You are on page 1of 1108

Birinci Söz

Ağaç kökünün, Bismillah diyerek en sert kaya ya da taşları


deldiği söyleniyor. Ancak şu an ağaç kökleri taşları delmiyor,
önüne çıkarsa yön değiştiriyor. Bu konuya açıklık getirir misiniz?
Bu meseleyi iki cihetle değerlendirmek mümkündür. Birisi toprak ve taş, tabiatı itibari ile katı ve
geçit vermez kesif şeylerdir. Ağacın veya bir çiçeğin kökü ise narin ve zayıf tabiattadır. O narin ve
zayıf kökün kesif olan taş ve toprağın içinden bir şekilde çıkması ve intişar etmesi, zaten bir
mucizedir. Nitekim bütün bitkilerin kökleri taş ve toprak altından huruç ediyorlar.
İkincisi, köklerin o boşluklardan çıkması da bir cihetle taş ve toprağa çalım atmak gibidir. Yani o
boş yerleri hesap edip oradan sıyrılmak en az şak edip çıkmak kadar harika ve ince bir hesap işidir.
Kaldı ki asfalt ve betonların içinden çıkan çok bitki kökleri vardır, bunlara her yerde rastlamak
mümkündür.

Ağaçların ipek gibi yumuşak kök ve damarlarının sert olan


toprağı ve taşları delmesini, biyoloji uzmanları enzimlerle izah
ediyorlar. Dolayısıyla besmele ile irtibatı nedir?
Sert cisimlerin yumuşak cisimlere engel olmaları, onlara ezmeleri tabiatta çokça görülür. Yani
sertin tabiatında yumuşağa galip gelme vardır. Burada ise bu tabiat kanunun tam tersi bir icraat
görülüyor. Demek ki, tabiat hakiki fail değil.

“Bir adamın bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk etmesi,” örneğinde olduğu gibi, bir varlık,
gücünün çok ötesinde işler görüyorsa, bu hal o varlığın Allah namına hareket ettiğinin ve söz konusu
sonuca O’nun yardımıyla ve ihsanıyla ulaştığının delilidir. Yani, o varlık manen "bismillah" demekte
ve Hâlık’ının yardımıyla o işi başarmaktadır.
Yumuşak köklerin katı taşı delmesi de buna ayrı bir örnektir. Sebepler dünyasında
yaşadığımızdan Cenab-ı Hak çoğu icraatında sebepler yaratmakta, onlar vasıtasıyla iş görmektedir.
Meyveyi ağaca, anne babayı bebeğe, tavuğu yumurtaya sebep kıldığı gibi, sert taşın delinmesine de
enzimleri sebep kılabilir. Biz sebeplerin gerçek fail olmadıklarını ve bütün işlerin Müsebbib-ül
Esbab olan Allah’ın iradesiyle ve kudretiyle gerçekleştiğini biliyoruz. Enzimlerin görevi de bu
manada değerlendirilmelidir.

İnsan kâinattaki birçok olaydan ders aldığı gibi, bu olaydan da dediğiniz manada bir ders alabilir.
Ancak asıl mana o değildir.

Ağaçların; dallarının havada intişarıyla, köklerinin yerde


intişarı aynı suhulet ve kolaylıkla oluyor. Burada başka
hakikatlere bir işaret var mıdır?
Belki şöyle bir işaret de olabilir. Sert olan toprağın delinmesi için ağacın sert gövdesi ve
dallarına görev düşebilirdi. Aynı şekilde yumuşak havada ise yumuşak kökler daha rahatlıkla intişar
edebilirlerdi. Hilkatte bunun aksi bir tecelli ile karşılaşıyor ve İlahi kudrete nispeten büyük küçük, az
çok fark etmediği gibi sertle yumuşağın da fark etmediğini görüyoruz. Bu ise sebeplerin gerçek
tasarruf sahibi olmadığının ayrı bir delili olarak değerlendirilebilir.

Allah namına vermek, almak, başlamak ifadelerini anlıyorum.


Allah namına işlemek ifadesini biraz açar mısınız?
Almak vermek, daha ziyade ikili ilişkilerde kullanılan tabirlerdir. Yani birisinden alırsın, birisine
verirsin, bu alıp vermelerde Allah namına hareket etmek gerekiyor. Bir de insanın kendisi ile ilgili
hizmet ve amelleri vardır ki, burada ikili ilişkilerden ziyade, insanın kendine taalluk eden ameller ve
işlemeler söz konusudur.
Mesela; namaz, oruç, hac gibi ibadetler, insanın şahsi işlemesine örnek olarak verilebilir. Bu
ibadetlerde insanın başka bir insan ya da mahluk ile irtibatı yoktur. Bu ibadetler doğrudan kalbi ve
bedeni işlem ve amellerdir. İşlemek tabiri insanın şahsi ne kadar amel ve eylemi varsa, hepsini içine
alan bir tabirdir.

Besmele nedir? Kainatta cereyan eden hadiseler arasında bir


bağ mıdır, bir kalıp mıdır; insandaki sayısız cihazları çalıştıran
elektrik gibi midir?..
Besmeleyi en güzel en kapsamlı olarak Birinci Söz ve On Dördüncü Lem'a’nın İkinci
Makamı tefsir etmektedir. Bu risaleler güzelce tahkik edilirse besmelenin mana ve derinliğini
inşallah idrak etmiş oluruz.
Besmele, Allah’ın adı ile hareket etmek manasına geldiği için, mümin her işine Allah’ın adı ile
başlamalıdır. Bu manayı insana ders ve terbiye vermek için Allah kelamına bu mübarek ayeti ile
başlıyor. Yani Kur’an ve surelerin besmele ile başlaması insana manen diyor ki "her işinizde ve
amelinizde benim adımla, benim namımla başlayın ve benim rızam dairesinde hareket edin ki
bende sizi kul olarak kabul edeyim" diyor.
Besmele Allah ile kul arasında kudsi bir bağdır. İnsan bu bağ ile Allah’ın sonsuz kudret ve
rahmetini arkasına alıyor.
Başta bismillah zikirdir. Ahirde, elhamdulillah, şükürdür. Ortada, fikir ise; mevcut nimetlerin
üzerinde tecelli eden esma-i ilahiyeyi okumaktır. Bu, sadece rezzakkiyete talluk eden bir formül
değildir; her esmanın tecellisi için kullanılmalıdır.
"Bismillah" kelimesi, mevcudatın arkasındaki Allah’ın kudret ve tasarruf elini ifade eden bir
semboldür. Yani, her şeyin dizgini ve tasarrufu onun elindedir. Bütün sebepler onun icraat ve işlerine
birer perde, birer bahane hükmündedir, manasını beyan ediyor. Biz bu manayı anlayıp, iman ile
Allah’a bağlanırsak, her şeyin baskı ve yükünden sıyrılıp, manen büyük bir huzuru kazanırız. Şayet,
hadiseleri sebeplere verip, kendimizi de onun terbiye ve idaresinden hariç addedersek, o zaman her
şey bize binen bir yük, her hadise bir baskı aracı haline gelir. O zaman hayat bir zindan ve elem
kaynağı olur.
Mevcudat zaten hal dili ile açık olarak Allah’ın tasarruf ve terbiyesini ilan ediyor. Biz de iman
ve intisap ile o mevcudatın ritmine uymamız gerekir. Yoksa, kainatın rağmına hareket etmiş oluruz;
hem asi, hem de hain vasfını alırız.
Allah’ın kudret ve bereketi, biz iman etmesek de zaten kainatta işliyor. Burada önemli olan bizim
iman ile bu kudret ve bereketi tanıyıp idrak etmemizdir.
Biz iman ile "bismillah" manasını idrak edince, bize manevi bir kuvvet ve bereket olur. Hakikat-i
hal ile mutabık bir vaziyete girmiş oluruz. O zaman her türlü işimizde maddi manevi bir kolaylık elde
ederiz. Yani, mevcudatta irade ve şuur olmamasından, her hali ile "bismillah" manası hükmediyor.
Fakat insanda hakiki olarak "bismillah" hükmederken, yani ilahi tasarruf ve terbiye işlerken,
imansızlıktan gelen cehaletle manevi kuvvet ve bereketi hükmetmeyebilir. Bu manevi kuvvet ve
bereketin gelmesi ve tesir etmesi imana bağlanmış.
"Allah'a kul olana her şey hizmetkar olur. Ve Allah'a isyan edene ise, her şey düşman
olur." fehvâsınca, mahlûkat şekil ve tavır alır. Ateşin Hz. İbrahim (as)'e, balığın Hz. Yunus (as)'a ve
inek ile arının, insana musahhar olması birer örnektir...

Besmeleye “İslâm nişanı” deniliyor. Acaba diğer dinlerde


besmele yok muydu?
"İslam nişanı" denilmesinden maksat şudur: “Bir kişinin bir işe başlarken besmele çektiğini
görsek onun Müslüman olduğuna hükmederiz.”
İslâm nişanı sadece besmele değildir. Bir kimsenin namaz kılması, oruç tutması da İslam
nişanıdır. Bütün semavî dinlerde kişiye ancak Allah’a kul olduğu ders verilir ve bütün işlerini O’nun
rızası istikametinde yapması emredilir. Buna göre her dinde, inanan kişiler bütün işlerini Allah
namına, Onun rızasını gözeterek ve Ondan yardım dileyerek yaparlar. Şu var ki, kendi
dillerinde “besmele” yerine başka bir ifade kullanmış olabilirler. Sonuç değişmez.

Birinci Söz ve On Dördüncü Lem'a'nın İkinci Makamı'nı ele


alırsak, özet olarak ne söylenebilir?
Birinci Söz'de "besmelenin" anlam ve önemi izah ediliyor. Çeşitli varlıkların dilinde
besmelenin nasıl zikredildiği ve her şeyin hal dili ile besmeleyi nasıl zikrettikleri akli bir metotla
izah ve ispat ediliyor. Allah'ın adını anmak ve Onun adıyla hareket etmek, insana neler kazandırır
mükemmel bir şekilde işleniyor. Bu sözde en önemli netice ve çıkarım besmelenin zikir,
fikir ve şükürden mürekkep bir mana olduğunun tespit edilmesidir.

"Demek, Bismillâhirrahmânirrahîm, sahife-i âlemde bir satır-ı nuranî teşkil eden üç


sikke-i ehadiyetin kudsî ünvanıdır ve kuvvetli bir haytıdır ve parlak bir hattıdır. Yani,
Bismillâhirrahmânirrahîm, yukarıdan nüzul ile, semere-i kâinat ve âlemin nüsha-i
musaggarası olan insana ucu dayanıyor. Ferşi Arşa bağlar, insanî arşa çıkmaya bir yol
olur."(1)

Bismillahirrahmanirrahîm'deki Allah, Rahman ve Rahim isimlerinin kainattaki tecellisi büyükten


küçüğe bir tevhit mührüdür.
Allah ism-i Celili bütün kainattaki unsurların kendi aralarında olan yardımlaşma, dayanışma,
kucaklaşma ve cevaplaşma gibi fiillerin dili ile Allah'ın birlik ve tevhit sikkesini temsil eder.
Rahman ismi de dünyadaki bitki ve hayvan taifesinin tedbir ve terbiye edilmesinde benzerlikler,
birbiri ile olan uyumluluk, intizam, insicam, lütuf gibi icraatların dili ile Allah'ın dünya sahifesindeki
birlik ve tevhit mührüne işaret eder.
Rahim ismi ise insanın geniş mahiyetindeki rahmet, merhamet ve şefkat gibi tecellilerin ve
fiillerin dili ile Allah'ın insan mahiyetinde görünen birlik ve tevhit mührüne bakar.
Yani tevhidin üç büyük mührü kainat, dünya ve insan üzerine vurulan mühürleridir.
Bunu şöyle bir temsil ile akla yaklaştıralım: Kainat okyanus olsun, dünya deniz, insan ise bir
avuç su olsun. Her birine kelime-i tevhid yazısını yazalım. Okyanusa dev ve büyük harflerle tevhid
kelimesini yazdık ve altına dev bir mühür vurduk, okumak için bütün okyanusu kuşatacak ya gözün
olacak ya da okyanusu kapsayacak bir mevkie çıkmak lazım, bu da herkese mümkün değildir.
Dünyayı temsil eden denizin üstüne orta boyda harflerle tevhid yazısını yazdık ve altına mührünü
bastık; bunu da okumak ve ihata etmek çok zordur, külli bir nazar lazımdır.
Ve üçüncüsü insanı temsil eden bir avuç suyun üstüne bir kelime-i tevhit yazdık, bunu herkes
rahatlıkla ve ihata ile okuyabilir ve mührü görebilir.
Bu üç mührü ve tevhit kelimesini okumak aşağıdan yukarı doğru olmalıdır, yukardan aşağıya
okumak ve görmeye çalışmak çok zordur. Bir avuç suda yazılan tevhid kelimesi ehadiyeti temsil
eder, okyanusta yazılan tevhit isevahidiyeti temsil eder.
Özetleyecek olursak üç sikke-i ehadiyet kainatta Allah isminin tecellisi, dünya da Rahman isminin
tecellisi ve insan da Rahim isminin tecellisi suretinde vurulan birlik ve tevhit mühürleri
anlamındadır. Bu üç isimin temsil ettiği tecelliler tevhidin kainat, dünya ve insan sayfalarında nurani
birer satırlarıdırlar.
(1) bk. Lem'alar, On Dördüncü Lem'a, İkinci Makam

Birinci Söz'de anlatılan; Allah'ın ilmi ve kudretini anlıyorum


fakat "cebren" kelimesinin kullanılmasını anlayamadım. Yani
zorla mı demek isteniyor?
Bir incir çekirdeği sonsuz kudrete dayanmadan, onun namı ile hareket etmeden incir ağacını
taşıyamaz, ona kaynaklık edemez. Bir arı Allah’ın sonsuz ilim ve kudreti olmadan o mükemmel bal
tatlısını icat edemez. Gözsüz ve şuursuz ipek böceği Allah’ın isim ve sıfatları olmadan o ipeği icat
edemez. Yani bunları yapan ve arka planda işleyen, Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudret gibi
sıfatlarıdır.
İşte bu hakikati akla yaklaştırmak için Üstad Hazretleri bu temsili getiriyor:
"Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk
etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle
hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine
istinad eder."(1)

Yani bir şahsın, kendi güç ve kuvveti ile bir köyde yaşayan binlerce insanı zorla bir yere götürüp,
cebren bir işte çalıştırması imkansız bir şeydir. Ama aynı şahıs devlet adına ve devlet kuvvetine
dayanarak o İstanbul ahalisini alır, zorla bir yere sevk eder ve zorla bir işte çalıştırabilir. Zira
arkasında devlet kuvveti, devletin ordu ve polisi vardır.
Mesela, karayolunda bir trafik polisi küçük bir el işareti ile koca tır kamyonunu durduruyor. Aynı
polis, üniformayı gösteren, üzerindeki elbisesini çıkarıp, sivil elbise giyse, aynı hareketi yapsa, değil
kamyonu, bir bisikleti dahi durduramaz. Demek o kamyonu durduran, polisin kendi şahsi gücü ve
kuvveti değil, onun resmi elbisesi arkasında duran devletin kuvvetidir. Aynı şekilde arı, incir
çekirdeği ve ipek böceği gibi güçsüz ve zavallı mahluklar o harika işler olan bal, incir ağacı ve ipek
gibi nimetleri kendi şahsi kuvvet ve ilimleri ile değil, Allah’ın sonsuz ilim ve kudretine dayanarak
yapıyorlar.
Arı ile bal arasında orantısız bir fark vardır. Bal mükemmel ve harika bir nimet iken, arı gayet
şuursuz ve zavallı bir hayvandır. Balı arıdan bilmek ile, bir şahsın kendi gücü ile milyonlarca
İstanbul ahalisini dövebileceğini ve güç yetirebileceğini söylemek aynı eşitlikte bir safsatadır. İşte
bu temsilde verilen ana mesaj budur.
İnsanın iradesine bakan nokta hariç, her şey Allah’ın ilim ve kudreti karşısında mutlak bir cebir
ve itaat içindedir. Mesela güneş kendi iradesi ile değil, Allah’ın irade ve kudreti ile dönüyor. Bulut
kafası estiği zaman yağmuru vermiyor, Allah’ın emri doğrultusunda hareket ediyor vs. Cebren ifadesi
bu manaya geliyor.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz

Birinci Söz'de deniliyor ki; "Bir çadıra girse, o nam ile hürmet
görür." Burada bahsi geçen çadır, hakikatte ne oluyor, neye
işarettir?
Her bir tarla, herbir bostan bir çadırdır. İçine girdiğimizde, meyve ve sebzeleri ile iştihâmızı
celbedip, âdeta bize hürmet ediyorlar.
Atmosfer tabakası bir çadırdır. Bizi kucaklayıp ciğerlerimizi temizlemektedir. Halbuki, içindeki
mikroplar ile bizi zehirlemesi de mümkündür.
Denizler, okyanuslar; birer çadır olarak kabul edilebilir. İçine girdiğimizde, bize hizmet
ediyorlar.; gemilerimizi omuzlayıp, bizi ıslatmadan taşıyorlar ve hâkeza...

Birinci Söz'de geçen zikir, fikir, şükür meselesini, sadece yiyecek


gibi nimetler için mi anlamak gerekir?
Soruya “Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz…” şeklinde başlandığı için,
örnek de rızık nimetinden verilmiştir.

Başka risalelerde ağaçlar için tabla, bostanlar için kazan, dallar için eller gibi teşbihler yapılmıştır.
Ağacın kendisi ve dalları gibi o ağacın bakımını yapan bostancı da zahiri bir sebeptir. Toprağı ve
suyu şu kâinat fabrikasında ağaç haline getiren ve o ağaç tezgâhında meyveleri dokuyan,
ancak Mün’im-i Hakiki (nimetleri gerçek sahibi ) olan Allah’tır.
“Her hayır O’nun elindedir.” hükmünce, insanların eliyle ne tür bir nimete, ihsana mazhar olsak
onu Allah’tan bilmemiz, insanların sadece birer sebep olduklarını düşünmemiz ve o nimet ve ihsan
için Allah’a hamd etmemiz gerekir.

Bunlardan birincisi zikir, ikincisi fikir, üçüncüsü de şükürdür.

Birinci Söz'de geçen, kâinatın dilenciliği ifadesi ile Hakim-i Ezeli


ve Malik-i Ebedi, ifadelerini izah eder misiniz?
İnsanın sayısız ihtiyaçları ve hudutsuz arzuları olup, her şeye muhtaç bir şekilde
yaratılmıştır. Bu yüzden ya muhtaç olduğu şeylere kalbini ve kafasını bağlayıp, manevi olarak onlara
dilenci olacak ve her şey karşısında zillete düşecek, ya da her şeyin sahibi ve mutasarrıfı olan
Allah’a kalbini ve kafasını teslim edip, kainata dilenci olmak vaziyetinden kurtulacak.

Mesela insan, güneşe muhtaç olarak yaratılmıştır. Şayet insan, güneşin Allah’ın bir askeri ve memuru
olduğunu kabul etmez ise, güneşin zatına perestiş edip, ona ihtiyaç vasıtası ile dilencilik
edecektir. Halbuki vazifeliye değil, vazifeyi verene ram olmak, ona perestiş etmek
gerekir. Güneş kendi başına değil, Allah namına bize hizmet veriyor.
Allah'a kul olmayan, sebeplere başvurur; bu ise bir dilenciliktir. Bu sebep insan olabileceği gibi,
hayvan da olabilir. Sağlığı için şifayı doktordan bekler ve: "Ne olur doktor bey, yavrumu
iyileştir." diye yalvarır. Mikroptan korkar ve titrer. Madde için zengin insanlar karşısında dilencilik
vaziyeti takınır, bir kaç kuruş almak için iki büklüm olur. Halbuki, zengini zengin eden Allah'tır.

"Allah, bu dünyanın maliki, sahibi olduğu gibi, ahiretin de sahibdir." denmektedir. Yani kabirde,
mahşerde seni yalnız bırakmayacak ve burada olduğu gibi sahibiyeti devam edecektir. Bu mana
Fatiha Suresi'nde,"maliki yevmüddin"(din gününün sahibi) şeklinde ifade edilmiştir.

Hakimiyetteki ezeliyet ise, Allah sonradan bu alemi başkasından devralmadı, ezelden beri o yarattı
ve o devam ettiriyor. Öyle ise sadece ve sadece ona iman ve itimad edilmelidir, mesajı veriliyor.

Birinci Söz'de Geçen, Katıu't-Târik İfadesini İzah Eder misiniz?


Bu ifâdenin temsildeki karşılığı, "yol kesici" demektir. Daha genişletmek gerekirse, "eşkiya,
terörist " gibi anlalmlara da gelmektedir. Ancak bir de, hakikattaki karşılığı vardır ki, insana maddi
ve manevi olarak zarar verebilecek her şey bu anlam içerisine girer. Zira, atomdan yıldızlara kadar
her şey, bir cihette insana zarar verebilecek bir potansiyele sahiptir.

"Allah'a kul olana her şey hizmetkar olur. Ve Allah'a isyan edene ise, her şey düşman
olur." fehvâsınca, mahlûkat şekil ve tavır alır. Ateşin Hz. İbrahim (as)'e, Balığın Hz. Yunus (as)'a
ve inek ile arının, insana musahhar olması birer örnektir.
Bu bakış çerçevesinde devletler ve milletler muvâzenesine de bakılabilir. Tekvini ve teşrii
kanunları bilip riâyet edenlere, diğer milletlerin musahhar edileceği muhakkaktır.

Birinci Söz'de geçen, yaprakların kurumamasında hiçbir maddi


sebep yok mudur? Tabiiyyuna neden tokat vuruyor? Çünkü
muhal de olsa o sebebe yapışabilirler; Birinci Söz'de ise hiçbir
sebep yokmuş gibi anlatılıyor...
Burada sebeplerin inkarı değil, sebeplerin neticeyi yaratmasının imkansız olduğu
vurgulanıyor. Yoksa, elbette her şeyin bir sebebi vardır. Zira Allah kainatta sebepler vasıtası ile iş
görmeyi değişmez bir kanun olarak vazetmiştir. Bu noktadan her sonuç ve neticenin bir sebebi vardır.
Mesele burada sebebin yok sayılması değil, sebebin neticeyi icat etmesinin imkansız olduğu
meselesidir.

Mesela, tabiat kanunlarına göre yumuşak bir cisim sert bir cismi delemez. Genel kanun sert olanın
yumuşağı delmesidir. Ancak ipek gibi yumuşak bitki köklerinin, sert taş ve kayaları delmesi gözle
görünen bir hakikattır. İşte bu tablo tabiatçıların ağzına bir tokat vuruyor ve kanunları istediği gibi
uygulayan bir zatın varlığını nazara veriyor. O zat isterse yumuşak ile de sert cismi deldirebilir,
diyor.

Keza, yaprakların kuruması da aynen kökler gibi bir fizik kuralını deliyor. Zira ıslak bir elbise
birkaç saate kuruduğu sıcaklığa karşı, yaprakların aylarca kurumadan yeşil durması da tabiat
kanunlarını altüst etmektedir. Yaprağın birkaç gün solup kuruması gerekirdi. İşte buradan da ikinci
tokat gelmektedir.

Birinci Söz'de geçen, zikir, fikir ve şükür kavramlarını açıklar


mısınız?
Zikir: Anmak, hatırlamak, yad etmek gibi anlamlara gelmektedir. Yemeğe başlarken, besmele
çekmemiz, Allah'ı hatırlamak ve diğer taraftan da nimetlerin de ondan geldiğini kabul etmek demektir.
Hamd ise: Teşekkürü ifade etmektedir. Ancak medih ve övgü anlamındaki bir takdirden
kaynaklanan bir teşekkürdür. Bir insan bize iyilik yapar, ama zamansız olabilir. İhtiyacımızı çok da
hissetmiyor olabiliriz. Fakat Allah'ın ihsanlarında her şey tam yerinde ve zamanında verilmektedir.
Dolayısı ile şükür sadece bir nimet karşılığı değil, nimetin her açıdan güzel olması, kişiyi bir tebrik
ve takdir duygusuna sevk eder.
Tefekkür etmek ise, düşünmek demektir. Yani nimetin nasıl yaratıldığını ve kendisine kadar
nasıl geldiğini düşünerek, nimeti veren zatı tanımaktır ki, yaratılış gayemiz de budur. Kainat ve
içindekiler bir kitap gibi, her satır ve cümleleri ile Allah'ı tanıtıyorlar. Tefekkür sayesine bu okuma
işini yapmış oluyoruz.

Birinci Söz'de geçen, "nihayetsiz aczin ve fakrın" deniyor. Acz


ve fakrımız nelerdir? "...Ta bütün kainatın dilenciliğinden
kurtulasın" sözünden ne anlamalıyız?
Bir insanın muhtaç olduğu her şey, onun ne kadar fakir olduğunu gösteriyor. Zira fakirliğin ölçüsü
ihtiyaç nisbetindedir.

Bu sonsuz denebilecek kadar çok olan ihtihaçlarımızı gidermek için ise, güç yetirecek bir iktidardan
mahrumuz. Bu durum ise aczimizi ifade etmektedir. Mesela yağmura muhtacız ancak yağdırmaktan da
aciziz.

Bütün bu ihtiyaçlarımızı giderecek olan ise, bizim ve alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Onun dışında
hiç bir kuvvet ve kudret bu ihtiyaçlarımıza cevap veremez.

Allah'tan başkasına yapacağımız müracaatlar bir çeşit dilenciliktir. Dileniriz, acnak hiç bir cevap
alamayız.

Allah'tan istememiz ise bir dilenme değildir. Zira o bizim Rabbimiz ve sahibimizdir. Annemizden ve
babamızdan bir şey istememiz bir dilencilik olmadığı gibi, asıl sahibimiz ve malikimiz olan Allah'tan
istemek de bir dilencilik değildir, bir şeref ve izzettir. Madem her şeyin anahtarı ondadır, öyle ise
ona müracaat edelim. Ona müracaat eden, başkasına muhtaç olmaz.

Birinci Söz'de genel olarak ne anlatıldığını açıklar mısınız?


Birinci Söz'de özetle, besmelenin anlam ve önemi, çeşitli varlıkların dilinde besmele örnekleri,
Allah'ın adını anmak ve Onun adıyla hareket etmenin insana neler kazandırdığı gibi manalar
işlenmektedir.
Birinci Söz'ün mahiyetine işaret eden birkaç farklı izahı takdim edelim:
Başta bismillah zikirdir. Ahirde, elhamdulillah, şükürdür. Ortada, fikir ise; mevcut nimetlerin
üzerinde tecelli eden esma-i ilahiyeyi okumaktır. Bu, sadece rezzakkiyete talluk eden bir formül
değildir; her esmanın tecellisi için kullanılmalıdır.
"Bismillah" kelimesi, mevcudatın arkasındaki Allah’ın kudret ve tasarruf elini ifade eden bir
semboldür. Yani, her şeyin dizgini ve tasarrufu onun elindedir. Bütün sebepler onun icraat ve işlerine
birer perde, birer bahane hükmündedir, manasını beyan ediyor. Biz bu manayı anlayıp, iman ile
Allah’a bağlanırsak, her şeyin baskı ve yükünden sıyrılıp, manen büyük bir huzur kazanırız. Şayet,
hadiseleri sebeplere verip, kendimizi de onun terbiye ve idaresinden hariç addedersek, o zaman her
şey bize binen bir yük, her hadise bir baskı aracı haline gelir. O zaman hayat bir zindan ve elem
kaynağı olur.

Mevcudat zaten hal dili ile açık olarak Allah’ın tasarruf ve terbiyesini ilan ediyor. Biz de iman ve
intisap ile o mevcudatın ritmine uymamız gerekir. Yoksa, kainatın rağmına hareket etmiş oluruz; hem
asi, hem de hain vasfını alırız.

Allah’ın kudret ve bereketi, biz iman etmesek de zaten kainatta işliyor. Burada önemli olan bizim
iman ile bu kudret ve bereketi tanıyıp idrak etmemizdir. Biz iman ile "bismillah"ın manasını idrak
edince, bize manevi bir kuvvet ve bereket olur. Hakikat-i hal ile mutabık bir vaziyete girmiş oluruz. O
zaman her türlü işimizde maddi manevi bir kolaylık elde ederiz. Yani, mevcudatta irade ve şuur
olmamasından, her hali ile "bismillah" manası hükmediyor. Fakat insanda hakiki
olarak "bismillah" hükmederken, yani ilahi tasarruf ve terbiye işlerken, imansızlıktan gelen cehaletle
manevi kuvvet ve bereketi hükmetmeyebilir. Bu manevi kuvvet ve bereketin gelmesi ve tesir etmesi
iman etmeye bağlanmıştır.
"Allah'a kul olana her şey hizmetkar olur. Allah'a isyan edene ise, her şey düşman
olur." fehvâsınca, mahlûkat şekil ve tavır alır. Ateşin Hz. İbrahim (as)'e, Balığın Hz. Yunus (as)'a
ve inek ile arının, insana musahhar olması birer örnektir.
Bu bakış çerçevesinde devletler ve milletler muvâzenesine de bakılabilir. Tekvini ve teşrii
kanunları bilip riâyet edenlere, diğer milletlerin musahhar edileceği muhakkaktır.

Birinci Söz'de izah edilen, "Bismillah"taki tükenmez kuvvet


nedir, bir örnekle açıklar mısınız?
Bir asker düşünelim, bu asker önce yüzbaşı rütbesinde olan bir komutana istinat ediyor. Yani ona
dayanıyor. Bu askerin gücü ve yapabileceği işler ancak yüzbaşının yapabileceği işler ve gücü
kadardır; bir albayın yapabileceği işleri yapamaz. Aynı asker albaya istinat edip dayansa, bu kez
askeri alanda ve kışlada yapabileceği işler ve gücü albayın yapabileceği işler ve güç kadardır, ama
bir generalin yapabileceği işleri yapamaz.
Aynı şekilde istinat edip dayandığı makam ve rütbe arttıkça, yapabileceği işler ve güç de ona
göre artar. Bu asker, genelkurmay başkanına istinat edip dayansa, o zaman bütün askeri kışla ve
alanlar onun için açılır ve her şeyi yapmaya muktedir olur. Zira arkasında genelkurmay başkanlığının
izzet ve gücü var. Aslı itibari ile er olan bu asker, istinat ve dayanak noktası olmasa, yani arkasında
rütbeli bir komutan olmasa, hiçbir iş ve güç elinden gelemez, kendi gibi olan başka bir askere bile
hükmedemez. Demek bu askeri güçlü ve muktedir kılan, kendi şahsi gücü değil, dayandığı ve istinat
ettiği noktadır.
İşte bu örnekteki asker gibi, biz de şu kainat kışlasında nihayetsiz aciz ve fakir bir neferiz. İman
ve tevekkül dayanağı ile Allah’a istinat edersek, bütün kainat kışlası bize itaatkar bir asker olur. Zira
Allah’ın sonsuz kudretine dayanan bir insan, sonsuz bir istinat noktası elde eder, daha hiçbir şey ve
hiçbir güç Allah’ın kudreti karşısında duramaz. Dolayısı ile bizim karşımızda duramaz. Bu istinat
sırrındandır ki, bir çekirdek, koca ağacı başında taşır. Zira çekirdeğin ardında Allah’ın sonsuz
kudreti vardır. Bir sinek Nemrut’u gebertir. Karınca gibi nahif ve nazik hayvanat, Firavun'un sarayını
başına yıkar. İşte bütün bu sırların temelinde istinat ve dayanma noktası vardır.
"Bismillah" bu dayanağın ve tevekkülün formülü ve özeti gibidir. Yani Allah’ın adı ile hareket
eden bir adam, Allah’ın sonsuz kudret ve servetini arkasına almış olur. Bu da insan için tükenmez bir
kuvvet, bitmez bir hazinedir.

Birinci Söz'de Üstad, Halıkımızın bize olan ihsanlarına karşı,


bizim de zikir, şükür ve fikir ile mukabale de bulunmamız
gerektiğini söylerken, neden fikir ortada olmasına rağmen,
sıralamada üçüncü olarak zikretmiştir?
"Başta "Bismillâh" zikirdir. Âhirde "Elhâmdülillâh" şükürdür.

Ortada, bu kıymettar hârika-i san'at olan nimetler Ehâd, Samed'in mu'cize-î kudreti ve
hediye-î rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir."(1)

Burada, zikir ve şükür kavramları birer kelime ile tanımlanırken, fikir kavramı daha uzun bir
şekilde tanımlanmıştır. Uzun olan tanımın sonraya bırakılması üsluba zarar vermediği gibi, bir
kolaylık sağlamıştır. Nitekim konuşmacılar da bu metodu kullanmaktadırlar. Kısa olan açıklamaları
öne alıp, uzun olan açıklamaları sonraya bırakırlar.

Diğer taraftan; zikir, fikir ve şükür kelimeleri, yalnız yemekte dile getirilen tesbihler değildir.
Hayatımızın her diliminde, her zaman ve her durumda tekrar edilmelidir. Bu tekrar için de, illâ bir
sıra takip etmek gerekmez. Zikri icâb eden durum için zikir, fikri gerektiren durum için, fikir ve şükrü
gerektiren durum için de, şükretmek gerekir.

(1) bk. Sözler, Birinci Söz.

Birinci Söz'de "Bismillah her hayrın başıdır." deniliyor. Bazen


besmeleyle başladığımız işlerden hayır görmediğimiz de oluyor;
bunu nasıl yorumlarsınız?..
Birinci Söz'de, “Bismillah her hayrın başıdır.” denilmekle, daima hayırlı işler yapmamız ve bu
işlere de besmele ile başlamamız tavsiye edilmektedir. Zira şerli bir iş için besmele çekilmez.
Nitekim, hırsızlığa, yalana, gıybete besmele ile başlamak ayrı bir günahtır.

İşine besmele ile başlayan kişi hayırlı bir yoldadır ve meşru dairede yaptığı işler, Dördüncü Söz'de
ifade edildiği gibi, “Güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.” Bu başlı başına bir kazançtır ve
hayırdır.
Sizin sorunuz, yapılan işin dünyada vereceği fayda ile ilgilidir. Bunun hakkımızda hayırlı olup
olmayacağını bilemeyiz. Ama besmele çekmemizin ve besmeleyle başlanabilecek hayırlı işler
yapmamızın hakkımızda hayırlı olacağı kesindir.
Birinci Söz'de, bu dünyaya "bir çöl" deniyor. Dünya hangi nefis
için bir çöldür?
Buradaki çöl, dünya hayatına kinayedir. İnsan için ruhlar aleminden başlayıp anne karnına, oradan
dünyaya uğrayıp ve kabirden geçip cennet ve cehennem ile son bulacak hayat yolculuğunda, en önemli
merhale dünya hayatıdır. Zira cennet de cehennem de bu dünyada kazanılıyor. İnsan şu dünya çölünde
Allah’ın ismi ile hareket etmez ise perişan olur.
Çölün burada ifade edilmesi, çöldeki bir adete binaendir. Evet, burada asıl maksat Arap çölünde
reisin ismi ile gezmenin önemi anlatılıyor. Yoksa konunun siyak ve sibakında çöl ile nefis arasında
bir ilgi kurulmuyor.
Birinci Söz'den bağımsız olarak dünya, iman dairesine girmeyen kafirler için verimsiz ve çorak
bir çöldür denilebilir. Ya da ibadet ve itaate dikkat etmeyen fasıklar için dünya karmaşık ve
meşakkatli bir çöl gibidir denilebilir.

Birinci Söz'de, "Biz dahi ona başlarız" denilir. Niçin "Biz dahi
onunla başlarız" demiyor?
"Biz dahi başta ona başlarız" cümlesindeki "ona" kelimesi ile "besmele" kastedilmektedir.
Ya ni , "Biz dahi bu eserimize onu anlatmakla başlarız" demektir. Burada iki durum söz
konusudur. Bunlar:

1. Besmele ile başlamak.

2. Besmeleyi anlatarak ve besmelenin sırlarını izah ederek başlamak.

İşte Birinci Söz' de iki durum da söz konusudur. Yani hem "besmele" ile başlamak ve hem
de "besmeleyi anlatarak" ve sırlarını açarak başlamak. Dolayısıyla Üstadımız sadece Onunla
başlarız demiş olsaydı, sadece besmele ile başlamak anlamına da gelebilirdi. Fakat, kanaatimiz
Birinci Söz'de doğrudan Besmele ve sırları anlatıldığından, böyle bir ifadenin daha uygun düştüğü
yolundadır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Risale-i Nurlarda bir kısım kelime hataları oluyor. Mesela; envaları, mucizatları, melaikeler,..

Birinci Söz'de; Bismillah demeyip, Allah namına hareket


etmeyenlerin perişan olacakları yazılıdır. Fakat hayatta bunun
tersini görüyoruz, nasıl izah eder siniz?
"Bizden daha rahat yaşıyorlar..." dediğiniz, işin maddi boyutudur. Halbuki, Birinci Söz'de
ifade edilen ise, manevi boyuttur. Karşısında idam sehpası hazır bekleyen bir insanın köşklerde ve
saraylarda yaşaması onu mutlu edebilir mi? Üstad'ın On Yedinci Lem'a'da geçen şu ifadelere
bakalım:

"Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle
musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir
ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?
Âyâ, görmüyor musun ki, bir adamın cüz’î bir emirden meyus olması ve vehmî bir emelden
ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle, tatlı hayaller
ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip ediyor, dünya ona dar geliyor, zindan oluyor.
Halbuki, senin şeâmetinle kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalâlet
darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri
ondan neş’et eden bir biçare insana hangi saadeti temin ediyorsun? Acaba, zâil, yalancı bir
cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir
mi?"(1)

Yirmi Dördüncü Söz'de de yer alan bir hadisde şöyle buyuruluyor:

“Dünyanın, Cenâb-ı Hakk'ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler
bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler.”(2)

Bu hadisten de anlaşılıyor ki, asıl mesele kalbimiz ve ruhumuzdaki huzurdur. Maddi olarak
yükselmeyi ise Allah, kullarının gayretine bağlamıştır. Müminler dünyaya çalışmadıkları için
dünyada sıkıntısı çekiyorlar, ahiretlerine çalıştıkları için de ahirette mutlu olacaklardır. Kafirler ise
dünyaya çalıştıkları için dünya işlerinde başarılıdırlar. Ama ahirete çalışmadıkları için ise, burada
manen, ahirette de maddi olarak sıkıntı çekeceklerdir.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, Beşinci Nota.
(2) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal

Birinci Söz'de; en makbul bir şefaatçi acz ve fakrdır denilirken,


İhlas Risalesi'nin başında da ihlas için aynı ifade mevcuttur. İkisi
arasında nasıl bir ilişki vardır?
"İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel edenler
müstesna. Amel edenler de helâk oldu, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine gelince,
onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar."(1)

Hadisten de anlaşılacağı üzere ihlas, ilim ve amelin bir neticesi bir meyvesi hükmündedir. İlim
ve amel eleği geçilmeden, ihlasa ulaşmak olmaz. Ama buradaki ilim ve amel insanların seviye ve
idrakine göre farklılık arz eder, yani izafidir.
Mesela Üstad Hazretlerinin de ilmi vardır, onun talebelerinin de ilmi vardır. Bu hadiste kast
edilen ilim en yüksek ilim değil, her insanın kapasitesine uygun olan bir ilimdir. Yani kim olursa
olsun, önce ilim basamağını sonra amel basamağını ve en sonunda da ihlas basamağını çıkıp maksuda
ulaşabilir. Yoksa ilim, amel ve ihlas üçlüsünü parçalamak ve ayrıştırmak mümkün değildir. Hiç ilmi
olmayan amel edemez, amel edemeyen de ihlasa erişemez. Acz ve fakr metodu ilmin en temel
aracıdır.
İslam ilimleri içinde en mühim olanı imana ve akaide dair olan ilimlerdir. Sonra diğer İslam
ilimleri gelir. Mesela Risale-i Nurlar imana dair bir tefsirdir, imanı ilimleri talim ettiriyor. Risale-i
Nurlardaki ilimleri talim ve tatbik ederek ihlası elde edebiliriz. İlme mecali ve gayreti olmayan bazı
cahiller, ben ihlası elde etsem yeter safsatasına sığınıyorlar. Halbuki ihlas ancak ilim ve amel ile
elde edilebilecek bir hazinedir. Kimsenin kalbine durup dururken ihlas enjekte edilmiyor. İhlası
kazanmak için ilim ve amel ateşinde yanmak gerekir, gerisi lafı güzaftır.
Risale-i Nurlardaki iman ilminin özünü ve temelini de acz ve fakr alıyor. Yani insan tefekkür ile
acz ve fakrını görüyor sonra bütün kainatın acz ve fakrını görüyor, ondan sonra hakiki marifete intikal
ediyor. Hakiki marifet de insanı ihlasa götürüyor... Demek önem ve öncelik hiyerarşisi acz ve
fakrindir.
İhlas; iman ve amelin bir neticesi, iman da acz, fakr ve tefekkürün bir neticesi olmasından
dolayı, iki cümle arasında bir tenakuz yoktur. Yani acz ve fakr içinde zımni olarak halis bir ihlas
vardır. Zaten ihlasın bulunmadığı bir şeyde de hayır yoktur.
(1) bk. Lem'alar, Yirminci Lem'a

Birinci Söz'deki temsili ve benzer temsilleri okurken; eğer biz


baştan her şeyin Allah'ın kudretiyle olduğunu kabul etmişsek,
temsil doğru olmaz. Çünkü temsildeki reis de hakikatte etkisizken,
etkili olduğu öngörülüyor. Yanlış bir temsilden çıkarılan hüküm
de geçersiz olur. Ne dersiniz?
Evvela, temsil ve teşbihin anlatımdaki en büyük misyon ve gayesi, soyut olan manayı somut hale
getirmek, derin olan manayı yüzeye çıkarmak, dağınık hakikatleri bir noktada toplamak, uzaktaki bir
manayı yakınlaştırmak içindir.
Zira insanların büyük bir kısmının zihin ve idrak dünyası, gayet somut, yüzeysel ve manaları
toplamaktan uzaktır. Bu sebeple hatibin derin, soyut, uzak ve dağınık hakikatleri temsil ve teşbih
yardımı ile yüzeysel, somut, toplanmış ve yakınlaştırılmış bir şekle getirmesi bir ihtiyaçtır. İşte
Kur’an’ın ve onu taklid eden Risale-i Nurların çokça temsil ve hikaye metoduna baş vurması, bu
sebepledir. Zira Kur’an’ın muhatap kitlesinin ekserisi avam ve basit anlayışlı insanlardan oluşuyor.
Hal böyle olunca, Kur’an avam kitlesini eğitmek için, onların duygu ve fikir alemine temsil ve
hikayeler ile tenezzül ediyor, onların fikir ve hissiyatlarını okşayan ve tahrik eden misaller getiriyor.
Nasıl maddi alemde, uzaktaki bir cismi çıplak gözle göremediğimiz için, yakınlaştırmak adına
dürbün kullanırız, soyut mana ve olguları bulabilmek için, üstüne somut simge ve semboller koyarız,
derin ve ince şeyleri görebilmek için mikroskoba müracaat ederiz, dağınık ışıkları toplamak için
mercek kullanırız.
Aynı şekilde, manalar ve maneviyat alemindeki ince, derin, uzak, dağınık ve soyut manaları
anlamak ve görebilmek için, maddi alemdeki mercek, mikroskop, dürbün, sembol gibi şeylere
benzeyen bu temsil, hikaye, hayali seyahat gibi anlatım metotlarını kullanmak gerekiyor. İşte Kur’an
ve onun mühim talebesi olan Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde, temsil ve hikayeleri bolca ve
kesretle kullanmaları bu ince sırdan ileri geliyor. Bu teşbih ve temsil yolu ile hakikatlere uzaktan
uzağa baktırıyor.
Yalnız, getirilen temsil ve teşbihlerin her manasını ve her köşesini hakikate tatbik etmek doğru
olmaz. Teşbih ve temsil, bir mevzuu anlamak için sadece bir araç bir vasıtadır. Bu yüzden temsilin
içinde geçen bir tabirin fiziki yapısını incelemek, temsilden maksut manaya ters bir bakış olur. Ya da
temsildeki aktörleri, bire bir anlatılmak istenen manaya uyarlamak temsilin ruhuna uygun değildir.
Mesela “Aslan gibi adam.” dediğimiz zaman, maksat ve kasıt kişinin kuvvetli ve cesur olduğudur.
Aslan ifadesinin içinde bulunan hayvanlık ve yırtıcılık telmihen ve işareten bulunabilir ve bu,
konuşanı mesul kılmaz. Bu gibi teşbihlerde teşbihi getiren zat ilk manayı değil, teşbihin arkasında kast
edilen ikinci manayı murat etmektedir. Teşbihin çağrıştırdığı manalardan dolayı teşbihi getiren kimse
mesul tutulamaz.
Temsildeki reisin işaret ettiği Zat ise Allah’tır. Temsildeki adamı bire bir -haşa- Allah ile
eşleştirmek, hem caiz olmaz, hem de yukarıda ifade ettiğimiz gibi, teşbih ve temsilin ruhuna uygun
olmaz.

Birinci Söz'deki "Allah için yapmak" ibaresini nasıl


anlamalıyız; Allah'ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yok? Bir de
Allah için veya Allah rızası için yaparsak, ihlaslı olur muyuz,
karşılık bekleniyor gibi?..
İbadetleri Allah emrettiği için yapmak ve neticesinde de Allah’ın rızasını kazanmak düşüncesi
ivazsız ve katışıksız tam bir ihlastır. "Allah için" ifadesi Allah rızası anlamında kullanılmıştır.
Yoksa Allah’ın ne Zatı ne de isim ve sıfatları, bizim hiçbir şeyimize muhtaç ve ihtiyaç içinde
değildir. İbadetler, insanın Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmasında sadece bir araç ve
vasıtadır.
Üstad Hazretleri ihlası şu şekilde tanımlıyor:

"İhtar: İbadetin ruhu, ihlâstır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için
yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır.
Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar."(1)

Şayet ibadetimizin derinliğinde kendi menfaat ve çıkarlarımız esassa, o ibadet ihlasa uygun
değildir. İhlas öyle safi bir şeydir ki leke götürmez, yani en küçük bir menfaat düşüncesi bile ihlası
zedeler, safiyetini bozar.
İbadetlerin esası ve temelinde sadece Allah’ın emir ve rızası olmalıdır. Böyle bir ihlasa
ulaşmak ancak tahkiki iman ve marifetle mümkündür. Yani Allah’a öyle bir iman edilip Allah öyle
bir tanınacak ki, hiçbir küçük hesap ve menfaat bu imanı ve marifeti delip geçemesin.
Bu zamanda hakiki imanı ve marifeti Risale-i Nurlar ders veriyor, ona bakılmalı, onunla meşgul
olunmalıdır.
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, Âyet: 21, 22
Birinci Söz'e göre, insanın çok aciz ve fakir yaratılışı ile besmele
ilişkisini açıklar mısınız?
Sadece insanın değil, bütün varlığın "bismillah" dediği, Birinci Söz'de izah edilmiştir. Ancak bu
valıklar arasında insanın ayrı bir konumu vardır. Zira insanın yaratılış gayesi; bütün varlığın yegane
hakimi ve maliki olan Allah'ı tanımaktır. Bunun için de insana daha fazla acz ve zaaf verilmiştir.
İnsan bu acz ve zaaf sebebiyle Allah'ın kudretini ve rahmetini daha aşikar ve açık bir şekilde
görmektedir. Bunu farkeden insan elbette daha içten ve inanarak"bismillah" diyecektir.
Yani; "Ey yüce kudret sahibi olan Allah'ım, benim gücüm ve iktidarım hiç bir şeye yetmiyor,
ama sonsuz denecek kadar da mutacım. Bu ihtiyaçlarımı ancak ve ancak sen
giderebilirsin." demektedir. Dolayısıyla bütün neticelerin yaratıcısı Allah olduğu için, onun hesabına
geçer. Lem'alar kitabının İkinci Lem'asında geçen aşağıdaki cümleler insanın neden çok aciz ve zaif
yaratıldığını güzel ifade etmektedir:

"Cenâb-ı Hak, hadsiz kudret ve nihayetsiz rahmetini göstermek için, insanda hadsiz bir
acz, nihayetsiz bir fakr derc eylemiştir. Hem hadsiz nukuş-u esmâsını göstermek için insanı
öyle bir surette halk etmiş ki, hadsiz cihetlerle elemler aldığı gibi, hadsiz cihetlerle de
lezzetler alabilir bir makine hükmünde yaratmış."
"Ve o makine-i insaniyede yüzer âlet var. Herbirinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi
ayrı, mükâfâtı ayrıdır. Adeta insan-ı ekber olan âlemde tecellî eden bütün esmâ-i İlâhiye,
bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmânın umumiyetle cilveleri var. Bunda sıhhat ve
âfiyet ve lezâiz gibi nâfi emirler nasıl şükrü dedirtir, o makineyi çok cihetlerle vazifelerine
sevk eder, insan da bir şükür fabrikası gibi olur. Öyle de, musibetlerle, hastalıklarla, âlâm
ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir,
tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor.
Bir lisanla değil, belki herbir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyeti verir. Güya
insan o ârızalarla, ayrı ayrı binler kalemi tazammun eden müteharrik bir kalem olur,
sahife-i hayatında veyahut levh-i misalîde mukadderât-ı hayatını yazar, esmâ-i İlâhiyeye
bir ilânnâme yapar ve bir kaside-i manzume-i Sübhâniye hükmüne geçip, vazife-i fıtratını
ifa eder."(1)

(1) bk. Lem'alar, İkinci Lem'a, Hatime.

Birinci Söz'ün sonunda denildiği gibi, Allah namına vermeyen


dinsizlerden bir şey alınmaz mı? Mesnevi-i Nuriye'de açıklanan
zaruriyat yoksa haram mıdır? Etrafımızdaki akrabalar bu bahse
giriyorsa, misafir olursak ne yapmalıyız?
Allah namına almak ve Allah namına vermek, nimetlerin üzerinde Allah'ın kudret ve rahmet elini
görmek demektir. Nimetleri, sebeplerden değil, Allah’tan bilmeyi ifade eden bir cümledir.
Allah namına vermemek iki türlüdür: Birisi, inkar ve imansızlıktan gelen ve nimetleri
sebeplerden bilmekten gelen; diğeri ise, imanın zaafından gelen gaflet sebebi ile nimetlerin üstündeki
kudret ve rahmet elini görmemekten gelen boyutudur.
“Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.” cümlesi ile, iman ehlinin şayet
ihtiyaç ve zaruret gibi durumları yoksa, bu gibi gafil insanlardan, yani Allah namına vermeyenlerden
bir şey alıp vermemesini tavsiye ediyor.
Ama zaruret ve ihtiyaç sahibi ise, o gafil adamın üstünde Allah’ın kudret ve rahmet elini görüp,
nimetin gerçek sahibinin o kudret ve rahmetin eseri olduğunu idrak edip onun ismi ile alabilir.
Allah’ı iman ile tanımayan gafil insanlardan zaten almak ve vermek haramdır. O gibi adamların
kestiği de yenmez, verdiği de alınmaz. Ama zaruret varsa, o zaman cevaz var.
Bir de, her insanın, Allah namına verip vermediğini tam olarak bilmemiz mümkün olmadığından,
hüsnüzan ile onun Allah namına verdiğini kabul edip Allah'ın adıyla alabiliriz. Buna misal olarak,
Resulullah Efendimize (asm): "Bize et getiriyorlar; keserken besmele çekip çekmediklerini
bilmiyoruz. Bunu yiyelim mi? Yemeyelim mi?" diye sorulmuş; Allah Resulü (asm): "Allah`ın adını
anın ve yiyin!" buyurmuştur.
Üstad Hazretleri bu hadisin manası olabilecek şekilde buyuruyor ki:

"Hem veren Bismillah demeli, hem alan Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor,
fakat sen de almaya muhtaç isen, sen Bismillah de, onun başı üstünde rahmet-i İlahiyenin
elini gör, şükür ile öp , ondan al.”(1)

Akrabaların yakınlığı, durumları, bakış açılarını esas alarak konuşulabilir. Zaman ne anlattığından
çok Nasıl anlattığın zamanıdır. Dikkatli olmak gerekir.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz

Bismillah nasıl İslam nişanı olur; açıklar mısınız?


Nişan; alamet, işaret demektir. Parmağında yüzük olan birisini gördüğümüzde, onun nişanlı
olduğunu anlarız. Bir yerde minare veya cami gördüğümüzde, orada Müslümanların olduğunu anlarız.

Gayri müslimlerin olduğu bir yerde gezerken, besmele çeken birisiyle karşılaştığımızda, hemen onun
Müslüman olduğunu anlarız. Zira besmele İslama ait bir nişandır; bir alamettir. Kim onu kullanırsa,
Müslüman olduğuna işaret eder.

Bizler yurt dışında yaşıyoruz ve bazan kaldığımız semtte


tanıştığımız yabancılar hediyeler veriyorlar. Üstad ise, besemele
çekmeyen gafilden alma diyor. Almazsam, karşı taraf yanlış
anlıyacak ve hediyemi kabul etmiyor diye darılacak. Ne
yapmalıyım?
Bu asır insanları maddeci felsefeden etkilenip, neticeleri sebepten bilme hastalığına tutulduğu
için, insanlar verdiği şeyleri kendi nefsinden bilerek veriyorlar. Yani nimetleri kendine izafe ederek
veriyorlar. Bu da şuurlu ve mütefekkir bir mümin için ağır bir durumdur. Bu sebeple zaruret ve
muhtaçlık yokken, mümkün mertebe böyle gafil adamlardan bir şey almamak en güzel ve doğru
olanıdır.
Lakin zaruret ve muhtaçlık durumlarında hüküm başkadır. Gayri müslim bir komşumuzdan gelen
hediyeyi geri çevirmek uygun bir davranış olmayacağı için, bu durumu zaruret kapsamında
değerlendirebiliriz. Zira İslam zorluk dini değil, kolaylık dinidir.
Nitekim Üstadımız da başkasından bir şey aldığı zaman, karşılığını mutlaka bir şeyler vermek
sureti ile dengeyi sağlamıştır ve minnet altına girmemiştir.
Sizler de Üstad'ı takliden aynı şeyi yapabilirsiniz. Geri çevirmek yanlış anlaşılacaksa, kabul
etmeli ve ancak fazlası ile karşılığını başka bir şekilde ve uygun bir zamanda vermelisiniz diye
düşünüyoruz.
Üstad Hazretlerinin şu ibareleri bu hususta bize tam bir rehberdir:

"O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh
demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i
İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i
Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü
o nimet onun eliyle size gönderildi."(1)

(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, On Üçüncü Nota

Her şeyin bismillah deyip Allah namına, Allah’ın nimetlerini


getirip bize verdiğini nereden anlıyoruz?
Lisanıhâl ve kal olmak üzere iki türlü konuşma şekli vardır. Lisanı kal, bir şeyi konuşarak
söylemektir. Mesela iki insan bir araya geldiği zaman halini ve derdini konuşarak anlatırlar.
Bir de hal dili ile konuşmak vardır. Yani hal, davranış ve duruşu ile karşı tarafa bir şey aktarmak
ve anlatmaktır. Mesela trafik lambaları avazı çıktığı kadar insanlara durun veya geçin diye
bağırmazlar, hal dili ile, yani cansız ve şuursuz renkler ile yol gösterirler.
İletişim ve konuşmak ya da bir hakikati ifade etmek sadece konuşmak ile olmaz. Bunun dışında
cansız ve şuursuz varlıklar, canlı ve şuurlu varlıklar gibi hal dili ile çok şeyleri ifade edip ispat
edebilirler.
Şimdi kainatta ne kadar canlı veya cansız varlık varsa hepsi ya hal dili ile ya da kal dili ile
Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik ediyorlar ve onu zikredip tesbih ediyorlar. Bunun en güzel
ifadesi ise cansız ve dilsiz olan atomların canlı ve şuurluların yapamayacağı vazifeleri görmesidir.
Bugün fennin beyanı ile atomlar o kadar mükemmel bir vazife ve işlere mazhar oluyor ki, zerre kadar
aklı olan o atomun arkasında Allah’ın kudret elini görür ve o atomun hal dili ile Allah’ı zikrettiğini
ve bismillah ile başlayıp elhamdülillah ile bitirdiğini anlar.
Hatta insan Allah’ı bir dil ile zikrederken, atom ve zerreler bin dil ile Allah’ı zikredip ispat
ediyorlar. Atomların dili hal dilidir. Tıpkı trafik lambalarının gece gündüz, hal dili ile konuşması
gibi, atomlar da hal dili ile sürekli Allah’ı zikredip ifade ediyorlar.
Bir elma, üzerindeki renk tonu ile Allah’ın Musavvir ismine sahip olduğunu ihtar eder, mideye
rızık olarak indiğinde Allah’ın Rezzak olduğunu gösterir, tadı ile Allah’ın Rahim ve Kerim olduğunu
ifade eder ve bunun gibi daha çok isimleri hal dili ile bizlere bildirir ve bize ispat eder ve bir cihetle
manen zikreder.
Diğer bir bakış açısı olarak, cansız olan mevcudatın Allah’ı tanıyıp bilmesi, hatta tesbih ve
zikretmelerini iki şekilde anlamak mümkündür.
Birisi: Allah kainatta her bir mevcudata bir vekil ve nazır melek tayin etmiştir. O mevcudun
üstünde tecelli eden isim ve sıfatları okumak ve onun hal dili ile ettiği tesbih ve zikri Allah’a takdim
etmek görevi vekil meleğe aittir. Bu meleklerin bu mevcudata vekil olarak onların namına Allah’ı
tanıyıp zikretmeleri mümkündür. Cansız mahlukatın canlı gibi, şuursuz canlıların da şuurlu gibi tasvir
edilmesi bu manaya gelebilir.
İkincisi: Cansız ve şuursuz varlıkların insan gibi bilmek ve tanımak tarzında değil de
kendilerine mahsus bir şekilde bilmesi ve tanıması olabilir, bu hikmet-i İlahiden uzak değildir.
Cansız ve şuursuz mevcudat nasıl hal dili ile Allah’ı tesbih edip zikrediyor ise, kendilerine mahsus
bir dil, ya da şuur ile Allah’ı bilip tanıyabilirler. Mahiyetini bilmememiz olmadığı anlamına gelmez.
Nitekim Kur’an’ın çok ayetlerinde şuurun alametleri hükmünde olan tesbih ve zikir, cansız
varlıklara izafe edilmiştir.
Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmiştir. O, Aziz'dir,


Hakîm'dir." (Hadîd, 57/1 ).

"Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu övgü ile tesbih
etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, Halîm'dir, çok
bağışlayandır."(İsrâ, 17/44)

Bismillah ve hamd, kulluğun simgesi ve başlı başına bir ibadet olduğuna göre, sadece insana has
bir olgu değildir. Bu yönüyle kainattaki bütün mahlukat onunla ilgilidir. Toprağın bağrına atılan bir
tohum, çatlamak, başını topraktan çıkarmak ve güneşe doğru filizlenmek için "bismillah" der. Ama
biz onun dilini anlamayız.
Yumurtaları üzerinde yatan kuş, yavruları için "bismillah" der kendi lisanıyla. Ağaçlar, mevsimi
geldiğinde meyve vermek için bismillah derler. Ama insan bunun farkında değildir. İşte müminin
kainata bakışı budur ve bu şekilde olmalıdır.
Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki,

"Kainatta hiçbir şey yoktur ki hamd ile Allah'ı tesbih etmesin, Onu anmasın, Ona dua
etmesin. Fakat siz onların bu tesbihlerini, zikirlerini, dualarını fark etmiyorsunuz." (İsra,
17/44)

Her varlığın “bismillah” deyip, çok büyük işler yaptığı


müşahede edilmekle beraber, bazen de mahlukatın perişaniyet ve
aczi de dikkat çekmektedir. Bu iki meseleyi nasıl bağdaştıracağız?
Her varlık, yaptığı bütün işleri Allah namına yapmakta, O’nun ihsanıyla kendi gücünün çok
ötelerinde işler başarmaktadır. Öte yandan, bu dünya hayatında “cemal ve celal tecellileri” birbirini
takip etmekte, “her kemale bir noksan katmak bu âlem-i kevn ü fesadın muktezası” olduğundan,
sıhhati hastalık, gençliği ihtiyarlık, izzeti zillet takip etmektedir. Bu ise her iki tip esmanın da tecelli
etmesi içindir.
Mesela, insan gençliğinde Muizz (izzet sahibi) isminin bir cilvesiyle güçlü, kuvvetli, sağlam ve
dinç olur. Daha sonra Müzill (zillet verici) ismini tecellisiyle ihtiyarlar, hastalanır, güçsüz ve
kuvvetsiz kalır.

İnsan her iki halde de İlahi isimlere ayna olmakta ve bundan bir şeref kazanmaktadır. Çiçeklerin
açması ve solması, baharı sonbaharın takip etmesi, ruhumuzun bazen neşe ile mesut, bazen kederlerle
mahzun olması da bu iki tür tecellilere dayanır.

Ahirette ise, cemal tecellileri bütün güzelliğiyle cennette, celal tecellileri ise bütün ihtişamıyla
cehennemde kendini gösterecektir.

Hiç bir zaruret yoksa, Allah'ı iman ile tanımayanlardan, yani


ateistlerden bir şey almak caiz midir?
Ateist; Allah’ın varlığını inkar eden demektir ki, kafirler içinde en şiddetli ve aşağı olanıdır.
Kafir ve müşriklerin hükümleri ise; Kur’an, sünnet ve icma ile açıkça belirlenmiştir. Belki her kafir
ateist değildir; ama her ateist kafir sınıfındandır.
"67- Mecûsîlerin, putlara tapanların, hak dinden çıkanların (mürtedlerin), Besmeleyi kasden
terk eden Müslümanların veya kitab ehlinin kestikleri yenemez. Bu hayvanların etleri haram
olur."(1)
Burada "vermek"ten kast ettiğimiz; dini hükümler kapsamına giren kesmek ve buna benzer işler
içindir; yoksa bir ateist ile konuşmanızda, görüşmenizde, insanî ilişkiler kurmanızda bir mahzur
olmaz. İfade maksada tam işaret edemediğinden bir yanlış anlama olmuş.
(1) bk. Ömer Nasuhi Bilmen; Büyük İslam İlmihali.

İlk sekiz sözdeki (Birinci Söz-Sekizinci Söz) hakikatlerin


özellikle “kısaca ve avam lisanıyla” nazara verilmesinin hikmeti
nedir?
Bilindiği gibi ilk sekize dokuzuncu da eklenerek (Birinci Söz'den Dokuzuncu Söz dahil) tamamı
Küçük Sözler adıyla müstakil bir eser olarak basılmıştır.
Kolay anlaşılan derslerle işe başlamak zamanla zor konulara geçmek hikmetin gereğidir. Küçük
Sözler'de okuyucu ilk sekiz söze rahatlıkla muhatap olmakta ve dokuzuncu da birden bire çok yüksek
ve çok derin bir hakikat dersiyle karşılaşmakta ve ruhunda bütün külliyatı okumak konusunda büyük
bir istek duymaktadır.
İnek, deve, keçi, koyun gibi hayvanlara neden" mübarek" sıfatı
kullanılmış?
Mübarek: Kelime anlamı olarak, bereketli ve hayırlı demektir. İnsanlığın en temel gıdaları da
et, süt, peynir gibi şeylerdir. Bunların hepsi de inek, koyun, keçi, deve gibi hayvanların eli ile bize
ikram ediliyor.

Bu yüzden, Kur'an'ın en büyük surelerinden "En’am Suresi"ne bu mübarek ve bereketli hayvanların


adı verilmiştir. Müfessirler, "en’am" kelimesini inek, koyun, deve, keçi gibi hayvanlar olarak
yorumlamışlardır.

"Mübarek ve bereketli" denilmesinin bir manası da, Allah’ın, en tatlı ve güzel nimetlerini bol ve
bereketli olarak bu hayvanlarının aracılığı ile bizlere sunmasıdır. İnek ot yer, safi ve tatlı süt verir, et
verir, derisinden faydalanılır, yavru verir. Hatta gübresi bile faydalıdır. Bir nevi fabrika gibi çalışır.
Halbuki bir insan fabrikası, bir mahsul verir ve çok masraf ve gürültü ile çalışır. Ama inek, koyun
gibi bereketli hayvanlar gürültüsüz, fazla yer kaplamadan, bir çok mahsulü bizlere sunar. Bütün
bunlara bakıldığında, ne kadar mübarek ve bereketli olduğu anlaşılır.

Bir de bizim dilimizde mübarek kelimesi, kutsi ve yüksek zat anlamında da kullanılır. Genelde alim
ve evliya zatlara söylenir. Bu mana ayrıdır, kastedilen bu mana değildir. İkisini karıştırmamak lazım.

İnsanların Allah namına verip, Allah namına almasının önemi


nedir?
Birinci Söz'ün ana konusu, Allah’ın ismi ile hareket eden her şey, amaç ve vazifesine, önündeki
zorluklara ve engellere rağmen ulaşır. Her şeyin arka cephesinde onun kudret eli hükmediyor. Her
şeyin dizgini ve tedbiri onun kudret elindedir. O dilediği zaman kanunlar ve kurallar susar, onun
hükmü geçer. Bu manaları bütün kainat hal dili izah ediyor. Nazik ve nazenin bir otun kökü sert
kayaya rast geldiği zaman, "Allah’ın adı ile geldim!.." der ve o taş ikiye şak olur, ona yol verir.
Taşı ikiye bölen otun o zayıf kökü değil, Allah’ın kudretidir. İşte otun kökü manen bismillah deyip
yoluna devam ediyor ve Allah namına hareket ettiğini ilan ediyor.
Hazreti Musa’ya (as) taştan suyu çıkaran asa değil, asanın arkasında gizlenen ilahi kudrettir.
Hazreti İbrahim’i (as) ateşin yakmaması yine onun kudret ve emri iledir. Yani her şey manen
bismillah diyerek hareket eder. Hazreti Musa (as) bismillah demese, yani onun ismi ile hareket
etmese idi, taştan suyu çıkarmaya güç yetiremezdi. Hazreti İbrahim (as) Allah demese idi ateş onu
cayır cayır yakardı. Otun o zayıf kökü bismillah demese idi o sert kayayı delip geçemezdi, incir
çekirdeği bismillah demese idi o koca incir ağacının ağır yükünü belinde taşıyamazdı vs. Burada her
şeyin manen bismillah deyip Allah adına hareket etmesi izah ediliyor.
İnsan bu genel kaideye uygun olarak bir şeyi birisine verirken, Allah’ın ikram ve nimeti olduğunu
derk edip öyle vermelidir. Alan da o verenin üzerinde İlahi kudret ve inayeti görüp öyle almalıdır.
Zira ne veren ne de alan kendi adına alıp veremez. Çünkü bütün mülk Allah’ındır, her şey Onun
inayet ve ikramıdır.
İnsanın bu dünyaya asıl gönderilme gayesi, Allah’ı iman ve marifet ile tanıyıp ibadet ve kulluk
etmektir. Bismillah ise bu gayenin özeti gibidir.

İnsanların çoğu gaflet veya dalalettedir, Allah’ı tanımaz ve


O’nun namına vermezler. O halde biz bunlarla alışveriş
yapmayacak mıyız?
Bu sorunun cevabını Üstadımız şöyle vermektedir:

"Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o
sebeb ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya o nimeti
Cenab-ı Hak hesabına verir. Madem o, lisan-ı hal ile Bismillah der, sana verir. Sen de Allah
hesabına olarak Bismillah de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillah demeli, sonra
ْ ‫ َوﻻَ ﺗَﺎُْﻛﻠُﻮا ِﻣﱠﻤﺎ ﻟَْﻢ ﯾُْﺬَﻛِﺮ ا‬âyetinin mana-yı sarihinden başka
ondan al, yoksa alma. Çünki ‫ﺳُﻢ ﷲِ َﻋﻠَْﯿِﮫ‬
bir mana-yı işarîsi şudur ki: "Mün'im-i Hakikî'yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla
verilmeyen nimeti yemeyiniz!" demektir. O halde hem veren Bismillah demeli, hem alan
Bismillah demeli. Eğer o Bismillah demiyor fakat sen de almaya muhtaç isen; sen Bismillah
de, onun başı üstünde rahmet-i İlahiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yani nimetten
in'ama bak, in'amdan Mün'im-i Hakikî'yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zahirî
vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi."(1)

Yine Münazarat adlı eserinde, “Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur'anda nehiy vardır: َ‫ﻻ‬
َ ‫ ﺗَﺘﱠِﺨُﺬوا اْﻟﯿَُﮭﻮَد َواﻟﻨﱠ‬Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?” sorusuna verdiği cevapta,
‫ﺼﺎٰرى اَْوﻟِﯿَﺂَء‬
gayri müslimlerle münasebetimize şu harika açıklama getirilir:

“… Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile yahudiyet ve nasraniyet olan âyineleri


hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san'atı içindir.
Öyle ise herbir Müslümanın herbir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir
kâfirin dahi bütün sıfat ve san'atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh Müslüman
olan bir sıfatı veya bir san'atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın? Ehl-i
kitabdan bir haremin olsa elbette seveceksin."
"Sâniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i
dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet
ederlerdi. Onun için gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin
şimdi âlemdeki bir inkılab-ı azîm-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün
ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zâten onların ekserisi,
dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh onlarla dost olmamız, medeniyet ve
terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi
muhafazadır. İşte şu dostluk, kat'iyyen nehy-i Kur'anîde dâhil değildir."(2)
Yani, onları Yahudi veya Hristiyan oldukları için dost edinmeyeceğiz. İslâm’ın nuruna kavuşan
bir kişinin batıl dinlere ve onların mensuplarına dostluk beslemesi düşünülemez. Ancak, o kişilerle
dünya işlerinde her türlü ilgi içinde bulunabiliriz; ticaret yaparız, anlaşmalar imzalarız. Bunlar
onların dinlerini sevmek demek değildir. Üstadımız bu manaları işlerken şu çarpıcı örneği
verir: “Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin.?” İslam hukukunda Ehl-i kitaptan kız
alınabilir, onlarla evlenmek caizdir. Bu cevaza binaen bir Müslüman, bir Hristiyan ile evlense onu
hanımı olması cihetiyle sevebilir. Bu sevgi ayetin yasakladığı dostluğa dahil değildir. Ancak onu
Hristiyan olduğu cihetiyle, yani dininden dolayı sevemez.

Üstad, söz konusu soruya verdiği cevabın son kısmında önce “onların dinlerine çok fazla bağlı
olmadıklarına” dikkat çeker, daha sonra onlarla münasebet kurmamızın iki önemli yönünü nazara
verir:

Birisi, onlardan medeniyet ve terakki noktasında istifade etmemiz. Diğeri ise, onlarla iyi geçinerek
asayiş muhafaza etmemiz.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zühre
(2) bk. Münazarat, Sualler ve Cevaplar

İnsanoğlu dışındaki bütün mevcudatın bismillaha ihtiyacı ne


çeşit olabilir? Yani insanın irade ve akıl sahibi olmasıyla her şeyde
yaradanını anmak ve hatırlamak ihtiyacı duyması elzemdir. Fakat
diğer şuursuz mevcudat bismillaha ihtiyaç duyar mı?
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Tesbihat, ibâdât, gayr-ı mahdud envâlarıyla her şeyde vardır.
Fakat, her şeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip şuur edinmesi
lâzım değildir. Çünkü, husul huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibadet edenler, yalnız
yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı malûm bir ibadet olduğunu bilirlerse kâfidir.
Zaten Mâbud-u Mutlakın ilmi kâfidir. İnsandan maadâ mahlûkatta teklif olmadığından,
onlara niyet lâzım değildir. Ve keza, amellerinin sıfâtını bilmek de lâzım değildir."(1)

Kainatta ne var ne yok her şey Allah’ı tesbih edip ona bir şekilde ibadet ediyor. Bu tesbih ve
ibadette irade ve şuur sahipleri bilerek ve irade ederek tesbih ve ibadette bulunuyorlar. İrade ve şuur
sahibi olmayan diğer mahlukat ise vazife ve fıtrat itibari ile tesbih ve ibadet yapıyorlar. İradesiz ve
şuursuz olan bu mahlukat hal dili ve vazife noktasından fıtri olarak tesbih ve ibadette bulunuyorlar.
Onlar hal ve vazife noktasından ne yaptıklarını bilmeseler de Allah’ın sonsuz ilmi onlar adına
biliyor. Allah’ın bu bilmesi tesbih ve ibadet noktasından yeterlidir.
Bir vazife ya da ibadetin husulü, yani gerçekleşmesi huzura, yani şuur ve niyete bağlı değildir.
Şuur sahibi insanların bile bütün ibadetleri şuurlu değildir. Besmele çekerken, her seferinde manasını
düşünerek çekmiyoruz. Ağzımızdan çıkar ama söylediğimizi bile bazen hatırlamıyoruz. Demektir ki,
şuursuz besmele söylenebiliyormuş. Nitekim kainatta her bir atom parçacığı mükemmel vazife ve
ibadet yapmasına karşın bu atomda zerre kadar bir huzur ve şuur yoktur, yani ne yaptığından
habersizdir. Demek bir şeyin hasıl olması huzura bağlı değildir.
Saat vakti bildirmek noktasında husul içindedir, ama ne yaptığını bilmediği için huzur içinde
değildir. İradesiz ve şuursuz mahlukatta huzur yerine husul hakimse, bizde yani şuur ve irade
sahiplerinde de tam aksine huzur hakim olmalıdır. Yani tesbih ve ibadetlerimizi kime ve nasıl
yaptığımızdan haberdar olmalıyız. Ne kadar huzur varsa o kadar kalite vardır demek.
Bir incir çekirdeği incir ağacı olma sürecinde belki trilyonlarca defa bismillah manasına muhtaç
ve Allah’ın kudret ve ilmine muntazırdır. İncir çekirdeğinde program şeklinde bulunan ağacın gelişip
büyümesi bütün kainat fabrikasının işlemesi ve hareket etmesine bağlıdır. Öyle ise kainatta her bir
şey her halinde ve her aşamasına Allah’a ihtiyaç içinde ve bismillah ile bu ihtiyaçlarını tedarik etmek
zorundadır. Bismillah sadece şuur ve irade sahiplerine has bir zikir değil, belki bütün zerrelerin
lazım bir zikridir.
Özet olarak, şuur ve ihtiyaç, ibadetin lazım bir şartı değildir. İnsan bile şuursuz ve farkında
olmadan ibadet edebilir ve ediyor. Öyle ise cansız varlıkların hal ve fıtrat dili ile bismillah demeleri
ve bu manaya muhtaç olmaları gayet normal ve makuldür.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale

Mevcudat "Bismillah" deyince bitmez bir berekete ve tükenmez


bir kuvvete mazhar oluyor. Biz besmele çekince bunlar oluyor mu?
Eğer olmuyorsa, bu mana yalnızca hususi olarak mevcudata mı
bakıyor?
"Bismillah" kelimesi, mevcudatın arkasındaki Allah’ın kudret ve tasarruf elini ifade eden bir
semboldür. Yani, her şeyin dizgini ve tasarrufu onun elindedir. Bütün sebepler onun icraat ve işlerine
birer perde, birer bahane hükmündedir, manasını beyan ediyor. Biz bu manayı anlayıp, iman ile
Allah’a bağlanırsak, her şeyin baskı ve yükünden sıyrılıp, manen büyük bir huzuru kazanırız. Şayet,
hadiseleri sebeplere verip, kendimizi de onun terbiye ve idaresinden hariç addedersek, o zaman her
şey bize binen bir yük, her hadise bir baskı aracı haline gelir. O zaman hayat bir zindan ve elem
kaynağı olur.

Mevcudat zaten hal dili ile açık olarak Allah’ın tasarruf ve terbiyesini ilan ediyor. Biz de iman ve
intisap ile o mevcudatın ritmine uymamız gerekir. Yoksa, kainatın rağmına hareket etmiş oluruz; hem
asi, hem de hain vasfını alırız.

Allah’ın kudret ve bereketi, biz iman etmesek de zaten kainatta işliyor. Burada önemli olan bizim
iman ile bu kudret ve bereketi tanıyıp idrak etmemizdir. Biz iman ile "bismillah" manasını idrak
edince, bize manevi bir kuvvet ve bereket olur. Hakikat-i hal ile mutabık bir vaziyete girmiş oluruz. O
zaman her türlü işimizde maddi manevi bir kolaylık elde ederiz. Yani, mevcudatta irade ve şuur
olmamasından, her hali ile "bismillah" manası hükmediyor. Fakat insanda hakiki
olarak "bismillah" hükmederken, yani ilahi tasarruf ve terbiye işlerken, imansızlıktan gelen
cehaletle manevi kuvvet ve bereketi hükmetmeyebilir. Bu manevi kuvvet ve bereketin gelmesi ve tesir
etmesi imana bağlanmış.
Mübarek hayvanlar olarak bahsedilenlerin dışındakiler
mübarek değiller mi? Veya mübarek kelimesini nasıl anlamalıyız?
Her hayvan, kendisine verilen görevi eksiksiz yapmakla Allah’a ibadet eder ve onu tespih eder.
Bu ibadetinin manevî mükâfatını da ahirette mutlaka alacaktır. Bu konu On Yedinci Söz'de hem izah,
hem ispat edilmiştir. Ancak,“mübarek” kelimesini her hayvan için kullanmayız. Çünkü bu kelimenin
manasında “bereket, ihsan, ikram vardır.” Hamsinin çok olduğu senelerde bereketten söz ederiz.
Ama çekirgelerin çoğalmasını bereket değil afet kelimesiyle ifade ederiz.

Üstad'ın mübarek diye nitelendirdiği hayvanlar hem insanların yakın dostları, bir bakıma komşuları,
hem de onlara süt, et, yün gibi nice nimetlerin çoklukla ihsan edilmesine birer vesiledirler.

Mucizelerin, peygamberlerden sadır olduğunu biliyoruz.


Yaprakların sıcaklığa, köklerin sert taşlara mukavemeti de bir
mucize midir? Peygamberlerdeki mucizelerle mahlukattaki
mucizeler arasında farklar var mıdır?
Mu’ciz, aciz bırakan demektir. Peygamberlerin eliyle gerçekleşen harikaları insanlar yapmaktan
acizdirler. Bu hal, onlara bu işin bir kul tarafından bizzat icra edilemeyeceğini, elinde mucize zahir
olan kişinin ancak Allah’ın elçisi olabileceğini bilmeleri için bir irşattır.

Üstadımızın ifade ettiği gibi, “Mucize doğrudan doğruya Allah’ın fiilidir.” Peygamberlerin eliyle
icra edilen bu mucizelerle insanların hidayete gelmeleri, Allah’ı bilmeleri ve peygamberi tasdik
etmeleri murat edildiği gibi, şu varlık âleminde de nice mucizeler sergilenmektedir. Bunları seyreden
insan, aczini idrak eder ve o mucizelerin sergilendiği sebeplerin de aciz varlıklar olduğunu bilir ve
Rabbini bulur.
Mesela, her meyve bir mucizedir. Meyve yapmaktan aciz olan insan, bu işi ilimsiz, şuursuz,
iradesiz ağaçların yapamayacağını bilir. Ağaçlarda sergilenen bu kudret mucizelerini seyredebilenler
imana gelirler.

Kâinattaki bu sonsuz kudret mucizelerine dikkati çekmekte şöyle bir mana da olabilir. Asr-ı saadete
kavuşamayan insanlar, “Biz de mucize görsek iman ederdik; biz bu nimetten mahrum
kalmışız.” derlerse, onlara şu kâinatta sergilenen kudret mucizeleri gösterilir ve denir ki, bu kadar
mucize karşısında kâinatın yaratıcısını tanımayan kişiler, peygamber mucizelerine de şahit olsalar
yine inatlarında devam ederlerdi. Nitekim öyle oldu, bine yakın mucizeye şahit olunan o saadet
asrında, birtakım müşriklerin imana gelmemiş olması bunun açık bir delilidir.

Sahib-i Kâinatın ismini alan kimselerin, “her hadisatın


karşısında titremeden kurtulması” her zaman olmuyor. O halde
kâinat sahibinin ismini almayı nasıl anlayacağız?
Besmeleyle başlanan bir işin, mutlaka başarıyla sonuçlanacağı şeklinde bir hüküm vermek yanlış
olur. Ama mutlaka hayırla sonuçlanacağı rahatlıkla söylenebilir. Üstad'ın “Esbaba teşebbüs bir dua-
ı fiilîdir.” sözünü hatırlayalım. İnsan başarı için gerekli sebepleri yerine getirdiğinde kendine düşen
görevi yapmış olur. Neticeyi yaratmak Allah’ın hikmetine bağlıdır. Bir işe besmele ile başlayan kişi,
başarının Allah’tan olduğunun, “her hayrın Onun elinde” bulunduğunun şuuru içinde, kendine düşen
görevleri eksiksiz yerine getirir ve neticeye karışmaz. İşin şöyle veya böyle sonuçlanması onun
kalbini fazla meşgul etmez, “hadisatın karşısında titremeden kurtulma” ancak böylece gerçekleşir

Bilindiği gibi, besmelenin kısaca manası “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın ismiyle” demektir.
Bilindiği gibi Rahmân dünya nimetlerine Rahîm ise ahiret nimetlerine daha fazla bakar. Buna göre
besmele çeken kişi, dünyevî ve uhrevî bütün işlerinde Allah’a sığınmış, yardımı Ondan dilemiş,
başarıyı Ondan beklemiş oluyor. Bu ruh haleti başlı başına bir zikirdir; yani Allah’ı hatırlamadır ve
bir ibadettir.

Allah ism-i celâli, bütün isimlere ve sıfatlara delalet ettiğinden “besmele”ye, yapılan işin mahiyetine
göre ayrı manalar verilir. Eğer şifa için ilaç içmişseniz, besmele çekmeniz, “Şâfi ancak Allah’tır,
O’nun ismiyle başlıyorum ve O’ndan şifa diliyorum.” manasına gelir. Eğer tohum
ekmişseniz, “Rezzak ancak Allah’tır O’nun adıyla başlıyorum ve rızkı Ondan talep
ediyorum.” manasına gelir.

O halde, besmele çeken kişi dünyada beklediği sonuca varsın veya varmasın Allah’ı hatırlamakla,
O’na güvenmekle kalp huzurunu ve ruh rahatını peşinen kazanmış olur. Ayrıca besmele çekerek O’nu
hatırlamakla da bir zikir yapmış olur.

Üstad'ın dua bahsinde “hekimden şu ilacı ver bana” diye talepte bulunan çocuk hakkında söylediği
hikmetli sözler aynen burada da geçerlidir.

Üstad "Bismillah her hayrın başıdır." diyor. Buradan "Hayırlı


işlere başlarken bismillah çekmek şarttır." anlamı çıkarmak
mümkün müdür?..
Hayırlı şeylere başlarken bismillah demek sünnettir. Farz olarak telakkiden ziyade, sünnet olarak
düşünmek daha doğru olur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bu meyanda bir emir bulunmamaktadır. Cenab-ı
Hakk'ın yasakladığı şeylere besmeleyle başlamak ise büyük günahı var. Bu tür hareketlerden
sakınmak lazım.

Risale-i Nur eserlerinde geçen birçok cümle, ayet veya hadis meali olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bediüzzaman Hazretleri bazı ayetleri veya hadisleri direkt almayarak, asrın anlayışına göre iktibas
suretinde alıp istifademize sunmuştur.
Bu asır, ayet ve hadislere maalesef çirkin saldırıların olduğu bir dönem. Zihinler karışmış bir
durumdayken; direkt "Ayet böyle diyor, hadiste böyle geçiyor." demek yerine Bediüzzaman
Hazretleri, ayet ve hadisleri kişilerin anlayışlarına yakınlaştırıcı bir metodla ifade etmiştir.

Bu şekilde bir çok kişi bu veciz ifadeleri ezberlemiş ve araştırmalar neticesinde bu ifadelerin kudsi
bir kaynağının olduğunu da görünce, bu hakikatlere meftun olmuşlardır.

"Bismillah her hayrın başıdır." şeklindeki ifadenin kaynağı da şu şekildedir:

“Besmele ile başlanmayan her önemli iş, sonuçsuz kalır.”(1)

(1) bk. İbn Mâce, hadis no: 1894; Feyzu’l-Kadir, V, 13.

Üstad "Bismillah her hayrın başıdır." diyor; oysa namaza


başlarken "Allahu Ekber" ve "Sübhaneke" ile başlıyoruz. Nasıl
anlamalıyız?
Bazı ibadet ve durumlarda; besmelenin ikinci ya da üçüncü sıraya alınması “Bismillah her
hayrın başıdır” hükmünü bozmaz. Bu hüküm alelekser anlamında kullanılıyor, yoksa kesin uyulması
gereken bir şart anlamında kullanılmıyor. Namaza tekbir ile başlamak farzdır.
Tekbir, tesbih ve tahmid; Kur’an ve namazın özü ve hülasası niteliğindedir. Besmele bu üçü
arasına alınmış oluyor. “Allahu ekber " tekbir "subhaneke." tesbih, sonra besmele ve Fatiha’nın
ilk ayeti "elhamdülillah" detahmid oluyor ki tam bir tenasüp izhar edilmiş oluyor...

Üstadımız ilk sözde bir askeri muhatap alıyor. Bunun meslekle


mi yoksa şahsın kendisiyle mi alakası vardır?
Bu sözün yazılmasına “asker bir nur talebesi”nin sebep olup olmadığı konusunda bir bilgimiz
yok. Ancak, Üstad “İnsan bu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş.” buyurarak, dünya
hayatının iki ayrı yönünü ortaya koyuyor: Birisi insanın başıboş olmağı, bu dünyada dilediği gibi
değil emir tahtında hareket etmesi gerektiği; diğeri ise bu dünyanın ahiret için bir misafirhane olduğu,
ebedî kalınacak diyarın burası olmadığı.
“Asker” ifadesi de bu iki manaya işaret etmektedir. Asker de emir tahtında hareket eder ve kışla
hayatının geçici olduğunu bilir, ona gönül bağlamaz, terhis edilip dostlarına ve akrabalarına
kavuşacağı günleri hasretle bekler.

Sanki bu hitap şekliyle, hepimize “dünyanın geçici zevklerine bağlanıp boğulmayarak” ebedi
saadet yurduna iştiyak göstermemiz ve ona göre bir hayat sürmemiz ders veriliyor.

Bu konuda Üstadımız şu açıklamayı getiriyor:


"Ben Sözler'i yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilâtı, şuunat-ı askeriye nev'inde
zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum. Neden böyle yazıyorum, sebebini bulamıyordum.
Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler'i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı
can edecek en mühim talebeleri askerîden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur
oluyorum, düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum."
"İşte mağrur olma, şükret; sen o askerlerden bahtiyar birisisin ki, evvel yetiştin.
Yirmidört aded Sözler'i meşagil-i dünyeviye içinde yazmaklığın, benim bu hüsn-ü zannımı
teyid etti."(1)

(1) bk. Barla Lahikası, (208. Mektup; Hulisi Beye Hitaptır)

Üstadımız okuyucusuna “Ey kardeş!” diye hitap ediyor. Eskiden


mürşitlerin hitaplarında daha ikaz edici ve muhatabı sarsıcı
ifadelerin kullanıldığını biliyoruz. Üstadımızın yumuşak ve onure
edici hitapları seçmesinin hikmeti nedir?
Üstadımız bu asır için “enaniyet asrı” diyor. Ayrıca, “bu asırda dalaletin fen ve felsefeden
geldiğini, bu sebeple izalesinin de zor olduğunu” vurguluyor. Nice menfi cereyanların hedefi olan
bu asrın insanına yaklaşma konusunda Nur'un dört esasından birini şefkat, diğerini tefekkür olarak
belirliyor. Birincisinin Rahîm ismine, ikincisinin de Hakîm ismine isal ettiğini ifade ediyor.

Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde, ruhu binlerce yara almış olan bu asrın insanına şefkatle
ulaşmak gerektiği ve hikmetle hareket ederek onun nefsini tahrik etmeden, hakikatleri “nezihâne,
nazikâne ve kavli leyinle (yumuşak sözle)” aktarmak gerektiği açıkça anlaşılır. Bunun en güzel yolu
da doğrudan değil, dolaylı anlatım yolunu tercih etmektir. Nitekim, Üstadımız birçok derslerini
nefsini muhatap alarak verir ve “Yazılan Sözlerde muhatap asi nefsimdir, kim isterse beraber
dinlesin.” buyurur. Yine bir çok derslerinde de gerçekleri temsilî hikâyelerle sunma yolunu tutar.
Zaman bunu gerektirmektedir.

Önceki asırlardaki mürşitlerin durumu çok farklıdır. Onların muhatapları iman hakikatlerine gönülden
inanmış, fakat amel yönünden eksikleri bulunan, nefsini terbiye konusunda bir mürşitten yardım talep
eden kişilerdir. Onlara ikaz edici sert üslup kullanılabilir, ama böyle bir üslup, bu asrın yaralı
insanını hakikatlerden iyice uzaklaştırabilir.

Üstadımızın, nefsini herkesten ziyade öne almasının hikmeti


nedir?
İnsanın birinci muhatabı kendi nefsidir. Üstadımız, “Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah
edemez.” buyurur. Buna göre, bir insan diğer insanlara hakkı tebliğ edip onları günahlardan
menetmek istiyorsa, bunun birinci şartı kendini ıslah etmesidir.
“Lisan-ı hal lisan-ı kalden daha kuvvetli tesir ettiği" için, insan önce kendi özel âleminde
İslam’ı yaşamalı, örnek ve özenilecek bir insan olmalıdır. Bunda başarılı olduğu takdirde, başkalarını
sözle de ikaz ve irşat yoluna gidebilir.

Üstad, yazdığı birçok risalede kendi nefsine hitap etmekle, bizlere de Risale-i Nur'u öncelikle
başkalarına anlatmak için değil, kendi nefsimizi ıslah, kalbimizi tasfiye, marifetimizi inkişaf ettirmek
için okumamız gerektiğini ders vermektedir.

Bu tarz ifadelerin diğer yönü de şu olsa gerektir: İnsan doğrudan kendisine yapılan nasihatlerden
rahatsız olabilir. Ama aynı sözleri temsili bir hikaye içinde dinlerse, yahut kendi nefsine hitap eden
bir müellifi kenardan rahatlıkla takip ederse faydalanma oranı daha da artar. Bu asırda bu metot hem
daha faydalı, hem de bazı enaniyetli kişiler hakkında zaruridir.
Geçmiş asırlarda da bir takım mürşitlerin hayvanları konuşturarak, onlar arasında geçen
maceraları anlatarak insanlara dolaylı yoldan nasihat ettiğini görüyoruz. Bu dolaylı anlatım, o
asırlarda “müstehap” ise bu asırda “vacip”derecesindedir.

Zikir, fikir, şükür meselesini nasıl anlamamız gerekiyor?


Başta bismillah zikirdir. Ahirde, elhamdulillah, şükürdür. Ortada, fikir ise; mevcut nimetlerin
üzerinde tecelli eden esma-i ilahiyeyi okumaktır. Bu, sadece rezzakkiyete talluk eden bir formül
değildir; her esmanın tecellisi için kullanılmalıdır.

Mesela; kitap okurken, Allah istifademizi artırsın ve bu istifademizi her iki dünyada hakkımızda
hayırlı kılsın diye, onun adıyla başlamak gerekir. İlim tahsil etme imkân, sıhhat ve sağlığını verdiği
için de hamd ve şükür etmek lazım ve keza.. Kitaptaki yazılar, gözlerden girip beyne nasıl intikal
ediyor ve nasıl manaya dönüşüyor. Bu mekanizmayı kuran zatın büyüklüğünü düşünüp, fikir etmekle
imanını artırır. Her hayırlı şeye besmeleyle başlanır. Başımıza gelen (küfür ve isyan dışında) ve
karşılaştığımız her şey hamde değerdir. Bediüzzamanın, hapishanelere girerken bile sabırla beraber,
durmadan şükür etmesi gibi.

Ve keza; kâinat safahatındaki her şey düşünce ve tefekkür kaneviçesi (El ile yapılan işlemlerde
kullanılan, sentetik ve seyrek tüllere de kaneviçe adı verilir.) üzerinde işlenmiş birer dantela gibidir.
Zişuurları fikretmeye davet etmektedir.

"... Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gafil insânlardan


almamalıyız." sözünün tam olarak neyi ifade ettiğini, bir emir mi
yoksa bir tavsiye mi olduğunu izah eder misiniz?
Bu sorunun cevabını Üstad Hazretleri şöyle vermektedir:

"Esbab-ı zahiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o
sebeb ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya o nimeti Cenab-
ı Hak hesabına verir. Madem o, lisan-ı hal ile "Bismillah" der, sana verir. Sen de Allah
hesabına olarak "Bismillah" de, al. Eğer o sebeb ihtiyar sahibi ise; o Bismillah demeli,
ْ ‫“[ َوﻻَ ﺗَﺎُْﻛﻠُﻮا ِﻣﱠﻤﺎ ﻟَْﻢ ﯾُْﺬَﻛِﺮ ا‬Üzerine Allah’ın adı
sonra ondan al, yoksa alma. Çünki - ‫ﺳُﻢ ﷲِ َﻋﻠَْﯿِﮫ‬
zikredilmeyen şeylerden yemeyin!” (En’âm Sûresi, 6/121)] âyetinin mana-yı sarihinden başka
bir mana-yı işarîsi şudur ki: "Mün'im-i Hakikî'yi hatıra getirmeyen ve onun namıyla
verilmeyen nimeti yemeyiniz!" demektir. O halde hem veren "Bismillah" demeli, hem
alan "Bismillah" demeli. Eğer o "Bismillah" demiyor, fakat sen de almaya muhtaç isen;
sen "Bismillah" de, onun başı üstünde rahmet-i İlahiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al.
Yani nimetten in'ama bak, in'amdan Mün'im-i Hakikî'yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür.
Sonra o zahirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi."(1)

Allah namına almak ve Allah namına vermek, nimetlerin üzerinde Allah'ın kudret ve rahmet elini
görmek demektir. Nimetleri, sebeplerden değil, Allah’tan bilmeyi ifade eden bir cümledir.

Allah namına vermemek iki türlüdür: Birisi, inkar ve imansızlıktan gelen ve nimetleri sebeplerden
bilmekten gelen şekli; diğeri ise, imanın zaafından gelen gaflet sebebi ile nimetlerin üstündeki kudret
ve rahmet elini görmemekten gelen boyutudur.

“Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız.” cümlesi ile, iman ehlinin şayet ihtiyaç ve
zaruret gibi durumları yoksa, bu gibi gafil insanlardan, yani Allah namına vermeyenlerden bir şey
alıp vermemesini tavsiye ediyor.

Ama zaruret ve ihtiyaç sahibi ise, o gafil adamın üstünde Allah’ın kudret ve rahmet elini görüp,
nimetin gerçek sahibinin o kudret ve rahmetin eseri olduğunu idrak edip onun ismi ile alabilir.
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a.

"Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına vermeyen


gafil insanlardan alma." Biz insanlardan bir şey alırken, genelikle
onlar Allah namına vermez. Ne Yapmalıyız?
Allah namına almak ve Allah namına vermek, nimetlerin üzerinde Allahın kudret ve rahmet elini
görmek demektir. Nimetleri, sebeplerden değil, Allah’tan bilmeyi ifade eden bir cümledir.

Allah namına vermemek iki türlüdür: Birisi, inkar ve imansızlıktan gelen ve nimetleri sebeplerden
bilmekten gelen; diğeri ise, imanın zaafından gelen gaflet sebebi ile nimetlerin üstündeki kudret ve
rahmet elini görmemekten gelen boyutudur.

“Allah namına vermeyen gafil insanlardan almamalıyız” cümlesi ile, iman ehlinin şayet ihtiyaç ve
zaruret gibi durumları yoksa, bu gibi gafil insanlardan, yani Allah namına vermeyenlerden bir şey
alıp vermemesini tavsiye ediyor.
Ama zaruret ve ihtiyaç sahibi ise, o gafil adamın üstünde Allah’ın kudret ve rahmet elini görüp,
nimetin gerçek sahibinin o kudret ve rahmetin eseri olduğunu idrak edip onun ismi ile alabilir.

Ayrıca bu konu On Yedinci Lem'ada şöyle izah edilmektedir:

"DÖRDÜNCÜ MESELE: Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak
gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi) doğrudan doğruya o
nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı hal ile Bismillâh der, sana verir. Sen de
Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.

"Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan al. Yoksa alma. Çünkü َ‫َوﻻ‬
‫ ﺗَﺎُْﻛﻠُﻮا ِﻣﱠﻤﺎ ﻟَْﻢ ﯾُْﺬَﻛِﺮ اْﺳُﻢ ﷲِ َﻋﻠَْﯿِﮫ‬âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur
ki: "Mün'im-i Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti
yemeyiniz" demektir.

"O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o Bismillâh demiyor,
fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini
gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten in'âma bak, in'amdan Mün'im-i Hakikîyi düşün. Bu
düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size
gönderildi." (1)

(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a.

"Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki,.."


Buradaki Arap ifadesi hakikatte neye işaret ediyor?
"Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki, bir kabile reisinin ismini alsın
ve himayesine girsin, tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcâtını tedarik edebilsin. Yoksa, tek
başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır..."(1)

Buradaki temsili hikaye bir Arap geleneği üzerinden verildiği için, örnekteki şahsın bedevi
(köylü) bir Arap olması gayet doğaldır. Yani temsildeki "Arap" kelimesinin özel bir manasını biz
göremiyoruz.
Ayrıca "bir aşiret reisinin ismini alma" geleneği halen Arap ülkelerinde cari bir gelenektir. Bu
temsilde esas olan "bir reisin ismini almak" manasıdır.
"Arap" kelimesine ille bir mana yüklenecek ise, bu mana insan olmak gerekir. Çünkü bedevi
Arap burada insanı temsil ediyor. Nasıl o çölde reisin ismini almak bir zaruret ise, dünya çölünde
yaşayan insan için de Allah’ın ismini almak ve ona iman ile tam teslim olmak da bir zaruret bir
hayati ihtiyaçtır.
Hem temsilde "bedevi Arap" denilmiyor, "bedevi Arapların yaşadığı çölde yolculuk eden
adam" deniliyor. Adam da zaten insan anlamına geliyor.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz.
"Biri zikir, biri fikir, biri şükür." ibaresindeki şükür nasıl
olmalıdır? Her insanın maddi durumu, boş vakti, sağlığı, zamanı,
sosyal hayatı farklıdır. Bütün bu durumları göz önünde tutarsak,
tam hakkıyla şükür nasıl eda edilebilir?
Allah insana, aşağıdan yukarı genişleyerek giden nimetler zinciri ihsan etmiştir. Bu nimetlerle
insanın ufku ve istifade dairesi sürekli genişleyerek ve katlanarak ilerliyor.
Birinci ve en temel nimet vücut ve varlık nimetidir ki, bu nimet diğer bütün nimetlerin aslı ve
esası mesabesindedir. Nasıl bina temel üstünde duruyor ise, bütün nimetler de varlık temeli üstünde
duruyor.
Varlık nimetini büyültmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Hayat nimeti ile insanı alem-i şehadet
denilen bütün kainatla irtibat ve alaka peyda ettirdi. Nimet sahası bütün kainat oldu. Hayat varlık
nimetinden sonra en büyük ve önemli ikinci nimet perdesidir.
Bu hayat nimetine insaniyet nimetini ekledi ve insanın istifade alanı maddi ve manevi bütün
alemleri kuşattı. İnsani vasıfları ile nimet sofrası alabildiğine genişledi. İnsaniyet içindeki şuur ve
idrak bu nimetlere ayrı bir değer kattı.
Bu vücut, hayat, insaniyet nimetlerine İslamiyet nimetini de vererek dairesi ve istifade alanını
alemi şehadet ve gaybı içine alarak daha da büyüdü. Adeta bütün mahlukat ve yaratılmışlar, insanın
büyük ve geniş bir sofrası haline dönüşmüştür. Sadece mahlukat değil, mahlukat ardında asıl tecelli
eden Allah’ın isim ve sıfatları insanın istifade sahasına İslamiyet ile dahil olmuştur.
İman-ı tahkiki nimeti dünya ve ahreti içine aldığı gibi, imandaki marifet ve muhabbet nimeti ile
imkan ve vücub dairelerini de içine aldı ve nimetin en yüksek ve geniş manasına ulaşmış oldu.
Vücub, burada, Allah’ın isim ve sıfatlarına işarettir. Hakiki nimet Allah’ın Zatı ve sıfatlarına
mazhar olmaktır. Zaten bütün nimetlerin kaynağı ve hakikati oradan kaynayıp geliyor. Cennetin en
mühim nimeti Allah’ın Zatını görmektir.
Bütün bu nimetler düşünüldüğünde, dünyanın yatları katları devede kulak kalıyor. Yani dünyadaki
farklı nimetler ya da farklı statüler bu külli nimetlerin külli şükür gereksinimini etkilemiyor. Her
insan külli şükre mükelleftir. Külli şükür ise başta namaz ve diğer farzlardır.

"Bismillah her hayrın başıdır,biz dahi başta ona


başlarız."sözündeki "dahi"; "bile"anlamında mıdır? O zaman
"biz dahi"yi nasıl anlamamız gerekir?
Burada geçen ''Biz dahi" ifadesi "Biz de " anlamındadır. Çünkü, Osmanlıcada bu "de" ekinin
kullanımı böyledir. Bu "Biz de" tabirinin burada kullanılmasının hikmeti şu olabilir:

Malum olduğu gibi Risale-i Nurların ilk eseri "Sözler" kitabıdır. Sözlerin de ilk risalesi Birinci Söz
olan "Besmele" risalesidir. Bu nedenle Üstad Bediüzzaman Hazretleri, "Madem her şey lisan-ı
haliyle Bismillah der, öyleyse biz de Bismillah ile başlayalım." diye, ilk risale olarak besmelenin
izâhını yapıyor.
"Bismillah her hayrın başıdır." ifadesi için şöyle denebilir mi:
Bir şeyin vücudu için en önemli şey baştır. Efendimiz (asm) de
işlere besmele ile başlanmazsa noksan kalacağını ifade ediyor.
Besmele çektikten sonra, devamı kolaydır denebilir mi?
Besmelenin her hayrın başı ve mütemmim bir şartı olduğu hem ayet ve hadislerle hem de Üstad
Hazretlerinin ifadesi ile sabittir. Lakin hayrın tek şartı demek ya da o nazarla bakmak yanlış olur. Zira
hayırlı bir işin yüz parçası varsa, "besmele" bu yüz parçadan sadece bir parçadır. Bir parçanın ifa
edilmesi ile hayır vücut bulmaz, yüz parçanın da ifa edilmesi gerekir.
Mesela, fakir birisine sadaka vermek bir hayırdır. Bu hayrın ilk merhalesi niyettir; ikinci
merhalesi besmele ile cebimize el atmaktır; üçüncü merhalesi ise var olan paramızdan bir miktar
fakire vermektir. Bu üç merhaleden birisi eksik olsa hayır vücut bulmaz.
Üstad Hazretleri besmelenin hayırlı işlerin ruhu ve kudret-i ezeliyi çeken bir mıknatıs olduğunu
şu şekilde ifade ediyor:

"S - Bu fiilî isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?"

"C - Kudret-i ezeliyenin, kâinattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nispet ve


taallûkundan husule gelir. Bu itibarla, ِ‫ﺴِﻢ ﷲ‬
ْ ِ‫ ﺑ‬kudret-i Ezeliyenin taallûk ve tesirini celb
eder. Ve o taallûk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. Öyleyse, hiç kimse,
hiçbir işini besmelesiz bırakmasın!"(1)

(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Fatiha Suresi

"Bismillah Her Hayrın Başıdır." İfadesi Hadis midir?


Risale-i Nur eserlerinde geçen bir çok cümle, ayet veya hadis meali olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bazı ayetleri veya hadisleri direkt almayarak asrın anlayışına
göre iktibas suretinde alıp istifademize sunmuştur. Bu asır, ayet ve hadislere maalesef çirkin
saldırıların olduğu bir dönem.

Zihinler karışmış bir durumdayken; doğrudan "Ayet böyle diyor, hadiste böyle geçiyor." demek
yerine, Bediüzzaman Hazretleri, ayet ve hadisleri kişilerin anlayışlarına yakınlaştırıcı bir metodla
ifade etmiştir.

Bu şekilde bir çok kişi bu veciz ifadeleri ezberlemiş ve araştırmalar neticesinde bu ifadelerin kudsi
bir kaynağının olduğunu da görünce bu hakikatlere meftun olmuşlardır.

"Bismillah her hayrın başıdır." şeklindeki ifadenin kaynağı da şu şekildedir:


“Besmele ile başlanmayan her önemli iş sonuçsuz kalır.”(1)

(1) bk. İbn Mâce, hadis no: 1894 ;Feyzu’l-Kadir, V, 13.

"Bismillah, ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir


bereket olduğunu anlamak istersen şu temsili hikayeciğe bak
dinle." Burada söylenen bereket, temsilin hangi cümleleriyle
açıklanmıştır?
"Zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi
yükleri kaldırıyorlar. Demek her bir ağaç "Bismillâh" der; hâzîne-i rahmet meyvelerinden
ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık ediyor. Her bir bostan, "Bismillâh" der, matbahâ-i
kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber
pişiriliyor.

"Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübârek hayvanlar "Bismillâh" der, rahmet
feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzâk nâmına en latîf, en nazîf, âb-ı hayat gibi bir
gıdâyı takdim ediyorlar.." (1)

Birinci Söz' de geçen, yukarıda ki misallerin her biri birer bereket örneğidir. Zirâ, bir
çekirdekten, tonlarca meyve; bir tutam ottan hem keyfiyet ve hem de kemmîyet itibârıyla önemli bir
gıda olan süt, bereket örnekleri olarak verilmektedir.

(1) bk. Sözler, Birinci Söz.

"Biz dahi, 'Bismillâh' demeliyiz. Allah nâmına vermeliyiz. Allah


nâmına almalıyız. Öyle ise, Allah nâmına vermeyen gàfil
insanlardan almamalıyız." Besmeleyi dil ile söylemediğimiz zaman,
Allah namına alıp vermiş olmaz mıyız?
Besmele, Allah’ın adı ile hareket etmek manasına geldiği için, mümin her işine Allah’ın adı ile
başlamalıdır. Bu manayı insana ders ve terbiye vermek için Allah, kelamına bu mübarek ayeti ile
başlıyor. Özellikle her surenin başında tekrar tekrar ifade ediyor. Yani Kur’an ve
surelerin "besmele" ile başlaması insana manen diyor ki,
"Her işinizde ve amelinizde benim adımla, benim namımla başlayın ve benim rızam
dairesinde hareket edin ki, ben de sizi kul olarak kabul edeyim."
Allah ayetlerini gönderirken, lafzını terk etmemiş ise, bizim de terk etmememiz gerekir. Unutmak
müstesnadır.
Yani kasti bir şekilde besmeleyi dil ile söylememek olmaz, söylemek gerekir. Nasıl namazın
kıraatinde dil ile okumak farz ise, aynı şekilde besmeleyi dil ile ifade etmek, kalp ile yetinmemek bir
zaruret, bir gerekliliktir diyebiliriz.

"Bizlere Rezzâk nâmına en latîf, en nazîf, âb-ı hayat gibi bir


gıdâyı takdim ediyorlar." Ab-ı hayat ne demektir?
Ab-ı Hayat: Kelime olarak, hayat suyu anlamına geliyor. Istılahta ise hayatın devamı için
gerekli olan herhangi bir unsur ya da sebep demektir. Bu unsur ve sebeplerden birisi olmasa hayat
devam etmez.
Mesela hava, su, yiyecek ve içeceklerin hepsi hayat için elzem ve gereklidir. İşte bu gereklilik
manası ab-ı hayat şeklinde tasvir ediliyor. Ab-ı hayat burada hayata lazım olan bütün unsur ve
sebeplerin genel bir ifadesidir, bir kinaye ve teşbihtir.

"Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar "Bismillâh" der, rahmet
feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latîf, en nazif, âb-ı hayat gibi bir
gıdayı takdim ediyorlar."(1)

Bu cümlede, sütün insan hayatı için ne kadar gerekli bir sebep ve unsur olduğu ab-ı hayat şeklinde
ifade ediliyor.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz

"Çekirdekler dağ gibi yükleri kaldırıyorlar" ne demektir? Ağaç


köklerinin üzerinde durmuyor mu?
Burada belirtilen yük, vazife yüküdür. Yoksa, maddi bir yük anlamında değildir. Mesela, bir
asker, devlet kuvvetine dayanarak, bir şehir ahalisini alır, zorla bir işte çalıştırır. Ama kendi namına,
yani sivil haliyle, bir kişiye bile gücü yetemez.

Bu farkı, yani, devletten aldığı kuvvetle, şahsi kuvveti arasındaki farkı ifade etmek için, şöyle
denilse: Bu asker devlet kadar güçlüdür. Öyle ki, bir milyon kişiyi zorla bir yere sevk edip
çalıştırıyor. Bu ifadelerde, istihza, yani olmayacak bir işi, alaylı bir dil ile söylemek manası vardır.
Halbuki, bu güç kendi şahına ait değildir. Devlete ait bir güçtür.

Burada da çekirdek öyle işler ve vazifelere mazhar oluyor ki, kendi cirminden büyük işlere aracılık
yapıyor. Yani, dağ gibi vazife ve işlere aracı oluyor. Bu işler ise, çekirdeğin, altından kalkacağı işler
ve vazifeler değildir. Öyle ise, o işleri ve vazifeleri gören ve gösteren bir kudret eli çekirdeğin
arkasında iş görüyor demektir.

Burada, yükten kasıt, görülen vazife ve işler anlamındadır, yoksa maddi yük anlamında değildir.
"Evet bu kelime öyle mübarek bir definedir ki; senin nihayetsiz
aczin ve fakrın seni nihaytsiz kudrete, rahmete raptedip Kadir-i
Rahim'in dergahında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."
cümlesini açar mısınız?
İnsanın aczi ve fakrı sonsuzdur. Nur Risalelerinde, “zulmetin nura ayna olması gibi”, insandaki
bu acizliğin ilahi kudretin tecellisine, fakrın ise ilahi rahmetin tecellisine bir vesile olduğu sıkça ders
verilir. Acz ve fakrımızı Allah’a karşı hissitmemiz gerektiğine de ayrıca vurgu yapar.

Biz neye muhtaç isek onun fakiriyiz ve neyi yapmaya güç yetiremiyorsak onun aciziyiz.. Bu nazarla
bakıldığında, insanın aczinin de fakrının da sonsuz olduğu anlaşılır.

Özet olarak arz edeyim: İnsan göz yapamaz, bundan acizdir, göze ihtiyacı vardır, onun fakiridir. O
halde saçımızdan tırnağımıza, havadan suya meyvelerden sebzeler, güneşten aya, tâ cennet
bahçelerine kadar her şeye muhtacız, bütün bunların fakiriyiz ve ütün bu ihtiyaçlarımızı kendi
gücümüzle görmekten de çok uzağız, hepsine karşı aciziz. İ
şte kendini ve haricindeki âlemi bu nazarla seyreden insanın kalbi Rabbine karşı sonsuz bir
muhabbetle ve haşyetle dolar.

Peygamber Efendimizin (asm.) “Fakrım benim fahrimdir.” hadis-i şerifini de bu nazarla


değerlendirmek gerekir. O halde, insan kendi aczini ne kadar fazla hissederse Allah’a o kadar fazla
sığınır. Yine kendi fakrını ne denli hissederse, Rabbinden o kadar fazla rahmet diler. Bu ruh haletini
taşımak Allah’ın rahmetinin celbine vesile olması cihetiyle insan için büyük bir şefaatçi, büyük bir
kuvvet menbaıdır.

"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz


aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip,.."
Buradaki define ifadesini nasıl anlayabiliriz?
"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni
nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir
şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur,
devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına
der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır..."(1)

İnsanın arkasındaki kuvvet ne kadar ise, emniyet ve gücü de o kadardır. Mesela, valiyi arkasına
alan bir adam, sadece valinin gücü kadar kuvvet kazanır, padişahı arkasına alan adam ise padişahın
kuvveti kadar bir kuvveti arkasında zahir bulur.
Öyle ise; Allah’ın kudret ve zenginliğine iman ve tevekkül ile yaslanan adam, Allah’ın sonsuz
kudret ve zenginliğini arkasında zahir bir kuvvet olarak bulur. Allah’a teslim ve tevekkül eden adam;
kimseden korkmaz, kimseye eyvallahı olmaz demektir.
Define kelimesi; Allah’ın sonsuz sıfat ve isimlerine işaret ediyor. İnsan bu sonsuz isim ve
sıfatlara iman ve tevekkül ile dayanır ise, sonsuz bir hazine ve menfaat kazanmış demektir.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz

"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz


âczin ve fakrın; seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadir-i
Rahim’in dergâhında âczi, fakrı en makbul bir şefaatçi yapar."
burada aczin kudrete, fakrın rahmete tekabül etmesinin nedeni
nedir? Fakrın gınaya işaret etmesi gerekmiyor mu?
"İkincisi: Cenâb-ı Hakkın ismi, Zât-ı Akdesine ayn olduğu cihetle, Lâfza-i Celâl, sıfât-ı
ayniyeye işarettir. ‫ اَﻟﱠﺮِﺣﯿِﻢ‬de, fiilî olan sıfât-ı gayriyeye îmadır. ‫ اَﻟﱠﺮْﺣٰﻤِﻦ‬dahi, ne ayn ne gayr
olan sıfât-ı seb’aya remizdir."
"Sual: Bu fiili isimlerinin kesretle tenevvüü neden meydana geliyor?
Cevap: Kudret-i ezeliyenin, kainattaki mevcudatın nevilerine, fertlerine olan nispet ve
taallukundan husule gelir..."(1)

Yukarıda vermiş olduğumuz paragraflardan ilkine göre Allah’ın yedi sıfatı ki Kudret bu
sıfatlardan en önemli olanıdır Rahman sıfatındandır. İkinci paragrafta ise bütün fiili isimler bu yedi
sıfattan özelliklede kudret sıfatından tevellüt etmektedirler. Dolayısı ile Gani ismi kudret sıfatından
çıkan fiili ve nispi bir isimdir.
Evet, Allah’ın fiili isimlerin hepsinin ardında Allah’ın sabit yedi sıfatı vardır. Mesela Allah’ın
fiili isimlerinden olan Rezzak isminin arkasında bu yedi sıfat iş ve icraat yapar; bu yedi sıfatın
rızık verme eylemine ve icraatınaRezzak unvanı ve ismi verilir. Rızık verme eyleminde ne kadar iş
ve icraat var ise, hepsini ihzar edip oluşturan bu yedi sıfattır. Bu eyleme ve icraatların
tamamına Rezzak deniliyor.
Aynı yedi sıfat temizlik ve nezafet işinde çalıştığında Kuddüs unvanı ve ismi ile tesmiye ediliyor.
Hayat verme eyleminde Muhyi ismini alıyorlar. Hayatı alma eyleminde Mümit ismini alıyorlar...
Allah’ın fiili isimleri, yedi sıfatın ayrı ayrı işlerdeki farklı isim ve unvanlar ile anılması işidir.
Eşya içinde ne kadar muhtelif ve mütebayin iş ve icraat var ise, o kadar da isim var demektir ki
hepsinin kökeni ve menşei kudret, ilim ve irade sıfatlarıdır. Bu yüzden insanın acizlik ve fakirlik
damarı ile İlahi kudrete, dolayısı ile de Gani ismine muhtaç olması zımnen ve mantıken ifade edilmiş
oluyor. Nasıl gına kudrete zımnen işaret ediyor ise, kudret de zımnen Rahman'a yani şefkat sıfatına
işaret ediyor demektir.
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Fatiha Sûresi Tefsiri.

"Havada dalların intişarı ve meyve vermesi gibi, o sert taş ve


topraktaki köklerin kemâl-i suhuletle intişar etmesi ve yeraltında
yemiş vermesi,.." Burayı nasıl anlamalıyız; çekirdek yer altında
çürüyüp, yeryüzünde yemiş vermiyor mu?
Ağaç ve bitkilerin yeryüzünde gövde ve dalları olduğu gibi, toprak altında da kökleri ve kancaları
bulunmaktadır. Gövde ve dallar, latif olan hava içinde nasıl kolay bir şekilde gelişip büyüyor ise,
aynı kolaylık ve büyüme İlahi kudretin tesiri ile toprak altında kök ve kancalar için de geçerlidir.
Toprak ve taş, tabiatı itibari ile katı ve geçit vermez kesif şeylerdir. Ağacın veya bir çiçeğin
kökü toprak ve taşa nispeten gayet narin ve zayıf tabiattadır. O narin ve zayıf kökün kesif olan taş ve
toprağın içinden bir şekilde çıkması ve intişar etmesi bir mucizedir. Nitekim bütün bitkilerin kökleri
taş ve toprak altından huruç ediyorlar.
Bu inceliğe bir şekil ile işaret edelim:

Şekilde görüldüğü gibi, kökler, intişar etme / yayılma yönünden gövde ve yapraklardan geri
kalmaz.

"Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini
cebren bir yere sevk etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen
bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle hareket etmiyor."
cümlelerini izah eder misiniz?
Bir incir çekirdeği sonsuz kudrete dayanmadan, onun namı ile hareket etmeden incir ağacını
taşıyamaz, ona kaynaklık edemez. Bir arı Allah'ın sonsuz ilim ve kudreti olmadan o mükemmel bal
tatlısını icat edemez. Gözsüz ve şuursuz ipek böceği, Allah’ın isim ve sıfatları olmadan o ipeği icat
edemez. Yani bunları yapan ve arka planda işleyen Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudret gibi
sıfatlarıdır.
İşte bu hakikati akla yaklaştırmak için Üstad Hazretleri bu temsili getiriyor:

"Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk
etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle
hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine
istinad eder."(1)

Yani bir şahsın kendi güç ve kuvveti ile İstanbul'da yaşayan milyonlarca insanı alıp, zorla bir
yere götürüp, zorla bir işte çalıştırması imkansız bir şeydir. Ama aynı şahıs devlet adına ve devlet
kuvvetine dayanarak o İstanbul ahalisini alır, zorla bir yere sevk eder ve zorla bir işte çalıştırabilir;
zira arkasında devlet kuvveti devletin ordu ve polisi vardır.
Mesela karayolunda bir trafik polisi küçük bir el işareti ile koca tır kamyonunu durduruyor, aynı
polis elbisesini çıkarıp aynı hareketi yapsa değil kamyonu bir bisikleti dahi durduramaz. Demek o
kamyonu durduran polisin kendi şahsi gücü ve kuvveti değil, onun resmi elbisesi arkasında duran
devletin kuvvetidir. Aynı şekilde arı, incir çekirdeği ve ipek böceği gibi güçsüz ve zavallı mahluklar,
o harika işler olan bal, incir ağacı ve ipek gibi nimetleri kendi şahsi kuvvet ve ilimleri ile değil,
Allah’ın sonsuz ilim ve kudretine dayanarak yapıyorlar.
Arı ile bal arasında orantısız bir fark vardır. Bal mükemmel ve harika bir nimet iken, arı gayet
şuursuz ve zavallı bir hayvandır; balı arıdan bilmek ile bir şahsın kendi gücü ile milyonlarca İstanbul
ahalisini dövebileceğini ve güç yetirebileceğini söylemek aynı eşitlikte bir safsatadır. İşte bu
temsilde verilen ana mesaj budur.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz

"Ortada, bu kıymettar harika-i san’at olan nimetler Ehad,


Samed’in mucize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek
ve derk etmek fikirdir." Üstad Hazretleri burada niye "Ehad ve
Samed" isimlerini kullanmıştır, Rahman, Rezzak, Kerim gibi bir
isim kullanılamaz mıydı?
“Ehad-i Samed” terimi; nimetin umumilikten çıkıp, hususileştiğine işaret eden özel bir
terimdir. Vahid, büyük ve umumi nimetleri ifade eden bir terim iken; Ehad, küçük ve hususi nimetleri
ifade eden bir terimdir.
Rüzgar, güneş umumi bir nimettir; ama akşam evinde serili olan sofradaki yiyecek ve içecekler
hususi bir nimettir ki, bunlara ehadî nimet denir. Bu gibi hususi nimetler rüzgar ve güneş
gibi vahidî nimet değildirler.
Samed ise, her şey O’na muhtaç olduğu halde, O’nun hiçbir şeye muhtaç olmamasını ifade eden
bir isimdir. Haliyle bir nimeti tefekkür ederken, bizim ona muhtaç olduğumuzu ve bu ihtiyaçlarımızı
da hususi gönderdiğini düşündüğümüzde, şükür ve zikir daha bir kıymetli ve değerli olur
demektir. Yani Ehad hususi teveccühü, Samed ise muhtaçlığı ifade ediyor.

"Şu mübârek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün


mevcudâtın lisân-ı haliyle vird-i zebânıdır." Bu manayı izah eder
misiniz?
Zerrelerin nasıl "bismillah" dediğini Üstadımız, 0tuzuncu Söz'ün İkinci Makam'ında izah
etmektedir. Biz sadece bir pasajını aşağıya alalım:

"...bütün mevcudat gibi, zerreler ve herbir zerre, mebde-i hareketinde “Bismillâh“ der.
Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir
çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi... Hem vazifesinin
hitâmında “Elhamdü lillâh” der. Çünkü, bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i
san’at, faideli bir hüsn-ü nakış göstererek, Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kaside-i
medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et."(1)

Ayrıca soru cümlesinin geçtiği Birinci Söz'ün devamında bu konu için bir izah yapılmıştır Şöyle
ki:

"Başta demiştik: Bütün mevcudat lisan-ı hâl ile “Bismillâh” der. Öyle mi?"
"Evet. Nasıl ki, görsen, bir tek adam geldi, bütün şehir ahalisini cebren bir yere sevk
etti ve cebren işlerde çalıştırdı. Yakînen bilirsin, o adam kendi namıyla, kendi kuvvetiyle
hareket etmiyor. Belki o bir askerdir, devlet namına hareket eder, bir padişah kuvvetine
istinad eder."
"Öyle de, herşey Cenâb-ı Hakkın namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar,
çekirdekler, başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir
ağaç “Bismillâh” der; hazine-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere tablacılık
ediyor."
"Herbir bostan “Bismillâh” der, matbaha-i kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek
çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor."
"Herbir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar “Bismillâh” der, rahmet
feyzinden birer süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzak namına en latîf, en nazif, âb ı hayat gibi
bir gıdayı takdim ediyorlar."
"Herbir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları “Bismillâh” der,
sert taş ve toprağı deler, geçer. “Allah namına, Rahmân namına” der; herşey ona muhassar
olur."(2)

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, İkinci Maksat


(2) bk. a.g.e., Birinci Söz.

"Şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta


bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında
titremeden kurtulasın." Burayı ve askere kaydolmayı nasıl
anlamalıyız?
"Allah’ın ismini almak" demek, ona iman ve ibadet ile teslim olmak demektir. Yani insan
Allah’a tahkiki bir şekilde iman eder ve bu imanın gereği olan ibadetleri de güzelce ifa eder ve dahi
bunların neticesinde de tam bir tevekkül ve teslimiyet içine girerse, o zaman hiçbir şeyden korkmaz,
hiçbir hadise karşısında titremez.

”Madem öyledir; şu sahrânın Mâlik-i Ebedîsi ve Hâkim-i Ezelîsinin ismini al. Ta bütün
kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisâtın karşısında titremeden kurtulasın.”

ifadesi bu teslim ve tevekkülü ifade ediyor.

Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden endişe ve
telaş etmez. Mümin bilir ki, Allah bir musibeti alnına yazmış ise bundan kurtuluş yok, teslim olur;
aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise hiçbir güç o musibeti başına bela edemez, bu tevekkül ve
düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir nevi psikolojik yükün, yani hadisler
karşısında endişe ve telaş etmenin tevekkül vasıtası ile kadere atılması ve Allah’ın ismini almakla o
belalardan kurtulmaya işaret ediyor.

Ama kafir Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için her şeyi tesadüfe veriyor. O
zaman başına her an bir iş bir musibet gelmesi muhtemeldir. Zira onun inancına göre kainattaki her
şey plansız ve programsızdır; öyle ise her an her şey başına gelebilir. Bu yüzden her şeyde bir endişe
bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana dokunur mu?" der,
hayatı zehir olur.

Üstad Hazretleri bu manaya örnek için Amerika'da olmuş bir olayı söylüyor. Kuyruklu yıldız
dünyanın yakınından geçince, "Acaba dünyaya çarpar mı?" endişesi ile imanı ve tevekkülü olmayan
veya zayıf olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden çıkmışlar.

Halbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin bu olayda şöyle düşünür; "Şayet bu yıldız dünyaya
çarpma emrini Allah’tan almış ise tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur." der, hayret içinde
çarpmasını bekler; "Yok emir almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi olmadığı halde
dünyamıza çarpamaz." der endişe ve telaştan kurtulur. İşte Mümin Allah’ın ismi ile hareket ettiği
için her şeyde rahat yüzü görür.

"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni
nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi, fakrı en makbul bir
şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama benzer ki, askere kaydolur,
devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı kalmaz. Kanun namına, devlet namına
der, her işi yapar, her şeye karşı dayanır."(1)

İnsanın arkasındaki kuvvet ne kadar ise emniyet ve gücü de o kadardır. Mesela, valiyi arkasına
alan bir adam sadece valinin gücü kadar kuvvet kazanır; padişahı arkasına alan adam ise padişahın
kuvveti kadar bir kuvveti arkasında zahir bulur. Öyle ise Allah’ın kudret ve zenginliğine iman ve
tevekkül ile yaslanan adam, Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğini arkasında zahir bir kuvvet olarak
bulur. Allah’a teslim ve tevekkül eden adam kimseden korkmaz, kimseye eyvallahı olmaz demektir.
Burada "askere kaydolmak"tan maksat, insanın iman ve tevekkül ile müminler sınıfına
kaydolmasıdır.

(1) bk. bk. Sözler, Birinci Söz


"Tabiiyyunun ağzına şiddetle tokat vuruyor, kör olası gözüne
parmağını sokuyor ve diyor ki: "En güvendiğin salabet ve hararet
dahi emir tahtında hareket ediyorlar ki..." Tabiiyyunlar neden en
çok salabet ve hararete güvenirler?
Tabiat, aslında “yaratılış, fıtrat” manasına gelir. Kâinatın tümü için de bu tabir
kullanılmaktadır. Sertin tabiatında yumuşağı ezmek, ona yol vermemek vardır. Aynı şekilde
sıcaklığın, ateşin tabiatı kurutmak, yakmak, kül etmektir. Bir kıvılcımın nice ormanları yakıp kül
etmesi bunun açık delilidir.

Öte yandan, yine Nur Külliyatı'nda beyan edildiği gibi, “Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet
cazibeyi zahiren tevlid eder (doğurur).” Soruda geçen bu ifadeyle, tabiatçıların bütün kuvvetleri
harekete, titreşimlere bağladıklarına da işaret edilmiş olabilir.

Yine fizikçiler maddeyi “enerjinin kesifleşmiş, katılaşmış hali” şeklinde tarif ederler. Atomun
parçalandığında enerjiye dönüşmesini de buna delil gösterirler. Enerjinin tabiatına “maddeye
dönüşmeyi,” maddenin tabiatına da parçalandığında yeniden “enerjiye dönüşmeyi” koyan Allah’tır.
Bunlar kendi tabiatlarını kendileri belirlemediklerine göre, onlara güvenmek yerine onların sahibine
tevekkül etmek gerekir. Akıl ve vicdan bunu emreder.
Allah, gözün tabiatına görmeyi, elin tabiatına tutmayı, kulağın tabiatına işitmeyi koymuştur. Yine
akıl ve vicdan, bu özelliklere değil onları koyana nazar etmeyi emreder.

İşte tabiatçılar bunu başaramayıp maddede boğulan, Allah’a tevekkül etmek yerine bu tabiatlara
güvenen zavallı kişilerdir.

"Vaktiyle sekiz ayetten istifade ettiğim sekiz sözü,.." ifadesine


göre; Küçük Sözlerin herbirine işaret eden ayetleri yazar mısınız?
Birinci Söz:
Besmele bahsi olduğu için besmele ayetinin bir tefsiridir.
"Vur asânı taşa' buyurduk." (Bakara Sûresi, 2:60).
"Ey ateş, serin ve selâmetli ol." (Enbiyâ Sûresi, 21:69).

Bu ayetlerde meseleye takviye olarak istimal edilmiştir.

İkinci Söz:
"O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Allah'a ve Onun bildirdiklerine iman
ederler." (Bakara Sûresi, 2:3.)

Üçüncü Söz:

"Ey insanlar, ibadet ediniz." (Bakara Sûresi, 2:21).

Dördüncü Söz:

"Namaz dinin direğidir."(1) Hadisi ve Kur'an'da on dört yerde geçen "Namazı


kılın!.." ayetlerinin bir tefsiri hükmündedir.

Beşinci Söz:
"Şüphesiz ki Allah takvâya sarılanlarla, iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlarla
beraberdir." (Nahl Sûresi, 16:128).

Altıncı Söz:
"Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında Cenneti onlara vermek
suretiyle satın almıştır." (Tevbe Sûresi, 9:111).

Yedinci Söz:
Allah’a ve ahirete iman etmenin insan ruhuna ve alemine yaptığı müspet tesiri ve getirdiği
saadeti gösteren bir bahistir. Bu yüzden Allah ve ahireti zikreden ve ona inanmayı emreden
ayetlerin bir umumi tefsiri hükmündedir.

Sekizinci Söz:

"Allah Teâlâ ki, Ondan başka ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. O ezelî hayat sahibidir
ve kayyûmdur; varlığı için hiçbir sebebe ihtiyacı olmadığı gibi, her şey Onun yaratmasıyla
vücut bulur."(Bakara Sûresi, 2:255).
"Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir." (Âl-i İmran Sûresi, 3:19).

Dokuzuncu Söz:
"Akşama erdiğinizde ve sabaha kavuştuğunuzda Allah'ı tesbih edin. Göklerde ve yerde
olanların hamd ve senâsı Ona mahsustur. Gündüzün sonuna doğru ve öğle vaktine erişince
de Allah'ı tesbih edip namaz kılın." (Rum Sûresi, 30:17-18).

(1) bk. Tirmizi, İmân: 8; İbni Mâce, Fiten: 12; Müsned, 5:231, 237; el-Hâkim, el-Müstedrek,
2:76.
"Vur asânı taşa", "Ey ateş, serin ve selâmetli ol." Bu iki ayet-i
kerimenin Birinci Söz'e girmesinin hikmeti ne olabilir? İkisi de
peygamber mucizesini anlatıyor.
Birinci Söz'ün ana konusu, Allah’ın ismi ile hareket eden her şey , önündeki zorluklara ve
engellere rağmen, amaç ve vazifesine ulaşır. Her şeyin arka cephesinde onun kudret eli hükmediyor.
Her şeyin dizgini ve tedbiri onun kudret elindedir. O dilediği zaman kanunlar ve kurallar susar, onun
hükmü geçer. Bu manaları bütün kainat hal dili izah ediyor. Nazik ve nazenin bir otun kökü sert
kayaya rast geldiği zaman, "Allah’ın adı ile geldim." der ve o taş ikiye şak olur, ona yol verir. Taşı
ikiye bölen, otun o zayıf kökü değil, Allah’ın kudretidir. İşte otun kökü manen "bismillah" deyip
yoluna devam ediyor.
Hazreti Musa (as)’a taştan suyu çıkaran asa değil, asa arkasındaki Allah’ın kudret elidir. Hazreti
İbrahim (as)’ı ateşin yakmaması, yine onun kudret ve emri iledir. Yani her şey
manen "bismillah" diyerek hareket eder. Hazreti Musa (as) "bismillah" demese, yani onun ismi ile
hareket etmese idi, o taştan su çıkarmaya güç yetiremezdi. Hazreti İbrahim (as) "Allah" demese idi,
ateş onu cayır cayır yakardı. Otun o zayıf kökü "bismillah" demese idi, o sert kayayı delip
geçemezdi. İncir çekirdeği "bismillah" demese idi, o koca incir ağacının ağır yükünü belinde
taşıyamazdı vs.
İşte Birinci Söze'de her şeyin manen "bismillah" deyip, Allah adına hareket etmesine ayetten iki
misal getiriliyor.

"Yoksa, tek başıyla, hadsiz düşman ve ihtiyacâtına karşı perişan


olacaktır." Bu cümlede neden tek başıyla diyor Üstad, insanların
aileleri cemiyetleri vs. var?
"Tek başına" ifadesi, insanın manevi şeylerde tercih ve kararları kendi iradesi ile
belirleyebileceğine kinayedir. İman ve küfür, hidayet ve dalalet kavramları Allah’ın bir dayatması
değil, insan iradesinin sarfından sonra hasıl olan şeylerdir. Yani insan imanı iradesi ile talep eder,
Allah’da kanunu ve rahmeti gereği iman nurunu kalbe akıtır. Yine insan küfrü talep eder, Allah da bu
talepten sonra küfür karanlığını kalbe akıtır.
Demek iman ve küfür ancak insan iradesinden sonra hasıl olan şeylerdir. İşte bu irade sarfında
insan tek başınadır.
Diğer bir husus ise, irade ve tasdik noktasında insan tek başınadır, kimse bu noktada insana ne
mani olabilir ne de yardım edebilir. Yani insanın iman ve küfrü seçmesinde kimse ona baskı kuramaz.
Yani dünya hayatında inanca dair konularda tercihi insan kendisi yapar; bu hususta tek başınadır,
demektir.
Üstad Hazretleri manevi ilimlerde "Bir ile bin aynıdır." diyor. Tıpkı dar bir delikten geçmek ya
da bir hendekten atlamak gibidir. Bütün peygamberler mucize ve üstün beyan güçleri ile gelseler, bir
insanın irade sürecine müdahale edemezler, onu imana döndüremezler. Yine aynı şekilde bütün
kafirler ve filozoflar toplansa, bir insanın iman tercihini değiştiremezler. Demek insanın manevi
aleminde düğümü çözecek yegane unsur iradesidir ve bu noktada da tek başınadır.
Dış etkenlerin etkisi insan iradesini susturacak kadar kuvvetli değildir. Nitekim peygamber oğlu
kafir olabildiği gibi, Ebu Cehil gibi kafirlerin oğlu da Müslüman olabiliyor. Lut (as)’in hanımı kafir
iken, Firavun'un hanımı Asiye Hatun samimi bir Müslümandır.
İnsan, tercih ve hesap noktasından tek başınadır. Yoksa bunun dışında imandan gelen ünsiyet
ve ülfet ile her şey mümine dost ve ahbaptır. Risale-i Nurların ekser eczalarında, imanın insanla
kainat arasında bir dostluk ve akrabalık kurduğu vurgulanır. Bu noktadan bakıldığında yalnızlık ve
vahşet yalnız küfür ve inkara ait bir hususiyettir. İman insanı hem Allah ile hem de bütün eşya ile dost
ve ahbap yapar. Mümin, kafirin bir iki zahiri dostuna bedel bütün kainatla dost ve akraba olur.
İman öyle bir iksirdir ki, insanı bütün kainatla dost ve ahbap yapar. Her şeye karşı bir ülfet ve
ünsiyet kazandırır. İmanı kuvvetli olan bir müminin nazarında her mahluk Allah’ın müstakim birer
memuru, dost bir hizmetkarıdır. Kainatın her tarafı şuur sahibi melekler ve ruhaniler ile şenlenmiştir.
Hal böyle olunca müminin şu alemde vahşet ve yalnızlık çekmemesi gerekir.
Üstad Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:

"Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu
dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins
ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler,
bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler, ta yeni
vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise,
ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur
asker, birer müstakim memnun memurlardır. Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki
zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş'esinden neş'et eden
nağamattır. Bütün mevcudat, o mü'minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i
Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi
pek çok lâtif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder."(1)

Lakin imanın bu kemal manaları her müminde tam tecelli etmediği için, bu ünsiyet ve dostlukları
tam idrak edemiyor. Bu da imanın kuvvetsiz ve zayıflığından dolayıdır. Öyle ise en güzel ve önemli
yol; imanımızı tahkiki bir surete çevirip kuvvetlendirmektir. Bu zamanda Risale-i Nurlar bu imanı ve
bu imandaki kemal halleri verebiliyor.
(1) bk. Sözler, İkinci Söz

"Zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler, başlarında koca


ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek herbir ağaç
Bismillah der." cümlesini nasıl anlamalıyız?
Burada "tohum ve çekirdeklerin başında koca ağacı taşıması" ifadesi, mecazi bir ifadedir. Bu
mecaz ile ifade edilmek istenen asıl mana; küçücük tohum ve çekirdek içine koca ağacın plan ve
programı yerleştirilmiş ve ağaç bu plan ve program üzerine hareket ediyor, demektir. Yani o koca
ağacı yapan ve idare eden, bu tohum ve çekirdek değildir. Tohum ve çekirdek sadece Allah’ın
kudretine bir perde, bir sebeptir; yoksa mucit ve yaratıcı değildir.
Çekirdek ve tohumun mahiyeti gayet basit ve zayıf iken, çekirdek ve tohumdan hasıl olan ağacın
mahiyeti ise gayet mükemmel ve ağırdır. Böyle bir sebebin, böyle bir neticeyi yaratıp, bütün işlerini
tedbir ve idare etmesi mümkün değildir. Öyle ise çekirdek ve tohum her şeye kudreti yeten bir Zat'ın
memuru ve hizmetkarıdır.

“Yıldızları direksiz durduran,..” ifadesinde de mecaz vardır. Yani koca küreleri ve yıldızları
muallakta durduran ve çok süratli dönmelerine rağmen, zerre kadar rota ve yörüngelerinden çıkmadan
çeviren kimdir, diyerek o işlerin bir iki kanunla izah edilemeyeceğine işaret ediliyor.
Nasıl ki, incir çekirdeği, incir ağacının mucidi ve yaratıcısı olamaz ise, aynı şekilde o yıldız ve
galaksileri çekip çeviren ve mükemmel olarak idare eden itme ve çekme kuvveti değildir. Allah’ın
sonsuz kudret ve iradesidir. İtme ve çekme kanunu, sadece bir sebep ve bir perdedir. "Direksiz
durdurmak" tabiri, doğrudan Allah’ın kudret ve iradesine işaret eden bir mecaz bir ifade tarzıdır.

“Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.”


denilerek başlanıyor ve bu konuda yapılan güzel ve doyurucu
açıklamalara Lem’alardan da açıklama ekleniyor. Besmele
üzerinde bu kadar önemle durulmasının hikmeti nedir?
Önce şunu ifade edelim: “Bismillah her işin başıdır.” denmeyip de “... her hayrın
başıdır.” denilmesinde ince bir mesaj vardır. Demek ki, hayır olmayan şeylere
başlarken "besmele" çekilemez. Mesela, bir hırsız yaptığı soyguna "besmele" ile başlayamaz. O
halde, insan öyle işler yapmalıdır ki onlara "besmele" ile başlayabilsin; bunlar da ancak hayırlı
işlerdir.

İnsanların faydalanacakları ilmî eserler yazmak da büyük bir hayır olduğundan, bütün İslam alimleri
eserlerine "besmele" ile başlamışlardır. Bununla da yetinmeyip hamdele ve salveleyi de
eklemişlerdir. Yani Allah’a hamd ve Onun sevgili Peygamberine salatü selam ile eserlerine
başlamışlardır. Üstad Hazetleri de Muhakemat’ta, Mesnevi-i Nuriye’nin bazı bölümlerinin
başlangıcında ulemanın bu adetini devam ettirmiştir.

Besmelenin sırlarına dair Lem’alarda yazdığı çok yüksek bir dersi de, makam münasebetiyle, buraya
almıştır. Bu bölümde "besmele"nin altı sırrı izah edilirken, çok ince hakikatlere dikkat çekilmiş ve
böylece besmeleyi okurken ondaki bu yüksek hakikatleri de nazara almamız bizlere ders verilmiştir.
İkinci Söz
İkinci Söz; Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas ve Otuz İkinci
Söz, Üçüncü Mevkıf, İkinci Nokta, İkinci Mebhas'ın hülasası
mıdır? Bu mevzuda haricen nerelere başvurulmalı?
İkinci Söz; genel hatları ile iman edenlerle ve inkâr edenlerin bakış açıları arasında bir
karşılaştırmadır ki; Risale-i Nurların ekser eczaları bu minval üzeredir. İkinci Söz aynı zamanda
cennet hayatını, insan bu dünyada yaşamaya başlayabilir mi sorusunun da cevabıdır.

"İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat
bulunduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:.."(1)

Mümin, her şeyi güzele ve imana uygun bir şekilde yorumladığı için, onun nazarında her şey
güzel ve talihli oluyor. Kafir ise her şeyi kötüye ve inkara uygun bir şekilde yorduğu ve olaylara
öylece baktığı için, onun aleminde her şey kötü ve talihsiz oluyor. Bu mana İkinci Söz'ün özüdür ve
Risale-i Nurların çok yerleri ile ilişkilendirilebilir.
(1) bk. Sözler, İkinci Söz
Risalede geçen ilgili yerleri okumak için tıklayınız:
Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas
Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf, İkinci Nokta, İkinci Mebhas

İkinci Söz'de geçen: "Terhisatı soymak ve talan etmek tevehhüm


etmişsin..." cümlesindeki bağlantıyı açıklar mısınız?
İman, hakikatleri insana gösteren bir nur ve bir ışıktır. Şayet iman nuru ve ışığı insanın olaylara
bakışında rehber olmaz ise, olayların manasını ve hakikatini kavrayamaz.
Mesela, inkar ve küfür nazarında ölüm bir hiçlik ve yokluktur. Zamanın akıp gitmesi, varlıkları
yokluk derelerine yuvarlayan dehşetli bir sel gibidir. Geçmiş, varlıkların yokluk mezarlığı
hükmündedir. Gelecek ise karanlık ve insanın başına hangi musibetleri getireceği bilinmeyen bir
endişe noktasıdır.
İman nazarında ise, ölüm saadeti ebediyenin başlangıcı, daimi bir memlekete açılan bir kapı
hükmündedir. Zamanın akıp gitmesi ise askerlikteki terhis gibi vazifesini bitiren, manasını gösteren
varlık aleminin kararlı ve daimi bir memlekete, yani vatanı aslileri olan cennete gitmek için bir vasıta
ve araçtır. Aynı şekilde imanının nazarında geçmiş yokluk kuyusu değildir, hiçbir mahluk varlıktan
sonra ebedi hiçliğe gitmiyor.
Gelecek ise, karanlık ve insana endişe üreten bir nokta değil, tam tersi, vazifesini bekleyen ve
varlık alemine çıkmayı bekleyen plan ve programlarla doludur. İşte imanın nuru ve bakış açısı,
olayların ve nesnelerin hakikati halini ve gerçekliğini, insanın nazarına takdim ediyor. İman hayata ve
nazara nur ve ışık oluyor.
Özet olarak terhisat, yani ölüm, insanın ebedi aleme geçmesi iken, küfür ve inkar bu güzel geçişi
dünyadan ve içindeki nimetlerden ebedi bir ayrılmak suretinde vehmettiriyor. Küfür ve inkarın
nazarında ölüm, sanki her şeyin sonu ve ebedi bir hüsran ve ayrılık şeklinde tasvir ediliyor.

İkinci Söz'de geçen; tuba-i cennet ve zakkum-u cehennem


kavramlarını açıklar mısınız?
Tûbâ, en güzel, en hoş, en iyi manasına gelir. Tîb (temiz ve güzel kokular) kelimesinden
türemiştir.

Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur:

“İman edip güzel amel işleyenler için Tûbâ ve varılacak güzel yurt vardır.”(Ra’d,13 /
29)

Ayette geçen "Tûbâ" kelimesine “cennet” manası verildiği gibi, “cennette bir ağaç” manası da
verilmiştir.

Zakkum; Yemen’in Tihame bölgesinde yetişen küçük yapraklı, acı, fena kokan ve cilde temas
ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açan bir ağaçtır.
Zakkum, “Cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” ve “ehl-i cehennemin konuk olacağı
ağaç” manalarına gelir.

Zakkum için Saffât sûresinde şöyle buyrulur:

“Bu mu daha iyi bir ikramdır, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu zalimler için bir fitne
(sınama aracı) kılmışızdır. O bir ağaçtır ki cehennemin tâ dibinde yetişir.”(Saffat, 62-64)

Şecere, ağaç anlamındadır ve Risale-i Nur'da çokça kullanılan bir kelimedir. Risale-i Nur'da
şecere en çok kainatın geneli için kullanılan bir terimdir. Kainatın en başı tohum ve kök olarak tasvir
edilir, ondan sonrası umum kevni alemler ve semavat gövde olarak tasvir edilir. Kevni alemleri
kuşatan toprak, hava, su ve ateş gibi unsurlar, dal ve budak olarak tasvir edilir; en nihayetinde
insanlık alemi de ağacın meyvesi ve neticesi olarak tasvir ediliyor.
Bunun haricinde amel ve ibadetin mertebelerini ifade için yine ağaç örneği verilir. Çekirdekten
tut ta ağaca kadar iman ve ibadette mertebeler var, diye hakikate temsil olarak getiriliyor.
Yine imanda Şecere-i Tuba küfür de ise şecere-i Zakkum ifadeleri ile iman ve küfür içindeki
lezzet ve elemlere işaret ediliyor. Ayrıca tuba, iyilikleri ve güzellikleri temsil eden bir sembol
iken, zakkum fenalığı ve kötülüğü temsil eden bir semboldur.

