You are on page 1of 136

GÜNÜMÜZ TÜRK YAZARLARI

.LEYLA İPEKÇİ

l 966'da lstanbul'da doğan Leyla İpekçi, Saint Michel


Fransız Lisesi'ni ve Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölü­
rnü'nü bitirdi.
l 985'ten beri gazete ve dergilerde muhabirlik, editörlük
ve yazı işleri müdürlüğü yapan Leyla lpekçi'nin Maya adlı ilk
romanı Milliyet Sanat Dergisi ve Tekofaks'ın 1998 "llk Kitap
İlk Baskı" ödülünü aldı. Sinan'ın Mayası adlı ikinci romanı
1998'de yayınlandı.
LEYLA İPEKÇİ

ŞÖLEN
SOFRASI

Remzi Kitabevi
Günümüz Türk Yazarları: 46

ŞÖLEN SOFRASI/ Leyla İpekçi

Kapak: Ömer Erduran


Kapakfotoğrafı, vinyetler: Zeynep Arman
Yazarfotoğrafı : Semih Kaplanoğlu

ISBN 975-14-0679-X

BİRİNCİ BASIM: 1999

Remzi Kitabevi A.Ş., Selvili Mescit Sok. 3, Cağaloğlu 34440, İstanbul.


Tel (212) 513 9424-25, 513 9474-75, Faks (212) 522 9055
WEB: http://www.remzi.com.tr E-POSTA: post@remzi.com.tr

Remzi Kitabevi A.Ş. tesislerinde basılmıştır.


ŞÖLEN SOFRASI
Bizi mutlu eden sahip olmak değil,
tadına varmaktır.
Montaigne
İÇİNDEKİLER

HAYAT AGACI, 1 1
Benimle Yalnız Kalmayı Öğren, 13
Çektiğin tık Film, 17
İyideki Kötü, 22
Şölen Sofrası, 26
Rüya Deneyimleri, 29
Kalanlar, 35
Dünya 2999, 39
Terazi'nin Hüznü, 42
Kaçaklar, İzleyiciler, İz Bırakanlar, 45
Yalnızlık Zekası, 48
Aslında Hepinizi Seviyorum, 52

KADIN-ERKEK, 55
Topuklu Kadınlar, 57
Soyunma Odası, 60
İki Kişilik Yalnızlık, 64
Duvardaki Çatlak, 68
Yazarın Kadını, 71
İşgale Uğrayan Erkekler, 74
Gönüllü Faşizm, 78
O, Sırtını Dönmüş Uyurken . . . , 81
Kadına Sözlü, Erkeğe Yazılı, 84
Yine Yazdın!, 87
Sadık Okuyucu, 90
BENLİK, 93

Melankolik Çocuk, 95
Kadın TaklidiYapan Kadın, 100
En İyi Dost, En Eski Dost, 103
Oturmuşum Sandalyeye,
Uzatmışım Ayaklarımı . . . , 107
Minyon Kadın Sendromu, 110
Onlar Gidiyor, Ben El Sallıyorum, 113
Aptal Aşık, ·116
Sevdiğim İlk ve Tek Köpek, 119
Tek Başına Ama Yalnız Değil, 124
Genç Yazarın Üstat Karşısındaki
Önlenemez Sakarlığİ, 127
IhlamurYolu, 131
1

Hayat Ağacı

En yukarı erişmek için


ta derinden çıkmıştı yola...
Benimle yalnız kalmayı öğren!

Gözlerimi çalıştığım gazetedeki bilgisayar ekranımın kena -


rına odaklıyor ve hayale dalıyorum: Yerimden kalkıp salonu
terk etmekteyim. Ardından kapıyı açıyor ve odama giriyo­
rum. Odama kendiliğinden gidişin hayalini kuruyorum ...
Etrafımdakiler yazmak için yalnızlık peşinde koştuğumu
sanıyorlar. Halbuki o orada. Beni odamda bekliyor. Gelip ye­
niden ona bürünmemi ...
Yazma isteği içimi kemirirken O. Demiralp'in dediğinin
aksine, insanların çağrısına kapılmıyorum. Odama girmekle
kalabalığa karışmak arasında sarkaç gibi gidip gelmiyorum.
"Yazının yalnız kalmayı öğren buyruğu"na hiçbir zaman itaat
etmek zorunda kalmadım. Yazıya "benimle yalnız kalmayı
öğren" emrini vereli çok oluyor ...
Yalnızlık, kendini göstermek için başkalarına ihtiyaç du­
yar. Hedefim, öteki yolcuları yararak çıkıp gitmek, odama sı­
ğınmak değil. Dedim ya ... Odama kendiliğinden bir gidiş isti­
yorum ben. Yolum oraya çıkmalı. Aynı yolu kullananların
varlığı beni hiç ilgilendirmiyor ... Tek yapmam gereken ye­
rimden kalkmak ...
Bense inatla oturuyorum. Gece gündüz demeden başkala­
rının yazdıklarını okuyor, yeniden yazıyorum. İşim bu benim.
Ve bunu çok seviyorum. Ama...
Sözcüklerimi bir başkasının sözlerine hibe etmekten, kur­
gularımı bir başkasının metnine iliştirmekten, harflerimi bir

13
başkasının satırlarına eklemekten kendi dilimi unutmak üze­
reyim. Sesim gitgide kısılıyor, kulaklarım gitgide sağırlaşıyor.
Seneca'nın iki bin yıl önce söyledikleriyle ifade edebiliyo­
rum ancak kendimi: "işlerinden başka bir şey düşünmeyen
insanlar acınacak durumdadır; yine de en acıklısı kendileri
için çalışıp didinmeyenlerin durumudur. Uykularını bir baş­
kasının uykusuna, adımlarını bir başkasının adımına ayarla­
yanlarınkidir. Aşklarını ve nefretlerini başkalarının düzene
koymasına göz yumanlarınkidir."
Bense kendimi paralamayı, patronlar tarafından sömürül­
meyi, başkalarına para kazandırmayı, haftanın her günü gaze­
teye gitmeyi seviyorum. Peki hiçbir şey olmamış gibi, kapının
kolunu indirerek odamda beni bekleyen gölgeye nasıl kavuşa­
cağım tek hamlede?
Bana, geri çekilmeyi bir gerileme, yavaşlamayı bir yokuş
çıkma, anlık heyecanları aylara yaymayı bir yaratma eksikliği
olarak öğretenlere daha fazla kulak asmamalıyım. Dünyaya,
öteki dünyalara kendi dört duvarım arasında ulaşacağım ben.
Geçmişime bir başka insanın yüreğinden bir daha bakacağım.
Onu Seneca'nın dünyasına dek götüreceğim:
"Geçmişin günleri biz çağırırsak gelecekler, üstelik onları
istediğimiz gibi inceleyip saklamamıza izin vereceklerdir. İşle­
rine dalıp gitmiş insanların bunun için uğraşmaya zamanı
yoktur elbette. Duracak bir yeri yoksa, zaman da yarılıp açıl­
mış zihinlerin çatlaklarından akıp gider. İşlerinden başka bir
şey düşünmeyen insanlar için yalnızca ele geçirilemeyecek ka­
dar kısa olan şimdiki zaman önem taşır ve onu bile, bin bir iş
arasında seçim yapamadıkları için ellerinden kaçırırlar. Geç­
mişi unutan, şimdiyi ihmal eden, gelecekten korkan insanla­
rın ömrü çok daha kısa, çok daha karışıktır."
Yakında ... Yerimden kalktığımda ... Akreple yelkovanın
hareketlerini gökyüzünden anlayacağım. Havanın yağmur,

14
kar, rüzgar ve nemden ibaret olmadığını nefes almayı öğrendi­
ğimde göreceğim. İnsan manzarasının, dünyayı ve kendimi iz­
lemek için kayda değer tek manzara olmadığını fark edeceğim.
Doğaya, yeraltına, toprağa, hayvanlara daha yakın olacağım.
Sokakların haber kaynağından öte bir yer olduğunu hatırlaya­
cağım. Sokakta olup biteni izlemekle sokakta her an tekrar edi­
len yaşantılara ulaşılamayacağını öğreneceğim. Kendi atmosfe­
rini yaratmanın tek koşulunun, çığlığını en uzaktakilere
duyurma sevdası olmadığını anlayacağım.
Ekranın karşısına geçtiğimde sözcüklerin de benimle karşı­
laşmak için hazırlandığını göreceğim. Zamanla o sözcüklerden
karakterler doğacak. Onlara güzel görünmek için sabahları
uyandığımda yeniden şık giyineceğim. Onlardan öğrenecek ne
çok şeyim olduğunu gördükçe meraklarım, heyecanlarım arta­
cak.
Güzel günlerin dört duvar arasında nasıl da yaşanılır oldu­
ğuna en önce ekranım tanıklık edecek. Güzel günlerimin hiçbir
müdahaleye uğramaksızın geçip gitmesine izin vermeyeceğim.
Sözcükler arasında kendimi bulmaya çalışırken en güzel anıla­
rıma sahip olacağım.
"Zavallı ölümlülerin - kendilerini işlerine kaptırmış ölüm­
lülerin - en güzel günlerinin ilk önce geçip giden günler oldu­
ğundan kuşku duyulabilir mi?"
Seneca, asırlar öncesinden biliyordu:
"Kendilerini işlerine kaptıranlar, yaşam denilen bu aralıksız
ve hızlı yolculuğun, uyur ya da uyanık, aynı adımlarla yaptığı­
mız bu yolculuğun, ancak bitiminde farkına varırlar. Son anla­
rını yaşarken, çok geç farkına varırlar ki onca zamanı bir hiç uğ­
runa didinerek geçirmişlerdir. Tedirgin olmaları için işsiz
kalmaları yeterlidir. Çünkü kendi kendilerine kalmışlardır, el­
lerindeki boş zamanı nasıl düzenleyeceklerini ya da nasıl uzata­
caklarını bilemezler. Bu nedenle herhangi bir uğraş arar durur-

15
lar, onları uğraşlarından ayıran bütün o süre dayanılmaz gelir.
Günler onlara uzun değil, çekilmez gelir. "
Usulca yerimden kalkıyorum. Yanımda, karşımda, çapra­
zımda oturan öteki yolcuları kucaklıyor, iyi şanslar diliyorum.
Bana "yolun açık olsun" diyorlar. Kolu indiriyor ve odamdan
içeri giriyorum.

Ihlamur yolu, 98

16
Çektiğin ilk film!

Rüzgar kuzeyden esiyor, biz batıya gidiyoruz. Seninle ben.


Çıktığımız ikinci yolculuk. Deneyimliyim. Seninle yıllar önce
vazgeçmeye yeltendiğim hayatta, hayalini henüz kurmadığım
topraklara yalınayak ulaşmış gibiyim. Botlarımı çoktan çıkar­
mışım. Parmak uçlarıma kıymıklar batıp duruyor. Bilekle­
rimden kavrayıp yukarı çekiyorsun beni. Dudaklarım, boy­
nunun başlangıcına isabet ediyor, aynı anda memelerim
karnına yapışıyor. Karşılaşıyoruz. .. Az sonra tren hareket
ediyor . ..
Kompartımanımız loş ve dar. Trenin hareket yönüne sırtı­
mızı vermişiz, aksi istikamette ilerliyoruz. Bütün bunlar yeri­
mize oturup görüntülerin geçişine tanıklık edelim diye özel­
likle ayarlanmış sanki. İtaat ediyoruz biz de. Valizini açıp en
üstte duran paketi çıkarıyorsun. Heyecanla açıyorum. Badem
ezmeleri! Sana daha önce hayatta en çok sevdiğim şeylerden
birinin badem ezmesi olduğunu söylemiş miydim?
Yan yana durmuş aynada kendimizi seyrederken nasıl aynı
anda sırtlarımızı dönüp arkamıza bakmaya yeltendiğimizi ha­
tırlıyor musun? O zaman işte birbirimizdeki gelecekten ha­
berdar oldum. Bana geleceği getirmiştin beraberinde.
Tren dağların içinden geçerken sık sık kararıyor etraf. Tü­
nelden çıkana dek, koyu karanlık boyunca gözlerimi senden
alamıyorum. Seni içine alan karanlığa seni düşleyerek bakıyo­
rum. Baktığım yerde gözlerinin beni beklediğini biliyorum.

şsz
17
Işık yüzümüze çarptığında, kaldığım yerden devam ediyorum
sana.
Parmaklarını avucumun içinde gezdiriyor, beşini birden
sığdırmaya çalışıyorsun. Umursamaz duruyorum. Avuçları­
mın senin parmaklarını içine almaya yetmeyeceğini görmezli­
ğe geliyorum. Sana - bir insana - daha fazla yetmeyi istemek
neler yaptırıyor bana, görüyor musun! Sakın inanma şu
umursamaz tavrıma.
Gece gitgide soğumaya başlıyor camlar. Sabah bakıyo­
rum, Transilvanya' dayız. Dumanlı gökyüzü. Buğulu camlar.
İçim ürperiyor. Tırmanmaktan kulaklarım tıkanmış. İstas­
yonlarda bekleşenlerin ifadeleri değişiyor. Gitgide daha sert
yüzlü oluyorlar. Dağların arasında yırtılan gökyüzünü sabırla
kucaklayan, nasırlarıyla toprağın derinliklerini kavrayan in­
sanlar... Onlar duruyor, biz geçiyoruz. Yüzlerinde kavuşma
anının bildik sevinci değil, ayrılışın hiç bilmediğimiz, yaban­
cısı olduğumuz acısı ... Buralara, bu kuru soğuklara özgü bir
acı. İçinde buruk bir gülümseme barındıran, yine de kupku­
ru bir acı.
Sen gelmeden önceki- öyle ya sen geldin beni almaya- za­
manlara ait, yerleşik ama kendini kabul ettirmiş acımı hatır­
lattı bana. Yokluğun acısını. Bundan böyle acı çekersem, bu,
gitgide uzaklaştığımız Akdeniz'in nemli havasının ılık gözyaş­
larını getirecek bana: Yokluğun yerini kayıp alacak.
Kızıyorsun, nereden çıkarıyorum böyle şeyleri diye. Anla­
sana, hava atıyorum sana, nasıl da her şeyi göze aldığımı söy­
lemeye çalışıyorum. Kahramanlık gösterisi!
Bükreş sokaklarındaki gençlerin yüzü, dedelerinin, büyük­
annelerinin yüzünü olduğu gibi devralmış. ·Zaman, buraya
uğramadan geçip gitmiş, dışlamış onları. Hiçbiri zamandan
nasibini alamamış. Sarayda rehberlik yapan kızın geçmişi yüz­
yıllar öncesine uzanıyor. Kafelerde oturan gençler ruh çağır-

18
mak için bir araya gelmiş gibiler. Yüzlerine astıkları neşe mas­
kesini bir türlü tam oturtamamışlar.
Bense yüzüme kendiliğinden oturmuş neşe maskemle ye­
niden yola koyuluyorum. Geçip giden gecenin aksinde, başını
omzuma dayamış uyumanı seyrediyorum. Seni seyrederken
dalıyorum. Az sonra senin rüyandayım ...
"Macar köylülerine bak, neler yapmışlar böyle!" Uyanıyo­
rum. Kırlar içinde bir mezarlıktan geçiyoruz. Mezarlık, ikinci
bir kır gibi. Köylüler, ölülerinin her birinin yanına vazo içinde
taze güller bırakmış. "Sanki her biri az önce ölmüş!" diyorsun.
Bense az önce doğmuşum. Cama ellerimi dayıyor, kent va­
roşlarını seyrediyorum. Bir kente varoşlarını görmeden gir­
menin anlamsızlığını düşünüyorum. Budapeşte'nin gürültü­
leri duyuluyor. İstasyon duvarlarında resimler, afişler .. . Sisin
ardında bir kent bulmak! Sihir bu olsa gerek. Budapeşte'nin
sabah kokusu çalınıyor burnumuza. Çörek, kahve, nemli ot ...
İstasyonlarda bekleşen çocuklar sevinçli.
Ellerimi yarı aralık cama koyduğum noktada, tam da avuç­
larımın içinden raylar geçiyormuş meğer hızla. Benim ken­
dimde görmediklerimi, görüp de sana göstermediklerimi ya
da yalnızca vaat ettiklerimi nasıl da görüntülüyorsun kendi
çektiğin filmin karelerinde.
Çocukluk hayallerimde sana aşık olmayı kuracak kadar cü­
retkar değildim. Sense bana çocukluk aşkın olduğumu söyle­
din. Sonradan anladım. İçlerinden bata çıka geçip gittiğim bü­
tün akarsular beni sana sürüklemekteymiş. Sonra bir gün
durgun suda yatmış keyifli keyifli etrafı seyrederken bir bak­
mışım, sen oradaymışsın, beni bekliyormuşsun. Bana verileni
seçmeye gelmişim ben ... Artık mutlak kadere inanıyorum.
Kaderimi biliyorum .. .
Prag. Sular ve köprüler ... Bizi karşılayan heykeller. Hey­
kellerin içindeki insan ruhlarının hüznü ve coşkusu. Gri gök-

19
yüzü. İşte burada kaybolmalıyız. Burada ayrılmalıyız. Birbiri­
mize yeniden rastlamak, bir daha karşılaşmak için . . .
Şimdi Prag'da seni ilk kez görüyorum. Trene yeniden bin­
diğimizde, Venedik'e ulaştığımızda hep aynı şey olacak. Se­
ninle her gün karşılaşacağım. Alışmak istemediğim bir alış­
kanlık gibisin.
Seni ilk gördüğümde Büyük Karşılaşma' dan habersizdim.
Hatta sana ulaşana dek masalar arasında pek çok kez kaybola­
caktım. Günler sonra gözlüklerini çıkarıp masanın üzerine bı­
raktığında, işte ancak o zaman, bende bir karşılığın olduğunu
fark etmiştim.
Aşkın anlamını arzularımla korkularımın ezeli yarışında
buluyordum senden önce. Zıtlıkların yüceltilmesiydi beni tek
çeken. Zıtlıklar ayırmaz, bütünleştirirdi. Meğer mıknatısın iki
ucunu birbirine değdirmeye çalışınca kutupların kendilerini
geriye ittiklerini göz ardı etmişim.
Seninle ise en çok yalnızlığımı yaşıyorum ben. Seni kendi
yalnızlığımda sevmek. Senin beni kendi yalnızlığında sevmen.
Bir araya geldiğimizde ötekine uyum sağlamak için özel bir
çabaya gerek duymayışımız. Ötekini sevindirmenin hiçbir şe­
ye mecbur kalmadan gerçekleşmesi.
"Birbiri için yaratılmak" rastlantı değildi. Rastlantıların bi­
rer işaret olduğunu ve bizler tarafından okunmayı bekledikle­
rini gördüm. Her şey Orta Avrupa'nın köprüleri gibi bizi bir­
birimize getirmek için kurulmuştu. O köprülerin yapımında
sayısız işçi çalışmıştı mutlaka. Bizi bir araya getirirken her biri
suskundu yine de. Gözleriyle görüyorlardı gerçeği: Kendini
ötekinden, ötekini kendinden çıkarmanın zarafetindeki müt­
hiş sessizliği . . . Sözleri çağırmaya gerek yoktu.
Birbirinin elinden tutan iki kara parçasından oluşan Vene­
dik'e suların taşma saatinde varıyoruz. Herde, şehir içinden
müzik sesleri yükseliyor. Yüzlerce yıldır orada duran binala-

20
rın ilk katlarını kendine mekan tutan sular. Suların sultanlı­
ğı. . . Rutubet, yosun, fareler . .. Onlardan kurtulmak için terk
edilmiş zemin katlar. Ardından, zemin katlara inat, tül perde­
leri, küçük saksı çiçekleri, pizza kokularıyla hayatın bütün te­
laşını hiçbir şeyi umursamadan yaşayan ikinci ve üçüncü kat­
lar . . . Bir şehrin böylesine değişmeden kalması. . .
Senin için, Venedik'in aksine değişmek istiyorum ben. De­
ğişmem, senin istediğin gibi mi olmam demek? Olurum. Bir
insan için kendimden kaç kişi çıkarabileceğime ben de şaşıra­
cağım. Daha önce hiç görmediğim yüzlerimle karşılaşacağım.
Her birini getirip sana takdim edeceğim. Kendimizdeki ya­
bancıları birbiriyle tanıştıracağız.
Biliyor musun, kendime yolculuk yaparken, sana doğru
adım atmak bile başlı başına bir serüven. İnsan o halde neden
sürekli eş değiştirmeye, daldan dala konmaya serüven adını
vermiş? Hiçbir maceraperest aşık benim seninle yaşadığım ka­
dar büyük bir serüven yaşamamıştır ki.
Dönüş yolunda, cam kenarında oturmuyorum bu kez. Se­
nin etrafında, yukarında, aşağındayım. Camların dışında hızla
geçip gitmekte olan saatler, günler, geceler, dağlar, ağaçlar . . .
Bana bir ipucu daha veriyor: Aşkım; bırakıp gidilenlerde de-
-
ğil, yanıma aldıklarımda çoğalıyor.
Ihlamur yolu, 99

21
iyideki kötü

Biraz içki içince kendini dünyanın en temiz kalpli insanı


sananlar vardır. Dört bir yana neşeyle öpücük dağıtır, "Aslın­
da hepinizi seviyorum," derler. Onlara inanmaz gözlerle bakı­
lır. Çünkü insan ancak sarhoşken bu kadar iyilik meleği kesi­
lebilir.
Jean Genet, insan ruhunun bakir kalmış yanlarından birini
iyi kalpli roman kahramanlarına duyulan ihtiyaçtan yola çıka­
rak çok güzel açıklar: "Eğer her yaratıcı, yarattığı kişilerine
hür irade, kendi iradesini kullanma yetkisi veriyorsa, içinden
gizlice onların iyiliği seçmelerini bekler."
Neden gizlice? iyi insan olmak, iyilik yapmak utanılacak
bir özellik midir? Ancak aptalların iyi olduğuna inanan düşü­
nürler kendi ruh uçurumlarından yola çıkmıyorlar mı? Peki
iyilerin ezildiği bir dünyada yaşarken, neden bütün hikayeler­
de iyi kalpli karakterlerle özdeşleşmek isteriz ısrarla?
En çok onay bekleyenler, sevilme ihtiyacı duyanlar mı iyi
kalplidir? Yoksa sarhoşun dediği gibi, herkesi sevdiğine ina­
nınca mı iyi insan olunur?
iyi olmak sevmekle mi, sevilmekle mi ilgilidir? Acaba bü­
tün amaç kutsal kitaplarda yazılanları uygulamak mı? Cenne­
te gitmek için iyilik yapanlara, hakikaten iyi kalpli denir mi?
Peki karşılık beklemeden iyilik yapan erdemliler, doğuştan mı
sahiptiler iyi birer kalbe? Püriten ahlak, ezilen iyilerin mutlu
olmasına yetmiş midir?

22
Tıpkı kötülüğün acımasızlaştırdığı gibi iyilik de acımasız­
laştırır. Kimi zaman, iyilik gören kişinin vicdan azabı artar.
Kendilerine yapılan iyiliklerin karşısında vicdan azabı duyan­
.
lar en rahat vicdan sömürüsü yapanlar arasından çıkar. Çün­
kü suçluluk duymaya başlamışlardır. Suçluluk duyanlar ise
acımasızca şiddet uygulayanların en başında yer alır.
İnsan, vicdanı son derece "temiz"ken, kendini kuzu postu
içinde sanırken, aslında bir kurt olduğunu göremez. Paul
Watzlawick, kuzu postuna bürünen kurtlardan birine güzel
bir örnek vermektedir, "İyideki kötü" adlı kitabında:
"İşin başında insanlığı iyiliğe çağıran Hermann Lübbe, dü­
şünce yoluyla insanları uyandıramayacağını görüp, kendini
yardıma muhtaç, ama kavramlarla bir yere varamayan insan­
lığa neşteri vurmak zorunda kalan cerrah rolünde hissedecek­
tir. Eylemi, insanı mistikleştiren baskı düzenini sarsacağı yer­
de, kan gölünün yol açtığı dehşet ve öfke sonucu farklı
görüşteki insanları yakınlaştırıp aynı düzenin daha çoğunu ta­
lep etmelerine yol açtı. Lübbe, insanın insanlığa olan sevgisin­
den gelen terör eylemini anlamamıza yardımcı oluyor."
Fransız senatör, Birinci Napolyon'la yaptığı konuşmada,
"Mükemmellik peşinde olmak, insan ruhuna musallat olabi­
lecek en tehlikeli hastalıklardan biridir," der. Paul Watzla­
wick'ten alıntıyla, "Her psikolojik aşırılık gizliden gizliye kar­
şıtını içinde taşır veya karşıtıyla yakın ve asli ilişki içindedir,"
der Jung da.
İyilik yapmak; tıpkı kötülük yapmak gibi bilincimizin gizli
dehlizlerinde, belki de onunla iç içe kodlanmıştır. "Kötü"nün
karşıtının her zaman "iyi" olduğu varsayımına katılmayan
Watzlawick de bunu şöyle örneklendirir:
"Fransız Devrimi'nin idealleri giyotinin kullanımını zo­
runlu kılmıştır. Şah'ı Humeyni izlemiştir, Somoza'yı Sandi­
nistalar . . . Gecenin ve kaosun tanrısı Dionysos, Yunan tapı-

23
naklarının giderek daha da uhrevileşen mermer müziğine zor­
la girer. Meryem kültünün içindeki ve ortaçağın aşk şarkıla­
rındaki dişi olanın abartılı biçimde yüceltilmesi, şu işe bakın
ki, cadı yakmayla kol kola gelişmiştir. Sevgi dini yolunu şaşı­
rıp engizisyona saplanmıştır."
Satır aralarında durup bu örneklerin ne kadar tanıdık gel­
diğini görmek mümkün kendi tarihlerimizden. İyilik yapma
isteğiyle kötülüğe yol açanlardan başka, bilmeden kötülüğe
neden olanlar da var. Acaba onlar, "iyilik misyonerleri"nden
daha mı saftırlar?
Bernhard Schlink'in Okuyucu adlı romanındaki Hanna,
okuma-yazma bilmediğini herkesten gizlediği için kendini
toplama kampında hemşirelik yaparken bulmuştur. Yıllar
sonra yargılanırken, onu izlemeye gelen eski sevgilisi, kendi
kendine sormaktadır: Auschwitz'de bulunmuş ve yakalanmış
birini oradaki davranışlarından ötürü yargılamamak olabilir
miydi? Sözgelimi, orada öteki hemşirelerden daha yardımse­
ver davranması suçunu hafifletebilir miydi?
Sevgilisi duruşma ilerledikçe Hanna'nın gitgide daha bü­
yük kötülükleri umursamazca yaptığını öğrenecektir. Yangın
çıkan kilisenin kapısını açmadığından içerdeki esirlerin yana­
rak can vermesine yol açmıştır.
Bir kez "hain" olmak, kötülük yapmakta daha serbest bıra­
kabilir mi bizi? Ama Hanna, "öylece durup kaçmalarına izin
veremezdik ki! " diyecektir savunmasında. "Ne yapacağımızı
bilemedik. Sorumluluk taşıyorduk . . . "
"Milgram deneyi", Hanna'nın yaklaşımını daha iyi anlata­
caktır:
Denekler ikiye ayrılır. Her iki gruba da - kontrol grup
oluşturmak amacıyla - farklı açıklamalar yapılır. Bir kısmı
içerdeki odaya gönderilir. Ötekilere deney hakkında her detay
anlatılır: Görevleri içerdekilere birtakım sorular sormaktır.

