You are on page 1of 21

1/17/22, 10:07 PM Allah’a halife olmak ne demektir?

- Fikriyat Gazetesi

Ekrem Demirli Şubat 11, 2020

Allah’a halife olmak ne demektir?


Tüm Yazıları

İKTİDARIN TAKDİSİ VEYA İNSANIN İKTİDARININ SINIRLANMASI

Halife en çok iktidarı ve gücü çağrıştıran bir kavramdır: Öyle bir kavram bir de Allah'a izafe
edildiğinde (Allah'ın halifesi), gücün ve iktidarın sınırsızlığını ve itiraza mahal vermeyecek
şekilde otoritenin kutsallaşmasını akla getirir. Dindarlığın güç ve iktidarla ilişkisi daima
paradoksaldır: Evvelemirde dindarlık tüm gücün ve kuvvetin Allah'a mahsus olduğunu itirafla
başlarken ardından güce bir şekilde iştirak ortaya çıkar. Dindarlığın kaçınılmaz neticesi veya
belki imtihanı budur! İş öyle bir hal arz eder ki insanın dinden iktisap ettiği güç başka herhangi
bir vasıtayla elde edemeyeceği seviyeye varır. Din ilahi iktidarda toplanmış (tevhit) gücün
bölünmesini meşru görmüş müdür görmemiş midir, ayrı bir meseledir, lakin vakıa budur: Anne-
babanın dilindeki dua -bazen beddua- çocuğu zabt ü rabt altına almada güce dönmüş dindarlığın
bariz emaresi olabilir. Bir dilenci 'Allah rızası için' diye elini uzattığında vicdanlara tesir eden bir
gücü dinden devşirmiştir. Mazlumun en büyük gücü ve direnç kaynağı dilindeki beddua ile
ahiretteki 'hesaplaşma' beklentisi olabilir. 'Rûz-ı mahşerde hesaplaşmak' inancından daha çok
insana ne direnç verebilir ki? Bir hükümdar 'ulu'l-emr' veya Allah'a halife olduğunda, muadilleri
arasında nispetsiz iktidar kazanmış olabilir. Böyle bir iktidardan din adamları, şeyhler, hocalar
vs. hasıl-ı kelam herkes derecesine ve yerine göre nasibini alır. Böylece en başta reddettiğimiz
gücü tekrar geri çağırarak varlık alanımızı genişletmek için dini araç haline getirebiliriz. 'İsm-i
a'zam (Allah'ın en büyük ismi) nedir?' diye sorulunca meczup 'Allah'ın en büyük ismi ekmektir'
derken dini hayatın en büyük meselelerinden birisine dikkatimizi çekmişti.

ALLAH'A HALİFE OLMAK İKTİDARI REDDETMEK DEMEKTİR: 'BİR ŞEY ALLAH'A


YAKLAŞINCA VARLIĞI SİLİNİR.'

Adem'in halife olması her insanın halife olmasıdır. Hz. Peygamber'in 'her biriniz çobansınız' sözü
halifeliğin çerçevesini çizmişti: hepimiz çobanız ve çobanlara güttükleri sorulur.BİZE
Bu itibarla
ULAŞINdine
göre Allah'a halifeliğin anlamı akil-baliğ herkesi bağlayan insanlık sorumluluğu olabilir. İnsan

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2020/02/11/allaha-halife-olmak-ne-demektir 1/3
1/17/22, 10:07 PM Allah’a halife olmak ne demektir? - Fikriyat Gazetesi

olmak büyük sorumluluk yükler bize ve gerçekte bundan daha mühim sorumluluk da yoktur.
İlahi kitapta beyan edildiği üzere, bize yüklenen emanet insan olma sorumluluğudur. Bu nedenle
insan ve Allah ilişkisinde teklif merkeze yerleşerek zihni ve biyolojik yetkinliğe haiz tüm insanları
bu kavram ekseninde sıralanır. Bu durumda 'Allah'ın halifesi' herkesi şamil ve herkesle ilgili –
iktidardan daha çok- yükümlülük halidir. Bu meyanda din –kısmen Hristiyanlık daha çok İslam-
yükümlülüğü olabildiğince genişleterek Tanrı'ya karşı sorumluluk ilkesinde bütün insanlar
arasında eşitliği getirir. Her birimiz sorumluyuz, her birimiz bir seviyede ahlaklı olmakla
yükümlüyüz. İnsan olmak ahlakla ikmal edilebilecek bir süreç olduğu kadar
ahlaklanmak/dindarlık da insan olmaya doğru giden kesintisiz ve duraksız bir yoldur.

Bu sorumluluk dahilinde 'halife olmak' ne anlama gelir? Sözlük anlamıyla halife birinden sonra
gelen veya birini takip eden demektir. Burada bahis mevzu olan şey, hükümranlıkta ve yönetimde
sonradan gelmek olunca o zaman 'Allah'ın halifesi' kendini önceleyen Hakkın hükmüyle sınırlı
kalan insan demektir. İnsan içgüdülerinden gelen iktidar arzusunu ve güç sevdasını terk ederek
tüm iradesini Allah'a teslim ettiğinde O'na halife olabilir. Metafizikçiler buradan hareketle 'ikinci
olmak' ve 'sonradan gelmek' anlamında insanla ilgili bir çok kavram üretmişlerdir. Daha doğrusu
dini düşüncedeki ana kavramları halifelik ile bağdaştırmakla bir insan teorisi geliştirmişlerdir.
Mesela insanın ulaşabileceği kemali anlatan veli veya velayet tam olarak halifenin sözlük
anlamıyla ilgilidir: Veli -büyük sufi düşünür Hakim Tirmizi'nin iddiasına göre- 'ardından gitmek,
takip etmek' anlamındaki vela-yeli kelimesinden türetilmiştir. Bu durumda veli gelenekleri veya
arzusunu veya kendi iktidarını bir yana bırakarak Hakkın izinden giden halife demektir.

Bilebildiğimiz kadarıyla sadece İbnü'l-Arabi'ye mahsus olmak üzere, musalli kelimesini de bu


meyanda hatırlamak gerekir. Namaz kılan, dua eden anlamındaki musalli İbnü'l-Arabi
metafiziğinde halife ve veli kelimesinin anlamlarını kuşanarak insanın varlıktaki müstesna yerini
anlatan bir anlama kavuşur. Ona göre musalli yarışta ikinci gelen demektir. Bu sözlük
anlamından hareketle terim anlamına varmak mümkün müdür? Mümkündür ve İbnü'l-Arabi
bunun nasıl olabildiğini Hz. Peygamber'in 'gözümün nuru' sözü üzerinden yapar: Biz namazda
ikinciyiz ve varlıkta ikinci olduğumuzu o halde idrak etmek üzere namaz kılarız. Bu durumda biz
hayat içindeki bütün ikincilik, üçüncülük vs. esaretinden halas bularak namazda asıl yerimize
ulaşırız: ikinci olmak! Üstelik bu ikincilikte bütün insanlar eşitleneceği için iktidar ve güç vehmi
bir süre de olsa ortadan kalkar. Peki ikinci biz isek birinci kimdir ve yarış neyle ilgilidir? Yarış
varlıktadır ve birinci olan el-Evvel Allah'tır. Bu durumda Allah'ın ilk olması O'nun zorunlu varlık
olmasıyla özdeşleşirken insanın ikinci olması mümkün ve fakir kavramının istilzam ettiği bir
durumdur. Bu karşıtlığı vücub (zorunluluk) ile mutlaklık mukabilinde imkan ve fakr
kavramlarıyla anlatabiliriz. Allah varlıkta ilk ve vaz geçilmez iken insan ve alem ikincildir: her
birimiz olsak da olur olmasak da! Madem bir kez var olduk, varlığımızın kıymetini boş işlerle
tüketmeyelim. Demek ki 'musalli' halifenin eş değer kavramlarından birisidir.

