You are on page 1of 71

KUM

KİTABI
Jorge Luis Borges
İçindekiler
ÇEVIRENIN NOTU 2
YAZARıN NOTU 2
ÖTEKİ 4
ULRIKE 12
KONGRE 17
BAŞKA ŞEYLER DAHA VAR 35
OTUZLAR MEZHEBİ 42
ARMAĞANLAR GECESİ 45
AYNA VE MASKE 50
UNDR 54
YORGUN BİR ADAMIN DÜŞÜLKESİ 60
DÜZEN 67
AVELINO ARREDONDO 73
DİSK 79
KUM KİTABI 82
SONDEYIŞ 87
Çevirenin Notu

"Bir gerçek biçimi, tutarlı ve özeksel


değil, ama iyice yan ve bölünmüş"
Thomas De Quincey

“Kum Kitabı” (El Libro di Arena) Fransızca ve Ingilizce çevirilerinden Tü rkçeleştirildi ve
İspanyolca aslıyla karşılaştırıldı.
Bir sö yleşide Borges “Yazarken her zaman uyuşuk ve ağ ır davrandım, her tü mce kendini farklı
şekillerde ortaya koydu: Bir sö zcü ğ e varmadan ö nce birçok eşanlamlıyı elden geçirmem,
sayısız eğ retileme içinden seçim yapmam gerekiyor. (...) Başlarda şaşırtıcı sıfat ve
eğ retilemeler ararken, şimdi şaşırtıcılığ ın ö nlenmesi ve her şeyin okuyucu için
kolaylaştırılması gerektiğini hissediyorum (...) bence eseri okuyucu kendi yaratır" diyordu.
Borges'in dü zyazısının aşırı anlam yoğ unluğ u ve gö rsel anlatımı, kullanılan soğ uk, katı dilin
aynı zamanda çağ rışımlarla yü klü olması ve bü tü nü n geometrik diyebileceğ imiz dokusunu ve
duyumsal özünü birlikte eşleme zorunluğu çevirinin şekillenmesinde temel sorunu oluşturdu.
Çeviride amaçladığ ım, yazarın ö zgü n dilini mü mkü n olduğ unca yakın yansıtabilmekti. Zaman
zaman bu girişimi ö dü n vermeden sonuca ulaştırdığ ımı sanıyorum. Ama genellikle,
Tü rkçeleştirmedeki zayı lıkları kabullenmek gerekti. Bö yle durumlarda, yazının gerçek
akımını, Borges’in izini açığ a çıkarmayı hedef alarak dü zenledim. Seçme zorunda kaldığ ımda
da, yazarın dili işlemekteki temel ö zgü nlü ğ ü ne, ö zellikle yansılanamaz tonuna bana en benzer
gö rü neni yeğ ledim. Bu ö ncelik sırasını saptadıktan sonra, sonuna dek bozmamaya ö zen
göstererek, bütünlüğü sağlamaya çalıştım.
Kısaca, çalışmamı “çeviri” olarak değ il, "yansıtma” olarak değ erlendirmek gerektiğ ine
inanıyorum.
Ayrıca, sayfa altlarına yalnızca yabancı sö zcü klerin çevirilerini ekleyerek, kurgunun akımını
bozacak açıklamalara girmedim, bunu Borges okuyucusunun dağarcığına bıraktım.
Dü nya yazın çevrelerinin klasik kabul ettiğ i tek çağ daş yazar Borges’i daha yakından tanımak
isteyenlere yardımcı olabilmek amacıyla, kitabın sonuna bir bibliyografya ekledim.
Eserde gö zlenebilecek tü m sapmalar -olumlu veya olumsuz- benim sorumluluğ umda
olacaktır.
“... basit bir ö zengenin gö rü şü pek ö nemli değ il, okuyucu kendi yargılayacak. Benim çevirim
yazınsal değil, ama aslına uygun.”
Münir Göle
Yazarın Notu

Bu yaşımda (1899 doğ umluyum) sevilen temalar ü zerine şu birkaç çeşitlemeden fazlasını
vaat edemem, kendime bile. Bilindiğ i gibi ö ykü yazmak onarılmaz tekdü zeliğ e karşı klasik
çareye başvurmaktır. Gene de izninizle bir iki ayrıntıya işaret etmek isliyorum.
Kitap on ü ç ö ykü içeriyor. Sayı bü tü nü yle rastlantısal ya da kaçınılmaz –burada iki sö zcü k
kesinlikle eşanlamlı– ve bü yü sel değ il. Bü tü n bu ö ykü lerden yalnızca birini seçmem
gerekseydi, sanırım hem en otobiyogra ik (anılarla en zengin olan), hem de en dü şsel olan
Kongre’yi seçerdim. Kum Kitabı’nı da çok sevdiğ imi saklamayacağ ım. Ayrıca bir aşk ö ykü sü ,
bir “psikolojik” öykü ve bir de Güney Amerika tarihinden dramatik bir olayın öyküsü var.
Bu kö r alıştırmalarında, basit, zaman zaman gü nlü k konuşma diline yakın ü slupla fantastik bir
olay ö rgü sü nü birleştirerek, H. G. Wells ö rneğ ine sadık kalmaya çalıştım. Meraklı okur Wells’in
adına, Swift'in ve 1838’de bize Arthur Gordon Pym’in Anlatısı'nın hayranlık uyandıran son
bölümlerini bırakan Poe’nunkini de ekleyebilir.
Ne bana anlamsız gelen seçkin bir azınlık için, ne de "yığ ınlar” diye bilinen şu gö klere çıkarılan
ideal Platoncu kendilik için yazıyorum. Demagogların sevdiğ i her iki soyutlamaya da
inanmıyorum. Kendim ve dostlarım için ve zamanın akışını yumuşatmak için yazıyorum.
Zaman beni sürükleyen bir nehir, ama nehir benim;
beni parçalayan bir kaplan, ama kaplan benim.
Beni tüketen bir ateş, ama ateş benim.
Evren, ne yazık ki, gerçek;
ben, ne yazık ki, Borges’im.

Yıllar boyu, insanoğ lu bir boşluğ u imgelerle, illerle, krallıklarla, dağ larla, kö rfezlerle, gemilerle,
adalarla, balıklarla, odalarla, â letlerle, yıldızlarla, atlarla, insanlarla doldurur, ö lü mü nden az
önce, usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar.
Jorge Luis Borges
ÖTEKİ

Olay, 1969 Şubatı’nda, Boston’ın kuzeyindeki Cambridge’de geçti. O zaman bunu yazmadım,
çü nkü amacını unutmaktı, aklımı oynatmamak için. Bugü n, birkaç yıl geçtikten sonra kâ ğ ıda
dö kersem başkalarının bunu ö ykü olarak okuyacağ ını ve zamanla belki benim için de bir ö ykü
niteliğine bürünebileceğim düşünüyorum. Olay sürerken korkunçtu, izleyen uykusuz gecelerin
daha da kö tü olduğ unu biliyorum, ama bu başkalarına da bu kadar dokunacağ ı anlamına
gelmez.
Sabah on sıralarındaydı. Charles Irmağ ı'na bakan bir sıranın ü stü ne oturmuş dinleniyordum.
Beş yüz metre kadar sağımda adını asla bilmediğim büyük bir bina dikiliydi. Gri renkli su, koca
buz parçalarını sü rü klü yordu. Kaçınılmaz olarak, nehir bana zamanı dü şü ndü rdü –bin yıllık
Herakleitos'un gö rü ntü sü . Iyi uyumuştum, bir ö nceki gü nü n ikindi dersinin, ö ğ rencilerimin
ilgisini çektiğini sanıyordum. Çevrede kimsecikler yoktu.
Birden, bu â nı daha ö nce yaşadığ ım duygusuna kapıldım (psikologlara gö re bu, bir yorgunluk
haline karşılık oluyor). Sıranın ö teki ucunda biri oturuyordu. Yalnız olmayı yeğ lerdim, ama
kaba gö rü nmek istemediğ imden, hemen kalkmaktan kaçındım. Oteki ha ifçe ıslık çalmaya
başladı, iste o zaman sabahın ilk huzursuzluğ u ortaya çıktı. Islıkla çaldığ ı, çalmaya çalıştığ ı
(asla iyi bir kulağ ım olmadı) Elias Regules’in “La Tapera” adlı eski bir halk ezgisiydi. Bu ezgi
beni, çoktan kaybolmuş bir Buenos Aires içavlusuna ve uzun yıllar ö nce ö len dostum Alvaro
Meliâ n La inur’un anısına gö tü rdü . Sonra sö zler geldi, ilk nakaratın sö zleri. Ses Alvaro’nun sesi
değildi, ama ona öykünmeye çalışıyordu. Tanıyınca, fena halde şaşırdım.
- Bayım, dedim ötekine dönerek, siz Uruguaylı mısınız, yoksa Arjantinli mi?
Uzun bir sessizlik oldu. Yeniden sordum:
- Malagnon Sokağı, 17 numarada, Rus kilisesinin karşısında değil mi?
Yanıtı olumluydu.
- Oyleyse, dedim kararlılıkla, sizin adınız Jorge Luis Borges. Ben de Jorge Luis Borges’im. 1969
yılında ve Cambridge şehrindeyiz.
- Hayır, diye karşılık verdi benim kendi sesimle, biraz uzaktan.
Bir süre sonra üsteledi:
- Burada Cenevre’deyim, sıranın birinde, Rhone’un birkaç adım ö tesinde. Tuhaf olan şey
birbirimize benziyoruz, ama siz benden oldukça yaşlısınız ve saçlarınız beyazlanmış.
- Yalan sö ylemediğ imi kanıtlayabilirim, dedim. Sana bir yabancının bilemeyeceğ i bazı şeyler
sö yleyeceğ im. Evde, bü yü k dedemizin Peru’dan getirdiğ i, ayağ ı iki yılan şeklinde olan gü mü ş
bir kadeh, ayrıca çatıya asılmış gü mü ş bir leğ en var. Odandaki dolapta iki sıra kitap
bulunuyor: Her bö lü mü nü n sonunda kü çü k punto notlar bulunan oyma baskı resimlerle sü slü
Lane çevirisi “Binbir Gece Masalları”nın ü ç cildi; Quicherat'nın Latince sö zlü ğ ü ; Tacitus'un
Germania’sının Latince aslı ve Gordon’ın Ingilizce çevirisi; Garnier’den çıkan bir Don Quixote;
Rivera Indarte’nin Tablas da Sangre’si, yazarın ithafı ile; Carlyle’ın Sartor Resartus'u; Amiel'in
yaşamö ykü sü ; ve ö bü r kitapların arkasında gizli duran, Balkanlar'da cinsel gelenekler ü zerine
ciltsiz bir kitap. Dobourg Meydanı’ndaki bir ikinci katta geçen akşamü stü nü de henü z
unutmadım.
- Dufour, diye düzeltti.
- Tamam, Dufour. Bu kadar yeterli mi?
- Hayır, dedi. Bu kanıtlar hiçbir şeyi kanıtlamıyor. Şu an dü şü mde sizi gö rü yorsam, benim
bildiklerimi sizin de bilmeniz doğ al. Gereksiz olarak uzattığ ınız sö yleviniz bü tü nü yle
anlamsız.
Haklı bir karşı koymaydı. Yanıtladım:
- Bu sabah ve karşılaşma dü şse, ikimizin de dü şü gö renin kendisi olduğ unu sanması
gerekiyor. Belki uyanacağ ız, belki de hayır. Ama bu arada dü şe boyun eğ mek zorundayız;
dünyayı, doğmuş olmayı, görmeyi, solumayı kabullendiğimiz gibi.
- Ya düş sürerse, dedi kaygıyla.
Gerek onu, gerek kendimi yatıştırmak için, gerçekle hiç de ö yle hissetmediğ im halde kendine
güvenen biri havasına büründüm:
- Benim dü şü m yetmiş yıl sü rdü . Sonuç olarak, yaşayan hiçbir insan yok ki uyandığ ında
kendini kendisiyle birlikte bulmasın, işte bizim başımıza gelen de bu –tek fark bizim iki kişi
olmamız. Benim geçmişimle, yani seni bekleyen gelecekle ilgili bir şey ö ğ renmek istemez
misin?
Bir şey söylemeden kabul elti. Biraz kafam karışmış olarak devam ettim:
- Anne’nin sağ lığ ı yerinde ve Buenos Aires’te Charcas ve Maipü ’daki evinde iyi, ama Baba otuz
yıl kadar ö nce ö ldü , bir kalp hastalığ ından. Yarım inme bitirdi onu, sağ elinin ü zerinde sol eli,
bir devinkinin ü zerinde bir çocuğ un eline benziyordu. Olü m sabırsızlığ ıyla, sızlanmadan ö ldü .
Bü yü kannemiz de aynı evde ö lmü ştü . Ondan birkaç gü n ö nce, hepimizi birden çağ ırıp, bize
“Ben yavaş yavaş ö lmekte olan çok yaşlı bir kadınım. Kimse bö ylesine alışılagelmiş, sıradan
bir şey yü zü nden ü zü lmesin” demişti. Norah, kızkardeşin, evlendi ve iki oğ lu var. Bu arada,
evde nasıllar?
- Iyi, Baba, her zamanki gibi dini alaya alan şakalar yapıyor. Dü n akşam, Isa’nın, kendilerini
tehlikeye atmak istemeyen sığ ır çobanlarına benzediğ i için vaazlarında ü stü kapalı
meselelerle konuştuğunu söyledi. Bir an duraksadı, sonra bana “Ya siz?” dedi.
- Yazacağ ın kitaplarının sayısını sö yleyemem, ama çok olacağ ını biliyorum. Başkalarıyla
paylaşamayacağ ın zevkler duyacağ ın şiirler ve gerçekdışı, dü şsel ö ykü ler yazacaksın. Baban
ve aile yakınlarının çoğu gibi ders vereceksin.
Kitaplarının başarısı ya da başarısızlığ ıyla ilgili hiçbir şey sormaması hoşuma gitti. Başka bir
ses tonuyla devam ettim:
- Tarihle ilgili olarak da... başka bir savaş oldu, hemen hemen aynı dü şmanlar arasında. Fransa
kısa zamanda boyun eğ di; Ingiltere ve Amerika Hitler adlı bir Alman diktatö re karşı savaştılar
–dö ngü sel Waterloo Savaşı. 1946 yılına doğ ru, Buenos Aires, atamıza çok benzeyen yeni bir
Rosas doğ urdu. Geçen yü zyıl Enire Rfos’un bizi kurtarması gibi bu kez, 1955’te de Cordoba
eyaleti bizi kurtardı. Bugü n, işler kö tü gidiyor. Rusya dü nyayı ele geçirmekte; demokrasi
boşinancıyla kö steklenen Amerika imparatorluk olmaya karar veremiyor. Her geçen gü n,
ü lkemiz daha taşralı oluyor. Daha taşralı ve daha kendini beğ enmiş –gö zleri kapalıymışçasına.
Okullarda Latince yerine Guarani dilinin öğretilmesi beni hiç şaşırtmayacak.
Pek dikkatle dinlemediğ ini sö yleyebilirim. O anda gerçek gibi gö rü nen olanaksızın ilkesel
korkusu onu ü rkü tü yordu. Baba olmamış olan ben, bana kendi etimden bir oğ uldan daha
yakın bu delikanlıya karşı sevgi duyuyordum. Elinde bir kitap tuttuğ unu fark ettim, ne
olduğunu sordum.
- “Ecinniler”, bana göre “Şeytanlar", Fyodor Dostoyevski, diye karşılık verdi, biraz Övünerek.
- Neredeyse unutmuştum. Nasıl bir şey?
Söyler söylemez sorumun bir sövgü olduğunu hissettim.
- Rus ü stat, diye kesti, Slav ruhunun labirentlerine herkesten ö nce ulaştı. Bu retorik girişimi,
yeniden kendini toparladığ ının belirtisi gibi gö rü ndü bana. Ona bu ustanın başka hangi
kitaplarını okuduğ unu sordum. Aralarında “Oteki"nin de bulunduğ u iki ya da ü ç başlık saydı.
Sonra. Joseph Conrad okurken olduğ u gibi, kahramanları birbirinden ayırt edebiliyor mu ve
Dostoyevski'nin bütün yapıtlarını incelemeyi düşünüyor mu diye sordum.
- Doğruyu söylemek gerekirse, hayır, dedi biraz şaşkın.
Ne yapmakta olduğ unu sordum. Bana “Kızıl İlâhiler" adı altında toplayacağ ı bir şiir derlemesi
hazırladığı yanıtını verdi. “Kızıl Ritmler” adı üzerinde de durmuş olduğunu ekledi.
- Neden olmasın, dedim, Birçok iyi ö ncel gö sterebilirsin. Rubé n Dario’nun mavi şiiri ve
Verlaine'in gri şarkısı.
Hiç aldırış etmeden, kitabının bü tü n insanların kardeşliğ ini kutlayacağ ını açıkladı.
Gü nü mü zde şair çağ ına sırt çeviremez, diye devam etli. Bir sü re dü şü nü p ona gerçekten
kendini herkesin kardeşi gibi hissediyor mu diye sordum, ö rneğ in bü tü n ö lü gö mü cü lerin,
bü tü n posta dağ ıtıcılarının, bü tü n açık deniz dalgıçlarının, bü tü n çift numaralarda oturanların,
bü tü n ses yitimine uğ ramışların ve başkalarının. Kitabın ezilen ve yabancılaşmış bü yü k yığ ına
ilişkin olduğu karşılığını verdi.
- Ezilen ve yabancılaşmış bü yü k yığ ının soyut bir kavramdan başka bir şey değ il, dedim.
Yalnızca bireyler varolurlar –eğ er herhangi bir insanın varolduğ u sö ylenebilirse. “Dü nü n
insanı, bugü nkü insan değ il,“ diye belirtmişti bir Yunanlı. Cenevre’de ya da Cambridge’de bir
sıranın üzerine oturmuş olan biz ikimiz bunun kanıtıyız belki de.
Unutulmaz olaylar, tarihin kuru sayfaları dışında, unutulmaz sö zlere gereksinim duymazlar,
ö lü m dö şeğ inde bir adam, çocukluğ unda hayal meyal gö rdü ğ ü bir oyma baskı resmi
anımsamaya çalışır; bir savaşın eşiğ ine gelen erler çamurdan ya da çavuşlarından sö zederler.
Bizimki benzeri olmayan bir konumdu ve gerçekte hazırlıklı da değ ildik. Kaçınılmaz olarak
edebiyattan konuştuk; korkarım genellikle gazetecilere sö ylediklerimden fazla bir şey
sö ylemedim, ö teki benliğ im yeni eğ retilemeler icat etmeye ve keşfetmeye inanıyordu; ben ise
çok açık ve yakın benzerliklerin karşılığ ı olan, hayal gü cü mü zü n daha ö nce kabul etmiş olduğ u
eğ retilemelere. Insanların yaşlılığ ı ve gü nbatımı, dü şler ve yaşam, geçen zaman ve su. Ona,
yıllar sonra bir kitabında yer vereceği görüşümü anlattım.
Beni dinlemiyor gibiydi. Birden:
- Siz ben idiyseniz, 1918 yılında, kendinin de Borges olduğ unu sö yleyen yaşlı bir beyle
karşılaştığınızı unutmuş olmanızı nasıl açıklamalı, diye sordu.
Bu güçlüğü gözönüne almamıştım. Çok fazla inanmadan,
- Belki olgu öylesine tuhaftı ki, unutmuş olmayı seçtim, diye karşılık verdim.
Biraz mahcup bir tavırla,
- Belleğiniz nasıl, diye sormaya cesaret etti.
Anladım ki daha yirmisine gelmemiş bir delikanlı için, yetmiş yaşının ü zerindeki bir adam
hemen hemen ölmüştü. Yanıtladım:
- Çoğ unlukla unutkanlığ a benziyor, yine de ona sorulanı hâ lâ bulabiliyor. Anglosaksonca
öğreniyorum ve sınıfın da sonuncusu değilim.
Konuşmamız dü ş olmayacak kadar uzun zamandır sü rü yordu. Ansızın aklıma bir dü şü nde
geldi:
- Beni dü şü nde gö rmediğ ini sana hemen kanıtlayabilirim, diye atıldım. Şu dizeyi iyi dinle,
bildiğim kadarıyla daha önce okumadım. Ağır ağır tanınmış dizeyi ahengine uyarak okudum,
"Lhydre-univers tordant son corps tcaille d’astres".{1}
Neredeyse korkulu hayranlığını duydum. Alçak sesle, her sözcüğün tadına vararak tekrarladı.
- Doğru, diye mırıldandı. Ben asta böyle bir dize yazamayacağım.
Victor Hugo bizi birleştirmişti.
Bundan ö nce, şimdi anımsıyorum, coşkuyla, Walt Whitman'ın gerçekten mutlu olduğ u deniz
kıyısında paylaşılmış bir geceyi anlatan kısa şiirini tekrarlamıştı.
- Whitman o geceyi yü celttiyse, gerçekleşmesini istediğ i, ama asla gerçekleşmediğ i içindi,
diye belirttim. Şiir, gerçekten olmuş olanı değil de, bir özlemi dile getirdiğinde güzeldir.
Uzunca bir süre bana baktı. Sonra:
- Onu yanlış tanımışsınız, diye vurguladı. Yalan söylemek Whitman‘ın elinden gelmez.
Yarım yü zyıl boşuna geçmez. Gelişigü zel okumalar ve değ işik beğ enilere sahip insanlar
arasında geçen bu konuşma sonucunda birbirimizi anlayamadığ ımızı kavradım. Çok farklı ve
çok benzerdik. Birbirimizi aldatmamız mü mkü n değ ildi, bu da konuşmamızı zorlaştırıyordu.
Her birimiz, ö bü rü nü n karikatü rden bir kopyasıydı. Durum, daha uzun sü remeyecek kadar
anormaldi, ö ğ ü t vermek ya da tartışmak yararsızdı, çü nkü onun kaçınılmaz yazgısı, benim
olduğum kişi olmaktı.
Birdenbire Coleridge’in bir fantezisini anımsadım. Biri cennetin içinden geçtiğ ini dü şlü yor ve
geçişinin kanıtı olarak da ona bir çiçek veriliyor. Uyandığ ında çiçeğ i buluyor. Benim de aklıma
benzer bir oyun oynamak geldi.
- Dinle, dedim. Üzerinde para var mı?
- Evet, diye yanıtladı. Yirmi frank kadar var. Bu akşam Simon Jichlinski'yi Crocodile’e yemeğ e
çağırdım.
- Sö yle Simon’a, Carouge'da doktorluk yapacak ve çok insana iyiliğ i dokunacak. Şimdi ver bana
bozukluklardan birini.
Cebinden, ü ç gü mü ş ve birkaç madeni para çıkardı. Anlamadan, ü ç bü yü k paranın birini bana
verdi. Karşılığ ında ona, değ işik değ erlerine karşın, hepsi aynı boyda olan şu mantıksız
Amerikan kâğıt paralarından birini uzattım. Açgözlülükle inceledi.
- Olamaz, diye haykırdı, 1964 tarihli bu. (Birkaç ay sonra, bankadan çıkan kâ ğ ıt paralara asla
tarih konmadığını öğrendim.) Bütün bunlar bir mucize ve mucizeler korkunçtur diyebildi.
Lazarus’un dirilişine tanık olanlar da korkmuş olmalılar.
Değişmedik, diye düşündüm. Kaynaklar hep kitapsı.
Kâğıt parayı yırtarak ufak parçacıklara ayırdı, sonra da kendi parasını cebine attı.
Ben, benimkini nehre atmaya karar verdim. Gü mü ş ırmağ a dü şerek kaybolan gü mü ş para,
anlatımı çarpıcı bir görüntüyle süsleyebilirdi, ama şans başka türlü kararlaştırmıştı.
- Batıl iki kez boy gö sterirse, korkunçluğ unu sü rdü rmez, dedim. Ona, ertesi gü n yeniden, iki
ayrı çağda ve iki ayrı yerde bulunan bu aynı sıranın üzerinde buluşmayı önerdim.
Hemen kabul etti ve saatine bakmadan, geç kaldığ ını sö yledi. Ikimiz de yalan sö ylü yorduk ve
ikimiz de ötekinin yalan söylediğini biliyordu. Beni gelip alacaklarını söyledim.
- Gelip almak mı, dedi şaşkınlıkla.
- Evet. Benim yaşıma geldiğ in zaman, gö rme duyunu neredeyse tamamen kaybetmiş
olacaksın. Yalnızca sarı rengi, gö lgeleri ve ışıkları ayırt edebileceksin. Tasalanma, yavaş yavaş
artan körlük pek trajik değil. Ağır bir yaz akşamı gibi.
Birbirimize dokunmadan ayrıldık. Ertesi gün, ben buluşmaya gitmedim. Büyük olasılıkla o da.
Kimseye anlatmadığ ım bu karşılaşma ü zerine çok dü şü ndü m. Anahtarı bulmuş olduğ umu
sanıyorum. Karşılaşma gerçekti, ama ö teki benimle dü şü nde konuşuyordu ve bu yü zden beni
unutabildi; ben ise onunla konuşurken uyanıktım ve anısı hâlâ sıkıntı veriyor.
Oteki beni dü şledi, ama kesin olarak değ il. Dü şü nde, anlıyorum şimdi, doların ü zerindeki
olanaksız tarihi gördü.
ULRIKE