24
Doğruyu bilemediklerinde kendilerine bağlanmış olan kablo­
lar odadaki gösterge cihazını uyaracak ve elektrik akımıyla ce­
zalandırılacaklardır.
Ceza vermek için her yanlışta cihazdaki düğmeye bir kez
basmak yeterlidir. Kablolardaki elektrik akımıyla soruyu bile­
meyen denek hafifçe çarpılacaktır. Yalnızca bir kez basılırsa
hiçbir sorun çıkmayacaktır elbette. Şunu da göz ardı etmemek
gerekir: Deneklerin içinde kalp hastası olanlar da vardır. . .
lçerdeki odada kendilerini bekleyenlerin bütün bu açıklama­
lardan haberdar olmadığına ikna edilen denekler, deneyi baş­
latır.
Verdikleri ilk cezalarda oldukça isteksiz ve çekingendirler.
Düğmeye basarken elleri titrer. Fakat zamanla yanlış cevaplar
arttıkça tuşlara daha kuvvetli basmaya başlarlar. Bu arada yan
odadan kimi çığlıklar da duyulur. Kalp hastaları elektrik akı­
mından mustariptir! Fakat artık hiçbir denek buna aldırma­
makta, her yanlış soruda bir öncekinden daha emin bir şekil­
de düğmeye basıp elektriği vermektedir.
Bu denekler gibi, Lübbe ve Hanna gibi, kötülüğe bilinçsiz­
ce - veya şu ya da bu sebeple - başlayanların gitgide canavar­
laşması hangisini daha iyi açıklıyor?
İyideki kötüyü mü, kötüdeki iyiyi mi?
Belki de Genet'nin dediği gibi, insan içindeki "iyi"yi yal­
nızca kahramanlar yaratırken daha özgürce ortaya çıkarıyor.
Bu yüzden de kendini farklı biçimlerde ifade etmeye ihtiyaç
duyuyor. Yoksa insanlık, iyi yanlarını muhafaza etmeyi ve
göstermeyi sanata mı borçlu!
Ihlamuryolu, 99

25
Şölen sofrası

İsa'dan önceki SO'li yıllar. . . Romalıların işgaline direnen


Galyalı köyün ahalisi zorlu bir serüvenin sonunda zaferlerini
kutlamak için bir araya gelmiştir, az sonra şölen başlayacak­
tır. . .
Evet, çizgi kahraman Asteriks'in serüvenleri bundan sonra
da aynı şekilde bitecektir; "mutlu son"la . . . Şölen sofrasında
bütün kırgınlıklar, kızgınlıklar unutulur. Çünkü kimse kafası
bozukken eğlenemez. Çimenlerin üzerine sofralar kurulur.
Ateşte domuz çevrilir, içki içilir, şarkılar söylenir . . .
Ve bu şenlikli ortam kitaptan çıkar, gelir yüreğimin ortası­
na kurulur; gözlerim dolar .. .
Münir Özkul, Adile Naşit, Müjdat Gezen, Ayşen Gruda . . .
Düşünecek olursak, bu romantik komedyenlerin bir araya
geldiğinde gözlerimizin dolmaması hemen hemen mümkün
değildir. İşte Gırgıriye adlı film de bunlardan biridir. Birbiriyle
habire didişen, münakaşa eden iki ailenin başka bir düşman
ortaya çıktığında bir arada mücadele etmeleri, her kazandıkla­
rı zaferde birlikte çalıp söylemeleri, birbirini koruma ve kolla­
ma halleri aynı şekilde duygulandırır pek çok izleyeni. Hepi­
mizin içinde böyle naif, basitçe mutlu olan ortak bir taraf
vardır işte; mutlu aile tablosu budur . . .
Mutlu aile tablosunu en iyi tarif eden, bütün fertlerin bir
araya geldiği bir sofradır. Öyle ya, içinde birkaç kuşak birden
barındıran ailenin eksiksiz buluşması için en kolayı birlikte

26
yemek yemektir. Uzun yollardan çıkıp gelen insanların ortak
bir geçmişe ve yazgıya sahip olmalarını en iyi anlatan fotoğraf
karesi de şölen sofrasında birlikte şarkı söylemeleridir. Şölen
sofrasında, tıpkı Laura Esquivel'in Acı Çikolata adlı romanın­
daki gibi, herkesin sevdiği geleneksel yemekler pişirilir.
Etrafta genellikle çocukları, torunları için koşuşturan bü­
yükanneler olacaktır. Dargın kardeşlerin arasını bulmaya çalı­
şır, gelinlerini idare ederler. Kocalarını, kardeşlerini alttan
alır, yüreklerimizi bir süre için de olsa yufka biçimine sokar­
lar.
Asteriks'deki gibi şölen sofrasında biten hikayeler her sefe­
rinde, tıpkı mutlu aile tablosu gibi, korkutur beni. Peki sonra
ne olacaktır? Daha mutlu bir son olabilecek midir? Bu sevinen
insanları mutlaka uyarmak lazımdır, yakında başlarına kötü
bir şey gelebilir diye tedirginlik duyarım. Gerçekten de bir ara­
da eğlenirken pek yakında bazı sandalyelerin sofradan eksile­
ceğini veya yenilerinin ekleneceğini herkes unutur. Kuşaklar
boyunca kurulan şölen sofrası yalnızca "o anı" tanımlar . . .
Aile, kökleriyle dalları arasında asırlar olan yaşlı bir ağaçtır.
Ama önceki ve sonraki kuşakların toplamından çok, belli bir
dönem boyunca (yüz, yüz elli yıl) erişebildiklerimizin topla­
mına veririz bu adı. Buradan yola çıkarak aile olmayı daha dar
bir anlama, daha doğrusu iki anlama indirgemek mümkün­
dür: Bir, bizlerin çocuk olarak yer aldığı, müdahalemiz olma­
dan, bizden önce bir araya gelmiş insanların kurduğu aile. İki,
büyüdükten sonra bizlerin seçtiği (ya da bizim için seçilen),
bizler tarafından kurulan aile.
Aile tamamen dağıldığında aile ruhu uçup gitmez. Hep
orada kalır .. . Akrabasını reddetmiş biri, ondan ne kadar nef­
ret ederse etsin, bu, ailenin yokluğuna değil, varlığına işaret
eder. Üyeleri birbirini inkar etse dahi aile varolmaya devam
edecektir. Ailenin bekaası tek tek her bir üyesinden daha

27
önemlidir. Kusturica'nın Yeraltı adlı filminde denildiği gibi;
kardeş kardeşe düşman olmadıkça savaş da çıkmaz.
Şölen sofrasında dargın bir amcayla yapılan "zoraki" bir
konuşma "ailemize karşı görevlerimizi yerine getirme" duy­
gumuzu tatmin eder, kendimizi hayırlı bir evlat gibi hissede­
riz. Sofradan kalkana dek kendimizi, çocuklarımızı, büyükle­
rimizi aile tablosunun muhteşemliğine inandırırız.
Tek tek kardeşlerimize, eşlerimize sadık kalamıyorsak da,
bütün bir aileye, ailenin bütünlüğüne sadık kalabiliriz. Bu vic­
danımızı rahatlatır.
Ve kuşaklar gelip geçer, sandalyeler eksilir, artar. Ama şö­
len sofrası aileyi ağırlamayı sürdürür . . .
Her zaman Galyalılar'daki gibi "mutlu son" vaat etmese de
daima oradadır, ailemiz gibi . . .
Ihlamur yolu, 99

28
Rüya deneyimleri

Aşağıya inerken basamaklardan birini şaşırdım, tökezle­


dim. Yeryüzüyle gökyüzü arasındaki mesafe hızla kapandı.
Dönüyordum, dönüyordum . . . Avucumun içinde masmavi
bir göz açılmıştı.
Dallarından kopan iki yaprağın el ele düşüşünü izlemek­
teydim. Öyle uzun sürüyordu ki, böyle, salına salına. Önce so­
la, sonra hoop sağa. Bir parça aşağıya, ansızın yukarı. Derken
yeniden aşağıya. Birlikte çizilen küçük daireler. . .
İncir ağacı oldum ben de. Dallarını yanımdaki çam ağacı­
nın dallarına karıştı, iç içe geçti. Her ikimiz de kendi dalları­
mızdan feragat etmiştik. Dallarımız, diğerininkilerin bize
doğru sarkmasına izin veriyordu . . .
Çamın yanındaki palmiyenin kozalak özlemi vardı, zak­
kumların yanındaki söğüt ise susuzluk çekiyordu. Hepimizin
yüzyıllık köklerinde bir teslim oluş, zamanın bilmediği bir sa­
bır vardı . . .
Çamların ardındaki deniz bir görünüp bir kayboldu. Yarı
çıplak bir kadın gibiydi, hep daha fazlasını çıkarmayı vaat edi­
yordu ama dalların arasından eğilmekle maviliğinin daha faz­
la gözükmesine izin vermiyordu.
Dalların arasından görünen ilk anılarımdı. Merdivenden
inerken tökezleyişim, düşmeye başlayışım. Dizimin kanayışı.
Tentürdiyotla ilk tanışmam .. .

29
Ardından kozalak toplayan bir kız oldum, on dört yaşıma
bürünerek ilk aşkıma şarkılar mırıldandım.
Mezarlarında yan yana yatan her eşin elini ötekinin ebedi
yalnızlığına uzatmasını ve ziyaretçilerini el ele karşılamasını
izledim. Gündüzü daha aydınlık, geceyi daha yıldızlı gör­
düm. Doğaüstü ırmakların yanından geçerken sandaletlerimi
çıkardım. Parmak uçlarımı nemli topraklarda çiftleşen sal­
yangozlara değdirdim. Serin taraçalardan uzanıp salkım sal­
kım üzüm yedim . . .
Üzerimde pervaneler gezindi, arılar vızıldadı. Ortanca ol­
dum, babından verdim onlara.
Fesleğen, nane, ıhlamur ve kekiği iri cam kavanozlara koy­
dum. Sardunya saksılarını pencerenin kenarına dizdim, te­
pemden sarkan üzüm salkımlarına kadeh kaldırarak ağustos­
böceklerinin korosuna katıldım. Kekikle nanenin, ıhlamurla
fesleğenin birbirlerinden zevk alışını izledim . . .
Sonra ansızın avucumdaki mavi göz kapandı. . .
Gözlerimi açtım. Yüzümü yıkamaya giderken üzerimde
bir hafiflik, bir nedensiz neşe vardı. Gece boyunca birileri gü­
zel bir masal anlatmıştı bana. Birdenbire hatırladım; bir gün
önce çok sevdiğim bir yakınımın cenazesindeydim. Rüyamda,
onun cennete gidişini görmüştüm sanki. İyiydi, huzurluydu.
Matemden çıktım ben de . . .
Rüyamı, yaşamıma dahil etmiştim . . . Yoksa Freud'un de­
diği gibi "ne bildiğimi bilmek istemediğim için" mi görmüş­
tüm o rüyayı . . . Beni kendi gerçeğimin uzağına atmasını mı
istiyordum rüyalarımın, yoksa yaşamıma dahil olmalarını
mı . . .
Birden soruların pençesinde buldum kendimi: Uykumun
gelmesinin nedeni rüya görmeye duyduğum bir çeşit ihtiyaç
olmasındı sakın? Eğer böyleyse, ne rüya gördüğümden önce,
rüya görmenin kendisi beni rahatlatıyor olmalıydı. O halde

30
bazıları neden gördükleri rüyaları hatırlamazlardı? Neden
sürdüğünden çok daha uzun gelirdi bize, gördüğümüz rüya­
lar?
Uykuya daldığımda beynim sanki kaydedeceği, süzgecin­
den geçireceği ya da belleğin derinliklerine iteceği şeyleri
ayıklar durur gibi gelir bana. Gördüğüm rüyalar sayesinde
kendime nasıl adım attığıma dair bir fikrim olabilir şüphesiz.
Ama beni şaşırtan, o adımı atan halimle de "kendim" olu­
şum! Freud, rüyaların kişisel olduğunu ve bir başkasına hitap
ediyor olamayacağını söylerken haklıydı belki de ...
tık işim gidip rüyalar üzerine yazılmış kitapları karıştırmak
oldu.
"Rüyayı sinemaya mı, kehanete mi, bulmacaya mı benzeti­
yoruz? Kimin için rüya gördüğümüz, bunu nasıl hayal ettiği­
miz, tümüyle bu sorulara verdiğimiz cevaplara bağlıdır," di­
yen Phillips'in Dehşetler ve Uzmanlar adlı kitabını elimden
bırakamadım.
"Rüyanın anlamı konusunda rekabet etmek mümkün ola­
bilir belki, ama deneyimi konusunda edilemez. Sözcüklerle
konuşuyor olabiliriz ama sözcüklerle rüya görmüyoruz . .. Rü­
ya farklı benlik deneyimi çeşitlemelerinin denenebileceği,
farklı seslerin duyulabileceği bir mekan, ruhsal bir alan açar.
Rüya bilgilendirici değil, çağrıştırıcı ve sezinletici bir nesne­
dir."
O gece uykuya daldığımda canım sıkkındı. Kötü bir gün
geçirmiştim, bir türlü bitmek bilmemişti sorunlar . .. Rüyam­
da ne göreceğimi biliyordum; aynı evi. Ne zaman sıkıntılı ol­
sam, on iki yıl önce bıraktığım ev girer rüyama. Onu çeşitli
açılardan, çeşitli zamanlarda, çeşitli insanlarla defalarca görü­
rüm. On iki yıl geçtiği halde, sanki hala o evde oturuyormu­
şum hissine kapılırım.
. Nitekim gece de öyle oldu. Sabah uyandığımda rüyalar

31
üzerine okumayı sürdürdüm . . . Bu kez meseleyi çözecektim:
Bu evde, geçmişte çok sıkıntı yaşadığım için, en ufak bir can
sıkıntim bana onu çağrıştırıyordu. Geçmişimde yaşıyor filan
değildim, yalnızca geçmişimdeki ev yeni sıkıntılarımın sem­
bolüne dönüştüğünden görüyordum onu hep rüyalarım­
da . . .
Peki böyle durumlarda ne rüya göreceğimi sezer gibi olma­
mın nedeni neydi?
Kendimi üst üste çok iyi, çok mutlu hissettiğimde rüyam­
da mutlaka canımı sıkan bir şey göreceğimi bilirim. Cinlerim
gece boyunca kötü rüyalar yollayarak uyarırlar beni. Sabah ol­
duğunda coşkumu dengelemiş, taşkınlıktan uzaklaşmış ola­
rak kalkarım yataktan.
Yoksa kendime bu yöntemi seçen de ben miydim? Acaba
herkesin rüya görme biçimi böyle miydi, yoksa yalnızca be­
nim rüya yorumcum mu bana böyle yaptırıyordu . . . Sembol­
lerimi yaratan bensem eğer, herkesin yarattığı semboller farklı
olmalıydı . . . Nitekim kitaplarda aradığımı buldum:
"Eğer rüyaları birer nesne kabul edersek ve nostalji nesne­
siyle yakından ilişkili olduğunu varsayarsak, tek bir ilişkiye de­
ğil, birçok kullanım olanağına işaret ederler. Ve her kişi için
farklı işlevi yüklenirler," diyordu Pontalis. Phillips ise, "Eğer
rüyaların işlevi hepimiz için farklıysa," diyordu, "rüya yorum­
lama yöntemlerimiz de tartışmaya açıktır." O halde falcılara
rüya yorumlatmanın anlamsızlığı tamamen ortaya çıkacak­
tı. . .
O gece kesintisiz bir uyku uyudum. Hiçbir rüyamı hatırla­
madım. Kendimi tuhaf bir şekilde iyi hissediyordum. Bütün
gece karabasanlar görmüşüm de uyandığıma sevinmişim gibi
bir hisse kapıldım. Ve o akşam bir deneme yaptım. Aklımda
çok önemli bir sorunla uykuya geçmeye çalıştım. Az sonra rü­
ya gördüğümün bilincinde olarak düşüncelerimi görüntüle-

32
meyi başarmıştım . . . Kitapları karıştırdım, bu konuda bir şey
bulamadım. Bunun üzerine kendi deneyimlerime yoğunlaş­
tım:
İnsanın zeki, esprili veya çılgın olması, gözünü kapattığın­
da da öyle olacağı anlamına gelmez. Rüyalarda kendini kişilik
değiştirmiş olarak görebilir.
Hiçbir rüya geçerli olan ahlak kurallarına göre kurgulan­
maz. İnsanın nasıl bir rüya göreceğini, içinde nelere dikkat et­
mesi gerektiğini kimse belirleyemez.
Rüya, insanın en yalın, en yalnız, en özgür, kendiyle en baş
başa kaldığı boyuttur. İnsan sırlarının anahtarıdır.
Uzun zamandır kendilerinden haber alınmayan, özlenen,
unutulduğu sanılan kişiler hakkındaki son havadisleri de rüya­
lardan almak mümkündür. Böylelikle onlarla gerçekten bera­
ber olunmuş gibi özlem giderilebilir. Gözler açıkken görünen­
lerle, kapalıyken görülenler arasında bir gerçeklik sıralaması
nasıl yapılabilir ki!
Rüyalarda yaratıcılığın üst sınırı yoktur. Zihin uçsuz bu­
caksızdır. Neler yapabileceğini, kişiyi nerelere sürükleyeceği­
ni rüyalar sayesinde tahayyül etmek mümkündür. İnsan göz­
leri açıkken, rüyalarındaki kadar yaratıcı bir yönetmen
olamaz.
Bir gün sonra sabah olduğunda çok tuhafbir rüya görmüş­
tüm. Geçmişimdeki ev, bu kez denizde yüzen bir apartman ol­
muştu. Yeni bir eve taşınmıştık ama içerde nereye baksam es­
ki evime benziyordu. Camdan dışarı sarkınca hayretler
içerisinde denizde hızla yol aldığımızı görüyordum . . .
Meseleyi anlamaya başlamıştım. Eski evin bana çağrıştır­
dıklarını tam olarak çözdüğümde, rüyalarımda bir daha ayak
basmayacaktım oraya. Nitekim, az kalmıştı, çünkü taşınma
çabalarına girmiştim. Üstelik ev de onu bıraktığım yerde dur­
muyordu artık . . .

şs 3
33
Gece rüyamda kendimi rüya görürken buldum. Rüyamda,
kendi rüyalarımı yorumlamaya çalışıyordum. Bir hafiflik var­
dı içimde . . . Ansızın avucumdaki mavi göz yeniden açıldı ve
beni yepyeni serüvenlere götürdü . . .
Ihlamur yolu, 99

34
Kalanlar

Hayatıma yeni gelen insana, "Neden her şey bitiyor," diye


yakınıyordum. Birden durumun ne kadar trajikomik olduğu­
nu fark ettim. O da çıkıp gidecekti mutlaka. Bitmeyen, hep ay­
nı kalan hiçbir şey, gitmeyen hiç kimse yok muydu? Neden bi­
tenler, yok olanlar, gidenler beni hüzünlendiriyordu?
Her şeyin ölüme doğru gittiği gerçeği, insanın - ve hatta
evrenin - bir başlangıcı oluşu, biteceğini de göstermiyor muy­
du? Başlayan ve biten her şey değişimin kanıtı değil miydi?
Aynı kalan tek şey değişimken, neden hiç hazır olamıyorduk
yeni değişikliklere?
Sevdiklerimi hep seviyor olmayı, aşklarıma hiç tükenme­
den aşık olmayı, sahip olduklarıma hep bağlı kalmayı, alışkan­
lıklarımdan hiç vazgeçmemeyi, hep aynı gökyüzünün altında
uyanmayı, aynı kafelere gidip " her zamankinden"i içmeyi, her
akşam aynı bakkal amcayı selamlayarak eve dönmeyi, mahalle
sakinleriyle bir arada yaşlanmayı isterdim.
"Hep aynı kalmak isteriz," diyordu Phillips. "Kendimizi
herkesten daha iyi aldatmamız gerek, çünkü en korktuğumuz
sadakatsizlik değişimdir. Gözlerimiz kapalı kendimizden ön­
de gidiyoruz; sanki ölüm orada, bizi hayal kırıklığına uğrat­
mak üzere bekliyormuş gibi."
Hayal kırıklığına uğramamak için ölüme bile kendimizden
önce varmaya çalışıyorduk; daha fazla değişmeden, kendimiz­
den çıkmadan, başka bir şeye dönüşmeden . . .

35
Kitaplığımda, Kalanlar'ı ararken aklımda, ölümle "ölesiye"
iç içe yaşarken ona hayatıyla kafa tutan Tezer Özlü vardı . . .
Ondan kalan cümleleri okumaya başladıkça, giden her şey­
den bende bir parça kaldığını, hiçbir şeyin hiçbir şey olmamış
gibi yok olmadığını anlıyordum. Özlü'yü ilk okuduğumda al­
tını çizdiğim satırlarla, yeniden okuduğumda çizdiğim satırla­
rın ne kadar farklı olduğunu görüyordum. Her şeyin aynı kal­
masını isteyen ben bile değişmiştim. Demek ki kalanları, en
çok da bu değişime borçluydum.
Tezer Özlü, kalanlar arasında hiç yalnızlık duymadı. Hep
çoğul konuştu, yalnızlığını çoğul yaşadı. En iyi dostları, inti­
har etmiş yazarlardı. Tüm yaşama cesaretini ölülerden alıyor­
du. Hiçbir zaman onların yasını tutmaması bundandı; onlar­
dan kendine kalanlarla yaşıyordu. O yüzden tek bir kalana
değil, bütün kalanlara bağlanmıştı.
"Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bil­
dik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden
yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uy­
kusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden
acıkıyorum. Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şim­
di havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde yaşama ve ölüme
karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum."
Kalanlar arasında seçim yapmadı, anılarını hiç sadeleştir­
medi Tezer Özlü. Acı çekmekten başka seçeneği yoktu, çünkü
kendini teselli etmeyi öğrenmişti. Bunu, herkes gittikten son­
ra onda bıraktıklarına borçluydu. Bazılarının dediği gibi, acı­
larından kalanları değil, yalnızlığından kalanları yazdı. Ve bir
gün şu cümleyi kurdu: "Ben dışarı bakan pencereyim."
Oradan hep kalanlara baktı: "Yalnızca yaşı olmayan ve
dünyalarını kendi içlerinde taşıyan insanlara dayanabildiğini"
gördü. Karşısına çıkanlar arasında kendine ayırdığı hep onlar­
dı.

36
Kırkıncı yaşındayken, dört yaşında olduğu gibi "bir çocuk
ve büyükler eşliğinde"ydi. Sadece "çok ama çok yorgundu."
Küçücük bir çocukken de ileride kendine kalacak olanların
ağırlığını yüklenmişti çünkü.
Son zamanlarında kalanları taşımaktan daha da yorgun
düşecekti: "Artık beni benden alsınlar. Atsınlar bir alanın sü­
pürülen, sabah boş şişeleri taşınan bir büyük çöp tenekesi-
ne.
))

Tezer Özlü Orta Avrupa'nın gri gökyüzüyle, ışıklı sokakla­


rıyla, kalabalık garlarıyla, gürültülü ve sessiz geceleriyle, eski
acılarıyla, yeni sevinçleriyle hep çoğul yaşadı. Bu kalabalıktan
arta kalanlara bağlandı.
Peki ya ben? Gardırobumda hala sakladığım bir gecelik
vardı. Açık sarı, karpuz kollu. Dört yaşımdan beri her açtığım
gardıropta bulmuşumdur onu. Çocukluk arkadaşlarımdan
bazı eşyalar bugüne dek gelmişti benimle birlikte. Ü zeri yazılı
bir sigara paketi, üstü lekeli bir şal, rengini kaybetmiş bilyeler,
camları düşmüş bir gözlük çerçevesi. Ve sahibi çok uzaklarda
olduğu halde hala çalışmakta olan bir kol saati . . .
Artık hayatımda olmayan, kaybolup giden insanlara dair
oldukça yıpranmış bu eşyalara bağlıydım ben de. Bunlar aynı
zamanda birer anıydı. Onların eşyalarına değil, anılarına sa­
hiptim. Hayatımda vazgeçmeyeceğim tek şeyin anılarım oldu­
ğunu anladım.
Kitabın son sayfalarına yaklaşırken, bir insandan ya da bir
andan gidenler gittikten sonra geriye kalanlara baktığımda,
gidenlerin hepsinin fazlalık olduğunu gördüm. Kalanların hı -
raktığı tadın farkına vardım. Kendimin gidenlerle; başka bir
deyişle gidenlerden kalanlarla oluştuğunu anladım. Henüz ye­
ni gelmiş olan da, giderken bende bıraktıklarıyla hep kalacak­
tı.
Bundan böyle, dışarı bakan her pencerenin heyecanla yeni

37
gelenleri beklemesi gibi, belleğim de dört gözle gelecekteki
anılarımı karşılamaya hazırlanacaktı.
"Yazmayı keseceğim . . . " İşte Tezer Özlü'den geriye kalan
son cümleler: "Yeter. Gece ilerledi. Neredeyse bir çocuk doğu­
rabilirim . . . "
Ben de tıpkı Tezer gibi, kalanlarımdan bir başka ben'lik çı­
karmaya hazırdım artık.
Ihlamur yolu, 99

38
Dünya2999

Işık hızına yetişen uzay gemisiyle geçmiş zamanlara doğru


ilk yolculuk yapıldı. Bu sayede yalnız yitirdiğimiz zamanları
değil, yitirdiğimiz mekanları da yeniden kazandık. Geçmişe
dönmek için hangi uzay-zamanı izlediğimizi şu anda açıkla­
yamayız. Sadece şu kadarını söyleyelim; her noktada ve her
yönde aynı görünmek gibi bir özellik taşıyan gerçek bir uzay
zamanı bulma olasılığını hesaplamak için, o özelliği taşıyan
geçmişlerin tümüne ilişkin dalgaları topladık.
Başka bir boylamda dünyanın sekiz yüz milyar yılının bir
saniyede ifade edilebilirliğini kanıtlamaya çalışıyoruz. Tıpkı
bütün gece gördüğümüzü sandığımız rüyanın en iyi ihtimalle
üç saniye sürmesi gibi . . .
Uzayda doğup büyüyen birinin, dünyadaki yaşıtıyla aynı
oranda yaşlanmadığını bin yıldır biliyoruz. Artık her mekanın
kendi zamanı olduğu bir varsayım değil.
Sanıyoruz ki, çok kısa bir süre sonra, teknolojimiz daha da
geliştiğinde, evrenin başlangıcına ve sonuna - varsa tabii -
ulaşabileceğiz. İşte ancak o zaman şimdi kafamızı kurcalayan
şu sorulara yanıt bulabiliriz:
Evreni tanımlamak için zamana mı mekana mı başvurma­
lıyız? Evrenin bir başlangıcı olduğunu iddia edenler, büyük
patlamadan bir önceki anda onun nerede bulunduğunu, hiçli­
ğin mekanını nasıl tanımlıyorlar? Uzay ve zamanın sınırsız,

39
yani kapalı bir yüzey oluşturduğunu, evrenin sınırsız olduğu­
nu iddia edenler, zamanın sonunu neye bağlı olarak açıklıyor­
lar?
Bazıları, ta Step hen Hawking' den beri, sınırsız evrenin bir
yaratıcıya ihtiyacı olmayabileceğini söylüyor. Bunu da şu an­
da bilemiyoruz. Henüz tanecik mekaniğini ve kütlesel çekimi
birleştiren yasalar üzerinde tutarlı bir saptamaya varamadık.
Bizim bütün amacımız, birileri insan beyniyle uğraşırken, ger­
çeğin öteki yanından, evrenden yola çıkarak sırrımızı çözme­
ye çalışmak.
Bundan bin yıl önce, düşünsenize, evrenin mekanizması­
nın tıpkı insan mekanizması gibi çalıştığı bile bilinmiyordu.
Gen bilimi sayesinde insanın haritası çıkarılabilmişti. Ama
beynin bütün fonksiyonlarının öğrenilebilmesinin artık evre­
ni incelemekten geçtiğini biliyoruz.
Gelişigüzellik ve belirsizlik yasalarından yola çıkarak, insa­
nın bir geninden bütün bir evreni yaratmanın söz konusu ola­
bileceğini iddia etmiştik. Evren nasılsa insan da öyle olmalıy­
dı. Yukarısı nasılsa aşağısı da öyleydi. Evrendeki en küçük
enerjinin, evrenin bütünü olduğu gerçeği bizler için artık
uzun süredir bir sürpriz değil.
Belleğin tam olarak nasıl çalıştığını bulabildiğimizde, ina­
nıyoruz ki evrenin sırlarının da çoğunu çözmüş olacağız. Biz
ve evrenin niçin varolduğunu bir nebze olsun anlayabileceğiz.
Bir bin yılın daha bitişine tanık olan şanslı insanlardanız.
2999'da yaşarken, sanki bin yıldır yaşıyormuşuz gibi bir hisse
de kapılıyoruz. Kökleri öteki bin yılda kalmış, dalları gelecek
yüzyıla sarkmış, yaprakları şu anda açmakta olan bir ağaç gi­
bi . . . Bir saniyede bin yılı geride bırakacağız. Acaba kişisel ha­
yatlarımızda bu ayrıcalığın bize verilmiş olmasının anlamını
çözebildik mi? Bunun bizim için neyin işareti olduğunu anla­
yabildik mi? Yumurtanın hangi sperm tarafından dölleneceği

40
gibi bazı rastlantıların gelişigüzel olmadığını artık bildiğimize
göre, bunları da düşünmeliyiz.
Tanrı mı? Ona doğru ne zaman biraz adım atsak, o kendini
daha uzaklara çekiyor. Sanıyoruz ki, onu hiçbir zaman bile­
meyeceğiz. Ama galiba biz, insanın ve evrenin nedenini anla­
maya çalıştıkça daha bir yakına geliyor. Yoksa onun da bir
Tanrısı mı var!
Ihlamur yolu, 99

41
Terazi'nin hüznü

Terazi için "karşı kefede kendisini dengeleyen bir ağırlığa


ihtiyaç duyar" diye yazıyordu Terazinin Hüznü adlı kitapta.
_
Bir Terazi olarak hemen düşündüm. Kefenin bir yanında ben
olsaydım, karşımda ne olurdu sahiden?
Öteki burçlardan biri buna "hiçlik" diye cevap verdi. Ben
ve hiçlik . . . Hiçliğin dengelenmesi için ben' in her şeyden oluş­
ması gerekir. İddialı bulmuştum. Bense, kefenin bir ucunda
ben varken ötekine de ben'i koymaya kalkıştım. Kendimi ben­
den başka hiç kimse, hiçbir şey dengede tutamazdı. Öyle ya,
ben bir Terazi'ydim!
Benim terazimin her iki kefesine de dengeleyen ağırlıklar
olarak yeniden teraziler konulmuştur. Onlarınkine de yeni­
den . . .
Terazi'nin dengeye bu kadar takmış olması, dengeli oldu­
ğundan değil, denge arayışındandır. Sallantı Terazi'nin kanın­
da vardır. Kitabın yazarı Jacques Bertrand'ın dediği gibi "den­
ge sallantının kendisindedir."
Zodyak'ın on iki burcunun ortasında onlar arasındaki
dengeyi korumaya çalışan Terazi, varoluşunu kefelerine borç­
ludur. İlk önceleri bunu doğrulamak için birbirine ihtiyaç du­
yan her şeyi uzlaştırma sevdasına kapılır: Siyahla beyazı, gökle
yeri, bedenle ruhu, hüzünle sevinci, geceyle gündüzü . . . Ama
sonradan, ikisi arasında gidip gelmelerin, sallantının önemini
kavrar.