İkinci Söz'de inanmayan insanların nazarına görünen


hadiselerin dehşetine ve zulmetine bakıldığında; bu özellikte
olanların yaşayamaması ve hayata tahammül edememesi icap eder.
Fakat çok keyifli gibi görünüyorlar. Bunu nasıl izah edersiniz?
Sorunun en güzel cevabı Üstad'ın şu ifadeleridir:

“Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki,
bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin
tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi
parçalanıyor.”(1)

Bir öğrenci ders çalışmanın öneminden ve sınıfta kalmanın acı sonuçlarından gaflet ettiğinde,
günlerini arkadaşlarıyla gülerek, eğlenerek geçirir.
Gerçeklere göz kapamak, ölümle başlayan hesap ve azap safhalarını unutmak da gafil insanlara bu
fani dünyada geçici bir zevk verebilir. Üstadımız bu tip zevkleri “zehirli bala” benzetir.
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, Beşinci Nota.

İkinci Söz'de "Ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi
işitiliyor,.." cümlesinde, Üstad'ın, bu tabirleri seçmesinin hikmeti
ne olabilir?
"Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği
görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi
işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemiyle müteellim olmasına bedel,
şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruruyla mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce
bir ticaret eline geçer, Allah'a şükreder."(1)

İnsanın kalp ve aklında ne hükmedip yerleşmiş ise, o hükme göre hadiseleri yorumlayıp
algılaması insan fıtratının değişmez bir prensibidir.
Mesela pesimist (karamsar) birisi her şeyi karamsar olarak okur ve anlar, hayatı da ona göre
şekillenir. Optimist (iyimser) birisi ise her şeyi iyimserlik penceresinden izler hayatı da ona göre
algılar. Kırmızı gözlük nasıl eşyayı kırmızı gösteriyor ise, siyah gözlükte eşyayı siyah gösterir.
Münkir, kainatı anlamsız, işe yaramaz ve tesadüfün oyuncağı olarak gördüğü için, her şey ona
azaplı ve sıkıntılı olarak yansır. Mümin ise her şeyin anlamlı, faydalı ve Allah’ın tedbir ve dizgini
elinde olduğunu bildiği için, her şey ona sevimli ve huzurlu olarak yansır.
“Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” Öyle ise hayata ve
olaylara iman ve ibadet gözlüğü ile bakarsak, her şeyin sırrı ve hakikati çözülür. O olaylar
arkasındaki güzellikler tezahür eder ve insan o güzellikler ile mutlu ve bahtiyar olur.
Bu bakış açısını elde edebilmek için, insanın hem kalbini hem nazarını hem de bilinç altını iman
ve hidayet ile doldurması gerekir. İnsanın kalbinde ve nazarında ne varsa, hayatı ve olayları ona göre
yorumlar. Öyle ise en mühim iş, kalp ve nazarın nasıl ve neyle terbiye edildiğidir. Zaten insanın
diğer cihazları kalp ve nazara bakar. Kalp ve nazarda ne varsa hükmü de ona göre olur.
Davul ve musiki neşeyi temsil ediyor. Neşe ise imanın bir uzantısı ve tabii bir sonucudur.
Kalbimizde ve nazarımızda iman hükmederse, her şey saadet ve neşe kaynağı olur. Mesela insanın
doğması, askere alınması gibi... Ölmesi ise askerlikten terhistir. Bizim örfümüzde her ikisi de güzel
ve neşe vericidir. Genelde gençlerimizin davul ve musiki eşliğinde askere gönderilmesi de,
konumuzun anlaşılması için güzel bir tevafuktur.
(1) bk. Sözler, İkinci Söz.

İkinci Söz'de, "Zira nihayet derecede adil, merhemetkar,


raiyetperver, muktedir, intizamperver, müşvik bir melikin
memleketi..." deniyor. Neden özellikle bu sıfatlara vurgu yapılıyor;
Külliyat'ta bu sıfatları açıklayan yer var mıdır?
"Zira nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyetperver, muktedir, intizam perver,
müşfik bir melikin memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemalât
gösteren bir memleket, senin vehminin gösterdiği surette olamaz."(1)

Burada konu bütünlüğüne uygun sıfatlar tercih ediliyor. İnsanın kalben ve ruhen rahat edip
huzur bulması ancak zikredilen sıfatların tam tecelli ve tezahür etmesi ile mümkündür. Yani bir
memlekette idare sağlam, idareci de adil ve merhametli ise, o memleketin vatandaşı orada kalp
huzuru ile yaşar demektir. Burada asıl mevzu bu olduğu için bu mevzua uygun sıfatlar tercih ediliyor.

Aynı şekilde kainat bir memleket, Allah bu memleketin Meliki; adalet ve merhamet ise bu memleketin
sağlam bir düzenidir. İman ile bunu fark edenler huzur ve sükunet bulurken gaflet, küfür gibi
perdelerden dolayı bu sıfatları göremeyenler ise, dalalet ve hüzün içinde yaşarlar ve kendi
karanlıkları içinde boğulurlar.
(1) bk. Sözler, İkinci Söz.

İkinci Söz'de; Seyyid-i Kerîm ve Mâlik-i Rahîm ibaresinde,


neden seyyid ve malik sıfatlarına özellikle vurgu yapılıyor? Ve yine
neden cennete çekirdek, küfüre tohum demiş?
"Bütün mevcudat, o mü'minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer
mûnis hizmetkârı, birer dost memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif,
ulvî ve leziz, tatlı hakikatler, imanından tecellî eder, tezahür eder."(1)

Kur’an nasıl isimleri anlatmak istediği zaman, ona uygun ve o isme münasip hadiseleri nazara
veriyor ise, aynı şekilde hadiselerin sonunda o isim ile fezleke yapıyor, yani o hadisenin niteliğine
uygun bir isim ile o hadiseyi bitiriyor.
Mesela; rızık hakikatini tasvir eden bir ayetin sonuna, fezleke ve özet olsun diye Rezzak ismini
yerleştiriyor. Risale-i Nurlar da, rehberi olan Kur’an’ı takliden, aynı usul ve tarzı kullanıyor. Yani
konunun içeriği ve gidişatına uygun isimlerle ya da sıfatlarla olayı özetleyip toparlıyor.

İşte "Seyyid-i Kerîm ve Mâlik-i Rahîm" ifadelerinde de aynı mana ve usul hükmediyor. Mevcudatın
o dost ve şirin haleti ve her mevcudun nimet ve şefkate mazhar olması hakikatini en güzel bu isimler
özetleyip toparlıyor.

"Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir
zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor."

Öncelikle edebiyatta aynı kelimeyi sıkça kullanmaktansa, ona eş veya yakın anlamlı kelimeler
kullanmak tercih edilir.

Ayrıca "tohum" küçük bitkiler için, "çekirdek" ise genelde daha büyükleri için kullanıldığından,
cennetin azamet ve büyüklüğüne işareten cennet için çekirdek kelimesi kullanılmış olabilir.

"Çekirdek, hem mu'cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler.


Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin
yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına
düşmüşler.”(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, İkinci Söz

(2) bk. a.g.e., Onuncu Söz.

İkinci Söz'ün başında,"O muttakiler ki gayba inanırlar" ayeti


var ki, gayba imandan bahsediyor. İkinci Sözde ise, imanın ne
kadar büyük bir emniyet ve selamet olduğu anlatılıyor. Bağlantı
kuramadım; açıklar mısınız?
Tefsir, lafzi ve işari olmak üzere iki kısımdır. Lafzi tefsir ayetin zahiri kalıbını ve ona mebni
olan manaları nazara verirler. İşari tefsirler ise daha ziyade delalet, tazammum ve istilzam üzerine
giderler. Yani ayetin ince ve herkes tarafından görülmesi mümkün olmayan manaları nazara verilir.
Bu sebeple işari tefsirlerin latif tespitleri ayetin zahirinden kopukmuş gibi durur ve öyle algılanır.
Ama münasebet latif ve nurani bir şekilde mevcuttur.
Risale-i Nurların ayetlerle olan münasebetlerine bu cihetle de bakmak gerekir. Kevser suresinden
deccâl ve ahir zaman fitnesi ile ilgili tespitlerin yapılması buna güzel bir misaldir.

"O takvâ sahipleri ki, görmedikleri halde Allah'a ve Onun bildirdiklerine iman
ederler."(Bakara, 2/3)

İkinci Söz'de özet olarak inananların ve inkâr edenlerin bakış açıları arasında bir karşılaştırma
yapılıyor. İnsan cennete gitmeden, dünyada iken cennet hayatının yaşanabilmesinin imanla mümkün
olduğu izah ediliyor ki, gaybi olan imanın hazır bir sureti tefsir ediliyor. Serlevha yapılan ayetin en
belirgin ve öne çıkan manası gayba imandır.
Aynı şekilde İkinci Söz'de en belirgin ve öne çıkan mana, gayba imanın insan hayatındaki tesiri ve
insana bahşettiği saadettir. Dolayısıyla baştaki ayet ile İkinci Söz arasında sıkı bir bağ vardır.

İman için çekirdek, küfür için tohum kullanılmış. Çekirdek ile


tohum arasındaki farkı nasıl anlamalıyız?
Edebiyatta aynı kelimeyi sıkça kullanmaktansa, ona eş veya yakın anlamlı kelimeler kullanmak
tercih edilir.

Belağatın zirvesinde olan Kur’an'dan şu ayete bakalım:

“Nuh, kavmi içinde elli yıl eksiğiyle bin sene kaldı...” (Ankebut, 29/14)

Burada yıl ve sene birbiri yerine kullanılabilen kelimeler olmakla beraber, her ikisinde farklı
kelime kullanılması tercih edilmiştir.

Bu ise manada bir zenginliktir. Ayrıca, tohum küçük bitkiler için, çekirdek ise genelde daha büyükleri
için kullanıldığından cennetin azamet ve büyüklüğüne işareten cennet için çekirdek kelimesi
kullanılmış olabilir.

"Sual: Eğer dense, “Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden


getiriyorsun?” Elcevap: Çünkü onlar, hem mu'cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları,
en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i
kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat
bataklığına düşmüşler.”(1)

“İsm-i Evvel ile işaret edildiği gibi: Herbir meyvedar ağacın menşe-i aslîsi olan
çekirdek öyle bir sandukçadır ki, o ağacın proğramını ve fihristesini ve plânını ve öyle bir
tezgahtır ki, onun cihazatını ve levazımatını ve teşkilatını ve öyle bir makinedir ki, onun
ibtidadaki incecik vâridatını ve latifane masarıfını ve tanzimatını taşıyor.”

“Eski zamandan beri darb-ı mesel olarak umumun dilinde ve lisan-ı nâsta gezen
ş u "Çekirdekten yetişme" sözü bu risalenin müellifine bir işaret-i gaybiye-i örfiye
denilebilir. Çünki; Risale-i Nur hâdimi olan şahıs Kur'anın feyziyle, çekirdek ve çiçekte
tevhid için iki mi'rac-ı marifet keşfederek tabiiyyunları boğan aynı yerde âb-ı hayat bulmuş
ve çekirdekten hakikata ve nur-u marifete yetişmiş ve bu iki şeyin Risale-i Nur'da ziyade
tekrarları bu hikmete binaendir.” (2)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime (Haşiye).

(2) bk. Şualar, İkinci Şua.

İmanın manevî tuba-i cennet çekirdeği taşımasını, küfrün ise


yine manevî bir zakkum-u cehennem tohumu saklamasını nasıl
anlamalıyız?
Burada, müminin şahsında iman nazara ders veriliyor. Bu manaya mazhar olanlar kâmil iman
sahipleridir. Diğerleri de derecelerine göre bu feyizden, bu nurdan hisselerini alırlar.

Üstad iman için “intisap” tabirini kullanıyor. Yani insan, iman ile kendini Allah’ın bir eseri biliyor.
Hayatını O’nun Muhyi ismine, Sûretini Musavvir ismine, her organının hikmetli yaratılışını Hakîm
ismine,…, nispet ediyor. Bu ise insan için hem en büyük bir şeref, hem de en ileri bir haz ve zevk
kaynağıdır. Böyle bir insan, kendini bu dünyada Allah’ın misafiri bilmenin, güneşten, aydan,
hayvanlara bitkilere kadar her şeyin onun hizmetine verilmiş olmasının manevî hazzını duyar. Ayrıca
önünde bulunan kabrin “zulümatlı bir kuyu ağzı değil, nuraniyetli alemlere açılan bir kapı” olduğuna
inanmanın rahatını ve huzurunu tadar. Bu ve benzeri manevî zevkler imanda mevcuttur.

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” buyruluyor.
İman eden kişi, kendini ve bütün eşyayı Allah’ın mülkü bilmekle tevhide erer. Bu ise teslimi netice
verir. “Mülkü sahibine teslim eder, cefasını değil, sefasını çeker.” Kendi iradesini kullanması
gereken yerlerde bunu hassasiyetle uygular, sonrası için Rabbine tevekkül eder, O’nun hükmüne razı
olur. Böyle bir kul dünyada da, ahirette de saadete erer.
“İman bir manevî Tûbâ-i cennet çekirdeği taşıyor. Küfür ise manevî bir zakkum-u cehennem
tohumunu saklıyor.” Sözler

İman, insan için bu dünyada manevî bir cennet olduğu gibi, ahirette de cennet o imanın meyvesi olur.
Yani cennet amel ile kazanılamaz. Ne kadar ibadet etsek geçmiş nimetlerin şükrünü tam eda edemeyiz
ki ahirette de cenneti kazanalım. Cennet, imana bir mükâfattır, cennetteki dereceler ise ibadete
göredir. Aynı şekilde, cehennem de küfrün zehirli meyvesidir. Onda çekilecek azaplar da günahlar ve
isyanlar nispetindedir.

Küfür bu dünyada da sahibini manevî bir cehennem içinde bırakır. Kendi varlığını maddeye, tabiata,
tesadüfe veren kişi, Allah’ın eseri ve O’nun nazlı bir misafiri olmanın manevî lezzetini kaybetmekle
bir azap çektiği gibi, gücünün yetmediği hadiselerin ve onu bekleyen ölümün onun ruhuna açtığı
yaralarla, teslim ve tevekkülden mahrum olarak ölünceye kadar yine manevî bir azap içinde kalır.

Kâfir ve Fasığın Dünyayı Matemhane-i Umumi Görmesi Ne


Demektir?
Kâfirin nazarında, her şey olduğundan daha farklı bir anlam kazanır. İşte bu bakış açısı, dünayı
kafirin nazarında bir matemhane, hüzün ve ızdırap yeri olarak gösterir. Mesela; bir mümin için terhis
tezkeresi olan ölüm, kafirin nazarında ebedi yok olmaktır; bütün sevdiklerinden ve dostlarından ebedi
ayrılıktır.

Dünya, kafirin nazarında; neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı
ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel'abegâhı (oyun yeri) ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün
zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretinde görünür.

"Hem mesela; İnsanın en lâtif ve şirin bir seciyesi olan şefkat, küfür nazarıyla bakılsa,
öyle müthiş bir hırkat, bir firkat, bir rikkat, bir musibet olur ki, insanı en bedbaht bir
dereceye indirir. Tek bir güzel yavrusunu ebedî kaybeden bir gafil valide, bu hırkati tam
hisseder."(1)

Herbir zîhayat, kafirin nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz, miskin birer musibetzededirler.

Keza, mevcudâtı birbirine ecnebî, belki düşman ve câmidâtı dehşetli cenazeler ve bütün zevi'l-hayatı
zevâl ve firâkın sillesiyle ağlayan yetimler hükmünde görür ve hakeza.

İşte bu bakış açısı, cehenneme gitmeden önce, cehennemi bir halet-i ruhiye yaşatır. Bu haleti
ruhiyeden kurtulmanın tek çaresi ise -kâfir ve fasık adama göre- sarhoşluk ve eğlencelerdir...
(1) bk. Şualar, İkinci Şua, Birinci Makam

Risalelerde imanın manevî bir tuba-i cennet çekirdeği taşıdığı,


küfrün ise manevî bir zakkum-u cehennem tohumu sakladığı
belirtiliyor. Tûbâ ve zakkum hakkında bilgi verir misiniz?
Tuba:

Tuba, kelime olarak "tayyib" kelimesinden türemiştir, en güzel, en hoş, en iyi gibi anlamlara gelir.

Bu kelime Kur’anda sadece şu ayette geçer:

"İman edip güzel amel edenler için Tûbâ ve dönüp gidecek güzel yurt vardır.” (Ra'd,
13/29)

Rivayetlere göre Tûbâ, Cennet veya Cennette bir ağaçtır. Müfessir Kurtubî, Tûbâ'nın Cennette bir
ağaç olduğu görüşünü tercih eder ve: "Sahih olan görüş, Tûbâ'nın bir ağaç olduğudur." der.
(Kurtubî Tefsiri, IX, 317).

Buharî ve Müslim, Sehl İbn Sa'd'dan rivâyet ettiklerine göre Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurmuştur:

"Şüphesiz Cennette bir ağaç vardır ki, bir binici gölgesinde yüz yıl yürür de o gölgenin
sonuna erişemez.”

Bir rivâyete göre "süratle koşan at binicisi" olarak geçer.

Yine İbn Abbas'tan, Ebû Hureyre'den ve birçok seleften gelen bir rivâyete göre, Tubâ, Cennetteki bir
ağacın adıdır. Cennetteki her evde bu ağacın bir dalı mevcuttur (İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm,
İstanbul 1985, IV, 376-378).
Mezkûr ayette geçen Tûbâ'ya güzellik, hayır anlamını verenler de olmuştur.
Zakkum

Zakkum, tadı acı ve yakıcı, kokusu nahoş, görünümü siyah son derece çirkin bir ağaçtır.

Ehl-i cehennem, açlıklarından zakkum gibi en nahoş bir yiyecekten yemeye mecbur kalacaklar;
susuzluklarından, bağırsakları parçalayan "hamim"den, yani kaynar sudan, suya kanmaz develerin
içişi gibi içeceklerdir.

Şu ayetlerde de zakkum ağacı nazara verilir:

"Nasıl, konukluk olarak bu mu hayırlı, yoksa o zakkum ağacı mı? Ki biz onu zalimler
için bir fitne kıldık. O, cehennemin kökünde çıkan bir ağaçtır. Tomurcukları şeytanların
başları gibidir. Şüphesiz onlar ondan yiyecekler ve karınları ondan dolduracaklardır. Sonra
onlara, bunun üzerine kaynar sudan bir içecek var..." (Saffat, 37/62-66)

"Şüphesi o zakkum ağacı günahkar yemeğidir. Maden tortusu gibi olup, kaynar suyun
kaynaması gibi karınlarda kaynar." (Duhan, 44/43-46)

Ayeti iki teşbihle bu zakkum ağacını anlatır: Maden tortusu gibi nahoştur ve karınlarda suyun
kaynaması gibi kaynar, rahatsızlık verir.

Zakkum ağacı için başlıca iki görüş vardır:


1. Bu, dünyada bilinen bir ağaçtır. Çölde yetişir, meyvesi acıdır, çirkin bir görünümü vardır.
2. Bilinmeyen bir ağaçtır.

Kısacası, zakkum cehenneme münasip bir ağaçtır. Cennette her şey güzeldir ve keyif vericidir.
Cehennemde ise bunun tam aksine her şey çirkindir ve ızdırap kaynağıdır.

Zakkum ağacının da -keyfiyeti meçhulümüz olmakla birlikte- bir azap kaynağı olduğu anlaşılmaktadır.

Şecere-i tubanın menşei için “çekirdek”, şecere-i zakkum için


“tohum” ifadesinin kullanılmasının bir hikmeti var mıdır?
Tûbâ, en güzel, en hoş, en iyi manasına gelir. Tîb (temiz ve güzel kokular) kelimesinden
türemiştir.
Ra’d Sûresinde, “İman edip güzel amel işleyenler için Tûbâ ve varılacak güzel yurt vardır.”(13 /
29) buyrulur. Ayette geçen Tûbâ kelimesine “cennet” manası verildiği gibi, “cennette bir ağaç”
manası da verilmiştir.

Zakkum; Yemen’in Tihame bölgesinde yetişen küçük yapraklı, acı, fena kokan ve cilde temas
ettiğinde ölüme götürebilecek ölçüde yara açan bir ağaçtır.
Zakkum, “Cehennemde bulunan iğrenç yiyecekler” ve “ehl-i cehennemin konuk olacağı ağaç”
manalarına gelir.

Zakkum için Saffât Sûresinde, “Bu mu daha iyi bir ikramdır, yoksa zakkum ağacı mı? Biz onu
zalimler için bir fitne (sınama aracı) kılmışızdır. O bir ağaçtır ki cehennemin tâ dibinde
yetişir.”(62-64) buyrulur.

Çekirdekle tohumun ortak özelliği, her ikisinde de manevî, kader kalemiyle bir programın yazılmış
olması ve onlardan genetik şifrelerine göre neticeler çıkmasıdır. Bu kelimeler birbirlerinin yerine
kullanılabilirler. Üstadın iman için Tûbâ çekirdeği, küfür için zakkum tohumu tabirini kullanmasında
şöyle bir mana olabilir: Çekirdekten ağaç çıkar, tohumdan ise başak. Ağacın azameti ve kıymeti
noktasından onun menşeine “çekirdek” denilmesi daha güzel düşmüştür.
Cennet rahmetin, cehennem ise gazabın tecelligâhıdır. “Rahmetim gazabımı geçti.” hadis-i kudsisiyle
bu kullanım arasında bir ilgi olabilir.

Sözlerde yer alan İkinci Söz imanı anlatıyor. Ancak ne anlatmak


istediğini tam anlayamadım, yardımcı olur musunuz?
"İMANDA ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat
bulunduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle."(1)

Üstat bu cümle ile konunun ana temasını ifade ediyor.


Kainata ve içindekilere iman nazarı ile bakarsan, her şey saadet ve huzur kaynağı; küfür nazarı ile
bakarsan, her şey karanlık ve azap kaynağıdır. Bu risalede mümin ile kafirin eşyaya ve olaylara bakış
açısı veriliyor. Mümin, iman gözlüğü ile kainata ve olaylara baktığından, her şeyde bir huzur ve
saadet bulurken, kafir ise küfür gözlüğü ile kainata ve olaylara baktığı için, o da her şeyde bir acı ve
azap görüyor. Adeta iman, mümin için dünyada küçük bir cennet hayatı; küfür ise kafire küçük bir
cehennem hayatı yaşatıyor.
İman nurlu ve ışıklı bir gözlük olduğu için, bu gözlük ile kainata bakıldığında, her şeyin içyüzünü
ve hakikatini gösteriyor. Küfür ise karanlıklı ve zulümatlı bir gözlük olup, her şeyi çirkin ve kötü
gösteriyor. İşte bu sözün ana teması budur.
Mesela kafir, ölümü yokluk ve hiçlik görürken; mümin ise ölümü ebedi saadetin başlangıcı ve
girişi olarak görüyor.
(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
Temsilde hodbin ve hudabin adamların karşılaştıkları hadiseler
anlatılırken her iki adamın “nazarında” ifadesine vurgu yapılıyor.
Acaba her iki şahsın farklı nazarları mı hadiseleri değiştiriyor?
Burada nazar kelimesi, bakış açısı manasına kullanılmıştır. Üstad'ın şu ifadeleri konuya açıklık
getirir; fazla beyana ihtiyaç bırakmaz:

“Evet, herkes kâinatı kendi aynasıyla görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir mikyas,
bir mizan Sûretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş; o
âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve matemli
olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus sûretinde görür. Gayet sürurlu ve
neş'eli, müjdeli ve kemâl-i neş'esinden gülen bir adam, kâinatı neş'eli, güler gördüğü gibi;
mütefekkirâne ve ciddî bir Sûrette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten
mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle
veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve
muhalif ve hata bir Sûrette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder.”(1)

(1) bk. Lem'alar, Yirmi Üçüncü Lem'a

"..Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş


cenazeler hükmündedirler." cümlesini açıklar mısınız?
İlgili cümlenin geçtiği pasajı buraya aldıktan sonra değerlendirmesini yapalım:

"Evvelki adam kâfirdir veya fâsık gâfildir. Şu dünya onun nazarında bir mâtemhâne-i
umumiyedir. Bütün zîhayat firâk ve zevâl sillesiyle ağlayan yetimlerdir. Hayvan ve insan
ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır. Dağlar ve denizler gibi büyük
mevcudât ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha bunun gibi çok elîm, ezici,
dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş'et edip, onu mânen tâzib eder."

Burda iman ve küfür muvazenesi yapılmaktadır. küfür ve gaflet nazanrıyla aleme bakılınca ortaya
çıkan manzara nazara veriliyor. Her şey, kâfirin nazarında anlamsızdır, değersizdir. Bu anlamsızlık
ve değersizlik; ruhsuz ve cenaze gibi kavramlarla ifade edilmektedir.

"Bir vakit, iki adam hem keyif, hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbîn, tâlihsiz
bir tarafa; diğeri hudâbîn, bahtiyar diğer tarafa sulûk eder, giderler."

"Hodbîn adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbîn olduğundan; bedbînlik cezası
olarak, nazarında pek fenâ bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçareler zorba,
müthiş adamların ellerinden ve tahribâtlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde
böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir mâtemhâne-i umumi şeklini almış.
Kendisi şu elîm ve muzlim hâleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz."

"Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve
me'yusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdânı azab içinde kalır."

"Diğeri hudâbîn, hudâperest ve hakendiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir
memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumi şenlik görüyor. Her
tarafta bir sürûr, bir şehrâyin, bir cezbe ve neşe içinde zikirhâneler. Herkes ona dost ve
akrabâ görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye
şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlîl ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi
işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına
bedel; şu bahtiyar hem kendi, hem umum halkın sürûru ile mesrur ve müferrah olur, hem
güzelce bir ticaret eline geçer. Allah'a şükreder. Sonra döner, öteki adama rast gelir, halini
anlar. Ona der:

"Yahu, sen divâne olmuşsun. Batnındaki çirkinlikler, zâhirine aksetmiş olmalı ki,
gülmeyi ağlamak, terhisâtı soymak ve tâlân etmek tevehhüm etmişsin. Aklını başına al,
kalbini temizle."

"Tâ şu musîbetli perde senin nazarından kalksın. Hakikati görebilesin. Zîrâ nihayet
derecede âdil, merhametkâr, raîyyetperver, muktedir intizamperver, müşfik bir melikin
memleketi, hem bu derece göz önünde âsâr-ı terakkiyât ve kemâlât gösteren bir memleket,
senin vehminin gösterdiği sûrette olamaz." (1)

"Evet, nazar-ı gaflet ve dalâlette vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve


mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar, canlı birer
sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayattar bir acip âlem ve mevcut ve bizimle
münasebetdar bir memleket-i Rabbâniye sûretinde, sinema perdeleri gibi kâh bizi o
zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek
bir i'câz ile dersini veren Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, aynı i'câz ile, nazar-ı dalâlette câmid,
perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı
Samedânî, bir şehr-i Rahmânî, bir meşher-i sun'-i Rabbânî olarak o câmidâtı canlandırıp
birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev-i beşere
ve cin ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur'ân-ı
Azîmüşşanın..." (2)

Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, İkinci söz.


(2) bk. a.g.e., Yirmi Beşinci Söz.

"Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı


umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı
asker için bir davul, bir musiki sesi işitiyor." ifadelerini açıklar
mısınız?
"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası
olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba
müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde
böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış.
Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz.
Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve
meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır."
"Diğeri hüdâbin, hüdâperest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki, nazarında pek güzel bir
memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor: her
tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neş'e içinde zikirhaneler... Herkes ona dost ve
akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye
şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurâne ahz-ı asker için bir davul, bir musiki sesi
işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi, hem umum halkın elemiyle müteellim olmasına bedel,
şu bahtiyar, hem kendi, hem umum halkın süruruyla mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce
bir ticaret eline geçer, Allah'a şükreder.(1)

İki adam arasındaki fark, uğursuzluğa yormak ve yormamak üzeredir. Birisi her şeyi güzele ve
imana uygun yorduğu için, onun nazarında her şey güzel ve talihli oluyor. Diğeri ise, her şeyi kötüye
ve inkara uygun bir şekilde yorduğu için, onun aleminde her şey kötü ve talihsiz oluyor. Bedbinlik
tabiri bir cihetle uğursuz ve kötü bakış ve yorum anlamındadır.

"Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören
hayatından lezzet alır."(2)

Yani "çirkin gören çirkin düşünür çirkin düşünen de hayattan elem ve azap duyar." Müslüman
için dünyaya gelmek askere alınmaya, ölüm ile dünyadan göçmek de askerden terhis edilmeye
benzetiliyor. Malum, bizim örfümüzde askere gitmek de askerden terhis olmak da güzel ve neşeli
addedilir. Öyle ise Müslümanın dünyaya ibadet ve kulluk için gelmesi ve daha sonra kulluğunun
neticesi olan cennete ölüm tezkeresi ile gitmesi de hak ve güzeldir. Kafirler ve münkirler meseleye
böyle bakmadığı için, gelmek de gitmek de onların nazarında azap ve elemdir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, İkinci Söz
(2) bk. Münazarat, Sualler ve cevaplar

"Bütün mevcudât, o mü'minin nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve


Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost memuru,
birer şirin kitâbıdır." cümlesini açar mısınız?
Kainat bir saraydır. İnsanlar ve cinler ise, en önemli misafirlerdir. Sarayın sahibi ve mihmandar
ise, kainatın Rabbi olan Allah'tır. Herhangi bir sarayda misafirlere hizmet eden hizmetkarlar olduğu
gibi, bu kainat sarayında da bitkiler, hayvanlar ve melekler de, misafirlere hizmet eden birer
hizmetkardırlar. Her bir bitkinin ve hayvanın insana nasıl hizmet ettiği, izahtan vabestedir. Melekler
ise, yine gaybi olarak insanlara ya doğrudan veya dolaylı olarak hizmet etmektedirler.

Memur; kendisine emredilen, bir amirin emri altında çalışan demektir. Bu zaviyeden bakılınca başta
insan olmak üzere her varlık bir memurdur. Ancak, insanın diğer varlıklardan farkı ve üstünlüğü
vardır. Zira diğer varlıklar insanın hizmetine memur kılınmıştır. Yani insan sair mahlukata bir amir
konumundadır. İstediğini yer, istediğini çalıştırır ve hakeza...

Mevcudatın nasıl birer kitap olduğu konusuna gelince;

Kitap ve yazmak, birbirine çok yakın iki kelime. Kitap, manaların şifrelendiği ve muhataba
ulaştırılması hedeflendiği için anlamlı. Yazmak ise, bir tür şifreleme ve manaya kılıf geçirmek. Bu
bakışla her bir beste, giyilen elbiseler, özenle yapılan yemekler, yani kabiliyetlerle şekillenen her fiil
aslında yazılan bir cümle.

Güzellikler, potansiyel kabiliyetler bir şekilde dışa vuracak: Beste tarzında, roman tarzında, şiir
tarzında, tablo tarzında... Bütün güzellikler kabiliyetince ifadesini bulacak, muhataba ulaşacak ve
kendi tarzında cümlelere dökülecek. Bu bakışla; ağlayan bebek, tebessüm eden dost, ciğeri yakan
nağme ve cümleler, depremler, savaşalar... hepsi bir mesaj, bir harf, bir cümle.

Bu mesajlar içinde idrak sahibi olmak hem çok ağır bir yük hem büyük bir şeref. Çünkü
çevremizdeki her şeyin bir mesaj olduğunun farkında olmak, kainatı bizim için yazılmış bir
kitaba dönüştürüyor. Kainatın Sultanı bizi muhatap alıyor, bize önem veriyor ve çiçeklerin,
yıldızların, tebessümlerin diliyle bizi sevdiğini ifade ediyor.

Kainat, denizden atlasları, yıldızlardan incileri, rengarenk çiçeklerle bezenmiş örtüleriyle özenerek
hazırlanmış bir kitap. Bizim varlığımız hem kitap içinde bir harf olarak, hem bu kitaba muhatap
olarak önemsenmiş ve önemsendiğimiz, varlıklar diliyle ifade edilmiştir...

"Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve


paydostan gelen şükür ve tefrih veya işlemek neş’esinden neş’et
eden nağamattır..." cümlesinin izahını yapar mısınız?
"Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür
ve tefrih veya işlemek neş'esinden neş'et eden nağamattır."(1)

Nasıl asker adayları, askerlik vazifesine başlarken, davul ve zurna eşliğinde gönderilir. Aynı
şekilde kainattaki bütün sesler de, mevcudatın vazifeye başlamasındaki zikir ve tesbihlerdir. Yani
mevcudat, Allah’tan vazife almanın neşvesi ile hali ve kali zikir ve tesbihler yapıyor.
Yine askerlik vazifesini bitirmiş bir asker, vazifesini tamamlamanın verdiği bir ferahlık ve asıl
vatanına dönmenin verdiği bir neşe ve sevinç, askerde büyük bir şükür ve ferahlık hissi oluşturur.
Aynen bu askerin haleti gibi, bütün mevcudat şu kainat kışlasında vazifesini bitirmenin şükür ve
ferahlığını, kendine has ses ve üsluplarla ifade ediyor. Üstad, kainatta duyulan sesleri, iman kulağı ile
bu şekil okuyor, dinliyor.
Bu manzara Risalelerde şöyle tasvir edilmiştir:

"Şimdi, bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara; yerden, dağlardan kaynamaları tesadüfî


değildir. Çünkü, onlara terettüb eden âsâr-ı rahmet olan faydaların ve semerelerin
şehâdetiyle ve dağlarda bir mîzan-ı hâcetle iddiharlarının ifadesiyle ve bir mîzan-ı hikmetle
gönderilmelerinin delâletiyle gösteriliyor ki, bir Rabb-i Hakîmin teshîriyle ve iddiharıyladır.
Ve kaynamaları ise, Onun emrine heyecanla imtisâl etmeleridir."

"Şimdi, yerdeki bütün taşların ve cevâhirlerin ve mâdenlerin envaına bak. Bunların


tezyinâtları ve menfaatli hâsiyetleri bir Sâni-i Hakîmin tezyini ile, tertibi ile, tedbîri ile,
tasviri ile olduğunu onlara müteallik hakîmâne faydaları ve mesâlih-i hayatiye ve
levâzımât-ı insaniye ve hâcât-ı hayvaniyeye muvâfık bir tarzda ihzârları gösteriyor."

"Şimdi, çiçeklere, meyvelere bak. Bunların gülümsemeleri ve tatları ve güzellikleri ve


nakışları ve koku vermeleri bir Sâni-i Kerîmin, bir Mün'im-i Rahîmin sofrasında birer
tarife, birer dâvetnâme hükmünde olarak muhtelif renk ve koku ve tatlarla her neve ayrı
ayrı tarife ve dâvetnâme olarak verilmiştir."

"Şimdi, kuşlara bak. Onların söyleşmeleri ve cıvıldaşmaları, bir Sâni-i Hakîmin intak ve
söyletmesi olduğuna delil-i katî ise, hayret verir bir tarzda birbirine o seslerle müdâvele-i
hissiyât ve ifade-i maksad etmeleridir."

"Şimdi, bulutlara bak. Yağmurun şıpıltıları mânâsız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök
gürlemesi boş bir gürültü olmadığına katî delil ise; hâlî bir boşlukta o acâibi icâd etmek ve
onlardan âb-ı hayat hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtaç ve müştak
zîhayatlara emzirmek gösteriyor ki, o şırıltı, o gürültü gayet mânidar ve hikmettardır ki;
bir Rabb-i Kerîmin emriyle müştaklara o yağmur bağırıyor ki, "Sizlere müjde, geliyoruz!"
mânâsını ifade ederler."

"Şimdi göğe bak, gök içinde hadsiz ecrâmdan yalnız kamere dikkat et. Onun hareketi bir
Kadîr-i Hakîmin emriyle olduğu, ona müteallik ve yeryüzüne âit mühim hikmetlerdir ki,
başka yerde beyân ettiğimizden, kısa kesiyoruz."(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, İkinci Söz
(2) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirminci Pencere
"Bütün zihayat firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir.
Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan başı bozuklardır."
cümlesini Üstat hangi risalelerde, nerelerde izah ediyor?
"Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık, gafildir. Şu dünya, onun
nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zevâl sillesiyle ağlayan
yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır.
Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha
bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş’et edip onu
mânen tâzip eder."
"Diğer adam ise, mü’mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu
dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins
ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır..."(1)

Risale-i Nur'un bir çok yerinde iman ile küfrün muvazeneleri yapılmaktadır. Hatta bu kıyas ve
muvazeneler “İman Küfür Muvazeneleri” adı ile küçük bir kitapçık şeklinde basılmıştır.

Evet, küfrün karanlıklı bakışı ile hadiselere bakılırsa her şey karmaşık ve anlaşılmaz olur; bu da
insanın kalp ve ruh dünyasında müthiş bir ıstırap ve elem oluşturur. Oysa iman, hakikatleri insana
gösteren bir nur ve bir ışıktır.
Şayet iman nuru ve ışığı insanın olaylara bakışında rehber olmaz ise, olayların manasını ve
hakikatini kavrayamaz. Mesela inkar ve küfür nazarında ölüm bir hiçtir ve yokluktur. Zamanın akıp
gitmesi, varlıkları yokluk derelerine yuvarlayan dehşetli bir sel gibidir. Geçmiş, varlıkların yokluk
mezarlığı hükmündedir. Gelecek ise karanlık ve insanın başına hangi musibetleri getireceği
bilinmeyen bir endişe noktasıdır.

İman nazarında ise, ölüm saadeti ebediyenin başlangıcı, daimi bir memlekete açılan bir kapı
hükmündedir. Zamanın akıp gitmesi ise askerlikteki terhis gibi vazifesini bitiren, manasını gösteren
varlık aleminin kararlı ve daimi bir memlekete, yani vatanı aslileri olan cennete gitmek için bir vasıta
ve araçtır. Aynı şekilde imanlının nazarında geçmiş yokluk kuyusu değildir, hiçbir mahluk varlıktan
sonra ebedi hiçliğe gitmiyor.

Gelecek ise, karanlık ve insana endişe üreten bir nokta değil tam tersi vazifesini bekleyen ve varlık
alemine çıkmayı bekleyen plan ve programlarla doludur. İşte imanın nuru ve bakış açısı, olayların ve
nesnelerin hakikat-i halini ve gerçekliğini, insanın nazarına takdim ediyor. İman hayata ve nazara
nur ve ışık oluyor.

Küfrün nazarında insan sahipsiz, amaçsız, başıbozuk avere dolaşan bir canavar iken, imanın
nazarında sahipli, amaçlı ve bir gaye etrafında hareket eden aziz bir misafir, ulvi bir halifey-i
zemindir. İnsanın kalp ve kafasında iman yoksa, dünyanın bütün saltanatı onun olsa bir işe yaramaz,
manevi cihazlarının boşluğunu dolduramaz.
(1) bk. Sözler, İkinci Söz.
"Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir,.."
ifadesini nasıl anlamalıyız?
Bu ifade ile imansız bir nazarla kainata bakıldığında ortaya çıkan tablo, anlatılmaktadır. Yoksa,
imanlı bir nazarla bakıldığı zaman bu tablo tamamen değişecektir.

Allah'ı bilmeyen ve ahirete inanmayan insanlar, bir terhis teskeresi olan ölümü, musibetleri ve
hastalıkları ebedi ayrılık, yetimlik, yokluk olarak algılayacak ve acınacak bir duruma düşeceklerdir.
Âdeta bir ecel pençesi herkesin başında duruyor ve zamanı geldiğinde onu paramparça edip yok
ediyor gibi görünüyor. Halbuki gerçek hiç de böyle değildir. Bu konunun detayı On Yedinci
Lem'anın Beşinci Notasında izah edilmektedir.

"Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan yetimlerdir.


Hayvan ve insan ise; ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz
başıbozuklardır." cümlelerini açar mısınız?
"Ey nefsim! Bil ki, evvelki adam, kâfirdir. Veya fâsık, gafildir. Şu dünya, onun
nazarında bir matemhane-i umumiyedir. Bütün zîhayat, firak ve zeval sillesiyle ağlayan
yetimlerdir. Hayvan ve insan ise, ecel pençesiyle parçalanan kimsesiz başıbozuklardır.
Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müthiş cenazeler hükmündedirler. Daha
bunun gibi çok elîm, ezici, dehşetli evham, küfründen ve dalâletinden neş'et edip onu
mânen tâzip eder."(1)

Yetimliği acıklı ve hüzünlü kılan şey; himayesizlik ve kimsesizliktir. Kafirin küfür dünyasında
her şey yetimdir derken, Allah’ı tanımadığı için, her şeyin himayesiz ve kimsesiz olduğunu ve her
şeyin ölümle yokluğa ve hiçliğe gittiğine inandığı için sürekli ayrılık ve yokluk acısı çektiğini ifade
ediyor. İnsan, bütün kainatla ilgili olduğu için, kainatın herbir cüzünün ayrılık ve yokluk hali, insana
azap ve sıkıntı veriyor.

Halbuki iman nazarı ile baksa, her şeyin himayesi ve hayatının devamı Allah’a bağlıdır. Sonsuz
şefkat sahibi olan Allah, mahlukatına bizden daha ilgili ve şefkatlidir; elbette onları ebedi hiçliğe ve
yokluğa atmaz deyip, o dehşetli azap ve sıkıntılardan korunur. Yetim gibi ağlayıp sızlamaz.

Hayvan ve insanın ecel pençesi ile parçalanan kimsesiz başıbozuklar olması da; aynı mananın hususi
ifadesidir. Yani; kafirin nazarında insan ve hayvan da, tesadüf olan ecelin elinde yokluğa ve hiçliğe
atılan kimsesiz ve zavallı mahluklardır.

(1) bk. Sözler, İkinci Söz

"Demek selamet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imandadır."


cümlesinde; selamet ile İslâmiyet ve emniyet ile iman arasında nasıl
bir münasebet vardır?
“İmana gel ki kederden emin olasın, kadere teslim ol ki selamette kalasın.”
İman ile “emniyet”, İslam ile “teslimiyet”, kelime olarak, aynı kökten gelirler.

Üstad bir risalesinde iman ile Sultan-ı Kâinata intisap eden bir adamın kimseden pervası, korkusu
olamayacağına vurgu yapar. Bütün mahlukat Allah’ın hükmü altındadır, O’nun mülkü ve O’nun
memlûküdürler. İman ile Allah’a sığınan kimse, Onun askerleri hükmünde bulunan varlıklardan ve
olaylardan korkmaz; emniyetli bir hayat yaşar. Hastalıklar onun için günahlara kefaret ve manevî
dereceler kazanmaya sebeptir. Ölüm, bir terhis tezkeresidir; ruhun serbest kalmasıdır, kabir ise
“cennet bahçelerinden bir bahçedir.”

Böyle bir insan, her türlü kederden emin olmuş demektir. Şu var ki, imandan gelen bu emniyete
kavuşmak için İlâhî hükümlere teslim olmak, yani İslâm’ın emirlerine uymak ve yasaklarından
kaçınmak gerekir. Padişaha inanan bir kişinin onun emirlerine isyan etmesi, onu padişahın
hapishanesine gitmekten kurtarmaz. İmanla İslâm, yani inanmak ve inandığı gibi yaşamak birlikte
olmalıdır.

"Diğer adam ise mü´mindir. Cenab-ı Halık'ı tanır, tasdik eder.


Onun nazarında şu dünya bir zikirhane-i Rahman, bir ta'limgah-ı
beşer ve hayvan ve bir meydan-ı imtihan-ı ins ü candır." Bu
ifadeleri devamı ile birlikte açıklar mısınız?
"Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu
dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins
ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler,
bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler-ta yeni
vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar. Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise,
ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur
asker, birer müstakim memnun memurlardır."(1)

İman, varlığın hakikatini insana gösteren bir nur ve bir ışıktır. Şayet iman nuru ve ışığı insanın
olaylara bakışında rehber olmaz ise, olayların manasını ve hakikatini kavrayamaz.
Mesela, inkar ve küfür nazarında ölüm bir hiç ve bir yokluktur. Zamanın akıp gitmesi, varlıkları
yokluk derelerine yuvarlayan dehşetli bir sel gibidir. Geçmiş, varlıkların yokluk mezarlığı
hükmündedir. Gelecek ise karanlık ve insanın başına hangi musibetleri getireceği bilinmeyen bir
endişe noktasıdır.
İman nazarında ise, ölüm saadeti ebediyenin başlangıcı, daimi bir memlekete açılan bir kapı
hükmündedir. Zamanın akıp gitmesi ise askerlikteki terhis gibi, vazifesini bitiren, manasını gösteren
varlık aleminin kararlı ve daimi bir memlekete, yani vatanı aslileri olan cennete gitmek için bir vasıta
ve araçtır.
Aynı şekilde imanının nazarında geçmiş, yokluk kuyusu değildir. Hiçbir mahluk varlıktan sonra
ebedi hiçliğe gitmiyor. Gelecek ise karanlık ve insana endişe üreten bir nokta değil, tam aksine
vazifesini bekleyen ve varlık alemine çıkmayı bekleyen plan ve programlarla doludur. İşte imanın
nuru ve bakış açısı, olayların ve nesnelerin hakikat-i halini ve gerçekliğini, insanın nazarına takdim
ediyor.
Nasıl ruh, insan bedenine hayat ve canlılık veriyor ise, iman da aynı şekilde insanın ruhuna ve
hayatına manevi bir hayat ve canlılık veriyor; her şeyin iç yüzünü ve hakikatini açan bir anahtar
hükmüne geçiyor.
(1) bk. Sözler, İkinci Söz

"Herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette


yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisât-ı umumiye şenliği
görüyor." deniyor. İkinci Söz'de geçen bu ifadeleri değerlendirir
misiniz?
Her iki kardeşin başından geçen olaylar aynı, ama algılama ve tesirleri taban tabana zıttır. İyi
huylu kardeş "Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." sırrınca başına gelen
bütün olayları güzel yorumlayıp güzel algıladı ve Allah da ona bu güzel anlayışına uygun bir
muamele sergiledi. Yani bütün o olayların gerçek yüzünü ve sırrını çözen ana iksir ve formül,
algılama ve bakış açısıdır. İyi huylu kardeş iman ve hidayetin nazarı ile olayları hep güzel
algılayınca, Allah ona mükafat olarak güzel muamelede bulundu.
Kötü huylu kardeş ise bütün o olayları çirkin ve tesadüf eseri olarak gördü ve öylece algıladı.
Yine "Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." sırınca Allah bu suizan sahibi
adama, zannı gibi muamele etti ve onu kötü düşüncelerinin ve algısının girdabına ve karmaşasına
bırakıverdi.
Bu sözün en can alıcı noktası, aynı olayları iki farklı bakış açısı ile yorumlamaktır ki, bu hadis
adete bu sözün ruhu ve hayatı gibidir.

"İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat telâkki
etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de
yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu meş'umu bu azapta bırakıp döneceğiz. Ta öteki
kardeşin halini anlayacağız."(1)

Mesela mümin, ölümü ebedi bir saadetin başlangıcı olarak görürken, kafir ölümü ebedi bir
yokluk ve hiçlik olarak görüyor. Allah mümine bu güzel zannından dolayı ebedi bir saadet verirken,
kafire de bu kötü zannından dolayı ebedi bir ayrılmak ve yok olmak telaşını ve endişesini
veriyor. "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." sırrı burada tam manasını ve
hükmünü icra etmiş oluyor.
İki kişi aynı olayla karşılaşıyorlar. Birisi dehşet alıp daha fena bir duruma düşerken, diğeri olaya
müspet ve iyimser bakmak sayesinde diğer arkadaşı kadar etkilenmiyor. Olaydan alınması gereken
çok ibretler ve dersler olduğu halde, talihsiz arkadaş bu derslere kulak tıkar gibi yanından geçiyor.
Sanki hiçbir riski ve derdi yokmuş gibi, yemek ve içmekten başka hiçbir şeyle alakadar olmuyor.
Evet, olaylara iman ve hidayet gözlüğü ile bakan birisi, her şeyin iyi ve güzel tarafını görür ve
onunla mutlu olur. Zahirde çirkin ve azap gibi duran şeyleri de kadere havale edip, tam bir teslimiyet
ve tevekkül ile o huzur ve mutluluğuna halel ve zarar verdirmez. Bu sebepledir ki, "Kadere iman
eden kederden emin olur." denilmiştir.
Kafasına ve kalbine iman ve hidayet gözlüğünü takmayan bir münkir ise, her şeyin ve her
hadisenin kötü ve çirkin tarafını görür ya da öyle algılar. Hayatı bir azap makinesine döner. Sefayı
unutur, kederi alır, hayatı zehir olur. Hayat kafir için bu kadar azaplı ve sıkıntılı iken, kafir sanki
hiçbir şey yokmuş gibi sadece oyun ve eğlencenin peşindedir ya da bu realiteleri onunla unutmak
istiyor. Arkasına ecel aslanı takılmış, önünde yılan ağzını andıran kabir kuyusu bulunan bir adamın,
iştahla dünyanın haram lezzetlerine dalması şaşılacak bir hayvanlıktan başka bir şey değildir.
"Ne ölüyor ki, kurtulsun, ne de yaşıyor..." ifadesi, kafirin hayattaki durumuna ve büyük bir
ikilem içinde olduğuna işaret ediyor.
Evet, iman her şeyi güzel gösteren bir iksir ve formül gibidir. Kim bu formülü ve iksiri elde
ederse, hem bu dünya hayatı hem de ebedi olan ahiret hayatı kurtulur. Aksi durumda olan insanlar ise,
keder ve azap yumağı içinde helak olurlar. Kafirin nefsine uyarak hiçbir şey yokmuş gibi eğlenmesi
geçici bir göz boyamadır.
İlk dokuz sözdeki hikaye ve temsillerin hepsi metafordur (mecazdır), ama bizim anladığımız
manada sıradan birer mecaz değiller. Bu temsil ve mecazların hepsi hakikate yakın ve hakikati bütün
boyutları ile gösteren bir dürbün ve mercek mesabesindedirler.
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz

"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin


olduğundan, bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir
memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba müthiş
adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar..."
izahı?
"Hodbin adam hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin olduğundan, bedbinlik cezası
olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki, her yerde âciz bîçâreler, zorba
müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vâveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde
böyle hazin, elîm bir hali görür. Bütün memleket bir matemhane-i umumî şeklini almış.
Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz.
Çünkü herkes ona düşman ve ecnebî görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve
meyusâne ağlayan yetimleri görür. Vicdanı azap içinde kalır."(1)

Mümin, her şeyi güzele ve imana uygun bir şekilde yorumladığı için, onun nazarında her şey güzel
ve talihli oluyor. Kafir ise her şeyi kötüye ve inkara uygun bir şekilde yorduğu ve olaylara öylece
baktığı için onun aleminde her şey kötü ve talihsiz oluyor.
Bedbinlik (karamsarlık) tabiri, uğursuz ve karamsar bakış ve yorum anlamındadır. Hodbin, her
şeye kendi menfaat ve benliği penceresinden bakan demektir.
Hodgam, sadece kendi gamı ile kendi çıkarı ile tasalanan, başkalarının gam ve kederini
hissetmeyen önemsemeyen adam demektir.
Hodendiş, sadece kendi ile ilgilenip kendi ile endişelenen demektir. Başkalarını hiç
önemsemeyen ve onlar hakkında endişe duymayan bencil demektir.
Allah, böyle bencil ve kendine tapar derecede bağlı olan insanları cezalandırmak için alemin
rengini siyahlandırıyor, her şeyi karanlık perdesine sarmalıyor. Bu yüzden kafir küfür gözlüğü ile
aleme nazar ettiği için her şeyi çirkin ve zulümatlı görüyor.
Mesela ölüm mümin için ebedi saadetin başlangıcı ve kapısı iken, kafirin gözünde ebedi bir idam
ve yok oluştur. Kabir, kafir için bir hiçlik kuyusu, Mümin için ebedi bir cennet bahçesidir. Daha buna
benzer her olayda iman ve küfrün müthiş bir bakış farklılığı vardır.
Halbuki Üstad Hazretleri şu ibareleri ile aleme nasıl bakılması gerektiğine işaret ediyor:

“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen güzel rüya görür. Güzel rüya gören
hayatından lezzet alır."(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, İkinci Söz
(2) bk. Münazarat, Sualler ve cevaplar

"Hodbîn adam, hem hodgâm, hem hodendiş, hem bedbin


olduğundan bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir
memlekete düşer." deniyor; karamsar olmak suç mu?
Buradaki kilit kelime; “nazarında” ifadesidir ki, şimdilerde bu kavram yerine “bakış
açısı” ifadesi kullanılıyor.
Aslında iki yolcudan ikisi de aynı memlekete düşüyor. Fakat kendi nazarlarında memleketin hali
değişiyor. Tıpkı kırmızı renkli camları olan bir gözlükten bakılınca bütün herşey kırmızı göründüğü
gibi.
Birinci adam itikatsızlığından dolayı kötümser, karamsar, ümitsiz bakış açısına sahiptir. Dolayısı
ile bu bakışı bütün varlığa yansıyor. Gülmeyi ağlamak, terhisatı soymak zannediyor.
Diğeri ise güzel ahlaklı ve itikadı doğru olduğundan, etrafındaki şeylerin hakiki manalarını
görüyor. Gülmeyi gülmek, terhisatı terhisat görüyor. Bu mana Yirmi Üçüncü Lem'a'da şöyle ifade
izah ediliyor:

“Evet, herkes kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak, insanı kâinat için bir
mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş;
o âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ, gayet meyus ve
matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür. Gayet sürurlu
ve neş’eli, müjdeli ve kemâl-i neş’esinden gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü
gibi; mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten
mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle
veya inkârla ibadeti terk eden adam, mevcudatı, hakikat-i kemâlâtına tamamıyla zıt ve
muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve mânen onların hukukuna tecavüz eder.”(1)

Hikayede karamsar bakış açısı, kafirlerin dünyaya bakış açılarını simgeliyor. Çünkü kafirler
Allah'ı ve ahireti inkar ettiğinden, kainatta ölüm teskeresiyle ahirete giden canlıları görünce, onların
yok olduklarını düşünüyor. Allah'ı tanıyan ve tespih eden mevcudatı, hadsiz cenazeler suretinde
görüyor.
Hikayedeki Hüdabin bakış açısı ise müminlerin bakış açısını temsil ediyor. Müminin nazarında
bütün mevcudat dost ve kardeştir. Dağlar taşlar gibi büyük cirimler Allah'ı tespih eder. Bütün
ölümler terhistir, ebedi bir aleme gitmektir.
Görüldüğü gibi kainatta gördüğümüz mana, bakış açımıza, yani itikad-ı kalbimize göre
değişiyor. Kafir, aynı kainata bakıp cehennemi bir halet yaşarken; mümin aynı kainata bakıp, cennete
gitmeden cenet esintilerini alabiliyor.
Sürekli karamsar bir ruh halini taşımak, sağlıklı bir durum değildir. Zaman zaman yaşadığımız bir
takım olaylardan elbette etkilenir ve üzülürüz. Hatta bir süre karamsar da oluruz. Ancak burada
anlatılan karamsarlık, herhangi bir olayın neticesi değil, kişinin inancından ve inancın bakışa
yansımasından kaynaklanan bir karamsarlıktır ki, kendini yetim, öksüz, yalnız, kimsesiz, sebeplerin
önünde, bir meçhule doğru giden biri olarak algılamaktır. İman edip, itikadını değiştirdiği takdirde,
bu bakış tamamen değişir ve huzura dönüşür.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Üçüncü Lem'a

"İman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor. Küfür ise


manevi bir Zakkum-u Cehennem tohumu saklıyor." Bu cümlelerde
geçen, taşımak ve saklamak ifadelerini izah eder misiniz?
İman ve imana dair fiillerin ve amellerin güzelliği, apaçık ortadadır. Meşru dairede yaşamanın
huzur kaynağı olduğu, inanan ve inanmayan herkes tarafından -vicdanı tefessüh etmemek
şartıyla- kabul edilmektedir. Dolayısı ile imandaki güzellik ve imanın gerekleri olan ameller, bir
ağacın, meyvelerini netice vermesi gibi netice vermektedir.

Ama küfür ve küfrün çirkinliği ve zararları ise, net bir şekilde görünmüyor. Zahiren, serbest ve rahat
bir hayat gibidir. Her istediğini yapabilirsin. Üstad'ın ifadesi ile: "Zahiri bir hiffet ve rahatlık
vardır..." İçine giren daha iyi anlar. Tıpkı, zehirli bala benzer. Görünüşte tatlıdır, ama yedikten sonra
karın sancısı çektirir. Kısacası, sinsi ve gizlidir. Bu sebepten "saklamak" ifadesi kullanılmıştır.

"İman bir manevi Tuba-i Cennet çekirdeği taşıyor. Küfür ise


manevi bir Zakkum-u Cehennem tohumu saklıyor." ifadesinde
'çekirdeği taşımak' ile 'tohumu saklamak' denilmesinde ne gibi bir
incelik olabilir?
Edebiyatta aynı kelimeyi sıkça kullanmaktansa ona eş veya yakın anlamlı kelimeler kullanmak
tercih edilir. Belağatın zirvesinde olan Kur’andan şu ayete bakalım: “Nuh, kavmi içinde elli yıl
eksiğiyle bin sene kaldı...”(Ankebut, 14)

Burada yıl ve sene birbiri yerine kullanılabilen kelimeler olmakla beraber her ikisinde farklı kelime
kullanılması tercih edilmiştir. Bu ise manada bir zenginliktir.

Ayrıca, tohum küçük bitkiler için, çekirdek ise genelde daha büyükleri için kullanıldığından cennetin
azamet ve büyüklüğüne işareten cennet için çekirdek kelimesi kullanılmış olabilir.

"İman öyle bir iksirdir ki insanı bütün kainatla dost ve ahbap


yapar; her şeye karşı bir ülfet ve ünsiyet kazandırır." İnsanın
kendini yalnız hissetmesi iman zayıflığından mı kaynaklanır?
İkinci Söz'de bu mu anlatılıyor?
İman öyle bir iksirdir ki insanı bütün kainatla dost ve ahbap yapar; her şeye karşı bir ülfet
ve ünsiyet kazandırır. İmanı kuvvetli olan bir Müminin nazarında her mahluk Allah’ın müstakim
birer memuru, dost bir hizmetkarıdır. Kainatın her tarafı şuur sahibi melekler ve ruhaniler ile
şenlenmiştir. Hal böyle olunca, Mümin şu alemde vahşet ve yalnızlık çekmemek gerekir.

Lakin imanın bu kemal manaları her Müminde tam tecelli etmediği için, bu ünsiyet ve dostlukları tam
idrak edemiyor. Bu da imanın kuvvetsiz ve zayıflığından dolayıdır. Öyle ise en güzel ve önemli yol,
imanımızı tahkiki bir surete çevirip kuvvetlendirmektir. Bu zamanda Risale-i Nurlar bu imanı ve
bu imandaki kemal halleri verebiliyor.

Manevi ve ruhi hastalıkların büyük bir kısmı iman zaafı ve ibadetlerin eksikliklerinden ortaya
çıkıyor. Nasıl maddi beden, gıdasız kalınca hastalanıyor ise, manevi cihaz ve duygularımız da zikirsiz
ve ibadetsiz kalınca bir takım manevi hastalıklara ve sıkıntılara sebebiyet veriyor. Bütün manevi
hastalıkların ve sıkıntıların reçetesi tahkiki imanı elde etmek ve bunun gereği olan ibadetleri kemali
ile ifa etmektir.

Üstad Hazretlerinin şu ifadeleri bu manayı çok güzel özetliyor:

"Diğer adam ise, mü'mindir. Cenâb-ı Hâlıkı tanır, tasdik eder. Onun nazarında şu
dünya bir zikirhane-i Rahmân, bir talimgâh-ı beşer ve hayvan, ve bir meydan-ı imtihan-ı ins
ü cândır. Bütün vefiyât-ı hayvaniye ve insaniye ise, terhisattır. Vazife-i hayatını bitirenler,
bu dâr-ı fâniden, mânen mesrurâne, dağdağasız diğer bir âleme giderler, ta yeni
vazifedarlara yer açılsın, gelip çalışsınlar."

"Bütün tevellüdât-ı hayvaniye ve insaniye ise, ahz-ı askere, silâh altına, vazife başına
gelmektir. Bütün zîhayat, birer muvazzaf mesrur asker, birer müstakim memnun
memurlardır."
"Bütün sadâlar ise, ya vazife başlamasındaki zikir ve tesbih ve paydostan gelen şükür ve
tefrih veya işlemek neş'esinden neş'et eden nağamattır. Bütün mevcudat, o mü'minin
nazarında, Seyyid-i Kerîminin ve Mâlik-i Rahîminin birer mûnis hizmetkârı, birer dost
memuru, birer şirin kitabıdır. Daha bunun gibi pek çok lâtif, ulvî ve leziz, tatlı hakikatler,
imanından tecellî eder, tezahür eder."(1)

(1) bk. Sözler, İkinci Söz.

"O takva sahipleri öyle kimselerdir ki, gayb’a iman ederler..."


Takva sahiplerinin gayba iman etmeleri, niçin bir özellik olarak
nazara veriliyor? İman ile gayb arasındaki münasebeti nasıl
anlamalıyız? Gaybtan maksat nedir?
Takva üçe ayrılıyor. Şirkten takva (Allah’a ortak koşmaktan sakınmak), masiyetten
takva (günahlardan uzak durmak), masivadan takva (kalbe Allah sevgisinden ve Allah korkusundan
başka sevgilerin ve korkuların girmesinden sakınmak)
“Takva sahipleri” denilince bu üç tehlikeden sakınan, uzak duran kimseler anlaşılır.

Takva sahipleri tarif edilirken, ilk özellik olarak, gayba iman etmeleri nazara verilmektedir.

İmanın bütün rükünleri gaybdır.

“Gabya iman ederler.” ifadesi için iki ayrı mana veriliyor:

Birincisi, “Onlar görmedikleri halde iman ederler; akla, mantığa, delillere dayanarak iman
ederler.”

Diğer mana ise, “Onlar gıyaben dahi iman ederler. Yani, münafıklar gibi sadece insanların
arasında değil, yalnız başlarına kaldıkları, kimsenin görmediği, bilmediği hallerde de iman
ederler.”

Gaybın bir manası da ancak Allah’ın bildiği, kimsenin bilemeyeceği hakikatlerdir ki bunlar imana
konu değillerdir.

Gayba iman konusunda Elmalılı Hamdi Yazır, tefsirinde şu açıklamayı getirir:


“Bizce gayb, görülemeyen değil, görülmeyen demektir. Biz delilsiz olan gayba değil, delili
olan gayb-ı makule iman ediyoruz.”

Takva sahipleri gayba iman ederler.

Allah'tan korkarlar, isyandan çekinirler.


Her amellerinin meleklerin gördüğünü ve yazdığını düşünür, yanlışlık yapmaktan korkarlar.

Kitaplara iman, onları Kur’ana aykırı işler yapmaktan alıkoyar.

Peygamberlere iman, onları Allah Resulünün (asm.) yolundan ayrılma tehlikesine karşı uyanık tutar.

Ahirete iman, onlara bu dünyanın fani bir misafirhane, bir imtihan salonu olduğunu bildirir, ahirette
azabı netice verecek işlerden ve davranışlardan onları korur.

Kadere iman ise onlara kendi vazifelerini yapıp Allah’ın işine karışmama, O’nun takdirine razı olma
şuuru verir. Sabırsızlıktan, şekvadan, itirazdan onları muhafaza eder.

"Zira, nihayet derecede âdil, merhametkâr, raiyet-perver,


muktedir, intizam-perver, müşfik bir melikin memleketi, hem bu
derece göz önünde âsâr-ı terakkiyat ve kemâlât gösteren bir
memleket, senin vehminin gösterdiği sûrette olamaz." izahı?
Her şey gibi dünyayı da gerçek manasının ve aslî mahiyetinin dışında değerlendirmeyi akıl kabul
etmez. Akıl dışı şıklar, “zan, cehalet veya vehim” ile ifade edilirler.

Dünya nedir, niçin yaratılmıştır? Bu konuda On Yedinci Söz’de dünyanın bazı cihetleri şöyle nazara
verilir:

"Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının
zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git."

"Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrefatını at, ehemmiyet
verme."

"Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli
edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını
sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı kes."

"Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış-verişini yap, gel ve senden kaçan ve sana iltifat
etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma."

"Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise, nazar-ı ibretle bak ve zahirî çirkin yüzüne
değil; belki Cemil-i Bâki'ye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh
yap, dön ve o güzel manzaraları irae eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla
akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme."
"Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç,
şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git. Herzekârane
fuzulî bir Sûrette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle manasız uğraşma
ve geçici işlerine bağlanıp boğulma."

Dünyanın aslî mahiyeti bu gibi hakikatler iken, onu bu gerçeklerin dışında yorumlamak vehimden
başka bir şey değildir.

Dünya, fani bir misafirhane olduğu halde onu ebedî bir mesken olarak görmek ancak vehimdir, akıl
buna ihtimal vermez ve bu şıkkı reddeder.

Yine dünyada her şey bize İlâhî bir rahmet iken, güneşten, havadan, sudan, bitkilerden ve
hayvanlardan sürekli faydalandığımız halde, dünyanın hikmetsiz ve rahmetten uzak bir belde olduğunu
düşünmek de vehimdir.
“Cansız varlıkların canlıların imdadına, bitkilerini hayvanların yardımına, hayvanların
insanların hizmetine koştukları” açıkça görüldüğü halde, dünyayı bir mücadele meydanı olarak
görmek ve “Hayat cidaldir.”demek de vehmin ürünüdür.

“Bir harfin kâtipsiz, bir iğnenin ustasız olamayacağını” her akıl kabul ettiği halde, bu kâinatı
sahipsiz, tasadüfen var olmuş değersiz bir varlık olarak görmek de yine vehmin sonucudur.

Bu kâinat, her insanın farklı şekilde vehmettiği, ne olduğu bilinmez bir ülke değildir. Onu yapan ve
yaratan Zât, ondaki manaları ders veren kitaplar indirmiş, peygamberler göndermiş ve onu vehimlerin
tasallutundan kurtarıp iman ehline hakikati olduğu gibi göstermiştir.

Dünya ahiretin tarlası ve bir imtihan salonu olunca, bu alemde her çeşit lezzeti ve saadeti
tadacağımızı vehmetmek, hadiseleri yanlış değerlendirmemize yol açar. Bu nazarla baktığımızda
musibetlere, hastalıklara, ihtiyarlığa ve ölüme bir mana veremeyiz ve bu olaylar hakkında gerçek dışı
düşüncelere sapabiliriz.

“Bazı hadiselerin bizzat güzel, bazılarının ise neticeleri itibariyle güzel” olduklarını bilsek,
hastalıkları günahlarımıza kefaret, ölümü bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısı olarak görebilsek
dünya hayatımız da saadet içinde geçer.

Dünya hayatını gerçek manasının aksiyle değerlendirmek vehimdir, insanı aldatır, oyalar ve rahatsız
eder.

''İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük


bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen..." deniyor.
Buradan, iman ettiğimiz şeyler -haşa- mevcut olduğu için değil de,
öyle iman ettiğimiz için huzur buluyoruz, şeklinde anlaşılıyor?
Nasıl ki, bazı ilaçlar, hasta bir uzvu iyi ederken, başka bir uzvu da yan etkisi ile yıpratıyor. Tıpkı
bunun gibi, ama aksi olarak, iman da saadeti ebediyeye bir ilaç iken, yan ama faydalı bir etki olarak
dünyaya da müspet tesir ederek saadeti temin ediyor. Zira iman cennetin küçültülmüş bir şeklidir;
kalbe girdiği zaman hem dünyada hem ahirette mutlak bir nur ve saadet oluyor.
Batılı filozof Kant’ın iddia ettiği gibi, din sadece dünya saadetine bakan pragmatist bir araç ve
olgu değildir. Din, hem dünya hem de ahiretin bir huzur ve saadet vesilesidir.
Üstad Hazretleri İman ve Küfür Muvazeneleri'nde imandaki dünya saadetini ya da küfürdeki
dünyevi azabını şu şekilde izah ediyor:

"Kur'ân-ı Hakîmin sırr-ı i'câzıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada bir
mânevî cehennemi dalâlette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada mânevî bir cennet
bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde mânevî
elîm elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i Şeriatın amelinde cennet
lezaizi gibi mânevî lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet ehlini ve dalâlete düşenleri
o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hal var."

"Birincisi: Âkıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti ileride bir batman lezzetlere tercih
eden hissiyat-ı insaniye akıl ve fikre galebe ettiğinden, ehl-i sefaheti sefahetten
kurtarmanın çare-i yegânesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlûp etmektir.
ٰ ‫ﺴﺘَِﺤﱡﺒﻮَن اْﻟَﺤ‬
Ve ‫ﻲوةَ اﻟﱡﺪْﻧﯿَﺎ‬ ْ َ‫ ﯾ‬âyetinin işaretiyle, bu zamanda âhiretin elmas gibi nimetlerini,
lezzetlerini bildiği halde, dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman
iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i
yegânesi, dünyada dahi cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki, Risale-i Nur o
meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve
sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan sonra ve Cehennemin
vücudunu ispat ile ve onun azabıyla insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek yoluyla
ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da,“Cenâb-ı Hak Gafûrü’r-
Rahîmdir, hem Cehennem pek uzaktır.” der, yine sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu
hissiyatına mağlûp olur."

"İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü
neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru
lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip, aklı başında olanları tevbeye sevkeder. O
muvazenelerden, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuz İkinci
Sözün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvazene, en sefih ve dalâlette giden adamı da
ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor. Meselâ, Âyet-i Nurda, seyahat-i hayaliye ile hakikat
olarak gördüğüm vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen Sikke-i
Gaybiyenin âhirine baksın."(1)

Akılları gözüne inmiş ve maddeci olan bu zaman insanını, sadece cennet sevdası ve cehennem
korkusu ile ıslah etmek çok zor olduğu için, Üstad Hazretleri iman ve küfrün dünyadaki neticelerini
göstererek mükemmel bir ıslah tarzı geliştirmiş. Yoksa sırf dünyaya ait mutluluk nazara verilmiyor.
Bu tarz ifadeler materyalist olan nefsi ıslah ve yola getirmek içindir.
(1) bk. Hutbe-i Şamiye, Mukaddeme
Üçüncü Söz
Ahiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah'a asker
olmaktadır; cümlesinde ne demek istenmiştir?
Kainata ve içindekilere iman nazarı ile bakılırsa her şey saadet ve huzur kaynağı; küfür
nazarı ile bakılırsa her şey karanlık ve azap kaynağıdır. Mümin, iman gözlüğü ile kainata ve olaylara
baktığından, her şeyde bir huzur ve saadet bulurken, kafir ise küfür gözlüğü ile kainata ve olaylara
baktığı için, o da her şeyde bir acı ve azap görüyor.
Denebilir ki, iman dünyada mümine küçük bir cennet hayatı, küfür ise kafire küçük bir cehennem
hayatı yaşatıyor. İman her şeyi dost yaparken, küfür her şeyi düşman yapıyor.
İman nurlu ve ışıklı bir gözlük olduğu için, bu gözlük ile kainata bakıldığında her şeyin içyüzünü
ve hakikatini gösteriyor. Küfür ise karanlıklı ve zulümatlı bir gözlük olup her şeyi çirkin ve kötü
gösteriyor. İşte bu cümlenin esas noktası bu manaya işaret ediyor.
Mesela kafir, ölümü yokluk ve hiçlik görürken, mümin ebedi saadetin başlangıcı ve girişi olarak
görüyor. Müminin bu inancı ona manevi bir cennet hali ve lezzeti veriyor. Yani cennet küçültülse
iman olur, iman büyütülse cennete dönüşür, formülü ile bu meseleyi izah edebiliriz. Aynısı küfür ile
cehennem arasında da mevcuttur. Küfür küçük bir cehennem iken, cehennem ise küfrün tecessüm
etmiş azaplı bir halidir diyebiliriz.
Allah bu dünyada imanın ve ibadetin içine cennete işaret eden manevi hazları ve huzuru derc
etmiş iken, küfrün içine de cehenneme işaret eden elem ve azapları derç etmiştir.
Burada Allah’a asker olmak, ona iman ile intisap edip ibadet ile onu razı etmek anlamındadır.
Yani bir mümin Allah’a iman edip onun emir ve yasaklarını yerine getirir ise, hem Allah’a asker
olmuş olur, hem de dünya hayatında mesut ve bahtiyar olur. İman ve ibadetin dünyada nasıl saadet
getirdiğine yukarıda bir parça değindik. Risale-i Nurlardaki bütün iman küfür muvazene ve
mukayeseleri bu meseleye bir levha hükmündedir.

Askerlik nizamını seven, çanta ve silâhını muhafaza eden ve sağa


giden nefer ise, kimseden minnet almayarak, kimseden havf
etmeyerek, rahat-ı kalb ve vicdan ile gider. Bu cümleyi açıklar
mısınız?
Askerlik nizamı, İslam ve onun kanunlarıdır. Onu sevmek ise İslam’ın emir ve yasaklarına
uymak manasınadır. Çanta, ibadetleri, silah ise günahlardan kaçınmak olan takvaya işarettir.
Yani mümin bu dünya hayatında ibadetlerini yapıp günahlardan kendini muhafaza ederse, ebedi
yolculuğu olan ahiret hayatında gayet rahat ve huzurlu bir vaziyette gideceği yere gider demektir.
Sağ yol, İslam ve Kur’an yoludur. Gidilen şehir ise insanın en son varacağı cennet ya da
cehennemdir. Dünyada ibadet ve kulluk vazifesini yapan bir mümin, orada güzel ve mükafatlı bir
şekilde karşılanıp ağırlanacaktır.
Minnet ve korkulardan emin olması ise, müminin her hadise karşısında imandan gelen tevekkül
ve teslimiyetidir. Münkir kainatı anlamsız, işe yaramaz ve tesadüfün oyuncağı olarak gördüğü için,
her şey ona azaplı ve sıkıntılı olarak yansır. Mümin ise her şeyin anlamlı, faydalı ve Allah’ın tedbir
ve idaresinde olduğunu bildiği için, her şey ona sevimli ve huzurlu olarak yansır.

Gökteki kuyruklu yıldızın dünyamıza çarpmasından dolayı


korkmak normal değil midir? Canlı-cansız şeylerden zarar gelebilir
endişesi olabiliyor bazen. Havfullah dışında korkumuz olmamalı
mı?
"...Evet, tam münevverü’l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki,
onu korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek.
Fakat, meşhur bir münevverü’l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir
kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, “Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?” der,
evhâma düşer."(1)

Korku iki türlü olur: Birisi tahkiki imandan gelen Allah korkusudur ki, bu noktada ne kadar
inkişaf edebilirsek, o kadar kamil ve güzel olur. Allah dostları haşyetullah ve havfullahtan büyük
lezzet alırlar.
Kalbin Allah’a karşı iki müspet hali vardır; birisi muhabbet ve aşk, diğeri haşyet ve
saygı. Muhabbet ve aşk cemalî isim silsilesinin bir uzantısı iken, haşyet ve saygı ise celalî isim
silsilesinin bir uzantısıdır. Yani havf ve haşyet, Allah’ın celalî isim silsilesinin kalpteki bir tezahürü,
bir tecellisidir. Bu noktada ne kadar inkişaf edersek, Celal isim silsilesi de o nispette kalbimizde
parlar. Allah’a tahkiki bir şekilde iman ile tevekkül eden adam hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hadise
karşısında titremez. Cesaretin kaynağı hakiki ve sağlam imandır.
İkinci korku; imansızlık ve cehaletten gelen korkudur ki, üçüncü sözde bu korku nazara
veriliyor. Evet korkaklığın kaynağı imansızlık ve tevekkülsüzlüktür. Kalbinde iman olmayan birisi,
bu yüzden her hadise karşısında titrer, her musibetten azap duyar.
Mümin her şeyin tedbir ve dizginini, Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden endişe ve
telaş etmez. Mümin bilir ki Allah bir musibeti alnına yazmış ise; bundan kurtuluş yok der, teslim olur,
aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise; hiçbir güç o musibeti başına bela edemez, bu tevekkül ve
düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar.
Ama kafir, Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her şeyi tesadüfe
veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemel ve imkan dahilindedir. Bu
yüzden her şeyde bir endişe, bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. Acaba bu musibet
bana dokunur mu der, hayatı zehir olur. Üstad Hazretleri bu manaya örnek için, Amerika'da olmuş bir
olayı söylüyor. Kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçince, acaba dünyaya çarpar mı endişesi ile
imanı ve tevekkülü olmayan veya zayıf olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden çıkmışlar.
Halbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin, bu olayda şöyle düşünür; "Şayet bu yıldız dünyaya
çarpma emrini Allah’tan almış ise, tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur." der, hayret içinde
çarpmasını bekler. Veya"Yok emir almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi olmadığı halde
dünyamıza çarpamaz." der, endişe ve telaştan kurtulur.
Tevekkül imanın bir meyvesi ve neticesi olduğu için, iman ne kadar sağlam ve kuvvetli olursa,
tevekkül de o nispette kuvvetli ve sağlam olur. İmanı tahkiki olan birisinin tevekkülü de tahkiki
olacağı için, hayat kalitesi yüksek olur, olaylar ona azap değil sadece ibret olur. Yani "Kadere iman
eden kederden emin olur." "Tevekküle yaslanan ruhi marazlardan şifa bulup her iki cihanda da
mesut ve bahtiyar olur." inşallah. Lakin imanı taklidi olan avam insanların, imanın bu yüksek
hasletinden tam istifade etmesi zordur. Yani imandaki bu emniyet ve huzur, imanın gücüne ve oranına
göredir. İmanın bu kemalatından, imanı zayıf ve taklidi olanlar faydalanamaz ya da az faydalanırlar.
Üçüncü Söz'de anlatılmak istenen ana tema; iman ve tevekkülün insana verdiği emniyet ve
cesaret, küfrün ise insana verdiği endişe ve korkaklıktır...
(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.

Kuyruklu yıldızın dünyamıza çarpma ihtimali üzerine; "Bir


vakit böyle bir yıldızdan koca Amerika titredi. Çokları gece vakti
hanelerini terk ettiler." cümlesini yorumlar mısınız?
Allah’a tahkiki bir şekilde iman ile tevekkül eden adam hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hadise
karşısında titremez. Cesaretin kaynağı hakiki ve sağlam imandır. Korkaklığın kaynağı ise imansızlık
ve tevekkülsüzlüktür. Kalbinde iman olmayan birisi, bu yüzden her hadise karşısında titrer, her
musibetten azap duyar.

Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden endişe ve
telaş etmez. Mümin bilir ki, Allah bir musibeti alnına yazmış ise bundan kurtuluş yoktur; böyle
düşünür ve teslim olur. Aynı şekilde, musibeti alnına yazmamış ise, hiçbir güç o musibeti başına bela
edemez. Bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar.

Ama kafir, Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her şeyi tesadüfe veriyor.
O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde bir endişe bir
telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana dokunur mu?" der,
hayatı zehir olur. Üstat bu manaya örnek için, Amerika’da olmuş bir olayı söylüyor. Kuyruklu yıldız
dünyanın yakınından geçince, "acaba dünyaya çarpar mı", endişesi ile imanı ve tevekkülü olmayan
veya zayıf olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden çıkmışlar.

Halbuki imanı ve tevekkülü olan bir mümin bu olayda şöyle düşünür; "şayet bu yıldız dünyaya
çarpma emrini Allah’tan almış ise, tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur," der, hayret içinde
çarpmasını bekler. "Şayet çarpma emri almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi olmadığı halde
dünyamıza çarpamaz," der, endişe ve telaştan kurtulur.

Burada anlatılmak istenen ana tema, iman ve tevekkülün insana verdiği emniyet ve cesaret; küfrün ise
insana verdiği endişe ve korkaklıktır.

Müslüman Dünyevi İşlere Çalışmayacak mı; Ömrünü Hep


İbadet ile mi Geçirecek?
Allah rızası için yapılan her faaliyet ve gayret ibadettir. Bu nazarla bakılınca dünya ve ahiret
ayırımı yapılmaz. Riya için kılınan bir namaza ahiret işi denmediği gibi, Allah rızası için kazma
kürek sallamak, fizik, kimya çalışmak da dünya değildir.

Allah'ın adını yüceltmek adına yapılan her şey ibadettir. Madem kuvvetin bir hakkı vardır. O
kuvvetin İslam dünyası tarafından temsil edilmesi için yirmi dört saat çalışılsa hepsi de ibadettir.
İslam'ın şartları gibi ibadetler, bir müminin istikametli bir hayatın mayasıdır, alt yapısıdır.

Yoksa ibadet hayatı sadece bunlardan ibarettir, anlamına gelmemelidir. Efendimiz (a.sv)'in hayatını
okurken, din ve dünya ayırımı diye bir şeyin olmadığını görüyoruz.

Mana-yı harfiyle eşya ve hadiselere bakmak ibadet olduğu halde, mana-yı ismiyle sabahtan
akşama kadar bütün camileri gezip dolaşsak (turistlerin yaptıkları gibi) ibadet
sayılmayacaktır...

Sağ yolda gidenlerin onda dokuzu kurtuluyor. Onda bir zarar


ihtimali var. Sol yolun yolcusunda ise onda bir kurtulma ihtimali
var. Bu ihtimalleri nasıl anlamalıyız?
İslâm dini kişinin korku ve ümit arasında yaşamasını emreder. İnsan ne kadar ibadet ederse etsin
akıbetinden emin olamaz, kendini mutlaka cennetlik olarak bilemez. Yine, insan ne kadar günah
işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeli ve “Ben artık kesinlikle cennet yüzü
göremem.” dememelidir.

Mümin, yeise (ümitsizliğe) düşmeyecek, ucba da (ameline güvenmeye) kapılmayacaktır. Allah’ın


rahmetinden ümit kesip meyus olmak gibi, Allah’ın gazabından emin olup uca girmek de yanlıştır.

Soruda geçen ihtimaller bize bu dersi vermektedir.

Konunun bir başka boyutu da şu olabilir: Kâmil bir mümin, ne kadar ibadet ederse etsin kendisini
Allah’ın mülkü bilerek, “Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” der ve bütün bu
hasenelerine rağmen yine de Allah’ın kendisini cehenneme de koyabileceğini düşünür. İbadetleri
onun kalbindeki Allah korkusunun azalmasına yol açmaz. Bununla birlikte, ümitsizliğe düşmemek için
de şu gerçeğin hatırlanması yerinde olur:

Allah dilediğini yapar. İradesi mutlaktır, sınırsızdır.

Şu da ayrı bir gerçektir ki, Rahman, Rahim, Adl ve Hakîm olan Rabbimizin bir şeyi irade etmesi de
hikmet, adalet ve rahmet üzeredir.

Sağ yoldan gidenlerin onda dokuzunun yarar gördüğü yazıyor.


Sağ yolu İslam olarak düşündüğümüzde, İslam yolunun sonu
yüzde yüz ihtimalle felah değil midir?
Yol'un kendisinde proplem yok, ancak niyetlerimizde bir bulanıklık olabilir. Tıpkı Uhud
Savaşı'nda sahabelerin safında savaştığı halde şehid olmayan bir zatın durumu gibi. Aslında savaşa
gidip din uğrunda mücahede eden herkesin şehit olması gerekiyordu. Ancak o zat'ın niyetinde din
uğrunda savaşmak yoktu. Şan, şöhret tuzağına düşmüştü. Dolayısıyla aynı yolda savaştığı halde farklı
bir muamele ile karşılaşmıştı.

Üçüncü Söz'deki çanta ve silah ne demektir? Takvaya dikkat


edenin, ubudiyetinde de emniyette olmasını nasıl anlayabiliriz?
Askerlik nizamı, İslam ve onun kanunlarıdır. Onu sevmek de İslam’ın emir ve yasaklarına
uymak manasınadır. Çanta ibadetleri, silah ise günahlardan kaçınmak olan takvaya işarettir. Yani
mümin bu dünya hayatında ibadetlerini yapıp günahlardan kendini muhafaza ederse, ebedi yolculuğu
olan ahiret hayatında gayet rahat ve hoş gönül bir vaziyette gideceği yere gider demektir. Bu da dünya
ve ahiret hayatında bir emniyet ve güven içinde olmak demektir.
Mesela, namazını kılan birisi kabirde namazın nuru ve genişliği ile huzur ve emniyet içinde
olacaktır. Sair ibadetleri de bu şekilde düşünebiliriz.
Sağ yol, İslam ve Kur’an yoludur. Gidilen şehir ise, insanın en son varacağı cennet ya da
cehennemdir. Dünyada ibadet ve kulluk vazifesini yapan bir mümin, orada güzel ve mükafatlı bir
şekilde karşılanıp ağırlanacak.
Minnet ve korkulardan emin olması ise, müminin her hadise karşısında imandan gelen tevekkül
ve teslimiyetidir. Münkir kainatı anlamsız, işe yaramaz ve tesadüfün oyuncağı olarak gördüğü için,
her şey ona azaplı ve sıkıntılı olarak yansır. Mümin ise her şeyin anlamlı, faydalı ve Allah’ın tedbir
ve dizgini elinde olduğunu bildiği için, her şey ona sevimli ve huzurlu olarak yansır.

Üçüncü Söz'ün Ana Teması Nedir?


Üçüncü Söz'ün ana teması için; "Allah’a kulluk görevlerini yerine getiren ve getirmeyenlerin
karşılaştırılması, tevekkülün tanımı ve kazandırdıkları..." diyebiliriz..

Üçüncü Söz'ün başında yer alan ayette Cenab-ı Allah: “Ey


insanlar Rabbinize ibadet ediniz.” buyuruyor. Halbuki, ibadet
iman edenlere teklif edilen bir vazifedir. Burada niçin insanlar
muhatap alınmıştır?
Ayetin meali şöyle:
“Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki takva
mertebesine vasıl olasınız.” (Bakara Sûresi, 2/21)

Bu ayetin geçtiği Bakara Sûresinin başında Kur’anın muttakiler (takva sahipleri) için bir hidayet
olduğu beyan edildikten sonra, takva sahiplerinin sıfatları şöyle sıralanıyor: “Gayba inanırlar ve
namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan da Allah yolunda infak ederler.”

İbadeti, insan vicdanı emreder. Çünkü Rabbe itaat edilir. Bu ayet-i kerimede önce, “Rabbinize
ibadet ediniz.” buyruluyor ve daha sonra Rab için şu sıfatlar da ekleniyor:

“Sizi ve sizden öncekileri yaratan,”


“Yeri sizin için bir döşek, göğü de bir bina kılan.”
“Gökten bir su indirip sizin için türlü meyve ve mahsullerden rızıklar çıkaran.” (22. ayet)

İnsan terbiyesinde anne ve babanın çok cüzi bir görevleri vardır. Onlar insanın hiçbir organını
yahut duygusunu yapmış, terbiye etmiş değillerdir. Buna rağmen onlara itaati vicdan ve akıl
emrederler. Ve aksine hareket edenler, en azından, kınanır, ayıplanırlar.

Ayette bir kısmı sıralanan bu sonsuz nimetleri bize ihsan eden Rabbimize ibadet etmemiz gerektiğini
her vicdan kabul ve tasdik eder. Bu noktayı müşriklerin vicdanları da kavramış, ancak kime ibadet
edeceklerini bilememişler ve putlara tapmışlardır. Bu iki ayette müşrikler için şöyle bir uyarma
vardır:

“Siz kendi yaptığınız putlara değil de, sizi ve sizden öncekileri yaratan, arzı size döşek
semayı binanıza dam yapan, semadan sular indirip yerden sizin için rızıklar çıkaran
Rabbinize ibadet edin.”

Bu ayette birinci muhatap, ibadet eden ancak bunu yanlış şekilde yapan müşrikler olmakla birlikte
ayetteki emir bütün insanlaradır. Hitabın “Ey insanlar!” şeklinde yapılması da bunu açıkça
göstermektedir.

Üstad, İşaratü’l-İ’caz adlı eserinde, ayetteki ibadet emrinin “mü'min, kâfir ve münafıkların mazi, hal
ve istikbalde vücuda gelmiş veya gelecek bütün efradını” kapsadığını ifade ederek şöyle buyurur:

“…..kâmil mü’minlere göre ‫ اُْﻋﺒُُﺪوا‬ibadete devam ve sebat etmeye emirdir. Orta


derecedeki mü'minlere nazaran, ibadetin arttırılmasına emirdir. Kâfirlere göre, ibadetin
şartı olan iman ve tevhid ile ibadetin yapılmasına emirdir. Münafıklara nazaran, ihlasa
emirdir.”

"Adeta sermaye ve iktidarının dairesi eli nereye yetişirse o


kadardır." ile "Fakat emelleri, arzuları ve elemleri ve belaları ise,
dairesi, gözü, hayali nereye yetişirse ve gidinceye kadar geniştir."
cümlelerini açıklar mısınız?
Elin ulaştığı daire ne kadar genişlerse genişlesin Allah’ın sonsuz kudretine nispeten hiç
hükmündedir. Kudret ve iradesini hayra sarf eden kişi çok iyi biliyor ki, o işin tahakkuk etmesinde
ona düşen görev çok cüzidir. Şu var ki, insan o az kuvvetini, o cüz’i iradesini hayra sarf etmedikçe
Allah, hayrı yaratmıyor.

Bir araştırmacı herhangi bir şeyi incelerken, nefes aldığı havadan, üzerinde durduğu dünyadan, kendi
iç âleminde faaliyet gösteren nice sistemlerden haberi yok. Bunların hiçbirine eli yetişmiyor. Ne
kalbini kendi kudretiyle çalıştırıyor, ne de dünyayı kendi iradesiyle döndürüyor. Dahilî ve haricî
bütün bu işler Allah’ın irade ve kudretiyle yürüyor, tanzim ediliyor. O ise kendine ihsan edilen bütün
bu imkânları hayır yolunda harcamakla güzel bir iş yapmış oluyor. Ancak bunun için övünmek, iftihar
etmek yerine şükretmesi gerekiyor.

İnsan kâinatın meyvesi olduğundan kâinatın her şeyine muhtaçtır. Bu meyve ahiret yolcusu olduğu için
de ihtiyaçları bu dünya ile sınırlı kalmaz, ebede uzanır.

“İnsan, kâinatın ekser enva'ına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacatı âlemin her tarafına
dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış... Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister.
Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet'i de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak
olduğu gibi, Cemil-i Zülcelal'i de görmeye müştaktır.” (Sözler)

Her insan sonsuz aciz ve fakirdir. Bir insanın diğerinden ihtiyaç noktasındaki çokluğu yahut azlığı
sonsuzun yanında kayda deymeyecek kadar cüzidir.

Öte yandan, insanın düşmanları ve elemleri de sonsuz. Bu düşmanları önlemek ve bu elemleri


gidermek onun iktidarı dahilinde değil. Üstadın şu ifadeleri bu gerçeği çok güzel ortaya koyar:

“İnsan mahiyetinin câmiiyeti îtibariyle sıtmadan müteellim olduğu gibi arzın zelzele ve
ihtizazâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrasından müteellim oluyor.
Hem nasıl hudebînî bir mikroptan korkar, ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu
yıldızdan dahi korkar. …”(Lem’alar)

"Evet her hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır


ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı dalalettir."
Ateist ama cesur iyi ahlaklı insanları nasıl açıklayacağız? Onlarda
iman var mı diyeceğiz?
Korkmak ile korkaklığını göstermemeye çalışmak arasında çok fark vardır. Severek ve isteyerek
cihada gitmek ile, zor kullanılarak savaşa giden kişinin durumu gibidir. İkisi de savaş meydanında
cesaret göstereceklerdir. Birincisi, mukaddesatı adına hayatını hakir görüp korkmazken, ikincisi
hayatını korumak için cesur olmak zorundadır.

Üstadımızın; "Benim iki hayatım vardır (dünya ve ahiret); tek hayatı olanlar karşıma
çıkmasın." ifadesi de ahiret' imanın bir cesaret kaynağı olduğunun tezahürüdür.

On İkinci Söz'de felsefe şakirdi ile Kur'an talebesinin muvazenesi yapılırken ortaya konan tespitler,
mevzumuzu gayet güzel izah etmektedir.

"Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat, menfaati için en hasis şeye ibâdet
eden bir firavun-u zelîldir; her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem, o dinsiz şâkird,
mütemerrid ve muanniddir. Fakat, bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir
mütemerriddir; şeytan gibi şahısların bir menfaat-i hasîse için ayağını öpmekle zillet
gösterir denî bir muanniddir."

"Hem, o dinsiz şâkird, cebbâr bir mağrurdur. Fakat, kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için,
zâtında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfüruştur. Hem o şâkird, menfaatperest
hodendiştir ki, gâye-i himmeti nefs ve batnın ve fercin hevesâtını tatmin ve menfaat-i
şahsiyesini bâzı menfaat-i kavmiye içinde arayan, dessas bir hodgâmdır." (1)

(1) bk. Sözler, On İkinci Söz.

"Her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı, imandır,


ubudiyettir. Her seyyiat gibi cebanetin dahi menbaı dalalettir."
sözünü nasıl anlamalıyız?
Her insan, hem korkak, hem de cesur olabilir. Bu ifadeler cesaret ve korkaklığın kaynağını
bildirir. İman ve Allah'a kulluk, her türlü iyiliğin kaynağı olduğu gibi, cesaretin dahi kaynağıdır. Her
türlü kötülük, küfür ve dalaletten geldiği gibi, korkaklık da aynı kaynaktan çıkmaktadır.
Müminlerin cesareti, kafirlerin korkaklığı, özellikle savaşlarda çok açık bir şekilde
görülmektedir. Mümini cesur yapan, temelde şu iki esastır:

a. "Onların ecelleri geldiğinde, bir an geri kalmazlar, öne de geçmezler." ayetinin


bildirdiği "Ecel birdir, değişmez." gerçeği. (A'raf, 7/34; Yunus, 10/49; Nahl, 16/61) Savaşta ön
cephede olanla, arka cephedeki, ölüme aynı uzaklıktadır. Hatta cephede olanla, evinde istirahat eden
arasında, ölüme uzaklık-yakınlık farkı yoktur. Niceleri vardır, pek çok savaşa girer, yatağında vefat
eder; niceleri de vardır, ilk defa savaşa katılır, hayatını kaybeder.

Halid b. Velîd'in durumu, buna güzel bir örnektir. Yatağında ömrünün son dakikalarını geçirirken,
etrafındakilere şöyle der:

"Şu kadar savaşa katıldım. Vücudumda ok-mızrak yarası veya bir darbe izi olmayan
hiçbir uzvum yok. Ama gördüğünüz gibi, yatağımda vefat ediyorum. Korkakların kulakları
çınlasın!.."

b. Mü'min için, savaşta iki güzelden biri vardır: Ya şehitlik, ya zafer.(Tevbe, 9/52) "Ölürsem
şehidim, kalırsam gazi." diyen bir mümin, böyle beklentileri olmayan bir inançsızdan, elbette daha
cesur olacaktır.

"Her hakiki hasenat gibi cesaretin menbaı (kaynağı) imandır."


Hasenatın hakikisi ve hakiki olmayanı ne demektir, açıklar
mısınız?
Hasenat: Kelime olarak güzellikler, iyi ameller ve iyilikler gibi bir çok manalara geliyor.
Hasenatın iki rüknü vardır. Birisi kalıbı, diğeri ise niyetidir. Mesela namaz bir hasenattır. Namazın
kalıbı, kılınış şekli ve fiilleridir; niyeti ise ihlastır. Yani Allah için yapmaktır. Bu ikisi tam yapılır ise
namaz hakiki olur; birisi eksik olursa, hakiki olmaz.
Şimdi namazın kalıbını yapıp, niyet kısmı olan ihlası yapmaz isek, o namaz hakiki olmaz.
Cesaretin de aynı şekilde bir kalıp, bir de niyet boyutu vardır. Kalıp cihetini yapıp, ihlas cihetini
yapmaz isek, bu cesaret hakiki olmaz, yapmacık ve suni anlamda gayr-i hakiki olur. Münafığın kıldığı
namaz ile müminin kıldığı namaz kalıp olarak aynı iken, niyet olarak farklıdır. Müminin namazı hakiki
iken, münafığın namazı gayr-i hakikidir.

"İman emniyet-i tamme verir." ve "Evet her hakiki hasenat gibi


cesaretin dahi membaı; imandır, ubudiyettir. Her seyyiat gibi
cebanetin dahi membaı; dalalettir." cümlelerini açar mısınız?
Üstad'ın, “İmana gel ki kederden emin olasın.” cümlesinde ifade edilen “kederden emin
olma” hali, her mümin için, farklı derecelerde de olsa, geçerlidir. Her mümin dünyanın fani
olduğuna, ahiret için bir tarla, bir imtihan salonu olduğuna inanmıştır. Bu iman ile dünyanın geçici
halleri, onun ruhunda fazla yara açmaz. O, dünyaya fazlasıyla gönül bağlamamıştır ki ondan
ayrılmaktan aşırı derecede rahatsız olsun.
Yine mümin, dünyanın musibetlerini, hastalıklarını da sabır için bir imtihan sorusu ve günahlara
kefaret olarak görür. Bu bakış açısıyla hastalık ve musibetlere karşı belli bir ölçüde dayanma gücü
kazanır. Elbette ki, o da üzülür, o da acı çeker, ama kalbindeki iman ona bu acıların neticesiz
olmadığını telkin etmekle ruhuna bir emniyet hali yerleştirir.

Şu var ki, “emniyet-i tamme” tabiri kâmil imana işarettir.

Bilindiği gibi bir şey mutlak zikredilince kemal derecesi anlaşılır. İmanın tam bir emniyet vermesi de
kâmil iman sahipleri için söz konusudur. Bununla birlikte her iman sahibinin, bu manadan bir hissesi
vardır.
Cesaret meselesine gelince, cesareti sadece düşmanlarımıza boyun eğmemek, onlardan korkmamak
şeklinde anlamak eksik olur. Bu manadaki cesaret, inanmayan kişilerde de bulunabilir. Kahramanlık
duygusu, gösteriş merakı, alkış sevdası, mal ve mülküne sahip çıkma gibi hislerle, Müslüman olsun
olmasın, her kişi düşmanlarına karşı cesaret gösterebilir ve bu değerleri savunabilir. Ancak,
insanların en büyük meselesi ölümdür. Sonra hastalıklar ve musibetler gelir. Bunlara karşı
dayanmanın tek yolu imandır. Kabir ötesine iman etmeyen, hastalıkların -sabretme şartıyla- insana
manevî dereceler kazandırdığını bilmeyen kişinin bunlara karşı cesaretle karşı koyması çok zordur.

İman bir intisaptır. “Her şeyi dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında…” olan Allah’a intisap en
büyük bir kuvvettir. Tahkiki iman sahibini hadiselerin “dağlarvari dalgaları” boğamaz. O, teslim ve
tevekkül ile daima hadiselerin üstünde gezer. Dünyanın kendisi gibi hadiseleri de onun ayağının
altındadır.

“Kadere iman eden kederden emin olur.”

İnsan, bütün organlarının ve hissiyatının kendisi için büyük bir rahmet olduğunu düşünür ve
bunları böylece takdir eden Rabbinin, bir takım hadiselerle onu imtihan etmeyi takdir etmesinin de
mutlaka rahmet olduğuna inanır. Bu inançla hadiselerden sarsılmaz, dünya onun kalbinde yer tutamaz,
aklını meşgul edemez.

Emaneti muhafaza etmesi noktasında kendisine bir görev düşüyorsa onu hassasiyetle ve dikkatle icra
eder, neticeye karışmaz, tevekkül ederek saadet-i dareyne mazhar olur.

"İnsan nihayetsiz şeylere muhtaç olduğu halde sermayesi hiç


hükmündedir." cümlesini açar mısınız? Çünkü başka yerlerde
Üstadımız insanı "eşref-i mahlukat, halife-i ruy-i zemin" olarak
tarif ediyor. Arada, nasıl bir ilgi vardır?
Bir mahlukun şerefi onda tecelli eden isimlerin çokluğu ve tecelli mertebesindeki ziyadelikle
ölçülür. Yani, bir varlık ne kadar çok esmaya ne kadar ileri derecede mazhar olmuşsa kıymeti ve
şerefi o kadar fazla olur. Bu genel hükümdür. Ayrıca, insanın kendi iradesini güzel ve hayırlı işlere
yönlendirmekle kazandığı değerler ve şerefler vardır. O ayrı bir konudur.

Meseleye “esma” yönünden baktığımızda şunu görüyoruz: Ağaçlar taşlardan üstündür. Niçin?
Onlarda yarım da olsa bir hayat olduğu ve o hayatın havadan, suya geceden gündüze kadar şok şeye
ihtiyacı olduğu için. Bu ihtiyaçlarının görülmesi taşta tecelli etmeyen birtakım isimlerin tecellisiyle
olur; Rezzak ismi gibi. Ve o ağaç bu tecelli ile bir şeref kazanır; taştan üstün olur.

Hayvan da ağaçtan üstündür, çünkü onun görmeye, işitmeye, yürümeye,.. ihtiyacı vardır. Ve bu
ihtiyaçların görülmesiyle onda Basîr ve Semi’ gibi birçok isim tecelli eder ki bu tecelliler ağaçta
görülmez. Ve hayvan bu yönüyle ağaçtan üstün olur.
İnsanda bütün esma tecelli ettiği için insan eşref-i mahlukat olmuştur. Bu isimler insan penceresinde
üç gurupta ele alınıyor. Bunlardan birisi de esma-i İlâhîyeye “zıddiyet itibariyle” ayna olmak.

İnsan sonsuz acziyle sonsuz bir kudrete ayna olur, sonsuz ihtiyacıyla sonsuz bir rahmete ayna olur. Bu
tecelliler, onun ruhunda Allah’a sığınma ve O’na hamd etme duygularını geliştirir. Diğer varlıklardan
çok daha muhtaç ve aciz olduğu için, “İyyake na’büdü ve iyyake nestein” ile ders verilen ibadet ve
istianeyi diğer varlıklardan çok daha ileri derecede ve çok daha şümullü bir manada icra edebilir.

“Evet, şu mevcudat, aynalardır. Fakat zulmet nura ayna olduğu gibi, hem karanlık ne
derece şiddetliyse o derece nurun parlamasını gösterdiği gibi, çok cihetlerle zıddiyet
noktasında aynadarlık ederler. Meselâ, nasıl ki mevcudat acziyle kudret-i Sânie aynadarlık
eder, fakrıyla gınâsına aynadar olur. Öyle de, fenâsıyla bekasına aynadarlık
eder.”(Mektûbât)

İnsanın sermayesinin hiç hükmünde olmasını Yirmi Üçüncü Söz'deki “fiil ve infial” meselesiyle
birlikte düşünmek gerekiyor. Bir aynanın ışık sahibi olma noktasında sermayesi hiç hükmündedir.
Yani fiil cihetinde hiç hükmünde bir sermayesi vardır. Ama, infial, yani fiili kabul etme cihetinde
durum çok farklıdır. O ayna kendini güneşe karşı tuttuğunda birden aydınlanır; ışığın yanında hararet
ve yedi renge de sahip olur. Birkaç milimlik kalınlığıyla birlikte yüz elli milyon kilometreye yakın bir
mesafeyi içine alabilir.

“İnsanda iki vecih var. Birisi, enâniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri,
ubudiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar. Evvelki vecih itibarıyla öyle bir biçare
mahlûktur ki, sermayesi, yalnız, ihtiyardan bir şa're (saç) gibi cüz'î bir cüz-ü ihtiyarî; ve
iktidardan zayıf bir kesb; ve hayattan, çabuk söner bir şule; ve ömürden çabuk geçer bir
müddetçik; ve mevcudiyetten çabuk çürür küçük bir cisimdir.”(Sözler)

Bununla birlikte insan Allah namına bir ömür geçirdiğinde, o cüzi irade ve o kısa hayatla sonsuz
bir saadete mazhar olabiliyor. Bunları birbiriyle karıştırmamak gerekiyor. İnsanın iradesinin cüz‘i
olması, bir anda ancak bir şey irade edebilmesi, iki şeyi birlikte irade edememesi demektir. Şu var
ki, tek tek de olsa irade ettiği işlerin hayır veya şer olması onun cennet veya cehennem ehli olmasına
kâfi gelmektedir.

Konunun bir başka yönü de Nur risalelerinde önemle nazara verilmektedir. O da şu dur:

“Dalalet ve şerr ve musibetler ve masiyetler ve belalar gibi bütün çirkinliklerin esası,


mayesi; ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor.”
“Adem ise, ademî şeylere istinad edebilir. Ademî birşey, madum bir şeye illet
olur.” (Lem’alar)

Bu son cümleye Üstad'ın verdiği çok güzel bir örnek var: “...bir sultanın büyük bir ticaret
gemisinde bir adam az bir hareketle, belki küçük bir vazifeyi terketmekle, o gemi ile alâkadar bütün
vazifedarların semere-i sa'ylerinin ve netice-i amellerinin mahvına ve ibtaline sebebiyet”
verebiliyor.
Bir geminin yapılması çok büyük bir sermaye ve emek gerektirdiği halde onun batırılması kaptanın
görevini terk etmesiyle gerçekleşebiliyor. Bu kaptan gemiyi batırmaktan yargılandığında, “Benin çok
cüzi bir kuvvetim var, koca gemiyi ben nasıl batırabilirim?” şeklinde bir mazeret ileri süremez.

"Kalbsiz fâsık feylesof ise, gökte bir kuyruklu yıldızı görse,


yerde titrer,.. Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı? der,
evhâma düşer..." her insan bundan korkup dehşete düşmez mi,
belki kıyamettir diye hisse çıkarmaya hakkı yok mu?
Ahiret kaygısına dayalı olarak biraz korku faydalı olur. Ama bunun vesvese tarzında uykuları
kaçıracak tarzda olması kişiyi ümitsizliğe sevkedebilir. Ümitsizlik ise caiz olmaz.

Bu gibi şeyler Allahın emrine ve hikmetine göre gerçekleşir. Onun hikmetine ve rahmetine itimat
etmeli ve ecelin bir olup değişmeyeceğini düşünmeli ama devamlıda hazırlıklı olmaya çalışarak ümit
ve korku arasında olmalıdır.

Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şöyle demiştir;

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kainata meydan
okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hadisatın tazyikatından kurtulabilir. “Tevekkeltü
alâllah” der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyran
eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla dünyadan
geçer, berzahta istirahat eder." (1)

İman ve Allah'a kulluk, her türlü iyiliğin kaynağı olduğu gibi, cesaretin dahi kaynağıdır. Her türlü
kötülük, küfür ve dalaletten geldiği gibi, korkaklık da aynı kaynaktan çıkmaktadır. Mü'minlerin
cesareti, kafirlerin korkaklığı, özellikle savaşlarda çok açık bir şekilde görülmektedir. Mü'mini cesur
yapan, temelde şu iki esastır.

1. "Onların ecelleri geldiğinde, bir an geri kalmazlar, öne de geçmezler" ayetinin


bildirdiği "Ecel birdir, değişmez" gerçeği. (A'raf, 7/34; Yunus, 10/49; Nahl, 16/61) Savaşta ön
cephede olanla, arka cephedeki, ölüme aynı uzaklıktadır. Hatta cephede olanla, evinde istirahat eden
arasında, ölüme uzaklık-yakınlık farkı yoktur. Niceleri vardır, pek çok savaşa girer, yatağında vefat
eder. Niceleri de vardır, ilk defa savaşta hayatını kaybeder.
Halid b. Velîd'in durumu, buna güzel bir örnektir. Yatağında ömrünün son dakikalarını geçirirken,
etrafındakilere şöyle der:

"Şu kadar savaşa katıldım. Vücudumda ok-mızrak yarası veya bir darbe izi olmayan
hiçbir uzvum yok. Ama gördüğünüz gibi, yatağımda vefat ediyorum. Korkakların kulakları
çınlasın!"

2. Mü'min için, savaşta iki güzelden biri vardır (Tevbe, 9/52): Ya şehitlik, ya zafer .
"Ölürsem şehidim, kalırsam gazi" diyen bir mü'min, böyle beklentileri olmayan bir kafirden,
elbette daha cesur olacaktır.

Nur Külliyatında imanın bir intisap olduğu ders verilir. Sultan-ı Ezeliye iman ile intisap eden ve
ubudiyetle hizmetine giren bir mümin, cesaretin en büyük kaynağına ulaşmış demektir.

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

"Malûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola-velev on ihtimalden bir


ihtimal ile olsa-tercih edilir." cümlesini değerlendirir misiniz?
"Malûmdur ki, zararsız yol, zararlı yola -velev on ihtimalden bir ihtimal ile olsa- tercih
edilir. Halbuki, meselemiz olan ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz
ihtimalle bir saadet-i ebediye hazinesi vardır. Fısk ve sefahet yolu ise -hattâ fâsıkın
itirafıyla dahi- menfaatsiz olduğu halde, ondan dokuz ihtimalle şekavet-i ebediye helâketi
bulunduğu, icmâ ve tevatür derecesinde hadsiz ehl-i ihtisasın ve müşahedenin şehadetiyle
sabittir ve ehl-i zevkin ve keşfin ihbaratıyla muhakkaktır."(1)

Mesela; dünyada bir adama sağ yoldan gidersen onda bir kurtulma ihtimalin var, soldan gidersen
onda on helak olacaksın denilse, adam sağdaki bir ihtimale güvenerek sol yolu terk eder ve sağ
yoldan gider. Halbuki yüz binlerce peygamber, insanlığa, hak yoldan giderseniz onda on kurtulur,
batılda giderseniz onda on helak olursunuz, diyor.
İnsanın dünya hayatında en küçük bir zarardan korunmak için, bir kişinin bu zarar olabilir
demesini dikkate alması ve yolunu değiştirmesini akıl gerektirirken, günah ve haramların yolu yüzde
yüz ebedi zarar diyen binlerce doğru ve sadık insanların ihtar ve ikazını ciddiye almaması, hakikaten
düşündürücü bir durumdur.
(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz

"Mugaddi hülasalardan dolu dört okkalık bir çanta ve her


adüvvü alt ve mağlup edecek iki kıyyelik bir mükemmel miri
silahı" nedir?
Bu konunun işlendiği risalenin devamında, "O çanta ve silâh ise ibâdet ve takvâdır." ifâdesi,
söz konusu olan "dört okkalık bir çanta ve her adüvvü alt ve mağlûp edecek iki kıyyelik bir
mükemmel mîrî silâhı"cümlesinin izâhını yapmaktadır. Yani dört okka ibadete, iki kıyye
ise takvâya işaret etmektedir.

Ancak neden, ibadet dört ve takvâ ise iki rakamları ile ifâde edilmektedir?
İbadet denildiğinde, ilk olarak İslam'ın beş şartını anlarız. Bunlardan, kelime-i şehâdet, İslam
dâiresine girmek ve diğer dört farz ibadeti yapmak için yapılan bir akit gibidir. Ne fiili ve ne de
ameli bir ibadet değildir. İbadetten ziyâde bir iman ve itikattır. Geriye ise, İslam'ın diğer dört şartı
olan: namaz, oruç, hac ve zekat ibadetleri kalmaktadır. İşte dört okkadan maksad, bu dört şart
olabilir.
İki rakamı ise, Allah ve ahirete imana işaret etmektedir. Çünkü takva ancak bu iki rükne tam bir
imanla olabilir. İki rakamının Allah ve Ahirete iman olduğunu, yedinci sözde geçen şu ifadeler de
teyit etmektedir:

"Şu kâinatın tılsım-ı muğlâkını açan "Âmentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir” ruh-u beşer
için saadet kapısını fetheden, ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkülküşâ olduğunu..."

"Evet, şu kudsî tılsım ile ölüm, insan-ı mü'mini zindân-ı dünyadan bostan-ı Cinâna, huzur-u
Rahmâna götüren bir musahhar at ve burak sûretini alır. Onun içindir ki, ölümün hakikatini
gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler. Daha ölüm gelmeden ölmek istemişler."(1)

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.

"O iki asker, o muarrif adamın sözünü dinledikten sonra, şu


bahtiyar nefer sağa gider. Bir batman ağırlığı omuzuna ve beline
yükler. Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve
korkulardan kurtulur." Bu cümleleri açıklar mısınız?
Mümin, her bir şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden endişe
ve telaş etmez. Allah onun hakkında bir musibeti taktir etmiş ise bundan kurtuluş yok, der teslim olur.
İşte bu düşünce bir nevi psikolojik yükün, yani hadiseler karşısında endişe ve telaş etmenin tevekkül
vasıtası ile kadere atılması demektir. Kalp ve ruhun ağır yüklerden ve korkulardan kurtulmasının
sırrı, bu iman ve tevekkülle teslim olmasından dolayıdır.
Ama kafir, Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her şeyi tesadüfe
veriyor. O zaman başına her an bir iş bir musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde bir
endişe bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. Acaba bu musibet bana dokunur mu der,
hayatı zehir olur. Üstad Hazretleri bu manaya örnek için Amerika’da olmuş bir olayı anlatır.
Kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçince, acaba dünyaya çarpar mı endişesi ile imanı ve
tevekkülü olmayan veya zayıf olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden çıkmışlar.
Halbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin bu olayda şöyle düşünür; şayet bu yıldız dünyaya
çarpma emrini Allah’tan almış ise, tevekkülden başka yapılacak bir şey yoktur der, hayret içinde
çarpmasını bekler. Şayet çarpma emrini almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi olmadığı halde
dünyamıza çarpamaz, der endişe ve telaştan kurtulur.
Özet olarak, Allah’a iman ve tevekkül etmek bir insanda ne kadar inkişaf ederse, dünyanın sıkıntı
ve elemlerinden de o kadar emin ve selametli olur. Zira imanda tevekkül manası hükmediyor. Yani
her şeyin tedbir ve dizgini Allah’ın elinde olduğuna göre, zarar ve menfaatte onun elindedir. Allah bir
insana zararı takdir etti ise, buna kimse engel olamaz, menfaati takdir etti ise, buna da kimse mani
olamaz. İşte bu inanç ve teslimiyet insanı kainat ve içindekilerin karambolünden ve zararlı
evhamından emin kılıyor.
Sağa giden askerin omzuna aldığı bir batman ağırlıktan maksat dünyadaki işlediğimiz
ibadetlerin maddi ve zahiri yükleridir. Mesela, sabahın uyku mahmurluğunda kalkıp soğuk su ile
abdest almak ve namaz kılmakta nefse bazı ağırlıklar olabilir. Lakin o namazın ebed yolculuğundaki
dostluğu ve yardımı düşünüldüğünde, o meşakkatin bir hiç olduğu anlaşılır.

"Öteki bedbaht nefer ise askerliği bırakır, nizama tâbi olmak


istemez, sola gider. Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur; fakat
kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular
altında ezilir..." Bu cümleleri açıklar mısınız?
İnsanın kalp ve aklında ne hükmedip yerleşmiş ise, o hükme göre hadiseleri yorumlayıp
algılaması insan fıtratının değişmez bir prensibidir. Mesela, pesimist (karamsar) bir filozof her şeyi
karamsar olarak okur ve anlar, hayatı da ona göre şekillenir. Optimist (iyimser) bir filozof ise her
şeyi iyimserlik penceresinden izler, hayatı da ona göre algılar. Kırmızı gözlük nasıl eşyayı kırmızı
gösteriyor ise, siyah gözlük de eşyayı siyah gösterir.
Münkir, kainatı anlamsız, işe yaramaz ve tesadüfün oyuncağı olarak gördüğü için, her şey ona
azaplı ve sıkıntılı olarak yansır. Mümin ise her şeyin anlamlı, faydalı ve Allah’ın tedbir ve
idaresinde olduğunu bildiği için, her şey ona sevimli ve huzurlu olarak yansır.
Soruda geçen paragrafta ise, iman ve ibadeti terk eden bir adam belki cisim noktasından ibadet ve
itaatin yükünden kurtulabilir. Lakin manevi ve ruhi açıdan binlerce ton yükün altına girip müthiş bir
endişe ve telaş hisseder. Her hadise ve her olay karşısında titrer ve her şeye karşı dilencilik vaziyeti
alır.
Allah Resulü (asv)'ın getirdiği iman nuru ve İslam ışığı olmasa idi insanlık, kainatı ve kainatta
cereyan eden olayları doğru okuyamayacak ve doğru anlayamayacaktı. Böylece insanlık müthiş bir
karanlık ve ümitsizlik içinde kalacaktı. Şimdiki dinsiz felsefenin kainattaki olaylara ve varlıklara
bakışındaki arıza ve yanlışlıklar meselemizi izah ve ispat eder.
Mesela, dinsiz felsefe, ölümü bir hiçlik ve yokluk olarak görür. Kabri ise yokluk kuyusu olarak
algılar. Hazreti Peygamberimiz (asv)'in getirdiği iman nuru ise, ölümü ebedi bir alemin başlangıcı,
kabri ise saadeti ebediyenin bir girişi, bir kapısı olarak gösterir. Ölümü dehşetli ve ayrılık acısının
kaynağı olarak değil, dost ve ahbaplara kavuşmanın bir aracı olduğunu gösteriyor.
Kainatın umumunda fena ve zeval hükmettiği için, dinsiz felsefe bütün kainatı cenaze çıkmış bir
ev gibi yaslı ve matemli olarak görüyor. Felsefe de karamsarlığı ve hüznü esas alan pesimist düşünce
ekolü her şeyi karamsar ve ümitsiz bir gözle tasvir eder. Her şeyi ve her mevcudu düşman ve yabancı
gibi görür. Ama iki cihan serverinin getirdiği iman nuru ile bakarsak, o zaman kainat yaslı ve matemli
bir ev değil, vazifesini bitirmiş ve asıl vatanına dönmek için can atan neşeli bir kışla gibidir. Her
mevcut ve mahluk Allah’ın vazifeli bir askeri ve memuru olduğu için bir yabancı ve düşman değil, bir
dost ve ahbap şeklinde algılanır.
Münkir, en sonunda asıl vatan olan ahiret yurduna vardığı zaman, hayatını küfürde ve inkarda
geçirmenin cezasını da ayrı olarak cehennemde çeker. Dünyadaki isyan ve küfrünün karşılığını orada
ebedi cehennem olarak tadar.

"Sağ yolun yolcusu kimseden minnet almayarak huzur ve rahat-


ı kalp ile gider." deniliyor. Ancak uygulamada pek de öyle
görünmeyebiliyor. Bunu nasıl izah edebilirsiniz? Aynı mesele sol
yolun yolcusu için de geçerlidir...
Burada, sebeplere tesir vermemek ve onları sadece vazifeli birer memur bilmek gerektiği
hatırlatılıyor. Meyve ağacı, o meyveyi kendi iradesiyle, kudretiyle vermiyor. Onun genetik
programının öylece takdir edilmesinden tut, dünyanın dönmesine, baharın gelmesine, rüzgârların
yağmur bulutlarını taşımalarına, geceye, gündüze kadar sayılamayacak kadar çok faktör bir araya
gelecektir ki o meyve vücut bulabilsin. Bu ise “her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi
yanında” olan Allah’a mahsustur. Bunu bilen sağ yolun yolcusu, bütün hayrı Allah’tan bilir. Sebepler
eliyle kendine ulaşan her türlü nimet ve ihsan için ancak Rabbine şükreder, Ona minnettar olur.
"Evet, emr-i kün feyekûn'a mâlik bir Sultan-ı Cihana acz tezkeresiyle istinad eden bir
adamın ne pervası olabilir? Zira en müthiş bir musibet karşısında … ‫ اِﻧﱠﺎ ِ ِ َواِﻧﱠۤﺎ اِﻟَْﯿِﮫ َراِﺟُﻌﻮَن‬deyip
itminân-ı kalble Rabb-i Rahîmine itimad eder." (Sözler)

Üstad, Münazarat alı eserinde de, “Rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinat’a hizmetkâr olan bir adamın
izzet ve şehamet-imaniyesi”nin, onu “başkasına tezellül ile tenezzül” etmekten ve “başkasının
tahakküm ve istibdadı altına” girmekten koruduğunu ifade eder.

Uygulamada bazı Müslümanların bu gerçeğin dışında hareket etmeleri ayrı meseledir. Bu cümlede,
hakikat yolunda giden sağ yolun yolcusunun nasıl bir ruh hali taşıması gerektiği ders veriliyor.
Fertlerin o hükümlere uymalarındaki farklılıklar gerçeği değiştirmez.

"Şu sağdaki yol, hiç zararı olmamakla beraber, onda giden


yolculardan ondan dokuzu büyük kâr ve rahat görür. Soldaki yol
ise, menfaati olmamakla beraber, on yolcusundan dokuzu zarar
görür." cümlesini değerlendirir misiniz?
Burada ihtimal yola değil yolcuya bakar, yani sağ yol yüzde yüz necat verir; ama sağ yolda
giden kişi yüzde yüz necat bulur denilemez. Zira bir insan hayatını sağ yolda yani Kur’an yolunda
geçirmiş olsa bile, yüzde yüz kurtuldum diyemez. İnsanın son durumunun nasıl olacağını ancak Allah
bilir, bu inanç aynı zamanda insanı ucb ve fahr gibi manevi hastalıklardan da kurtarır. Onun için
büyük evliyalar imansız kabre girmekten titremişler.

İkincisinde de küfür yolu yüzde yüz helakettir, onda kurtuluş yok, yani küfür yolunda kurtuluş yok;
ama küfürde giden adamın yüzde bir de olsa tövbe edip imana dönme durumu olabilir, kurtulabilir,
bu da mutlak ümitsizlik hastalığına bir merhemdir. Yani insan hayatta ümit ve korku dengesinde
olması gerekir.

Bu manaya şu hadis işaret eder;

"Bir insan hayatı boyunca cennet ameli işler, ömrünün sonunda bir cehennem ameli
işler ve cehenneme gider bir insanda hayatı boyunca cehennem ameli işler ömrünün
sonunda cennet ameli işler ve cennete gider.” -ev kema kal-

Özetleyecek olursak; İslam yolu yüzde yüz kurtuluş; ama Müslüman öyle değil, küfür yolu yüzde
yüz helakettir; ama kafir veya fasık öyle değil, diyebiliriz. Yani kişinin kendisinden dolayı, kendi
iradesiyle her an yol değiştirme ihtimali vardır.

"Ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz


ihtimalle bir saadet-i ebediye hazinesi vardır." cümlesini, "kırk
vefiyattan bir kişinin kurtulduğu" cümlesi ile nasıl
bağdaştırabiliriz?
Şunu hemen belirtelim ki, bir yerde kırk vefat edenden yalnız kaçının kurtulması özel bir
durumdur; o beldedeki insanların İslâmî yaşantılarının olumsuzluğuyla ilgilidir. Bir başka beldede bu
rakam üçte bir, başka bir yerde yüzde bir olabilir.

“Ubudiyet yolu, zararsız olmakla beraber, ondan dokuz ihtimalle bir saadet-i ebediye hazinesi
vardır.” cümlesi ise bir başka sorunun cevabında da ifade ettiğimiz gibi, müminin “havf ve
reca” yani “korku ve ümit”arasında yaşamasıyla ilgilidir.

İslâm dini kişinin korku ve ümit arasında yaşamasını emreder. İnsan ne kadar ibadet ederse etsin
akıbetinden emin olmamalı, kendini mutlaka cennetlik olarak görmemelidir. Yine bir mümin, ne kadar
günah işlerse işlesin Allah’ın rahmetinden ümit kesmemeli ve “Ben artık kesinlikle cennet yüzü
göremem.” dememelidir. Kişi, yeise (ümitsizliğe) de düşmeyecek, ucba (ameline güvenmeye) de
kapılmayacaktır. Allah’ın rahmetinden ümit kesip meyus olmak gibi, Allah’ın gazabından emin olup
uca girmek de yanlıştır.

Soruda geçen “onda kokuz ihtimal” ifadesi bize bu dersi vermektedir.

Hüküm eksere göre verilir, kaidesince ve Allah Resulünün “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl
ölürseniz öyle haşr olursunuz.” hadis-i şeriflerinin verdiği habere göre, bir kişi şekavet yolunda bir
ömür geçirmişse sonunun felaket olması onda dokuz ihtimaldir. Bir ihtimal, tövbe edip yanlış yoldan
geri dönebilir.

Ehl-i hidayetin yolunda durum bunun aksidir.


İnsan bir ömür boyu imtihanda olduğu için, imanla ölmedikçe kendisi için yüzde yüz bir kurtuluştan
söz edilemez. Bütün ömrünü hayır ve hasenatla geçiren bir kişinin, ömrünün sonlarına doğru büyük
yanlışlıklar yapması, bazen ağır imtihanlar geçirip bu imtihanları kaybetmesi ihtimali de vardır. Bu
nokta unutulmamalı ve insan kendisini hiçbir zaman garantide görmeyip Rabbine sığınmasını devam
ettirmelidir.

“Dünya saadeti dahi ibadette ve Allah’a asker olmaktadır.”


kaidesi Müslümanlarda ve İslâm âleminde görülmüyor. Acaba
Müslümanlar bu görevlerini eksik mi yapıyorlar?
Konuya iki yönden yaklaşmak gerekiyor. Birincisi, saadetle refah aynı şey değildir. Bir
Müslüman, dünya nimetlerinden olabildiğince istifade edip hayatını rahat ve refah içinde geçirmek
için çalışmalı, ancak bunların ruha huzur vermede kifayetsiz kalacağını da bilmelidir. Rahat ve refah,
kalp ve ruhtan ziyade, nefsin meşru istekleridir.

Saadeti ise Üstadımız şu formüle bağlamıştır:

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”

İnsanın iki dünyada mesut olmasının birinci şartı imandır, sonra “her şeyi Onun mülkü ve onun
tasarrufunda bilmek, böylece Ona teslim olmak, gerekli sebeplere teşebbüs ettikten sonra Allah’a
tevekkül ederek ruhunu rahat ettirmek, sonuçların mutlaka kendi nefsinin isteği doğrultusunda
gerçekleşmesini beklememek, bu konuda ısrarcı olmamak” gelir. Bu silsileyi takip edenler iki cihan
saadetine ererler.

Konunun diğer bir yönü ise Lemaat’ta “Elhakku ya’lu” bahsinde, dört ayrı yönüyle güzelce izah
edilmiştir.

Kısacası, “Bu dünyada başarıya ulaşmak için konulan kanunlara, şartlara kim riayet ederse
sonuca o ulaşır. Şeriat-ı fıtriye denilen bu kanunlara uyanlar -mümin olsun, kâfir olsun- bu
itaatlerinin mükâfatını görürler. Aksi halde yine inançlarına bakılmaksızın sefalet ve mahrumiyete
düşerler. Eken biçer, çalışan başarıya ulaşır. Bu noktada kişinin inancına değil, bu dünyada
Allah’ın koyduğu fıtrî kanunları riayet edip etmediğine bakılır.

Öte yandan, hayatın hakkı umumidir. Kime hayat verilmişse o hayat için gerekli şartlar da ihsan
edilmiştir. Bu konuda yılan ve akreple, arı ve ipekböceği arasında bir ayırım yapılmamıştır.”

“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah.” Yani, “Hâlık ve Rezzak Ondan


başka yoktur. Zarar ve menfaat Onun elindedir. O hem Hakîmdir,
abes iş yapmaz; hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur." Bu
ifade niçin bu şekilde kullanılmıştır? Direkt manaya bakınca,
farklı gibi geliyor.
"Çünkü âbid namazında der: "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah." Yani, "Hâlık ve Rezzak
Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz;
hem Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur" diye itikad ettiğinden, her şeyde bir hazine-i
rahmet kapısını bulur, dua ile çalar. Hem her şeyi kendi Rabbisinin emrine musahhar görür.
Rabbisine iltica eder, tevekkül ile istinad edip her musibete karşı tahassun eder. Îmânı ona
bir emniyet-i tamme verir."(1)

Bu paragraf Kelime-i şehadetin kısa ve özet bir tefsiri niteliğindedir. Malum meal, ayetlerin
orijinalinin yerini tutmaz. Bu sebeple meale bakılarak bu kadar mana nereden çıktı denilmez.
Kur’an’ın her bir kelimesi, hatta bazen bir harfi, çok manaları ve incelikleri içinde toplayan bir kitap
gibidir.
Mesela Allah lafzı kıymetli bir mücevher kutusu gibi bütün isim ve sıfatları dairesine ve içine
alır ve her bir isim ve sıfata da işareti haizdir. Yani o isim ve sıfatlara tek tek mana olarak işaret
eder. Bu kapsamlı ihata ve kuşatıcılık manası Allah’ın diğer has ve özel isimlerinde yoktur. O has ve
özel isimler sadece kendi manasına işaret ve delalet ederler, başka isimlere ve sıfatlara işaret
etmezler.
Allah lafzının diğer özel isimlerden farkı ise, Allah lafza-i celali Zat-ı Akdesin bir unvan ve
ismidir. Yani Allah’ın zatına ait bir isim ve sıfattır. Bütün mükemmel isim ve sıfatların kaynağı ve
membaı Allah’ın Zat-ı Akdesi olmasından dolayı, Allah’ın zatını temsil eden Allah lafzı, dolaylı
olarak bütün mükemmel isim ve sıfatlara da işaret ve delalet ediyor demektir. Kelime-i şehadette de
Allah lafzı olduğuna göre, bu manaların çıkarılması gayet normaldir.
(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.

“İbadet, tevekkül, tevhid, teslim ne kadar azim bir kâr bir


saadet, bir nimet olduğunu bütün bütün kör olmayan görür, derk
eder.” cümlesi bazen yanlış yorumlanıyor ve tembelliği, ataleti ve
sefaleti netice veriyormuş gibi gösteriliyor?
"Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz,
tevekkül-ü şer'îdir." (Lemeat)

Mebadi, “mebde”nin çoğuludur; başlangıçta yapılması gereken işleri ifade eder. Bunların tamamı
eksiksiz icra edilmelidir. Bunları terk etmek tevekkül değil, tembelliktir. Gerekli bütün şartları yerine
getirdikten sonra, sonucu, sabırsızlanmadan, hırs göstermeden beklemek ve rıza ile karşılamak ise
tevekkül-ü şer’idir, yani İslam’ın öngördüğü tevekküldür. Böyle bir tevekkül insanı tembelliğe değil
çalışmaya sevk eder; ümitsizliğin kapısını kapar. “Ben görevimi yaptım, sonuca karışmam.” der ve
çalışmalarını gerekirse başka bir mecrada yine devam ettirir.
İnşirah Sûresinde Peygamberimize yapılan şu hitap Onun (asm) her ümmeti için de geçerlidir:

“O halde (işini bitirip) boş kaldın mı (hemen başka bir işe) sarıl. Ve ancak Rabbine
yönel.” (İnşirah, 94/7-8)

Şu da var ki, tevekkül etmeyen kişinin de, aciz bir kul olarak, kendine düşen görevi yaptıktan
sonra beklemekten başka yolu yoktur. Ancak bu sabırsız ve tevekkülsüz bekleyiş ve sonuç hakkında
olumsuz ihtimalleri sıralayıp düşünmek insanı rahatsız etmekten öte bir fayda sağlamaz.
Dördüncü Söz
Bahtiyar olan hizmetkâr, yirmi dört altından az bir kısmını
harcayarak, efendisinin hoşuna gidecek güzel bir ticaret yapıyor,
sermayesi birden bine çıkıyor. O halde sermayenin büyük kısmının
kullanımı ile ilgili neler söyleyebilirsiniz?
Cehennem azabından kurtulmak ve cennet nimetine mazhar olmak için bu kadar sermaye kâfi
geliyor. Yani Allah, lütfuyla bu kadar az bir ibadeti kabul ediyor ve bizi rahmetine mazhar kılıp
azabından emin ediyor.
Ancak, şu var ki dünyaya gelmek gibi cennete girmek de işin başıdır. Orada sonsuz mertebeler
vardır. Cennete lütufla girilir, ancak oradaki mertebeler ibadete, marifete, takvaya göredir.
Nasıl yokluktan kurtulup bu dünya hayatına kavuşmamızı yeterli görmeyip, dünyanın her türlü
nimetinden azamî derecede istifade etmeye çalışıyorsak, aynı şuuru, aynı azmi ve gayreti ebedî
hayatımız için de sergilemeliyiz.
Zira, o âlemde hayat ebedî, mertebeler sonsuzdur.

Bazı kimselerin bin senelik yolu bir günde, bazılarının da elli


bin senelik yolu bir günde kat etmelerini nasıl anlamalıyız? Bu
meseleye delalet eden iki ayet hangileridir?
Bu Söz’de, “Kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğu”nun, amele ve takva kuvvetine göre
farklı derecelerle kat edileceği haber veriliyor.

Kabir hayatı çok çeşitlilik arz ediyor. Bazıları mahşer günü geldiğinde kendilerini sanki kabre biraz
önce konmuş sanacaklar. Şehitler kendilerini ölmüş bilmeyecekler. İlim tahsil ederken vefat edenler
orada ilimlerini ikmal edecekler. Haram dairesinde yaşayanlara kötü amelleri yılanlar, akrepler
şeklinde karşılarına çıkacak ve onları rahatsız edecekler.

Kabir hayatı gibi, mahşerin dehşetini yaşama, “vakfe” denilen bekleme süresi, “mizan” ve “sırattan
geçmenin şekli ve süresi” de herkes için farklı olacak.

Bin senelik yolun bir günde kat edilmesi, “sürati” ifade etmek içindir. Söz konusu yolun, normale
göre yaklaşık “üç yüz altmış bin kat” daha kısa bir sürede gidileceğini ifade eder.

Diğer rakam da bu manada değerlendirecektir.

İki ayet ise:


Secde Sûresi 5. ayette şöyle buyrulur:
“Gökten yere kadar (bütün) işleri o tedvir eder. Sonra da o (iş) sizin saymakta
olduklarınıza göre (size göre) bin yıl miktarında olan bir günde ona yükselir.”

Meâric Sûresi 4. ayette de şöyle buyrulmaktadır:

“Melekler ve Ruh (Cebrail), miktarı elli bin sene tutan o makamlara bir günde
yükselirler.”

Bir altının, namaz biletine verilmesi halinde tayyareye binme


ihtimali nazara veriliyor. Acaba günahkâr insanların, bu bilete
sahip olduklarında kurtulmaları kesinleşiyor mu?
Namaz en büyük ibadettir. Sevabı çok azimdir. Mizanda büyük bir ağırlığı vardır. Bununla
birlikte “zerre miskal sevabın ve günahın” tartılacağı o günde, namazlarını çok gerilerde bırakacak
kadar günah işleyen kimsenin cehenneme uğraması mukadder görünüyor.

Ancak, İlâhî rahmetin bir tecellisi olan şefaat müessesesi, kimler için ne kadar çalışır? Cenab-ı Hak o
fazla kusurlara rağmen kulunu affedip cennetine gönderir mi? Bu sorulara net cevap vermek zor. Bunu
O’nun sonsuz lütfundan ve mağfiretinden bekliyor ve diliyoruz.

Bir kısım ehl-i takva, berk gibi bin senelik yolu, bir günde keser.
Bir kısmı da hayal gibi elli bin senelik bir mesafeyi, bir günde
kat'eder... Bu cümlenin izahını ve iki ayetin hangileri olduğunu
yazar mısınız?
İnsanoğlu gerek ibadetleriyle, gerekse kulluğuyla, kendisini asrın hastalıklarından muhafaza
etmesi ölçüsünde, manevi iklimde belli bazı makamlara gelir. İşte bu şekildeki ehli takva olan
insanlar, âdeta şimşek süratinde bin senelik bir yolu bir günde kat'eder, alır. Belki şimşekten daha
süratli olan hayal gibi, bu zatlar elli bin senelik bir mesafeyi bir günde alabilirler. Bu dünyada
Cenab-ı Hak bazı veli kullarını nuraniyet sırrıyla bir anda farklı yerlerde bulundurabilmektedir.

Cenab-ı Hakk'ın yarattığı mahluklardan olan melekler de bu sırra haizdir.

Mesela Hz. Azrail (as) bir anda nuraniyyet sırrıyla yaklaşık altı yüz bin insanın ruhunu
alabilmektedir. Aynı anda haşmetli kanatlarıyla Cenab-ı Hakk'a ibadet etmektedir. Bir şey diğer bir
şeye mani olmamaktadır. Bediüzzaman Hazretleri bu mevzuyu özellikle On Altıncı Söz'de gayet
tafsilatlı bir şekilde izah etmiştir. İşte Kur'an-ı Azimüşşan bu mevzuyu teyid sadedinde iki ayeti
kerimesiyle mevzuyu aklımıza yakınlaştırır, izah eder.
Dördüncü Söz'de ifade edilen iki ayet-i kerime:

"Gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra bütün bu işler, sizin hesabınıza
göre bin yıl tutan bir günde ona yükselir." (Secde, 32/5)

"Melekler ve ruh, onun arşına; miktarı elli bin sene olan bir günde yükselirler."(Mearic,
70/4)

Dördüncü Söz'de Geçen İki Aylık Mesafeden Maksat Nedir?


Evvela, Onuncu Söz'ün başındaki şu ihtara dikkat etmek lazım;

"İhtar: Şu risâlelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler sûretinde yazdığımın sebebi, hem


teshîl, hem hakâik-ı İslâmiye ne kadar mâkul, mütenâsib, muhkem, mütesânid olduğunu
göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyât kabîlinden yalnız
onlara delâlet ederler. Demek, hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir." (1)

"Kinâiyât kabîlinden yalnız onlara delâlet ederler." Yani doğrudan doğruya delalet etmiyorlar.
O yüzden her cümle ve ifadenin mutlaka bir karşılığını beklemek doğru değildir.

"Bir günlük mesafede bir istasyon vardır." ifadesinden, dünya hayatının kabre kadar olan uzunluğu
bir gün kabul ediliyor.

Kabirden sonra, cennete kadar olan yolculuk ise, elli dokuz güne tekabül etmektedir. Burada, dünya
hayatını kabirden sonra cennete kadar olan süre ile mukayese ettiğimizde, altmışta bir olduğunu
anlamak için verilen bir ölçü olmuş oluyor.

(1) bk. Sözler, Onuncu Söz.

Dördüncü Söz'de geçen, "Yüzde doksan dokuz ihtimal ile


musaddak bir hazine-i ebediyeye vermemek..." derken neden yüzde
yüz dememiş?
Sırat-ı müstakim, “havf ve reca” arasında bulunmak, yani ne kadar ibadet etse cennetini garanti
görmemek ve yine ne kadar günahkâr olsa Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemektir. Yüzde yüz
denmemekle, bu hakikate işaret edilmiştir.

Dördüncü Söz'de geçen; "iki aylık yol; bir günlük mesafe" gibi
kavramlar ne manaya geliyor; alem-i berzah kaç gün olmuş
oluyor?
Alem-i Berzah denilen kabir hayatının müddeti; kıyamet ile sınırlıdır. Yani kıyametin kopması ve
ikinci dirilişin başlaması ile kabir hayatı son bulur.

Üstad Hazretlerinin iki aylık yolculuk dediği; ruhlar aleminden başlayıp, cennet ya da cehennem ile
son bulan ebed yolculuğudur. Bir şahıs noktasından bu uzun yolculuğun en kısa olan aşaması; dünya
hayatıdır, bu da ortalama altmış yıldır. Bu da iki aylık ebed yolculuğuna kıyas edildiği zaman,
yaklaşık olarak bir güne tekabül ediyor.

Üstad Hazretleri iki aylık derken, bir sınır çizmiyor, genel bir tabir kullanıyor. Bu iki aylık yolculuk
içinde dünya hayatı bir gün gibi kısa olduğuna imada bulunuyor. Yoksa bir gün mesafeden sonra bir
ay kaldı gibi bir mana anlaşılmıyor. Dünya hayatı bu yolculuk içinde en kısa olanıdır. Tabi dünyanın
yaşı ile insanın yaşı farklı şeylerdir. Burada mevzubahis olan konu bir insanın ortalama yaşıdır.

Dördüncü Söz'de hikayedeki o iki hizmetkar has ve güzel çiftliğe


gönderiliyor ve dersin sonunda, "O has çiftlik ise Cennettir."
deniyor. Neden cehennemden bahsedilmiyor?
Dördüncü Söz namaz bahsidir; namaz ise Müslümanları ilgilendiren bir konudur. Temsildeki iki
yolcu da Müslüman, fakat birisi gafletten namazı terk edenleri, diğeri ise namazını kılanları temsil
ediyor.
İslam inancına göre Müslüman birisi ne kadar gafil ve günahkar da ölse, eninde sonunda cezasını
çektikten sonra cennete gider, yani nihai varacağı yer cennettir. İşte bu manadan dolayı mutlak
cehennem ifadesi sarf edilmiyor.
Diğer bir mana ise, namazsız adam diğer arkadaşının nasihatini dinleyip ikna olduğu için tövbe
edip namaza başlıyor, dolayısı ile her iki yolcu da aynı neticeye ulaşmış oluyor.

Dördüncü Söz'de ifade edilen, hayal ve şimşek için ortaya konan


tespitler hakkında bir çalışma var mıdır?
İlgili risalede, aşağıda da belirtildiği gibi iki ayrı tespit geçmektedir. Birincisi şimşek için, bin
sene denirken, ikincisi olan hayal için de elli bin senelik mesafe tespiti ortaya ifade edilmektedir.
İfadelerin orijinal şekli şöyledir:
"Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, elli bin
senelik bir mesafeyi bir günde kat’ eder."(1)
Bu konuda yapılmış bir çalışmanın varlığından haberimiz yoktur. Ancak ümit ediyoruz ki, bilime de
ışık tutacak olan bu tespitler, ileride bilim adamları tarafından incelenecek ve önemli veriler elde
edilecektir.
(1) bk. Sözler, Dördüncü Söz.

Dördüncü Söz'de, çiftlik olarak nitelendirilen cennete yolculuk


anlatılırken, insan cennete ulaşana kadar iki ay (60 gün) süre
geçeceği belirtiliyor. Kabir istasyon olarak gösterilmiş ve buraya
gelene kadar 60 günden bir gün geçeceği belirtilmiştir. Ömür, yani
bir gün olarak belirtilen zaman ve cennete yolculuk olan 60 gün
oranı neye göre belirlenmiştir? Ömür bir gün ise geriye, kalan 59
gün nerede geçecektir?
Üstad Hazretlerinin iki aylık yolculuk dediği; ruhlar aleminden başlayıp cennet ya da cehennem
ile son bulan ebed yolculuğudur. Bir şahıs noktasından bu uzun yolculuğun en kısa olan aşaması
dünya hayatıdır, bu da ortalama altmış yıldır. Bu süre iki aylık ebed yolculuğuna kıyas edildiği
zaman, yaklaşık olarak bir güne tekabül ediyor.
Üstad Hazretleri iki aylık derken, bir sınır çizmiyor, genel bir tabir kullanıyor. Bu iki aylık
yolculuk içinde dünya hayatı bir gün gibi kısa olduğuna imada bulunuyor. Yoksa bir gün mesafeden
sonra iki ay kaldı gibi bir mana anlaşılmıyor. Dünya hayatı bu yolculuk içinde en kısa olanıdır.
Tabi dünyanın yaşı ile insanın yaşı farklı şeylerdir. Burada mevzubahis olan bir insanın ortalama
yaşıdır ki, insanın genel yolculuğu içinde hakikaten çok kısa bir zaman dilimidir.
Alem-i berzah denilen kabir hayatının müddeti kıyamet ile sınırlıdır. Yani kıyametin kopması ve
ikinci dirilişin başlaması ile kabir hayatı son bulur. Bundan sonra mahşer, sırat ve cennet ve
cehennem gelir ki, bu süreçler kimisi için çok uzun, kimisi için çok kısadır. Yani amellere
göre, yolculuk ya uzundur ya kısadır.

Dördüncü Söz'de; neden iki ay (çiftlik için) ve bir gün (istasyon


için) gibi zaman dilimleri kullanmıştır? Mesela neden iki gün değil
de bir gün veya neden dört ay değil de iki ay denmiş?
“Bir günlük mesafede bir istasyon vardır.” cümlesinde bütün ömür bir gün ile, has ve güzel
çiftliğin (cennetin) uzaklığı ise iki ay ile ifade ediliyor. Aradaki fark, ölümle başlayan ve cennetle
son bulacak olan “kabir, mahşer, vakfe, mizan ve sırat” safhalarının tümünü temsil etmektedir.

Buradaki asıl maksat, dünya hayatının ebediyete göre çok kısa kaldığını ihtar etmek ve ahiret için yol
tedarikinde bulunmayı ders vermektir. Yoksa dört ay denildiğinde de "neden sekiz denilmedi" demek
mümkün ve bunun sonunun gelmeyeceği de açık olduğu için, bu gibi tabirlerde rakama değil, rakamın
maksadına bakmak gerekir.
Dördüncü Söz'ün başında, namazsız insan için "divane" tabiri
kullanılmaktadır. Divane tabirinden ne anlamalıyız?
Divane, kendi hakkında zararlı ve faydalı olanı tefrik ve temyiz edemeyecek kadar sefih ve
sağlıklı düşünceden mahrum olan kimselere denir.
Mesela, milyarlarca lira değerinde olan bir elmas parçasını, adi ve kırılmış bir cam parçasına
değişen bir insan, kendi hakkında hayırlı ve faydalı olanı bilmiyor demektir ki, bu tip insanlara sefih
ve divane denilir.

