınan müessesele
rin yan yana yaşadıkları bir geçiş dönemidir ve bu devir Bi
rinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılışı
na kadar süregelmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuyla girişilen re
formlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun mirası olan ikiliğe (du
alismaya) son vermiş, Türkleri kesin olarak batı kültürü ve me
deniyeti çevresine sokmuştur. Medreselerin kapatılması, okul
ların ve mahkeme teşkilatının dünyalaştırılarak dinin etkisin- .
(1) Tanzimat Edebiyatında Fransız Tesiri, Cevdet Perin, Edebiyat Fakül
tesi yayınlan, İstanbul; Fransızcadan yapılan çevinnelerin yıllara göre yapılmış
bir listesini vennektedir. Mustafa Nihat Ôzön Son Asır Türk Edebiyatı Tari
hi'nde, s. 224-23 1 'de hangi yazarlardan neler çevrildiğini gösteriyor.
1 24
den kurtarılması ve böylece öğretimde birlik sağlanması, şe
ri 'ye mahkemelerinin kaldırılmasıyla mahkemeler teşkilatının
dünyalaştırılması, daha xıx. yüzyılda kısmen dünyalaştırıl
mış olan Türk hukukunun Avrupa medeni ve ceza kanununun
alınmasıyla tamamıyla İslam dininin etkisinden kurtarılması,
Avrupa takviminin kabulü bu reformların başlıcalarıdır.
Bu reformlarla Türkiye Cumhuriyeti Türk milletini sa
dece dıştan Avrupalılaştırmakla kalmamış, ona Avrupa'nın
ruhunu ve düşünüşünü de vermeye çalışmıştır. 1 928 yılı Ka
sımının 3 ' ünde Latin yazısının kabulünün Türkiye'de kültür
hayatının gelişmesinde büyük rolü olmuştur. Konsonantlara
önem veren bir Sami dili olan Arapçaya uyan Arap yazısı çok
sayıda vokal isteyen ve bambaşka yapıda bir dil olan Türkçe
nin ihtiyaçlarını karşılamaktan çok uzaktı. Bu durum eski Yu
nanların Sami, Finike yazısını alırken karşılaştıkları güçlüğe
benzer. Yunanlar işlerine yaramayan sessiz harflerin işaretle
rini kendi ihtiyaçları olan sesli harflerin işaretleri olarak kul
lanmakla kendi dillerine uygun bir alfabeye kavuşmak husu
sunda önce Romalılara, onlar vasıtasıyla bütün Avrupa'ya ve
bugün de Türklere faydalı olmu�lardır. Kendi dillerine uyma
yan Arap yazısının yüzyıllar boyunca sıkıntısını çekmiş olan
Türkler, eski Yunanların Finike alfabesinde değişiklik yap
makla başardıkları işin büyüklüğünü bütün öteki uluslardan
daha iyi takdir edecek durumdadırlar.
Türk üniversitelerinin gelişmesi de Cumhuriyetin batılılaş
ma yolundaki kesin kararını açıkça gösteriyor. 1 933 yılında
Türkiye'nin biricik üniversitesi dağıtılarak yeniden esaslı bir şe
kilde düzenlenmiş, bilim seviyesi yabancı profesörlerle yüksel
tilmiştir. Bu kurumun batılı bir kurum olmak azmi o zamana
kaqar taşıdığı Arapça dar-ül-fiinun adını bırakıp batı ulusları-
1 25
nın çoğunda ortak olan üniversite adını almasında olduğu ka
dar, o günden bugüne dek gösterdiği gelişmede de belli oluyor.
Mesela edebiyat fakültesinin öğretim kürsülerine bir göz ata
cak olursak, 1933 reformu sırasında mevcut olan "Garp edebi
yatı" kürsüsünün bugüne kadar şu dört kürsüyü doğurmuş ol
duğunu görüyoruz: 1 . Fransız ve Roman filolojisi, 2. İngiliz fi
lolojisi, 3. Alman filolojisi, 4. Yunan ve Latin filolojisi. Ayrıca
yine bu zaman içinde arkeoloji, estetik ve sanat tarihi, Arap ve
İran filolojileri ile eski Ön-Asya dilleri ve kültürleri kürsüsü
nün kurulduğunu görüyoruz. 1 935 yılında batı filolojilerine pek
büyük yer ayıran ve daha sonra Ankara üniversitesinin bir fa
kültesi olan Dil ve Tarih-CoğrafYa Fakü.ltesi kuruluyor.
Milli Eğitim Bakanlığı'nın adı geçen çevirmeler kitaplı
ğını bütün bu gelişmelerin çerçevesi içinde ve Türkiye'nin ba
tı kültürünü daha geniş çevrelerce kavranılır kılmak için attı
ğı büyük bir adım olarak görmek gerekir. 1 941-42 yıllarında
böyle bir adımın atılabilmesini sağlayacak unsurlar hazırdı:
· tahsilini Avrupa'da yaparak üniversitelerde öğretim üyesi olan
gençlerin sayısı ile bunların yetiştirdikleri öğrencilerin sayısı
böyle bir çevirme çalışmasını başarıyla yürütecek kadar kuv
vetlenmişti.
