You are on page 1of 243

"Tüm parlaklığına rağmen aydınlanma hala

ziyadesiyle Batılıdır. Aydınlanma fikirleri


tam anlamıyla evrensel değildir. Bu fikirler
büyük ölçüde Batı Avrupa'da iyi ifade
gücü ve itibar sahibi bir felsefeciler grubu
tarafından oluşturulmuştu; felsefecilerin
kuşkusuz hepsi erkek ve neredeyse hepsi
dini kuralları uygulayan Hıristiyanlardır.
Gerçek anlamda evrensel bir etik çerçeve
oluşturmak istiyorsak Müslümanlıktan
Budizme, hümanizmden Konfüçyüsçülüğe
kadar diğer önemli dini ve felsefi
geleneklerden güçlü fikir ve kavramların
dikkate alındığı, bunlara dayanarak
geliştirilen, ayrıca kıtaların yerli halklarının
temel kavramları ve uygulamalarını
dışlamayan bir etik sistem yaratmalıyız.
Derin bir bilgelik birçok kültürel geleneğin
özelliğidir:•
Hakikat,
Güzellik
ve
İyilik
Hakikat,
Güzellik
ve
İyilik
21. YÜZYILDA ERDEMLERE
YENİDEN BAKIŞ

Howard Gardner

Çeviren
Evin Kantemir
ISBN 978-605-4538-54-6
© Howard Gardner, 2011
Orijinal adı ve yayıncısı: Truth, Beauty and Goodness / Basic Books, ine.

Optimist Yayınları
Telefon : 0216 481 29 17-18
Faks : 0216 521 10 64
e-posta: optimist@optimistkitap.com
www.optimistkitap.com - www.iskitaplari.com
facebook.com/optimistkitap
twitter .com/optimisıkitap

Optimist yayın no. : 301


Konu : Yaşam Kültürü
Yayına hazırlayan : Zeynep Hale Akman

Basım : Eylül 2012


Düzelti : Cengiz Alkan
Düzenleme : Bilgi Erdo{ıan
Kapak tasarım : Çetin Akdeniz
Baskı ve cilt : Tor Ofset San. Tic. Ltd. Şti.
Hadımköy Yolu Akçaburgaz Mah.
4. Bölge 9. Cadde 116. Sokak. No: 2
Esenyurt - 1STANBUL
Tel: 0212 886 34 74
İÇİNDEKİLER

ônsöz

1. Bölüm Erdem 'in Peşinde 13


2. Bölüm Hakikat 33
3. Bölüm Güzellik 53
4. Bölüm iyilik 91
5. Bölüm Ümit Veren Bir Başlangıç 121
6. Bölüm Yaşam Boyu ôgrenim 169
Sonuç ileriye Bakarken 201

Teşekkür 221
Notlar 223
Modern Sanat Müzesi'ndeki meslektaş/anma
Önsöz

İyi bir tarihçi ve ABD'nin en seçkin ailelerinden birinin üyesi


olan Henry Adams Mont-Saint Michel and Chartres: A Study of
Thirteenth-Century Unity' başlıklı iki yüz sayfaya yakın zor an­
laşılır denemesini 1904'te özel olarak bastırdı. Adams doğduğu
tarih olan 1838'den beri dünyada yaşanan büyük değişimler­
le (kentlerin büyümesi, toplu taşımacılığın başlaması, göçmen
akımı, politik suikastlar, Darwincilik gibi çığır açan bilimsel
ilerlemeler ve hepsinden önemlisi röntgen, radyo, otomobil gibi
yeni teknolojiler) baş edecek gücü olmadığını hissediyordu.
Çağdaşı romancı Henry James'in tersine Adams hoş karşılama­
dığı bu gelişmelere sırtını dönüp Avrupa'ya taşınmadı. Bunun
yerine nostaljik duygularla çok daha eski bir dönemle-ortaçağ
Avrupa'sı-ilgilenmeye başladı.
Ona göre 11. ve 12. yüzyıllar Fransa'sındaki hayat bir ideali
temsil ediyordu. Bu idealse en çarpıcı biçimde muhteşem gotik
katedrallerde (çeşitli çevre ve sosyal sınıflardan insanların iba­
det etmek, şaşaalı sanat eserlerini seyretmek, muhteşem koro
parçalarını dinlemek ve ruhsal bir yükseliş yaşamak üzere bir
araya geldiği huşu veren binalar) ifade buluyor, adeta şekilleni­
yordu. Bu katedraller yaşamın değerli ahengine tanıklık etmek-

• Tüm kaynaklar kitabın sonundaki "Notlar" bölümünde yer almaktadır.

9
10 Hakikat, Güzellik ve İyilik

teydi. Soyut varlık-Kilise-ve onun fiziksel ifadesi olan kated­


ral arzulanması gereken bir dünyayı temsil ediyordu. Bu dünya
hakikiydi, Tanrı'nın sözüyle yönetiliyordu. Bu dünya güzeldi;
Tanrı'nın suretini yansıtan, insan eliyle yapılmış muhteşem bir
eserdi. Bu dünya iyiydi; Kilisenin ilham veren ışığıyla, İsa'yı
ve azizleri örnek alarak insanlar iyi bir yaşam sürebilirlerdi.
Eserinin tipik bir pasajında Adams heyecanlı ve ağdalı bir dille
şunları söylüyor:

"Dağ tümüyle heybetini koruyordu; Kilise ile Devletin, Tanrı


ile İnsanın, Barış ile Savaşın, Yaşam ile Ölümün, İyi ile Kö­
tünün birliğini temsil ediyordu; evrenin tüm sırrını çözmüş­
tü...Tanrı her şeyi uzlaştırır. Dünya açık, gözle görünür, kutsal
bir ahenktir....Bütün bunlara bir resim, ahengin bir sembolü,
Tanrı ile İnsan arasında şimdiye kadar yapılmış tüm sanat
eserlerinin ifade ettiğinden daha cesur, daha güçlü, daha ya­
kın bir birliğin kanıtı olarak bakarız."

Kendi çağıyla yaptığı kıyaslama yeterince açık değilmiş gibi


Adams bunu şu sözcüklerle vurguluyor: "Yüzyılların tek yapa­
bildiği, bu düşünceyi farklı şekilde ifade etmektir: bir mucize ya
da bir dinamo, bir kubbe ya da bir kömür madeni, bir katedral
ya da dünya fuarı."
Yaklaşık bir yüzyıl sonra, deneme yazmaya başlayan bir ro­
mancı olan David Shields Reality Hunger: A Manifesto (Gerçeğe
Duyulan Açlık: Bir Manifesto) adlı bir kitap yayınladı. Bu kita­
bı tarif etmek Adams'ın eserini tarif etmekten zordur. Her biri
alfabenin bir harfi ve etkileyici bir başlıkla sunulan yirmi altı
bölümden oluşan kitap, birkaç sözcükle yaklaşık bir sayfa ara­
sında değişen uzunlukta 618 hicivden oluşmaktadır. Ele alınan
konular çok çeşitlidir-yazmaktan belleğe, iletişimden politika­
ya-ve sıralama keyfi, hatta rasgeledir.
Kitabı özel yapan neredeyse tümünün alıntılardan oluşma­
sıdır. Dikkatli ya da bilgili bir okur metnin büyük kısmının
başkalarına ait olduğunu yavaş yavaş anlayacaktır, ancak bir-
ônsöz 11

çok durumda sözcükleri kaleme alan "ben" ya da "biz"in kim


olduğu, hangi kitap ya da edebi eserden alıntı yapıldığı açık
değildir. Shields yapmış olduğu şeyi ve nedenini ancak kita­
bın sonunda açıklıyor ve biraz tereddüt ederek, Random House
avukatlarının tavsiyesiyle, düzinelerce dipnot sıralayarak nere­
deyse tüm alıntıların kaynağını veriyor.
Ancak bu aşamada benim gibi okurlar kuşkulanmaya başla­
mıştır. İki yüz sayfa boyunca aldatılmışsak, neden ansızın yazara
inanmaya başlayalım? Gerçekten de neredeyse tüm alıntılar ha­
kikatin ne olduğunu, bulunup bulunamayacağını, bunun bir an­
lamı olup olmadığını sorguluyor. Bunlardan birkaçına bakalım:

"Bir olgunun ömrü azalıyor, sanırım onu kurtaracak zamanımız yok."


"En iyi öykülerin hepsi gerçektir."
"Bir şey aynı zamanda hem doğru hem yanlış olabilir."
"Olanı, olmuş gibi görünenden ayırt etmek zordur."

Shields'in kitabını Henry Adams'a ilham veren teslis inancı­


nın ışığında yeniden gözden geçiriyorum. Bir gerçeklik öğren­
cisi olarak "Shields'in kitabında hakiki olan-eğer varsa-ne­
dir" diye sormalıyım. Bir ahlak öğrencisi olarak sormam gere­
ken soru: "Alıntılardan oluşan bir kitabı başlangıçta bir uyarıda
bulunmadan yayınlamak iyi bir davranış mıdır?" Bir sanat öğ­
rencisi olarak sorum "Bu eser güzel mi?" olacaktır.
David Shields'in kitabı herhangi bir zamanda yazılmış olabi­
lirdi; kuşkusuz Henry Adams'ın yaşadığı dönemde, hatta belki
de ortaçağda. Diğer yandan kitap çağımıza ait bir eserdir. Post­
modernizmin görüşlerini, kusursuz erdemle ilgili herhangi bir
kavrama çekinmeden meydan okuma ruhunu temsil etmekte­
dir. Yazar bilinçli olarak yeni dijital medyanın kolaj, mayşeleme
ve pastiş tekniklerini kullanmaktadır.
Bu iki kitap-ve bu iki yazar-elinizdeki kitabın sorunsalı­
nı temsil ediyor. Artık hakikat, güzellik ve iyilik gibi terimleri
12 Hakikat, Güzellik ve İyilik

araştırmadan, hatta kuşkulanmadan kabul edemiyoruz ya da


hiç etmiyoruz. Ancak gene de, en azından bazılarımız, belki de
çoğumuz bu kavramları korumak istiyoruz.
Kitabı yazmamın iki amacı var: zamanımızın hakikat, güzel­
lik ve iyilik kavramlarını tanımlamak ve gelecekte de varlıkla­
rını sürdürmeleri için söz konusu erdemleri nasıl besleyebilece­
ğimizi anlatmak.
1. Bölüm Erdem'in Peşinde

B urada, Massachusettes, Cambridge'deki ofisimde oturuyo­


rum. Güzel ve serin bir ocak sabahı, solumdaki pencere­
den güneş vuruyor. Çalışma masamın üzerindeki bir kutuda,
her birinde tanınmış bir empresyonist ressamın röprodüksiyon­
ları bulunan kartlar duruyor. Üzerinde çalıştığım-şu an oku­
makta olduğunuz-kitabın iki amacı var. Birincisi bu kitap üç
önemli insan erdemi hakkında düşünmek maksadıyla yazıldı:
hakikat, güzellik ve iyilik. Bu yeniden bakışın ışığında anne
babalara, öğretmenlere ve yeni neslin eğitimi hakkında kafa
yoran herkese önerilerde bulunuyorum.
Yukarıda yazdığım birkaç cümleye, en azından eğitimli bir
felsefeci dışında kimse itiraz etmeyecektir. Gerçekten de bu
cümleler klasik erdemler terimiyle ifade edeceğim kavramlara
örnek teşkil ediyor. Cümleler doğrudur; gerçekten ocak ayın­
dayız, gerçekten ofisimde oturuyorum vb. Söz ettiğim resimler
Claude Monet ve Edgar Degas gibi ressamların herkesçe güzel
bulunan eserleri. Bu edebi girişimimin amacı daha önce belirt­
tiğim gibi temel konuları kapsamlı olarak tartışmak ve eğitimle

13
14 Hakikat, Güzellik ve İyilik

ilgili bazı önerilerde bulunmak; bu da iyi bir iş olarak kabul


edilir.
Bu tür cümlelerin ve yakaladıkları duyguların biraz önce iddia
ettiğim kadar sorunsuz olduğunu varsayalım. O zaman bu kitabı
yazmak kolay olacaktır, aslına bakarsanız kitabı bu noktada biti­
rebilirim. Gerçekten de çoğumuz bu erdemleri kanıksamış halde
yaşıyoruz: Başkalarından duyduğumuz, medyada gördüğümüz,
duyularımızla algıladığımız şeylerin çoğunun hakiki olduğunu
varsayarız. Duyularımıza ve benliğimize ulaşanlardan kuşkulan­
maya önemli bir zaman ayırsaydık neredeyse hiç iş göremezdik.
Benzer şekilde güzellik sözcüğünü kullansak da kullanmasak
da tercihlerimiz estetik duyarılılığımızı yansıtır: Belli görüntüle­
re ve seslere diğerlerinden fazla değer veririz, belli görünüm ve
deneyimlere çekilirken bazılarından kaçınırız ve gerek kendi
görünümümüze gerekse önemsediğimiz insanların (ve evcil
hayvanlar, bahçeler, yemek odaları ve yemekler) görünümüne
özen gösteririz. Bir de başkalarıyla ilişkilerimiz ve başkalarının
davranışlarına ilişkin değerlendirmelerimiz konusu var; bunlar
şahsen tanıdığımız ya da haberler, tarih ya da edebiyattan bil­
diğimiz kişiler olabilir. Bazılarının iyi, bazılarının kötü olduğu­
na çoğununsa belirsiz olarak nitelendirilen karma kategoride
yer aldığına karar verirken nadiren tereddüt ederiz. En azından
üstü kapalı olarak hakiki (ve hakiki olmayan), güzel (ve güzel
olmayan) ve iyi (ve iyi olmayan) kavramlarını kullanmasaydık
sağ kalmamız çok zor olurdu, gerçekten de bir gün bile sağ
kalamazdık. İsterseniz bir deneyin!
Ancak bizim klasik erdemlerimiz çağımızdaki gelişmelerle
hırpalanmıştır. Batı'da son birkaç on yılda doğru, güzel ve iyi
kavramları iki beklenmedik faktör tarafından-hem yeni hem
eski-belki daha önce görülmediği kadar zorlanmıştır: postmo­
dern olarak tanımladığımız fikirler ve giderek yaygınlaşan ve
güçlenen dijital medya.
Bir açıdan-felsefi-bakıldığında beşeri bilimler alanından
gelen postmodern eleştirmenler bu üç kavramın (bundan son­
ra üçlü sözcüğü kullanılacaktır) geçerliliğini sorgulamıştır. Bu
Erdem 'in Peşinde 15

kuşkucu bakış açısına göre neyin hakiki ya da güzel olduğu, o


sırada gücü elinde tutanın tercihlerinden başka bir şeyi yansıt­
mamaktadır: çokkültürlü, göreli bir dünyada yaşarken en fazla
arzu edebileceğimiz çoğu zaman uzlaşması mümkün olmayan
kesimler arasında medeni bir diyalog ihtimalidir. Sözgelimi ılım­
lı bir postmodern, empresyonist sanatı güzel olarak nitelendir­
meme karşı çıkarak, sadece bir dizi rastlantısal koşul sonucun­
da ders kitaplarında hakim konuma gelmiş bir anlatıma teslim
olduğumu iddia edecektir. Daha agresif postmodernlerse güzel
terimini tamamen reddederek, bu kavramın anlamsız olduğu­
nu ya da daha da kötü bir anlam atfederek, güzel sözcüğünü
kullanmanın kendime bir şeyin değerini takdir etme hakkını
tanıdığımı söylemenin kısa yolu olduğunu öne süreceklerdir.
Böylece benim hakikatle ve iyilikle ilgili sözlerim küstah, öznel
ya da anlamsız olarak yorumlanacaktır.
Çok farklı bir bakış açısı olan teknolojik yönden, yeni diji­
tal medya olayların tam bir kaosa dönüşmesine yol açmıştır.
Karşı karşıya olduğumuz bolca iddia ve karşı iddiadan oluşan
bir karışım; daha önce benzeri görülmemiş, sürekli düzeltilip
değiştirilen bir yaratı karmaşası; kontrolsüz, kafa karıştırıcı ve
büyük ölçüde incelenmemiş bir etik ortamdır. Wikipedia'da be­
nim kim olduğum ve ne yaptığımla ilgili bir açıklama herhangi
bir zamanda herhangi biri tarafından değiştirilebiliyorsa, sosyal
paylaşım sitelerinde kendimizi istediğimiz gibi takdim etmemiz
mümkünse ya da bloglar herhangi bir kanıt olmadan Amerikan
başkanının Kenya'da doğduğunu ·iddia edebiliyorsa hakikati
nasıl bulabiliriz? Bir zamanların ünlü bir üstadının fotoğrafıyla
oynanabilirken ya da sanat eserleri hakkında çoğunluğun oy­
larıyla verilen hükümlere uzmanların görüşünden daha fazla
değer verilirken güzeli nasıl takdir edeceğiz? Başka birinin özel
yaşamı hakkında asılsız dedikodular yaymak bu kadar kolay­
ken ya da teknik açıdan yasadışı olmasına karşın neredeyse
herkes korsan müzik indirirken iyiyi-doğru davranış biçimi­
ni- nasıl bulacağız?
16 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Postmodern eleştiri ve dijital medyanın birbirinden bağımsız


tarihleri vardır, bununla birlikte güçlü ve sıkı bir yandaşlık kur­
muşlardır. Bu iki gücün her biri tek başına hakikat, güzellik ve
iyiliğe önem veren insanlarda kaygı uyandırabilirdi, ancak bir­
likte harekete geçmeleri aramızda en güvenli olanları bile du­
raklatmaya yeterlidir. Bu kitapta söz konusu üçlünün önemini,
hatta yaşamın özü olduğunu korkusuzca savunuyorum. Sarsıntı
yaratan yegane etmenlerin bunlar olduğunu iddia etmemekle
birlikte postmodernizm ve dijital medyanın tehdidini ciddiyetle
ele alacağım. İncelememin bu erdemlerin "vazgeçilmez özünü"
ortaya çıkaracağına, bu özü korumamıza yardımcı olacağına ve
bu erdemleri gelecek kuşaklara en iyi nasıl aktarabileceğimize
dair fikir vereceğine inanıyorum.
Neden hakikat, güzellik ve iyiliğe önem vermeliyiz? Ve ne­
den bu erdemlere önem veriyoruz? Gerçekten neden ben bu
kadar büyük bir önem veriyorum? Bu, insan olmanın kökenin­
de vardır ve binlerce yıldır böyledir. İlk insanlarda Makyavelci
bir zeka görüyoruz: Birbirlerini sözler ve davranışlarla aldattı­
lar, bu tür davranışlar ancak bir insanın kendi türünden başka
birinin kendisinin doğru kabul ettiği şeye erişimi olmadığına
inandığında mümkündür. Bu insanlar aynı zamanda kendile­
rini, mezarlarını ve en çarpıcı biçimde de ayinlerini yaptıkları
mağaraların duvarlarını süslediler; kuşkusuz bunlar güzelliğin
doğuşunu (belki de en parlak dönemini) temsil etmektedir. İn­
san ve kutsal kahramanların anısına heykeller dikilirken bile
göz göre göre grubun normlarını ihlal ettiğine-ihanet kabul
edilen davranışlarda bulunduğuna-inandıkları kişileri hızlı ve
acımasız biçimde cezalandırdılar. Gerçekten de bilinen her uy­
garlık hangi açıklamaların doğru hangilerinin yanlış olduğu,
hangi deneyimlerin güzel hangilerinin çirkin ya da bayağı ka­
bul edileceği ve insanların hangi davranışlarının ya da ilişkileri­
nin iyi, tehlikeli ya da açıkça kötü olduğu hakkında bir anlayış
geliştirmiştir.
İnsanlar söz konusu erdemlerle veya onların yokluğuyla ilgili
konuşmaya ve yazmaya başladıklarında önemli bir dönüm nok-
Erdem'in Peşinde 17

tasına da ulaşmış oldular: Tevrat'ın ilk metinleri, Konfüçyüs'ün


kıssaları ve Upanişadlarda önemli hakikatlere ilişkin açıklayıcı
göndermeler, güzel sözler ve görüntüler ve iyi ile kötünün açık
tanımlarını bulabiliriz. Başta Sokrates, Platon ve Aristoteles ol­
mak üzere Atinalı filozoflar kendi hakikat, güzellik ve iyilik
kavramlarını ve bu erdemlerle yönlendirilen bir yaşamın anla­
mını ortaya koyduklarında bir doruk noktasına ulaşıldı. (Fel­
sefeci Alfred North Whitehead "Avrupa felsefe geleneğinin en
iyi tarifini, bu geleneğin Platon'dan alınma bir dizi dipnottan
oluştuğunu söyleyerek yapabiliriz" derken kabul edilebilir abar­
tı sınırlarını aşmamıştır.)
Zaman zaman bu erdemlerin tanımı ve sınırlarının belirlen­
mesi tartışılmamış, basitçe yukarıdan gelen emirlerle kabul edil­
miş olabilir. Totaliter ve otoriter rejimler bu üç erdeme ilişkin
araştırmaları engeller; Stalin, Mao ya da Hitler gibi despotlar
bunların değişmez olduğunu söylemiş ve karşı çıkmaya cesa­
ret edenleri susturmuştur. Hakikat Bakanlığının "Savaş barıştır,
Özgürlük esarettir" diye buyurduğu kara ütopya romanı 1984'te
yazar George Orwell bu tür toplumları kastediyordu.
Erdemler hakkındaki kaygılar sürekli tepemizde dolaşırken,
bunlarla ilgili coşkulu tartışmalara en önemli toplumlarda rast­
lanmaktadır. Hakikati anlama yetisi Sokrates'in bir esire yaptığı
sorgulamasında öne sürdüğü gibi insanın özünde mi vardır,
yoksa Aristoteles'in ortaya koyduğu gibi akıllı gözlemcilerin
yapabileceği sınıflandırmalarla erişilebilen bir durum mudur?
Güzellik altın oranlara titizlikle uyularak ulaşılan bir erdem mi­
dir, yoksa tanrılar ya da Tanrı'nın elinden kapılan ya da bize
bağışlanan bir lütuf mudur? İyilik tek bir tanrıdan mı, Olimpos
dağının zirvesindeki tanrıların çatışmalarından mı yoksa güçlü
bir liderin ya da toplumun temsilcile(inin bir tablet üstüne oy­
durduğu kanunlardan mı doğmaktadır? Bildiğimiz kadarıyla bu
tür tartışmalar Hammurabi'nin hükümdarlığı sırasında Babil'de,
MÖ 4. yüzyılda Antik Yunan'da, cumhuriyet Roma'sında, Sung
Hanedanı döneminde Çin'de, Mağribi halifeliği döneminde Su­
riye ve Mısır'da, İtalyan Rönesansı sırasında ve modern çağda
18 Hakikat, Güzellik ve İyilik

büyük anayasal demokrasilerin kuruluş dönemlerinde yoğun­


luk kazanmıştır. Tarihsel bilgilerle donanmış olarak bizler, tar­
tışmacı ve sorgulayıcı bir ruhun sınırlamalarla çarpışmasının
getireceği tehlikelerin kuşkusuz farkındayız: Maimonides'in ya­
şadığı ortaçağ Kordoba'sı İspanyol engizisyonunun baskısı altın­
dadır; şairler, ressamlar ve alimlerin bulunduğu Konfüçyüs'ün
Çin'i yerini yüzyıllar sonra Mao dönemindeki insan kıyımına ve
kültürel yıkıma bırakmıştır.
Ancak bir toplumda kavramlar birbiriyle çok keskin çelişti­
ğinde çığır açıcı karmaşaların ortaya çıkması beklenen bir du­
rumdur. 20. yüzyılın ilk on yılında Çarlık Rusyası son nefesi­
ni verdiği dönemleri ya da 1920'lerin sonunda Alman Weimar
Cumhuriyeti'nin çöküşünü hatırlayın. İki durumda da halkın sesi
boğuldu, silahlı topluluklar ortaya çıktı ve şair Yeats'in sözleriyle,
"merkez dayanamadı". Bunun sonuçları Stalinist Rusya'nın Gulag
kampları ve Nazi Almanya'sının toplama kampları oldu, bunlar
erdemler hakkında herhangi bir açık tartışmanın tabu olduğu
toplumlardı.
Çağımızda dünyanın büyük bir bölümünde engellenmeden
soruşturma ve tartışma yapıldığı aşikardır ve kuşkusuz bu yu­
karıda sözü geçen alternatife tercih edilen bir durumdur. Bazı
örneklere bakalım. Bir otoritenin yaptığı her erdem yanlısı yo­
rum için bir diğerinden itiraz geliyor. Nobel Ödüllü Albert Ca­
mus "Dünyada sadece tek şey adaletten daha iyi gibi görünüyor,
hakikatin kendisi olmasa bile hakikat arayışı" demiştir. Sanki
buna cevap olarak başka bir Nobel Ödüllü yazar Harold Pin­
ter "doğru ile yanlış arasında kesin bir ayrım yoktur. Bir şeyin
doğru ya da yanlış olması gerekmez, aynı zamanda hem doğru
hem yanlış olabilir" diye iddia etti. Yazar Gustav Flaubert her
iki görüşü bir arada kullanmaya çalıştı. "Tüm yalanlar içinde en
az yanlış olanı sanattır." Bir kuşak boyunca sanatçılar ve sanat
eleştirmenleri güzelliği tartışmaktan kaçınmış, ancak hemen ar­
dından edebiyat eleştirmeni Elaine Scarry, felsefeci Roger Scru­
ton ve büyük düşünür Umberto Eco güzelliğin keşfine adanmış
kitaplar yazmışlardır. Bu konuların yeniden incelenmesi gerek-
Erdem'in Peşinde 19

tiği, bunun bir zorunluluk olduğu açıktır. Koşullar değişmekte,


insanlar değişmekte ve sürekli diyalog olmadığında edinilen
bilgelik düşünce sürecinden geçmemiş inanca dönüşmektedir.
Bu durumda bir yanda farklılıkları örtbas etmekle diğer yanda
karşıt görüşleri olanlara karşı açık düşmanlık arasında gidip
gelen bir yolda seyretmek durumundayız.
Böylece bugünkü duruma geldik. Kalıcı olmayı umut eden
her toplum bu kavram ve değerlerin sonraki kuşaklara aktarıl­
masını sağlamalıdır. Çünkü hakikat, güzellik ve iyilikle tanım­
lanan-ya da en azından bunların arayışına adanmış-yaşam
biçiminden vazgeçersek, hangi açıdan bakarsak bakalım, her
şeyin yapılabildiği, hiçbir şeyin değer taşımadığı bir dünyada
yaşamaya mahkum oluruz. Bu tür neşesiz, normsuz ya da an­
lamsız bir varoluşu kabul etmediğimiz sürece, söz konusu üç­
lüdeki kavramları gözden geçirmek yaşamsal önem taşır. Daha
önceki uygarlıkları donatan canlı tartışmaları hatırlayarak, neyin
esas olduğunu, neyin yok edilemeyeceğini ve yok edilmemesi
gerektiğini, neyin artık geçerli ve haklı olmadığını ve neyin
geleceğe aktarılmadan önce yeniden düşünülmesi gerektiğini
belirlemeliyiz. Tartışmaya evet, düşünmemeye hayır. Sonunda
postmodernizmin görelilik ve çoğu zaman buna eşlik eden si­
nizmini aşmamız, dijital çağın getirdiği muazzam değişiklikleri
ciddiyetle ele almamız gerekecektir; ancak geçmiş dönemlerin
mutlakiyetçilik ve diktatörlüklerine de geri dönemeyiz. Bunun
yanı sıra bu üç erdemin gençlere nasıl sunulması ve daha ileri
yaştakilerin bunları nasıl-ve ne ölçüde-yeniden düşünmeleri
gerektiğini değerlendirmemiz gerekiyor.
Hakikatle başlayalım. Postmodern eleştiri sayesinde hakika­
tin açık ve üzerinde mutabakata varılmış bir kavram olduğunu
güvenle söyleyemiyoruz. Belki de dünyayı sadece önyargıla­
rımızla-bunlar Fox News ya da National Public Radio, BBC
ya da El Cezire'nin görüşleri olabilir-değerlendiriyoruz. Belki
hakikat, herhangi bir geçerliliği olamayacak kadar güçle iç içe
geçmiştir; Orwell'in romanında yansıttığı Stalinist Rusya veya
Maocu Çin'de ya da Bush-Cheney-Rumsfeld Washington'unun
20 Hakikat, Güzellik ve İyilik

"dayanaksız hakikat"inde' hakikat gerçekten neydi? Herhangi


bir arama motorunda bulabileceğimiz bilgi ve eksik bilgi kar­
maşasını düşündüğümüzde, neyin hakikat olduğuna, hatta ha­
kikati aramanın aptalca bir çaba olup olmadığına nasıl karar
vereceğiz?
Güzelliğe gelince... Bir klasik Yunan vazosu ya da bir İran
minyatürünün ya da masamın üzerinde duran Claude Monet'nin
deniz manzarasının güzel olduğuna dair evrensel bir görüş bir­
liği-en azından eksperler ve sanatseverlerin çoğunda-sağla­
yabiliriz. Ancak Sanat Tarihine Giriş dersinden hatırlayacağınız
gibi, Monet gibi empresyonist ressamların eserleri 140 yıl önce­
sinin eleştirmenlerince kabul görmemişti. Günümüzdeyse her­
hangi bir müzede değer verilen ve değerli olan ancak normal­
de güzel sözcüğünü hak etmeyecek çok sayıda eserin (örneğin
Britanyalı ressamlar Francis Bacon ve Lucien Freud'un çalışma­
ları) teşhir edildiğini görüyoruz. Pek çok sanat eleştirmeninin
güzellikle ilgili bir ifade kullanmaktan kaçınmasına şaşmamak
gerek. Gerçekten de günümüzde büyük ölçüde akademik or­
tamda ve eğitimli kesimin konuşmalarında, sanatın amacının
müstesna eserler (bu artık modası geçmiş ya da kitscb kabul
edilmektedir) yaratmak değil sarsmak ve yeniden düşündür­
mek olması "aydın düşünce" olarak kabul edildiğinden, güzel­
likten söz etmek basitlik olarak algılanmaktadır.
Ya da yeni dijital medyanın sağladığı seçenekleri düşünün.
Photoshop kullanarak sanat eserlerini sonsuza kadar yeniden
üretebilirsiniz; tanınmış ve tanınmamış binlerce şairin mısra­
larını sözcükleri istediğiniz kadar değiştirerek bir araya getire­
bilirsiniz. Bunu yaparken yetkili birinden gelen "güzellik" yar­
gısının yerine bireysel zevkinizin aşırılıklarını ya da anonim
yaratıcıların tamamlanmamış çalışmalarını koymuş olursunuz.
Herhangi bir görüntü ya da ses kalıbı gelip geçici ve elinde bir
fare olan herkesin sanat yapması mümkün olduğunda, güzellik

• Dayanaksız hakikat olarak karşıladığımız ıruthiness sözcüğüyle ilgili açıklamayı kita­


bın sonundaki Notlar bölümünde bulabilirsiniz.
Erdem'in Peşinde 21

teriminin temelleri sarsılıyor ya da bir siber uzayda uçuşuyor


gibi görünmektedir. 2004 yılında aramızdan ayrılan eleştir­
men Susan Sontag postmodern düşüncenin ders kitabında
örnek verilebilecek bir görüşünü şöyle açıkladı: "Nesneler ve
olaylar görsel düzeyde güzel ve çirkin, doğru ve yanlış, ya­
rarlı ve yararsız, zevkli ve zevksiz ayrımının ötesinde yeni
kullanım şekilleri, yeni anlamlar kazanıyorlar."
Son olarak iyilik kavramına bakalım. Tarihin belli bir dö­
neminde ya da belli bir coğrafyada neyin iyi neyin kötü oldu­
ğunu güvenle söyleyebiliriz. Sözgelimi antik çağda Atina'da
savaşta kahramanlık göstermek ve esirlere iyi davranmak iyi
nitelikler olarak tanımlanırdı. Savaş karşıtlarına ya da köleli­
ğin kalkmasını isteyenlere-eğer bu bir kadeh baldıran otu
sunulması için gerekçe kabul edilmezse-kuşkuyla bakılırdı.
Ancak insanlık tarihini tüm ayrıntılarıyla bilerek ve zaman
ve mekan içinde kültürlerin gösterdiği farklılığın bilincinde
olarak baktığımızda iyilik ve kötülükle ilgili iddialarımızda
kararsız ve çekingen olmaya başlarız. Bir grubun teröristi
başka bir grubun özgürlük savaşçısıdır: Hangisi iyinin hangi­
si kötünün simgesidir: Atina mı Sparta mı, Hamas mı Yahudi
Savunma Birliği mi?
Burada da teknolojiyle doygunlaşmış çağımız bir zamanlar
neyin iyi, ahlaklı, etik vb. olduğuna dair görece tartışmasız
kabul edilmiş kavramlara şiddetle karşı çıkmaktadır. Dijital
çağda özel yaşam, yazarlık hakları, yüzünü görmediğimiz ve
sosyal paylaşım sitelerinde ya da bir blogda her an tamamen
farklı bir görünümle yeniden karşımıza çıkabilecek olan bir
sanal arkadaşın güvenilirliği hakkında ne düşünebiliriz? Se­
cond Life'ın sanal gerçekliğinde "iyilik" nedir? World of Warc­
raft gibi birden çok kullanıcının katıldığı oyunlarda bu oyun
gerçek olmadığından zorbalık etmek ve hile yapmak kabul
edilebilir bir davranış mıdır? İnternette büyük bir hızla do­
laşan doğrulanmamış dedikodular iyi karşılanması ve daha
fazla araştırılması gereken uyarılar mı yoksa tehlikeli yalan­
lar mıdır? İçinde yaşadığımız parçalara ayrılmış polifonik dijital
22 Hakikat, Güzellik ve İyilik

çağda ortak ahlaki standartlar idealine ulaşmak her zamankin­


den zor görünmektedir.
Ben bu üç erdemin kavramsal düzeyde ayrı olduğu görüşün­
deyim, her biri kendine özgü değerleriyle (ve kusurlarıyla) ele
alınmalıdır. Örneğin bir şeyin güzel ya da iyi olmadan doğru
(Vietnam Savaşı'nda 57.000'den fazla Amerikalının ölmesi) ola­
bileceğini görebiliriz. Aynı nedenle bir şey güzel olmadan iyi
olabilir, cezaevi yaşamıyla ilgili dehşet verici bir belgeseli düşü­
nün. Ya da tüm insanlar yok olduktan sonra doğanın sinema­
tografik bir güzelliği olabilir, ancak bu ne hakiki ne de iyidir;
en azından yok edilmiş tür olan bizler için.
Gene de günümüzde bilinçli erişkinlere açıkça belli gibi gö­
rünen bir şeyin her zaman böyle olmadığını anlamamız önemli­
dir. Bernard Schlink'in Eve Dönüş'ünde (Doğan Kitap, 2007) bir
karakter kendi kendine şöyle düşünür: "Çocuklar iyi ve hakiki
olanın güzel, kötü olanın yanlış ve çirkin olduğunu ümit etmek­
ten vazgeçmezler." Gerçekten de tarih boyunca birçok toplumda
bu üç erdem bütünüyle bağlantılı, hatta birbirine eş olarak algı­
lanmıştır. Yazar Margaret Atwood, eski Mısır'daki "ma-at" kavra­
mından söz ederek böylesi bir döneme işaret etmiştir. Atwood'un
açıklamasıyla "Ma-at" hakikat, adalet, denge, doğa ve evrenin
hüküm süren ilkeleri, zamanın görkemli akışı. . .. doğru, adil ve
ahlaki davranış standartları, olması gereken düzen-tüm kav­
ramlar kısa bir sözcüğe yüklenmiş-anlamına gelmekteydi. Bu
kargaşa, bencillik, yalancılık ve kötü davranışın-ilahi takdirle
kurulan düzendeki herhangi bir bozulmanın- tersiydi."
O zaman burada ince bir çizgi üzerinde yürümem gerekiyor.
Bu kitapta ben her erdemi diğerlerinden bağımsız ele alacağım.
Her birinin tanımlayıcı özelliklerini, sabit ve değişken yönlerini
ve postmodernizm ve dijital medyanın getirdiği tehditleri anla­
tacağım. Gerçekten de benim bakış açıma göre çağımızda bu
erdemlerin her birinin farklı bir konumu ve kaderi vardır. Aynı
zamanda-çağlar boyunca ve bir insanın yaşamı boyunca-in­
sanların erdemleri birleştirme yönündeki eğilimini göz önünde
Erdem'in Peşinde 23

bulundurmaya dikkat edeceğim. Ayrıca zaman zaman birden


fazla erdemi ele aldığımızda uyarıda bulunacak ve bu erdemle­
rin birbirlerini nasıl etkileyebileceğini açıklamaya çalışacağım.

O rtaya büyük bir tablo koyduğumu kabul ederek bu konu­


yu yazmaya nasıl karar verdiğimi açıklamam gerekiyor.
Psikoloji eğitimimde gelişim psikolojisi, nöropsikoloji ve bilişsel
piskoloji alanlarında uzmanlaştım. Geniş bir alana yayılmış bir­
çok disiplinde çalışmış olmama rağmen dünyayı hala bir psi­
koloğun bakış açısından görüyorum. "Geniş bir alan" deyimi
çalışma hayatımdaki üç önemli atılıma işaret ediyor: Çalışma
hayatıma sanat psikoloğu, dolayısıyla geleneksel güzellik ala­
nında bir araştırmacı olarak başladım. Ardından yıllarca insan
bilişini araştırdım: neyin hakiki olduğu ve bunun nasıl belir­
lenebileceğine odaklanan zeka ve anlama yetisiyle ilgili çalış­
malar yaptım. Son olarak da on beş yıldır bir etik çalışmasında
yer alıyorum. Ekibimiz her şeyin hızlı aktığı, medyanın hakim
olduğu, tüketicinin yönlendirdiği bu küresel 21. yüzyıl dünya­
sında iyi bir çalışan, iyi bir yurttaş, iyi bir insan olmanın ne
anlama geldiğini belirlemeye çalışıyor. Bir temel plan bulunma­
dığından (en azından bildiğim kadarıyla), kendi akademik yaşa­
mımda güzellikten hakikat ve iyiliğe doğru bir kayma yaşadım.
Bu kitapta ele alınan konulara uzun süredir ilgi duymama
rağmen son yıllarda düşüncelerimde önemli değişiklikler oldu.
Zeka alanındaki çalışmalarım sayesinde-özellikle çoklu zeka
teorisi-ABD ve diğer ülkelerde eğitim çalışmalarına katıldım.
Bu çalışmalar kendi eğitim felsefemi ortaya koymamı teşvik etti.
1999'da yayınlanan The Disciplined Mind'da (Disiplinli Zihin)
üç noktaya odaklandım: Darwin'in evrimi, Mozart'ın müziği ve
II. Dünya Savaşı'ndaki Yahudi soykırımı. Bu konular rasgele
seçilmemişti. Evrim özellikle bilimsel hakikatin bir örneği, Mo­
zart sanatsal güzelliğin örneği ve soykırım insan kötülüğünün
tarihsel bir kesitini (iyiliğin en keskin karşıtı) temsil ediyordu.
Elinizdeki kitabı naif bir yaklaşımla yazdığım söylenebilir; kla­
sik erdemlerden oluşan üçlüyü sorunlu bir alan olarak görmü-
24 Hakikat, Güzellik ve İyilik

yorum. Bu yönden muhtemelen postmodern görüşleri iyi bil­


meyen okurların-ve öğretmenlerin-çoğuna benziyorum.
Ancak bugün bu derece naifliğin tehlikesini görebiliyorum.
Erdemleri basitçe kabul edersek hakikat, güzellik ve iyilik kav­
ramlarını hedef alan gelişkin' savlara hazırlıklı olamayız. Bir
örnek verelim: Empresyonistler başlangıçta alanında uzman
eleştirmenler tarafından reddedildiğine göre, bu eserleri takdir
etmemiz ve güzelliklerini övmemizin doğru olduğunu nere­
den biliyoruz? Görüşümüz 1870 yılının "gözleri"nden daha mı
keskin? Esaret ya da kadınların ikinci sınıf konumu, felsefe ve
demokrasinin ilk kez biçimlendiği toplum olan antik Yunan'da
nasıl benimsenmiştir? Neden insanlar o kadar uzun zaman gü­
neşin dünyanın çevresinde döndüğüne ve dünyanın düz ol­
duğuna inandılar ve neden hala o kadar çok insan dünyanın
altı günde yaratıldığında ısrarlı? (Bama grubu tarafından ya­
kın dönemde yapılan bir ankete göre Amerikalıların yüzde 60'ı
Tanrı'nın evreni altı günde yarattığına inanmaktadır.) Zihnimiz­
de dolanan bu tür sorulara tatmin edici yanıtlar bulunmaması
kültürlü erişkinlerin bile güzellik ve iyilik kavramlarının bula­
nıklaşmasına neden olur. Geleneksel bilgeliğe karşı çıkmaya
hazır, huzursuz gençlerde bu daha da kolay gerçekleşir.
1999'daki naifliğimle ben de bu klasik kavramlarla ilgili en
azından sorun çıkarabilecek hızlı kültürel değişiklikleri gör­
mezden geldim. Wikipedia'ya girilen bilgiler bir anda değiştiri­
lebiliyorsa doğruyu ya da bir doğrunun olup olmadığını nasıl
bileceğiz? Sanatçı Damien Hirst'ün web sitesi dikkat çekiyor ve
eserleri rekor fiyatlara satılıyorsa, çalışmalarının-en şöhretlisi
formaldehit içinde yüzen ölü köpekbalığı-güzel olması gerek­
tiği ya da artık güzelliğin önemli olmadığı sonucuna varabilir
miyiz? Ergenlik çağında bir genç Facebook'ta birinin arkadaş
listesinden çıkarıldığı ya da cinsel ilişki sırasında gizlice fotoğ­
rafı çekildiği için intihar ediyorsa, suçlayabileceğimiz kötü biri

• Orijinal metinde kullanılan sözcük "sophisticated".


Erdem'in Peşinde 25

var mıdır? Daniel Kehlman'ın Fame (Şöhret) adlı romanındaki


bir karakterin duygularını anlayabiliyorum: "Teknolojinin bizi
sabit bir noktası bulunmayan bir dünyada yaşamak durumunda
bırakması ne garip. Hiçbir yerden konuşuyorsunuz, herhangi
bir yerde bulunabiliyorsunuz ve hiçbir şey kontrol edilemedi­
ğinden aslına bakarsanız hayal ettiğiniz her şey gerçek olabili­
yor. Kimse bana nerede olduğumu kanıtlayamıyorsa ve ben de
emin değilsem, buna kim karar verecek?
Bir kitap fikri aklınıza hir anda gelehilir ama aslında to­
humları zaman içinde atılmıştır. Daha Disiplinli Zihin'i yazar­
ken en helirgin örnekleri seçtiğimin, hakikat, güzellik ve iyilik
kavramlarının açık ya da tartışmasız olmadığının farkındaydım.
Konferanslarımda soru soranlar genellikle hana hunu hatırlatır.
Çocuklarım, onların arkadaşları ve kendi öğrencilerim arasın­
da klasik erdemler hakkında giderek daha göreli, hatta nihilist
görüşler fark ediyorum: Bir ya da iki kuşak daha genç olanlara
bu erdemler ileri derecede sorunsallaştırılmış hatta anakronik
görünüyor. Postmodern görüşleri yıllardır biliyorum ancak New
York Modern Sanat Müzesi'yle ilişkim derinleştikçe bunlara
daha çok dikkat etmeye başladım. Belki de en önemli etken
dijital medyayı öğrenmeye başlamam olmuştur. Bu mecrayı bü­
yük çekinceyle kullanmaya başladım ve yetenekli meslektaş­
larımın yardımıyla gençlerin söz konusu alandaki varoluşunu
anlamaya giriştim. Yavaş yavaş burada en temel varsayımlara
karşı çıkılmakta olduğunu fark ettim. Benim için çalışma, dü­
şünme ve-alışkanlığım gereği-vardığım sonuçları kitap hali­
ne getirme zamanıydı.
Bu sonuçları kısa ve öz bir şekilde açıklayabilirim: Erdem­
lerin her biri soyut bir deneyim alanını kapsar; sırasıyla sözel
ifadeler, hatırlatıcı deneyimler ve insan ilişkileri. Her biri için en
iyi örneği oluşturan özgül insan etkinlikleri vardır: Hakikat alış­
verişi bilim ve basın aracılığıyla yapıltr, güzelliğin alanı sanat ve
doğadır, iyilik insan ilişkilerinin niteliğiyle ilgilidir. Söz konu­
su üç erdem sürekli değişmesine ve saldırıya maruz kalmasına
karşın, insan deneyiminin hatta insanlığın var kalmasınm özü
26 Hakikat, Güzellik ve İyilik

olmaya devam etmektedir. Bu erdemler terk edilemez ve terk


edilmemelidir.
Ayrıntılara dönersek: Hakikatlerin birkaç alanda var oldu­
ğuna güvenmeliyiz. Hakikatleri tanımlamaya ve doğrulamaya
çalışmalı, bir yandan da yeni bilgilerin ışığında tekrar incele­
meye açık olmalıyız. Güzelliğe dayanan bir düzenin sınırlılığını
ve güzelliğin başta geldiği bir dizi sanatsal simgenin de sınırlı
olacağını kabul etmeliyiz. Günümüzde güzellik, ilginçlik gibi
diğer zorunlu estetik değerlerin yanında yerini almıştır. Artık
her birimiz bireysel bir güzellik kavramı edinmek için daha
önce benzeri görülmemiş bir fırsata sahibiz. İyilikle ilgili olarak
iki alanın bilincinde olmalıyız: kökeni çok eskilere dayanan
komşuluk ahlakı ve durmaksızın gelişen çalışan ve yurttaş rol­
leriyle ilişkili etik. Bir yandan kendilerine özgü adetlere değer
verirken, küresel bir matris içinde yer alan insan toplumları
günümüzde içinde bulundukları zaman ve mekan koşullarını
aşan iyilik kavramlarını yaratmak ve bunlara saygı duymak zo­
runluluğuyla karşı karşıyadır.
Her çağın hakim açıklamaları vardır; bunlar söz konusu
çağın düşüncesini yönetmekte, hatta yaratmaktadır. Örneğin
Newton'un fizik alanındaki devriminin ardından insanlar ve ev­
ren mekanik aygıtlar olarak kavramsallaştırıldı. Benzer şekilde
Aydınlanma Çağının felsefecileri ilerleme, akıl ve kusursuzluk
ritmiyle ileriye doğru yürüyen bir dünya-ve bir politik dev­
rim sürecin ilerlemesine yardımcı olursa daha da iyi-anlayışı
geliştirdiler. Ardından 18. yüzyılın sonundaki dramatik politik
devrimlerin aşırılığına tepki olarak 19. yüzyılda tek tek kültür­
ler, uygarlıklar, bölgeler, ulusların farklı uygulamaları doğrultu­
sunda bir inancın doğduğu ve akıl dışı (irrasyonel) güçler ve
düşüncelerin vurgulandığı görüldü.
Beni hu kitabı yazmaya iten motivasyonları incelediğimde,
insan olma durumunun iki güçlü analizine-biri biyoloji diğeri
iktisat alanında-yanıt verme ihtiyacının önemli ölçüde etkili
olduğunu fark ediyorum. Söz konusu açıklamalara son yıllarda
layık olmadıkları kadar itibar edildiğini düşünüyorum. Kuşku-
Erdem'in Peşinde 27

suz hemen hepimiz biyoloji ve iktisat alanlarında geliştirilen


kavramlar ve elde edilen bulgulardan bir şeyler öğrendik, kitap­
ta bunlardan örnekler veriyor ve savlarını açıkça belirtiyorum.
Ancak bir bütün olarak ele alırsak bu bakış açısıyla ilgili ciddi
sorunlarım var. Biyolojik ya da iktisadi açıklamaların yandaşları
bireysel etkenlerin gücünü ve istenilen amaçlara ulaşmak için
yorulmadan çalışan bireylerin etkinliklerini yok saymaktadır.
Bir anlamda bu kitap biyolojik determinizm ve/veya ekonomik
determinizmin hegemonyasına bir karşı sav olarak okunabilir.
İlk olarak biyolojik bakış açısını ele alalım. Beyin ve gene­
tik hakkında daha fazla bilgi edindikçe gerek akademisyenler
gerekse sıradan insanlar çeşitli insan özelliklerinin ne derece
nörobiyoloji ile belirlendiğini merak etmeye başladılar. Estetik
algısı için bir gen var mıdır? Beynin belirli bölgeleri hakikatin
saptanması işlevini mi görüyor? Bunlar hangi bölgelerdir? Be­
yinde ahlaki kararları yöneten devreleri tanımlayabilir miyiz?
Bu tür alanların tanımlanması mümkün olabilir ya da olmaya­
bilir. Ancak belli genlerin bir resmi diğerine tercih etmemize
neden olması ya da zor etik kararlar verirken beynimizin belli
bölgelerinin aktive olması güzellik ve ahlak algımız üzerinde
son sözü söylemekten çok uzaktır. Bu bilgilerin ilk sözü söyle­
yebileceğinden de emin değilim: Şu anda tam olarak evvelce
bilmediğimiz neyi biliyoruz?
İki basamaklı biyolojik sav daha da sinsidir: (1) İnsanlar ev­
rim nedeniyle bulundukları yere gelmişlerdir, ki bu malumu
ilamdır; (2) bu nedenle de evrim hakikatle ilgili yargılarımızın
niteliğini ve sınırlarını, estetik tercihlerimizi, ahlaki ve etik ku­
rallarımızı belirlemektedir. Bunun tersine ben insana özgü ola­
nın evrim sonucunda doğuştan gelen özellik ve eğilimlerimizi
değiştirebilme, bunları aşabilme kapasitemiz olduğunu öne sü­
rüyorum. Tarih öncesi dönemimiz, yazılı tarihimiz ve birbirin­
den farklı çok sayıdaki kültürümüz insan türünün esnekliğine
ve gelecekte izleyeceği yolun sınırsızlığına tanıklık etmektedir.
İkincisi iktisadi bakış açısıdır. İktisat günümüzde insan dav­
ranışının en seçkin sosyal-bilimsel açıklama yolu olarak kabul
28 Hakikat, Güzellik ve İyilik

edilmektedir. Amerikalılara özellikle cazip gelen, aynı zamanda


dünyanın başka yerlerinde de çekici olduğu görülen bir şekilde
matematiksel ve istatistiksel modellerin gerçek yaşam problem­
lerine uyarlanması, entelektüel ayrıcalığı olan bir analiz tarzı
konumundadır. Değişkenleri sayalım, sıraya koyalım, grafiğini
çizelim, bağlantıları bulalım. O zaman neyin ne olduğunu ve
ne yapmamız gerektiğini öğreniriz. Yani sayabilir ve sıralaya­
biliriz ve sayıların sonuçlarına ve buna dayanan sıralamalara
güvenebiliriz. İnsanlar akıllıdır ve neyin doğru olduğuna ilişkin
kararlarına güvenebiliriz. Aynı şekilde piyasa da hata yapmaz,
dolayısıyla en iyi sanat eserleri en yüksek kazancı getirir. Son
olarak muhteşem, hatta mucizevi bir şekilde toplum, her bi­
rimiz yasal biçimde kendi çıkarını kolladığı için daha iyi bir
duruma gelecektir.
Eylül 2008'de yaşanan ekonomik krizden önce bile pek çok
yorumcu insan ve piyasaya ilişkin bu bakış açısının aksaklık­
larına işaret etmişti. Piyasaların kendilerini otomatik olarak
düzenleyemediğini daha önce defalarca görmüştük; insanlar
neyin kendi çıkarlarına olduğunu bilmezler, gerçekten de bi­
reyler ve piyasalar sıkça mantıksız davranabilmekte ve güveni­
lir olmamaktadır ve bu iki unsurun bileşimi ilaç olabildiği gibi
zehirleyebilir de. Buna rağmen özellikle ABD'de olmak üzere
toplumun büyük bir kesimi için iktisadi mercekten bakış hala
sıkışınca başvurulacak bir yöntem olarak kabul edilmektedir.
Bu bakış açısının yeni fark edilmiş olan aksaklık ve kısıtlarına
rağmen insanların çoğu toplumların iktisadi analizleri-hesap
verme sorumluluğu olarak anılan yaklaşım-kullanması gerek­
tiğine inanmaktadır. Bir sıralama biçimi işe yaramadığında, ba­
sitçe bir başkasını kullanmaya başlayabiliriz. Henüz herhangi
bir yerde insan doğasına ilişkin alternatif bir görüş ön plana
çıkamamıştır.
Kitaplarında bardağı taşıran damlayı bulan, sezgileri kuv­
vetli ve çoğu zaman "aykırı" kişilere özgü hayret verici bir per­
formans gösteren gazeteci Malcolm Gladwell'in çalışmalarını
zevkle okuyorum. Gladwell'i okurken çarpıcı bir örnekle sar-
Erdem'in Peşinde 29

sılırsınız. O bir müzenin yeni satın aldığı eserin sahte olduğu­


nu sezen, profesyonel hokey oyuncularının yılın ilk aylarında
doğma eğiliminde olduğunu ya da az satan bir kitabın ansı­
zın en çok satanlar listesine sıçradığını keşfeden bir uzmandır.
Ne var ki üzerinde düşündüğünüzde, Gladwell'in unutulmaz
örneklerinin tersini gösteren durumları kolayca bulabilirsiniz.
Bir bakışta verilen sezgisel hükümler kabul edilebilir oldukları
kadar yanlış olabilmekte, hatta felakete yol açabilmektedir. Pro­
fesyonel hokey oyuncuları daha çok yılın ilk aylarında doğabi­
lir, ancak aynı aylarda doğan ve bu alanla ilgili hiçbir özelliği
olmayan birçok insan ya da yılın daha sonraki aylarında doğan
birçok yetenekli hokey oyuncusu da vardır. Yayınlanan kitap­
larınsa büyük çoğunluğunda satışlar yavaş bir değişme gösterir
ve herhangi bir şekilde en çok satanlar listesine girebilmeleri
gerçekçi bir beklenti değildir.
Bana göre biyolojik ve iktisadi bakış açıları da tahmin ya
da açıklama yetileriyle ilgili aynı aksaklıkları ya da daha na­
zik bir deyişle kısıtları taşımaktadır. Fedakar davranışlarımız
sırasında aktive olan bir beyin bölgesi ya da bu davranışlara
eğilim yaratan bir gen bulunabilir, ancak bütün bunlara rağ­
men bencilce davrandığımız çok fazla durum vardır. Özellikle
iktisatçılar tarafından tasarlanan bir oyunu oynarken insanlar
mantıklı kararlar verebilirler, ama kişilik ya da koşullarla ilgili
faktörler ya da ideolojik faktörlerin mantıksız tepkileri uyardığı
sayısız durum vardır.
Charles Darwin'in çalışmalarını ve evrim teorisinin önemi­
ni takdir etmekte kimseden geri kalmıyorum. Bununla birlik­
te insan davranışları, potansiyelleri ve kısıtlarını Darwin'in te­
rimleriyle açıklama çabalarının aşırıya kaçtığını düşünüyorum.
İnsanın güzellik algısı on binlerce yıl önce Doğu Afrika sa­
vanlarında gelişen zevklerden ziyade tarihsel, kültürel ve-ger­
çekten-salt rastlantısal sapmalara bağlıdır. Aynı nedenle evrim
insanların ne temelde fedakar, duygudaş ve iyi ne de bencil,
duyarsız ve hain olduğunu ortaya koyar. Her iki yönde de güçlü
eğilimlerimiz vardır. Bunun yerine tarih, kültür, insan gelişimi
30 Hakikat, Güzellik ve İyilik

ve eğitim alanlarındaki gerçeklere bakın. Belli bir zamanda ve


belirli koşullarda hangi özelliklerin rol oynayacağını belirleyen
bunlardır. İnsan unsuru (insanların tercih yapabilme ve bunları
yaşam içinde uygulama yetisi) çok büyük rol oynar; gerçekten
de piyasa teorisyenleri ve evrim teorisyenlerinin determinizmi­
ni aşmamıza olanak veren budur.
Bundan sonraki bölümlerde amacım, çok gerekli olmadık­
ça, biyolojik ya da iktisadi bakış açılarına darbe vurmak de­
ğil. Bunun yerine biyoloji ya da iktisadın insan davranışlarını,
kararlarını ve düşüncelerini kapsamlı olarak açıklamaktan çok
uzak olduğunu vurguluyorum. Yeni bir alan olan nöroiktisatta
olduğu gibi bu iki disiplin birlikte çalıştığında bile açıklayıcılığı
sınırlı kalmaktadır. Bunun yerine tarihsel dönüm noktalarına,
farklı kültürel profillere ve talihli-ya da talihsiz-rastlantılara
dikkat çekmek istiyorum. Bunun yanı sıra bireylerin, onları be­
lirli bir yönde gitmeye zorlayan güçlü baskılar altında bile kendi
kararlarını vermedeki hatırı sayılır kapasitelerini vurgulamak ve
ustalıkları ya da hayal güçleri sayesinde yeni ufuklar açan ve
tarihin akışını değiştiren birkaç önemli kişi üzerinde durmak
istiyorum. İktisat ve biyolojinin anlayışımıza katkıda bulunması
iyidir, ancak son yıllarda sıkça gördüğümüz üzere insan dene­
yiminin keşfedilmemiş alanlarını araştırmamızı engellediklerin­
de, bu bakış açılarından vazgeçilmesi gerekir.
Bu erdemlerin durumu çokdisiplinli bir bakış açısı olmadan
anlaşılamaz: Felsefenin kendi yeri vardır ancak psikoloji, tarih
ve kültürel çalışmalar ve evet iktisat ve biyolojinin de kendi­
lerine özgü yerleri vardır. Bu kitapta söz konusu disiplinler­
de serbestçe dolaşacağım ve aynı zamanda güncel olaylar ve
benimkiler dahil olmak üzere günlük deneyimlerden örnekler
vereceğim. Bu kadar genelleme ve özet yeter. Erdemleri önce
kendi başlarına sonra yeni düşünce akımları ve yeni teknoloji
biçimlerinin yarattığı sorunlar açısından tek tek incelemenin
zamanı geldi. Burada üç araştırmanın ardından gençleri en iyi
nasıl eğitebileceğimiz ve artık genç olmayanların bu ezeli ko-
Erdem'in Peşinde 31

nulara ilgisini nasıl sürdürebileceğimiz hakkında düşünerek


oluşturduğum görüşlerimi sunuyorum. Klasik erdemleri ideal
hallerinde yeniden yakalayabileceğimizi düşünerek kendimizi
aldatmamalıyız, bununla birlikte söz konusu erdemlerin temel
özelliklerini koruyabileceğimizi düşünüyorum.
2. Bölüm Hakikat

B u bölüm hakikatle ilgili olduğundan söze hakikat üzerine


düşünerek başlamak akıllıca olacaktır. Tabii benim doğru­
yu söyleyeceğimden de emin olmalısınız, aksi halde yazdıkları­
mı okuyarak zamanınızı harcamazsınız. Hakikat. temelde öner­
melerin, ifadelerin bir özelliğidir: iki artı iki dörttür, Doğru; iki
artı iki beştir, Yanlış. İfadeler herhangi bir konuyla ilgili olabilir;
geçmiş, hava durumu, kişinin istekleri, korkuları. Bu paragrafın
ilk cümlesinin ortaya koyduğu gibi, ifadeler kendileri hakkında
da olabilir.
Gerçekten de bu durum-ifadelerin kendine gönderme yap­
ması-başımızı derde sokabilir. Bu durumda ünlü yalancı para­
doksuyla karşılaşırız. Diyelim ki şöyle bir söz söyledim: "Howard
Gardner her zaman yalan söyler." Eğer bu doğruysa, bir hakikati
söyleyerek kendimle çelişkiye düşmüş oluyorum. Diğer yandan
bu cümlenin yanlış olduğunu (şu ana kadar okuduklarınız hak­
kında kendimle ilgili bir hakikati söylediğimi) ve kronik bir ya­
lancı olduğumu açıklarken yalan söylediğimi varsayalım. Yalan­
cı paradoksu çok kişinin hoşuna gitmiş, ancak aynı zamanda

33
34 Hakikat, Güzellik ve İyilik

özellikle felsefecilerde olmak üzere hazımsızlığa yol açmıştır.


Bu bize dilin kıvrak bir araç olduğunu hatırlatır, görsel bir ya­
nılgı gibi dil de '.7:ihnimize garip oyunlar oynayabilir.
Doğru (ve yanlış) kavramlarının aldatıcılığını ima ettim.
Dikkatle incelendiğinde hakiki olanla olmayanın açıkça belli
ve sağduyuyla anlaşılır kavramlar olduğu düşüncesinin geçerli
olmadığı görülmektedir. Gerçekten de hakikati bu kadar güve­
nilir biçimde belirleyebileceğimize inanmıyorum; kaldı ki her­
hangi bir ifadenin doğruluğunun da her zaman ve her koşulda
geçerli olduğunu düşünmüyorum (ancak 2 + 2 = 4 hakikate
oldukça yakındır).
Bununla birlikte karşıt görüşü benimsemek felaket olacaktır:
hakikate yaklaşmaya çalışma ve mümkün olduğunda hakikati
bulma çabasından vazgeçmek. Diyelim ki postmodern görüş­
leri uç noktaya taşıdık; örneğin hakikatin sadece gücün bir ifa­
desi olduğunu, asla bulunamayacağını ya da boş bir kavram
olduğunu söyledik. Bu koşullarda neredeyse tamamen işlevsiz
hale gelirdik. Ya da tüm yargılarımızı dijital medyayla belirle­
diğimizde (hakikatin web sayfasında çoğunluğun oyunun öte­
sinde bir anlamı olmadığına ya da bir online ansiklopedide
biriken görüşlerin uzman görüşlerinden daha kesin olduğuna
inanıyorsak) düşünce ürünü bir yargının yerini insanların (ya
da boş zamanı fazla olan ağ gezginlerinin) aklındaki esintilere
bırakmış oluruz.
Hakikatin temel tanımını korumamız ve değerini yeniden
takdir etmemiz gerekiyor. Zaman içinde dikkatle, düşünerek
ve işbirliği içinde çalışan insanların, olayların gerçek yüzünü­
neyin gerçek olduğunu-belirlemeye giderek yaklaşacaklarına
inanıyorum. Ancak hakikatin alanı tek değildir. Farklı pratik
alanlarda olduğu gibi farklı akademik alanlarda farklı doğrular
vardır. Bu doğruların birbiriyle karıştırılmaması ya da bir araya
getirilmemesi gerekir.
Bu aşamada hakikat kavramının gelişimini özetlemek, sa­
dece duyularımızdan gelen kanıtlara inanmamamızı gerektiren
nedenlere işaret etmek, hakikatin çeşitli alanlarını ele almak,
Hakikat 35

postmodernizm ve dijital medyanın hakikat kavramına yönelik


tehditlerini gözden geçirmek ve geriye kalan değeri göstermek
istiyorum. Hakikatin geçerli bir kavram olduğunu göstermenin
önemli olduğunu söylemeye bile gerek yok; bunun burada yap­
makta olduğum araştırmanın güzellik, iyilik ve eğitimle ilgili bö­
lümü açısından da önemi açıktır. Hakikatin güzellik ve iyilikle
aynı şey olmamasına karşın yokluğu herhangi bir erdemle ve
erdemlerin bütünüyle ilgili bir yargıya varmamızı engelleyecektir.
Hakikatin insan dilinde doğal bir yeri vardır, ancak olayların
gerçekliğinden emin olmak bebekte dil gelişimi öncesine uza­
nır. Yaşamın ilk günlerinden itibaren beş duyumuz bize dün­
yanın neye benzediğini ve neye benzemediğini anlatır. Bebek
bir bardağa uzanır ve güvenle onu tutar, orada gerçekten bir
bardak vardır. Bebek sanal bir bardağa uzanır, parmaklarını
çevresinde gezdirir ve bardak yerine bir gölge olduğunu fark
edince sızlanır, sinirlenir hatta bağıra bağıra ağlar.
Zamanı iki yıl ileri sardığımızda benzeri bir durum sözel
düzeyde yaşanır. Çocuk "Baba burada" der ve anne başını sal­
layarak "Doğru bu baba" diye cevap verir. Ama anne kendi fo­
toğrafına işaret edip "Bu baba" derse çocuğun kafası karışacak
ve şaşıracaktır. "Hayır, hayır baba değil" diye bağırır. Bu basit
ifade bir anlamda iki yaşındaki çocuğun doğru olanla olmayan
arasındaki farkı bildiğini gösteriyor.
Hakikat kavramımız başlangıçta sağduyudan· kaynaklanır;
burada hem ortaklık hem duyu vurgulanmaktadır. İlk örnekte
duyularımıza, ikinci örnekteyse insanların uygun ve yerinde
kabul ettiğine (bir şeyin sadece tarafımızdan değil, topluluğu­
muzun de bilgili kabul edilen üyeleri tarafından da görülmesi,
duyulması ya da koklanmasına) güveniyoruz. Bu, "sokaktaki
adam" için olduğu kadar yaşamın önemli bir bölümü için de
yeterlidir.

• Orijinal metinde kullanılan sözcük common sense, yazar daha sonra sağduyu anlamı­
na gelen common sense deyimini oluşturan common (ortak) ve sense (duyu) sözcük­
lerine vurgu yaparak devam ediyor. (y.n.)
36 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Ne yazık ki sağduyu bizi çok ileri götüremez. Eksik ya da


yanlış bilgilendirme bir topluluk içinde hızla yayılarak iktisat­
çı John Kenneth Galbraith'in ün kazandırdığı alaycı terimle
"geleneksel akıl" haline gelebilir. Ne de olsa duyularımızdan
gelen kanıtlara rağmen dünya düz değildir, güneş dünyanın
çevresinde dönmemektedir, dünya ve diğer gök cisimleri eter
içinde yüzmemektedir, zaman ve mekan mutlak değildir, in­
sanlar altıncı günde yaratılmamıştır; bir zamanlar yaygın olarak
kabul edilen ancak günümüzde reddedilmiş hakikatlerin liste­
si sonsuzdur. Bu listeye hiçbir önemi olmayan sayısız hakikati
ekleyebilirim. Bugünün 9 Ocak, yarının 10 Ocak, öbür günün
11 Ocak vb. olduğunu yazabilirim; bunların hiçbiri yanlış de­
ğildir ancak doğru olmalarına karşın önemsiz bir dizi cümleyi
sıralamakla hiçbir kazancımız olmayacaktır. Matematikte bile
temkinli olmamız gerekir. İki artı iki beşe eşit olmayabilir ama
Öklitçi olmayan geometride paralel çizgiler birleşmektedir.
Duyularımıza güvenerek hareket etmemiz gerekli olduğunda
bile, duyularımızdan gelen kanıtları yok saymaya kolayca ikna
edilebiliriz. Yarım yüzyıl önce psikolog Solomon Asch bir ma­
sanın çevresinde oturan insanlara iki çizgiden hangisinin daha
uzun olduğunu sordu. Doğru yanıt açıkça belliydi, çizgilerden
biri ötekinden görülebilir şekilde uzundu. Ancak ikinci turda
deney yöneticisiyle işbirliği yapmakta olan yanıtçılar kısa çiz­
giyi seçtiler. Koşullar bu şekilde değiştiğinde masum denek­
yanıtçılar genellikle grubun diğer üyelerine uyum göstererek
yanlış olduğuna inandıkları şeyi onayladı, hatta belki de kendi
duyularını sorgulamaya başladılar. Başkalarının düşüncesini
kabul etme yönündeki bu eğilim birçok deneyde gösterilmiştir.
Örneğin bir grup bir melodinin popüler olduğuna inandırılır,
buna karşılık eşleştirilmiş bir başka gruba bu bilgi verilmezse
birinci grubun melodiyi daha fazla beğenme ve daha sık din­
leme eğiliminde olduğu görülür. Kendi duyularımızdan gelen
kanıtlara ve aklımıza karşı gelmeye kolayca ikna olabiliyoruz.
Hakikatin herhangi bir savunması bu tür baştan çıkışların bilin­
cinde olarak yapılmalıdır.
Hakikat 37

Son olarak tüm ifadelerin kesinlikle doğru ya da yanlış ola­


rak sınıflandırılamayacağını unutmamak gerekir. Birçok ifade
şimdi ya da her zaman için belirsizdir. Örneğin sık sık öne sürü­
len "beynimizin sadece yüzde lO'unu kullanıyoruz" iddiasının
bilimsel olarak kanıtlanması mümkün değildir. (Gerçekten de
bu iddianın geçerliliği ne anlama geldiğine ve bunun kesin ola­
rak doğrulanıp doğrulanamayacağına bağlıdır.) Kuşkusuz bir­
çok başka ifade ya abartılı düzeyde saçma ("ben bu dünyadaki
en şanslı insanım") ya şiirsel ("Kırmızı bir güldür aşkım") ya da
anlamsızdır ("Renksiz yeşil fikirler kızgın bir şekilde uyurlar").
İnsanların hakikat arayışı üzerinde düşünmeye duyularımı­
zın olağanüstü deneyimiyle başlayabiliriz ve başlamalıyız. Ha­
kikat arayışının mümkün olması duyu organlarımızın varlığına
bağlıdır; bunlar derimizin ötesinde ve kafatasımızın dışındaki
dünyayı öğrenme yollarıdır. Ancak arayış burada bitemez ve
bitmemelidir. İnsanın bilgisi hakikat algımızı daha sağlam te­
mellere oturtmak, ilk bakışta çekici görünmelerine karşın so­
nunda yanlış ya da anlamsız olduğu anlaşılan ifadeleri doğru­
luğu kanıtlanmış olanlardan ayırt edebilmek, tekrarlanmaya ve
belki de Kuvvetle Desteklenen Önemli Hakikatler Salonunda
saygın bir yer edinmeye değer ifadeleri takdir etmek amacıyla
yüzyıllardır süren ortak bir yolculukla temsil edilebilir.
Hakikat arayışında en büyük müttefikimiz bilimsel disiplin­
ler ve zanaatler, kısaca yüzyıllar içinde gelişmiş ve derinleşmiş
olan uzmanlık alanlarıdır. Her disiplin, her zanaat gerçekliğin
farklı bir alanını araştırır ve her biri doğruları bulmaya çalışır;
bilginin doğruları, uygulamanın doğruları... En sağlam doğru­
lar matematiktedir: 2 + 2 = 4 ve bu alanda kaldığımız sürece
söz konusu hakikat değişmeyecektir. Öklit'in aksiyomları da
doğruluğunu korumaktadır; Öklitçi varsayımlar sadece Öklitçi
olmayan (ya da hiperbolik) geometri gibi matematiğin yeni bir
dalı ortaya çıktığında, söz konusu yeni alt disiplin bağlamında
sorgulanabilmektedir. Fizik, biyoloji, tarih, psikoloji ya da ik­
tisat gibi diğer disiplinlerin doğrulara ulaşmada kullandıkları
kendilerine özgü yöntem ve ölçütleri vardır.
38 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Matematikten önce de pratik uğraşlar vardı: tahıl ekimi ve


hasadı; avlanmak ve pişirmek; bronzu eritip dökmek; hastaya
zarar vermeden ateşini düşürmek. Ben bunlara pratik beceriler
diyorum. Pratik beceriler öğrenimle elde edilen mesleklerden
-gazetecilik, mühendislik ve mimarlık gibi-kolye, su kemeri
ya da keman olsun nesnelerin yapımına uzanan geniş bir yelpa­
zeyi kapsar. Hakikatin 'ifadelerin özelliği' şeklindeki tanımından
uzaklaşmış görünebilirim. Ancak temelde bu uygulamalar sözlü
ifadelerle ortaya konabilir ve çoğu zaman böyle yapılmaktadır:
"Önce çevrenize bakın; ardından silahınızı kaldırın; şimdi dik­
katle nişan alın vb." Genellikle bir hayvanın nasıl öldürüleceği
ve kesileceğini göstermek bu sıralı eylemleri bir dizi sözcük ya
da sözcük grubuna dönüştürmekten daha kolaydır. Bununla
birlikte son derece başarılı olan "Yeni Başlayanlar İçin" gibi
kendi kendine öğrenim kitaplarına dayanan bir sektör uygula­
manın büyük bir bölümünün, belki arada bir şekil göstererek,
iyi bir şekilde sözlü olarak ifade edilebileceğini varsaymaktadır.
Kuşkusuz zanaatlerle-bazıları yüzyıllar önce başlamıştır­
önce 17. yüzyıl Avrupa'sında, günümüzdeyse dünyanın büyük
bir bölümünde uygulanan bilim arasında güçlü bağlar vardır.
Büyük bir bilim insanı olan Albert Einstein'ın çalışma hayatına
patent dairesinde memur olarak başladığını ve pratik bir so­
runun ilgisini çektiğini unutmayalım: bir rota üzerindeki tren
istasyonlarında bulunan tüm saatleri nasıl senkronize edebi­
liriz? Ne var ki bilim zanaatkarlıktan tamamen farklı bir iştir.
Bilim uygulamayla ilgili hakikatleri değil dünyanın işleyişine
ilişkin bir modeli (ya da biraz kaba olmasına karşın daha doğru
bir deyişle dünyanın işleyişine ilişkin birden çok modeli) bul­
ma çabasıdır. Modeller başlangıçta tasviridir (bir tırtılın güveye
ya da kelebeğe dönüşmesi) ancak sonunda nedensel (X, Y'nin
oluşmasına neden olur) ya da tahmini (X'in oluşmasını sağlar­
sam, Y oluşur) olurlar.
İdeal olarak bilim insanları titiz ve tarafsız gözlemler ve/
veya dikkatli şeffaf deneyler yaparlar. Bu gözlem ve deneylere
dayanarak fiziksel dünya, biyolojik dünya, insanlık vb. ile ilgi-
Hakikat 39

li modeller kurarlar. Bu modeller hiçbir zaman nihai değildir.