"Ebedi saadetin bileti ve vesikası hükmünde olan namazı, dünyanın adi ve değersiz
meşguliyetleri yüzünden terk etmek divanelik değil de nedir acaba."

denilmek sureti ile, namazsız insanların ne kadar büyük bir yanlışlık ve zarar içinde olduklarına
işaret ediliyor.

Gemi, şimendifer, araba ve tayyareye aynı istasyondan,


sermayeye göre binilmesini, biraz açar mısınız?
Gerek kabir hayatı, gerek mahşerde çekilecek sıkıntının derecesi, gerek mizan safhasının kolay
geçmesi ve sırat-cennet arası yolculuk, her mümin için farklı olacak demektir. Amele göre, takva
kuvvetine göre o uzun yol farklı şekillerde alınıyor.
Bilindiği gibi, cennete girmenin şartı imandır. Oradaki dereceler amellere göredir. Üstadımız
da insanın "iman nuruyla cennete layık bir kıymet aldığını" ifade ederek bu hakikati ders vermiştir.
Takva kuvveti imanla ilgili olmakla birlikte, bu cümlede günahlardan sakınma manasında
kullanılmıştır. Amele göre ifadesi “salih ameli”, takva kuvvetine göre ifadesi de “günahlardan
sakınmayı” ifade ederler.

Zaten, dünyevî ve uhrevî her türlü başarının esası, “zararlardan sakınmak ve menfaati celp
etmektir.” Yani hem kazanç artırılacak, hem de onun korunması için gerekli tedbirler alınacaktır.

Hizmetkârların iki ay uzaklıktaki çiftliğe gönderilmelerini biraz


açar mısınız?
“Bir günlük mesafede bir istasyon vardır.” cümlesinde bütün ömür bir gün ile, has ve güzel
çiftliğin (cennetin) uzaklığı ise iki ay ile ifade ediliyor. Aradaki fark, ölümle başlayan ve cennetle
son bulacak olan “kabir, mahşer, vakfe, mizan ve sırat” safhalarının tümünü temsil etmektedir.

Buradaki asıl maksat, dünya hayatının ebediyete göre çok kısa kaldığını ihtar etmek ve ahiret için yol
tedarikinde bulunmayı ders vermektir.
Küçük Sözlerde temsiller için; "bak, dinle" tabiri kullanılırken,
Dördüncü Söz'de "gör" ifadesi kullanılıyor, hikmeti ne olabilir?
İlk on sözde "bak, gör, dinle" ifadeleri kullanılmaktadır ki, bak ile gör ifadeleri müteradif yani
eş anlamlıdırlar.
Dördüncü Söz'de "dinle" yerine "gör" ifadesini kullanmasını iki şekilde anlayabiliriz.
Birincisi, görmek dinlemekten üstün bir öğrenme şeklidir. Namaz konusu ve ona getirilen temsili
dinleyerek değil görerek oku denilmek isteniyor.
İkincisi, namaz diğer dokuz sözde anlatılan konular gibi mücerret değil müşahhas bir konudur.
Malum mücerrede dinlemek müşahhasa görmek yakışır.

Namaz, temsilde define anahtarına benzetiliyor. Bu benzetmeyi


biraz açar mısınız?
Bu temsilde, namaz kılmak, zavallı miskin bir insanın bir define anahtarı bularak zengin
olmasına benzetilmiştir. Bu define sadece ahiretle ilgili değildir. “Rabbinin huzuruna çıkmak,
ihtiyaçlarını O’na arz etmek, yalnız O’na kul olduğunu ifade etmek, bütün nimetleri için O’na
hamd etmek…” birer definedirler.

Namazla kalbin ve ruhun rahata kavuşması, hadiselere karşı dayanma gücü kazanması, tevekkül ile
dünyada da saadetli bir ömür geçirilmesi de birer definedirler.

Hadis-i Şerifte haber verildiği gibi “Dünyada misafir ve yolcu olarak yaşama” şuuruna ermek ayrı
bir definedir.
Ölümün hiçlik olmayıp ebedî saadetin başlangıcı olduğunu bilmek, hastalıkların günahlara kefaret
olduğuna inanmak da ayrı birer definedirler.

Namaz kılan ve hayatını rıza çizgisinde geçiren müminler için ahirette “gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği, kalbe hatıra gelmesi mümkün olmayan” defineler olduğunu da bizzat Allah
Resulü (asm) bize haber vermişlerdir.

Namazın, ucuz ve az bir masrafla kazanılması maddeten midir?


Bu ifade, namazın hac ve zekât gibi bir sermaye sarfını gerektirmediği, en fakir ve güçsüz adamın
da bu büyük ibadeti kolayca yerine getirebildiğini ders veriyor.
Ucuzluğu ve az masrafı, “emek ve zahmet” olarak da düşünsek, yine namazın çok az bir
zahmetle eda edildiğini söyleyebiliyoruz.

“…namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar
ağır bir iş değildir.” (Sözler)
Neden namaz dinin direğidir. Burada diğer ibadetlere nispeten,
namazın öne çıkarılışının sebebi ne olabilir? Bu konuda Üstad'ın
ne gibi tespitleri vardır, açıklar mısınız?
Namazın önemini ve neden dinin direği olduğu hususunu anlamak için Risale-i Nur'dan Dördüncü
Söz, Dokuzuncu Söz ve Yirmi Birinci Söz'ü tahkik etmek gerekir. Bu Risalelerde namazın derinliği ve
manevi hikmetleri çok geniş ve güzel bir şekilde izah ediliyor.
Namazın azametine işaret eden bir vecih:
Kainat büyük ve geniş bir halka ve daire şeklindedir, merkezinde ise hayat vardır. Yani her
şey hayatın varlık bulması için tanzim ediliyor. Yıldızların dizilişinden tut ta güneşin belli bir
yörünge içinde dönmesine, havadan tut ta toprağa kadar her şey hayata hizmet ettiriliyor.

Yine hayat büyük ve geniş bir daire şeklindedir, merkezinde ise rızık vardır. Bütün hayat
sahipleri olan bitkiler, hayvanlar ve insanlar hayatın merkezi olan rızkın peşinde ve etrafında
dolaşıyor. Bütün hayatlıların rızka olan ihtiyacı aşk derecesine çıkmış. Adeta hayat eşittir rızık
şekline girmiş.
Allah, rızık merkezini o kadar geniş ve zengin bir şekilde tanzim etmiş ki, Allah’ın bütün isim ve
sıfatlarının mana ve tecellileri, âdeta rızkın içinde merkezileşip toplamış. Rızkın bütün çeşitlerini
tadıp tartacak kıvamda ve donanımda olan insan mahiyeti, bir nevi bütün isim ve sıfatların da idrak
ve şuurunda olabilir bir mahiyettedir.

Nasıl her şey rızkın etrafında, daire ve halka olmuş ona hizmet ediyor ise, rızık dahi bir daire ve
halka olup, merkezine şükür konulmuş. Yani rızkın merkezi ve itici kuvveti şükürdür. Rızka muhtaç
olan bütün hayatlıların rızka olan aşkı ve ihtiyacı, şükrün en önemli teşvikçisi ve itici kuvvetidir. Bu
ifade etmeye çalıştığımız manalar Yirmi Sekizinci Mektup'taki Şükür Risalesi'nde geçmektedir;
orayı okumakta fayda vardır.

Demek ki, şu kainatı bir ağaç olarak düşünürsek, meyve ve neticesi şükürdür. Şükrün en kapsamlı
ve külli olanı ise namazdır. Evet namaz Üstad'ın ifadesi ile külli bir şükürdür. Namaz olmaz
ise şükür olmaz, şükür olmaz ise rızık olmaz, rızık olmaz ise hayat olmaz, hayat olmaz
ise kainat olmaz. Demek ibadetlerin özü olan namaz şu kainatın kaim bir sebebi, asıl bir direği
hükmündedir. Kur’an’ın ısrarla namazı emretmesi ve insanın en önemli bir kulluk vazifesi olması
bundan dolayıdır.

İnsanın kendi ömür sermayesi ve kuvveti ile Allah’ın sayısız ihsan ve ikramlarına karşılık vermesi ve
şükürde bulunması imkansızdır. Değil bütün nimetleri, iki gözün şükrünü bile binlerce sene ibadet
etse, karşılığını veremez. Ama Allah kereminden insana; "Siz benim emrettiğim namazı kılın, ben
sizi bütün nimetlerime ve ihsanlarıma şükür etmiş gibi sizden kabul edeyim, namaz sayesinde
sizi şakirler sınıfından yazayım." diyor. İnsanın böyle cazip bir teklife ilgisiz kalması akıl karı
olamaz.
Namaz Allah’ın sayısız nimetlerine teşekkür etmek için bir fırsattır, bunu kaçırmak ise büyük bir
hasarettir. Bu yüzden insan olan insan namaz kılmayı fıtratının gereği olduğunu hisseder.
İlave bilgi için tıklayınız:
“Namaz dinin direğidir.” hadisi dinimizin namazla ayakta durduğunu ifade etmektedir. Burada
diğer ibadetlere nispeten, namazın öne çıkarılışının sebebi ne olabilir?..

Niçin Namaz Kılarız, Risalelerde Açıklaması Var mıdır?


Kainat büyük ve geniş bir halka ve daire şeklindedir, merkezinde ise hayat vardır. Yani her
şey hayatın varlık bulması için tanzim ediliyor. Yıldızların dizilişinden tut ta güneşin belli bir
yörünge içinde dönmesine, havadan tut ta toprağa kadar her şey hayata hizmet ettiriliyor.

Yine hayat büyük ve geniş bir daire şeklindedir, merkezinde ise rızık vardır. Bütün hayat
sahipleri olan bitkiler, hayvanlar ve insanlar hayatın merkezi olan rızkın peşinde ve etrafında
dolaşıyor. Bütün hayatlıların rızka olan ihtiyacı aşk derecesine çıkmış. Adeta hayat eşittir rızık
şekline girmiş. Allah, rızık merkezini o kadar geniş ve zengin bir şekilde tanzim etmiş ki Allah’ın
bütün isim ve sıfatlarının mana ve tecellileri, âdeta rızkın içinde merkezileşip toplamış. Rızkın bütün
çeşitlerini tadıp tartacak kıvamda ve donanımda olan insan mahiyeti, bir nevi bütün isim ve sıfatların
da idrak ve şuurunda olabilir bir mahiyettedir.

Nasıl her şey rızkın etrafında daire ve halka olmuş ona hizmet ediyor ise, rızık dahi bir daire ve
halka olup, merkezine şükür konulmuş. Yani rızkın merkezi ve itici kuvveti şükürdür. Rızka muhtaç
olan bütün hayatlıların rızka olan aşkı ve ihtiyacı, şükrün en önemli teşvikçisi ve itici kuvvetidir. Bu
ifade etmeye çalıştığımız manalar Yirmi Sekizinci Mektup'taki Şükür Risalesi'nde geçmektedir;
orayı okumakta fayda vardır.

Demek ki, şu kainatı bir ağaç olarak düşünürsek, meyve ve neticesi şükürdür. Şükrün en kapsamlı
ve külli olanı ise namazdır. Evet namaz Üstad'ın ifadesi ile külli bir şükürdür. Namaz olmaz
ise şükür olmaz, şükür olmaz ise rızık olmaz, rızık olmaz ise hayat olmaz, hayat olmaz
ise kainat olmaz. Demek ibadetlerin özü olan namaz şu kainatın kaim bir sebebi, asıl bir direği
hükmündedir. Kur’an’ın ısrarla namazı emretmesi ve insanın en önemli bir kulluk vazifesi olması
bundan dolayıdır.

İnsanın kendi ömür sermayesi ve kuvveti ile Allah’ın sayısız ihsan ve ikramlarına karşılık vermesi ve
şükürde bulunması imkansızdır. Değil bütün nimetleri, iki gözün şükrünü bile binlerce sene ibadet
etse karşılığını veremez. Ama Allah kereminden insana diyor ki, "siz benim emrettiğim namazı
kılın, ben sizi bütün nimetlerime ve ihsanlarıma şükür etmiş gibi sizden kabul edeyim, namaz
sayesinde sizi şakirler sınıfından yazayım" diyor. İnsanın böyle cazip bir teklife ilgisiz kalması akıl
karı olamaz. Namaz Allah’ın sayısız nimetlerine teşekkür etmek için bir fırsattır, bunu kaçırmak ise
büyük bir hasarettir. Bu yüzden insan namaz kılmalıdır.

Risale-i Nurların bir çok yerinde, özellikle Dördüncü Söz, Dokuzuncu Söz ve Yirmi Birinci
Sözlerde, namaza dair detaylı bilgiler vardır. Buraların güzelce mütalaa edilmesi maksadı, daha
güzel ifade eder kanaatindeyiz.
Öteki hizmetkar, bedbaht, serseri olduğundan istasyona kadar
yirmi üç altınını sarf eder. Kumara - mumara verip zayi eder. Bir
tek altını kalır. Arkadaşı ona der:.. Devamı ile izah eder misiniz?
Gereken izahı Üstad Hazretleri şu şekilde yapıyor:

"İşte ey namazsız adam! Ve ey namazdan hoşlanmayan nefsim!"


"O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin,
namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise, yirmi dört
saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise Cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat
ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur. Amele göre, takvâ kuvvetine göre, o
uzun yolu mütefâvit derecede kat ederler. Bir kısım ehl-i takvâ berk gibi, bin senelik yolu
bir günde keser. Bir kısmı da hayal gibi, elli bin senelik bir mesafeyi bir günde kat eder.
Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret eder. O bilet ise namazdır. Bir tek saat,
beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Acaba yirmi üç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye
sarf eden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarf etmeyen, ne kadar zarar eder, ne
kadar nefsine zulmeder, ne kadar hilâf-ı akıl hareket eder! Zira, bin adamın iştirak ettiği
bir piyango kumarına yarı malını vermek akıl kabul ederse -halbuki kazanç ihtimali binde
birdir- sonra yirmi dörtten bir malını, yüzde doksan dokuz ihtimalle kazancı musaddak bir
hazine-i ebediyeye vermemek ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmet hareket ettiğini, ne kadar
akıldan uzak düştüğünü, kendini âkıl zanneden adam anlamaz mı?"(1)

Bahtı kötü ve serseri olan öteki hizmetkar adam, gafil ve namazsız insanları temsil ediyor. Yirmi
dört altın, yirmi dört saat, her gündeki ömürdür. İstasyon kabirdir. İstasyona kadar yirmi üç altını sarf
etmesi ise bir günün yirmi üç saatini şu kısacık dünya hayatına harcayıp ahiret için bir şeyler
yapmamasıdır. Yani ibadet ve zikirle meşgul olmayıp, oyun ve eğlenceler ile hayatını çarçur etmesine
kinayedir.
Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir. Bilet burada namazdır. İstasyondaki muhtelif
binekler ise kişinin amel ve iman kuvvetine göre kabirdeki göreceği muamele ve ebedi yolculuğunun
hız ve konforudur. Malum her şey sermayeye, yani amele göredir, amel iyi ise kabir güzel bir konak
ve cennete çok hızlı götürecek bir istasyondur. Yok amel kötü ise, kabir azap kuyusu ve yolculuğun
bitmediği bir istasyon olur.
(1) bk. Sözler, Dördüncü Söz

Risalelerde neden piyango temsili verilmiş; kumar ve haram


değil mi?
Piyangonun buradaki karşılığı, "kura ve çekiliş" anlamında kullanılmıştır; haram olan çekiliş
kastedilmemiştir.
Diğer taraftan; piyangoya bir teşfik yapılmıyor, tam aksine aklı olanın oraya para yatırmaması
gerektiğini söylüyor. Kur'an-ı Kerim'de şeytan ve Firavun gibi isimler geçer, ama teşfik için değil,
terhip (korkutma, sakındırma) içindir.

Üstadımız 24 saati müteaddit yerlerde 24 altına benzetiyor;


niçin?
Meyvenin Dördüncü Meselesinde şu ifade geçer:

"Ömür sermayesi pek azdır, lüzumlu işler pek çoktur."

İnsanın en büyük sermayesi ömrüdür. Dünya altınları da bu sermaye ile kazanılır, cennetteki
köşkler ve saraylar da.

İnsan bu kısa ömrüyle ebedî bir saadeti kazanmak veya kaybetmekle karşı karşıyadır.

Nitekim bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur:

“İki nimet var ki zarara uğratılmaktadır: Sıhhat ve boş zaman.”

“Dünya ahiretin tarlasıdır.” Bu tarlaya “zaman” ekilmekte, karşılığında “ebediyet” elde


edilmektedir. Ekilen tohumların hayır veya şer olmasına göre, ebediyet de “cennet veya
cehennem” olarak ortaya çıkacaktır.

Altıncı Söz'de geçen şu ifadeler konumuz açısından çok önemlidir:

“O vakit ömür dakikaları, âdeta tohumlar, çekirdekler hükmünde zâhiren fenâ bulur
,çürür; Fakat âlem-i bekada saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler.”

Üstadımız; okula giden bir talebenin, sabah namazı ile öğle


namazı arasının ibadet olacağını söylemiş midir?
"Aynen onun gibi, sen şu bağında nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terk etsen,
bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya
münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne
medar olan namaza sarf etsen, o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin
nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan iki maden-i mânevî
bulursun."

"Birinci maden: Bütün bağındaki(HAŞİYE) yetiştirdiğin, çiçekli olsun, meyveli olsun, her
nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyetle, bir hisse alıyorsun."

"İkinci maden: Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese-hayvan olsun, insan olsun, inek
olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun-sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o
şartla ki, sen Rezzâk-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve Onun malını
Onun mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan..."

HAŞİYE: Bu Makam, bir bağda, bir zâta bir derstir ki, bu tarzla beyan edilmiş."(1)

"Hem namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü
alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü âhirete mal edebilir; fani ömrünü bir cihette ibka
eder."(2)

Üstad'ın yukarıdaki ifadeleri çok açık bir şekilde, namaz kılanın bütün mübah ve meşru işlerinin
ibadet hükmüne geçeceğini ifade ediyor. Yani sabah ile öğle namazını kılan birisinin bu iki vakit
arasında yaptığı bütün meşru fiiller, bu ders olsun, inşaatta çalışmak olsun, fark etmez, hepsi ibadet
hükmündedir.

İnsanın yirmi dört saatlik bir gününü, yirmi dört kiloluk bir süte benzetecek olursak, nasıl süte az bir
maya atılınca hepsi yoğurt oluyor ise, bir saatlik namaz da süte atılan bir maya gibi, insanın yirmi
dört saatini hayra çeviren bir maya hükmündedir. Haram olmayan bütün işlerini hayra ve ibadete
çevirir.
Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, Yirmi Birinci Söz.


(2) bk. a.g.e. Dördüncü Söz.

Yapılan işlerin güzel bir niyet ile ibadet hükmüne geçmesi ne


demektir?
Bu mevzuyu daha iyi anlamak için bir örnekle açıklamakta fayda mülahaza ediyoruz.
Mesela, evini geçindiren bir baba, nasıl olsa çalışacak ve bir şekilde ailesinin geçimi
sağlayacaktır. Şimdi iki baba düşünelim. Birisi; "Bu çocuklar bana Allah'ın emanetleridir. Allah bu
emanetlere bakmak için beni vazifelendirmiştir." der. İkincisi ise, bu manayı hiç düşünmez, gafilane
çalışır. Ne Allah'ı düşünür ve ne de eşi ile çocuklarının kendisine emanet olduğunu düşünür.
İşte birincisinin bütün çalışması ibadet hükmüne geçerken, ikinci şahsın emeği yalnız dünya ile
sınırlı kalır.

Yirmi dört altının sadece yol, bilet masrafı ve oradaki meskene


lazım bazı şeyleri almaya tahsisi nedendir? Namaz kılan kişi dünya
işleriyle hiç uğraşmayacak mı?
İnsan bir yolcudur. Ruhlar aleminden başlayan bu yolculuk, cennet yahut cehennemle son
bulacaktır. Yolcu yolunu düşünmeli, istasyonda oyalanmamalı.

Yirmi dört saatin tümünü ebediyete mal etmenin çaresi de aynı derste gösteriliyor; “namaz kılan
insanın diğer bütün mübah dünyevi amellerinin de güzel bir niyet ile ibadet hükmüne
geçeceği” haber veriliyor.
“Güzel niyet” şartına riayet etmek büyük önem taşır. Bilindiği gibi, bir insan müşriklerle harp
emek üzere sefere çıktığında niyeti “ganimet elde etmek veya şöhret kazanmak” olsa cihat etmiş
sayılmıyor. Harpler ancak “i’la-yı kelimetullah” şartını taşıdıklarında “cihad” sınıfına girerler. Aksi
halde “kıtal” olarak kalırlar.
Dünyaya çalışmakta da niyet “helal rızık kazanmak, başkalara muhtaç olmamak, zengin olup
zekât vererek bu farizayı da işlemek, sadaka sevabına nail olmak, iman ve Kur’an hizmetine
yardım etmek”şeklinde olursa, yapılan bütün mesai ibadet hükmüne geçebilir.
Şehrin en zengini olup parmakla gösterilmek, isminden bolca söz edilmesini sağlamak, kazancını
sefahatte sarf etmek gibi niyetlerle yapılan çalışmaların ahiret adına hiçbir faydası yoktur. Bunlar
ebedî saadete bir yatırım olma mahiyetini taşımazlar. Haram ve israf ile yapılan harcamalardan
ayrıca hesap da verilecektir.

" Acaba şu adam inat edip, o tek lirasını bir define anahtarı
hükmünde olan bir bilete vermeyip..." cümlesinden yola çıkarak;
dalalette olan insanların nasihatı işitip de amel etmemelerinin
sebebi inat olduğu söylenebilir mi?..
İnat kelimesi burada batıl ve yanlış hareketlerde ısrar etmek anlamındadır. Yani inat bir sonuçtur.
Her inadın sebebi ve gerekçesi farklıdır. Kimisi yanlışın içindeki lezzetten dolayı onu bırakmamakta
inat eder, kimisi ideolojik fikirlerden dolayı batılı terk etmek istemez, kimisi rahat ve tembellikten
dolayı terk etmek istemez vs... Her inadın ayrı bir sebebi ve gerekçesi olabilir. Sadece inadı dalalete
sebep göstermek yanlış olur. Ama inat tek başına da dalalete sebep teşkil edebilir. Bu kişilerin ruh ve
kalp dünyasına göre değişebilir.
Risale-i Nur'da temsil-i hikayeciklerde geçen herbir kelime çok mananın anahtarı ve alameti
hükmündedir. “İnad” kelimesinin kullanılması ise elbette tesadüfi olmayıp küfrün dayanak noktasını
ifade eder. Sadece Dördüncü Söz'de değil Onuncu ve Yirmi İkinci Sözler gibi diğer temsili
hikayeciklerde de bu kelimeye rastlarız, şöyle ki:

"... Mâdem bu derece inad ve temerrüd edersin; gel, had ve hesâbı olmayan delâil
içinde, On İki Sûret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat
ve ihsan ve bir dâr-ı mücâzât ve zindan var..."(1)

"... Mâdem inadın divânelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir
kahra giriftar edeceksin..."(2)

Risale-i Nur ışığında inadı tahlil edelim. İnadın kaynağı, doğurduğu vahim neticeler ve onu teskin
etmenin yolları hakkında Risalelerde geçen muhtelif pasajlar aşağıda yer almaktadır:

“İşte küfür bir divâneliktir, dalâlet bir sarhoşluktur, gaflet bir sersemliktir ki, bâki
metâ yerine fâni metâı alır. İşte şu sırdandır ki, ehl-i dalâletin hissiyatları şiddetlidir. İnadı,
hırsı, hasedi gibi herşeyi şediddir. Bir dakika meraka değmeyen birşeye bir sene inat
eder.”(3)

"... bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefâhetten gelen


tiryâkiliğin inadı karşısında... (...) küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalâletler ve küfr-ü
inâdîden gelen temerrüd..."(4)

"Ey şeytan, bâtılı hak ve muhâli mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inad
ve mugâlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytânî desîselerle, çok muhâlâtı intâc
eden inkâr ve küfrü, o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun."(5)

"İnadın işi budur: Şeytan yardım ederse birisine, "melek" der, rahmeti de okutur.
Muhâlif tarafında eğer meleği görse, libasını değişmiş onu şeytan zanneder; adâvet, lânet
eder."(6)

Risale-i Nur, insanın mahiyetinde bulunan "inad" hissinin doğru kullanım mecraasını da bizlere
öğretmiştir:

“İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inatlı


talep ve hâkezâ şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı
şiddetli bir surette fâni umur-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere bâki
elmas fiyatlarını vermek demektir..."
"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı hissiyatını sarf
eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat ediyor. Hem zararlı,
zehirli bir şeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli his böyle şeyler için
verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o
lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı
İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve
âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."
"İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi
şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, "Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme,
dünyayı sevme." Yani, "Fıtratını değiştir" gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte
bulunurlar. Eğer deseler ki, "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını
değiştiriniz"; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur."(7)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz
(2) bk. a.g.e., Yirmi İkinci Söz
(3) bk. Barla Lâhikası, Mesail-i Müteferrika, (220. Mektup)
(4) bk. Hutbe-i Şamiye, Mukaddime
(5) bk. Sözler, On Beşinci Söz'ün Zeyli
(6) bk. a.g.e., Lemeat
(7) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup

"Hem namaz kılanın diğer mübah, dünyevî amelleri, güzel bir


niyetle ibadet hükmünü alır." Bu cümledeki manayı ders veren bir
ayet, hadis veya müçtehidlere ait bir söz var mıdır?
Riyâzü’s Sâlihîn’in Namaz Bölümünden bazı hadisler:
“Gündüzün iki yanında ve gecenin gündüze yakın saatlerinde namaz kıl. Şüphesiz iyilikler
kötülükleri giderir.” [Hûd sûresi (11), 114] anlamındaki âyet nâzil oldu. Adam: "Bu sadece bana mı
mahsus yâ Resûlallah?" dedi.? Resûl-i Ekrem: “Ümmetimin tamamı içindir.” buyurdular.

“Büyük günahlardan kaçınıldığı müddetçe, beş vakit namaz ile iki cuma, aralarında
işlenen küçük günahlara keffârettir.”

“Bir Müslüman, farz namazın vakti geldiğinde güzelce abdest alır, huşû içinde ve
rükûunu da tam yaparak namazını kılarsa, büyük günah işlemedikçe, bu namaz önceki
günahlarına keffâret olur. Bu her zaman böyledir.”

“İkindi namazını terkeden kimsenin işlediği amelleri boşa gider.”

“Kim sabah akşam camiye gider gelirse, her gidip gelişinde Allah Taâlâ o kimseye
cennetteki ikramını hazırlar.”

“Bir kimse evinde güzelce temizlenir, sonra Allah’ın farzlarından bir farzı yerine
getirmek için Allah’ın evlerinden birine giderse, attığı adımlardan her biri bir günahı silip
yok eder; diğer adımı da onu bir derece yükseltir.”

“Size, Allah’ın kendisiyle günahları yok edip, dereceleri yükselteceği hayırları haber
vereyim mi?” buyurdular. Ashâb: "Evet, yâ Resûlallah!" dediler. Resûl-i Ekrem:

“Güçlükler de olsa abdesti güzelce almak, mescidlere doğru çok adım atmak, bir namazı
kıldıktan sonra öteki namazı beklemek. İşte ribâtınız, işte bağlanmanız gereken
budur.” buyurdular.

“Yatsı namazını cemaatle kılan kimse, gece yarısına kadar namaz kılmış gibidir. Sabah
namazını cemaatle kılan kimse ise bütün gece namaz kılmış gibidir.”

Bu hadisler gibi daha çok hadisler ve ayetlerin umumi manasından "Hem namaz kılanın diğer
mübah, dünyevî amelleri, güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır." hükmünü çıkarmak zor olmasa
gerek. Üstat Hazretlerinin bu hükmü, bu gibi ayet ve hadislerin hem umumi manasından hem de işari
manalarından çıkarması kuvvetle muhtemeldir.

"Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir


niyet ile ibâdet hükmünü alır. " deniyor. Namaz kılmayan
insanların yaptıkları ibadetler ahirette onlara sevap getirir mi?
Dördüncü Söz'de, namaz kılan ve kılmayanların kazanç ve kayıpları arasında bir karşılaştırma
yapılıyor. Bir saatlik ibadetle günün yirmi dört saatini ibadet haline getirmenin yolu gösteriliyor.
Ayrıca namazın insan için hem dünya hem de ahiret saadetinde ne kadar lüzumlu ve gerekli bir ibadet
olduğuna işaret ediliyor.
Namaz kılanın bütün mübah ve meşru işlerinin ibadet hükmüne geçeceği ifade ediliyor. Yani
sabah ile öğle namazını kılan birisinin bu iki vakit arasında yaptığı bütün meşru fiiller; bu ders
çalışmak olsun, inşaatta çalışmak olsun fark etmez, hepsi ibadet hükmündedir.
İnsanın yirmi dört saatlik bir gününü yirmi dört kiloluk bir süte benzetecek olursak, bir saatlik
namaz süte atılan bir maya gibi insanın yirmi dört saatini hayra çeviriyor, haram olmayan bütün
işlerini hayra ve ibadete dönüştürüyor.
Namaz kılmayan birisinin yapmış olduğu hayır ve hasenat elbette sevap olarak hanesine
yazılacaktır. Hayır ve hasenat bizatihi sevap oldukları için, ayrıca namazla sevaba dönüştürülmeye
muhtaç değildirler. Bu yüzden namaz kılmayan birisinin yapmış olduğu bizatihi diğer ibadetler aynı
sevaptır.
Burada "mübah olan işler" deniliyor. Mübah, yapılıp yapılmamasında ibadet ve sevap olmayan
ameller demektir. İşte bu amelleri ibadete çevirmenin tek yolu beş vakit namazdır. Yoksa bizatihi
ibadetler için ayrıca namaz kılma şartı yoktur. Mesela, namaz kılmayan birisinin hac ve zekatı kabul
olmaz denilemez.

"İki hizmetkar, ders aldıktan sonra giderler. Birisi bahtiyar idi


ki, istasyona kadar bir parça para masraf eder. Fakar o masraf
içinde , efendisinin hoşuna gidicek öyle güzel bir ticaret elde eder
ki, sermayesi birden bine çıkar..." Açıklar mısınız?
"O hâkim ise, Rabbimiz, Hâlıkımızdır. O iki hizmetkâr yolcu ise: Biri mütedeyyin,
namazını şevkle kılar; diğeri gafil, namazsız insanlardır. O yirmi dört altın ise, yirmi dört
saat her gündeki ömürdür. O has çiftlik ise Cennettir. O istasyon ise kabirdir. O seyahat
ise kabre, haşre, ebede gidecek beşer yolculuğudur."(1)

Üstad Hazretleri gereken izahı zaten konunun devamında yapıyor. İstasyon burada kabre işaret
ediyor. Bahtiyar hizmetkar ise dindar, namazını ve benzer ibadetlerini şevk ile kılan insanları temsil
ediyor. Sermaye ise insana verilen ömürdür. İnsan bu ömür sermayesini kabre girinceye kadar
ibadetler ile nemalandırıp bir iken bine çıkarmakla mükelleftir.
Mesela, bin aydan hayırlı olan Kadir Gecesi'ni ibadet ile kazanırsak, seksen küsur yıllık bir
ibadet ömrünü kazanmış oluruz. Ama ibadetleri terk edip günah ve heva yolunda gidersek, bize
verilen ömür sermayesini boşuna tüketmiş oluruz ki, bunun hesabını elbette efendimiz olan Allah
soracaktır.
(1) bk. Sözler, Dördüncü Söz

"Namaz dinin direğidir" hadisindeki ibare; essalatu imaDuddin


midir? Essalatu imaRuddin midir?
Ulaşabildiğimiz kaynaklarda "imadüddin ve emududdin" şeklinde tabirler mevcut.
"Bu hadis aynı manada fakat değişik lafızlarla gelmiştir. "Esselatu imadüddin" ve Telhis-ül Habir'de
..."Esselatu imaddül islam". Yine Cem'ül Cevami', İsfehani'nin "Et-terğib" eserinden "Re'sül emri
İslam ve emma emuduhu fesselatu" Müstedrek-ül Hakim'de aynı lafızladır. Sair me'hazlerde ise
Üstadın kaydettiği olan "esselatu imadüddin" lafzıyladır.
Mekke eski müftüsü Allame Ahmed Zeyni Dahlan, bu hadis bir risalesine ünvan yaparak mevzuyu
işlemiş. Bu risale Batı Berlinde H.1391'de basılmıştır. Mezkur risalede bu hadis aynı manadaki sair
hadislerle takviye ederek risalesini te'lif etmiştir.
Hadise bazı zatlar senedi itibariyle ilişmişlerse de İbn-i Hacer Askalani aynı manadaki gelecek hadis
için mu'terizlere şöyle cevap vermiş:
"Bir adam Peygambere (asm) gelerek dinin başı nedir diye sorması üzerine, Resulu Ekrem
(asm) demiş: "Namaz dinin direğidir."" (Risale-i Nur'un Kudsi Kaynakları S:363 A.KADİR
BADILLI)

"Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri, güzel bir niyet


ile ibadet hükmünü alır." Diğer mübah ameller derken,aklımıza
gelen bütün mübah ameller mi? Mübah ameller zaten dünyevi
olur. Uhrevi ameller mübah olmaz?
Bu sözde namaz kılanın bütün mübah ve meşru işlerinin ibadet hükmüne geçeceği ifade ediliyor.
Yani sabah ile öğle namazını kılan birisinin, bu iki vakit arasında yaptığı bütün meşru fiiller, bu ders
çalışmak olsun, inşaatta çalışmak olsun fark etmez, hepsi ibadet hükmündedir.
İnsanın yirmi dört saatlik bir gününü, yirmi dört kiloluk bir süte benzetecek olursak, nasıl süte az
bir maya atılınca hepsi yoğurt oluyor ise, bir saatlik namaz da süte atılan bir maya gibi, insanın yirmi
dört saatini hayra çeviren bir maya hükmündedir. Haram olmayan bütün işlerini hayra ve ibadete
çevirir.
Namaz kılmayan birisinin yapmış olduğu hayır ve hasenat, elbette sevap olarak hanesine
yazılacaktır. Hayır ve hasenat bizatihi sevap oldukları için, ayrıca namazla sevaba dönüştürülmeye
muhtaç değildirler. Bu yüzden namaz kılmayan birisinin yapmış olduğu, bizatihi diğer ibadetler, aynı
sevaptır.
Mübah; yapılıp yapılmamasında ibadet ve sevap olmayan, dünyevi ameller ve işler demektir ki,
bu tamamen dünyevi amellere racidir. Uhrevi ameller zaten aslı itibari ile ibadet oldukları için
mübah kapsamına girmezler.Dünyevi kelimesi hem meseleyi izaha, hem de tekide matuftur.

"Namaz kılanın fani ömrü, bir cihetle, bakileşiyor." Diğer


insanların da ömürleri baki değil midir?
Ömür sermayesinden namaza ayrılan kısım baki alem içindir.
Cennet de cehennem de baki olmakla birlikte, buradaki maksat, namazın ebedi cenneti kazanmaya
vesile olmasıdır.

"Öteki hizmetkar bedbaht, serseri olduğundan istasyona kadar


yirmi üç altınını sarfeder,.." cümlesinde anlatılmak istenen nedir?
Temsildeki;
Yirmi dört altın; insana verilen yirmi dört saattir.
İstasyon ise kabirdir.
Yirmi üç altının istasyona kadar harcanması ise, insanların ekserisinin ömür sermayesini gaflet
ve dalalette geçirmesine işaret ediyor. Yani ortalama olarak, insan bir günlük hayatının ezici
çoğunluğunu dünyaya sarf ediyor, Allah ve ahiret için çok az amel ediyor, anlamına işaret ediliyor.

“Namaz dinin direğidir.” hadisi dinimizin namazla ayakta


durduğunu ifade etmektedir. Burada diğer ibadetlere nispeten,
namazın öne çıkarılışının sebebi ne olabilir?
Bakara Sûresinin başında, Kur’an'ın “muttakiler için bir hidayet olduğu” ifade edildikten sonra
muttakinin sıfatları şöyle sıralanır:

“Onlar gayba iman ederler, Namazı dosdoğru kılarlar. Onlara rızık olarak verdiğimiz
şeylerden infak ederler (başkalarına yarımda bulunur, böylece mali ibadetlerini de
yaparlar.”

Mü’minun Sûresinin ilk ayetinde müminlerin kurtuluşa erdikleri haber verilir ve sonraki ayetlerde
müminlerin özellikleri sıralanır. Hemen ikinci ayette müminin ilk vasfı olarak “Onlar namazlarında
huşu içindedirler.” buyrulur.

Diğer bazı ayetlerde de namazın peşine hemen zekât kaydedilir. Yine, bazı ayetlerde de imandan
sonra salih amel zikredilir.

Buna göre, bütün salih ameller namaz ve zekâtta özetlenmiş bulunuyor. Bunlardan birincisi bedenî
ibadetleri diğeri ise malî ibadetleri temsil ediyorlar. Bu noktadan hareketle söz konusu hadis-i şerifin
bütün ibadetleri içine aldığını ve “ibadetin, dinin direği olduğu” manasına geldiğini söyleyebiliriz.

Hadiste özellikle namazın zikredilmesinin iki manası var: Birisi, namazın diğer ibadetlerden daha
önemli ve devamlı olduğu. Nitekim, haccı zengin olan kimseler bir kez farz olarak eda ederler. Oruç
sadece Ramazan ayında tutulur. Namaz ise bütün Müslümanlarca her gün beş defa farz olarak eda
edilir. Ayrıca, birçok nafile namazlar da kişinin hayatını adeta ibadet ağı ile örerler; kuşluk namazı,
şükür namazı, abdest namazı, sefer namazı, evvabin namazı, gece namazı, sefer namazı, mübarek
gecelerin özel namazları gibi.

Üstad'ın ibadet tarifenin bir yerinde şöyle geçer “Abd ile Ma’bud arasında en yüksek ve en latif
nisbet ancak ibadettir.” İşte bu nispet, namazda sanki devamlılık arz ediyor. Namazını kılan kişi,
günün her devresinde Rabbini hatırlamakla, hayatını O’nun rızasına göre sürdürme şuuru kazanıyor.
Namazın tesiri namaz sonrası da devam ediyor.

İkinci husus da şu olabilir: Namaz kılmayan kimse haccı ve zekâtı da genellikle terk ediyor.
Haramlardan sakınma konusunda da yeterince duyarlı olamıyor. Birçok emir ve yasaktan taviz
vermeye başlıyor. Sanki zekâtın, haccın ve birçok emir ve yasağın direği de namaz oluyor.

“Sana kitaptan vahyolunanı oku ve namazı dosdoğru kıl. Şüphe yok ki, namaz
hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar….”(Ankebut, 29/45)

Burada orucun bir istisnası var. Namaz kılmayan birçok Müslüman orucunu tutuyor. Bu da
Allah’ın özel bir lütfudur. Beş vakit namazlarını kılmayan Müslümanlar da senede bir ay da olsa kul
olduklarını hatırlıyor, emir dairesinde hareket etme havasını teneffüs ediyorlar.

“Oruç benim içindir, onun mükâfatını da ben vereceğim.” hadis-i kutsisi Müslümanlar için büyük
bir müjdedir.

Orucunu tutan Müslümanların büyük kısmı teravih namazını da eda ediyorlar. Böylece dinin direği
olan namazdan da feyizlenmiş oluyorlar.

Son olarak bir noktaya daha temas edelim: Hadiste “Namaz dinin direğidir.” buyruluyor. İslam
dini, imanın altı şartı ile İslam’ın beş şartı üzerine kuruludur. Bu on bir esas, ayetlerde “iman ve
salih amel” olarak özetlenmiştir.

Her günahta küfre giden bir yol olduğu İkinci Lem’a'da güzelce izah edilmiş. “Namaz hayasızlıktan
ve kötülükten alıkoyar…” hükmüyle bu gerçeği birlikte değerlendirdiğimizde namaz kılmayan
kişinin günahlara müptela olacağı, ahlâk değerlerinden gittikçe uzaklaşacağı, günahlar içinde yüzerek
sonunda küfre girme tehlikesine maruz kalacağı ortaya çıkar. Konuya bu açıdan yaklaştığımızda
namaz (daha geniş manasıyla, ibadet) imanın da direği olmuş olur.

“Namazda ruhun, kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır.”


ifadesinde geçen üç manevî duygunun rahat ve huzurunu nasıl
anlamalıyız?
Ruh “basit” olduğu, yani terkip olmadığı için “ruh, akıl ve kalp” bedenin organları gibi müstakil
birer varlık değillerdir.

Esas olan ruhtur. Ruh Allah’ın “şuurlu ve haricî vücut giymiş” bir kanunudur. Kalp, bir latife-i
Rabbaniyedir. Bu latife için Üstadımız “mazhar-ı hissiyatı vicdan, makes-i efkârı
dimağdır” ifadesini kullanır.

Soruda geçen cümle ile, namazda hem kalbin, hem aklın, hem de hissiyatın rahata kavuştukları ve
insan için birer sürur kaynağı oldukları ders verilmektedir.

İnsan kalbinin ancak zikirle, yani Allah’ı anmak ve hatırlamakla tatmin olduğunu haber veren ayet-i
kerimenin en ileri derecede masadakı namazdır.

“Neciyim, nereden gelip nereye gidiyorum?” sorularının cevabını arayan insan aklı, namaz ile
Allah’a kul ve ebede yolcu olduğunu hatırlar. Bütün ihtiyaçlarını Allah’tan diler, bütün belaların
şerrinden O’na sığınır. Bu ise ruh için en büyük bir rahat ve huzur vesilesidir.

“Namazdan hoşlanmayan nefsim.” ifadesi genel midir? Yani


nefsi mutmainne veya daha yüksek makamda olanlar için de
geçerli midir?
Üstadımız, Hazreti Yusuf aleyhisselama ittiba ederek Ayet-i Kerimede haber verildiği
gibi “Muhakkak nefis elbette kötülüğü ister.” hükmünü dile getirmek üzeri bu ifadeyi kullanıyor.

Burada nefsin mahiyetine nazar ediliyor ve hüküm umumî olarak veriliyor. Nefsin namazdan
hoşlanmadığı gerçeği dile getiriliyor.

Ancak nefsini temizleyenler, terakki ve teali ettirip “raziye ve marziye” makamına çıkanlar,
yani "Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı” şeklinde haber verilen ulviyete kavuşanlar, namazı
zevk ve şevk ile kılarlar. Onlar için namazdan hoşlanmamak düşünülemez. Aksine onlar, farzlarla
yetinmeyip Allah Resulüne (asm.) ittiba ederek nice nafile namazları da yine şevk ile kılar; Allah’a
hitap etmenin, huzuruna çıkmanın zevkini daha çok yaşamak isterler.

“Namazı şevkle kılmak” ifadesini nasıl anlamalıyız? Namazını


şevkle kılmayanların sorumluluğu var mıdır?
Önce şunu ifade edelim: Namazın bir bakıma sonsuz mertebeleri vardır. Üstad'ın koyduğu tespite
göre “Şu zamanda amel-i salihin ihlasla muvaffakiyeti pek azdır.”
Bu fitne, sefahat, menfaat, enaniyet asrının manen kirlettiği havada, geçmiş asırların huzurunu
yakalamak oldukça zordur.

İnsan, namaz kılmanın önemini idrak ederek bu farzı işlemek üzere namaza başladığında, namazın
şartlarını yerine getirdiği takdirde, hem ibadeti makbuldür, hem de sorumluluktan kurtulur. Ancak,
namazdan alacağı feyzin ve sevabın derecesi ‘şevk’ unsuruyla yakından ilgilidir.

Şu noktanın karıştırılmaması gerekir: Namazı şevk ile kılamamak başkadır, namazı bir külfet
addederek zorla kılarcasına isteksizce kılmak daha başkadır. Bu ikincisi, namaz konusunda bir baskı
altında bulunmayan hiçbir mümin için düşünülemez.

Namaz define anahtarına benzetiliyor. Bu anahtara şevk ile talip olunur, isteksizce değil.

Üstad'ın şu ifadeleri namazın şevk ile kılınmasını teşvik eden harika bir derstir:

“Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve
nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe'nindendir. … Namaz, Hâlık-ı
Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna
yapılan bir davettir. Bu davetin şe'nindendir ki, her kalb kemal-i şevk ve iştiyakla icabet
etsin. Ve mi'racvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.” (İşarâtü’l-İ’caz).

“Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir
menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat
ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz,
neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?” (Sözler, Yirmi Birinci Söz)
Beşinci Söz
(Derd-i maişet) geçim temini bahanesiyle namazın niçin terk
edilmeyeceğini, Beşinci Söz'deki hakikatlar çerçevesinde kısaca
anlatır mısınız?
Birinci olarak; insan dünyaya geçim peşinde koşmak için değil, iman ve ibadet için
gönderilmiştir. İnsanın asıl vazifesi iman ve ibadettir. Bu sebepten dolayı, geçim bahanesi ile insan,
ibadetin özü hükmünde olan namazı terk edemez.

İkinci olarak, dünyada çalışmak ve geçim peşinde koşmak, insana bir meşguliyet olsun diye
verilmiştir. Geçim peşinde koşmayı abartıp, bunu maksat ve gaye haline getirmek, yersiz ve saçma bir
tutumdur. Tıpkı askerin asıl vazifesi olan talim ve cihadı terk edip, geçim meşgalesini gaye ve maksat
haline dönüştürmesi gibi. Halbuki geçim bir eğlence, bir meşgaledir; yoksa insanın asıl vazife ve
gayesi değildir.

Üçüncü olarak, geçim ve rızka Allah kefil olduğunu ayetleri ile ilan ediyor. Bu yüzden insan, rızık
ve geçim noktasında endişelenip, asli vazifelerini unutacak kadar telaşlanması ile; Allah’a ve
ayetlere karşı bir saygısızlık ve hürmetsizlik etmiş oluyor. Tıpkı askerin devlete güvenmeyip, kendi
rızkını temin etmek için, çarşıda pazarda dilencilik etmesi gibi, insanın da geçim derdine düşüp, iman
ve ibadet vazifesini aksatması, komik ve saygısız bir vaziyettir.

Beşinci Söz'de bahsi geçen; "İnsan amel ve iktidar cihetinde en


edna serçe kuşuna yetişemez." cümlesini açıklar mısınız?
İnsan fıtratı ahiret hayatı için dizayn edilmiştir. Yani insanın mahiyetine konulan bütün duygu ve
kabiliyetlerin yönü ahirete bakıyor. Şayet insan bu duygu ve kabiliyetleri ahirete değil de şu fani ve
maddi aleme odaklarsa, bu maddi alemle tatmin olmaz, hatta azaba düşer. Nasıl ekmek ve peynir
yemek için tasarlanmış dişlerimizi ve ağzımızı ta? ve demir yemekte kullanırsak o diş ve ağza
zulmetmiş ve azap etmiş oluruz; aynı şekilde, ahirete bakan ve ahiret için tasarlanan duygu ve
kabiliyetlerimizi de bu dünyanın kir ve paslarında kullanırsak bu duygu ve kabiliyetlerimize
zulmetmiş ve azap etmiş oluruz.
Hayvanların tasarımı ise bu dünyaya bakıyor ve kabiliyetleri bu dünya için verilmiştir. Bu
nedenle dünyadan tam lezzet alıyorlar. Öyle ise insan ahireti unutup, sadece dünya noktasından
hayvanlarla rekabet etse, kaybetmeye mahkumdur. Yani dünya lezzetleri noktasından, günde kendi
vücudunun on katı yem yiyen ve yüz defa çiftleşebilen küçük bir serçe kuşuna insan yetişemez.
İnsanın fıtri tasarımı iman ve ibadet için dizayn edildiği için, yemek ve şehvette hayvanlara
yetişemiyor. Yani ben Allah ve ahireti bırakıp, sadece yemek ve şehvet için yaşayacağım diyen birisi
en küçük bir serçe kuşundan bile aşağıda kalıyor. İnsanı insan yapan değer; iman ve ibadettir ve bu
iki vazifeye göre tasarlanmış insani duygu ve kabiliyetlerdir.
Özet olarak, insan dünya zevki noktasında en küçük hayvana yetişemez, ama iman ve ibadet
yönünde hareket edip insanlığının gereğini yerine getirirse, bütün mahlukata efendi olur.

Beşinci Söz'de; "Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek"


ifadesindeki "büyük günahlar" yedi büyük günah mı?
Burada "yedi büyük günah" ifadesi belirtilmediğine göre, bütün büyük günahları anlamak daha
makul olur. Yedi büyük günahın dışında pek çok büyük günahlar vardır ki bunların en büyüğü olan
yedisini işlemeyip, geri kalanı işlenebilir gibi bir mana algılamak ya da buna benzer bir yorum
yapmak pek mümkün olmaz.
Üstad Hazretleri kebairi, yani yedi büyük günahı şu şekilde izah ediyor:

"Hem mektubunuzda yedi kebâiri soruyorsunuz. Kebâir çoktur; fakat ekberü'l-kebâir


ve mûbikat-ı seb'a tâbir edilen günahlar yedidir: Katl, zina, şarap, ukuk-u vâlideyn (yani
kat-ı sıla-i rahim), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid'alara taraftar
olmaktır."(1)

Yedi büyük günahın meali: Cinayet, zina, şarap içmek, anne ve babaya asi olmak, kumar
oynamak, mahkemede yalancı şahitlik etmek, dine zarar veren batıl ve bidat fikirlere taraftar olmaktır.
Farzlar ise, İslam’ın beş şartı olan namaz, oruç, zekat, hac, Kelime-i Tevhid'dir.
Üstad Hazretlerinin, farzları yapan ve kebairi terk eden, bu zamanda kurtulur, tespiti, bu zamanın
şartlarına ve gereklerine uygun bir tespittir. Yani yukarıdaki yedi büyük günahı işlemeyip, farz
emirleri ifa edersek, inşallah bu zaman şartları içinde ehl-i necat oluruz, deniyor.
(1) bk. Barla Lâhikası, (259. Mektup)

Bizim vazifemiz olan ‘talim ve harbe’ padişahın teshilat ve


yardımından söz ediliyor. Bu kolaylığı ve yardımı nasıl
anlayabiliriz?
Allah’ın insana en büyük ihsanı akıldır. İnsan bu nimet ile cansızlar, bitkiler ve hayvanlar
âleminden üstün olmuştur. Akıl, öğrenme aletidir. Bu aleti bize ihsan eden Rabbimiz, peygamber
denilen İlâhî elçileriyle bizlere kendini tanıtmış, sıfatlarını, isimlerini bildirmiş, bu dünyada nasıl bir
hayat geçirmemiz ve kendisine nasıl ibadet etmemiz gerektiğini öğretmiştir. Bütün bunlar akla bir
yardım ve bir kolaylıktır. Bu yardım olmasaydı akıl bu sahalarda tek başına yürüyemez, gerçeğe
ulaşamazdı.

Aynı akıl ile bu dünya nimetlerinden istifade etmekte, her şeyin yaratılış hikmetini anlamaya
çalışmakta, hem dünyamızı hem de ahiretimizi saadetle geçirmeye çalışmaktayız.

Öte yandan, yaptığımız ibadetlerde bize düşen hisse pek azdır. “Teshilat ve yardım” denilince
bunları da anlıyoruz.
Meselâ, namaz kılmakta bize düşen hisseyi şöyle bir düşünelim: Dünyayı döndürmekle namaz
vaktimizi getiren Allah’tır. Namazda okuduğumuz sûreleri de O inzal etmiştir. O sûreleri okumak
üzere beynimizden dilimize, boğazımıza kadar bütün aletleri o yaratmış ve hizmetimize vermiştir.
Namazdaki bütün hareketlerimizi de yaratan yine O’dur. Bize düşen hisse, sadece, namaza
niyetlenmek, irademizi o istikamette kullanmaktan ibarettir.

Dördüncü Söz’de, “namaz kılan kişinin diğer mübah dünyevî amellerinin de bir nevi ibadet
hükmünde olduğu” haber veriliyor. Bu dünyevî işlerimizi de yine O’nun ihsanı ve yardımı ile görür,
hedeflerimize öylece ulaşırız.

"Çok esmaya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtela olan
insan, münacatında, istiazesinde çok isimleri zikreder. Nasılki nev-i insanın medar-ı fahri
ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-
ül Kebir namındaki münacatında binbir ismiyle dua ediyor; ateşten istiaze ediyor.” (1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Dal

Hayatın; “en parlak bir mucize-i sanat-ı samedaniye” ve bir


“harika-i hikmet-i Rabbaniye” olmasını izah eder misiniz?
Samed ismi, “her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil” demektir. Canlı olsun
cansız olsun, bütün varlıklar, yoklukta kalmayıp varlık âlemine çıkmakla, Samed ismine ayna
olmuşlardır. Ancak bu konuda en parlak ayna hayattır. Hayat denilince, en mükemmel hayat olan insan
hayatı akla gelir.

Mu’ciz, aciz bırakan demektir. Peygamber mucizelerini diğer insanlar yapmaktan aciz oldukları gibi,
bu âlemdeki kudret mucizelerinin yapmak da beşer takatinin çok ötelerindedir. Hayatın kendisi de bir
mucizedir. Bu İlâhî eserin taklidi mümkün olmamıştır. Hayat bir mucize olmakla birlikte, onun
hizmetine verilen su, hava, güneş, mevsimler, rızıklar da birer mucizedir. Onların yapılması da ancak
Allah’a mahsustur.

“Hem hayat, kâinatın tedbir ve idaresinde hükümferma olan rızk ve rahmet ve inayet
ve hikmeti tazammun ediyor. Güya hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor.
Meselâ hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit; Hakîm ismi dahi tecelli eder, hikmetle
yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerim ismi de tecelli edip, meskenini
hacatına göre tertib ve tezyin eder….”
"…İşte hayat bu câmi' mahiyeti itibariyle şuun-u zâtiye-i Rabbaniyeye âyinedarlık
eden bir âyine-i Samediyettir."(1)

Bir meyve ağacı ilim ve hikmetle terbiye görmüş ve meyve verecek şekilde programlanmıştır.
Aynen onun gibi, insan hayatı da bir İlâhî terbiyeden geçmekle ilim, irfan, iman ve marifet sahibi
olmaya istidatlı bir hale getirilmiştir. Şu var ki, bu kabiliyetin yerinde kullanılıp kullanılmaması, bu
dünya imtihanının bir gereği olarak, insana bırakılmıştır.

İnsan, aklını yerinde kullanırsa o manevî ağaçtan nice faydalı meyveler alabilir. Aksi halde çok
zararlı sonuçlar da yine o aklın zehirli meyveleri olarak boy gösterirler. Kalbimiz ve bütün his
dünyamız da böyledir. Meselâ, insana sevgi hissi verilmiştir. İnsan ruhu, sevecek şekilde terbiye
edilmiştir. Ancak, bu sevginin meşru yahut gayri meşru sahalarda kullanılması insana bırakılmıştır.

Hayatla ruh arasındaki ilgi çoğu zaman sorulduğu için, bu konuya da kısaca temas edelim: Hayat
ruhun sıfatıdır. Yani, insan ruhu hayat sahibi bir varlıktır. Bitkiler gibi ruhsuz varlıklarda da “yarı
canlılık” dediğimiz bir hayat çeşidi vardır. Bitkide hükmeden kanunlar ruhla mukayese
edildiklerinde aralarında “insanla ağaç kadar büyük bir farklılık” olduğu anlaşılır.
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Üçüncü Pencere

İnsanın hayat-ı manevîye ve uhreviyesine lazım olan; “İlim,


iftikar, tazarru ve ibadet cihetinde hayvanatın sultanı ve
kumandanı hükmünde olmasını" nasıl anlamalıyız?
Hayvanların çok sade bir hayatları vardır; ilimden nasipleri yoktur. Sadece İlâhî ilhamla
görevlerini yerine getirirler. Mesela, bir koyun nefes alırken, havayı tanımaz, içine çektiği havanın
ciğerlerine gittiğini, böylece kanının temizlendiğini bilmez. Zaten kanın ne varlığından haberi vardır
ne de vazifesinden.

Karanlık olunca uyur, ışıklarla uyanır, dünyanın döndüğünü, böylece gecenin gidip gündüzün
geldiğini bilmez.

Bütün bunları bilmemesi onun için bir nimettir. Çünkü kendisine verilen cihazlar ile mevcut işinden
fazlasını yapacak halde değildir; bilip de rahatsız olmaması için kendisine çok şeyler
bildirilmemiştir.

Bu hayatın ölümle son bulacağının farkında değildir, çünkü bunu bildiğinde ölüm ötesi için daha fazla
süt vermeğe çalışacak değildir.

İftikar noktasında da hayvan insanın çok gerilerindedir. Neyin fakiri olduğunu bilmediği gibi, muhtaç
oluğu şeyler de insana nispeten çok azdır.

İnsan bütün bu ihtiyaçlarını bildiğinden ve sonsuz aczine de vakıf olduğundan her şey için Rabbine
niyazda bulunur, tazarru ve dua eder. Her ihtiyacı için O’nun rahmet kapısını çalar.

İşte kendi mahiyetini böylece bilen insan, “her şeyin dizgini elinde, her şeyin hazinesi yanında, her
şeyin yanında nazır, her mekânda hazır” bir Kadîr-i Zülcelale “iman ile intisap eder ve
ubudiyetle hizmetine girer.”
İnsanın nazlı ve niyazlı bir abd olması ne demektir? Makam-ı
naz ve makam-ı niyazı mukayese eder misiniz?
İnsanın nazlı olması çok yönlüdür. Bir risalede “nazeninane beslendiğimizden” söz edilir.
Sadece beslenmemize dikkatle baksak ne kadar nazlı bir kul olduğumuz açıkça görülür. Bizim
hizmetimize verilen hayvanlar ağızlarını yerlere sürterek rızıklarını temin ederken, insana el ile
tutma, yemeğini pişirme gibi nice ihsanlarda bulunulmuştur. Öte yandan, insan “sair sekenelerde
tasarruf” yetkisine sahiptir. Yani hizmetine verilen hayvanları dilediğinde kesip yiyebilmekte, onların
“tesbihatlarına müdahale” edebilmektedir. Bu da nazlı bir varlık olmanın ayrı bir yönüdür.

Örnekleri çoğaltabiliriz.

Günümüzün en lüks seyahat vasıtası olan uçakta bile insan, tam sessiz bir yolculuk yapamıyor.
Motorun gürültüsü az da olsa insanı rahatsız edebiliyor. Dünyamız ise hem kendi, hem de güneş
etrafında süratle döndüğü halde, bu hareketin hiç farkında olmuyoruz. Allah Kelamında, dünyanın
insan için bir beşik olduğu haber veriliyor. Sanki bu beşikte istirahat eden nazlı yavrunun rahatsız
olmaması için beşik çok dikkatle ve sessizce hareket ettiriliyor.

Nefesimizle kanımız temizlenirken de hiçbir şey duymuyoruz. Bu temizlik de nazlı misafire uygun
olarak yapılıyor. Hücrelerimizin değişmesinden de hiç haberimiz olmuyor. Halbuki, bir bina yıkılıp
yerine yenisi inşa edildiğinde ne kadar zorluklar ve çevre için ne kadar sıkıntılar ortaya çıktığını
yakinen biliyoruz.

Bu kadar nazlı bir hayat süren insanın, bütün bu nimetlere karşı Rabbine iman ve itaat etmesi,
sebeplere gönül bağlamaması, onlara yalvarırcasına zillet göstermemesi gerekir.

Naz makamıyla bu konunun fazla ilgisi yok. Bir kısım evliyalar Vedud isminin tecellisiyle bazen öyle
bir noktaya varıyorlar ki, dillerinden (görünürde bizim edep ölçülerimize uygun düşmeyen) bazı naz
cümleleri dökülebiliyor. Üstad Hazretleri, “Senin hakkın naz değil niyazdır.” buyurarak bu kapıyı
kapıyor.

Külliyat'ın birçok yerinde ‘Allah’ın vazifesi’ ifadesi geçiyor.


Burada vazife bir nevi sorumluluk çağrışımı yapıyor. Bu ifadeyi
nasıl anlamalıyız?
Bilindiği gibi insan için iki çeşit fiil, iş söz konusudur.
Biri ızdırarî, diğeri ihtiyarî. Birincisinde kulun hiçbir rolü, hiçbir vazifesi yoktur. Dileyen de
Allah’tır yaratan da. Organlarımızın çalışması, cinsiyetimiz, boyumuz, rengimiz, ırkımız bu gruba
girer. Bir de bu dünyaya imtihan için gönderilmiş bulunan insanın kendi iradesine bırakılan işler
vardır. Bir önek verelim:
Konuşmayı yaratan Allah’tır, ancak konuşmaya karar veren, konuştuğunda da doğru veya yanlış
konuşmayı tercih eden kulun kendisidir. Burada tercih kulun vazifesi, konuşmayı yaratmak ise
Allah’ın vazifesidir, yani bu iş O’nun yaratmasıyla meydana gelir. Bu ikinci fiillerde, kul cüz’i
iradesini sarf ettikten sonra, sonucu Allah yaratır.

Cenab-ı Hakk'ın ezelde takdir ettiği bir hüküm vardır:

“Kulum cüz’i iradesini neye sarf ederse ben küllî irademle onu yaratayım.”
“Kulum sebeplere teşebbüs etmedikçe ben müsebbebleri (neticeleri) yaratmayayım.”

Bu takdiri yapan bizzat kendisidir. Kur’an-ı Kerim'de bu ve benzeri kanunlar


için “sünnetullah” tabiri geçer. Cenab-ı Hakk'ın kendisi hakkında irade ettiği bu kanunlara, yine
kendisinin uymasını bir mecburiyet olarak değerlendirmemeli, İlahî kanunlara uyma hususunda bizim
de çok hassas olmamız gerektiği dersini almalıyız.

“Gafil olan insan, kendi vazifesini terkeder, Allah'ın vazifesiyle meşgul olur. Evet
insan, gafletten dolayı iktidarı dâhilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zaîf
kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün
istirahatını kaybetmekle âsi, şakî, hâin adamların partisine dâhil olur."

"Evet insan bir askerdir. Askerlik vazifesi başka, hükûmetin vazifesi başkadır. Askerlik
vazifesi talim, cihad gibi din ve vatanı koruyacak işlerdir. Hükûmetin vazifesi ise, erzakını,
libasını, silâhını vermektir. … Bu itibarla insanın Allah'a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-
i kebair takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.”(1)

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale

Mükerrem ve muhterem misafir arasında fark var mıdır?


Mükerrem, “ikrama mazhar olmuş kimse” demektir. İnsana yapılan bu İlâhî ikram,

“Andolsun biz Ademoğullarını üstün kıldık, şan, şeref ve nimetler verdik


(kerremna).” (İsrâ Sûresi, 17/70),

"Muhakkak, biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir biçimde) yarattık.” (Tin Sûresi,
954)

gibi birçok ayet-i kerimede haber verilmiştir.

Muhterem ise, “hürmet edilen, hürmete lâyık” manasınadır. Meleklerin Hazreti Adem (as)’e secde
etmeleri bu hürmetin en güzel ifadesi olduğu gibi, arzın halifesi olan insana bütün hayvanların ve
bitkilerin hizmetkâr olmaları da bu hürmetin bir başka ifadesidir.

Padişahın Angaryasını Çekmek, Ne Demektir?


Angarya kelimesi, karşılıksız yapılan iş anlamındadır. Fakat bu kelime, insanların örfüne enayice
yapılan işler anlamına gelecek şekilde yerleşmiştir. Dolayısıyla aradaki anlam kargaşasından dolayı,
manada da yanlış anlaşılmalara yol açılmış olmaktadır.
Yukarıdaki paragrafı açıklamaya çalışalım; burada askerlik yapanların muhatap olduğu iki
vazifeden bahsedilmektedir. Bunlardan birisi; padişahın vazifesidir ki, o askerlerin maişetini tedarik
etmek ve beslemektir. Fakat bizi beslemek için hazırlattığı karavana ve sair işlerin bazılarını -asıl
işimiz olmadığı halde- bize karşılıksız yaptırabilir. İkinci vazife ise, askerin asıl vazifesi olan talim
ve harp etmektir.
Dolayısıyla askerin asıl vazifesi olmayan karavanayı yıkamak ve hazırlamak gibi işlerin
karşılıksız yapılması, "angarya" olarak nitelendirilmiştir. Yoksa bizim kullandığımız "enayice iş
yapmak " anlamındaki angarya değildir.

Temsilde vazifeperver neferin erzak ve tayinatını hiç


düşünmediği nazara veriliyor. Bundan dünya hayatına hiç önem
vermemek gibi bir mana çıkar mı?
Burada “düşünmemek”, dünyada hiçbir iş yapmadan “tembelce oturmak” demek değildir.
Üstad'ın tevekkül tarifinde de güzelce ortaya konduğu gibi, “sebeplere riayet ettikten sonra
neticeleri Cenab-ı Hakk'tan beklemek, bütün hayırları Ondan bilmek ve yalnız Ona minnetar
olmak” manasındadır.
Tarlasına tohumunu eken ve gerekli bütün şartları yerine getiren kişi, artık yağmurun yağıp
yağmamasını, ekinlerini dolunun vurup vurmayacağını düşünmez. O kendisine düşen vazifeyi
yapmıştır, neticeye karışmaz.

Üstadımız, Lemeat adlı eserinde “Elhakku ya’lu” konusunu işlerken, Cenab-ı Hakk'ın iki ayrı
şeriatından söz eder. Birisi bildiğimiz şeriattır, diğeri ise kâinatta koyduğu kanunlardır. Bu ikinci
kanunlar manzumesine uyan kişiler dünyada maksatlarına erer, başarılı olurlar.
Ekmeden biçmeyi bekleyenler Allah’ın irade sıfatından gelen şeriatına
uymadıklarından “vazifeperver nefer” tarifinin dışında kalırlar, bunun cezası olarak da dünyada
mahrumiyetler içinde çileli bir hayat geçirirler.

Üstad bazen askerlik diliyle konuşur. Askerlik diliyle Allah'a


nasıl iman edebiliriz?
Herkesin, her varlığın bir vazifesi vardır. Mesela, tavuk yumurta yapmakla vazifelidir. Yumurta
yapmayı bırakıp başka şeylerle uğraşması doğru değildir ve hem gerek de yoktur. Askerlik yapan bir
askerin vazifesi talim ve eğitimdir; onun dışındaki işlerle uğraşması, asıl vazifesini aksatır.

Bir öğrencinin okuldaki vazifesi ders dinlemektir, başka işlerle uğraşması asıl vazifesini aksatacaktır.
Bir öğretmenin de asıl vazifesi ders vermektir; ders vermenin dışında başka işlerler uğraşması
vazifesine karşı ihmalkarlıktır.
Aynen öyle de, insanın da bir yaratılış gayesi vardır. Kainat kitabını okumak ve kulluk etmektir.
Onun dışındaki işler sadece bu gayeye hizmet ettiği sürece doğrudur; aksi takdirde vazifesini terk
etmektir.
Mesela, rızık kazanmak adına namazı terk etmek, vazifeden kaçmaya bir örnektir. Rızkı
kazanırken de; "Allah bu çocukları bana emanet etmiştir; bu emanetlere bakmak için,
çalışıyorum." derse, o da ibadet olur.
Askerin dili ve vazifesi nasıl emre itaat etmek ise, insanın vazifesi de aynı şekilde Allah’ın
emirlerine itaat ve imtisaldir.
Detaylı bilgi ve örnekler için Beşinci Söz risalesini okumanızı tavsiye ediyoruz.

Vasıta-i rızk-ı helalin ihtiyar ve iktidar ile olmadığı, acz ve zaaf


ile doğru orantılı olduğu anlatılıyor. Acaba burada tembellik ve
yanlış tevekkül anlaşılmaz mı?
Üstad'ın bu dersi insanları çalışmamaya değil, helal rızık ile iktifa edip harama girmemeye ve
diğer insanların hakkına tecavüz etmemeye bir davettir.

Bütün hayvanların rızıkları İlâhî ilham ile kendilerine bildirilmiş, mideleri bunları hazmedecek
biçimde, bütün organları da bunlardan faydalanacak şekilde planlanmıştır. Buna zıt bir yolda gitmek
onlar için mümkün değildir. “Ata et, aslana ot” haram kılınmıştır. Bugün bir buçuk milyonu aşkın
olduğu tespit edilen hayvan türlerinin bütün rızıkları, acz ve fakrlarına bir imdat olarak rahmet
haziresinde hazırlamış ve kendilerine verilmiştir. İnsan bu türlerden sadece birisidir. Bütün canlı
türlerini rızıklandıran Allah, insanı da açlıktan öldürecek değildir.
Şu var ki, insana cüzi irade verildiği ve yine insanın kuvveleri sınırlı tutulmadığı için, insanlar
hırs ile birbirlerinin haklarına da tecavüz etmekte ve haram yollardan servet sahibi olma yoluna da
gitmektedirler. Bu gibi kimseler çok aciz ve fakir bir varlık olduklarını, bu kâinatı ve içindeki her
şeyi onlara Allah’ın ihsan ettiğini, hakkına tecavüz etmek istedikleri kimselerin de Allah’ın kulu
olduklarını düşünseler ve helal rızka kanaat etseler, gasp ve zulüm yoluna girmeseler insanlık
âlemindeki bu keşmekeşler ve bu haksızlıklar ortadan kalkacaktır.

"Birâder, asıl vazifen tâlim ve muharebedir. Sen onun için


buraya getirilmişsin. Padişaha itimat et. O seni aç bırakmaz. O,
onun vazifesidir." Üstad'ın burada kullandığı "vazife" kelimesini
nasıl anlamalıyız?
Herkesin, her varlığın bir vazifesi vardır. Mesela, tavuk yumurta yapmakla vazifelidir. Yumurta
yapmayı bırakıp başka şeylerle uğraşması doğru değildir ve hem gerek de yoktur. Askerlik yapan bir
askerin vazifesi talim ve eğitimdir; onun dışındaki işlerler uğraşması, asıl vazifesini aksatır.
Bir öğrencinin okuldaki vazifesi ders dinlemektir, başka işlerle uğraşması asıl vazifesini aksatacaktır.
Bir öğretmenin de asıl vazifesi ders vermektir; ders vermenin dışında başka işlerler uğraşması
vazifesine karşı ihmalkarlıktır.
Aynen öyle de, insanın da bir yaratılış gayesi vardır. Kainat kitabını okumak ve kulluk etmektir.
Onun dışındaki işler sadece bu gayeye hizmet ettiği sürece doğrudur. Aksi takdirde vazifesini
terketmektir.
Mesela, rızık kazanmak adına namazı terk etmek, vazifeden kaşmaya bir örnektir. Rızkı kazanırken
de; "Allah bu çocukları bana emanet etmiştir; bu emanetlere bakmak için, çalışıyorum." derse, o
da ibadet olur.

"Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîmin matbaha-i rahmetinden tayınatını


aramak, başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek güzeldir..."
Buradaki "bizzat gitmek" ifadesini nasıl anlamalıyız?
"Demek, derd-i maişet için namazını terk eden, o nefere benzer ki, talimi ve siperini
bırakıp çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîmin
matbaha-i rahmetinden tayınatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzat gitmek
güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir."(1)

“Bizzat gitmek” ifadesi insanın geçimliğini bizzat kendi eli ile kazanıp, insanlara yük olmaması
anlamında kullanılıyor. Yani insanların sırtından geçinmemek ve insanlara el açmamak için, insanın
çalışma ve gayret etmesi bu tabir ile ifade ediliyor.
(1) bk. Sözler, Beşinci Söz.

"En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir; meyve kurtları ve


balıklar gibi,.. Hem en âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer;
çocuklar ve yavrular gibi,.." Zengin bir adam oturduğu yerden
emrederek rızkını ağzına getirtir, nasıl anlamalıyız?
Sorudan, konunun özünün kaçırıldığı anlaşılıyor. Üstad maddeci ve inkârcı felsefenin en temel
esaslarına öldürücü bir darbe indiren kâinat çapındaki bir hakikattan bahsediyor:

Maddeci ve inkârcı felsefe:

1) Her şey kendine maliktir ve kendine yeterlidir.

2) "Hayat bir savaştır ve bu savaş güçlü olanın zaferiyle sonuçlanır.” diye iki esasa inanır.

Üstad söz konusu olan ifadeleri ile bu fikre kâinat çapında bir kerem düsturu ile cevap vermektedir.
Önce;
1) Yerinden kımıldayamayan ağaçların onlara göre hareketli ve ağaçlara göre çok üstün tarafları olan
hayvanları karşılaştırır. Açıkça ağaçların ve bitkilerin hayvanlara göre daha iyi ve daha kolay
beslendiğini nazara verir.

2) Sonra hayvanların balıklar gibi en aptalları ile tilki ve maymun gibi en zekilerini karşılaştırır.
Aptalların semizliğini ve zekilerin zayıflığını nazara verir.

3) İnsan ve hayvanlarının ömür devirlerini nazara verir. Doğmadan önce en acizdirler, fakat
ağızlarını bile kımıldatmalarına gerek kalmadan göbek kordonundan beslenirler, doğduktan sonra
sadece ağızlarını annelerinin memelerine yapıştırmaları gerekir; azıcık daha güçlenip akıl - fikir
belirmeye başladığında çiğneme zahmetine katlanmaları gerekecek. Büyüyüp geliştiğinde artık anne -
babaların himayesi de kalkacak ve kendi rızıklarını kendilerinin bulmaları gerekecektir. Görüldüğü
gibi güç kuvvet geldikçe akıl fikir kuvvetlendikçe rızk nazlanmaya başlıyor.

Bütün bunlardan çıkacak sonuç şudur: “Rızk, iktidar ve ihtiyarın derecesine göre değil, belki acz
ve iftikarın nisbetinde geliyor.” "Geliyor" vurgusuna dikkat edilirse, bu bir kerem hakikatına işaret
ediyor. Yani rızık canlıların kendi güçleriyle koparıp aldıkları bir ganimet değil, doğrudan doğruya
rahmet ve kerem sahibi bir zatın ikramıdır. Ve o da acizliğini, fakirliğini hisseden mütevazı
mahlûklarına daha çok veriyor. Kendinde bir güç - kuvvet vehmeden mağrurlara daha az veriyor.

Kâinat çapındaki bu kerem kanununu nazara veren Üstad, aynı şeyin insanın şahsî ve içtimaî hayatında
da kendisini hissettirdiğini bildiriyor: Aklına ve kuvvetine fazla güvenen ve hırsla rızk peşinde
koşanların halini tasvir etmektedir:

“Hem çok ediplerin ve çok ulemanın fakr-ı hali ve çok aptalların servet ve gınâsı dahi
gösteriyor ki, celb-i rızkın medarı zekâ ve iktidar dğildir, belki acz ve iftikardır,
tevekkülvâri bir teslimdir ve lisan-ı kal ve lisan-ı hal ve lisan-ı fiil ile bir duadır.”(1)

Soruda geçen, “Hâlbuki zengin bir adam oturduğu yerden emirlerle rahatlıkla rızkını ağzına
kadar getirtemez mi?” ifadesine buradan bakarsak, verilenin zenginlik olduğudur. Zenginlik rızka bol
bol erişmektir. Bu zekâya ve hırsa bakmıyor demektir.

Bunlara ayrı bir örnek olarak da Yahudileri göstermektedir:

“Hem daire-i insaniye içinde her milletten ziyade hırsla dünyaya yapışan ve aşk ile
hayat-ı dünyeviyeye bağlanan Yahudi milleti, pek çok zahmetle kazandığı, kendine faydası
az, yalnız hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribâ ile bütün milletlerden yedikleri
sille-i zillet ve sefalet, katl ve ihanet gösteriyor ki, hırs maden-i zillet ve hasârettir.”(2)

Üstad, kâinat çapındaki bu kanundan almamız gereken dersi ve takınmamız gereken tavrı: “Şükür
ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîmin rahmetine itimad...” olarak özetliyor. Bunlar
Kur’an ve hadisin en çok vurgu yaptığı kavramlardandır.
Sorudaki, “En aptallar daha rahat besleniyor." deniyor. "Şimdi içimizdeki esnaf veya değişik
mesleklerde zengin ağabeyler var, yanlış anlaşılmıyor mu?” ifadesi kanaatın ve tevekkülün ne
demek olduğu net anlaşılmadığını gösteriyor. Şu ifadeler bu konuda yeterince aydınlatıcı:

“…yanlış anlama. Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı,
dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî telâkki
ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona
minnettar olmaktan ibarettir.”(3)

“Tertib-i mukaddematta tevfiz tembelliktir; terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i


sa'yine ve kısmetine rıza kanaattir, meyl-i sa'yi kuvvetlendirir; mevcuda iktifâ, dûn-
himmetliktir.”(4)

Çok kısaca söylemek gerekirse, mesele, her şeyi O’ndan bilme ve çalışmayı yine onun kanunu
sayıp bir çeşit fiilî dua olarak değerlendirmek, üzerine düşeni yaptıktan sonra sonucu O’ndan ve
verdiğine şükretmektir.

Fakat şu da göz ardı edilmemelidir ki, bazen haram ve helal ayırt etmeden hırsla çalışanlar,
tevekkül ve kanatla işi olmayan insanlarda da muvaffakiyet görüyoruz. Bu yukarıdaki kanuna ters
görünüyor. Burada insanın ihtiyar sahibi olması ve imtihana tabii oluşu dikkate alınmalıdır.

Yahudi örneğinde olduğu gibi:

1) Cenab-ı Hakk’ın haram kazançlara fırsat vermesi imtihanın gereğidir.

2) Fakat sahip olduğu mal karşılığında neler kaybettiği ve o malın büyük kısmının ona yük olup
istifade edemediği.

3) Yine o malın onun için ebedi kayıplara neden olabilmesi de göz önüne alınmalıdır. Bu konuda şu
ayet mealleri yeterince aydınlatıcıdır.

“Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin. Allah bunlarla ancak, dünyada


kendilerine azap etmeyi ve canlarının kafir olarak çıkmasını istiyor.” (Tevbe, 9/85)

“Ey Muhammed! Sen onları bir zamana kadar, gaflet ve şaşkınlıklarıyla baş başa bırak!
Kendilerine bol bol verdiğimiz mal ve evlatla onların iyiliğine koştuğumuzu mu sanıyorlar?
Hayır onlar farkına varmıyorlar!” (Mü’minun,23/54-56)

Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup Altıncı Risale
(2) bk. a.g.e., Yirmi İkinci Mektup, İkinci Mebhas
(3) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz
(4) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri

"En zayıf, en aptal hayvanların en iyi beslenmesi ve en aciz ve


en nazik mahlukların en iyi rızkı yemeleri" Rezzakiyet kanunu
içerisinde örnek olarak veriliyor. İnsanlar için bu misal genel bir
kaide olur mu?
Üstat, Lemeat adlı eserinde “Hayatın hakkı şamil ve ammdır.” buyurur. Rızık, hayatın hakkıdır.
Allah neye hayat vermiş ise onun rızkını da veriyor. Rezzak ancak O’dur. Buna bir örnek olarak en
aptal hayvanların en iyi beslenmeleri nazara veriliyor.

Bu örneği insanlara teşmil edemeyiz ve “En aptal insanlar en iyi beslenirler.” diyemeyiz. Üstad
Hazretleri, “insana cüzi irade veriliğinden ve yine insanın kuvvelerine bir had konulmadığından
muamelatta zulümlerin ortaya çıktığını” ifade ediyor.

İnsan zalim olmamalı, ama mazlum olmamak için de iradesini ve kuvvetini yeterince kullanmalıdır.
Aksi halde, hakkını başkalarına kaptırıp mahrumiyetler içinde perişan bir hayat geçirmeye mahkûm
olur.

Şu var ki, paranın ve servetin rızık olmadığını da unutmayalım. Parayı biz kazanabiliriz, ama ağaca
meyveyi para ile yaptıramayız. O, Allah’ın askeridir ve O’nun ihsanını bize takdim eden
bir “tablacı” hükmündedir. Ağacı bir meyve fabrikası olarak yaratan ve programlayan kim ise,
rızkımızı veren de odur.

“Küre-i arz mağazasından me'kulât ve meşrubat ve libas ve sair ihtiyaçlarınızı temin


ediyorsunuz. Parasız aldığınız bu malları İlahî hazineden almayıp birer birer esbaba
yaptıracak olursanız, acaba bir nar tanesini ne kadar zamanlarda elde edip, ne kadar pahalı
alacaksınız? Çünki o nar, bütün eşya ile alâkadardır. Az bir zamanda, az bir kıymetle
husule gelmesi imkân haricidir.”(1)

Fazla para ile büyük gayri menkuller satın alabiliriz, fabrikalar kurup, işyerleri açabiliriz; ama
rızkımızı aynı ölçüde artırdığımızı söyleyemeyiz.

Rızık, Allah’ın sonsuz ihsanlarından bizim faydalanabildiğimiz kısımdır. Aşırı zengin olmalarına
rağmen, gerek iş yoğunluğu ve asap bozukluğu, gerekse doktor müdahalesi ve diyetler sebebiyle
rızıktan hissesi çok az olan insanlar oldukça fazladır.

Bu da işin bir başka yönüdür.


(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Zeylü'l-Hubab

"Evet, vâsıta-i rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki


acz ve zaaf ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular
ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları muvâzene etmek kâfidir."
cümlesindeki muvazeneyi nasıl anlamalıyız?
Burada asıl mesele; helal rızık ile kuvvet ve zeka arasında, ters bir orantının olmasıdır. Yani bir
şey ne kadar kuvvetli ve zeki ise, helal rızık ona zorlaşır, bir şey ne kadar da zayıf ve aptal ise, rızık
ona kolaylaşır. Üstad bu hüküm ve önermeyi desteklemek ve delillendirmek için; hayvanlar ve
bitkiler aleminden örnekler veriyor.

Mesela; balıklar gayet aptal ve zayıf fıtratlı olmalarına rağmen, gayet güzel beslenirler, rızık
noktasından zahmet çekmezler. Hatta hiç eti kemiğine yapışmış bir balık yoktur, hepsi semiz ve etine
dolgundur.
Tilkiler ise; balıklara nispetle daha kuvvetli ve kurnaz hayvanlardır; ama rızık noktasında balıklar
gibi kolay ve rahat beslenemezler. Hatta tilkiler ekseri olarak zayıf ve aç gezerler.

Ağaçlar aynı şekilde hayvanlara nispetle zayıf ve yerinden hareket edemezler. Yani; hayvanlar gibi
rızık peşinde koşacak ayakları ve azaları yoktur. Ama beslenme ve rızık noktasında, hayvanlardan
daha kolay ve güzel beslenirler. Hayvanlar güçlü ve kuvvetli olduğu için rızkının peşinde
koşarlarken, ağaçlar zayıf olmalarından dolayı rızık onların ayaklarına getirilir. İşte Üstad'ın
muvazene dediği bu manadır.

"Fakat namazını kıldıktan sonra Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîmin


matbaha-i rahmetinden tayınatını aramak, başkalara bâr olmamak
için kendisi bizzat gitmek güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir."
Bu cümle ile anlatılmak isteneni açıklayabilir misiniz?
İnsanın farz olan ibadetlerini aksatmadan, helal dairede rızkını araması ve nafakası için
çalışması gayet güzeldir, hem de bu çalışması ibadettir. Sadece ibadet ile meşgul olup geçimini
birilerinin üstüne yıkmak, yani birilerine yük olmak mertlik ile bağdaşmadığı gibi İslami açıdan da
caiz değildir.
Dünya Rezzak olan Allah’ın türlü türlü nimetlerinin pişirildiği bir mutfaktır. İnsan bu mutfaktan
tayinatını, yani rızkını ve nafakasını aramak ile mükelleftir. Yalnız ekser insanlar bu arama işini
abartıp kendini öyle bir kaptırıyor ki, asıl vazifesi olan kulluğu ve ibadeti ya ihmal ediyor ya da
bütünü ile terk ediyor. İnsanın ibadeti bahane gösterip geçimini başkalarına yüklemesi nasıl namertlik
ise, aynı şekilde insanın sadece geçime dalıp ibadeti ve Allah’a olan kulluğu terk etmesi de aynı
derecede, hatta daha dehşetli bir ihanet ve namertliktir.
Özetle burada asıl anlatılmak istenen husus, insanın hem ibadetlerini yapıp hem de başkalarına
yük olmadan nafakası için çalışması hem mertliktir hem de güzel ve sevaplı bir ibadettir.

"Hem insan ibadet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazât-ı


mâneviyesi gösteriyor." ifadesini nasıl anlamalıyız?
Mesnevi-i Nuriye'de geçen aşağıdaki ifadeler bu sorunuza cevap teşkil etmektedir.
"İ'lem eyyühe'l-aziz! Arslan gibi hayvanların diş ve pençelerine bakılırsa, iftiras ve
parçalamak için yaratılmış oldukları anlaşılır. Ve kavunun, mesela, letafetine dikkat
edilirse, yemek için yaratılmış olduğu hissedilir. Kezalik, insanın da istidadına bakılırsa,
vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi, ruhani ulviyyetine ve ebediyete olan
derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en evvel insan bu alemden daha latif bir alemde ruhen
yaratılmış da teçhizat almak üzere muvakkaten bu aleme gönderilmiş olduğu anlaşılır."

"Ve keza, insan, hilkat semeresi olduğundan anlaşılır ki: İnsanlardan bir çekirdek var ki,
Cenab-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak
bütün ehl-i kemalin ve belki nev-i beşerin nısfının ittifakıyla efdalü'l-halk, seyyidü'l-enam
Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamdır."(1)

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zerre.

"İnsanın ibadet için yaratıldığını, fıtratı ve manevî cihazatı


gösteriyor." cümlesini açıklar mısınız?
Nurlarda, “İnsanın fıtratında cemale karşı muhabbet, kemale karşı meftuniyet, ihsana karşı
perestiş vardır.” buyuruyor. Bu fitrî görevin Kur’an'ın bildirdiği ve Peygamberimizin (asm.)
öğrettiği şekilde yapılmasıylaibadet ortaya çıkar.

İnsandaki cihazların ibadet için verildiği, Yirmi Üçüncü Söz’de geniş bir şekilde izah edilmiştir.

Özet olarak:

İnsan sonsuz aciz ve fakir yaratılmıştır. Her insan, bedenindeki organlar gibi, haricî âlemdeki eşyaya,
yani havaya, suya, bitkilere, hayvanlara, aya güneşe de muhtaç olduğu için sonsuz fakirdir; bunların
hiçbirini kendi gücüyle yapamayacağı için de sonsuz acizdir. İşte her vicdan bu manayı idrak eder;
her insan kendisinin kul olduğunu, bütün bu eşyanın da ancak Allah’ın ihsanıyla ona hizmet ettiklerini
yakinen bilir. Bu da sonsuz bir şükrü gerektirir. Bu şükür ise, başta namaz olmak üzere, ibadetlerle
yapılabilir.

Öte yandan, insanın istidadı bütün hayvanlardan çok daha üstündür. İnsandan daha az sermayesi olan
hayvanlar bu dünya hayatını güzelce geçirdiklerinden anlaşılıyor ki insana verilen bu büyük sermaye
sadece bu fani dünya için değildir.

İnsan kalbi ancak Rabbini bilmek, tanımak ve ona ibadet etmekle tatmin olmaktadır. İnsan aklı,
ölümün hiçlik olmaması gerektiğini, aksi hale insana verilen bu mükemmel sermayenin sonunda hiç
olacağını, buna ise Allah’ın hikmet ve rahmetinin müsaade etmeyeceğini bilir. Sadece bu fani dünya
için yaratılmadığının şuuru içinde ölüm ötesi için de bir şeyler yapması gerektiğini ders verir.

“İnsanın cihazat cihetiyle zenginliği şu sırdandır ki: Akıl ve fikir sebebiyle insanın
hasseleri, duyguları fazla inkişaf ve inbisat peyda etmiştir. Ve ihtiyacatın kesreti sebebiyle
çok çeşit çeşit hissiyat peyda olmuştur. Ve hassasiyeti çok tenevvü etmiş. Ve fıtratın
câmiiyeti sebebiyle pek çok makasıda müteveccih arzulara medar olmuş ve pek çok vazife-
i fıtriyesi bulunduğu sebebiyle, âlât ve cihazatı ziyade inbisat peyda etmiştir. Ve ibadatın
bütün enva'ına müstaid bir fıtratta yaratıldığı için bütün kemalâtın tohumlarına câmi' bir
istidad verilmiştir. İşte şu derece cihazatça zenginlik ve sermayece kesret, elbette
ehemmiyetsiz muvakkat şu hayat-ı dünyeviyenin tahsili için verilmemiştir.” (1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas

"Seferberlikte vazifeperver nefer talime ve cihada dikkat eder


erzak ve tayinatını hiç düşünmezdi. Çünkü anlamış ki; onu
beslemek,.. devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi talim ve
cihaddır." İzahı nasıldır?
Beşinci Söz'ün ana teması; dünya işleri namaza engel olabilir mi? Rızık için çalışmak ne zaman
ibadet olur, ne zaman ibadete engel teşkil eder?

"İşte, ey tenbel nefsim! O dalgalı meydan-ı harp, bu dağdağalı dünya hayatıdır. O


taburlara taksim edilen ordu ise, cemiyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise, şu asrın cemaat-i
İslâmiyesidir. O iki nefer ise: Biri, ferâiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve
günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttakî Müslümandır. Diğeri,
Rezzâk-ı Hakikîyi itham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp ferâizi terk ve maişet
yolunda rastgelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir. Ve o talim ve talimat ise, başta namaz,
ibadettir. Ve o harp ise, nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip
günahlardan ve ahlâk-ı rezileden kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır. Ve o
iki vazife ise, birisi hayatı verip beslemektir; diğeri hayatı verene ve besleyene perestiş
edip yalvarmaktır, Ona tevekkül edip emniyet etmektir."(1)

Seferberlik ve harp meydanı, şu içinde yaşadığımız kararsız ve fani olan dünya hayatıdır ki,
kimse konumunu muhafaza edemiyor. Ordu, insanlığın toplumsal yaşamıdır. Tabur ise, bu toplumsal
yaşamdaki İslam cemaatine işaret ediyor. Vazifesine düşkün asker, dinin farzlarını yapıp
günahlarından kaçınan mümin ve mütttaki insanları temsil ediyor. Acemi ve nefsine düşkün
asker ise, dünya hayatına ve geçim derdine düşüp dini vazifelerini unutan günahkar insanları temsil
ediyor. Talim, dinin farzları iken cihat da nefis ve şeytan ile mücadele etmeyi temsil ediyor.
Erzak ve tayinat ise, insanın dünyadaki nasibi ve geçimliğidir ki Allah Kur’an da buna ben
kefilim diyor. Öyle ise sırf geçim derdine düşüp dini emirleri unutan birisi, bir cihetle Allah’ı itham
edip hal dili ile Allah’a hakaret etmiş oluyor. Yani "sen beni besleyemezsin, ben kendi çabam ile
kendimi beslerim, bu yüzden senin emirlerine vakit ayıramam" demek oluyor ki bunun azabı ve
cezası çok ağırdır.
İnsanı besleyen, hasta olsa iyileştiren Allah’tır; insanın bu dünyadaki asıl vazifesi ibadet ve
kulluktur. Öyle ise asıl vazifeyi bırakıp Allah’ın vazifesi altına girmek tam hıyanettir.
(1) bk. Sözler, Beşinci Söz
"Vasıta-i Rızk-ı helal" nedir? "Vasıta-i Rızk-ı haram" da var
mıdır? İzah eder misiniz?
“Ziraat, sanat, ticaret” ve bu üç temel unsura hizmet eden “memuriyet” gibi meşru yollarla
elde edilen rızık helal; hırsızlık, rüşvet, ihtikâr, faiz gibi gayri meşru yollarla elde edilen rızıklar ise
haramdır.

"Ve onun asıl vazifesi talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve


cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir.
Ona sorulsa, “Ne yapıyorsun?” “Devletin angaryasını çekiyorum”
der. Demiyor, “Nafakam için çalışıyorum.” İzah?
Temsildeki askerin, karavana taşıyıp yıkaması insanın bu dünyada rızkı için çalışıp
çabalamasına kinayedir.
Nasıl, askerin rızkı ve tayinatı devletin garantisi altında ise, insanın dünya kışlasındaki rızkı ve
tayinatı da Allah’ın garantisi altındadır. Öyle ise rızık için telaşa düşmek yersizdir.
Nasıl askerin asıl vazifesi olan talim ve cihadı rızık endişesi ile terk etmesi askerliğe ihanet ise,
aynı şekilde insanın bu dünyada asıl vazifesi olan ibadet ve takvayı geçim derdi ve telaşı yüzünden
unutması da aynı derecede ihanettir.
Evet, insan dünyaya geçim peşinde koşmak için değil, iman ve ibadet için gönderilmiştir. İnsanın
asıl vazifesi iman ve ibadettir. Bu sebepten dolayı geçim bahanesi ile insan ibadetin özü hükmünde
olan namazı terk edemez.
İkinci olarak, dünyada çalışmak ve geçim peşinde koşmak insana bir meşguliyet olsun diye
verilmiştir. Geçim peşinde koşmayı abartıp, bunu maksat ve gaye haline getirmek yersiz ve saçma bir
tutumdur. Tıpkı askerin asıl vazifesi olan talim ve cihadı terk edip, geçim meşgalesini gaye ve maksat
haline dönüştürmesi gibi. Halbuki geçim bir eğlence, bir meşgaledir, yoksa insanın asıl vazife ve
gayesi değildir.
Üçüncü olarak, geçim ve rızka Allah kefil olduğunu ayetleri ile ilan ediyor. Bu yüzden insan
rızık ve geçim noktasında endişelenip asli vazifelerini unutacak kadar telaşlanması ile Allah’a ve
ayetlere karşı bir saygısızlık ve hürmetsizlik etmiş oluyor. Askerin devlete güvenmeyip, kendi rızkını
temin etmek için çarşıda pazarda dilencilik etmesi gibi, insanın da geçim derdine düşüp, iman ve
ibadet vazifesini aksatması komik ve saygısız bir vaziyettir.

“Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek” insanın hakiki


vazifesi olarak anlatılıyor. Acaba namazın dışındaki diğer farz
olan ibadetler niçin zikredilmemiştir?
“Namaz dinin direğidir.” hadis-i şerifinin işaret ettiği gibi, din için en büyük tehlike namazdan
uzak kalmak, Rabbinin huzuruna çıkmadan, O’na ibadet etmeden, yalvarmadan donuk, sönük ve
hayvanî bir hayat geçirmektir. Böyle bir kişinin din binasının yıkılması ve imanının kaybedilmesi
tehlikesi vardır. Cuma, bayram ve teravih namazlarında olsun bu büyük ibadeti yerine getirenler o
çöküşten kendilerini bir derece kurtarabilirler.

Öte yandan, Kur’an-ı Kerim'de namaz ve zekât birlikte zikr edildiklerinde namaz bütün bedenî
ibadetleri, zekât ise malî ibadetleri temsil eder. “Namaz dinin direğidir.” hadisinde olduğu gibi
bazen de namaz bütün ibadetlerin temsilcisi makamında görülür.
Altıncı Söz
Aklı Allah hesabına kullanmak ve gözün kavvad derekesine
inmesini izah eder misiniz?
Aklın dairesi, sadece bulunduğu an değildir. Akıl, geçmişi de geleceği de kuşatır.
Akıl, Allah hesabına kullanılmaz ise; geçmişteki acı ve hüzünlü hatıraları getirir, önüne atar,
gelecekteki muhtemel bela ve sıkıntıları düşündürerek, insanın o anki huzurunu ve rahatını bozar.
İşte günahkar adam, bu sıkıntı ve belaları unutmak için, aklı uyuşturan ve iptal eden geçici
sarhoşluğa başvuruyor. Hatta daha da zaptedemez ise; intihara kadar gidebiliyor.
Akıl, Allah namına kullanılır ise; elem ve acı kaynağı değil bilakis rahmet ve hikmet
hazinelerinin birer anahtarı ve keşfedicisi olur; bu da insanı, her iki dünyada aziz ve mutlu yapar.
Akıl, geçmiş ve geleceğe iman nazarı ile baktığında, geçmişin elemi gitmiş lezzeti kalmış,
gelecek ise; Allah’ın tedbir ve tasarrufunda olduğu için, tevekkül ederek endişe ve korkulardan emin
olur ve tam huzuru kazanır.
Gözün kavvad derekesine inmesi, nefsin adi ve pis arzuları ile iştahlandığı materyalin arasında,
bir vasıta, bir buluşturucu olmasına kinayedir. Yani nefis ile arzuladığı şey arasında, buluşturuculuk
ve birleştiricilik yapıyor, bir nevi nefsin kötü emellerine alet ve vasıta oluyor.
Halbuki göz, nefis değil de, Allah namına kullanılsa, Allah’ın kainatta sergilediği sanatları
seyreden ve mütalaa eden, yüksek bir alet olur, şerefli bir makama çıkar.

Altıncı Söz'de geçen Birinci kâr ile Beşinci kâr aynı gibi
görünüyor, aralarındaki farkı izah eder misiniz?
"Birinci kâr: Fânî mal beka bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî olan Zat-ı Zülcelâle verilen
ve Onun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb eder, bâkî meyveler verir. O
vakit ömür dakikaları, adeta tohumlar, çekirdekler hükmünde, zahiren fena bulur, çürür;
fakat âlem-i bekada saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler ve âlem-i berzahta ziyadar,
munis birer manzara olurlar."(1)

Burada genel anlamda insanın ömrü, malı ve sahip olduğu her şey şayet Allah yolunda sarf
edilmiş ise zail olmayıp ahirette baki meyve ve neticeler vereceği nazara takdim ediliyor. İnsanın her
bir ömür dakikası bir çekirdek olup ahiret hayatında baki sümbülleri verecektir, denilmek sureti ile
insanın ömrünün en küçük bir anının bile zayi olmayacağı vurgulanıyor.

"Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en


muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve
keşif ve ehl-i ihtisas ve müşahede ittifak etmişler."(2)

Beşinci karda ise biraz daha hususiyet kesp ederek, sadece insanın sahip olduğu duygu ve azalar
nazara veriliyor. Evet, insanın azaları o derece kıymetli ve keyfiyetli ki, âdeta bir fert bir şahsiyet
gibi ayrıca zikredilmeye değer. İnsanın gözü, kulağı, aklı, kalbi ve ruhu öyle kıymetli ve keyfiyetli
azalardır ki, her birisi hem bir alemin anahtarı hem de hususi ibadeti olan müteşekkir birer
azalardırlar. Bu yüzden her bir aza ibadette sarf olunduğu zaman hususi bir ikrama ve hususi bir
inayete mazhar olacaklarına dair bir çok ayet ve hadis vardır.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Altıncı Söz
(2) bk. a.g.e.

Altıncı Söz'de geçen; at, silah, makina ve fabrika neye işaret


ediyor, ve bize bakan vechesi hakkında bilgi verir misiniz?
Üstad Hazretleri bu temsilin açılımını ve izahını konunun devamında şu şekilde yapıyor:

"Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki
mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve
hayal gibi zahirî ve batınî hasselerindir."(1)

Temsilde geçen at, silah, makine gibi simgeler, insanın fıtratında ve mahiyetinde bulunan kalp,
ruh, vicdan, akıl vesaire latifelere bir kinayedir.
İnsanın mahiyetindeki ruh, vicdan, kalp, ceset gibi binlerce duygu ve cihazlar Allah yolunda
kullanılmazsa değerden düşüp bayağı ve adi bir meta hükmüne geçiyor. Evet, bir şey asıl amaç ve
gayesinde kullanılmaz ise ya kıymetten düşer ya da atıl kalıp işe yaramaz bir vaziyete sukut eder.
Burada asıl maksat insan mahiyetine takılan yüksek duygu ve cihazlar dünyanın adi ve basit
meselelerine sarf olunmak ya da onları temin etmek için verilmemiş, Allah’a kul olmak ve saadeti
ebediyeyi kazanmak için verilmiştir. Dünyanın fani ve basit işleri ahiret hayatına nispetle gübre ve
necis şeyler gibi önemsizdir. Kıymetli şeyler kıymetsiz maddeleri elde etmekte kullanılmaz,
kullanılırsa kıymetten düşer değersiz bir hal alır demektir.
Bir temsil ile bu meseleye şöylece bakabiliriz: Çok zengin birisi fakir arkadaşına yardım olsun
diye bir altın tepsi ve içinde altından fincanlar hediye etse. Fakir arkadaşı bu altın tepsi ile ahır
temizlese, altın fincanları da çocuklara oyuncak olsun diye ortaya atsa ne kadar ahmaklık ve
divanelik etmiş olur. Zira altın tepsi kıymetli olduğu için ahır temizlemek gibi kıymetsiz ve pis
işlerde sarf olunamaz. Fincanlar altından olduğu için toz toprak içinde oyuncak yapılamaz.
İşte insanın mahiyeti altın bir tepsi, insanın bu mahiyetinde bulunan hissiyat ve cihazlarda bu altın
tepsi içindeki altın fincanlar gibidir. Bunlar dünyanın adi ve süfli işlerinde kullanılmayacak kadar
değerli ve kıymetli hissiyat ve cihazlardır. İşte Üstad Hazretleri burada bu hakikatlere işaret
ediyor.
(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.

Altıncı Söz'de ifade edilen, "şahane işler ve madenler" hakikatte


nedir? Sadece bu cümleyi açar mısınız?
"... Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza
edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek; hem o yüksek fiyattan
mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar aletler, mizanlar, istimal edilecek şahane
madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve
muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını
göreceksiniz. İşte beş derece hasâret içinde hasâret!"(1)

"... Ve o çiftlikler, makineler, aletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki
mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve
hayal gibi zahirî ve batınî hasselerindir."(2)

İnsanın mahiyetindeki ruh, vicdan, kalp, ceset gibi binlerce duygu ve cihazlar Allah yolunda
kullanılmazsa değerden düşüp bayağı ve adi bir meta hükmüne geçiyor. Evet bir şey asıl amaç ve
gayesinde kullanılmaz ise ya kıymetten düşer, ya da atıl, işe yaramaz bir vaziyete sukut eder.
Burada verilmeye çalışılan asıl mesaj; insan mahiyetine takılan yüksek duygu ve cihazlar,
dünyanın adi ve basit meselelerine sarf olunmak ya da onları temin etmek için verilmemiş olup,
Allah’a kul olmak ve saadeti ebediyeyi kazanmak için verilmiş olduğudur. Dünyanın fani ve basit
işleri ahiret hayatına nispetle çok önemsizdir. Kıymetli şeyler, kıymetsiz maddeleri elde etmekte
kullanılmaz, kullanılırsa kıymetten düşer, değersiz bir hal alır demektir.
Şahane maden ve işler ise, o yüksek duygu ve cihazların, asıl maksat olan ahiret yolunda
kullanılmasına kinayedir.
Bu hakikati bir misal ile akla yaklaştıralım:
Birisi, milyon dolarlık çok lüks bir uçak bize hediye edilse, biz bu uçağı alıp tavuk kümesi ya da
buna benzer adi ve basit işlerde sarf etsek, yani uçağı, gayesinin dışında bir alanda kullansak, elbette
hem uçağı hediye eden o cömert zata hem de uçağın yapılış gayesine ihanet etmiş olur ve bir tedib ve
tokadı hak ederiz. Bir cihetle uçağın şahane madeni ve işi olan uçmayı iptal etmekle, uçağı kıymetten
düşürürüz.
Devenin madeni ve işi yük taşımak iken, bülbülün şahane madeni ve işi ötmektir.
Aynı şekilde insanın fıtrat ve mahiyetine takılan duygu ve cihazlar, Allah’ın çok yüksek ve
kıymetli birer hediyeleridir. Veriliş sebep ve gayesi ise Allah yolunda kullanmak ve ahireti kazanmak
içindir. Biz bu duyguları ve cihazları kumar, içki, zina, hırsızlık, hile gibi adi ve süfli haramlarda sarf
edersek, bir nevi çöplükleri devşiren tavuklar konumuna düşeriz.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.
(2) bk. a.g.e.

Altıncı Söz'de neden beş kâr ve beş hasaretten bahsediliyor,


beşin hikmeti nedir?
Risale-i Nurların muhtelif yerlerinde, farklı rakamlar da mevcuttur. Bunların birçoğu İslam ve
iman şartlarının adedine tevafuk etmiyor. Demek rakamlarda böyle bir gaye ya da tasarım söz konusu
değildir. Bazılarının denk gelmesi ise tamamen bir tevafuktur.
Risale-i Nurlarda önemli olan husus; iman hakikatlerinin keskinliği ve beyan gücüdür. Risale-i
Nurlarda iman hakikatlerinin mükemmel ve keskin beyanı, bu gibi tevafuklara ihtiyaç bırakmıyor.

Altıncı Söz'de, "Emanete hıyanet cezasını çekeceksin. Çünkü en


kıymettar aletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine
zulmettin,.." deniyor. Buradaki nefis kelimesi hangi anlamda
kullanılmıştır?
Burada kullanılan "nefis" kavramı, bildiğimiz kötü nefis değildir. Arapça'da "nefis" birçok
anlamda kullanılır. İnsanın kendisini tanımlarken, nefis ifadesi kullanılır. Yani, insanı meydana
getiren maddi ve manevi her şeye"nefis" denir. "Kişi" anlamında kullanılır.
Dolayısı ile nefis ifadesi burada şu anlamda kullanılmıştır: Allah'ın sana verdiği maddi ve
manevi her cihazı yanlış yerde kullanarak kendine zulmettin demektir. "Nefis" yerine
"kendi" ifadesin koyabiliriz.

Altıncı Söz'de; emaneti sahib-i hakikisine satmakta elde edilen


kârlar anlatılırken, ikinci ve beşinci kârlar arasındaki fark nedir?
"İkinci kâr: Cennet gibi bir fiyat veriliyor...

Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve aletlerin ibadeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri, en muhtaç
olduğun bir zamanda Cennet yemişleri suretinde sana verileceğine,.." (1)

Yukarıda ikinci kâr olarak ifade edilen husus, genel bir manayı hatırımıza getirmekte... Beşinci
kâr da ise;

1. Ahirete gitmezden önce uzuvlarımıza dikkat etmek, onları Cenab-ı Hakk'ın emrettiği yönde
kullanmak,

2. Darda kaldığımızda sırf onun rızası için yaptığımız şeylerin şefaatçi konuma geçeceği...

Dolayısıyla bu iki kâr ilk bakışta birbirinin aynı gibi görünse de hakikatte Beşinci kâr İkinci kârın
açılımı konumundadır.

İnsan daima teşvike muhtaçtır. Her an sıkıntılara, belalara, ve musibetlerle karşı karşıya gelmesi
muhtemeldir.

Kavurucu bir çölde giderken suyumuzun bittiğini bir düşünelim veya çok sevdiğimiz bir evladımızın
ölümle pençeleşirken uzman bir doktorun gelip bir ilaç takdim edip evladımızın şifa bulması bizleri
ne kadar sevindireceğini bir irdeleyelim. İşte aynen bunun gibi, bu dünyada gerek gözlerimizle
gerekse kulaklarımızla v.s azalarımızla işlemiş olduğumuz sevapları, şuurlu bir şekilde yapsak ve
günün birinde, gerek bu dünyada gerekse de ahirette bu şuurlu olarak yaptığımız faaliyetlerin
karşımıza çıkarılarak kurtuluşumuza sebebiyet verdiğini bir düşünsek, o zaman her anımızı faydalı ve
onurlu geçirmenin yollarını ararız.

Peygamberimiz (asm)'in kendinden önceki ümmetlerde geçen bir hadiseyi veciz bir şekilde dile
getirmesi mevzumuz açısından önem arzetmektedir. Mealen hadis şu şekilde:

"Üç kişi yolculuğa çıkmış, şiddetli bir yağmura yakalandıklarında bunlar bir mağaraya
sığınmışlar. Derken büyük bir kaya mağaranın ağzını kapatmış. Bu üç kişiden biri demiş ki:
Arkadaşlar gelin önceki hayatımızda başımızdan geçen ve sırf Rabbimizin rızası için yapmış
olduğumuz bir işi Cenab-ı Hakk'a takdim edelim. Umulur ki Rabbimiz bu engeli önümüzden
kaldırır. Bizde yolumuza devam ederriz. " Ve sırayla herkes başından geçen bir olayı
Cenab-ı Hakk'ın affına sığınarak takdim etmeye başlamışlar."

"Üç kişiden biri şu şekilde başından geçen hadiseyi Cenab-ı Hakk'a takdim etmiş: Ya
Rabbi biliyorsun, benim yaşlı bir annem babam vardı. Bende çobanlık yapıyordum. Gece
geç saatlerde eve döndüğümde annem babam yatmış oluyorlardı. Ben sabah ezanını bekler,
kaynattığım sütü önce anne babama sonra çocuğuma verirdim. Ya Rabbi biliyorsun bunu
sırf senin rızan için yapuıyordum, der demez mağaranın kapısı biraz açılır."

"İkincisi ve Üçüncüsü de aynı samimiyetle başlarından geçen olayları anlatırlar ve neticede


kurtulup yollarına devam ederler."

İşte Cenab-ı Mevlamız, bu dünyada bile darda kaldığımızda biz aciz kullarını sıkıntıdan aydınlığa
bu tür vesilelerle çıkattığına göre; elbette ahirette bu tür hadiselerin çokça vuku bulacağını yukarıdaki
veciz ifade bizim hatırımıza getirmektedir.

(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.

Azalarımız lisan-ı halleriyle, Cenab-ı Hakk'ın hangi isimlerini


zikrederler?
Mesela dildeki tatma kuvvesi her bir rızkı yiyip lezzet aldıkça, hal dili ile
Allah’ın Rezzak, Kerim, Latif gibi isimlerini zikreder.

Akıl kuvvesi kainatın üstünde tezahür ve tecelli eden hikmet ve mana pırıltılarını okudukça
Allah’ın Hakim, Alim, Mürid gibi isimlerini tezekkür etmiş olur.

Kalp kainatta sebebi muhabbet olan ihsan, kemal ve cemali gördükçe ve bunları zevk ettikçe, bu
sebeplerin hakiki sahibi olan Allah’ın Vedud, Kerim ve Latif gibi isimlerini severek ve perestiş
ederek ilan ve zikrederler.
Göz kuvvesi kainattaki renk cümbüşlerinin seyrinin keyfi ile halen Allah’ın Musavvir ismini takdir
ve tezkir eder.

Daha bu isimler gibi Allah’ın her ismini takdir ve tahsin edecek cihaz ve azalar, insana Allah
tarafından ihsan edilmiştir. İnsanın mahiyetindeki aza ve hissiyatların hepsi, Allah’ın sayısız
isimlerine açılan birer pencere ve birer menfezler hükmündedir. İnsan bu duygu ve azalar pencereleri
ile Allah’ı halen ve kalen zikredebilir ve zikrediyor.

Azaların Allah namına çalıştırılmaması “emanete hıyanet”


olarak nazara veriliyor. Halbuki, birçok keşşaflar ve bilim
adamları Allah’ı bilmedikleri halde insanlığa faydalı çalışmalar
yapıyorlar. Bunlara ihanet gözüyle bakabilir miyiz?
Emanet, ancak emaneti verenin rızası istikametinde ve onun tayin ettiği yerlerde
kullanılabilir. “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” ayetinin kesin
hükmüyle, insanın yaratılış gayesi “ibadet ve marifet” olunca, insan kendisine emanet verilen bütün
organlarını ve duygularını bu sahada kullanmakla mükellef demektir.
İbadet insanın aslî görevidir, dünyaya gönderiliş hikmetidir, ahirette ebedî saadete ermesinin
vesilesidir. Rabbine karşı bu aslî görevini yerine getiren bir kimsenin diğer insanlara faydalı işler
yapması da onun için bir sadaka hükmüne geçer. Yoldan, insanlara eziyet verecek bir taşın
kaldırılmasını sadaka sayan dinimize göre, elbette ki bütün insanlık âlemine faydalar sağlayan teknik
buluşların, fennî keşiflerin önemli mükafatları olacaktır. Bu sevaba nail olmanın birinci şartı, iman ve
onu takip eden salih amellerdir.

Rabbine iman etmeyen ve O’nun tayin ettiği vazifeleri yerine getirmeyen bir kimseyi insanlara yaptığı
hizmet ve yardımlar cehennem azabından kurtarmaz. Çünkü cennete girmenin şartı imandır. Bu nurdan
mahrum olan kişilerin o saadet yurduna girmeleri mümkün değildir. Ancak, zalim bir kâfirle,
insanlara faydalı olmuş bir kâfirin cehennemdeki azap derecelerinin de aynı olmayacağı
muhakkaktır. “Her kim zerre miskal hayır işlerse onu görür. Ve her kim zerre miskal şer işlese
onu görür.” ayetinde, Müslüman-kâfir ayırımı yapılmadan “her kim” buyrulması, bu noktada çok
manidardır. Ayette geçen “görür” ifadesi, “mahşerde herkesin kendi amel defterindeki bütün hayır ve
şerleri görmesi” manasına gelmekle birlikte, hesap ötesine de bakan yönü de olsa gerektir.

Müslümanların İlâhî hikmet ve rahmetle bu kâinata konulan nimetlerinden faydalanmakta tembellik


göstermelerinin zararı bu dünyada sefalet ve mahrumiyet olarak çekilir. Bu tembellik şer’i yönden
günah ve haram değildir ki, “emanete hıyanet” tarifine girebilsin.

Burada muhalefet Kur’ana değil, tekvinî şeriatadır. Bu muhalefetin ceza yeri ise bu dünyadır. Bu konu
Lemaat’ta “El-hakka ya’lu” bahsinde çok güzel izah edilmiştir.
Ehli Zevk ve Ehli Keşif Kimlerdir?
Ehli zevk ve ehli keşif, genelde ehli tarikat ve tasavvuf için kullanılan terimlerdir.

Tasavvuf, kalbi, manevi hastalıklardan kurtarıp, sadece Allah’a tevcih ettikten sonra, iman
hakikatlerine ulaşmakta kullanılan uzun ve zorlu bir manevi yolculuktur. Bu yolculuk esnasında çok
engeller ve riskler ile karşılaşan salik, bunları yenmek için bir takım riyazetler ile nefsini terbiye
etmeye çalışır. Az yeme, az uyuma, az konuşma, dünyanın boş işlerini terk gibi sıkı manevi perhizler
ile manevi yolculuğunu kat etmeye çalışır.

Bu uzun ve meşakkatli manevi yolculukta giden salik, her makam ve mevkiiye geldikçe yeni şeyleri
görür, başka manaları keşif eder ve ayrı ayrı manevi zevklerle karşılanır. Aslında bu keşif ve
zevklerin veriliş amacı, uzun ve zorlu bir yolculukta olan salike Allah’ın bir teşviki bir ikramıdır,
bir kolaylığıdır; yoksa asıl amaç ve gaye değildir. İşte bazı salikleri vartaya atan, zevk ve keşifleri
gaye yapmasıdır; asıl hedef haline getirmesidir. Hedef, Allah’ın rızasına kavuşmaktır; zevk ve
keşifler ise bu yolda teşvik ve teyit içindir.

Zevk, ulvi ve süfli olmak üzere iki sınıfa ayrılır:

Süfli zevkler, dünyanın adi ve haram olan zevkleridir. Bunlar daha çok insanın şehvani ve hayvani
arzuların karşılığıdır. Zina, zulüm, intikam, gasp, hırsızlık, haram sevmek, haram lokma gibi...
Bunların hepsinin içinde menhus bir zevk ve lezzet vardır. İşte, haram şeyleri cazip kılan ve ekser
insanları aldatan bu menhus zevk ve lezzetlerdir. Allah, imtihan gereği haramlar içine bu zevkleri
serpiştirmiştir.

Ulvi zevkler ise insanın imani ve insani yönündeki zevkleridir. Bunlar daha çok insanın kalbinin,
ruhunun, vicdanının ve yüksek hislerinin keyif ve zevkleridir. Mesela, bir muhtaca yardım
edildiğinde vicdan ve insani duygular büyük keyif alır. Yine işlerinde adil olan bir hakim,
vicdanen büyük bir hiffet ve yüksek bir keyif sürer.

Kalp, Allah ile tatmin olur, onu bulunca rahata ve zevke erişir...

Allah, hayır yoluna ulvi zevkleri; şer yoluna da süfli zevkleri ekmiştir. Amaç bu yolda gidenler
imtihanın bütün derinliğini yaşasın ve hissetsin. İnsan mahiyet olarak nihayetsiz terakki de edebilir,
tedennide edebilir. İmtihan gereği terakki yollarında ulvi zevkler müşevvik, tedenni yollarında da
süfli zevkler müşevvik olarak konulmuştur.

Tasavvuf erbabı, bu terakki yolunda yolları ve makamları kat edip geçtikçe bir takım ulvi zevk ve
keşiflerle karşılaşıyorlar. Bu ulvi zevkler bir çeşit hedefe gitmede doping görevi görüyor. İşte bundan
dolayı tasavvuf sistemi ile hakikate ve yüksek makamlara ulaşmaya çalışanlara ehli zevk ve keşif
denilmiştir. Bunlarda ilim ve akıldan ziyade, kalp ve aşk hükmettiği için ehli kalp de denilmiştir.

Aynı tasavvuf sistemi ile hakikate gitmekle beraber, aynı zamanda akıl ve ilimde de terakki etmiş
saliklere de muhakkik denilmiştir. Yani bir nevi hem kalp hem de aklı işlettiren sufilere verilen özel
bir terimdir muhakkik ismi.Cüneyd-i Bağdadi, Marufu Kerhi, Ahmet Bedevi gibi ilim ehli
evliyalar, buna misal olarak verilebilir.

Emaneti sahib-i hakikisine satmakta, "fani mal beka bulur.


Çünkü zat-ı zülcelale verilen ve onun yolunda sarf edilen ömr-ü
zâil, bakiye inkılâp eder." Bu dünyada insan bütün ömrünü Allah
yolunda sarf edemiyor. Ne yapmalıyız?
Dördüncü Söz'de geçen şu cümle bu soruya en güzel cevaptır:

“Namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri güzel bir niyetle ibadet hükmünü alır.”

Öte yandan, yaptığımız bir işin meşru ve sünnete uygun olmasını arzu ettiğimizde bu niyet başlı
başına bir ibadet olduğu gibi, bu niyetle yaptığımız işlerde de “bir nevi huzur” buluruz. Yani,
Allah’ın huzurunda olmanın hazzını duyar, yaptığımız her işten hesaba çekileceğimizi düşünür ona
göre hareket ederiz. “Fanide bakiye yol bulmak” böylece gerçekleşir.

“İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve
muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu
dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder
ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer.”(1)

(1) bk. Lem’alar, Üçüncü Lem'a

Feraiz-i İlâhîyenin az ve hafif olması, ne anlama geliyor? Zira bu


asrın insanlarına dinî mükellefiyetler sıralandığında ürküyorlar ve
korkuyorlar?
Bu hüküm bütün asırlar için geçerlidir, değişmez:

- Farz namaz için, günün yirmi dört saatinden bir saat istenmiştir. Bir, yirmi dörde göre çok azdır.

- Oruç, on iki aydan bir ay farzdır, burada da “bir”, on ikiye göre azdır.

- Aynı şekilde, zekâtta malın kırkta biri istenmiştir, “bir”, kırka göre azdır.

Nafile olarak tutulan oruçlar, namazın sünnetleri ve diğer nafile namazlar, zekât dışında verilen
sadakalar farz değillerdir. Bunları işleyen kul manen terakki eder, ama işlemeyen için bir sorumluluk
söz konusu değildir.
Az olanın hafif de olması mahiyetinin gereğidir.

Dinde lakayt, dünyaya aşırı derecede meftun olmuş, sefahate girmiş kimselere dinî hükümlerin
ağır gelmesi, yükün ağırlığından değil, taşıyıcının zafiyetindendir.

Gözün ruh için bir pencere olmasını biraz açar mısınız?


“Cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil.” (1)

Ruh o hanede misafirdir. Bu hanede gözlere “pencere olma” görevi düşmüştür. Gören pencere
değil, ondan bakan ruhtur.

“Göz bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.” ifadesinde bir kayıt vardır; “bu
âlem” kaydı. Yani ruh, başka âlemleri göz olmadan da seyredebilir. Bunun en açık
örneği “rüya” hadisesidir. Uykuda bu dünyaya bakan pencerelerin kapanmasıyla ruh için başka
aleme pencereler açılır. Uyanık halinde karşısındaki duvarın arkasını göremeyen insan, uykuya
geçtiğinde geçmiş asırlardaki dostlarıyla görüşür, binlerce kilometre ötedeki mekânları rahatlıkla
seyreder.

Üstad, ölüm için “ıtlak-ı ruh” (ruhun kayıtlardan kurtulması) tabirini kullanır. İnsan, ölümün küçük
kardeşi olan uykuya geçtiğinde, beden kaydından bir derece kurtulur; rüya âleminde gözsüz de görür,
kulaksız da işitir, ayaksız da yürür.

“Ruhu cesedine galip olan evliyanın işleri sür’ati ruh mizanıyla oluyor.” ifadesinden de
anlaşılacağı gibi Allah’ın seçkin kullarının işleri beden kaydını aşmış, ruh süratine ulaşmıştır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat

Gözün “şu kâinat kitabının bir mütalaacısı, sanat-ı


Rabbaniyenin seyircisi ve rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı
olması,..” ne demektir?
“Bir söz mutlak zikredildiğinde kemaline masruftur.” yani, o söze konu olan en mükemmel fert
anlaşılır. Bu kaideye göre bu ve benzeri ifadelerde “kemal” mana kast edilmektedir. Aklın görevi
anlatılırken, “akıl şöyle yapar, böyle yapar” denilmekle gerçek akıl, yerinde kullanılan akıl kastedilir.
Aklını kullanmayanların yahut yanlış kullananların bu manadan bir nasipleri olmaz.

Göz için de durum aynıdır. Bir arı çiçekleri dolaşıp onlardan bal yaptığı gibi, kalbi imanla nurlanmış
bir insanın gözü de seyrettiği İlâhî sanatlardan ilim, marifet ve muhabbet balı yapar.

Bu sözde, akıl için “kâinat anahtarı”, göz için “mütefennin nazır”, dil için “hazine-i rahmet nazırı”
denilmesini bu manada değerlendirmek gerekir.
Şu var ki, göze “pencere” denilmesi gösteriyor ki, balı yapan aslında göz değil, o pencereden bakan
ruhtur. Burada ruhun yaptığı iş, mecazî olarak, onun penceresi olan göze verilmiştir; “Kalem doğruyu
yazmak zorundadır.” ifadesinde olduğu gibi.

"Gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlar ile
müzeyyen bir Cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, bal arısı gibi, bütün kâinat
safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, bürhanlarından alacağı ibret, fikret,
ünsiyet gibi üsare ve şiralarından vicdanda o tatlı, iman balları yapar.”(1)

(1) bk. İşaratü’l-İ’caz, Bakara Suresi, 6. Ayet Tefsiri

Hikayedeki beş mertebe kâr ile beş derece hasareti


maddeleştirerek izah edebilir misiniz?
Beş mertebe kârı ana hatlarıyla şöyle düşünebiliriz:
Birinci kâr:

Hadis-i Şerifte “Dünya ahretin mezrası (tarlası)dır” buyruluyor. Yani, o sonsuz ahiret âlemi bu fani
dünyanın mahsulleri için hazırlanmış bulunuyor. Üstadımız ömür dakikalarımızı tohumlara,
çekirdeklere benzetiyor. İnsan, ömür dakikalarını bu dünya tarlasında hayırlı işlere sarf ederse, o fani
ve kısa ömür ahirette ebedî bir saadeti meyve verecektir.

“ İnsan istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor.”(1)

“..Rivayetlerde vardır ki; insanın ömür dakikaları insana avdet ederler. Ya gafletle muzlim
olarak gelirler veya hasenat-ı muzie ile avdet ederler. (2)

İkinci kâr:
Ayette nefis ve mallarını Allah’a satan kimsenin bu satıştan elde edeceği kazancın “cennet” olacağı
haber veriliyor.

"Hem anlarsın ki: Öyle bir Rahman, öyle bir âlemde, öyle has ibadına öyle ikramlar
edecek; ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne kalb-i beşere hutur etmiştir. Âmennâ” (3)

Üçüncü kâr:
Bu kâr, temsilî hikayede geçen şu ifadeye bakıyor: “Hem o makine ve fabrikadaki aletler benim
namımla ve benim destgâhımda işlettirilecek...”
Tohumlara yahut çekirdeklere bir fiyat takdir edelim. Bunları toprak tezgâhına attığımızda onlardan
çıkacak olan mahsullerin ve meyvelerin fiyatı birden bine çıkacaktır.

Bitkilerin yapısında hakim unsurun su olduğu biliniyor. Bu su, ağaç tezgahına girerek meyve
olduğunda fiyatı birden bine çıkıyor.

İnsan, tüm varlığıyla bir tohum olduğu gibi, aklı, hafızası, görme ve işitme duyguları da yine birer
tohum gibidir. Bunlar, “ubudiyet ve ihlas toprağına atılır, İslâmiyet’le sulanır, iman ziyası” altında
büyürlerse her biri cennete lâyık bir kıymet alır.

Üstad, bir risalesinde “Kur’an tezgahında dokunan takva”dan söz eder. Demek ki Kur’an da bir
tezgâhtır. Bu tezgâha girenler ve ruh dünyaları onunla şekillenenler kâmil mümin olurlar.

Dünün müşriklerinin, o tezgâhtan çıktıklarında sahabe olmaları, hiçbir velinin yetişemeyeceği bir
büyüklüğe erişmeleri bunun en çarpıcı örneğidir.

“Dünyada havas ve hissiyat-ı insaniye, küçük fidanlar olduğu halde, Cennet'te en


mükemmel bir surette inkişaf ve dünyada tohumcuklar hükmünde olan istidadları, enva'-ı
lezaiz ve kemalât ile sünbüllenecek surette ona verileceği, rahmetin ve hikmetin muktezası
olduğu gibi, hadîsin nususuyla ve Kur'anın işaratıyla sabittir.”(4)

Dördüncü kâr:
Bu kâr “Yirmi Üçüncü Söz”de geçen şu cümleye bakıyor:
“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.”
Nefis ve mallarını Allah’a satan kimse, bunun peşin mükâfatını bu dünyada da görür. Bela ve
sıkıntılara karşı dayanma gücü kazanır. Tevekkülün hakikatine erer, sebeplere tam uyduktan sonra
neticeler için Rabbinin rahmet ve hikmetine itimat eder. Dünyada huzura erdiği gibi, ahrette de ebedî
saadete kavuşur.

"Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr, rahmeti
hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelal'in memluküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını kendine
yükleyip zahmet çekme; çünki hayatı veren odur, idare eden de odur. (…) "Hem sana
düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ taun ve tufan ve kaht ve zelzeleye kadar bütün
eşyanın dizginleri, o Rahîm-i Hakîm'in elindedirler. O Hakîm'dir, abes iş yapmaz.
Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var."(5)

Beşinci kâr:
İnsanın her bir azası kendisine verilen görevi yerine getirmekle bir ibadet halindedir. Müminin,
mahşerde, hesap gününde bütün bu ibadetlerden de fayda göreceğini Allah’ın seçkin kulları zevk ve
müşahedelerine dayanarak müjde veriyorlar.

“Ve hâkezâ, bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim
letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır.(...)"
"İşte Cenab-ı Hak ve Hakîm-i Mutlak, bu insanda istihdam ettiği bu cihazatın elbette
her birerlerine lâyık ücretlerini verecektir.” (6)

Beş mertebe zararı da yine ana hatlarıyla şöyle değerlendirebiliriz:


Birinci zarar:
Mal, evlat, gençlik insan için birer sermaye iken, ölümü tadan kişi bütün bunlardan ayrılacaktır. Bu
sermayeleri nefis yolunda ve boş yere harcayanlar, sadece bu ayrılık elemini çekmekle
kalmayacaklar, onları yanlış yolda kullanmanın günahını da yüklenerek bu dünyadan göçüp
gidecekler.

İkinci zarar:
Lehü’l-mülk yani “Mülk umumen O’nundur.” Bu kâinat ağacı Allah’ın mülkü olduğu gibi o ağacın
en mükemmel meyvesi olan insan da yine O’nun mülküdür. O halde, bizdeki her türlü maddî ve
manevî cihazlar ancak birer emanettirler. Bir ömür boyu o emanetleri “yerinde kullanıp
kullanmama” imtihanı geçiriyoruz. Emanete hıyanet edenler bunun cezasını görecekleri gibi,
nefislerine de en büyük bir zulüm yapmış olacaklardır.

Üçüncü zarar:
Hayvanın o cüzi sermayesiyle bu dünya hayatını mükemmel yaşaması gösteriyor ki, insana verilen bu
cihazlar başka bir âlem içidir. Onları sadece bu kısa dünya hayatına gayrimeşru bir şekilde sarf
etmek insanın yaratılış hikmetine zıttır ve o hikmete bir nevi iftiradır.

“Ey nefsim ve ey arkadaşım! Aklınızı başınıza toplayınız. Sermaye-i ömür ve istidad-ı


hayatınızı hayvan gibi, belki hayvandan çok aşağı bir derecede şu hayat-ı fâniye ve lezzet-i
maddiyeye sarfetmeyiniz. Yoksa sermayece en a'lâ hayvandan elli derece yüksek olduğunuz
halde, en ednasından elli derece aşağı düşersiniz.” (7)
Dördüncü zarar:
Sonsuz aciz ve fakir olarak yaratılan insan, bu dünya hayatı için gerekli ihtiyaçlarını temin etme ve
kendini her türlü zararlardan koruma konusunda yetersiz kalacağı gibi, varlığının ve ona takılı olan
maddi ve manevî her türlü sermayesinin de adım adım yokluğa doğru gitmesi o insanı elemlere gark
eder ve ona vaveyla ettirir.

Beşinci zarar:
İnsanın sermayesi çok büyük olduğundan, bunlar yerinde kullanıldığında büyük kârlar sağlayacağı
gibi, yanlış kullanılmaları halinde de büyük zararlara yol açar. Üçüncü kâr açıklanırken, insana
verilen sayısız sermayeden, örnek olarak, üçünün yani “aklın, görme ve işitme duygularının” İlâhî
tezgâhta işlenmeleri halinde cennete lâyık bir kıymet alacakları ifade edilmişti. Aksi bir uygulama ile
bütün bu cihazların cehennem kapılarını açacak birer anahtar olmaları kaçınılmazdır.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale
(3) bk. Sözler, Onuncu Söz, Mukaddime
(4) bk. a.g.e., Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf
(5) bk. a.g.e.
(6) bk. a.g.e.
(7) bk. a.g.e., On Birinci Söz
Nefis ve malımızı Allah'a sattığımızda rahmet hazineleri
açılacağından bahsediliyor. Nefsi Allah'a satma adına, farz
yükümlülüklerinin dışında ne yapılabilir? Rahmet hazineleri neler
yapıldığında açılır?
Farzların dışındaki ibadetler mutlak bırakılmıştır. Yani her şahıs kendi kabiliyet ve kuvvetine
göre bir ibadet dünyası kurabilir. Bunun belli bir standardı ve çerçevesi yoktur. Bu yüzden şu kadar
ibadet edersen o zaman rahmet hazineleri açılır demek güçtür.
Öyle ki, eski dönemlerde bir gecede iki bin rekat namaz kılıp, kırk yıl aralıksız yatsı namazının
abdesti ile sabah namazı kılanlar olmuştur. Demek bu hazineleri açmak ve o hazinelerden istifade
etmek herkes için aynı ve standart değildir.
Üstad Hazretleri bu asrın insanları için bir formül ve özetlemeyi şöyle yapıyor:

“ Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın


mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.”(1)

diyor. Öyle ise iman ve ilimde inkişaf etmek isteyen, bu eserlere dört ile sarılmalı.
Üstad Hazretlerinin şu tespiti de meseleyi izah etmektedir:

"İ'lemeyyühe'l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden


zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur'ân'dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle
gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi
okumaksızın isâl edici bir yol buldum.Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet
bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır."(2)

Üstad Hazretleri bu zamanda "Farzları yapan ve kebairi terk eden inşallah kurtulur." diyor.
Bundan sonrası kişinin şahsi kemalatıdır, ne kazansa kardır.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale

Nefis ve malını Allah’a satan insan “âli bir padişahın has,


serbest bir yaveri, askeri olur” ifadesindeki serbestiyet ve askerliği
nasıl anlamalıyız?
“Helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur.” cümlesinde
açıkça ders verildiği gibi, insan meşru dairede her çeşit faaliyet gösterebilir, her türlü zevki
tadabilir. Bu noktada insana bir serbestlik tanınmıştır. Helal olan şeylerden dilediğini tercih etmekte
hür ve serbesttir. Bunda bizim hem dünya, hem de ahiret menfaatimiz söz konusu olduğundan,
haramlardan yasaklanmamız bir esaret gibi anlaşılmamalıdır.

Şu var ki, imtihan sırrınca insan hem haram hem de helal sahalarda dilediği gibi dolaşabiliyor. Ancak
bu serbestliği doğru değerlendirerek, bütün işlerimizi helal dairesinde yaptığımız takdirde padişahın
sevgili bir askeri, makbul bir yaveri oluruz. Yani, Cenab-ı Hakk'ın razı olduğu bir kul olmakla, bu
dünya hayatından terhis edildiğimizde “gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, beşer kalbine
gelmesi mümkün olmayan” çok büyük ve sonsuz nimetlere mazhar oluruz.

Padişaha asker olan kişi onun mülkünde serbest olarak gezer, kimseden korkusu olmaz.
“Serbest” kelimesini nefsin esaretinden kurtulup gerçek hürriyete kavuşma şeklinde de
anlayabiliriz. “Bazı sefih ve laubaliler hür yaşamak istemediklerinden nefs-i emmarenin esaret-i
rezilesi altına girmek istiyorlar.”(1) cümlesi bize bu dersi vermektedir.
(1) bk. Hutbe-i Şamiye, Reddü'l-Evham

Padişahın fermanını dinleyen ve aklı başında olan nefer ticareti


kabul ediyor. Acaba sadece akıl, bu ticareti kabul etmekte ve
fermanı dinlemekte kifayet eder mi? Çünkü aklı başında olan nice
insanlar bu ticaretten mahrumdurlar.
Bir başka bir risalede “Aklını başına al.” ifadesi geçer. Demek ki akıl her zaman başta olmuyor.
İnsan, aklını yerinde kullandığı takdirde, aklı başında demektir. Böyle bir insan imanı bulur. Akılsız
kimselere teklif de yoktur.
Akıllı zannettiğimiz birçok insan, dünya işlerinde başarılı olsalar bile, aklın gerçek yaratılış
hikmetine zıt hareket ettikleri için, onların akılları kâmil manada akıl değildir. Ve onların akılları
başlarında değil, işlerinde, makamlarında, servetlerinde, zevk ve sefalarındadır. Mesnevî-i
Nuriye’de geçen “Aklı başında olan insan ne dünya işlerinden kazandığına mesrur, ne de
kaybettiği şeye mahzun olmaz.” cümlesinde bu mana açıkça ders verilmektedir.

Tat alma duygusu için kullanılan “maharetli nazır ve şakir


müfettiş” ifadelerinden ne kastedilmektedir?
İnsan, yemeklerin tadına diliyle bakar ve hangisinin tatlı, hangisinin tuzlu, hangisinin diğerinden
daha lezzetli olduğunu onunla teftiş eder. Sonunda, bir müfettişin rapor sunması gibi, yemeklerin tat
durumu hakkında bilgi sunar. Ruh da bu teftiş raporuna göre hareket eder. Onlardan en uygun
gördüğünü tercih eder, yahut hiçbirini beğenmeyerek yeme işlemini durdurur.

Nazır (yani nazar eden, bakan) ifadesiyle, iman hakikatlerini gözleriyle görmediklerinden, inkâr eden
kimselere şöyle bir cevap da verilmektedir:

Siz yemeğin tadını da gözünüzle göremiyorsunuz. Onu görmenin aleti dildir. Siz aklın ve kalbin
görevini göze yüklemekle kendinizi büyük bir tehlikeye atıyorsunuz. Anlamak ve inanmak aklın ve
kalbin görevleridir. Görme, sadece bir yardımcıdır, bir alettir.

“Meselâ hadsiz zîhayattan bir insanın yüz cihazatından bir tek cihazı olan lisanı; bir et
parçası iken, iki büyük vazifesiyle yüzer hikmetlere, neticelere, meyvelere, faidelere âlet
oluyor. Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber
vermek ve rahmet-i İlahiyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş olmak ve kelimeler
vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santral olmak …” (1)

(1) bk. Şuâlar, On Beşinci Şuâ

Üstadımız, helâl dairesinin keyfe kâfi geldiğini, harama girmeye


lüzum olmadığını ifade ediyor. Bu zamanda ise harama
bulaşmayan insanlar nadirdir. Bu konuda ne dersiniz?
“Helâl dairesinin keyfe kâfi geldiği, harama girmeye lüzum olmadığı” genel bir hükümdür.
Her asır için geçerlidir. Yeme, eğlenme, müzik dinleme ve diğer bütün keyif verici hallerin hepsinin
meşru yolla tatmin edilmeleri mümkündür.

Şu var ki, bu zamanda haram olup olmadığı şüpheli olan birçok muameleler, yiyecek ve içecekler her
tarafı istila etmiştir. Böyle bir ortamda, helal olduğunu kesinlikle bilmediğimiz konularda çok dikkatli
olmamız, ruhsatla değil azimetle amel etmemiz tavsiye edilmiştir.

Bir tereddüdümüz yoksa, “Ancak ölmeyecek kadar yemekle haramlardan salim


kalabiliriz.” şeklinde bir genellemeye girmek de zararlı sonuçlar doğurabilir. Çiftçimizi bile, kendi
emeğinin mahsulü olan ve şüpheden uzak gıdalardan istifadeden men etme yoluna gitmeyelim.
Üstad'ın koyduğu yol, Sünnet yoludur. “Yerken, iktisat üzere olmak, akarsu kenarında bile
olsa abdest alırken suyu israf etmemek, sofradan yemeye iştihamız olduğu bir halde kalkmak,
şüphelilerden sakınmak,..” gibi sünnetlere tam riayet ettikten sonra, helâl dairesindeki yeme, içme
ve sair harcamalara fazla kayıt koymak İslâmî yaşantıya olan isteği kırabilir.

Üstad'ın, “Bu zamanda hükm-ü şer’i tereffühte bizi muhtar bırakmaz.” sözü de bu manada
değerlendirilmelidir. Kimsenin sefaletine aldırmadan refah içinde yaşamak, komşusu aç iken tok
olmayı yasaklayan bir peygamberin ümmetine yakışmaz. Ancak, böyle bir durum söz konusu değilse,
dünya nimetlerinden Müslümanları menetme yoluna gitmek de ters sonuçlar doğurabilir.

Üstad'ın, “Çok sıkı tutmayınız. Herkes bir kararda olmaz.” sözünü de gözden ırak tutmamak
gerekiyor.

Vücudumuzda dercedilen hadsiz hissiyat ve letaifin veriliş


gayeleri nelerdir?
İnsan kainatın küçültülmüş bir nümunesi ve modelidir. Kainat küçülse insan, insan büyütülse
kainat olur. Kainatta azametli ve büyük yazılmış tevhid hakikatleri, insanın mahiyetinde küçük ve
okunaklı bir şekilde yazılmıştır. Bu hususta kainat ile insan müsavidir, fark sadece kemiyettedir, yani
boyut ve hacimdedir.
İnsanı kainat kadar geniş yapan şey ise, insanın fıtratına konulan istidat ve duygulardır. İnsanın
mahiyetinde her bir alem ile irtibat kuracak cihaz ve duygular vardır. İnsanın her bir cihazı ve
duygusu bir aleme açılan bir penceredir. İnsan bu duygu penceresi ile o alemi seyreder ve o alemle
iletişim kurar.
Mesela, göz bir penceredir, mubsırat alemine açılır; kulak bir penceredir sesler alemini işitir,
dokunma duyusu bir penceredir cismani alemlere açılır; hayal kuvveti bir penceredir, misal alemi ile
irtibat kurar, ruh bir menfezdir ruhlar alemine açılır; kalp aşk ve muhabbet dünyasının kapısıdır; akıl
hikmetli mevcudat aleminin mütefekkir bir mütalaacısıdır,.. buna benzer binlerce his ve duygular
insanın geniş mahiyetinde mevcuttur ve her birisi bir alem ile irtibatlıdır.
İnsan, bu duygular sayesinde mahlukat içinde Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp ölçecek
geniş mahiyete sahip tek mahluktur. İnsan sahip olmuş olduğu his ve cihazlar sayesinde Allah’ın bütün
isimlerini tartıp ölçebilir. Mesela, midenin açlık hissi ile Rezzak ismini, tat alma duyusu ile Allah’ın
Kerem ve Muhsin ismini, cüzi iradesi ile Allah’ın külli irade sıfatını, cüzi ilmi ile Allah’ın sonsuz
ilim sıfatını bilebilir. Demek insanın mahiyetindeki her bir cihaz ve duygu, aynı zamanda Allah’ın
isimlerine açılan birer kapı birer pencere hükmündedir.
Ayrıca, Allah’ın bütün isim ve sıfatları, insanın mahiyetinde nakışlar suretinde tecelli etmiştir.
Allah’ın isimlerinin hayatın üstünde nakış suretinde tecellisi kıyasi ve farazi değil, hakiki ve
kaynamak suretindedir. Yani tabiri yerinde ise; maddi ve işlemek noktasında bir tecellidir. Diğer iki
tecelli tarzı daha çok kıyas ve farazi bir şekildedir. Malum, kıyas ve farazilik mevhum bir şeydir.
Nakış ise hakiki bir işlemek ve tecelli etmektir.

Mesela; insanın simasındaki göz; Allah’ın Basar sıfatının bir tecellisidir; kulak, Sem sıfatının bir
yansımasıdır; konuşma mahalli olan dil, Kelam sıfatının bir cilvesidir; yüzdeki tasvir ve
çizim, Musavvir isminin bir tecellisidir. Ancak hayata lazım olan rızkın gönderilmesi, bedenin ve
bedende çalışan hücrelerin beslenmesi, Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir.

Bu isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde, yani maddi ve hakiki bir
tecelli ile cilvelerini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi, kaynakları hükmünde olan
isimlere açılan birer pencere hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve
sıfatlarına intikal ederler ve idrakine ererler.
Özet olarak, insandaki hissiyat ve latifelerin en büyük gayesi Allah’ın isimlerini anlamak ve ayna
olmaya bir araç olmaktır, diyebiliriz. Zaten her bir duygu bir ismin nakşı ve işlemesidir.

"(Allah) mü'minlerden canlarını ve mallarını cennet


karşılığında satın almıştır." ayet-i kerimesinde, geçmiş zaman
kipinin kullanılmasını nasıl anlamalıyız?
Allah’ın ilmi, ezeli olduğu için, geçmiş ve gelecek onun nazarında şimdiki zaman gibidir. Yani
Allah’ın ezeli ilminde zamanın üç hali diye bir şey yoktur. Onun ilmi her şeyi kuşatır ve her şeyi bilir.
Öyle ise Kur’an'daki zaman kipleri Allah’a değil, insanlara bakar. Yani zamanın kayıtları insanlar
için geçerlidir, Allah için geçerli değildir.
Allah, ezeli ilminde kimin canlarını ve mallarını cennet karşılığında satacağını bildiği için, olmuş
ve geçmiş bir olay gibi hitap ediyor. Yani mazi sigasını kullanıyor, ama biz zaman tünelinin içinde
olmamız nedeni ile bu hadiseye geçmiş nazarı ile değil, gelecek nazarı ile bakmamız gerekiyor. Zira
bizim açımızdan satıp satmama olayı istikbale aittir; yani gaybidir.
İnsan açısından istikbale ait bir şeyi mazi sigası ile söylemek caiz olmaz. Yani "Ben can ve
malımı Allah’a sattım." demek gurur ve kibre girer. Halbuki insan için gerçek kurtuluş imanla ve
amelle kabre girdikten sonra anlaşılır. Dünyada kati bir üslup kullanmak kulluğa uygun düşmez.
Özetle; Allah mazi hitabı ile ilminin ezeliyetine işaret ediyor, insan da "İnşallah
satacağım" ifadesi ile aczini ve cehlini ilan etmiş oluyor ki, müstahsendir.

