Professional Documents
Culture Documents
.LEYLA İPEKÇİ
ŞÖLEN
SOFRASI
Remzi Kitabevi
Günümüz Türk Yazarları: 46
ISBN 975-14-0679-X
HAYAT AGACI, 1 1
Benimle Yalnız Kalmayı Öğren, 13
Çektiğin tık Film, 17
İyideki Kötü, 22
Şölen Sofrası, 26
Rüya Deneyimleri, 29
Kalanlar, 35
Dünya 2999, 39
Terazi'nin Hüznü, 42
Kaçaklar, İzleyiciler, İz Bırakanlar, 45
Yalnızlık Zekası, 48
Aslında Hepinizi Seviyorum, 52
KADIN-ERKEK, 55
Topuklu Kadınlar, 57
Soyunma Odası, 60
İki Kişilik Yalnızlık, 64
Duvardaki Çatlak, 68
Yazarın Kadını, 71
İşgale Uğrayan Erkekler, 74
Gönüllü Faşizm, 78
O, Sırtını Dönmüş Uyurken . . . , 81
Kadına Sözlü, Erkeğe Yazılı, 84
Yine Yazdın!, 87
Sadık Okuyucu, 90
BENLİK, 93
Melankolik Çocuk, 95
Kadın TaklidiYapan Kadın, 100
En İyi Dost, En Eski Dost, 103
Oturmuşum Sandalyeye,
Uzatmışım Ayaklarımı . . . , 107
Minyon Kadın Sendromu, 110
Onlar Gidiyor, Ben El Sallıyorum, 113
Aptal Aşık, ·116
Sevdiğim İlk ve Tek Köpek, 119
Tek Başına Ama Yalnız Değil, 124
Genç Yazarın Üstat Karşısındaki
Önlenemez Sakarlığİ, 127
IhlamurYolu, 131
1
Hayat Ağacı
13
başkasının satırlarına eklemekten kendi dilimi unutmak üze
reyim. Sesim gitgide kısılıyor, kulaklarım gitgide sağırlaşıyor.
Seneca'nın iki bin yıl önce söyledikleriyle ifade edebiliyo
rum ancak kendimi: "işlerinden başka bir şey düşünmeyen
insanlar acınacak durumdadır; yine de en acıklısı kendileri
için çalışıp didinmeyenlerin durumudur. Uykularını bir baş
kasının uykusuna, adımlarını bir başkasının adımına ayarla
yanlarınkidir. Aşklarını ve nefretlerini başkalarının düzene
koymasına göz yumanlarınkidir."
Bense kendimi paralamayı, patronlar tarafından sömürül
meyi, başkalarına para kazandırmayı, haftanın her günü gaze
teye gitmeyi seviyorum. Peki hiçbir şey olmamış gibi, kapının
kolunu indirerek odamda beni bekleyen gölgeye nasıl kavuşa
cağım tek hamlede?
Bana, geri çekilmeyi bir gerileme, yavaşlamayı bir yokuş
çıkma, anlık heyecanları aylara yaymayı bir yaratma eksikliği
olarak öğretenlere daha fazla kulak asmamalıyım. Dünyaya,
öteki dünyalara kendi dört duvarım arasında ulaşacağım ben.
Geçmişime bir başka insanın yüreğinden bir daha bakacağım.
Onu Seneca'nın dünyasına dek götüreceğim:
"Geçmişin günleri biz çağırırsak gelecekler, üstelik onları
istediğimiz gibi inceleyip saklamamıza izin vereceklerdir. İşle
rine dalıp gitmiş insanların bunun için uğraşmaya zamanı
yoktur elbette. Duracak bir yeri yoksa, zaman da yarılıp açıl
mış zihinlerin çatlaklarından akıp gider. İşlerinden başka bir
şey düşünmeyen insanlar için yalnızca ele geçirilemeyecek ka
dar kısa olan şimdiki zaman önem taşır ve onu bile, bin bir iş
arasında seçim yapamadıkları için ellerinden kaçırırlar. Geç
mişi unutan, şimdiyi ihmal eden, gelecekten korkan insanla
rın ömrü çok daha kısa, çok daha karışıktır."
Yakında ... Yerimden kalktığımda ... Akreple yelkovanın
hareketlerini gökyüzünden anlayacağım. Havanın yağmur,
14
kar, rüzgar ve nemden ibaret olmadığını nefes almayı öğrendi
ğimde göreceğim. İnsan manzarasının, dünyayı ve kendimi iz
lemek için kayda değer tek manzara olmadığını fark edeceğim.
Doğaya, yeraltına, toprağa, hayvanlara daha yakın olacağım.
Sokakların haber kaynağından öte bir yer olduğunu hatırlaya
cağım. Sokakta olup biteni izlemekle sokakta her an tekrar edi
len yaşantılara ulaşılamayacağını öğreneceğim. Kendi atmosfe
rini yaratmanın tek koşulunun, çığlığını en uzaktakilere
duyurma sevdası olmadığını anlayacağım.
Ekranın karşısına geçtiğimde sözcüklerin de benimle karşı
laşmak için hazırlandığını göreceğim. Zamanla o sözcüklerden
karakterler doğacak. Onlara güzel görünmek için sabahları
uyandığımda yeniden şık giyineceğim. Onlardan öğrenecek ne
çok şeyim olduğunu gördükçe meraklarım, heyecanlarım arta
cak.
Güzel günlerin dört duvar arasında nasıl da yaşanılır oldu
ğuna en önce ekranım tanıklık edecek. Güzel günlerimin hiçbir
müdahaleye uğramaksızın geçip gitmesine izin vermeyeceğim.
Sözcükler arasında kendimi bulmaya çalışırken en güzel anıla
rıma sahip olacağım.
"Zavallı ölümlülerin - kendilerini işlerine kaptırmış ölüm
lülerin - en güzel günlerinin ilk önce geçip giden günler oldu
ğundan kuşku duyulabilir mi?"
Seneca, asırlar öncesinden biliyordu:
"Kendilerini işlerine kaptıranlar, yaşam denilen bu aralıksız
ve hızlı yolculuğun, uyur ya da uyanık, aynı adımlarla yaptığı
mız bu yolculuğun, ancak bitiminde farkına varırlar. Son anla
rını yaşarken, çok geç farkına varırlar ki onca zamanı bir hiç uğ
runa didinerek geçirmişlerdir. Tedirgin olmaları için işsiz
kalmaları yeterlidir. Çünkü kendi kendilerine kalmışlardır, el
lerindeki boş zamanı nasıl düzenleyeceklerini ya da nasıl uzata
caklarını bilemezler. Bu nedenle herhangi bir uğraş arar durur-
15
lar, onları uğraşlarından ayıran bütün o süre dayanılmaz gelir.
Günler onlara uzun değil, çekilmez gelir. "
Usulca yerimden kalkıyorum. Yanımda, karşımda, çapra
zımda oturan öteki yolcuları kucaklıyor, iyi şanslar diliyorum.
Bana "yolun açık olsun" diyorlar. Kolu indiriyor ve odamdan
içeri giriyorum.
Ihlamur yolu, 98
16
Çektiğin ilk film!
şsz
17
Işık yüzümüze çarptığında, kaldığım yerden devam ediyorum
sana.
Parmaklarını avucumun içinde gezdiriyor, beşini birden
sığdırmaya çalışıyorsun. Umursamaz duruyorum. Avuçları
mın senin parmaklarını içine almaya yetmeyeceğini görmezli
ğe geliyorum. Sana - bir insana - daha fazla yetmeyi istemek
neler yaptırıyor bana, görüyor musun! Sakın inanma şu
umursamaz tavrıma.
Gece gitgide soğumaya başlıyor camlar. Sabah bakıyo
rum, Transilvanya' dayız. Dumanlı gökyüzü. Buğulu camlar.
İçim ürperiyor. Tırmanmaktan kulaklarım tıkanmış. İstas
yonlarda bekleşenlerin ifadeleri değişiyor. Gitgide daha sert
yüzlü oluyorlar. Dağların arasında yırtılan gökyüzünü sabırla
kucaklayan, nasırlarıyla toprağın derinliklerini kavrayan in
sanlar... Onlar duruyor, biz geçiyoruz. Yüzlerinde kavuşma
anının bildik sevinci değil, ayrılışın hiç bilmediğimiz, yaban
cısı olduğumuz acısı ... Buralara, bu kuru soğuklara özgü bir
acı. İçinde buruk bir gülümseme barındıran, yine de kupku
ru bir acı.
Sen gelmeden önceki- öyle ya sen geldin beni almaya- za
manlara ait, yerleşik ama kendini kabul ettirmiş acımı hatır
lattı bana. Yokluğun acısını. Bundan böyle acı çekersem, bu,
gitgide uzaklaştığımız Akdeniz'in nemli havasının ılık gözyaş
larını getirecek bana: Yokluğun yerini kayıp alacak.
Kızıyorsun, nereden çıkarıyorum böyle şeyleri diye. Anla
sana, hava atıyorum sana, nasıl da her şeyi göze aldığımı söy
lemeye çalışıyorum. Kahramanlık gösterisi!
Bükreş sokaklarındaki gençlerin yüzü, dedelerinin, büyük
annelerinin yüzünü olduğu gibi devralmış. ·Zaman, buraya
uğramadan geçip gitmiş, dışlamış onları. Hiçbiri zamandan
nasibini alamamış. Sarayda rehberlik yapan kızın geçmişi yüz
yıllar öncesine uzanıyor. Kafelerde oturan gençler ruh çağır-
18
mak için bir araya gelmiş gibiler. Yüzlerine astıkları neşe mas
kesini bir türlü tam oturtamamışlar.
Bense yüzüme kendiliğinden oturmuş neşe maskemle ye
niden yola koyuluyorum. Geçip giden gecenin aksinde, başını
omzuma dayamış uyumanı seyrediyorum. Seni seyrederken
dalıyorum. Az sonra senin rüyandayım ...
"Macar köylülerine bak, neler yapmışlar böyle!" Uyanıyo
rum. Kırlar içinde bir mezarlıktan geçiyoruz. Mezarlık, ikinci
bir kır gibi. Köylüler, ölülerinin her birinin yanına vazo içinde
taze güller bırakmış. "Sanki her biri az önce ölmüş!" diyorsun.
Bense az önce doğmuşum. Cama ellerimi dayıyor, kent va
roşlarını seyrediyorum. Bir kente varoşlarını görmeden gir
menin anlamsızlığını düşünüyorum. Budapeşte'nin gürültü
leri duyuluyor. İstasyon duvarlarında resimler, afişler .. . Sisin
ardında bir kent bulmak! Sihir bu olsa gerek. Budapeşte'nin
sabah kokusu çalınıyor burnumuza. Çörek, kahve, nemli ot ...
İstasyonlarda bekleşen çocuklar sevinçli.
Ellerimi yarı aralık cama koyduğum noktada, tam da avuç
larımın içinden raylar geçiyormuş meğer hızla. Benim ken
dimde görmediklerimi, görüp de sana göstermediklerimi ya
da yalnızca vaat ettiklerimi nasıl da görüntülüyorsun kendi
çektiğin filmin karelerinde.
Çocukluk hayallerimde sana aşık olmayı kuracak kadar cü
retkar değildim. Sense bana çocukluk aşkın olduğumu söyle
din. Sonradan anladım. İçlerinden bata çıka geçip gittiğim bü
tün akarsular beni sana sürüklemekteymiş. Sonra bir gün
durgun suda yatmış keyifli keyifli etrafı seyrederken bir bak
mışım, sen oradaymışsın, beni bekliyormuşsun. Bana verileni
seçmeye gelmişim ben ... Artık mutlak kadere inanıyorum.
Kaderimi biliyorum .. .
Prag. Sular ve köprüler ... Bizi karşılayan heykeller. Hey
kellerin içindeki insan ruhlarının hüznü ve coşkusu. Gri gök-
19
yüzü. İşte burada kaybolmalıyız. Burada ayrılmalıyız. Birbiri
mize yeniden rastlamak, bir daha karşılaşmak için . . .
Şimdi Prag'da seni ilk kez görüyorum. Trene yeniden bin
diğimizde, Venedik'e ulaştığımızda hep aynı şey olacak. Se
ninle her gün karşılaşacağım. Alışmak istemediğim bir alış
kanlık gibisin.
Seni ilk gördüğümde Büyük Karşılaşma' dan habersizdim.
Hatta sana ulaşana dek masalar arasında pek çok kez kaybola
caktım. Günler sonra gözlüklerini çıkarıp masanın üzerine bı
raktığında, işte ancak o zaman, bende bir karşılığın olduğunu
fark etmiştim.
Aşkın anlamını arzularımla korkularımın ezeli yarışında
buluyordum senden önce. Zıtlıkların yüceltilmesiydi beni tek
çeken. Zıtlıklar ayırmaz, bütünleştirirdi. Meğer mıknatısın iki
ucunu birbirine değdirmeye çalışınca kutupların kendilerini
geriye ittiklerini göz ardı etmişim.
Seninle ise en çok yalnızlığımı yaşıyorum ben. Seni kendi
yalnızlığımda sevmek. Senin beni kendi yalnızlığında sevmen.
Bir araya geldiğimizde ötekine uyum sağlamak için özel bir
çabaya gerek duymayışımız. Ötekini sevindirmenin hiçbir şe
ye mecbur kalmadan gerçekleşmesi.
"Birbiri için yaratılmak" rastlantı değildi. Rastlantıların bi
rer işaret olduğunu ve bizler tarafından okunmayı bekledikle
rini gördüm. Her şey Orta Avrupa'nın köprüleri gibi bizi bir
birimize getirmek için kurulmuştu. O köprülerin yapımında
sayısız işçi çalışmıştı mutlaka. Bizi bir araya getirirken her biri
suskundu yine de. Gözleriyle görüyorlardı gerçeği: Kendini
ötekinden, ötekini kendinden çıkarmanın zarafetindeki müt
hiş sessizliği . . . Sözleri çağırmaya gerek yoktu.
Birbirinin elinden tutan iki kara parçasından oluşan Vene
dik'e suların taşma saatinde varıyoruz. Herde, şehir içinden
müzik sesleri yükseliyor. Yüzlerce yıldır orada duran binala-
20
rın ilk katlarını kendine mekan tutan sular. Suların sultanlı
ğı. . . Rutubet, yosun, fareler . .. Onlardan kurtulmak için terk
edilmiş zemin katlar. Ardından, zemin katlara inat, tül perde
leri, küçük saksı çiçekleri, pizza kokularıyla hayatın bütün te
laşını hiçbir şeyi umursamadan yaşayan ikinci ve üçüncü kat
lar . . . Bir şehrin böylesine değişmeden kalması. . .
Senin için, Venedik'in aksine değişmek istiyorum ben. De
ğişmem, senin istediğin gibi mi olmam demek? Olurum. Bir
insan için kendimden kaç kişi çıkarabileceğime ben de şaşıra
cağım. Daha önce hiç görmediğim yüzlerimle karşılaşacağım.
Her birini getirip sana takdim edeceğim. Kendimizdeki ya
bancıları birbiriyle tanıştıracağız.
Biliyor musun, kendime yolculuk yaparken, sana doğru
adım atmak bile başlı başına bir serüven. İnsan o halde neden
sürekli eş değiştirmeye, daldan dala konmaya serüven adını
vermiş? Hiçbir maceraperest aşık benim seninle yaşadığım ka
dar büyük bir serüven yaşamamıştır ki.
Dönüş yolunda, cam kenarında oturmuyorum bu kez. Se
nin etrafında, yukarında, aşağındayım. Camların dışında hızla
geçip gitmekte olan saatler, günler, geceler, dağlar, ağaçlar . . .
Bana bir ipucu daha veriyor: Aşkım; bırakıp gidilenlerde de-
-
ğil, yanıma aldıklarımda çoğalıyor.
Ihlamur yolu, 99
21
iyideki kötü
22
Tıpkı kötülüğün acımasızlaştırdığı gibi iyilik de acımasız
laştırır. Kimi zaman, iyilik gören kişinin vicdan azabı artar.
Kendilerine yapılan iyiliklerin karşısında vicdan azabı duyan
.
lar en rahat vicdan sömürüsü yapanlar arasından çıkar. Çün
kü suçluluk duymaya başlamışlardır. Suçluluk duyanlar ise
acımasızca şiddet uygulayanların en başında yer alır.
İnsan, vicdanı son derece "temiz"ken, kendini kuzu postu
içinde sanırken, aslında bir kurt olduğunu göremez. Paul
Watzlawick, kuzu postuna bürünen kurtlardan birine güzel
bir örnek vermektedir, "İyideki kötü" adlı kitabında:
"İşin başında insanlığı iyiliğe çağıran Hermann Lübbe, dü
şünce yoluyla insanları uyandıramayacağını görüp, kendini
yardıma muhtaç, ama kavramlarla bir yere varamayan insan
lığa neşteri vurmak zorunda kalan cerrah rolünde hissedecek
tir. Eylemi, insanı mistikleştiren baskı düzenini sarsacağı yer
de, kan gölünün yol açtığı dehşet ve öfke sonucu farklı
görüşteki insanları yakınlaştırıp aynı düzenin daha çoğunu ta
lep etmelerine yol açtı. Lübbe, insanın insanlığa olan sevgisin
den gelen terör eylemini anlamamıza yardımcı oluyor."
Fransız senatör, Birinci Napolyon'la yaptığı konuşmada,
"Mükemmellik peşinde olmak, insan ruhuna musallat olabi
lecek en tehlikeli hastalıklardan biridir," der. Paul Watzla
wick'ten alıntıyla, "Her psikolojik aşırılık gizliden gizliye kar
şıtını içinde taşır veya karşıtıyla yakın ve asli ilişki içindedir,"
der Jung da.
İyilik yapmak; tıpkı kötülük yapmak gibi bilincimizin gizli
dehlizlerinde, belki de onunla iç içe kodlanmıştır. "Kötü"nün
karşıtının her zaman "iyi" olduğu varsayımına katılmayan
Watzlawick de bunu şöyle örneklendirir:
"Fransız Devrimi'nin idealleri giyotinin kullanımını zo
runlu kılmıştır. Şah'ı Humeyni izlemiştir, Somoza'yı Sandi
nistalar . . . Gecenin ve kaosun tanrısı Dionysos, Yunan tapı-
23
naklarının giderek daha da uhrevileşen mermer müziğine zor
la girer. Meryem kültünün içindeki ve ortaçağın aşk şarkıla
rındaki dişi olanın abartılı biçimde yüceltilmesi, şu işe bakın
ki, cadı yakmayla kol kola gelişmiştir. Sevgi dini yolunu şaşı
rıp engizisyona saplanmıştır."
Satır aralarında durup bu örneklerin ne kadar tanıdık gel
diğini görmek mümkün kendi tarihlerimizden. İyilik yapma
isteğiyle kötülüğe yol açanlardan başka, bilmeden kötülüğe
neden olanlar da var. Acaba onlar, "iyilik misyonerleri"nden
daha mı saftırlar?
Bernhard Schlink'in Okuyucu adlı romanındaki Hanna,
okuma-yazma bilmediğini herkesten gizlediği için kendini
toplama kampında hemşirelik yaparken bulmuştur. Yıllar
sonra yargılanırken, onu izlemeye gelen eski sevgilisi, kendi
kendine sormaktadır: Auschwitz'de bulunmuş ve yakalanmış
birini oradaki davranışlarından ötürü yargılamamak olabilir
miydi? Sözgelimi, orada öteki hemşirelerden daha yardımse
ver davranması suçunu hafifletebilir miydi?
Sevgilisi duruşma ilerledikçe Hanna'nın gitgide daha bü
yük kötülükleri umursamazca yaptığını öğrenecektir. Yangın
çıkan kilisenin kapısını açmadığından içerdeki esirlerin yana
rak can vermesine yol açmıştır.
Bir kez "hain" olmak, kötülük yapmakta daha serbest bıra
kabilir mi bizi? Ama Hanna, "öylece durup kaçmalarına izin
veremezdik ki! " diyecektir savunmasında. "Ne yapacağımızı
bilemedik. Sorumluluk taşıyorduk . . . "
"Milgram deneyi", Hanna'nın yaklaşımını daha iyi anlata
caktır:
Denekler ikiye ayrılır. Her iki gruba da - kontrol grup
oluşturmak amacıyla - farklı açıklamalar yapılır. Bir kısmı
içerdeki odaya gönderilir. Ötekilere deney hakkında her detay
anlatılır: Görevleri içerdekilere birtakım sorular sormaktır.