Bu meyanda metafizikçi düşünürler başka kavramlarla insanın el-Evvel karşısında ikinciliğine


(Allah-ben) dikkatimizi çekmişlerdir: Alemin ve insanın Hakkın gölgesi olması bunlardan
birisidir. Gölge sahibine bağlı olan demektir; gölgenin varlığı sahibine bağlı olduğu kadar onun
sahibinden bağımsız hüviyeti de yoktur. Halifenin Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olması tam bu
demektir: BİZE ULAŞIN

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2020/02/11/allaha-halife-olmak-ne-demektir 2/3
1/17/22, 10:07 PM Allah’a halife olmak ne demektir? - Fikriyat Gazetesi

Allah'ın gölgesi olmak, iktidarın sınırsızlığı değil, güç ve yetkinin Allah'ın iradesiyle sınırlanması
demektir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya
habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

BİZE ULAŞIN

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2020/02/11/allaha-halife-olmak-ne-demektir 3/3
1/17/22, 10:07 PM Allah’a halife olmak ne demektir? - Fikriyat Gazetesi

Ekrem Demirli Şubat 11, 2020

Allah’a halife olmak ne demektir?


Tüm Yazıları

İKTİDARIN TAKDİSİ VEYA İNSANIN İKTİDARININ SINIRLANMASI

Halife en çok iktidarı ve gücü çağrıştıran bir kavramdır: Öyle bir kavram bir de Allah'a izafe
edildiğinde (Allah'ın halifesi), gücün ve iktidarın sınırsızlığını ve itiraza mahal vermeyecek
şekilde otoritenin kutsallaşmasını akla getirir. Dindarlığın güç ve iktidarla ilişkisi daima
paradoksaldır: Evvelemirde dindarlık tüm gücün ve kuvvetin Allah'a mahsus olduğunu itirafla
başlarken ardından güce bir şekilde iştirak ortaya çıkar. Dindarlığın kaçınılmaz neticesi veya
belki imtihanı budur! İş öyle bir hal arz eder ki insanın dinden iktisap ettiği güç başka herhangi
bir vasıtayla elde edemeyeceği seviyeye varır. Din ilahi iktidarda toplanmış (tevhit) gücün
bölünmesini meşru görmüş müdür görmemiş midir, ayrı bir meseledir, lakin vakıa budur: Anne-
babanın dilindeki dua -bazen beddua- çocuğu zabt ü rabt altına almada güce dönmüş dindarlığın
bariz emaresi olabilir. Bir dilenci 'Allah rızası için' diye elini uzattığında vicdanlara tesir eden bir
gücü dinden devşirmiştir. Mazlumun en büyük gücü ve direnç kaynağı dilindeki beddua ile
ahiretteki 'hesaplaşma' beklentisi olabilir. 'Rûz-ı mahşerde hesaplaşmak' inancından daha çok
insana ne direnç verebilir ki? Bir hükümdar 'ulu'l-emr' veya Allah'a halife olduğunda, muadilleri
arasında nispetsiz iktidar kazanmış olabilir. Böyle bir iktidardan din adamları, şeyhler, hocalar
vs. hasıl-ı kelam herkes derecesine ve yerine göre nasibini alır. Böylece en başta reddettiğimiz
gücü tekrar geri çağırarak varlık alanımızı genişletmek için dini araç haline getirebiliriz. 'İsm-i
a'zam (Allah'ın en büyük ismi) nedir?' diye sorulunca meczup 'Allah'ın en büyük ismi ekmektir'
derken dini hayatın en büyük meselelerinden birisine dikkatimizi çekmişti.

ALLAH'A HALİFE OLMAK İKTİDARI REDDETMEK DEMEKTİR: 'BİR ŞEY ALLAH'A


YAKLAŞINCA VARLIĞI SİLİNİR.'

Adem'in halife olması her insanın halife olmasıdır. Hz. Peygamber'in 'her biriniz çobansınız' sözü
halifeliğin çerçevesini çizmişti: hepimiz çobanız ve çobanlara güttükleri sorulur.BİZE
Bu itibarla
ULAŞINdine
göre Allah'a halifeliğin anlamı akil-baliğ herkesi bağlayan insanlık sorumluluğu olabilir. İnsan

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2020/02/11/allaha-halife-olmak-ne-demektir 1/3
1/17/22, 10:07 PM Allah’a halife olmak ne demektir? - Fikriyat Gazetesi

olmak büyük sorumluluk yükler bize ve gerçekte bundan daha mühim sorumluluk da yoktur.
İlahi kitapta beyan edildiği üzere, bize yüklenen emanet insan olma sorumluluğudur. Bu nedenle
insan ve Allah ilişkisinde teklif merkeze yerleşerek zihni ve biyolojik yetkinliğe haiz tüm insanları
bu kavram ekseninde sıralanır. Bu durumda 'Allah'ın halifesi' herkesi şamil ve herkesle ilgili –
iktidardan daha çok- yükümlülük halidir. Bu meyanda din –kısmen Hristiyanlık daha çok İslam-
yükümlülüğü olabildiğince genişleterek Tanrı'ya karşı sorumluluk ilkesinde bütün insanlar
arasında eşitliği getirir. Her birimiz sorumluyuz, her birimiz bir seviyede ahlaklı olmakla
yükümlüyüz. İnsan olmak ahlakla ikmal edilebilecek bir süreç olduğu kadar
ahlaklanmak/dindarlık da insan olmaya doğru giden kesintisiz ve duraksız bir yoldur.

Bu sorumluluk dahilinde 'halife olmak' ne anlama gelir? Sözlük anlamıyla halife birinden sonra
gelen veya birini takip eden demektir. Burada bahis mevzu olan şey, hükümranlıkta ve yönetimde
sonradan gelmek olunca o zaman 'Allah'ın halifesi' kendini önceleyen Hakkın hükmüyle sınırlı
kalan insan demektir. İnsan içgüdülerinden gelen iktidar arzusunu ve güç sevdasını terk ederek
tüm iradesini Allah'a teslim ettiğinde O'na halife olabilir. Metafizikçiler buradan hareketle 'ikinci
olmak' ve 'sonradan gelmek' anlamında insanla ilgili bir çok kavram üretmişlerdir. Daha doğrusu
dini düşüncedeki ana kavramları halifelik ile bağdaştırmakla bir insan teorisi geliştirmişlerdir.
Mesela insanın ulaşabileceği kemali anlatan veli veya velayet tam olarak halifenin sözlük
anlamıyla ilgilidir: Veli -büyük sufi düşünür Hakim Tirmizi'nin iddiasına göre- 'ardından gitmek,
takip etmek' anlamındaki vela-yeli kelimesinden türetilmiştir. Bu durumda veli gelenekleri veya
arzusunu veya kendi iktidarını bir yana bırakarak Hakkın izinden giden halife demektir.