Hann tekr everthit Gram ok leggr i methal theira bert{2}


Völsunga Saga, 27
Oykü m gerçeğ e sadık olacak ya da en azından o gerçekten sakladığ ım anıya; sonuçta ikisi de
aynı kapıya çıkar zaten. Olaylar yakın geçmişte, ama edebi alışkanlıkların ikinci derecede
ayrıntılar ekleyip ö nemli noktaları vurgulamayı gerektirdiğ ini biliyorum. Anlatmak istediğ im,
York şehrinde Ulrike (asla soyadını ö ğ renemedim ve belki de asla ö ğ renemeyeceğ im) ile
karşılaşmam. Anlatı bir gece ve sabahını kapsayacak.
Onu ilk kez York Kilisesi'nin Beş Rahibesi'nin yakınlarında gö rdü ğ ü mü sö yleyebilirdim,
Cromwel ikonolastlarının istediğ i gibi bü tü nü yle resimden arınmış şu kilise pencerelerinin
orada, ama aslında şehir surlarının dışında kalan Northern lnn'in kü çü k salonunda tanıştık. Az
insan vardı ve Ulrike'nin sırtı bize dönüktü. Birinin ikram ettiği içkiyi geri çevirmişti.
- Feministim ben, dedi. Erkekleri ö rnek almak istemiyorum. Ne tü tü nlerini, ne de içkilerini
seviyorum.
Hazırcevap gö rü nmek istiyordu ve bu tü mceyi ilk kez sö ylemediğ ini anladım. Sonradan
öğrendim bu sözlerin kendisine benzemediğini, zaten söylediğimiz bize benzemez her zaman.
Mü zeye geç geldiğ ini, ama Norveçli olduğ unu ö ğ rendikten sonra girmesine izin verildiğ ini
anlattı.
- Norveçlilerin York'a ilk girişleri değil, diye uyardı orada bulunanlardan biri.
- Doğ ru, dedi. Ingiltere bize aitti ve biz onu kaybettik. Bir şeye sahip olabileceğ imiz ve o şeyin
kaybolabileceği gibi.
Işte o zaman ona bakmıştım. William Blake'in bir dizesi yumuşak gü mü ş ya da coşkun altın
olarak sö zeder genç kızlardan, ama Ulrike hem altın hem yumuşaklıktı. Ince uzun, keskin hatlı
ve gri gö zlü ydü . Gizem yü klü havası yü zü nden daha çok etkilemişti beni. Kolay bir
gü lü msemesi vardı, işte o gü lü msemeydi onu daha uzaktaymış gibi gö steren. Siyahlara
bü rü nmü ştü , oysa doğ anın sö nü k yü zü nü renklerle canlandırmaya çalışan kuzey yö relerinde
ender rastlanan bir şeydir bu. Açık, kesin bir Ingilizce konuşuyordu, r’leri ha ifçe vurgulayarak.
Ben iyi bir gözlemci değilim, bu ayrıntılan yavaş yavaş keşfettim.
Bizi tanıştırdılar. Ona, Bogota And Universitesi’nde ö ğ retim ü yesi olduğ umu sö yledim.
Kolombiyalı olduğumu belirttim.
Düşünceli bir havayla bana sordu:
- Kolombiyalı olmak ne anlama geliyor?
- Bilmiyorum, diye yanıtladım, Bir inanış şekli.
- Norveçli olmak gibi, diyerek onayladı.
Başka hiçbir şey anımsamıyorum o akşam konuşulanlardan. Ertesi gü n erkenden yemek
odasına indim. Pencereden bakarken kar yağ mış olduğ unu, toprağ ın sabahın içinde yavaş
yavaş kaybolduğ unu gö rdü m. Başka kimsecikler yoklu. Ulrike beni masasına çağ ırdı. Yalnız
gezinmeyi sevdiğini söyledi. Schopenhauer’in bir şakasını anımsayıp yanıtladım:
- Ben de. Biz ikimiz beraber çıkabiliriz öyleyse.
Evden uzaklaştık, yeni karın ü zerinde yü rü yerek. Kırda, yaşayan tek canlı yok. Birkaç adım
ö tede, ırmağ ın biraz aşağ ısında bulunan Thorgate’e gitmeyi ö nerdim. O zamandan Ulrike'ye
âşık olduğumu artık biliyordum; yanımda ondan başka birinin olmasını isteyemezdim.
O sırada bir kurdun uluduğ unu duydum. Daha ö nce hiç kurt uluması duymamıştım, ama
bunun bir kurt olduğunu anladım. Ulrike rahatsız olmuşa benzemiyordu.
Bir an sonra, sanki yüksek sesle düşünüyormuşçasına:
- Dü n York Kilisesi'nde gö rdü ğ ü m birkaç garip kılıç, Oslo mü zesinde gö rdü ğ ü m koca
gemilerden daha çok etkiledi beni, dedi.
Yollarımız birleşmişti. Ulrike, öğleden sonra yolculuğunu Londra'ya doğru sürdürecekti, bense
Edinburgh’a gidiyordum.
- Oxford Street’e Londra kalabalığ ında kaybolmuş sevgili Ann’ı arayan De Quincey’nin izinden
gireceğim, dedi bana.
- De Quincey aramaktan vazgeçti, diye karşılık verdim. Oysa ben yıllardan beri onu aramayı
sürdürüyorum.
- Belki de bulmuşsundur, dedi alçak sesle.
Anladım ki umutsuz olan bir şey bana yasak değ ildi ve onu dudaklarından, gö zlerinden ö ptü m.
Tatlı bir kesinlikle beni itli ve açıkça:
- Thorgate’teki handa senin olacağ ım. Oraya kadar bana dokunmamanı istiyorum senden.
Böylesi daha iyi, dedi.
Belirli yaştaki bir bekâ r için, sunulan aşk artık beklenmeyen bir armağ andır. Mucize koşullan
da belirleme hakkına sahiptir. Popayan’da geçen gençliğ imi ve beni aşkından yoksun bırakan,
Ulrike gibi zarif ve sarışın, Teksaslı bir genç kızı düşündüm.
Ona beni seviyor mu diye sorma yanılgısına dü şmedim, ilk olmadığ ımı, sonuncu da
olmayacağ ımı anlamıştım. Belki benim için sonuncu olan bu serü ven, başka birçoklarından
yalnızca biri olacaktı bu göz kamaştıran, kararlı Ibsen öğrencisi için.
Elele yolumuzu sürdürdük.
- Bütün bunlar bir düş gibi, dedim ve ben asla düş görmem.
- Bir bü yü cü nü n domuz ahırında uyuttuğ u â na değ in dü ş gö rmeyen şu kral gibi, diye karşılık
verdi.
Sonra ekledi:
- Dinle bak: bir kuş ötecek.
Kısa bir süre sonra, kuşun ötüşünü duyduk.
- Bu ülkede, dedim, biri öleceği zaman geleceği görebildiği söylenir.
- Ve ben öleceğim, diye bildirdi.
Ona baktım, şaşkınlık içinde:
- Ormandan kestirme yapalım, diye üsteledim. Thorgate’e daha çabuk varırız.
- Orman tehlikelidir, diyerek yanıtladı.
Yol boyu devam ettik.
- Bu ânın her zaman sürmesini isterdim, diye mırıldandım.
- Her zaman, insanlara yasaklanmış bir sö zcü ktü r, diyerek onayladı. Ulrike, ö nemini
yumuşatmak için de iyi duymamış olduğunu ileri sürerek adımı yinelememi istedi.
- Javier Otàrola, dedim.
Tekrarlamak istedi, ama başaramadı. Ulrike adı üzerinde yanılma sırası bana gelmişti.
- Seni Sigurd diye çağıracağım, diye açıkladı gülümseyerek.
- Eger ben Sigurd'sam, sen de Brynhild olmalısın.
Adımlarını yavaşlatman.
- Saga’yı biliyor musun, diye sordum.
- Elbette, Almanların sonradan Nibelungen diye bozarak anlattıkları trajik öykü.
Konuşmak istemiyordum, bağladım:
- Brynhild, sanki yatakta ikimizin arasında bir kılıç olsun istermişçesine yürüyorsun.
Ansızın hanın önündeydik. Adının öbürkü gibi Northern Inn olması beni şaşırtmadı. t.
Küçük merdivenin üzerinden, Ulrike bana seslendi:
- Kurdu duydun mu? İngiltere’de kurt kalmadı. Gel çabuk.
Merdivenleri çıkarken duvarların William Morris stilinde, çok koyu kırmızı, meyve ve kuş
resimli bir duvar kâ ğ ıdıyla kaplı olduğ unu fark ettim. Ulrike ö nce girdi. Karanlık odanın tavanı
alçak ve iki ucu eğ imliydi. Beklenen yatak loş bir aynada yansıyordu ve parlak maun bana
Incil'in aynasını anımsatmıştı. Ulrike şimdi çıplaktı. Beni gerçek adımla çağ ırdı, Javier. Karın
gittikçe hızını arttırdığ ım duydum. Artık ne mobilya, ne ayna vardı. Ikimizin arasında kılıç da
yoktu. Zaman kum gibi akıyordu. Yü zlerce yıllık karanlığ ın içinden aşk fışkırdı. Ve ben ilk ve
son kez Ulrike’nin görüntüsüne sahip oldum.
KONGRE