24
Doğruyu bilemediklerinde kendilerine bağlanmış olan kablo
lar odadaki gösterge cihazını uyaracak ve elektrik akımıyla ce
zalandırılacaklardır.
Ceza vermek için her yanlışta cihazdaki düğmeye bir kez
basmak yeterlidir. Kablolardaki elektrik akımıyla soruyu bile
meyen denek hafifçe çarpılacaktır. Yalnızca bir kez basılırsa
hiçbir sorun çıkmayacaktır elbette. Şunu da göz ardı etmemek
gerekir: Deneklerin içinde kalp hastası olanlar da vardır. . .
lçerdeki odada kendilerini bekleyenlerin bütün bu açıklama
lardan haberdar olmadığına ikna edilen denekler, deneyi baş
latır.
Verdikleri ilk cezalarda oldukça isteksiz ve çekingendirler.
Düğmeye basarken elleri titrer. Fakat zamanla yanlış cevaplar
arttıkça tuşlara daha kuvvetli basmaya başlarlar. Bu arada yan
odadan kimi çığlıklar da duyulur. Kalp hastaları elektrik akı
mından mustariptir! Fakat artık hiçbir denek buna aldırma
makta, her yanlış soruda bir öncekinden daha emin bir şekil
de düğmeye basıp elektriği vermektedir.
Bu denekler gibi, Lübbe ve Hanna gibi, kötülüğe bilinçsiz
ce - veya şu ya da bu sebeple - başlayanların gitgide canavar
laşması hangisini daha iyi açıklıyor?
İyideki kötüyü mü, kötüdeki iyiyi mi?
Belki de Genet'nin dediği gibi, insan içindeki "iyi"yi yal
nızca kahramanlar yaratırken daha özgürce ortaya çıkarıyor.
Bu yüzden de kendini farklı biçimlerde ifade etmeye ihtiyaç
duyuyor. Yoksa insanlık, iyi yanlarını muhafaza etmeyi ve
göstermeyi sanata mı borçlu!
Ihlamuryolu, 99
25
Şölen sofrası
26
yemek yemektir. Uzun yollardan çıkıp gelen insanların ortak
bir geçmişe ve yazgıya sahip olmalarını en iyi anlatan fotoğraf
karesi de şölen sofrasında birlikte şarkı söylemeleridir. Şölen
sofrasında, tıpkı Laura Esquivel'in Acı Çikolata adlı romanın
daki gibi, herkesin sevdiği geleneksel yemekler pişirilir.
Etrafta genellikle çocukları, torunları için koşuşturan bü
yükanneler olacaktır. Dargın kardeşlerin arasını bulmaya çalı
şır, gelinlerini idare ederler. Kocalarını, kardeşlerini alttan
alır, yüreklerimizi bir süre için de olsa yufka biçimine sokar
lar.
Asteriks'deki gibi şölen sofrasında biten hikayeler her sefe
rinde, tıpkı mutlu aile tablosu gibi, korkutur beni. Peki sonra
ne olacaktır? Daha mutlu bir son olabilecek midir? Bu sevinen
insanları mutlaka uyarmak lazımdır, yakında başlarına kötü
bir şey gelebilir diye tedirginlik duyarım. Gerçekten de bir ara
da eğlenirken pek yakında bazı sandalyelerin sofradan eksile
ceğini veya yenilerinin ekleneceğini herkes unutur. Kuşaklar
boyunca kurulan şölen sofrası yalnızca "o anı" tanımlar . . .
Aile, kökleriyle dalları arasında asırlar olan yaşlı bir ağaçtır.
Ama önceki ve sonraki kuşakların toplamından çok, belli bir
dönem boyunca (yüz, yüz elli yıl) erişebildiklerimizin topla
mına veririz bu adı. Buradan yola çıkarak aile olmayı daha dar
bir anlama, daha doğrusu iki anlama indirgemek mümkün
dür: Bir, bizlerin çocuk olarak yer aldığı, müdahalemiz olma
dan, bizden önce bir araya gelmiş insanların kurduğu aile. İki,
büyüdükten sonra bizlerin seçtiği (ya da bizim için seçilen),
bizler tarafından kurulan aile.
Aile tamamen dağıldığında aile ruhu uçup gitmez. Hep
orada kalır .. . Akrabasını reddetmiş biri, ondan ne kadar nef
ret ederse etsin, bu, ailenin yokluğuna değil, varlığına işaret
eder. Üyeleri birbirini inkar etse dahi aile varolmaya devam
edecektir. Ailenin bekaası tek tek her bir üyesinden daha
27
önemlidir. Kusturica'nın Yeraltı adlı filminde denildiği gibi;
kardeş kardeşe düşman olmadıkça savaş da çıkmaz.
Şölen sofrasında dargın bir amcayla yapılan "zoraki" bir
konuşma "ailemize karşı görevlerimizi yerine getirme" duy
gumuzu tatmin eder, kendimizi hayırlı bir evlat gibi hissede
riz. Sofradan kalkana dek kendimizi, çocuklarımızı, büyükle
rimizi aile tablosunun muhteşemliğine inandırırız.
Tek tek kardeşlerimize, eşlerimize sadık kalamıyorsak da,
bütün bir aileye, ailenin bütünlüğüne sadık kalabiliriz. Bu vic
danımızı rahatlatır.
Ve kuşaklar gelip geçer, sandalyeler eksilir, artar. Ama şö
len sofrası aileyi ağırlamayı sürdürür . . .
Her zaman Galyalılar'daki gibi "mutlu son" vaat etmese de
daima oradadır, ailemiz gibi . . .
Ihlamur yolu, 99
28
Rüya deneyimleri
29
Ardından kozalak toplayan bir kız oldum, on dört yaşıma
bürünerek ilk aşkıma şarkılar mırıldandım.
Mezarlarında yan yana yatan her eşin elini ötekinin ebedi
yalnızlığına uzatmasını ve ziyaretçilerini el ele karşılamasını
izledim. Gündüzü daha aydınlık, geceyi daha yıldızlı gör
düm. Doğaüstü ırmakların yanından geçerken sandaletlerimi
çıkardım. Parmak uçlarımı nemli topraklarda çiftleşen sal
yangozlara değdirdim. Serin taraçalardan uzanıp salkım sal
kım üzüm yedim . . .
Üzerimde pervaneler gezindi, arılar vızıldadı. Ortanca ol
dum, babından verdim onlara.
Fesleğen, nane, ıhlamur ve kekiği iri cam kavanozlara koy
dum. Sardunya saksılarını pencerenin kenarına dizdim, te
pemden sarkan üzüm salkımlarına kadeh kaldırarak ağustos
böceklerinin korosuna katıldım. Kekikle nanenin, ıhlamurla
fesleğenin birbirlerinden zevk alışını izledim . . .
Sonra ansızın avucumdaki mavi göz kapandı. . .
Gözlerimi açtım. Yüzümü yıkamaya giderken üzerimde
bir hafiflik, bir nedensiz neşe vardı. Gece boyunca birileri gü
zel bir masal anlatmıştı bana. Birdenbire hatırladım; bir gün
önce çok sevdiğim bir yakınımın cenazesindeydim. Rüyamda,
onun cennete gidişini görmüştüm sanki. İyiydi, huzurluydu.
Matemden çıktım ben de . . .
Rüyamı, yaşamıma dahil etmiştim . . . Yoksa Freud'un de
diği gibi "ne bildiğimi bilmek istemediğim için" mi görmüş
tüm o rüyayı . . . Beni kendi gerçeğimin uzağına atmasını mı
istiyordum rüyalarımın, yoksa yaşamıma dahil olmalarını
mı . . .
Birden soruların pençesinde buldum kendimi: Uykumun
gelmesinin nedeni rüya görmeye duyduğum bir çeşit ihtiyaç
olmasındı sakın? Eğer böyleyse, ne rüya gördüğümden önce,
rüya görmenin kendisi beni rahatlatıyor olmalıydı. O halde
30
bazıları neden gördükleri rüyaları hatırlamazlardı? Neden
sürdüğünden çok daha uzun gelirdi bize, gördüğümüz rüya
lar?
Uykuya daldığımda beynim sanki kaydedeceği, süzgecin
den geçireceği ya da belleğin derinliklerine iteceği şeyleri
ayıklar durur gibi gelir bana. Gördüğüm rüyalar sayesinde
kendime nasıl adım attığıma dair bir fikrim olabilir şüphesiz.
Ama beni şaşırtan, o adımı atan halimle de "kendim" olu
şum! Freud, rüyaların kişisel olduğunu ve bir başkasına hitap
ediyor olamayacağını söylerken haklıydı belki de ...
tık işim gidip rüyalar üzerine yazılmış kitapları karıştırmak
oldu.
"Rüyayı sinemaya mı, kehanete mi, bulmacaya mı benzeti
yoruz? Kimin için rüya gördüğümüz, bunu nasıl hayal ettiği
miz, tümüyle bu sorulara verdiğimiz cevaplara bağlıdır," di
yen Phillips'in Dehşetler ve Uzmanlar adlı kitabını elimden
bırakamadım.
"Rüyanın anlamı konusunda rekabet etmek mümkün ola
bilir belki, ama deneyimi konusunda edilemez. Sözcüklerle
konuşuyor olabiliriz ama sözcüklerle rüya görmüyoruz . .. Rü
ya farklı benlik deneyimi çeşitlemelerinin denenebileceği,
farklı seslerin duyulabileceği bir mekan, ruhsal bir alan açar.
Rüya bilgilendirici değil, çağrıştırıcı ve sezinletici bir nesne
dir."
O gece uykuya daldığımda canım sıkkındı. Kötü bir gün
geçirmiştim, bir türlü bitmek bilmemişti sorunlar . .. Rüyam
da ne göreceğimi biliyordum; aynı evi. Ne zaman sıkıntılı ol
sam, on iki yıl önce bıraktığım ev girer rüyama. Onu çeşitli
açılardan, çeşitli zamanlarda, çeşitli insanlarla defalarca görü
rüm. On iki yıl geçtiği halde, sanki hala o evde oturuyormu
şum hissine kapılırım.
. Nitekim gece de öyle oldu. Sabah uyandığımda rüyalar
31
üzerine okumayı sürdürdüm . . . Bu kez meseleyi çözecektim:
Bu evde, geçmişte çok sıkıntı yaşadığım için, en ufak bir can
sıkıntim bana onu çağrıştırıyordu. Geçmişimde yaşıyor filan
değildim, yalnızca geçmişimdeki ev yeni sıkıntılarımın sem
bolüne dönüştüğünden görüyordum onu hep rüyalarım
da . . .
Peki böyle durumlarda ne rüya göreceğimi sezer gibi olma
mın nedeni neydi?
Kendimi üst üste çok iyi, çok mutlu hissettiğimde rüyam
da mutlaka canımı sıkan bir şey göreceğimi bilirim. Cinlerim
gece boyunca kötü rüyalar yollayarak uyarırlar beni. Sabah ol
duğunda coşkumu dengelemiş, taşkınlıktan uzaklaşmış ola
rak kalkarım yataktan.
Yoksa kendime bu yöntemi seçen de ben miydim? Acaba
herkesin rüya görme biçimi böyle miydi, yoksa yalnızca be
nim rüya yorumcum mu bana böyle yaptırıyordu . . . Sembol
lerimi yaratan bensem eğer, herkesin yarattığı semboller farklı
olmalıydı . . . Nitekim kitaplarda aradığımı buldum:
"Eğer rüyaları birer nesne kabul edersek ve nostalji nesne
siyle yakından ilişkili olduğunu varsayarsak, tek bir ilişkiye de
ğil, birçok kullanım olanağına işaret ederler. Ve her kişi için
farklı işlevi yüklenirler," diyordu Pontalis. Phillips ise, "Eğer
rüyaların işlevi hepimiz için farklıysa," diyordu, "rüya yorum
lama yöntemlerimiz de tartışmaya açıktır." O halde falcılara
rüya yorumlatmanın anlamsızlığı tamamen ortaya çıkacak
tı. . .
O gece kesintisiz bir uyku uyudum. Hiçbir rüyamı hatırla
madım. Kendimi tuhaf bir şekilde iyi hissediyordum. Bütün
gece karabasanlar görmüşüm de uyandığıma sevinmişim gibi
bir hisse kapıldım. Ve o akşam bir deneme yaptım. Aklımda
çok önemli bir sorunla uykuya geçmeye çalıştım. Az sonra rü
ya gördüğümün bilincinde olarak düşüncelerimi görüntüle-
32
meyi başarmıştım . . . Kitapları karıştırdım, bu konuda bir şey
bulamadım. Bunun üzerine kendi deneyimlerime yoğunlaş
tım:
İnsanın zeki, esprili veya çılgın olması, gözünü kapattığın
da da öyle olacağı anlamına gelmez. Rüyalarda kendini kişilik
değiştirmiş olarak görebilir.
Hiçbir rüya geçerli olan ahlak kurallarına göre kurgulan
maz. İnsanın nasıl bir rüya göreceğini, içinde nelere dikkat et
mesi gerektiğini kimse belirleyemez.
Rüya, insanın en yalın, en yalnız, en özgür, kendiyle en baş
başa kaldığı boyuttur. İnsan sırlarının anahtarıdır.
Uzun zamandır kendilerinden haber alınmayan, özlenen,
unutulduğu sanılan kişiler hakkındaki son havadisleri de rüya
lardan almak mümkündür. Böylelikle onlarla gerçekten bera
ber olunmuş gibi özlem giderilebilir. Gözler açıkken görünen
lerle, kapalıyken görülenler arasında bir gerçeklik sıralaması
nasıl yapılabilir ki!
Rüyalarda yaratıcılığın üst sınırı yoktur. Zihin uçsuz bu
caksızdır. Neler yapabileceğini, kişiyi nerelere sürükleyeceği
ni rüyalar sayesinde tahayyül etmek mümkündür. İnsan göz
leri açıkken, rüyalarındaki kadar yaratıcı bir yönetmen
olamaz.
Bir gün sonra sabah olduğunda çok tuhafbir rüya görmüş
tüm. Geçmişimdeki ev, bu kez denizde yüzen bir apartman ol
muştu. Yeni bir eve taşınmıştık ama içerde nereye baksam es
ki evime benziyordu. Camdan dışarı sarkınca hayretler
içerisinde denizde hızla yol aldığımızı görüyordum . . .
Meseleyi anlamaya başlamıştım. Eski evin bana çağrıştır
dıklarını tam olarak çözdüğümde, rüyalarımda bir daha ayak
basmayacaktım oraya. Nitekim, az kalmıştı, çünkü taşınma
çabalarına girmiştim. Üstelik ev de onu bıraktığım yerde dur
muyordu artık . . .
şs 3
33
Gece rüyamda kendimi rüya görürken buldum. Rüyamda,
kendi rüyalarımı yorumlamaya çalışıyordum. Bir hafiflik var
dı içimde . . . Ansızın avucumdaki mavi göz yeniden açıldı ve
beni yepyeni serüvenlere götürdü . . .
Ihlamur yolu, 99
34
Kalanlar
35
Kitaplığımda, Kalanlar'ı ararken aklımda, ölümle "ölesiye"
iç içe yaşarken ona hayatıyla kafa tutan Tezer Özlü vardı . . .
Ondan kalan cümleleri okumaya başladıkça, giden her şey
den bende bir parça kaldığını, hiçbir şeyin hiçbir şey olmamış
gibi yok olmadığını anlıyordum. Özlü'yü ilk okuduğumda al
tını çizdiğim satırlarla, yeniden okuduğumda çizdiğim satırla
rın ne kadar farklı olduğunu görüyordum. Her şeyin aynı kal
masını isteyen ben bile değişmiştim. Demek ki kalanları, en
çok da bu değişime borçluydum.
Tezer Özlü, kalanlar arasında hiç yalnızlık duymadı. Hep
çoğul konuştu, yalnızlığını çoğul yaşadı. En iyi dostları, inti
har etmiş yazarlardı. Tüm yaşama cesaretini ölülerden alıyor
du. Hiçbir zaman onların yasını tutmaması bundandı; onlar
dan kendine kalanlarla yaşıyordu. O yüzden tek bir kalana
değil, bütün kalanlara bağlanmıştı.
"Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bil
dik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden
yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uy
kusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden
acıkıyorum. Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şim
di havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde yaşama ve ölüme
karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum."
Kalanlar arasında seçim yapmadı, anılarını hiç sadeleştir
medi Tezer Özlü. Acı çekmekten başka seçeneği yoktu, çünkü
kendini teselli etmeyi öğrenmişti. Bunu, herkes gittikten son
ra onda bıraktıklarına borçluydu. Bazılarının dediği gibi, acı
larından kalanları değil, yalnızlığından kalanları yazdı. Ve bir
gün şu cümleyi kurdu: "Ben dışarı bakan pencereyim."
Oradan hep kalanlara baktı: "Yalnızca yaşı olmayan ve
dünyalarını kendi içlerinde taşıyan insanlara dayanabildiğini"
gördü. Karşısına çıkanlar arasında kendine ayırdığı hep onlar
dı.
36
Kırkıncı yaşındayken, dört yaşında olduğu gibi "bir çocuk
ve büyükler eşliğinde"ydi. Sadece "çok ama çok yorgundu."
Küçücük bir çocukken de ileride kendine kalacak olanların
ağırlığını yüklenmişti çünkü.
Son zamanlarında kalanları taşımaktan daha da yorgun
düşecekti: "Artık beni benden alsınlar. Atsınlar bir alanın sü
pürülen, sabah boş şişeleri taşınan bir büyük çöp tenekesi-
ne.
))
37
gelenleri beklemesi gibi, belleğim de dört gözle gelecekteki
anılarımı karşılamaya hazırlanacaktı.
"Yazmayı keseceğim . . . " İşte Tezer Özlü'den geriye kalan
son cümleler: "Yeter. Gece ilerledi. Neredeyse bir çocuk doğu
rabilirim . . . "
Ben de tıpkı Tezer gibi, kalanlarımdan bir başka ben'lik çı
karmaya hazırdım artık.
Ihlamur yolu, 99
38
Dünya2999
39
yani kapalı bir yüzey oluşturduğunu, evrenin sınırsız olduğu
nu iddia edenler, zamanın sonunu neye bağlı olarak açıklıyor
lar?
Bazıları, ta Step hen Hawking' den beri, sınırsız evrenin bir
yaratıcıya ihtiyacı olmayabileceğini söylüyor. Bunu da şu an
da bilemiyoruz. Henüz tanecik mekaniğini ve kütlesel çekimi
birleştiren yasalar üzerinde tutarlı bir saptamaya varamadık.
Bizim bütün amacımız, birileri insan beyniyle uğraşırken, ger
çeğin öteki yanından, evrenden yola çıkarak sırrımızı çözme
ye çalışmak.
Bundan bin yıl önce, düşünsenize, evrenin mekanizması
nın tıpkı insan mekanizması gibi çalıştığı bile bilinmiyordu.
Gen bilimi sayesinde insanın haritası çıkarılabilmişti. Ama
beynin bütün fonksiyonlarının öğrenilebilmesinin artık evre
ni incelemekten geçtiğini biliyoruz.
Gelişigüzellik ve belirsizlik yasalarından yola çıkarak, insa
nın bir geninden bütün bir evreni yaratmanın söz konusu ola
bileceğini iddia etmiştik. Evren nasılsa insan da öyle olmalıy
dı. Yukarısı nasılsa aşağısı da öyleydi. Evrendeki en küçük
enerjinin, evrenin bütünü olduğu gerçeği bizler için artık
uzun süredir bir sürpriz değil.
Belleğin tam olarak nasıl çalıştığını bulabildiğimizde, ina
nıyoruz ki evrenin sırlarının da çoğunu çözmüş olacağız. Biz
ve evrenin niçin varolduğunu bir nebze olsun anlayabileceğiz.
Bir bin yılın daha bitişine tanık olan şanslı insanlardanız.