Bilebildiğimiz kadarıyla sadece İbnü'l-Arabi'ye mahsus olmak üzere, musalli kelimesini de bu


meyanda hatırlamak gerekir. Namaz kılan, dua eden anlamındaki musalli İbnü'l-Arabi
metafiziğinde halife ve veli kelimesinin anlamlarını kuşanarak insanın varlıktaki müstesna yerini
anlatan bir anlama kavuşur. Ona göre musalli yarışta ikinci gelen demektir. Bu sözlük
anlamından hareketle terim anlamına varmak mümkün müdür? Mümkündür ve İbnü'l-Arabi
bunun nasıl olabildiğini Hz. Peygamber'in 'gözümün nuru' sözü üzerinden yapar: Biz namazda
ikinciyiz ve varlıkta ikinci olduğumuzu o halde idrak etmek üzere namaz kılarız. Bu durumda biz
hayat içindeki bütün ikincilik, üçüncülük vs. esaretinden halas bularak namazda asıl yerimize
ulaşırız: ikinci olmak! Üstelik bu ikincilikte bütün insanlar eşitleneceği için iktidar ve güç vehmi
bir süre de olsa ortadan kalkar. Peki ikinci biz isek birinci kimdir ve yarış neyle ilgilidir? Yarış
varlıktadır ve birinci olan el-Evvel Allah'tır. Bu durumda Allah'ın ilk olması O'nun zorunlu varlık
olmasıyla özdeşleşirken insanın ikinci olması mümkün ve fakir kavramının istilzam ettiği bir
durumdur. Bu karşıtlığı vücub (zorunluluk) ile mutlaklık mukabilinde imkan ve fakr
kavramlarıyla anlatabiliriz. Allah varlıkta ilk ve vaz geçilmez iken insan ve alem ikincildir: her
birimiz olsak da olur olmasak da! Madem bir kez var olduk, varlığımızın kıymetini boş işlerle
tüketmeyelim. Demek ki 'musalli' halifenin eş değer kavramlarından birisidir.

Bu meyanda metafizikçi düşünürler başka kavramlarla insanın el-Evvel karşısında ikinciliğine


(Allah-ben) dikkatimizi çekmişlerdir: Alemin ve insanın Hakkın gölgesi olması bunlardan
birisidir. Gölge sahibine bağlı olan demektir; gölgenin varlığı sahibine bağlı olduğu kadar onun
sahibinden bağımsız hüviyeti de yoktur. Halifenin Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olması tam bu
demektir: BİZE ULAŞIN

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2020/02/11/allaha-halife-olmak-ne-demektir 2/3
1/17/22, 10:07 PM Allah’a halife olmak ne demektir? - Fikriyat Gazetesi

Allah'ın gölgesi olmak, iktidarın sınırsızlığı değil, güç ve yetkinin Allah'ın iradesiyle sınırlanması
demektir.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya
habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

BİZE ULAŞIN

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2020/02/11/allaha-halife-olmak-ne-demektir 3/3
1/17/22, 9:58 PM Kevn-i Câmi: İbnü’l-Arabî Metafiziğinde İnsan - Fikriyat Gazetesi

Ekrem Demirli Ocak 17, 2022

Kevn-i Câmi: İbnü’l-Arabî Metafiziğinde


İnsan
Tüm Yazıları

İbnü'l-Arabî metafiziğinin taşıyıcı kavramlarından birkaç tanesini söyleyecek olsak, akla önce
kevn-i câmi, yani varlığın tüm niteliklerini ve mertebelerini toplamakla "bir olan" insan gelir.
Kevn-i câmi, bu büyük metafizikçinin ana düşüncelerinden birçoğunu içeren kurucu kavram
olduğu kadar onun düşüncesinin yetkinliğini ve maksadını en üst formunda izhar eden kavram
da kevn-i câmidir. Kevn-i câmiden söz etmek İbnü'l-Arabî'nin görece ikincil sayılabilecek
metinlerinden değil, Fusûsü'l-hikem veya el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye'nin yazılış gerekçesinden söz
etmek demektir. İbnü'l-Arabî'nin İslam'ın yedi asırlık mirası üzerinden takip ettiği kadîm mirasta
aradığı düşünceler, bu kavram ekseninde yorumlanabilir. İbnü'l-Arabî kevn-i câmi'nin farklı
yönlerini anlatmak üzere yazmış, ona varmak için okumuş, onun üzerinden insanlarla ve
ekollerle tartışmış, seyr u sülûkte onun imkanlarını keşfetmiştir. Muhtemelen Aristo şarihi İbn
Rüşd üzerinden felsefeye bu kavram nedeniyle 'hayır' demiş, felsefe ile tasavvuf arasındaki ayırıcı
noktanın (fasıl) bu kavram olduğunu göstermişti.

Bu bakımdan kevn-i câmi, kelimenin sözlük anlamında yer alan toplayıcılığın yanıltıcılığı bir
yana, uzlaşmazlık ve çatışma kavramıdır. İbnü'l-Arabî'yi sadece felsefi gelenekler ile değil, aynı
zamanda kelam ve fıkıh gibi din bilimleriyle çatışmaya sevk eden, bu kavramın anlam derinliği ve
uzlaşmaz tabiatı idi. Söz konusu gelenekler, insanı 'yükümlü varlık' anlayışının istilzam ettiği
birtakım dini düşünceler ekseninde ele aldıkları ölçüde Rabia'dan itibaren ciddi itirazlar ile
karşılaşmışlardır. Tanrı-insan ilişkilerinde yaşanan durağanlığa vurgu yapan ilk mutasavvıfların
eleştirileri Müslüman cemaatte konuşulmaya başlanmıştı. Fakat tasavvufun 'yükümlü insan'
düşüncesini aşarak yeni bir insan tasavvuru aramış olması onu bulduğu anlamına gelmiyordu.
Belki de erken dönem tasavvufun daha sonra neredeyse bütün iddialarından vazgeçmesine yol
açan 'Sünni tasavvuf' evresi, itirazların etkisini yitirmesine yol açmış, eleştirilerin sistematik ve
tutarlı bir şekilde gelişimine imkân tanımamıştı. İbnü'l-Arabî bu nedenle erken dönem
BİZE ULAŞIN
tasavvufunu da eleştirerek Tanrı ve insan ilişkilerini daha ileri bir noktaya taşımanın yollarını
kevn-i câmi üzerinden bulma peşindeydi. Bu itibarla İbnü'l-Arabi, sadece filozoflara veya

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2022/01/17/kevn-i-cami-ibnul-arabi-metafiziginde-insan 1/3
1/17/22, 9:58 PM Kevn-i Câmi: İbnü’l-Arabî Metafiziğinde İnsan - Fikriyat Gazetesi

Müslüman toplumdaki görece 'nazari' disiplinleri teşkil eden akımlara 'hayır' demiş olmakla
yetinmedi, tasavvuf akımlarına da küçük harfle yazılabilecek bir 'hayır' diyerek eleştirel geleneği
sürdürdü.

O halde düşüncesinin tüm boyutları ve iddialarıyla İbnü'l-Arabî'yi anlamak demek, kevn-i câmiyi,
yani bütün varlık mertebelerini kendinde toplayarak birliğe varan insanı anlamakla mümkündür.
Öte yandan onun insan teorisinde ortaya çıkan cem', kemal ve birlik kavramlarını havi olan kevn-
i câmi, İbnü'l-Arabi'nin bizzat kendisiyken; bu düşüncelerin meşruiyet ölçütü ve dayanağı Hz.
Peygamber'dir. Dolayısıyla kevn-i câmi asaleten ve bizzat Hz. Peygamber'in kendisidir. Öteki
insanlar bir kuvveye (potansiyel) iştirak ettikleri ölçüde kavramla ilişkiliyken, tasavvufta ahlak ve
tezkiye yönteminin gayesini kevn-i câmi anlayışı belirleyecektir: Tasavvuf bilkuvve olanın bilfiil
hale gelmesiyle insanın fiilen kevn-i cami olmasının yolunu gösterir.

Sufilerin insanı anlatmak üzere 'ayık' insanlara abartılı gelebilecek tabirler kullandıklarını
biliyoruz. Katre ile umman veya tikel ile tümel karşıtlığıyla anlatılan düşünceler, onların insan
telakkisinin çeşitli yönlerini beyan etmiştir. Tüm bu kavramlar kevn-i câmide gerçek içeriklerini
bulmuş ve retorik düzeydeki anlatımlar, kevn-i câmi ile metafizik muhteva kazanarak yeni bir
zemine taşınmışlardır. Öyleyse bütün bu süreçte aranan kavram kevn-i câmi idi.

