You are on page 1of 12

BİR ATEŞ SARAYINDA*

Kürşat Başar

BiR

"Ateşin çevresinde oturuyoruz. Bu geceyi, bizi bu geceye getiren bütün


uzaklıkları -birbirimize ve kendimize duyduğumuz- birkaç gülümsemeyi,
söylenmeden geçilen kiiçük şeyleri, kıvrılıp duran ateşin yansımalarıyla
yiizlcrimizin aldığı biçimleri, o biçimlerin içinden zamanın gerisine, eski
günlere gidip, birbiriyle ilgisiz pek çok ayrıntıyı hatırlayışımı bir gün yaza­
cağımı düşünerek ona bakıyorum. Çok uzaklarda, şu anda neJcr yaptığını,
beni nasıl bir fotoğrafımla hatırladığını artık bikmediğim bir sevgilim var.
Karanlığa baktıkça, beyazla çizilmiş sanılan o karaltılı desenler geliyor
aklıma: insan desenleri; birbirlerinin yüzünü paylaşan, birbirlerinin eli olan
insanların çizgilerle parçalanmış descnJcri... Bir daha bütün bir gece oturup o
eski şarkıları çalmayacağız birbirimize. Bir an yine o büyük salonda, büyük
pencerelerin önünden geçiyorsun ve ışıkla bölünüyor görünltin, beliriyor, ye­
niden yitiyor, ışığın panllısında bir an göremiyorum, sonra görüyorum, sonra
yine göremiyorum, o suyeşiti ateşsaraymın içi alev alev yanıyor, yakından
bakıyorum, odunların birbiri üsLüne kızıl bir ışıltıyla yanarak düşmesine, çok
sıcak dokunmalarla, sürtmelerle birbirlerini yok edişlerine bakıyorum- za­
man la bütün düşler yitiriliyor. Kendi yaşamlarını savunmaya çalışan
çocukların sürekli tutsaklaştırılmasının anlarından biri bu, biliyorum."

Nevil'in bırakuğı bir kağıt parçası. Çok eskiden, şimdi uzak olan bir kentle,
soğuk bir gecede, ateşin önünde otururken, bana, o an apaçık görmekten kork­
tuğum sessiz sözcüklerle bakarken aklının bir köşesine yazıp, yıllar sonra bir
kağıda o günkü gibi geçirdiği anlatımları. ..

iKi

Bir zaman hep onu düşündüm. Düşünmek denebilir mi buna, bilmiyorum,


hani durup dururken bilinçte parlayan bir görüntü, bir sözcük, bir imge, bir

*Yazarın önUnUzdcki ay Afa Yayınları arasında çıkacak olan "KIŞ 1KlNDlS1NlN


EViNDE" adlı kitabından.
152 Defter

ses, işte hep öyle oldu, $ayısız resim çizildi zihnimde. Şimdi bunca zaman
sonra o resimlerin hepsi sisli, kimbilir ne kadar değişti, bana ondan kalanların
tümü yanlış imgeler olmalı. Yine de o yanlış imgelerin içinde, gece
yatağımda dönerken birdenbire ona dokunmak, çocukyüzündeki o ağır anlamı
görmek, yüzümü, sakallarının henüz çıkmaya başladığı yüzüne sürmek geli­
yor içimden. Bazen bir düşte çıkıyor karşıma, ne yapsam unutamıyorum.
Gazetede bir sabah şaşkınlıkla gördüğüm o ilanı hatırlıyorum hep: "Sonsuza
dek sürse de, seni aramak, bulmak zorundayım. Bir de, büyüdüğümü bil."
Sonra ismini görmüştüm, bir anda pekçok şey anlatan ya da aynı anda
hiçbirşey çağrıştırmayan o beş harfli sözcüğü...

Onun yüzünü bir türlü uzaklaştıramadığını gecelerde, bir klüpten ötekine


dolaşıp duruyorum. Bir masada, çoğu kez dans alanının yanında, tam ses veri­
cilerin altında oturuyorum. Aynalarda parçalanmış, silinip beliren, renklenen,
yokolan görüntüsüne bakarak danseden kadınlara, saçlarını diken diken kestir­
miş oğlanlara bakıyorum, hep ona benzettiğim biri oluyor, onu izliyorum o
zaman, içki almaya gidişini, kadehi elinde tutarak yürümesini, dansedişini, bir
kızla konuşmasını, sonunda beni farkctmesini, yüzündeki anlamda birşeyler
bulmaya çalışıyorum, çocuk aşkları büyütür gibi. Bu oyun beni mutlu edi­
yor. Ama boğuntu tükenmiyor, sokağa çıkıyorum, yaşlı insanların gündüz
yalnızlığı, yerini, gece insanlarının tuhaf giysilerle, maskeli bir baloda, bir
karnavalda gibi yaşadıkları o ürkütücü kendi başınalığa bırakıyor, ben de
katılıyorum, kimse kimseyi sevmiyor, kimse kimseyi istemiyor aslında,
savaş artığı yapıların arasında yürürken hep yağmur yağıyor, hep lstanbul'u
düşünüyorum, kimbilir nasıl değişmiş olan kentimi, sonsuza dek sürgün edil­
diğim çocukluğumu, onu, çok özlüyorum.