42
"Terazi bunu ileri yaşlarda anlar. Gündüzle geceyi uzlaştır­
ma sevdasından vazgeçer. İbresini fırlatıp atar. Ağırlık kaybe­
der. Dünya ona daha hafif gelir. İşte o zaman Zodyak'ın tam
ortasında, tenle ruhun, gündüzle gecenin gelgitinde Terazi
her şeyi sallar."
Kefenin bir ucuna ruh, ötekine ten koyan bir Terazi'yim
ben. Ruhun ancak bedenle birlikte varolduğuna, tensiz bir ru­
hun aylak aylak dolaşmaktan başka bir işe yaramayacağına
inanırım. Bir tene dokunmak, sadece temasın kendisini ifade
etmez. Ruh nasıl tensiz kalamazsa, ten de ruhsuz olamaz.
Ruh, tenin gözeneklerinden içeri ustaca sızmıştır. Her doku­
nuşta kendini ötekine verir . . .
Cinselliğin bedene, aşkın ruha tekabül ettiğine inansaydım
ağırlıklarımın adını yeniden gözden geçirmem gerekirdi. Ru­
hun istemediğini bedenin ondan izinsiz yapacağına, bedenin
karşı çıktığıyla ise ruhun tek başına mücadele edeceğine pek
inanmam.
Her aşkta beden ve ruh olduğu gibi, cinsellikte de her ikisi
vardır. Sadece bazı Teraziler, bu ağırlıklarının adını değiştir­
mek suretiyle kendilerini aşksız seks, sekssiz aşk gibi etiketler­
le dengede tutmaya çalışırlar .. .
Kefenin bir ucuna duyguyu ötekine mantığı koyan ve en
büyük sorunu kararsızlık olan tipik bir Terazi'yim ben. Ama
mantıklı kararların beyinden, duygusal kararların kalpten çık­
tığına dair bir inancım yoktur. Böyle olsaydı, beyinle verdiği­
miz karar mantıklı olacağı için daha mi doğru olacaktı? Duy­
gusal kararların hep eleştiri yüklü olması, kalbin doğru karar
veremeyişinden midir? Duygunun kalbe, mantığın beyne ait
olduğu nasıl kanıtlanmıştır ki?
İnsan tamamen duygusal ya da mantıklı davranma yetisine
sahip değildir. Her kararın ardında kalple beynin iş birliği - ya
da suç ortaklığı - vardır. Kararsızlığım kalple beyin arasındaki

43
çekişmeden kaynaklansaydı, seçimlerimden bu kadar mem­
nun kalır mıydım yine de?
"Bir Terazi'nin durup biraz önce kendisini yalayıp geçen
hafif hüzün esintisinin kaynağını aramasına şaşmamak gerek.
Tüy kadar hafif bir esinti. Tüy kadar hafif ağırlıkları tespit et­
mekte Terazi'nin üstüne yoktur. Terazi çok hassastır."
Hassas denge, yalnız hüznün kaynağını ararken değil, hak
ararken de kendini belli eder. "Terazi anlaşmazlıkları çeke­
mez; ne aile içi, ne komşuyla, ne de uluslararası planda. Huzur
ve barış ister. Terazi reddetmeyi bilmez. Tereddüt eder, uzla­
şır, erteler, imzalar . . . Terazide adalet kavramı gelişmiştir.
Yoksa adalette mi terazi kavramı gelişmiştir?" Tartma işlemi
kendi üzerinde yapıldığından olsa gerek, kılı kırk yarar, hakça
davranmaya çalışır.
"Terazi genellikle tanımadığı insanlara çok sevimli davra­
nır. Çoktandır baştan çıkardığı insanlara karşı sevimsiz olabi­
lir. Çünkü kefelerinden birinde Venüs tatlı tatlı oturmaktay­
ken, ötekinde Satürn gözünü kırpmadan nöbet beklemekte­
dir. Neyse ki cazibe fukarası değildir."
Cazibesini bilen Terazi'nin gezegeni, güzel sanatlar ve sevgi
tanrıçası Venüs'tür. Venüs, Dünya'ya en yakın iki gezegenden
biri olduğundan, alacakaranlıkta gökyüzünde pırıl pırıl parlar.
lşte o zaman kefemdeki ağırlıklara şükrederim. Hiçbiri yük ol­
maz artık bana . . . Hava sıcaklığı yavaş yavaş düşmektedir. Ey­
lül, yerini Ekim'e bırakmaktadır. Bir yanıma yazdan kalan sı­
cakları alırım, ötekine yaklaşmakta olan soğukları. Ve kendi
havamı - hava burcuyumdur - bulurum: Ekim'in on üçünde
kılıfımı çıkarır, ağırlıklarımdan tamamen kurtulurum . . . Geri­
ye yalnızca her iki yanda teraziyi hiç kıpırdatmadan duran ben
ile ben kalmıştır.
Ihlamur yolu, 99

44
Kaçaklar, izleyiciler, iz 'bırakanlar

Bugüne dek zaman zaman insanları ikiye, üçe, beşe ayır­


dım. Artık net olarak insanların üçe ayrıldığına kanaat getir­
dim.
Kaçaklar:
Kaçak deyince aklıma ilk olarak - belki sizin de - karısını
öldürdüğü iddia edildiği için kaçmak zorunda kalan Dr. Ric­
hard Kimble geliyor. Ama ona kaçak demek pek doğru olmaz.
Çünkü o bir yandan da karısının asıl katilini aramak üzere,
tek kollu adamın peşindeydi. Kaçan olduğu kadar kovalayan­
dı da.
Onun karısını gerçekten öldürdüğüne inanmayanlardan­
dım. Kaçak yaşayıp habire başkasını kovalamasını da çok ce­
sur bulurdum. O zamanlar küçüktüm. Bunun etkisiyle olsa
gerek, büyüdükçe de kaçakların cesur olduklarına inandım.
Kaçmaya değer bir şeylere sahip olmalarına gıpta ettim. Kaç­
mak koca bir yürek istiyordu.
Sonra kaçakların da kendi aralarında ayrıldıklarını gör­
düm. Mesela korktukları için kaçanları fark ettim. Bunları bir
türlü sevemedim. Korkmakta yanlış bir şey yoktu tabii, ama
korktuğunu itiraf edemeyenler hep kendilerinden kaçtılar. Er­
telemeyi, düşünmemeyi, unutmayı, alışmayı, tembelliği seçti­
ler. Kendilerinden kaçmak için türlü yöntem geliştirdiler. Es­
kiden, rahatsızlık ve sıkıntı veren her şeyden kaçanları özgür
insanlar sanırdım. Çünkü her koşulda, her ortamda kaçma

45
hakkına sahiplerdi. Sonraları aksine bunun bir tutsaklık oldu­
ğunu gördüm. Çünkü kaçtıkları şeyin esiri oluyorlardı hep.

izleyiciler:
Küçükken izleyicilerden olmaktan ödüm kopardı. Çünkü
birebir içinde yaşamaktansa, dışında kalmak ve içindeymiş
görüntüsü vermek çok zor görünüyordu. Mutlaka her şey so­
nuna dek yaşanılmalıydı. Durmak yoktu . . . Ancak çok sonra­
lan, dışarıda kalıp izlemenin ne kadar zihin açıcı bir yanı ol­
duğunu anlayacaktım.
Yüzme takımına seçildiğimde antrenmanlar o kadar vakit
alıyordu ki, en gelecek vaat eden noktasında yüzmeyi bırak­
mak zorunda kaldım. Sonradan, yüzücü arkadaşlarımın yarış­
malarını seyretmeye hiç gitmedim. Çünkü takımımın başarısı­
na, bu saatten sonra, yalnızca tribünlerden izleyerek katıl­
makla yetinemeyecektim. İzleyemeyince kaçmayı seçmiştim.
Bir keresinde Londra'da bir tiyatro oyunu izliyordum. Ya­
nımdaki arkadaşlarımın hiçbiri İngiliz olmamasına rağmen,
hepsi söylenenleri çok iyi anlıyor ve gülecek yerde gülüyor, al­
kışlanacak yerde alkışlıyorlardı. Bense anlamsızca koltuğuma
çakılmış, onların ne zaman hangi tepkiyi vereceklerini izleme­
ye çalışıyordum. Çünkü çok bir şey anladığım söylenemezdi.
O gün o koltukta iki kez izleyici olmuştum. Hem oyuncuları
izliyordum, hem de seyircileri. . .
Yıllar içerisinde izlemek en sık yaşadığım deneyimlerden
biri oldu. Korunaklı ve temkinli bir insan sarrafı olmak için sı­
kı bir izleyici olmak gerekiyor. Ama tabii sadece bu yeterli de­
ğil.

iz bırakanlar:
Zaman zaman kendimi şöyle düşünürken yakalarım: Şu
hayatımda, şu yaşıma kadar acaba bende bırakılan iz kadar
ben de başkalarında iz bırakmış mıyımdır ... Sonra bunu ça-

46
bucak unuturum. Çünkü bende iz bırakmayanlarda iz bırak­
mış olmanın hiç önemi yok gibi gelir. Evet, beni öncelikle ilgi­
lendiren, başkalarının bende bıraktığı iz. Sadece insanların
değil, olayların da.
Acaba hayatta kalıcı bir eser bırakan mı yoksa bir başkası-
nın hayatına çok fazla etki eden mi daha derin iz bırakmış olu­
yor? Peki ya sonra sudaki iz olduğu anlaşılırsa? O halde önem­
li olan bizim hangisine o değeri verip vermediğimiz. Bu sanat
eserleri için de insan ilişkileri için de geçerli. Bizde iz bırakan­
lar, izin verdiklerimizdir.
lz bırakanlar arasında hem kaçaklar hem izleyiciler var.
Ama kaçaklar bıraktıkları izi, geri dönüp bakmadıkları için
görmezler. İzleyiciler de gözleriyle gördüklerini fark edecek
kadar yürekten bakmazlar.
lkitelli, 97

47
Yalnızlık zekası

Yalnızların, soğuk bir odaya kapatıldıklarında, çok geçme­


den ikiye ayrıldıklarını görmek mümkündür: Bir bölümü
ısınmak için ateş yakmanın yolunu arar. Öteki bölümü ise ku­
cak arar. Birincisi yalnız olmaktır. İkincisi yalnızlık çekmek . . .
Yalnızlık çekmek, yalnız olmak anlamına gelmez.
Yalnızlık çekenler, kimse tarafından sevilmediklerinden
yakınır, ötekilerden medet umarlar. Sevilmek, ilişkinin sür­
mesinde altın anahtar olabilir, ama yalnızlık çekmekten kur­
tulmakta asla olamaz. Bunun altın anahtarı kendi kendine ye­
terliliktir.
Harvard Tıp Okulu'ndan Dr. Marilyn Albert, yaşları 70'le
80 arasında değişen yaşlılar üzerine bir araştırma yapmıştır.
Bedensel ve zihinsel açıdan sağlıklı 1 192 yaşlıyı 1 988 ve 9 1 yıl­
larında iki kez incelemeye aldığında sağlıklı kalmayla ilgili
saptadığı dört koşuldan biri "kendi kendine yeterlik duygu­
su" dur. (Ötekiler: Öğrenim düzeyi, fiziksel etkinlik ve akciğe­
rin işlevi.)
Yalnızlık çekenler, kendine yeterlik duygusunu başka kişi
ve alanlarda bulmaya çalıştıklarından tatminsiz kalırlar. Ken­
dilerini her an yolculukta hissederler. Yalnız olanlarsa yuvala­
rında . . . Çünkü onlar, kendilerine tahammül edebilenlerdir.
Kendine tahammül edebilme yetisi zahmetli bir uğraştır.
Aynı zamanda kişinin içe yönelik zekasını geliştirir. Dr. Ho­
ward Gardner, belirli alanlarda olağandışı başarılar sergile-

48
yenlerin yeteneklerini inceleyerek yedi değişik zeka alanı ol­
duğunu saptamıştır. İşte içe yönelik zeka bunlardan biridir.
(Bir kişinin iç dünyasındaki yönelimlerini anlaması, duygula­
rına erişebilme becerisi.) Bir diğeri de iletişim zekasıdır. (Öte­
kilerle etkileşimde diğerinin ruh halini, isteklerini anlamadaki
beceri.)
Dr. Gardner'ın saptamasından yola çıkarak iletişim zeka­
sıyla içe yönelik zekanın birbirleriyle beslendikleri sonucuna
varılabilir. Çünkü insanın, kendine doğru yolculuğa çıkmayı
göze aldığında, başkalarına ulaşmaktaki niyet ve becerisi de
artar. Ötekileri anlamada başarılı olması içe yönelik zekasını
da geliştirir. Demek ki, topluluk içinde ötekilerle daha yoğun
ve kolay etkileşime girebilenler, (sosyal olanlar) içe yönelik ze­
kaları daha gelişmiş olanlardır. Onların bu zekaları da, başta
görüldüğü gibi, kendilerine tahammül edebilmeleriyle art­
maktaydı. Bu beceri ise yalnız olanlarda daha yüksekti. Halka­
yı böylelikle tamamladıktan sonra şöyle diyebiliriz: Topluluk
içinde asıl sosyal olabilenler, yalnız olmayı bilenlerdir.
Yalnızlık çekenlerse onay görme ve sevilme ihtiyaçları yü­
zünden, karşılarındakilerle, onları anlamaya yönelik değil
kendilerini kabul ettirmeye yönelik, tek taraflı bir ilişkiye gi­
rerler.
Buz gibi odanın içinde ısınmak için hangisini seçeceğine
karar veremeyenler de vardır. Onlar için kucak özlemine ka­
pılmak yerine ateş yakmayı öğrenmek, imgelerde sözcükler­
den cümlelere geçmek gibidir. Bunu nasıl yapacaklarını bile­
mezler. Yetkili birilerini bulup sormak isterler. Ama yalnızlık
tek kişilik bir deneyimdir. İnsan kendi yalnızlığını başkasına
aktaramaz. Yalnızlık, ortak bir tanımı olduğu anda, adına
mahkum kalacak, yitirilecektir.
Yalnızlık çekenler, yıldızlar hiyerarşisinde çevresine son
kez ışık saçtıktan sonra sönen kara deliklere benzerler. Artık

şs 4
49
orada hep kaybolmak üzere kalacaklardır. Yalnız olanlar ise
bütün bir ömürlerini yıldızlar altında Andre Gide'in deyişiy­
le "kendilerinin silinmez bir portresini çizmekle" geçirebilir­
ler.
Onlar için bir insana bağlanmak en büyük özgürlüktür.
Başkalarıyla yalnız olmayı bilirler. Yalnızlık çekenler içinse
özgürlük en büyük tutsaklıktır. Özgürken kiminle isterse
onunla olacakları yanılgısıyla herkese birden bağımlı hale ge­
lirler.
Yalnız olanlar, ilişkilerinde sevmeyi öne çıkaranlardır.
tlişkiyi yürütmenin tek koşulu sevilmek olduğundan, sık sık
başarısızlığa uğrarlar. Kanaat notları bu yüzden hep kırıktır.
Yalnızlık çekenlerse tek başına kalmamayı en iyi başaranlar­
dır. Sürekli kendilerini seven birini bulabilmeleri, yalnız kal­
ma korkularının eseridir. Ama kanaat notları da daha yük­
sektir.
Cesare Pavese, bir başkasıyla ilişki kurmanın neden yalnız­
lıktan daha iyi olduğunu bir türlü anlamadığını söyler. Cevap
açıktır:
Sevilmek için en az iki kişi olmak - ilişki kurmak - gerekir.
llişki kurmayı yalnızlığa yeğleyenler, onay görme ihtiyacında­
kilerdir; yani yalnızlık çekenler. Yalnız olanlar ise onay görme
ihtiyacını ille de ilişki kurmakta bulmazlar. Onlar, "ben"in
"öteki"yle gerçekleştiğini, "öteki" olmadan "ben"in varolma­
dığını anlamışlardır. Ancak yalnız olmayı bilenler ötekilerle
varolmayı ihtiyaç gibi algılamaz.
Aynaya bakmak, yalnız olanların lüksüdür. Ötekilerinse
ihtiyacı.
Yalnız olanlar, tek başına kaldıklarında yaratırlar. Yalnızlık
çekenlerse harcanırlar. . .
Yalnız olanların anlatacak öyküleri vardır. Yalnızlık çeken­
lerinse anları . . .

50
İki kişilik yatakta, yanındaki hep biraz konuktur yalnız
olan için. Kendine ayrılan tarafı, ev sahibi refleksiyle daralt­
maya, konuğuna daha geniş bir alan bırakmaya özen gösterir.
Yalnızlık çekense yatakta yanındakinin alanına dalar, ona sığı­
nır.
Kendine acımak, yalnızlık çekenlerin maharetidir. Başka­
larının acısını çekmek ise yalnız olanların. Peki ya, Ca­
mus'nün deyişiyle, "insanın kendi yazgısına karşı kazanabile­
ceği en büyük utku" olan mutluluk?
Mutluluk, buz gibi odada ısınmak için kucak arayan kişi­
nin, ateş yakmanın yolunu bulmasındaki maharetidir.
Ihlamur yolu, 99

51
Aslında hepinizi seviyorum

Pablo Neruda'nın "Bu gece en hüzünlü dizeleri yazabili­


rim" adlı şiirindeki "hüzünlü" dizelerden biri şöyledir: "Aşk
çok kısa sürer . . . Unutmaksa çok uzun!"
Unutmanın uzun sürmesi unutulma korkusundandır.
Unutmak ne kadar uzun sürerse, unutulmanın da o kadar
uzun süreceğine inanılır. İşte Neruda'ya da unutulmaktan
korktuğu için bu kadar uzun geliyor unutmak . . .
Aşk bittiğinde, hayata geri dönme zorunluluğu insanı ken­
di oyununa mahkum eder: Yeniden aşk arayışına girmesinin
nedeni unutmak değil, unutulmaya meydan okumaktır. Çün­
kü dile getirilmese de gerçek apaçıktır: Unutmak imkansızdır.
Sadece onun yokluğunda yaşamaya alışılır.
Unutmanın imkansızlığını bilen insanın yüreği daha ce­
surdur. Onu en görkemli aşklara çağırır. Aşkları Neruda'nın
aksine çok daha uzun sürer.
Bellek, kişinin bilinçli müdahalesine izin vermeksizin bazı
söz ve tavırları seçerek en derinlerine atar. Ne var ki bunların
"kendiliğinden" unutulmuş olması, aşkın öznesini unutmaya
yetmez.
Yaşanılan aşklar unutulsaydı, insanın elinde yaşantısını
sürdürebilmek için hiçbir şey kalmazdı. İnsan, aşık olmadığı
dönemlerde aşkın çağrısından haberdar olmasaydı, ölüme na­
sıl katlanabilirdi?

52
Geride bırakılan aşkların unutulmamasının bir nedeni de
Adam Phillips'in deyişiyle "karşılaştığımız herkesin biz beğe­
nelim, beğenmeyelim, bizi icat etmesi"dir. İnsan, ötekilerle
oluştuğundan, artık kendi varlığına aldığı bir parçayı kolay
kolay inkar edemez. Her pişmanlık, kişide bir birikim olarak
kalacaktır.
Öte yandan, unutulmanın imkansızlığı, o aşktan kalan en
güzel hediyedir. Hatırlandığını bilmek, bir aşk yaşamak gibi­
dir. Aşkın eskide kalmış olması, onu yok etmez. Adam Phil­
lips, "çiftler daima birbirleridir" der. "Bu yüzden, hiç kimse
gerçekten ayrılmaz."
Woody Allen'ın kadın karakterlerinden biri, filmin bir
sahnesinde, birlikte iyi kötü pek çok badire atlattığı eski koca­
sını bir koluna, yenisini öteki koluna takar ve şarkı söylemeye
başlar. Ardından ikisini de kucaklar, "Aslında hepinizi seviyo­
rum," der.
Yüzlerin, sözcüklerin, bakışların zamansızlığı, iç içe geçer
bellekte. Her aşk bir öncekiyle varolur, anlam kazanır. Aşk,
zamanın dışında olduğu kadar, mekanın da dışındadır. Payla­
şılan mekanlar, tıpkı sözcükler ve tavırlar gibi, sonraki aşk se­
rüvenlerinde de tekrar edilir. Aynı ağacın altında, aynı deniz
kıyısında aynı aşk sözcüklerini bir kez daha duymak müm­
kündür. Buradaki ironi, unutmanın ve unutulmanın imkan­
sızlığına en güzel kanıttır. Tekrar edilenler, çağrışım yoluyla
hatırlamaya - ve hatırlanmaya - yol açacaktır.
Her aşk, biriciktir. İlktir. Sondur. O halde bellekte en çok
yer işgal eden hangisi olacaktır? Bellek, sıralamayı neye göre
düzenleyecektir? İnsan, yaşantısı boyunca, yaşadığı aşklarının
sıralamada sık sık yer değiştirdiğine tanık olur. (Tek aşkla
ömürlerini noktalayanlar hariç.)
Çünkü Adam Phillips'in teşhis ettiği gibi, "İnsanı her za­
man daha çok sevecek, daha iyi anlayacak ve cinsel açıdan da-

53
ha yaşam dolu hissettirecek birileri vardır." Onlarla karşılaşıl­
mamasının nedeni, "o anda yaşanılan aşk"a olan inançtır.
Buradan hareketle, sıralamadaki değişikliklerin inanca
bağlı olduğu söylenebilir. İnanç ise insanın kaderini tayin ede­
bileceğine dair tek göstergedir. Alınyazısının nasıl çizildiği bi­
linmese bile, herkes kaderini işte bu inanç doğrultusunda bilir
ve bildiğini "bildiği gibi" yaşar. Ancak aradığı aşkı bulduğuna
inanan, yenisini aramaz. İnsanın kaderini tayin etmesi budur
işte.
Woody Allen'ın, kadın kahramanına "Aslında hepinizi se­
viyorum," dedirtmesi bir film karesidir ve o ana aittir. Ancak,
sevilenlerin arasına başkalarının da eklenebileceği bir gelecek
zaman daima vardır. İnsan, ölmeden önce muhasebe yapma
fırsatı bulmuşsa, hangi aşkı en ön sıraya yerleştirmiş olduğu­
nu kaydedebilir. Ama yaşarken, bu sıralamayı "o andaki ken­
di"ni veri alarak farkında olmadan yapmıştır zaten . . . Belki de
insan yalnızca "en dürüst" sıralamaya sahip olmak adına ken­
dini unutma ve unutulmaya mahkum sanmaktadır.
Bir an için Neruda'ya kulak verelim. Unutmanın - çok
uzun sürse bile - mümkün olduğunu kabul edelim. Peki
unutmak o kadar uzun sürmeseydi, hatırlanmaya değecek
aşklar yaşamak çok daha zor olmaz mıydı?
Ihlamur yolu, 99

54
2
Kadın Erkek

- -

Ey melekle şeytan,
efendi ile köle,
masumla günahkar!

ôteki olmadan sen yoksun!


Topuklu kadınlar

Birbiriyle yeni tanışan iki kadın, yeni tanışan iki erkekten


çok daha çabuk yakınlaşır. Ama bu durum, her kadının bir
başka kadın için tehdit unsuru olabileceği gerçeğini de içinde
barındırır. Çünkü her kadın, "kadınlar sınıfı"nın bir üyesidir;
ötekini sezer, bilir. tik kaynaşmanın içtenliği bir ön koşuldur;
sınıfça yapılan kader birliğidir . . .
Kadınlar sınıfı erkeklerin kullandığı bir tanımlamadır.
Ama dünya, erkek dünyadır ve kadınların erkek dilinden ba­
ğımsız, kendini yaratmış bir dili yoktur. Kadınlar, seslerini
duyurmak için erkeklerin dilini öğrenmek zorunda kalırlar.
Kendilerini erkeklerin gözünden görürler. Lacan'ın dediği gi­
bi, kadının ne olduğu sorusuna verilecek karşılık, bir erkeğin
kafasında oluşturacağı kadın fikrine kilitlenmiştir.
Kendilerini erkeğin gözünden görmekten kurtulmaya ça­
balayan kadınların kendileri için öngördüğü iyi niyetli kader
ise toplumsal açıdan kimi başarılara yol açmışsa da, bireysel
açıdan pek iç açıcı olmamıştır.
Bu kadınların attığı her adım erkeklerin varlığı ya da yoklu­
ğuna endeksli olmuştur. Tamamen bağımsız, kendilerine öz­
gü değildir. Erkekler bunu kadınlar sınıfına karşı bir sömüıü
yöntemi olarak kullandıkça kadınların kafaları, kendilerini ne­
rede arayacaklarına dair gitgide daha da bulanıklaşmaktadır.
Kadınlar sınıfının çalışkan ama üretken olamayan kimi
mensuplarının zihinleri o kadar bulanıklaşmıştır ki, ortak ka-

57
derlerini yaşamaya çalıştıkça kendi aralarında bölündüklerini
ve bölünmeye birtakım "dış mihraklar" ın değil bizzat kendile­
rinin yol açtığını katiyen görememektedirler.
Onlar bir sabah uyanmış ve takunyalarını fırlatarak topuk­
lu ayakkabılarını çekmişlerdir ayaklarına. Filelerini atıp, çan­
talarını kollarına takmış ve çıkıp gitmişlerdir evden. Bu alkış­
lanacak eylemi, topuklu ayakkabı satın alıp da takunyalarını
bir türlü ayağından çıkarmaya cesaret edemeyen kadınları
dürtüklemek için yaptıklarını haykırmışlardır.
Onlara birtakım şeyleri öğretmeye soyunarak sınıf içinde
kendilerine imtiyazlı bir konum yaratmışlardır. Bu tavırları
kimi öğrencilerini kayırıyor, kimilerini küçümsüyor diye kız­
dıkları "erkek hocalar"ınkinden hiç farklı olmamıştır.
Topuklu ayakkabıları olup da giymeyi seçmeyen kadınlara
karşı tutumları da farklı değildir. Takunyaları çıkarır çıkar­
maz çöpe atmak gerektiğine inanmışlardır. Başarı öykülerinin
ardındaki fotoğraflarında daima ceketli, topuzlu ve topuklu­
durlar. Kendileri gibi uyanmış ama keyif yapma gerekçesiyle
yataktan çıkmayan hemcinslerinin kadınlar sınıfına mensup
olmadıklarını söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.
Zamanla uyanmaya cesareti olmayanlarla, uyanmak iste­
meyenler üzerinde eşit şekilde hak iddia etmeye başlamışlar­
dır. Hak dağıtmak; ezilenlerin değil, ezenlerin maharetidir.
Hak dağıtan kadınların, ezme edimini tekellerinde tutan er­
keklerden farkı yoktur. Hemcinsler içinde cinsiyet ayrımı yap­
mak budur . . .
Kısa sürede topuklu kadınların bilinçdışlarında yatanın,
erkek dünyada takunyalı kadınlardan daha itibarlı görünmek
olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü sınıf içi meselelerini erkek
dünyada kabul görmek için teşhir etmeye ve kendilerine birta­
kım üstünlükler atfetmeye, kimi kutsal inançları tekellerine
almaya başlamışlardır.

