Professional Documents
Culture Documents
…. Geniş bir konuyu goreli olarak az sayıda sozcukle ifade etme veya
anlaşılması guc duşunceleri daha anlaşılır hale getirme girişimine yoneltilen
eleştirileri hemen bir kenara atsak bile, cok daha onemli bir sıkıntıyla karşı
karşıya kalırız.
Bu da, ayrı bir Kıta Avrupası felsefesinin geleneğini tecrit etmenin tartışmalı ya
da hatta ahlaksızca olabilmesi sıkıntısıdır. Herşey bir yana, Batı felsefesinin
ceşitli akımları, Sokrates oncesi filozoflarla, Platon ve Aristoteles’ten başlayıp,
Hristiyanlık, Musevilik ve İslam alimlerinin onemli katkıları yoluyla, modern
Avrupa felsefesinin Descartes, Locke, Hume, Leibniz, Spinoza ve Kant gibi
belli başlı şahsiyetlerine kadar uzanan ortak bir tarihi paylaşır.
‘Kıta Avrupası felsefesi’ teriminin, terimle acıktır ki, yalnızca Avrupa anakarası
anlatılmak istendiği icin, ırkmerkezcilikle dahi suclanabilmesinde az da olsa
haklılık payı vardır. Kıta Avrupası felsefesi, nihayet Batı felsefesinin bir
varyantıdır.
En kesin ifadesi icinde, analitik felsefe, zaman zaman Hume çatalı adı verilen
şeye başvurur. Hume, insan aklının ya da araştırmanın tüm nesnelerinin
doğallıkla iki türe, yani ide ilişkileriyle, olgu sorunlarına ayrılabileceğini öne
sürer.
Batı özgür, kapitalist ve refah toplumu olup, insan haklarıyla Amerikan hayat
tarzını kutsar.
Doğu ise totaliter, atıl ve baskıcı olmuştur. Coğrafi konumlarına karşın Japonya
ve Avustralya, Küba'nın Doğu’ya mensup olduğu yerde, ölçütlerin çoğu
acısından, Batı'ya mensup olan ülkeler olarak görülür.
Ote yandan, analitik felsefeyle Kıta Avrupası felsefesi arasındaki ayırımın daha
ziyade ayrı felsefe kampları arasındaki karşıtlığın bir urunu olduğunu ortaya
koyan veriler olmakla birlikte, sarih ve temel oğreti farklılıklarını tesbit etmek
ya da iki yaklaşımı guvenilir bir tarzda, farklı konular, usluplar ya da mizaclar
aracılığıyla tanımlamak kolay değildir.
Rasyonalleştirme ruhu acısından, gelenek ve din artık daha fazla, belli bir
bicimde eylemenin yeter sebepleri değildir. Ortacağ donemi boyunca, devletin,
işte bu genel eğilimle, kiliseden yavaş yavaş ayrılması, ilk kez modem anlamda
devletleri ve politik alanı yaratarak, hem yasaları ve hem de karar almayı dini
inancın ve geleneksel ahlakın sınırlamalarından kurtarmıştır. Devletin
dunyevileşmesi daha pragrr^atik bir bicimde ‘devletin maddi sebepleri’, veya
daha sonraki demokratik varyantlarıyla, cemaatin dunyevi cıkarları ile uyumlu
hale getirilmiş bir politika ve bir. idareye imkan verdi.
…Giderek daha serbest hale gelen bir pazar, uretimde daha buyuk bir verimlilik
icin dinamik bir mekanizma yaratıp, ekonomik buyume hızına ivme
kazandırarak, işletmeler arasındaki rekabeti yoğunlaştırır ve kar gudusunu
serbest bırakır. Aynı anda, geniş kapsamlı sosyal donuşumler başlar. Buyuk
sayıda koylu koyden kente goctukce, otoritenin geleneksel bağları zayıflar. Yeni
zenginlik ‘burjuvazi’nin —tuccarların, kucuk fabrikatorlerin, banker ve
tefecilerin, avukat ve muhasebecilerin yukselen orta sınıfının— politik ve
entellektuel ozlemleri icin guclu bir temel sağlar. Bu sınıf en sonunda,
modernite ve Aydınianma'yla birleştirilen bundan sonraki kulturel, entellektuel
ve politik gelişmelerde onemli bir rol oynayabilecektir.
Doğa bilimlerindeki başarılar bu yeni özgüven için önemli bir tahrik aracı oldu.