Milli Eğitim Bakanlığı 'nm dünya edebiyatından tercüme
lerine ayn bir önem verdiren nokta, eski Yunan ve Latin eser
lerinin ayn iki seri halinde tercümesinin unutulmamış olma
sıdır. Çevrilen eski Yunan eserleri yayımlanış yıllarına göre
şunlardır:
194 1 : Sophokles (1- Kral Oidipus, 2- Philoktetes, 3- Trakhis kadın
lan, 4- Elektra, 5- Antigone, 6-Aias, 7- Oidipus Kolonos'ta),
1942: Platon (1- Kriton, 2- Lakhes, 3- Lysis, 4- Kritias, 5- Menon,
6- Alkibiades, 7- Apologia, 8- lon, 9- Euthyplıron),
126
1 943: a. Platon (1- Phaidon, 2- Theages, 3- Rakipler, 4- Sofistes,
5- Protagoras, 6- Küçük Hippias, 7- Philebos, 8- lkinci Al
kibiados, 9- Hippias ile Kleitophon, 1 O- Minos, 1 1- Epino
mis, 12- Timaios, 13- Phaidros, 14- Mektuplar),
b. Euripides (1- Herakles, 2- Hekabe, 3- Alkestis, 4- Mede
ia, 5- Elektra),
c. Aristoteles (1- Atinahlann devleti),
1 944: a. Platon (1- Kratylos, 2- Meneksenoz, 3- Devlet adamı,
4- Devlet /II),
b. Euripides (Bakkhalar),
c. Ksenophon (Anabasis),
d. Lukianos (Seçme 1 ve il),
e. Aristoteles (Politika 1-3),
1 945: a. Platon ( 1 - Theaitetos, 2- Euthydemos),
b. Euripides (1- Helene, 2- lphigeneia Aulis'te),
c. Arrianos (lskender'in Anabasis'i 1),
d. Solon (Şiirler),
e. Plutarkhos (1- Hayatlar :XXI: Lysandros - Sulla; Hayatlar
VI: Perikles - Fabius),
f. Aiskyhlos (Agamemnon),
g. Aisopos (Masallar),
1 946: a. Platon (Devlet iV. Kitap),
b. Aristophanes (Kurbağalar),
1 947: a. Aristophanes (Barış),
b. Aristoteles (Organon 1 ve il),
1948: Hesiodos (İşler),
1 949: a. Euripides (Hippolytos),
b. Lukianos (Seçme ili),
c. Arrianos (lskender'in Anabasis'i il. kisım),
127
1941 'de Herodotos 1 .-4. kitap, ile Odysseia 1 .-12. kitap; 1942
Odysseia 13-24; 1943 Herodotos 5. - 9. kitap; 1 948 Antik Fels�fe;
Sokrat'tan önceki Yunan filosoflarından kalan kırıntıların çevrilme
leri; 1950 Thukydides, 1 . kitap.
Bu çevirmeler, İ slam dünyasındaki eski Yunan eserleri
nin ilk çevrilişi değildir. Arap imparatorluğunda, özellikle Ab
baslılar döneminde Bağdat'ta Harun ve Ma'mun zamanında
Yunan eserleri Arapçaya çevriliyor. Aristoteles, Platon, Euk
leides, Hippokrates, Porphyrios, Galenos, Ptolemaios, The
ophrastos Arapların tanıdığı Yunan düşünür ve bilginlerinin
başında geliyor. VIII. ve IX. yüzyıl Araplarını ilgilendiren, Yu
nan felsefesi, tıbbı, astronomisi ve matematiğidir. Buna kar
şılık lyrik, drama, tarih ve mitologya için aynı ilgiyi duymu
yorlar. Türkçeye çevrilen Yunan eserlerinin başında Sophok
les'in yedi tragedyasının bulunuşu, Odysseia'nın, Euripides
tragedyaları,nın, Aristophanes komedyalarının, Theokritos 'un
şiirlerinin Türkçeye çevrilmesi o zamanki Arap-l slam dünya
sıyla bugünkü Türk-l slam devletinin eski Yunan eserleri kar
şısındaki tavırları arasındaki ayrılığı gösteffJlek bakımından
çok manalıdır. Bugün Türklerin eski Yunan eserleriyle ilgilen
mesi bir humanisma hareketi şeklindedir. Yunan biliminin ve
felsefesinin mahsullerinden çok Yunan edebiyatına ve sana
tına karşı ilgi duyuluyor. Eski Yunan mitologyasının ve sana
tının ilgi toplaması da bundandır. Türkçeye çevrilen Yunan
eserleri arasında ikinci defa basilmasına lüzum görülen ilk
eserlerin Platon'un Phaidon 'u ve Devlet 'i ile Sophokles 'inAn
tigone 'si ve Elektra 'sı olması, Yunan tragedyalarının sahne
de temsil edilmeleri bunu açıkça gösterir sanıyoruz. Batı-Hı
ristiyan dünyası karşısında Doğu-İ slam dünyasını temsil et
tiklerinden Avrupa'nın Renaissance hareketine katılmayan
128
Türkler, batının, kazandığı üstünlük karşısında doğunun yıkı
lışından sonra eski Yunan kültürüyle ilk olarak bugün doğru
dan doğruya temas imkanı buluyorlar.
İslam kültür çevresi içindeki Türklerin klasik dilleri olan
Arapça ve Farsçanın 1 928 yılının bir Eylülünde okul program
larından kaldırılması Cumhuriyetin kültür alanında gözlerini
batıya çevirmek niyetinin kesinliğini açıkça gösteriyor. Bun
dan yedi yıl sonra 1935'te kurulan Ankara Dil ve Tarih-Coğ
rafya Fakültesi Avrupa kültür çevresinin klasik dilleri olan
Yunanca ile Latinceyi öğretmeye başlıyor. İ stanbul Üniversi
tesi Edebiyat Fakültesi de 1 942-43 ders yılında çatısı altında
bu filolojilere yer veriyor. Ankara'da Yunanca ve Latince öğ
retiminin başlamasından birkaç yıl sonra İstanbul ve Anka
ra'da bazı liselerde Latince öğretiminin başladığını görüyoruz.
Böylece, kaldırılan doğu kültürü klasik dilleri yerine batının
klasik dillerinin konulmasında ilk adım atılmıştır. Bugün La
tincenin yanında okullarda Yunancanın da yer almasını bek
lemekteyiz. Başlangıçta üniversitelerde yabancı profesörler ta
rafından yapılan Yunanca, Latince öğretimi bugün yerli un
surlar elindedir.
Eski Yunan kültürüyle tanışma Türkiye'de bir nevi Rena
issance doğurabilecek mi sorusunun cevabım önümüzdeki yıl
lar verecektir. Zayıfda olsa, daha şimdiden dergi ve gazete ma
kalelerinde, karikatürlerde, şiirlerde bu tanışmanın izlerine
raslarnaya başlanmıştır.