"...hem o nazik kıymettar aletler, mizanlar, istimal edilecek


şahane madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten
düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza
kalacak." cümlelerini açıklar mısınız?
"Eğer bana satmazsanız, zaten görüyorsunuz ki, hiç kimse elindekini muhafaza
edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek; hem o yüksek fiyattan
mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar aletler, mizanlar, istimal edilecek şahane
madenler ve işler bulmadığından, bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve
muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını
göreceksiniz. İşte beş derece hasâret içinde hasâret!"(1)

Bir şey asıl amaç ve gayesinde kullanılmaz ise, ya kıymetten düşer ya da atıl işe yaramaz bir
vaziyete sukut eder.
Burada verilen mesaj; insan mahiyetine takılan yüksek duygu ve cihazların, dünyanın adi ve basit
meselelerine sarf olunmak ya da onları temin etmek için verilmemiş olduğu; ancak Allah’a kul olmak
ve saadeti ebediyeyi kazanmak için verilmiş olduğudur. Dünyanın fani ve basit işleri ahiret hayatına
nispetle çok basit ve önemsizdir. Kıymetli şeyler kıymetsiz maddeleri elde etmekte kullanılmaz,
kullanılırsa kıymetten düşer, değersiz bir hal alır demektir.
Bu hakikati bir misal ile akla yaklaştıralım: Birisi milyon dolarlık çok lüks bir uçak bize hediye
ediyor. Biz bu uçağı alıp tavuk kümesi ya da buna benzer adi ve basit işlerde sarf etsek, yani uçağı
gayesinin dışında bir alanda kullansak, elbette hem uçağı hediye eden o cömert zata hem de uçağın
yapılış gayesine ihanet etmiş olur ve bir tedib ve tokadı hak ederiz.
Aynı şekilde insanın fıtrat ve mahiyetine takılan duygu ve cihazlar, Allah’ın çok yüksek ve
kıymetli birer hediyesidir. Veriliş sebep ve gayesi ise, Allah yolunda kullanmak ve ahireti kazanmak
içindir. Biz bu duyguları ve cihazları kumar, içki, zina, hırsızlık, hile gibi adi ve süfli haramlarda sarf
edersek, aynı yanlışı yapmış oluruz.
(1) bk. Sözler, Altıncı Söz
"Aklın Allah hesabına çalıştırılması halinde; sahibini ebedi
saadete müheyya eden bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkmasını”
nasıl anlamalıyız?
Mürşid, “irşad eden, doğru yolu gösteren” demektir. Burada mürşit kelimesi mecazî manada
kullanılmıştır. Göz, eşyanın görülmesinde, kulak seslerin işitilmesinde insana yol gösteren birer
mürşit gibidirler. Aynı şekilde, akıl da hakikatlerin anlaşılmasında insana kılavuzluk eden bir
mürşittir.

Fen ve tekniğin ilerlemesi sonunda, eşyanın nice sırlarının keşfedilmesiyle bu asırda akıl biraz daha
ön plana çıkmıştır. “Medenilere galebe çalmak ikna iledir.” hükmünce, insanların irşat edilmesinde
mantıkî deliller getirerek aklı tatmin etmek artık bir zaruret haline gelmiştir.

Teslimin kırıldığı, “Neden? ve Niçin?”lerin ön plana çıktığı bu asırda, ancak hem akla hem de kalbe
birlikte hitap eden bir irşat şekli başarıya ulaşabilir. Nur Risalelerinin bu kadar düşman cereyanlara
rağmen kabul görmesinde ve müntesiplerinin her geçen gün çoğalmasında, onda takip edilen tarzın
asra uygunluğunun büyük hissesi vardır.

“Biz Kur'an şâkirdleri olan müslümanlar, bürhana tâbi oluyoruz. Akıl ve fikir ve
kalbimizle hakaik-ı imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin bazı efratları gibi, ruhbanları taklid
için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fennin hükmettiği istikbâlde, elbette
bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an
hükmedecek!.”(1)

(1) bk. Hutbe-i Şamiye,

"Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cenneti


onlara vermek suretiyle satın almıştır." ayeti ile "Cennet fazl-ı
İlahidir." ifadelerini nasıl anlayabiliriz?
"Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın
almıştır..." (Tevbe, 9/111)

Bu ayette insanın kesb-i istihkakına atıf var. Yani insan iman ve ibadetleri ile cenneti direkt hak
etmiyor; ancak hak etmeyi hak ediyor. Yoksa cennet insanların iman ve ibadetinin direkt bir ücreti ya
da mukabili değildir. Çünkü insanın iman ve ibadeti, verilmiş nimetlerin bile karşılığı değilken,
daha verilmemiş cennete karşılık olması mümkün değildir.
Yani Allah, "cennet sizin ameliniz karşılığı değil, ama amel ederseniz size onu amelinizin
karşılığıymış gibi bahşedeceğim" diyor. Yani cennet nimetini amele şart koşuyor. Cennetin
amelimize şart koşulması birebir onu hak etmiş olduğumuz anlamına gelmiyor.
Mesela cömert ve zengin bir adam, muhtaç ve fakir bir adama sırf acıdığından ve faziletinden der
ki; "Sen benim şu küçük işimi yap, ben sana çok büyük bir hazine vereceğim." O fakir ve muhtaç
adam da gider o küçük işi yapar, o zat da ona vaat ettiği hazineyi hak etmediği halde hediye eder.
Şimdi adam kalkıp, "Ben bu hazineyi alnımın teri ile aldım." diyerek o cömert adamın faziletini ve
lütfunu inkar etse nankörlük etmiş olur.
Aynı temsildeki gibi, insanın ameli de cennete koşulmuş küçük ve basit bir şarttır. Cennetin
verilmesindeki asıl paye Allah’ın fazlı ve cömertliğidir. İnsan bunun bilincinde ve şuurunda olmaz
ise, ameli yüzüne bir paçavra gibi atılır. Cennetin, amellerin bir karşılığıymış gibi gösterildiği
ifadeler, bu şarta matuftur. Bu şartı ne kadar güzel ve kuvvetli yaparsak, Allah’ın fazlı da o nispette
güzel ve kuvvetli olur. Yani cennetin içindeki makamların artması, bu şartın ifasına göre şekilleniyor.
Bu da haliyle sanki cennet ve içindeki makamlar bizim ibadetimizin bir neticesi, bir ücreti gibi
algılanıyor.
Cennet de ve ona benzer bütün nimetler de Allah’ın bir fazlı, bir lütfundan başka bir şey
değildir.

"Bütün o kıymettar cihazât-ı insaniyeyi hayvanlıktan çok aşağı


bir derekeye düşürüp, hikmet-i İlâhiyeye iftira ve zulmettin."
Cenab-ı Hakk'a iftira nasıl atılır? İftiranın hikmet-i İlahiye ile ne
alakası vardır?
Sorunuzun cevabını şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. İnsan aklını hakka ve hakikata yöneltmeyip, âdeta bir yılan gibi başkasını zehirlemekte kullansa...

2. Gözü, geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve hevesi nefsaniyeye bir
kavvad derekesine indirse...

3. Dili nefis hesabına çalıştırıp, mideninin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine tenzil etse...

İşte kişi bu aletleri kullanması gereken yerlerde kullanmayıp, Cenab-ı Hakk'ın izni dairesinde
olmayan yerlerde kullansa ve kendisini uyaranlara da ehemmiyet vermeyeip "Hadi canım bu aletler,
asıl böyle yerlerde kullanmak için yaratılmış." dese ve bunda inad edip, fiiliyatını değiştirmeyip
bu batıl yolda devam etse, bu durum Cenab-ı Hakk'a en büyük iftiradır. Çünkü o kişi yalan
söylemektedir. Eğer vicdanı tefessüh edip bozulmamışsa vicdanı bunu derk eder, anlar... Bu aletlerin
o tür kötü yerlerde kulanılmayacağını aklı vasıtasıyla bazı hissiyatlarıyla bilir. Ama nefis ve şeytana
tabi olup, adeta onların borozancılıklarını yapsa, o zaman Cenab-ı Hak tarafından bu kişi iyi bir sille
yemeye müstehak olacaktır.

Ehli iman vazifelerini yapıp emredileni yerine getirip, bazen nefsine mağlup düşüp küçük günahlara
girse de, arkasından hemen bir iyilik, bir hayır-hasenat yapıp sonrasında da iyi bir tövbe istiğfar
getirirse, bu da âdeta"memnuniyeti mukaddese" ile tabir edilen bir ifadeyle Cenab-ı Hakk'ı
memnun edecektir.
"Cihazat-ı insaniyeyi hayvanlıktan aşağı düşürüp, hikmet-i
İlâhîyeye iftira ve zulm etmek"ten söz ediliyor. Diğer taraftan
Üstadımız uçak için, "nevim namına iftihar ediyorum" diyor;
medeniyet harikalarını tebrik ve takdir ediyor...
Organlarımızdan, örnek olarak, “elimizi” şöyle bir düşünelim: Elin yaratılış hikmeti, her türlü
işimizin görülmesine yardımcı olması, bilgilerimizin kaleme alınmasında önemli bir görev
üstlenmesi, gerektiğinde de bizi saldırılardan korumasıdır. Bu kıymetli organı, sadece, insanları
dövmekte, yaralamakta, öldürmekte kullanan insan, elin yaratılış hikmetine zulmetmiş olur.

Bütün organlarımızı ve ruhumuza takılan her türlü hissiyatı, duyguyu da elimize kıyas edebiliriz.
Bunları sadece dünya için, menfaat için, şehvet için kullanan insan, İlâhî hikmete zıt hareket etmiş
olur ve “hayvan gibi, belki daha aşağı” bir derekeye düşebilir. Bu gibi kimselerin fen sahasında
gösterdikleri başarılar sonucu değiştirmez.

Bu konuya, “İman hem nurdur, hem kuvvettir.”, “İman insanı insan eder.” “Her hasenat gibi
cesaretin de menbaı imandır.” gibi derslerin ışığında yaklaştığımızda, fennî keşiflerin ve medeniyet
harikalarının küfür karanlığını örtecek kadar önemli bir ışık olmadığını yakinen anlarız. O fenlere
talip olmak, o sahada gösterilen başarıları tebrik etmek ve onlara müşteri olmak ayrı bir meseledir.
Peygamber Efendimiz (asm.), “ilmin, Çin’de de olsa aranıp bulunmasını” emretmekle, bizlere o
sahanın da müşterisi olmamızı tavsiye etmiştir.

“Terakkiyat-ı beşeriyenin kısm-ı a'zamı ve keşfiyatları, bir nevi dua neticesidir.


Havarik-ı medeniyet dedikleri şeyler ve keşfiyatlarına medar-ı iftihar zannettikleri
emirler, manevî bir dua neticesidir. Hâlis bir lisan-ı istidad ile istenilmiş, onlara
verilmiştir.”(1)

(1) bk. Mektûbat, Yirmi Dördüncü Mektup'un Zeyli

"Dili Allah'a satmak" ifadesini açıklar mısınız? Müminin,


imanıyla Halık'ının emanetini, O'nun namına ve izni dairesinde
istimal etmesi nasıl olur?
Dili Allah’a satmak, onu helal dairede ve Allah’ın nimetlerini tadıp şükretmekte bir araç olarak
kullanmaktır. Yani satmanın iki esası var, birisi helal dairede olması, diğeri ise nimetleri tadıp
şükretmektir. Bu ikisi olduğu zaman o cihaz Allah yolunda satılmış ve kullanılmış oluyor.
İnsan, mahiyetinde emanet olan cihaz ve duygularını, iman yolunda kullanıp Allah’ın izni
dairesinde işletir ise, o zaman o duygu ve cihazlar Allah adına kullanılmış olur.
Mesela, göz Allah’ın insana vermiş olduğu bir emanettir, helal şeylere bakıp haramlardan
sakınırsak, bu gözü Allah hesabına ve onun namı ile kullanmış oluruz.
Dildeki tat alma kuvveti Allah’ın rahmeti ile dünya sofrasına sermiş olduğu nimetleri tadan ve
tartan bir nazır ve gözlemcidir. Bu dile hitap eden sayısız meyve ve sebzeler Allah’ın insana bir
rahmetidir ve insan bu somut rahmet eserlerini dil vasıtası ile tadıp tartıyor. Diğer duygu ve cihazları
da bu şekilde kıyas edebiliriz.

"Eğer Kadir-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimat edip


teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır." cümlesini izah
eder misiniz? Tevekkül etmeyenin vicdanının azap içinde kalması
ne demek?
Allah’a tevekkül etmeyen birisi kainatın hadiseleri altında ezilir, dolayısı ile bundan en çok
insanın vicdanı etkilenir. Çünkü vicdan insanın en hassas ve en kırılgan cihazıdır, en küçük bir hata
ve yanlışta bile sızlar ve inler.
Mesela, mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden
endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki Allah bir musibeti alnına yazmış ise bundan kurtuluş yok, teslim
olur. Aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise, hiçbir güç o musibeti başına bela edemez. Bu
tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir nevi psikolojik yükün,
yani hadisler karşısında endişe ve telaş etmenin, tevekkül vasıtası ile kadere atılması demektir ki
vicdan burada huzura ve rahata kavuşur.
Ama kafir Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için her şeyi tesadüfe
veriyor. O zaman başına her an bir iş bir musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde bir
endişe bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. Acaba bu musibet bana dokunur mu der
hayatı zehir olur.
Üstad Hazretleri bu manaya örnek için Amerika da olmuş bir olayı söylüyor:

"Evet, tam münevverü​l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu
korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek.
Fakat, meşhur bir münevverü​l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir
kuyrukluyıldızı görse, yerde titrer, ​Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı​ der,
evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan koca Amerika titredi. Çokları gece vakti
hanelerini terk ettiler.)"(1)

Halbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin bu olayda şöyle düşünür; "Şayet bu yıldız dünyaya
çarpma emrini Allah’tan almış ise, tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur." der, hayret içinde
çarpmasını bekler. "Yok emir almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi olmadığı halde
dünyamıza çarpamaz." der, endişe ve telaştan kurtulur.
Allah’a tahkiki bir şekilde iman ile tevekkül eden adam hiçbir şeyden korkmaz hiçbir hadise
karşısında titremez. Cesaretin kaynağı hakiki ve sağlam iman olduğu gibi, korkaklığın kaynağı ise
imansızlık ve tevekkülsüzlüktür. Kalbinde iman olmayan birisi bu yüzden her hadise karşısında titret
her musibetten azap duyar. Bir nevi dünyanın bütün yükünü beline yükler ve altında ezilip gider.
Vicdan ise bu durumdan en çok etkilenen bir cihazdır.
(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.
"Eğer Mâlik-i Hakikîsine satılsa ve Onun hesabına çalıştırsan,
akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan nihayetsiz
rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar." Hazine ve
defineler ifadelerini açar mısınız?
Mesela, yeni doğan bir yavrunun hemen arkasından safi ve doyurucu sütün, annelerin memeler
musluğu ile akıtılması ve gönderilmesine, iman ve akıl konsensüsü ile bakarsak, bu cüzi hadise
arkasında nihayetsiz bir rahmetin hükmettiğini idrak ederiz. Yok sadece akıl ve sebepler nazarı ile o
olaya bakarsak, o cüzi hadise sıradan ve adi bir hadise şekline dönüşüp, arka cephesinde işleyen
rahmet manasını göstermez ve hazine gizlenir.
Burada hazineden maksat, Allah’ın sonsuz rahmet sıfatıdır. İnsan Allah’ın olaylar arkasında
işleyen sonsuz rahmetini ancak akıl ve iman anahtarı ile açıp idrak edebiliyor. Yoksa sadece akıl ya
da akıl ve felsefe ile olaylara baksa, orada işleyen sonsuz rahmet ve hikmet manalarını görmez ve
göremez.
Şu kainat sahnesinde iri ufak, büyük küçük her hadise ve sanatın arka cephesinde Allah’ın sonsuz
hikmet ve şefkat manaları hükmediyor. Bu hikmet ve şefkatte ancak iman ve akıl birlikteliği ile
çözümlenebiliyor. İman akla nur, akıl da eşyayı açan bir anahtar oluyor.
Bir elmanın çok mükemmel bir sanat olması Allah’ın sonsuz hikmetine işaret ettiği gibi, bir nimet
ve ikram olması da Allah’ın sonsuz şefkatine işaret ediyor. Diğer bütün mahlukatı da buna kıyas
edebiliriz.
İşte bu hikmet ve rahmet hazineleri, şu kainatın, Allah’ın sonsuz hikmet ve rahmet sıfatlarına olan
delalet ve işaretlerine bir kinayedir.

"En kıymettar âletleri en kıymetsiz şeylerde sarf edip nefsine


zulmettin." Üstad bu cümlede nefse zulümden bahsediyor. Nefse
zulüm olur mu, olursa nasıl olur?
Zulüm, başkasının hukukuna tecavüzdür. Başlıca şu üç şekilde kendini gösterir:

1. Allah’ın hukukuna tecavüz.


2. İnsanların hukukuna tecavüz.
3. Nefsin hukukuna tecavüz.

İnsan, tek Allah’a iman ve sadece O’na ibadet etmekle mükelleftir. İnancında bazı şeyleri Allah
yerine ikame ederek veya amelinde başka şeyleri gözeterek hareket ederse şirke düşer. Şirk
ise ayetin ifadesiyle “büyük bir zulümdür...” (Lokman, 31/13) Sevdiğini -haşa- Allah'ı sever gibi
sevmek, korktuğundan Allah’tan korkar gibi korkmak, hayatını ve bekasını Allah’tan başkasının
elinde bilmek hep birer şirk örneğidir. İnsanlığın ekserisi, açık veya gizli şirkten kendini
kurtaramamıştır.

Başkasının gıybetini yapmak, aleyhinde söz taşımak veya malını çalmak gibi durumlar, zulmün ikinci
çeşidine birer örnektir.

Günahlara dalmak, Allah'ın verdiği aza ve aletleri, duygu ve hisleri yaratılış gayesine aykırı
kullanmak ise nefse zulumdür. Nefis denilince insanın zatı anlaşılır. Yani ruh ve bedenin ikisine
birden nefis (zat) denilir. Nefsimizi ve malımızı Allah’a satmamızla ilgili ayette de nefis bu manada
kullanılmıştır.

O halde, bir insan; organlarını, duygularına, aklını kalbini yanlış yerlerde kullandığı takdirde zulme
girmiş olur. Çünkü, adalet ancak her hak sahibine hakkını vermekle tahakkuk eder. Bu aletlerin hakkı
onları Allah’ın razı oluğu gibi kullanmak ve onlarla ebedî bir saadet kazanmaktır. Aksi yola giderek
cehennemini hazırlayan kişi nefsine zulmetmiş demektir.

“Kim Allah’ın koyduğu sınırları aşarsa, nefsine zulmetmiş olur.” (Talak, 65/1)

ayeti, zulmün bu üçüncü çeşidi ile ilgilidir. Haramlar yasaklanmıştır ve bunlara giren kimse
Allah’ın koyduğu sınırı aşmış olur. İnsan bunun cezasını çekeceğinden, böyle yapmakla nefsine
zulmetmiş olur.

Mideye haram lokma sokmak, dili küfürde kullanmak, aklı malayaniyatla, yani ne dünyaya ne ahirete
yaramayan şeylerle meşgul etmek, hayalen hep günah peşinde koşmak gibi durumlar nefse
zulmetmekle alakalıdır. Allah bu aletleri böyle aşağı, adi gayeler için yaratmamıştır. Bu açıdan
baktığımızda, insanların çoğunun zulüm içinde olduğunu görürüz.

Söz gelimi, içki içen bir aile reisi;

- Allah'ın yasağını çiğneyerek hukukullaha tecavüz,


- Ailesinin nafakasından keserek ve nahoş kokularla onları rahatsız ederek insanların hukukuna
tecavüz,
- Aklını iptal ederek kendi nefsine tecavüz etmiş olur.

"Fabrikadaki aletler benim namımla işlettirilecek, hem fiyatı ve


ücretleri bine yükselecek... Hem o nazik kıymetli aletler istimal
edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından kıymetten
düşecek..." İzah eder misiniz?
Farazi ve itibari olan benlik duygusunu mevcut görmek, Allah ile nispetini kesmek demektir.
İnsanın, kendi cüzi kudretçiğini Allah’ın sonsuz kudretine kıyas ederek anlamakta değil, firavunlukta
kullanmasıdır.
Aynada yansıyan ışık, aynanın kendi malı değil, güneşin malıdır. İnsanın benliği de bir ayna
gibidir. Bu benlikte görünen cüzi ilim, irade, kudret, sahiplik gibi hissiyatlar, Allah’ın isimlerinden
yansıyan tecellilerdir. Felsefe, eneye yani benlik duygusuna mana-yı ismi olarak bakıyor. Yani "ene
haddi zatında bir şeyin aynası ve levhası değil, kendisi ve özüdür" demek istiyor ki, bu felsefenin
bir hezeyanıdır.
Bu manaya ve farka işaret etmek için bir temsil verelim: Çok zengin ve muktedir bir zat emrinde
çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini, tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin bir takım
lezzetlerini kendi haşmet ve ihtişamını anlatmak için çok tesis ve fabrikalarından ikisinin idare ve
gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Şart olarak da fabrikanın mülkiyeti, içindeki makinelerin
eksiksiz geri verilmesi, kendi namına işlettirilmesi ve kendi ahlaki prensiplerine göre idare edilmesi
gibi şeyleri o iki işçiye tembih eder.
İki işçiden birincisi, fabrikanın idaresini alır ve aynen o zatın direktifine göre hareket eder ve
onun çok vasıflarını kıyas yolu ile anlar. Mesela der, “Ben şu küçük tesisi idare ediyorum, şu zat ise
binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, o binlercesi ile alakadardır. Şu
tesisin gelirindeki zenginliği, Onun mülkünün zenginliği ise baş döndürür.” der. O Zat’a olan sevgi
ve saygısı artar ve her zaman da orada geçici ve emaneten bulunduğunu unutmaz. Bu davranışı ile
onun teveccühünü kazanır. O Zat da, onu çok büyük bir mükafatla ödüllendirir.

Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez, vaziyetini ve vazifesini unutur. Hemen fabrikanın isim
tabelasını indirir, kendi ismini takar. İdarede o zatın ahlak ve prensiplerine uymaz. Demirbaş olan
makineleri haraç merac satar. Emanetçi ve geçici olduğunu hiç hatırlamaz. Asıl fabrika sahibini inkar
eder ve ona meydan okur. Haddini aşarak temellük davasına sapar. Ayna olduğunu inkar eder.
Mevhum olan, yani farazi olan hallerini gerçek telakki eder. Asıl fabrika sahibi olan Zat da ona layık
bir ceza ile onu cezalandırır.

İşte bu misalde olduğu gibi, insanın vücudu bir fabrika azaları gibidir. O zat ise, Cenab-ı Hakk'tır. O
iki işçi ise, biri mümin ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan benlik ve hislerini Allah’ın
isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise temellük davasına sapan, haddini
aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, Firavun meşrep kafirleri temsil eder. O Zat’ın
tembihleri ise İslam ve şeriattır ve hakeza...
İnsan emanetçi olduğu mahiyetindeki duygu ve cihazları Allah için kullanır ise değeri birden bine
çıkar. Mesela, akıl Allah hesabına kullanılmaz ise, geçmişteki acı ve hüzünlü hatıraları getirir önüne
atar, gelecekteki muhtemel bela ve sıkıntıları düşündürerek insanın o anki huzurunu ve rahatını bozar.
İşte günahkar adam bu sıkıntı ve belaları unutmak için aklı uyuşturan ve geçici iptal eden sarhoşluğa
başvuruyor. Hatta daha da zapt edemez ise intihara kadar gidebiliyor.
Akıl Allah namına kullanılır ise, elem ve acı kaynağı değil, bilakis rahmet ve hikmet
hazinelerinin birer anahtarı ve keşfedicisi olur; bu da insanı her iki dünyada aziz ve mutlu yapar. Akıl
geçmiş ve geleceğe iman nazarı ile baktığında, geçmişin elemi gitmiş lezzeti kalmış, gelecek ise
Allah’ın tedbir ve tasarrufunda olduğu için tevekkül ederek endişe ve korkulardan emin olur ve tam
huzuru kazanır.
Gözün kavvad derecesine inmesi, nefsin adi ve pis aruzları ile iştahlandığı materyalin arasında
bir vasıta bir buluşturucu olmasına kinayedir. Yani nefis ile arzuladığı şey arasında buluşturuculuk ve
birleştiricilik yapıyor, bir nevi nefsin kötü emellerine alet ve vasıta oluyor.
Halbuki göz, nefis değil de Allah namına kullanılsa, Allah’ın kainatta sergilediği sanat eserlerini
seyreden ve mütalaa eden yüksek bir alet olur, şerefli bir makama çıkar, değeri bir iken bin olur.
Bunlar gibi diğer azalarımızı da kıyas edebiliriz.
"Hayat-ı ebediye esâsâtını ve saadet-i uhreviye levâzımâtını
tedârik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i
Rahmâniyeyi Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir sûrete
çevirmektir." saadet-i uhreviye levazımatı nedir?
Saadet-i uhreviye levazımatı, ebedi saadeti insana kazandıracak her türlü ameldir. İnsana
verilen maddi ve manevi duygular, ebedi saadete gitmek için lazım olan malzemeleri bize
kazandıracaktır. Bunu daha iyi anlamak için, aksi bir misal verelim.

Mesela, bir hayvan ebedi saadeti kazanmak istese dahi, kazanamaz. Zira ebedi saadete götürecek
cihazlar kendisine verilmemiştir. Tefekkür eden bir beyin ve temaşa edip, eserden müessire intikal
eden bir göz vb. duygular hayvanda yoktur.

Ancak insan denen varlık, talip olması halinde gitmek için elinde bileti vardır, imkanları vardır.
Bunları yerli yerinde kullandıktan sonra ebedi saadete gitmesi mümkündür. Fakat yerli yerinde
kullanılmaması halinde de mesuliyeti vardır. Zira cihazlar zayi edilmiş ve israf edilmiştir.

"Kuvve-i zâikayı Fâtır-ı Hakîmine satmazsan, belki nefis


hesabına, mide namına çalıştırsan, o vakit midenin tavlasına ve
fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder." cümlesini izah
eder misiniz?
İnsan sahip olduğu duygu ve cihazları Allah yolunda sarf ederse değerleniyor, nefis ve şeytanın
yolunda sarf ederse değersizleşiyor, yani kıymetten düşüyor. Burada asıl nokta burasıdır.
Akıl, nasıl Allah yolunda kullanıldığında kainatın sırlarını açan tılsımlı bir anahtar olur, yani şu
kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini saadet-i
ebediyeye hazırlayan bir mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar.
Aynı şekilde dildeki tat alma özelliği de Allah yolunda sarf edilirse, o zaman dil bütün nimetleri
teftiş edip, şükre kapı açan bir müfettiş olur. Ama dil sadece nefis hesabına çalışırsa, mide ahır, dil
de onun kapıcısı olur. Tavlaburada ahır anlamında kullanılıyor. Midenin ahır olması nefis ciheti
iledir, yoksa Allah hesabına kullanılırsa durum değişir.

"Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar."


cümlesinde, "semeresiz" tabirinin kullanılmasının hikmeti ne
olabilir?
"Dördüncü kâr: İnsan zayıftır; belâları çok. Fakirdir; ihtiyacı pek ziyade. Âcizdir;
hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip
teslim olmazsa, vicdanı daim azap içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler
onu boğar. Ya sarhoş veya canavar eder."(1)

Allah için olmayan her şey sevap noktasından boş ve faydasızdır. Ama Allah için yapılan her bir
şey cennette ve beka aleminde karşısına hayır ve mükafat olarak çıkacaktır.
Demek Allah için olmayan her türlü meşakkat ve uğraşı, sonucu hayır ve sevap olmayan güdük ve
akim bir tohum gibidir. Dünyada çektiği elem ve sıkıntı ve ahirette göreceği azap müspet bir semere
değil menfi bir semere oluyor. Yani buradaki ifadeyi "müspet ve menfi semere" şeklinde anlamamız
gerekiyor. Yoksa günah ve gaflet içinde geçmiş bir hayatın bir de ahirette azap ve hesabı bulunuyor ki
bu menfi bir semeredir.
Kısacası iman ve tevekkül ile geçirilen bir hayat hem dünyada hem de ukbada müspet bir semere
verecek iken, inkar ve gaflet içinde geçen bir hayat ise hem dünyada hem de ukbada bu müspet
semerelerden mahrum kalacağı gibi, hem de dünya ve ahirette çetin bir azaba düşecektir.
(1) bk. Sözler, Altıncı Söz.

“Nefis ve malını Cenab-ı Hakk'a satmak” ne demektir?


Satıştan maksat, mülkü mülk sahibinin rızası istikametinde kullanmaktır. Bir tarlayı birisine
sattığınızda artık o tarlayı dilediğiniz gibi ekip biçemezsiniz. Bir memur da günün sekiz saatini
devlete satmıştır. Bu müddet zarfında kendisine verilen görevleri yerine getirecek ve bu mesaisinin
ücretini devletten alacaktır.

Ayet-i Kerimede bizden "kendi işlerimizi Allah’ın razı olduğu şekilde görmemiz" isteniyor. Ruhunu,
bedenini ve malını Allah’ın emri dairesinde kullanan, nefsini ve şeytanı işe karıştırmayan kişi,
bunları Allah’a satmış demektir.
Mesela, göz bize bir İlâhî emanettir. Onu helal dairesinde kullandığımız takdirde gözümüzü
Allah’a satmış oluruz. Dersin devamında izah edildiği gibi bu satışın bütün kârı, hem bu dünyada hem
de ahirette “saadet” olarak bize verilecektir.

Bu ayette geçen nefis kelimesi bazen nefs-i emmareyle karıştırılıyor. Buradaki “nefis”
“zat” manasınadır. Türkçesi “kendi” demektir; ruh ve bedeni birlikte ifade eder.

“O’na abd ve asker olmak” ifadesinde, askerlikle kulluk eş


anlamda mı kullanılmıştır?
Bir ayet-i kerimede “semavat ve arzın orduları Allah’ındır.” buyruluyor. Buna göre her kul
Allah’ın askeridir. Kul ve köle, efendisinin emri altındadır ve onun verdiği görevleri eksiksiz olarak
yerine getirmeye çalışır. Asker de öyledir. O da kışladan içeri girdiğinde bütün şahsî arzularını
geride bırakır, kendi keyfi ve isteği yönünde değil, kumandanının emri dairesinde hareket eder.

“… Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini îfa edenin, mükellefiyet müddetince,


mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları ve sair hayat lâzımeleri hazine-i Rahmandan
verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i
ömürdür.” (1)

Abd kelimesinde, “Mülk umumen O’nundur.” manası biraz daha galiptir. Bir kulun, ne bedeni, ne
ruhu, ne de istifadesine sunulan kâinat ve içindeki eşya onun şahsî malı değildir. İnsan, bunların
tümünden, kulluk şuuruyla faydalanmaya çalışacak, işlerini rıza dairesinde görecektir.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale
Yedinci Söz
Aczimizin ve fakrımızın sürekli farkında olmak ve günlük
hayatımızda bu duyguyu canlı tutmak için ne yapmalıyız?
Ene, farazi ve vehmi bir sahiplik ve sahiplenme duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde, var
gibi düşünülen bir sahiplenme bir kabullenme duygusudur.
Mesela, insanın ailesine "benim ailem" demesi, evine "benim evim" demesi, vücut ve
azalarına "benim vücudum ve benim azalarım" demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte
buradaki "benim" ifadesi "ene"dir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de
azalar insanın değildir; hepsinin gerçek sahibi Allah’tır. Allah insana bu sahiplenme duygusunu
mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi
kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere
gibidir. İnsan bu pencere ile Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela der; ben şu küçük hanemin idarecisiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin Rabbidir; ben
cüzi kudretimle şu evi yaptım Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp yarattı; ben cüzi ilmim
ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir, her şeye muttalidir...
İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah sonsuz isim ve sıfatlarını idrak
eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi insan bu kıyası yapmayacağı için Allah’ın o sonsuz
sıfatlarını idrak edemeyecekti. Ene ve benlik hissi insana terakki veren, insana marifet kapılarını açan
ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır bir olgudur.
Bu düşünce iman ve ilimden geldiği için, namaz veya oruç gibi somut olarak yapılabilen bir şey
değil, düşünülebilen ve tefekkür edilen bir düşüncedir. Bu sebeple her halimizde ve hareketimizde bu
manaları düşünüp bu noktada kendimizi meleke sahibi yapabiliriz. Böylece her davranış ve
amelimizin iman ve fikir cephesi marifet ve hidayet olmuş olur.

Allah'a iman neden diğer iman esaslarından daha önemlidir?


Allah´a iman nasıl insanın hayatını anlamlandırır?
Allah’a iman esası, bir binanın temeli ya da bir ağacın kökü gibidir. Nasıl temel ve kök olmadan
bina ve ağaç olamaz ise, Allah’a iman esası olmadan da diğer iman esasları olamaz. Zira imanın
bütün dal ve budakları Allah’a iman esası üstünde şekillenip büyüyor.
Mesela, Allah’a iman etmeyen birisinin, Allah’ın ilminin bir unvanı olan kadere iman etmesi
düşünülemez. Yine ahireti var edecek olan Allah’a iman etmeden, direkt olarak ahirete iman etmek
mümkün değildir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. İmanın bütün şubeleri Allah’a iman esası üstüne
kurulmuştur.
İman ve hidayet, insanın iradesi ile kabul ettikten sonra, Allah tarafından kalbe indirilen bir nur
bir ışıktır. İnsan bu ışık ve nur sayesinde bütün alemler üzerinde tecelli eden Allah’ın isim ve
sıfatlarının nakışlarını okur. Bu ışık sayesinde kainatın sırlarını keşfeder. Tıpkı karanlık bir mahzende
ışıkların yanması ile eşyanın görülmesi ve karanlığın gitmesi gibi, insan küfür ve dalalet karanlığında
iken, iradesinin sarfından sonra gelen bu iman ve hidayet nuru ile bütün alemi ve kainatı aydınlanıyor.
İşte o alemleri aydınlatan ve kainatı ışıklandıran ve her şeyin sırrını çözdüren şey iman ve hidayettir
ki, bunları kalbe akıtan hakiki fail Allah’tır.
İmanın nur ve ışık olması ise, her şeyin ve her hadisenin arkasında Allah’ın isim ve sıfatlarını
görüp, her olayın gerçek ve ilahi cephesini okuyabilmek anlamındadır.
Mesela, insan için ölüm en büyük bir olaydır. Ölüme imanın nuru ve ışığı ile bakarsak, ölüm
bir yokluk ve hiçlik değil, ebedi bir alemin başlangıcı ve bir geçiş noktasıdır. Küfrün karanlıklı
bakışı ile bakarsak, ölüm insanı sevdiklerinden ebedi olarak ayırıp, hiçlik ve yokluk kuyusuna atan
dehşetli ve azaplı bir hadisedir. İşte imanın bu nurlu bakışı her olayın gerçek ve aydınlık yüzünü
gösteriyor. İmanın nur ve anlamlı olması bu manayadır. Ölüm olayı gibi, insanın aklı ile çözemediği
daha nice olay ve hadiseler vardır.

Beşerin uzun yolculuğunda beş para etmeyen fen, felsefe, sanat


ve hikmetten maksat nedir?
Fen, felsefe ve hikmeti kısaca “aklî ilimler” şeklinde ifade edebiliriz. Kâinata bir kitab-ı kebir
nazarıyla bakan ve baktıran Üstad'ın, bu kitabın açıklamaları, tefsirleri hükmünde olan fenlere karşı
olması düşünülemez. Ancak, On İkinci Söz'deki Kur’an örneğinde olduğu gibi, bu kitabın sadece
nakışlarıyla uğraşıp manasına bakmayan, kâinatı Allah’ın bir eseri bilip O’nun namına okumayan,
bütün hamdini Ona vermeyen, O’na şükretmeyen bir kişinin fen sahasındaki bilgileri kabir kapısında
söner, beş para etmez.

Kendini Allah’ın kulu, bütün varlık âlemini de O’nun eseri bilen bir kişinin fen sahasındaki
çalışmaları, hem onun ruhunu kemale erdirir, hayretini artırır hem de ortaya koyduğu buluşlardan
insanlık âleminin fayda görmesi cihetiyle bu gayretler onun için bir nevi sadaka hükmüne geçer.

Hikayede Üstadımız kendisi de öyle bir dessasa aldandığını ifade


ediyor. Bu ne demektir?
Bu konuda ne Risalelerde ne de Üstad'ın hizmetinde ve yakınında bulunan Nur talebelerinin
hatıratında kesin bir açıklama yok. Üstad'ın açıklamadığı bir konuda tahminler yürütmenin doğru
olmayacağı kanaatindeyim.

Şeytanla münazara bahsinde geçen şu ifadeler belki bir ip ucu verebilir:

“Bu risalenin te'lifinden onbir sene evvel Ramazan-ı Şerifte İstanbul'da Bayezid Câmi-i
Şerifinde hâfızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi
bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim, baktım ki bana der:
"Sen Kur'anı pek âlî, çok parlak görüyorsun. Bîtarafane muhakeme et, öyle bak. Yani
bir beşer kelâmı farzet bak. Acaba o meziyetleri, o zînetleri görecek misin?"
"Hakikaten ben de ona aldandım. Beşer kelâmı farzedip, öyle baktım. Gördüm ki: Nasıl
Bayezid'in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer. Öyle de o farz
ile Kur'anın parlak ışıkları gizlenmeğe başladı. O vakit anladım ki, benim ile konuşan
şeytandır. Beni vartaya yuvarlandırıyor. Kur'andan istimdad ettim.”(1)

(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Birinci Mebhas

İnsan mahluk olup nihayeti olduğu halde, Risalelerde acz ve


fakr noktasında nihayetsiz aciz gibi tabirlerin yer almasının
hikmeti nedir?
Buradaki "nihayetsiz" tabiri, bir sınırsızlık ve sonsuzluk anlamında değildir. Çokluğa ve
büyüklüğe işaret eden izafi ve nispi bir kavramdır. Sınırsızlık ve ezeli olmak sıfatları, sadece
Allah’ın Zatına ve sıfatlarına mahsus şeylerdir. Başka mahluklar için bu tabirlerin hakiki ve mutlak
anlamını kullanmak caiz olmaz.
Mesela, kainatın büyüklüğüne işaret etmek için namütenahi (sonu olmayan) tabiri kullanılır.
Halbuki kainatın sınırı ve sonu vardır. Bu ifade ile nazara verilen şey, kainatın çok geniş olmasıdır.
Kabiliyet ve acizlik gibi şeylere sarf olunan sınırsız veya buna benzer tabirlerde de aynı maksat takip
edilmektedir.

İnsan Nereden Gelmiştir? Niçin Gelmiştir ve Nereye Gidecektir?


Her insan; âlem-i ervahtan başlayıp, rahm-ı maderden, sabavetten, gençlikten, ihtiyarlıktan,
kabirden, haşirden geçen ve ebediyen devam edecek bir yolculuğa çıkarılmıştır.

Bu yolculuğun gençliğe kadar olan kısmı herkes için aynı şartlara havidir. Farklılık gençlik yaşı
dediğimiz on beş yaş civarından itibaren başlar. On beş yaşına kadar geçen yolculuk,
hikâyedeki; dereden, tepeden, çöllerden ve sahralardan geçmek gibidir; yani ruhlar âleminden,
anne rahminden ve sabavet mevsiminden yolculuk yaparken insanların karşılaştığı hadiseler,
vaziyetler ve muamelat çok farklı, bazen çok dehşetli ve hüzünlü, bazen de çok keyifli, neşeli ve
hayretli olabilir. Fakat on beş yaşına kadar olan bu hayat yolculuğunda insanlar mümeyyiz
olmadıkları ve henüz iradeleri ile yolları tercihte istidatları inkişaf etmediği için eşittirler, imtihana
ve teklife tabi değillerdir. Buluğa ermeye ömür kifayet etmezse, kim olursa olsun
muamelatından mesul değildir.

On beş yaşından sonra ise; imtihan ve teklif devreye girdiğinden, insan da iradesiyle hayrı ve şerri
tercih hakkına sahip olur. Gençlikten itibaren başlayan, ihtiyarlıkla devam eden ve ölümle noktalanan
hayatın bu kısmında başına gelecek iyi veya kötü, güzel veya çirkin, hayır veya şer bütün hadisat ve
muamelata karşı davranışından, tarz-ı telakkisinden, düşünce ve tefekküründen sorumludur. Ölümden
sonraki hayatta; sorumluluk yüklü bu ikinci kısım keyfiyetiyle önümüze konulacaktır.
O iki kardeşe tavsiyede bulunan o mühim zat ise; başta peygamberler ve mürşitler ve manevi
önderlerdir. Bu tavsiyeler umuma yapılır. On beş yaşına kadar olanlar için bu tebligatlar; sonraki
hayata bir hazırlık, on beş yaşını geçip imtihana girenler içinde bir ikaz, bir irşad ve muvaffakiyetin
temel taşıdır. Vefat edenler içinde bu irşad vazifesi, onların manevi hayatlarına ve kefe-i mizanlarına
bir nur, bir hediye, bir dua ve bir rahmettir.

Demek ki o mühim zatın tavsiyesinden evvelki hayat, mes’uliyeti mucib bir hayat olması icab etmez.

Âlemin hadisatı herkes için aynı derecede cereyan eder; imtihana girenlerle girmeyenlerin farkı
yoktur. Sabavette olanlar için alemin hadisatı meydan-ı imtihana hazırlık, gençlikten itibaren ölüme
kadar yaşayanlar için imtihan ve tecrübe, kabirde olanlar için iman ve inançlarına göre; ya hayret
verici ibret tabloları veya dehşete düşürücü ve telaşa sevk edici hüzün levhalarıdır.

İnsanın, kainatı Kur'an gibi okuması ne demektir?


"HAŞİYE: Hattâ hadsiz kemal ve cemâl-i İlâhînin tahakkukuna en zâhir burhan ve en
kuvvetli bir delil, vahdettir. Çünkü, kâinatın Sânii, Vâhid-i Ehad bilinse, bütün kâinattaki
kemâlât ve cemaller, o Sâni-i Vâhidde bulunan kudsî kemâlâtın ve cemallerin gölgeleri ve
cilveleri ve işaretleri ve tereşşuhatları olduğu bilinecek. Yoksa, kâinatın kemâlâtı ve
cemalleri, mahlûkata ve şuursuz bir kısım esbaba ait kalacaktı. O vakit, akl-ı beşer
nazarında, kemâlât-ı İlâhiyenin hazine-i sermediyesi anahtarsız, meçhul kalırdı."(1)

Bir gözlük düşünelim. Bu gözlüğü taktığımız zaman sayfadaki belirsiz ve dağınık yazılar belirgin
ve derli toplu bir hale geliyor. Yani okunabilir bir hal alıyor. Gözlüğü çıkardığımız zaman, sayfadaki
yazılar dağıldığı için okumak mümkün olmuyor. Halbuki sayfada öyle eşsiz bir bilgi ve şifre var ki,
onu okuduğumuz ve öğrendiğimiz zaman esaslı bir servet kazancağız. İşte bu gözlük servete vesile
olmasından dolayı o servet kadar kıymetli ve esaslı bir gözlük oluyor. Her şey o gözlüğü takıp
takmamakla ilgili oluyor.
İşte o gözlük vahdet ve tevhit gözlüğüdür. O sayfa şu kainattır. Sayfanın üstündeki dağınık ve
belirsiz yazılar ise Allah’ın isim ve sıfatlarının kainat sayfası üstündeki tecellileri ve
akisleridir. Servet ise tevhidi bakışın neticesi olan cennet hayatıdır. Yazıların gözlüksüz
okunamaması ise insanın tevhit nazarı olmadan, yani Kur’an'sız, soyut aklı ile kainat
sayfasındaki rububiyeti ve uluhuyeti görememesine kinayedir. Aklı vahye tercih eden felsefenin
içler acısı durumu bu meseleyi ispat etmeye kafidir.
Evet, vahdet ve tevhit nazarı bir anahtar gibi bütün kainatın sırlarını ve manalarını açıyor.
Kainatta çıplak akıl ile görülmesi mümkün olmayan incelikleri ve nurları akla gösterip ispat ediyor.
Gözünde vahdet gözlüğü olmayan birisi, kainatın umumunda görünen cemal ve kemali asıl kaynağı
olan sonsuz cemal ve kemale irca edip götüremiyor. Ve sonunda o cemal ve kemalleri sebeplere
dağıtarak anlamsız ve çirkin bir tablo sergiliyor. Ve kainat onun nazarında dağılıp belirsiz hale
geliyor.
Vahdet gözlüğü ise kainattaki dağınık cemal ve kemalleri toplayıp, Allah’ın sonsuz cemal ve
kemaline bir mirsad bir kıyas bir mizan yaparak, insanın nazarını ve teveccühünü Allah’a çeviriyor.
Kainatın sırlarını çözmek ve anlamak için gözümüze on numara bir vahdet gözlüğü takman lazım.
Yoksa kainat sayfası, nazarımızda dağıldıkça dağılır ve hiçbir yazıyı okuyamaz hale geliriz.
Mevzuhu biraz daha açalım:
Kainat ve içindeki her şey Allah’ın varlığına ve birliğine işaret eden birer delil birer ayettirler.
Dağlar, denizler, ovalar, bitki ve hayvanlar, yıldızlar ve galaksiler hepsi Allah’ın birer sanatı olması
noktasından birer ayet birer delillerdirler. Lakin bu ayetleri insan kendi soyut aklı ile görüp
okuyamıyor. İnsanlık tekvini ayetlerin işaret ettiği hakiki tevhidi mücerret akılları ile
keşfedemiyorlar. Bu tekvini ayetleri okuyup anlamak için başka ayetlere ihtiyaç duyuyorlar ki, bu
ayetler vahiyler ve onlardan mülhem olan tefekkür sistemleridir. Evet Kur’an ayetleri kainat
ayetlerini açan anahtar ayetlerdir. İnsan bu anahtar ayetler olmadan kitab-ı kainat okunamıyor.
Yıldız böceği küçük ışıkçığına itimat edip güneşin ışığına meydan okuduğu için zifiri karanlığa
mahkum olmuş. Bunun gibi, filozoflar da vahiy güneşine teslim olmayıp, kendi kafa fenerlerine itimat
ettikleri için, kainat karanlığı içinde taklidi bir imanı zor elde etmişler. İbn-i Sina’nın "Haşirde
bahsinde akıl ile gitmek imkansız, ama iman ile teslim oluruz." sözü, salt aklın olayları
anlamakta ne kadar aciz ve ihatasız olduğunu gösterir. Ama aklı vahyin teslimiyetine ve terbiyesine
verdiğin zaman, şu kainatın en ince ve en müşkül meselelerini açan bir anahtar hükmüne gelir. İnsan
kainatın ali ve yüksek bir mütefekkir nazırı olur.
Yani vahiyden uzak ve vahyin terbiyesine girmeyen salt ve soyut akıl Allah’ı kamil manada
bilemez ve tahkiki bir marifete yetişemez. Bu sebeple akıl vahyin tedbir ve terbiyesine girip onun
dairesinde işlemesi gerekir, yoksa şirk ve küfür bataklığında kaybolur gider. Tarihte sayısız dahi
derecesinde filozoflar salt akılları ile kainatta boğulup küfür ve şirk çukurundan kurtulamamışlar.
Öyle ise kainat ayetlerini Kur’an ayetleri ile okumak iktiza ediyor.
Kur'an Allah’ın sonsuz ilminden süzülüp gelen bir kitap olduğu için, kainatta tecelli olarak
görünen tevhit ve hakikatlerin bütün aksam ve inceliklerini eksiksiz ve uyumlu bir şekilde akla
gösteriyor. Beşerin mahsulü olan fikri akımlar ve bozulmuş batıl dinler ise, kainatı ve kainatta
görünen hakikatleri tamamı ile ihata edemiyorlar. Ancak kainatta tecelli eden hakikatlerin bazı ip
uçlarını ya da kırıntılarını keşfedebiliyorlar. Kur’an gibi, hakikatlerin bütününü görüp izah
edemiyorlar.
İslam Kur’an’dır, dolayısı ile İlahi ve safi bir dindir. Bu yüzden her insan doğruları ve hakikatleri
bulma noktasından İslam’a muhtaçtır. Yoksa soyut akıl ve batıl inançlar insanı doğruya ve hakikate
ulaştırmaz, aksine çıkmaz sokaklara mahkum eder. Ekser insanların ahvali buna şahittir.
(1) bk. Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Dördüncü Nükte.

Kâinatın Tılsım-ı Muğlâkı Ne Demektir?


“Bu kâinat niçin yaratılmıştır? Bu varlıklar ne görev yapmaktadırlar?"
“Bu sonsuz faaliyetler, bu farklı terbiye fiilleri insan için, insanın ihtiyaçlarının en güzel
şekilde karşılanması içindir.” deniliyor. "O halde insan niçin yaratılmıştır? Ölümle hiçliğe mi
gitmektedir?” gibi sorular insan aklını her zaman meşgul etmiş ve bunlara çok farklı cevaplar
verilmiştir. Bu cevapların farklılığı konuyu “muğlak”, yani karışık ve içinden çıkılması güç bir hale
sokmuştur. Bu soruların gerçek cevabı bu âlemi yaratan Allah’ın bildirdiği gibidir. Ve bu âlem ancak
bir başka âlem hesabına çalışmasıyla ve insanın da o âleme aday olmasıyla hem âlemin hem de
insanın yaratılış hikmetleri izah edilebilir.
"Kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek, bildirecek ve tahavvülâtındaki
Rabbanî hikmetlerini talim edecek ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek ve
mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalâtını ilân edecek ve "Nereden
geliyorlar? Ve nereye gidecekler? Ve ne için buraya geliyorlar? Ve çok durmuyorlar,
gidiyorlar?" diye dehşetli suallere cevab verecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ve âyât-ı
tekviniyesinin hikmetlerini tefsir edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik
üstad, bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve herhalde bulunmasına delalet ettiği
cihetle; elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın
hakkaniyetine ve bu kâinat hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna kuvvetli ve küllî
şehadet edip "Eşhedü enne Muhammederresulullah" der."(1)

(1) bk. Şualar, On Beşinci Şua

Risalelerde geçen arif-i billah ne demektir; bunlar arasında


Allah'ın makbulu olmuş İslamiyet'ten önce yaşamış olanlar
(Ashab-ı Kehf veya rahip) var mı? Bunların ruhlarına Fatiha veya
Yasin okumak caiz midir?
Arif-i Billah: Kelime olarak mürşid, ermiş, evliyâ manalarına geliyor. Terim olarak ise Hakkın
nuru ile Cenab-ı Hakk'ı bilen ve alemi, hâdiseleri ilahî feyz ve ilim ile gören veli zatlara deniyor.
Yani kafa ve kalbi hidayet nuru ile uyanmış, olayları Allah’ın nuru ile görebilen mütefekkir evliyalara
verilen bir isimdir.
Bu gibi insanlar sadece İslam ve sonrasına mahsus değildir; İslam’dan önce de böyle arif ve
evliya zatlar çoklukla bulunmuştur. Zaten Kur’an inanan bütün müminleri zaman ve mekan ayırımı
yapmadan bir kategori de değerlendiriyor. Hazreti İsa (as)’in ümmeti içinde arif müminler olduğu
gibi Nuh (as)’ı ümmetinde aynı arif müminler vardır.
Kur’an, zaman zaman bu arif ve evliyaların hayatını ayetleri ile ilan etmiştir. Ashab-ı Kehf,
Habib-i Neccar bunlardan bazılarıdır. Bu mübarek zatlara değil dua etmek ve Fatiha okumak,
onlardan şefaat bile istemek gerekir.

"Sen, iman edenlere, düşmanlık besleme bakımından onların en şiddetlilerinin Yahudiler


ile müşrikler olduğunu görürsün. Müminlere sevgi bakımından en çok yakınlık duyanların
ise “Biz Nasârayız (Hristiyanız)” diyenler olduğunu görürsün. Bunun sebebi, onlar arasında
bilgin keşişlerin ve dünyayı terk etmiş rahiplerin bulunması ve onların
kibirlenmemeleridir.” (Maide, 5/82)

Bu ayette zımni olarak İslam öncesi rahipler içinde arif-i billah zatların olduğuna işaretler vardır.

Üstad "Evet insan aldanır, ben de öyle bir dessasa aldandım?"


diyor. Bunu nasıl anlamalıyız?
Üstad'ın buradaki ifadesine benzer pek çok ifadeler Risalelerde bulmakta ve görmekteyiz. Mesela
Barla Lahikası'nda şöyle der:

"Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır. (…)
"Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım! Benim hatamı gördüğünüz vakit serbestçe
bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim.
Hakk'ın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmarenin enaniyeti
hesabına, Hakk'ın hatırı olan bilmediğim bir hakikatı müdafaa değil, alerre'si vel'ayn kabul
ederim." (1)

Üstad'ın bu ve benzeri ifadeleri bizler için bir ölçü kabul edilmelidir.

Büyük zatların bir özelliği, kendilerince noksan gördükleri bazı hallerini büyük bir hata gibi kabul
etmeleri ve onun için defalarca tövbe ve istiğfar etmeleridir. Üstadımız bu noktayı “mecazi nefs-i
emare” bahsinde güzelce açıklamıştır. (Sitemizde bununla ilgili olan soru-cevaba bakılabilir.)

Bu vesileyle bazı noktalara dikkat çekmekte yarar görüyoruz:

- Peygamber Efendimiz (asv) masum olmakla beraber Kur'an'da kendisine "Günahın için istiğfar
et." (Muhammed, 47/19) emri verilir. Bundan murat "ümmetin için istiğfar et" manası olabilir.
Veya Peygamber Efendimiz (asv) daima terakki ettiği cihetle, her bir terakki basamağında bir önceki
hali için bir istiğfar etmesi söz konusudur. Peygamber Efendimiz (asv) bu emre uyarak günde yetmiş
defa, yüz defa istiğfar etmekteydi.

- Ehl-i sünnet, peygamberler dışında kimseye masumluk vermez. Üstad da bu kuralın dışında değildir.
Kendi ifadesiyle "Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır." der. Şu var
ki “imkânat başka, vukuat başkadır.” Peygamberler dışında herkes günah işleyebilir, yani günah
noktasında korunmuş değillerdir. Ama bunu “bütün büyük zatlar mutlaka günah
işlemişlerdir” şeklinde anlamak da yanlıştır.

Üstad'ın engin bir tevazu ile söylediği bu ifadelerden hareketle "Acaba Risalelerde hatalar mı
var?" diye şüphelenmek yerine bu sözlerden "objektif olma", “hikmetle hareket etme”,
“sevdiğimiz kimselerden beşeriyet itibariyle zuhur edebilecek bazı yanlışlıkları hemen kabul
yahut tevil cihetine gitmeme” dersi almak lazımdır. Böyle yanlışlıkların ortaya çıkması
durumunda Uhuvvet Risalesi'ndeki düsturları hayata geçirmek, hürmet ve muhabbetimizde noksanlık
göstermemek, ama hatayı da hata olarak görmek gerekir.

Böyle yapılırsa Kur’an'ın da emri gereğince “ıslah” yoluna gidilir. Aksi halde hata devam eder.

Üstad'ın “aldandım” dediği hususun ne olduğu konusunda tahminler yapmamız doğru değildir. Ancak,
kendi beyanlarıyla bir zamanlar bir nurdan haber verdiğini, önceleri bunu siyaset aleminde aradığını,
daha sonra bunun iman ve Kur’an hizmeti olarak tahakkuk ettiğini biliyoruz. Aldanma denilen şey, bu
yanlış tahmin de olabilir. Kesin hüküm veremiyoruz.
(1) bk. Barla Lahikası, (131. Mektup)
Yedinci Söz'de Geçen "Hayırhah" Bediüzzaman mıdır?
Burada genel bir ifade kullanılmıştır; şahıstan ziyade bir şahsı maneviyi temsil eder. Tebliğ ve
irşad vazifesi yapan herkes bu kapsama dahildir.
Başta peygamberler olmak üzere bütün mübelliğler bu ifade içinde yer almaktadırlar, diye
düşünüyoruz.

Yedinci Söz'de, sual ve dua deniliyor. Sual ve dua arasında ne


gibi bir fark vardır?
İnsan, bir fiili ve ameli gerçekleştirme noktasında gayet zayıf ve aciz bir varlıktır, elinden hiçbir
şey gelmez. İnsanın tek sermayesi cüz'i iradesidir. Bu irade ise yaratma ve fiilleri gerçekleştirme
husussunda mutlak acizlik içindedir. Bu yönde tasarrufu çok az ve dardır. İnsanın böyle bir mahiyette
yaratılmasının hikmeti Allah’ın isim ve sıfatlarına mazhar ve makes olabilmesi içindir.
İnsan nihayetsiz acizlik hissi ile aciz olmayan sonsuz kudret sahibi bir Zatı tanır ve bilir,
nihayetsiz şeylere muhtaç olması ile her şeyde muhtaç olmayan sonsuz zenginlik sahibi Zata intikal
eder.
İnsanoğlu fiile konu ve mahal olmak, dua ve istemek noktasında ise kainatı kuşatacak kadar geniş
ve kapsamlı yaratılmıştır. İnsandaki nihayetsiz acizlik ve zayıflık damarı insanı nihayetsiz kudret ve
zenginliğe bağlar. Ve o ihtiyaç ve istemek duygusu ile o ihtiyaç ve istemesine mukabele edecek Zata
intikal eder.
İşte insan Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerine ayna ve mahal olmak noktasında kainat kadar
geniş, mahlukatın umumu kadar donanımlıdır. İnsan ekmeğe muhtaç olduğu gibi, ekmeğin oluşmasında
çalışan güneşe ve yıldızlara da muhtaçtır. Yani insan bütün kainata muhtaç ve bağımlı olarak
yaratılmıştır. Bunun sebebi ise insan her şeyde Allah’ın varlığını ve birliğini hissedip, o muhtaçlık
vasıtası ile Allah’ı bulsun ve tanısın, sonra da ona arz-ı kulluk etsin.
İnsan, fıtratının bu geniş ve kuşatıcı donatımı sayesinde Allah’ın her bir ismini ayrı ayrı tanıyıp
tartabiliyor. Ve ona külli bir muhatap haline geliyor. Kainat onun önüne serilmiş bir sofra hükmüne
geçiyor. Ve insan Allah’ın sonsuz kerem ve şefkatine tam manası ile bir konu ve misafir oluyor.
İnsanın her bir duygusu kainat sofrasına istifade için açılan bir pencere gibidir. Akıl, hayal gibi
madde ile kayıtlı olmayan duyguların istifade alanı alabildiğine geniştir. Göz gördüğü alan kadar
istifade ederken, akıl ve hayal daha geniş ve daha ihatalı istifade ediyor.
Sual, talep etmek, istemek, aramak manasındadır ki, bu cihetle dua ile müteradiftir; yani eş
anlamlıdır. Sualin özünde, birisinden yardım istemek, birisinden bir talepte bulunmak manası
hükmediyor.
Mesela, midenin acıkması ve rızka olan şiddetli ihtiyacı bir cihetle sualdir, rızkın Allah
tarafından gönderilmesi de cevap oluyor. Dua ile icabet arasında da aynı mana var.

Yedinci Söz'de, “Evet insan aldanır, ben de öyle bir dessasa


aldandım.” diyor. Burada geçen dessas kimdir?
Bu tip sorulara verilecek cevaplar tahminden öteye geçmez. Üstad'ın kendisinin açıklamadığı bir
şeyi bizim bilmemiz zaten mümkün değildir.

Bu noktada Üstad'ın mecazi nefs-i emmareyle ilgili değerlendirmeleri okunursa, Üstad'ın dessasının
da "mecazî nefs-i emare" cinsinden olabileceğini söyleyebiliriz.

Büyük zatlar, manevî terakkilerinin her basamağını çıktıklarında, bir alttaki makamlarını noksan bulur
ve bir önceki hallerinden istiğfar ederler. Onların bu istiğfarları, bizim işlediğimiz bir günaha istiğfar
etmemiz gibi değildir.
Mesela, kalbi tamamen rızaya yönelmiş bir zat için, cennet istemek bir noksanlıktır.

Üstad'ın şefkat tokatlarında verdiği mesaja göre, iman hizmetinde fütura düşüp kendi manevi terakkisi
için çalışmak bir noksanlıktır. Bu hal günah yahut haram olmayıp mubah bir arzudur, fakat iman
hizmetinden mahrumiyetin büyük zararı düşünülürse, bunu da şeytanın bir desisesi gibi
değerlendirmek gerekir.

Ayrıca Üstat, muhataplarına ders vereceği zaman çoğu kez kendi nefsini nazara verir. Bu, çok tesirli
bir tebliğ metodudur. Burada da aynı metot uygulanmıştır.
Bizim için önemli olan, Üstad'ın sözünü ettiği dessasın kim olduğu değil, kendi dessaslarımızın
neler olduğu ve bunlara karşı daima uyanık bulunmamızdır.

Yedinci Söz'deki, "Alkış zamanıdır..." ifadesini izah eder


misiniz?
Yani eğlenme, keyfetme zamanıdır, demek istiyor. İnsan dünyaya bir kez gelir, bu fırsat bir daha
ele geçmez, zevk ve keyfine bak diyen zihniyetin temsilî ifâdesidir.
İnsanın yaratılış gâyesini, aczini, fakrını ve kulluğunu görmezden gelip, hevâ ve heveslerinin
peşinde koşan insanların kullandığı üslup tarzıdır.

Yedinci Söz'ün Ana Teması Nedir, Nelerden Bahsediyor?


Bu Yedinci Söz'ün ana konusu; namaz kılmaya ve büyük günahlardan kaçınmaya dair
olup; "Sabır, tevekkül, şükür, kanaat nedir?" "Allah'tan korkmak nasıl olur?" gibi soruların
cevabı veriliyor.

Allah ve ahirete iman esası, kainatın sırf akıl ile anlaşılması mümkün olmayan sırlarını açıyor ve
insanın ruhuna saadet ve mutluluğun da kapısını açıyor.

Mesela; insan şahsi kuvvet ve fikri ile ölüme baksa ölümü bir yokluk, kabri ise dipsiz bir karanlık
kuyu tevehhüm eder. Bu tevehhüm ile bela ve sıkıntılar çeker. Ölümdeki ayrılık ve hiçlik acısı
hayatını bütünü ile zehir eder. Ama İman ve Kur’an nazarı ile baksa, ölüm ebedi bir saadetin
başlangıcı, sonsuz bir kavuşmanın girizgahıdır. Demek kuru akıl ölümün sırrını çözemiyor, Kur’an’ın
dersine ve terbiyesine muhtaçtır. Daha bunun gibi binlerce hadise karşısında insan, Allah ve ahireti
inkar edip aklına itimat ederse, bela ve sıkıntılara maruz kalır...

İnsan musibetlere karşı sabır ile nimetleri de şükür ile karşılasa, o zaman sabır ve şükür iki güzel
ve tesirli ilaç olup, insanın şu hayatında ne kadar nurlu ve saadetli yaşamasına sebep olur. Hem
dünyasında hem de ahiretinde mesut ve bahtiyar olur.
Namaz kılmak ve büyük günahlardan kaçmak ise, insanın hem dünya yolculuğunda hem de
ebet yolculuğunda bir erzak ve azık olup, insanı büyük sıkıntı ve meşakkatlerden muhafaza eder. İşte
bu sözde asıl anlatılmak istenen konu budur; Üstad Hazretleri bu hakikatleri bir temsil ile akla
yaklaştırıyor.

"... Ve o arslan ise eceldir. Ve o darağacı ise ölüm" burada ecel


ve ölüm farklı mı acaba? Biri aslana diğeri darağacına
benzetilmiş...
"O bîçâre asker ise, sensin ve insandır. Ve o arslan ise eceldir. Ve o darağacı ise ölüm
ve zeval ve firaktır ki, gece-gündüzün dönmesinde her dost veda eder, kaybolur. Ve o iki
yara ise, birisi müz’iç ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri elîm, nihayetsiz bir fakr-ı
insanîdir. .."(1)

Burada arslan yani ecel özne olurken, darağacı yani ölüm ise yüklem oluyor. Yani ölüm fiili
ecele izafe ediliyor.
Ecel, her mahlukun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vaktine deniyor. Yani ecel
Allah'ın takdir ettiği ömür süresidir. Ölüm ise, bu sürenin sonundaki iş ve eylem oluyor. Ecel gizli
olmasından ölüm eyleminin de ne zaman olacağı belli değildir; bu yüzden insan her an teyakkuz
içinde olmalıdır.
ÖSYM’nin bir birimi sınav tarihini planlar ve hazırlar, diğer birimi ise o tarihte sınavı bizzat
yapar, yani eyleme döker. Ecel ile ölüm arasında da böyle bir incelik bulunuyor denilebilir.
(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.

"Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha suretini alır; iştiha gibi,
fakrın tezyidine çalışır..." cümlelerini izah eder misiniz?
"Diğer ilâç ise, şükür ve kanaat ile talep ve dua ve Rezzâk-ı Rahîmin rahmetine
itimaddır. Öyle mi? Evet, bütün yeryüzünü bir sofra-i nimet eden ve bahar mevsimini bir
çiçek destesi yapan ve o sofranın yanına koyan ve üstüne serpen bir Cevâd-ı Kerîmin
misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elîm ve ağır olabilir? Belki, fakr ve ihtiyacı, hoş bir iştiha
suretini alır; iştiha gibi, fakrın tezyidine çalışır. Onun içindir ki, kâmil insanlar, fakr ile
fahretmişler. Sakın yanlış anlama, Allah'a karşı fakrını hissedip yalvarmak demektir.
Yoksa fakrını halka gösterip dilencilik vaziyetini almak demek değildir."(1)

İnsan nasıl açlığı nispetinde yemeklerden zevk ve keyif duyarsa, aynı şekilde Allah’ın şu yeryüzü
sofrasında insan ne kadar ihtiyaç ve fakirliğini hissederse o kadar istifade eder, o denli Allah’ın
ikram ve ihsanına meftun olur. Demek insana acizlik, fakirlik ve ihtiyaç, azap ve sıkıntı vermek için
değil, Allah’ın isim ve sıfatlarını daha iyi tanımak ve tatmak ve o sofralardan daha güzel istifade
etmek için verilmiştir.
İştah olmadan nimetin kıymeti anlaşılmaz, nimetin kıymeti anlaşılmadan da nimetin sahibi
bilinemez. Öyle ise nimetin kıymeti ve sahibinin marifeti hoş bir iştiha ile bilinebilir. İnsana sıkıntı
ve musibetlerin verilmesinde de aynı mana hükmediyor. Yani sıkıntı ile aczini anlayan adam aciz
olmayan Rabbine sığınıyor ve onu aczi ile tanıyor. İnsan fakirliğini ve ihtiyacını hissettiği nispette
fakir olmayan ve ihtiyaçtan münezzeh olan Allah’ı tanıyabilir.
(1) bk. Sözler, Yedinci Söz

"Cevvad-i Kerim'in misafirine fakr ve ihtiyaç nasıl elim ve ağır


olabilir?" ibaresini ve oradaki "fakr ile fahr etmek" tabirini nasıl
anlamalıyız?
Fakirlik ve ihtihaç sahibi olmak bir eksikliktir. Bu eksikliğin elem verici hale gelmesi ise,
karşılığını bulamamak şeklinde ortaya çıkar.

Mesela, bir taş parçasının yeme, içme ihtiyacı yoktur, ama insanoğlu böyle bir ihtiyacı olduğu için,
yiyecek bir şey bulamayınca sıkıntı çeker ve elim bir duruma düşer.
Ancak, fakir ve ihtiyaç sahibi bir varlığın, sonsuz bir hazineden ve istediği zaman ihtiyaçları
ayağına gelirse, bu durumda iş değişir. Fakir ve muhtaç olmak insana elem değil, lezzet verir. İşte
Üstadımız burada sonsuz zengin ve kerem sahibi olan bir Allah'a dayanan bir mümin için, ihtiyaç
sahibi olması, ona bir elem değil, lezzet vermesi lazım geldiğini ifade etmektedir.
Fahr; gurur, kibir, enaniyet gibi anlamlara gelmektedir. Fakirlik ise, ihtiyaç sahibi olmak
demektir.

"Hakikaten bir parça tecrübe etti, doğru olduğunu tasdik etti.


Evet, ben, yani şu biçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü
biraz tecrübe ettim, pek doğru gördüm. " cümlesini açıklar
mısınız?
"Bir zaman, bir asker, meydan-ı harp ve imtihanda, kâr ve zarar deveranında pek
müthiş bir vaziyete düşer. Şöyle ki:"
"Sağ ve sol iki tarafından dehşetli, derin iki yara ile yaralı; ve arkasında cesîm bir arslan,
ona saldırmak için bekliyor gibi duruyor. Ve gözü önünde bir darağacı dikilmiş, bütün
sevdiklerini asıp mahvediyor, onu da bekliyor. Hem bu haliyle beraber uzun bir yolculuğu
var; nefyediliyor."

"O biçare, şu dehşet içinde meyusane düşünürken, sağ cihetinde Hızır gibi bir hayırhah,
nuranî bir zat peyda olur, ona der:"

"Meyus olma. Sana iki tılsım verip öğreteceğim. Güzelce istimal etsen, o arslan, sana
musahhar bir at olur. Hem o darağacı, sana keyif ve tenezzüh için hoş bir salıncağa döner.
Hem sana iki ilâç vereceğim. Güzelce istimal etsen, o iki müteaffin yaraların, iki güzel
kokulu gül-ü Muhammedî (aleyhissalâtü vesselâm) denilen latîf çiçeğe inkılâb ederler.
Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi, bir senelik bir yolu bir günde kesersin.
İşte, eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe et; ta doğru olduğunu anlayasın."

"Hakikaten bir parça tecrübe etti, doğru olduğunu tasdik etti."

"Evet, ben, yani şu biçare Said dahi bunu tasdik ederim. Çünkü biraz tecrübe ettim, pek
doğru gördüm."(1)

Üstad Hazretleri hem küfür ve felsefenin bütün bozuk ve esassız düşünce ve fikirlerini, hem de
onun muhalifi olan iman ve Kur’an hakikatlerini kendi aleminde test edip tefekkür etmiş, onların
imkanlı ve imkansız olduklarını bizatihi tecrübe etmiştir. Risale-i Nurlar bu test ve tecrübelerin bir
tecellisi, bir yansımasıdır, desek hata etmiş olmayız.

Bu Söz'de de Üstad Hazretleri;

“Şu kâinatın tılsım-ı muğlâkını açan "Âmentü billâhi ve bi'l-yevmi'l-âhir" ruh-u beşer
için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymettar iki tılsım-ı müşkülküşâ olduğunu; ve sabır
ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzâkından sual ve dua ne kadar nâfi ve tiryak
gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur'ân'ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak,
kebâiri terk etmek ebedü'l-âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli, revnaktar bir bilet,
bir zâd-ı âhiret, bir nuru kabir olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak,
dinle:..”

diyerek, imanın insan hayatı üstündeki tesir ve etkilerini izah ediyor ve bunu bir temsil ile akla
yaklaştırıyor.

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.

"Hem sana bir bilet vereceğim. Onunla, uçar gibi, bir senelik bir
yolu bir günde kesersin. İşte, eğer inanmıyorsan, bir parça tecrübe
et; ta doğru olduğunu anlayasın." Açıklayabilir misiniz?
"Ve o bilet, senet ise, başta namaz olarak, edâ-i ferâiz ve terk-i kebâirdir. Öyle mi?
Evet, bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla, o uzun ve
karanlıklı ebedü'l-âbâd yolunda zad ve zahîre, ışık ve burak, ancak Kur'ân'ın evâmirini
imtisal ve nevâhîsinden içtinab ile elde edilebilir. Yoksa, fen ve felsefe, san'at ve hikmet, o
yolda beş para etmez. Onların ışıkları kabrin kapısına kadardır."(1)

İnsan, dünya hayatında başta namaz olarak Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederse, ebedi hayat
yolculuğunu gayet rahat ve hızlı bir şekilde tamamlayıp, ebedi cennet hayatına ulaşır ve orada sonsuz
ve mutlu bir hayat yaşar. Yok namazı terk edip Allah’ın emir ve yasaklarına uymaz, günahlara
dalarsa, ebedi hayat yolculuğu gayet azaplı, sıkıntılı ve aynı zamanda uzun ve meşakkatli geçer ve
nihayetinde cehennem gibi dehşetli bir zindana atılır.
İnsanın hayatı uzun ve ebedi bir yolculuktur, namaz ise bu yolculuğu hızlandırıp rahatlatan bir
bilet gibidir. İstanbul’a bir bilet alıp uçakla rahat ve hızlı bir şekilde gitmek var, bir de aç ve
tehlikelere maruz kalarak yaya olarak gitmek var. Namaz da kabir ve mahşerin o dehşetli yolcuğunu
hızlı ve rahat bir şekilde bitirmesini ve geçilmesini sağlayan bir bilet gibidir.
Şayet ebedi hayat yolculuğunda hızlı ve rahat bir yolculuk istiyor isek, namaz ve farzlara
dikkat etmemiz gerekir.
(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.

"Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u


zaman, o iman tılsımı ile, Sâni-i Zülcelâlin taze taze, renk renk,
çeşit çeşit mucizât-ı nakşını, havârık-ı kudretini, tecelliyât-ı
rahmetini kemal-i lezzetle seyir ve temâşâya vasıta,.." izah
"Hem zeval ve firak, memat ve vefat ve darağacı olan mürur-u zaman, o iman tılsımı
ile, Sâni-i Zülcelâlin taze taze, renk renk, çeşit çeşit mucizât-ı nakşını, havârık-ı kudretini,
tecelliyât-ı rahmetini kemal-i lezzetle seyir ve temâşâya vasıta suretini alır."(1)

İman gözü ile bakıldığı zaman, eşyanın zaman içinde akıp gitmesi ve ölmesi, yokluk ve mutlak
bir ayrılmak değil, Allah’ın isim ve sıfatlarının değişik ve başka hünerlerini ve nakışlarını
sergilemesi için bir hareket vermesidir. Yani zaman bir darağacı, eşya da orada asılıp yokluk
kuyusuna atılan zavallılar değildirler. Tam aksine, onlar zaman şeridi üstünde manasını gösterdikten
sonra arkada bekleyenlere yer açmak için ebedi aleme seyahat eden bahtiyar mahluklardırlar.
Öyle ise zaman şeridindeki harekete ve eşyanın o şeritte kaybolmasına ebedi bir yok olmak ve
sonsuz bir ayrılmak olarak bakılamaz.
İman öyle bir iksir ki, bu iksiri içen her hadisenin sırrını çözer ve her mahlukatın nereden gelip
nereye gideceğini görebilir. Ama küfür ve inkar bu manaları göstermediği için, kafirin nazarında
zaman bir darağacı, mahlukat ve eşya da bu darağacında asılan zavallı ve bahtsız nesneler
hükmündedir.
İşte, iman ile küfür arasında böyle azim bir bakış farkı vardır. İman ehli zaman şeridine baktığı
zaman manzaraların değişmesinden zevk ve lezzet alır, kafir ise eşyanın kaybolmasından dolayı hüzne
ve kedere kapılır.
(1) bk. Sözler, Yedinci Söz

"İki yaradan biri acz-i beşeri, diğeri fakr-ı insanîdir." Bu iki


yarayı biraz açar mısınız? "Diğer ilaçlar ise; şükür ve kanaat ile
talep ve dua ile Rezzâk-ı Rahim’in rahmetine itimaddır" İzahını
yapar mısınız?
İnsan sonsuz muhtaçtır, fakirdir. Göze de muhtaçtır, güneşe de. Ve insan sonsuz acizdir, göz de
yapamaz güneş de. Örnekleri artırabiliriz. İnsanın bu yaratılışı onun Allah’ın kudret ve rahmetine
itimat etmesi, ancak O’na ibadet edip ve yine yalnız O’ndan yardım dilemesi içindir.
Allah’a ve ahirete iman eden kişi, bu dünyadaki bütün ihtiyaçlarının görülmesinde kendisine
düşen görevi yaptıktan sonra Rabbine teslim olur ve O’na tevekkül ederek rahat bulur. Rızık istiyorsa
tarlasına tohumları eker, gerekli hizmeti verir ve sonucu sabırla, tevekkülle bekler. Şifa talep
ediyorsa doktorun tavsiyelerine aynen uyar, verdiği ilaçları kullanır ve iyileşmeyi yine sabır ve
tevekkül ile bekler.

Öte yandan insanın ihtiyaçları bu dünya ile sınırlı değildir. Onun en büyük meselesi ölümün tılsımının
çözülmesi, varlığını ölümle ebediyen kaybetmemesidir. Bu noktada da insan sonsuz aciz ve fakirdir.
İşte ahirete iman da bu ikinci yaraya merhem olur.

“Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında, hadsiz a'dasına karşı bir nokta-i istinad
aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud'a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz
hacatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur
olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm'in dergâhına dayanır, dua ile el
açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük
pencere, Kadîr-i Rahîm'in barigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.”(1)

Sorunun diğer şıkkına gelince:

Mümin çok iyi bilir ki, rızık semavat ve arzın malikinin elindedir. Bunların bir araya gelmesi ve
bitkilerin yahut hayvanlarını imdadına koşmasıyla, bizim muhtaç olduğumuz rızıklar ortaya çıkar. Bir
ağaç yahut bir bahçe tek başına rızkı yetiştirecek kabiliyete ve kudrete malik değillerdir. Güneş
denizleri buharlaştıracak, bulut o buharları taşıyacak ve muhtaç bölgelere ulaştıracak, bahar
mevsiminin gelmesi için yeryüzü o muhteşem ve mucize seyahatini sürdürecek ve daha nice şartların
bir araya gelmesinden sonra ağaçlar meyve verecekler, zeminden sebzeler çıkacaktır. Bunun şuurunda
olan bir mümin, kendine düşen görevleri yaptıktan sonra rızkını ancak Allah’tan ister ve O’nun
rahmetine itimat eder.

Burada şu önemli noktaya da ayrıca dikkat çekiliyor:


Mümin olan insan öncelikle kendisine ihsan edilen nimetlere şükür ve kanaat eder. Yeni şeyler
isterken de bunu hırs ile değil kanaat ile talep eder.
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere

"Kâinat mescid-i kebirinde Kur'ân kâinatı okuyor, onu


dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu
vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler..." cümlelerini
izah eder misiniz?
Nasıl güneş ışığı ile dünyamızı aydınlatıyor, ısısı ile dünyamızı ısıtıyor ise, Kur’an da manevi bir
güneş olup gönül dünyamızı aydınlatıp, fikir bahçemizi ışıklandırıyor. Kalpteki gaflet buzullarını
eritip, fikir tortularını törpülüyor. Bize hakkın yolunu ve istikametin ayarını ders veriyor. Bize hem
dünyada hem ahiret alemlerinde şaşmaz ve şaşırtmaz bir rehberlik yapıyor. Kainatın sırlarını çözüp,
aklın imdadına koşuyor. Kur’an aklı alıp yüksek ve aşkın alemlerde dolaştırıyor. Değil bu süfli
alemleri, ta öteleri bize tarif ediyor.

Kainat bir mescit ise, -zira her şey lisan-ı kal ve lisan-ı hal dili Allah’ı tesbih edip zikrediyor-
Kur’an bu mescidin nuru ve tilavetidir. Kainat mescidinin nakışlarını ve manalarını okunur ve
anlaşılır kılan; Kur’an’ın nuru ve ışığıdır. Kafa feneri hükmünde olan akıl, kainatın değil bütününü
ışıklandırmak, bir nesnesinin bile mahiyetini aydınlatmaktan aciz kalıyor. Öyle ise akıl Kur’an’a râm
olup, onun yardımı ve hidayeti ile kainat kitabını okuması gerekir; ancak hakikatlere ve kainatın
sırlarına bu tarz ile ulaşabilir.

Kur’an kainat kitabını okuyan ve okutan, sırlarını çözen ve her şeyin iç yüzünü gösteren bir rehber,
bir muallimdir. Bizler ise; bu rehbere uymak ve bu muallime talebe olmakla mükellefiz. Kur’an’ın
kainatı okumasına ve sırlarını çözmesine bir misal verelim.

Mesela; insan şahsi kuvvet ve fikri ile ölüme baksa, ölümü bir yokluk, kabri ise dipsiz bir karanlık
kuyu tevehhüm eder. Bu tevehhüm ile bela ve sıkıntılar çeker. Ölümdeki ayrılık ve hiçlik acısı
hayatını bütünü ile zehir eder.

Ama iman ve Kur’an nazarı ile baksa, ölüm ebedi bir saadetin başlangıcı, sonsuz bir kavuşmanın
girizgahıdır. Demek kuru akıl, ölümün sırrını çözemiyor, zira bunun için Kur’an’ın dersine ve
terbiyesine muhtaçtır. Daha bunun gibi binlerce hadise karşısında, insan vahyi inkar edip aklına itimat
ederse, bela ve sıkıntılara maruz kalır vs.

"Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor,.." ifadesini


açıklar mısınız, nasıl oluyor?
Allah’ın iki türlü kelamı ve kitabı vardır. Birisi Kelam sıfatından gelen semavi sahife ve
kitaplardır; diğeri ise Kudret sıfatından gelen tekvini olan kainat ve yaratılış kitabıdır. Her iki
kitabın da müellifi Cenab-ı Hakk'tır.

Allah kainat kitabında kendi isim ve sıfatlarını sergileyip izhar etmiştir. Bu yönü ile kainat Allah’ın
isim ve sıfatlarını talim ve teşhir eden bir mekteptir. Bu mektepte talim edilen manaları insan kendi
kısır ve nakıs aklı ile okuması ve anlaması imkansız olduğu için, bu manaların nasıl anlaşılacağına
dair bir kitap, bir de o kitabı insanlığa okutturacak ve ders verecek öğretmene ihtiyaç vardır. İşte
Kur'an-ı Kerim kainat kitabında yazılı olan tevhit derslerini insanlığa talim edip ders veren yardımcı
bir kitap niteliğindedir. Bu yardımcı kitap hükmünde olan Kur'an-ı Kerim'i bize okutan ve öğreten de
Hazreti Peygamber (asv)'dir.

İnsanlığın en zekileri olan filozoflara baktığımızda, kainat mektebinde sınıfta kaldıklarını görüyoruz.
Halbuki Kur'an’ı ve onu ders veren Peygamberi (asv) dinleseydiler, kainatı doğru okuyup sınıfı
geçeceklerdi. Onlar akıllarına itimat ettikleri için kaybettiler.

Kur'an-ı Kerim’in ayetlerine dikkatle bakıldığında, hep nazarları kainat kitabına yönlendirdiğini
görürüz. Ve kainat kitabını okumanın usul ve adabı nasıl olur, insanlığa bunu ders veriyor. Bunu
yaparken de, kainattan örnek tablolar sunuyor. Kainat üzerinde nakışları görünen isim ve sıfatlara
dikkat çekiyor. Kainatı bir sanat, Allah’ı da bir sanatkar olarak ders veriyor. Halbuki Kur'an’ın
dışındaki fikir ve nazarlar, bu ince mana ve nakışları aklı ile okuyamadıkları için ya tabiata, ya da
sebeplere veriyorlar.

Üstat bu manayı şu şekil özetliyor:

"Evet, Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ
bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların
yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem her
biri birer harf-i mânidar olan mevcudata "mânâ-yı harfî" nazarıyla, yani onlara Sâni
hesabına bakar. "Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline
delâlet ediyor" der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor."

"Amma, ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise, huruf-u mevcudatın tezyinatında ve


münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatin yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin
hurufatına "mânâ-yı harfî"ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken, öyle
etmeyip "mânâ-yı ismî" ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. "Ne
güzel yapılmış"a bedel "Ne güzeldir" der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip
kendisine müştekî eder. Evet, dinsiz felsefe hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir
tahkirdir."(1)

(1) bk. Sözler, On İkinci Söz

"Şu kainatın tılsım-ı muğlâkını açan Âmentü billâhi ve bil-


yevmil-âhir ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar
kıymettar iki tılsım-ı müşkülküşâ olduğunu..." Buradaki
"müşkülküşâ" olan durum nedir ve nasıl anlamalıyız?
"Müşkil güşa" veya "müşkül küşa" olarak da bilinen bu ifadelerin anlamlarını bilirsek, konu
kendiliğinden açılır.
Müşkül veya müşkil: Zorluk, güçlük, kafayı meşgul eden sorun, derin mesele gibi anlamlara
geliyor. Küşa ise, açan, açıcı gibi anlamlara gelmektedir.
Bu anlamları verdikten sonra, şimdi de müşkil olan neymiş ve bu müşkülü açan neymiş, ona
bakalım. İmansız bir nazarla varlığa bakıldığı zaman, her şey müşkil bir hal alır.
Mesela biz kimiz? Nereden geldik? Nereye gideceğiz? Bu dünyada ne işimiz var? Bizi nasıl bir
gelecek bekliyor? Bütün bu varlığı kim ve niçin yaratmış, gibi derin ve zor soruları cevapsız
kalmaktadır. Ne zaman ki, iman ettiğimizde, husunan Allah ve ahiretin varlığını kabul ettiğimizde, her
şey kendiliğinden açılmaya ve çözülmeye başlıyor. Bunun ayrıntıları ilgili Risalede izah
edilmektedir.

"Şu kainatın tılsımını açan amentu billah ve bilyevmil ahir..."


ifadesini açıklar mısınız?
Allah’a ve ahirete iman esası, şu içinde yaşamış olduğumuz kainatın bütün sırlarını ve çıplak
akıl ile anlaşılması mümkün olmayan hadislerin iç yüzlerini açan ve anlamlı kılan bir anahtar gibidir.
Bütün sırlar ve muammalar; ancak imanın bu iki temel rüknü ile çözümlenir, manidar şekle bürünür.
Bu hakikati birkaç misal ile somut hale getirelim.

Mesela; ölüm, insanları ebedi olarak yok eden bir idam değildir. Ölüm, insanların kaybolup bir daha
varlık alemlerine çıkamayacağı hiçlik de değildir. Ölüm, fanice yaşayıp bir daha varlık alanına
gelmemek üzere gitmek de değildir. Ölüm, bir daha toplanmamak üzere ceset ve cismin dağılıp
sönmesi değildir. Ölüm, dost ve ahbaplardan ebedi olarak ayrı düşmek de değildir. Ölüm, tesadüfen
yok olmak da değildir. Ölüm, kendiliğinden olan ve varlık alemini dağılmaya götüren failsiz bir fiil
de değildir.

Bu paragrafta; Allah ve ahiret inancı ile ölüme bakılmaz ise, ölüm nasıl çözülmez bir düğüm, ne
dehşet verici bir muamma olduğu tasvir ediliyor.

Ölüm, her fiilin sahibi olan Allah’ın, kasıtlı ve intizamlı olarak yarattığı bir terhistir, bir mekan
değişimidir. Yani meşakkatli ve sıkıntılı dünya hayatından, lezzet ve istirahat yeri olan cennete
gitmektir. Ölüm, ebedi saadet yurdu olan ve insanın asıl vatanı hükmünde olan cennete bir
sevkiyattır.

İnsanın mahiyetine dikkat ile bakıldığında, dünya için değil, ahiret için yaratıldığı anlaşılır. Beka
aşkı, cami fıtrat, nihayetsiz arzu ve emeller dünya için değil, ahiret içindir. Ölüm yüzde doksan dokuz
ahbap ve dostların toplandığı berzah alemine açılan bir kavuşma kapısıdır. İşte ölümün hakikati
budur. Bu paragrafta ise; Allah ve ahiret inancının ölümün iç yüzünü ve insanlarca çözülemeyen
muammasını kaldıran bir iksir, bir anahtar olduğu tasvir ediliyor.

"Evet bütün hakiki saadet ve halis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet, elbette marifetullah ve
muhabbetullahtadır, onlar onsuz olamaz." cümlesinde; Allah’ı tanımayan ve onu sevmeyen gerçek
saadete, gerçek sevince, gerçek nimete, gerçek saf lezzete ulaşamaz demektir. Demek gerçek saadet,
sevinç, nimet ve lezzet, Allah’ı tanımak ve onu sevmek ile mümkündür.

Mesela; kainatın şefkatli ve hikmetli bir Allah tarafından tedbir ve terbiye edildiğini düşünmekte
büyük bir lezzet ve saadet vardır. Zira bütün aciz ve zayıf yavruların rızıklarını mükemmel bir
şekilde ve vakti vaktine temin edilmesini ve onların güzelce terbiye edildiğini bilmek elbette tesadüf
ve tabiat fikrinden daha hoş daha mantıklı ve daha güzel bir düşüncedir.

Şayet Allah yok deyip, bütün her şeyi tesadüfe ve tabiata havale etsen, kalbin ve ruhun sürekli endişe
ve karanlık içinde kalır. Zira milyonlarca yavrunun şefkatli bir şekilde terbiye edilmesini ve hikmetli
ve güzel bir şekilde rızıklandırılmasını tesadüfe ve tabiata havale etmek ve bundan emin olup
telaşlanmamak mümkün görünmüyor. Halbuki insan; ancak emin olup telaşlanmadığı zaman mesut ve
bahtiyar olur. İşte saadet ve mutluluğun anahtarı, Allah’a iman edip ona muhabbet etmektir.

Demek Allah’a iman esası, şu kainatın sırlarını açan ve gerçek saadeti temin eden hakiki ve
nurani bir anahtar hükmündedir ki, bütün sırlar ve muammalar; ancak bu iman esası ile açılır ve
vuzuha kavuşur.

"Ve o iki yara ise; birisi, müz'ic ve hadsiz bir acz-i beşerî, diğeri
elîm, nihayetsiz bir fakr-ı insanîdir." cümlesini açıklayıp, buradaki
"acz-i beşerî" ve "fakr-ı insanî"ye örnek verir misiniz?
Fakr: İhtiyaç sahibi anlamında kullanılmıştır. Risale-i Nur'daki manası ile insanın zerreden
güneşe kadar nihayetsiz ihtiyaçlara muhtaç olması demektir. Yani insan fıtrat olarak kainatta her şeye
muhtaç olarak yaratılmıştır. İnsan hayatının devamı bütün kainat çarklarının işlemesine bakar, böyle
olunca insan kainattaki her şeye muhtaç olarak yaratılmış olduğu sabit olur.

İşte insan bu sonsuz ihtiyacından dolayı fakirdir. Allah bu fakirlik durumunu insana her ihtiyacında,
hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allah’ı bulması için vermiştir. Yani nereye bakarsa, hangi şeye ihtiyaç
duyarsa, orada fakirlik penceresi ile fakir olmayan Allah’ı bulabilir.

İşte insan fakirlik penceresinden Allah’ı görüp bulamaz ise, fakirlik insanın başına tam bir bela ve
acı kaynağı olur. İnsan her ihtiyacı için sebeplere dilencilik eder ve onların merhametsiz yüzünde
azap bulur. "Acaba güneş bugün doğacak mı" dese yeridir, zira tesadüf ve sebeplere tapan birisi için
durum böyledir.
Acz: "Kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar zayıf ve iktidardan yoksun" anlamında
kullanılmıştır. Yani ihtiyaçları hem kainatı kuşatmış, hem de ebede uzanmış olmasına rağmen,
bunlardan en basitini dahi tedarik edemeyecek kadar acizdir insan. Burada daha çok insanın
iktidarsızlığına vurgu vardır. Bu acizlik penceresi de; aciz olmayan Allah’a açılıyor. İnsan acizlik
damarı ile aciz olmayan Allah’ı idrak ediyor.

İnsanın ihtiyaçlarını kendi güç ve kuvveti ile tedarik edememesi, her olayın altında ezilmesi ve her
hadise karşısında titremesi, acizliğin insana nasıl bir azap ve acı kaynağı olduğunu gösteriyor.

Mesela; inançsız bir adamın nazarında, yavrusu öldüğü halde onu hayata döndürememesi, onun için
bir azap ve acıdır.

Diğer bir husus; insan nihayetsiz aciz ve fakir olmasına rağmen, kainat bütün unsurları ile adeta
insana hizmetkarlık yapıyor, bu da çok sarih olarak ispat eder ki insanı şefkat ile terbiye ve tedbir
eden Kerim bir Zat var. İşte insan bu acz ve fakr penceresi ile Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğini
seyrediyor.

"Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden,


sabâvetten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan,
haşirden, sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihandır." Bu ifadeye
göre, imtihan alem-i ervahtan mı başlıyor?
"Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten,
ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçer bir uzun sefer-i
imtihandır. Ve o iki tılsım ise, Cenâb-ı Hakka iman ve âhirete imandır." (1)

Nefy, kelime olarak sürgün etmek, birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere
nakletmek ve sürmek anlamına geliyor. Yolculuk ise, dünyadaki imtihanı da içine alan geniş bir
kavramdır. İfadede "imtihan"denilmiyor "nefy ve yolculuk" deniyor. Dolayısı ile nefy ve
yolculuğun ruhlar alemini de içine alması gayet makul ve gerçekçidir.
Evet, insanın bu uzun yolculukta en önemli ve tehlikeli aşaması dünya aşamasıdır. Çünkü ebed-i
saadeti kazanıp kaybetme hadisesi, insanın dünyadaki imtihanına bakıyor.
(1) bk. Sözler, Yedinci Söz

"Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden,


sabâvetten, ihtiyarlıktan,.." Burada gençlik ve olgunluk atlanmış,
hikmeti ne olabilir?
"Ve o nefy ve yolculuk ise, âlem-i ervahtan, rahm-ı mâderden, sabâvetten,
ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, sırattan geçer bir uzun sefer-i
imtihandır."(1)

Bu cümlede insanın ebed yolculuğu özet bir şekilde ve genel hatları izah edildiği için, aradaki
aşama ve merhaleler tayyedilmiş. Bu bir belagat kaidesidir. Yani aradaki aşama ve merhaleler zihne
atfediliyor, ta ki dinleyen ya da okuyanın zihni, tefekkür ile tahrik olup atıl kalmasın. Yoksa bütün
süreç ve aşamalar tek tek sayılıp bütün ayrıntıları ile izah edilecek olsa, on tane Yedinci Söz ortaya
çıkar. Yani gençlik aşaması atlanmamış, akla havale edilmiştir, diyebiliriz.
(1) bk. Sözler, Yedinci Söz.

“Amentü billâhi ve bi’l-yevmi’l-âhir” iki rükn-ü imanidir. Bu iki


rükne niçin tılsım-ı müşkülküşa deniyor? Sadece bu iki rükün mü
saadet kapısını açıyor? Diğer iman esasları niçin nazara
verilmiyor?
“Bir harf kâtipsiz, bir hane ustasız olmayacağına” göre, şu muhteşem âlemi kim yaratmıştır? Bu
âlemi insanın hizmetine kim vermiştir?

Daha önemlisi, henüz insan yatılmamışken bu kâinatı insana göre kim planlamış, her şeyi insan
merkezli özelliklerle kim donatmıştır?

İşte Allah’a iman bu ve benzeri bütün soruların cevaplarını verir ve kâinatın tılsımını, muammasını
çözer, halleder.

Ancak iş bununla kalmaz. Böyle bir âlemin her şeyiyle imdadına koştuğu, her ihtiyacına cevap verdiği
insan, niçin ölmekte, öldükten sonra hiçliğe mi gömülmektedir? O zaman bu âlemdeki harika nizam,
muhteşem icraatlar sonsuz rahmet tecellileri hiçlikle mi son bulmaktadır? Bu önemli soruyu da ahirete
iman halleder.

Bunlar her aklın sorduğu ve cevabını aradığı sorulardır. Peygamberler bu soruların cevabını
öğretmek üzere gönderildiği gibi, kitaplar da bunun için indirilmiştir.

İnsan aklı, bu iki sorusunun cevabını bulmadıkça meleklerle de kaderle de fazla ilgilenmez. Hiçlikle
son bulan bir sistemde meleklerin var olup olmadığı, yahut her şeyin planlı ve programlı yürütüldüğü
o kişiyi fazla ilgilendirmez.
Demek oluyor ki, bu iki iman rüknü insanın sorularına cevap verdikten sonra kişinin diğer iman
rükünlerine iman etmesi beklenir.

“Arif-i billahın aczden ve mehafetullahtan lezzet almasını" biraz


açar mısınız? Verilen misalde annesinin sinesine korkuyla sarılan
çocuktaki halet, bir refleks ve sevk-i fıtrinin bir tezahürü değil
midir?
Üstadımız bir risalesinde sevgi ve korku için harika bir ölçü getirir: “Cemaline muhabbet
etmek, celalinden havf etmek.”

Allah’ın kudreti, azameti, izzeti, Kahhar ve Cebbar gibi celal ifade eden isimleri düşünüldüğünde
kalpte bir korku hasıl olur. Bu korku kalbin bir vazifesi, dolayısıyla bir ibadetidir. Aynı şekilde,
insan Allah’ın rahmetini, keremini, affını, Rahman, Rahim, Kerîm, Ğaffar, Rezzak gibi cemalî
isimlerini düşündüğünde kalbinde bir muhabbet duygusu hasıl olur. Bu cemalleri sevmek de kalbin
bir görevi ve bir ibadetidir. Allah’ı sevmek de O’ndan korkmak da mahlukata beslenen sevgi yahut
korkuya benzemez. Bunların birer ölçüsü vardır.

Muhabbetin ölçüsü ayet-i kerimede de açıkça beyan edildiği gibi Habibullaha ittiba etmektir.

“De ki, ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana ittiba edin (uyun). Ta ki, Allah da sizi sevsin
ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok Ğafur ve Rahimdir.’ ” (Âl-i İmran, 3/31)

Demek oluyor ki, sevgini ölçüsü salih ameldir, Allah Resulüne uymaktır. Aynı şekilde, korkunun
ölçüsü de takvadır, haramlardan sakınmak, şirkten korkmak, kalbini mahlukata kaptırmamaktır. İşte
arif insanlar salih ameli de severler, takvayı da. İbadeti severek yaptıkları gibi haramlardan da yine
kendi istekleriyle ve severek kaçınırlar.

Üstad hazretleri, bir çocuğun, “annesinin şefkatli tokadından kaçıp yine annesinin sinesine iltica
etmesi” örneğiyle, Allah’ın gazabından korkan müminlerin yine Allah’ın rahmetine sığınmaları
gerektiğini ders veriyor. Bir müminin haramdan kaçınca helale kavuşması, takva dairesinde
yaşamakla amel-i salihe ulaşması da aynı örnekle ortaya konulmuş oluyor. Takva, insanın
cehennemden kaçması, Salih amel ise cennete koşması olarak düşünülürse, her ikisi de kulu Rabbine
ulaştırır ve O’nun rızasına kavuşturur.

ُ‫ ﻗُْﻞ اِْن ُﻛْﻨﺘُْﻢ ﺗُِﺤﱡﺒﻮَن ﷲَ ﻓَﺎﺗﱠﺒُِﻌﻮﻧِﻰ ﯾُْﺤﺒِْﺒُﻜُﻢ ﷲ‬âyetinde i’câzlı bir îcâz vardır. Çünkü çok cümleler bu
üç cümlenin içinde derc edilmiştir. Şöyle ki:
Şu âyet diyor ki: “Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz.
Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise:
Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona
ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”

(1) bk. Lem'alar, On Birinci Lem'a

“Emr-i kün feyekün’e malik bir sultana acz tezkeresi ile istinad
etme”yi nasıl anlamalıyız?
Kün! yani “Ol!” emrini müfessirlerimiz, “İlahi iradenin süratle tahakkuku” olarak
açıklıyorlar. Cenab-ı Hak bir şeyi yaratmayı dilediğinde o şey çok kolay ve çabuk olarak meydana
gelir. Bu hakikat, “Ol der oda hemen oluverir” şeklinde bize ders verilmiştir.

İnsan bir meyve fidanını diker, onun ağaç olması ol emriyle gerçekleşir. O ağacın başındaki meyveler
de yine “ol” emriyle olurlar. Yani Allah’ın dilemesi ve kudreti ile varlık sahasına çıkarlar. İnsan o
meyveyi yediğinde o meyve yine ol emriyle kan olur, et olur, saç olar, tırnak olur. Bütün bunları
yapmaktan insanoğlu acizdir. Aciz bir kişinin kendi gücünü aşan bir konuda sultana müracaat etmesi
gibi, insan da bütün bu işler için Rabbine sığınır, ona iltica eder, O’na dua eder ve O’ndan yardım
diler.

Üstadımız yaratılışı iki farklı şekliyle ele alıyor: İbda ve inşa.

İbda, bir şeyin zamansız olarak hemen meydana gelmesidir. Meleklerin ve ruhların yaratılmaları
gibi.

İnşa ise, bu hikmet dünyasının bir gereği olarak, şu âlem bir anda değil de altı devrede yaratıldığı
gibi, bir çok mahlukların da yine bir anda değil safhalar halinde, tedricen yaratılımalarıdır.
Çekirdeğin ağaç, yumurtanın kuş, nutfenin insan olması zaman içerisinde ve birçok devrelerden
geçerek tahakkuk eder.

İnşa tarzındaki yaratılışta da “kün” yani “ol” emri söz konusudur. Şu farkla ki, inşada bu emir, sanki
yaratılışın her safhası için verilmektedir. Çünkü bu safhaların her biri ayrı ve mükemmel bir
hadisedir.

Bu konuda daha geniş bilgi için aşağıda takdim ettiğimiz okuma parçasına bakılabilir.

Sorunun bir diğer yönüne de kısaca temas edelim:

Farklı olaylara, değişik varlıklara, birbirine zıt mahiyetlere bu emir birlikte mi verilmektedir?

Konuya şöyle yaklaşabiliriz: Sözü edilen bu farklı işler şu âlemde birlikte görülüyorlar mı? Evet.
Yani bu işlerin sıra ile değil de birlikte meydana geldiklerini hepimiz görüyoruz ve bunda kimsenin
şüphesi yok.

Bunlardan bir tek olayı ele alalım. Bu olay kendi kendine mi oluyor, yoksa Allah’ın yaratmasıyla mı?
Elbette Allah’ın yaratmasıyla.

O halde İlahî kudret bütün bu farklı olayları sırayla değil de birlikte yarattığına göre, o kudreti icraatı
sevk eden İlahî irade de bu varlıklara sırayla değil, birlikte taalluk etmektedir. Aksi halde birlikte
meydana gelme hadisesi gerçekleşmezdi.

Bu sorunun kaynağında, insanın kendi cüz’i iradesini ölçü alarak Allah’ın küllî ve mutlak iradesini
anlamaya kalkışması yatıyor.

Bilindiği gibi insanda iki farklı fiil icra edilmektedir. Bunlardan birisi ihtiyari fiillerdir. Bu işleri
insan irade eder, Cenab-ı Hak da yaratır; konuşmamız, yürümemiz, oturup kalkmamız gibi. İnsanın
iradesi bir anda ancak bir işe taalluk edebildiği, yani insan bir anda iki ayrı şeyi irade edemediği için
bu ihtiyari işler de sıra ile oluyor. Önce bir kelimeyi söylüyoruz, sonra diğerini; iki kelimeyi birlikte
telaffuz edemiyoruz. Önce bir yöne bakıyoruz, sonra başka bir yöne; iki yöne birlikte bakamıyoruz.

İnsanda görülen ikinci tip fiil ise ızdırarî fiillerdir, yani insanın iradesi dışında meydana gelen
işlerdir. Bunların tümünü irade eden de yaratan da Allah’tır. Bu işler sıra ile değil birlikte meydana
gelirler. Bir yanda saçımız uzarken, öte yandan gözümüz bir yöne bakar, kulağımız bir şey dinler,
midemiz hazım faaliyetini sürdürür, kalbimiz çalışır, bütün hücrelerimizde trilyonlarca iş birlikte
görülür. Bu farklı işler birlikte görüldüğüne göre bunlar Allah’ın külli iradesiyle ve kudretiyle
meydana gelmektedir.

İnsan küçük âlem, âlem büyük insandır. O halde insanda küçük mikyasta gördüğümüz bu gerçeği
bütün kâinata da teşmil edebiliriz. Bu muhteşem âlemde de sonsuz faaliyetler birlikte görülürler. O
halde sonsuz denecek kadar kün emri birlikte verilmektedir.

“Emr-i kün feyekün” konusunda geniş açıklama için aşağıdaki okuma parçasına bakılabilir:

OL EMRİ

Tekvin; “Var etmek. Yaratmak. Meydana getirmek. İcad etmek.” manasına geliyor.
Tekvin; “Cenâb-ı Hakk’ın yoktan var etme sıfatıdır.” Emr-i Künfeyekü ise; “Allah’ın
yaratmayı dilediği şeye, “ kün!” yani “ol!” diye emretmesi ve böylece onun varlık sahasına
çıkması” demektir.

ESKİDEN BİR KISIM insanlar maddeden yapılan putlara taparlardı. Şimdi ise putların maddesine
tapıyorlar. Materyalizm, maddenin putlaştırılmasından başka bir şey mi?

O günün putperestleri kendilerinden emin bir halde, mü’minlerle alay ediyor, akıllarını uyutuyor,
vicdanlarını perdeliyorlardı. Şimdi aynı görevi ateistler ve materyalistler yapıyor. İşte bunlardan
bir grup, dillerine “kün” emrini dolamışlar; hâlâ diyorlar, bu yirminci asırda bile eşyanın var
oluşunu “kün” emriyle açıklayanlar var.

Önce şu “hâlâ” kelimesi üzerinde biraz duralım. Bu asırda değişen ne? Güneş batıdan mı
doğuyor? Karpuz ağaçta, elma bostanda mı bitiyor? İnsan hâlâ nutfeden yaratılmıyor mu? Ana
rahmindeki bekleme süresi altı aya mı indi? Işığın sürati mi arttı? Sesin frekansı mı yükseldi?
İnsan yine bütün bir kâinata muhtaç değil mi?

Fen ve teknik ne kadar ilerlerse ilerlesin, bu asrın insanı yumurtanın civciv olması için hâlâ yirmi
gün beklemeye mahkûm değil mi?

Yardımcı hizmetlerde bazı gelişmeler olabilir. Gideceğimiz yere daha süratle varabiliriz. Kıt’alar
ötesiyle bir anda görüşebiliriz. Ama tabağımızda duran peynir için hâlâ ineğe muhtaç değil miyiz?
Balımızı yine arılar yapmıyorlar mı?
Dün bizi, önceki gün Âdem babamızı, ondan önce hayvanlar ve bitkiler âlemini ve onların bir
safha önünde topyekün kâinatı yaratan kudret hâlâ işbaşında. Yine insan yaratıyor, yine çiçek
yaratıyor, yine gece, yine gündüz yaratıyor. Yine öldürüyor ve diriltiyor. İnansın inanmasın hiçbir
kul, bu kudretin icraatına en ufak bir müdahalede bulunamıyor.

İnsan bu kâinatta yeni bir şey yapıyor değil. Değişik bir varlık koyamıyor ortaya. O, kendi evini
yükseltiyor ama, yavrusu yine Allah’ın kudretiyle boy atıyor. O, işyerinde tamiratlar yapadursun,
hücrelerini yine Allah değiştiriyor, tazelendiriyor.

İnsan yine aynı âciz insan. Ve Allah yine bu âcizin bütün ihtiyaçlarını gören tek Kadîr, tek Hakîm,
tek Hâlık...

Bugün “ol” emrini inkâra kalkışanlar, bir asır önce bu dünya yüzünde yoktular. Şimdi ise varlık
sahasında boy gösteriyorlar. Bu var oluş ya kendi iradeleriyle oldu, bu takdirde, “ol” emrini
almak yerine, kendi kendilerine “olayım” dediler. Yahut iradeleri dışında var edildiler. Yâni “ol”
emrine muhatap oldular. Bu emir onların anladığı mânâda heceli, sesli, mahreçli bir emir değildi.
Zaten bu emrin canlısıyla cansızıyla herşeye verilmesi böyle bir anlayışa mâni.

Öyle ise bu emri nasıl anlayacağız. Bence meselenin en önemli yanı, buraya kadar olan kısmı.
Yâni, şu mevcut eşya kendi iradeleriyle, kendi kudretleriyle mi yokluktan kurtulup varlık âlemine
geldiler; yoksa bir emirle, bir kudretle mi? Hiçkimse birinci şıkka “evet” diyemeyeceğine göre,
ikinci şık sabit oluyor.

Bu emrin mahiyetine gelince:

Tefsir-i Kebir sahibi Fahreddin-i Râzi Hazretleri “ol” emri hakkındaki değişik te’villeri sıralar ve
en kuvvetli te’vil olarak şunu kaydeder:

“Cenâb-ı Hakk’ın “ol” demesinden maksat, eşyanın yaratılmasında İlâhî kudretin sür’atle nüfuz
ettiğini göstermektir. Bir de bu, Hak Teâlânın eşyayı düşünmeksizin, denemeksizin yarattığını
gösterir.”

Risale-i Nur müellifi Üstad Bediüzzaman Hazretleri:

“Eşya fena ve zevale (fâni olmaya ve yok olmaya) gitmiyor, daire-i kudretten daire-i ilme
geçiyorlar” buyuruyor. Gözümüzden kaybolan eşyanın yokluğa gitmeyip Allah’ın ilminde bâki
kaldığını bize ders veren bu güzel ifadeleri konumuz yönünden tahlil ettiğimizde şu hakikata
varırız: Yaratılmadan önce herşey Allah’ın ilim dairesinde mevcut. Bu şeylerden hangisinin
yaratılmasını irade buyurursa, onu ilim dairesinden kudret dairesine geçiriyor; yâni var ediyor.
İşte “ol” emri ilim dairesinde mevcut olan bu eşyaya veriliyor. Yâni, Allah’ın onları yaratmayı
irade etmesi ve onların da böylece varlık sahasına çıkışları sanki bir emirle oluyor.

O halde, “kün” emri bir temsildir. “İlim dairesinden kudret dairesine geç” mânâsını ifade eder.

“Kün” emriyle ilgili âyet-i kerimelerden iki misal:


“Göklerin ve yerin mübdii dir(onları önceden hiçbir örneği bulunmaksızın yaratandır) Bir şeyin
olmasını isteyince ona sadece ol der, o da oluverir. ” (Bakara Sûresi, 2/117)

Burada “ol” emri, kudretin hemen faaliyete geçmesi mânâsına geliyor. Bu emrin tevilini İslâm
âlimlerimiz aynen böyle yapmışlar. Tıpkı, “herşeyin melekûtu O’nun elindedir” âyetindeki “el”
tabirini, kudret olarak tefsir ettikleri gibi, bu “ol” emrini de yine kudret ve irade olarak tefsir
etmişler. Ve bundan murat, “Allah’ın dilediği şeyin hiçbir engel olmaksızın hemen meydana
gelmesidir” demişler.

Diğer bir âyet-i kerime:

“Doğrusu Allah indinde İsa’nın meseli, Âdem meseli gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ol
dedi, o da oluverdi.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/59)

Bu âyet-i kerimede geçen “ol” emrinin mânâsına bir derece yanaşmak için eşya hakkındaki şu
sınıflandırmayı dikkate almak gerek. Bilindiği gibi eşya iki âleme ayrılıyor. Birisi “halk âlemi”,
diğeri ise “emir âlemi.” Beden halk âleminden, ruh ise emir âleminden. Halk âlemi bu hikmet
dünyasında safha safha meydana gelmekte. Tedricen, yâni kademeli olarak yaratılmakta. Emir
âlemi için ise bu tarz bir yaratılış sözkonusu değil. O âlemde herşey bir anda vücut buluyor. Ruh,
değişik safhalardan geçip de sonunda o hâli almış değil. Doğrudan ruh olarak yaratılmış. İnsan
bedeninde vazifeye başlaması da yine bir anda.

Önce topraktan yaratılan Âdem babamıza daha sonra “ol” emrinin verilmesini Muhyiddin-i Arabî
Hazretleri bu emir kanunuyla izah eder:

“Ol denince oluverir kavl-i şerifi, ruhun üflenişine işarettir. Ve bunun, emir âleminden olduğuna
işarettir. Önceden bedenin yaratılışı gibi bir madde ve müddete ihtiyaç kalmadığını ifade eder...”

Bahsimize konu olan bu âyet-i kerime akla engin bir ufuk açıyor. Önce toprakdan Hz.Âdem (a.s.)
yaratılıyor ve sonra ona “ol” emri veriliyor. Bu emirle Hz.Âdem’in (a.s.) topraktan inşa edilen
cesedi ruha, hayata kavuşuyor. Nitekim bu “ol” emrini büyük müfessir Elmalılı Hamdi Efendi,
“canlı bir mahlûk kesil” şeklinde tefsir etmekte. Zira, zaten var olan bir nesneye yeniden “ol”
emri verilmesi onun yeni bir şekle girmesi demek olmalı, aksi halde bu emre bir mânâ vermek
mümkün olmaz.

Buna göre “insan bir anda yaratılıyor”, diyebiliriz. Ama, elbisesi dokuz ayda inşa ediliyor. Diğer
varlıklar da öyle. Çekirdeklerdeki İlâhî şifrenin teşekkülü, yarıcanlılık gibi özellikler de ruh gibi
bir anda, daha doğrusu zamansız yaratılır, ama çekirdeğin ağaç olması yıllar sürer.

Şimdi bu âyetin penceresinden etrafımızdaki sonsuz faaliyetlere bir göz atalım ve “ol” emrini
onlarda görelim, okuyalım.

Hidrojen ve oksijen bir “ol” emriyle su oluvermişlerdir. İki zıt kutup bir emirle birleşmiş ve
bambaşka birşey olmuşlardır.
Yenilen gıda bir süre sonra insan tohumu olur, yine “ol” emriyle. Bu emir olmasa, yâni İlâhî
kudret yaratmasa gıdayı insan yapmak mümkün mü?

Ve rahimde nutfeye yeni bir emir gelir: Alaka ol. Bu emir ve benzerleri aralıksız tekrarlanır. İlâhî
kudret ve irade o tohumu halden hâle evirip çevirir ve sonunda insan vücut bulur. Demek ki
nutfeye “insan ol” denmemiş, sadece “alaka ol” denmiştir. Eğer “insan ol” emri verilseydi
rahimde o an bebek teşekkül ederdi. Dünya hikmet âlemi olduğu için, yaratılış sebepler tahtında
ve kademeli olarak icra edilmekte. Ve bu safha safha yaratılışla nice sanatlar sergilenmekte.

Bir anda insan yapmak Allah’a mahsus bir sanat. Aynı şekilde nutfe yaratmak, onu halden hâle
çevirmek ve sonunda insan hâline sokmak da ayrı birer İlâhî sanat. Bu hikmet dünyasında bu İlâhî
sanatların teşhir edilmesi için ol emri, “son şeklini al” şeklinde değil de, “bir sonraki tavrına
gir” tarzında verilmiş oluyor.

Emdiğimiz havaya gırtlakta, ağız boşluğunda ve dudakta ayrı emirler veriliyor ve böylece değişik
harfler dökülüyor ağzımızdan. Demek ki havaya emir var, “ses ol” diye. Hem de değişik
şekillerde. Allah, ağız fabrikasında havadan ses yaratıyor; yine “ol” emriyle.

O ses, mübarek bir kelime ise, Rahmanî bir hakikat terennüm ediyorsa yeni bir emir alıyor: Melek
ol. Okunan tesbihlerden, tekbirlerden, hamdlerden, yâni bütün mukaddes kelimelerden melek
yaratılıyor. Havaya “ses ol” diyen, sese de “melek ol” diyebilir. Bu emre, bu iradeye karşı
çıkacak kimdir?

Güneşte her an nice emirler... Nâra emir veriliyor, “nur ol”, “enerji ol”...

Göz fabrikasına giren ışık da benzer bir emir alıyor: “Göz nuru ol.”

Güzel bir cümle işitiyoruz. O söz aklımızda bilgi oluyor, yine “kün” emriyle. Kalb o sözden
hoşlandı mı yeni bir emir geliyor: “Feyz ol”, “huşû ol”, “sevgi ol” diye...

Kısacası kâinat “kün” emrinin tecellileriyle dolu. Toprağa “çiçek ol” deniliyor; buluta
“yağmur”... Çekirdeğe “ağaç ol” emri geliyor, yumurtaya “civciv”...

Yediğimiz gıda, bedenimizde nice emirler almakta: Et ol, ilik ol, kan ol, kemik ol, sinir ol, saç ol,
tırnak ol gibi...

Bir zamanlar maddeleri bir olan güneş sistemi de benzer emirler almıştı... Dünya ol, Merkür ol, Ay
ol gibi...

“Kün” emrine akıl erdiremeyenlerin hayatları bu emrin cilveleriyle kaynaşmada.

Bu kadar tecellinin içinde, “ol” emrinden gafil olarak yaşayanlar, ömürlerinin sonunda “öl”
emrini alırlar. Bu emirle birlikte dünyada akıl erdiremedikleri nice hakikatları anlar hâle
gelirler; ama artık iş işten geçmiş olur.
“Hidayetiyle amel etmek” ne demektir?
Allah’ın bir ismi Hadi’dir. Yani hidayet veren, doğru yolu gösteren.

"Kur’an'ın hidayetiyle amel etmek" denilince, onun gösterdiği yolda yürümek, ondaki emirlere
aynen uymak, yasaklarından sakınmak akla gelir.

Olayları Kur’an eksenli olarak yorumlamak da onun hidayetiyle amel etmenin bir başka boyutudur.

“Kâinatın , mescid-i kebir” olması ne demektir?


Mescid, secde edilen yer demektir. Kâinattaki her varlık, kendisine verilen görevi en güzel bir
şekilde yerine getirmekle bir ibadet halinde olduğu gibi, ayrıca bu âlemi dolduran ve vazifeleri
ibadet olan melekler âlemi de yine Allah’a itaat etmek, emirlerini yerine getirmek, varlıkların
ibadetlerini temsil etmek gibi birçok vazife ifa etmektedirler. Bu kâinatı bu nazarla bakıldığında onu
büyük bir mescid olarak görebilir ve değerlendirebiliriz.

“…Ve öyle muhteşem ve içi hadsiz âyâtla ve manidar nakışlarla tezyin edilmiş bir
mescid-i Rahmanîdir ki; herbir köşesinde bir taife, bir nev' ibadet-i fıtriye ile iştigal eder
bir şekilde halkeden bir Allah, bir Mabud-u Bilhak, o kitab-ı kebirin manalarını ders
verecek üstadları ve o Kur'an-ı Samedanî'nin âyetlerini tefsir edecek müfessirleri elçi
olarak göndermesin.. ve o mescid-i ekberde hadsiz tarzlarda ibadet edenlere imamları tayin
etmesin.. … Hâşâ, yüzbin hâşâ!” (Meyve Risalesi, Dokuzuncu Mesele)

"Sath-ı Arz bir mescid, Mekke bir mihrab, Medine bir minber... O bürhan-ı bahir olan
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatib,
bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkeb bir halka-i
zikrin serzâkiri..." (Sözler, On Dokuzuncu Söz)
Sekizinci Söz
Alemin tılsımını açan ve beşer ruhunu zulümattan kurtaran
Kelime-i Tevhid olduğu ifade ediliyor. Ancak diğer iman
hakikatleri ve özellikle Efendimizle (a.s.m) ilgili itikad boyutu
zikredilmiyor. Bunu nasıl anlamalıyız?
Bir önceki Söz'de kâinatın tılsım-ı muğlakını Allah’a ve ahirete imanın açtığı kaydedilmişti. Esas
olan Allah’a imandır.

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim de mahlûkatı var ettim.”

hadis-i kutsîsi bunu en güzel şekilde ortaya koymaktadır. Ondan sonra ahirete iman geliyor.
Hadiste geçen “bilinme” manası en kâmil manasıyla insana bakıyor. Bu insan Allah’ı bildikten sonra
ebediyen yokluğa mı atılacaktır? Ahirete iman bu sorunun cevabını veriyor ve bu müşkülünü
hallediyor.

Peygamberler Allah’ın elçileridir. Allah’a nasıl iman edileceğini ve O’nun razı olduğu bir hayatın
nasıl sürtüleceğini talim ederler. Ve insanlara ebedi saadetin yolunu gösterirler.

“Bütün ervah ve kulûbün dalaletten neş'et eden ızdırabat ve keşmekeş ve ızdırabattan


neş'et eden manevî elemlerden kurtulmaları), birtek Hâlık'ı tanımakla olur. Bütün
mevcudatı, birtek Sâni'a vermekle necat buluyorlar, birtek Allah'ın zikriyle mutmain
olurlar.” (Sözler, Otuz Üçüncü Söz, On Birinci Pencere)

Ehl-i dalalet ve tuğyan için kabrin, vahşet ve nisyan içinde


zindan gibi sıkıntılı kapı olması ifadesinde; “nisyan içinde zindan”
ifadesi ne manaya geliyor?
Dokuzuncu Söz'de namaz vakitlerinin hikmeti anlatılırken yatsı namazı hakkında şöyle bir ifade
geçer:

“Vefat etmiş insanın bakiye-i asarı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesi...”

Namaz kılan kişiyi ölümünden sonra evlatları ve torunları unutsalar bile, onun Rahman ve Rahim
olan Rabbi, kabrini onun hakkında cennet bahçelerinden bir bahçe haline getirecek ve dünyada
bıraktığı dostlarına bedel peygamberlerle, evliya ve asfiya ile, vefat emiş dedeleriyle görüşmesine
imkân verecektir.
İslâmın çizdiği istikamet yolundan sapan ehl-i dalalet ve ömrünü isyan ile geçiren kimseler bu
şereften mahrum kalacaklardır. Onlar kabir kapısının ötesini bir zindan, yokluğa gömülme ve
unutulma olarak telakki ederler ve bunun ızdırabını bu dünyada da çekerler.

Güzel huylu kardeşin sağ yola, ahlâksız ve serseri olanın sol yola
gitmesinin, huyla ve fıtratla bir alakası var mıdır? Var ise yolu
seçme ve tercih etmeyi nasıl anlamalıyız?
"Her doğan çocuk İslam fıtratı üzere doğar.” hadis-i şerifi temel hükümdür. Soruda yer alan
ifadeyi bu esasa göre yorumlamak durumundayız. Güzel huylu yahut ahlâksız olma, yapılan işlerle
kendini gösteren ve onlara dayanan hükümlerdir. Yani güzel işler yapanın güzel huylu, edep dışı işler
görenin de ahlâksız olduğunu söyleriz. Yoksa, insan önce ahlaksız olmuş da sonra ahlaksızlık yapmış
değildir. Böyle bir yorum sözünü ettiğimiz temel hükme ters düşer.

Bir öğrencinin çalışkan olduğunu söylememiz onun çalışmadaki gayretine ve yoğunluğuna dayanır.
Yani çocuk çalışkan olduğu için biz ona çalışkan demişizdir. Yoksa önce çalışkan olmuş da sonra
çalışmış değildir. Tembelliği de aynı şekilde düşünürüz.

“İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet câmi' bir istidad verildiği için; esfel-i
safilînden tâ a'lâ-yı illiyyîne, ferşten tâ arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan
makamata, meratibe, derecata, derekata girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana
atılmış, nihayetsiz sukut ve suuda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu'cize-i kudret ve
netice-i hilkat ve acube-i san'at olarak şu dünyaya gönderilmiştir.” (Sözler, Yirmi Üçüncü
Söz, İknci Mebhas )

Her şeyin iyisine bakmak, murdar şeylerle hiç ilgilenmemek


tavsiye ediliyor. Burada murdar şeylerden maksat nedir?
Bu imtihan dünyasında hayırlarla şerler, güzellilerle çirkinlikler birlikte bulunuyorlar. Bu
cümlede bizlere daima iyiye ve güzele talip olmamız, kötülerden çirkinlerden uzak durmamız tavsiye
ediliyor.

Öte yandan, bu dünyada sıhhat yanında hastalık, sevinç yanında keder de bulunur. Üstat, güzelliği
ikiye ayırır: “Bizzat güzel,” ve “neticeleri itibariye güzel.”
Sıhhat bizzat güzeldir, hastalık ise neticesi itibariyle güzeldir. Zira hastalık, insana aczini en ileri
derecede hissettirir ve onu Rabbine sığınmaya götürür. Yine hastalıklar günahlara kefaret olur ve
sabretmek şartıyla kula büyük sevaplar kazandırır. Hastalık ve musibetleri bu manada
değerlendirebilen kişi onların da iyi yüzlerine bakmış, zahiren çirkin görünen yüzleriyle vakit
geçirmemiş olur.
İbrahim (as)'in suhufu meydanda mıdır, varsa metni nasıldır?
Yoksa Sekizinci Söz'ün aslının bu suhufta olduğu nasıl biliniyor
veya bu suhufta Peygemberimiz (asv)'in isminin ne olduğu nasıl
bilinir?
Eski semavi kitaplar ve suhuflar tahrife uğramıştır. Lakin tahriften sonra orijinalinden geri
kalanlar da olmuştur. Hatta İncil ve Tevrat gibi çok tahrife uğramış semavi kitaplardan Hüseyin-i
Cisri Hazretleri Peygamber Efendimize (asv) işaret ve beşaret eden çok cümleleri eserlerinde beyan
etmiş. Demek eski semavi kitaplar bütünü ile değil büyük bir kısım olarak tahrife uğramıştır. Hal
böyle olunca o eski kitap ve sahifelerin orijinal metinlerinden bazı bilgi kırıntıları günümüze kadar
gelmiştir.
Tahrife uğrayan yerler ekseri olarak iman ve ibadete taalluk eden yerlerdir, hikaye ve ahlaka dair
pasajlar ekseri olarak nesilden nesile aktarıla gelmiştir. Zaten Risale-i Nurlardaki hikayeler bire bir
oradan alınmıştır diye bir kayıt yoktur, belki oradan esinlenmiş demek daha isabetli olur.

"Hazreti İbrahim (as)in sahifeleri hakkında Kur'ân'ın dışında, her hangi bir yerde
yeterli bilgi yoktur. Hattâ Yahudilerin ve Hıristiyanların kutsal metinlerinde bile bunlardan
söz edilmez.Sadece Kur'ân-ı Kerim'de birisi Necm suresi 36 ayetinin devamında, birisi de
A'lâ suresinde olmak üzere iki yerde Hz İbrahim'in getirdiği talimattan bazı bölümler
zikredilmiştir."

"Bu sahifelerin ihtiva ettiği hakikatlerin tevhid, ibadet, ahlâk, muamelât ve ahkâm
esasları olduğunu anlamak için herhangi bir vesikaya gerek yoktur Çünkü Cenabı Hakkın
risâlet ve nübüvvetle ilgili koyduğu şartlardan ve Kur'ân-ı Kerim'den bunu anlamak
kolaydır.Nitekim Necm süresi 38-49 âyetlerinde ilk sahifelerin yani Hz.İbrahim ve
Hz.Musa sahifelerinin ihtiva ettiği gerçekler şöyle maddelendirilebilir.Bunlar her
peygamberin getirdiği şeriatta temel esasların aynılığını, değişmezliğini göstermesi
bakımından da önemlidir:"

"Herkes yaptıklarından mesuldür.Bir şahsın yaptıklarından ancak kendisi sorumludur.


Hiç kimse başkasının cezasıyla cezalandırılmaz.
Her şahıs yaptığının karşılığını görecektir.
Başkasının yaptığı amellere kimse ortak olamaz.
Hiç kimse yapmadığı amelin karşılığını alamaz."(1)

"Hz İbrahim (as) indirilen sahifelerin mübarek ramazan ayının ilk gecesi indirildiğine
dair Vâsıle bel-Eska' (ra)'den gelen bir rivayet vardır."(2)

(1) bk. Mevdûdî, Tefhimül-Kur'an, terc, heyet, VI, 32.


(2) bk. Ahmed İbn Hanbel, IV, 107.

İlk cümlede; dünya, insan ruhu ve dinin mahiyetiyle ilgili


sıralama yapılıyor ve münasebet kuruluyor. Bunu biraz açar
mısınız?
Bu sıralama On Birinci Söz'ün başındaki sıralamayı hatırlatıyor. O sözün konuları dersin başında
şöyle sıralanmıştır:

Hilkat-ı âlemin tılsımı, hilkat-i insanın muamması, hakikat-ı salatın rumzu.

- Yani, bu âlem niçin yaratılmıştır ve ne mana ifade ediyor?

- İnsan niçin yaratıldı, yaratılmasa olmaz mıydı?

- Namazın manası ve esrarı nedir? İnsanlar namazla ve daha geniş manasıyla ibadetle niçin
mükellef kılınmışlardır?

Bu sözde de aynı sıra takip edilerek “kâinat, insan ve din” konu alınıyor.

İncir ağacı bir listedir, bir fihristedir, bir sergidir, derken ne


demek isteniyor?
Kur’an-ı Kerimdeki yeminler ile yapılan te’kidin en göze çarpan hikmeti, nazarları ve dikkatleri
İlahi sanatlar üzerine çekmektir. Allah’ın isim ve sıfatlarının sanat üstündeki mucizevi harikalarını
ilan ve izhar etmek için kasem ile teyit ve tekit yapılıyor.
1- "Yemin olsun güneşe ve aydınlığına." (Şems Sûresi: 91:1)
2- "Yâsin. Hikmet dolu Kur'ân'a yemin olsun." (Yâsin Sûresi: 36:1-2)
3- "Yemin ederim yıldızların mevkilerine. Bu bir yemin ki, bilseniz, ne büyüktür." (Vâkıa
Sûresi: 56:75-76)
4- "Kayan yıldıza yemin olsun." (Necm Sûresi: 53:1)
5- "Yemin olsun rüzgâra." (Zâriyât Sûresi: 51:1)
6- "Yemin olsun gönderilen meleklere." (Mürselât Sûresi: 77:1)
7- "Yemin olsun incire ve zeytine." (Tîn Sûresi: 95:1.)
İncir ağacı bu hususta bir numune bir örnek teşkil ettiği için, Üstad Hazretleri onun şahsında bütün
meyve ve sebzelere işaret edilmiş diyor. Liste ve sergi tabiri hem incirin harika fıtratına ve
yaratılışına işaret ediyor hem de bütün meyvelere bir numune olduğuna işaret ediyor.
Evet incirin o harika sanatına dikkat edildiği zaman Allah’ın isim ve sıfatları bir sergi tablosu
gibi kendini gösterip ilan ediyor diyebiliriz.

Kanun ve Nizama Tabi Olmanın Gerekliliği Nelerdir?


İki türlü kanun ve nizam vardır.
Birisi; Allah’ın kudret sıfatından gelen, kainattaki fıtri kanunlar ve nizamlardır. Bunlar kainattaki olan
biten işlerin ve icraatların tanzim ve düzenlenmesinde bir şeriat, bir nizam vazifesini görüyorlar.

Mesela; suyun kaldırma kanunu, soğuğun üşütmesi, ateşin yakması, çalışınca zengin olmak,
tembellikte fakir kalmak gibi; hepsi bu kainatın nizam ve kanunlarının birer hükümleridir. Bu kanun
ve nizama uyulmaz ise; dünya hayatında sefil ve fakir olunur, uyulur ise zengin ve kuvvetli olunur.
"Ben Müslüman’ım, ateş beni yakmaz." deyip, ateşe atlarsak ateş bizi cayır cayır
yakar. "Soğuk bana tesir etmez." deyip, palto giymez isek hasta oluruz vs. Bu dünyada mesut ve
bahtiyar yaşamak istiyorsak, bu kanun ve nizama uymamız gerekir.

Diğer kanun ve nizam ise; Allah’ın kelam sıfatından gelen ve peygamberler vasıtası ile gönderdiği
ve insanların, hem ibadet hayatını hem de toplumsal hayatını düzenleyen kanun ve nizamlardır ki;
buna İslam şeriatı denir. Bu kanun ve nizama tabi olunmaz ise; hem dünya hayatı hem de ebedi hayat
helak olur.
Allah bize, Kur’an'da neyi emretmiş ise ona uymak, neyi yasak etmiş ise de ondan sakınmak
gerekir. O zaman hem dünyada hem de ahiret hayatında mesut ve bahtiyar oluruz...

Kudret-i Samedaniyenin sikkeyle, Rububiyet-i İlahiyenin hatem


ile, Saltanat-ı Uluhiyetin turra ile ilgisini nasıl anlamalıyız?
Şecere-i hilkat, yahut şecere-i kâinat denilen şu gördüğümüz âlemin kendisi, bir şeyden her şey
yapan akıl almaz, esrarengiz mucizelerle kaynaşan harika bir ağaçtır. Bu kâinat, kemal manasıyla
insanı meyve vermekle birlikte, her bir canlı türü için de bu âlem sanki o türü meyve veren bir ağaç
olarak değerlendirilebilir. Yani, dünya bir yönüyle insan ağacı, bir yönüyle koyun ağacı, bir başka
yönüyle çam ağacıdır. Böylece milyonları aşan türlerin her biri için bu âlem bir ağaç olarak
değerlendirildiğinde şu sonuç ortaya çıkar: Bir şey olan bu âlemden her şey yaratılmaktadır.

Bu kâinatta Allah’ın hem sonsuz kudreti, hem her şeyi terbiye etmesi cihetiyle umumî rububiyeti hem
de her şeyin Ona itaat ve ibadet etmesi, Onun emri altında vazife görmesiyle de her şeye hükmeden
uluhiyeti açıkça okunmaktadır.

Daha önce, bir sorunun cevabında da açıklandığı gibi, sikke, parada o paranın basıldığı matbaanın
isminin yazılı olduğu kısımdır. Turra (tuğra) ise padişahın isminin yazıldığı kısım oluyor.

Hatem, bir mektubun sonuna (yani hitama erdiğinde) atılan imza, yahut vurulan mühürdür.

Buna göre, her canlı varlık kâinat matbaasında basılmış bir altın gibidir ve bütün kâinata muhtaç
olmasıyla da Samediyete ayna olmaktadır. Bu muhteşem kâinatı onun imdadına göndermek ise ancak
İlahi kudrete mahsustur."Kudret-i Samedaniyenin sikkesi" ifadesi bize bu dersi verir.

Yine, mesela, bir canlının her organı Allah’ın terbiyesinden geçmiş ve kendisine yüklenen görevi
yapabilecek bir kabiliyete sahip kılınmıştır. Bu varlığın bu son halini alıncaya kadar geçirdiği
safhalar bir mektuba benzetilirse, son hal o mektubun sonuna vurulan hatemdir. Bir ağacın her
meyvesi bir hatem olduğu gibi, her insan da kâinat mektubunun bir hatemidir.

Saltanat-ı Uluhiyetin turra ile ilgisine gelince, uluhiyet mabudiyet manasına gelir. Yeni her varlık
Allah’ın kendisine verdiği görevi eksiksiz olarak yerine getirmekle ibadet görevini yapmaktadır.
Bütün mahlukata bu görev taksimatını yapan, ancak bütün mülkün sahibi olan ve saltanatı bütün
âlemlere hükmeden Allah’tır. Buna göre bütün âlemlerde geçerli olan bu ibadet ve itaatte İlahi
saltanatın turrası okunur.

Kuyu, derinlik ve ağaç diye temsil edilen insan ömrünün, bu üç


temsille nasıl bir mana aldığını açıklar mısınız?
Sekizinci Söz'de geçen ilgili ifadeleri ele alıp değerlendirelim:

"Ve o kuyu ise, beden-i insan ve zaman-ı hayattır."

Buradaki kuyu insanın aslını ve özünü teşkil eden ruhun bedene girmesini temsil ediyor. Yani
insanın bedeni ve hayatı bir kuyu misali; ruh ise bu kuyuya kendini atıyor. Zira insanın aslı ve özü
ruhtur.

"Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü vasatî ve ömr-ü galibî olan altmış seneye
işarettir."(1)

Altmış metre derinlik insanların ortalama altmış yıl yaşama istatistiğine bakıyor. Günümüz
insanları ekseri ve ortalama olarak altmış yıl bir ömür sürüyor.

"Ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır."

Buradaki ağaç ise insanın maddi hayatı ve geçirdiği ömrüdür. İnsan, altmış metre derinliğinde bir
hayatın içine sarkıtılmıştır, ama her metre içinde ayrı bir madde ayrı bir ömür vardır. Yani kuyu ile
maddi hayat aynı şeyler değildir. Tıpkı bir mücevher kutusu ile içindeki cevherin aynı olmaması gibi.
İnsan altmış yıllık hayatının her yılında farklı maddelerle ve farklı bir ömürle karşılaşıyor.

İşte kuyu bu hayatın bütünü gibidir. Yani, kutusu hükmünde, ömür ve maddi hayat ise bu kuyu içinde
bulunan değişik şeyler ve merhalelerdir. Mesela bu kuyunun bebeklik sürecinde madde-i hayat mama
ve süt iken, çocukluk sürecinde çikolatadır, gençlik sürecinde ise bal, baklavadır; ihtiyarlık
sürecinde sebze ve meyvelerdir vs.

(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.

Sekizinci Söz'de iki kişiyi anlatırken "susuz kuyu" diye bir tabir
geçiyor. Bir de ilk adamın aslanı meşelikten çıkıyor, diğerinde
meşelik demiyor. Burada meşelik neyi ifade ediyor?
Meşelik, ecelin gizli olmasına kinayedir. Yani ölüm, meşelikte saklanmış ne zaman çıkacağı belli
olmayan bir aslan gibidir.
İkinci adamın ahvali ile biricininki aynı olduğu için, bazı ifadelerin ikinci defa zikredilmesi
gerekli görülmemiş olabilir.

Susuz kuyu tabiri temsilin devamı içindir. Şayet kuyu su ile dolu olmuş olsa kuyunun içindeki
maceralar imkansız olurdu. Bu yüzden kuyunun susuz olması gereklidir.
Temsilin her köşesini ve noktasını hakikate uyarlamak gerekmiyor. Bu teşbih ve temsilin
misyonuna da uymaz zaten.

Sekizinci Söz'de kuyudan önceki zaman, yani kardeşlerin


dereden tepeden yürümeleri, çölden geçmeleri ve mühim bir zatın
onlara tavsiyelerde bulunması, neye işaret olabilir? Çünkü, kuyu
altmış sene ise ondan önce de bir zaman var gibi, sizce ne olabilir?
Her insan; âlem-i ervahtan başlayıp, rahm-ı maderden, sabavetten, gençlikten, ihtiyarlıktan,
kabirden, haşirden geçen ve ebediyen devam edecek bir yolculuğa çıkarılmıştır.

Bu yolculuğun gençliğe kadar olan kısmı herkes için aynı şartlara havidir. Farklılık gençlik yaşı
dediğimiz on beş yaş civarından itibaren başlar. On beş yaşına kadar geçen yolculuk, hikâyedeki;
dereden, tepeden, çöllerden ve sahralardan geçmek gibidir; yani ruhlar âleminden, anne rahminden ve
sabavet mevsiminden yolculuk yaparken insanların karşılaştığı hadiseler, vaziyetler ve muamelat çok
farklı, bazen çok dehşetli ve hüzünlü, bazen de çok keyifli, neşeli ve hayretli olabilir. Fakat on beş
yaşına kadar olan bu hayat yolculuğunda insanlar mümeyyiz olmadıkları ve henüz iradeleri ile yolları
tercihte istidatları inkişaf etmediği için eşittirler, imtihana ve teklife tabi değillerdir. Buluğa ermeye
ömür kifayet etmezse, kim olursa olsun muamelatından mes’ul değildir.

On beş yaşından sonra ise; imtihan ve teklif devreye girdiğinden, insan da iradesiyle hayrı ve şerri
tercih hakkına sahip olur. Gençlikten itibaren başlayan, ihtiyarlıkla devam eden ve ölümle noktalanan
hayatın bu kısmında başına gelecek iyi veya kötü, güzel veya çirkin, hayır veya şer bütün hadisat ve
muamelata karşı davranışından, tarz-ı telakkisinden, düşünce ve tefekküründen sorumludur. Ölümden
sonraki hayatta; sorumluluk yüklü bu ikinci kısım keyfiyetiyle önümüze konulacaktır.

O iki kardeşe tavsiyede bulunan o mühim zat ise; başta peygamberler ve mürşitler ve manevi
önderlerdir. Bu tavsiyeler umuma yapılır. On beş yaşına kadar olanlar için bu tebligatlar; sonraki
hayata bir hazırlık, on beş yaşını geçip imtihana girenler içinde bir ikaz, bir irşad ve muvaffakiyetin
temel taşıdır. Vefat edenler içinde bu irşad vazifesi, onların manevi hayatlarına ve kefe-i mizanlarına
bir nur, bir hediye, bir dua ve bir rahmettir.
Demek ki o mühim zatın tavsiyesinden evvelki hayat, mes’uliyeti mucib bir hayat olması icab etmez.

Âlemin hadisatı herkes için aynı derecede cereyan eder. İmtihana girenlerle girmeyenlerin farkı
yoktur. Sabavette olanlar için alemin hadisatı meydan-ı imtihana hazırlık, gençlikten itibaren ölüme
kadar yaşayanlar için imtihan ve tecrübe, kabirde olanlar için iman ve inançlarına göre; ya hayret
verici ibret tabloları veya dehşete düşürücü ve telaşa sevk edici hüzün levhalarıdır.

Sekizinci Söz'de "Hem o bedbaht, zahiren leziz, mânen zehirli


yemişleri yemekle azabını tâcil ediyor. Zira o meyveler,
nümunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri
olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise,
tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar ile telezzüz eder."
deniliyor. Yemeyi tehir etmekten kasıt nedir? Dünya hayatında
helal olan nimetleri yememeli, ahirete mi tehir etmeliyiz?
Dünyanın lezzet ve nimetleri ahiret aleminin lezzet ve nimetlerine işaret eden numunelerdir.
Dünya bu noktadan ahiret aleminin vitrini gibidir. Vitrindeki numuneler sadece bakmak, beğenmek ve
tanımak içindir; yoksa tatmak ve doymak için değildir.
"Burada hayvan gibi yutmaya izin yoktur." derken, Allah’tan gafil olarak, haram helal
demeden dünya nimetlerini asıl ve memba gibi görüp saldırmak anlamındadır. Yoksa şükür ve helal
dairesinde dünya nimetlerinden tadıp istifade etmeye yönelik bir ifade değildir.
Dünya nimetleri insanın fıtratına kifayet edip tatmin edecek bir mahiyette değildir. İnsan fıtratı
ancak ahiret nimetleri ile tatmin olabilir. Helal dairesinde de olsa dünya nimetlerini tatmin edecek bir
mahiyette görmek, numune olduğunu unutmak yine kalbi ve ruhi açıdan doğru olmaz.
Lakin bu ifadelerden helali tamamı ile terk edeceğiz hükmü ve manası çıkmaz. Ama bu
ifadelerden helalde de sünnet ölçülerinde hareket etmeyi anlayabiliriz.
Özet olarak, tatmak dünya nimetlerini helal dairede ve şükür içinde istifade etmek
anlamındadır. Yutmak tabiri haram dairede ve şükürsüz ve gafletle istifadeye işaret ediyor. Yemek
ise ahiret alemindeki insanın tatmin olması anlamındadır.

Sekizinci Söz'deki Hikaye ile ilgili; Sağ yoldan giden arkadaşı


aynı şeyleri görmesi ve yaşamasına rağmen neden korkmadı?
Hikayede geçen ejderha ağzının bahçe kapısına dönüşmesi ehl-i
dalalet ve ehl-i Kur'an için nasıl değişiyor?
Eşya ve hadiselerin ne anlam ifade etiğini belirleyen ölçü, bizim bakış açımızdır. İmanlı bir
nazarla bakmak ile imansız bir nazarla bakmak arasında çok fark vardır.
İmansız bir bakış için, kabir bir ejderha ağzıdır, herkesi yutup mahvediyor. Ama imanlı bir
nazar için ise, kabir bir kapıdır. Ebedi bir aleme gitmek için geçilen bir koridorun kapısıdır.
Söz konusu Risalede ifade edilen mana; bizim takmamız gereken gözlüğün ne olması gerektiğidir.
Kırmızı renkli bir gözlükle bakan birisi için, varlık kırımızı görünürken; yeşil renkli bir gözlükle
bakan için de yeşil görünür. Bizim itikad ve vizyonumuz, eşyaya bakışımızı belirlemektedir. İşte bu
nedenledir ki, aynı hadiseyi izleyen iki kişiden biri yıkılırken, diğeri ise hiç sarsılmaz ve kendine
çeki düzen verir. Bu farklılık, bakış açısında yatmaktadır.

Sekizinci Söz'deki kuyuda neden su bulunmuyor?


Temsiller bir dürbün gibi uzaktaki hakikatları yalkınlaştırmak içindir. Sekizinci Söz'de
geçen kuyu ifadesi, altmış yıllık dünya hayatımıza işaret etmektedir.
Kuyu bir de mezarı çağrıştırıyor olabilir. Mezarlar da zahiren susuz olur. Ama manevi su
mesabesindeki ibadetlerle, o kabirleri doldurmak icab etmektedir. Kuyu madem suyu hatıra getiriyor.
Dolayısıyla bu dünyamızın temel direklerinden, olmazsa olmazlarından biri de sudur. Bir mana da
hayatımız bu suya mütevakkıftır, endekslenmiştir, diyebiliriz.

Kuyu suyla dolu olsa, o zaman oradaki ağaç, fareler, ejderha vs. net bir şekilde görülemeyecekti.
Hem boğulma tehlikesi de mümkündü. Demek ki bu hadisede de bir çok ibret alınması gereken husus
var. Bu kıssadan çok hisseler almak gerektir.