Ils s’achiminèrent vers un château immense, au


frontispice duquel on lisait: “Je n’appartiens à
personne et J’appartiens âtout le monde. Vous y
étiez avant que d’y entrer, et vous y serez encore
quand vous en sortirez”
Diderot, Jacques le Fataliste el son Maitre
(1769){3}
Alejandro Ferri adım. Kulağ ınıza askerı̂ yankılanmalar çatınabilir, ama ne zafer
madalyalarının, ne de Makedonyalının bü yü k gö lgesinin, artık gü ney olmayan Gü ney'de,
Santiago del Estcro Caddesi’ndeki bir otelin ü st katında bu satırları bir araya getiren, adı
hemen hemen duyulmamış adamla bir ilgisi vardır –cü mle beni dostluğ uyla onurlandırmış
olan The Marble Pillars'ın (Mermer Sü tunlar) yazarı şaire ait. Yakında yetmiş yaşını
dolduracağ ım; birkaç ö ğ renciye Ingilizce dersi vermeyi sü rdü rü yorum. Kararsızlık, savsaklık
ya da başka nedenlerden ö tü rü evlenmedim ve şimdi yalnız yaşıyorum. Yalnızlık bana acı
vermiyor, insanın kendisine ve kendi huylarına katlanmasıyla hayat zaten yeterince zor.
Yaşlandığ ımı anlıyorum; en şaşmaz belirti de yeniliklerin beni ilgilendirmemesi,
eğ lendirmemesi; belki de temelde yeni olmadıklarını, olsa olsa eskinin ü rkek varyasyonları
olduklarını kavramadan ileri geliyor. Gençliğ imde gü nbatımlarına, kenar mahallelere ve
mutsuzluğ a bayılırdım; bugü n şehrin gö beğ ini, sabahlan ve dinginliğ i seviyorum. Artık
Hamlet’i oynamaya çalışmıyorum. Tutucu bir partiye yazıldım ve genellikle dalgın bir izleyici
olarak katıldığ ım bir satranç kulü bü nü n ü yesiyim. Merak eden okurlar varsa, Mexico
Caddesi’ndeki Ulusal Kü tü phane’nin karanlık, kuytu bir kö şesinde; hiç değ ilse içerdiğ i sayısız
yanlışları dü zeltmek ya da azaltmak için yeni bir basımı hak eden eserim John Wilkins’in
Analitik Dil Üzerine Kısa Bir Inceleme’nin bir kopyası duruyor. Bana sö ylendiğ ine gö re
kü tü phanenin yeni yö neticisi, eski dillerin incelenmesini (sanki çağ daş diller temel olmak için
yeterli niteliklere sahip değ ilmiş gibi) ve dü şsel bir serseriler Buenos Aires'ini demagogca
yü celtmeyi kendine iş edinmiş bir edebiyat meraklısıymış. Onunla tanışmaya hiç çalışmadım.
Ben ki 1899’dan bu yana bu şehirde otururum, rastlantı karşıma yalnızca bir tek serseri, ya da
en azından serseri diye bilinen bir kişi çıkardı. Daha sonra yeri gelirse, bu olayı da
anlatacağım.
Yalnız yaşadığ ımı sö ylemiştim. Geçenlerde, Fermin Eguren’den sö zettiğ imi duymuş olan kapı
komşum, onun Punta del Este’de ölmüş olduğunu söyledi bana.
Hiçbir zaman dostum olmamış bu adamın ö lü mü açıklanmaz bir biçimde hü zü nlendirdi beni.
Yalnız kaldığ ımı biliyorum; yeryü zü nde, o gizli olayın –Kongre– anısını kimseyle paylaşma
olanağ ı olmaksızın saklayan tek kişiyim. Bundan sonra, tek kongre ü yesi benim. Bü tü n
insanların kongre ü yesi oldukları, yeryü zü nde kongre ü yesi olmayan bir tek insan
bulunmadığ ı doğ ru, ama ben değ işik bir ü yeyim. Oyle olduğ umu biliyorum, bu da beni şimdiki
ve gelecekteki meslektaşlarımdan farklı kılıyor. 1904 yılının 7 Şubat gü nü Kongre’nin
ö ykü sü nü kimseye anlatmayacağ ımıza dair bizim için en kutsal olan şey –dü nyada kutsal olan
ya da olmayan herhangi bir şey var mı ki– ü zerine ant içtiğ imiz gerçek, ama şu anda benim
andını bozan bir kişi durumunda olmamda Kongre’nin bü yü k bir payı olduğ u da daha az
gerçek değ il. Burada sö ylediğ im biraz bulanık, ama belki olası okuyucularımın merakını
uyandırabilir.
Her neyse, giriştiğ im gö rev pek kolay değ il. Mektup biçiminde bile olsa, ö ykü yazmayı hiç
denemedim; daha da kö tü sü , kâ ğ ıda dö keceğ im ö ykü inanılacak gibi değ il. Bu gö rev Mermer
Sü tunların haksız yere unutulmuş şairi Jose Fernà ndez Irala'ya dü şmeliydi, ama artık çok geç.
Olayları isteyerek bozmayacağ ım, buna karşın tembel belleğ imin ve herhangi bir
beceriksizliğin beni bir kereden fazla yanılmaya zorlayacağından korkuyorum.
Kesin tarihlerin pek ö nemi yok. Doğ um yerim olan Santra Fe’den 1899’da gelmiş olduğ umu
unutmayalım. Bir daha hiç geri dö nmedim; beni çekmeyen bu şehre, Buenos Aires’e,
gö vdemize ya da eski bir sakatlığ a alışıldığ ı gibi alıştım. Pek ö nemsemeden, yakında
ö leceğ imi seziyorum; bu yü zden konu dışına çıkma dü şkü nlü ğ ü mü gemleyip, anlatımı
tezleştirmem gerekiyor.
Yıllar ö zü mü zü değ iştirmez –ö zü mü z varsa tabii– beni Dü nya Kongresi'ne gö tü recek olan
içgü dü , daha ö nce Ultima Hora'nın yayın kadrosu arasına gö tü rmü ştü . Taşralı yoksul bir genç
için gazeteci olmak romantik bir yazgı olabilir; başkentli yoksul bir genç için bir sığ ırtmacın
yazgısının romantik olabileceğ i gibi. Bugü n kaba bir meslek gö rü nen gazeteciliğ i istemiş
olmam bana utanç vermiyor. Meslektaşım Fernà ndez lrala’nın, gazetecinin yazdığ ının
unutulup gittiğ ini, oysa isteğ inin belleklerde ve zamanda iz bırakmak olduğ unu sö ylediğ ini
duymuştum. Daha sonraları MERMER SUTUNLAR derlemesinde birkaç ha if dü zeltmeyle
yeralacak kusursuz sonelerinden kimilerini kafasına kazımıştı bile (fiil o sıralar pek yaygındı).
Ilk kez Kongre’den sö zedildiğ ini ne zaman duyduğ umu tam olarak bilemiyorum. Veznedarın
ilk aylığ ımı saydığ ı gü nü n akşamı olabilir. Buenos Aires’in beni kabullendiğ ini kanıtlayan bu
olayı kutlamak için Irala’yı yemeğ e çağ ırmıştım. Kesin olarak Kongre’de bulunması
gerektiğ ini ö ne sü rerek, çağ rımı geri çevirmişti. Hemen o an, Ispanyolların oturdukları geniş
caddenin sonundaki kendini beğ enmiş, kubbeli bü yü k yapıya değ il, çok daha ö nemli ve gizli
bir şeye atıfta bulunduğ unu sezdim. Herkes Kongre’den sö zediyordu, kimileri açıkça alaya
alarak, kimileri seslerini alçaltarak, başkaları kaygıyla ya da merakla; inanıyorum ki hiçbiri
neyin sö zkonusu olduğ unu bilmiyordu. Birkaç hafta sonra cumartesi Irala beni de davet etti.
Gerekli bütün adımları attığını açıkça söyledi.
Akşam dokuz-on sıralarındaydı. Tramvayda Irala bana hazırlık toplantılarının her cumartesi
gü nü yapıldığ ını açıkladı ve don Alejandro Glencoe, belki de yalnızca adımdan ö tü rü , beni
onaylamıştı. Beraber Gaz Lambası kahvesine girdik. Sayıları on beş yirmi kadar olan Kongre
ü yeleri uzun bir masanın çevresinde oturuyorlardı, bir peyke var mıydı, yoksa bu ayrıntıyı
belleğim mi ekliyor bilemiyorum. Daha önce hiç görmemiş olduğum başkanı tanımakta güçlük
çekmedim. Don Alejandro dinç gö rü nü şlü , alnı açık, gri gö zlü , kızıla çalan kır sakallı, oldukça
yaşlı bir beydi. Onu her zaman koyu renk bir redingot giyinmiş olarak gö rdü m; ellerini
kavuşturulmuş olarak bastonuna dayama alışkanlığ ı vardı, iriyarıydı. Solunda çok daha genç,
yine kızıl saçlı bir adam oturuyordu: parlak saçları, ateşi çağ rıştırıyordu. Bay Glencoe’nin
sakalı ise gü z yapraklarını. Sağ ında, uzun yü zlü , çok dar alınlı, biraz zü ppece giyinmiş genç bir
adam vardı. Apsent isteyen birkaçı dışında, herkes kahve ısmarlamıştı. Dikkatimi ilk çeken, o
kadar erkeğ in arasında tek olan bir kadının varlığ ıydı. Masanın ö bü r ucunda, denizci
giysilerine bü rü nmü ş ve uykuya dalmakta gecikmeyecek olan on yaşlarında bir çocuk vardı.
Ayrıca bir Protestan papazı, Musevilikleri kuşku gö tü rmeyecek iki kişi ve sokak serserileri
gibi boynunda ipek fuları ve dar giysileri olan bir zenci de bulunuyordu. Zencinin ve çocuğ un
ö nü ne birer incan kakao konmuştu. Marcello de Mazo adında son derece nazik ve gü zel
konuşan, bir daha da hiç gö rmediğ im bir adamdan başka kişileri anımsamıyorum.
(Oturumların birinin kö tü çekilmiş, solgun bir fotoğ rafı da var bende, ama
yayımlamayacağ ım, çü nkü zamanın giysileri, uzun saçlar ve bıyıklar orada toplanmış ü yelere
gülünç, hatta sefil bir hava verebilir.)
Bü tü n dernekler kendi dil ve geleneklerini yaratma eğ ilimindedirler; Kongre, katılanların
acele etmeksizin ve herkesin kendi başına ulaşılması ö ngö rü len gerçek amacın, hatta ö bü r
ü yelerin ad ve soyadlarını kendilerinin keşfetmesini ister gibiydi. Çok geçmeden benim
gö revimin soru sormamak olduğ unu kavradım, bö ylece Fernà ndez Irala’yı sorguya çekmeye
kalkışmadım. Zaten o da bana hiçbir şey sö ylemedi. Hiçbir cumartesiyi kaçırmamama karşın,
anlamam bir-iki ay sü rdü . Ikinci toplantıdan itibaren, Donald Wren adlı, sonraları bana
İngilizce dersi verecek olan, Güney Demiryollarından bir mühendis komşum oldu.
Don Alejandro çok az konuşuyordu; ö tekiler doğ rudan doğ ruya onunla konuşmuyorlardı, ama
sö yledikleri her sö zü ona yö nelttiklerini ve onun onayını almaya çalıştıklarını sezdim. Elinin
yavaş bir hareketi, tartışmanın konusunun değişmesine yetiyordu. Yavaş yavaş salondaki kızıl
saçlı adamın Twirl diye garip bir adı olduğ unu ö ğ rendim. Çelimsiz gö rü nü mü nü anımsıyorum,
sanki boyları başdö nmesi yapıyormuşçasına kambur durmaya zorlanan bazı çok uzun boylu
insanların ö zelliğ i vardı onda. Elleri, durmadan zaman zaman masaya bıraktığ ı bakır bir
pusulayla oynardı. 1914 sonunda, Irlanda piyade alayında er iken ö ldü rü ldü . Hep sağ da oturan
dar alınlı genç adam Fermin Eguren, başkanın yeğeniydi.
Gerçekçilik yö ntemlerine hiç inanmadığ ım için (bildiğ im en yapay akım, eğ er bö yle bir akım
varsa) neler ö ğ rendiğ imi hemen, ama parça parça anlatacağ ım. Ama bundan ö nce okuyucuya
o zamanki durumumu hatırlatmak isterim: Casildalı çiftçinin oğ lu, yoksul bir gençtim ve
Buenos Aires’e ayak basıp ansızın kendimi –o anda ö yle hissediyordum– başkentin yü reğ inde
bulmuştum, belki de dü nyanın yü reğ inde, kim bilir. Aradan yarım yü zyıl geçti ve ben sonuncu
olmayan bu ilk göz kamaşmasının anısını hâlâ saklıyorum.
Işte olgular; en ö z biçimde kâ ğ ıda aktaracağ ım. Don Alejandro Glencoe, başkan, Uruguaylı bir
çiftçiydi. Brezilya sınırında kocaman bir toprağ ın sahibi. Aberdcen’den gelmiş olan babası,
geçen yü zyılın ortalarında kıtamıza yerleşmişti. Beraberinde yü z kadar kitap getirmişti; don
Alejandro’nun yaşamı boyunca okuduğ u kitapların hepsi buydu diyebilirim (kendi içlerinde
sını landırılabilecek bu kitaplardan –ki hepsi elimden geçti– sö zediyorsam, bu aralarından
birinin ö ykü mü n kö kenini oluşturmasından dolayıdır). Ilk Glencoe ö lü rken, ardında bir kız ve
sonradan başkanımız olacak bir oğ ul bıraktı. Kız bir Eguren’le evlenip, Fermin’in anası oldu.
Don Alejandro bir ara milletvekili olma umuduna kapıldıysa da, siyasal şe ler Uruguay
Kongresi'nin kapılanın onun yü zü ne kapadılar. Adamımız ayak diredi ve daha geniş kapsamlı
başka bir kongre yaratmaya karar verdi. Carlyle'in ateşli sayfalarında, şu Anacharsis Clootz
olayını okumuş olduğ unu anımsadı; Us tanrıçasının tapınanı olup, otuz altı yabancının
başında, Paris’te bir toplantıda “insan tü rü nü n sö zcü sü ” olarak sö ylev vermişti. Bu ö rnekten
gü ç alan don Alejandro, tü m ulusların tü m insanlarını temsil edecek Dü nya Kongresi’ni
yaratmayı tasarladı. Hazırlık toplantılarının merkezi Gaz Lambası kahvesi oldu; dö rt yıllık bir
sü re içerde olacağ ı ö ngö rü len açılış oturumu, don Alejandro’nun çiftliğ inde yapılacaktı.
Buenos Aires’i sevmesine ve Uruguay'ın şimdiki ulusal kahramanı Artigos’un yandaşlarından
biri olmamasına karşın, Kongre’nin kendi yurdunda toplanmasına karar vermişti. Tuhaf ama,
dört yıllık tasarı süresi, neredeyse büyüsel bir kesinlikle amaçlarını gerçekleştirmişti.
Başlangıçta yabana atılmayacak katılma ö denekleri alıyorduk, ama çabamız uğ runa kendisi de
benim kadar yoksul olan Fernà ndez Irala hakkından vazgeçince, biz dc onu izledik. Bu ö nlem
iyiyi kö tü den ayırmamızı sağ ladığ ından yararlı oldu; Kongre ü yelerinin sayısı azaldı ve geriye
bağ lılardan oluşan kü çü k bir grup kaldı. Ucretli tek gö revli, başkaca bir geçim kaynağ ı
olmayan, aynı zamanda ezici bir işi ü stlenen sekreter Nora Er jord’undu. Tü m gezegeni
kaplayan bir ö rgü t yaratmak hiç de ö nemsiz bir girişim değ ildi. Yoğ un mektup, hatta telgraf
tra iğ i vardı. Peru'dan, Danimarka'dan, Hindistan'dan başvurular geliyordu. Bir Bolivyalı,
ü lkesinin denizle arasında hiçbir ulaşım yolu olmadığ ını ve bu eksikliğ in ilk oturumlardan
birinin konusu olması gerektiğ ini yazdı. Parlak bir zekâ ya sahip olan Twirl, Kongre’nin her
şeyden ö nce felsefı̂ bir dü zen sorunu olduğ unu hatırlattı. Tü m insanları temsil edecek bir
kurulun temelini kurmak, Platoncu arketiplerin gerçek sayısını ortaya çıkarmaya çalışmakla –
ki bu gizem yü zyıllardır bü tü n dü nya dü şü nü rlerini şaşkına çeviriyordu– aynı şeydi. Daha ileri
gitmeden, don Alejandro Glencoe’nin yalnızca çiftçi ve hayvan sahiplerini değ il, Uruguaylılar’ı,
bütün insanlığın habercileri olan kişileri ya da kızıl sakallıları ve tüm kollukla oturanları temsil
edebileceğ ini belirtti. Nora Er jord Norveçliydi. Sekreterleri mi, Norveçlileri mi yoksa –daha
açıkça– bü tü n gü zel kadınları mı temsil edecekti? Bir tek mü hendis, Yeni Zelandalılar dahil
tüm mühendisleri temsil etmeye yeter miydi?
Sanırım bu noktada Fermin araya girdi:
- Ferri burada gringoları {4} temsil ediyor, dedi, kahkahalarla. Don Alejandro sertçe ona bakıp,
sesini yükseltmeden:
- Bay Ferri, işgüçleri bu memleketin kalkınmasına yarayan göçmenleri temsil ediyor, dedi.
Fermin Eguren benim varlığ ıma bile dayanamazdı. Birbirine uyan şeylerle ö vü nü yordu;
Uruguaylı olmakla, iyi aileden gelmekle, kadınların ilgisini çekmekle, pahalı terziden
giyinmekle ve de bir tü rlü anlayamadığ ım bir şey, Bask kö kenli olmakla; çü nkü bu ırk tarihte
inek sağmaktan başka hiçbir şey yapmamıştır.
Anlamsız bir olay dü şmanlığ ımızı pekiştirdi. Bir toplantı bitiminde Eguren bize Junın
Caddesi’ndeki genelevlerden birine gitmeyi ö nerdi. Tasarı pek hoşuma gitmedi, ama
alaylarına konu olmamak için kabullendim. Fernà ndez Irala ile beraberdik. Genelevden
çıkarken, bir çam yarmasıyla karşılaştık. Biraz kafayı bulmuş olan Eguren eşikte adamı iteledi.
Öteki geçişi kapatıp bize:
- Dışarı çıkmak isteyen bu bıçaktan geçmek zorunda, dedi.
Şimdi bile, uzun geçidin alacakaranlığ ında bıçağ ın pırıltısını anımsıyorum. Eguren dehşet
içinde kendini geri attı. Kendimden pek emin değ ildim, ama kinim korkuyu bastırdı. Elimi,
sanki bir silah çıkaracakmışım gibi koltuğumun altına yanaştırdım ve katı bir sesle adama:
- Bu hesabı dışarda kapatacağız, dedim.
Yabancı tamamen değişken bir ses tonuyla bana seslendi:
- Işte bö yle insanları severim. Yalnızca sizi denemek istemiştim dostum, diyerek saygıyla
gülümsedi.
- Dost olduğumuzu sen söylüyorsun, diye yanıtladım ve dışarı çıktık.
Bıçaklı adam geneleve daldı. Sonradan adının Tapia, Paredes ya da onun gibi bir şey olduğ unu
ve kavgacı biri olarak tanındığ ını ö ğ rendim. Kaldırıma çıktığ ımızda, soğ ukkanlılığ ını korumuş
olan Irala, omzuma vurup, cafcaflı bir tavırla:
- Üçümüzün arasında bir silahşor varmış, selâm sana d’Artagnan, dedi.
Permin Eguren, ödlekliğine tanık olduğum için beni asla bağışlamadı.
Oykü mü n şimdi, ancak şimdi başladığ ının farkına varıyorum. Bundan ö nce yazdığ ım sayfalar,
belki de yaşamımda tek olan inanılmaz olayın ortaya çıkmasında, yazgı ya da rastlantının
gerektirdiğ i koşulları belirtmeye yarayacak yalnızca. Don Alejandro Glencoe her zaman
Kongre’nin odağ ındaydı, ama bizler yavaş yavaş, şaşkınlık ve kaygıyla, gerçek başkanın Twirl
olduğ unu hissettik. Bu alev bıyıklı tuhaf adam Glencoc’yu, hatta Permin Eguren’i ö ylesine
abartmayla pohpohluyordu ki, orada bulunanlar ikisiyle de alay ettiğ ini dü şü nebilirdi.
Kendinden hiç taviz vermeden yapıyordu bunu. Glencoe sınırsız servetinden gurur
duyuyordu; Twirl herhangi bir şey yaptırtmak istiyorsa yalnızca bunun bedelinin başkanın
imkâ nlarını çok aştığ ını ima etmesinin yeterli olduğ unu anlamıştı. Sü rekli olarak yeni
genişleme olanakları ortaya atıyor, don Alejandro da her zaman kabulleniyordu. Gittikçe
bü yü yen ve gelişen bir dairenin merkezinde gibiydik. Orneğ in Twirl, Kongre’nin başvuru
kitapları içeren bir kü tü phane olmadan çok ilerlemeyeceğ ini bildirdi; bir kitapçıda çalışan
Nierenstein bize, Justus Perthes'in atlaslarını ve çeşit çeşit çok ciltli ansiklopedileri, Pliny’nin
Natural History'si ve Beauvais’nin Speculum'undan ü nlü Fransız ansiklopedi yazarlarının,
Britannica’nın, Pierre Larousse’un, Brockhaus’un, Larsen’in, Montaner ve Simon’ın tatlı
labirentlerine (bu sö zcü kleri Ferndndez Irala'nın sesiyle okuyorum) kadar her şeyi sağ ladı.
Incelikle boyanmış yazılarının bana leoparın benekli derisinden daha gizemli gö rü ndü ğ ü bir
Çin ansiklopedisinin ipekli ciltlerini saygıyla okşadığ ımı anımsıyorum. Başlarına gelenler
hakkında hiçbir şey söylemeyeceğim, ayrıca hiç de yerinmiyorum.
Belki de dalkavukluk etmeye çalışmayan tek biz olduğ umuzdan, don Alejandro, Fernà ndez
Irala’ya ve bana yakınlık duymaya başlamıştı. Bizi, duvarcı ustalarının çoktan işe başlamış
olduğu çiftliği La Caledonia'da birkaç gün geçirmek üzere davet etti.
Akıntıya karşı uzun bir yolculuktan ve altı dü z bir tekneyle nehri geçtikten sonra bir sabah
Uruguay kıyısına ayak bastık. Sonra, se il hanlarda geceler boyu konaklamamız ve Guchilla
Negra’nın ara yollarında dü zinelerle kapı açıp kapamamız gerekti. Faytonla yol alıyorduk;
kırlık arazi bana doğduğum küçük çiftliğin çevresinden daha geniş ve ıssız göründü.
Yurtluğ un iki ayrı gö rü ntü sü şu anda bile belleğ imde: Biri hayalimde canlandırdığ ım, ö bü rü
gö zlerimin sonunda gö rdü ğ ü Akılsızca, bir dü şteymişçesine, Santa Fe bozkırlarıyla Victoria
tarzı, gö rkemli Buenos Aires başkanlık sarayı gibi olanaksız bir karışım tasarlamıştım; La
Caledonia ise, çatısı beşik biçiminde, dal ve çalı kaplı, geçitleri mozaik dö şeli, uzun, çirkin bir
yapıydı. Bana en kö tü hava şartlan ve zamana dayanabilmesi için yapılmış izlenimi verdi.
Kaba duvarların kalınlığ ı bir metreye yakın, kapılar ise dardı. Kimsenin aklına ağ aç dikmek
gelmemişti. Gü neşin ilk ve son ışınları diklemesine ü zerine dü şü yordu. Çevre duvarları
taştandı; zayıf ve boynuzlu birçok sü rü hayvanı vardı; atların kuyrukları dö ne dö ne yere kadar
uzanıyordu. İlk kez, yeni kesilmiş hayvan etinin tadını öğrendim. Birkaç paket poğaça getirildi;
bir-iki gü n sonra, kâ hya bana yaşamında ağ zına bir lokma ekmek bile koymadığ ını sö yledi.
Irala tuvaletin nerede olduğ unu sordu, don Alejandro geniş bir el hareketiyle ona kıtayı
gö sterdi. Dolunay vardı, ayaklarımın uyuşukluğ unu gidermek için dışarı çıktığ ımda, dostumu
bir devekuşunun gözetiminde işini görürken bastırdım.
Geceyle kaybolmayan sıcaklık dayanılmaz gibiydi ve hepimizin dileğ i biraz serinlikti. Alçak
tavanlı, birçok oda mobilyasız gibi geldi bana; bize gü neye bakan, iki somya ve ü zerinde
gümüşten bir leğen ve ibrik bulunan konsolla döşenmiş bir oda ayrılmıştı. Yer çıplak topraktı.
Ertesi gü n, beni bu yalnızlığ a ve bu sabaha getiren yolun başındaki kitaplıkta ve insanlığ ın
sö zcü sü , Anacharsis Clootz’a atfedilmiş Cariyle ciltleriyle karşılaştım. Akşam yemeğ iyle aynı
olan kahvaltıdan sonra, don Alejandro bizi yapılan binaları gö rmeye gö tü rdü . At sırtında,
çıplak arazide bir sü re yol aldık. Biniciliğ i pek iyi olmayan Irala attan dü ştü ; kâ hya gü lmeden
belirtti;
- Şehirli attan inmesini iyi biliyor.
Uzakta inşaat yeri belirdi. Yirmi kadar adam derme çatma bir am iteatr ortaya çıkarmışlardı.
Aralarından gökyüzünün göründüğü iskeleler, merdivenler, sahneler ve sıraları anımsıyorum.
Birçok kez işçilerle konuşmaya çalıştıysam da çabalarım boşa gitti. Bu anlamda farklı
olduklarım biliyorlardı. Birbirleriyle anlaşmak için, Portekizce havası taşıyan, kısa, ö z ve
genizden gelen bir Brezilyalılaştırılmış Ispanyolca kullanıyorlardı. Kuşkusuz damarlarında
hem zenci, hem de yerli kanı dolaşıyordu. Sağ lam yapılı, kısa boyluydular; La Caledonia'da
uzun boylu bir adam oldum; oraya gidene kadar hiç bö yle bir duyguya kapılmamıştım. Hemen
hepsi chiripá {5}, bazıları da bambachs{6} giyiyorlardı. Herná ndez ya da Rafael Obligado’nun
kitaplarındaki dokunaklı kahramanlara ya çok az benziyor ya da hiç benzemiyorlardı.
Cumartesi gecesi içilen içkinin etkisi henü z geçmediğ inden, her an şiddete yö nelebilir
durumdaydılar. Aralarında bir tek kadın bile yoktu ve hiç gitar sesi duymadım.
Beni bu sınır kö yü nü n insanlarından daha çok ilgilendiren, don Alejandro’da gö rü len
değ işiklik oldu. Buenos Aires’te sevimli ve ö lçü lü bir beydi; La Caledonia'da ise ataları gibi,
sert bir oymak şe i. Pazar sabahı sığ ır çobanlarına, bir tek sö zcü ğ ü nü anlamadıkları Incil’den
bö lü mler okuyordu. Işi babasından devralmış olan genç kâ hya bir akşam koşarak, bir çiftçiyle
sığ ır çobanının bıçaklarla kapıştıklarını bize bildirmek için geldi. Don Alejandro, hiç isti ini
bozmadan ayağ a kalktı. Olay yerine vardı, her zaman ü zerinde taşıdığ ı silahını korkudan tir tir
titreyen kâ hyaya verdi ve kendine bıçaklar arasında yer açtı. Derhal şu emri verdiğ ini
duydum:
- Bırakın bıçakları çocuklar!
Aynı sakin sesle ekledi:
- Haydi şimdi el sıkışın ve kendinize gelin. Kavga istemiyorum burada.
İkisi dc boyun eğdiler. Ertesi gün, don Alejandro’nun kâhyayı kovduğunu öğrendim.
Kendimi yalnızlıkla kuşatılmış gibi hissediyordum, Buenos Aires’i bir daha
gö remeyeceğ imden korkmaya başladım. Ferná ndez Irala bu korkuyu paylaşıyor muydu
bilmiyorum, ama Arjantin'den ve dö nü şü mü zde neler yapacağ ımızdan çok sö z ediyorduk. Sık
sık dolaştığ ım yerleri değ il de Plaza del Once yakınlarında, Jujuy Caddesi’ndeki bir anakapının
aslan yontularını ve şehrin ü cra bir kö şesindeki eski bir barın ışığ ını ö zlemle dü şlü yordum.
Her zaman iyi bir binici oldum; ata binip uzun gezilere çıkmaya başladım. Çoğ unlukla
bindiğ im ve şimdi ö lmü ş olması gereken Arap atını şimdi bile anımsıyorum. Bir ö ğ le sonrası
ya da akşam, ola ki Brezilya topraklarına girmişimdir, çü nkü sınır, yanyana dizili taşlardan
oluşan bir çizgiden başka bir şey değildi.
Gü nleri saymaktan vazgeçmiştim ki, ö bü rlerinden hiç farkı olmayan bir gü n bitiminde, don
Alejandro haber verdi:
- Yatma zamanı geldi, yarın, sabah serinliğinde yola çıkıyoruz.
Nehir kıyısında yol alırken kendimi ö ylesine mutlu duyuyordum ki, La Caledonia'yı sevgiyle
bile anabilirdim.
Cumartesi toplantılarımıza yeniden başladık. Daha ilk oturumda Twirl sö z istedi. Her zamanki
sü slü anlatımıyla, Dü nya Kongresi kitaplığ ının yalnızca başvuru kitaplarıyla sınırlı kalmaması
gerektiğ ini ve tü m dü nya ü lke ve dillerindeki klasik eserlerin gerçek bir bilgi birikimi
olduğ unu, bilmeme yanlışına dü şü lmesinin gö ze alınamayacağ ını sö yledi, ö neri hemen
onaylandı; Ferná ndez Irala ve Latince ö ğ reten Dr. Ingnacio Cruz gerekli metinlerin listesini
çıkarma görevini üstlendiler. Twirl, bu tasarı üzerine önceden Nierenstein’la görüşmüştü.
O gü nlerde, dü şlerinde Paris olmayan bir tek Arjantinli yoktu. Kuşkusuz en coşkulusu Fermin
Eguren’di, sonra da çok farklı nedenlerle Ferná ndez Irala geliyordu. MERMER SUTUNLAR şairi
için Paris Verlaine’di, Leconte de Lisee idi; Eguren içinse daha iyi Junın Caddesi’ydi. Onun
Twirl ile anlaşmaya vardığ ından kuşkulanıyorum. Sonraki bir toplantıda, Twirl Kongre
ü yelerinin hangi dili konuşacağ ı konusunda bir tartışma başlattı ve Londra ve Paris’e iki
delege yollayıp bilgi toplamakla gö revlendirilmeleri gerektiğ ini ö ne sü rdü . Yansız
gö rü nebilmek için ö nce benim adımı ö nerdi, sonra kısa bir duraksamanın ardından, dostu
Eguren’inkini. Don Alejandro her zamanki gibi onayladı.
Wren’in, ona verdiğ im Italyanca derslerine karşılık olarak, beni bitimsiz Ingilizce dili
incelemesine başlatmış olduğ unu sö ylediğ imi sanıyorum. Olabildiğ i ö lçü de dilbilgisi ve
başlayanlar için hazırlanmış kalıp tü mceleri bir yana bırakıp, doğ rudan, en ö zlü biçimleri
içeren şiire geçtik. Yaşamımı dolduracak olan bu dille ilk ilişkim Stevenson’m ateşli
“Requiem"i oldu; sonra Percy’nin saygıdeğ er on sekizinci yü zyıla kazandırdığ ı balatlar geldi.
Londra’ya gitmemden az ö nce, beni Irala’nın dizelerinin eşsizliğ inden kuşkulandırıp, suçluluk
duymaya yönelten, göz kamaştırıcı Swinburne oldu.
Londra’ya 1902 Ocağ ı’nın başında vardım; daha ö nce hiç gö rmediğ im yağ an karın yumuşak
okşayışını tattığ ımı hatırlıyorum; bü yü k bir mutluluk duyduğ umu da. Eguren’le beraber
yolculuk etmekten kurtulmuştum. British Museum’m arkasında gö sterişsiz bir pansiyonda
yer buldum, bö ylece sabah ve akşamlan Dü nya Kongresi’ne yaraşır bir dil arayışıyla kitaplığ a
gidiyordum. Evrensel dilleri önemsemezlik etmedim; hem Esperanto’yu –Luganes’in “tarafsız,
yalın ve tutumlu" diye nitelediğ i– hem de eylemleri reddedip, adları çekme yoluyla tü m
dilbilimsel olanaklardan yararlanmaya çalışan Volapü k’ü araştırdım. Yü zyıllardır ö zlemini
çektiğ imiz Latince’nin dirilmesi için leh ve aleyhte olan kanıtlan tamım. John Wilkins’in her
sö zcü ğ ü n anlamının onu oluşturan har lerde bulunduğ unu ileri sü ren çö zü msel anlatımının
bile incelenmesi, dö nü şü mü geciktirdi. Okuma salonunun yü ksek kubbesinin altında Beatrice
ile karşılaştım.
Oykü m, Dü nya Kongresi’nin genel tarihini vermeyi amaçlıyor, benim ya da Alejardro
Ferri’ninkini değ il; ama birinci Ikinciyi kapsıyor, başka bü tü n tarihlerin kapsadığ ı gibi.
Beatrice ince ve uzundu, dü zgü n hatları vardı; kızıl saçları bana karanlık Twirl’i
anımsatabilirdi, ama asla bö yle olmadı. Henü z yirmisine varmamıştı. Kuzey illerinin birinden
ayrılıp, ü niversitede edebiyat ö ğ renimi yapmaya gelmişti. Benim gibi yoksul bir ailedendi. O
zamanlar Italyan kö kenli olmak Buenos Aires’te utanılacak bir şey olmasına karşın, Londra’da
çoğ u insan için bunun romantik bir yö nü olduğ unu fark ettim. Birkaç akşamdan sonra
birbirimizin â şığ ı olmuştuk; benimle evlenmesini ö nerdim, ama Beatrice Frost, Nora Er jord
gibi, lbsen’in yaydığ ı inanışı izliyordu ve kimseye bağ lanmak istemiyordu. Sö yleme
yü rekliliğ ini gö steremediğ im ilk sö zcü kler onun dudaklarından çıktı. Ey geceler! Ey ılık ve
paylaşılmış karanlıklar! Ey gö lgelerde gizli bir ırmak gibi akan aşk! Ey her birinin ö bü rü
olduğ u o esrime â nı! Ey esrimenin sa lığ ı ve arılığ ı! Ey kendimizden geçtiğ imiz, sonrasında
uykuya daldığımız birleşme! Ey günün ilk ışınları ve onun seyrine dalışım!
Çelin Brezilya sınırında, sıla hasretinin tutsağ ı olmuştum; bana çok şeyler veren Londra’nın
kızıl labirentinde aynı şey gelmedi başıma. Yola çıkışımı geciktiren tü m bahanelere karşın, yıl
sonunda dö nmem gerekiyordu. Noel’i Beatrice’le beraber geçirdik. Ona, don Alejandro’nun
kendisini Kongre’ye katılmaya çağ ıracağ ı konusunda sö z verdim; belirsiz bir şekilde, gü ney
yarımkü reyi gö rmenin hoşuna gideceğ i ve dişçi olan kuzenlerinden birinin Tasmania'da
oturduğu yanıtını verdi.
Beatrice gemiye gelmedi; ona gö re vedalaşmalar anlamsız ü zü ntü bayramlarıydı ve dramatik
olaylardan tiksiniyordu. Bir ö nceki kış karşılaştığ ımız kitaplıkta vedalaştık. Ben korkak bir
adamım: mektup bekleme sıkıntısını önlemek için adresimi vermedim.
Her zaman dö nü ş yolculuklarının daha kısa olduğ unu fark etmiştim, ama anı ve kaygılarla
dolu bu Atlas Okyanusu geçişi bana bilmek bilmez gö rü ndü . Hiçbir şey, benim hayatıma koşut
olarak Beatrice’in de dakika dakika, geceler boyu kendininkini yaşayacağ ını dü şü nmek kadar
acı vermiyordu. Sayfalar dolusu bir mektup yazdım, Montevideo’dan ayrılırken yırtıp attım.
Bir perşembe gü nü Arjantin’e vardığ ımda, Irala limanda beni bekliyordu. Şili Caddesi’ndeki
eski evime yerleştim; o ve ertesi gü nleri Irala’yla yü rü yü ş yaparak ve la layarak geçirdik.
Buenos Aires’e yeniden alışmam gerekiyordu. Fermin Eguren’in hâ lâ Paris’te olduğ unu
öğrenmek beni rahatlattı; ondan önce dönmüş olmam uzayan yokluğumun izini hafifletecekti.
Irala yılmıştı. Fermin Avrupa’da ö lçü sü z miktarda para saçıp savuruyordu ve geri dö nmesi
için verilen iki buyruğ u kulak arkası etmişti. Bu ö nceden anlaşılabilirdi. Obü r haberler beni
daha çok kaygılandırdı: Irala ve Cruz’un karşı koymalarına rağ men, Twirl, ne kadar kö tü olursa
olsun iyi bir şeyler içermeyen kitap olamadığ ı savında olan Genç Pliny’den gü ç almıştı; ve
ayrım gö zetmeksizin gü nlü k gazete La Prensa’nın tü m ciltlerinin, Don Quixote’nin ü ç bin dö rt
yü z değ işik baskısının, General Mitre’nin tü m eserlerinin, ü niversite tezlerinin, hesap
kitaplarının, resmı̂ raporların, tiyatro izlencelerinin satın alımınım ö nermiş ve hepsinin
belgesel olduğ unu sö ylemişti. Nierenstein ondan yana çıkmıştı; don Alejandro “fırtınalı ü ç
cumartesiden sonra" ö nergeyi onaylamıştı. Nora Er jord sekreterlik gö revinden istifa etmişti,
yerine Twirl’in adamı olan Karlinski adlı yeni bir ü ye geçmişti. Koca paketler, katalogsuz ve
işsiz, don Alejandro’nun eski bü yü k evinin arka odalarına ve mahzenine doluşturuluyordu.
Temmuz başlarında. Irala duvarcı ustalarının işi bıraktıkları La Caledonia’da bir hafta
geçirmişti. Sorguya çektiğ i kâ hya, patronun bö yle karar verdiğ ini, ayrıca zamanın da fazlasıyla
yeteceğini açıklamıştı.
Londra’da burada sö zetmem gerekmeyen bir rapor hazırlamıştım. O cuma gü nü , yazdığ ımı
teslim etmek için don Alejandro’ya gidiyordum. Ferná ndez Irala da benimle beraberdi. Akşam
olmak ü zereydi ve soğ uk gü ney yeli evin içine giriyordu. Alsina Caddesi’ne bakan giriş
kapısının ö nü nde ü ç atın çektiğ i bir araba duruyordu. Arka avluya boşalttıkları yü kü n
ağ ırlığ ıyla iki bü klü m olmuş adamları anımsıyorum. Twirl, buyurgan, onlara emir
yağ dırıyordu. Sanki ö nsezileri uyarmış gibi, Nora Er jord, Nierenstein, Cruz, Donald Wren ve
başka birkaç kişi de içerdeydi. Nora, kollarını boynuma dolayıp beni ö ptü . Bu kucaklama bana
başkalarını anımsattı. Sevecenlik ve mutluluk dolu zenci elimi öptü.
Odalardan birinde, mahzen kapısı açıktı; tuğla basamaklar karanlıkta kayboluyordu.
Birden ayak sesleri duyduk. Daha gö rmeden, gelenin don Alejandro olduğ unu anladım.
Arkasından kovalayan varmış gibi girdi içeri.
Sesi değ işikti; ne cumartesi toplantılarına başkanlık eden ağ ırbaşlı adamın, ne de bir bıçak
kavgasına son veren ve sığ ır çobanlarına Tanrı’nın sö zlerini ö ğ reten derebeyinin sesiydi bu;
gene de daha çok İkinciyi andırıyordu.
Kimseye bakmadan buyurdu:
- Aşağıda yığılmış her şey dışarı çıkarılsın, mahzende bir tek kitap bile kalmasın.
Bu iş aşağ ı yukarı bir saatimizi aldı. Avlunun çıplak tabanı ü zerine topladığ ımız ciltler, en
uzunumuzun boyunu aşan bir yığ ın oluşturdu. Gidip gelmelerimizin sonu gelmiyordu, tek
kımıldamayan don Alejandro’ydu.
Sonra yeni buyruk geldi:
- Şimdi yığını ateşe verin.
Teril’in benzi attı. Nierenstein yalnızca mırıldanabilirdi:
- Dünya Kongresi, sevgiyle seçtiğim bu değerli malzemeden nasıl vazgeçebilir?
- Dü nya Kongresi mi, dedi don Alejandro. Acı alaylı bir kahkaha attı. Daha ö nce gü ldü ğ ü nü hiç
duymamıştım.
Yok etmede gizemli bir zevk vardır. Alevler ışıltıyla çıtırdadılar, hepimiz duvarlara yaslanmak
ya da içeri girmek zorunda kaldık. Yalnız gece, kü ller ve yanık kokusu kaldı avluda. Ateşten
kurtulmuş birkaç yaprağ ın toprağ ın ü zerindeki beyazlığ ını anımsıyorum. Don Alejandro’ya,
genellikle genç kadınların yaşlı erkeklere duydukları sevgiyle bağ lı olan Nora Er jord, pek de
anlamadan:
- Don Alejandro ne yaptığını bilir, dedi.
Her zaman edebiyata sadık kalan Irala, bir epigram okuma fırsatını kaçırmadı:
- Birkaç yüzyılda bir İskenderiye Kitaplığı yakılır.
Sonunda açıklamayı don Alejandro yaptı:
- Size şu an sö ylediğ imi anlamam dö rt yıl sü rdü , diye başladı. Ustlendiğ imiz gö rev ö ylesine
bü yü k ki –şimdi farkına varıyorum– tü m dü nyayı kapsıyor. Kongre, kayıp bir çitliğ in
hangarlarında bir grup şarlatanın sö ylev vermesi olamaz. Dü nya Kongresi dü nyanın ilk â nıyla
başladı ve biz toza dö nü ştü ğ ü mü zde de sü recek. Yeryü zü nde varolmadığ ı tek bir kö şe bile
yok. Kongre yaktığ ıma kitaplardır; Kongre Sezar'ın tü menlerinin yolunu değ iştiren
Kaledonyalılardır; Kongre sü prü ntü de oturan Eyü b, çarmıhtaki Isa'dır, Kongre servetimi
orospulara yediren o yararsız heriftir.
Kendimi daha fazla tutamayıp sözünü kestim:
- Ben de suçluyum, don Alejandro. Size şimdi getirdiğ im raporu bitirmiş olmama karşın
dönüşümü bir kadın aşkına, sizin cebinizden geciktirdim.
Don Alejandro sürdürdü:
- Zaten kuşkulanıyordum, Ferri. Kongre boğ alarımdır; Kongre sattığ ım boğ alar ve artık benim
olmayan dönüm dönüm topraklardır.
Dehşet dolu bir ses yükseldi Twirl’inkiydi:
- La Caledonia'yı sattığınızı söylemeyeceksiniz, değil mi?
Don Alejandro yavaşça yanıtladı:
- Evet sattım. Bundan bö yle bir avuç toprağ ım bile yok, ama yerinmiyorum, çü nkü şimdi her
şeyi olduğ u gibi gö rü yorum. Belki bir daha hiç karşılaşmayacağ ız, çü nkü Kongre’nin bize
ihtiyacı yok, ama bu son gecede hep beraber gerçek Kongre’yi görmeye gideceğiz.
Zafer sarhoşluğ u içindeydi, kararlılığ ı ve inancıyla bizi ele geçirmişti. Kimse bir an bile olsun
çılgın olduğunu düşünmedi.
Meydanda ü stü açık bir arabaya bindik. Ben arabacının yanına oturdum. Don Alejandro
buyurdu:
- Şehri baştanbaşa gezeceği: reis, istediğiniz yere götürün bizi.
Basamağ ın ü zerinde ayakta duran zenci sırıtıp duruyordu. Olan bitenden bir şey anlayıp
anlamadığını bir türlü sökemedim.
Sö zcü kler, paylaşılmış bir hafıza gerektiren simgelerdir. Burada aktarmaya çalıştığ ım yalnızca
benim hafızam; anılarımı paylaşmış olanlar ö ldü ler. Gizemciler bir gü lden, bir ö pü cü kten,
bü tü n kuşlar olan bir kuştan, bü tü n yıldızlar ve gü neş olan bir gü neşten, bir şarap testisinden,
bir bahçeden ya da cinsel ilişkiden yardım umarlar. Bu eğ retilemelerin hiçbiri, bizi bitkin ve
mutlu gü n ağ arımına kadar gö tü ren o uzun son geceyi anlatmama yardımcı olamaz. Tekerlek
ve nallar sokak taşlarında yankılanırken, biz ancak birkaç sö z ettik. Gü n ağ armadan ö nce, belki
de Maldonado ya da Riachuelo olan karanlık ve kü çü k bir su yakınında, Nora Er jord’un gü çlü
sesi Sir Patrick Spens'in baladını sö ylemeye başladı, don Alejandro da zaman zaman kısık
sesle ve yanlış tonlamayla bir-iki dizeye eşlik etti. Ingilizce sö zler bende Beatrice’in imgesini
canlandırmadı. Arkamda Twirl’in mırıldandığını duydum:
- Kötülük yapmak istedim, iyilik yapmışım.
Hayal meyal gö rdü klerimizden bazı ayrıntılar varlıklarını sü rdü rü yorlar –Recoleta
mezarlığ ının kırmızı duvarı, tutukevinin sarı duvarı, dikaçılı bir sokak kö şesinde dans eden
birkaç adam, demir parmaklıkla çevrili siyah-beyaz taş dö şeli bir kilise avlusu, demiryolu
kavşağ ının parmaklığ ı, benim evim, bir pazar yeri, dipsiz ve remli gece– ama onların yerine
başka şeylerin olabileceğ i bu geçici izlerin şimdi ö nemi yok. Onemli olan, bir kereden çok alay
ettiğ imiz tasarımızın tü m evren ve bizler gibi gerçekten ve gizlice varolduğ unu duymuş
olmamız. Pek umul beslemeksizin, yaşamım boyunca o gecenin tadını aradım durdum; ara
sıra mü zikte, aşkta ve belirsiz anılarda ulaştığ ımı sandım, ama yalnızca bir kez sabah
dü şü mde bana geri dö ndü . Kime olursa olsun hiçbir şey açıklamayacağ ımız ü zerine ant
içtiğimizde, cumartesi günü ağarıyordu.
Irala dışında hiçbirini bir daha gö rmedim. Bu ö ykü den asla sö z etmedik; en ufak bir sö zcü k,
kutsal bir şeye saygısızlık olurdu. 1914‘te don Alejandro ö ldü ve Montevideo’da toprağ a
verildi. Irala bir önceki yıl ölmüştü.
Bir gün Lima Caddesi’nde Nierenstein’la karşılaştık ve birbirimizi görmezden geldik.
BAŞKA ŞEYLER DAHA VAR