Gerçekten de bilimi inanç, kurgu ya da folklordan ayıran özel­
lik değiştirme, düzeltme ya da tersini kanıtlama olasılığının bu­
lunmasıdır. Tipik olarak bu yavaş gerçekleşir. Ancak bilim tarih­
çilerinin gösterdiği üzere bilimsel paradigmalarda bazen ani ve
dramatik değişiklikler olabilmekte, bu durumda tamamen yeni
doğrular (örneğin evrim, görelilik ya da plaka tektoniğiyle ilgi­
li doğrular) ön plana geçmektedir. Bilimleri doğruların görece
sağlam oluşuna göre sıralayabiliriz; bu durumda fizik hiyerarşi­
nin başına, psikoloji ve iktisat sonuna daha yakın konumda ola­
caktır. Ancak tüm bilimler aynı epistemolojik davulun ritmiyle
ileriye doğru yürümekte, en azından yürümeye çalışmaktadır.
Tarih de doğruları bulmayı hedefler, ancak bu disiplin ve
kendine özgü doğrularının işleyişi farklıdır. Tarih geçmişte
olanları belirleme, yani geçmiş hakkında doğru ifadeler üretme
yönünde bir çabadır. Ancak bilimin tersine gözlem ya da de­
neylerle incelenmez, tarih bir zamanlar olmuş ve bitmiş bir şey­
dir. Yazının keşfedilmesinden önce tarih ve efsane birbirinden
ayırt edilemez durumdaydı. Tarih öncesi dönemdeki insanların
kendi "yaradılış efsaneleri" vardı ancak bu tür bir öykünün ge­
çerliliğini kanıtlamanın yolu yoktu. Yazı keşfedildikten sonra
tarihçiler esas olarak yazılı kayıtlara dayanarak çalıştılar; daha
yakın zamanlarda kayda alınmış sözlü ve görsel (fotoğraflar,
filmler, videolar) açıklamaları son olarak da e-posta zincirlerini
incelemeye başladılar. Ancak tarihte yaratıcı sıçrama bilimden
çok daha fazla ya da en azından farklı biçimde görülür: Tarih­
çinin insanların nasıl bu şekilde düşünmeye ve davranmaya
(bazı açılardan zaman ve mekan arasında benzer, bazı açılar­
dansa olağanüstü, neredeyse ölçülemez boyutlarda farklı şekil­
de) başladıklarını anlamaya çalışması gerekir. (Biyologların bir
tırtılın kelebeğe dönüşümünü anlamak için yaptıkları çalışma­
lardaki sıçramalar karşılaştırılabilir nitelikte değildir.)
Ayrıca bilimsel çalışmalarla çarpıcı bir zıtlık, tarihçinin geç­
mişe ait kayıtları yeniden işlemesidir. Roma İmparatorluğu hak­
kındaki bilgilerimiz seksen yıl öncesinden çok farklı olmayabi-
40 Hakikat, Güzellik ve İyilik

lir. Ancak çağdaş Amerikan tarihçilerinin 21. yüzyılın başında


Roma tarihini 1930'lu yıllarda yazıldığı gibi yazmalarını bek­
leyemeyiz; çünkü bir insanın yaşam süresi içinde ABD Roma
imparatorluğu olmuştur (bu muhtemelen Herbert Hoover'ın
başkanlığının son döneminde çalışmakta olan Amerikan tarih­
çilerinin aklından bile geçmeyecek bir düşünceydi). Herhangi
bir çağdaş Roma tarihi yorumu kaçınılmaz biçimde bu bilginin
etkisinde yazılacaktır. Ancak bu uyarılara rağmen birçok tarihçi
"gerçekte olanlara" ya da ünlü bir 19. yüzyıl tarihçisinin dediği
gibi "her şeyin bir zamanlar gerçekte nasıl olduğuna" giderek
yaklaştığına inanmaktadır. Çağdaş bir tarihçi olan Benny Moo­
ris benzer bir görüşü dile getiriyor: "Hala inanıyorum ki tarihsel
gerçeklik diye bir şey vardır ve alimlerin öznel görüşlerinden
bağımsız ve ayrı olarak varolmaktadır; tarihçinin görevi bu ha­
kikati bulmaktır."
Tarih ve bilimi bu şekilde nitelendirirken, tüm bilimcilerin
aynı şekilde çalışmadığının ve tarihçi, tarih yazarı, tarih felsefe­
cisi ve benzeri uğraşları olan uzmanlar arasında mesleklerinin
amaç ve yöntemleri hakkında birçok tartışma yaşandığının bi­
lincindeyim. Gerek bilim gerekse tarih hareketli hedeflerdir. 21.
yüzyılın alimleri, bilim insanlarının çalışmalarını güçlü meta­
forların (araştırma, keşif, belgeleme, atılım ve karşı atılım olarak
bilim) etkisi altında sürdürdüklerinin ve tarihin gerek kapsamı­
nın gerekse kullandığı inceleme araçlarının sürekli değişmekte
olduğunun önceki kuşaklara göre çok daha farkındadır. Bu­
nunla birlikte bilimciler ve tarihçilerin çoğu kabaca çizdiğim bu
tablonun (bilim ve tarihin kendi disiplinleri tarafından onaylan­
mış doğruları temsil eden ifadeleri arama çabasında olması) bir
mesafeden bakınca doğru olduğuna dair görüş birliğine vara­
caktır. (İsterseniz doğru ve yanlış açıklamalar arasındaki farkı
reddedip kadroya girmeyi bir deneyin!) Muhtemelen daha da
önemlisi neredeyse herkesin bir yandan bilim (ya da bilimler)
ve kendine özgü hakikatleri diğer yandan tarih disiplini (ya
da disiplinleri) ve kendi hakikatleri arasında önemli farklılık­
lar olduğunu kabul etmesidir. Ancak herkes bu yaygın görüşe
Hakikat 41

katılmıyor: adanmış postmodern tüm disiplinlerin tapınağını


yıkmak zorunluluğunu duyar; postmodern, bilimin tarih kadar
belirsiz, her tür bilimsel ya da tarihsel hakikati bulma ya da
saptama girişiminin aptalca bir çaba olduğu yönündeki düş kı­
rıklığı yaratan bir sonuca varmalıdır.
Diğer disiplinler hakikati kendi yollarıyla ararlar, ancak bu­
rada ders programının bir dökümünü yapmaya niyetim yok.
(Psikolojinin hakikatini değerlendirmekten kaçmaya çalıştığımı
düşünüyorsanız, belki de haklısınız!) Bunun yerine hakikatle­
rin başka bir alanını ele alacağım: meslekler ve zanaatler, 19.
yüzyıl Amerikan felsefecilerinin 'pragmatik doğru' olarak ta­
nımladığı alanlar.
Özellikle kendi doğrularını kurmaya çalışan ve bazen tari­
hin taslağı olarak adlandırılan bir zanaat olarak gazeteciliği ele
alalım. Muhabirler olay yaşandığı sırada ya da hemen ardından
olanları yakalamaya çalışır. Bazı yönlerden gazeteciler tarihçiler
gibi çalışır; onlar da metinleri okur ve içeriğini, motivasyonunu
ve bakış açısını belirlemeye çalışırlar. Ancak kuşkusuz gazete­
ciler konularına uzaktan bakamazlar; bilgileri ve görüş açıları
zorunlu olarak sınırlıdır, saatlerle ölçülen bir süre içinde habe­
rin özünü saptamaları gerekir, haberi iletmek için zamanla ya­
rışırlar. Gazeteci öyküsünü doğru yazmak ister ancak öykünün
gecikmeden bildirilmesi de önemlidir.
Gazeteciler gazeteci olarak doğmaz ya da ansızın gazete­
ciye dönüşmezler, yetiştirilmeleri gerekir. Geçmişte işe çırak
olarak başlarlardı. Bu acemi muhabirler, deneyimli muhabir­
lerin yanında yerel haberleri toplamaya gönderilirdi. Kıdemli
meslektaşlarının nasıl soru sorduğunu, not aldığını, kaynakları
kontrol ettiğini, taslaklar hazırladığını, editörlerle etkileşimleri­
ni, izleme yapmalarını, düzeltmeleri göndermelerini gözlerlerdi.
Kimse meslek yaşamına New York Times Beyaz Saray muhabiri
olarak başlamazdı. Bunun yerine küçük bir şehirdeki gelenek­
sel muhabir okul kurulu toplantıları ya da adi suç vakaları­
nı bildirirdi. Sadece zanaatta ustalaşmış olanlar-Pennsylva­
nia, Mahanoy City'de maharet göstermiş olanlar-daha sonra
42 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Philadelphia'nın finans semti Harrisburg'daki hükümet bina­


sına, daha şanslı olanlar Birleşik Devletler Kongresi'ne ya da
Avrupa'nın bir başkentine gönderilirdi.
"Bir gazetecinin yetişmesi"yle ilgili bu tablo gazeteciliğin
"altın çağı" olarak kabul edebileceğimiz bir dönemde kulağa
doğru geliyordu. Bu dönem 20. yüzyıl ortalarındaki Amerika'da
(ve belki de diğer modern ülkelerde) sadece birkaç büyük yayın
ağının bulunduğu; Life, Look, Time ve Saturday Evening Post
gibi dergilerin ülke çapında okunduğu; gazete ve mecmuaların
küresel çapta haber büroları kuracak ve gazetecilere yazmak,
fotoğraf çekmek ve düzeltme yapmak için ihtiyaçları olan za­
manı tanıyabilecek kadar karlı kuruluşlar olduğu bir dönemdi.
Benim yaşam süremin içinde olmasına karşın bu çağ artık
çok uzaklarda kalmış gibi görünüyor. Yeni haber kuruluşları­
nın çoğalması, bunların çok azının (eğer varsa) 1960'lı yılların
yayın ağları ya da haftalık yayınları kadar yaygın olabileceği
anlamına gelmektedir. Günümüzde kar marjları daralmıştır ve
birçok haber kuruluşu küçülmek ya da işi tamamen kapatmak
zorunda kalmıştır. En çarpıcı olanı internetin ortaya çıkışıyla
herhangi bir kişinin gözlemlerini haber olarak bildirme, dedi­
kodu yaratma ya da yayma, flaş haber oluşturan fotoğraf ya
da videoları postalama, New York Times ya da BBC gibi haber
kuruluşlarının önüne geçme hatta bu kuruluşları reddetme ola­
nağının doğmasıdır. Bu koşullar bazı utanç verici durumlara
yol açmıştır: Drudge Report'tan Matt Drudge gibi blog yazarları
tarafından yapılan gazetecilik darbeleri ve New York Times'dan
Jayson Blair gibi muhabirlerin fikir eseri hırsızlığı ya da düpe­
düz uydurma haber skandalları.
Günümüzde gazetecilerin çalışma yaşamını nitelendiren
baskı ve eleştiriler, onları gazetecilik zanaatını reddeden ve/
veya gazetecilikte doğruluk idealine karşı çıkanlar için kolay
bir av haline getirmektedir. Kendini gazeteci olarak tanımlayan
bir muhabir gözlemlediği şeyi bildiren, YouTube'a işlenen bir
suçun görüntüsünü koyan, iklim değişikliğiyle ilgili çok oku­
nan bir blog yazan sorumlu bir yurttaştan gerçekte farklı mıdır?
Hakikat 43

"Kurumsal basın" tarafından açıklanan birçok haberin yanlış


olduğu ve birçok önemli haberin bu kuruluşlar tarafından hiç
duyurulmadığı göz önünde bulundurulursa, gazetecilere neden
özel bir konum atfedelim? Neden gazeteciliğin doğrularını kut­
sayalım ya da basından doğruyu söylemesini bekleyelim?
Gazeteciliği gözden çıkaranlara kesinlikle karşıyım. Tüm ak­
saklıklarına ve uygulayanların eksikliklerine karşın gazetecilik
hala gerekli ve değerli bir zanaat, zamanımızda (içinde yaşadı­
ğımız, eylemde bulunduğumuz, kararlar verdiğimiz ve bunların
sonucunda zararlı ya da kazançlı çıktığımız zamanda) olanları
öğrenmemizin en iyi yoludur. Bunun yanı sıra politik, iktisadi
ve yönetsel alanlarda etik hataların yapıldığı, aşikar suçların
işlendiği bir çağda (acaba bu tür kötülüklerin olmadığı herhan­
gi bir zaman ya da mekan var mıdır?) demokratik kurumların
ayakta kalabilmesi için iyi eğitilmiş araştırmacı gazetecilerin
bulunması yaşamsal önem taşır. (Wikileaks tarafından ortaya
konan belgeler için eğitimli gazetecilerin sağlayacağı kaynaklar
gereklidir.)
Etkin bir gazeteciyle propagandacı, kalemşor, dedikodu ya­
zarı, hatta iyi niyetli blogcu yurttaş arasında kökten farklılıklar
vardır. Gazetecilik öğretisi olayların dikkatle ve tarafsız olarak
gözlemlenmesini, kaynakların güvenilirliğinin değerlendirilme­
sini, anonim kaynaklardan kaçınılmasını (olağandışı koşullar
olmadıkça), dedikoduların doğrulanması ya da yok sayılmasını,
eleştirilen ya da suçlanan kişilere aksini kanıtlama fırsatının ve­
rilmesini vb. gerektirir. Her meslekte olduğu gibi muhabirlik be­
cerileri de sadece deneyimli meslektaşların model olarak alın­
ması, dikkatli bir eğitim ve geribildirim, hatalardan öğrenme,
zaman içinde uzmanlarla etkileşim ve onların değerlendirme­
lerinden-olumlu ya da eleştirel-yararlanma yoluyla edinilir.
Günümüzde inanması zor olsa da, on yıllar boyunca ABD'deki
birçok gazeteci tarafsızlıklarının sarsılmasını istemediğinden oy
vermeyi bile reddetmiştir. Thomas Jefferson'un ünlü sözleri şöy­
ledir: "Bana bir gün gazetelerin olmadığı bir hükümet mi yoksa
hükümetin olmadığı gazeteler mi bulunması gerektiği sorulursa
44 Hakikat, Güzellik ve İyilik

hiç tereddüt etmeden ikincisini tercih ederim." Jefferson aşikar


bir hakikati dile getirmese de söylediklerinin geçerli bir gerek­
çesi vardı! Demek ki gazetecilik budur, gerçeklerin hızla araştı­
rılmasına adanmış bir zanaat.
Kuşkusuz ilk bakışta internet çağında gazeteciliğin doğrula­
rını belirlemek çok daha zorlaşmış görünmektedir. İzleyicilerin
CBS akşam haberlerinin her akşam Douglas Edwards ya da
Walter Cronkite'ın yumuşak sesiyle dünyayla ilgili en güvenilir
bilgileri verdiğine inandığımız zamanları hatırlayacak yaştayım.
Hatta her akşam Cronkite haberleri otoriter bir kapanış cümle­
siyle "İşte durum böyle" diyerek bitirirdi. Ve her akşam onun
ağırbaşlı ve ölçülü yardımcısı yorumcu Eric Sevareid "bütün
bunların" ne anlama geldiğini bize anlatırdı. Gece haberlerinin
doğruluğu haftalık Time ve Life dergileriyle onaylanırdı. Bu kit­
le iletişim araçlarının kusursuz olduğunu savunmamama karşın
yaşamı kolaylaştırdıklarını kabul etmem gerekir.
Günümüzde hiçbir haber kuruluşu hu derece otorite sahihi
değildir. Gençler hasılı gazetelerden uzak durmakta ve birçoğu
haberleri New York Times ya da Time'ın online yayınından ta­
kip etmeyi bile tercih etmemektedir. Bunun yerine birkaç blog
okumakta, kendileriyle aynı görüşte olanları tercih etmekte, te­
levizyonda hicivci Jon Stewart ve Stephen Colbert'i izlemekte ve
çoğu zaman bu kaynaklara dayanarak neyin doğru (ya da güzel
ve iyi) olduğuna karar vermektedir. Ya da gençlerin bana sık­
lıkla söylediği gibi "Eğer önemliyse, nasılsa duyarım" tutumunu
benimsemektedirler.
Yaşadığım süre boyunca sarsıcı bir değişim yaşandı. Belki
de hakikatin bulunma olasılığı hakkındaki postmodern kuşku­
culuğu yansıtır biçimde otorite ve nesnelliğin yanına sahicilik
ve saydamlık eklenmiş, hatta bunların yerine geçmiştir. Başka
bir deyişle gençler (ve giderek pek de genç olmayanlar) insan­
lara konumları, eğitimleri ya da uzmanlıkları gerekçesiyle inan­
mamaktadır. Gençler samimi görünen ve yanlılıklarını açıkça
kabul eden kişilere inanmayı tercih etmektedir.
Hakikat 45

Ancak nostalji beni tatmin etmiyor. Pek çok internet seçki­


ninin yeni medyayı demokratik bir nirvana olarak gördüğünün
bilincinde olmamız gerekir, bazen ben de bu iyimserliği pay­
laşıyorum. Online demokrat düzenli olarak pek çok kaynağı
taramakta, her birinin kendine özgü yanlılığını göz önünde
bulundurarak elemekte ve kendi hakikatine-belki de mutlak
Hakikate-ulaşmaktadır. Son zamanlarda bunun bir örneğiyle
karşılaştım. Özet kitapçığında katılan herkesin bir fotoğrafı ve
kısa bir biyografisinin bulunduğu konferanslardan birinde bir
genç adama (ona Ned diyeceğim) rastladım. Sıradan bir tavırla
Ned, "Bu hazır biyografileri hiçbir zaman dikkate almam" dedi.
"Bunun yerine bir arama motoruna girip katılımcılar hakkında
okur, böylece gerçekte kim olduklarını-iyi, kötü ve çirkin­
öğrenirim." Bu yaklaşım izlenirse, bir anlamda herkes kendi­
sinin en iyi gazetecisi ve eğer uç noktaya götürürsek en iyi
tarihçisi olacaktır. Hakikatin temel kavramlarını korumak iste­
yen bizler esas bu noktada zorlanırız: geniş çaplı bir araştırma
yapıp, topladığımız bilgileri akıllıca bir araya getirebilir miyiz?
Eğer bunu yapabilir ve Ned'in uygulamasından doğru dersi alır­
sak, olayların gerçek durumunu belirlemeye her zamankinden
daha çok yaklaşmış oluruz.
Akademik disiplinlerin kendilerine özgü doğruları olduğu
gibi meslek ve zanaatlerin da kendi doğruları vardır ve bunla­
rın bilenmesi gerekir. Kuşkusuz günümüzde zanaatler akade­
mik disiplinlerin çalışmalarından elde edilen sonuçlara geçmiş­
te olduğundan çok daha fazla bağımlıdır. Gazeteciler gerekli
oldukça bilim, iktisat ve felsefe alanındaki bulguları kullanırlar.
Zanaatkarlar matematik, doğa bilimleri, sosyal bilimlerden-bu
disiplinlere dayanan ve çeşitli mesleklere uyarlanabilecek doğ­
rulardan-yararlanırlar. Avukatlar ve mühendisler gibi meslek
sahiplerinin artık kendi değerlendirmelerini yapmaya ihtiyaçla­
rı yoktur, istatistik uzmanlarının çalışmalarından yararlanırlar.
Hakimler bilimsel bulgulara giderek daha sık atıfta bulunmakta
ve jüriler çeşitli disiplinlerden uzman görüşlerini sunan tanık­
ların çatışmalı savlarını değerlendirmek zorunda kalmaktadır.
46 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Din adamları bile araştırmalardan yararlanmakta, bazıları ken­


di "kurumsal araştırmalarını" yapmaktadır. Ancak akademik
uygulamadan ithal edilen bu yöntemler her meslek, sanat ya
da zanaatın kendi temel misyon ve yöntemlerinin yerine geç­
miyor. Profesyoneller-avukatlar, doktorlar, öğretmenler-aynı
zamanda kendi mesleklerinin pratik doğrularını kullanır: "bü­
yük davalar kötü hukuk örnekleridir" "hastayı dikkatle dinle,
sonra daha dikkatli dinle" "ders için titizlikle hazırlanın ama ilk
birkaç dakikada önemli bir şey gündeme gelirse elli dakikalık
ders planınızı çöpe atmaya da hazırlıklı olun." Olması gereken
de hudur çünkü profesyonellere ayrıcalıklı hir konum atfederiz
ve koşullar belirsiz olduğunda karmaşık, tarafsız kararlar ver­
melerini bekleriz.
Konferanstaki genç adam örneğine karşın herkesin kendi
gazetecisi ya da tarihçisi olabileceğine inanacak kadar saf ola­
mayız. Aynı nedenle ortalama İnternet kullanıcısının kendisi
için en iyi avukat, doktor, rahip ya da öğretmen olmasını bek­
leyemeyiz. Ancak online kaynakların çoğalması pekala yeni hir
durum yaratabilir: Gelecekte insanların daha bilgili olmasını,
daha bilinçli sorular sormasını ve sadece bir profesyonelin adı­
nın önüne ya da arkasına hir kurum tarafından birkaç harf ek­
lendiği için otorite karşısında huşu içinde donakalmak hir yana
kabullenmeyi reddetmesini bekleyebiliriz.
Mesleklerdeki değişime, yeni mesleklerin ortaya çıkışına ve
meslekten olmayanların daha fazla katılımına açık olmalıyız.
Buna karşılık mesleklerin temel değerlerine önem veren her­
kesin tetikte olması gerekir. Yakın tarihteki en tüyler ürpetici
medya olaylarından birinde gazeteci Ron Suskind Başkan Ge­
orge W. Bush'un üst düzey danışmanlarından birince uyarıldı.
Danışman Suskind'e gazetecilerin "gerçeğe dayalı bir topluluk­
ta" yaşadıklarını ve işlerinin gözle görülebilir gerçeği incele­
mek olduğuna inandıklarını söyledi. Danışman sözlerine şöyle
devam etti: "Dünyanın gerçeği artık böyle değil. Şimdi biz bir
imparatorluğuz ve kendi gerçeğimize göre davranıyor, kendi
gerçeğimizi yaratıyoruz. Ve siz gerçeği incelerken-istediğiniz
Hakikat 47

kadar akıllıca olsun-biz tekrar bir hamle yaparız, siz bunu da


incelersiniz ve işler böyle yürür. Biz tarihin aktörleriyiz... ve
sizler, hepiniz sadece bizim yaptıklarımızı incelemekle yetine­
ceksiniz." Kaynağının gerçek olması muhtemel görünmese de,
postmodern hakikat görüşünün böylesine kısa ve öz bir ifadesi
zor bulunur. Bu görüşe karşı gelmenin tek yolu tersi varsayımla
hareket etmektir. Cinayete kurban giden değerli gazeteci David
Rosenbaum'un anısına söylenen şu sözlere bakalım: "Yeterince
zeki ya da hevesliyseniz öykülerin çoğunda hakikate yakın bir
şeyler bulunabileceğine inanırdı."
İster tarih gibi akademik bir disiplin ister keman yapımı gibi
bir zanaat ya da gazetecilik gibi bir meslek olsun, hakikat arayı­
şından söz etmek hala uygundur. Bu alanların her birinin kendi
yöntem ve ölçütleri vardır; her biri zaman içinde gelişmiştir; her
birinde yeni keşifler, taze fırsatlar ve beklenmedik engellerin
dikkate alınması gerekir. Tarih ve gazetecilikte ifadeler üretilir
ve ifadeler hakikatin zeminidir. Ancak tarihçiler ve gazeteci­
ler bile günlük uygulamalarında, sözle ifade edilebilecek olan
ama edilmeyen çeşitli eylemlerde bulunurlar. Örneğin tarihçi
günlük olaylarda paralellikler bulmak için daima tetiktedir, ga­
zeteciyse sinemada, televizyonda, öğle yemeği sırasında ya da
parkta koşu yaparken duyduğu konuşmalardan kendi işiyle ilgi­
li ipuçları yakalamaya çalışır. Nesnelere biçim vermek gibi salt
uygulamaya dayanan zanaatlerde ise "uygulamanın sözcüklerle
ifade edilmesi" gündelik çalışmanın bir parçası değil bir seçe­
nektir. Böylece uzaktan baktığımızda akademisyenlerin (bilim
insanları gibi) sistematik ve bilinçli yöntemlerinden meslek sa­
hiplerinin (gazeteciler gibi) daha az biçimsel yöntemlerine ve
zanaatkarların (kuyumcular gibi) amaçlı çalışmalarına uzanan
bir hakikat arayışı süreci görürüz.
Zanaatlerle ilgili "hakikat"ten söz edebiliyorsak, sanatlar
hakkında hakikatten bahsetmek meşru mudur? Sanatlara gelin­
diğinde doğru ve yanlış terimlerini kullanmanın aşırıya kaçtığı
sonucuna vardım. Benim görüşüme göre sanatlar insan hayali­
nin ürünleridir, sanat eserlerini algılama ve yorumlama yolları
48 Hakikat, Güzellik ve İyilik

da hayal gücünün atılımlarını gerektirir. (Bir noktada açık ol­


mak istiyorum: Bu, Shakespeare'in Julius Caesar'ı bir oturuşta
yazmış olduğu ya da bir okurun Moby Dick'in bir yorumunu
Tom Amcanın Kulübesi için de kullanabileceği ya da bunun
tersini yapabileceği anlamına gelmiyor.) Gene de insan icatla­
rından söz ettiğimizde, dünyayı "olduğu gibi" ya da "geçmişte
olduğu gibi" anlamaya yönelik alanlara kıyasla doğru ya da
yanlış iddiaları bana kategorik bir hata gibi görünüyor. Sanki
hava durumunun doğru ya da yanlış olduğunu söylemek gibi;
ne doğru ne de yanlıştır, sadece olduğu gibidir.
Bununla birlikte gerçekliği de yok sayamayız: Pek çok en­
telektüel sanatların hakikatlerinden, bir sanat eserinin yaşamı
doğru yansıtıp yansıtmadığından ya da büyük sanat eserlerinin
evrenin en derin sırlarını açığa çıkardığından söz etmektedir.
Bir kez daha ifadelere dönersek, bazı yorumcular sanat hakkın­
da düşünmek için uygun bir yol bulmuştur: "sahici" ya da "sahi­
ci olmayan." Tiyatro eserleri, şiirler ya da resimlerin yaşamı bir
fizikçi ya da muhabirin çalışmalarıyla aynı şekilde yakalamaya
çalıştığını düşünmemeliyiz. Bu sanat eserlerinin-kullandıkları
araçlar tamamen uydurma olsa da-daha ziyade yaşamın, dün­
yanın, insanlık durumunun bir yönünü etkin, güçlü ve (benim
savıma göre) güzel bir biçimde yansıttığını düşünmeliyiz. Pablo
Picasso'nun sözlerini tekrarlıyorum:

"Sanatın hakikat olmadığını hepimiz biliyoruz. Sanat bize ha­


kikati, en azından anlamamız için bize sunulan hakikati fark
etmemizi sağlayan bir yalandır. Sanatçı başkalarını yalanları­
nın doğru olduğuna ikna etmenin bir yolunu bulmalıdır."

Bu aşamada bir değerlendirme yapmamız gerekir. Tek bir


doğru ya da doğruluk standardı olduğu görüşü günümüzde
fazla basit bulunmaktadır. Aynı durum hakikatin sadece duyu­
lara dayanarak ya da özellikle de seçkin bir özel üniversitede
profesör olunduğunda (müteveffa William F. Buckley'in iğne-
Hakikat 49

lemesini anımsayarak) komşulara anket yaparak belirlenebile­


ceği düşüncesi için de geçerlidir. İnsanoğlu zaman içinde ve
birçok engeli aştıktan sonra ustalığa ulaşmıştır. Hem akademik
disiplinler hem zanaat ve meslekler doğrulara (dünyanın nasıl
olduğu ve çoğu zaman oldukça karmaşık olan zorlukların üste­
sinden gelebilmek için dünyada nasıl davranmamız gerektiğine
ilişkin doğrular) ulaşmayı sağlar.
Postmodern eleştiri bizi cazip hakikat iddialarına karşı tem­
kinli kıldı. Yeni bilimsel paradigmaların, bir kez kabul edildik­
ten sonra mutlaka eski doğruları zayıflatması ya da geçersiz kıl­
ması gerekmez, bunun yerine çoğu zaman doğruların yeni ve
beklenmedik yollarla yeniden düzenlenmesine neden olurlar.
Einstein'dan, kuantum fiziğinden sonra hem lsaac Newton'un
fizik yasalarının geçerli olduğu alanlar hem de başka yasala­
rın geçerli olduğu alanların varlığı kabul edilmiştir. Keşifler
de mesleki uygulamaları değiştirmektedir (test edilen ilaçların
uzun süredir kullanılan bitkisel tedavilerin yerine geçmesi ya
da Google taramalarının insan belleğinin zayıflıklarını telafi et­
mesi gibi) ancak bu tür keşifler ya da icatlar çağlardır kuşaktan
kuşağa aktarılmış bilgeliği her zaman ortadan kaldırmamak­
tadır. Günümüzde tek bir yazı ya da haber yerine birbiriyle
rakabet eden çok sayıda açıklama duymaktayız, ancak bunun
sonucunda yaşanan kaos hakikat arayışını geçersiz kılmıyor.
Genç arkadaşım Ned'in de tanıklık edebileceği gibi arayış baş­
langıçta daha zor olmakta, ancak daha kapsamlı olduğu ve çok
daha titizlikle yürütüldüğünden sonunda daha güvenilir bir so­
nuç vermektedir.
Postmodern dijital çağda hakikatin konumunu en iyi nasıl
belirleyebiliriz? Duyularla elde edilen bilginin gücünü ve kısıt­
larını göstererek. Birkaç disiplinin-matematik, bilim, tarih­
dünyaya ilişkin açıklamalarına ve kendi hakikatlerine varmak
için kullandıkları yöntemleri anlatarak. Doğruluk değerini be­
lirlemek üzere disiplin bağlamında-ve çok sayıda başka disip­
linden-elde edilen kanıtların nasıl değerlendirildiğini göste­
rerek. Muhabirler, hekimler, avukatlar ve kendi işlerini yapan
50 Hakikat, Güzellik ve İyilik

diğer profesyonellerin günlük uygulamalarında kullandıkları


deneyim birikimi ve uzmanlık gücünün yanı sıra genel kabul
görmüş kuralların kısıtlarını ortaya koyarak. İnsanların mantık­
sız, önyargılı ya da propagandaya açık olabileceğinin bilincinde
olarak ama bu eğilimlerin galip gelmesine izin vermeyerek. Kit­
lelerin hangi biçimlerde akıllı (örneğin bireye göre daha doğru
tahminlerde bulunarak), aynı zamanda da akılsız olabileceğini
(modaya ve daha üzücüsü faşistlere boyun eğerek) anlayarak.
Ve hakikat arayışının sanatlarda temelde isabetsiz olduğunu,
buna karşılık söz konusu alanda özgünlüğün ya da "doğru"
bulmanın daha uygun bir yaklaşım olabileceğini göstererek.
Tepeden inme doğruların en keskin eleştirmenleri bile para­
doksal olarak-belki de özellikle-onun önemini onaylamak­
tadır. Gazeteci Dan Rather'ın iddiasına karşı çıkan hlogcuya
kulak veririz, çünkü blogcunun gazetecilik geleneğinin gözden
kaçırdığı bir hakikati yakaladığını düşünürüz. Üniversite öğ­
rencisi Kaavya Viswanathan'ı küçümseriz çünkü yazdığını id­
dia ettiği bir romanın başka eserlerden alındığı gösterilmiştir;
romanıyla ilgili yeni bir hakikat. Burada da ( gene paradoksal
olarak) postmodern kuşkuculuk ve yeni dijital medya güçlerini
birleştirerek gerçekte olana dair daha güçlü kanıtlara dayanan
bir dizi açıklama üzerinde ısrar etmektedir.
Benim disiplinim olan psikolojinin terimleriyle ifade eder­
sek hakikat arayışı gelecekte giderek daha "bilişüstü" olacaktır.
Başka bir deyişle artık sadece kendi gözlerimize, gece haber­
lerinde söylenenlere ya da Time dergisinde yayınlanan özetle­
re güvenemeyeceğiz. Duyularımızın yanılıp yanılmadığını; bir
haber muhabiri ya da yorumcunun bir olayı doğru aktardığını
ya da bilerek veya bilmeyerek yanlılığını habere yansıttığını;
birkaç disiplindeki akademisyenin kullandığı yöntemlerin yanı
sıra en yetkin profesyoneller tarafından kullanılan yöntemleri
anlayabilmemiz için yerine koyacağımız başka bir şey yoktur.
Baştan çıkarıcı düzeyde dolambaçlı olma riskini göze alarak
hakikatler hakkındaki hakikati anlamaya çalışmalıyız.
Hakikat 51

Artık tek bir doğru değil doğrular vardır ve bunların her


biri kendi alanı için uygun, her birinin yanılması mümkün ama
her biri sürekli gelişmeye ve iyileştirilmeye açıktır. Belki asla
Saf Mutlak Hakikatin Vadedilmiş Ülkesine ulaşamayacağız ama
doğru yolda ilerliyoruz. Bu sınırlı ama bizden öncekilere kıyas­
la dünyaya ilişkin daha hakiki bir tablo-daha doğrusu tablo­
lar-elde ettiğimizi, ancak aynı zamanda asla mutlak sonuca
ulaşamadığımızı göstermektedir: Bizden sonra gelenler hakika­
te daha yakın sonuçlara varabilirler.
3. Bölüm Güzellik

H akikat kavramına ilişkin araştırmamız karmaşık ancak bel­


ki de şaşırtıcı biçimde iyimser oldu. Kuşkusuz tek bir ha­
kikat ya da mutlak hakikat yoktur. Ancak postmodern uyarılara
karşın ümit verici bir gelişme fark edebiliyoruz: daha sağlam
ve geniş kabul görmüş doğruluk anlayışı yönünde bir ilerleme.
Yeni medya birbiriyle rekabet halinde, hatta çelişkili hakikat
iddialarından kara bulutlar yaratırken, standartları olan güçlü
bireyler güvenilir yargılara ulaşabilirler; belki de bu yargılar di­
jital çağ öncesine göre daha sağlam temellere dayanmaktadır.
Ancak belli alanlarda doğruluk ve yanlışlık kavramları ya­
nıltıcıdır. Sanat, söz konusu durumun prototipidir. Sanat eser­
lerinin insan hayalinin dünyanın gerçekleriyle sınırlanmamış
ürünleri olduğu söylenebilir. Bunun yerine sanat sahicilik testi­
ne tabi tutulabilir: Bu eserler bir deneyimin belli yönlerini güç­
lü ve çağrıştırıcı biçimde yansıttıkları ölçüde sahicidir. Gerçek
anlamda hakiki olmasalar da bunların hakikat olabileceği bir
dünyayı-bir düş ya da bir kabus-gözümüzde canlandırabi-

53
54 Hakikat, Güzellik ve İyilik

liriz. Başka bir deyişle sanatlar dünyayı anlamada kullanılan


meşru ancak bilim ve tarih gibi akademik disiplinler ya da hu­
kuk, tıp ve gazetecilik gibi mesleklerde geçerli yaklaşımlardan
farklı yolları temsil ederler.
Kuşkusuz bir kez sanattan söz etmeye başladığımızda güzel­
liğe kıyasla hakikat ya da iyilikle çok daha az ilgilenilen bir ala­
na gireriz. Gerçekten de çok uzak olmayan bir geçmişte sanat
eserlerinin (müzik, dans, edebiyat, tiyatro, grafik ya da plastik
sanatlar) değerlendirilmesinde kullanılan birincil standart gü­
zellikti. Görsel sanatlardan bir örnek verirsek resimler, çizimler
ve heykeller genel geçer güzellik kavramına eriştikleri ve örnek
oluşturdukları ölçüde övgüye değer-ya da 18. yüzyılın diliyle
yüce-kabul edilirdi. Aynı nedenle geçmişte sanat izleyicileri
güzel olmadığı, çirkin ya da kötü yapılmış olduğu düşünülen
görüntü ya da özelliklerden rahatsız olurlardı. Empresyonist ça­
lışmaların, özellikle de o zamanlar gözde olan Barbizon ekolü­
nün kartpostal estetiğine (günümüzde daha az alıcı bulmakta­
dır) değer verenler tarafından başlangıçta çirkin oldukları ileri
sürülerek reddedildiğini anımsayın.
Günümüzde, özellikle Batı ülkelerinde sanat alanında güzel­
liğin konumu bundan neredeyse hiç farklı değildir. Bazı göz­
lemciler güzellik teriminden tamamen kaçınmakta, bazılarıysa
bu terimi geçmişe göre oldukça farklı biçimlerde kullanmak­
tadır. Bir açıdan bu tür farklı tutumların bulunması şaşırtıcı
değildir, ne de olsa sanatın bir zevk meselesi olduğu görüşü
Roma dönemine dek uzanır-"de gustibus non est disputandum"
(zevkler tartışılmaz). Ancak günümüzde şunu sormamız gere­
kir. Güzellik terimi ya da kavramı herhangi bir amaca hizmet
ediyor mu? Eğer böyleyse bu konuda nasıl düşünmeliyiz?
Belli nesne, deneyim, olay ya da kişilerin güzel sıfatıyla nite­
lendirilmesi adet haline gelmiştir. (Buradan itibaren genel ola­
rak bu farklı unsur ve fenomenler için tek terim kullanarak
hepsine nesne diyeceğim.) Bir şeye güzel derken söz konusu
nesneye bakmaktan zevk aldığımızı, sıcak ve olumlu bir duygu
Güzellik 55

belki de tatlı bir ürperti hissettiğimizi -ya da nörofizyolojik bir


tanımı tercih edersek serotonin hücumu yaşadığımızı-söyle­
riz. En önemlisi, bir nesneyi güzel bulduğumuzda aradaki me­
safeyi korumak isteriz; başka bir deyişle nesneyi kucaklamaya,
yemeye ya da yere çarpmaya kalkışmayız. Nesne kesin bir gücü
barındırır ve yansıtır. Bu hoş duyguyu yeniden yaşamak ya da
artırmak için güzel nesneyi tekrar tekrar (belki çok sık değil)
ziyaret etmek isteriz.
Hakikat ve güzellik temelde birbirinden farklıdır: Hakikat
ifadelerin özelliğidir, buna karşılık güzellik nesneyle yaşanan
deneyim sırasında kendini ortaya koyar. (Kuşkusuz iletişim
amacıyla "güzel" diyebiliriz ancak bu sonradan gelen bir dü­
şünce olup deneyimin özü değildir.)
Erdemler arasında daha da çarpıcı bir fark var. Zaman içinde
hakikatin niteliğine ilişkin anlayışımız değişmemiştir; değişen
sadece hakikatleri doğrulamak ve belli hakikat iddialarının sağ­
lamlığını belirlemek için kullandığımız araçlardır. Buna karşılık
güzellik anlayışımızda oldukça önemli değişiklikler olduğu ve
görüşlerimizin öngörülemez şekilde değişmeye devam edeceği
kanısındayım. Bunun nedeni güzelliğin kesin hükümlere di­
renen tarihsel, kültürel ve kişisel faktörlerden etkilenmesidir.
Gerçekten de bugün pek çok kişinin güzel bulduğu deneyimler
atalarımızın çok şaşırmasına neden olabilirdi ve modern (ya
da postmodern) uygarlığa ayak uydurmamış kişileri hala şaşırt­
maktadır. Bu nedenle "geleneksel güzellik"le "bireysel güzellik
algısı"nı ayrı kavramlar olarak ele alıyorum.
Güzellikle ilgili deneyimler kesin hüküm ve açıklamalara di­
reniyorsa, neden bunlarla ilgilenmeye devam edelim? Çünkü
her şeyden önce güzellik arayışı yaşamın çok önemli bir par­
çasını oluşturur; bu özellikle temel gereksinimlerin-yeme, ba­
rınma, güvenlik-karşılandığı koşullarda geçerlidir. Gerçekten
de benim için sanatsal bir güzelliği yaşama fırsatı akademik ya
da pratik disiplinlerde hakikat arayı�ı kadar önemlidir. Güzellik
erdemini araştırmanın ha�ka hir nedeni daha vardır: Yakın bir
56 Hakikat, Güzellik ve İyilik

geçmişte biyoloji ya da iktisadın etkisinde kalmış kimi alimler


sayesinde güzellik hakkında özensiz birtakım cümleler sarf edil­
miş ve bunları düzeltmenin zamanı gelmiştir.
Söz konusu yanılgıları ele almadan önce bir noktayı kabul
etmeliyim: Doğa ve en az onun kadar insan doğası güzellik ve
çirkinliği çeşitli kademelerde sunar. Kültürler ve çağlar arasında
bile belli manzaralar geleneksel olarak güzel kabul edilmekte­
dir: hol ağaçlı manzaralar, görkemli günbatımları, heybetli dağ
zirveleri, sakin göller ve coşkun nehirler. Benzer şekilde belli
yüz ve beden biçimlerine de değer biçilmektedir. Tekneler, si­
lahlar ya da takılar gibi insan eliyle yapılan nesneler bile denge
gibi kimi genel kurallar doğrultusunda ve altın oran gibi geo­
metrik ölçülere göre değerlendirilmektedir.
Yaptıkları bir çalışmada sanatçı Alexander Melamid ve Vitaly
Komar farklı ülkerden kişilere sanat eserlerinin slaytlarını gös­
terdiler. Güzel ve güzel olmayan eserlere dair oldukça belirgin
bir görüş birliği elde edildi. Bunun yanı sıra, söz konusu tercih­
lerin konusunun da öngörülebilir olduğu saptandı. Slaytlar ister
ABD ister Kenya'da gösterilmiş olsun, yanıt verenler genel ola­
rak doğa manzaralarını (göller, dağlar) tercih etmiş ve en düşük
puanı renkli geometrik şekillere (Nikolas de Stael'in resimlerini
hatırlatan) vermişlerdir. Şekil 3.l'de yer alan resim çiftlerinde
tercihlerdeki benzerlik görülmektedir.
Güzelliğe ilişkin hu anlayış ve standartlar nereden geliyor?
Son zamanlarda güzellik standartlarının insanın sinir siste­
minde genetik olarak bulunduğunu iddia etmek moda-ger­
çekten de "çok moda"-olmuştur. Ya da belki daha az cüretkar
ve daha nazik olarak bu standartların insanın sinir sistemiy­
le çevresel koşullar arasındaki etkileşimin sonucunda doğal
olarak ortaya çıktığı öne sürülmektedir. (Evrim teorisinin bu
tercihlerin geçmişte belli çevre koşullarının atalarımıza daha
uygun geldiği için ortaya çıktığı yönünde bir savı vardır. Bu tür
ortamların çekici gelmesi evrim açısından bir avantaj sağlamış,
böylece kuşaklar boyunca devam eden bir özellik olmuştur.)
Güzellik 57

�ekil :U Anıerika'ı1111 l:'ıı JJeRc•ııileııi, 199-i (sol iisll; Anıerikt(ııııı Fıı


!JeReııilnll'.)'elli, 1994 (sağ iist). Ç'/ıı "iıı /:'ıı Ue[!,eıı/Jeı,i, 1996 (sol orta);
Çiıı'iıı h'rı JJeRenilmeyeni, 1996 (sağ orta); Keııya'nııı En IJeRenileni,
1996 (sol alt); Kenya 'nm Hıı Begenilmeyeııi, 1996 (sağ alt). Giiri.inıüler
Vitaly Kolınar ve Alexander Melaınic.l 'den alınmıştır. Honald Feldıııan'ın
(Fine Arts, New York) izniyle yeniden basılmıştır.
58 Hakikat, Güzellik ve İyilik

En geniş anlamda doğal güzelliğe ilişkin belli genel kural­


ların-örneğin simetrik bir yüz ve beden-tarih ve kültürün
beklenmedik gelişmelerinin ötesinde olduğunun kanıtlanması
ve böylece evrensel olduklarının iddia edilmesi beni şaşırtma­
yacaktır. Belki de belli orman görüntüleri karşısında bazı nörot­
ransmiterler salgılamak üzere programlanmışızdır. Biyolojiye yat­
kın meslektaşlarımıza bu kadar ödün vermeyi kabul ediyorum.
Bununla birlikte söz konusu eğilimlerin sanatsal güzelliğin
temelini ya da derinliğini açıkladığı görüşüne şiddetle karşı çı­
kıyorum. Bu eğilimlerin en fazla genç ve eğitimsiz bir organiz­
manın neye dikkat etmesi gerektiğine-işitsel, görsel ya da tek
ya da çok sayıda duyu aracılığıya-ilişkin geniş parametreler
oluşturabileceğini düşünüyorum. Olağan duyusal deneyimleri­
miz doğruluk değerinin helirlenmesi için bir başlangıç noktası
olabilir, bununla birlikte hu ortak deneyimler tek başına dün­
yanın temel hakikatleri hakkında şaşılacak derecede az hilgi
verir. Aynı nedenle Homo sapiens genleri üzerinde yapılacak
araştırmaların, beyin görüntüleme incelemelerinin ya da nörot­
ransmiter çalışmalarının güzellik-ister doğal ister insan eliy­
le yapılmış-alanında hize çok az önemli bilgi verebileceğine
kuvvetle inanıyorum.
Sürekli olarak X özelliğinden sorumlu gen, Y'den sorumlu
sinir ağı, Z'nin evrimsel temeli arayışı içindeki bir akademik or­
tamda hen neden epistemolojik açıdan geri görünen bir tutumu
tercih ediyorum? Çünkü insanlığın (taraflı olduğundan insan
doğası terimini kullanmaktan kasıtlı olarak kaçındım) tamamen
tarihsel (ve tarih öncesi) rastlantılarla dolu olduğuna ve insan
kültürleri (ve alt kültürleri), hatta aynı klan ya da topluluktaki
insanlar içinde ve arasında olağanüstü farklılaşmalarla tanım­
landığına inanıyorum. Genlerimiz ve beyinlerimiz on beş bin
yıl hata kırk bin yıl önceki atalarımızınkinden fiziksel olarak
farklı değildir. Bununla birlikte 21. yüzyılda yaşayan çoğumuz
için kendini paleolitik atalarımızın, Sokrates'in ortadan kaldırıl­
ması için oy vermek üzere agorada toplanan Atinalıların, Fran­
sız Devrimi'yle iktidardan düşen aristokrasinin, esaretin hikme-
Güzellik 59

ti ya da ırk ayrımının gereğinde ısrar eden Amerikalıların ya da


Çin'de 1960'lı yılların Kültür Devrimi sırasında anne babalarını
ve öğretmenlerini ihbar eden gençlerin yerine koymak son de­
rece zordur.
Bu çağlarda çok farklı insanlar yaşamış ve onlar birbiriyle zıt
güzellik, çirkinlik, yücelik ve sıradanlık anlayışlarını temsil eden
farklı sanat eserlerine değer vermiştir. Amerikan İç Savaşı'na ait
anıtları (gözde atının üstüne kurulmuş masif ve duygusuz bir
figür) Vietnam Savaşı Anıtı (iki düz siyah granit duvar üzerine
sıralanmış elli sekiz binden fazla isim) ile karşılaştırın. 19. yüz­
yılda yaşayan insanların Vietnam Anıtı karşısında duygulana­
bileceklerini hayal etmek çağdaş izleyicilerin bir at heykeliyle
duygulandıklarını düşünmek kadar zordur. Benzer şekilde 18.
yüzyıl Fransa'sında yaşayanlar dağların itici olduğunu düşünür­
lerdi. Tarihçi Graham Rohb'a göre "Bu konu hakkında durup
düşünmüş olanlar için dağlar ve oralarda yaşayan insanlar ilkel
dünyanın kalıntılarıydı." Romancı Orhan Pamuk da İstanbul'da
yaşayanların ve ziyaret eden turistlerin şehri ne kadar farklı
algıladığını tarif ediyor: "... perspektife meydan okur gibi hepsi
bir başka yana hafifçe yatmış (ya da kimileri, karikatüristlerin
çok sevdiği gibi, birbirlerine yaslanarak eğilmiş) evler, çatıla­
rı, cumbaları, pencere pervazları yamulmuş yapılar, oralarda
yaşayanlarda sağlamlık ve güzellik duygusu değil, yoksulluk,
imkansızlık, çaresizlik ve ihmal duygusu uyandırırlar. Kenar
mahallelerin bu yoksul görüntüleriyle, bakımsız tarihi köşelerin
sunduğu rastlantısal 'güzellikten' zevk alanlar ya da yıkıntılar­
dan pitoresk tatlar çıkaranlar bu yerlere dışarıdan gidenlerdir."'
Günümüzde pek çok kişi, söz konusu ortamda yaşayanlara itici
gelen doğal ve insan yapımı görüntülere değer verip, güzel bu­
labiliyor.

• Orhan Pamuk, İstanbul Hatıralar ı•e �dıir, İ il'tişiın Yayınları, 21. Baskı, Kasım 2010,
s. 239-240.
60 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Biyolojik temele dayanan estetik cazibe açıklamaları büyük


bir karmaşa yaratmaktadır. Daha önce ressam olan Viyana kö­
kenli Amerikalı besteci Arnold Schönberg'in ortaya koyduğu
keskin ayrımı gördüğümde bu karmaşanın nedeni açıklığa ka­
vuştu. Bu sanat devi üslup ve /ikir(Almanca'dan çevrilen kendi
terimleriyle) arasında ayrım yaptı. Schönberg'e göre üslup bir
çağın eserlerini başka bir çağın eserlerinden ayırır; örneğin mü­
zik açısından Mozart, Haydn ve Johann Christian Bach'ın klasik
dönemini Liszt, Schumann ve Berlioz'un romantik dönemin­
den. Bu ayrımlar o kadar büyüktür ki bir çocuk, hatta bir gü­
vercin ya da sıçan bile aradaki farkı (takdir edemese de) duya­
bilir. (Ne de olsa güvercinlerin empresyonist Claude Monet'nin
resimleriyle soyut ekspresyonist Jackson Pollock'un resimlerini
güvenilir biçimde ayırt ettiği gösterilmiştir.)
Eğitimsiz dinleyiciler tüm klasik bestecileri bir kefeye, tüm
romantik bestecileri başka bir kefeye koyarlar, çünkü aynı tarz
müzik yapan bestecilerin aynı üslup özellikleri vardır. (Benzer
şekilde görsel sanatlarda eğitimsiz izleyiciler tüm empresyonist­
leri, tüm soyut ekspresyonistleri, popüler müzisyenleri ya <la
kavramsal müzik bestecilerini aynı kategoride görürler.) Ancak
sanatı ilginç, büyüleyici ve dikkat çekici kılan Mozart ve Haydn
(ve Schubert ve Beethoven) arasındaki, Mozart'ın piyano sonat­
larıyla yaylı sazlar kuartetleri arasındaki ve belki de özellikle
bir müzisyenin do minör piyano konçertosunu (K 491) yorum­
layışıyla aynı derecede tanınmış başka bir müzisyenin yorumu
arasındaki (örneğin Glenn Gould ile Mitsuko Uchida) farklardır.
Sinir sistemi ya da insan genomunun daha iyi anlaşılmasıyla
bazıları kalıcı bazıları oldukça geçici bu değerlendirmeleri nasıl
yaptığımız bir yana farklı tarzları nasıl ayırt edebildiğimiz soru­
suna bir yanıt bulunacağını düşünemiyorum.
Biyolojik bakış bariz üslup farklarını nasıl ayırt ettiğimizi bir
ölçüde açıklayabilir ancak belli eserler hakkındaki yargılarımızı
(güzellikle ilgili yargılar dahil) aydınlatmakta tamamen yetersiz
kalırlar. Bu noktaya değinen İngiliz edebiyat eleştirmeni Ray­
mond Tallis ünlü romancı A.S. Byatt hakkında çalışma yap-
Güzellik 61

ınıştır. Byatt John Donne'ın eserlerine olan hayranlığını yakın


zamanlarda öne sürülen ayna sinir hücresi kavramındaki gibi
belirli nöral yollar ve bağlantılarla açıklamaya çalışmıştır. Tallis,
Hyatt'ın nöroedebiyat eleştirisine (beyin bilimlerinde elde edi­
len bulguların edebiyattaki belli tema ve biçimlerin çekiciliğini
açıklamak üzere kullanılması) olan takıntısından üzüntü duy­
duğunu belirtiyor. Şakacı bir biçimde bu tutumu aşın anlamak'
olarak tanımlıyor:

"Byatt nörofizyolojik bir yaklaşım benimseyerek önemli ay­


rımları gözden kaçırıyor: John Donne'ın bir şiiri ile başka
bir şiirini okumak, belirli bir şiirin art arda okumaları, Don­
ne ile diğer metafizik şairleri okumak, metafizik şiir yazarları
ile William Carlos Williams'ı okumak, büyük bir edebi eserle
değersiz bir şeyi okumak, okumakla tuvalet kMıdı kalmadı­
ğını görüp sinirlenmek gibi birçok başka etkinlik arasındaki
farklar. Görülüyor ki bu yaklaşımla edebiyat eleştirmeninin
kaybedeceği olağanüstü sayıda ayrım vardır. Ancak bu aşırı
anlamanın bedelidir."

Sanatlar kestirilemeyen tarihsel, kültürel ve bireysel yollar­


dan geçerek ilerler; sanat eserlerine hayranlık duyabilir ve ya­
şadığımız deneyimden zevk alabiliriz ancak bu eserlerin anla­
mını ve çekiciliğinin nedenini açıklayabilen bir algoritma-ma­
tematiksel, biyolojik ya da psikolojik-kurmak mümkün değil.
Farklı kültürlerden bireylerin orman manzaralarını geometrik
kalıplara neden tercih ettiğini açıklayabiliriz. Ancak bir çağda
yaşayan insanların neden Bach, Donne ya da van Gogh'a değer
verirken başka bir çağda bu sanatçılara değer verilmediği hak­
kında bir açıklama bulmamız imkansızdır. Biraz daha taraflı bir
ifade kullanırsak, farklı gruplar arasında görülen ortak tercihler
kitscb zevklerdir.

• Aşın anlamak olarak karşıladığımız sözcük oa'TStandirıg, anlamak anlamına gelen un­
derstanding sözcü�ne gönderme yaran bir silz oyunu. (y.n.)
62 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Bilinen güzellik kavramından çok uzaklaştık. Ancak konu­


nun bu şekilde dağılması beklenmedik bir şey değildir, çünkü
Batı'da sanatların kendileri de dolambaçlı yollardan geçmiş ya
da bazen kasıtlı olarak geleneksel güzellik kavramından uzak­
laşmıştır. Batı'da ve giderek artan biçimde başka yerlerde güzel
sanatlar artık tam olarak gerçeği göstermeye çalışmıyor: Bu gö­
rev çoktan fotoğraf ve ses kayıtlarına devredilmiştir. Günümü­
zün güzel sanatlarında artık kafiyeli şiirler, ritmik besteler, bir
kahraman ve bir engel içeren ve engelin üstesinden gelinerek
herkesin-en azından iyi adamların-sonsuza kadar mutlu ya­
şadığı klasik "kahramanlık" edebiyatına önemli bir yer veril­
miyor. Önemli olan, bu sanatsal eğilimlerin uzun yıllar içinde
yavaş yavaş gelişmiş olmasıdır. Bunlar postmodernizmin bir so­
nucu değil, onun ortaya çıkışını ve adının konmasını belirleyen
faktörler olmuştur.
Sanatlarla ilgili bu durum pek çok otoritenin güzellik kav­
ramını yok saymasına neden olmuştur. Güzel sanatlar alanın­
da akademisyen olan Laurie Fendrich'in tanıklığına bakalım:
"Bu hızlı, çeşitlilik içeren ve aşağı yukarı demokratik toplum­
da yaşayan bizler aslında güzellik hakkında oldukça kuşku­
luyuz. Güzellik kavramı bazı şeyleri tartışmasız olarak 'güzel'
bazılarınıysa telafisi imkansız şe�ilde çirkin olarak etiketleyen
bir hiyerarşiye dayanmaktadır. Ciddi, yaratıcı ve 'canlı' çağdaş
sanatçılar bu yerleşik hiyerarşiyi yeniden üretmekle yetinmek
istemiyorlar." Gerçekten de Fendrich gibi postmodernizm yan­
daşları "güzelliğin" tüm sanatsal deneyimlerin olmazsa olmaz
koşulu olarak tanımlanmasına karşı çıkmakta haklılar. Ne var
ki onu ortaya çıkaran ya da ortadan kaldıran güçler nedeniyle
bu kavramı yok sayamayız. Bunun yerine güzelliğin geleneksel
ifadelerinin marjinalleşmesine yol açan tarihsel ve kültürel güç­
leri incelemeli ve bu kavramın çağımızda yeniden biçimlenme­
sinin mümkün olup olmadığını düşünmeliyiz.
Bir zamanlar idealleştirme, düzen, ahenk, denge ve gerçeğe
sadakatle tanımlanan güzelliğin artık sanatların ayrıcalıklı hatta
birincil amacı olmadığını kabul edelim. Bu eşsiz erdemin yerini
Güzellik 63

dolduran koşulları nasıl niteleyebiliriz? Üç öncül özellik bulun­


duğunu öne sürüyorum: nesne ilginçtir, biçimi unutulmazdır,
tekrar izleme isteği yaratır. Bu özelliklerin tek tek ya da birlikte
bulunması nedeniyle kişi zevk veren bir deneyim yaşadığını
söylerse, bunu güzellik olarak tanımlaması uygundur (ancak
kuşkusuz zorunlu değildir). Günümüzde ben dahil olmak üzere
birçoğumuz bunu yapmaktayız.
Bu noktada içimdeki felsefeci itiraz ediyor: "Sanatsal güzelli­
ği tanımlamaya çalışıyorsun, oysa sanatlar daima tanımlanmaya
baş kaldırmıştır." Gerçekten de estetikçi Morris Weitz sanatın
doğası gereği "açık bir kavram" olduğunu öne sürmüştür; sı­
nırlarını belirlemeye yönelik herhangi bir girişim sadece daha
sonra başka bir sanatçının, bir sanat eleştirmeninin ya da cahil
ve zevksiz bir kişinin meydan okumasına davetiye çıkartacak­
tır. Buna örnek olabilecek iyi bilinen bir olay sanatçı çift Christo
ve Jeanne-Claude ile ilgilidir. Göründüğü kadarıyla her yeni
çalışma-Reichstag'ın paketlenmesinden Central Park'ın bayrak
şeklindeki naylon parçalarıyla süslenmesine kadar-sanat eseri
olmanın sınırlarını genişletmiştir.
Bir felsefeci bir sorun ortaya koymuş, başka bir felsefeci­
hocam Nelson Goodman-çözüme giden bir yol önermiştir.
Tıpkı bir grup tıbbi belirtinin bir hastalığın varlığını düşün­
dürmesi gibi, belli öncüller de sanatsal güzelliğin "belirtileri"
olmaktadır. Bu özelliklerin hiçbiri bulunmadığında sanatsal
güzellikten söz edilemez. Ancak özelliklerin tümünün hatta ço­
ğunun bulunması bile sanatsal güzelliğe erişmek üzere olduğu­
muz anlamına gelir.
Bu durumda güzellik beklentisi için birincisi ilginçlik olmak
üzere üç öncül özellik önermiş oluyorum. Sanat meraklıları gi­
derek daha sık olarak ilgi çekici, merak uyandıran, heyecan
verici ve beklenmedik malzeme aramakta, isteklerini tatmin
eden malzeme sunulduğunda olumlu tepki vermektedir. Birçok
sanatçı egzotik nesnelere şekil vererek ya da heyecan uyandı­
ran etkinliklerde bulunarak ve bu etkinliklerin galeride sergi­
lenmesi ve eleştirmenler taraf mdan görülmesini sağlayarak bu
64 Hakikat, Güzellik ve İyilik

talebe yanıt vermiş ve belki de talebin yaratılmasına yardımcı


olmuştur. Bazen ve bazı insanlar için nesne ya da deneyim kor­
kunç olabilir, bazen ve başka insanlar içinse aynı nesne huşu
vericidir. Ancak bu nesneler her zaman ilgi çekicidir.
Neden ilginç nesneler yaratıyor ya da ilginç işler yapıyoruz?
Kendi başına bir dal olan deneysel estetik, bir görüntü ya da
ses aşina olmaya başladığında insanların gözlerini başka yöne
çevirdiğini ya da melodiyi algılamadığını gösteriyor. Bunun ter­
sine "yeni norm"dan sapmalar başladığında, özümsenemeyecek
kadar karmaşık olmadıkları sürece bu kez onlar ilgi odağı ha­
line gelir. Ancak yeni uyaran da bir kez aşina olduktan sonra
dikkat çekme yetisini kaybeder. Bu nedenle ilgiyi sürdürmek
için, hep aynı yönde olmasa da "bahsin artırılması" gerekir.
Başka bir deyişle A üzerindeki ilgi doruğa ulaştığında B'ye ar­
dından da C'ye geçilir ancak bazen tekrar A'ya geri dönülmesi
D, E, F doğrultusunda ilerlemeye devam etmekten daha ilgi
çekici olabilir. Deneysel psikolojide sıkça kullanılan bir testte,
kişilerin giderek daha çok sayıda kenarı (örneğin on iki ya da
yirmiden fazla) olan poligonlara bakmayı tercih ettikleri an­
cak bu sayı bir doruğa ulaşınca eğilimin tersine döndüğü ve
az sayıda kenarı olan basit geometrik şekillerin tercih edildiği
belirlenmiştir.
Bu "ilgi yolları" laboratuvarın ötesinde bir dizi sanat türünde
de kendini göstermektedir. Orkestra müziğinin yüzyıllar için­
deki evrimini düşünün. Mozart-Schubert devrinin klasik eserle­
rinin ardından Berlioz, Wagner ve Liszt gibi romantik besteci­
ler tonalitenin üstünlüğüne meydan okumaya başladılar. Daha
sonra 20. yüzyılın başında her biri kendi yolunu izleyerek Igor
Stravinsky ve Arnold Schönberg alternatif bir ses sistemi yarat­
tılar. Bundan sonra on iki tonlu klasik müzik her zamankin­
den daha karmaşık ve anlaşılması zor hale geldikçe minimalist
müzik formları-mümkün olabilecek en zıt tarz-çekici olma­
ya başladı. Minimalist besteci John Adams'ın sözleriyle: "Yeni
Kompleksiyonistlerin [20. yüzyılın ortasındaki kendinden men-
Güzellik 65

kul karmaşık müzik tarzı] gösterişli Barok yapıtlarına kıyasla


benim müziğimin sıradan notasyonu Chartres katedralinin ya­
nına ufak bir çadır kurmak gibi oldu. Bu yerleşik durumdan
uzaklaşmam ve 'karmaşıklığın ilerleme olduğu' anlayışının ger­
çekte bir poz, iskambil kağıtlarından yapılmış bir ev olduğu­
nu kendime hatırlatmam gerekiyordu." Adams'ın önerisine çok
benzer gerekçelerle edebiyatta (Samuel Beckett) ve grafik sanat­
larda da (Donald Judd) benzer minimalist formlar ortaya çıktı.
Kuşkusuz ilgi çekicilik tek başına sanatın bir özelliği değil­
dir, böyle olsaydı haber değeri taşıyan her nesne ya da ürün
sanat olarak tanımlanırdı. Tek bir belirti ya da özellik ne bir
hastalığı ne de bir sanat eserini tanımlar. Ancak ilgi çekici bir
unsur o formda hatırlanmasına yeterli güç ya da çağrıştırıcı
özelliğe sahip bir biçimde sunulduğunda sanat eseri niteliğini
kazanmış olur.
Kavramsal sanat etkileyici bir örnek oluşturur. Kavramsal
sanatın bir fikirle ilgili olduğu ve bu fikrin tekrarlanması ya da
yorumlanmasının yeterli olacağı düşünülebilir. Ancak durum
böyle değildir. Joseph Kosuth'un One and Three Chairs (Bir
ve Üç Sandalye) adlı yapıtında bir sandalye, aynı sandalyenin
fotoğrafı ve sandalyenin sözlük tanımını sunmaktadır (bak. Şe­
kil 3.2). Okulda verilen bir cezanın garip bir yorumunda John
Baldessari dikbaşlı bir öğrenciye tekrar tekrar daha fazla sıkıcı
sanat yapmayacağım (/ will not make any more boring art)
yazdırmaktadır (bak. Şekil 3.3). Her iki durumda da potansi­
yel olarak ilginç bir fikir-sandalye nedir, sıkıcı sanattan nasıl
kaçınılabilir-hatırlanabilir hatta unutulmaz bir formda sunul­
muştur.
Yarattığı formun hatırlanabilirliği, bir sanatçıyı bir epistemo­
logdan ya da yaptığı işi sergileyen herhangi birinden ayırt eder.
Sanatçı Marina Abramovic'in çağdaş performansı söz konusu
durumun ilginç bir örneği. En önemli performanslarından bi­
rinde Abramovic salondaki ikinci koltuğa oturan herhangi bir
izleyiciyle yüz yüze gelecek şekilde bir sandalyede kıpırdama-
66 Hakikat, Güzellik ve İyilik

�ekil j.2 One and 'f'hree Chairs. Joseph Kosuth, 1965. © 2010 Joseph
Kosuth/Artists Rights Society (ARS), New York. Dijital giirüntünün te­
lif hakkı © Museuın of Modern Art/Licenced hy SCALA/Art Resource,
New York.

dan oturur; izleyici istediği kadar oturmaya devam eder ve sa­


natçı hareket etmeden yedi saat karşısında oturur. Bu olağan­
dışı davranış kuşkusuz ilgi çekicidir. Sabırlı biri Abramovic'in
rolünü oynayabilir ancak sanatçı kostümünün rengini ve stilini,
başının ve ellerinin pozisyonunu, yüz ifadesini ve duruşunu
özenle seçmektedir. Abramovic son derece tepkisiz bir insanla
ilişki kurmaya çalışmanın anlamını düşündürmeyi amaçlamak­
ta, karşısındaki izleyici ve hu karşılaşmaya tanık olanlar için
sanatçının görüntüsü ve davranışı son derece dokunaklı
bir deneyim olmaktadır. Daha özensiz, informel ya da iyi ta­
sarlanmamış seçimler olasılıkla sanatsal performansın etkisi­
ni azaltacaktır. Tıpkı yıllarca Hamlet rolü deyince akla aktör
Laurence Olivier'nin gelmesi gibi, Marina Abramovic oturarak
sergilediği performansını taklit etmeye çalışanlar için bir ölçüt
oluşturmaktadır.
Güzellik 67

Şekil .Li / uıill 110I ınake aııy ııwre /Jorin� art. John Baldessari,
1971. Jolın Baldessari'nin izniyle basılmıştır. Dijital giirüntünün telif
hakkı ©Museum of Modern Art/Licenced hy SCALA/Art Resource,
New York.