Sekizinci Söz'deki meşelik neyi ifade etmektedir, hikmeti ne


olabilir?
Öncelikle şunu tespit edelim: Bir hakikate getirilen temsilin her tarafını ve köşesini hakikate
tatbik etmek gerekmez. Bazen o gibi tabirler, temsilin aksesuarları ve tamamlayıcıları durumunda
olabilirler. Yani getirilen temsil içinde kelime kurgusu da olabilirler. Onun için her kelime üzerine
hakikati tatbik etmek gerekmez.

Sekizinci Söz'deki, “Aslanın meşelikten çıkmasında” şöyle bir nükte olabilir: Ecel, ömür içinde
gizli olmasından, nerde ve nasıl öleceğimiz belli olmadığı için, ecel aslanı her an her yerde karşımıza
çıkabilir. Meşelikten aslanın birden çıkıp insana musallat olması, ecelin gizli olması manasına işaret
olabilir.

Sekizinci Söz'deki temsil gerçekte birebir yaşanmamıştır. Bir


çocuk bu temsili okurken gerçek zannedebilir, bu yüzden kafası
karışırsa, bu çocuk açısından sakıncalı bir durum olmaz mı?
Pedagojik açıdan gerçek dışı temsiller ne kadar doğrudur?
Temsil ve teşbihin anlatımdaki en büyük misyon ve gayesi, soyut olan manayı somut hale
getirmek, derin olan manayı yüzeye çıkarmak, dağınık hakikatleri bir noktada toplamak, uzaktaki bir
manayı yakınlaştırmak içindir.
Zira insanların büyük bir kısmının zihin ve idrak dünyası -hele ki bu çocuklar olursa- gayet
somut, yüzeysel ve dağınık manaları toplamaktan uzaktır. Bu sebeple hatibin derin, soyut, uzak ve
dağınık hakikatleri temsil ve teşbih yardımı ile yüzeysel, somut, toplanmış ve yakınlaştırılmış bir
şekle getirmesi bir ihtiyaçtır.
İşte Kur’an’ın ve onu taklid eden Risale-i Nurların çokça temsil ve hikaye metoduna baş vurması,
bu sebepledir. Zira Kur’an’ın ve onun manevi bir tefsiri olan Risale-i Nurların muhatap kitlesinin
ekserisi avam ve basit anlayışlı insanlardan oluşuyor. Hal böyle olunca, Kur’an avam kitlesini
eğitmek ve öğretmek için, onların duygu ve fikir alemine temsil ve hikayeler ile tenezzül ediyor,
onların fikir ve hissiyatlarını okşayan ve tahrik eden misaller getiriyor.
Nasıl maddi alemde uzaktaki bir cismi çıplak gözle göremediğimiz için, yakınlaştırmak için
dürbün kullanırız, soyut mana ve olguları bulabilmek için, üstüne somut simge ve semboller koyarız,
derin ve ince şeyleri görebilmek için mikroskoba müracaat ederiz, dağınık ışıkları toplamak için
mercek kullanırız. Aynı şekilde manalar ve maneviyat alemindeki ince, derin, uzak, dağınık ve soyut
manaları anlamak ve görebilmek için, maddi alemdeki mercek, mikroskop, dürbün, sembol gibi
şeylere benzeyen bu temsil, hikaye, hayali seyahat gibi anlatım metotlarını kullanmak gerekiyor.
İşte Kur’an ve onun mühim talebesi olan Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde, temsil ve
hikayeleri bolca ve kesretle kullanmaları, bu ince sırdan ileri geliyor. Bu teşbih ve temsil yolu ile
hakikatlere uzaktan uzağa baktırıyor.
Mesela, Allah’ın bir ve tek olduğu halde sayısız mahlukatı aynı anda muazzam bir tedbir ve
tasarruf ile karıştırmadan ve yanılmadan yönetmesinin mahiyetini akıl hiçbir zaman kuşatarak ve ihata
ile idrak edemez. Ama temsil ve misaller ile bu müşkül mesele akla kabul ettirilebilir ya da aklın
hayret sancısı ve idrak hazımsızlığı giderilebilir. Benzetme yerinde ve dozajında kullanıldığı zaman
mübalağa değil aynı hakikat oluyor.
Bu edebiyat aleminde cari ve yerleşik bir usuldür ve şimdiye kadar pedagojik açıdan kimseye de
bir zararı dokunmamış. Hal böyle olunca, bu tarz hikayelerin çocuğun nazik ve ince ruhun da müspet
bir tesir bırakması mukadderdir. Nitekim ilk dokuz sözdeki hikayelerin aslı semavi suhuflardan
iktibas edilmiştir. Yani menşei semavi hikayelerdir.
Çocuk şayet yalan konusunda ikileme düşecek olursa, ona anlayacağı dilden izah edilebilir. Bu
tarz hikayelerin bir kurgu ve tasarım olduğu nazara verilebilir. Çizgi filmler, sinema, hikaye kitapları
nasıl ise bu tarz hikayeler de onun gibi denilebilir.
Hem bu hikayeler gerçek dışı değil gerçeğin zihin ve hayal dünyasındaki temessülleridir. Gerçeği
hayale aktarsak bu tarz hikaye olur, hikayeyi gerçeğe aktarsak gerçek olur. Üstad Hazretleri bu
hakikate şu şekilde işaret ediyor:

"Bir sual: Diyorsunuz ki: "Sen Sözlerde kıyas-ı temsilî çok istimal ediyorsun. Halbuki,
fenn-i mantıkça, kıyas-ı temsilî yakîni ifade etmiyor. Mesâil-i yakîniyede burhan-ı mantıkî
lâzımdır. Kıyası temsilî, usul-ü fıkıh ulemasınca zann-ı galip kâfi olan metâlipte istimal
edilir. Hem de, sen temsilâtı bazı hikâyeler suretinde zikrediyorsun. Hikâye hayalî olur,
hakikî olmaz, vakıa muhalif olur."
"Elcevap: İlm-i mantıkça, çendan, "Kıyas-ı temsilî, yakîn-i kat'î ifade
etmiyor." denilmiş. Fakat kıyas-ı temsilînin bir nev'i var ki, mantığın yakînî burhanından
çok kuvvetlidir ve mantığın birinci şeklinin birinci darbından daha yakînîdir. O kısım da
şudur ki:"
"Bir temsil-i cüz'î vasıtasıyla bir hakikat-i küllînin ucunu gösterip, hükmü o hakikate
bina ediyor; o hakikatin kanununu, bir hususî maddede gösteriyor-tâ o hakikat-i uzmâ
bilinsin ve cüz'î maddeler ona ircâ edilsin. Meselâ, "Güneş, nuraniyet vasıtasıyla, birtek zat
iken her parlak şeyin yanında bulunuyor." temsiliyle bir kanun-u hakikat gösteriliyor ki,
nur ve nuranî için kayıt olamaz, uzak ve yakın bir olur, az ve çok müsavi olur, mekân onu
zaptedemez."
"Hem meselâ, "ağacın meyveleri, yaprakları bir anda, bir tarzda, kolaylıkla ve
mükemmel olarak birtek merkezde, bir kanun-u emrî ile teşkili ve tasviri" bir temsildir ki,
muazzam bir hakikatin ve küllî bir kanunun ucunu gösterir. O hakikat ve o hakikatin
kanununu gayet kat'î bir surette ispat eder ki, o koca kâinat dahi şu ağaç gibi o kanun-u
hakikatin ve o sırr-ı ehadiyetin bir mazharıdır, bir meydan-ı cevelânıdır."
"İşte, bütün Sözlerdeki kıyâsât-ı temsiliyeler bu çeşittirler ki, burhan-ı kat'î-yi
mantıkîden daha kuvvetli, daha yakînîdirler."(1)

Kıyas-ı temsilî yöntemi; kâinatta söz konusu olan genel bir kaideyi belli bir nesnede (cüz’î)
belirleyip, o kaidenin aynı kategoriye giren tüm cüzlerinde de geçerli olduğu neticesine ulaşmayı
hedefler. Güneşin nurlu bir varlık olmasından dolayı her parlak şeyde yansıması, cüz’î bir kaidedir,
bu kaideden hareketle “Her nuranî varlık parlak şeylerde yansıyabilir” küllî sonucuna ulaşılabilir.
Bu yaklaşımı mantığın genel ilkelerine göre, kıyasın ya tüme varım (istikra), ya da temsilin alt
bölümlerinden birine dahil edebiliriz.
Kıyası temsilinin en parlak yüzü külliyi cüzide bulmak ve daha sonra külliyete intikal etmektir.
Çok insan bir anda külliye intikal edemez, ama cüziden külliye intikal edebilir. Zira küllinin can
damarının birisi cüzide de atıyor. İşte kıyası temsili cüzide atan bu damarı tutturmak ile bütün
vücudun damarlarına intikal ettirip diğer alanları da fark ettiriyor.
İnsan ile insanlık kavramlarından insan cüzi insanlık ise küllidir; insanlıktaki acıkma duygusunu
göstermek için bir ferdin acıkma duygusunu göstermek kafidir. Bunun için bütün insanları tek tek
dolaşmaya lüzum yoktur, zaten imkanda müsait değildir. Öyle ise insanlığın bir ferdini temsil getirip
bütün insanlığa intikal etmek en sağlam ve kati bir yoldur denilebilir.
Risale-i Nurlardaki bütün temsiller, kainatta mevcut olan külli kanun ve kaidelerin uçları ve
cüzileri mesabesinde olduğu için, önemi ve değeri olmayan hikaye ve temsiller ile
karıştırılmamalıdır. Mesela Birinci Söz'deki bedevinin, bir reisin ismi ile gezmesindeki hakikat
kainattaki bütün şeylerin Allah ismi ile hareket etmesinin bir ucu, bir somut timsali olmasından tam
manası ile bir hakikattir. "Bedevi temsili" kainattaki külli bir hakikatin hem dürbünü hem de somut
bir ucu gibidir.
Burhan-ı kat'î-yi mantıkî: Mantıkta katiyet ifade eden önermelerdir. "Güneş varsa gündüzdür,
şu anda gündüz var, öyle ise şu anda güneş var." önermesi, önermeler içinde en kesin ve kati olan
önermedir. Üstad Hazretleri Risale-i Nurlardaki kıyası temsil bu önermeden bile daha kuvvetlidir
diyor. Risale-i Nurlardaki iman hakikatlerinde akıl ve kalbin tam teslim olması bu kıyası temsilin
katiyetinden ileri geliyor.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.

Sekizinci Söz'deki temsilde neden incir ağacı örnek verilmiştir?


İncir, Kur'an'da ismi geçen mübarek bir ağaçtır. Üstadımız, zeytin ile birlikte incirin Kur'an'da
yer almasının hikmetini izah sadedinde şunları söylemektedir.

"Cenâb-ı Hak, tîn ve zeytinle kasem vasıtasıyla azamet-i kudretini ve kemâl-i


rahmetini ve büyük nimetlerini ihtar ederek, esfel-i sâfilîn tarafına giden insanın yüzünü o
taraftan çevirip, şükür ve fikir ve İmân ve amel-i salih ile, tâ âlâ-yı illiyyîne kadar
terakkiyât-ı mâneviyeye mazhar olabilmesine işaret ediyor."

"Nimetler içinde tîn ve zeytinin tahsisinin sebebi, o iki meyvenin çok mübarek ve nâfi
olması ve hilkatlerinde de medar-ı dikkat ve nimet çok şeyler bulunmasıdır. Çünkü, hayat-ı
içtimaiye ve ticariye ve tenviriye ve gıda-yı insaniye için zeytin en büyük bir esas teşkil
ettiği gibi;"

"İncirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp derc etmek
gibi bir harika mucize-i kudreti gösterdiği gibi, taamında, menfaatinde ve ekser meyvelere
muhâlif olarak devamında ve daha sair menâfiindeki nimet-i İlâhiyeyi kasemle hatıra
getiriyor. Buna mukabil, insanı İmân ve amel-i salihe çıkarmak ve esfel-i sâfilîne
düşürmemek için bir ders veriyor." (1)

Yukarıdaki ifadelerden incir ağacının Sekizinci Söz'de yer almasının hikmetli kılan şu tespittir;

"İncirin hilkati, zerre gibi bir çekirdekte koca incir ağacının cihazatını saklayıp derc etmek gibi
bir harika mucize-i kudreti gösterdiği gibi,.." çünkü Sekizinci Söz risalesinde incir ağacı bir fihrist
mahiyetini taşımaktadır. Küçük bir çekirde ve büyük bir ağaç olmak noktasında incir ağacı çok
anlamlı olmuştur.

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup.

Sekizinci Söz'deki temsilin, suhuf-u İbrahim'de aslının


bulunduğu yazılmış. Bu ve diğer peygamberlere gelen suhuflar
günümüze ulaşmış mı?
Sekizinci Söz'deki ve ona mümasil sözlerdeki bazı temsilat ve hikâyeciklerin Suhuf-u İbrahim’de
mevcut olduğu Fihrist Risalesi'nde ifade edilmektedir.

Gerçi eski kitap ve suhuflar ekseriyetle tahrif edilmişler. Ancak bazı yerlerine lihikmetin müdahale
edilememiş. Bunlar ise zamanımıza kadar kâh rivayeten ve kâh da yazıyla bir şekilde intikal etmiştir.

Tevrat, İncil ve Zebur’un tahrif olmalarına rağmen, yüz on dört ayeti Hüseyin-i Cisri (Rh) Risale-i
Hamidiye'de zamanımıza kadar intikal ettirmiştir.

Peygamber Efendimiz ise (asv) eski kitapların ve dinlerin ittifaklı noktalarını tasdik ve ihtilaflı
noktalarını tashih etmiştir. Buna binaen Resulu kibriya (asv) hadislerinde eski kitaplardan, dinlerden
ve ümmetlerden bahsetmiştir. İslam alimleri ise, bunları nazar-ı itibara alarak bilgileri bize kadar
intikal ettirmişlerdir.

Mesela; Abdülaziz Münziri (1185-1250) Mısırlı mühim bir zat; ET-TERĞİB ve TERHİB isimli yedi
sekiz ciltlik hadis kitabında; Suhuf-u İbrahimle alakalı şu hadisi şerifi nakletmektedir:

“Suhuf-u İbrahim baştan sonra temsil, hikaye ve misallerden ibarettir.”

Bu hadisi şerife göre Sekizinci Söz'deki temsilin suhuf-u İbrahim’le alakası da ortaya çıkmış
oluyor.

Sekizinci Söz'deki; "Kendi kendine ünsiyet eder." ifadesi tam


olarak ne demektir, biraz açabilir misiniz?
"Kendi kendine ünsiyet etmek" tabirinde, insanın iradesini iman ve hidayet noktasında sarf
ettikten sonra, hasıl olan imani inşirah ve hidayetten gelen nurlar ile her şeyin sırrını ve içyüzünü
çözümlemesidir.
Mesela, iman ve hidayet gözlüğü ile yıldıza bakılırsa Allah’ın sevimli ve güzel bir manzarası
hükmündedir, ama küfür ve dalalet nazarı ile baksa aynı yıldız her an kafasına düşüp dünyasını
yıkacak bir düşman vaziyetine girer. İşte yıldız ile insan arasındaki dostluk ve ünsiyeti insanın iradesi
ile imanı talep etmesi temin ediyor.
"Kendi kendine" tabiri insanın iman ve hidayetteki hissesine bakıp işaret ediyor. Ünsiyet
ise iman ve hidayetin bir neticesidir ki bu fiilleri insan ister Allah da icat eder demektir.
İnsan kendi alemini seçim ve tercihleri ile karanlıklı da yapar aydınlık da yapar; yalnız karanlık
ve aydınlığın mucidi Allah’tır, insan sadece talep ve irade eder. İşte insanın bu mesuliyetine işaret
etmek için "kendi kendine"denilmiştir.

Sekizinci Söz'ün Ana Konusu Nedir?


Sekizinci Söz, genel hatları ile "Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil." Kur'anî hükmünün
(Nisa, 4/79) bir açıklaması ve tefsiri niteliğindedir. Bu Söz'de inananların ve inanmayanların dünya
hayatındaki kazanç ve kayıplarına dair bir karşılaştırma yapılmaktadır. Bu Söz'ün ana temasını bu
şekilde özetlemek mümkündür.
Üstad Hazretleri konunun başında Sekizinci Söz'ün ana temasını şu şekilde hülasa ediyor:

Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve


eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması; ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk
olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran Yâ Allah ve Lâ
ilâhe illâllah olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:.."(1)

(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz


Sekizinci Söz'ün başındaki ayet ile Sekizinci Söz arasındaki
ilişkiyi izah eder misiniz?
"Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve
eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması; ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk
olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümâttan kurtaran 'Yâ Allah ve Lâ
ilâhe illâllah' olduğunu anlamak istersen, şu temsîlî hikâyeciğe bak, dinle:.." (1)
“Allah Teâlâ ki, Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Hayy Odur (Hayatı ezelî ve ebedî olan
ve bütün varlıklara hayat veren Odur). Kayyum Odur (Bizzat kâim olan Odur. Varlığı
sonsuza kadar devam eder, bütün varlıklar Onunla ayakta durur ve varlıkları Onunla
devam eder).” (Bakara, 2/255)
“Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir.” (Âl-i İmran, 3/19)

Sekizinci Söz'ün giriş paragrafı; hem konunun bir özeti, hem de ayetlerle olan ilişkiyi gösteren bir
paragraftır. "Kürsi ayeti"nde tevhidin en azam makamı ifade ediliyor ve insanın her anında ve her
aşamasında bu azam tevhide nasıl muhtaç olduğuna karine var.
Böyle bir tevhide inanmayan birisi için, hayat ne kadar anlamsız ve sıkıcıdır denilmek isteniyor
ki; zaten Sekizinci Söz'deki temsilde bu çok güzel bir şekilde tasvir ediliyor. Yani tevhidin insana
kazandırdıkları ile tevhitsizliğin insana kaybettirdikleri işleniyor. Dolayısı ile Sekizinci Söz "Kürsi
ayeti"nin derin ve latif bir tefsiri niteliğinde.

"Ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümâttan kurtaran 'Yâ Allah ve Lâ ilâhe
illâllah' olduğunu anlamak istersen,.."

cümlesi de bu manayı teyit ediyor.

“Şüphesiz ki Allah katında makbul olan din İslâm dinidir.”

ayeti de bu paragrafın şu cümleleri ile ilgilidir:

“Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini; ve
eğer din-i hak olmazsa,...”

Yani insanı her iki cihanda da saadete götürecek yegane sistem ve din; İslam ve onun
mesajlarıdır.
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.

Temsildeki kaçan insanın kendisini kuyuya atması kendi


iradesiyle midir? Ayrıca; kuyunun yarısına kadar düşmesini,
yarısında asılı kalmasını nasıl anlamalıyız?
Bir risalede insanın bir yolcu olduğu, bu yolculuğun ruhlar âleminde başladığı, ana rahminden,
dünyadan, kabirden geçip ebede kadar devam ettiği anlatılır. İnsan, bu yolculuğa kendi iradesiyle
çıkmış değildir.
“Yarısına kadar düşme” ifadesi bir temsildir. Temsiller ise tevile açıktırlar. Kesin maksat şudur
diyemeyiz. Bununla birlikte şöyle bir tevil de yapabiliriz:
Düşme insanın iradesi dışında gerçekleşmiştir, tutunma ile irade devreye girer. Bu ise insanın
teklif çağına girmesini temsil edebilir. O tutunmadan sonra imtihan safhasına girilir. Olayların
yanlış yahut doğru değerlendirilmesiyle insanlar terakki yahut tedenni ederler.

"Âkıl odur ki, “Huz mâ safâ, da’ mâ keder” kaidesiyle amel


eder, selâmet-i kalble gider." cümlesini açıklar mısınız?
“Huz mâ safâ, da’ mâ keder” ifadesi, "kederi bırak mutluluğu al" demektir. Yani olaylara ve
hadiselere iman ve hidayet gözlüğü ile bakan birisi, her şeyin iyi ve güzel tarafını görür ve onunla
mutlu olur. Zahirde çirkin ve azap gibi duran şeyleri de kadere havale edip, tam bir teslimiyet ve
tevekkül ile o huzur ve mutluluğuna halel ve zarar verdirmez. Bu sebepledir ki, "Kadere iman eden
kederden emin olur." denilmiştir.
Kafasına ve kalbine iman ve hidayet gözlüğünü takmayan bir münkir ise, her şeyin ve her
hadisenin kötü ve çirkin tarafını görür ya da öyle algılar. Hayatı bir azap makinesine döner. Sefayı
unutur, kederi alır, hayatı zehir olur.
Evet, iman her şeyi güzel gösteren bir iksir ve formül gibidir. Kim bu formülü ve iksiri elde
ederse, hem bu dünya hayatı hem de ebedi olan ahiret hayatı kurtulur. Aksi durumda olan insanlar ise
keder ve azap yumağı içinde helak olurlar.
Kısacası, güzel gören güzel düşünür, güzel düşünene ise hayatından lezzet alır.

"Ben kulumun zannı üzereyim." Kudsî hadisini nasıl


anlamalıyız; Risalelerde bu konuda bir bilgi var mıdır?
Bu hadisi iki türlü anlamak mümkündür.
Birincisi, genel bir ifade olup, bütün insanları kapsar ve itikada bakar. Yani "Kulum beni nasıl
tanırsa ona öyle davranırım." manasınadır ki, bu tamamı ile insanın tercih ve seçimine bir mükafat
ya da mücazattır. Yani insan Allah’ı şeriatın ölçüleri ve mizanı ile tanırsa, Allah bu tanımaya mükafat
verir. Şeriatı bir kenara bırakıp kendi heva ve aklı ile bir ilah edinmeye ve tanımaya kalkarsa, buna
da ceza ve azapla muamele eder. Öyle ise zannımızı ve inancımızı şeriatın çerçevesinde tutmalıyız ki
mükafatı hak edelim.
İkincisi, daha özel bir mana olup, müminin Allah hakkındaki kanaatini ifade eder. Yani müminin
kanaati ne ise Allah o kişinin aleminde öyle tecelli eder demektir. Allah’ı nasıl tanıyorsa, kalp ve
vicdanında öyle yansıyor ve alemi ona göre renkleniyor. -Haşa- Allah’ı zalim tanıyan birisi, onun her
fiilini zulüm olarak telakki edip, büyük bir ıstırap duyar. Adil bilen birisi de büyük bir ferah
hisseder, demektir.
Bu konu Sekizinci Söz'de bir temsili hikaye ile şöyle anlatılmaktadır:
"Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti.
O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: “Hangi yol iyidir?” O dahi
onlara dedi ki:“Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet
içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o
serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihaptaki ihtiyar sizdedir.”

"Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola “Tevekkeltü alâllah” deyip gitti ve
nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf serbestlik
için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı hayalen takip
ediyoruz:"
"İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir
sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta
altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı.
Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan
o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar.
Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı,
gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına
takarrüp etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır
haşarat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika
olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var."

"İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler
tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu
intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad ü figan
ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya birşey yokmuş gibi tecâhül edip, ruh ve kalbin
ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o
ağacın meyvelerini yemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi."

"Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: ‫ اَﻧﺎ َ ِﻋْﻨَﺪ ظَﱢﻦ َﻋْﺒِﺪى ﺑِﻰ‬Yani, “Kulum Beni nasıl
tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla,
gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve
görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor."(1)

(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.

"Evet, birşeyi herşey ve herşeyi birşey yapmak, herşeyin


Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir
âyettir." cümlesini izah eder misiniz?
"Ve o ağacın, birliğiyle beraber muhtelif başka başka meyveler vermesi ise, kudret-i
Samedâniyenin sikkesine ve rubûbiyet-i İlâhiyenin hâtemine ve saltanat-ı Ulûhiyetin
turrasına işarettir. Çünkü birtek şeyden herşeyi yapmak, yani, bir topraktan bütün nebatat
ve meyveleri yapmak, hem bir sudan bütün hayvanâtı halk etmek, hem basit bir yemekten
bütün cihazât-ı hayvaniyeyi icad etmek; bununla beraber herşeyi birtek şey yapmak, yani,
zîhayatın yediği gayet muhtelifü'l-cins taamlardan o zîhayata bir lâhm-ı mahsus yapmak,
bir cild-i basit dokumak gibi san'atlar, Zat-ı Ehad-i Samed olan Sultan-ı Ezel ve Ebedin
sikke-i hassasıdır, hâtem-i mahsusudur, taklit edilmez bir turrasıdır. Evet, birşeyi herşey ve
herşeyi birşey yapmak, herşeyin Hâlıkına has ve Kadîr-i Külli Şeye mahsus bir nişandır, bir
âyettir."(1)

İnsan, sistemi ve mizacı biribirinden farklı meyve ve sebzeleri yer, ondan bir cild ve deri oluşur.
İşte biribirinden farklı bu gıdaların bir tek cilt ve deriye dönüşmesi, her şeyden bir şeyin yapılması
oluyor. İnsan tatlı bir elma yer cilt ve deri olur, ekşi limon yer yine cilt ve deri olur, acı biber yer
aynı şekilde yine cilt ve deri olur,.. İşte mizacı ve sistemi farklı bu gıdaların bir tek neticede
birleşmesi, yani cilt ve deri olmaları, her şeyden bir şey yaratmaya güzel bir örnektir.
Allah, "bir şeyden her şeyi yapmak" fiilini zaten gözümüz önünde sürekli sergiliyor. Bir
topraktan milyonlarca farklı bitkileri yaratması, bir damla sudan binlerce hayvanatı yaratması,
bunlara kati ve güzel örneklerdir.
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz

"Kulum beni nasıl tanırsa , onunla öyle muamele ederim." İşte


bu bedbaht adam, su-i zan ve akılsızlığı ile gördüğünü adi ve ayn-ı
hakikat telakki etti. Ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve
görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor." İzahı?
Hadis-i kudside geçen, "Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele
ederim." ifadesi Sekizinci Söz'ün özeti gibidir. İki kişi aynı olaylarla karşılaşıyorlar. Birisi dehşet
alıp daha fena bir duruma düşerken, diğeri olaylara müspet ve iyimser bakmak sayesinde diğer
arkadaşı kadar etkilenmiyor. Olaydan alınması gereken çok ibretler ve dersler olduğu halde, talihsiz
arkadaş bu derslere kulak tıkar gibi yanından geçiyor. Sanki hiçbir riski ve derdi yokmuş gibi yemek
ve içmekten başka hiçbir şeyle alakadar olmuyor.
Evet olaylara iman ve hidayet gözlüğü ile bakan birisi, her şeyin iyi ve güzel tarafını görür ve
onunla mutlu olur. Zahirde çirkin ve azap gibi duran şeyleri de kadere havale edip, tam bir teslimiyet
ve tevekkül ile o huzur ve mutluluğuna halel ve zarar verdirmez. Bu sebepledir ki, "Kadere iman
eden, kederden emin olur." denilmiştir.
Kafasına ve kalbine iman ve hidayet gözlüğünü takmayan bir münkir ise, her şeyin ve her
hadisenin kötü ve çirkin tarafını görür ya da öyle algılar. Hayatı bir azap makinesine döner. Sefayı
unutur, kederi alır, hayatı zehir olur. Hayat kafir için bu kadar azaplı ve sıkıntılı iken, sanki hiçbir şey
yokmuş gibi sadece oyun ve eğlencenin peşindedir ya da bu realiteleri onunla unutmak istiyor.
Arkasına ecel aslanı takılmış, önünde yılan ağzını andıran kabir kuyusu bulunan bir adamın, iştahla
dünyanın haram lezzetlerine dalması şaşılacak bir hayvanlıktan başka bir şey değildir.
"Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor..." ifadesi, kafirin hayattaki durumuna ve büyük bir
ikilem içinde olduğuna işaret ediyor.
Evet, iman her şeyi güzel gösteren bir iksir ve formül gibidir. Kim bu formülü ve iksiri elde
ederse, hem bu dünya hayatı hem de ebedi olan ahiret hayatı kurtulur. Aksi durumda olan insanlar ise
keder ve azap yumağı içinde helak olurlar. Kafirin, nefsine uyarak hiçbir şey yokmuş gibi eğlenmesi
geçici bir göz boyamadır.

"Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim."


hadis-i şerifi, Külliyat'ta konulabilecek onlarca yere karşın, neden
Sekizinci Söz'de geçiyor?
"Eski zamanda, iki kardeş uzun bir seyahate beraber gidiyorlar. Git gide ta yol ikileşti.
O iki yol başında ciddî bir adamı gördüler. Ondan sordular: "Hangi yol iyidir?" O dahi
onlara dedi ki: "Sağ yolda kanun ve nizama tebaiyet mecburiyeti vardır. Fakat o külfet
içinde bir emniyet ve saadet vardır. Sol yolda ise serbestiyet ve hürriyet vardır. Fakat o
serbestiyet içinde bir tehlike ve şekavet vardır. Şimdi intihaptaki ihtiyar sizdedir."
"Bunu dinledikten sonra, güzel huylu kardeş sağ yola "Tevekkeltü alâllah" deyip gitti
ve nizam ve intizama tebaiyeti kabul etti. Ahlâksız ve serseri olan diğer kardeş, sırf
serbestlik için sol yolu tercih etti. Zahiren hafif, mânen ağır vaziyette giden bu adamı
hayalen takip ediyoruz:.."(1)

Her iki kardeşin başından geçen olaylar aynı; ama algılama ve tesirleri taban tabana zıttır. İyi
huylu kardeş, "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim."sırrınca, başına gelen
bütün olayları güzel yorumlayıp güzel algıladı ve Allah da ona bu güzel anlayışına uygun bir
muamele sergiledi. Yani bütün o olayların gerçek yüzünü ve sırrını çözen ana iksir ve formül;
algılama ve bakış açısıdır. İyi huylu kardeş iman ve hidayetin nazarı ile olayları hep güzel
algılayınca, Allah ona mükafat olarak güzel muamelede bulundu.
Kötü huylu kardeş ise, bütün o olayları çirkin ve tesadüf eseri olarak gördü ve öylece algıladı.
Yine "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim."sırınca, Allah bu suizan sahibi
adama, zannınca muamele etti ve onu kötü düşüncelerinin ve algısının girdabına ve karmaşasına
bırakıverdi.
Bu sözün en can alıcı noktası; aynı olayları iki farklı bakış açısı ile yorumlamaktır ki, bu hadis
adeta bu sözün ruhu ve hayatı gibidir.

"İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-ı hakikat telâkki
etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de
yaşıyor; böylece azap çekiyor. Biz de şu meş'umu bu azapta bırakıp döneceğiz. Ta öteki
kardeşin halini anlayacağız."(2)

Mesela; mümin, ölümü ebedi bir saadetin başlangıcı olarak görürken, kafir ölümü ebedi bir
yokluk ve hiçlik olarak görüyor. Allah mümine bu güzel zannından dolayı ebedi bir saadet verirken,
kafire de bu kötü zannından dolayı ebedi bir ayrılmak ve yok olmak telaşını ve endişesini
veriyor. "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim."sırrı, burada tam manasını ve
hükmünü icra etmiş oluyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz
(2) bk. a.g.e.

"Meyveleri ve nimetleri tatmaya izin var. Hayvan gibi yutmaya


izin yoktur." ifadesinden haramlar ve israflar mı anlaşılır, yoksa
helal nimetleri de sadece tatmak mı tavsiye ediliyor?
“Burada bize tattırdığın nimetleri orada yedir.” cümlesinden anlaşılacağı gibi, bu dünya tadım
dünyasıdır. Bu nimetler cennet nimetleri yanında gölge gibi kalırlar. Nimetleri tefekkür ederek yemek
ve ebedi cennetteki asıllarına talip olmak “tatma” şeklinde ifade edilmiştir. Hayvan ise bunları hiç
düşünmeden önünde bulunan nimeti büyük bir hırsla ve aceleyle yer, yutar. İnsanın nimetlerden
faydalanması böyle olmamalıdır.

Üstad, iktisadın “nimetlerdeki rahmet-i İlâhiyeye karşı bir hürmet” olduğunu ifade etmekle,
nimetlerden faydalanırken israftan sakınmamız gerektiğini ders verir. Abdulkadir Geylani
Hazretleri, “Haramın azabı varsa, helalin de hesabı vardır.” buyurur. Helalin azıyla yetinmek,
şahsî tüketimi değil başkalarına yardımı artırmak, sadece zekât vermeği yeterli görmeyip sadakayı
artırmak büyük zatların ortak özelliğidir. Nitekim, Tekâsür Sûresinin sonunda hepimize bu ders
açıkça verilir:

“Sonra yine andolsun ki, o gün nimetlerdin muhakkak sorulacaksınız.” (Tekâsür, 102/8)

"O iki kardeşten biri ruh-u mü’min ve kalb-i salihdir, diğeri ise
ruh-u kâfir ve kalb-i fasıktır." cümlelerinde iman ve küfrü ruhla,
salahat ve fıskı kalble münasebetlendiriyor. Biraz açar mısınız?
İnsanda esas olan ruhtur. Kalb için, “latife-i Rabbani” tabiri kullanılıyor. İnsan, aklıyla anlar,
kalbiyle iman eder. Yine insanın sevmesi, korkması, merhamet etmesi gibi nice manevi fiilleri de
kalb ile ilgilidir. Müminin ruhu iman ile nurlanır. Yine salih bir kulun kalbi güzel ahlâkın bütün
şubelerine sahip olur. Böylece manen terakki eder. Sahibini ebedi saadete hazırlar. Kâfirin ruhu ise
bunun aksidir. Küfür karanlığına gömülen o kalpte insanı fıska ve sefahate götüren kötü huylar
yerleşir.
“... İmanın yeri kalbdir; dimağ ise oluyor ma'kes-i nur-u iman.” (Sözler, Lemeat)

"Sağ yolda külfet içinde emniyet vardır. Sol yolda ise serbestiyet
ve hürriyet içinde tehlike ve şekavet vardır." ifadesini açar
mısınız?
Bu dünyaya imtihan olmak ve cennete layık bir kıymet almak üzere gönderilen insana bir cüz’i
irade verilmiş ve hayır olsun şer olsun her işi yapmasına imkân tanınmıştır. Serbestiyet kelimesi bu
manayı ifade eder. Ancak, insanoğluna bu iradesini nasıl kullanması gerektiği peygamberler ve
kitaplarla bildirilmiştir.

İnsana göz verilmiş ve bu gözün kullanılma sahaları da İlahi hikmetle belirlenmiştir; şunlara bakmak
helal, banlara bakmak haramdır gibi. İradede böyledir. İrade insana en büyük bir nimettir. İradesini
dilediği gibi kullanabilme yetkisine sahip olmak insan için ayrı bir üstünlüktür. Meleklerin de
iradeleri vardır ama onlar iradelerini ancak emireleri dinleme ve uygulamakta kullanabilirler. Aksini
yapmaya fıtratları izin vermez, onların günah işleme özellikleri yoktur.

Şunu ifade etmeye çalışıyoruz: Günah işlemek kötüdür, ama isterse günah da işleyebilecek bir
iradeye sahip olmak ayrı bir üstünlüktür. Bu serbestliğe, bu tercih yetkisine rağmen iradesini hayırda
kullanmak ise meleklerin hayır işlemelerinden çok daha ileri, çok daha kıymetlidir.

İşte sağ yolun yolcusu, nefsinin isteklerine, şeytanın vesveselerine rağmen ibadet ve itaat yolunda
gitmekle görünüşte biraz zorluk çeker gibi olur. Külfet kelimesi bunu ifade eder. Ancak, bu külfette
bir emniyet vardır. Kendisini de bu muhteşem alemi de Allah’ın mahluku, O’nun eseri ve mülkü
bilmek, ayrıca yapılan işin de Allah’ın razı olduğu ve sonu saadet olan bir amel olduğunu düşünmek
insana bir emniyet verir.

Sol yolda durum bunun aksidir.

“Hem Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelal'i tanıttırmakla, insanı ona bir memur
abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde, hem berzahî ve
uhrevî menzillerde kemal-i rahatla seyahatini temin eder. Nasılki bir padişahın müstakim
bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilayetin hududlarından sühuletle ve
tayyare, gemi, şimendifer gibi sür'atli vasıta-i seyahatle gezer, geçer. Öyle de: Sultan-ı
Ezelî'ye iman ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya
menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkeza kabirden
sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak sür'atinde geçer. Tâ saadet-i
ebediyeyi bulur. Ve şu hakikatı kat'î isbat eder ve asfiya ve evliyaya gösterir.” (Sözler,
Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)

"Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elim vaziyetten gizli


feryadü figan ettikleri halde; nefs-i emmaresi güya bir şey yokmuş
gibi tecahül edip ruha ve kalbin ağlamasından kulağı kapayıp
kendi kendini aldatarak..." ifadelerini devamıyla açıklar mısınız?
Sekizinci Söz genel hatları ile

"Fenalığı kendinden, iyiliği Allah'tan bil."(Nisa, 4/79)

mealindeki âyetin bir açıklaması ve tefsiri niteliğindedir. Bu sözde inananların ve inanmayanların


dünya hayatındaki kazanç ve kayıplarına dair bir karşılaştırma yapılmaktadır.
Hadis-i kudside geçen,

"Kulum beni nasıl tanırsa onunla öyle muamele ederim."(1)

ifadesi Sekizinci Söz'ün özeti gibidir. İki kişi aynı olayla karşılaşıyorlar. Birisi dehşet alıp daha
fena bir duruma düşerken, diğeri olaya müspet ve iyimser bakmak sayesinde diğer arkadaşı kadar
etkilenmiyor. Olaydan alınması gereken çok ibretler ve dersler olduğu halde, talihsiz arkadaş bu
derslere kulak tıkar gibi yanından geçiyor. Sanki hiçbir riski ve derdi yokmuş gibi yemek ve içmekten
başka hiçbir şeyle alakadar olmuyor.
Evet, olaylara iman ve hidayet gözlüğü ile bakan birisi her şeyin iyi ve güzel tarafını görür,
onunla mutlu olur. Zahirde çirkin ve azap gibi duran şeyleri de kadere havale edip, tam bir teslimiyet
ve tevekkül ile o huzur ve mutluluğuna halel ve zarar verdirmez. Bu sebepledir ki, "Kadere iman
eden kederden emin olur." denilmiştir.
Kafasına ve kalbine iman ve hidayet gözlüğünü takmayan bir münkir ise, her şeyin ve her
hadisenin kötü ve çirkin tarafını görür ya da öyle algılar. Hayatı bir azap makinesine döner. Sefayı
unutur, kederi alır, hayatı zehir olur.
Hayat, kafir için bu kadar azaplı ve sıkıntılı iken, kafir sanki hiçbir şey yokmuş gibi, sadece oyun
ve eğlencenin peşindedir ya da bu realiteleri onunla unutmak istiyor. Arkasına ecel aslanı takılmış,
önünde ejderha ağzını andıran kabir kuyusu bulunan bir adamın, iştahla dünyanın haram lezzetlerine
dalması şaşılacak bir hayvanlıktan başka bir değildir.
Evet, iman her şeyi güzel gösteren bir iksir ve formül gibidir. Kim bu formülü ve iksiri elde
ederse, hem bu dünya hayatı hem de ebedi olan ahiret hayatı kurtulur. Aksi durumda olan insanlar ise
keder ve azap yumağı içinde helak olurlar.
Kafirin, nefsine uyarak hiçbir şey yokmuş gibi eğlenmesi, geçici bir göz boyama ve aldanmadır.
(1) bk. Buhari, Tevhid: 15, 35; Müslim, Tevbe: 1, Zikr: 2, 19; Tirmizi, Zühd: 51, Da’avât: 131;
İbn-i Mâce, Edeb: 58; Dârimî, Rikak: 22; Müsned, 2:251, 315, 391, 412, 445, 482, 516, 517, 524,
534, 539, 3:210, 277, 491, 4:106.

"Sırr-ı imanla açılan, sırr-ı hikmet-i hilkat" tılsımını biraz izah


eder misiniz? "Bunların miftahı ise Kelime-i Tevhid ile Allah’ın
Hayy ve Kayyum olduğudur" deniyor. Aralarındaki münasebet
nasıldır?
Sırr-ı hikmet-i hilkat, bu kâinatın yaratılış hikmetidir. Bu tılsım ancak iman ile açılır. Allah’ın bu
âlemi yaratmasındaki hikmeti, insan aklının mahsulü olan felsefî akımlarla değil, bizzat Allah’ın
bildirmesiyle bilmek en sağlam yoldur. “Ya Allah, La ilahe illallah, Allahu la ilahe illa hu el-
Hayyü’l-Kayyum” bu gerçek marifetin kaynağını göstermektedir.
Şu var ki, yaratılıp tılsımını açan sadece Allah, Hayy ve Kayyum isimleri değildir. Kur’an’ın ders
verdiği bütün hakikatler, bütün ilahi isimler ve sıfatlar bu tılsımın ayrı ayrı yönlerini açığa çıkaran
birer ilahi irşattırlar.
Kanaatimizce, bu üç isim, ism-i azam olma ihtimallerinin yüksek olmaları cihetiyle birer örnek
olarak verilmişlerdir.

"Tanımak merakından, tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti.


Ve şu muhabbetten, tılsımı açmak arzusu neş'et etti. Ve o arzudan,
tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna gidecek bir güzel vaziyet
almak iradesi neş'et etti." cümlesini açıklar mısınız?
"Bu acip işler birbiriyle alâkadardır. Hem bir emirle hareket ederler gibi görünüyor.
Öyleyse bu işlerde bir tılsım vardır. Evet, bunlar bir gizli hâkimin emriyle dönerler.
Öyleyse ben yalnız değilim. O gizli hâkim bana bakıyor, beni tecrübe ediyor, bir maksat
için beni bir yere sevk edip davet ediyor."

"Şu tatlı korku ve güzel fikirden bir merak neş'et eder ki: 'Acaba beni tecrübe edip
kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acip yolla bir maksada sevk eden kimdir?'

"Sonra, tanımak merakından, tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Ve şu muhabbetten,


tılsımı açmak arzusu neş'et etti. Ve o arzudan, tılsım sahibini razı edecek ve hoşuna
gidecek bir güzel vaziyet almak iradesi neş'et etti."(1)

İnsanın fıtratında; Allah’ı tanımak ve muhabbet etmek kabiliyeti çok esaslı bir kanundur. Bu
kanunun gereği olarak insanlar daima inanmak ihtiyacı hissetmişlerdir. Kimi insanlar peygamberlerin
getirdiği hak davaya iman edip, fıtratındaki bu inanma ihtiyacını tatmin ederlerken, kimi insanlar da
farklı şeylere tapınarak fıtratın bu acip meraklı ve sevme kabiliyetini meccanen çürütüp kokutmuşlar.

Şu kainata ve ondaki mükemmel kurgu ve intizama dikkat eden insanın, bu kurgu ve nizamı kuran
Zat'a karşı ilgisiz ve lakayt kalması düşünülemez. Elbette sanattaki mükemmellik sanatkara sirayet
edecektir. Yani sanatı sevip sanatkarı sevmemek akıl karı değildir.

Bu temsildeki bahtiyar zat, içinde bulunduğu mükemmel kurgudan kurgu sahibine intikal ediyor, kurgu
sahibine muhabbet ve onun rızasına karşı içinde bir meyil oluşuyor.

Aynı şekilde insan da şu kainat ve kainat içinde mükemmel intizamı seyrettiği zaman, mükemmel
intizam mükemmel Nazım'ı akla gösteriyor ve bu mükemmel Nazım'a karşı içinde bir muhabbet
oluşuyor ve onun rızasını ve hoşnut olacağı şeyleri merak ediyor. Burada tılsım kainatın içindeki
mükemmel fiil ve intizamdır, tılsımı açmak isteyen meraklı bahtiyar zat ise müminlerdir, tılsım sahibi
ise kainat ve ondaki intizamı yaratan Allah’tır.
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz.

"Ubudiyet ve imtihanın, talim ve talimatından bir paydostur."


cümlesinden ahirette ubudiyetin ve ibadetin olmadığı anlaşılır mı?
Cennette namaz, oruç, hac gibi ibadetler yoktur. Ancak bu ibadetlerin ruha kazandırdığı ulviyet ile
cennetten ebediyen lezzet alınacaktır.

“Bir saat tefekkürün yetmiş sene nafile ibadetten hayırlı olduğu” haberi cennette kemaliyle
tahakkuk edecektir. Dünya bahçeleri cennet bahçelerinden ne kadar geri ise, buradaki tefekkürümüz
de cennet bahçelerini tefekkürden o kadar geri kalacaktır. Kaldı ki, orada her şeyin aslı vardır,
burada ise gölgeleri. İnsan da öbür âlemde gölgeden asla geçmek gibi bir terakki kaydedecek, öyle
yüksek bir mahiyet kazanacaktır.

O dünyada bütün ehl-i cennetin ruhları cesetlerine galip olacaktır. O ruhların aldığı lezzetler sadece
tefekkürle kayıtlı değildir. Şükür, hamd, peygamberlerle, velilerle ve sair müminlerle sohbet cennetin
maddi lezzetlerini çok gerilerde bırakacak kadar ileridir. Zaten “rüyetullah” lezzeti Üstad'ın
ifadesiyle bir saati cennetin bin sene lezzetini geri bırakacak kadar ulvidir.

Cennet ehli, o mukaddes âlemde namaz, oruç yerine bu ulvi zevkleri tadacaklardır. Bütün bunlar
imanın ve ibadetin meyveleridir. Üstad'ın beyan ettiği gibi, burası “hizmet, meşakkat” yeri, orası
ise “ücret alma” yeridir. Orada hem cismin hem de ruh ve kalbin dünyadaki itaat ve ibadetlerinin
mükafatları verilecektir.

Üstadımız, Yirmi Dördüncü Söz'deki muhabbet bahsinde, “Rahmân-ür-Rahîm ismiyle, hurilerle


müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına cami’ bir meskeni senin cismanî hevesatına ihzar
eden ve sair esmâsiyle senin ruhun, kalbin, aklın ve sair letâifin arzularını tatmin edecek ebedî
ihsanatını o cennette sana müheyya eden,..” buyurmakla bu manayı da ders vermiş oluyor.

Başka bir risalesinde de mu manayı şöyle dile getirir:

“Saadet-i ebediye iki kısımdır:

Birinci ve en birinci kısmı: Allah'ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar


olmaktır.

İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikâh olmak üzere
üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre saadet-i cismaniye tebeddül eder.” (İşarâtü’l-
İ’caz, Bakara Suresi 25. Ayet Tefsiri)
"Ve o kuyu ise, beden-i insan ve zamân-ı hayattır. Ve o altmış
arşın derinlik ise, ömr-ü vasatî ve ömr-ü gâlibî olan altmış seneye
işarettir. Ve o ağaç ise, müddet-i ömür ve madde-i hayattır."
Bunları açıklar mısınız?
Bu cümlelerde, Sekizinci Söz'de geçen temsili hikayedeki sembollerin her birinin neye işaret
ettiği ifade edilmektedir. Temsilde geçen;

Kuyu: insanın bedeni ve o bedenin yaşadığı zaman dilimidir. Her beden için farklıdır.
Altmış arşın derinlik ise; insanlığın vasati ömrüdür. Yani kuyunun ortalama uzunluğudur.
Ağaç ise; fıtri yaşama ömrüdür. Bu ömür altmıştan fazla veya az da olabilir.
Madde-i hayat ise; hayatın kaynağı olan maddelerdir.

"Zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir." ifadesinin,


toprağın karanlığındaki tohumların ve çekirdeklerin inkişaf ve
açılımıyla bir ilgisi var mıdır?
Üstadımız bu teşbihi başka risalelerde de yapmaktadır. Çekirdeğe verilen “manevi cihazattan”
söz eder ve o cihazlarını toprak altında bazı pis maddelerle uğraşarak zayi etmediği takdirde hava
âleminde bir ağaç olacağını nazara verir.
İnsanın istidadı çekirdekle kıyas edilemeyecek kadar zengindir. Bu istidat, “ubudiyet toprağı
altında, İslamiyet ziyasıyla, imanla intibaha geldiği” takdirde cennette “gözlerin görmediği,
kulakların işitmediği ve beşerin hatırına, hayaline gelmez” saadetleri netice verecektir. O zaman
dünyanın “bin sene mes’udane hayatının cennetin bir saatine mukabil gelmediği” yakinen
anlaşılacaktır.

İşte o saadete göre bu dünya hayatı bir zindan kadar geri kalır.

“Evet insan bir çekirdeğe benzer. … Eğer o istidad çekirdeğini İslâmiyet suyu ile,
imanın ziyasıyla ubudiyet toprağı altında terbiye ederek, evamir-i Kur'aniyeyi imtisal edip
cihazat-ı maneviyesini hakikî gayelerine tevcih etse, elbette âlem-i misal ve berzahta dal
ve budak verecek ve âlem-i âhiret ve Cennet'te hadsiz kemalât ve nimetlere medar olacak
bir şecere-i bâkiyenin ve bir hakikat-ı daimenin cihazatına câmi' kıymettar bir çekirdek ve
revnakdar bir makine ve bu şecere-i kâinatın mübarek ve münevver bir meyvesi
olacaktır.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas)

"Zira o meyveler, nümunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına


talip olup müşteri olsun. Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur.
Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir eder ve intizar ile
telezzüz eder." Burayı yorumlar mısınız?
"Hem o bedbaht, zahiren leziz, mânen zehirli yemişleri yemekle azabını tacil ediyor.
Zira o meyveler, nümunelerdir: Tatmaya izin var, ta asıllarına talip olup müşteri olsun.
Yoksa hayvan gibi yutmaya izin yoktur. Ve şu bahtiyar ise, tadar, işi anlar, yemesini tehir
eder ve intizar ile telezzüz eder."(1)

Dünyanın lezzet ve nimetleri, ahiret aleminin lezzet ve nimetlerine işaret eden numunelerdir.
Dünya bu noktadan ahiret aleminin vitrini gibidir. Vitrindeki numuneler sadece bakmak, beğenmek ve
tanımak içindir. Yoksa tatmak ve doymak için değildir.

"Burada hayvan gibi yutmaya izin yoktur." derken, Allah’tan gafil olarak haram helal demeden,
dünya nimetlerini asıl ve memba gibi görüp saldırmak anlamındadır. Yoksa şükür ve helal dairesinde
dünya nimetlerinden tadıp istifade etmeye yönelik bir ifade değildir.
Dünya nimetleri insanın fıtratına kifayet edip tatmin edecek bir mahiyette değildir. İnsan fıtratı;
ancak ahiret nimetleri ile tatmin olur. Helal dairesinde de olsa dünya nimetlerini tatmin edecek bir
mahiyette görmek, numune olduğunu unutmak, yine kalbi ve ruhi açıdan doğru olmaz.

Özet olarak tatmak; dünya nimetlerini helal dairede ve şükür içinde istifade etmek,
anlamındadır. "Yutmak" tabiri, haram dairede ve şükürsüz ve gafletle istifadeye işaret
ediyor. "Yemek" ise; ahiret alemindeki insanın tatmin olması anlamındadır.

(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz

“Ejderhanın başını otuz arşın yukarı kaldırması” cümlesinde


otuz arşının hikmeti nedir?
Kuyuya altmış arşın derinlik biçilmişti. Adam yarısına kadar düştüğünde bir ağaca yapıştığına
göre, ejderha ile adamın ayağı arasındaki mesafe otuz arşın olur.
Önceki sorunun cevabında da ifade ettiğimiz gibi, otuz arşından yukarısı teklif çağına girilmeyen
dönem olarak değerlendirilebilir.

“Fenalığı kendinden, iyiliği Allah’tan bil” olan hükm-ü


Kur’ânînin sırrı zâhir oluyor." Bu ayetin sırrı ne ile zahir oluyor?
Kâinattaki her şey güzeldir. Hakikat noktasında çirkin bir şey yoktur. Ancak bazı şeyler bizzat
güzeldir. Bazı şeyler ise netice itibarıyla güzeldir.
Mümin; olay ve hadiselere baktıkça, gizlenmiş güzelliklerini bulmaya ve görmeye çalışması lazımdır.
Zira "Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır."(1) İnsan, o güzelliklere
bakmayıp zahiri çirkin taraflarına bakmaya çalışırsa, kendi vehmince bir çirkinlik üretmiş olur.
Hakikatta ise çirkinlik yoktur. Bu zaviyeden bakınca aşağıdaki ayetin hükmü kendini göstermiş olur.

“Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse, o da kendi
nefsindendir.” (Nisâ, 4/79).

(1) bk. Mektubat, Hakikat Çekirdekleri

“Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.”


buyuruluyor. Fakat insanların çoğu Allah’ı bilmiyor ve
tanımıyorlar. Bu hadis-i kudsî sadece inananları mı ilgilendiriyor?
Bu hadis-i kutside mümine en ileri seviyede bir teslim ve tevekkül dersi verilmektedir.

Bir hadis-i şerifte, “Allah’a karşı hüsnüzan ibadettir.”, bir hadis-i kutside de “Rahmetim
gazabımı geçti.” buyruluyor. Buna göre insan, başına gelen sıkıntılarn musibetlerin altında kendisi
için bilemeyeceği nice rahmetler bulunabileceğini düşünmeli ve Rabbine hüsnüzan ederek o olayı
hayra yormalıdır. Böyle bir kuluna da Allah rahmetiyle mukabele eder, o musibeti onun hakkında
büyük hayırlara vesile yapar; kulun derecelerini artırır. Bu gibi hadiselerde kadere itiraz eden,
Allah’ın rahmetini hiç düşünmeyen kimse İlahi rahmetten hissesini alamaz. Rabbinin o olaylarda saklı
rahmetini düşünmediği için bu anlayışına göre muamele görür. Üstad'ın, “Rahmete itiraz eden
rahmetten mahrum kalır.” diye haber verdiği zümreye dahil olur.

Nur Külliyatından aşağıda takdim ettiğimiz iki parça bu soruya güzel bir cevaptır:

“Hem insanın hodgâm hevesatı ve süflî ve akibeti görmeyen hissiyatı, kâinatta cereyan
eden rahmaniyet ve hakîmiyet ve rububiyet kanunlarına mikyas ve mehenk ve mizan
olamaz. Kendi âyinesinin rengine göre görür. Merhametsiz siyah bir kalb; kâinatı ağlar,
çirkin, zulüm ve zulümat suretinde görür. Fakat iman gözüyle baksa; yetmiş güzel hulleleri
giymiş bir cennet hurisi gibi, rahmetler ve hayırlar ve hikmetlerden dikilmiş yetmiş binler
güzel libasları birbiri üstüne giymiş, daima güler, rahmetle tebessüm eder bir insan-ı ekber
ve ondaki insan nev'ini bir kâinat-ı suğra ve herbir insanı bir âlem-i asgar müşahede
eder.” (Şualar, On Beşinci Şua)

َ ‫ اَﻧَﺎ ِﻋْﻨَﺪ‬Hadîs-i
“Evet küfrün tazammun ettiği cehennem-i maneviyeye bak! ‫ظﱢﻦ َﻋْﺒِﺪى ﺑِﻰ‬
Kudsîsi sırrınca, Cenab-ı Hak kâfirin zan ve itikadını daimî bir azab-ı elîme kalb eder.
Sonra, iman ve yakîn ile, Cenab-ı Hakk'ın likasından sonra, rızasından sonra, rü'yetinden
sonra mü'minler için hasıl olan lezzetlerin derecelerine bak!” (Mesnevî-i Nuriye, Onuncu
Risale)
On İkinci Söz
On İkinci Söz'ün başında yer alan ayetin, bu sözde işlenen
konularla ilgisi hususunda neler söyleyebilirsiniz?
Bu söze konu olan ayet-i kerimenin meali şöyledir:

“(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona pek çok hayır
verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara, 2/269)

Hikmet kelimesi, “gaye, fayda, sır,” “men-i fesat ve celb-i salah” “amelle beraber ilim,”
“ahlak-ı İlâhîye ile tahalluk,” “aklın ifrat ve tefritten azade olan istikamet hali” gibi manalara
gelir.

Bu söz, mezkûr ayetin ders verdiği bazı hakikatlerin bir manevî tefsiri mahiyetindedir.

Bu sözde, öncelikle kâinat kitabını nasıl okumamız ve bu âlemde cereyan eden hadisatı nasıl
değerlendirmemiz gerektiği ders verilir.

Daha sonra, insanın şahsi hayatını ve toplum hayatını hikmetle yürütmesinin esasları üzerinde durulur.
İnsan bunu başardığı takdirde hikmet ehli olur ve bu dünya hayatından gerçek ve kâmil manada
istifade eder. Kendinin gayesiz, başıboş bir varlık olmadığını dikkate alarak, bütün ömrünü yaratılış
gayesine uygun olarak geçirir. Rıza dairesinde yaşar, haramlardan uzak kalır.

Ayrıca, fıtraten medeni olan insan, diğer insanlarla karşılıklı birçok ilişkiler içinde bulunacağından,
bu ilişkileri hikmet ve adalet esaslarına göre nasıl yürüteceği ders verilir. Kur’an'ın hikmetine
uymayıp felsefeye tabi olanlarda bu faydalı düsturlar yerine hangi zararlı esasların geleceği anlatılır.

Son olarak da, bir ismi Kur’an-ı Hakîm olan İlâhî fermanın diğer kelamlardan üstünlüğü işlenir.
Burada, Kur’an şakirtlerinin “hikmet ehli olma” noktasında en büyük kaynağa sahip olduklarına bir
işaret vardır.

On İkinci Söz’de: Kur’ân’ın sâir İlâhî kelamlardan rüçhâniyeti


de anlatılmaktadır. Acaba aynı ayetin bu mesele ile ilgili ciheti de
var mıdır? Var ise bunun izahını rica ediyoruz.
Şöyle bir alâka düşünülebilir: Kur’an-ı Hakîm'in hikmetli esaslarına uyan ve ona halis bir talebe
olan müminlere de “hayr-ı kesir” verilmiş demektir.
Diğer kitaplara muhatap ve diğer peygamberlere ümmet olan kişiler de hayır ve hidayete
ermişlerdir, ancak İlâhî fermanların en sonuncusu ve en büyüğü olan Kur’anın dersiyle yetişen ve
bütün peygamberlerin en büyüğü ve reisi olan Muhammed aleyhisselâma ümmet olan, dersini ondan
alan müminler “hayr-ı kesire” daha ileri derecede mazhar olurlar.

“Bu büyük nimetin kıymetini bilmemizin, şahsi ve toplum hayatımızı onun hikmetli kanunlarıyla
tanzim etmemizin gereği böylece ders verilmiş oluyor.” şeklinde bir değerlendirme yapabiliriz.

Zikredilen ayet-i kerimenin, "insanın hayat-ı şahsiye ve


içtimayisine nasıl baktığını" açıklar mısınız?
“Gaye, fayda, sır,” “men-i fesat ve celb-i salah” gibi birçok manayı
barındıran “hikmet” kelimesi, insanın akıl ve kalp âleminde hakîm olursa, o kişinin bütün işleri
yerinde ve faydalı olur. Hikmetin zıddı olan “abesiyetten”yani faydasız, lüzumsuz ve boş işlerden
uzak kalır.
İnsanın gerek ferdî hayatını, gerek aile ve toplum hayatını düzene koyan bütün faydalı esaslar,
Allah kelamında kemaliyle yer almıştır. Kur’anın bütün hükümleri hak ve hakikattir, hepsi hikmetli ve
faydalıdır. Bunlara uyan kişi, hikmetin bir diğer tarifi olan “ahlak-ı İlâhîye ile tahalluk,” şerefine
erer. Yani Kur’an ahlakıyla ahlâklanır. Allah neden razı oluyorsa o da onları sever ve hayatıyla
sergilemeye çalışır. Ve Allah neden razı değilse onlardan nefret eder ve uzak durur. Artık o kişinin
bütün işleri İlâhî emir dairesinde cereyan eder. Böyle kişilerden teşekkül eden bir toplumda
da huzur, emniyet, adalet, ahlak, fazilet gibi ulvî esaslar hükmünü icra ederler.

"Kur-ân’ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ile felsefe hikmetinin


icmâlen muvazenesi" yapılmaktadır. Kurân’ın hikmet-i kudsiyesi
ve felsefenin hikmeti denilince ne anlamalıyız, bu iki ekol, mahiyeti
itibari ile insan terbiyesinde farklı mı?
Yirmi Beşinci Söz'de Kur’an hakkında yapılan bir dizi tariften birisi de şudur: “Şu kitab-ı kebir-
i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi…” Yani, “Bu kâinatı kim ve niçin yaratmıştır ve bu âlem ve
içindeki eşya ne gibi manalar ifade ediyor?” sorularının en mükemmel cevabı Kur’an-ı
Kerim'dedir. Bu hikmet kutsîdir. Zira, kâinattan Allah namına ve onun esması hesabına
bahsetmektedir.

Öncelikle bir noktayı belirtmek isteriz: Bu sözde ve diğer birçok risalede


geçen “felsefe” kelimesiyle, bir sosyal bilim dalı olan felsefeyi birbiriyle karıştırmamak gerekiyor.
Risalelerde felsefe kelimesi, “kâinattaki varlıklara ve hadisata vahy-i semaviyi hiç nazara
almadan, sadece aklı esas alarak bakma” manasında kullanılmaktadır.

Nur Külliyatı'nda dünyanın üç yüzünden söz edilir. Birisi Allah’ın isimlerine ayna olma
yüzü, diğeri ahirete tarla olma yönü, üçüncüsü de ehl-i hevesatın mel’abegâhı, yani oyun ve eğlence
yeri olmasıdır. Bunlardan ilk iki gaye kutsidir, mukaddestir. Kur’an-ı Hakîm, müminleri bu iki cihete
nazar ettirir.
Felsefenin bakış açısı ise tamamen dünyevidir ve menfaat esasına dayanır. Yani ehl-i felsefe için
güneşin nasıl harika bir İlâhî sanat olduğu değil, insanlara ne gibi faydalar sağladığı önemlidir.

Her iki bakış açısının meyveleri de birbirinden çok farklı olur. Birincisi mümin, mütefekkir, İlâhî
eseleri hayretle seyreden, rahmani nimetlere karşı şükürle mukabele eden “sevgili
kullar” yetiştirirken, ikincisi bu âlemdeki harikalara karşı donuk nazarlı, iç âlemi gafletle ve isyanla
kararmış, sadece kendi nefsini düşünen, egoist ve merhametsiz insanlar yetiştirir.

“Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi


cihete baktım, nur aradım; o mes'elelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ Kur'an-ı
Hakîm'den gelen ve "Lâ İlahe İlla Hu" cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir
nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım.” (Lem'alar, Yirmi Altıncı Lem’a,
On Birinci)

BİRİNCİ ESAS
Hikmet-i fenniye ile hikmeti felsefenin arasında bir fark var
mıdır? Zira bazı yerlerde "felsefenin hikmeti", bazı yerlerde de
"fennin hikmeti" ifadeleri geçiyor.
Risalelerde, “hikmet-i fenniye ile hikmeti felsefe” aynı manada kullanılmaktadır.

Eşyanın taşıdığı özellikleri ve onlardan faydalanma yollarını ortaya koyan bütün fen
ilimleri “felsefe” olarak ifade edilmişlerdir.
Burada şöyle bir incelik de olabilir: Bir fen bilgini, kainattaki hadiselerin hikmet yönünü kendi
aklınca değerlendiriyor ve bunlara şahsî yorumlar getiriyşorsa, onun yaptığı da bir çeşit felsefedir.

Üstad Hazretleri bir risalesinde “ilm-i hikmet dedikleri felsefe” şeklinde bir ifade kullanır. Üstad'ın
hikmet saymadığı ve karşı çıktığı felsefe, varlık âlemi hakkında, “Yaratıcıyı hiç nazara almadan ve
dikkatleri Onun hikmet ve rahmetine hiç çevirmeden” verilen fen bilgileridir.

Yoksa, bu aleme “kitab-ı kâinat” diyen, ondaki kanunları “şeriat-ı fıtriye”, mahlukatı ise “kelimat-
ı kudret” olarak nazara veren bir Üstad'ın, fen ilimlerine karşı olması düşünülemez.

Kainata her zaman mana-yı harfi cihetinden mi bakmalıyız,


mana-yı ismi olarak bakmazsak, ilim-fen nasıl gelişir? Bu bakış,
ilmin ve fennin gelişmesine mani olmaz mı?
Evvela, kainata ve olaylara manay-ı harfi, yani Allah’ın bir eseri, bir sanatı olarak bakmak,
katiyen gelişmeye ve bilime zıt bir durum değildir. Tam aksine bu bakış açısı insanı bilime ve tekniğe
teşvik eden manevi bir dinamiktir. Zira bilim Allah’ın eser ve sanatlarını inceleyen ve ondaki latif ve
gizli noktaları açığa çıkaran bir araçtır. Bu sebeple bilim ne kadar terakki ederse o kadar Allah’ın
sanat ve eserlerine hizmet etmiş, Allah’ın isim ve sıfatlarını insanlığa ilan ve izhar etmiş olur.
İkincisi, her bir fen Allah’ın bir ismine dayandığı için, bir cihetle her bir fen Allah’ın bir isminin
talim edildiği bir mektep ve fakülte gibidir. Öyle ise fen ilimleri ne kadar terakki ve tekemmül ederse
o nispette dayandığı isme hizmet etmiş olur.
Mesela, tıp ilmi Allah’ın Şafi ismine bakan ve dayanan bir mektep ve fakülte gibidir. Ne kadar
gelişse o kadar Şafi ismine hizmet etmiş olur.
Üçüncüsü, manay-ı harfi ve ismi tabirleri insanın kalp ve akıl dünyasına ait kavramlardır.
Bilimsel metotların alanına girmiyor ki, onunla rakip ya da hasım olsun. Bir doktor, hastasını
incelerken, şu ayette şu tahlil; bu hadiste bu teşhis var demiyor, tıbbın kurallarına göre hareket ediyor.
Manay-ı harfi ile bakan doktorun buradaki tek farkı, bilimsel verileri ayetin manevi verileri ile
birleştirip tefekkür etmesidir. Yoksa bilimsel verileri bir kenara atıp tamamen ayetle meşgul olmak
demek değildir.
Dördüncüsü, "bilim ve din çatışır" fikri tamamen köhnemiş pozitivist bilim felsefesinin tezidir.
İslam inancı hiçbir zaman bilime ve bilim adamına ters ve menfi bakmamıştır. Tam aksine bilime ve
bilim adamına dailik edip (onu koruyup/destekleyip) teşvik etmiştir.
Ama (tahrif edilmiş) Hristiyan teolojisinde skolastik bir anlayış hakim olduğu için, bilimi ve
bilim adamını daima ezmiş ve engellemeye çalışmıştır. Zaten pozitivist felsefe bu dogmacı
Hristiyanlığa karşı bir tepki olarak doğmuştur. Hristiyanlık ile İslam dinini aynı kefeye koymak ve
sonrada "İslam da bilime menfi bakıyor" demek, tam bir cehalet ve vicdansızlık olur.

Müslüman Hakîm’in, “Kur’anın manası ile ve muhtevası ile


ilgilenip tezyinat-ı zahirisine ehemmiyet vermemesini” nasıl
anlamalıyız? Halbuki kitabı yazan o sanatkar zat hem tezyinatına
hem de hakikatine itina göstermiştir.
Misalde geçen şu ifade farklı bir anlayışa engel olmaktadır:

“…o sûri güzellik manasındaki gayet parlak güzelliğin ve gayet şirin tezyinatın işârâtı
olduğundan, pek kıymettar bir antika olmuştur.”

Demek ki, esas olan manadaki güzelliktir, o manaya uygun güzel suret giydirmek de ayrı bir
güzelliktir ve ikisi birlikte kıymettar bir antika olurlar.

“Ehemmiyet vermeme” ifadesini, “öncelikle manaya ehemmiyet vermek, sureti ikinci planda
düşünmek” şeklinde anlamamız gerekir.

Bütün varlık âlemi Allah’ın esma ve sıfat tecellileriyle ortaya çıkmışlardır. Eşyanın zahirinde başka,
batınlarında başka isimler tecelli eder. Hepsi güzeldir, hepsi tefekkür edilecek, hepsinden Allah’ın
kemaline ve cemaline ayrı yollar bulunacak ve o yollara tefekkür ile girilecektir. Çoğu insan kâinatı
ve hadisatı değerlendirirken, daha çok, zahire bakarlar ve onları değerlendirirken kendi menfaatlerini
esas alırlar.

“Hem her eser-i Samedanî bir mektup gibi, bir Sâni-i Zülcelâl’in esmasını bildirir.
Nakıştan manaya geçsen esmâ yoluyla müsemmayı bulursun.” (On Yedinci Söz)

vecizesinde güzelce dile getiriliği gibi, nakışlar da Allah’ındır, onları taşıyan eserler de. Şu var
ki; nakışta boğulup kalmamak, ondan manaya geçmek ve o nakşı ortaya çıkaran esma-i İlâhîyeyi
tefekkür etmek gerekir. Önemli olan nakşa hayran olup kalmak değil Müsemmayı bulmak, yani o
nakışta isimlerini tecelli ettiren zatın marifet ve muhabbetinde yol almak, böylece kemale ermektir.
Elbette nakışların kendileri de önemlidir, önemli olmasalardı yaratılmazlardı.

“… Göklerin ve yerin yaratılış (hikmetleri) üzerinde tefekkür ederler. Ve şöyle


derler: 'Ey Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen her türlü noksanlıktan
münezzehsin.'...” (Âl- i İmrân, 3/191)

ayet-i kerimesi, bu noktada bizlere çok ince bir mesaj vermektedir. Semavat ve arzı tefekkür
edenler övülürken, onların bu tefekkürlerini “o varlıkların yaratılışları” üzerinde
yoğunlaştırdıklarına bilhassa dikkat çekilir. Böylece, mahlukatın birer İlâhi sanat eseri olarak
tefekkür edilmesi gerektiği ders verilir.

Üstad Hazretleri, bu alemin ve onun meyvesi olan insanın boşuna yaratılmadığı, hikmetsiz
olamayacağı noktasından hareketle, ahiretin varlığını çok harika bir şekilde ispat etmiştir.

On İkinci Söz'ün Birinci Esas'ında; "Hakim-i namdar, Kur'an-ı


Hakim'in kudsiyetine, o muciznüma kamete harika bir libas
giydirsin,.." ifadesi temsilde neyi simgeliyor? O mucize kamete
libas giydirilmesinin manası nedir?
On İkinci Söz'de genel hatları ile Kur'ân ile din dışı felsefe arasında bir karşılaştırma ve Kur'ân'ın
bütün kelâmlar üzerindeki yeri izah ediliyor.
Birinci Esas'ta ise Kur'ân ve felsefenin evrene bakış açıları olan "mânâ-yı ismî" ve "mânâ-yı
harfî" kavramları izah ediliyor.

"Amma o müzeyyen Kur'ân ise, şu musannâ kâinattır. O hâkim ise, Hakîm-i Ezelîdir.
Ve o iki adam ise, birisi, yani ecnebîsi, ilm-i felsefe ve hükemâsıdır. Diğeri Kur'ân ve
şakirtleridir."
"Evet, Kur'ân-ı Hakîm, şu Kur'ân-ı Azîm-i Kâinatın en âli bir müfessiridir ve en beliğ
bir tercümanıdır. Evet, o Furkandır ki, şu kâinatın sayfalarında ve zamanların
yapraklarında kalem-i kudretle yazılan âyât-ı tekviniyeyi cin ve inse ders verir. Hem
herbiri birer harf-i mânidar olan mevcudata "mânâ-yı harfî" nazarıyla, yani onlara Sâni
hesabına bakar. "Ne kadar güzel yapılmış; ne kadar güzel bir surette Sâniinin cemâline
delâlet ediyor." der. Ve bununla kâinatın hakikî güzelliğini gösteriyor."(1)

Burada Kur’an’-ı Hakim kainat kitabıdır. Kainat kitabı üzerine yazılan yazılar ise Kur’an
ayetleri ile felsefenin bozuk fikriyatıdır. Libas ise Kur’an’ın kainat kitabını mükemmelen ve bütün
tafsilatı ile tercüme ve tefsir etmesine bir kinayedir.
İnsan soyut aklı ile kainatın hal diliyle bize verdiği mesajları idrak ve ihata edemiyor. Bunun en
güzel somut delili; insan aklının mahsulü olan felsefenin hakikatleri anlamak ve anlatmaktaki
acziyetidir. İnsanlığın düşünce tarihine baktığımız zaman, hiçbir felsefi ekol, kainatın dilini
çözümleyememiştir. Yani kainatta verilmek istenen mesaj ve maksatları keşfedememiştir. Edenler de
kıyısından köşesinden, bazı kırıntılarını tespit edebilmişlerdir ki, bu da insanlık için yeterli değildir.
Felsefi doktrinlerin insanlık tarafından denenip, işe yaramadığı ve insanlığı saadete ulaştıramadığı
tecrübe ile sabittir.

İnsanlığın bu acizliğinden, bu çaresizliğinden dolayıdır ki; Allah, peygamberler ve kitaplar


göndererek, kainatın dilini ve maksatlarını, insanlığa çözümleyip takdim etmiştir. Bu İlahi kitaplar
içinde de, kainatı bütünü ve derinliği ile en güzel ve en mükemmel izah ve tercüme eden Kur’an-ı
Kerim'dir.

Nasıl dilini bilmediğimiz bir turist karşısında aciz ve çaresiz kalıp, bir mütercime ihtiyaç hissediyor
isek; aynı şekilde kainat ve içindekiler de dilini bilmediğimiz bir turist gibidir. Onun dilini anlamak
için bir tercümana ihtiyacımız vardır. Turistin diline tam hakim ve vakıf olmayan bir tercüman, nasıl
maksadı ve mesajı ifade edemez ise; kainatın diline hakim ve vâkıf olmayan filozoflar da kainatın
maksatlarını ve mesajlarını insanlığa bildiremezler. Bu yüzden insanlık, kainatın diline vâkıf ve
hâkim olan Kur’an’ın tercüme ve tefsirine muhtaçtır.

Mesela; kainat içinde ölüm bir mesaj, bir kelimedir. İnkarcı filozoflar, bu mesajı ve kelimeyi, yokluk
ve hiçlik olarak tercüme ediyorlar. Kur’an ise ölümü, daimi ve baki bir alemin başlangıcı ve bir
geçiş noktası olarak tercüme ve tefsir ediyor. Kur’an-ı Kerim; "insanlık, ölüm ile yokluğa ve hiçliğe
gitmiyor, bilakis ebedi bir alemde ebedi yaşamak için sevk ediliyor" diyerek, insanlığın aciz ve
çaresiz kalbine bir merhem, bir ilaç oluyor. Maddeci felsefe; tercüme özürlü bir rehber iken, Kur’an-
ı Kerim; hakiki ve şaşmaz bir mütercim ve rehberdir.

Ezeli tercüman tabirinde şöyle ince bir nükte vardır, o da şudur: İnsanın kafa feneri hükmünde olan
aklı; ancak maddi alem üzerinde hareket edebiliyor. Hatta maddi alemin uzak noktalarına da
ulaşamıyor. Halbuki alemler, sadece bu maddi alemle kayıtlı ve sınırlı değildir. Allah’ın mülkünde
insan aklının anlamakta zorlanacağı çok alemler ve noktalar vardır. İnsan aklının bu alemleri ve
noktaları çıplak aklı ile yani vahyin yardımı olmadan anlaması ve ihata etmesi mümkün değildir.

Halbuki vahiy; Allah’ın ezeli ilminden süzülüp gelen bir rehber olmasından dolayı, değil kainatı,
Allah’ın bütün mülkünü kuşatacak ve ihata edecek bir mahiyettedir. Demek varlık olgusunu bütünü ile
tarif ve tasvir etmek; ancak vahye mahsus bir özelliktir. İşte bu nokta ezeli ve ebedi
tercüme şeklinde ifade ediliyor. Kur’an’ın bir ucu maddi alemde iken, diğer ucu Vacibü'l-Vücud
olan Allah’ın Zat-ı Akdesi ve sıfatlarındadır. Böyle ihatalı bir kelama karşı, insanın kafa feneri
hükmünde olan salt aklını ileri sürüp kibirlenmesi, gerçekten komik ve acınası bir durumdur.
Evet, insanlığın saadet ve mutluluğu; ancak semadan inen Allah'ın ipine sarılmak ile mümkündür.
İnsanların kafasından çıkan vehimli çürük iplere sarılmak, insana saadet ve mutluluktan çok, bela
ve sıkıntı getirir.
(1) bk. Sözler, On İkinci Söz.

Temsildeki sanatkâr zatın, kitabın sadece zahiri ve nukuşu ile


meşgul olan felsefecinin yazdığı eseri reddedip kabul etmemesini ve
başına vurmasını; "Kim zerre kadar hayırlı iş işlerse onu görür..."
hakikati ile nasıl bağdaştırabiliriz?
“Feylesofun eseri sadece harflerin nakışlarından, aralarındaki münasebetlerden,…,
bahsetmekte manasına hiç ilişmemektedir.”

Onun kitabının reddedilmesi, manayı dikkate almadığı, sadece nakışlarla vakit geçirdiği
içindir. O zat, Kur’anı okuyamamış, ondaki iman ve marifet derslerinden istifade edememiş, onun
hükümlerini bilememiştir. Onun nurundan mahrum bir hayat geçiren kişinin akıbeti ise ebedi azap
çekmektir. Zira, cennet, iman çekirdeğinden çıkan nurani bir ağaca benzetilmiştir. İmanı olmayan
kişiden böyle bir ağaç çıkmaz, isterse bütün fenlerde, “dahi derecesinde” bilgi sahibi olsun.
Bir kişi iman ettiği ve salih amel işlediği takdirde cennet ehli olabilir. İmanlı bir bilim adamının
insanlığın faydasına sunduğu fenni keşifler, bir nevi sadaka hükmüne geçer, onlardan manen istifade
eder. Ancak, iman etmeyen kişi için durum farklıdır.

Temsildeki kitabı ahiret âlemine yansıttığımızda “amel defteri” olarak karşımıza çıkar. Yani, insan
bu alemi ve kendi varlığını nasıl değerlendiriyorsa ona göre bir hayat sürer; amelleri ona göre
şekillenir. Mizana küfür ile gelen kişiyi, amel defterindeki hiçbir faydalı iş cehennemden kurtaramaz.
Ancak, zerre kadar hayrı neticesiz bırakmayan İlâhî adaletten beklenir ki, böyle bir kimsenin faydalı
işleri onun cehennemdeki azabını hafifletsin.

İtikadımıza göre, cennete lütufla girilir. Bu lütfa ermenin şartı da iman etmektir. Cennetteki
mertebeler ise salih amele göredir. Cehennem ise küfrün cezasıdır, oradaki azap dereceleri de
isyanlara göre tahakkuk eder.

Soruda geçen “Kim zerre kadar hayırlı iş işlerse onu görür.” hakikati, mahşer meydanıyla ilgili bir
İlâhî haberdir; Zilzal Sûresinde geçer. O gün, mizandan önce herkes kendi amellerini zerre kadar
noksan olmamak üzere görecektir. Daha sonra bu ameller mizana çekilecek ve ona göre hüküm
verilecektir.
Üstad'ın getirdiği temsilden faydalanarak bu konuda şöyle bir misal verebiliriz:
Padişah bir kimseye bir mektup gönderse, kendisine bazı tekliflerde bulunsa ve bunları yaptığı
takdirde belli bir makama tayin edileceğini bildirse. Mektubu alan zat, padişaha şöyle bir cevap
verse: Mektubunuzu aldım. Mektup beyaz ve kenarları nakışlı bir zarfa konulmuş olarak elime
geçti. Mektubu yazdırdığınız memurunuzun cidden harika bir hattı var. Bu hat, dünya çapında bir
değere sahip. Kullandığı mürekkep de çok kaliteli...
Buna benzer birçok bilgiye yer verse de padişahın isteğini hiç dikkate almasa ve tayin olacağı
makama liyakat kesbetmek için bir gayret göstermese; padişahın bu mektup sahibine ne yapacağı az
çok tahmin edilir. Kendisi vaad edilen o makama kesinlikle gelemeyeceği gibi, bu bilgisizliğine ve
nezaketsizliğine karşı da ayrıca ceza görmesi beklenir.

"Bir zaman, hem dindar, hem gayet sanatkar bir hâkim-i


namdar istedi ki: Kur'an-ı Hakîmi, maânisindeki kudsiyetine ve
kelimatındaki İcaza şayeste bir yazı ile yazsın..." Bu ifadelerden,
her şeyin hem suretinin hem de hakikatinin, sanatlı ve güzel
olduğu manası çıkar mı?
On Yedinci Söz'de, bu kâinat bir bayram yerine benzetiliyor. Bu bayram yerinin Esma-i
İlâhîyenin tecellileriyle süslendirildiği, daha sonra küçük, büyük her bir ruhun kendine münasip birer
ceset libası giyerek bu bayram yerine gönderildiği ifade ediliyor.
Madde-mana işbirliğinin ve uyumunun en güzel misali, ruhlarla bedenler arasındaki harika
münasebette kendini göstermektedir. Koyunun ruhu uysal olduğu gibi, yünü de yumuşak, ayakları
pençesiz, eti narindir. Aslanın ruhu ile pençesi arasında da buna benzer, ama ters yönde ayrı bir
uygunluk vardır.

O risalede çok güzel nazara verildiği gibi, bu hakikat küçük büyük bütün ruhlar için hükmünü icra
etmektedir. Rızıklarla bedenler ve sindirim sistemleri arasında da apayrı ve harika bir ilgi vardır.
Ancak şurası unutulmamalıdır ki, bu bedenler libas ve hane hükmündedirler. Esas olan, onlara
hükmeden ruhlardır. Ruhlar bedenler için değil, bedenler ruhlar için yaratılmışlardır.

Bu kâinatın yaratılmasındaki esas gaye de bedenlerimizi beslememiz değil, ruhumuzu iman ve


ibadetle, ilim ve irfanla, tefekkür ve hayretle, şükür ve hamd ile kemale erdirmemizdir.

Bir cümlenin de kelimeleri beden, manası ise ruh hükmündedir. Aynı şekilde, bir eserin yapılış
gayesi onun ruhu veya manası hükmündedir. O eser bu gayeye göre şekillenir. Her parçası o gayenin
tahakkukuna yardım edecek şekilde, büyüklükte, özellikte yapılır ve en uygun yere yerleştirilir.

"Hem her biri birer harf-i manidar olan mevcudata mana-yı


harfi nazarı ile bakmak,.." ifadesini açıklayabilir misiniz? Aynı
şekilde mana-yı ismi tabirinin de ne manaya geldiğinin izahını
istirham ediyoruz?
Öncelikle şu noktanın dikkate alınması gerekiyor: Harf denilince, alfabe harflerini anlamamak
lazım. Arapçada harf-i tarif denilen “el” edatı iki harften meydana gelir. Kitap denildiğinde
herhangi bir kitap, el-kitap denilince ise belirli bir kitap anlaşılır.

Keza, Arapçada kendinden sonra gelen kelimeyi esre okutan harf-i cerler vardır. “B” harfi tek bir
harftir ve “bismilah” lafzında, sondaki “ha”yı esre okutur. Öte yandan “ila” da harf-i cerdir, ama
“elif, lam ve ya” olmak üzere üç harften meydana gelir. İlel-beyt, “eve” demektir.

Bu harflerin tek başlarına bir manaları yoktur. Verdiğimiz örneklerdeki “el, b ve ila” harfleri tek
başlarına bir mana ifade etmezler. Ancak, kendilerinden sonra gelen kelimenin manasına yardım
ederler. Üstat Hazretleri bunu itikat sahasında kullanmakla bir yenilik yapmıştır. Mahlukatın Allah’ı
tanıtma, Onun isim ve sıfatlarının bilinmesine yardım etme cihetlerine “mana-yı harfi” demiştir.

Allah’ı hatırlatmaksızın mahlukatın zatlarından söz etmeye de mana-yı ismi demiştir. İsimler tek
başlarına da bir mana ifade ederler. Ancak, bu kadarla kalmayıp onlardaki faydalardan
Allah’ın Kerim ve Muhsin isimlerine, taşıdıkları manalardan Alîm ve Hakîm isimlerine intikal
edilmedikçe mahlukatın tanınması noksan kalır.

Kur’an-ı Kerim bu kâinattan Allah namına, Onun bir eseri olarak bahseder. Felsefe ise mahlukatın
zatlarından, özelliklerinden, faydalarından söz öderken onları kimin yarattığına, o faydaları onlara
kimin taktığına hiç bakmaz. Böyle bir bakış mana-yı ismiyle bir bakıştır.

“Cenâb-ı Hakk’a hamdler, şükürler olsun ki, mesâil-i


nahviyeden isim ile harf arasındaki manevî fark ile çok mühim mes’eleleri bana
öğretmiştir."
"Harf gayrın manasını izah için bir alet, bir hadim olduğu gibi, şu mevcudat da esmâ-i
hünsanın tecelliyatını izhar, ifham, izah için bir takım İlâhî mektuplardır ki, içlerinde yazılı
delâil, berâhin, havârık, mucize-i kudrettir.”(Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale)

"O Hakîm, şu musanna ve murassa Kur’an'ı, bir ecnebi


feylesofa ve bir Müslüman alime gösterdi. Hem tecrübe, hem
mükafat için emretti ki: ‘Her biriniz, bunun hikmetine dair bir eser
yazınız!'..." İzah eder misiniz?
Burada verilen temel mesaj, eşyanın ve hadisatın yaratılmasında ne gibi İlâhî gayeler olduğunun
araştırılmasıdır. Bütün fen ilimleri kâinattaki varlıkların ve hadiselerin oluş gayesini ve faydalarını
araştırırlar. Bunu yaparken kâinat kitabını yazan “kudret ve hikmet sahibi bir zat” olması
gerektiğini hiç düşünmüyorlarsa, bu hikmet abesiyete kalbolur, yani yapılan iş gerçek manada hikmet
değildir. Üstad'ın verdiği misalde bunu açıkça görmek mümkündür. Bu hakikati bilerek yapılan
araştırmalar ise hakiki hikmettir. Nitekim Üstad Hazretleri Kur’an için “…nuranî hikmeti neşreden
odur.” buyurmakla, diğer hikmetin zulmanî olduğunu ders vermiş oluyor.

Burada hikmet kelimesi “fayda, gaye” manasında kullanılmış olup abesiyetin, yani “gereksiz,
faydasız, manasız” olmanın zıddıdır.

Bir de “illet ve hikmet” meselesi var. Burada o manaya da işaret olduğu düşünülebilir. Şöyle ki:
İbadetlerde esas olan illettir, yani Allah’ın emretmiş olmasıdır. Bunun yanında, yapılan
ibadetin birçok da faydası, hikmeti vardır. Ancak, ibadetlerde esas olan “illettir”,
“hikmet” değildir. Mesela oruç tutmanın yüzlerce faydası vardır. Ama oruç bu faydalar için değil,
Allah’ın emri olduğu için, Onun emrettiği ayda ve Peygamberimizin (asv) tarif etiği biçimde tutulur.
Böylece o açlık ibadete inkılap eder. Başka aylarda ve başka vakitlerde birkaç ay aç kalınsa oruç
tutulmuş olunmaz. Bu ikinci halde, hikmet fazlasıyla tahakkuk etmiş olsa bile, bu açlığa “oruç”
denilmez.

Öte yandan, bize çirkin görünen birçok hadiselerin arasında nice faydalar, hikmetler saklı olabilir.
Cihatla ilgili ayette buyrulduğu gibi:

“... Olur ki siz bir şeyden hoşlanmasınız, halbuki o hakkınızda bir hayırdır…” (Bakara,
2/216)

Mesela, hastalığın dış yüzü elemdir, ıstıraptır. Onun altında yatan hayırlar ise günahlara kefaret
olması, kalbi dünya sevgisinden uzaklaştırması, ölümü, ahireti düşündürmesi, insanı gafletten
uyandırmasıdır. Bu gibi hikmetleri düşünüp hastalıktan şekva etmemek ve sabır göstermek
gerekir. Tedavi olmak zaten bedenimizin bizim üzerimizdeki bir hakkı gibidir. Zira bu vücut bize
emanettir, onu korumakla görevliyiz.

“Haftada bir kez yıkanması bedenin insan üzerindeki bir hakkıdır.”

hadis-i şerifi tedavi için de aynen geçerlidir.

İKİNCİ ESAS

Kur’an'ın halis tilmizinin zikredilen vasıflarından biri de “fakir


ve zaif” olmasıdır. Buradaki fakirliği ve zaifliği hangi manada
anlamalıyız?
İnsanın üç temel özelliği olan “acz, fark ve naks” konusu Nur Külliyatı'nda defalarca ve önemle
işlendiğinden bu konu üzerinde biraz durmak gerekiyor.

Acz, “güç yetirememek”, fakr “ihtiyaçlı olmak”, naks ise “noksanlık, eksiklik” demektir.

Acz, kudretin; fakr gınanın (zenginliğin); naks ise “kemalin” zıddıdırlar. Aynı
şekilde, zaaf de “kuvvetin” zıddıdır.

Bir meyveye ihtiyacımız olması fakr, meyve yapamayışımız acz; ele ihtiyacımız fakr, el
yapamayışımız aczdir.
Örnekler artırılabilir.

Naks ise, insanın noksan taraflarıdır; uyuma, yorulma, unutma gibi.

“.. Aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını
görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu
görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır." (1)

Bir varlık, kendisinde İlâhî isimlerden ne kadarı ne derece tecelli etmişse ona göre kıymet
kazanıyor. Bu tecelliler o varlığın “aczi, fakrı ve naksı” nispetinde kendini gösteriyor. Canlı
olmamak, görmemek, işitmemek, büyümemek, anlamamak … birer noksanlıktır. Bu noksanlıkların her
birinin giderilmesi bir ismin tecellisiyle gerçekleşir. Muhyi ismiyle bir varlık hayata
kuvuşur, Basir isminin tecellisiyle görücü, Semi’ isminin tecellisiyle de işitici olur. Rab ismiyle
terbiye görür, Vedud isminden bir nasip alarak sever. İşte bir varlığın noksanlıkları İlâhî rahmetle
giderildiğinde o varlık kemale erer. Aksi halde nakıs kalmaya devam eder.

İnsanın ihtiyaçları İlâhî ihsan ile görülür ve ona böylece zenginlik lutfedilir.

İnsanın güç yetiremeyeceği işler Rabb'inin kuvvet ve kudretiyle görülür ve onun hayatı böylece
devam eder.

İşte bunların şuurunda olmaya, yani “aczini, fakrının ve naksını” bilmeye ubudiyet deniliyor. Bunlar
insana kul olduğunu ders verir ve onun kalbini Rabbine karşı şükür ve minnettarlıkla doldururlar.
Sonsuz aciz, fakir ve nakıs olma noktasında bütün insanlar eşittir. Ama bunların şuurunda olmaya
gelince aralarında çok büyük farklılıklar görülür.

“Kâmil insanlar, fakr ile fahretmişler. Sakın yanlış anlama! Allah'a karşı fakrını
hissedip yalvarmak demektir. Yoksa fakrını halka gösterip, dilencilik vaziyetini almak
demek değildir.”(2)

İnsan sûuesinin ilk ayetinde şöyle buyrulur:

“İnsan üzerinden bir zaman geçti ki, o dönemde (insan) anılmaya değer bir şey
değildi.”

İşte insan, adı anılmazken sonsuz bir acz, fakr ve naks halinde idi. Bu gün kavuştuğu bu kadar
ihsanı ve şerefi düşünüp şükür ve ibadet görevini yapması için kendisine mazisi bu ayetle
hatırlatılmaktadır. Bu hale erdikten sonra da insan, ihtiyaçlarının giderilmesi konusunda sadece
sebeplere teşebbüsten öte bir şey yapamıyor. Tohum ekmişse hasat zamanını bekliyor, ilaç içmişse
şifayı gözlüyor. Her iki halde de insan kendi aczini, fakrını ve naksını çok iyi hissetmektedir. Bu
hissin imanın inkişafına yardım etmesi ve şükrü netice vermesi gerekir.

“Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla, sıtmadan müteellim olduğu gibi, arzın
zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında zelzele-i kübrâsından müteellim
oluyor...”(3)
“Sen öyle bir zâfiyet, acz, fakirlik, miskinlik gibi hallere mahalsin ki, ciğerine yapışan
ve çok defa büyülttükten sonra ancak görülebilen bir mikroba mukavemet edemezsin; seni
yere serer, öldürür.”(4)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz
(2) bk. a.g.e., Yedinci Söz.
(3) bk. Lem'alar, Birinci Lem’a.
(4) bk. Mesnevî-i Nuriye, Hubab.

On İkinci Söz, İkinci Esas'ı Açıklar mısınız?


"İKİNCİ ESAS"

"Kur'ân-ı Hakîmin hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i


felsefenin verdiği dersin muvazenesi:"

"Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden
bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şakirt, mütemerrid
ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir.
Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir
muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinat
bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. Hem o şakirt,
menfaatperest hodendiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve
menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır."

Felsefe terbiyesi ile yetişmiş bir insan, Firavun gibi kendi nefsini ve hevasını ilah yerine koyar.
Yani Allah’ı iman ve ibadet ile tanımaz, kendinde küçük bir ilahlık tasavvur eder. Lakin karşısına
dünyanın adi ve basit bir menfaati çıkarsa, ona tapar derecede alçalır. Kendinde tasavvur ettiği
ilahlık manası gider, yerine bayağı bir menfaat köpekliği gelir. Dünyadaki bütün menfaatleri
kendisine ilah edinir. Ebedi alemi inkar ettiği için, bütün sermayesi ve eğlencesi dünyanın sönük ve
bayağı lezzetleridir.

Hem felsefenin dinsiz şakirdi olan bu adam, hakka teslim olmak noktasında inatçı ve ısrarlıdır. Fakat
bu inadı dünyanın süfli lezzetleri karşısında eriyip gider. Adeta dünya nimetleri karşısında adi bir
dilenci gibidir. Dilenci olmasının sebebi; nimeti sebeplerden ve tesadüften bilmesindendir.
Allah’a karşı meydan okurken menfaati olduğu şeytan gibi adamlar karşısında ayağını öpecek kadar
aşağılıktır.

Felsefe terbiyesi ile yetişmiş bir insan, hem zorba hem de mağrurdur; fakat kalbinde Allah’a
dayanacak bir iman olmadığı için, bazen küçük bir mikroptan, bazen de acaba yıldız dünyamıza
çarpar mı diyerek her şeyden her hadiseden korkar ve titrer. Cesaretin kaynağı iman olduğu gibi,
korkaklığın kaynağı da inkar ve küfürdür. Bu felsefe talebesinin hayatta en büyük hedefi ve gayesi
menfaattir ve hevasını tatmin etmektir. Bütün çaba ve gayreti midesini doldurmak ve cinselliğin
peşinde koşmaktır. Zira ahiret inancı olmadığı için dünyadan ne koparırsa onu kendisine kar sayıyor.
Böyle bir hedefsiz adamın insanlık için, millet için gayret etmesi düşünülemez. Milletten dem vuruyor
ise mutlaka şahsi menfaatini milliyet adı altında yutturmak içindir. Yani şahsi menfaatini kavminin
menfaatinde arıyor. Kendinden başka kimseyi sevmez, sevse de menfaati için sever bir mahiyettedir.

"Amma hikmet-i Kur'ân'ın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat âzam mahlûkata da
ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi âzam menfaat olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul
etmez bir abd-i azizdir. Hem tilmizi mütevazidir, selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına,
daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve
zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona iddihar ettiği uhrevî servetle müstağnîdir ve
Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî
için, fazilet için amel eder, çalışır. İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin
muvazenesiyle anlaşılır."(1)

Ama Kur'an’ın halis bir talebesi ise, yani Kur'an terbiyesi ile yetişmiş bir Müslüman ise;
Allah’a bir kuldur. Allah’a kul olduğu için bütün kainat verilse tenezzül etmez. Hatta öyle aziz bir
kuldur ki; amelinde ve ibadetinde cennet gibi büyük bir nimeti bile gaye ve niyetine sızdırmaz. Hem
kendisini insanların en altında bilir bir alçak gönüllüdür. İnsanlara karşı zorba ve kaba değil,
yumuşak ve selimdir. Fakat imanın verdiği izzet ile Allah’tan başka hiçbir şeye kulluk yapmaz ve
tenezzül etmez.

Hem kendi nefsinde bir güç ve kudret görmez, her şeyin yaratıcısı ve yardımcısı olarak Allah’ı
bilir. Sadece Allah’tan istediği için başka kimseye ihtiyaç bildirmeyecek kadar da zengindir ve
minnetsizdir. Allah’ın kudretine dayandığı için kendinde nihayetsiz bir güç bulur.

Dünyada hedefi ve gayesi ise, yalnız Allah’ın rızasını kazanmak ve insanlara ivazsız hizmet
etmektir. İşte vahyin talebesi ile felsefenin talebesi arasında böyle azim bir fark var. Üstad Hazretleri
burada buna işaret ediyor.

Hazreti Ebu Bekir (ra) Kur’an’ın hakiki ve somut bir temsili iken, Ebucehil de felsefenin hakiki ve
somut bir temsilidir. Hiçbir şey bilinmese bile bu timsallerin haline dikkat ile bakmak yeterlidir,
aradaki fark gayet açık ve zahirdir.

(1) bk. Sözler, On İkinci Söz.

On İkinci Söz'ün İkinci Esas'ında "felsefenin halis bir tilmizi"


ifadesi geçiyor ve örnek olarak da firavun veriliyor. "Felsefe",
"halislik" ve "firavunluk" tabirlerindeki münasebet hususunda
neler söyleyebilirsiniz?
“Halis”, kelime olarak “katışıksız, saf” manasına gelir. Istılahta ise, “ibadetlerin, hiçbir
dünyevi, hatta uhrevi maksat gözetilmeksizin, sırf Allah rızası için yapılmasını” ifade eder.

Üstat Hazretleri İhlas Risalesinde;

“Haksızlar dahi haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlas ve samimiyet yüzünden kuvvet


kazanıyorlar.”
“Samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa, neticesiz kalmaz.” (1) buyurur.

Haksızların ihlası, kendi davalarında samimi gayret göstermeleri, her türlü fedakarlığı
yapmaları, her çeşit zahmete severek katlanmaları manasına gelir. Bu haller birer samimiyet işaretidir
ve sahibinin muvaffak olmasının da en önemli birer sebebidirler.

“Felsefenin halis tilmizi” denilince, “sadece felsefe ile uğraşan”, “meseleleri yalnız akıl ölçüsüne
vuran”, “vahy-i semaviyi hiç dikkate almayan” bir tilmiz anlaşılır. Böyle bir tilmiz, her meselede
aklı hakîm kabul etmekle, mahluk olan aklına çok fazla bir salahiyet tanır ve onu firavunlaştırır, kendi
de bir firavun olur.

Firavunun en bariz özelliği kibir ve enaniyetidir. Onun enaniyeti, kendisini emrindeki Kıptilerine
ilahlık taslama noktasına kadar götürür. Onlara,

“Ey kavmim! Mısır mülkü ve şu ayağımın altında akan nehirler benim değil
mi?” (Zuhruf, 43/51 )

gibi sorular sorma aşırılığına vardırır. Öyle ki, Musa aleyhisselamın asasının sihir aletlerini
yutması karşısında imana gelen sihirbazlara şöyle seslenme cüretini gösterir:

“Ben izin vermeden iman ettiniz ha?" (A’raf, 7/123)

Kendilerinin kul ve her hayrın da Allah’ın elinde olduğunu unutan kişilerde, kendini beğenme,
kibirlenme, tahakküm, şükürsüzlük gibi birçok hastalık belirir. Firavun, bu ve benzeri bütün
sapıklıkların bir simgesi olmuştur.
(1) bk. Lem’alar, Yirminci Lem’a.

Vahyin talebesi ile felsefenin talebesi arasında nasıl veya ne


kadar fark var, On İkinci Söz'ün İkinci Esas'ını izah eder misiniz?
"Kur'ân-ı Hakîmin hikmeti, hayat-ı şahsiyeye verdiği terbiye-i ahlâkiye ve hikmet-i
felsefenin verdiği dersin muvazenesi:"
"Felsefenin halis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet
eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine rab tanır. Hem o dinsiz şakirt,
mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir
mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-i hasise için ayağını öpmekle zillet
gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakirt, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde
nokta-i istinat bulmadığı için, zatında gayet acz ile âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur. Hem o
şakirt, menfaatperest hod-endiştir ki, gaye-i himmeti, nefis ve batnın ve fercin hevesatını
tatmin ve menfaat-i şahsiyesini bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir
hodgâmdır."(1)

İzah: Felsefe terbiyesi ile yetişmiş bir insan, Firavun gibi, kendi nefsini ve hevasını ilah yerine
koyar. Yani Allah’ı iman ve ibadet ile tanımaz, kendinde küçük bir ilahlık tasavvur eder. Lakin
karşısına dünyanın adi ve basit bir menfaati çıkarsa ona tapar derecede alçalır. Kendinde tasavvur
ettiği ilahlık manası gider, yerine bayağı bir menfaat düşkünlüğü gelir. Dünyadaki bütün menfaatleri
kendisine ilah edinir.
Ebedi alemi inkar ettiği için, bütün sermayesi ve eğlencesi dünyanın sönük ve bayağı
lezzetleridir. Hem felsefenin dinsiz şakirdi olan bu adam, hakka teslim olmak noktasında inatçı ve
ısrarlıdır. Fakat bu inadı, dünyanın süfli lezzetleri karşısında eriyip gider. Adeta dünya nimetleri
karşısında, adi bir dilenci gibidir. Dilenci olmasının sebebi, nimeti sebeplerden ve tesadüften
bilmesindendir. Allah’a karşı meydan okurken, menfaati olduğu şeytan gibi adamlar karşısında
ayağını öpecek kadar aşağılıktır.
Hem zorba hem de mağrurdur; fakat kalbinde Allah’a dayanacak bir iman olmadığı için, bazen
küçük bir mikroptan, bazen de acaba yıldız dünyamıza çarpar mı diyerek, her şeyden her hadiseden
korkar ve titrer. Cesaretin kaynağı iman olduğu gibi, korkaklığın kaynağı da inkar ve küfürdür.
Bu felsefe talebesinin hayatta en büyük hedefi ve gayesi, menfaattir ve hevasını tatmin etmektir.
Bütün çaba ve gayreti, midesini doldurmak ve cinselliğin peşinde koşmaktır. Zira ahiret inancı
olmadığı için, dünyadan ne koparırsa onu kendisine kâr sayıyor. Böyle bir hedefsiz adamın, insanlık
için, millet için, gayret etmesi düşünülemez. Milletten dem vuruyor ise; mutlaka şahsi menfaatini
milliyet adı altında yutturmak içindir. Yani şahsi menfaatini kavminin menfaatinde arıyor.

"Amma hikmet-i Kur'ân'ın halis tilmizi ise, bir abddir. Fakat âzam mahlûkata da
ibadete tenezzül etmez. Hem Cennet gibi âzam menfaat olan bir şeyi gaye-i ibadet kabul
etmez bir abd-i azizdir. Hem tilmizi mütevazidir, selim, halimdir. Fakat Fâtırının gayrına,
daire-i izni haricinde ihtiyarıyla tezellüle tenezzül etmez. Hem fakir ve zayıftır, fakr ve
zaafını bilir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona iddihar ettiği uhrevî servetle müstağnîdir ve
Seyyidinin nihayetsiz kudretine istinad ettiği için kavîdir. Hem yalnız livechillâh, rıza-i İlâhî
için, fazilet için amel eder, çalışır."

"İşte, iki hikmetin verdiği terbiye, iki tilmizin muvazenesiyle anlaşılır."(2)

İzah: Ama Kur'an’ın halis bir talebesi ise; yani Kur'an terbiyesi ile yetişmiş bir Müslüman ise;
Allah’a bir kuldur. Allah’a kul olduğu için bütün kainat verilse tenezzül etmez. Hatta öyle aziz bir
kuldur ki, amelinde ve ibadetinde cennet gibi büyük bir nimeti bile gaye ve niyetine sızdırmaz. Hem
kendisini insanların en altında bilir bir alçak gönüllüdür. İnsanlara karşı zorba ve kaba değil,
yumuşak ve selimdir. Fakat imanın verdiği izzet ile, Allah’tan başka hiçbir şeye kulluk yapmaz ve
tenezzül etmez. Hem kendi nefsinde bir güç ve kudret görmez, her şeyin yaratıcısı ve yardımcısı
olarak Allah’ı bilir. Sadece Allah’tan istediği için, başka kimseye ihtiyaç bildirmeyecek kadar da
zengindir ve minnetsizdir. Allah’ın kudretine dayandığı için, kendinde nihayetsiz bir güç bulur.
Dünyada hedefi ve gayesi ise; yalnız Allah’ın rızasını kazanmak ve insanlara ivazsız hizmet etmektir.
İşte vahyin talebesi ile felsefenin talebesi arasında böyle azim bir fark var.
(1) bk. Sözler, On İkinci Söz
(2) bk. a.g.e.

"Hikmet-i Kur’an'ın halis bir tilmizi ise bir abddir." burada


Kur’an'ın halis tilmizine örnek olarak gösterilen abd ile, felsefenin
halis tilmizine örnek olarak gösterilen Firavun'un vasıfları
arasında bir mukayese yapabilir misiniz?
Her insan, gözünden güneşe, ciğerinden havaya, ayaklarından yer küresine kadar hadsiz eşyaya
muhtaç olarak yaratılmıştır ve bunların hiçbirini de yapacak güçte değildir. Onun için bir nokta-i
istinad ve nokta-i istimdat aramak mecburiyetindedir. İşte, beşer takatini çok aşan bu ihtiyaçların en
güzel şekilde görülmesi, her vicdanı Allah’a teveccüh ettirir. Otuz Üçüncü Söz'ün İnsan
Penceresinde bu husus öyle dile getirilir:

“ … Her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdat cihetinde iki küçük pencere,
Kadîr-i Rahîm’in bârigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.”

Her vicdanın kabul ettiği bir dizi hakikat var; bunlardan birkaçını sıralayalım:

- Bu âlem beni bilmez ve tanımaz. Ben her şeye muhtaç olarak yaratılmışım ve her şey benim
imdadımı koşuyor. Yine, ben sonsuz acizim, ama her şey bana yardım ediyor.

- Bu varlık âleminde her mahluka birtakım görevler yüklenmiş, onun dışında bir şey bilmezler ve
yapamazlar.

- Beni annem ve babam yapmış değiller; onlar da benim gibi yapılmış, yaratılmışlar.

- Organlarımı en ince teferruatına kadar, ruh dünyamı da yine en ince hissiyatına kadar tanzim eden
biri var.

- Bu varlık âleminde hiçbir şey görevsiz değil, faydasız değil, manasız değil. Benim vücudum da bu
kaideye dahil. Öyle ise benim de bir görevim olmalı.

- Bu âlemde kimse kendi görevini kendisi tayin etmiş değil, öyle ise ben de bir insan olarak Rabb'ime
karşı neler yapmam gerektiğine, Ona nasıl ibadet edeceğime, nimetlerine nasıl şükredeceğime kendim
karar veremem.

İşte her vicdanın kabul edeceği bu gibi gerçekler insana şu hakikatleri haykırarak ders verirler:

- Sen Allah’ın kulusun.

- Sen Rabbü'l-Âlemin'in terbiyesinden geçmiş bir varlıksın.


- Sen yaratıcını tanımak ve Onun razı olacağı bir ömür geçirmek mecburiyetindesin.

- Senin yaratılış hamuruna “Cemale karşı muhabbet, kemale karşı meftuniyet, ihsana karşı
perestiş” konulmuştur. Sen bu fıtrata zıt düşemezsin.

- Âlemde her şey güzel ve sen bu güzellikler âleminin en güzel meyvesisin. Kendini sevdiğin gibi,
sana hizmet eden varlıkları da seversin. Bu sevilenlere bu güzellikleri vereni sevmek, senin
insanlığının en önemli bir gereğidir.

- Yine sen, her mükemmel eseri sever takdir edersin. Lambayı yapanı sevip güneşi yaratandan gaflet
etmek sana yakışmaz. Taştan heykeller yapanları alkışlayıp, bir damla sudan seni yaratan kudret
ve hikmet sahibini görmezlikten, bilmezlikten gelemezsin.

- Ve sen, en küçük bir iyiliğe karşı teşekkür etmeyi vicdani bir borç bilirsin. Sana bir çift ayakkabı
hediye edene yüz teşekkür edip, ayaklarını yaratana şükür etmemek bilmem nasıl olur? Gözlükçüye
teşekkür edip gözünü yapana karşı nasıl lakayt kalabilirsin? Ya aklın, ya hafızan, ya bütün bunları
taşıyan ruhun ve kalbin şükre değmeyen basit şeyler mi? Bunun böyle olmadığını ve olamayacağını
hem aklın, hem de kalbin ve vicdanın tasdik ederler, Öyle ise sen kendi aklına ters düşemez, kendi
vicdanının sesine kulak tıkayamazsın.

“Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” gerçeğini düşünerek, başına imtihan
yollu gelen bela ve musibetlerde şekva yoluna girmeyip, rıza yolunda yürümek de
ubudiyetin önemli bir gereğidir."
"Rububiyet-i İlâhîyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek
karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar." (1)

Kadere rıza konusunda Elmalılı Hamdi YAZIR efendinin şu tespiti de çok harikadır:

“İbadet Allah’ın razı olduğu şeyi yapmak, ubudiyet ise Allah’ın yaptığına razı
olmaktır.”

İşte bu gibi gerçekleri bilen, bilmekten de öte hayatına mal eden insan, kulluğun sırrına erer ve kul
olma şerefini taşır ve bütün ömrünü bu şuurla geçirir.

Bunların zıddını iddia etmek ancak firavunlukla izah edilebilir. Nil nehrinin sahibi olduğunu iddia
eden Firavun bile denizlere, okyanuslara, ormanlara, yıldızlara sahip olduğunu iddia edememiştir.
Öyle ise bunları sahipsiz sanmak, yahut tabiatın eseri bilmek, tesadüfen olmuş addetmek ayrı bir
firavunluk örneğidir.

Bütün batıl düşünceler, aslında, bir noktada birleşirler:

“İnsan hür ve sorumsuz bir varlıktır, kul değildir, emir altında hareket etmesi gerekmez,
dilediği gibi bir hayat sürebilir. İnsan kendine maliktir, bir başkasının eseri değildir.”
Bu ve benzeri bütün isyan ve küfürler Firavun'un şahsında temsil edilmiş ve müminler bu gibi kötü
sıfatlardan uzak kalmaya teşvik edilmişlerdir.

Halbuki insan, Cenab-ı Hakk’ın bu kâinata koyduğu bütün kanunlara hassasiyetle uyar:

“Ben hür değil miyim? Havasız yaşamak istiyorum?” diyemez.

“Neden yere bağlı kalayım? Göklerde gezmek istiyorum.” diyemez.

“Daima genç kalmak istiyorum, ihtiyarlanmayacağım.” diyemez.

Ve nihayet, “Ben bu âlemi çok sevdim, buradan gitmek istemiyorum da.” diyemez.

Her organını yaratılış gayesinde kullanmakta azami hassasiyet gösterir. Bu nokta da hürriyetten söz
ettiği olmaz.

Kısacası kâinattaki kanunlara harfiyen uyan, bedenindeki nizama eksiksiz tebaiyet eden bu insan,
kendini ve kâinatı yaratan Allah’ın emirlerine uyup uymama konusunda kendisini nasıl hür ve serbest
bilebilir!?.

Bu haliyle Firavun'a özenirken onun akıbetini hiç mi düşünmez!?.

ÜÇÜNCÜ ESAS
Hikmet-i Kur’aniyyede düstur-u cidal yerine düstur-u teavün
esas alınıyor; hayatın bir mücadele değil bir yardımlaşma olduğu
nazara veriliyor. Halbuki ekolojide canlılar arasında
yardımlaşmadan daha çok mücadele nazara çarpmaktadır?..
Nur Külliyatı'ndan insanla ilgili bir tespit:

“İnsan şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi,..”(1)

Bu âlemde hemen gözümüze çarpan ilk yardımlaşma örneği, sema ile arz arasındaki
yardımlaşmadır. İnsan ve bütün canlılar bu ikilinin ortak mahsulleri gibidirler.

Güneş gözlere ışık saçmakta, hava unsuru bütün canlıları teneffüs ettirmekte, yer küresi sırtında
taşıdığı bu canlılar için mevsimleri dolaşmakta, baharın gelmesi için 23,5 derece eğimle
dönmektedir. Bütün bu faaliyetler birer yardımlaşma örneğidir.
Bir damla suda oksijenle hidrojenin bir araya gelerek su olmaları yardımlaşmanın başka bir
örneğidir. Elementlerin her biri taşıdığı özellikle canlıların yardımına koşmakta ve bu unsurlar
canlıların menfaati için adeta el ele verip birlikte çalışmaktadırlar.
Hayatı “cidal” kabul edenlere Üstad Hazretleri şöyle hitap eder:
"Ve Hâlık-ı Kerim’in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemal-i itaatla imtisal
edilen düstur-u teavünle, nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanların yardımına
koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmane, kerimane cilvelerini cidal
zannedip, "Hayat bir cidaldir." diye ahmakane hükmetmişsin.”
"Acaba o düstur-u teavünün cilvesinden olan zerrat-ı taamiyenin, kemal-i şevk ile
beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır?
Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür."(2)

İnsan kâinatın meyvesi olduğu için, bütün âlemde hükmeden bu yardımlaşma kanununun bir misali
de insanda sergilenmiştir. Bir elde parmaklar arası yardımlaşma, iki el arasındaki yardımlaşma,
yürüyen kişiye gözün yol göstermesiyle sergilenen yardımlaşma, iç organlar arası harika
yardımlaşma, akılla hafıza arasındaki yardımlaşma, bedenin bir bütün olarak ruhun ihtiyaçlarını
karşılamadaki yardımları dikkate alındığında, insan vücudunda yardımlaşmanın sayılamayacak kadar
örneklerine şahit olunur.
Hayatı mücadele sananları aldatan tek nokta, hayvanlar arasındaki rızık mücadelesidir.
Cenab-ı Hak bir takım hayvanlarına rızık olarak bitkileri tayin ederken, bir başka grubu da etle
beslenir şekilde yaratmıştır. Bu Allah’ın büyük bir ihsanı ve harika bir hikmetidir. Hayvanların hepsi
bitkiyle beslenseler, eti yenilmeyen hayvanların cenazeleri yeryüzünü kaplayacaktı ve Üstad'ın
ifadesiyle,

“... bizi bu vatan-ı dünyevîmizden kaçıracaklardı.”(3)

Her nefis ölümü tadacağına göre, birçok hayvanların ölümü tatmalarına da onlarla beslenen diğer
bir canlı türü memur edilmiş gibidir. Açlık ile harekete geçen bir kaplan, vadesi yetmiş bir ceylanı
yakalayıp yemekle hem Allah’ınRezzak isminin bir cilvesini sergilemiş, hem de Mümit isminin bir
tecellisine sebep olarak görev yapmıştır.

Mezbahalarda, tavuk ve balık üretme çiftliklerinde her gün sayılamayacak çok canlının hayatına son
verip kendine rızık yapan insanoğlunun, aslanlara, kaplanlara, parslara söyleyeceği fazla bir söz
olmasa gerektir.

“Unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutları nebatatın mededine ve nebatatı dahi


hayvanatın yardımına ve hayvanat ise insanların muavenetine ve memelerin kevser gibi
sütleri, yavruların beslenmelerine ve zîhayatların iktidarları haricindeki pek çok hacetleri
ve erzakları, umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi, hattâ zerrat-ı taamiye dahi
hüceyrat-ı bedeniyenin tamirine koşmaları gibi teshir-i Rabbanî ile ve istihdam-ı Rahmanî
ile, hakikat-ı teavünün pek çok misalleri doğrudan doğruya, bütün kâinatı bir saray gibi
idare eden bir Rabb-ül Âlemîn'in umumî ve rahîmane rububiyetini gösteriyorlar.”(4)

Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua (Meyve Risalesi), Yedinci Mesele.
(2) bk. Lem’alar, On Yedinci Lem'a.
(3) bk. a.g.e., Otuzuncu Lem'a, Birinci Nükte.
(4) bk. Şualar, Yedinci Şua.
Yaşama savaşı, hayat mücadelesi gibi sözleri kullanmak niçin
doğru değildir? Üstadımız, hayat cidaldir diyenleri eleştiriyor.
Ancak vahşi hayvanların zayıfları parçalaması bu açıdan
bakıldığında bir cidal değil midir?
Allah’ın kainatta zıtları yaratması ve karşı karşıya getirmesi değişmez bir sünnetullah kanunudur.
Zıtları karşı karşıya gelmesinden veya çarpışmadan, hayrın terakki ile tekemmül etmesi murat
ediliyor. Bu yüzden kainatta nasıl hayır ve güzellikler mutlak olarak galipse, bu hayır ve güzelliklerin
manasını ihsas ettirip keskin hale getirecek mevhum ve farazi şerler ve zıtlar da her hayır ve
güzelliğin karşısında mevcut olarak icat edilmişlerdir.
Sıcaklığın sayısız mertebelerinin anlaşılması ya da zahir hale gelmesi ancak soğuğun müdahalesi
ile mümkündür. Güzellik ve mertebeleri ancak çirkinlikler ile tezahür ediyor. Hayır şer ile çarpıştığı
zaman gelişip büyüyor... Yani kainatta zıtların çarpışması öyle alelade misyonsuz ve sıradan bir olay
değildir. Bunların karşılıklı çarpıştırılması Allah tarafından kasıtlı ve hikmetli bir şekilde dizayn
ediliyor. Şayet zıtlar yaratılıp o güzellik ve hayırların karşısına çıkartılmasa idi, o güzellik ve
hayırların sayısız tonları ve renkleri anlaşılmaz ve atıl kalacaklardı.
Ebu Cehil olmasa idi Ebu Bekir (ra) sıradan ve basit bir insan olarak kalacaktı. İşte bu mana ve
inceliklerin anlaşılması ve zahir hale gelmesi için, Allah her güzelliğin ve hayrın karşısına çirkin ve
şer rakipleri yaratmıştır. Serçe kuşuna manevra kabiliyetini kazandıran, atmaca kuşunun ona musallat
edilmesidir. Hazreti Ömer (ra)’in adaletinin parlaması ve dillere destan bir şekle gelmesinde zulmün
payesi vardır. İnsanlar zulmü bilmese ve görmeseler, adaleti takdir ve tahsin edemezlerdi.
Felsefenin cidal anlayışı tamamen kuvvetlinin zayıfı ezmesi ve her şeyin bir tesadüf eseri olarak
vücut bulması şeklindedir. Mübareze kanunundaki hikmet ve misyonları onlar göremiyorlar.
Çocuğuna terbiye maksadı ile annesi bir tokat aşk eder. Onu gözlemleyen kişi maksada bakmayarak
anne ne kadar zalim, el kadar çocuğa tokat atıyor der. Diğer bir gözlemci ise maksadı takip ettiği,
yani olayın bütününe bakarak hüküm verdiği için anneyi takdir ediyor. Ne kadar isabetli bir tavır
sergiledi diyerek anneyi taltif ediyor. Aynı olayda iki farklı hüküm iki farklı netice. Birisi olayın
cüzünde boğulduğu ve genel maksadı göremediği için olayı acımasız bir şiddet olarak algılarken,
diğeri ise olayın genelini, fotoğrafın bütününü görüp ona göre hükme gittiği için olayı pedagojik bir
tavır olarak algılıyor.
Aslanın ceylan yavrusunu parçalamasına bakarak "Hayat bir kavgadır." diyen maddeci felsefe,
kainattaki umumi mübareze kanununu ihata edemiyor, oradaki genel maksatları göremiyor. Bu sebeple
de hayata bir kavga olarak bakıyor. Halbuki yardımlaşma, dayanışma, cevaplaşma ve kucaklaşma
kainatı öyle bir sarmalamış ki âdeta kainat, parçalanması mümkün olmayan bir bütün gibidir.
Yardımlaşma ve dayanışmanın bir direkt, birde dolaylı olanı vardır. Direkt olanı zaten çoklukla
gözümüz önünde cereyan ediyor. Bu noktada kainat teavün (yardımlaşma), tesanüd (dayanışma),
teanuk (kucaklaşma), tecevüb (cevaplaşma), fiilleri ile âdeta bölünmez bir bütün gibidir. Bunlar
gözümüz önünde cereyan ettiği için ispata bile lüzum yoktur.
Dolaylı olanı ise kainatın umumi denge ve ölçüsünü korumak noktasıdır. Bugünkü ifadesi ile
ekolojik düzen, yani türlerin birbiri ile olan ahenginin korumasıdır. Türler arasında öyle hassas ve
mükemmel bir denge zinciri kurulmuştur ki, bu zincirden bir halka dengeden çıkarsa, zincirleme bütün
ekolojik düzen dediğimiz dengeleri yok edip kainatın umumi ahengini yerle bir edecektir. Bu
sebeple Allah türleri birbirlerini dengede tutacak şekilde besinler zinciri şeklinde yaratmıştır. Yani
her tür başka bir türün dengesini sağlamak ile mükelleftir. Bu da bir çeşit dolaylı yardımlaşma ve
dayanışmadır. Dolayısı ile evrimcilerin iddia ettiği gibi türlerin birbirleri arasındaki bu ilişki
tesadüfi ve acımasız bir vahşet ve katletme değildir.
Mesela kemirgenler ile beslenen yırtıcı kedigiller olmasa, kemirgenler her tarafı istila edip dünya
üzerinde kurulmuş ekolojik dengeyi bozacaklar. Arslan ve kaplan gibi yırtıcı kediler olmasa ot obur
hayvanlar hem kendi içinde hem de kısıtlı olan meralarda başka türlere zarar verecekler. Daha bunun
gibi muazzam hassas dengeler için türler birbirlerine besin zinciri olmaktalar. Bu da dolaylı olarak
hem kendi türleri açısından hem de kainatın ekolojik dengesi açısından bir yardımlaşma ve
dayanışma şeklidir.
Avustralyada aşırı avlanma yüzünden tilkilerin nesli tüketilince, tavşanlar aşırı üreyip çoğalınca
her taraf tavşan ölüleri ile dolmuş. Hem tavşan neslinin sağlığı açısından hem de salgın hastalık riski
açısından yetkililer derhal başka kıtalardan tilkiler nakletmeye başlamışlar. Bir müddet sonra tilkiler
doğaya salınınca denge yeniden temin edilmiş. Demek tilkinin tavşanı yemesi vahşet değil, umumi
denge ve yardımlaşmanın dolaylı bir ifadesidir.
Bunun gibi yüzlerce örnekler verilebilir. Evrimciler kendi kokuşmuş vicdan ve akıl
penceresinden olaylara baktıkları için, her şeyi düşman ve kavgacı olarak algılıyorlar. Bu bir algı
sorunudur.
Mübareze kanunu ile maddeci felsefenin algıladığı cidal anlayışı arasında dağlar kadar fark
vardır. Mübareze kanunu, bir maksat ve misyona hizmet ederken, cidal zulme ve tesadüfe hizmet eden
ruhi bir hastalıktır.

Yaşama savaşı, hayat mücadelesi gibi sözleri kullanmak niçin


doğru değildir? Üstadımız, "hayat cidaldir" diyenleri eleştiriyor.
Ancak vahşi hayvanların zayıfları parçalaması bu açıdan
bakıldığında bir cidal değil midir?
Yaşam savaşını, nefis ve şeytanla mücadele şeklinde değerlendirirsek olabilir. Ama yaşam
savaşını, yaşamak için yapılan bir mücadele şeklinde algılarsak, o zaman kainatı kuşatmış ve
sarmalamış olan teavün, tesanüt, teanuk, tecavüp kurallarını hiçe saymış oluruz ki, bu boş bir
iddiadan başka bir şey değildir.
İnsanın yaşaması için milyonlarca şartın bir anda ve bir arada olması gerekiyor. Güneşin
doğması ve batması, mevsimlerin oluşması, bulut ve yağmurların sevk ve idare edilmesi, toprak
içinde o muazzam sistemin işletilmesi, bedende çalışan milyonlarca aza ve organların muazzam bir
şekilde tedvir ve tedbir edilmesi vs...
Bütün bu şartlardan kaç tanesini insan kendi mücadelesi ile sevk ve idare edebiliyor acaba?
Dünyanın en güçlü ve hırslı adamı bu şartlardan kaçını kendi oluşturuyor ki, ben hayat mücadelesi ile
ayakta duruyorum diyebilsin.
Yaşama savaşı, hayat mücadelesi gibi sözleri kullanmak doğru değildir, sözlerimiz bu cihetledir.
İlave bilgi için tıklayınız:
Yaşama savaşı, hayat mücadelesi gibi sözleri kullanmak niçin doğru değildir?..
Hayat bir mücadele mi?..
"Cemaatlerin rabıtalarında unsuriyet, milliyet yerine rabıta-i
dini ve sınıfî ve vatani kabul eder." ifadesinin izahını istirham
ediyoruz. Özellikle, rabıta-i sınıfî konusunu nasıl anlamalıyız;
örnekler verebilir misiniz?
İnsanlar dinlerine, memleketlerine, mesleklerine, ilgilendikleri ilim dallarına, spor kollarına,
konuştukları dillere ve daha nice kriterlere göre, farklı sınıflandırmalara tabi tutulurlar. Din ve
vatan kavramları da sınıflandırmada yer alan bir kol olarak düşünüldüğünde, rabıta-ı
sınıfî kavramının, daha çok, “meslek gruplarını” hatıra getirdiğini söyleyebiliriz.
Esnaf ve sanatkarlar birliği dendiğinde iki ayrı sınıf karşımıza çıkar. Ticaret erbabı da ayrı bir
sınıftır ve kendi içinde sermayelerine göre ayrı sınıflara ayrılırlar; küçük, orta ve büyük ölçekli
işletmelerin sahipleri ayrı birer sınıf teşkil ederler.

İlim adamları ayrı bir sınıftır. Bu da kendi içinde birçok kollara ayrılır. Üniversitelerde genellikle
üçlü bir sınıflandırmaya gidilir: Sosyal bilimler, fen bilimleri ve tıp bilimleri.

İşçiler ve memurlar ayrı iki sınıftırlar; bunlar da kendi içlerinde birçok alt kolları ayrılırlar.
Örnekleri artırabiliriz.

Bu sınıflardan her birinin kendi içlerinde birlik sağlamaları, problemlerinin çözümünde birbirlerine
yardımcı olmaları, günümüzün dünya şartlarında bir ihtiyaç haline gelmiştir. Sendikalar,
federasyonlar, konfederasyonlar, dernekler, sempozyumlar, açık oturumlar hep aynı sınıfta görev
yapan fertler arasında kurulur ve icra edilir.

İhlas Risalesi'nde, müminler bir vücudun uzuvlarına ve bir fabrikanın çarklarına benzetilir. Toplum
hayatındaki farklı sınıflar da bu manada bir ahenk içinde çalışırlarsa, ihtisaslaşma ve yardımlaşma ile
her bir sınıf kendi içinde büyüyüp geliştiği gibi, bunların tamamının meydana getirdiği toplum
bünyesi de sağlam ve mükemmel olur.

Bugün hem ekonomi, hem de bilim konusunda sınıflara ayrılma ve her sınıfın kendi içinde işbirliğine
ve ihtisaslaşmaya gitmesi, ülkelerin sınırları aşmış, farklı inanç sahiplerini ortak bir gaye ve menfaat
etrafında rahatlıkla toplamak mümkün hale gelmiştir.

Dünyadaki bu yeni tablodan, İslâm adına ve insanlara hak ve hakikat yolunu göstermek namına
faydalanmanın tek yolu, kendi sahasında başarılı Müslümanlar yetiştirmek, bunların sayılarını
artırmak ve kendi meslektaşlarıyla yaptıkları dünyevî yardımlaşmalara bir ruh katarak, bu
işbirliğinden İslâm’ın güzelliklerini takdim noktasında azamî derecede istifade etmenin yollarını
aramaktır. Sahasında yetişmiş elemanlar bu işi üslenebilirler. Üstad'ın koyduğu şu şartı önemle
dikkate aldıkları ve uygulama sahasına koydukları takdirde, çok hayırlı hizmetler yapabilirler.

“Eğer biz doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu ve istikameti göstersek,


bundan sonra onlardan fevc fevc dahil olacaklardır.”(1)
(1) bk. Münazarat, Sualler ve Cevaplar.

"Cemaatlerin rabıtasını, hikmet-i Kur'aniye; rabıta-i dini ve


sınıfi ve vataniyi kabul eder." diyor. Dini ve vataniyi anladım da,
sınıfî derken ne kastediliyor?
“Ümmetimin ihtilafı rahmettir.” hadisi şerifi çok manidardır. Cenab-ı Hak insanları çok farklı
fıtrat ve özellikte yaratmıştır. Bu sebeple insanların tamamının bir meselede ittifakı mümkün değildir.
Mutlaka farklılıklar ve ihtilaflar olacaktır. İhtilaflar ise; menfi ve müspet olarak iki kısımdır.

Farklılık esas itibariyle bir araya gelmenin, tevhidin, uyumun ve ittifakın sebebidir. Zira, temasül
tezada sebeptir.

Dinimizde esas olan, dini rabıta ve bağdır. Bu din bağı Müslümanlar arasında en kuvvetli, en kutsi,
en faydalı ve en geniş bağdır ve irtibat sebebidir.

Zira rabıta-i dinî olan bu kuvvetli bağ, müntesiplerine şöyle bir ortak payda oluşturur: Halıkları bir,
Malikleri bir, Rezzakları bir, ta binler kadar bir, bir. Ayrıca dinleri bir, kitapları bir, peygamberleri
bir, yüzler kadar bir, bir. Sonra memleketleri bir, lisanları bir, köyleri bir, onlar kadar bir, bir.

Yukarıdan da anlaşılacağı üzere bağın en kuvvetlisi din bağıdır. Ancak bu şemsiyenin altında vatan
gibi, lisan gibi, sanat ve maharet gibi, sosyal ve kültürel manada sınıflar ve bağlar da vardır. Ancak
müspet ihtilafa vesile olan ve içtimai hayatın dahili ihtiyacından ileri gelen bağlar ve sınıflar da
olabilir. Hatta olması zaruret derecesinde elzemdir.

Burada önemli olan, din bağıyla diğer bağların farkını idrak etmek ve ona göre hareket etmektir.

Demek ki İslamiyet ve din bağının dışındaki diğer küçük rabıta ve bağlar, sınıflar mefhumu içerisinde
mütalaa edilebilir.

Mesela; müspet milliyetçilik, Ehl-i sünnet içerisindeki mezhepler, müspet tarikatlar ve cemaatler,
vatanlar ve coğrafyalar, meslekler ve ihtisas sahaları, insanların yaşlarına ve cinslerine göre faydalı
tasnifler, idaredeki taksimatlar (yani memurlar, işçiler, patronlar) ve sâire gibi bütün farklılıklar,
birbirilerine faydalı olmak maksadıyla, müspet ihtilaf olup rabıta-i sınıfî hududu girebilirler.

"Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüddür. Düstur-u


teavünün şe’ni; birbirinin imdadına yetişmektir." Müslüman ve
İslâm âleminin vaziyeti çoğu zaman bu hakikatlerle bağdaşmıyor.
İnsanın zihnini karıştıran bu durumun izahı?
Öncelikle şunu ifade etmek gerekiyor:

Burada “hak, fazilet, ittifak” gibi güzel sıfatlardan ve bunlara sahip olmanın güzel neticelerinden
söz ediliyor. Nefse ve şeytana uyarak namazını kılmayan, zekâtını vermeyen Müslümanlar olduğu
gibi, İslâm’ın beşere hediye ettiği “ittifak, tesanüd, birbirinin imdadına yetişmek” gibi güzel sıfatları
hayatına mal etmekte noksanlık gösteren Müslümanlar da bulunabilir. Burada kusur o insanlarındır.

Öte yandan, İslâm tarihi son yüz yıla münhasır değildir. Ahir zaman fitnesinin ayak seslerinin
işitilmeye başlandığı Tanzimat döneminden ta günümüze kadar İslâm’ın hayata mal edilmesinde
yaşanan kusurlar, hem İslâm âlemini geri bırakmış, hem de İslâm terbiyesini tam alamamış kişiler
yüzünden İslâmiyet hakkında bu gibi şüphelere kapı açılmıştır.

Bu gibi vesveselere kapılanları Asr-ı saadet ile başlayan iman, fazilet, adalet, ahlak-ı hasene
dönemlerine götürmek, o dönemlerde yetişen yıldız şahsiyetleri tanıtmak ve yine o dönemlerde
İslâmın dünya üzerindeki müspet etkilerini nazara vermek gerekiyor.

Asr-ı saadetten kısa bir zaman sonra, Endülüs Emevî Devletinin Avrupa’ya her hususta üstatlık
etmesinden, Selçuklu ve Osmanlı medeniyetlerine kadar tarihin altın yapraklarını dikkatle ve hayretle
çevirmeli ve o devirlerde sergilenen üstün medeniyet örneklerini ve yetişen üstün şahsiyetleri nazara
vermek icap ediyor. Bin yılı aşkın bir süre yeryüzünde güzelliklerin temsilciliğini yapan İslâm
devletlerini ve onların müstesna raiyetlerini görmezlikten gelip sadece son yüzyıla bakmak,
“yüzün binden büyük olduğunu” iddia etmek kadar büyük bir yanlışlıktır.

Kaldı ki, bu bir asırlık gerileme döneminin de sona ermesinin emareleri görülmeye başlıyor ve Üstat
Hazretlerinin müjdesini verdiği nesl-i cedidin, hayatın bütün safhalarında örnek icraatlar
sergilemesiyle yeni bir terakki dönemine giriliyor. İslâm’ın güzelliğinin ve üstünlüğünün bütün
dünyaya gösterilmesinin ve kabul ettirilmesinin günleri de yaklaşıyor.

"Hakkın şe’ni ittifaktır. Faziletin şe’ni tesanüttür. Düstur-u


teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni
uhuvvettir, incizaptır." Bu ifadeleri izah eder misiniz?
Hakkın şe’ni ittifaktır:
Hak âlemde her şeyin ortak paydasıdır. Herkesin ortak noktasıdır. Kur’an'ın hakikatleri haktan
gelip ve hakkı esas kıldığından dolayı, nazara verdiği meselelerde bütün akl-ı selim sahipleri ittifak
ederler. Dolayısıyla Kur’an'ın talebeleri hakkın etrafında bir araya gelerek ittifak ederler. Bu ittifakın
tezahürü; hakkın mahiyeti, kuvveti ve tesiri iledir.
Fakat felsefe mesleğinde hak olmadığından, ittifak da meydana gelmez. Felsefecilerin birbirlerini
cerh etmeleri ve her birine göre müstakil bir ekolün teşekkül etmesi buna delildir.

Faziletin şe’ni tesanüttür:


Fazilet insanların vazifelerinin fevkinde ortaya koydukları hayırlı tezahürlerdir. Mesela: bir
hizmette veya bir işte ortaklaşa, herkesin kendine düşeni yapması menfaattir. Ancak bir kimsenin
kendi vazifesinden başka, fedakârlık göstererek çalışması ve gayret göstermesi, bir artı değer olarak
fazilettir. Bu manada faziletli şahısların olduğu toplulukta tesanüt ve dayanışma olur. Birbirine kuvvet
verirler. Yekdiğerinin eksikliğini ikmal ederler. Felsefede ise, menfaat esas olduğundan tesanüt
meydana gelmez, bilakis birbirlerine zarar verecek tarzda mücadeleler olur.

Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir:


Teavün ve yardımlaşma kainatın düsturudur. Hayat bir yardımlaşmadır. Kainatta galaksiler
arasında, dünyada unsurlar arasında, hayvanat, nebatat ve insanlar arasında bu yardımlaşma açıkça
görünmektedir.
İslamiyet fıtri bir din olduğundan, âlemdeki teavün sırrı Müslümanlara da intikal eder. İslam dini;
peygamberleri ümmetlerin, âlimleri cahillerin, zenginleri fakirlerin, kavileri zaiflerin, amirleri
memurların yardımına koşturmuş, bunu bir vecibe olarak emretmiştir. Felsefe ise “hayat
mücadeledir” zihniyetiyle, eşyayı birbirine ecnebi ve düşman olarak gösterip, mantığını çarpışma ve
mücadele üzerine kurmuştur.

Dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır:


Kur’an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak mü’minleri kardeş olarak ilan etmiştir. Kardeşliğin şe’ni cazibe
ortamını temin eder. Aynı Allah’a inanan, dini bir, kitabı bir ve peygamberi bir olan ehl-i iman
arasında, aile bağından daha kuvvetli, daha sağlam ve daha ulvi bir kardeşlik teessüs eder. Bu yüksek
ve kuvvetli din kardeşliği, müminler arasında kuvvetli ve ulvî bir cazibe meydana getirir.

Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadeti dareyndir:
Nefisle ruh bir terazinin iki kefesi gibidir. Biri hevadan, diğeri Huda’dan beslenir. Nefis inkişaf
ettikçe ruh pörsür ve zaifleşir. Nefis gemlendikçe ve terbiye edildikçe, ruhun tekâmül mekanizmaları
daha güçlü olarak devreye girer.
Salih ameller daha fazla işlenerek cennete doğru daha hızla yol alınırken, takvaya da dikkat
edilerek cehennemden yine süratle uzaklaşılır. Bunun neticesi ise iki dünya saadetidir.

"Hikmet-i felsefe; hayat-ı içtimaîyede nokta-i istinadı kuvvet


kabul eder." ve "Cemaatlerin rabıtasının unsuriyet olması,
semeratının ise hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve beşerin ihtiyacını
ziyadeleştirmesi,.." Zamanın akışı içinde farklılık gösteriyor mu?
Üstadımız bir risalesinde insandaki şehvet, gazap ve akıl kuvvelerinin tahdit edilmediğini, bu
dünya imtihanında insanın terakki yahut tedennisini temin etmek üzere bu kuvvelerin başıboş
bırakıldığını kaydeder.

Şems Sûresinde insan nefsine “fücurun ve takvanın” ilham edildiği kaydedilir. Buna göre her insan,
neyin doğru neyin yanlış olduğunu vicdanında hissetmekte, ancak his ve hevesin, kalp ve vicdana
galip gelmesi halinde birçok yanlışlıkları bilerek ve severek yapmaktadır.
Bu bütün insanlık için geçerlidir ve insanlık tarihi boyunca hükmünü icra etmiştir.

Hikmet-i felsefenin toplum hayatında nokta-i istinadı kuvvet kabul etmesi, insan aklının his ve hevese
mağlup düşmesinin bir sonucudur.

İnsanın imanı inkişaf ettikçe, bütün insanların da Allah’ın kulu olduklarını, onlara haksızlık
yapamayacağını, zulmedemeyeceğini, aksi halde mutlaka ceza göreceğini düşünerek, şehvet ve gazap
kuvvelerini istikamet çizgisine çekmeye çalışır. İman ve faziletten mahrum kalarak sadece bu dünya
hayatına nazar eden kişiler, ruhlarındaki boşluğu başkalarıyla mücadele, hatta onların hukuklarına
tecavüzle doldurmak istemişler ve bundan tarih boyunca nice zulüm sahneleri sergilenmiştir.

Din ve maneviyat sahasında bir inkişaf olmadığı takdirde, fen ve teknikte ileri gitmek insanı medeni
etmeye yetmemiş ve bugünün Batı dünyasında menfaat yine ilk sırayı almaya devam etmiştir. Şu var
ki, iktisaden ileri gitmiş ülkelerde unsuriyet, yani ırkçılık fikri de menfaatin gerisinde kalmış, dünün
iki düşman milleti olan Fransızlar ve Almanlar bugün Avrupa Birliği adı altında bir “ortak menfaat
çizgisinde” buluşmuşlar, ırkçılığı sadece kendi milletlerinin daha ileri seviyede olması şeklinde
anlamaya ve uygulamaya başlamışlardır.

İslâm ülkelerinde ise İslâm hakkıyla yaşanmadığından ve iktisadi gelişme de yeterli seviyeye
çıkmadığından, ırkçılık belası hakimiyetini yer yer sürdürmeye devam etmektedir.

Soruda geçen, “Cemaatlerin rabıtasının unsuriyet olması, semeratının ise hevesat-ı nefsaniyeyi
tatmin ve beşerin ihtiyacını tezyid olması” meselesinde “unsuriyetle” “beşerin ihtiyacını
tezyin” manalarını ayrı düşünmek gerekir. Bu ikincisi birincinin neticesi imiş gibi anlaşılıyor.
Halbuki, bunlar arasında sebep-sonuç ilişkisinden ziyade esasta bir yakınlık vardır, o da her ikisinin
de “felsefenin birer esası” olmalarıdır.

Yani, beşerin ihtiyacının ziyadeleşmesi ırkçılığın değil, hikmet-i felsefenin bir neticesidir. Irkçılık
da felsefenin bir esasıdır; cemaatler arasındaki rabıtayı onunla temin etmeye çalışır.

“Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir
etmiştir. Sa'y, masrafa kafi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlakın esasını şu
noktadan ifsad etmiştir. Cemaate, nev'e verdiği servet, haşmete bedel; ferdi, şahsı, fakir,
ahlaksız etmiştir.” (Tarihçe-i Hayat,Birinci Kısım)

"Hikmet-i Kur’aniye ise; nokta-i istinadı, kuvete bedel hakkı


kabul eder." cümlesini açıklar mısınız, hakkın korunması için
kuvvet icap ederse, bu muvazene nasıl kurulabilir?
“Düstur-u nübüvvet 'Kuvvet haktadır, hak kuvvette değildir.' der, zulmü keser, adaleti
temin eder.”(1)
Haklı kişi, kuvvetsiz olsa ve hakkını korumada zaafa düşse bile, yine haklı olmanın üstünlüğüne
ve faziletine sahiptir. Haksız kişi ise kuvvetli olsa bile üzerindeki zulüm damgasını silip atamaz.
Hakkımızı tam müdafaa etmek ve karşımızdakileri de haksız ve zalim olmaktan bir bakıma
kurtarmak için kuvvetli olmamız gerekir. Öte yandan, başkalarına yapılan zulüm ve baskıları
kaldırmak için de yine güçlü olmamız ve o mazlumlara yardım etmemiz icabeder.

Güçlü olmanın bir başka yönüne de Nur Külliyatı'nda şöyle yer verilir:

“… Ve bu zamanda Îla-i Kelimetullah, maddeten terakkîye mütevakkıf; ve medeniyet-i


hakîkiyeye girmekle Îla-i Kelimetullah edilebilir.” (2)

İslâm’a hizmet edecek müesseseler kurmak için maddeten terakki gerektiği gibi, özellikle
Hristiyan dünyasına Kur’an ve iman hakikatlerini neşir ve ilan edebilmemiz için de fakirlik ve geri
kalmışlık kisvesinden soyunmamız gerekir. Zengin birisi, fakir ve perişan kıyafetli birinden hakikat
dersi almakta, psikolojik olarak, çok zorlanır. Aynı durum, Batı dünyasına tebliğ görevi yapacak
kişilerle muhatapları arasında da geçerlidir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz (Haşiye1).
(2) bk. Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı.

"İnsanın kemalat-ı insaniyeye sevk edilmesinden" ve "Nefsi


gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest
bırakmanın şe’ninin saadet-i dareyn" olduğundan bahsediliyor.
Kemale ermeyi ve iki dünya saadetine nail olmayı nasıl
anlamalıyız?
Kemal; noksanlığın zıddıdır. İmansızlık en büyük bir noksanlık, iman ve marifet ise en büyük bir
kemaldir. Bilgisizlik bir noksanlık ve kusur, ilim ise bir kemaldir.

Aynı şekilde, kibir noksanlıktır, tevazu “kemal”, hayasızlık noksanlıktır, edep ve haya “kemal”;
zulüm noksanlıktır adalet “kemal”.

“Evet, her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır.”(1)

ifadesinin açtığı ufukta nice güzellikler görürüz. Bunların hepsi kemaldir. Bunlardan mahrum
olmak ve zıtlarıyla boyanmak ise birer noksanlıktır. İşte Kur’an bütün bu kemal sıfatlara insanları
sevk eder.

“Evet hakiki terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hatta hayal ve saire
kuvvelerin, hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir vazife-i
ubudiyet ile meşgul olmaktadır.”(2)
Kur’an nurundan mahrum görüşlerin ve sistemlerin kemal anlayışları çok sönük ve sınırlıdır.
Dünyanın bütün kemallerinin ahiretteki kemal tecellileri yanında gölge gibi zayıf kalacağı
düşünülürse, felsefe yolunda gidenlerin sonu ebedi bir hüsran ve asıllar âleminden ebediyen
mahrumiyettir.

Kaldı ki, Kur’an şakirtleri de kalp ve ruhlarını kemale erdirme yanında dünyanın meşru zevklerinden,
mevki ve makamlarından, servet ve devletlerinden de faydalanırlar. Ama çok iyi bilirler ki, bütün bu
kemaller rüya âleminde mazhar olunan ihsanlara benzer.

Gerçek saadet ve kemal ise,

“Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır.” (A’la Sûresi, 87/17)

ayet-i kerimesinde ve

“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”

hadis-i şerifiyle haber verilen ahiret âlemindedir.

Bilindiği gibi, her türlü terakki iki temele dayanır: Menfaati celp ve mazarratı def.

Yani, insan bir taraftan kazancını artırmaya çalışırken, öte yandan da kaybetmenin tedbirlerini
almalıdır.