liovvard R Lovccraft'ın anısına

Amcam Edwin Arnett’in Arjantin’in gü neyindeki derinliklerde anevrizmadan ö ldü ğ ü nü
ö ğ rendiğ imde, Austin’de Texas Universitesi bitirme sınavlarının sonuncusuna
hazırlanıyordum. Hepimizin bir ö lü m karşısında duyduklarımızı duydum: daha çok yakınlık
gö stermemiş olmanın artık gereksiz pişmanlığ ı. Insan, ö lü lerle konuşurken, ö lü olduğ unu
unutuyor. Felsefe ö ğ renimi yapıyordum. Casa Colorada’da, Lomas yakınlarındaki evinde,
amcamın, hiçbir ö zel ad vermeksizin bende felsefenin gü zel sorunlarına karşı bir ilgi
uyandırdığ ını anımsadım. Yemek sonrası portakallarından biri, beni Berkeley idealizmine
başlatmasına yardımcı olmuştu; bir satranç tahtası ise Eleacılık çelişkilerini gö stermeye
yetmişti. Yıllar sonra, Hinton’ın, uzayın dö rdü ncü boyutunun varlığ ını renkli kü plerin
bağ daşımlarıyla kanıtlamaya çalıştığ ı kitaplarını ö dü nç verecekti. Çalışma odasının
bulunduğu katla, prizmaları ve piramitleri kurduğumuzu hâlâ görür gibiyim.
Amcam mü hendisti. Emekli olup, Demiryolları’ndaki gö revinden ayrılmadan çok ö nce,
kendisine neredeyse kırsal bir yalnızlık, aynı zamanda kente yakın olma kolaylığ ı sağ layan
Turdera’ya yerleşmeye karar vermişti. Tahmin edilebileceğ i gibi, yakın dostu Alcxander Muir’i
mimar olarak seçti. Bu uzlaşmaz adam, uzlaşmaz Knox ö ğ retisini izliyordu; amcam,
zamanının beyefendilerinin çoğ u gibi ö zgü r dü şü nceliydi, daha doğ rusu agnostikti, ama
Hinton’ın yanıltan kü pleriyle ya da genç H.G. WelIs'in iyi kurulmuş karabasanlarıyla ilgilendiğ i
kadar ilâ hiyatla da ilgileniyordu. Kö pekleri severdi; uzakta doğ duğ u kö y Lich ield’in anısına
Samuel Johnson adını verdiği koca bir kurt köpeği vardı.
Casa Colorada, batı sınırında, bataklıkların başladığı bir tepedeydi. Parmaklıkların arkasındaki
araucariaslar bü yü k yapının kasvetini ha i letmeye yetmiyordu. Dü z bir dam yerine,
kiremitten, eğ imli bir çatısı ve kişiliksiz pencere ve duvarları ezmek istercesine kare şeklinde
bir saat kulesi vardı. Çocukken bütün bu çirkinlikleri kabul etmiştim, tıpkı, evren adı verilen şu
birbiriyle bağdaşmaz şeyleri, yalnızca yan yana var olmaları nedeniyle kabullendiğimiz gibi.
1921’de yurduma dö ndü m. Anlaşmazlıkları ö nlemek için, evi açık arttırmayla satmıştık; bir
yabancı almıştı. Max Preetorius, en yü ksek pey sü renin iki katını ö demişti. Evraklar
imzalandıktan sonraki akşamü stü yanında iki yardımcıyla gelip, evin bü tü n eşyalarını,
kitaplarını, kapkacağ ını, Las Tropas yolunun pek uzağ ında olmayan dö kü ntü lü ğ e boşaltmıştı
(Hinton ciltlerindeki çizimleri ve bü yü k kü reyi hü zü nle hatırlıyorum). Ertesi gü n, Muir’i gidip
gö rmü ş ve mimarın ö keyle reddettiğ i birkaç değ işiklik ö nermişti. Sonradan, başkentten bir
şirket çalışmaları ü stlendi. Bö lgedeki marangozlar evi yeni eşyalarla dö şemeyi geri
çevirmişlerdi; Glew’den Mariani adlı biri, sonunda Preetorius’un zorladığ ı koşulları kabul
etmişti. On beş gü n boyunca geceleri, kapılan kapalı olan evde çalışmıştı. Gene, bir gece yeni
sahibi Casa Colorada'ya taşınıvermişti. Pencereler bir daha açılmadı, ama karanlıkta biraz ışık
seçilebiliyordu. Bir sabah sü tçü , kurt kö peğ ini kaldırımda ö lü buldu, başı gö vdesinden
ayrılmış, parça parça. O kış araucariasları kestiler. Hiç kimse Preetorius’u bir daha görmedi.
Bö ylesine haberler doğ al olarak beni meraklandırıyor. Kişiliğ imin en belirli çizgisi de bu
meraktır –ki aynı merak, bazen beni hiçbir ortak yö nü mü z olmayan bir kadınla, yalnızca kim
olduğ unu ve nasıl olduğ unu anlamak için beraber yaşamaya ya da lavdanom kullanmaya (pek
ö vgü ye değ er bir sonuca ulaşmaksızın), deneyü stü sayıları araştırmaya ve anlatacağ ım tü yler
ü rpertici serü vene atılmaya itmiştir, ister istemez, konu ü zerinde araştırma yapmaya karar
vermiştim.
Alexander Muir'i gö rmeye giderek başladım işe. Belleğ imde uzun boylu, esmer, gü çsü z
denmeyecek kadar zayıf bir adamın gö rü ntü sü vardı; şimdi ise karşımda yıllarla
kamburlaşmış, bir zamanlar simsiyah olan sakalı griye dö nü şmü ş birini buldum. Beni
Temperley’deki evinde karşıladı. Anlaşılacağ ı ü zere ev amcamınkine benziyordu, çü nkü ikisi
de iyi şair, kötü mimar William Morris’in ağır ölçülerine uyuyordu.
Gö rü şme çetin oldu –Iskoçya’nın simgesinin devedikeni olması boşuna değ il. Bununla beraber
anladım ki, çok sert Seylan çayı ve çö rek dolu tabak (ev sahibim sanki çocukmuşum gibi ikiye
kesip, tereyağ layıp veriyordu) dostunun yeğ eni şere ine sunulan Kalvenci sade bir şö lendi.
Amcamla arasında geçen ilahiyat tartışmaları, oyunculardan ikisinin de hasmının işbirliğ ine
bel bağladığı uzun süren satranç karşılaşmalarına benzerdi.
Beni meraklandıran konuya değ inmeksizin, zaman geçiyordu. Rahatsız edici bir sessizlik
sonunda Muir konuştu:
– Delikanlı, dedi bana, buraya kadar Edwin‘den ya da beni son derece az ilgilendiren ABD’den
sö zetmeye gelmediniz. Sizi de, beni de uykudan alıkoyan, Casa Colorada’nın satışı ve garip
alıcısı. Açıkça, konu hiç hoşuma gitmiyor, gene de bildiklerimi söyleyeceğim. Oldukça az zaten.
Bir süre bekledikten sonra acele etmeden sürdürdü:
– Edwin’in ö lü mü nden ö nce, belediye başkanı beni bü rosuna çağ ırdı. Bö lge papazı da
yanındaydı. Kü çü k bir Katolik kilisesinin planlarını çizmemi istediler. Çalışmamın karşılığ ı iyi
ö denecekti. Onlara hemen olumsuz yanıt verdim. Ben kendini Tanrı’ya adamış biriyim, putlar
için tapınaklar kurma alçaklığını yapamam.
Burada sustu.
– Hepsi bu mu, diye sormayı göze aldım.
– Hayır. Bu Preetorius Yahudisi bü tü n yaptığ ımı yıkıp, yerine korkunç bir şey kurmamı
isliyordu. Alçaklık, değişik biçimler alabilir.
Bu son sö zleri kaygı verici bir şekilde sö yleyip, ayağ a kalktı. Sokağ ın kö şesini henü z
dö nmemiştim ki Daniel Iberra ile karşılaştım. Birbirimizi, aynı kö yden insanlar nasıl tanışırsa
ö yle tanıyorduk. Turdera’ya yü rü yerek dö nmeyi ö nerdi. Kabadayılar beni hiçbir zaman
ilgilendirmedi, aşağ ı yukarı dü zmece ve bayağ ı bir sü rü pis dedikodu duyacağ ımı
kestiriyordum, ama boyuneğ ip eşlik etmesini kabullendim. Neredeyse gece oluyordu. Uzakta
tepede Casa Colorada’yı gö ren Iberra birden yö n değ iştirdi. Neden, diye sordum. Yanıtı
beklediğim gibi değildi.
– Ben don Felipe'nin{7} sağ koluyum, dedi. Bana kimse korkak demedi bugü ne kadar. Bana kafa
tutmak için Merlo’dan kalkıp buraya beni bulmaya gelen genç Urgoiti’yi ve bunun ona neye
mal olduğ unu hatırlarsın şü phesiz. Neyse, birkaç gece ö nce bir şenlikten dö nü yordum.
Tepedeki evin yü z metre kadar yakınında bir şey fark ettim. Atım ü rktü ve dizginleri çekip
yola yö nelmeye zorlamasaydım, bugü n burada olup, bunu sana anlatamayacaktım. Inan ki,
atım ürkmekte haklıydı.
Öfkeyle bir küfür savurdu.
O gece uyumadım. Gü n doğ arken dü şü mde hiç gö rmediğ im, gö rdü ysem bile unuttuğ um,
Piranesi stilinde bir labirentin betimlemesi olan bir oyma baskı gö rdü m. Servilerle çevrili taş
bir am iteatrdı ve yü ksekliğ i bu ağ açların doruğ unu aşıyordu. Ne kapı, ne de pencere vardı,
buna karşın bir sıra sayısız, boyuna yarık bulunuyordu. Bir bü yü teçle, içerdeki Minotauros'u
arıyordum. Sonunda gö rdü m. Canavarların canavarı bir yaratıktı; boğ adan çok bizonu
andırıyordu; insan gö vdesi yere uzanmış uyuyordu, dü ş gö rü yormuşa benziyordu. Neyi ve
kimi düşlüyordu?
Oğ leden sonra, Casa Colorada’nın ö nü nden geçtim. Demir kapı kapalıydı ve parmaklıklarından
bazıları bü kü lmü ştü . Bir zamanların bahçesi çalılığ a dö nü şmü ştü . Sağ da, çevresi ayakla
çiğnenmiş pek derin olmayan bir çukur vardı.
Geriye, benim gü nden gü ne ertelediğ im bir hareket daha kalıyordu. Yalnızca bü tü nü yle
yararsız olacağ ından değ il, aynı zamanda beni karşı konulmaksızın ö tekine, en sona
götüreceğinden geciktiriyordum.
Pek bü yü k bir umut olmaksızın Glew’e gittim. Mariani, marangoz, pembe tenli, çok şişman,
oldukça sıradan, içtenlikli, yaşlı bir Italyan’dı. Onu gö rü r gö rmez, bir gece ö nce gizlice
kurduğ um oyundan vazgeçtim. Kartımı uzattım, gö rkemli bir şekilde “Ph.D.” unvanı ü zerinde
kaygıyla durarak, ü zerindeki yazıları yü ksek sesle okudu. Onceleri Turdera’da amcama ait
olan çiftlik için yapmış olduğ u eşyalarla ilgilendiğ imi sö yledim. Adam bol bol konuştu. Sonsuz
sö zlerini ve el kol hareketlerini size iletmeyi denemeyeceğ im, ama bana sö ylediğ i, ne kadar
garip olursa olsun, mü şterilerinin isteklerini yerine getirmeyi ilke edindiğ i ve ondan istenen
işi de aynen yapmış olduğ u. Birçok çekmeceyi karıştırdıktan sonra, kaçan Preetorius’un
imzasını taşıyan, benim hiçbir şey anlamadığ ım kâ ğ ıtları gö sterdi (şü phesiz, Mariani beni
avukat sanmıştı). Ayrıldığ ımız sırada bana, dü nyanın tü m altınları verilse bile, bir daha
Turdera’ya, hele o eve adımını asla atmayacağ ını itiraf etti. Mü şterinin kutsal olduğ unu, ama
kendi basit gö rü şü ne gö re Bay Preetorius’un deli olduğ unu de ekledi. Sonra rahatsız bir
sessizliğe büründü. Başka da hiçbir şey elde edemedim ondan.
Başarısızlığ ımı ö nceden kestirmiştim ama bir şeyi ö ngö rmekle, gerçekleştiğ ini gö rmek
arasında fark var. Kendi kendime birçok kereler, zamanın –şu geçmişin, şimdinin, geleceğ in,
her zamanın ve aslanın sonsuz ö rtü sü – dışında başka bir gizem olmadığ ını sö yleyip
durmuştum. Bu derin dü şü ncelerin yararsızlığ ı ortaya çıktı; ö ğ le sonralarını Scho- penhauer
ve Joyce’u okumaya ayırdıktan sonra her akşam Casa Colorada’yı çevreleyen topraklarda
dolanıp duruyordum. Bazen üst katta çok beyaz bir ışığı seçebildim, bazen de bir inleme duyar
gibi oldum. 19 Ocağa kadar böylece sürüp gitti.
Buenos Aires’te, yaz sıcağ ından insanın kendini yalnızca bunaltılmış ve hakarete uğ ramış
değ il, aynı zamanda ezilmiş hissettiğ i gü nlerden biriydi. Fırtına patladığ ında saat gecenin on
biri falandı. Once gü çlü gü ney yeli, sonra ansızın boşalan sağ anak. Bir barınak aranıyordum.
Bir şimşek aydınlığ ında, parmaklığ ın birkaç adım uzağ ında olduğ umu gö rdü m. Korku mu,
yoksa umutla mı bilmem, kapıyı ittim. Beklemediğ im halde açıldı. Fırtınadan sersemlemiş,
ilerledim. Yer gö k beni tehdit ediyordu. Evin kapısı da yarı aralıktı. Bir yağ mur dalgası
yüzümü kamçıladı ve içeri girdim.
Içeride, yerin dö şemesi sö kü lmü ştü , tıkız kuru otlara basarak yü rü yordum. Evde baygın, iç
bulandırıcı bir koku dalgalanıyordu. Solda mı yoksa sağ da mı bilmem, ayağ ım taş bir eğ ime
takıldı. Aceleyle çıktım. Neredeyse bilinçsizce düğmeyi çevirip ışığı yaktım.
Hatırladığ ım, yemek odası ve kitaplık, aradaki bö lme yıkılmış olduğ undan, içinde tek tü k eşya
bulunan kocaman boş bir odaydı. Eşyaları betimlemeye çalışmayacağ ım, çü nkü gö z
kamaştırıcı ışığ a rağ men, gö rmü ş olduğ umdan emin değ ilim. Açıklayayım. Bir şeyi gö rmü ş
olmak için onu anlamak gerekir. Bir koltuk insan gö vdesinin, eklemlerinin, ö bü r organlarının
ö nkabulü nü gerektirir, bir makas ise kesme işlemini. Lamba ve araba için ne sö ylenebilir?
Vahşı̂, misyonerin Incil’ini algılayamaz; gemi yolcusunun gö rdü ğ ü halatlar tayfalarınkilerle
aynı değ ildir. Eğ er evrenin gerçek bir gö rü ntü sü ne sahip olabilseydik, belki de onu
anlayabilirdik.
O gece bana gö sterilen anlamsız biçimlerin hiçbiri insan varlığ ına ya da anlaşılabilir bir
kullanıma uymuyordu. Bulantı ve korku duyuyordum. Odanın bir kö şesinde ü st kata çıkan
portatif bir merdiven buldum. Sayıları onu geçmeyen kalın demir çubuklar dü zensiz
aralıklarla yerleştirilmişti. El ve ayakların kullanımını gerektiren bu merdiven anlaşılabilir
şeydi ve biraz olsun rahatladım. Işığ ı sö ndü rdü m ve bir sü re karanlığ ın pususunda bekledim.
En kü çü k bir gü rü ltü duymadım, ama bu anlaşılmaz eşyaların varlığ ı kafamı kurcalıyordu.
Sonunda karar verdim.
Yukarıya varır varmaz, korkulu elim ışığ ı bir kez daha yaktı. Aşağ ıdaki karabasan ü st katta da
canlanıp bü yü yordu. Çok ya da yalnızca birkaç nesne gö rü lü yordu, ama bunlar ü stü ste
bindirilmişti. Şimdi, U şeklinde, çok yü ksek, uçlarında yuvarlak oyuklar bulunan bir çeşit
ameliyat masası anımsıyorum. Evin sahibinin yatağ ı olabileceğ ini dü şü nmü ştü m. Onun
canavarı andıran anatomisini, Tanrı ya da hayvan vü cudunu, gö lgesiyle, ö rtü k bir yoldan
açıklayabilirdi yatak. Bir zamanlar okuyup unuttuğ um Lukianos’un sayfalarından dudağ ımın
ucuna "amphisbaena” sö zcü ğ ü geldi; sö zcü k gö zlerimin sonradan gö receklerini elbette
bü tü nü yle kapsamıyordu, ama ima ediyordu. Bunun yanısıra, tavanın yan gö lgesinde
kaybolan V biçiminde bir aynayı da anımsıyorum.
Ev sahibinin nasıl bir gö rü nü mü vardı? Kendisi için, onun bizde uyandırdığ ı korkudan daha az
ü rkü tü cü olmayan bu dü nyada ne yapıyor olabilirdi? Gö kbilim ya da zamanın hangi gizli
yö resinden, ne kadar eski ve şimdi hesaplanamayan gü nbatımından çıkıp, bu gece, Gü ney
Amerika’nın bu kenar mahallesine varmıştı?
Kendimi, kaos’a çağ rılmadan gelmiş hissettim. Dışarıda yağ mur dinmişti. Saatime bakıp
şaşkınlıkla ikiye geldiğ ini gö rdü m. Işığ ı açık bırakıp sakınarak aşağ ı inmeye başladım.
Çıktığ ım yerden inmemi engelleyen hiçbir şey yoktu. Ev sahibi gelmeden ö nce yapmam
gerekiyordu. Kapıları, kapatamadığı için açık bıraktığını varsayıyordum.
Ayaklarım el merdiveninin sondan bir ö nceki basamağ ına basıyordu ki, ağ ır, yavaş ve çoğ ul
bir şeyin çıktığını duydum. Merak, korkuyu bastırdı ve gözlerimi kapatmadım.
OTUZLAR MEZHEBİ

Elyazmasının aslı Leiden Universitesi’nde incelenebilir; metin Latince, ama bir-iki Hellen
deyimi Grekçe’den çevrildiğ ini dü şü ndü rü yor. Leisegang milattan sonra dö rdü ncü yü zyıldan
kalma olduğ unu sö ylü yor. Gibbon’un “Gerileme ve Çö kü ş” adlı eserinin on beşinci bö lü mü nü n
notlarından birinde adı geçiyor. Adı bilinmeyen yazar şöyle diyor:
“…Mezhep hiçbir zaman kalabalık olmadı ve bugü n bile yandaşlarının sayısı oldukça az. Kılıç
ve ateşle kırıp geçirilmişler, ev kurmaları yasak olduğ u için yol kenarlarında ve savaş
yıkıntıları arasında barınırlar. Çoğ u zaman çıplak gezerler. Kalemimin anlattığ ı bu olgular
herkesin bildiğ i şeyler; benim amacım ise bulgulamama izin verilen inanç ve gelenekleriyle
ilgili yazılı bir kanıt bırakabilmek. Efendileriyle uzun uzadıya tartışmama karşın, onları asla
Tanrı Yolu’na sokamadım.
Ilk dikkatimi çeken ö lü lerle ilgili kavramlarının çeşitliliğ i oldu. En cahilleri, bu yaşamı terk
etmişlerin gö mü lmesinin, onların gö vdesini kullanmış olan ruhlar tarafından yapıldığ ına
inanırlar; ö bü rleri, gelenekçi olmayanlar, Isa’nın “bırakın ö lü leri ö lü ler gö msü n” paylamasının,
gömme törenlerimizin görkemli saçmalığını kınama anlamına geldiği görüşündedirler.
Sahip olunanların satılıp, gelirin yoksullar arasında paylaştırılması öğü dü ne herkes uyar;
paylarını ilk alanlar başkalarına, onlar da başkalarına verir ve bu bö yle sü rer gider. Bu,
yoksulluklarını ve çıplaklıklarını açıklamaya yetiyor, ayrıca onları cennetin daha yakınına da
getiriyor. Coşkuyla şu ilkeleri tekrarlarlar: "Kargaları ele alın: ne ekerler, ne biçerler, ne
kilerleri vardır, ne de ambarları, ama Tanrı onları besler. Siz onlardan daha mı az
değ erlisiniz?" Oğ retileri tü m biriktirmeyi yasaklar: “Tanrı tarlalarda bugü n olup yarın fırına
atılan otu yeniden yetiştiriyorsa, sizin için daha fazlasını yapmayacak mıdır, ey imansızlar!
Yarınki yiyeceğinizin ve içeceğinizin ardında koşmayın, bunun için tasalanmayın”.
“Bir kadına arzu duyarak bakan kişi, yü reğ inde onunla zina yapmıştır bile” yargısı sa lığ ı
korumak için verilmiş açık bir ö ğ ü ttü r. Buna karşın, mezhep ü yelerinin çoğ u, yeryü zü nde bir
kadına arzu duymaksızın bakan bir tek erkek olmadığ ına gö re, hepimizin zina yapmış
olduğ umuzu ö ne sü rerler. Arzu eylemden daha az suçlu değ ilse, doğ ru yolda onların da
kendilerini şehvetin en aşırısına bırakmalarında bir sakınca olamaz.
Mezhep tapınaklara olumlu gö zle bakmaz. Yaşlılar açık havada, bir tepenin ya da duvarın
üstünde ya da kıyıdaki bir sandalda vaaz verirler.
Mezhep’in adı sü rekli varsayımların doğ masına yolaçmıştır. Içlerinden biri bu adın sadıkların
indirgendiğ i rakama işaret ettiğ ini belirtir, bu gü lü nç, ama kehanet içeren bir ö nermedir;
çü nkü Mezhep, ö ğ retisinin sapkınlığ ı nedeniyle yitmeye mahkû mdur. Bir başka varsayıma
gö re bu ad, otuz karış olan Nuh’un Gemisi’nin yü ksekliğ inden geliyordu; gö kbilimi
ö nemsemeyen bir başkası, toplamı bir ay eden gecelerin sayısına denk geldiğ ini; bir başkası
Kurtarıcı’nın vaftizinden, yine bir başkası Adem’in kızıl topraktan ortaya çıktığ ı zamanki
yaşından kaynaklandığ ını ö ne sü rü yordu. Tü m bu varsayımların biri ö bü rü nden daha doğ ru
değ ildi. Aralarında başı horoz, kolları ve gö vdesi insan ve belden aşağ ısı yılan kuyruğ u
şeklinde betimlenen Abraxas’ın da bulunduğ u otuz Tanrı veya taht dizelgesini ileri sü ren de
daha az uydurma değildi.
Değ er biçilmez Hakikat’i iletme yetkisi bana bağ ışlanmadı. Biri Hakikat’i bilebilir, ama ortaya
dö kemez. Benden yetenekli olanlar vaaz: vererek kurtarsınlar bu Mezhep’in ü yelerini-vaaz
vererek ya da kendilerini yaktırarak; çü nkü mahkû m edilmek kendini ö ldü rmekten iyidir.
Kendimi bu iğrenç sapkınlığı anlatmakla sınırlayacağım.
Tanrı insanlar arasında insan olmak için vü cuda geldi, onlar, O’nu çarmıha gerecek ve O’nun
tarafından bağ ışlanacaklardı. Seçilen toplumdan bir kadının karnından doğ du; yalnız sevgiyi
yaymak için değil, aynı zamanda çok acı çekmek için.
Olguların unutulmaz olması gerekiyordu. Bir insanın kılıç ya da ağ ıyla ö lmesi, sonsuz bir
biçimde insanoğ lunun hayal gü cü nü etkilemesi için yeterli değ ildi. Tanrı her şeyi dramatik bir
dü zene koydu. Bö yledir açıklaması son yemeğ in ve Isa’nın ihanete uğ rayacağ ını ö nceden
bildiğ ini belirten sö zcü klerin, yandaşlarından birine yapılan sü rekli uyarının, ekmek ve
şarabın kutsallığ ının, Petrus’un yeminlerinin, Gethsema- ne’deki son yalnız gecenin, on iki
havarinin uykuya dalmasının, Oğ ul’un insanca iniltisinin, kan terinin, kılıçların çokluğ unun,
ihanet ö pü cü ğ ü nü n, Pilatus’un sorumluluğ u ü zerinden atmasının, kırbaçlamanın,
hakaretlerin, dikenli taç giydirmenin, erguvan kırmızısı elbisenin ve sazdan asanın, sirkenin
ve ö dü n, bir tepenin doruğ undaki Haç’ın, tö vbekar hırsıza verilen sö zü n, sarsılan yerin ve
yeryüzünü kaplayan karanlığın.
Bunca teşekkü r borçlu olduğ um yü ce Tanrı, Mezhep’in adının gerçek ve gizli nedenini
bulgulamama izin verdi. Mezhep'in bü yü k olasılıkla doğ duğ u yer olan Kerioth’ta Otuz Dinar
adlı kü çü k bir manastır vardır. Eskiden kullanılan bu ad bize anahtar olabilir. Çarmıha Gerilme
dramında –bü tü n saygımla bö yle sö ylü yorum– kimi istemli, kimi istemdışı oynayan, hepsi
vazgeçilmez, hepsi zorunlu oyuncular vardı. Gü mü ş dinarları veren din adamları, Barabbas'ı
seçen kalabalık, Judea valisi, O’nun şehitliğ inin Haç’ını diken, çivilerini çakan, gö mleğ i için
kura çeken Romalı askerler istemdışı oyunculardı. Istemli oyuncular ise yalnız iki kişiydi: Isa
ve Yehuda. Ikincisi insanlığ ın kurtuluşunun bedeli olan otuz gü mü ş akçeyi atar atmaz kendini
asmıştı. O zaman otuz ü ç yaşındaydı, Tanrı’nın oğ lu gibi. Mezhep ikisini de eşit olarak kutlu
sayıyor ve diğer hepsini bağışlıyor.
Bir tek suçlu bile yoktur; bilinçli ya da değ il. Bilgelik’in çizdiğ i yolda uygulayıcılıktan başka şey
yapan bir tek kişi yoktur. Şimdi hepsi Övünç’ü paylaşıyorlar.
Elim başka bir iğ rençliğ i yazmayı reddediyor. Belirlenen gü n gelince, inananlar efendilerinin
ö rneğ ini izleyebilmek için kendilerini bir tepenin ü stü nde hakarete uğ ratıp, çarmıha
gerdiriyorlar. Beşinci Emir’in bu cinai bozumu, insansal ve tanrısal yasaların gerektirdiğ i gibi
kesinlikle önlenmelidir. Ey göklerin kargışları, ey meleklerin kini...”
Elyazmasının kalanı bulunamadı.
ARMAĞANLAR GECESİ