Güzellik deneyiminin üçüncü üncülü nesne, g<'ırüntü ya da


performansı tekrar izleme dürtüsü, eğilimi ve arzusudur. Yeni­
den davet terimiyle ifade edeceğim bu özellik birkaç faktörden
kaynaklanabilir: Deneyim hoşunuza gitmiştir, daha iyi öğren­
mek ya da anlamak isteyebilir veya hayret, ürperti ve etkilenme
nedeniyle huşu duyarsınız. İzleyicinin tekrar ziyaret etme isteği
duymaması, deneyimin ne ilk bakışta ne de son değerlendir­
mede güzel bulunmadığını gösterir.
Bir insan ilginç ve hatırlanabilir bir deneyimi neden yeniden
yaşamak istemez? Belki deneyimden alabileceği kadarını almış­
tır ve yeniden yaşamasına ya da araştırmasına gerek yoktur.
Belki deneyim yeni sorular sormasını sağlamıyor ya da aklına
yeni yanıtlar getirmiyordur. Belki de yeniden izlemenin verim­
li olmasını engelleyecek derecede kötü ya da dehşet vericidir.
Deneyim ya soykırım gibi üzerinde yeniden düşünülemeyecek
68 Hakikat, Güzellik ve İyilik

kadar korkunçtur ya da tanrılar ya da Tanrı ile karşılaşma gibi


yeniden yaşanamayacak kadar ürkütücüdür.
Ancak bazen huşu (izleyenin oldukça etkileyici bir nesnenin
varlığı tarafından sarıldığını hissetmesi) daha fazla araştırma
isteği yaratabilir. Huşu başarıya duyulan saygıdan kaynaklana­
bilir: Sanatçı bu eseri nasıl yarattı? Huşu eserin izleyen üzerinde
bıraktığı etkiden de-kendimi olağanüstü bir şeyin huzurunda
hissediyorum-kaynaklanabilir. Güneybatı Avrupa'nın birçok
yerinde karanlık ve nemli mağaraların kayadan duvarlarına çi­
zilmiş paleolitik hayvan resimleri gibi çarpıcı örnekleri düşü­
nün; bu sanat yirmi hin yıl sonra hile huşu teriminin yukarıda
belirtilen iki çağrışımını da uyandırmaktadır. Eski Mısır'ın pi­
ramitleri, ortaçağ Avrupa'sında inşa edilen katedraller, Paskalya
Adası'nın ifadesiz heykelleri, Stonehenge'in kabaca yontulmuş
blokları, Tac Mahal ya <la Versailles Sarayı, Doğu Asya'nın gök­
delenleri; biraz yersiz bir tanım olsa <la aslına bakarsanız seya­
hat broşürlerinin kapaklarını donatan tüm mekanlar. Gerçekten
de sanatçı Abramovic'in performasını izleyen çoğu kişi huşu
duymaktadır. Arthur Danto gibi seçkin bir sanat otoritesi adeta
şeffaflaştığını söylemiştir: "sanat tarihinin ve sanat zevkimizin
bizi ümitle beklemeye teşvik ettiği türden bir sihir."
Huşunun güzelliği algılamanın belirtilerinden biri olan "ür­
perti" ile aynı şey olmadığını bilmek önemlidir. Bir nesneyi ya
da bir deneyimi güzel bulan kişi kontrolü elinde tutar ve me­
safesini korur; ancak bir nesne ya da deneyim huşu uyandırdı­
ğında kişi etkilenmiş, ezilmiş ve çok daha az kontrollü hisse­
der. Bununla birlikte tekrarlanan ziyaretlerden sonra huşu hissi
kontrol altına alınabilir ve yerini güzellik algısının işareti olan
ya da bu algıya eşlik eden hoş bir duyguya bırakabilir.
Yeniden izleme isteği güzellik deneyiminin çok önemli bir
parçasıdır. Ancak yeniden izleme isteğimizin nedenleri kişisel­
dir. Bu aşamada günümüzde-belki de bundan sonra sonsu­
za kadar-güzellik kavramının temel özelliğini tanımlıyoruz.
Hakikatin belirlenmesinde birçok kişinin katılımı ve genellikle
Güzelfik 69

uzun süreli toplu bir çaba gerekmesine karşın güzellik deneyi­


mi bireysel hatta zaman zaman kişiye has bir durumdur.
Bir dakikalığına geriye dönüp temel kavrama yeniden baka­
lım. Postmodern bakış açısından güzelliğin artık bir nesne ya
<la deneyimin tartışmasız ve açık bir özelliği olmadığı öne sürü­
lebilir. Bu tür bir yaklaşım güzelliğin sadece ilgi çekicilik, hatır­
lanabilir form ve yeniden izleme eğiliminin bileşimi olduğunu
varsayar. Ancak ben biraz farklı bir formülasyondan yanayım.
Kanımca salt ilginç bulma ya da yeniden izlemeden ayırt edil­
mesi gereken fizyolojik ve psikolojik "ürperti" ile ilişkili olması
nedeniyle güzellik farklı bir kavramdır. Güzellik deneyimi ken­
dini belli eder: Dinleyici ya da izleyici en azından zaman za­
man, deneyimin özel niteliğinin bilincindedir. Şair Coleridge'in
bir formülasyonunu uyarlarsak, "güzellik" huzurla anımsanan
güçlü bir deneyimle nitelenir.
Bir örnek üzerinden gidelim. Yakın zamanlarda Kanadalı
sanatçı Rodney Graham'ın sergilediği bir çalışma bende güçlü
bir etki bıraktı: yavaş yavaş kar taneleriyle örtülen bir daktilo.
Sanatçı Almanya'da bir eskici dükkanında dolaşırken 1930'lu
yıllardan kalma kutusu henüz açılmamış eski bir daktiloya rast­
lıyor. Bu antika nesneye aşık olarak onu anıtlaştırmaya karar
veriyor. Sonra aklına daktiloyu kutusundan çıkarıp kar yağar­
ken dışarıda bırakmak, klavyesi tamamen örtülene kadar kar
altında kalışını filme çekmek geliyor. Bu görüntü gıcırtılı bir
eski 35 milimetrelik projeksiyon makinesiyle (beni 1950'li yıl­
lardaki ilkokul dönemime geri götürdü) filme alındı. Yaklaşık
on dakika süren film tekrar tekrar oynatılır (bak. Şekil 3.4). Bu
noktada "Ne saçma" diye bağırabilirsiniz; kar fırtınasına yaka­
lanmış eski bir daktilo bir Laurel ve Hardy filmi ya da bir Monty
Python skecini anımsatıyor. Gerçekten de ne daktilo ne projek­
tör ne de karanlık oda tek başına herhangi bir duygu uyandır­
mamaktadır. Ancak bu filmi izlerken yavaş yavaş büyülenen ve
birkaç kez daha görmeye gelen bir tek ben değilim.
70 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Şekil 3.4. Rheinmetall/Victoria R. Rodney Graham, 2003. 5'i milimet­


relik film, Cinemeccanica Victoria 8 55 milimetrelik film projektiirü
10:'i0 dakika, sürekli diinen film. Ueş haskı ve bir orijinal. Dijital gö­
rüntünün telif hakkı ©Muscum of Modern Art/Licenced hy SCALA/
Art Resource, New York.

Şimdi yaşadığım deneyimi üç öncül helirti ve güzellik yargısı


açısından ele alalım. Eski bir daktiloyu keşfedip yağan karın al­
tında bırakma fikri bana ilgi çekici geldi. İkincisi daktilo ve ya­
vaş yavaş düşen kar tanelerinin görüntüsü unutulmazdı, daha
sonra bu görüntü sık sık zihnimde canlandı. Son olarak da eser
beni cezbetti, bu etkileyici ve unutulmaz görüntüyü yeniden
yakalamak istedim. Aynı zamanda eserle aramdaki mesafeyi
korudum ve yaşadığım keyif verici deneyimin farkındaydım;
bu durumda yaşadığım deneyimden güzellik olarak söz etmem
ve başkalarını da Graham'ın sergisini ziyaret etmeleri için teşvik
etmem doğaldı.
Ama durun! Eğer geçmişteki izleyicilerin bir Yunan vazosu
ya da Barbizon resmi karşısında ya da bir Melamid ve Komar
fotoğraf sergisinde duyacakları aynı "ürperti"yi duyuyorsam ne-
Güzellik 71

den yeni belirtiler ve yeni terminoloji bulma zahmetine girelim?


Çünkü Graham'ın çalışması yüz yıl önce düşünülemeyecek bir
ı,:ağdaş sanatsal nesnenin açıklayıcı bir örneğidir: genel klasik
güzellik kurallarına uymamasına rağmen günümüz izleyicileri
tarafından güzel bulunan bir eser. Bir John Adams bestesinden
John Baldessari'nin yazı taslağına kadar birçok başka eser de
benzer deneyim ve nitelemelere sebebiyet vermektedir. (Ger­
çekten de Baldessari'nin çalışmalarına ilişkin 2010 tarihli bir
serginin adı Saf Güzellik'tir!)
Buna göre günümüzde ilginç, hatırlanabilen ve yeniden izle­
meye değer deneyimlere açık olduğumuzda, güzelliğin sinyali
olan "tatlı ürperti"yi duymamız da olasıdır. Sanata ciddi bir ilgi
duyan herkes hu tür örnekler verebilir. Bu yargıları,n son derece
bireysel niteliğini ve zaman içindeki değişimini göstermek için
birkaç deneyimimi daha aktaracağım: işte benim güzellik ala­
nında "evrilen portfolyom".
Anselm Kiefer'in çalışmalarından söz edelim (bak. Şekil 3.5).
Başlangıçta hunları beğenmedim. Bu kuru manzaralarla bir hağ
kuramadım, çirkin ya da belki biraz daha iyimser olarak çir­
kinlik üzerine bir anlatım olduklarını düşündüm. Bu eserler
öncül tanımlayıcılardan biri olan huşu uyandırma özelliğini ta­
şıyabilirler ancak muhtemelen bu huşudan ziyade dehşet ola­
rak nitelendirilebilecek bir duyguydu. Ne var ki çalışmalardaki
bir şey beni onları tekrar görmeye sürükledi, hatta belki de
zorladı. Ve şimdi Keifer'in çalışmaları benim için çok değerli.
Eserlerini görmek için koşullarımı zorlayabilirim ve zorladım
da. Güzel olduklarını düşünüyor ve bunu kanıtlayan mutluluk
verici ürpertiler duyuyorum! Kuşkusuz Keifer değişmedi (tıpkı
Picasso'nun Gertrude Stein portresinin değişmediği gibi), deği­
şen benim.
Kiefer deneyimi önemli bir noktayı vurguluyor. Başlangıçta
itici gelen deneyimleri çok azımızın yeniden yaşamak istemesi­
ne karşın, bu tür deneyimler önemli bir şeye işaret edebilir. Bir
Kiefer tuvaliyle karşılaştığımda daha çok çalışmam gerektiğini
sezinledim. Sanat eseri ilgimi çekti ve gerçekten de huşu duy-
72 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Şl'kil .'l.'i. eli<' Milchstmsse (Samaııyulııl. Ansdııı Kil'fL'r <Alman, do­


ğum tarihi 194'i), J<)H'i-1 1)H7. Tuval ÜZL'rinl' L'mülsiyon lıoya, yağlılıoya,
akrilik ve gomalak; tL'I Vl' dt·mir uygulanmış. '!<>planı (iki kanatlı tab­
lo) .'\Hl santim x 'iô.'\ cm.; hL'r panel: .'\Hl x 2Hl,9 11 x 20,.'\2 cm.; iki ta­
şıyıcı çen,;eveden hL'r lıiri: 410,H4'i x 300,99 x 2'i,4 cm. Albright-Knox
Sanat Galerisi, New York, Buffalo koleksiyonu. lluffalo (�üzd Sanatlar
Aka<lemisi'nin kuruluşunun 12'i. yılını kutlamak i<,;in yapılmıştır, Ge­
neral an<l Restricte<l l'urchase Fun<ls, 19H8.

mama neden oldu. Bu anlamda çirkinlik tatlılıktan daha aydın­


latıcıdır ve sonunda nesnenin güzel bulunma olasılığının daha
yüksek olduğuna işaret edebilir. Gerçekten de zaman içinde
tepkilerim antipatiden kabule ve daha sonra zevke dönüştü ve
Kiefer'in birçok çalışmasının güzel nitelemesine layık olduğu
sonucuna vardım.
Başka bir örnek için çağdaş klasik müziğe bakalım. 2008
yılında tanınmış Amerikalı besteci Elliott Carter yüzüncü yaş
gününü kutladı. Bu günü unutulmaz kılmak için Tanglewood
Çağdaş Müzik Festivali daha önce hiç yapılmamış bir program
düzenledi. Beş gün boyunca festival düzenleyicileri, Carter'in
yaklaşık elli eserinden oluşan on ayrı konser sahnelediler. Eşim
Güzellik 73

ve ben dahil olmak üzere çok sayıda ciddi müzik hayranıyla


birlikte besteci de tüm konserleri izledi.
Carter'in çalışmalarını iyi bilmediğimi ve beni konserlere
tutku kadar merakın da çektiğini itiraf etmeliyim. Ayrıca bazı
parçaları dinlemenin ve anlamanın çok kışkırtıcı olduğunu fark
ettim. (Şu dedikodu kulağıma gelince daha da rahatladım: Ta­
nınmış besteci-orkestra şefi Pierre Boulez, Carter'in parçalarını
üç ya da dört kere dinledikten sonra anlayabildiğini söylemiş.)
Ancak bir haftada müziğe giderek aşina olmaya başladım ve
haftanın sonunda Carter'ın müziğinin hayranı olmuştum. Artık
bu parçaların ilginç ve unutulmaz olduğunu söylerken hiç te­
reddüt etmeyecektim. Dinlerken duyduğum ürpertinin de doğ­
ruladığı gibi pek çok pasajı güzel buldum.
Güzellik anlayışımız hareketli bir hedeftir. Sanatla ilgilenen
herkes güzellikle ilgili yargılarının zaman içinde nasıl değiştiğini
belgeleyebilir; hu, güzellikle ilgili deneyim ve yargıların birey­
sel portfolyosu olarak adlandırdığım şeydir. Bazı ek açıklamalar:
Ergenlik çağındayken klasik müziğe duyduğum hevesi anımsı­
yorum; şimdi yorgun "savaş atları" diyebileceğim türde müziği
tekrar tekrar dinlerdim. Biraz utanarak arkadaşlarımla birikte
Çaykovski'nin bir numaralı piyano konçertosunun farklı kayıt­
larının (hepsi 33'lük uzunçalarlar) zamanını hesapladığımızı ve
kuşkusuz en hızlı kayda birincilik ödülü verdiğimizi hatırlıyo­
rum. Yavaş yavaş Çaykovski'nin senfoni ve konçertolarından
Schubert'in ölçülü ancak derin oda müziğine geçişimi ve daha
sonra Stravinsky ve Bartok'un modern çalışmaları karşısında
duyduğum heyecanı, ardından da Boulez ve Carter gibi anla­
şılması daha da zor bestecilerin eserlerini kavrama yeteneğimin
doğuşunu hatırlıyorum. Geçmişteki bilimsel gerçeklerin aksine
sanatın güzellikleri geçici değildir. Çaykovski'nin keman konçer­
tosu ya da Schubert'in Ôlüm ve Genç Kız'ının iyi bir yorumunu
dinlemek benim için hala değer taşıyor. Ancak tıpkı bugün An­
selm Kiefer, Rodney Graham ya da Joseph Kosuth'un çalışmala­
rına saygı duyduğum gibi, artık müzikal malikanemde kırk ya
da elli yıl önce bana kapalı olan yeni odalar açılmış durumda.
74 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Bazen insan kendini başlangıçta duyduğu hoşnutsuzluk ya


da şaşkınlıktan daha olumlu bir tepkinin doğuşuna geçerken
yakalar. 2008 yılının sonunda Modern Sanat Müzesi çağdaş sa­
natçı Matthew Barney'in bir eseri için galeride önemli bir yer
ayırdı. The Deportment of the Host adlı bu dev montaj yerde da­
ğınık bir yatağa benzeyen bir nesne ve merkezi yapıdan çıkan
beyaz örgü tellerden oluşuyordu (bak. Şekil 3.6). Çalışmayı ilk
gördüğümde anlam veremedim; gerçekten de bana itici geldi,
hatta dehşet verici olarak nitelendirmiş olabilirim (eserin as­
lında yıkılmış bir Japon çayevi olduğu hakkında hiçbir fikrim
yoktu). Bir Matthew Barney hayranı (ve binlercesi var) benim
cahil olduğumu düşünürdü.
Bu noktada dursaydım, verdiğim örneğin güzellikle bir ilgisi
olmayacaktı. Ancak hem serginin küratörü Constance Butler
hem de eğitimli bir sanatçı olan eşim Ellen Winner tereddüt
etmeden sunumu güzel olarak nitelendirdiler. Nedenini öğren­
mekte ısrar edince kullanılan materyallerin verdiği hoş duy­
guyu, jöle kıvamındaki dokusunu, parlak görüntüsünü, saran
biçimini tarif ettiler; onlara göre bu çalışma hayranlık uyandırı­
yordu. Ellen Winner'in sözleriyle "Onu gözlerimle yiyebilirim."
Bu örnek önemli bir noktaya işaret ediyor. İnsanın bir eseri
tekrar ziyaret etme dürtüsünün her zaman içinden gelmesi ge­
rekmez. Saygı duyduğu insanların tepkileri yeniden düşünme­
sini ve belki de sonunda eserin gerçekten güzel olduğuna karar
vermesini sağlayabilir.
Yani, güzellik sanattan, müzelerden, geleneksel kurallara uy­
gun ve kışkırtıcı eserlerden oluşan koleksiyonlardan ayrı düş­
memiştir. Güzellik bir dizi öncül deneyimin sonucudur ve gi­
derek daha sık olarak beklenmedik zamanlarda, beklenmedik
mekanlarda ortaya çıkmaktadır.
Kendi güzellik deneyimlerimin izlediği yol gibi sanat tari­
hinin seyrinin de doğası gereği tahmin edilemez ve olay ya­
şandıktan sonra bile açıklamalara karşı dirençli olduğunu dü­
şünüyorum. Belki tonal müziğin 20. yüzyılın klasik müzik ala­
nında var olmaya devam etmesi mümkün değildi. Ancak Igor
Güzellik 75

Şl'kil .Hı. The neportment <!/ the I /ost. Matthl'w Barncy, 2006. l'oli­
kaprolakton tcrmoplastik ve kl'ndirn.ll'n yağlı plastik düküm, 264, 16 x
914,40 x 617,22 cm. c;ladstonl' (;:ılcrisi, Nl'w York. fotoğraf: David Rc­
gen. Telif hakkı © Matthew Barney. New York Gladstonl' Gallery'nin
izniyle. Dijital görüntünün telif hakkı ©Muscum of Modern Art/Licen­
cl'd by SCALA/Art Hesource, New York.

Stravinsky ve Rus folk müziğiyle harmanladığı çapraşık ritim


ve uyumsuz armonilerinin ortaya çıkışını kim tahmin edebi­
lirdi? Ya da on iki tonlu dizileri hir kuşağın gözünde önemli
bir yeri olan Arnold Schönberg'i? Belki de temsili sanat Monet,
Renoir ve Pissarro'nun eserlerinde yansıtılan empresyonizmin
doruğunda dönüşü olmayan bir noktaya ulaştı. Cezanne'ın hiç
doğmamış olduğunu, Pablo Picasso ile George Braque'ın hiç
karşılaşmadıklarını ya da kübizmin ortaya çıkmadığını varsa­
yalım. Ya da Mondrian'ın geometrik formlardan kaçındığını.
Ya da Miro'nun resmi "katletmeye" karar vermediğini. Ya da
Jackson Pollock ve Andy Warhol'un ellerine hiç fırça (ya da bir
kamera veya bir keçi kafası) almadıklarını. Böyle olsaydı kim
bizim sanat, güzellik ya da huşu algımızın bugün bildiğimiz
şekilde gelişeceğini söylemcy(_· cesaret edebilirdi?
76 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Bu örnekler güzellikle ilgili hükümlerimizin zihin/beyin ile


nesne ya da performans arasında önceden programlanmış bir
etkileşimden kaynaklanmadığını vurguluyor. Aksine tarihteki
rastlantısal sapmalar, kültürlerin tercihleri, normları ve tabuları
ve en önemlisi bireylerin (eserleri yaratan sanatçılar kadar ilginç
ve unutulmaz yapıtları yeniden ziyaret eden ve tercihlerindeki
süreklilik ya da değişimi helgeleyen izleyicilerin) tahmin edi­
lemeyen davranış ve deneyimlerinin dikkate alınması gerekir.
(Gerçekten de sanat eserleriyle olan deneyimlerimiz yiyecekler­
le yaşadığımız deneyimlerle karşılaştırılahilir. Mutfaklar geliş­
tikçe ve hiz dünyanın hirçok hölgesindeki mutfakları deneme
fırsatı huldukça damak zevkimiz giderek kişiselleşir, hem ger­
çek hem mecazi anlamda evrilir.)
Buraya kadar neredeyse tamamen sanat eserleriyle ilgili
deneyimlerimize odaklandık. Ancak kuşkusuz güzellikle ilgi­
li düşünceler çok sayıda haşka alanda da öne sürülmektedir.
Birçok hilim insanı ve matematikçi güzelliği kendi disiplinle­
rinin formülasyonlarında bulurlar. Gerçekten de bu formülas­
yonlar ilginç ve unutulmaz olabilir ve meraklılarının "güzel" hir
formül ya da denklemden söz etmesini kahul edebilirim. Bu­
nunla birlikte bilimcilerin hedefi sanatçıların çalışmalarından
temelde farklıdır. Belki de Einstein bulmasaydı görelilik teori­
sini Poincare keşfedecekti (kuşkusuz er geç birisi keşfedecek­
ti). Darwin Beagle ile seyahat etmemiş ve gözlemleri hakkında
yıllarca düşünmemiş olsaydı belki de Alfred Russel Wallace'ın
evrim teorisinden söz ediyor olacaktık. Şimdi kullandığımız ter­
minolojinin farklı olmasına karşın, bilim insanı ya da matema­
tikçinin kavramları belli bir bilginin formülasyonunun ötesinde­
dir. Birey olarak ne kadar benmerkezci olsalar da bilimciler işin
doğası gereği ortak bir çalışma içindedirler.
Bilim insanları gerçek dünyanın modelini kurar; matematik­
çiler kendilerinin ya da başkalarının icat ettiği sembolik dün­
yalarda değişken ya da sabit sıraları ve ilişkileri tarif ederler.
Kendi disiplinlerinde çalışabilmek için bilimcilerin söz konusu
Güzellik 77

alanların özgül kurallarına uymaları gerekir. Bunun tersine sa­


natçılar-özellikle de çağdaş sanatçılar-doğayı modellemez.
Sanatçılar iyi bilenmiş bir hayal gücünün görüntülerini sunar;
hu hayal gücü doğası gereği öngörülemeyen yollarda ve yön­
lerde evrilecektir. Ne bilim insanları ne tarihçiler ne iktisatçılar
ne de psikologlar-hiç kimse-sanat formlarının ne yönde ev­
rileceğini ve bundan on yıl sonra uzmanların, gençlerin ya da
sıradan insanların neyi beğeneceğini önceden bilebilir. Aslına
bakılırsa bu sanat galerisi yöneticileri, satıcılar ve koleksiyon­
cular için de geçerlidir. Dolayısıyla bazen bir sezon X, Y ve Z
sanatçıların eserleri çevresine üşüşüp, ertesi mevsim bunların
değerini düşürürüz.
Dolayısıyla iktisadi etmenlere dayanan güzellik yaklaşımları
yok sayılabilir, hatta bu biyolojik temellere dayanan yaklaşım­
lardan daha hızlı ve kararlı olarak yapılabilir. Eğer isterse biri
güzelliği sanat eserinin maddi değerine-piyasada ya da müza­
yedede ne getireceğine-dayanarak değerlendirmeyi seçebilir.
Ancak bu tür kararlar o ana özgüdür. Bu mevsimin zaferi on
yıl sonra garaj satışına düşerken, bir zamanlar hiç ilgi çekme­
yen sanat eserlerine daha sonra binlerce, milyonlarca hatta on
milyonlarca dolar değer biçilebilir. Ayrıca bir eserin milyonlar
değerinde olması herhangi birinin söz konusu çalışmayı güzel
bulup bulmamasını etkilememektedir.
Şimdiye kadar hangi deneyimlerin güzel bulunacağını ön­
görmek mümkün olmamıştır ve kuşkusuz bundan sonra da ol­
mayacaktır. Bununla birlikte iki çağdaş gücün-dijital medya
ve postmodern düşünce-güzellik deneyimini ve değerlendir­
mesini nasıl etkilediği üzerinde düşünmemiz mümkündür. Gü­
zellikle ilgili yargılarımızın son zamanlarda kökten değişiklik­
ler geçirdiğini daha önce belirtmiştim. Bu değişikliklerin temel­
lerinin yüzyıl önce atıldığını ve söz konusu iki çağdaş gücün
doğrudan sonuçları olmadığını tekrar vurgulamalıyım. Ancak
eğilimler daha şimdiden yeni medyanın yaygınlığı ve postmo­
dern tartı�malar nedeniyle gü<.;lcnmiştir. Bir zamanlar sadece
78 Hakikat, Güzellik ve İyilik

az sayıdaki sanatseverin görebildiği şey günümüzde yaygın bir


deneyim haline gelmiştir.
Postmodern eleştirileri kısaca özetleyebilirim. Göründüğü
kadarıyla 20. yüzyılın büyük bir bölümünde, en azından kendi­
lerini sanat uzmanı olarak tanımlayan kişiler arasında, güzellik
kavramı ve güzel sıfatı geçerliliğini yitirdi. Sanat alanındaki eği­
limler geleneksel güzellik kavramlarını yıktı. Edebiyatta James
Joyce, resimde Pablo Picasso ve müzikte Igor Stravinsky tara­
fından temsil edilen modernizm, önceki üslup ve duyarlılıklarla
bağını korumaya çalışmış olsa da kısa süre sonra geleneksel
güzellik anlayışını kırılma noktasına kadar esnetti. Ardından
güzellik alanına geleneksel ikonlarla alay etmek dışında hiçbir
atıfta bulunmayan gerçek postmodern sanatçılar geldi: minima­
listler, pop art, kolaj, kavramsalcılar.
Bu güçlü eğilimleri göz ününde bulundurduğumuzda güzelli­
ğe atıfta bulunmanın son bulmasına şaşırmamak gerekir. Ancak
hence hu dışlayıcı davranışın savunulacak bir yanı yok. Olma­
sı gereken güzellikten söz etmenin yasaklanması ya da ortadan
kaldırılması değildir. Bize bu sözcüğün ve kavramın güncel sa­
nata uygun bir açılımı gerekiyor. Her birimiz güzel nesne ve de­
neyimlere ilişkin bir portfolyo, kendimize ait belki nevi şahsına
münhasır zevklerin bir kaydını tutabiliriz ve tutmalıyız.
Yeni dijital medya birçok tartışmayı beraberinde getiriyor.
Sanatçılar daima ifadenin yeni yollarına karşı tetikte olmuştur;
gerçekten de sinema, radyo, lazer, hologramlar ve sanal gerçek­
likler gibi yeni teknolojileri görüşlerini aktarmak amacıyla ilk
kullananlar onlardır. Marshall McLuhan'ın belirttiği gibi, insan­
lar daima yeni iletişim teknolojilerinin açılışını, eski medyanın
bilinen içeriğini yeni medyanın formunda sunarak yapmakta­
dır. Böylece John Adams gibi bestecilerin kolayca tanınabilen
parçaları enstrüman kullanarak değil elektronik ortamda ya­
rattığını, Salvador Dali gibi ressamların kendi çizimlerini ya da
resimlerini anımsatan film anlatısı tarzında görüntüler oluştur­
duğunu ve Nam Jum Paik gibi medya sanatçılarının televizyon
Güzellik 79

ekranlarında sinemada olduğu gibi yüzlerin yakın çekimini


sunduğunu görüyoruz.
Ancak sanatçılar kısa sürede yeni bir anlatım yolunu ken­
di koşullarına uygun şekilde kullanmaya başlarlar. Dijital çağ
öncesinde hayal etmesi bile çok zor olan sanatsal çalışma ve
deneyimleri izlemek heyecan vericidir. Bu bağlamda aklıma
hemen Modern Sanat Müzesi'nden Paola Antonelli tarafından
düzenlenen Design and Elastic Mind (Tasarım ve Esnek Zihin)
adlı sergi geliyor. Bu sergide bir zamanlar geçerli kabul edilen
ya da sorunsuz birçok ayrıma kasıtlı ve başarılı biçimde karşı
çıkılmıştır: sanat ya da bilim, resim ya da tasarım, doğal ya da
insan yapımı, gerçek ya da sanal, mikroskobik ya da makros­
kobik. En çarpıcı çalışmalarda dijital teknoloji, kavramlar ve
duyarlılığın kullanılmış olması şaşırtıcı değildir.
Bu yeni durumu tarif etmeye çalışacağım. Öncelikle bilgisa­
yarlar (ya da daha doğrusu bilgisayar programcıları) günümüz­
de sanat eseri yaratma olanağına sahiptir. Güzellik deneyimi bir
zamanlar Tanrı ya da tek bir sanatçının yarattıklarıyla yaşanır­
ken günümüzde bilgisayar programları izleyenlerin çoğu için
insan yapımı eserlerden ayırt edilemeyen ya da daha güzel bu­
lunan çalışma ve deneyimler yaratabilmektedir. Barrett Lyon'ın
eseri olan belli bir bölgedeki İnternet kullanıcısı sayısının basit
bir kaydıyla yapılan heyecan verici yıldız biçimlerine (bak. Şe­
kil 3.7) ya da Java programıyla yapılan William Ngan'ın güzel
çiçek figürlerine (hak. Şekil 3.8) bakalım. Alex Adai ve E<lward
Marcotte'un Large Graph Layout yazılımını genlerin birbiriyle
ilişkisini göstermek üzere kullanmaları bu sanatın başka bir
örneğidir (hak. Şekil 3.9). (Bilinen 140000 gendeki protein dizi­
limlerine baktılar, 21 milyar karşılaştırma yaptılar ve birbiriyle
homolog ilişkisi olan genleri belirlediler.)
Bilgisayarlar insanlara gerçekten de büyük bir hizmet ve­
riyor. Front Design ekibinin üyeleri havada elle serbest şema­
lar çizer. Hareketleri kaydedilir ve bir bilgisayarda sayılara dö­
nüştürülür. Bir hızlı üretim makinesi bu nesneleri cazip plastik
80 Hakikat, Güzellik ve İyilik

�l'kil 57. 200.J_l'tlııııltı _l'tt/ıı!tııı iııll'rıwl lıt1riltısı. lbrrl'II


1.ycm, 2005. l\;ırrl'II l.ycın/Tlıl' Opll' l'rcıjl'ct.in izniyk
lıa.sılıııı�ıır.

mobilyalar şeklinde "hasar" ( /}{fk. �ekil :Um. Giiksd Mekanik


Projesi"nde (Celcstial Mechanics Projcct) yazılımcı Aaron Kohlin
FAA uc,:ak verilerini kullanarak giikyüzündeki w,;akların dina­
mik grafiklerini <,;izmiştir. Ekle ettiği modeller hir planetaryum­
da güsterilehilınektcdir (h(lk. �ekil .·U ll.
Geleneksel olarak müzeler sanat eserlerini hir kez sergiler.
Ancak günümüzde sürekli c.kğişen dijital ,·alışmaların sergi­
lenmesi mümkündür. !Jes(({II emel the JJastic ı'Hind sergisinde
farklı yc.:rlerde kullanılan internetin sürekli değişc.:n kalıpları iz­
lenebiliyor. Bunun yanı .sıra bir ,·alışma yayınlandıktan sonra
aynı sanatçı ya da tanınmış ya da tanınmamış, yetenekli ya da
yeteneksiz başka sanatçtlar tarafından üzerinde tekrar tekrar
Güzellik 81

Şekil 3.8. Mandelbrot Seti. William Ngan. William


Ngan'ın izniyle basılmıştır. http://metaphorical.net.

çalışılabilmektedir. Tamamlanmış bir sanat eseri-daima aynı


kalan-kavramına meydan okunuyor. Gerçekten de bireysel ve
ortak çalışmalar ve sadece bilgisayar marifetiyle yapılan çalış­
malar sonsuz değişime açıktır.
Önceden yapılmış başka çalışmalar üzerinden-kısmen ya
da tamamen-yeni çalışmalar üretme düşüncesi büyük boyut­
lara ulaşmıştır. Bilgisayar klavyesinde birkaç tuşa basarak is­
tediğiniz sayıda hareketsiz, hareketli, sözel ve müzikal kalıbı
birleştirip yeni bir eser yaratabilirsiniz. Kitabın başında David
Shields'in derlemesinden verdiğim örnekte işaret edildiği gibi,
bu tür bir etkinliğin özgün bir sanat eseri mi, ödünç alma mı
yoksa başkalarının yapıtlarından çalıntı olarak mı kabul edil­
mesi gerektiği oldukça tartışmalıdır. Kişinin bir nesne karşında
82 Hakikat, Güzellik ve İyilik

�L·kil 5.'). l'mll'iıı 1/mııulujisi C,"m/İ{!,i. All'x Adai VL' Edward MarcotlL'.
(;iirüııtCı Ail'X Adai \'L' Edw;ırd MarcoltL•'niıı izniyll' lxısılıııı�tır.

giisterdiği bireysel tepkiler yapıtın üretim şekli hakkında bilgi


sahihi olup olmamasından etkilenebilir.
Çalışmalarının yeterince iyi olmayan fotoğraflarını basmama
izin veren sanatc,;ı ve tasarımcılara teşekkür hon,:luyum. Aynı
zamanda bir iil\·üde rahatsızlık duyduğumu da itiraf etmeliyim.
Mevcut siizcükler, kavramlar, \·erc,.;eveler ve riiprodüksiyonlar
geleneksel sanat formlarının günümüzdeki durumunu tarif et­
meye yeterli değildir. (Gerçekten de bu giirüntüleri tarif etmek
zor, boyutları ve renkleri gerçeğe sadık olarak sunulamadığın­
da, anlamlarını aktarabilmek daha da zordur.) Sanatc,.;ılar, tasa­
rımcılar, sanat galerisi yöneticileri, bilim insanları, mühendisler
ve c,.;eşitli disiplinlerden akademisyenler hu tür '\alışmaları" in­
celemek için bir paradigma kurmaya-tekinsiz görüneni biraz
daha tekin hale getirmeye, huşu duygusunun içindeki dehşeti
azaltmaya, aynı zamanda bir zamanlar açıkça belli olduğu düşü­
nülen ayrımları sorunsallaştırmaya-heveslenmektedir. Çağdaş
sanatçılar, bilim insanları ve mühendisler bir şeyler yapmak, bir
Güzellik 83

�ekil _i. ](J. Şema Mohil)'u. Scıfia Lıngcrkvist, Charlottc


von der Lanckcn, Anna Lindgrcn ve Katja Savsırom.
Fricdman Benda ve Front lksign'ın izniyle hasılnııştır.

Şekil 3.11. Uçuş Kalıpları. A;ının Koblin, 2005.


84 Hakikat, Güzellik ve İyilik

şeyleri denemek, bir şeyleri kurcalamak isterler; sınırları umur­


samazlar, yapıtlarının hangi kategoriye ait olduğunu belirtmeyi
bile düşünmezler. Çeşitli disiplinler, sanatlar, zanaatler, gerçek
ve sanal, dijital ve analog arasındaki sınırlar kutuplardaki buz­
dağlarından daha hızlı erimektedir.
Kuşkusuz söz konusu eğilimlerin belirtileri fark edilebili­
yordu. Sanatın ve güzellik anlayışımızın nitel mi yoksa sadece
nicel olarak mı değiştiğini sorgulayabiliriz. Bu değişikliklerin
postmodernizm ve dijital medyadan kaynaklanıp kaynaklan­
madığını ya da ne ölçüde bunlara bağlı olduğunu tartışabiliriz.
Ancak şu noktaya dikkat edin: yüz yıl belki de sadece elli yıl
önce Design and the Elastic Mind gibi bir sergi bir sanat müzesi
için uygunsuz kabul edilirdi. Aynı nedenlerle yüz, hatta elli yıl
önce kar fırtınasına yakalanmış eski bir daktilo önemli bir mü­
zenin sinir sistemini sarsabilir ve avangart bir galeri için daha
uygun görülebilirdi. Günümüzde bu tür çalışmalar her yerde
teşhir ediliyor. Güzelliğin değeri hiçbir şekilde düşmemiştir.
Bunun yerine güzellik, geometrik ortalama ve altın oranlara
baş kaldırarak ilgi çeken, hatırlanan ve daha fazla araştırma
isteği uyandıran yeni nesne ve deneyimlere eşlik etmektedir.
Yeni medyanın güçlü yönleri ve kısıtları açıklığa kavuşa­
caktır. Ortaya çıkan profil, özellikle yeni medyaya fazla aşina
olmayanlar için neredeyse daima bir sürpriz olmaktadır. Ben
bilgisayarlar, sanal gerçeklik ve blog dünyasının ileriyi gören ki­
şiler tarafından bile hayal edilebileceği dönemlerden çok önce
doğdum. Bu nedenle de zihnim daha birkaç yıl önce imkansız
görünenler karşısında donakalmıştı: en sevilen sanat eserleri­
nin hızla tüm dünyayı dolaşabilmesi; bir müzenin tüm eser­
lerinin online sergilenebilmesi; dünyada değer verilen sayısız
sanat eserinin ARTstor ile online erişilebilir olması (ve yeniden
değer biçildiğinde verilen tekliflerin değiştirilmesi); insanların
şarkıların içeriğini karıştırıp eşleştirerek kolayca bu karışıma
kendi katkılarını koyabilmeleri; Guitar Hero oyunu aracılığıyla
ergenlerin istedikleri herhangi bir rock yıldızını taklit edebilme­
leri; küçük çocukların bile kendi çalışmalarının online portfol-
Güzellik 85

y< ısunu oluşturabilmeleri; deneyimsiz amatörlerin çektiği vide­


ı ıların YouTube tarafından yayınlanıp yüzlerce, hatta binlerce
kişi tarafından izlenebilmesi; iyi ve kötü, güzel ve çirkin, doğru
ve yanlışın uzaya değilse de tüm dünyaya kolayca gönderile­
bilmesi.
Gelecek pazartesinin New York Times'ında (gazetenin çıka­
cağını varsayarak) sesler, görüntüler ve katılımcılarla özgün bir
�ekilde oynanabilen yeni bir aracın keşfedildiğini öğreneceğim­
den hiç kuşkum yok.
Günümüzdeki bu durumu gözden geçirince geçmiş yüzyılın
ünde gelen Fransız entelektüellerinden Andre Malraux'nun bir
fikri aklıma geliyor. Fotoğraf çağında sanat eserlerinin erişilebi­
lirliğini tarif etmek için Malraux "duvarsız müze" terimini öne
sürmüştü. Malraux'nun zamanında bile röprodüksiyonlar saye­
sinde bir sanatseverin çeşitli kültürlere ait sanat eserlerine bir
ölçüde erişme olanağı vardı. Günümüzde İnternet ve ARTstor
gibi kaynaklar aracılığıyla şimdiye kadar yaratılmış neredeyse
her esere ve eserin yakın planına, parçalarına ayrılmış haline
ve neredeyse her haline anında erişebiliyoruz.
Burada iki sorun var. Daha önce söz ettiğim gibi, herkes ar­
tık güzellik kavramı dahil olmak üzere kendi estetiğini yarata­
bilmekte ve bununla ilgili portfolyosunun zaman içindeki seyri­
ni izleyebilmektedir. Yeni medya tarafından biçimlendirilen çok
çeşitli değişiklikler benim ve sayısız başka insanın sanat eser­
lerini nasıl algıladığını, neyin güzel olduğunu düşündüğünü ve
bireysel portfolyolarımızın evrileceği yönü etkileyecektir. İkin­
cisi taklitlere erişim çok kolaylaştığı için "orijinal" eseri görmek
eskisi kadar önemli olmayabilir. Bu nedenle insanlar şu soruyu
sormaya başlamıştır: Kendi evimdeki hoparlörden ya da evimin
yakınındaki bir salonda kusursuz performanslar dinleme olana­
ğım varken neden pahalı bir konsere bilet alayım?
Bir olasılık sanat eserinin sahnenin merkezinden kenara çe­
kilerek çok daha geniş kapsamlı bir deneyimin parçası haline
gelmesidir. Sanatsal deneyimler söz konusu çalışmanın üretimi
ya da dağıtımıyla bağlantılı kişiCler) ile ilgili hale gelebilir (ya
86 Hakikat, Güzellik ve İyilik

da gelmektedir). Günümüzün görsel sanat dünyası, sanatçıların


sadece çalışmalarıyla mı yoksa Jeff Koons, Matthew Barney,
Jenny Holzer ya da Cindi Sherman'ın şöhretiyle mi ilgilidir? Ya
da bu sanatçıların eserlerini sergileyen Chelsea galerisi, bu eser­
lerden birini satın alan Hollywood şöhreti (ve eseri kaça satın
aldığı), satışı yapan müzayede evi, eserlerin dijital ortamda ya
da gerçekte nasıl değiştirildiği mi daha önemlidir?
Bu bağlamda müzelerin değişmekte olan rolü özellikle açık­
layıcı olabilir. Bir zamanlar müzeler insanların çoğu zaman
yalnız gidip orijinal sanat eserleriyle doğrudan bir deneyim
yaşadıkları kutsal mekanlardı. Ancak günümüzde birçok kişi
için müzeler ziyaretin verdiği genel duygu nedeniyle çekicidir.
Kuşkusuz gerekçe nesnelerle ilgili deneyimdir: ilgi çeken, unu­
tulmaz formu olan, yeniden ziyaret isteği uyandıran ve eğer
şansınız yaver giderse öngörülemeyen bir güzellik deneyimi
yaşatan nesneler. Ne var ki pratikte insanlar müzeleri aileleri ya
da arkadaşlarıyla birlikte gezerler çünkü onlarla ve diğer ziya­
retçilerle birlikte olmak, kitapçıya göz atmak, kafede yemek ye­
mek, internette gezinmek, belki de eserlerle ilgili soru sormak
isterler. Önemli olan müzede iyi vakit geçirmektir.
Bir olasılık da günün birinde müzelerin yerini sanatçıların
dijital çalışmalarıyla yaptıkları canlı gösterilerin almasıdır. Tıpkı
sanatların sanatçıyla ya da sanatçı ve çalışmasıyla ilgili olmaya
başlaması gibi sanat bu dijital çağda grupla da ilgili olabilir. Ko­
reografi artık özel bir "yıldız" koreografın nevi şahsına münha­
sır tarzına odaklanmamaktadır. Bunun yerine, Dance Theatre
Workshop direktörü Carla Peterson'un söylediği gibi "Çağdaş
Amerikan dansıyla ilgili çalışmalarda son yıllarda, başka sa­
nat formlarında uzun süredir ortak sanatsal uygulama olarak
bilinen stratejilerin kullanıldığını görüyoruz .. .Başka sanatçıla­
rın çalışmalarıyla ilgili olarak kendine mal etme, örnek alma,
alıntı yapma, diyalog kurma, eser sahipliği kavramları, tarzlar
arasındaki ayrımların yok olması, dansın hareketle ve seyirciy­
le ilişkisinin yeniden değerlendirilmesi vb. konularında etkile­
şimde bulunma ... bunların hepsi gündemdedir." Yıllar önce be-
Güzellik 87

nimsenmiş olabilecek ayrımlar ve sınırlar artık bulanıklaştı ve


kaybolmakta oldukları düşünülebilir. Belki de yeni kurumlar ve
yeni üretim ve uzmanlık biçimleri göz önünde bulundurularak
güzellik hakkında yeniden düşünülmesi gerekiyor.

B iraz güvence vermenin zamanı geldi sanırım. Az evvel üze­


rinde durduğum bu rahatsızlık verici belki de kötümser dü­
şüncelere karşın geçmişte kutsadığımız sanat eserlerini reddetme
aşamasına geleceğimizi sanmıyorum. İnsanlar gene Yunan vazo­
larını, Çin manzaralarını ve Michelangelo'nun heykellerini, eğer
mümkünse orijinal formunda görmek isteyeceklerdir. İzleyiciler
gene Euripides, Shakespeare ve Moliere'in piyeslerini seyretme­
ye gideceklerdir. Bazı eserler kalıcıdır çünkü bizi sürekli olarak
daha ileri ve daha derin araştırmaya davet ederler. Daha önceki
güzellik kavramları yok olmamakta, hunun yerine yukarıda bah­
settiğim yollarla genişlemekte ve hireyselleşmektedir.
Klasik ve romantik müzik-müzikteki güzelliğe ilişkin de­
ğişen kavramları içeren-konserlerinin de devam edeceğini ve
benim de hunları izleyeceğimi söyleyecek kadar da cesurum.
Belki de Zenon paradoksunun hir müzikal şekli vardır: Kon­
serlerde (ve sadece konserlerde) kaç yaşına gelirsem geleyim
hiçbir zaman seyircinin ortalama yaşına erişemeyebilirim! Sanı­
rım müzeler de geleneksel haliyle ve online olarak var olmaya
devam edecek ve sanatçılar çalışmalarının satışını yapmak ya da
Time dergisinin kapağına çıkmak üzere orada bulunmasalar da
izleyiciler gene Renoir ve van Gogh, Mark Rothko ya da Jackson
Pollock'un çalışmalarını görmek için akın edecekler. Tek başına
yapılan müze ziyaretleri azalabilir, gelenler beraberinde elde ta­
şınır elektronik cihazlar getirebilir ve genel olarak müze dene­
yimine eser(ler)den daha fazla önem verebilirler: Ancak sanat
eserinin kendisiyle olan karşılaşma (Kant'ın terminolojisiyle Das
Ding an Sich [kendinde şey, eşyanın içeriği)) hiçbir zaman yok
olmayacaktır. Aynı nedenle insanlar doğaya da değer vermeye
devam edecekler; ancak 18. yüzyılda yaşayan Fransızların dağla-
88 Hakikat, Güzellik ve İyilik

rı nasıl değerlendirdiğini düşünürsek, doğanın en çok sevdikleri


yönlerinin değişebileceğini tahmin edebiliriz.
Bugün Immanuel Kant Königsberg'deki evine dönecek ol­
saydı çok şaşırırdı. Yargı gücüyle ilgili çalışmasını ve güzel­
lik ve yücelikle ilgili fikirlerini gözden geçirmesi-ve belki de
kitaplarını imzalamayı kabul etmesi-gerekecekti. Bir ajansa
bağlı çalışmıyorsa tanınmamış bir düşünür olarak bir kenarda
bekleyecekti. Ancak rekabetçi patırtıya rağmen eserlerinin de­
ğeri-ve kuvvetli tezleri-bir kez anlaşıldığında sonunda gene
keşfedileceğine ve kabul göreceğine inanıyorum.
Bununla birlikte eğer argümanım geçerliyse geleneksel gü­
zellik kavramlarının egemenliği sona erecektir. Bu durumda
sanatların diğer özelliklerine daha fazla fiziksel, psişik ve belki
de nöral alan tanıyacağız: daha ilginç hatta belki huşu uyandı­
ran ve sanırım bazen dehşet verici olmalarına karşın gene de
sunum biçimleri unutulmaz ve daha fazla araştırılmaya değer
bulunan ve "performans sanatı" olarak nitelendirilmeye değer
çalışma ve deneyimler.
Aynı derecede çarpıcı olarak bir sanatçının bilinmeyen bir
başyapıt yaratmak üzere tavanarasında yalnız başına çalışması
giderek daha geçmişte kalmış bir fikir olarak görünecektir (tıpkı
günümüzde bilim insanlarının giderek bir ya da birkaç çok bü­
yük çaplı kuruluşta, çoğu zaman anonim araştırmacılardan olu­
şan büyük ekipler halinde çalışmaya başlaması gibi). Sanatçılar
gene tanınacaktır-ve belki de ünleri on beş dakikadan daha
uzun sürecektir-ancak bu ünü bir kişilik kültü, ünü edinme
öyküsü ve daha geniş bir anlatı içindeki bir nişten ayırmak gi­
derek zorlaşabilir. Yaygın olarak paylaşılan çalışmalar, süreç ve
deneyimler çoğunlukla toplu bir çaba ya da toplu bir tepkiden
doğacaktır. Bilimle sanatı, gerçekle sanalı, bireyselle kolektifi,
doğayla kültürü ayıran ve bir zamanlar kesin olan sınırlara o
derece şiddetle karşı çıkılacaktır ki, daha önceki sınırlar-bu
kitapta değinilenler dahil-sadece bir anı olabilecektir.
Yani karmaşık ancak sonunda makul ölçülerde güvence ve­
ren bir durumla karşı karşıyayız. İnsanlar güzellik duygusu ve
Güzellik 89

yargısına neden olan nesne ve deneyimleri aramaya ve bun­


hıra değer vermeye devam edeceklerdir. Bunu kabul ettikten
sonra bu deneyim ve değerlendirmelerin nasıl gerçekleştiğine
dair daha tutarlı bir açıklama yapabiliriz. Ancak benim sanat
tarihi ve kendi deneyimlerimden verdiğim örnekler oldukça
açıklayıcıdır. Bu tür örnekler güzeli öngörmenin sinir sistemi
ya da güncel piyasa verileriyle mümkün olmadığını gösteriyor.
Gerçekten de büyük ölçüde biyolojiye ya da iktisada dayanan
açıklamalar önemsiz ya da yanlış olmaya mahkumdur. Birey
tarafından değer verilen ve gruplar hatta kültürler arasında yan­
kılanan özgül güzellik deneyimlerini ayrıntılı, bağlam içinde
kullanılmış tarih, kültür ve bireysel insan doğasına ilişkin bilgi­
ye dayanarak açıklayabiliriz.
Güzellikle ilgili "hikaye"miz hakikatle ilgili "hikaye"mizden
oldukça farklı görünüyor. Durumu karmaşıklaştıran postmo­
dern ve dijital etmenlere karşın daha sağlam hakikatlerin bu­
lunmasına yönelik güçlü bir eğilim vardır. Bunun tersine güzel
nesne ve deneyimlere ilişkin geleneksel kavramlar artık yeterli
değildir. Güzellik deneyimi kaynağı ne olursa olsun ilgi çeken,
hatırlanabilen ve daha fazla araştırma isteği uyandıran nesne
ve deneyimlerin yaratılmasına her zaman olduğundan daha
fazla bağımlıdır. Daha önemlisi, neyin güzel bulunacağı önce­
den bilinememektedir; tarihsel, kültürel ve rastlantısal etmenler
beyinle ya da ekonomiyle ilgili herhangi bir faktöre baskındır.
Modern çağ öncesinde insanların evrimsel tercihleri ya da acı­
masız olduğu iddia edilen arz ve talep yasaları üzerinde dü­
şünmek yerine ortaya çıkmakta olan-rastlantı ya da tasarım
sonucu-varyasyonlara odaklanmamız ve hangilerinin sanata
gönül verenleri büyüleyeceği ya da bu kişilerde saplantı haline
geleceğini bekleyip görmemiz gerekir. Hakikate giderek yakla­
şıyor olabiliriz ancak güzellikle ilgili deneyimlerimiz başkaları­
nın deneyimlerinden giderek daha farklı olacaktlf.
4. Bölüm İyilik

B u kitapta ele alacağım konular hakkında düşünmeye baş­


ladığımda Immanuel Kant aklımda yoktu. Ancak kısa sü­
rede üç erdem görüşümün Kant'ın çığır açan felsefi üçlemesi­
nin odak noktasını çağrıştırdığını fark ettim: Saf akıl hakikatle,
Muhakeme güzellikle ve Pratik Akıl ahlaki alan olan iyilikle
ilgilidir. Aynı derecede itibarlı bir düşünür olan iktisatçı John
Maynard Keynes'e göre, muhtemelen farkında olmasak da hepi­
miz ölmüş bir iktisatçının teorilerinin esiriyiz. Başka bir deyişle,
kendimize ait olduğunu ya da hep var olduğunu sandığımız
fikirler, neredeyse her zaman bilinçli ya da bilinçsiz olarak fikir­
leri kültürün bir parçası olmuş bir düşünüre aittir. Psikanalitik
açıklamaların, Freud'un görüşlerini açıkça reddedenleri ya da
onun adını duymamış olanları bile kapsayacak şekilde kültürü­
müzü nasıl istila ettiğini düşünün.
Ancak ne kadar istesek de görkemli atalarımızın sorunsal­
larına ya da vardıkları sonuçlara sırtımızı dayayıp oturmama­
lıyız. Immanuel Kant bugün dünyaya geri dönebilseydi haki­
kat, güzellik ve iyilik kavramlarını tanımlamaya-kutsamak

91
92 Hakikat, Güzellik ve İyilik

bir yana-yönelik herhangi bir ciddi çabaya karşı çıkan post­


modern eleştiri karşısında hayrete düşerdi. Bunun yanı sıra
günümüzün dijital göçmenleri' gibi Kant da Facebook, sanal
gerçeklikler, binlerce kişinin aynı anda oynayabildiği oyunlar
ve sosyal paylaşım siteleri karşısında ne yapacağını şaşıracak­
tı. Yazdıkları hakkında yeniden düşünmek belki de düzeltme
yapmak zorunda kalacaktı. Onun yokluğunda daha önemsiz
ölümlülerin Kant'ın bıraktığı yerden devam etmesi ve her ku­
şağın hakikat, güzellik ve iyiliği yeniden düşünmesi gerekiyor.
Ne kadar kışkırtıcı olsa da bu kavramları basitçe kutsayamaz ya
da vahşice yok edemeyiz.
Hakikatle ilgili güvence veren hir sonuca ulaştım. Tek ha­
kikat olmasa da çeşitli disiplin ve meslekler farklı hakikat
alanlarını hir ölçüde güvenilir biçimde tanımlamamıza olanak
vermiştir; zaman içinde doğruyu (ve doğruları) bulmamız ve
hunu doğru olmayandan ve "dayanaksız hakikatten" ayırt ede­
bilmemiz gerekir. Bunun yanı sıra sanatlarla-ve sanatla bilim
ya da sanatla doğanın ilginç melezleri ve karışımlarıyla-ilgili
beğenilerimizde son yıllarda yaygınlaşan güzellik deneyiminin
bir rolü olduğunu kabul ettim. Ancak sanatların, güzellik dene­
yiminin algılanmasına neden olan tamamlayıcı "belirtilerinin"
de-ilgi çekicilik, hatırlanabilirlik ve yeniden izleme eğilimi­
önemini vurguladım. Günümüzde güzellik kavramının giderek
bireyselleşmekte olduğu sonucuna vardım ve hu eğilimi onay­
ladığımı belirttim.
Şimdi diğer konumuz olan iyilik kavramına geçiyoruz. Ya
da daha kesin bir ifade kullanırsak Postmodern Dijital Çağda
İyilik Kavramının Kaderi. (Kulağa neredeyse Kant'ın sözleri gibi
geliyor!-Das Schicksal von der Konzept...) "İyiliği" başka insan­
larla (tanıdığımız ve tanımadığımız, uzak ve yakın ya da mesle­
ki nedenlerle tanıdığımız kişiler) ilişkilerimizin bir özelliği ola-

• Dijital göçmen (digital immigrant) ve dijital yerli (digital native) terimleri ABD'li eğitim
yazarı Marc Prensky'e aittir. Dijital çağda doğmuş olanlar dijital yerli, dijital dünyayla
hayatının bir döneminde tanışmış olanlar dijital göçmen olarak tanımlanıyor. (y.n.)
iyilik 93

rak görüyorum. Dolayısıyla ilerleyen sayfalarda iyi insanlar, iyi


ı•urttaşlar ve iyi çalışanlardan söz edeceğim. Başkalarıyla iyi
11 işkilerin ne olduğuna dair düşüncelerimiz bazı yönlerden bin
yıl içinde çok az değişmiştir, burada "komşuluk ahlakı"ndan
süz ediyoruz. Ancak iyi bir işçi ya da iyi bir yurttaş olmanın an­
lamı gibi önemli kavramlar yakın zamanlarda ortaya çıkmıştır
ve burada "rollerin etiği"nden söz ediyorum.
Ardından en önemli konu olan çağımızda "iyi" kavramının
hangi yollarla yeniden düşünülmesi gerektiğini ele alacağım.
Benim görüşüm dijital medyanın her alana yayıldığı hir çağın
başlangıcında tanıdığımız ve tanımadığımız insanlarla online
etkileşimde bulunurken kullanacağımız yolları yeniden ya­
ratmamız gerektiğidir. Bunun yanı sıra postmodern fikirlerle
sürüklenen bir dünyada göreliliği kabul etme baskısına ya da
mutlakiyete boyun eğmekle karşı karşıya kalmış olduğumuz­
dan, farklı kültürlerle birlikte çalışarak küresel bir etik sistemi­
nin oluşturulması yaşamsal önem taşımaktadır.

E ğer benim gibiyseniz, On Emir'le kendinizi bildiğinizden


beri iç içesinizdir. Ancak kısa süre öncesine kadar emirlerin
iki kategoriye ayrıldığının farkında değildim. İlk dört emir bize
Tanrının huzurunda olduğumuzu ve ona sonsuz, sorgusuz bir
saygı ve itaat borçlu olduğumuzu hatırlatır. Bu olayın doğaüstü
kısmıdır. Geri kalan emirler şaşırtıcı derecede yereldir. Anne
babana hürmet et ve komşularına iyi davran-onları öldürme,
onlardan çalma, onlara yalan söyleme ya da onlarla sevişme. Bu
emirlerin klanlar-en azından sima (ve bu sima pekala yakın
bir akrabanız olabilir) olarak neredeyse herkesi tanıdığınız ve
herkesin sizi tanıdığı en çok birkaç yüz kişilik topluluklar- için­
de nasıl bir işlevi olduğunu kolayca hayal edebiliriz. Bir günah
işlediğinizde kısa sürede herkes öğrenecek ve eğer son derece
güçlü değilseniz kızdırdığınız kişiler, akrabaları ya da topluluk
tarafından cezalandırılacaksınız. On Emir bu ahlaki anlayışları
kutsallaştırmıştır; hırsızlık, zina ve cinayetin günün kuralı ve
94 Hakikat, Güzellik ve İyilik

gecenin adeti olduğu herhangi bir topluluğun uzun süre ayakta


kalacağı-ya da şimdiye kadar kalmış olduğu-kuşkuludur.
Birçok toplumda Altın Kural dediğim daha da basit bir ata­
sözü vardır: "Başkalarına sana davranılmasını istediğin gibi
davran." Kötümserliği tercih ediyorsanız aynı atasözünün şu
olumsuz şeklini hatırlatabilirsiniz: "Sana yapılmasını istemedi­
ğini başkalarına yapma." Bunu gene kişinin çevresiyle, tanıdığı
ve düzenli olarak karşılaştığı insanlarla ilişkisine dair bir cümle
olarak görüyorum. Söz konusu Altın Kural olasılıkla sözlü ya
da yazılı olarak açıkça ifade edilmeden çok önce vardı ve uy­
gulanıyordu; Hammurabi'nin "kısasa kısas" deyişi sanki çok ön­
ceden yerleşmiş bir ilkeyi sözle anlatmaktadır. Bir topluluğun
uzun süre var kalması için davranışlara bir çeşit insani karşılık
verileceği varsayılmaktadır.
Şimdi benim evrensel olana atıfta bulunmamın, ahlakın ev­
rimsel bir açıklamasını yapacağımı haber verdiğini düşünebi­
lirsiniz. Sanatta güzelliğin biyolojik açıklamasını küçümseyen
yazar ahlakın biyolojik bir açıklamasını yapmak üzere diyecek­
siniz. Evrim sayesinde biz yüksek primatların adalete karşı kes­
kin bir duyarlılık geliştirdiğimize ve kötümser bir biçimde ifade
edersek kimin hile kimin "otlakçılık" yaptığına karşı tetikte ol­
duğumuza inanıyorum.
Ancak insan ahlakının-bırakın etiği-salt biyolojik bir
açıklamaya indirgenmesini engelleyen önemli nedenler vardır.
Birincisi ilgili grubun tanımı ve büyüklüğüdür. Cinayet, hırsız­
lık ya da zinanın çekirdek aile içinde hoş görüldüğü herhan­
gi bir toplum olduğunu sanmıyorum. Gerçekten de Saddam
Hüseyin ya da Josef Stalin gibi despotlar kendi aile bireylerini
istismar ettiklerinde ya da ortadan kaldırdıklarında bunu hoş
görmüyoruz. Ancak bu korkunç örneklerin hatırlattığı gibi söz
konusu grup çok küçük ve hızlı bir değişim içinde olabilir.
1930'ların Komünist partisi ya da 1980'lerin Baas partisinde­
çekirdek grupta bile olsa-Ulu Önderin emrettiği hatta ima et­
tiği herhangi bir şeye karşı çıkanların başı ciddi derde girerdi.
iyilik 95

Bir kez semtinizin dışına çıktığınızda her şey tersine döner.


1 ncil'in iyi yüreklilik ve nezaketin el kitabı olduğu söylenemez;
"iiteki"ni katletmek Tevrat'ın ana temalarından biridir. Modern
savaşların yapıldığı günümüzde, düşmanlar uzak ve anonim, pi­
lotsuz uçaklar silah olduğunda, öldürmeye karşı etolojik kısıtla­
malar (düşmanınız olan insan iki kolunu havaya kaldırıp teslim
< ıluyor ya da yüzüstü yerde yatıyor) büyük ölçüde azalmaktadır.
Freud'a atfedilen bir sözü uyarlayarak aktarırsak, "Bir düğmeye
basarak dünyanın öbür ucunda bir insanı öldürmek koşuluyla
bozuk para alabilseydik, bir hafta içinde Viyana'da herkes mil­
yoner olurdu." Daha açık ifade etmek istersek: Ahlak anlayışımız
ürkütücü derecede dar görüşlü ve yerel olabilmektedir.
Ne var ki-can alıcı nokta budur-komşuluk ahlakımızın
sadece kendi sokağımızda yaşayanlar için geçerli olması gerek­
miyor. Üzerimizde en çok etki bırakan insanlar herkese eşit de­
recede ahlaklı davrananlardır. "Komşu" olarak kabul ettiğimiz
grubun boyutları beynimizin ya da genlerimizin değil tarih,
kültür ve bireysel tercihlerin bir ürünüdür.
İyiliğin biyolojik açıklaması başka bir yönden de yetersiz
kalıyor: Söz konusu görüş büyük toplumların ortaya çıkışını
ve evrimini açıklayamıyor. Bu tür toplumlar karmaşıktır. Emile
Durkheim'ın yüz yıl önceki sosyolojisinden alınma bir terimi
kullanırsak, bu toplumlar giderek keskinleşen bir "işbölümü"
ile nitelenir. Küçük bir çiftçi, avcı ya da balıkçı klanında bütün
erkekler (örneğin yiyecek arama) ve kadınlar (örneğin yiyece­
ği hazırlama ve dağıtma) aşağı yukarı hep aynı işleri yaparlar.
Böylece toplumun kuralları-bunu yapacaksın bunu yapma­
yacaksın buyrukları dahil-herkes için aynı derecede geçer­
lidir. On Emir ve Altın Kural-ya da daha intikamcı şekliyle
Hammurabi'nin "kısasa kısas" kanunları-çalışma alanı ve sos­
yal ilişkiler için yeterliydi.
Bir toplumun önemli bir işbölümü olmaksızın büyümesi
mümkündür. Belki de Çin ve Hindistan'ın kırsal bölgelerinde
yüzyıllar boyunca toplumlar bu şek ilde büyümüştür. Ancak
toplumlar büyüdükçe ve bildiğimiz anlamıyla uygarlık geliş-
96 Hakikat, Güzellik ve İyilik

tikçe cinsiyet rollerinin ötesinde işbirliğine dayanan bir örgüt­


lenme kaçınılmaz olur. Bu toplumları seçilmiş birkaç kişi yö­
netmekte ve birçok kişi yönetilmektedir. Ayrıcalıklı birkaç kişi
okuyup yazma öğrenir. Bu kişiler yasaları koyarlar; toplumun
geçmişi ve bugünüyle ilgili metinleri oluşturur, başkalarına an­
latır ve yorumlarlar; karmaşık ticari ilişkileri yönetirler; evin ve
krallığın mali kayıtlarını tutarlar. Halkın geri kalanı söz konusu
becerilerden nasibini almadan yaşamın sıkıntı ve güçlükleriyle
boğuşmaya devam eder. Nihayet oldukça uzmanlaşmış sanat,
zanaat ve meslek alanları ortaya çıkar. Böylece ortaçağın zir­
vesinde, diyelim ki 1200 yılına gelindiğinde, gerek Çin, Hindis­
tan, Meksika, Peru gerekse Batı ya da Bizans Avrupası'nın güç
merkezlerinde yaşayan toplumlarda ileri derecede uzmanlaşmış
birçok başka rolün yanı sıra askeri liderler, politik yetkililer,
serfler, esnaf, kuyumcular, şifacılar, hakimler ve inşaatçılar bu­
lunmaktaydı.
Bu koşullar altında Altın Kural ve On Emir, bazen acınacak
derecede yetersiz kaldı. Bu artık iyilik yapmaktan ve davranış­
lara uygun karşılık vermekten kaçınıldığı anlamına gelmiyor.
Ancak herhangi bir karmaşık toplumun parçası olan roller daha
önceki çağlarda öngörülemeyen çıkmazlar üretmekte, bu iki­
lemler en iyi niyetli yaklaşımlara ya da geçmişin unutulmaz
örneklerine karşın çözümsüz kalabilmektedir.
Bu aşamada düşüncelerimin berraklaşmasını sağlayan bir
ayrım-ahlak ve etik arasındaki ayrım-ve buna eşlik eden
terimlerden söz etmek istiyorum. Ahlak terimini insanların
paylaştığı insan olma durumu, bu durumun karşılıklı farkında
olmaları ve bir kabile, klan ya da topluluğa ait olmaları nede­
niyle var olan etkileşimler için kullanmayı öneriyorum. Günlük
kullanımda kavram kargaşasını önlemek amacıyla "komşuluk
ahlakı" terimini öne sürdüm. Burada On Emir, Altın Kural,
Hammurabi Kanunlarının alanındayız. Sigmund Freud "ahlak
aşikardır" dediğinde, yerel düzeyde neyin iyi neyin kötü kabul
edildiğinden söz ettiği varsayılır. Genlerimiz ve beyinlerimiz
sayesinde komşuluk ahlakına uyum sağlama eğilimi taşırız.
iyilik 97

İki ya da üç yaşındaki çocukların çoğu iyi ve kötü sözcükle­


rini kullanmaya, bu tanımlara göre davranmaya ve aralarındaki
ayrımı anlamaya başlar. Kuşkusuz yaşamın başlangıcındaki iyi-
11 k kavramı büyük ölçüde ego için iyi olanlara odaklanır; ölçüt
neyin kendisini yılgın, aç, korkmuş ya da daha kötü hissettir­
mek yerine mutlu ettiği, doyurduğu ve kendine ait bir şeyleri
ı ılduğunu hissettirdiğidir. Birkaç yıl içinde "iyi" sözcüğü adalet
duygusunu da kapsamaya başlar; belki her zaman adil olmaya­
biliriz ama kuşkusuz akrabalarımız, komşularımız ve her şeyden
önce akranlarımızın bize adil davranmasını bekleriz. Sosyalleş­
me süreci-ister sert ister şefkatli biçimde gerçekleşsin-çocu­
�un iyilik kavramanın genişlemesini ve gelişmesini sağlayarak
daha az benmerkezci, grubun diğer üyelerinin iyiliğine duyarlı
ve "toplumun iyiliği"nin daha çok bilincinde olmasını sağlar. Bu
sosyalleşme süreci kötü ya da iyi, tutarlı ya da tutarsız biçimde
yönetilebilir. Birkaç yıl içinde bunun sonuçları -ister takdire de­
ğer ister acınası ister bu iki durumun bir karışımı olsun-evde,
sokakta, oyun bahçelerinde, üyeliğe kabul ritüellerinde ve okul
ve kilise gibi kurumlarda kendini gösterir. Her şey iyi gitmişse
ve Altın Kurala ve On Emir benzeri bir sisteme uygun davranırsa
Sally cici bir kız çocuğu, iyi bir insan olur.

B ir komşuluk kavramı olan ahlakın tersine etik karmaşık


toplumlar için uygun bir kavramdır. İleri derecede farklı­
laşmış olan bu tür toplumlarda zaman içinde belli bir mesleğe
özgü ve bu mesleğe bir düzenleme getiren ilke ve uygulamalar
ortaya çıkar. Etik, tutumla ilgilidir. Komşuluk ahlakı bağlamın­
da kişi kendisini sadece birey olarak (ben Howard'ım), başka­
larınıysa adlarıyla (eşim Ellen, kardeşim Marion, çocuklarım,
uzak akrabalarım, arkadaşlarım, komşularım, bana yağ çeken­
ler ve beni kızdıranlar) tanımlar. Bunun tersine etik alanda kişi
kendisini üstlendiği roller bağlamında düşünür. İnsanın kendi­
sini üstlendiği rol bağlamında düşünmesi kendi benlik sınırla­
rının ve günlük etkileşimlerinin dışına çıkabilme, bir anlamda
kendini çalışan ve yurttaş olarak algılama yetisini gerektirir.
98 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Böylece "komşuluk ahlakı"na karşılık "rollerin etiği" deyimini


öne sürüyorum.
İş alanında etik şapkayı başıma koyduğumda kendimi öğ­
retmen, akademisyen, sosyal bilim araştırmacısı, yazar ve sözcü
(ya da entelektüel) olarak algılarım. Bu mesleklerin her birinin
kendine özgü etik önkoşulları vardır ve bunlar bazen kurallar­
la belirtilmiştir. Yurttaşlığa gelirsek, kendimi işyerim (Harvard
Üniversitesi), yaşadığım yöre (Massachusetts, Cambridge), kuru­
luş düzeyinde bağlantılarım (üye olduğum kurullar), yaşadığım
eyalet, bölge, ulus ve giderek gezegen ( ben burada durmalı­
yım, ancak içimizde daha uzak görüşlü ya da şatafatlı olanlar
kendilerini samanyolunun ya da çok galaksili evrenin yurttaşı
olarak görebilirler) içindeki rollerim bağlamında düşünüyorum.
Bir kez daha bu alanların her birinin, bazen yönetmelik ya da
yasalarla ifade edilen kendi etik beklentileri vardır.
Bu tartışmada yurttaşlığın doğal ya da aşikar bir kategori
olarak ele alınmadığına dikkat edin. Çok eski zamanlardan beri
bireyler bir klan ya da kabilenin üyeleri olmuş ve bu bağlamda
başkalarının kendilerine ahlaki açıdan doğru davranmalarını
beklemiş, kendi törelerine uymaya dikkat etmiş ve belki de
kolektif yaşamla ilgili bazı daha geniş sorumluluklar (örneğin
davetsiz misafirlere karşı nöbet tutmuşlar, ürünün bir bölümü­
nü başkalarının hasat etmesi için bırakmışlar) üstlenmişlerdir.
Ancak bana göre bir devletin-Antik Yunan şehir devleti, Roma
Cumhuriyeti, ABD ya da 1789 sonrası Fransa-yurttaşı olmak
sadece, hiç yüz yüze karşılaşmamış ya da karşılaşmayacak ol­
duğunuz bireylerle bile ilişkinizin bulunduğu daha geniş bir
toplum bağlamında anlam ifade eder.
Rollerin etiğinin, kendi başına soyut bir tutum edinme kapa­
sitesinin ötesinde önemli bir bileşeni vardır. Bu bileşen sorum­
luluk kavramıdır. Özellikle ABD'de olmak üzere günümüzde
sosyal ya da profesyonel hiçbir grup kendi haklarını dile getir­
mekte herhangi bir zorlukla karşılaşmamaktadır. (Bazen emek­
leme çağındaki Amerikalı çocukların ilk öğrendiği fiilin dava
etmek olduğunu söylerek şaka yaparım.) Bana göre etik bir tu-
iyilik 99

ı umun temel özelliği sorumluluk duygusudur. Kuşkusuz işçi ya


ı la yurttaş belli haklara sahip olmalıdır. Ancak etik davranan
hir işçi her sabah "Bana ne borçlular? Haklarım nedir?" diye ho­
murdanarak kalkmaz. Bunun yerine kendine "Bir profesyonel
ı ılarak bana verilen ölçüde kaynak, saygı ve özerklik bağlamın­
da sorumluluklarım nedir?" diye sorar. Etik yurttaş da, önemli
olmalarına ve ancak bir mücadele sonunda elde edilebilmele­
rine karşın hakları konusunda takıntılı değildir. Bunun yerine
kendine "Üstlenmiş olduğum yurttaş rolünde sorumluluklarım
nelerdir?" diye sorar.
Önemli bir koşul: Kişisel çıkarınız fazla olduğunda etik dav­
ranmak kolaydır; tamam dersiniz ve iki yüz ya da iki trilyon
doları alırsınız. Ancak etik sınav bireysel çıkarın role uygun
doğru davranışla çeliştiği durumlarda verilir. Bir hekim ailesiyle
tatile çıkmaya hazırlanmaktadır ancak acil müdahele gerektiren
bir hasta gelir. Hekim ne yapmalıdır? Varlıklı bir yurttaş çok
yüksek bir vergi artışına komşusuyla aynı derecede karşı çı­
kabilir ("Bir yat daha almak için"), ancak vergi ödemelerindeki
bir artışın ekonomik açıdan daha az şanslı insanlara ihtiyaçları
olan tıbbi hizmetleri sağlayarak daha çok yardımcı olacağını
fark eder. Önerilen vergi artışı için nasıl oy verecektir? Etik tu­
tumun sınavı, kişinin kendi özel konumu ya da sonuçla ilgili
çıkarlarından bağımsız olarak duyduğu sorumluluktur. Bura­
da felsefeci John Rawl'un bilgisizlik örtüsü altında oluşturulan
"adil toplum" görüşü aklıma geliyor. Rawle'a göre bir toplumu
yöneten kurallar kişinin kendi yetileri ve söz konusu toplum
içindeki yeri hakkında bilgi sahibi olmadan oluşturulmalıdır.
Günümüzde neden kısa ve basit olan iyi sözcüğünün bu
denli karmaşık hale geldiğini göstermeye çalıştım. İş alanları­
nın farklılaştığı herhangi bir toplumda komşuluk ahlakı ancak
bir ölçüye kadar yeterlidir. Kişinin avukat, hekim, mühendis,
muhasebeci, öğretmen, tüccar vb. olarak rolüne uygun dav­
ranmasının-ya da işyerinde, ait olduğu kurumlarda ve gide­
rek daha geniş ölçekli politik etkinliklerde sorumlu bir yurttaş
olmasının-ne anlama geldiği şeffaf ya da açık değildir. Kuş-
100 Hakikat, Güzellik ve İyilik

kusuz komşuluk ahlakı aşikardır: "Komşunu kendin gibi sev."