Üstadımız, “her zaman def’i şerrin celb-i nef’a racih olduğunu,” yani şerleri gidermenin, hayır
elde etmekten daha önce geldiğini kaydeder. Önce engeller ortadan kaldırılacak sonra yol alınacaktır.

Soruda geçen cümlede de bunu açıkça görüyoruz. Bir menzile ulaşmak için atına binen kişinin
yapacağı ilk iş atını gemlemek, zapt altına almak, onun başka yönlere gitmesini engellemektir. Bundan
sonra atını kamçılamaya ve süratle koşturmaya sıra gelir.

Bir risalede “nefsin insana binmesi yerine onun bir merkûbu (bineği) olarak insanı maksudu
olan menzile götürmesi” gerektiği ders verilir.

Kur’an-ı Kerim'de Yûsuf aleyhisselamın dilinden bize çok önemli bir mesaj verilmektedir:

“Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü, nefis şiddetle kötülüğü emreder.” (Yûsuf,
12/53)

İşte kötülüğü emreden bu nefsi gemlemekle bağlamak, onun yanlış yöne gitmesini engellemek
insanın manevî terakkisinin ilk adımı ve ön şartıdır. Ticari hayatımızdan bir örnek verecek olursak,
bir tüccarın ilk işi kendi nefsine haram kazanç yollarını kapatması, o nefse “zengin olacaksın ama,
faize, ihtikâra, yalana, aldatmaya girmemek şartıyla” diyerek yasak bölgeleri ve vazgeçilmez
doğruları iyice belletmesidir. Bunu başaran tüccar, nefsini gemlemiş demektir.
Bundan sonra sıra, meşru kazanç için çalışmaya, gerekli sebeplere müracaat etmeye ve bu yolda
olanca gücüyle çalışmaya gelir.
Manevî ticaret ve zenginlik de buna benzer. Bu konuda bütün manevîyat büyüklerinin takip
ettikleri şaşmaz bir sıra vardır. Manen terakki etmek isteyenler için bu sıraya aynen uymak
vazgeçilemez bir şarttır.
Şöyle ki;

- Önce bütün haramlar terk edilecektir.

- Sonra bütün şüphelilerden vazgeçilecektir.

- En sonunda da helal kazancını mümkün olduğu kadar az tüketme, çok tasadduk etme yoluna
girilecektir.

Yani, mal kazanılacak, ama meşru sahalarda da olsa, onu israf etmek, sadece nefsin hazları için
ölçüsüzce harcamak yerine, muhtaçların imdadına koşulacak, onlara bol sadaka verilerek ahiret
ticareti için önemli bir yatırım yapılacaktır.

Yıllar önce okuduğum, ama kaynağını kesin olarak hatırlayamadığım bir yazı vardı. Buyruluyordu ki:

“Allah’ın o seçkin kulları fenafillah makamına ererek Rablerine vasıl olduklarında,


onlardan büyük kısmı o makamın zevkiyle kendilerinden geçerler ve ondan ayrılmak
istemezler. Az bir kısmı ise yeniden insanların arasına dönmeyi tercih ederek derler ki: Biz
bu nimetleri yalnız başımıza yemeyeceğiz”

Dört büyük esasından birisi “şefkat” olan Nur hizmetinde bu ikinci mana kemaliyle hâkimdir.
Sadece kendi nefsini kurtarmak değil, başkalarını da kurtarmaya çalışmak esastır. Nitekim, Yirmi
İkinci Lem’a’da şöyle buyrulur:

“…Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı
içtimaiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.”(3)

Dipnotla:
(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz.
(2) bk. a.g.e., Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Mebhas.
(3) bk. Lem'alar, Yirmi İkinci Lem'a.

DÖRDÜNCÜ ESAS
Akıl ve kalp ittifakını nasıl anlamak lazım? Bunlar dengede mi
olacak, yoksa akıl biraz önde veya kalp önde olsa daha mı iyi olur?
İslam'da akıl merkez mi? Üstad bunlarla ilgili nasıl bir
değerlendirme yapmış?
"Bir adam, elinde bir âyineyi güneşe karşı tutar. O âyine miktarınca bir ışık ve yedi
rengi câmi' bir ziya alır. O nisbetle Güneşle münasebettâr olur, sohbet eder ve o ışıklı
âyineyi, karanlıklı hânesine veya dam altındaki bağına tevcih etse; güneşin kıymeti
nisbetinde değil, belki o âyinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. " (1)

İşte akıl ve kalp ittifakı müsbet manada mükemmel oldukça âdeta o kişinin dilinden hâl ve
harketlerinden bal akar. Herkese bir noktayı istinad olur. Ancak akıl kalp ile beraber değilde salt,
yalnız iş görmeye başlarsa o zaman havalanması, gururlanıp raydan çıkması an meselesi olur. Bu
yüzden akıl, vücutta kalp ile ortak olarak çalışacak ve bu şekilde maneviyat iklimlerinde el ele verip
ilerleyeceklerdir.

İnsan, en hassas cihazlarla donatılmış canlı bir makine gibidir. Bu hassas cihazların merkezinde kalp
yer alır. Kalp, bütün ruhî ve fikrî tavırların odak noktasıdır. Kalbin bu merkezî konumu, hem fiziki
boyutumuz, hem de metafizik boyutumuz için geçerlidir.

Kur'an-ı Kerim'in yüzden fazla ayetinde kalpten bahis vardır. Bu ayetlerde bahsedilen kalp, şüphesiz
çam kozalağı şeklindeki et parçası değildir. Bu ayetlerde ele alınan, insanın manevi hayatının
merkezini teşkil eden manevi kalptir.

Kardiyoloji ilminin araştırma sahasına giren maddi kalbimiz, hayatın devamını sağlar. Hadisin
ifadesiyle,

"İyi olduğunda bütün beden iyi olur. Bozulduğunda, bütün ceset bozulur." (İbnu Mace,
Fiten 14)

Maddi kalp bedeninin her tarafına hayat dağıttığı gibi, manevi kalp de bütün duygu ve latifelere
hayat neşreder.

Merak, sevgi, endişe korku gibi manevi duygularımızın merkezi, manevi kalbimizdir.

Kalbin Boğulması:

İnsan havasız bir yerde kaldığında nasıl zorlanırsa, bazen olur günlük olayların içinde kalp âdeta
boğulur. Bundan kurtulmanın yolu, kalbin manevi gıdasını alacağı ortamlardan uzak kalmamaktır.
Mide için gıda nasıl bir ihtiyaçsa, kalp için de sohbet - ibadet öyle ihtiyaçtır. Kalp bunlarla teneffüs
eder, rahata kavuşur, huzur bulur.

Kalp Telefonu:

İnsanın kalbi bir yönüyle telefona benzer. İnsan bu telefonla hâlini doğrudan doğruya Allah'a
arzedebilir. Ayrıca Allah'tan gelen ilham mesajlarına muhatap olabilir.

AKIL İSE; insanı gerçeklere muhatap eden en mühim meleke akıldır. Kelime olarak akıl, "devenin
yularla tutulması gibi, tutmak" anlamındadır. Ayrıca, "bağlamak, birbirine uygun iki nesne veya
iki kavram arasında bağlantı kurmak" anlamını ifade eder. Mesela, bir yerden duman çıktığını
görünce hemen ateşe intikal etmek, buz tutan nehrin inceliğini görünce "bu beni kaldırmaz" diye
hüküm vermek aklın birer fonksiyonudur.

Akıl, maddeden mücerret bir cevher, hak ile batılı ayıran bir nurdur. Bıçağın kesme aleti olması gibi,
ruhun anlama aletidir. Kişi bu akılla eşyanın hakikatlerine muttali olur. Hem duyulardan gelen
bilgileri değerlendirir, hem de gaybî şeylere açılır.

Akıl, düşünme, anlama, kavrama kabiliyetidir. Hakk'ın hitabını fehm için, bir alet, bir vasıtadır.
İnsanı hayvanlardan ayıran seçkin bir meziyettir.

Akıl, madeni kalb ve ruhta, şuaı dimağda bulunan manevi bir nurdur ki, insan bununla duyulara hitap
etmeyen şeyleri idrak eder.

Rivayet edilir ki, Cenab-ı Hak aklı yarattığında ona "bu tarafa gel" der, akıl gelir. "Dön" der, akıl
döner. Cenab-ı Hak buyurur ki,

"İzzetim ve celâlime yemin ederim ki, senden daha şerefli bir mahluk yaratmadım.
Seninle alır, seninle veririm."

Akıldan hissesi ziyade olanlar, büyük bir nimete mazhar kılınmışlardır. Ebu Cuhayfe, Hz. Ali
(ra)'ye "Yanınızda, Rasulullahın size has kıldığı bir kitap var mı?" diye sorar. Hz. Ali, şu manidar
cevabı verir: "Hayır, ancak Allah'ın Kitabı ve bir de, Müslüman bir adama verilen fehim
(anlama) var."

Ham petrolden uçak benzinine, mum ışığından güneş ışığına kadar mertebeler olması misali,
insanların akıllarında da mertebeler vardır. Uzaktan yakılan bir kibritle tutuşan uçak benzini gibi, bir
kısım akıllara uzaktan bir işaret verilmesi kafidir. Aklın bu üst mertebelerinde yer alan insanlar,
başkalarının anlamadığını anlarlar, hissetmediklerini sezerler, onların bağlantı kuramadıkları
şeylerde hayret verici bağlantılar kurarlar.

Nur suresinin nur ayetinde geçen "onun yağı, neredeyse bir ateş dokunmasa bile ışık
verecek" ifadesi, bir yönüyle bu tür akıllara işaret olarak görülmüştür. Ayetteki bu ifadeden hemen
sonra gelen "nur üstüne nur" ise, bu akıllara gelen İlahi ilhamlara, tuluata işarettir. Yani, akıl, hadd-
i zatında İlahi bir nur olmakla beraber, bu nura ilahi ilham parıltılarının gelmesi, "nurun ala
nur" olacaktır. (Nur, 24/35)

Göz penceresinden âlemi seyreden ruh, beyin merkezinden de gerçekleri temaşa eder. "Dil ne kadar
tatma organıysa, beyin de o kadar düşünce organıdır." "Aklın vazifesi gerçekleri kavramaktır.”

Beynin fonksiyonuna "tefekkür" adı verilir. Tefekkür, aklın çalışması, fikir üretmesidir. Akıl bir
makineye benzetilirse, tefekkür bu makinenin çalışması ve üretimde bulunmasıdır.
Aklın başlıca iki çeşit seyri vardır:

1. Fikir.
2. Hads (Sezgi)

Fikir; aklın, ağır, tedrici ve zamanla kayıtlı olan düşünme seyridir. Hads ise, aklın bir lahzada, bir
hamlede matluba ulaşıverecek derecede seri olan ani seyridir." Bunlardan "fikir, görgüleri ve
bilgileri bir tertibe koyup bildiğinden bilmediğini anlamak, ahiri evvele bağlamaktır. Hads, bir şeyin
birden açılması, dolaysız kavrama, bir anda yakalamadır, şimşek gibi bir sür'at-i intikaldir.

Gecenin karanlığında çakan şimşeğin birden etrafı aydınlatması gibi, hads şimşeği dahi, birden
insanın idrak âlemlerini aydınlatıverir.

Fikir, hadse bir altyapı oluşturur. Mesela, ilmî bir keşif için yoğun bir tefekkür içine giren ilim
adamları, günün birinde meselelerini iç alemlerinde halledilmiş, çözülmüş bulurlar. Bu, fikre terettüp
eden bir hads parıltısıdır.

İki tahta parçası birbirine sürtülünce belli bir noktadan sonra, tahtadan alev çıkar. Keza, bir mercekle
kağıda güneşin harareti odaklandığında, bir zaman sonra kağıt yanmaya başlar. Onun gibi, tefekkürde
yoğunlaşan insanlar, bazan kendilerini çok farklı bir idrak boyutunda bulabilirler.

AKLIN SINIRI:

Aklın bu kadar faziletlerinden bahisten sonra, biraz da onun sınırından bahsetmek yerinde olacaktır.
Yoksa, biraz methedilince başı bulutlara değen insan misali, akıl da bu kadar övgüden sonra kendini
mutlak hakikatlerin, salt gerçeklerin yanılmaz sahibi, her şeyin miyarı, mizanı zannedebilir. Bütün
ihtilaflı konularda kendisinin hakemliğine müracaatı isteyebilir. Nitekim, aklı gerçeğin tek ve
yanılmaz ölçüsü kabul eden nice insan, kendi aklının veya mutlak manada aklın ulaşmadığı gerçekleri
inkâr cihetine gitmiştir.

"Onlar, ilmen kuşatmadıkları ve henüz tevili kendilerine gelmeyen şeyleri


yalanladılar."

ayeti, bir yönüyle meselemize de bakmaktadır.

Aklın sınırı konusunda Hamdi Yazır şöyle der:

"Akıl, hakikata hâkim olmadığı gibi, dine de hâkim değildir. İnsan aklı mutlak hakikati
kapsamadığı için, bütün ilâhî kudret ve hakikatleri kendinden çıkarmaya kalkışırsa, küstahlık
etmiş olur... "

"Akıl, mutlak doğrunun bütün sınırını çizemez."

"Hep akıl ve mantık olmak isterseniz, henüz kavrayamadığınız hayat tecellileri karşısında
bedbin olursunuz."
Akıl vücutta hakim, kalpte ona yardımcı pozisyonunda olmalı. Bunları birbirinden ayrı
düşündüğümüz takdirde bazı ifrat davranışlar ve taassubi durumlar ortaya çıkabilir. İşte bunu
önlemenin yolu, bunları birbirine mezc ettirmekten geçer. A k ı l hikmetten bibehre, nasipsiz
olmayacak. Kalpte vahiyden uzak olmayacak. Sır, hafa ve latifeler kalbin nuruyla nurlanırsa daha
kamil bir hâl alır. Akıl da bunlara gidebilecekleri yönleri çizerse o zaman akıl ve kalp uyumlu bir hal
alır.

(1) bk. Sözler, On İkinci Söz.

Bir şeyde İsm-i Azam tecelli ederken, aynı anda her ismin azami
mertebesi de tecelli eder mi?
İki ayrı kavramı karıştırmamak icab eder. Birincisi İsm-i Azam, diğer ise, her ismin azamlık
mertebesidir. Bu iki konu birbirinden ayrı olarak değerlendirilmelidir.

Her isim, her zaman ve her varlıkta en azami derecede tecelli etmez. Diğer taraftan herkes, her zaman,
her ismin en azam mertebesine yetişemez ve tecellisine mazhar olamaz.

Efendimiz (asv)'in dışındaki peygamberler bir kaç ismin azam mertebesine mazhar iken, Efendimiz
(asv) bütün isimlerin en azam mertebesine mazhar olduğu gibi, ismi azama da mazhardır.

İsm-i Azam, daha çok diğer isimlere nisbeten daha külli, daha cami bir isim ve diğer isimler de bir
şekilde ona bağlı olarak tecelli eden isim demektir. Temel isim, esas teşkil eden isim de denebilir.
Kısacası, kainattan tecellisi çekildiği zaman, varlığın anlamsızlaşacağı isim de denebilir.

Dördüncü Esas'la ilgili; kelamlar mukayese edilirken, Kur’an-ı


Kerim'le diğer semavî kitaplar mı nazara veriliyor, beşerî kelamlar
da bu mukayeseye giriyor mu? Diğer ilâhî kelamlarda i’caz ve
kudsiyyet hakikatı yok mudur?
Nazara verilen iki temsilde, “bir sultanın iki çeşit mükâlemesi ve gökteki güneşten istifade
etme yolları” anlatılıyor. Neticede Kur’an'ın i’cazı ve kudsiyyeti bu iki temsilin sırrına göre tezahür
ediyor. Bu konuyu da izah eder misiniz?

a) On İkinci Söz'ün başında bu sözün konuları sıralanırken şu ifadeye de yer verilir:

“Hem Kur’an'ın sair kelimat-ı İlâhîyeye ve bütün kelamlara cihet-i rüchaniyetine bir
işarettir.”

“Bütün kelamlar” denilince özellikle, alimlerin eserlerini, mürşitlerin sözlerini anlamak gerekir.
Başka sahalarda yazılmış kitaplar, bu dersin konusu itibariyle burada maksut değillerdir. Konumuz
belağat olsaydı bütün beşeri kelamlar da dikkate alınabilirdi. Ancak, konu “kâinatın yaratılmasına
ve onda cereyan eden hadisata nasıl bakmamız gerektiğine, Kur’an'ın insanın şahsî ve içtimaî
hayatımıza nasıl yön verdiğine, felsefenin bu konularda neler ortaya koyduğuna” dairdir.
Dördüncü Esası da bu manada ele almak gerekiyor.

Bu üç önemli konuda Kur’an neler söylüyor? Diğer semavi kitaplarda aynı konular ne ölçüde
yer almışlar? Ve beşerin kelamlarında bu üç önemli mesele nasıl ele alınmış?

Bu soruların cevapları aranıyor ve diğer semavi kitapların da beşeri görüşlerin de bu konuda


Kur’an'a yetişmelerinin mümkün olmadığı izah ve ispat ediliyor.

b) Burada esas itibariyle “vahiyle ilhamın mukayesesi” yapılmaktadır. Aynadan yansıtılan ışık da
güneşe aittir, damdan pencere açtığımızda doğrudan evimize giren ışık da yine güneşin ışığıdır.
Evliyanın kalpleri birer ayna gibidir. O kalplere ilham yoluyla gelen manalar da kelimat-ı
İlâhîyedirler. Ancak, peygamberlere gelen vahiy bu ilhamlardan son derece ileridir.

Kutsiyete gelince; kâinat kitabında kudret kâlemiyle yazılan ayetlerin taklidi mümkün olmadığı ve
onların her birinin üzerinde de i’caz damgası olduğu gibi, Kur’an ayetlerinin de taklitleri mümkün
değildir, hepsi mucize, hepsi mukaddestir.

Evliya ilhamlarındaki kutsiyet, ayna vasıtasıyla alınan ışık gibi ise, Kur’an ayetlerinin kutsiyeti
güneşin kendi ziyası gibidir.

c) Elbette vardır. Ancak onların bu sahadaki dereceleri Kur’ana yetişemez.

Kur’an-ı Kerim'in "ism-i azamdan ve her ismin mertebe-i


azamından gelen" ve "ism-i azamın muhitinden nüzul ile, arş-ı
azamın bütün muhatına bakan, teftiş eden hikmetfeşan bir Kitab-ı
mukaddes" olmasını izah eder misiniz?
İsm-i a'zam Cenab-ı Hakk'ın bütün isimlerini ihtiva ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim de bütün hakaiki
camidir. Yirmi Dördüncü Söz'de şöyle bir ifade geçer:

“Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları içinde cilveleri intişâr eden Esmâ-i Hüsnânın
herbir isminin feyz-i tecellîsine bir mazhar-ı câmi' olmaya çalış.”

Kur’an-ı Kerim'in bir özelliği, kıyamete kadar gelecek bütün insanların bütün ihtiyaçlarına cevap
verecek esasları ihtiva etmesidir. İman ve ibadetten, aile hayatına, miras hukukundan harp hukukuna,
devlet yönetimine kadar her konuda hükümler Kur’an'da vardır. Bu hükümlerin ve Kur’an'ın birinci
tefsiri olan hadis-i şeriflerin ortaya koyduğu esasların her biri insan için bir tekâmül vesilesi olduğu
gibi, onlara uymakla da müminin ruhunda ayrı ayrı isimler tecelli ederler. Meselâ, muhtaçlara
ihsanda bulunmak ayrı bir kemal, adil hükümler vermek yine farklı bir güzelliktir. Bunların her biri o
fiili işleyen kişide bir ismin tecellisini netice verir. Birincisinde Muhsin, Kerîm isimleri,
ikincisinde Âdil ve Hakîm isimleri tecelli eder.

Allah’ın isimlerinin sonsuz olduğu görüşünü esas alarak diyebiliriz ki, itikat ve muamelat sahalarına
ait bütün hükümleri ihtiva eden Kur’an ism-i a'zamdan geldiği gibi, Onun bütün hükümlerini tatbik
eden ve yaşayan bir mümin de ism-i a'zama mazhar olmuş olur. Bu mana, kemaliyle Allah Resulünde
(asm.) tecelli eder, sonra derecesine göre diğer has kullarda.

Her ismin mertebe-i azamına gelince, her insan bütün esmaya mazhar olmakla birlikte bazı isimler
bazı zevatta daha ileri derecede tecelli eder. Evliyadan bir kısmı Vedud ismine, bir
kısmı Hayy ismine, bir kısmı Hakîmismine mazhar oldukları gibi, Peygamber Efendimiz (asm.)
bütün isimlere azamî dereceleriyle mazhar olmuştur. Onun üstadı ve feyiz kaynağı olan Kur’an-ı
Kerim de, bahsettiği hakikatler ile, bütün isimlerin azami mertebelerini ihtiva etmektedir. Diğer
semavi kitaplar bu derecede değildir. Çünkü Üstad Hazretlerinin ifade ettiği gibi,

“… Sâir kelimât-ı İlâhiye ise, bir kısmı has bir itibar ile ve cüz'î bir ünvan ve hususi bir
ismin cüz'î tecellîsiyle ve has bir rubûbiyetle ve mahsus bir saltanatla ve hususi bir
rahmetle zâhir olan kelâmdır.” (1)

Çünkü o kitapların muhatapları mahdut bir zaman ve mekâna sığıştıkları için, onlara nazil olan
kitap ve suhuflarda da beşer için lüzumu bulunan bütün meseleler yerine, o ümmeti ilgilendiren
hükümlere yer verilmiştir. İncil’de devlet yönetimiyle ilgili ayetlerin bulunmaması bunun en güzel
delilidir. Bunun içindir ki, yönetime etki etmek isteyen din adamlarını bilim adamları aslî görevlerine
çağırmışlardır. Rönesans ve reform hareketleri ile din adamları devlet yönetimine karışmaktan men
edilerek, sadece İncil’de yer alan konularda insanları bilgilendirme görevini yapmaya
çağrılmışlardır.

Kur’an-ı Kerim'in, “arş-ı a'zamın bütün muhatına” bakmasına gelince:


Bilindiği gibi bütün cismanî âlemler kürsinin altında kalırlar. Arş ise kürsiyi de ihata eder. Hatta,

“Cennetin sakfı (tavanı) Rahmanın arşıdır.”

hadis-i şerifine göre arş cenneti de ihata etmiştir. Ancak bu ihata maddî manada bir ihata değildir.
Zira arş, madde âleminden değil emir âlemindendir. Arş “İlâhî emirlerin bütün meleklere ilk tebliğ
edildiği makam”şeklinde tarif edilir. Üstad Hazretleri “Kalb de bir arştır. … ” buyurmakla arşın
bütün âlemleri kaplamasını, insanın manevî kalbinin bütün bedeni kaplamasına benzetmiş oluyor.
İnsanın, ilim sıfatı bütün vücudunun ihata ettiği gibi, sevgisi de bütün bedenini kaplamıştır. Yani,
insan, saçını da sever, kaşını da, ciğerini de sever böbreğini de. Bu sıfatın bütün bedeni ihata etmesi
maddi manada bir kaplama değildir.

Arş-ı a'zamın bütün muhatına bakan ifadesi, “Arşın ihata ettiği, kapladığı ne kadar varlık
varsa Kur’an onların hepsinden ya sarahaten, ya işareten, ya remzen,…, bahsetmekte,
ayetlerinde bunların hepsine yer vermektedir.” manasına gelir.
(1) bk. Sözler, On İkinci Söz.
Kur’an-ı Kerim'in; "Başlarında şifre bulunan bir muhabere
mecmuası,.." olmasını nasıl anlamalıyız?
Bu sorunun cevabını bizzat Üstad Hazretlerinin ifadeleriyle vermek durumundayız:

“Sûrelerin başlarındaki huruf-u mukattaa İlâhî bir şifredir; has abdine, onlarla bazı
işaret-i gaybiye veriyor. O şifrenin miftahı, o abd-i hastadır, hem onun veresesindedir.
Kur'ân-ı Hakîm madem her zaman ve her taifeye hitap ediyor; her asrın her tabakasının
hissesini câmi çok mütenevvi vücuhları, mânâları olabilir. Selef-i Sâlihîn ise, en hâlis parça
onlarındır ki, beyan etmişler. Ehl-i velâyet ve tahkik, seyr ü sülûk-ü ruhaniyeye ait çok
muamelât-ı gaybiye işârâtını onlarda bulmuşlar...”(1)

“Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahî bir şifredir. Beşer fikri ona yetişemiyor.
Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dadır."
"Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın fevkalâde bir zekâya mâlik olduğuna işarettir ki ; Muhammed Aleyhissalâtü
Vesselâm remizleri, îmaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki eder, anlar.”(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Birinci Kısım.
(2) bk. İşâratü’l-İ’caz, Bakara Suresi, 1. Ayetin Tefsiri.

On ikinci Söz Dördüncü Esas ile ilgili; İki temsile örnek verebilir
misiniz? İkinci temsilde karanlıklı hane veya dam altındaki bağ
neresidir? Neden her zaman kullandığımız ayna örneğini burada
bırakıyoruz?
Bir Başbakan, Milli Eğitim Bakanı ile görüşürken, sadece Milli Eğitim Bakanlığının makam ve
mertebesi ile görüşür; hitabı ona göre şekillenir. Milli Eğitim camiasından olan bir öğretmenle
görüşürken, konuşma biraz daha özelleşir, hususiyet kesp eder. Başbakanın bütün milleti nazara
alarak yaptığı ulusa sesleniş konuşması umumi ve külli bir hitaptır. Milli Eğitim Bakanı ile görüşmesi
ulusa sesleniş hitabına göre biraz daha hususilik arz eder, ama bir öğretmenle konuşmasına nispetle
külli hükmündedir. Yani konuşmasının külli ve cüzi olması bu manayadır.
Has bir isim ile konuşması ise, Milli Eğitim dairesinin baş öğretmeni konumuna işaret ediyor.
Yani başbakan diğer daire ve bakanların da başbakanı iken, burada sadece bir isim ve sıfat ile
konuşmuş oluyor. O da Milli Eğitim Bakanlığının baş öğretmen sıfatı ve ismidir. Aynı şekilde,
Adalet Bakanı ile görüşürken de Adliye dairesinin başı sıfatı ile konuşur vs...
Bu dairelerden bir şahsı nazara alarak konuşması ise, en cüzi ve özel konuşması olmuş oluyor.
Bazen bütün prosedürleri terk edip, şefkat sıfatı ile bir vatandaşın evine misafir olup, onun özel ve
şahsi dertlerini dinlemesi ve onunla konuşması buna örnek teşkil eder.
İşte bu misaldeki gibi Kur'an, -tabiri caiz ise- ulusa sesleniş gibi külli ve umumi bir hitaptır ve
bütün isim ve sıfatların namına yapılan bir konuşmadır. Bunun manası; Kur'an belli bir kavme ve
belli bir döneme hitap etmiyor. Bütün zaman ve kavimleri nazara alan bir hitaptır. Ama diğer kitap ve
suhuflar öyle değildir, belli bir zaman ve kavmi nazara alıyor. Bu yüzden özel ve hususi kalıyor.
Allah’ın, bir veli, bir melek ile ilham suretinde konuşması, başbakanın bir vatandaşın evine konuk
olup onunla özel ilgilenmesi gibidir. Ya da bir öğretmenin mesleki şikayetlerini dinleyip bunu
değerlendirmesi has bir sıfatla, has bir adamı dinlemek demektir. İşte Allah’ın, bütün mahlukatı ile
makam ve konumuna göre bir konuşması ve hitabı vardır. Bu konuşmaların da aralarında makam ve
kuvvet farkı vardır.
Elbette bir başbakanın bir derneği temsilen gelen bir adamı nazara alması ile, bir şahsın özel bir
durumunu nazara alması arasında önemli bir fark vardır. Allah’ın Azrail ve Mikail (as) ile konuşması
ile bir arı ile konuşması arasında ciddi bir fark vardır.

İkinci temsil: Bir adam, elindeki bir aynayı güneşe karşı tutar. O ayna, kendi
miktarınca bir ışık ve yedi rengi hâvi bir ziyayı, bir aksi, şemsten alır; onun nisbetinde
güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o ışıklı aynayı karanlıklı hanesine veya dam
altındaki küçük, hususî bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o aynanın
kabiliyeti miktarınca istifade edebilir."
"Diğeri ise, aynayı bırakır, doğrudan doğruya güneşe karşı çıkar, haşmetini görür,
azametini anlar. Sonra pek yüksek bir dağa çıkar, güneşin pek geniş şâşaa-i saltanatını
görür ve bizzat, perdesiz onunla görüşür. Sonra döner, hanesinden veya bağının damından
geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar, hakikî güneşin daimî ziyasıyla
sohbet eder, konuşur. Ve böylece, minnettârâne bir sohbet edebilir ve diyebilir: "Ey
yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve zeminin veçhini ve bütün çiçeklerin yüzlerini güldüren
dünya güzeli, gök nazdarı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi, bahçeciğimi
ısındırdın ve ışıklandırdın-bütün dünyayı ışıklandırdığın ve yeryüzünü ısındırdığın
gibi." Halbuki, evvelki ayna sahibi böyle diyemez. O ayna kaydı altında güneşin aksi ise,
âsârı mahduttur, o kayda göredir."(1)

Buradaki birinci adam, güneşe doğrudan değil, ayna aracılığı ile bakıyor. Doğal olarak aynanın
kabiliyet ve boyutlarına göre güneşi görebiliyor. Kimisinin aynası büyüktür, güneşi aynasının
büyüklüğüne göre görür. Kimisinin ki, cep aynasıdır, cep aynasının boyutuna göre görür. Burada
aynadan kast edilen mana; insanın kabiliyet ve mahiyetidir. Yani insan akıl, kalp ve ruh kuvvetine
dayanarak Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamaya çalışır ise, ancak aklı ve kalbinin hacmi ve kuvveti
kadar idrak edip şuurlanabilir.
Öyle ise Allah’ın kendine ait azamet ve haşmeti, insanın algıladığı azamet ve haşmetten
münezzehtir. Tıpkı cep aynasında görünen güneş ile gerçek güneşin farklı olması gibi. İnsan kendi
benliğine güvenip kendi kabiliyeti ile hakikati aramaya kalkarsa, ancak cep aynası kadar hakikate
nüfuz edebilir. İşte filozofların ve mesleklerine itimat eden evliyaların durumu, ayna vasıtası ile
güneşe bakmaya çalışan adamın durumları gibidir.
Burada "dam altındaki küçük bağ" ise, insanın hususi alemine kinayedir. Yani insan küçük
dünyasını kendi küçük aynası ile aldığı ışık ile aydınlatır. Dünyasında vuku bulan olayları bu ışık ile
anlamaya çalışır demektir. Bazen bu ışık yetersiz olmasından küçük dünyası tam aydınlanmayıp
olayların hakiki manasını çözümleyemez. Aklına ve kalbine itimat edipte kainatta cereyan eden
şeylerin hakiki manasını idrak edemeyen filozoflar ve müfrit evliyalar buna örnek verilebilir. İbn-i
Sina ve İbn-i Arabi buna örnek teşkil edebilir.
Diğer adam ise aynayı elinde atıp direk güneşe nazar ediyor.Temsilde ki bu adam benlik ve
duygularına itimadı bırakıp direkt Kur'an ve vahye tabi olan peygamberler ve onların mesleğini aynı
ile devam ettiren ehli hakikate işarettir.
Yıldız böceği kendi cüzi ışıkçığına itimat ederek güneşe doğrudan tabi olmadığı için gecenin
ortasında kalması misüllü, insan da kendi akıl ve kalbinin kuvvetine itimat edip Kur'an ve
peygambere tam tabi olmaz ise aynı duruma düşer, kabiliyeti nispetinde hakikatleri müşahade
edebilir.
(1) bk. Sözler, Otuz Birinci Söz

On İkinci Söz'ün sonunda bazı ayetler zikrediliyor ve Kur’an'ın


ism-i azamdan ve her ismin azamlık mertebesinden gelmesini bir
parça olsun fehmetmek için bu ayetlerin küllî, umumî, ulvî
ifadelerine bakmamız isteniyor. Bu konuyu biraz açıklar mısınız?
Bu ayetlerin ortak yanı, Allah’ın izzet ve azametini ifade eden küllî ve umumî icraatlara dikkat
çekmesidir. Bu icraatların her biri âzamlık mertebesindedir. Bütün bunlar dikkate alındığında
“Kur’anın ism-i azamdan ve her ismin âzamlık mertebesinden geldiğinin” bir parça fehmedilebileceği
ifade edilmektedir.

Söz konusu ayet-i kerimelerin manalarına bu nazarla bakmaya çalışalım:

Ayet-el-Kürsi:

“O, yegâne hak mabuttur. O, (ezeli ve ebedi hayat ile) diridir. Kayyum dur. Onu ne
gaflet basar, ne uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onundur...” (Bakara, 2/255)

Onu takip eden ayetlerin mealleri sırıyla şöyledir:

“Gaybın anahtarları Allah’ın katındadır.” (En’am, 6/59)

“De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah’ım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de
mülkü çeker alırsın. Ve dilediğini aziz, dilediğini de zelil edersin. Hayır yalnız senin
elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kâdirsin.” (Âl-i İmrân, 3/26)

“O, geceyi, kendisini durmadan kovalayan gündüze bürüyüp örter. O, güneşi, ayı ve
yıldızları da emrine boyun eğmiş olarak (yarattı).” (A’raf, 7/54)

“Ey arz, (vazifen bitti) suyunu yut! Ey sema, (ihtiyaç kalmadı,) yağmuru kes!” (Hûd,
11/44)
“Yedi kat semavat ve arz ve onların içindekiler Onu tesbih eder.” (İsrâ, 17/44)

“Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, tek bir nefsin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” (Lokman,
31/28)

“ Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek
istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok
cahildir." (Ahzâb, 33/72)

“O gün semayı, kitap sayfalarını dürer gibi düreriz.” (Enbiyâ, 21/104)

“Allah’ı hakkıyla takdir edemediler (kadrini gereği gibi bilemediler). Yeryüzü kıyamet
gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların
ortak koştuklarından uzaktır, yücedir.” (Zümer, 39/67)

“Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş
eğerek, parça parça olmuş görürdün. İnsanlara bu misalleri, düşünsünler diye
veriyoruz.” (Haşir, 59/21)

On İkinci Söz'ün, Dördüncü Esas'ındaki, Birinci ve İkinci


Temsilleri Açıklar mısınız?
On İkinci Söz genel hatları ile Kur'ân ile din dışı felsefe arasında bir karşılaştırma ve Kur'ân'ın
bütün kelâmlar üzerindeki yerini izah ve ispat ediyor.

Dördüncü Esas vahiy ve ilhamın tanım ve karşılaştırılması.

"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz katılarak


(mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (yazmakla) tükenmez. Şüphe yok ki Allah mutlak
galip ve hikmet sahibidir."(Lokman, 31/27)

meâlindeki âyetin bir açıklaması şeklindedir.

Temsiller ise Allah’ın külli konuşması ile cüzi konuşmasının arasındaki farka işaret ediyor. Allah her
mahluku ile konuşur, bu onun kelam sıfatının bir gereği ve tecellisidir. Lakin bu konuşmaların hepsi
aynı derece ve makamda değildir. Mesela Allah arı ile de konuşuyor, Peygamber Efendimiz (asv) ile
de konuşuyor, elbette bu iki konuşma arasında azim bir fark ve derece var. Bu iki temsil bu farka
işaret ediyor.

"Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi, âdi bir
raiyet ile cüz'î bir iş için, hususî bir hacete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri,
saltanat-ı uzmâ ünvanıyla ve hilâfet-i kübrâ namıyla ve hâkimiyet-i amme haysiyetiyle
evâmirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla, bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla
konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvî bir fermanla mükâlemedir."

Birinci temsil, Allah’ın tarafından kelamın farklılığına işaret ediyor. Yani Allah, kelam sıfatı ile
hitap ederken, bir en üst düzeyden bir de en alt düzeyden hitap ediyor. Kur’an en üst düzeyden bir
hitap iken, arıya olan hitap en alt düzey bir hitaptır.

"İkinci temsil: Bir adam, elinde bir aynayı güneşe karşı tutar, o ayna miktarınca bir ışık
ve yedi rengi cami bir ziya alır. O nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder. Ve o
ışıklı aynayı karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse, güneşin kıymeti
nisbetinde değil, belki o aynanın kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise,
hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar
yapar. Hakikî güneşin daimî ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hal ile böyle
minnettârâne bir sohbet eder, der: "Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin
yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim
haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın." Halbuki ayna sahibi böyle diyemez.
O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduttur, o kayda göredir."(1)

İkinci temsil de muhatabın seviyesine işaret ediyor. Yani kişi kapasite ve manevi boyutuna göre
Allah kelamına mazhar oluyor. Kimisi vasıtalar kadar istifade eder, kimisi vasıtaları aşıp doğrudan
Allah’ın kelamına mazhar olur. Peygamber Efendimiz (asv)'in Miraç'ta mazhar olduğu kelam vasıtasız
ve doğrudan bir mazhariyettir.

(1) bk. Sözler, On İkinci Söz.

Şakk-ı Kamer'in Resul-i Kibriya'nın risaletinin mucizesi,


Miraç'ın dahi, bir mucize-i ubudiyet olduğu belirtiliyor. Miraç
nasıl Peygamber Efendimizin ubudiyetinin mucizesi oluyor?
Mucizede esas maksat Peygamberimizin (asm.) risaletini tasdik ettirmek, yahut münkirleri ilzam
ederek inatlarını kırmak ve onlarda başkalarının imanına engel olacak bir takat bırakmamaktır.

Mi’raç da en büyük bir mucize olmakla birlikte burada münkirleri tasdike sevk gayesi fazla
görülmüyor. Nitekim, bu mucize bazılarınca hemen inkâr edilmiş. Burada esas hikmet, Allah
Resulünün (asm.) Cenab-ı Hak katındaki makbuliyetinin bütün ruhlara ve meleklere gösterilmesidir.

Miraç Risalesinde, Miraç mucizesi hakkında “velâyet-i Ahmediyenin (a.s.m.) kerâmet-i kübrâsı,
hem mertebe-i ulyâsı” tabiri kullanılır.

Bilindiği gibi, Peygamber Efendimizin (asm.) bir “risalet”, bir de “abdiyet-kulluk” ciheti vardır.
Kulluk cihetinde bütün insanlarla müşterektir. Ubudiyet cihetiyle bütün evliyanın seyyididir,
mürşididir, üstadıdır. Onun ubudiyetteki ihlası, hassasiyeti, mükemmeliyeti o derece ileridir ki,
evliyanın ubudiyetleri onlarda keramet meyvesi verdiği gibi, Onun ubudiyeti de miraç mucizesini
netice vermiştir.

"Başlarında elhamdülillah, sebbehe ve yüsebbihu bulunan


surelerin başlarına dikkat et ki, bu sırr-ı azimin şuaını göresin,.."
ifadesinde geçen ve Kur’an'ın sırr-ı aziminin şuanı gösteren
hakikatler nelerdir?
Sözü edilen sırr-ı azîm, “Kur’anın ism-i azamdan ve her ismin azamlık
mertebesinden” gelmesidir. Bu ince hakikati tam anlamasak bile, güneşten bir “şua” kadar olsun
görebilmemiz için, soruda sözü edilen surelerin başlarını dikkatle mütalaa etmemiz gerektiği
vurgulanıyor.
Sözü edilen surelerin ilk ayetlerinden bir kısmının mealleri şöyledir:

Elhamdülillah:

“Hamd, âlemlerin Rabbi, Rahman ve Rahîm olan Allah’a mahsustur.” (Fatiha, 1/2-3)
“Hamd o Allah’adır ki, göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Onundur. Ahirette de
hamd Onundur. O, hüküm ve hikmet sahibidir. Her şeyden haberdardır.” (Sebe, 34/1)

Sebbehe:

“Göklerdekiler ve yerdekiler Allah’ı tesbih ederler. O Azizdir, Hakîmdir.” (Hadid,


11/1)
“Yüce Rabbinin adını tesbih et.” (A’la, 87/1)

Yüsebbihu:

“Göktekiler ve yerdekiler, Melik, Kudüs, Aziz ve Hakîm olan Allah’ı tesbih


ederler.” (Cum’a, 62/1)
“Göktekiler ve yerdekiler Allah’ı tesbih ederler. Mülk Onundur. Hamd Onundur. Ve O
her şeye Kadirdir.” (Teğabün, 64/ 1)

"Eğer Kur'an'ın ism-i a'zamdan ve her ismin azamlık


mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen,.."
cümlesinden sonra örnek verilen ayetlerin cümle ile net
bağlantısını kuramadım, açıklar mısınız?
Cenab-ı Hakk'ın sayısız isim ve sıfatları vardır. Bu isim ve sıfatlarının da külli ve cüzi
tecelliyatları vardır. Her bir ismin azamlık mertebesi olduğu gibi, o ismin cüzi tecellisi de vardır.
Azamlık mertebesi bütün mahlukattaki tecelliyatı içine alır. Cüzi tecelli ise sadece kendine bakar. Bu
durum her isim ve sıfat için geçerlidir.

Mesela; rahmet ve rızık manasına bakalım. Küçük bir hanede o rahmet ve rızık küçük bir sofra
şeklinde tecelli etmektedir. Bu bir hanedeki tezahürüdür. Bir mahalleye ise mahalledeki tecelliyi;
şehir için şehirdeki tecelliyi; ülkeye, ülkedeki tecelliyi; bütün dünyadaki insanlara, insanlardan sair
canlı mahlukata doğru gittiğimizde, şefkat ve rızık tecellisinin azamlık mertebesine doğru intikal etmiş
oluruz.

O hane ile en geniş daire arasında mana birliği olmakla beraber, azamet ve kibriya farkı olduğunu
görürüz. Bu mana Allah’ın kelam sıfatı için de geçerlidir.

Allah'ın en basit ve cüzi mahluku olan arı ile de bir konuşması vardır. Bütün mahlukatın Rabbi ve
Halıkı ünvanı ile de bir konuşması vardır. Elbette arada bir azamlık ve azametlik farkı olmak
gerekli.

Hususi ve cüzi kelamı ile umumi ve külli kelamı arasındaki farkı, Kur’an ve sair kelamları arasındaki
fark ile ortaya koymuştur. Buna misal olarak da, o ayetlere atıfda bulunarak işaret etmiş.

İlgili yerde geçen ayetlerin meallerine bakalım:

"Gaybın anahtarları Allah katındadır." (En'âm, 6/59)

Gaybın anahtarları azamlık ve külliyet ifade eder hitabı umumidir.

"De ki: Ey mülkün hakikî sahibi olan Allah'ım!" (Âl-i İmran, 3/26)

Mülk, kavram olarak zaten umumi bir kavramdır, mülk içine bütün mahlukat girer.

"O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter. O, güneşi, ayı ve yıldızları da emrine
boyun eğmiş olarak yarattı." (A'râf, 7/54)

Burada zaten azamet ve kibriya ve bütün mahlukatın mutasarrıfı manası çok açık.

"Ey yer, vazifen bitti suyunu yut. Ey gök, hacet kalmadı, yağmuru kes." (Hûd, 11/44)

Hüküm ve emir manasına azamlık ifade ediyor.

"Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder." (İsrâ, 17/44)

Mabudiyet ve ilahlık noktasından azamlık manasıyla alakası var.

"Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi
gibidir." (Lokman, 31/28)
Burada yaratma ve kudret açısından azamet ve kibriya ve azamlık ve cüziyet berebar var.

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik..." (Ahzâb, 33/72)

Burada insana nasıl azametli bir Zatın emaneti yüklenmiş titre ve kendine gel.

"O gün semâyı, kitap sayfalarını dürer gibi düreriz." (Enbiyâ, 21/104)

Bütün semayı bir yaprak gibi dürmek, azamet ve azamlık ifade eden bir ayet.

"Onlar Allah'ın kudret ve azametini hakkıyla bilemediler. Halbuki kıyamet gününde


yeryüzü bütünüyle Onun tasarrufundadır.." (Zümer, 39/67)

Burada ifade çok açık ve net.

"Eğer biz bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, elbette görürdün ki..." (Haşir, 59/21)

Burada, Kur’an'ın, ism-i a'zamdan, her isimin azamlık mertebesinden süzülüp gelen bir kitap
olmasından, ağırlık ve azametinden dolayı dağa nispet edilmesi meseleye tam işarettir.

İkinci soru birincisinin devamı olmasından, aynı mana ve cevap ikinci soru için de geçerlidir. Şöyle
bir fark vardır:

Tesbih ve tahmid, yani hamd ve tenzih, azamet ve kibriya manasının iki gerekli vazifesidir. Ve bu iki
vazifeyi bütün mahlukatın yaptığını ve halife konumunda olan insanın da en büyük ve gerekli vazifesi
olduğunu ihtar ediyor.Şükür ve tenzih şu alemin en hakikatlı bir esasıdır. Bu esas ise yaratılışın
ikmal ve tamamı için lüzumlu bir vazife olduğunu ders veriyor. Zaten ifadede bir umumilik va
azamlık manası onda da vardır.

"Eğer yerdeki ağaçlar kâlem olup, denizler mürekkep olsa,


Cenab-ı Hakk’ın kelimatını yazsalar, bitiremezler" ayetini nasıl
anlamalıyız? Zira Kur’an-ı Kerim 6666 ayettir, kelimatı da bellidir
ve sayılıdır. Burada yazmakla bitmeyen kelimat nedir?
Kehf sûresi 109. ayette şöyle buyrulur:

“De ki: ‘Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsa ve bir o kadar mürekkep ilâve
etseydik dahi rabbimin sözleri bitmeden önce mutlaka deniz tükenirdi.’ "

Lokman Sûresinin 27. ayetinde de "yeryüzündeki ağaçlar kâlem, denizler mürekkep olsa,
bunlar gibi yedi kat daha deniz olsa yine Allah'ın kelimelerini yazmağa yetmeyeceği" anlatılır.

Kelimat-ı İlâhîyeyi başlıca üç ana başlık halinde düşünebiliriz: Birisi, İlâhî kitaplar, suhuflar ve
ilhamlar; diğeri birer kudret kelimesi olan bütün mahlukat, üçüncüsü de Allah’ın ilmindeki
varlıklardır. Bu üçüncüsüne ebedî âlemde yaratılacak olan sonsuz denecek kadar çok varlık da dahil
olur.

Üstad Hazretlerinin de ifade etiği gibi Allah’ın bütün sıfatları gibi kelam sıfatı da sonsuzdur ve
kelimatı İlâhîye hadsizdir.

Nur Külliyatı'nda bu konuda şu bilgilere yer verilir:

“İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve
hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar
kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.” (1)

Kaldı ki yüz yirmi dört bin peygamber olduğundan bahsediliyor. Bunlardan dördüne kitap, yüzüne
de suhuflar indirilmiştir. Bunların hepsi kelimat-ı İlâhîyedir. Öte yandan Peygamber Efendimize (asv)
Kur’an yanında bir de manası Allah katından ilham edilen ve kelimelere dökülmesi Peygamberimiz
(asv) tarafından gerçekleştirilen hadis-i kutsiler ilham edildiği gibi, seçkin ve örnek şahsiyetlerin
tümüne de ilham yoluyla birçok hakikatler ders verilmiştir.

Bütün canlı türlerinin her bir ferdine yapacağı işler, dostları, düşmanları, rızıkları ve hayatının
devamı için gerekli her şey İlâhî ilhamla öğretilir. Bu ilhamlarda saymakla ve yazmakla bitmez.
Kelimatın bir başka ciheti de, bu âlemdeki mahlukların “kelimat-ı kudret” olmalarıdır. Bir kuşun
sesi bir yönüyle de kudret kelimesidir.

Bir tek insanda yaklaşık yetmiş trilyon hücre, her hücrede yine yetmiş trilyon kadar atom bulunduğu,
toprağın bir gramında dört milyardan fazla bakteri olduğu söyleniyor. İnsan vücudunun her bir ciheti
için ayrı bir bilim dalı geliştiğine ve her birinde yüzlerce cilt kitap yazıldığına, binlerce tebliğler
sunulduğuna bakılırsa bu mahlukların ne kendilerini, ne de özelliklerini ve taşıdıkları ince hikmetleri
ve manaları yazmaya denizlerin yetmeyeceği daha iyi anlaşılır. Bu yönüyle nazar edildiğinde,
denizler mürekkep olsa, denizlerin ve onlarda yaşayan varlıkların hikmetlerini yazmaya bile yetmez.

Yer yüzünde bir buçuk milyonu aşkın canlı türü ve bir o kadar bitki türü ve bunları cinsleri ve her
cinsin fertleri, her ferdin bütün organları, hücreleri dikkate alındığında, daha sonra semaya nazar
edilip bütün yıldızlar, galaksiler, farklı ışınlar, ayrı sema tabakaları, Levh-i Mahfuz, arş, kürsi
düşünüldüğünde kelimat-ı İlâhîyenin sonsuzluğu bir başka yönüyle adeta müşahede edilir. Kaldı ki
Allah’ın kelimatı bunlara da münhasır değildir, gayb âlemindeki sonsuz hadisatı ve melekler âlemini
de dikkate aldığımızda mesele daha iyi anlaşılır.

Öte yandan, kelimat-ı İlâhîye Allah’ın ilmindeki bütün varlıklar olarak anlaşıldığında, sonsuz olan
ahiret âleminin bütün varlıkları ve hadisatı da bu tabir içine dahil olur ve bunların yazmakla
bitmeyeceği çok daha iyi anlaşılır.

“…Nasıl ki sıfat-ı Kelâmın kelimeleri var. Öyle de, Kudretin de mücessem kelimeleri
var; İlmin de hikmetli kaderî kelimeleri var ki, bütün mevcudattır. Hususen zîhayatlar,
hususen küçük mahlûklar, herbiri birer kelime-i Rabbâniyedir ki Mütekellim-i Ezelîye,
kelâmdan daha kuvvetli bir surette işaret eder. Ve onların adedini, denizler mürekkep olsa
bitiremezler, demek olduğu mânâsına dahi şu âyet-i kerîme remzen bakıyor…"

".... Bütün melâikelere ve insanlara, hattâ hayvanlara gelen umum ilhamlar, bir nevi
kelâm-ı İlâhîdir. Bu kelâmın kelimâtı elbette gayr ı mütenâhidir. Saltanat-ı Mutlakanın
nihâyetsiz cünûdunun mütemâdiyen aldıkları ilhâm ve o emr-i İlâhiyenin kelimâtı ne derece
çok ve nihâyetsiz olduğunu âyet bize haber veriyor demektir.”(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, Yedinci Şua.
(2) bk. Osmanlıca Lem'alar, Yirmi Sekizinci Lem’a.

"Elif-lâm-mim, elif-lâm-ra, hâ-mim'lerin fatihalarına bak;


Kur’an'ın Allah’ın yanında ehemmiyetini bilesin." deniliyor. Bu
hususta bilgi verir misiniz?
“Fatihalar” denilince sûrelerin başları anlaşılır. Nitekim, sûre başlarına “fevatih’üs-
suver”, sûre sonlarına da “havatimü’s-suver” denilmektedir.

Başlarında huruf-u mukattaların yer aldığı surelerin ilk ayetleri büyük bir ekseriyetle Kur’an
hakkındadır. Bu ilk ayetlerde Kur’an'ın hak ve hakikatle dolu, hikmetli, hidayet kaynağı, ayetleri
muhkem bir İlâhî ferman olduğu vurgulandıktan sonra, surenin tamamında insanlık âlemine hikmet ve
hakikat dersleri verilir.

Bu ayetlerden bir kısmının mealleri şöyledir:

Elif-lâm-mim:

“İşte o kitap (Kur’an); onda hiç şüphe yok. (O) müttakiler için hidayet
kaynağıdır.” (Bakara, 2/1)
“Allah, kendinden başka hiçbir ilah bulunmayan Hayy ve Kayyum olandır. O, sana bu
kitabı hak ve hakikatle dolu, kendinden öncekileri doğrulayıcı olmak üzere indirmiştir.
Bundan önce de Tevrat ile İncili indirmişti. Bunların hepsi insanlar için birer hidayet
kaynağı idi. Hakkı batıldan, hayrı şerden ayırt eden Furkan’ı da indirmiştir. Allah’ın
ayetlerini inkâr edenler için pek çetin bir azap vardır. Allah intikam sahibidir.” (Âl-i İmran,
3/2-4)
“Bunlar hikmetli kitabın ayetleridir. O, muhsinler (tevhid ve ihlas ehli) için bir hidayet
ve rahmettir.” (Lokman, 31/1)

Elif-lâm-râ:

“Elif-lâm-râ. İşte bunlar, o hikmet dolu kitabın ayetleridir.” (Yûnus, 10/1)


“Elif-lâm-râ. Bu öyle bir kitaptır ki, ayetleri muhkem kılınmıştır. Sonra hikmet sahibi,
her şeyi bilen Allah tarafından ( bu ayetler) tafsil olunmuştur.” (Hûd, 11/1)

Hâ-mim:

“Bu kitabın indirilişi Azîz ve Alîm olan Allah tarafındandır.” (Mü’min, 40/1)
“(Bu Kur’an) Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir.” (Fussilet, 41/1)

"Enbiyaya gelen vahyin ekseri melek vasıtasıyla olduğunu ve


ilhamın ekseri vasıtasız olduğunu anlarsın?" Burada vasıtasız
derken, iletişimin vasıtasız olması daha iyi değil midir?
Vasıta kullanıldığı yere göre hüküm alır. Bazen vasıta makbul iken bazen de sebeb-i kusurdur.
Mesela, basit bir memur başbakanın huzuruna perdesiz ve protokolsüz çıksa bu bir zafiyettir, bu
idarede bir otorite boşluğu var demektir. Memurun başbakan ile görüşmesi ancak protokol ile
mümkündür. Protokol burada amiriyetin ve otoritenin bir sembolü bir göstergesidir.
Ama başbakanın dertli ve zavallı bir vatandaşı ile perdesiz ve protokolsüz görüşmesi, onun şefkat
ve merhametindendir. Burada araya vasıta ve protokol koymak, şefkat ve merhamet ile bağdaşmaz.
Vatandaş her ihtiyacında ne kadar başbakana direkt ulaşabilirse bu o kadar makbuldür. Birincisinde
vasıta ve protokol makbul ve gerekli iken ikincisinde ise gereksiz ve makbul değildir.
Temsilde hata olmasın, Allah, bütün insanlığa bir şeriat ve kural koyacağı ve talimatlarını
vereceği zaman, haşmet ve azameti gereği araya vasıta ve protokol koyuyor ki, ta herkes bu şeriat ve
kuralların Allah’ın en üst düzeyden bir hitabı ve emri olduğunu bilsin. Kimse bu talimatlara özel ve
kişiye has diye bakamaz, herkes uymak ile mükelleftir, uymayan cezalandırılır.
Ama Allah, sonsuz rahmet ve şefkat eseri olarak her mahluku ile özel ve vasıtasız görüşür,
onların ihtiyaç ve dertlerini dinler ve cevap verir. Burada vasıtasızlık makbul iken orada vasıta
makbuldür. İkisinin alanları farklı olmasından dolayı kıyasa gelmez.
Burada vasıtaya kablolu telefon ile kablosuz telefon mukayesesi ile bakarsak mesele anlaşılmaz.
Burada vasıta çok farklı bir manaya işaret ediyor.

"Hem Miracın sırr-ı lüzumunu, yani ta semâvâta, ta Sidretü’l-


ُ ‫ اَْﻗَﺮ‬olan Zât-
Müntehâya, ta Kab-ı Kavseyne gidip, ‫ب اِﻟَْﯿِﮫ ِﻣْﻦ َﺣْﺒِﻞ اْﻟَﻮِرﯾِﺪ‬
ı Zülcelâl ile münacat edip, tarfetü’l-aynda yerine gelmek sırrını
anlarsın." cümlesini açıklar mısınız?
Peygamber Efendimizin (asv); Harem-i Şerif'ten, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa'ya, oradan da
semaya yükselmesi ve semavatın bütün rükünlerini gezip dolaştıktan sonra; yaratılış ağacının en
zirvesi olan Kab-ı Kavseyn'e varıp, orada imanın birinci rüknü olan Allah’a iman rüknünü dünya
gözüyle görmesi yani; Allah ile bizzat konuşması ve görüşmesi, dünya zamanı ile bir an-ı seyyalede
olmuştur. Tarfetü’l-ayn göz açıp kapama anı demek olup, Miraç mucizesinin ne denli büyük ve
azametli bir mucize olduğuna işaret ediyor.
Böyle bir mucizeden ilk anlaşılan şey; Peygamber Efendimizin (asv) hem velayet noktasından,
hem de nübüvvet noktasından ne denli büyük ve azim bir makam sahibi olduğudur. Evet, ayın ikiye
bölünmesi mucizesi nasılki bir peygamberlik ispatıdır, bu mucize ile nübüvvetini cin ve inse
gösterdi. Öyle de, Miraç dahi bir kulluk mucizesidir ki; habibiyet makamını ervah ve melâikeye
göstermiş oldu.
Dünya zamanı ile ahiret zamanı çok farklıdır. Burada binlerce yılda yapılan bir şey, oranın bir-
iki dakikasına ancak mukabil gelebilir. Zira ahiret ebedi ve sonsuzdur, orada zamanın boyutu ve
biçimi bekaya göre ayarlanmıştır. Oranın bir iki dakikası, buranın binlerce yılanına bedeldir.
Miraç'ta dünya saati ile binlerce yılda yapılamayacak işleri bir iki dakikada Peygamber Efendimizin
(asv) görmesi bu sırdan dolayıdır.

"İlahî kelamların hususiyet ve külliyet cihetinde dereceleri


muhteliftir." ifadesini nasıl anlamalıyız? Kur’an-ı Kerim’in
"bütün kâinatın Halikı ünvanıyla Allah’ın kelamı olması" ne
demektir?
Yeryüzünün küçük bir bölgesinde bir süre yaşayıp sonra tarih sahnesinden silinmiş bir kavme
de “suhuf” indirilmiş olabilir. Bu birkaç sayfalık İlâhî ferman “has bir itibar ile, hususi bir
rububiyet iledir”. Yani, bu kelam, “o kavmin Rabbi unvanıyla” Allah’ın fermanıdır.

Kur’an dışındaki diğer üç büyük kitap, suhuflara nispet edildiklerinden, bunların muhataplarının daha
geniş bir coğrafyaya yayılmış olduğu ve yine daha kalabalık bir kavme yön vermek, onları hidayete
davet etmek üzere gönderilmiş oldukları görülür. Bütün semavi fermanlar zaman ve mekan olarak
görevlerini sınırlı bir şekilde icra etmişler ve sonunda kıyamete kadar hükmü devam edecek,
yeryüzündeki bütün insanları muhatap alan Kur’an-ı Kerim inzal edilmiştir.

Bütün İlâhî fermanlar Kâinat Hâlık’ının fermanıdırlar. Ancak, burada bu sıfatın Kur’an’a tahsis
edilmesi, onun diğer kelamlar üzerindeki üstünlüğünü ifade ettiği gibi, kâinatın yaratılış hikmetinin en
mükemmel manada onda izah edildiğini ve yine ahiretin tarlası olan bu âlemin en çok ve en
mükemmel meyvelerinin Kur’an şeceresinden nebean ettikleri, feyizlendikleri manasınadır.

“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de kâinatı
yarattım.”

Hadis-i Kutsisiyle ders verilen hakikat en mükemmel manasıyla Kur’an'da kendini göstermiştir.
Yani, daire-i rububiyeti, yani Allah’ı bütün sıfatlarıyla, isimleriyle, şuunatıyla en kâmil manada
anlatan semavi ferman Kur’an olduğu gibi, daire-i ubudiyeti, yani Ona karşı kulların neler yapmaları
gerektiği konusunda da en tafsilatlı bilgi yine Kur’an'da verilmiştir. Kâinatın yaratılış gayesi
Kur’an'da ve Onun şakirtlerinde en ileri derecede sergilendiği için Kur’an-ı Kerim’in “bütün
kâinatın Halikı ünvanıyla Allah’ın kelamı” olduğu ifade edilmiştir. Yoksa, başta da arzettiğimiz
gibi bütün İlâhî kitaplar Allah’ın fermanıdırlar.

“Bir şey mutlak zikredilince kemaline masruftur,” yani onun en mükemmel şekli hatıra gelir
kaidesince, “bütün kâinatın Halikı ünvanıyla Allah’ın kelamı” denilince de Kur’an-ı Kerim hatıra
gelir.

"İşte bu sırdandır ki; Kelamullah ünvanı, kemal-i liyakatla


Kur’ana verilmiştir." ifadesinde, diğer İlâhî kelamlara bu ünvanla
niçin bakamıyoruz?
Bütün semavi kitaplar ve suhuflar kelamullahtır, yani hepsi Allah’ın kelamıdırlar. “Kemal-i
liyakat” ifadesinden de anlaşılacağı gibi, bunların hepsi Allah’a layık ulvî ve mukaddes kelamdırlar.
Ancak bu hususta “kemal”noktada Kur’an-ı Kerim vardır. Yani, Allah kelamı olmaya en layık kitap
Odur.
Mahlukat âleminden bir misal verecek olursak, çiçekler de Allah’ın mahlukudurlar, ağaçlar da,
denizler de, onlardan yaşayan balıklar da yine Allah’ın mahlukudurlar. Bir buçuk milyonu aşkın
türdeki hayvanat âleminin hepsini Allah yaratmıştır. Ancak bu varlıklar içinde ahsen-i takvimde
yaratılan ancak insandır. Hepsi güzeldirler, ama insan ahsendir, daha güzel, en güzeldir.

"Kalbin telefonu ile vasıtasız münacat eden bir veli der: Kalbim
Rabbimden haber veriyor. Demiyor: Rabbül âleminden haber
veriyor. Çünkü yetmiş bine yakın hicapların nispet-i ref’i
derecesinde mazhar-ı hitap olabilir." İzah?
Önce şu noktanın açıklanması gerekiyor: Bu ifadede zikredilen veli kul, Allah’ın lütfuna
mazhar ve kurbiyetine nail olmuş, ancak insanları irşat konusunda manevî bir görevi olmayan
münferit ve mübarek bir zattır.

“Alimler peygamberlerin varisleridirler.”

hadis-i şerifinin haber verdiği üzere, kendi çevrelerine iman ve hakikat dersi veren, yahut
bulundukları asrın müceddidi olmakla o asrın manevî bir hekimi olarak Allah Resulünün görevini
vekâleten deruhte eden büyük mürşitler de Allah’ın veli kullarıdırlar, ama onların durumu biraz
farklıdır. Onlar da kalbim “Rab’bül âleminden haber veriyor. ” deme noktasında olmasalar
bile, “Kalbim bu kavmin yahut bu asrın insanlarının Rabbinden haber veriyor.” deme
makamındadırlar.

“ O hevadan (kendi arzusuna göre) konuşmuyor. O (Kur’an) ancak kendine


vahyolunan bir vahiydir.” (Necm, 53/3-4)
ayetiyle haber verildiği gibi Allah Resulünün (asm.) konuşması, yani insanlara tebliğ ettiği
hakikatler kendi şahsî fikirleri değil O’na (asm.) vahyedilen İlâhî hakikatlerdir.

“ Sonra, onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın,
lâkin Allah attı.” (Enfal, 8/17)

ayetinden aldığımız derse binaen, nasıl ki “o attığı zaman gerçekte atan Allah idi.” Aynı
şekilde, O zat vahiyle konuşurken de gerçekte konuşan Allah’tır. O (asm.) ancak ya Allah kelamını
konuşmakta veya İlahî kelama yine Allah’ın izniyle izahlar getirmekte, bütün bunları yaparken de
kesinlikle kendi heva ve hevesiyle söz etmemektedir.

Peygamber varisi olan büyük zatlar da asırlarına yön verecek hakikatleri ve İslâm’a hizmet
metotlarını kendi içtihatlarıyla değil, çoğu zaman ilham ve sünuhat yoluyla ders alır ve asırlarına
tatbik ederler.
Yetmiş bine yakın perdelerin kalkması meselesine gelince:

Nur Külliyatı'ndan anladığımıza göre buradaki perdeler Esma-i İlâhîyenin tecelli mertebelerini ifade
etmektedir. İnsan kendi sofrasına bakmakla Rezzak ismini küçük bir perdede müşahede etmiş olur.
O gün altı milyarı aşkın insanın rızıklandıklarını düşündüğünde daha geniş bir perdede aynı
hakikati temaşa eder.

Düşüncesini maziye ve istikbale yaydığında bütün asırlardaki insanların rızıklanmalarını


düşünmekle, bu ismin daha geniş bir tecellisini hayalen olsun seyreder.

Bir buçuk milyondan fazla hayvan türünün her gün rızıklandıklarını düşünse bu düşüncesini yine mazi
ve istikbale de yayarak genişletse, daha sonra Rezzak isminin en büyük tecelisinin cennette
sergileneceğini düşünse, bu ismi en geniş ve berrak bir perdede müşahede etmiş olur; daire-i sıfata
yanışır.

“Hem, bununla beraber, Halık-ı Zülcelâl her şeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın
nurânî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Halık isminin mahlûkiyetindeki cüzî
mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın Halıkı olan mertebe-i kübrâ ve ünvân-ı âzama kadar
ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin. Demek bütün kâinatı arkada bırakmak
şartıyla, mahlûkıyetin kapısından Halık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfâta
yanaşırsın.” (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz)

Diğer İlâhî isimler için de benzer tefekkürleri yapabilir. Böylece her bir ismin tecellilerini
düşündüğünde Allah’ın kemalini, cemalini ve rahmetini bir başka perdeden seyretme imkânına
kavuşur.

Bu esma tecellilerinin temaşası noktasında insanların dereceleri bir değildir. Soruda


geçen, “kabiliyeti miktarınca ve yetmiş bine yakın hicapların nispet-i ref’i derecesinde mazhar-ı
hitap olabilir.” ifadesindeki“kabiliyet” kelimesini, kişinin esma tecellilerine olan kabiliyeti olarak
anlayabiliriz. Evliyanın farklı meşreplerinin kaynağı kendilerinde tecelli eden farklı
isimlerdir. “Mazhar-ı hitap” ifadesi de peygamberler için vahye, velileri için ise ilhama mazhariyet
manasında düşünülebilir. Buna göre, her zat kendisinde ne kadar fazla isim azami derecede, yahut ona
yakın bir mertebede tecelli ediyorsa o isimlerin tecelli mertebelerinde başkalarına nispetle daha fazla
yol alır, daha çok terakki eder. Bu ise hicapların kalkmasını netice verir.

Dünya ilimlerinden bir örnek verecek olursak, ilköğretimin her bir sınıfı bir perdedir, bir hicaptır.
Her hicabın aşılmasında yeni bir ilim kaynağına ulaşılır. Bu terakki yolculuğu lisede ve yüksek
öğretimde de devam eder. Bir talebe, her hicabı aştıkça, her perdeyi geçtikçe “ilim” manasını daha
geniş bir perdede seyretmeye başlar. Yüksek öğrenimini tamamlayıp beli bir sahada ihtisas yaptığı
takdirde ilmen daha fazla terakki eder. Bu terakki daha fazla perdenin geçilmesi, daha fazla hicabın
kalkmasıyla gerçekleşir. İlköğretimi sekiz yıl, liseyi dört yıl, yüksek öğrenimi dört yıl ve ihtisası altı
yıl olarak düşünsek, bir ilim dalında terakki etmek için “yirmi iki perdeden geçmek” gerekmektedir.
Her insanın kabiliyeti farkı bir ilim dalına uygunluk gösterir. Bazı özel kabiliyetler birden fazla dalda
ihtisas yapabilirler. Bir kişi dört farklı dalda ihtisas yapmışsa, emsallerinden dört kat daha ileri bir
alim olur.

Mana âlemi de bir yönüyle buna benzer. Bir zat ne kadar esmaya kemal manada mazhar ise
emsallerinden o kadar üstün olur.

Peygamber Efendimiz (asm.) “bütün esmaya azami derecede ve itidal üzere mazhar tek
zat” olarak tarif edilir. İtidal kelimesi Onun mazhariyetinin her isim için “azamî” olduğu, birinde
ileri diğerinde geri kalmadığı manasına gelmektedir. İşte Allah Resulü (asm.), o eşsiz kabiliyeti ve o
müstesna yaratılışıyla miraç mucizesiyle bütün esmanın bütün mertebelerini temaşa ve tefekkür
edebilmiş ve Üstad'ın ifadesiyle “daire-i sıfata” varmış ve bir sonraki merhalede ise bütün isimlerin
müsemması ve bütün sıfatların mevsufu olan Cenab-ı Hakk’ın rüyetine mazhar olmuştur.

"Kur'an İsm-i Azam'dan ve her ismin azamlık mertebesinden


gelmiş." cümlesini nasıl anlamalıyız?
Bu tarifte Kur'an’ın geliş noktasından ne kadar kuvvetli ve kaynak noktasından ne denli yüksek ve
ulvi bir kitap olduğu vurgulanıyor. Bu ibarelerde Kur'an kaynak ve memba noktasından tarif ediliyor.

"Kur’ân Arş-ı Âzamdan, İsm-i Âzamdan, her ismin mertebe-i âzamından geldiği için,
On İkinci Sözde beyan ve ispat edildiği gibi, Kur’ân;

• bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın kelâmıdır;

• hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır;

• hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır;

• hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir;

• hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir;.."(1)


Kur'an öyle bir kitap ki, bütün isimlerin azami mertebesinden ve İsm-i Azam'dan kaynayıp nüzul
eden bir kitaptır. Bu yönü ile Kur'an bütün alemlerin ve bütün hakikatlerin Rabbi unvanı ile insanlığa
hitap ediyor. Diğer semavi kitap ve sahifeler ise belli isimlerin tecellisi olduğu ve belli kavimlere
hitap ettiği için Kur'an gibi külli ve cihanşümul olamıyorlar; makam ve kaynak olarak Kur'an’a
yetişemiyorlar demektir.

Allah’ın kelamında husisiyet ve umumiyet noktasında çok makam ve mertebeler vardır; Allah’ın
cansız varlıklardan tut ta insanlara kadar her taife ile bir çeşit konuşması vardır. Ama bu
konuşmaların derece ve mertebeleri muhteliftir; kimisi hususi, kimisi umumi, kimisi bir ismin
gölgesinde, kimisi bir çok ismin gölgesinde Allah’ın kelamına mazhar oluyor. İşte bu muhtelif
konuşmalar içinde en azami ve küllisi ve bütün isimlerin azami tecellisini yansıtan Kur'an'dır. İşte bu
tarifte bu nokta nazara alınıyor.

Hazreti İsa (as) da Allah’ın diğer isimleri ile beraber Kadir ismi galiptir, Hazreti Musa (as)
da Kelam ismi diğer peygamberlerde başka isimler... Ama Peygamber Efendimiz (asv)'da Allah’ın
bütün isimleri en üst düzeyde ve galip bir şekilde tecelli etmiştir. Aynı şekilde Kur’an da diğer
kitaplara nispetle Allah’ın bütün isimlerin en üst düzeyinden ve galiben tecelli etmiştir. Bir isimin
manası Kur’an’ı esir alıp sair isimleri kendine tabi kılmamıştır. Her isim mükemmel bir denge ve
ahenk ile manalarını azami makamdan icra etmişler. Bu sebeple Kur’an her kabiliyet ve meşrepte
olan insanları ihata edebilir ve kuşatabilir bir mahiyettedir.

Nasıl bir alim talebelerine hitap ederken onların seviyelerine göre hitap eder, talebelerinden bazısına
basit bir düzeyde konuşurken bazılarına daha üst düzeyden konuşur. Bir talebesi var ki ona en üst
düzeyden hitap eder. Zira o talebe ilmin bütün derinliklerini ve ağırlıklarını kabul edecek bir
kapasitededir. Aynı şekilde Kur’an da peygamberlerin en büyüğü olan Hazreti Peygamber Efendimiz
(asv)'e bir hitaptır; onun ümmeti de insanlık içinde en kamil ve seçkin bir ümmet olduğu için Allah
Kur’an’ı bütün isimlerin en üst düzeyinden yansıtıyor ve öyle hitapta bulunuyor.

Mesela eski ümmetlere haşrin en azami mertebesi değil, belli anlaşılır seviyeleri telkin edilmiş. Ama
Kur’an'da haşrin en azami mertebesi olan "bir sineğin ihyası ile bütün canlıların ihyası onun
kudretinde aynıdır",denilerek hitap en üst düzeyden yapılmış. Kudret sıfatı en azami bir hitap ile
bize takdim edilmiş.

Nasıl ilkokul talebesine logaritma vermek uygun olmaz ise, kainattaki tekamül kanunu gereğince eski
ümmetlere isimlerin azami makamlarını telkin etmek uygun olmaz. Bu sebeple eski ilahi kitaplarda
Allah’ın isimleri asgari makamları ile izah edilmiştir. Kur’an'da ise çıta ve seviye yükselerek
Allah’ın isim ve sıfatları en üst perdeden izah edilmiştir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.

"Şu nihayetsiz kelimât içinde en büyük makam Kur'ân'a


verilmesinin sebebi şudur ki;.." Burada belirtilen sebebi açıklar
mısınız?
Kur’an-ı Kerim, Allah’ın her isminin azami tecelli ve mertebesinden süzülüp gelen bir kitap
olduğu için, sair kelamlardan daha üstün ve daha geniş bir, Allah kelamıdır. Diğer kelamlar, bir
ismin ya da isimlerin özel makamlarından hasıl olan kelamlar olmasından, Kur’an gibi külliyet
kazanamıyorlar.

Mesela Hz. İsa (as)'da, Allah’ın kudret sıfatı galip olduğu için, diğer isimler ona tabi oluyor, kelam
da bu ismin şekline göre geliyor. Ama Hz. Peygamber Efendimiz (sav); ism-i azama mazhar
olduğundan, her ismin azami tecellisine mazhar oluyor. Kelam da bu mazhariyete uygun olarak tecelli
ediyor. Allah’ın herbir ismi, Kur’an sahnesinde en haşmetli ve en kapsamlı bir perdede kendisini
sahneliyor. Bu mana sair kelamlarda yok, yani Tevrat, İncil, Zebur ve diğer sahifeler bu
noktada Kur’an gibi değiller.

Kur’an’ın, her ismin en azam noktasından süzülüp gelmesi ise, isme değil ismin tecellisine mazhar
olan muhatabın kabiliyetine bakıyor. Kainatta basitten mükemmele doğru işleyen tekamül kanunu
hükmettiği için, insanlık da basitten mükemmele doğru tekamül ve terakki ediyor. Nasıl bir insan
bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık sürecinden geçip gidiyor ise, aynı süreci insanlık
da toplum olarak takip ediyor. Bu sebeple insanlığın hitaba kabiliyetleri her dönemde farklılık arz
eder.

Hz. Adem (as)‘in dönemi, insanlığın en basit ve ilkel dönemi olduğu için, Allah onlara hitap ederken,
basit ve az bir söz ile konuşur. Annenin bebeği ile çat pat konuşması gibi. Bu konuşma derecesi
insanlığın tekamülüne uygun olarak sürekli terakki ile değişir.
İnsanlığın en mükemmel hitaba kabil olduğu dönem; Hz. Muhammed (sav) Efendimizin dönemidir.
Bu sebeple Kur’an da kelamlar içinde en geniş ve en kapsamlı bir kelamdır. Hz. Peygamber
Efendimizin (sav) manevi azameti, ümmetinin kemale ermiş olması, hitabı ve muhataplığı da külliyete
çıkarmıştır.
On Üçüncü Sözün İkinci Makamı

"Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o


dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet
ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir
cehennem kalbinde yaşar ve yakar..." İzahı?
Gaflet; dikkatsizlik, vurdumduymazlık, önemli işleri bırakıp kıymetsiz şeylerle uğraşmak gibi
manalara geliyor.
Üstad Hazretleri bir risalesinde,

“Gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm
elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar.” buyurur. (Lem'alar, On Yedinci Lem’a)

Bir başka risalesinde de şu çok önemli tespite yer verir:

“Nefs-i insaniye, muaccel ve hazır bir dirhem lezzeti, müeccel, gaip bir batman lezzete
tercih ettiği gibi, hazır bir tokat korkusundan, ileride bir sene azaptan daha ziyade
çekinir." (Lem'alar, On Üçüncü Lem’a)

Bunun küçük bir misalini haylaz öğrencilerde görüyoruz. Bir öğrenci, sınıfta kaldığı ve okuldan
atıldığı takdirde istikbalde başına ne gibi sıkıntılar geleceğini çok iyi bilir. Ama kötü arkadaşlara
uyarak yanlış yola saptığında, ders çalışmayı bırakıp eğlencelere daldığında artık onda gaflet hakim
olur, bunları hiç düşünmez bile. Hele içkiye veya kumara müptela olursa, kurtuluşu iyice zorlaşır.
Aklı, fikri, hayali hep haram işlerde dolaşır. Bazı sebeplerle geçici bir zaman aklı başına gelse de,
doğru yola dönmesi, kötü alışkanlıklarını terk etmesi çok zor olduğundan, o pek kalın gaflet
sersemliği ile gerçek görevini yine hissetmez ve aksatır.
“Muvakkaten hissetmeme” ifadesi, ya insanın gençlik dönemine bakar; zira bu dönemde insan
gafletin zirvesindedir veya dünyanın geçici olması yönüyle bu ifade tüm dünya hayatına bakar.

“Elbette o ehl-i dalâlet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir
cehennem kalbinde yaşar ve yakar.”

İnsan aklı, gafletle, dalaletle, sefahatle Rabbini unutsa, ölümü hatırlamasa, başıboş bir varlık
olamayacağı gerçeğini düşünmek istemese bile, insan vicdanı bunları o kişiye daima hatırlatır.

“Akıltatil-i eşgal etse de, nazarını ihmal etse, vicdan Sanii unutamaz. Kendi nefsini
inkar etse de onu görür. Onu düşünür. Ona müteveccihtir.” (Mesnevî-i Nuriye, Nokta)

Sahipsiz, başıboş, sonu ölümle bitecek bir yolculuk yaptığına inanan insan, kendini uzun süre
aldatamaz. Vicdanı onu daima rahatsız eder.
İnsan, son derece aciz bir varlık olduğu halde, bu âlemde “her şeyin onun imdadına koştuğu”
gerçeğinden bir süre gaflet etse bile, aklı başına geldiğinde, bu işlerin tesadüfen olamayacağını, bu
ihsanlara ve ikramlara karşı Rabbine şükretmesi gerektiğini vicdanı ona ihtar eder.
İnsan, dalalet ve sefahat yolunda binlerce zevk alsa da, imanın verdiği teslim ve tevekkül
nimetinden mahrum kaldığında, kendini sahipsiz, hamisiz, her an hastalanacak, ölecek ve kabrin
karanlığına gömülecek bir varlık olarak görmenin manevi elemini içinden söküp atamaz. Eğlence
meclislerinde kendini bir süre oyalasa bile, yalnız başına kaldığında bu manevi elemler onu perişan
eder. Çoğu insan bu elemden kurtulmanın yolunu aklını uyutmakta bulurlar. Dün içkinin, bugün ise
uyuşturucunun bu kadar yaygınlaşmasının temelinde bu manevi elemler vardır.

“Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin mertebeleri de


muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikatı tamamıyla hissedemez. Çünki gaflet, hissi
ibtal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede ibtal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-
i medeniyet hissetmiyorlar.” (Lem'alar, On Yedinci lem'a)

“Bu iki şıkkın bedihi olduğu, delil istemediği ve göz ile


göründüğü” ifade ediliyor. Burada hangi şıklar kastedilmektedir?
Bu iki şıkkın hangileri olduğu kesin olarak belirtilmemekle birlikte, birinci ve ikinci yolların
kastedildiğini düşünüyoruz. Birinci şıkta kabrin ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir alemin
kapısı olduğu zikrediliyor. Bu bedihi olduğu gibi, ikinci şık da bunun gibi bedihidir, açıktır.
Kabir hayatı, mahşer, cennet ve cehennem hakkında çok sayıda ayet-i kerime olduğu gibi yine
çok sayıda hadis-i şerif mevcuttur. Allah Resulü,

“Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe, yahut cehennem çukurlarından bir


çukurdur.”

buyurmuşlardır.
Ayet ve hadis ile sabit olan bu kabir hayatı, bir mümin için bedihidir, delil istemez. Kaldı ki
Nurlarda da geçtiği gibi kabirleri keşf eden birçok evliya bu hayatı görmüşler, oradakilerle
konuşmuşlar ve bizlere de haber vermişlerdir. Peygamber Efendimiz (asm.) de Miraç mucizesiyle
cennet ve cehennemi bizzat müşahede etmişlerdir.
Esas olarak, kabre göçmenin her üç yolu da mümin için açık ve seçiktir, delil istemez. Ancak
isyankârlar ve küfür ehli için bu hakikatler perdelidir, onlara tam inanmazlar veya inanmak
istemezler. Bu ifadeler, şüphe içinde olan yahut isyanları sebebiyle o hayatın olmamasını temenni
eden bu gibi kişiler için bir ikaz ve te’yid makamında kullanılmıştır. Yani, kabre kesinlikle girecek
ve o hayatı tadacaksınız. Günahları galip bir isyankâr olarak göçmüşseniz o hapis hayatını
yaşayacaksınız, ölümü ebediyen yok olma sanıyorsanız, yanıldığınızı görecek ve o alemde ebediyen
azap çekeceksiniz, cennet yüzünü de yine ebediyen göremeyeceksiniz.

Ahirete inandığı halde sefahetle hayat sürenlerin, kabirde hapsi


münferid bir hal yaşayacakları söyleniyor. Hapsi münferid ne
demektir?
Hapsi münferid; tek kişilik ceza yeri demektir. Bugünki tabirle; hücre hapsi demektir. Yani
insanın kabir zindanında tek başına, her şeyden soyutlanmış ve izole edilmiş bir şekilde azap ve hapis
cezası çekmesi anlamındadır. Allah, inandığı halde, inandığı gibi yaşamayanlara bu cezayı takdir
etmiştir.

İnsanın soyutlanıp izole edilmesi, ceza içinde ayrı bir cezadır. Mesela; hapishane bir ceza yeridir;
ama insanlarla koğuşta kalmayıp, tek kişilik bir hücrede kalmak ceza içinde bir cezadır. Demek kabir
aleminde böyle ceza çekecek insanlar da olacaktır.

Bugün Nur dersinde, biri herkesin kabir azabı göreceğini iddia


etti. Her ne kadar kelime-i tevhid bile getirerek ölmüşse yine de
azab görecek, dendi. Bu nasıl olur? Hem imanla gidilecek, hem de
azab görülecek; bunun delilleri nelerdir?
Herkesin mutlaka kabir azabı çekeceğini ifade eden bir ayet vaya hadis
bilmiyoruz. Risalelerde de bunu teyid eden bir ifade bulunmamaktadır.
Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, imanla gitmek, hiç azap çekmeyeceği anlamına gelmemelidir.
Günahkar bir mümin olabilir. Üzerinde kul hakkı olan bir mümin de, imanla gidebilir.

İlave bilgi için tıklayınız:


Kabir azabı var mıdır, bununla ilgili Kur'an'da ne gibi ayeti kerimeler bulunmaktadır? Kabir
azabı var ise, bu azap bedene mi yoksa ruha mı olacaktır? Kabir azabı Allah'ın adaletine ters
düşer mi?

Cehenneme Giden, Bir Daha Cennete Gitmeyecek mi?


Kur'an-ı Kerim'de geçen ve "ebedi cehennemde kalacaklardır, cennet'e
gitmeyeceklerdir" şeklindeki bütün ayetler, kafirlere yöneliktir. Yoksa, günah ve sevap müminin
sıfatıdır. Mümin, mücazatını cehennemde çektikten sonra, mükafatını da almak üzere cennet'e gitmesi
muktazayı adalettir.

Daha geniş bilgi için tıklayınız:


"Ve o dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücut kâinatını âlem-i adem
pisliklerinden temizlettiriyor."...
Ehl-i inkar için ölüm nedir? Ehl-i inkar için yok olma var
mıdır?
Yani üçüncü yolda gidenler cehennemde de her an yok olma ihtimali ile yaşayacaktır. Ama
ahirete inanan ve yok olmayacağını düşünen ve ancak başka iman rükünlerinde sorunları olan kafirler
ise, böyle bir endişe yaşamayacaklardır.
Mesela, Hristiyanlar ahirete iman ediyorlar, acnak Efendimiz (asv)'ı kabul etmedikleri için, yine
de kafir sayılırlar. Bunların diğer kafirlerden farklı bir azaba mazhar olacaklarını anlıyoruz. Yani
Hristiyanlar ebedi yok olmaya inanmadıkları için, orada da böyle bir endişe yaşamayacaklardır.
Dolayısı ile bunları ikinci yolda kabul edebiliriz.

İkinci yol ile ilgili olarak: “Öyle gördüğü ve itikat ettiği ve


inandığı gibi hareket etmediği için cezası olarak aynını görecek.”
ifadesini nasıl anlamalıyız?
Bu ikinci yolda gidenler ehl-i sefahat ve ehl-i dalalettir. Bunlar doğru yoldan saparak ahlâksızca
yaşarlar. Şu var ki, bu insanlar, ölümün hiçlik olduğuna inanan küfür ehlinden farklıdırlar. Yaptıkları
isyanların cezasını göreceklerini bilir, akıbetlerinin azap olduğunu bir bakıma görürler, fakat nefsin
ve şeytanın esaretinden de bir türlü kurtulamazlar.
Bu kimseler, “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” hadis-i şerifiyle haber verildiği gibi, son
nefeslerinde imansız göçmüşlerse, akıbetleri inanmayanlarla aynıdır. İmanla göçmüşlerse ve
günahları sevaplarından fazla ise, kabir onlar için bir haps-i ebedî olur.
Buradaki “ebedi” kelimesi çok uzun bir zaman manasındadır. Nitekim, dünya hayatımızı ve onun
“bekasını” Allah’ın ihsan ettiği ifade edilirken, beka kelimesi bu “hayatın devamı” şeklinde
anlaşılacaktır. Yoksa dünyanın baki olmadığı açıktır.
Daha önce de arz ettiğimiz gibi müebbed hapis de olsa (haps-i ebedî), “hapis” kelimesi bir gün
kurtuluşa erme manasını içinde saklar. İdam ise öyle değildir.

Kabre girmek için üç yol hakkında: "Bu iki şık bedihidir, delil
istemiyor..." denilen iki şık hangisidir?
Bedihidir denilen iki şık: Birinci ve Üçüncü yollardır. Zira bütün semavi kitaplar insanın,
ölümden sonra ya mükafat veya mücazata maruz kalacağını haber veriyorlar. Yani ya cennete veya
cehennem gidilecektir.
Ancak üçüncü bir yol ise; (Yani ikincisi) Yine ebedi cehenneme giden ve fakat, ahiretin
varlığına ve ruhun ölümsüzlüğüne inananlar için olacaktır...

Soruda geçen ilgili yer için tıklayınız:


Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam
Kabre girmek için üç yoldan bahsedilmektedir. İkinci yolda
haps-i ebedi, tecrid ve hapsi münferid tabirleri geçiyor. Üçüncü
yolda ise idam-ı ebediden söz ediliyor. İdam-ı ebedi, yok olmak
anlamına geliyorsa bunu ahiret inancımızla nasıl
bağdaştırabiliriz?
Hapis ve idam kelimeleri, dünyevî cezalar için kullanılmaktadır. Buradaki kullanımları ise
mecazî manadadır.
Bu dünyada iman etmemiş olan, yahut iman ettiği halde isyanların galebesiyle son nefesinde küfür
üzere ölen kimseler, ebediyen cehennemde kalacaklardır. Bunun idam ile benzerliği şudur:
Hapis olan kimse, yirmi otuz yıl da hapishanede kalsa sonunda çıkıp dostlarıyla görüşme şansına
sahiptir. İdam olan bir mahkûm ise, artık bütün sevdiklerinden ebediyen ayrılmıştır, hiçbirini görme
imkânına sahip değildir.
Son nefeste imanla göçtüğü halde, mizanda günahları sevaplarından fazla gelen müminler de
cehenneme girerler, ama cehennem onlar için bir hapishane gibi olur. Oradaki cezalarını
tamamladıktan sonra cennete girme ve bütün dostlarıyla buluşma imkânına sahiptirler.
Küfür üzere ölen kişinin “idamını”, yokluğa mahkûm olmak şeklinde anlamamız mümkün
değildir. Böyle bir yanlış telakkiye göre, cehennem sadece günahları sevaplarından fazla olan
müminler için hazırlanmış olur. Halbuki, cennet imanın meyvesi olduğu gibi, cehennem de küfrün
meyvesidir. Kâfirler için hazırlanmış olan o azap beldesinde, günahları fazla olan müminler de bir
süre hapsedileceklerdir.

“İman manevi bir tubâ-i cennet çekirdeğini taşıyor, küfür ise manevi bir zakkum-u
cehennem tohumunu saklıyor.” (Sözler, İkinci Söz)

Sevaplar günahlardan çok ise, direkt cennete girileceği


söyleniyor. Böyle ise, hani insan her amelinden sual olunacaktı,
konu hakkında bilgi verir misiniz? Ahirette günahların hesabı
nasıl olacak?
Bu ve benzeri soruların en kestirme cevabını, Allah'ın adaletine olan sağlam bir iman ve güven
neticesinde anlamak mümkündür. Allah, hiç bir kuluna zulmetmeyeceği gibi, hiç bir kulunu da suçlu
olduğu halde kayırmayacaktır. Rahmet edecekse hakkeden herkese, ceza verecek ise hakkeden
herkese verecektir.

Ahiret hayatı ile ilgili bilgilerimiz parça parça olduğu için, manzarayı tam göremiyoruz. Dolayısı ile
anlamakta zorluk çekiyoruz. Her şeyi bilsek ve görseydik bir proplem kalmazdı. En iyisi biz
bilemesek de sonsuz adalet sahibi olan Rabbimiz biliyor deyip, istikametli bir hayat yaşamaya
çalışalım.
Kaldı ki, azap yalnız, cehennem azabı değildir. Kabir; hadisin ifadesi ile, ya cennet bahçelerinden
bir bahçe veya cehennem çukurlarında bir çukurdur. Mükafat ve ceza kabir hayatı ile birlikte
başlıyor. Sıratta, mahşerde devam edecektir. Buradaki azaplarla günahları temizlenenler artık
cehenneme gitmeyeceklerdir. Yoksa cehenneme gidecek, sonra cennete gideceklerdir diye anlamak
daha doğru olsa gerek.
Gaybı bilen Allah olduğu gibi, adalet edecek olan da odur.

Yüz yirmi dört bin enbiya, yüz yirmi dört milyon evliya ve
muhakkiklerin de ahiret hakikatini kati delilleri ile; "aklen ve
ilmelyakin derecesinde" ispat ettikleri ifade ediliyor. Risale-i
Nur’un tarzı hangi meslekle alakalıdır?
“Peygamberin üzerine düşen sadece tebliğdir.” (Maide, 5/99)

ayetinin hükmünce, peygamberler kendilerine vahiyle gelen İlâhi hükümleri, emir ve yasakları
insanlara doğrudan tebliğ ederler. Davalarını ispat için ise gerektiğinde mucize gösterirler. Kur’an-ı
Kerim'de esas olan, fazla ispat yoluna gitmeksizin, hakikatlerin doğrudan tebliğ edilmesidir. Ancak,
bazı konularda temsiller getirilerek hakikatlerin akla kabulü kolaylaştırılır; yeniden diriliş
için, “ölmüş arzın baharda yeniden dirilmesinin misal getirilmesi” gibi.
Evliya meşrebinde aklı ikna etmekten çok, kalbe kabul ettirmek esastır. Keramet ve keşfiyatla
muhatabın o veli kula itimadı artar; onun tavsiyelerine aynen uyar, verdiği tespihleri hassasiyetle
çeker.

“Kulum bana en fazla farzlarla, sonra nafilelerle yaklaşır…”

mealindeki hadis-i kutsî, tarikatların temelidir. Yani, farzlar eda edildikten sonra nafilelerin (farz
ve vacip dışındaki ibadetlerin) artırılması yoluna gidilir. Zikir de bir nafile ibadettir. Bu yolda
ihlasla yürüyen zatlar, zaman içinde bazı hakikatlerin keşfine mazhar olurlar.
Muhakkikler de Allah’ın veli kullarıdırlar. Ancak, bunlarda zikir ve tespihle iştigal etmekten çok,
meseleleri tahkik ederek, bütün inceliklerine kadar nüfuz ile “aklen ispat etmek” esastır.
“Neden ve niçinlerle” genç dimağların karıştırıldığı, şüphe ve tereddütlerin artırıldığı bu
zamanda, bilhassa yüksek öğrenim gençliğinin problemlerini, onlara zikir yaptırma ve tespih
çektirme yoluyla çözmek imkânsız gibidir. İman konusunda bocalayan, sefahate düşmüş, günahlarla
ruhu kirlenmiş bir genci, bir mürşide bağlamak ve onun emirlerine kayıtsız şartsız uyar hale getirmek
çok zor olduğu için, bu zamanın irşat tarzı, insanlara “hem aklı ikna, hem de kalbi tatmin
edecek” marifet dersleri vermektir. Risale-i Nur bu görevi en mükemmel şekilde yapmaktadır.
Risale-i Nur'un hedefi, sarsılma tehlikesine maruz taklidî imanları tahkikî hale getirmek, sadece
akılda bırakmayıp kalbe, sırra da mal ederek şeytanın el uzatamayacağı derinliklere yerleştirmektir.

"İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine


ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: 'Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle
ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.' Bu nevi iman-ı tahkiki ise yalnız akılda
durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor,
kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz
kalıyor."
"Bu iman-ı tahkikinin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşif ve şuhud
ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir." (Kastamonu
Lahikası)

Risale-i Nur mesleği, tarikat berzahına girmeden hakikatleri doğrudan kalplere yerleştirmesi
yönüyle sahabe mesleğine benzemektedir.

"...Yüzbinler sadık ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal


ile, dalalet ve sefahet göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-
i münferidine kat'î sebeb olduğunu ve iman, ubudiyet yüzde yüz
ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz
önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan
bir kapıya çeviriyor diye ihbar eden ve emarelerini ve asârlarını
gösterdikleri halde..." deniyor. "Emare ve âsâr" ne anlama
geliyor?
Ahiretin varlığına dair getirilen bütün delil ve ispatlar bu emare ve asar kapsamına girerler.
Ayrıca peygamberlerin göstermiş olduğu bütün mucizeler ve akli ispatlar da bu kapsamda
değerlendirilebilirler.
Mesela sağlam bir düzen ve intizam, ancak ceza ve mükafat temelinde durur. Bir düzenin ceza ve
mükafat olgusu yok ise, o düzen önemsiz ve vahi bir seviyede kalır. Yani neticesi ve sonucu olmayan
kısır bir döngüye çevrilir.
Güneşin bir intizam içinde dönmesinde ahiret aleminin büyük bir katkısı vardır. Zira bu kainat
ahiret aleminin bir vitrini gibidir. Vitrindeki nizam ve intizam da arkasındaki asıl maksada işaret ve
hizmet eder. Yani mağazadaki vitrinin güzel ve ahenkli olması, arkasındaki asıl malları pazarlamak
içindir. Yoksa sırf müşteriye bir hava olsun diye vitrine bir nizam ve ahenk verilmez.
Yine varlıkların yaratılışında gözlenen hikmet ve faydalar sonsuz mutluluğa, yani ahiret alemine
işaret ve beşaret eder.
Hakîm, hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatine ve hikmetlerine vâkıf olan, iş ve emirleri
hikmetli ve yanlışsız olan demektir. Bu ismin ana noktası, her şeyin hikmetli ve faydalı yaratılmasıdır.
Allah bu isminin gereği olarak bütün kainatı ve mahlukatı hikmet ve faydalar ile donatmıştır. Bir
ağaca dalları ve çiçekleri adedince menfaat ve faydalar takmıştır. Bir azaya yüzlerce vazife ve
hikmetler takarak Hakim isminin manasını ve gereğini şuur sahiplerine izhar ve ilan ediyor.
Sonsuz hikmeti eserleri ile sabit olan Allah’ın, ahiret yurdunu kurmayıp, insanları yokluk ve hiçlik
kuyusuna atması Hakim ismi ve hikmetle bağdaşmaz. Yani Hakim ismi ve hikmet manası ahiret
yurdunun kurulmasını iktiza edip istiyor. Ahiretsizlik hikmetsizliktir. Allah ise hikmetsiz iş
yapmaktan mukaddes ve münezzehtir.
Allah bu dünyayı tanzim ederken, ahiretin gerekliliğine ve ona işaret olacak bir şekilde tanzim
etmiştir. Dünya ahirete bir vitrin ve numune olmasından, Allah’ın isim ve sıfatlarına işaret ediyor,
ama tam mazhar olamıyor. Dünyada tecelli eden isim ve sıfatlar kurgu ve vazife olarak kemaldedir,
ama bütünü ile tecelli etme noktasında kemalde değildir. Zira isim ve sıfatlar tecelli ederken, kendi
sonsuz mana ve kemalini gösterme meylinde iken, başka bir isim onu mizana çeker, genel maksadı ve
gayeyi bozdurmaz, onu sınırlandırır. Bu da o isimlerin kemali ile tecelli edeceği bir saha ister ki, bu
saha ancak ahiret hayatıdır.
Hakim isminin tecellisi olan hikmeti genel intizam içinde değerlendirirsek, kemaldedir ama
sadece kendi manası açısından bakarsak, ahirete nispeten tam tecellisinin görünmediği yerler vardır.
Gerçi o da başka bir hikmete bakar. Mesela ebedi yaşama arzusunu insanın fıtratına hikmet takmış,
ama ölümü de yaratmış. Sadece bu açıdan bakacak olursak ya da ahireti hariç tutarsak, hikmetsiz bir
durum gibi olur, ama genel intizamın tamamı açısından bakarsak, yani diğer isimlerin de işin içinde
olduğunu düşünürsek, hikmetin kemalde olduğunu anlarız.
Tabiri caiz ise, bir yatırımcı, bütün sermaye ve birikimini vitrin ve numuneye yatırmaz. Asıl işi
için harcar, ama asıl işini iyi tanıtacak ve reklamını tam yapacak bir vitrini de mükemmel olarak
tanzim eder. Allah dünyayı ahiretin bir vitrini şeklinde tanzim ettiği için, dünyadaki bütün sistem ve
işler ahiretin tanıtımı ve reklamı için düzenlenmiştir. Öyle ise isim ve sıfatlar bu dünya vitrininde
kafi derecede tecelli ederken, asıl yerde, yani ahirette ise tam tecelli edecektir. Hakim ismine de bu
nazarla bakarsak, her şeyi hikmet ile yaratan Allah, her hikmeti ile ahirete işaret ediyor diyebiliriz.
Mesela, beka duygusunu verip, bu duyguyu tatmin edecek ahireti icat etmemek Allah’ın sonsuz
hikmeti ile bağdaşmaz. Öyle ise Hakim ismi ahireti gerektirir, denilebilir. Bu ölçüyü diğer bütün
hikmet ve duygulara da tatbik edebiliriz. Gözü verip, gözün göreceği manzaraları yaratmamak nasıl
hikmetsizlik ise, gözün fena ve zevale mahkum olması da aynı derecede hikmetsizlik olur. Hikmete
uygun olan ise, gözün cennette ebedi manzaralara ebedi bir şekilde entegre olması ile mümkündür...
İşte bu ve buna benzer sayısız emare ve asarlar, hepsi ahirete ve ahiretin dünyadan istediklerine
işaret ediyor ki, bize bu emare ve asarları peygamberler ders veriyor ve İslam’ın hakkaniyetini kati
bir şekilde bize gösteriyorlar. Bu ispatlar karşısında insanın yapacağı tek seçenek, iman ve ibadettir.

"..gençlik saikasıyla, o hadsiz elemlerle âlûde zehirli bir bala


benzeyen sefihâne ve heveskârâne, muvakkat bir lezzet-i gayr-ı
meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer.” Burada
hayvandan yüz derece aşağı düşmek ne demektir, izahı nasıl?
Yirmi Üçüncü Söz'de insanın sermayece en alâ hayvandan yüz derece ileri olduğu halde, dünya
lezzetlerinden istifade noktasında serçe kuşu gibi bir hayvandan yüz derece aşağı düştüğü kaydedilir.
Bunun sebebi ise şöyle açıklanır:

“Çünkü, her gördüğü lezzetinde binler elem izi vardır. Geçmiş zamanın elemleri ve
gelecek zamanın korkuları ve her bir lezzetin dahi elem-i zevâli, onun zevklerini bozuyor
ve lezzetinde bir iz bırakıyor. Fakat hayvan öyle değil; elemsiz bir lezzet alır, kedersiz bir
zevk eder.” (1)
Öte yandan, “lezzet” denilince sadece bedeni zevkleri anlayan kişi, sadece hayvanî lezzetlere
nazar etmiş, gerçek zevk olan kalbî hazları, vicdani lezzetleri ikinci plana atmıştır. Bu haliyle,
hayvanî zevkleri en ileri seviyede bile tadabilse yine hayvandan yüz derece aşağı bir zevk alır.
Çünkü, ruhanî lezzetler, cismanî lezzetlerden binler derece daha ileridir.
Konunun bir başka yönü ise şu ayet-i kerimeye bakmaktadır:

“… Onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla


görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir. Hattâ
daha sapıkdırlar. Onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir.” (A’raf, 7/179)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, İkinci Makam.

"Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda


gitmemek için, birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü
dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i
mânevî onun yemek iştihasını kaçırdığı halde;.." izah?
İnsanın, dünya hayatında en küçük bir zarardan korunmak için bir kişinin "Bu zarar
olabilir" demesini dikkate alması ve yolunu değiştirmesi ya da değiştirmese de iştihanı ve keyfini
kaçırmasını akıl gerektirirken, "Yüz de yüz ebedi zarar" diyen binlerce doğru ve sadık insanların
ihtar ve ikazını ciddiye almaması, hakikaten düşündürücü bir durumdur.
Dünya işlerinde birisi bize "Şu işi yaparsan bir ay hapis verirler." dese, biz hemen o işten
uzaklaşırız uzaklaşmasak bile o işten keyif ve lezzet alamayız, müthiş bir endişe içine yuvarlanırız.
Ama yüz binlerce peygamberler ve evliyalar, küfür ve fısk yolunda değil bir ay ebedi hapis riski ve
tehlikesi var, demelerine rağmen, insanların ekserisin bunu dikkate almamamsı şaşılacak bir
durumdur. Aynı şekilde iman ve ibadet yolu yüzde yüz olarak insana ebedi bir cennet ve saadet
kazandırıyor, denilmesine rağmen buna ilgisiz kalmak akıl karı değildir.
Küfür, ölümü yokluk ve hiçlik olarak tasvir ediyor ve sonu ebedi bir helakettir. İman ise ölümü
yokluk ve hiçlik manasından çıkarıp, ebedi bir hayatın başlangıcı ve girişi şekline çeviriyor. İbadet
ise cennette ebedi bir mülkü bize bahşediyor.
Öyleyse aklı başında olan bir insan, ebedi saadeti netice veren iman yolunu terk edip, ebedi
cehennemi netice veren küfür yoluna sapmaz ve sapmamalıdır.

"Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî


kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir
darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek."
cümlelerini izah eder misiniz?
Kabir hayatı geçici bir hayattır, asıl hayat cennet ve cehennem hayatıdır ki burada beka, yani
sonsuzluk sabit ve kararlı kılınacaktır. Kabir hayatında ahirete inanmayan kafirler bu inançlarının
cezası olarak sürekli yok olma korkusu ve endişesi ile yaşayacaklar, ama hakikatte asla yok
olmayacaklardır.

Hadis-i Kudsi olan "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." ifadesinin hükmü ile
kafir kötü zannı ve inkarının cezası olarak kabirde sürekli yok olma ve idam-ı ebedi vehmi ve
endişesi ile azap görecek demektir. Yoksa ebedi olarak yokluk ve hiçlik kuyusuna düşecek anlamına
gelmiyor.

"Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî


kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir
darağacıdır..." Bu ifadelere göre, birisi ahireti ebedi yokluk olarak
görürse, öyle mi muamele görecek?
Kabir hayatı geçici bir hayattır, asıl hayat cennet ve cehennem hayatıdır ki, burada beka, yani
sonsuzluk sabit ve kararlı kılınacaktır. Kabir hayatında ahirete inanmayan kafirler bu inançlarının
cezası olarak sürekli yok olma korkusu ve endişesi ile yaşayacaklar, ama hakikatte asla yok
olmayacaklardır.

Hadis-i kudsi olan "Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim." ifadesinin hükmü ile,
kafir, kötü zannı ve inkarının cezası olarak kabirde sürekli yok olma ve idam-ı ebedi vehmi ve
endişesi ile azap görecek demektir. Yoksa ebedi olarak yokluk ve hiçlik kuyusuna düşecek anlamına
gelmiyor. Bu manayı teyid eden çok tespitler vardır. Mesela İkinci Lem'a'da;

"Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ,


gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet
verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayt
kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça
büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî
musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve
tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe
hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider..."(1)

(1) bk. Lem'alar, İkinci Lem'a.

"Âhireti tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir


haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i
münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır." Ahireti tasdik edip
sefahet ve dalalette gidenler ebediyyen hapiste mi kalacaklar?
Hadisi şeriflerden ve Kur'an ayetlerinden anladığımız manalara göre kalbinde zerre kadar imanı
olan cehennemde ebedi kalmaz. Tabi büyük günahları işlememiş olması şartıyla. Hadisi şerifte
Resulullah Efendimiz (asv) şöyle buyurmaktadır:

"Kim 'laila illahlah' derse cennete dahil olur."

Bediüzzaman Hazretleri bu mevzudu Mektubat'ta; "Yalnız Lailahe illalah deyip, Muhammedun


Resulullah demezse yine kurtuluşa erer mi?" şeklindeki soruya mükemmel bir izahta
bulunmaktadır.(1)

Kendilerine, kabrin hapsi ebedi ve bütün dostlarından bir tecrid (ayrılmak) bir hapsi münferid, yalnız
başına bir bir hapis kapısı olması bu şekilde düşünenler için ve bu şekilde itikad edenler için söz
konusudur. Böyleleri sefahetlerinin neticesini nasıl tahayyül edip düşünmüşlerse Cenabı Hak o
şekilde onlarla muamele edecektir. Yoksa bunun dışında iki yol sözkonusudur:

1. O kabir, ehli iman için bu dünyadan daha güzel bir alemin kapısıdır.

2. Ahirete inanmayan ehli inkar ve dalalet için bir idamı ebedi kapısı... Yani hem kendisini, hem
bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır.

(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas.

"Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?" diye, Risale-i Nur'dan


medet isteyen gençlere Üstadımız öncelikle kabri nazara veriyor.
Gençlere tebliğ hususunda ölüm ve kabri nazara vermek faydalı
mıdır?
Bu kısa dünya hayatı, ruhlar âleminden başlayıp cennet yahut cehennemle son bulacak olan beşer
yolculuğunun çok küçük bir kesitidir. Bu hayat, bir çekirdek gibidir; ebedi saadet de, ebedi azap da
bu küçük çekirdekten çıkmaktadır. İnsan nefsinin, akla ve kalbe galip gelerek onlara ölümü ve ahireti
unutturmaması için İlahi fermanda âhiret ve ölümle ilgili ayetler çokça yer almıştır. Üstadımızın
ifadesiyle Kur’anın üçte biri haşir ve âhirete aittir. Bu da bize gösteriyor ki, genç olsun ihtiyar olsun,
bütün insanların bu dünya imtihanını kazanmalarında en büyük bir esas, ölümü hatırlamaları,
kendilerini ölüm ötesine göre hazırlamalarıdır. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz de (asm.)
“Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz.” buyurarak ölümü çokça düşünmemizi
teşvik etmiştir.
Üstadımızın, başı üzerine astırdığı levhanın bir cümlesi de: “Nasihat istersen ölüm yeter.”dir.
Bu bütün insanlar için geçerli olmakla birlikte “gençlik damarı akıldan ziyade hissi
dinlediği” için gençlerin bu hatırlatmaya daha çok ihtiyacı vardır. Ancak, bu hatırlatmanın yeri,
zamanı, dozu ve üslubu çok önemlidir. Üstadımız, Hakîm ismine mazhariyetinin de bir gereği olarak
bu hususta şunları tavsiye etmiştir:
-Gençlere tatmak istedikleri her türlü zevkin meşru olanları da bulunduğunu anlatmak.
"Zira helâl dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. " (Sözler)
-Gayr-i meşru dairedeki lezzetlerin zehirli bir bal gibi olduğunu, o lezzetlerin içinde çok elemler
bulunduğunu ikaz etmek.
"O dairedeki bir lezzetin bazan bin elemi var. Hem hakikî ve daimî lezzet olan iltifâtât-ı
Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir." (Sözler)
“Haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabele görmemek elemi gibi çok
ârızalarla o cüz'î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer.”Asa-ı Musa (Beşinci Mesele)

"Allah'ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel


hasletler bulunabilir." ifadesini yorumlar mısınız?
“Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir
saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat
piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona
çıkmış; her vakit "Gel, biletini al" diye beklemesinden, derin, esaslı, hakikî lezzet ve zevk-
i mânevî öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama
hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik
saikasıyla, o hadsiz elemlerle âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihâne ve heveskârâne,
muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer.
Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini
tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de,
kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir."

"Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî
Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan,
daha hiçbir peygamberi (a.s.) tanımaz ve Allah'ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza
edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve
daveti umum nev-i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i
beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i
beşerin medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette
hiçbir cihette bir nur, bir kemal bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur." (1)

Burada asıl mukayese edilen husus, mürtet ile dinsiz arasındaki farktır. Mürtet, bütün
mükemmel şeyleri en mükemmel olarak, en mükemmel Peygamber (asm)'in terbiyesinde tanıdığı,
bildiği için, artık irtidat ile bu mükemmel terbiyeden çıksa, ondan daha iyisini ve mükemmelini
bulamayacağı için insanlıktan da çıkar. Artık insani ve kemala medar bir dayanak kendi ruhunda
bulamaz, muzır bir haşarat derecesine düşer.

Ama dinsiz, bozuk ve tahrif edilmiş bir dini terk ettiği için, ondan daha iyisi olan İslam’ı bulabilir.
Bulmasa da fıtratı mürtedinki gibi kokuşmadığı, insanlığı bozulmadığı için, insanlığın faydasına olan
işlerde kendini istihdam edebilir. Nitekim bir çok faydalı ve sosyal içerikli kurum ve kuruluşlar bu
dinsizler tarafından tesis edilmiştir.
Bunun en güzel ve somut örneği Türk solu ile Avrupa solunun arasındaki farktır. Türk solu kalite ve
kemalat bakımından Avrupa solunun fersah fersah altındadır. Avrupalı bir solcu, demokrat ve insan
haklarına saygılıdır, hatta sosyal adaletin temini için çırpınır. Ama Türk solu fesat yuvası gibi sürekli
arıza çıkarır. Sürekli baskıcı ve insan haklarını yok sayan bir tavır içindedir.

(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.

"Bu iki şık bedihîdir; delil istemiyor, gözle görünür. Madem ecel
gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç,
ihtiyar farkı yoktur." cümlesini açıklar mısınız?
"Bu iki şık bedihîdir; delil istemiyor, gözle görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit
ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç, ihtiyar farkı yoktur. Elbette, daima gözü
önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, o dipsiz,
nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i
bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek
hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir."(1)

“Bu iki şık bedihîdir; delil istemiyor” sözünde muhtemel iki mana var: Bu manalardan
birisi; kabrin ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur olmasıdır.
Yani kabir mutlak anlamda iki yüzü olan bir yerdir, diğer ikinci yol ise mutlak değil kayıtlıdır. Yani
günahkar bir Müslüman için kabir azap da olsa, sonunda kurtuluş olacağı için mutlak anlamda bir
cehennem çukuru sayılmaz. Bu yüzden ahiret yurdu mutlak anlamda ikili bir yurttur. Ya cennet ya
cehennemdir, bu iki şık bedihidir derken, kabrin bu ikili hakikatine işaret ediliyor.

Muhtemel diğer anlamı ise; bahsi geçen yerin baş kısmındaki şu önermedir: “Kabir var; hiç kimse
inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek.” Buradaki iki önerme; en maddeci ve inkarcı
bir adamın da inkar edemeyeceği bir önermedir. Zira kabir var ve oraya girilecek hakikati, göz
önünde cereyan eden bir hakikattir, gafleti kabil olabilir; lakin inkarı kabil değildir.
İşte Üstad'ın iki açık şık dediği şey; kabir ve oraya girilecek olmasıdır. Zaten cümlenin
devamında, gözle görünür ifadesi meseleye işaret eder.

(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz İkinci Makam.

"Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen


bazı gençlerle bir muhaveredir." Cazibedar fitneden maksat nedir?
İmansızlık mı, sefahat mı? Daha aklını kaybetmeyen gençler
tabirinden ne anlamalıyız?
Cazip, cezbeden, kendine çeken, hoşa giden manasına gelir. Bu asırda, nefsin hoşuna giden ve
sonu günah ve isyana çıkan çok cazip eğlenceler, sefahat meclisleri, içkili toplantılar, kumar çeşitleri
ve daha nice isyan ve haramlar karşısında birçok genç, iradelerine hakim olamayarak bu fitneye
kapılmakta ve haramı, helali, ölümü, kabir azabını ve ahiret hesabını düşünemeyecek hale
gelmektedir. Aklını bu manada kaybedenler, hasta olduklarını bilmiyorlar ki tedavi için gayret
göstersinler. Daha kötüsü, o pis ortama ünsiyet etmekle, işledikleri günah ve isyanlarla iftihar
edecek kadar yoldan çıkıyorlar. Bunların ıslahı, imkânsız değilse bile çok zordur. Onun için
Üstadımız bu derste“daha aklını kaybetmeyen gençlerle” bir sohbet yapmaktadır. Bu imanlı ve
faziletli gençlerin sayısı arttıkça “iman, ibadet ve güzel ahlak” sahasında da bir cazibe meydana
gelecektir.
Bu zamanın fitnesinin en tehlikeli tarafı, her türlü menfi düşüncenin ve bozuk hayat düzeninin
ferdilikten çıkarak cemaatleşmesi, dernekler, kulüpler, localar, gazeteler, televizyonlar halinde birer
şahs-ı manevi olarak faaliyet göstermeleridir. Gençler kendi iradeleriyle baş başa bırakılmıyor, çok
yoğun bir mesai ile büyük yatırımlar yapılarak, kalabalık kadrolar çalıştırılarak gençliğin ahlaksız
yapılması için yoğun çaba gösteriliyor. Tanzimat’la başlayan,“kendi kültürümüzden kopup
Avrupa’nın dejenere olmuş ahlak yapısını benimseme hareketi”, daha sonra dış mihraklarca
kasıtlı olarak desteklenmiş ve ülkemizin istikbalinin tehlikeye düşmesine büyük bir titizlikle gayret
edilmiştir. Dürüst, çalışkan, ahlâklı, bilgili ve gayretli gençler yerine, sadece kendini düşünen, şehvet
esiri, idealsiz bir nesil yetiştirilmek istenmiş ve bunlar zararlı ideolojilerin her türlüsüne açık hale
getirilmişlerdir.
Bu asrın manevi hekimi olan Üstad Hazretleri, şer cephesindeki bu şahs-ı manevilere karşı, “dâhi
derecesinde bir kabiliyete” sahip kişilerin bile, tek başlarına karşı çıkamayacaklarını, bunlara karşı
hayır ve müspet cephesinde de bir şahs-ı manevi teşkil etmek gerektiğini önemle vurgular.
“Cazibedar fitne” ifadesi, şahs-ı manevi haline gelmiş bu yıkıcı akımlara karşı gençlerin karşı
koymaktan aciz kalıp onlara kapılarak yoldan çıkmalarını ifade etmektedir.

“Rivayette var ki: "Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim
olmaz." Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i Peygamberîyle bütün ümmet o fitneden

istiaze etmiş, azab-ı kabirden sonra vird-i ümmet olmuş."


"Allahu a'lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri kendilerine çeker,
meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâb ederler.” (Şuâlar, Beşinci Şuâ,
İkinci Makam)

"Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman


dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber
etmek gerektir." Burada zikredilen terbiyeyi nasıl
değerlendirirsiniz?
Terbiye-i Muhammediye, denilince, Allah Resulünün (asm.) insanları Kur’an ahlakı ile
ahlaklandırması, onun hükümlerine itaat ettirmesi, yasaklarından sakındırması, kısacası, insanları
Allah’ın razı olacağı kâmil müminler haline getirmesi anlaşılır.
Bütün ömrünü Allah’ın emir ve yasaklarına uyarak geçiren bir insan, hem dünyada, hem de
ahirette mesut olur.
İman, başlı başına büyük bir saadettir. Kendini Allah’ın eseri bilmek, bu dünyada Onun
misafiri olarak yaşamak, Onun saadet diyarı cennete layık olmak için çalışmak, takva ve salih amel
dairesinde bir ömür geçirmek, ruhunu kötü huylardan uzak tutup, güzel ahlaklarla süslemek bu
dünyada bir cennet hayatı yaşamak demektir. Dünya, ahiretin tarlası olduğundan bu sürurlu ve
saadetli hayatın ahiretteki meyvesi de “ebedî bir cennet” olacaktır.

"Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi


inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler
de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de kemâlâta medâr
olacak bâzı güzel hasletler bulunabilir." izah?
"Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir Peygamber'i inkâr etse,
diğerlerine inanabilirler. Peygamber'leri bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse,
kemâlâta medâr bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve
dini ve dâveti umumî olan âhirzaman Peygamber'i Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve
zincirinden çıksa, daha hiç bir Peygamber'i, hattâ Allah'ı kabul etmez. Çünkü bütün
Peygamber'leri ve Allah'ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun
içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyet'e giriyorlar ve hiç bir Müslüman, hakiki Yahudi
veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur, seciyeleri bozulur, vatana, millete
muzır bir hâlete girer."(1)

Ecnebi dinsizi: İslam diyârından ve kültüründen uzak olan gayrimüslimler demektir. Neden
dinden çıkan bir Müslüman, ecnebi dinsizleri gibi olamadığı gerçeği, bir başka Risale'de şöyle izâh
edilmektedir:

"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası
bulunur. O elektrikten teşâub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük
menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyâyı
kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve vahşete düşer. Ve başka sarayda,
büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları her menzilde
bulunuyor. O saray sahibi, büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sâir
menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini görebilir. Hırsızlar istifâde edemezler.

İşte ey nefsim! Birinci saray bir Müslümandır; Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü


Vesselâm, onun kalbinde, o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el-iyâzü billâh,
kalbinden onu çıkarsa, hiç bir Peygamber'i daha kabul edemez; belki hiç bir kemâlâtın yeri
ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz. Mâhiyetindeki bütün menziller ve lâtîfeler
karanlığa düşer ve kalbinde müthiş bir tahribât ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribât ve
vahşete mukâbil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfâati bulup o tahribât
zararını onunla tâmir edersin?

Halbuki, ecnebîler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü


Vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bâzı nurlar kalabilir veya
kalabilir zannederler.

Onların mânevî kemâlât-ı ahlâkiyelerine medâr olacak Hazret-i Mûsâ (a.s.) ve İsâ
Aleyhimesselâma (a.s.) bir nevi imânları ve Hâlıklarına bir çeşit îtikadları kalabilir."(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
(2) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz.

"İman ve taat dairesinden çıkan bir Müslüman, Ecnebî


dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler,
diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı
tanıyabilirler..." cümlesi hakkında değerlendirme...
İman ve taat dairesinden çıkan bir Müslüman,

"Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini
tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah'ı tanıyabilirler. Allah'ı bilmeseler de,
kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir."

"Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı, Muhammed-i
Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden
çıkan, daha hiçbir peygamberi (a.s.) tanımaz ve Allah'ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı
muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez.”(1)

a. Ecnebiler için “diğer peygamberleri tanıyabilirler” ne demektir? Bu tanımanın onlara


faydası var mıdır?

a. Burada “diğer peygamberlerden” maksat, İncil’de haber verilen peygamberlerdir. Bir Hristiyan,
Peygamber Efendimizi (asm.) tanımasa da onları tanıyabilir. Bu tanımadan fayda görüp görmeme
meselesine gelince, Peygamber Efendimizden (asm) sonra, tâ kıyamete kadar bütün insanlar,
peygamber olarak Onu tanımakla yükümlüdürler. Bu günkü Hristiyanlar, Hz. İsa (as)’ın ümmeti
değildirler. Çünkü bu gün artık Hz. İsa (as)’ın peygamberlik görevi geçerli değildir. Peygamber
Efendimizden (asm) sonra, insanlar inanç yönünden iki grupta mütalaa edilirler: Ümmet-i davet ve
ümmet-i icabet.

Kur’an’a ve Peygamberimize (asm) inanan müminler ümmet-i icabettirler. Diğer bütün insanlar
ise ümmet-i davettirler. Yani, bugünün Müslümanları, özellikle ilim sahasında yetkili zevat, onları
İslâm’a davet etmekle mükelleftirler.

b. “Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler” ne demektir? Bu anlamda kurtulmaları


söz konusu mudur?

b. Bugün Hristiyan dünyasındaki birçok kimse teslise inanmıyor. Bu asrın insanını artık üç ilah
safsatası tatmin etmiyor. Bunların büyük çoğunluğu dinsiz yaşama yoluna giriyorlar. Az bir kısmı ise
Hristiyanlığı kabul etmemekle birlikte, kendi aklını kullanarak bu âlemin mutlaka bir sahibi, bir
yaratıcısı olması gerektiğine inanıyorlar.

Kurtulma meselesi ayrı bir konudur. İslam’ı tanıma imkânına herkes aynı ölçüde sahip değildir.

“Allah hiçbir nefse gücünün üstünde bir yük yüklemez.”(Bakara, 2/286)

ayetinin hükmü her zaman ve her konuda geçerlidir. Bu konuda da insanlar İslam’ı tanımaya ne
ölçüde güç yetirebileceklerse o nispette sorumlu olurlar. Bütün insanlık âlemini bu yönden tek tek
analiz etmek bizim gücümüzü çok aşar. Hakikat-ı hali ancak Allah bilir.

c. “Allah’ı bilmeseler de, kemalata medar bazı güzel hasletler bulunur.” cümlesini açar
mısınız?

c. Bugünün Hristiyan dünyasını, ne tahrif olmuş İncil, ne de toplumdaki müessiriyetleri çok azalmış
olan papazlar değil, toplumun kendi görüş ve tecrübelerinin mahsulü
olan “prensipler” yönlendirmektedir. Bu prensiplere herkes büyük bir hassasiyetle uyar. Bunlara
uymamanın sonucu, beşerî kanunların gereği olan cezalardır. Bu prensiplere hassasiyetle uyan
insanların ruhlarında, zaman içinde, bazı güzel hasletler yerleşir; insan haklarına riayet etmek, yalan
söylememek, işine zamanında gelmek, sözünde durmak, aldığı görevi tam olarak yerine getirmek gibi.
Bütün bunlar din kaynaklı değildir. Yani, bunlara uyan kimse, “uymasam günahkâr olurum,
ahirette ceza görürüm” gibi bir endişe taşımaz. Tek endişesi, kanunlar karşısında suçlu olmak ve
cezalandırılmaktır.

d. Dinini terk eden bir Müslüman’ın; hiçbir cihette bir nur ve kemale liyakatinin kalmayacağı
ve sükut-u mutlaka mahkum olacağı genel bir kaide midir? Bu kaidenin haricinde faydalı
insanlar olamaz mı? “Sanatta maharet esastır.” kaidesine göre, dinsizliğin sanata ve ihtisasa ne
zararı olabilir?

d. Soruda geçen bir nokta çok önemlidir:

“Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i
Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor.”

Batı insanında kanunların, toplum yapısının, genel kültürün koyduğu esaslar yerine bir
Müslümanda İslam’ın koyduğu esaslar hükmeder. Müslüman, bir haksızlık yaparken bunun haram
olduğunu bilir ve bu bilgisine rağmen o cürmü işlemekle imanında bir zafiyet meydana gelir.
Kur’an'ın koyduğu temel hükümlere, Peygamberimizin (asm) tebliğ ettiği esaslara rağmen, onlara
karşı koyarcasına işlenen haramlar, o insanı zaman içinde dinden çıkarabilir; bununla da kalmayıp din
düşmanı haline getirebilir.
Dinden çıkan bir Hristiyan öyle değildir. O, kendindeki güzellikleri dinden değil topumun
prensiplerinden aldığı için, dinden çıksa da o güzellikleri sürdürebilir. Dinden çıkan bir Müslüman
ise bütün bu güzelliklere adeta savaş açar.

Bunun genel bir kaide olup olmamasına gelince, Külliyatta da geçtiği gibi,

"İlm-i usulde “Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalâha etse
hakk-ı hayatı var.” diye usul-i şeriatın bir düsturudur.” (2)

Genel hüküm budur.

Devletin şeriatla yönetildiği ülkelerde bu hüküm uygulanır gibi görünürse de, bugüne kadar böyle bir
mahkumiyet haberi pek duymadık.

Konuyu şöyle bir tahlil edelim:

Bir Müslüman dinden çıkmışsa, laik yönetimlerde bunun farkına bile varılmaz. Kendisi dinsizlik
propagandası yapar ve açıkça bir fikir mücadelesine girerse bu başka meseledir. Böyle bir kimseye
de, ancak fikir bazında cevaplar verilir; mesele hukuka yansımaz.

Şer’i yönetimlerde ise bir kişinin dinden çıktığı kendisi açıklamadıkça bilinmez. Böyle bir insanın
namaz kılıp kılmadığı da fazla bilinmez, ama kendisi açıkça namaza karşı çıkıyorsa, orucunu aleni
olarak yiyorsa ve zekâtını vermiyorsa bu adam Üstad'ın tabiriyle “İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde
bir fesat aleti” olmuştur. Bu adamın, dinden çıktığını, ölümü pahasına açıklaması için dine tam bir
düşman olması, dini hükümlere açıkça meydan okuması gerekir. Buna belli bir mühlet tanınır,
vazgeçmezse cemiyetin selameti namına hayatına son veriliyor.

Yoksa, her dinden çıkan öldürülseydi, dünya çapında büyük yankılar uyandırırdı ve bunun herkesçe
duyulması gerekirdi.

Ancak günümüzde, insanların İslam’ı ne ölçüde içlerine sindirip, daha sonra dinden çıktıkları da
ayrı bir konudur. Batılılaşmanın bir sonucu olarak, bazı Müslümanlar kısmen de olsa Batı
standartlarına uygun bir hayat sürmekte, günlük hayatlarında İslam’ın hükümleri yerine ekonominin
kurallarını esas tutmakta, faize rahatlıkla girmekte, stokçuluğu marifet sayabilmekte, İslam’ın kabul
etmediği çok farklı yollarla kazanç elde etmekte, bununla birlikte Müslüman olduğunu da
söylemektedir.
Bugün toplumumuzda, yaşayışı batıl, dini İslam olan birçok insan vardır. Bunların çoğu ciddi bir
dini terbiye görmemişler, anne- babalarının ve çevrenin verdiği bir İslam anlayışıyla hayatlarını
sürdürmüşlerdir. Bunlar işlerini yaparken de dini esaslara uygunluktan çok, toplumdaki genel gidişi
ve ekonominin genel prensiplerini esas almışlardır. Bunların ruhuna da bazı prensipler, Batılılarda
olduğu gibi, din dışında yerleşmiş olabilir. Ve bunlar da dinden çıktıklarında bütün güzelliklerden
tamamen mahrum kalmayabilirler. Zaten laik sistemde dinden çıkanların hayat hakkına
ilişilmemektedir. Böylece her tip inanca sahip kimseler birlikte yaşayabilmektedirler.

Hayatın gayesini, bir batılı gibi, menfaat olarak kabul eden kişiler, sadece sanata, ticarete önem
vererek, dini “ikinci, üçüncü planda” düşünmekle, farklı bir Müslüman tipi sergilerler. Bunlar
zamanla dinden çıksalar da çoğu kimse bununla fazla ilgilenmez. Bunlar kendi menfaatleri için
çalışmakla birlikte, yaptıkları birçok işlerle topluma faydalı da olabilirler. Bu kimseler dinsizliği
gaye edinen ve insanları dinden, ahlaktan uzaklaştırarak toplum düzenini bozmaya çalışan anarşist
ruhlu dinsizlerden farklıdırlar. Üstad'ın tabiriyle bunlar “adem-i kabul” gurubuna girerler, dine karşı
lakayttırlar, ama din düşmanlığı gibi bir davaları da yoktur. Bunlar da sanat, ticaret ve sair konularda
başarılı olduklarında topluma faydalı olabilirler. Üstad'ın “kabul-ü adem” dediği “dinsizliği dava
edinme ve imanın hilafına bir yol açma” çok daha farklıdır. Din, iman ve ahlak düşmanı olan
anarşistlerden, topluma zarardan başka bir şey gelmez.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.
(2) bk. Lem’alar, On Yedinci Lem’a.

"İman, ubudiyet yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp o


haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri, bir hazine-i
ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor, diye
ihbar eden ve ..." ifadelerini izah eder misiniz?
Peygamberler, hem mazhar oldukları vahiyler ile hem de kainat kitabında ahirete işaret eden
sayısız delilleri, ders ve talim ettirmek ile o emare ve asara işaret etmişler ve ediyorlar. Ahireti ispat
eden bütün akli ayetlerin hepsi bu asar ve emare kapsamındadır. Alim ve evliyalar ise bu ayetleri
rehber alarak kendi dönemindeki insanlara bu ayetleri ders ve talim ediyorlar, mesela Risale- i
Nurlar ve hususi olarak Haşir Risalesi buna güzel bir misaldir.
Mesela bu dünyada mazlumlar hakkını ve ahını almadan, zalimlerde ceza ve hesap görmeden, eşit
bir şekilde ölüp gitmeleri, Allah’ın sonsuz adaletine yakışmaz. Öyle ise Allah’ın sonsuz adaleti bu
mazlumların ve zalimlerin hesap göreceği bir diyarı ister. İşte bu istemek, ahiret aleminin
yaratılmasına, bir muktazi bir gerekçedir, bir asar ve bir emaredir. Daha bu isimler gibi Allah’ın
binlerce ismi ahiret hayatının yaratılmasını ister ve gerektirir ki, bunların hepsi
birer asar ve emaredir.
İkinci olarak bütün peygamberlerin mucizeleri, bütün evliyaların keramet ve keşifleri, bütün
salih insanların güzel ahlak ve inançları bu asar ve emareler kapsamına girer.
Mesela Peygamber Efendimiz (asv) Miraç mucizesi ile o menzilleri gezip görmüş ve bize ihbar
etmiştir. Bir evliya keşfi ve manevi gözü ile kabrin arkasını seyredip o alanda bir ittifak temin
etmişler.

"Kabir var hiç kimse inkar edemez, herkes ister istemez oraya
girecek." vecizesini nasıl anlamalıyız?
Kabirden kast edilen şey; insan cesedinin gömüldüğü iki metrelik çukur değil, ebedi hayatın ilk
başlangıcı olan berzah alemidir. Yani; kabir alemi ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem
çukurlarından bir çukur, anlamındadır.

"Herkes ister istemez buraya girecek." tabirinde ise; insanlığın ruhlar aleminden, anne karnına,
oradan dünyaya, oradan kabre, oradan haşre, oradan mahşere, oradan sırata ve en nihayetinde cennet
ve cehenneme gideceği zorunlu yolculuğa işaret ediliyor. Bu yolculuktan kimse kurtulamaz, her insan
bu süreci yaşamak zorundadır.

"Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya
girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol
yok..." Buradaki üç yolu ve üç yoldan gidecek olanları izah eder
misiniz?
"Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya
girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok."
"Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır."(1)

Birinci yol müttaki, salih ve direkt cennete giden Müslümanların yoludur. Bu husus ayette şu
şekilde ifade ediliyor:

"İyi bilesiniz ki Allah’ın velîlerine korku yoktur, onlar üzüntüye de uğramazlar. Velîler
o kimselerdir ki O’na iman edip, emirlerine aykırı hareketlerden sakınırlar. Dünya
hayatında da âhirette de müjde vardır onlara. Allah’ın hükümlerinde olsun, verdiği
sözlerde olsun, asla değişiklik olmaz. İşte bu müjdeler en büyük mutluluktur." (Yunus,
10/62-64)

"İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps-i ebedî
ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır.
Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele
görecek."(2)

İkinci yolda gidenler, iman edip imanın gereği gibi yaşamayan gafil ve günahkarların yoludur.
Bunlar her ne kadar günahkar olup kabir ve cehennemde azap görecek de olsalar, kafirler gibi ebedi
cehennemde kalmayacaklar.
Burada anlaşılması müşkül olan “haps-i ebedî” ibaresidir. Bu müşkülü şu şekilde tevil
edebiliriz: Siyak ve sibaka göre bu bahsin konusu kabre giriş şekilleridir. Malum kabir ebed
alemlerinin ilk aşaması olup, nihayeti kıyamet olan bir aşamadır. Sefahat ve dalalette gittiği halde
zerre kadar da olsa imanla ölen günahkar müminlerin kabir hapsinde ebedi olarak azap görmesi
kuvvetle muhtemeldir. Buradaki "ebedi" ifadesi, kabrin sonuna kadar ceza görmesi anlamındadır.
Yoksa ebedi cehennemi de içine alan bir ebed manasını taşımıyor.
Yahudi ve Nasara ahiretin gereğini kendi inanç sistemlerine göre ifa ediyorlar. Şayet ahiretin
gereğini yapmak yeterli olmuş olsa idi bunların da ehli cennet olmaları gerekirdi.

“Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele
görecek.”

cümlesini tersinden düşünecek ve sizin baktığınız gibi bakacak olursak, Nasara ve Yahudilerin de
kurtulması gerekirdi. Bu yüzden ikinci yol günahkarların yoludur. Bu bakış açısı daha makul Ehl-i
sünnet inancına uygun olan yoldur, diye mülahaza ediyoruz.

"Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani
hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası
olarak aynını görecek."(3)

Üçüncü yol kaffe ehl-i inkarın yoludur. Bunlar Yahudi, Nasara, Mecusi, Sabii, Müşrik ve diğer
bütün kafir guruplardır. İslam ve imanı kalp ile tasdik etmeyen herkes bu üçüncü yolun yolcusudur.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.
(2) bk. age.
(3) bk. age.

"Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya
girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol
yok." Ebedi hapsi münferit, ebediyen tek başına cehenneme hapis,
idam-ı ebediden de, ebedi yokluk manaları mı kastediliyor?
İlgili cümleleri buraya aldıktan sonra yorumu üzerinde duralım:

" Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya
girmek için de, üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.

• Birinci Yol: O kabir, ehl-i İmân için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.

• İkinci Yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefâhet ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve
bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır.
Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muâmele görecek.

• Üçüncü Yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir idâm-ı ebedî kapısı, yani
hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir dar ağacıdır. Öyle bildiği için, cezası
olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür." (1)

Yukarıda geçen, "Öyle gördüğü ve itikâd ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle
muâmele görecek" cümlesi ile "Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek" cümlesinden de
anlaşıldığı gibi, idâm-ı ebedi ve haps-i ebedi, hakikatte olduğu için değil, onlar öyle itikât ettikleri
için, Allah onlara zânlarına göre muâmele etmiş olacak. Zira bir Hâdis-i Kudsi' de, "Ben kulumun
zânnı üzereyim" buyrulmaktadır.

Kâfir, ebediyyen yok olacağına inanıyor, o inancın gereği olarak daha dünyada iken ebedi yokluğun
ızdırâbını yaşıyor. Hakikatte olmayan bir cezânın, acı ve ızdırâbını daha dünyada iken, ruhunda ve
vicdanında yaşıyor, yaşıyacak demektir.

Şöyle bir misal verelim; On sene sonra bir trafik kazası geçirip, arabanın altında ezileceğini düşünen
ve buna tam inanan bir insan farzedelim. Bu kişi daha on sene gelmeden her gün o kazayı kendi
dünyasında defalarca yaşayacaktır. Halbuki, böyle bir kaza ise gerçekte yoktu. Sadece kendi zihninin
ürünüydü.

(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz İkinci Makam.

"Yüzde yüz ihtimalle, dalâlet ve sefahet, göz önündeki kabir


darağacına ve ebedî haps-i münferidine katî sebep olduğunu" ve
"İman, ubudiyet, yüzde yüz ihtimalle o darağacını kaldırıp, o
haps-i münferidi kapatıp,.." izah eder misiniz, neden yüzde yüz?
Dalalet ve sefahat, “yüzde yüz” cehennem yoludur. İman ve ubudiyet yolu ise yine “yüzde yüz”
cennet yoludur. Yolların sonuçları yüzde yüz ile ifade edilmekle birlikte, bu yolda gidenler için
yüzde doksan dokuz nispetinin kullanılması, insanların havf ve reca (korku-ümit) dengesini
koruyarak yaşamaları içindir. Yani, bir insan bütün ömrü boyunca günah ve isyan yolunda gitse de
henüz ölmedikçe onun için yüzde bir de olsa bir kurtuluş ümidi vardır. Son anda tövbe edebilir ve
yanlış yoldan dönebilir. Bir Müslüman da bütün ömrünü iman ve ibadetle geçirse bile yine cennetini
garanti görmemelidir, zira yüzde bir ihtimal de olsa ömrünün sonlarına doğru yoldan çıkabilir.
Yeis gibi ucub da tehlikelidir. Yeis, Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir. Bu, ayetle
yasaklanmıştır. Ucub ise Allah’ın azabından emin olmaktır. Bunlardan birincisi tefrit, ikincisi
ifrattır. “Sırat-ı müstakim” olan orta yola göre, insan elinden geldiği kadar isyandan uzak yaşamaya
çalışacak, ama bunu başaramadığı takdirde de Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyecek, bir gün ıslah
olmayı o sonsuz rahmetten bekleyecektir. Öte yandan, bir insan ne kadar ibadet ederse etsin, yine
akıbetinden korkacak, kendini garantide görmeyecektir.
Allah’ın Rahmân, Rahîm, Ğaffar, Settâr gibi cemalî isimlerini düşünmek insanı yeisten
kurtaracağı gibi, Aziz, Cebbâr, Celil, Kahhâr gibi celalî isimlerini düşünmek de insanı ucub
tehlikesinden kurtarır.

“İdam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i


ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir." ifadesi tırnak
içerisine alınmıştır. Bu bir ayet veya hadis meali midir?
Kur’an-ı Kerim'de iman ile amel-i salih çoğu kez birlikte kullanılmıştır. Üstad'ın da ifade ettiği
gibi, “Cenab-ı Hakk’a iman eden elbette O’na itaat edecek.”
Tırnak içindeki ifade, ayet veya hadis meali olmamakla birlikte, ayet ve hadislerde sıkça
zikredilen iman-amel ilişkisinin güzel bir ifadesidir. Misal olarak “Asr Suresini” vermekle
yetineceğiz:

“Asra yemin olsun ki, insan elbette hüsrandadır (zarardadır). Ancak iman edenler,
salih amel işleyenler, hakkı birbirine tavsiye edenler ve sabrı birbirine tavsiye edenler
hariç.”
Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Ehl-i dalaletin mazi ve müstakbelinin mukayesesi yapılırken


mazideki vaziyetleri “akıl alakadarlığı” olarak nazara veriliyor.
Gelecek zamanlar ise “itikadsızlıkları” noktasından
değerlendiriliyor. Bunun sebebi ve hikmeti ne olabilir?
"Belki ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür.
Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl,
alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı
cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hâsıl olan ebedî firâklar, mütemâdiyen onun fikir
yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar."(1)

Önceki soruda da geçtiği gibi, insanın aklı hem mazi hem de istikbal ile alâkadardır; ona bu iki
zaman dilimini hatırlatarak, maziden ders alıp istikbale hazırlanmasına yardım eder. Burada ayrı bir
mesaj verilmektedir: Ehl-i dalalet ve gaflet, maziyi düşündüğünde onu hiçlik olarak değerlendirir,
ölmüş ebeveyninin, dedelerinin, ninelerinin ve diğer bütün sevdiklerinin hiçliğe gömüldüklerini
zanneder. Ahirete itikat etmediği için kendisini de istikbalde aynı yolun yolcusu olarak görür. O da
bir gün yok olacak, gelecek nesillerce unutulacak, yokluğa gömülecektir. Kendi varlığından ve bütün
sevdiklerinden bu ebedi ayrılık, onun ruhuna zulmetler verir.
Burada “zulmet” kelimesinin kullanılması, “İman hem nurdur hem kuvvettir.” cümlesiyle
yakından ilgilidir. İmanlı bir kişi için kabir “zulümatlı bir kuyu ağzı” olmadığı gibi, “kabir
tünelinin” öte ucu ebedi hayata çıkmaktadır ve ebedi bir cennet onu beklemektedir. Bu inanç, o
mümine ayrı bir kuvvet verir ve dünya hayatını saadet içinde geçirmesini temin eder.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.

İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine,


geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î
lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise,
bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir. Gafletin de mertebeleri
var mıdır? Her mümin derecesine göre geçmiş ve gelecek sıkıntısı
çekiyor zannımca? Hepsi gaflettedir demek doğru mudur?
Gaflet: Kelime olarak dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık gibi manalara geliyor.
Dini bir terim olarak gaflet; en mühim vazife olan Cenab-ı Hakk'a itaat ve ibadeti terk edip,
önemsiz ve kıymetsiz şeylerle uğraşmak ve nefsine ve hevesâtına tâbi olarak Allah’ı ve ahireti
unutmak anlamına geliyor.
Gafletin çok mertebe ve dereceleri vardır. Küfür bir gaflet-i mutlak olduğu gibi, ibadetlerdeki
eksiklikler de bir gafletin neticesidir. Bu yüzden gaflet sadece küfür ve fısk ile sınırlı bir kavram
değildir. Marifetin zirvesinde olan asfiyalar bile gafletten şikayet edip, o hallerine tövbe etmişler.
İmanın yoğunluğunda bile gafletler bulunabilir. Hatta manevi terakki yolunda bir alt makam bir üst
makama nispetle gaflet telakki edilmiştir. Hazreti Peygamber (asv)'in günde yüz defa tövbe etmesini,
tasavvuf alimleri, terakkiden gelen makamlar arasındaki nispi gaflete yapılan bir tövbe olarak
değerlendirmişlerdir. Yani Peygamber Efendimiz (asv) sürekli terakki içinde olduğu için, bir alt
makamı bir üst makama göre gaflet telakki edip onun için istiğfar etmiştir, demişlerdir.
Küfür, gafletin en koyu ve en kesif halidir. Bütün kainat Allah’a ve ahirete güneş gibi parlak
birer delil de olsa, nitekim öylededir, küfrün kesif ve koyu girdabında sönükleşip kaybolurlar. Küfür
gafletinin bu koyu ve kesif halini ancak ve ancak hidayet ve iman ışığı yırtabilir ki, burada yine iş
insanın irade ve talebine bakıyor. Yani insan, iradesini hidayet ve imandan yana sarf etmedikçe,
gaflet sarmalından kendini kurtaramaz.
Gaflet öyle sinsi bir hastalıktır ki, hidayet ve iman sahasında da varlığını devam ettiriyor. İman
etmiş birisi imanın yoğunluğunu ve aktifliğini her daim hissedip yaşayamıyor. İman etmiş, ama imanın
tadını, kokusunu alamıyor. Bunun yegane sebebi gaflettir. Evet gaflet imanın tesirini kırıp, imanı
kalbin derinliğine hapseden zehirli ve fark edilmeyen sinsi bir düşmandır. Bu düşman uzun vadeli
hesaplar yapar. Hedefi ise imanı kalpten tard etmektir. Günahlar gafletin sivri başlarıdır. Nasıl
ciğerdeki sinsi bir hastalık deride çıban şeklinde tezahür ediyor ise, gaflet de günah ve fısk şeklinde
tezahür ediyor. Günahlar gafletin sinsi ve tehlikeli meyveleridir. Gaflet, tövbe ve tefekkür ile imha
edilmez ise, neticesi helakettir.
Gafleti besleyip zinde tutan ülfet, ünsiyet, atalet, zaafı iman gibi şeylerdir. Bunlar kökten tedavi
edilmedikçe, gaflet kanseri de tedavi edilemez. Gafletin en büyük ilacı ve zıddı huşu ve
huzurdur. Huşu ve huzur, Allah’ın huzurunda olduğunu idrak edip ona göre hareket etmek
anlamındadır.
Allah’ın huzurunda olduğunu sürekli akılda ve zinde tutmanın tek yolu, her şeyde ona açılan
marifet pencerelerini görebilmek ve okuyabilmek ile mümkündür. Yani bir çiçeğe, bir böceğe, bir
yıldıza baktığımız zaman, Allah’ın isim ve sıfatlarını o şeylerde görebiliyor isek, o zaman her şey
bize onu hatırlatır ve onu gösterir. Ne yana kafamızı çevirsek onu görürüz. İşte bu manaya, huzuru
İlahide meleke kesbetme deniyor. Yani sürekli onun huzurunda olduğumuzu akılda ve zinde tutmamız
demektir. Işık nasıl karanlığın düşmanı ise, huşu ve huzur da gafletin düşmanıdır.
Böyle bir huzur ve meleke ancak sağlam ve tahkiki bir iman ile kazanılır. Bu zamanda sağlam ve
tahkiki iman dersini almanın en kısa ve sağlam yollarından biri de Risale-i Nurlardır. Risale-i
Nurlarla ile meşgul olmak, onun penceresi ile tefekkür etmek, o güzel huzur ve meleke durumunu
temin edebilir ve ediyor. Eczanelerden hastalığımız için ilaç aldığımız gibi, kitapçılardan
gafletimiz için Risale-i Nurlar ve benzeri kitapları almalıyız.
Üstad Hazretleri imanın tesirinin herkeste farklı olacağını şu şekilde ifade ediyor:

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan
okuyabilir ve, imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.
"Tevekkeltüalâllah" der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları
içinde seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder,
rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için
Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki
esfel-i sâfilîne çeker."(1)

"Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu
korkutmaz. Belki, harika bir kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek."(2)

İnsanın başına gelecek muhtemel musibetlerden ve belalardan korkması imandaki zafiyetten ileri
geldiği, Üstad'ın yukarıdaki ifadelerinden çok net anlaşılıyor. Ama imanın da çok mertebeleri
olmasından dolayı, her korkan insana imansız ya da imanı zayıf demek doğru olmaz. Üstad'ın ifadesi
ile, insan imanının kuvvetine göre hadiselerin baskısından etkilenir. Yani iman ne kadar kuvvetli ise
musibet ve belalar o kadar az tesir eder ya da hiç tesir etmez.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.
(2) bk. a.g.e., Üçüncü Söz.