Kişinin, kısa, tüketilen anlarda kaçtığını sanarak, atlattığını sanarak kendisin­


den uzaklaştırdığı, o doldurulması için bir gün gelip de çok geç olduğunu an­
ladığı boşlukların beni taşıdığı yere geldim. Hepsi bu. Sonu kötü biten o
camdan öyküleri düşünüyorum, bizimki de onlardan biri mi?

Onla birlikte oluşumuz -o sıcak yaz günleri bir odanın loşluğuna, bir
yatağın yumuşaklığına örtünerek- bir bedenin, bir bilincin gelişmesi, bir in­
sanın biçimlenmesiydi/ ya da şimdi böyle düşünüyorum. Zamanın -biz bir­
birimize gizlenmişken- hızla azalışını hissetmiyorduk ama zaman geçiyor, o
eski duyuların, yalnızca o an'ı tamamlayan gözhafızaları kalıyor geriye. Bir
perdenin şeklini, bir koltuğun duruşunu, çalışma masasının üstündeki eski
lambayı hatırlıyorum. Ama belirlenmeler tamamlandıktan sonra ya da artık
değiştirilemeyecek olan belirlenmeler böylesi çoğalmışken -evet zaman
geçti, gizlendiğimiz yerde kalamadık- herşeyin ilkini tükettikten böyle çok
sonra, bir an düşününce, yaşam bir yurtsamaya, bir kez de bilinçte yeniden
Bir Ateş Sarayında 153

yaşamaya dönüşüyor. (Yaşlılığın işaretleri olmalı!) Bu kez değiştirilebilecek


hiçbirşey kalmadığını bilerek.

Hala yanılıyorum -bu hepimizin ortak tutkusu- varolanı ve yaşamayı şu


birbirine benzeyen lekelerle oluşturduğumuz sözcüklerle kavrayacağımızı
samyorum, hala öyle sanıyorum. Yeryüzünün yalanla çizilmiş sınırlarının
ötesindeki sonsuzluğu yanında bütün bu imler, bir ustanın elinden çıkmış diz­
gi harfleri gibi, küçük, yıpranmış bir torbaya doldurulacak kadar az. Sahi,
kim çizmiş olmalı bu Latin desenleri, bu güzel Yunan harflerini, bu Rus
işaretlerini, Japon çizgilerini, İbraniceyi, Arapçayı? Ama bir kağıt üzerine
gölgesi düşiilemeyen, düşülemez diller de var, yok mu?

Belki de bu yüzden yazmadıklarımı yazmış oluyorum aslmda, böyle


kağıtların üzerine, bize kimbiJir ne zaman, nastl öğretilmiş zorunluluklan
çizerken. Oysa aklıma gelenJcr, beni kimi z(\man boğuntulara, kimi zaman
umarsız çırpınmalara sürükleyen, bazan baliUnlmaz coşkular getiren o duygu­
ları, o resim parçalarım, o devinme anlarım hiçbir yeniden yaratma
karştlayamaz.

ÜÇ
Ateşin çevresinde oturduğumuz o akşam, şimdi yeniden biraraya getirilerek
kurulamayan bir fotoğrafın silik parçalarından oluşuyor. Nevit ateşe sürekli
odun atıyor, elindeki demir çubukla korları karıştınyor, kendince oyunlar ya­
ratıyordu. Ateşin yüzüne değdirip çektiği o tuhaf ışık· okşamalarına
bakıyordum, kimi zaman gölgede kalıyor, kimi zaman tümüyle
aydınlamyordu yüzü. Kimi zaman küçük bir çocuk, kimi zaman yorgun,
yaşlanmış bir yüz görüyordum. Sonradan onun söyleyeceği gibi 'aptal aşk
şarkılan' çalıyordu, kar yıllardır yağmadığı kadar çok yağmıştı, o sabah pen­
cerenin içinde donmuş bir kuş bulmuştu Nevit, sonra bana, kar'ı giyinerek
ısınan, herkesin üşüdüğü günlerde üstündeki o beyaz paltoyla, ancak o zaman
mutlu olan bir heykel adamın masalını anlatmıştı. Bahçede karın dokunul­
mamış örtüsü vardı ve onun sözcükleri: "Denize bakalım!" Sonra iyice
örtünüp dışarı çıkmış, denizin ürkütücü gecede, ürkütücü dalgalarla rıhtımı
dövmesini, morlaşmış gökyüzünü seyretmiştik. Köpeklerle oynarken nasıl
ansızın karların içine düştüğümüzü, yuvarlandığımızı, yuvarlanırken birbiri­
mize dokunduğumuzu, birbirimize kar atarken ·bacaklarımızı, kollarımızı
çekerkeıı, düşüp kalkarken nasıl 'hiç bitmese, hiç bitmese' dediğimiz bir
çılgınlığa sürüklendiğimizi şimdi haurlamıyorum.