İbnü'l-Arabî metafiziğinin en iddialı kavramının kevn-i câmi olduğunu söyledik. Bu bakımdan


her düşünür bir insan tanımına varmak üzere hareket eder, onu düşüncesinin açık veya gizli
amacı haline getirir. En zatından büyük ve gerçek düşünürlerde bu durumu fark ederiz. Öte
yandan her düşünürün veya düşüncenin anlaşılması güç kavramı da genellikle o amaç kavram
olacaktır. Düşünürün sisteminin hemen her yerinde kendini gösteren ve bütün açık ve seçik
anlatımıyla her an etrafında dolansak bile, 'anlaşılmamak' ihtimali zihinde bir tereddüde yol açar.
Birçok düşünürde tecrübe ettiğimiz tam olarak açığa çıkamamış olan bu netameli kavram İbnü'l-
Arabî'de kevn-i câmidir.

İbnü'l-Arabî kevn-i câmi üzerinden kadim zamanlardan beri bilinegelen insan tanımını eleştirir,
bu tanımın eksik bir anlatım olduğunu, daha doğrusu bir betimleme olduğunu söyler. Vakıa
herhangi bir düşünürün 'insan düşünen canlıdır' şeklindeki bir tanımı eleştirmesi, hatta onu
reddetmesi alışılagelmiş bir durum değildir. Kevn-i câmi, İbnü'l-Arabî'ye bu reddin kapısını açıp
onu en yaygın kabul ile ters düşürerek düşüncesine mücadele ve çatışma niteliği kazandıran
kavramdır. O zaman kevn-i câmi sadece insan paradoksunu anlatan bir düşünce değil, İbnü'l-
Arabî'nin bilgi ve varlık anlayışının ana fikirlerini taşıyan üst ifade olmalıdır.

Kevn-i câmi öteden beri tasavvufun arayıp bulamadığı bir kavramdı. İbnü'l-Arabi öncesindeki
tasavvuf bu kavramı arıyor, aradığı için de fıkıh ve kelam ekseninde teşekkül etmiş insan
telakkisini eleştiriyor, velayet meselesini bütün boyutlarıyla Müslüman cemaatin gündemine
taşımaya çalışıyordu. Velayet bahsi erken dönem tasavvufun en iddialı konusuydu. Bununla
birlikte sufiler velayeti incelerken birçok düşünce dile getirmiş, fakat bunları bir varlık anlayışı
ekseninde yorumlayabilecek kavramsal düzeye ulaşamamışlar, bu nedenle tartışmalar sürekli
eksik kalmıştır. Erken dönem tasavvufun cem, cemü'l-cem ve fark gibi mühim kavramları bu
düşüncenin kapısını arayabilirdi, fakat Sünni tasavvufun niyetleri böyle bir düşünceye varmayı
BİZE ULAŞIN
mümkün kılmadı.

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2022/01/17/kevn-i-cami-ibnul-arabi-metafiziginde-insan 2/3
1/17/22, 9:58 PM Kevn-i Câmi: İbnü’l-Arabî Metafiziğinde İnsan - Fikriyat Gazetesi

Bu düşüncenin meselelerini yazmaya devam edeceğiz.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya
habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

BİZE ULAŞIN

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2022/01/17/kevn-i-cami-ibnul-arabi-metafiziginde-insan 3/3
1/17/22, 10:23 PM Sorumlulukta ve kemalde eşitlik: Adem ve Havva - Fikriyat Gazetesi

Ekrem Demirli Mart 8, 2018

Sorumlulukta ve kemalde eşitlik: Adem ve


Havva
Tüm Yazıları

Dikkatinizi çekiyor mu, bilmem: İslam dünyası herhangi bir şekilde tahrik edilmek istenince en
çok Hz. Peygamber'i şahs-ı manevisine yönelik saldırılar ortaya çıkar. Peygamber'e saygısızlık
yapılınca da Müslümanlar bilgi ve kültür düzeylerine göre tavır sergilerler: kimi yazar, kimi
konuşur, kimi de ölür. Bu durumu yaklaşık bir asır önce bir İngiliz gazeteci tespit ederek
'Müslümanlar Tanrı hakkındaki eleştiriler karsısında nispeten toleranslı olabilirler, lakin
peygamber söz konusu olunca en şiddetli bir şekilde onu savunurlar' demişti. Vakıa tam da
yazarın dediği gibidir: Geçmişte ve günümüzde Müslümanlara yönelik kışkırtma ve tahrik
denilince, en çok Hz. Peygamber'e saldırılar olur. Bu durum Müslümanların Allah'a karşı
kayıtsız, Peygambere karşı duyarlı olmaları demek değildir. Bunun sebebi Allah'ın mutlaklığı ve
bilinmezliği mukabilinde Peygamberin muayyen şahsiyeti meselesidir. Dikkate değer ikinci husus
ise bu alandaki saldırıların en çok Peygamber'in aile hayatına yönelik olmasıdır. İslam ümmetini
tahrik etmek isteyen biri Peygamber'in evliliği, aile hayatı gibi konulara girer, Peygamber'i şehvet
düşkünü, İslam'ı ise şehveti teşvik eden din olarak itham eder.

Bu tutum günümüzle sınırlı değildir, bunu akılda tutmak lazımdır. Hristiyanlığın İslam'ı ilk
tanımaya başlamasıyla birlikte iddialar bu şekilde ortaya çıkmaya başlamıştı. Onlar yeryüzünün
Kilise'ce arındırılmamış kısımlarına beden saltanatının ve şehvet düşkünlüğünün hakim
olduğunu zanneder. Onlara göre dindarlık 'beden ile ruh arasındaki karşıtlık' üzere kuruludur.
İnsanın dindar olabilmesi için nefsine ve arzularına direnmesi gerekir. Nefsin en güçlü arzusu
kadın olduğuna göre, kadından –Havva- uzak durmak insanın –Adem'in- kemale ulaşmasının
yegane yoludur. Hristiyanlar günahkarlığı ve dünyeviliği kadınla ilişkili sayarak kadına yakın
duranı 'şehvet çukuruna' düşmekle itham etmişlerdir. Binaenaleyh onlar bütün Doğu'yu bilhassa
Arapları 'şehvet' düşkünü bir masalsılık içinde tahayyül etmişlerdir. Haçlı savaşlarını motive
eden hayvani dürtülerden birisi de bu dünyanın hazlarından nasiplenmek kuruntusuydu.

Öte yandan bu bakış açısı Dante gibi halk edebiyatının temsilcileri veya bazı mühim tiyatro
yazarları maharetiyle Avrupa toplumuna yayılarak onların İslam hakkındaki kanaatlerini
biçimlendirdi. Artık Avrupalılar için kesin kanaat şuydu: İslam ruhun bedenden ve yeryüzünden
BİZE ULAŞIN
https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2018/03/08/sorumlulukta-ve-kemalde-esitlik-adem-ve-havva 1/3
1/17/22, 10:23 PM Sorumlulukta ve kemalde eşitlik: Adem ve Havva - Fikriyat Gazetesi

halasını (kurtuluş) amaçlayan bir din değil, bedeni ruha egemen kılarak ruhun ıstırap çekmesine
yol açan şehvet iktidarıydı. Peygamberin hayat tarzı ise bunun göstergesiydi. İşte bu nedenle
geçmişte veya günümüzde Peygamber söz konusu olunca, Hristiyan Avrupa'nın aklına şehvet,
kadına düşkünlük, beden arzularından başka bir şey gelmez. Elli senedir Avrupa'da ortaya çıkan
Peygamber telakkilerini hatırlamak bu durumu anlamak için yeterlidir. Bilhassa resimler,
karikatürlerdeki bakış açısı tam bunu yansıtır: şehvet düşkünü İslam! Onlar için Hristiyan
olmayan bütün dünya gibi Müslümanlar da kadın ve şehvet çukuruna düşmüş, ruhlarını
bedenlerinin egemenliğine kaptırmış zavallılardır. Kurtuluş için yapılması gereken ise kadından
uzaklaşmaktır. Adem'i cennetten kim/ne çıkardıysa ondan uzaklaşarak cennete tekrar dönebilir.