58
Gitgide başarılı birer misyoner olmuş ve daha iyi bir konu­
ma gelebilmek için çok fazla mücadele ettiklerini durmaksızın
haykırmaya başlamışlardır. Onay ihtiyacı. Takdir edilme tela­
şı . . . Beğenilmek. . . Sevilmek. . . Görüldüğü gibi bunlar yine dişi
değerlerdir. Topuklu ayakkabı giymek, "kadınlar sınıfı"ndan
transfer olmaya yetmemiştir.
Topuklu kadınların erkek dünyada erkeklere karşı verdikle­
ri haklı mücadele girişimi, kısa sürede kendi saflarına yönelmiş,
kaleyi içten çökertmeye başlamıştır. Sınıfta iç savaş çıkmıştır.
Yıl sonunda ise olan olmuş, sınıfça sınıfta kalınmıştır. Erkek
hocalar kanaat notu kullanarak kimilerini geçirmeye çalıştığın­
da, bazı topuklu kadınların sesi kısılmış, hemcinslerini yarı yol­
da bırakmaktan utanç duymamışlardır.
Erkek dünya, elbette bu iç savaştan pek çok fayda sağlamış­
tır kendine. Erkeklerin bıyık altından gülümseyerek seyrettikle­
ri bir iç çatışmaya neden olduklarını ısrarla görmek istemeyen
bazı küt topuklu kadınların, ayakkabılarını bir tamirciye - ister
istemez erkek - göstermelerinin zamanı çoktan gelmiştir!
Aksi halde kendini Lacan gibi erkek "uzmanlar"ın öğrettik­
leri dille tanımlamaktan hiçbir topuklu kadın şikayet etmemeli­
dir. . .
Ihlamur yolu, 99

59
Soyunma odası

Küçükken günlük tutan bir erkek arkadaşım hiç olmadı.


Sadece benim değil, öteki kızların da . . . Liseye geldiğimizde
yedi kişilik bir kızlar çetemiz vardı. Herkesin kendine ait hatı­
ra defterleri olmasının yanı sıra ortak bir de günlük tutardık.
Özellikle Pazartesi sabahları ilk ders boyunca elden ele do­
laştırır, hafta sonu maceralarımızı yazardık birbirimize. Te­
neffüse dek beklemeye tahammülümüz yoktu. Anlatmak. . .
Öyle karşı konulmaz bir ihtiyaçtı ki! Kime anlattığımızın çok
da önemi yoktu. Altı kişinin altısı da dinleyebilirdi . . . Asıl
önemli olan; anlatacak bir şeylerimizin olmasıydı. . .
Bir keresinde sınıftaki oğlanlardan biri fizik hocasının sert
bakışlarından yararlanarak kız arkadaşlarımdan birinin elin­
den çekti aldı günlüğü. Ve ne olduysa oldu; kızın yüzü o anda
kıpkırmızı kesildi. Uzun zaman da öyle kaldı. Çünkü oraya
hayatında ilk kez bir cinsel fantezisini yazmıştı. Bu aynı za­
manda onun sahip olduğu ilk fanteziydi. . . Kızların, anlattıkça
kendilerini gerçekleştirdiğini yeni yeni öğreniyorduk.
İlk hatıra defterim kilidi olan - şanslıymışım - turuncu ze­
min üzerine kahverengi kelebek desenli, düz beyaz sayfalı bir
defterdi. Yazdığım ilk yazının adı ise Sonbaharın Belirtile­
ri'ydi. llkokul üçe gidiyordum, okuduğumuz ünitelerin ben­
zer başlıklarından etkilenmiş olmalıydım. Sınıfın en çalışkan­
larından biri olmama rağmen son yazılıdan bir almıştım ve
çok mutsuzdum. Sonbaharın gelişiydi bu.

60
Evet, ben küçük bir kızken de her şeyin bir mevsimi vardı.
Ama mevsimler hiç de bizim ünitelerde öğretildiği sırada gel­
miyordu . . .
llk günlüğümün sayfaları hızla doluyordu. Okuldan eve
geldiğimde, kimseye çaktırmadan, sakladığım dolabın arka­
sından defteri çıkarır, kilidini açar ve yazmaya otururdum.
Günlük yazmak benim en sevdiğim ev ödevimdi . . .
Gitgide daha cesur olmaya başlamıştım beyaz sayfaların
karşısında. Onlardan hiçbir şey esirgemiyor, kendimi "dibine
dek" bırakıyordum ellerine. Bu bir teslim oluştu. Teslim ol­
mak; kendini vermek . . . Kadınlığa ilk adımdı!
Kendimi gitgide daha çıplak hissediyordum sayfalarım
karşısında. Yapraklarını dökmüş bir ağaç gibiydim, sık sık ür­
periyordum. . . Bazen de sayfalarımdaki sırlarım biriktikçe
kendimi eşsiz hissediyordum. Benim "öteki yüzüm"ü gören
yalnızca günlüklerdi. Onların önünde soyunmayı öğrenmeye
başlamıştım . . .
Üzerimdekileri tamamen çıkardığımda ilk tanığım yine
günlüklerimdi. Onlar benim soyunma odamdı. Soyunmak;
kadın olmaktır. Kadın olmak ise erkeği anlatabilmektir. Gün­
lük kadının ilk erkeğidir . . .
Diğer kız arkadaşlarım gibi ben de günlüğümü mutlaka en
gizli yerlere koyardım. Gizli yer bulmak; başlı başına bir ma­
ceraydı. Her genç kızın mutlaka bir "gizli yeri" vardı. Bu, aynı
zamanda bizim kendimize ait ilk yerimizdi.
Zamanla günlüğümü şilte altlarından, dolap arkalarından
kurtarıp kilitli çekmecelere, giysi dolaplarına saklamaya başla­
dım. Bu . . . Öyle zevkliydi ki. Kendimi dolabımdaki giysilerin
karşısında soylu hissediyordum. Onlarla işbirliği yapıyordum.
Sırrımı saklamamda bana yardımcı oluyorlardı, ama ne sakla­
dığımı asla bilmiyorlardı. . .
Gizemle tanışmak buydu işte. Sonradan, birer kadın ola-

61
rak hepimiz pek çok şey borçlu olacaktık gizeme. Günlük;
okutmak için değil, ötekilerden saklamak için yazılıyordu.
Saklayacak bir şeye sahip olmak, zamanla daha çekici kılıyor­
du bizi. Tek kolu çıkmış, tek bacağı kalmış oyuncak bebekler
ise çoktan eski bir sepeti boylamıştı. . .
İlk günlüğüm yerini ikinciye, üçüncüye bıraktı . . . Öteki
kızlar gibi ben de, mevsimi geçince atacaktım günlüklerimi.
Her defterin bir tarihi vardı. Bir günü, bir saati, bir anı . . . Ba­
zıları yazıldıktan sonra bir daha hiç okunmadan yırtılırken
bazıları uzun yıllar boyunca tekrar tekrar okunacaktı. Ama
"son okunma tarihi" geldiğinde derhal imha edilmesi gerekir­
di. İmha etmenin iki yolu vardı. Ya şömine gibi bir yerde yakı­
lacak ya da yırtılıp atılacaktı. Yırtma işlemini çok özenli yapar­
dım. Çöp toplayanların parçaları bir araya getirip okumaya
kalkışmasından çok korkardım . . .
Günlüklerin vakti dolduğunda yok edilmesi, okunmak
için değil, sahip olunmak için yazıldığının kanıtıdır. Şu veya
bu sebeple yok edilmeden kalan günlükler ise zaman aşımına
uğramaya mahkumdur. Bir sandık içinde tekrar tekrar miyat­
larını doldurmayı beklerler.
Günlük en çok, anlatmaya değer aşk hikayelerine sahip ol­
mak için yazılır. Kızlar, günlükleri sayesinde ilk deneyimlerini
ifade etmeyi öğrenir. Anlatmak, yorumlamaktır . . . Bir kız için
kendini tanımanın yolu, kendini yorumlamaktır. İnsanlar
arasında nerede, nasıl yer aldığını merak etmek; kendine şaşır­
mak, kendini sorgulamak . . . Günlükler, hayat felsefesine ilk
adımdır.
Biz de en çok kendimizi merak ediyorduk. Geri kalan her
şey; dünya olayları, özel ilgi alanları, uzmanlık konuları . . . Ar­
kadan geliyordu. İşte bu yüzden, yaşıtlarımız erkeklerden da­
ha çabuk olgunlaşıyorduk. Yaptığımız, kendimizi günlüklere
anlatmak değildi. Bizler, kendimizi günlüklerde arıyorduk . . .

62
Aynı dönemlerde erkek arkadaşlarımız ise araba, futbol
konuşuyor, küfür ediyor, matematik ve fizikte iyi notlar alı­
yordu. Becerilerini geliştiriyor, zevklerini oluşturuyorlardı.
Yan sırada oturan kız arkadaşlarının yüzündeki değişimin
seyri, henüz ilgi alanlarına dahil değildi.
Biz kızlar kendimizi anlatarak başlamıştık hayata, ilgi duy­
duğumuz bir konuya odaklanma sonradan gelecekti. Erkekler
ise yazmaya kendilerini anlatarak değil, bir konuda anlatacak
şeyleri olduğunda başlayacaklardı. O yüzden kendi sırlarını
teşhir etmek, derinliklerinde ne yattığını merak etmek, kendi­
lerini deşmek gibi konularda kadınlar kadar deneyim sahibi
olamayacaklardı.
Kadınların duygularını ifade etmedeki becerilerinin bir ne­
deni de eskiden günlük tutmalarıdır. Küçükken günlük tutan
bir erkek arkadaşım olmasını çok isterdim. Büyüdükten son­
ra, fikrim değişti. Erkeklerin kadınlara oranla çok daha geç ya­
zıp yayınladıkları günlükleri her şeyden önce okunmak için­
dir. Kadınların günlükleri ise önce birer soyunma odasıdır. Ve
bir kadın, erkeğin aksine, üzerindekileri çıkarmayı öğrenme­
den yazmaya soyunduğunda, dallarından birkaç kuru yapra­
ğın habire dökülüp durduğu müptezel bir ağacı andırır.

Ihlamur yolu, 99

63
lki kişilik yalnızlık

Her birimiz Adem ile Havva gibi ideal eşimizi bulmak isti­
yoruz. Böylelikle cennete geri dönmeyi ve orada "sonsuza
dek" mutlu olmayı. Halbuki Adem ile Havva, farklı oldukları­
nı - eş olmadıklarını - anladıklarında kendilerini ne kadar
yalnız ve mutsuz hissetmişlerdi . . .

Çift olmak, iki kişilik yalnızlığımıza ilk atılan adımdır:


Hem bir eş bulmak ve onunla gitmek arzusu taşırız. Hem
de çift olduğumuzda birine angaje olmaktan o kadar ürkeriz
ki, "öyle değilmişiz gibi" davranırız . . . Alyansımızı çıkarır,
topluluk içinde kol kola girmekten kaçınırız.
İki kişi olmak, görünüşümüzü fakirleştirir. İnandırıcılığı­
mızı azaltır, yetkilerimizi kısıtlar, yarattığımız etkiyi hafifletir.
İmajımızı zedeler, kısmetimizi kapatır. Bizi sıradanlaştırır.
Çift olmak, heyecana, maceraya, yeniliklere kapalı olmak­
tır. Elizabeth Badinter'in dediği gibi bir anlamda, "çift olmak
kişinin başkalarıyla olan ilişkileri arasına bir ekranın girmesi­
dir, toplulukla bağlarının zayıflamasıdır".
Çiftlerin yüzüne kimse bakmaz. Onları iki kişilik dünyala­
rında unutuveririz. Çiftlere özenen, yalnızca, tek olanlardır.

Birisiyle birlikte olmak, ertelemektir:


Kendimizi aşamamaktır. Kendimizi başka bir insanın göz­
lerinde görebilmenin muhteşemliğine kapılarak, kendimize
gözlerimizi kapatmaktır. Çift olmak, istediklerimizi gerçekleş-

64
tirme cesaretinin üzerini örtmektir. Cesaretimizi, güven duy­
ma adına ipoteğe alırız, kendimizi nadasa bırakırız. Garantiye
alır, pazarlık yapar, kontrat imzalarız.
Ne için? Mümkün olduğunca kendimizi gözardı etmek
suretiyle bir "çift doğurmak" ve o çiftin ancak bir parçası - ya­
rısı - olmak için. Kendimizi yarım saymak işimize gelmedi­
ğinden, sözgelimi gelecek mevsime kadar, kibarca erteleriz.

Çift olunca hiçbir şeye vaktimiz yoktur:


Daha az kitap okur, daha az ansiklopedi karıştırırız. Yaratı­
cılığımız azalır, hobilerimiz lafta kalır. Artık hiçbir şeye vakit
yoktur. Boş zamanlarımızı eşimize adarız. Nerede, ne yapıyor,
kiminle beraber, niçin aramadı, niçin aradı, niye gelmedi, ni­
ye sevmedi . . .
Sorularımızla o kadar sıkıcı oluruz ki, yaratıcılık barınmaz
içimizde. Kendimizi eşimizin "ayrıntılı imgesi" ne o kadar yo­
ğun kaptırırız ki, bir bakmışız hiçbir şeye vakit yok. Anthony
Giddens'ın dediği gibi, "eşimizin bizi düzenleyeceği ve kurta­
racağı beklentisi, bütün zamanımızı doldurmuştur".
Aslında bu gizli bir anlaşmadır: Bütün çiftler birbirine an­
layış gösterir. Çiftler, diğer çiftler tarafından ihmal edilmeyi
göze alırlar.

Birisiyle birlikte olmak lükstür:


"İnsanın kendisini düşünmesi, bir diğerinin onu düşün­
mesinden daha zordur," diyor Penny Mansfield. Demek ki,
kendimize yabancılaşmak için, kendimizi unutmak - ve belki
sonra yeniden hatırlayıp sevinç duymak - için bir eşe ihtiyaç
duyarız. Birisiyle birlikte olmak, birisinin bizi düşünmesini
sağlamaktır, bu da lükstür.
Nietszche de oldukça mustaripti çiftten: "Ah o gönül yok­
sulluğu, o gönül pisliği, o acınası rahat düşkünlüğü çiftteki! "
Birisiyle birlikte olmak, hayatı bir başkasının inisiyatifine

şs s
65
sunmaktır, kendimizden uzaklaşmak, tembelleşmektir. Peki
bu kadar olumsuzlukların yanında neden sürekli eş arıyoruz,
eş oluyoruz?
Çünkü tutsaklık tutkunuyuz . . .

Eş olmak kolay, eşsiz olmak zor:


Eş'im demek; aynı'm demek. Onu ele geçirdim, onu ken­
dim kıldım, ondan "ben" yaptım demek. Eşlerden biri uzak­
lara gittiğinde bile, diğeri eş olmayı sürdürür. Eş olmak, iki
kişilik bir gerçektir. Eşini bulamamış veya eşinden ayrılmış
olanlar, artık "tek" değil, yarımdır. Kendisi eksik kalmıştır.
Eşsiz kalmak, "eşsiz olmak" değil midir? Ne muhteşem! Eş
olmak kolay, eşsiz olmak zor!
Hem uçurumun kenarında heybetle dikilip eşsiz olmayı,
hem de dayanacak bir duvar misali eşimizi bulmayı isteriz. Eş­
siz olmaktan çabucak sıkılıp yeniden eş oluruz.
Desmond Morris'in dediği gibi, cinsel varlığımızın en te­
mel amacı da kendimize bir eş bulmak. Her cinsel çağrı, aslın­
da eş olmaya da bir çağrıdır; her cinsel çağrı "eşliğimizi" doğ­
rular. Farklı kişilerle pek çok kereler eş olabilme becerimizi
kendi kendimize alkışlamaktan başka çaremiz yok.

Çiftler ikiyüzlüdür:
Çiftler en sahici oyunculardır. Yalnızken, yan yanadırlar.
Ama ancak kalabalıkta çift olurlar. Çift olmak, sosyal bir kim­
liktir. Mahremiyete dönüldüğünde takkeler düşer: En felaket
kavgalar edilir, en büyük nefretler yaşanır. Unutulmaz. Bir da­
ha yalnız kalındığında hatırlatılmak üzere sineye çekilir.
Kalabalığa çıkınca her şey bir anda değişir. Maskeler takılır
ve iki kişilik gerçek, kendini sosyal bir oyunda sürdürür: Baş­
kalarının yanında "ideal eşimizi bulmuşuz gibi" davranırız.
Hatta eşimize de onu affetmiş görünürüz. Öfkeler ilk patla­
maya kadar birikir . . .

66
Eş olmak her şeyi önceden bilmektir:
Birisiyle birlikte olmak, "bu kez son" inancıyla başlar. Öte
yandan, ancak tek başına olmayı bilenler, çift olduklarında
ideal eştirler. Belki de en çok onlar bilir eşlerin değerini, ne tu­
haf. . .
Çift olmaya karar verildiğinde bunun, tek başınalıktan bir
önceki durum olduğu herkesçe mal�mdur. Yine de eşimizle
bir yolculuğa çıkmayı, hatta balayı yapmayı, onunla hiç gerde­
ğe girmemiş olmaya yeğleriz. Adam Phillips'in deyişiyle "çifte
- iyi çiftleşmelere - olan inancımız umut duygumuzun ölçü­
südür."
!ki kişiyken iki kez yalnızlaşırız:
Walter Benjamin'in kaygısı kayda değerdi: "Birlikte ölüme
giden çifti aynı mezara gömmek mümkün olmayacak." Yal­
nızken beklentilerimiz, bizi eş olmaya sevk eder ama eş olunca
da beklentiler beklemeye dönüşür. Beklemek hayal kırıklığı­
dır. Ancak yerine getirilmeyenlerdir beklediklerimiz. Fedakar­
lık, özveri, uyum, uzlaşma, idare etme, alttan alma gibi lü­
zumsuz alışkanlıklar kazanırız. Yalnızca yanımızda biri
varken başımızı dayamaya ihtiyaç duyarız. Tamlığımız yarım
kalmasın isteriz. Tek olduğumuzda ise beklentilerimizin kar­
şılığı yoktur. Bu yüzden de her şey daha kolaydır. Halledilebi­
lir, geçiştirilebilir . . .
Taleplerimizle huzursuzlaşır, karşılanmayan beklentileri­
mizle hırpalanırız. Hırpalandıkça daha çok bağlanırız. Birlikte
olmak için sarfettiğimiz emek, eşimizden ayrılmamızı engel­
ler. Beklentilerimiz karşılanmadıkça çoğalır, onlar çoğaldıkça
biz azalır, yalnızlaşırız . . .
lkitelli, 97

67
Duvardaki çatlak

Bir zamanlar aşıktım ona . . . Marazi bir aşktı . . . Kendimi


bir türlü kurtaramıyordum. Kurtulmaya çalışmamın sebebi ,
onun bana istediğim gibi aşık olmamasıydı. Aşkım, meraktan
ve istediğim ilgiyi bulamamaktan kaynaklanıyordu. En çok da
ondaki kayıtsızlıktan . . .
Kendi kendime ona hamile kalmıştım. Büyütüp sancılarla
doğurdum onu. Sancılarımla yokluğunu doldurdum, yoklu­
ğunu özledim, yokluğuna aşık oldum. Onu sevdiğimi söyler­
ken, ondan hep özür dilemek istedim . . .
Beklerken, beklenti duymamayı, beklemenin onun gelme­
siyle hiç ilgisi olmadığını fark ettim. Onu merak ederken, ka­
yıtsızlık karşısında dimdik durabilmeyi öğrendim. Beni be­
nim sevdiğim kadar sevmeyen bir insanı yıllara meydan
okuyarak, her şeyden bağımsız sevmeyi sürdürmenin ne ka­
dar zor olduğunu kimseye anlatamadım. Kimseyi böyle bir şe­
yin yaşanabileceğine inandıramadım.
Bir insanı olduğu gibi kabul etmenin ne kadar imkansız gi­
bi durursa dursun mümkün olabileceğini, bunun için ne bü­
yük bir suskunluk ve beceri harcamış olduğumu yıllar biliyor­
du. Benden başka kimsenin bunu onunla - hatta başkasıyla -
kolayca gerçekleştiremeyeceğini anlıyordum. Ona, benden
önceki ve sonrakiler - ne kadar gündelik bir laf - ancak ;tşık
olabilirdi; o da benim eskiden olduğum gerekçeyle: Merak­
tan . . .

68
Gündelik hayatımın hiçbir anını aşk yaşayarak geçirmedik
birlikte. Benim heyecanlarımda, öfkelerimde, coşkularımda o
hiç olmadı. O, benim herkes çekildikten sonra, yorganımın al­
tına girdiğimdeki yüzümdü. Ona hep orada rastladım. Birbi­
rimizi hep orada tuttuk.
Gündelik hayatı paylaşmanın, biriyle yakınlık kurmak için
tek koşul olmadığını onunla öğrendim. Sonra bunun başka
hiçbir kadın erkek ilişkisinde kolay kolay yaşantılanamayaca­
ğını da öğrendim. Bütün bunları, bana öğretme gibi bir niyeti
olmayan bir insandan öğrenmekle, kendime nasıl bir hediye
vermiş olduğumu da kimseye anlatamadım.
Halbuki o, kendisine aşık olabilen kadınlara kayıtsız davra­
narak, hepsiyle aynı ilişkiyi kurarak yaşamayı öğrenmişti an­
cak. Kendine hediye vermenin mutluluğuna değil, ceza ver­
menin acısına aşinaydı . . .
Paris'e gitmeyi nasıl da istiyordum onunla. O dı!' bir türlü
reddetmiyordu teklifimi . . . Sonra bir gün aslında onun gitme­
ye hiç niyeti olmadığını anlayınca nasıl da yıkılmıştım. Haya­
tımda onun kadar kimse hayal kırıklığına uğratmadı beni.
Çünkü kimse onun kadar hayal kurmama izin vermedi . . .
Beni birkaç kereler terk etti. Sebebini hiçbir zaman anla­
madım, hiçbir zaman bilmek istemedim. Kendi inancımla ya­
şamayı seçtim. Ben de onu terk ettim pek çok kez. Ama ondan
her ayrılış, ona ne kadar yakınlaştığımın habercisiydi. Çünkü
hiçbir ayrılış bir kopuş değildi . . .
Aşıkken hep kızıyordum ona. Beni aramadığında bir tek
nedeni olabilirdi; benimle olmayı istememek. Ona, onun için­
den bakabildikçe öfkem de dinmeye başlamıştı. Bir insana
içinden bakmak ancak, kendimden dışarı çıktığımda müm­
kün olmuştu. Halbuki aşıkken bu öyle zordu ki . . .
Kaza geçirdiğinde beni - biiini - üzmemek, bana yük ol­
mamak için aramamıştı beni. Yük olacağını düşünmek de ta-

69
bii onun kusuruydu; aşkı yok saydığını gösterme telaşında
olan birinin kusuru! Ona kalsa gündelik hayatta birlikte ol­
mak, eğer kırk yılın başı değilse, ancak ihtiyaç için mümkün­
dü; rasyonel nedenlerle. İhtiyaç? Tanrım, bir arada olmayı is­
temek için ne kadar yetersiz bir neden!
Aşıkken beni istemediği için "hep böyle yaptığına" inanır­
dım. Rasyonel nedenlerini anladıkça, onu kabullenmenin hak
vermekten geçmediğini de görüyordum . . . Onda uçsuz bu­
caksız görünen, derinlik değil bir tür delilikti . . .
Bir gün belki de ilk kez şöyle demişti bana: "Beni üzüyor-
sun, yapma böyle . . . " Yoksa daha önce de demiş miydi? Hatır-
layamıyordum bile . . . Çünkü yarı alaylı bir biçimde hep şöyle
sormuştum ona: "Acaba arada bir ben de üzüyor muyumdur
seni?" Onu gerçekten üzebilecek kadar önemsendiğimi dü­
şünmemiştim daha önceden. Aşkım nasıl da saptırıyordu be­
ni. . .
Sonra o kaza geldi. . . Kazadan sonra onu görmeye gittim.
Karanlıktı. Arabadan çıkmış, penceresine bakıyordum. Bir­
den olduğum yere çivilendim. Orada, perdenin önünde yaralı
bir Tanrı gibi duruyordu. Beyaz, dik, kanlı ve sert! Ölümden
gelmişti ve hala buradaydı.
Öylece bakakaldım . . . Sonra hemen geri dönmeyi düşün­
düm. Bir daha bundan yakın olamazdım ona . . . Korktuğu ol­
muştu, değmiştim ona. "Duvardaki çatlağı" fark etmiştim . . .
Hızla gözümü alıyordu.
Günler sonra onu ilk kez terk ettim. Bu kendime verdiğim
hediyeydi, ama ona ceza etkisi yapacaktı. Çünkü onunla asla
paylaşamazdım. Duvardaki tek çatlağı yalnızca karşıdaki gö ­
rebilirdi.

Ihlamur yolu, 99

70
Yazarın kadını

Erkek: Onu seviyorum, ama bilirsiniz, sevmek ille de anlaş­


mak değil. Benimle aynı dili konuşmuyor. Siz hiç konuştukça
anlaşamayan bir çift gördünüz mü? Çok mu klasik buldunuz
bunu? Umurumda değil.
İşte size bir örnek: "Sevgilim" diyorum ona, "insanın önce
kendini sevmesi gerek ki, başkalarını sevebilsin." Kızıyor.
"Hayır öyle saçma şey olur mu, ne demektir insanın kendini
sevmesi? Nereden çıkarıyorsun bu kitap laflarını?"
Söyleyin bana . . . Neresinden tutayım şimdi? Bunu bile ka­
fası almıyor. Düşünmemiş çünkü. Benim gibi bir yazarın ka­
dınının sorusuna bakın siz!
Kadın: Beni sürekli kitap okumamakla, entelektüel olma­
makla suçluyor. Daha ne kadar dayanacağım bu aşağılamala­
rına! İşin tuhafı, kendimi hiç de onun baktığı yerden görmü­
yorum. Düşünmeyi onun kadar bilmiyor olabilirim ama bu,
hayattan daha az yararlandığım anlamına gelmiyor.
Bana kızıyor mesela. İnsanın birini sevmesi için önce ken­
dini sevmesi lazımmış. Çok iyi biliyorum, sevgiyi öğreten ki­
taplarda bu satırların altını nasıl çizdiğini. . . H albuki ben ken­
dimi bir başkasını sevmeyi öğrendikçe sevmeye başladım . . .
Kimi mi? Onu elbette. Buna ne diyeceksiniz? Birisini - onu -
sevebildiğimi gördükçe, kendimdeki potansiyeli keşfettim.
Bunu ona asla anlatamam, çünkü beni dinlemiyor hiç. Beni
din-le-mi-yor!