O gece, ateşin önünde yere serdiğimiz battaniyelerin içinde, gözlerimizi açıp


zaman zaman büyük pencerelere baktığımızda, hiç durmadan yağan karı
gördüğümüz o gece ilk kez seviştik. Artık o sevişme an'ını, alevlerin, batta-
154 Defter

niyelerin, kar tanelerinin içinden çıkarıp düşünemiyorum. O gece, yıllar son­


raki bir başka sevişmemizin görüntüleriyle karışıyor. Yazevindeki o soğuk
kış gecesinden çok sonra yazdığı bir mektupta Nevit de hatırlamıyordu.
Çılgınlık anlarına kendimizi bırakıp, dışımızdaki o dev canavarın, o milyon­
larca· başlı ve ayaklı ve kollu canavarın, o sayısız tuhaf şekille bölünerek
1

resmedilen yeryüzü haritasının bilincimizden silindiği, yalnızca birbirimizi ve


biçimlendirmeyerek, yoğun, belirsiz hayal odalarına gizlendiğimiz günleri u­
nutmuş, artık yaptıklarına uzaktan bakan ve kötüyü iyiden ayırabileceğini sa­
nan insanlardan biri olarak yazdığı bir mektuptu: "Uzun zamandır
yaptıklarımızı düşünmekten kaçıyorum. Annem, teyzem, ötekiler senden kötü
sözcüklerle sözettiklerinde hep birşeyler tıkanıyor boğazıma, sonsuz
boğuntularla yaşamaya çalışı}'orum. Artık, bunu yapmamalıydık, diyeme­
yeceğim kadar geç. Ama yine de geceleri, uyuyamadığım geceleri yakarışlarla
dolduruyorum, yapmasaydık, yapmayabilscydik, diye düşünüyorum. Çok eski
kitapları okuyorum ve işlediğimiz büyük günahın asla bağışlanamayacağını,
asla sonsuza dek gizli kalamayacağını öğreniyorum."

DÖRT

Geriye gitmeye çalışıyorum, alabildiğine geriye, sevme anlarının tutsak­


laştırılmasının, günah örtüleriyle örtülmesinin tarihini, bu sonsuz iğdiş et­
melerin, tüketmelcrin ilk günlerini öğrenmeyi deniyorum. Karş•ma çok uzak
adalarda, artık yeniden oluşturulamayacak biçimde geride kalmış zamanlarda
çekilmiş siyah beyaz fotoğraflar çıkıyor. Birbirleriyle sevişen, oynayan,
dövüşen kadın ve erkeklerin, çocukların acımasız bir bilinç tarafından
çekilmiş fotoğrafları. Yasak fotoğraflar. Yaban resimleri.

Sonra aklıma çocukluğum, gece öykülerinin, kadın ve erkek topluluklarında


ayrı ayrı anlatıldığı, gizin verdiği o tuhaf gerilimle ilk sevişmeyi
başaramayan çocukların öykülerinin dilden dile dolaştığı, alay konusu olduğu
ve sevmenin, birlikte olmanın, bedenlerin tanışmasından çok ayn, çok aykırı
birşey olduğunun öngörüldüğü ülkem geliyor. Orada, çocukluk günlerinde
başka yasak fotoğraflar toplanıyordu bilincimizde. Yarım yamalak duyulmuş,
gizlice edinilmiş birkaç kitaptan öğrenilmiş o 'ikiinsanfigürleri'ni hiç unut­
madım. Nevit'le kısa, adlandırılmaz ilk sevişmelerden sonra yavaş yavaş
değişen bir boyutta birbirimize gizlediklerimizi söyledikçe, gösterdikçe, his­
settirdikçe bütün o eski kitaplardaki yasak sözcüklerin yeniden belirdiğini,
çoktan örtüldüğünü, bir daha anılmayacağını sandığımız o tuhaf resimlerin bi­
lincimizde yerleşmiş çarpık olasılıklar olduğunu anlamaya başladık. Ama dur­
durulamazdı, artık durdurulamayacak bir yere gelinmişti. Birbirimize, gerçekte
kimseyle yaşamadığımız sevişmeleri anlatıyorduk, bu ürpertici öyküler önüne
Bir Ateş Sarayında 155

geçilmez bir savaşı başlatıyormuş aslında, o zaman bilemiyorduk.

BEŞ

Nevit'i hatırlıyorum, o geceden sonra ne zaman biraraya gelsek, ne zaman ev­


dekileri atlatıp bir odada, en çok da onun bahçedeki odasında yalnız kalsak,
sanki aram ızda hiçbirşey geçmemiş gibi bir oyunu sürdürüşünü, ben ona do­
kunmaya, saçlarını karıştırmaya, zayıf göğsüne parmaklarımla şekiller
çizmeye başlamadıkça o korkunç utanma duygusunu yokedemeyişini
hatırlıyorum. Sonra bana kendini sunuşunu, sonsuz biçimde tanıtmasını,
başka hiçbir erkekte yıllar yılı bulamadığım o kendini vermeyi
gerçekleştirmesini... Dehşetle korkutan bir çıplaklık duygusuydu. Ama o ver­
dikçe daha çok istiyordum, bir bağlanma isteği yerleşmişti içime, yemekte
bakışlarımın içeriğini denetleyemiyordum artık. Annemin, teyzemle o sonu
gelmez konuşmalarında bizden sözederken, Nevit'in bana bağlılığını bir
sözcükle bile geçirivcrmcsindcn tedirgin oluyordum. "Böylesi daha iyi", di­
yordu Nevit, "kimse birşeyden kuşkulanmıyor." Ama hepimiz biraradayken
geçen konuşmalarda yüzümün kızarışını, boynumdan başlayan o sıcaklığı bir
türlü engelleyemiyordum. Artık başlamıştı.