2999'da yaşarken, sanki bin yıldır yaşıyormuşuz gibi bir hisse
de kapılıyoruz. Kökleri öteki bin yılda kalmış, dalları gelecek
yüzyıla sarkmış, yaprakları şu anda açmakta olan bir ağaç gi
bi . . . Bir saniyede bin yılı geride bırakacağız. Acaba kişisel ha
yatlarımızda bu ayrıcalığın bize verilmiş olmasının anlamını
çözebildik mi? Bunun bizim için neyin işareti olduğunu anla
yabildik mi? Yumurtanın hangi sperm tarafından dölleneceği
40
gibi bazı rastlantıların gelişigüzel olmadığını artık bildiğimize
göre, bunları da düşünmeliyiz.
Tanrı mı? Ona doğru ne zaman biraz adım atsak, o kendini
daha uzaklara çekiyor. Sanıyoruz ki, onu hiçbir zaman bile
meyeceğiz. Ama galiba biz, insanın ve evrenin nedenini anla
maya çalıştıkça daha bir yakına geliyor. Yoksa onun da bir
Tanrısı mı var!
Ihlamur yolu, 99
41
Terazi'nin hüznü
42
"Terazi bunu ileri yaşlarda anlar. Gündüzle geceyi uzlaştır
ma sevdasından vazgeçer. İbresini fırlatıp atar. Ağırlık kaybe
der. Dünya ona daha hafif gelir. İşte o zaman Zodyak'ın tam
ortasında, tenle ruhun, gündüzle gecenin gelgitinde Terazi
her şeyi sallar."
Kefenin bir ucuna ruh, ötekine ten koyan bir Terazi'yim
ben. Ruhun ancak bedenle birlikte varolduğuna, tensiz bir ru
hun aylak aylak dolaşmaktan başka bir işe yaramayacağına
inanırım. Bir tene dokunmak, sadece temasın kendisini ifade
etmez. Ruh nasıl tensiz kalamazsa, ten de ruhsuz olamaz.
Ruh, tenin gözeneklerinden içeri ustaca sızmıştır. Her doku
nuşta kendini ötekine verir . . .
Cinselliğin bedene, aşkın ruha tekabül ettiğine inansaydım
ağırlıklarımın adını yeniden gözden geçirmem gerekirdi. Ru
hun istemediğini bedenin ondan izinsiz yapacağına, bedenin
karşı çıktığıyla ise ruhun tek başına mücadele edeceğine pek
inanmam.
Her aşkta beden ve ruh olduğu gibi, cinsellikte de her ikisi
vardır. Sadece bazı Teraziler, bu ağırlıklarının adını değiştir
mek suretiyle kendilerini aşksız seks, sekssiz aşk gibi etiketler
le dengede tutmaya çalışırlar .. .
Kefenin bir ucuna duyguyu ötekine mantığı koyan ve en
büyük sorunu kararsızlık olan tipik bir Terazi'yim ben. Ama
mantıklı kararların beyinden, duygusal kararların kalpten çık
tığına dair bir inancım yoktur. Böyle olsaydı, beyinle verdiği
miz karar mantıklı olacağı için daha mi doğru olacaktı? Duy
gusal kararların hep eleştiri yüklü olması, kalbin doğru karar
veremeyişinden midir? Duygunun kalbe, mantığın beyne ait
olduğu nasıl kanıtlanmıştır ki?
İnsan tamamen duygusal ya da mantıklı davranma yetisine
sahip değildir. Her kararın ardında kalple beynin iş birliği - ya
da suç ortaklığı - vardır. Kararsızlığım kalple beyin arasındaki
43
çekişmeden kaynaklansaydı, seçimlerimden bu kadar mem
nun kalır mıydım yine de?
"Bir Terazi'nin durup biraz önce kendisini yalayıp geçen
hafif hüzün esintisinin kaynağını aramasına şaşmamak gerek.
Tüy kadar hafif bir esinti. Tüy kadar hafif ağırlıkları tespit et
mekte Terazi'nin üstüne yoktur. Terazi çok hassastır."
Hassas denge, yalnız hüznün kaynağını ararken değil, hak
ararken de kendini belli eder. "Terazi anlaşmazlıkları çeke
mez; ne aile içi, ne komşuyla, ne de uluslararası planda. Huzur
ve barış ister. Terazi reddetmeyi bilmez. Tereddüt eder, uzla
şır, erteler, imzalar . . . Terazide adalet kavramı gelişmiştir.
Yoksa adalette mi terazi kavramı gelişmiştir?" Tartma işlemi
kendi üzerinde yapıldığından olsa gerek, kılı kırk yarar, hakça
davranmaya çalışır.
"Terazi genellikle tanımadığı insanlara çok sevimli davra
nır. Çoktandır baştan çıkardığı insanlara karşı sevimsiz olabi
lir. Çünkü kefelerinden birinde Venüs tatlı tatlı oturmaktay
ken, ötekinde Satürn gözünü kırpmadan nöbet beklemekte
dir. Neyse ki cazibe fukarası değildir."
Cazibesini bilen Terazi'nin gezegeni, güzel sanatlar ve sevgi
tanrıçası Venüs'tür. Venüs, Dünya'ya en yakın iki gezegenden
biri olduğundan, alacakaranlıkta gökyüzünde pırıl pırıl parlar.
lşte o zaman kefemdeki ağırlıklara şükrederim. Hiçbiri yük ol
maz artık bana . . . Hava sıcaklığı yavaş yavaş düşmektedir. Ey
lül, yerini Ekim'e bırakmaktadır. Bir yanıma yazdan kalan sı
cakları alırım, ötekine yaklaşmakta olan soğukları. Ve kendi
havamı - hava burcuyumdur - bulurum: Ekim'in on üçünde
kılıfımı çıkarır, ağırlıklarımdan tamamen kurtulurum . . . Geri
ye yalnızca her iki yanda teraziyi hiç kıpırdatmadan duran ben
ile ben kalmıştır.
Ihlamur yolu, 99
44
Kaçaklar, izleyiciler, iz 'bırakanlar
45
hakkına sahiplerdi. Sonraları aksine bunun bir tutsaklık oldu
ğunu gördüm. Çünkü kaçtıkları şeyin esiri oluyorlardı hep.
izleyiciler:
Küçükken izleyicilerden olmaktan ödüm kopardı. Çünkü
birebir içinde yaşamaktansa, dışında kalmak ve içindeymiş
görüntüsü vermek çok zor görünüyordu. Mutlaka her şey so
nuna dek yaşanılmalıydı. Durmak yoktu . . . Ancak çok sonra
lan, dışarıda kalıp izlemenin ne kadar zihin açıcı bir yanı ol
duğunu anlayacaktım.
Yüzme takımına seçildiğimde antrenmanlar o kadar vakit
alıyordu ki, en gelecek vaat eden noktasında yüzmeyi bırak
mak zorunda kaldım. Sonradan, yüzücü arkadaşlarımın yarış
malarını seyretmeye hiç gitmedim. Çünkü takımımın başarısı
na, bu saatten sonra, yalnızca tribünlerden izleyerek katıl
makla yetinemeyecektim. İzleyemeyince kaçmayı seçmiştim.
Bir keresinde Londra'da bir tiyatro oyunu izliyordum. Ya
nımdaki arkadaşlarımın hiçbiri İngiliz olmamasına rağmen,
hepsi söylenenleri çok iyi anlıyor ve gülecek yerde gülüyor, al
kışlanacak yerde alkışlıyorlardı. Bense anlamsızca koltuğuma
çakılmış, onların ne zaman hangi tepkiyi vereceklerini izleme
ye çalışıyordum. Çünkü çok bir şey anladığım söylenemezdi.
O gün o koltukta iki kez izleyici olmuştum. Hem oyuncuları
izliyordum, hem de seyircileri. . .
Yıllar içerisinde izlemek en sık yaşadığım deneyimlerden
biri oldu. Korunaklı ve temkinli bir insan sarrafı olmak için sı
kı bir izleyici olmak gerekiyor. Ama tabii sadece bu yeterli de
ğil.
iz bırakanlar:
Zaman zaman kendimi şöyle düşünürken yakalarım: Şu
hayatımda, şu yaşıma kadar acaba bende bırakılan iz kadar
ben de başkalarında iz bırakmış mıyımdır ... Sonra bunu ça-
46
bucak unuturum. Çünkü bende iz bırakmayanlarda iz bırak
mış olmanın hiç önemi yok gibi gelir. Evet, beni öncelikle ilgi
lendiren, başkalarının bende bıraktığı iz. Sadece insanların
değil, olayların da.
Acaba hayatta kalıcı bir eser bırakan mı yoksa bir başkası-
nın hayatına çok fazla etki eden mi daha derin iz bırakmış olu
yor? Peki ya sonra sudaki iz olduğu anlaşılırsa? O halde önem
li olan bizim hangisine o değeri verip vermediğimiz. Bu sanat
eserleri için de insan ilişkileri için de geçerli. Bizde iz bırakan
lar, izin verdiklerimizdir.
lz bırakanlar arasında hem kaçaklar hem izleyiciler var.
Ama kaçaklar bıraktıkları izi, geri dönüp bakmadıkları için
görmezler. İzleyiciler de gözleriyle gördüklerini fark edecek
kadar yürekten bakmazlar.
lkitelli, 97
47
Yalnızlık zekası
48
yenlerin yeteneklerini inceleyerek yedi değişik zeka alanı ol
duğunu saptamıştır. İşte içe yönelik zeka bunlardan biridir.
(Bir kişinin iç dünyasındaki yönelimlerini anlaması, duygula
rına erişebilme becerisi.) Bir diğeri de iletişim zekasıdır. (Öte
kilerle etkileşimde diğerinin ruh halini, isteklerini anlamadaki
beceri.)
Dr. Gardner'ın saptamasından yola çıkarak iletişim zeka
sıyla içe yönelik zekanın birbirleriyle beslendikleri sonucuna
varılabilir. Çünkü insanın, kendine doğru yolculuğa çıkmayı
göze aldığında, başkalarına ulaşmaktaki niyet ve becerisi de
artar. Ötekileri anlamada başarılı olması içe yönelik zekasını
da geliştirir. Demek ki, topluluk içinde ötekilerle daha yoğun
ve kolay etkileşime girebilenler, (sosyal olanlar) içe yönelik ze
kaları daha gelişmiş olanlardır. Onların bu zekaları da, başta
görüldüğü gibi, kendilerine tahammül edebilmeleriyle art
maktaydı. Bu beceri ise yalnız olanlarda daha yüksekti. Halka
yı böylelikle tamamladıktan sonra şöyle diyebiliriz: Topluluk
içinde asıl sosyal olabilenler, yalnız olmayı bilenlerdir.
Yalnızlık çekenlerse onay görme ve sevilme ihtiyaçları yü
zünden, karşılarındakilerle, onları anlamaya yönelik değil
kendilerini kabul ettirmeye yönelik, tek taraflı bir ilişkiye gi
rerler.
Buz gibi odanın içinde ısınmak için hangisini seçeceğine
karar veremeyenler de vardır. Onlar için kucak özlemine ka
pılmak yerine ateş yakmayı öğrenmek, imgelerde sözcükler
den cümlelere geçmek gibidir. Bunu nasıl yapacaklarını bile
mezler. Yetkili birilerini bulup sormak isterler. Ama yalnızlık
tek kişilik bir deneyimdir. İnsan kendi yalnızlığını başkasına
aktaramaz. Yalnızlık, ortak bir tanımı olduğu anda, adına
mahkum kalacak, yitirilecektir.
Yalnızlık çekenler, yıldızlar hiyerarşisinde çevresine son
kez ışık saçtıktan sonra sönen kara deliklere benzerler. Artık
şs 4
49
orada hep kaybolmak üzere kalacaklardır. Yalnız olanlar ise
bütün bir ömürlerini yıldızlar altında Andre Gide'in deyişiy
le "kendilerinin silinmez bir portresini çizmekle" geçirebilir
ler.
Onlar için bir insana bağlanmak en büyük özgürlüktür.
Başkalarıyla yalnız olmayı bilirler. Yalnızlık çekenler içinse
özgürlük en büyük tutsaklıktır. Özgürken kiminle isterse
onunla olacakları yanılgısıyla herkese birden bağımlı hale ge
lirler.
Yalnız olanlar, ilişkilerinde sevmeyi öne çıkaranlardır.
tlişkiyi yürütmenin tek koşulu sevilmek olduğundan, sık sık
başarısızlığa uğrarlar. Kanaat notları bu yüzden hep kırıktır.
Yalnızlık çekenlerse tek başına kalmamayı en iyi başaranlar
dır. Sürekli kendilerini seven birini bulabilmeleri, yalnız kal
ma korkularının eseridir. Ama kanaat notları da daha yük
sektir.
Cesare Pavese, bir başkasıyla ilişki kurmanın neden yalnız
lıktan daha iyi olduğunu bir türlü anlamadığını söyler. Cevap
açıktır:
Sevilmek için en az iki kişi olmak - ilişki kurmak - gerekir.
llişki kurmayı yalnızlığa yeğleyenler, onay görme ihtiyacında
kilerdir; yani yalnızlık çekenler. Yalnız olanlar ise onay görme
ihtiyacını ille de ilişki kurmakta bulmazlar. Onlar, "ben"in
"öteki"yle gerçekleştiğini, "öteki" olmadan "ben"in varolma
dığını anlamışlardır. Ancak yalnız olmayı bilenler ötekilerle
varolmayı ihtiyaç gibi algılamaz.
Aynaya bakmak, yalnız olanların lüksüdür. Ötekilerinse
ihtiyacı.
Yalnız olanlar, tek başına kaldıklarında yaratırlar. Yalnızlık
çekenlerse harcanırlar. . .
Yalnız olanların anlatacak öyküleri vardır. Yalnızlık çeken
lerinse anları . . .
50
İki kişilik yatakta, yanındaki hep biraz konuktur yalnız
olan için. Kendine ayrılan tarafı, ev sahibi refleksiyle daralt
maya, konuğuna daha geniş bir alan bırakmaya özen gösterir.
Yalnızlık çekense yatakta yanındakinin alanına dalar, ona sığı
nır.
Kendine acımak, yalnızlık çekenlerin maharetidir. Başka
larının acısını çekmek ise yalnız olanların. Peki ya, Ca
mus'nün deyişiyle, "insanın kendi yazgısına karşı kazanabile
ceği en büyük utku" olan mutluluk?
Mutluluk, buz gibi odada ısınmak için kucak arayan kişi
nin, ateş yakmanın yolunu bulmasındaki maharetidir.
Ihlamur yolu, 99
51
Aslında hepinizi seviyorum
52
Geride bırakılan aşkların unutulmamasının bir nedeni de
Adam Phillips'in deyişiyle "karşılaştığımız herkesin biz beğe
nelim, beğenmeyelim, bizi icat etmesi"dir. İnsan, ötekilerle
oluştuğundan, artık kendi varlığına aldığı bir parçayı kolay
kolay inkar edemez. Her pişmanlık, kişide bir birikim olarak
kalacaktır.
Öte yandan, unutulmanın imkansızlığı, o aşktan kalan en
güzel hediyedir. Hatırlandığını bilmek, bir aşk yaşamak gibi
dir. Aşkın eskide kalmış olması, onu yok etmez. Adam Phil
lips, "çiftler daima birbirleridir" der. "Bu yüzden, hiç kimse
gerçekten ayrılmaz."
Woody Allen'ın kadın karakterlerinden biri, filmin bir
sahnesinde, birlikte iyi kötü pek çok badire atlattığı eski koca
sını bir koluna, yenisini öteki koluna takar ve şarkı söylemeye
başlar. Ardından ikisini de kucaklar, "Aslında hepinizi seviyo
rum," der.
Yüzlerin, sözcüklerin, bakışların zamansızlığı, iç içe geçer
bellekte. Her aşk bir öncekiyle varolur, anlam kazanır. Aşk,
zamanın dışında olduğu kadar, mekanın da dışındadır. Payla
şılan mekanlar, tıpkı sözcükler ve tavırlar gibi, sonraki aşk se
rüvenlerinde de tekrar edilir. Aynı ağacın altında, aynı deniz
kıyısında aynı aşk sözcüklerini bir kez daha duymak müm
kündür. Buradaki ironi, unutmanın ve unutulmanın imkan
sızlığına en güzel kanıttır. Tekrar edilenler, çağrışım yoluyla
hatırlamaya - ve hatırlanmaya - yol açacaktır.
Her aşk, biriciktir. İlktir. Sondur. O halde bellekte en çok
yer işgal eden hangisi olacaktır? Bellek, sıralamayı neye göre
düzenleyecektir? İnsan, yaşantısı boyunca, yaşadığı aşklarının
sıralamada sık sık yer değiştirdiğine tanık olur. (Tek aşkla
ömürlerini noktalayanlar hariç.)
Çünkü Adam Phillips'in teşhis ettiği gibi, "İnsanı her za
man daha çok sevecek, daha iyi anlayacak ve cinsel açıdan da-
53
ha yaşam dolu hissettirecek birileri vardır." Onlarla karşılaşıl
mamasının nedeni, "o anda yaşanılan aşk"a olan inançtır.
Buradan hareketle, sıralamadaki değişikliklerin inanca
bağlı olduğu söylenebilir. İnanç ise insanın kaderini tayin ede
bileceğine dair tek göstergedir. Alınyazısının nasıl çizildiği bi
linmese bile, herkes kaderini işte bu inanç doğrultusunda bilir
ve bildiğini "bildiği gibi" yaşar. Ancak aradığı aşkı bulduğuna
inanan, yenisini aramaz. İnsanın kaderini tayin etmesi budur
işte.
Woody Allen'ın, kadın kahramanına "Aslında hepinizi se
viyorum," dedirtmesi bir film karesidir ve o ana aittir. Ancak,
sevilenlerin arasına başkalarının da eklenebileceği bir gelecek
zaman daima vardır. İnsan, ölmeden önce muhasebe yapma
fırsatı bulmuşsa, hangi aşkı en ön sıraya yerleştirmiş olduğu
nu kaydedebilir. Ama yaşarken, bu sıralamayı "o andaki ken
di"ni veri alarak farkında olmadan yapmıştır zaten . . . Belki de
insan yalnızca "en dürüst" sıralamaya sahip olmak adına ken
dini unutma ve unutulmaya mahkum sanmaktadır.
Bir an için Neruda'ya kulak verelim. Unutmanın - çok
uzun sürse bile - mümkün olduğunu kabul edelim. Peki
unutmak o kadar uzun sürmeseydi, hatırlanmaya değecek
aşklar yaşamak çok daha zor olmaz mıydı?
Ihlamur yolu, 99
54
2
Kadın Erkek
- -
Ey melekle şeytan,
efendi ile köle,
masumla günahkar!
57
derlerini yaşamaya çalıştıkça kendi aralarında bölündüklerini
ve bölünmeye birtakım "dış mihraklar" ın değil bizzat kendile
rinin yol açtığını katiyen görememektedirler.
Onlar bir sabah uyanmış ve takunyalarını fırlatarak topuk
lu ayakkabılarını çekmişlerdir ayaklarına. Filelerini atıp, çan
talarını kollarına takmış ve çıkıp gitmişlerdir evden. Bu alkış
lanacak eylemi, topuklu ayakkabı satın alıp da takunyalarını
bir türlü ayağından çıkarmaya cesaret edemeyen kadınları
dürtüklemek için yaptıklarını haykırmışlardır.
Onlara birtakım şeyleri öğretmeye soyunarak sınıf içinde
kendilerine imtiyazlı bir konum yaratmışlardır. Bu tavırları
kimi öğrencilerini kayırıyor, kimilerini küçümsüyor diye kız
dıkları "erkek hocalar"ınkinden hiç farklı olmamıştır.
Topuklu ayakkabıları olup da giymeyi seçmeyen kadınlara
karşı tutumları da farklı değildir. Takunyaları çıkarır çıkar
maz çöpe atmak gerektiğine inanmışlardır. Başarı öykülerinin
ardındaki fotoğraflarında daima ceketli, topuzlu ve topuklu
durlar. Kendileri gibi uyanmış ama keyif yapma gerekçesiyle
yataktan çıkmayan hemcinslerinin kadınlar sınıfına mensup
olmadıklarını söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.