Kabir yerine, berzah kelimesinin kullanılması nedendir? Ayrıca,


ahirette cehennem ve sakar belası ne anlama gelmektedir? Günaha
giren gençlere merhamet edilmezse tebligat nasıl yapılır? Bu
hususta bizleri aydınlatır mısınız?
“… Beş on senelik gençliğin gayr-i meşrû zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder
ve berzahta azab ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar belâsını çeken adam, en
acınacak bir halde olduğu halde, ُ‫ﻀَﺮِر ﻻَ ﯾُْﻨﻈَُﺮ ﻟَﮫ‬ ِ ‫ اَﻟﱠﺮا‬sırrıyla hiç acınmaya müstehak
‫ﺿﻰ ﺑِﺎﻟ ﱠ‬
olamaz. Çünkü, "Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir." (Sözler, On
Üçüncü Söz)

a. Kabir yerine, berzah kelimesinin kullanılması nedendir? Ayrıca, ahirette cehennem ve sakar
belası ne anlama gelmektedir?
b. "Zarara rızâsıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir." kaidesi herkes için geçerli
midir? Günaha giren gençlere merhamet edilmezse tebligat nasıl yapılır? Bu hususta bizleri
aydınlatır mısınız?
Cevap:
a. Berzah, insanın kabre girmesiyle başlayan yeni bir hayatın, ayrı bir âlemin
ismidir. Berzah, “perde, iki şey arasındaki engel” demektir. Dünya hayatıyla ahiret hayatı
arasındaki âleme “berzah âlemi” denilir. Bu âlemin, toprağın altıyla fazla bir ilgisi yoktur.
Bedenleri çürüyüp dağılanlar, boğulduklarında balıklara yem olanlar, vahşi hayvanlarca
öldürülenler, yahut yakılıp kül haline getirilenler de berzah âlemine giderler. Ruhlar bu yeni âlemde,
Allah Resulünün (asm.) haber verdiği üzere “ya cennet bahçelerinden bir bahçede” mahşere kadar
safa sürerler, yahut “cehennem çukurlarından bir çukurda” kabir azabı görürler.
Sakar; cehennemin yedi tabakasından biridir. Bazı tasniflerde ikinci, bazılarında üçüncü veya
dördüncü tabaka olarak geçer.
Bu tabakaların her birinin azabı farklıdır. Hangi tabakada kimlerin azap göreceğine dair farklı
açıklamalar yapılmıştır. En üst ve en hafif tabaka “cehennem”dir burada günahkâr Müslümanların
ceza göreceği ifade edilmiştir. En alt ve en şiddetli tabaka ise “haviye” olup, burada münafık ve
mürtetlerin azap göreceği kaydedilir.
Cehennemin Yedi Tabakası
1. Cehennem (derin kuyu). Azabı en hafif tabakadır.
2. Sair (çılgın ateş). Ateşi ve azabı şiddetlidir.
3. Sekar (kırmızı ateş). Bu daha şiddetlidir.
4. Cahim (yanan kızgın ateş).
5. Hutame (kalbleri saran ateşli kaygı).
6. Lazy' (Lâzâ) (alevli ateş.)
7. Haviye (uçurum). Azabı en şiddetli tabakadır.
b. Cehennem yolunu kendi arzusuyla, bilerek ve severek seçen, ikazlara ve tebliğlere kulak
asmayan, başkalarını da bu yanlış yola çekmeye çalışan kimseler hakkında "Zarara rızâsıyla girene
merhamet edilmez ve lâyık değildir.” buyrulmuştur. Cenab-ı Hak, böyle kimselere merhamet
etmediği gibi, cehennemdeki azap melekleri de merhamet etmezler, müminler de etmemelidirler.
Soru cümlesinde acımayla ilgili iki ayrı ifade geçiyor: Birisi, “en acınacak halde olduğu
halde”, diğeri “hiç acınmaya müstahak olmaz.” Onların halleri acımayı ve imdatlarına koşmayı
gerektiriyor, ama zarara rıza ile girdikleri ve hallerinden memnun oldukları için sizi reddettiklerinde
artık onlara merhamet edilmeyecektir.
Burada verilen temel mesaj, bu gibi kimselere ölçüsüz şefkat gösteren kimselerin, sonunda
kadere itiraz tehlikesiyle karşı karşıya kalabileceklerini ikaz etmektir. “Allah’ın rahmetinden fazla
rahmet edilmez.” hakikatini gözden ırak tutmamak, bu gibi kimselere yersiz acıma yerine, yanlış
yollara sapma tehlikesine maruz olanlara şefkat edip onların kurtulmaları için gayret göstermek en
doğru, en isabetli ve en faydalı yoldur.

Musibetler günahların temizlenmesine de sebep olabiliyor.


Olaya bu açıdan bakabilir miyiz? Mukadderat-ı beşer piyangosu
tabirine binaen; Piyango, mahiyeti itibarıyla herkese isabet etmez .
Burada piyango ifadesinin kullanımı nasıl oluyor?
“Zehirli bir bal hükmünde olan gayr-i meşrû dairedeki gençliğin sefâhetkârâne
zevkleri, hazîne-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesîkası olan imânı
kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümât kapısı olan kabrin
musîbetine, aynen zâhiren göründüğü gibi düşer. (…) Eğer o zehirli bal hükmünde olan
hevesât-ı gayr-i meşrûayı terk edip, tılsım-ı Kur'ânî olan imân ve ferâizi elde etmekle ve
fevkalâde mukadderât-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazînesi biletini
alacağına, yüz yirmi dört bin enbiyâ aleyhimüsselâm ile beraber hadd ü hesâba gelmeyen
ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.” (Sözler,
On Üçüncü Söz)

a. İmanı kaybedenler için, kabir musibetine düşecekleri ifade ediliyor. Musibetler günahların
temizlenmesine de sebep olabiliyor. Olaya bu açıdan bakabilir miyiz?
b. İman ve feraizi elde edenlerin; “saadet-i ebediye hazînesi biletini alacağı” haber verilirken,
‘mukadderat-ı beşer piyangosu’ tabiri geçiyor. Piyango, mahiyeti itibarıyla herkese isabet
etmez. Burada piyango ifadesinin kullanımı nasıl oluyor?
CEVAP:
a. “İmanı kaybetme” ifadesi, kabre imansız göçme manasında anlaşılırsa, kabir azabı o
kimselerin günahlardan temizlenerek cennete girmelerine kâfi gelmez. “Darağacı hükmünde olan
ölüm ve ebedî zulümât kapısı olan kabrin musîbeti” ifadesini müstakil olarak düşündüğümüzde, bu
ifadenin birinci bölümünün “imansız göçenlere”, ikinci kısmının ise “kabir azabı” çekecek müminlere
baktığını düşünürsek, o takdirde kabirde o müminlere isabet edecek olan azaplar onların günahlarına
kefaret olabilir ve mizanda, sevapları günahlarına galip gelirse doğrudan cennete girebilirler. Bu
takdirde, “ebedi zulümat” ifadesini “çok uzun zaman o karanlıklı kabir hayatında azap
çekmeleri” şeklinde yorumlamamız gerekir.
b. Soruda geçen, “saadet-i sermediyenin bileti ve vesîkası olan imân” ifadesiyle açıkça ortaya
konduğu gibi cennete girmenin bileti, vesikası, vesilesi imandır. Daha sonraları, bu bilet
için ‘mukadderat-ı beşer piyangosu’ denilmiştir. Bunun saadet-i ebediye hazinesinin bileti olduğunu
bütün peygamberlerin, evliya ve asfiyanın haber verdikleri belirtilmiştir. Bu hak dostlarının ve İlahi
elçilerin hepsinin ittifak ettikleri nokta, cennete ancak iman edenlerin girebilecekleri, cennetteki
mertebelerin ise salih amele göre tahakkuk edeceğidir.
Hakikat bu olduğuna göre, piyango kelimesini, cennetin amel ile kazanılamayacağı, İlahi bir ihsan
olduğu şeklinde anlamamız gerekir. Yani, piyango bileti alan bir kimseye büyük meblağda bir
ikramiye çıktığında, “Ben bu parayı bilet almakla kazandım.” diyemez. Bilet alma gibi cüzi bir fiil,
o kadar servetin kazanılmasına kâfi gelmeyeceğinden, bu servet bir piyango ikramiyesi olarak
düşünülecektir. Bizim bütün ibadetlerimiz de cennetteki saadeti elde etme noktasında bir bilet alma
gibidir.
Burada geçen “piyango” kelimesini, bir şans oyunu olarak algılamamız gerçekle bağdaşmaz. Bir
kısım insanlar cennete şans eseri olarak girecek ve bir kısmı da yine o ebedî saadeti şans eseri
kaybedecek değillerdir. İman ve salih amel cenneti, küfür ve isyan da cehennemi netice verir. Ancak,
yapılan ibadetlere karşılık cennetin ihsan edilmesi piyango ile servet kazanmaya benzer. O ibadetler
cennet için yeterli değildir. Üstad'ın da ifade ettiği gibi“Cennete girmek mahz-ı fazıldır.” yani
sadece İlahi bir ihsan ve lütuftur.

"Alem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedesiyle ve bütün


ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetleriyle, ekser azaplar, gençlik
suistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz." Özellikle
suistimalat cümlesini açıklar mısınız?
Kabirde azap çekenlerin büyük bir kısmı, bu azabı gençliğini kötüye kullanıp haram ve
sefahatte geçirdiği için kazanmıştır. Bu hakikati kalp gözü açık olan evliyalar kabre bakarak
söylemişler. Gençlik hayır için de şer için de kuvvetli bir vasıta ve vesiledir.
Evet, ibadetlerin en güzel ve en sağlam yapılacağı dönem gençlik dönemidir. İhtiyarlıkta insanın
kuvvet ve takati zayıfladığı için, ibadetlerin hakkını tam veremez. Ama gençlikte insan enerjik ve
kuvvetli olduğu için, ibadetleri daha bir kolay ve daha bir güzel yapar.
Mesela, namazı çevik ve tadil-i erkanına uygun bir şekilde kılar, orucu sıhhati yerinde olduğu için
daha güzel tutar. Ama yaşlılıkta bel büküldüğü, takat kalmadığı için, namazın rükünlerini yarım
yamalak yapar, oruçta zorlanır, kimi zaman da hiç tutamayıp fidye vermek zorunda kalır vs.
İşte gençliğin tatlı ve kuvvetli bir vasıtayı hayrat olması, ibadetlere güç ve takatin en dorukta bir
dönem olmasına işaret içindir. Sadece namaz ve oruç için değil, diğer bütün ibadetlerde de gençlik
ihtiyarlığa nispetle daha güzel ve daha avantajlı bir çağdır. İnsan cenneti de cehennemide gençlik
döneminde kazanır.
Gençlik zinde ve enerjik bir dönem olduğu için, günahlara da müsait bir dönemdir. Bu
sebeple cehennem amellerinin büyük bir kısmı, yani günahlar bu dönemde işlenir. Hapishane,
hastane, meyhane gibi yerlerdeki adamlara sorulsa, buraya neden düştün diye, hepsi gençliğin
taşkınlıkları yüzünden diyeceklerdir. Demek gençlik hayırlı işleri yapmakta kuvvetli bir vasıta olduğu
gibi, aynı zamanda şerli işleri yapmakta da kuvvetli bir vasıtadır. Bu yüzden hayatımızın en önemli
dönemi gençlik dönemidir, zira cennet de cehennem de bu dönemde kazanılıyor.

"Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek
zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur..." cümlesini
nasıl anlamalıyız?
İman, hakikati hali insana gösteren bir nurdur. Şayet iman nuru insanın olaylara bakışında rehber
olmaz ise, olayların manasını ve hakikatini kavrayamaz.
Mesela, inkar ve küfür nazarında ölüm bir hiçlik ve yokluktur. Zamanın akıp gitmesi, varlıkları
yokluk derelerine yuvarlayan dehşetli bir sel gibidir. Geçmiş, varlıkların yokluk mezarlığı
hükmündedir. Gelecek ise, karanlık ve insanın başına ne musibetler getireceği bilinmeyen bir endişe
noktasıdır.

İman nazarında ise, ölüm, saadeti ebediyenin başlangıcı, daimi bir memlekete açılan bir kapı
hükmündedir. Zamanın akıp gitmesi ise, askerlikteki terhis gibi, vazifesini bitiren, manasını gösteren
varlık aleminin kararlı ve daimi bir memlekete, yani vatanı aslileri olan cennete gitmek için bir vasıta
ve araçtır.
Aynı şekilde, imanının nazarında geçmiş, yokluk kuyusu değildir. Hiçbir mahluk, varlıktan sonra
ebedi hiçliğe gitmiyor. Gelecek ise, karanlık ve insana endişe üreten bir nokta değil, tam tersine,
vazifesini bekleyen ve varlık alemine çıkmayı bekleyen plan ve programlarla doludur. İşte imanın
nuru ve bakış açısı, olayların ve nesnelerin hakikati halini ve gerçekliğini, insanın nazarına takdim
ediyor. İmanın nur ve ışık olması bu manadadır.

"Eğer İmân hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek
zamanlar, imânın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur; zaman-ı hazır
gibi, ruh ve kalbine imân noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve
envâr-ı vücudiyeyi veriyor." izah eder misiniz?
İmanın hayata hayat olması, öncelikle “imansız bir hayatın ölümden farksız” olduğunu hatıra
getirir.
Hayvanla insanın mukayesesini yaparak şöyle diyebiliriz:
Akılsız hayat, hayat değildir, yani gerçek manada bir hayat sayılmaz. Hayvanlar akılları
olmadığından, sadece belli şeyleri ilham yoluyla bilmenin ötesinde, ne bu kâinat, ne de kendi
varlıkları hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdir.
İmansız bir insan da sadece bu kısa dünya hayatını bilir, ebedi âlem hakkında hiçbir bilgisi ve
inancı yoktur. Bu âlemin de sadece maddesini görür, ondan elde edeceği menfaatleri düşünür. Bu
varlık âleminin, İlahi isimlerin tecellileri olduğundan gafildir. Allah’ı düşünmeksizin, sadece eşya ile
ilgilenmek de gerçek manada bir hayat sayılmaz.
İman hayata hayat olunca, insan kendisini Allah’ın en mükemmel eseri olarak gördüğü gibi,
etrafını sarmış ve ona hizmet eden mahlukatı da yine Allah’ın askerleri olarak değerlendirir. Bu
muhteşem ordular ona ancak Allah’ın emriyle ve ihsanıyla hizmet etmektedir. Koca güneş ona ışık
vermekte, koca yer küresi onu taşımakta, hava durmadan onun kanını temizlemekte, ağaçlar
meyvelerini, arılar ballarını, tarlalar mahsullerini ona takdim etmektedirler.
Arzın halifesi unvanıyla yeryüzünde tasarruf eden bu insanın, hayattan aldığı manevi haz ve lezzet,
imansız bir kişinin sadece maddeye ve menfaate dönük lezzetleriyle mukayese edildiğinde bu ikincisi,
birincinin yanında ölü gibi değersiz kalır.
İman nuru, insanın âlem-i ervahdan (ruhlar âleminden) gelip dünyada bir süre imtihan
geçirip sonra yolculuğuna devam ederek, kabir, mahşer, mizan, sırat safhalarından sonra,
inşallah, ebedi saadete ereceğini gösterir. Ruhun bedenden ayrılmasıyla ölüm hadisesinin
meydana geldiğini, bedenin dağılıp parçalanmasına rağmen, ruhun kabir aleminde de hayatını
devam ettirdiğini bildirir.
Yani, iman nuru hem maziyi aydınlatır, hem de istikbali. Mazi derken, kainatın yaratılışından,
Adem babamızın yaratılmasına ve onun torunlarıyla dünyanın asırlarca şenlenip bu güne kavuşmasına
kadar geçen bütün zamanlar anlaşılır.
Allah’ın bu kâinatı altı devrede yarattığı, dünyanın uzun süre bitkilerle, sonra hayvanlarla
dolup taştığı, en sonunda ise arza halife olmak üzere insanın yaratıldığı, insana cüz’i irade
verilmesiyle bir imtihana tabi tutulduğu, bu imtihan ile dünyanın ahirete bir tarla olduğu, cennet ve
cehennemin özellikle insanların kendi iradelerini doğru veya yanlış kullanmalarının meyvesi
olacakları, yüz yirmi dört bin peygamber gönderilmesiyle mazide insanlık aleminin büyük imtihanlar
geçirdiği, nice muti ve asi kavimlerin yer yüzünde yaşayıp bir süre sonra yerlerini başka kavimlere
terk ederek kayboldukları, hangi peygamberin kendi ümmetince nasıl kabul gördüğü yahut nasıl
yalanlanıp ülkesinden uzaklaştırıldığı, hangi peygambere ümmetince ne gibi zulümler yapıldığı, bu
zalimlerin akıbetlerinin ne olduğu gibi insan aklının kendi başına bilemeyeceği nice hadiseler imanın
nuruyla aydınlanır ve müminin malumu olurlar. Ve mümin, maziyi böyle bilmekten ulvi ve manevi bir
zevk aldığı gibi, aynı nur ile istikbali de bütün ayrıntılarıyla bilir ve kendini bu kısa dünya hayatında
o ebedi alem için hazırlar.

“Sağ Cihet: Bu cihetten maksad, geçmiş zamandır. Binaenaleyh felsefe gözlüğü ile sağ
cihete bakıldığı zaman, mazi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı,
korkunç büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir. … Fakat iman gözlüğü ile
o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse
de, fakat can telefi yoktur. Mürettebatı, sâkinleri daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş
oldukları anlaşılıyor. …"
"Sol Cihet: Yani, gelecek zamana felsefe gözlüğü ile bakıldığı zaman; bizleri
çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir
şeklinde görünecektir. Fakat iman gözlüğü ile bakılırsa Cenab-ı Hakk'ın Hâlık-ı Rahman-ı
Rahîm'in insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefis, leziz me'kûlât ve meşrubata zarf olan bir
maide ve bir sofra-i Rahmanî şeklinde görünecektir. Ve
binlerce "Elhamdülillah" okutturarak tekrar ettirecektir.”(1)

(1) bk. Şuâlar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'dan İkinci Bab.

"Elbette hastanelerin ekseriyetle lisanı halinden gençlik


saikasıyla israfat ve suistimalden gelen hastalıktan eninler
eyvahlar işittiğiniz gibi hapisanelerden dahi ekseriyetle gençliğin
taşkınlık saikasıyla,.." Devamıyla izah eder misiniz?
Gençlik ve hayatımızı günah ve haramlarda sarf etmenin büyük bir bela ve cezayı netice verdiğini
anlamının ve görmenin yolu, dünyadaki neticelerine bakmaktır. Yani gençliğini kötüye kullanan
insanların sonu ya hastanede, ya hapishanede, ya meyhane de ya da kabir azabında son bulur. Bunun
en kati delili hastane, hapishane ve meyhanedekilerin ekserisinin buralara düşme gerekçesi olarak
gençlikteki hatalarını göstermeleridir.
İnsan yaşlandığı ve gücü bittiği zaman günah işlemeye zaten mecal bulamaz, öyle ise yanlış ve
hataların kahir ekseriyeti gençlikte vuku buluyor. Günah ve hataların membaı ve kaynağı gençlik
olduğu gibi, cennetin kazanılması ve ibadetlerin de kemali gençlikte kazanılıyor. Bu sebeple bir
insan için en önemli sermaye ve en mühim zaman dilimi gençliktir. Cennet de cehennem de
gençlikte kazanılıyor. O zaman en çok dikkat edeceğimiz dönem de gençlik dönemidir.
Hastaneler, hapishaneler, meyhaneler ve kabirler hâl dili ile insanlığa istikamet ve helal dairede
gitmelerini haykırıyor. Şayet insanlık bu haykırışa kulak vermez ise, hem dünya da hem ukbada büyük
bir sıkıntıya ve azaba düçar olacaktır.

"Gençlik gidecek, sefehatta gitmişse hem dünyada hem ahirette


binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle
suistimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıklarla hastanelere ve
taşkınlıklarıyla hapishanelere,.." izahı?
Hayatını ve gençliğini haram dairede geçiren birisi, hem maddi hem de manevi hastalıklara,
sıkıntılara ve azaplara müptela olur.
Maddi noktadan nasıl içki içen birisinin ciğerleri hastalanır iflas eder ise, aynı şekilde günah ve
haramlar da insanın manevi aza ve cihazlarını hastalandırıp zedelendirir.
Maddi hastalıkların belirtileri nasıl maddi ağrı ve sızılar ise, manevi hastalıkların belirtileri de
psikolojik bunalımlar ve asabi hastalıklardır.
İşte Üstad Hazretleri burada insanların hastane, hapishane ve kabir azaplarına giriftar olmalarının
sebepleri olarak haram ve günahları gösteriyor. İnsan gençliğini günah ve sefahatte sarf etmiş ise,
neticesi ya hastane ya hapishane ya kabir azabı ya da manevi sıkıntılardan gelen dertler ile
meyhanelere düşeceği kesindir.
Bu önermeyi ve hakikati doğrulamak için hastane, hapishane ve meyhaneleri incelemek
yeterlidir. Günahlar içinde manevi bir cehennem saklı olduğu gibi, iman ve helaller içinde de manevi
bir cennet saklıdır. Öyle ise hem dünyada hem ahirette mesut ve bahtiyar olmak istiyor isek,
gençliğimizi ve hayatımızı iman ve helal dairede geçirelim.

"Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette


binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle
suistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere..."
cümlesindeki "evhamlı hastalığı" nasıl anlamalı?
İnsan maddi hastalıklara maruz kaldığı gibi, manevi hastalıklara da maruz kalabilir. İşte hayatını
ve gençliğini haram dairede geçiren birisi, hem maddi hem de manevi hastalıklara müptela olur. İçki
içenin nasıl ciğerleri hastalanıp iflas ederse, bununla beraber insanın manevi aza ve cihazları da
hastalanıp zedelenir.

Maddi hastalıkların belirtileri ağrı ve sızılardır, manevi hastalıkların belirtileri ise psikolojik
bunalımlar ve asabi hastalıklardır. İşte Üstad, evhamlı hastalıklarla bu manevi buhranlara işaret
ediyor.

Malum, hastane sadece maddi rahatsızlıklara bakmaz, ruhi sıkıntılara da bakar. Evham, insanın akli
melekelerinin zaafından ortaya çıkan manevi bir hastalıktır. Çağımızın en büyük vebalarından birisi,
stres hastalığıdır. Bunun temelinde de israf ve gayrimeşru hayat tarzları vardır.

"Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir
etmezse, hayat zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler
derece o zevk ve lezzetten ziyâde elemler, hüzünler, kederler verir."
cümlesini izah eder misiniz?
İman etmeyen bir insan, bu kısa dünya hayatında tadacağı kısacık zevk ve lezzetlere karşı, binler
derece o zevk ve lezzetten ziyâde elemlere ve kederlere maruz kalır.
İmandan mahrum olmamakla birlikte, yaptığı isyanlarla kalbi gittikçe kararan bir kişinin nefsi
gitgide kabarır, buna karşılık kalbi zayıf düşer. Öyle bir noktaya gelir ki, artık o kişinin imanı
hayatına yön vermez olur. Ruh ülkesinde hüküm, nefs-i emmarenin eline geçer. İnsana dilediğini
yaptırma gücüne sahip olan böyle bir nefis, o kişinin imanını isyanlara karşı koyamayacak kadar
zayıflaştırır. Ruha bağlı olan beden de nefsin sürüklediği istikamete gitmeye mecbur olur. İşte “isyan
ile o iman tesir etmezse” ifadesi bu hali anlatmaktadır. Böyle bir kimse de imansızlığın verdiği aynı
elemleri çeker.
O zaman şöyle bir tablo ile karşılaşırız:
Yan yana içki içen iki kişi, biri imandan yoksun, diğerinin ise imanı nefsine söz geçiremiyor.
Birlikte hırsızlık yapan iki kişi; birinde iman mevcut değil, diğerinin imanı ona ahireti
düşündürecek ve o haramdan geri çekecek kuvvette değil.
Aynı sefahat meclisinde iki adam; biri ahirete inanmayarak gününü gün etmeye çalışıyor,
diğerinin imanı onu iffet çizgisine çekecek halde değil.
Örnekler çoğaltılabilir.

"Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân ile


hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan
çekinmekle muhâfaza ediniz." cümlenin geniş izahını yapar
mısınız?
Bu dünya gölgeler âlemi; ahiret asıl…
Bu dünya fanilik âlemi; ahiret baki…
Bu dünya imtihan meydanı; ahiret saadet diyarı…
Bu dünya ahiretin tarlası; mahsüller orada alınacak…
Dünyanın mahiyetini böylece nazara aldığımızda, ondan bekleyeceğimiz lezzet ve zevk de “gölge
zevk”, “fani lezzet” olur. Gerçek zevk, ebedî olandır.
“ Ahiret daha hayırlı ve bâkîdir.” (A’lâ, 87/17)
İman hayata hayat olursa, yani hayatımız imanla nurlanır ve canlanırsa, o iman sayesinde
kalbimizin, ruhumuzun alacakları zevk ve lezzetler de ayrı bir keyfiyet kazanır.
Üstadımız, namazı “bu fani misafirhanede bakiyane bir sohbet” olarak görüyor. Buna göre, bu
fani dünyada da o asıllar âleminin zevklerinden bir nebze olsun tadabileceğimiz anlaşılır.
Bunun ilk adımı ve temel şartı imandır. İman ile insan kalbi, bütün Âlemlerin Rabbine teveccüh
eder. Allah’ın kulu olmanın, Onun eseri, Onun sanatı ve bu dünyada Onun misafiri olmanın zevki, fani
lezzetlerle kıyaslanmaz; bu zevk, gölge değildir, asıldır. Zira, bu zevk, günün birinde bir gölge gibi
kaybolup gidecek olan bedenimize ait bir haz değil, baki olan ruhumuza mal olmuş ve onunla birlikte
kabirde de ahirette de devam edecek bir lezzettir.
Üstat Hazretleri kalbin “ayine-i Samed” olduğunu ifade eder. Samed, “her şey Ona muhtaç O
ise hiçbir şeye muhtaç değil” demektir. Bir çiçek de Allah’a muhtaçtır, bir böcek de. İnsan bedeni
de bir yönüyle bunlara benzer, o da bütün bir kâinata muhtaçtır. Ama insan kalbi, Samed isminin en
büyük, en derin ve en geniş aynasıdır. Zira, insan kalbi kâinat ve içindekilerle değil, onların
yaratıcısına iman ile ve Onu anmakla tatmin olabilmektedir.

“Haberiniz olsun ki, Kalpler ancak Allah’ı zikirle tatmin olur” (Ra’d, 13/41)

ayet-i kerimesi bu gerçeğin en güzel ifadesidir.


Öyleyse gerçek zevk, Allah’a inanmak ve Onu anmakla insan kalbinde hasıl olan manevi haz ve
ulvî lezzettir.
Allah Baki’dir, insanın kalbini ve ruhunu da baki kılmıştır. Ruh da Onun ihsanıyla bakidir. İşte
imanın verdiği zevk, bu baki ruhun Baki olan Allah’a iman ile, Onun marifetinde yol almakla, Ona
yaklaştırıcı ameller işlemekle kazandığı zevklerdir.
Bu zevklerini çok önemli bir kısmı On Birinci Söz'de güzelce ortaya konulur. “Senin hayatının
gayelerinin icmali dokuz emirdir.” diye başlayan bölümde verilen dersleri, bu yönüyle, başlıklar
halinde hatırlayalım:

1. Duygularımızla İlahi rahmet hazinelerinin nimetlerini tartıp külli şükretmenin


zevki…
2. Manevi cihazlarımızı kullanarak Esma-i İlahiyenin tecellilerini seyretmenin zevki…
3. Ahsen-i takvimde en güzel ve mükemmel bir mahluk olarak kendimizi diğer
mahlukların müşahedesine sunmanın zevki…
4. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a ubudiyet görevimizi yerine getirmenin zevki…
5. Esma tecellileriyle süslenmiş ve mükemmelleşmiş bir mahluk olarak, özelikle namaz
vakitlerinde, kendimizi Rabbimizin müşahedesine arz etmemizin zevki..
6. Mahlukatın ibadetlerini, tespihlerini tefekkür etmenin zevki…
7. Cüzi sıfatlarımızı vahid-i kıyası ittihaz ederek, Allah’ın külli sıfatlarını bilmenin
zevki…
8. Âlemdeki varlıkların Allah’ın birliğine olan delaletlerini okumanın ve anlamanın
zevki...
9. Aczimizi, fakrımızı ve noksanlığımızı iyi değerlendirerek Rabbimizin kudretini,
kuvvetini, rahmetini tefekkür etmenin zevki…

Bunların her biri, imanın insan kalbine tattırdığı çok büyük manevi lezzetlerdir.
Dersin devamında hayatın saadet içindeki kemaline geçilir ve şöyle buyrulur:

''Şimdi hayatının saadet içindeki kemâli ise: Senin hayatının âyinesinde temessül eden
Şems-i Ezelî'nin envârını hissedip sevmektir. Zîşuur olarak Ona şevk göstermektir.Onun
muhabbetiyle kendinden geçmektir. Kalbin gözbebeğinde aks-i Nurunu yerleştirmektir.”

İmanın zevkine varmak, onu inkişaf ettirmek ve korumak için iki önemli esas vardır: Salih amel
ve takva.
Dünya işlerinde başarılı olmanın da yolu bu esaslara uymaktan geçer. Yani, insan önce bir
meseleyi gaye edinecek, sonra o gayesinin tahakkuku için olanca gücüyle çalışacak, ve ona zarar
verecek yanlışlıklardan da bütün hassasiyetiyle sakınacaktır.
Salih amelin ölçüsü, Allah Resulünün (asm.) işlediği bütün güzel amelleri yapmaya
çalışmak; takvanın ölçüsü ise bütün kötülüklerden onun (asm) sakındığı gibi sakınmaktır.
İşte, “Hayatınızı imân ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan
çekinmekle muhâfaza ediniz.” cümlesinde bu esaslar güzel bir şekilde ders verilmiştir. Bir hayat,
iman ile kemale erer ve canlılık kazanırsa, onu hemen ibadet takip eder; “feraizle ziynetlendirmek”,
yani farzları işlemekle onu süslemek, daha da güzelleştirmek görevi başlar. Kazanılan bu nimetin
kaybedilmemesi, bu süslerin bozulmaması, çirkinliğe dönüşmemesi için de takvaya, günahlardan
çekinmeye ihtiyaç vardır.
Üstad'ın bu ifadesinde şöyle bir işaret de olabilir:
“Nasıl cansız bir cisim, hiçbir iş göremezse, iman ile gerçek manada canlılık kazanmayan
bir hayat da manen ölü gibidir; ondan ne farzların işlenmesi beklenebilir, ne de günahlardan
sakınılması.”

"İnsan ise eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine


geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î
lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor..." Geçmiş ile ilgili hüzünler,
gelecek ile ilgili endişeler nedir, bilgi verir misiniz?
Burada insanı hayvandan ayıran çok önemli bir özellik nazara veriliyor. Eğer insan bu dünyaya
sadece yemek içmek ve zevk almak için gelmiş olsaydı, ona akıl verilmezdi. Zira, akıl geçmişte olan
üzücü olayları insana hatırlatmakla ve gelecek için bir şeyler yapması gerektiğini ihtar etmekle onun
hazır lezzetini bozuyor, acılaştırıyor. Bundan anlaşılıyor ki, insan geçmişi düşünmek, özellikle de
anne rahminde geçirdiği safhaları, bebekliğini, çocukluğunu düşünmek suretiyle Allah’ın ona ettiği
ihsanları hatırlamak, daha sonra ihtiyarlığı, ölümü, kabri, ahireti düşünmek suretiyle, ebedi saadeti
için bir şeyler yapmak zorundadır. Onun aklı bunu emretmektedir; vicdanı bunu emretmektedir; ona o
aklı ve vicdanı veren Rabbi de bunu emretmektedir.
Dalalete ve gaflete düşmeyen insan geçmiş zamanı böyle değerlendirir. Böyle bir insan,

“Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir.” (Sözler, On Üçüncü Söz)

gerçeğini göz önüne alarak, mazide başına gelmiş olan üzücü, elemli olayları düşündüğünde
bugün onlardan kurtulmuş olmanın zevkini tadar. Ayrıca, o elemlerin sabır şartıyla sevaplara inkılap
ettiğini bilir, ahireti namına onlardan memnun olur.
Gaflet ve dalalet içindeki kimse ise, bu manalardan uzaktır. Geçmişten sadece hüzün alır,
gençliğinin ve sıhhatinin gittiğini esefle düşünür. Nice dostlarının bu dünyadan ayrılıp onu yalnız
bıraktıklarını düşündükçe, elemi daha da artar.

"İnsanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır


zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten
alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir."
Fikri alakadarlık ile fıtri alakadarlık arasında fark var mıdır?
İnsanın yaratılışında akıl ve fikir olduğu için mazi ve müstakbeli düşünebiliyor. Yani
bu fikrî alakadarlık onun fıtratında var.

"Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun


yanında bir piyango -fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren-
dairesi var. Biz, alâküllihal, hiç başka çare yok, oraya davet
edileceğiz, bizi çağıracaklar..." Bu temsili izah eder misiniz?
"Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango -
fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren- dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal,
ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma
zamanı gizli olmasından, her dakika ya "Gel, idam biletini al, darağacına
çık" veyahut "Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel,
al" demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı
bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer
biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: "Size bir
tılsım, bir ders getirdim. Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından
kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten
gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o
helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar
çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar
asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını,
milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar
ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o
darağacına gidenleri aynelyakin gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar
aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat'î biliniz" dedi."(1)

Piyango bileti, burada iman ve amel karşılığında kazanılan ebedi cennet hayatını temsil ediyor.
Darağacı kabir, insanların onda asılması ise ölümdür.
Mümin birisi için kabir, darağacı değil ebedi saadetin başlangıcı olan cennet hayatına atılan bir
ilk adımdır. Kabir, kafirler için dünya hayatını asan ve yerle bir eden büyük bir ıstırap kaynağıdır.
Darağacı ile piyango bilet dairesinin yan yana olması ise insanın hadiselere bakışında ne kadar
ince bir çizgi üzerinde olduğuna işaret ediyor. İnsan, iman gözlüğünü çıkarıp kabir ve ölüme baktığı
zaman, kabir ve ölüm ne kadar müthiş ve dehşetli bir azap iken, aynı kabir ve ölüme iman gözlüğü ile
bakıldığında, onların öyle dehşetli ve müthiş bir azap değil tam aksine ebedi saadetin başlangıcı ve
mükemmel bir hayatın girizgahı olduğunu görüyor. Kabir ve ölüm aynı hadise iken bakışlar farklı
olunca hükümlerde farklı oluyor. Piyango biletinden ikramiye çıktığı zaman insan nasıl heyecan ve
süfli bir zevk duyarsa, iman biletinden çıkan ebedi saadet ikramiyesi hem ebedi hem de ulvi bir
heyecan ve zevk olduğu için, insana kıyasa bile gelmez bir mutluluk bahşeder.
Sonradan gelen iki adamdan birisi insanı günaha ve haramlara davet eden nefis ve şeytanları
temsil ediyor; diğeri ise insanı o darağacından ve idamdan kurtarıp darağacını piyango dairesine
çeviren peygamberler ve evliyalardır. İnsan ölümü ebedi cennetin başlangıcına çevirmek istiyor ise,
o peygamberlere ve onların izinden giden evliyalara ittiba etmeli, onların gösterdiği amellerle amel
etmelidirler. Yoksa kabir ve ölüm onlar için ebedi bir azap kuyusuna dönüşür.
Tatlı ve helvalar ise dünyanın haram ve günahlı zevkleridir. Dünyanın günahlı zevkleri görünüş
itibari ile çekicidir, ama yedikten sonra hem dünyada hem ahrette başına azaplı bir beladır. Mesela
içki, kumar gibi haramların cüzi bir zevki vardır, ama neticesinde hem dünya hem ukba harap oluyor.
İkinci ciddi ve aldatmaz adamın takdim ettiği tılsım ise, iman ve hidayettir. Evet iman ve
hidayet öyle bir tılsımdır ki, onu kalbine ve gözüne takan adam her şeyin iç yüzünü ve sırrını çözer,
her şeyin güzel ve hakikatine nüfuz eder.
Mesela ölüm, iman ile nakınca bir yokluk ve hiçlik değil, ebedi saadetin başlangıcıdır; musibetler
ve hastalıklar insana kaderden atılan rahmet ve ikaz taşlarıdır, daha buna benzer binlerce hadisenin
sırrı iman tılsımı ile çözülür demektir.
Büyük ikramiye ise, insanın mahşer meydanında aldığı berat senedidir, yani amel defterinin
sağdan verilmesine kinayedir, bundan daha büyük bir ikramiye düşünülemez.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz, İkinci Makam.

"Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada


kalmazsanız, o gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem
kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyâde belâlar ve
elemler getirecek..." cümlelerini izah eder misiniz?
"Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o gençlik
zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyâde
belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile, o gençlik nimetine karşı bir şükür
olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî
bir gençlik kazanmasına sebep olacak."
“Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefâhette gitmiş ise, hem dünyada, hem âhirette binler belâ
ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimâl ile, israfât ile gelen
evhamlı hastalıkla hastahânelere ve taşkınlıklarıyla hapishânelere veya sefâlethânelere ve
mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhânelere düşeceklerini anlamak isterseniz,
hastahânelerden ve hapishânelerden ve kabristanlardan sorunuz. ...”(Sözler, On Üçüncü
Söz)

Sorular:
a. Daire-i meşruada kalmayan gençliğin; dünyada, kabirde ve ahirette başlarına gelecek
belalar ve elemler neler olabilir?
b. Gençlik nimetine şükür olarak; o gençliği iffet, namusluluk ve taatte sarfetmek nazara
veriliyor. Bir gencin bu vasıflara sahip olabilmesi için tavsiyeleriniz nelerdir?
c. Hastanelerde, hapishanelerde ve kabristanlarda sıkıntı ve ızdırap çekenlerin çoğunluğunun
gençliğini suistimal edenler olduğu nazara veriliyor. Bu hususu istatistiklerle teyid eder misiniz?
d. Tefsir ve hadislerden kabir hayatı ile ilgili bazı bilgiler verir misiniz?
Cevaplar:
a. Üstadımız bu sorunun cevabını “hastanelerden, hapishanelerden,
kabristanlardan” sormamızı istiyor. Ölüme ve yaralanmaya yol açan çoğu kavgaların temelinde hep
gençlik nimetinin yanlış kullanılması yatar. Hastanelerde yatanların da büyük çoğunluğu,
gençliklerinde kapıldıkları kötü alışkanlıkların cezasını çekmektedirler. Bunun en açık örneği
sigaranın yol açtığı problemlerdir.
Öte yandan, gençlik sürekli olmadığı için, bu mevsimde işlenen hatalar, insanın ahir ömründe ya
vicdan azabı, ya dostlarından sadakat yerine hıyanet görmek, yalnız başına kalmak, işlediği
isyanlarıyla imanı zayıf düştüğünden ölümden fazlasıyla korkmak, sürekli tedirgin ve endişeli bir
hayat sürmek gibi nice manevî elemler de konunun bir başka cihetidir.
b. Nur Külliyatında “her hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaının iman olduğu” beyan
edilir. Buna göre, “iffet, namusluluk ve taat”in de kaynağı imandır. İmanımızı taklitten, tahkike
çıkaran Nur dersleri bu noktada bizim için büyük bir İlahi ihsandır; bundan azami derecede
faydalanmaya çalışmamız gerekir.
Öte yandan, Üstadımızın şu çok önemli tespitini de daima hatırlamamız gerekir:

“Zaman şahs-ı manevî zamanıdır.”

Bu tespitin devamında, bir şahsın dâhi derecesinde bir kabiliyete de sahip olsa cemaatten gelen
şahs-ı maneviye karşı mağlup düşebileceği kaydedilir. Bu noktadan hareketle diyoruz ki, bir gencin
kendini bu fitne ve fesat hareketleri karşısında korumasının vazgeçilmez yolu, kendi gibi düşünen
gençlerle birlikte olmak, cemaat halinde hareket etmektir. Bu gün başta Nur talebeleri olmak üzere
İslam’a hizmet eden bütün hamiyetli insanlar birer şahs-ı manevi halinde çalışmakta ve mensuplarını
bu sayede koruyabilmektedirler.
İnsanların nefislerine hitap ederek kirli kazanç elde edenlerden, ülkemizi geri bırakmamaya
çalışan dış mihraklara kadar geniş bir kitle, gençliğimizi dejenere etmek için olanca güçleriyle
çalışıyorlar. Böyle bir ortamda “iffetli ve namuslu yaşamak”, küfür ve isyan yoluna girmeyip iman ve
ibadet yolunda yürümek ancak bir şahs-ı maneviye dahil olmakla, hatta onun içinde gayret
göstermekle mümkündür.
c. Türkiye İstatistik Enstitüsü İnternet Sitesinde yayınlanan “Hükümlüler İstatistiklerine” göre,
1998-2008 yılları arasında hüküm giyenlerin, yaşlara göre dağılımı aşağıdaki gibidir:

14 ve daha küçük 663 % 0.01


15- 17 6946 % 0.7
18- 24 166845 % 18.0
25 -34 307685 % 33.1
35- 44 265667 % 28.6
45- 54 132945 % 14.3
55- 64 37356 % 4.0
64 + 11215 % 1.2

Buna göre bir suçtan hüküm giyen 18-34 yaşları arasındaki gençlerin oranı % 51.1’dir. Buna, 35-
44 yaş grubunu da eklediğimizde, bu oran % 79.7’ye varır.
Gençlik yaşının son sınırını 40 kabul etsek ve yaklaşık bir hesapla 35-44 yaş grubundakilerin
yarısını (28.6 / 2 = % 14.3) gençlere aktarsak, hükümlü gençlerin oranı 51.1 + 14.3 : % 65.4 olur.
d. Tefsir ve hadislere göre kabir hayatı:
Kabir azabı, dünya ile ahiret arası bir geçiş dönemi olan “berzah aleminde” verilecektir. Bu
alemde görülecek muameleler çok çeşitlidir. Şehitler kendilerini ölmüş bilmeyecekler, ilim tahsil
ederken vefat edenler de hükmen şehit olup onlar da o alemde tahsillerine devam edecekler, güzel
ameller; hoş kokulu çiçekler ve sevimli arkadaşlar şeklinde temessül ederek mümine zevk ve haz
verecekler, kötü ameller; canavarlar şeklinde amel sahibini korkutacak ve ona azap vereceklerdir.
Öte yandan, süre itibariyle de büyük farklılık olacaktır. O alemde dünyadaki manada bir zaman akışı
olmamakla birlikte, çekilen azabı hissetme yönünden, bazıları kabir hayatında binlerce yıl azap
çekmiş gibi olacak, bazıları mahşere çıktıklarından kendilerini sanki birkaç saat önce kabre girmiş
gibi hissedeceklerdir.
Kur’an-ı Kerim'de, “berzah” kelimesi birkaç kez geçmekle birlikte, kabir hayatı hakkında en açık
bilgi Mü’min Sûresinin 46. ayetinde verilir. Bu ayette, Firavun ve hanedanının her gün, sabah-akşam
ateşle azap olundukları haber verilerek, kıyamet koptuğunda onların en şiddetli azaba atılacakları
beyan edilir. Tefsir âlimleri, kıyamet kopuncaya kadar, her gün sabah-akşam verilen azabın “kabir
azabı” olduğunda ittifak ederler. Bu azabın, sadece Firavun hanedanına mahsus olmayıp, bütün küfür
ehli ve isyankâr insanlar için de geçerli olduğunu belirtirler.

"Onlar, sabah akşam ateşe arz olunurlar. Kıyamet koptuğu gün de: 'Firavun'un
hanedanını azabın en şiddetlisine sokun.’ denir. “(Mü’min, 40/46)

Üstad Hazretleri, Kur’an'ın birinci tefsirinin “hadis” olduğunu söyler. Berzah âlemi ve kabir
azabıyla ilgili birçok hadis-i şerif vardır. Onlardan birkaçını aşağıda takdim ediyoruz:
Hz.Peygamber, "Kabir, ahiret duraklarının ilkidir. Bir kimse o duraktan kurtulursa, sonraki
durakları daha kolay geçer. Kurtulmazsa, sonrakileri geçmek daha zor olacaktır" (Tirmizi, Zühd 5;İbn
Mâce, Zühd 32)
Resülullah (s.a.v.) iki kabre uğradığında:

"Hiç şüphesiz, bunlar azap görüyorlar. (Gözlerinde) büyüttükleri bir şey hakkında
azap görmüyorlar. Evet, o günah büyüktür. Biri (iki kişinin arasını bozmak için) söz taşırdı.
Diğerine gelince, idrar(ının üzerine sıçrayıp bulaşmasın)dan sakınmazdı." buyurdu. [Buhari,
İbn-i Abbas (r.a.)'den rivayet edilmiştir.]

"Sizden biriniz vefat ettiğinde sabah ve akşam ona kendi makamı gösterilir: Cennet
ehlinden ise, cennet ehli makamlarından bir makam; cehennem ehlinden ise, cehennem
hücrelerinden bir karargâh gösterilir. Ve ona: Burası senin (ebedi) durağındır. Kıyamet
günü Allah seni buraya gönderecektir, denilir." [Buhari, Abdullah Ibn-i Ömer (r.a)'den
rivayet edilmiştir].

"İnsan öldükten sonra kabre konulunca Münker ve Nekir adında iki melek kendisine
gelerek "Rabb'in kimdir?", "Peygamberin kimdir?" "Dinin nedir?" diye soracak, iman ve
güzel amel sahipleri bu sorulara doğru cevaplar verecekler ve kendilerine cennet kapıları
açılarak gösterilecektir. Kafir ve münafıklar ise bu sorulara doğru cevap veremeyecek,
onlara da cehennem kapıları açılarak cehennem gösterilecektir. Kafirler ve münafıklar
kabirde acı ve sıkıntı içinde azap görürlerken müminler nimetler içerisinde mutlu ve
sıkıntısız bir hayat süreceklerdir." (Tirmizî, Cenaiz, 70)

"Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez..." ifadesini


tüm yönleriyle ele alıp, izah eder misiniz?
Bu ifade bir kelamı kibardır ve şeriat kitaplarında bir kaide olarak geçer. Her hangi bir ayet ve
hadis meali değildir. Ancak bu kaideyi ihsas edecek hadisler işari mana itibariyle mevcuddur.

“Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.” ifadesi hukukta geçerli bir kaidedir.

Hukukçular hüküm verirken, manen mesul olmamak için ne şefkat edecekler, ne de


gadaplanacaklardır. Çünkü, kararı İslamiyet nam ve hesabına veriyorlar.

Hukukun dışında ise; şefkatle bakmanın mahsuru olmasa gerek. Çünkü zarara rızasıyla girenler bir
çeşit manen hastadırlar. Hastaya muamele ise; şefkatle olmalıdır.

Resulü Kibriya; (a.s.v.) buyuruyor:

“Benim şefaatim mahşerde ümmetimin büyük günah işleyenlerinedir.”

Üstadımız ise; “Mümin müminin kardeşidir.” ayetini esas alarak; Ehl-i sünnet görüşü
olan “Kebairi işleyen küfre girmez.” kaidesini nazara vererek ifade ediyor ki; kebairi işleyen dahi
madem dinden çıkmıyor; öyleyse din kardeşimizdir. O halde kardeşimizin hatasını lütufla ıslahına
çalışmayı tavsiye ediyor.

Kendi rızası ile zarara girene edilmeyen merhamet yeri ise; hukuk açısından bakılırsa dünyadır.
Yani; “Zarara kendi rızası ile girene merhamet edilemez.” olan şeriatın kaidesi; şahıs olarak
hukuk ehline, mekan olarak da dünyaya bakıyor.

Cenab-ı Hak isterse bütün insanları ve günahkârları affedebilir. Bunun yeri, zamanı ve şahsı; Allah’ın
şefkatine ve merhametine tahdit ve sınır getirmez.

"Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez." sözünü nasıl


anlamalıyız?
"İnsan kusurunu bilse, anlasa o kusur, kusurluktan çıkar." düsturu konumuz hakkında
ehemmiyetlidir. Tövbe ciddiyetle yapıldığı takdirde Cenab-ı Hak affetiğine göre, insanın affetmemesi
hiç mümkün mü?

"Kendisine şefkat edip acınmaz." hususu, kişinin kendisine gerekli şekilde tavsiyeler yapıldığı
halde o, bunları dinlemeyerek kendi nefsinin peşinden gittiği takdirde söz konusu olur. Yoksa o kişi o
davranışın kötülüğünü anlayıp, avdet ettiği takdirde; elbette o kişi affa layık olur.

Yüce Allah, insanı sevap ve günah işleyebilecek bir özellikte yaratmıştır. Yapılan kötülüklerden,
işlenen günah ve kabahatten kurtulma, manevî kirlerden arınma yolu tövbedir. Tövbe ile insan,
yapmış olduğu günah ve kusurlardan kurtulur ve o günahı hiç işlememiş gibi tertemiz olur. Her
insanın tövbeye ihtiyacı olduğu tartışılmaz bir gerçektir.
Tövbe, günahın hemen peşinden olabileceği gibi, ölüm döşeğine düşüp, ölüm emarelerinin belirmesi
öncesine kadar devam eden bir zaman içinde yapılabilir. İnsanın eceli belli olmadığı için, bir an önce
tövbe etmelidir.

Tövbe etmek için, insanın bir aracıya ihtiyacı olmadığı gibi, belirli zaman ve mekân da tövbe
eylemini gerçekleştirmek gibi, bir zorunluluk da yoktur.

Gerçek tövbe için; kişi geçmişe pişmanlık duymalı, gelecekte aynı hatayı işlememe kararı ile
birlikte, yaşadığı ortamda günahı terk etmelidir. Kul haklarının sahibine iade edilmesi tövbenin en
önemli rüknüdür.

Yapılan tövbe sonucu, günahlardan temizlenip temizlenilmediği kuşkusu yersiz olup, Allah her türlü
günah işleyeni temizlemek için tövbe kapısını açık bulundurmaktadır. İnsanların dikkatli olması
gereken husus; tövbenin sahih olarak ortaya konulup konulmadığıdır.

"Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez." sözünü nasıl


anlamalıyız? Sonuçta herkes zarara rızasıyla girmiyor mu?
Herkesin iradesi var ve herkes bu iradesiyle iyiyi ya da kötüyü
seçer. Yani rızasıyla girer. O zaman hiç kimseye merhamet edilmez
mi?
“Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez.”(1)

ifadesi hukuku, adaleti ve cezayı tatbik edecek şahsı, müesseseyi ve hükmü vereni ilgilendiren bir
kaidedir. Yoksa günahlara, sefahate, isyana ve dalalete girmiş insanlara acımak, şefkat etmek ve
hikmet dairesinde kurtulmalarına çalışmak dinimizin ve insanlığın icabıdır.

Bu meseleye muazzez Üstadımız şöyle yaklaşmaktadır:

“Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükselmiş içinde evladım yanıyor ve
imanın tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı ve evladımı kurtarmaya
koşuyorum.”(2)

Bu ifadeden, Rahim ismine mazhar olan muazzez Üstadımızın sokakta yanan ve günahlara maruz
kalan zavallı insanların ızdırabına ortak olması ve şefkatle onlara muamelesini yansıtmaktadır.

Ayrıca dinimizde “Küfre rıza küfürdür, zulme rıza ise zulümdür.” ifadesi de mazlumların ve ehli
dalaletin vaziyetine; bırakın memnun olmayı, bilakis o hallerine razı olmayı yasakladığı gibi, şefkatle
onları kurtarmayı da dolayısıyla nazara vermektedir.

Ayrıca Zübeyir Ağabeyimizin bu meselede şu tazarruu çok manidardır:


“Eğer teessür ve ızdırap karşısında kalpten bir parça kopsa idi; bir genç dinsiz olmuş
haberi karşısında, o kalbin atom zerratı adedince paramparça olması lazım gelirdi.”

Demek ki hukuk sistemi ve adalet mekanizmasıyla ilgili şahısların dışında, herkese düşen
yaklaşım ve hal yukarıda verilen örneklerdeki gibi olmalıdır.

Fakat adaletin tatbiki, hukukun işlemesi, beşeri münasebetlerin korunması ve tümüyle hayatın
muhafazası için müeyyideler, kanunlar ve cezalar olacaktır. Bunlar müsebbiplere lüzumu halinde
uygulanacaktır. Çünkü bunlar hukukullahı ve hukuku ibadı muhafaza etmekle kanun namına vazifelidir.

İşte zarara iradesiyle bilerek girene; neticesi itibariyle cezayı tatbik etmekle kanun ve adalet
adına acınmaz ve şefkat edilmez. Zira Allah’ın ihsanından fazla ihsan, rahmetinden fazla
rahmet edilmez.

Öyle ise; insanlar arasında hakkın, hukukun ve adaletin muhafazası için; cezalar ve müeyyideler
uygulanırken, şefkat etmek ve acımakla, Allah’ın takdir ve tensibine muhalefet edilmiş olur.
Gadaplanıp öfkelenmek ise insanların haddini aşmaları olur. Her ikisi de takdiri ilahiyi tenkit
anlamına gelir.

Demek ki mezkur kaide; muzır insanların, akıbeti hususunda tatbik olunacak ceza ve müeyyideler
içindir. Yoksa vazifelilerin dışında diğer insanlar, onların maruz kaldığı akıbetleri hususunda
üzülürler, acırlar, hatta ahiretleri hususunda dua bile edebilirler. Çünkü dinimiz rahmet, şefkat ve
uyum dinidir.

Ayrıca ehli küfrün ve isyanın; cehennemle cezalandırılmalarındaki, Allah’ın takdirini ve


müeyyidesini tenkit makamında şefkati öne sürmek de mesuliyeti icab ettirir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz İkinci Makam.
(2) bk. Tarihçe-i Hayat, Tahliller.

"Zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin


sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i
sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için,.." İzah
eder misiniz; günaha dalan gençlerin imanı gitmiş mi oluyor?
Evvela; bir insan hayatını günah ve haramlarla geçirip, ibadetleri de terk ederse, bu kimsenin
imansız kabre gitme riski çok yükselir. Ama kesinlikle böyle kimseler kabre imansız girer denilemez.
Çünkü kesin sonucu sadece Allah bilebilir.
İkincisi; günahlar içinde yaşayan gençler; genellikle daha yaşımız genç, ileride tövbe istiğfar
ederiz deyip kendilerini kandırırlar. Halbuki ecel gizlidir, ne zaman geleceği belli olmaz. Öyle ise
bizim bu gizli olan ecele karşı, her an hazırlıklı ve teyakkuz içinde olmamız gerekir. "Yarıncılar
helak oldu." sözü bu manayı teyit ediyor.
Üçüncüsü; Allah, insanları günah işlemeye müsait ve kusur yapmaya uygun bir fıtratla
yaratmıştır. Bu yüzden tövbe ve pişmanlık kapısını da açık bırakmıştır. Yani insan yanılıp günaha
girse ya da kusur etse, bunu imha edip yeni ve temiz bir sayfa açma fırsatını Allah kullarına
bahşetmiştir.
İmam Gazali bu hususta şöyle buyuruyor:

"Günah işlediğin zaman, karşılığında onu mahvedecek sevap işle!"

Yani günahların silgisi sevaplardır ya da samimi tövbe ve pişmanlıktır.


On Üçüncü Sözün İkinci Makamının haşiyesidir

Ağır şartlar altında nöbet tutan bir askerin vazife ve sevabıyla;


mesuliyeti mucip bir suç işleyerek hapse girmiş bir insanın
hapishanedeki ibadetli hayatı bir tutuluyor. Bu meselenin izahını
lütfeder misiniz?
"Ey hapis musîbetine düşen bîçareler! Mâdem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı.
Çalışınız; âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın; hapisten
istifade ediniz. Nasıl, bâzan ağır şerâit altında düşman karşısında bir saat nöbet, bir sene
ibâdet hükmüne geçebilir; öyle de sizin, bu ağır şerâit altında, herbir saat ibâdet zahmeti,
çok saatler olup, o zahmetleri rahmete çevirir." (Sözler, On Üçüncü Söz)

Ağır şartlar altında yapılan ibadetlerin, hizmetlerin mükâfatı da o nispette büyük olur. Bu ağır şart
fakirlik de olabilir, hastalık da olabilir, hapis de olabilir. Sıkıntı çeken o kişinin başka suçları ve
günahları, bu kanunun işlemesini etkilemez. Zerre miskal sevap da, zerre miskal günah da ayrı
değerlendirilir.
Üstad'ın şu ifadelerinin de bu konuyla yakın ilgisi olduğunu düşünüyorum:

“Hem dünyada, hayatın hakkı şamil ve âmmdır. O rahmet-i âmmenin bir cilve-i
manidar, onun bir sırr-ı hikmeti var; küfür mani değildir.”(Sözler, Lemeât)

Demek ki, Cenab-ı Hakk’ın esma tecellilerini birbiriyle karıştırmamak gerekiyor. Tarlasını eken
bir dinsize rızkını vermesi Rezzak isminin gereğidir. O kişiyi ahirette cehennemine koyması
da Adil isminin gereğidir.
Buna göre, sıkıntı ve zahmetler içinde ibadet yapan kişinin, bunun karşılığını kat kat almasını
gerektiren İlahi hikmet ve adalet, o kişinin başka günah ve isyanlarına bakmaz. Onların cezası ayrı,
bunun mükâfatı ayrıdır.

İnsanın, akıl alakadarlığı ile mazi ve müstakbelle irtibatı vardır.


Bir Müslümanın mazi ve müstakbeli düşünmesi nasıl olmalıdır?
Sabır kuvvetinin kullanımı ile ilgili tavsiyenin tatbiki çok zor ve
müşkül görünüyor. Ne önerirsiniz?
"Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimâlinden, bugün, o niyetle
mütemâdiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divâneliktir; aynen öyle de, geçmiş ve
gelecek elemli saatleri-ki, hiç ve mâdum ve yok olmuşlar-şimdi düşünüp sabırsızlık
göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah'tan şekvâ etmek gibi, "Of, of!" etmek
divâneliktir. Eğer sağa, sola, yani, geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve
hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı, ondan bire iner." (Sözler, On Üçüncü
Söz)

* İnsanın, akıl alakadarlığı ile mazi ve müstakbelle irtibatı vardır. Bu fıtri yapı, buradaki
tavsiye ile nasıl bağdaştırılabilir? Bir Müslümanın mazi ve müstakbeli düşünmesi nasıl olmalıdır?
* Sabır kuvvetinin kullanımı ile ilgili tavsiyenin tatbiki çok zor ve müşkül görünüyor. Bu
hususta herhangi bir tavsiyeniz var mıdır?
Cevap:
İnsanın maziden yardım, ders ve ibret alıp istikbal için çalışması onun yaratılışının gereğidir.
Basit bir matematik işlemi yaparken bile ilkokul çağında ezberlediğimiz çarpım tablosundan yardım
alıyoruz. Burada kastedilen mana daha farklıdır. Mazide olmuş bir acı hadiseyi düşünmenin kişinin
moralini bozmaktan, şevkini kırmaktan öte bir şeye yaramayacağı açıktır. Onu kadere verip, yani
onda kaderin bir hikmetini, bir güzelliğini arayıp istikbal için çalışmak en güzeli ve en faydalı
yoldur.
Hastalıklarda da durum buna benzer. Daha önceki günlerde ve haftalarda çektiği acıları
düşünüp "Ah!.." çekmek, hastanın dayanma gücünü zayıflatır. “Bu acılara şu kadar gün sabrettim,
bu gün de sabredebilirim.”deyip geçmişten kuvvet almak ise, hastanın iradesine kuvvet verir.
Aynı şekilde, istikbalde de bu hastalığı çekmeye devam edeceğini düşünüp sabırsızlık göstermek
de kişinin iradesini zayıflatır. Mazide çektiklerini bir moral gücü olarak değerlendirip, henüz
gelmemiş günlerin elemini şimdiden ruhuna çektirmemek en selametli yoldur. Bunu başarmak,
özellikle hassas ruhlar için, bir de ahiret imanında zafiyet olanlar için oldukça zor olabilir. Ama
unutmayalım ki, bütün güzel sonuçlar zorluktan doğmuşlardır. Doğum olayında annenin çektiği ızdırap
bunun en açık örneğidir.
Çok az yürüyen bir kişi, aniden uzun bir yola çıkarsa kısa zamanda yorulur, takatten düşer. Ama
bu işi sistemli bir şekilde her gün yapsa daha önce kendisine çok uzun gelen mesafeler kısalır,
yorgunluk da azalır. Adalelerimiz için geçerli olan bu kaide, ruh yapımız, sinir sistemimiz için de
geçerlidir. Sabır, ancak sabrederek öğrenilir.

İslam büyüklerinden bazıları üzüntülü olmayı, dertli olmayı


tavsiye ediyor. Halbuki günümüzde eğlenmek, sürekli neşeli olmak,
gülmek tavsiye ediliyor ve strese karşı bunlar öneriliyor. Dengeyi
sağlamak adına Risalelerde bir tavsiye var mıdır?
Evvela, üzüntü iki türlüdür. Birisi imansızlık veya zaafı imandan çıkan üzüntüdür ki, kafir ve
gafiller bu üzüntüyü sefahat ve rezalet ile örtmeye çalışıyorlar. Yani aklını hayatın ve ölümün
gerçeklerinden kurtarmak için içki, kumar, eğlence, fuhşiyat gibi şeylerle meşgul ediyorlar. Bu tarz
neşe ve gülmek insana saadet değil, helaket getirir.
İkinci, tarz üzüntü ve keder ise nefsi, gaflet ve günahlardan korumak ve ahiretin o dehşetli
imtihanlarından kolay geçebilmek için dünyada ölümü ve sonrasını çokça zikretmek ve hatırlamak
şeklindedir. Bu, insanın kendi iç dünyasında bir hasbihaldir, yoksa etrafına keder satmak manasında
bir somurtkanlık ve üzüntü değildir.
Bu üzüntünün ilacı da İlahi neşe ve neşvedir. Yani ölümün ve mahşerin dehşetini düşünmekten
hasıl olan elem ve keder Allah’ın af ve rahmeti ile karşılanır, arada hassas bir denge kurulur. Yani
mümin korku ve ümit arasındayaşar, ne korkuya kapılıp hayatını bütünü ile zehir eder, ne de ümide
kapılıp gaflet ve dalalete sapar.
Risale-i Nurlarda genel olarak mutluluk ve saadetin temeli ve kaynağı iman ve ibadet olarak
gösterilir. Saadet, kelime olarak mesut ve mutlu olmak anlamındadır. Mutluluk ise maddi ve manevi
olmak üzere iki kısma ayrılır.
Maddi mutluluk, insanın cismani ihtiyaçlarını karşılaması anlamındadır. En temel maddi
ihtiyaçlar ise yemek, içmek, uyumak, barınmak, nikah gibi şeylerdir. Bunları insan temin ettiği
zaman, cismani saadete ulaşır.
İnsan bedeninde var olan bütün aza ve duyguların cismani mutluluğu farklıdır. Gözün mutluluğu
görmektir, kulağın mutluluğu işitmektir, burnun saadeti ise koklamaktır vs... Maddi mutluluk bu
azaların en güzel şekilde tatmin edilmesidir. Şayet bir insan karnını doyuramıyor, barınacağı bir evi,
neslini devam ettireceği eşi yok ise, maddi olarak mutlu olamaz. Materyalist felsefe sadece bu
noktayı nazara aldığı için mutluluğu sadece maddi olarak tarif ediyor.
İnsanın bir de akıl, kalp, vicdan, ruh, hayal, sırlar olmak üzere manevi aza ve duyguları vardır.
Bu duyguların saadeti maddi hislerin veya bedensel ihtiyaçların giderilmesi gibi değildir.
Mesela, kalp ancak Allah ile tatmin olur, onun ile saadete erebilir. Ruh nurani bir varlık
olmasından, ancak nurani ve ulvi hakikatler ile mutmain olabilir. Vicdan uhrevi alemlerin bir haritası
olmasından dolayı, insanın o alemlerin varlığını kabul etmekle mutlu olur. İşte bunun gibi bir çok
manevi latife ve hisler ancak iman ve marifet ile tatmin ve mutlu olabilir. Maddeci felsefenin iddiası
gibi, saadet sadece maddi arzuların tatmini ile hasıl olmaz.
Felsefi ekoller içinde mutluluğu sadece hazcılıkta gören ve insanı süfli arzulara yönlediren sapkın
fırkalar da vardır. Bunların en başında Epikuros’un kurmuş olduğu Hedonizm (zevkçilik – hazcılık)
gelir. Yani bunların tezine göre gerçek mutluluk cismani hazlardan ibarettir. İnsan ahlaki değerleri
bırakıp, hayvan gibi cismani hazların peşinden koşmalıdır diyor. Halbuki dünyanın fani olması ve
ecel celladının sürekli bizi takip etmesi bu maddi hazcılık felsefesinin ne kadar hakikatsiz ve çürük
bir fikir olduğunu gösteriyor.
Üstad Hazretlerinin ifadelerinde saadet şu şekilde tarif ediliyor:

“Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp
zevâli dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak
çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa, sus!” (1)

"Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve
hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz
sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa,
dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın
lezzetini kaçırır." (2)

"Demek iman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir
zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor."
"Demek selâmet ve emniyet yalnız İslâmiyette ve imandadır. Öyleyse biz
daima "Elhamdü lillâhi alâ dini'l-İslâm ve kemâli'l-îman" demeliyiz."(3)

"Elhasıl, âhiret gibi dünya saadeti dahi ibadette ve Allah'a asker olmaktadır. Öyleyse
biz daima "Elhamdü lillâhi ale't-tâati ve't-tevfîk" demeliyiz ve Müslüman olduğumuza
şükretmeliyiz."(4)

"ŞU DÜNYA ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini;
ve eğer din-i hak olmazsa dünya bir zindan olması; ve dinsiz insan en bedbaht mahlûk
olduğunu; ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran Yâ Allah ve Lâ
ilâhe illâllah olduğunu anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:.."(5)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yedinci Söz
(2) bk. a.g.e., On Üçüncü Söz, İkinci Makam
(3) bk. a.g.e., İkinci Söz
(4) bk. a.g.e., Üçüncü Söz
(5) bk. a.g.e., Sekizinci Söz

Katl fiilinin, adavet ve kinden gelmesi ile, bir münafığın fitnesi


ile ilgili olmasının ne farkı vardır? Bu ikinci halde barışmanın
acele yapılması tavsiye edilmektedir. Acaba hikmeti nedir?
Ölüm olayının temelinde fitne varsa, yani kasıtlı olarak birileri iki grubu, mesela iki sülaleyi, iki
aşireti birbirine düşürerek büyük bir cinayetler zinciri planlamışsa, onların bu kirli emellerinin
önüne geçmek için hemen barışmak elzem hale gelir. Diğer halde, cinayet iki kişi arasındaki bir
mesele olarak kalır, yahut onların birkaç yakınına yayılır; yangın daha geniş sahalara sirayet etmez.
Söndürülmesi de kısmen kolay olur.

Saadet nedir? Felsefeciler ile Üstadımızın saadet kavramlarını


nasıl değerlendirdiklerini söyler misiniz?
Saadet, kelime olarak mesut ve mutlu olmak anlamındadır. Mutluluk ise; maddi ve manevi
olmak üzere iki kısma ayrılır.
Maddi mutluluk; insanın cismani ihtiyaçlarını karşılaması anlamındadır. En temel maddi
ihtiyaçlar ise; yemek, içmek, uyumak, barınmak, nikah gibi şeylerdir. Bunları insan temin ettiği zaman,
cismani saadete ulaşır. İnsan bedeninde var olan bütün aza ve duyguların cismani mutluluğu farklıdır.
Gözün mutluluğu görmektir, kulağın mutluluğu işitmektir, burunun saadeti koklamaktır vs...
Maddi mutluluk bu azaların en güzel şekilde tatmin edilmesidir. Şayet bir insan karnını
doyuramıyor, barınacağı bir evi, neslini devam ettireceği eşi yok ise, maddi olarak mutlu olamaz.
Materyalist felsefe sadece bu noktayı nazara aldığı için, mutluluğu sadece maddi olarak tarif ediyor.
İnsanın bir de akıl, kalp, vicdan, ruh, hayal, sırlar olmak üzere, manevi aza ve duyguları vardır.
Bu duyguların saadeti, maddi hislerin veya bedensel ihtiyaçların giderilmesi gibi değildir.
Mesela; kalp ancak Allah ile tatmin olur, onun ile saadete erebilir. Ruh, nurani bir varlık
olmasından, ancak nurani ve ulvi hakikatler ile mutmain olabilir. Vicdan, uhrevi alemlerin bir
haritası olmasından dolayı, insanın o alemlerin varlığını kabul etmekle mutlu olur. İşte bunun gibi bir
çok manevi latife ve hisler, ancak iman ve marifet ile tatmin ve mutlu olabilir. Maddeci felsefenin
iddiası gibi saadet, sadece maddi arzuların tatmini ile hasıl olmaz.
Felsefi ekoller içinde mutluluğu sadece hazcılıkta gören ve insanı süfli arzulara yönlediren sapkın
fırkalar da vardır. Bunların en başında Epikuros’un kurmuş olduğu Hedonizm ( zevkçilik – hazcılık)
gelir.
Yani bunların tezine göre, gerçek mutluluk cismani hazlardan ibarettir. İnsan ahlaki değerleri
bırakıp, hayvan gibi cismani hazların peşinden koşmalıdır diyor. Halbuki dünyanın fani olması ve
ecel celladının sürekli bizi takip etmesi, bu maddi hazcılık felsefesinin ne kadar hakikatsiz ve çürük
bir fikir olduğunu gösteriyor.
Üstad'ın ifadelerinde saadet:

“Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp
zevâli dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak
çaresi varsa, söyle, dinleyelim. Yoksa, sus!”(1)

"Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve
hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakin bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz
sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa,
dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın
lezzetini kaçırır."(2)

(1) bk. Sözler, Yedinci Söz


(2) bk. a.g.e., On Üçüncü Söz, İkinci Makam.

Sevdiğim bir yakınımı katleden birisini nasıl affedebilirim?


Yoksa bu affediş bir trafik kazası veya istemeden bir öldürme fiili
sonucunda mı olmalı? Nefsim, sevdiğim birisini kasten öldüreni
affetmeye yanaşmıyor, konu hakkında bilgi verir misiniz?
Bu meseleye birkaç yönden bakmak gerekir:
Birincisi: İnsanlar arasında asıl olan barıştır. Savaş ve kavga, arızi ve geçici bir durumdur. Bu
yüzden İslam, asıl olan barış halinin devamı için, Müslümanları barışa amirane teşvik ediyor.
İnsanların husumet ve kavga içinde endişeli bir hayat sürmesini istemiyor. Bundan dolayı affetmek en
büyük faziletler sınıfından sayılmıştır. Zaten İslam ceza hukukunda maktulün birinci derece yakınına
affetme yetkisi de veriliyor.
İkincisi: Kaderin olaylardaki hissesini ihtar ile maktul yakınlarını itidale davet ediyor. Bir nevi
psikolojik bir rahatlatma ile maktul ile katil akrabaları arasında çıkacak muhtemel niza ve kavgaya
set çekmek istiyor. İnsanların bir takım hata ve günahlarını ruhen rahatlamak ve teselli bulmak için
mazi kipi ile kadere havale etmesinde bir sakınca yoktur.
Üçüncüsü: İnsanlar olgunluk ve anlayış bakımından eşit değillerdir. İnsanların ekserisi avamdır
ve tam kemale mazhar değilerdir. Ekseriyetle, yakınını kaybeden avam bir insan, olgun ve kamil bir
insan gibi olayı geçiştirip affedemez. Bu yüzden İslam ceza hukukunda kısasa kısas tatbik edilir.
İslam hukukunda devlet, maktulün velisine kısasa kısas, diyet, af olmak üzere üç seçenek sunar.
Aslında bu üç seçenek insanlar arasında olgunluk noktasında avam ve havassa yönelik seçeneklerdir.
En avam adam intikam ve öfkesini tatmin için kısas ister. Orta çapta bir adam fidye ile bir nevi
affeder; olgun ve kamil adam ise af seçeneği ile katili bağışlar.
Şimdi ise İslam hukukunu tatbik edecek bir rejim olmamasından dolayı, insanlar arasında kan
davası adı altında bir adalet arayışı vardır. Maalesef bu arayış, insanlar arasında haksız ve endişeli
bir zulme dönüşmüştür.
İşte Üstat, bu zamanın gereklerine uygun olarak Müslümanların bir birini affetmesini telkin
ediyor, ta ki o endişeli zulüm ortadan kalksın. Özellikle hata veya garazsız bir şekilde işlenen
cinayetlerin affedilmesi hem katil hem de maktul yakınları açısından çok güzel ve hayırlı bir fazilettir.
Son olarak, Üstad'ın ifadelerinden; "mutlaka affediniz" diye bir hüküm çıkmıyor. Affetmek üç
seçenekten en güzel ve kamil olanıdır. Özellikle İslam hukukunun geçerli olmadığı bu çağda, af
seçeneği diğer seçenekler içinde en uygulanabilir ve en sağlam yoldur. İslam hukuku fıtrata ve
gerçeklere uygun bir hukuktur.

Terbiye-i Kur’aniye ve Nurun hakikatleriyle donanan bir


gencin, mes’ud bir Müslüman ve sair zihayatlara, hayvanlara bir
nevi sultan, olduğundan bahsediliyor. Bu cümle sadece Nur
talebesi gençlere mi bakıyor? Sultan olma ifadesi hangi anlamda
kullanılmıştır?
"Eğer terbiye-i Kur'âniye ve Nur'un hakikatleriyle kendini muhâfaza eylese, tam bir
kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve sâir zîhayatlara,
hayvanlara bir nevi sultan olur."

Terbiye-i Kur’aniye ifadesi, bütün Müslümanları kapsar. Nur Talebeleri, Kur’an'ın bu asırdaki
manevi tefsiri olan Nur Risalelerinin hakikatleriyle kendilerini bu ve benzeri tehlikelerden
korumaktadırlar.
Sultan olma meselesi ise, insan nevinin arza halife olmasını ifade eder. Bütün insanlar bu şerefe
sahip olarak ahsen-i takvimde yaratılmışlardır. Ancak, bunun gereğini yerine getirerek iman, salih
amel ve takva dairesinde yaşayanlar “sair zihayatlara, hayvanlara bir nevi sultan” olurlar. Aksi
yolda gidenler ise, Kur’an'ın haber verdiği gibi, hayvanlardan daha aşağı düşerler.

“Yoksa onların çoğunu işitirler ve akıl ederler mi sanıyorsun. Onlar, başka değil,
hayvanlar gibidirler. Hatta, gidişçe daha sapıktırlar.”(Furkan, 25/44)

"...hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki


saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur.
Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini
yedirir, on tokat vurur..." Açıklar mısınız?
Dünya lezzetlerini acılaştıran en büyük ve en tesirli faktör, firak ve ölümdür. Mesela, gençlik ve
sıhhat iki dünya nimetidir, hatta bütün lezzetlerin de kaynağıdır. Lakin bu iki nimet en fazla yirmi otuz
yıl sürüyor, sonra yerini hastalığa ve yaşlılığa bırakıyor. Kalbini gençliğe kaptıran birisi için,
gençliğin elden gitmesi, hatta ölüme maruz kalması çok acıklı ve hazindir. Ne kadar lezzet ve
muhabbet varsa o kadar azap ve acı vardır. Zira kalbin bağlandığı bir şeyden ayrılması çok daha zor
ve daha acı vericidir.
Ölüm ve ayrılık acısı sadece gençlik ve sıhhati acılaştırmıyor, dünyanın her türlü nimet ve
lezzetini azap yumağına çeviriyor. Tabi bu durum, düşünen ve tefekkür eden insan için böyledir,
yoksa kafasını sefahat ve rezaletlere sokan gafiller bu incelik ve hakikatleri hissetmeyebilir. Zaten
sefahat ve haramlara dalmasının sebebi de bu acı ve azapları hissetmemek içindir.

"Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya
saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam
intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir
mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu tevehhüm eden adam
için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed
ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o
elemlere galebe edemez."(1)

Dünya hayatı ancak iki sonuç ile bitebilir. Üstad Hazretleri her iki sonuçta da dünya lezzetlerini
terk etmek gerektiğine işaret ediyor ve bunun gerekçelerini izah ediyor.
Biri, iman ve salih amel neticesinde saadeti ebediyeye mazhar olmaktır. Ebedi saadetin
kazanılması da ancak Allah namına olmayan haram lezzetleri terk etmek ile mümkündür. Yani ebedi
saadetin kazanılması, haram lezzetleri terk etmek ile kayıtlıdır. Bu noktadan lezzetleri terk etmek
gerekir.
Dünya hayatının diğer neticesi ise şekavettir. Yani ebedi azap ve hüsrandır. Ölümü mutlak bir
yokluk olarak gören birisi için de dünya lezzetlerini terk etmek evladır. Zira idama mahkum bir
adama dünyanın en leziz yiyecek ve içeceklerini takdim etseniz veya asılacağı idam sehpasını
süsleseniz, onun acısını hafifletir mi? Acaba acısına acı katmaz mı? Dünyanın lezzetli hayatına
ünsiyet ve ülfet ne kadar kuvvetli ve kavi ise, onlardan ebedi ayrılmak o kadar sert ve acı olur. Öyle
ise yokluğa gittiğini sanan o adam dünyanın lezzetlerine kendini alıştırması ve ünsiyet etmesi hiç iyi
olmaz.
Burada terki evla olan dünya lezzetlerinden kasıt, mümin için haram lezzetler veya mana-yı
ismi ile aldığı zevklerdir. Kafir için ise her nevi lezzetlerdir. Zira idam mahkumu olan birisi hiçbir
şeyden lezzet alamaz. Ama iman sahibi bir mümin helal olan şu dünya lezzetlerini ahiret lezzetlerinin
bir numunesi nevinden tadabilir ve ahiret lezzetlerine müşteri olup, şevk ve şükre bir kapı açabilir.
Kafirin böyle bir imkanı olmadığı için bütün lezzetleri terk etmesi evla olandır onun için.
Bu hakikatleri öncelikle nefsimizde yaşamak gerekiyor. Nefsimizde yaşanmadan, başkasına tesir
etmesi mümkün değildir. Birinci amacımız, bu hakikatleri muannid olan nefsimize dinletmek olursa,
başkasına anlatmak kolay olur inş.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Habbe

"Azîz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,.. Benim katî


kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye cihetinde
bir ehemmiyetli sebebi, sizsiniz." Söz edilen hangi hapishanedir ve
bu inayetten maksat nedir?
"Azîz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,"
"Benim katî kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye cihetinde bir
ehemmiyetli sebebi, sizsiniz. Yani, Nurlar, tesellileriyle ve imânın hakikatleriyle sizi bu
hapis musîbetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlardan ve boşu boşuna gam ve hüzün
ile giden hayatınızı faydasızlıktan bâd-ı hevâ zâyi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi
âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp, tam bir teselli size vermektir..." (Sözler, On Üçüncü Söz)

a. Bu tavsiyeler hangi hapishanede cereyan etmiştir?


b. Bir de Üstadımızın ve Nur talebelerinin bu hapishaneye girmeleri mahpuslar için bir inayet
olarak anlatılıyor. Bu inayetten maksat ve hikmet nedir?
Cevap:
a. Afyon hapishanesi olduğunu biliyoruz.
b. İnayetten maksat, Üstad'ın şu ifadelerinde açıkça ortaya konmuştur:

“… Hapis musîbetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlardan ve boşu boşuna gam


ve hüzün ile giden hayatınızı faydasızlıktan bâd-ı hevâ zâyi olmasından ve dünyanızın
ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp, tam bir teselli size vermek..” (a.g.e.)

Mahpusların sıkıntılardan kurtulmaları, onlara büyük bir yardım olduğu gibi, hayatlarının faydasız
geçmesini önleyip o hayatı değerlendirmek, ağlayan dünyalarına karşı ahiretlerini ağlamaktan
kurtarmak, yani ahiret alemini ebedi azap yerine sonsuz bir saadete çevirmek, onlar için en büyük bir
inayet ve yardımdır. “Sizlere karşı bu büyük görevi yapalım diye inâyet-i İlahiye ile bu hapse
girdik.” deniliyor.

"Binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn


bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve
hayattaki saadet yalnız imândadır... Bir üzüm tanesini yedirir, on
tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır." İzahı nasıl?
"Ey zevk ve lezzete mübtelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve
hüccetlerle ve hâdiselerle aynelyakîn bildim ki, hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz
sevinç ve hayattaki saadet yalnız imândadır ve imân hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa,
dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın
lezzetini kaçırır."
a. "Binler tecrübeler, hüccetler ve hadiselerle aynelyakin bildim ki,.." ifadesini nasıl
anlamalıyız? Üstadımız nelere şahit olmuş olabilir?
b. İman dairesinde olanların elemleri, kederleri, hayat sıkıntıları olmuyor mu?
c. Dünyevi lezzetler için; "bir üzüm tanesi yedirir on tokat vurur" ne demektir?
Cevap:
a. Üstadımız, kendi ifadesiyle, her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü gören büyük bir
mürşit olduğu için, bütün musibetleri gülerek karşılamış, başına imtihan yollu gelen bütün
sıkıntılarda, hapislerde, sürgünlerde, ihanetlerde hiç sarsılmamış ve bunların hepsinde inayet-i
İlahiyenin bir cilvesi olduğunu hissetmiş, talebelerini de bu noktada sabır ve tahammüle teşvik
etmiştir. Öte yandan, uzun ve bereketli ömründe hem Eski Said, hem de Yeni Said döneminde
dostlarının başına da nice hadiseler gelmiş, o müstesna zatlar da aynen Üstad gibi imandaki hakiki
zevki tattıklarından, dünyanın musibetleri onlara gölge gibi hafif gelmiştir. Bunların çok az bir kısmı
Lahika Mektuplarında yazılmakla beraber, büyük kısmı Üstad'ın ahirete göçmesiyle birlikte bizim
bilgi alanımızdan kaybolmuştur.
b. Nurlarda geçen, “ Bize tattırdığın nimetlerin asıllarını, menbalarını göster.” cümlesinden de
anlaşılacağı gibi, bu dünya gölgeler âlemidir, asıllar ahirettedir. Dünyadaki bahçeler, cennet
bahçelerinin gölgeleri, dünyadaki nehirler cennet ırmaklarının gölgeleri olduğu gibi, dünyadaki
zevkler ve hazlar da cennettekilerin gölgeleri hükmündedir. Yani onlardan o kadar zayıf ve asıl
zevklerden o kadar uzaktırlar.
Buna göre, dünya nimetleriyle cennet nimetleri arasında, bir meyveyle gölgesi arasındaki fark
kadar bir farklılık vardır. O ebedi saadete ve o sonsuz zevk ve hazlara kavuşmanın en önemli sebebi,
bu dünya hayatında meşru olmayan zevklerden uzak durmak, meşru zevklerde de israfa girmemektir.
Bu şuurda olan bir mümin, “Dünyada rahat yoktur.” hadis-i şerifinin ışığında, dünyanın rahat etme
yeri değil, çalışma yeri olduğunu bilir. Yaratılış gayesi olan ibadet görevini aksatmadan yerine
getirir. Böyle bir kulun meşru dairedeki dünyevi işleri de bir nevi ibadet olur:

“Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü
alır.” (Sözler, Dördüncü Söz)

Dünya işlerini bu şekilde ebedileştiren bir mümin için hastalıklar ve musibetler de, Üstad'ın
ifadesiyle, birer “menfi ibadet” olurlar. Onlara sabır ve tahammül etmek, kimden geldiğini bilerek
şikayet yoluna gitmemek, çaresi olan bir problemin çözümü için gerekli sebeplere hassasiyetle
teşebbüs ettikten sonra Allah’a tevekkül etmek, mümin için, bu dünyayı bir saadet diyarı haline
getirir. “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.” hadis-i şerifinden ders alarak, bu dünyanın bütün
sıkıntılarının kısa süren bir rüyada çekilen elemler gibi olduğunu bilir.
Dünyanın keder ve elemleri insan kalbini ebedi âleme çevirmeleri, günahlara kefaret olmaları,
sabredenlerin derecelerini artırmaları cihetiyle, mümin için ayrı birer rahmet tecellisidirler.
c. Dünya hakiki zevk yeri değil, bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda, bir takım nimetleri tatsak
bile, Üstad'ın buyurduğu gibi, “Tasavvur-u zevalden gelen elemler kalbi kanatıyor.” Alınan lezzet
ondan ayrılmanın elemi yanında çok küçük kalıyor.
Öte yandan, dünya nimetlerine kavuşmak için büyük gayretler gösteriliyor. Çekilen sıkıntılar
saatlerce, aylarca sürdüğü halde, alınan lezzet birkaç dakika, yahut birkaç saat kadar kısa kalıyor. Bu
yönüyle de bir üzüm yedirmenin bedeli yüz tokat oluyor.

“Bu zamanda isrâfâta medar olacak para çok pahalıdır. Mukabilinde bazan haysiyet,
namus rüşvet alınıyor. Bazan mukaddesât-ı diniye mukabil alınıyor, sonra menhus bir para
veriliyor. Demek, mânevî yüz lira zararla maddî yüz paralık bir mal alınır.” (Lem'alar, On
Dokuzuncu Lem'a)

"Çünkü, ecel birdir, değişmez." Sebebin ortadan kalkınca,


müsebbebin vukua geleceğinin bizce meçhul olması ile bu cümleyi
nasıl anlayacağız?
Kader Risalesi'nde manen terakki etmeyen avamın, mazideki olaylara kader noktasına bakarak
yeis ve hüzünden kurtulacakları kaydedilir. Üzüntüye sebep olan hadise mazide meydana gelmiş ve şu
anda artık dönüşü olmayan bir yola girilmiştir. İnsanın cüz’i iradesine, o olayın yönünü değiştirme
noktasında, bir görev düşmemektedir. Bir şey yapamamanın bir sonucu olarak ümitsizliğe düşüp
üzülmemek için, mazideki olaylar kadere verilir: “İlahi takdir böyle imiş, bunda da bir hayır
vardır.” denilerek ruhlar azaptan kurtarılırlar.
İstikbal hadiseleri için böyle düşünmek, insanı sefahete ve atalete (tembelliğe) atar.
Yani, “Kaderimde varsa olur.” diyerek sebeplere teşebbüs etmemek, yahut “Benim kaderimde
sefih olmak varmış.” deyip yanlış yolda devam etmek, kaderin yanlış kullanılmasıdır ve insanı
olumsuz sonuçlara götürür.

“Manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve
mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa measi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete
ve atalete sebeb olsun.” (Sözler, Yirmi Altıncı Söz)

Kaderin, sebeple müsebbebe bir baktığı meselesine gelince, Üstad'ın verdiği tüfek atma
misalinde olduğu gibi, “şu netice şu sebeple vuku bulacak” diye ilm-i İlahide bilinmektedir. Eğer
tüfeğin atılmamasını düşünsek olayın öteki yarısı hakkına bir şey söyleyemeyiz.
Hapishanede Üstad'ın nasihat ettiği kesimde durum farklıdır; yani tüfek atılmış ve adam ölmüştür.
Olay vuku bulmuştur, geriye dönüş de mümkün değildir. En iyisi kadere razı olup hem yeisten ve
hüzünden kurtulmak, hem de yeni cinayetlerin önüne böylece geçmektir.

“Maziye, mesâibe kader nazarıyla ve müstakbele, meâsîye teklif noktasında bakmak


lâzımdır Cebir ve İtizal, burada barışırlar.” (Mektubat, Hakikat Çekirdekleri)

"Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktüle her vakit duâ


etse, o halde, her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir
gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır;.." Bu
paragrafı; "kaza ve kader-i ilahiye teslim olarak affetmek"
tavsiyesine göre açar mısınız?
"Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktüle her vakit duâ etse, o halde, her iki
taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar
kardeşleri kazanır; kazâ ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa,
mâdem Risâle-i Nur dersini dinlemişler, elbette mâbeynlerinde bulunan bütün küsmekleri
bırakmaya, hem maslahat ve istirahat-ı şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet
iktizâ ediyor." (Sözler, On Üçüncü Söz)

Nurlarda “Kaderin her şeyi güzeldir.” buyrulur. Bütün âlemlerde hükmeden bu gerçeği çok dar
bir dairede, meselâ insanın simasında tefekkür edelim. Yüzümüzdeki organların şekilleri, yerleri,
büyüklükleri, görevleri, sayıları gibi bütün özellikleri İlahi takdir iledir. Yani, bu plan ve program
tamamen İlahidir, insan iradesinin burada hiçbir müdahalesi olmamıştır, olamaz da.
Bu takdirin her ciheti güzeldir. Gözümüzün iki, burnumuzun bir tane olması güzeldir.
Kulaklarımızın yan tarafta, ağzımızın ön kısımda yer alması güzeldir. Alt çenemizin hareketli, üst
çenemizin sabit olması güzeldir. Yüzümüzdeki her organın şekli kendi görevine göre en güzel şekilde
takdir edilmiştir.
Simamızdan verdiğimiz bu örneği bedenimizdeki bütün iç organlara da uygulayabiliriz, daha
sonra bedenimizi kuşatan harici âleme geçer, İlahi takdirin bütün mahlukatta en mükemmel, en güzel
şekilde icra edildiğini görürüz.
İnsanların işledikleri hatalarda, kusur o şahıslara ait ise de, bunlarda da netice itibariyle birçok
gizli güzellikler bulunabilir. Mazide vuku bulan ve müdahale imkanımızın olmadığı olaylara
da, “Kaderin her şeyi güzeldir.”hakikatinin ışığında bakmak, bizi birçok ruhi sıkıntılardan kurtarır.
Üstadımız güzelliği ikiye ayırır: Hüsn-i bizzat, hüsn-ü bilgayr. Birincisi zatında güzel, ikincisi
ise neticeleri itibariyle güzel demektir. Sıhhat zatında güzel, hastalık ise neticeleri itibariyle güzeldir.
Bu gibi olayları da bir nevi hastalık olarak görmek, onda hakkımızda hayırlı olacak güzel neticeler
beklemek bizi “kaza ve kader-i ilahiye teslim olarak affetme” noktasına getirebilir. Aksi halde,
ihtilaflar artar, düşmanlıklar alevlenir, cinayetler bir iken on olur, yüz olur...

"Evet, bir genç, hapiste, yirmi dört saat her günkü ömründen
tek bir saatini beş farz namaza sarf etse ve ekser günahlardan
hapis mâni olduğu gibi,.. bütün kütüb ve suhuf-u semâviye katî
haber verip müjde ediyorlar." Nasıl anlayabiliriz?
"Evet, bir genç, hapiste, yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz
namaza sarf etse ve ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musîbete sebebiyet veren
hatâdan dahi tevbe edip sâir zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem
istikbâline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabâsına büyük bir faydası olması gibi; o
on, on beş senelik fânî gençlikle, ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur'ân-ı
Mu'cizü'l-Beyân, bütün kütüb ve suhuf-u semâviye katî haber verip müjde
ediyorlar." (Sözler, On Üçüncü Söz)

Bu cümlede birkaç nokta nazara veriliyor:


- Günün bir saatini namaza vermesi.
- Hapsin, dışarıda işlenecek günahlara engel olması.
- Hapse sebep olan hatasından tövbe etmesi.
- Hapis müddetince de sair günahları işlememesi.
Bu şartları yerine getiren bir genç, kendi hayatını İslamî çizgiye çekmiş olur. Bu halin hapis
sonrası da, İnşallah, devam etmesiyle, istikbal hayatını istikamet üzere tanzim eder, aynı hatalara bir
daha düşmemeye çalışır. Böylece hem akrabalarına, hem vatanına, hem milletine faydalı bir evlat
olur.
Ebedi saadet bir anda da kazanılır. Bir insan bir an iman edip hemen vefat etse ebedi saadete nail
olur. Hissiyatın akla galip geldiği on beş senelik gençlik hayatını iman ve ibadet dairesinde geçiren
bir genç, daha sonraki hayatını da aynı şekilde geçirmesi ve ebedî saadete mazhar olması kuvvetle
umulur.
“Başta Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyân, bütün kütüb ve suhuf-u semâviye katî haber verip
müjde” ettikleri haber, “Gençliğini iman ve salih amel dairesinde geçirenlerin cennette ebedî bir
gençliğe kavuşacaklarıdır.”Dünyevi cezalar bu hükmü bozamaz. Zerre miskal hayır ve şerrin
tartılacağı mizanda, o suçlar ve çekilen cezalar da yerlerini alacaklar, hüküm günahların sevapları
galip yahut mağlup gelmesine göre tahakkuk edecektir.
Gençliğini iman ve salih amel dairesinde geçirenler, mizanda günahları galip gelerek cehenneme
girseler de sonunda “Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın, bütün kütüb ve suhuf-u semâviyenin katî
haber verdiği.” ebedi saadete ereceklerdir.

"Ey hapis musîbetine düşen bîçareler! Mâdem dünyanız ağlıyor


ve hayatınız acılaştı..." Hapis musibetine düşmeyenler olarak bizim
alacağımız dersler ne olabilir, bizim hapsimiz dünya olabilir mi?
Dünya ahirete nispeten zindan hükmünde olduğu için, bu temsili dünyaya tatbik etmekte bir
mahzur olmaz. Kalp ve gönül dünyası Allah ve ahirete yönelmiş bir mümin için, dünya bir zindan,
dünyanın kir ve pasları da hapsin meşakkat ve sıkıntıları mesabesindedir. Bu yüzden Allah
dostları, ölümü düğün gecesi olarak telakki etmişler.
Musibetin hapis ya da başka bir şey olması bir şey ifade etmez. Burada esas olan musibetlere
sabretmektir. Bazen olur dışarısı hapisten daha meşakkatli, daha ağır bir imtihan olabilir. Öyle ise
nerede olursa olsun, ağır musibetlere sabredebilirsek aynı sevabı umabiliriz.

"İşte bu asırda, İslâm ve Türk gençleri, kahramanâne davranıp,


iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risâle-i Nur'un Meyve
ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri
elzemdir." İki cihetten hücum eden tehlike nedir?
Bir önceki soru cümlesinde geçtiği üzere, şimalden gelecek iki tehlikeden birincisi, “ehl-i
nâmusun güzel kızlarının ve karılarının ibâhe edilmesi”, namus ve iffetin ortadan kaldırılıp
ahlâksızlığın topluma hâkim olması.
İkinci tehlike, “serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarının helâl “ edilmesiyle bir iç
savaş ortamının hazırlanması.

"Kur'ân'ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet


ve İslâmiyet iktizâ ve teşvik ettikleri olan, barışmak ve musâlâha
etmektir." Barış ve musalaha ile, hem dünya hem de ahiret
azabından kurtulmak nasıl oluyor, burayı nasıl anlamalıyız?
"… Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam
lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve
maktülün akrabâsı dahi, intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle,
hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır; … Bunun tek bir çaresi var: O da Kur'ân'ın
emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktizâ ve teşvik ettikleri
olan, barışmak ve musâlâha etmektir." (Sözler, On Üçüncü Söz)

Barış ve musalaha ile, hem dünya hem de ahiret azabından kurtulmak nasıl oluyor? Kur’anın
ve İslamiyet’in iktiza ettiği barış ve musalahayı nasıl anlamalıyız?
Musalaha, sulh içinde kavgasız bir hayat sürme konusunda, karşılıklı olarak anlaşmaya varmak
demektir. Barış içinde yaşayanların dünya azabından kurtulmalarından maksat, o hapis
hayatının “intikam endişesiyle, düşmanı düşünmekle, korku ve hiddet ile” zehirlenmemesidir.
Barış ve musalaha içinde yaşasalar, hiç olmazsa hapis müddetince huzurlu bir hayat geçirirler.
Üstad'ın da tavsiye ettiği gibi, o birkaç yıllık hapis hayatını ibadetle değerlendirseler hapsi,
cehennem hapsinden kurtulmaya vesile yaparlar. Aksi halde, hapis içinde ayrı ve daha ağır bir hapis
hayatı sürerler.
Ahiret azabından kurtulmayı şöyle anlayabiliriz: Hapiste sulh yolunu tutanlar, hislerini yenmeyi
başaranlar yeni bir suç işlemek suretiyle ebedi hayatlarını tehlikeye atmayacak, azaptan
kurtulacaklardır.
Öte yandan, başkalarına endişe, korku, elem çektirmek de kul hakkına girdiğinden, hapisteki
rakiplerine bu manada zulmetmek de ahiret azabını netice verir. Sulh ve barış içinde yaşamak onları
bu azaptan da kurtarır.
Kur’an'ın ve İslamiyet’in barış ve musalahayı iktiza etmesi:
“Sulh, (daima) hayırdır.” ayet-i kerimesi İslâm’ın barış dini olduğunun simgesi haline gelmiştir.
Ayetin tamamının meali şöyledir:
"Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden
endişe ederse, aralarında bir anlaşma yapmalarında mahzur yoktur. Sulh, (daima) hayırdır.
(es-sulhu hayr)...” (Nisa, 4/128)

Sulhu emreden bir başka ayet-i kerime:

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a ( güven. Çünkü Allah,
Semî’dir, Alîm’dir (her şeyi hakkıyla işitir ve bilir)” (Enfal, 8/61)

Peygamberimizi öldürmek ve İslam dinini ortadan kaldırmak için var güçleriyle çalışan,
Müslümanları hicrete zorlayan, onları Medine’de de rahat bırakmayan, yaptıkları harplerde nice
güzide sahabeyi katleden Mekke müşrikleri, sonunda mağlup düşerler ve sahabeler Mekke’yi
fethederler. Müşrikler kendilerine nasıl bir işkence uygulanacağını merakla beklerken, Resûl-i Ekrem
(aleyhisselam) bütün Mekkelilere;"Kim evinde kalırsa güven içindedir, kim Ebû Sufyân'ın evine
giderse güven içindedir, kim Kâbe'ye girerse güven içindedir." şeklinde bir fermanda bulunur.
Daha sonra kendilerine hitap ederken, "Ben, size kardeşim Yusuf'un (a.s.) dediği gibi
derim,.." diyerek aşağıda mealini verdiğimiz ayet-i kerimeyi okur:

“Bugün sizi kınayacak, serzenişte bulunacak değilim! Allah da sizi mağfiretiyle


bağışlasın. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir." (Yusuf, 12/92)

Peygamberimizin bu davranışı, “Sulh daima hayırdır.” ayet-i kerimesinin harika bir


uygulamasıdır.
Müslümanların kendi aralarında sulh içinde yaşamaları konusunda, şu ayet-i kerime de çok
önemli mesajlar ihtiva eder:

"İnananlar ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan


korkun ki esirgenesiniz." (Hucurât, 49/10).

Bu konuda bir de hadis-i şerif naklederek konuyu böylece özetlemek istiyorum:

“Birbirinizle ilginizi kesmeyiniz, sırt dönmeyiniz, kin tutmayınız ve haset etmeyiniz. Ey


Allah’ın kulları kardeş olunuz. Bir Müslüman’ın, kardeşini üç günden fazla terk edip küs
durması helâl değildir.” (Buhari, Edep 57,58,62)

"Risâle-i Nur'daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar,..


Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var." Risale-i Nur'un,
mahpuslara teselli noktasında nasıl bir tesiri var ki; mukayese
olarak ekmek gibi temel bir gıda ile denk tutuluyor?
Hapse düşmüş bir genç, dünyevi istikbali için hiç bir faaliyet gösterecek halde değildir. Eğer
hapis müddeti de uzunsa, çıktığında artık bir meslek sahibi olma şansını da büyük ölçüde
kaybetmiştir. Zaten kısa olan bu dünya hayatının en verimli bölümü olan gençliğini hapiste
geçiremeye mahkum olan bir genç, bu halden büyük ızdırap duyar ve istikbalinden fazlasıyla endişe
eder. Böyle bir kişinin hakiki tesellisi, bu dünyanın zevk ve safa yeri olmayıp “bir imtihan meydanı
ve ahiretin tarlası” olduğu gerçeğini göz önüne alarak, hapis müddetince birçok haramdan uzak bir
hayat sürmenin avantajını da iyi kullanıp baki olan ahiret için bir şeyler yapmak, o âlemde yüzünü
güldürecek, derecesini artıracak ve yaptığı hatalara da kefaret olacak hayırlı işler yapmaktır.
Risale-i Nur'da, insanın mahiyeti, dünyaya gönderiliş hikmeti, hangi amellerle manen terakki
edip cennete layık kıymet alacağı, ahiret hayatına göre dünya hayatının gölge gibi zayıf kaldığı,
ibadetin önemi gibi konular insanın hem aklını ikna, hem kalbini tatmin, hem bütün hissiyatını
doyuracak bir mükemmellikte işlendiğinden, bu derslere herkesin büyük ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç
noktasında birinci sırayı mahpuslar alırlar. Bu derslerdeki hakiki teselli ile onların o mahzun, kırık ve
ümitsiz kalpleri ferahlar, canlanır ve ümitle dolar. Böylece, Allah’a karşı ubudiyet görevlerini
severek, büyük bir iştiyak ve hassasiyetle yerine getirirler.

"Şimâlde koca bir devlet, gençlik hevesâtını elde ederek, bu asrı


fırtınalarıyla sarsıyor... Hem, serseri ve fakir olanlara zenginlerin
mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musîbete karşı titriyor."
cümlelerini izah eder misiniz?
"…Ve bilhassa şimâlde koca bir devlet, gençlik hevesâtını elde ederek, bu asrı
fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü, âkıbeti görmeyen kör hissiyâtla hareket eden gençlere ehl-i
nâmusun güzel kızlarını ve karılarını ibâhe eder. … Hem, serseri ve fakir olanlara
zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musîbete karşı titriyor."(Sözler, On
Üçüncü Söz)

Soru:
Şimalde koca bir devletten maksat nedir? Bu devlet Rusya ise taarruzu komünizm dediğimiz
fikri bir cereyan şeklinde değil midir? Burada sefahatin merkezi olan Avrupa ve kapitalist ülkeler
niçin nazara verilmemiştir?
"Hem, serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu
musîbete karşı titriyor." cümlesini izah eder misiniz?
Cevap:
Şimaldeki koca devletten maksat Rusya’dır. Yakın zamana kadar dünya siyasetine iki devlet yön
veriyordu: Amerika ve Rusya. Daha sonraları Rusya’nın adım adım gerilemesiyle Avrupa ülkeleri,
özellikle Almanya, uzak doğuda ise Japonya öne çıktılar.
Her ne kadar "sefahat" denilince Avrupa hatıra gelirse de, Rusya’da bir grup komünist parti
üyesinin büyük bir coğrafyayı hakimiyetleri altında tutmasında iki faktörün rolü büyüktür: Cebir ve
sefahat. O azınlık yöneticiler, ülkeyi bir taraftan zulümleriyle inletirken, öte yanda gençleri dejenere
etmek için içki alışkanlığını hastalık derecesinde yaygınlaştırdılar ve ahlaksızlığın her türünü teşvik
ettiler.
Üstad'ın yazdıkları aynen Rusya’da uygulanmıştır. Rusya’yı idare eden Komünist Parti
yöneticileri, kendi halklarını böyle esir ve sefih yaparlarken, dış ülkelerde “eşitlik ve sosyal adalet”
propagandalarına ağırlık verdiler. Buralarda, özellikle de Türkiye’de sefahati yaymak için özel bir
gayret göstermelerine gerek yoktu, çünkü bu menhus görevi “Avrupa’nın naşir-i efkârı olan
gazeteler,..” en ileri derecesiyle zaten icra ediyordu.
Türkiye’de ve bir çok geri kalmış ülkede servet düşmanlığını ön planda tuttular. Kendilerine
bağlı yazarlar, bütün makalelerinde, roman ve hikayelerinde sürekli olarak insanların eşit oldukları
tezini işlediler ve zengin fakir ayırımını durmadan körüklediler.
İç savaşları doğurabilecek bu büyük tehlike hakkında Üstadımızın “bütün beşer bu musîbete
karşı titriyor” ifadesi aynen yaşanıyordu.
Üstad'ın zamanında, ülkemizi yönetenler de sosyalist fikre çok sıcak bakıyorlardı. O dönemde
Türkiye’nin yüzü Avrupa’dan çok, Rusya’ya dönüktü. İç savaş tehlikesi Türkiye için de aynen
geçerliydi. Ancak o kirli oyun, ülkemizde gerçek manada sergilenemedi. İnsanlar dinden
uzaklaştırılıp, sefahate teşvik edildilerse de birbirlerine düşman kamplara bölünmediler. Sonraki
yıllarda ise iman ve Kur’an hizmetinin, büyük baskılara rağmen, kalplerde makes bulması sonucu, bu
iç savaş tehlikesi de ülke gündeminden yavaş yavaş kalktı. Türkiye bölünmedi, ama sonunda Rusya
bölündü. Bu bölünme ile sağlanan kısmî hürriyet ortamında, iman ve Kur’an fedaileri Rusya’daki
insanların da imdadına koşmaya başladılar.
Günümüzde ülkemizde cereyan eden terör hareketleri artık Rusya’nın değil, dünya çapında silah
ve uyuşturucu ticareti yapan çirkef örgütlerin marifetidir. Birçok devletin de bu örgütlerle gizli veya
açık ilgisi vardır. Ülkemizin gelişmesini istemeyen dış güçler, bu örgütlere, maalesef, destek
olmaktadırlar.

"Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir."


ifadesi genel bir kaide midir?
Zeval-ı elemin lezzet olması bütün canlılar âlemi için geçerlidir. Bir hastalıktan şifa bulmanın
lezzetini bütün canlılar tadarlar ve bundan kendilerine göre bir sevinç, bir ferah duyarlar. Zeval-i
lezzetin elem olması ise akıl sahipleri için geçerlidir. Diğerleri, lezzetin ne gelmesini, ne de
gitmesini düşünecek halde değildirler. Onlar sadece hazır zamanda tattıkları lezzetle zevk duyarlar,
onun gitmesiyle çok kısa süren bir elemleri olsa da bunu uzun süre düşünecek halde değildirler.
Kâmil müminlerin halleri daha başkadır. Onlar bütün hayrın Allah’ın elinde olduğunu bilir,
Ondan gelen her şeyi güzel görürler. “Esmâ-i hüsnânın hepsi güzel olduğu gibi, bunların bütün
tecellileri de güzeldir.” diyerek“Kahrın da hoş, lütfun da hoş.” makamında yaşarlar. Bunun en
yakın örneği Üstat Hazretlerinin hayatında görülmektedir. “Kadere iman eden, elemden emin
olur.” hakikatini bütün ömründe değişmez düstur yapan Üstadımız, başına gelen her türlü musibette
inayet-i İlahiyenin bir cilvesini aramış ve hiç ümitsizliğe düşmeden davasını gönüllere mal etmeye
muvaffak olmuştur.

"Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir."


ifadesini açıklayabilir misiniz?
Zeval; yok olmak anlamındadır. Elemin bitmesi, lezzeti netice veriyor. Lezzetin bitmesi ise elemi
sonuç veriyor.

Mesela; sevdiğimiz bir yakınımıza kavuşmak lezzet ve mutluluk vermektedir. Ancak aynı kişiden
ayrılmak elem vermektedir. Bu elem, lezzetin bitmesinden kaynaklanan bir elemdir.

Ve keza; bir hastalığa veya musibete yakalanmak elem ve sıkıntn verici bir olaydır. Ancak aynı
hastalık ve sıkıntının sona ermesi, bize bir sevinç ve mutluluk hali vermektedir. Bu sevinç ve
mutluluk, hastalık ve musibet eleminin yok olmasıyla ortaya çıkmaıtadır.

Leyle-i Kadîrde ihtar edilen bir mesele-i mühimme


"Bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile
ve merhametsiz tahribatı. Birtek düşmanın yüzünden yüzer
mâsumu perişan etmesi... izahı ve sonraki paragrafta saniyen diye
başlanılıp, Risale-i Nur’u ehemmiyetle nazara verilmesinin
hikmeti?
“Nev'-i beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve merhametsiz
tahribatı ile...”diye başlayan uzun cümlede aşağıda sıralanan hususlara dikkat çekiliyor:

“Bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve merhametsiz
tahribatı.
Birtek düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan etmesi.
Mağlûbların dehşetli me'yusiyetleri.
Galiblerin dehşetli telâşları.
Fıtrat-ı beşeriyyedeki yüksek istidadatın … yaralanması.
Siyaset-i ruy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî sûretinin görünmesi.
Nev-i beşerin mâşuk-u mecâzîsi olan hayat-ı dünyeviyye, böyle çirkin ve geçici
olmasından fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkıyyeyi bütün kuvvetiyle
arayacağı.
Bin üç yüz altmış senede, her asırda üç yüz elli milyon şâkirdi bulunan … Kur'an-ı
Mu'cizül-Beyânın … hadsiz hüccetleriyle hayat-ı bâkıyeyi kat'iyyetle müjde ve saadet-i
ebediyyeyi ders vermesi.
Nev-i beşerin, bütün bütün aklını kaybetmezse, maddi veya mânevî bir kıyamet
başlarına kopmazsa… Kur'an-ı Mu'cizül-Beyânı arayacağı ve hakikatlerini anladıktan
sonra bütün ruh u canlariyle sarılacakları.
Bu hakikat noktasında kat'iyyen Kur'anın mislinin olmadığı ve olamayacağı ve hiçbir
şeyin bu mu'cize-i ekberin yerini tutamayacağı...”

a. Bu uzun cümlede Üstad’ımız; özellikle, ahir zamanda beşerin, isyan, küfran ve tecavüzatının
neticesi olarak meydana gelen harb-i umumi ve onun neticesinde hasıl olacak gelişmeler ve
hadisatı nazara veriyor ve istikbalde insanlığın Kur’an hakikatleri ile buluşacağını müjdeliyor.
Bu kısmın izahını yapar mısınız?
b. Üstadımız, bu cümleyi takip eden paragrafta “saniyen” diye başlayıp, Risale-i Nur’u
ehemmiyetle nazara veriyor. Bunun hikmeti nedir?
a. Konunun tarihi ayrıntılarına girmeden, o gün olduğu gibi bu gün de tazeliğini koruyan, yarın da
geçerli olabilecek olan temel mesajları şöyle sıralayalım:
İnsanlar ellerine fırsat geçince başkalarını ezmekten, haklarına tecavüz etmekten geri
durmuyorlar.
Fen ve tekniğin gelişmesi, insanları daha medeni yapıp, birlikte daha huzurlu bir hayat
geçirmelerine hizmet edeceğine, bu imkânlar, insanların birbirlerini öldürmelerinde
kullanılıyor;“eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdada yardım ediyor”. Atılan bombalarla harbe
katılmayan çocukların, yaşlıların, hastaların ve masum hayvanların da öldürülmesi en şiddetli bir
zulümdür.
Medeniyetin imkânlarını böyle yanlış kullananlar, hem mağdur ettikleri toplulukları dünyadan
nefret ettiriyorlar, hem de en büyük zararı kendi ruh âlemlerine veriyor ve fıtratlarındaki yüksek
istidatları yaralıyorlar.
Böylece kendileri dünyada gerçek saadeti kaybettikleri gibi, başkalarını da dünya hayatından
nefret ettiriyorlar.
Dünyanın bu keşmekeş, bu zulümlü, bu huzursuz hali, insanların kalplerini ebedi saadete
çeviriyor.
Bu noktada, hakiki marifet ve gerçek teselli ancak Kur’an’da olduğundan, akıllarını bütün bütün
kaybetmeyenler sonunda mutlaka Kur’anı bulacaklardır.
Üstadımızın beyan ettiği gibi, Kur’an-ı Kerim'in dört ana maksadı vardır: "Tevhid, nübüvvet,
haşir, adalet ve ibadet.”
Ebed için yaratılan insan kalbini öncelikle, Ezeli ve Ebedi olan Allah’a iman, ikinci derecede ise
ahirete iman tatmin edebilir. “Necisin, nereden gelip, nereye gidiyorsun?" suallerine mukni,
makbul cevap veren ancak Kur’andır ve Onu beşere tebliğ eden de Allah Resulüdür (asm.).
Bir insan, kendisini ve bu âlemi Allah’ın yarattığına, halen de bütün ızdırarî işlerini Onun
gördüğüne, ihtiyarî işlerde ise insana sadece bir meyil, bir tercih hakkı tanınıp, hayır olsun, şer olsun
bütün fiilleri Allah’ın halk ettiğine, her azası ve her hissi hikmetle yaratılan insanın ölümle hiçliğe
gömülmeyeceğine, böyle bir sonucun hem insanı hem de onu meyve veren kâinatı abes, hikmetsiz,
manasız kılacağına inanırsa, başına gelen her türlü musibete karşı büyük bir dayanma gücü kazanır.
Zira, kendisi sahipsiz olmadığı gibi, ölümün ötesi de hiçlik değildir. Bu dünya imtihanının bir yönü
de belaları sabırla karşılayabilmektir. Belaların gelmemesi yahut giderilmesi için insan kendine
düşen görevi eksiksiz olarak yerine getirecek, ondan sonra Allah’ın rahmetine ve hikmetine
güvenerek Ona tevekkül edecektir.
“Allah, melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış
ruhlar” ancak Allah’a imanla tatmin olur ve Onun mukaddes kitabında müjdesini verdiği ve
yollarını bütün tafsilatıyla gösterdiği ebedi saadete iman ve o yolda çalışmakla saadete erebilir. Bu
dünyada da her türlü meşakkat ve ızdıraba rağmen huzurlu bir hayat geçirebilirler.

“… Bu hakikat noktasında kat'iyyen Kur'an'ın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu


mu'cize-i ekberin yerini tutamaz.”

b. Üstadımız, Nur Külliyatında istifademize sunduğu hakikatlerin, “hem kalbi, hem ruhu, hem
hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’an’iyye” den alındığını
beyan etmekle, Nur derslerinin bu zamanın her türlü derdine deva, her türlü sorusuna cevap olduğunu
haber veriyor.
Burada bir hususun önemle nazara alınması gerekiyor: Bütün dertlerin dermanı yeryüzünde
serilmiş olan bitkilerde bulunmakla birlikte, biz onlardan doğrudan faydalanmaktan aciz
olduğumuzdan, o bitkilerden yapılan ilaçları kullanmak üzere eczaneye müracaat ediyoruz.
Fetva konusunda da doğrudan Kur’an'dan hüküm çıkarmaktan aciz olduğumuz için müçtehitlere,
imamlara, âlimlere müracaat ediyoruz.
Aynen bu iki konuda olduğu gibi, bu asrın yaralarını tedavi ve sorularına cevap vermek için de
Kur’an’ın bir manevi tefsiri olan Nur Risalelerini okumak, anlamak ve muhtaç olanlara ulaştırmak
durumundayız. Böylece, Kur’an’a ve imana en güzel şekilde hizmet etmiş oluruz.

“Leyle-i Kadir'de kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate,


pek kısaca bir işaret edeceğiz” ifadesinde “kalbe ihtar edilen”
tabirini nasıl anlamalı, bu konuda birtakım tenkitlere ve itirazlara
muhatap oluyoruz. Bu hususta kanaatiniz nedir?
Bu gibi tenkitleri yapanlar, ya keramet ve şefaati inkâr eden bir ekolün propagandalarına
kapılmışlar, yahut kendi mizaçlarında bulunan büyüklenme hastalığını, böyle büyük zatlara da teşmil
etme hatasına düşmüşlerdir.
Öncelikle şunu ifade etmek isterim: “Rabbin arıya vahyetti.” ayet-i
kerimesindeki “vahiy” kelimesini tefsir âlimleri “ilham” olarak açıklamışlardır.
Üstad Hazretleri, hayvanat ilhamlarından avam-ı nas ilhamlarına, avam-ı melaike ihamlarından,
evliya ilhamlarına ve büyük meleklerin ihamlarına kadar ilhamın çok çeşitleri olduğunu kaydetmiştir.
Bu kadar yaygın bir sahada kendini gösteren İlâhî ilhamdan, ahir zaman fitnesinin manevî hekimliğini
yapan bir büyük müceddidin mahrum bırakılmasını hangi mantıkla kabul edebiliriz. Üstat Hazretleri,
risalelerin ekserisinin “sünuhat” olduğunu açıkça beyan etmiştir.
Bu ilahi ihsanın ilan edilmesi meselesine gelince, burada bir incelik var. Bize göre, bunların
söylenmesi kibir oluyor, evliya ise bunları tahdis-i nimet olarak beyan ediyorlar, aksine hareketi
nimetleri gizlemek ve bir nevi nankörlük olarak değerlendiriyorlar.
Meselenin çok önemli bir yanı daha var. Fenafillah makamına çıkan evliya, bütün hayırların,
bütün güzelliklerin ancak Allah’ın güzel isimlerinin tecellisiyle olduğunu bilmekte, bu manayı
kalplerinde bizzat yaşamaktadırlar. Bu zatlar, kendilerindeki güzellikleri de yine bir esma tecellisi
olarak görmekte, o tecelliyi methetmenin esma hesabına geçtiğini yakinen bilmektedirler. Onlara
göre, “bir ayna, kendinde parlayan ışığı methederse, gerçekte güneşi methetmiş olur.”
Bu noktaya varmış olan o muhterem ve mübarek zatlar, bir çiçeği, bir denizi, güneşi, semayı
metheder gibi, aynı rahatlıkla, kendilerini de methedebilmektedirler. Bütün hayrın Allah’tan
olduğunu ruhlarına sindirmiş ve kalplerinin en derinliklerine yerleştirmiş olan bu muhterem zatların
nefislerine, bu medihden dolayı hiçbir kibir ve gurur gelmemektedir.
Kendini anlatmaya can atan, övülmekten hoşlanan ve henüz nefs-i emmare noktasında duraklayan
nefislerin bunu anlamaları çok zordur.
Konunun bir de manevi sorumluluk boyutu var. Kısaca ona da değinmek isterim:
Hucurât Sûresinde sosyal hayatın vazgeçilmez birçok prensibine yer verilir. Bunlardan birisi de
suizandan sakınmaktır:

“Ey iman edenler, zandan çok sakının. Çünkü zanların bir kısmı günahtır…” (Hucurât,
49/12)

Bir Müslüman’ın bir hareketini kötüye yorumlamak, kişinin kendi iç âleminde o şahsı
çekiştirmesi demektir. Bunu başkasına da söylerse, zaten , gıybet etmiş olur.
Üstat Hazretleri Mesnevî-i Nuriye adlı eserinde, dört çeşit hastalıkları ve tedavi çarelerini beyan
eder. Bu hastalıklardan birisi de “suizan”, yani kötüye yormak, yanlış yorumlamaktır. Orada çok
önemli bir ifade geçer:

“Eslâf ı izamın hikmetini bilmediğimiz bazı hallerini beğenmemek sû i zandır. Sû i zan


ise, maddi ve manevî içtimaiyatı zedeler.” (Mesnevî-i Nuriye, Katre)

Burada bize şöyle bir mesaj verilmektedir:


Suizandan, özellikle de İslam’a hizmet etmiş, müminlerin kalbinde taht kurmuş büyük zatlara
suizandan şiddetle sakınınız. Zira, büyüklere suizan etmenin sorumluluğu da büyüktür. Üstad bu
risalede isim vermemekle birlikte, kanaatimce, Muhyiddin-i Arabi Hazretlerini ölçüsüzce tenkit
edenleri ikaz etmektedir.
Üstad'ın “kalbe ihtar edilme” ifadesini hazmedemeyenler, bunun çok daha ileri derecesini daha
başka büyük mürşitlerin eserlerinde görebilirler.
O büyük zatları ve sözlerini burada nakletmek istemiyorum. Sadece, Hazret-i Mevlâna’nın, ilk
bakışta müstehcen gibi görünün bazı hikayelerini, tenkit konusu yapanlara bir cevap olarak, onun bir
temsilinden söz etmek isterim. O büyük zatın büyüklüğüne bütün eserleri birer şahit olmakla birlikte,
şu temsili okuduğumda, “Hz. Mevlâna sadece bunu yazmış olsaydı yine büyük bir dâhi olduğunu
herkes kabul ederdi.” dedim.
Temsil şöyle:

“Adama, ‘Anneni niçin öldürdün?’ dediler.


'Onu yabancı birisiyle yakaladım.' dedi.
'Peki anneni öldüreceğine o adamı öldürseydin ya!..' dediler.
'O zaman, her gün bir adam öldürmem gerekecekti.' dedi”

Hazret-i Mevlana bu temsili, “Her kötülüğün anası nefistir.” hakikatini açıklamak için
veriyordu. Eğer nefsimizi öldürmesek her gün bir kalbi kıracak, her gün birileriyle kavgalı olacağız,
demek istiyordu.
İşte bu harika temsili yanlış değerlendirerek Hazret-i Mevlana’nın o yüksek ahlâkına ilişmek ne
kadar edep dışı ise, Üstad'ın “kalbe ihtar edilen” tabirinden hareketle, onun o engin tevazusuna
ilişmek de o kadar yersiz, o kadar anlamsızdır ve büyük bir suizandır. “Ben kendimi
beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür beni kendime
beğendirmemiş .” diyen o büyük Üstad'a karşı büyük bir haksızlıktır.
Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir

Ölümden korkmuyoruz ama, bu mahşer için de mi geçerlidir?


Kur'an ve hadislerde mahşer için çok sert ifadeler kullanılıyor...
İnsanın, ruhlar aleminden başlayıp, cennet ve cehennem ile son bulacak bir ebed yolculuğu vardır.
Bu yolculuğu rahat veya zahmetli bir şekilde götürmek, insanın eline ve iradesine bırakılmıştır.
Zahmet de rahat da insanın iradesindedir.
İnsan iman edip güzel ameller ile dünya hayatını tamamlayabilirse, yolculuğun kalan kısmını rahat
ve hızlı bir şekilde cennete varmak ile bitirir. Yok dünya hayatını küfür veya günah içinde amelsiz bir
şekilde bitirir ise; ebed yolculuğunun kalan kısmında ve her merhalesinde büyük azap ve sıkıntılar
çekerek cehenneme varır.
İman ve güzel amel nasıl dünya hayatında insana küçük bir cennet yaşatıyor ise; aynı şekilde kabir
ve mahşerde de rahat bir hesap ve emniyetli bir yoluculuğu temin edecektir.
Küfür ve fısk; insana nasıl bu dünya hayatında küçük bir cehennemi haleti yaşatıyor ise; aynı
şekilde kabir ve mahşerde de zahmetli bir hesap, azaplı bir yolculuğu yaşatacaktır.
Özet olarak; Kur'an'daki şiddetli ifadeler kafir ve fasıklar içindir, yoksa iman edip güzel
amel işleyen insanlar için değildir.

On Dördüncü Söz'ün Hatime'sinde geçen paragrafta "Bahusus


ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i
maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi,.." cümlesini
açıklar mısınız?
İnsan başkalarından gördüğü uygunsuz davranışlardan rahatsız olur, özellikle bu davranış çok
sevdiği kişilerden gelirse daha çok rahatsızlık duyar. İşte dünya da, üzerinde işlenen günahlardan her
çeşit rahatsızlık duyar, ancak özellikle ehl-i imanın gafletli tavırları onu daha çok müteessir eder ve
izn-i ilahi ile titrer, sarsılır.

Zaman zaman meydana gelen depremler yanında, bir gün gelecek "en büyük deprem" olayı
yaşanacak, yani kıyamet kopacaktır. Kıyamete, kâfirlerin yer yüzünde tam hükmetmeleri, dünyanın,
çok büyük bir çoğunluk tarafından, ibadet diyarı olmaktan çıkarılıp küfür, şirk ve sefahat yurdu haline
getirilmesi sebep olacaktır.

Hac suresinin başında bu büyük zelzele şöyle nazara verilir:

“Ey İnsanlar! Rabbinizden sakının; şüphesiz o kıyamet gününün depremi çok büyük bir
şeydir. Onu göreceğiniz gün, her emzikli kadın emzirdiğinden geçer. Ve her hamile kadın
çocuğunu düşürür. İnsanları hep sarhoş görürsün, halbuki sarhoş değillerdir. Fakat Allah'ın
azabı çok şiddetlidir.”(Hac, 22/1, 2)

Soruda geçen, “bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin..” ifadesine
Üstad'ın şu cümlesinin ışığında bakabiliriz:

”Küçük cezalar tacil ile küçük merkezlerde, büyük cezalar tecil ile büyük
merkezlerde verilir.”

Risalelerde "Bilir misin, neye benzersin? Deve kuşuna! Avcıyı


görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı onu görmesin. Koca
gövdesi dışarıda..." ifadesi geçiyor. Ancak, deve kuşunun avcıyı
görmesi halinde başını kuma sokmadığı, bilakis her normal hayvan
gibi kaçtığı ifade ediliyor. Ne desiniz?
Evvela, şunu tespit edelim. Bir hakikate getirilen temsilin her tarafını ve köşesini hakikate tatbik
etmek gerekmez. Bazen o gibi tabirler, temsilin aksesuarları ve tamamlayıcıları durumunda
olabilirler. Yani getirilen temsil içinde kelime kurgusu da olabilir. Onun için her kelime üzerine
hakikati tatbik etmek gerekmediği gibi, temsilin her tarafının da gerçek olması gerekmiyor. Temsil ve
teşbihler maksada hizmet eden araçlardır. Bu araçların gerçek olması mecbur değildir.
İkincisi,

"Meselâ, kinâî misallerinden, “Fülânün tavîlü’n-necad” denilir. Yani, “kılıcının kayışı,


bendi uzundur.” Şu kelâm, o adamın kametinin uzunluğuna kinayedir. Eğer o adam uzun
ise, kılıcı ve kayışı ve bendi olmasa da, yine bu kelâm sadıktır, doğrudur. Eğer o adamın
boyu uzun olmazsa, çendan uzun bir kılıcı ve uzun bir kayışı ve uzun bir bendi bulunsa, yine
bu kelâm kâziptir. Çünkü mânâ-yı aslîsi maksud değil."(1)

Bir adamın boyunun uzunluğunu ifade etmek için şöyle bir teşbih kullanılıyor: Filanca adamın
kılıcının kayışı uzundur. Halbuki adamın ne kılıcı var, ne de kılıcının bağlama kayışı bulunuyor.
Şimdi birisi kalkıp, "Sen yalan söyledin; zira adamın kılıç ve kayışı bulunmuyor." dese maksadı
anlamamış olur.
Adamın uzun bir kılıcı ve buna uygun bir kayışı olsa, ama boyu kısa olsa o zaman ifade yalan
olur. Zira bu atasözü boy uzunluğunu ifade etme hususunda bir şiar bir sembol olmuştur. Bu atasözü
boyu kısa adamlara sarf edilemez.
Risale-i Nur'daki temsili hikayelerin veya teşbihlerin aslı olmasa da, hakikate olan işaretine ve
ispattaki katiliğine bir zarar vermez. Deve kuşu temsiline de bu açından bakmak gerekir. Ne yazık
ki, edebiyatı zayıf insanlar temsil ve teşbihin işaret ettiği asıl maksada değil de, temsil ve teşbihin
kendisine dikkat kesiliyorlar.
Deve kuşu çok korktuğunda, başını karnının altına çekmesi ve uyurken kumun üzerine
koymasından bu söz söylenmiş olsa gerektir.
Nitekim bu ifade Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlük'de şöyle geçiyor:

“Bir tehlike, bir olay karşısında yararlı olmayacağı apaçık ortada olan, kaçamak bir
yola sapmak yâ da başkalarını aldattığını sanarak, kendisini aldatmak.”

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.

Üstadımız genellikle nefsini muhatap kabul etmekte ve nefsine


ağır ithamlar yapmaktadır. Acaba bu tarz ifade ile bir tevazu
örneği mi sergilenmektedir? Bu hususta çok farklı yorumlar
yapılmaktadır; kanaatinizi öğrenmek istiyoruz.
Hâtime
‫ﷲِ اﻟﱠﺮْﺣﻤِﻦ اﻟﱠﺮِﺣﯿِﻢ‬ ّ ‫ﺴِﻢ‬ ْ ِ‫ﺑ‬
‫ع اْﻟُﻐُﺮوِر‬
ُ ‫َوَﻣﺎ اْﻟَﺤﯿَﻮةُ اﻟﱡﺪْﻧﯿَﺎ اِﻻﱠ َﻣﺘَﺎ‬
[Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir.]

"Ey gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talib bedbaht
nefsim! Bilir misin neye benzersin? Deve kuşuna... Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma
sokuyor, tâ avcı onu görmesin. Koca gövdesi dışarda. Avcı görür. Yalnız o, gözünü kum
içinde kapamış, görmez."

a. Üstadımız genellikle nefsini muhatap kabul etmekte ve nefsine ağır ithamlar yapmaktadır.
Acaba bu tarz ifade ile bir tevazu örneği mi sergilenmektedir? Bu hususta çok farklı yorumlar
yapılmaktadır. Kanaatinizi öğrenmek istiyoruz.
b. Üstadımızın, On Dördüncü Söz’ün başında “Hatimede bir dersi ibret ve bir sırrı inayet
bahsedilecektir.” buyuruyor. Burada nasıl bir inayet söz konusudur ve nasıl bir ibret dersi
verilmiştir?
AÇIKLAMALAR:
a. Öncelikle, bu tarz ifadeler direkt konuşmadan daha tesirli olan “dolaylı anlatımın” bir
gereğidir. İnsan, karşısındaki şahsa doğrudan hitap ettiğinde muhatabının nefsi hemen kendini
müdafaaya geçer, nasihat dinlemek ona ağır gelebilir. Bunun yerine kendi nefsine hitap ederek, yahut
bir sohbetten nakiller yaparak veya okuduğu bir kitaptan pasajlar aktararak konuştuğunda, karşıdaki
şahısla daha rahat bir ortamda sohbet edilebilir. Hazreti Mevlâna’nın hayvanları konuşturarak
insanlara bir şeyler vermeye çalışması da bunun tipik bir örneğidir.
Meselenin ikinci yönü: Üstat Hazretleri, nefsini muhatap alarak konuşmakla, bizlere önemli bir
mesaj vermektedir. Biz de bu mesaja kulak vererek, Nur derslerini öncelikle kendi nefsimize
okumalıyız. O zaman bu ulvî hakikatlerden hem daha çok istifade ederiz, hem de başkalarına daha
faydalı oluruz. Bu konuda, Erzurum’un Karayazı ilçesinin yetiştirdiği büyük bir insandan, kendisi için
rahmet duasına vesile olması niyetiyle bir nakil yapmak isterim. Öğrencilik yıllarımızda, sözünü
ettiğim Abdullah hocamızla Erzurum’daki Karanlık Kümbet medresesinde sıkça karşılaşırdık.
Kendisi bir süre tarikat dersi de vermiş büyük bir âlimdi. Bir defasında tam bir safiyet ve
samimiyetle bize şöyle dedi:

“Ben, yıllarca kürsülerde vaaz verdim, bir çok kişiyi tasavvuf yoluyla irşada çalıştım.
Çoklara çok şey anlattım. Ama bu Abdullah’a bir şey anlatamadım. Ne zaman ki Nurlarla
tanıştım ve hakikat derslerine muhatap oldum; o zaman, ‘ Risale-i Nuru aldım elime,
Abdullah’ı koydum karşıma…’ ”

Bu son cümle hiç hatırımdan çıkmaz. Elimden geldiğince, bu cümleyle amel etmeye çalışırım.
Ama nefsim buna çok tahammül edemez. Başkalarına anlatmak ona daha rahat ve daha hoş gelir. Asıl
kâr ise birincidedir.
Bu iki madde, konunun bize taalluk eden yönüdür. Meseleye Üstat açısında baktığımızda şunu
görüyoruz:
“İşte, bu biçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak, hem de pek çok uzaktırlar.

* Birincisi: Kur'ân-ı Hakîmin hazine-i âlisinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf


Kur'ân'a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki, o ahlâk
benim değil; ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir.
Bende bu neviden ne görseniz benim değil; onunla bana bakmayınız, o makamındır."
* İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde, dergâh-ı İlâhiyeye müteveccih olduğum vakit,
Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki, o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr,
mânâ-yı ubudiyetin esası olan "kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile
dergâh-ı İlâhiyeye iltica etmek" noktalarından geliyor ki, o şahsiyetle, kendimi herkesten
ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü senâ etse beni
inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemâlim."
"Üçüncüsü: Hakikî şahsiyetim, yani Eski Said'in bozması bir şahsiyetim var ki, o da
Eski Said'den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazen riyâya, hubb-u câha bir arzu
bulunuyor. Hem, asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile,
düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.” (Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, İkinci Mebhas)

Üstad'ın üçüncü şahsiyeti için söyledikleri tamamen tevazudur. İkinci şahsiyeti olan ubudiyet
noktasında kendini herkesten ziyade aciz, fakir bilmesi hakikatin ifadesidir. Nitekim, "Dert benimdir
deva Kur’an'ındır” demesi, ikinci şahsiyetteki bu ruh haletinin, bu kalbi tazarru ve niyazın birinci
şahsiyeti netice verdiğini gösteriyor.
Üstadımız Mesnevî-i Nuriye’de de şöyle buyurur:

“Evet, üstad ve mürşid, masdar ve menba telâkki edilmemek gerektir. Belki mazhar ve
mâkes olduklarını bilmek lâzımdır.” (Mesnevi-i Nuriye, Zühre)

Üstat Hazretleri, bu hakikati bizzat yaşamış, kendisini Kur’an hakikatlerine bir ayna olarak
görmüş, bütün şerefin Kur’an'a ait olduğunu defalarca vurgulamış, bu asrın manevi hastalıklarına
deva olan Nur derslerini Kur’an güneşinin lem’aları, reşhaları, şuaları kabul etmiştir. Bu bakış
açısının tevazudan önemli bir farkı vardır. Bu sözler, tevazudan ziyade, bütün hayrın Allah’ın elinde
olduğunu bilmenin, meyvenin yaratılmasına ağacın sadece bir sebep olması gibi, kendisinin de bu
hakikatlerin muhtaç gönüllere ulaşmasında sadece bir sebep olduğuna inanmanın samimî ifadeleridir.
Hatimenin başında yer alan,
“Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185)

mealindeki ayetin hakikatini hayatına tam manasıyla tatbik eden Üstat, dünyaya hiç aldanmamış,
ehl-i dünyanın rağbet ettiği fani makam ve servetlere hiç iltifat etmemiş, sadece ve sadece insanların
imanlarının kurtuluşu için bütün ömrü boyunca çileli ve değerli bir mücadele vermiştir.
b. “Hatimede bir ders-i ibret ve bir sırr-ı inayet bahsedilecektir.” cümlesinde sözü edilen,
“ders-i ibret”, bu aldatıcı dünya hayatına nasıl bakmamız ve ondan ahiret namına nasıl istifade
etmemiz gerektiği şeklinde düşünülebilir.
“Sırr-ı inayeti “ ise, Üstad'ın kendi ifadelerinden okuyalım:

“[Şu sırr-ı inayet eskiden mahremce yazılmış, On Dördüncü Söz'ün âhirine ilhak
edilmişti. Her nasılsa ekser müstensihler unutup yazmamışlardı. Demek münasib ve lâyık
mevkii burası imiş ki, gizli kalmış.]"
(…)
"Fakat şu zamanda dalalet-i fenniye, elini esasata ve erkâna uzatmış olduğundan, her
derde lâyık devayı ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelal, Kur'an-ı Kerim'in en
parlak mazhar-ı i'cazından olan temsilâtından bir şu'lesini; acz u za'fıma, fakr u ihtiyacıma
merhameten hizmet-i Kur'ana ait yazılarıma ihsan etti. Felillahilhamd sırr-ı temsil
dûrbîniyle, en uzak hakikatlar gayet yakın gösterildi. Hem sırr-ı temsil cihet-ül vahdetiyle,
en dağınık mes'eleler toplattırıldı. Hem sırr-ı temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike
kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil penceresiyle; hakaik-i gaybiyeye, esasat-ı
İslâmiyeye şuhuda yakın bir yakîn-i imaniye hasıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal,
hattâ nefs ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur
oldu.” (Mektubât, Yirmi Sekizinci Mektup)

"Firak, bekaya kalb olup başkalaşmıyor." İzah eder misiniz?


Ey nefsim! Deme, 'Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata
perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.' Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup
başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu
kesilmiyor, sür'at peydâ ediyor."(1)

Dünya hayatını esas görüp ahireti inkar edenler, ya da ikinci hayatı dikkate almayanlar için
ölüm büyük bir ayrılık acısıdır. Ölümün verdiği bu ayrılık acısı dünya hayatının tadını tuzunu kaçırıp
insanın dünyadan tam hazzetmesini önlüyor. Ölüm ve ölümdeki bu ayrılık acısını yok etmeden
dünyaya dalmak ve tam dünya adamı olmak mümkün değildir. Maddeye ve dünyaya tapanların en
büyük çıkmazı ve en ıstıraplı ahvali bu firak azabıdır.
Ölüm değişmeden, ayrılık sonsuzluğa dönüşmeden dünyadan haz almak mümkün
değildir. Ölüm ve ölümdeki ayrılık acısı da değişmeyeceğine göre, insanın tek mutlu olma yolu ahiret
eksenli bir hayat yaşamasıdır.
Evet, iman ve ahiret eksenli hayatta hem dünya hem de ahiret saadeti vardır. Kim iki hayatta
da mesut ve bahtiyar olmak isterse, hayatını iman ve itaat ile şekillendirmelidir. Aksi takdirde ne
dünyada ne de ahirette mutlu olamaz. İnsanların ekseriyetinin bunun aksine gitmesi bu realiteyi
değiştirmiyor.
(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime.

"Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir. EY GAFLETE


DALIP ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip
bedbaht nefsim!" On Dördüncü Söz'ün Hatimesini izah eder
misiniz?
"Gafil kafaya bir tokmak ve bir ders-i ibrettir."

ُ ‫ﺴِﻢ ﷲِ اﻟﱠﺮْﺣٰﻤِﻦ اﻟﱠﺮِﺣﯿِﻢ َوَﻣﺎ اْﻟَﺤٰﯿﻮةُ اﻟﱡﺪْﻧﯿَۤﺎ اِﻻﱠ َﻣﺘَﺎ‬


‫ع اْﻟُﻐُﺮوِر‬ ْ ِ‫ﺑ‬

"Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir." (Âl-i İmrân, 3/185). Ey
gaflete dalıp ve bu hayatı tatlı görüp ve âhireti unutup, dünyaya talip bedbaht nefsim! Bilir
misin, neye benzersin? Deve kuşuna! Avcıyı görür, uçamıyor; başını kuma sokuyor, ta avcı
onu görmesin. Koca gövdesi dışarıda; avcı görür. Yalnız o, gözünü kum içinde kapamış,
görmez."(1)

Bu hatimede dünya hayatının nasıl insanlara Allah’ı ve ahireti unutturduğunu ve bu hastalıktan


kurtulmanın çareleri izah ediliyor. Yukarıda mealini verdiğimiz ayetin de bir cihetle hakikatli bir
tefsiridir bu hatime.

Üstad Hazretleri bu manevi hastalığı ölümü ikaz ve ihtar ederek tedavi ediyor. Zira bütün hataların
ve gafletlerin başı nasıl dünya sevgisi ise, bu gaflet ve hataları yırtan ve tedavi eden ilaçta ölümdür
ve onu çokça zikretmektir. Yani insan ölüm ve kabri tam manası ile anlayıp sürekli onları zinde ve
zihinde tutsa, bu gaflet ve manevi hastalıkların büyük bir kısmı düzelir.

Zamanın değişmesi, asrın başkalaşması ölüm ve kabir hakikatini değiştirmiyor, insanın


mahiyetindeki sonsuz acizlik ve fakirlik damarlarını tedavi etmiyor, tam aksine bu asır bu hakikatleri
biraz daha açık ve bariz bir hale getirmiştir. Öyle ise asrın halini bahane edemezsin.

Üstad Hazretleri devamla, insanların umumi bir şekilde gaflet ve günahta gitmesi seni
cesaretlendirmesin, zira onların yoldaşlığı ve arkadaşlığı ancak kabir kapısına kadardır; ondan sonra
yalnız ve çaresiz kalacaksın; diyerek insanların umumen gafil bir hayat içinde olmasının mazeret
teşkil etmeyeceğini ihtar ediyor.

Yine devamla insan şu dünya hayatında başı boş ve gayesiz değildir; buna şahit bütün kainattaki
mevcudatın mükemmel bir intizam ve ahenk içinde bir gaye etrafında hareket etmesidir. Bir çöpün
dahi gaye ve intizam içinde olup da kainatın halifesi konumunda olan insanın gayesiz ve başıboş
olması nasıl mümkün olabilir. Hatta bütün kainat intizam ve ahengini insana odakladığı için, insan
şayet vazifesi olan iman ve ibadeti terk ederse kainat bundan şikayetçi olup kızacaklar. Bu sebeple
deprem ve sel gibi musibetler başımıza geliyor. İnsanın gafleti kainatın intizamını rencide ediyor ve
musibetlerin gelmesine fetva verdiriyor.

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime.

"Herkes gibi ben de bir hata yaptım, toplumda çok kişi bunu
yapıyor." diyerek günahını küçültmeye çalışan inançlı bir
kardeşimize Risale ışığında ne denebilir? Nasıl ona yardımcı
olabiliriz?
Evet, kusuru görebilmek tövbe ve istiğfarın girişi ve yarısı hükmündedir. Kusuru görmemek ise
Allah korusun, Firavunluğa gidişin başlangıcı ve çekirdeği hükmündedir. Bu sebeple nefisin kusur ve
ayıplarını görmek kemalattan ve güzel hasletler sınıfındandır.
İstiğfar: Cenab-ı Hakk'tan kusurlarının affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek ve
istemek manasına geliyor. Yani insanın manevi kir ve paslardan arınması için Allah’tan af dilemesi
ve manevi temizlik yapması demektir.
İnsanın bütün maddi ve manevi kirlerinden ve paslarından arınması ve temizlenmesi gerekir.
Zira insanın her bir azasının ve duygusunun sevabı olduğu gibi kusuru ve günahı da vardır. Mesela,
dilin kusur ve günahı batıl konuşmak ve gıybet etmek iken, gözün günah ve kusuru harama bakmak,
kulağınki haram sesleri dinlemek, mideninki haram şeyleri yemektir, kalbinki ise mecazi şeyleri
sevmesidir... İşte insan tövbe ve istiğfar ederken bu sayılan veya sayılmayan şeylerin hepsinden
istinkaf edip (çekimse kalarak) kaçınması gerekir.

"Ey mü'minler! Hep birden, bütün günahlarınızdan ALLAH'a tövbe ediniz ki, felaha,
kurtuluşa eresiniz." (Nûr, 24/31)

Bu ayette de işaret edildiği gibi, nefis ve şeytanı alt etmenin ve kurtuluşa ermenin en önemli
silahlarından birisi de istiğfardır. Bu sebeple insanın ilk vazifesi manen temizlenmek olan istiğfar
yapması, daha sonra diğer terbiye metotlarına geçmesi gerekir. Kusur ve günah torbası dolmuş bir
adamın nefis ve şeytanla mücadele etmesi pek müşküldür. Bu yüzden öncelikle bu günah ve kusur
torbasını istiğfar ile boşaltmak, daha sonra başka yollara müracaat etmek gerekir.
İnsanın nefsini ıslah edip kamil bir mümin olması bir süreç işidir. Yoksa bir hap yutmak ile
iyileşmeye benzemez. Yani hemencecik iyileşeyim, isteğime ulaşayım şeklindeki bir yaklaşım
gerçekçi değildir. Böyle bir reçete var mı hayali ile hareket etmek yerine iman hakikatleri ile meşgul
olmak ve cemaat ve sohbetlere devam etmek gibi gerçekçi yollarla çözüm aramak gerekir.
Nefsin kötü arzu ve planları karşısına tahkiki imanı çıkartmak gerekir ki, bu zamanda Risale-i
Nurlar bu tahkiki imanı ders veriyor.
"Ben de herkes gibiyim." diyenlere Üstad'ın şu cevabı çok manidardır:

"Ey nefsim! Deme, “Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata
perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur.” Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekàya kalb olup
başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu
kesilmiyor, sür’at peydâ ediyor."