Uzun yıllar ö nce, Piedad yakınlarında, Florida Caddesi’ndeki eski Confıter’a del Aguila’da
dinlemiştik bu öyküyü.
Bilgi sorunu ü zerine tartışıyorduk. Içimizden biri sö zü Platoncu kurama, yani her şeyi ö nceki
bir dü nyada gö rmü ş olduğ umuza, yani bilmenin yeniden ö ğ renmek olduğ una getirmişti.
Yanılmıyorsam babam, Bacon’ın, ö ğ renmek anımsamaksa, bilmemenin yalnızca unutmuş
olma anlamını taşıdığ ını ileri sü rdü ğ ü nü sö ylemişti. Meta iziğ e boğ ulmuş başka biri, yaşlı bir
bey, sözaldı. Yavaş ve güvenli bir sesle konuştu:
Bu Platoncu arketiplerin ne olduklarını tam olarak anlayamıyorum. Kimse ilk kez sarı veya
siyahı gö rmü ş olduğ unu ya da bir meyvenin tadını ayırt ettiğ ini anımsayamaz, belki de, henü z
çok kü çü k olduğ u için uzun bir algılar dizisine başladığ ını kavrayamadığ ından. Kuşkusuz,
kimsenin unutmadığ ı başka ilkeler de vardır. Sizlere, anısını hâ lâ sakladığ ım ve sık sık
düşündüğüm bir geceyi, 30 Nisan 1874 gecesini anlatabilirim.
Eskiden tatiller şimdikinden daha uzun olmasına karşın, Lobos yakınlarındaki kuzenlerimiz
Dorna’ların çitliğ inde neden o tarihe kadar kalmış olduğ umuzu bilmiyorum. O sıralar
sığ ırtmaçlardan biri. Ru ino, beni kö y yaşamına alıştırıyordu. On ü çü me yaklaşıyordum, o ise
benden oldukça bü yü ktü ve gö zü pekliliğ iyle ü n salmıştı. Eline çabuktu; ateşte sertleştirilmiş
değ neklerle kılıç dö ğ ü şü oynarken, her zaman hasmıydı yü zü kapkara olan. Bir cuma gü nü ,
ertesi gece kö ye gidip eğ lenmeyi ö nerdi bana. Doğ al olarak, neyin sö zkonusu olduğ unu
bilmeksizin kabul ettim. Dans etmesini bilmediğ imi ö nceden sö yledim; dans etmenin
kolaylıkla öğrenildiği karşılığını verdi bana.
Yemekten sonra, yedi buçuk gibi, evden ayrıldık. Ru ino bir şenliğ e gider gibi iki dirhem bir
çekirdekti ve kemerine gü mü ş bir hançer yerleştirmişti; bana gelince benim de onunkine
benzer kü çü k bir çakım vardı, ama alay konusu olma korkusuyla yanıma almaktan
kaçınmıştım, ilk evleri gö rmekte gecikmedik. Lobos’a hiç gittiniz mi bilmem, ö nemli değ il;
Arjantin’de hiçbir kö y yoktur ki ö bü rü ne benzemesin, kendinin farklı olduğ unu dü şü nme
açısından bile. Aynı toprak yollar, aynı tekerlek izleri, aynı alçak çatılı evler ve bü tü n bunlar at
sırtında giden bir adamı daha önemli gösterir.
Bir sokak kö şesinde, açık mavi ya da pembeye boyalı, kapısında “La Estrella” levhası asılı bir
evin ö nü nde atlardan indik. Kazığ a bağ lanmış koşumlu atlar vardı. Yarı açık sokak kapısından
dışarı ışık sızıyordu. Giriş kapısının bö lmesinin derinliğ inde duvar boyu tahta sıraların
yeraldığ ı bü yü k bir oda ve sıraların arasında da nereye açıldığ ı bilinmeyen koyu renk kapılar
bulunuyordu. Sarı tü ylü bir ino havlayarak bizi karşılamaya geldi. Içerisi oldukça kalabalıktı;
çiçekli ev giysileri içinde yarım dü zine kadar kadın gidip geliyordu. Siyahlara bü rü nmü ş
saygıdeğer görünüşlü bir hanım bana ev sahibesi gibi göründü.
Rugino onu selâmladı:
– Size yeni bir arkadaş getirdim, ama ata binmesini daha pek bilmiyor.
– Tasalanmayın, kısa zamanda öğrenir, diye yanıtladı kadın.
Utandım. Dikkati başka yere çekmek ya da çocuk olduğumun anlaşılması için, sıralardan
birinin ucunda kö pekle oynamaya başladım. Mutfakta bir masanın ü zerinde şişelere
mimlenmiş mumlar yanmaktaydı ve odanın dibinde bir kö şede de bir mangalın bulunduğ unu
anımsıyorum. Karşımdaki kireçle beyazlanmış duvarda Meryem Ana’nın resmi vardı.
Biri, iki şaka arasında, beceriksizce gitarını tıngırdatıyordu. Ağ zımı ateşe veren bir cin
kadehini geri çevirmemem çekingenliğ imdendi. Kadınlardan biri bana farklı gö rü nmü ştü .
Onu, Tutsak diye çağ ırıyorlardı. Bana biraz yerli havası varmış gibi geldi, buna karşın hatları
çizilmişçesine gü zel, gö zleri ise son derece hü zü nlü ydü . Saçlarının ö rgü sü beline dek
uzanıyordu. Ona baktığımı gören Rufino, kıza dönerek:
– Belleklerimizi tazelememiz için, bir daha anlatsana yerlilerin saldırısının öyküsünü.
Genç kız sanki yalnız başınaymışçasına konuşmaya başladı ve anlattığ ı ö ykü nü n dışında bir
şey dü şünemediğini ve bir anlamda yaşamı boyunca başına gelmiş tek şeyin bu olduğ unu
anladım. Bize şunları söyledi:
– Beni Catamarca’dan gö tü rdü kleri zaman henü z çok kü çü ktü m. Ne bilebilirdim ki yerlilerin
saldırıları hakkında? Estancia'da korkudan kimse ağ zına bile almazdı adlarını. Yavaş yavaş,
bir gizmişçesine, yerlilerin kasırga gibi gelebileceklerini, insanları ö ldü rü p, hayvanları
çalabileceklerini ö ğ rendim. Kadınları içerlek topraklara gö tü rü p, ırzlarına geçiyorlardı.
Sö ylenenlere inanmamakta direndim. Ağ abeyim Lucas, ki sonradan mızrak darbeleriyle
ö ldü rü ldü , hepsinin yalan olduğ unu sö yleyerek bana gü ven veriyordu; ama bir şey doğ ruysa,
birinin yalazca bir kez sö ylemesi yeterlidir doğ ruluğ unun o an anlaşılması için. Hü kü met,
sessiz sakin kalmaları için yerlilere işçi ve Paraguay çayı dağ ıtır; fakat onların da danıştıkları
çok kurnaz bü yü cü leri vardır, şe lerinin bir buyruğ u ü zerine, araziye serpiştirilmiş kü çü k
tabyalara saldırmaktan çekinmezler. Çok dü şü nmem yü zü nden neredeyse gelmelerini
arzuluyordum ve gü neşin battığ ı yana bakmaktan vazgeçmiyordum. Ne kadar zaman aktı
bilmiyorum, ama donlar ve yazlar geçti, hayvanlar damgalandı, kâ hyanın oğ lu ö ldü , saldırı
öncesinde.
Bir iki saniye susup, belleğini tazeledi ve sürdürdü:
– Sanki gü ney rü zgâ rı taşıyordu onları. Ben bir devedikeni gö rmü ştü m ve o gece yerliler
dü şü me girmişti. Her şey gü nbatımında oldu. Hayvanlar, yer sarsıntılarında olduğ u gibi,
insanlardan ö nce ö ğ rendiler. Sü rü ler huzursuzdu, kuşlar havada daireler çiziyorlardı. Her
zaman baktığım yöne bakmaya koştuk.
– Kim geldiklerini haber verdi, diye sordu biri.
Genç kız, çok uzaklardaymış gibi son tümcesini yineledi.
– Her zaman baktığ ım yö ne bakmaya koştuk. Sanki bü tü n çö l devinmeye başlamıştı.
Pencerelerin demir parmaklıklarından, yerlilerden ö nce, toz bulutunu gö rdü k. Bize saldırmaya
geliyorlardı. Elleriyle ağ ızlarına vurup, korkunç çığ lıklar atıyorlardı. Santa Irene’deki birkaç
tüfek, biraz gürültü yapıp onları daha da kışkırtmaya yaradı, yalnızca.
Tutsak, bir yakarıyı ezbere tekrarlar gibi konuşuyordu; ama çö l yerlilerini ve çığ lıklarını
sokakta duydum. Ansızın, odanın içindeydiler, sanki atla bir dü şü n kalıntılarına giriyorlarmış
gibi. Bir ayyaşlar çetesiydi. Bugü n, olayı belleğ imde canlandırdığ ımda, hepsini kocaman
gö rü yorum. En başta yü rü yeni kapının yakınında bulunan Ru ino’ya bir dirsek darbesi
indirmişti. Berikinin benzi atmış ve oradan uzaklaşmıştı. Yerinden kıpırdamamış olan bayan,
ayağa kalkıp bize:
– Gelen Juan Moreira’ydı, demişti.
Zamanla, o geceden anımsadığ ım adamın Juan Moreira mı, yoksa sonraları sığ ır
panayırlarında sık sık gö receğ im başka biri mi olduğ unu kestiremiyorum. Bir yandan kare
yeleli, kara sakallı bir gö rü ntü canlanıyor belleğ imde, bir yandan da çiçek hastalığ ının izini
taşıyan kızıl bir yü z. Kü çü k kö pek karşılamak için neşeyle zıpladı. Bir kırbaç darbesiyle,
Moreira onu yere yuvarladı. Sırtü stü dü şü p, ayaklarını çırparak can verdi, işte burada
gerçekten başlıyor öyküm.
Sessizce kapılardan birine ulaştım dar bir geçide ve merdivene açılıyordu. Yukarıda karanlık
bir odaya saklandım. Çok alçak olan yatağ ın dışında hangi eşyaların varolduğ unu bilmiyorum.
Titriyordum. Aşağ ıda bağ rışmalar kesilmiyordu ve bir ara kırılan bir cam gü rü ltü sü geldi
kulağ ıma. Merdiveni çıkan bir kadının ayak seslerini duydum ve kısa bir ışıltı gö rdü m. Sonra
da Tutsak’ın beni çağıran fısıltıya benzer sesi.
– Ben hizmet etmek için buradayım, yalnız barışsever insanlara. Yaklaş, sana bir kö tü lü ğ ü m
dokunmaz.
Elbisesini çıkarmıştı bile. Yanına uzanıp, ellerimle yü zü nü aradım. Ne kadar zaman geçti
bilmiyorum. Ne bir tek sö zcü k, ne de ö pü cü k paylaştık. Orgü sü nü çö zü p, dü mdü z saçlarıyla
oynadım, sonra da onunla... Bir daha hiç karşılaşmadık, gerçek adını da asla öğrenemedim.
Bir patlamayla irkildik. Tutsak bana:
– Öbür merdivenden kaçabilirsin, dedi.
Ben de ö yle yaptım ve kendimi toprak yolda buldum. Ayışığ ı vardı. Bir polis çavuşu, Andé s
Chirino, elince süngülü tüfeği, duvarı kolluyordu. Gelerek bana:
– Gördüğüm kadarıyla erken kalkanlardansın, dedi.
Bir yanıt verdim, ama benimle ilgilenmedi. Adamın biri kendini duvardan aşağ ı bırakıyordu.
Bir sıçrayışta çavuş, çeliğ i gö vdesine sapladı. Adam yere yuvarlanıp sırtü stü kalakaldı, inliyor,
kan kaybediyordu. Kü çü k kö peğ i anımsamıştım. Işini bitirmek için, Chirino bir kez daha
süngüyü kullandı. Sonra neredeyse neşeli bir sesle,
– Bu kez kaçamadın Moreira, dedi.
Her bir yandan, evi kuşatmış olan, ü niformalı adamlar çıkageldi, sonra da komşular. André s
Chirino silahı gö vdeden çıkarırken oldukça gü çlü k çekti. Herkes elini sıkmak isliyordu. Ru ino
gülerek:
– Bu kopuğun şişinmesi de bitti sonunda, dedi.
Bir ö bekten ö bü rü ne, gö rdü klerimi anlatarak geziyordum. Ansızın, kendimi çok yorgun
hissettim; belki de ateşim vardı. Sıvışarak, Ru ino’yu buldum ve eve yollandık. Şafağ ın
beyazlığ ını gö rdü ğ ü nü zde, hâ lâ at sırtındaydık. Yorgunluktan ö te, kendimi tü m bu olayların
akınından sersemlemiş duyuyordum.
– O gecenin büyük tırnağı, dedi babam, adanı bitirdiği zaman.
Öteki onayladı:
– Doğ ru. Birkaç saatin kısa aralığ ında aşkı tanımış ve ö lü mü gö rmü ştü m. Her şey her insana
açınlanır -en azından bir insanın tanımasına izin verilen her şey- ama benim için iki temel şey
bir gecede açınlanmıştı. Aradan yıllar geçti ve bu ö ykü yü o denli sık anlattım ki, ö ykü nü n
kendisini mi anımsıyorum, yoksa anlattığ ım sö zcü kleri mi, bilemiyorum. Belki Tutsak’ın yerli
anlatışı için de aynı şey olmuştu. Şu anda, Moreira'nın ö ldü rü lü şü nü benim ya da başkasının
görmüş olmasının hiç önemi yok.
AYNA VE MASKE

Clontarf Savaşı bitmiş, Norveçli düşman utanç ve bozgunu tatmıştı. Büyük İrlanda Kralı Ozan’a
seslendi:
En parlak başarılar sö zcü klerle perçinlenmezse ışıltılarını kaybederler. Senden zaferinin
tü rkü sü nü sö ylemeni, ö vgü ler dü zmeni istiyorum. Ben Aereas olacağ ım, sen de benim
Vergilius’um. İkimizi de ölümsüzleştirecek olan bu işin üstesinden gelebilir misin?
– Evet Kralım, dedi Ozan. Ben bü yü k Ollan'ım. Nazım tekniklerini inceleyerek on iki kış
geçirdim. Gerçek şiirin ü zerine kurulduğ u ü ç yü z altmış efsaneyi ezbere bilirim. Ulster ve
Munster şiir dizileri harpımın tellerindedir. Yasalarımız dilin en eski sö zcü klerini ve en
karmaşık eğ retilemelerini kullanmama izin veriyor. Sanatımızı, iyiyi kö tü den ayırt
edemeyenlerin ellerine dü şmekten, saygısız gö zlerden koruyan sırları bilirim. Bitkilerin gü cü ,
yıldız falcılığ ı, matematik ve din yasaları bilgilerimdedir. Ozanlar yarışmasında tü m
hasımlarımı yendim. Cü zam dahil, bü tü n deri hastalıklarını kışkırtan hiciv alanında kendimi
yetiştirdim. Senin için savaşırken kanıtladığ ım gibi, kılıç kullanmada da ustayımdır. Tek
bilemediğim, bana yaptığın bağışa teşekkür etmek.
Kendinden başkaları uzun sö ylevlere başlayınca kolayca yoruluveren Kral, rahatlayarak
yanıtladı:
– Bü tü n bunları eksiksiz biliyorum. Kısa bir sü re ö nce bü lbü lü n Ingiltere’de ö ttü ğ ü sö ylendi
bana. Yağ murlar ve karlar geçip, bü lbü l Gü ney’deki topraklardan geri dö ndü ğ ü nde, bana ö vgü
olan şiirini, saray erkâ nı ve Ozanlar Okulu ö nü nde okuyacaksın. Sana tam bir yıl veriyorum.
Her har i, her sö zcü ğ ü inceden inceye işleyeceksin. Odü lü n, biliyorsun ki hem benim krallık
şanıma, hem de senin uykusuz, esin dolu gecelerine yaraşır olacak.
– Ey Kral, en büyük ödül senin yüzünü görebilmektir, dedi, aynı zamanda dalkavuk olan Ozan.
Saygıyla selâmlayıp, huzurdan çekildi, kafasında şimdiden birkaç dize tasarlayarak.
Salgınlar ve ayaklanmalarla dolu bir yıl geçmişti; Ozan ö vgü şiirini sundu. Yavaş yavaş,
gü venle, elyazmasına hiç gö zatmadan okudu. Kral bir baş sallamasıyla onayladı. Herkes,
kapılara yığ ılmış ve tek sö zcü k bile duymamış olanlar da Kral’ın hareketini taklit etti. Sonunda
Kral konuştu:
– Emeğ ini onaylıyorum. Başka bir zafer bu. Her sö zcü ğ e gerçek anlamını, her ada geçmişin
ozanlarının verdiğ i belgeci vermişsin. Tü m şiirde bir tek imge yok ki, klasik yazarlar
kullanmamış olsun. Savaş gü zel bir insan ö rtü sü ve kan kılıcın suyu. Denizin kendi Tanrıları
var ve bulutlar geleceğ i bildirirler. Sö z sanatlarının kurallarını ve ö lçü lerin iyi bir bileşimini
ustaca bağ daştırmışsın; uyakların, ses yinelemelerinin, yarım uyakların ü stesinden gelmişsin.
Bü tü n Irlanda edebiyatı yokolmuş olsaydı bile -absit omen- klasik Od’unla hiçbir şey
kaybolmadan yeniden kurulabilirdi. Otuz yazıcı, şiirini on iki kez kopya edecekler.
Kısa bir sessizlikten sonra, yeniden başladı:
– Bü tü n bunlar iyi, ama buna karşın hiçbir şey ortaya çıkmadı. Damarlarımızda kan daha hızlı
akmıyor. Ellerimiz yaylara uzanmadı. Kimsenin benzi solmadı. Kimse savaş çığ lığ ı atmadı.
Kimse Vikinglere karşı koymaya kalkışmadı. Ey Ozan, bir yıl sonra yeni bir ö vgü şiirini
alkışlayacağız. Onayımızın işareti olarak al şu gümüş aynayı.
– Sana şükranlarımı sunuyor ve anlıyorum, dedi Ozan.
Gö kteki yıldızlar ışık yollarını yinelediler. Bü lbü l Saksonya ormanlarında ö ttü yeniden ve
Ozan, bir ö ncekinden daha kısa elyazmasıyla geri geldi. Ezbere tekrarlamadı; gö zle gö rü lü r bir
gü vensizlikle, bazı bö lü mleri sanki kendisi bile tam olarak anlamıyormuş ya da saygısızlık
etmek istemezmişçesine geçiştirerek okudu. Metin garipti. Savaşın betimlemesi değ ildi,
savaştı. Bir de Uç olan Tanrı, Irlanda’nın pagan ilâ hları ve yü zyıllar sonra, Eski Ulu Edda'nın
başlarında savaşacak olanlar, savaş kaosu içinde birbirleriyle mü cadele ediyordu. Şiirin
biçimi de daha az garip değ ildi. Çoğ u bir yü klemin ö znesi, tekil bir addı, ilgeçler, alışılmış
kullanımdan ayrılıyorlardı. Sertlikle yumuşaklık ardarda birbirini izliyordu. Eğ retilemeler
keyfiydi ya da öyle görünüyorlardı.
Kral çevresindeki edebiyatçılara danıştıktan sonra, şöyle konuştu:
– Ilk şiirin için, haklı olarak bugü ne kadar Irlanda’da yazılmış bü tü n edebiyatın kusursuz bir
ö zeti olduğ unu sö ylemiştim. Şimdiki, ö ncekilerin hepsini geride bırakıyor, hatta onları hiçe
indiriyor. Şaşırtıyor, hayran bırakıyor, gö z kamaştırıyor. Cahillere gö re değ il, işin erbabı olan
az sayıda insan için yazılmış. Fildişi bir çekmece tek ö rneğ i koruyacak. Bö ylesine ö nemli bir
yapıtı üreten kalemden daha yüce bir yapıt bekleyebiliriz.
Bir gülümsemeyle ekledi:
– Bizler, bir fabl kişilikleriyiz. Unutmayalım ki fabllarda üç sayısı hükmeder.
– Büyücünün üç armağanı, üçlü ve tartışılmaz üçleme, diye mırıldanabildi. Ozan.
Kral sürdürdü:
– Onayımızın işareti olarak al şu altın maskeyi.
– Sana şükranlarımı sunuyor ve anlıyorum, dedi Ozan.
Bir yıl geçti. Saptanan gü nde, saray nö betçileri Ozan’ın yanında elyazmaları taşımadığ ını fark
ettiler. Şaşkınlık içinde Kral onu inceledi; Ozan başka biri olmuşa benziyordu. Zamandan
başka bir şey, yü z çizgilerini buruş buruş etmiş ve değ iştirmişti. Gö zleri, çok uzaklara
bakıyormuş ya da kö r olmuş gibiydi. Ozan Kraldan kısa bir gö rü şme için izin istedi. Kö leler
odadan çıktılar.
– Lirik şiirini yazmadın mı, diye sordu Kral.
– Yazdım, dedi üzüntüyle Ozan. Ama keşke Efendimiz İsa engelleseydi beni.
– Okuyabilir misin?
– Çekinirim.
– Aradığın cesareti bende bulabilirsin, dedi Kral.
Ozan şiiri okudu. Tek sözcükten oluşuyordu.
Yüksek sesle tekrar etmeyi göze alamayan Ozan ve Kral, sanki gizli bir yakarı ya da sövgüymüş
gibi sindirmeye çalıştılar. Kral, ne Ozan’dan daha az hayran kalmış, ne de daha az çarpılmıştı.
Bembeyaz yüzleriyle, birbirlerine baktılar.
– Gençliğ imde, dedi Kral. Batı’ya doğ ru denize açılmıştım. Bir adada, altından yaban
domuzlarını ö ldü ren gü mü ş tazılar gö rdü m. Bir başkasında yalnızca bü yü lü elmaların hoş
kokusuyla karnımızı doyurduk. Bir ü çü ncü sü nde ateşten duvarlar gö rdü m. Hepsinden en
uzaktakinde ise, gö kyü zü nü yararak akan ve sularında balıkların ve gemilerin dolaştığ ı bir
ırmak bulunuyordu, işte sana gerçekdışı şeyler, ama bunları, neredeyse hepsini içeren şiirinle
karşılaştırmak olanaksız. Hangi büyüden esin aldın?
– Gün ağarırken, diye yanıtladı Ozan, önceleri anlamını kavrayamadığım sözcükleri söyleyerek
uyandım. Bu sö zcü kler bir şiirdi. Bir gü nah işlediğ im duygusuna kapıldım, belki de Tanrı’nın
bağışlamadığı günahı.
– Bundan sonra ikimizin de işlemiş olduğ u, diye mırıldandı Kral. Insanlara yasaklanmışı,
Gü zellik’i tanımış olmanın gü nahı. Şimdi, cezasını çekmemiz gerekiyor. Sana bir ayna ve altın
bir maske verdim; işte üçüncü ve sonuncu armağanım.
Sağ avucunun içine bir hançer yerleştirdi.
Bü tü n bildiğ imiz; Ozan’ın saray çıkışında kendini ö ldü rdü ğ ü ; Kral’ın ise bugü n, bir zamanlar
krallığ ı olan şu Irlanda topraklarını bir baştan ö bü rü ne dolaşıp duran bir dilenci olduğ u; ve
şiiri asla tekrarlamadığı...
UNDR