Zamanla uyanmaya cesareti olmayanlarla, uyanmak iste
meyenler üzerinde eşit şekilde hak iddia etmeye başlamışlar
dır. Hak dağıtmak; ezilenlerin değil, ezenlerin maharetidir.
Hak dağıtan kadınların, ezme edimini tekellerinde tutan er
keklerden farkı yoktur. Hemcinsler içinde cinsiyet ayrımı yap
mak budur . . .
Kısa sürede topuklu kadınların bilinçdışlarında yatanın,
erkek dünyada takunyalı kadınlardan daha itibarlı görünmek
olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü sınıf içi meselelerini erkek
dünyada kabul görmek için teşhir etmeye ve kendilerine birta
kım üstünlükler atfetmeye, kimi kutsal inançları tekellerine
almaya başlamışlardır.
58
Gitgide başarılı birer misyoner olmuş ve daha iyi bir konu
ma gelebilmek için çok fazla mücadele ettiklerini durmaksızın
haykırmaya başlamışlardır. Onay ihtiyacı. Takdir edilme tela
şı . . . Beğenilmek. . . Sevilmek. . . Görüldüğü gibi bunlar yine dişi
değerlerdir. Topuklu ayakkabı giymek, "kadınlar sınıfı"ndan
transfer olmaya yetmemiştir.
Topuklu kadınların erkek dünyada erkeklere karşı verdikle
ri haklı mücadele girişimi, kısa sürede kendi saflarına yönelmiş,
kaleyi içten çökertmeye başlamıştır. Sınıfta iç savaş çıkmıştır.
Yıl sonunda ise olan olmuş, sınıfça sınıfta kalınmıştır. Erkek
hocalar kanaat notu kullanarak kimilerini geçirmeye çalıştığın
da, bazı topuklu kadınların sesi kısılmış, hemcinslerini yarı yol
da bırakmaktan utanç duymamışlardır.
Erkek dünya, elbette bu iç savaştan pek çok fayda sağlamış
tır kendine. Erkeklerin bıyık altından gülümseyerek seyrettikle
ri bir iç çatışmaya neden olduklarını ısrarla görmek istemeyen
bazı küt topuklu kadınların, ayakkabılarını bir tamirciye - ister
istemez erkek - göstermelerinin zamanı çoktan gelmiştir!
Aksi halde kendini Lacan gibi erkek "uzmanlar"ın öğrettik
leri dille tanımlamaktan hiçbir topuklu kadın şikayet etmemeli
dir. . .
Ihlamur yolu, 99
59
Soyunma odası
60
Evet, ben küçük bir kızken de her şeyin bir mevsimi vardı.
Ama mevsimler hiç de bizim ünitelerde öğretildiği sırada gel
miyordu . . .
llk günlüğümün sayfaları hızla doluyordu. Okuldan eve
geldiğimde, kimseye çaktırmadan, sakladığım dolabın arka
sından defteri çıkarır, kilidini açar ve yazmaya otururdum.
Günlük yazmak benim en sevdiğim ev ödevimdi . . .
Gitgide daha cesur olmaya başlamıştım beyaz sayfaların
karşısında. Onlardan hiçbir şey esirgemiyor, kendimi "dibine
dek" bırakıyordum ellerine. Bu bir teslim oluştu. Teslim ol
mak; kendini vermek . . . Kadınlığa ilk adımdı!
Kendimi gitgide daha çıplak hissediyordum sayfalarım
karşısında. Yapraklarını dökmüş bir ağaç gibiydim, sık sık ür
periyordum. . . Bazen de sayfalarımdaki sırlarım biriktikçe
kendimi eşsiz hissediyordum. Benim "öteki yüzüm"ü gören
yalnızca günlüklerdi. Onların önünde soyunmayı öğrenmeye
başlamıştım . . .
Üzerimdekileri tamamen çıkardığımda ilk tanığım yine
günlüklerimdi. Onlar benim soyunma odamdı. Soyunmak;
kadın olmaktır. Kadın olmak ise erkeği anlatabilmektir. Gün
lük kadının ilk erkeğidir . . .
Diğer kız arkadaşlarım gibi ben de günlüğümü mutlaka en
gizli yerlere koyardım. Gizli yer bulmak; başlı başına bir ma
ceraydı. Her genç kızın mutlaka bir "gizli yeri" vardı. Bu, aynı
zamanda bizim kendimize ait ilk yerimizdi.
Zamanla günlüğümü şilte altlarından, dolap arkalarından
kurtarıp kilitli çekmecelere, giysi dolaplarına saklamaya başla
dım. Bu . . . Öyle zevkliydi ki. Kendimi dolabımdaki giysilerin
karşısında soylu hissediyordum. Onlarla işbirliği yapıyordum.
Sırrımı saklamamda bana yardımcı oluyorlardı, ama ne sakla
dığımı asla bilmiyorlardı. . .
Gizemle tanışmak buydu işte. Sonradan, birer kadın ola-
61
rak hepimiz pek çok şey borçlu olacaktık gizeme. Günlük;
okutmak için değil, ötekilerden saklamak için yazılıyordu.
Saklayacak bir şeye sahip olmak, zamanla daha çekici kılıyor
du bizi. Tek kolu çıkmış, tek bacağı kalmış oyuncak bebekler
ise çoktan eski bir sepeti boylamıştı. . .
İlk günlüğüm yerini ikinciye, üçüncüye bıraktı . . . Öteki
kızlar gibi ben de, mevsimi geçince atacaktım günlüklerimi.
Her defterin bir tarihi vardı. Bir günü, bir saati, bir anı . . . Ba
zıları yazıldıktan sonra bir daha hiç okunmadan yırtılırken
bazıları uzun yıllar boyunca tekrar tekrar okunacaktı. Ama
"son okunma tarihi" geldiğinde derhal imha edilmesi gerekir
di. İmha etmenin iki yolu vardı. Ya şömine gibi bir yerde yakı
lacak ya da yırtılıp atılacaktı. Yırtma işlemini çok özenli yapar
dım. Çöp toplayanların parçaları bir araya getirip okumaya
kalkışmasından çok korkardım . . .
Günlüklerin vakti dolduğunda yok edilmesi, okunmak
için değil, sahip olunmak için yazıldığının kanıtıdır. Şu veya
bu sebeple yok edilmeden kalan günlükler ise zaman aşımına
uğramaya mahkumdur. Bir sandık içinde tekrar tekrar miyat
larını doldurmayı beklerler.
Günlük en çok, anlatmaya değer aşk hikayelerine sahip ol
mak için yazılır. Kızlar, günlükleri sayesinde ilk deneyimlerini
ifade etmeyi öğrenir. Anlatmak, yorumlamaktır . . . Bir kız için
kendini tanımanın yolu, kendini yorumlamaktır. İnsanlar
arasında nerede, nasıl yer aldığını merak etmek; kendine şaşır
mak, kendini sorgulamak . . . Günlükler, hayat felsefesine ilk
adımdır.
Biz de en çok kendimizi merak ediyorduk. Geri kalan her
şey; dünya olayları, özel ilgi alanları, uzmanlık konuları . . . Ar
kadan geliyordu. İşte bu yüzden, yaşıtlarımız erkeklerden da
ha çabuk olgunlaşıyorduk. Yaptığımız, kendimizi günlüklere
anlatmak değildi. Bizler, kendimizi günlüklerde arıyorduk . . .
62
Aynı dönemlerde erkek arkadaşlarımız ise araba, futbol
konuşuyor, küfür ediyor, matematik ve fizikte iyi notlar alı
yordu. Becerilerini geliştiriyor, zevklerini oluşturuyorlardı.
Yan sırada oturan kız arkadaşlarının yüzündeki değişimin
seyri, henüz ilgi alanlarına dahil değildi.
Biz kızlar kendimizi anlatarak başlamıştık hayata, ilgi duy
duğumuz bir konuya odaklanma sonradan gelecekti. Erkekler
ise yazmaya kendilerini anlatarak değil, bir konuda anlatacak
şeyleri olduğunda başlayacaklardı. O yüzden kendi sırlarını
teşhir etmek, derinliklerinde ne yattığını merak etmek, kendi
lerini deşmek gibi konularda kadınlar kadar deneyim sahibi
olamayacaklardı.
Kadınların duygularını ifade etmedeki becerilerinin bir ne
deni de eskiden günlük tutmalarıdır. Küçükken günlük tutan
bir erkek arkadaşım olmasını çok isterdim. Büyüdükten son
ra, fikrim değişti. Erkeklerin kadınlara oranla çok daha geç ya
zıp yayınladıkları günlükleri her şeyden önce okunmak için
dir. Kadınların günlükleri ise önce birer soyunma odasıdır. Ve
bir kadın, erkeğin aksine, üzerindekileri çıkarmayı öğrenme
den yazmaya soyunduğunda, dallarından birkaç kuru yapra
ğın habire dökülüp durduğu müptezel bir ağacı andırır.
Ihlamur yolu, 99
63
lki kişilik yalnızlık
Her birimiz Adem ile Havva gibi ideal eşimizi bulmak isti
yoruz. Böylelikle cennete geri dönmeyi ve orada "sonsuza
dek" mutlu olmayı. Halbuki Adem ile Havva, farklı oldukları
nı - eş olmadıklarını - anladıklarında kendilerini ne kadar
yalnız ve mutsuz hissetmişlerdi . . .
64
tirme cesaretinin üzerini örtmektir. Cesaretimizi, güven duy
ma adına ipoteğe alırız, kendimizi nadasa bırakırız. Garantiye
alır, pazarlık yapar, kontrat imzalarız.
Ne için? Mümkün olduğunca kendimizi gözardı etmek
suretiyle bir "çift doğurmak" ve o çiftin ancak bir parçası - ya
rısı - olmak için. Kendimizi yarım saymak işimize gelmedi
ğinden, sözgelimi gelecek mevsime kadar, kibarca erteleriz.
şs s
65
sunmaktır, kendimizden uzaklaşmak, tembelleşmektir. Peki
bu kadar olumsuzlukların yanında neden sürekli eş arıyoruz,
eş oluyoruz?
Çünkü tutsaklık tutkunuyuz . . .
Çiftler ikiyüzlüdür:
Çiftler en sahici oyunculardır. Yalnızken, yan yanadırlar.
Ama ancak kalabalıkta çift olurlar. Çift olmak, sosyal bir kim
liktir. Mahremiyete dönüldüğünde takkeler düşer: En felaket
kavgalar edilir, en büyük nefretler yaşanır. Unutulmaz. Bir da
ha yalnız kalındığında hatırlatılmak üzere sineye çekilir.
Kalabalığa çıkınca her şey bir anda değişir. Maskeler takılır
ve iki kişilik gerçek, kendini sosyal bir oyunda sürdürür: Baş
kalarının yanında "ideal eşimizi bulmuşuz gibi" davranırız.
Hatta eşimize de onu affetmiş görünürüz. Öfkeler ilk patla
maya kadar birikir . . .
66
Eş olmak her şeyi önceden bilmektir:
Birisiyle birlikte olmak, "bu kez son" inancıyla başlar. Öte
yandan, ancak tek başına olmayı bilenler, çift olduklarında
ideal eştirler. Belki de en çok onlar bilir eşlerin değerini, ne tu
haf. . .
Çift olmaya karar verildiğinde bunun, tek başınalıktan bir
önceki durum olduğu herkesçe mal�mdur. Yine de eşimizle
bir yolculuğa çıkmayı, hatta balayı yapmayı, onunla hiç gerde
ğe girmemiş olmaya yeğleriz. Adam Phillips'in deyişiyle "çifte
- iyi çiftleşmelere - olan inancımız umut duygumuzun ölçü
südür."
!ki kişiyken iki kez yalnızlaşırız:
Walter Benjamin'in kaygısı kayda değerdi: "Birlikte ölüme
giden çifti aynı mezara gömmek mümkün olmayacak." Yal
nızken beklentilerimiz, bizi eş olmaya sevk eder ama eş olunca
da beklentiler beklemeye dönüşür. Beklemek hayal kırıklığı
dır. Ancak yerine getirilmeyenlerdir beklediklerimiz. Fedakar
lık, özveri, uyum, uzlaşma, idare etme, alttan alma gibi lü
zumsuz alışkanlıklar kazanırız. Yalnızca yanımızda biri
varken başımızı dayamaya ihtiyaç duyarız. Tamlığımız yarım
kalmasın isteriz. Tek olduğumuzda ise beklentilerimizin kar
şılığı yoktur. Bu yüzden de her şey daha kolaydır. Halledilebi
lir, geçiştirilebilir . . .
Taleplerimizle huzursuzlaşır, karşılanmayan beklentileri
mizle hırpalanırız. Hırpalandıkça daha çok bağlanırız. Birlikte
olmak için sarfettiğimiz emek, eşimizden ayrılmamızı engel
ler. Beklentilerimiz karşılanmadıkça çoğalır, onlar çoğaldıkça
biz azalır, yalnızlaşırız . . .
lkitelli, 97
67
Duvardaki çatlak
68
Gündelik hayatımın hiçbir anını aşk yaşayarak geçirmedik
birlikte. Benim heyecanlarımda, öfkelerimde, coşkularımda o
hiç olmadı. O, benim herkes çekildikten sonra, yorganımın al
tına girdiğimdeki yüzümdü. Ona hep orada rastladım. Birbi
rimizi hep orada tuttuk.
Gündelik hayatı paylaşmanın, biriyle yakınlık kurmak için
tek koşul olmadığını onunla öğrendim. Sonra bunun başka
hiçbir kadın erkek ilişkisinde kolay kolay yaşantılanamayaca
ğını da öğrendim. Bütün bunları, bana öğretme gibi bir niyeti
olmayan bir insandan öğrenmekle, kendime nasıl bir hediye
vermiş olduğumu da kimseye anlatamadım.
Halbuki o, kendisine aşık olabilen kadınlara kayıtsız davra
narak, hepsiyle aynı ilişkiyi kurarak yaşamayı öğrenmişti an
cak. Kendine hediye vermenin mutluluğuna değil, ceza ver
menin acısına aşinaydı . . .
Paris'e gitmeyi nasıl da istiyordum onunla. O dı!' bir türlü
reddetmiyordu teklifimi . . . Sonra bir gün aslında onun gitme
ye hiç niyeti olmadığını anlayınca nasıl da yıkılmıştım. Haya
tımda onun kadar kimse hayal kırıklığına uğratmadı beni.
Çünkü kimse onun kadar hayal kurmama izin vermedi . . .
Beni birkaç kereler terk etti. Sebebini hiçbir zaman anla
madım, hiçbir zaman bilmek istemedim. Kendi inancımla ya
şamayı seçtim. Ben de onu terk ettim pek çok kez. Ama ondan
her ayrılış, ona ne kadar yakınlaştığımın habercisiydi. Çünkü
hiçbir ayrılış bir kopuş değildi . . .
Aşıkken hep kızıyordum ona. Beni aramadığında bir tek
nedeni olabilirdi; benimle olmayı istememek. Ona, onun için
den bakabildikçe öfkem de dinmeye başlamıştı. Bir insana
içinden bakmak ancak, kendimden dışarı çıktığımda müm
kün olmuştu. Halbuki aşıkken bu öyle zordu ki . . .
Kaza geçirdiğinde beni - biiini - üzmemek, bana yük ol
mamak için aramamıştı beni. Yük olacağını düşünmek de ta-
69
bii onun kusuruydu; aşkı yok saydığını gösterme telaşında
olan birinin kusuru! Ona kalsa gündelik hayatta birlikte ol
mak, eğer kırk yılın başı değilse, ancak ihtiyaç için mümkün
dü; rasyonel nedenlerle. İhtiyaç? Tanrım, bir arada olmayı is
temek için ne kadar yetersiz bir neden!
Aşıkken beni istemediği için "hep böyle yaptığına" inanır
dım. Rasyonel nedenlerini anladıkça, onu kabullenmenin hak
vermekten geçmediğini de görüyordum . . . Onda uçsuz bu
caksız görünen, derinlik değil bir tür delilikti . . .
Bir gün belki de ilk kez şöyle demişti bana: "Beni üzüyor-
sun, yapma böyle . . . " Yoksa daha önce de demiş miydi? Hatır-
layamıyordum bile . . . Çünkü yarı alaylı bir biçimde hep şöyle
sormuştum ona: "Acaba arada bir ben de üzüyor muyumdur
seni?" Onu gerçekten üzebilecek kadar önemsendiğimi dü
şünmemiştim daha önceden. Aşkım nasıl da saptırıyordu be
ni. . .
Sonra o kaza geldi. . . Kazadan sonra onu görmeye gittim.
Karanlıktı. Arabadan çıkmış, penceresine bakıyordum. Bir
den olduğum yere çivilendim. Orada, perdenin önünde yaralı
bir Tanrı gibi duruyordu. Beyaz, dik, kanlı ve sert! Ölümden
gelmişti ve hala buradaydı.
Öylece bakakaldım . . . Sonra hemen geri dönmeyi düşün
düm. Bir daha bundan yakın olamazdım ona . . . Korktuğu ol
muştu, değmiştim ona. "Duvardaki çatlağı" fark etmiştim . . .
Hızla gözümü alıyordu.
Günler sonra onu ilk kez terk ettim. Bu kendime verdiğim
hediyeydi, ama ona ceza etkisi yapacaktı. Çünkü onunla asla
paylaşamazdım. Duvardaki tek çatlağı yalnızca karşıdaki gö
rebilirdi.
Ihlamur yolu, 99
70
Yazarın kadını
71
Erkek: Bakın, geçen gün ne oldu . . . Arkadaşlarımızın evin
deydik. Sinemacılar, mizah yazarları, edebiyatçılar . . . Kalaba
lık bir gruptuk. Bizimkisi birden bire "Aaa Angelopulos mu;
hani şu meşhur saksofoncu!" diye atılıverdi. İnanın, kıpkırmı
zı oldum. Yerin dibine geçtim. Madem bilmiyorsun, hiç değil
se dilini tut be canım!
Benimle birlikte yaşayalı üç yıl oluyor, en temel şeyleri bile
öğrenmemekte hala direniyor. Onu Angelopulos'un bir filmi
ne de götürmüştüm halbuki.
Kadın: Onun yüzünü kızartıyormuşum. Peki o halde niçin
hala benimle birlikte? Beni aşağılamak ona ilaç gibi geliyor da
ondan. Biliyorum beni neden bırakmadığını. Bırakamıyor
çünkü! Ona olan aşkım onu büyülüyor. Kendini üstün bulu
yor. Ben onun komplekslerinin üzerini başarıyla örtüyo
rum . . . Bir de tabii, beni değiştireceğini sanıyor. Anlamıyor ki,
ben halimden çok memnunum.
Size şunu da itiraf edeyim, asıl onu beğenmeyen, fazla labi
rentli bulan benim. Bazen ona bakıp kocaman bir beyinden
ibaret olduğunu düşünüyorum. Her şeyi beyniyle yaptığını
söylüyor. Sonra da bana, güzelliğimin onu hiç etkilemediğini,
beynimin içindekilerin önemli olduğunu söylüyor. Bu yüzden
her kitabı - bana uysun uymasın- okumalı, her filozofun yak
laşımını öğrenmeliymişim. Bunları öğrenmeden sağlıklı yo
rumlar, değerlendirmeler yapamazmışım.
Aslında güzelliğim onun son derece umurunda. Ama ken
dine bunu itiraf edemiyor. Bir entelektüel olarak bunlara
önem vermezmiş, o hep daha uhrevi şeylerin peşindeymiş gibi
davranıyor. Ayrıca hayatta benim hiçbir şey bilmediğimden
bu kadar emin olması ve bana her şeyi öğretmeye soyunması
ayrıca incelenmesi gereken bir davranış değil mi?
Erkek: Ona, "Hayatta herkes aşık olma yetisine sahip değil
dir," diyorum. Tanrı bize yeme, korunma, üreme gibi içgüdü-
72
ler vermiş ama, aşk verili bir şey değil. En ilkel tarafımızda aşk
yok. Aşk, sözle geldi. Öyle ya, dilimiz yokken, düşünmüyor
duk ki. Demek ki aşk insanoğlunun düşünmeye başlamasının
ürünü. Biz aşkı öğrendik. Aşk, bir kültürdür. O halde hepimiz
aynı yoğunlukta aşk yaşayamayız. Daha kültürlüler, daha iyi
aşk yaşar.