71
Erkek: Bakın, geçen gün ne oldu . . . Arkadaşlarımızın evin­
deydik. Sinemacılar, mizah yazarları, edebiyatçılar . . . Kalaba­
lık bir gruptuk. Bizimkisi birden bire "Aaa Angelopulos mu;
hani şu meşhur saksofoncu!" diye atılıverdi. İnanın, kıpkırmı­
zı oldum. Yerin dibine geçtim. Madem bilmiyorsun, hiç değil­
se dilini tut be canım!
Benimle birlikte yaşayalı üç yıl oluyor, en temel şeyleri bile
öğrenmemekte hala direniyor. Onu Angelopulos'un bir filmi­
ne de götürmüştüm halbuki.
Kadın: Onun yüzünü kızartıyormuşum. Peki o halde niçin
hala benimle birlikte? Beni aşağılamak ona ilaç gibi geliyor da
ondan. Biliyorum beni neden bırakmadığını. Bırakamıyor
çünkü! Ona olan aşkım onu büyülüyor. Kendini üstün bulu­
yor. Ben onun komplekslerinin üzerini başarıyla örtüyo­
rum . . . Bir de tabii, beni değiştireceğini sanıyor. Anlamıyor ki,
ben halimden çok memnunum.
Size şunu da itiraf edeyim, asıl onu beğenmeyen, fazla labi­
rentli bulan benim. Bazen ona bakıp kocaman bir beyinden
ibaret olduğunu düşünüyorum. Her şeyi beyniyle yaptığını
söylüyor. Sonra da bana, güzelliğimin onu hiç etkilemediğini,
beynimin içindekilerin önemli olduğunu söylüyor. Bu yüzden
her kitabı - bana uysun uymasın- okumalı, her filozofun yak­
laşımını öğrenmeliymişim. Bunları öğrenmeden sağlıklı yo­
rumlar, değerlendirmeler yapamazmışım.
Aslında güzelliğim onun son derece umurunda. Ama ken­
dine bunu itiraf edemiyor. Bir entelektüel olarak bunlara
önem vermezmiş, o hep daha uhrevi şeylerin peşindeymiş gibi
davranıyor. Ayrıca hayatta benim hiçbir şey bilmediğimden
bu kadar emin olması ve bana her şeyi öğretmeye soyunması
ayrıca incelenmesi gereken bir davranış değil mi?
Erkek: Ona, "Hayatta herkes aşık olma yetisine sahip değil­
dir," diyorum. Tanrı bize yeme, korunma, üreme gibi içgüdü-

72
ler vermiş ama, aşk verili bir şey değil. En ilkel tarafımızda aşk
yok. Aşk, sözle geldi. Öyle ya, dilimiz yokken, düşünmüyor­
duk ki. Demek ki aşk insanoğlunun düşünmeye başlamasının
ürünü. Biz aşkı öğrendik. Aşk, bir kültürdür. O halde hepimiz
aynı yoğunlukta aşk yaşayamayız. Daha kültürlüler, daha iyi
aşk yaşar.
Ona diyorum ki, «Hayatı ve kendini daha iyi tanırsan, aş­
kın da daha güçlü olur." Kendini tanıması için de bir şeyler
yapması, üretmesi gerekiyor. Hem o zaman, eminim ki, bana
küçük ihmallerim yüzünden bu kadar kızmaya gerek duyma­
yacaktır. Küçük ihmallerim neler mi? Bildik şeyler işte, her ka­
dının kızdıklarından: Arayacağım deyip aramamam filan ca­
nım . . .
Kadın: Onun küçük şeyler diye aşağıladığı hayatın ta ken­
disi. Yüce ve karmaşık şeylerden bahsederken aslolanları, ba­
sit, sıradan ama en özümüzde çok büyük olanları göz ardı edi­
yor. Deliler gibi, her şeyi sonuna dek yaşayan benim! O ise bir
kez doğru dürüst yaşamanın tadına varmadan ikinci kez yaşa­
manın telaşına düşüyor. İkinci kez yaşamak ne mi? Yazmak­
tan bahsediyorum canım! Kendini bir yazar olarak iyi ifade
ediyor da, bir erkek olarak . . .
Neyse, siz de takdir edersiniz, benden bir şeyler öğrenme­
mesi mümkün değil. Ama bunu kabul etmemesi beni çıldırtı­
yor. Çıldırırken bile seviyorum onu . . . İşte böyle seviyorum
onu; bana büyüklük tasladığında. Kendini dünyanın en
önemli insanı sandığında. Bunları ona söylemeye çalıştığımda
bana ne dedi, biliyor musunuz? "Marguerite Duras'nın Somut
Ya�am adlı kitabında yazdıklarını okursan, bana olan duygu­
larını daha iyi değerlendirebilirsin!"

!kitelli, 98

73
lşgale uğrayan erkekler

Trafikte, özellikle otoyolda giderken hemen hemen bütün


kadınların en çabuk nerede telaşa kapıldığını - sekiz yıldır gi­
de gele - artık biliyorum: Arkadaki sürücü, selektörlerini yaka
yaka hızla kadının arabasının kıçına kadar dayanır - ne erotik
bir eylem - fakat kadının sağa geçmesi mümkün değildir,
çünkü yan şerit doludur. Eli ayağı dolaşır ve manevra yapması
imkansız olduğundan, asabiyet katsayısı yükselir.
Kadın artık tıpkı tecavüze karşı koyar gibi çırpınmaktadır.
Kısacası erkek sürücü direksiyon başında bile ona ne olduğu­
nu ve cinsiyetini hissettirmiştir: İkinci sınıf, beceriksiz, teca­
vüze müsait, asabi ve kadın!
Gelelim, bu işgalci erkek tavrının kendini nasıl işgale uğ­
rattığına . . .
Kendimi zaman zaman büyük şaşkınlıklar içinde bir erke­
ğe ısrar ederken bulurum. Neden mi şaşırırım? Beni, karşım­
daki erkeğe ısrar eder pozisyonda bırakan yine o erkeğin ta
kendisidir de ondan.
Geçen gün bir erkek arkadaşım benden, kendisini bir yere
götürmemi istedi. "Tabii," dedim. İşinin on dakikada bitece­
ğini öğrendiğimde, gayri ihtiyari, "Seni beklerim," dedim. Ar­
kadaşım birden rahatsız oldu, sıkıntı içinde: "Yok olmaz, sen
beni bekleme, git," dedi.
O anda kendisine dünyanın en büyük kıyağı yapılıyor sanı­
yordu. "Ne var seni on dakika beklesem, birlikte döneriz işte,"

74
dedim yeniden. "Olur mu, benim için zorluğa girme, buna
değmez," dedi.
Ufak bir anın gitgide büyümeye, abartılmaya başladığını
seziyordum. Karşımdaki kendini ne sanıyordu? Dünyanın en
zahmetli işini, büyük fedakarlıklar filan göstererek yaptığımı
mı? O anda arkadaşımı rahatlatma ihtiyacı duydum ve olayı
önemsizleştireceğine inandığım bir bahane uydurdum:
"Bütün o yolu tek başıma döneceğime, bir iki laf ederek
dönmeyi tercih ediyorum. Yoksa senin için özellikle bir şey
yaptığımı sanma!" İnsan, yapmak istemediği bir şey için karşı­
sındakine teklifte bulunur mu hiç?
Lütfen şu hale bakar mısınız: Benden kendisi için bir şey
yapmamı rica eden arkadaşım ve bunu ille de yapmak için ona
ısrar eden ben! Tanrım! Sonra aklıma geldi. Belki de bu arka­
daşım, kendi istemediği şeyleri yaptığı için - hayır diyemedi­
ğinden - başkalarının da kendisi gibi olduğunu sanıyordu.
Bir erkek arkadaşımın, yıllar boyu ona ikram ettiğim ye­
meği aslında bana ayıp olmasın diye yediğini - laf arasında -
fark ettim. Meğer o yemeği hiç sevmezmiş. O zaman, "Sen
Allah bilir, daha ne çok şeyi istemeye istemeye yapıyorsun­
dur ve karşındakiler bunu asla farkında değillerdir," dedim.
Ve ekledim: "Ama bu karşındakilerin değil, senin sağlığını
bozar."
Derken bunun çok sık rastlanan bir erkek tavrı olduğunu
gördüm. Kendilerini işgale izin vere vere karşılarındakini ıs­
rarcı konuma düşüren bu erkeklere, aslında durumun onların
yaşantıladığı gibi olmadığını anlatmak mümkün değildi. Ve
tıpkı otoyolda kadın sürücülerin uğradığı tacizde ne hissedi­
yorsam, bu durumda da hissettiğim aynı: Panik, asabiyet,
haksızlığa uğrama ve kırılganlaşma . . .
Bu bahsettiğim ruh hali de erkek dünyada kadınlara özgü
bir defo. olarak algılanır ve kadınlar da kendilerini en çok er-

75
keklerin önünde "gerçekleştirdiklerinden" erkeklere inanır ve
bu ruh halini benimserler.
Erkekler bile isteye kadınların kendilerini işgal etmesi doğ­
rultusunda davranıyorlar. Halbuki işgalci kadın diye bir şey
yok, kendilerinin işgale uğramasına izin veren erkekler var.
Kısacası kadınların işgalci özelliğini pekiştiren, erkeklerin
ta kendisi. Ve ne yazık ki işgalci konumuna düşen kadınların
terk edilme ve sevilmeme korkusuyla erkeklerin nasıl da canı­
nı sıktıklarına tanık olmaktan yoruldum.
Yine bir örnek. Bir erkek arkadaşımın evindeyiz, karşılıklı
konuşuyoruz. "Aaa ne güzel çiçekler, nereden çıktı bunlar!"
şeklinde bir söz dökülüyor ağzımdan. Bir ünlem cümlesi! An­
lık. Ama sanki bu cümlenin altında bir merak, bir şüphe, bir
hesap sorma saklıymış gibi bir ifadeye maruz kalıyorum bir­
den:
"Biri getirdi işte . . . " Kendimi durduk yerde işgalci konum­
da buluveriyorum. Beni bu duruma nasıl düşürdüğünü kar­
şımdakine hiçbir zaman anlatamayacağım . . . Anlatmaya kal­
kıştığımda farklı erkeklerin cevaplarında hep aynı şey gizli:
"Benim için bir şey yaparsan kendimi sorumlu hissederim.
Vicdan azabı duyarım, çünkü karşılığını veremeyebilirim. Bir
şey vaat edemezsem sen kırılırsın. Kırılmam hiç istemem . . . "
Tanrım! Farklı senaryolarda hep aynı replikler!
Biz kadınları işgalci yapan asıl tavır bundan sonra başlıyor.
işte bir örnek de bunun için: Bir erkek arkadaşımla akşam bu­
luşmak için sözleşmişim. Birlikte yemek yiyeceğiz. Bana,
"Randevu günü için saat kararlaştırmak üzere seni arayaca­
ğım," dedi. Ve ne o gün, ne de ertesi gün aradı.
Şimdi bana, "Sen niye onu aramadın, " diyebilirsiniz. Tam
da bu yüzden; onun beni işgalci bir kadın sanmasını istemedi­
ğimden. Onu sık boğaz etmemek için, onun kriterlerine uy­
mak için . . . Bugüne dek böyle durumlarda hep aramış ve aynı

76
isteksiz tavra maruz kalmıştım. Ertesi gün bir de ne duyayım;
mide kanaması geçirip hastaneye kaldırılmış.
İşgalcilik, kendi başına bir kadın tavrı değil. Kendilerini iş­
gale uğratan erkekler var. Ve işgalci görünmemek için kendi
tavırlarını değiştirmek zorunda kalan kadınlar var. Ve bütün
kadınlar mutlaka aynı erkek nakaratını tekrar tekrar duyuyor­
lar: "Ne kadar da işgalcisin!"
Bence asıl işgalci olan, tam da erkeklerin bu tavrı!

lkitelli, 97

77
Gönüllü faşizm

İkili ilişkilerde her zaman aynı şey oluyor; taraflardan biri


diğerini üzüyor. Bachmann'ın dediği gibi, faşizm iki insan
arasındaki ilişkide başladığından herhalde, her ilişkide daha
çok seven ve sevilen, üzen ve üzülen, kısacası bir ameliyat
eden ve bir de edilen var. Aslında bu, insanların kişisel özellik­
lerinden değil, daha çok ilişkideki rollerin dağılımından kay­
naklanıyor.
Mesela ben kendimi pek çok kereler, "Aslında böyle yap­
mak istemiyorum, nasıl oluyor da onunla her seferinde böyle
yapıyorum, bir türlü anlayamıyorum, başkasıyla olsa böyle ol­
mazdı," derken yakalamışımdır. Bazen bir seyirci gibi, kurdu­
ğunuz o ilişkiyi izlemekten başka bir şey yapamazsınız. İlişki­
deki rolünüzün kaderi ağlarını kendi kendine örer. İşte o
zaman iki insanın toplamından daha fazla bir şey ettiğini anlı­
yorum ilişki denen şeyin. O, aramızdaki üçüncü bir kişilik. İki
insanın ilk çocuğu . . . Ve ikisinden de bağımsız.
İki kişi arasındaki faşizmin doğası gereğince başka bir şey
daha meydana geliyor: Karşımızdaki bizi üzmediği halde biz
üzülmeye gönüllü oluyoruz. Aklıma buna en uygun örnek
olarak Dünyanın Bütün Sabahları adlı roman şeliyor. Genç
Madeleine, çalgıcı sevgilisi Marais tarafından terk edildikten
sonra geri kalan hayatını üzülmeye ve acı çekmeye ayırmıştır.
Uzun zaman sonra onun başucunda yeniden karşılaştıkların­
da Marais çoktan evlenmiş ve saray çalgıcılarından biri ol-

78
muştur. Madeleine ise yatağında soldukça solmuş, bir deri bir
kemik kalmıştır. Aralarında son derece sade bir diyalog geçer:
"Yanaklarınız çökmüş, gözleriniz içeri kaçmış, elleriniz ne
kadar da zayıflamış Madeleine."
"Sizin tarafınızdan terk edilmek çok hoş."
"Sesiniz eskisinden daha zayıf."
"Sizinki daha da yükselmiş."
"Üzgün olmasanız olmaz mı? Ne kadar da zayıflamışsı-
nız."
"Acımın yeni olduğunu söyleyemem."
"Bana kırgın mısınız?"
"Evet."
"Bir zamanlar size yaptığım şey yüzünden bana hala nefret
duyuyor musunuz?"
"Yalnız size karşı değil! Kendime karşı da hınç duyuyo­
rum. Önce sizin arımızla kendimi bir köşede kurumaya bırak­
tığım için, sonra yalnızca keder içinde yaşadığım için kendi
kendime de kızgınım."
Marais, gülümsemeye başlar ve bir zamanlar birbirlerine
nasıl dokunduklarını hatırlatarak, bütün bunları anımsadığı­
nı söyler. Madeleine'i teselli etmektense, kendi anılarının sar­
hoşluğuna kapılmayı seçmiştir.
Evet, size de aşina gelmiyor mu bunlar? Delikanlı kızın ha­
la kendisi yüzünden üzgün olduğunu kabullenmek istemiyor,
çünkü kendisinin onu bu kadar üzmüş olabileceğine ihtimal
vermiyor. Madeleine'in üzülme potansiyelini görünce, bütün
sorumluluğu üzerine almak istememesi doğal değil mi?
Peki Madeleine neden bu kadar üzülüyor kendi kendine?
Siz de kendinizi, kendi kendinize üzülürken bulmadınız mı
hiç? Çok mu "arabesk"? Yoksa siz de kendinize, bu kadar
üzüldüğünüz için, hınç duyuyor musunuz tıpkı Madeleine gi­
bi?

79
Madeleine'in, "Sizin tarafınızdan terk edilmek çok hoş"
sözlerine bakın. Sevgilisini ne kadar da yüceltiyor! Daha çok
aşık olan, terk edilen ve daha çok üzülen de o olmamış mıydı?
Madeleine, karşısındakine ta başından beri sessizce, hatta
onun iznini almadan kendini teslim etmişti.
Ve ilişkileri boyunca hep gönüllü kölelik eden taraf oldu.
Acısını tükettiğinde de intihar etti. Marais yüzünden canına
kıydı demek çok kolay olmasa gerek. En fazla, bu onun seçi­
miydi gibi bir şey diyebilirsiniz.
Hiç kimse kendi kendine efendi ya da köle olamaz. Bunun
için en az iki kişi olmak gerekiyor. llişkilerimiz de, gönüllü
kölelik - ya da efendilik - bittiğinde, aramızda çırılçıplak bir
faşizm kaldığında tükenmeye yüz tutuyor. Faşizme gönüllü
kaldığımız sürece hem kendimize hem karşımızdakine "ken­
diliğimizden" katlanıyoruz. İşte gönüllü faşizm!

lkitelli, 97

80
O, sırtını dönmüş uyurken . . .

Erkeğin yatağa girmesiyle uyuması arasında geçen zamanı


kadınınkiyle karşılaştırın. Bunun için istatistik gerekmiyor.
Etrafınızdakilere sorun. Yanıt kaçınılmaz: Erkekler, kadınlar­
dan daha çabuk dalar uykuya.
Bunun pek çok bilimsel yönü olabilir; beyinleri daha ça­
buk yoruluyor, strese kadınlar kadar dayanıklı değiller. . . Peki
erkeklerin uykuya kendilerinden önce dalmalarını anlasalar
da, neden sırtlarını dönmelerine bu kadar içerliyor kadınlar?
Bir dönem erkeklere kızdım. Sırtını dönüp uyuyakalan er­
keklerin yanında en mağdur halleriyle gözünü kırpmadan du­
ran kadınların yazdıklarını okudum. Anladım onları. Duygu­
larını ifade edemeyen, yatakta bencil olan ve hepsi de
birbirine benzeyen erkeklerin varlığına inandım.
Sonra kendilerini ihmal edilmiş gören kadınlara hafiften
içerlemeye başladım. Kentli, bağımsız kadınlardı hepsi. Ne­
den kızgınlıklarını ifade etmek yerine çaresizce şikayet edip
duruyorlardı? Neydi bu trajedi eğilimi . . .
Erkeğin sırtını dönmesinin bir ilgisizlik olduğu nereden çı­
kıyordu? Zavallı erkek, sırf kadın böyle düşünmesin diye uy-
·

kusunda bile şefkat mi göstermek zorundaydı?


Kadınlardaki bu talepkar olma telaşı yüzünden, sonradan
hiç hoşlanmadığımızı itiraf ettiğimiz PC (pollitically correct)
erkekler ortaya çıkmadı mı? O erkekler ki, kadınların suyuna
gittiklerinde, onlardan en büyük şaman neden yediklerini bir

ŞS 6
81
türlü anlamadılar . . . Kadınlar eskiden olduğu gibi, şimdi de
son kertede hep güçlü, inisiyatif kullanan erkekleri seçiyorlar­
dı.
Artık kendi adıma şuna inanıyorum: Erkeğin uykuya dal­
madan, kendini en rahat ve en güvende hissettiği an, sırtını
döndüğü andır. Kendini teslim ettiği biricik an . . . Ve benden
önce uykuya dalmışsa her şey yolunda demektir . . .
O zaman dönüp ona sarılabilir, ona dokunarak huzurlu
bir uykuya dalabilirim. Sevilerek değil, severek uyumanın zev­
kini yaşarım. Hem sonra, yorgun argın uykuya dalan bir erkek
o kadar kolay uyanmaz. Sırtından yüzüne bakabilir ve gün
içinde hiç tanık olmadığım bir haliyle karşılaşabilirim. Çok
ciddi, kahraman bir edayla uyuyan çocuk . . . ona birikmiş öf­
.
kem varsa, gidermek için ideal bir yoldur bu.
Marguerite Duras'nın sözleri de yol gösterebilir bana:
"Tıpkı çocuklarınki gibi, erkeğin gereksinimlerini karşıla­
mak gerekir. Ve bu genellikle büyük bir zevktir kadın için. Er­
kek, iki kilo patates alınca kendini kahraman sanır. Çocuk gibi
savaşı, avlanmayı, balık tutmayı, motorları, arabaları sever.
Uyandığında böyle görünür. Ve kadınlar erkekleri işte böyle
severler. Bu konuda kendini kandırmak gereksiz. Erkekleri
çocuksu, acımasız halleriyle severiz, avcıları, savaşçıları seve­
riz, çocukları severiz. "
Kadınlardaki anaç yan, yalnızca erkekleri "çekip çevirme"
telaşındayken değil, uyumalarını seyrederken de ortaya çıkar.
Ve bu, kimi zaman bazı kadınlardaki "erkek imajı"nı bir neb­
ze olsun yumuşatabilir:
"Erkekseniz, eşinizle yaşayan, onunla sıradan, yararcı, mi­
desel, sevgisel ilişkileri kuran benliğinizdeki ikinci erkektir.
Ama içinizdeki büyük adam, bir numaralı adam, belirleyici
ilişkileri yalnız hemcinsleriyle kurar."
İşte Duras'nın bu saptaması, başta anlattığım kadınların

82
kendilerini haksızlığa uğratmaya eğilimli hale gelmesini en­
gelleyebilecek bir bakıştır. Erkeklerin, öteki erkeklerle girdik­
leri ilişkilerin onlar için daha belirleyici olmasını izleyebilen
bir kadın, oradaki naifliği görecektir. Gördüğünde de, ihmal
edilişine sadece gerçekten ihmal edildiğinde kızacaktır.
Erkekleri, aralarında futbol konuşurkenki kahraman eda­
larıyla, kaba incelikleriyle, gösterişli olma çabalarındaki sakar­
lıklarıyla, birbirleriyle sohbet ederkenki "rekabet dolu ittifak­
ları"yla sevebilen bir kadın, mutlu bir kadındır. Ve gece yatağa
girdiğinde, erkeği sırtını dön meden önce o uykuya dalabilir!

Ihlamur yolu, 99

83
Kadına sözlü, erkeğe yazılı

Latin atasözü "söz uçar yazı kalır" der. Yazı, yazıldığı yerde
katdığından olsa gerek, bellekte iz bırakan sözlerdir. Sözler
uça uça gelir, bellekteki yerlerini alırlar. Mektuplar yırtılsa,
notlar silinse de geriye kalan sözlerdir. tlişkilerde sözlerin tu­
tulması için yazıyla belgelenmesi gerekmez.
Ticari ilişkiler söz konusu olduğunda - para kirlettiğin­
den - güven duymak inanmanın önüne geçer. Yazılı bir akde
ihtiyaç duyulur. Kamu hayatında her sözün yazılı bir güven­
cesi vardır; kira sözleşmesinden ateşkes anlaşmasına kadar.
Ötekiyle aramızda yazı değil, söz vardır. Kutsal Kitap'ta da
önce söz vardı. llişki söz demektir. Söz, bizler yok olduğu­
muzda bile tamamen uçup gitmez, ötekilere aktarılır. Yüzler­
ce yıl sonraya taşınan gelenekler yazılı değildir. Tutumları ve
sözleri içerir. Zaman içerisinde toplumdan topluma yorum­
lanmak suretiyle aktarılır. Halk kültüründe sözün gücü inkar
edilemez.
Söz kadındır. Çocuğuna sözle aktarır. Medeniyet böyle ge­
lişir. Medeni· olmanın (sivilize olmak) bir anlamı da sivil ol­
maktır. Savaşan ve barışan, asker olan, üniforma giyen erkek­
tir. Erkeğe göre sivil olan, masum kalan, savaşın ve davanın
dışında tutulan kadındır. Medeniyet kadındır. Bir toplumun
medeniyet düzeyi en çok kadınlarına bakarak belirlenir. Ka­
dın haklarına saygılı bir topluma medeni toplum denir. Nilü­
fer Göle'nin dediği gibi, medeniyetlerin mihenk taşı kadındır.

84
Erkek barış anlaşmalarını, kanunları, tarihi yazar. Aşk
mektubu, aşk şiiri yazar. Sözlerinin kalıcılığına ikna olmak
- ve etmek - için, onları yazıyla güvenceye alır. Yazıyla ebe­
dileşir, ebedileştirir . ..
Evin dışına çıkıldığı andan itibaren, toplumsal hayatta er­
kek kadın üzerinde söz sahibi olsa da, evin içinde söz sahibi
olan kadındır. Yüzyıllar boyu, erkekler ev içindeki bu kader­
sizliklerinden olsa gerek, dış dünyadaki itibarlarını korumak
için yasalar yaparak - yazılı olarak - haklarını belirlemişlerdir.
Resmi tarihte yazılmamış olanların ardından genellikle kadın
seslerinin duyulması boşuna değildir. Hitler'in ya da Stalin'in,
aldıkları toplumsal kararlarda anneleriyle ilişkilerinin nasıl bir
rol oynadığı resmi tarihte yer almadığından dedikodu düze­
yinde aktarılır.
Kadınlar ötekilerle ilişkilerinde sözü temsil ederler: Ço­
cuklarına ninni söyler, nasihat ederler. Erkeklerine vesvese ya­
par, dırdır ederler . .. Bir araya geldiklerinde ettikleri sohbet,
özel şeylerini anlatmak üzerine kurulur. Kadınlar sözle tanım­
lanır, kadınlara sözle kur yapılır.
Erkekler, ilişkilerinde sözün gücünü göz ardı ederler. Ka­
dınları bir aşk şiiriyle tavlamanın yeteceğine inanırlar. Halbu­
ki kadın için aşk şiiri almaktan daha önerrılisi, sık sık ne kadar
sevildiğini belirten sözler duymaktır. Erkeğin yazdığı aşk
mektubu veya aşk şiiri görünürde kadınını yüceltme, aşkını
kanıtlama amacı taşır. Gerçekte ise kendisinin neler yaratabi­
leceğini görmek için meta etmektedir aşkını. Erkek için yaz­
mak - yazı yoluyla kalıcı olmak - aşkının nesnesine duyduğu
biricik aşkı göz ardı ettirir. Aşkının öznesi, nesnesinden daha
önemlidir. Yazılan her aşk şiiri, yollanan her aşk mektubu bi­
ricikliği yok eder. Mektubu alan kadım, öteki kadınlardan biri
kılar.
Kadınların yazdığı aşk mektubu ise bir türlü tamarrılana-

85
maz. Her an yeni ve söylenmemiş bir şey bulunur çünkü. Ka­
dınlar söze döktükçe aşık olurlar. Aşık oldukça da kendilerin­
de söyleyecek yeni bir şeyler keşfederler. Onlar için de aşkın
nesnesinden çok öznesi önemlidir. (Artık aşkın tek kişilik ol­
duğu gerçeğiyle yüzleşmek gerek.)
Darian Leader'a göre kadınların yazdıkları her mektubu
yollamamalarının ardında yatan, aşklarının sürdüğü gerçeği­
dir. O yüzden bazı kadınlar mektubu ancak aşk bittiğinde
gönderir. Son sözü, terk edilse de kadın söyler.
Leader'ın dediğine göre, kadın aşk mektubunu erkek tara­
fından kendine sunulan bir arzu ya da aşk nesnesi olarak gö­
rür. Mektubun kendisine yollanmış olması içinde yazılanlar­
dan daha önemlidir. Erkek ise kadından aldığı aşk mektubunu
bir mesaj olarak algılar. Aşkını söze döken kadının mesajıdır
hu. Erkeğin aşkına bir karşılıktır.
Alınan mektupların farklı algılayışları getirmesi rastlantısal
değildir. O halde, birbirlerinin beklentisi doğrultusunda hare­
ket ettiklerini söylemek mümkündür. Çünkü Leader'ın dediği
gibi kadın olmanın anlamı, bir erkeğin arzuladığı kadın ol­
makta yatmaktadır. Aşk sözleri almak ya da duymak, bu yüz­
den kadınsı bir beklentidir. Aşkına yanıt beklemek, aşkın nes­
nesine sahip olmak içinse önce aşkı dile getirmek gerekir. Bu
da erkeksi bir beklentidir.
İşte bu, kadınla erkek arasında kuralları yazılı olmayan
ama hep aynı şekilde oynanan bir oyundur. Nedeni de belki,
bellekte kalanın, barış anlaşması maddelerinden çok aşk söz­
leri olmasıdır!