Kültür çevresindeki değişikliğin kesinliği dilde de ken
dini gösteriyor. Arapça öğretiminin kaldırılması ve Latin ya
zısının kabulü ile Türk yazı dili iki yönde gelişmeye başlamış
tır: Türk dilindeki Arapça kelimeler yerlerini ya batı kültür
çevresinin ortak kelimelerine yahut da Türkçe kelimelere bı-
129
rakmaktadır ve bu sonuncular halk arasında yaşayan kelime
ler ve "neologisme"ler olmak üzere ikiye ayrılmaktadırlar. tık
ve orta öğretimde kullanılan "terminologie" tamamıyla Türk
çeleşmiştir. Bundan 25 yıl öncesine kadar batı kültüründen alı
nan mefhumları karşılamak için Türk aydınları Arapça "ne
ologisme"lere başvururken bugün bunları ya Türkçe kelime
lerle karşılamakta yahut çoğu Greko-Latin asıllı olan bu or
tak kelimeleri kullanmaktadır: yakın zamana kadar kadın has
talıklarına bakan hekime Türkler Arapçadan alınma bir keli
me ile "nisai 'yeci" derlerken bugün ginekolog yahutjineko
log adını vermektedirler; kültür sözü karşılığı olarak kullanı
lan Arapça hars, ideal karşılığı olmak üzere Arapça fikrden
uydurulan mefkure "neologisme"i yerlerini "kültür" ile " ide
al"e bırakmak zorunda kalmışlardır. Bu misaller çoğaltılabi
lir. Bugün Türk gazetelerinde delege, konsey, pakt gibi Fran
sızca kelimelere sık sık raslayabilirsiniz. Daha 26 yıl önce
bunların Arapçaları kullanılırdı.
Bütün bu saydığımız değişmeler Osmanlı İmparatorlu
ğu'nun XIX. yüzyılda başladığı reformların Türkiye Cumhu
riyeti'nin kuruluşundan sonraki reformlarla tamamlandığını,
Türklerin 1 50 yıllık bir gelişme ile kesin olarak doğu kültür
çevresinden batı kültür çevresine geçtiklerini göstermektedir.
Son yıllarda Türklerin içine girdikleri bu kültür çevresini je
netik ve historik olarak kavramaya çalıştıkları görülüyor. Böy
lece Atlantik Paktı son olarak yalnız komşu ve dost iki mille
ti, Yunanistan ile Türkiye'yi bir kader birliğine bağlamış de
ğildir. Aynı zamanda Avrupa kültürünün ilk halkası ile son hal
kasını birleştirmiştirı
Kültür çevresi değişikliği, Arapça öğretiminin kaldırıl
ması, Türkçenin ihtiyaçları göz önünde tutularak hazırlanan
130
yeni Türk alfabesinin Arapça kelimeleri yazmaya yeter olma
ması Türkiye'de bir dil sorusu doğurmuştur. Bu soru büyük
kısmıyla çözülmüştür; okullar Türkçe bilim sözleri (= terim
ler) ile çalışmaktadırlar; kendi zamanlarında bunların Arap
çadan üretilmişleri kullandığından eski nesil bu yeni sözlerin
yabancısıdır. Avrupa kültüründen Türklere geçen milliyetçi
lik, bugün Türk hudutları içinde halk ağzında yaşayan keli
melerin ihtiyacı karşılamaya yetmediği yerlerde eski Türk dil
anıtlarında bulunan bugün kullanılmaz olmuş kelimelerden de
faydalanmak istediğinden, Türk dil problemi bir bölümüyle
Yunanlı dostlarımızın dil problemi olan kathareuousa demo
tike çarpışmasına benzemektedir. Avrupa dilleri nasıl Latin
ceye karşı ayaklanarak birer milli bilim dili olmuşlarsa, Türk
çe de bugün Arapçadan tamamıyla ayrılarak Batı kültür çev
resi içinde milli bir bilim dili olmak yolunu tutmuştur.
Türk Dili, 1 952, sayı: 1 1
131
AVRUPA K ÜLTÜRÜ VE BİZ *
il
Sayın dinleyicilerim!
Avrupa'nın medeniyet ve kültür alanındaki ezici üstün
lüğünü gören, Avrupa kültür çevresine girmenin kaçınılmaz
lığını anlayan Atatürk, birçok devrimle bizleri Asyalılıktan
kurtarıp Avrupalılaştırmaya çalışmıştır. Fakat o bizim sadece
Avrupa medeniyetinin bir taklitçisi olmamızı istememiştir.
Avrupalılaşırken kendi benliğimizi yitirmememiz, yeni girdi
ğimiz kültür çevresi içinde bir şahsiyetimiz ol�ası için dil ve
tarih devrimlerini yapmıştır. Bu devrimlerle bize dilimizin
Osmanlıcadan öteye uzandığını, tarihimizin Osmanlı tarihini
aşıp çok daha gerilere dayandığını göstermiş, bize dilimize,
tarihimize güvenmeyi öğretmiştir. Fakat içimizde bugün de bu
nu öğrenmemiş olanların bulunduğunu görüyoruz. Bu gibile
re göre Türkçeden başka her dilde kelime uydurulabilir: icti
maiyat diye bir kelime yapılabilir, bunun modası geçince La
tince ortak, yoldaş demek olan socius ile Yunanca logos keli
melerinin bir araya getirilmeleriyle kurulmuş olan sosyolo
gia 'yı, hem de aslıyla değil de Fransız ağzında bozulmuş olan
okunuşuyla yani sosyoloji şeklinde alıp kullanabiliriz. Fakat
1 32
bunu yapamayıp Türkçe karşılığını aramak ve toplum-bilim
gibi bir şey ortaya atmak cinayettir. Böyleleri her yabancı di
le inanır, yalnız Türkçeye inanamazlar. Bunlar Toros Ekspre
si 'ni İstanbul'a ya 4 saat teahhur 'la yahut da 4 saat rötar ile
getirirler, bu ekspresin 4 saat gecikme 'sine yahut 4 saatlik bir
gecikme ile gelmesine imkan yoktur: ya rötar yapar yahut te
ahhur 'la gelir. Bir enterval kelimesi vardır: sakın yerine ara
lık gibi bir söz koymaya kalkmayın, büyük bir suç işlemiş
olursunuz. Zavallılar, bu Fransızca enterval sözünün Latince
inter-vallum kelimesinin bozulmuş şekli olduğunu ve kazık
arası demek olduğunu nereden bilsinler. Almanlar radyo ye
rine rundjimkyani "teker-kıvılcım", telefon yerine Fernsprec
her yani "uzak-konuşucu " kelimelerini yaratıp kullanabilir
ler. Türkler için bu yasaktır. Fransızcada haut-parleur yani
"yüksek-konuşucu" diye bir kelime yapılabilir, Almanlar da
aynı şeye laut-sprecher adını verebilirler, Türkçede bunlara
gür-söyleç diye bir karşılık bulmak günahtır. Türkçeye İ stan
bul münevverlerinin dilinde bulunmayan bir kelimeyi sok
mak barbarlıktır. Der.nek, ortaklık, birlik kibar değildir: ya ce
miyet diyeceksiniz yahut sosyete. Gaip etmek varken bütün
Anadolu'nun kullandığı yitirmek sözünü kullanmak bir zevk
sizliktir. Öğretmek mastarının Almancası lehren, İngilizcesi
to teach 'dir, öğreten kimseye Alman lehrer, İngiliz teacher ya
ni öğretici der. Türkler muallim demelidir, öğretmen yahut öğ
retici diyemezler. Radyoda konuşana İngiliz speaker der, ya
ni to speak (konuşmak) mastarından "konuşucu" diye bir ke
lime kurar, aynı şeyi Alman ansagen mastarından çıkarak dn
sager der; speaker gibi hazır bir kelime varken biz Türklerin
yorulmamıza, karşılık aramamıza ne lüzum var. Devlet De
miryollan.Ankara gar 'ına levhalar astırır: /. peron, //. peron
1 33
vs. Bunun yerine konabilecek bir kelimemiz var mı bunu kim
arar kim sorar? Eşeğe, ata binmeye yarayan yerlere binek ta
şıdediğimizi hatırlayıp /. binek, il. binek demek olur, ama in
ce gar sözüne yakışmayan bir kelime.