Bu andan itibaren, insan bilgisinin sınırlarından çok, onun aktüel ya da
potansiyel başarıları üzerinde duruldu. İnsan varlıkları düyayı yardım görmeden
araştırabilirler. Onlar bulgularını, artık ne vahye dayalı dinle ne de kurumlaşmış
otoriteyle uzlaştırma ihtiyacı duyarlar. Klâsik Yunan ve Roma metinlerinin
aktarılması dahi, eleştirel olmak durumundaydı. Bilginin aranmasına, ideal bir
biçimde, ‘ilk temellerden yeni baştan başlanmalıydı. Diğer bir deyişle, Bacon
gibi filozoflarla birlikte, sistematik, eleştirel ve kayıtsız şartsız bir teşebbüs
olarak modern bilim anlayışı, ilk kez açıkça formüle edilir. Bu hümanist
temeller üzerinde yaratılan bilginin yerleşik dinin öğretileriyle kısa süre içinde
çelişmesi, hiç şaşırtıcı değildir. Galileo Galilei'nin (1564-1642) Katolik
Kilisesiyle karşı karşıya gelişi, bu konuda kayda değer bir örnek meydana
getirir. Galileo'nun astronomik gözlemleri onu Kopernikus'ün eş merkezli
hipotezi’ni, evrenin merkezinde, yeryüzünün değil, güneşin olduğu görüşünü
desteklemeye şevketti. Kopernikusun hipotezi, nihayet, gezegenlerin
hareketlerine ilişkin hesaplamaları büyük ölçüde basitleştirecekti. Bununla
birlikte, güneş merkezcilik, Kilise'nin, ikinci yüzyılda yaşamış Mısırlı bir
astronom olan Batlamyus’tan alınarak benimsenmiş olan, Tanrının en önemli
yaratığının evinin evrenin merkezinde olması gerektiği şeklindeki, Ortodoks
görüşüyle keskin bir çatışma içindeydi. Kilise, ahlâkî ve dinî bir mahiyeti olan,
‘insan´in ve ‘o ’nun dünyasının Önemi konusunu, daha katışıksız bir biçim de
bilimsel olan astronomik hesaplama ve öndeyi problemlerinden ayırmayı
reddetti. Bertolt Brecht'in, bu tarihsel çatışmayı dramatize eden oyunun çarpıcı
bir sahnesinde, Kilise'nin kıdemli şahsiyetleri Galileo'nun gerçek bir devrim
niteliğindeki gözlem lerini, onun teleskobunun yardımıyla, doğrulamaya davet
edilir, ama onlar, teleskopla bakmayı dolambaçlı yollara sapmadan reddederler.
Engizisyon Galileo'ya işkence aletlerini gösterir ve o, görüşünü inkâr eder. Her
ne kadar Galileo Engizisyon tarafından 1616’da mahkûm edildi ve hayatının
geri kalan kısmını hapiste geçirdiyse de, onun düşünceleri bu kadar kolaylıkla
kontrol altında tutulamazdı ve Kilise'nin zaferinin kısa ömürlü olduğu ortaya
çıktı. Galileo dialogue on Two World System s [İki Dünya Sistemi Üzerine
Diyalog] adlı eserinin bir kopyasının sınırın öte yakasına, H ollanda'ya güvenlik
içinde kaçırılmasını ayarlamaya muvaffak oldu. Brecht'in oyununda betimlenen
olaylar, daha kapsamlı bir tarihsel dönüşümün tipik bir örneğidir. Galileo ve
Newton gibi ‘doğa filozofları’nın bilimsel keşifleri Ortaçağ Hristiyanlığinin
dünya görüşünü aşındırdı. Katolik Kilisesinin hâkimiyeti altında kurulmuş olan
bu dünya görüşü, klâsik ve Hıristiyan öğretilerin kompleks bir senteziydi.
Ortaçağ resminin merkezinde, muhtemelen düzenli ve anlamlı bir kosmos
olarak dünya görüşü bulunur. Doğanın, insanlık dahil, bütün unsurları, tutarlı,
düzenli ve anlamlı bir evren içindeki yerlerine göre anlaşılır. Kilise, işte bu
kozmolojiyi Hristiyan öğretiyle uzlaştırdı. Hem anlam ve hem de amacın aşikâr
bir biçimde içine işlemiş olduğu bir şey olarak dünya, Tanri'nın eseri ve onun
irâdesinin ifadesi olarak görülür. Aynı şekilde, Tanrı'nın varoluşunun ve
kudretinin delili, mükemmelliği ve öğelerinin kompleks birbirine bağımlılığının
zekîce ve lütufkâr bir planın ürünü olduğu çok açıkça görülen, bir doğal
dünyada aranmalıdır. Bu görüş Aristoteles’in, bitkilerin ve hayvanların
gelişimlerini onların nihaî hedefi ya da formu ve erişmeye çalıştıkları telos´la
açıklayan, ‘teleolojik’ biyolojisine de çok uygun düşmekteydi.