Ihlamur yolu, 99

86
Yine yazdın!

Ben: Anlamıyorsun, yorgunum bebeğim. Biraz çalışmak is­


tiyorum. Lütfen üstüme gelme.
Sen: Tanrı m! Sanki seni çok sıkıştırmışım da, üstüne düş­
müşüm gibi. . . Az önce aranmadığı için bozuk atan sendin,
unuttun mu?
Ben: Sevgilim, tek istediğim sakin bir ortamda yazmak . ..
Seninle tartıştığımda yazamıyorum. Bu da bana en büyük kö­
tülük. N'olur beni biraz alttan alsan!
Sen: Senin nasıl kendini beğenmiş olduğuna kimseyi inan­
dıramıyorum. Senin kadar ben de yazıyorum. Kaleminle be­
nim üzerimde güç uygulamaktan vazgeçsene. Biraz da sen be­
ni alttan almayı denesen!
Ben: Bak bebeğim, yazmaktan yazmaya fark var. Benim
çok daha dikkatli olmam gerekiyor. Çocuk oyuncağı değil
yazdıklarım. Bedelini senden daha ağır ödeyebilirim .. .
Sen: Bak yine kadın erkek meselesine döktün. Ayrımcılık
yapıyorsun. Ne malum benim yazdıklarımın senirıkiler kadar
etkisi olmadığı? Tartışmaya başlar başlamaz yaralarını kaşı­
yorsun!
Ben: Nasıl da abarttın yine! Söyle bana canım, neymiş yara­
larım?
Sen: tlgi görmediği için kızanın sen olduğunu bir kez daha
hatırlatayım mı? Niye ilgi istiyorsun, söyleyeyim: Daha iyi ya-

87
zabilmek için. Beni kendine malzeme ediyorsun. Yerimde
kim olsa fark etmeyecek.
Ben: Neler söylüyorsun sen ! Evet, kendimi önemsiyorum.
Yazılarım hakkında konuşulmasından haz duyuyorum. So­
nuçta bu sayede başyapıtımı yaratıyorsam, şu kadarcık kapri­
sim de olsun yani!
Sen: Sevgilim, bana hep okuyucu rolü veriyorsun. Nedir
alıp veremediğin benimle? Lafı dönüp dolaşıp büyük bir yazar
olduğuna getirmenden çok sıkıldım artık! İnandırıcılığın da
kalmadı!
Ben: Şuna bakın, şuna! Neler duyuyorum böyle! Hemen
bürün o mağdur pozlarına. Kolayına geliyor değil mi? Başka
türlüsünü bilmiyorsun ki sen! Yaratıcılık sıfır. Nasıl yazıyor­
sun, onu da anlamıyorum.
Sen: Rica ederim kes şunu artık!
Ben: Sana yazdığım şiiri ne çabuk unuttun? Onu okudu­
ğunda hiç de böyle kızgın değildin. Nasıl da sevinmiştin, ha­
tırlasana bebeğim . . .
- Sen: Bak nasıl da yumuşatmaya çalışıyor beni! Sen kendini
ne sanıyorsun ha? Beni yazılarınla tavlayacağını mı? lyi yazı­
yorsun diye bana ettiğin hakaretleri unutacağımı mı sanıyor­
sun! Yok, bir de seni bağışlayayım bari!
Ben: Sen de bana bir kere özür yazmıştın. Sana çok kızgın­
dım ama yine de yazdıkların o kadar güzeldi ki, seni o anda
bağışlamıştım. Ama nerede sende bu mizah!
Sen: Bütün yaşadıklarımızı yazıya malzeme gibi görmene
dayanamıyorum artık. Senin yüzünden yazamıyorum, yaşaya­
mıyorum. İronimi kaybettim. Boğuluyorum. Boğuluyorum!
Ben: Sakin ol, bitanem. Eskiden nasıl da iyi çalışırdık bir­
likte. Sen benim yazdığımı gördükçe heveslenir, otururdun
masanın başına . . . Yazılarımızı birbirimize okuturduk . . . Ne­
den artık böyle olamıyoruz? Nerede sorun ha?

88
Sen: Hala farkında değil misin? Biz birbirimizle değil, ken­
dimizle didişiyoruz.
Ben: Çok haklısın canım . . . İşte şimdi çok iyi anlıyorum se­
ni . . . Senden başka kimseyle yazamam ben.
Sen: Oh sevgilim, çok haklısın. Hiçbir şeyi bir kere yaşa­
makla rahat bırakamıyoruz biz, değil mi? Hayatta senden baş-
ka kimsede bulamadım aynı şeyi . . . Gel yanıma, öp beni, son-
ra da otur bakalım masanın başına . . .
Ben: Seni seviyorum.

lkitelli, 98

89
Sadık okuyucu

On yıllık evliydi. Kocasını seviyordu. Sonra o yazarı tanıdı.


Bir yazarı yazılarından ne kadar tanımak mümkünse o kadar.
Hiç karşılaşmadılar. Onun bütün kitaplarını, gündelik ve haf­
talık yazılarını okudu. Ona her cümlesinde eşlik etti. Onsuz
yaşayamayacağını anlamıştı.
Kocasını ilk kez aldatıyordu. Bir daha da kimseyle aldat­
mayacaktı . . . İlk ihanetine hep sadık kalacaktı.
Yazarına yazmaya karar verdi. Bir okuyucu mektubu yolla­
dı. Yıllar geçti. İkinci bir mektup yollamayı hiç düşünmedi.
Haziranın dördünde gazeteyi açtığında sıranın kendisine
geldiğini anladı:
Daha ilk cümlenin ilk sözcüğünde kendine rastlamıştı. Ya­
bancı birinin gözünde hiç bu kadar tanıdık gelmemişti kendi­
ne. Gözleri üçüncü cümleye geldiğinde, iki satırın arasındaki
boşlukta durdu, dinlenmek istedi. Çünkü yeryüzüyle gökyüzü
arasında kalakalmıştı, başı dönüyordu.
Sonra tıpkı tanımadığı sesi geri dönüp defalarca dinlediği
gibi - sanki her dinlediğinde biraz daha tanıyacaktı sesin sahi­
bini - yazıriin- sonuna gelmeden, defalarca başa döndü. Bit­
mesin diye . . . ·

Yaşlı çınar ağacının yorgun dallarından kayıp yazarıyla


karşılaşmaya gitmeli miydi? Yoksa sessiz ihanetine kağıt üze­
rinde devam mı etmeliydi? Gazeteyi katladı, yanına bıraktı.
Ama orada böyle bir yazı yazılmış dururken, bir daha hiç oku-

90
mamış gibi nasıl yapacaktı? Hayatta yapacağı tek şey kalmıştı:
Yeniden gazeteyi açmak.
Kendisine yazıldığından bir daha emin olmak istedi. Harf­
ler arasında seksek oynarken dişi hezeyanlara da kapıldı bu
yüzden. Kaderini merak edip eline tebeşir alan her kız çocuğu,
alevden okların peşinden gitmiş midir diye. Başı daha önce
hiç böyle dönmemişti. Evet, her yazının tek bir okuyucusu
vardı. Ve yeryüzünde bir yazar, o okuyucusunu bulmuştu işte.
Mavi tebeşirleri onundu artık.
On iki gün sonra hiç tereddüt etmeden kocasına el salladı
ve dönüp faytona bindi. Faytoncu onu paralellerle meridyen­
lerin kesiştiği yere götürdü.
Hiç korkmuyordu. Büyük Karşılaşma'ya gidiyormuş gibi,
yazarının buyurduğu bütün ritüellere uymalıydı; adrese gitti,
üst kata çıktı, yerlere baktı, mum yaktı, sayfayı çevirdi. Sonu­
na dek itaat edecekti.
Yazarını hiç görmemişti daha önce. Neye benzediğini bil­
mıyordu. Çok da merak etmiyordu. Çünkü kendisine merak
etmemesi söylenmişti. Büyük Karşılaşma gerçekleşmese bile
parallelerin arasında seksek oynamaktan vazgeçip geri dönme­
yeceğini biliyordu artık. Kendine ihanet etmesi mümkün de­
ğildi. Pablo Simon'dan, en güçlü anahtarların en basitleri ol­
duğunu öğrenmişti. "Doğanın tüm kapılarını açanlar
onlardır. Şimdi yukarı çık, ne istersen onu yap ve yetmiş iki
saat sonra, gece yarısı buraya dön," demişti yüzyıllar önce Gi­
ordano, Pablo Simon'a.
O da ne isterse yapmıştı, artık "dönme vakti" gelmişti. Ya­
zarı onu bekliyordu. Fayton durdu. İnerken tökezledi ve çora­
bı kaçtı. Kaçmış çorabıyla, mavi bukleleriyle, derisinin altında
iyice belirginleşmiş yüreğiyle, mavi tebeşirleriyle kapıyı çaldı.

lkitelli, 98

91
3
Ben'lik

Ben: Bu yıldız bana gökyüzünden gel­


di. Yeryüzüne düştüğü yeri bulmak
için dört bir yanı dolaştım. Kendi yıl­
dızını aramaya başladığında benim­
kiyle karşılaşacaksın . . .
Melankolik çocuk

Geleceğim yoktu. Ve daha çok küçüktüm. Yataktan kalktı­


ğımda beni bir gündüzün beklediğinden hiçbir zaman emin
olmadım. Geceyi hiç merak etmedim. Şu anım, geçmişe aitti.
İnsanın küçükken de bir geçmişi vardır. Kırmızı minderli
beyaz demir sandalyeler vardı geçmişimde. Tek başıma çıkıp
üstlerine oturamıyordum. Boyum yetmiyordu. Sağda solda
koşuşturanlar benimle ilgilenmiyordu. Kambur biri vardı sa­
dece. Benim velim. "Seni anlıyorum," diyordu bana. Bense
kırmızı minderlerin üzerine oturmak istiyordum. Anlaşılmak
değil. İsteklerim karşılanmadan kaldı. . .

Geçmişimde kalın gövdeli, uzun dallı ağaçlar da vardı. Dut


ağacından düştüm. Dizim kanamaya başladı. Yalnızdım. Etra­
fa bakındım, kimseler yoktu. O zaman kanı durdurmak için
bir şeyler yapmam gerektiğini, kendimi düşünmem gerektiği­
ni anladım. Meğer gelecek çok yakındaymış.
Kanın üzerine toprağı, yaprakları bastırdım. Acıdı. Acıdık­
ça iyi gelmişti. Eve dek yürüdüm. Kırmızı minderli sandalye­
lerin durduğu terasta kalabalık vardı. İçimden tekrar ediyor­
dum: "Yolda yürürken takıldım, düştüm. Yo, ağaca filan
tırmanmadım." Bir yandan da yüzüme acıklı bir ifade oturt­
maya çalışıyordum.
Eve yaklaştım, terastakiler beni fark etmemişti. Kambur
adamla göz göze geldik. "Lütfen sor bana ne olduğunu, lütfen
sor bana," diye yalvarıyordum içimden. Bakışlarını kaçırdı, az

95
önceki gibi, kalabalıktakilere gülücükler dağıtmaya devam et­
ti. Açık olan mutfak kapısından içeri girdim. Başka kimse kı­
pırdamamıştı yerinden . . .
Kimseyi üzmemek için ağaçtan düştüğümü gizleyecektim
ben de. Çok kolay bir yalan bulmuştum. Ama onu söyleyecek
kimse yoktu. O günden sonra b ütün çocukların kendi yalanla­
rını söylemeyi öğrenmesini, söyleyecekleri yalana inanacak
velilere sahip olmasını diledim.
Ben de "zarif yalanlar kontenjanı"mı hak edecek yeni bir
veli bulmalıydım. Madem benimle kimse ilgilenmemişti, her­
kesten esirgeyecektim yalanlarımı. Sadece doğruları söyleye­
cektim. Böylelikle onlar üzülmesin diye iyiliklerini düşünme­
ye vakit de ayırmayacaktım.
Sonradan, doğruları söylemekten başka çarem kalmadı­
ğında, bunun dürüstlük değil alışkanlık olduğunu anlamaya
başladım. Doğruları söylediğimde, daha doğruların daima
varolduğunu da . . .
Geçmişimde bir de pikap vardı. . . Turuncu bir pikap hedi­
ye edilmişti bana. Küçücüktü, tam bir çocuk pikabı. 45'likler
için yapılmış, üstü kapalı bir cihazdı. Hoparlörleri üzerindey­
di. Plak, pikabın aralığından içeri itilmek suretiyle çalardı. Ba­
na bazı güzel plaklar da alınmıştı. Ama ben evdeki başka bir
plağa takılmıştım. Gidip gelip onu dinliyordum: Hümey­
ra'nın söylediği Yahya Kemal'in Sessiz Gemi' sini. . .
Dinlemekle de kalmıyor, ağlıyordum. Meçhule giden ge­
minin hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce yol alması beni o ya­
şımda çok ama çok üzüyordu. Sanki bir şeyleri kaybetmiş­
tim . . .
Saura'nın bir filmini izlemiştim. lki küçük kardeş, evde
olup biten talihsiz olaylara inat odalarına kapanıp ısrarla aynı
plağı çalıyorlardı. Evin camları şangırdayarak yere indiğinde
ben de onlar gibi sonuna dek açtım pikabımın sesini. Kardeş-

96
lerin gücüydü bu; çocukluklarını suiistimal edenlere başkaldı­
rıştı. Pikabın etrafında birbirlerine sarılıp ağlaşıyorlardı. Gali­
ba anlamıştım: Bir çocuğun içindeki kayıp duygusu, büyükle­
rinin eseridir. Durduk yerde hiçbir çocuk melankolik olmaz.
Çocukların uzattığı ellerin boşlukta kaldığı, seslerinin du­
varda yankıladığı öykülerin beni hıçkıra hıçkıra ağlatması bu
yüzdendi. Hiçbir çocuğun üzülmesine dayanamayacağımdan
korkuyorum. Bazen yağan yağmurun bile bir çocuğu acıtabi­
leceğini biliyordum. İsmet Özel' in dediği gibi, yağmurun açtı­
ğı yaralar sonradan hiç kapanmaz.
Birinin çocukluğunu suiistimal etmek; kabuslarını, takın­
tılarını, korkularını ona vaktinden önce tanıştırmaktır. İstek­
lerini karşılamak yerine onu anlamakla yetinmektir. Ona
ayakta durmayı öğretirken, başını yaslaması için yer göster­
meye üşenmektir. Atılan her tokattan sonra onu kucaklamak­
tır. (Kucaklanan çocuğun dayağı unuttuğu sanılır.) Yedi-sekiz
yaşlarında "olgun" çocuklara sahip olmaktır. Bundan dolayı
üvey bir sevinç de duyulur.
Geleceğini aramayan bir çocuk olarak büyüyordum. Bir
gece - önceki gecelerde de olduğu gibi - uyandığımda yastı­
ğım ıslaktı. Sesimi duyurmamak için iyice gömülmeyi öğren­
miştim yastığıma. !çerden sesler geliyordu. Kambur velim sar­
hoştu. Yabancı insanlar geziyordu evimizde. Yatak odama çok
yakındılar.
Kapıyı açıp suratlarına haykırma provaları yaptım. Onlara,
"Bakın ben de buradayım, beni unutmayın, biraz sessiz olun,"
demek istedim. Kalbim hınçla atıyordu.
İçlerinden biri sokak kapısını açıp, "Burası kadın koku­
yor," diye bağırdı. Bir kadının kokusu olduğunu ilk kez duyu­
yordum. Sonradan evimize pek çok kadın girip çıktı. Her sefe­
rinde utandım. Nasıl bir şey kokuyorlardı acaba? Niçin kimse
bana anlatmıyordu kadınlarda neler olup bittiğini?

şs 7
97
Sonradan çocukluk anılarının dile getirildiği sohbetlerde,
anlatılanlara benzer anılarımın olmadığını fark ettim. Sus­
tum. Hatırladıklarım Sessiz Gemi etkisindeydi. Büyükler dün­
yasına aitti. Naif değildi.
Sohbete katılanları şaşkınlık içerisinde dinlerdim. Hepsi de
gelecek sahibiydi. En az yetmiş yaşına dek garantilemişlerdi
kendilerini. Ne kadar da emindiler uzun, upuzun bir geleceğe
sahip olduklarından. Nasıl da bütün dünyayı vaat ediyor ve
bütün dünyanın kendilerine vaat edildiğine inanıyorlardı. Bu
ne cüretti!
Ben ise taksitle eşya almayı, kendime hayat sigortası yaptır­
mayı, yılbaşı için planlar yapmayı gereksiz buluyordum. Za­
manla, etrafımdakiler ilişkilerinde de bir gelecek aradıkların­
dan ikili hayatlar kurmaya başladılar. Hayretler içerisinde
onların, "Biz evlenmeye karar verdik," sözlerini dinledim. Pa­
vese'nin de fark ettiği gibi, evlenmeye karar verdikten sonra
birbirlerine aşık olanları gördüm. Ortak bir gelecek tasarla­
dıkları için, o geleceğe gölge düşürecek her engelden kaçınma­
larını izledim. Ortak bir gelecek tasarlamadıklarında başka
türlü davranacaklardı birbirlerine.
Bense başucumdaki kitaplardan ibarettim. Greenberg'in
Sana Gül Bahçesi Vadetmedim adlı kitabında anlattığı hasta­
lıklı çocuk Deborah'ın terapistine güvenmeye başladıkça iyi­
leşmesini okudum. Bachmann'ın Malina'sında sevdiği erkek­
le birlikteyken bile onu elde etmeye çalışan kadının
çelimsizliklerini okudum . . . Sevgilisi yanında otururken, ken­
dine bunu defalarca doğrulatmak için gözünü ondan alama­
yan kadınla özdeşleştim. Sevgilisi kafasını öteki tarafa çevir­
diğinde ben de kendimi haksızlığa uğramış hissettim.
Kadının aşkında erkeğinin yokluğuna duyduğu özlemi gör­
düm. Kayıp duygusunun tanıdık tadını paylaştım onunla . . .
Bir gün ben de iki kişilik hayallerime kavuştum. Kendimi

98
ilk kez çocuk gibi hissettim. Bundan böyle benim de tarihim
kronolojik sırasına kavuşacaktı. Çocukluk anılarından söz
açıldığında, karanlığıma hükmeden melankolik çocuğu kah­
kahalarımla güldürmeye başlayacaktım. Yıllar sonra rengini
yakalayan anılarımı ötekiler gibi sıradan birer çocukluk anısı­
na çevirebilecektim.
Şu anımın tamamını teşkil eden geçmişimin bir kısmını
geleceğe ait kılmayı başarmıştım işte. Tek başımayken ağlamı­
yor, kahkaha atıyordum. "Zarif yalanlar kontenjanı"mı bana
yeniden kullandıran başka bir velim olmuştu. . .
Yedi yaşındaki çocuğu buldum ben! Ve ona upuzun bir ge­
lecek kazandırdım. İnanabiliyor musunuz . . .

Ihlamur yolu, 99

99
Kadın taklidi yapan kadın

Saçlarımı nar kızılına boyatmak için gazetenin kuaförüne


indim. lki yıldır Hürriyet binasında çalışmama rağmen bu
ikinci gelişimdi. Üstelik kuaförlerle saç hakkında nasıl konu­
şulması gerektiğini bilmediğim için her seferinde de yanıma
bir arkadaşımı alıyordum.
Saç bakımı üzerine konuşulanlar bir ara benim cehaletimi
fazlasıyla ele vermeye başlamıştı ki lafı toparlamak için, "Hadi
o halde saçlarım yıkansın da boyaya geçelim," dedim. Kuaför,
kibar bir ses tonuyla yanıtladı beni: "Önce boya yapılır, saç
sonra yıkanır."
Kuaförde kaldığım bir buçuk saat boyunca oradaki kadın­
lara ve onların saçlarıyla kurdukları ilişkiye bakakaldım. Ay­
nadan saçlarına göz süze süze bakışları, elleriyle buklelerine
dokunuşları, kuaföre nasıl olması gerektiğini anlatışları . . .
Hep kendi kadın ruhlarını yansıtıyordu.
Bense bu görkemli kadınlar geçidine nasıl katilacağıma,
kendime nasıl bir duruş ve tavır kazandıracağıma karar vere­
mediğimden, n'olur n'olmaz diye getirdiğim mizah dergisini
okumaya başladım.
Yan koltukta manikür yaptıran kadının tırnaklarına bak­
tım. İşte bir kadın tırnağı ancak böyle olurdu. Sonra kendi­
minkilere baktım; kısa, renksiz, bakımsız.
Kadınların kuaförle konuşmalarını ilgiyle izledim. Otori-

1 00
ter bir ses tonuyla keskin arzularını, buyurganlıklarını, emirle
rica arası küçük kaprislerini, sigarayı tutuşlarını, ardından şuh
kahkaha atışlarını. Bütün bunları kendilerine bir çırpıda, ga­
yet ustaca yakıştırmalarını gördüm.
Üstelik kuaförü ya da manikürcüyü hafif küçümseyen ta­
vırlarının aralarındaki diyaloğu daha da sağlamlaştırdığına ta­
nık oldum. Hiçbir erkek bu tavırlardan alınmıyordu. Hafif
aşağılanmaktan hepsi hoşnuttu; karşılıklı bir flörttü bu.
Bense, "Lütfen saçımın şu tarafını biraz daha keser misi­
niz," gibi kibar ama niteliksiz, söyleyen ama talep etmeyen de­
tone sesimle konuşuyordum. Kimse bunun bir kadın sesi ol­
duğuna inanmazdı. Yüzlerinde, kendimin onlar karşısındaki
yokluğunu görebiliyordum.
Kuaförden sonra, nar rengi saçlarımla kadın imajımı pe­
kiştirmiş bir halde, etrafta dolanmaya başladım. Arkadaşlarım
"Sonunda istediğin gibi büyük bir kadın olmuşsun," dediler.
Hatta beni Rita diye çağıranlar bile çıktı. Kalçalarımı iki yana
sallayarak yürümeye başladım ben de. Bunu yaparken sanki
kadınları taklit ediyorum gibi geldi.
Ne kuaföre, ne güzellik veya jimnastik salonlarına neredey­
se hiç gitmiyorum. Çünkü oralarda karşılaştığım kadınların
toplamından oluşan o "dişi ambiyans"tan çok çekiniyorum.
Kendimi o kadınların yanında kadın gibi hissetmiyorum. Çe­
limsiz, acemi . . . Üzerimde başkalarının giysileri varmış gibi.
Tutuk kalıyorum. İskeletim çöküyor.
Aerobik modası varken ben de kendimi bir dönem jimnas­
tik salonlarına atmıştım. Fakat kısa zamanda kadınların sean­
sına değil, erkeklerin aletli jimnastik seansına girmeye başla­
dım. Çünkü oradaki kadınların uyumlu - ve hep yeni - spor
giysileri, ayakkabıları, hatta şık. tokaları, havluları, çantaları
vardı. Hepsinin duruşu, kalçası, baldırı, saçları, elleri, gözleri
dişiydi. Terleri süzüle süzüle akıyordu alınlarından. Nasıl di-

101
yeyim, onlar şişman bile olsalar, aslında kadındılar. Ve sadece
kadın olma özelliklerinden dolayı da güzel, çok güzeldiler.
Onlar gibi olmadığımı fark edecekler diye kalmak istemi­
yordum yanlarında.
Erkeklerin j imnastiğinde ise kendimi daha iyi hissediyor­
dum, güçlü ve becerikli. Üstelik çoğundan da daha iyiydim.
Evet onlara hava atıyordum ama yaptığım sportif hareketlerin
bana kazandırdığı yeni bir "dişilik"le . . .
Bir gün kendimi bir erkeğin seçtiği kadın olabilme merte­
besine yakıştırdım. Ve hakikati gördüm. Kadın imajımın ek­
sikliği, "dişi ambiyanslar"a katılmamı engelliyordu.
O zamana kadar "bir erkeğin aşık olduğu kadın" olmak
için çaba sarfetmek gerektiğini düşünürdüm. Çünkü kendi
kendine olabileceğini hiç ummazdım. Ama sonradan bunun
sıradan bir kadınlık hali olduğunu anladım. Düşünmeye bile
gerek yoktu, zaten her kadının bir aşığı oluveriyordu.
Başka şeyler de anladım: Anne imajı eksik kalmış kızların
kendilerini aşık etme refleksleri gelişmiyordu. Hiçbir zaman
erkeklerin "seçtiği kadın" olabileceklerini akıllarına getirmi­
yorlardı. Ve hemen hepsi, tıpkı benim gibi kendini kadın tak­
lidi yaparken yakalıyordu.

lkitelli, 97

102
En iyi dost, en eski dost

Üç kişiydik. . . Okula başladığımız ilk hafta yakın arkadaş


olduk. On bir yaşındaydık, her şeyin başıydı, önümüzde koca
bir hayat vardı. Yedi yıl boyunca birkaç küskünlük dönemi
hariç birbirimizden hiç ayrılmadık. İlk sırlarımızı birbirimize
söyledik, ilk suç ortaklıklarını birlikte kurduk. İlk aşk mektup­
larını aynı zamanlarda aldık. tık yolculuklara birlikte çıktık.
Anlaşmak gibi bir derdimiz yoktu, pek anlaştığımız da söy­
lenemezdi. Sık sık tartışırdık. Hemen her tartışmada ikiye bir
kalırdık. Ama bu ikililer sürekli değişirdi.
Lisede ilgi alanlarımız farklılaştı. Birimiz biyolojide iddia­
lıydı; nasıl olur da anlamazsınız diyerek, sineklerin çiftleşme­
sini en ince detaylarına dek anlatırdı. Ötekimiz üçümüzün de
pek hoşlaşmadığı fizik ve matematikte kopya çekme yöntem­
lerinde uzmanlaşmıştı. Daima net ve pratik çözümlü olmayı o
öğretti bize. Ben de psikoloji dersinde söz sahibiydim. Hoca­
nın ağzından çıkan her bir sözcüğü kaçırmadan not ediyor­
dum . . .
Üçümüz birlikte ders çalışırken iki şey olurdu. Ya birimi­
zin açığını öteki kapatır ve çok başarılı sınavlar verirdik. Ya da
aramızdan birinin çok iyi çalıştığını, her şeyi bir çırpıda çöz­
düğünü gören ötekinin morali bozulur ve birbirinden çok zıt
notlar alırdık.
Bu çalışmaların sonunda üçümüz de aynı üniversitenin
Sosyoloji bölümünü, birbirine çok yakın puanlarla kazandık.

103
Aslında hiçbirimizin ilk tercihi değildi sosyoloji, ama şaşıra­
rak görmüştük ki, sıralamamızda en üstlerde yer alıyordu . . .
Üniversitede değişen tek şey ilgi alanlarımızın genişleme­
siydi. Bölüm dersleri dışında, birimiz psikoloji ağırlıklı dersle­
ri seçti, ötekimiz işletme derslerine ilgi duydu, ben yine sosyo­
lojiyi seçtim. Pek çok yeni arkadaş edinmiştik ama bizim ne
kadar yakın dost olduğumuz her koşulda kendini gösterirdi.
Bir yerden sonra mahremiyet sınırımız vardı, kimse giremez­
di oraya.
Okul bittikten sonra yine ikiye bir kaldık. Çünkü birimiz
yurtdışındaydı. Uzun süre orada kaldı. Ötekimiz iş dünyasına
daldı. Ben de gazeteci oldum. Hayat bizi ayırmıştı. Yoksa bize
kalsa . . . Asla böyle olmazdı, derken gitgide uzaklaştık. Artık
birbirimizle buluşmak için can atmıyorduk. Herkesin birbi­
rinden çok farklı eşleri vardı. Ortak noktalar hızla azalıyor­
du . . .
Eski yaşadıklarımızı özlemeye başlamıştım. Biz birbirimizi
yavaş yavaş zehirliyorduk. Yaşadıklarımız, geçmişteki yerini
almıştı. On beş yıllık arkadaştık. En iyilerinden ama en eski­
miş olanlarından . . .
Neden bitti? Ne yapsaydık sürerdi? Sürmeli miydi? Bir da­
ha olmaz mı. . . Onlar artık ebediyen eski dostlar olarak mı
anılacak? . . . Görüşmemek, paylaşmamak dostluğu eskitir mi?
Eskitiyorsa, hala bende kalan nedir? Neden onları eskisinden
daha sık düşünüyorum o halde? En sevdiğim yüzlerini sık sık
rüyalarımda görüyorum? Onlar hakkında üçüncü şahıslarla
konuşurken hala en yakın arkadaşlarımmış gibi konuşuyo­
rum?
Eğer dostluğumuz bitmediyse, neden özlemek dışında bir
çaba göstermek yeterli olmuyor bizi yeniden bir araya getir­
meye? İlişkimizin bitmiş olması, dostluğumuzun da tükenmiş
olduğu anlamına gelebilir mi? . . .