Ancak yukarıda sözü geçen meslek alanlarının her biri teknik
bilgi gerektirir. Uzman olmayan kişilerin bir avukata sunacağı
kanıtlar, bir mimara çizip uygulayacağı plan ya da bir hekime
yapacağı tedavi hakkında direktif vermesi meşru değildir. Bu­
nun yanı sıra On Emir'in beni akademik kadroya bir atama
için nasıl oy vereceğim, ünlü bir sanat eserinin değerinin düşü­
rülmesini destekleyip desteklemeyeceğim ya da küresel ısınma
hakkında karşıt görüşler öne süren politik adaylardan hangisini
seçeceğim konusunda yönlendirmesi mümkün değildir.
Bununla birlikte komşuluk ahlakı ile rollerin etiği arasındaki
ayrımla ilgili bazı uyarıların dikkate alınması gerekiyor. Birinci­
si, yazarlar ahlak ve etik terimlerini birçok şekilde kullanmak­
tadır, bazen ahlak esas terim ve etik bunun alt kategorisi olarak
değerlendirilir. İkincisi bazı yetkililer yerelliğe ilişkin bazı kav­
ramların evrensel hak ve yükümlülük olduğu ve bunların işçi
ve yurttaş rollerimizle ilgili davranışların yönetiminde yeterli
olacağı görüşündedir. Böyle olmasını çok istesek de bunun bir
gerçekten ziyade bir arzuyu yansıttığına inanıyorum.
Ahlakla etik arasındaki ayrımın asla mutlak olmadığını vur­
gulamamız gerekir. Ahlaki dediğimiz birçok kavram etik alanla
örtüşür: Tıpkı her gün gördüğümüz komşularımız gibi bizden
uzak olanlara da zarar vermemeliyiz. Aynı şekilde etik kavram­
ların büyük bölümü ahlaki alanda da geçerlidir: Okuldaki, sem­
timizdeki ya da kendi evimizdeki kişilere karşı da kendimizi
işçi ve yurttaş olarak görebiliriz. Kişi, aile üyesi, komşu, işçi ve
yurttaş arasındaki sınırlar mutlak değil geçirgendir.
Bu uyarıları akılda tutarak "iyi"yi nasıl tanımlayabiliriz?
Neyin "iyi olduğu"na (ya da "iyi olmadığı"na) ilişkin yaptığım
tanım sadece insan ilişkileri için geçerlidir: biz insanların gerek
yerel gerekse küresel bazda davranışlarımızı yöneten ilişkiler.
İlk ve birincil "iyi" (ya da "kötü") kavramı binlerce yıldır süre­
gelmektedir: Akrabalarımız, arkadaşlarımız, komşularımıza na­
sıl davrandığımızla ilgilidir: Acımasız mı yoksa şefkatli miyiz,
adil miyiz, değil miyiz? Kısaca insan olarak kimin "iyi" oldu-
iyilik 101

Aunu kimin çeşitli yönlerden eksikli olduğunu tanımlıyoruz.


Ancak toplumların giderek daha karmaşık hale gelişiyle "iyi"
kavramına yeni bir anlamın eklenmesi gerekmiştir: Çalışanlar
ve yurttaşlar olarak temel sorumluluklarımızı yerine getiriyor
muyuz yoksa yetersiz mi kalıyoruz?
Araştırmalarım, sonunda bu konuya odaklandı. Araştırma­
larımın sonuçları bu yeni "iyilik" örneklerinin nasıl kavramsal­
laştırılacağı ve postmodern görüşler ve dijital medyanın hangi
yollarla iş ve yurttaşlık kavramlarına meydan okuduğu hakkın­
da bazı fikirler vermiştir.
1990'lı yılların ortalarından beri değerli çalışma arkadaşla­
rım Mihaly Csikszentmihalyi, William Damon ve birçok başka
iyi araştırmacıyla birlikte "iyi iş" kavramını inceliyorum. (Son
dönemde bu çalışma "iyi yurttaşlık" kavramını da kapsayacak
�ekilde genişletildi.) Çalışmamız esas olarak iki olaya dayan­
maktaydı. Zaman zaman ilk araştırmalarımızda elde edilen
bulguların rahatsız edici şekillerde kullanıldığını görmüştük.
Bu beklenmedik kötüye kullanım bizi çalışmamıza ilişkin
sorumluluğumuzu yeniden düşünmeye sevk etti. Toplumsal
düzeydeyse toplumun tüm sektörlerinin piyasa güçleriyle dü­
zenlendiği yönündeki inancın giderek yoğunlaştığını kaydet­
tik. Kuşkusuz bizler de birçok yönden piyasadan yararlananlar
arasındayız ve piyasanın işlevlerini eleştirmek için bir nedeni­
miz olamaz. Bununla birlikte iş alanının-özellikle de mesle­
ki çalışmanın- sadece arz ve talep güçlerine bırakıldığında
istismara açık olacağına kuvvetle inanıyorduk. Her meslek bir
temel değerler dizisi çevresinde örgütlenmiştir ve söz konusu
mesleğin deyimin tam anlamıyla "piyasa testi"nden geçip geç­
memesinden bağımsız olarak bu temel değerlerin korunması ve
uygulanması çok önemlidir.
İyi İş Projesi'ni yürütürken dokuz ayrı çalışma alanından
1200 profesyonelle ayrıntılı görüşmeler yaptık. Elde ettiğimiz
bulguları inceledikten sonra iyi işi üç bileşenden oluşan bir
kavram olarak tanımladık. İyi iş mükemmeldir, ilgili meslek ya
da zanaatın teknik standartlarına uygundur. Kişisel olarak an-
102 Hakikat, Güzellik ve İyilik

lamlı ya da bağlayıcıdır. İşi yapana çekici ve anlamlı gelmeye


devam etmediğinde iyi bir işin uzun süre yürütülmesi zordur.
Üçüncü bileşen etiktir. İyi iş sorumlu ve etik bir yaklaşımla yü­
rütülebilir. İyi bir çalışan kendini sorumluluğun anlamı hakkın­
da sürekli sorgular, bu şekilde davranmaya çalışır, hepimizin
yapması gerektiği gibi başarısızlıklarını kabul etmeye ve daha
sonra yetersizliklerini düzeltmeye çalışır.
"Komşuluk ahlakı" ile "rollerin etiği" arasında yaptığım ayrım
bu çalışmanın ürünüdür. Komşular arasında yaşayan insanlar
olarak ahlaklı davranmamız beklenir ve biz de başkalarından
bunu bekleriz. İyiliğin bu iki "çeşnisi" günümüzde tüm ahlaklı
davranışın dayanağını oluşturduğu düşünülen mekanizmaları
yansıtmaktadır: Birincisi daha otomatik ve sezgisel olup kom­
şuluk ahlakını yönetir; daha fazla bilinçli düşünce gerektiren
ikincisi çalışan ve yurttaş rollerimizle daha yakından ilgilidir.

Mükemmellik Etik Bağlayıcılık

Şekil 4.1. İyi İşin Üç İplikçikli Sarmalı.


iyilik 103

Uygun bir analojiyle iyi işi iyi profesyonelin DNA'sı olarak


düşünebiliriz (bak. Şekil 4.1). Tıpkı DNA'mızın Homo sapiens'in
etten kemikten bir üyesi olarak gelişmemize olanak verdiği gibi,
mesleki DNA'mız iyi çalışanlar olmamızı sağlar. Bu profesyonel
üçlü sarmal ilgili "anlam birimleri"ni bizden sonraki kuşaklara
aktarma olanağını verir.
Benzetmeyi biraz zorlayarak sarmaldaki üç bileşeni klasik
erdemlerin günümüzdeki örneklemesi olarak düşünebiliriz.
Mükemmellik saf akıl ve doğruluk alanına aittir. Bağlayıcılık
bize sanatları ve doğayı anımsatır; ilginç, unutulmaz ve çekici
şeylere bağlanırız. (Gerçekten de bağlılık oluştuğunda bir "ür­
perti" hissedebiliriz.) Etik ise bizi adalet, iyi bir yaşam ve iyi bir
toplum alanına getirir.
Daha önce belirttiğim gibi iyi işin analizi yurttaşlık alanı­
na kolayca ve doğru olarak uygulanabilir. Kısaca ifade edilirse
iyi bir yurttaş teknik açıdan mükemmeldir, ait olduğu yöne­
tim ya da yönetimlerin kurallarını ve işleyişini bilir. İyi yurttaş
bağlıdır, olup bitene önem verir ve gerektiğinde tedbir alarak
yapması gerekeni yapar. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi iyi
yurttaş etiktir. Uygun davranış aleyhine olduğunda bile, hatta
özelikle böyle olduğunda doğru hareket tarzını seçer.
İdeal olarak toplum genelinde kişiler "iyi" olabilir ve olma­
lıdır. Ancak bir kişinin iyi bir işçi ya da yurttaş olmadan da
iyi bir insan olabileceğini ve "iyi" ve "iyi olmayan"ın diğer tüm
bileşimlerinin görülebileceğini unutmamalıyız. Bu ayrımlar ya­
pılmadığında sürprizlerle karşılaşırız; sözgelimi örnek işçinin
eşini dövdüğünü ya da çok yardımsever bir komşunun olup
bitenden haberdar olmaya ya da oy vermeye zahmet etmediğini
öğrenebiliriz.
İyi iş yapmak kolay değildir: birbiriyle çatışan talepler ve
birbirine karşıt fırsatlar sıkça karşımıza çıkar. İyi işin gerçekleş­
mesinin en kolay yolu belirli bir iş alanında çıkarı olan herkesin
kabaca aynı şeyleri istemesidir. Buna uyum deriz. Somut ola­
rak ifade edersek ancak bir mesleğin klasik değerleri, o sırada
104 Hakikat, Güzellik ve İyilik

mesleği uygulayanların amaçları, piyasanın talepleri, kurulu­


şun liderleri (ve kir amaçlı kuruluşlarda hissedarlar) ve sosyal
paydaşlar kabaca aynı şeyi istediklerinde söz konusu meslekte
uyum olduğu söylenebilir. Bir örnek verirsek ABD'de son yirmi
yılda genetik araştırmacısı olarak iyi iş çıkarmak görece kolay
olmuştur; bunun nedeni toplumun bu çalışmaları yargılamadan
desteklemesidir. Hepimiz daha uzun ve sağlıklı yaşamak isteriz;
genetik ve diğer biyoloji bilimlerinin bu hedeflere ulaşmamızı
sağlayacağını ümit ettiğimizden, bu alanlardaki girişimleri en­
gellemek yerine kolaylaştırmaya çalışıyoruz. (Kök hücre araştır­
malarının uygun olup olmaması gibi konularda tartışma başla­
dığında uyum zayıflayabilir, hatta kaybolabilir.)
Bunun tam tersine aynı zaman diliminde gazeticilik alanın­
da iyi iş (tarafsız, adil, sansasyon yaratmayan ve dedikodu ya da
anonim istihbarata dayanmayan iş) yapmak giderek zorlaşmış­
tır. Göründüğü kadarıyla bunun nedeni gazetecilik alanındaki
çeşitli sosyal paydaşların ( gazete sahipleri, yayıncılar, editörler,
muhabirler, kamuoyu) haberlerden oldukça farklı şeyler bekle­
meleridir; sonuç olarak temelde uyum yoktur. Gerçekten de ba­
sılı gazete yayıncılığının, en azından bildiğimiz şekliyle devam
edip etmeyeceği kuşkuludur.
Genellikle uyum mesleğin devamını sağlar. Ancak iyi işi
sürdürüp sürdürmeyeceğine karar veren bireyler ve sadece bi­
reylerdir. Uyumsuzluğun hüküm sürdüğü kötü günlerde siz iyi
bir çalışan olmaya devam edebilirsiniz, gerçekten de böyle za­
manlarda kimi çalışanlar mesleklerinin en yüksek değerlerine
uygun yeni kurumlar oluştururlar. ABD'de yüksek kaliteli rad­
yo haberciliği ve kültür programlarının (British Broadcasting
Corporation ile ilişkilendirilen türden) eksikliğinin hissedilmesi
Ulusal Halk Radyosu'nun (National Public Radio), Ortadoğu'da
ise ılımlı çok perspektifli haberciliğin olmaması El Cezire'nin
kuruluşuna neden olmuştur. Kuşkusuz bunun tersine mesleğin
ileri derecede uyumlu olduğu dönemlerde kötü çalışan olmak
da mümkündür. Genetik gibi iyi uyum sağlanmış alanlarda da
iyilik 105

ı,;ürük elmalar ve meslektaşlarının yüksek etik standartlarından


yararlanan asalaklar bulunmaktadır.
Bunun yanı sıra iyi iş belli bir mesleğin üyeleriyle sınırlı
değildir. Mavi yakalı ve beyaz yakalı işçiler de etik ikilemler­
den paylarını almaktadır. Otobüs şoförünün rahatsız görünen
bir yolcusuna yardım etmek için durarak acelesi olanları kız­
c.lırıp kızdırmamaya, fabrika işçisinin fazla mesai için ödeme
yapılmayacağını bilerek önemli bir işi başka birine devretmeye,
ertelemeye ya da tamamlamaya karar vermesi gerekecektir. An­
cak vasıfsız işçi genellikle daha az güce, daha az özerkliğe sa­
hip olduğundan dördüncü bir bileşen öne süreceğim. "Sıradan
işçi"nin eşitlikçi bir ortamda iyi iş çıkarmaya heveslenmesi daha
olasıdır. Bu tür bir iş ortamında herkese adil davranılır: Rütbe
ve sicile göre muamelenin tersine yönetime tanınan ayrıcalıklar
aşırı değil mütevazıdır.
Tercih hakkı verildiğinde az sayıda kişi "kötü" ya da "riskli"
bir iş ortamını yeğleyecektir. Bununla birlikte birçok yerde iyi
işin yapılması ve korunması zor bir hedeftir. Araştırmalarımız
iyi iş çıkarma olasılığını artıran üç faktör bulunduğunu ortaya
koydu:

1. Dikey destek- iş piramidinin tepesinde ya da tepesine yakın


bir konumdaki kişilerin değerleri ve faaliyet ilkeleridir. Eğer
patronunuz iyi bir çalışansa, iyi işleri model alıyor ve sizden
aynı şeyi yapmanızı bekliyor, bozuk ya da kötü işe karşı gi­
derek daha ağır yaptırımlar uyguluyorsa, oluşturduğu örnek
sizin iş etiğinizi kuvvetle etkileyecektir.

2. Yatay destek - eşitleriniz ve meslektaşlarınızın değerleri ve


geleneksel davranış biçimleridir. İşyerinde sizin düzeyiniz­
deki iyi çalışanlar, sizin (ve başkalarının) normlardan sap­
manız durumunda uyarı sinyalleri gönderir ve anlamlı bir
örnek oluştururlar.
106 Hakikat, Güzellik ve iyilik

3. Düzenli aralıklarla yapılan aşılar - herhangi bir meslekte


zaman zaman hem kahramanca davranışlar görülecek hem
de bozuk ya da açıkça kötü iş yapıldığı fark edildiğinde kalk
boruları çalacaktır. Bu tür hayırlı ya da hayırsız olaylar ve
özellikle de başkalarının bu olaylara gösterdiği tepkiler çalı­
şanlar üzerinde güçlü bir etki bırakabilir.

Yürekli muhabirler, editörler ve yayıncıların sayesinde basılı


gazetecilik Pentagon Raporları ve Watergate soygunu dönemin­
de büyük bir destek kazandı. Diğer yandan yüzyılın ilk on yılı­
nın başlangıcında New York Times'ın dillere destan itibarı çifte
bir darbeyle zarar gördü: düzenbaz muhabir Jayson Blair'in so­
rumsuz haberleri ve emek hırsızlığı ve ABD yönetimi bölümüne
ait kaynakların Irak'ta kitle imha silahlarının bulunduğuna dair
iddialarının muhabir ve editörler tarafından sorgulanmaması.
Kalk borusuna verilen tepki çağrının kendisi kadar önemli­
dir. New York Times'ın bağımsız bir "kamu editörü"nü işe alma
kararı ve tekziplerin göze çarpacak şekilde basılması dahil çe­
şitli kalite kontrol önlemleri iyi iş terazisinin dengesini olumlu
yönde değiştirdi. Bunun tersine 21. yüzyılın başında denetim,
finans, bankacılık ve düzenleme alanlarında çalışan profesyonel­
lerin davranışlarını düşünün. Enron, Global Crossing, WorldCom
ve Arthur Anderson'ın iflasına yol açan büyük çaplı yolsuzluklara
rağmen profesyoneller uyarılara kulak verip uygun düzenleme­
leri yapmayı ve titizlikle uygulamayı ihmal ettiler. Bunun sonu­
cunda bir küresel finansal kriz yaşandı.
Okurlar belki iyi işi teşvik eden dördüncü ve olasılıkla en
önemli etmeni tartışmamış olmama şaşırmıştır: bir dini inanca
bağlılık. Kuşkusuz tarih boyunca birçok insan dini inançları ve/
veya bir dini gruba üyelikleri nedeniyle iyi komşu, yurttaş ve
işçi olmaya çalışmıştır. Gerçekten de dinin komşuluk ahlakını,
daha sonralarıysa çeşitli rollerde etik davranışı teşvik etmek
üzere ortaya çıktığı ve din olmadığında birçok insanın ahlaklı
ve etik bir yaşam sürdürmek için bir gerekçesi bulunmayacağı
öne sürülebilir.
iyilik 107

Dindar olmasam da dini küçümseme ya da bir Tanrı'ya ina­


nanlara meydan okuma gibi bir niyetim yok. (Gerçekten de
dini inançları olanlara doğrudan saldırıda bulunan eleştirmen­
bin hoş olmayan ve ters etki yapan bir davranış sergiledikle­
rini düşünüyorum.) İnsanlık tarihi boyunca dinler çoğu zaman
sadece iyiliğin teşvik edilmesinde değil, çeşitli formlarda güzel­
liğin yaratılmasında yapıcı bir rol oynamıştır.
Bununla birlikte kasıtlı olarak din başlığını ele almamaya
karar verdim. İyilik arayışının herhangi bir dine, aslına bakılırsa
�ene! olarak dini inançlara bağlı olduğunu hiçbir zaman düşün­
medim. Gerçekten de çeşitli suçların ateistler ya da agnostiklere
kıyasla inançlı kişiler tarafından işlenme olasılığının aynı dere­
cede hatta daha yüksek olduğunu gösteren önemli miktarda
ampirik kanıt bulunmaktadır. Suç oranları dini inanç oranının
en düşük olduğu Kuzey Avrupa ülkelerinde en düşüktür. Yakın
zamanlarda ortaya çıkan aksi eğilimlere karşın Tanrı'ya inancın
ve daha genel olarak olarak dini inançların önümüzdeki dö­
nemlerde azalmasını bekliyorum. Her koşulda, ahlaki ve etik
yaşamı dini olanlar dahil herhangi bir kurumla bağlantılı olarak
ele almak istemiyorum. Bununla beraber insanları daha etik
davranmaya teşvik edecek dini ya da manevi nitelikte bir ev­
rensel inanç sisteminin doğuşu beni ziyadesiyle sevindirir.
Komşuluk ahlakı ve etik alanındaki iyilik kavramlarımızın
tüm zamanlar için geçerli olduğunu öne sürebilirim ve bu du­
rumda bu bölümü hemen bitirmem gerekir. Ancak incelemekte
olduğumuz iki yeni güç günümüzde "iyi" kavramını karmaşık
hale getirmiştir. Özellikle gençler arasında postmodem düşün­
ce biçimleri, insanlarla ilgili olaylardaki düşüncelerimizi etki­
lemeye başlamıştır. Daha da çarpıcı olarak "iyi" kavramımız
dijital medya tarafından sürekli olarak ve kökten değiştirilmek­
tedir. Bu güçlerin her birini tek tek ele alalım.
İlk olarak postrnodemizme bakalım. Görelilik eleştirilerinin
ahlak ve etik alanlarındaki kadar güçlü olduğu başka bir yaşam
alanı yoktur. Kuşkusuz sıradan vatandaşlar güzellikten a�ikar
bir kavram olarak söz etmekte eskisinden daha çekingen dav-
108 Hakikat, Güzellik ve İyilik

ranabilmektedir; insanların çoğu duyularımızdakini olmasa da


medyadaki yanlılıkları fark edebilmekte ve bu en azından ilk
aşamada hakikatin bulunmasında sorun yaratmaktadır. Ancak
hakikat ve güzellik kavramlarının karşısındaki temel tehditler
ABD'deki Peoria, İtalya'daki Pisa ya da Hindistan'daki Pencap
kentindeki kadınların çoğunluğuna kıyasla akademi ve eğitimli
kesim üyeleri tarafından daha iyi görülmektedir.
Oysa bu ahlak ve etik alanında geçerli değildir. Siyaset bilim­
ci Alan Wolfe'un öne sürdüğü gibi, Amerikalılar dünya tarihin­
de ahlaki özgürlük kuralını kabul eden ilk insan grubu olabilir.
Wolf'a göre varlıklarını sürdürebilmeleri için toplumların görüş
birliğiyle kabul ettikleri ortak bir ahlaki ilke ve değerler bütünü
olması gereklidir; bir anlamda toplumun büyük bir klan gibi
davranmaya gereksinimi vardır. Özetle Amerikalılar bu öneriyi
kabul edebilirler, temelde hu komşuluk ahlakının geniş ölçek­
li onaylanmasıdır. Ancak günümüzde Amerikalılar daha önce
benzeri görülmemiş bir adım atarak her bireyin kendi ahlak
kuralını geliştirip yaşamını bununla tutarlı biçimde sürdürebi­
leceğine güvenilebileceğini ve güvenilmesi gerektiğini öne sü­
rüyorlar. Buna benzer şekilde Amerikalıların çoğu başkalarının
ahlak kurallarını, yıkıcı davranışlara izin vermeleri durumu dı­
şında, sert bir şekilde yargılamaktan son derece çekinmektedir.
Wolfe'un bulguları bazı soruları gündeme getiriyor. İlk ola­
rak ahlaki özgürlüğe inanma iddialarının doğru olup olmadı­
ğını sormalıyız. Madde ve alkol toleransı, farklı cinsel tercihler
ve yaşam tarzları, çeşitli sanatsal tercihler, farklı etnik gruplar
ve ırklara bakış açısında oluşan eğilimler kuşkusuz daha fazla
kabul yönündedir. Kablolu haber ağlarını izleyenler Amerikalı­
ların kendi yurttaşlarının ahlakı hakkında aşırı önyargılı olduk­
ları sonucunu çıkarabilirler. Ancak birkaç alanda yapılan araş­
tırmalar bu sansasyonel tablonun yanlış olduğunu göstermiştir.
Çoğumuz sol ya da sağ görüşlü köktenci değil, daha çok ahlaki
görelilik yanlısıyız: "Yaşa ve bırak yaşasın."
Diğer sorular başkalarını yargılamaya duyulan bu tereddü­
dün nedenleriyle ilgilidir. Kuşkusuz Amerikan yaşamının çeşitli
iyilik 109

alanlarındaki bu toleransın kökleri devrim öncesi çağdaki Qua­


ker'lara kadar uzanır. Aynı nedenle sert yargılara ilişkin de bol
miktarda kanıt bulunmaktadır: örneğin devrim öncesi dönem­
deki Püritenler. Ancak yaptığımız araştırmalar Wolfe tarafından
belgelenen bakış açısının daha yakın zamanlarda doğduğu ve
gerçekte postmodern yaşam görüşünü yansıttığı izlenimini ver­
mektedir.
Yeni binyılın ilk birkaç yılında, en önemli sayılan meslek­
lerde iyi işle ilgili resmi çalışmamızın sonuna yaklaşırken, araş­
tırma alanımızı gençleri (profesyoneller ve henüz profesyonel
olmayan ergenlik çağından erken otuzlu yaşlara kadar olan
gençler) kapsayacak şekilde genişlettik. Bütün denekler kendi
alanlarında uzman çalışanlardı. Şaşırtıcı ve çok rahatsız edici
bir durumla karşılaştık.
Araştırmamızda ABD'deki genç çalışanlar iyi işin ne olduğu­
nu bildiklerini ve takdir ettiklerini bildirdiler. Ancak önemli bir
bölümü bize iyi işi "daha sonrası" için düşündüklerini söyledi.
İyi iş etik bir yaklaşımı gerektiriyordu ve onlar henüz buna
hazır değildiler. Kuşkusuz bu gençler yakın çevrelerindekilere
karşı komşuluk ahlakı gösterebilirler. Ancak başarı istiyorlardı,
bunu hemen şimdi istiyorlardı ve akranlarının etik davrana­
cağına güvenmiyorlardı. Bu gençlerin temelde talep ettiği bir
geçiş izniydi. "Bırakın işin kolayına kaçalım, şimdilik bize bir
ödün verin. Bir gün bunu yapma gücünü elde ettiğimizde iyi
çalışanlar olacağız, iyi iş kuracağız, işe aldığımız kişileri iyi iş
yapmaları için teşvik edeceğiz" diyorlardı. Kuşkusuz bu Imma­
nuel Kant'ın (başkalarının da) şiddetle karşı çıktığı klasik "amaç
aracı haklı kılar" argümanının bir örneğidir: Cehenneme giden
yol İyi Niyet taşlarıyla döşelidir. Birçok Amerikalı genci dinle­
dikten sonra Aziz Augustine'in ünlü yakarışını hatırladım: "Tan­
rım beni iffetli ve kendine hakim kıl ama henüz değil."
Ne yazık ki bu bulgumuz günümüzün Amerikan (sadece
Amerika ile sınırlı değil) gençliğinin zayıf etik sicilini belgeleyen
başka araştlrmacılar ve muhabirler tarafından da doğrulanmış­
tır. Kuşkusuz gençler (ve oldukça çok sayıda yaşlı) daima işin
110 Hakikat, Güzellik ve İyilik

kolayına kaçmaya çalışmıştır, ancak Alan Greenspan'in çağdaş


insanın hırsıyla ilgili ünlü sözünü uyarlarsak "şimdiye kadar işin
kolayına kaçmak için hiç bu kadar çok yol olmamıştı." Bunun
yanı sıra gençlerin kararlarını yorumlama yolları bana-bilinçli
ya da bilinçsiz olarak-postmodern düşünce biçimini benimse­
miş olduklarını gösterdi.
Son on yılda ABD'deki liseli ve üniversiteli gençlerle çok sa­
yıda resmi olmayan "düşünce" seansı yönettim. Bu seanslarda
b�lli tema ve tutumlar tekrar tekrar ortaya çıktı. Beğendikleri
insanların bir listesini yapmaları istendiğinde öğrencilerin ta­
nınmış kişileri bildirmekten çekindikleri, ya hiç yanıt vermedik­
leri ya da sadece şahsen tanıdıkları kişileri bildirdikleri görüldü.
Bunun yanı sıra beğenmedikleri insanların listesi istendiğinde,
garip bir biçimde bunu da yanıtlamaktan kaçındılar. Gerçekten
de seanslardan birinde öğrencilere Hitler'in "beğenmedikleri"
listesinde yer alması gerektiğini kabul ettiremedim. Bir öğrenci­
nin mırıldandığı gibi "Ama Almanya için iyi bir şeyler yapmıştı."
İş alanına dönersek birçok öğrencinin kötü iş yapmanın etik
olmadığını söylemede çekimser davrandığını görüyoruz. Çağ­
daşlarımın birçoğu artık feshedilmiş bir dev enerji kuruluşu
olan Enron ile ilgili Smartest Guys in the Room (Odadaki En
Zeki Çocuklar) adlı yarı belgesel oyunda sunulan enerji tacirle­
rinin aşağılayıcı davranışları karşısında donakalmıştı. Özellikle
çarpıcı bir sahnede tacirler yüz binlerce Kaliforniyalının elektri­
ğini nedensiz kesip enerji fiyatlarıyla sorumsuzca oynarken kah­
kahalarla gülmektedir. Ne var ki bizim çalışmamızdaki öğren­
ciler bu tacirleri kınamada tereddüt ettiler. Biri şöyle dedi: "Bu
Vali (Gray) Davis'in hatasıydı, yapılanları bilmesi gerekirdi." Bir
başkası, "Yasama organının enerji fiyatları üzerindeki deneti­
mi kaldırmaması gerekirdi, Enron tüccarları sadece piyasadaki
haklarını kullanıyorlardı" dedi.
Bir başka "düşünce" seansında MIT'nin saygıdeğer dekanıyla
ilgili bir vakayı tartıştık. Yakın zamanlarda dekanın kendi eği­
timiyle ilgili belgeleri tekrar tekrar yanlış bildirdiği anlaşılarak
işine son verilmişti. Hiçbir öğrenci dekanın işten atılma kararını
iyilik 111

desteklemek üzere sesini çıkarmadı. Öğrenciler iki ayrı duygu


:.ırasında bölünmüştü: (1) "İşini iyi yapıyordu, sorun neydi ki?"
ve (2) "Ne de olsa herkes özgeçmişi hakkında yalan söyler".
Bu konuşmaları incelediğimde iki nokta gözüme çarptı:
gençlerin benimsediği bakış açıları ve bunları iletirken ortaya
koydukları duygu. Belli bir kişi ya da olayla ilgili sorduğum her
soruda bu gençler bir hüküm vermekte hatta zaman zaman
kişisel tercihlerini belirtmekte tereddüt ettiler. Benzer şekilde
yüzlerinde de zorlandıklarını gösteren bir ifade vardı, geniş an­
lamlı etik ihlaller karşısında maruz kalınan kişisel bir hakareti
izlemesi beklenen duyguyu göstermediler. Yıllar önce kendi ak­
ranlarımla tartışmış ve sonraki yıllarda öğrencilerle konuşmuş
bir insan olarak durumun değiştiğini gözlüyorum.
Postmodern düşünürlerin son yarım yüzyıl içinde ortaya
koyduğu görüşlerin günümüzde, en azından ABD'deki eğitimli
gençler tarafından günlük konuşma dilinde kullanıldığını dü­
şünüyorum. Bu öğrenciler Fransız ya da Amerikalı entelektüel­
lerin temel eserlerini okumamış olabilirler, ancak bu yazarların
düşünce ve ifade biçimlerinden bazılarını kapmışlardır. Sonuçta
bir insanın doğrusunun bir başkasınınkiyle aynı olmayabilece­
ğini, iki ayrı bakış açısının eşdeğer düzeyde geçerli ya da doğru
olabileceğini, başka bir ortamdan ya da kültürden gelen insan­
ları yargılama hakkınız olmadığını, her insanın hem iyi hem
kötü özellikleri olduğunu tekrar tekrar işitiyorsunuz.
Bu eğilimlerin postmodernizm olmasa ortaya çıkıp çıkma­
mış olacağını asla bilemeyeceğiz, karşıolgusalların [counterfac­
tual] sınanması imkansızdır. Ancak ne olursa olsun aramızda
"iyi" ile ilgilenenler sıkıntılı bir durumla karşı karşıyadır. Ame­
rikalılar kendi ahlak ilkelerini koyma hakları olduğunu giderek
daha sık savunmakta ve eşitlerinin ahlaksal tutumlarını yargıla­
mada şaşırtıcı biçimde çekimser kalmaktadır. Artık kötü insan­
lar köyün cezaevine kapatılmıyor!
Aynı derecede rahatsız edici olan başka bir eğilim daha var:
Göründüğü kadarıyla: genç Amerikalılar kendi davranışları­
nı yöneten bir etik pusulaya sahip değildir. 2008 yılında otuz
112 Hakikat, Güzellik ve İyilik

bin öğrencinin katıldığı bir ankette öğrencilerin yaklaşık üçte


ikisi son yıl içinde kopya çektiğini ve neredeyse üçte biri bir
dükkandan mal çaldığını bildirdi. (Öğrencilerin bu suçları­
bunları gerçekten suç olarak görüyorlarsa-abartmadıklarını
güvenle varsayabiliriz.) Bu genç insanların mesleki etik ihlal­
lerine bu derece duyarsız olmalarına şaşmamak gerek. Ancak
bu gençlere kuşkuyla bakmadan önce biz erişkinlerin ayna­
da kendimize bakmamız gerekir. Davranış standartları belirsiz
hale gelmişse, bunun nedeni bizlerin takdir edilecek davranış
modelleri olarak yetersiz kalışımız ve kabul edilemez davra­
nışları istikrarsızlık, çekimserlik ya da varlık göstermememiz
nedeniyle onaylamış oluşumuzdur. Ayrıca postmodern bakış
açısına dayanan eleştirilere ikna edici yanıtlar veremeyişimizin
de rolü olabilir.
Belki de psikolog Lawrence Kolhberg'in yıllar önce söylediği
gibi ergenlik yıllarında sorumluluk duygusunda geçici bir iniş
beklenebilir. Ancak postmodernizmin genel ilkeleri bu inişi aşı­
rıya götürmüş, her tür etik ya da ahlak sistemini yok etmekle
tehdit etmeye başlamıştır. Postmodern eleştiri, uyandırıcı hatta
belki de olumlu yönleri olabilmesine karşın kabul edilmez bir
norm yoksunluğu tehdidini de içeriyor ve bu durumda gençler
-ve genç olmayanlar-herhangi bir davranış, hareket ya da
tutumu ahlaka aykırı, etiğe aykırı ya da yanlış olarak değerlen­
dirmekte tereddüt ediyor. Her şey mubah olduğunda hiçbir şey
kalıcı değildir.
Postmodern eleştiriler yetmezmiş gibi bir de yeni dijital med­
ya ortaya çıktı. Birçok kişi gençlerin zihinlerinin ve davranışla­
rının web, sosyal iletişim ağları, anında mesajlaşma, birden çok
kullanıcının katıldığı oyunlar, sanal gerçeklik vb. ile nasıl etki­
lendiğini merak etmiştir. Gençleri bir süredir gözlemleyen biri
olarak ben şu sonuca vardım: Dijital medya iyilik kavramımızla
(başka insanlar hakkında düşünme tarzımız, başkalarının bize
nasıl davrandığı ve bizim onlara nasıl davrandığımız) ilgili yeni
sorunlara yol açmıştır. Özellikle şu aralar medya komşuluk ah­
lakı ile rollerin etiği arasındaki ayrımı bulanıklaştırmaya, hatta
iyilik 113

silmeye başlamıştır ve bu insanlık tarihinde daha önce rastlan­


mamış bir durumdur.
İyi Oyun Projesi bağlamında araştırma grubumuz yeni
medyanın ışığında yeniden üzerinde düşünülmesi-belki de
tamamen yeniden formüle edilmesi-gereken beş etik başlığı
inceliyor. İlk olarak gençler için özel bir önem taşıyan kim­
lik duygusunu ele alalım. Gençler her zaman kim olduklarını,
kendilerini nasıl sunacaklarını, ne tür kişisel ve mesleki bağlar
kuracaklarını belirlemek amacıyla çeşitli hamleler yapmışlardır.
Oldukça normal olan bu durum akıllıca kararlarla sonlanabilir.
Ne var ki yeni dijital medya yukarıda sözü geçen oyun ve
ağlar aracılığıyla çok sayıda online kimlik oluşturmak için son­
suz fırsat sunuyor. Gençler sundukları kimlik ya da aile port­
relerinin etkilerinden doğabilecek sorumlulukları üstlenmeden
yanıltıcı ya da incitici bilgiler vererek başkalarına, ailelerine ya
da arkadaşlarına zarar verecek şekilde kendilerini yanlış olarak
tanıttıklarında etik sorunlar ortaya çıkar.
Toplumun sağlıklı olabilmesi için bireylerin birbirine güven­
mesi gerekir. Güven duygusunun önkoşulu kişilerin güvenilir
bilgi vermesi ve bunun karşılığında medyada karşılaştıkları ki­
şisel ya da kamusal enformasyona dayanarak mantıklı karar ve­
rebilmeleridir. Ancak bu kadar çok kimlik uydurulabildiğinde,
çoğu güvenilmez olan sonsuz enformasyona erişilebildiğinde
güvenilir kararlar vermek ve başkalarının güvenini kazanmak
zorlaşmaktadır.
Mahremiyet kavramının sınırları ve derecesi tarihsel ve top­
lumsal düzeyde farklılık gösterir ancak insanların belli bilgileri
gizli tutmayı ya da sadece seçilmiş arkadaşlarına ve akrabaları­
na açıklamayı tercih edebilecekleri ve bu kişilerin de başkaları­
nın mahremiyetine saygı göstereceği genel kabul görür. Ancak
herhangi bir ya da her enformasyon parçası-insanın kendine
saklamayı tercih ettikleri dahil-her yerde ve süresiz olarak do­
laşabiliyorsa mahremiyet bir aldanmadan ibaret olma tehdidiyle
karşı karşıya demektir.
114 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Neredeyse tüm toplumlar sanat ya da bilim alanında bir ça­


lışma ya da keşfin ne denli çaba gerektirdiğinin bilincindedir;
tüm modern toplumlarda bu yaratıcılık formları patentler, ticari
markalar ya da telif haklarıyla korunmaktadır. Ancak günümüz­
de sözlü, görsel ya da müzikal olsun neredeyse her şey anında
iletilebilmekte, değiştirilebilmekte, ödünç alınabilmekte ya da
kendine aitmiş gibi gösterilebilmektedir. Fikri mülkiyet bağla­
mında mülkiyet ve yazarlık hakları üzerinde yeniden düşünül­
mesi gerekmektedir.
Araştırma programımızda ele alınan son başlık bir topluluğa
katılmadır ki bu iyi yurttaşlıkla ilgili alandır. Daha önce tartı­
şıldığı gibi bizim türümüz herkesin birbirini tanıdığı, kimsenin
kolayca gözden kaybolamadığı ya da kimliğini değiştiremediği
topluluklar içinde yüz yüze iletişim kurarak evrilmiştir. Kuşku­
suz henüz online toplulukların boyutları, kapsamları ve yaşam
süreleri bilinmiyor ve bilmek de mümkün değil. Bu koşullarda
üyelik ve yurttaşlığın anlamı ve etik bir yurttaş olmanın yolları
hakkında daha ayrıntılı bir inceleme yapmamız gerekiyor.
İyi Oyun bağlamındaki çalışmalarımızın sonucunda yeni di­
jital çağda bu beş etik odak noktasınının yeniden formüle edil­
mesi-mutlaka olumsuz yönde değil, sadece farklı biçimde­
gerektiğine ikna oldum. Kimliklerin bazen sağlıklı biçimde ba­
zense kendine ve başkalarına zarar verebilecek şekilde kolayca
yaratılabildiği; güvenilirlikle ilgili saygı duyulan ipuçlarının ge­
nellikle bulunmadığı; bir zamanlar gizli olduğu varsayılan bil­
gilerin anında ortaya çıkarılabildiği; fikri mülkiyetin (gerçekte
herhangi bir sembol dizisinin) kolayca ihlal edilebildiği, yok
sayılabildiği ve korunmasının zor olduğu; daha önce sınırları
tanımlanmış komşuluk anlayışının siber uzaydaki boyutu, biçi­
mi ve süresi bilinmeyen ve bilinmesi imkansız sonsuz sayıdaki
topluluğu tanımlamaya yeterli olmadığı bir dönemde yaşıyoruz.
İnternet bizi kimliklerini ve rollerini doğrulayamadığımız bir
maskeler dünyasına yerleştirmiştir, bu dünyada artık insanlar
arası iletişimin geleneksel düzenleyicilerine güven yoktur.
Bu yeni durum kimi trajedilere yol açtı. On üç yaşındaki
iyilik 115

Sarah Drew 'ün annesi Lori Drew, başka bir on üç yaşındaki


kız çocuğu Megan Meier'in internette kızıyla ilgili dedikodu­
lar yaydığını düşünüyordu. İşbirliği yapan bir arkadaşı ve di­
jital sihirbazlığın yardımıyla Lori on altı yaşındaki Josh Evans
sahte kimliğini alarak Megan ile sanal ortamda baştan çıkarı­
cı konuşmalar yapmaya başladı. Lori'nin amacı Megan'ı tuza­
�a düşürmek ya da utandırmaktı. Ancak uydurma Josh ansızın
ilişkiyi kestiğinde genç Megan intihar etti. Lori üç suç nedeniy­
le mahkum edildi ve daha sonra mahkumiyetinin geri çevril­
mesine karşın, bu dava görünürde masum bir sosyal iletişim
ağındaki yoğun duygu yüklü iletişimin potansiyel olarak ciddi
zarara-hatta ölüme-neden olabileceğini vurgulamaktadır.
Benzeri trajik öykülere hemen her gün rastlıyoruz. Örneğin bu
kitabın basılma aşamasında olduğu sırada eşcinsel bir üniver­
site öğrencisi, cinsel ilişkisini yakalayan bir görüntülü İnternet
yayınının postalanmasından sonra intihar etti. Eski moda kim­
lik, güven, mahremiyet ve topluluk kavramlarının yeni dijital
medyaya basitçe aktarılamayacağı görülmektedir.
Başlangıçta bu beş odak noktasının görece bağımsız ele
alınması gerektiğini düşünüyordum. Ancak şimdi bunların bir­
birinden ayrılamaz biçimde bağlantılı olduğu görüşündeyim.
Bu sonuca varmamın birincil nedeni: Bir kez siber uzaya girdik­
ten sonra, niyetiniz ne kadar mütevazı ya da sınırlı olursa olsun,
hem kontrol etmenizin mümkün olmadığı hem de boyutları ve
erişimini hayal bile edemeyeceğiniz bir ya da daha çok sayıda
topluluğa katılmış olursunuz. Ve artık doğası gereği sınırsız bir
ya da daha çok sayıda topluluğun bir parçası olduğunuzdan
kimlik, mahremiyet, mülkiyet ve her şeyden öte güvenilirlik
sorunları ortaya çıkar. Yani tüm geleneksel varsayımlar yok ol­
muştur.
Bazen kurgu meseleleri canlL ve öz olarak ortaya koyar. Gary
Shteyngart kara ütopya romanı Super Sad True love Story'de
(Çok Acıklı Bir Aşk Hikayesi) kullanıcLlara karşılaştLkları her­
hangi biriyle ilgili tüm bilgileri sağlayan "aparat" adı verilen
dijital bir cihazı tarif ediyor. Romanın kahramanı Lenny Abra-
116 Hakikat, Güzellik ve İyilik

mov ile karşılaşan bir kullanıcı Lenny'nin yaşını ve hastalıkla­


rını; anne babasının doğum yeri, kimlikleri ve hastalıklarını;
Lenny'nin gelirini, birikimini, borçlarını, son yaptığı alışverişi,
atletizm derecesini, dini ve politik eğilimlerini öğrenmektedir.
Sıra daha mahrem konulara da gelir. Beğendiği kadın tipini, öz­
saygısını, gelirini ve hatta cinsel yaşamıyla ilgili kimi ayrıntıları
öğreniriz.
Aparatla ilgili bölüm beş etik alanın her birine değinir. Apa­
rat Lenny'nin kimliği hakkında çok şey ortaya koyar ve buna
paylaşmamayı tercih edeceği bilgiler de dahildir, mahremiyetini
ihlal eder; bu bilgilerin kime ait olduğu, güvenilir olup olmadığı
ve paylaşılması gerekip gerekmediği sorusunu gündeme getirir.
Neredeyse herkes hakkında benzer enformasyon toplanabile­
ceğinden, aparatı olan herkes toplulukta karşı karşıya geldikleri
herhangi birini "sayabilir."
Her yaştan insan için tehlikeli olabilmesine karşın dijital
medya özellikle çocuklar için bazı tehlikeler içerir. Çocukların
ne mesleklerin ya da yurttaşlığın niteliğini ne de uzak ve sınır­
sız topluluklara üyelik kavramını anlamalarını bekleyemeyiz.
Benim görüşüme göre çocuklar komşuluk ahlakını (ve iyi insan
rolünü) kavramaya hazır olmakla birlikte bir siber toplulukta
yurttaşlık rolüne eşlik eden etik kuralları anlamaya hazır de­
ğillerdir. Bu nedenle istemeden kendilerine ya da başkalarına
zarar vermemeleri için sıkı bir rehberliğe ihtiyaçları vardır. (Son­
raki bölümde bunun üzerinde daha fazla duracağız.)
Ergenlik çağına ulaştıklarında gençler artık dijital medyanın
tuzaklarından habersiz değildir. Gençlerin çoğu yasadışı müzik
indirince başlarının derde girebileceğinin, kontrollü girişi olan
bir siteden sızdırdığı bir bilgiyi (ya da yanlış bilgiyi) yayarak
başka birine zarar verebileceğinin, kendisinin ve başkalarının
sanal zorbalık yapmasının mümkün olduğunun bilincindedir.
Ancak şimdiye kadar karşılaştığımız Amerikan gençleri arasın­
da bu mayın tarlalarına ilişkin üzüntü verecek derecede az etik
bilinç olduğunu gördük. Amerikan gençleri çoğunlukla yaptık­
larının etik sonuçlarını yok saymakta, sadece kendileriyle ilgili
iyilik 117

olumsuz sonuçlar hakkında kaygılanmaktadır ("Yasadışı bir şey


indirirsem başım derde girebilir") ya da siber uzayın önemi­
ni küçümsemektedir ("İnternette çok zaman harcadım ama bu
önemli değil"). Kuşkusuz gençleri bu kör noktalarda sıkıştırıp
azarlamakla bir yere varamayız. Etik davranışlara model oluş­
turmak ve teşvik etmek erişkinlerin (ya da daha fazla sorumlu­
luk duygusu olan akranlarının) görevidir; bu ancak erişkinler ya
da akranların dijital medyayı kullanmada ustalaşmış ve örnek
almaya değer rol modelleri olmaları durumunda mümkündür.
Sonuç olarak komşuluk ahlakını uygulayabilen bir canlı türü
olarak evrilen bizler genç yaşta-sıklıkla çok gençken-rollerin
etiğinin geçerli olduğu yurttaşlık alanının ortasına atılıyoruz.
Ne yazık ki ne gençler ne de sorumlu büyükleri bu karmaşık
soyut alanlarla başa çıkabilecek bilişsel ve duygusal donanımı
taşıyor. Siber uzayın yeni bir sınır bölgesi olduğunu düşünü­
yorum. Burası bir vahşi batıdır, eski toprakların törelerinden
bazılarını nakledebilirsiniz ancak eninde sonunda henüz kim­
senin pek anlamadığı bu dünya için yeni normlar ve uygulama­
lar oluşturulacaktır. Yeni normlar küçüklerle büyüklerin kendi
özel beceri alanlarını bir araya getirmesiyle sağlanabilir. Bunun
için yeni medyayı sezgisel olarak anlayan gençler daha yaşlı
kişilerle-özellikle akıllı olanlar-ortak bir amaç üzerinde an­
laşmalıdır. Bu erişkinlerin temel etik kuralları anlamış olmaları
ve bunların nereye uyarlanabileceğini, ne zaman yeniden düşü­
nülmeleri ve belki de dönüştürülmeleri gerektiğini belirlemeye
yardımcı olabilmeleri beklenir.
"İyi"nin güncel durumunu değerlendirip izleyeceği yolu dü­
şünmenin zamanı gelmiştir. Bu kitap boyunca komşuluk ahlakı
(uzun sürede evrilen, biyolojik bir temeli olması mümkün gö­
rünen, görece istikrarlı bir dizi yerel ilke ve davranış) ile etik
(daha hızlı ortaya çıkan ve gelişen, açıkça tarihsel ve kültürel
faktörlerden kaynaklanan ve bu faktörlere uyum sağlamaya de­
vam etmek zorunda olan, yerel olmayan bir dizi ilke ve dav­
ranış) arasındaki farkı ısrarla vurguladım. Daha uzun tarihi­
gerçekte tarih öncesi-göz önünde bulundurulursa komşuluk
118 Hakikat, Güzellik ve İyilik

ahlakı duygumuz, çok daha yakın tarihli bir gelişme olan nes­
neler dünyasıyla ilgili meslek ve yurttaşlık etiği duygumuzdan
çok daha sağlam temellere dayanmaktadır. Somut biçimde ifa­
de edersek komşunuzdan bir şey çalmanın onaylanmasını bek­
leyemezsiniz, buna karşılık dijital dünyada hırsızlık kavramının
bir anlam ifade edip etmediği bile kafa karıştırıcı bir konudur.
Böylece bir yandan geleneksel "iyilik" kavramı süregelirken
bu erdeme ilişkin bakışımızın yeniden tartışılması gerekmek­
tedir: özellikle ABD'de olmak üzere düşünce alanındaki güçlü
görelilik akımı ve yeni dijital medyanın tüm dünyada giderek
önem kazanması bunu zorunlu kılıyor. Sonuçta oluşacak etik
kuralların atalarımızdan miras kalan etik kurallardan daha iyi
olup olmayacağını bilemem. İnsanlarla ilgili olayların doğa ka­
nunlarının bir sonucu olmamalarının yanı sıra hiçbir kurala
bağlı olmayan rastlantısal tarihsel ve kültürel boyutları vardır.
Ancak "iyilik" alanının tanımında zorluklarla karşılaşmaya de­
vam edeceğimizi tahmin edebiliyorum ve aynı güvenle iyilik
sözcüğünün bu eğilimler nedeniyle evriminin de devam edece­
ğini öne sürüyorum.
İyi (ve iyi olmayan) ile ilgili düşünmek her zaman olduğu ka­
dar bugün de önemlidir. Yerel alanda iyilik kavramının tanımı
çok yavaş gelişir. Karmaşık toplumlarda ve küresel alanda iyilik
kavramı tartışılmakta ve yeniden tartışılmaktadır. Günümüzde
postmodern eleştiri ve yeni dijital medya iyilikle ilgili herhangi
bir basit görüşün karşısına büyük sorunlar çıkarmaktadır. İnsan
biyolojisi bizi ne mahkum edebilir ne de kurtarabilir. Bir tür
olarak hem iyiliğe hem kötülüğe, hem fedakarlığa hem ben­
cilliğe eğilimliyiz. "İyi olmak için doğmuşuz" iddialarına karşı
Thomas Hobbes şu acı sözleri söylemiştir: "Herhangi bir insa­
nın zevkleri ve istekleri neyse iyilik anlayışı da odur." İrademiz
-bireysel ya da ortak-ve o sıradaki koşulları anlama yetimiz
neyin iyi olduğuna, iyiliğin geçmişten bugüne nasıl geldiğine
ve bu yeni ve büyük ölçüde keşfedilmemiş alanın nasıl yeniden
biçimlendirilmesi gerektiğine karar vermemizi sağlayacaktır.
Hakikate yönelik güçlü ve yükselen bir eğilim vardır; gü-
iyilik 119

zelliğin kaderiyse parçalara ayrılmış durumdadır ve olasılıkla


zaman içinde giderek daha dağınık, kişisel olacak, yeni estetik
deneyimlerin ışığında sürekli değişecektir; çeşitli anlamlarıyla
iyiliğin durumuysa doğrudan insan türünün ellerindedir. İleri
derecede karmaşık ve birbiriyle bağlantılı unsurlardan oluşmuş
bir dünyada iş ve yurttaşlık kavramlarının kıyılarında yol alma­
ya çalışırken sadece komşuluk ahlakına güvenemeyiz.
Bu yolculuğa başlarken değişik kültürlerde son yüzyıllarda
ortaya çıkan ve hala güçlü olan iş ve yurttaşlık kavramlarını
anlamamız gerekir. Hukuk ya da gazetecilik etiği dünyanın her
yerinde aynı değildir. Yurttaşlık kavramı da ülkeler ve kıtalar
arasında çarpıcı farklılıklar gösterir. Başkalarına doğrudan hir
zararı dokunan durumlar dışında, kendimizinkinden farklı iş
ve yurttaşlık modellerini hoş karşılamalı, kabul etmeli ya da
tolerans göstermeliyiz; bu modern ve postmodern düşüncenin
bize verdiği olumlu hir derstir.
Ancak her ülkenin (günümüzde iki yüzden fazla ülke var
ve bu sayı artıyor) kendine özgü meslek kılavuzları ve yurttaş­
lık töreleri olursa dünyanın uzun süre ayakta kalabileceğinden
kuşkuluyum. Gezegenin her yeri birhiriyle bağlantılı hale gel­
miştir ve zaman içinde bu durum daha da belirginleşecektir.
Ulusal sınırların ötesinde iş modelleri geliştirmemiz gerekiyor:
Bilim, tıp ve hava yolculuğu günümüzdeki yararlı örneklerdir.
Aynı nedenle dünyadaki çeşitli topluluklar tarafından benimse­
nebilen yurttaşlık modelleri geliştirmeliyiz: Uluslararası Adalet
Divanı gibi kurumlar ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi
belgeler bu bağlamdaki ilk girişimlerdir. Bu kırılgan gezegen
üzerinde iyi bir yaşam sürmemiz, ancak iyi iş ve iyi yurttaşlık
alanındaki farklı görüşlerin yakınlaşmasıyla mümkündür.
5. Bölüm Ümit Veren Başlangıç

S okrates-Platon geleneği�e bağlı Yunanlılar insanın bilgiy­


_
le doğduğuna inanırdı. Unlü Fransız matematikçi ve filozof
Descartes insanlarda "doğuştan gelen" fikirler bulunduğunu
düşünüyordu. Bu "doğuştancı"[nativist] görüşlerin tersine İngiliz
ve Amerikalı felsefeciler aksi görüşe eğilimli olmuştur. Bu fel­
sefenin "deneyci" [empiricist] bakışına göre insan boş bir kağıt
gibi doğar. Ne tür bir insan olacağımız ve öğreneceklerimiz
neredeyse tamamen çevre ve kültürün (aile, medya, kültürel
kurumlar ve günlük yaşamdaki rastlantılar) kontrolü altındadır.
Doğuştancı ve deneyci görüşler arasında şaşırtıcı derecede
güçlü bir entelektüel gerginlik oluşmuştur. 19. yüzyılın sonla­
rına doğru bilimsel psikolojinin ortaya çıkmasından itibaren
önde gelen düşünürler yeni doğan çocukta ne miktarda ve ne
tür bilginin bulunduğu ve daha sonraki yıllarda neler olduğu­
na dair kanıtlar aramışlardır. Erkek kardeşi Henry James gibi
sözcüklerle oynamayı bilen psikolog William James bebeğin
dünyasını "serpilip gelişen uğultulu bir karmaşa" olarak tarif
etmiştir. Sigmund Freud ise behek ruhunu güçlü cinsel ve sal-
121
122 Hakikat, Güzellik ve İyilik

dırgan dürtülerin savaş halinde olduğu kaynayan bir kazana


benzetmiştir. İsviçreli ünlü gelişim psikoloğu Jean Piaget sadece
birbirini tamamlayıcı bir dizi işlem aracılığıyla yavaş yavaş geli­
şen ve yeniden biçimlenen programlanmış reflekslerin varlığını
kabul etmiştir. Piaget'ye göre özümseme süreci dünyanın çocu­
ğun o sıradaki davranış repertuvarına dahil edilmesidir. Uyum
süreciyse çocuğun davranışlarını dünyadaki nesne ve koşullara
uyarlamasıdır. Çocuğun doğuştan gelen donanımının ve erken
yaşlardaki bilgisinin çok daha fazla olduğunun düşünüldüğü
günümüzde erken çocukluk döneminin önde gelen otoritele­
rinden Alison Gopnik iki kitap yayınlamıştır: Scientist in tbe
Crib (Beşikteki Bilimci) ve Tbe Pbilosopbical Baby (Filozof Be­
bek). (Okurlar sırada "Sanatçı Bebek" adlı bir eser olup olmadı­
ğını merak edebilir.)
Günümüzde gelişim psikologları yüz yıllık bilimsel araştır­
malarla edinilen bilgilerin ışığında kabaca görüş birliği sağla­
mıştır. Bebekler "sert" fiziksel ve psikolojik gelişim planları ile
"daha yumuşak" esnek sosyal ve duygusal yörüngeler ve biliş­
sel gelişime ilişkin öngörülebilir kilometre taşlarından oluşan
bir yaşam planıyla dünyaya gelirler. En yıkıcı koşullar dışında
-neyse ki bunlar artık son derece seyrektir-yaşamın ilk yıl­
larında çocukların yürümeyi, sıçramayı, atlamayı ve koşmayı
öğrenmesini, sinir, kas ve dolaşım sistemlerinin öngörülen za­
man çizelgesine uygun şekilde gelişmesini ve on yaşından kısa
süre sonra ergenlikle ilişkili değişimleri geçirmesini bekleriz.
Çocuklar iki yaşından önce konuşmaya başlar, bu dönemde
gizlenmiş bir nesneyi zihinlerinde canlandırabilme ve arayıp
bulma becerisini kazanmışlardır. Yeni yürümeye başlayan ço­
cukların sayılar, nedensellik, amaçlı davranışlar ve kendi varlık­
ları hakkında bilgileri olduğu da bulunmuştur. Bunun yanı sıra
tüm dünyada beş ya da altı yaşındaki çocuklar resmi eğitime
hazır durumdadır. Yaşamın ilk on yılından sonraysa oldukça
soyut düşünce becerisi gösterebilirler.
Peki büyümekte olan çocuğun hakikat, güzellik ve iyilikle
ilişkisi hakkında ne diyebiliriz? Bu soruyu daha kişisel olarak
Ümit Veren Başlangıç 123

şöyle ifade edebiliriz: çocuk olarak dünyanın neye benzediğini


düşünüyoruz ve neye benzemesini istiyoruz, başkalarının bize
nasıl davranmasını isteriz ve biz onlara nasıl davranmalıyız?
Burada hikaye şaşılacak derecede kaçamak ve anlaşılması zor
hale geliyor. Bu gelişim psikolojisine ilişkin ders kitapları, vide­
olar ve araştırma sonuçlarında fazla yer almayan bir konudur.
O zaman eldeki verileri bir araya getirerek üç erdemin gelişim
sürecindeki seyrini tarif etmek bana düşüyor. Bunu gelişim ev­
relerine göre ve günümüzün önemli güçleri olan postmodern
düşünce ve dijital medyayı dikkate alarak yapacağım.
Benim görüşüm bu erdemlerin her biri için geniş bir eği­
lim, istek ve mizaç yelpazesi olduğu yönünde. Küçük çocuklar
bile doğruluk ve yanlışlık, güzellik ve çirkinlik, iyilik ve kö­
tülük kavramlarını anlamada bir sorun yaşamazlar. Bildiğimiz
kadarıyla dünyanın her yerinde çocuklar bu erdemlere oldukça
benzer bir yaklaşım gösterir. Ancak daha da önemlisi doğuştan
gelen bu eğilimlerin gelişim sürecinin basamaklarıyla birlikte
ve çocuğun içinde büyüdüğü kültür ve çağın egemen normları­
na göre yeniden biçimlenmesidir. Özellikle hakikat kavramıyla
ilgili olmak üzere okulda yaşanan deneyimler büyük bir önem
taşır. İyilik kavramıyla ilgili olarak büyüklerin çizdiği model­
lerin güçlü bir etkisi vardır. Güzellik anlayışıysa akranların ve
medyanın güçlü etkisi altındadır.
Çocukluğun büyük kısmında üç erdemin gelişim süreci gö­
rece dolambaçsız ve sorunsuzdur. Ancak karmaşık bir modern
toplumda ergenliğin başlaması, bu erdemlerin durumu ve ka­
deriyle ilgili yeni zorlukları-ve yeni fırsatları-tetikler. Postmo­
dern fikirler (böyle tanımlansın ya da tanımlanmasın) ve dijital
medya da ergenlik çağındaki gençleri kuvvetle etkiler. Sonunda
bu etki birikimine bağlı olarak bir genç son derece katı, aldır­
maz, kafası karışmış ya da son derece gelişkin ve incelikli biri
olabilir. Ancak yaşamın başlangıç yıllarında bile çocuk üzerinde
etkili olan güçlü mesajları tanımlamak mümkündür.
Söylenmesi gereken ilk ve en önemli şey üç erdem ve ilişkili
oldukları kavramların insan genomunun hasit bir parçası olma-
124 Hakikat, Güzellik ve İyilik

dığıdır. "Doğal" çocuk, vahşi çocuk, "ham" çocuk düşüncesi ar­


tık ikna edici değildir. İnsan ana rahmindeyken biçimlenmeye
başlar: Bu ortam sağlıklı mı yoksa hastalıklı mıdır? Rahimdeki
fetüs tek başına mıdır yoksa bir ya da daha çok sayıda başka fe­
tüsle rekabet halinde midir? Dışarıdan hangi sesler gelmektedir?
Bu sesler sakinleştirici mi yoksa sarsıcı mıdır? Tek dil mi yok­
sa birkaç dil mi konuşulmaktadır? Sesler enstrümanlardan mı
yoksa doğal çevreden mi gelmektedir? Bir diğer önemli faktör
ailenin beklentileridir. Kız çocuk mu erkek çocuk mu istiyorlar?
Fetüsün cinsiyetini biliyorlar mı ve bu onlar için önemli mi?
Ailenin kalıtsal hastalıklar, ultrasonografi ya da başka incele­
melerin sonuçları nedeniyle çocuğun sağlığıyla ilgili kaygıları
var mı? Eğer varsa böyle bir bilgi müstakbel anne babanın bek­
ledikleri bebek hakkındaki düşüncelerini etkiliyor mu ya da ne
yönde etkiliyor?
Bu tür doğum öncesi faktörlerin uzun vadeli etkileri birçok
durumda görece hafiftir, ancak doğum sonrası çevrenin etki­
si hakkında aynı şeyi söyleyemeyiz. Bebek dünyaya geldikten
sonra çevredeki nesne ve sinyallere son derece duyarlı olur.
Yeterli ve uygun besin alıp almadığı, ona bakan kişiden şefkat
görüp görmediği ve bedensel bakımı çok büyük önem kaza­
nır. Kuşkusuz bu tür sinyallerin kaynağı çocuğun beşiğinin ve
evinin ortamının çok ötesine uzanır. Çocuğun ailesi kendini
güvende ve rahat mı yoksa gergin mi hissediyor? Yeni çocuğa
yönelik genel tutum nasıl? Tanrının bir lütfu mu, evde ya da
çiftlikte ek bir destek mi, kalabalık bir köye gelen yeni bir yük
mü yoksa refah içinde bir ülkenin hoş karşılanan yeni bir üyesi
olarak mı algılanıyor?
Anne babası ve yakın çevresindeki diğer erişkinler ve büyük
kardeşlerin de (ya da ikizinin) çocuk üzerinde etkili olacağı
kuşkusuzdur. Bunun yanı sıra ev ortamıyla toplum arasında
yer alan güçlü kurumlar vardır. Çocuklar erken yaşlardan itiba­
ren egemen medyanın etkilerine maruz kalır. Geçen yüzyılın
ortalarında ben büyürken, medya önce radyo daha sonraları
televizyon anlamına gelirdi. Günümüzdeyse "gelişmiş" toplum-
Omit Veren Başlangıç 125

!arda çocuklar küçük yaştan itibaren televizyon setleri, CD'ler


ve DVD oynatıcıları, kişisel bilgisayarlar ve elde kullanılan ak­
sesuvarlarla çevrelenmektedir; ayrıca artık en az gelişmiş top­
lumlar dışında her yerde çocuklar için cep telefonları (ya da
akıllı telefonlar) vardır, hatta "her çocuğa bir dizüstü bilgisayar"
kampanyaları yapılmaktadır. İnternet çağında çocuklar artık sa­
dece tüketici konumunda değildir: Pek çok çocuk çok erken
dönemde medya araçlarıyla yakın etkileşime giriyor. Bu konu­
daki kaygılarımızın nedeni, bu medya türlerinin hepsinin çeşitli
formlarda (güzellik) ve insan ilişkilerine dair farklı modellerde
(iyilik) dünya görüşleri (hakikat) sunmaları ve bu sunumların
birbiriyle bazen tutarlı ancak çoğunlukla tutarsız olmasıdır.
Daha soyut kurumların da kuvvetli etkileri vardır. Dünya
yüzündeki toplulukların çoğu bir ya da daha çok dini gelene­
ğe sahiptir. Gençler bir tapınak, kilise ya da camiye giderek
günlük dualar ve her gece uygulanan ayinlerle büyürler; bu
dini gelenekler çocukta derin bir iz bırakır. Felsefi görüşlerin­
deki büyük farklılıklara rağmen hem Cizvitler hem komüniz­
min kurucusu Lenin aynı sözleri söylemiştir: "Bana bir çocuğu
yedi yaşına kadar verin, ömür boyu benim olacaktır." Çocuğun
yaşamında din olmaması da önemlidir, ancak bunun yapacağı
etkide çevredeki diğer ailelerin de benzer görüşleri mi paylaştı­
ğı yoksa çocuğun ailesinin köydeki yegane ateist ya da agnos­
tikler mi olduğu çok büyük rol oynar. Birçok toplulukta artık
yeni yürümeye başlayan çocuklar için müzeler, oyun sahaları
ve oyun bahçeleri bulunmaktadır ve bu halka açık alanlarda
çocuklar çoğu zaman bol miktarda eğitim ve bazen yanlış eği­
tim almaktadır.
Yaşamın ilk yıllarından sonra eğitim kurumları çocuk üze­
rinde kuşkusuz en doğrudan, güçlü ve kalıcı izleri bırakır. Bir
zamanlar çocukların çoğu resmi eğitim görmüyordu; yüz yıl
gibi kısa bir süre önce resmi eğitim altı ya da yedi yaşında baş­
lamakta ve birkaç yıl sonra bitmekteydi. Günümüzde her ge­
lişmiş toplulukta bebekler ve yeni yürüyen çocuklar için mer­
kezler yaşamın ilk yıllarında etkili olmaya başlar, çocukların
126 Hakikat, Güzellik ve İyilik

yarısı ya da yarısından çoğu ortaöğrenimden sonra öğrenimini


sürdürür ve bazılarımız akademik derece almaya ve en azından
eğitim kurumlarıyla bir ölçüde bağlantıda kalmaya devam eder.
Bildiğinizi (ve belki büyükanne ve büyükbabalarınızın da
bildiğini) tekrarlamak pahasına, günümüzde çok fazla enfor­
masyon olduğunu yeterince ortaya koyduğumu sanıyorum, biz­
lere daha önce hiç olmadığı kadar çok "veri" sunuluyor. Çocuğa
uyaran etkisi yapan birçok kişi ve kurum vardır ve çocuğun
bunlara duyarsız olduğunu söylemek için aptal (ya da katı bir
genetik determinist) olmak gerekir. Bu unsurlardan bazıları (ör­
neğin kiliseler) çocuklar için çok açık eğitim hedefleri belirle­
miştir, bazılarınınsa (örneğin Cartoon Network) kendine özgü
hedefleri vardır.
"Talep" açısından baktığımızda çocukların yeterli yiyecek,
içecek ve fiziksel rahatlığa ihtiyaçları olduğu açıktır. Bu "kon­
for" bulunmadığında küçük çocuk dövünüp çığlık atacak ve
bunları elde etmek için ne mümkünse yapacaktır. Çocuğun bu
isteklerinin karşılanmasına programlanmış olduğunu söyleye­
biliriz. Ancak kısa süre sonra başka ihtiyaçlar gündeme gelir.
Diğer tüm primatlarda olduğu gibi küçük çocuklar da sıcaklık,
rahatlık ve kucak-aslına bakılırsa sevgi-arayışı içindedir. Bu
ihtiyaçlar tatmin edildikten sonra küçük çocuklar her tür bilgiyi
öğrenmek istemeye başlar.

Ş imdi gene konumuza dönelim. Olağan koşullarda çocuk bil­


gi arayışına girer ve hakikat, güzellik ve iyilik üçlüsü hak­
kında sorular sormaya başlar. Bebeklikten itibaren dünyadaki
düzeni (anne babası nereden ve ne zaman geliyor, yemek nasıl
hazırlanıyor) ve düzensizlikleri (anne ya da babanın bulunma­
ması, beklenmedik bir yiyecek, bir yabancının sürpriz ziyareti)
gözlemler. Belli ölçüde bir düzenlilik hoşuna gider. Ama her
şeyin-görüntü, tat, koku-daima tahmin edilebilir olması kısa
sürede sıkıcı gelmeye başlar. Psikologların deyişiyle çocuk or­
tama "alışır" ve ilgilenmekten vazgeçer. Böylece ilgisini canlı
tutmak için çocuk tahmin edilemeyen olaylar ve deneyimleri
Ümit Veren Başlangıç 127

merak etmeye başlar. (Dolayısıyla çocuğun dikkatini çekmek


isteyen erişkinler ce-ee oyunu oynarlar.) Bu deneyimler çok
fazla ya da belki çok sık olmamalı, günlük bilgilenme diyetine
tat katacak miktarda bulunmalıdır.
Hakikatle ilgili olarak bebek ya da küçük çocuk ilk olarak
pratik doğrular ya da uygulamaya dönük doğrular dediğimiz
şeylerin farkına varır. Bebek gülümsediğinde bakıcısı da gü­
lümseyerek karşılık verecek, çığlık attığında bakıcısı yanına ge­
lecektir. Beşiğinden dışarı çıkmaya çalıştığında kesin bir tavırla
beşiğin ortasına oturtulacak ya da beşiğin kenarları kaldırılacak
ve kilitleri kapatılacaktır. (Bunlar diğer memeliler için de ge­
çerlidir.) Bu pratik doğruların ihlalleri kaydedilir: Niteliğine ve
çocuğun duygusal durumuna bağlı olarak bu ihlaller ilgi çekici
(Annenin şapkası komik görünüyor) ya da üzücü (Babam ne­
den bu kadar garip duruyor?) olabilir.
Yaşamın ikinci ya da üçüncü yılının bir noktasında küçük
çocuk çevresindeki pratik doğruların ötesinde bir şeyleri fark
eder. Artık konuşmaya ve konuşma dilini anlamaya başlamıştır,
doğruyu ve yanlışı anlatan sözcükler söz dağarcığına girmek­
tedir. Kuşkusuz bu aşamada küçük çocuk artık başka herhangi
bir yaratıktan nitelik olarak farklıdır. Özellikle anne babaların
çocuklarına kitap okuduğu, bir pedagojik gelişim olanağının
bulunduğu ortamlarda doğru/uygun/hakiki ve "çizgiyi aştın"
mesajları bol miktarda verilir. Ancak aynı zamanda "hakikat"
yargılarının kapsamı kesin olarak belirlenmemiştir. Onaylayı­
cı sözcükler ("Doğru", "Tamam", "Aferin") çocuğun konuşmuş
olmasını, geçerli bir şey söylediğini, verdiği yanıtın işitildiğini
ve iyi ifade edildiğini, gramer açısından doğru olduğunu ya da
doğruluk değeri taşıdığını onaylar. Hakikatin çeşitli çağrışım­
larını (mutlak hakikat nedir, belirli koşullarda kabul edilebilir
olan nedir, tabu olan nedir) çözmekse hiç bitmeyen bir çabadır.
Psikologlar benmerkezcilik terimini kullanmaya başlamadan
önce de küçük çocukların kendilerine odaklandığı bilinirdi. Bu
tür bir odaklanma narsistik ya da bencil bir unsur içerse de,
benmerkezcilik temelde perspektif sınırlılığıdır. Çocuklar dün-
128 Hakikat, Güzellik ve iyilik

yayı sadece ya da birincil olarak çoğu zaman (ve belki de zo­


runlu olarak) nevi şahsına münhasır olan kendi bakış açıların­
dan görürler. Benmerkezciliğin somut bir göstergesi, çocuğun
karşısında oturan birinin gördüğünün kendi gördüğünün aynısı
olduğunu düşünmesidir. Buradaki analizimiz açısından küçük
çocuk "Benim için hakikat olan senin için de hakikat olmalıdır"
diye düşünür.
Ancak son yirmi yılda psikologlar çocukluk çağında güçlü
bir benmerkezciliğin varlığını sorgulayan bazı şaşırtıcı verilere
ulaşmıştır. Yaşamın ikinci ya da üçüncü yılı gibi erken bir dö­
nemde küçük çocuklar bir "zihin teorisi" geliştirmeye başlar. Bu
teori görünmez olan zihinsel durumların (inançlar, istekler, ni­
yetler, duygular) davranışlara neden olabileceğini ve başka in­
sanların benimkinden farklı hatta karşıt inançları olabileceğini
kabul eder. (Yukarıda verilen örnek üzerinden devam edersek:
"Benim için hakikat olan senin için hakikat olmayabilir.")
Zihin teorisi açısından en büyük kazanım dört yaş civarında
görülür. Bu dönemde çocuk yanlış bir inancı zihninde temsil
edebilme yetisini kazanır, başka bir deyişle artık başka biri­
nin dış dünyayı yanlış algılayabileceğini bilir. Yanlış bir inancı
kavramsallaştırma yetisi çocuğun inançların dünyanın sadece
simgeleri olduğunu, dünyayı mutlaka hakikatte olduğu biçimde
yansıtmayabileceğini, ancak yansız, yanlı ya da tamamen yan­
lış olabileceğini anladığını gösterir. Çocuk kendi bakış açısının
ötesine geçerek meseleler hakkında "doğru" ya da "yanlış" "ha­
kiki" ya da "hakiki değil" şeklinde hüküm verebilmektedir.
Bir örnek verelim: Susie ve Beth A sepetinin içinde bir oyun­
cak görüyorlar. Susie odadan çıkıyor ve Beth oyuncağı B sepeti­
ne koyuyor. Susie geri döndüğünde oyuncağı (başlangıçta gör­
müş olduğu) A sepetinde mi yoksa (bilgisi olmadan aktarıldığı)
B sepetinde mi arayacak? Yaklaşık dört yaşına gelene kadar
Beth'in Susie'nin kendisi görmeden yapılan yer değişikliğinin
farkında olduğuna dair yanlış bir inancı olacaktır. Bu neden­
le de Susie'nin oyuncağı B sepetinden almasını bekleyecektir.
Ancak zihin teorisi geliştikten sonra Beth Susie'nin oyuncağın
Ümit Veren Başlangıç 129

yeri hakkında yanılacağının, yer değiştirme eylemini görmemiş


olduğundan oyuncağın A sepetinde olduğunu düşünmeye de­
vam edeceğinin bilincinde olacaktır.
Göründüğü kadarıyla diğer primatlarda bulunmayan bu iç­
görünün temel bir rolü vardır. Çocuk ilk kez bireylerin (kendisi
dahil) inançları olduğunu ve bu inançların doğru ya da yan­
lış-ya da bizim terimlerimizle hakiki ya da sahte-olabilece­
ğini açıkça anlamaktadır. Bu bilgiyi alabilmekte ve başkaları­
nın sunduğu önermeleri değerlendirebilmektedir. Kuşkusuz bu
inançlar hala tarih, bilim ya da metamatikle belirlenen hakikat­
lerden çok uzaktır ve sonunda hakikat statüsü için aday kabul
edilecek olan kültürün önermeli bilgisi için bir temel oluşturur.
Daha önce söz ettiğimiz gibi başlangıçta çocuğun hakiki
olan ve olmayanla ilgili anlayışı benmerkezci bir unsur taşır,
bunun temelinde çocuğun dünyaya ilişkin algısı vardır. Ancak
resmi eğitimden önce bile çocuklar başkaları tarafından dile
getirilen bir hakikati kabul etmeye hazırdır. İfadenin bu şekil­
de kabul edilmesi genellikle daha yaşlı, çocuğun iyi tanıdığı
ve güvendiği kişiler karşısında gerçekleşir. İfadeyi kabul etme
kapasitesi eğitimin büyük bir bölümünün temelidir; çocuktan
güvenilir bir öğretmenden, ders kitabı ya da programdan ak­
tarılanları doğru olarak kabul etmesi beklenir. Çocuk aynı za­
manda yaşadığı toplumdaki karşılıklı konuşma kurallarını da
öğrenir. Modern toplumda bu kurallar şunları içermelidir: An­
latmak istediğini söyle, kısa konuş, dikkatleri üzerinde topla,
konuyla ilgili konuş, aksini yapmak için ikna edici bir nedenin
yoksa doğruyu söyle.
Böylece çocuk sadece birkaç yıl içinde önemli bazı adımlar
atmış olur: Basit algılardan pratik doğruların farkına varmaya,
uygulama sırasında gözlemlenen hakikatlerden önermelerle
kodlanan hakikatlere, başkalarının doğrularının kendi doğ­
rularının aynısı olduğu varsayımından başkalarının zihninde
dünyanın farklı bir şekilde temsil edildiğinin farkına varmaya,
kendi algılarına güvenmekten daha bilgili erişkinlerin ifadeleri­
ni kabul etmeye doğru ilerler.
130 Hakikat, Güzellik ve İyilik

İkinci erdeme baktığımızda, yaşamın ilk yıllarında iyi ve


kötü anlayışının pratikte geliştiğini görüyoruz. Yaşamın ilk yı­
lında bile bebekler başkalarına yardımcı olan erişkinlere bir
çekim duyar ve tarafsız ya da engelleyici bir tavır gösterenler­
den kaçınırlar. İki ya da üç yaşındaki çocuklarda aynı zamanda
kendinden neyin beklendiğine dair güçlü bir algı gelişir. Ço­
cuk büyüklerinin istediğini yaptığında onaylanarak ödüllendi­
rilir, gülümseme ya da belki de "aferin" alır. Çocuk güç sahibi
erişkinlerin isteğine karşı çıktığında (iki yöne bakmadan kar­
şıdan karşıya geçtiğinde, yeni ütülenmiş masa örtüsüne yemek
döktüğünde, küçük kardeşine vurduğunda) uyarı sözcükleriyle
karşılaşır: "Hayır", "Yapma", "Kötü bir çocuksun Johnny." Ço­
cuklarla vakit geçiren herkes onay ve uyarı sözcüklerinin kısa
sürede içselleştirildiğini bilir; o kadar ki, çocuğun söylenen sö­
zün hemen ardından, hatta uzun süre sonra bloklarla oynarken
ya da beşiğinde uykuya dalarken bu sözleri hatırlayarak kendi
kendine "İyi Johnny" ya da "Kötü Johnny" diye mırıldandığını
işitebilirsiniz.
Pek çok akademisyen yaşamın ikinci ya da üçüncü yılında
ahlakın doğuşundan söz eder. Genel olarak bilginin erken ev­
relerinde olduğu gibi iyi ve kötü kavramı da bu çağda oldukça
benmerkezcidir: Felsefeci Thomas Hobbes'un gözlemlediği gibi
"iyi" kavramını arzu ettiğimiz, "kötü" kavramını ise ihtiyaçları­
mızı karşılamayan şeylerle bağdaştırma eğilimi taşırız. Ancak
dört yaş civarında tıpkı hakikat kavramında olduğu gibi söz ko­
nusu benmerkezcilik azalmaya başlar. Büyümekte olan çocuk
isteklerinin dünyanın kendisinden bekledikleriyle çakışmayabi­
leceğini ve bazen dünyanın ondan kişisel çıkarına ters düşen
bir davranış beklediğini fark etmeye başlar. Freud bu kilometre
taşını süperegonun oluşması olarak tanımladı: söylediklerimizi
ve yaptıklarımızı onaylayan ya da-çoğu zaman-onaylamayan
kafamızın içindeki o küçük sesin ortaya çıkması. Gerçekten de
bu çok küçük yaşlarda bile, çoğu çocuk utanç ve suçluluk duy­
guları gösterir; bu, topluluğun standartlarına uymadığına ve bu
Omit Veren Başlangıç 131

ııl'denle ayıplanmayı hak ettiğine ya da kabahatli bulunacağına


dair kişisel ve/veya kamusal bir bilinçlenmedir.
Kısa süre sonra başka bir önemli dönüm noktası gelir. Beş
yaşına gelen çocuk ahlaki olanı sadece geleneksel olandan ayırt
t•<lebilir. Somut biçimde ifade edersek, çocuk bir adet ihlalini
(iirneğin bugün okula gitmesek de olur) ahlaka darbe vuran
hir davranıştan (sınıf arkadaşlarına zorbalık yapan çocukları
yücelteceğiz) ayırt edebilmektedir. Çocuk okula gitmemenin
ı.:ok önemli bir sorun olmadığını ve büyük bir patırtı çıkma­
dan düzeltilebileceğini bilir. Ancak öğretmen ansızın zorbalığı
iinemsemez ya da onaylarsa çocuk rahatsız olacaktır, çünkü
artık bu tür davranışların ahlaki sınırların ihlali anlamına gel­
diğini bilmektedir.
Çocuk yetiştirme açısından baktığımızda yargıların tutarlı
olması çok önemlidir. Kişiler ve kurumlar iyi olan ve olmayana
dair mutabakata varırsa ahlaki gelişme oldukça sorunsuz ger­
çekleşebilir. Bir erişkinin çelişkili mesajlar vermesi (pazartesi
küfre izin verilirken dini tatil günü küfür cezalandırılıyor) farklı
erişkinlerin değişik mesajlar vermesi (anne sık sık küfrediyor,
baha hararetle bunu onaylamadığını belirtiyor) ya da bir yetkili­
nin sadece gelenek ihlali olarak kabul ettiği bir şeyin başka bir
yetkili tarafından ahlaki ihlal olarak görülmesi durumundaysa
sıkıntılar yaşanmaya başlar. Karmaşık bir dünyada ahlaki yar­
gılarda sık sık tutarsızlıklara rastlanır. Dolayısıyla pek çok (ger­
çekte çok fazla) gencin neyin iyi neyin kötü olduğu hakkında
kesin bir fikir edinmeden büyümesi şaşırtıcı değildir.
Neyin "iyi" neyin "kötü" olduğu hakkında özgül bir yargıdan
kaçındığıma dikkat edin. Ahlaki yargılarda bulunmak evrensel
bir davranış olabilir-bu insanın eğilimlerinden biridir-ancak
bunların nelere uyarlandığı-sosyal normlar alanı-çok büyük
farklılıklar gösterebilir. Komşuluk ahlakıyla ilgili belli anlayışlar
(komşuna zarar verme, komşundan bir şey çalma, komşuna ya­
lan söyleme) çeşitli kültürlerde kabul edilmiş normlardır. Ancak
bu konuda istisnalar ve tereddütler de vardır. Savaşçı bir top­
lumda erkekler başkalarına-en azından belirli kişilere-vur-
132 Hakikat, Güzellik ve İyilik

mak üzere eğitilirler ve "düşmana" zarar verme ya da öldürmt.•


yetisi bir erdem olarak algılanır. Dickens'ın Oliver Twist roma­
nında tasvir ettiği dünyada "iyi" sıfatı başarılı hırsız için kulla­
nılmakta, hatta sadece bu kişilerle sınırlı tutulmaktadır. Lionel
Bart'ın müziğiyle Fagin'in sokak çocukları çetesine seslendiği
gibi "Bir iki cebe dalmalısınız çocuklar."
Yaşamın ilk yıllarında iyilik alanında da önemli aşamalar
kaydedilir. Başlangıçta pratik açıdan olumlu ya da olumsuz,
iyi ya da kötü olarak algılananlar sözlü düzeyde anlaşılmaya
başlar. Çocuk iyilik kavramının çeşitli çağrışımlarını anlar, ge­
leneklerin alanı ahlak alanıyla tıpatıp aynı değildir. Benmer­
kezcilik azaldıkça her yapmak istediğinin başkalarınca iyi bu­
lunmayabileceğinin ve bunun tersinin de geçerli olabileceğinin
farkına varır. Bu yargıları içselleştirebilir ve standartlara uyma­
dığında utanç ya da suçluluk duyabilir. Bunun yanı sıra değer
verdiği birinin iyi ve kötü hakkındaki yargısının aynı derece
değer verdiği başka birinin yargısıyla çeliştiğini görebilir ve bel­
ki de buna sinirlenebilir.

B elki kendi akademik öncelikleri nedeniyle belki de genel


olarak toplumun önceliklerini ya da daha büyük olan top­
lumlar arası farklılıkları yansıttıklarından, psikologlar yaşamın
erken dönemindeki güzellik yargıları hakkında çok daha az
şey söylemişlerdir. Kuşkusuz onay ve ayıplama ifade eden te­
rimler davranışlar ve dünyayla ilgili açıklamalar için olduğu
kadar manzaralar, nesneler ve deneyimler için de kullanılmak­
tadır. Ahlaki yargılarda bulunmak gibi bir amaçları olmadan
insanlar birbirlerine istekleri ve zevk aldıkları, hayran oldukları
ve görmezden gelmeyi ya da kaçınmayı tercih ettikleri şeyler
hakkında sinyal verirler. Sinyal yüz ifadeleri, beden pozisyonu,
bir aktiviteyi tekrar yapmak istemek ya da istememek ve sözlü
anlatım aracılığıyla verilir. Tüm sıfatlar (zıt anlamlılarla birlik­
te) kullanılabilir: harika/berbat, harikulade/tiksindirici, muhte­
şem/korkunç, havalı/iğrenç. Elimdeki eşanlamlılar sözlüğünde
onlarca başka değerlendirici karşıtlık yer alıyor. Başka dillerde
Ümit Veren Başlangıç 133

de sayısız benzer sözcük olduğuna bahse girebilirim. Kuşkusuz


�·ocuklar bu nitelemeleri kaydeder ve kendi konuşmalarında da
sıkça kullanırlar.
Birçok toplumda erişkinler görüntüsünü beğendikleri nes­
neleri ve tekrar yaşamak istedikleri deneyimleri tarif ederken
Rüzel anlamına gelen sözcükler kullanırlar, buna karşılık kaçın­
mak istedikleri, onaylamadıkları ya da hoşlanmadıkları nesne
ve deneyimleri çirkin ya da itici gibi sözcüklerle tarif ederler.
Bunlar doğayla ilgili (haşmetli bir dağ zirvesi, gürleyerek akan
hir dere), insan yapısı nesneler (bir tablo, bir anıt ya da mücev­
her) ya da bunların bir bileşimi (orman kenarında bir ev, değerli
bir vazo içinde yeni toplanmış çiçekler) olabilir. Ne giyeceği­
miz, kendimize nasıl çekidüzen vereceğimiz, evimizi nasıl dö­
şeyeceğimiz, bahçemize nasıl bakım yapacağımız, neyi ve nasıl
yiyeceğimize ilişkin tercihlerimiz, ister bilinçli ister rastlantısal
olsun, üzerinde konuşulsun ya da konuşulmadan sadece yapıl­
sın daima estetik bir boyut içerir. Bu tercihleri çocuklar da fark
edecek ve belki de beğenilen bir şeyin görünümü ("Şahane bir
ev"), değişimi ("Kepenkleri boyadılar") ya da bozulmasıyla ("Ne
kötü, yeni ev çok çirkin") ilgili yorumları duyacaktır.
Çevremizde konuşulan dil üzerine düşünmeyiz. Dil olgusu­
nun bilincine başka bir dili konuşmaya başladığımızda (ya da
konuşamadığımız için sinirlendiğimizde) varırız. Benzer şekil­
de, gelişim yıllarımızı geçirdiğimiz bölgenin estetik değerlerini
doğal kabul eder ve ancak önemli derecede farklı sanatsal ya
da doğal estetik değerlerle karşılaştığımızda bunun ayırdına
varırız. Kentsel ya da kırsal, kalabalık ya da tenha, dağlık ya
da düz bir bölgede, deniz ya da nehir kıyısında ya da çölde
büyüyen gençler için ilk estetik duyguların tohumunu içinde
bulunduğu çevre oluşturur. Ortam ve bu ortamda yapılan tercih
ve yorumlar gereken temeli sağlar.
Ben yeşili bol bir kentsel ortamda büyüdüm ve dağ, göl ve
nehir kıyılarında tatile gittim; bu ortamlar bir ölçüde benim do­
ğal güzellik anlayışımın temelini oluşturdu ve yıllar sonra bile
önemini yitirmedi. Bunlar kırsal bölgede, çiftliklerde büyüyen
134 Hakikat, Güzellik ve İyilik

ve okyanus kıyısında tatil yapan yaşıtlarımın içselleştirdiği kav­


ramlardan ne kadar farklıdır. Kuşkusuz çocuğun ilk karşılaştığı
ortam olumsuz bir örnek de oluşturabilir. Herhangi bir nedenle
çocukluğundaki ortamı sevmeyen kişi, seçme şansı olduğunda
tam tersini ya da en azından radikal biçimde farklı bir ortamı
tercih edecektir.
Alexander Melamid ve Vitaly Kolmar'ın dünyanın çeşitli böl­
gelerindeki en beğenilen manzaralar tanımlamasını hatırlarsa­
nız, evrim psikologlarının dünya genelinde tercih edilen belli
doğal manzaraları kaydetmelerine hak verebilirsiniz. Belki de
bilinçaltımızda atalarımızın yüz binlerce yıl yaşadığı Doğu Af­
rika ovalarının izlenimleri vardır. Ancak evrim üzerinde çalışan
akademisyenler insan yapısı nesnelerle ilgili estetik duyguların
kültürler ve tarihsel dönemler arasında ne kadar çok farklı yolla
"evrildiğini" (tırnak işaretlerine dikkat edin) gözden kaçırmak­
tadır. Yüz boyanıyor mu, boyanıyorsa hangi malzeme ve bi­
çimler kullanılıyor? Tercih edilen bedenler şişman mı zayıf mı,
kaslar geliştirilmiş mi yoksa yumuşak konturlar mı var? Grafik
sanatlar insanın temsil edilmesini onaylıyor mu, red mi ediyor
hatta yasaklıyor mu? İnsan temsili önemseniyorsa bu gerçekçi
mi (olumsuz yanlarını gizlemeden), idealize mi ediliyor yoksa
basit geometrik çizimler hatta karikatür şeklinde mi yapılıyor?
Başka bir insan topluluğunun beğendiği süsleme ve nesnelerin
farkına vardığımızda bunları kopyalıyor muyuz, kasıtlı olarak
zıt biçimde mi tasvir ediyoruz, yeni bir şey mi yaratıyoruz yok­
sa iki tarzın bileşimini mi kullanıyoruz? Birbirinin zıddı olan bu
sonuçların her biri için kolayca gerekçe bulabilmemiz biyolojik
ya da iktisadi değerlendirmeleri (kullanılan malzemenin fiyatı,
nesnenin piyasa değeri) temel alan açıklamaların geçersizliğini
ortaya koymaktadır.
Erken çocukluktaki erdemler tartışmasının sonuna yakla­
şırken, toplumların bu erdemlerin her birine farklı dereceler­
de önem atfettiğini söylemeliyiz. İyi ve kötü yargısı her yerde
önemlidir: Toplum kendi ahlak kurallarını korumak istediğin­
den ve erişkinler gençlerin kendilerine ("Alet dolabına yaklaş-
Ümit Veren Başlangıç 135

ma") ya da başkalarına ("Çatalına dikkat et") zarar vermelerini


istemediğinden bu kavramların daima ağırlığı vardır. Genellikle
bu yargılar sözlü ifade edilir. Toplumlar aynı zamanda dünyaya
dair tasvirlerinin (dünyanın fiziksel özellikleri, biyolojik özel­
likleri ve en önemlisi insanların nasıl varlıklar olduğu) doğru
olmasına da yatırım yapmışlardır. Dolayısıyla açıklayıcı sözler
("Bu kurt değil, bir köpek" "Bak ay dün geceye göre büyümüş"
'John amca sadece kızmış gibi davranıyor") günlük konuşma­
nın önemli bir parçasıdır.
Ancak güzellik alanına geldiğimizde varyasyon çok daha
fazladır. Bazı kültür ve altkültürler nesnelerin görünümüne ve
yapımları, sunumları ve değiştirilmelerindeki seçimlere çok dik­
kat eder. Bu tür kültürlerin bazılarında bahçeler, duvar resimleri,
canlı icra edilen ya da kaydedilmiş müziği tarif etmek için geniş
bir kelime dağarcığı kullanılır. Bali ve Japonya sanatın cenne­
ti olarak bilinir. Herhangi bir nedenle başka toplumlar estetik
özelliklere daha az enerji ve dikkat harcarlar, bazılarıysa estetik
yargılarını nadiren sözlü ifade ederler. Bu çeşitlilikler zorunlu
olarak gençlerin estetik tercihlerine ve söz konusu tercihlerin
bilincinde olma ve yargılarını sözlü olarak ifade etme ihtimal­
lerine yansır.
Küçük çocukları nelerin keyiflendirdiği hakkında epey bil­
gimiz olduğundan güzellikle ilgili yargı ve deneyimlere ilişkin
makul tahminlerde bulunabiliriz. Sosyal bilimciler küçük ço­
cukların öykülerden hoşlandığını, özellikle de kahramanların
ve kötü adamların açıkça tanımlandığı öyküleri tercih ettikle­
rini belirlemiştir. Bebekler ninniyi sever, ancak koşup zıplama­
ya başladıktan sonra küçük çocuklar yüksek sesli, tekdüze ve
kuvvetli bir ritmi olan müziği sevmeye başlarlar. Yeni yürüme­
ye başlayan çocuklar büyük, çekici hayvanlar ya da başka yara­
tıkların bulunduğu büyük ve renkli görüntülerden hoşlamrlar;
renkli, hızlı, çarpıcı ve yüksek sesli video oyunlarını severler.
Küçük çocuklar sihirbazlık numaraları karşısında büyülenirler;
özellikle de ilginç bir nesne ansızın kaybolunca, ortaya çıkınca
136 Hakikat, Güzellik ve İyilik

ya da şekil değiştirince heyecanlanırlar. Birçok psikolog küçük


çocukların katıldığı deneyleri tasarlarken bu tercihleri dikkate
almıştır.
Çalışmalar okul öncesi çağdaki çocukların özcü [essentialist]
olduğunu gösteriyor. Başka bir deyişle dünyadaki her şeyin ya­
şamsal önem taşıyan ve yüzeysel görünümlerin ötesinde temel
bir özü olduğuna inanırlar. Bir köpek farklı bir renkte olabilir
ya da tüyleri tıraş edilebilir, hatta köpeğe organ nakli yapılabilir
ama o gene de köpektir. Ancak "özünün" sihirli bir biçimde de­
ğiştirilmesi durumunda "köpekliğini" bir ölçüde yitirebilir. Bu
bakış açısı insanları da kapsar; kızlar kızlardır, oğlanlar oğlan­
lardır ve bu değişmeyecektir. Bu aynı zamanda insan kategori­
leri için de geçerlidir: Belli insanlar daima "yalancılar" "kahra­
manlar'' ya da "dostlar" olarak sınıflandırılır. Küçük çocuk için
özün sorgulanması son derece zordur.
Peki, bunun bizim güzellik anlayışımızla ne ilgisi var? Özü
arama eğiliminin erken çağlardan itibaren insan yapısı nesne­
lere de yöneldiğini görüyoruz: Bir resim bir kayadan farklıdır
çünkü resim insan tarafından yapılmıştır ve bu nedenle o in­
sanın özünden bir parça taşır. Çocuk bir arkadaşının yaptığı
resmi başka bir arkadaşının yaptığı resimden ya da kazayla
oluşmuş bir lekeyi bir şey göstermek için sürülmüş bir lekeden
ayırt edebilir. Bunun yanı sıra küçük çocuk-ona (A) diyelim­
başka bir çocuk (B) tarafından çizilen bir çizgiyi, B'nin çizerken
baktığı modele bağlı olarak farklı yorumlayacaktır. Ayrıca bir
sopa oyuncak at olduğunda, o sopaya sopa hatta bir köpek
muamelesi yapmaya kalkan kişinin artık hiçbir şansı yoktur!
Genel olarak baktığımızda bu bulgular erken çağdan itibaren
insanlarda, sanatsal deneyimlerin merkezini oluşturanlar gibi
nesnelerin özel durumuyla ilgili bir bilinçlenme olduğunu orta­
ya koymaktadır.
Hakikat ve iyilikle ilgili çalışmalara kıyasla erken çocukluk
döneminde güzellik kavramıyla ilgili aynı miktarda çalışma ya­
pılmamıştır ve bu konuda aynı güvenle bir şeyler söylememiz
mümkün değildir. Belki de buna şaşırmamamız ya da hayal
kırıklığına uğramamamız gerekir. Ne de olsa bu sayfalarda öne
Ümit Veren Başlangıç 137

sürdüğüm gibi, güzellik kavramı çok daha fazla farklılık göste­


rir ve diğer erdemlere göre çok daha bireyseldir. Buna rağmen
en azından kesin olmayan bazı sonuçlar çıkarabiliriz. Erken
yaşlardan itibaren çocuklar belli görüntü ve deneyimleri ilginç,
hatırlanmaya ve yeniden izlenmeye değer bulurlar. Çocuklar
söz konusu görüntü ve deneyimlerin durumuna-gerçekte
özüne-saygı duyar ve doğal olanlarla insan yapımı olanları
açıkça ayırt edebilirler.
Yaşamın ilk yıllarına ilişkin yaptığım bu tarifte resmi eğiti­
min rolünden bağımsız bir tablo çizdim. Bu yaklaşım hakikat,
iyilik ve güzelliğin insanlar için bundan binlerce yıl öncesinde
temeli atılmış, kalıcı bir önem taşıyan kavramlar olduğu yö­
nündeki görüşümü yansıtıyor. Tarih öncesi çağlardan gelen bu
kavramlar resmi eğitime verilen önem ne olursa olsun tüm dün­
yada geçerlidir. Elli yıl kadar önce Piaget'nin etkisiyle hu geli­
şim süreçlerini "doğal" ya da evrensel olarak nitelendirehilir­
dim. Günümüzde erişkin modellerin ve beşikten itibaren temas
ettiğimiz kurumların-kasıtlı ya da kasıtsız olarak-oynadığı
rollerin çok iyi farkındayız.
Kuşkusuz hakikatin belirlenmesi, ahlaki davranış ve estetik
zevklerin çeşitli yönleri resmi eğitim verilmese de yaşamın son­
raki yıllarında gelişmeye devam eder; hu gelişmeleri ya da res­
mi eğitim verilmediğinde ne yönden eksik kaldığını araştırmak
çok ilginç olacaktır. Ne de olsa yazı öncesi kültürler dünyay­
la ilgili karmaşık sınıflandırma sistemleri geliştirmişlerdir; bu
kültürlerin yıldızlar, ekinler, akraba ilişkileriyle ilgili kapsamlı
"yerel inanışları" evlilik, mülkiyet, doğum ve ölümle ilgili ku­
ralları, zanaat ve süsleme alanında bizim de beğendiğimiz hatta
huşuyla karşıladığımız bir ilgileri vardı. Buna karşılık postmo­
dern dijital çağda erdemleri tarif edebilmek için resmi eğitimin
sonuçlan üzerinde durmam gerekiyor.

E ğitimciler dört temel pedagojik hedef tanımlar. Birincisi


okuryazar olan ve sayı sayabilen bir toplumdur. (Bu he­
def evrensel ve tartışmasızdır, dolayısıyla bu aşamadan itiba­
ren üzerinde durmayacağız.) İkincisi geleceğin yurttaşlarının
138 Hakikat, Güzellik ve İyilik

toplumsal gerçekliği öğrenmesine yardımcı olacak araçların


sağlanmasıdır. (Bu, disiplinlerle ilgili temel bakış açılarının ve
pratik doğruların iletilmesi yoluyla yapılır.) Üçüncüsü önemli
ahlak kurallarının (genellikle dini ya da yasal kuralların) bilin­
mesi ve uygulanmasının sağlanmasıdır. Son olarak kültür ta­
rafından değer verilen formları ve mesajları olan insan yapımı
eserlerin (öyküler, el yapımı nesneler, süslemeler, danslar, şarkı­
lar) gelecek kuşaklara aktarılmasıdır.
Şimdi çağdaş eğitimcilerin bu iddialı hedeflere nasıl ulaşa­
bileceklerine bakalım. Okul bağlamında hakikatler üç temel
disiplin grubu içinde yer alır. Bunların birincisi matematiktir:
Belli ifadeler tanımları gereği (5 = 1 + 3 + 1) ya da kanıta da­
yanarak (bir üçgenin iç açılarının toplamı 180° 'dir) doğru kabul
edilir. İkincisi adlar, tarihler ve olayların mümkün olduğunca
doğru kaydedilip aktarıldığı tarihtir. Tarih için yazılı ya da baş­
ka yollarla yapılmış kayıtların bulunması gereklidir. Üçüncüsü
bilim, başka bir deyişle gözlem ve deney yoluyla fiziksel, doğal
ve insana ait dünyaların tarif edilmesi, modellenmesi ve açık­
lanmasıdır.
Disipliner anlayışın basitçe gerçeklerin toplanmasıyla (konu
içeriği bilgisi) aynı şey olmadığına dikkat edin. Gerçekler iyi­
dir hoştur ama tek başına bir disipliner anlayış oluşturamazlar.
Bunun yanı sıra elde taşınır cihazların bulunduğu günümüzde
parmağınızın bir dokunuşuyla ulaşabileceğiniz bilgileri ezber­
lemenin bir anlamı yoktur. Eğitimciler öğrencilerin çeşitli disip­
linlerden uzmanların çalışma biçimlerini anlamalarına yardımcı
olmalıdır. Bunun için öğrencilerin mutlaka uygulama yapması
gerekir: matematikte sağlamaların yapılması, fen alanlarında
sistematik gözlem ve deneyler yapılması ya da tarihte belgelerin
ve görsel malzemenin incelenmesi.
Hakikatlerin belirlenmesi kolay ya da basit bir iş değildir.
Örneğin matematiğin yeni dallarında matematiksel doğrular
bile sorgulanabilmektedir. Diğer yandan tarih bir yapılanma ve
yeniden yapılanma süreci, öykülerin yeni belgeler keşfedildikçe
ve güncel bakış açısıyla yeniden biçimlendirilmesidir. Felsefeci
Ümit Veren Başlangıç 139

Kari Popper'ın ısrarla üzerinde durduğu gibi bilim mevcut iddi­


aların en zor testlere tabi tutulma işlemidir. Yalanlanma olasılığı
bilimsel çalışmaların belirleyici özelliğidir, tam da bu nedenle
yaratılışçılık (ya da halefi olan örtülü tavır "akıllı tasarım") bir
bilim değildir. Yeni paradigmalar daha öncekilerin sınırlı, yanıl­
tıcı, hatta sahte olmaları nedeniyle reddedilmesine yol açar. Ve
yeni paradigmalar mutlaka hakikat olarak kabul edilmemekte,
yerlerine kısmen ya da tamamen başka paradigmalar geçmek­
tedir. Bununla birlikte paradigmaların birbirini izlemesi tama­
men gelişigüzel olmaz: Genellikle yeni paradigmalar daha yer­
leşik ve daha geniş bir temele dayanan doğrulara giden yolda
atılan adımlardır.
Buraya kadar yaşa özellikle dikkat etmeden "okulun haki­
katlerini" gözden geçirdim. Gençlerle çalışırken hakikatin­
özellikle bilimsel gerçeklerin-belirlenmesi ve iletilmesiyle il­
gili ek bir zorluk söz konusudur. Daha doğrudan biçimde ifade
edersek bilim sağduyu [common sense] değildir ve çoğu zaman
Nelson Goodman'ın esprili olarak söylediği gibi anlamsızlığı
[non-sense] reddeder. Bu iddia bilişsel psikoloji alanında ye­
terince kanıtlanmıştır. Gençlerin neredeyse hepsinde birçok
saçma fikir-dünyayla ilgili çeşitli yanlış kavrayışlar-bulunur.
Çocuklar bu fikirleri resmi eğitimin dışında edinirler. Bilimsel
gerçeklerin öğrenilmesi için okul eğitiminin bu durumu dikka­
te alması gerekir.
Söz konusu yanlış kavrayışların kısa bir listesi karşı karşıya
olduğumuz zorluğu ortaya koyar: Şahsi yargılarımıza güvenir­
sek güneşin dünyanın çevresinde döndüğüne, nesnelerin enerji
kaybederek ya da harcayarak yere düştüğüne, tüm hayvan tür­
lerinin aynı zamanda yaratıldığına ve başlangıçtan beri hiç de­
ğişmediklerine inanırız. Bu açıklamalar okul çocuklarının çoğu
tarafından hemen onaylanacaktır (Artık okul çağını geride bı­
rakmış olanlarımız hakkında bir yorum yapmayacağım!). Sekiz
ya da on iki yaşındaki çcx:uklara sadece bu görüşlerin yanlış
(ya da hatalı) olduğunu ve düzeltilmeleri gerektiğini söylemek
yeterli olmayacaktu. Gerçek anlamda disiplinli bir düşünür ola-
140 Hakikat, Güzellik ve İyilik

bilmek için tamamen farklı görüşler edinmek gerekir; örneğin


gök cisimlerinin dünyanın çevresinde döndüğü Batlamyus mo­
delinin yerine Kopernik'in güneş sistemi modeli ya da evrenin
bir haftadan kısa bir sürede yaratıldığını öne süren kutsal kitap
öyküsünün yerine Darwin'in milyonlarca yıl süren evrim teorisi
geçirilmelidir.
Gençleri bilim (ve diğer konular) alanında en iyi nasıl eği­
tebileceğimizi düşündüğümüzde "anlamak üzere öğretme ve
öğrenme" ile ilgili yıllar süren çalışmalarımız devreye giriyor.
Kimi olguları bilmek gereklidir ancak bilimsel düşünce olgu­
ların öğrenilmesinden ibaret değildir. Bilimsel düşünce iki zor
unsuru içerir: (1) iddialar ve bunları destekleyen ya da çürüten
kanıtları dikkate alarak düşünme ve (2) güncel bilimsel düşün­
ce paradigmalarına ilişkin modellerin anlaşılması. Bilimsel dü­
şünce paradigmaları yavaş da olsa değişmektedir. Aristoteles'in
fiziği yerini Aydınlanma çağında Newton fiziğine bırakmıştır;
20. yüzyılın ilk yarısında Newton fiziğinin yerini Einstein'ın gö­
rüşleri almıştır; günümüzdeyse fiziksel dünya daha karmaşık ve
daha az sezgisel olan kuantum fiziği ya da süpersicim teorisiyle
açıklanmaktadır.
Kuşkusuz doğa bilimleri, fizik ve sosyal bilimlerle ilgili sü­
rekli değişen bu paradigmaların hepsinin öğrenilmesi gerek­
mez. Ayrıca bu mümkün de değildir! Ancak günümüzün doğ­
rularını kavrayabilmek için programa ayak uydurmak gerekir.
İşte bu nedenle tüm dünyada fen, teknoloji, mühendislik ve
matematik eğitiminin erken dönemde başlamasına yönelik bir
talep vardır.
1950'li yılların sonlarında İngiliz bilimci-romancı C. P. Snow
söz konusu dört alanın iyi öğrenilmesinin önemini vurgulad1 ve
o günden beri bunun tersi kanıtlanmadı. Tek ya da en önemli
hakikatin bilimsel gerçekler olduğunu öne sürmek için Snow'a
sıkça atıfta bulunulmuştur. Bu kitabın en önemli amacı birkaç
hakikat ya da hakikat sınıfı bulunduğunu ve bunların hiçbi­
rinin diğerleri karşısında mutlak hegemonyası olamayacağmı
Ümit Veren Başlangıç 141

savunmaktır. Sadece bilimsel gerçeklerle donanmış kişiler sa­


dece matematik, sadece tarih, sadece sanat ya da iş dünyası ve
piyasanın pratik doğrularını bilenler kadar şanssızdır.
Bu durumda şunu sormalıyız: Gençlerin kendi kendilerine
hüküm verdikleri ya da başkalarından kaptıkları yanlış kavram­
lar ve yarı-doğrularla nasıl mücadele edebiliriz?
Bunun açık yanıtı şöyledir: Doğruya ulaşmanın kolay, res­
mi ya da sağlam bir yolu yoktur. Eğitimciler olarak gençlerin
benimsemiş oldukları inançların yetersizliğini anlamalarına ve
daha iyi, daha gerçeğe uygun bilgiler edinmelerine yardım et­
memiz gerekir. Yaptığımız çalışmaların sonuçları birbirini ta­
mamlayıcı nitelikte iki yaklaşım bulunduğunu gösteriyor.
Birinci yaklaşım yapıcı ilişkilerdir. Gençlerin sezgisel inanç­
larının yetersizliğiyle yüzleşmeleri gerekir. Dünya düzse, çevre­
sini nasıl dolaşabiliyoruz? Tüm canlı türleri aynı anda yaratıl­
mışsa fosilleri nasıl açıklayabiliriz? İnsanların değerlerinde bin­
lerce yıldır bir değişme olmadıysa son zamanlara kadar esaretin
kabul edilmesinin açıklaması nedir? Bu konuları açıkça ortaya
koymalı ya da öğrencilere kendi sorularını tanımlamalarında
yardımcı olmalı, ardından da bu paradoks ve bilmeceler üzerin­
de düşünmeye teşvik etmeliyiz.
Ne var ki hatalı ya da yetersiz kavramların itibarının ortadan
kalkması tek başına çözüm getirmiyor. Yapıcı ilişkileri tamam­
layıcı olarak, uzmanların kullandığı açıklamaları sunmalı ve
modellemeliyiz. Bu, gençlere bilim ve tarih gibi bellibaşlı disip­
linlerde kullanılan düşünce biçimlerini tanıtarak olur. Uzmanın
elindeki kanıtlara ancak bir biyoloğun merceğini kullanarak
bakarsak evrim sürecini anlamaya başlayabiliriz. Esaretin in­
sanlarm çoğu tarafından nasıl kabul görmüş olduğunu anlaya­
bilmek içinse eski Yunan tarihini ya da jç Savaş öncesi Güney
toplumunu derinlemesine kavramamız gerekir. Zaman içinde
anlayışlı mentorlann makul bir temel oluşturmasıyla genç öğ­
renciler yanlış kavramlarını atıp uzmanların doğrularını benim­
semeye başlayacakt1r.
142 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Yapıcı ilişkiler ve uzman bilgisinin modellenmesi okulun ilk


yıllarında başlatılabilir ve sınırsız olarak devam ettirilmesi ge­
rekir. Ancak okul çağının ortalarında-on iki yaş civarında­
gerçekleşen önemli bir değişimden de söz edelim. Bu dönemde
derslerin odak noktası olgu aktarımı ve yalın savların sunu­
mundan "önermeli yaklaşımlar"ın sunumuna kayar. Okulun ilk
yıllarında öğrenciye basitçe "madde yoktan var olmaz ve var
olan madde yok olmaz" ya da "Napolyon Elbe adasından ayrıl­
dıktan kısa süre sonra iktidarı tekrar kazandı" ya da "dünya düz
değil küredir (halk deyişiyle yuvarlaktır)" denir. Ancak bilişsel
düzeyde gelişkin hale geldikçe öğrencilere bilgiler farklı bir şe­
kilde sunulur; basit doğru ve yanlış ifadelerin ötesine geçilir.
Artık konuşmacı ya da yazarın öne sürülen sava yaklaşımı da
değişmiştir. "Bilim insanı Isaac Newton maddenin yaratılama­
yacağını ve yok edilemeyeceğini iddia etti" ya da "Tarihçi R. R.
Palmer Napolyon'un Elhe'den ayrıldıktan sonra yeniden güç ka­
zandığını öne sürmektedir." Burada verilen bilginin doğrudan
bir sav şeklinde sunulmadığına dikkat edin. Bunun yerine öğ­
renciye söz konusu olgunun bir otorite tarafından iddia edildiği
(ya da öne sürüldüğü, tartışıldığı, kuşku duyulduğu, reddedil­
diği) söylenir; dolayısıyla bilgi kaynağının ne derece güvenilir
olduğunu göz önünde bulundurmamız gerekir.
Öğrencinin anlayışının gelişmeye devam edebilmesi için
bu değişimin farkında olması önemlidir. Öğrenci "önermeli
yaklaşımlar"ın nasıl çalıştığının bilincine varmazsa akademik
araştırmanın niteliğini yanlış anlayabilir. Bunun tersine öğren­
ciler akademik çalışmanın uzmanlar arası süregelen diyalog,
deney ve önerilen modeller aracılığıyla yapıldığını anladıkların­
da dünyayla ilgili hakikatleri-uzun zamandır kabul edilenler
ve halen tartışılmakta olanlar-araştırmaya hazır hale gelirler.
Böylece sağlam temellere dayanan hakikatlerin belirlenme­
sine giden eğitim yolu açıktır. Eğitimcinin görevi öğrencisine
erken yaşlardaki sezgilerinin sınırlarını anlamasında yardımcı
olmak; çeşitli disiplinlerde hakikatin belirlenmesinde (bazen de
çürütülmesinde) kullanılan araçları tanıtmak; uzmanların savla-
Ümit Veren Başlangıç 143

rının ve karşısavlarının zaman içinde oynadıkları rollere duyar­


lılaşmasını sağlamak; en önemlisi öğrencinin akademisyenliğin
ayırt edici özelliği olan düşüncelerdeki bağlantılı değişiklikleri
anlamasına olanak veren temel bilgiyi yeterince sağlamaktır.
Günümüzde resmi eğitim esas olarak uzmanlar tarafından
belirlenen hakikatlere odaklanır. Bu belki de uygun bir yakla­
�ımdır ve değişmesi muhtemel görünmemektedir. Ancak iki is­
tisnaya işaret etmeliyiz. Birincisi, yüzyıllardır birçok ülkede öğ­
rencilerin önemli bir oranı bir mesleğe yönlendirilir; bu yönlen­
dirme ortaokul yılları gibi erken bir dönemde başlar. Bu yolda
kuşkusuz öğrenimin büyük kısmı pratik doğrulara odaklanır
ve bunlar en iyi "yerinde" ve "vaka çalışmasıyla" öğrenilir. İkin­
ci istisna daha geç bir dönemde, ortaöğrenimden hatta yükse­
köğrenimden sonra verilen profesyonel eğitimdir. Profesyonel
eğitimde staj ve mentorluk temel rol oynar. Profesyonel eğitim
veren okullarda saha deneyimleri (örneğin eğitim hastaneleri
ya da laboratuvar okulları) ve öğretim üyeleri olarak pratisyen­
lerin bulunması zorunludur.
Kuşkusuz hakikatlerin belirlenmesi resmi eğitim progra­
mında aslan payına sahiptir ve hu nedenle "hakikate yönelik
eğitim"i gencin ya�ına göre sunulan eğitim programını göz
önünde bulundurarak uzun uzadıya ele aldım. Ancak bu diğer
erdemlerin önemsiz olduğu anlamına gelmiyor, aradaki fark di­
ğer erdemlerin m<xlern seküler okullarda odak noktası olmak­
tan ziyade ihtiyari olarak ele alınmasıdır. Bunları sırayla tartışa­
rak bu konularda okulda rutin olarak ele alınan dar kapsamlı
başlıklara ve daha fazla neler yapılabileceğine işaret edeceğim.

B irincisi bir toplulukta kabul edilebilir ("iyi") ya da kabul


edilemez (''kötü") davramşların tanımlandığı ahlak öğre­
tisidir. Çocuklar okula gitmeye başladıklarında bu alanda yeni
fikirler gelişir. Evde saygı duyulan ya da kötülenen şeylere yeni
ahlaki unsurlar (öğretmenler ve di�er öğrencilerden kaynakla­
n.an) eklenir ve belki de bu kavramlar daha karmaş1k hale gelir.
144 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Evvelce eğitim büyük ölçüde kutsal metinlerin çalışılma­


sından oluşuyordu ve kuşkusuz bu metinler erdemli ve kötü
davranışlarla, bunların huşu uyandıran ödülleri ve cezalarına
ait örneklerle doluydu. Dolayısıyla bu metinlerin ders program­
larında yer aldığı dönemlerde iyilik (ve kötülük) öğrenimine
hakikatlerin ve disiplinlerin öğreniminden daha fazla önem
verilmekteydi. Okulda daha ziyade hafızada derin izler bıra­
kan pasajlar okutulur ve ezberletilirdi. Okulların çoğunda ahlak
dersinde anlatılanların kabul edilmesi beklenir, ancak bazen
alternatif davranış ya da yanıtların tartışılması teşvik edilmese
de tolere edilirdi.
Günümüzün modern sektiler toplumlarında kutsal metinlere
gösterilen ilgi çok daha az belirgindir, hatta kimi yerlerde dini
eğitim yasaktır. Bununla birlikte ahlakın ders programında hiç
bulunmadığı düşünülmemeli. Gerçekten de ahlak eğitimi "gizli
müfredat"ın içinde bariz biçimde yer almaktadır. Öncelikle her
okulun kabul edilebilir ve kabul edilemez davranışlarla ilgili
kuralları ve zorbalık ya da kopya çekmek gibi davranışlar için
cezaları vardır. İkincisi okuldaki erişkinler (öğretmen olmayan­
lar dahil) değer verdikleri türde davranışlara model oluşturur
ve tolere etmeyecekleri davranışları açıkça ya da dolaylı olarak
belirtirler. Ayrıca okullar kendilerine özgü tercihleri, toler,ınslan
ve açıkça belirtilmiş yasakları bulunan daha geniş topluluklar
içinde yer alırlar.
Salt didaktik pedagoji (izin verilen ve verilmeyen davranış­
ların ve bunlara eşlik edecek ödül ve talimatların sıralanması)
çocuklarda ahlak kavramının geliştirilmesinde nadiren başarılı
olur. Gençler belirli davranışlardan neden kaçınmaları gerek­
tiğini biraz olsun anlamaz, kendi görüşlerini ortaya koyma ve
gerekçelerini sunma fırsatı bulamazlarsa bu kısıtlamaları içsel­
leştirmeyecek ve uyum göstermeyeceklerdir. (Kuşkusuz verilen
ceza yeterince şiddetliyse öğrenciler itaat edecek, ancak ceza
olasılığı ortadan kalktığı anda ya da cezadan kaçınma yolu bul­
duklarında itaat de sona erecektir.) "Yapıcı ilişkiler" "bunu yap
Omit Veren Başlangıç 145

şunu yapma" şeklinde bir kurallar listesinden daha tercih edilir


bir yaklaşımdır. Öğrenciler kendilerine fikir alışverişi yapma,
tartışma, alternatif perspektifleri tanıma ve cezalandırılmadan
fikir değiştirme şansı verildiğinde sahici ve kalıcı bir ahlak kı­
lavuzu geliştirebilirler.
Yaşamın ilk yıllarından itibaren çocuk başkalarına nasıl dav­
ranacağını ve kendisine nasıl davranılmasını istediğini bilir. Saf
haliyle komşuluk ahlakı bu açıdan nettir. Ancak daha önce tar­
tıştığımız gibi "rollerin etiği" kişinin kendini çalışan ve/veya
yurttaş olarak görmesini ve sorumlu davranmasını gerektirir.
Çocuk muhtemelen iş ve yurttaşlıkla ilgili ilk sezgilerini okulda
edinir ve bu bağlamda bir öğrenci, sınıfının bir üyesi olma rolü­
nü uygun şekilde oynamak için ne yapması gerektiğini düşün­
me yetisini kazanır. Ancak bu rollerin getirdiği zorunluluklar
hakkında sistemli düşünme yetisi yaşamın ilk on yılında henüz
gelişmemiştir.
Son yıllarda küçük çocuklarda bile antisosyal davranışlarda
artış görülmesi nedeniyle birçok öğretmen bana ahlaki ve etik
alanda erken yaşlardan itibaren ne yapmaları gerektiğini soruyor.
Benim görüşüm okulun ilk yıllarında genç beyinlere kaydedilme
olasılığı en fazla olan sözcükler ve davranışların vurgulanması
gerektiğidir: istenilen davranışlara ve nedenlerine örnek oluştu­
ran etkileyici ve ikna edici "canlı" rol modelleri; kurallara saygı
gösterenlerin ve ihlal edenlerin karşılaştığı sonuçların dramatize
edildiği ahlaki ve ahlaka aykırı örnekleri vurgulayan edebiyat;
günlük aktiviteler sırasında karşılaşılan ve ahlaki bir yönü olan
olaylar üzerinde dikkatle düşünülmesi; belirli oyunlar ve oyun­
cuların koşullarına göre uygun görünen sonuçların ele almması.
Etkileyici bir topluluk yaşamının oluşturacağı modelle birlikte bu
öneriler, gençlerin ergenlikle gelen fırsat ve zorluklarla karşılaş­
masından önce atılabilecek en önemli adımlardır. Neyse ki bun­
ların maliyeti yüksek değildir ve çok fazla zaman almamaktadır,
ihtiyacımız olan sadece bunları yapma isteği ve bu önlemlerin
her zaman akılda tutulmasıdır.
146 Hakikat, Güzellik ve İyilik

S on olarak resmi eğitim semalarında güzelliğin nasıl ele alın­


dığını görelim. Aslına bakılırsa resim, dans ya da müzik
gibi sanatların resmi eğitimde önemli bir yeri yoktur. (Anadilin
ustalıkla kullanılmasını amaçlayan derslerin bir parçası olabil­
diğinden edebiyat bu yönden bir ölçüde farklıdır.) Müzik ço­
cukları okul bandosu, okul orkestrası ya da korosuna katılmaya
hazırlama işlevi görür. Görsel sanatlar fotoğrafın bulunmadığı
ya da yaygın kullanılmadığı zamanlarda sahnelerin çizilmesi ya
da resmedilmesi için gereken becerileri sağlamıştır.
Kırk yıldan uzun bir süredir sanat eğitimi üzerinde çalışmış
biri olarak bu sınırlı duruma üzülüyorum. Sanat ve güzellik­
hem geleneksel hem de burada sunulan daha geniş ve bireysel
anlamda-üzerinde daha fazla durulmasını isterdim. Ne yazık
ki ulusal ve uluslararası önceliklerde kökten bir değişme olma­
dıkça sanat eğitimi, varsa büyük ölçüde evde, okul sonrasında
ya da hafta sonlarında verilmeye devam edecektir.
Öte yandan sanatlar belli bir yönüyle resmi eğitimde kendi­
ne yer bulur. Okullar belli bir topluluk ya da ülkede özellikle
değer verilen eser ve deneyimlerin öğretilebildiği ortamlar ola­
rak görülmektedir. Örneğin Avrupa toplumlarında öğrenciler
kendi kültürlerinin ya da Avrupa tarzı Batı kültürünün resim ve
müziğini öğrenirler. Eğitimli bir Avrupalı Shakespeare, Remb­
randt ve Beethoven'ın eserlerine aşinadır. Belli kültürlerde daha
özgül sanatçılar üzerinde durulur: İngiliz okullarında Purcell ve
Elgar'ın besteleri dinlenir; İtalyan okullarındaki çocuklaraysa
Giotto ve Titian'ın resimleri gösterilir. Ders programının bu şe­
kilde düzenlenmesinin ardındaki yurtsever nedenler yeterince
açıktır. Ancak öğrencilerin güzelliğin niteliği, yeri ve kapsamıy­
la ilgili yorumlar yapmalarının beklenip beklenmediği aynı de­
recede açık değildir.
Gelişimle ilgili araştırmalar sayesinde sanatın algılanma­
sında-en azından modern Batı toplumlarında-kimi kalıplar
bulunduğunu görebiliyoruz. (Ne yazık ki başka kültürlere ait
karşılaştırılabilir veriler bulunmuyor.) Örneğin resim sanatıyla
karşılaşan çocuklar öngörülebilir bir dizi evreden geçmektedir.
Ümit Veren Başlangıç 147

Yaşamın ilk yıllarındaki tercihleri nesneyi (bir bebek ya da şey­


tan), nesnenin renklerini (koyu kahverengi ya da gökkuşağı) ve
nesneyle ilişkili öyküyü (masal, İncil'den bir öykü ya da uzay
macerası) beğenip beğenmemeleriyle ilgilidir. Çocuklar resim,
çizim ya da heykeli dünyanın doğrudan bir sunumu olarak ka­
bul ederler. Kuşkusuz okul öncesi çağdaki çocuklar bile bir
sanat eserinin insan tarafından yapıldığının farkındadır. Ancak
"sanat eserinin ardındaki zihin" kavramı okul çağına dek ge­
lişmez.
Gençler ergenlik çağına yaklaştıkça resmin basitçe başka
bir nesne olmadığına daha çok dikkat etmeye başlarlar, resmin
yaratıcısının çeşitli amaçları vardır ve eserinin belli biçimlerde
algılanmasını istemiştir. Buna göre tarz, ifade ve kompozisyon
gibi biçimsel özellikler gencin gözünde belirginleşir. Genç ço­
cuk "resme dair" bir yaklaşımı benimsemeye başlar. Okul ça­
ğındaki çocuklar genellikle fotoğrafa daha yakın olan gerçekçi
yapıtları tercih ederek soyut, ayrıksı ya da karikatürize edilmiş
yapıtları reddederler. Muhtemelen bu zevk, toplumun çoğun­
luğu tarafından sergilenen ve güzelliğe ilişkin bir çeşit görüş
birliği oluşturan tipte yapıtları tercih etme yönündeki genel bir
eğilimin parçasıdır.
Ancak tamamen de böyle değildir. Batı kültüründe ergenlik
çağı öncesinde sanatlara sürekli bir yaratıcı katılımı olan genç­
lerde sınırları biraz daha zorlamak daha egzotik, daha tuhaf,
daha az geleneksel bir şeyler yapma isteği uyanabilir. Bu çağda­
ki bir genç çalışmasına kendi kimliğinden, değerlerinden, geç­
mişinden bir şeyler yansıtarak kişisel damgasını vurabilir. İn­
ternetten ayrıksı zevklerini paylaşan akranlarına erişim imkanı
da olasılıklar havuzunu genişletmektedir. Gerçekten de erişkin
modelleri ve onayının ahlak kavramının oluşmasında büyük
bir rol oynamasına karşın, gençlerin sanatsal duyarlılıklarında
akranlarının tercihleri baskındır.
Hakikat ve iyilik kavramlarına gelince toplumların çocuk­
lara gerek resmi eğitim gerekse anne babalar, medya ve başka
kişi ve kurumlar aracılığıyla neyin aktarılması gerektiği hakkın-
148 Hakikat, Güzellik ve İyilik

da oldukça kesin bir tavrı vardır. Buna karşılık güzellikle ilgili


konularda ya da daha geniş anlamda sanatlar ve doğaya ilişkin
zevklerde hem resmi eğitim verilip verilmemesi hem de resmi
eğitim verilmesi durumunda hangi yönlerin ele alınacağı açısın­
dan çok daha fazla serbestlik söz konusudur.
Benim görüşüm ve önerim şöyle. Tüm gençler estetik tercih­
ler edinirler ve ortaya koyarlar. Ancak sadece çeşitli sanat eser­
leriyle karşılaşan, bu eserlerin nasıl yaratıldığını gören, eser­
lerin ardındaki sanatçı hakkında bir şeyler anlayan ve zanaat
ve zevkle ilgili bilinçli tartışmaları dinleyen gençlerde kalitesiz
yapıtların ötesine geçen ya da o sırada akranları arasında po­
püler olanın dışında bir estetik algının gelişme olasılığı vardır.
Artık herkesin pek çok tarz, konu, biçim ve estetik değere
sahip sayısız sanat eserine erişim imkanı olduğu bir dünyada
yaşıyoruz. Kuşkusuz gençler kendilerine en yakın kişilerin sev­
diği eserleri tanıyabilirler ve tanımalıdırlar da. Ancak çocuklara
sadece "yerel favoriler"in tanıtılmasının haksızlık olduğunu dü­
şünüyorum.
Bunun yerine erken yaşlardan itibaren ve okul yılları bo­
yunca gençlere birkaç sanat alanından çok çeşitli sanat eserinin
gösterilmesini öneriyorum. Örneğin genç Amerikalılar sadece
Batı uygarlığını değil tarih öncesi kültürlere ve Kolomb öncesi
Amerika, İslam ya da Budizm gibi diğer bellibaşlı kültürel ge­
leneklere ait resim ve heykelleri de tanımalıdır. Aynı nedenle
gençlere, hepsi olmasa da birkaç farklı kültürel geleneğe ait
öykü, müzik, tiyatro, dans ve şiirin de tadına varma fırsatı ve­
rilmelidir.
Güzellikle ilgili değerlendirmeler nasıl ele alınmalıdır? Za­
manın sınırlı olduğunu göz önünde bulundurarak yaygın kabul
görmüş sanat eserlerini tercih etmemiz gerektiğine inanıyorum.
Örneğin Salieri ya da Ditters von Dittersdorf yerine Mozart;
Edo dönemindeki çağdaşları yerine ünlü Japon ressam ve bas­
kı resim sanatçısı Katsushika Hokusai. Bu tercihler kaçınılmaz
olarak güzellik yargıları dahil estetik standartları yansıtacaktır.
Ancak bu geleneksel favorilerin seçimi iki yolla yapılmalıdır.
Ümit Veren Başlangıç 149

İlk olarak sanat eserlerinin sadece güzelliğin somutlaşması


oldukları için değil ilgi çekici ve hatırlanabilir formda oldukları
ve yeniden izleme isteği yarattıklarından ötürü beğenildikleri­
nin bilincinde olmalıyız. Böylece "duvarsız müze"nin sakinleri
olarak bizler gençlere güzel olarak nitelendirilmiş olsun ya da
olmasın değer verilen eserleri tanıma fırsatı vermeliyiz. Örneğin
2008 yılındaki Design and tbe Elastic Mind sergisinde yer alan
çalışmaların ya da yerel bir sanat yarışmasında ödül alan eser­
lerin bir slayt gösterisini sunabiliriz.
İkincisi-ki bu çok önemli-gençlere anlamlı ayırt edici özel­
likleri fark etmeyi öğretmeliyiz. İki portre, iki sone ya da iki
mazurka arasında yapılan karşılaştırmalarda hangisinin daha iyi,
daha değerli ya da daha güzel olduğuna dair bir iddiada bulun­
maktan kaçınmalıyız. Bunun yerine gençleri "tür"ün çeşitli "özel­
likleri" arasında gözlemledikleri farklara dikkat etmeleri ve dile
getirmeleri yönünde teşvik etmeliyiz çünkü gerçekte önemli olan
ayırt edebilme yetisidir. (Sık sık genç öğrencilerin sözde daha
gelişmiş zevkleri olan hizlerin gözüne.len kaçanları yakaladığını
görüyoruz.) Ancak önemli ayrımlar tanımlandıktan sonra hangi
eserin daha iyi olduğundan, hatta hirinin diğerlerinden güzel
olup olmadığından ve bunun nedenlerinden söz edebiliriz.
Öğrenciler muhtemelen ve belki de kaçınılmaz olarak tercih
ettikleri sanat eseri ve söz konusu tercihin nedenleri hakkında
aynı fikirde olmayacaklardır. Okulda, evde, sinemada ya da oyun
parkında olsun gerçek eğitim tam da bu noktada gerçekleşir. Be­
nim daha önce öne sürdüğüm sav doğruysa, bu tür öğrenmenin
sonucunda mutlaka kültür ya da okul tarafından benimsenen
güzellik kurallarının kabul edilmesi gerekli değildir. Güzellik
kavramı genç süregelen deneyimlerine ve karşılaştığı yeni nes­
neler, yeni zevkler, yeni savlar ve karşısavlara dayanarak kendi
standartlarını anlamaya, bunların gerekçelerini tanımlamaya ve
fikir değiştirmeye açık olduğunda somutlaşacaktır.
Amacım postmodern eleştiri ve dijital medyayla nitelenen bir
çağda üç erdemin kaderini araştırmak. Eğitimle ilgili önerilerin
çoğu günümüzde ve farklı yaşlardaki öğrenciler için de geçerli
150 Hakikat, Güzellik ve İyilik

görünmektedir ve bunların üzerinde tekrar durmayacağız. Do­


layısıyla bu bölümün geri kalanında ergen eğitimini ele alaca­
ğım. Yaşamın bu önemli dönüm noktasında ergenliğin güçlü
biyolojik dürtüleri postmodern fikirler ve dijital medyanın etkili
kültürel güçleriyle karşılaşır.
Önbilgi olarak postmodern düşüncenin yarattığı tehditlerin
gelişim çağındaki genç için çok büyük bir sorun olmadığını
söyleyebiliriz. Bu çocuklar gerçeklerin sorgulandığını duysalar
(ya da bu tür tartışmalara kulak misafiri olsalar) ve bu tartış­
maları kelimesi kelimesine tekrarlasalar bile bunun onlar için
fazla bir şey ifade edeceğinden kuşkuluyum. Bir anlamda post­
modern eleştiri ancak modernizm öncesi ya da modern görüş­
tekiler için anlam ifade eder ve en azından görünürde gençler
bu görüşlere (ya da başka herhangi bir sistematik görüşe) sahip
değildir. Gerçekten de tipik özcüler olarak çocuklar Hakikat­
leri, Temel Ahlak Kuralını ve Kesin Güzellik Kuralını keşfetme
çabasındadır. Bir "öz" olmasa da geleneksel bir bilgi olduğunu
ve bunu araştırmaları gerektiğini varsayarlar. İçinde yaşadıkları
toplumun bu gerçeklerin durumu hakkında-giderek artan­
kuşkuları olsa hile bu kuşkuların gelişmekte olan bir zihin için
fazla bir anlamı ya da önemi yoktur.
Bu olgu ahlaki gelişimle ilgili çalışmalarda açıkça görülüyor.
Lawrence Kolhberg'in ayrıntılı olarak açıkladığı ve başka araş­
tırmacılar tarafından doğrulandığı gibi küçük çocuklar ahlak
kuralını-yapılması gereken doğru şeyi-keşfetmeye çalışır.
Birbiriyle bağlantısız araştırmalar bunun hakikat ve güzellik
için de geçerli olduğunu ortaya koymuştur. Başka bir deyişle
sanatlarla ilgili olarak gençler bir şeyi göstermenin (gerçekçi
olarak) ya da dizelerle ifade etmenin (şiir) doğru bir yolu oldu­
ğuna ve okul kitaplarının ebedi gerçeklerin bir araya getirildiği
kaynaklar olduğuna inanırlar.
Ancak ergenlikle birlikte her şey çarpıcı bir değişim geçirir.
Ahlak alanında ergenler kültürel kurallara karşı gelmeye baş­
lar ve çoğu zaman neredeyse sapkın bir göreliliği benimser-
Ümit Veren Başlangıç 151

ler. Daha birkaç yıl önce yalancılık, hırsızlık ya da hileye göz


yummayan çocuk şimdi o zamana kadar ahlaka aykırı bulduğu
davranışların haklı olduğuna dair nedenler sıralayabilir. Bun­
lara sırasıyla şu örnekleri verebiliriz: "hükümet her zaman ya­
lan söylediğinden...", "butik çok fazla para kazandığından ... ", ya
da "kimseye bir zararı dokunmuyor, üstelik annemle babamın
beni rahat bırakmasını sağlayacak."
Benzer bir durum doğruluğa ya da doğruluğa ilişkin iddi­
alarda da görülür. Ergen iki yeni durumun üstesinden gelmek
zorundadır. Birincisi okul kitapları ve derslerde anlatılan doğru­
ların her zaman "yukarıdan" bildirilmediğini ve tüm zamanlar
için geçerli olmadığını fark eder. Bunlar sadece iddialar, belli
kişi ya da grupların önerdiği tutumlardır ve bu nedenle insani
zaaflardan kaynaklanan kısıtlar taşır. İkincisi, öğrenciler artık
farklı disiplinleri öğrenmektedir ve bunlar genellikle farklı bilgi
kaynaklarının ön plana çıktığı değişik sınıflarda değişik öğret­
menler tarafından öğretilmektedir. Ergenler tarih dersinde bir
grup hakikat, matematikte ikinci bir grup, fen sınıfında üçüncü
bir grup hakikatle karşılaşmakta, bu arada okulda ya da med­
yada başka disiplinlerde öne sürülen iddialara tanık olmaktadır.
Bu hakikatleri nasıl birbiriyle karşılaştırıp değerlendireceğini ve
daha geniş bir hakikat kavramı bağlamında nasıl sentezleyece­
ğini bulmak ürkütücü ve nadiren okulların gündeminde olan
bir iştir. Bu durumda bu kadar çok sayıda ergenin bir zamanlar
varsaydığı gerçekleri değerlendirme ve sınıflandırmada ümitsiz­
liğe kapılmasına şaşmamak gerekir.
Gerçekten de ergenliğin tanımlayıcı özelliklerinden biri top­
lumun ortodoksluğuna tutarlı ve coşkulu saldırılarda bulun­
maktır. Eleştirel ruhun çiçek açması özellikle tutucu ailelerde
soruna yol açar. (Burada tutuculuk dini inançlarla ilgili ya da
ilgili olmayabilen katı bir dünya görüşü anlamında kullanılmış­
tır.) Bu tür ev ortamında yaşayan gençler çocuklukta topluluk­
larının benimsediği dini kurallara kolayca uyum sağlar. Ancak
ergenlik çağına geldiklerinde, özellikle çoğulcu toplumlarda
yaşayanlar, farklı bakış açılarıyla karşılaşırlar ve kendileri de
152 Hakikat, Güzellik ve İyilik

olası başka dünyaları-tarih, bilim, estetik ve din açısından­


hayal edecek durumdadır. Artık kuşkuculuğun tohumları ekil­
miştir. Bu tür toplumlarda erişkinlerin karşılaştığı en önemli
zorluk gencin dünya görüşünün ergenlik sırasında korunma­
sıyla ilgilidir. Çünkü bu çağda genç inancından dönmesine yol
açabilecek baştan çıkarıcı faktörlere direnebilirse, olasıkla ya­
şam boyu tutucu kalacaktır.
Tutucu evler ya da toplumları bir yana bıraktığımızda bile
çevredeki kültürden gelen sinyaller güçlü ve tartışmasız oldu­
ğunda egemen ortodoks görüşlere karşı çıkışların kalıcı ol­
maması mümkündür. Bu durumda daha karmaşık ve incelikli
düşünebilen genç erişkinlerin toplum tarafından kabul gören
daha basit formülasyonlara "gerilediğini" görürüz. Bunun so­
nucunda görünürde modern ya da postmodern duygular yerini
premodern bir duyarlılığa bırakır.
Ancak putları yıkmayı seven ergen zihniyetini göz önünde
bulundurarak şu soruyu sormalıyız: Ergenlik çağındaki dün­
ya görüşleriyle postmodern fikirler arasında bir ilişki var mı?
Postmodernizmi duymuş olup olmamalarından ve postmoder­
nizmin "erdem karşıtı" savlarından herhangi birini benimseme­
lerinden bağımsız olarak gençler heterodoks düşüncelere he­
vesle sarılacaktır. Bununla birlikte daha önce öne sürdüğüm
gibi postmodern eleştiri gençlerin genel eğilimine güç ve des­
tek verir; bu özelikle Batı toplumları ya da Batı düşüncesinin
etkisindeki toplumlar için geçerlidir. Son yıllarda hem okul
hem medya aracılığıyla neredeyse tüm gençler kültürler içi ve
kültürler arası çeşitliliği kabul etmeye, farklı ortamlardan gelen
kişilere saygı göstermeye ve başkalarının doğru ve iyiyle-bu
sıfatların herhangi bir aşkın geçerliliği varsa-ilgili düşünce ve
davranışlarını yargılamaktan kaçınmaya teşvik edilmiştir. Bir­
likte ele alındığında postmodernizmin ayrılmaz birer parçası
olan bu düşünceler modern ergenliğin belirleyici özelliklerini
genişletmekte ve şiddetlendirmektedir.
Postmodern bakış açısını duymuş ya da bunu içselleştirmiş
olsunlar ya da olmasınlar gençlerin neredeyse hepsi dijital dün-
Ümit Veren Başlangıç 153

yayla derin bir bağlantı içindedir. Aşırı doygun dünyamızı ta­


nımlayan yoğun enformasyon ve çıkardığı gürültü gençlerce
kanıksanmıştır. Onlar için bu normdur. Gerçekten de 15 yaşın­
da bir genç için tümüyle analog bir dünyayı hayal etmek yetmiş
beş yaşında birinin çevirmeli telefon, demiryolları, telgraf ya da
havayolu taşımacılığı olmayan bir dünyayı hayal etmesi kadar
zordur. Bununla birlikte bu gençlerin söz konusu yeni tekno­
lojileri ustalıkla kullanabiliyor olmaları kendi hakikat, güzellik
ve iyilik kavramlarını sağlamlaştırmalarını kolaylaştırmamakta,
tersine ergenliğin doruğundaki gençler bunu yapma umutlarını
kaybedebilmektedir.
Dijital medyaya gelince gençler paradoksal bir durum sergi­
ler. Daha önce söz ettiğim gibi gençler online yaşamın önemini
azımsama eğilimindedir. Kendilerine sorulduğunda bloglar ve
sosyal iletişim ağlarının önemli olmadığını, sadece gerçek yaşa­
mın ve gerçek yaşamdaki karşılaşmaların anlamı olduğunu söy­
leyeceklerdir. Bunu söylerken samimi olduklarına inanıyorum.
Ancak aynı zamanda gelişmiş toplumlardaki gençlerin çoğu
uyanık oldukları saatlerin-okulda ve okul dışında-büyük bir
bölümünü medyayla meşgul olarak geçirmektedir. Bu durumda
medya zorunlu olarak gençlerin hakikat, güzellik ve iyilik dahil
neredeyse her konudaki birincil veri, bilgi ve deneyim kaynağı­
dır. Bunu bilseler de bilmeseler de, isteseler de istemeseler de
inançları, görüşleri ve yorumları büyük ölçüde yeni medyanın
içeriği ve biçiminin bir özeti, özü ya da-büyük olasılıkla­
keşmekeşinden oluşmaktadır.
Göründüğü kadarıyla bugün kültür tarihinde yaşanan ender
anlardan birinin merkezinde bulunuyoruz. Bu, yaşam döngü­
sündeki dramatik değişikliklerin teknolojik ortamda görülme­
miş sarsıntılar yaratan değişikliklerle kesiştiği bir noktadır. Bu­
nun yanı sıra teknolojik değişim tüm hızıyla devam etmekte,
hatta belki hızlanmaktadır. Kuşkusuz ergenliğin biyolojik sa­
atinde fazla bir değişiklik olmamıştır: Soyağacında bir kuşak
hala çeyrek yüzyılı kapsıyor. Ancak bunun tersine teknolojik
kuşağın süresi her yeni dijital buluşla biraz daha kısalmakta-
154 Hakikat, Güzellik ve İyilik

dır. Birbiriyle etkileşen bu faktörlerin bir sonucu olarak dijital


dünyayla çevrelenmiş bir ergenlik döneminde erdemlerle ilgili
neler olup bittiğini, ne olacağını tarif etmek, ne olması gerektiği
hakkında önerilerde bulunmak zordur. Bununla birlikte duru­
mu değerlendirip birkaç öneride bulunmanın zamanı geldi.
İlk olarak güzellik alanına bakalım. Sanatla ilgili olarak bir­
çok genç bir türü seçecek ve o tür içinde belli bir tarzı tercih
edecektir. Güzellik terimini ya da yerine geçen bir sözcüğü
(havalı, çılgın) kullansalar da kullanmasalar da bu tür eserleri
büyük bir hevesle irdeleyeceklerdir. Çoğu zaman gençler anne
babalarının ve öğretmenlerinin tercihlerine isyan ettiklerini dü­
şünürler ve bu doğru olabilir. Ne var ki bu tercihler özgünlük­
ten çok uzaktır. Gerçekten de pek çok genç, tercihleri ister mo­
dern öncesi, ister modern, ister postmodern olarak tanımlansın
kendi arkadaş grubunu neredeyse körü körüne takip eder. Bu
bağlamda güzelliğin ergenin anlayışı karşısında oluşturduğu
zorluklar hakikat ve iyilik kavramlarına ilişkin zorluklardan ol­
dukça farklıdır. Ben ergenlerin sanatsal olanaklara bakış açısını
ve güzellik algısının sınırlarını genişletmeye çalışmamız gerek­
tiği görüşündeyim.
Kendi başlarına ya da akranlarından gelen uyaranlarla bazı
ergenler farklı sanat formlarını ve çeşitli kültürel gelenekleri in­
celeyerek sanat alanında çok geniş kapsamlı bir keşif yaparlar.
Kuşkusuz buna olanak veren dijital medyadır. Bu maceraperest
ruhların gösterdiği çaba övgüyle karşılanmalı, onlara aşina ol­
madıkları gelenekler tanıtılmalı ve keşiflerini daha az maceracı
akranlarıyla paylaşmaları teşvik edilmelidir.
Ancak bu istisnalar dışında ergenlik çağındaki gençlerin
merakı nadiren akran gruplarının geleneksel tercihlerinin öte­
sine geçebilir. En iyi fonlarla desteklenenler dışındaki devlet
okullarının öncelikleri nedeniyle öğrencilerin çoğu için resmi
sanat eğitimiyle güzellik ufuklarının genişlemesi mümkün de­
ğildir. (Özel okulların sanat alanında seçenek sunma olanağı
daha fazladır.) Böylece daha geniş bir estetik seçenekler paleti
sunmak aile üyeleri, arkadaşlar, komşular ve-şansınız varsa­
semtteki müze ya da sosyal merkezlerin görevi olmaktadır.
Ümit Veren Başlangıç 155

Durum ne olursa olsun benim önerdiğim sıralama açıktır.


Süreç daha geniş bir sanat eseri yelpazesi sunularak (görmek,
duymak, hatta hissetmek için daha geniş fırsatlar verilerek) baş­
lar. Ardından kışkırtıcı sorular sorulur: Ne görüyorsun ya da ne
duyuyorsun? Bu çalışmada ne gibi farklılıklar buldun, başka
eserlere göre farklılıkları nedir? Bunlar neden önemli? Dikka­
tini çeken başka bir şey var mı? Eseri yaratan kişi ne yapmaya
çalışıyor? Bu senin yaşamının diğer yönleriyle, başkalarının ya­
şamıyla ilişkili mi? Bu sorular gençleri uyaracak ve akranlarının
da aktif katılım içinde olduğunu varsayarsak bir sanat eserinin
fark edilebilir pek çok yönünü aydınlatacaktır.
Fark etmek, fikir alışverişi yapmak, tartışmak ve üzerinde
düşünmek her yaştan insan için başlangıç noktalarını oluştu­
rur. Ancak ergenler söz konusu olduğunda daha sonra atılacak
adımlar farklı olabilir ve olmalıdır. Bazıları eserin tarihsel ve
kültürel boyutlarını araştırmak, bazıları tarz ve ifade gibi estetik
yönleri üzerinde durmak, bazıları da finansal değerden kişisel
değer sistemine uzanan değer yargılarını ele almak isteyecektir.
Burada amacın diğer erdemler için izlenen hedeflerden ol­
dukça farklı olduğuna dikkat edin. Gençleri özgül sonuçlar çı­
karmaya yönlendirmek gibi bir amaç yoktur. Başka bir deyişle
varılan sonuçlar söz konusu genç için önemli olabilmeli, zaman
içinde değişmeye ve derinleşmeye devam etmelidir. Sanat ala­
nındaki amacımız kişisel tercihleri ve bunların nedenlerini içe­
ren bir portfolyo oluşturmak olmalıdır.
Medyaya bir bakın. Gençler dünyanın dört bir yanındaki
alışkanlık ve yaşam tarzıyla temas edebiliyor. Yüz yıl kadar
önce gençlerin çoğu sadece yaşadıkları bölgede olup biteni
görüyordu. Bu gençlerin estetik duyarlılıkları zorunlu olarak
sınırlı ve dardı. Oysa günümüzde televizyon, sinema ve inter­
net sayesinde milyarlarca genç pek çok başka kültürün esteti­
ğini keşfediyor. MTV'yi izleyerek ya da YouTube'da gezinerek
farklı kültürlerden kişilerin kendilerini ya da birbirlerini çeşitli
şekillerde süslediğini görmekte, çizgi, renk, öykü ya da şarkıyla
kendilerini ifade etme biçimlerini tanımakta, her saat bir '·ipek
156 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Yolu" dünyasının çeşitli estetik anlayışlarıyla karşılaşmaktadır­


ler. Gerçekten de dijital medya daha önce hiç olmadığı kadar
çok seçeneği daha hızlı ve daha farklı yollarla sunuyor. Güzel­
lik kuralları, daha geniş anlamda sanatla ilgili kurallar değiş­
meye mahkumdur ve gençler artık bu değişikliklerin gerçek­
leşmesinde rol oynayabilmektedir. Ancak hiç kimse-biyolog,
iktisatçı, psikolog-bu değişimlerin izleyeceği yolları önceden
bilemez. Bunu biz de yapamayız: Konu güzellik ya da daha ge­
nel anlamda sanat olduğunda bırakın milyonlarca çiçek açsın,
on binlerce zevk doğsun.
Postmodernizmin kesin yargılarda bulunmaktan kaçınması
dijital medyanın sağladığı küresel sanatsal manzaraya anında
erişim olanağı ile güç birliği yapmıştır. Böylece genç insanla­
rın sanat ufuklarını genişletmek, giderek bireyselleşen güzellik
kavramlarını geliştirmelerine yardımcı olmak için güzel bir fır­
sat doğmuştur.
Ümit verici olduğunu düşündüğüm bir fikirden söz etmek
istiyorum. Gençler sanatsal tercihlerini kaydettikleri bir portfol­
yo oluşturmaya teşvik edilmelidir. Bu tür bir portfolyoyu akılda
tutmak mümkün olsa da bir dosyada bulundurmak ya da günü­
müzdeki eğilim doğrultusunda dijital ortamda şekillendirmek
mümkün. Gençler bu portfolyoya saklamaya değer buldukları
her sanat yapıtını ya da deneyimini (ünlü sanatçılar, tanınma­
mış sanatçılar, arkadaşlar ya da kendileri tarafından yaratılan)
kaydetmeye teşvik edilmelidir. Bunun yanı sıra kendi düşünce­
lerini belirtmeleri istenmelidir: neyi beğendikleri, neye değer
verdikleri ve bunun nedenleri. Zevklerinde zaman içinde olu­
şan değişikliklere, nelere artık o kadar değer vermediklerine,
nelere yeni değer vermeye başladıklarına ve bunun nedenleri­
ne özellikle dikkat etmeleri gerekir.
İdeal olarak sanatsal portfolyo başkalarıyla-aile, arkadaşlar
ve mümkün olduğunda sanat hakkında bilgili erişkinler-pay­
laşılmadır. Sanat öğretmenleri gençlerin daha zor fark edebile­
ceği özelliklere dikkat çekebilirler. Bu yolla gençler kendi sa­
natsal kimliklerini, bireysel güzellik algılarını sağlamlaştırmaya
Omit Veren Başlangıç 157

başlayacaktır. Psikologlar tarafından formüle edilen kimlik kav­


ramıyla tutarlı olarak sanatsal kimlik de kısmen ergenin toplum
içinde kabul edilme (ya da kabul edilmeme) şekliyle tanımlanır.
Çocukluk ve ergenlik arasındaki tezatı akılda tutarak iyilik
kavramına dönelim. Gördüğümüz üzere küçük çocuklar çevre­
leriyle ilgili ahlaki meselelerle baş etmeyi doğal yollarla öğrenir.
Bu "komşuluk ahlakı"-tüm kültürel pürüzlerine karşın-in­
sanlık durumunun bir parçası gibi görünmektedir; komşuluk
ahlakında değişiklikler ender ve çok yavaş gerçekleşir. Bununla
birlikte daha yirmi beş yıl önce tahmin edemeyeceğimiz bir
şekilde, internet yoluyla çok küçük yaştaki çocuklar bile boyut­
ları, derecesi ve süresi bilinmeyen ve doğası gereği bilinmesi
imkansız büyük toplulukların bir üyesi olmaktadır. Komşumu­
za ya da kuzenimize olan aşikar sorumluluklarımıza artık roller
etiği (dünyanın ayakta kalabilmesi için sorumlu bir çalışan ve
yurttaşın benimsemesi gereken davranış ve inançlar) eklenmiş­
tir. Çünkü dijital medyayı kullanan herkes zorunlu olarak çeşitli
yerlerdeki sayısız insanla bağlantı halindedir.
Gençleri dijital çalışan ya da dijital yurttaş rollerine hazır­
larken geçmişten örnek alacağımız çok az şey var. Bu roller
yenidir, ne tarih öncesinde ne de geleneksel tarihte bunlara
ilişkin bir ipucu bulunmaktadır; ayrıca söz konusu roller hızla
değişmektedir. Her iki rol de çocuğun ve ergenlik öncesi çağ­
daki gencin somut "şimdi ve burada" tarzı düşünce sistemiyle
çatışmaktadır. On yaşındaki çocuklar erişkin değildir ve hiçbir
girişim ne yaşını ne entelektüel kapasitesini ne de olgunluğunu
iki kat artırabilir.
Bu noktada anne babalar ya da bilgili büyüklerinin devreye
girmesine gençlerin yaşamlarının diğer alanlarından çok daha
fazla gereksinim olduğunu düşünüyorum. Bu erişkinler çocuk­
larıyla birlikte dijital dünyanın bir parçası olmalı, aynı oyunları
oynayıp aynı sosyal ağlara katılarak mümkün olduğunda ço­
cuğa kılavuzluk yapmalı, bütün bunlar başarız olduğundaysa
söz konusu mecranın denetimsiz kullanımını kısıtlamalı hatta
yasaklamalıdır. Kuşkusuz erişkin kendi benzeri davranışlarını
158 Hakikat, Güzellik ve iyilik

kısıtlamadığı takdirde çocuğun kısıtlamalara uymasını bekleye­


mez. Ancak çocuğa kılavuzluk yapmanın en iyi yolu ilişki kur­
madan direktif vermek ("iPad'i kullanamazsın") ya da yasakla­
dığınız davranışlarla ilgili kafa karıştırıcı bir model oluşturmak
("..ama ben kullanabilirim") yerine yapıcı ilişkiler yaklaşımını
kullanmaktır ("Gel birlikte SimCity oynayalım", "Bugün Pengu­
en Kulübünde sohbet etmek istiyor musun?").
Küçük çocukların dijital medyayı kullanmasına gelince iyi
davranışların ön plana çıkarılması ve yıkıcı davranışların en
aza indirilmesi öncelik kazanır. Bu dönemde sağlıklı alışkan­
lıklar edindirmek çok önemlidir. Çünkü ergenlik başladığında
dijital medya kullanımı üzerinde denetim çabası muhtemelen
başarısız olacak ve ters tepkiye yol açacaktır.
Ergenler üzerinde yaptığımız çalışmalar dijital dünyanın iki
ayrı etik boyutu olduğunu ortaya koyuyor. Başlangıç olarak,
genellikle uzakta ve tanımadığımız insanlarla ilişkilerde geçerli
olan etik söz konusudur. Genç ergenlerin çoğunun bu uzaktaki
oyunculara karşı sonuç odaklı bir tutumu vardır: Dijital dün­
ya zaten önemli olmadığından, kendin için olumsuz bir sonuç
olmadıkça başkalarına istediğini yapabilirsin. Bunun yanı sıra
söz konusu ortamda sürekli olmasa da düzenli olarak oldukça
farklı etik kuralları ve uygulamaları olan grup ve kültürlerle
karşılaşılmaktadır. Gençler baş döndürücü bir çeşitlilikte davra­
nış modeli görür ve potansiyel olarak tüm toplumlardan insan­
larla etkileşebilirler. Burada bir dizi tepki ortaya çıkar. İdealist
düşüncede olan ergenler başka kültürlerin uygulamalarından
çok rahatsız olabilir ve bunları tiksindirici bulabilir (örneğin
kadınlara ya da eşcinsellere karşı yapılan muamele) ve isteni­
len yönde değişiklik yapma dürtüsü hissederler. Görelilik ya
da postmodern düşünceye yönelimli gençlerse başka törelere
karşı oldukça hoşgörülü, kabullenici ya da aldırmaz olma eği­
limindedir.
İdeal bir dünyada gençlerin bu tür etik kıyas ve karmaşaları
kendi başlarına çözmeleri mümkün olabilir. Erişkinlerin müda­
halesine direnme eğilimleri göz önünde bulundurulduğunda,
Ümit Veren Başlangıç 159

bu yaklaşım daha tercih edilebilir. Ancak birkaç alanda yapılan


çalışmalar bu tür bir gelişmenin kendiliğinden gerçekleşme ola­
sılığının düşük olduğunu gösteriyor. Gençler kendileriyle aynı
görüşteki akranlarıyla dijital etkileşime geçme eğilimindedir ve
bu yönden diğer yaş gruplarına benzerlik göstermektedirler.
Bunun yanı sıra etik açıdan şüphe götürür biçimlerde etkileşi­
me karşı çok az yaptırım vardır; yönetmelikler bölük pörçük ve
çoğunlukla zamanın gerisindedir.
Önceki bölümde söz ettiğim gibi, İyi İş Projesi genç Ame­
rikalıların-kabaca on beş ila otuz yaşlarında-etik anlayışla­
rının geniş ölçekli bir araştırmasıydı. Birçok durumda gençler
etik olan ve olmayan davranışlar arasında ayrım yapabiliyordu.
Ancak şaşırtıcı ve üzücü biçimde bu gençlerin etik anlayışları­
nın oldukça zayıf olduğunu belirledik. Bize günün birinde zen­
gin ve ünlü olduklarında işyerinde etik davranacaklarını ve etik
kuralları benimsemiş kişileri işe alacaklarını söylediler. Ancak
şimdilik etik kusurlarından sorumlu tutulmamalarını istediler,
kendi konumlarındaki başkaları da hatalar yapmaktaydı dolayı­
sıyla onlara da doğru yoldan sapma izni verilmeliydi.
Vardığımız bu sonuçlar bizi harekete geçirdi. Ergenler ve
genç erişkinlerle yürüttüğümüz İyi İş Projesi bağlamındaki dü­
şünce seanslarımızda okulda ya da işyerinde karşılaşılan bir
ikilemle ilgili gerçek öyküler sunuyoruz. Örneğin okul gazete­
sinin muhabiri kampüsteki bir taciz olayını yazmak istiyor an­
cak okul müdürü bunu yaparsa bir misillemeyle karşılaşacağını
söyleyerek tehdit · ediyor. Ne de olsa gelecek yıl için öğrenci
başvuruları başlamak üzeredir ve öykünün yayınlanması bu
okula gelmek isteyen öğrencileri korkutabilir. Diyelim ki şimdi
de karşımda öğrencilerinin yıllardır saygı duyduğu mükemmel
bir hoca var, ancak not konusundaki katı tutumu bazı öğren­
cilerinin lisansüstü programlara kabul edilmesini engelliyor.
Başka bir senaryoda idealist bir Asya kökenli Amerikalı aktöre
güzel bir rol teklif ediliyor, ancak bu rol onun temel inanç ve
değerlerini aşağılıyor.
160 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Bu tür ikilemler komşuluk ahlakı ve rolle ilişkili etik ara­


sındaki farklılıkları güçlü biçimde vurguluyor. Bu örnekler On
Emir ya da Altın Kuralın size ne yapacağınızı söylediği alanla­
rın dışındadır. Bu vakalar gri tonlarda ve karmaşa katmanları
arasında yer almaktadır. Gerçekten de okul gazetesiyle ilgili
ikilem göründüğünden daha can sıkıcı olabilir. Bir yandan mu­
habirin dürüstlüğüyle ün yapmış bir büyükbabası vardır, diğer
yandan kardeşi ertesi yıl bu okula girmek istemektedir. Bu tür
ikilemler nadiren basit "doğru-yanlış" vakalarıdır; çoğunlukla
böyle bir ikilemle karşılaşan kişiler doğruya karşılık doğru ya
da yanlışa karşılık yanlış arasında bir değerlendirme yapmak ya
da iki iyiden birini tercih etmiyorlarsa iki kötüden birini tercih
etmek durumunda kalır.
Öğrenciler çoğu zaman ünlü kişileri yargılamaktan kaçınma­
larına karşın, bu tür ikilemleri büyüleyici bulmakta ve çok az
tereddüt ederek önerilerde bulunmaktadır. Göründüğü kada­
rıyla ikilem yaşayan başka insanlara tavsiyede bulunmak eleş­
tiri yeteneklerini harekete geçirmektedir. Ne var ki öğrencilerle
yaptığımız seansların başarılı olduğunu söylemek için henüz
çok erken. Gerçekten de birkaç vakada ikilemlere maruz kal­
mak ve bunların yoğun biçimde tartışılması öğrencilerin kendi
görüşünde ısrar etmelerine yol açmıştır. Sorumlu davranışı be­
nimsemek yerine öğrenciler bencil ya da kusurlu iş yapmayı
cüretkarca sahiplenmekte ya da en azından savunabilmektedir.
Ancak bu görünürdeki gerilemenin ne pahasına olursa olsun
engellenmesi gerektiğinden de çok emin olamıyoruz. Bazen iyi
olanı benimseyebilmek için, kötülük pelerinini takmasak da
uzlaşma kostümüne bürünmek için zaman ve enerji harcama­
mız gerekebilir. Ne de olsa Adem ile Havva Cennetten kovul­
duğundan beri kötülükle karşılaşmadan iyiliği yaşayamıyoruz.
Yeniden kazanılmış cennetten önce kayıp cennet. Dante'nin
İlahi Komedya'sının Cehennemle başlayıp ancak son sayfalarda
semavi bölgelere ulaşmasına şaşmamak gerekir.
Ancak bu seanslara katılan öğrencilerin çoğunun memnun
kaldığını belirtmeliyim. Genellikle bu konular hakkında hiç dü-
Ümit Veren Başlangıç 161

şünmemiş olduklarını ya da daha önce madalyonun sadece tek


yüzünü gördüklerini söylediler. Şimdi olayda rol oynayan güç­
leri daha iyi anladıklarından gelecekte farklı davranabilecekle­
rini hissettiler. Düşünce ve yapıcı ilişkiler etik insanlar yaratıl­
ması için yeterli olmayabilir ama bence bu yönde atılan önemli
ilk adımlardır. Dolayısıyla bu tür programları yüz yüze ya da
dijital ortamda sürdürmekten yanayız.
Daha evvel söylediğimiz gibi belki de postmodern fikirler
doğrultusunda öğrenciler bazen bir durum hakkında görüş bil­
dirmek istemez. Ancak eğitim perspektifinden baktığımızda bi­
rinin diğeri kadar haklı olduğunu söylememizin kabul edilmesi
mümkün değile.lir. Öne sürülen savlar, yürütülen mantık, ince­
lenen örnekler ve kendinin ve başkalarının durumunun şef­
faflığı göz önünde bulundurulması gereken faktörlere.lir. Ahlaki
ya da etik bir konuda kesin bir doğru ya da yanlış olmayabilir.
Bununla birlikte gençleri ahlaki ve etik ikilemlerin bilincinde
olan, mücadele eden, uygun hareket tarzını bulmaya çalışan,
olanlar üzerinde düşünen ve ders çıkaran kişilere değer verme­
ye teşvik etmeliyiz.
İyi İş Projesi seanslarında dijital dünya üzerinde durulmadı
ancak hunlar söz konusu alana uyarlanabilir. Eğitimciler etik
konularla ilgili weh sitelerini, YouTube sunumlarını ya da Wi­
kipedia makalelerini kullanabilir ve öğrencilerinin katılımını
sağlayabilirler. Liderler ergenlerin etik olmayan davranışlarda
bulunduğu ya da bu tür davranışların kurbanı olduğu online
olaylara dikkat çekebilirler. Gençler çok emek verdikleri bir işin
YouTube'da bir karşılık verilmeden gasp edildiğini gördükle­
rinde fikri mülkiyete ilgisizliklerinden vazgeçebilirler. Kendi
kardeşlerinin başına geldiğini gördüklerinde siber-zorbalıktan
kaçınmaya başlayabilirler.
Bunun yanı sıra dijital çağda İyi İş seansları coğrafi ve kültü­
rel sınırların ötesine geçebilir. Dijital medya İyi İş tartışmaları­
nın ufkunu genişletmek-gerçekte bu seansları küresel boyut­
lara çıkarmak-için görülmemiş bir fırsat sunuyor. Bu süreçte
öğrenciler sadece başka toplumlardaki yurttaşların perspektif-
162 Hakikat, Güzellik ve İyilik

lerini değil en uygar davranışı değerlendirmeyi de öğrenirler.


Bu etkileşimlerde öğrenciler önderlik etmelidir. Dikkatli yöne­
ticiler gerektiğinde müdahale ederek kaynak gösterebilir ya da
alternatif bakış açılarının da gözetilmesini sağlayabilirler. İyi ve
kötüye dair en doğru yargı pek çok bakış açısı incelendikten
ve güvenle ileri sürülebilecek bir fikre ulaşıldıktan sonra ortaya
çıkabilir. Böylelikle değerlendirmeyi yapan kişi en azından ken­
di ahlaki ve etik anlayışını geliştirecektir. Genel olarak dünya
için en iyi sonuçsa farklı ahlaki ve etik geleneklerden kişilerin
bir araya gelerek tüm geleneklerin en övgüye değer ve yararlı
özelliklerini ortaya çıkarma yönünde çalışması olacaktır.
Son olarak hakikati ele alacağız. Ergenlerin birden çok doğ­
ru olduğunu, her doğrunun yeni bilgi ve görüşlerin ışığında
değişime uğrayabileceğini, ancak bununla birlikte hakikat ara­
yışının önemli, sürdürülmeye değer bir eylem olduğunu ve so­
nunda dünyaya ilişkin daha güvenilir açıklamalara ulaşmalarını
sağlayacağını anlamaları zordur. Burada kullandığım termino­
lojiye göre ergenlik tek yerleşik doğrudan birden çok doğruya
geçişi temsil eder. Bu içgörüyü ve çeşitli yönlerini ortaya çıkar­
mak temelde liberal eğitimin görevi olmuştur. William Perry ve
diğer uzmanların çalışmaları sayesinde edinilmiş herhangi bir
hakikat kavramına karşı çıkılmasının olağan ve kolej yıllarında
beklenen bir durum olduğunu kabul ediyoruz. Herhangi bir
hakikat iddiasını sorgulayan postmodern eleştiri hu karşı çıkışı
güçlendirmiştir.
Ergenlik yıllarının belirleyici özelliği hakikatler üzerinde du­
rulması olmalıdır: Modern dünyada bu dönem ortaöğrenim, ko­
lej ya da üniversite ve mesleki uzmanlaşma yıllarıdır. Öncelikle
bu gençlerin öğrendikleriyle aralarına bir mesafe koyabildikleri
bir dönemdir. Hayatlarında ilk kez çeşitli disiplin ve yöntemle­
re, bunlar arasındaki olası etkileşimlere (ve gerilimlere) rahatça
bilişüstü yaklaşımla bakabilirler. Dolayısıya eğitimciler bu dö­
nemde gencin doğru düşünmeyi öğrenme sürecini beslemeye
çalışmalıdır.
Ergenlik aynı zamanda yaşam boyu sürecek öğrenme alış­
kanlıklarının pekiştirilmesi gereken bir dönemdir. Kuşkusuz
Ümit Veren Başlangıç 163

disiplinin, düzenli ve yoğun çalışma alışkanlıklarının çok daha


erken bir yaşta başlaması gerekir. Ancak hakikatler karşısında­
ki tutumumuzun, hakikatleri belirleme şeklimizin yaşam boyu
korunacak bir zihin alışkanlığı haline geldiği dönem ergenlik
çağıdır.
Güzellik alanında gençler genel kuralları büyük ölçüde ken­
di başlarına geliştirmelidir. İyilik alanında büyükler bir ölçüde
akıl verebilir ancak gençlerin kendi ahlak kurallarını aralarında
konuşarak bir sonuca bağlamaları gerekir. Hakikat başlığında
resmi eğitimin rolü açıktır ve bunun için acil olarak düzenli ve
dikkatli girişimler yapılmalıdır.
Hakikate ulaşma yolları büyük ölçüde yaşla gelişmektedir.
Çocuklarla çalıştığımızda bilgiye yaklaşımı ve kaynak kullanı­
mını mümkün olduğunca açık belirtmeye çalışırız. Gelecek bö­
lümde ayrıntılı olarak anlatacağım gibi aynı nedenle yöntemler,
kaynaklar ve doğrulama yolları yaşam boyu zihinde değişme­
den kalır.
Ergen eğitiminde kimi yöntemler verimli sonuçlar sağlamak­
tadır. Her şeyden önce vakalar belgeler yoluyla incelenmelidir.
Örneğin tarih konusunda Wannsee Konferansı'nda gerçekte ne­
ler olduğuna, Truva'nın bulunmasına ya da Roma'nın kuruluşu­
na ilişkin çelişkili öykülere bakılabilir. Fen bilimlerinde beynin
işlevine ilişkin zamanla değişen görüşler ya da kıtaların günü­
müzdeki konum ve biçimlerinin nedenleri incelenebilir. Ya da
bilinen laboratuvar deneylerinin benzerleri, koşullar sistematik
ve kontrollü olarak değiştirilerek uygulanabilir. Burada da Ulus­
lararası Bakalorya Okulları tarafından geliştirilen "Bilgi Teori­
si" dersinde olduğu gibi farklı disiplinlerin kullandığı modelleri
doğrudan inceleyerek birbirini nasıl tamamlayıp destekledikleri
görülebilir. Bu tür bir inceleme ancak ergenlik çağının ileri dö­
neminde, gençler birkaç bilgi alanında ustalık kazandıktan ve
alanlar arasında mantıklı karşılaştırmalar yapabilecek mesafede
durabildikten sonra gerçekleştirilebilir.
Dijital çağ hakikat alanını nasıl etkiledi? İnsanlık tarihinde
daha önce geçmişe ve bugüne, bilime ya da büyüye, ünlü, bi-
164 Hakikat, Güzellik ve İyilik

raz tanınan ya da Andy Warhol'un deyimiyle dünya sahnesine


"on beş dakika" çıkana kadar hiç tanınmayan insanlara ait hiç
bu kadar çok bilgi bulunmamıştı. Wiki'ler, bloglar ve tweet'ler
sayesinde çeşitli alanlardaki önermeler bir günden diğerine
hatta dakikadan dakikaya değiştirilebilmektedir. Bu durumda
Jean-François Lyotard ya da Richard Rorty tarafından kaleme
alınan postmodern eleştirileri hiç duymamış kişilerin bile haki­
kati bulma yolunda ümitsizliğe kapılmalarına şaşmamak gerek.
Yaşamının bu döneminde genç, dijital medyaya karşı bü­
yük ölçüde kalıcı bir tutum geliştirir. Daha önce çocuk geniş
bir alandan seçim yapmış, ancak genellikle gördüklerini kabul
etmiştir (eğer böyle diyorlarsa, o zaman bu doğrudur). Ancak
artık gencin neyin geçerli olduğunu, neyin daha fazla kanıta
ihtiyacı olduğunu, neyin daha fazla dikkate değer olmadığını
belirlemekte izleyeceği yolları sağlamlaştırması gerekmektedir.
Aynı nedenle daha küçük yaştaki çocular internette bazı şeyler
yaratmış olsalar da, ergenler sosyal ağların yanı sıra web site­
leri, fotoğraf ve video siteleri ve ilgi alanlarına mahsus sitelere
önemli miktarda katkıda bulunmaktadır. Gencin bu web 2.0
fırsatlarını hakikate odaklanarak mı, hakikat değerine tama­
men kayıtsız kalarak mı yoksa ikisinin arasında "dayanaksız
hakikat" yaklaşımıyla mı kullandığının kendisi ve onunla temas
eden herkes için çok önemli sonuçları olacaktır.
Bu durumda dijital çağda ergene doğruları nasıl anlatacağız?
Bu soruyu kısaca yanıtlarsak kanıtların elde edilme ve bunla­
ra dayanarak sonuç çıkarma yollarını açıklamak disiplinlerin
uzmanları ve diğer bilirkişilerin görevidir. Mümkün olduğunca
açıklayıcı ve şeffaf olmalıyız. Yeni iddiaların nasıl değerlendi­
rildiği ve geçersiz sayılmalarına, gözden geçirilmelerine ya da
kabul edilmelerine hangi gerekçelerle karar verildiği gençlere
gösterilmelidir. Uzmanların, kullandıkları stratejileri gençlerle
paylaşmaları önemlidir. Örneğin bir alanda hangi kitaba başvu­
racağını düşünen bir uzman, yayınevinin saygınlığını, yazarın
geçmişteki performansını ve kitap hakkındaki eleştirileri dik­
kate alacaktır. Dergi makalelerini değerlendiren bilim insanları,
Omit Veren Başlangıç 165

tanıkları değerlendiren avukatlar, bilgi kaynaklarını değerlendi­


ren gazeteciler de benzer kurallara göre karar verecektir. Şunu
açıkça belirtmek gerekir ki hakikat bir yanlılık ya da içgüdü
ürünü değildir. Hakikat kanıtların soğukkanlı ve tutarlı biçimde
incelenmesiyle varılan sonuçlardan oluşur.
Dijital medyanın yükselişi hakikatin belirlenmesi sürecinde
kökten değişikliklere yol açmamıştır. Çeşitli disiplinlerdeki uz­
man ve uygulayıcıların sezgileri, bulguları ve yöntemleri kalıcı­
dır. Ancak güncel olmak, hatta konuyla ilgisini sürdürmek iste­
yen bir uzmanın işini dijital medyanın ışığında gözden geçirme­
si gerekecektir. Daha da önemlisi ergenlerle çalışan herhangi
bir eğitimcinin dijital medyayı en iyi nasıl kullanabileceğini ve
hakikatleri belirleme yöntemlerine "dijital dünya sakinleri"nin
açıkça anlayabilmesi için nasıl yeniden şekil vereceğini düşün­
mesi gerekir.
Kuşkusuz hakikatin belirlenmesi sadece uzmanlara mahsus
bir iş değildir. Bazen uzmanların yanıldığı-kısa bir süre hatta
uzun sürelerle-görülür. Buna karşılık zaman zaman sıradan
bir amatör kendinden çok daha bilgili ve deneyimli kişilerin gö­
zünden kaçan bir durumu fark eder. Çabuk kavrayan herhangi
bir gencin bize hatırlatacağı gibi kitlelerin bir bilgeliği vardır.
Dijital medya bunu çarpıcı biçimde ortaya koyuyor. Amazon.
com'daki yorumları okumak New York Times Book Review'un
baş sayfasında yer alan bir değerlendirmeden daha yararlı ola­
bilmektedir ve bazen Wikipedia'nın Encyclopedia Britannica'yı
alt ettiği görülmüştür.
Buradaki can alıcı nokta şudur: Tüm bu uzmanlık alanla­
rının diğer yardımcı kaynaklarla bir araya getirilmesi, durumu
en doğru biçimde değerlendirmemizi sağlayacaktır. Dolayısıyla
Mutlak Gerçekler olmasa da Birleşen Gerçeklerin dijital çağda
ortaya çıkması her zamankinden daha olasıdır.
Daha eski kuşaklarla karşılaştırıldığında günümüz gençleri
birkaç yıl içinde gerek canlı gerekse sanal olarak çok şey yaşa­
mış ve çok fazla deneyime maruz kalmış bir Parçalanmış Kuşak
olarak görünmektedir. En azından büyüklerinin gözünde bu
166 Hakikat, Güzellik ve İyilik

gençler, farkında olsunlar olmasınlar veya kendilerine hatırlatıl­


dığında rahatsızlık duysunlar duymasınlar, içselleştirilmemiş ve
dağınık enformasyonla doludur; gerçekte onları tanımlayan bu
enformasyon yığınıdır. Hakikatler, güzellikler ve ahlak anlayış­
larından oluşan bu sanal yaylım ateşi bu medyayla ilişkisi olan
her çocuğun zihnini kuşatma altına alır. Eğer varsa doğal eği­
limleri rekabet halindeki normlara yenilir. Belki burada gençle­
rin Başkan Barack Obama'nın kişiliğini çekici bulmalarının ne­
deni gizlidir: Anne babası, yaşadığı yer ve inanç sistemlerinde
ders kitaplarına örnek oluşturabilecek bir parçalanma yaşamış
olan bir genç, tahminlerin aksine bu parçaları tutarlı biçimde
bir araya getirmeyi başarmıştır. Söylemeye gerek yok hepimiz
Barack Obama olamayız!
Sonuçta tehdit edici varlıklarına karşın ne postmodernizm
ne de dijital medya ergenleri üç erdemin meşru bir şeklini be­
nimsemekten uzaklaştırabilir ya da alıkoyabilir. Gerçekten de
ümit verici işaretler görüyoruz. Güzel deneyim ve nesnelere da­
yanan bireysel bir güzellik anlayışı ortaya çıkabilir; gerek küre­
sel gerekse yerel düzeyde başka insanlara nasıl davranılacağına
dair sağlam bir anlayış gelişmesi mümkündür; sabırlı ve kararlı
olanlarsa güçlü bir hakikat anlayışına doğru durmaksızın hatta
güvenle ilerlemeye devam edebilirler.
Zihinsel olarak olmasa da fiziksel açıdan daha sağlıklı bir
dünyada yaşamamız sayesinde 21. yüzyılda doğan gençlerin
çoğu erişkin çağa ulaşacaktır. Eğer bundan 250 yıl önce doğ­
muş ve yirmili ya da otuzlu yaşlara kadar yaşamış olsalardı
ergenlik sonrası görecekleri değişiklikler sınırlı olacaktı. Bilim
ve tarihin hakikatleri o kadar hızlı değişmemiştir: Newton tah­
tında oturuyordu, güzellik kavramı tartışmaya daha az açıktı ve
Kant çalışmalarına son sözü yazarken karmaşık toplumun özel­
liği olan etik gerilimler henüz tam anlamıyla ortaya çıkmamıştı.
Buna karşılık günümüzde bu tür varsayımlarda bulunama­
yız ve bulunmamalıyız. Fransız Devrimi, Marksist devrim, bil­
gisayar devrimi (aralarından seçin!) sayesinde değişimin hızı
Omit Veren Başlangıç 167

artmıştır ve istikrar alanları ve dönemleri az sayıda olup arala­


rındaki mesafe uzamıştır. Erdemlere ilişkin görüşlerini gençlere
zorla kabul ettirmek isteyen anne babalar, kurumlar ve toplum­
ların işi zordur. Eğer kişi gençliğinde, düşük bir ihtimalle olsa
da hakikat, güzellik ve iyiliğin düşünsel çerçevesini kursa bile
bu sonraki yıllarda mutlaka sorgulanacaktır. Bu aşamada, üç er­
demin ilerleyen dönemlerde başına gelebilecekleri ele alacağız.
6. Bölüm Yaşam Boyu Öğrenim

B ir zamanlar çocukluk diye bir kategori neredeyse hiç yok­


tu. Ortaçağ portreleri küçük çocukları aciz bebekler ya da
minyatür erişkinler olarak gösterir. 1500 yılından sonra klasik­
lerin yeniden keşfedilmesi, Yeni Dünyaya yapılan birkaç yol­
culuk ve eğitim alanında daha açık fikirlerin gelişmesiyle (Ay­
dınlanma değilse de!) çocukluğun temel konturları görünmeye
başladı. Comenius ve Pestalozzi gibi eğitimciler, Rousseau ve
Vico gibi felsefeciler, Wordsworth ve Dickens gibi yazarlar ço­
cukluğun benzersiz duyarlılıklarını keşfettiler. Ancak şimdi de
çocukluktan erişkinliğe geçiş dönemi durağanlaşmıştı. Çocuk­
luk yılları/evrelerini geçiren genç erişkin uzun (bazen pek de
uzun değil) ve insafsız bir inişe geçmeden önce doruğa ulaş­
mıştır. Shakespeare'in dediği gibi:

Altıncı dönemde sıra


Sıska, terlikli, pimpirik ihtiyara gelir;
Gözlükleri burnunun üstüne düşmüş, yanakları sarkmış
169
170 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Gençliğinden kalma iyi korunmuş pantolonu


Bir deri bir kemik bacaklarına çuval gibi bollaşmıştır
O tok erkek sesi yeniden tiz çocuk sesine dönmüştür
Islık gibi çıkar ağzından.
İlginç olaylarla dolu bu tarihsel oyunun son sahnesi
İkinci çocukluk ve sınırsız unutkanlıktır
Ne diş kalmıştır artık, ne göz, ne tat
Ne de başka bir şey:

Farklı evrelerle nitelenen yaşam döngüsü görüşü Jean Piaget


'nin önerdiği şemada da açıkça görülmektedir. Bu yaratıcı psiko­
loji düşünürü hilişsel gelişmeyi ergenlikte "formel operasyonel
düşünme" ile sonuçlanan bir dizi evreyle tanımladı. Bu düşünce
sistemini edinen kişi hir durumun tüm olası değişim ve bileşim­
lerini gözünde canlandırabilir. (Satranç oyuncusu kaç yolla bir
sonraki hamlede "şah" diyehilir?) Aynı zamanda soyut düşünce
de haşlar. (Yeni bir yurttaş olarak haklarım ve yükümlülüklerim
nelerdir?) Formel bir düşünür dünyayı önermelerle tarif edebilir,
bu önermelerin doğruluğunu değerlendirebilir ve bunları birleş­
tirerek tutarlı bir çerçeve oluşturabilir. Bunun örneklerini usta
bir bilim insanı, tarihçi, psikolog, iktisatçı ya da satranç oyun­
cusunun çalışmalarında görebiliriz. Ya da formel düşünür bu
tür sistematizasyonun prensip olarak ya da en azından şimdilik
neden mümkün olmadığını da güçlü biçimde gösterebilir. Etik
konusuna dönersek formel düşünürün komşuluk ahlakı alış­
kanlıklarını aşarak çalıştığını ya da yurttaş olmanın gerektirdiği
sorumlulukları düşünebildiğini görürüz.
Ancak Piaget'nin bilişsel şemasını önermesinden bu yana
geçen yıllarda akademisyenler insanların on beş ya da on sekiz
yaşlarında bilişsel kapasitelerinin doruğa eriştiği görüşünü sor­
gulamıştır. "Post-formel düşünce" adı verilen görüş bağlamında
psikologlar artık daha sonraki bilişsel gelişme evrelerinin öne-

• William Shakespeare, Size Nasıl Ge/�yorsa, çev. Bülent Bozkurt, Remzi Kitabevi, 5. Ba­
sım, S. 65-66.
Yaşam Boyu ô�renim 171

mini kabul etmektedir. Bu sonraki evrelerin hakikat, güzellik


ve iyiliğe ilişkin yeni bakış açıları ya da anlayışlar getireceği
görüşünü destekliyorum: Hakikatler daha sağlam belirlenebilir;
güzellik deneyimleri daha etkin biçimde bireyselleştirilebilir;
insanlar etik olarak daha doğru yollarla rollerinin gereğini ye­
rine getirebilirler. Bunun yanı sıra çoğumuzun daha uzun yaşa­
yacağını (Shakespeare dönemi bir yana, Piaget'nin çağına göre
bile) ve her yıl dünyada gerçekleşen çok sayıdaki değişikliği
göz önünde bulundurarak, yıllar içinde bu üç erdem üzerinde
en verimli şekilde düşünmeye devam etmemiz büyük önem
taşımaktadır.
Gerçekten de yaşam süremizin uzaması pek çok fırsat su­
nuyor. Günümüzde salt bilişsel düzlemde ergenlerin tutarlı dü­
şünce sistemleri (örneğin politik alanda sosyalizm, faşizm ve
temsili demokrasinin anlaşılması) bağlamında henüz yeni dü­
şünmeye başladığına inanıyoruz. Kuşkusuz ergenlik çağındaki
genç bu sistemlerin ilkelerini kavrayabilmelidir. Ancak bunun
tersine sistemler hakkında düşünmek ya da sistemleri (örneğin
nasyonel sosyalizmle demokratik sistemleri) karşılaştırabilmek
için daha fazla bilişsel gelişim gereklidir. Normalde bu tür bir
ustalık, eğer herhangi bir dönemde gelişecekse, yirmili yaşlarda
ortaya çıkar. Test şıklarıyla boğuşan lise son sınıf öğrencisiyle
proje hazırlayan bir lisansüstü öğrencisi arasındaki farkı düşü­
nün. Bu fark enformasyonla değil sistematik düşünce farklılı­
ğıyla ilgilidir. Kişiler ancak olgunluk çağında birkaç disiplin ve
meslekteki önermeli ve pratik doğru türlerini değerlendirebilir,
karşılaştırabilir ve uygun olduğunda sentezini yapabilir.
Ergenlik sonrasında kişilikte ve kişiler arası ilişkilerde de
benzer ilerlemeler kaydedilir. Erken gelişmiş bir ergende bile
hala benmerkezci eğilimlerin bulunduğu bir dünya görüşü var­
dır: dünyanın onun güncel sorunlarına-bazen başka her şeyi
dışlayarak-odaklandığını düşünmesi anlamında benmerkezci.
(Benim dışımda herkes dans edecek mi? Bu stajyerlik için her­
kesle mi yarışıyorum? Bütün okul-ya da bütün dünya-beni
mi seyrediyor?) Gelişimin daha ileri evrelerinde benmerkezci-
172 Hakikat, Güzellik ve İyilik

likten uzaklaşma (kendi gündemine mesafe koyabilme, başka­


larını anlama ve hedeflerine ulaşmalarına yardım etme, başka­
larının da potansiyellerini gerçekleştirebileceği fırsatlar yaratma
ve geriye çekilerek başkalarının övgü almasına izin verme, hat­
ta teşvik etme) kapasitesi artacaktır. En iyi senaryoda bu geliş­
me yaşamın daha sonraki yıllarına kadar devam eder ve olgun
kararlar verme, etkin mentorluk, sorumlu vasilik özellikleriyle
nitelenen bir bilgelik kazanılmasını sağlar.
Erişkinlerdeki gelişmeye ilişkin "evre görüşleri" günümüz­
de bu eğilimleri yansıtmaktadır. Bir zamanlar çocukluk sonrası
sadece üç evre olduğunu varsayıyor ve bununla yetiniyorduk:
ergenlik, erişkinlik ve ileri yaş/ihtiyarlık. Günümüzde yeni ge­
lişen erişkinlik (ya da uzamış ergenlik) olarak adlandırılan bir
evre yaygın kabul görmektedir. (Büyümüş çocuklarınız hala
evinizde mi yaşıyor? Sizi hala haftada birkaç kez arayıp tavsiye
ya da yardım istiyorlar mı?) Bunun yanı sıra bir erken yaşlı­
lık evresi (aktif emeklilik) tanımlanmıştır. Ayrıca erişkinliğin
"üçüncü" evresi-elli ile yetmiş beş yaşlar arası-sınıflandır­
ması birçokları tarafından kabul edilmektedir. Bu, yaşamın ilk
amaçlarına erişildiği, sınırlılıkların kabul edildiği ve olgun eriş­
kinin artık yeni ve çoğu zaman azimli bir toplum yanlısı yakla­
şımla dünyayla aktif ilişki kurmaya çalıştığı bir dönemdir. Kişi
belki de yaşamının başka hiçbir döneminde olmadığı kadar
birkaç alanda çeşitli hakikatleri anlama, güzellik kavramını ge­
liştirme ve işyerinde, seçim sandığında ya da şehir merkezinde
ortaya çıkan etik sorunlarla duyarlı ve mantıklı bir şekilde başa
çıkma potansiyeline ve zamanına sahiptir.
Söz konusu eğilimler gelişimin en azından orta yaş boyunca
ve en iyi koşullarda altmış, yetmiş hatta daha ileri yaşlara kadar
devam ettiğini gösteriyor ve bu durum sadece psikolojiyle ilgili
değildir. Bedenimiz ve beynimizin ergenlikten on yıllar sonra
da gelişip uyum sağlayabileceğine işaret eden kanıtlar gide­
rek artıyor. Ancak anlaşılacağı gibi bu gelişmeler hiçbir şekil­
de zorunlu ya da kaçınılmaz olmayıp sadece olasılıklardır. On
yıllarca gelişmeye devam eden milyonlarca insana karşılık adı
Yaşam Boyu ô�renim 173

geçmeyen milyonlar yaşamın ikinci on yılının ortalarında geli­


şimin doruk noktasına gelmektedir. Bu tür kişiler ilerlemezler,
o sıradaki (genellikle kırılgan olan) anlayış ve bakış açılarıyla
tatmin olmuşlardır, gelişime aktif bir direnç gösterir hatta daha
ilkel düşünce ve hareket tarzlarına gerileyebilirler.
Erişkinlik çağındaki yaşamın bütünüyle kişinin kendi kont­
rolünde olduğunu da söyleyemeyiz. Kötü talih kişinin yaşamı­
nın ümit ettiği gibi seyretmesini engelleyebilir. Ailesini doyur­
mak ve giydirmek için aynı sıkıcı işte günde on iki saat (ya da
iki ya da üç keyifsiz işyerinde) çalışmak zorundaysanız kişisel
gelişim için pek vaktiniz kalmaz. Geleneklerin güçlü olduğu bir
dini ya da sosyal ortamda yaşayan kişiler olduğu gibi kalmak,
komşuları gibi ya da komşularının göründüğü gibi olmak yö­
nünde baskı altında kalacaktır. Kırılgan bir zihinsel ya da fizik­
sel yapıdaki kişiler için büyüme, değişme ve gelişme çabalarını
başlatmak ve sürdürmek daha zordur. Bununla birlikte fiziksel
engelleri aşan Theodore Roosevelt ya da öğrenme zorluklarıyla
başa çıkan Winston Churchill'in uzun ve aktif yaşamları, daha
da çarpıcı olarak görme ve işitme engelli olmasına karşın in­
san olma c.lurumuyla ilgili derin sezgiler kazanan ve paylaşan
Hellen Keller'in yaşamı ilham verici örneklerdir. Daha yakın
zamanlarda katı İslami ortamlarda yaşayan kac.lınların yaşam­
larını tehlikeye atıp planlanmış evliliklerden kaçarak yeni bir
dünyada tek başına yeni bir yaşama başladıkları çarpıcı öykü­
lerle karşılaşıyoruz.
Gelişmeyi sınırlandıran bazı faktörler kontrolümüz dışında­
dır. Antropolog Claude Levi-Strauss bir buzdağı hızıyla değişen
"soğuk toplumlar"la sık sık hatta sürekli karmaşa içinde olan
"sıcak toplumlar" ayrımını yapmıştır. "Soğuk" topluma örnek
olarak önemli politik değişikliklerin yüzyıllar içinde gerçekleş­
tiği eski Mısır'a bakalım ve çok kısa bir zaman dilimi içinde
imparatorluktan totaliter komünist cumhuriyete, ardından da
farklı bir sosyalizm-kapitalizm harmanına dönüşen 20. yüzyı­
lın "sıcak" Çin'iyle karşılaştıralım. Sürekli değişen bir ortamda
174 Hakikat, Güzellik ve İyilik

yaşayan bireyin değişmek, gelişmek ve büyümek için çok daha


fazla fırsatı olduğu açıktır.
Kuşkusuz değişim her zaman kolay değildir, mutlaka istenen
bir durum da olmayabilir. İnsanlar arası ilişkilere gelince al­
ternatif senaryolar vardır. Geleneksel "soğuk" toplumlar birkaç
güçlü bağın egemenliğiyle nitelenir. Bireyler küçük bir akraba,
komşu ve arkadaş grubunu yakından tanır ve derin kökleri olan
bu uzun süreli sosyal ağa bağımlı kalırlar. Bunun tam tersine
"sıcak" toplumlar bu tür derin bağları reddederek ya da değer­
siz görerek daha çok sayıda, daha zayıf ve çok daha esnek bağ­
lar kurarlar. Bu tür toplumların bireyleri çok sayıda insan tanır,
ancak bu ilişkiler kaçınılmaz biçimde yüzeyseldir; bu kişilerle
çeşitli yollarla temas kurarlar ancak bu karşılaşmalar sadece
arada bir olabilir. Geleneksel toplumlar masanın üzerinde yıl­
larca aynı aile resimleri, hatıra eşyalar ya da aile yadigarlarının
durmasıyla ayırt edilir. Bunun tersine modern toplumun bireyi
geniş ve hızla büyüyen bir irtibat listesi, avuçiçi bilgisayarında
zengin bir veritabanı ve favori sosyal iletişim ağında onlarca
hatta yüzlerce mesajla nitelenir.
Kuşkusuz hızla değişen bir dünyada çok sayıda zayıf bağ­
lantı kurma becerisinin avantajlı olduğu görülür. Bu tür bağ­
lantılar kişinin daha fazla enformasyon ve deneyime erişiminin
yanı sıra hakikatin çeşitli biçimlerini karşılaştırma, kendi özel
güzellik kavramını geliştirme ve karmaşık etik ve ahlaki ikilem­
ler karşısında berrak düşünebilme ve sorumlu davranma fırsatı
sunar. Aşırı esneklik görece düşük sıcaklığı olan bir toplumda
zorluk çıkarabilir, ancak "sıcak" bir toplumda daha fazla esnek­
lik ayakta kalmayı sağlayan belirleyici faktör olabilir.
"Sıcak" toplumlarda doğup büyümüş olanlarımız değişime
daha alışıktır ve büyük değişikliklerle başa çıkabilme, bunları
bekleyerek hazırlıklı olma hatta bunlardan hoşlanma olasılığı
daha fa:dadır. Ancak uzun süreli derin ve yakın bağların zayıf­
laması ya da kaybedilmesinin üzüntüye de neden olabileğini
unutmamalıyız. Ayrıca mutluluk ve güven göstergeleri insanlar
arasında bu tür güçlü bağların korunduğu toplumlarda daha
Yaşam Boyu Ôğrenim 175

fazladır. Bununla birlikte günümüz dünyasındaki eğilimler göz


önünde bulundurulduğunda insanların hızla değişen görece
"sıcak" ortamlarda ayakta kalmayı -ve erdemleri geliştirme­
yi-öğrenmeleri gerektiği açıktır.
Çoğu toplumda ve tarihin önemli bir bölümünde hakikat,
güzellik ve iyilik kavramlarının mutabakata dayandığını söyle­
yebiliriz. Başka bir deyişle hakikatler yeni ortaya çıkmamakta
olup yerleşiktir; güzellik bireysel değil gelenekseldir; kişiler ara­
sındaki can sıkıcı sorunlar ya komşuluk ahlakına göre çözül­
mekte ya da hiç çözümlenmemektedir. Kavramlar yavaş, bazen
belli belirsiz bir biçimde değişmektedir. Avrupa'da yüzyıllar bo­
yunca ressamların başlıca uğraşı İsa ve Meryem Ana portreleri
yapmaktı. Bunun yanı sıra üç erdemi birleştirme yönünde bir
eğilim vardı: Hakikat olduğu düşünülen aynı zamanda güzel ve
iyi kabul edilirdi ve bunun tersi de geçerliydi.
Ancak biraz ayrıntılı baktığımızda bu üç erdeme ilişkin gö­
rüşlerdeki değişimi görebiliriz. Bazen değişim güçlü liderlerin
(örneğin Museviler için Musa ya da Han Hanedanı için Shi Hu­
angdi) etkisiyle gerçekleşmiştir. Bazense sarsıcı olaylar (Kara
Ölüm, Lizbon depremi, buzulların erimesi) değişime neden
oldu. Daha sık olarak gerek yararlı gerekse zararlı değişiklik­
ler, kültürlerin karşılaşıp çatışması, silahlar, galip gelenin gani­
metleri, kaybeden tarafın da uyum süreci sonucunda değişim
yaşanmaktadır. Kuşkusuz her değişim kalıcı değildir, kültürler
hem ileri hem geri yuvarlanabilmektedir. Henry Adams'ın çok
sevdiği ortaçağ (önceden Karanlık Çağ denirdi) önce ve sonra
gelen yüzyıllardan çok daha az dinamikti.
Tarihte değişimlerin hızı ve kararlılığı açısından günümüze
benzeyen çok az dönem yaşanmıştır. Otuz beş yaşın üzerindeki
hemen herkes Berlin Duvarı'nın yıkılmasını, piyasa kapitaliz­
miyle birlikte Batı demokrasisinin kısa süren hegemonyasını,
11 Eylül saldırılarının şokunu, Katrina Kasırgası ya da Güney
Asya'daki tsunamiyi, 2008 yılında dünya çapında yaşanan eko­
nomik krizi ve Meksika Körfezi'ndeki petrol felaketini hatırlaya­
caktır. Bir zamanlar kalıcı ve kararlı olduğu düşünülen durum-
176 Hakikat, Güzellik ve İyilik

lar (Soğuk Savaş, ABD sınırlarının geçilmez olduğu, finans pi­


yasalarındaki doğal düzenleyici faktörler) acımasız gerçekler ve
faktörler karşısında ayakta kalamamıştır. Bir on yıldan diğerine
Afganistan, İran, Irak, İsrail, Polonya, Romanya, Venezuela'da,
hatta görece sakin ülkeler olan İngiltere ve ABD'de yaşayanlar
çarpıcı biçimde farklı iyilik ve kötülük kavramlarıyla karşılaştı­
lar. Bunun yanı sıra her yeni sanatçı grubunun önceden gelen­
lerin temel değer ve uygulamalarını sorgulamaları karşısında
sabit ya da tutarlı bir estetik anlayışın korunması imkansız gö­
rünmektedir. Bu değişikliklerin büyük bir hızla gerçekleşme­
sinin yanı sıra daha önceki çağların tersine insanlar neredey­
se anında bunları fark etmektedir. 31 Ağustos 1997'de Prenses
Diana'nın ölümünü izleyen iki gün içinde dünyadaki erişkinle­
rin %98'inin olaydan haberdar olduğu söyleniyor.
Bu durumda hızla değişen bir dünya, ilk gelişme ve öğ­
renme evrelerini çoktan geride bırakmış insanları nasıl etki­
liyor? Bir zamanlar, orta yaşlı insanlar bir yana yaşlı köpeğe
yeni marifet öğretemeyeceğimizi düşünebilirdik. Ancak yaşam
boyu öğrenim artık bir klişe olmanın ötesine geçmelidir. Öğre­
nim çocukluk ve ergenlik çağlarının hedeflenen yükü olmak­
tan çıkıp yaşam boyu sürdürülen bir imtiyaz-aynı zamanda
yükümlülük-haline gelmiştir. Bilim camiasında uzun süredir
inanılanın aksine artık erişkin sinir sisteminin esnek ve yeni
sinir bağlantıları kurma kapasitesine sahip olduğunu biliyoruz.
Gerçekten de yeni bilgi, zevk ve değer edinilmesinin biyolojik
kısıtlamalar nedeniyle engelleneceğine inanmak için çok az ne­
denimiz var.
Bununla birlikte yaşam boyu öğrenim en iyi koşullarda bile
bir ayrıcalık olabilir. Okulda kalanlarımız için sürekli öğrenim
daha kolay görünür. Ne de olsa eğitimin donanımıyla (öğret­
menler, öğrenciler, ders programları, kurslar, kitaplar, bilgisa­
yarlar, kütüphaneler ve dünya çapında iletişim ağı) çevrelen­
mişizdir. Bununla birlikte hepimiz akademik çevrelerde sabit
fikirli, değişen rüzgarlar, sular ve sözcüklere ilgisiz kalarak var-
Yaşam Boyu ÔQrenim 177

lığını sürdüren insanlara rastlamışızdır. Uzmanlık alanınızda


gelişseniz bile, başka alanlarda felce uğramış durumda kalma­
nız mümkündür. Bazen insanlar aşina olmadıkları alanlarda ge­
lişmeye ya da bilgilerini derinleştirmeye teşebbüs bile etmezler.
Bazense yürekli çabalara karşın yeni alanlarda gelişmenin çok
zor olduğu görülür. Bu kişilerin cesaretine hayranlık ve saygı
duymamıza rağmen, Nobel ödülü ya da başka prestijli ödülleri
kazananların yeni bilim, sanat ya da meslek alanlarında önemli
bir varlık göstermeleri ender rastlanan bir durumdur.
Akıl yolunda bir yaşam sürme ayrıcalığına sahip kişiler için
bile yaşam boyu öğrenimin karşısında başka bir önemli engel
vardır. Kolej ya da lisansüstü eğitim dönemini uzatmak müm­
kün olsaydı yaşam boyu öğrenim daha kolay olurdu. Ancak söz
konusu yol zikzaklarla doludur. Belli hir disiplin ya da zanaat­
ta ustalık kazananlarımızın çoğu aynı alanda daha derin bilgi
edinmeye devam etmenin olağan bir durum olduğunu düşünür.
Ancak disiplinlerde kökten değişiklikler olabilmektedir: parça­
lara ayrılabilirler, birleşebilirler, yeniden yapılanabilirler. Bunun
yanı sıra ve daha da önemlisi günümüzde çalışmaların çoğu
disiplin temelli değil (uygun olarak) problem temellidir; bu tür
çalışmalar disiplinler arası içerik bilgisi ve farklı kültür ve di­
siplinlerden kişilerin akıcı ve esnek biçimde birlikte çalışması­
nı gerektirir. Disiplinler arası çalışmanın önemine dair iddialar,
başan/ı disiplinler arası çalışmaların açık kanıtlarına göre çok
daha fazladır. Çokdisiplinli bir çalışma başarılı olduğundaysa
çoğu zaman bu başarının nedeni ve başka çalışmalarda nasıl
kullanılabileceği açık olmaktan çok uzaktır.
Bununla beraber eğitim kurumlarının içindeki ya da dışındaki
kişiler için temas etmek ve birlikte çalışmak kolaylaşmıştır. Artık
yaygın olarak var olan medya (eski, yeni, elektronik, mekanik,
dijital) bu ilişkiye olanak vermektedir. İnternet kullanan herkesin
yeni, kayda değer, değişen her şeye erişimi mümkündür.
Tabii ki söz konusu enformasyon akışının tamamen faydalı
olduğunu söyleyemeyiz. Birçoğumuz kendimizi bütün bunların
178 Hakikat, Güzellik ve İyilik

altında ezilmiş hissederiz. Günümüzün yeni zorunluluğu sentez


yapmaktır; her boyutta ve biçimdeki enformasyonu toplamak,
fazlalıklarını atmak, organize etmek ve bu çevrimi sonsuza ka­
dar tekrarlamak. "Sentezci zihin" bol miktarda enformasyon
almaya hazırdır; hangilerine dikkat edilmesi hangilerinin göz
ardı edilmesi gerektiğine güvenilir ölçütlere dayanarak karar
verebilir; verileri bir araya getirerek elde tutabilir ("tam zama­
nında" sentez) ve böylece bir keşiş ya da inzivaya çekilmiş biri
değilse yaptığı sentezin özetini akılda kalacak biçimde başka­
larına aktarabilir. Sentez için gereken pedagojik ve dijital araç­
ların geliştirilmesi bir yana, etkin bir sentezin zorluklarını yeni
yeni anlamaya başladık. Bu sürece önde başlayan her yaştaki
kişi avantajlı olacaktır. İdeal olarak genç yaşlarda yeni enfor­
masyonun alımı ve depolanmasını sağlayan kapasitenin ileri
yaşların iyi bilenmiş yargılama ve değerlendirme kapasitesiyle
harmanlanması gerekir.
Kaçınılmaz olarak bazı kişilerin enformasyon, bilgi ve ka­
liteli senteze erişimi diğerlerine göre daha kolaydır. Bununla
birlikte dünyada neler olup bittiğinden haberdar olmayı isteyip
istememek kişinin kendi kararıdır. Sürekli gelişim esas olarak
kişinin zamanını geçirmeyi tercih ettiği ortama bağlıdır. Aynı
arkadaş grubu içinde kalabilir ya da yeni arkadaşlar edinebilir­
siniz; aynı kişilerle oyun oynayabilir ya da yeni oyun partner­
leri bulabilirsiniz; aynı sanat eserine tekrar tekrar geri dönebilir
ya da yeni eserlere bakabilirsiniz; aynı konuşmaları defalarca
yapabilir ya da faydasız sohbetlere bir son verebilirsiniz. Özel­
likle içinde yaşadığımız dijital çağda görüşlerinizi, zevklerinizi
ve ahlak kurallarınızı paylaşanlar olmak üzere aynı sitelere gir­
mekle değişik çerçeveleri yansıtan ve yeni soruları gündeme
getiren farklı siteleri ziyaret etmek arasında seçim yapabilirsi­
niz. Demokratik bir toplumda kimse bu uygulamaları zorunlu
kılamaz, dolayısıyla kişi tamamen kendinden sorumludur.

K işinin vaktini nasıl geçireceğine dair yaptığı tercihlerde bir­


çok faktör rol oynar: işine tutunma (ya da daha cazip bir
işe geçme) ihtiyacı; sağlığını koruma ya da maddi koşullarını
Yaşam Boyu Öğrenim 179

düzeltme isteği; sorumlu bir yurttaş olma amacı; dostluklarını


koruma ya da yeni arkadaşlıklar kurma, yakınlarına kendi de­
ğerlerini anlatma, değer verdiği kişilerle (daha yaşlı, daha genç,
daha akıllı ya da akla ihtiyacı olanlarla) konuşarak merakını
tatmin etme ya da kendi görüşünü savunma arayışı. Çok az in­
san amacının hakikat, güzellik ve iyilik arayışı olduğunu açıkça
söyleyecektir. Bununla birlikte yaşam boyu öğrenim sırasında
bu çok önemli kavramlardan uzak durmak mümkün olmaya­
caktır.
İlk olarak hakikati ele alalım. Kişinin iş ve yaşam alanların­
da kuşkusuz daha çok pratik doğrular söz konusu olacaktır.
Benim durumumda bir makale ya da kitap yazmak ve yayınla­
mak için gerekenler yıllar içinde defalarca değişti ve ben 1970'li
yılların başında yaptıklarımı sürdürseydim başarılı olamazdım.
O zamanlar "yayınlayıp eleştiriler için beklemek" zorundaydık;
bugünse ısrarlı biçimde proaktif davranmazsam birinin benim
yayınımı fark etmesi için sonsuza kadar beklemem gerekir. De­
ğişim eğitim alanında da kendini gösteriyor. Önceleri nadiren
slayt gösterdiğim ya da yan konulara saptığım bir saatlik dersler
verirdim. Oysa şimdi neredeyse bütün derslerimi seminer tar­
zında yapıyorum, online konuşmalar, PowerPoint sunumları ve
hem öğrencilerim hem benim için hızlı web erişimi olanağı var.
İş üretimi süreçlerinin yanı sıra işyeri politikası da sürekli deği­
şiyor: Yaygın inançlar artık bir zamanlar oldukları gibi değildir
ve önümüzdeki yıllarda da değişmeden kalmaları beklenme­
mektedir. Bu önceden edinilmiş bilgilerin tümünün gelip geçici
olduğu anlamına gelmiyor. Belli pratik ve önermeli doğrular
çağlar boyunca yazılar ve yayınlarda geçerliliğini korumuştur:
gençlerin eğitimi, hastaların bakımı, satış yapmak ve müşteri
kazanmak. Bu kalıcı hakikatlerin korunması yeni hakikatlere
açık olmak kadar önemlidir.
Ancak kişinin iş yaşamı doğruların değiştiği tek, hatta en
önemli alan değil. Dünyada ne olup bittiğini merak eden her­
kes gelişmekte olan kolektif anlayışı (kuşkusuz aynı zamanda
180 Hakikat, Güzellik ve İyilik

kolektif karmaşayı) izlemelidir. Yeni bilimsel bulgular, tarihle il­


gili düzeltmeler günün konusudur (İktisat, psikoloji ve edebiyat
eleştirileri de değişmektedir, neden olmasın ki?). Amerikan İç
Savaşı, I. Dünya Savaşı (o zamanların deyimiyle Büyük Savaş)
ya da Soğuk Savaşı büyük anne babalarımız gibi algılamıyoruz.
Daha önceki çağlarla bizim çağımız arasındaki bu anlayış fark­
lı bilim alanında (evrenin doğumu, yaşı ve boyutlarına ilişkin
filizlenen bilgilerimizden genetik materyalin esnekliğine, homi­
nidlerin evrimine kadar uzanan konularda) daha da büyüktür.
Bilimin icra edilme biçiminde bile büyük değişiklikler olmuş­
tur; günümüzde bilimsel projelere onlarca araştırmacı katılmak­
ta, mutlak sıfır dereceye yakın sıcaklıkta deneyler yapılmakta,
ses hızının çok üzerine çıkılabilmekte, nanoteknoloji kullanıl­
makta, bilgisayar çağından önce hayal edilemeyen muazzam
simülasyonlar yapılmaktadır. (Standart fen testlerindeki mad­
delerin çok az değişmesi, bilimin değil testleri yapan kişilerin
değişmediğini gösterir.) Yeni hakikatlerin geçit törenine ayak
uydurmak kolay değildir, ancak bu doğrultuda bir adım atarsa­
nız pek çok yönüyle dünyayı daha iyi anlayabilirsiniz.
Hakikatlere yaklaşmaya devam etmemiz gerektiğini-en
azından bu kitapta-söylemeye bile gerek yok. Kişinin bir eriş­
kin olarak bu amaca ulaşıp ulaşmayacağını hangi faktörler belir­
ler? Öncelikle kişinin inancına ters düşen sonuçlarla karşılaşsa
bile doğruları aramaktan vazgeçmemesi gerekir. Bu sorumlulu­
ğun bir parçası olarak sürekli bilgi edinmek, en son bulguları
izlemek, bunları alaycı değil ama eleştirel bir yaklaşımla değer­
lendirmek kritik önem taşır. Bazı alanlarda bu "kontrol" aralıklı
olarak yapılabilir; ancak biyolojik bilimleri yıllarca izlemiş biri
olarak "ayak uydurmayı" ümit ediyorsanız sürekli tetikte olma­
nız gerektiğini söyleyebilirim.
Pratik doğrular alanında da aynı derecede dikkatli olmak
zorunludur. Bunlar hakkında daha az yazılmasına karşın labo­
ratuvar, işyeri ya da atölyede de oldukça hızlı ve özellikle bu
ileri teknoloji çağında oldukça çarpıcı değişiklikler görülebilir.
Çırak çoğunlukla bazı yönlerden ustasından daha "güncel"dir.
Yaşam Boyu ô�renim 181

Şimdi günümüzdeki erişkin gelişiminin önemli bir boyutuna


bakalım. Önceki çağlarda belki de yaşlılar entelektüel ve politik
alanda tüm kozlara sahipti. Artık bu değişti! Günümüzde bir­
çok yönden gençler erdemlerin hepsinde prim yapan entelektüel
enerji ve teknik beceriyi taşıyor. Daha yaşlı ve daha bilgili olduğu
düşünülen kişilerin gençleri (bu gençler çocukları, torunları, öğ­
rencileri ve çırakları olabilir) dinlemeleri, izlemeleri ve onlardan
öğrenmeleri gerekir. Ancak bu ilişki karşılıklı ve birbirini tamam­
layıcı olmalıdır. Hakikati arama sözüne ve önemsizi çok önem­
liden ayırt etme becerisine gelince yaşlıların gençlere verebile­
cekleri çok şey vardır ve hunu yapmak onların sorumluluğudur.
Güzellik alanında da gündemde değişim var. Ancak hu alan­
daki değişim çok daha inişli çıkışlı bir seyir gösterir. Karmaşık
ve anlaşılmazlığa yakın sanatsal eğilimlerin revaçta olduğu dö­
nemleri yalın, doğrudan ve kitlesel eserlerin yaratıldığı akım­
lar izler. Ancak hu tepkinin hiçimi önceden bilinemez. Görsel
sanatlarda soyut ekspresyonizmin gizemine tepki olarak ortaya
çıkan örnekler arasında minimalizm, pop art, eski tarz realizm
sayılabilir. Müzikte dizisel müziğin karışıklığına karşı tepkiler
minimalizm, aşırı düzenlilik, füzyon, üçüncü akım, sakınmasız
romantizm olarak kendini gösterdi.
Erişkinlikteki gelişme bize kendi kişiliğimizi (hangi yön­
lerden herkese ya da bazılarına benzediğimiz, ama daha da
önemlisi diğer insanlardan farkımız) tanıma olanağını verir. İç­
görüdeki bu artış çok geniş bir insan yelpazesiyle yaşadığımız
deneyimler ve bu deneyimlerin niteliği hakkındaki fikirlerimi­
zin bir sonucudur. Popüler eserleri takdir edebiliriz ama aynı
zamanda kendi özel ve belki de acayip zevklerimizi, bireysel
güzellik anlayışımızı anlamaya ve değer vermeye başlarız. Bu
gelişmeyi sanat eserleriyle (ve doğayla) ilgili tüm anlamlı dene­
yimlerimizin zengin açıklamalarla dolu bir porfolyoda birikme­
si olarak düşünüyorum.
Kırklı yaşlara gelindiğinde insan zihninin gerçek anlamda
yeni estetik normları içselleştirmede zorlandığı iddiası ilginç­
tir. Bu iddiaya göre eğilimler kemikleşir ve somut olarak ifade
182 Hakikat, Güzellik ve İyilik

edersek Asya sanatlarına daha önce dikkat etmemiş kırklı yaş­


larında bir Batılı hiçbir zaman Hint müziğini, Çin kaligrafisini
ya da Bali dansını beğenemeyecektir.
Bu iddianın doğru olması imkansızdır. Radyo günlerinin se­
vilen komedyeni Jack Benny'nin şakalarına rağmen otuz do­
kuz yaşla ilgili kutsal bir şey yoktur. Bunun yanı sıra kişinin
deneyimleri-boyutları ve sürekliliği-ve değişime açık olup
olmaması o kadar önemlidir ki bu faktörlerle ilgili bireysel fark­
lılıklar gelişim (yaşam evresi) ya da kuşak (kişinin doğum yeri
ve tarihi) farklılıklarına baskın olur.
Bununla birlikte tıpkı daha yaşlı bilim insanlarının yeni para­
digmaları kabul etmede zorluk çekmesi gibi (saygıdeğer Albert
Einstein bile kuantum fiziğinin görünürde acayip ama sağlam
gerçeklerini benimseyememişti) yaşlanmış gözler ve kulaklar
çarpıcı derecede yeni sanatsal tarzları kolayca kavrayamamak­
tadır. Gelişkin bir göz ve kulak yeni bir formu kavrayabilir ve
belki de bu yeni formun meziyetlerini, daha genç eleştirmen­
leri ve genç izleyicileri büyülemesinin nedenlerini sözle ifade
edebilir. Bununla birlikte derinden derine duygusal düzlemde
kırklı, ellili ya da yetmişli yaşlarda bir kişinin o zamana kadar
tanıyıp değer verdiği tarzlardan önemli derecede farklı bir mü­
zik, film, edebiyat, dans, resim ya da heykel formunu kolayca
kabul etmesi ya da keyif verici bulması gerçekten de zordur. Ta­
mamen yeni bir sanat alanı (diyelim ki bilgisayarla oluşturulan
grafikler ya da elektronik müzik) özellikle anlaşılması zor ola­
bilir. O yaşa gelene kadar güzellik kavramımızın temel eğilimi
sabitleşmiş olabilir ve herhangi bir değişiklik yapılması giderek
zorlaşabilir. Bu nedenle eski şarkıları çalan radyo istasyonları
ve klasik filmler bir zamanın gençlerini neredeyse hipnotik bir
güçle çekmektedir.
Zevk değişiklikleriyle ilgili kısıtların kişinin başlangıçtaki
eğilimleriyle hiçbir ilgisi olmadığına dikkat edin. Beğenmeyi
(ya da beğenmemeyi) öğrendiğimiz tarzlar neredeyse tamamen
tarihin belli bir döneminde bir ya da daha çok sayıda kültür­
de yaşadığımız kişisel deneyimlerimize bağlıdır. Normlar baş-
Yaşam Boyu ôDrenim 183

langıçtan itibaren bizim özelliklerimiz olmayıp edinme yoluyla


gelişirler. Ancak yaş ve tekrarlama sonucu bir kez kemikleş­
tiklerinde bu normların değiştirilmesi giderek zorlaşır, bunlara
karşı çıkmak duygusal ve bilişsel sistemlerimize karşı gelme
anlamını taşır.
Bu aklımızı başımıza getiren bir haberdir, ancak son söz
daha söylenmemiştir. "Yeni"ye karşı giderek artan bir isteksiz­
liğin kaçınılmaz olması gerekmez. Daha önce öne sürdüğüm
gibi sanat dünyasındaki önemli zorluk, farklılıkları görebilme
kapasitesidir. Yeni bir sanat formu, aracı ya da tarzının ken­
di içindeki farklılıkları ayırt edemiyorsanız, onunla anlamlı bir
bağlantı kuramadığınız açıktır. Ancak anlamlı ayrımlar yapabi­
liyorsanız-bunun için insan ya da elektronik herhangi bir kay­
naktan yararlanabilirsiniz-önemli bir sınırı aştınız demektir.
Belki de-sadece belki-kritik farkı anlayabilme aşamasından
izlemekten hoşlanma hatta çok isteme aşamasına geçmeniz
bile mümkün olabilir. Ressam Anselm Kiefer ve besteci Elliott
Carter'ın eserleriyle yaşadığım "ürperti" hissindeki değişiklikle­
ri daha önce aktarmıştım.
Sanatsal duyarlılıktaki değişiklikler izleyiciler kadar sa­
natçıları da etkiler. Besteci Igor Stravinsky, çağdaşı Arnold
Schönberg'in öncülüğündeki dizisel on iki ton müziğine duydu­
ğu küçümsemeyi gizleyemedi. Ancak Stravinsky'nin çok daha
genç çağdaşı orkestra şefi Robert Craft, Stravinsky'ye bu yeni
dizisel müziği sürekli dinletti. Günün birinde nerdeyse Schön­
berg öldükten hemen sonra herkesin hayretli bakışları karşı­
sında Stravinsky bu zorlayıcı tarzda beste yapmaya başladı ve
birçoklarına göre bestecilik yaşamında yeni bir atılım yaptı. Bu
güzellik alanında gencin ve yaşlının sağlam bir biçimde güçle­
rini birleştirmesinin örneğidir. Bu kitabı yazdığım sırada Elliott
Carter yüz yaşını aşmış ve hala güçlü ve güzel besteler yapmak­
tadır. Önceki on yıllarda birçok yeni müzik ufku açan beste­
ci, yaşamının ikinci yüz yılında bunları işleyebilmekte, sentez
edebilmekte hatta önemli ölçüde değişiklik yapabilmektedir.
(Büyük evrim biyoloğu Ernst Mayr doksanlı yaşlarında beş ki-
184 Hakikat, Güzellik ve İyilik

tap yazmıştır.) Romancı Philip Roth, şair W. B. Yeats, ressam


Gerhard Richter, koreograf Merce Cunningham ileri yaşlardaki
eserleri günün izleyicilerine hitap eden diğer sanatçılardır. Dün­
yaya açık olan ve yaratıcılıklarını koruyan kişiler için sanatsal
gelişimin önünde hiçbir engel yoktur.
Erişkin çağdaki gelişimle ilgili olarak ahlak ve etik alanla­
rında bazı tartışmalı başlıklar var. Son zamanların önde gelen
düşünce insanlarından Lawrence Kolhberg ahlaki yargının ya­
şamın üçüncü on yılında doruğa ulaştığı görüşündedir. "Gele­
neksellik sonrası" evrede genç erişkin ahlaki sorunları kendi
başına düşünür; haksız olduğunu düşündüğü egemen kural ve
düzenlemelere karşı çıkabilme yetisi ve isteği vardır. Mahatma
Gandhi, Martin Luther King Jr., Aung San Suu Kyi, Liu Xiaobo
ya da Nelson Mandela'nın temsil ettiği ahlaki örneklerde görül­
düğü gibi, genç artık topluma karşı gelmeye ve bunun sonuçla­
rını kabul etmeye hazırdır.
Ne var ki çalışmalarımız "iyilik alanında" görüşlerin daha
yavaş geliştiği ve kişinin aktif yaşamı boyunca gelişmeye ve
derinleşmeye devam ettiği izlenimini vermektedir. Burada da
komşuluk ahlakı ile rollerin etiği arasında ayrım yapıldığında
görüşler daha netleşmektedir.
Komşuluk ahlakı alanında yeni buyruklar görmüyoruz. Ya­
saklanan ve istenen davranışlar on binlerce yılda evrilmiştir
ve temel yönlerden değişmeleri olası görünmemektedir. Hile
yapmak, yalan söylemek, hırsızlık, yaralamak, öldürmek hala
tabu kabul edilen davranışlardır. Bununla birlikte komşuluk
ahlakının biçimi ve kapsamı sürekli olarak tartışılmaktadır.
Yaşamım boyunca sorumluluklarımın kendi etnik grubumun
üyeleri (çocukluğum sırasında kuzeydoğu Pennsylvania'da ya­
şayan Almanya'dan göç etmiş Yahudi aileleri) dışında çok geniş
bir alana yayıldığını gördüm ve bu süreç halen değişmeye ve
genişlemeye devam ediyor. Bir zamanlar farklı ırk ya da etnik
kökenden gelen ya da alternatif bir cinsel yönelimi olanlara
mesafeli duran birçok kişi artık farklı davranmaktadır. Dünya­
nın birçok yerinde "yalancı türleşme" [pseudospeciation] görü-
Yaşam Boyu Ô(Jrenim 185

şü (bazı grupların gerçek anlamda insan ailesinin bir parçası


olmadığı ve bu nedenle türdeş kabul edilmemeleri gerektiği
inancı) hızlı bir inişe geçmiştir. Bununla birlikte bu tür eğilim­
lerin sona ereceğini düşünmek naif bir yaklaşımdır: Önyargıyla
yaklaşmak ve yaftalamak demagoglar tarafından harekete geçi­
rilebilen güçlü eğilimlerdir.
Rollerin etiği ile ilgili olarak çok farklı bir tabloyla karşılaşı­
yoruz. Artık gündemde değişim var ve bu değişiklikler birço­
ğumuzu sarsmaya devam edebilir. Meslekler gelmekte ve git­
mektedir, basılı gazetecilik gibi bir zamanlar güvenli olduğu
düşünülen meslekler yıllarla, hatta aylarla ölçülebilen bir süre
içinde değişmektedir. 0993'te New York Times bir milyar dolar­
dan fazla ödeme yaparak Baston G/ohe'u satın aldı; 2011 yılında
gazetenin değeri bu miktarın sadece küçük bir oranı kadar­
dır.) Yeni meslekler ortaya çıkmaktadır. Farklı meslek ya da
disiplinlerden gelen kişilerin birlikte çalışması neredeyse stan­
dart çalışına şekli haline gelmiştir. Bu farklılaşmış profesyonel
ortamlarda nasıl davranmak, neye inanmak gerektiği sürekli
bir değişim ve kuşkusuz birçok durumda karmaşa kaynağı­
dır. Örneğin hızlı haber akışı sırasında bir gazeteci kaynakları
doğrulamak için nasıl zaman ayırabilir? Seçkin bir web sitesi
etkisiz olduğunu bildirdiği için bir hekim her zaman önerdiği
bir tedaviyi reddetmeli midir? İnternette her şeyin iletilmesinin
bu kadar kolay olduğu bir çağda avukatlar ve temsilciler fikri
mülkiyet sorunuyla nasıl başa çıkıyorlar? Bu koşullarda doğru
olanı yapmaya azimli profesyoneller bile şaşırabilir, belki de
her mesleğin özgün koşullarına göre hazırlanmış bir "ilkyardım
çantası" hazırlamalıyız.
Benim alanım olan psikolojiye bakalım. Bundan kırk yıl
önce (hala saygı duyduğum) hocalarıma beyin hasarının biliş
üzerindeki etkilerini incelemek istediğimi açıkladığımda, bana
zamanımı boşa harcayacağımı, beyin ya da sinir sistemi hasa­
rına ilişkin çalışmalardan insandaki zihinsel işlevler hakkında
önemli bir bulgu elde edilmediğini ve edilmesinin de beklen­
mediğini söylediler. Otuz yıl kadar önce fon sağlayan bir kuru-
186 Hakikat, Güzellik ve İyilik

ma bilişsel nörobilim adı altında yeni bir dalı desteklemelerini


istediğimde derhal reddedildim. Oysa günümüzde kimse böyle
bir davranışta bulunmaya cesaret edemez. Gerçekten de psiko­
loji yerini bilişsel bilime bırakmıştır ve bilişsel nörobilim (bi­
lişsel sosyal nörobilim ve diğer alt disiplinlerin yanı sıra) hızla
bilişsel bilimin yerine geçmektedir.
Bunlar gibi yeni ortaya çıkan disiplinlerde karşı karşıya ka­
labileceğimiz etik sorunları kimse tahmin edemez. Bir kişinin
-hatta belki de bir fetus ya da yenidoğanın-gelişmekte olan
sinir sisteminin öğrenme engeli-özellikle de bilinen bir teda­
visi olmayan bir durum-riski taşıdığını açıkladıktan sonra ne
yapmamız gerekir? Üniversite sınavına hazırlanan varlıklı aile­
den gelen bir öğrencinin dikkatini ve hafızasını uyaracak paha­
lı bir ilacın geliştirilmesi ve pazarlanması hakkında ne düşün­
meli? Bir çocuğun atletik rekabet yeteneğini geliştirebilecek bir
yol önermek uygun mudur? Profesyonel yardım, ölçüm ya da
eğitim konusunda çalışan herhangi bir kimse er geç bu tür iki­
lemlerle karşılaşacaktır. Bununla birlikte, bildiğimiz kadarıyla
bu tür zorluklara hazırlıklı olmamazı sağlayacak-ne lisansüstü
eğitimde ne de nöroetik ya da biyoetik lisans eğitiminde-hiç­
bir kılavuz bulunmamaktadır.
Roller etiği yaşam döngüsü boyunca gelişir. İşyerindeki genç
erişkin birincil olarak patronuna ve ailesine olan sorumluluğu­
nu düşünür; orta yaşlı erişkinin sorumluluk anlayışı çalıştığı
kuruluşu ve ait olduğu meslek grubunun temel değerlerini kap­
sayacak şekilde genişlemiştir; "güvenilir kişi" olarak nitelendi­
rebileceğimiz olgun çağdaki erişkinse meslek grubunun genel
esenliği ve toplumla ilişkisinden kısmen sorumludur. Yurttaş­
lıkla ilgili olarak da benzeri bir varsayımda bulunmak müm­
kün. Genç erişkin sadece yaşadığı sokak ya da şehir hakkında
düşünürken, daha ileri yaştaki kişiler kendilerini daha geniş
toplulukların bir parçası olarak görebilirler. Ahlak ve etik kural­
larla ilgili olarak giderek genişleyen ve derinleşen bir deneyim
portfolyosu oluşturmak yararlı olabilir.
Yaşam Boyu ÔQrenim 187

"İyilik" de gene gençler ve yaşlıların verimli bir şekilde güç­


lerini birleştirebilecekleri bir alandır. Neredeyse daima yeni
çalışma alanlarını genç akademisyenler ve uygulamacılar dol­
durur. Bu gençler yeni alanın teknik girdi çıktılarını bilirler.
Ancak ne kendi deneyimleri ne de daha önceki rol modelleri
ortaya çıkan "iyilik ikilemleri" ile başa çıkmalarına yardımcı
olabilir. Daha yaşlı kişilerin yeni meslek ya da disiplinle ilgili
teknik bilgileri olmayabilir. Ancak en azından etik çıkmazlara
karşı tetikte olabilir ve uzun zamandır varlığını sürdüren başka
alanlardan örneklere dayanarak (aynı zamanda artık karşılaş­
tırılabilir nitelikte ya da ilişkili olmamalarına karşın görünür­
de benzer örnekler vererek) bir çözüm bulmaya çalışabilirler.
Böylece tıbbi etikte Hipokrat'a uzanan yöntem ve prototipler
genetik danışmanlık ya da nöroeğitim gibi yeni alanlardaki
sorunların çözümü hakkında yararlı ipuçları sağlayabilir. Aynı
nedenle bir zamanlar Atina'nın agorasında hayat bulan konuş­
ma ve davranış biçimleri günümüzde sivil toplum hareketlerine
ilham verebilir.
Artık bilişsel, sosyal, duygusal gelişimin aktif yaşam boyun­
ca devam ettiğini bilmemize rağmen hu tür bir gelişmenin ke­
sin ya da kolay olduğunu söyleyemeyiz. Olup bitenlere ayak
uydurmak, bunların anlamı üzerinde düşünmek, kendi anla­
yışımızı sürekli güncelleştirmeye çalışmak önemli adımlardır.
Gerek hakikat gerekse güzellik ve iyilik alanlarında konforlu
olsa bile eski düşünce ve davranış biçimlerini sürdürmede tem­
kinli ve başlangıçta ne kadar rahatsız edici ve tehditkar görünse
de yeni düşünce ve davranış biçimlerine açık olmanız gerekir.
Belki gençlerin ve yaşlıların tutum ve becerilerinin birbirini ta­
mamlayıcı olmasının bazı yolları vardır.
Postmodernizm teriminin henüz kullanılmadığı ve yeni di­
jital medyanın olmadığı koşullarda ilerlemeye çabalıyor olsay­
dık bile yaşam boyu verimli öğrenimin sürdürülmesi bizim için
önemli bir zorluk-ya da "bardağın yarısını dolu" görenlerimiz
için cazip bir fırsat-olacaktı. Ancak herkes sürekli öğrenim
isteği duymaz, birçok lan kendi kovuğuna çekilmeyi ya da rahat
188 Hakikat, Güzellik ve İyilik

koltuğunda dinlenmeyi tercih eder. Sürekli öğrenim için çaba


gösterenlerin de hepsi başarılı olmaz, yeni ufuklara ulaştığını
düşünürken yüzüstü yere düşen kişiyi tebessümle izleriz. An­
cak sinir sistemimiz kendisinde neyin yanlış olduğunu bileme­
diğinden (belki de bu yararlı bir özelliktir) bizler de bilgilenme,
güncelleşme çabalarımızda başarısız olduğumuzun farkına var­
mayız.
Dijital dünyanın yerlisi olmayanlar ve yeni medya aracılığıyla
sunulan enformasyonun hızı, tarzı ve iletimindeki değişikliklere
ayak uyduramayanlar için sürekli öğrenimin karşısında daha da
büyük engeller vardır. Bu medyanın kullanımında ustalaşmış,
son numaraları hilen ve en güncel uygulamalara erişimi olan,
dolayısıyla bilgiyi daha hızlı bir araya getirip sentezleyebilen kişi­
lerin giderek gerisinde kalmaya haşlarız. Bu "Matthew Etkisi"nin
("zenginler daha zengin olur") egemen olduğu alanlardan biridir.
Dijital zekası olanlar çok şey kazanır ve daha <,;ok aldıkça biri­
kimli avantajları daha da artar. Bundan 250 yıl önce Immanuel
Kant, Königsberg'de dünyadaki en büyük gizemlerden biri hak­
kında düşünmekteydi; oysa bugün yaşasaydı elinde akıllı bir ci­
haz taşıyan gençle bilgi alımı ve organizasyonu açısından rekabet
edip edemeyeceğini siz tahmin edin.
Yaşlılar dijital medyadan uzak durmayı tercih edebilirler, an­
cak bu tutumla teknolojik gelişmeleri ve dünyada olup biteni
gözden kaçırma riskini alırlar. Artık genç olmayan ancak yeni
dijital medyayı kullanmaya cesaret edenler, hu ortamda dünya
görüşlerine büyük ölçüde karşı çıkıldığını fark ederler. İnter­
nette bol miktarda dayanaksız hakikatle, mevcut tüm ahlaki
ve etik kod ve törelerle ve sürekli değişen, yeni güzellik dene­
yimlerini uyaran ya da uyarmayan estetik sunumların yaylım
ateşiyle karşılaşırız. Sağlam temellere dayanan doğrular, evren­
sel etik kurallar ve güzellik arayışı başarısızlığa mahkum ya da
giderek geriliyor gibi görünmektedir.
Ancak interneti kullanan erişkinlerin de bazı avantajları
var. Sahip oldukları bilgi ve standartları medyadan erişilebilen
Yaşam Boyu ôgrenim 189

muazzam miktardaki enformasyonla ilişkilendirebilirler. İddia­


lar ve karşı iddialar, karşıt uzman açıklamaları ve anlayışların
değişen niteliğini kavradıklarında daha ileri yaştaki kişiler de
hakikatle ilgili yargıda bulunmada ayrıcalıklı bir konuma gele­
bilirler; kuşkusuz bu mutlak ya da nihai hakikat değil, hakikate
götüren veri ve enformasyona sahip olmak anlamına geliyor.
Bu noktadaysa ergenlik çağından sonra gelişen sistematik dü­
şünce ve kendi gündemini bir kenara koyabilme yetileri kişiye
avantaj sağlar.
Güzellik deneyimleri ve etik tercihler için de büyük ölçüde
aynı mantık çizgisi geçerlidir Yeni dijital medya aşırı miktarda
nesne ve olay sunuyor. Başlangıçta bunlar boğucu düzeyde faz­
la gelebilir. Ancak erken yaşlarda buna hazırlanmak büyük bir
kolaylık sağlar. Bu hazırlık önceki deneyimlere yapılan atıflarla
dolu bir çeşit portfolyo-somut, sanal, mnemonik-içermeli­
dir. Güzellikle ilgili olarak bu portfolyoda güzel bulunan (ya
da bulunmayan) deneyimler bulunur. İyilik alanındaysa kişinin
etik ikilemlerle yaşadığı deneyimler (başarılı seyreden ve pek
başarılı olmayanlar) yer alır. İyi düşünülerek varılan hükümler
bireysel güzellik kavramının gelişmesine ve işyerinde ve yurt­
taşlıkla ilgili alanlarda daha iyi tasarlanmış ve uygun olduğu
doğrulanmış davranışlara yol açabilir.
Bunları yazarken değerli mentor John Gardner'ın (akrabam
değil) çok yerinde olan sözlerini hatırlıyorum. Gardner "düzenli
zihni" olan bir meslektaştan övgüyle söz etmişti: "Günümüzde
medyadaki son haberlere ve teknolojiye erişim daha hızlı içsel­
leştirme ve kavrayış sağlayabilir ancak berrak bir görüş, amaç
ve yöntemin yerine geçemez. İstediğin kadar enformasyon
topla, istediğin kadar iyi organize et ancak gerçekten önemli,
değerli olanı ve bu bilgiyi "iyiliğin" hizmetinde nasıl kullana­
bileceğini düşünmeyi unutma." Burada da daha yaşlı kişiler,
özellikle de önceki deneyimlerini içeren bir portfolyo üzerinde
düzenli aralıklarla düşünmüş olanlar, genç kuşaklar için değerli
olabilecek bir bakış açısı sunabilirler.
190 Hakikat, Güzellik ve İyilik

D ijital medyanın yükselişi ani ve çarpıcı görünebilir-özel­


likle de dijital göçmenler için-ancak postmodern pers­
pektif on yıllardır gündemdedir. Bu nedenle erişkinlerin çoğu
dijital medyayı şaşırtıcı ya da sinsice ortaya çıkmış bir olgu
olarak görmemektedir. Daha önce öne sürdüğüm gibi postmo­
dern bakış açısı çocukluk çağında tehdit edici değildir. Çocuk
(diyelim ki postmodern görüşlü bir ev ortamında büyümek­
te) gerçeklerle ilgili kuşkuculuğa tanık olsa da bu yaklaşımın
onun üzerinde güçlü bir etkisi olmayacaktır. Ne de olsa bu
terim ve kavramlar hakkında olgunlaşmış bir anlayışınız yoksa
hakikat, güzellik ya da iyiliği reddetmenin ne demek olduğu­
nu da anlayamazsınız. Gerçekten de araştırmaların gösterdiği
üzere çocukluk çağının ortalarındaki bilişsel gelişme toplumun
hakikat, güzellik, iyilik -bunların ayrıntıları, somut örnekleri,
düşmanları-hakkındaki görüşlerini, geleneksel aklı öğrenmek
anlamına gelmektedir.
Totaliter ya da köktenci bir toplumdaki yasakların engelle­
mesi olmadıkça bu üç erdeme ilişkin herhangi bir görüş bir­
liğine olasılıkla ergenlik sırasında karşı çıkılacaktır. Ergenlik
çağındaki gençler dünyayı farklı algılar ve geleneksel bilgiyi
hemen kabul etmezler. Bu nedenle on beş yaşındaki gençler
sıkça protesto yürüyüşlerine katılır, buna karşılık beş ya da elli
yaşlarındakiler için bu çok daha ender bir eylemdir. Yıllar geç­
tikçe hayatını kazanmak, aile kurmak, yaşlanma ve hastalıkla­
rın etkileriyle mücadele etmenin gerçekleri ön plana geçer; sta­
tükoyu sorgulama lüksü sadece seçkin bir azınlığın uğraşı olur,
tabii bu azınlığa kendini ifade etme izni verilirse. Büyümekte
olan her en/ant terrible (yaramaz çocuk) için alaylar dolusu
insan moruklar kademesine doğru adım adım ilerlemektedir.
Winston Churchill'in ünlü esprisindeki gibi, "genç bir adam 20
yaşına geldiğinde sosyalist değilse yüreği, 40 yaşına geldiğinde
muhafazakar değilse aklı yoktur."
(Günümüzde hakikatin belirlenmesindeki zorluğa dikkat edin.
Bu alıntıyı internette aradığımda Georges Clemenceau, Benjamin
Disraeli, David Lloyd-George, George Bernard Shaw ve Wood-
Yaşam Boyu ôOrenim 191

row Wilson'a atfedilmiş uyarlamalarını buldum. Bunun politik


bilinci olan demokratik bir toplumda yaşayan orta yaşlı bir Batılı
erkeğe [özellikle adı George ise!] kolayca atfedilebilir bir söz ol­
duğu açıktır. Ancak eğer ben haklıysam, sonunda bu sözlerin ar­
dındaki düşünceyi olmasa da yazarını keşfedebilmemiz gerekir.)
Eski köy ya da yeni adet, ne olursa olsun "postmodern ba­
kış açısı" kalıcıdır. Bu düşünce akımı ilgili kitapları okumuş
veya okumamış ya da ilgili sözleri duymuş veya duymamış her
yaştan insanı etkiliyor. Yere devrildiğinde daima ayağa kalkan
hacıyatmaz gibi, postmodern düşüncenin özündeki çekince
ve zıtlıklar kalıcı biçimde bastırılamamaktadır. Erişkinlerin bir
avantajı bu eleştirilere aşina olmaları ve bunları bir perspektife
yerleştirebilmeleridir. Hakikate erişme olasılığına karşı çıkılma­
sı ergenlik çağındaki genç için bir süre baştan çıkarıcı görünse
de "o yollardan geçmiş" kişiler bunun üstünde durmayacaktır.
Erişkin çağda postmodern eleştiri güzellik ve iyilik erdem­
leriyle kesiştiğinde ne olur? Güzellik alanında "de gustibus
non est disputandum" (zevkler tartışılamaz) demek çok kola­
ya kaçmak olacaktır. Ancak bunu dediğimizde herhangi biri­
nin herhangi bir şeyi beğenebileceği ve mutabakat (meşru bir
tanım söz konusu bile değildir) sağlanması için en ufak bir
umut olmadığı şeklindeki tatsız sonuçla baş başa kalırız. Sanat
ve gösteri alanında insanlar neleri izleyeceklerine, neleri satın
alacaklarına, sahneye çiçek mi yumurta mı atacaklarına karar
verebilirler. Ancak yaşlandıkça, değerli olabilecek yeni nesne ve
deneyimleri görmezden gelme ve aynı sanatçıları, aynı eserleri,
aynı oyunları hatta aynı tiyatrodaki aynı koltukta oturmayı ve
aynı içecekleri içmeyi tercih eden alışkanlıklarının esiri varlık­
lar haline gelme tehlikesiyle karşılaşırız.
Bu bağlamda yeni medyanın yardımı olabilir. Günümüzde
neyin güzel (bunun yerine istediğiniz sıfatı koyabilirsiniz) ol­
duğuna dair yüzlerce, binlerce hatta on binlerce fikre erişebili­
yoruz. Gerçekten de herhangi birinin (hatta bazen göründüğü
kadarıyla herkesin) neye ve neden değer verdiğini kolayca gö­
rebiliriz. Bunun yanı sıra kendi estetik dalga boyumuzdaki ya
192 Hakikat, Güzellik ve İyilik

da tercihleriyle ilgili sinir ağları bizimkiyle uyumlu başka insan­


lar, bize beğenebileceğimiz nesne ve deneyimleri sunabilirler.
O sıradaki memnuniyet derecemiz yükselebilir. Ancak belki de
bizi "sürükleyen" bu insani ya da dijital uyaranları alanlarını
biraz genişletmeye (sadece beğenme olasılığımız yüzde dok­
san olanları değil daha düşük beğenme şansımız olan ancak
bilincimizi geliştirecek, serotonin salgısını ve kendimizi akıma
kaptırma olasılığını artıracak olanları da sunmaya) zorlayabili­
riz. Böyle bir durumda her bireyin yeni estetik önerilere açık ya
da kapalı olmayı tercih etme şansı vardır.
Sürekli gelişen bir güzellik anlayışı sanatsal değer kavra­
mının genişlemesiyle ilişkilidir. Daha önce öne sürdüğüm gibi
klasik anlamda güzelliğin, gerçekte herhangi bir anlamda gü­
zelliğin, sanat eserleri için bir belirleyici özellik olması şart de­
ğildir. İlginçlik, hatırlanabilir form ve izleyende huşu yaratma
potansiyeli değerlendirmede rol oynaması gereken aynı derece­
de geçerli özelliklerdir. Ufku geliştikçe kişinin zevk alma alanı
genişleyebilir. Bu durumdaysa herhangi bir standarta tamamen
teslim olma, "ne olursa olsun" tavrı, güzellik ya da değerle ilgili
herhangi bir yargıda bulunmayı reddetme riski vardır. Neyse ki
bu güçlü bir tartışma olsa da böyle bir risk pratikte imkansızdır.
İnsan olarak bizler tercih etmeye, bazen de tercihlerimizi değiş­
tirmeye devam edeceğiz; bunları mümkün olduğu kadar bilgili
ve açık görüşle yapmamız uygun olacaktır.
Yeni estetik deneyimlere açık oldukları sürece erişkinler
güzellik alanında iyi sonuçlar elde etmeyi bekleyebilirler. Yeni
medyadan yararlanma, tanımadığı sanat formlarını keşfetme,
övgü ve eleştirileri gözden geçirme ve ardından geri çekilerek
kendi değerlendirmesini yapma motivasyonu olan erişkinlerde
bireysel güzellik anlayışı gelişebilir. Bunun için herhangi bir
yeni bilişsel kapasiteye ihtiyaç yoktur; yeni deneyimlerle istemli
karşılaşmalar yaşamın erken dönemlerinde başlar ve herhangi
bir sınırlama olmadan devam eder. Ancak kendini bütün ve net
olarak-görünmek istediği gibi değil olduğu gibi-görebilme
ve başkalarıyla benzerlik ve farklılıklarını anlama yetisi bireysel
Yaşam Boyu Ô{jrenim 193

güzellik anlayışının temelini oluşturur. Ve açık fikirli olmaya


devam ettiğimiz sürece söz konusu güzellik anlayışı sürekli de­
ğişip zenginleşecektir.
Bu durumda "Ahlak ve Etik Kurallar Postmodern Meydan
Okumayla Karşılaşıyor" başlığı hakkında düşünmemiz gereki­
yor. Birçok gözlemci postmodern meydan okumanın en çok ah­
lak alanında belirgin olduğunu ifade ediyor. En bilgisiz olanlar
dışında herkes hangi sınırlara saygı gösterileceği, ibadet, evlilik
öncesi ve evlilik dışı cinsellik, cinsel tercihler, poligami, doğum
kontrolü, ölüm cezası, ötanazi, toplu suç ve birçok başka "bam
teline basan" konuda neyin uygun olduğuna dair büyük farklar
bulunduğunu bilir. Belirli bir topluluk ya da ülke içinde (diye­
lim ki Dubai, Polonya ya da Kosta Rika'da) görüş birliği ya da
görüş birliğine yakın bir anlaşma olduğu durumlarda bile neyin
uygun, neyin kabul edilebilir, neyin tabu olduğuna dair kökten
farklı görüşlerle karşılaşmanız için sınırın ya da nehrin ötesine
geçmeniz yeterli olabilmektedir.
Söz konusu anlaşmazlıkların çözümü kişiler ve kültürler
arasında çarpıcı farklılıklar gösterir. Tümüne baktığımızda yak­
laşımların Taliban gibi köktenci bir grubun meydan okuyucu
hoşgörüsüzlüğünden İskandinavların belki de aşırıya kaçan
bağışlayıcı tutumuna (en azından birçok kültürden gelen göç­
menler efsaneleşmiş İskandinav toleransını ciddi bir sınava tabi
tutana kadar) uzanan geniş bir yelpaze içinde yer aldığını görü­
yoruz. Tutucu bir Müslüman ailenin reisi İsveçli bir erkekle cin­
sel ilişkide bulunan kızını öldürüyor. Ölüm cezasının derinden
benimsediği dini inanç sistemi tarafından buyrulduğunu öne
sürerek kuzey Avrupa törelerine meydan okuyor. Bu örnekte
komşuluk ahlakına dayanan uygulamalar evrensel yurttaşlık
görüşleriyle çatışmaktadır. Kuşkusuz olayın yaşandığı ülkede
de bireysel tepkiler bazen aynı aile içinde bile değişmektedir.
Diğer alanlarda olduğu gibi etik ve ahlak kuralları başlığın­
da da kişiler yaşamın ileri yıllarında düşüncelerini değiştirebi­
lir. Kişisel bir örnek verirsem, basın özgürlüğünün her şeyden
194 Hakikat, Güzellik ve İyilik

önemli olduğuna ve istenen her şeyin yayınlanabileceğine ve


yayınlanması gerektiğine inanırdım. 2005 yılında bir Danimar­
ka gazetesi İslam'la alay eden bir dizi karikatür yayınladı ve
derhal bir tepkiyle karşılaştı. Birkaç Müslüman ülkede ayak­
lanmalar çıktı, insanlar öldü, karikatürist ve yayına izin veren
editör ciddi tehditlere maruz kaldı. Bu ciddi sonuçlar benim
fikrimi değiştirmeme neden oldu. Artık basının gereksiz yere
tahrik edici materyal-bu olayda dini liderler ve simgelerle alay
eden karikatürler-yayınlamasına karşıyım. Basın düşünceleri­
ni özgürce ve açıkça ifade edebilmeli, ancak hunu tahrik edici
görüntü ve karikatürlerle değil açık ve anlaşılabilir bir dille yap­
malıdır. Belirtmiş olduğum gibi basın özgürlüğü gene önemli
bir değerdir, gerçekten de gazetecilik mesleğinin temel değeri­
dir. Ancak faydacı ya da sonuç odaklı bir tartışma çizgisi doğ­
rultusunda, bazı durumlarda kendi kendine sansür uygulama­
nın zorunlu olduğunu da düşünüyorum. Bu noktada evrensel
etik kuralları geleneksel ya da dar kapsamlı ahlak formlarına
öncelik tanıyabilir.
(Kuşkusuz İnternet çağında herhangi bir görüntü ya da her
görüntü dağıtılacaktır ve bunu durdurmanın yolu yoktur. Dola­
yısıyla sorumlu basınla sorumlu olmayan basın arasında bir ay­
rım yapmak gerekir. Benim etik anlayışıma göre sorumlu basın
her görüşü yayınlamaya devam edebilir, ancak bunu kışkırtıcı
olmayan yollarla yapmaya özen göstermelidir.)
Erdemler alanındaki olası fikir değişiklikleri yaşam döngüsü
boyunca önemini korur. Belki de düşünceli bir erişkin olarak,
özellikle bilgili kişiler arasında yaygın bir görüş birliği bulunan
konularda ve uzun süredir aynı görüşte kaldığımız durumlarda,
düşüncemizi kolayca değiştirmemeliyiz. Bununla birlikte aşırı
tutucu olmaktan kaçınmak da aynı derece önemlidir. (Daha
önce belirttiğim gibi aşırı tutucu terimini kullandığımda katı
dini inançları olan birinden söz etmiyorum. Bu terimi herhangi
bir konuda-belki de her konuda-fikrini değiştirmemeye ka­
rarlı herhangi bir kişiyi tanımlamak için kullanıyorum.) Aşırı
tutucu birinin fikrini değiştirmeye çalışarak zaman harcamak
Yaşam Boyu Öğrenim 195

nadiren verimli olur çünkü bu kişi kendini geri dönülmez bi­


çimde tamamen farklı bir varsayımlar sistemine adamıştır.
Şu üç koşulun bulunması durumunda bir kişi görüşünü de­
ğiştirmeye pek de açık değildir: (1) Belli bir görüşe uzun süre
bağlı kalmışsa; (2) söz konusu görüş güçlü bir duygusal unsur
içeriyorsa; (3) kişi bu görüşü toplumsal düzeyde benimsemişse.
Bunun tersine, bir düşünce görece yeni edinildiğinde, yoğun
duygularla ilişkili olmadığında ve özel olduğunda fikir değişik­
liği daha kolaydır.
Bireyler, gruplar ve kültürlerin kolay fikir değiştirebildiği ya
da değişikliğe direnç gösterdiği alanlar farklı olabilmektedir.
Hakikatle ilgili yargılarda bu, büyük ölçüde söz konusu alana
bağlıdır. Olasılıkla kişiler en az bilgi sahibi oldukları alanlarda
(örneğin, süpersicim teorisinde kaç sicim ya da bir Çin telli
sazında kaç tel bulunur) en kolay fikir değiştirmekte, kişinin
bilgisi ve konunun kendi yaşamı üzerindeki etkisi arttıkça fikir
değiştirme de buna bağlı olarak zorlaşmaktadır. Genel bir kural
olarak güzellikle ilgili yargı ve deneyimler, başkalarıyla olan
ilişkileri daha az tehlikeye attığı için-ünlü bir sanatçı ya da
eleştirmen değilseniz-en kolay değişenlerdir.
Bunun tersine ahlak ve etik alanları fethedilmesi ve değişti­
rilmesi en zor olanlardır; hu alanlardaki görüşler kalıcı, güçlü
duygularla ilişkili olma eğilimindedir ve özellikle başkalarının
sorumluluğunu üstlenmeye başladıkça kişiyi toplum karşısında
teminat verme durumunda bırakır. Ahlaki değerler çoğu zaman
kişinin uzun süreli ve güçlü bir duygusal bağı olduğu dini tutu­
mun bir parçasıdır. Ahlaki alanda fikir değişikliğini tetiklemek
ya da kolaylaştırmak için gerçekten çarpıcı bir olay (örneğin
eşcinselliğe karşı birinin kendi çocuğunun eşcinsel olduğunu
öğrenmesi) yaşanması gerekir.
Ancak bazen etik konularda daha az çarpıcı olaylarla da fikir
değişikliği olabilmektedir. Örneğin tamamen farklı bir yaşam
amacı olan ve hoşumuza giden biriyle tanışabiliriz. Bu kişiyle
birlikte geçirdiğimiz zaman boyunca yavaş yavaş düşünceleri­
nin bizimkinden oldukça farklı olduğunu anlarız. Bu koşullarda
196 Hakikat, Güzellik ve İyilik

kişilerden birinin hatta her ikisinin de görüşünü değiştiren kar­


şılıklı konuşmalar olabilir. Robert Wright bu tür karşılaşmaları
"ahlaki tasavvur" (kendini başka birinin yerine koyma kapa­
sitesi) egzersizleri olarak tanımlıyor. Barış ve Uzlaşma Komis­
yonları savaştan zarar görmüş toplumlardaki çalışmalarında bu
potansiyel insan ilişkisinden yararlanmıştır. Bu tür duygudaşlı­
ğın yaşam süresinde azalması gerekmez, hatta en iyi koşullar­
da özellikle de başkalarının deneyimlerine açık kişilerde daha
da gelişmesi mümkündür. Olasılıkla eski ABD başkanlarından
John Adams ve Thomas Jefferson'un başına gelen de budur.
Uzun zamandır amansız düşman olan bu iki insan uzlaşmaya
varmış hatta yıllar geçtikçe giderek daha çok aynı fikirde ol­
duklarını görmüşlerdir.
Düşünce değişikliklerine açık olmak için bir başka neden:
Bazen neredeyse herkes yanlıştır. Finans piyasalarının er geç
düzeleceği yönündeki görünürde sağlam görüş birliğine karşın
son elli yıl içinde birden çok kez çalkantı yaşanmıştır. Soğuk
Savaşın sonlanmasının demokratik kapitalizmin zaferi olduğu­
na inanılmasına karşın günümüzde devlet kapitalizmi yükselişe
geçmiştir. Ünlü dilbilimci Noam Chomsky'nin hana söyledikle­
rini asla unutmayacağım: "Hiçbir şey hakkında kimsenin sözü­
nü kabul etmem." Yanlış olduğumuz ya da başkalarının yanlış
olduğu deneyimlerin birikmesi, gerçeğin alternatif tanımlarını
dikkate almaya daha istekli olmamıza yol açar. Tevazu ve es­
neklik her zaman yaşla bağlantılı değildir, bunlar kişinin gerile­
yebileceği ya da geliştirebileceği özelliklerdir.
Günümüzde çoğumuzun yaşamı geçmişe nazaran uzundur.
Dolayısıyla yaşam boyu karşılaştığımız önerme, deneyim ve
değerler de daha önce hiç olmadığı kadar fazladır. Esnek ve
açık fikirli olanlar Kutsal Meryem ya da Papa'nın olmasa da
annelerinin ve babalarının her sözüne uyanlara kıyasla genelde
daha avantajlıdır. Zihinlerinin nasıl çalıştığını bilen ve izlenecek
yolun belirsiz olduğu durumlarda bu bilişüstü bilgiyi kullana­
bilen kişiler için de aynı avantaj söz konusudur. Son olarak
kendilerine daha mesafeli bakabilen kişiler, paradoksal olarak
Yaşam Boyu ôOrenim 197

başkalarından farklı özelliklerini daha iyi anlayabilirler. Genç­


lerden ne öğrenebileceklerine ve onlara ne verebileceklerine de
daha doğru karar verebilirler.
Burada öne sürdüğüm gibi çağımız gençleri ve yaşlıları bir­
birini tamamlayıcı konumlarda aynı sahaya çıkarmıştır. Ergenler
ve genç erişkinler genellikle yeni medyada ustalık kazanmıştır;
bunun yanı sıra çeşitlilik, görelilik ve kuşkuculuk gibi post­
modern düşüncelerin entelektüel atmosferin parçası olduğu bir
dünyada büyümüşlerdir. Uzmanlık, güzellik, iş ve sivil etkinlik
alanlarındaysa erişkinlerin deneyimi çok daha fazladır. Bunun
yanı sıra özellikle öğrendiklerini toparlayıp kaydetmiş erişkin­
ler gençlerin enerjisini ve öğrenme kapasitesini tamamlayarak
üç erdem alanında onlara sağlam karar verme becerisi kazan­
dırabilirler. Birlikte çalışan gençler ve yaşlılar medya ve çeşitli
modern düşünceler karşısında ezilmek yerine onları anlama ve
kullanmada ustalaşacaktır.

B u tür birbirini tamamlayıcı ve sinerjik etkileşimler ilham


verici bir özlemdir. Ancak er geç kendi ahlak anlayışımızla
yüzleşmemiz gerekecektir. Albert Camus "gerçekten ciddi tek
felsefi sorun vardır o da intihardır" dediğinde biraz abartmış
olabilir. Ancak bir insanın her an ölebileceği ve olağanüstü du­
rumlar dışında kendinden sonra gelenlerden önce öleceği ger­
çeğini yok sayması için gerçekten çok bilgisiz olması gerekir.
Başlangıçtaki eğilimler çoktan geçmiştir, sosyal normlar çoktan
içselleştirilmiş, artık yavaş ya da saldırgan biçimde, bilişsel za­
yıflamanın eşlik ettiği ya da etmediği biyolojik yıkımın insafsız
güçleri ön plana geçmiştir. Kişinin kendi gelişimi sona ermiş
ya da sonuna yaklaşmaktadır; artık gelişimin odağı yaşlıların
sözleri ve örneklerinden gençlerin ne öğrenebileceğine doğru
kaymıştır.
Hocam Erik Erickson'un dediği gibi yaşamın son yılları bü­
tünleşme duygulan ile umutsuzluk duygulan arasında geçen
bir mücadeledir. Kişi ya�amının hangi yönlerden kendisi ve
198 Hakikat, Güzellik ve İyilik

başkaları için bir anlam taşıdığını, katkılarını ve neden olduğu


psikolojik ya da fiziksel, kısa ya da uzun süreli, kasıtlı ya da
kasıtsız acıları düşünür. Özlemlerini ve misyonlarını, başarıla­
rını, nerede kendinin ya da başka birinin (ya da başkalarının)
beklentilerini karşılayamadığını düşünür. Destekleyici ya da en
azından dikkatli bir topluluk içinde yaşadığını varsayarsak çev­
resindekiler bu kişinin tam olarak neye ve neden değer verdiği­
ni, gelecek kuşaklara neler aktaracağını öğrenmeye istekli ola­
caktır. Kuşkusuz bu "talep" hızlı ilerleyen, geçmişi az hatırlayan
ve ister örnek oluşturacak kadar iyi ister berbat olsun genç, tez
canlı, becerikli ve yeni olanı tercih eden toplumlara göre yaşlı­
ların bilgeliğine değer verilen yavaş değişen toplumlarda daha
fazladır. Bununla birlikte özellikle zor zamanlarda olmak üzere
deneyimli kişilerden alınacak derslerin değerli, hatta paha biçil­
mez olduğu görülmüştür.
Buna göre uzun ya da yoğun yaşamış kişilere baktığımızda,
hangi erdemlerin yaşamsal önem taşıdığını ve gelecek kuşak­
lara aktarılmaya değer olduğunu görüyoruz? Ben ikisini seçi­
yorum: iyi bir yaşamın pratik doğruları ve başkalarına yarar­
lı olan bir yaşamın ahlak ve etik kuralları. Bu hakikatler ve
"iyilikler" bir ölçüde sözle ifade edilebilir; tam da bu nedenle
bazen aramızdan ayrılmakta olanların söylediklerine kulak ve­
ririz. Ancak bu yaşlıların sözlerinden çok yaşamları dikkatimizi
çekmekte ve uygun olduğunda ahlaki düşüncelerimizi harekete
geçirmektedir.
Günümüzde bu kadar çok gencin beğenecek kimse bula­
mayışı ya da beğenilerini sadece kendilerinin ve yakın çevre­
lerinin tanıdığı kişilerle sınırlaması beni üzüyor. John Gardner,
Eleanor Roosevelt ya da Mahatma Ghandi gibi 20. yüzyıl sima­
ları ya da günümüzde Birmanyalı muhalif Aung San Suu Kyi,
viyolonselist Yo-Yo Ma, sosyal girişimci William Drayton, fen
ve doğabilimci Jane Goodall, filantropist George Soros, öncü
mikrofinansçı Muhammed Yunus'a bakıp keşfettikleri ya da ka­
nıtladıkları hakikatlere, beğendikleri ya da yarattıkları güzellik-
Yaşam Boyu Ô{jrenim 199

lere, şekillendirdikleri ve genç kuşaklara aktardıkları değerlere


hayranlık duyma fırsatı bulduğum için mutluyum. Onların sun­
duğu modeller olmasaydı gelip geçecek kuşaklardan bir şeyler
eksilecekti. Ayrıca bu saygıdeğer kişilerin çevrelerindeki enerjik
gençlere ulaşmaya ve onlardan öğrenmeye devam ettiğini de
vurgulamalıyız. Böylece belki de bu postmodern, dijital çağın
bir ödülü olan gençlerle yaşlılar arasındaki işbirliğinin somut
örneğini oluşturdular.
Sonuç İleriye Bakarken

K itaba başlarken tarihçi Henry Adams tarafından tasvir edi­


len ortaçağın ağırbaşlı görkemi ve ahengini günümüz ya­
zarı David Shields'in doğrudan alıntılar, tefsirler ve özgün ol­
duğu varsayılan materyalden harmanladığı pastişle karşılaştır­
dım. Bu çalışmalarda sunulan dünya görüşleri birbirinden daha
farklı olamazdı. Adams, en azından ideal olarak-ve tek bir
tarihi anda-hakiki, güzel ve iyi bir dünyanın var olabileceğine
inanıyordu. Shields'ın seçtiği pasajlar zıt bir bakış açısı sunmak­
tadır: bu erdemlerin günümüzde bir anlamı olduğuna dair ileri
derecede kuşkuculuk.
Adams ile Shields bir araya gelebilseydi birbirlerine söylecek
bir şeyleri olup olmayacağını merak etmişimdir. Adams yüz yıl
öncesinin Amerika'sına bile tahammül edemiyordu. Bunun ter­
sine Shields günümüz dünyasındaki sanatsal imkanları (dijital
medyanın edebi ve grafik yaratıcılığın tüm ürünlerini birleş­
tirme ve yeniden birleştirmedeki inanılmaz kapasitesini) tama­
men benimsediği izlenimini veriyor. Göründüğü kadarıyla aynı
zamanda postmodernizmin önemli ilkelerini de kabul etmekte-
201
202 Hakikat, Güzellik ve İyilik

dir. Bu nedenle internette gezinirken Henry Adams'ın otobiyog­


rafisi olan The Education of Henry Adams'ın (Henry Adams'ın
Eğitimi) David Shields'in en beğendiği kitaplardan biri olduğu­
nu öğrendiğimde oldukça şaşırdım. Adams Shields'in düşünce­
lerine aldırsa da aldırmasa da Shields'in daha önceki bir çağdan
olan bu edebiyat üstadına en azından saygılarını sunacağını
varsayabiliriz.
Burada yaptığım iş Adams'ın nostaljik ütopyacılığı ile Shields'in
postmodern kuşkuculuğu ve edebi hoşgörüsü arasında seyret­
mek oldu. Belki benim bu çabalarım ikisinin de hoşuna gitme­
yecektir. Adams olasılıkla hakikat, güzellik ve iyiliğe yöneltilen
meydan okumayı fazlasıyla kabullendiğimi düşünecektir. Sanı­
rım yeni dijital medya ile ilişkili epistemolojik kaostan hoşlanma­
yacaktır. (Adams'ı elinde cep telefonu ya da kişisel bilgisayarla
hayal etmek zordur.) Shields ise hakikat, güzellik ve iylilikle il­
gili görüşlerimi açıklayıp savunduğum için olasılıkla gerici oldu­
ğumu ve Reality Hunger gibi "alıntılardan oluşan bir çalışma"yı
(kopyala-yapıştır tekniği) takdir edebilmekten aciz olduğumu dü­
şünecektir.
Adams ya da Shields'in hakkımdaki hükümleri ne olursa ol­
sun bu girişimimin haklı gerekçeleri olduğunu düşünüyorum.
Çağımızda erdemlerin bu iş için en uygun analitik ve disipliner
araçlar kullanılarak yeni bir çerçeveye oturtulması gerekmekte­
dir. Ben geleneksel bakış açısından özellikle zorlayıcı görünen
iki faktör-biri epistemolojik biri teknik-üzerinde durdum.
Ancak günümüzde gözlemlenen eğilimlerin sadece postmo­
dern düşünce ve dijital medyanın ürünleri olmadığını vurgu­
lamalıyım. Hakikat, güzellik ve iyiliğin niteliğiyle ilgili belirsiz­
likler klasik çağlardan beri gündeme getirilmiştir (gerçekten
de bu Sokrates'in diyalogları ve Platon'un yazılarının büyük bir
bölümünün temelini oluşturmuştur). Tarih boyunca bu sayfa­
larda tartışılan konuların birçoğuyla boğuşmuş olan öğretmen,
felsefeci ve sanatçıya rastlıyoruz. İnsanlığın düşünce tarihi be­
şeri bilimlerde kullanılan terimle "üç büyük varlık zinciri" olan
ileriye Bakarken 203

hakikat, güzellik ve iyiliğin daimi ve değişen görünümleri ola­


rak formüle edilebilir.

A ncak bu kitabı eski köye yeni adet getirmek için yazmadım.


Bir zamanlar sadece bazı felsefeci ve sanatçılar tarafından
anlaşılabilen tez ve perspektifler günümüzde en azından geliş­
miş ülkelerde olağan konuşmaların bir parçasıdır. Farklılıkların
nicel mi (doğrulara ilişkin kuşkuculuğun artması, güzellikten
söz etmekten daha çok kaçınmak, iyiliğin farklı anlamlarının
daha çok farkında olmak) yoksa nitel mi-hatta kuantum sıç­
ramalarla-olduğu hakkında ufak tartışmalar olabilir. Bu tar­
tışmaların önemli, daha çok ele almaya değer olduğunu, çokça
ümit vaat ettiğini ancak aynı zamanda oldukça tehlikeli oldu­
ğunu düşünüyorum
Zaman içinde postmodernizm ve dijital medyanın verimli
ve yıkıcı yönleri hakkında birden çok defa fikrimi değiştirdim.
Düşünen her insanın postmodern eleştirileri bilmesi, ilkeleri ve
çıkarımları hakkında kafa yorması gerektiği görüşündeyim. Bu
anlamda eleştiriler yararlı olabilir. Ancak bu kavramlara yöne­
lik kuşkuculuk; hakikat, güzellik ve iyilikle ilgili zaman içinde
kendini kanıtlamış görüşlerde değerli olan hakkında düşünme­
yi engellediği ölçüde yıkıcı olabilir. Belki de daha önce öner­
diğim gibi gençlerin saygısız ama yoğun enerjileriyle yaşlıların
deneyim birikimleri arasında verimli bir sinerji oluşabilir.
Genel olarak ele alırsak yeni dijital medyanın potansiyelleri
hakkında iyimserim diyebilirim. Başlangıçta bunlar size boğu­
cu ve erdemlere karşı sürekli hatta kabcı bir tehdit oluşturuyor
gibi görünebilir. Ancak sonunda üç erdemin de dijital medya
alanındaki konumu nedeniyle güçlenmesi mümkündür. Daha
sağlam temelleri olan hakikatler için bu şans daha fazladır; an­
lamlı bir kişisel güzellik kavramı için birçok olanak vardır; tüm
insanlıkla temasımız arttıkça sonunda ortak bir iyilik kavramı­
na ulaşabiliriz.
Ancak bu sonuçlara kesin gözüyle bakmıyorum. Açıkça ifa­
de edersek, işleri berbat etme potansiyelimiz çok yüksek. Bu
204 Hakikat, Güzellik ve İyilik

kitabı bu zamanda ve bu şekilde yazmamın amaçlarından biri


yeni medyanın daha olumlu yönlerini ortaya koymak ve bunla­
rı öğrencilerimiz ve gençlerimizle birlikte nasıl gerçekleştirebi­
leceğimiz hakkında önerilerde bulunmaktı.
Postmodern ve dijital sorunların ağırlığı her erdem için fark­
lıdır, tehlikeleri ve sundukları fırsatlar bir alandan diğerine de­
ğişmektedir ve verdiğimiz yanıtlar da buna göre farklı olmalı­
dır. Birçok kişi için hakikat ya da hakikatlerin arayışı yeterin­
ce açıktır. Bir ya da birden çok hakikatin varlığı ve sağlamlığı
hakkında tartışabiliriz. Ancak gerçekliğe, her şeyin nasıl oldu­
ğuna (ya da olmadığına) ve tarif edilmelerinde kullanılabile­
cek yol(lar)a inanmamanız durumu dışında hakikat(ier) arayışı
mantıklı görünür. Bilimlerin birer disiplin olarak yerleşik doğ­
ruları vardır, aynı nedenle herhangi bir alanda yeterince zaman
harcamış uygulamacılar zamana yenik düşmeyen pratik doğ­
ruları kaydetmişlerdir. Bu süreç devam etmelidir ve edecektir.
Benzer şekilde her toplumun, hatta her bireyin bir iyilik an­
layışı ve iyiliğe nasıl erişilebileceği hakkında bazı düşünceleri
vardır. Farklı dinler, inanç sistemleri ve kültürel uygulamalar
hakkında daha fazla bilgi edindikçe, kendi iyilik kavramımızın
başka insanlar ya da başka grupların anlayışlarıyla aynı olma­
dığını anlarız. Toplumlar daha karmaşık hale geldikçe iyiliğin
özgül meslekler ve yurttaşlık biçimlerine göre tanımlanması ge­
rekir. Bu durumda iyilik kavramında görüş birliği sağlanan bir
tanım oluşturmada başarılı olabiliriz ya da olamayabiliriz. An­
cak iyilik arayışı, iyilikle ilgili farklı fikirler karşısında mücade­
leye hazır olmak ve işe yarayan bir görüş birliği oluşturulması
ümidini korumak önemli olmaya devam edecektir. İnsanlarda­
ki bu dürtüler neredeyse yazılı tarih kadar eskidir. Bu tek başı­
na küçük gezegenin üzerinde yaşamaya çalışan-yok etmeye
değil-düşünen ve hisseden insanlar olduğu sürece de söz ko­
nusu dürtülerin bizi yönlendirmeye devam edeceğine hemen
hemen hiç şüphe yoktur.
Güzellik diğer erdemlere kıyasla daha az dikkat çekici gibi
görünen birçok sorunla ilişkilidir. Birincisi, bu kitabın sayfala-
ileriye Bakarken 205

rında oldukça uzun boylu tartışılan güzellik kavramımızın bi­


yolojik temele mi yoksa büyük ölçüde ya da tamamen kültürel
çevreye mi dayandığı sorusu vardır. Belki de bunun yanıtı iki­
sinin arasında bir yerdedir, ki bu daha fazla soruyu gündeme
getirir. Belli nesne ve deneyimlerin güzelliğiyle ilgili ilk dü­
şüncelerimizin biyolojik bir temeli olsa da, bu düşünceler ne
ölçüde değiştirilebilir?
İkinci olarak güzellik alanı sorusu vardır. Bu kitapta nere­
deyse tamamen sanat eserleri üzerinde durdum. Ancak kuşku­
suz doğal unsurlar (dağlar, göller ya da ormanlar gibi) insanlara
güzel görünebilir. Başka insan icatları da (bilimsel teoriler, ma­
tematiksel kanıtlar) çoğu zaman güzel kabul edilebilmektedir.
Bu alanlarda güzelliğin farklı biçimde ele alınması gerekip ge­
rekmediğini sormalıyız.
Sanat üzerinde durduğuma göre sanatın amacının güzellik
yaratmak olup olmadığı-ya da olması gerekip gerekmediği­
sorusu gündeme gelmektedir. Önceleri ve çeşitli kültürlerde sa­
natın (ya da bu terim daha yokken eşdeğerlerinin) güzel dene­
yimlerin yaratılmasına adandığı-ve güzelliğin ne olduğu- yö­
nünde yaygın bir görüş birliği vardı. Güzellik yaratmanın sanatçı
için en önemli amaç olup olmamasından bağımsız olarak, izle­
yicilerin çoğu için güzellik deneyimi esas motivasyondu. Buna
karşılık günümüzde büyük ölçüde hem yeni (bilgisayarlar) hem
de pek yeni olmayan (kameralar, kayıtlar) teknolojiler nedeniyle
kendi başına güzellik o kadar da ön planda değildir. Düşünce ve
kavramların ilgi çekici ve bunların sunulduğu formun hatırlana­
bilir olması gibi özellikler daha önem kazanmıştır.
Sonuç olarak sanat alanında güzellik deneyimi hakikat ala­
nındaki önermelerin hirikimi ya da iyilik alanında insan ilişki­
lerinin durumuyla tam olarak paralel değildir. Güzellik kavra­
mının izlediği yolu tahmin etmek diğer iki erdeme kıyasla çok
daha zor, ancak bireysel bir güzellik deneyimi yakalama şansı
çok daha fazladır. Belki de güzellik tanımı gerçekten hareket­
li bir hedeftir. Bunun yanı sıra güzellik diğer erdemler kadar
ölüm kalım meselesi değildir. İyilik kavramında görüş birliği
206 Hakikat, Güzellik ve İyilik

sağlamak ve kötülüğe karşı korunmak sağ kalmak için gerek­


lidir. Hakiki olanı olmayandan ayırt etmek de aynı derecede
yaşamsal önem taşır.
Bununla birlikte güzellik, deneyimleri yaşamanın, yaşama­
ya devam etme isteğinin, yaşam sevincini başkalarıyla paylaş­
manın temel nedenlerinden biri olmaya devam ediyor. Kuşku­
suz evrim teorisi açısından dünyadaki görevimiz bol miktarda
üremek sonra da yoldan çekilmekten ibarettir. Ancak bir kez
salt sağ kalma kaygısının ötesine geçtiğimizde (ve çoğumuz hu
durumda olacak kadar şanslıdır) artık esas olan yaşam kalitesi­
dir. Güzellikten yoksun bir yaşamsa (isterseniz güzellik dene­
yimleri yaşama potansiyeli olmayan bir yaşam diyelim) boş bir
yaşamdır.
Sonuçta üç erdem hiçbir şekilde eş "öykü"ye sahip değildir.
Güzelliğin öyküsü çeşitlilik içerir, kestirilemeyen sonsuz farklı
olasılıkla doludur ve kişisel deneyimlere açıktır. İyiliğin öykü­
sü iki farklı düzlemde ilerler: birincisi ( komşuluk ahlakı) diğe­
rinden (rollerin etiği) çok daha sağlam temellere dayanır. Bu
kitabın terimleriyle ifade edersek kültürel gelenek ve adetler
bazında farklı olabiliriz, ancak komşuluk ahlakını korumamız
ve etik kurallar ve yargılarda birleşmemiz zorunludur.
Bu durumda üç erdemin geleceği ne olabilir? Hakikatle ilgili
tartışmaların devam etmesini bekliyorum: Tek bir hakikat ya
da küçük bir hakikatler kümesi üzerinde mi görüş birliği sağ­
lamak üzereyiz yoksa farklı disiplinlerden gelen ve belki de bir
anlamda birbiriyle karşılaştırılamaz nitelikte olan hakikatler gi­
derek artacak mı? Postmodern ruhla düşünürsek hegemonya ve
mücadelenin egemenliğini bağıran sesler devam edecektir. Bu
anlayışa göre kişisel çıkarlarımızın aleyhine de olsa tarafsız bir
hakikat arayışını sürdürmek yerine alternatif politik, iktisadi,
sosyal ve kültürel konumların birbiriyle rekabet etmesine izin
vermek bizim için en iyisi olacaktır; bu durumda sözleri en ikna
edici olanın galip gelmesini bekleyelim!
Sezinlediğim tehlikenin en somut örneği Wikipedia'da görü­
lüyor. Bu web temelli kaynaktaki girdilerin doğru olup olmadı-
lıeriye Bakarken 207

ğını değerlendirmek için kimseye açık bir talimat verilmemiştir.


Kabul edilebilirlik ölçüsü bir açıklamanın başka bir yayında yer
alıp almamış olmasıdır. Wikipedia sadece bir konudaki güncel
görüş birliğini temsil etmektedir, uzman görüşü ya da doğruluk
bir koşul değildir. Bu durumda farkına varmadan da olsa bu
hatırı sayılır girişim postmodern görünüme bürünmüş dijital
medyanın zaferi olmuştur.
Gerçekten de birçok genç (ve artık pek genç olmayan ba­
zıları) için açıklamaların doğruluk değeri artık öncelikli değil­
dir. Gençler özgünlüğe (Konuşmacı gerçek, sorumlu ve bağlı
görünüyor mu?) ve şeffaflığa (Konuşmacı nereden geldiğini
açıklıyor mu yoksa bir şeyler gizliyor ya da saklanıyor mu?)
önem veriyor. Eğer bu eğilim devam ederse salt doğruluk öne­
mini yitirebilir. Ne var ki şeffaflık kavramı her şeyin ardında
bir hakikat bulunduğu varsayımına dayanır. Sonuçta hakikati
dışlayan bir görüş kendi yok oluşunu da-hatta kendi çelişkisi­
ni-içinde barındırır.
İkinci erdeme baktığımızda, "güzellik" teriminin "sanat soh­
betleri" sözlüğünden kaldırıldığı dönemden sağ çıktığımızı gö­
rüyoruz. (Kuşkusuz kişisel bir deneyim olarak hiçbir zaman
ortadan kalkmamıştır; bir güzel sanatlar müzesi, bir ulusal
park, atletizm yarışması ya da bir tarihi mekandaki ziyaretçile­
rin konuşmalarına kulak veren herkes buna tanıklık edebilir.)
Neredeyse her gruptan insan için belli nesne ve deneyimlerin
(aile portreleri, gece davetleri, atletizm yarışmaları, yüksek sa­
nat) ilgi çekicilik, hatırlanabilir form ve hoşa giden bir duygu­
nun bir araya gelmesiyle daha fazla keşfetme isteği uyandırdığı
özel bir yeri olmaya devam edecektir. Ancak bireyler ve grup­
lar tarafından güzel kabul edilen deneyimlerin türleri öngörü­
lemez biçimde değişecektir, çünkü tarih, kültür, teknoloji ve
sanattaki beklenmedik gelişmeler de önceden bilinememekte­
dir ve höyle olduğu için de Kader Tanrıçalarına müteşekkirim.
Pablo Picasso'nun resimlerinin, T. S. Eliot'un şiirlerinin, Igor
Stravinsky'nin bestelerinin, Martha Graham'ın danslarının dev­
rimci etkilerini-ve bu kadar kısa bir sürede ölçüt olarak kabul
208 Hakikat, Güzellik ve İyilik

edilmelerini-kim önceden bilebilirdi? Başka bir deyişle bahse


girmem gerekseydi paramı Güzellik Bilimine değil Güzelliğin
Devamına yatırırdım. Ancak aynı zamanda kendi başına güzel­
lik Büyük Sanatlar tapınağındaki başköşesinden olasılıkla bir
daha geri gelmemek üzere ayrılmıştır.
Bireysel ahlak yönünden iyilik anlayışımız güzellik anlayışı­
mıza göre çok daha kemikleşmiştir. Arkadaşlarımızdan, komşu­
larımızdan beklediklerimiz ve onların bizden beklentileri-gü­
nümüzde bazı yönlerden daha toleranslı, bazı yönlerden daha
az toleranslı olabilmemize rağmen-yüzyıllardır değişmemiştir.
Çok sayıda zayıf bağlantının kurulduğu ve neredeyse sınırsız
hareket olanağının bulunduğu çağımızda eskisine göre daha az
sorumluluğumuz olabilir, ancak Altın Kural ve On Emirin temel
ilkelerinin yeniden değerlendirilmesi gerekli değildir.
Ne var ki yakın geçmişte bireylerin karmaşık, ileri derecede
farklılaşmış toplumlar içinde üstlendikleri mesleki ve toplumsal
rollerin çeşitliliği ve sık değişmesi nedeniyle etik yaşam çok
daha karışık hale gelmiştir. Biyoloji, antropoloji ya da tarih bu
rollerin sorumluluğunu yerine getirme yolunda kılavuzluk ya­
pamamaktadır. Bu profesyonel ve sivil alanlar ve yol açtıkları
sorun ve bilmeceler yeni ve karmaşıktır, deneyimlere dayana­
rak çözüm üretmek kolay değildir. Gazetecilik ve mimarlık gibi
mesleklerde, demokratik devletlerin yurttaşlığında ya da Avru­
pa Birliği gibi uluslarüstü kuruluşlarda olduğu gibi pratik norm­
lar geliştirilebilir. Ancak bunlar nadiren siyahla beyazın ayrımı
gibidir; çoğu zaman bir doğru ile başka bir doğru karşılaştırılıp
değerlendirilmekte ya da iki kötüden birini seçmek durumunda
kalınmaktadır.
Burada rol oynayan merkezkaç kuvvet büyüktür ve zaman
zaman taraflar "kabul etmemeyi kabul etmek" zorunda kaldık­
ları sonucuna varabilmektedir. Ancak mutabakat yönünde bas­
kıların arttığı bir alan rollerin etiğine uyumdur. Meslekler ve
kuruluşlar kendi yollarında hareket ederse, küresel boyutlarda­
ki bir toplumun ayakta kalması imkansız olacaktır. Ayrıca bu
durumda hastalıkların yayılması, terörizm tehdidi, iklim deği-
ileriye Bakarken 209

şikliği ve ulus hatta bölge bazında mali sorumluluk ve şeffaflık


gereksinimi gibi sorunlarla başa çıkmamız mümkün olamaz.
Bağımsızlık Bildirgesi'ni imzalarken Benjamin Franklin'in yaptı­
ğı esprideki gibi "Gerçekten birbirimize asılmamız lazım, yoksa
hepimiz ayrı ayrı asılırız."
"İyilik" alanı karşıt güçlerin tehdidi altındadır: bir yandan
anlamsız bir mutlakiyetçilik, diğer yandan amaçsız bir kültü­
rel görelilik. İyilik yukarıdan bildirilen yasalarla elde edilemez
ancak teslim olup ellerimizi havaya kaldırarak "Her neyse" de
diyemeyiz. Postmodern eleştirmenler uyarılarda bulunmakta ve
zaman zaman yıkıcı olmaktadır, ancak kararı onlara bırakama­
yız. Dijital medya bize bir dizi alternatif getirerek, tartışmak için
çeşitli "iyilik" kavramları sunarak ve sınırlarımızın ötesinde ve
bilincimiz dışında etkili olduğu kanıtlanmış uygulamaları örnek
göstererek olumlu bir rol oynayabilir. Medyadan bol miktarda
"en iyi uygulama" gerekli olabilir, ancak bu da yeterli değildir.