SORU SORMAK ASALETİ VE TAHRİKE KAPILMA ZAAFİYETİ

Müslümanlar yersiz ithamlara hiçbir zaman başlarını kaldırarak soğukkanlı bir şekilde şunu
soramadılar: "Evet! Hz. Peygamber evlenmiştir, evliliği tavsiye etmiştir, aile kurmanın sadece
yeryüzündeki hayırlarını değil, Allah'ı tanımadaki bereketini bize anlatmıştır. Kemale ermek ile
kadından uzaklaşmak arasında hiçbir ilişki bilmiyoruz. Kadının suçu nedir ki ondan
uzaklaşacağız ve onu aşağılayacağız? Hal böyleyken siz niçin kadını erkeğe düşman telakki
ettiniz?' Mesele ağaca yaklaşmama emrini ihlal ise Adem ile Havva birlikte yasağı ihlal etti ve
sonra da birlikte tövbe ederek temiz bir şekilde Allah'a döndüler. Havva'yı İblis'e katan, onun
işbirlikçisi haline getiren vehmi siz hangi kitaptan öğrendiniz?"

Bu soruları sorabilecek bir aklı ve cesareti bir türlü bulamadık; öyle görünüyor ki uzun bir süre
daha bulamayacağız! Bunun yerine karikatürleri çizenlerin ilkel dürtülerine karşılık vererek
kışkırtmalara geldik, İslam dünyasında onlarca insanın ölümüne yol açan hadiseler yaşandı.
Halbuki ısrarla şunu anlatmamız gerekirdi, hem kendimize ve bizi böyle bir girdaba
sürükleyenlere: Hristiyanlık kadim gelenekler ve pagan inançların etkisi altında yeryüzüne
kurmaca bir Adem-Havva hikayesi anlatarak insanın ufkunu daralttı, sonra kendisi de bunu
sahiplendi. Bu inanç Tanrı-İblis, Adem-Havva, ruh-beden, ahiret-dünya karşıtlıkları üzerinde
şekillenmişti. Cazibesi ise gerçekliğinden değil karşıtlık kurmadaki göreceli başarısından
geliyordu. Helenistik felsefelerin erkeği yücelten -ki erkeği yüceltmek güce tapmak demektir-
iddiaları da bunlara eklendi. Hz. Peygamber ise pagan karakterli inançların hepsini ayakların
altına iterek kadın ile erkeği ayırmadan dikkatimizi insan olmanın anlamına çekti: insan olmak
kadın ve erkek olmaktan önce gelen asıl ve müşterek paydamızdır. Biz Müslüman isek
insanlıkta müşterek olduğumuzu bilerek yeryüzünde yaşamalıyız. Erkek ve kadın olmak
insanlığın hakikati, onun iktiza ettiği sorumluluklar ve neticede erebileceğimiz kemalde değil,
yeryüzündeki görevlerimizde ayrıştıran 'arızî' iki durumdur.

Hz. Peygamber bize bunu talim etti ve bu ideal üzere yaşamanın örneği olarak da onu gördük:
Halbuki yapılabilecek daha kolay iş, geleneksel erkek-kadın ayrımını koruyarak kaba-güç
merkezli dünyanın sürdürülmesiydi. İslam Hristiyanlık gibi bulduğu dünya ile uzlaşmak ve onu
onaylamak yerine, dünyayı değiştirmeyi tercih ederek insana yokuş tırmanmayı gösterdi.
Geleneksel dünyada herkes güce hizmet ettiği ölçüde yer bulabilirdi kendine: zayıflar, hastalar,
kölelerin orada bir yeri ve anlamı yoktu. Kadınlar ise ya doğuran veya erkekler için haz unsuru
olarak yer bulabilirdi. İslam bu bakış açısını temelden değiştirirken nehri tersine akıtmak
zorunda kaldı.
BİZE ULAŞIN
https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2018/03/08/sorumlulukta-ve-kemalde-esitlik-adem-ve-havva 2/3
1/17/22, 10:23 PM Sorumlulukta ve kemalde eşitlik: Adem ve Havva - Fikriyat Gazetesi

Günümüzde Müslümanların en ciddi sorunlarından birisi, İslam'ın güç merkezli dünyayı


değiştirmesinin umdesini teşkil eden Adem-Havva hikayesini yeniden yorumlamanın zaruretidir.
Müslüman entelektüeller insanın –kadın ve erkek- yeryüzündeki serüvenini tekrar ele alarak
hayatın muhtelif cihetlerindeki sorunları bu gözle tartışmak, buradan hareketle yeni bir insan
tanımı bulmak zorundadır. Bunu yapmadığımız zaman ise farkında olarak veya olmayarak
geçmişin adetlerinin veya 'doğu' geleneklerinin erkek-kadın telakkilerini din olarak anlatmayı
sürdüreceğiz.

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya

habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

BİZE ULAŞIN
https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2018/03/08/sorumlulukta-ve-kemalde-esitlik-adem-ve-havva 3/3
1/17/22, 10:25 PM Tasavvuf ve insan: Kendini tanımak ne demektir? - Fikriyat Gazetesi

Ekrem Demirli Şubat 26, 2018

Tasavvuf ve insan: Kendini tanımak ne


demektir?
Tüm Yazıları

Tasavvufun İslam düşüncesine yaptığı en önemli katkı İslam'ın 'ideal insan'' görüşünü zihnin
ve ahlakın merkezine yerleştirmiş olmasıdır. Tasavvufun insanı tanımak-anlamakla ilgili
emekleri olmasaydı İslam'ın insan telakkisini bilemeyecek, sorunu bütünüyle ahiret hayatına
münhasır kılarak yeryüzünde insanın maksadından bihaber kalacak, Müslümanlar herhangi bir
şekilde 'külli' bir insan tanımına ulaşamayacaklardı. Vakıa 'insanı tanımak-bilmek', bir insan
tarifi yapabilmek demek olduğu kadar tasavvufun riyazet yöntemi de bu tanıma farklı bilgi
düzeyindeki insanları ortak kılabilme amacı taşır.

İslam'ın Hicaz sonrasında gidişatını belirleyen gelişmeleri hesaba kattığımızda, bir insan
tanımına ulaşmanın zaruretinin arz ettiği ehemmiyet aşikardır: İslam'ın çevresindeki dini ve
felsefi cemaatlerin hemen hepsi bir insan tasavvuruna sahipti ve söz konusu insan tasavvuru
varlık-evren anlayışlarının istikametini belirliyordu. Kabaca söylersek, Doğu Akdeniz'e hakim
felsefi ve dini geleneklerde evren, insanda nihai yetkinliğini bulmak üzere hiyerarşik bir ilişki
düzeneğiyle ortaya çıkarken insan da evreni kendinde toplayan nihai hakikat ve 'özet' varlık
sayılmıştı: mikro kozmos ve makro kozmos!