Tıpkı bir aşkın ilk günlerindeki o aldırışsızlık, kendi kendine olma, gözün,
tapınılan şeye sonsuzca yönelmesi, yerini korkulara, en küçük, gizli
anıştırmalardan duyulan tedirginliğe, gitgide artan bir örtünmeye bırakıyordu.
Çok sonra, gizli buluşmalarımızdan habersiz sandığımız, annemin onca za­
man hiçbirşey sezmemiş olmasının imkansızlığını anladım. Bir gün bana
Nevit'ten sözcderken, onu, sürekli, birşey yapmamakla, sorumsuzlukla,
başıboşlukla, o bildik annebaba sözdizimiyle suçlarken, bana bakışındaki bek­
leyen tavır çok sonra bir resim gibi çarptı bilincime. "Biliyordu", dedim kendi
kendime. En çok da Nevit'e delicesine kızabildiğim çok sonraki günlerde, on­
dan ölesiye nefret ettiğim zamanlar, bir mektup yazıp herşeyi anneme
söylemeyi, "Bildiğini biliyorum ama işte ayrıntılar," demeyi kurdum. Bu
büyük öçalma Nevit'in zaman zaman silinen görüntüleriyle kısa sürede bir
ağlayışa dönüştü. Önceleri Nevit'e yazdığım mektuplan Lale'ye, onun sessiz,
duyarlı çocukluk arkadaşına yolluyordum. Sonra onun sıradan, düşünülerek,
sıkılarak yazılmış, birkaç satırda biten anlamsız sayfaları. gelmeye başladı.
Bana okulundan, kitaplardan sözediyor, sevgililerini anlatıyordu. Herhangi bir
ablaya yazılan mektuplara dönüştürmüştü, o okur okumaz parçalayıp attığım
sayfaları. İğrenç bir unuuna sürecine· girmişti, yaşamının son birkaç ayını hiç
anmıyordu artık, geriye doğru siliyordu herşeyi, beni siliyordu, Selin başka
bir kimlikti artık onun için, çocukluğumuzdaki gibi bile yakın değildik birbi­
rimize, bir başka kadından sözederken öylesine aldınşsızdı ki çoğu zaman beni
gerçekten unuttuğuna inanıyordum. Aynalarıyla yalnız kalmamak için sonu
156 Defter

gelmez maceralara atıldığını, öteki kadınları her fırsatta denediğini, o duyguyu


yeniden bulmak için, o buluşmaya yeniden ulaşmak için umarsız bir kazıya
giriştiğini anlamıyordum. Öfkeyle tepiniyordum. Eşyaları kırıyor, her mektu­
bundan sonra kendime acı çektiriyordum. Artık düşmanlık başlıyordu, seze­
miyordum, bu inanılmaz dönüşümü engelleyebileceğimi, onun haia küçük bir
çocuk olduğunu farkedemiyordum, bu çok zor ele geçen anları öfkeyle,
kıskançlıkla, insan duygusunun bütün acı verici biçimleriyle, sonunu o za­
man göremediğim bir yerlere sürüklemeye başladım. Artık mektuplarımda
yalnızca erkeklerden sözaçıyordum. O eski kitaplardakileri aratacak öyküler
anlatıyordum ona. Sokakta dolaşırken, bir kahvede otururken, bir sinemada,
bir istasyonda herhangi biriyle gidiyordum ve yıllar sonra, bugün, yalnızca
sonsuz bir boğuntu yığını gibi, ayrıntılardan, artık iğrendiğim sıvılardan,
biçimsiz organlardan oluşan, artık sonsuz acı veren o görüntüleri yazıyordum.

Ama insan yaşamı sonsuz boğulmalarla sürüp giderken bir yerde bir anlık bir
şans ışığıyla karşılaşıyor, o ışığı, o hemen yitiriliveren parıltıyı sezebilirse­
niz birden herşey başkalaşıyor. Cinselliği, artık yalnızca uzatılan zaman
geçirmelere dönüştürmüş adamlardan biriyle, bitmeyen, bitemeyen doku­
nuşlarla geçirdiğim bir gecenin sabahı, bir kahvede, Bcatrice ve Rainer'e rast­
lamam da -eğer bizi oluşturan, yaşamlarımızı izleyen, içimizdeki bir gölge,
kaçınamadığımız bir şeytansı, ya da sonsuzca koruyan bir melek olan birşey
varsa- o tanrısal ışığın gülümseme anlarından biriydi. Yorgundum.insan
yaşamında ancak birkaç kez olabilecek denli yorgun, hiç anlamadan bir kitap­
taki sayfayı okuyordum, aklıma gece kaldığım evdeki dergiler geliyordu, o
dergilerdeki yokedici, öldürücü, acıverici kadınerkek, erkekerkek, kadınkadın,
erkekkadınerkek boğuşmalarını silmeye çalışıyordum zihnimden, kaç kez
öylesi boğuşmalara sürüklendiğimi, çirkin uzantıları, o çirkinlik içindeki tu­
haf parlaklığı ve bir günün başladığını, genç okulluların canlı adımlarla bu
günü, şu an'ı, hızla oluşturduklarını, biçimlendirdiklerini, tükettiklerini ve
bunun böyle, yaşamdan silinip gidecek yeni bir gün olduğunu farkediyordum
bir yandan da ... Elbette kişi böyle bir anda belleğe çakılan sayısız ayrıntıyı
anlatamaz, bir daha hiç hatırlayamaz belki de. Çok sonra Raincr, "Bir büyü
sözcüğüne takılıp kalmış gibiydin, gözlerindeki boşluk ürkütücüydü."
demişti.