Görüyoruz ki dil devrimi bir zihniyet, bir düşünüş devri
midir. Türkçeye inanmak, Osmanlı tarihinin, Osmanlıca tari
hinin dar hudutlarından kurtulup Türk tarihinin, Türk dilinin
genişliğine girebilmek, dar görüşlülükten kurtulmak demek
tir. Başlayan bu devrimi başarabilmek için çok çalışmamız, yo
rulmamız gerekiyor. tık hedefimiz, Türk dillerinin tarihini,
anıtlarını hiç olmazsa Avrupalı bilginlerin bildiği kadar öğren
mek olmalıdır. Biz yalnız teknikte, çeşitli bilim konularında
değil, Türk dili tarihi alanında da Avrupalıların ardı sıra yü
rümekteyiz. Geriliğimizi bir tek misal ile göstereyim:
.......... ( 1)
1 34
BATI KÜLTÜRÜNÜN ORTAK KELİMELERİ
KARŞISINDA BİZ VE BAŞKALARI
135
kı1re; individu ferd; sociologie içtimaiyyat; subordonne
= = =
1 36
sanın dünyadaki rolünü ve son olarak da şahsiyeti, ferdiyeti
· anlatıyor. Latince personalis ve personale bir kelimenin sıfa
tıdır. Bu iki kelime Fransızcayapersonne ve personnel(le) di
ye geçiyor, bunlara bir de personnalite 'yi katalım. Fransızca
subordination, coordination, con-vention, sujet (Lat. sub-iec
tus =alta atılan, konulan), objet (Lat. obiectum öne karşı
=
1 37
Fr. personne Yun. prosopon (rol ve şahıs)
Fr. personnel (to) prosoptikon
(ta) doulika
Fr. personification (he) prosopopoiesis
Fr. personnel prosoptikos
Fr. personalite prosoptikotes
Fr. socio-logue (Ut. socius, Yu. logos 'tan) koinoino-logos
Fr. socio-logie koinonio-logia
Fr. subordination (he) üpotage
Fr. coordiner paratasso
Fr. con-vention (he) sün-theke
Fr. con-ventionn-el sün-themat-ikos
Fr. sujet üpokeimenon
-Fr. sub-ject-if üpo-keimen-ikos
Fr. sub-ject-iv-ite (he) anti- keimenon
objet (to) anti-keimeğon
ob-jec-tif anti-keimen-ikos
[objectif (fotgr. ve dürbün) antikeimenikos phakos
(phakos = mercimek ve adese)]
Fr. ideal: (isim) (to) idanikon, (sıfat) idanikos
Fr. idealiser eks-idanikevo
Fr. idealisme (to) idanismos
idealismos
Fr. individu (to) atomon (hem "ferd" hem "atom")
Fr. individuel atomikos
Fr. individualite atomikotes
Fr. individualisme atomismos
Fr. individualiser diakrino atornikos.
Yunancanın bu özelliği günlük dile geçen en yaygın ke
limeleri de içine alıyor: Otomobi/ 'in Yunancası autokineton,
1 38
sigorta şirketinin asphalistike hetairia, ajan 'ın praktor 'dur.
Radyoda konuşana bizim gibi spiker değil, omilitis diyen Yu
nanlar kruvazör 'e dromoni, kredi 'ye pistosis diyorlar. Ban
ka 'nın Yunancası trapeza 'dır (dörtayak masa). Kendi dilimiz
den faydalanmakta komşularımızdan örnek alabiliriz.
Türk Dili, 1 952, sayı: 1 2
1 39
DİLDE ZEVK
1 40
ler. Onlarca kaide, kural 'dan, şu kir 1i mütefekkir, düşünür 'den
daha ahenklidir. Kıvanç sözünü halk kullanıyormuş, onlara ne:
böyle iğrenç bir söz ağza alınır mı? Kelime dediğin revanş, maç,
vinç, gar, caz, lalettayin, muamele, alelacele, maamafi, bina
enaleyh veya dağdağa, mağdur, narh, tarh gibi güzel, ahenk
li, kulağa hoş gelir şeyler olmalı. Bu "zevkiyyun" için Türk
çede ruh karşılığı tin diye bir kelime bulunması kadar saçma
bir şey olamaz. Size böyle tek heceli zayıfbir kelimeyle Türk
çenin çirkinleşeceğini anlatırlar, anlatırlar ama ruh 'un yanı ba
şında yine ruh gibi tek heceli Almanca Geist'ı aynı anlamda
kullanmakta olduklarını hiç düşünmezler; ten, tez, tem sözle
rinin kaç heceli olduğunu ilk duydukları zaman sormamışlar
dır. Modaya uyup İngilizce öğrenmeye başlamışlarsa "ince" de
mek olan thin 'i, "ruh" demek olan soul'u, "hayalet" demek olan
ghost'u övünerek kullanırlar. inşa-at, ihrac:at, idhal-at, ten
sik-at, talim-at gibi yabancı sözlerin sonundaki at'lar Arap at'ı
olduğundan seslerini çıkarmayan bu "ehl-i zevk" danıştay, sa
yıştay, kurultay gibi Türkçe sözlerin tay'lanna içerlerler. Ne
den hatır gönül sözündeki Arapça hatır, sonra İngilizce "çift"
anlamına gelen: ve kibar hanımlarca tenis yarışlarında kullanı
lan dablı (double), "yürek" demek olan hart (heart), ''kaça" kar
şılığı olan hav maç (how mach) güzeldir, nedenjaketatay, tay
yör, tay (taille) güzeldir de danıştay çirkindir? Size hiç bir İn
gilizin çıkıp da "Ben hart hurtlu, cast custlu İngilizce iste
mem!" diyeceğini düşünebiliyor musunuz? Teberru, bağış'tan,
medh, övme'den; selamlamak esenlemek'ten; Fransızca le bon
sens'ın Osmanlıcaya çevrilmesi olan aklı-selim, sağ-duyudan;
merasim, tören 'den daha mı ahenklidir? Neden bu zevk sahip
leri macun derler de acun diyemezler? Ulu Tarın Türk dilini
bu çeşit kimselerin elinden ve dilinden koruya!
Pazar Postası, 1 95 1 , sayı: 3
14 1
MELETOS VE DİL DAVASI
142
mayan Burhan Felek' in dil davası üzerine, hem de Dil Bayra
mı günü, yazı yazmasına şaştım. Felek, gecekondu üsluplu bü
yük yazarlarımızdan biridir. Çay sandığı, gaz tenekesi, otomo
bil ambalajı gibi şeylerden yapılan bir gecekondu gibi, bu ta
nınmış yazarımızın eskiyip kullanılmaz olmuş kelimelerden,
gümrükten yeni girmiş tabirlerden uyduruluverilmiş bir yapı
üzerine şuraya buraya artık yağlı boyalar sürülmüş alaca bu
laca bir üslubu vardır. Bu üslup dil davası adlı "ilmi", "icti
mai" ve "siyasi" makalede de kendini gösteriyor, hem de bay
ramlık kıyafetiyle. Bakın muhdes, ilmi unvan, selahiyet-i il
miyye'den yapılma bir sarığı, jeni, realite, laborant'tan yapıl
ma silindir şapkaya dolayıvermiş. Önce vakıalar'dan bahset
tikten sonra yan yolda "şimdi bir de realiteler bakımından tet
kik edelim cümlesi gösteren bu yazıda Türkçe yanlışları ile
"
1 43
kale, kitaplar istemek herkesin hakkıdır. Bu (?!) muharrirle
rin, müelliflerin işidir. Yeni tabirler bulmak, hayatın yeni ih
tiyaçlarına göre kelimeler yapmak... bunların selahiyeti da
hilinde bir iştir vs. İşte size havada kalan bir cümle daha: Dil
davasının bizde nasıl başlamış olduğunu araştırmaktan ziya
de ona siyasi hüviyet verilerek nasıl ifrata kaçıldığını hatırla
mak kafidir (ne için kafidir? !). Yazısının ortasında Felek "Bun
ları tekrarlamakta imdi ne mana var? " diye soruyor; işin tu
hafı, yazısına devam ettiği halde biz de yazının sonuna kadar
aynı şeyi soruyoruz.
Böyle partal ve ihmalci bir konuşma diliyle dil davası gi
bi ilmi bir konu üzerine yazılmış olan bu makale düşünceler
bakımından da derme çatmadır, daha doğrusu düşünce diye
bir şey bulamıyoruz. Düşünce kırıntılarıyla kurulmuş olan bu
yığının karmakarışıklığı içinde bir şey seçmeye boşuna çalı
şıyoruz. Ne istediği anlaşılmıyor.
Yazarın birbirine zıt şeyler söylemesi dil işine ne kadar ya
bancı olduğunu gösteriyor: "Osmanlıca denilen dil... Garp
Türklerinin konuştuğu dildir ve bu dil hala sağdır " diyen ya
zar az sonra "Osmanlı dili dediğimiz bu eski dil zaten yalnız
yazı dilinde vardı " demektedir. "Selahiyet-i ilmiye " diye bir
terkip kullandıktan sonra "Türkçede bütün yabancı kaide ve
onlara göreyapılmış terkipler kalkmışhr " diyebilmektedir. Di
le "uydurma laflar, uydurma kelimeler " sokanlara, kelimeler
"ihdas edenlere " atıp tuttuktan sonra "yeni tabirler bulmak,
hayatın ihtiyaçlarına göre kelimeler yapmak, gene bunların
(yani muharrirlerin, müelliflerin) selahiyeti dahilinde bir iştir "
diye zıt bir iddiada bulunması, hele bu zıtlığı daha da arttırmak
için ardından "Dil mütehassısları tıpkı, laborantlar gibi dil
144
üzerindeki çalışmalarda yeni kelimeler bulup ortaya atarlar "
diyerek kelime uydurmayı kabul etmesi pek hoş.
Dil Bayramı günü Burhan Felek'e böyle bir makale yaz
dırdığı için Cumhuriyet gazetesine ne kadar teşekkür edilse
azdır. Bize Clil devrimi neden yapıldı diye soracaklara verece
ğimiz cevabı hazırlamış oldu: dil devrimi, gençleri Burhan Fe
lek gibi yazmaktan korumak için yapılmıştır. Tanrı Tiirk mil
letini Meletos'lardan korusun!
Türk Dili, 1 95 1 , sayı: 2
145
DİL KONUŞMALARI*
146
mindeki selahiyetine ithafolunur " şeklindeki ithaf yok mu?
Anlaşılan Banguoğ]u bu yazıları okuyacak, doğru yolu göre
cek, şimdiye kadar farkında olmadığı bir şeyin farkına vara
cak, yani Atatürk'ün Güneş-Dil teorisiyle bir ricat, hem de
"şanlı bir ricat" yapmış olduğunu anlayacak, ondan sonra ne
bileyim ben, Dil Kurumu dağıtılacak, yeni terimler kalkacak,
uydurma kelime kullanılmayacak, halk ağzında yaşayan keli
meler yazı diline girmeyecek. İşte kat'i karar! Ne kolay şey
miş bu dil davası? Gordium düğümü yeni İskender'in bir vu
ruşuyla çözülecek demek. Makaleleri okuyan arkadaşlar ara
sında İsmail Habib'in döndüğünü, doğru yolu bulduğunu, ay
dınlığa ulaştığını sananlar olmuştu, "Türkçenin istiklal bay
rağı", "Bi11fır Türkçe" sözleri onlara bu umudu vermişti. Ben
"hele bir durun, sonunu bekleyin" demiştim. İstanbul Mual
limler Birliği 'nin "dil kongresi"nde başkanlık ederken devrim
lehinde konuşanlara karşı takındığı tavrı görenin, işin sonun
da buraya çıkacağını bilmesine şaşılmaz. Aydınlık yollardan
geçip karanlık bir dehlizde yolunu şaşırdı zavallı.