İnsan meselesini esaslı bir mesele olarak odağına almak haddi zatında sadece dinden
beklenebilirdi. Tanrı'dan gelen din 'yeryüzünün halifesi'nden başka neyi merkeze alabilirdi ki? En
azından tabiatı ve evreni inceleme arzusuyla kıyaslandığında felsefe ve bilimlere kıyasla din
dikkatimizi önce insana vermeliydi: insan bulunduğu sürece evrenin anlamı olabilir ve 'insan
evrenin ruhudur.' Bu itibarla her durumda 'önce insan' demek dinin görevidir. Evreni/tabiatı ise
bazen insanın evi ve memleketi, bazen de başka nedenlerle ikincil bir mesele sayarak ele alır. Hal
böyleyken tasavvufun dışındaki bilim ve disiplinlerin insan bahsini bu şekilde ele almamış olması
tartışmaya değer bir konudur. Hakkı teslim sadedinde şunu da beyan etmek gerekir: Fıkıh-kelam
geleneğinde de bir insan tasavvuru vardı. Fakat onlardaki 'normatif' üslup 'ortalama' bir insan
anlayışında herkesi müşterek kılarak farklılıkları ve özel kabiliyetleri göz ardı etmeyi istilzam
ediyordu. Yükümlülük bireysel ve içtimai hayatta standart teşkil etmek için vazgeçilmezdir; fakat
yükümlülükler yerine getirilince insanın hangi mertebeye ulaşacağı belli olmadığı gibi kabiliyet
BİZE ULAŞIN
https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2018/02/26/tasavvuf-ve-insan-kendini-tanimak-ne-demektir 1/3
1/17/22, 10:25 PM Tasavvuf ve insan: Kendini tanımak ne demektir? - Fikriyat Gazetesi

farkları ve başka sorunlar da dikkate alınmamıştı. Acaba insanlar yükümlülükler karşısında niçin
farklı tavırlar sergiliyordu ve bunlar nasıl aşılabilirdi? Normatif gelenekler için bu sorunun bir
anlamı yoktu; halbuki bu soru insanlar arasındaki farklılıklara işaret ediyordu ve tasavvufun
varlık sebebi buna bulunabilecek cevap olacaktı. İslam'daki normatif gelenek insanla ilgili böyle
soruları sormadı ve insan anlayışını sınırlı bir çerçevede ortaya çıkarak temel meseleleri ele
almadı.

Tasavvufa bazen 'insanı bilmek' anlamında marifetü'n-nefs denilir. Kendini tanımak için
tasavvufa intisap edecek birisinde iki kanaat bulunmalıdır: Birincisi kendisini bilmediği-
tanımadığı –ki yola intisabı anlatan tövbe bu kanaate işaret eder- hakkında kesin hükmü olacak,
ikincisi ise kendini tanımanın zorluğunu hesaba katacak! Yolda teslimiyet ve ittibanın gerekliliği
buna işaret eder.

Sufiler insanı tanımanın kuru bir iddia veya hemen gerçekleşebilecek bir iş olmadığını
biliyorlardı. İşin paradoksal tarafı şudur: Bilim ehline göre daha bilgisiz ve sıradan insanlar en
çetin riyazet yöntemlerine takip ederek kendilerini tanımak amacındaydı. Tasavvufun bu
alandaki teori ve pratiğini anlamayı güçleştiren hususlardan birisi 'tanımak' kelimesindeki
belirsizliktir: Bir insanın kendini tanıması ne demektir? İnsan hangi durumda kendini tanımış,
ne zaman kendini bilmemiş sayılacaktır? Böyle sorulara cevap bulabilmek için tasavvufun
kendini bilmek/tanımak üzere takip ettiği yönteme eğilmek gerekir.

Tasavvufun kendini bilme sürecinde takip ettiği yöntem bilgi-amel-ahlak ilişkisini esas elan katı
bir yöntemdir. Bilgi işin başlangıcında zikredilse bile nihai haliyle en son ortaya çıkacak olandır.
Çünkü sufilere göre bilgi, amel ve ahlakla kesinleştirilen bir zan ve iddiadan ibarettir. Ameli ve
ahlakı olmayan bir bilginin kesinlik ifade etmesi söz konusu değildir. Tasavvufun bu bilgi anlayışı
onu din bilimlerinden uzaklaştırarak tecrübe alanlara yakınlaştırdı. Lakin zamanla bu ameli
yöntemden nasıl bir teori çıktığı belli olunca, hakikatin başka türlü olduğu anlaşıldı. Aslında
'amel ve ahlak yolu bir öğrenme ve zihin terbiyesi yöntemi demekti. Başka bir ifadeyle 'amel-
ahlak' bilginin sıhhat sebebi ve ilkesi kabul edilmişti. Sufilerin dilinde çok geçen 'marifet', amel ve
ahlakla doğruluğu/kesinliği 'zevk' edilen bilgi idi.

Sufiler bu noktada kuvve ve fiil ayrımından hareket ederek sorunu vaz etmişlerdir: İnsanın
'olması gereken hali' ile 'şimdiki durumu' arasındaki çelişki tasavvufun hareket noktasını
belirledi. Hali hazırda insan geleneklerin, adet ve alışkanlıkların, arzularının etkisi altında
kalarak kabiliyetini yok eden veya gelişmesini engelleyen biridir. Bu nedenle de onun kendini
'ben şuyum' diye tarifi anlamsızdır. Çünkü ortada 'ben' diye işaret edebileceği bir hakikat yoktur
ki! Bu esnada bir zan ve sahte benlik vardır: serabın tarifi olmaz ki! İnsanın kendisi hakkında bir
tarife ulaşabilmesi için bil-kuvve halindeki kabiliyetlerin bilfiil hale gelmesiyle bölünmüşlüğün
ortadan kalkması şarttır. Bu birliğin sağlandığı anda ise hakiki bir insan tarifinden söz edebiliriz:
bölünmüş olanın tanımı yoktur!

Tasavvuf riyazet ve mücahede yöntemiyle insanın kuvve halindeki kabiliyetleri fiili hale
çıkartarak bölünmüşlüğünü aşmayı insana öğretir. 'Ben kimim?' sorusunun cevabı bu
bölünmüşlüğün ardındaki birlikte bulunur. Böyle bir birlik-kemal derecesine ulaşabilen insan ise
kendini ahlaki bir varlık olarak tanıyacak, evren içindeki yerini anlayacak, onun neticesinde ise
Tanrı'yı hakikati üzere idrak edecektir. Sadece 'Kendini bilen insan Rabbini bilmiştir.'
BİZE ULAŞIN
https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2018/02/26/tasavvuf-ve-insan-kendini-tanimak-ne-demektir 2/3
1/17/22, 10:25 PM Tasavvuf ve insan: Kendini tanımak ne demektir? - Fikriyat Gazetesi

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya
habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

BİZE ULAŞIN
https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2018/02/26/tasavvuf-ve-insan-kendini-tanimak-ne-demektir 3/3
1/17/22, 9:58 PM Tezatlı varlık olarak insan - Fikriyat Gazetesi

Ekrem Demirli Ocak 15, 2022

Tezatlı varlık olarak insan


Tüm Yazıları

İnsan doğru ve yeterli kavramlarla ifade edemediğini düşündüğü 'ben' tasavvurunu tezatlı
anlatımlarla konuşmaktan anlaşılabilir bir haz duyar. 'Anlaşılabilir' diyoruz çünkü hemen her
insan az veya çok bu duyguda ortaktır, dilin yetersizliği ve kavram ve kelimelere sığamamak, en
çok kendi ahvalini beyan ederken tecrübe eder insan. 'Dile ve beyana sığmamak' her insanın az
çok beyan ettiği müşterek cümlesidir. Tüm evreni nizam ve düzen dahilinde temaşa etmek
isteyen zihin kendisini nizamın parçası saymak yerine düzensizliğin, bilinemezliğin ve
ulaşılmazlığın kalesi olarak tüm var olanlardan ayrıştırır. Bunun nedeni tahayyül ile görünen,
kuvve ile fiil arasında kestirilemeyen farklılıkta insanın kuvve olanda saklı kalma arzusudur.
Bunun için filozofların ve bilim adamlarının kategorik tanımlamalarından rahatsızlık duyarak
şairlerin, sanatkarların ve bazen onların yaklaşımlarını andıran sufilerin telakkileri sıcak gelir
bize. 'İnsan çelişkiler yumağıdır' veya 'insan paradoksal varlıktır' denilince zihnimiz tüm
çelişkileri nihai gerçeklik olarak addederek en muhkem konfora varmış demektir.