S onuç olarak bir yanda yurttaşlar diğer yanda medyayı şekil­


lendirenler (profesyonel olmayı ümit eden) arasında derin
ve sürekli bir diyalog kurulması gerekiyor. Yurttaşlar alternatif­
lerin geniş kapsamlı ve çok yönlü açıklamalarını istediği ölçüde
medya bunu yapmak zorunda kalacaktır. Buna karşılık yurt­
taşlar bu sorumluluğu üstlenmediği-kayıtsız kaldığı, ünlülerle
ilgilendiği ya da sadece kendi fikir ve önyargıları için destek
aradıkları-ölçüde medyanın ürettiği cehalet ve önyargı bulu­
tu giderek koyulaşacaktır. Benim görüşüme göre-daha doğ­
rusu benim ümit ettiğim-küreselleşmenin insafsız gerçekleri
sonunda bireyleri, grupları ve kurumları kişisel sınırları ya da
herhangi bir tek mutlak ahlak kuralını aşan bir "iyilik" kavramı­
nı aramaya zorlayacaktır. Yeni ortaya çıkan bu "iyilik" anlayışı,
yerel olanın kültürler arası mutabakatı baltalamaması koşuluyla,
özgün ve çeşitli yerel uygulamalardan vazgeçilmesini gerektir­
meyecektir. Başka bir deyişle gelenek alanında maksimum ge­
nişleme ya da açılma, etik standartlardaysa yavaş bir birleşme
olacaktır.
210 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Postmodernizm ile dijital medyanın eşzamanlı varlığı, iro­


nik olarak yeni bir Aydınlanma çağı potansiyelini vaat ediyor
olabilir. 18. yüzyılın sonlarına doğru Avrupalı düşünürler ve
yeni kurulan Amerikan devletleri kuşkuculukla harmanlanmış
mantığın işleyişi, önyargının azalması ve toleransın yükselişi,
bilimsel düşüncenin izlenmesi, teknolojik ilerlemenin gerçekle­
ri ve iyi tasarlanmış güçlü kuruluşların oraya çıkışından ilham
aldılar. Bunlar ve başka faktörler herkesin yaşama, özgürlük ve
mutluluk arayışına hakkı olduğu, ümit vaat eden ve evrensel
boyutlarda gerçekleştirilmesi mümkün olan bir anlayışın oluş­
masına yol açtı. 19. ve 20. yüzyıllardaki zorlayıcı dönüşümlere
rağmen bu anlayış canlı kaldı. Bu Birleşmiş Milletler gibi kuru­
luşlar ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi saygın belgelerin
temelindeki anlayıştır.
Kuşkusuz iki kez Aydınlanmanın şerefine kadeh kaldır­
dık ama henüz üçüncüye sıra gelmedi. Tüm parlaklığına kar­
şın Aydınlanma hala ziyadesiyle Batılıdır. Aydınlanma fikirleri
tam anlamıyla evrensel değildir. Bu fikirler büyük ölçüde Batı
Avrupa'da, iyi ifade gücü ve itibar sahibi bir felsefeciler grubu
tarafından oluşturulmuştu; felsefecilerin kuşkusuz hepsi erkek
ve neredeyse hepsi dini kuralları uygulayan Hıristiyanlardı.
Gerçek anlamda evrensel bir etik çerçeve oluşturmak istiyorsak
Konfüçyüsçülükten Müslümanlığa, Budizmden seküler hüma­
nizme kadar diğer önemli felsefi ve dini geleneklerden güçlü
fikir ve kavramların dikkate alındığı, bunlara dayanarak ge­
liştirilen, ayrıca kıtaların yerli halklarının temel kavramları ve
uygulamalarını dışlamayan bir etik sistem yaratmalıyız. Derin
bir bilgelik birçok kültürel geleneğin özelliğidir. Bu girişim çe­
şitli noktalarda başlamıştır ancak güçlenmesi için sürekli bir
diyalog, karşılıklı öğrenim ve bolca alçakgönüllülük gereklidir.
Tarihe aşina olan hiç kimse bu üç erdemin kaderi hakkın­
da güvenli bir tahmin yapamaz. Hakikatle ilgili olarak kuan­
tum fiziğinin belirsizliğini ya da Öklitçi olmayan geometrinin
kanunlarını kim öngörebilirdi? Güzellikle ilgili olarak Marcel
Duchamp'ın idrar kabı ile başlayan ve Damien Hirst'ün köpek-
ileriye Bakarken 211

balığı ile sonlanan bir yüzyıldan ne bekleyebiliriz? İyiliğe gelin­


ce, bir yandan bilimciler insan klonlamaya çalışırken bir baba­
nın kızını "namus için" öldürdüğü zamanlar (bizim zamanımız)
için ne diyebiliriz? Yazar Virginia Woolf şöyle demiştir: "Aralık
1910'da ya da civarında insan karakteri değişti." Bu cümle türü­
müzün son yüzyıl içinde aldığı biçimi çok iyi tarif ediyor.
Ancak fütüroloji (gelecekbilim) riskli bir meslekse, tarih ge­
rekli bir bilim dalıdır. Tarih bilmeyenler aynı hataları tekrarlama­
ya mahkumdur. Hepimizin bir yaşam felsefesi ve bilgisi vardır,
tek fark bunların bilincinde olup olmamamızdır. Bilimin getir­
diği içgörü ve teknolojinin nimetleri olmadan hem gerçek hem
mecazi anlamda hala Karanlık Çağlarda olurduk. Bu kitapta bir
dizi eski kavrama çağdaş merceklerle baktım. Bu kavramların
ne tek tek ne toplu olarak geleceğini bildiğimi iddia edemem.
Ancak önemli olmaya devam edeceklerini, postmodernizm ve
dijital medya gibi yeni ortaya çıkan unsurları özümseyecekleri­
ni ve burada sunduğum analitik araçların yararlı olmayı sürdü­
receğini güvenle söyleyebilirim. Bunun nasıl olacağını ve hun­
dan nasıl sonuçlar çıkarılabileceğini ise bilemiyorum.

B u kitabın ilk sayfalarında araştırmamın doğası gereği çok­


disiplinli olacağını açıklamıştım. Sözümü de tuttum! Çeşiti
yerlerde ve çeşitli noktalarda tarih ve tarih öncesi çağlardan
(örneğin yazının ve felsefinin başlangıcıyla ilgili olarak); biyoloji
ve evrim psikolojisinden (belli görüntülerin neden tüm dünya­
daki insanlara cazip geldiğini açıklamak ancak aynı zamanda
bu gerçeğin neden tek tek sanat eserlerinin gücünü açıklamaya
yeterli olmadığını anlatmak için); sosyoloji ve antropolojiden
(farklı grupların örneğin güzellik kurallarıyla ilgili zevkleri ve
tercihleri); beşeri bilimlerden (belirli olaylar ve çalışmaların
tarifleri ve değerlendirmeleri); felsefenin üç kolundan-episte­
moloji (bilgimizi yansıtan sözlerin niteliği), estetik (güzellik ve
değer verilen diğer niteliklerle ilgili yargılar) ve etik (insanların
izlemesi gereken inançlar ve davranışlar)-yararlandım. Bu di­
sipliner bakış niyet ettiğimden daha yüklü olabilir, ancak temel
212 Hakikat, Güzellik ve İyilik

akademik disiplinleri tek tek ve bir arada dikkate almadan eli­


mizdeki konulara nasıl hakkını verebilirdik bilemiyorum.
Burada aynı zamanda son yıllarda akademik tartışmalara
büyük ölçüde egemen olan iki perspektifi eleştirdim. Biyoloji
ve psikoloji alanlarından birçok akademisyen insan düşüncesi­
ni ve davranışını evrim psikolojisinin bakış açısından açıklama­
ya çalışmıştır (yirmi otuz yıl önce buna sosyobiyoloji denirdi).
Kuşkusuz evrimsel geçmişimiz ve şimdiki biyolojik durumu­
muz neyi tasavvur edebileceğimizi ve ne yapabileceğimizi belli
ölçülerde sınırlar. Darwin'in kavramları bu sınırları tanımlama­
mıza ve açıklamamıza çok yardımcı olmuştur. Bununla birlikte
başından beri incelediğimiz başlıklara evrim merceğinden bak­
manın çok az yararı olacağını ısrarla tekrarladım.
Hakikat arayışımız ve doğruları değerlendirme yetimiz baş­
langıçta duyu organlarımıza bağımlıdır. Ancak daha sonra ha­
kikat arayışı resmi olmayan pratik ve sistematik bilimsel ya da
akademik araştırmalar aracılığıyla doğrulanan açıklamalara çok
daha bağımlı hale gelir. Koşullu ve daha sağlam doğrular in­
sanların dünyaya bir anlam verme amacıyla birlikte çalışmala­
rından doğar. Benzer şekilde güzellikle ilgili deneyimlerimiz­
de başlangıçta hominid atalarımızın içinde bulunduğu orta­
mın özellikleri ön planda olabilir. Ancak kısa süre sonra tarih,
adetler, uygulamalar ve rastlantısal olaylar bunların yerini aldı.
Komşularımıza yönelik ahlaki tutumlarımız evrimsel kısıtlama­
larla belirlenirken, etik tutumlarımız çok daha yakın zaman­
larda, esas olarak birkaç meslek alanında çalışan düşünürler
arasındaki etkileşimlerden ve çeşitli politik yetki alanlarında
çalışan sorumlu lider ve yurttaşların benzer etkileşimlerinden
doğmuştur.
Güncel araştırmaların birçoğunun ardında başka bir güçlü
disiplin gizlenmiştir: anaakım iktisat. Yıllar boyunca iktisadi
görüş birliği yaygın kabul gören iki varsayıma dayanmıştır: Pi­
yasanın hikmeti hatta mükemmelliği ve "Homo economicus"un
rasyonel bir varlık olması. Ne var ki psikologların bazen ikti­
satçılarla ortaklaşa yaptıkları ampirik çalışmalar insanların te-
ileriye Bakarken 213

melde rasyonel canlılar olduğu görüşünü neredeyse tamamen


çürütmüştür. Bizler istatistik hesaplamalarla değil sezgilerle ça­
lışan varlıklarız ve oldukça mantıksız davranabiliyoruz. Kuşku­
suz tahmin edilemeyen ekonomik krizlerin-sonuncusu Eylül
2008'de-sık sık yaşanması da piyasanın içsel bir mantığı oldu­
ğu görüşünü yalanlamaktadır. "Kaos" "rasgele salınımlar" ya da
"irrasyonel coşkunluk" sözcükleri piyasayı daha uygun tanımlı­
yor gibi görünmektedir.
İnsanları tanımlarken ne rasyonalite ne de irrasyonalite
sözcüğünün uygun olduğunu düşünüyorum. Akılcılığın zor
kazanılabilen bir zafer olduğunu, ancak insanların mantık yü­
rütebildiğini ve hunu özellikle de kendi kendini kandırmanın
tuzaklarının farkına vardıklarında kullandıklarına inanıyorum.
Freud'un "aklın sesi alçaktır ama duyulana kadar susmaz" sö­
zünü hep çok beğenmişimdir. İnsanlar doğaları gereği rasyonel
değildir ama bu özelliklerini geliştirmeleri mümkündür. Piya­
salar da doğaları gereği rasyonel değildir ama insanlar onla­
rı akıllıca yönetmeye çalışabilirler. Ne de olsa yönetmeliklerin
sağlam olduğu ülkelerin-örneğin Avustralya, Kanada, Şili, Sin­
gapur-en son ekonomik krizleri en iyi atlatan ülkeler olduk­
ları bilinmektedir.
Bu "piyasa perspektifi"nin-özellikle köy pazarının ötesine
geçtiğinde-değer edinmeye ters düştüğünü görüyorum. Ha­
kikat neyin "doğru göründüğü"ne ilişkin bir görüş birliğinin
ürünü değil, önermelerin tekrar tekrar teste tabi tutulmasıyla
varılan bir sonuç olmalıdır. Güzellik insanların çoğunun beğen­
diği ya da para verip satın aldığı bir şey değil bireylerin-birkaç
kişi ya da yığınlar-nesneler ya da olaylar karşısında yaşadıkla­
rı olağanüstü deneyimlerin tarifidir.
Son olarak piyasa mükemmellik, bağlılık ve etik kuralların
"iyiliğinin" belirlenmesini sağlayan bir mükemmel mekanizma
değildir. En iyimser yaklaşımla mantıktan dine uzanan diğer
faktörlerle birlikte dikkate alınabilir. Bu konularda ilham al­
mak için üç büyük düşünürün görüşlerine bakarım. Thomas
Hobbes'un sözleriyle, sadece piyasa güçleriyle yönetilen bir
214 Hakikat, Güzellik ve İyilik

dünyanın muhtemelen "çirkin, kaba ve kısa ömürlü" olacağına


inanıyorum. Bizi en iyi anlamıyla insan yapan, kişisel çıkarla­
rımızın ötesine geçerek toplumun yararı ve ortak refah için ne­
yin iyi olduğunu düşünebilme potansiyelimizdir. Serbest piyasa
lehine Adam Smith'ten alıntı yapanlar onun "ahlaki duygulara"
sahip bir yurttaş kitlesini varsaydığını unutmaktadır. Antropo­
log Margaret Mead'in sözlerini hatırlamak da ilham vericidir:
"Kendini adamış küçük bir insan grubunun dünyayı değiştire­
ceğinden kuşkunuz olmasın. Gerçekten de şimdiye kadar dün­
yayı değiştirmiş olan tek şey budur."
Günümüzün akademik ortamında (ve eğitimli kesimde)
moda ne olursa olsun evrim psikolojisinin ve anaakım iktisadın
burada incelemekte olduğumuz iki güncel güçle ilgili söylecek
fazla sözü yoktur. Postmodernizmin evrim psikolojisi ya da ik­
tisada karşı, başka herhangi bir akademik disiplinin -belki
yapısökümcülük dışında-savları için gösterdiğinden fazla bir
sabrı yoktur. Yeni dijital medyanın hızı, karmaşıklığı ve ince­
likleri Charles Darwin ve Adam Smith'i, onların günümüzün
yorumcularını şaşırttığı kadar şaşırtabilirdi. Hepimiz keşfedil­
memiş arazideyiz: Herhangi bir akademik merceğin tek başına
kullanılmasından ziyade disiplinlerin bir bileşimi çok daha ay­
dınlatıcı sonuçlar verecektir.
Öngörüde bulunacak olursak, dünyamızı anlamak için hem
mevcut disiplinlere hem de hunların yeni ortaya çıkan dallarına
ihtiyacımız olacaktır. Bu disiplinlerin günümüzde egemen olan
evrimci ve iktisadi açıklamaları yumuşatacağına inanıyorum.
Görünür olan ve sesini duyuran insan grupları arttıkça antropo­
lojik ve sosyal bakış açılarının önemi de artacaktır. Artık belli
gruplar görünmez kalmayacak, toplumlar tek bir cinsiyet, ırk
ya da etnik grup tarafından yönetilmeyecek, çeşitlilik egemen
olacak ve daha geniş bir görüş yelpazesi sesini duyurabilecektir
(olması gereken de budur).
Bir zamanlar tarih sadece politik ve askeri olaylardan ibaret­
ti: ardından gelenleri yöneten insanların ön planda olduğu ga­
lip ve mağlupların öyküsü. Günümüzde tarihin iktisat tarihin-
lteriye Bakarken 215

den sosyal tarih ve Afrika kökenli Amerikalılar, Latin Amerika


kökenliler ya da kadınlar gibi grupların tarihine kadar birçok
alt dalı vardır. Tarihin bu tür alt grupları sürekli olarak yazıla­
cak ve yeniden yazılacaktır. Elimizde basılı bir kağıt olsa da
olmasa da gazeteciler tarihin taslaklarına şekil vermeye devam
edeceklerdir. Günümüzün tarihçileriyse olup biteni anlatacak
ve açıklamaya çalışacaklardır. Onların saflarına blogcular ve
diğer anlık tarihçiler katılacaktır. Tarihe ve gazeteciliğe yeni
katılanları değerlendirebilmek için ölçütler geliştirilmesi çok
önemlidir; aksi halde tamamen postmodern görüşü benimse­
yenler ve bilgisayar camiasının seçkinlerini memnun edecek,
bizleriyse kızdıracak türden bir "her şey mubahtır" durumu or­
taya çıkabilir.
Yukarıda sözü geçen disiplinlerin uzmanları beşeri bilimler­
den akademisyenlerle birlikte çalışmaktadır. Beşeri bilimciler
olayların sıralaması (doğal ya da tarihsel) ya da olası nedensel
ilişkilerine odaklanmak yerine dikkatlerini ve analitik beceri­
lerini özgül olaylar ve çalışmalara-bunların nasıl başarıldığı,
nasıl çoğu zaman çeşitli anlamlar içerdiği (ve bu anlamların ne
olabileceği) ve bulundukları çağın ortamına nasıl uyduğuna­
yöneltmişlerdir. Beşeri bilimciler bazen Guernica ya da Moby
Dick gibi özgül bir çalışmaya ışık tutmakta, bazen klasik ya
da romantik çağ gibi belli bir dönemi ele almakta, bazen de
Design and the Elastic Mind sergisinin vakanüvislerinin yaptı­
ğı gibi mevcut sınıflandırma sistemlerimize karşı çıkmaktadır.
İnsan eliyle yapılan eserler önemini koruduğu sürece bunların
yorumlanmasında beşeri bilimcilerin önemli bir rolü olacaktır.
İndirgemeciliğin-doğal bilimler (evrim teorisi) ya da sos­
yal bilimler (iktisadi analizler) alanında olsun-en endişe ve­
rici yönlerinden biri insani çalışmanın gözden çıkarılabileceği­
ni ima edebilmesidir. (Bu boş bir tehdit değildir: Günümüzde
üniversite öğrencilerinin yüzde S'inden az bir bölümü beşeri
bilimler alanında öğrenim görmektedir.)
Bilim insanları, özellikle de biyoloji ve insanla ilgili alanlar­
da çalışanlar erdemlere ilişkin tartışmalarımızda önemli bir rol
216 Hakikat, Güzellik ve İyilik

oynamaya devam edeceklerdir. Daha şimdiden E.O. Wilson'ın


Consilience'ı (Bilgi Birliği) gibi geniş yankılar uyandırmış ki­
tapların yayınlanmasının hemen ardından bilim insanları bu
kitabın ele aldığı alanın büyük bir bölümüne sahip çıkmıştır.
Bunu iki yolla yapmışlardır: insanların ne yaptıkları ve neden
yaptıklarına dair görüşler öne sürerek ve atomlarla moleküller­
den sosyal grup ya da süper organizma (karınca sürüsünden
herhangi bir insan grubunun üyelerine kadar uygulanabilen bir
terim) düzeyine varan araştırma alanlarından farklı bilimleri
birleştiren bağlar sunarak.
İnsanla ilgili her şeyin veriler, modeller ve teorilerle ifade edi­
lebileceği görüşüne duyduğum kuşkuyu daha önce belirtmiştim.
Yaşam denilen muazzam alanın tek bir "büyük varlık zinciri"nde
birleştirilebileceği görüşünden de aynı derecede kuşkuluyum.
Ancak bilim insanlarının bulgularını ve açıklayıcı modellerini
yok saymak için bilgisiz ve ürkek, konuyla ilgi! iddia ve bulguları
bütünleştirmeye çalışmamak için de kendi içine kapanmış bir
budala olmak gerekir. Daha ayrıntılı disiplinler arası modellerin
(örneğin davranışsa! iktisat ya da kültürel evrim alanlarında ya­
pılan çalışmaların ürünleri) geliştirilmesi bu kitaptakine benzer
araştırmalara önemli bir katkıda bulunacaktır.
Son ama belki de en öncelikli olarak felsefenin araçları ve
ilgilendiği konular gelmektedir. Resmi bir felsefe eğitimi alma­
dım, ancak kitap eleştirilerinde daima ilk olarak iki alanda ya­
pılan eleştirileri okumam herhalde bir rastlantı değildir: biyolo­
jik bilimler ve felsefe. Bilginin doğasına ilgi duyan kişiler için
felsefeciler en derin fikirleri sunar, antik çağdaki Atinalılardan
günümüzde zihinle ilgilenenlere kadar.
Buna göre araştırmamın kökeninin felsefeye dayandığını
düşünmeyi gerekli ve uygun buluyorum. Hakikat, güzellik ve
iyilik terimlerinin kullanıldığı görüş ve iddialar ve bunların ele
geçirdiği alanların (çoğu zaman zorbalıkla) niteliği hakkında
düşünmeye başlamak sadece felsefe yoluyla mümkündür. Bir
kez açıklamalarla çizilen sınırların ötesine geçince felsefenin
ileriye Bakarken 217

alt konularına girmiş oluruz; hakikatin epistemolojisi, güzelli­


ğin estetiği, iyiliğin etik kuralları. Bu alanlarda yaptığım araş­
tırmalarla fesefeye olan amatörce sevgimin hakkını verdiğimi
umuyorum.
Ancak felsefe aynı zamanda diğer alanlarla temasta bulu­
narak zenginleşir. Bir psikolog olarak kendi alanımın deneysel
güçlerini felsefi analizin kavramsal güçleriyle birleştirme çaba­
larına özellikle ilgi duyuyorum. Hocam Nelson Goodman bir
psikoloğun araştırma bursu almış bir felsefeci olduğu esprisini
yapardı; aynı zamanda bilişsel psikolojinin felsefenin en ilginç
dalı olduğu gözleminde bulunmuştu. Çağdaş bir felsefeci olan
Anthony Appiah alanların kısmen örtüşmesini tarif etmek için
deneysel felsefe (artık bir oksimoron olarak kabul edilmiyor)
terimini yaratmıştır.
Bütün bunlarla varılan sonuç şudur: İnsanlar hakikat, gü­
zellik ve iyilik kavramlarıyla ilgilendiği sürece felsefe ve diğer
beşeri bilimlerden yararlanmaya devam edeceğiz. 1929 yazında
İsviçre'nin Davos kentinde aydınlanmacı Ernst Cassirer ile ir­
rasyonalizm destekçisi Martin Heidegger arasında yaşanan ünlü
bir tartışma geçerliliğini koruyor. Belki de beyin bilimi ya da
genetik gibi alanlar daha çok ses getirecek, psikoloji ve sosyo­
loji gibi bazı alanlarsa daha az baskın olacaktır; ancak temel
disiplinlerin üyelerinin niteliği ve aralarındaki alışverişin yakın
bir gelecekte canlılığından bir şey kaybedeceğini sanmıyorum.

B u araştırma sonlanırken iki gözlemden söz etmek istiyo­


rum. Farklı doğrultularda görünmelerine rağmen ikisi de
eşdeğer önem taşıyor. Birincisi rastlantı, kader ve tahmin edile­
meyen gelişmelerin önemli, belki de belirleyici bir rolü vardır.
İnsanlarla ilgili her olayda zarların konumu büyük önem taşır.
Yirmi beş yaşındaki Albert Einstein bir patent dairesinde çalış­
masaydı ya da gene yirmi beş yaşındaki Charles Darwin Beagle
ile seyahat etmeseydi fiziksel ve biyolojik dünyalara ilişkin an­
layışımızın nasıl olacağım hayal edemeyiz. Ne var ki Einstein'in
218 Hakikat, Güzellik ve İyilik

fiziği ve Darwin'in biyolojisinin gücüne karşın bu disiplinlerin


hiçbiri yaptığımız araştırmada rastlantısal olgularla dolu olan
tarihin güçleri, tarih ya da tarihlerin etkileri kadar ön plan­
da olmamıştır. Yapay zeka, nanoteknoloji, genetik manipülas­
yon, küresel ısınma ve insandaki nöral ağlarla bilgisayar "nöral
ağları"nın benzeri görülmemiş bir Tekillik içinde bir araya gel­
me olasılıklarının-olumlu, olumsuz, beklenmedik ve büyük
olasılıkla kaotik-etkilerini nasıl öngörebiliriz?
İkinci gözlemim şu: İnsanlarla ilgili olaylarda beklenmedik
durumların rol oynamasına karşın, kişilerin de önemi vardır;
liderler, ortak amaçlarına ulaşmalarına yardımcı olmak üzere
liderler için çalışanlar, cesurca ya da yıkıcı olarak liderlerin mis­
yonunu baltalamak için mücadele edenler. Bireylerin çabaları
ve yaptıkları tercihler, insanlığın kaderinde belirleyici olabili­
yor. Galileo Galilei sayesinde fiziksel çevremizi yöneten haki­
katlerle ilgili anlayışımız değişti. James Watson ve Francis Crick
sayesinde doğaya ilişkin kavrayışımız gelişmişti. Ressam ve
heykeltıraş Michelangelo Buonarroti sayesinde güzellik anlayı­
şımız zenginleşti, dansçı Martha Graham sayesinde neyin güzel
olduğuna ilişkin daha geniş bir anlayış edindik. Mohandas (Ma­
hatma) Gandhi ve başlıca dini ve felsefi geleneklerin kurucuları
sayesinde iyi insan, iyi davranış ve iyi bir yaşam hakkındaki
ufkumuz gelişti.
Bu dorukların hepsine erişmemiz imkansızdır ancak kolayca
teslim de olmamalıyız. Tercihlerimiz genlerle ya da arz/talep
yasasıyla sınırlı olmak zorunda değil. Bunun yerine hepimiz bir
kamp ateşi, bir konferans masası ya da bir web sitesinin çev­
resinde oturup erdemlerle ilgili hararetli tartışmalar yapabiliriz.
Yüz yılların akademik ve pratik bilgilerinden yararlanarak doğ­
ruları bulma yolunda emin adımlarla ilerleyebiliriz. Erken yaş­
lardan itibaren sanatsal ve doğal eserleri seyredip güzel nesne
ve deneyimlere ilişkin bir portfolyo oluşturabilir, belki de kendi
güzel nesnelerimize şekil verebilir ve bireysel estetik duyarlılı­
ğımızı geliştirebiliriz. Ahlak ve etik kurallara gelince, komşuluk
lıeriye Bakarken 219

ahlakına ve çeşitli kültürlerin geleneklerine saygı duymalıyız.


Aynı zamanda sadece kendi toplumumuzda değil, tüm dünyada
iyi çalışanlar ve iyi yurttaşlar olmaya çalışmalıyız. Davranışları­
mız kişisel çıkarları aşmalı ve sorumlu davranış alanında ilham
verici modeller oluşturmalıyız.
Teşekkür

Bu kitap, 2008 sonbaharında New York Modern Sanat Mü­


zesinde verilen üç konferansın ürünüdür. Emma Enderby, Pablo
Helguera, Glenn Lowry, Jennifer Russell ve Wendy Woon'a te­
şekkür ediyorum. Peter Galison'un Hakikat, Paola Antonelli'nin
Güzellik ve Antonio Damasio'nun İyilik başlıklarındaki konfe­
ranslara katılması beni onurlandırdı.
Eşim Ellen Winner metni dikkatle okudu, birçok iyi fikir ver­
di ve kitabın başlığını önerdi. Ayrıca Eric Blumenson, Michael
Connell, George Klein, Tanya Luhrmann, Sara Rimer, Zak Stein,
Marcelo Suarez-Orozco, Sandy Thatcher ve Steven Weinberg'e
metnin çeşitli bölümleriyle ilgili yararlı yorumları için teşekkür
ederim. Judy ve Jamie Dimon ve MacArthur Vakfı'nın cömert
destekleriyle dijital medyayı araştırma imkanı buldum; bu ko­
nuda John Seely Brown, Jonathan Fantan, Bob Gallucci, Julia
Stasch ve Connie Yowell'e özel teşekkür borçluyum. Asistanım
Kirsten Adam gerek konferanslarımda gerekse kitabın taslağı­
nın hazırlanmasında harika bir partnerdi, desteği olmasaydı
hala taslak üzerinde çalıyor olurdum! Ofisimizi paylaştığımız
Jessica Creighton ne zaman ihtiyacımız olsa memnuniyetle yar­
dıma hazırdı.
221
222 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Kitap editörlüğünün kaybolmakta olan bir sanat olduğu bir


zamanda Lara Heimert metni birkaç kez ayrıntılı olarak okudu
ve pek çok değerli tavsiyede bulundu. Ona çok şey borçlu­
yum. Basic Books'tan Christine Arden, Sandra Beris ve Adam
Eaglin'e kitabın oluşturulmasındaki uzman yardımları ve yıllar­
dır devam eden olağanüstü destekleri için teşekkür ediyorum.
Değerli yayın temsilcilerim ve dostlarım Ike Williams ve Hope
Denekamp'a özel teşekkür borçluyum.

HOWARD GARDNER
Massacbusetts, Cambridge
Notlar

önsiJz

10 "Dağ tümüyle...": H. Adams, Mont-St. Micbel and Cbartres (Bos­


ton: Houghton Mifflin, 1933). Bu kitap 1904 yılında özel olarak da­
ğıtılmış ve ilk kez 1913'te yayınlanmıştır. Bu alıntılar CreateSpace
tarafından yayınlanan bir baskıya aittir.
11 "Bir olgunun ömrü..." D. Shields, Reality Hunger: A Manifesto
(New York: Knopf, 2010), pp 21, 52, 136, 160.

1. B6lüm: Erdem'tn Peşinde

16 Modernizm ve postmodenıizm: Bu konularda birçok eser yar­


dımcı oldu. bak. C. Belsey, PoststructuraJism: A very short intro­
duction(New York: Oxford University Press, 2002); C. Butler, Post­
modernism: A very short introduction (New York: Oxford, 2003);
P. Gay, Modernism: Tbe lure of heresy /rom BaudeJaire to Beckett
and beyond (New York: Norton 2007); F. Jameson and S. Fish, Post­
modernism (Durham: Duke University Press, 1991); G. Josipovici,
Whatever bappened to modernism? (New Haven: Yale University
Press, 2010); G. Kitching, Tbe trouble witb tbeory: Tbe educationa!
costs ofpostmodernism (State College: Pennı.ylvania State University
Press, 2008); C. Lemert, Postmodernism is not whatyou think (Mal-

223
224 Hakikat, Güzellik ve İyilik

den, MA: Blackwell Publishers, 1997); S. Lukes, Moral Relativism


(New York: Picador, 2008); J. - F. Lyotard, The postmodern conditi­
on (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1984).
16 Yeni dijital medya: bak. N. Carr, The Sballows: What the Internet
is doing to our brains (New York: Norton, 2010); M. Ito et. Al.,
Hanging aut, messing around, geeking out (Cambridge, MA: MiT
Press, 2009); H. Jenkins, Convergence culture: Where old and new
media collide (New York: NYU Press, 2008); J. Lanier, You are
not a gadget: A Manifesto (New York: Knopf, 2010); M. Levinson,
From fear to Facebook: One school's journey (International Society
for Technology in Education, 2010); N. Negroponte, Being digital
(New York: Vintage, 1996); J. Palfrey and U. Gasser, Born digital
(New York: Basic Books, 2010); C. Shirky, Here comes everybody:
Tbe power of organizing without organizations (New York: Pen­
guin Press, 2008); C. Shirky, Cognitive Surplus (New York: Pengu­
in Press, 2010).
17 "En iyi tarifini...": A.N. Whitehead, Process and Rea/ity (New
York: Free Press, 1979), p. 37. İlk kez 1928'de yayınlandı.
17 "Savaş barıştır...": G. Orwell, 1984 (New Y(?rk: Signet Classic,
1981). İlk kez 1949'da yayınlandı.
18 "Dünyada sadece tek şey...": Albert Camus, R. Riemen, Nobility
ofspiril (New Haven: Yale University Press, 2008), p. 75'te alıntı
yapılmış.
18 "....arasında kesin bir ayrım yoktur..": Pinter bu pasajı 1958'de
yazmış ve Anne-Marie Cusac, "Hamid Pinter interview" The Prog­
ressive, March 2001'de pasajdan alıntı yapmıştır.
18 Güzellikle ilgili kitaplar: U. Eco, On Beauty: History ofa Wes­
tern Jdea (Landon: Secker and Warburg, 2004); E. Scarry, On be­
auty and being just (Princeton: Princeton University Press, 2001);
R. Scruton, Beauty (New York, Oxford University Press, 2009).
20 Dayanaksız hakikat: Dayanaksız hakikat (truthiness) terimi
Amerikalı komedyen Stephen Colbert'e atfedilir. Bu terim doğru
olduğu gösterilmiş önermeler yerine kişinin doğru olmasını iste­
diği önermeleri ya da Colbert'in tanımıyla kişinin kitaplara daya­
narak değil de duygularıyla kabul ettiği önermeleri ifade eder.
21 "Görsel olarak...": S. Sontag, On photograpby (New York: Pica­
dor, 1973) p.174
Notlar 225

22 "Çocuklar.... ümit etmekten vazgeçmezler..." B. Schlink, Ho­


mecoming (New York: Pantheon, 2008) p. 127
22 "Ma-at' hakikat, adalet, denge...": M. Atwood, Payback debt
and tbe sbadow side of wealtb (Toronto: House of Anansi, 2008).
John Gray "The way of ali debt" başlıklı yazısında bu pasajdan
alıntı yapmıştır. New York Review of Books, April 9, 2009.
23 ... güzellikten hakikat ve iylllğe doğru ...: Bak. H. Gardner, "A
Blessing of influences" J. Schaler, ed. Howard Gardner Under Fire
(Chicago, Open Court Pubishing, 2006).
23 Zeka alanındaki çalışmalarım: Bak. H. Gardner. Frames of
mind: The tbeory ofmu/tiple intelligences (New York: Basic Books,
1983/2011) ve Mu/tiple IntelliP,ences. New borizons (New York: Ba­
sic Books, 2006).
23 Kendi eğitim felsefem: Bak. H. Gardner, Tbe disciplined mind
(New York: Simon and Schutser, 1999). Yeniden basım: Penguin,
2000.
24 Barna grubu tarafından yakın dönemde yapılan bir ankette:
Bak. Cbristianily Today, Octoher 24, 2007.
25 "Teknolojinin bizi sabit bir noktası bulunmayan bir dünya­
da yaşamak durumunda bırakması..": D. Kehlmann, Fame: A
novel in nine episodes (New York: Pantheon, 2010).
27 Biyolojik ve lktlsadi bakış açılan: Benzer bir eleştiri için bak.
A. Wolfe, Tbefuture of Jiberalism (New York: Knopf, 2009).
27 Biyolojik bakış: Bak. D. Buss, Evolutionary psycbology (Bostan.
Allyn and Bacon, 2007); D. Duttan, The art instict (New York: Blo­
omsbury, 2009); M. Konner, Tbe tangled wing: BiologicaJ constraints
on tbe buman spirit (New York: Holt, 2003); S. Pinker: Tbe blank
slate: Tbe modern denial of buman nature (New York: Penguin,
2003); J. Tobby and l. Cosmides, "The psychological foundations of
culture," in J. Barkow, L. Cosmides and J. Tooby, eds., Tbe adapted
mimi (New Yorlc: Oxford University Press, 1991); E.O. Wilson, Soci­
obiology (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1975).
27 İktisadi bakış: Eım. J. Bhagwati, in defense ofg/obalization (New
York: Oxford University Press, 2007); R. Epstein, Princip/esforafree
society (New York. Basic Books, 2002); M. Friedman, capiUdism
and freedom: Fortietb anniver:.ary edition (Chicago: University of
Chicago Pre�. 2002); G. Gilder, Tbe spirit of enterprise (New Yorlc:
226 Hakikat, Güzellik ve İyilik

Touchstone Books, 1985); N.G. Mankiw, Principles of economics


(Cincinnati: South-Western College publishing, 2008); S. Patterson,
Tbe quants. How a new breed ofmath whizzes conquered Wall Street
and almost destroyed it (New York: Crown, 2010).
28 Piyasa eleştirileri: Bak. P. Krugman, "How did economics get
it so wrong?" New York Times Magazine, September 6, 2009; R.
Reich, Aftershock (New York: Knopf, 2010); G. Soros, The crasb of
2008 and what it means (New York: Public Affairs, 2009); Stiglitz,
Freefall: America, free markets, and the sinking of tbe wor/d eco­
nomy (New York: Norton, 2010).
28 Malcolm Gladwell'in çalışmaları: M. Gladwell, The tipping po­
int: How little things can make a big difference (New York: Back
Bay Books, 2002), Blink (New York: Back Bay Books, 2007); Out­
liers: The story of success (New York: Little, Brown, 2008).

2. Bölüm: Hakikat

34 Hakikat kavramına felsefi yaklaşımlar: Bak. S. Blackurn,


Trutb: A guide (New York:Oxford University Press, 2007).
35 Bebeğin sahte bir görüntü karşısındaki düş kırıklığı: Bak. T.
Bower, Development in Infancy (San Francisco: W. H. Freeman,
1974).
36 Duyularımız nasıl yanıltıcı olabilir: Bak. S. Asch, Social
psychology (New York: Oxford University Press, 1987); R. Burton,
On being certain: Believing you are right even when you're not
(New York: St. Martin's Press, 2009); B. M. Hood, SuperSense: Why
we believe in the unbelievable (New York: Harper One, 2009);
A. Newberg and M.R. Waldman, Why we be/ieve what we believe
(New York: Free Press, 2006); S. Wang and S. Aamodt, "Your brain
/ies to you" New York Times, June 27, 2008.
37 Farklı disiplinlerin niteliği: Bak. H. Gardner, The disciplined
mind (New York: Siman and Schuster, 1999) ve Five minds far the
future (Baston: Harvard Business School Press, 2007).
38 Einstein'ın teorilerinin kaynağı: Bak. P. Galison, Einstein's
clocks, Poincare's maps: Empires of time (New York: Norton, 2004).
39 Bilimsel düşüncede paradigma kaymaları: Bak. T.S. Kuhn,
The structure of scientific revolutions (Chicago: University of Chi­
cago Press, 1970/2009).
Notlar 227

40 "Hala inanıyorum ki...": B. Morris, Politics by other means The


New Repubic, March 22, 2004.)
41 Tehlikede altında bir meslek olarak gazetecilik: Bak.). Fal­
lows, Breaking the news: How the media undermine American
democracy (New York: Vintage, 1997); H. Gardner, M. Csikszent­
mihalyi and W. Damon, Good Work: When excellence and ethics
meet (New York: Basic Books, 2001); H. Gardner, Responsibility at
work (San Francisco: Jossey-Bass, 2008); A. Jones, Losing the news
(New York: Oxford University Press, 2009).
43 "Bana bir gün...": Thomas Jefferson'un sözleri 10 Ocak 1787'de
Edward Carrington'a yazdığı bir mektupta yer almaktadır.
44 Kuşkuculuğa felsefi yaklaşım: Bak. E. Blumenson, "Mapping
the limits of skepticism in law and morals" Texas Law Review 74,
no. 3 (February 1996): 523-576.
46 "Dünyanın gerçeği artık böyle değil..." Jones, Losing the news,
pp. 219-220'de Bush'un danışmanının sözlerinden alıntı.
47 "Öykülerin çoğunda hakikate yakın bir şeyler bulunabile­
ceğine inanırdı...": David Rosenbaum'un anısına söylenmiş bu
sözler T. Purdum'un "Rohin Toner, 54, Times Political Reporter"
(merhumun ardından yapılan konuşma), New York Times, Decem­
her 13, 2008, p. B9.
48 "Sanatın hakikat olmadığını hepimiz biliyoruz...": P. Picasso,
"Picasso speaks" The Arts, May 1923.
48 William F. Buckley'in esprisi: "ABD hükümetini Harvard Üni­
versitesi öğretim üyeleri yerine Boston telefon rehberindeki ilk
400 kişiye emanet etmeyi tercih ederim."

3. Bölüm: GüzelUlı

56 Sanat eserlerinde tercih edilen belli gometrlk figürler: Bak.


G. Birkhoff, Aesthetic measure (Cambridge, MA: Harvard Univer­
sity Press, 1933); S. Smee, "Is beauty a matter of mathematics?"
Bostan Globe, February 22, 2009.
56 Alexander Melamld ve Vlady Komar'ın sanatsal tercih­
lere ilişkin araştırması: Bak. J. Wypijewski, ed., Komar ana
Melamid's guide ta art (Berkeley and Los Angeles: University of
California Press, 1999).
228 Hakikat, Güzellik ve İyilik

58 Estetik tercihlere evrimci yaklaşım: Bak. E. Dissanayake,


Homo aestheticus: Where art comesfrom and why (Seattle: Univer­
sity of Washington Press, 1995); D. Dutton, The art instinct (New
York: Bloomsbury, 2009); N. Etcoff, Survival of the prettiest: The
science of beauty (New York: Anchor, 2000); S. Pinker, The blank
slate: The modern denial of human nature (New York: Penguin,
2003); "Why music? Biologists are addressing one of humanity's
strangest attributes, its ali singing, ali dancing culture," Economist,
December 20, 2008.
58 Sanat eserlerine biyolojik yaklaşım: Bak. l. Biederman and
E. Vessel, "Perceptual pleasure and the brain" American Scientist
(May-June 2006): 249-255.
59 Kültürlerin farklı nesne ve yapıdan değerlendirmesi: Bak. G.
Robb, The discovery ofFrance (New York, Norton, 2007); O. Pamuk,
Istanbul: Memories and the ci�y (New York: Vintage, 2007).
6o Diğer biyolojik temelli açıklamalar: Bak. D. Dutton, The art
instinct (New York: Bloomsbury, 2009); J. Tooby and L. Cosmi­
des, "Does beauty build adapted minds? Toward an evolutionary
theory of aesthetics, fiction, and the arts" SubStance (University of
Wisconsin Press), no. (issue 94/95): 6-7.
60 Üslup mu fikir mi: Bak. A. Schönberg, S�yle and idea: Se/ected
writings (Berkeley. University of California Press, 1984).
61 Ayna sinir hücreleri: Bak. A. S. Byatt, "Observe the neurons:
Between, above, below John Donne" Times (London), September
22, 2006.
61 Tallis'in Byatt'ın iddialarına yönelik eleştirisi: R. Tallis, "Li­
cence my roving hands: Does neuroscience really have anything
to teach us about the pleasures of reading John Donne?" Times
LiterarySupplement(London), April 11, 2008. Ayrıca bak. R. Tallis,
The kingdom of infinite space (New York: Yale University Press,
2009). Erdemlerin açıklanmasında nörobilimsel bulguların anla­
mıyla ilgili başka bir kuşkucu bakış açısı için bak. S. Berker, "Can
normative conclusions be wrung from neural bases?" Unpublished
paper, November 30, 2008, Harvard University.
62 "Bu hızlı, çeşitlilik içeren ve aşağı yukarı demokratik top­
hımda yaşayan bizler...": L. Fendrich, Chronical Review, July 11,
2008, p. 22.
63 "Açık bir kavram": Bak. M. Weitz, "The role of theory in aesthe­
tics" British Joumal ofAestbetics (September 1956).
Notlar 229

63 Sanatsal güzelliğin belirtileri: Bak. N. Goodman, Languages of


art (Indianapolis: Hackett, 1976) ve Ways of worldmaking (India­
napolis: Hackett, 1978).
64 Deneysel estetik: Bak. D. Berlyne, Aestbetics and psycbobiology
(New York: Appleton-Century Crofts, 1971); C. Martindale, The
clockwork muse: Tbe predictabili�y of artistic cbange (New York:
Basic Books, 1990); P. Silva, Exploring the psycbology of interest
(New York: Oxford University Press, 2006); E. Winner, lnvented
wor/ds: The psycbology of the arts (Camhridge, MA: Harvard Uni­
versity Press, 1982) .
6S "Gösterişli Barok yapıtlarına kıyasla..": J. Adams, Hallelı(/ah
junction (New York: Farrar, Straus and Giroux, 2008), p. 313.
65 Daha fazla sıkıcı sanat yapmayacağım: Baldessari'nin ,,;alış­
ması orijinal olarak hir kısa hir filmin parçasıydı . Ayrıca Bak. Jobn
Baldessari-Pure Beau�y. Rxhihition, New York Metropolitan Mu­
seum of Art, Fail 2010.
6S Kavramsal sanat: Bak. A. Alherro and J. Stiınson, Conceptual
art: A critical anthology (Camhridge, MA: MIT Press, 2000).
68 "Türden bir sihir...": Arthur Danto, 23 Mayıs 2010 tarihli "Sitting
with Marina" New York Times'da alıntı yapılmış.
73 Elliott Carter: Bak. C. Rosen, "Happy birthday, Elliott Carter"
New York Review of Books, March 23, 2010.
74 Matthew Barney: Bak. "His body, hiınself: Matthew Barney's
strange and passionate exploration of gender" in C. Toınkins, Li­
ves of the artists (New York: Holt, 2008).
75 Ya da Miro'nun resmi "katletmeye" karar vermediğini: 1977'de
"Resmi katletmek istiyorum" dedi. Ilu söz New York Modern Sanat
Müzesi'nde 2008 yılında düzenlenen Joan Mira: Painting and Anti­
Painting, 1927-1937 sergisinin temasını oluşturmuştur.
77 Sanatsal değere iktisadi bakış: Bak. D. Galenson, Painting ou­
side tbe lines (Cambridge, MA: Harvard University Press, 2002) ve
Artistic Capital (London: Routledge, 2006).
78 Eski medyanın bilinen içeriğini yeni medyanın formunda
sunarak: Bak. M. McLuhan, Vnderstanding media: The extensi­
ons of man (New York: McGraw-Hill, 1964).
230 Hakikat, Güzellik ve İyilik

79 Aynmlara karşı çıkış: Bak. P. Antonelli, Design and the elastic


mind (New York: Museum of Modern Art, 2008).
84 Bulanıklaşan sınırlar: Bak. P. Gallison, Comments on Howard
Gardner's lecture on "Truth" Museum of Modern Art, November
25, 2008; W. T. Gowers, "Bridging the cultural divide: Art and Mat­
hematics review of conversations across art and science" Science
320 (May 16, 2008); R. Kennedy, "Art made at the speed of the
lnternet: Don't say 'geek' say 'collaborator" New York Times, April
19, 2010; M. Leslie, "An artist develops a new image-with aid of
bacteria" Science 322 (December 19, 2008); D. Overbye, "Art and
science: Virtual and real, under one big roof" New York Times,
September 23, 2008.
84 Disiplinler, sanatlar ve zanaatlar arasındaki ayrımlar: Bak.
Gowers, "Bridging the cultural divitle"; Leslie, "An artist develops
a new image"; Overbye, "Art and science."
85 Duvarsız Müze: Bak. A. Malraux, The voices of silence (Princeton:
Princeton University Press, 1978).
86 "Çağdaş Amerikan dansıyla ilgili...: Carla Peterson, C. La Roc­
ca, "Say, just whose choreography is this?" New York Times, Au­
gust 2008, p. 25'ten alıntı yapılmış.

4. IJ(Jltlm: İyiUk

93 Ahlak anlayışıma: Bak. M. Hauser, Moral minds: The nature of


right and wrong (New York: Harvest, 2007; R. Wright, The moral
animal (New York. Vintage, 1995).
94 Grubun tanımı ve büyüklüğü: Bak. R. Dunbar, How many fri­
ends does one person need? Dunbar's number and otber evolutio­
nary quirks (Landon: Faber and Faber, 2010).
97 Yaşamın erken döneminde iyi ve kötü kavramı: Bak. P. Blo­
om, "The moral life of babies" New York Times Magazine, May 9,
2010; J. Kagan, Tbe second year (Cambridge, MA: Harvard Univer­
sity Press, 1981).
98 Rollerin etiği: Bak. H. Gardner, ed., GoodWork: Tbeory and
practice (Cambridge, MA, 2010). Online http://www.goodwork­
project.org/publications/books.htm adresinden elde edilebilir.
Notlar 231

99 "Adil toplum": J. Rawls, A tbeory ofjustice (Cambridge, MA: Har­


vard University Press, 1970/2005).
101 "İyi iş" üzerine araştırmalar: Barendsen and W. Fischman,
"The GoodWork Toolkit: From theory to practice" in H. Gardner,
ed., Responsibility at work (San Francisco: Jossey-Bass, 2007); H.
Gardner, GoodWork: Tbeory and practice; H. Gardner, M. Csiks­
zentmihalyi, and W. Damon, Good work: When excellence and
ethics meet (New York: Basic Books, 2001).
101 İyi İş Projesinin yürütülmesi: Bak. http://www.goodworkpro­
ject.org ve burada alıntı yapılan on kitap.
103 Anlam birimleri: Bak. S. Blackmore, The meme machine (New
York: Oxford University Press, 2000).
105 İyi işin teşvik edilmesi: Bak. W. Fischman, B. Solomon, D. Gre­
enspan, and H. Gardner, Making good: How young people cope
witb moral dilemma at work (Cambridge, MA: Harvard University
Press, 2004).
107 Din ve etik davranış: Bak. R. Wright, 1be evolution of God (Back
Bay Books, 2010).
107 Dine yapılan saldırılar: Bak. R. Dawkins, 1be God Delusion
(Mariner Books, 2008); R. Dennet, Breaking the spell (New York:
Penguin, 2007); S. Harris, The end of faitb (New York: Norton,
2005); C. Hitchens, God is not great (New York: Twelve Publis­
hers, 2010).
107 Suç oranı ve laiklik ilişkisi: Bak. G. S. Paul, "Crossnational cor­
relations of quantifiable societal health with popular religiosity
and secularism in the prosperous democracies" Journal of Religi­
on and Society 7 (2005).
108 Ahlaki özgürlük: Bak. A. Wolfe, Moral freedom: Tbe search for
virtue in a world of choice (New York: Norton, 2002).
108 Dini görüşlerd«- ılımblık eğilimi: Bak. Wolfe, Moral freedom;
M. Mellman, "Another country" op-ed in New York Times, Septem­
ber 17, 2008; R. Putnam and D. Campbell, Americangrace: How re­
ligion divides and unites us (New York: Siman and Schuster, 2010).
109 Amerikan gençlerinde iyi iş araştırması: Fischman, Solomon,
Greenspan, and Gardner, Making good.
232 Hakikat, Güzellik ve İyilik

109 Zayıf etik sicil: Bak. D.Callahan, The cbeating culture: Why more
Americans are doing wrong to get abead (New York: Harvest Bo­
oks, 2004).
110 "Düşünce" seansı: Bak. W. Fischman and H.Gardner, "Imple­
menting GoodWork programs: Helping students to become et­
hical workers" Paper No. 59 (2008). Online goodworkproject.org
adresinden elde edilebilir.
111 Postmodern tartışmalar: Bak. C. Belsey, Poststructuralism: A
very sbort introduction (New York: Oxford University Press, 2002);
C. Butler, Postmodernism: A very short introduction (New York: Ox­
ford, 2003); P. Gay, Modernism: The lure of beresy/rom Baudelaire
to Beckett and heyond (New York: Norton, 2007); F. Jameson an<l
S. Fish, Postmodernism (Durham: Duke University Press, 1991); G.
Josipovici, Wbatever happened to modernism? (New Haven: Yale
University Press, 2010); G. Kitching, The trouble with theory: The
educational costs of postmodernism (State College: Pennsylvania
State University Press, 2008); C. Lemert, Postmodenıism is not what
you tbink(Mal<len, MA: Blackwell Puhlishers, 1997); S. Lukes, Moral
relativism (New York: Pica<lor, 2008); J.-F. Lyotar<l, Tbe postmodern
condition (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1984).
112 Öğrencilerin kopya çekmesi: Bak. E. Ramirez, "Cheating on
the rise among high school stu<lents" US Neuıs and World Report,
Decemher 2, 2008.
113 Ergenler ve ahlaki düşünce: Bak. L. Kolhherg, "Development
of moral character and moral ideology" in M. L. Hoffman an<l L.
Hoffman, e<ls., Review of cbild development research, Yol 1 (New
York: Russel Sage Foundation, 1964).
114 İyi Oyun Projesi: Bak. C. James et al., Young people, etbics, and
tbe new digital media: A syntbesis /rom tbe Good Play Project
(Cambridge, MA: MiT Press, 2009).
115 Lorl Drew ve Megan Meler: Bak. J. Steinhauer, "Arguments in
case involving net and suicide" New York Times, November 19,
2008. Online http://www.nytimes.com/2008/11/20/us/20myspace.
html adresinden elde edilebilir.
115 Benzeri trajik öyküler...: Bak. "Suicide of Rutgers freshman tied
to wehcast" los Angeles Times, October 1, 2010.
Notlar 233

115 "Aparat": G. Shteyngart, Super Sad True Love Story (New York:
Random Hemse, 2010).
118 "Zevkleri ve istekleri neyse...": T. Hobbes, Leviathan, Part IV.

5. Bölüm: Ümit Veren Bir Başlangıç

122 Alison Gopnik'ln kitapları: A. Gopnik, The philosophical baby


(New York: Farrar Straus and Giroux, 2009); A. Gopnik, A. Meltzoff,
and P. Kuhl, The scientist in the crib (New York: Harper, 2000).
122 Tüm dünyada: Bak. H. Gardner, Develpomental psychology
(Bostan: Little, Brown, 1982) ve The unschooled mind (New York:
Basic Books, 1991).
124 Doğum öncesi faktörler: Bak. A. Paul, Origins: How the nine
months hefore hirth shape the rest of our lives (New York: Free
Press, 2010).
126 Maymunlarda ve çocuklarda fiziksel rahatlık: Bak. H. Har­
low, Learning to loııe (New York: J. Aronson, 1978).
127 Bu ihtiyaçlar tatmin edildikten sonra küçük çocuklar: A.
M aslow, Toward a psychology of heing (New York: Wiley (1961)
1998) kitabında Maslow'un ihtiyaçların hiyerarşisi hakkınd aki tar­
tışmasına bakınız.
128 Klasik bir benmerkezcilik tanımı için: Bak. J. Piaget, "Piaget's
theory" in P. Mussen, ed., Handbook of chi/d psychology, Vol. I
(New York: Wiley, 1970).
128 Zihin teorisi: Bak. J. Astington, The child's discovery ofthe mind
(Cambridge, MA: Harvard University Press, 1994); A. Leslie, "Pre­
tense and representation: The origins of 'theory of mind' Psycbo­
logical Review 94, no. 4 (1987): 412-426; J. Perner, Understanding
the representational mind (Cambridge, MA: MIT Press, 1991).
129 İfadenin kabul edilmesi: Bak. P. Harris, "Trust" Developmental
Science 10, no. 1 (2007): 135-138.
129 Karşılıklı konuşma kuralları: Bak. H. P. Grice, Studies in the
way of words (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1991); J.
Searle, Speech acts: An essay in the pbilosophy of language (Camb­
ridge, UK: Cambridge University Press, 1970).
234 Hakikat, Güzellik ve İyilik

130 ...başkalarına yardımcı olan erişkinlere bir çekim duyarlar:


Bak. ]. Hamlin, K.Wynn, and P. Bloom, "Social evaluation by pre­
verbal infants" Nature 450 (November 22, 2007), pp. 557-559. Ayrıca
Bak. P. Bloom, "The moral life of babies" New York Times Magazi­
ne, May 9, 2010.
130 Ahlakın doğuşu: Bak.]. Kagan, The second year(New York: Basic
Books, 1981).
131 Ahlaki olanı geleneksel olandan ayırt edebilmek: Bak. E. 1\.ı­
riel, The development of social knowledge (New York: Cambridge
University Press, 2008).
132 Uonel Bart'ın müziğiyle Fagin'in sokak çocukları çetesine
seslendiAJ. gibi... Bart O/iver müzikalinin bestecisi ve lirik yazarı­
dır!
134 Melamid ve Kolnıar: Bu kitabın 3. Bölümündeki tartışmaya ve
şu kaynaklara bakınız: E. Dissanayake, Homo aestheticus: Wbere
art comes /rom and why (Seattle: University of Washington Press,
1995); D. Dutton, The art instinct (New York: Hloomsbury, 2009);
N. Etcoff, Suroival ofthe prettiest: The science of heauty (New York:
Anchor, 2000); S. Pinker, 1be blank slate: The modern denial of hu­
man nature (New York: Penguin, 2003); "Why music? Biologists are
addressing one of humanity's strangest attrihutes, its ali singing, ali
dancing culture," Economist, Decemher 20, 2008.
135 Çocukların (ve erişkinlerin) zevk aldığı deneyimler: Bak. P.
Bloom, How pleasure Works: The new science of wby we /ike what
we /ike (New York: Norton, 2010).
136 Çocuklarda özcü özellik: Bak. Bloom, How pleasure works, S.
Gelman, The essential cbild (New York: Oxford University Press,
2005).
136 Bir sopa oyuncak at olduğunda: Bak. Bloom, How pleasure
works.
139 Yalanlanma olasılığı: Bak. K. Popper, The logic ofscientific disco­
very (Landon: Routledge (1959) 2002).
139 Çocukların yanlış kavrayışları: Bak. Gardner, Tbe unschooled
mind.
140 Anlamak üzere öğretme ve öğrenme: Bak. H. Gardner, The dis­
ciplined mind(New York: Simon and Schuster, 1999); S. Wiske, ed.,
Teachingfor understanding (San Francisco: Jossey-Bass, 1997).
Notlar 235

140 Fen, teknoloji, mühendislik ve matematik eğitimi: C. P.Snow,


Tbe ıwo cuitures and tbe scientific revo/ution (Cambridge, UK:
Cambridge University Press, 1960). 1959'de Reith Lectures olarak
sunulmuştur.
141 Yapıcı ilişkiler: Bak. W. Daman, Greater expectations (New
York: Free Press, 1996) . Ayrıca Bak. D.Meier, Tbe power of tbeir
ideas (Bostan: Beacon Press, 1995).
142 Önermeli yaklaşımlar: Bak. D. Olsan, Tbe world on paper(New
york: Cambridge University Press, 1996).
144 Ahlaki gelişim ve eğitim: Bak. W. Daman, Tbe moral cbild (New
York: Free Press, 1988) ve Greater expectations (New York: Free
Press, 1996) .
148 Çocuklarda sanatsal gelişim: Bak. N. Freeman, Strategies of
representation in young ehi/dren (New York: Academic Press,
1980); A. Housen, A review of studies on aestbetic education (Min­
neapolis: American Association of Museums, 1996); M. Parsons,
How we understand art? (New York: Cambridge University Press,
1989); E. Winner, lnvented worids: A psycbo/ogy of tbe arts (Camh­
ridge, MA: Harvard University Press, 1982).
149 Ergenlikte sanatsal gelişim: Bak. H. Gardner, Artful scrihbies:
Tbe significance of cbildren's drawings (New York: Basic Books,
1980).
149 Resmi ve resmi olmayan eğitim: Bak. Gardner, Tbe unscbooled
mind.
149 Dejer verilen eserleri tanıma fırsatı vermeliyiz: Bak. P. Anto­
nelli, Design and tbe e/astic mind (New York: Museum of Modern
Art, 2008); ayrıca bu kitabın 3. Bölümünde yer alan sunumla ilgili
tartışmaya bakın .
150 Kolhberg'in teorisi: Bak. L. Kolhberg, Essays on moral develop­
ment: Tbe psycbology of moral development (San Francisco: Har­
per and Row, 1984). Ayrıca ilişkili araştırmalar için Bak. E. Turiel,
"The development of morality" in W. Damon, ed., Handbook of
cbild psycbology, Vol. 3 (New York: Wiley, 1998).
150 Sanatlarla ilgili olarak: Bak. H. Gardner, Tbe unscbooled mind
(New York: Basic Books, 1999) ve The arts and buman develop­
ment (New York: Basic Books, 1994).
236 Hakikat, Güzellik ve· İyilik

152 Genç inancından dönmesine yol açabilecek baştan çıkarı­


cı faktörlere direnebilirse... Bak. H. Gardner, Changing minds
(Bostan: Harvard Business School Press, 2004).
157 Psikologlar tarafından formüle edilen kimlik kavramı: Bak.
E. Erikson, "Identity and the life eyde" Psychological Issues l, no
1 0959).
158 Gençlerin yeni dijital medyayı kullanması: Bak. C. James, K.
Davis, A. Flores et. Al. Young people, ethics, and the neuı digital
media: A .�ynthesis /rom the GoodPlay Project (Camhridge, MA:
MiT Prcss, 2009).
159 İyi İş seansları: Bak. H. Gardner, ed., GoodWork: Theory and
practice (Cıınhridge, MA, 2010). Online http://www.goodwork­
project.org/publications/books.htm adresinden elde edilebilir.
160 Kötülükle karşılaştıktan sonra iyiliği tanıma: Bak. D. Kelt­
ner, Born to be p,ood: The science ofa meaninıiful life (Ncw York:
Norton, 2009); S. Seider, "Social justice in the suburbs" Educatio­
nal Leadership 66, no 1 (2008): 54-58
162 Hakikatin sorgulanması: Bak. W. Perry, Forms of ethical and
intellectııal development in the collep,e years: A scheme (San Fran­
cisco: Jossey-Bass, 1998).
162 Bilişüstü: Bak.). Dunlovsky and J. Metcalfe, Metacowıition (Tho­
usand Oaks, CA: Sage, 2008); D. Kuhn, Education Jor thinkinP,
(Cambridge, MA: Harvard University Press, 2008).
165 Wikipedia: Bak. J. Giles, "Special report: lnternet encyclopedias
go head to head" Natııre 438 (Decemher 15, 2005), pp. 990-991.
165 Parçalanmış kuşak: Bak.: S. Seider and H. Gardner, "The Frag­
mented Generation" Journal of Col/ege and Character 10, no. 4
(2009): 1-4.

6. Bölüm: Yaşam Boyu Öğrenim

169 "Altıncı dönemde ...": W. Shakespeare, As you tike it, act il, scene
vii Verses 157-166.
170 Piaget'nin yaşam şeması: Bak. ). Piaget, "Piaget's theory" in P.
Mussen, ed., Handbook of child psycho/ogy, Vol. 1 (New York:
Wiley, 1970).
Notlar 237

170 Post-formel düşünce: Bak. C. Alexander and E. Langer, eds., Hig­


ber stages of buman deve/opment (New York: Oxford University
Press, 1990); P. Baltes, U. Lindenberger, and U. Staudinger, "Life
span theory in develeopmental psychology" in R. M. Lerner, ed.,
Handbook of cbi/d psycbo/ogy, Vol. 1 (New York: Wiley, 2006); M.
L. Commons, F. A. Richards, and C. Arman, Beyond forma/ opera­
tions: Late adolescent and adult cognitive development (New York:
Praeger, 1984).
171 Ergenlik sonrası sistemik düşünce: Bak. K. Fischer and T. Bi­
dell, "Dynamic development of action and thought" in W. Damon,
ed., Handbook of child psychology, Yol. 1 (New York: Wiley, 2006).
172 Yeni gelişen erişkinlik: Bak. J. Arnett, Emergirıg adu/tbood (New
York: Oxford University Press, 2006); R. Henig, "What is about
20-somethings?" New York Times Magazine, August 18, 2010.
172 Erişkinliğin "üçüncü" evresi: Bak. S. Lawrence-Lightfoot, T he
third chapter (New York: Farrar, Straus and Giroux, 2009).
173 Katı İslami ortamlarda yaşayan kadınlar: Bak. Ayaan hirsi Ali
Nomad: From /s/am to America. A personal journey tbrougb tbe
clasb of civilization (New York: Free Press, 2010); Z. Salbi, Beyond
two worlds: Escape /rom �yranny. Growing up in tbe sbadow of
Saddam (New York: Gotham Books, 2010).
173 "Sıcak" ve "soğuk" toplumlar: Bak. Levi-Strauss, Mytb and me­
aning (Landon: Routledge, 1999).
174 Zayıf ve güçlü bağlar: Bak. M. Granovetter, Getting a job: A
study of contracts and careers (Chicago: University of Chicago
Press , 1995).
176 Sinir sisteminin esnekllji: Bak. S. Barry, Fixing my gaze (New
York Basic Books, 2010); N. Doige, Tbe brain tbat cbanges itse/f
(New York: Viking, 2007); J. Ledoux, Synaptic se/f: How our brains
become wbo we are (New York: Penguin, 2003).
178 Başarılı yaşlanma: Bak. R. Butler, Tbe longevi� revolution (New
York: Public Affairs, 2008); G. McKhann and M. Albert, Keeping
your brain young (New York: Wiley, 2002).
178 Altında ezilmiş hissetmek: Bak. R. Kegan and L. Lahey, Immu­
nity to change (Baston: Harvard Business School Press, 2009).
170 Sentez zonınluhıju: Bak. H. Gardner, Five minds for the future
(Baston: Harvard Business School Press, 2007), eh. 3.
238 Hakikat, Güzellik ve İyilik

179 Çağıromla iradenin giderek güçlenen rolü: Bak. J. Hagel, J. S.


Brown, and L. Davison, Tbe power ofpul/: How sma/1 moves, smartly
made, can set big tbings in motion (New York: Basic Books, 2010).
181 Zaman içinde sanatsal eğilimler: Bak. C. Martindal, Tbe c/ock­
work muse: Tbe predictability of artistic cbange (New York: Basic
Books, 1990).
182 Zevkler ve otuz dokuz yaş: Robert Sapolsky'nin çalışmasına
Bak.; "Investigations, Open Season" New Yorker, March 30, 1998,
p. 57'de tarif edilmektedir.
184 Ergenlik sonrası ahlaki gelişim: Bak. L. Kolhberg, Essays on
moral development: The psycbology of moral development (San
Francisco: Harper and Row, 1984).
184 Yalancı türleşme: Bu kavram biyolog Julian Huxley ya da psiko­
log Erik Erikson'a atfedilmektedir.
185 Her mesleğin özgün koşullarına göre hazırlanmış bir "ilk­
yanlım çantası": L. Barendsen and W. Fischman, "The Good­
Work Toolkit: From theory to practice" in H. Gardner, ed., Respon­
sibility at work (San Francisco: Jossey-Bass, 2007).
186 Nörobilimle ilgili etik sorunlar: Bak. K. Sheridan, E. Zinchen­
ko, and H. Gardner, "Neuroethics in education" in J. Illes, ed.,
Neuroetbics: Defining tbe issues in researcb, practice, and politics
(New York: Oxford University Press, 2005); H. Gardner, "Quan­
daries for neuroeducators" Mind, Brain, and Education 2, no. 4
(2008): 165-169.
188 Matthew Etkisi: Bu terim sosyolog Robert K. Merton tarafından
önerilmiştir; Bak. "The Matthew Effect in Science" Science 159
(1968): 56-63.
193 Müslüman bir ailenin reisi: Bak. U. Wikan, Honor and agony:
Honor killings in modern-day Europe (Chicago: University of Chi­
cago Press, 2008).
194 Aşırı tutucu düşünce: Bak. H. Gardner, Changing minds: Tbe
art and science of cbanging our own and otber peop!e's mind
(Baston: Harvard Business School Press, 2004).
194 Fikir değişikliğinin kolaylıkları ve zorlukları: Bak. Gardner,
Cbanging minds.
Notlar 239

196 "Ahlaki tasavvur": Bak. R. Wright, Nonzero (New York: Vintage,


2001) ve The evolution of God (New York: Little, Brown, 2009).
196 Chomsky'nin uyarısı: Bak. N. Chomsky, Howard Garner tara­
fından yapılan mülakat, Harvard Graduate School of Education,
11 Aralık 2007.
197 "Gerçekten ciddi sadece tek felsefi sorun vardır...": A. Camus,
The myth ofSisyphus and other essays (New York: Vintage, 1991).
197 Yaşamın son yıllan: E.H. Erikson, Chi/dhood and society (New
York: Norton, 1963).

Sonuç: İleriye Balıarlıen

203 Üç büyük varlık zinciri: Bak. A. O. Lovejoy, The great chain of


being: A study of the origin of an idea (New York: Harper Torc­
hbooks, 1936).
209 "Gerçekten birbirimize asılmamız lazım...": Franklin'e atfedi­
len hu alıntı P.M. Zall'ın 1908'de yayınlanan Ben Frank/in, laug­
hing adlı eserinde yer almaktadır.
210 Aydınlanma fikirleri: Bak. E. Cassirer and P. Gay, The phi/o­
sophy ofthe Enlightenment (Princeton: Princeton University Press,
2009); R. Nisbet, History of the idea of progress (Piscataway, NJ:
Transaction Press, 1994); R.R. Palmer, J. Colton, and L. Kramer, A
history of the modern world (New York: McGraw Hill, 2006).
211 "...insan karakteri değişti": Virginia Woolf'un bu sözleri 1924
tarihli denemesi "Mr. Bennett and Mrs. Brown"da yer almaktadır.
212 Biyolojik ve iktisadi yaklaşımlar: Bu yaklaşımlarla ilgili alıntı­
lar için 1. Bölüme ait notlarda yer alan "Biyolojik bakış" ve "İkti­
sadi bakış" açıklamalarına bakınız.
213 Tartışılır rasyonelliğlmiz• Bak. D. Ariely, Akıldışının Mantığı
(Optimist Yayınları, 2012); R. Burton, On being certain: Believing
you are right even when you 're not (New York: St. Martin's Press,
2009); B.M. Hood, SuperSense: Wby we believe in the unbelievable
(New York: Harper üne, 2009); D. Kahneman and A. Tversky,
eds., Cboices, values, andframes (New York: Camhridge Univer-
sity Press, 2000); A. Newberg and M.R. Waldman, Wby we believe
wbat we believe (New York: Free Press, 2006); S. Wang and S.
Asmodt, "Your brain lies to you" New York Times, June 27, 2008.
240 Hakikat, Güzellik, İyilik

213 2008 yılındaki ekonomik kriz: Bak. M. Lewis, Tbe big sbort:
inside tbe doomsday macbine (New York: Norton, 2010); R. Lo­
wenstein, The end of Wal/ Street (New York: Penguin, 2010); S.
Patterson, The quants: How a new breed ofmatb whizzes conque­
red Wall Street and almost destroyed it (New York: Crown, 2010);
R. Reich, Aftershock (New York: Knopf, 2010) İ A.R. Sorkin, Too
big to fail (New York: Viking, 2009).
213 Freud'un sözü: Cari Jung ve Marie Bonaparte'a yazılan mek­
tuplarda geçen bu söz Sigmund Freud'a atfedilmiştir. Aynı söz
Freud'un 1930 baskısı Civilization and its discontents (New York:
Norton, 1969) adlı eserinde de yer almaktadır.
214 İktisadi eleştiri: Bak. ). Fox, Tbe myth of tbe rational market: A
history of risk, reward, and delusion on Wa/1 Street (New York:
Harper Business, 2009); P. Krugman, "How did economists get
it so wrong?" New York Times Magazine, September 6, 2009 ; D.
Leonhardt, "Theory and morality in the new economy" New York
Times Book Review, August 23, 2009 ; S. Marglin, "Why econo­
mists are part of the problem" Cbronic/e Review, Fehruary 27,
2009 ; D. Rushkoff, "Economics is not natura! science" August 13,
2009, internette http://www.edge.org/3rd_culture/rushkoff09/
rushkoff09_index.html.
215 Birkaç bilim dalı arasında bağlantı: Bak. E.O. Wilson, Sociobi­
ology (Cambridge, MA: Harvard University Press, 1975) ve Consili­
ence: The Unity of knowledge (New York: Vintage, 1999).
217 Beşeri bilimlere ilginin azalması: Bak. ). Engeli and A. Dan­
gerfield, Saving higher education in tbe age of money (Charlottes­
ville: University of Virginia Press, 2005); A. Kronman, Education's
end: Why our col/eges and universities bave given up tbe meaning
of life (New Haven: Yale University Press, 2008); L. Menand, The
marketplace of ideas (New York: Norton, 2009).
217 Bilim lnsanlan bu kitabın alanının büyük bir bölümüne
sahip çıkmıştır: W. Chace, "The decline of the English Depart­
ment'' American Sebalar (Autumn 2009).
217 Deneysel felsefe: A. Appiah, Experiments in etbics (Cambridge,
MA: Harvard University Press, 2008).
217 Ünlü bir tartışma: Bak. P. Gordon, Continental divide: Heideg­
ger, Cassier, Davos (Cambridge, MA: Harvard University Press,
2010).
Ilı=
111
z
0

Harvard Graduate School of Education' da


eğitim profesörüdür. Öğrenme ve eğitim
alanlarında insan potansiyeli üzerine
yaptığı araştırmalarla, McArthur Prize
Fellowship Onur Ödülünü, ilk kez bir
Amerikalıya verilen Louiswille
Üniversitesi'nin Garawemeyer Ödülünü ve
2000 yılında Guggenheim Birliği Ödülünü
kazanmıştır.

Yirmiye yakın kitabı ve pek çok makalesi


olan Gardner, çoklu zeka kuramını ortaya
koyarak insan zekası üzerine yapılan en
önemli ve uzun soluklu çalışmaya imza
atmıştır.

You might also like