Nasıl tanıştık, artık büyük yapıların içinde, birbirine benzemekten başka


hiçbir yakınlıkları olmayan insanlar olarak o yabancılığı nasıl sildik, birkaç
soruyla başlayan bu karşılaşma nasıl böylesi bir dostluğa dönüştü bilmiyo­
rum. Bana dokunmak istemeyen, bana sözcüklerle acı çektirmeye çalışmayan,
sonsuz küçük anlamla yaşamlarını güzel konuşmalara dönüştürmüş insanlara
ne çok ihtiyacım vardı! Onları tanıdıkça, evlerindeki gülen-birlikte
fotoğraflarını gizlice alıp, kendi kendime kaldığımda baktığım zaman, bana
Bir Ateş Sarayında 1 fil

saatlerce resimlerini çizmem ıçın modellik ettiklerinde, birbirleriyle


başkalarının konuştuklarına benzemeyen, kendilerince yeniden anlam­
landırılmış sözcüklerle konuşup, şakalaştıklarında yine o eski günler canlandı
içimde. Herşeyin bir karabasana dönüştüğü anlarda, kıstırılmaların,
sıkışmaların içinde ağlarken hiçbir şeye yaramasa da sımsıkı sarılacak biri, bir
düş, özlem...

Nevit artık yazmıyordu.

ALTI

Bir gün Beatrice'in annesinin çamlar içindeki büyük evine gittık. O ·akşam
üzeri, camçalgıların müziğinin çalındığı evde onun birkaç paraya, renkli ve
nereden geldiğini bilmediğim taşlara, bazı kemiksi parçalara bakarak
söylediklerini hatırlıyorum şimdi: " Evin büyüyecek ve üç yıl kimse
çalmayacak kapını". lki siyam kedisi hiç gelmeyecek olan birinin kokusunu
almaya çalışıyor, kapı altlarında onu arıyorlardı. Yüzü, pudralarla, boyalarla
yaşlı bir bebeği andıran kadın bana eski krallardan sözediyor, onların kanun­
larının mevsimleri izlediğini, benim de güneşin doğuşuna, batışına göre
yürümemi, mevsimlere, hayatın ve zamanın akışına karşı koymamamı
söylüyordu. "Ruhun bir köpeğin dişleri arasında." Sonra bir kalbe saplanmış
üç kılıcın, üstüne asılı kılıçların altında ölüm uykusundaki bir şövalyenin, at
üstündeki bir savaşçının ve sular kraliçesinin resimlerini gösteriyor. Daha çok
o soluk renkleri ilgimi çekiyor resimlerin, artık tıkanmışlığımı, beyaz,
pütürlü kartonların karşısındaki tutukluğu asla aşamayacağımı, istediğim
resmi hiç çizemeyeceğimi düşünüyorum.

YEDl

Karlı günler başlamıştı, pervazlarda, evlerin saçaklarında tuhaf biçimler


oluşturan buzlar parçalanıp düşüyordu, onlara bakıp resimler kuruyordum.
Yine de gizlenmiş bir güneş vardı ve akşam üzerleri gökleri parçalanmış
kızıltılara bölüyordu. Yavaşlatılmış bir çekim gibi öldüğümü hissediyordum.
Gittiğim evlerde kendimden bir şeyler bırakıyordum, bir sayfa, bir yüzük, bir
mendil, kimsenin beni iyilikle anmayacağım, kimsenin anmayacağım
düşünüyordum hep. Sonra bir gün, kahvaltıda koyu kahvemi içerken o ilanı
gördüm. inanamayarak, gizliden gizliye büyütülmüş bir umudu, üstelik kara
harflerle yazılmış, kendi dilimde ve bir gazete sayfasında görünce inanılmaz
bir şaşkınlık ve bastırılmaz bir heyecan duyarak. Oysa artık unuttuğumu
sanıyordum, yaşamın içinde bir kimlik halini almış o aykırı hüzünle, ken­
dimce bir yaşam biçimi kurmuştum.

" Sonsuza dek sürse de... ", "bir de büyüdüğümü bil!", "bulmak zorunda-
158 Defter

yım... ", "seni aramak ... " Bunları öyle çok okumuş, kendi kendime öyle çok
yinelemiştim ki, o gün öğleden sonra hiçbirşey anlatmıyorlardı.

O akşamı, insanların arasından her zamanki gibi geçip giderken duyduğum


yalnızlığa eklenen o belirsiz duygunun beni hiç uyutmadığı, yüzüme tuhaf bir
sıcaklık, bir kızıllık verdiği, yüreğimde, midemde, bacaklarımın hemen
üstünde o bildik sıkışmaların, burulmaların birbirini izlediği o akşamı başka
herşeyden çok hatırlıyorum nedense. Belki de başkalarıyla, bir kitabın kendine
özgü sözdizimiyle, bir filmin görüntüleriyle paylaşılmadığı için.