Vakıa bilinebilir ve anlaşılabilir bir benlik hiçbir insana yeterli gelmez; göründüğümüzden daha
çok, algılandığımızdan daha büyük ve derin olduğumuza dair inancımızı muhafaza arzusu
içimizden bizi sürekli tahrik eder. Potansiyeli bir ölçüde görünür kılan mesleklerin insanı mutsuz
etmesinin başat nedeni budur. Herhangi bir iş veya meslek potansiyeli izhar ettiği ölçüde ve
kabiliyeti görünür hale getirdiği derecede bizi ürkütür, 'ben bu kadarım' demek yerine meslek ile
aramızda çatışma başlar, mesleği ve bize onu sunan şartları ithamı yeğleriz. Bunu hayatın başka
birçok yerinde tecrübe eder, fiil ile kuvve arasındaki çelişkide kuvvedeki bulunuşumuz son umut
kapısı olarak kalır. Kabul ederiz ki, kuvvedeki benliğimiz hiçbir zaman anlaşılmayacak, hiçbir
zaman tam olarak yaşamış, tam olarak görülmüş olmayacaktır.

Tezatların Ana Kaynağı: Ben ve Toplum İlişkileri

Peki insanın tezatları nereden gelir ve niçin tezatlarla yaşamayı kabul ederiz? Tezatlarımızı
BİZE ULAŞINfark
etmemiz öteki insanları tanıma ve onlarla ilişkide ortaya çıkmış olmalıdır. İnsan öteki insanların

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2022/01/15/tezatli-varlik-olarak-insan 1/3
1/17/22, 9:58 PM Tezatlı varlık olarak insan - Fikriyat Gazetesi

tezatlarını ve çelişkilerini gördükçe kendi tezatlarını fark eder, tezadın müşterek bir insanlık
durumu olduğunu idrak eder, bilgece bir yaşama doğru yöneldiğinde ise bunun -düzeltilmesi
gereken arızi bir sorun veya bir sapma değil- işin gerçeği olduğunu itiraf etmiş olmalıdır. O
halde öteki insanı tanımanın en önemli katkılarından birisi insanın tezatlarını ve çelişkilerini fark
etmiş olmasıdır. Vakıa her insan öteki için tezatlarını ve gelgitlerini fark edebildiği gerçek bir
aynadır.

İnsanın tezatları ben ile dünya arasındaki çelişkilerden doğar. Ben içinde arzuları ve var olma
iradesini barındıran insanın özel varlığına tekabül ederken dünya ise yaşama ve var olma
imkanlarımız kadar öteki insanlar, onların arzuları ile karşılaşma sürecinde ortaya çıkan
çatışmalar ve güç ilişkileridir. İnsan doğası gereği toplumsal yaşamak zorundadır, bunu biliyoruz.
Bu nedenle ben ile dünya arasındaki ilişki her zaman düşünürlerin dikkatini çekmiş, birçok bakış
açısıyla bu ilişki tahlil edilmiştir.

Dünya ile benin arasındaki ilişkiler birtakım çatışmalar ortaya çıkarır. İnsan bir şeyi ister ve
arzularken dünya onu engeller, bazen ona başka yol sunar, fakat neticede insan arzusu ile
dünyanın ona gösterdiği arasında kalır. Çelişkilerin ana kaynağı burasıdır. Acaba bu çelişkiler
insana sonuçta ne kazandıracak, onu nereye götürecektir? Acaba dünya insanı arzu ettiğinden
daha iyi bir duruma ve hale mi taşıyacak, yoksa onu kendinden uzaklaştıracak mıdır? Burada da
ciddi çelişkiler bulunduğunu ve disiplinlere göre görüş ayrılıklarının yaşandığını hatırlamak
gerekir. Bu meyanda dikkatimizi çeken hususlardan birisi bu çelişkinin insandaki karşılığının
'akıl' ile heva veya arzular arasındaki çelişki şeklinde şekillenmiş olmasıdır. Kadim düşüncelerde
toplum ve şehir, insanı ıslah ederek onu, beni engelleyen geçici ve basit duygulardan
özgürleştirerek değerli hayata taşıyan bir imkan şeklinde ortaya çıkar. Bu yönüyle şehir ve
değerleri insanda akıl kavramında birleşirken akıl ile arzular arasındaki çelişkiler
toplumsallaşma sürecinde insanın varabileceği ideal benlik ile iptidai arzuları arasındaki
çelişkileri temsil eder. Fakat toplumsal değerler ile akıl arasında kurulan bu müspet ilişkinin her
zaman böyle kalması gerekmez; düşünürler insanı erdemlerden uzaklaştırabilecek değerler ile
düşünme tarzlarını tespit ederek 'insana yabancı şehirler-toplumlar' tabirini kullanmışlardır.
Böyle durumlarda insanın toplumsallaşması onun kendine yabancılaşması ve tezatlarını insanın
aleyhinde olacak şekilde büyütmesi demektir.

Sufiler Müslüman toplumlarda insanın aleyhine gerçekleşen bu toplumsallaşmayı fark ederek


beni perdeleyen bir durum olarak toplum, toplumsallaşma ve dış dünya değerlerini şiddetle
eleştirdiler. İnsanın tezatlarını onu yetkinleştirecek şekilde muhafaza edebilmesi için böyle bir
toplum ve şehirden uzaklaşması, bireyselliğini takip ederek, gerçek erdemlerle mücehhez olması
gerekir. Bu durumda insan tezatlarını korur, fakat insani değerlere yabancı bir şehrin yol açtığı
benin ezilmesi ve 'adet' ve alışkanlıklarla yaşamasına göre varlığın diline yakın ve münasip bir
tezatlı varlık olarak yaşar. En sonunda fark eder ki, tezatlar, varlığın tecelli tarzıdır ve insan ile
varlık arasındaki en büyük payda tezatların kendisiymiş.

Tezatları bilmek varlığı tanımak, varlığı tanımak ise insanın kendisi bilmesi demektir.

Ekrem Demirli
BİZE ULAŞIN

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2022/01/15/tezatli-varlik-olarak-insan 2/3
1/17/22, 9:58 PM Tezatlı varlık olarak insan - Fikriyat Gazetesi

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya
habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

BİZE ULAŞIN

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2022/01/15/tezatli-varlik-olarak-insan 3/3
1/17/22, 10:15 PM Var olma tutkusu: Uluhiyet ve insanın en güçlü arzusu - Fikriyat Gazetesi

Ekrem Demirli Aralık 30, 2018

Var olma tutkusu: Uluhiyet ve insanın en


güçlü arzusu
Tüm Yazıları

Tasavvuf 'insanın kendisini tanıma ilmi' anlamında marifetü'n-nefs, yani nefsi ahlaklanma
yoluyla tanımak diye isimlendirilir. Tabire 'ahlak' kelimesini katmamız marifet kelimesinin öteki
bilgi türlerinden ayırt edilmesini gösteren kökeninden gelir; marifet ahlaklanmak ve davranış
yoluyla kazanılan bilgi ile zihinsel bilgi anlamındaki 'ilim'den ayrışır. Tasavvufun ikinci lakabı ise
marifetullah, yani ahlaklanmak yoluyla Allah'ı tanımaktır. Bir disiplinin iki isimle anılması
nefsi tanımak ile Allah'ı tanımak arasındaki irtibattan kaynaklanır. Birinci isim yol ve yönteme
gönderme yaparken ikincisi gayeye göre tasavvufun tanımlanmasıdır. Bu durumda 'kendini bilen
Allah'ı bilir' şeklinde bir önerme ortaya çıkarak nefsi tanımanın sağlamasını bize gösterir: Allah'ı
tanımamış bir insan kendini tanımış değildir. Tasavvufun dinamik varlık anlayışı dahilinde gaye
bir anda yönteme dönüşerek 'Allah'ı bilen kendini bilir' şeklinde ikinci bir önerme ortaya çıkar;
bu ise Allah'ı tanımanın bir bereket olarak hayatımızı yönlendirmesi ve varlığımızı tahkim etmesi
demektir. Bu durumda gaye Allah'ı bilmek midir, yoksa nefsi bilmek midir meselesi tasavvufun
karmaşık konularından birisi haline gelir. Her iki durumda da marifetü'n-nefs veya marifetullah,
ahlaklanmak ve amel etmek yoluyla iktisap edilen bilgiyle nefsi ve Allah'ı tanımak diye
açıklanabilir.