--- Ortaçağın dünya görüşü açısından, öyleyse, temel kategoriler amaç, anlam
ve tanrısal irâdeydi. Modern dönemin bilim ve felsefesiyle birlikte ortaya çıkan
dünyanın büyüsü kökten bir biçimde bozulmuştu. Dünya artık ahlâkî ve dinî
manayla dolu olan anlamlı bir düzen değil, fakat Charles Taylor’un ifade ettiği
şekliyle, ‘son çözümlemede, haritası empirik gözlem yoluyla çıkartılacak
olumsal korrelasyonların bir dünyasıdır. René Descartes’ın (1591-1650) düalist
felsefesi, bu fizikî dünya resminin önemli bir kaynağıdır. Aristoteles için,
(Yunancada ‘nefes’, ‘yaşam ’ ya da ‘ruh’ anlamına gelen) psykhe, bir bedeni
canlı kılan ve dolayısıyla, özde cisimleşmiş olan şeydir. Zihin ve madde
arasında keskin bir ayırım yoktur; bundan dolayı bize, nihaî bir amaç için
çalışma, sonsal bir ereğe yönelme olarak biyolojik gelişmeye ilişkin neredeyse
animistik açıklamalar gibi görünen izahlar dışta bırakılmaz. Oysa, Descartes’ın
zihin beden düalizmi, mekândaki cisimlere ilişkin bilimsel açıklamayla, tam
olarak ‘zihinsel’ amaç ve irâde kategorileri hâline gelen şey arasında bir yarık
açmaya yarar. Mekânda yer kaplayan madde olarak katışıksız bir biçim de
mekanik olan bir maddî dünya modeli, özünde cisimleşmemiş ve maddesiz bir
şey olarak bir zihin resmiyle bir araya getirilir. Tanrıya her ne kadar dış
dünyaya ilişkin tecrübemizin doğruluğunun nihaî garantörü olarak müracaat
edilse de, o dünyadaki olaylara ilişkin açıklamada önemli hiçbir rol oynamaz.
Doğadaki her olayın yeter sebebi, doğanın kendisinde bulunabilir.
Dış doğa dünyasına ilişkin gözden geçirilmiş görüş aynı zamanda, İnsanî
öznenin yeni bir tanımını da gerektirir, Descartes’ın düalizm ine göre, ben,
tecrübenin, hem fizikî cisimleşmesinden ve hem de anlamlı bir doğa düzeni
içindeki yerinden özü itibariyle bağımsız olan, gayri-fizikî bir öznesi olarak
anlaşılır. Ben artık daha fazla, özsel bir amaçla tanımlanmaz ya da bağlanmaz,
yalın bir biçim de aslî bir doğa ya da telos´u gerçekleştirmekle sınırlanmaz.
Modern felsefenin karakteristik beni, bilincin soyut ve cisim leşmemiş
öznesidir. Descartes'm bu bene ilişkin açıklaması, onun bilgi için şüphe
edilemez temeller bulma teşebbüsünden doğar. O, yalnızca kendilerinden
şüpheetmenin imkânsız olduğu inançlardan emin olurken, ünlü kökten
şüphecilik ya da şüphe yöntemini izler, Bu yöntemle Descartes hem en, kesin
olan tek şeyin ‘varım, varoluyorum ’ olduğu sonucuna ulaşır. Ben, duyularımın
tanıklığından, bir dış dünyanın varoluşundan, ve hatta kendi bedenimin
varoluşundan şüphe edebilirim. Fakat varolduğumdan şüphe ettiğim zaman,
öyle görünmektedir ki, kaçınılmaz olarak önceden kendi varoluşumu
varsayarım . Şüphe etmekte olduğum sırada, düşünüyorumdur ve düşünüyorsam
eğer, o takdirde, varolmam gerekir. Bu akıl yürütme zinciri, Kartezyen
felsefenin ünlü cogito ergo sum´unu ya da ‘düşünüyorum, öyleyse varım ’ını
verir. Descartes süratle/benim ‘özü itibariyle’ düşünen bir şey olduğum
şeklindeki daha tartışmalı sonuca geçer. Bir şeyin özsel bir özelliği ya da
yüklemi, onun o şey olması için zorunlu olan özelliktir. Oysa, ‘arızî’ ya da
‘olumsal’ bir özellik, bir şeyin sahip olabileceği veya olmayabileceği, ama yine
de her ne ise o şey olmaya devam edebileceği özelliktir. İşte bu Özgül felsefi
bağlamda, balinalılar/özleri itibariyle deniz memelileri, fakat sadece arizî olarak
da, insanın saldırganlığının kurbanlarıdırlar. Descartes, ‘bedenimin
varoluşundan şüphe edebiliyorsam eğer’ öncülünden, fizikî özelliklerimin özsel
özellikler olamayacağı sonucuna varacak şekilde akıl yürütür. Ben, bedenim
olmadan, her ne isem o olabilirim. Ben, sadece arızî olarak fizikî; fakat özü
itibariyle zihinseldir: ‘Ben, düşünen bir şeyden, yani bir zihin ya da ruhtan, veya
bir anlama yetisi ya da akıldan daha fazlanin arasındaki bağ sadece özsel
olmayan veya arızî bir bağdır. Bir insan varlığının onun fizikî cisimleşmesinden
türeyen özellikleri, sadece, özü itibariyle bedenden ayrı olan bir benin olumsal
ya da arızî özellikleridir. Zımnî olarak, amaç ve anlam artık daha fazla düzenli
bir evrendeki yerimizden çıkarsanamaz. Gelecekte, ben, varoluşunun amacını,
anlamını kendi içinde bulmalıdır. Ben, Taylor'un terimleriyle, ‘kendi kendini
tanımlayan bir özne’ hâline gelmelidir. Eğer ben özü itibariyle düşünen bir şey
isem, bu takdirde benimle bedenim arasındaki bağ sadece özsel olmayan veya
arızî bir bağdır.