içimdeki çocuk hiç büyümemiş gibiydi. Nevil'in yüzünü, suluboyayla bir


kağıda çizilmiş gibi, koşarak önümden geçiriyordu, başka eski resimlerle
karıştırıyordu, gülmek, yeniden onun, sözcükleri birbiri ardına sıralayarak,
değiştirerek, bozarak kurduğu, şakalarla, oyunlarla gülmek istiyordu. O
çocuğu silmek, bir daha yeniden dönemeyeceğim bir bozguna uğramamak için
kendimi korumak istiyordum. Onu bir kez daha görmek, üstelik bunca acı
yaşanmışken, bunca yıl beni bir kez olsun aramamışken, mektuplarıyla beni
karabasanlara, yaşamımdan asla silemeyeceğim karaltılı izlere sürüklemişken
onu bir kez daha görmek yalnızca ölüm mağaralarını, taşların düşerken
parçalandığı kayalıkları çağrıştırıyordu. Oysa aruk tümüyle sıradanlaşmıştı
yaşamım, Beatrice'le, Rainer'i tanıdıktan sonra o eski boğuntulu günler geride
kalmıştı. Artık, orta yaşa gelen buralı kadınlar gibi bir işim vardı, kendi ken­
dime kurduğum bir yaşamım vardı, geceleri televizyondaki filmleri seyredebi­
liyordum, artık eskisi gibi dayanılmaz gelmiyordu bazı şeyler, bir kahvede
saatlerce oturup bir kitabı okuduğum oluyordu. Çalıştığım yerden bana ver­
dikleri ve üzerinde bana bu toplumun üyelerinden biri olduğumu gösteren nu­
maraların kazındığı bir kartım vardı.

Bazan geceleri -herkesin yaşadığı söylenen- bir yalnızlığa kapılıyordum. O


zaman bir deftere birşeyler çiziyordum, evet ağladığım da oluyordu ama onu
yeniden görmek, bütün bunları silmek, geriye doğru silmek demekti benim
için. Yaşamımın geçitlerinde hep onun resmi vardı, biliyordum, yaşama, .
yaptıklarıma vermeye çalıştığım anlam belki de onun yüzüydü, benim için
yaşamanın anlamı bu kesik, karaltılı desenlerden onun yüzünü çıkartabilmekti
belki de.

Nevit, dünyanın çocukyüzü, bütün bunları, anlamsız düzenlerin bizi içine


soktuğu büyük ve ortadan kaldırılamaz karmaşanın, geleceğe tutsak edilmiş
yaşamlarımızın işaretleri sayacaktı, ama onun dayanılmaz kendi başınalığı,
serseriliği beni bundan sonra nerelere sürükler,düşünemiyordum. Hayır, onu
görmek istemiyordum, beni bulmasına izin vermeyecektim, onu, annemi,
teyzemi, perdelerinin kıvrımlarına dek belleğime kazınmış bahçedeki odayı,
denizi, bir daha hiç duymadığım satıcıların sabah seslerini, bir başkasının
Bir Ateş Sarayında 159

yaşamı gibi kağıt tomarlarına çizilmiş o desenlerde bırakmalıydım.

"Ama -çizdiklerini, okuduğum kimi yazılarını, anlattıklarını hatırlıyorum


da- senin yalnızca kardeşin, yalnızca sevgilin değil o, bana kalırsa bedeninin
bir parçası, bilincinin yıllardır eksik bölümleri, artık susturulmuş 'hayır'
sözcüğün senin... Onu yeniden görmezsen, onu yeniden yanına almazsan,
yaptığın herşey yarım kalacak yaşamında, hem bana boşuna o dergilerdeki
sıradankadınkonuşmalarını yineleme, doğru olmadığını, yıllardır ne kadar az
güldüğünü biliyorum." demişti Beatrice. O gece sürekli yatakta dönüp dur­
dum, kimi zaman ışığı açıyor, bir sigara daha içiyordum, onu yeniden
görmek, ona yeniden dokunmak... Ama dokunabilecek miydim acaba? Artık
eski Nevit değildi, bana yazdıkları doğruysa büyük bir yanlışın kurgulayıcısı,
yaşamının -benimkinin tam tersine- anlamsızlığıydım belki de.

Sabaha karşı Beatrice'le Rainer'i arayıp, "Benden ne istiyor, ne istiyor?" diye


sordum.

Onu Rainer bulmuştu. Bizi, bir bulvar kahvesinde biraraya getirmek de yine
onun fikriydi.

SEKiZ

Beatrice'le o sabah telefonla konuştuktan sonra, bugün de aynı daktilonun,


birkaç kalemin, bir masa takvimiyle saatin durduğu masamdan kalkıp nasıl
telaşla eve geldiğimi, kazaklarımı, gömleklerimi, eteklerimi darmadağın edip
sonunda pembeli, beyazlı kısa elbisemi giyişimi Nevit'ten önce gidip, o gel­
diğinde oturuyor olmak için nasıl koşturduğumu, aldırışsız gözlerle bakınır
gibi nasıl onu aradığımı, saat geçtikçe nasıl içimin ezildiğini, zamanın gözle
görülür hızının ayrımına bir kez daha vardığımı çok silik bulabiliyorum bi­
lincimdeki karmaşanın içinde. Şimdi, o an aklımdan geçenler, ancak şimdi
komik geliyor; acaba saçlarım iyi miydi, gözlerimi fazla mı boyamıştım, o
ayakkabıları giymese miydim? Ama Nevit kapıdan bol, uzun, mavi
yağmurluğuyla girdiği ve saçlarını her zamanki gibi, "Evet, bu Nevit" deme­
nizi sağlayan o bildik el hareketiyle geriye itip masalara bakındığında herşey
durdu, önümden geçenler, hata sapını sıkı sıkı tuttuğum kahve fincanı, alçak
sesle çalınan müzik ve konuşmaların birbirine karışmasıyla ortaya çıkan o an­
lamsız gürültü kesildi, yalnız o vardı .ve kıpırdayamıyordum, beni görmesi
için bir el hareketi, bir sesleniş-yapamıyordum ve sanki yapmazsam gidecek­
miş, bir daha geri dönmeyecekmiş gibi geliyordu. Ama beni gördü, yüzünde
bir değişiklik olmadı, gülmedi, kaşlarını çatmadı, yalnızca bana doğru yürüdü,
büyüdüğünü, yaşlandığını görebileceğim kşdar yakına geldi. Bacak bacak
üstüne atmıştım, masanın altındaki ayaklarımı hareket ettiremiyordum sanki,
kalkıp ona sarılamıyordum. O zaman o, eğilip iki yanağımdan öptü, sanki
160 Defter

her hafta burada buluşan iki arkadaş gibiydik. Onunla orada çok alçak sesle ve
saatlerce, kahve içerek sürekli ve sigara, sıkıntılı kesilmelerle, neler
konuştuğumuzu anlatamam. Sıradan haur sormalar, uzun zamanların daha çok
neşeli görüntülerinin anlaumı olacak eğer sözcüklere dönüştürürscm. Ama o
"nasılsın?"ların, o, "bazen göl kenarında bir sırada oturuyorum"ların bizim
için taşıdığı anlamı kimse bilemez. Gözleriyle sürekli bir şeyler anlatıyordu,
bense kıpırdamadan ona bakıyordum, artık traşlı olan yüzüne, gözlerinin
altındaki yorgunluklara, saçlarının kesimine, fularına, boynuna ve sürekli an­
latıyorduk, birbirimizi dinlemeden, bir başka ses düzeyindeki öteki
konuşmalarımıza kendimizi vererek... Yine o'ydu, Nevit'di, her zamanki gibi
alaycı, boşveren, yaşamın çok küçükken duyurduğu boğuntuları kimsenin
göremeyeceği yerlere gizlemiş; çocuk ve yaşlı. Onu, bu kentin sokaklarına
sürüklemek, yıllardır özlediğim gibi, o gerçekleşmesi imkansız hayaldeki gibi
birlikte yürümek istiyordum. Geç saatlere kadar barlara, diskoteklere, klüplere
girip çıkarak dolaştık, artık sarhoştuk, yalnızca birbirimizin elini tutuyor,
yüzüne dokunuyorduk, gözlerimizdeki o inanılmaz ışıltı, içimizde yükselen
coşkuyu daha ne kadar ertcleyebilcceğimizi soruyordu.

OOKUZ

Onlayken, artık tek başına olmanın imkansızlığını duyuyordum, sürekli bir


istekle kuşatıyordu beni, bedenimin benim bile bilmediğim bütün sorularını
karşılıyor, ellerini boynumda gezdiriyor, saçlarımı okşuyor, yanağıma avucu­
nu bastırıyor ve kendimi bırakıyordum, bırakmaya başlıyordum, sonra ansızın
acıtıyor, yine yavaşça ama acıyor, dilini, dudaklarını omuzlarıma, boynuma,
sırtıma sürüyor, bir titreme duygusuna bırakıyordum zamanı, tcrkcdiyordum,
hiçbir yerde olmanın sonsuz tadlarını yaşamayı düşlüyordum ve
üstümdekileri çekiyor, yırtıyor, zaten savunmuyordum, onu arıyordum elle­
rimle, hep kıpırdıyor, bulabildiğim her yerde dokunuyordum, tırnaklarımla
sürekli çiziyordum tenini, yumuşak bedenini ısırmaya ıslanmış dudaklarımı
kurutmaya çalışıyordum, bir boşlukta yuvarlanıyorduk, bizle birlikte o
boşluğa yuvarlanan başka eşyalara çarpıyorduk, zaman geçiyor, ürperti, tit­
reme ve haz kalıyordu geriye-isimlendirilemeyenlerin tanımlanmaya
çalışılması. Yoksa o an hiçbir tanımlama aramıyordum, eğer
başarabilmişsem, onu görmekten, bana dokunmasını, parmaklarının hareket­
lerini, dilinin kayışını, dudaklarının sıcaklığını, bacaklarıyla bedenimi
kıstırmasını g ö r me k isteğimden k end imi alakoyabilmişsem
tanımlamıyordum. Onla birlikteyken hiçbir şey beklemiyordum ve bu sonu
bilinmez çaba, bizim anında yaratışımız, hiçbir şeyde, başka hiçbir yerde bu­
lunmayan bir yoksama olup çıkıyordu. Parmaklarıyla bastırıyordu
göğüslerime, bacaklarımın arasına, o uzatmamı istediği için hep uzattığım
Bir Ateş Sarayında 161

tüylerin arasına basurıyor, bastırıyordu, gözlerimi kasıyordum, ışık alanları


beliriyordu, birbiri ardınca gelip giden renk benzeri biçimsiz parlaklıklar
kaplıyordu her yanı, acıyla mutluluğun ortak sınırı olmalıydı bu ve
bütünüyle sulardan oluşuyordum, bedenimin, bedeninin bir anda bırakıverdiği
o sıvıların içinde yüzüyorduk, artık içime almaya çalışıyordum, bırakmadığı,
yüzüme dudaklarıma, kapalı gözlerime dokunup uzaklaştırdığı bedeninin ken­
dince devinimleriyle, alışmadığım gelgitler yaratırken oluşan bütün bu
biçimleri canlandırmaya çalışıyordum ama ancak belirgin olmayan,
parçalanmış resimlere benzeyen görünLüler kurgulayabiliyordum, bedenindeki
bütün uzunlukları, bedenimdeki bütün boşluklara tanıtıyor, burnum, ağzım,
kulaklarım, karnımın içine giden yolların her iki .başlangıcı bu saplanmalarla
doluyor, boşalıyor, bir dalganın üzerinde yükseliyordum, düşüyordum, bisik­
letle bir yokuştan aşağı bırakıyordum kendimi.