Okuyucuyu uyarmam gerekiyor; burada çevirdiğ im sayfalar, on birinci yü zyılda doğ up ö ldü ğ ü
bilinen Bremenli Adam’ın Libellus’unda (1615) yeralmıyor. Lappenberg bunları Oxford’da,
Bodleian’ın bir elyazmasmda bulmuş ve zengin gü ncel ayrıntılara bakarak, metne sonradan
eklendiği sonucuna varmış, ama ilginç olduğunu düşünerek, kendi Analecta Germanica'sında
(Leipzig, 1894) yayımlamıştır. Arjantinli basit bir heveslinin gö rü şü pek ö nemli değ il;
okuyucu kendi yargılayacak. Benim Ispanyolca çevirim kelime kelime aynı değ il, ama aslına
sadık.
Bremenli Adam şöyle yazıyor:
“... Barbarlar, kö rfezin ö bü r yakasına uzanan vahşı̂ toprakların sınırında, yaban atlarının
yetiştiğ i yerlerde yaşayan insanlar arasında en çok sö zedilmeye değ er olanları Urnlar’dır.
Tacirlerin verdiğ i kesin olmayan ya da uydurma bilgiler, yolda karşılaşılan tehlikeler, haraç
kesen gö çebeler yü zü nden oraya hiç ayak basmadım. Ama ilkel, ıssız kö ylerinin, Vistula’nın
alçak topraklarında bulunduğ u belli. Isveçlilerin tersine, Urnlar Isa’nın gerçek ö ğ retisini
benimserler; Ingiltere ve ö bü r Kuzey uluslarının kraliyet soylarının kö kenindeki Ariusçuluk’la
lekelenmiş ya da kanlı şeytan ayinleriyle karartılmış ö ğ retiyi değ il. Urnlar çoban, gemici,
bü yü cü dü rler, kılıç dö ver, hasır ö rerler. Bitmez tü kenmez savaşlar yü zü nden toprağ ı
işleyemezler. Insan kaçınılmaz olarak dü şmanına benzer; bö ylece step ve ü zerinde yaşayan
kabilelerin zorlamasıyla Urnlar yay ve at kullanmakta çok ustalaşmışlardı. Mızrakları
bizimkilerden çok daha uzundur, çünkü piyadeler için değil, süvariler için yapılmıştır.
Anlaşılabileceğ i gibi, Urnlar kalem kullanımına, mü rekkep boynuzuna ve parşö mene
yabancıdırlar. Yazılarını, Odin’in Odin için kurban edilip dokuz gü n dişbudakta
sallandırıldıktan sonra atalarına gösterdiği gibi, eski İskandinav harfleriyle oyarlar.
Bu genel bilgilere, ö lçü lü ve ağ ırbaşlı konuşan Izlandalı Ulf Sigurdsson’un bana anlattıklarını
da ekleyeceğ im. Uppsala’da, tapınak yakınlarında karşılaşmıştık. Odun ateşi sö nmü ştü ; soğ uk
ve gü nü n ilk ışıkları ahşap duvarın yarıklarından içeri sızıyordu. Dışarıda kar ü stü nde, ü ç
Tanrı’ya kurban edilmiş putperestlerin etlerini parçalamaya gelen bozkurtların ü rkü tü cü
izlerini gö rmek mü mkü ndü . Konuşmamız, papaz çö mezlerinde â det olduğ u ü zere Latince
başlamıştı, ama kullanımı Thule’den Asya’nın pazar yerlerine kadar yayılan kuzey diline
çevirmekte gecikmedik. Bana şöyle dedi:
– Skaldlar'ın{8} soyundan geliyorum. Urnlar’ın şiirinin tek sö zcü ğ e indirgendiğ ini
ö ğ rendiğ imde, onları aramaya başladım ve beni ü lkelerine gö tü recek yolu izlemeye
koyuldum. Acı ve yorgunluğ un eksik olmadığ ı bir yıllık yolculuktan sonra oraya ulaştım. Gece
olmuştu; yolda karşılaştığ ım insanların bana garip bir şekilde baktıklarını fark ettim, bazıları
beni taşladılar bile.
Bir demirci ocağ ının parıltısını gö rü p içeri girdim. Demirci gece için bana bir dö şek sundu.
Adı Orm’du. Konuştuğ u dil aşağ ı yukarı bizimkine benziyordu. Birkaç cü mle konuştuk. Ilk kez
kralın adını onun ağ zından duydum: Gunnlaug. Bu kralın, on savaşın bitiminden bu yana
yabancılardan kuşkulandığını ve onları çarmıha germeyi âdet edindiğini öğrendim.
Bir insana bir Tanrı’dan daha az yakışan bö ylesine bir yazgıyı ö nlemek amacıyla bir drâpa ya
da, kralın zaferlerini, ü nü nü , gö nü l yü celiğ ini ululayan bir ö vgü şiiri yazmaya giriştim. Iki
adam beni almaya geldiğ inde şiiri ezberlemeyi yeni bitirmiştim. Kılıcımı onlara vermeyi
reddettim, ama götürülmeme karşı koymadım.
Yıldızlar hâ lâ gö kyü zü nde parlıyordu. Her yanında kulü belerin yer aldığ ı açık bir alanı geçtik.
Bana piramitlerden sö zedilmişti; ama meydanın ortasında ilk gö zü me çarpan sarıya boyalı
tahta bir direk oldu. Tepesinde bir balığ ın kara resmini fark ettim. Bizimle beraber gelen Orm,
bu balığ ın Sö zcü k olduğ unu sö yledi. Sonraki meydanda ü zerinde bir çember bulunan kırmızı
bir direk gö rdü m. Orm yeniden bunun Sö zcü k olduğ unu sö yledi. Bana ne olduğ unu
açıklamasını istedim. Orm, basit bir zanaatçı olduğ unu ve bir şey bilmediğ i yanıtını verdi
bana. En son ü çü ncü meydanda, ü zerinde ne olduğ unu unuttuğ um bir resmin bulunduğ u
siyaha boyanmış bir direk gö rdü m. Meydanın ilerisinde, sınırlarını seçemediğ im uzun dü z bir
duvar vardı. Sonradan daire şeklinde olduğ unu, kerpiçten bir sundurmanın bulunduğ unu, ama
kapının olmadığını ve bu duvarın şehrin çevresini dolandığını saptadım.
Kazığ a bağ lı atlar kısa boylu ve uzun yeleliydiler. Demircinin içeri girmesine izin vermediler.
Içeride hepsi ayakta, silahlı adamlar vardı. Gunnlaug, kral, acı çekiyordu ve gö zleri yarı kapalı,
deve derileriyle ö rtü lü bir cins yatakta uzanmıştı. Yıpranmış, sarı tenli bir adamdı, kutsal ve
sanki unutulmuş bir şey, gö ğ sü eski ve geniş yara izleriyle çizik çizikti. Askerlerden biri bana
yolaçtı. Bir harp getirmişti. Dizlerim yerde, alçak sesle drâ pa'yı okumaya başladım. Bu edebı̂
tü rü n gerektirdiğ i hiçbir şey eksik değ ildi: Sö z sanatları, ses yinelemeleri, vurgular. Kralın
anlayıp anlamadığ ını bilmiyorum, ama bana hâ lâ sakladığ ım gü mü ş bir yü zü k verdi. Başını
yasladığ ı yastığ ın altında bir hançerin ağ zını belli belirsiz gö rdü m. Sağ ında, ü zerine birkaç
taşın karmaşık şekilde konulduğu, yaklaşık yüz haneli bir satranç tahtası vardı.
Muhafızlar beni odanın kö şesine gö tü rdü ler. Bir adam benim yerimi aldı ve ayakta durdu.
Harpın tellerini sanki akort eder gibi tımbırdattı ve anlamak istediğ im, ama anlayamadığ ım
bir sözcüğü alçak sesle söyledi. Biri saygıyla: “Artık bunun bir anlamı yok” dedi.
Gözyaşları gördüm. Adamın sesini ve neredeyse birbirinin aynı, tekdüze, daha doğrusu sonsuz
akortları yü kseltip değ iştirdiğ ini duydum. Bu ezginin her zaman sü rmesini ve yaşamım
olmasını isterdim. Ansızın durdu. Kuşkusuz tü kenmiş olan şarkıcının harpı yere attığ ında
çıkardığ ı gü rü ltü yü duydum. Karışıklıkla dışarı çıktık. En sondakilerin arasındaydım. Gece
olduğunu görerek şaşkına döndüm. Birkaç adım attım. Bir el omzuma dokundu.
– Kralın yü zü ğ ü senin tılsımın oldu, ama ö lü mü n yakın, çü nkü Sö zcü k’ü duydun, dendi bana.
Ben, Bjami Thorkelsson, seni kurtaracağ ım. Skaldlar’ın soyundan geliyorum. Od’unda kana,
kılıcın suyu, savaşa insanların ö rtü sü diyorsun. Babamın babasının da aynı imgeleri kullanmış
olduğ unu duyduğ umu anımsıyorum. Biz ikimiz de ozanız; seni kurtaracağ ım. Bugü nlerde.
şarkımızın esin kaynağ ı olan olguların her birini tanımlamaya çalışmıyoruz; hepsini yalnız
sözcükle dile getiriyoruz.
– Sözcük’ü duymadım, dedim, söyle bana yalvarırım.
Bir an duraksadı, sonra:
– Açıklayamayacağ ıma ant içtim. Ayrıca, kimse hiçbir şey ö ğ retemez. Yalnız başına
aramalısın. Çabuk olalım, çü nkü yaşamın tehlikede. Seni evimde saklayacağ ım, orada kimse
seni gelip alma cesaretini gö steremez. Eğ er yeller elverişli olursa, yarın sabah Gü ney'e doğ ru
yola çıkan bir gemiye bineceksin. *
Bö ylece kışlar boyu sü ren bir serü ven başladı. Başıma gelenleri bir bir sayıp dö kmeyeceğ im,
talihimin iniş ve çıkışlarını da anlatmayacağ ım. Sırasıyla kü rekçilik, kö le tü ccarlığ ı, kö lelik,
odunculuk, haydutluk, şarkıcılık ve maden araştırıcılığ ı yaptım. Insanın dişlerini dö ken bir
cıva madeninde bir yıl boyunca tutsak olarak çalışmak zorunda kaldım. Isveç’ten gelen
adamların yanında Mikligarar’ın{9} savunması için savaştım. Azov Denizi kıyısında hiçbir
zaman unutmayacağ ım bir kadın tarafından sevildim; onu terk ettim ya da o beni terk elti,
ikisi de aynı şey zaten. Aldatıldım, aldattım. Bir kereden çok yazgı beni öldürmeye zorladı.
Bir Yunan askeri beni dü elloya kışkırttı ve iki kılıç arasında bir seçim yapmak için zorladı. Biri
diğ erinden bir karış fazlaydı. Beni korkutmaya çalıştığ ını sezip kısa olanını seçtim. Bana,
neden diye sordu. Yumruğ umdan yü reğ ine olan uzaklığ ın aynı olduğ u karşılığ ını verdim.
Karadeniz’in bir kıyasında, yoldaşım Leif Arnorson için eski Iskandinav har lerinden
yonttuğ um bir mezartaşı duruyor. Serkland’lı Mavi Adamlar’la Sarazen’lerle savaştım. Zaman
içinde birçok kişi oldum, ama bu yalnızca hortum dediğ imiz bir fırtınaydı, uzun bir dü ştü , ama
bü tü n bu sü re içinde asıl olan Sö zcü k’tü . Kuşkulandığ ım oldu. Kendi kendime, gü zel sö zcü kleri
tasarlama, gü zel oyunundan vazgeçmenin anlamsız olduğ unu ve tek, belki de dü şsel bir
sö zcü ğ ü aramak için bir neden olmadığ ını yineleyip durdum. Bu usavurma boşuna oldu. Bir
misyoner “Tanrı” sö zcü ğ ü nü ö nerdi, reddettim. Bir sabah, denize açılan bir nehrin kıyısında
aradığımın sonunda açıklandığını sandım.
Urnların ülkesine döndüm. Orada şarkıcının evini bulmakta güçlük çektim.
Içeri girip adımı sö yledim. Gece olmuştu. Thorkelsson yattığ ı yerden bronz şamdandaki
bü yü k mumlardan birini yakmamı sö yledi. Yü zü ö ylesine yaşlanmıştı ki, benim de ihtiyarın
biri olduğumu düşünmeden edemedim. Âdet olduğu üzere, kralının haberlerini sordum:
– Adı artık Gunnlaug değil Şimdi adı değişti, diye yanıtladı.
Sonra:
– Anlat bana bütün yolculuklarını, dedi.
Sırasıyla, şimdi unuttuğ um bü tü n ayrıntıları vererek isteğ ini yerine getirdim. Sonuna
varmadan önce sözümü kesti:
– Tüm bu ülkelerde çok türkü söyledin mi?
Sorusu beni şaşırttı.
– Başlangıçta, dedim, ekmeğ imi kazanmak için şarkı sö yledim. Sonraları açıklayamadığ ım bir
korku beni ezgiden ve harptan uzaklaştırdı.
– Tamam, dedi, öykünü sürdürebilirsin.
İsteğine uydum. Sonra uzun bir sessizlik oldu.
– Kendini sana veren ilk kadından ne aldın, diye sordu.
– Her şeyi, diye yanıtladım.
– Yaşam bana da her şeyi verdi. Herkese yaşam her şeyi verir, ama çoğ unluğ u bilmez bunu.
Sesim yorgun, parmaklarım da güçsüz, yine de dinle beni.
Harpını aldı ve mucize anlamına gelen “undr" sözcüğünü söyledi.
Olen adamın tü rkü sü beni esritti; tü rkü sü nde, akorlarında kendi dizelerimi, bana aşkı ilk
tanıtan genç kö le kadını, ö ldü rdü ğ ü m adamları, gü nbatımının serinliğ ini, suların, kü reklerin
üzerinde şafağın söktüğünü tanıdım. Harpı alıp başka bir sözcük okudum.
– Tamam, dedi Thorkelsson, duymak için yaklaşmam gerekti.
– Anladın.
YORGUN BİR ADAMIN
DÜŞÜLKESİ

Oraya utopia adını verdi, öyle bir yerin


olmadığı anlamına gelen Grekçe sözcük.
QUEDEDO
Birbirine tıpatıp benzeyen iki tepe yoktur, ama yeryü zü nü n her yanında ovalar aynıdır.
Bö ylesine bir dü zlü kte yü rü yordum. Pek ö nem vermeksizin, kendi kendime bu yerin
Oklahoma mı, Teksas mı, yoksa edebiyatçıların pampa dediğ i Arjantin’deki yö re mi olduğ unu
soruyordum. Ne sağ da ne de solda, bir tek çit bile yoktu. Bir kez daha yavaş yavaş Emilio
Oribe’nin hep büyüyüp genişleyen şu dizelerini tekrarladım:
Bilmez korkulu ovanın yüreğinde
Ve Brezilya sınırının yakınında.
Yol çukurlarla doluydu. Yağ mur yağ maya başladı. Iki-ü ç yü z metre kadar ö tede, alçak,
dö rtkö şe ağ açlarla çevrili bir evin ışığ ını seçtim. Kapıyı açan adam ö yle uzun boyluydu ki
korkar gibi oldum. Giysileri griydi. Birini beklediğini sezdim. Kapıda kilit yoklu.
Tahta duvarlı geniş bir odaya girdik, tavandan aşağ ı sarkan lamba sarımtırak bir ışık
yayıyordu ve bilmem neden, masa bana garip geldi. Bu masanın ü zerinde, eski birkaç oyma
dışında hiçbir yerde gö rmediğ im bir su saati bulunuyordu. Adam bana iskemlelerden birini
gösterdi.
Birkaç dilde konuşmayı denedim, ama anlaşamadık. Sonunda sö z aldığ ında Latince konuştu.
Uzak okul günlerinden kalma bilgilerimi toparlayıp, söyleşiye hazırlandım.
– Giysilerinden başka bir yü zyıldan geldiğ in anlaşılıyor, dedi bana. Dillerin çeşitlenmesi,
toplumların, hatta savaşların çeşitliliğ ini kamçıladı; dü nya Latince’ye dö ndü . Bazıları
Latince’nin yeniden Fransızca, Lemosi ya da Papiamento’ya dö nü şü p yozlaşacağ ından
korkuyorlar, ama şimdilik bö yle bir tehlike yok. Ne olursa olsun, beni ne geçmiş, ne de gelecek
ilgilendiriyor.
Bir şey demedim, o ekledi:
– Birini yemek yerken seyretmek seni rahatsız etmiyorsa, bana eşlik eder misin?
Huzursuzluğumun farkına yardığını anladım, evet, dedim.
Her iki yanında kapılar sıralı ve her şeyin madenı̂ olduğ u kü çü k bir mutfağ a çıkan bir koridoru
geçtik. Bir tepsi ü zerinde akşam yemeğ i ile geri dö ndü k: Kaplar dolusu mısır gevreğ i, bir
salkım ü zü m, tadının bana inciri anımsattığ ı yabancı bir meyve ve bü yü k bir sü rahi su.
Sanırım ekmek yoktu. Ev sahibim ince hatlıydı ve bakışınca tuhaf bir şey vardı. Bir daha hiç
gö rmeyeceğ im bu sert ve solgun yü zü unutmayacağ ım. Konuşurken en ufak bir hareket
yapmıyordu.
Latince konuşma zorunluluğu işimi güçleştiriyordu; ama sonunda şunları söyleyebildim:
– Ansızın karşına çıkmam seni şaşırtmadı mı?
– Hayır, diye yanıtladı. Yü zyıldan yü zyıla bö yle konuklar gelir. Fazla uzun kalmazlar. En geç
yarın evine dönmüş olacaksın.
Sesindeki güven içimi rahatlattı. Kendimi tanıtmakta bir sakınca görmedim:
– Adım Eudoro Acevedo. 1897’de Buenos Aires’de doğ dum. Yaşım yetmişi geçiyor. Ingiliz ve
Amerikan edebiyatı öğretmeniyim ve gerçekdışı öyküler yazdım.
– Iki gerçekdışı ö ykü yü zevkle okudum diyebilirim, dedi. Çoğ u kişinin gerçek diye kabul ettiğ i
“Kaptan Lemuel Gulliver’ın Gezileri’' ve Summa Theologiae. Boşver, kesin olgulardan
sö zetmeyelim. Olguların artık ö nemi kalmadı. Zaten uydurma ve dü şü nme için basit başlama
noktaları olmaktan ö te bir şey de değ iller. Okullarımızda bize kuşku ve unutma sanatı
ö ğ retiliyor, her şeyden ö nce kişisel ve yerel olanın unutulması. Kesintisiz zamanın içinde
yaşıyor, ama sub specie aeternitatis yaşamaya çalışıyoruz. Geçmişten bize birkaç ad kaldı ki,
dil bunları da unutma yolunda. Gereksiz kesinlikleri atlıyoruz. Artık ne zaman dizini, ne de
tarih var; sayılama da yok. Adının Eudoro olduğ unu sö yledin; ben adımın ne olduğ unu sana
söyleyemem, çünkü bana yalnızca Birisi derler.
– Peki babanın adı neydi?
– Adı yoktu.
Duvarlardan birinde bir raf gö rdü m. Rasgele bir kitap açtım; elle yazılmış har ler belirgin ve
çö zü lemezdi. Kö şeli çizikler bana eski Iskandinav alfabesini anımsattı. Bu alfabe yalnızca
kazılarak yazılırdı. Kendi kendime, gelecekteki insanların boyca daha uzun oldukları gibi daha
da becerikli olduklarını sö yledim. Sezgisel olarak, adamın ince uzun parmaklarına
bakıyordum.
– Şimdi sana asla gö rmediğ in bir şey gö stereceğ im, dedi ve 1518’de Basel’de basılmış, bazı
yaprak ve resimlerin eksik olduğu, Thomas More’un Utopia’sının bir kopyasını uzattı.
Biraz kendini beğenmişlikle yanıtladım:
– Basılı bir kitap. Bende ikibinden fazla var, doğ al olarak bundan daha az değ erli ve daha az
eski.
Başlığı yüksek sesle okudun.
Gülmeye başladı.
– Kimse iki bin kitap okuyamaz. Dö rt yü zyıldır yaşıyorum da yarım dü zineden fazla
okumamışımdır. Zaten ö nemli olan okumak değ il, yeniden okumaktır. Şimdi ortadan kalkan
basımevi, insanlığ ın en beter afetlerinden biriydi, çü nkü gereksiz metinleri başdö ndü rü cü
şekilde çoğaltmak yolundaydı.
– Benim zamanımda, daha dü n, diye yanıtladım, bir gü nden ö tekine insanın bilmemesinin
ayıp sayıldığ ı olaylar olduğ u boşinancı egemendi. Gezegen olarak hortlaklarla doluydu:
Kanada, Brezilya, Isviçre Kongosu, Ortak Pazar. Bu Platoncu kendiliklerin tarihlerini bilenler
yok denecek kadar azdı, buna karşın, doğ al olarak son eğ itimbilimciler kongresinden,
diplomatik ilişkilerdeki gerginleşmeden, başkanların beyanatlarından -sekreterin
sekreterinin, bu tü rü n en belirgin ö zelliğ i olan dikkatli bir belirsizlikle hazırladığ ı- haberdar
olmayan yoktu.
Birkaç saat sonra başka bayağ ılıklarla silinip giden bü tü n bunlar unutulmak için okunuyordu.
Yeryü zü ndeki tü m uğ raşlar arasında politikacınınki hiç kuşkusuz en gö zde olanıydı. Bü yü kelçi
ya da bakan, bir yerden bir yere uzun gü rü ltü lü taşıtlarla, motosikletler ve koruma
gö revlileriyle çevrili olarak taşınma zorunluluğ u olan, kaygılı fotoğ rafçıların pusu kurdukları
bir cins sakattı. Gö ren de ayaklarını kesmişler sanacak derdi anam. Imgeler ve basılı
metinlerin bunlardan daha fazla geçerlilikleri vardı. Yalnızca yayımlanan doğ ruydu. Esse est
percipi (varolmak fotoğ ra lanmaktır), bu benzersiz dü nya gö rü şü nü n başı, ortası ve sonuydu.
Benim geçmişimde insanlar kö tü lü k dü şü nmezdi; yapımcısı tekrar tekrar sö ylü yor diye bir
malın iyi olduğ una inanırlardı. Her ne kadar paraya sahip olmanın daha fazla mutluluk ya da
erinç getirmediğini herkes biliyorsa da, hırsızlık oldukça yaygındı.
– Para mı, diye tekrarladı. Artık yoksulluğ un acısını çeken kalmadı, kuşkusuz bayağ ılığ ın en
sıkıcı biçimi olan zenginlikten yakınan da yok. Herkesin bir işlevi var.
– Hahamlar gibi, dedim.
Anlamamış gibiydi, devam etti:
– Kentler de yok artık. Bir zamanlar gezme merakına kapıldığ ım Bahia Bianca yıkıntılarını
gö zü nü ne alırsan pek bir şey kaybetmedik. Kişisel eşyalar yok şimdi, miras da yok. Yü z
yaşlarında, insan olgunlaştığ ında kendiyle ve yalnızlığ ıyla yü z yü ze gelmeye hazırdır. Bir
çocuk dünyaya getirir.
– Yalnızca bir çocuk mu, diye sordum.
– Evet. Bir tek. Insan cinsini çoğ altmak için bir neden yok. Bazıları insanın, Tanrı'nın evren
bilincine kavuşmasına yarayan bir organı olduğ una inanırlar; ama kimse kesin olarak bö yle
bir tanrısallığ ın varolduğ unu bilmiyor. Sanırım şimdi tü m yeryü zü sakinlerinin yavaş yavaş ya
da aynı anda intiharının yarar ve sakıncaları tartışılıyor. Ama biz yine söyleşimize dönelim.
Kabul ettim.
– Yü z yaşında, insanoğ lu aşksız ve dostsuz yapabilir. Acılar ve istemdışı ö lü m artık korkutma
değ ildir onun için. Bir sanat dalıyla, felsefeyle, matematikle uğ raşır ya da tek başına satranç
oynar. İstediği zaman, kendini öldürür. İnsan, yaşamının efendisiyle, ölümünün de efendisidir.
– Bir alıntı mı, diye sordum.
– Elbette. Bize yalnızca alıntılar kaldı. Dil bir alıntılar birliğidir.
– Ya benim zamanımın büyük serüveni -uzay uçuşları, diye sordum.
– Yü zyıllar ö nce bu aktarmalardan vazgeçildi. Kuşkusuz çok gü zeldiler, ama asla bir
buradadan ve bir şimdiden kaçamadık.
Bir gülümsemeyle ekledi:
– Zaten her yolculuk uzay yolculuğ udur; bir gezegenden ö bü rü ne olsun, buradan karşıdaki
ambara olsun, hep aynı. Sen bu odaya girdiğinde, ben bir uzay yolculuğu yapmaktaydım.
– Bu doğru, dedim. Ayrıca, kimyasal maddelerden ve hayvansal türlerden sözediliyordu.
Şimdi adam sırtını bana dö nmü ş, camdan dışarı bakıyordu. Dışarıda, ova sessiz, kar ve
ayışığıyla bembeyazdı.
Sormayı göze aldım:
– Hâlâ müze ve kitaplıklar var mı?
– Hayır. Ağ ıt yazma dışında geçmişi unutmaya çalışıyoruz. Anma tö renleri, yıldö nü mleri, ö lü
adam yontulan yok şimdi. Her kişinin kendine gereken bilim ve sanatları üretmesi gerekiyor.
– Öyleyse herkes kendi Bernard Shaw'u, kendi İsa’sı, kendi Archimedes’i olmak zorunda.
Başıyla onayladı.
– Hükümetlere ne oldu, diye sordum.
– Gelenek yavaş yavaş geçerliliklerinin kalkmasını istiyor. Seçimlere girişiyorlardı, vergi
dü zenliyorlardı, varlıklara el koyuyorlardı, tutuklama buyuruyorlardı ve sıkı denetim
benimsetmeyi savunuyorlardı, ama dü nyada kimse aldırmıyordu. Basın hü kü met adamlarının
sö ylev ve fotoğ ra larını yayımlamaktan vazgeçti. Politikacılar dü rü st mesleklerle uğ raşmak
zorunda kaldılar; kimileri iyi oyuncu ya da iyi ruh doktoru oldu. Kuşkusuz gerçek, verdiğ im
özetten daha karmaşık oldu.
Değişik bir ses tonuyla sürdürdü:
– Obü rleriyle aynı olan bu evi kurdum. Bu mobilyaları ve kapkacağ ı yaptım. Yü zü nü
bilmediğ im başkalarının belki benden daha iyi işledikleri toprağ ı işledim. Sana gö stereceğ im
birkaç şey var.
Yandaki odaya doğru onu izledim. Yine tavandan sarkan bir lambayı yaktı. Bir köşede, yalnızca
birkaç teli olan bir harp gö rdü m. Duvarda sarı tonların hâ kim olduğ u dö rtkö şe yağ lıboya
resimler asılıydı. Hepsi aynı elden çıkmamışa benziyordu.
– Benim yapıtlarım, diye açıkladı.
Resimleri inceledim ve en kü çü k olanının ö nü nde durdum. Gü nbatımını betimliyordu ya da
esinliyordu, sonsuzluğa ilişkin bir şey vardı.
– Hoşuna gidiyorsa alabilirsin, gelecekteki bir dostun anısı, dedi dingin sesiyle.
Teşekkü r ederek resmi aldım, ama ö bü r resimler bana bir huzursuzluk verdi. Bü tü nü yle beyaz
bırakıldıklarını söylemeyeceğim, ama hemen hemen öyleydiler.
– Onlar senin eski gözlerinin görmeyeceği renklerle boyanmıştır.
Elleri harpın tellerini hafifçe tıngırdattı ve bir ses dalgasını ancak algılayabildim.
İşte o zaman kapı vuruldu.
Uzun boylu bir kadın ve ü ç-dö rt adam eve girdiler. Kardeş oldukları ve zamanın onları
birbirlerine benzettiği söylenebilirdi. Ev sahibim önce kadınla konuştu.
– Bu akşam gelmezlik etmeyeceğini biliyordum. Nils’i gördün mü?
– Arada bir. Resim yapmayı hâlâ sürdürüyor.
– Babasından iyi başarmasını dileyelim.
Evi dağıtmaya başladık. Elyazmaları, tablolar, mobilyalar, kapkacaklar: Hiçbir şey bırakmadık.
Kadın adamlar kadar çalıştı. Onlara gerçekten yardım etmemi engelleyen zaafımdan utanç
duydum. Kimse kapıyı kapatmadı ve tü m bu eşyaları yü klenerek oradan ayrıldık. Çatının beşik
biçiminde olduğunu fark ettim.
On beş dakikalık yü rü yü şten sonra sola saptık. Uzakta, ü zerinde bir kubbe olan kule gibi bir
şey seçtim.
– Olü yakma fırını, dedi biri. Içinde bir ö lü m odası var. Bir insansever tarafından icat edildiğ i
söyleniyor, sanırım adı Adolf Hitler’miş.
Boyuyla beni şaşırtmayan nö betçi bize parmaklığ ı açtı. Ev sahibim ona birkaç sö zcü k
mırıldandı. Yapıya girmeden önce bize veda işareti yaptı.
– Kar devam edecek gibi görünüyor, dedi kadın.
Buenos Aires’te, Mexico Caddesi’ndeki çalışma odamda, birinin binlerce yıl sonra, bugü n
yeryüzünde dağılmış maddelerle boyayacağı yağlıboya resmi saklıyorum.
DÜZEN

Anlatacağ ım ö ykü iki adam daha doğ rusu iki adamın rol oynadığ ı bir olay hakkında, kendi
başına olayın ö zel ya da olağ andışı bir yanı yok, kahramanlarının kişiliklerinden daha az
ö nemli. Ikisi de gurur yü zü nden gü nah işlediler; farklı biçimlerde ve farklı amaçlarla.
Anekdotu oluşturan olaylar (gerçekten de bir anekdottan daha fazla değ il) kısa bir sü re ö nce
oldu. Amerika’da geçiyor; sanırım başka yerde olamazdı.
1961 sonunda, Austin’de Teksas Universitesi’nde bu iki adamdan biriyle, Profesö r Ezra
Winthrop’la uzun uzun gö rü şme fırsatım oldu. Eski Ingilizce ö ğ retiyordu (iki parçalı yapma
bir şey izlenimi uyandıran Anglosakson sö zcü ğ ü nden hoşlanmıyordu). Dil ü zerine
çalışmalarında ö ne sü rdü ğ ü m birçok cesur varsayımı ve yaptığ ım yanlışları benimle hiçbir
çatışma yaratmadan dü zelttiğ ini hatırlıyorum. Bana, sınavlarda hiç soru sormadığ ı sö ylendi;
konu seçimini adaya bırakıp ondan yalnızca bunu iyi anlatmasını bekliyormuş. Eski Pü riten
kö kenli ve Boston doğ umluydu, Gü ney’in gelenek ve ö nyargılarına alışmakta gü çlü k çekmişti.
Karı ö zlü yordu, ama benim gö zlemime gö re, Kuzeyliler soğ uğ a, bir Arjantinlilerin sıcağ a
koşullandığ ı gibi koşullanmışlardır. Uzunca boylu, kır saçlı, çevik değ ilse bile sağ lam yapılı bir
adamın şimdiden belirsizleşmiş imgesini saklıyorum. Meslektaşı Herbert Locke’ın bende
bıraktığ ı anı daha belirli: “Toward a History of the Kenning”de (Eski Iskandinav Edebiyatında
Mazmunlar Uzerine) adlı kitabını vermişti. Yapıtında Saksonlar’ın biraz kendiliğ inden olan bu
mazmunlardan (‘deniz’ yerine ‘balina yolu’, 'kartal' yerine ‘savaş şahini’) çabuk
kurtulduklarını, oysa Iskandinav ozanlarının bunları içinden çıkılmaz hale getirinceye kadar
birleştirip içiçe soktuklarını ö ne sü rü yordu, Herbert Locke’dan sö zediyorum, çü nkü ö ykü mü n
ayrılmaz bir parçasını oluşturuyor O.
Şimdi kuşkusuz asıl kahramana, lzlandalı Eric Einarsson’a geliyorum. Kendisini asla
gö rmedim. O, 1969’da Teksas’a geldiğ inde ben Cambridge’deydim, ama ortak bir dostun,
Ramö n Martfnez Lö pez’in mektupları aracılığ ıyla onu çok yakından tanımış olduğ um kanısına
vardım, sert ve soğ uk biri olduğ unu; uzun boylu insanlar ü lkesinde bile uzun boylu sayıldığ ını
biliyorum. Kızıl saçları yü zü nden ö ğ rencileri kaçınılmaz olarak ona Kızıl Eric adını
takmışlardı. Bir yabancının “ha if argo” kullanmasının zorlama ve yanlış olduğ u, onu çağ rısız
konuk durumuna dü şü rdü ğ ü gö rü şü ndeydi ve “okay" sö zcü ğ ü nü bile kullanma
alçakgö nü llü lü ğ ü nü asla gö stermedi. Kuzey dilleri, Ingilizce, Latince ve -gizlemesine karşın-
Almanca uzmanıydı. Amerikan üniversitelerinde işini yoluna koyması güç olmadı.
Sö zü edilmeye değ er ilk yapıtı. De Quincey'in Cumbrian lehçesinin kö keninin Danca olduğ una
ilişkin yazdığ ı dö rt makale ü zerine bir incelemeydi. Bunu, Yorkshire kö ylü lerinin lehçeleriyle
ilgili bir çalışma izledi. Bu iki inceleme iyi karşılandı, ama Einarsson mesleğinde ilerlemek için
gü rü ltü koparan bir şey yazması gerektiğ ini dü şü ndü . 1970’te, Yale Universitesi Yayınlarında
Maldon Savaşı’nın eleştirel basımını yayımladı. Notlardaki derin bilgi yadsınamazdı, ama
ö nsö zdeki bazı varsayımları, dışarıya hemen hemen bü tü nü yle kapalı akademik çevrelerde
tartışmalara yolaçmıştı. Orneğ in Einarsson, şiirin ü slup yö nü nden, kasıtlı olarak retoriğ e
dayanan Beowulf’tan çok, uzaktan da olsa kahramanlık şiiri Finnsburh’u çağ rıştırdığ ını ve
ayrıntıları işleme yö nteminin tuhaf bir biçimde haklı olarak hayran olduğ umuz Izlanda
sagalarının yö ntemlerinin habercisi olduğ unu ö ne sü rü yordu. Ayrıca Elphinston’un
metnindeki bazı yanlışları dü zeltiyordu. Teksas Universitesi'ne geldiğ i 1969 yılında
profesörlüğe atandı.
Bilindiğ i gibi, Amerikan ü niversitelerinde Germen dilleri uzmanlarının toplantıları oldukça
yaygındır. Bir ö nceki yıl, East Lansing’deki Winthrop’a verilmişti. Araştırma yılına hazırlanan
bö lü m yö neticisi, Winthrop’dan Wisconsin'deki gelecek dö nem toplantısı için bir temsilci
seçmesini istedi. Yalnızca iki gerçek aday vardı: Herbert Locke ve Eric Einarsson.
Winthrop, Cariyle gibi, atalarının Pü riten inancından vazgeçmişti ama ahlâ kını korumayı
sü rdü rü yordu. Odevi açıktı; gö rü şü nü belirtmekten kaçınmadı. Herbert Locke, 1954’ten beri
kendisine yardımını esirgememişti, ö zellikle Beowulf’un, birçok ü niversitede Klaeber’inkinin
yerini alan açıklamalı bir baskının hazırlanmasında; ayrıca Germen dilleri uzmanları için çok
yararlı bir çalışma derlemekle uğ raşıyordu: Okurları boşuna etimolojik sö zlü klere başvurma
zorunluluğ undan kurtaracak olan bir Ingiliz-Anglosakson sö zlü k. Izlandalı ise oldukça gençti;
küstahlığıyla, Winthrop da olmak üzere, herkeste antipati uyandırmıştı. Finnsburh’un eleştirel
basımı dikkati onun ü zerine çekmişti. Tartışmayı seviyordu: Sempozyumda suskun ve
çekingen Locke’dan daha iyi görünüyordu.
Winthrop karşı karşıya kaldığ ı sorunu inceden inceye dü şü nü rken, Yale Philoiogical
Quarterly'nin kitap tanıtma sü tunlarında Anglosakson dili ve edebiyatı ö ğ retimi konusunda
uzun bir makale çıktı. Son sayfanın alt kö şesinde açık E. E. başhar leri okunuyordu, yanında da
hiç kuşkuya yer bırakmamak istercesine “Teksas Universitesi" yazısı vardı. Bir yabancının
yanlışsız Ingilizcesi ile kaleme alınmış olan makale, en ufak bir kabalığ a bile izin vermemesine
karşın ö ke doluydu. Anglosakson ö ğ retimine; retorik ü slubuyla sö zde Virgilius benzeri bir
eskiçağ eseri olan Beowulf’la başlamanın, Ingilizce ö ğ renimine Milton’un karmaşık dizeleriyle
başlamak kadar keyfı̂ bir şey olduğ unu ileri sü rü yordu. Yazar, kronolojik sırayı tersine
çevirmeyi, gü nlü k dilin habercisi olan on birinci yü zyıl şiiri “The Grave" (Gö mü t) ile başlayıp
kö kene doğ ru uzanmayı ö neriyordu. Beowulf’la ilgili olarak da, bu ü ç bin dizelik sıkıcı yığ ının
bir parçasını almak yeterliydi; ö rneğ in denizden gelip denize dö nen Scyld’in gö mme tö renini.
Bir kez bile adı geçmemesine karşın, Winthrop kendisinin hedef alındığ ını hissediyordu.
Bunun pek önemi yoktu, ama öğretme yöntemine saldırılmasını kabul edemiyordu.
Zaman sıkıştırıyordu. Winthrop yansız kalmak istiyordu ve herkesin ü zerinde konuştuğ u
Einarsson’un yazısının, kararını etkilemesine izin veremezdi. Locke ile Izlandalı arasında
seçim yapabilmek için az gü çlü k çekmedi. Bir sabah Winthrop bö lü m yö neticisi Lee Rosenthal
ile gö rü ştü ve ö ğ le sonrasında Einarsson, Wisconsin kongresine katılmak ü zere resmen
görevlendirildi.
Yola çıkma tarihi olan 19 Mart’tan bir gün önce Einarsson, Ezra Winthrop’un çalışma odasında
gö rü ndü . Winthrop’a veda ve teşekkü r etmeye geldiğ ini sö yledi. Pencerelerden biri, iki yanı
ağ açlı, bir ara sokağ a bakıyordu ve iki adamın çevresi kitap ra larıyla doluydu; Einarsson
“Edda Islandorm”un ilk parşö men baskısını tanımakta gecikmedi. Winthrop ona gö revini en
iyi biçimde yerine getireceğ inden emin olduğ unu ve teşekkü r etmesine hiç gerek olmadığ ını
söyledi. Yanılmıyorsam görüşmeleri uzun sürdü.
– Açık konuşalım, dedi Einarsson. Universitede, yö neticimiz Lee Rosenthal’in bizleri temsil
etme gö revini bana sizin ö ğ ü dü nü z ü zerine verdiğ ini bilmeyen yok. Sizi dü ş kırıklığ ına
uğ ratmamak için elimden geleni yapacağ ım. Iyi bir Germen dilleri uzmanıyım; anadilim
sagaların dili ve Anglosakson’u Ingiliz meslektaşlarımdan daha iyi telaffuz edebiliyorum,
ö ğ rencilerim “cunning” yerine “cyning” diyorlar ve derslerde sigara içmenin, hipi kılığ ında
gelmenin kesinlikle yasak olduğ unu biliyorlar. Talihsiz rakibimi eleştirmem ise olabilecek en
tatsız şeydir; “mazmun” konusunda yalnızca ö zgü n kaynakları değ il, Meissner’in ve
Marguart’m anlamlı çalışmalarını da incelediğ ini kanıtlıyor. Bü tü n bu ö nemsiz şeyleri bir yana
bırakalım. Size bir açıklama borcum var.
Einarsson bir süre durdu, pencereden dışarı bir gözattı ve özetledi:
– Yurdumdan 1964 yılı sonunda ayrıldım. Biri uzak bir ü lkeye gö ç etme kararına varınca, bu
ü lkeyi kavrama zorunluluğ u kaçınılmaz olarak kendini gö steriyor. Kesinlikle iloloji yö nü ağ ır
basan ilk iki kü çü k yapıtımın tek amacı yeteneklerimi kanıtlamaktı. Kuşkusuz bu yeterli
değ ildi. Maldon Savaşı beni her zaman ilgilendirmişti ki hemen hemen tamamını ezbere
okuyabilirim. Yale Universitesi’ni, hazırladığ ım eleştirel basımı yayımlamaya razı ettim.
Bildiğ iniz gibi, şiir bir Iskandinav zaferini anlatıyor, ama sonraları Izlanda sağ alan ü zerindeki
etkisini ö ne sü ren sava gelince, kabul edilemez ve saçma buluyorum. Anadilleri Ingilizce olan
okurları pohpohlamak amacıyla ortaya attım.
Konunun ö zü ne geliyorum; Yale Quarterly’deki saldırgan makaleme. Bildiğ iniz gibi benim
yö ntemimi doğ ruluyor ya da doğ rulamaya çalışıyor; ama karışık bir ö ykü yü ardarda gelen
çö zü mlenemez ü ç bin dizelik bir yığ ınla ö ğ rencileri sıkıntıya boğ makla birlikte karşılığ ında,
onlara eğ er yolun ortasında dersleri bırakmazlarsa, Anglosakson yazınının tü m ‘corpus’una
sahip olmalarını sağ layacak zengin bir sö zcü k dağ arcığ ı sağ layan sizin yö nteminizin
sakıncalarını da bilinçli olarak abartıyor. Gerçek amacım Wisconsin’e gitmekti. Siz ve ben,
sevgili dostum, ikimiz de kongrelerin gereksiz giderlere yolaçan saçmalıklar olduğ unu, ama
bir ‘curiculum vitae’ de yararlı olabildiklerini biliyoruz.
Winthrop şaşkınlıkla ona baktı. Zeki bir adamdı, ama kongreler ve belki kendisi de kozmik bir
şakadan başka bir şey olmayan evren dahil, nesneleri ciddiye alma eğ ilimi vardı. Einarsson
sürdürdü:
– Belki ilk gö rü şmemizi anımsıyorsunuz. New York’tan geliyordum. Bir pazar gü nü ydü ;
ü niversitenin yemekhanesi kapalıydı ve biz Nighthawk'a ö ğ le yemeğ ine gitmiştik. O gü n, çok
şey ö ğ rendim, iyi bir Avrupalı olarak, Amerikan Iç Savaşı’nın kö lecilere karşı bir mü cadele
olduğ unu dü şü nü yordum; siz ise Gü ney'in Birlik’ten ayrılma ve kendi kurumlarını sü rdü rme
hakkına sahip olduğ unu savunmuştunuz. Sö ylediğ inize ağ ırlık kazandırmak için Kuzey’den
olduğ unuzu ve atalarınızdan birinin Henry Halleck’in sa larında savaşmış olduğ unuzu
eklemiştiniz. Birlikçilerin yü rekliliklerini bile ö vmü ştü nü z. Başka birçoklarından farklı olarak,
karşımdakinin kim olduğ unu neredeyse anında anlayabilme ö nsezim vardır. O gü n bana yetti.
Siz, sevgili Winthrop, tuhaf Amerikalı yansızlık tutkusunun etkisi altındaydınız. Her şeyden
ö nce, yansız olmak istiyorsunuz. Tam bir Kuzeyli okluğ unuz için, Gü ney’in davasını anlamayı
ve doğ rulamayı denediniz. Winconsin’e gidişimin sizin Rosenthal’e sö yleyeceğ iniz tek
sö zcü ğ e baktığ ını ö ğ renince, kü çü k buluşumdan yararlanmaya karar verdim. Derslerinizde
kullandığ ınız yö ntemlere saldırmak, oyunuzu almanın en etkili yoluydu. Makalemi
yayımlaması için “Quarterly”yi sıkıştırdım, alışkanlıkları gereğ i beni adımın başhar leriyle
imzalamaya zorladılar, ama yazarın kimliğ i ü zerine en ufak bir kuşku duyulmaması için
elimden geleni yaptım. Hatta birçok meslektaşa sırrımı açtım.
Uzun bir sessizlik oldu. İlk bozan Winthrop idi:
– Her şeyi şimdi anlıyorum, dedi. Ben Herbert’in eski bir dostuyum, çalışmalarına saygı
duyarım; siz, doğ rudan ya da dolaylı olarak bana saldırdınız. Oyumu sizden esirgemem,
misilleme yapmak olurdu. İkinizin değerlerini karşılaştırdım, sonucu biliyorsunuz.
Yüksek sesle düşünüyormuşçasına ekledi:
– Kinci olmadığımdan, belki gururuma boyun eğdim. Gördüğünüz gibi düzeniniz sonuç verdi.
– Dü zen yerinde sö zcü k, diye Einarsson karşılık verdi, ama yaptığ ımdan pişmanlık
duymuyorum. Bö lü mü mü zü n yararına en iyisini yapacağ ım. Wisconsin’e gitmeye karar
vermiştim.
– İlk Viking’imle karşılaşıyorum, dedi Winthrop gözlerinin içine bakarak.
– Bir başka romantik boşinanç. Viking soyundan gelmek için Iskandinav olmak yetmiyor.
Ailem Protestan kilisesine yü rekten bağ lı papazlardı; belki onuncu yü zyıl başlarında atalarım
Thor'un coşkulu rahipleriydiler. Bildiğim kadarıyla, ailemde denizci hiç olmadı.
– Benimkinde ise bir dolu vardı, diye yanıtladı Winthrop. Buna karşın pek farklı değ iliz.
İkimizin de ortak bir günahımız var: Gurur. Siz, ustaca tasarladığınız düzeninizle övünmek için
beni gö rmeye geldiniz; ben, dü rü st bir adam olmakla ö vü nebilmek için sizin adaylığ ınızı
destekledim
– Bizi birleştiren başka bir şey daha var, dedi Einarsson: Uyruğ umuz. Ben Amerikan
vatandaşıyım. Yazgını uzaklardaki Thule’de değ il, burada. Bana, bir pasaportun insanın
doğasını değiştirmeyeceğini söyleyeceksiniz.
El sıkıştılar ve ayrıldılar.
AVELINO ARREDONDO

Olay, 1897’de Montevideo'da geçti.


Evinde konuk ağ ırlayamayacağ ını bilen ya da evden uzaklaşmak isteyen bü tü n dü rü st
yoksulların yaptığ ı gibi, bir grup genç her cumartesi Cafe del Globo’nun aynı kö şe masasının
çevresinde toplanırdı. Hepsi doğ uştan Montevideolu'ydu; ü lkenin iç bö lgelerinden gelip, ne
kimseye açılan ne de başkalarının kendisine açılmasına izin veren Arredondo’yu aralarına
kabul etmeden ö nce epey kararsızlık çekmişlerdi. Yirmisini geçiyordu; zayıf, siyah saçlı,
kısaca boyluydu ve biraz sakar birine benziyordu. Aynı zamanda hem canlı, hem de uykulu
gö zleri olmasaydı, yü zü oldukça sıradan gö rü necekti. Buenos Aires Caddesi’ndeki bir
tuha iyecide tezgâ htardı ve boş zamanlarında hukuk ö ğ renimini sü rdü rü yordu. Obü rleri,
ü lkeyi çö kerten ve genel kanıya gö re, başkanın iğ renç nedenlerden ö tü rü bilerek uzattığ ı ö ne
sü rü len savaşı protesto ederken, Arredondo sessizliğ ini korurdu. Cimriliğ iyle alay edildiğ inde
de susardı.
Cerros Blancos Savaşı’ndan az sonra, Arredondo arkadaşlarına, Mercedes'e gitmek zorunda
olduğ u için onları bir sü re gö remeyeceğ ini sö yledi. Haber kimseyi heyecanlandırmadı. Biri
ona, Beyazlar'ın isyancı ö nderi Aparicio Saravia'dan uzak durmasını ö ğ ü tledi; Arredondo
gü lü mseyerek Beyazlar’dan çekinmediğ ini sö yledi. Kendisi de Beyaz olan ö bü rü , başka bir şey
söylemedi.
Nişanlısı Clara’dan ayrılmak ona daha gü ç geldi. Clara’ya da ö bü rlerine sö ylediklerinin hemen
hemen aynısını sö yledi. Çok işi olacağ ını ekleyerek mektup beklememesi konusunda uyardı.
Mektup yazma alışkanlığı olmayan Clara, sesini çıkarmadı. Birbirlerini çok seviyorlardı.
Arredondo kenar mahallelerden birinde oturuyordu. Bü yü k savaş sırasında ataları
Arredondolar'a kö le olduğ u için, aynı soyadı taşıyan melez bir kadın ona hizmet ediyordu.
Clementina, son derece gü venilir bir kadındı; Arredondo ona, gelenlerin hepsine kendisinin
köyde olduğunu söylemesini buyurdu. Tuhafiyeciden kazandığı son aylığı eline geçmişti.
Evin toprak avluya bakan arka odalarından birine yerleşti. Bu, gereksiz bir önlemdi, ama kendi
isteğiyle kapatılmaya başlamasına yardımcı oluyordu.
Yeniden ö ğ le sonraları uyuma alışkanlığ ı edindiğ i dar demir yatağ ından, ü zü ntü yle boş radara
bakıyordu. Tü m kitaplarını satmıştı, hukuka hazırlık ders kitaplarını bile. Geriye, hiç
okumadığı ve asla da bitiremeyeceği bir İncil kalmıştı.
Bazen ilgi, bazen de sıkıntıyla sayfa sayfa okudu ve kendini Tekvin’in bir bö lü mü nü ve Vaiz’in
sonunu ezberlemeye zorladı. Okuduğ unu anlamaya çalışmıyordu, ö zgü r dü şü nceliydi, ama
Montevideo'ya gelip yerleşmeden ö nce anasına verdiğ i sö zü tutarak, her akşam Tanrı
Babamız duasını okumayı unutmuyordu. Bu evlatlık sö zü nü tutmazsa başına bir kö tü lü k
gelirdi kuşkusuz.
Arredondo hede inin 25 Ağ ustos sabahı olduğ unu biliyordu. Geçirmesi gereken gü nlerin tam
sayısını da biliyordu. Amacına ulaştıktan sonra zaman duracaktı, daha doğ rusu ne olacağ ının
pek ö nemi yoktu. Bu tarihi, sanki bir mutluluğ u ya da ö zgü rlü ğ ü bekler gibi bekliyordu.
Saatini, sürekli bakmamak için durdurmuştu, ama her gece, dışarıdan gece yarısını bildiren on
iki vuruşu duyar duymaz takvimden bir yaprak kopararak, kendi kendine “Bir gü n daha geçti"
diyordu.
Her şeyden ö nce, kendine bir dü zen kurmak isledi: Paraguay çayı içmek, kendi sardığ ı kara
tütün cigaralarını tüttürmek, belirli sayıdaki sayfalan okuyup ezbere söylemek, Clementina bir
tepsi ü zerinde yemeklerini getirdiğ inde, onunla biraz gevezelik etmeyi denemek, mumunu
sö ndü rmeden ö nce, yapacağ ı konuşmayı tekrarlayıp dü zeltmek. Yaşı hayli ilerlemiş olan
Clementina ile sö yleşmek hiç de kolay değ ildi, çü nkü belleğ i uzaktaki kö yü ne ve kö yü nü n
gü nlü k yaşantısının anılarına takılıp kalmıştı. Ayrıca, bir satranç tahtasına da sahipli, ü zerinde
dü zensiz oyunlar kuruyor, asla da sonunu getiremiyordu. Bir mermi ya da madeni parayla
yerini doldurduğu bir kale eksikti.
Zamanı geçirmek için, Arredondo sabahları bir toz bezi ve sü pü rge ile odasını temizliyor ve
ö rü mcek avlıyordu. Melez kadın, kendi gö revi saydığ ı, ayrıca da Arredondo’nun çok kö tü
yaptığ ı bu işlerle alçalmasını gö rmekten pek hoşlanmıyordu. Gü neş gö kyü zü nde yü kseldikten
sonra uyanmayı islerdi, ama gü n ağ arırken kalkma alışkanlığ ı isteminden daha gü çlü ydü .
Dostlarını ö zlü yordu, ama onların kendisini çok ö zlemediğ ini de biliyordu; çekingen ve uzak
duran biri olduğ u için bu konuda bir alınganlığ a kapılmıyordu. Bir ö ğ le sonrası, içlerinden biri
onu sormaya geldiğ inde, kapının eşiğ inden geri çevrildi. Clementina geleni tanımıyordu.
Arredondo da kim olduğ unu hiçbir zaman ö ğ renemedi. Açgö zlü bir gazete okuruydu; bu geçici
ayrıntılar müzelerinden vazgeçmesi güç oldu. Derin düşünmeye yatkın bir adam da değildi.
Gü nleri ve geceleri birbirinin aynıydı, ama ona ö zellikle ağ ır gelen pazar gü nleriydi.
Temmuzun ortalarına doğ ru, ne yaparsak yapalım bizi tutsak eden zamanı bö lmeye
çalışmanın bir yanılgı olduğ undan kuşkulanmaya başladı. Bö ylece hayal gü cü nü baştanbaşa
ü lkesi Uruguay’ın -o sırada kana bulanmış olan- toprakları ü zerinde gezinmeye bıraktı.
Dü şü ncesinde gö rdü bir zamanlar uçurtma uçurduğ u Santa lrene’nin inişli yokuşlu tarlalarını;
şimdi ö lmü ş olduğ unu sandığ ı bir midilliyi; çobanların kamçılamasıyla sü rü lerin kaldırdıkları
tozu; her ay Fray Bentos’tan işporta yü kü yle gelen tıknefes yolcu arabasını; Otuz-Uçler’in
karaya çıktıkları La Agraciada Kö rfezi'ni; Herdivero’yu; tepelerin doruklarını, ormanları ve
ırmakları; fenere kadar tırmandıktan sonra, Plata nehrinin iki yanında da bö ylesine gü zel bir
gö rü ş açısının olmadığ ı sonucuna vardığ ı Cerro’yu. Montevideo Kö rfezi’ne bakan bu tepeden,
Uruguay’ın ulusal simgesi olan tepeye geçip uykuya daldı.{10}
Her gece, denizden gelen yel, uykuya uygun bir serinlik getiriyordu. Iliç uykusuzluk çekmedi.
Nişanlısını çok sevmesine karşın, kendisine bir erkeğ in kadınları dü şü nmemesi gerektiğ i
sö ylenmişti, ö zellikle yanında olmadıkları zaman. Kö y yaşantısı onu dü rü stlü ğ e alıştırmıştı.
Öbür işe gelince, elinden geldiğince düşünmemeye çalışıyordu; kin duyduğu adamı.
Çatıdan gelen yağmurun gürültüsü yalnızlığını gideriyordu.
Bir tutuklu ya da kö r için zaman, ha if meyildeki su gibi akar. Kapanışının ortasına doğ ru
Arredondo, bu zamanı sanki zaman dışıymışçasına yaşadı. On avluda, dibinde bir kurbağ anın
bulunduğ u bir kuyu vardı. Aslında aradığ ının, sonsuzluğ unun sınırındaki kurbağ a zamanı
olduğu Arredondo’nun hiç aklına gelmedi.
Beklenen tarih yaklaştıkça yeniden sabırsızlanmaya başladı. Bir gece, artık kendini tutamayıp,
dışarı çıktı. Her şey değ işik ve bü yü k gibi gö rü ndü . Bir sokağ ın kö şesini dö nerken, bir ışık
gö rdü ve kahvehaneye girdi. Varlığ ım tanıtlamak için bir bardak susuz rom istedi. Tahta
tezgâha yaslanmış askerler gevezelik ediyorlardı. İçlerinden biri:
– Savaşlardan sö zedilmesinin kesinlikle yasak olduğ unu biliyorsunuz, dedi. Dü n ö ğ leden
sonra, başımıza sizi gü ldü recek bir şey geldi. Kışladan birkaç arkadaşla La Razon’un ö nü nden
geçiyorduk. Içerden, birinin bu yö nergeye karşı geldiğ ini duyduk. Zaman kaybetmeden içeri
girdik. Bü ro karanlığ a gö mü lmü ştü , ama biz konuşmayı sü rdü rene ateş açtık. Sonunda
susunca, ayakları ö nde dışarı çıkarmak için, el yordamıyla aramaya başladık, ama bü tü n
bulabildiğimiz, şu fonograf denen kendi kendine konuşan makine oldu.
Hepsi kahkahalarla güldüler.
Askerlerden biri, kulak kabartan Arredondo’ya dönerek:
– Güzel di mi, moruk, diye sordu.
Arredondo ses çıkarmadı, üniformalı adam ona yaklaşıp:
– Hemen haykır bakalım: Yaşasın ülkemin Başkanı Juan Idiarte Borda, diye.
Arredondo karşı çıkmadı. Alaylı alkışlarla kapıya vardı. Sokağ a adımını attıktan sonra son bir
sövgü kulağına geldi:
– Korku çılgın değil, öfkeyi de öldürüyor.
Bir korkak gibi davranmıştı, ama olmadığını biliyordu. Rahat rahat evine döndü.
25 Ağ ustos gü nü , Avelino Arredondo uyandığ ında saat dokuzu geçiyordu. Once Clara’yı, sonra
yalnızca gü nü n tarihini dü şü ndü . Yatışarak, kendi kendine: “Elveda beklemeye” dedi,
“Sonunda büyük gün geldi!”
Acele etmeden tıraş oldu ve aynada her zamanki yü zü nü buldu. Kırmızı bir boyunbağ ı seçti ve
en yeni giysilerini giyindi. Öğle yemeğini geç yedi. Gri gökyüzü yağmurun gelişini bildiriyordu;
oysa o mavi ve berrak olacağ ını tasarlamıştı. Nemli odasından son kez çıkarken yü reğ ini
hü zü n kapladı. Kapıda Clementina’yla karşılaştı, cebinde kalan son birkaç kuruşu ona verdi.
Hırdavatçının demir kepenginin ü stü nde, renkli baklava şekillerini gö rdü ve iki ayı geçen bir
sü redir bunu bü tü nü yle unutmuş olduğ unu dü şü ndü . Sarandi Caddesi'ne doğ ru yö neldi. Bir
tatil günüydü ve dışarıda çok az insan vardı.
Plaza Matriz’e vardığ ında saat daha ü ç olmamıştı. “Te Deum”un sö ylenmesi bitmişti, ö nemli
kişiler, subaylar, yü ksek rü tbeli papazlardan oluşan bir topluluk yavaş yavaş kilise
merdivenlerini iniyorlardı. Ilk bakışta -kiminin hâ lâ ellerinde tuttukları- silindir şapkalar,
ü niformalar, rü tbe şeritleri, armalar, ayin gö mlekleri, oldukça kalabalık oldukları izlenimini
uyandırıyordu; gerçekte otuz kişiden çok değ illerdi. Arredondo korku duymadı, bir çeşit saygı
kapladı içini. Birisine kimin başkan olduğunu sordu.
– İşte orada, ayin başlığı ve asasıyla yürüyen Başpiskopos'un yanındaki yanıtını aldı.
Tabancasını çıkardı ve ateş açtı.
Idiarte Borda birkaç adım ilerledi, başaşağ ı yuvarlandı ve anlaşılır bir biçimde “Vuruldum"
dediği duyuldu.
Arredondo yetkililere teslim oldu. Sonradan şunları açıklayacaktı:
– Ben kızılım ve gururla sö ylü yorum. Partimize ihanet eden ve lekeleyen Başkan'ı ö ldü rdü m.
Tehlikeye atmamak için, nişanlım ve dostlarımla ilişkilerimi kestim; herhangi bir etki altında
kaldığ ım ö ne sü rü lmesin diye hiçbir gazeteyi okumadım. Adalet için yapılan bu eylem bana
ait. Şimdi, yargılanmak istiyorum
Herhalde olay bö yle oldu, biraz daha karmaşık olsa bile; ben bö yle olmuş olduğ unu hayal
ediyorum.
DİSK