Ona diyorum ki, «Hayatı ve kendini daha iyi tanırsan, aş
kın da daha güçlü olur." Kendini tanıması için de bir şeyler
yapması, üretmesi gerekiyor. Hem o zaman, eminim ki, bana
küçük ihmallerim yüzünden bu kadar kızmaya gerek duyma
yacaktır. Küçük ihmallerim neler mi? Bildik şeyler işte, her ka
dının kızdıklarından: Arayacağım deyip aramamam filan ca
nım . . .
Kadın: Onun küçük şeyler diye aşağıladığı hayatın ta ken
disi. Yüce ve karmaşık şeylerden bahsederken aslolanları, ba
sit, sıradan ama en özümüzde çok büyük olanları göz ardı edi
yor. Deliler gibi, her şeyi sonuna dek yaşayan benim! O ise bir
kez doğru dürüst yaşamanın tadına varmadan ikinci kez yaşa
manın telaşına düşüyor. İkinci kez yaşamak ne mi? Yazmak
tan bahsediyorum canım! Kendini bir yazar olarak iyi ifade
ediyor da, bir erkek olarak . . .
Neyse, siz de takdir edersiniz, benden bir şeyler öğrenme
mesi mümkün değil. Ama bunu kabul etmemesi beni çıldırtı
yor. Çıldırırken bile seviyorum onu . . . İşte böyle seviyorum
onu; bana büyüklük tasladığında. Kendini dünyanın en
önemli insanı sandığında. Bunları ona söylemeye çalıştığımda
bana ne dedi, biliyor musunuz? "Marguerite Duras'nın Somut
Ya�am adlı kitabında yazdıklarını okursan, bana olan duygu
larını daha iyi değerlendirebilirsin!"
!kitelli, 98
73
lşgale uğrayan erkekler
74
dedim yeniden. "Olur mu, benim için zorluğa girme, buna
değmez," dedi.
Ufak bir anın gitgide büyümeye, abartılmaya başladığını
seziyordum. Karşımdaki kendini ne sanıyordu? Dünyanın en
zahmetli işini, büyük fedakarlıklar filan göstererek yaptığımı
mı? O anda arkadaşımı rahatlatma ihtiyacı duydum ve olayı
önemsizleştireceğine inandığım bir bahane uydurdum:
"Bütün o yolu tek başıma döneceğime, bir iki laf ederek
dönmeyi tercih ediyorum. Yoksa senin için özellikle bir şey
yaptığımı sanma!" İnsan, yapmak istemediği bir şey için karşı
sındakine teklifte bulunur mu hiç?
Lütfen şu hale bakar mısınız: Benden kendisi için bir şey
yapmamı rica eden arkadaşım ve bunu ille de yapmak için ona
ısrar eden ben! Tanrım! Sonra aklıma geldi. Belki de bu arka
daşım, kendi istemediği şeyleri yaptığı için - hayır diyemedi
ğinden - başkalarının da kendisi gibi olduğunu sanıyordu.
Bir erkek arkadaşımın, yıllar boyu ona ikram ettiğim ye
meği aslında bana ayıp olmasın diye yediğini - laf arasında -
fark ettim. Meğer o yemeği hiç sevmezmiş. O zaman, "Sen
Allah bilir, daha ne çok şeyi istemeye istemeye yapıyorsun
dur ve karşındakiler bunu asla farkında değillerdir," dedim.
Ve ekledim: "Ama bu karşındakilerin değil, senin sağlığını
bozar."
Derken bunun çok sık rastlanan bir erkek tavrı olduğunu
gördüm. Kendilerini işgale izin vere vere karşılarındakini ıs
rarcı konuma düşüren bu erkeklere, aslında durumun onların
yaşantıladığı gibi olmadığını anlatmak mümkün değildi. Ve
tıpkı otoyolda kadın sürücülerin uğradığı tacizde ne hissedi
yorsam, bu durumda da hissettiğim aynı: Panik, asabiyet,
haksızlığa uğrama ve kırılganlaşma . . .
Bu bahsettiğim ruh hali de erkek dünyada kadınlara özgü
bir defo. olarak algılanır ve kadınlar da kendilerini en çok er-
75
keklerin önünde "gerçekleştirdiklerinden" erkeklere inanır ve
bu ruh halini benimserler.
Erkekler bile isteye kadınların kendilerini işgal etmesi doğ
rultusunda davranıyorlar. Halbuki işgalci kadın diye bir şey
yok, kendilerinin işgale uğramasına izin veren erkekler var.
Kısacası kadınların işgalci özelliğini pekiştiren, erkeklerin
ta kendisi. Ve ne yazık ki işgalci konumuna düşen kadınların
terk edilme ve sevilmeme korkusuyla erkeklerin nasıl da canı
nı sıktıklarına tanık olmaktan yoruldum.
Yine bir örnek. Bir erkek arkadaşımın evindeyiz, karşılıklı
konuşuyoruz. "Aaa ne güzel çiçekler, nereden çıktı bunlar!"
şeklinde bir söz dökülüyor ağzımdan. Bir ünlem cümlesi! An
lık. Ama sanki bu cümlenin altında bir merak, bir şüphe, bir
hesap sorma saklıymış gibi bir ifadeye maruz kalıyorum bir
den:
"Biri getirdi işte . . . " Kendimi durduk yerde işgalci konum
da buluveriyorum. Beni bu duruma nasıl düşürdüğünü kar
şımdakine hiçbir zaman anlatamayacağım . . . Anlatmaya kal
kıştığımda farklı erkeklerin cevaplarında hep aynı şey gizli:
"Benim için bir şey yaparsan kendimi sorumlu hissederim.
Vicdan azabı duyarım, çünkü karşılığını veremeyebilirim. Bir
şey vaat edemezsem sen kırılırsın. Kırılmam hiç istemem . . . "
Tanrım! Farklı senaryolarda hep aynı replikler!
Biz kadınları işgalci yapan asıl tavır bundan sonra başlıyor.
işte bir örnek de bunun için: Bir erkek arkadaşımla akşam bu
luşmak için sözleşmişim. Birlikte yemek yiyeceğiz. Bana,
"Randevu günü için saat kararlaştırmak üzere seni arayaca
ğım," dedi. Ve ne o gün, ne de ertesi gün aradı.
Şimdi bana, "Sen niye onu aramadın, " diyebilirsiniz. Tam
da bu yüzden; onun beni işgalci bir kadın sanmasını istemedi
ğimden. Onu sık boğaz etmemek için, onun kriterlerine uy
mak için . . . Bugüne dek böyle durumlarda hep aramış ve aynı
76
isteksiz tavra maruz kalmıştım. Ertesi gün bir de ne duyayım;
mide kanaması geçirip hastaneye kaldırılmış.
İşgalcilik, kendi başına bir kadın tavrı değil. Kendilerini iş
gale uğratan erkekler var. Ve işgalci görünmemek için kendi
tavırlarını değiştirmek zorunda kalan kadınlar var. Ve bütün
kadınlar mutlaka aynı erkek nakaratını tekrar tekrar duyuyor
lar: "Ne kadar da işgalcisin!"
Bence asıl işgalci olan, tam da erkeklerin bu tavrı!
lkitelli, 97
77
Gönüllü faşizm
78
muştur. Madeleine ise yatağında soldukça solmuş, bir deri bir
kemik kalmıştır. Aralarında son derece sade bir diyalog geçer:
"Yanaklarınız çökmüş, gözleriniz içeri kaçmış, elleriniz ne
kadar da zayıflamış Madeleine."
"Sizin tarafınızdan terk edilmek çok hoş."
"Sesiniz eskisinden daha zayıf."
"Sizinki daha da yükselmiş."
"Üzgün olmasanız olmaz mı? Ne kadar da zayıflamışsı-
nız."
"Acımın yeni olduğunu söyleyemem."
"Bana kırgın mısınız?"
"Evet."
"Bir zamanlar size yaptığım şey yüzünden bana hala nefret
duyuyor musunuz?"
"Yalnız size karşı değil! Kendime karşı da hınç duyuyo
rum. Önce sizin arımızla kendimi bir köşede kurumaya bırak
tığım için, sonra yalnızca keder içinde yaşadığım için kendi
kendime de kızgınım."
Marais, gülümsemeye başlar ve bir zamanlar birbirlerine
nasıl dokunduklarını hatırlatarak, bütün bunları anımsadığı
nı söyler. Madeleine'i teselli etmektense, kendi anılarının sar
hoşluğuna kapılmayı seçmiştir.
Evet, size de aşina gelmiyor mu bunlar? Delikanlı kızın ha
la kendisi yüzünden üzgün olduğunu kabullenmek istemiyor,
çünkü kendisinin onu bu kadar üzmüş olabileceğine ihtimal
vermiyor. Madeleine'in üzülme potansiyelini görünce, bütün
sorumluluğu üzerine almak istememesi doğal değil mi?
Peki Madeleine neden bu kadar üzülüyor kendi kendine?
Siz de kendinizi, kendi kendinize üzülürken bulmadınız mı
hiç? Çok mu "arabesk"? Yoksa siz de kendinize, bu kadar
üzüldüğünüz için, hınç duyuyor musunuz tıpkı Madeleine gi
bi?
79
Madeleine'in, "Sizin tarafınızdan terk edilmek çok hoş"
sözlerine bakın. Sevgilisini ne kadar da yüceltiyor! Daha çok
aşık olan, terk edilen ve daha çok üzülen de o olmamış mıydı?
Madeleine, karşısındakine ta başından beri sessizce, hatta
onun iznini almadan kendini teslim etmişti.
Ve ilişkileri boyunca hep gönüllü kölelik eden taraf oldu.
Acısını tükettiğinde de intihar etti. Marais yüzünden canına
kıydı demek çok kolay olmasa gerek. En fazla, bu onun seçi
miydi gibi bir şey diyebilirsiniz.
Hiç kimse kendi kendine efendi ya da köle olamaz. Bunun
için en az iki kişi olmak gerekiyor. llişkilerimiz de, gönüllü
kölelik - ya da efendilik - bittiğinde, aramızda çırılçıplak bir
faşizm kaldığında tükenmeye yüz tutuyor. Faşizme gönüllü
kaldığımız sürece hem kendimize hem karşımızdakine "ken
diliğimizden" katlanıyoruz. İşte gönüllü faşizm!
lkitelli, 97
80
O, sırtını dönmüş uyurken . . .
ŞS 6
81
türlü anlamadılar . . . Kadınlar eskiden olduğu gibi, şimdi de
son kertede hep güçlü, inisiyatif kullanan erkekleri seçiyorlar
dı.
Artık kendi adıma şuna inanıyorum: Erkeğin uykuya dal
madan, kendini en rahat ve en güvende hissettiği an, sırtını
döndüğü andır. Kendini teslim ettiği biricik an . . . Ve benden
önce uykuya dalmışsa her şey yolunda demektir . . .
O zaman dönüp ona sarılabilir, ona dokunarak huzurlu
bir uykuya dalabilirim. Sevilerek değil, severek uyumanın zev
kini yaşarım. Hem sonra, yorgun argın uykuya dalan bir erkek
o kadar kolay uyanmaz. Sırtından yüzüne bakabilir ve gün
içinde hiç tanık olmadığım bir haliyle karşılaşabilirim. Çok
ciddi, kahraman bir edayla uyuyan çocuk . . . ona birikmiş öf
.
kem varsa, gidermek için ideal bir yoldur bu.
Marguerite Duras'nın sözleri de yol gösterebilir bana:
"Tıpkı çocuklarınki gibi, erkeğin gereksinimlerini karşıla
mak gerekir. Ve bu genellikle büyük bir zevktir kadın için. Er
kek, iki kilo patates alınca kendini kahraman sanır. Çocuk gibi
savaşı, avlanmayı, balık tutmayı, motorları, arabaları sever.
Uyandığında böyle görünür. Ve kadınlar erkekleri işte böyle
severler. Bu konuda kendini kandırmak gereksiz. Erkekleri
çocuksu, acımasız halleriyle severiz, avcıları, savaşçıları seve
riz, çocukları severiz. "
Kadınlardaki anaç yan, yalnızca erkekleri "çekip çevirme"
telaşındayken değil, uyumalarını seyrederken de ortaya çıkar.
Ve bu, kimi zaman bazı kadınlardaki "erkek imajı"nı bir neb
ze olsun yumuşatabilir:
"Erkekseniz, eşinizle yaşayan, onunla sıradan, yararcı, mi
desel, sevgisel ilişkileri kuran benliğinizdeki ikinci erkektir.
Ama içinizdeki büyük adam, bir numaralı adam, belirleyici
ilişkileri yalnız hemcinsleriyle kurar."
İşte Duras'nın bu saptaması, başta anlattığım kadınların
82
kendilerini haksızlığa uğratmaya eğilimli hale gelmesini en
gelleyebilecek bir bakıştır. Erkeklerin, öteki erkeklerle girdik
leri ilişkilerin onlar için daha belirleyici olmasını izleyebilen
bir kadın, oradaki naifliği görecektir. Gördüğünde de, ihmal
edilişine sadece gerçekten ihmal edildiğinde kızacaktır.
Erkekleri, aralarında futbol konuşurkenki kahraman eda
larıyla, kaba incelikleriyle, gösterişli olma çabalarındaki sakar
lıklarıyla, birbirleriyle sohbet ederkenki "rekabet dolu ittifak
ları"yla sevebilen bir kadın, mutlu bir kadındır. Ve gece yatağa
girdiğinde, erkeği sırtını dön meden önce o uykuya dalabilir!
Ihlamur yolu, 99
83
Kadına sözlü, erkeğe yazılı
Latin atasözü "söz uçar yazı kalır" der. Yazı, yazıldığı yerde
katdığından olsa gerek, bellekte iz bırakan sözlerdir. Sözler
uça uça gelir, bellekteki yerlerini alırlar. Mektuplar yırtılsa,
notlar silinse de geriye kalan sözlerdir. tlişkilerde sözlerin tu
tulması için yazıyla belgelenmesi gerekmez.
Ticari ilişkiler söz konusu olduğunda - para kirlettiğin
den - güven duymak inanmanın önüne geçer. Yazılı bir akde
ihtiyaç duyulur. Kamu hayatında her sözün yazılı bir güven
cesi vardır; kira sözleşmesinden ateşkes anlaşmasına kadar.
Ötekiyle aramızda yazı değil, söz vardır. Kutsal Kitap'ta da
önce söz vardı. llişki söz demektir. Söz, bizler yok olduğu
muzda bile tamamen uçup gitmez, ötekilere aktarılır. Yüzler
ce yıl sonraya taşınan gelenekler yazılı değildir. Tutumları ve
sözleri içerir. Zaman içerisinde toplumdan topluma yorum
lanmak suretiyle aktarılır. Halk kültüründe sözün gücü inkar
edilemez.
Söz kadındır. Çocuğuna sözle aktarır. Medeniyet böyle ge
lişir. Medeni· olmanın (sivilize olmak) bir anlamı da sivil ol
maktır. Savaşan ve barışan, asker olan, üniforma giyen erkek
tir. Erkeğe göre sivil olan, masum kalan, savaşın ve davanın
dışında tutulan kadındır. Medeniyet kadındır. Bir toplumun
medeniyet düzeyi en çok kadınlarına bakarak belirlenir. Ka
dın haklarına saygılı bir topluma medeni toplum denir. Nilü
fer Göle'nin dediği gibi, medeniyetlerin mihenk taşı kadındır.
84
Erkek barış anlaşmalarını, kanunları, tarihi yazar. Aşk
mektubu, aşk şiiri yazar. Sözlerinin kalıcılığına ikna olmak
- ve etmek - için, onları yazıyla güvenceye alır. Yazıyla ebe
dileşir, ebedileştirir . ..
Evin dışına çıkıldığı andan itibaren, toplumsal hayatta er
kek kadın üzerinde söz sahibi olsa da, evin içinde söz sahibi
olan kadındır. Yüzyıllar boyu, erkekler ev içindeki bu kader
sizliklerinden olsa gerek, dış dünyadaki itibarlarını korumak
için yasalar yaparak - yazılı olarak - haklarını belirlemişlerdir.
Resmi tarihte yazılmamış olanların ardından genellikle kadın
seslerinin duyulması boşuna değildir. Hitler'in ya da Stalin'in,
aldıkları toplumsal kararlarda anneleriyle ilişkilerinin nasıl bir
rol oynadığı resmi tarihte yer almadığından dedikodu düze
yinde aktarılır.
Kadınlar ötekilerle ilişkilerinde sözü temsil ederler: Ço
cuklarına ninni söyler, nasihat ederler. Erkeklerine vesvese ya
par, dırdır ederler . .. Bir araya geldiklerinde ettikleri sohbet,
özel şeylerini anlatmak üzerine kurulur. Kadınlar sözle tanım
lanır, kadınlara sözle kur yapılır.
Erkekler, ilişkilerinde sözün gücünü göz ardı ederler. Ka
dınları bir aşk şiiriyle tavlamanın yeteceğine inanırlar. Halbu
ki kadın için aşk şiiri almaktan daha önerrılisi, sık sık ne kadar
sevildiğini belirten sözler duymaktır. Erkeğin yazdığı aşk
mektubu veya aşk şiiri görünürde kadınını yüceltme, aşkını
kanıtlama amacı taşır. Gerçekte ise kendisinin neler yaratabi
leceğini görmek için meta etmektedir aşkını. Erkek için yaz
mak - yazı yoluyla kalıcı olmak - aşkının nesnesine duyduğu
biricik aşkı göz ardı ettirir. Aşkının öznesi, nesnesinden daha
önemlidir. Yazılan her aşk şiiri, yollanan her aşk mektubu bi
ricikliği yok eder. Mektubu alan kadım, öteki kadınlardan biri
kılar.
Kadınların yazdığı aşk mektubu ise bir türlü tamarrılana-
85
maz. Her an yeni ve söylenmemiş bir şey bulunur çünkü. Ka
dınlar söze döktükçe aşık olurlar. Aşık oldukça da kendilerin
de söyleyecek yeni bir şeyler keşfederler. Onlar için de aşkın
nesnesinden çok öznesi önemlidir. (Artık aşkın tek kişilik ol
duğu gerçeğiyle yüzleşmek gerek.)
Darian Leader'a göre kadınların yazdıkları her mektubu
yollamamalarının ardında yatan, aşklarının sürdüğü gerçeği
dir. O yüzden bazı kadınlar mektubu ancak aşk bittiğinde
gönderir. Son sözü, terk edilse de kadın söyler.
Leader'ın dediğine göre, kadın aşk mektubunu erkek tara
fından kendine sunulan bir arzu ya da aşk nesnesi olarak gö
rür. Mektubun kendisine yollanmış olması içinde yazılanlar
dan daha önemlidir. Erkek ise kadından aldığı aşk mektubunu
bir mesaj olarak algılar. Aşkını söze döken kadının mesajıdır
hu. Erkeğin aşkına bir karşılıktır.
Alınan mektupların farklı algılayışları getirmesi rastlantısal
değildir. O halde, birbirlerinin beklentisi doğrultusunda hare
ket ettiklerini söylemek mümkündür. Çünkü Leader'ın dediği
gibi kadın olmanın anlamı, bir erkeğin arzuladığı kadın ol
makta yatmaktadır. Aşk sözleri almak ya da duymak, bu yüz
den kadınsı bir beklentidir. Aşkına yanıt beklemek, aşkın nes
nesine sahip olmak içinse önce aşkı dile getirmek gerekir. Bu
da erkeksi bir beklentidir.
İşte bu, kadınla erkek arasında kuralları yazılı olmayan
ama hep aynı şekilde oynanan bir oyundur. Nedeni de belki,
bellekte kalanın, barış anlaşması maddelerinden çok aşk söz
leri olmasıdır!
Ihlamur yolu, 99
86
Yine yazdın!
87
zabilmek için. Beni kendine malzeme ediyorsun. Yerimde
kim olsa fark etmeyecek.
Ben: Neler söylüyorsun sen ! Evet, kendimi önemsiyorum.
Yazılarım hakkında konuşulmasından haz duyuyorum. So
nuçta bu sayede başyapıtımı yaratıyorsam, şu kadarcık kapri
sim de olsun yani!