Çok kısa süren, yaşamın içinde, geçip giden yılların arasında, bir an parlayıp
sönen titrek bir ışık gibi yitirdiğim o an'ı hep kendi kendime yeniden kuru­
yorum. Bir başkasıyla bir daha böyle sevişemem.

Hep, beni böyle alıp götüren neydi, diye 'düşündüm sonra. Artık
'düşünebildiğim' sıralarda. Ama yine de o gece birşey vardı, sonsuzca çocuk
kalacağını sandığım sevgilim, başkalarının, kadınları, kurgulanmış devinim­
lerin oluşturduğu bir dili çok güzel konuşarak mutlu etmeye çalışan ve bun­
dan zevk alan başkalarının kimliğine bürünmüştü. Çevremizi saran, bizi her
an yeni bir yıkımla karşı karşıya bırakan, aralarda birer yanılsama gibi belirip
yiten kısa mutluluk anlarının budalaca sevinciyle sürekli aldatarak, o
ölümsüzlük hayaline tutunup, bedenlerimizin, hastalıklarla, yaralanmalarla
parçalanacağı günlere dek yaşamamızı sağlayan bütün ayrıntılar kimseyi bir
zamanki biçimlenmemişliğiyle bırakmıyor. Nevit, belki de bunun ayrımına
vararak, bütün o dokunmaların esrikliğini yitirir yitirmez, ne zaman, nerede,
nasıl belirlendiği bilinmez gizemli kalp sıkışmasını duydu.

ON

Sabah kalktım, yalnızdım. Nasıl bir düşten uyandığımı bilemedim. Bir düşü
hatırlamakla, onu düşünmek arasındaki o kısacık zaman... Gerçekti. Saatler
önce birlikte gelmiştik buraya. Başka bir odaya, banyoya, ya da bahçeye git­
tiğini düşünmedim. O an, artık çok u7.akta olduğunu anladım nedense. Uyu­
mamalıydım, onun küçük bir çocuk olduğunu nasıl unuttuğuma şaştım, ken­
dime kızdım. Ama birşcy yapmadım, belki biraz bekledim, yine de yine de
belki yanılmış olabilirim diye, bilinçsiz, bir başk'asınca zorlanıyormuş gibi,
bekledim, o kadar.

Şimdi yine o sabah oturduğum göl kıyısındaki sıralardan birinde oturuyorum,


162 Defter

o sabah ağlamıştım, artık ağlamıyorum, ama bu büyük yitiriş -onla birlikte


herşey gitti sanki, o kurulu düzenin araçları, bilinçsiz bir bekleyişin küçük
umudu, zamanından önce yaşlanmaya kendini bırakışın sessizliklerle, boyun
eğmelerle dolu anları- tanımsız bir başkaldırma, boğulma, kendi bedeninin,
bilincinin ötesine geçme gibi, tuhaf, anlatılmaz bir duyguyu, kurtulunmama­
casına yanına bıraktı. Artık kimliklerimize şifrelenmiş o köşeli sözcüklerin
insanlarıyla her sabah karşılaşıp -"İyi günler", "teşekkür ederim size de."­
asla ulaşamayacağımız bir başka yaşam için 'biriktirmekten', sonsuzca
çabalamaktan vazgeçtim.

Yine de bekleyişler olmalı, yoksa bu soğuk gölün yüzüne yansıyan ağaçlara


bakıp, bir sonbahar yaprağına bakıp, onu bir başka şeyle, onu bir başkasıyla,
sonra bir başkasıyla sürekli anlamlandırmak imkansız olurdu. Yaşam, ka­
famıza sokulan o saçma sapan düşünce tuğlalarından, gözü kapalı yargılardan,
sürekli acı veren kısıtlamalardan çok daha öte, çok daha güçlü anlamlar
taşıyor. Bilemiyorum, bunları bir başkasına anlatabileceğimi sanmıyorum,
tam bunları anlatacağım an, söylediklerimin, yazdıklarımın tümüyle
başkalaşması gerektiğini yoksa yine anlatılmaz olanın önünde kalacağımı
anlıyorum. Bir yeraltı galerisinde yüzyıllar sonra ışığı görür görmez yitip gi­
den duvar resimleri gibi onu bir görüp yitirmemin nedeni ne, diye sormuyo­
rum artık. Bu bir aydınlanma an'ıydı belki de, Beatrice'in dediği gibi, yitir­
diğim parçamı bulmam için ikizimle beni karşılaştıran bir rastlantıydı.

ONB1R

Yine kar yağıyor. Bir deftere birkaç satır yazıyorum, nedense bütün bunları
hatırlıyorum. Şunu öğrendim: "yarın" hiçbir zaman, hiç bir anlam taşımıyor,
söylenildiğinin tam tersine.

You might also like