104
Ötekilere göre çok daha yeni bir dostumla daha birbirimizi
zehirleme yarışına girdik. Onunla birlikte büyümemiştik, en
can alıcı anlarımızda birbirimizin yanında değildik. Ama bir­
birimizi anlıyor, anladıkça yakınlaşıyor, daha da sabırsızlanı­
yorduk anlama.ya. Ama bir anda bir şey girmişti aramıza, bir­
birimize ikna olamaz olmuştuk.
İnsanın en yakın dostu kimdir o halde? Onu en iyi anlayan
mı, en can alıcı anlarında yanında olan mı? Dostlar bir ihtiyaç
mı, bir lüks müdür? Yeni dostların eskilerinden farkı nerede­
dir? Sözgelimi daha mı uzaktırlar bize, sonradan oldukları
için? Yoksa onların arasından kendimizi daha yakın hissettik­
lerimiz çıkınca, eski dostlara ihanet mi etmiş oluruz?
Belki de dostlukların niçin bittiği nasıl bittiklerine bağlı­
dır . . .
Zehirlenme, insan karşısındakinin "ciğerini bildiğine" ina­
nınca, onu ezberlediğini sanınca başlar. Ondan bir şey öğren­
mediğinde de onu bir zamanlar anlamış olmanın anlamı kal­
maz. İnsan kendini kandırılmış hisseder. "Biz zaten çok
farklıydık, nasıl olmuş da bunca zaman böyle yakın dost ol­
muşuz," diye şaşırmaya başlar . . .
Aranıza bundan böyle söylenmeyen, söylenmedikçe sizi
ayıran, ayırdıkça birbirinizden soğutan "bir şeyler" girer. Ön­
celeri birbirinize numara yapar, o şeyleri fark etmemiş gibi,
her şey eskisiymiş gibi yaparsınız. Aslında niyetiniz de budur.
Ama zamanla, vücudunuzdaki zehir miktarı yükseldikçe so­
ğumaya karşı koyamazsınız.
Dostluklarda en büyük yeri "birbirine her şeyi anlatmak"
tutuyorsa, ilişki bir zaman sonra inişe geçmeye başlar. Çünkü
bu bir sürtünme ilişkisidir, anlık tatminlere ulaşmak ön plan­
dadır, karşınızdakine ulaşma çabası minimumda kalır. . . Ar­
tık karşılıklı "hatalarınız"ı çözümleme değil, hatalarınızı teş­
hir etme derdine düşersiniz. Sonradan şaşkınlıkla zaten

1 05
bildiğiniz şeyi hatırlarsınız: Her şeyi anlatmak mümkün mü­
dür ki!
Dostlukların bitişinde, kendi takıntılarını iyileştirme niye­
tini karşısındakinin üzerinde sınamanın da etkisi vardır: Ona
yol gösterme, yardımcı olma, elinden tutma arzusu bir anda
ders vermeye, haddini bildirmeye, haklılık rekabetine girmeye
iter insanı. Ve "kim daha haklı" rekabeti, hızla çirkinleştirir
dos\ları. Aralarındaki mesafe daralır. Birbirlerini kendi kuytu­
larında bile rahat bırakmazlar. Büyü bozulmuştur!
Artık ısrarla anlaşma koşulları yaratılır, ama her seferinde
yanlış anlaşma meydana gelir. Birlikte öğrenilen ortak dil
unutulmaya yüz tutmuştur. Zamanla ısrarlar tükenir . . . Birbi­
rinize ikna olma telaşınız yok olur. Biter . . .
Bitişi sessizce kabullenmek gerek. Ancak o zaman yeni bir
fırsat doğabilir. Kendinizi ve birbirinizi rahat bıraktıktan son­
ra, belki de çok sonra yeniden seçebilirsiniz. Bazı eski dostlarla
belki yeniden dost olabilirsiniz.
Birlikte büyümenin, birlikte oluşmanın, hayat sizi farklı
yerlere savursa bile hep ortak bir kalanı vardır. tlişkilerin sona
ermesinin bunu hiç değiştirmediğini görürsünüz. Nasıl mı?
Ben gittim ve gördüm . . .
Yıllar sonra bir araya geldik. Üçümüz de oradaydık . . . Bir
anda yıllar öncesinin en yakın dostlarına hızla geri döndük.
Aradan geçen zamanın açıklayamadığı bir şey vardı aramızda.
Bizden bağımsız olarak orada duruyordu.
O zaman anladım. En eski dostlar her zaman oradadır.
Onlara kavuşmak için hazır olmak yeterlidir . . .

Ihlamur yolu, 99

1 06
Oturmuşum sandalyeye,
uzatmışım ayaklarımı . . .

Ortaokuldayken bir gün bahçede kızlar arasında eşleştirme


oyunu oynuyorduk. Bizim gruptaki kızları, erkekler grubun­
dan beğendiklerimizle eşleştiriyorduk. Bahçedeydik ve söz ko­
nusu erkekler etrafımızdaydı. Onların gözlerinin içine baka
baka kahkahadan kırılarak seçimlerimizi yaptık. Bu eşleştirme
iki ders arasındaki kısa bir teneffüse sığacak kadar çabuk ol­
muştu. Herkes kendine en uygun olanı kapma telaşına girmiş­
ti.
tık seçimlerde bu kadar özgür olunduğunu sanmıyorum
ama biz okul bahçesinde olmuştuk işte. Kendi küçük dünya­
mızda. Derken kızlar şaşkınlıkla bana dönüp, "Aaa seni unut­
muşuz," dediler. Ben de unutulmuş olduğumu o anda fark et­
tim.
Sonradan, büyüdükçe, bu doğal unutuşun nedenlerini da­
ha iyi anlamaya başladım. Kendimi bir eşe uygun bulma bece­
rim kısıtlıydı benim. Şaşkınlıkla açıkta kaldığımı fark ederdim.
Şair "iki sandalye" gerekir diyordu. Ve ben bu şiiri okuma­
dan önce de biliyordum: Biri oturmak, öbürü ayaklarını uzat­
mak içindi.
Uygun eş - ya da eşler - aramama hali mi sandalyenin iki­
sini birden kendiniz için kullanma becerisini geliştiriyor?
Yoksa sandalye boş kaldıkça mı ayaklarınızı uzatmaya alışı­
yorsunuz . . .

107
İlk önce bir dönem bir arkadaşımla paylaştım sandalyele­
rimden birini. Akşamları eve geldiğimde anahtarı çantamda
arama zahmetine katlanmıyordum. "Her seferinde başka tür­
lü geliyorsun," diyordu arkadaşım bana. İkinci bir kişiyle kar­
şılaşma alışkanlığını bir türlü edinemediğimden yakınıyordu.
Her gün, son kez bir aradaymışız gibi yaşıyordum.
Kalıcı, istikrarlı, oturmuş, alışılmış, bildik bir beraberlik ne
demektir, insanlar kendilerinin nasıl kolayca birbirlerine uy­
gun olduğuna karar verirler, bilemiyordum. Yemeğe beni
beklediği akşamlar minnettar oluyordum ona, "Ne gerek var
beklemeye, acıktıysan yeseydin," diyordum. O da bana bunda
abartacak bir şey olmadığını, teşekkür etmem gerekmediğini
anlatıyordu.
Bir başka sefer, bir arkadaşım daha oturdu ayağımı uzattı­
ğım sandalyeye. Hala bazı tedirginliklerimi atamamıştım üs­
tümden. Anteni düzeltmek için balkonun tepesine çıktığında
aşağı düşmesinden korkuyordum.
Başka insanlarla aynı evin içinde tekrarlanan bir hayat ya­
şama alışkanlığım önceden olmamıştı. İki üç kişi bir arada pa­
ranoyak olmadan, birbirine dayanarak, birbirini idare ederek
her gün tekrarlanacak şekilde devam ettirilebilir miydi acaba
hayat. . . Kimse birbirinden sıkılmaz mıydı . . .
Yıllar içerisinde evin içinde ses olduğu dönemlerde bu so­
rulara cevap aradım durdum. Her gün bakkaldan ekmek ve su
almaya, çöpü her akşam kapının önüne koyacak kadar dol­
durmaya başladığımda komşıılara da hava atmaya bayılıyor­
dum. Eskiden hep kapalı tuttuğum perdeleri sık sık açık bıra­
kıyordum. "Bakın, ben de sizin gibiyim," demek istiyordum
onlara, "Benim evimde de somut bir yaşam var işte. " Sanki so­
mut yaşam, bir kişinin yaşantısıyla gerçekleşemiyordu. En az

iki kişi gerekiyordu, anlatacak anılara sahip olmak için . . .


Eşleşmeyi beceremesem de eşlik etmeyi çok iyi biliyordum

108
artık. Evin içi daha bir sıcaktı. Kendi kokumdan başka, ortak
bir koku yayılmıştı odalara. Yine de her şeyin böyle kalmaya­
cağını düşünüyor ve tedirginlik duyuyordum. "lki kişilik ya­
takta tek kişi yatanlar"ın paylaştığı bir duygu vardır: Yatakları
sadece onlarındır ve "eşler"ini bulduklarında bile, onlar yata­
ğa misafir gelmişlerdir. Aynı böyleydi işte.
Kendini bir başkasının yerine koyup herkesin yalnız ken­
disini düşündüğünü öğrenmeye "yalnız kalabilme sanatı" di­
yen Pavese, günlüğüne şöyle yazmıştı: "Davranışlarında ve
düşüncelerinde bir başka insanın varlığını hesaba katmadan
bir gün geçirebildiğin zaman kendini yiğit bir insan sayabilir­
sin." Pavese bunu çoluk çocuk sorumluluğu ve gündelik haya­
ta dair değil, daha filozofik bir anlamda söylemişti kuşkusuz.
Oysa ben kendimi ancak bir başkasını düşündüğüm ve he­
saba kattığım zaman yiğit hissediyorum. Ve biliyorum ki, ha­
yatını yalnız olarak yaşayanlar, en çok, birini düşünmeye baş­
ladıklarında yiğitleşiyorlar. İşte son - ya da sondan bir önceki
- kare: Oturmuşum sandalyeye, uzatmışım ayaklarımı . . . Ve
onu düşünüyorum.

lkitelli, 97

109
Minyon kadın sendromu

Birkaç gün önce, yayın yönetmenim, "Gazetemizin yazı iş­


leri müdürlerinden," diye beni bir misafirine tanıttığında, ay­
nen şu cevabı aldım: "Ah canım, ne tatlı, ne de sempatik bir
müdürsünüz siz böyle! " Bu içten söylenilen cümle, benim
nevrimi döndürdü ve sert adımlarla odayı terk ettim.
Hemen akabinde, iş arkadaşlarımdan biri yanıma gelerek
çektirdiğim fotoğrafta ne kadar cici bici çıktığımı bütün iyi ni­
yetiyle belirtti. "Hayır ben olgun ve büyük biriyim, hiç de san­
dığın gibi değil," dedim. Bunu o kadar çocukça söylemiştim
ki, gözlerimin dolmasını saklayamadım.
Çok değil, iki yıl önce bir avukatla randevum vardı. Beni
gördüğünde şöyle dedi: "Bu genç yaşınızda dergi editörü nasıl
oldunuz, siz benim üniversiteye bu yıl başlayan kızım kadarsı­
nız, herhalde çok başarılı olmalısınız, ya da ne bileyim . . . "
Üstelik bunu demekle kalmadı ve sol eliyle gıdımdan bir
makas aldı. Torpilli olduğumu düşünmesi de yanına kar kaldı
elbette.
Bu arada devlet dairelerinde, faturalarımı öderken, habere,
röportaja giderken, mahkemelerde veya bazı haksızlıklara va­
tandaş tepkisi verirken kimsenin beni "adam" yerine koyma­
masını geçiyorum.
Yeni taşındığım evde apartman toplantısı için apartman
sakinleriyle ilk bir araya geldiğimde, yönetici bana döndü ve,
"Sizin babanız nerede evladım, isterseniz toplantıya o da gel-

1 10
sin," dedi. Toplantı günlerinde bir daha apartamana uğrama­
dığımı söylemem gereksiz.
Yılmadım. Uzun etek, vatkalı ceket gibi beni iri ve dolgun
gösterecek ne kadar giysi varsa onlardan bir tarz yarattım ken­
dime. Ağır, ciddi ve kaale alınır biri gibi olmak zorundaydım.
Sinema gişesindeki kadının karşısında kendimden son derece
emindim. Bilet istedim, bana döndü ve, "Öğrenci mi?" diye
sordu. Ona otuz yaşımda olduğumu ve bunun için çok ama
çok uğraştığımı haykırdım.
Evet, yıllarca kimse benim bu sendromumu ciddiye alma­
dı. "Saçmalama, ilerde böyle minyon olduğun için ne çok dua
edeceksin," deyip durdular. Onlara diyemedim ki, bunca za­
man kahrını çekmişsem kaç yazar . . .
Sonra bir gün durup dururken bir arkadaşım bana, hiç de
ufak tefek olmadığımı söyleyiverdi. Birden çıldırdım. "Nasıl
olur, benim çocuk reyonundan çorap ve eldiven aldığımı, on
üç yaşındaki yeğenimin tişörtlerini giydiğimi, on beş yıldır ay­
nı yüzüğün parmağıma sığıdığını, bileklerimin incelikten ha­
bire burkulduğunu hiç mi bilmiyorsun," dedim. Aniden min­
yonluğumu savunur hale gelmeme o da inanamamıştı.
Geçelim . . . Gelelim, ilk buluşmamızda boyunun bir seksen
beş olduğunu öğrendiğim erkekle ikinci kez buluşmayı red­
dettiğim gün, boyumun da, minyonluğumu doğrularcasına
kısa olduğunu fark etmeme. O ana dek orta boylu sandığım
kendim, aslında bir de kısa boyluymuşum. Ama Tanrı'nın so­
pası yok. Bir süre sonra çok daha iri ve uzun boylu bir erkekle
çıkmaya başladığımda kafamın karıştığını da belirtmeliyim.
Top model Cindy'lerin Naomi'lerin fotoğraflarına bakı­
yordum. O ana dek kendimi hiç onlarla kıyaslamadığımı ya
da onlara hiç özenmemiş olduğumu fark ettim. Neden mi?
Bu tip kadınlarla hiçbir zaman aynı kulvarda olmamıştım
ki ben! Bana en büyük tehdit, benim gibi ya da benden daha

lll
minyon yapılı kadınlardı. Onların da top model olmadıkları
bir gerçek. Birçok kadının bu boylu poslu, yuvarlak kalçalı,
geniş omuzlu, ince belli, upuzun parmaklı kadınların vücutla­
rına bakıp hayıflandığını ve maraz mutsuzluklar ürettiğini ha­
tırlayınca minyon kadınların "mutlu azınlık" olduğuna karar
verdim.

lkitelli, 97

1 12
Onlar gidiyor, ben el sallıyorum

Bizim yedinci katta herkesin kendine göre bir gidişi var.


Neyyire gideceği zaman şöyle der: "Hoşçakalın arkadaşlar,
siz daha kalıyor musunuz? Ben şimdi gidiyorum ama yarın sa­
bah en geç sekiz buçukta buradayım." Giderken çektiği vicdan
azabını telafi etme ihtiyacındadır. Sık sık dönüp arkasına ba­
kar.
Ferruh, en zor gidenlerdendir. Karar verdikten gidene dek
epeyce vakit geçer. Sonunda şöyle der: "Yapılacak, yardım
edecek bir şey var mı? Yoksa ben gideceğim." Gitmekte böyle
zorlanır ama günün o rtasında en olmayacak zamanlarda hep
aynı cümleyi söyler: "Hadi gidelim." Ferruh, gün içinde böyle
deşarj olur işte. Ayşen'in gitmesi için bir şeylerin ters gitmesi
gerekir. Ya da aksine. Gideceği zaman suratı asılır. Bazen de
bir şeylere aniden kızar, parlar ve sert adımlarıyla çekip gider.
Dönüp arkasına bakmaz.
Tolga, "yarım saatliğine Tempo'ya iniyorum," der ve sıvı-·
şır. Dolayısıyla da giderken geriye bakıp bakmadığı bilinmez.
Kimseye el sallama fırsatı bırakmaz. Çay ısmarlar, çay gelme­
den o tüymüştür bile. Sonradan "Nereye kayboldun?" diye so­
rulduğunda da, "Ben oradaydım sen görmemişsin," der. Ay­
şe'nin giderken yüzünde çok ö nemli bir ifade vardır. Acele
eder, bay bay dedikten sonra bir daha arkasına bakmaz, gözle­
rini alçakgönüllülükle yere indirir ve daha asansöre ulaşma­
dan sıradaki işlerini düşünmeye başlar.

şs 8
1 13
Murat, gelirken - hep geç geldiğinden - usulca yerine otu­
rur ve uzun bir süre çıt çıkarmaz. Giderken de tören ister. Bü­
tün koridorun duyacağı şekilde gittiğini haykırır. Alkışları
duymadan gitmez. Sık sık geri döner, unuttuğu çantasını,
anahtarını filan almak için. Güventürk, önce saatine bakar,
ani bir hareketle yerinden kalkar ve çantasını toplar. Ceketini
aynı hızla giyer. Sonra on-on beş dakika kadar etraftakilerle
şakalaşır. Çantası elinde ve ayaktadır. Giderken hafifçe döner
ve gülümser.
Elif, gitmeden önce bol bol toparlanır. Eşyalarını düzenler.
Sürekli birileri ona seslenir: "Hadi çabuk ol. " O ise bir yandan
telefonla konuşuyordur. Mutlaka koşarak terk eder. Yine de
gürültüyle geri dönüp bakar, sesi o gittikten sonra da duyulur.
Ümit, giderken kıyameti koparır. Yalnız gitmemek için tek tek
herkese, "Ne zaman çıkıyorsun?" diye sorar. Giderken de ge­
lirken de keyfi çok yerindedir. Sürekli espri yapar. Arızalarını
bu ikisi arasındaki sürede çıkarmıştır zaten. Nilgün, giderken
şefkatlidir. Diyet kolasını, sigarasını, kimi zaman yüzüklerini
başkalarına dağıtır. O daha giderken, geri geleceği anı düşü­
nüp sabırsızlanırsınız. Ayten, her koşulda her gün aynı çıkar:
"Ben gidiyorum. Ve size el sallıyorum."
Evet hepimizin başka bir gitme hali var. Ve bu, kişilikleri­
mizin aynası. Önce Ayşen'e sordum: "Sence ben nasıl gidiyo­
rum"? Ayşen bir saniye tereddüt etmeden yanıtladı: "Leylacı­
ğım sen gitmezsin ki." Nilgün'e sordum. O daha ben sorarken
atıldı: "Sen hiç gitmiyorsun!" Peki ne mi yapıyorum; kalıp el
sallıyorum. Ve bunu çok seviyorum . . .
İnsanlar bir şeyi sürdürürken ya da sadece bir arada olma­
ları devam ederken onları orada bırakıp gitmek bana çok kırı­
cı gelir. Bir şeyleri yarım bırakmak, tamamlamadan (herkesin
gitmesini beklemeden) gitmek karşımdakileri kırmaktır be­
nim için. Halbuki kalmak ve gidenleri yolcu etmek, uğurla-

1 14
mak, onlara el sallamak, onların arada bir dönüp bana el salla­
malarını izlemek çok coşku verir. İçim rahattır, sorun yoktur,
insanların hayatı sürüyordur, gidenler gitmektedir . . . Ve ben
kendimi onların yerine koyar, onların gidişini yaşarım. Ha­
berleri olmadan onları beklerim.
İnsanları bekletmeyi değil, beklemeyi seviyorum. Kalan ki­
şinin hüznünü taşımayı seviyorum. Bunu kendime yakıştırı­
yorum. Gidenleri uğurlarken kendimi sabırlı, büyümüş, ol­
gunlaşmış, kabullenmiş ve sükunet içinde buluyorum. Herkes
gittikten sonraki tek başınalığım beni büyülüyor.
Tadında bırakmayı, yarım bırakmaktan daha anlamlı bu­
luyorum. Benim için tadında bırakmak da, ancak gidenler sa­
yesinde mümkün. Eğer giden ben olursam, tadında değil ya­
rım bırakmış olurum.
Telefonu karşımdaki kapatmadan kapatamam. Karşı ta­
raftan gelen klik sesini mutlaka duymalıyım. Üçüncü şahıslar­
la - kibarlık gerektiren - sohbetlere girmek benim için hep
zordur, çünkü bir türlü bitiremem. Konuşma sırasında sık sık
sözlerini kessem bile.
Tabii benim de gittiğim durumlar var: Çok, ama çok kal­
mak istediğimde koşa koşa giderim. Koşmadan, ağır adımlarla
gidersem gidemeyeceğimden korkarım. Çağırıldığımda gide­
rim, gitmeme izin verildiğinde giderim. Gitme nedenime çok
inandığımda giderim. Bir an geri dönmeye tereddüt dahi et­
meyeceğimi bildiğimde arkama da bakmam. Ama ben gitsem
bile ruhumun birazı mutlaka kalır geride bıraktıklarımda.
Her ilişkide bir giden vardır, bir de kalan. Kalanların kay­
bedenler olduğu sanılır. Bence bu bir yanılgıdır. Asıl, kalanlar
kazanır. Çünkü ancak kalanlar görür gerçeği . . .
lkitelli, 97

ııs
Aptal aşık

Eve geldiğimde üstüme rahat bir şeyler giyiyorum. Soğuk


bir kola açıyorum. Ve mutfağa giriyorum. Buraya kadar deği­
şen bir şey yok. Derken birden karnımın hiç aç olmadığına ka­
rar veriyorum. İşte bu büyük değişiklik! İştahı asla kapanma­
yan, düzenli olarak acıkan, her yemeği bir törene dönüştüren
ben . . . Ben ve tokluk! Şaka gibi.
Salonda üç günlük okunmamış gazeteler, yanında Leman,
Roll gibi dergiler, az ilerde ortalarından açık bırakılmış iki ki­
tap; Uyku lmparatorluğu ve Gönüllü Kölelik . . Önlerinden ge­
.

çiyorum, etraflarında dolanıyorum. Nafile. İçimden ne öykü


okumak geliyor, ne de haber. Nasılsa bütün gün gazetede
mevzular hep aynı. Eskiden de aynıydı, ama şimdi bir telaş var
içimde. Telaş?
Salondaki kral koltuğuna oturayım diyorum, daha oturur
oturmaz bitiyor isteğim. Kalkıp berjer koltuğa geçiyorum. El­
lerimi kollarımı nereye yerleştireceğimi bilemiyorum. Otur­
duğum yerden göz ucuyla dört bir yanımdaki dergileri, kitap­
ları, gazeteleri süzüyorum. Sabırsızlıkla beni bekliyorlar. Hiç
yüz vermiyorum. Usulca kalkıyorum yerimden ve mutfağa gi­
dip çiçek sulayıcısını dolduruyorum. Tam çiçeklerin önüne
geldiğimde onları daha bir gün önce sulamış olduğumu hatır­
lıyorum. Kitapların laneti olsa gerek.
Bütün fişleri prizlerden çekmek geliyor içimden. Bütün

1 16
yapmam gerekenleri unutmak, sadece aynı şeyi istemek istiyo­
rum. Evin içinde elimde limonlu ve buzlu kola bardağı, dola­
nıyorum. Aynanın önünden geçerken gözlerim kendi gözleri­
me takılıyor. Bakıyorum: Bir şey söylüyorlar. Bir şey taşıyorlar.
O kadar güzeller ki. Benim mi onlar gerçekten?
Daha önce hiç tanışmadığım bir yüz bakıyor bana. Ona ba­
kıyorum. Tanımaya çalışıyorum. Aynadan bana bakan, sanki
benim aksim değil; O!
Evet, en çok aynanın karşısındayken yaklaşıyorum ona. Ya
da bendeki ona. En çok nefes alışlarımda duyuyo rum onu.
Nefesim kesiliyor, başım hafif hafif dönüyor sürekli. Bu mese­
lenin doğrudan kalple ilgili olduğu doğruymuş demek ki. Ne­
fes ve nefessizlik. İkisi arasında hiçbir fark yok.
Evde olmak, hayatımın en güzel, en verimli anlarını yaşa­
mak demekti. Şimdi nasıl oluyor da hiçbir şey yapamıyorum,
her şeyi böylesine ihmal ediyorum.
Evet, ben gitgide azalıyorum, o ise gitgide artıyor. Yaşadı­
ğım tek şey - ve her şey - bu. Öylesine fazla ki. Boynumu, bo­
ğazımı, çenemi, alnımı, saçlarımın her bir telini usul usul ge­
çiyor, beni aşıyor.
Yorgunum, çok yorgunum. Hiç boş durmuyorum. Hep
onunlayım, bendeki onunla. Uykuya dalmak üzereyken, uyur­
ken, rüya görürken, rüya aralarındayken . . . Rüyalarımın fonu­
na yerleşti, kıpırdamıyor.
Çok heyecanlıyım. Heyecanıma alıştım artık. İçimde kor­
ku, endişe ve panik hiç yok. Kendi kendime telaşlanıyorum
sadece. Bir ömür boyu böyle yaşamak isterdim. Bendeki
onunla. Kendi kendime . . .
İçimde bir akarsu var. Böyle diyenlerle dalga geçerdim.
(Gerçekten de içerde böyle bir şey varmış.) Ve kendince akı­
yor. Ben hayretler içerisinde seyrediyorum onu. Yönünü de­
ğiştirsin diye müdahale etmem imkansız. Ama zaten hep

1 17
doğru yönde ilerliyor sanki. Kendimi onun akışına, onun de­
liliğine bıraktım.
Sıcak havada sık sık ürperiyorum. Nedenini bugün anla­
dım. İçimdeki aşırı sıcaktanmış meğerse. Benim içimle dışım.
Bir insanın içiyle dışı. . . Tam da bu durumda ayırt edilemez
hale geliyor b irbirinden. İçle dış aynı oluyor.
Günler, haftalar, aylar veya saniyeler. Hiçbiri zamanı ölç­
meye, zamanın geçip gittiğini belirtmeye yetmiyor artık. Gün­
lerin, dakikaların, haftaların, saniyelerin; hepsinin tek bir ne­
deni var: Benim heyecanımı simgeliyor. Onu düşünerek
geçirdiğim büyülü anları çerçeveliyor. Bütün bu geçip giden
uzun ve kısa anlar bana verilmiş bir hediye. Bugüne dek böy­
lesine çok hediye hiç almamıştım. Şımarık bir şey olup çıkaca­
ğım.
En övündüğüm - hiçbir şeyi unutmama - özelliğimi hızla
kaybediyorum. Unutkanlaşıyorum. Ona değil, kendime ait
küçük ama önemli şeyler gözümün önünde kayıveriyor elim­
den. Kendimi unutuyorum. Ben azalıyorum, o artıyor.
Penceremden içeri sarkan manolya ağacının dalları arasın­
da birkaç dakikada bütün bir dünyayı dolaşıyorum. Tur atar­
ken defalarca onunla karşılaşıyorum. Ama her seferinde yolu­
ma devam ediyorum. Neden mi? Bir sonraki turda, sonra bir
sonrakinde ve sonra yeniden onunla karşılaşacağıma inandı­
ğım için.

lkitelli, 97

118
Sevdiğim ilk ve tek köpek

Onu ilk gördüğüm an oturduğum sandalyenin üstüne fır­


ladım. Bana doğru son hızla yaklaşıyordu ve saldırmak için de
pek beklemeyecek gibiydi. Sandalyenin üzerinde kendimi da­
ha ne kadar koruyabileceğimi bilmiyordum. Çünkü deliler gi­
bi bağırıyor, havlıyor, böğürüyor, uluyordu . . .
Çarpıntılarım tuttu, ellerim titremeye başladı. Tülin'e yal­
varmaktan başka bir çarem kalmamıştı. "Çok korkuyorum,
dayanamayacağım, çek artık şu köpeği üzerimden. Allah rızası
için tut onu. Yoksa burada oturamam. " Komşum Tülin kö­
peklerden ne kadar korktuğumu bilirdi ama daha önce hiç ta­
nık olmamıştı. Derhal köpeği kucağına alıp onu zaptetmeye
çalıştığına bakılırsa perişanlığımın boyutları gözle görülüyor­
du.
"Hadi," dedi Tülin bana, "çık git şimdi. Ama bil ki, bir da­
ha hayatın boyunca bir köpeği sevme şansını elde edemeye­
ceksin. Aptal gibi korkuyorsun. Sevsen korkmazsın! " Tavsiye­
lerini duymuyordum bile. Köpek Tülin'e o gün gelmişti.
Elbette yeni sahibine, yeni evine ve ortamına alışması kolay
olmayacaktı. Tülin'in kucağında hırlayan, ardından mırıl mı­
rıl sesler çıkaran ıslak pembe burunlu yaratığa baktım. "Nedir
bu oğlanın adı," dedim.
Arkadaşım, "Bu dişi," dedi. Birden anladım. Benim için
bütün hayvanlar erkekti. Onların hemcinsim olma ihtimali
hiç, ama hiç yoktu. Neyse bunu keşfedince kendimi toparla-