Sen: Sevgilim, bana hep okuyucu rolü veriyorsun. Nedir
alıp veremediğin benimle? Lafı dönüp dolaşıp büyük bir yazar
olduğuna getirmenden çok sıkıldım artık! İnandırıcılığın da
kalmadı!
Ben: Şuna bakın, şuna! Neler duyuyorum böyle! Hemen
bürün o mağdur pozlarına. Kolayına geliyor değil mi? Başka
türlüsünü bilmiyorsun ki sen! Yaratıcılık sıfır. Nasıl yazıyor
sun, onu da anlamıyorum.
Sen: Rica ederim kes şunu artık!
Ben: Sana yazdığım şiiri ne çabuk unuttun? Onu okudu
ğunda hiç de böyle kızgın değildin. Nasıl da sevinmiştin, ha
tırlasana bebeğim . . .
- Sen: Bak nasıl da yumuşatmaya çalışıyor beni! Sen kendini
ne sanıyorsun ha? Beni yazılarınla tavlayacağını mı? lyi yazı
yorsun diye bana ettiğin hakaretleri unutacağımı mı sanıyor
sun! Yok, bir de seni bağışlayayım bari!
Ben: Sen de bana bir kere özür yazmıştın. Sana çok kızgın
dım ama yine de yazdıkların o kadar güzeldi ki, seni o anda
bağışlamıştım. Ama nerede sende bu mizah!
Sen: Bütün yaşadıklarımızı yazıya malzeme gibi görmene
dayanamıyorum artık. Senin yüzünden yazamıyorum, yaşaya
mıyorum. İronimi kaybettim. Boğuluyorum. Boğuluyorum!
Ben: Sakin ol, bitanem. Eskiden nasıl da iyi çalışırdık bir
likte. Sen benim yazdığımı gördükçe heveslenir, otururdun
masanın başına . . . Yazılarımızı birbirimize okuturduk . . . Ne
den artık böyle olamıyoruz? Nerede sorun ha?
88
Sen: Hala farkında değil misin? Biz birbirimizle değil, ken
dimizle didişiyoruz.
Ben: Çok haklısın canım . . . İşte şimdi çok iyi anlıyorum se
ni . . . Senden başka kimseyle yazamam ben.
Sen: Oh sevgilim, çok haklısın. Hiçbir şeyi bir kere yaşa
makla rahat bırakamıyoruz biz, değil mi? Hayatta senden baş-
ka kimsede bulamadım aynı şeyi . . . Gel yanıma, öp beni, son-
ra da otur bakalım masanın başına . . .
Ben: Seni seviyorum.
lkitelli, 98
89
Sadık okuyucu
90
mamış gibi nasıl yapacaktı? Hayatta yapacağı tek şey kalmıştı:
Yeniden gazeteyi açmak.
Kendisine yazıldığından bir daha emin olmak istedi. Harf
ler arasında seksek oynarken dişi hezeyanlara da kapıldı bu
yüzden. Kaderini merak edip eline tebeşir alan her kız çocuğu,
alevden okların peşinden gitmiş midir diye. Başı daha önce
hiç böyle dönmemişti. Evet, her yazının tek bir okuyucusu
vardı. Ve yeryüzünde bir yazar, o okuyucusunu bulmuştu işte.
Mavi tebeşirleri onundu artık.
On iki gün sonra hiç tereddüt etmeden kocasına el salladı
ve dönüp faytona bindi. Faytoncu onu paralellerle meridyen
lerin kesiştiği yere götürdü.
Hiç korkmuyordu. Büyük Karşılaşma'ya gidiyormuş gibi,
yazarının buyurduğu bütün ritüellere uymalıydı; adrese gitti,
üst kata çıktı, yerlere baktı, mum yaktı, sayfayı çevirdi. Sonu
na dek itaat edecekti.
Yazarını hiç görmemişti daha önce. Neye benzediğini bil
mıyordu. Çok da merak etmiyordu. Çünkü kendisine merak
etmemesi söylenmişti. Büyük Karşılaşma gerçekleşmese bile
parallelerin arasında seksek oynamaktan vazgeçip geri dönme
yeceğini biliyordu artık. Kendine ihanet etmesi mümkün de
ğildi. Pablo Simon'dan, en güçlü anahtarların en basitleri ol
duğunu öğrenmişti. "Doğanın tüm kapılarını açanlar
onlardır. Şimdi yukarı çık, ne istersen onu yap ve yetmiş iki
saat sonra, gece yarısı buraya dön," demişti yüzyıllar önce Gi
ordano, Pablo Simon'a.
O da ne isterse yapmıştı, artık "dönme vakti" gelmişti. Ya
zarı onu bekliyordu. Fayton durdu. İnerken tökezledi ve çora
bı kaçtı. Kaçmış çorabıyla, mavi bukleleriyle, derisinin altında
iyice belirginleşmiş yüreğiyle, mavi tebeşirleriyle kapıyı çaldı.
lkitelli, 98
91
3
Ben'lik
95
önceki gibi, kalabalıktakilere gülücükler dağıtmaya devam et
ti. Açık olan mutfak kapısından içeri girdim. Başka kimse kı
pırdamamıştı yerinden . . .
Kimseyi üzmemek için ağaçtan düştüğümü gizleyecektim
ben de. Çok kolay bir yalan bulmuştum. Ama onu söyleyecek
kimse yoktu. O günden sonra b ütün çocukların kendi yalanla
rını söylemeyi öğrenmesini, söyleyecekleri yalana inanacak
velilere sahip olmasını diledim.
Ben de "zarif yalanlar kontenjanı"mı hak edecek yeni bir
veli bulmalıydım. Madem benimle kimse ilgilenmemişti, her
kesten esirgeyecektim yalanlarımı. Sadece doğruları söyleye
cektim. Böylelikle onlar üzülmesin diye iyiliklerini düşünme
ye vakit de ayırmayacaktım.
Sonradan, doğruları söylemekten başka çarem kalmadı
ğında, bunun dürüstlük değil alışkanlık olduğunu anlamaya
başladım. Doğruları söylediğimde, daha doğruların daima
varolduğunu da . . .
Geçmişimde bir de pikap vardı. . . Turuncu bir pikap hedi
ye edilmişti bana. Küçücüktü, tam bir çocuk pikabı. 45'likler
için yapılmış, üstü kapalı bir cihazdı. Hoparlörleri üzerindey
di. Plak, pikabın aralığından içeri itilmek suretiyle çalardı. Ba
na bazı güzel plaklar da alınmıştı. Ama ben evdeki başka bir
plağa takılmıştım. Gidip gelip onu dinliyordum: Hümey
ra'nın söylediği Yahya Kemal'in Sessiz Gemi' sini. . .
Dinlemekle de kalmıyor, ağlıyordum. Meçhule giden ge
minin hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce yol alması beni o ya
şımda çok ama çok üzüyordu. Sanki bir şeyleri kaybetmiş
tim . . .
Saura'nın bir filmini izlemiştim. lki küçük kardeş, evde
olup biten talihsiz olaylara inat odalarına kapanıp ısrarla aynı
plağı çalıyorlardı. Evin camları şangırdayarak yere indiğinde
ben de onlar gibi sonuna dek açtım pikabımın sesini. Kardeş-
96
lerin gücüydü bu; çocukluklarını suiistimal edenlere başkaldı
rıştı. Pikabın etrafında birbirlerine sarılıp ağlaşıyorlardı. Gali
ba anlamıştım: Bir çocuğun içindeki kayıp duygusu, büyükle
rinin eseridir. Durduk yerde hiçbir çocuk melankolik olmaz.
Çocukların uzattığı ellerin boşlukta kaldığı, seslerinin du
varda yankıladığı öykülerin beni hıçkıra hıçkıra ağlatması bu
yüzdendi. Hiçbir çocuğun üzülmesine dayanamayacağımdan
korkuyorum. Bazen yağan yağmurun bile bir çocuğu acıtabi
leceğini biliyordum. İsmet Özel' in dediği gibi, yağmurun açtı
ğı yaralar sonradan hiç kapanmaz.
Birinin çocukluğunu suiistimal etmek; kabuslarını, takın
tılarını, korkularını ona vaktinden önce tanıştırmaktır. İstek
lerini karşılamak yerine onu anlamakla yetinmektir. Ona
ayakta durmayı öğretirken, başını yaslaması için yer göster
meye üşenmektir. Atılan her tokattan sonra onu kucaklamak
tır. (Kucaklanan çocuğun dayağı unuttuğu sanılır.) Yedi-sekiz
yaşlarında "olgun" çocuklara sahip olmaktır. Bundan dolayı
üvey bir sevinç de duyulur.
Geleceğini aramayan bir çocuk olarak büyüyordum. Bir
gece - önceki gecelerde de olduğu gibi - uyandığımda yastı
ğım ıslaktı. Sesimi duyurmamak için iyice gömülmeyi öğren
miştim yastığıma. !çerden sesler geliyordu. Kambur velim sar
hoştu. Yabancı insanlar geziyordu evimizde. Yatak odama çok
yakındılar.
Kapıyı açıp suratlarına haykırma provaları yaptım. Onlara,
"Bakın ben de buradayım, beni unutmayın, biraz sessiz olun,"
demek istedim. Kalbim hınçla atıyordu.
İçlerinden biri sokak kapısını açıp, "Burası kadın koku
yor," diye bağırdı. Bir kadının kokusu olduğunu ilk kez duyu
yordum. Sonradan evimize pek çok kadın girip çıktı. Her sefe
rinde utandım. Nasıl bir şey kokuyorlardı acaba? Niçin kimse
bana anlatmıyordu kadınlarda neler olup bittiğini?
şs 7
97
Sonradan çocukluk anılarının dile getirildiği sohbetlerde,
anlatılanlara benzer anılarımın olmadığını fark ettim. Sus
tum. Hatırladıklarım Sessiz Gemi etkisindeydi. Büyükler dün
yasına aitti. Naif değildi.
Sohbete katılanları şaşkınlık içerisinde dinlerdim. Hepsi de
gelecek sahibiydi. En az yetmiş yaşına dek garantilemişlerdi
kendilerini. Ne kadar da emindiler uzun, upuzun bir geleceğe
sahip olduklarından. Nasıl da bütün dünyayı vaat ediyor ve
bütün dünyanın kendilerine vaat edildiğine inanıyorlardı. Bu
ne cüretti!
Ben ise taksitle eşya almayı, kendime hayat sigortası yaptır
mayı, yılbaşı için planlar yapmayı gereksiz buluyordum. Za
manla, etrafımdakiler ilişkilerinde de bir gelecek aradıkların
dan ikili hayatlar kurmaya başladılar. Hayretler içerisinde
onların, "Biz evlenmeye karar verdik," sözlerini dinledim. Pa
vese'nin de fark ettiği gibi, evlenmeye karar verdikten sonra
birbirlerine aşık olanları gördüm. Ortak bir gelecek tasarla
dıkları için, o geleceğe gölge düşürecek her engelden kaçınma
larını izledim. Ortak bir gelecek tasarlamadıklarında başka
türlü davranacaklardı birbirlerine.
Bense başucumdaki kitaplardan ibarettim. Greenberg'in
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim adlı kitabında anlattığı hasta
lıklı çocuk Deborah'ın terapistine güvenmeye başladıkça iyi
leşmesini okudum. Bachmann'ın Malina'sında sevdiği erkek
le birlikteyken bile onu elde etmeye çalışan kadının
çelimsizliklerini okudum . . . Sevgilisi yanında otururken, ken
dine bunu defalarca doğrulatmak için gözünü ondan alama
yan kadınla özdeşleştim. Sevgilisi kafasını öteki tarafa çevir
diğinde ben de kendimi haksızlığa uğramış hissettim.
Kadının aşkında erkeğinin yokluğuna duyduğu özlemi gör
düm. Kayıp duygusunun tanıdık tadını paylaştım onunla . . .
Bir gün ben de iki kişilik hayallerime kavuştum. Kendimi
98
ilk kez çocuk gibi hissettim. Bundan böyle benim de tarihim
kronolojik sırasına kavuşacaktı. Çocukluk anılarından söz
açıldığında, karanlığıma hükmeden melankolik çocuğu kah
kahalarımla güldürmeye başlayacaktım. Yıllar sonra rengini
yakalayan anılarımı ötekiler gibi sıradan birer çocukluk anısı
na çevirebilecektim.
Şu anımın tamamını teşkil eden geçmişimin bir kısmını
geleceğe ait kılmayı başarmıştım işte. Tek başımayken ağlamı
yor, kahkaha atıyordum. "Zarif yalanlar kontenjanı"mı bana
yeniden kullandıran başka bir velim olmuştu. . .
Yedi yaşındaki çocuğu buldum ben! Ve ona upuzun bir ge
lecek kazandırdım. İnanabiliyor musunuz . . .
Ihlamur yolu, 99
99
Kadın taklidi yapan kadın
1 00
ter bir ses tonuyla keskin arzularını, buyurganlıklarını, emirle
rica arası küçük kaprislerini, sigarayı tutuşlarını, ardından şuh
kahkaha atışlarını. Bütün bunları kendilerine bir çırpıda, ga
yet ustaca yakıştırmalarını gördüm.
Üstelik kuaförü ya da manikürcüyü hafif küçümseyen ta
vırlarının aralarındaki diyaloğu daha da sağlamlaştırdığına ta
nık oldum. Hiçbir erkek bu tavırlardan alınmıyordu. Hafif
aşağılanmaktan hepsi hoşnuttu; karşılıklı bir flörttü bu.
Bense, "Lütfen saçımın şu tarafını biraz daha keser misi
niz," gibi kibar ama niteliksiz, söyleyen ama talep etmeyen de
tone sesimle konuşuyordum. Kimse bunun bir kadın sesi ol
duğuna inanmazdı. Yüzlerinde, kendimin onlar karşısındaki
yokluğunu görebiliyordum.
Kuaförden sonra, nar rengi saçlarımla kadın imajımı pe
kiştirmiş bir halde, etrafta dolanmaya başladım. Arkadaşlarım
"Sonunda istediğin gibi büyük bir kadın olmuşsun," dediler.
Hatta beni Rita diye çağıranlar bile çıktı. Kalçalarımı iki yana
sallayarak yürümeye başladım ben de. Bunu yaparken sanki
kadınları taklit ediyorum gibi geldi.
Ne kuaföre, ne güzellik veya jimnastik salonlarına neredey
se hiç gitmiyorum. Çünkü oralarda karşılaştığım kadınların
toplamından oluşan o "dişi ambiyans"tan çok çekiniyorum.
Kendimi o kadınların yanında kadın gibi hissetmiyorum. Çe
limsiz, acemi . . . Üzerimde başkalarının giysileri varmış gibi.
Tutuk kalıyorum. İskeletim çöküyor.
Aerobik modası varken ben de kendimi bir dönem jimnas
tik salonlarına atmıştım. Fakat kısa zamanda kadınların sean
sına değil, erkeklerin aletli jimnastik seansına girmeye başla
dım. Çünkü oradaki kadınların uyumlu - ve hep yeni - spor
giysileri, ayakkabıları, hatta şık. tokaları, havluları, çantaları
vardı. Hepsinin duruşu, kalçası, baldırı, saçları, elleri, gözleri
dişiydi. Terleri süzüle süzüle akıyordu alınlarından. Nasıl di-
101
yeyim, onlar şişman bile olsalar, aslında kadındılar. Ve sadece
kadın olma özelliklerinden dolayı da güzel, çok güzeldiler.
Onlar gibi olmadığımı fark edecekler diye kalmak istemi
yordum yanlarında.
Erkeklerin j imnastiğinde ise kendimi daha iyi hissediyor
dum, güçlü ve becerikli. Üstelik çoğundan da daha iyiydim.
Evet onlara hava atıyordum ama yaptığım sportif hareketlerin
bana kazandırdığı yeni bir "dişilik"le . . .
Bir gün kendimi bir erkeğin seçtiği kadın olabilme merte
besine yakıştırdım. Ve hakikati gördüm. Kadın imajımın ek
sikliği, "dişi ambiyanslar"a katılmamı engelliyordu.
O zamana kadar "bir erkeğin aşık olduğu kadın" olmak
için çaba sarfetmek gerektiğini düşünürdüm. Çünkü kendi
kendine olabileceğini hiç ummazdım. Ama sonradan bunun
sıradan bir kadınlık hali olduğunu anladım. Düşünmeye bile
gerek yoktu, zaten her kadının bir aşığı oluveriyordu.
Başka şeyler de anladım: Anne imajı eksik kalmış kızların
kendilerini aşık etme refleksleri gelişmiyordu. Hiçbir zaman
erkeklerin "seçtiği kadın" olabileceklerini akıllarına getirmi
yorlardı. Ve hemen hepsi, tıpkı benim gibi kendini kadın tak
lidi yaparken yakalıyordu.
lkitelli, 97
102
En iyi dost, en eski dost
103
Aslında hiçbirimizin ilk tercihi değildi sosyoloji, ama şaşıra
rak görmüştük ki, sıralamamızda en üstlerde yer alıyordu . . .
Üniversitede değişen tek şey ilgi alanlarımızın genişleme
siydi. Bölüm dersleri dışında, birimiz psikoloji ağırlıklı dersle
ri seçti, ötekimiz işletme derslerine ilgi duydu, ben yine sosyo
lojiyi seçtim. Pek çok yeni arkadaş edinmiştik ama bizim ne
kadar yakın dost olduğumuz her koşulda kendini gösterirdi.
Bir yerden sonra mahremiyet sınırımız vardı, kimse giremez
di oraya.
Okul bittikten sonra yine ikiye bir kaldık. Çünkü birimiz
yurtdışındaydı. Uzun süre orada kaldı. Ötekimiz iş dünyasına
daldı. Ben de gazeteci oldum. Hayat bizi ayırmıştı. Yoksa bize
kalsa . . . Asla böyle olmazdı, derken gitgide uzaklaştık. Artık
birbirimizle buluşmak için can atmıyorduk. Herkesin birbi
rinden çok farklı eşleri vardı. Ortak noktalar hızla azalıyor
du . . .
Eski yaşadıklarımızı özlemeye başlamıştım. Biz birbirimizi
yavaş yavaş zehirliyorduk. Yaşadıklarımız, geçmişteki yerini
almıştı. On beş yıllık arkadaştık. En iyilerinden ama en eski
miş olanlarından . . .
Neden bitti? Ne yapsaydık sürerdi? Sürmeli miydi? Bir da
ha olmaz mı. . . Onlar artık ebediyen eski dostlar olarak mı
anılacak? . . . Görüşmemek, paylaşmamak dostluğu eskitir mi?
Eskitiyorsa, hala bende kalan nedir? Neden onları eskisinden
daha sık düşünüyorum o halde? En sevdiğim yüzlerini sık sık
rüyalarımda görüyorum? Onlar hakkında üçüncü şahıslarla
konuşurken hala en yakın arkadaşlarımmış gibi konuşuyo
rum?
Eğer dostluğumuz bitmediyse, neden özlemek dışında bir
çaba göstermek yeterli olmuyor bizi yeniden bir araya getir
meye? İlişkimizin bitmiş olması, dostluğumuzun da tükenmiş
olduğu anlamına gelebilir mi? . . .
104
Ötekilere göre çok daha yeni bir dostumla daha birbirimizi
zehirleme yarışına girdik. Onunla birlikte büyümemiştik, en
can alıcı anlarımızda birbirimizin yanında değildik. Ama bir
birimizi anlıyor, anladıkça yakınlaşıyor, daha da sabırsızlanı
yorduk anlama.ya. Ama bir anda bir şey girmişti aramıza, bir
birimize ikna olamaz olmuştuk.
İnsanın en yakın dostu kimdir o halde? Onu en iyi anlayan
mı, en can alıcı anlarında yanında olan mı? Dostlar bir ihtiyaç
mı, bir lüks müdür? Yeni dostların eskilerinden farkı nerede
dir? Sözgelimi daha mı uzaktırlar bize, sonradan oldukları
için? Yoksa onların arasından kendimizi daha yakın hissettik
lerimiz çıkınca, eski dostlara ihanet mi etmiş oluruz?
Belki de dostlukların niçin bittiği nasıl bittiklerine bağlı
dır . . .