- Demek sen "dil kongresi"nde bulundun.
- Dinleyici olarak. O toplantıda bulunup da dilden başka
her şeyden anlayan ulu bilginlerin dil üzerine derin manalı ko
nuşmalarını dinledikten sonra onlar gibi bilgince kon9şmamak
için Türkçe ve öteki diller üzerine olan bilgimi genişletmeye
karar verdim. Şimdi senin de tanıdığın bir arkadaşı bekliyo
rum. Latince, eski Yunanca bildiği için onunla Avrupa dille
rindeki yabancı kelimelerin asılları üzerine konuşuyoruz. İş
te geliyor. Sen de konuşmalarda bulunursan, Arapça, Farsça
bildiğine göre bu dillerdeki kelimeleri bize açıklarsın.
- Bulunmak isterim ama benim Arapçamla Farsçam pek
kuvvetli değildir.
147
- Kuvvetli olsa Osmanlıcacılık etmezdin zaten. Arapça,
Acemce kelimeler sence büyülü, esrarlı, gökten inme şeyler;
o dilleri Türkçe kadar bilsen, asıl manalarını anlasan o zaman
büyülerinden kurtulurdun. İşte bize Avrupa dillerindeki keli
melerin doğuşunu gösterecek olan dostumuz.
- Ben gelmeden dil konuşması başlamış bakıyorum. Gü
naydın!
- Günaydın! Şöyle otur da bana şu makalede rastladığım
bir kelimenin aslını anlat!
- Hangi kelimenin?
- Bak İsmail Habib Bey ne demiş': "Bu seri yazılar Tah-
sin Banguoğlu 'nun dil ilmindeki selfilıiyetine ithaf olunur." Bu
seri sözünü önce ben Arapça sandım, seri yazılar sözünü hız
lı, süratli, çabuk yazılar diye anladım. Sonradan baktım ki
Fransızca serie kelimesidir. Seri yazılar bana biraz tuhaf gel
di, ne dersin?
- Bu serie kelimesinin aslı Latince seris 'tir; " dizi, sıra,
birbirine giren, bağlanan şeyler zinciri" anlamınadır. Latince
serere "dizmek, sıralamak" demektir. Yazar "yazılar dizisi"
demek istemiş. Yazılar serisi, yahut yazı serisi dese daha doğ
ru olurdu; öteki, seri imalat 'ı hatırlatıyor, bu manada "seri ha
linde yazılmış yazılar" demek istememiştir herhalde.
- Dil duygumla burada bir tuhaflık olduğunu se�iştim,
yanılmamışım. Hele büyük edibin bir sözüne bayıldım: mito
lojik gerdune sözüne; nasıl, güzel değil mi?
- Dahice bir buluş! Bu, Fındıkoğlu'nun mazi nostaljisi ter
kibinin pabucunu dama attı. Şimdi o elindeki gazeteleri bir ya
na at da asıl konumuza geçelim.
- Haklısın, bugün hangi kelimeleri deşeceksin?
- Panik kelimesinin aslını biliyor musun?
148
- lk eki ile bittiğine göre Yunanca olacak,pan da "bütün"
demek. Ama bundan "büyük korku" , "yığınca korku" mana
sını çıkaramıyorum.
- Kolay da değil. Mitologya bilmek gerek. Pan, Hellen
lere göre bir çoban tannsıdır, ormanlarda, dağlarda dolaşırmış,
sıcak öğle saatlerinin sessizliğini bozup onu rahatsız etmek
ten çobanlar çekinirlermiş. Çünkü garip sesler çıkarıp gürül
tü kopararak sürüleri ürkütürmüş; panik korkuya, yani Pan .
korkusuna tutulan sürüler dağılır, hayvanlar önlerine çıkan
uçurumlara atılırlarmış.
- Buna göre panik kelimesi "Pan'a mahsus" , "Pan-ca"
demek olan bir sıfat; "korku" kelimesi atılıyor, isim olarak
kullanılıyor.
- Evet, tıpkı müzik kelimesinde olduğu gibi.
- O da mı sıfat?
- Tabiatıyla. Bizim musiki ve muzika sözümüzle Fransız-
ca musique kelimesinin aslı eski Yunanca musike 'dir, yeni Yu
nancada musiki şeklinde söylenir. Bize buradan doğruca mu
siki diye geçiyor, Fransızlar da müzik derken s ile yazarlar, tıp
kı Muse yazıp müz okumaları gibi.
- Buna göre musiki, "Muse'lere" yani "edebiyat ve mu
siki tanrı-kadınlarına, dokuz ilham perisine ait" demek oluyor.
- Elbet. Mızıka yahut muzika bu Yunanca kelimenin La
tince şekli olan musica 'nın İtalyancadan Türkç�ye geçen şek
lidir. Aynı kelime bir kere doğrudan doğruya Yunancadan,
sonra bir de İtalyanca üzerinden, şimdi de Fransızca yoluyla
dilimize geçiyor. Hem de şimdi daha doğrusu, daha güzeli, ya
nimusiki kelimesi yerine birçok kimse bozuk büzük bir keli
meyi, musiki 'nin Fransız ağzında bozulmuş şekli olan müzik'i
kullanıyor.
1 49
- Dilimizdeki acayipliklerden biri desene.
- Bu "tabii inkişaf" denen şeydir işte. Biz Avrupa kültü-
rünün temeli olan kültüre kadar inmek zahmetine katlanama
yız, ikinci elden alır, hatta kazayla birinci elden geçmişleri bil
gisizliğimizden atar, ikinci elden alırız. Dilimizdeki bu garip
likleri başka zaman konuşuruz. Ne diyorduk?
- "Musiki kelimesi sıfat"tır demiştik.
- Ha evet, sıfat olunca, yanında bir isim olması gerek: bu
da tekhne yahut yeni söylenişle tekhni; teknik sözündeki tek
ni; buradaki k sesi Yunancanın hı sesidir, bizim eski yazının
hı 'sına benzer ses çıkarır, k ile h arası bir ses, onun için Avru
palılar bu harfi eh ile yazarlar, mesela Fransızlar technique şek
linde. Tekhne "ilim, fen, hüner" demektir. Musike tekne bu
na göre "Muse'lere mahsus fen ve sanat" oluyor ki eski Yu- .
nanlarda bu eski geniş anlamıyla kullandıyor, sonradan dara
lıp şimdiki "musiki" anlamına alçalıyor. Sana şimdi doğuşu
nu anlayabilmek için geçmiş zamanların kültürünü bilmek ge
rektiğini gösteren iki kelime açıklayayım.
- Nedir bunlar?
- Fransızca trivial ile Almanca erörtern.
- Hani şu "bayağı, müptezel, adi" anlamına gelen söz.
- Evet.
- Sakın trivium 'dan gelmesin, hani şu Ortaçağ mektep-
lerindeki üç dersten?
- Senin eski çağ bilgin sandığımdan genişmiş! İ yi Fran�
sızca bildiğini unutmuşum. Romalı Kassiudorus mektepler
deki bilimleri yediye ayırıyor: gramer'i, dialektik'i ve retorik'i
trivium, yani "üçyol" yahut "üçlüyol'' adı altında topluyor;
üst basamağa da quadrivium, yani "dörtyol" adı altında arit
metik' i, geometri 'yi, musiki'yi ve astronomia'yı alıyor.
1 50
- Buna göre trivia/, "üçyolluk, herkeslik, adi, bayağı" de-
mek oluyor desene!
- Almanca erörtern ne demek bilir misin?
- "Tartışmak, münakaşa etmek" demek.
- Peki Ort ne demek?
- O kadar Almancam var canım, "yer" demek.
- Peki "yer"in Yunancası nedir?
- Topos değil mi?
- Evet, topos. Aristoteles'in tartışma, münazara sanatı
üzerine olan eserinin adı topika 'dır. Türkçe "yerler bilgisi"
denebilir. Şimdi dialektikçi için bu yerler, yani "esas görüş
noktaları" göz göz bir rafgibi hazır durmaktadır. İngilizler bu
gün de Yunancasını kullanarak bu düşünüş yollan kalıplarına
topics diyorlar. İşte Almana göre erörtern, yani "münakaşa
etmek" , Aristoteles'in münazara sanatının kurallarına uygun
olarak bu "yerleri sırayla ele almak" demektir.
- Epeyce karışık bir yapısı varmış.
- Türkçemizde kullanılmaya başlayan bir kelimenin bu
eski münazara sanatıyla, yani dialektik ile bağlılığı vardır.
- Hangi kelime bu?
- Deneme kelimesi, birtakım kitapların adında karşımıza
çıkan deneme, Fransızcanın essasi 'si, Almancanın J!ersuch 'u
karşılığı olarak görülmeye başlanan Türkçe söz.
- Peki bu deneme 'nin bu işle ilgisi ne?
- Dialektikçinin düşünme işine Aristoteles'in s�natında
verilen ad epikheirein 'dir. Eski Yunanca olan bu söz "dene
mek" demektir: dialektikçi hakikati bulmaya kalkışmıyor,
bununla uğraşan bilimdir, o sadece hakikate yaklaşmayı "de
niyor".
- Bizim essai 'cimiz Ataç'ın kulağı çınlasın, bunu duyar-
151
sa yakasını bırakmaz bu deneme 'nin; belki de bir yazısında
kendisinin denemeci olduğunu söylemiştir.
- Böylece biz de, Fransızca ve Almanca yoluyla ikinci el
den, farkında olmadan eski Yunan kültürüne bağlanıyoruz.
Humanism 'i komunism 'e karıştıranlar telaşlanacaklar bu sö
zümü duyunca. Avrupa kültürüne bağlanmak eski Yunan ve
Roma kültürüne bağlanmak demektir. Senin bunu anlayarak
eski Yunanca öğrenmeye kalkışmaklığın övünülecek bir şey
doğrusu. Bunu duyan pek az. Gelecek buluşmamızda Fran
sızca kelimelerin asıllarını ortaya koyarak bu kültür bağlılığı
üzerine daha uzun konuşuruz.
1 52
Doç. Dr. SUAT YAKUP BAYDUR
153
navını vererek doçent olmuş (1950), ertesi yıl aynı kürsüye ey
lemli doçent olarak atanmış (1951), ölümüne dek bu görevde
çalışmış, yaz tatilini geçirmek üzere gittigi Şile 'de bir deniz
kazasında ölmüştür (5.8. 1953).
1 54
Doç. Dr. SUAT YAKUP BAYDUR
BİBLİYOGRAFYASI
Derleyen: S. N. ÖZERDİM
155
1 946
PETERICH, Eckhart: Küçük Yunan Mitologyası. (Kleine· Mytho
logie; die Götter und Helden der Greichen). İstanbul 1 946 Mil
li Eğitim Basımevi. VIII- 156 S., plfuış, Milli Eğitim Bakan
lığı yayını.
"Dünya Edebiyatından Tercümeler"
"Yardımcı Eserler Serisi: 1 "
(Önsöz: S. Y. BAYDUR imzalı. S.: III)
1 948
KRANZ, WALTER: Antik felsefe. 1 -2. Kısımlar. Metinler ve açık
lamalar. İstanbul 1 948 Pulhan Basımevi. V-184 S., "İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, Sayı: 3 1 7''
(Çevirenin önsözü: S. Y. BAYDUR imzalı. S.: IIl-V)
BRENTANO, Clemens: Yiğit Kasperl ile güzel Annerl 'in hikaye
si. (Die Geschichte vom braven Kasperl und schönen An
nerl). Orhan Şaik GÖKYAY ile.
İstanbul 1 948 Milli Eğitim Basımevi. 48 S., Milli Eğitim Ba
kanlığı yayını.
' 'Dünya Edebiyatından Tercümeler' '
"Alman Klasikleri: 63 "
HENSE-LEONARD: He/len-Latin eski-çağ bilgisi. 1. Demet. Hel
len edebiyatı ve kültürü. Latin edebiyatı. İstanbul 1 948 İbra
him Horoz Basımevi.
XIV-283 S., resimli.
"İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları. No. 371 "
(Çevirenin önsözü: S . Y. BAYDUR imzalı. S.: 1-VII)
HENSE-LEONARD: He/len-Latin eski-çağ bilgisi. 2. Demet. Hel
len edebiyatı ve kültürü, Latin edebiyatı. İstanbul 1 953 Pul
han Matbaası. 285-492 S., resimli.
"İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlarından
No. 565"
HESİODOS: işler. (Ergakai). İstanbul 1 948 Milli Eğitim Basıme
vi. III-43 S., Milli Eğitim Bakanlığı yayını.
1 56
"Dünya Edebiyatından Tercümeler"
"Yunan Klasikleri: 75"
(Önsöz: Dr. SUAT Y. BAYDUR imzalı S.: 1-III)
1 952
Dil ve Kültür. Türkçenin ve başka dillerin gelişmeleri, Türkçenin
durumu ve sorulan üzerine 23 yazı. Ankara 1 952 Türkiye
Matbaacılık ve Gazetecilik A.0. Yeni Matbaa, 8-75 S., "Türk
Dil Kurumu G. 2"
(İÇİNDEKİLER: Bir filolog gözüyle dilimizin tuttuğu yol; Os
manlıca-Türkçe; Dilimizin gelişmesi bakımından - Eski dil
anıtları; Osmanlı kafası; Büyü ile gerçek; Türkçenin sindire
mediği sözler; Türkçenin yolu; Türkçe ile uğraşan yabancıla
ra ve H.C.Hony hayranlarına - Bir karşılaştırma; Hellence
Latince sözler ve adlar; Eski Yunanca ve Avrupa dilleri; lanus
başı yahut Doğuyla Batı ortasında; Türkçede yaşayan Yunan
ca sözler; Darülfünun'dan Üniversite'ye; Latince karşısında
Avrupa dilleri; Türkçede yaşayan Latince kelimeler: Düzel
telim! ; Dil nedir ne değildir; Üçlü dil üzerine; Bir dilin zen
ginliği; Divan musikisi; Savaş sakatlığından malfıl gaziliğe;
Vatandaş Türkçe konuş; Nesillerin anlaşamaması).
(*) Romen sayılan cildi, bunlara bağlı sayılar dergilerin numarasını, tarih
lerden sonra gelen sayılar sayfayı gösterir.
157
1 945
TERCÜME'de:
EFLATUN: Devlet ve devlet şekilleri (Kanunlar III 689-690 C, 691
D-692 C, 695 D-E), V/29-30, 19 Mart, 478-480
EFLATUN: Eşitlik (Kanunlar VI 757 A-D), V/29-30, 1 9 Mart,
48 1
HERODOTOS: Paktyes (I 1 53-160), V/29-30, 1 9 Mart, 463-465
HOMEROS: Akhileus' a elçilerin gitmesi (llias IX 1 82-7 1 0), V/29-
30, 1 9 Mart, 346-359
C. H. BECKER: Doğu ve Batıda eski çağdan kalan miras, VI/3 1 -
32, 1 9 Tempıuz, 1 38- 142.
1 946
TERCÜME'de:
CATULLUS: Şiirler. 1 . İthaf, 2. Sevgilinin serçesi, 3. Serçenin
ölümü, 4. Yelkenli, 5. Öpücükler, 6. Güç karar, 7. lznik'e ve
da, VII/38, 1 9 Temmuz, 97- 1O1 (Bu yazının başında bir açık
lama vardır.)
1 948
ULUS'ta:
Bir yazı dolayısıyla, 2 1 Kasım, 2
1 949
ULUS'ta:
Dilimizin gelişmesi bakımından - Eski dil anıtları, 14 Mart, 2
Osmanlı kafası, 25 Nisan, 2
Büyü ile gerçek, 7 Haziran, 2
Türkçenin sindiremediği sözler, 1 3 Haziran, 2
Türkçenin yolu, 27 Haziran, 2
Bir karşılaştırma, 4 Temmuz, 2
Hellence ve Latince sözler ve adlar, 24 Ağustos, 2
Ianus başı, 28 Eylül 2
Eski Yunanca ve Avrupa dilleri, 4 Ekim, 2
Türkçede yaşayan Yunanca sözler, 1 9 Ekim, 2
Türkçede yaşayan Yunanca sözler il., l Kasım, 2 ve 4
1 58
Darülfünun' dan Üniversite'ye, 7 Kasım, 2
Latince karşısında Avrupa dilleri, 27 Aralık, 2
1 950
TÜRK DİLİ-BELLETEN' de:
Osmanlıcanın çöküşü-Tfukçenin kurtuluşu, III. Seri 14-15 Ocak, 1 -5
ULUS'ta:
Terimlere dair, 5 Ocak, 2 ve 7
Düzeltelim, l 1 Ocak, 2
Dil nedir, ne değildir?, 13 Şubat, 2
1951
NOKTA' da:
Divan musikisi, 2. Sayı, 1 5 Şubat
Nesillerin anlaşamaması, 3. Sayı, 1 5 Mart
Bir dilin zenginliği, 5. Sayı, 1 5 Mayıs
Savaş sakatlığından malUl gaziliğe, 6. Sayı, 1 5 Haziran
Vatandaş Türkçe konuş, 6. Sayı, 1 5 Haziran
PAZAR POSTASl'nda:
Dilde zevk, 3 . Sayı, 18 Şubat, 7
TÜRK DİLİ'nde:
Euripides'in Alkestis'i, Dede Korkut'un Deli Dumrul'u, 1/1 . 1
Ekim, 27-28
Meletos ve dil davası, 1/2. l Kasım. 33-34 (89-90)
ULUS'ta:
Üçlü dile dair, 30 Ocak, 2
1952
TÜRK DİLİ'nde:
Uygur ozanı Yusuf ile Yunan ozanı Hesiodos ve günümüz, 1/5 l
Şubat, 13-17 (26 1-265)
Avrupa kültürü ve biz, 111 1 , l Ağustos, 1 3-20 (62 1 -628)
Batı kültürünün ortak kelimeleri karşısında biz ve başkaları, 1/12,
l Eylül 3-6 (659-662)
1 59
1 953
TÜRK DİLİ ARAŞTIRMALARI YILLIGl'nda:
Dilimiz ve Yunan-Latin asıllı kelimeler, 1 953, 93- 1 2 1
1 60