1 19
dım, korkulacak bir şey yoktu, karşımdaki de bir dişiydi; kim­
se ırzıma geçmeyecekti en azından!
Tülin yavaşça köpeği kucağından indirdi. Yanına eğilip
gözlerinin ortasını, kafasını, uzun kulaklarını okşamaya başla­
dı. Bir yandan da konuşuyordu onunla. "Canım ne tatloş bişi­
sin sen," gibi şeyler söylüyordu. Köpeği şımartıyordu basba­
yağı. Ne zaman tanımıştı da sevmişti onu allahaşkına? Daha
yeni görüyordu. Nasıl bu kadar kolay olabilirdi ki? Ben saksı
çiçeklerimi bile şımartamazken, arkadaşım karşımda bilinme­
yenden çıkıp gelen bir yaratığı bağrına basıp duruyordu.
Yaratık dediysem, sosis köpeklerdendi o. Galiba sonradan
öğrendiğime göre cinsin adına Daksi diyorlar. Sosis köpek o
kadar enlemesine uzuyordu ki, adı So long ( Çok uzun) oldu.
Neden İngilizce derseniz, Türkçeden daha melodik duruyor­
du Tülin'e göre bu ad. Köpek deyince cinsinin ne olduğu o
güne dek benim için hiç de merak konusu değildi. Bütün kö­
pekler aynı köpekti benim için. Halbuki So long'un gelişiyle
gözlerim açılmaya başlamıştı.
Sonraki günlerde arkadaşımla birlikte onu gezmeye çıkar­
dığımızda, tasmasını arada bir ben tutmaya başlayacaktım.
Tülin kimi zaman eve geç geldiğinde, onun yerine yemek ha­
zırlayıp tasına bıraktığım bile oldu. Derken bir gün Tülin'in
çok acil bir işi çıktı. üç gün şehir dışında olması gerekiyordu.
"Sende kalsın," dedi. "Yook," dedim, "o kadar uzun boylu de­
ğil. Sende kalsın, ben onu gezmeye çıkarır, beslerim. "
llk gün ona yemeğini verip evden çıktığımda arkamdan
hıçkırarak ağladığını duydum. Evet aynı bir insan gibi hıçkı­
rıyordu. Ardından kapıya saldırıp tırnaklarıyla yalvarmaya
başladı. "Gitme, beni yalnız bırakma," diyordu. "Bir köpeğe
acımak onu sevmek değildir," dedim kendi kendime. "Senin
onunla eşit bir ilişkin var, acıyorsan sakın ona ilgi göster-
,
me.
,

1 20
İnanmayacaksınız ama yukarı eve çıktığımda onun yakar­
malarını hala duyuyordum. Bu suçluluk benim için çok faz­
laydı. Aldım onu ve eve getirdim. So long çılgınlar gibi tepin­
meye ve oradan oraya koşuşturmaya başladı. Onu zaptetmek
için eski bir tenis topu attım önüne. Oyun istedi. Ve çok iste­
di. Onu zaptedemedikçe sinirlendim. Can havliyle tenis topu­
nu öyle bir fırlattım ki, gitti masanın üzerinde duran fincana
çarptı ve onunla birlikte gürültüyle yere indi.
Kıpkırmızı oldum ve ağlamaya başladım. Ona öfke dol­
muştum. Zavallı köpek ne olduğunu anlamadan yanıma gel­
di, dilini uzattı, yanaklarımı, burnumu, gözlerimi yalamaya
başladı. Gözlerini aynı benimkiler gibi ağlama pozisyonuna
getirdi ve aynı benim çıkardığım seslerden çıkarmaya başladı.
Evet . . . ?o long da ağlıyordu.
O gün üç şey birden anladım.
1 ) İlk kez bir köpeğe yüksek sesle öfkelenmiştim. Demek ki
artık ondan korkmuyordum.
2) tık kez bir köpeği tek başına bırakamayacağımı anlamış­
tım. Demekki onu sevmeye başlıyordum.
3) O gece benimle kaldığında yanımda yatmasına izin ver­
dim. Demek ki biz arkadaş olmuştuk.
Sabaha doğru bu arkadaşlıkta hiç eşitlik olmadığını ve
hep onun benim yörüngemde olduğumu anladım: Kötü bir
rüya görmüşüm ki, uyanır uyanmaz yatakta fırlayıp doğrul­
dum. Aynı anda yanımdaki küçük canavar da uyanıp kendini
benimle birlikte ileri fırlattı. Bunu uykusunda refleks olarak
yapmıştı. Beni korumak istemişti. Ama o kadar uykuluydu ki
·
duvara çarptı sersem ve homurdanarak yanıma yattı yeni­
den.
Bu kez ona sarıldım ve onu sevdiğimi söyledim. İyice so­
kuldu. Horlayarak uyudu. Sabah ondan önce gözümü açtım,
uyku kokuyordu. Gözlerini de tuhaf tuhaf kırpıştırıyordu.

121
Kim bilir nasıl bir rüya görüyordur, dedim. Nitekim sonraki
gecelerde de ne zaman birlikte yatsak onun rüya gördüğü za­
manlara tanık olacaktım.
Ertesi gün onu evde tek başına bırakmayacağımı biliyor­
dum. Ve birlikte yaşamaya başladık. Onu zaptetmekte zorla­
nıyordum ama kendimi hiç de acemi hissetmiyordum. Henüz
iki günlük bir köpeksever olduğumu kimsenin anlaması
mümkün değildi. Hoş anlasalardı da umurumda değildi, çün­
kü onu seviyordum. So Long benim ilk sevdiğim köpekti.
Onu o kadar sevdim ki, sonradan hiçbir köpeği onu sevdiğim
gibi sevemedim. Belki vakitsizce ayrıldık, ondan.
Tülin yurtdışında okumaya gidecekti. "Sen gece gündüz
çalışıyorsun, bakamazsın ona," dedi. Ona bir akrabanın ya­
nında yer ayarladık. Yolculuktan tam bir gün önce arkadaşı­
ma gönlümün razı olmadığını ve köpeğe bakmak istediğimi
söyledim. Beni uyardı, "Yapamazsın," dedi. "Yaparım," de­
dim.
Ve arkadaşım gitti. So long'la ben ilk gün - ayın son iki gü­
nüydü ve param bitmişti - karşılıklı makarna yedik. Bir tutam
ben, bir tutam o. ikinci gün ben dergide sabahlamak zorunda
kaldım. Geldiğimde bütün çiçeklerimi, ayakkabılarımı yemiş,
mutfak dolabında bulduğu huni, kap ve benzerlerini birbirine
katmış, süpürgeleri, kovaları bezleri didiklemiş, evin üç odası­
nın üçüne kaka, salona da çiş yapmıştı. Sonun başlangıcı . . .
Ona bakamıyordum. Tülin haklıydı. Sabahtan akşama dek ev­
de yalnız bırakmak ona kötülüktü. Derhal akrabayı aradım ve
ona verdim köpeği. Tülin'e de anlattım. "Demiştim," dedi.
İkimiz de üzüldük.
Aradan dört yıl geçti. Tülin'le gündüz vakti telefonda ko­
nuşuyoruz. Birden çıldırdı ve, "So long senin yüzünden gitti,"
diyerek ağlamaya başladı. O zamandan beri bunu içinde nasıl
da tutmuştu Tülin. Gerçekten çok üzüldüm. Ama olan ol-

1 22
muştu. Onun sevgili köpeği benimse ilk ve son köpeğim bir
daha geri dönmeyecekti. Onu İzmir'de bir yere yollamışlardı.
Ne zaman İzmirli arkadaşlarımdan biri komşularının ya da ta­
nıdıklarının sosis köpeğinden bahsetse hemen atılırım: "Adı
So long mu . . . "

lkitelli, 98

1 23
Tek başına ama yalnız değil

Oteller ve hastaneler, beni hep çağırır. Oturduğum evin


caddede olması çok önemlidir. Bütün o anlamsız korna ve
otomobil gürültülerini, satıcıların sesini duymayı çok seve­
rim. Kalabalık kafelerde oturmaya ve etrafımı seyretmeye ba­
yılırım. İş ve alışveriş merkezlerinde dolaşırken, buradaki
dükkanlardan birine her gün gelip gitmekten hoşlanacağımı
düşünür ve tezgahtar olmak isterim.
Her gün tekrarlanan kalabalıklar beni içine çeker. Kendi
yalnızlığımı sürdürmek için hep kalabalıklara ihtiyaç duya­
rım. Kalabalık içinde kendimi diğerleri gibi sıradan hissede­
rim. Sorun yoktur, güvendeyimdir. Kimseyle iyi niyetli bir
ilişki kurmak zorunda değilimdir. Hem onlardan biriyimdir,
hem de onların dışındayımdır.
Hastanelerden içeri adımımı attığımda hemen rahatlarım,
gevşerim. Müdahale edilecek olmam, kendimi emniyette his­
settirir. O kadar ki, hastalığımın geçtiğine bile inanırım. So­
rumluluk nasılsa benden çıktı, kendimi artık başkalarına tes­
lim edebilirim diye düşünürüm.
Hastanede refakatçi olmaya da bayılırım. Bütün refakatçi
yemeklerini sever ve yerim. Hemşirelerle, hademelerle iyi ge­
çinir, onlara hastane ve öteki hastalar hakkında sorular sora­
rım. Koridorda oturur, kime ne kadar çiçek gelmiş, kim iyileş­
me kaydetmiş, yeni gelen hastalar kimmiş, diye bakarım. Bizi

1 24
ziyarete gelenler olduğunda da kendimi ev sahibesi gibi hisse­
derim.
Üniversitedeyken, turla Uludağ'a gitmiştik. Bizim dönece­
ğimiz gün, çocuk b akıcısının otelden kaçtığını ve yeni birine
ihtiyaç duyduklarını öğrendim. Valizim otobüse konulmak
üzereydi, derhal durdurdum ve bu işe talip olduğumu söyle­
dim. Müşterilerden birinin böyle demesine çok şaşırdılar ve
zevkle kabul ettiler.
Valizim, otel personelinin kaldığı bodrum katına götürül­
dü. Santralde çalışan· kızın odasına yerleştim ben de.
Beş gün sonra sömestr tatili başlayacak ve bütün çocuklar
otele doluşacaktı. Onlara ait bir oyun odası vardı ve öğretme­
nin - yani benim - onlarla sabahtan akşama kadar ilgilenmesi
gerekiyordu. Bunun karşılığında otelde bedavadan kalacak,
kayak yapabilec�ktim. İki hafta sonra üniversite turumuz ye­
_niden gelecekti ve bu kez yine müşteri olarak onlarla kalacak­
tım.
, Tek amacım otelde biraz daha fazla yaşayabilmekti. Daha
önce de çeşitli organizasyonlarda, festival ve kongerlerde otel
sorumlusu olarak çalışmıştım ama demek ki yetmemişti bana.
Çocuklar gelene dek her şey çok iyi gitti. Gün boyunca kayı­
yordum, akşamları barda içki içiyor, insanlarla sohbet ediyor­
dum.
Çocuklar gelince neye uğradığımı şaşırdım. Seksen küsur
veletti söz konusu olan. Yaşları sıfırla on bir arasında değişi­
yordu. Kapıdan içeri sokuyorsun, camdan kaçıyor, cama ko­
şuyorsun, öteki düşüyor, düşen çocuğu kaldırıyorsun, yanın­
daki zırlamaya başlıyor, onu susturmaya çalışırken bir tanesi
videonun ekranına otomobilini sokuveriyor, video bozuldu
deyince hepsi bir ağızdan ağlamaya başlıyor . . .
Yılmadım. Bu veletlerle başaçıkmak zorundaydım. Şarkı,
dans ve resim yarışmaları düzenledim. Gündüzleri bu faali-

1 25
yetlerde o kadar yorulmaya başladılar ki, geceleri erkenden
uykuları geliyordu. Ben de otel hayatının tadını çıkarıyor­
dum.
Bir gece altı aylık bir bebeğe bakmakla yükümlüydüm. La­
ra bebek, önce tatlı tatlı uyuyordu. Sonra birden bağırmaya
başladı ve bir daha hiç ama hiç susmadı. Ne yapacağımı şaşır­
dım, lobide herkes bize bakıyordu. Tuttuğum gibi, indirdim
onu aşağı, yatak odamıza. işte o zaman anladım, otel hayatını
niye sevdiğimi:
Ben, bizim odada onu uyutmaya çalıştıkça Lara bebek da­
ha çok bağırıyor, yan odada uyumakta olan resepsiyon görev­
lisi, "Sustur şu veledi uyuyamıyorum, bütün gece çalışaca­
ğım," diye duvarları yumrukluyor, öteki yanda santralci kız
umutsuzca ağlıyordu. Ve Lara bebek asla susmuyordu . . .
Çok ama çok mutluydum. Sonunda onu dizlerimin üstün­
de doğrulttum, karşıma aldım ve ağlamaya başladım. Beni ağ­
larken gördüğünde şaşırdı ve sustu. Hatta gülümsedi. Çok
geçmeden dünyanın en sakin uykusuna daldı. Öyle güzeldi ki.
Herkes normal gidişatında, hayat devam ediyor, bir aradayız
ama birbirimizin üstünde değiliz, tek başınayız ama yalnız de­
ğiliz . . .

lkitelli, 97

1 26
Genç yazarın üstat karşısındaki
önlenemez sakarlığı

Göztepe'deki evin kapısının önünde Sanem'in anahtarını


bulamaması yüzünden başıma geleceklerden habersizdim.
Daha doğrusu kimlerin başına bizzat "kendimin" geleceğin­
den.
Gazeteci arkadaşım Sanem, benimle yeni çıkan kitabım
üzerine söyleşi yapacaktı. Fakat Sanem'in gazeteci olmaktan
başka bir özelliği de Altan ailesinin bir ferdi olmak; başka bir
deyişle Çetin Altan'ın torunu, Ahmet Altan'ın kızı olmak. . .
Benimse amacım Ahmet Altan'la yeni çıkan kitabı üzerine
bir söyleşi yapmaktı. Önce eve Sanem'le ben gidip söyleşimi­
zi bitirecektik, sonra da ben babasıyla söyleşiye başlayacak­
tım.
Gelgelelim kapının önünde dikiliyor ve Ahmet Altan gele­
ne dek, belki de bir saate yakın, ne yapacağımıza karar verme­
ye çalışıyorduk. Sonra meşhur apartmanda olduğumuzun
ayırdına vardım. Çünkü Sanem o sihirli soruyu sormuştu:
"Dedeme gitmek ister misin, alt katta oturuyor."
Ve Çetin Altan'ın elini Sanem'in arkadaşı Leyla olarak sık­
tım . . O anda keşke gazeteci kimliğimle burada olsaydım diye
.

bir hisse de kapılmadım değil.


Büyük yazarın elini sıkar sıkmaz bu panik ve mahcubiyet
içinde ilk potumu kırdım: "Siz ölmeden sizi gördüğüme çok
sevindim." Sözler ağzımdan dökülürken hatamın farkına

127
vardım ama kendi kendimin sözünü kesmeyi beceremedim.
Düzelteyim derken batırmaya devam ettim. Hep böyle olur
ya . . .
"Yani demek istediğim, bunca yıllık gazeteciyim, bir kez
olsun sizinle röportaj yapmaya gelmemiş olduğumdan dolayı
öyle diyordum . . . " derken yine saçmaladığımı Çetin Altan'ın
sözümü kesmesiyle fark ettim:
"Hah! Bunca yıllık gazeteci! Kaç yaşındasın sen?"
Birden en az yarım asırlık gazetecinin karşısında olduğu­
mu hatırladım. Ama her şey için çok geçti. Ve üstelik bunlar
yalnızca başlangıçtı.
Sanem, benimle söyleşi yapacağını söyleyince birden bü­
yük yazarın dikkatini çekme fırsatını yakaladığımı sandım ve
heveslendim.
"Leyla 1 pekçi sen misin? Yazılarını okuyorum, kitabını bili­
yorum, ödül aldın değil mi, vs . . . " Evet, kurtulacaktım. Şimdi
düzgün bir cevap verecek ve az önce kırdığım potları unuttu­
racaktım. Sanem'in bu arada, "Kola içer misin?" diye soracağı
tuttu. Dedesinin, "Ne biçim yazarsın sen, viski içsene," sözle­
riyle bir kez daha, yakaladığımı sandığım o kendine güven
duygusu uçup gitti.
Büyük Adam'ların yanında ne zaman kendime güvenli, dik
ve havalı durmaya çalışsam aynı şey oluyordu. Aptallaşıyor­
dum. Büyük yazarın karşısında sopa yutmuş oturuyordum,
kaskatıydım. Ve gitgide oturduğum koltuğun içine gömülü­
yordum. Ben bir kazaydım. Üstadın başına gelen en anlamsız
kaza.
Derken Sanem, benim kitabımı dedesine uzattı. Dedesi de
dönüp bana, "Madem kitabın burada, şunu bir imzala baka­
lım," dedi. Ama Sanem, "O kitabın altı çizili," deyince, son bir
umutla yeniden atağa kalktım: "Benim yanımda bir tane var,
onu vereyim."

1 28
Bunu deyip sustuğum sanılmasın, elbette potumu da kı­
racaktım: "Gerçi onu Ahmet Altan'a verecektim ama . . . "
Sessizlik oldu. Çetin Altan, "Tabii, sen onu Ahmet'e ver,"
dedi.
Ağzımdan çıkanlara inanamıyordum. Çetin Altan'ın deyi­
miyle "genç yazar" üstada kitabını vermeye tereddüt ediyor­
du. Karamizah gibi. Sonra kitabımı aldım ve, "yahu koskoca
Çetin Altan'a kitabımı imzalıyorum, olacak iş değil" anlamın­
da bir şeyler yazdım. Ama elbette orada durmayacaktım ve,
"üstada kitabımı imzalamanın benim için en büyük hediye"
olduğunu düşünürken yeniyetmelik heyecanıyla tam aksini
yazacaktım:
"Bu size vereceğim en güzel hediye! " Belki de daha beteri­
ni yazmışımdır, ama belleğim, en talihsiz anları öyle ustaca
sildi ki. Tek hatırladığım artık bir nakarat olarak ağzıma do­
ladıklarımdı: "Sizi gördüğüme çok çok seviniyorum. Yazıla­
rınızdan, kitaplarınızdan tanıyordum sizi, ama karşımda gör­
mek, yani siz bir ara yoktunuz, sizinle hiç tanışamama
ihtimali çok korkutuyordu beni, yani siz ölmeden, ben en kı­
sa zamanda, sizinle röportaj, ben, yani sizi iyi ki gördüm, siz,
sizi, siz . . . "

Üst kata geldiğimde Sanem babasına, "Leyla dedeme söy­


lenmeyecek ne varsa hepsini söyledi," dedi. Bu sihirli sözler,
kazanın zincirleme olarak süreceğinin habercisiydi.
Nitekim Ahmet Altan'ın karşısına da yuttuğum sopayla
oturdum. O kadar ki, ona kitabı hakkında kendi pek değerli
fikirlerimi anlatıp, "Bunun sorusu sizce ne olabilir?" diye
sormak suretiyle yaptığım şeyin adı kesinlikle röportaj değil­
di.
Ahmet Altan ise beni teselli etmeye çalışıp durdu: "Üzülme
Leylacığım sen artık bir yazarsın ve istediğin gibi saçmalayabi ­
lirsin. Kendini yazdıklarınla kanıtladın." O beni teselli ettikçe

ŞS 9 1 29
benim az önce yuttuğum sopa, havaneli misali bütün organla­
rımı gitgide artan bir hızla dövüyordu. Üstat, alt katta tüm
bunlardan habersiz yeni bir yazıya başlıyordu. . .

lkitelli, 98

130
Ihlamur yolu

Ihlamur yoluna geldiğimde dört buçuk yaşındaydım. An­


nemi yeni kaybetmiştim. O, daha önce yaşadığımız Kalıpçı so­
kaktaki evde kalacaktı sonsuza dek.
Annem tabuydu bundan böyle. Rüyalarımdan çıkmıştı.
Kaybolmuş değildi, hiç olmamıştı. Hayatımın ilk söküğü . . .
Bir söküğe sahip olmak küçükken hiç kolay değildir. Onu ace­
mice saklamaya çalışırsınız.
Öteki kızların da sökükleri vardı herhalde. Ama anneleri
akşam hepsini dikiyorlardı. Ben saklıyordum. Sabahları uyan-
dığımda yama yapmayı deniyordum denemesine . . . Bir türlü
ötekiler gibi düzgün, tertipli, temiz pak, özenli durmuyor­
dum. Onların arasına girdiğimde sadece söküklerimi değil,
Ihlamur yolundaki evin vahşi soğukluğunu da çaktırmamaya
yeminliydim. Yalapşap giyinip çıktığımı anlayacaklar da, fo­
yam ortaya çıkacak diye ödüm kopuyordu.
İnsanın ilk tepkileri kalıcıdır. Yıllar sonra yeniden Kalıpçı
sokağa taşındığımda bunu fark edece�tim . . . Ben'i ilk oluştu­
ran bunlardı işte . . .
Evimiz kocamandı. Caminin arka kapısına bakıyordu pen­
cereleri. Camdan baktığımda Eskimolar gibi sarılıp sarmalan­
mış, sıkı sıkı giydirilmiş okula giden küçük çocuklar görür­
düm. Bir gün arkalarından bakakaldım. . . Koşup giyindim
ben ie sıkı sıkı. Ancak o zaman fark ettim evin içindeki aya­
zı . . . Yoksa kuruntu mu ediyordum . . .

131
Kesin olan şuydu: Ben'i ben yapanlar; rüyalarımdan, tabu­
larımdan, arzu ve korkularımdan ibaret değildi. Mutlaka öte­
kiler gibi olma telaşım da beni ben yapmaktaydı.
Sabah ezanının sihriyle Ihlamur yolunda geciken sabahları
beklerken tanıştım. İnsanın inancına sadakati, kendine verdi­
ği değerle ilgili olmalıydı. Peki bana sadık olanlar neredeydi?
Kendilerine hiç mi değer biçmemişlerdi?
tık tepkilerimi annesizlik yüzünden verdiğimi sanmakla
yanıldığımı yüzlerce yıl sonra, yirmi bir yaşımda Kalıpçı soka­
ğa taşındığımda anladım. Tüm bir çocukluğumu, ilk gençliği­
mi acımasızca geride bıraktıktan sonra . . .
Kalıpçı sokaktaki daireme erişmek zahmetliydi. Asansörü
olmayan bir çatıydı. Orada rutubetle, lodosun sesiyle, martıla­
rın çığlıklarıyla tanıştım. Kendime ait ilk evimdi. Ne var ki, Ih­
lamur yolunda on yedi yıl boyunca ne biriktirdiysem hepsi be­
nimle birlikte taşınmıştı. Hiçbir şeyi orada bırakamamıştım.
Taşınmamış, taşımıştım . . .
Babamla, pek çok üvey anneyle ama en çok da tek başıma
yaşadığım Ihlamur yolu kısa sürede çok bilinmeyenli bir denk­
leme dönüştü: Ben'i ben yapan hangisiydi? Kızgın bir babanın
aşağılamalarından korunamamak mı? Kollayayım diye çare­
sizce ondan korkmak mı? Neden kollama ihtiyacındaydım?
Peki hangi kız çocuğu severdi benim sevdiğim kadar, sayısını
hatırlamadığım üvey anneyi? Yoksa benim de eninde sonunda
yapacağım, atalarımdan bana kalan şuursuz bir şiddete kendi­
mi kurban vermek için abartılı suçlar mı işlemekti . . .
Kalıpçı sokaktaki evde güneşin doğuşunu seyrettim. Ufuk
çizgisini görmek insana umut veriyordu. Serin yaz sabahlarını
balkonumda karşıladım. Ben'i ben yapanın en fazla yalnızlık
olduğunu fark ettim. Dönüş tarihi belirsiz iç yolculuklara çık­
tım. Kendini merak etmenin sonu olmadığını gördüm. Serü­
venler, tek kişilikti . . .

1 32
"Ben", kendimi aradığımda ortaya çıkmaya başlamıştı. Ce­
vapların önemi yoktu. Soruları, asıl soruyu sormak yeterliydi.
lnsanın kendine, doğru soruyu sorması için neşeyi de acıyı da
gözü kapalı kabullenmesi gerekirdi . . . Kendi dehlizlerinin ka­
ranlığında tek başına dolaşmaya çıkmanın önkoşulu acımasız
bir meraktı. Yoksa kendiyle ben'i arasındaki mesafeyi asla öl­
çemezdi . . .
Yedi yıl sonra Kalıpçı sokaktan ayrılırken, ölü de olsa bir
anneye kavuşmuştum. Can çekişen babamı yaşatma telaşın­
dan vazgeçmiştim. İnsan, tek başına bir aile kuramazdı, ama
aile olabilirdi . . . Kalıpçı sokaktan ayrıldığımda kader beni ye­
niden Ihlamur yoluna çağırmıştı. . . Ben'i aramanın büyüsüne
kapılalı çok oluyordu . . .
Hepimiz, bize miras kalan genler ile yetiştirilme şeklimizin
toplamından mı ibarettik? Devraldığımız genetik özellikleri­
mize ve kuşaktan kuşağa aktarılan zincirleme yetiştiriş hatala­
rına mı borçluyduk bütün ben'liğimizi?
"Ben" kimdi, daha başka nasıl oluşabilirdi? Acaba bunlarla
birlikte ve bunlara rağmen bir "ben" var mıydı; insanın kendi
kendine yaptığı?
Ihlamur yoluna yeniden dönen "ben", eskisinden öyle
farklıydı ki . . . Dış etkenlerin hiçbiri sahip olduğum kişilik
özelliklerini değiştirememişti. Kişilik değişmediğine göre, ne
miydi değişen? Kendimi algılayışım.
Yirmi dokuz yaşındaydım. Ihlamur yolunu ilk kez görü­
yordum. Yapraklar ısrarla evimin camından içeri giriyordu.
!çersi ne rutubetliydi ne de soğuk. Camdan baktığımda ma­
nolya ağaçları, zambaklar, ortancalar ve incir ağaçlarını fark
ettim. Camda el sallayan beyaz saçlı teyzeler, bastonlarının
yardımıyla yürüyen dar paltolarına bürünmüş yaşlı amcalar,
kedilerin arkasından koşturan sümüklü oğlanlar, lastik oyna­
yan kızlar vardı.

133
Onlarla tanıştıkça, ben'in hammaddesini keşfediyordum:
Ötekiler olmadan, tek başına bir ben söz konusu değildi. Ben'i
ötekilerden ayıran sen' di. Başkası olmadan ben yoktu . . . O
halde ötekini tanıma çabası, insanı kendi ben'ine daha da yak­
laştırabilirdi.
Babama uzaktan gülümsüyordum. Onu bir baba olarak
değil, bir oğul olarak tanımayı başardığımdan beri anlıyor­
dum. Hepimiz önce birer oğlan ve kız çocuğuyduk, öyle değil
mı. . .
Bugünlerde yine taşınma telaşındayım. İlk kez Ihlamur­
Kalıpçı hattının dışına çıkacağım. Otuz iki yaşında ailemi kur­
dum. Eşim - yakında kocam olacak - ben'le serüvenimde yep­
yeni bir gelecek vaat ediyor. Onunla yan yana uykuya daldığı­
mızda, başka alemlere doğru yolculuğa çıktığımızda hep aynı
şeyi seziyorum: "Biz"i yavaş yavaş yaratırken, kim bilir ben' in
ve sen' in daha ne şaşırtıcı yanlarıyla karşılaşacağız . . . Artık Ih­
lamur yolunda beni ben yapmayı bekleyen hiçbir şey kalmadı.

Ihlamuryolu, 99

1 34

You might also like