Zehirlenme, insan karşısındakinin "ciğerini bildiğine" ina
nınca, onu ezberlediğini sanınca başlar. Ondan bir şey öğren
mediğinde de onu bir zamanlar anlamış olmanın anlamı kal
maz. İnsan kendini kandırılmış hisseder. "Biz zaten çok
farklıydık, nasıl olmuş da bunca zaman böyle yakın dost ol
muşuz," diye şaşırmaya başlar . . .
Aranıza bundan böyle söylenmeyen, söylenmedikçe sizi
ayıran, ayırdıkça birbirinizden soğutan "bir şeyler" girer. Ön
celeri birbirinize numara yapar, o şeyleri fark etmemiş gibi,
her şey eskisiymiş gibi yaparsınız. Aslında niyetiniz de budur.
Ama zamanla, vücudunuzdaki zehir miktarı yükseldikçe so
ğumaya karşı koyamazsınız.
Dostluklarda en büyük yeri "birbirine her şeyi anlatmak"
tutuyorsa, ilişki bir zaman sonra inişe geçmeye başlar. Çünkü
bu bir sürtünme ilişkisidir, anlık tatminlere ulaşmak ön plan
dadır, karşınızdakine ulaşma çabası minimumda kalır. . . Ar
tık karşılıklı "hatalarınız"ı çözümleme değil, hatalarınızı teş
hir etme derdine düşersiniz. Sonradan şaşkınlıkla zaten
1 05
bildiğiniz şeyi hatırlarsınız: Her şeyi anlatmak mümkün mü
dür ki!
Dostlukların bitişinde, kendi takıntılarını iyileştirme niye
tini karşısındakinin üzerinde sınamanın da etkisi vardır: Ona
yol gösterme, yardımcı olma, elinden tutma arzusu bir anda
ders vermeye, haddini bildirmeye, haklılık rekabetine girmeye
iter insanı. Ve "kim daha haklı" rekabeti, hızla çirkinleştirir
dos\ları. Aralarındaki mesafe daralır. Birbirlerini kendi kuytu
larında bile rahat bırakmazlar. Büyü bozulmuştur!
Artık ısrarla anlaşma koşulları yaratılır, ama her seferinde
yanlış anlaşma meydana gelir. Birlikte öğrenilen ortak dil
unutulmaya yüz tutmuştur. Zamanla ısrarlar tükenir . . . Birbi
rinize ikna olma telaşınız yok olur. Biter . . .
Bitişi sessizce kabullenmek gerek. Ancak o zaman yeni bir
fırsat doğabilir. Kendinizi ve birbirinizi rahat bıraktıktan son
ra, belki de çok sonra yeniden seçebilirsiniz. Bazı eski dostlarla
belki yeniden dost olabilirsiniz.
Birlikte büyümenin, birlikte oluşmanın, hayat sizi farklı
yerlere savursa bile hep ortak bir kalanı vardır. tlişkilerin sona
ermesinin bunu hiç değiştirmediğini görürsünüz. Nasıl mı?
Ben gittim ve gördüm . . .
Yıllar sonra bir araya geldik. Üçümüz de oradaydık . . . Bir
anda yıllar öncesinin en yakın dostlarına hızla geri döndük.
Aradan geçen zamanın açıklayamadığı bir şey vardı aramızda.
Bizden bağımsız olarak orada duruyordu.
O zaman anladım. En eski dostlar her zaman oradadır.
Onlara kavuşmak için hazır olmak yeterlidir . . .
Ihlamur yolu, 99
1 06
Oturmuşum sandalyeye,
uzatmışım ayaklarımı . . .
107
İlk önce bir dönem bir arkadaşımla paylaştım sandalyele
rimden birini. Akşamları eve geldiğimde anahtarı çantamda
arama zahmetine katlanmıyordum. "Her seferinde başka tür
lü geliyorsun," diyordu arkadaşım bana. İkinci bir kişiyle kar
şılaşma alışkanlığını bir türlü edinemediğimden yakınıyordu.
Her gün, son kez bir aradaymışız gibi yaşıyordum.
Kalıcı, istikrarlı, oturmuş, alışılmış, bildik bir beraberlik ne
demektir, insanlar kendilerinin nasıl kolayca birbirlerine uy
gun olduğuna karar verirler, bilemiyordum. Yemeğe beni
beklediği akşamlar minnettar oluyordum ona, "Ne gerek var
beklemeye, acıktıysan yeseydin," diyordum. O da bana bunda
abartacak bir şey olmadığını, teşekkür etmem gerekmediğini
anlatıyordu.
Bir başka sefer, bir arkadaşım daha oturdu ayağımı uzattı
ğım sandalyeye. Hala bazı tedirginliklerimi atamamıştım üs
tümden. Anteni düzeltmek için balkonun tepesine çıktığında
aşağı düşmesinden korkuyordum.
Başka insanlarla aynı evin içinde tekrarlanan bir hayat ya
şama alışkanlığım önceden olmamıştı. İki üç kişi bir arada pa
ranoyak olmadan, birbirine dayanarak, birbirini idare ederek
her gün tekrarlanacak şekilde devam ettirilebilir miydi acaba
hayat. . . Kimse birbirinden sıkılmaz mıydı . . .
Yıllar içerisinde evin içinde ses olduğu dönemlerde bu so
rulara cevap aradım durdum. Her gün bakkaldan ekmek ve su
almaya, çöpü her akşam kapının önüne koyacak kadar dol
durmaya başladığımda komşıılara da hava atmaya bayılıyor
dum. Eskiden hep kapalı tuttuğum perdeleri sık sık açık bıra
kıyordum. "Bakın, ben de sizin gibiyim," demek istiyordum
onlara, "Benim evimde de somut bir yaşam var işte. " Sanki so
mut yaşam, bir kişinin yaşantısıyla gerçekleşemiyordu. En az
108
artık. Evin içi daha bir sıcaktı. Kendi kokumdan başka, ortak
bir koku yayılmıştı odalara. Yine de her şeyin böyle kalmaya
cağını düşünüyor ve tedirginlik duyuyordum. "lki kişilik ya
takta tek kişi yatanlar"ın paylaştığı bir duygu vardır: Yatakları
sadece onlarındır ve "eşler"ini bulduklarında bile, onlar yata
ğa misafir gelmişlerdir. Aynı böyleydi işte.
Kendini bir başkasının yerine koyup herkesin yalnız ken
disini düşündüğünü öğrenmeye "yalnız kalabilme sanatı" di
yen Pavese, günlüğüne şöyle yazmıştı: "Davranışlarında ve
düşüncelerinde bir başka insanın varlığını hesaba katmadan
bir gün geçirebildiğin zaman kendini yiğit bir insan sayabilir
sin." Pavese bunu çoluk çocuk sorumluluğu ve gündelik haya
ta dair değil, daha filozofik bir anlamda söylemişti kuşkusuz.
Oysa ben kendimi ancak bir başkasını düşündüğüm ve he
saba kattığım zaman yiğit hissediyorum. Ve biliyorum ki, ha
yatını yalnız olarak yaşayanlar, en çok, birini düşünmeye baş
ladıklarında yiğitleşiyorlar. İşte son - ya da sondan bir önceki
- kare: Oturmuşum sandalyeye, uzatmışım ayaklarımı . . . Ve
onu düşünüyorum.
lkitelli, 97
109
Minyon kadın sendromu
1 10
sin," dedi. Toplantı günlerinde bir daha apartamana uğrama
dığımı söylemem gereksiz.
Yılmadım. Uzun etek, vatkalı ceket gibi beni iri ve dolgun
gösterecek ne kadar giysi varsa onlardan bir tarz yarattım ken
dime. Ağır, ciddi ve kaale alınır biri gibi olmak zorundaydım.
Sinema gişesindeki kadının karşısında kendimden son derece
emindim. Bilet istedim, bana döndü ve, "Öğrenci mi?" diye
sordu. Ona otuz yaşımda olduğumu ve bunun için çok ama
çok uğraştığımı haykırdım.
Evet, yıllarca kimse benim bu sendromumu ciddiye alma
dı. "Saçmalama, ilerde böyle minyon olduğun için ne çok dua
edeceksin," deyip durdular. Onlara diyemedim ki, bunca za
man kahrını çekmişsem kaç yazar . . .
Sonra bir gün durup dururken bir arkadaşım bana, hiç de
ufak tefek olmadığımı söyleyiverdi. Birden çıldırdım. "Nasıl
olur, benim çocuk reyonundan çorap ve eldiven aldığımı, on
üç yaşındaki yeğenimin tişörtlerini giydiğimi, on beş yıldır ay
nı yüzüğün parmağıma sığıdığını, bileklerimin incelikten ha
bire burkulduğunu hiç mi bilmiyorsun," dedim. Aniden min
yonluğumu savunur hale gelmeme o da inanamamıştı.
Geçelim . . . Gelelim, ilk buluşmamızda boyunun bir seksen
beş olduğunu öğrendiğim erkekle ikinci kez buluşmayı red
dettiğim gün, boyumun da, minyonluğumu doğrularcasına
kısa olduğunu fark etmeme. O ana dek orta boylu sandığım
kendim, aslında bir de kısa boyluymuşum. Ama Tanrı'nın so
pası yok. Bir süre sonra çok daha iri ve uzun boylu bir erkekle
çıkmaya başladığımda kafamın karıştığını da belirtmeliyim.
Top model Cindy'lerin Naomi'lerin fotoğraflarına bakı
yordum. O ana dek kendimi hiç onlarla kıyaslamadığımı ya
da onlara hiç özenmemiş olduğumu fark ettim. Neden mi?
Bu tip kadınlarla hiçbir zaman aynı kulvarda olmamıştım
ki ben! Bana en büyük tehdit, benim gibi ya da benden daha
lll
minyon yapılı kadınlardı. Onların da top model olmadıkları
bir gerçek. Birçok kadının bu boylu poslu, yuvarlak kalçalı,
geniş omuzlu, ince belli, upuzun parmaklı kadınların vücutla
rına bakıp hayıflandığını ve maraz mutsuzluklar ürettiğini ha
tırlayınca minyon kadınların "mutlu azınlık" olduğuna karar
verdim.
lkitelli, 97
1 12
Onlar gidiyor, ben el sallıyorum
şs 8
1 13
Murat, gelirken - hep geç geldiğinden - usulca yerine otu
rur ve uzun bir süre çıt çıkarmaz. Giderken de tören ister. Bü
tün koridorun duyacağı şekilde gittiğini haykırır. Alkışları
duymadan gitmez. Sık sık geri döner, unuttuğu çantasını,
anahtarını filan almak için. Güventürk, önce saatine bakar,
ani bir hareketle yerinden kalkar ve çantasını toplar. Ceketini
aynı hızla giyer. Sonra on-on beş dakika kadar etraftakilerle
şakalaşır. Çantası elinde ve ayaktadır. Giderken hafifçe döner
ve gülümser.
Elif, gitmeden önce bol bol toparlanır. Eşyalarını düzenler.
Sürekli birileri ona seslenir: "Hadi çabuk ol. " O ise bir yandan
telefonla konuşuyordur. Mutlaka koşarak terk eder. Yine de
gürültüyle geri dönüp bakar, sesi o gittikten sonra da duyulur.
Ümit, giderken kıyameti koparır. Yalnız gitmemek için tek tek
herkese, "Ne zaman çıkıyorsun?" diye sorar. Giderken de ge
lirken de keyfi çok yerindedir. Sürekli espri yapar. Arızalarını
bu ikisi arasındaki sürede çıkarmıştır zaten. Nilgün, giderken
şefkatlidir. Diyet kolasını, sigarasını, kimi zaman yüzüklerini
başkalarına dağıtır. O daha giderken, geri geleceği anı düşü
nüp sabırsızlanırsınız. Ayten, her koşulda her gün aynı çıkar:
"Ben gidiyorum. Ve size el sallıyorum."
Evet hepimizin başka bir gitme hali var. Ve bu, kişilikleri
mizin aynası. Önce Ayşen'e sordum: "Sence ben nasıl gidiyo
rum"? Ayşen bir saniye tereddüt etmeden yanıtladı: "Leylacı
ğım sen gitmezsin ki." Nilgün'e sordum. O daha ben sorarken
atıldı: "Sen hiç gitmiyorsun!" Peki ne mi yapıyorum; kalıp el
sallıyorum. Ve bunu çok seviyorum . . .
İnsanlar bir şeyi sürdürürken ya da sadece bir arada olma
ları devam ederken onları orada bırakıp gitmek bana çok kırı
cı gelir. Bir şeyleri yarım bırakmak, tamamlamadan (herkesin
gitmesini beklemeden) gitmek karşımdakileri kırmaktır be
nim için. Halbuki kalmak ve gidenleri yolcu etmek, uğurla-
1 14
mak, onlara el sallamak, onların arada bir dönüp bana el salla
malarını izlemek çok coşku verir. İçim rahattır, sorun yoktur,
insanların hayatı sürüyordur, gidenler gitmektedir . . . Ve ben
kendimi onların yerine koyar, onların gidişini yaşarım. Ha
berleri olmadan onları beklerim.
İnsanları bekletmeyi değil, beklemeyi seviyorum. Kalan ki
şinin hüznünü taşımayı seviyorum. Bunu kendime yakıştırı
yorum. Gidenleri uğurlarken kendimi sabırlı, büyümüş, ol
gunlaşmış, kabullenmiş ve sükunet içinde buluyorum. Herkes
gittikten sonraki tek başınalığım beni büyülüyor.
Tadında bırakmayı, yarım bırakmaktan daha anlamlı bu
luyorum. Benim için tadında bırakmak da, ancak gidenler sa
yesinde mümkün. Eğer giden ben olursam, tadında değil ya
rım bırakmış olurum.
Telefonu karşımdaki kapatmadan kapatamam. Karşı ta
raftan gelen klik sesini mutlaka duymalıyım. Üçüncü şahıslar
la - kibarlık gerektiren - sohbetlere girmek benim için hep
zordur, çünkü bir türlü bitiremem. Konuşma sırasında sık sık
sözlerini kessem bile.
Tabii benim de gittiğim durumlar var: Çok, ama çok kal
mak istediğimde koşa koşa giderim. Koşmadan, ağır adımlarla
gidersem gidemeyeceğimden korkarım. Çağırıldığımda gide
rim, gitmeme izin verildiğinde giderim. Gitme nedenime çok
inandığımda giderim. Bir an geri dönmeye tereddüt dahi et
meyeceğimi bildiğimde arkama da bakmam. Ama ben gitsem
bile ruhumun birazı mutlaka kalır geride bıraktıklarımda.
Her ilişkide bir giden vardır, bir de kalan. Kalanların kay
bedenler olduğu sanılır. Bence bu bir yanılgıdır. Asıl, kalanlar
kazanır. Çünkü ancak kalanlar görür gerçeği . . .
lkitelli, 97
ııs
Aptal aşık
1 16
yapmam gerekenleri unutmak, sadece aynı şeyi istemek istiyo
rum. Evin içinde elimde limonlu ve buzlu kola bardağı, dola
nıyorum. Aynanın önünden geçerken gözlerim kendi gözleri
me takılıyor. Bakıyorum: Bir şey söylüyorlar. Bir şey taşıyorlar.
O kadar güzeller ki. Benim mi onlar gerçekten?
Daha önce hiç tanışmadığım bir yüz bakıyor bana. Ona ba
kıyorum. Tanımaya çalışıyorum. Aynadan bana bakan, sanki
benim aksim değil; O!
Evet, en çok aynanın karşısındayken yaklaşıyorum ona. Ya
da bendeki ona. En çok nefes alışlarımda duyuyo rum onu.
Nefesim kesiliyor, başım hafif hafif dönüyor sürekli. Bu mese
lenin doğrudan kalple ilgili olduğu doğruymuş demek ki. Ne
fes ve nefessizlik. İkisi arasında hiçbir fark yok.
Evde olmak, hayatımın en güzel, en verimli anlarını yaşa
mak demekti. Şimdi nasıl oluyor da hiçbir şey yapamıyorum,
her şeyi böylesine ihmal ediyorum.
Evet, ben gitgide azalıyorum, o ise gitgide artıyor. Yaşadı
ğım tek şey - ve her şey - bu. Öylesine fazla ki. Boynumu, bo
ğazımı, çenemi, alnımı, saçlarımın her bir telini usul usul ge
çiyor, beni aşıyor.
Yorgunum, çok yorgunum. Hiç boş durmuyorum. Hep
onunlayım, bendeki onunla. Uykuya dalmak üzereyken, uyur
ken, rüya görürken, rüya aralarındayken . . . Rüyalarımın fonu
na yerleşti, kıpırdamıyor.
Çok heyecanlıyım. Heyecanıma alıştım artık. İçimde kor
ku, endişe ve panik hiç yok. Kendi kendime telaşlanıyorum
sadece. Bir ömür boyu böyle yaşamak isterdim. Bendeki
onunla. Kendi kendime . . .
İçimde bir akarsu var. Böyle diyenlerle dalga geçerdim.
(Gerçekten de içerde böyle bir şey varmış.) Ve kendince akı
yor. Ben hayretler içerisinde seyrediyorum onu. Yönünü de
ğiştirsin diye müdahale etmem imkansız. Ama zaten hep
1 17
doğru yönde ilerliyor sanki. Kendimi onun akışına, onun de
liliğine bıraktım.
Sıcak havada sık sık ürperiyorum. Nedenini bugün anla
dım. İçimdeki aşırı sıcaktanmış meğerse. Benim içimle dışım.
Bir insanın içiyle dışı. . . Tam da bu durumda ayırt edilemez
hale geliyor b irbirinden. İçle dış aynı oluyor.
Günler, haftalar, aylar veya saniyeler. Hiçbiri zamanı ölç
meye, zamanın geçip gittiğini belirtmeye yetmiyor artık. Gün
lerin, dakikaların, haftaların, saniyelerin; hepsinin tek bir ne
deni var: Benim heyecanımı simgeliyor. Onu düşünerek
geçirdiğim büyülü anları çerçeveliyor. Bütün bu geçip giden
uzun ve kısa anlar bana verilmiş bir hediye. Bugüne dek böy
lesine çok hediye hiç almamıştım. Şımarık bir şey olup çıkaca
ğım.
En övündüğüm - hiçbir şeyi unutmama - özelliğimi hızla
kaybediyorum. Unutkanlaşıyorum. Ona değil, kendime ait
küçük ama önemli şeyler gözümün önünde kayıveriyor elim
den. Kendimi unutuyorum. Ben azalıyorum, o artıyor.
Penceremden içeri sarkan manolya ağacının dalları arasın
da birkaç dakikada bütün bir dünyayı dolaşıyorum. Tur atar
ken defalarca onunla karşılaşıyorum. Ama her seferinde yolu
ma devam ediyorum. Neden mi? Bir sonraki turda, sonra bir
sonrakinde ve sonra yeniden onunla karşılaşacağıma inandı
ğım için.
lkitelli, 97
118
Sevdiğim ilk ve tek köpek
1 19
dım, korkulacak bir şey yoktu, karşımdaki de bir dişiydi; kim
se ırzıma geçmeyecekti en azından!
Tülin yavaşça köpeği kucağından indirdi. Yanına eğilip
gözlerinin ortasını, kafasını, uzun kulaklarını okşamaya başla
dı. Bir yandan da konuşuyordu onunla. "Canım ne tatloş bişi
sin sen," gibi şeyler söylüyordu. Köpeği şımartıyordu basba
yağı. Ne zaman tanımıştı da sevmişti onu allahaşkına? Daha
yeni görüyordu. Nasıl bu kadar kolay olabilirdi ki? Ben saksı
çiçeklerimi bile şımartamazken, arkadaşım karşımda bilinme
yenden çıkıp gelen bir yaratığı bağrına basıp duruyordu.
Yaratık dediysem, sosis köpeklerdendi o. Galiba sonradan
öğrendiğime göre cinsin adına Daksi diyorlar. Sosis köpek o
kadar enlemesine uzuyordu ki, adı So long ( Çok uzun) oldu.
Neden İngilizce derseniz, Türkçeden daha melodik duruyor
du Tülin'e göre bu ad. Köpek deyince cinsinin ne olduğu o
güne dek benim için hiç de merak konusu değildi. Bütün kö
pekler aynı köpekti benim için. Halbuki So long'un gelişiyle
gözlerim açılmaya başlamıştı.