Haddi zatında insanın tüm zihinsel faaliyetleri kendini tanımak gayesinde toplanabilir. İnsan
kendini tanımak üzere öğrenmeye başlar, dili ortaya çıkartan bir süreç dahilinde kendini
ayrıştırdığı çevresini öğrenir, duyulur dünyaya göre daha soyut gözlemlere ve akıl yürütmeye
yönelerek kendini tanır. Bu süreçlerde düşünceyi yönlendiren ana sâik insanın kendini tanıma
arzusu ve belki mecburiyetidir. İnsanı düşünce ve öteki faaliyetlerinde yönlendiren ana saikin ne
olduğu öteden beri tartışılmıştır. Modern dönemlerde bazı düşünürler insanı yönlendiren ana
saikin iktidar arzusu, şehevî arzu veya 'üstünlük duygusu' olduğunu iddia etmiştir. Böyle tespitler
BİZE insan
insana makul geliyor, daha önemlisi çelişkili görünecek saikler uzlaştırılabilir; fakat ULAŞIN
hakkında kurabileceğimiz her cümle ana bir ilkede toplanır: insanın var olma tutkusu! Var olmak

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2018/12/30/var-olma-tutkusu-uluhiyet-ve-insanin-en-guclu-arzusu 1/3
1/17/22, 10:15 PM Var olma tutkusu: Uluhiyet ve insanın en güçlü arzusu - Fikriyat Gazetesi

ve varlığımızı sürdürme tutkusu davranışlarımızı yönlendiren en genel ve kurucu ilke olarak


arkada bir yerde sürekli kendini korur. Her insan için öteki gayeler ve saikler ikincil kalır; bir saik
var olma arzumuzu ne ölçüde temsil eder veya ona ne ölçüde hizmet ederse ilke olmaya o derece
yaklaşır.

İnsanın var olma arzusunun onu nasıl harekete geçirdiğine dair okuduğum en iyi metinlerden
birisi büyük sufi Ruzbihan el-Bakli'ye aittir. Meşrebü'l-ervah, yani ruhların meşrebi/bilgi
yolları isimli ünlü eserinde Bakli bize insanın var oluş bilgisine ulaşmasıyla birlikte yaşadığı
büyük coşku ve heyecanı anlatır. Bu öyle bir tutkudur ki insanın gözünü perdelemiş, onu
rububiyet makamında, yani hakiki ve gerçek varlık ve iktidar sahibi olma hususunda Allah'a kafa
tutmaya yöneltmiştir.

VAR OLMA TUTKUSU VE GERÇEKLER: İÇİMİZDE BİR UKDE OLARAK KALAN TANRILIK

Ruzbihan Bakli şöyle der: "(İlahi surette yaratılmış) Ruh Allah'ın özellikleriyle nitelenince
kendinde büyük ruhu buldu (yani kendini tanıdı). Kendini tanımakla coştu ve heyecanlandı." Bu
cümle hiç kuşkusuz geçmiş bir ana atıf yapmaz; kendimizi bilmemiz ve kendimizi tanımamız bizi
harekete geçiren en önemli saik olarak her daim bizde saklı bir bilgidir. Bu itibarla Bakli'nin
sözünü ettiği şey her bir kişi için geçerli olmak üzere insanın var olma bilgisi ve bunun ortaya
çıkardığı heyecandır. Bakli bu coşkunun neticesindeki durumumuzu anlatırken şöyle der: "Öyle
bir hale geldi ki insan rububiyet hakkında Allah ile didişmeye başladı." Bu hususta Bakli'nin bir
delile ihtiyacı da yok; her insan bu sözün şahidi olarak kendini bilebilir. Her birimizin arzuladığı
gücün sınırı da yok; arızî durumlar güç arzumuzu sınırlasa bile peşinde olduğumuz gücün bir
sınırı yok; Bakli'ye göre ilahlık iddiası bunun en iyi örneğidir.

Buraya kadar söyledikleri insanın var olma arzusuyla insanın gösterdiği cüretle ilgiliydi. Her bir
insan 'ilah olmak' istiyor ve varlıkta esas olanın kendisi olması gerektiğinden tereddüt
göstermiyor. Heves ile gerçekler uyuşmadığında noktada ise insanın trajedisi başlıyor. Bakli şöyle
der: "Hak ruhun coşkunluğunu görünce rububiyet makamına dönerek zatından ruha izzet
makamından tecelli etti. Öyle ki ruhu saltanat ve büyüklüğü karşısında eritti. Bunun üzerine ruh
zatın tecellisi karşısında ezik ve kırık bir halde geri döndü."

Bunun anlamı şudur: Allah uluhiyetin kendisine mahsus olduğunu insana gösterince benliğimiz
varlık korkusuna kapıldı. Rububiyete ulaşma imkanını görmüşken bir anda varlığını yitirme
korkusuna kapılarak sindi ve geri çekildi. Allah karşısında yaşanan bu tecrübe –biz bilelim veya
bilmeyelim- her birimizin derinliklerinde bir varlık bilgisi şeklinde saklanır; her birimiz sonsuz
kudret ve ölümsüzlük arzularken bu bilgiye şahitlik ederiz. İnsanın ikinci durumda yaşadığı
korku ise onun ilahi iradenin gereğini kabul etmesini sağlar ve insan kulluk makamına yerleşir.
Burada şöyle bir paradoks vardır: Var olma tutkumuz bizi rububiyete ortak olmaya sevk etmişken
(cüret) varlığımızı koruma konusundaki gerçekçiliğimiz bizi kulluk makamına mecbur eyledi
(akıl veya şecaat). Bakli şu ayet-i kerime ile meseleyi izah eder: "Rabbi dağa tecelli edince, dağı
parça parça kıldı ve Musa bayıldı." Burada sufilerin Kur'an-ı Kerim yorumculuğunun nefis
örneğiyle karşılaşırız: Gerçekte Hz. Musa'nın talep ettiği şey, hepimizin mutlak hakikat
karşısındaki talebimizdir. Her insan gibi hakikati –Hak- görmek ve tam olarak idrak etmek
BİZE ULAŞIN
istiyoruz. Varlığımız ancak böyle mutmain olabilir. Fakat Mutlak'ı görmek imkansız!

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2018/12/30/var-olma-tutkusu-uluhiyet-ve-insanin-en-guclu-arzusu 2/3
1/17/22, 10:15 PM Var olma tutkusu: Uluhiyet ve insanın en güçlü arzusu - Fikriyat Gazetesi

Ekrem Demirli

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya
habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.

BİZE ULAŞIN

https://www.fikriyat.com/yazarlar/ekrem-demirli/2018/12/30/var-olma-tutkusu-uluhiyet-ve-insanin-en-guclu-arzusu 3/3

You might also like