"Hem deme, “Ben de herkes gibiyim.” Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık
eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek
esassızdır." (1)

(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime

"Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış,


hayata perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur..." cümlelerini
devamıyla açar mısınız?
"Ey nefsim! Deme, "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış. Herkes dünyaya dalmış, hayata
perestiş eder, derd-i maişetle sarhoştur." Çünkü ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalb olup
başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu
kesilmiyor, sür'at peydâ ediyor."

"Hem deme, "Ben de herkes gibiyim." Çünkü herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık
eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek
esassızdır."(1)

İnsanlar asrın ve insanların değiştiğini bahane ederek, kendi gaflet ve sapkınlıklarına bahane ve
gerekçe üretiyorlar. Halbuki ölüm ve ötesi hakikati dipdiri ve değişmeden önümüzde duruyor. Bu
zamanda insanlar gelişti ve değişti diye, ölüm ve kabir değişip başkalaşmadı, aynı vazifesini yine
görüyor.
Ölüm bin yıl önce yaşayan insanları nasıl alıp götürdü ise, aynı şekilde bizi de alıp götürecek.
Bizim dönemimizde tren, uçak, araba gibi şeylerin olması ya da işlerin çok ve yoğun olması ölümü
durdurmuyor, kabrin ağzını kapatmıyor. Öyleyse nedir bu gaflet, nedir bu umursamazlık.

İnsanları aldatan başka bir husus da; çevremizin gafletinin bizim gafletimizle örtüşmesi ve onu
takviye etmesidir. Yani herkes geçim derdine dalmış, ben ne yapayım deyip gafletimizi biraz daha
kalınlaştırıp derinleştiriyoruz. Halbuki ölüm ve kabir, o çevremizi de yutuyor. El ile gelen, düğün
bayram mantığı, ölüm ve kabir için pek esassızdır.

Bizim çevremiz, bize ne der mantığı ile değil, ölüm ve kabir bizden ne istiyor mefkuresi ile hareket
etmemiz gerekir. Yoksa dünyanın boş ve fani işleri, kabirde pek kıymetsiz ve esassız metalardır.
(1) bk. Sözler, On Dördüncü Söz, Hatime

“Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor.” cümlesini


nasıl anlamalıyız? Çağımız medeniyet ve teknoloji çağı olarak
görülüyor ve insanların düne göre daha güçlü olduğu sanılıyor.
Her insan sonsuz aciz ve yine sonsuz fakirdir. Bedenindeki organların her birine muhtaç oluğu
gibi, havaya, suya, güneşe, aya da muhtaçtır. Bu ihtiyaçların hiçbirini kendi gücüyle yerine
getiremediği için de sonsuz acizdir. Bununla birlikte, bu asırda zaruri olmayan ihtiyaçlarda büyük
artış olmuş ve beşer bunları yerine getirmeye de muhtaç olmakla daha da fakirleşmiş, bunları temin
edemeyen büyük kitlenin ise aczi daha da artmıştır.

“Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir
etmiştir. Sa'y, masrafa kafi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle, ahlakın esasını şu
noktadan ifsad etmiştir.” (Tarihçe-i Hayat)

Teknolojideki ilerlemeler bu sonucu değiştirmiyor. Hüküm çoğunluğa göre verildiğinden ve


insanların çoğu da görenek belasından kurtulamadığından günümüzde insanlar düne göre daha çok
çalışmakta, sinir sistemlerini daha çok yıpratmakta, daha fazla strese girmekte, bunalım
geçirmektedirler. Toplumun temeli ve Üstad'ın ifadesiyle insanın küçük bir cenneti olan aile hayatı
sarsıldığından, özellikle gelişmiş ülkelerde, evliliklerin yüzde elliden fazlası, kısa bir süre sonra,
boşanmayla sonuçlanmaktadır.
Batı medeniyeti hakkında “Dışı süs içi pis, sureti menus, sireti makus bir şeytan” tarifi bütün
toplumlarda az çok hükmünü icra etmekte ve bu günkü medeniyet “Cemaate, nev'e verdiği servet,
haşmete bedel; ferdi, şahsı, fakir, ahlaksız etmiştir.” (Tarihçe-i Hayat) ve etmeye devam
etmektedir.

“Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i imanın


fâni malını, sadaka hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı
nimetten gelen günahlara keffarettir.” Bu cümleyi nasıl
anlamalıyız? “Küfran-ı nimet” tabirinin tercihi nedendir?
Bu tabirin şu ayet-i kerimeyle ilgisi oluğunu düşünebiliriz:

“Eğer şükrederseniz nimetimi artırırım. Eğer küfrederseniz (nimetlerime küfran ile


mukabele ederseniz) muhakkak benim azabım çok şiddetlidir.” (İbrahim, 14/7)

Ehl-i iman, kendisine teveccüh eden kâinat dolusu nimetlere karşı şükürle mukabelede bulunmalı
ve şükrün en güzel ifadesi olan namazını kılmalı, diğer ibadetlerini de hassasiyetle ve severek yerine
getirmelidir. Bunu yapmak yerine, nimetleri hiç nazara almamak, onlara önem vermemek küfran-ı
nimettir.
Burada "küfran" kelimesi lügat manasıyla kullanılmıştır. Küfran; örtmek, kâfir ise örten,
gizleyen, perdeleyen demektir. Yine lügat manasıyla, Arapçada çiftçiye, tohumları toprağa ekip
üstünü örtmesi sebebiyle “kâfir”denilir.
Müminlerin küfran-ı nimeti de bu manada bir örtmek, bir saklamak, görmemek, yahut
görmezlikten gelmek şeklinde kendini gösterir.
Cenâb-ı Hak, bu küfrana karşı bazen musibetlerle o mü’mini cezalandırır. Bu kişiyi gafletten
uyandırmak için bir ikazdır ve günahlarına bir kefarettir. “Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın
mükaddemesi.” olduğu için de, bu musibete bir mükâfat olarak onun fani malı sadaka hükmüne geçer
ve bakileşir.

“Ey nefis! Şu temsile bak gör: Nasıl dünyaya hasr-ı nazar, aziz
bir lezzeti, elim bir eleme kalb eder.” Bu cümlede geçen “aziz
lezzet” nedir? Elim bir eleme nasıl kalbolur?
İki dünya saadeti de ehl-i iman içindir. Bir mümin, bütün ömrünü sadece dünya lezzetlerine hasr
etmez. Dünyayı ahiretin tarlası bilir, kendini Allah’ın misafiri, ağaçları tablacı, hadiseleri birer
imtihan vesilesi olarak değerlendirir. Sebepler karşısında zillete düşmez, bütün hayrın Allah’ın
elinde olduğunu bilir, vazifesini yapar, neticeye karışmaz.
Bu dünyayı bir misafirhane olarak gören mümin, bu dünyaya o nispette değer verir. Gözü, hep son
ulaşacağı menzildedir. Ona göre çalışır.

"Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir
yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve
hadsiz bedî masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Öte yandan mümin, kendini arzın halifesi olarak görür, halifeye yakışır izzetli tavrını hiç elden
bırakmaz. O, dünyaya hizmet etmez, dünyayı kendisine hizmet ettirmenin yollarını arar. Hizmetçisine
hizmet etme zilletine hiçbir zaman düşmez.
Böylece bu dünyada izzetli yaşar ve aldığı lezzetler de aziz bir lezzet olur. Böyle yapmayanlar
için dünyanın bu aziz lezzetleri elim elemlere dönüşür.

“Mesela bir adam, güzel bir bahçede, ahbablarının ortasında, yaz mevsiminde hoş bir
ziyafetteki keyfe kanaat etmeyip kendini pis müskirlerle sarhoş edip; kendisini kış
ortasında, canavarlar içinde aç, çıplak tahayyül edip bağırmaya ve ağlamaya başlasa, nasıl
şefkate lâyık değil, kendi kendine zulmediyor. Dostlarını canavar görüp, tahkir ediyor. İşte
bu bedbaht dahi öyledir ve şu bahtiyar ise, hakikatı görür. Hakikat ise güzeldir. Hakikatın
hüsnünü derk etmekle, hakikat sahibinin kemaline hürmet eder. Rahmetine müstehak
olur.” (Sözler Sekizinci Söz)

“Ey nefsim! Deme: 'Zaman değişmiş, ..." Bu paragrafta nefsin


şikayet ettiği bütün konular, çoğu insanın gündemde tuttuğu,
arkasına sığındığı bahanelerdir. Acaba bu asırda nefs-i emmareler
bir nevi külliyet mi kesbediyor?
“Ey nefsim! Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata
perestiş eder. Derd-i maişetle sarhoştur." Çünki ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup
başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu
kesilmiyor, sür'at peyda ediyor.”

Bu sorunun cevabına Üstat Hazretlerinin şu tespitini naklederek başlayalım:

“Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle-
cem'iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman
âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor.“ (Kastamonu Lahikası)

“Sohbette insibağ (boyanma) vardır.” hadis-i şerifi müspet sohbetler gibi, menfi sohbetler için
de geçerlidir. Bu asırda Üstad'ın tespitiyle “Hacat-ı gayr-ı zaruriye, hacat-ı zaruriye hükmüne
geçmiş.” Zaruri olmayan bu ihtiyaçların karşılanması insanların nazarını büyük ölçüde dünyaya
çevirmiştir. Öte yandan toplumun genel havasında da dünyanın menfaati, makamı ve zevki ön plana
çıkmıştır. Sohbetlerde bu gibi geçici dünya lezzetleri öncelik kazandığından fertler de bundan büyük
ölçüde etkilenmektedirler.
Zaman cemaat zamanı olduğundan, toplumdaki aldatıcı şahs-ı manevilerin tesirinden
kurtulmak oldukça güçleşmiştir. Tek çare, müsbet cephede teşkil edilen bir şahs-ı manevinin içine
girmektir. Şer saçan insanlar yerine, hayırlı insanlarla tanışmak, onlarla birlikte olmaktır. Bunu
yapamayan kimseler toplumun genel akışına karşı koyamazlar ve o selin içinde sürüklenir
giderler. "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış, herkes dünyaya dalmış, hayata perestiş eder.
Derd-i maişetle sarhoştur." demekle de kendilerini teselli etmeye çalışırlar.

“Hem deme: 'Ben de herkes gibiyim.' Çünki herkes sana kabir


kapısına kadar arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak
demek olan teselli ise, kabrin öbür tarafında pek esassızdır.” İnsan
niçin kendisini herkesle mukayese etme ihtiyacı hisseder?
“Hem deme: "Ben de herkes gibiyim." Çünki herkes sana kabir kapısına kadar
arkadaşlık eder. Herkesle musibette beraber olmak demek olan teselli ise, kabrin öbür
tarafında pek esassızdır.”

SORULAR:
a. İnsan niçin kendisini herkesle mukayese etme ihtiyacı hisseder?
b. Herkesin arkadaşlığı kabir kapısına kadar mıdır; ondan öte devam etmez mi?
c. Musibette beraber olmak tesellisi niçin kabrin öbür tarafında esassızdır?
AÇIKLAMALAR:
a. “Muhakkak ki nefis kötülüğü ister.” ayetinde haber verildiği gibi, nefsin yapısında bu
vardır. Bunun için başkaların kötü hallerini de taklit etmek ister. Kötülüğü başkalarıyla birlikte
yapmaktan ayrı bir zevk alır. Başkalarını hayırda ve iyilikte taklit etmez de, sadece şerde ve fenalıkta
taklit eder.
Ahir zaman fitnesinin bütün dehşetiyle hükmettiği bu asırda, toplumun büyük kesimi bu fitneye
kapılmakla maneviyattan uzaklaşıp dünyaya ve maddeye dalmışlardır. Bununla birlikte, bu fitneden
uzak duran ve onunla mücadele edenlerin sayısı da az değildir.
Bir kişi dahi, Allah’ın ihsanıyla, bu yangından kurtulmayı başarsa, artık bu yangına severek
girenlerin bir özrü kalmaz. Halbuki, bu başarıya ulaşanlar her geçen gün artmakta ve yanlış yolu
tercih edenlerin de özürleri her geçen gün biraz daha geçersiz olmaktadır.
b. Dünya arkadaşlığı kabir kapısında son bulur. Kabre giren kişi burada ömür sermayesinin ilk
hesabını vermeğe başladığında, dünyada bırakıp geldiği arkadaşlarının bundan haberleri bile olmaz.
Eğer kabir azabına layık görülürse, arkadaşları onu çoktan unutmuş olarak kendi sefalarını sürerken,
o cefasını tek başına çeker.
Mahşer meydanında da benzeri bir durum vardır. Arkadaşlar bir tarafa, peygamberlerin bile
kendi nefislerini kurtarma endişesine düştükleri o Celal tecellisi karşısında kimsenin kimseden haberi
olmaz.
Mizan safhasında da durum aynıdır. Kimse kimseye bir dirhem sevap verecek halde değildir.
Allah’ın seçkin kullarının, yine Allah’ın izniyle şefaat etmeleri dışında, herkes kendi derdiyle baş
başadır.
Mizanda günahı ağır gelen, yahut küfür üzere ölüp ebediyen cehennemde kalacaklar için de yine
arkadaşlıklardan eser kalmaz.
İnsan, bütün bu safhaları arkadaşlarından ayrı olarak tek başına yaşar.
Dünyada hayırlı işlerde arkadaşlık edenler, mizan safhasından sonra cennete giderler ve gerçek
arkadaşlık da orada başlar. O selamet yurdunda ebedî dostluk ve daimî beraberlik vardır.
c. İkinci Lem’ada gerçek musibetin, asıl hastalığın ve en zararlı yaraların günahlar ve
isyanlar olduğu izah edilmiştir. Burada geçen musibet kelimesi günah yerinde kullanılmıştır. Bir
kimsenin, aynı günahı toplumun bütün fertleriyle birlikte işlemesi, onun için bir özür olacak
değildir. Bunun ne kadar geçersiz ve manasız olduğunu zihinlerde iyice yerleştirmek için günah ve
isyan yerine “musibet” kelimesi kullanılmış ve böylece insanlara şu mesaj verilmiştir:
Bir insanın başı ağrıdığında birisi kendisine şöyle dese: "Hiç üzülme, hiç kederlenme. Çünkü
bugün bu şehirdeki herkesin başı ağrıyor." Bu sözler hasta için bir teselli olabilir mi? Hayır!..
Yahut, ticareti kötü gidip iflasın eşiğine gelen birisine bir dostu şöyle söylese: "Üzülecek bir şey
yok. Çünkü, şu anda binlerce kişi de senin gibi iflas etmek üzere." Bu sözler, o kişinin borçlarını
ortadan kaldırıp malına mal ilave eder mi? Hayır!..
O halde, başkalarının günah işlemesi de insan için bir özür olamaz. Herkes kendi hastalığını
ve kendi iflasını tek başına çeker. Biri diğerine deva olamaz.

“Ve keza "Musibet taammüm ettiğinde, elem hafif olur. Ben de emsalim gibiyim." diye
yine yük altından kaçar. Fakat, musibet âmm olduğundan, elemi muzaaf olur, kat kat
ziyade olur. Çünki kendisi gibi akrabası, ahbabı da o musibete dâhildir. Çünki insanın ruhu,
ebna-yı cinsiyle alâkadardır. Ne kadar umumî olursa, o kadar da elemi fazla
olur.” (Mesnevî-i Nuriye, Zeylü'z-Zeyl)

“Meselâ: Zemine nebatat ve ..." a. Burada meczup mevlevî tabiri


niçin kullanılmıştır? b. ... “Omuz silkme” benzetmesi neyi çağrışım
yapmaktadır? c. Bu bahsin, İzmir zelzelesi ile
irtibatlandırılmasının hikmeti nedir?
“Meselâ: Zemine nebatat ve hayvanat enva'ından giydirilen birbiri üstünde, birbiri
içinde, gayet muntazam ve gayet münakkaş gömlekler; baştan aşağıya kadar gayelerle,
hikmetlerle müzeyyen, mücehhez olduklarını gördüğün ve gayet âlî gayeler içinde kemal-i
intizam ile meczub mevlevî gibi devredip döndürmesini bildiğin halde, nasıl oluyor ki, küre-i
arzın benî-Âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i
maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzele gibi (Haşiye): {İzmir'in zelzelesi
münasebetiyle yazılmıştır.} mevt-âlûd hâdisat-ı hayatiyesini; bir mülhidin neşrettiği gibi
gayesiz, tesadüfî zannederek bütün musibetzedelerin elîm zayiatını bedelsiz hebâen-
mensur gösterip, müdhiş bir ye'se atarlar. Hem büyük bir hata, hem büyük bir zulüm
ederler."
"Belki öyle hâdiseler, bir Hakîm-i Rahîm'in emriyle ehl-i imanın fâni malını, sadaka
hükmüne çevirip ibka etmektir ve küfran-ı nimetten gelen günahlara keffarettir. Nasılki
bir gün gelecek, şu müsahhar zemin, yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd,
şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık'ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler,
temizler. Allah'ın emriyle ehl-i şirki Cehennem'e döker. Ehl-i şükre 'Haydi, Cennet'e
buyurun.' der.”

SORULAR:
a. Burada meczup mevlevî tabiri niçin kullanılmıştır?
b. “Küre-i arzın; ben-i ademden ve özellikle ehl-i imandan bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i
maneviyesinde omuz silkmesine benzeyen zelzele” ifadesinde özellikle ehl-i imanın öne
çıkarılmasının hikmeti nedir? “Omuz silkme” benzetmesi neyi çağrışım yapmaktadır?
c. Bu bahsin, İzmir zelzelesi ile irtibatlandırılmasının hikmeti nedir?
AÇIKLAMALAR:
a. Burada verilen temel mesaj şudur: Dünya başıboş değildir. Allah’ın emriyle ve O’nun takdir
ettiği yörüngeden hiç sapma göstermeyerek durmadan dönmekte ve bu hareketlerde hiçbir nizamsızlık
görülmemektedir. Böyle itaatkâr bir hizmetkâr, yer sarsıntılarını kendi başına yapamaz Dünyanın
diğer hareketleri gibi zelzele de İlâhî takdir ile meydana gelir.
Meczup Mevlevî tabiri, dünyanın kendi görevini büyük bir iştiyak ve aşk ile yaptığını ifade
etmek üzere kullanılmıştır.
b. Bu sorunun cevabı Üstadımızın şu ifadelerinde verilmektedir:

“Küçük cezalar tacil ile küçük merkezlerde, büyük cezalar tecil ile büyük
merkezlerde verilir.”

Bir hayvana gereğinden fazla yük yüklediğimizde, bazı hareketlerle rahatsızlığını ifadeye
çalışması gibi, “omuz silkme” tabiri de, bineğimiz olan yer kürenin bizden memnun olmayışının ilk
belirtisidir. Bunun bir ilerisi ise kıyamette bütün sekenesini kabir âlemine dökmesi şeklinde tezahür
edecektir.
c. Bu bahis İzmir zelzelesi münasebetiyle yazılmakla birlikte, “Küre-i arzın; ben-i ademden ve
özellikle ehl-i imandan bir kısım etvar-ı gafletin sıklet-i maneviyesinde omuz silkmesine
benzeyen zelzele” ifadesi genel bir hükümdür, İzmir’e mahsus değildir.

“Meselâ; şu karyede (yani Barla'da) iki adam bulunur. ..." Bu


paragrafta ikinci adamın bakış açısını biraz açabilir misiniz? ...
“Meselâ; şu karyede (yani Barla'da) iki adam bulunur. Birisinin yüzde doksan dokuz
ahbabı İstanbul'a gitmişler. Güzelce yaşıyorlar. Yalnız birtek burada kalmış. O dahi oraya
gidecek. Bunun için şu adam İstanbul'a müştaktır, orayı düşünür. Ahbaba kavuşmak ister.
Ne vakit ona denilse "Oraya git", sevinip gülerek gider. İkinci adam ise, yüzde doksan
dokuz dostları buradan gitmişler. Bir kısmı mahvolmuşlar. Bir kısmı, ne görür, ne de
görünür yerlere sokulmuşlar. Perişan olup gitmişler, zanneder. Şu bîçare adam ise, bütün
onlara bedel yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister. Onunla o elîm âlâm-ı
firakı kapamak ister.”

Bu paragrafta ikinci adamın bakış açısını biraz açabilir misiniz? Ayrıca o biçare adamın,
bütün dostlarına ve ahbaplarına bedel sadece bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak istemesi ne
anlama geliyor? Buradaki misafir tabiriyle kim kast ediliyor?
Temsilde İstanbul’a gitmekten maksat cennete gitmektir. Nitekim, bir risalesinde Üstat Hazretleri
İstanbul için dünya cenneti ifadesini kullanır.
İkinci adam, ahirete inanmayan, “kabri zulümatlı bir kuyu ağzı” olarak gören, “eceli, hakikî
ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur” eden (Otuz İkinci
Söz) ve bu yanlış düşüncenin bir sonucu olarak ölmüş dostlarının mahvolduklarını, onları artık hiç
göremeyeceğini, onların da onu görmediklerini sanan kişidir.
“Yalnız bir misafire ünsiyet edip teselli bulmak ister.” denilmesi şundan dolayıdır: Bu adamın
yüzde doksan dokuz ahbabı kabre göçtüğünden dolayı geriye yüzde bir kalmaktadır. Onlar da bu
dünyada kalıcı değildirler. Bir süre sonra o yüzde birlik bölüm de onunla birlikte kabre
göçeceklerdir.

“Nasılki bir gün gelecek,..” Bu paragrafta; asar-ı beşeriye ziynet


olarak nazara veriliyor. Bunun hikmeti ne olabilir? Bu aciz
beşerin asar-ı İlâhî yanına hiç hükmünde olan eserlerine bu kadar
önem verilmesini nasıl açıklar mısınız?
“Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin, yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi
şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık'ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün
yüzünü siler, temizler. Allah'ın emriyle ehl-i şirki Cehennem'e döker. Ehl-i şükre "Haydi,
Cennet'e buyurun" der.”

Burada geçen "ziynet" ifadesi, bir ayet-i kerimede, dünya hayatının tarifinde geçmektedir:
"Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin
katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46)

“Âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur.” ifadesi çok önemlidir. Bilindiği
gibi doğrudan putlara tapmak açık şirk olduğu gibi, riyaya girmek, sebeplere olduğundan fazla önem
vermek de gizli şirktir.
Beşerin eserleri de birer İlâhî ihsandır. Birçok ayetlerde geminin insanlara bir ihsan olduğunun
ifade edilmesi bu noktada büyük önem taşır. Görünüşte gemiyi insanlar yapmaktadır, ama ayet-i
kerimelerde bu bir ihsan-ı İlâhî olarak zikredilmekte ve üzerinde düşünülmesi, tefekkür edilmesi
istenmektedir. Gemi yapımında kullanılan, demir madenini yaratan da, toprak ve suyu ağaç haline
getiren de, suya gemiyi taşıma gücü veren de Allah’tır.
Güneşin eliyle ziya veren, arıya bal yaptıran, ağaçlardan meyveler çıkaran Allah olduğu gibi,
insana yüksek bir istidat ve şümullü bir kabiliyet veren ve o kabiliyetten nice sanat eserleri çıkaran
da yine Allah’tır. İnsanlar cüzi iradelerini bu hayırlı işlere yönlendirmenin ötesinde, bu hayırların
hakiki sahibi değillerdir.
Bu noktada ayetlerde gemiye verilen önem çok dikkate şayandır:

“Allah öyle bir Allah'tır ki; gökleri ve yeri yarattı, gökten su indirdi, onunla size rızık
olarak çeşitli meyveler çıkardı; emri gereğince denizde yüzüp gitmeleri için gemileri
emrinize verdi, ırmakları da emrinize verdi.” (İbrahim, 14/32)

“Rüzgarları müjdeciler olarak göndermesi, size rahmetinden tattırması, emriyle


gemilerin akıp gitmesi ve lütfundan rızık isteyip kazanmanız O'nun âyetlerindendir. Hem
gerek ki şükredesiniz.”(Rum, 30/46)

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde,
insanlara yarar şeylerle denizde akıp giden gemide, Allah'ın yukarıdan bir su indirip de
onunla yeri ölümünden sonra diriltmesinde, diriltip de üzerinde deprenen hayvanları
yaymasında, rüzgarları değiştirmesinde, gök ile yer arasında emre hazır olan bulutta
şüphesiz akıllı olan bir topluluk için elbette Allah'ın birliğine deliller vardır.” (Bakara,
2/164)

İşte insanlar Allah’ın ihsan ettiği kabiliyet ile, O’nun yarattığı mahlukatı kullanarak ortaya
koydukları eserler için, yine Allah’a şükretmeleri gerekirken, şirk yoluna girmekle kıyametin
kopmasına önemli bir sebep olmuşlardır.
On Yedinci Söz

Âlem-i ervah ve ruhaniyat ne anlama gelmektedir? "Küçük


büyük, ulvî süflî her bir ruh"tan maksat nedir? "Ruhaniyat,
melaike ve sekene-i semavat" tabirlerini nasıl anlamalıyız?
Sorunuza cevap vermeden önce, ilk cümledeki İlâhi isimlerin sıralanışı üzerinde kısaca durmak
isterim. Besmelenin birinci sırasında, önce bütün alemlerdeki tecellilere işaret olarak Allah isminin
zikredildiği, ikinci olarakRahmân isminin zikriyle yer yüzündeki tecellilere, Rahîm ismi ile de
insana geçildiği nazara verilmişti. Burada da tersi bir sıra söz konusu. Yani, Hâlık-ı Rahîm insana
bakmakta; Rezzak-ı Kerim, yeryüzünde rızıklanan bütün canlılara, Sâni'-i Hakîm ise her biri bir
sanat mucizesi olan bütün varlık alemine bakmaktadır.

Ruhaniyat, “cismanî olmayan” demek olup öncelikle, melekleri, cinleri ve vefat edenlerin ruhlarını
içine alır. Bu metinde ise henüz yaratılmayan ruhlar da kastedilmiş ve bunlara hayvanların ruhları da
dahil edilmiştir. Çünkü ceset libasını giyerek dünyadaki nimetlerden istifade etmek üzere bu bayram
yerine gönderilen ruhlar, sadece insanların ruhları değildir. Nitekim, “küçük büyük, ulvi süfli her
bir ruh” ifadesiyle, sineklerin ve böceklerin ruhlarından insanların ruhlarına kadar bütün ruhlar
kasdedilmiştir.

Sekene-i semavat ifadesi ise cinleri kapsamaz, sadece melekleri ve imanla vefat ederek semaya
yükselen mümin ruhları içine alır.

Bir yandan insanın dünyaya çok meftun ve müptela olduğu


nazara veriliyor, öbür taraftan da eser-i rahmet olarak dünyadan
nefret ettirerek âlem-i bekaya geçmek için bir iştiyak verildiği
anlatılıyor. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?
İnsan dünyaya meftun olarak yaratılmıştır. Zira, hem bedeninin bütün ihtiyaçlarını bu dünyada
temin etmekte, hem de kalb ve ruhunu bu kâinatta tecelli eden İlâhî isimleri tefekkür ile
ziyalandırmakta, nurlandırmaktadır. Nur Külliyatı'nda insanın “kâinat ağacının meyvesi” olduğu
sıkça nazara verilir. Buna göre, insanın bu âlemi sevmesi, meyvesi olduğu ağacını sevmesi demektir.

Ancak, insan bu dünyaya ebedî kalmak için değil, ahireti namına sevaplar kazanıp o saadet diyarına
göçmek için gelmiştir. Bir mümin bunun şuurundadır. Ne var ki, bir ömür boyu birlikte olduğu
sevdiklerinden, yakınlarından, bahçesinden, bağından ayrılması da o kadar kolay değildir. İşte bu
ayrılığı kolaylaştırmak üzere Cenâb-ı Hak rahmetiyle bir takım sebepler yaratmış ve onun kalbini bu
fani dünyadan o ebedî âleme çevirmiştir.

Bunlar beş ana madde olarak sıralanıyor ve “kendi insaniyeti dalalette boğulmayan”, yani doğru
yoldan sapmayıp insanlık mahiyetini yaratılış gayesine uygun olarak kullanan insanların bu haletten
istifade edecekleri ve bu dünya tarlasını ve bu imtihan meydanını kalp rahatlığıyla terk edecekleri
vurgulanıyor.

Havas ile mücehhez bir ceset giydirmekle ilgili birkaç örnek


verebilir misiniz? Ayrıca cesedi olmayanlar bu bayramdan ve
Alah’ın nimetlerinden mahrum mu oluyorlar?..
“Havas ile mücehhez,” yani “hisler ile donatılmış” ifadesiyle bütün hayvanlar ve insanlar
kasdedilmiştir. Ceset libası (elbisesi) giydirilerek bu bayram yerine gönderilen her canlı, görme,
işitme gibi hislerle de donatılıyor.

Nuranî oldukları için yemeyen, içmeyen meleklerin bu dünyadaki nimetlerden istifadeleri ancak
onları tefekkür ve o nimetlerin tespihlerini temsil şeklinde olabilir.

“Sâni'-i Zülcelal herbir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve
nukuş-u esmasıyla kemalât-ı san'atını göstermek için; herbir şey'e hususan zîhayata,
duygularla murassa' bir vücud libasını giydirerek, üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar
yapar; cilve-i esmasını gösterir.”(Mektûbat, Yirmi Dördüncü Mektub)

Helal olduğu için kesip yediğimiz hayvanlara çektirdiğimiz bu


ıstırap İlâhî hikmet ve rahmetle nasıl bağdaştırılabilir? Kurban
ibadetini yapan Müslümanlara, bazı kesimlerin karşı çıkmalarını
ve bunu bir katliam gibi göstermelerini nasıl yorumlarsınız?
İnsan, birçok meselede, kendi fikrini ölçü alarak değerlendirmelerde bulunur ve çoğu zaman
yanılır. Meselâ, meleklerin ne ile beslendiklerini, hayatlarını nasıl devam ettirdiklerini
düşündüğünde, onları da sanki mideleri ve ciğerleri olan, gıdasız ve havasız yaşamaları mümkün
olmayan varlıklar zanneder. Onların nurdan varlıklar olduğunu nazara almaz, kendi ruhunun da gıdaya
ve havaya muhtaç olmadan varlığını sürdürdüğünü hiç düşünmez.

Aynı yanlış kıyas burada da karşımıza çıkıyor. İnsan, idama götürülen bir insanla, kesime götürülen
bir hayvan arasındaki büyük farkı görmezlikten gelir. Ben kesimini bekleyen hayvanların aralarında
sürdürdükleri ot kavgalarını çok seyretmişimdir.

Üstat Hazretleri bu konuda şu açıklamayı yapıyor:

“Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit
hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir
rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir.
Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir.”(Şualar, On Birinci Şua)

Hayvanda akıl olmadığı için ölüm acısını hiç düşünmez. Dünyadan ayrılmak gibi bir problemi de
yoktur. Sadece kesime yakın bir şeyler hisseder gibi olur.

Her nefis ölümü tadacağına göre, hayvanlar da bu kaideye dahildirler.

Cenâb-ı Hak, sonsuz hikmetiyle hayvanlar âlemini “et yiyenler ve bitkiyle beslenenler” olmak üzere
iki kısma ayırmıştır. Bütün hayvanlar ot yeselerdi, bütün hayvanların cenazeleri ortada kalacaktı. Bu
faraziyeye göre, böcekler de et yemeyeceklerinden bir buçuk milyonu aşan hayvan türlerinin bütün
cenazeleri yeryüzünde açıkta bırakılacak, yahut hepsinin toprağa gömülmeleri gerekecekti.

İlâhî hikmet, hayvanların bir kısmını diğerlerine rızık yapmakla hem Rezzak ismini tecelli ettirmekte,
hem de Kuddüs isminin tecellisiyle yeryüzünün temizliği ve nezafeti sağlanmış olmaktadır.

Konunun bir başka yönü de şu şekilde ele alınabilir: Her canlının kendine mahsus tespihi ve ibadeti
vardır. Bu görevini yapan ve bu dünyadan göçme zamanı gelen bir canlıyı bir başka hayvanın
parçalayıp yemesinden, yahut insanların yaptığı gibi kesip yemelerinden rahatsızlık duyanlar şunu
unutuyorlar:

Bir insanın bir başkası tarafından öldürülmesiyle bir hayvanın kesilip yenilmesi arasında şöyle
önemli bir fark vardır: “İnsan, öldürülmeyip hayatta kalsaydı şu ibadetleri yapabilir, şu hayırları
işleyebilir ve şu ilimleri tahsil ederek kemale erebilir, manevî terakkisinde büyük yol
alabilirdi.” diye düşünebiliriz. Ama, hayvanlar için böyle bir terakki ve tekâmül söz konusu değil.
Ancak, o hayvan kesilip yenilmekle hem Rezzak isminin tecellisine bir vesile olur, hem de bir
insanın bedeninde hücre olmakla onun yapacağı ibadetlerde bir bakıma hissedar olur.

Kurban kesimine karşı çıkılmasının mantığını anlamak mümkün değildir. Zira, besicilik ayrı bir
sektördür ve bir çok insan, geçimini bu yolla temin etmektedirler. Kurbana karşı olanların besiciliğe
de karşı olmaları gerekir. Madem ki bu hayvanlar kesilecekler, kombinada kesilip kasaplarda
satılmalarıyla, kurban olarak kesilip yenilmeleri, yahut fakirlere dağıtılmaları arasında o hayvanlar
için bir fark olduğu düşünülemez. O halde, burada esas olarak, hayvanlara acımak değil, kurban
ibadetine karşı çıkmak söz konusu oluyor.

İnsanı ana rahminde, kuzuyu koyunun rahminde terbiye edip büyüten, her ikisine de layık oldukları
organları rahmetiyle takan, onlara görme ve işitme duyguları, sindirim ve solunum sistemleri ihsan
eden Allah, bu iki farklı misafirini dünyaya getirip, besleyip büyüttükten sonra bunlardan birinin
diğerine rızık olmasını dilemişse buna kim, ne hakla karşı çıkabilir?!..

Akıl nimetiyle ve yeryüzünün halifesi olmakla şereflendirilen insanın ne ağacı kesmesine, ne ata
binmesine, ne arının balını yemesine, ne koyunun sütünü içmesine karışmak kimseye düşmez.
Kurbana karşı çıkanların, bütün bunlara da karşı çıkmaları gerekir.

Vaktiyle şöyle kısa bir yazı kâleme almıştım:


“Ceylan için aslan korkunç bir mahluk, aslan için ceylan güzel bir sofra. İnsan bu iki farklı
değerlendirmede ceylandan yana çıkar. Ne var ki, bunu yaparken az önce kesip pişirdiği bir tavuğu
yemekle meşguldür.”

"Kurbanların diğer hayvanlardan farklı olarak, ahirette cisimleriyle de cennette bulunacaklarına


inanan bir insanın, kurbanlara acımak yerine, kurban olarak kesilmeyen hayvanlara acıması gerekir.
Zira, bu ikinciler, diğer bütün canlı türleri gibi ahirette sadece ruhen ve manen zevk alacaklar,
bedenî zevkleri tadamayacaklardır."

“Niçin böyle oluyor?” diye bir soru sorma hakkına sahip değiliz. Zira, bu ikinci sınıf hayvanlara
acımamız halinde bu defa kurban olamayan diğer hayvanlar karşımıza çıkarlar. Böceklerden
kartallara, sincaplardan balinalara kadar bütün hayvan türleri de ahirette cismen dirilmek isterler.
Bütün bunlara verilecek tek cevabımız vardır:"
"Bu icraatlar İlâhî takdir ile böyle tanzim edilmişlerdir. Her varlık, Üstat Hazretlerinin güzelce
beyan ettiği gibi, kendisine verilen vücut mertebesinin hakkına eda etmekle mükelleftir. Öncelikle her
varlık yokluktan kurtulmanın sefasını sürmeli, kendisine daha ileri mertebelerin verilmemesini
düşünerek kadere itiraz yoluna girmemelidir. Zaten, insandan başka hiçbir canlıdan böyle bir itiraz
yahut soru gelemez, gelmemiştir de."

“Meselâ madenler diyemezler: "Niçin nebâtî olmadık?" Şekvâ edemezler; belki


vücud-u madenîye mazhar oldukları için, hakları Fâtırına şükrandır."
"Nebâtat, "Niçin hayvan olmadım?" deyip şekvâ edemez. Belki, vücut ile beraber,
hayata mazhar olduğu için, hakkı şükrandır.

Hayvan ise, "Niçin insan olmadım?" diye şikâyet edemez. Belki, hayat ve vücut ile
beraber, kıymettar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. Ve
hâkezâ, kıyas et.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup)

Nurlarda geçen iki önemli hakikati naklederek konuyu noktalayalım:

“Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.”


“Allah’ın rahmetinden fazla rahmet edilmez.”

On Yedinci Söz'de yer alan ve insanın dünyadan kopmasını


kolaylaştırma hakkındaki son maddesini izah eder misiniz?
"Beşincisi: Kur'ân'ı dinleyen insana, Kur'ân'daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle
dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu
anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki:"
"Dünya bir kitab-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki başkasının
Zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyleyse mânâsını bil, al; nukuşunu bırak, git."
"Hem bir mezraadır. Ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrafatını at, ehemmiyet
verme."(1)

"Birinci nokta: Ehl-i dalâletin vekili der ki: "Ehâdisinizde dünya tel'in edilmiş cîfe
ismiyle yad edilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat dünyayı tahkir ediyorlar,
'Fenadır, pistir' diyorlar. Halbuki, sen bütün kemâlât-ı İlâhiyeye medar ve hüccet, onu
gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun."
"Elcevap: Dünyanın üç yüzü var.
"Birinci yüzü Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı
harfiyle, onlara aynadarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedâniyedir. Bu
yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır."

Dünya ve kainat Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği bir mekteptir. Bu yüzü ile dünya ve
kainat güzeldir, övülmeye ve sevilmeye layıktır.

"İkinci yüzü âhirete bakar.Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin


mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır."

Dünya ve kainat, ahiretin kazanıldığı bir yer, bir tarla olmasından dolayı bu yüzü ile de güzeldir
ve sevilmeye layıktır. Bu yüzde ne kadar ileri gidilse güzeldir. Dünya nimetlerini ve lezzetlerini
şükür için takip etmek güzeldir. Helal olan bütün lezzetlerden tatmada bir sakınca yoktur.

"Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın
mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır.
İşte, hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir."(2)

Dünya ve ahretin bir de üçüncü yüzü vardır ki, Allah’ı ve ahireti unutturan günah ve dalalete
davet eden kirli ve çirkin yüzüdür. Bu yüzü ile dünya zararlı ve faydasızdır. Haramlar ve gayri meşru
lezzetler bu yüze bakar.
Özet olarak; dünya hayatına Allah adına ve onun ismi ile bakılırsa her şey çok güzel ve çok tatlı
bir levha hükmüne geçer. Yani şu dünya hayatı ya Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği ulvi bir
mektep ya ahiret hayatının kazanıldığı verimli bir mezra ya da nefis ve hevaya hitap eden adi ve
geçici bir oyuncaktır. Dünyanın ilk iki yüzü hidayeti temsil eden iki güzelliktir. Bu yüzlerden ne
kadar istifade edilirse edilsin, Allah hesabına olur ve bir mahzuru yoktur.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz
(2) bk. a.g.e., Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf

On Yedinci Söz'ün Ana Konusu ve Teması Nedir?


On Yedinci Söz'de "Dünyadaki ölüm ve ayrılıklar, her şeyi kuşatan bir rahmetle nasıl
açıklanabilir?" sorusuna cevap veriyor.
Zaman ipine asılan her bir dönem veya nesil, Allah’ın isim ve sıfatlarının gösterilmesi ve ilan
edilmesinde bir resmi geçit gibidir. Onlar yokluğa ve hiçliğe değil, vazife paydosundan sonra asıl
vatanlarına gidiyorlar. Demek ölüm rahmet manasına uygundur.

Ölümün rahmet ve güzel yüzünü tarif ve musibetlerin insanı ölüme hazırlaması ile ölümün acısının
hafifletilmesi izah ediliyor. Hatta ölümün bir nimet olduğu vurgulanıyor.

İkinci Makam: Tevekküle dair bir nazım.

Siyah Dutun Bir Meyvesi: Ölüm ve âhirete Kur'ân'ın ışığında bakış.

Kalbe Farisî Olarak Tahattur Eden Bir Münacat: Dünyanın faniliğine dair bir nazım: Önce
gafletle bakış ve yakınma, sonra tevekkülle sükûna eriş.

Birinci Levha: Gaflet ehlinin dünyaya bakışı.

İkinci Levha: Hidayet ehlinin dünyaya bakışı.

Barla Yaylası, Çam, Katran, Ardıç, Karakavağın Bir Meyvesi: Farsça bir tefekkürname ve
açıklaması.

On Yedinci Söz, ana hatlarıyla bunlardan teşekkül etmiş bir risaledir.

"Bu söz, iki âlî makam ve bir parlak zeylden ibarettir."


cümlesinde zikredilen "iki âli makam" ile "bir parlak zeyl"den
maksat nedir?
Birinci ve İkinci makamlar zaten belirtilmiş bulunuyor. Parlak Zeyl diye özel bir bölüm
görünmüyor. Bu bölümün ise İkinci Makamın sonunda Yuşa Tepesine yazılan İki Levha ile başlayan
ve On Sekizinci Söz’e kadar devam eden kısım olduğu anlaşılıyor.

"Daim gelen geçen ayineler mecmuası" tabirine örnekler


verebilir misiniz? "onlarda tecelli edeni bil, envarını gör ve
onlarda tezahür eden esmânın tecelliyatını anla" ifadelerinde
geçen görme ve anlama kelimelerinin kullanımı arasında fark var
mı?
Her varlık kendisinde tecelli eden İlâhî isimlere bir ayna gibidir. İnsanın görevi, bu
tecellileri tefekkür etmek, anlamak ve bunlardan Allah’ın varlığına, birliğine, hikmet ve rahmetine
intikal etmektir. “Tecelli edeni bil”ifadesi bu manayı ders verir. “Envarını gör.” ifadesi esmanın
tecellilerinden önce zikredildiğinden, bununla “İlahî sıfatları ve şuunatı kalp gözüyle
görme” kasdedilmiş olabilir.

“Cereyan eden suyun kabarcıklarındaki cilveler, güzellikler, nasıl kendilerinden değil;


belki bir güneşin ziyasının güzellikleri, cilveleridir. Öyle de: Şu seyl-i kâinattaki muvakkat
parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî'nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır.”(Sözler,
Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)

"Dünya ise bütün şaşaasıyla ahirete nisbeten bir zindan


hükmündedir." cümlesini yorumlar mısınız?
Burada ahiret kavramı farklı bir boyutun ve farklı bir hayatın ortak adıdır. Bu sebeple ahiret
hayatı, sadece cennet hayatından ibaret bir boyut, bir yaşam formu değildir. Nitekim iman ve ameli
güzel olan bir insan için ahiret hayatının her süreci ve her anı cennet hayatı gibi güzel ve nimetler ile
döşenmiştir. Sadece cennet denilmiş olsa idi ahiret hayatının bir bölümü zikredilmiş, diğerleri es
geçilmiş olacaktı ki, bu kıyasta bir eksiklik olurdu.

Mesela; kabir hayatı, mahşer, sırat gibi ahiretin diğer süreçleri mümin için nimet ve lezzet
olacaktır. Bu süreçlerin hepsi de dünya hayatından daha yüksek, daha mükemmel süreçlerdir. Ahiret
kelimesi hepsini içine alır; ama cennet kelimesi almaz.

Cümlenin yapısında dünya hayatı ile ahiret hayatının güzellik ve mükafat yüzü kıyaslanıyor; ceza ve
azap yüzü kıyaslanmıyor. Şayet ceza ve azap yüzü ile kıyas olsa idi, durum aksine olurdu; yani dünya
cehenneme ya da ahretin dehşetli yüzüne kıyasla cennet gibi olurdu. Nitekim hadiste

"Dünya müminin zindanı, kafirin de cennetidir."

denilmesi bu kıyasa işaret içindir. Cümlenin yapısında mükafat hükmettiği için, cehennem ile
dünyanın kıyası anlaşılmaz. Cümlede mükafatın hükmettiğini şaşaa ve kıyastan anlamak mümkündür.

"Dünya ise, bütün şaşaasıyla âhirete nisbeten bir zindan


hükmündedir..." Dünyanın bütün şaşaasıyla, ahirete nispeten bir
zindan olmasını müşahhas bir misâlle izah eder misiniz?
İnsanın dünya hayatından cennet hayatına geçişi, ana rahminden bu dünyaya gelmesine
benzetiliyor. Ana rahmindeki hayat ne kadar şaşaalı olursa olsun, dünya hayatına göre zindan
hükmünde kaldığı gibi, dünyanın her türlü elemden uzak, bütün isteklerin rahatlıkla karşılandığı
şaşaalı bir hayatı bile cennet hayatına göre zindan gibi karanlıklı kalır.
Peygamber Efendimiz (asm.) cenneti,

“Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ne de beşerin kalbine hutur etmiştir.” (Müslim,
Îmân, 312)

şeklinde tarif buyururlar. Cenneti bizzat gören Allah Resulünün (asm.) bu hadis-i şerifleri Üstat
Hazretlerinin şu dua cümlesini hatırlatıyor:

"Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin numunelerin ve


gölgelerin asıllarını, membalarını göster,..” (Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Suret)

Dünya ile ahiret arasında, gölge ile asıl arasındaki fark kadar büyük bir farklılık olunca, bu
gölgeler âleminde asıllar âlemi olan ahireti ve cenneti elbette anlayamayız ve tahmin edemeyiz.

"Dünya, bir kitab-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine


değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar.
Öyle ise mânasını bil al, nukuşunu bırak git..." Dünyanın bir
kitab-ı samedanî olmasını örneklerle açabilir misiniz?
Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-i hüsnasından biri de Samed’ dir. Her şeyin O’na muhtaç olduğunu,
kendisinin ise hiçbir şeye muhtaç olmadığını ifade eder. İhtiyaç denilince öncelikle yokluktan
kurtulup varlık âlemine gelmek ve bu âlemde varlığını devam ettirmek anlaşılır. Bu
manasıyla Samed ismi bütün eşyada tecelli eder. Allah, ne güneşe, ne aya, ne yıldızlara, ne dağlara
ve taşlara muhtaç değildir, onlar ise var olmalarında ve varlıklarını devam ettirmede O’na
muhtaçtırlar.

Bitkiler âlemine geçtiğimizde ihtiyaç dairesi genişlenir, Samed ismi de daha ileri manada tecelli
eder. Bir taş sadece varlığının devamına muhtaç iken, bir ağaç toprağa, havaya, suya, bahara, gece
ve gündüze, güneşe muhtaçtır.

Hayvanda ihtiyaç dairesi daha da genişlenir. Bir hayvan, bitkilerin muhtaç olduğu bu şeylerin tümüne
muhtaç olmanın yanı sıra, görmeye, işitmeye, yemeye, içmeye, hareket etmeye, sevmeye, korkmaya da
muhtaçtır.

İnsana akıl verilmesiyle ihtiyaç dairesi “madenlerden, ışınlar âlemine” kadar genişlemiş ve bugün
teknolojinin ulaştığı her şey insan ihtiyacının birer meyvesi olarak ortaya çıkmıştır.

Üstat Hazretleri kalbe “ayine-i Samed” demekle samediyetin en geniş aynasının insan kalbi olduğunu
ortaya koymuştur. Göz görme ile, kulak işitme ile, mide gıdalanmakla, akıl anlamakla tatmin
olurken kalb, ancak Allah’a iman ve marifet ile tatmin olur. Onun ihtiyaç dairesi şu görünen âleme
münhasır kalmaz. İnsan kalbi, Allah’a, ahirete diğer bütün iman ve Kur’an hakikatlerine inanmaya da
muhtaçtır.

“Biliniz ki kalpler ancak Allah’ın zikriyle (O’nu anmakla) tatmin olur (huzur
bulur).” (Ra’d, 13/28)

ayet-i kerimesi bütün insanlık âlemine bu dersi vermekte, akıl ve kalplerini ihmal ederek sade
nefislerinin tatminine çabalayanların düştükleri manevî ve ruhî sıkıntıların çaresini beyan etmekte ve
bunların birer tezahürü olan sosyal problemlerin çözüm yolunu böylece göstermektedir.

Kitab-ı Samedanî terkibinde geçen “kitap” kelimesi üzerinde de kısaca duralım. Nur Külliyatı'nda
bu kâinat bir kitaba benzetilir; kudret kalemiyle ve element mürekkebiyle yazılmış bir kitap. Bu kitap
yine Nur Külliyatı'nda ifade edildiği gibi “Rabbanî”dir. Yani, bu kâinat
kitabındaki “meyve” kelimeleri bir terbiyeden geçmişlerdir, yenilirler. “Güneş” kelimesi bir
terbiyeden geçmiştir, ışık verir. “İnsan” kelimesi akıl sahibidir, düşünür. Her hangi bir kelime
kâtipsiz olamayacağına göre, bu Rabbanî kelimeler elbette kâtipsiz, Sani’siz, Hâlık’sız olamazlar.

Öte yandan bu kelimelerde Samediyet de tecelli eder. Yani, bu hayattar kelimeler ihtiyaç
sahibidirler. Elma kelimesi ile gerçek elma arasındaki en bariz fark buradadır. Gerçek elma, bahara
muhtaçtır, suya, güneşe muhtaçtır; bütün bir âleme muhtaçtır. Elmanın ismi veya resmi ise Rabbanî
olmadığı için Samedanî de değildir. Yani, gerçek elmanın özelliklerini taşıyacak şekilde terbiye
edilmediği için, onun muhtaç olduğu şeylere de muhtaç değildir.

"Ekseriyyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile


tenfir edip usandırıyor,.." Merhametkarane tenfir edip usandırma
meselesini açabilir misiniz? Bir de ekseriyet kelimesinin kullanım
sebebi nedir?
Bu dünya ahiretin tarlasıdır ve bir imtihan meydanıdır. İnsanlar bu tarlada çalışırlar, yorulurlar
ve bu imtihan meydanında çeşitli şekillerde imtihan olurlar. Büyük ekseriyet, hastalıklarla,
musibetlerle, firaklarla, ihtiyarlık sıkıntılarıyla bu dünya hayatından bir usanç duymaya başlarlar.

Bütün ihtiyaçlarını en güzel ve rahat şekilde temin eden ve bu dünyada sıkıntısız bir hayat geçirenler
çok azdır. “Ekseriyet” kelimesi, hem büyük çoğunluğun sıkıntılı bir hayat geçirdiğine hem de çoğu
insanın gençlik döneminde değil ihtiyarlığın sıkıntılarını tadarak vefat ettiğine işaret etmektedir.

"Fakat bu ziyafet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbaniyyedeki İsm-i


Rahmân ve Muhyî'nin tecellilerine mukabil İsm-i Kahhar ve
Mümît, firak ve mevt ile..." Kahhar ve Mümit isimlerinin tecelliyatı
olarak firak ve mevt kelimeleri zikrediliyor, nasıl anlamalı?
Kahhar, kahreden; Mümit ise ölümü veren manasına gelir. Kahhar ve Mümit isimlerinin
tecellileri, Rahmân ve Muhyi isimlerinin tecellilerinin zıtlarıdır. Yani, canlılara Muhyi isminin
tecellisiyle hayat verilirken, Mümitismiyle ölüm tattırılır ve hayat nimeti ellerinden alınır. O
canlılara, bütün bir kâinattan ince ölçülerle süzülen rızıklar Rahmân ismiyle
verilirken, Kahhar ismiyle bu rahmet tecellilerine son verilir.

Ölümü tadan bir canlı bütün kâinattan ayrı düşer. Firak kelimesi bunu ifade eder. Hayatın yerini
ölüm, rızkın yerini ise rızık alemiyle ilişkinin kesilmesi alır. Artık o canlı için ne rızık vardır, ne gece
ve gündüz, ne hava ve su, ne de güneş ve ay; bunların hepsinden ayrılmıştır. Ruh başka âlemlere
göçmüş, bedene hizmet eden bütün bir kâinat artık o ruh için çok gerilerde kalmıştır.

"Fakat bu ziyafet-i İlâhiye ve bayram-ı Rabbaniyyedeki İsm-i


Rahmân ve Muhyî'nin tecellilerine mukabil..." Ziyafet-i İlâhîye ve
bayram-ı Rabbaniye için Rahmân ve Muhyi isimlerinin nazara
verilmesinin hikmeti ne olabilir?
Muhyi, “hayat veren” demektir. Cenâb-ı Hak bu dünyada kendilerine mahsus ibadetlerini
yapmak üzere görevlendirdiği canlı türlerinin hepsine birer “cismanî vücut” vermiştir. Cisim
verilmesiyle birlikte o cismin hayatının devamı için gerekli rızıkları da yaratmıştır.

Üstat Hazretleri “Rahmân’ın en zâhir manâsı Rezzâk'tır” buyurur. İnsan olsun, hayvan olsun,
mümin olsun kâfir olsun hayat verdiği her varlığa o hayatın gerektirdiği göz, kulak, mide gibi
cihazları veren Allah, o canlıların muhtaç oldukları rızıkları da, bir ayırım yapmaksızın, ihsan
etmektedir. Yani, bütün canlıları güneşten, havadan, sudan, gece ve gündüzden faydalandırdığı gibi,
onların tümünün rızkını da ihsan etmektedir. Muhyi ile Rahmân’ın birlikte zikredilmeleri bunun
içindir.

"Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et;


müzahrafatını at, ehemmiyet verme..." Dünyanın mezra olması ne
demektir? Ayrıca muzahrefatı atmak ne anlama gelmektedir?
Bir hadis-i şerifte,

“Dünya ahiretin tarlasıdır.” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, I/412)

buyrulur. Nur Külliyatı'ndan bir derste, ömür dakikaları tohumlara ve çekirdeklere


benzetilmektedir. Buna göre dünya tarlasına “zaman” ekilmektedir. Bu dakikalar hayırlı işlere
harcandıklarında cennet meyveleri, şerde kullanılmaları halinde ise cehennem meyveleri verecektir.

İnsan, tarlada işini bitirip köyüne döneceği zaman, köyde işe yarayacak şeyleri arabasına yükler, işe
yaramayanları orada bırakır. İşte köyde işe yaramayan her şey tarlanın muzahrefatıdır. Müzahrefat;
“süprüntü, pislik, sahte” gibi manalara gelmektedir.

Dünya tarlasından da ahirete götüreceğimiz ve orada faydasını göreceğimiz mahsuller bizim için
önemlidir, boş geçen zamanlardan, günah ve isyanda harcanan vakitlere kadar her şey muzahrefat
sayılır. Bunlardan uzak durmaya ve ömrümüzü en verimli şekilde geçirmeye mecburuz.

“… bu dünyada kısa bir müddet zarfında hayat-ı şahsiye ve hayat-ı içtimaiye


geçirmenin bir gayesi şudur ki; suretler alınıp terkib edilsin, netice-i amelleri alınıp
hıfzedilsin. Tâ bir mecma-i ekberde muhasebesi görülsün ve bir meşher-i a'zamda
gösterilsin ve bir saadet-i uzmaya istidadı gösterilsin. Demek hadîs-i şerifte "Dünya âhiret
mezraasıdır." diye bu hakikatı ifade ediyor.”(Sözler, Onuncu Söz)

"Hem bir mezraadır... Hem birbiri arkasında daim gelen, geçen


âyineler mecmuasıdır... Hem seyyar bir ticaretgâhtır... Hem
muvakkat bir seyrangâhtır... Hem bir misafirhanedir..." On
Yedinci Söz'ün Beşinci Nokta'sında yer alan "Hem,.. Hem,..
Hem"leri izah eder misiniz?
"Beşincisi: Kur’ân’ı dinleyen insana, Kur’ân’daki ilm-i hakikati ve nur-u hakikatle
dünyanın mahiyetini bildirmekliğiyle, dünyaya aşk ve alâka pek mânâsız olduğunu
anlatmaktır. Yani, insana der ve ispat eder ki:"
“Dünya bir kitab-ı Samedânîdir. Huruf ve kelimâtı nefislerine değil, belki başkasının
Zât ve sıfât ve esmâsına delâlet ediyorlar. Öyle ise mânâsını bil, al; nukuşunu bırak,
git..."(1)

Samed; Allah’ın bir ismi olup, mana olarak "her şeyin kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi
hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan Allah" demektir.
Kainatın ve insanın bu isme nispet edilip ayna olmasında ince bir nükte vardır, o da şudur: Hiç
bir şeye muhtaç olmamak manasında, kusursuzluk ve mutlak kemal manası vardır. Yani hiçbir şeye ve
hiçbir kimseye muhtaç olmayan; ancak mükemmel ve kusursuz bir Zat olabilir. Elbette bu ismin
tecelli edeceği ve kendisini göstereceği aynanın mahiyeti de bundan nasibini alacaktır.
Yani Samed isminin aynası; ancak kusursuz ve mükemmel bir Zat'a münasip bir vaziyette olabilir. Bu
sebepledir ki, kainatta sanat ve ayinedarlık noktasında, zerre kadar bir kusur ve noksanlık yoktur. Zira
kusursuz bir Zat'ın aynası ve sanatı da ona göre kusursuz düşer.
İnsan mahiyetinin, Allah'ın bütün isim ve sıfatlarına kusursuz ve geniş bir şekilde ayine olması da,
yani mahiyetinde her bir isim ve sıfatın manasını tam göstermesi ile de Samadiyet'in tecellisini
gösterir. İnsan şu kainatın küçük bir modeli ve numunesi hükmünde yaratılmıştır. Kainatta ne varsa
insanda da o var; ama kainat büyük ve umumi bir ayna, insan ise küçük ve hususi bir ayna olarak
yaratılmıştır. Kainat Allah'ın isimlerine dev bir aynadır, insan ise o dev aynanın küçültülmüş, ama
tüm hususiyetlerini ihtiva eden küçük bir aynasıdır.

Özet olarak; kitab-ı samedaniyeyi; Allah’ı bize tarif eden kusursuz bir sanat ve ayna şeklinde
tanımlayabiliriz. Bütün dünya ve kainat Allah’ın isimlerine işaret eden kusursuz bir levha ve işarettir.
İnsanın vazifesi ise bu işaretleri okuyarak Samed olan Allah’a ulaşmaktır. Yoksa işaretlerin kendi ile
meşgul kalıp maksattan gafil kalmak değildir.

“Hem bir mezraadır. Ek ve mahsulünü al, muhafaza et; muzahrafatını at, ehemmiyet
verme."

“Hem birbiri arkasında daim gelen, geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise onlarda tecellî
edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmânın tecelliyâtını anla ve
Müsemmâlarını sev; ve zevâle ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı
kes."

“Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alışverişini yap, gel; ve senden kaçan ve sana iltifat
etmeyen kafilelerin arkalarından beyhude koşma, yorulma."

“Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve zahirî, çirkin yüzüne
değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel yüzüne dikkat et, hoş ve faideli bir tenezzüh
yap, dön; ve o güzel manzaraları irâe eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla,
akılsız çocuk gibi ağlama, merak etme."

“Hem bir misafirhanedir. Öyle ise, onu yapan Mihmandar-ı Kerîmin izni dairesinde ye, iç,
şükret. Kanunu dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık, git. Herzekârâne,
fuzulî bir surette karışma. Senden ayrılan ve sana ait olmayan şeylerle mânâsız uğraşma ve
geçici işlerine bağlanıp boğulma.” gibi zahir hakikatlerle, dünyanın iç yüzündeki esrarı
gösterip dünyadan mufarakati gayet hafifleştirir, belki hüşyar olanlara sevdirir ve
rahmetinin her şeyde ve her şe’ninde bir izi bulunduğunu gösterir."(2)

Bir misafir, misafirhaneden ayrılırken geri bakmak yerine gideceği yeni menzile nazar eder.
İnsanın da kalbini ve fikrini ölüm ötesine, cennete, ebedî saadete yönlendirmesi gerekir. Böyle bir
yönlendirme dünyadan ayrılışı kolaylaştırır.
Dünyanın fani olduğunu bildiği halde, sanki burada ebedî kalacakmış gibi bir ruh haleti taşıyan
kimsenin dünyadan ayrılması oldukça zor olur. Bu gibi kimseler ölümden fazlasıyla korkarlar.
Dünyayı misafirhane telakki eden kişiler ise, bir misafirlik süresi kaldıkları bu dünyaya gönül
bağlamazlar ki ondan ayrılmaları çok zor olsun. Onlar da dünyadan ayrılmak istemezler, ancak bu
istemezlikte esas olan, bu dünyadan ahiret namına daha fazla fayda sağlamak, daha çok sevap
kazanmaktır.
“Arkana bakma çık git.” ifadesi dünyayı misafirhane olarak gören kişi için geçerli olduğu
kadar, dünyanın diğer tarifleri için de geçerlidir. Dünyayı ahiretin tarlası olarak gören kişi, bu
tarlada işini bitirince artık arkasına bakmadan çıkar gider. Keza dünyayı bir imtihan meydanı olarak
gören kişi de imtihanını tamamladığında imtihan salonuna hasretle bakmaz, ondan ayrılmanın elemini
hiç mi hiç çekmez. Arkasına bakmadan bir an önce salonu ve bulunduğu binayı terk eder.
"İşte Kur’ân şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere dahi âyât-ı
Kur’âniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş vecihten bir hissesi olmaya."

Üstad Hazretleri son beş hemleri genel hatları ile şu şekilde izah ediyor: "

"Birinci nokta: Ehl-i dalâletin vekili der ki: "Ehâdisinizde dünya tel'in edilmiş cîfe
ismiyle yad edilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat dünyayı tahkir ediyorlar,
'Fenadır, pistir' diyorlar. Halbuki, sen bütün kemâlât-ı İlâhiyeye medar ve hüccet, onu
gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun."
"Elcevap: Dünyanın üç yüzü var."
"Birinci yüzü Cenâb-ı Hakk'ın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı
harfiyle, onlara aynadarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedâniyedir. Bu
yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır."(3)

Dünya ve kainat Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği bir mekteptir. Bu yüzü ile dünya ve
kainat güzeldir, övülmeye ve sevilmeye layıktır. İnsan bu cihetle kainatı ne kadar okusa o kadar
güzeldir.

"İkinci yüzü âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennetin mezraasıdır, rahmetin


mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır."

Dünya ve kainat, ahiretin kazanıldığı bir yer, bir tarla olmasından dolayı bu yüzü ile de güzeldir
ve sevilmeye layıktır. Bu yüzde ne kadar ileri gidilse güzeldir. Dünya nimetlerini ve lezzetlerini
şükür için takip etmek güzeldir. Helal olan bütün lezzetlerden tatmada bir sakınca yoktur.

"Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın
mel'abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır.
İşte, hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir."(4)

Dünya ve ahretin bir de üçüncü yüzü vardır ki, Allah’ı ve ahireti unutturan günah ve dalalete
davet eden kirli ve çirkin yüzüdür. Bu yüzü ile dünya zararlı ve faydasızdır. Haramlar ve gayri meşru
lezzetler bu yüze bakar.
Özet olarak; dünya hayatına Allah adına ve onun ismi ile bakılırsa her şey çok güzel ve çok tatlı
bir levha hükmüne geçer. Yani şu dünya hayatı ya Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği ulvi bir
mektep ya da ahiret hayatının kazanıldığı verimli bir mezra ya da nefis ve hevaya hitap eden adi ve
geçici bir oyuncaktır. Dünyanın ilk iki yüzü hidayeti temsil eden iki güzelliktir. Bu yüzlerden ne
kadar istifade edilirse edilsin, Allah hesabına olur ve bir mahzuru yoktur.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz.
(2) bk. a.g.e.
(3) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.
(4) bk. a.g.e.

"Hem muvakkat bir seyrangâhtır. Öyle ise nazar-ı ibretle bak ve


zahirî, çirkin yüzüne değil, belki Cemîl-i Bâkîye bakan gizli, güzel
yüzüne dikkat et,.." Devamıyla izah eder misiniz?
Eşya esas itibarı ile Allah’ın bir sanatı bir eseridir ve isim ve sıfatlarına işaret etmektedir.
Ancak bu işaretler iman ve hidayet gözlüğü ile görülebilmektedir. İnkarcı veya gafletli gözler bu
işaretleri göremez.
İman gözlüğü ile bakıldığında kainat bir bayram meydanı, içindeki varlıklar ise Allah’ı tesbih ve
tekbir ile neşelenmiş bayramdaşlardır. Çiçekler, böcekler, dağlar, bayırlar, yıldız ve galaksiler, hep
birlikte tevhit türküsünü mırıldanıyor. Gecenin mehtabı, gündüzün meşheri, denizin dalgası, dağların
hazineli bir kazık gibi insanlara analık etmesi ve onlara temiz hava, su, ve madenler verilmesine
vesile olması, hep kainat ve içindekilerinin birer güzelliklerindendir. Kainat ve içindeki bütün bu
güzellikler, sonsuz güzelliğin bir habercisi bir müjdecisi bir muştusu niteliğindedir.
Evet, su kabarcığının üstündeki küçük ışık huzmesi nasıl güneşe işaret ediyor ise, kainattaki
sayısız cemal huzmeleri de sonsuz cemale işaret edip, onun neşvesi ile cuşu huruşa gelmiş ve adete
kainatı bayram meydanına ve havasına dönüştürmüştür.
Tabi bütün bu incelik ve güzellikleri kemali ile görmek ve zevk etmek, ancak kamil bir iman ile
mümkündür. İman gazı kaçmış kalp gözü ile bu incelik ve güzellikleri görmek mümkün değildir.
Risale-i Nur'un tahkiki iman dersleri ve latif tefekkür sistemi inşallah bu imanı herkesin
kabiliyetine göre verebilir.

"Hem o Rahman'ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl


vazife uğrunda,.." Burada Rahmân isminin öne çıkarılmasının
hikmeti nedir?
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Rahmân ismi, “bütün canlıların, başta rızık olmak üzere, her
türlü ihtiyaçlarını rahmetiyle yerine getiren” manasına gelmektedir.
Hayvanlar âleminin görevlerini aksatmadan yerine getirmelerine mükâfat olarak, ahirette onlara
mahsus bir saadete kavuşmalarını Rahmân ismi iktiza etmektedir. Buna hem örnek, hem delil olmak
üzere hayatını Allah uğrunda feda eden mücahitlerin şehitlik rütbesine ermeleri nazara veriliyor. O
şehit, hayatını Allah yolunda feda ettiği gibi, her bir hayvan da yine Allah’ın ona ihsan ettiği
cihazlarla O’nun verdiği fıtrî vazifeleri yerine getirerek yaşıyor ve hayatını bu yolda bir bakıma feda
ediyor. Onların hayatları da ‘vazife uğrunda ve mücahede işinde telef” oluyor. Bu sebeple, onların
de kendilerine mahsus bir manevî ücret almaları, ahirette ruhanî bir zevk tatmaları Rahmân isminin
ayrı bir tecellisi olacaktır.

"Hem seyyar bir ticaretgâhtır. Öyle ise alış-verişini yap, gel ve


senden kaçan ve sana iltifat etmeyen kafilelerin arkalarından
beyhude koşma, yorulma." Dünyanın, seyyar bir ticaretgâh olması
nasıl oluyor?
“Seyyar” kelimesi dünyanın döndüğüne ve sabit bir mağazadan ziyade seyyar bir ticaret
gemisini andırdığına işaret etmektedir.

İnsanlar ömür sermayeleriyle bu dünya ticaretinde ya “iman, salih amel, güzel ahlâk” gibi cennete
layık manevî değerlere sahip olurlar, yahut bu sermayenin yanlış kullanılmasıyla “küfür, dalalet,
isyan” gibi cehennem malzemeleri satın alırlar. Altıncı Söz’e konu olan şu ayet-i kerime dünyanın bir
ticaret yeri olduğunu ders verir:

“Muhakkak Allah, müminlerden nefislerini ve mallarını (kendilerine vereceği) cennet


mukabilinde (karşılığında) satın aldı.” (Tevbe, 9/111)

Bu ayetin verdiği derse göre insanlar nefislerini (yani hem organlarını, hem akıl, kalb gibi
latifelerini) ve mallarını Allah’ın emri istikametinde kullandıklarında bunları Allah’a satmış olurlar.
Bunun karşılığında ahirette cennete kavuşacakları gibi, dünyevi hayatlarını da daha rahat ve daha
mesut geçirirler.

"Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı;


asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt'alara taksim
ederek..." Bayramın; asırlar, seneler, mevsimler, günler bazında
açılımının izahı ve bayramın, kıtalara taksim edilmesi ne demektir?
Bu dünya “küçük-büyük, ulvî-süflî” bütün ruhlar için bir bayram yeri olarak hazırlandığına
göre, bu bayram, ilk canlıların yaratılmasıyla başlamış oluyor.

Bu bayram yerinde yaratılan ilk canlılar meleklerdir. Henüz hayvanlar yaratılmadan bu dünya
sadece melekler için bir bayram yeri mahiyetini taşıyordu. Şu var ki, resmigeçit ve ceset libaslarını
giyme ifadelerine baktığımızda, burada öncelikle hayvanların ve insanların nazara verildiğini
söyleyebiliriz. Bu iki grup mahluk, Muhyi (hayat verici) isminin tecellisiyle bu dünyaya gelmekte
ve resmigeçitlerini tamamlayanlar Mümit (ölümü verici) isminin tecelli etmesiyle bayram yerini terk
etmektedirler.

Hayvanlar insanlardan çok önce yaratılmışlardır. Bu başlangıç milyonlarca sene olarak ifade
edilmektedir. Bayramın zaman cihetiyle genişliği bu manaya gelir. Mekân ise bulunduğumuz arz
küresinin tamamıdır. Farklı kıtalarda, değişik iklim şartlarında birbirinden çok farklı canlılar
yaratıldığından, her bir kıta, her bir bölge ayrı bir bayram yeri gibidir. Öte yandan, canlıların bu
resmigeçitleri farklı sürelerde gerçekleşmektedir. Bütün ömrü birkaç saniye olan canlılar olduğu
gibi, bir baharda yaratılıp güz mevisiminde hayatları son bulan sinekler, böcekler ve ömürleri bir
asır kadar yahut daha fazla olan canlılar da vardır. Bu resmigeçide, bitkiler âlemini de kattığımızda
ömür süresi bazen birkaç asır olabilir, çınarlar gibi. Buna göre, metinde geçen “asırlar” ifadesinden
ömürleri bir asır kadar süren, yani bir asır içinde resmigeçitlerini tamamlayan canlılar anlaşılır;
insanlar da bu gruba girerler. “Seneler, mevsimler, günler” ifadesiyle de ömürleri bir senelik, bir
mevsimlik yahut bir günlük olan canlı türleri hatırlanacaktır.
“Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki: Zaman seylinde mütemadiyen çalkanan ve
kafile kafile arkasından gelip geçen mahlukatın bir kısmı, bir saniyede gelir, der-akab
kaybolur. Bir taifesi, bir dakikada gelir, geçer. Bir nev'i, bir saat âlem-i şehadete uğrar,
âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı
da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip, konup; vazife görüp gidiyorlar.” (Lem’alar, Otuzuncu
Lem’a, Altıncı Nükte)

"Hoş ve faideli bir tenezzüh yap, dön ve o güzel manzaraları irae


eden ve güzelleri gösteren perdelerin kapanmasıyla akılsız çocuk
gibi ağlama,.." Hoş ve faydalı bir tenezzüh yaparak, geriye nasıl
dönülür?
Tenezzühün bir manası, “gezinti, kırlara çıkıp bir süre dolaşma”dır. İnsan bu kısa gezintiyi
tamamladığında asıl yuvasına döner. Bu ifade dünya hayatı için zikredildiğine göre, geriye dönülecek
yer ahirettir, cennettir.
Adem babamızın cennetten dünyaya gelip peygamberlik görevini yerine getirerek yine cennete
dönmesi gibi, bütün peygamberler ve bütün salih kullar da dünyada bir tenezzüh miktarı kadar kalıp,
bu kısa zaman içinde kâinatı Allah namına seyredip, ömürlerini O’nun rızasısı yolunda geçirerek
ebedî saadet mahalli olan cennete dönerler.

"İhtiyarlık mevsimiyle; dünyevî, güzel ve cazibedâr şeyler


üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı mânâsını göstererek o
insanı dünyadan ürkütüp, o fâniye bedel, bir bâki matlubu
arattır..." Gençler fena ve zevalin mahiyetini idrak edemezler mi?
Dokuzuncu Söz’de ikindi vakti ve güz mevsimi insan ömrünün ihtiyarlık dönemine benzetiliyor.
Bu dönemler, insana ihtiyarlığı sürekli hatırlatırlar. İkindiyi akşam, güzü kış takip ettiği gibi
ihtiyarlığı da ölüm takip eder. Bu bakımdan insanların ölümü en sık hatırladıkları dönem ihtiyarlık
vaktidir.

Bu mevsime giren bir insanın kalbi fâni şeylerden bâki hedeflere doğru yönelme gösterir. Zira,
ihtiyarlık mevsimine girmekle ölüm kışını daha çok hatırlayan bir insan, “dünyevî, güzel ve
cazibedâr şeyler üstünde fena ve zevalin damgasını ve acı mânâsını” çok daha güzel okur ve anlar.
İnsan gençlik sarhoşluğuyla kendini dâimî, çevresindeki her şeyi de ebedî görmekle aldanır. Bu
aldanış ihtiyarlığa girmekle yerini intibaha bırakır.

İnsan aklı, sadece hazır zamanı değil, geçmiş ve gelecek zamanları da düşünebildiğinden, ölümü
hatırlamak için ihtiyarlığı beklemeye gerek yoktur. İnsan genç iken de ihtiyarlığı, baharın
başlangıcında da güzü düşünebilir. Güneş her batışında bizim de bir gün batacağımızı haber
vermektedir. Genç iken bunun şuuruna erip hayatını ölüm ve ötesine göre ayarlamak, fânî zevklerde
boğulmayıp ebedî saadet için mahsulat toplamak çok büyük bir saadettir. Allah Resulü (asm.) bu gibi
gençlerin en hayırlı gençler olduklarını haber vermektedir.

“En hayırlı genç odur ki, ihtiyar gibi ölümü düşünüp âhiretine çalışarak, gençlik
hevesâtına esir olmayıp gaflette boğulmayandır. Ve ihtiyarlarınızın en kötüsü odur ki,
gaflette ve hevesatta gençlere benzemek ister, çocukçasına hevesât-ı nefsâniyeye tâbi
olur.” (Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup)

"İnsandaki nihayetsiz zaiflik ve âcizliği, bazı şeylerle ihsas


ettirip, hayat yükü ve yaşamak tekâlifi ne kadar ağır olduğunu
anlattırıp,.." Zaifliğin ve acizliğin bazı şeylerle ihsas ettirilmesini
biraz daha açmanız mümkün mü?
İnsan sonsuz aciz ve sonsuz fakirdir; gözüne de muhtaçtır güneşe de. Bunların her ikisini de
yapmaktan acizdir. Bu iki örneği bütün bedenimize ve topyekun kâinata yaydığımızda, insanın sonsuz
aciz ve fakir olduğunun sonsuz delilleriyle karşılaşırız. Ancak, gençlik dönemini yaşayan, yahut
dünyevî problemlerle fazla sarsılmayan insanlar, bu gerçeği çoğu zaman unuturlar.
Hastalanma, yakınlarını kaybetme, bazı işlerin üstesinden gelememe gibi çeşitli vesilelerle insan,
zaaf ve aczini iyice anlar. İnsan, “hayat yükü ve yaşamak tekâlifi” ağırlaştığında, dünyanın
sıkıntılarından bir an önce kurtulup başka bir âleme göçme iştiyakı duymaya başlar.

"İnsanın alâka peyda ettiği bütün ahbablardan yüzde


doksandokuzu, dünyadan gidip diğer bir âleme yerleştikleri için, o
ciddî muhabbet sâikasıyla o ahbabın gittiği yere bir iştiyak ihsan
edip, mevt ve eceli mesrurane karşılattırıyor." İzah?
Bu konuda, Üstat Hazretlerinden bir nakil yapmanın yeterli olacağını düşünüyoruz:

"Ey nefis! Başta Habibullah, bütün ahbabın kabrin öbür tarafındadırlar. Burada kalan
bir-iki tane ise, onlar da gidiyorlar. Ölümden ürküp, kabirden korkup, başını çevirme.
Merdane kabre bak, dinle ne taleb eder. Erkekçesine ölümün yüzüne gül, bak ne
ister.” (Sözler, On Dördüncü Söz, Hâtime)

"Kabri zulümatlı bir kuyu ağzı” olarak gören, “eceli, hakikî


ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak
nöbeti tasavvur..." Buradaki firak nöbeti ne demektir, açıklar
mısınız? Ölüm ile ayrılık arasındaki ilişki nedir?
Nöbetin buradaki manası, yaşayan bir insanın ölümü gözlemesi ve kendine de sıranın geleceği
endişesi ile yaşaması anlamındadır.

"Yani, "Eğer dostlardan mufarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki,
gelsin, alsın." Demek, en ziyade insanı öldüren, ahbaptan mufarakattir. Evet, hiçbir şey
beni o vaziyet kadar yandırmamış, ağlatmamış. Eğer Kur'ân'dan, imandan medet
gelmeseydi, o gam, o keder, o hüzün, ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı."(1)

Eğer dostlardan ayrılmak olmasaydı, yani ölümde ayrılık acısı olmasa idi, ölüm ruhlarımıza yol
bulamazdı. Yani ölüm o kadar da insanlara ürperti ve dehşet vermezdi.
Ölümü dehşetli ve ürpertili kılan şey, alıştığımız ve ünsiyet ettiğimiz dostlarımızdan ayrılmak ve
onları bir daha dünya gözü ile görememek acısıdır.
Bu beyitte şair, ölümün maddi ve zahiri yüzüne bakarak, ölümü bir ayrılık kaynağı ve dost ve
ahbaplardan ebedi bir hasret sancısı olarak algılıyor. Haliyle bu bakış insana bir karamsarlık ve acı
veriyor. İşte böyle bir ölümü beklemek ve gözlemek insan için en büyük ıstırap ve acıdır. Bu acı ve
ıstırabı beklemek "firak nöbeti" olarak tasvir ediliyor.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Altıncı Lem'a, On Üçüncü Rica

"Kendi insâniyeti dalâlette boğulmayan insan, o hâletten


istifade eder. Rahat-ı kalb ile gider." İnsaniyetin dalalette
boğulmaması ne demektir? Yani inanmayanlar insaniyetten
mahrum mu yaşıyorlar?
Dalalet, “fikren doğru yoldan sapmak, yanlış yola girmek” demektir. Dalalet fırkaları denilince
de aklımıza Kur’an yolundan, şu veya bu şekilde sapma göstermiş yanlış düşünceler, sakat fikirler
anlaşılır. Nitekim, Üstat Hazretleri Lemeat’ta
“Dalâlet fikrîdir; zulümât kalbîdir; israf cesedîdir.”
buyurmakla, yanlış düşünceleri fikrin sapıklığına, batıl inançları ise kalbin kararmasına
bağlamıştır.

Burada “insaniyetin dalalette boğulması”, insanlık denilen bu büyük nimetin yanlış yorumlanmasını
ve dünya hayatının sadece nefsî hazları tatminle geçirilmesini ifade eder.

Hayatın ve insanlığın ne olduğu ve nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ortaya atılan bütün batıl
fikirler, yanlış görüşler, sapık ideolojiler insaniyetin dalalette boğulması sonucunu doğururlar.

Güneş niçin yaratılmışsa hiç şaşırmadan o görevi yerine getirir. Dünya niçin yaratılmışsa o
çizgiden hiçbir sapma göstermeksizin seyahatini sürdürür. Bal arısı niçin yaratılmışsa hep o işi görür.
Ama insan bu dünyaya imtihan için gönderildiğinden, kendisine cüzi irade verilmiş, maddî ve manevî
bütün cihazlarını nasıl kullanacağı hususunda kendisine yol gösterilmiş, ama bu yolda gidip gitmeme
konusunda serbest bırakılmıştır.

İşte Allah ve Resulünün (asm.) gösterdiği yola aykırı düşen bütün hayat telakkileri dalalettir,
yanlış yoldur. Bu yollarda yürüyenler tövbe ederek doğru yola girmeyip öylece ölürlerse, manen
hayvanlardan çok daha aşağı bir dereceye düşerler. Bu hakikat şu ayet-i kerimeyle ders
verilmektedir:

“... Onlar hayvanlar gibidirler... Tuttukları yolca onlardan daha aşağıdırlar.” (Furkan,
25/44)

"Kurban olarak kesilen bir koyuna ahirette cismanî bir vücud-u


bâki vermek" ne demektir? Koyun cinsinin zikrinin bir hikmeti
var mıdır?
Burada, şehit olan insanlar ve kurban olarak kesilen hayvanlar birer örnek olarak verilmiş ve
hüküm cümlesinde diğer hayvanların da isyansız bir hayat geçirerek kendilerine verilen görevleri
aksatmadan yerine getirdikleri için, bir manevî ücret alacakları ifade edilmiştir. Şu farkla ki, onların
ücretleri “ruhanî ve manevî” olacaktır. Yani, bütün hayvanlar cennette cesetleriyle birlikte
bulunmayacaklardır. Bu noktada, kurbanlar, Salih aleyhiselâmın devesi, ashab-ı kehfin köpeği ayrı ve
hususî bir lutfa mazhar olacaklardır.

Koyun cinsi örnek olarak kaydedilmiştir, diğer kurbanlar için de hüküm aynıdır.

"Kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismânî bir vücud-


u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik
mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor." Kurbanların; sırat
üstünde sahibine bineklik yapmasını nasıl anlamalıyız?
“Kurbiyet,” yakınlık demektir ve “kurban” Allah’a yaklaşmaya vesile olan manasına
gelir. Sırat hakkında Nurlarda şöyle bir ifade geçer:

“Amele göre, takvâ kuvvetine göre o uzun yolu mütefâvit derecede kat' ederler. Bir
kısım ehl-i takvâ, berk gibi, bin senelik yolu bir günde keser. Bir kısmı da, hayal gibi, elli bin
senelik bir mesafeyi bir günde kat' eder. Kur'ân-ı Azîmüşşan şu hakikate iki âyetiyle işaret
eder.”(Sözler, Dördüncü Söz)
Sıratı geçmekte, diğer salih ameller gibi, kurbanın da büyük bir önemi vardır. Bunların
tümünden hasıl olan manevî dereceye göre insanlar sıratı geçip cennete gideceklerdir. Üstat
Hazretleri namazın da sıratta Buraklık vazifesi yapacağını söylemektedir. Buna göre, kurbanları etli
ve kemikli halleriyle sıratta insanları cennete götürecek birer binek olarak görmek yerine, mahiyetini
bilemeyeceğimiz “Burak” adındaki bineği, bütün ibadetlerin sevaplarından ortaya çıkan İlâhî bir
ihsan ve özel bir binek olarak değerlendirmek daha doğru olur kanaatindeyiz. Zira, bir insanın ömrü
boyunca yüzlerce kurban kestiğini düşündüğümüzde bunların hepsinin o kimseye bineklik edeceğini
düşünmek fazla gerçekçi görülmüyor.

Nitekim, bu metinde de kurbanların sahibine Burak gibi bir bineklik görevi yapacakları ifade
edilirken, “gibi” kelimesinin kullanılması çok önemlidir. Yani, kurbanların faydaları, Burak gibi bir
netice verecektir; yoksa, kendileri burak olacak değillerdir.
Kurbanın dışında hayır maksadıyla kesilen başka hayvanların yukarıdaki anlamda bir
mazhariyetleri söz konusu mudur?
Bütün kurbanlar, kulu Rabbine yaklaştırırlar. Ancak, bu yaklaştırmada elbette ki “vacip” olarak
kesilen kurbanla “nafile” olarak kesilenlerin sevap dereceleri bir olmaz. Farz olarak verilen
zekâtlarla, yahut farz olarak kılınan namazlarla sadakanın ve nafile namazların sevapları bir olmadığı
gibi, vacip kurbanla nafileninki de bir değildir. Nitekim bir hadis-i kutsîde şöyle buyrulur:

“Kulum bana farzlardan daha fazla bir şeyle yaklaşmaz (en fazla farzlarla yaklaşır);
sonra nafilelerle…” (Buharî, Rikâk, 38)

"Kur'an şu beş veche işaret ettiği gibi, başka hususî vecihlere


dahi âyât-ı Kur'aniye işaret ediyor. Veyl o kimseye ki, şu beş
vecihten bir hissesi olmaya..." Bu beş vecihten birinden hisse alan
insan kurtulabilir mi?
Önemli olan bu beş vecihten bir hisse almaktır. İsterse birisinden alsın, isterse tümünden
alsın. Buradaki “bir” ifadesi rakam olarak bir manasına değil, “herhangi bir” manasınadır.

Karşısındakinin konuşmalarından “bir şey” anlamadığını söyleyen kişi, anlama noktasındaki


mahrumiyetini böylece ifade etmiş olur. Buradaki “bir” kelimesi de adet olarak “bir” manasına
değildir.

"Kur'anı dinleyen insana, Kur'andaki ilm-i hakikatı ve nur-u


hakikatle dünyanın mahiyetini bildirmekliği..." Kur'an'daki ilm-i
hakikatten maksat nedir?
Hakikat ilmi, çok geniş manalar taşır. Başta iman hakikatleri olmak üzere, her şeyin ve her
hadisenin doğru olarak bildirilmesini ifade eder.

Dokuzuncu Söz’de tesbihin üç ayrı manası verilirken, ikinci mana için şöyle buyrulur: "Ehl-i
dalaletin efkâr-ı batılasından münezzeh ve mualla..." Yani, sapık görüşlerin ve batıl inançların
Allah hakkında ortaya attıkları ne kadar yanlış fikir varsa, Allah onların hepsinden münezzehtir. İşte
Allah inancı hakkında “hakikat”, O’nu Kur’an'ın bildirdiği gibi bilmektir.

Keza, ahiret konusunda, cesetlerin değil sadece ruhların dirileceğini savunan görüşler de hakikat
değildir.

Diğer iman hakikatleri de aynı şekilde değerlendirilebilir.

Öte yandan, kâinat ne mana ifade etmektedir?

Şu görünen eşyanın hakikati nedir?

Dünya hayatının hakikati nedir?

Hastalıkların, musibetlerin ve ölümün hakikati nedir?


Daha bunlar gibi bütün sorular ancak Kur’an'dan talim edilecek “hakikat ilmi” ile doğru
cevaplandırılabilir. Zira, Kur’an Allah kelamıdır, bütün varlık âlemini ve onda cereyan eden bütün
hadiseleri yaratan O’dur. O’nun yarattığı eşya ve hadiseler hakkında insan aklının ortaya koyduğu
bütün felsefî görüşler, birer tahmin olmaktan öteye geçemez.

İnsan aklı, ancak fizik âlemini inceler, o konuda araştırmalar yapar ve doğru sonuçlar elde
edebilir. Melekler, ahiret, ibadet, ölüm ve ötesi gibi konularda aklın kendi başına bir tek adım dahi
atması mümkün değildir.

“Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk'ın marifetini kazan. Çünki
bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk'ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının
tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şeyin, herbir insanın hakikatı,
birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder.”(Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Hatime)

"Mevt, idam değil; tebdil-i mekândır. Kabir ise, zulümatlı bir


kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır." Ölümün; tebdil-i
mekân, kabrin ise; nuraniyetli âlemlerin kapısı olmasını açıklar
mısınız?
“Tebdil-i mekân” ifadesi, ölümün yokluğa gitmek olmayıp, sadece yer değiştirme olduğu dersini
verir. Yani, bir insan bir şehirden diğerine göçtüğünde artık birinci şehirde onun varlığından söz
edilmez, ama ikinci şehirde varlığını devam ettirir. Ölüm de bu dünyadan ayrılmaktır, ama yok olmak
değildir. Ruhun bedenden ayrılmasıyla insan, bedenini kuşatan bütün eşya ile alâkasını kesmiş olur.
Artık ne güneş ona yol gösterir, ne yer küre onu sırtında gezdirir, ne de hava ciğerlerini temizler.
Ancak, bunların hiçbirine muhtaç olmayan ruh, bu âlemden göçtükten sonra da hayatını “kabir
âlemi” denilen yeni bir âlemde sürdürür.

Kabir âlemine "âlem-i berzah" da denilmektedir. Yani, bu yeni âlem dünya ile ahiret arasında bir
köprü âlemdir. Peygamber Efendimiz (asm.) bu âlemin “ehl-i iman için cennet bahçelerinden bir
bahçe” olduğunu müjdelemektedir (Ahmed b. Hanbel, Cennet, 2-5). Yani, kabir âlemi dünyadan daha
güzeldir, daha nuranidir. Başta yüz yirmi dört bin peygamber olmak üzere bütün nuranî zatlar o
âlemde bulunmaktadırlar.

Uykuyu, hislerin bu âlemden çekilmesi şeklinde tarif ederler. Yani, insan uykuya geçtiğinde artık
yanında konuşsanız da bir şey işitmez. Gözleri kapalı olduğundan bu dünyanın hiçbir şeyini görmez.
Ama aynı adam rüyasında ayrı bir âlemle temas kurar. Orada konuşur, işitir, yer, içer, anlatır, anlar.
Bütün bunlar ruhun fonksiyonlarının uykuda devam ettiğini, bedene muhtaç olmaksızın nice işler
gördüğünü ortaya koymaktadır. Üstat Hazretleri göz için “bir hassedir ki ruh bu âlemi o pencere ile
seyreder.” buyurur. Bu cümlede geçen “bu âlem” kaydı çok önemlidir. Demek ki, ruh başka
âlemleri göz penceresi olmaksızın da seyredebilmektedir. Rüya bunun en açık delilidir. İşte aynı ruh,
bedenle bütün ilgisini kestiğinde başka âlemlerde seyerana başlar.

Bu sözün ileri kısımlarında ölüm hakkında şöyle bir ifade geçer:

“…ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.”

"Meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı


gürültüsünden sıyrılıp Huzur-u Rahman'a gitmek;..." Ahiret
hayatı için kullanılan ‘sıkıntılı hayat-ı cismaniden kurtulup,
meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek’ ifadesini açıklar mısınız?
Nur Külliyatı'nda, ölümle ilgili tariflerin birinde “ıtlak-ı ruh” tabiri kullanılır. Itlak, kayıtlardan
kurtulmak, serbest kalmak demektir.
Görmemizi örnek alalım: Ruh, görme sıfatıyla bir anda güneşe varabiliyor ve onu görebiliyor.
Ancak, bizzat güneşe varmak istese, beden kaydından kurtulması gerekir. Bedenle kayıtlı olduğu
sürece ruh ne bir anda birkaç yerde bulunabilir, ne de uzak mesafelere kısa bir zamanda varabilir.

Ölümle ruh “sıkıntılı hayat-ı cismaniden” kurtuluyor ve kendi serbest hayatını sürmeye başlayınca
birçok meydanlarda tayeran edebiliyor, yani uçar gibi süratle o mesafeleri dolaşabiliyor.

Ahirette, sûr’a ikinci üflenişte bütün ruhlar, Üstad'ın tabiriyle, ceset libaslarını giyerek Allah’ın
huzurunda bir anda toplanacaklarına göre, buradaki ifade ölümle diriliş arasındaki berzah hayatına
dairdir.
Cennet ehlinin hepsinin ruhları bedenlerine galip olacağı için, cennette bir mümin bir anda birkaç
mekânda bulunabileceği gibi, çok uzak mesafelere de yine bir anda ulaşabilecektir.

"Mihmandar-ı Kerim'in izni dairesinde ye, iç, şükret. Kanunu


dairesinde işle, hareket et. Sonra arkana bakma, çık git..." Dünya
misafirhanesinin sahibinin izni dairesinde hareket ve amel ettikten
sonra, arkamıza bakmadan çıkıp gitme; ne demektir?
Mesnevî-i Nuriye de şöyle bir cümle geçer:

“ Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz.”

Bir misafir, misafirhaneden ayrılırken geri bakmak yerine gideceği yeni menzile nazar eder.
İnsanın da kalbini ve fikrini ölüm ötesine, cennete, ebedî saadete yönlendirmesi gerekir. Böyle bir
yönlendirme dünyadan ayrılışı kolaylaştırır.

Dünyanın fani olduğunu bildiği halde, sanki burada ebedî kalacakmış gibi bir ruh haleti taşıyan
kimsenin dünyadan ayrılması oldukça zor olur. Bu gibi kimseler ölümden fazlasıyla korkarlar.
Dünyayı misafirhane telakki eden kişiler ise, bir misafirlik süresi kaldıkları bu dünyaya gönül
bağlamazlar ki ondan ayrılmaları çok zor olsun. Onlar da dünyadan ayrılmak istemezler, ancak bu
istemezlikte esas olan, bu dünyadan ahiret namına daha fazla fayda sağlamak, daha çok sevap
kazanmaktır.

“Arkana bakma çık git.” ifadesi dünyayı misafirhane olarak gören kişi için geçerli olduğu kadar,
dünyanın diğer tarifleri için de geçerlidir. Dünyayı ahiretin tarlası olarak gören kişi, bu tarlada işini
bitirince artık arkasına bakmadan çıkar gider. Keza dünyayı bir imtihan meydanı olarak gören kişi de
imtihanını tamamladığında imtihan salonuna hasretle bakmaz, ondan ayrılmanın elemini hiç mi hiç
çekmez. Arkasına bakmadan bir an önce salonu ve bulunduğu binayı terk eder.

"Nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere


şehadet rütbesini veriyor,.." Bu ifadeye göre şehitlik sadece
askerlerle ilgili bir makam mıdır?
Şehit denilince öncelikle, cihat görevi yaparken öldürülen kimseler hatıra gelir. Bu kişilerin
asker yahut sivil olmaları fark etmez. Önemli olan, cihada katılış niyetleridir. Eğer cihada ganimet
kazanmak, yahut kahramanlıklarını göstermek için iştirak etmişlerse şehitlik şerefinden nasip
alamazlar. Cihatta gaye İ’la-yı Kelimetullah ve Allah rızası olmalıdır.

Ayet-i kerimede, şehitler hakkında şöyle buyrulur:


“Allah yolunda öldürülenlere, ‘ölüler’ demeyiniz. Hayır, onlar diridirler, ama siz
farkında olmazsınız.” (Bakara, 2/154)

Şehitler elbiseleriyle kabre konulurlar.

Bir de “hükmen şehit” olanlar vardır. Doğum üzere ölen, yahut doğumdan sonraki kırk günlük süre
içinde ölen kadınlar, ilim tahsil ederken ölümü tadanlar, ağır hastalıktan vefat edenler, kaza
geçirerek ölenler, gurbette vefat edenler,…, bu gruba girerler. Bunların diğer şehitlerden en önemli
farkları elbiselerinden soyundurulup kefen giydirilerek defnedilmeleridir.

Üstat Hazretleri, bir medrese talebesinin sual meleklerine nahiv ilmiyle cevap verdiğini anlatmakla,
ilim tahsil ederken vefat edenlerin de “hükmen şehit” olduklarına işaret etmiş oluyor.

Rahmet duasına vesile olması niyetiyle, Adana’da Nur hizmetinde bulunurken vefat eden Hüseyin
kardeşimiz hakkında görülen bir sadık rüyadan söz etmek isterim. Bu değerli kardeşimiz, iman
hizmetini muhtaç gönüllere ulaştırmak için rahmetli Ali Uçar ve Ağrılı Kerem ağabeyiyle birlikte bir
seyahate çıkmışlar ve yolda kaza geçirmişlerdi. Kendisi vefat etmiş, diğerleri sağlam kurtulmuşlardı.
Hüseyin kardeşi rüyada görüyorlar. Diyor ki, "Yolda bir kaza geçirdik. Maalesef Ali Uçar ve Kerem
ağabeyilerimiz vefat ettiler, sadece ben kurtuldum."

“Evet hastalıkların bir kısmı var ki; eğer ölümle neticelense, manevî şehid hükmünde
şehadet gibi bir velayet derecesine sebebiyet verir. Ezcümle çocuk doğurmaktan gelen ve
karın sancısıyla, gark ve hark ve taun ile vefat eden, şehid-i manevî olduğu gibi, çok
mübarek hastalıklar var ki, velayet derecesini ölümle kazandırır.” (Lem’alar, Yirmi Beşinci
Lem’a)

“Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ehl-i keşf-el kuburun müşahedesiyle, müteaddid vakıatla, tahsil-i ulûm anında vefat eden
bazı müştak ve ciddî bir talebe-i ulûm, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle
meşgul görüyor.”(Şuâlar, On Üçüncü Şuâ)

"Nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere


şehadet rütbesini veriyor..." Başka bir risalede şehitlerin velayet
makamı ile taltif edilecekleri beyan ediliyor. Bu ne anlama
gelmektedir? Bir şehidin bütün günahları affediliyor mu?
Şehit olan kimseyi Cenâb-ı Hak, velayet rütbesiyle taltif etmekle onun hukukullaha ait
günahlarını bağışlamış oluyor. Kul hakkı ise ancak kul tarafından bağışlanabilmektedir. Bu
bakımdan, şehit de olsa, kul hakkı üzerinden kalkmayacak ve ahirette bunun hesabını verecektir.
Genel kaide budur. Ama, Allah dilerse hakkı çiğnenen kulun hakkını bizzat deruhte ederek o şehit
kulundan o hakkın sorumluluğunu kaldırabilir.

Kul hakkının önemini en çarpıcı bir şekilde gözler önüne seren bir hadis-i şerif:

Peygamber Efendimiz (asm) ashab-ı kirama şöyle sordu:

“Müflis kimdir, biliyor musunuz?”

Ashab-ı Kiram (ra):

“Müflis, parasını malını kaybedendir.” dediler.

Allah Resulü (asm) şöyle buyurdu:

“Ümmetimden müflis, Kıyamet Gününde namazını kılmış, orucunu tutmuş, zekâtını vermiş
(ve böylece Allah hakkını ödemiş) olarak gelir. Fakat amel defterinde: ‘Şuna sövdü’,
‘Buna zina iftirası yaptı’, ‘Şunun malını yedi’, ‘Bunun kanını döktü’, ‘Şunu dövdü’ diye
yazılı bulunmaktadır Hasenatının sevabından alınır, şuna verilir; ibadetlerinin sevabından
alınır, buna verilir. Eğer üzerindeki kul hakkı ödenmeden önce sevapları tükenirse,
alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine verilir Böylece elinde sevabı kalmaz ve
yüklendiği günahlar kendisini ateşe sürükler.” (Riyâzü’s-Sâlihîn, 218)

"Nazar-ı ibretle bak ve zâhirî çirkin yüzüne değil..." Her şeyin


zahiri çirkin midir? Cemil-i Bâki’ye bakan yüzler hep gizli ve güzel
midir? Ayrıca; bizlerden kaçan ve iltifat etmeyen kafilelerle ilgili
örnekler verebilir misiniz?
Nur Külliyatı'nda güzellik için ikili bir sınıflandırma yapılır: Hüsn-ü bizzat ve hüsn-ü
bilgayr.

Hüsn-ü bizzat, zatında güzel demektir. Semanın güzelliği, baharın güzelliği, denizin güzelliği,
ormanın güzelliği, gündüzün güzelliği, sıhhatin güzelliği gibi çok güzellik bu gruba girer.

Hüsn-ü bilgayr ise, çirkin görünmekle birlikte neticesi itibariyle güzel manasına gelmektedir. Bu
konuda verilen yaygın bir örneği nakledelim: Çiçek bizzat güzeldir, gübre ise neticesi itibariyle
güzeldir. Bu örneği yaygınlaştırabiliriz.
Sıhhat bizzat güzeldir, hastalık ise günahlara kefaret olması, müminin derecesini artırması
yönüyle güzeldir.
Gündüz bizzat güzeldir; gece ise neticeleri itibariyle güzeldir.
Hayat bizzat güzeldir; ölüm ise dünyadan daha güzel bir âleme gitmeye vesile olduğu için
neticesi itibariyle güzeldir.
Cemil-i Bâki’ye bakan yüzler hep güzeldir. Bunu iki şekilde anlayabiliriz. Birisi yukarıda arz
ettiğimiz gibi her şeyin neticesi güzeldir, bu ise Allah’ın takdiriyledir ve “Kaderin her şeyi
güzeldir.”

İkinci mana ise, bize göre çirkin görünen şeyler ve hadiseler de İlâhî isimlerin tecellisine ayna
olmaktadırlar. Bütün isimler güzel olduğu gibi onların bütün aynaları da güzeldir.

“Herşeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet
kâinattaki herşey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri
cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin,
müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar
var.”(Sözler, On Sekizinci Söz)

Bizlerden kaçan ve iltifat etmeyen kafilelere gelince, Yirmi Dördüncü Söz’de buna örnek
olarak “gençlik ve mal” veriliyor. Bu örnekler artırılabilir; sıhhat, makam, şan, şöhret, zevk, safa
gibi. Bütün bunlar insana belli bir dönemde nefsanî bir haz verseler de bir süre sonra insanı terk
ederler. Zevkler yerini hasretlere, makamlar başka kişilere, sıhhat hastalığa bırakır. Zaten, ölüm
olayında insana kabrinde sadece kendi amelleri arkadaşlık eder. Bütün dünyevî varlıkları ve geride
bıraktığı yakınları onun kabre konulmasıyla birlikte onu terk eder ve kendi hanelerine ve işlerinin
başına dönerler. Bir hadis-i hadîs-i şerifte bu mana şöyle ders verilmektedir.

“Ölüyü (kabre kadar) üç şey takip eder: Çoluk–çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan ikisi
döner, biri kalır. Çoluk–çocuğu ve malı döner, ameli (kendisiyle) kalır.” (Buhârî, Rikak 42;
Müslim, Zühd 5)

"Öyle de, sâir zîruh ve hayvanatın dahi ... telef olan ve şiddetli
meşakkat çeken ... bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye..." Diğer ziruh ve
hayvanatın da istidatlarına göre manevî ücretlerinin olacağı ifade
edilmektedir. Bunu nasıl anlamalıyız?
Canlıların her bir nevi ayrı bir âlemdir. İnsan nevi, bu bir milyon üç yüz bin neviden sadece
biridir. Bizler, hayvanların her bir nevinin bu dünya hayatından nasıl bir haz aldıklarını
bilemediğimiz gibi, ahiretteki manevî ücretlerini de idrak edemeyiz.
Şu var ki, semada uçan bir kuşla, denizde yüzen bir balığın yahut ormanda gezen bir ceylanın bu
dünya hayatından aldıkları lezzetler ve hazlar birbirinden farklı olduğu gibi, bunların ahiretteki
manevî lezzetleri de her birinin istidadına göre farklılık gösterecektir. Biz ancak bu farklılığın olması
gerektiğine aklen hükmedebiliriz. Ama bu farklı lezzetlerin ve zevklerin mahiyetini ve keyfiyetini
anlamamız mümkün değilidir.
"Ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit
tarzında bir ulvî bayram yapmıştır..." Resm-i geçit tarzında ulvî
bir bayram ifadesini açar mısınız?
Bu ifade ile, yaklaşık bir milyon altı yüz bin tür hayvanın dünya hayatında geçirdikleri safhalar,
yaptıkları görevler ve sonunda ölüm kanunuyla bu bayram yerini terk etmeleri veciz bir şekilde ifade
edilmiştir.

Bu dünyada yapılan merasimlerde, resmigeçitin başlangıç ve bitişi, tribünlerin önünde çizgilerle


işaretlenmiştir. Farklı okullar, yahut askerî birlikler bu çizgiler arasında geçit resmi yaparken
yürüyüşlerine çok daha dikkat eder, hiç hata yapmamaya çalışırlar.

Bu dünya hayatında da insan dışındaki bütün türler, yaratılış gayelerine tam uygun bir hayat sürer ve
resmigeçitlerini eksiksiz ve hatasız olarak tamamlarlar. Her türün doğum ile başlayan resmigiçidi
ölüm ile son bulur.

Bu ulvî bayramın bildiğimiz bayramlardan çok önemli iki farkı var: Birisi, bütün türler
resmigeçitlerini sırayla değil birlikte gerçekleştirirler. Diğeri ise, metinde de zikredildiği gibi bu
resmigeçidin seyircileri “tabakat-ı âliyede olan ruhâniyyat ve melâikeler ve sekene-i
semâvat”tır. Seyirciler “tabakat-ı âliyede” olduğu için bu bayram da “ulvi” olarak
vasıflandırılmıştır.

On Birinci Söz’de, mahlukatın yaratılış hikmeti olarak öncelikle, Cenâb-ı Hakk’ın kendi eserlerini
bizat müşahede etmesi, ikinci olarak bu İlâhî sanat eserlerini seyirci mahlukatına göstermesi
zikredilir. Burada bu ikinci gaye işlenmektedir.

"Sâni'-i Kerîm, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti


bittikten,.." Her bir taifenin resmigeçit nöbetinin bitmesi ne
demektir? Niçin her bir fert değil de, taife zikredilmiştir?
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, resmigeçit nöbetinin bitmesi, ölümü tadarak dünya hayatından
göç etmeye işaret etmektedir. Taife kelimesi burada tür (nevi) manasına kullanılmıştır. Her bir nevin
hayat süreleri farklı olduğundan, dünyadan göçmeleri de belli bir zaman aralığında birlikte
gerçekleşir.
Meselâ, yaz mevsimi, ömürleri birkaç ay içinde tamamlanan nice sineklerin, böceklerin,
çiçeklerin, sebze ve meyvelerin birer resmigeçidi gibidir.

"Şu bayramlarda kemmiyet ve keyfiyet cihetiyle en ziyade


istifade eden insan,.." İnsan; şu bayramlarda kemiyeten ve
keyfiyeten en ziyade, nasıl istifade eder?
İstifade kavramı çok şümullüdür. Sadece midenin faydalandığı şeyleri değil, aklın ve kalbin
istifadelerini de içine alır. Kaldı ki, konuya sadece midenin tatmini açısından bile baksak, bazı
hayvanlar insandan çok daha fazla gıda alsalar bile, insanın yemek çeşitlerinin başka hiçbir canlıya
nasip olmadığını görürüz.

Öte yandan, insanoğlu yer altı kaynaklarından radyoaktif dalgalara kadar nice gizli hazineleri aklıyla
ortaya çıkarmış ve onlardan faydalanma yoluna gitmiştir.

Meselenin manevî boyutu zaten diğer canlılarla mukayese edilmekten çok uzaktır. İnsanın bu varlık
âlemini tefekkür etmesi, bu tefekkür sonunda kalbinde marifet nurlarının inkişafı ve imanının kuvvet
bulması maddî gıdalarla hiç mi hiç mukayese edilemez.

َ ‫ﺳَﻌْﺖ َرْﺣَﻤﺘِﻰ ُﻛﱠﻞ‬


"Şu ise: ‫ﺷْﻲٍء‬ ِ ‫ َو‬rahmetinin vüs'at-i şümûlüne zâhiren
muvafık düşmüyor." ‫ﺳَﻌْﺖ‬ ِ ‫ﺷْﻲٍء َو‬َ ‫ َرْﺣَﻤﺘِﻰ ُﻛﱠﻞ‬bu ifade nedir? Bazı
kitaplarda ‫ َرْﺣَﻤﺘِﻰ‬kelimesi cümlenin başında zikredilmektedir.
Cümlenin kaynağı nedir?
‫ َرْﺣَﻤﺘِﻰ‬kelimesi cümlenin başında yer aldığında A’raf Suresinin 156. ayeti olur. Ayetin
meali: “Rahmetim her şeyi kaplamıştır.”

Diğer şekliyle ayetten iktibas edilmiş bir cümledir. Nitekim, İkinci Lem’a'da da benzer bir iktibas
yapılmıştır.

"Tabakat-ı âliyede olan ruhâniyyatı ve melâikeleri ve sekene-i


semâvatı seyre celbedecek bir cazibedârlık görünüyor ve ehl-i
tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor..." izahı, temaşanın
tarifinin yapılamaması neden?
Ehl-i tefekkür ifadesi özellikle insanlara bakmaktadır. İnsanlar, icmalî yani ana hatlarıyla bile
olsa, bu şirin ve şaşaalı tabloyu seyretmekten ulvî bir zevk alır ve tefekkür sevabına nail olurlar. Bu
tefekkür, insanlarla tabakat-ı âliyede olan meleklerin ve ruhanilerin ortak yanlarıdır. Yani
insanların, beslenme, görme, işitme, yürüme gibi birçok yönden hayvanlarla ortak yanları olduğu
gibi, ruhun ve kalbin gıdası olan iman, marifet, tesbih, tekbir, hamd ve tefekkür gibi ulvi vazifeleri
yerine getirmekte de meleklerle benzerlikleri vardır.

Tefekkürün önemini şu hadis-i şerif en güzel şekilde nazara vermektedir:


“Bir saat tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten hayırlıdır.” (Suyutî, Camiü's-Sağir, II/127)

Bilindiği gibi, bir buçuk milyonu aşkın canlı türü içerisinde insanın en mümtaz vasfı, akıl sahibi
olmasıdır. Hayvanların, kendi ihtiyaçlarını görmelerine ve düşmanlarından korunmalarına yetecek
kadar sınırlı bir şuurları vardır. Ancak, akıl sadece insanda bulunmaktadır. Bir hayvan da nefes alır,
ama havanın ne olduğunu bilmez, kanın ne olduğunu bilmez, nefes almakla kanının temizlendiğini
bilmez. Aynı şekilde, bir hayvan da sabah olunca gözlerini açar ve rızkını aramak üzere çevreyi
dolaşmaya başlar, ama gündüzün olması için dünyanın saatlerce döndüğünü bilmez.

İnsan, hem kendi vücuduna yerleştirilen bütün organların, hissiyatın, duyguların görevlerini bilir, hem
de kendini kuşatan havadan, ayaklarının altındaki topraktan, yolunu aydınlatan güneşten, bütün
bitkilere, hayvanlara, madenlere kadar bütün eşyayı tanır ve bilir. İşte bu geniş bilgi, insanın hem
kendini, hem de kâinatı tefekkür etmesi ve bütün bunları onun hizmetine veren Rabbine şükretmesi
içindir.

Allah’ın zatı bilinmez. Göz mahluk olduğu gibi onun gördükleri de mahluktur. Kulak mahluk
olduğu gibi onun işittikleri de mahluktur. Aynı şekilde, akıl mahluk olduğu için onun düşündükleri de
mahluk olacaktır. İnsan, Allah’ın zâtı hakkında ne düşünse bütün bunlar onun aklının mahsulleridir.
Tabiri caizse onlar da birer put hükmündedirler, şu farkla ki müşriklerin putları madenlerden, onunki
ise yanlış düşüncelerden yapılmıştır.

Allah’ın zâtı tefekkür edilemeyeceğine göre, tefekkürü emreden bütün ayetler ve onu teşvik eden
bütün hadis-i şerifler, mahlukatı ibretle seyir ve temaşa etmemiz içindir.

Burada Üstat Hazretlerinin önemli bir tavsiyesini hatırlayalım:

“Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb
edersin. Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır. Evham ise havalandırır, enâniyetin
kalınlaşır. Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder. İşte dalâlete isâl eden kesret yolu
budur.” (Mesnevî-i Nuriye, Zeylü’z-Zeyl)

Nefsî tefekkür denilince, insanın hem bedenindeki bütün organları, hücreleri, atomları, hem de
ruhundaki kalb, akıl, vicdan, duygular, hisler gibi latifeleri Allah’ın birer eseri ve baha biçilmez
birer ihsanı olarak değerlendirmesi anlaşılır. İnsan, bu sahada istediği kadar tafsilata girebilir,
bedenini bir bütün olarak düşünebileceği gibi, organlarını, hücrelerini ve onların görevlerini çok
detaylı olarak araştırabilir. Ancak, afakî tefekkürde bu kadar detaya girme şansı yoktur. Semadaki
her yıldızın ve her sistemin görevlerini organlarının neye yaradığını bilmesi katiyetinde
bilemeyebilir. Aynı şekilde, bütün hayvanlar âlemini ancak icmalî olarak düşünür, her hayvan
türünün bütün özelliklerini bilmesi imkânsızdır. Afakî tefekkürde ancak, konusunda uzman olan
kişiler belli bir sahada derinlemesine fikir sahibi olabilirler. Onlar da başka bilim dallarında yine
icmalî düşünmeye mecbur kalırlar.

İşte, bu afaki tefekkürün bir boyutu da “masnuat-ı sağire” üzerinde düşünmektir. Burada da küçük,
nazik ve ince birer sanat mucizesi olan hayvanların bütün türlerini derinlemesine bilmemiz mümkün
değildir.
Bu vesileyle bir hatıramı nakletmek isterim. Yıllar önceydi. Elimin üzerinde küçük bir siyahlık
gördüm. Bacalardan gelen bir is lekesi sandım. Silmek üzere elimi uzattığımda hareket etti. Anladım
ki, benim is sandığım şey küçük bir böcekmiş. Parmağımın ucunu kendisine iyice yaklaştırdığımda
yürüyüşünü hızlandırdı. O anda zihnimden şu manalar süratle geçmeye başladı:
Bu küçük hayvancık benden kaçtığına göre büyümüş, olgunlaşmış demektir. Bunun bir de
çocukluk, bebeklik dönemleri vardı. O zamanlar ne kadar küçücüktü. O bir nokta kadar bedene altı
ayak, iki göz, mide ve diğer organlar nasıl yerleştirilmişti. Bu yavrucuk nerede doğmuştu?
Başında kimler durmuş, ona yardımcı olmuştu? Doğum haberi yakınlarına duyurulmuş muydu? O
çok küçük ağzına ve midesine uygun yiyecekler nasıl hazırlanmıştı? Lokmalarını ağzına kim
koymuştu?

Bu ve benzeri bütün soruların tek bir cevabı vardı: Onu yaratan ve terbiye eden Allah.
Yine bu siyah nokta içerisine görme, işitme, sevme ve korkma hisleri nasıl
yerleştirilmişti? Benden kaçtığına göre hayatını seviyordu ve onun kaybolmasından korkuyordu. İşte
benim hayalimde canlandırmaya çalıştığım ve cevaplarını bulamadığım bu ve benzeri nice soruların
cevaplarını melekler âlemi o küçücük canlıyı hayatının bütün safhalarıyla seyretmek suretiyle biliyor
ve bu ince sanata ve bu hassas rahmete hayran oluyorlardı.

İsterseniz bir örnek de soframızdaki yumurtadan verelim. Sonra, onda yaptığımız tefekkürü, bütün
yumurtalar âlemine, özellikle de balıklar âleminin o küçücük yumurtalarına teşmil edelim.

Bilindiği gibi, nutfeden yaratılan bir canlı ana rahminde iken annesinin dış âlemden edindiği gıdaların
kendisine, bir türlü, ulaşmasıyla o karanlık menzilde Allah’ın inayetiyle hayatını sürdürür.

“O, sizi rahimlerde, dilediği gibi tasvir eden (şekillendiren) dir. O’ndan başka ilâh
yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Âl-i İmrân, 3/6)

Ayet-i kerimenin açık beyanıyla, İlâhî rahmet ve inayet o yavru adayının imdadına yetişmekte,
bütün organlarını en güzel biçimde, en faydalı yerde ve en hikmetli büyüklükte yaratıp yerleştirmekte
ve bunların tümünden meydana gelen bedenine de yine en güzel bir suret vermektedir.

Aynı mana, bir başka şekliyle, bütün yumurtalar âlemi için de geçerlidir. Ancak, yumurtaların bu
noktada çok önemli bir farklılığı vardır. Yumurta içinde teşekküle başlayan civciv adayının annesiyle
hiçbir ilgisi kalmamıştır. Onun vasıtasıyla kendine hiçbir gıda ulaşmaz. Sadece belli bir ısı seviyesi
ve yine belli bir zaman gerekmektedir. Bu ısı, annesinin kuluçkaya yatmasıyla sağlanabileceği gibi,
bugün artık makinelerle de sağlanmaktadır.

Bu gerçekleri göz önüne alarak, elimize aldığımız bir yumurtaya önce şöyle bir nazar edelim. Bu
yumurta kuluçkaya konulsaydı civciv olacaktı. O halde, bir civcivde her ne varsa, şu yediğim
yumurtada onların tümünün planları var demektir. Bu yumuşak sıvıdan o sert kemikler nasıl
yaratıldı? Bu görmeyen maddeden, göz ve kulak nasıl halk edildi? Bu hareketsiz cisim, “yürüyen,
koşan, seven, korkan bir canlı” haline nasıl geldi? Bu ölü varlıktan o canlıyı kim çıkardı?

“Şüphesiz Allah, taneyi ve çekirdeği yarıp filizlendirendir. Ölüden diriyi çıkarır. Diriden
de ölüyü çıkarandır. İşte budur Allah! Peki (O’ndan) nasıl çevriliyorsunuz?” (En’âm, 6/95)

ayetini bu yumurtada ve civcivde net şekilde görmüyor muyuz? Canlı tavuktan cansız yumurtayı
ve cansız yumurtadan canlı tavuğu yaratan bir kudret hakkında, ölmüş insanları nasıl diriltecek
diye sorulur mu?

İşte bütün yumurtalar âlemine bu nazarla bakmak, bizim için ancak hayal yoluyla gerçekleşebilir.
Denizdeki ve karadaki sayısız yumurtaları birlikte görmek, onların geçirdiği safhaları birlikte izlemek
gibi bir kabiliyetten mahrumuz. İşte bu görevi melekler âlemi yapmakta ve bu sayısız hikmet ve
rahmet tecellilerini hayranlıkla seyretmekteler.

"Ücret-i mâneviyye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil


ki bulunmasın. Dünyadan gitmelerinden pek çok incinmesinler,
belki memnun olsunlar. ‫ﷲ‬ ُ ‫ﺐ ا ِﻻ ﱠ ﱠ‬
َ ‫ " ﻻَ ﯾَْﻌﻠَُﻢ اْﻟَﻐْﯿ‬La ya'lemül gaybe İllallah
ifadesini açıklar mısınız?
Bakara Sûresinin başında, müminlerin birinci özelliği olarak “gabya iman etmeleri” nazara
verilir. Gayb kelimesi için tefsir âlimlerimiz şöyle bir açıklama getirmişlerdir:
“Gayb; görülemeyen değil görünmeyen demektir.”

Bu kelime, meleklerden ahirete kadar, görmediğimiz bütün gaybî hakikatleri içine alır. Bu hakikatler
bu dünya gözüyle görünmeseler bile “görülemeyen” sınıfına girmezler. Nitekim, meselâ, melekler
ahirette görülecekleri gibi, bu dünyada da peygamberler ve diğer büyük zatlar o nuranî varlıklarla
görüşebilmişler ve Miraç mucizesiyle Peygamber Efendimiz (asm.) rüyetullah şerefine mazhar
olmuştur.

Soruda geçen ifade “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez.” manasına gelir.

Neml sûresinde (65) şöyle buyrulur:

“De ki: Göktekiler ve yerdekiler gaybı bilemezler, ancak Allah bilir. Onlar öldükten
sonra ne zaman diriltileceklerinin de farkında değildirler.”

Haşir sûresinde de (22) aynı hakikat şöyle ders verilir:

“O, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah’tır. Gaybı da, görünen âlemi de
bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.”

Lokman sûresinde ise mugeyyabat-ı hamse, yani gaybî olan beş şey şöylece sıralanır:

“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi şüphesiz yalnızca Allah katındadır. O, yağmuru


indirir, rahimlerdekini bilir. Hiç kimse yarın (hayır ve şer olarak) ne kazanacağını bilemez.
Hiç kimse nerede öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, (her şeyden)
hakkıyla haberdar olandır.”(Lokman, 31/34)

"Vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir


meyelân-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor." İnsanlarda bu
konuda bir şevk ve istirahata bir meyil görülmüyor. Nasıl
anlamalıyız?
Öncelikle şunun göz önüne alınması gerekiyor: İnsanın başka bir âleme gitme hususunda bir şevk
duyulabilmesi için öncelikle o âleme iman edilmesi, sonra o âlemde saadete kavuşulması için salih
ameller işlenmesi gerekir. Ancak böyle kişiler, dünyanın sıkıntılarından bir an önce
kurtulup, “cennet bahçelerinden bir bahçe” olarak müjdelenen kabre göçmek isteyebilirler. Bu
kimseler bile, dünyada daha fazla yaşayıp ahiretleri namına daha fazla sevap kazanmak isterler ve
ölümü arzu etmezler. Ancak, dünyanın her dönüşünde herkes ölüme bir adım daha yaklaşır. Bu İlâhî
kanunun şazı yoktur.
Herkes her gün bir gün daha ihtiyarlar. Sıhhatli olanlar da hastalığa ve düşkünlüğe doğru bir
adım daha atarlar. Bu kanunun icrası, insanın iradesi dışında olduğundan bir zorlama elbette vardır.
Ancak, ahireti dünyasından daha saadetli olanlar için bu zorlama, “cebren cennete götürme” gibi
telakki edilmelidir.
İnsanın nefsine kalsa, dünyada ebedî yaşamayı tercih eder; bu ise cennete gitmemeyi netice
verecektir. Ancak, ana rahminde bizi kendi irademize bırakmayıp, o dar âlemden bu geniş âleme
lütfuyla getiren Allah, aynı şekilde yine bizim irademiz dışında hepimize ölümü tattıracak ve inşallah
cennetine kavuşturacaktır.

Allah’ın bir ismi de Cebbar’dır. Dünyayı cebren döndüren Allah, onun üzerindeki bütün varlıkları
da yine cebren bir başka âleme sevk etmektedir.

"Ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra,.."


Resmigeçit nöbetlerinden maksut olan neticelerin neler olduğu
hususunda açıklama yapabilir misiniz?
Nurlarda mahlukatın yaratılış gayeleri anlatılırken, birinci olarak Cenâb-ı Hakk’ın, kendi
mahlukatını bizzat müşahede etmesi nazara verilir. Bu gayenin uzun zaman, belki zaman istemediği,
zamandan münezzeh olan Allah’ın nazarına bir an görünmelerinin kâfi geleceği beyan edilir.

İkinci olarak bu eserleri başka mahlukların, özellikle meleklerin, insanların ve ruhaniyatın


seyretmeleri zikredilir.

Öte yandan, dünyanın mahiyeti anlatılırken üç ana madde üzerinde durulur: Birisi, dünyanın esma-i
İlâhîyeye ayna olması, ikincisi ahirete tarla olması, üçüncüsü ise ehl-i hevesatın isteklerinin tatmin
yeri olması.

Dünyadan meşru dairede faydalanmak, dünya lezzetlerini tadarak şükretmek ilk bakışta üçüncü
maddenin meşru bir şekli gibi görünürse de, esas olarak, ikinci maddeye dahildir. Dördüncü Söz’de
beyan edildiği gibi,

“Hem, namaz kılanın diğer mübah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibâdet hükmünü
alır. Bu sûrette bütün sermâye-i ömrünü âhirete mal edebilir. Fânî ömrünü bir cihette ibkâ
eder.”

İşte bu resmigeçitlerde hem İlâhî isimler tecelli etmekte, hem bu dünya hayatı ahiret namına güzel
ve yüksek neticeler vermekte, hem de bu manzaralar Levh-i Mahfuz'da, âlem-i misâlde
kaydedilmektedir.

İnsanlar bu resmigeçidin her safhasında ya cennet yahut cehennem namına bir şeyler yapmakta, her an
dünyadan ahiret âlemine sayısız neticeler gönderilmektedir.
Konuşmalar ve bakışlar ya helaldir ya haramdır. Fikirler ya doğrudur ya yanlıştır. İnançlar ya
haktır ya batıldır. İşte dünya hayatı, özellikle insanlar hakkında böyle binlerce farklı yollardan ya
cennete veya cehenneme mahsul göndermektedir.

Hayvanların tespihleri, fıtrî ibadetleri de ahiret namına meyve vermekte ve konunun devamında, bu
ibadetlerin mükâfatı olarak o hayvanlara ebedî âlemde ruhanî lezzetler ve manevî ücretler verileceği
beyan edilmektedir.

“Herbir zîhayat, meselâ bu süslü çiçek ve şu tatlıcı sinek, öyle manidar, İlahî, manzum
bir kasideciktir ki, hadsiz zîşuurlar onu kemal-i lezzetle mütalaa ederler. Ve öyle
kıymetdar bir mu'cize-i kudrettir ve bir ilânname-i hikmettir ki, Sâni'inin san'atını
nihayetsiz ehl-i takdire cazibedarane teşhir eder. Hem kendi san'atını kendisi temaşa
etmek ve kendi cemal-i fıtratını kendisi müşahede etmek ve kendi cilve-i esmasının
güzelliklerini âyineciklerde kendisi seyretmek isteyen Fâtır-ı Zülcelal'in nazar-ı şuhuduna
görünmek ve mazhar olmak, gayet yüksek bir netice-i hilkatidir.”(Şuâlar, İkinci Şua, Birinci
Makam)

"Yaz zamanında masnuat-ı sagîrenin taifelerine öyle şaşaalı ve


birbiri arkasında bayramlardır ki,.." Masnuat-ı sağirenin
taifelerine bu bayramın daha şaşaalı olduğu ifade ediliyor. Burada
küçük masnuatın öne çıkarılmasının hikmeti nedir?
“Masnuat-ı sağirenin” taifeleri denilince hatırımıza öncelikle sinekler ve böcekler taifeleri
gelir. Onların bayramının daha şaşaalı olması iki şekilde anlaşılabilir. Birisi, bunların sayıca
çokluklarıdır. Bir çift karasineğin bir baharda beş buçuk milyar olduğu dikkate alınırsa bu şaşaa daha
iyi anlaşılır.

İkinci cihet ise, bunlardaki sanat incelikleridir. Konuya,

“Bir sineğin hilkati hayretfezâdır filden.”(Lemeat)

cümlesinin ışığında baktığımızda, bu küçük varlıkların kısa bir zamanda yaratılmalarına, her
birine göz, kulak, ayak, kanat gibi cihazların eksiksiz ve mükemmel verilmelerine, kendilerini
rahmetiyle koruyan, besleyip büyüten bir İlâhî inayetin güneş gibi göründüğüne nazar ettiğimizde,
meleklerin bu harika sanat ve inayet levhalarını hayretle temaşa etmelerini uzak görmeyiz.
Konunun bir başka yönü de, bu küçük varlıkları insanların çok az bir kısmının, yani ilgili bilim
adamlarının inceledikleri, onların da ancak ilgilendikleri türe ait örnekler üzerinde durdukları, o
türün bütün fertlerini incelemelerinin mümkün olmadığı, dolayısıyle bu mucize varlıkların çok büyük
bir çoğunluğunun seyircisiz kaldıklarıdır. Üstat Hazretleri bu kâinattaki harika eserleri temaşa ve
tefekküre cin ve insin nazarlarının kâfi gelmediğini, bu görev için“nihayetsiz melaike envaı ve
ruhaniyat ecnası”nın lazım geldiğini ifade eder. Bu mana söz konusu “masnuat-ı sağire” için daha
çokda geçerlidir.

"Ziruhların en eşrefi ve şu bayramlarda kemmiyet ve keyfiyet


cihetiyle en ziyade istifade eden insan,.." Burada insana,
ziruhların en eşrefi, denilmesi ne anlama gelmektedir?
Zîruh; ruh sahibi demektir. Bu kelime öncelikle insanları, sonra bütün hayvan türlerini hatırlatır.
Bir buçuk milyonu aşkın canlı türü içinde en şereflisinin insan olduğunda şüphe yoktur.

Tîn sûresinde, insanın ahsen-i takvimde, yani en mükemmel bir istidatta yaratıldığı beyan
edilmektedir.

“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)

Öte yandan, diğer canlılardan önemli bir kısmı, arza halife olarak yaratılan insanın hizmetine
verilmişlerdir.

“Hani, Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' demişti.


…” (Bakara, 2/30)

Hazret-i Adem (as.) meleklerle ilim yönünden imtihan edilmiş ve onlardan üstün olduğu
meleklerce de tasdik edilmişti. Bu hadise de gösteriyor ki, insan nevi, sadece yeryüzündeki diğer
canlılardan değil, cinler ve meleklerden de mahiyet olarak üstün bulunmaktadır.
On Yedinci Sözün İkinci Makamı

Bediüzzaman Hazretlerinin kalp gözünü ağlatan esas konu ve


muhteva nedir? İbrahim (as.)’ın, ifade ettiği hakikatle,
Üstad’ımızın nazara verdiği konunun münasebeti ne olabilir?
İbrahim (as.)’ın “batanları sevmem” buyurması ile Üstad Hazretlerinin o geniş hayalinde ve o
engin şefkatinde farklı manalar canlanmış; bu cümle ona maziye göçmüş bütün enbiyayı, evliyayı ve
bütün dostlarını, akrabalarını hatırlatmıştır.
Kavak ağacının dökülen yapraklarından, güz mevsiminde ölecek bütün böceklere üzülmeye kadar
uzanan; öte yandan Eskişehir hapishanesinde iken karşıdaki lise okulunun bahçesinde gülerek
rakseden öğrencilerin elli sene sonraki hallerini manen müşahede edip, onların acınacak hallerine
ağlayan bir harika şefkat sahibinin ruhunda, İbrahim aleyhiselamın bu cümlesiyle ne gibi levhalar
canlandığını tahmin etmek çok güçtür. Ancak, Dördüncü Şua’dan aşağıda nakledeceğimiz iki
paragraf bu hususta bize bir pencere açabilir sanıyorum.

“Çünkü, hayatımı ve bekamı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda


etmeyi fıtrî arzu ettiğim, başta pederlerim ve validelerim ve bütün neslî ve nesebî ve
mânevî akrabalarım, Bâkî-i Hakikînin bekası ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve idam-ı
ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imanî
ile hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüzî ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir
rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir valide veledinin
lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi, ben de o bütün şefkat ettiğim zatların, o
rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatleriyle zevklendim ve ferahlandım ve
çok derin şükrettim.”

“Şu halde Bâki-i Zülkemâlin bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm ve âl ve ashabı olarak, umum sâdâtım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya
ve bütün sair hadsiz dostlarım idam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye
mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk
sırrıyla saadetleri bana inikâs edip saadetlendirdiğini zevk ettim.”

Üstad Hazretleri o engin şefkatinin açtığı hüzünlere iman ve Kur’an'dan gelen cevapları ve
tesellileri sıralamakla bizlere de benzeri haller için büyük bir teselli dersi vermiş oluyor.

On Yedinci Söz, İkinci Makam, Birinci ve İkinci levhalarını


açıklar mısınız? "Beni dünyaya çağırma, Ona geldim fenâ
gördüm..."
BİRİNCİ LEVHA
Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.

"Beni dünyaya çağırma,


Ona geldim fenâ gördüm."

Dünya fani olmasından dolayı, gönül açısından uğraşmaya ve kalbî ilgiye değmez.

"Demâ gaflet hicab oldu,


Ve nur-u Hak nihan gördüm."

Gaflet, yani; Allah’tan habersiz olmak, daima hakkın gizli ve saklı kalmasına sebep oldu.

"Bütün eşya-yı mevcudat,


Birer fâni muzır gördüm."

Gaflet yüzünden bütün eşyayı kendime zararlı ve geçici birer düşman olarak gördüm.

"Vücut desen, onu giydim,


Ah, ademdi, çok belâ gördüm."

Allah’a karşı varlık dava ettim, yokluk içinde kalıp çok bela ve sıkıntı çektim.

"Hayat desen onu tattım,


Azap-ender azap gördüm."

Allah’tan gafil olan bir hayat, insana saadet değil; azap verir.

"Akıl ayn-ı ikab oldu,


Bekayı bir belâ gördüm."

Hayat gibi akıl da azap ve sıkıntı veren bir alet durumuna girdi, yaşamak bir bela hükmüne geçti.

"Ömür ayn-ı heva oldu,


Kemal ayn-ı heba gördüm."

Ömür gaflet yüzünden boşa gitti, bana takılan mükemmel kabiliyetler ise ziyan oldu, yani hevanın
basit bir oyuncağı olup gitti.

"Amel ayn-ı riya oldu,


Emel ayn-ı elem gördüm."

Amel ve işlerim hep başkaları için oldu, Allah için olmadı. Emel ve arzularım tahakkuk etmediği
için, hep acı veren boş hayaller oldular.

"Visal nefs-i zeval oldu,


Devâyı ayn-ı dâ gördüm."
Kavuşmak aynı ayrılmak oldu. Zira dünyanın içindekiler o kadar süratle yokluğa akıyorlar ki,
âdeta kavuşmak ile ayrılmak cem olmuş. Deva ile hastalık aynı olmuş.

"Bu envar, zulümat oldu;


Bu ahbabı yetim gördüm."

Nur ve ışık denilen şeyler karanlık oldu, yani vahyi terk eden akıl aydınlatmak yerine, her şeyi
karanlığa mahkum etti. Dost ve ahbapların yokluğa giden halleri, yetimin hali gibi acıklı oldu.

"Bu savtlar, nây-ı mevt oldu;


Bu ahyâyı emvat gördüm."

İşitilen sesler, ölüm sonrası hasıl olan ağıtlar ve çığlıklar şekline büründü. Hayatı ölüm şeklinde
gördüm. Yani doğanlar ölmek için doğuyorlar.

"Ulûm, evhâma kalb oldu;


Hikemde bin sekam gördüm."

İlimler insana güven vermek yerine, telaş ve kuruntu veren aletler hükmüne geçti. Hikmet ve
fenler ise; insana deva yerine dert hükmüne geçti. Mesela; ilim dürbünü ile gördüğü mikroplar ona
zarar verecek küçük düşmanlar şekline girdi. Yıldızlar ise dünyaya çarpması muhtemel geniş ve
büyük kütleler şekline girdi vs...

"Lezzet, ayn-ı elem oldu;


Vücutta bin adem gördüm."

Lezzet, gaflet sayesinde aynı acı oldu. Zira lezzetin yok olması acıdır. Varlık denilen şey kısa bir
andır, yani yokluğun başka bir şeklidir.

"Habib desen onu buldum,


Ah, firakta çok elem gördüm."(1)

Dost ve sevgili dersen onu buldum; ama bana ayrılık acısı çektirmekten başka bir işe yaramadı.

İKİNCİ LEVHA
Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder bir levhadır.

"Demâ gaflet zeval buldu,


Ve nur-u Hak ayan gördüm."

İman ve hidayet sayesinde; sürekli olan gaflet, son buldu. Gafletin gitmesi ile Hak ve marifet açık
bir şekilde hayatımda parladı.

"Vücut, burhan-ı Zât oldu;


Hayat, mir'ât-ı Haktır, gör."
Varlık ve vücut, bizzat kendisi Allah’a delil oldu. Sanat nasıl sanatkara delil ise, vücudum da
Vacibü'l-Vücud'a delildir. Hayatım ise; hakka ve hakikate güzel bir ayna oldu. Hayat üstünde
Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisine işaret ediyor.

"Akıl, miftah-ı kenz oldu;


Fenâ, bâb-ı bekadır, gör."

Akıl azap veren alet olmaktan çıktı, hidayet sayesinde Allah’ın isim ve sıfat hazinelerini açan bir
anahtar hükmüne geçti. Ayrıca fena ve ölümün ebedi hayatın kapısı ve başlangıcı olduğunu keşfetti.

"Kemâlin lem'ası söndü,


Fakat şems-i cemal var, gör."

Kendi kendime sahiplendiğim kemal, belki iman ve hidayet sayesinde söndü; ama ona bedel
sonsuz cemal ve kemali buldum ve ona güzel bir ayna oldum. Bir lem'a kemale karşı, sonsuz kemali
buldum.

"Zeval, ayn-ı visal oldu;


Elem, ayn-ı lezzettir, gör."

Yokluk ve ayrılık, aynı varlık ve kavuşmak oldu. Acı ve sıkıntı bildiğim şeyler, meğerse lezzet ve
saadetmiş, bunu iman ve hidayet ile gördüm.

"Ömür nefs-i amel oldu,


Ebed ayn-ı ömürdür, gör."

Ömür; iman ve hidayet sayesinde, bütünü ile amel ve ibadet şekline dönüştü. Ebedi alem ise,
bana ömür oldu. Yani amellerim ebediyete dönüştü.

"Zalâm, zarf-ı ziya oldu;


Bu mevtte, hak hayat var gör."

Karanlıklar ışığa ve nura bir zarf oldu, zarfı çıkardığın zaman nur ve ışık parlar. Ölümün zahiri ve
karanlık yüzü, hakikatine ve tatlılığına bir zarftır. Bu zarf çıkarsa/açılırsa, içindekinin karanlık ve acı
olmadığı anlaşılır.

"Bütün eşya enis oldu,


Bütün asvat, zikirdir gör."

İman ve hidayet sayesinde her şey dost oldu; kainattaki bütün seslerin birer zikir olduğu anlaşıldı.

"Bütün zerrat-ı mevcudat


Birer zâkir, müsebbih gör."

Kainattaki bütün zerreler ve küreler, Allah’ı tesbih ve tezkir eden birer kuldurlar.
"Fakrı, kenz-i gınâ buldum;
Aczde tam kuvvet var, gör."

Mahiyetimdeki nihayetsiz acizliği ve fakirliği, Allah’ın sonsuz zenginlik ve kudretini çekmekte bir
vasıta ve araç gördüm. Nasıl bebek acizliği ile anne ve babasını kendine hizmetçi yapıyorsa, insanın
acizlik ve fakirliği de, Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğini kendine celp ediyor.

"Eğer Allah'ı buldunsa,


Bütün eşya senindir, gör."

Allah’ı iman ve hidayet ile bulan her şeyi bulur, zira her şey Allah’ın mülküdür.

"Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen,


Onun mülkü senindir, gör."

Şayet Allah’a tam kul olursan, Allah’ın mülkü de sana kul olur.

"Eğer hodbin ve kendi nefsine mâlik isen


Bilâ-addin belâdır, gör."

Yok kendi cüzi kudret ve iradene dayanıp Allah’a kul olmaz isen, o zaman her şey sana yabancı
ve düşman olur, bir zerreye bile hükmedemezsin.

"Bilâ-haddin azaptır, tad;


Belâ gayet ağırdır, gör."

Küfür ve inkarın cezası ebedi azabı tatmaktır. Belası çok ağırdır bil.

"Eğer hakikî abd-i hüdâbin isen,


Hudutsuz bir safâdır, gör.
Hesapsız bir sevap var, tad;
Nihayetsiz saadet gör."(2)

İman ve hidayet ile Allah’a kul olursan, o zaman her iki dünya da safa ve saadet yeridir, gör
vesselam.
Dipnotlar:

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz Birinci Levha.


(2) bk. a.g.e., İkinci Levha.

On Yedinci Söz'ün İkinci Makamındaki, "Kalbe Farisî Olarak


Tahattur Eden Bir Münacat" diye başlayan yerdeki, Farisi
beyitlerin okunuşunu Latince olarak yazılı hale getirir misiniz?
Kalbe Farisî olarak tahattur eden bir münacat

ِ ‫ﺐ ھَﻜَﺬا ﺑِﺎْﻟﺒَﯿَﺎِن اْﻟﻔَﺎِر‬


‫ﺳﻰ‬ ِ ‫ھِﺬِه اْﻟُﻤﻨَﺎَﺟﺎةُ ﺗََﺨﻄﱠَﺮْت ﻓِﻰ اْﻟﻘَْﻠ‬
[Yani bu münacat, kalbe Farisî olarak tahattur ettiğinden Farisî yazılmıştır. Evvelce matbu olan
"Hubab Risalesi"nde dercedilmişti.]

‫ﺶ ِﺟَﮭْﺖ ﻧَﻈَْﺮ ِﻣﯿَﻜْﺮَدْم َدْرِد ُﺧﻮْدَرا َدْرَﻣﺎْن ﻧَِﻤﻰ ِدﯾَﺪْم‬


ْ ‫ﺸ‬
َ َ‫ﯾَﺎَرْب ﺑ‬
“Yâ Rab! Be-şeş cihet nazar mî-kerdem derd-i hôd-râ dermân ne-mî- dîdem”

ْ َ‫ﺳْﺖ ِﻣﻰ ِدﯾَﺪْم ِﻛﮫ ِدى ُروْز َﻣَﺰاِر ﭘََﺪِر َﻣﻨ‬


‫ﺴْﺖ‬ ْ ‫َدْرَرا‬
“Der râst, mî-dîdem ki dîrûz mezâr-ı peder-i men-est”

ْ َ‫َو َدْر َﭼْﭗ ِدﯾَﺪْم ِﻛﮫ ﻓَْﺮَدا ﻗَْﺒِﺮ َﻣﻨ‬


‫ﺴْﺖ‬
“Ve der çep, dîdem ki ferdâ kabr-i men-est”

ْ َ‫ب َﻣﻨ‬
‫ﺴْﺖ‬ ِ ‫ﺿِﻄَﺮا‬
ْ ِ‫ﺴِﻢ ﭘُْﺮ ا‬ ِ ‫َو اِﯾْﻤُﺮوْز ﺗَﺎﺑُﻮ‬
ْ ‫ت ِﺟ‬
“ Ve imrûz, tâbût-i cism-i pür-ıztırâb-ı men-est”

‫ﺳْﺖ‬ ْ ‫ﺳِﺮ ُﻋْﻤْﺮ َﺟﻨَﺎَزهِء َﻣْﻦ اِﯾ‬


ْ َ‫ﺴﺘَﺎَده ا‬ َ ‫ﺑَْﺮ‬
“Ber ser-i ömr, cenâze-i men îstâde-est”

ْ َ‫ﺴﺘَِﺮ ِﻋﻈَﺎِم َﻣﻨ‬


‫ﺴْﺖ‬ ِ ‫َدْر ﻗََﺪْم آ‬
ِ َ‫ب َﺧﺎِك ِﺧْﻠﻘ‬
ْ ‫ﺖ َﻣْﻦ َو َﺧﺎِﻛ‬
“Der kadem, âb-ı hâk-i hilkat-i men ve hâkister-i ‘izâm-ı men-est”

ْ ‫ﺲ ِﻣﯿﻨَِﮕَﺮْم ﺑِﯿﻨَْﻢ اِﯾْﻦ ُدْﻧﯿَﺎِء ﺑِﻰ ﺑُْﻨﯿَﺎْد ِھﯿْﭻ َدْر ِھﯿَﭽ‬


‫ﺴْﺖ‬ ْ َ‫ُﭼﻮْن َدْر ﭘ‬
“Çün der pes mî-nigerem bînem, în dünyâ-yı bî-bünyâd hîç der hîç-est”

‫ﺳْﺖ‬ْ َ‫ﺸﺎَده ا‬ َ َ‫ﺶ اَْﻧَﺪاَزهِء ﻧ‬


َ ‫ﻈْﺮ ِﻣﯿُﻜﻨَْﻢ َدِر ﻗَﺒِْﺮ ُﻛ‬ ْ ‫َو َدْر ﭘِﯿ‬
‫ﺳْﺖ‬ ْ ‫َو َراِه اَﺑَْﺪ ﺑَُﺪوِر ِدَراْز ﺑَِﺪﯾَﺪاَر‬
‫ﺳْﺮَﻣْﺪ‬َ ‫ت َﻣﺎ َﻣْﯿِﻞ اَﺑَْﺪ َو اََﻣِﻞ‬ِ ‫ﺳْﺖ َدْر ﻓِْﻄَﺮ‬ ْ ‫ﻧُِﻮ‬
ْ َ ‫ﺷ ﺘ َﮫ ا‬
“Ve der-pîş, endâze-i nazar mî-konem der-i kabr küşâde-est
Ve râh-ı ebed be-dûr-i dirâz be-dîdâr-est,
Nuvişte-est der fıtrat-ı mâ, meyl-i ebed ve emel-i sermed.”

‫ﺳْﺖ‬
ْ ‫ﺴْﺖ َدْر َد‬ ِ ‫َﻣَﺮا ُﺟْﺰ ُﺟْﺰِء اِْﺧﺘِﯿَﺎِرى‬
ْ ‫ﭼﯿِﺰى ﻧِﯿ‬
“ Me-râ cüz’ cüz-i ihtiyârî, çîzî nîst der-dest”

ْ ‫ِﻛﮫ اُو ُﺟْﺰْء َھْﻢ َﻋﺎِﺟْﺰ َھْﻢ ُﻛﻮﺗَﺎه و َھْﻢ َﻛْﻢ َﻋﯿَﺎَر‬
‫ﺳْﺖ‬
“ Ki o cüz’ hem âciz hem kutâh û hem kem- ‘ayâr-est”

ْ َ‫ﺴﺘَْﻘﺒَْﻞ َﻣَﺪاِر ﻧُﻔُﻮْذ ا‬


‫ﺳْﺖ‬ ْ ‫ﺿﻰ َﻣَﺠﺎِل ُﺣﻠُﻮْل ﻧَﮫ َدْر ُﻣ‬
ِ ