You are on page 1of 65

DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ

LİSE 3
DERS KİTAPÇIĞI
LİSE 3. SINIFLAR ÖĞRENCİ YÖNERGESİ
1. Din dersine özel hazırlanmış bir kitapçığın olacak, istersen notlarını bu kitabın üstünde uygun
boşluklara ama mutlaka kalemle almalısın. Bu nedenle de dersin sayfasında yüklenmiş olan kitapçığın
çıktısını mutlaka almalı ve düzenli olacak şekilde zımbalamalı ya da dosyalamalısın.
2. Bu ders kitapçığı mutlaka her derse getirilmelidir. Derslerde kullanılan sunular ve etkinlikler de yine
yardımcı kaynakların olacak!
3. Öğretmen önceden haber vermedikçe derslerde herhangi bir elektronik cihaz kullanılmayacaktır.
4. Öğretmen ders anlattıkça, anladığımızı, kendi cümlelerimizle not almalıyız, bilmeliyiz ki; öğretmen
her zaman bize ‘bunu yazın’ demez. Bu nedenle bilmen gereken çok önemli başka bir şey daha var ki:
Derste kullanılan sunular, sunular arasında anlatılanlar, kullanılan tüm materyaller, öğretmenimin
anlattığı “her şey” sınavda (“Bu, defterimde yok” kabul edilir bir gerekçe değildir J) çıkabilir.
5. ACI Connected Din dersi kurs içeriklerini her zaman aktif olarak kullanmalısın. Ders materyallerimiz
ve etkinliklerimiz her zaman bu platformda yer alacaktır.
6. Sınav notlarının yanında performans notları da çok önemli ve doğrudan ortalamaya katılır. Peki o
zaman performansımız nasıl yüksek olabilir?
• Dersi etkili bir şekilde dinlemek
• Derslere katılım sağlamak
• Dersle ilgili nitelikli ve yerinde soru sormak
• Ders materyallerinin her zaman yanında olması
• Gündemi takip edip ders ile ilgili ilginç bilgileri sınıfa getirmek (bilginizi paylaşırken “her fikre
saygılı ve açık” olduğunuzu gösteren tutumlarınız, ötekileştirmeyen bir dil kullanımınız dersin önemli
hedefleri ve kriterleridir.)
• Sınıf içi çalışmalara katılmak, yönergelere uymak
• Kendi ana dilini düzgün ve etkili kullanabilmek
• Derse sunu ve etkinliklerle katkı sağlamak
• Dersin akışını bozmamak

UNUTMAMALIYIZ Kİ bir ACI öğrencisi her zaman tartışmalarda iyi bir konuşmacı olduğu kadar iyi bir
dinleyicidir.
Sorduğu anlamlı sorular ve katılımıyla konunun derinleşmesini sağlar, öğrenme sürecini kolaylaştırır.
Türkçeyi, sözlü ve yazılı anlatım sırasında etkili ve doğru kullanır.
Derste, yeni öğrendiği kavramları kullanmaya özen gösterir.
Bir birey olarak, arkadaşlarına, okuluna, şehrine, ülkesine, dünyaya karşı sorumlu ve duyarlıdır.
Her zaman okur, araştırır, edindiği bilgileri, öğrendiklerini sınıfa taşır, paylaşır.

* Sınav takvimi ile ilgili her türlü bilgi akademik takvimden takip edilecektir. Performanslar ise her dönem
iki performans notundan oluşacak. Farklı bir çalışma yapılırsa 3. Performans notu da duruma göre
eklenebilir. Performanslardan biri mini mini ödevlerin değerlendirmesi ile oluşacak fakat 2. Performans
notu tamamıyla 100 puan üzerinden sınıf içi davranışlardan oluşacaktır.
Sağlıklı, başarılı ve verimli bir yıl diliyoruz...
Akın ÜSTÜNYER & M. Süheyl ÜNAL

2
1- DÜNYA VE AHİRET
VAROLUŞUN VE HAYATIN ANLAMI
Ahiret inancı kişinin bu dünyayı anlamlandırmasını ve niçin yaratıldığının farkına
varmasını sağlar. Ahiret inancı sayesinde insan, kafasındaki pek çok sorunun
cevabını bulur ve hayatını daha huzurlu ve mutlu bir şekilde sürdürür. Akıl ve irade
sahibi olan insanı Allah-ü Teâlâ yaptığı davranışlardan sorumlu tutacağını ifade
etmiştir. Aklını ve iradesini kullanmaya başlayan insan "Ben niçin yaratıldım? Bu
dünyaya geliş amacım nedir? Öldükten sonra ne olacağım?" gibi soruları sormaya
başlar. Bu sorularına doğru cevap alabilmek için evrendeki düzen ve uyumu
gözlemler ve buradan bir cevaba ulaşmaya çalışır. İnsan Allah'ın (cc) kendisine
vermiş olduğu selim aklı ve özgür iradeyi kullanarak evrendeki bu düzeni tefekkür
etmeli, bunların başıboş ve amaçsız bir şekilde yaratılamayacağının farkına
varmalıdır. Kişi Dünya ile Ahiret arasında Bir denge kurmalıdır! İnsanın bu dünyaya
gönderiliş amacı dünya hayatını Allah'ın rızasına uygun bir şekilde değerlendirerek
ahiret hayatı için doğru bir şekilde yatırım yapmaktır. Ne dünyası için ahiretini ne de
ahireti için dünyasını boşlamamalıdır. İkisi için de gerekli çalışmaları yapmalıdır.
Kur’an’da "Allah'ın sana verdiği (maldan harcayıp) ahiret yurdunu ara, dünyadan da
nasibini unutma." denmektedir.
A) Ahiret İnancının İnsana ve Topluma Kazandırdığı Faydalar
1- Ahirete iman, kişinin öldükten sonra yok olma korkusunu ortadan kaldırır.
2- Dünyada iken yaptığı her davranıştan hesaba çekileceğini; en küçük bir iyiliğin de
kötülüğün de cezasız kalmayacağını bilerek sorumluluk sahibi olmasını sağlar.
3- Bu dünya hayatının geçici olduğunu bilir, hırsına yenik düşmez ve kanaatkâr olur.
4- Kişi yaptığı her işte menfaati değil, Allah'ın rızasını gözetmeyi amaçlar.
5- Ahlaklı bir hayat yaşamaya çalışır. Çevresine kötülük yapmaktan kaçınır.
6- Kişi bu dünyada başına gelen sıkıntıların imtihan olduğunu, eğer sabreder ve
Allah'ın rızasına uygun bir hayat yaşarsa ahirette pek çok nimete kavuşacağını bilir.
7- Ahirete inanan bir kişi sadece insanlara karşı değil, doğaya ve hayvanlara karşı da
merhametlidir. Her can taşıyan varlığa yapılan iyilikte bir sevap olduğunu bilir.
2) AHİRET ÂLEMİ: Ahirete inanmak, imanın altı şartından birisidir. Dünya hayatından
sonra başlayacak olan ve ebedi olarak devam edecek hayata ahiret denir. Ahirete
iman,"İlahi Adalet" ilkesinin bir sonucudur. İnsanlar bu dünyada yapılan en küçük
bir iyiliğin de kötülüğün de karşılığının ahiret hayatında görüleceği düşüncesi ile
huzurlu olur, teselli bulurlar.
A) Ahiret Hayatının Evreleri
1) Ölüm: İnsan ruh ve bedenden oluşan bir canlıdır. Ruh bedenden ayrıldığı zaman
insan için kaçınılmaz bir gerçek olan ölüm meydana gelecektir. İnsanın ömrünün
sona erdiği ana "Ecel" denir. Kişi ecelinin ne zaman olduğunu bilemez, ecelini öne
alamaz veya geciktiremez. Ölüm, dünyadan ahirete geçiş kapısıdır.
2) Kabir Hayatı (Berzah): Kabir hayatının bir diğer ismi de berzahtır. Berzah, iki şey
arasındaki set, perde veya engel demektir. Kişi vefat ettikten sonra kabre koyulur,
kabirde yeniden dirilişin olacağı güne kadar bekler. Bu sırada Münker ve Nekir isimli
iki melek gelerek ona bazı sorular sorarlar ve duruma göre kabri cennetin veya
cehennemin küçük bir misali olur.

3
3) Kıyamet: İsrafil isimli melek, sura iki defa üfleyecektir. İlk üflemesinde kıyamet
olayı gerçekleşecek, evrendeki düzen bozularak, dünya hayatı son bulup her şey yok
olacaktır. Kıyametin vaktini ise sadece Allah-ü Teâlâ bilir. Bize düşen ona gerekli
hazırlığı yapmaktır.
4) Yeniden Diriliş (Ba's): Kıyamet koptuktan sonra İsrafil meleği Sur’a ikinci defa
üfleyecektir. Bu üfleyişten sonra ilk insandan itibaren yeryüzünde yaşamış ne kadar
canlı varsa diriltilecektir. "O gün insanlar hakka çağıran o korkunç sesi (Sur sesini)
işiteceklerdir. İşte bu, (kabirlerden) çıkış günüdür” ayeti buna işaret eder.
5) Toplanma (Haşir): Diriltilen tüm canlılar "Mahşer" ismi verilen büyük bir
meydanda toplanırlar. Bu toplanma işine "Haşir" denir. O gün herkes kendi derdine
düşecek, en yakınları ile bile ilgilenmeyecektir.
6) Hesaba Çekilme: Mahşer meydanında insanlara amel defterleri dağıtılarak
dünyada iken yaptıkları bildirilir ve hesaba çekilme süreci başlar. Hesabı bizzat Allah-
ü Teala görecektir. Bu amel defterlerinde insanların yapmış oldukları en küçük bir
iyilik de kötülük de yer alacaktır. Hesaba çekilme sürecinde insanlara yaptıkları
gösterilecektir. İnsanlar bunları inkar ederse ağızları mühürlenir, elleri ve ayakları
şahitlik eder. "O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır,
ayakları da şahitlik eder." ayeti buna işaret eder. Bu evrede özellikle kul hakları
sevap ve günahların değişimiyle ödenmiş olacaktır.
7) Mizan: Hesaba çekilme işlemi bittikten sonra kişinin yapmış olduğu iyilik ve
kötülükler "Mizan" ismi verilen hassas bir terazide tartılır. Sevap ve günahların ağır
basmasına göre karar verilir.
8) Cennet ve Cehennem: Ameller tartıldıktan sonra tüm insanlar Cehennem üzerine
kurulu olduğu rivayet edilen “Sırat Köprüsü”nden geçerler. Dünyada ibadetlerin
yapılıp yapılmamasına göre bu köprüyü değişik hızlarda kat ederler.
Cennet: Sözlük anlamı "ağaçlarla örtülü olan bahçe" demektir. Müminlerin ebedi
olarak kalacakları ve her çeşit nimete ulaşabilecekleri sonsuz ahiret yurdudur.
Cehennem: Sözlük anlamı "derin kuyu" demektir. Kâfirlerin sürekli olarak
kalacakları, Müminlerin ise bir kısmının günahlarını çekinceye kadar kalacakları
ahiret yurdudur. Cehennem için Kur'an-ı Kerim'de "Cahim, Nar, Haviye, Sakar, Leza
ve Hutame" gibi isimler de kullanılmıştır.

NOTLAR:

4
3) AHİRETE UĞURLAMA
Ölen Bir Kişi İçin Yapılması Gerekenler
a) Borcunu Ödeyip Vasiyetini Yerine Getirmek: Ölen kişinin borçları varsa bunlar
öncelikli olarak kendi malından ödenir. Eğer kendisi bir para veya mal bırakmamışsa
kişinin kul hakkı ile gitmemesi için varisleri yani yakın akrabaları tarafından borçları
ödenmelidir. Kişi vefat etmeden önce eğer kendisinden sonra yapılmasını istediği
şeyler varsa bunları ya yazılı veya sözlü olarak yakınlarına iletir, buna “vasiyet” denir.
Vasiyetin yerine getirilebilmesi için "meşru" istekler olmalıdır, yani haram ve yasak
olan şeyler olmamalıdır. Malından hayır kurumlarına veya başka bir yere verilmesi
vasiyeti de 1/3’ü geçmemelidir. En sonda da kalan mal “miras” olarak varisleri
arasında bölüştürülür.
b) Techiz: Sözlükte "hazırlamak” anlamına gelir. Dini bir kavram olarak teçhiz, vefat
eden kişinin yıkanması (gasil), kefenlenmesi (tekfin), tabuta konulup kabre taşınması
(teşyi) ve kabre konulmasına (defin) kadar yapılması gereken şeylerin tamamına
verilen isimdir.
c) Cenaze Namazını Kılmak: Kişi vefat ettikten sonra” gasilhane” denilen yerde
“teneşir” isimli taşın üzerinde güzelce yıkanır ve kefenlenir. Sonra camiye getirilerek
“musalla” denilen taşa konulur. Cenaze namazı, “farz-ı kifaye” bir namazdır. Yani bir
topluluktan bir-iki kişinin yerine getirmesiyle diğerlerinden sorumluluğun kalktığı
farz çeşididir. Bu namazın rükû ve secdesi yoktur. Dua niteliği taşır. Dört tekbir alınır.
1. tekbirde (Subhaneke) 2.’de (salli-barik) 3.’de (Cenaze duası veya Rabbena) 4.
tekbirden sonra selam verilir.
d) Taziye ve Kur'an Okumak: Cenaze evine başın sağolsuna gidilip “taziye”de
bulunarak üzüntülü aileye moral ve destek olunur. Ölenin ardından Kur'an okunur
ve okunan Kur'an'ın sevabı vefat eden kişiye bağışlanır.
e) Dua Etmek ve Hayır Yapmak: Ölen kişinin ardından günahlarının bağışlanması
için dua etmek ve ibret alınması bakımından kabirleri ziyaret etmek tavsiye
edilmiştir. Vefat eden kişinin arkasından onun adına hayır yapmak da onun sevap
hanesine yazılan bir davranış olacaktır.
Alevilik-Bektaşilik'te Ölüm Anlayışı: Ölen kişi için "Hakk'a yürüdü" ifadesi kullanılır.
Ölümü, Hakk yani Allah ile bir kavuşma olarak ifade ettikleri için Cenaze
Merasimlerini “Hakk'a Yürüme/ Uğurlama Erkanı” olarak ifade ederler. Ölen kişin
için 7. veya 40. gününde “Dardan İndirme Cemi” yapılır ve ölen kişi için helallik
istenir, sonrasında da kesilen kurban ceme katılanlara dağıtılır ve yemeği yapılır.

NOTLAR:

5
2- KURAN’A GÖRE HZ. MUHAMMED
1) Hz. Muhammed (sav)’in Şahsiyeti (İnsani Yönü)
A) Dürüst ve Güvenilir Olmak: Hz. Muhammed (sav), kendisine Peygamberlik
verilmeden önce de Arap toplumunda güvenilirliği ile ön plana çıkmış biriydi.
Araplar, kendisine güvenilir anlamına gelen "el-Emin" lakabını vermiştir. Hz.
Muhammed (sav) kendisine emanet edilen eşyaları muhakkak sahiplerine teslim
etmiş, verdiği sözleri yerine getirmiş, imzaladığı anlaşmalara ihanet etmemiştir. Şaka
dahi olsa asla yalan konuşmamıştır.
B) Affedici ve Merhametli Olmak: Merhamet, kişinin bir başka can taşıyan varlığa
karşı şefkatli olması, ona sevgi ve saygısını göstermesidir. Allah-ü Teala
Peygamberimizin merhametini övmüştür: "Andolsun size kendinizden öyle bir
peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok
düşkün, müminlere karşı çok şef katlidir, merhametlidir." (Tevbe, 728. ayet)
Hz. Muhammed (sav) Taif'te kendisini şehre sokmayan ve taşlayan insanlara bile
hayır dua etmiş "Rabb'im! Halkımı bağışla, onlar ne yaptığını bilmiyor:' demiştir.
Savaş esnasında çocuklara, yaşlılara ve kadınlara, din adamlarına dokunulmamasını
istemiştir. Hayvanların bakımı, çalıştırılması ve doğa hakları konusunda
Müslümanlara sık sık uyarıda bulunmuş, gereksiz yere ağaç kesimini yasaklamıştır.
C) Adil Olmak ve Hakkı Gözetmek: Adalet, "her hak sahibine hakkını vermek, ölçülü
ve dengeli olmak" demektir. Hz, Muhammed (sav), her zaman adaletli olmuş,
insanlar arasında ırk, dil, kabile ayrımı yapmamış, en yakını olsa bile onu da adaletle
yargılamıştır. Gençlik dönemlerinde zulme uğramış yabancı tüccarların hakkını
savunmak için “Hılfu'I- Fudul”a (Erdemliler Topluluğu) katılmıştır. Bedir Savaşı'nda
esir düşen amcası Abbas ve damadını fidye almadan serbest bırakmamış, suç işleyen
kızı Fatıma dahi olsa cezalandıracağını ifade etmiştir.
D) Hoşgörülü (Müsamahakâr) Olmak: Hoşgörü, kişinin kendinden farklı
düşünenlere saygı göstermesi, insanların kendisine yapmış olduğu hataları
görmezden gelmesidir. Peygamberimiz insanların dine baskı ve tehdit ile değil gönül
rızası ile girmelerini istemiştir. Hz. Muhammed (sav), Medine'ye hicret ettiği zaman
orada yaşayan Yahudiler ile herkesin dinini özgürce ve toplum içinde barış içinde
yaşamaları konusunda bir anlaşma yapmıştır. Necran'dan Peygamberimizle
görüşmek için Medine'ye gelen Hıristiyanları Mescid-i Nebi'de misafir etmiştir. Onlar
ibadet etmek için izin istediklerinde ise Mescid'in bir bölümünü onların ibadeti için
tahsis etmiştir. Mekke fethedildikten sonra kendisine uzun yıllardır düşmanlık yapan
insanlara karşı hoşgörü ile yaklaşmış, onları da affetmiştir.
E) Sabırlı, Kararlı ve Cesur Olmak: Sabır; kişinin başına gelen her türlü olumsuz
duruma katlanması, isyan etmemesidir. Allah Resulü, küçük yaşta anne ve babasını
kaybetmiştir. Hz. Fatıma hariç bütün çocukları kendisi hayatta iken vefat etmiş, bu
zorluklar karşısında yılmamış, sabrederek bu günleri aşmıştır. İslam'a davet sırasında
kendisine yapılan her türlü teklife ve tehdide "Bir elime güneşi diğer elime ayı
verseler yine de bu davadan vazgeçmem" diyerek karşı koymuştur.
F) Mütevazı (Alçakgönüllü) Olmak: Alçakgönüllü olmak, kişinin herhangi bir gurur
ve kibre kapılmaması, insanlara karşı son derece saygılı ve sevgi dolu olmasıdır.
Allah-ü Teala Kur'an-ı Kerim'de "Rahman'ın kulları, yer yüzünde tevazu ile yürüyen
kimselerdir... "diyerek alçak gönüllü olmayı övmüştür. Hz. Aişe Peygamberimizin ev
içinde iken diğer insanlar gibi olduğunu, onun ev işlerine yardım ettiğini, kendi özel

6
işlerini kendisinin yaptığını ve çarşıya-pazara çıkarak evin ihtiyaçlarını aldığını ifade
etmiştir. Hz. Muhammed (sav) içinde yaşadığı toplumdaki insanlara karşı eşit
davranmıştır. Onlar arasında siyah-beyaz, zengin ve fakir ayrımı yapmamıştır. Kimin
ihtiyacı varsa yardımına koşmuştur. Allah Resulü, kendisine hizmet edenlere ve
yardımı dokunanlara her zaman vefalı davranmıştır.
Sonuç olarak Hz. Muhammed (sav) bir insan gibi yaşamış, ihtiyaçlarını gidermiş,
toplum ile birlikte olmuş, sıkıntılı ve zor günler geçirmiştir. Kuran’da bu durum şöyle
belirtilir. “De ki ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilahınızın bir ilah olduğu
vahyolunuyor.” Buna göre peygamberimizi diğer insanlardan ayıran özelliği vahiy
almasıdır diyebiliriz. Eğer bizim gibi insan olmasa veya insani özelliklere sahip
olmayıp her zaman üstün özelliklerle yaşasa biz onu kendimize örnek alamazdık ve
onu tanrılaştırma durumu dahi oluşabilirdi hem herkes inanmak zorunda olur,
irademiz devre dışı kalır ve böylece imtihanın da bir anlamı kalmazdı.
2) Hz. Muhammed (sav)’in Peygamberlik Yönü:
A) Tebliğ Görevi: Tebliğ, Peygamberlerin Allah'tan almış oldukları vahyi herhangi bir
azaltma veya ekleme yapmadan olduğu gibi insanlara bildirmektir. Hz. Muhammed
(sav) ilk vahyi aldıktan sonra üç yıllık bir süre boyunca sadece en yakın çevresine gizli
bir şekilde bunu tebliğ etmiştir. Üç yılsonunda gelen Hicr Suresinin 94. ayeti ile
“Öyleyse sana buyrulanı açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme!" emri ile
Peygamberimiz Kâbe yakınlarındaki Safa Tepesi'ne çıkmış ve insanları açıkça Allah'ın
dinine çağırarak tebliğde bulunmuştur. Peygamberler Allah'tan aldıkları vahyi tebliğ
ederken herhangi bir baskı veya zorlamada ya da herhangi bir ücret talebinde de
bulunmazlar. Peygamberlerin görevi sadece tebliğdir, duyurmaktır. İnsanların inanıp
inanmamasından onlar sorumlu değildir.
B) Tebyin Görevi: Tebyin, Arapçada beyan kökünden gelen bir kavramdır. Kapalı
olan bir şeyi açığa çıkarmak ve anlaşılır bir dille açıklamak anlamlarına gelir. Hz.
Muhammed (sav), Kur'an’ı hem söz hem de güzel davranışları ile açıklamıştır. Bir
ayet indiğindesahabe anlayamadığı veya uygulamada zorluk çektiği yerleri hemen
Peygamberimize sorar, Hz. Muhammed (sav) de onları bu konuda bilgilendirirdi.
Peygamberimizin bu özelliğine Kur'an'da "Beyan (Tebyin)" denilmiştir. Kuran'da
"Namazı kılın!"der ancak nasıl kılınacağı anlatılmaz. Peygamberimiz "Beni nasıl
namaz kılar görüyorsanız siz de öyle kılın:' buyurarak bizlere öğretmiştir.
C) Teşri Görevi: Teşri, hüküm vermek ve yasa koymak demektir. İslam dininde teşri
yetkisi Allah-ü Teâlâ ve Peygamberimize aittir. Peygamberimizin (sav) Kur'an'da yer
almayan bir konu hakkında hüküm verme yetkisi vardır. Peygamberimizin vermiş
olduğu bu hüküm Kur'ani temellere dayanmalıdır. Peygamberler sürekli Allah'ın
gözetiminde ve yanlış bir şey yaptığı zaman hemen uyarıldıkları için teşri Allah'ın izni
ve bilgisi dâhilinde olmaktadır. Örneğin, Kur'an-ı Kerim'de Allah-ü Teala hangi
hayvanların etinin yenmeyeceği hususunda şöyle buyurmuştur: "Size ölü hayvan
etini, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilen hayvanı haram kılmıştır.
Fakat istek göstermeksizin ve ölçüyü aşmaksızın başı darda kalan kimse üzerine
günah yoktur..." Allah Resulü de: ''Azı dişi olan her yırtıcı hayvan, pençeli olan her
yırtıcı kuş yasaktır."buyurarak bu haramların sınırını genişletmiştir.
D) Temsil Görevi: Temsil, "örnek olmak ve bir grup veya topluluk adına davranmak'
demektir. Allah Resulü içinde yaşadığı insanlara gerek söz gerekse davranışları ile
örnek olan birisiydi. O insanlık için "Üsve-i Hasene" dir yani en güzel örnektir. Allah

7
Resulü güzel ahlakı ile ön plana çıkmıştı. Hz. Aişe'ye Allah Resulü'nün ahlakı nasıldı?
diye sorulduğunda ; "O’nun ahlakı Kur'an'dı" diye cevap vermiştir.

3. Hz. Muhammed (sav) ‘e Bağlılık ve İtaat:


A) Hz. Muhammed'e (sav) itaat, Allah'a itaattir: Allah-ü Teala, kendi emir ve
yasaklarını insanlara Peygamberler aracılığı ile iletmiştir. Allah-ü Teala insanlardan
Peygamberlerine itaat etmelerini ve onun dediklerini yapmalarını istemiştir. İtaat,
söz dinlemek ve isyan etmemektir. Peygamberlere itaat eden kimse Allah'a itaat
etmiş olur. "Kim Peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz
çevirirse, (bilsin ki) biz seni onlara bekçi göndermedik." (Nisa, 80. ayet)
Peygamberimiz bu hususla ilgili olarak "Her kim bana itaat ederse, Allah'a itaat
etmiştir. Her kim bana isyan ederse, Allah'a isyan etmiştir:' buyurur.
B) Hadis ve Sünnet Kavramları: Hadis ve sünnet birbirleri ile yakın anlamı olan iki
kavramdır. Sünnet, hadisten daha kapsamlıdır. Çünkü Hadis, Peygamberimizin
sözlerini ifade ederken Sünnet; söz, fiil ve onaylamalarını da içerir. Üçe ayrılır:
1)Kavli (söz ile) Sünnet: Peygamberimizin insanları aydınlatmak amacı ile bir konu
hakkında söylemiş olduğu sözlerdir. Örneğin "Kolaylaştın, zorlaştırmayın.
Müjdeleyin, nefret ettirmeyin:' gibi. Bu kavram hadis kavramı işle aynıdır.
2)Fiili (davranış ile) Sünnet: Peygamberimizin bizzat kendisinin yaparak gösterdiği
ve bize de yapmamızı tavsiye ettiği davranış ve uygulamalarıdır. Örneğin Kur'an-ı
Kerim'de "Namazı kılın!" emri vardır. Ancak namazın nasıl kılınacağı, kaç rekât
olduğunu biz sünnetten öğreniriz.
c)Takriri (onaylama ile) Sünnet: Peygamberimizin, bir kişi tarafından yapılan bir
davranışı onaylamasına veya ses çıkarmamasına denir. Çok soğuk bir gün sabah
namazı kılmak için gusül abdesti alması gereken bir sahabenin teyemmüm alıp
namaz kılmıştır. Peygamberimiz niye böyle yaptığını sorunca "Allah-ü Teala kendinizi
tehlikeye atmayın buyuruyor" deyince gülümsemiş ve bir şey dememiştir.