Ben oduncuyum. Adım ö nemli değ il. Içinde doğ duğ um ve herhalde yakında ö leceğ im kulü be
ormanının kıyısında. Sö ylendiğ ine gö re bu orman, tü m yeryü zü nü kaplayan ve ü zerinde
benimki gibi tahta evlerin gezindikleri denize değ in uzanıyormuş. Hiç denizi gö rmediğ im için,
bilmiyorum. Ormanın ö bü r ucunu da gö rmedim. Kü çü kken, ağ abeyim ant içirmişti bana
ikimizin beraber, tek bir ağ aç ayakla kalmayıncaya kadar bü tü n ormanı devireceğ iz diye.
Ağ abeyim ö ldü ve şimdi benim aradığ ım, aramayı sü rdü receğ im şey başka. Batı’ya doğ ru bir
ırmak akıyor, bu ırmakta ellerimle balık avlayabiliyorum. Ormanda kurtlar var, ama kurtlar
beni korkutmuyor ve baltam beni hiç aldatmadı.
Yıllarımın sayısını hiç tutmadım. Çok olduklarını biliyorum. Gö zlerim artık gö rmü yor. Yolumu
kaybederim korkusuyla artık gitmeyi gö ze alamadığ ım kö yü mde beni cimri diye bilirler. Ama
ormanda bir oduncu ne kadar servet top ayabilir ki?
Evimin kapısını kar girmesin diye bir taşla kapatıyorum. Bir akşamü stü ağ ır adımlar duydum,
sonra kapıma vuruldu. Açtım ve bir yabancıyı içeri aldım. Yaşlı bir adamdı, uzun boylu;
yıpranmış bir ö rtü ye sarınmıştı. Bir yara izi yü zü nü kesiyordu. Yaşı, gü cü nü azaltacağ ına, ona
daha otoriter bir hava kazandırmışa benziyordu, buna karşın yü rü mek için bir bastona
yaslandığını gözlemledim. Ne olduğunu anımsamadığım birkaç söz ettik. Sonunda:
– Ocağım yok benim, nerede olursa orada uyuyorum, dedi. Bütün Sakson toprağını baştanbaşa
dolaştım.
Bu sö zler yaşına uyuyordu. Babam hep Sakson toprağ ından sö zederdi; şimdi Ingiltere
diyorlar.
Ekmek ve balığ ım vardı. Sessizce yemek yedik, Yağ mur yağ maya başladı. Birkaç hayvan
postuyla ona, ağabeyimin öldüğü yere bir döşek hazırladım. Gece olunca, uyuyakaldık.
Evden çıktığ ımızda gü n ağ arıyordu. Yağ mur durmuştu ve toprak yeni yağ an karla kaplıydı.
Bastonunu düşürdü ve bana yerden almamı buyurdu.
– Neden sana boyuneğmem gerekiyor, dedim.
– Çünkü ben bir kralım, diye yanıtladı.
Deli olduğunu düşündüm. Bastonunu alıp, ona verdim.
Farklı bir sesle konuştu.
– Ben Secgens kralıyım. Birçok kez en şiddetli çarpışmalarında onları zafere gö tü rdü m, ama
yazgının belirlediğ i saat gelince, krallığ ımı kaybettim. Adım Isern, Odin’in soyundan
geliyorum.
– Kutlu saymam Odin’i ben; diye yanıtladım. İsa’ya inanıyorum.
Beni duymamış gibi sürdürdü:
– Sü rgü n yollarında başıboş geziyorum, ama hâ lâ kralım, çü nkü disk bende. Gö rmek ister
misin?
Kemikli elinin ayasını açtı. Elinde hiçbir şey yoktu. Boştu. Işte o zaman şimdiye değ in hep
kapalı tuttuğunu fark ettim.
Gözünü benden ayırmadan:
– Dokunabilirsin, dedi.
Kaygıyla, parmak uçlarımı ayasına dokundurdum. Soğ uk bir şey duydum ve sanki zayıf bir
ışıltı gö rdü m. Elini aniden kapattı. Bir şey sö ylemedim. Bir çocukla konuşurmuşçasına sö zü nü
sürdürdü:
– Bu, Odin’in diski, dedi. Yalnız tek yü zü var. Yeryü zü nde tek yü zü olan başka hiçbir şey yok.
Elimde olduğu sürece kral olacağım.
– Altından mı, diye sordum.
– Bilmiyorum. Odin’in diski bu ve yalnızca tek yüzü var.
Bu diske sahip olma isteğ i kapladı beni. Eğ er benim olursa satabilirdim, bir altın kü lçeyle
değiştirebilirdim ve kral olurdum.
– Kulü bemde gizli para dolu bir sandık var. Hepsi altından ve baltam gibi parlıyorlar. Bana
Odin’in diskini verirsen, sandığ ımı sana veririm, dedim. Bugü n bile, hâ lâ kin duyduğ um bu
serseriye.
– Reddediyorum, dedi inatla.
– Eh öyleyse git yoluna, dedim.
Sırtını bana dö ndü . Sırtına indirdiğ im bir balta darbesi onu, dü şü rmeye yetti de arttı bile, ama
yere dü şerken avucunu açtı ve havada soluk ışığ ı gö rdü m. Baltamla yeri işaretledim ve ö lü yü
kabarmış ırmağa sürükleyip attım.
Eve dönünce diski aradım. Bulamadım. İşte yıllar geçti, aramayı sürdürüyorum.
KUM KİTABI

...thy rope of sands...{11}


George Herbert (1593-1633)
Çizgi sonsuz sayıda noktadan oluşmuştur; dü zlem sonsuz sayıda çizgiden; oylum sonsuz
sayıda dü zlemden; yü ksek oylum ise sonsuz sayıda oylumdan... Kesinlikle hayır, bu, more
geometrico değ il, ö ykü mü anlatmaya en iyi başlama yolu. Bugü nlerde, her uydurma ö ykü nü n
gerçek olduğunu öne sürmek âdet oldu; benimki ama, gerçek.
Belgrano Sokağ ı'ndaki bir apartmanın dö rdü ncü katında yalnız yaşıyorum. Birkaç ay ö nce bir
akşamüstü, kapıma vurulduğunu duydum. Açtım, bir yabancı duruyordu eşikte. Uzun boylu bir
adamdı, hatları belirsizdi. Belki de miyopluğ umdan ö tü rü ö yle gö rdü m. Gri takım elbisesi ve
elinde de gri bir çanta vardı. Gö rü nü mü dü rü st bir yoksulluğ u yansıtıyordu. Hemen yabancı
olduğ unu fark ettim. Ilk bakışta yaşlı biri sanmıştım, sonradan seyrek, sarı saçlarının beni
yanılttığ ını anladım, Kuzeylilerinki gibi beyaza çalan bir sarıydı. Bir saatten uzun sü rmeyen
konuşmamız sırasında Orkneyli olduğunu öğrendim.
Içeri aldım ve bir sandalye verdim. Konuşmadan ö nce bir sü re bekledi. Bir çeşit kö tü mserlik
yayılıyordu adamdan, bugün bende de olduğu gibi.
– Kutsal Kitaplar satıyorum, dedi.
Bilgiçlik taslamaksızın yanıtladım:
– Bu evde birçok Ingilizce Incil var, birincisi bile, Jean Wiclif’inki. Ayrıca Cipriano de
Valera'nınki, Luther’inki, edebı̂ açıdan en kö tü sü ve Latince Vulgate’nin bir kopyası.
Gördüğünüz gibi, tam da gereksinim duyduğum bir kitap değil İncil.
Kısa bir sessizlikten sonra, karşılık verdi:
– Sattıklarım yalnızca Incil değ il. Belki de sizi ilgilendirecek olan kutsal bir kitap
gösterebilirim. Bikaner sınırından satın aldım.
Çantasını açıp, kitabı masanın ü zerine koydu. Sekiz yapraklık, bez kaplı bir ciltti. Birçok elden
geçtiğ ine kuşku yoktu. Inceledim, alışılmamış ağ ırlığ ı beni şaşırttı. Arka kapağ ının ü zerinde
“Holy Writ" yazısını okudum, aşağıda da “Bombay”.
– On dokuzuncu yüzyıldan kalma sanırım, diye belirttim.
– Bilmiyorum, hiçbir zaman öğrenemedim, diye karşılık verdi.
Rasgele açtım. Tanımadığ ım bir elyazısıydı. Sayfalar oldukça yıpranmıştı, tipogra isi kö tü ydü
ve Incil’de olduğ u gibi iki sü tun olarak basılmıştı. Metinler sıkışıktı ve bentler halinde
dü zenlenmişti. Sayfaların ü st kö şelerinde Arap sayıları yeralıyordu. Asıl ilgimi çeken, ö rneğ in
çift sayfalardan birinin 40514 numarasını, karşısındaki tek sayfanın ise 999 numarasını
taşıması oldu. O sayfayı çevirdim; arkasındaki sekiz haneli bir sayıydı. Sö zlü klerde olduğ u gibi
bir resimle sü slü ydü ; bir çocuğ un elinden çıkmış gibi, mü rekkep kalemiyle beceriksizce
çizilmiş bir çapa resmi vardı.
İşte o zaman yabancı bana:
– İyi bakın, bir daha asla göremeyeceksiniz, dedi.
Bu noktayı işaretleyip kitabı kapanım. Hemen yeniden açtım ve boşuna çapa resmini aradım
sayfa sayfa. Şaşkınlığımı gizlemek amacıyla:
– Kutsal Kiiap’ın Hindu dilinde bir varyantı, değil mi, diye sordum.
– Hayır, diye yanıtladı.
Sonra bir sır vermek istermişçesine sesini alçaltıp:
– Bu cildi, dedi, bir ova kasabasında bir avuç rupi ve bir Incil karşılığ ında aldım. Sahibi okuma
bilmiyordu. Sanırım Kitapların Kitabı’nı muska zannediyordu. En alt kasttan biriydi; hastalığ a
bulaşmadan, gö lgesinde yü rü mek bile olası değ ildi. Kitabın adının Kum Kitabı olduğ unu
söyledi, çünkü bu kitabın da, kumun da ne sonu, ne başı vardı.
Benden ilk sayfayı aramamı istedi.
Sol elimi kapağ ın ü zerine koydum ve başparmağ ım işaretparmağ ıma bitişik cildi açtım.
Kendimi boş yere zorluyordum: Kapakla başparmağ ım arasında her zaman birkaç yaprak
kalıyordu. Kitaptan fışkırıyormuş gibiydiler.
– Şimdi sonuncuyu arayın.
Denemelerim yeniden başarısızlığ a uğ radı. Artık kendi sesim olmayan bir sesle, dilim
dolaşarak:
– Bu olanaksız, diyebildim.
Yine alçak sesle. İncil satıcısı bana:
– Bu olanaksız, ama gerçek. Bu kitabın sayfalarının sayısı tam olarak sonsuz. Hiçbiri ilk değ il,
hiçbiri sonuncu değ il. Neden bö yle keyfı̂ bir biçimde numaralandırıldığ ını bilmiyorum. Belki
de sonsuz bir dizinin bileşenlerinin kesinlikle anlamsızca numaralandırılabileceğ i izlenimini
uyandırmak için.
Sonra, sanki yüksek sesle düşünüyormuş gibi ekledi:
– Eğ er uzay sonsuzsa, biz uzayın herhangi bir noktasındayız. Eğ er zaman sonsuzsa, biz
zamanın herhangi bir noktasındayız.
Düşünceleri beni öfkelendirdi.
– Kuşkusuz bir dine inanıyorsunuz, değil mi, diye sordum.
– Evet, Presbiteryenim. Vicdanım rahat. Iblisçe kitabına karşı Tanrı’nın Sö zü ’nü vererek
yerliyi dolandırmadığımdan eminim.
Kendini suçlu görmesi için bir neden olmadığı üzerine güven verdim ve bizim iklimlerimizden
yalnızca geçmekte mi olduğ unu sordum. Yakın zamanda ü lkesine dö nmeyi dü şü ndü ğ ü nü
sö yledi. Iskoçyalı olduğ unu ve Orkney Adaları’ndan geldiğ ini işte o zaman ö ğ rendim. Ona,
İskoçya'yı sevdiğimi ve Stevenson ile Hume’a karşı gerçek bir tutkum olduğunu söyledim.
– Stevenson ve Robbie Burns demek istiyorsunuz, diye düzeltti.
Bir yandan konuşurken, bir yandan da sonsuz kitabı karıştırmayı sürdürüyordum.
– Bu garip ö rneğ i British Museum’a armağ an etmeye niyetiniz var mı, diye ilgisiz gö rü nmeye
çalışarak sordum.
– Hayır, size sunuyorum, diye yanıtladı ve yüksek bir fiyat söyledi.
Tü m içtenliğ imle bu iyatın olanaklarım içinde olmadığ ı yanıtını verdim ve dü şü nmeye
başladım. Birkaç dakika içinde planımı kurmuştum.
– Size bir değ iş tokuş ö neriyorum, dedim. Siz bu kitabı birkaç rupi ve Kutsal Kitap'ın bir
ö rneğ ine karşı elde ettiniz; ben ise size yeni elime geçen emeklilik çekimi ve Wiclif’in gotik
harflerle yazılmış İncil’ini sunuyorum. Bana atalarımdan kaldı.
– Siyah puntolu bir Wiclif, diye mırıldandı.
Odama gidip, parayı ve kitabı getirdim. Sayfaları karıştırdı ve başlık sayfasını kitapsever bir
coşkuyla inceledi.
– Anlaştık, dedi.
Pazarlık etmemesi beni şaşırttı. Sonradan, kitabı bana satmaya kararlı olarak gelmiş olduğunu
kavradım. Kâğıt paraları saymadan cebine yerleştirdi.
Hindistan’dan, Orkney’den, bu adayı bir zamanlar yö netmiş olan Norveç Jarlları’ndan sö zettik.
Adam gittiğinde gece olmuştu. Bir daha görmedim, adını da bilmiyorum.
Kum Kitabı’nı, Wiclif’in Incilinden boşalan yere yerleştirmeyi tasarlıyordum, ama sonuç
olarak takımı eksilmiş 1001 Gece Masalları’nın arkasına gizle meyi kararlaştırdım.
Yattım, ama uyuyamadım. Sabahın dö rdü ne doğ ru ışığ ı yaktım. Olanaksız kitabı yeniden
elime alıp yapraklarını karıştırmaya başladım. Sayfalardan birinin ü zerinde bir maske resmi
gördüm. Yaprağın üstü bir numara taşıyordu, kaç olduğunu unuttum, ama 9. kuvveti vardı.
Hazinemi kimseye gö stermedim. Sahip olmanın mutluluğ una, çalınması korkusu ve gerçekten
sonsuz olup olmadığ ı kuşkusu eklendi. Bu iki kaygı eski ü rkekliğ imi arttırdı. Birkaç dostum
daha vardı; onları gö rmekten vazgeçtim. Kitabın tutsağ ı oldum, dışarıya neredeyse hiç
çıkmamaya başladım. Bü yü teçle yıpranmış kapağ ı ve sırtını inceledikten sonra herhangi bir
hile olasılığ ı kalmamıştı. Kü çü k resimlerin iki bin sayfa arayla ortaya çıktığ ını saptadım.
Hepsini alfabetik liste halinde, doldurmakta gecikmediğ im bir deftere yazdım. Bu resim
yalnızca bir kez kullanılmıştı, hiç tekrar etmiyordu. Geceleri, uykusuzluğumun izin verdiği kısa
aralıklarda, düşümde kitabı gördüm.
Kitabın korkunç olduğ unu anladığ ımda, yaz gelip geçmişti. Gö zlerimle onu gö ren,
parmaklarımla, ellerimle ona dokunan benim de korkunç olduğ umu kabullenmenin ne yararı
olabilirdi? Kitabın bir karabasan nesnesi, gerçeğ i lekeleyen ve bozan, utanmaz bir şey
olduğunu hissettim.
Ateşi dü şü ndü m, ama sonsuz bir kitabın yakılmasının da sonsuz olmasından ve yeryü zü nü
dumanıyla boğabilmesinden ürktüm. .
Bir yaprağ ı gizlemek için en iyi yerin orman olduğ unu bir yerde okuduğ umu anımsadım
Emekli olmadan ö nce, dokuz yü z bin kitabı içeren Arjantin Ulusal Kü tü phanesi'nde
çalışıyordum; giriş kapısının sağ ında sarmal bir merdivenin, dergi ve haritaların saklandığ ı
bodrum katma indiğ ini biliyorum. Kum Kitabı’nı nemli ra lardan birinde unutmak için,
gö revlilerin bir dikkatsizliğ inden yararlandım. Koyduğ um yü ksekliğ e ve kapıdan uzaklığ ına
bakmamaya çalıştım.
Artık biraz yatıştım, ama Mexico Caddesi’nden geçmek bile istemiyorum.
SONDEYIŞ

Okurun henü z karşılaşmadığ ı ö ykü lere ö ndeyiş yazmak, bu, olay ö rgü sü nü n çö zü mlenmesini
gerektirdiğ i ve bunu da ö nceden yapmak elverişsiz olduğ u için bir bakıma imkâ nsız bir iş.
Böylelikle ben sondeyiş yazmayı yeğliyorum.
Kitapta yeralan ilk ö ykü , Robert Louis Stevenson’ın hep şansı yaver gitmiş kalemini birkaç kez
harekete geçirmiş olan bildiğ imiz, “çift” temasını işliyor. Ingilizcedeki karşılığ ı “fetch" (sağ bir
kimsenin hayaleti) ya da daha kitapsı bir sö yleyişle “wraith of the living” (yaşayanların
hayaleti); Almancada "Doppelganger" (bir başkasına benzer adam). En eski adlarından biri ise
“ö teki benlik”ti, gibi geliyor bana. Kişiyi aynı anda hem seyirci, hem de eylemli kılan bu
hayaletimsi gö rü nü ş, herhalde madenı̂ aynalardan, sudaki yansımalardan ya da basitçe
insanın hafızasından kaynaklanıyordu. “Oteki" adlı ö ykü de, konuşucuların iki ayrı kişi
olmaları için yeterince farklı ve tek kişi olmaları için de yeterince benzer olmalarını sağ lamak
istedim.
Soğ uk akışı bana çok uzaklardaki Rhon’un yatağ ını hatırlatan Cambridge’deki Charles Irmağ ı
kıyısında bu öykünün kafamda doğduğu da belirtmeye değer bir nokta değil mi?
Aşk teması şiirlerimde genellikle sık geçer, ama dü zyazılarımda değ il; “Ulrike”den başka bir
örneği yok. Okur “Öteki” ile arasındaki yakın bağı fark edecektir.
“Kongre” belki de bu kitabın en iddialı ö ykü sü ; sonunda dü nyanın kendisiyle ve gü ndelik
hayatın toplamıyla karıştırılacak kadar geniş ö lçekte bir girişimi konu alıyor. Başlangıçtaki
mat anlatım bir Ka ka ö ykü sü nü taklit etmeye çalışıyor; sonu, şü phesiz boşuna çaba,
Chesterton ve John Bü nyan’ın verdiğ i hazlara ayak uydurmaya. Hiç bö yle bir açınlanmaya
değ er bulunmadım, ama bir tanesini hayalimde kurmayı becerdim, ö ykü ye -â detim olduğ u
üzere- birçok otobiyografik öğe de sıkıştırdım.
Hepimizin bildiğ i gibi anlaşılmazlıklarla dolu olan hayat, her zaman bilinçsizce Poe’nun
parodisini yaptığ ını dü şü ndü ğ ü m bir yazar olan H.P. Lovecraft’in ö lü mü nden sonra basılan bir
ö ykü sü nü icra etmeden bana rahat yü zü gö stermedi. Sonunda teslim oldum; yaslı meyve
“Başka Şeyler Daha Var” adını aldı.
“Otuzlar Mezhebi” hiçbir belgeye dayanmaksızın olası bir dinsel sapkınlığı kurtarıyor.
“Armağ anlar Gecesi” belki de bu derlemenin sunduğ u en masum, en şiddetli, en yü celtilmiş
öykü.
Daha eski bir ö ykü m “Babel Kü tü phanesi” (1914) sonsuz sayıda kitaplar hayal eder. “Undr" ile
“Ayna ve Maske” tek bir satır ya da sözcükten oluşan, yüzyıllarca eski edebiyatlardır.
“Yorgun Bir Adamın Dü şü lkesi" benim yargıma gö re, derlemede yeralan en dü rü st ve en
melankolik parça.
Amerikalıların etik saplantılarına her zaman şaşmışımdır. “Dü zen” bu niteliğ i yansıtmaya
çalışıyor.
John Felton’a, Charlotte Corday'e, Rivera Indarte'nin herkesçe bilinen “Rosas’ları ö ldü rmek
kutsal bir iştir” yargısına ve "Hainse onlar eğ er / Brutus'un hançeri gerek” diyen Uruguay
ulusal marşına karşın, siyasal suikastı hoşgö rmü yorum. Ama ne olursa olsun, okur, Avelino
Arredondo’nun sonradan başına gelenleri ö ğ renmek isleyecekti. Luis Melian Lafınur,
bağ ışlanmasını istedi, ama yargıç Carlos Fein ve Cristobal Salvanac onu bir ay hü cre ve beş yıl
hapis cezasına çarptırdılar. Montevideo’nun caddelerinden birinden biri bugü n
Arredondo’nun adını taşıyor.
Ozde birbirinden farklı ve usa sığ maz iki kavram son iki ö ykü nü n konusunu oluşturuyor:
“Disk" yalnızca bir yü zü olan Euclides dairesini; “Kum Kitabı” ise sonsuz sayfaları olan bir
kitabı.
Aceleyle kaleme alınan bu notların kitaba olan ilgiyi tü ketmeyeceğ ini ve içerdiğ i dü şlerin şu
anda onu kapatmakta olanların konuksever hayal gü çlerinde çoğ almayı sü rdü receğ ini
umarım.
J.L.B.
Buenos Aires, 3 Şubat 1975
{1}
Yeryüzü ejderi, yıldızlarla kaplı gövdesini kıvıran.
{2}
Gram kılıcım aldı ve çıplak olarak ikisinin arasına yerleştirdi.
{3}
Çok büyük bir şatoya doğru yol aldılar, alnacında şu okunuyordu: "Ben kimseye ait değilim ve herkese aitim. Girmeden ö nce de
oradaydınız, çıkarken de hâlâ orada olacaksınız” Diderot – Yazgıcı Jacques ve Efendisi (1769)
{4}
Özellikle İtalyan göçmenleri kapsayan, yabancılara verilen küçümseyici ad.
{5}
Araucan yerlilerinin giydikleri bir çeşit gömlek.
{6}
Bir çeşit geniş pantolon (şalvar benzeri).
{7}
Iberra'nın koruyuculuğunu yaptığı yerel siyasi şeflerden biri.
{8}
Eski İskandinav ozanları.
{9}
Konstantinopl. İstanbul.
{10}
Dü z sahil şendi ü zerinde bir tepenin yü kseldiğini gö ren denizcilerin ü nlemi olan “Monte video" (tepe gö rü yorum), sonraları
şehrin adı oldu. Bunun anısına da armalarda bir tepe resmi bulunur.
{11}
…senin kumdan gerdanlığın…

You might also like