Sonraki günlerde arkadaşımla birlikte onu gezmeye çıkar
dığımızda, tasmasını arada bir ben tutmaya başlayacaktım.
Tülin kimi zaman eve geç geldiğinde, onun yerine yemek ha
zırlayıp tasına bıraktığım bile oldu. Derken bir gün Tülin'in
çok acil bir işi çıktı. üç gün şehir dışında olması gerekiyordu.
"Sende kalsın," dedi. "Yook," dedim, "o kadar uzun boylu de
ğil. Sende kalsın, ben onu gezmeye çıkarır, beslerim. "
llk gün ona yemeğini verip evden çıktığımda arkamdan
hıçkırarak ağladığını duydum. Evet aynı bir insan gibi hıçkı
rıyordu. Ardından kapıya saldırıp tırnaklarıyla yalvarmaya
başladı. "Gitme, beni yalnız bırakma," diyordu. "Bir köpeğe
acımak onu sevmek değildir," dedim kendi kendime. "Senin
onunla eşit bir ilişkin var, acıyorsan sakın ona ilgi göster-
,
me.
,
1 20
İnanmayacaksınız ama yukarı eve çıktığımda onun yakar
malarını hala duyuyordum. Bu suçluluk benim için çok faz
laydı. Aldım onu ve eve getirdim. So long çılgınlar gibi tepin
meye ve oradan oraya koşuşturmaya başladı. Onu zaptetmek
için eski bir tenis topu attım önüne. Oyun istedi. Ve çok iste
di. Onu zaptedemedikçe sinirlendim. Can havliyle tenis topu
nu öyle bir fırlattım ki, gitti masanın üzerinde duran fincana
çarptı ve onunla birlikte gürültüyle yere indi.
Kıpkırmızı oldum ve ağlamaya başladım. Ona öfke dol
muştum. Zavallı köpek ne olduğunu anlamadan yanıma gel
di, dilini uzattı, yanaklarımı, burnumu, gözlerimi yalamaya
başladı. Gözlerini aynı benimkiler gibi ağlama pozisyonuna
getirdi ve aynı benim çıkardığım seslerden çıkarmaya başladı.
Evet . . . ?o long da ağlıyordu.
O gün üç şey birden anladım.
1 ) İlk kez bir köpeğe yüksek sesle öfkelenmiştim. Demek ki
artık ondan korkmuyordum.
2) tık kez bir köpeği tek başına bırakamayacağımı anlamış
tım. Demekki onu sevmeye başlıyordum.
3) O gece benimle kaldığında yanımda yatmasına izin ver
dim. Demek ki biz arkadaş olmuştuk.
Sabaha doğru bu arkadaşlıkta hiç eşitlik olmadığını ve
hep onun benim yörüngemde olduğumu anladım: Kötü bir
rüya görmüşüm ki, uyanır uyanmaz yatakta fırlayıp doğrul
dum. Aynı anda yanımdaki küçük canavar da uyanıp kendini
benimle birlikte ileri fırlattı. Bunu uykusunda refleks olarak
yapmıştı. Beni korumak istemişti. Ama o kadar uykuluydu ki
·
duvara çarptı sersem ve homurdanarak yanıma yattı yeni
den.
Bu kez ona sarıldım ve onu sevdiğimi söyledim. İyice so
kuldu. Horlayarak uyudu. Sabah ondan önce gözümü açtım,
uyku kokuyordu. Gözlerini de tuhaf tuhaf kırpıştırıyordu.
121
Kim bilir nasıl bir rüya görüyordur, dedim. Nitekim sonraki
gecelerde de ne zaman birlikte yatsak onun rüya gördüğü za
manlara tanık olacaktım.
Ertesi gün onu evde tek başına bırakmayacağımı biliyor
dum. Ve birlikte yaşamaya başladık. Onu zaptetmekte zorla
nıyordum ama kendimi hiç de acemi hissetmiyordum. Henüz
iki günlük bir köpeksever olduğumu kimsenin anlaması
mümkün değildi. Hoş anlasalardı da umurumda değildi, çün
kü onu seviyordum. So Long benim ilk sevdiğim köpekti.
Onu o kadar sevdim ki, sonradan hiçbir köpeği onu sevdiğim
gibi sevemedim. Belki vakitsizce ayrıldık, ondan.
Tülin yurtdışında okumaya gidecekti. "Sen gece gündüz
çalışıyorsun, bakamazsın ona," dedi. Ona bir akrabanın ya
nında yer ayarladık. Yolculuktan tam bir gün önce arkadaşı
ma gönlümün razı olmadığını ve köpeğe bakmak istediğimi
söyledim. Beni uyardı, "Yapamazsın," dedi. "Yaparım," de
dim.
Ve arkadaşım gitti. So long'la ben ilk gün - ayın son iki gü
nüydü ve param bitmişti - karşılıklı makarna yedik. Bir tutam
ben, bir tutam o. ikinci gün ben dergide sabahlamak zorunda
kaldım. Geldiğimde bütün çiçeklerimi, ayakkabılarımı yemiş,
mutfak dolabında bulduğu huni, kap ve benzerlerini birbirine
katmış, süpürgeleri, kovaları bezleri didiklemiş, evin üç odası
nın üçüne kaka, salona da çiş yapmıştı. Sonun başlangıcı . . .
Ona bakamıyordum. Tülin haklıydı. Sabahtan akşama dek ev
de yalnız bırakmak ona kötülüktü. Derhal akrabayı aradım ve
ona verdim köpeği. Tülin'e de anlattım. "Demiştim," dedi.
İkimiz de üzüldük.
Aradan dört yıl geçti. Tülin'le gündüz vakti telefonda ko
nuşuyoruz. Birden çıldırdı ve, "So long senin yüzünden gitti,"
diyerek ağlamaya başladı. O zamandan beri bunu içinde nasıl
da tutmuştu Tülin. Gerçekten çok üzüldüm. Ama olan ol-
1 22
muştu. Onun sevgili köpeği benimse ilk ve son köpeğim bir
daha geri dönmeyecekti. Onu İzmir'de bir yere yollamışlardı.
Ne zaman İzmirli arkadaşlarımdan biri komşularının ya da ta
nıdıklarının sosis köpeğinden bahsetse hemen atılırım: "Adı
So long mu . . . "
lkitelli, 98
1 23
Tek başına ama yalnız değil
1 24
ziyarete gelenler olduğunda da kendimi ev sahibesi gibi hisse
derim.
Üniversitedeyken, turla Uludağ'a gitmiştik. Bizim dönece
ğimiz gün, çocuk b akıcısının otelden kaçtığını ve yeni birine
ihtiyaç duyduklarını öğrendim. Valizim otobüse konulmak
üzereydi, derhal durdurdum ve bu işe talip olduğumu söyle
dim. Müşterilerden birinin böyle demesine çok şaşırdılar ve
zevkle kabul ettiler.
Valizim, otel personelinin kaldığı bodrum katına götürül
dü. Santralde çalışan· kızın odasına yerleştim ben de.
Beş gün sonra sömestr tatili başlayacak ve bütün çocuklar
otele doluşacaktı. Onlara ait bir oyun odası vardı ve öğretme
nin - yani benim - onlarla sabahtan akşama kadar ilgilenmesi
gerekiyordu. Bunun karşılığında otelde bedavadan kalacak,
kayak yapabilec�ktim. İki hafta sonra üniversite turumuz ye
_niden gelecekti ve bu kez yine müşteri olarak onlarla kalacak
tım.
, Tek amacım otelde biraz daha fazla yaşayabilmekti. Daha
önce de çeşitli organizasyonlarda, festival ve kongerlerde otel
sorumlusu olarak çalışmıştım ama demek ki yetmemişti bana.
Çocuklar gelene dek her şey çok iyi gitti. Gün boyunca kayı
yordum, akşamları barda içki içiyor, insanlarla sohbet ediyor
dum.
Çocuklar gelince neye uğradığımı şaşırdım. Seksen küsur
veletti söz konusu olan. Yaşları sıfırla on bir arasında değişi
yordu. Kapıdan içeri sokuyorsun, camdan kaçıyor, cama ko
şuyorsun, öteki düşüyor, düşen çocuğu kaldırıyorsun, yanın
daki zırlamaya başlıyor, onu susturmaya çalışırken bir tanesi
videonun ekranına otomobilini sokuveriyor, video bozuldu
deyince hepsi bir ağızdan ağlamaya başlıyor . . .
Yılmadım. Bu veletlerle başaçıkmak zorundaydım. Şarkı,
dans ve resim yarışmaları düzenledim. Gündüzleri bu faali-
1 25
yetlerde o kadar yorulmaya başladılar ki, geceleri erkenden
uykuları geliyordu. Ben de otel hayatının tadını çıkarıyor
dum.
Bir gece altı aylık bir bebeğe bakmakla yükümlüydüm. La
ra bebek, önce tatlı tatlı uyuyordu. Sonra birden bağırmaya
başladı ve bir daha hiç ama hiç susmadı. Ne yapacağımı şaşır
dım, lobide herkes bize bakıyordu. Tuttuğum gibi, indirdim
onu aşağı, yatak odamıza. işte o zaman anladım, otel hayatını
niye sevdiğimi:
Ben, bizim odada onu uyutmaya çalıştıkça Lara bebek da
ha çok bağırıyor, yan odada uyumakta olan resepsiyon görev
lisi, "Sustur şu veledi uyuyamıyorum, bütün gece çalışaca
ğım," diye duvarları yumrukluyor, öteki yanda santralci kız
umutsuzca ağlıyordu. Ve Lara bebek asla susmuyordu . . .
Çok ama çok mutluydum. Sonunda onu dizlerimin üstün
de doğrulttum, karşıma aldım ve ağlamaya başladım. Beni ağ
larken gördüğünde şaşırdı ve sustu. Hatta gülümsedi. Çok
geçmeden dünyanın en sakin uykusuna daldı. Öyle güzeldi ki.
Herkes normal gidişatında, hayat devam ediyor, bir aradayız
ama birbirimizin üstünde değiliz, tek başınayız ama yalnız de
ğiliz . . .
lkitelli, 97
1 26
Genç yazarın üstat karşısındaki
önlenemez sakarlığı
127
vardım ama kendi kendimin sözünü kesmeyi beceremedim.
Düzelteyim derken batırmaya devam ettim. Hep böyle olur
ya . . .
"Yani demek istediğim, bunca yıllık gazeteciyim, bir kez
olsun sizinle röportaj yapmaya gelmemiş olduğumdan dolayı
öyle diyordum . . . " derken yine saçmaladığımı Çetin Altan'ın
sözümü kesmesiyle fark ettim:
"Hah! Bunca yıllık gazeteci! Kaç yaşındasın sen?"
Birden en az yarım asırlık gazetecinin karşısında olduğu
mu hatırladım. Ama her şey için çok geçti. Ve üstelik bunlar
yalnızca başlangıçtı.
Sanem, benimle söyleşi yapacağını söyleyince birden bü
yük yazarın dikkatini çekme fırsatını yakaladığımı sandım ve
heveslendim.
"Leyla 1 pekçi sen misin? Yazılarını okuyorum, kitabını bili
yorum, ödül aldın değil mi, vs . . . " Evet, kurtulacaktım. Şimdi
düzgün bir cevap verecek ve az önce kırdığım potları unuttu
racaktım. Sanem'in bu arada, "Kola içer misin?" diye soracağı
tuttu. Dedesinin, "Ne biçim yazarsın sen, viski içsene," sözle
riyle bir kez daha, yakaladığımı sandığım o kendine güven
duygusu uçup gitti.
Büyük Adam'ların yanında ne zaman kendime güvenli, dik
ve havalı durmaya çalışsam aynı şey oluyordu. Aptallaşıyor
dum. Büyük yazarın karşısında sopa yutmuş oturuyordum,
kaskatıydım. Ve gitgide oturduğum koltuğun içine gömülü
yordum. Ben bir kazaydım. Üstadın başına gelen en anlamsız
kaza.
Derken Sanem, benim kitabımı dedesine uzattı. Dedesi de
dönüp bana, "Madem kitabın burada, şunu bir imzala baka
lım," dedi. Ama Sanem, "O kitabın altı çizili," deyince, son bir
umutla yeniden atağa kalktım: "Benim yanımda bir tane var,
onu vereyim."
1 28
Bunu deyip sustuğum sanılmasın, elbette potumu da kı
racaktım: "Gerçi onu Ahmet Altan'a verecektim ama . . . "
Sessizlik oldu. Çetin Altan, "Tabii, sen onu Ahmet'e ver,"
dedi.
Ağzımdan çıkanlara inanamıyordum. Çetin Altan'ın deyi
miyle "genç yazar" üstada kitabını vermeye tereddüt ediyor
du. Karamizah gibi. Sonra kitabımı aldım ve, "yahu koskoca
Çetin Altan'a kitabımı imzalıyorum, olacak iş değil" anlamın
da bir şeyler yazdım. Ama elbette orada durmayacaktım ve,
"üstada kitabımı imzalamanın benim için en büyük hediye"
olduğunu düşünürken yeniyetmelik heyecanıyla tam aksini
yazacaktım:
"Bu size vereceğim en güzel hediye! " Belki de daha beteri
ni yazmışımdır, ama belleğim, en talihsiz anları öyle ustaca
sildi ki. Tek hatırladığım artık bir nakarat olarak ağzıma do
ladıklarımdı: "Sizi gördüğüme çok çok seviniyorum. Yazıla
rınızdan, kitaplarınızdan tanıyordum sizi, ama karşımda gör
mek, yani siz bir ara yoktunuz, sizinle hiç tanışamama
ihtimali çok korkutuyordu beni, yani siz ölmeden, ben en kı
sa zamanda, sizinle röportaj, ben, yani sizi iyi ki gördüm, siz,
sizi, siz . . . "
ŞS 9 1 29
benim az önce yuttuğum sopa, havaneli misali bütün organla
rımı gitgide artan bir hızla dövüyordu. Üstat, alt katta tüm
bunlardan habersiz yeni bir yazıya başlıyordu. . .
lkitelli, 98
130
Ihlamur yolu
131
Kesin olan şuydu: Ben'i ben yapanlar; rüyalarımdan, tabu
larımdan, arzu ve korkularımdan ibaret değildi. Mutlaka öte
kiler gibi olma telaşım da beni ben yapmaktaydı.
Sabah ezanının sihriyle Ihlamur yolunda geciken sabahları
beklerken tanıştım. İnsanın inancına sadakati, kendine verdi
ği değerle ilgili olmalıydı. Peki bana sadık olanlar neredeydi?
Kendilerine hiç mi değer biçmemişlerdi?
tık tepkilerimi annesizlik yüzünden verdiğimi sanmakla
yanıldığımı yüzlerce yıl sonra, yirmi bir yaşımda Kalıpçı soka
ğa taşındığımda anladım. Tüm bir çocukluğumu, ilk gençliği
mi acımasızca geride bıraktıktan sonra . . .
Kalıpçı sokaktaki daireme erişmek zahmetliydi. Asansörü
olmayan bir çatıydı. Orada rutubetle, lodosun sesiyle, martıla
rın çığlıklarıyla tanıştım. Kendime ait ilk evimdi. Ne var ki, Ih
lamur yolunda on yedi yıl boyunca ne biriktirdiysem hepsi be
nimle birlikte taşınmıştı. Hiçbir şeyi orada bırakamamıştım.
Taşınmamış, taşımıştım . . .
Babamla, pek çok üvey anneyle ama en çok da tek başıma
yaşadığım Ihlamur yolu kısa sürede çok bilinmeyenli bir denk
leme dönüştü: Ben'i ben yapan hangisiydi? Kızgın bir babanın
aşağılamalarından korunamamak mı? Kollayayım diye çare
sizce ondan korkmak mı? Neden kollama ihtiyacındaydım?
Peki hangi kız çocuğu severdi benim sevdiğim kadar, sayısını
hatırlamadığım üvey anneyi? Yoksa benim de eninde sonunda
yapacağım, atalarımdan bana kalan şuursuz bir şiddete kendi
mi kurban vermek için abartılı suçlar mı işlemekti . . .
Kalıpçı sokaktaki evde güneşin doğuşunu seyrettim. Ufuk
çizgisini görmek insana umut veriyordu. Serin yaz sabahlarını
balkonumda karşıladım. Ben'i ben yapanın en fazla yalnızlık
olduğunu fark ettim. Dönüş tarihi belirsiz iç yolculuklara çık
tım. Kendini merak etmenin sonu olmadığını gördüm. Serü
venler, tek kişilikti . . .
1 32
"Ben", kendimi aradığımda ortaya çıkmaya başlamıştı. Ce
vapların önemi yoktu. Soruları, asıl soruyu sormak yeterliydi.
lnsanın kendine, doğru soruyu sorması için neşeyi de acıyı da
gözü kapalı kabullenmesi gerekirdi . . . Kendi dehlizlerinin ka
ranlığında tek başına dolaşmaya çıkmanın önkoşulu acımasız
bir meraktı. Yoksa kendiyle ben'i arasındaki mesafeyi asla öl
çemezdi . . .
Yedi yıl sonra Kalıpçı sokaktan ayrılırken, ölü de olsa bir
anneye kavuşmuştum. Can çekişen babamı yaşatma telaşın
dan vazgeçmiştim. İnsan, tek başına bir aile kuramazdı, ama
aile olabilirdi . . . Kalıpçı sokaktan ayrıldığımda kader beni ye
niden Ihlamur yoluna çağırmıştı. . . Ben'i aramanın büyüsüne
kapılalı çok oluyordu . . .
Hepimiz, bize miras kalan genler ile yetiştirilme şeklimizin
toplamından mı ibarettik? Devraldığımız genetik özellikleri
mize ve kuşaktan kuşağa aktarılan zincirleme yetiştiriş hatala
rına mı borçluyduk bütün ben'liğimizi?
"Ben" kimdi, daha başka nasıl oluşabilirdi? Acaba bunlarla
birlikte ve bunlara rağmen bir "ben" var mıydı; insanın kendi
kendine yaptığı?
Ihlamur yoluna yeniden dönen "ben", eskisinden öyle
farklıydı ki . . . Dış etkenlerin hiçbiri sahip olduğum kişilik
özelliklerini değiştirememişti. Kişilik değişmediğine göre, ne
miydi değişen? Kendimi algılayışım.
Yirmi dokuz yaşındaydım. Ihlamur yolunu ilk kez görü
yordum. Yapraklar ısrarla evimin camından içeri giriyordu.
!çersi ne rutubetliydi ne de soğuk. Camdan baktığımda ma
nolya ağaçları, zambaklar, ortancalar ve incir ağaçlarını fark
ettim. Camda el sallayan beyaz saçlı teyzeler, bastonlarının
yardımıyla yürüyen dar paltolarına bürünmüş yaşlı amcalar,
kedilerin arkasından koşturan sümüklü oğlanlar, lastik oyna
yan kızlar vardı.
133
Onlarla tanıştıkça, ben'in hammaddesini keşfediyordum:
Ötekiler olmadan, tek başına bir ben söz konusu değildi. Ben'i
ötekilerden ayıran sen' di. Başkası olmadan ben yoktu . . . O
halde ötekini tanıma çabası, insanı kendi ben'ine daha da yak
laştırabilirdi.
Babama uzaktan gülümsüyordum. Onu bir baba olarak
değil, bir oğul olarak tanımayı başardığımdan beri anlıyor
dum. Hepimiz önce birer oğlan ve kız çocuğuyduk, öyle değil
mı. . .
Bugünlerde yine taşınma telaşındayım. İlk kez Ihlamur
Kalıpçı hattının dışına çıkacağım. Otuz iki yaşında ailemi kur
dum. Eşim - yakında kocam olacak - ben'le serüvenimde yep
yeni bir gelecek vaat ediyor. Onunla yan yana uykuya daldığı
mızda, başka alemlere doğru yolculuğa çıktığımızda hep aynı
şeyi seziyorum: "Biz"i yavaş yavaş yaratırken, kim bilir ben' in
ve sen' in daha ne şaşırtıcı yanlarıyla karşılaşacağız . . . Artık Ih
lamur yolunda beni ben yapmayı bekleyen hiçbir şey kalmadı.
Ihlamuryolu, 99
1 34