NOTLAR:

8
C) Başlıca Hadis Kaynakları: Peygamberimizin vefatından sonra Sahabelerin de
vefat etmesi ile birçok kimse Allah Resulüne ait olmayan sözler söylemeye
başladılar. Bu durumdan endişelenen bazı İslam âlimleri Hicri 2. asırdan itibaren
Peygamberimizin hadislerini yazarak bir kitap haline getirmeye başladılar. Uzun
süren çalışmalar sonucunda Kütüb-i Sitte (Altı Kitap) oluşmuştur:
1) Sahih-i Buhari: En meşhur hadis kitabıdır. Yazarı Muhammed b. İsmail Buhari'dir.
7397 hadis vardır. Kuran’dan sonra en güvenilir kaynaktır.
2) Sahih-i Müslim: Müslim bin Haccac tarafından derlenmiştir. Buhari'den sonra en
güvenilir hadis kaynağı kabul edilir. 3033 hadis yer almaktadır.
3) Sünen-i Ebu Davud: Ebu Davud Sicistani tarafından derlenmiştir. 4800 hadis
vardır.
4) Sünen-i Tirmizi: Muhammed bin İsa Tirmizi derlemiştir. 3962 hadis vardır. Tirmizi
eserini fıkıh konularına göre tertip etmiştir.
5) Sünen-i Nesai: Muhammed bin Şuayb en-Nesai derlemiştir. 5700 hadis vardır.
Sünenler içinde en az zayıf hadis içeren kitap olduğu ifade edilir.
6) Sünen-i İbni Mace: Muhammed bin Yezit ( ibn Mace) derlemiştir. 4341 hadisi
konularına göre tasnif ederek eserine almıştır.
Bununla birlikte; İmam Malik'in "Muvatta, Ahmed bin Hanbel'in "Müsned"ve
Darimi'nin "Sünen"i de hadis kitapları içerisinde yer alır. Bu üç kitabın da eklenmesi
ile dokuz kitaptan oluşan külliyata "Kütüb-i Tis'a" denilir.
D) Kültürümüzde Ehl-i Bey Sevgisi: Ehl-i Beyt “ev halkı” anlamında
peygamberimizin eşleri, çocukları ve torunlarını içine alan kavramdır. Müslümanlar,
Peygamberimizin ismi anılırken başına saygı ifade eden "Hz." İfadesini eklemiş ve
salâvat getirmiştir. Çocuklarına Muhammed, Mehmet, Ali, Fatma, Hasan ve Hüseyin
isimlerini koymuşlardır. Süleyman Çelebi “Mevlid-i Şerif'i” yazmıştır. Ahlakını ve
Şemalini (yüz güzelliğini) anlatan “Hilye-i Şerifler” yazılmıştır. Yavuz Sultan Selim
“kutsal emanetleri” Mısır'ı fethettikten sonra İstanbul’a getirmiştir. Osmanlı'da ehl-
i beyt soyundan gelenlerin özel olarak tutulduğu “Nakibu'I-Eşraf “defterleri ile kayıt
altına alınmıştır.

NOTLAR:

9
3- KUR’AN’DA BAZI KAVRAMLAR
A) HİDAYET: İslam’ın Aydınlık Yolu: Sözlükte; doğru yolu göstermek, kılavuzluk
etmek anlamlarına gelir. "Hüda" ile aynı kökten gelir. Terim Anlamı ise Allah-ü
Teâlâ’nın insanlara akıl vererek, Peygamber ve ilahi kitap göndererek doğru yolu
göstermesine ve onları karanlıktan aydınlığa çıkarmasına hidayet denir. İslam dinine
yeni giren insanlar için de "hidayete erdi/ihtida etti" gibi sözler kullanılır. Zıt
Kavramı: Hidayet'in zıddı "Dalalet"tir. Dalalet kişinin doğru yoldan sapması, hak
dinden yüz çevirip yanlış yollara girmesidir. Allah insanlara doğru yolun hangisi
olduğunu ilahi kitaplar ve peygamberler aracılığı ile gösterir, insan da özgür irade ve
aklını kullanarak ya hidayet yolunu ya da dalaleti seçer.
Günde beş vakit namaz kılarken Fatiha Suresi'nde"Allahım bizleri doğru yola ilet.
Öyle ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğramış ve dalalete
düşmüş kimselerin yoluna değil!" diye dua ederiz.
İnsan Suresi'nin 3. ayetinde Allah-ü Teâlâ "Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik;
artık o isterse şükreden olur, isterse nankör." olur diyerek insanın hidayeti veya
dalaleti tercih etmesini onun özgür iradesine bağlı kıldığını bizlere bildirmiştir.
B) İHSAN: Allah’ı Görüyormuş Gibi Yaşamak: Sözlükte; İyilik etmek, güzel
davranmak, ikramda ve lütufta bulunmak demektir. İhsan'da bulunan kimseye
"Muhsin" denir. Terim Anlamı ise kişinin günlük hayatında ve yaşamında sanki Allah'ı
görüyormuş gibi davranması ve buna uygun ibadet etmesidir. Cibril hadisi olarak
bilinen hadiste Peygamberimiz ihsan kavramını "Allah'ı görüyormuş gibi ibadet
etmendir. Sen O'nu görmesen de O seni görür:' diye tanımlamıştır. Hz. Ali "İnsanlar
işlerini ihsanla yapmalarına göre değer kazanır." buyurarak bu kavramın önemine
dikkat çekmiştir. İhsan kişinin sürekli gözetim altında olduğu bilincinde yaşamasıdır.
Biz her ne kadar Allah-ü Teâlâ’yı göremiyorsak da onun bizi sürekli gördüğünü ve
söylediğimiz her sözü işittiğini unutmamalıyız. İnsan kendisinin acizliğinin farkına
vardığında Allah’ın mükemmel ve kusursuz olduğunu kavrar.
İhsan kavramı Kur'an-ı Kerim'de Allah'a nispet edilerek kullanıldığında kusursuzluk,
mükemmellik ve Allah'ın kullarına bol lütufta bulunmasını ifade eder. Örneğin Secde
Suresinin 7. ayetinde "O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da
çamurdan başladı" buyrulmuştur. Kur'an-ı Kerim'de ihsan kavramı insan için
kullanıldığında ise kişinin Allah'a karşı kulluk borcunu yerine getirmesi, elindeki
maldan ihtiyaç sahiplerine vermesi, iyilik yapması, sabretmesi ve güzel söz söylemesi
gibi anlamlarda kullanılmıştır. "Eğer Allah'a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin
için kat kat arttırır ve sizi bağışlar." (Tegabun, 7 7. ayet)
C) İHLÂS: Allah İçin Samimiyet: Sözlükte; temizlenmek, arınmak, saflaşmak,
samimiyet, içtenlik ve karşılıksız sevgi anlamlarına gelir. Terim anlamı ise; kişinin
yaşantısındaki bütün söz, davranış ve ibadetlerinde sadece Allah'ın rızasını
gözetmesi ve onu kazanmayı amaçlayarak hareket etmesidir. Kişi inancında samimi
olmalı, Allah'tan başka hiçbir varlığa ibadet etmemeli ona şirk koşmamalıdır. Söz ve
davranışlarında ise kalbindekini dışına yansıtmalı, yaptığı her işte Allah'ın rızasını
kazanmak için uğraşmalıdır. Peygamberimiz "Şüphesiz ki, Allah sizin suretlerinize ve
mallarınıza bakmaz; lakin kalplerinize ve amellerinize bakar." buyurarak ihlâsı
vurgulamıştır. Zıt Kavramı: İhlâs’ın zıddı ise “riya”dır. Riya kişinin ikiyüzlü olması,
özünün ve sözünün bir olmaması, yapmış olduğu davranışlarda Allah'ın rızasını değil

10
de insanların beğenisini kazanmaya çalışmasıdır. Peygamberimiz riya için "küçük
şirk" ifadesini kullanmıştır. İhlâs için Kuranda; "Ey iman edenler! İçtenlikle ve
kararlılık içinde Allah'a tövbe edin. (Tahrim,8.ayet) Riya için de: "Ey iman edenler!
Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını insanlara gösteriş yapmak için
harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa
çıkartmayın ..."(Bakara, 264. Ayet)

NOTLAR:

D) TAKVA: Allah’ın Emir ve Yasaklarına İtaat: Sözlükte; korunmak, sakınmak, saygı


göstermek, itaat etmek, çekinmek, güçlendirmek, bilinçli ve dikkatli davranmak
anlamlarına gelir. Terim anlamı ise; kişinin Allah-ü Teâlâ’nın emir ve yasaklarına
uymasıdır. Kısaca kişinin Allah-ü Teâlâ’nın yap dediklerini yapıp, yapma
dediklerinden ve şüpheli gördüğü şeylerden ise kaçınması, Rabbine karşı sorumluluk
bilinci taşımasıdır. Kişinin takvaya ulaşabilmesi için öncelikle kendisini şirkten
koruması, haramlardan kaçınması, tüm benliği ile kalbini Allah'a yöneltmesi ve onun
rızasını kazanmak için ibadet etmesi gerekir. Takva sahibi kişiye "Müttaki" denir.
Takva kavramı her ne kadar toplumumuzda "Allah'tan korkma" olarak bilinse bu bilgi
eksiktir. Takva, kişinin Rabbine olan saygısının bir göstergesidir. Kişinin sevdiğine
verdiği değerin bir ifadesi onun sevgisini kaybetmekten çekinmesidir. İnsanlar
arasında dil, ten rengi, cinsiyet gibi ayrımlar gözetilmemesi bütün insanların Allah
katında eşit oldukları ifade edilmiştir. Allah katında en üstün kişinin "en takvalı" olan
kişi olduğu vurgulanmıştır. ''Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten
en çok sakınanınızdır.(Hucurat, 13. ayet) Bakara Suresinin 2. ayetinde Müttakilerin
özellikleri şöyle sıralanır: "Onlar (takva sahipleri) gayba iman ederler, namazı
kılarlar, kendilerine verdiklerimizden hayra harcarlar; sana indirilene ve senden önce
indirilene iman ederler ve ahirete de onlar kesin olarak inanırlar."
E) SIRAT-I MÜSTAKİM: Dosdoğru Yol: Sözlükte: Sırat,"yol" demektir. Müstakim ise
"doğru" anlamına gelir. Doğru yol, ana yol ve dengeli yol anlamlarına gelir. Terim
anlamı ise; Allah-ü Teâlâ tarafından insanları doğru hedefe ulaştırması için gösterilen
hidayet yoluna Sırat-ı Müstakim denir. Bu yol her türlü aşırılıktan uzak, dengeli ve
orta bir yoldur. Kişi herhangi bir batıl inanç ve hurafeye kapılmadan Allah'ın bildirdiği

11
bu yoldan ilerlemelidir. İslam ve Kur'an-ı Kerim ile aynı anlamda da kullanılır. Her
gün beş vakit namaz kılarken Fatiha suresinin 6. ayetinde bizler Allah-ü Teâlâ’dan
bizleri doğru yola iletmesini istemekteyiz. Kişi Allah'ın rızasına uygun dengeli bir
hayat yaşamalıdır. İbadet ve sorumluluklarında ne çok aşırı (ifrat) gitmeli ne de çok
gevşek (tefrit) davranmalıdır. Dualarında Allah-ü Teâlâ’dan kendisini, kendilerine
nimet verilen kimselerin yoluna iletmesini istemelidir. Allah-ü Teâlâ En'am Suresinin
151-153. ayetlerinde Sırat-ı Müstakim'in özelliklerini şöyle ifade etmiştir: "De ki:
Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayın. Anne babaya iyilik edin. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin; biz,
sizin de onların da rızkını veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın.
Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın yasakladığı cana kıymayın. İşte bunları Allah size
emretti; umulur ki düşünüp anlarsınız. Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına,
onun iyiliğine olmadıkça el sürmeyin. Ölçü ve tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak
gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız hakkında bile
olsa, adaletli olun. Allah'a verdiğiniz sözü eksiksiz yerine getirin. İşte düşünüp öğüt
alasınız diye Allah size bunları emretti. Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna
uyun; (başka) yollara sapmayın; sonra onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte
günahtan korunmanız için Allah bunları size emretti."
F) CİHAT: Allah Yolunda Mücahede/Mücadele: Sözlükte; cihat, cehd kelimesinden
türemiştir. Cehd; çalışma, çabalama, bir işi yapmak için bütün benliği ile mücadele
etme, elinden gelen tüm imkânları kullanma demektir. Terim anlamı ise; kişinin
İslam dininin ilke ve prensiplerini insanlara ulaştırmak için elinden gelen tüm
imkânları kullanması, çaba ve gayret sarf etmesidir. Tasavvufi anlamda cihat, kişinin
nefsinin isteklerine karşı koyması, onun dediklerini yapmaması ve iç dünyasını
güzelleştirmesidir. Ayrıca cihat, kişinin gerektiği zaman Allah'ın dinini ve vatanını
koruması için şehit olma arzusu ile savaşmasıdır. Bu anlamda kullanılan cihat,
İslam'da en son çare olarak ifade edilmiştir. Tüm barış yolları tükendiğinde
başvurulması gereken en son yoldur. Bu cihata Kur'an'da "Kıtal" ismi verilmiştir.
Kişinin malını Allah yolunda vermesi, iyiliği emredip kötülükten uzaklaştırması da
cihat kavramı içinde yer alır. Allah yolunda gerek malı gerekse canı ile cihat edenlere
"Mücahit" denir. Cihat'ın farz-ı kifaye olduğu durumlar da vardır. Eğer orduda yeterli
insan varsa diğerlerinin gitmesine gerek yoktur. Ancak savaşacak kimse kalmazsa
cihat bu sefer herkes için farz-ı ayn olur Mekke döneminde inen ayetlerde cihat
kavramı mücadele etme, infak etme, güçlüklere göğüs germe ve sabretme
anlamlarındadır. "Öte yandan, bilesin ki Rabbin, eziyetlerle sınandıktan sonra
yurtlarından göçenlerin, ardından çabalarını sürdürüp sabır gösterenlerin
yardımcısıdır; artık bu yapılanlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayıcı, çok
merhametlidir." (Nah/, 110. ayet) Medine döneminde inen ayetlerde ise cihat,
kendilerine yapılan saldırıya karşılık vermek ve Allah yolunda savaşmak anlamında
kullanılmıştır."İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla
cihad edenlerin Allah katında büyük dereceleri vardır. İşte 'kurtuluşa erenler
bunlardır." ( Tevbe, 20. ayet)
G) SALİH AMEL: İyi, Doğru ve Güzel Davranış: Sözlükte; Amel "iş, çaba, emek, fiil ve
çalışma" anlamına gelir. Salih ise "doğru, iyi, faydalı ve güzel" anlamlarına gelir. Salih
amel (Amel-i Salih), doğru ve faydalı iş demektir. Terim anlamı ise; kişinin Allah
rızasını kazanmak için yapmış olduğu gerek ibadet gerekse günlük hayattaki tüm
güzel ve faydalı davranışlara denir. Kur'an-ı Kerim'de pek çok ayet-i kerimede iman

12
ile salih amel bir arada geçmektedir. Salih amel kişinin yaptığı en küçük bir iyilik bile
olabilir: Yoldaki bir taşı kaldırıp kenara atmak, yol soran birisine yol tarif etmek,
engelli bir insana yardım etmek, okulumuzdaki gereksiz yanan lambayı kapatmak,
insanlara güler yüzlü olmak, selam vermek, doğayı korumak, hayvanlara merhamet
ile yaklaşmak bunlardan sadece bir kaçıdır. Asr Suresinde Allah-ü Teâlâ kurtuluşa
erecek ve asla zararda olmayan dört grup insanı sayarken bunlardan birisinin de
salih amel işleyenler olduğunu belirtmiştir: ''Asra yemin ederim ki, insan gerçekten
ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve ahiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine
hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler bundan hariçtir." Kur'an-ı Kerim'de
salih amel işleyenler "yaratılmışların en iyisi" olarak ifade edilmiştir. (Beyyine, 7-8.
ayetler)

NOTLAR:

4- İNANÇLA İLGİLİ MESELELER


1. İNANÇLA İLGİLİ FELSEFİ YAKLAŞIMLAR

TEİZM
Yunancada ‘tanrı’ için kullanılan ‘teos’ kelimesinden türetilen teizm, alemin
yaratıcı sebebi olan ve varlığı mutlak bir tanrı inancını savunan felsefi yaklaşımdır.
Türkçede ‘tanrıcılık’ şeklinde ifade edilen bu düşünceyi benimseyene teist denilir.
Teizm, Tanrı’nın varlığıyla birlikte onun yaratıcılığını, gerçek, şuurlu ve iradeli bir
varlık olduğunu kabul etmektedir. Bu düşüncede Tanrı’nın vahiy göndererek
insanlarla iletişime geçtiği, aleme ve insanlara daima müdahil olduğu benimsenir.
Başka bir ifadeyle teizm, Tanrı’nın sonsuz güç ve kudret sahibi olduğuna, her şeyi
bildiğine, gördüğüne, duyduğuna ve takdir ettiğine, adalet ve hayır sahibi olduğuna
inanmaktır. Teizmde tanrı, yarattığı varlıklardan ayrı ve farklıdır. Yarattıkları
aracılığıyla kendisini gösterir. İnsanı ibadet ve itaate muhatap varlık olarak görür.
Tanrı varoluşun, değerin kaynağı, koruyucu, güç, gerçeklik ve değer bakımından en
yüce varlıktır.

13
DEİZM
Deizm, Latincede Tanrı anlamında kullanılan ‘deus’ kelimesinden türemiş
olup teizmle aynı sözlük anlamına sahiptir. Fakat deizm, Tanrı’nın varlığına
inanmakla birlikte zamanla Tanrı’nın yaratma dışındaki sıfatlarını reddeden
düşüncenin adı olmuştur. Bu düşünceye sahip kişilere de deist denir.
Deistler, Tanrı’nın varlığını ve alemin yaratıcısı olduğunu kabul ederler. Fakat O’nun
aleme, insana müdahil olmadığını ve nübüvveti (peygamberliği) kabul etmezler. Bu
yönüyle özellikle Tanrı’nın diriltme, rızıklandırma, cezalandırma ve affetme gibi
sıfatlarını yok sayarlar. O’nu yaratılış sonrasında evrenle ilgilenmeyen bir tanrı
olarak görürler. Deistlere göre kainat; Tanrı tarafından tasarlanan, hareketi
başlatılan, fakat dışarıdan müdahale olmadan doğa kanunlarına uygun şekilde
işleyen bir bütünlük olarak kabul edilmektedir. Deizm denilince tek bir düşünce tarzı
akla gelmemelidir. Deistlerin bazıları, dünyayı yaratan ama dünyada olup bitenle
ilgilenmeyen bir Tanrı’ya inanırken bazıları ise Tanrı’nın evrenle ilgilendiğine ama
insandan gelen taleplerle ilgilenmediğine inanmaktadır.

MATERYALİZM
’Maddecilik’ anlamına gelen Latince ‘materya’ kelimesinden türeyen materyalizm;
var olan her şeyin maddeden ibaret olduğunu, maddeden bağımsız fizik ötesi bir
alanın bulunmadığını iddia ederler. Materyalizm; başta Tanrı inancı olmak üzere
yaratılış, melek, vahiy, peygamberlik, kutsal kitaplar ve ahiret gibi dini inançları
kabul etmezler. Materyalizm maddi alemin ötesinde herhangi bir alanı tanımayan
dünya görüşüdür. Bu anlayışta olup biten her şeyin sadece maddi sebeplerle
açıklanabileceği iddia edilir. Tabiatüstü bir gücün mevcut olmadığını ileri süren
materyalizm, özünde Tanrıtanımaz(ateist) düşünceye sahiptir. Bu düşünceye sahip
kişiye ise materyalist denir.

NOTLAR:

14
POZİTİVİZM
Pozitivizm, Fransızcada «gerçek, kanıtlanmış, olumlu» gibi anlamlara gelen
«positif» kelimesinden türetilmiştir. Auguste Comte tarafından kurulan pozitivizm
(olguculuk); dini ve metafiziği, insanlığın ilerlemesini engelleyen bilim öncesi
düşünce tarzları olarak gören ve sadece modern bilimi temele alan dünya görüşünün
adıdır. Pozitivizm, metafizik ile bilim arasına kesin sınırlar koyar. İnancı ve sezgisel
olanı bilimsel etkinlik alanından uzaklaştırır. Üzerinde odaklanılması gereken tek
bilgi türü olarak bilimsel bilgiyi öne çıkarır. Dini ve metafizik düşünceye dayanan
verilerin yerini sadece akla, gözleme ve deneye dayalı pozitif bilginin almasını
öngörür. Pozitivizm; modern Batı düşüncesinde sadece bilim alanıyla sınırlı
kalmamış, bir sosyal teoriye dönüşmüştür. Pozitivizme göre bilimsel bilgi; insanın
her türlü ihtiyacını karşılayacaktır. Bilim zamanla her bakımdan insana tatmin edici
bir çevre yaratma imkanı sağlayacaktır. Pozitivim, bilimin ilerlemesine kadar geçen
süreyi bilim öncesi metafizik devirler olarak görür. Bu düşünceye göre din, toplumun
ilkel dönemlerinde bir ihtiyacı karşılamış olabilir ama bilimin ilerlemesiyle birlikte
artık dine ihtiyaç kalmamıştır.

AGNOSTİSİZM
Sözlükte «bilinmezcilik ya da bilinemezcilik» anlamına gelen agnostisizm,
insanların mutlak bilgiye ve hakikate ulaşamayacaklarını ifade eden bir görüştür.
Özellikle Tanrı hakkında kesin bilgi elde etmenin mümkün olmadığını savunan felsefi
yaklaşımının adıdır. Poztivist ve materyalist akımların dayanaklarından birisi olarak
kullanılabilen bir akımdır. Agnostisizm, Tanrı’nın varlığını kesin bir şekilde kabul
eden teizme karşı olduğu kadar Tanrı’nın yokluğunu iddia eden ateizme de karşıdır.
Agnostiklere göre Tanrı’nın varlığı kesin olarak bilinemeyeceği gibi yokluğu da kesin
olarak bilinemez. Güncel anlamıyla agnostik olmak, Tanrı’nın yokluğunu kanıtlamak
için özel bir çaba içine girmeyen, ancak hayatını da Tanrı’nın varlığı kabulüne göre
düzenleyen bir kişi olmak demektir. Agnostik bakış açısında, Tanrı’nın yanında
ahiretle ilgili meselelerin de doğrulanması mümkün görülmez ve herhangi bir dini
benimsemek anlamsızdır.

ATEİZM
Ateizm veya tanrıtanımazlık, Yunanca’da olumsuzluk bildiren «a» ön ekiyle Tanrı
anlamına gelen teizmin birleşiminden oluşan ve Tanrı’nın var olmadığı inancına
dayanan felsefe akımıdır. Ateizmin kavramı, felsefi bakış açısını ifade etmenin
yanında belli bir yaşam tarzını ve davranış biçimini de dile getirmektedir. Ateizm,
sadece Tanrı’ya değil metafizik alana ait her şeye karşıdır. Bu akımı benimseyenlere
ateist denir. Ateizm, insanlık tarihinde çok yaygın olmasa da eski dönemlerden
günümüze kadar gelen bir akımdır. Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise ateizmin
söylemleri tabiatüstü unsurları inkar etmenin yanında bilime aşırı derecede güven,
dinin sert biçimde eleştirilmesi ve dini inanç sahipleriyle alay etme şeklinde
karşımıza çıkmaktadır. Bu ateizm şeklinde «Yeni ateizm» adı verilmektedir. Yeni
ateizm adı altında yapılanların çoğunluğunun ideolojik olduğu unutulmamalıdır.

15
NİHİLİZM
«Hiççilik» şeklinde Türkçeye tercüme edilen nihilizm, hayatın anlamını boşluk,
hiçlik, anlamsızlık gibi kavramlara indirger. Bu bakış açısının etkisiyle varlık, bilgi ve
değer alanında olumsuz yaklaşımları öne çıkarır. Anlam, değerler, inançlar, ahlak,
siyaset, düzen gibi kavramları yerinden ederek bunları geçersiz kılmaya çalışan;
felsefi, sosyal, siyasi, ahlaki tutumları ifade eden yönelişe nihilizm denir.
Felsefi yönden hiçbir gerçek kabul etmeyen, sosyal yönden var olan toplum
düzenini benimsemeyen, siyasi yönden her türlü otoriteyi reddeden, ahlaki
yönden hiçbir değeri tanımayan kişilere nihilist denir. Karamsar dünya görüşüne
dayanan bu felsefede anlamsızlık, saçmalık, kötümserlik, umutsuzluk hakimdir.
Nihilizm; varlığı, hayatı ve insanı tek taraflı değerlendiren, kötülere odaklanarak
bunalımlı bir ruh yapısıyla her zaman kötülükleri göz önünde tutan bir bakış açısıdır.
Nihilizm; evrenin anlamsız ve amaçsız olduğunu, hayatın ve insanın değeri ya da
anlamı olmadığını, kendisi için yaşamaya değer hiçbir şeyin olmadığını savunur.
Nihilizmin ateizmle ortak noktası, Tanrı inancını yok saymasıdır.

NOTLAR:

16
5- SEKÜLERLEŞME VE LAİKLİK
SEKÜLERLEŞME
Sekülerleşme, belli bir zaman dilimi içerisinde, dinin, dine benzeyen
mekanizmaların ve batıl inançların (doğaüstücülük ya da halk inançları) toplumsal
düzeydeki prestijlerinin ve topluma etki etme güçlerinin göreceli olarak azalması
demektir (Ertit, 2013). Sekülerleşme kelimesi etimolojik olarak Orta Çağ
Latincesindeki saeculum’a dayanıyor ve günümüze kadar üç farklı anlamda
kullanılıyor (Casanova, 1994). Birinci kullanım, “yüzyıl, çağ, dünya” anlamında,
Roman dillerinde de secolo (İtalyanca), siglo (İspanyolca), ve siécle (Fransızca) gibi
karşılığı olan bir kullanımdır. İkinci kullanımı kilise hukuku içerisinde manastır
hayatını bırakıp “dünya”ya yönelen din adamları için kullanılan secular kelimesidir.
Manastır içine kapanarak dünya ile ilişkisini kesen, inzivaya çekilmiş diğer radikal din
adamlarından farklı olarak bu seküler din adamları dünya ile ilişkilerini sürdürürlerdi.
Halk ile diyalog halinde, toplumun gündelik sorunlarına din perspektifinden
yaklaşarak çözümler üretmeye çalışırlardı. Üçüncü kullanım alanı ise tarihsel süreçte
dinin toplumsal alanlarda kullanımının azaltılmasını ifade eder.
Sekülerleşme adı ile ifade edilen bu değişimler dinsizleşmek ya da
inançsızlaşmak anlamına gelmemektedir. Aksine, sekülerleşme süreci din
inancındaki artış ya da azalıştan bahsetmemektedir. Toplumdaki inançlı insan
sayısındaki artış-azalış sekülerleşme kavramının içinde olduğu tartışmalarda
doğrudan yer almamaktadır. Bir birey oldukça seküler bir hayat yaşarken de -yani
günlük yaşam pratiklerine din hiç nüfuz etmese bile - halen dine ve yaratıcıya
inanabilir. Keza Davie (1990, 455; 1994: 5) bu süreci believing without belonging
olarak tanımlıyor. Sekülerleşme kavramı için önemli olan dine inanan ya da
inanmayan kişi sayısındaki değişimler değil, dinin günlük toplumsal yaşayışa etki
etme gücüdür.

LAİKLİK
Laik kelimesi Latincede din işleriyle ilgisi olmayan anlamındaki laicus kelimesi ile
Yunancadaki “halktan olan” anlamındaki laïkos kelimelerinden türemiştir (Küçük,
2011: 46). Din-toplum arasındaki inişli-çıkışlı ilişkiyi açıklamak için kullanılan
sekülerleşme kavramına karşın laiklik din ile devlet arasındaki ilişkiye dair bir siyasi
ilke ve projedir. En geniş anlamı ile laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden
ayrılması, devletin her inanç grubuna aynı uzaklıkta olması, devletin kontrolünde
olan eğitim, sağlık, güvenlik, hukuk, ekonomi gibi alanlarda herhangi bir dini grubun
söz sahibi olmaması, devletin dış ve iç politika için alınan kararlarda belli bir inanç
grubunun çıkarlarını gözetmemesi, hiç kimsenin bağlı olduğu dini inançtan dolayı
devlet kadrolarından uzaklaştırılmaması ya da bürokraside yükseltilmemesi, yani
kısacası devletin tüm inanç gruplarına eşit mesafede olması demektir. Bu tanım
laik devletin dine düşman olduğu, vatandaşlarının ibadet etme hakkını gasp edeceği,
vatandaşlarını dinsizleştirmeye çalışacağı ya da dini kendi kontrolü altına alacağı
anlamına gelmemektedir. Laiklik, söz konusu devlet işleri olduğunda dinin hiçbir
şekilde referans noktası olarak kabul görmemesi anlamı taşımaktadır. (Volkan Ertit-
sekülerleşme ve din)

17
SONUÇ
Türkiye’de “laiklik ve “seküler” kavramlarının çok doğru ve yerinde
kullanılmamaktadır. “Laiklik” siyasal bir kavramdır. Devleti tanımlar. “Seküler” ise
toplumsal bir kavramdır. Bireyi ve toplumu tanımlar. Laiklik, din ve devlet işlerinin
ayrılması değil, devletin din(ler)e karşı nötrleşmesidir. Devletin “laik” olması için
toplumun “seküler” olması da şart değildir. Devletin “laik olması ya da olmaması
yurttaşların tercihleri üzerinden değil, devletin eylemleri üzerinden tanımlanabilir.
“Seküler”, din çıkarıldığında geride kalan değil, bilakis dinin bizatihi dahil olduğu bir
toplumsallığın sıfatıdır. “Dinsiz” kavramı bile ancak dinin var olduğu bir dünyada
mümkündür. Dünyanın en dindar toplumu, en laik devletine sahip olabilir. Türkiye
tecrübesinde laisizm bir modern siyasal ideoloji olarak diğer ideolojilerle rekabete
girmiştir. Başka bir anlamda, laiklik aynı zamanda bir “seküler din” gibi din(ler)le de
rekabet halinde olmuştur. Yani, devletin bir sıfatı olması gereken laiklik toplumsal
alana taşmıştır. Bu çerçevede Türkiye’de dini siyasallaştıran, devletin bu kararıdır.
Müslüman dindarlığın siyasallaşması olarak İslamcılık, aslında öncelikle buna bir
tepkidir. Türkiye’nin siyasal kutuplaşmasının ana eksenleri aslında devletin bu
politik-teolojik kararına dayanmaktadır. (Prof. Dr. Besim F. Dellaloğlu)

NOTLAR:

18
6- ATATÜRK’ÜN LAİKLİK ANLAYIŞI VE TÜRKİYE’DE LAİKLİK
1- LAİKLİĞİ DOĞURAN NEDENLER?
Laiklik; din ile devlet işlerinin ayrı yürütülmesi ve devletin, bireyin dini inanç ve
ibadetlerine hiçbir şekilde müdahale etmemesidir. Laiklik, Hıristiyanlığın hakim olduğu
Batı dünyasında uzun ve büyük mücadeleler sonucunda ortaya çıkmıştır. Orta Çağ’da
kilise yönetimi din işlerinden felsefeye, bilimsel çalışmalardan günlük hayatı
düzenleyen kurallara kadar her şeyi otoritesi altında bulunduruyordu. Din adamları
toplumda ayrıcalıklı bir sınıf haline gelmişti. Papa hem dini bir lider hem de siyasi
idarenin başındaydı. Din adamlarının görüşleri Tanrı’nın sözleri olarak görülür ve
mutlak doğru olarak kabul edilirdi. Kilisenin kararları tartışılmazdı. Bilim adamları,
düşünürler kilisenin görüş ve uygulamalarına aykırı fikirler ileri sürdüğünde
cezalandırılırdı. Kilisenin uygulamalarına karşı çıkanlar aforoz edilirdi.
Halk zamanla kilisenin baskısından iyice bunaldı ve kilisenin uygulamalarına karşı
çıkmaya, tepki göstermeye başladı. Bu durum kilise ile siyasi iktidarlar arasında bir
mücadelenin başlamasına neden oldu. Bazı Avrupa ülkelerinde siyasi iktidar, din
adamlarının yetkilerinin sınırlandırılmasını, kilisenin halk üzerindeki baskının sona
ermesini savunuyordu. Bu durum 1789 Fransız İhtilali ile bütün Avrupa’yı etkisi altına
aldı. Çünkü Fransız İhtilali’ni gerçekleştirenler kilisenin yetkilerini sınırlandırmışlar ve
din ile devlet işlerini birbirinden ayırmışlardı. Dilimize Fransızcadan geçmiş olan laiklik
böylece ortaya çıktı ve zamanla Avrupa ülkelerinde yaygınlaşıp benimsendi.
Ülkemizde ise Laiklik, 1937’de Anayasa’mızdaki yerini aldı ve Cumhuriyetimizin temel
niteliklerinden biri haline geldi. Bu durum 1982 Anayasası’nın 1 ve 2. Maddelerinde
şöyle ifade edilmektedir: “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir. Türkiye Cumhuriyeti,
toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik,
laik, sosyal bir hukuk devletidir.”

2- LAİK DEVLET
Sizce laik devlet hangi niteliklere sahip olmalı?
• Laik devlet, din ve devlet işlerini birbirinden ayrı yürütür.
• Vatandaşların inanç ve ibadetlerine herhangi bir müdahalede bulunmaz.
• Bütün dinlere ve inanç mensuplarına eşit mesafededir.
• Laik devlette bireyler istediği dine, inanca inanıp inanmamakta özgürdür.
Laik devlet, tüm vatandaşların din ve vicdan hürriyetini yasalarla güvence altına alır.
Vatandaşların dini inançlarının istismar edilmesine ve sömürülmesine izin vermez. Laik
devlette bireyler inançlarından ve düşüncelerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz.
Herkes yasalar önünde eşit haklara sahiptir.
Türkiye Cumhuriyeti de demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Ülkemizde herkes
istediği dine inanmada, ibadetlerini yerine getirmede özgürdür. Atatürk bu durumu bir
sözünde şöyle ifade etmiştir: “Türk devleti laiktir. Her yetişkin dinini seçmekte
serbesttir.”

3- LAİKLİK DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜDÜR


Din ve Vicdan Özgürlüğü Ne Demektir?
Din ve vicdan özgürlüğü her insanın temel haklarındandır. Laiklik ilkesi, her bireye
istediği bir dinî inancı benimseyip benimsememe ve inancının gereği olan ibadet vb.

19
buyrukları yerine getirme özgürlüğü getirmektedir. Ayrıca kişiye, inancının gerektirdiği
şekilde hiçbir baskı altında kalmadan düşüncelerini özgürce ifade edebilme imkanı
vermektedir. Bununla ilgili olarak Anayasamızın 24 ve 25. maddelerinde şu hüküm yer
almaktadır: «Herkes vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir… Kimse ibadete,
dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz, dini
inanç ve kanaatlerinden dolayı suçlanamaz… Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine
sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun, kimse, düşünce ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamaz. Düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.»
Laiklik ilkesi gereğince devlet, vatandaşların din ve vicdan özgürlüklerini korur. Dinin
çıkar aracı olarak kullanılması, politikaya alet edilmesi gibi durumlara izin vermez.
Atatürk de dinin istismar edilmesine karşı çıkmış, bir sözünde durumu şöyle belirtmiştir:
“…Bunca yüzyıllarda olduğu gibi bugün bile milletlerin cahilliğinden ve taassubundan
faydalanarak bin bir türlü siyasi ve kişisel amaç ve menfaat temin etmek için dini alet ve
vasıta olarak kullanmak teşebbüsünde bulunanların, içeride ve dışarıda varlığı bizi, bu
konu üzerinde söz söylemekten ne yazık ki henüz uzak bulundurmuyor.”

4- ATATÜRK’ÜN LAİKLİK ANLAYIŞI


“Laiklik prensibinde ısrar ediyoruz. Çünkü milli iradenin, insanlığa mâl olmuş
değerlerinin belki de en mukaddesi (kutsalı) olan din hürriyeti, ancak laiklik prensibine
bağlanmakla korunabilir.”
--MUSTAFA KEMAL ATATÜRK—
Atatürk dine önem veren bir devlet adamıydı. Onun “Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz
milletlerin devamına imkan yoktur….” sözü bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Atatürk laikliğin dine engel olmadığı, aksine gerçek dindarlığın gelişmesine imkan
sağladığı kanaatindeydi. Bu düşüncelerini bir sözünde şöyle ifade etmiştir: “Laiklik asla
dinsizlik olmadığı gibi sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için gerçek
dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir.”
Atatürk’ün laiklik anlayışı genel olarak iki esasa dayanmaktadır. Bunlardan biri din ve
devlet işlerinin birbirinden ayrı yürütülmesi, diğeri ise tüm vatandaşların din, vicdan ve
ibadet hürriyetlerinin güvence altına alınmasıdır. O, bunu bir sözünde şöyle belirtmiştir:
“Laiklik yalnız din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması demek değildir. Tüm
vatandaşların vicdan, ibadet ve din özgürlüğü de demektir.”

NOTLAR:

20
5- ATATÜRK’ÜN DİNİ KAYNAKLARI ANLAŞILIR HALE GETİRME PROJESİ

A) Türkçe Tefsir Ve Meal Çalışmaları


Atatürk, İslam dininin milletimizin en önemli değerlerinden biri olduğu
düşüncesindeydi. Ancak o, halkımızın dini ve dinin temel kaynaklarını yeterince
bilmediği kanaatindeydi. Bu nedenle de milletimizin İslam dinini doğru bir şekilde
öğrenebilmesi için bazı çalışmalar başlatmıştır. Bunlardan biri Kur’an’ın tefsirinin ve
mealinin yapılmasıdır.

*Meal: Kur’an ayetlerinin Arapçadan başka bir dile çevrilmesi


** Tefsir: Kur’an ayetlerinin geniş bir şekilde açıklanıp yorumlanmasıdır.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK:


«Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur’an Türkçe okunmalıdır.»
(21 Şubat 1925)

«Kur’an’ın çevrilmesini emrettim. Hz. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın


tercüme edilmesi için de emir verdim.»

Türkiye Büyük Millet Meclisinin aldığı karar gereğince Diyanet İşleri Başkanlığı,
Kur’an’ın dilimize çevrilmesi için Mehmet Akif Ersoy’u görevlendirmiştir.
Türkçe tefsirin yapılması görevi ise, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a verilmiştir.
Ancak Akif mazeret bildirerek bu görevi yapamayacağını söylemiş ve bu görev
tefsirin yanı sıra mealin yazılmasını da Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır üstlenmiştir.
Elmalılı’nın yazmış olduğu tefsir kitabı: Hak Dini Kur’an Dili, Yeni Mealli Türkçe
Tefsir

B) Türkçe Hadis Kitabı Çalışmaları


Hz. Muhammet İslam dinini insanlara açıklayıp öğreten, ibadetlerin nasıl
yapılacağını uygulamalı olarak gösteren elçidir. Onun hayatının ve hadislerinin
öğrenilmesi, dinin doğru anlaşılması bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu
sebepledir ki Atatürk, Kur’an’ın Türkçe meal ve tefsirinin yanı sıra hadislerin de
dilimize çevrilmesine öncülük etmiştir.
Atatürk’ün Meclis nezdindeki girişimleri sonucu 21 Şubat 1925 tarihli oturumda,
Kur’an’ın Türkçe tercüme ve tefsirinin yapılması, ayrıca gerekli görülen İslami
eserlerin telifi ya da tercümesi gerçekleştirilmesi amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı
bütçesine ek ödenek koydurulmuştur. Bunun üzerine temel hadis kitabı olan SAHİH-
İ BUHARİ Türkçeye BÂBANZADE AHMET NAİM’e verilmiş ancak tercüme işine
başladıktan sonra vefat etmiştir. Bu sebeple onun başlatmış olduğu çalışmayı KAMİL
MİRAS tamamlamıştır. 12 ciltlik SAHİH-İ BUHARİ MUHTASARI TECRİD-İ SARİH
TERCÜMESİ adlı eser ortaya çıkmıştır.

C) Hutbelerin Türkçe Okunması


Atatürk, Cuma ve bayram namazlarında insanların çeşitli konularda bilinçlenmesi
için okunan hutbelerin anlaşılır olması bakımından hutbelerin Türkçe okunması
gerektiğini söylemiş ve buna büyük önem vermiştir.

21
O, hutbelerin nasihat kısmının Türkçe okunması gerektiği konusundaki görüşlerini
ilk olarak 1 Mart 1922’de Meclisin üçüncü toplanma yılının açılışında ifade etmiştir.
Daha sonra Mustafa Kemal Atatürk, Zağanos Camii’nde Türkçe bir hutbe
okumuştur.
«Efendiler, hutbe demek, halka hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin
anlamı budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım anlamlar çıkarılmamalıdır.
Hutbeyi okuyan hatiptir. Yani söz söyleyen demektir… Hutbeden amaç, halkın
aydınlatılması ve doğruyu bulmasıdır. Başka bir şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin
sene evvelki hutbeleri okumak insanları bilgisizlik ve uyuşukluk içinde bırakmak
demektir. Hatiplerin her halde halkın kullandığı dille anlatması gerekmektedir.
Geçen sene Millet meclisinde yaptığım bir konuşmada demiştim ki minberler halkın
beyinleri, vicdanları için iyilik ve doğruluk kaynağı, bir aydınlanma kaynağı olmuştur.
Böyle olabilmek için minberlerden yankılanacak olan sözlerin bilinmesi, anlaşılması
ve sanat ve ilmin gerçeklerine uygun olması gerekmektedir. Değerli hatiplerin siyasi
ve toplumsal olayları ve medeni durumları ve gelişmeleri her gün izlemeleri
zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış bilgiler verilmiş olur. Bundan
dolayı hutbeler tamamen Türkçe ve çağın gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.»
Atatürk’ün çabaları sonucunda 21 Şubat 1925 tarihinde, Mecliste Diyanet İşleri
Başkanlığı bütçesi görüşülürken hutbelerin Türkçe okunması görüşülmüş ve Türkçe
hutbe kitabı hazırlanmasına karar verilmiştir.
1926 yılında beş uzman tarafından 58 hutbe yazılmış ve yazılan bu hutbeler
okunmak üzere camilere dağıtılmıştır.
Hutbelerin dua kısmının Arapça-Türkçe, nasihat kısmının ise Türkçe okunması
istenmiştir.
1927 yılından itibaren nasihat kısımları Türkçe okunmaya başlanmıştır.
«Her fert dinini, diyanetini öğrenmek için bir yere muhtaçtır, orası da okuldur.»
Atatürk, Din ve Din Adamları, s.74.

Sizce din eğitiminin okulda verilmesi gerekir mi? Neden?

§ Dini, bilimsel yolları başvurmadan, taklit yoluyla öğrenen kişiler hurafe ve batıl
inançlara yönelir. Dinin aslında bulunmayan birçok şeyi varmış gibi kabul ederler.
§ Tek doğru inanç ve uygulamanın kendilerininki olduğunu düşünür, başkalarına karşı
hoşgörüsüz davranır, taassupkâr olurlar.
§ «Taassup cahilliğe dayanır. İlim mutlaka cahilliği yener, o halde halkı aydınlatmak
lazımdır.»
Mustafa Kemal Atatürk

*Taassup: körü körüne ve bilinçsizce inanmak

NOTLAR:

22
D) Diyanet İşleri Başkanlığı

Kuruluşu
Din, insanları inançlı, güzel ahlaklı kimseler olmaya çağırır. Onları her türlü kötü iş
ve davranışlardan uzak durmaya yönlendirir. Dinin buyruk ve öğütlerine
uyulduğunda toplumda barış ve huzur ortamı egemen olur. İnsanlar birbirleriyle
dostça ve kardeşçe geçinir, iyi ilişkiler içinde olurlar. Din, doğumdan ölüme kadar,
insan hayatının her aşamasında önem taşıyan bir olgudur. Tüm bu nedenlerle dinin
doğru bir şekilde öğrenilmesi gerekmektedir.

Osmanlı Devleti’nde Din İşleri


*Meşihat* makamı tarafından, Şeyhülislam tarafından yönetilirdi. 1920 yılında
Ankara’da bulunan Meclis Hükümeti’nde Meşihat, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti adıyla
bakanlık olarak yer almıştır.
1924’e kadar da bu durum aynen devam etmiştir. Ülkemizde Atatürk’ün girişimiyle
3 Mart 1924’te Şer’iye ve Evkaf Vekaleti kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı
kurulmuştur.

*meşihat*: Osmanlı Devletinde bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yürüten


Şeyhülislam makamı.

“Hükümet-i Cumhuriyetimizin bir Diyanet İşleri Riyaseti makamı vardır. Bu makama


merbut müftü, hatip, imam gibi muvazzaf birçok memur bulunmaktadır. Bu
vazifedar zevatın ilimleri, faziletleri, dereceleri malumdur…”
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

İlk diyanet işleri başkanı: Atatürk tarafından atanan Ankara Müftüsü Rıfat
Börekçi’dir.
Diyanet İşleri Başkanlığı genel idare içinde yer alan bir kamu kuruluşudur. Bu kuruluş
laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşüncelerin dışınca kalarak,
milletçe dayanışmayı, bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanununda belirtilen
görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. İlgili kanunda bu görevler, «İslam dininin
inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu
aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek» olarak ifade edilmiştir.

Diyanet İşleri Başkanlığı mezhep, eğilim, kültür ve cinsiyet ayrımı yapmaz.

NOTLAR:

23
YURT İÇİNDE YURT DIŞINDA

İL DİN HİZMETLERİ
MÜFTÜLÜKLERİ MÜŞAVİRLİĞİ

İLÇE
ATEŞELİK
MÜFTÜLÜKLERİ

Din Görevlileri:
Diyanet İşleri Başkanı
v Diyanet teşkilatının başıdır ve en yetkili kişisidir.
v Ülkemizde din hizmetlerinin sağlıklı bir şekilde yürütülmesinden sorumludur.
v Başkanlığın tüm birimlerinin ve personelin görevlerini en iyi biçimde yerine
getirmesini sağlamakla yükümlüdür.

Müftü
ü İl ve İlçelerdeki en üst düzey din görevlisidir.
ü İl ya da ilçede halkı dini konularda bilgilendirmek, din hizmetlerinin sağlıklı bir
biçimde yerine getirilmesini sağlamakla sorumludur.
ü Kendine bağlı olarak çalışan personeli denetlemek ve onların verimliliğini arttırıcı
önlemler almak da müftülerin görevleri arasındadır.

Vaiz
Ø Cuma ile bayram namazlarından önce ve müftülüklerin belirlediği diğer günlerde
camide vaaz vererek halkı dini konularda aydınlatan din görevlisidir.
Ø Müftülere bağlı olarak çalışırlar ve belli bir camide değil de birden fazla camide görev
yaparlar. Haftanın belli günlerinde farlı camilerde vaaz verirler.

İmam (Cami hizmetlerini yürüten halka namaz kıldıran din görevlisidir.)


Ø Cami ve mescitlerde vakit namazları, cuma, bayram ve teravih namazlarını
kıldırmak.
Ø Cuma ve bayram hutbelerini usulüne uygun şekilde okumak.
Ø Cami ve mescit içinde cemaati dini konularda aydınlatmak.
Ø İsteyen vatandaşlara Kur’an okumayı öğretmek.
Ø Cami veya mescidin zamanında ibadete açılmasını ve huzur içinde ibadet edilmesi
için gerekli düzenlemelerin yapılmasını sağlamak.
Ø Müftülükte yapılacak bir program gereğince mukabele okumak, gerektiğinde dini
gün ve gecelerde düzenlenecek programlarda görev almak.
Ø Cenaze teçhiz ve tekfin işlerini yapmak
Ø Görevli bulunduğu camideki müezzin-kayyımı denetlemek.

24
Müezzin-Kayyum
o Namaz vakitleri geldiğinde ezan okumak, caminin bakımı ve temizliğini yapmakla
görevlidir.
o Camiyi ibadete açmak ve kapalı tutulması gereken zamanlarda kapatmak.
o Vakit namazları ile Cuma, bayram, teravih ve gerektiğinde cenaze namazlarında
ibadetin gerektirdiği her türlü müezzinlik hizmetini yapmak.
o Farz namazlardan önce kamet etmek.
o İmamın olmadığı durumlarda onun yerine belirli görevleri yerine getirmek.
o İmama yardımcı olmak.

NOTLAR:

7- DİN-BİLİM İLİŞKİSİ
Bilmek ve inanmak birbirinin yerine kullanılır mı? Neden?

“Bir şeyi biliyorsanız orada inanmak yoktur. O, sadece bilinir. Eğer inanıyorsanız
ortada pozitif anlamda bilim yoktur.” Fakat durum böyle diye ‘Din’ ayrı ‘Bilim’ ayrı
diye rafa kaldıramazsınız. Çünkü insan için hayat bir bütündür. Bilim, din, felsefe,
sanat ve ahlak ayrı ayrı hayata anlam verme çabasının araçlarıdır. Günümüzde Din
Bilimin sorgulamasından rahatsız; sanat kendi başına buyruk ve din inanmayan
anlamaz diyor. Oysaki her biri insana aittir ve birbirleriyle ilişkilidir.

u Peki, bu iki alan arasındaki farklılık nedir?


u BİLİM DİN
u Nesnel -Öznel (Nazar Boncuğu)
u Deney -Duyu (İçseldir/soyut)
u Deliller-Somut -Soyut-Akli
u Doğrulanabilir -Doğrulama olmaz

25
AMAÇ
İnsanın varlığına hayatına amaç-anlam kazandıran mutluluk, adalet, güven
sağlamak üzere çıkmış uygulamalar değerlerdir. Dinin amacı hiçbir zaman dünyanın-
evrenin nesnel bir betimlemesini yapmak değildir. Çünkü bu bilimin işidir. Din
insanın ‘bilme’ değil ‘inanma’ ihtiyacına cevap verir.

Hatta bazen değerler/inanma ihtiyacı, din olarak değil ideoloji olarak da karşımıza
çıkabilir: “İçinde Tanrı, Vahiy, Ahiret inancı olmayan dinler” ya da “Bir komünistin bir
gün devletin ortadan kalkacağı, sömürünün yok olacağı, eşit, mutlu ve barış dolu bir
hayatın olacağı inancı” gibi.)

İnsanın bilimsel olması inançsız olmasını mı gerektirir?

Örneğin bir din bilimcisinin (Din Felsefecisi) din hakkında araştırma yapması o
dinle ilgili tüm detayları biliyor olması bu bilimciyi inanan yapmaz. Öte yandan
Newton ya da Einstein’ın her şeyi Allah yarattı yargısından sonra evreni araştırmış
olmaları onları dinsiz yapmaz. Ortaya çıkan buluşlar onları bulanlar dindar diye
lekelenmez, değerinden bir şey kaybetmez. Önemli olan bilimsel hükümlerde kişisel
faktörlerin rol oynamamasıdır. Çünkü inanç kişisel olabilir ama bilim kişisel değildir.
Bilim olaylar ve olgularla uğraşır değerler dünyasını dışarıda bırakır.

A) Din-Bilim İlişkisine Dair Kuramlar


1- ÇATIŞMA KURAMI
Bu kurama göre bilim ile din çatışır. 19. yy sonlarına doğru dini inançlara karşı
bilimin üstünlüğü iddiası ortaya atıldı. Din genel itibariyle dogmalara bağlıyken bilim
ise bu dogmaların yani geçmiş bilgilerin yetersizliği fikrini ortadan kaldırmaya
yönelik iddialar ortaya koymuştu. Bu açıdan bilim adamları din ile bilim arasındaki
çatışmanın sonucunda bilimin galip geleceğini söylüyorlar çünkü bilimi tek güvenilir
kaynak olarak görüyorlardı. İslam alimleri de bu teze karşılık antitez olarak Kur’an-ı
Kerim’de «dünyanın oluşumu», «büyük patlama» gibi meselelerle ilgili açık veya
kapalı pek çok ayet bulunduğunu söylemişlerdir.

2- BAĞIMSIZLIK KURAMI
Din ile bilim arasındaki çatışmayı ortadan kaldıran bir kuramdır. Bu anlayışa göre
din ile bilim konusu, metodu, sorunu birbirinden bağımsız ve özerktir. Bu
bağımsızlaştırma her iki düşünce tarzının da kendine özgü kimliğine sadık
kalabilmelerine olanak sağlayacaktır. Bilim ve dinin arasını şöyle ayırabiliriz. Bilim
nesnel genel ve tekrarlanabilir verileri açıklamaya çalışır. Din ise, alemdeki düzen ve
güzelliğin varlığını ve iç dünyamızdaki tecrübeleri araştırır.
u Bilim nesnel olarak nasıl sorularına odaklanır.
u Din ise, niçin sorularına odaklanır.
u Bilimde otoritenin nedeni mantıksal tutarlılık ve deneysel yeterliliktir.
u Dinde ise, nihai otorite, tanrı ve peygamberler vasıtasıyla gelen vahiydir.
u Bilim deneysel olarak denetlenebilir.
u Din ise, tanrı aşkın olduğu için sembolik dil kullanmak zorundadır.

26
3- DİYALOG KURAMI
Bilim ve din arasında birtakım benzerlikler kurar. Bilim, kendi sınırları içinde
cevap bulamadığı sorulara cevap aramak için dinden faydalanır. «Biz niçin şefkat-
merhamet veya fedakarlık duygusuna sahibiz» gibi soruları bilim açıklayamazken bu
gibi konularda dinden yararlanır. Bilim ve dinin yöntem ve metotları farklı olsa da
her ikisi de gerçeğin ne olduğunu bulmaya çalışır. Dolayısıyla bilim ve dinin yöntem
açısından birtakım benzerliklere sahip oldukları iddia edilir.

4- BÜTÜNLÜK KURAMI
Din ile bilim münasebetine dâir diğer bir tez ise, bilim ile dinin bütünleşmeleridir.
Çünkü yüzyıllardır bilim ve din arasında devam etmiş hâlen de devam eden yoğun
münasebet, bu her iki alanın bir bütün olduklarını göstermektedir. Günümüzde dahi
hiç kimse sadece bilimin bütün sorulara cevap verebildiğini ve yine hiç kimse bütün
ihtiyaçlarımızın sadece bilimde olduğunu söyleyememektedir. Einstein'ın, dinsiz
bilimin topal, bilimsiz dinin de kör olduğunu ifade etmesi bu gerçeğin bir başka
açıdan itirafıdır.

B) Hıristiyanlık-Bilim İlişkisi
Hıristiyanlıkta, Teslis, Enkarnasyon, aslî günah vardır. Bu konularda bilim
adamının söyleyebileceği bir şey yoktur. Onun için Batıda bu konularda Din-Bilim
arasını uzlaştırma çabasına hiç girilmez. Bunlar “esrarengiz”, “öylece inanılması
gereken bir akide” olarak yer alır. Özellikle Hıristiyanlıkta mucizeler konusu Din ve
Bilimin en çok kavga ettiği kısım olmuştur. Bu tartışmalar bu dünyaya aittir, diğer
toplumlara taşınmamalıdır. Galileo, Kalvin (bildiğimiz sistemin parçası güneştir)
Darwin. Bu örnekler Batıya aittir.
Batıda dini Kilise temsil eder. Bu nedenle dinin çatıştığı kurum kilisedir.
Dolayısıyla Batının reform ve Rönesans ile revize etmeye çalıştığı kurum kilise ve
ardından onun yarattığı zihniyettir. Ancak bu dönemde bile ana metinde bir
değişikliğe gidilmemiştir. Hıristiyanlığın daha başında İsa, bağlılarından inanmalarını
ister. Hiçbir delile başvurmadan imkânsıza inanç.

NOTLAR:

27
C) İslam-Bilim İlişkisi
Bilim sözcüğünün İslam Medeniyetindeki karşılığı ilimdir. İlim kelimesi, ilimler
tarihi boyunca “Belli bir alana ait sistemli bilgi birikimini ifade eden disiplin”
manasında kullanılmıştır. Fen terimi de İslam’ın klasik çağında ilmi disiplin anlamına
gelmektedir. Modern dönemde fen, din bilimlerini kapsayacak şekilde de kullanılmış
ancak çok defa dini bilgiler için ilim, modern bilim için ise fen kelimesi tercih
edilmiştir.
İslam medeniyetinde bilim faaliyetleri ve düşünce tarihi “oku” emriyle
başlamıştır. Bununla birlikte ilk dönem Müslümanları okuma, araştırma ve yazma
faaliyetlerine girmişlerdi. Bu faaliyetleri ilk başlarda Kur’an’ı ve peygamberin
hadislerini öğrenmek ve öğretmekle başlamıştı.
Hicri birinci (Miladi yedinci) yüzyıldan sonra Müslümanlar çevre kültürlerle
etkileşim kurmaya başlamışlar ve onların kültürlerinin miraslarını incelemeye
başlamışlardı. Bu şekilde bilim faaliyetleri nakli ilimler ve akli ilimler olmak üzere iki
koldan ilerlemişti. Nakli ilimler, Kur’an, hadis, tefsir, fıkıh gibi ilimler, akli ilimler ise
düşünceye ve araştırmaya dayanan felsefe, mantık, matematik, astronomi gibi
alanlardı.

İslam Medeniyetinde Bilim Ve Düşüncenin Gelişimi


Kur’an ve Hz. Muhammed ilim öğrenmeyi teşvik etmişti. Bundan dolayı miladi
yedinci yüzyıldan sonra Müslümanlar fethettikleri bölgedeki kitaplardan ve
bilginlerden yeni bilgiler edinmişlerdi. Bu süreç içerisinde İslam dünyasında
astronomi, astroloji, matematik, coğrafya, felsefe ve tıp gibi alanlarda hızlı bir bilgi
transferi gerçekleştirmiştir.
Dokuzuncu yüzyılın başlarında yedinci ve sekizinci yüzyılda diğer kültürlerden
öğrenmiş oldukları bilgileri eleştirmeye ve yeni ürünler ortaya koyma seviyesine
ulaşmışlardı. Bu dönemde Halife Me’mun sayesinde Müslümanlar yeni bir güç
kazanmışlardı. Kıblenin olabildiğince kesin belirlenmesi için çalışmalar yapılmış ve
Bağdat ile Mekke arasındaki boylam farkı tespit edilmişti. Elde edilen 3 derecelik
boylam farkı (doğrusu 4 derece 37 dakika) o günün şartlarında oldukça başarılıdır.
On birinci yüzyılın en önemli başarılarından biri matematiksel coğrafyanın
bağımsız bir disiplin haline gelecek şekilde geliştirilmiş olmasıdır. İbn Heysem, Biruni,
İbn Sina gibi büyük bilginler bu yüzyılda yaşamışlardır. Biruni’nin Hindistan’a dair
yazdığı eser, örnek alınabilecek hakikat sevgisine, eleştirici bir düşünceye, keskin bir
gözleme, dünya kültürüne karşı şaşırtıcı bir açıklığa ve yazarın nesnelliğine işaret
etmektedir. İbn Sina’nın tıp alanında yazdığı Kanun fi’t Tıp ile felsefe ve pozitif
bilimler alanlarında yazdığı Kitabü’ş-Şifa, İslam kültür çevresinin en önemli
başyapıtları arasındadır.
Müslüman bilginlerin gerek dini gerekse tabii ilimlerdeki yoğun çalışmaları on
altıncı yüzyılın sonlarına kadar sürmüştür. Orta Çağ’da İslam dünyasında bilim
faaliyetleri en ileri seviyelere çıkmıştı. Müslüman bilginlerin yazmış oldukları eserler
Batı dünyasına yayılmış ve karanlık bir dönem yaşayan Avrupa’nın uyanmasına yol
açmıştı.
İslam dünyası on altıncı yüzyılın sonlarından itibaren duraklama ve daha sonra
gerileme dönemine girmiştir. Batı’daki sanayi ve teknolojide hızlı gelişme, toprağa
dayalı imparatorlukların sonunu getirdiğinden, bu süreçte dönüşüme ayak
uyduramayan devletler diğerlerinin gücü altında ezilmeye başlamışlardır.

28
NOTLAR:

İslam Medeniyetinde Öne Çıkan Eğitim Kurumları

Cami ve Mescitler
Hz. Muhammed mescidi yalnızca cemaate namaz kıldırmak için kullanmıyordu.
Orası hem ibadet hem yönetim hem de eğitim merkeziydi. Hz. Muhammed mescitte
insanlara bilgiler verirdi. Onun zamanında birçok insan okuma yazma öğrenmişti. Hz.
Muhammed’in vefatından sonra da cami ve mescitler ilim öğrenilen mekanlar olarak
hizmet görmüştür.

Mektepler
Mektepler, İslam ülkelerinde çocuklara temel eğitimin verildiği kurumlardır. Hz.
Ömer Dönemi’nden itibaren mektepler ortaya çıkmış ve yayılmıştır. Mekteplerin
programlarında Kur’an, hadis, okuma, yazma, dil bilgisi, şiir ve matematik gibi
dersler bulunurdu.

Medreseler
İslam tarihinde eğitim öğretimin yapıldığı kurumlara medrese denir. Kurum
olarak medrese denilince Alpaslan oğlu Melikşah’ın meşhur veziri Nizamülmülk
tarafından kurulan medreseler akla gelir. Selçuklu sultanları Alpaslan ve Melikşah’ın
himayeleriyle Nizamülmülk, başta Bağdat ve Nişabur’da olmak üzere birçok şehirde
medreseler açtı. Nizamiye medreseleri olarak anılan bu medreseler içinde en ünlüsü
Bağdat Nizamiye Medresesi’dir. Nizamiye Medresesi’nde dini ilimler, matematik,
miras hukuku, Arap edebiyatı gibi ilimler öğretilirdi. Burada dersler öğleden sonra
başlar ve buraya en az yirmi yaşında olan öğrenciler kabul edilir, dört yıl eğitim
görürlerdi. Medreseler sadece Nizamülmülk’ün kurmuş olduklarıyla sınırlı kalmamış
aynı zamanda Nureddin Zengi ve Selahaddin Eyyubi gibi isimler de medreselere
önem vermiştir. Anadolu Selçuklu Devleti’nde de fethedilen şehirlere ilk iş olarak
medrese ve cami inşa edilirdi.
Medreseler İran, Yemen, Kuzey Afrika gibi yerlerde de yaygındı. Bu
medreselerde dini bilimlerin yanında tıp, matematik, astronomi gibi ilimlerin de
olması Avrupa’da büyük ilgi uyandırmış ve Avrupalı ilim insanları buralara
bilgilenmek için gelip daha sonra bu bilgileri kendi ülkelerine götürmüşlerdi. Bu
sayede İbn Rüşd’ün düşünceleri Müslüman Doğu’dan çok Hristiyan Batı’yı etkilemiş

29
ve burada doğan Averroisme (İbn Rüşdcülük) akımı kilise egemenliğinin ve skolastik
düşüncenin sarsılmasına neden olmuştur.
Osmanlılarda Orhan Bey Dönemi’nden itibaren medreseler kurulmaya
başlamıştır. İlk kurulan medrese İznik’te Orhaniye Medresesi’dir. İstanbul’un
fethinden sonra kurulan Sahnı-seman Medresesi oldukça ünlüdür.
Kanuni Dönemi’nde kurulan Süleymaniye Külliyesi içinde dört medrese, bir tıp
medresesi, bir hastane ve bir darülhadis bulunmaktaydı. Sultan 2. Mahmut
döneminden itibaren pozitif bilimlerin medreseden ayrılıp müstakil kurumlarda
öğretilmeye başlaması, devletin gücünün zayıflaması ve diğer nedenlerden dolayı
medreseler gerilemeye başlamıştı. 3 Mart 1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu
yayınlanmış ve eğitim-öğretim Maarif Vekaleti’ne (Eğitim Bakanlığı) devredilmiş ve
medreseler kapatılmıştı.

Beytü’l-Hikmeler ve Kütüphaneler
“Bilgi Evi” anlamına gelen Beytü’l-hikme, önceleri yazılan ve tercüme edilen
kitapların korunduğu kütüphane olarak başlamış, sonraki zamanlarda gelişerek
kurum haline gelmişti. Emevi halifesi Halid b. Yezid zamanında başlayan tercüme
faaliyetleri Abbasi halifesi Mansur döneminde doruk noktasına ulaşmıştı. Daha
sonralardan bu çalışmaları geliştirerek Beytü’l-hikme’yi Orta Çağ’ın ilimler akademisi
haline getiren kişi Abbasi halifesi Me’mun’dur. Halife Me’mun komşu ülkelerden,
Kıbrıs’tan toplatmış olduğu kitapları Bağdat’a getirmiş ve bu kütüphaneyi
zenginleştirmişti. Süryanice kitaplar kütüphanenin gelişimine çok büyük katkı
sağlamıştı. Bu kitaplardan yapılan çeviriler sonucunda Aristo, Eflatun, Pisagor,
Hipokrat, Galen gibi eski Yunan filozoflarının eserleri ve onların Helenistik dönem
yorumları İslam dünyasına yayılmıştı. İran’dan mühendislik, coğrafya, edebiyat,
tarih, siyaset türü kitaplar çevrilmişti. Hindistan bölgesinden tıp, eczacılık, astronomi
ve kozmoloji alanlarındaki kitaplar çevrilmişti. Aynı zamanda buralarda İbranice,
Himyerice ve Habeşçe (Etiyopya dili) yazılmış eserler çevirmenler tarafından
Arapçaya çevrilmişti.
Sonuç itibariyle denilebilir ki, ilk dönemlerde bir tercüme bürosu ve bir
kütüphane olarak kurulan Beytü’l-hikme, zamanla fiziki ve fonksiyonel açıdan gelişip
genişlemiş, özellikle pozitif ilimlerin araştırıldığı bir merkez ve bir eğitim kurumu
haline gelmiştir. 500 yıldan fazla İslam ilim dünyasına kaynak teşkil eden bu merkez
1258’de Hülagu tarafından yakılıp yıkılmıştı.

Rasathaneler
Rasathane, gökyüzü olaylarıyla ilgili gözlem yapmak üzere kurulmuş kurumlardır.
İslam dünyasındaki rasathanelerde gözlem yapmaya yarayan, çoğu Müslümanlar
tarafından icat edilmiş gözlem araçları bulunmaktaydı. Bireysel girişimlerle yapılmış
rasathaneler daha önce de bilinmekte, kurumsal ilk rasathanenin Abbasi
halifelerinden Me’mun Dönemi’nde kurulduğu bilinmektedir. O dönemde Bağdat’ta
Şemmasiye ve Suriye’de Kasiyun rasathaneleri bulunmaktaydı. Bu kurumlarda
gökyüzü, Ay, Güneş ve gezegenlerin hareketleri gözetlenir, elde edilen sonuçlar “Zic”
adı verilen kayıtlara not edilirdi.
İslam tarihinin en kapsamlı rasathanesi 1259 yılında İlhanlı hükümdarı Hülagu
tarafından yaptırılan Meraga Rasathanesi’dir. İslam medeniyetinin son büyük
rasathanesi ise, İstanbul’da Sultan 3. Murat ve Sokullu Mehmet Paşa’nın

30
destekleriyle 1577’de Takiyyüddin er-Raşid tarafından İstanbul’da kurulmuştu.
Fakat dönemin iç çekişmelerinden dolayı kurulduktan üç yıl sonra yıktırılmıştı.
Sekizinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla kadar İslam dünyasında astronomi ve
matematik alanlarında yapılan çalışmalar hiç şüphesiz modern astronomi ve
matematiğin alt yapısını hazırlamış ve modern rasathane anlayışının ana konularını,
işlev ve yöntemlerini belirlemiştir. Bu rasathaneler vasıtasıyla yapılan gözlemler ve
matematiksel faaliyetlerle her iki bilim dalında da büyük mesafeler kat edilmiş ve
yeni icatlara yol açmıştır.

Şifahaneler
İslam dünyasında hastaneye bimaristan, darüşşifa, darussıhha, şifahane,
tımarhane gibi isimler verilirdi. Bu kurumlarda hem tıp eğitimi ve araştırmaları
yapılır hem de hastalar tedavi edilirdi. Emeviler Dönemi’nde en kapsamlı hastaneler
Me’mun döneminde kurulmuştu. Abbasiler Dönemi’nde ilk kez Halife Harun Reşid’in
Bağdat’ta bir hastane kurduğu bilinmektedir.
Orta Çağ İslam dünyasında akıl sağlığını kaybeden hastalara hizmet eden
hastaneler de bulunmaktaydı. 872 yılında Türk asıllı Ahmed b. Tolun’un Mısır’ın
Fustat şehrinde kurduğu kendi adıyla anılan hastane bunlardan biridir.
Selçuklular döneminde ilk hastane Nizamülmülk tarafından Nişabur’da
kurulmuştur. Bugüne ulaşan Selçuklu dönemi hastanelerinden bazıları, Kayseri’deki
Gevher Nesibe Darüşşifası, Sivas’taki Keykavus Darüşşifası, Divriği’deki Behram
Şah’ın kızı Turhan Melik’in hastanesi vs.
Osmanlılar döneminde de devletin kuruluşundan itibaren hastanelere büyük
önem verilmiştir. Bayezid Dönemi’nde Bursa’da sekiz adet büyük hastane
bulunduğu bilinmektedir. Mimar Sinan tarafından imparatorluğun en parlak
zamanlarında İstanbul’da inşa edilen ve halen ayakta kalan Haseki Hastanesi,
Süleymaniye Külliyesi’ndeki şifahane ve Atik Valide Hastanesi ünlü Osmanlı
hastaneleridir. Aynı zamanda İstanbul dışında, Edirne ve Manisa gibi şehirlerde de
önemli şifahaneler yapılmıştı.
İslam dünyasında hastanelerin ve tıp medreselerinin ileri seviyede olduğu Orta
Çağ’da ve Yeni Çağ’ın başlarında, Avrupa tıp alanında oldukça gerideydi. Müslüman
devletlerin zayıflamasından ve bilimin Avrupa’ya geçişinden sonra İslam dünyası tıp
ve tedavi alanlarında da gerilemişti. Osmanlılarda Tanzimat Dönemi’nden itibaren
Batılı tarzda tıp okulları ve hastaneler kurulmaya başlanmış, 1800’lü yıllarda
Galatasaray’da Mekteb-i Tıbbiyye, Maltepe Askeri Hastanesi, ilk modern sivil
Osmanlı hastanesi sayılan Gureba-yi Müslimin, ilk modern çocuk hastanesi olan
Hamidiye-i Etfal Hastanesi gibi kurumlar hizmete girmiştir.

NOTLAR:

31
Müslümanların Bilim Alanında Yaptıkları Öncü Ve Özgün Çalışmalar
İslam bilim tarihinde her alanda öncü çalışmalar gerçekleştirmiş olan büyük bilim
insanları bulunmaktadır. Bu bilim insanlarının yaptıkları çalışmalar kendilerinden
sonra gelenlere yol göstermiş, Avrupa’ya geçerek Rönesans ve Reform dönemlerinin
alt yapısını oluşturmuştur. Bilim dallarına göre, öncü ve özgün çalışmalardan
bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1- Dil
Sami dillerinden olan Arapça aynı zamanda Kur’an’ın dilidir. Yalnızca Arap
kökenli olanlar değil, Arap olmayan ırklara mensup dilcilerden de çok sayıda
Müslüman alim, Allah’ın kelamı Kur’an’ı anlamak ve insanlığa tebliğ etmek için Arap
dili ve edebiyatı üzerine önemli çalışmalar yapmış, bu çalışmalar diğer dilleri de
etkilemiştir.
Hicri ikinci asra kadar Arap dili ve grameri üzerine yapılmış önemli bir çalışma
bulunmamaktaydı. Aynı şekilde Arapça yazı dili de gelişmiş değildi. Fetihlerle birlikte
Arapça da yaygınlaşmış, Müslümanların ortak kültürlerinden biri haline geldiğinden,
dil, gramer ve belagat üzerine pek çok çalışma yapılmıştır. Bu çalışmalar Müslüman
toplumların yanı sıra İslam coğrafyası içinde yaşayan gayrimüslim toplulukların
kendi dilleri üzerine yaptıkları çalışmalara da öncülük etmiştir. Bu dönemde Arapça
bilim dili olarak kabul edilmiş ve kullanılmıştır.

2- Fıkıh
Fıkıh şöyle tanımlanmıştır; “Şer’i ameli hükümleri ayrıntılı biçimde delillerine
dayanarak bilmektir,” Fıkıh ile çoğunlukla İslam Hukuku kastedilmiştir. Fıkıh ilmi,
İslam’ın erken dönemlerinde Kur’an ve sünneti iyi anlamak ve onlardan ibadetler ve
hukukla ilgili kurallar çıkarmak anlamına gelirken sonraki dönemlerde daha çok
İslam hukukuyla ilgili konular anlaşılmıştır.
Müslümanlar İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren fıkıh konusuna önem vermiş,
sahabe ve tabiin arasında fukaha (fakihler) adıyla ünlenen şahıslar ortaya çıkmıştır.
Dört mezhep imamı ve bunların talebeleri fıkıh ilminin gelişmesine büyük katkılarda
bulunmuş, sonraki alimler bu alanda çeşitli eserler yazmışlardır.

3- Kelam
Kelam ilmi, İslam inanç esaslarını akıl ve mantık esaslarına göre ispatlamayı
veya açıklamayı amaçlayan bir bilim dalıdır. Kelam ilminin konusu olan meseleler
öncellikler Mutezile mezhebince tartışılmış ve sahabe döneminde bilinmeyen
yöntemler ve ilkeler geliştirilmiştir. Bu yöntemlerin ortaya çıkışında antik Yunan
felsefesiyle ilgili kitapların Arapçaya kazandırılmasının önemli rolü olmuştur. Felsefe
ve mantık ilmi daha sonra Kur’an ve sünneti temel alan alimler arasında da rağbet
görünce ehlisünnet kelamı ortaya çıkmış, bu sayede İslam inançları ve esasları
sistematik bir hale getirilmiştir.
Kelam ilmi alanında yapılan çalışmalar, ilmi münazara (cedel), mantıksal
tutarlılık, kanıtlara göre düşünme, tümdengelim, tümevarım gibi metotların
gelişmesine katkı sağlamış, diğer dinlere mensup kişilerin veya dinsizlerin aksi
yöndeki eleştirilerine ve propagandalarına karşı koymaya etkili olmuştur.
Mutezile, Eş’ari, Cüveyni, Gazzali..

32
4- Tefsir
Tefsir ilmi Kur’an’ı anlamayı ve yorumlamayı konu edinir. Kur’an yirmi üç yıl
boyunca, yaşanan belirli olaylara bağlı olarak kısım kısım indirilmiştir. Kur’an’ın
amacı, yaşanan hayat içinde insanlara doğru yolu göstermektedir.
Kur’an’ın anlaşılmasındaki Hz. Muhammet’in hayatının ve yaşadığı dönemin
iyi bilinmesi, aynı zamanda Hz. Muhammet’in sünnetinin iyi bilinmesi gereklidir.
Bunun yanı sıra Kur’an’ın anlaşılmasında onun dili olan Arapçanın her yönüyle çok
iyi bilinmesinin gerektiği tartışılmaz bir konudur.
Hz. Muhammet hayattayken, bazı ayetlerin anlaşılmasında sorunlar
yaşandığında bu yanlış anlamaları düzeltir, ayetin nasıl anlaşılması gerektiğini
açıklardı. Peygamberimizin vefatından sonra onun yakın sahabileri Kur’an’ı
açıklamaya ve yorumlamaya devam ettiler.
Tarih içinde çok sayıda tefsir kitapları yazılmıştır. Bu kitaplar her bir ayeti belirli
bir düzen içinde çok boyutlu olarak açıklamıştır. Cumhuriyet Dönemi’nde Elmalılı
Hamdi Yazır’ın kaleme aldığı “ Hak Dini Kur’an Dili” adlı tefsir kitabı başarılı bir
çalışma olarak kabul görmüştür.

5- Hadis
Hadis, Hz. Peygamber’e atfedilen söz, fiil, onay, fiziksel ve ahlaki özelliklere
denir. Hz. Peygamber, yaşadığı dönemde hem Allah’ın ona gönderdiği ayetleri
insanlara tebliğ etmiş hem de bu ayetlerin gereğini uygulamalarıyla yerine
getirmiştir.
Hz. Muhammed’in söz ve uygulamaları, onun vefatından sonra ashap ve tabiin
döneminde de yaşatılmış ve nesilden nesile hadis veya sünnet adıyla aktarılmıştır.
İlk fetihler döneminden itibaren çeşitli yerlere yerleşen sahabe, bu şehirlerde
yaşayan insanlara İslam’ı öğretirken Hz. Muhammed’in örnek şahsiyetinden, güzel
sözlerinden ve uygulamalarından pek çok nakillerde bulunmuş, bu rivayetler, onları
dikkatle dinleyen talebeleri tarafından ezberlenmiş ve bazı bireyler tarafından notlar
halinde kısmen yazılmıştır. Emevi halifesi Ömer b. Abdulaziz’in hadislerin yazılmasını
emretmesi üzerine hadis rivayetlerinin yazıya geçirilmesi hızlanmış ve bu çalışmalar
zamanla başlı başına bir ilim haline gelmiştir.
Hadis ilmi, farklı şehirlerde bulunan sözlü ve yazılı haber kaynaklarının nasıl
derlenebileceği konusunda eşsiz bir deneyim ortaya koymuştur. Buhari ve Müslim’in
Sahih adlı kitapları hadis kitaplarının zirvesini teşkil eder. Bunları sırasıyla Ebu Davud,
Tirmizi, Nesai ve İbn Mace’nin Sünen adlı kitapları takip eder.

6- Tarih
İslam kültüründe Hz. Muhammed dönemi, asrısaadet adıyla anılır. Bu
dönemde yaşanan. Olaylar çok önemli görüldüğü için kayıt altına alınmaya
çalışılmıştır. Bu alanda ortaya çıkan ilk yazılı çalışmalar, Hz. Muhammed’in
savaşlarını konu alan megazi kitaplarıdır. Daha sonraki yıllarda Hz. Muhammed’in
yaşam hikayesi (siyer) tarihsel sıraya göre yazılmaya başlanmış, bir sonraki aşamada
dört halife dönemi de yazılmıştır. İslam tarihi kitapları bu şekilde çoğalarak devam
etmiştir.

33
7- Felsefe
Müslümanlar felsefe ile hicri ikinci asrın başında tanışmışlar ve hızlı bir biçimde
onu öğrenerek İslam’la uyumlu hale getirmeye çalışmışlardır. Müslüman düşünürler
ağırlıklı olarak Aristo ve Eflatun’un eserleri üzerine yoğunlaşmış, onları bazı
tasarruflarla Arapçaya çevirip geniş biçimde açıklamalar eklemişlerdir. Felsefe
alanında öne çıkan isimlerden bazıları Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşt’tür.
Müslümanlarla bir arada yaşayan Yahudiler, İbraniceden başka Arapça ve
Latince de bildiklerinden İslam ilim ve düşünce ürünlerinin Batı’ya transferinde bir
katalizör vazifesi görmüşlerdir. Bazen Arapça metinler önce İbraniceye, oradan da
Latinceye, bazen de doğrudan Latinceye çevriliyordu.
Tercüme başarılı bulunmayan eser zaman içinde yeniden tercüme ediliyor ve bu
sebeple aynı eserin birden fazla çevirisine rastlamak mümkün oluyordu. 200 yıl
devam eden bu faaliyette Tuleytula (Toledo), Kurtuba (Cordova), Polermo, Paris,
Napoli, Bolonya ve Padua gibi şehirlerde tercüme okulları veya tercüme merkezleri
kurulmuştu.

8- Coğrafya
İslam dünyasında coğrafya ile ilgili konular, Kitabü’l Büldan (Şehirler Kitabı) gibi
kitaplar içinde yer almaktaydı. Coğrafya alanında da ilk çalışmalar tercümelerle de
başlamış, İslam topraklarının genişlemesiyle coğrafya konusunda özgün eserler
ortaya çıkmıştır.
Meslek olarak postacılık yapan İbn Hurdazbih, Batlamyus’un Coğrafya adlı
kitabını Arapça’ya tercüme etmiş, kendisi de Kitabü’l Mesalik ve’l-Memalik (Yollar
ve Ülkeler) adlı bir kitap yazmıştır. İslam Dünyasının bazı ünlü coğrafyacıları Mes’udi,
İstahri, İbn Battuta, Batılıların “Arapların Plinius’u” dedikleri Zekeriya Kazvini ve
diğerleridir.

9- Tıp
Hz. Muhammed, insanların hasta olamamaları için çeşitli tavsiyelerde
bulunmuş, hastalanan kimselere bazı tedavi yolları önermiştir. Sonraki dönemlerde
Hz. Muhammed’in bu önerileri tıbbü’n-nebi adı verilen kitaplarda toplanmıştır.
Bununla birlikte nebevi tıpla ilgili hadisler değerlendirilirken iki hususa dikkat
etmekte yarar vardır. Bunlardan birincisi, bir hadisin gerçekten Hz. Muhammed’e ait
olup olmadığı; ikincisi ise Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemin çevre şartları ve
tedavi imkanlarıdır.
Ebu Bekir er-Razi ve İbn Sina gibi filozoflar aynı zamanda hekim
kimselerdi. Bu alimlerin yazdığı eserler, sonraki dönemlerde büyük hekimlerin
yetişmesini sağlamıştır. İbn Sina, tıp bilimiyle alakalı eserlerinde anatomi, fizyoloji,
farmakoloji ve biyokimya gibi temel tıp dallarında önemli bilgiler vermiştir. Hastalığı
teşhis için nabız ve idrar muayenesi gibi yöntemler kullanan İbn Sina, el-Kanun fi’t-
Tıb adlı kitabında kendi dönemine kadar gelen tıbbi bilgileri sistematik olarak
değerlendirmiş, onlara kendi gözlem ve bilgilerini de ilave etmiştir. İbn Sina’nın bu
kitabı Avrupa dillerine tercüme edilmiş ve ders kitabı olarak yıllarca okutulmuştur.

34
10- Astronomi
İslam dünyasında astronomi bilimi ilm-i felek, ilm-i nücum, ilm-i hey’et gibi
adlarla bilinirdi. Bu bilim dalı, geometri yöntemlerini kullanarak yıldızların ve
gezegenlerin konumlarını ve hareketlerini tespit etmeye çalışırdı.
Kur’an-ı Kerim’de yer alan gökyüzünün ihtişamıyla ilgili ayetler Müslüman
bilginlerin bu yönde araştırma yapmaları hususunda teşvik etmiştir. “O, yerde ne
varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra (kendine has bir şekilde) semaya yöneldi, onu
yedi gök olarak yaratıp düzenledi. O, her şeyi hakkıyla bilendir.”; “Güneşi ışık
(kaynağı), ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için Ay’a birtakım
menziller takdir eden O’dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen
yaratmıştır. O, bilen bir topluma ayetlerini açıklamaktadır.” Gibi ayetler Müslüman
alimleri gökyüzündeki varlıkları araştırmaya yönlendirmiştir.
İslam dünyasında kurulan rasathaneler ünlü bilgin Batlamyus’un verilerinin
tekrar gözden geçirilmesine olanak vermiştir. Abbasiler döneminde Batlamyus’un
el-Mecisti adlı eserinin bir özeti mahiyetinde olan Fergani’nin yazdığı Cevami’u
İlmi’n-Nücum adlı eser İslam dünyasından çok Batı dünyasında üne kavuşmuştur.
Astronomi alanında bir başka meşhur isim, Biruni’dir. Onun el-Kanunü’l-Mes’udi
adlı eseri, astronomi, astroloji, kronoloji, coğrafya, jeodezi (yerölçüm), trigonometri,
meteoroloji gibi konularda önemli bilgiler içeren bir kitap olmakla birlikte öncelikle
bir astronomi ansiklopedisi mahiyetindedir.

11- Matematik
Dokuzuncu yüzyılın ünlü Müslüman matematikçi Muhammed b. Musa el-
Harizmi cebir terimini matematik alanına kazanırmış ve onun matematiğin bir alt
dalı haline gelmesine yol açmıştır. Kitabü’l-Muhtasar fi hisabi’l-cebr ve’l-mukabele
adlı kitabı düzenli biçimde telif edilmiş, adında “cebir” kelimesini taşıyan ilk
matematik kitabıdır. Harizmi’nin bu eseriyle ilimler tarihindeki asıl ününü kazandığı
cebir ilmi, ilk defa hesap ilminde ayrılmış ve ilk kez cebir bir ilmin adı olarak
kullanılmıştır.
Harizmi’nin bir diğer eseri olan Kitabü’l-Hisabi’l-Hindi adlı kitapta, Hint rakamları
ve ondalık sayı sistemi İslam dünyasına girmiştir. Aslı kaybolan kitabın on ikinci
yüzyılda yapılmış Latince bir tercümesi Cambridge Kütüphanesi’nde bulunarak
basılmıştır.
Müslüman matematikçilerden bir başkası trigonometrinin kurucusu olan Ebu’l-
Vefa el-Buzcani’dir. Bu bilimin Regiomontanus tarafından kurulduğu hakkındaki
yaygın kanaatin doğru olmadığı artık anlaşılmış bulunmaktadır.
İranlı alim, şair ve filozof Ömer Hayyam’ın genelde matematiğin ve özelde
analitik geometrinin gelişimi üzerine önemli etkileri olmuştur. Matematiksel
işlemler sırasında irrasyonel sayıların da rasyonel sayılar gibi kullanabileceğini ilk
defa Ömer Hayyam kanıtlamıştır.
12- Fizik
Fizikle ilgili çalışmalar İslam dünyasına tabiat felsefesi adıyla girmiş ve
Müslüman bilginler bu alanda önemli çalışmalar yapmışlardır. Örneğin Farabi,
yazdığı bir makalesinde boşluğun olmadığını, havanın bir cisim olduğu tezini ileri
sürmüştür.

35
İsmail b. Rezzaz El Cezeri su saatleri, mekanik müzik aletleri, su pompaları gibi
birçok alet tasarlamış, Hiyel adını taşıyan kitabında bunların renkli çizimlerini ve
düzeneklerini göstermiştir.

13- Kimya
İslam dünyasında kimya (o dönemdeki adıyla simya) ile ilgili çalışmalar tercüme
faaliyetleriyle başlamış daha sonra bu alanda özgün çalışmalar yapılmıştır.
Müslüman alimler deneyler yapmışlar; nitrik asit, sülfürik asit, potasyum nitrat,
alkoller gibi birçok kimyasal madde keşfetmişlerdir. Kimya alanında çalışmaları olan
Müslüman bilginlerden bazıları, Cabir b. Hayyan, Kindi, Razi, İbn Sina vs.

NOTLAR:

36
8- ANADOLU’DA İSLAM ve İSLAM DÜŞÜNCESİNDE
TASAVVUFİ YORUMLAR

1- TASAVVUFİ DÜŞÜNCENİN OLUŞUMU

Tasavvuf terimi, İslam’ın ağırlıklı olarak batini (içsel) boyutunda yaşanan


manevi haller bütününü anlatmaktadır. Terimin kökeni hakkında farklı açıklamalar
olmakla birlikte en tutarlı görüneni, ilk dönem İslam toplumunda, dünya işlerinden
uzak duran ve kendilerini ibadete veren bazı grupların mütevazılığın göstergesi
olarak kaba yünden (suf) gösterişsiz elbiseler giymeleri nedeniyle tasavvuf adının
doğduğudur.
Tasavvuf teriminin binden fazla tanımı yapılmış, her sufi düşünür, içinde
bulunduğu hale göre onu tanımlamıştır. Bununla birlikte genel bir tanım olarak,
tasavvuf insanı Allah’a yaklaşmanın, O’nunla bütünleştirmenin yollarını gösteren
manevi bir ilimdir, diye tanımlayabiliriz. Tasavvufi düşüncenin doğuşu ve gelişmesi
genel itibariyle üç dönemde incelenmektedir.

A) Züht Dönemi
Bu dönem asr-ı saadetle başlar, tabiin (sahabeden sonraki nesil) ve tebe-i
tabiinden sonraki nesil) devrini ve ilk iki (miladi yedinci ve sekinci) asrı içine alır.
Tasavvuf kavramının ortaya çıkışı ve sufi deyiminin ilk defa kullanılmaya
başlanmasına kadar bu dönem devam etmiştir. Tasavvuf, yedinci yüzyıldan itibaren
ortaya çıkan zahit ve abitlerin din anlayışlarına ve yaşam biçimlerine
dayandırılmaktadır. Ancak bu dönem tasavvufun henüz oluşmadığı, tasavvuf öncesi
züht dönemidir.
Yedinci ve sekizinci yüzyıllarda Medine, Kufe ve Basra şehirleriyle Horasan
bölgesi züht hayatının yoğun biçimde yaşandığı merkezler olarak dikkat
çekmektedir. Medine’de Said b. Müseyyeb; Kufe’de çok ağlayan zahitler (Bekkain);
Basra’da Hasan-ı Basri ve onun birinci ve ikinci kuşaktan öğrencileri olan Malik b.
Dinar, Rabia el-Adeviyye gibi zahit sufiler bulunmaktaydı. Hasan-ı Basri ekolünde
korku ve hüzün, Rabia el-Adeviyye ekolünde Allah sevgisi ön plana çıkmaktaydı.
Hasan-ı Basri ekolü sekizinci yüzyılın sonlarından itibaren Suriye’de Ebu Süleyman
ed-Darani, Mısır’da Zünnun el-Mısri, Bağdat’ta Haris el-Muhasibi gibi sufilerle temsil
edilmiştir. Darani, havf (Allah korkusu) anlayışının reca (kurtuluş ümidi) ile birlikte
ele alınması gerektiğini vurgulamış, Zünnun ise tasavvufi manada marifet konusuna
değinen ilk sufi olarak tanımlanmıştır. Bu dönemde tasavvufi hal ve makamlardan
söz edilemeye başlandığı görülmektedir.

B) Tasavvuf Dönemi
Sufi ve tasavvuf kavramlarının kullanılmaya ve ilk sufi adlarının duyulmaya
başlandığı hicri ikinci asrın sonundan, tarikatların ortaya çıktığı devre kadar olan üç
buçuk asırlık dönemdir. Tasavvuf bu dönemde kurumlaşmış ve Cüneyd-i Bağdadi,
Bayezid Bestami, Gazzali gibi büyük sufi ve mutasavvıflar bu dönemde yetişmiştir.
Allah’a ulaşan yolda (seyr-u süluk) nefsin halleri ve sıfatları bu dönemde detaylı
biçimde açıklanmış; haller, makamlar belirginleşmiş; bunlarla ilgili çok sayıda kavram
üretilmiştir.

37
Dokuzuncu yüzyılda Bağdat ve Nişabur ekolleri olmak üzere tasavvufta
başlıca iki ekol bulunmaktaydı. Bağdat ekolü Haris el-Muhasibi, Seri es-Sakati,
Cüneyd-i Bağdadi gibi sufiler temsil etmekteydi. Bu ekol tevhit ve marifet
kavramlarını öne çıkarmaktaydı. Bağdat ekolü birtakım kurallar geliştirerek bunlara
bağlılığa, adab, erkan, hırka gibi dış görünüşe ve semaa önem veriyor, bu
özellikleriyle toplumda ayrı bir zümre teşkil ediyordu. Bu ekolün tarzı, özellikle sema
ve devranı cehri (sesli) zikir uygulayan tarikatlarca günümüze kadar getirilmiştir.
Nişabur ekolünü ise Bayezid-i Bestami, Hamdün el- Kassar gibi melametiler temsil
etmekteydi.
Tasavvufi kimliklerini gizleyip halktan biri oalrak göründükleri için Nişabur
ekolüne mensup olanlara melameti (veya Melami) denilmekteydi. Bu ekol melamet
(sufi yönlerini gizlemek) ve fütüvvet (ilk dönemlerdeki anlamı: Cömertlik,
delikanlılık) kavramlarını öne çıkarmaktaydı. Melametiler, kendilerini diğer
insanlardan farklı gösteren davranışlara, hırka ve sema gibi kimliklerini belli eden
sembollere karşı çıkıyorlardı. Nişabur ekolünün tarzı, başta Nakşibendilik olmak
üzere birçok tarikatta yaşamaya devam etmiştir.

C) Tarikat Dönemi
Tasavvuf kurumunun temsilcisi diyebileceğimiz tarikatlar, hicri ikinci asırda
ortaya çıkmış ve hicri altıncı (11.yy) asırdan başlayarak sosyal hayatın bir parçası
haline gelmiştir. Tasavvuf tefekkürün İbnü’l-Arabi gibi büyük temsilcilerinin yetiştiği;
zaman medrese-tekke çatışmalarının gündeme geldiği, şiir ve edebiyatta en değerli
ürünlerin verildiği devirdir. On ikinci yüzyılda işrakilik (içdoğuşla aydınlanma), on
üçüncü yüzyılda vahdet-i vücud (bütün varlıkların birliği) felsefesi geliştirildi.
Tasavvufa özgü Allah’a yaklaşmak için belirli zamanlarda ve belirli miktarlarda
yapılan ibadet, evrad (zikirler); şeyhin ve müridin yapması gereken kurallar ve toplu
halde yapılacak ibadetin nasıl gerçekleşeceği gibi kurallar vardır. Bununla birlikte ilk
dönemlerden itibaren çeşitli sapmalar da görülmektedir. Allah’ın insan bedenine
girmesi inancı (hulül), kulun Allah ile birleşmesi (ittihat) evliyanın peygamberden
üstün görülmesi, haramların yok sayılması (ibaha) gibi Kur’an’a ve sünnete aykırı
şeyler ortaya çıkmıştı.
Tasavvufi yorumların ortaya çıkışının ve zaman içinde farklılaşmasının dini,
tarihi ve sosyolojik nedenleri bulunmaktadır. Dini nedenleri; insanlardaki bencillik,
tamahkarlık, kendini beğenmişlik gibi zararlı duyguları köreltmek; Allah, insan, doğa
sevgisini uyandırmak; onları ibadete, kulluğa, itaate alıştırmak gibi nedenlerdir.
Tarihi nedenler ise, fetihler, aksi yöndeki işgaller, toplumsal kargaşalar gibi meydana
gelen bazı olaylardır. Bu tür olaylar tasavvuf öğretilerini zaman zaman öne çıkarmış
ve onun yaygınlık kazanmasını sağlamıştır. İşgal altında olmak, doğal afetlere maruz
kalmak, kıtlık veya ambargo altında olmak gibi zor dönemlerde tasavvuf
müntesiplerinin hızlı bir biçimde organize olarak direnç gösterdikleri tarihçe sıkça
görülen durumalardır.
Sosyolojik nedenler; toplumun düzenini ve kontrolünü sağlamak, yeni
fethedilen yerlerde İslam’ı benimsetmek, sevdirmek ve yaygınlaştırmak; meslek
gruplarını bir arada tutmak, birbirlerinin haklarına saygılı olmayı öğretmek,
aralarında çıkan anlaşmazlıkları uzlaşma yoluyla çözmek gibi nedenlerdir. Tarihsel,
bölgesel ve sosyal şartların farklı olmasından dolayı tasavvuftaki anlayışlar arasında
farklılaşmalar meydana gelmiştir.

38
1-1. Tasavvufi Düşüncenin Dayandığı Temel Kaynaklar
Tasavvuf ehline göre tasavvufi düşüncenin kaynağı Kur’an-ı Kerim ve Hz.
Muhammed’in sünnetidir. Bu iddiayı ispat etmek için hicri üçüncü asırdan itibaren
çeşitli kitaplar yazılmış hadis ve ayetlerden kanıtlar ortaya koymaya çalışmışlardır.
Tasavvuf ehli her ne kadar kabul etmese de bazı kültür tarihçileri özellikle
tasavvuf döneminin ikinci evresinde tasavvuf düşüncesinin Hint ve Yunan
kültürlerinden etkilenmiş olduğunu iddia etmektedirler. Tasavvuf araştırmacısı
Nicholson, tasavvufun kaynakları hakkında yazmış olduğu makalede tasavvufun
ilkleri ile Vadenta (yaşamın amacını sorgulayan bir Hint felsefesi) arasında benzerlik
kurar.

Tasavvufun dayandığı temel kaynaklar şöyle açıklanabilir:


A) Emeviler döneminde ortaya çıkan mistik anlayış İslam’da ortaya çıkan züht
hareketinin doğal bir gelişimiydi. İslam tasavvufu tamamen İslam’ın bir ürünü kabul
edilmelidir. Bu sistemi geliştiren kişiler de sufilerdir.
B) Üçüncü asrın ilk yarısında bu yeni düşünce hızla gelişmiş ve tasavvufa hakim
bir unsur olmuştur. Tasavvuf doktrinine asıl karakterini veren, Zünnûn el- Mısrî’dir.
Mutasavvıflar, tıpkı Müslüman filozofların İslam felsefesinde yaptıkları gibi, bu
düşünceleri İslam’ın öğretileriyle yoğurarak ona özgün bir yapı kazandırmışlardır.

NOTLAR:

39
2- TASAVVUFİ DÜŞÜNCENİN AHLAKİ BOYUTU
Kimilerine göre tasavvuf, süluk ilmidir. Süluk, hakikate ulaşmak isteyen birinin
mürşit (yol gösteren) kişinin terbiyesinde yaptığı manevi yolculuğa denilmektedir.
Tasavvuf ilminin konusu, talibin Hakk’a erme yeteneğini kazanmak için nefsini dünya
kirlerinden arındırması, ahlakını düzeltmesi ve güzelleştirmesi; amacı da nefsini ve
rabbini bilmesidir.
Tasavvufta nefsin kötülüklerden arındırılması, ahlakın düzeltilmesi, ham
insanın “insan-ı kamil” olması, yani düşünce ve davranışlarıyla olgun bir hale
gelmesi, temel bir meseledir. Bu nedenle “Tasavvuf, her güzel huyu benimsemek ve
her kötü huydan sıyrılmaktır.” denilmiştir.
Tasavvufa göre insandaki kötü huyların kaybolup iyi huyların yerleşmesi belirli
bir düzen içinde gerçekleşir. Bunun için öncelikle gerekli olan, talibe yol yordam
gösteren bir mürşidin olmasıdır. Tasavvufta mürşide “Şeyh” denir.
Tarikatlar, “tezkiye” (nefsin kötülüklerinden kurtulmak) ve “tehzib” (güzel
ahlaka sahip olmak) isteyen müritler için bazı riyazetler önenirler. Riyazet, nefsin ve
tenin arzularını terk ederek ya da en aza indirerek ibadetle meşgul olmaktır. Bu kolay
bir iş olmayıp nefsani ve şeytani isteklere karşı “Mücahede” (mücadele) etmeyi
gerektirir. Mücahedeyi sağlayan ve riyazatı tamamlayan birtakım unsurlar vardır.
Bunlar az yemek, az uyumak, az konuşmak ve halvet yani halktan uzaklaşmaktır.
Edep, tasavvufta önemli bir kavramdır. Edepli olmak; insana, hayvana hatta
cansız varlıklara karşı ölçülü davranmak, haddi aşmamak anlamına gelir. Sufiden
beklenen çevresinde bulunan herkese ve her şeye saygılı olmaktır.
Tasavvuf ehline göre, tasavvuftaki ahlak anlayışı Kur’an’a ve Hz.
Muhammed’in sünnetine göre şekillenmiştir. Tasavvufi ahlak; mütevazı olmak,
kadere rıza göstermek, nefsin isteklerinden uzaklaşmak, kul hakkına riayet etmek,
kendi haklarından fedakarlık etmek, müsamahalı olmak, kimseyi hor görmemek,
Yaratan’ı ve O’ndan ötürü yaratılanları sevmek gibi kavramlarla özetlenebilir.

3- TÜRKLERDE İSLAM ANLAYIŞININ OLUŞMASINDA ETKİLİ OLAN ŞAHSİYETLER

Ahi Evran: 1171 yılında İran’ın Batı Azerbaycan’da Hoy kasabasında doğmuştur. Ahi
Evran’ın çocukluğu ve ilk tahsil devresi memleketi olan Azerbaycan’da geçmiş olsa
da gençliğinde Horasan ve Maveraünnehir’e giderek o yörede dersler almıştır. Bu
arada Âlim Fahrettin Razi’den akli ve naklî ilimleri öğrenmiştir. Ahilik teşkilatının
Anadolu'daki kurucularından olan Ahi Evran bu teşkilatın piri kabul edilen, âlim ve
mutasavvıf bir şahsiyettir. Asya’dan gelerek Anadolu’da birçok şehri dolaştıktan
sonra Kırşehir’e yerleşti ve ahilik teşkilatının yayılmasında önemli hizmetler yaptı.
Özellikle 1. Alâeddin Keykubad’ın destek ve yardımıyla, bir taraftan tasavvufi
düşünceye ve fütüvvet ilkelerine bağlı kalarak tekke ve zaviyelerde şeyh mürit
ilişkilerini düzenlemiştir. Diğer taraftan iş yerlerinde usta, kalfa ve çırak
münasebetlerini ve buna bağlı olarak iktisadi hayatı düzenleyen ahiliğin Anadolu’da
kurulup gelişmesinde büyük rolü olmuştur. Ahi Evran, otuz iki çeşit esnafı
teşkilatlandırarak Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında İslam medeniyetine katkılar
sunmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi’nin kayın pederi
Şeyh Edebâli bir ahi şeyhidir.

40
Yunus Emre: 1240 yılında doğmuş, 1320 yılında vefat etmiştir. Yunus’un mürşidi
Tapduk Emre’dir. Ancak tarikatının ne olduğu net değildir. Eski Anadolu Türkçesinin
oluşumunda çok önemli rol oynayan ilk Türk şairidir. Onun kullandığı kelimeler ve
ifade kalıpları, bunlara yüklediği anlamlar ve mecazlar Türkçenin edebî bir dil hâline
gelmesi yolunda büyük bir aşama olmuştur.

Sarı Saltuk: Anadolu ve Balkanlar’ın Türkleşip Müslümanlaşmasındaki etkisiyle adı


etrafında menkıbeler oluşmuş bir alperendir. Kaynaklarda "mücahit-gazi, gazi-
derviş, alperen, mübarek zat, ermiş" gibi sıfatlarla anılan Sarı Saltuk Anadolu ve
Rumeli’nin Türkleşip İslamlaşmasında etkin rol oynamıştır. Dobruca’daki Sarı Saltuk,
Kaligra’daki Sultan (Yılan) Tekkesi, kendisinin bizzat açtığı ve faaliyette bulunduğu
tekkelerdendir. Sarı Saltuk’un adına ölümünden sonra açılan tekkeler Babaeski’deki
Eski Baba Tekkesi ile Kütahya Şeyhlü’deki Sarı Selcük Tekkesidir. Sarı Saltuk’un;
Kalliakra (Bulgaristan), Babadağı (Romanya), Blagay (Hersek), Ohri (Makedonya),
Kruya (Akçahisar/Arnavutluk), Rumeli Feneri (İstanbul), Babaeski (Edirne), Bor
(Niğde), Diyarbakır, Tunceli ve İznik gibi merkezlerde olmak üzere pek çok türbesi
bulunmaktadır.

Hacı Bayram-ı Veli: 1340 yılında doğmuş; 1430 yılında vefat etmiştir. Gençlik yılları
boyunca tefsir, fıkıh, hadis, tasavvuf, matematik, astronomi, felsefe, edebiyat ve dil
dersleri aldı. Ankara’da Kara Medresede müderrislik yapmıştır. Tasavvuf eğitimine
Somuncu Baba yanına gitmiştir. Tasavvuf ile diğer ilimleri birleştirerek yeni bir bakış
açısı oluşturmuştur. Hacı Bayram-ı Veli, toplumun problemlerine çözüm amacıyla
yoksullara ve ilim talebelerine yardım faaliyetleri yapmıştır. Zekât ve sadakaları
toplar sonra da onu ihtiyaç sahiplerine ulaştırırdı. Anadolu’da siyasi karışıklıkların
olduğu bir ortamda Hacı Bayram-ı Veli'nin müderrisliği bırakıp tasavvuf yolunu
seçerek halkı ahlaki yönden diriltmeye çalışması Osmanlı Devletinin yeniden ihyasını
sağlamıştır. Anadolu Türk birliğinin tesisinde ve Anadolu’nun iktisadi bakımdan
gelişip kalkınmasında önemli bir rolü olmuştur.

NOTLAR:

41
4- KÜLTÜRÜMÜZDE ETKİN OLAN BAZI TASAVVUFİ YORUMLAR

1- YESEVİLİK
Ahmet Yesevi’ye nispet edilen ve Orta Asya’da etkin olan bir tarikattır. On bir
yaşından itibaren tasavvuf eğitimine başlayan Hoca Ahmet Yesevi’nin, on iki yaşına
geldiğinde Allah zikrini çekerek bazı manevi sırlara erdiği belirtilmektedir. Yazdığı
başlıca eseri Divan-ı Hikmet adlı Türkçe manzum çalışmasıdır. Kitapta bu eserin
maneviyat yolunun öğrencileri için kaleme aldığını manzum olarak beyan
etmektedir. Bu kitabın önemi, tasavvufi anlayışın ahlak ve edeple ilgili yönlerini geniş
halk kitlelerine yaygınlaştırmış olmasıdır.
Ahmet Yesevi’nin halefleri yoluyla yayılmış olan Yeseviliğe, mensuplarının
çoğunluğunun Türk olması nedeniyle “Silsile-i Meşayih-i Türk” de denilmiştir. Ahmet
Yesevi’nin hikmet adıyla anılan Türkçe şiirleriyle İslam’ı ve tasavvufi düşünceyi
Türkler arasında yaymaya çalışmıştır.
Tarikat, Yesevi’den sonra, silsile (zincirleme) yoluyla gelen halifeler aracılığıyla,
halk arasında etkinliğini arttırmıştır. Orta Asya’da etkin olan Yesevilik diğer
tarikatlarla zaman zaman şeyhliğin babadan oğula geçmesi, tekke ve merasimlere
çok önem verme gibi sebeplerden dolayı anlaşmazlığa düşmüştür. On Altıncı
yüzyıldan itibaren Yesevilik mensuplarının Nakşibendiliğe geçtikleri, daha sonraki
yüzyıllarda giderek sönükleşerek kayboldukları bilinmektedir. Yesevilik tarikatı
kaybolmuş olmakla birlikte Ahmet Yesevi’nin dini yaşam ve tasavvuf anlayışı Türkler
arasında yaşamaya devam etmiş ve kaybolmadan günümüze kadar ulaşmamıştır.

2- KADİRİLİK
Abdülkadir Geylanî’ye nispet edilen İslam dünyasının en yaygın tarikatıdır.
Geylanî, 1077’de Geylan (Hazar denizinin güneybatısında bir yer) dünyaya gelmiştir.
Geylanî, dini bilimleri Bağdat’ta tahsil ettikten sonra kendisine tahsis edilen
medresede ders okutup talebe yetiştirmeye başlamış, bir yandan da vaazlar
vermiştir.
Kadirîlik Irak merkez olmak üzere İslam dünyasının hemen her tarafına
yayılmıştır. Anadolu’ya on beşinci yüzyılda Eşrefoğlu Rûmi aracılığıyla önce Bursa-
İznik çevresinde yayılan Kadirîlik, on yedinci yüzyılda İsmail Rûmi’nin çalışmalarıyla
başta İstanbul olmak üzere Balkanlara ve Anadolu’ya yayılmıştır.
Kadir’ilik’te seyr-i süluk, Allah’ın yedi isminin zikredilmesiyle gerçekleştirilir.
Seçilmiş bu isimler haller ve mertebelerle ilişkilendirilir. Sâlik (tarikat yolcusu) ancak
bir müridin gözetiminde bir mertebedeki seyrini tamamlayıp onun izniyle diğer
mertebeye geçebilir.
Bu tarikatta halvet (insanlardan uzaklaşma) ve rabıta (bağlantı hali)
uygulamaları da bulunmaktadır. Kadirîliğin Türkiye kolunda tarikatın kendine has
sembollerine büyük önem verilmiştir. Üzerinde kadirîliğin sembolleri bulunan kadirî
tacı bunlar arasında en çok bilinenidir.

3- RİFAÎLİK
Ahmet Rifaî’ye nispet edilen ilk tarikatlardan biridir. Irak bölgesinde dünyaya
gelmiş olan er-Rifaî, şeyhi Mansur’un, kendisine bağlı bütün tekkelerin yönetimini
ona bırakarak bir kenara çekilmesi üzerine tekkede şeyhlerin şeyhi unvanını almıştır.

42
Rifaîliğin on üçüncü yüzyılda Anadolu’ya girdiği düşünülmektedir. Sonraki
dönemlerde İstanbul, Edirne ve civar bölgelere yayılmıştır. Rifaî tarikatının esasları
Ahmet er-Rifaî tarafından belirlenmiştir. Rifaî tarikatına girmek isteyen birisi
öncelikle şeyhe tören eşliğinde biat etmelidir. Müritten ilk istenen, şeriatın
isteklerini yerine getirmesi ve bolca nafile ibadet etmesidir. Müridin Hakk’a
ulaşabilmesi için Hz. Muhammet’e çokça salavat getirmesi istenir çünkü Hakk’a Hz.
Muhammet kapısından girilir anlayışı hakimdir.
Rifaîlikte oturarak ve ayakta yapılan cehri zikirler vardır. Zikir meclisinde
düzenli olarak çeşitli dualar okunur. Ayrıca bazı zamanlarda adına burhan denilen
gösteriler yapılır. Zikirle transa geçmiş müritler tarafından sergilenen bu gösteriler,
tarikatın hak yolda olduğunun bir kanıtı olarak sergilenir.
Rifaîliğin kendine has sembolleri bulunmaktadır. Bunlar arasında en çok
bilineni siyah taç denilen başlıktır. Rifaîler Cuma günleri tef ve nevbet eşliğinde
ilahiler söylerler.

NOTLAR:

4- MEVLEVİLİK
Mevlana Celaleddin Rumi’ye nispet edilen tarikattır. Celaleddin Rumi 1207
yılında Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. Ailesi Alaattin Keykubat’ın
daveti üzerine Konya’ya gelmiş olan Mevlana, küçük yaşlardan itibaren zahiri
ilimlerle birlikte tasavvuf eğitimi de almıştır. Mevlana eserlerini Farsça yazmıştır.
Mevlana’nın en önemli kitapları Mesnevi, Fihi ma Fih ve Divan-ı Kebir’dir.
Mevlevilik tarikatı Mevlana’nın ölümünden sonra Hüsameddin Çelebi ve
ondan sonra Sultan Veled zamanında teşekkül etmiştir. Sultan Veled’in vefatından
sonra onun yerine oğlu Uluğ Arif Çelebi geçmiş bundan sonra da Mevlevilik Çelebi
soyundan gelenler tarafından yönetilmiştir.
On dördüncü yüzyılın ortalarında Mevlevilik, ayin, erkan ve kıyafet biçimi
olarak teşekkülünü tamamlamıştır. İlk dönemlerde Karamanoğulları ile Ege’deki
beyliklerde yaygın olan Mevlevilik, Osmanlılara II. Murat tarafından Edirne’de açılan
Mevlevihane ile girmiştir. Yavuz ve Kanuni dönemlerinde çelebilik makamında
bulunan Hüsrev Çelebi zamanında, Mevlevilik büyük bir hızla yayılmıştır. Bu

43
gelişmenin bir nedeni de Anadolu’daki Safevi propagandası nedeniyle Bektaşiliğin
etkisini Mevlevilikle dengelemek arzusudur.
Mevlevilikte musiki, şiir ve semâ ayininin ayrı bir yeri vardır. Mevlevi
ayinlerinde en çok kullanılan müzik enstrümanları rebap, ney, kudüm, tambur,
kanun, ud-kopuz, mazhar (bendir) ve haliledir. Semâ, mutlak kemâl ve Hakk’a vuslat
yolunun derecelerini sembolize eder. Bütün varlığa yeni bir ruhla, sevgi için, hizmet
için dönülür. Semazen hırkasını çıkarmakla, manen, edebi aleme, hakikate doğar,
orada yol alır.
Müridin başındaki Sikkesi (başlığı) nefsinin mezar taşı, üstündeki tennuresi
(elbisesi) ise nefsinin kefeni sayılır. Semazen, sema ederken kolları açık, sağ eli dua
edercesine göklere, Hak gözüyle baktığı sol eli yere dönüktür. Hakk’tan aldığı ihsanı,
halka saçmaktır. Sema, sağdan sola dönülür. Bütün yaratılmışları, içtenlikle, sevgi ve
aşkla kucaklayışı simgeler.

5-NAKŞİBENDÎLİK
Nakşibendîlik tarikatının kurucusu Bahaeddin Nakşibend’dir. Buhara
yakınlarında bir köyde doğmuştur. Tasavvuf eğitimini tamamladıktan sonra irşat
görevine başlayan Şah-ı Nakşibend’in zaman içinde cemaati çoğaldı. O öldükten
sonra halifeleri Nakşi tarikatının yayılmasına öncülük ettiler, Nakşibendilik, hayatı
hakkında fazla bilgi bulunmayan Abdullah-ı İlahi tarafından Anadolu’ya ve
Balkanlara yayılmıştır.
Nakşibendilik tarihinde İmam Rabbani’nin tasavvufi düşüncede birtakım
yenilikler ortaya koyması bakımından ayrı bir önemi vardır.
Nakşibendilikte cehri zikir, halvet ve sema bulunmaz; bunların yerine gizli zikir
vardır. Mensuplarının ifadesine göre bu tarikatın en önemli özelliği, zahirde halk ile
bâtında Hak ile birlikte olmaktır.
Kadirilikten sonra İslam dünyasında en yaygın tarikatlardan biri olan
Nakşibendilik, Türkiye’de de oldukça yaygındır.

6- ALEVİLİK- BEKTAŞİLİK
Ali’ye mensup, Ali taraftarı gibi anlamlara gelen Alevilik, Hz. Ali’ye bağlılığını
ön planda tutan her türlü siyasi ve dini grupların ortak adı olarak kullanılmaktadır.
Türkiye’de Alevilik bazı gruplarca etnik, bazı gruplarca dini, bazı gruplarca da hem
etnik hem de dini bir kimliği ifade etmektedir. Anadolu’daki Alevilerin önemli bir
kısmı kültür olarak Bektaşi edep ve erkanına bağlıdır. Bektaşilik on beşinci yüzyılın
sonlarında Hacı Bektaş-ı Veli gelenekleri etrafında Anadolu’da ortaya çıkmış bir
tarikattır. Bu tarikatın geçmişi, on üçüncü yüzyılda Kalenderilik içindeki bir oluşuma
kadar gitmektedir.
Hz. Muhammed’in peygamberliğini, Hz. Ali’nin velayetini kabul eden, Kur’an’ı
ve ehlibeyti esas alan, tüm bu inancını Yüce Pir Hace Ahmet Yesevi’nin ve Pir Hünkar
Hacı Bektaş-ı Veli’nin temel öğretisi sayılan “Şeriat, tarikat, marifet ve hakikat olarak
bilinen Dört Kapı-Kırk Makam” ilkelerine göre uygulayan kimse Alevi-Bektaşi’dir.

6.1. Hacı Bektaş-ı Veli


On beşinci yüzyılda yazıldığı tahmin edilen ve kimin tarafından yazıldığı
bilinmeyen Vilayetname adlı esere göre Hacı Bektaş-ı Veli, Sulucukarahöyük’te
yaşamış biridir. Yesevi Tarikatına bağlı olan Hacı Bektaş-ı Veli, insanlara İslam dinini,

44
onların sevdiği bir üslupla anlatmış ve onların takdirini kazanmıştır. Yaşadığı yere
yakın civarda yaşayan Hristiyan ve putperest Moğolların İslamlaşması için çok
çalışmıştır. Hacı Bektaş-ı Veli, insanların kültürel farklılıklarına müsamaha gösterir,
İslam’ın temel ilkelerine ters olmadıkça onları değiştirmeye çalışmazdı. Çalışmaya ve
el emeğiyle geçinmeye önem verir, çobanlık yapar, sade bir yaşam sürer, bazı
zamanlar bir mağarada uzlete çekilirdi.

6.2. Bektaşiliğin Oluşumu


Alevilik-Bektaşiliğin yaygınlaşması, Hacı Bektaş-ı Veli’nin vefatından sonraki
zamanlarda, Orhan Gazi döneminde olmuştur. Abdal Musa adıyla ünlü bir Bektaşi
şeyhi kendisine bağlı dervişleriyle birlikte kuruluş dönemini yaşayan Osmanlı
Devleti’nin hizmetine girmiş ve özellikle gaziler üzerinde etkili olan irşat faaliyeti
yürütmüştür. Osmanlı sultanları, Bektaşiliğin gaziler üzerindeki olumlu etkilerini
gördüklerinden Yeniçeri Ocağı’nı Bektaşiliğin edep ve erkanına bağlamış, böylece
onların birlik ve düzen içinde hareket etmeleri sağlanmıştır.
Bektaşiliğin bugünkü şeklini kazanması, on altıncı yüzyılda yaşamış olan Balım
Sultan sayesinde olmuştur. Kendi döneminde Bektaşiliği yeniden düzenleyen Balım
Sultan, zamanının ihtiyaçlarına ve şartlarına uygun olarak Bektaşiliği yenilemiş ve
tarikata bugünkü karakterini kazandırmıştır. Bektaşiliğin diğer tarikatlardan farklı
yönü, Sünni İslam fıkhına bağlılıkta diğer tarikatlardan ayrılmasıdır. Ehlibeyti
önceleyen tasavvuf anlayışı nedeniyle Şii-Caferi bir tarikat olarak görülse de
gerçekte bu ekollerden de farklı bir yapısı bulunmaktadır. Doğrusu Alevilik-
Bektaşilik, çeşitli kültürlerin ve tarikatların izlerini taşıyan, farklı düşünce ve inançları
kendinde bütünleştiren Müslüman-sufi bir tarikattır.

NOTLAR:

6.3. ALEVİLİK VE BEKTAŞİLİKTE TEMEL KAVRAM VE ERKÂNLAR

6.3.1. Alevi-Bektaşi Kültüründe Ocak Kurumu


Alevi-Bektaşi kültüründe “Ocak” kavramı, Hz. Ali soyundan geldiği söylenen
aileleri anlatmaktadır. Ocakzâde adı da verilen bu ailelerin önde gelen kişisine

45
“Dede” adı verilir. Dedeler, Alevi köy ve kasabalarını dolaşır, buralarda cem
meclislerini yönetir, insanların dertlerini dinler, sorunlarını çözmeye çalışır. Töre
olarak Alevi topluluklar dedelere bağlıdır. Alevi ocakların Hz. Ali soyuna dayanması,
yüzyıllardır dilden dile dolaşan menkıbelere dayanmaktadır.

6.3.2. El Ele, El Hakk’a İkrarı


“El ele el Hakk’a” ikrarı, Alevi dedeler arasında birliği ve görev paylaşımını ifade
etmektedir. Paylaşılan görevler “Mürşit, Pir, Rehber” olmak üzere üçe taksim
edilmiştir. Dedeler bu yolla, kendi aralarında töresel hiyerarşik bir düzenle birbirine
bağlanmıştır. Dedeler, “Talip” adını verdikleri Alevi toplulukların hizmetlerini,
üstlendikleri göreve bağlı olarak yerine getirirler.

6.3.3. Dört Kapı Kırk Makam


Bektaşi erkanı tümüyle Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalat adlı eserinde belirlediği
dört kapı kırk makam esasına dayanmaktadır. Bu esaslar, Ahmet Yesevi’nin
Fakirname’sindeki dört kapı kırk makam anlayışı ile birçok benzerlikler
göstermektedir. Dört kapı: Şeriat, tarikat, marifet ve hakikattir. Bu kapılardan her
birinin on makamı bulunmaktadır.

6.3.4. Cem ve Cemevi


Cemevi, Alevilerin dini ritüel ve törenler için toplandıkları yerin genel adıdır.
Bektaşilikte cemevi yerine “Meydan evi” ifadesi kullanılır. Cemevine “Hak,
Muhammed, Ali Divanı” da denir. Aleviler burada yol, adap ve erkan öğrenirler;
burada toplanır, cem yapar, lokma dağıtır, bayramlaşırlar. Gelenek ve görenekler
cemevinde yaşatılır, cenaze de buradan kaldırılır.
Cem, kırklar cemini simgeler. Kırklar ceminde Hz. Muhammed mürşit, Hz. Ali
rehberdir (pirdir). 17 kadın ve 23 erkekten oluşmuştur. Cem, cemevlerinde veya
ibadet koşulları uygun olan yerlerde dedenin yönetiminde yapılır. Bir cem en az on
iki hizmet yapıldıktan sonra tamamlanmış sayılır.

6.3.5. Düşkünlükten Kaldırma Erkanı


Müsahiplik ikrarı vermiş olan biri ona bağlı kalmayıp suç işlediğinde Pir’in
talimatıyla “düşkün” ilan edilir ve topluluktan dışlanır. Ancak o kimse için pişmanlık
kapısı açıktır. Hatasını anlayıp pişmanlık duyarsa yeniden cemaate kabul edilir.
Cemaate yeniden katılmasının onuruna tören düzenlenir. Bu törene düşkünlükten
kaldırma erkanı denir.

6.3.6. Dardan İndirme Erkanı


Ölen birinin arkasından cenaze sahibi veya onun mirasçılarından biri
tarafından insanlardan helallik almak amacıyla yapılan törendir.

6.3.7. Abdal Musa (Birlik) Cemi


Yılda bir kez kış günlerinde yapılır. Köyün veya cemaatin ileri gelenleri bir araya
gelerek hazırlık yapar; herkes gücü oranında tören için maddi manevi katkıda
bulunur. Kurbanlar keserek yemekler yapılır, cem ayini ile birlikte bir arada yemek
yenir. Aleviler arasında, Abdal Musa cemi yapıldığı zaman köyde her yönden bolluk
olacağına, dileklerin kabul olacağına, bir felaket olmayacağına inanılır. Abdal Musa

46
ceminin bir diğer adı olan, Birlik cemi, toplumdaki birlik ve beraberliği sağlama
işlevini göstermektedir.

6.3.8. Musahiplik
Musahiplik kurumu; birbirini gözetme, yardımlaşma ve sorumluluk hissetme
gibi davranışları kazandırma amacını taşımaktadır. Musahiplikte, evli iki çift cem
töreninde yol kardeşi yapılarak birbirinin müsahibi olurlar. Buna ahiret kardeşliği,
ikrar verme, kardeşlik tutma gibi isimler de verilmektedir. Musahip olanlar yaşamları
boyunca birbirini gözetir, birbirinden sorumlu olur. Musahipliğe Bektaşilikte “İkrar
ve nasip alma” anlamı da verilmiştir. Bu kavram İslam tarihinde, muhacirlerle
ensarın kardeş edilmesi olayına dayandırılır. Mekkeli Müslümanlar, müşriklerin
onlara sürekli eziyet etmesi üzerine Medine’ye hicret etmiş ancak bu yeni yere
alışmaları kolay olmamıştı. Hz. Muhammed muhacirlerle ensarı kaynaştırmak için
her bir muhaciri, ensardan biriyle kardeş ilan etmişti.

6.3.9. Razılık ve Kul Hakkının Sorulması


Razılık ve kul hakkının sorulması cemin şartlarındandır. Ulu divan adı verilen
mahşer meydanına kul hakkıyla varmamak için cemde tüm canlar helalleşir ve
birbirinden razılık alırlar. Pîr, canlara şu uyarıyı da yapar: “Aldığın varsa ver. Verdiğin
varsa al, döktüğün varsa doldur. Ağlattığın varsa güldür. Yıktığın varsa kaldır.” O kişi
de kul hakkı yoksa, Hakk’ın emrinden, farzından, Muhammed’in sünnetinden, Ali’nin
tarikatinden sorulur. Geçerli bir sebep olmaksızın eşini boşayanlar, yalancı şahitlik
edenler, hırsızlık yapanlar, haram kazanç verenler, kısaca topluma zararlı kişiler
ceme alınmazlar.

NOTLAR:

6.3.10. Cemde On İki Hizmet


Alevilikte on iki hizmet ehli vardır ve onlardan her biri kendilerine düşen
görevleri yaparlar. Bunlar:

Mürşid (Dede): Cemi yönetir, ikrar alır nasip verir. Yerine göre cenaze,
musahiplik, nikah, sünnet, isim verme gibi görevleri yerine getirir.

47
Rehber: Mürşidin yardımcısıdır. Yola (tarikata) girmek isteyenleri hazırlar, yol
gösterir.
Gözcü: Rehberin yardımcısıdır. Cemin sessiz ve sakinlik içinde geçmesini
sağlar.
Zakir (Aşık): cemde tevhit, duvaz imam, mersiye, semah, nevruziye söyler.
Çerağcık: Cemevindeki aydınlatma araçlarını yakar.
Süpürgeci: Cemevinin temizliği ile meşgul olur.
Meydancı: Cemevinde postları yerine dizer.
Niyazcı: Kubanları keser, yemekleri alır ve dağıtımını yapar.
İbrikçi: Ceme katılanların abdest almasını sağlar.
Kapıcı: Ceme gelen erenlerin evlerini gözetler.
Peyikçi: Cem olacağını tüm canlara duyurur.
Saki: Cemevinde su, şerbet, süt vb. şeyleri dağıtan kimsedir.

6.3.11. Semah
Semah, cem içinde yapılan on iki hizmetten birisidir. Aleviliğe göre semah
dönen canlar; duygunun, sevginin, aşkın dorukta olduğu adeta ayrı bir dünyaya
yolculuk edildiği bir trans halini yaşarlar. Semah saz ve deyişler eşliğinde kadın ve
erkeklerin, belirli hareketlerle dönerek yaptıkları bir ritüeldir. Semahta önemli olan
semahçıların gösterdiği figürlerdir. Semah sırasında sağ elin yukarıda ve avuç içinin
göğe, sol elin ise aşağıda ve yere dönük olması, Hak’tan alıp halka vermeyi sembolize
eder, Semah, dedenin duasıyla son bulur.

6.3.12. Gülbank
Gülbank, genellikle sonu uyaklı Türkçe duadır. Bu dualar, geleneksel olarak
cem meclisinde okunageldiği için kalıplaşmıştır. Çoğunlukla “Bism-i Şah” diye başlar.
“Bism-i Şah! Hak, Muhammed Ali! Lokmalarımız kabul ola. Muratlarımız hasıl
ola. Yardımcımız Hızır ola. Bir lokmanız bin belaya karşı gele. Hak dergahına yazılmış
ola. Lokma sahipleri niyetlerine vasıl ola. Dil bizden nefes Hünkarı Pir’den ola.
Gerçeğe Hu!”

6.3.13. Hızır ve Muharrem Orucu


Tasavvufi anlayışta Hızır özel bilgi verilmiş, Hz. Musa’ya yol gösteren mürşit,
veli bir insan olarak tanımlanır. Bazı Mutasavvıflar onu gördüklerini, ondan bilgi
aldıklarını iddia etmişlerdir. Bazı halk inanışlarına göre Hızır yaşamakta, darda
kalanlara yetişmekte, onlara yardım etmektedir. Farklı bir inanışa göre Hızır insan
değil, darda kalanlara yetişen bir melektir. Bazı Alevi ocaklarınca, Hızır orucu adıyla
tutulan bir oruç çeşidi bulunmaktadır. Hızır orucu 13-15 Şubat tarihlerinde üç gün
tutulmaktadır.
“Bir gün Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ateşli bir hastalığa yakalanırlar ve günlerce
yatarlar, Hz. Ali ve Hz. Fatma bu duruma çok üzülüp ağlarlar. Hz. Ali Allah’a
yalvararak: “Ya Hızır! Çocuklarımın imdadına yetiş, onlara sağlık ve sıhhat ver,
hastalıktan kurtar, senin için ahdim olsun üç gün oruç tutacağım” diye dua eder. Bu
duası kabul olur, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hastalıktan kurtulurlar. Hz. Ali, Hz. Hızır’ın
bu yardımından dolayı ailesiyle oruç tutmaya başlar, akşam iftar edecekleri zaman
kapıya bir fakir gelerek kaç gündür aç olduğunu söyler ve Hz. Hızır aşkına lokma ister,
onlar da akşamki iftar edecekleri yiyeceklerden bir kısmını verirler, ikinci günü gene

48
iftar edecekleri zaman bir fukara gelerek Hz. Hızır için lokma ister, gene iftarlıklardan
bir kısmını verirler ve üçüncü gün gene iftar edecekleri zaman kapıya gelen fukaraya
Hz. Hızır aşkına lokma vererek yolcu ederler. Daha sonra durumdan Hz. Muhammed,
haberdar olur ve onların ne güzel bir hayır yaptıklarını, oruçlarının ve dileklerinin
Allah katında kabul olunduğunda müjde eder.”
Hızır orucunda oruca kalkmak yoktur. Gün doğumu ile gün batımı arasındaki
hiçbir şey yememe ve içmeme şeklinde tutulur.
Alevilikte oruç denilince Muharrem orucu, diğer adıyla matem veya on iki
imam orucu akla gelir. Şii ve Caferilikte matem tutma vardır ama matem orucu
yoktur. Matem orucu Alevilere özgü bir ibadettir. 10 Muharrem’de yani 10 Ekim
zamanında tutulur.
Kurban Bayramının birinci gününden başlayarak yirmi gün sayılır. Yirminci
günün akşamı Muharrem orucu için niyet edilir ve oruç başlar. Orucun süresi on iki
gündür. Alevilerin oruçları Ramazan orucundan farklıdır. Oruç gün doğumundan gün
batımına kadar tutulur. Oruçlu olan kişinin yapmaması gerekenler şunlardır:
“Muharrem ayının ilk 10 gününde çamaşır yıkanmaz, tıraş olunmaz, hayvan
kesilmez. Süslenilmez, aynaya bakılmaz. Düğün yapılmaz, saz çalınmaz, türkü
söylenmez, eğlence ve oyunlar yapılmaz. Ağaç kesilme, böcek öldürülmez.
Muharrem ayı matem ayı olduğu için dört hafta sürecinde cem yapılmaz.

NOTLAR:

49
9- GÜNCEL DİNİ MESELELER
DİNİ MESELELERİN ÇÖZÜMÜNDE TEMEL İLKE VE YÖNTEMLER

Fıkıh kitaplarında binlerce mesele ve bunların çözümleriyle ilgili bilgiler yer


almaktadır. Bu meselelerin çözümünde, onların bazısına farz, bazısına caiz, bazısına
mübah, bazısına haram gibi hükümler verilmiştir. İslam alimleri bu hükümleri
verirken birtakım usul ve esaslara göre hareket etmişlerdir.
Türkiye’de dini meseleleri inceleyip karara bağlayan kurum, Din İşleri Yüksek
Kurulu’dur. Bu kurulun görevlerinden biri de İslam’ın temel bilgi kaynaklarını ve
usûlünü, tarihi tecrübesi ile güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dini konularda
karar vermek, görüş bildirmek ve dini soruları cevaplandırmaktadır. Kurul verdiği
kararlar ve fetvalarda toplumun dini sorunlarını, Kur’an ve sünnete dayanarak
çözüme kavuşturmaktadır. Bu iki temel kaynakta doğrudan hüküm bulunmayan
mevzularda ise, diğer dini delillerin ve İslam’ın genel ilkelerinin ışığında hareket
etmektedir.
Dini yaşantımızla ilgili ortaya çıkan yeni durumların ve problemlerin tamamının
sadece geleneksel mirasımızdan hareketle her zaman çözülemeyeceği de göz
önünde tutulmakta, bu durumda kurul, salt aklı kullanarak çözüm üretme yerine,
yine Kur’an, sünnet, icma ve kıyas eksenli bir çalışma yapmayı tercih etmektedir.

TEMEL İLKE VE YÖNTEMLER


1. ÇÖZÜM ÖNERİLERİ DİNİN KESİN HÜKÜMLERİNE AYKIRI OLMAMALIDIR.
2. ÇÖZÜM ÖNERİLERİ FITRATA AYKIRI OLMAMALIDIR.
3. KONUYA BÜTÜNCÜL YAKLAŞILMALIDIR.
4. İSLAM’IN TEMEL AMAÇLARI GÖZ ÖNÜNDE BULUNDURULMALIDIR:
# Canın Korunması
# Neslin Korunması
# Aklın korunması
# Malın korunması
# Dinin korunması

1- Çözüm Önerileri Dinin Kesin Hükümlerine Aykırı Olmamalıdır


İslam’ın kesin hükümlerine zarurât-ı diniyye adı verilir. Bu hükümler İslam
ümmetinin başlangıçtan beri aynı şekilde uygulayageldikleri ve İslam alimlerinin
ittifakla kabul ettikleri temel esas ve hükümlerdir. Namaz, oruç, zekat, hac gibi
ibadetler, İslam’ın kesin hükümlerindendir. Zarurat-ı diniyyeden sayılan hükümler
İslam’ı simgeleyen semboller haline gelmiş; Hz. Muhammet döneminden bu yana
aynı şekilde uygulandığından dolayı İslam’ın toplum içinde somutlaşmış biçimini
oluşturmuştur.
Güncel meselelerde karşılaşılan problemlere çözüm önerileri getirilirken bunların
İslam dininin kesin hükümlerine ters düşmeyecek özellikte olmasına dikkat
edilmelidir.
Örneğin kalabalık şehirlerde, günlük hayatın yoğun temposu içinde namaz kılmak
için vakit zor gelebilmektedir. Bu zorluğu aşmak için kişinin iş yaparken içinden dua
etmesinin veya yalnızca Fatiha suresini okumasının namaz yerine geçip geçmeyeceği
sorulabilmektedir. Namaz ibadeti, Hz. Peygamber döneminden bu yana kıyamı,

50
rükuu, secdesi ile kılınan, İslam’ın kimliği haline gelmiş ibadetlerden biri olduğundan
İslam’ın kesin hükümlerine aykırı bu tür çözüm önerileri kabul edilemez.

2- Çözüm Önerileri Fıtrata Aykırı Olmamalıdır


Dini meselelerin çözümü için öne sürülen öneriler Allah’ın tabiat ve insan için
belirlediği doğal yapıya ters düşmemeli, onu bozmamalıdır. İslam fıtrat dinidir. İnsan
onurunu zedeleyen, temel etik ve ahlaki yasalara ters düşen çözüm önerileri İslam’ın
genel hükümlerine de ters olduğundan kabul edilemez.
Örneğin güncel problemlerden biri olan para karşılığı organ satmak caiz
görülmemiştir. Bunun en önemli nedeni, insan vücudunun aziz oluşu ve para
karşılığında satılamayacağı genel ilkesidir. Temel etik ve ahlaki ilkelere de ters
olduğundan para karşılığında organ vermek İslam’a göre caiz görülmemiştir.

3- Konuya Bütüncül Yaklaşılmalıdır


Bir meselede çözüm aranırken, parçacı bir anlayışa sahip olmamalı, konu bütün
olarak ele alınmalı, bağlantılı olan meseleler de dikkatle incelenmelidir. Günümüz
meseleleri birçok alanda uzmanlık gerektiren iç içe girmiş karmaşık yapılardadır.
Tıpkı karmaşık elektronik devrelerde olduğu gibi bir seçeneği kapatmanın veya
açmanın ne tür sonuçlar doğuracağını önceden hissetmek gerekmektedir.
Bu konuda yine organ nakli meselesinden örnek vereceğiz. Önceki dönemlerde
İslam alimlerinin çoğunluğu insanın mükerrem bir varlık olduğu gerekçesiyle insan
uzvunun bir başkası tarafından kullanılmasını caiz görmemişlerdi. Tıpta meydana
gelen gelişmeler organ naklinde başarılı sonuçlar ortaya çıkardı. Bazı hastalar için
organ naklinin hayatta kalmanın tek çaresi haline gelmesi bu konudaki fetvaların
tekrar gözden geçirilmesini zorunlu kıldı. İnsan yaşamının korunması ilkesinin ağır
basmasıyla yeni fetva, birtakım şartlar gözetilmek kaydıyla organ naklinin caiz
görülmesine yol açtı.
Yeni meselelere çözüm aranırken konunun uzmanlarının görüşleri de son derece
önem arz etmektedir. Hayatın hemen her alanıyla ilgili derin araştırmaların
yapılması bilim alanlarını çeşitlendirmiş, pek çok alanları ortaya çıkmıştır. Bu
nedenle meselelerin İslam’a göre hükmünü araştırmada, bireysel çalışmalar çoğu
kez yetersiz kalmaktadır. Astronomi, tıp, sosyoloji, psikoloji vb. uzmanlık bilgilerine
ihtiyaç duyulan meselelerde, doğru karara ulaşabilmek için mutlaka uzman
görüşüne başvurmak gerekmektedir.

NOTLAR:

51
4- İslam’ın Temel Amaçları Göz Önünde Bulundurulmalıdır
Belirli bir meseleyle ilgili çözüm aranırken lehte ve aleyhte bir çok kanıt elde
edilebilir. Bu kanıtlar, ilgili problemin çözümünde önem taşırlar ancak ortaya konan
çözümler İslam’ın temel ilke ve amaçlarıyla ters düşmemelidir. İslam’da bütün dini
düzenlemelerin en temel amacı, insanlar için fayda sağlamak, onlardan zararı
savmak ve dünyayı kötülüklerden temizlemektir. Buna fıkıh diliyle kısaca
maslahatların temin edilmesi ve zararların giderilmesi denilmektedir. Bunlar; can,
nesil, akıl, mal ve dinin korunmasıdır. Bunlardan birinin zarar görmesi, toplum
düzeninin bozulmasına neden olur. Bu nedenle ortaya çıkan meseleler için önerilen
çözümler bu beş değerden birine bile zarar vermemelidir. İslam’ın koruma altına
aldığı canın, neslin, aklın, malın ve dinin dokunulmazlığı, günümüz bakış açısıyla her
insanın sahip olduğu temel haklardır.
İslam, bireysel haklar konusunda oldukça titizdir. Kul hakkı İslam’ın önem verdiği
kavramların başında gelir.
Hz. Peygamber: «Her hak sahibine hakkını ver» buyurmuştur. Allah’ın buyruğuna
göre, yer ve gökler nasıl ölçülü bir biçimde yaratılmışsa insanlar da birbiriyle
ilişkilerinde ölçülü ve adaletli olmalıdır. Bu konuda Kur’an şöyle buyurur: «Allah
göğü yükseltti ve dengeyi koydu. Siz de ey insanlar! Sakın dengeyi bozmayın! Ölçüyü
adaletle tutun, eksik tartmayın.»
İslam, insanlar arasında adaletin gerçekleşmesi için adalet sisteminin güçlü
olmasını istemiştir.
Adli kararlar verilirken insanlar arasında çeşitli nedenlerden dolayı ayrımcılık
yaparak, haklıyı haksız duruma düşürmek büyük günahlardan biridir. Allah bu
konuda Hz. Muhammed’i şöyle uyarmıştır. «…Hüküm verdiğin zaman, aralarında
adaletle hükmet. Allah adil olanları sever.» Bir başka ayette ise «Allah emanetleri
ehline vermenizi ve insanlar hakkında karar verdiğiniz zaman adaleti yerine
getirmenizi emreder…» buyurulmaktadır.
İslam’ın insan haklarına verdiği değer, yalnızca öğretilerde kalmamış, adaleti
gerçekleştirmek amacıyla gerek temel kaynaklardan doğrudan alınan hükümlere,
gerekse dönemin adalet anlayışına uygun olarak yapılan içtihatlarla, insan ve
toplumun yararına en uygun kararlar alınmaya çalışılmıştır.
İnsan hakları ve adalet konusunda insanlığın elde ettiği kazanımlar İslam’ın genel
ilkeleri ve amaçları ölçü alınarak değerlendirilmekte ve içtihat kurumuyla İslam’ın
hak ve adalet anlayışı sürekli yenilenmektedir. Günümüz evrensel değerlerinin kabul
ettiği ve İslam dinince, ortaya çıktığı ilk günden bu yana desteklenen temel haklar ve
özgürlükler şunlardır:

4.1. Canın Korunması


Canın korunması yaşama ve sağlık hakkı anlamına gelmektedir. İslam dini, bir
kimsenin öldürülmesini bütün insanlığın öldürülmesi olarak görür. İnsan canına
kıymak, her şeyden önce Yaratıcıya karşı işlenmiş büyük bir suçtur. Allah’ın verdiği
canı yalnızca Allah alır. Cinayet suçunda doğrudan mağdur olan, elbette hayatı yok
edilen kişi, onun yakınları ve sevenleridir. Bununla birlikte toplumda dehşet
uyandırdığı, koruma altında olan bir hakkı ortadan kaldırdığı ve toplum düzenini
bozduğu için insan öldürme, kamuya karşı işlenmiş suçlardan sayılır.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: «Kim bir mümini kasten öldürürse cezası
cehennemde ebedi kalmaktır. Allah ona gazap etmiş, onu lanetlemiş ve onun için

52
büyük bir azap hazırlamıştır.» Hz. Peygamber cinayete teşebbüs etmenin dahi insanı
cehenneme götürebileceğini şu hadisiyle ifade etmiştir: «İki Müslüman kılıçlarıyla
karşı karşıya gelir ve biri diğerini öldürürse, öldüren de ölen de cehennemdedir.» Bu
sözler üzerine ona: «Ey Allah’ın Resulü, öldürenin suçunu biliyoruz, ölenin suçu
nedir?» diye sorduklarında şöyle cevap vermiştir. «O da arkadaşını öldürmeye kast
etmişti.»
Her insanın yaşama hakkı olduğu gibi, sağlığını koruma hakkı da bulunmaktadır.
İslam dininde bireyin ve toplumun sağlığını korumaya yönelik dikkat çekici öğretiler
bulunmaktadır. Hz. Muhammed: «İki nimet vardır ki insanların çoğu onda
aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.» buyurarak sağlığın önemine dikkat çekmiş,
toplumun sağlığını korumak için başta temizlik olmak üzere birçok önlem almıştır.
Hz. Muhammed salgın hastalıkların yayılmasını önlemek üzere karantina tedbiri
almış, aksıranın ağzını kapatmasını, kapların ağzının kapalı tutulmasını, yemeğin
ölçülü yenilmesini ve hastalanan kişilerin tedavi olmasını emretmiştir.
Bireysel sağlığın önemi yanında kamu ve çevre sağlığı da önemlidir. İnsanların
sağlığını tehlikeye atan hileli gıdalar üretmek, bilerek bunları alıp satmak İslam’ın
insan hakları anlayışına aykırıdır. Aynı şekilde canlı yaşamını tehdit eden atıkları
kontrolsüz biçimde çevreye bırakmak İslam’ın çevre sağlığı anlayışına terstir.
Kamuya ve çevreye zarar verdiği bilinen her türlü eylem ve davranıştan sakınmalı
ve mümin sorumluluğu bilinciyle hareket edilmelidir.

4.2. Neslin Korunması


Neslin korunması, başta aile kurumu ve mahremiyeti olmak üzere, toplumun
yarınlarını güvence altına almakla ilgili pek çok konuyu içine almaktadır.
İslam dininde özel yaşama dair bilgileri ihlal etmeme ve onları yaymama
konusunda dikkat çekici öğütler yer almaktadır. Bir ayette şöyle buyrulur: «Ey iman
edenler! Kendi evinizden başka evlere, izin almadıkça ve ev halkına selam
vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde düşünüp anlarsınız.»
İslam ahlakına göre, başkasının evine izinsiz girilmez. Kapı veya zil çalınıp kenarda
beklenir. Kapı açılmadıkça fazla ısrarcı olunmaz.
Ailenin mahremiyetini korumak başta eşlere düşer. Allah eşlerin birbirine
yakınlığını onun elbisesi arasındaki ilişkiye benzetmiştir: «….Eşleriniz sizin için bir
elbise, sizler de onlar için bir elbisesiniz….» Eşlerin birbirini kollamasını, birbirinin
sırrını saklamasını ve birbirleriyle bütünleşmesini bu ayet ne güzel ifade etmiştir.
İnsanların özel yaşamını gözetlemek, kapı veya pencereden içeriye bakmak, hava
boşluklarından başka daireleri dinlemek, şahit oldukları veya duyduklarını
başkalarına anlatmak İslam ahlakına uymayan davranışlarıdır. Hz. Muhammed söyle
buyurmuştur: «Hiç kimsenin izinsiz olarak bir başkasının evinin içine bakması helal
değildir. Eğer bakarsa, sanki o eve girmiş demektir.»
Sosyal medya ortamında insanların sırlarının ortaya dökülmesi, bu yolla
insanların birbirinden intikam alması İslam ahlakına hiç uymayan kötü
davranışlardır. Bu tür olaylarda yalnızca taraflar değil, mahremiyet duygusu ve özel
yaşam alanına saygı da zarar görmektedir.
Oysa mahremiyet İslam’ın kutsal gördüğü bir alandır. Hz. Muhammed şöyle
buyurur: «Birbiriniz hakkında kötü düşünce besleyerek konuşmayın, çünkü bu yalana
götürür. Birbirinizin sırlarına kulak kabartmayın, birbirinizin özel hallerini

53
araştırmayın, birbirinizle üstünlük yarışına girmeyin, birbirinizi kıskanmayın,
birbirinize kin tutmayın, birbirinize sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun.»

4.3. Aklın Korunması


Aklın korunması, günümüzde düşünce özgürlüğüne karşılık gelmektedir. İslam’ın
insanı yaratılmışların en üstünü görmesi, onun özgür iradeye sahip olması
nedeniyledir. Özgür iradenin en önemli gösterisi, düşüncenin serbestçe
söylenebilmesidir.
Hz. Muhammet insanları yönlendirirken onların düşüncelerine değer vermiş,
doğru bildiklerini söylemekten korkmamalarını öğütlemiştir.
Aslında bu Allah’ın da Kur’an-ı Kerim’de emretmiş olduğu bir şeydir.
«Allah’ın rahmetiyle onlara müsamahalı davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli
davransaydın, onlar etrafından dağılırlardı. Bu nedenle onları affet, bağışlanmaları
için dua et, iş hakkında onlara danış; kararı verince, artık Allah’a güven çünkü Allah
O’na güvenenleri sever.»
İslam dini; dinlemeyi, anlamayı, karşılaştırmalar yaparak doğruyu bulmayı
öğütler. «Dinleyip sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele! Allah’ın doğru yola
ilettiği kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.» ayetinde dinlemek,
anlamak ve düşünmek olumlu davranışlardan sayılmaktadır.
Aklın korunması bir başka açıdan akıl sağlığını korumayı ve onu devreden çıkaran
maddelerle mücadele etmeyi gerektirir. Aşırı stres altında uzun süre kalmak akılda
kalıcı hasarlara yol açabilir. Aynı şekilde alkol ve uyuşturucu gibi zararlı maddeler
aklın doğru düşünmesini engelleyerek insana birçok yanlış yaptırdığından dinde
kesin bir şekilde yasaklanmıştır.

NOTLAR:

4.4. Malın Korunması


İslam bireyin ve toplumun haklarını korumayı ve adaleti sağlamayı
amaçladığından çalışma haklarıyla ilgili hükümler belirlemiştir. Allah «İnsan için
ancak çalıştığı vardır.» diyerek insanı iyi işler yapmaya yönlendirirken Hz.
Muhammet de: «Hiç kimse el emeğinden daha hayırlı bir şey yememiştir.» diyerek
helal kazancın önemine dikkat çekmiştir.

54
Malın korunması amacıyla İslam; faiz, kumar ve alışverişte hile yapmayı
yasaklamıştır. Bu yasaklar kişinin borç bataklığına sürüklemesini, bütün varlığını bir
kerede kaybetmesini ve çaresiz biçimde sefalete yuvarlanmasını önlemek için
getirilmiştir.
Ülkemizin ilerlemesi, insanların yoksullaşıp el açar hale gelmemesi için inançla ve
sabırla çalışmak, emeğe saygı göstermek, hakkını aramak ama hakkından fazlasına
tamah göstermemek, verimli ve düzgün çalışmak, kazanmak, kazandırmak,
kazancının bir kısmını yoksullarla paylaşmak en güzel salih amellerdir.

4.5. Dinin Korunması


Dinin korunması hem dini değerlerin korunması hem de inanç özgürlüğü
anlamına gelmektedir. Tarih boyunca Müslümanların diğer dinden olanlara
yaklaşımı her zaman müsamahalı olmuştur.
Hz. Muhammet, önüne çıkan engelleri öncelikle barış yoluyla çözmeye çalışmış,
Medine’ye hicret ettiğinde birbirine düşman iki kabile olan Evs ve Hazrec’i
barıştırarak onları ensar adıyla birleştirmiş, ensarla muhacirleri kardeş ilan etmiş,
yine Medine’de bulunan Yahudi kabilelerle Medine’yi düşmanlara karşı ortak
savunma ve din özgürlüğü temelinde savunma anlaşması yapmıştı. Sonraki
dönemlerde de devlete karşı açık bir tehdit oluşturmadığı sürece, özellikle Hıristiyan
ve Yahudilere daima müsamaha göstermiş, onların haklarını korumuştu. İslam
toplumunda anlaşmalı olarak yaşayan gayrimüslimlere zimmi adı verilirdi.
İbadetler konusu, dinin korunması kapsamında ele alınır. İbadetler dinlerin
vazgeçilmez gereklerindendir. Her dinde belirli zamanlarda yerine getirilmesi
gereken ibadetler bulunmaktadır. Bir dine uyan kişi, onun emrettiği ibadetleri yerine
getirmeye çalışır; dini görevleri yaptığında kendini mutlu hisseder, yapmadığında ise
huzursuz olur.
İslam’da yerine getirilmesi gereken namaz, oruç, hac, zekat gibi farz ibadetler
vardır. Müslüman olan birinin bunları şartlarına uygun biçimde yapması istenir.
Farzları terk eden Müslüman, Allah’ın emirlerini terk ettiğinden dolayı sorumlu
sayılır. Müslümanlar birbirini ibadetleri yerine getirmek konusunda teşvik edebilir
ama bu zorlama sınırına varmamalıdır çünkü zorla yapılan ibadetin Allah katında
hiçbir değeri bulunmamaktadır.

NOTLAR:

55
İKTİSADİ HAYATLA İLGİLİ MESELELER

İslam’ın Mülkiyet Anlayışı


İslam dini, mülk edinmeyi meşru görür ve çeşitli hukuki düzenlemelerle mülkiyeti
güvence altına alır. Özel mülkiyeti yasaklamayan İslam dini bununla birlikte
toplumdaki varlıklı insanların yoksulları ezmesini haksızlık saymış ve bu konuda
çeşitli önlemler almıştır.
İslam’a göre mülkün gerçek sahibi Allah’tır. Bir şeye sahip olma ve onu kullanma
yetkisi insana sınırlı bir süre için verilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de «Allah’a ve resulüne
iman edin. Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden harcayın» şartlarına uygun
bir biçimde çalışan bir insan, Allah’ın da dilemesiyle servet sahibi olabilir. İslam, özel
mülkiyet haklarını meşru görür ve onu koruma altına alır.
İslam, insanlık tarihinin en önemli problemlerinden biri olan gelir dengesizliğinin
etkilerini zayıflatmak için mal paylaşımına büyük önem vermiş ve bunun için başta
farz bir ibadet olan zekat olmak üzere sadaka, fitre, bazı kefaretler, kurban, vakıf gibi
kurumlar geliştirmiştir.

İslam’ın Ekonomik Hayatla İlgili Ahlaki Ölçüleri


İslam dini, insanın günlük yaşamının içinde yer alan bir dindir. Bunun bir
göstergesi de insanın geçimi ve refahıyla yakından ilgili olan ekonomik hayatla ilgili
ortaya koymuş olduğu öğretiler ve ahlaki ölçülerdir.
İslam’ın ekonomik hayatla ilgili ahlaki ölçülerini maddeler halinde şöyle
özetleyebiliriz:
A) İŞ HAYATINDA DA ADALETLİ VE DÜRÜST OLMAK
B) KANAATKÂR OLMAK
C) İSRAF ETMEMEK
D) İHSANDA BULUNMAK/ iyilik etmek, bağışta bulunmak
E) İŞİN GEREKTİRDİĞİ GÜVENLİK ÖNLEMLERİNİ ALMAK

GIDA MADDELERİ VE BAĞIMLILIKLA İLGİLİ DİNİ VE AHLAKİ İLKELER

Haram Olan Yiyecekler Sınırlıdır


«Eşyada asıl olan ibahadır» kuralı gereği eğer bir şey haram kılınmamışsa helal
kabul edilir. Yiyeceklerle ilgili meselelerde de bu kural geçerlidir. Genel olarak Kur’an
ve sünnet ile yasaklanmamış olan yiyecekler ve içecekler helaldir.
Kur’an’da, yeryüzünde olanların insan için yaratıldığı belirtilmektedir. « O, yerde
ne varsa hepsini sizin için yarattı» bununla birlikte insanların ve toplumun yararı
gözetilerek bazı yiyecekler ve içecekler Kur’an’a veya sünnete dayanan hükümlerle
yasaklanmıştır. Haram kılınan başlıca yiyecek ve içecekler şunlardır:
LEŞ: kendiliğinden ölmüş veya bir hayvan tarafından öldürülmüş hayvanlar leş
olarak kabul edilir. Bunların yenilmesi haramdır. Yenilebilen su ürünleri bu hükmün
dışında tutulmuştur.
KAN: kanın içilmesi, işlem yapılarak tüketilmesi haramdır.
DOMUZ ETİ VE ÜRÜNLERİ: Kur’an’da domuz necis (pis) olarak nitelendirilmiş ve
onun yenilmemesi emredilmiştir. Bu nedenle domuzdan elde edilen ürünlerin
yenilmesi haramdır.

56
ALLAH’TAN BAŞKA İLAHLARA ADANARAK KESİLEN HAYVANLAR: putlar için
kesilmiş hayvanların eti Kur’an’da haram kılınmıştır.
ŞARAP: Kur’an’da şarap da pis olarak nitelendirildiği için haramlar listesinde yer
alır. Şaraba bağlı olarak sarhoş eden bütün alkollü içecekler, az ya da çok olduğuna
bakılmaksızın haram sayılmıştır.

NOTLAR:

BAĞIMLILIK YAPAN MADDELER


Bağımlılık yapan maddeler, alışılması kolay terk etmesi zor olan, kullanan kişiyi
kendine esir eden ve onu ciddi hastalıklara düşürüp gençliğini çürüten; tütün
mamulleri, alkollü içkiler ve çeşitli uyuşturuculardır. İslam dininin insan yaşamına
verdiği değer, bu tür maddelerin kullanılmamasını gerektirir.
TÜTÜN MAMULLERİ: En çok sigara, nargile ve pipo biçiminde alınan tütün
ürünlerinin insan vücuduna olan zararları günümüzde tartışılmaz derecede açıktır.
Bu zararlar; Tütün mamullerini kullanan kişi, üst solunum yollarından başlayıp
akciğer kanserine kadar varan birçok hastalığa kendi eliyle davetiye çıkarmaktadır.
Bu durum, İslam’ın koruma altına aldığı beş temel değerden biri olan canı koruma
ilkesine ters düşmektedir.
ALKOLLÜ İÇECEKLER: İslam dini alkollü içeceklerin tüketilmesini yasaklamıştır.
Kur’an-ı Kerim’de «Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans okları
birer şeytan işi pisliktir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan şarap ve
kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak , sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?» buyrulması ve bu konudaki
diğer ayetler alkollü içeceklerin haram olduğunun kanıtıdır.
Alkollü içecekler insanın aklının ve vücudunun düşmanıdır. Kötülüklerin anası
olarak görülen içki insana, normalde yapmayacağı kötü işleri yaptırır; insanı her gün
biraz daha esareti altına alarak onu kendine tamamen bağımlı hale getirir.
KUMAR: İnsan yaşamına çok büyük etkisi olan diğer konu ise kumardır. Kumar
bağımlılığına bulaşan birinin kaçınılmaz sonu hem sosyal hem de ekonomik yönden
iflastır. Kumar nedeniyle büyük servetler kaybedip çaresizlik içinde sürünen o kadar
çok örnek vardır ki, bunların ibretlik öykülerine sıkça rastlarız. Şarabı yasaklayan
ayetin içinde kumar da söz konusu edilmekte ve bunun zararlarına karşı insanlar
uyarılmaktadır. Kumar da tıpkı şarap gibi kesin haramlardan biridir.

57
UYUŞTURUCU MADDELER: Doğal veya yapay maddelerden elde edilen
uyuşturucular, vücutta alkollü içeceklerden daha fazla tahribat yapmakta, bağımlılık
etkisini daha kısa sürede göstermektedir. Uyuşturucu bağımlıları madde satın
alabilmek için bağımlılıklarını başkalarına da bulaştırmakta, böylece insanlar
birbirlerini bu batağın içine çekmektedir. Uyuşturucu maddenin bir başka zararı, bu
maddelerin yasadışı örgütlerin en önemli gelir kaynağı olmasıdır.
Ülkemiz üzerinde haince hesaplar içinde olanlar, amaçlarına ulaşmak için bir
taraftan uyuşturucu kullanımını yaymaya diğer taraftan bağımlı hale getirdikleri bu
insanların üzerinden para kazanmaya çalışmaktadırlar. Biraz düşünebilen insan, bu
ihanet tuzağının içine atmaz. Kişiye ve topluma büyük zararı olan her çeşit
uyuşturucu madde kullanmayı İslam dini haram saymıştır. İnançlı biri uyuşturucu ile
hiçbir alaka kurmamalı, bu tür maddelerin kullanıldığı mekanlardan uzak durmalıdır.

SAĞLIKLA VE TIPLA İLGİLİ BAZI MESELELER


Tıp alanında yapılan araştırmalar sağlıktaki büyük gelişmelerle birlikte dini,
felsefi, etik ve ahlaki birçok meselenin ortaya çıkmasına de neden olmaktadır. Bu
problemler tıp etiği ve biyoetik başlıkları altında bilimsel çevrelerde yoğun biçimde
tartışılmaktadır. Tartışılan meselelerden bazıları şunlardır:
OTOPSİ
Otopsi sözcüğüyle insan cesedinin tıbbi veya adli amaçlarla incelenmesi
kastedilmektedir. Üniversitelerin eğitim hastanelerinde tıp eğitiminin bir gereği
olarak kadavralar üzerinde çalışmalar yapılmaktadır. Bu yolla vücudu oluşturan
sistemler, organlar ve çeşitli tıbbi bilgiler gözlem ve deneye dayalı olarak
öğretilmektedir. Bazı durumlarda adli deliller elde etmek için de otopsiye ihtiyaç
duyulabilmektedir. Zehirleme, suikast, boğma vb. suçlarda ceset üzerinde yapılan
otopsi, vaka hakkında aydınlatıcı bilgiler verebilmektedir.
İbni Sina gibi Müslüman tıp bilginlerinin ceset üzerinde incelemeler yaptıkları
bilinmekle birlikte, önceki yüzyıllarda alimlerin bazıları, ceset üzerinde inceleme
yapmayı insan saygınlığını zedeleyici bir davranış olarak görmüş ve buna cevaz
vermemişlerdir.
Ancak günümüzde bu anlayış değişmiş, öğrenilmesi farz-ı kifaye olan tıbbın
gelişmesi ve adli vakalarda olayın iç yüzünün aydınlatılması gibi zaruretler nedeniyle,
otopsiye bazı şartlar doğrultusunda izin verilmektedir. Bu şartlar otopsiyi gerektiren
önemli bir neden olması, otopsi yapılan vücudun tam olarak ölmüş olması,
yakınlarının izninin alınmış olması gibi hassasiyetlerdir.

NOTLAR:

58
ÖTENAZİ
Ötenazi, iyileşme umudu olmayan ve dayanılmaz acılar içinde kıvranan bir
hastanın kendi isteği veya yakınlarından birinin talebiyle hayatına son verilmesi
anlamına gelmektedir.
Ötenazi, öldürücü bir kimyasal maddeyle yapılabildiği gibi, duruma göre bağlı
bulunan tıbbi cihazın kapatılmasıyla da yapılabilmektedir.
Kanser ve kas hastalıkları gibi hastalıklar ileri aşamalarda hastaya yoğun acılar
yaşatabilmektedir. Bu insanların her saniye acı çekerek umutsuz bekleyişleri ötenazi
uygulamasının meşru hale getirilmesi yönünde baskıların artmasına neden
olmaktadır. İslam dini insan hayatını kutsal sayar. Bu nedenle İslam alimleri
çoğunlukla ötenaziyi bir intihar veya kendini katletme gibi değerlendirerek onu
meşru saymamıştır. İslam dini zorluklar karşısında direnmeyi ve Allah’tan ümit
kesmemeyi öğütler. Kur’an’da «sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyiniz….»
buyurulmaktadır.
Tıbbi cihaza bağlı vaziyette, bilinci yerinde olmaksızın uzun süre yatan kimselerde
ise, bazı alimler, hekimin tavsiyesi doğrultusunda yakınlarının cihazın kapatılmasına
izin vermesine bir sakınca olmadığı görüşündedir.

ORGAN NAKLİ
Organ nakli, kaybedilen veya görevini yerine getiremeyen bir organın yerine canlı
veya henüz ölmüş birinin organının nakledilmesine denilmektedir. Birçok organın
nakli tıp açısından mümkün olup uygulanmaktadır. Bununla birlikte organ nakli etik
açıdan bazı sorunlara ve tartışmalara yol açmıştır.
İslam fıkhında, önceki dönemlerde organik saç, kemik gibi bazı malzemelerden
insanlar tarafından protez olarak kullanılması meselesi tartışılsa da günümüzdeki
uygulamasıyla organ nakli güncel bir meseledir. İslam alimlerinin bir bölümü, insanın
mükerrem bir varlık olduğu bu nedenle onun dirisinden veya ölüsünden herhangi
bir organın alınamayacağı görüşündedir. Karşı görüşte yer alan alimler ise bir insanı
yaşatmanın önemini ve zaruretleri ileri sürerek organ naklinin caiz olduğunu ileri
sürmektedirler.
Organ nakli meselesinin inançla ilgili yönleri de bulunmaktadır. Bu yönde sıkça
sorulan sorulardan biri, haşirde (yeniden diriliş) organlarını bağışlamış olan kişinin
durumunun ne olacağıdır. Bu sorunun cevabında özetle şöyle denilebilir: bu konu
gayb alemine ait bilgi olmakla birlikte, günümüz bilgiler ışığında diyebiliriz ki haşirde
insanlar korunmuş cesetleriyle diriltilecek değildir. Çünkü ceset bir zaman sonra
çürür. Yeniden diriliş bir tohumun toprakta canlanması gibidir. Kıyamet günü
Allah’ın emriyle insanlar, O’nun bilgisi ve kudretiyle kendilerine ait kodlardan
yeniden türetilecektir. Organlar yeniden oluşacağı için organ naklinden doğacak bir
problem olmayacaktır.
Organ nakliyle ilgili sıkça sorulan sorulardan bir başkası ise, organ nakli yapılan
kişinin bu organla kötülük yapma endişesidir. «O gün onların ağızlarını mühürleriz;
yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şahitlik eder.» ayetinden hareketle
kıyamet günü insanların organlarının kendi aleyhine şahitlik edeceği
söylenmektedir. Bu durumda örneğin başka birinin nakledilen kolla hırsızlık yapan
birinin hali ne olacaktır? Bu endişe aslında organların şahitliğinin, sözle yapılan
şahitlik olarak düşünülmesinden kaynaklanmaktadır.

59
Oysa ellerin, ayakların kıyamet günü sahibi aleyhine şahitlik etmesini, yaşanmış
bir olayın yeniden canlandırılmasını veya kayıtların gösterilmesi gibi de
düşünülebilir. Bu duruma bu çerçeveden bakıldığında organ nakliyle ilgili herhangi
bir sorun kalmaz.
Organ nakliyle ilgili endişe edilmesi gereken asıl problem, bu işlem çerçevesinde
oluşan kötülüklerdir. Organ nakli için haliyle belge imzalatmak, kendinin veya
yakınının organını satmak, ölmek üzere olan hastanın durumunda acele etmek, bir
kimseyi cebren organ nakline zorlamak, bu işleri yürütmek üzere organize çeteler
oluşturmak gibi suçlar bunlardan bazılarıdır. Bu kötülüklerle mücadele yollarını
güçlendirmek gereği açıktır.
Sonuç olarak muhalif görüşler olmakla birlikte, yaşamsal zorunluluğun olması
durumunda, organ naklinin caiz olduğu söylenebilir.

KAN BAĞIŞI
Kan verilmesi gereken bir hastaya, sağlıklı bir insandan kan alınıp hastanın
damarlarına bu kanın enjekte edilmesinde herhangi bir sakınca bulunmamaktadır.
Doğal afetler veya trafik kazaları gibi toplu yaralanmaların meydana geldiği olaylarda
bir anda kan ihtiyacı ortaya çıkmakta ve kısa zamanda kan bulmak güç olmaktadır.
Bu sorunu çözmek içim yetkili kuruluşlar, kan ünitelerini depolamak amacıyla
insanları kan bağışı yapmaya yönlendirmektedir. Kan bağışı, insan yaşamını
korumayı amaçladığından caiz görülmüştür.

HARAM MADDELERLE TEDAVİ


İnsan vücuduna yapılan tıbbi müdahalelerde, morfin gibi normal şartlarda haram
sayılan maddeler kullanılabilmektedir. Kullanılabilecek maddeler bulunmadığı
durumlarda, yetkili bir hekimin kontrolünde, tedavi amacıyla haram maddelerin
kullanımı caiz görülmüştür.

İNTİHAR
Bir kimsenin kendini öldürmesi veya bilerek ölümüne sebebiyet vermesi
anlamına gelen intihar, İslam’a göre büyük günahlardandır. İnsanları intihara
sürükleyen birçok neden bulunabilir. Sosyal, psikolojik veya ekonomik sıkıntılar,
derin hayal kırıklıkları, sevgisizlik, itibarsızlık vb. durumlar, yaşam sevincinin yerinin
umutsuzluğa ve çöküntüye bırakabilir. Bireyin içinde bulunduğu durum ne kadar ağır
olursa olsun, İslam dini, onun Allah’tan umudunu keserek kendi canına kıymasını
büyük bir günah sayar. İntihar eden kişi, İslam’ın değerlerine göre hem dünyasını
hem de ahiretini kaybetmiştir.

NOTLAR:

60
10- YENİ DİNİ HAREKETLER
Dünya tarihinde bir dinin ortaya çıkışından itibaren inanç, ibadet ve ahlak esasları, o
dinin peygamberinin öğretileri yönünde oluşmaya başlar. Bu öğretiler etrafında
dinin ana kütlesi oluşur. Zaman içinde toplumsal değişme ile birlikte, dinin temel
öğretisini esas alan yeni yorumların oluşturduğu diğer dinî gruplar da oluşur. Hatta
bazen dinin yorum biçimleri kendi içinde farklı gruplara da ayrılabilir. Toplumların
daha kapalı olduğu ve değişimin daha yavaş seyrettiği dönemlerde din içindeki farklı
gruplaşmalar çok fazla değişkenlik göstermez. Ancak 19. yüzyıldan itibaren, dünyada
geleneksel dinî grupların yanında yeni dinî hareketlerin eskisine göre oldukça
fazlalaştığı görülmektedir.

10.1. Yeni Dini Hareketlerin Özellikleri ve Ortaya Çıkış Sebepleri


Milenyum ve kıyamet tarikatları olarak adlandırılan dinî hareketlerden bir kısmı
dünyayı reddederken bir kısmi dünya ile uzlaşan bir kısmı ise dünyayı kabul eden
hareketlerdir. Dünyayı reddeden dinî hareketler, dünyevi olan herhangi bir
yapılanmaya karşı olup tavizsiz bir inanca ve ahlaki ilkelere sahiptirler. Bir dinî
otoritenin liderliğinde yakın ilişkilerin yaşandığı bir cemaat hayatı sürdürürler.
Dünyayı tasdik eden dinî hareketler, dünya ile gündelik bağlarını koparmadan
zihinsel, fiziksel, psikolojik problemleriyle baş etme, daha huzurlu ve güvenli bir
hayat peşindedirler. İnanç, ibadet hayatı ve cemaat oluşturma konusunda
rahattırlar. Dünya ile uzlaşan dinî hareketler ise manevi ve dünyevi hayat tarzı
arasında bir ayrım yaparlar. Dini, bireysel bir hayat tarzı olarak değerlendirip
modern dünyada maneviyat eksikliği olduğunu iddia ederler. Temelde karşı çıktıkları
husus, görevini tam yerine getirmediklerini düşündükleri yerleşik dinî kurumlardır.
Yeni dinî hareketlerin özelliklerinin başında, bir lider etrafında şekillenmesi gelir.
Merkezde lider vardır. Lider, kendisinde olağanüstü hâl ve özellikler olduğunu veya
Tanrı tarafından seçilmiş insan olduğunu iddia eden kişidir. Yeni dini hareketlerin
ikinci özelliği, dinin yeni yorum biçimidir. Lider, mevcut dini kısmen veya büyük
çoğunluğu ile eleştirdiği için yeni dinî hareket, bağlı olduğu ana kütleden belli fikir
ve ritüelleriyle ayrılır. Üçüncü özellik ise oluşan yeni dinî gruptur. Lider etrafında ona
inanan insanların oluşturduğu bir grup vardır. Bu çerçevede yeni dinî hareketlerin
ortak özellikleri şöyle sıralanabilir:
• Geleneksel kilise Hristiyanlığına ve toplumdaki dinî hareketlere karşıdırlar.
• Üyelerini, onlara farklı bir kimlik telkin eden toplumsal bir öğrenme sürecine tabi
kılarlar.
• Kendilerine göre ahlaki birtakım normları vardır. Üyeler arasında bunlara uyulması
konusunda bir etkileşim ve kontrol vardır.
• Dine, aklı yaklaşımları kabul etmezler. Özgür irade ve vicdanı kuşatan bir bilinç
durumunu önemserler.
• Karizmatik ve otoriter bir lidere sahiptirler. Üyeler, lidere kayıtsızca ve teslimiyetle
bağlıdırlar.
• Üyeler, hareketin ilke ve esasları hakkında lidere soru soramaz, onu tenkit edemez,
ona karşı şüphe ve tereddüt gösteremez.
• Kıyametten önce barışın hüküm süreceği bin yıllık mutluluk devresi üzerine vurgu
yapılır.
• Harekete yeni üyeler bulabilmek için misyonerlik bir görev olarak kabul edilir.

61
Milenyum veya kıyamet tarikatları olarak adlandırılan yeni dinî hareketler,
daha çok Batı toplumları içinde kendisini gösteren ve buradan dünyaya yayılan
gruplardır. Örneğin Uzak Doğu kökenli yeni dinî akımlar bile, öncelikle Batı
dünyasında kendilerine yer bulma, oradan da dünyaya yayılma eğilimindedirler.
Onun için yeni dinî hareketlerin Batı Avrupa ve özellikle Kuzey Amerika
toplumlarında ortaya çıktığı görülmektedir. Bunların bu coğrafyalarda ortaya
çıkmasının sebepleri arasında, buraların iş, eğitim, iltica gibi amaçlarla dünyanın her
yerinden göçle gelen insanlara kapılarını açmalarıdır.

NOTLAR:

10.2. Batı Dünyasında Ortaya Çıkan Bazı Yeni Dini Hareketler


Günümüzde yeni dinî hareketler veya yeni inançlar olarak ele alınan gruplar
esas olarak Batı dünyasında ortaya çıkmıştır veya orada gelişme göstermiştir. Köken
olarak Batı dışında olanlar ise çoğunlukla Uzak Doğu'ya dayanır. Bunlar da Uzak
Doğu kökenli olmasına rağmen, Batı'da gelişip yaygınlaşmışlardır. Batı dünyasında
ortaya çıkan dinî hareketlerden bazıları hakkında aşağıda bilgiler verilmiştir.

New age (Niv eyç) hareketi: Yeni çağ" anlamına gelir. New Age, benzer inanç,
yönelim ve uygulamaları olan ve 1980'lerde popüler hâle gelen doğaüstü güçlere
inanma hareketidir. İnsan potansiyellerini geliştirme hareketi, yeni putperestlik
hareketi gibi akımlar için kullanılan üst bir kavramdır. Manevi uyanış, doğanın
bütünlüğüne inanma, kozmik bilinçlilik ve keşif gibi kavramlar, New Age hareketinin
ortak kavramlarıdır. New Age hareketi içindeki grupların en belirgin özelliği, modern
toplumda geleneksel kültüre karşı dinî nitelik içeren bir karşı kültür hareketi olarak
ortaya çıkmalarıdır. Hareketin önemli iddiası ise "insanlığın yeni bir bilinç dönemine
girdiği ve köklü bir manevi değişim yaşadığı" şeklindedir. Onun için yeni bir bilim,
ekoloji, psikoloji ve maneviyat, New Age grupların en çok ilgilendikleri konulardır.
Alternatif tip ile de yakından ilgilenirler.

62
Bu hareketin fikirleri daha çok Hristiyanlıkla ilişkilendirilse de aslında diğer inanç
sistemleri veya felsefelerinde birçok unsur ve motifi barındırmaktadır. Onun için bir
akımdan çok, bir düşünce veya felsefe biçimi olarak değerlendirilmektedir. New Age
akımlarının popülaritesi Batı ülkelerinde gittikçe artmaktadır.

Scientology (Sayntoloji) hareketi: Hareketin kurucusu, bilim kurgu yazarı Lafeyette


Ron Hubbard (Lafayet Ron Hubort, 1911-1986) olup hareket, 1950'de Amerika
Birleşik Devletleri'nde kurulmuştur. Başlangıçta adı "Dianetics (Dinatiks)" iken daha
sonra "The Church of Scientology (DI Çörç of Sayantoloji) / Bilimsel Kilise" kısaca
"Scientology" adını almıştır.
"Teknolojik Din" olarak da isimlendirilen hareket, öğretilerinin kişiyi hayatta
mutluluğa ulaştıran, hedeflerini gerçekleştiren temel bilgiler sunduğunu
söylemektedir. Uyguladıkları zihinsel egzersizlerin kişileri aydınlanmaya ulaştırdığını
savunmaktadırlar. Scientolojistlerin iddialarına göre bu egzersizlerle insanlar
içlerindeki potansiyeli açığa çıkararak tüm güçlerini kullanabilen "ideal insan" hâline
geleceklerdir.
Hareketin dinî olup olmadığı daima tartışılmıştır. Onun için pek çok ülkede
yasaklanmıştır. Örneğin İngiltere Scientologoy'yi bir din olarak nitelemediği için
mabet açma izni vermemiştir. Scientology hareketi pek çok ülkede teşkilatlanmıştır.
Bu hareket beyin yıkadığı, baskı uyguladığı, düzenlediği kurslardan çok fazla para
aldığı iddialarıyla sıklıkla gündeme gelmektedir.

Moonculuk: Uzak Doğu kökenli olup Hristiyan ögeleri taşıyan bir dini akımdır. Resmi
ismi "Birleşik Kilise "dir. Kurucusu Kuzey Kore doğumlu Sun Myung Moon'dur (1920).
Moon'un iddiasına göre Hz. İsa ona görünerek "Tanrı'nın krallığını" kurmasını teklif
eder. Bunun için ondan sonra Tanrı'yla, Buda'yla ve Hz. Musa (a.s.) ile de konuşur.
Bu gibi fikirleri sebebiyle Kuzey Kore hükümeti tarafından tutuklanır. Ancak 1952
yılında Birleşmiş Milletler Teşkilatına bağlı Amerikalı askerlerce kurtarılır ve Güney
Kore'de Seul'e yerleşir. Aynı yıl "İlahi İlke" isimli öğretisini ortaya koyar ve 1954'te
resmî olarak kilisesini kurarak öğretisini yaymaya başlar.
1950'liler komünizme karşı dini hareketlerin ortaya çıktığı ve desteklendiği
yıllardır. Moonculuğun da bu yıllarda ortaya çıkması, tesadüf değildir. Kore'nin
kuzey ve güney olarak bölünmesi hareketin komünizm karşıtı bir hareket olarak
ortaya çıkıp desteklendiğinin bir göstergesidir. Moon, Hristiyanlığın kutsal kitabı
Kitab-ı Mukaddes'i yeniden yorumlar. Onun yorumu insanın yaratılışı, yaratılış
amacından uzaklaşması ve tekrar yaratılış konumuna döndürülerek kurtuluşa
ermesi olmak üzere üç aşamaya dayanır. Moon, uzun yıllar boyunca mesih olduğunu
doğrudan ifade etmemişse de 1992 yılında bunu açıkça söylemiştir. Moon, bu
hareketini yeryüzünde ahlaki erozyonun baş göstermesi, Hristiyanlığın düşüşe
geçmesi, ateist ve materyalist ideolojilerin yaygınlaşması gibi tanrıyı gücendirecek
gelişmeler sebebiyle başlattığını iddia eder. Mooncular, tüm bu olumsuz gelişmeleri
ortadan kaldırmak için çalıştıklarını savunurlar. Bunu gerçekleştirmek için de önce
Hristiyanlıktaki ayrılıkları gidermeyi, sonra da tüm insanlığı Tanrı'nın bayrağı altında
toplamayı amaçlarlar. Moonculuk, güçlü bir misyonerlik anlayışına sahiptir.
Ülkemizdeki ilk faaliyetleri, 1980'de dört misyonerin gelmesiyle başlamıştır.

63
Mormonculuk: Resmî adı, İsa Mesih'in Ahir Zaman Azizleri Kilisesi'dir. Hareketin
kurucusu Joseph Smith'tir (Josef Simit, 1805-1844). J. Smith, iddiasına göre dinî bir
arayış içindeyken on beş yaşında bir koruda Baba Tanrı ve İsa ona görünür ve hiçbir
mezhebe girmemesini söylerler. Üç yıl sonra Moroni isimli melek gelir ve Amerikan
tarihine ait gömülü levhaları haber verir. Üzerinde Mısır hiyeroglif yazıları bulunan
bu levhalar, yine orada bulunan iki sihirli taş yardımıyla okunur. 1829'da biten
tercüme 1830'da yayımlanır. Böylelikle Mormon kitabı ortaya çıkar ve kilise kurulur.
Bu eser, Mormon'un kaleminden, MÖ 600 yılında Amerika'ya göç ettiğine inanılan
Yahudilerin bin yıllık tarihini anlatmaktadır. Mormonlar Tanrı'ya, Hz. İsa'ya ve Kutsal
Ruh'a inanırlar. Onlara göre İncil, Tanrı'nın sözüdür. Dogru olmak üzere tercüme
edilebilir. Mormon kitabı da Tanrı'nın sözüdür. Hz. İsa'nın yeniden döneceği yer de
Amerika'dır. Yeni Kudüs şehri, Amerika'da kurulacaktır. Bizzat Hz. İsa hükümdar
olacak, dünyayi yenileyecek ve tıpkı cennet gibi yapacaktır. Hz. İsa, bin yıllık bir
saltanat sürecek, ona inananlar ve yardımcı olanlar (Mormonlar) kurtulacaktır.
Hareket içindeki dikkat çekici bir uygulama ise çay, kahve, kola, alkol ve sigara
tüketiminin yasak olmasıdır. Hayatta en az bir kez misyon görevi üstlenmeleri
beklenen Mormonlar, ABD içinde veya dış ülkelerde iki yıl süreyle inançlarını
yaymaya çalışmaktadır. Çoğunluğu ABD ve Güney Amerika'da olmak üzere on
milyonu aşkın Mormon olduğu tahmin edilmektedir. Mormonların ülkemize gelişi
1888 yılına kadar gitmektedir. İlk olarak Sivas'ın Zara ilçesinde yaşayan Ermeniler
arasında bir kilise kurmuşlar, ancak arzu ettikleri başarıyı sağlayamayınca Suriye
bölgesine gitmişlerdir. Mormonlar ülkemizde 1999'da meydana gelen Gölcük
Depremi'nde yardım amacıyla tekrar görünmüşlerdir. Bugün ülkemizde
Mormonların kiliseleri mevcuttur. Mormon kitabı da Türkçeye çevrilmiş
durumdadır. Türkiye'de 600 Mormon olduğu tahmin edilmektedir.

Transandantal Meditasyon: Bu dinî akım, Hinduizm'in Batılılar için basitleştirilmiş


şeklidir. Transandantal Meditasyon, Guru Dev (1869-1953) adlı Hintli bir kişinin
Hindu kutsal metinlerinden hareketle geliştirdiği bir meditasyon tekniğine dayanır.
Bugün bir kişisel gelişim tekniği olarak bilinen meditasyon, genellikle Uzak Doğu
dinlerinde görülen ve içe dönüş demek olup daha çok Hinduizm'in yoga tekniklerine
denir. Hindu ve Budistlere göre yogada ruh ya da "ben"in maddi doğa bağlarından
kurtulması hedeflenir.
Dünya çapında yaygınlık kazanan pek çok yoga akımının en önemlilerinden biri
Maharishi Mahesh'in (Maharişi Mehes, 1917-2008) liderliğini yaptığı Transandantal
Meditasyon'dur. Maharishi, Hindistan'da Allahabad Üniversitesi'nde fizik okuduktan
sonra transandantal meditasyonu geliştiren Guru Dev'in öğrencisi olmuştur. On üç
yıl öğrencilikten sonra bir yıl da Himalayalar'da münzevi bir hayat yaşamıştır.
1959'da Amerika'ya gitmiş ve kısa sürede büyük ün kazanmıştır.

NOTLAR:

64
Din İstismarı: İstismar, bir kişinin şahsi menfaat sağlamak için insanların iyi niyeti
kötüye kullanması onları suiistimal etmesidir. Din istismarı ise kişinin gizli emel ve
hedeflerine ulaşmak için asıl niyetini gizleyerek dini referansları ön planda
tutmasıdır. Selçuklular dönemindeki Hasan Sabbah ve Haşhaşiler olayı din istismarı
için örnek gösterilebilir.

İslamofobi: Sözlük anlamı "İslam korkusu" demektir. Müslümanlara ve İslam dinine


yönelik ön yargılı ve taraflı olup onlara karşı nefret beslemeye denir. Özellikle 2001
yılında ABD'deki İkiz Kule saldırısından ve Suriye'de çıkan IŞİD'den sonra tüm
Müslümanları terörist ve savaş yanlısı gösteren bir yaklaşımdır. İslamofobinin
oluşmasında en önemli etken kendilerini Müslüman olarak tanıtan insanların yapmış
oldukları terördür. Oysa İslam savaş değil barış dinidir. İslam öldürmeyi değil
yaşatmayı emreder. İslam, kendisini yanlış tanıtan veya yanlış tanımak isteyenlerden
tamamen uzaktır.

NOTLAR:

65

You might also like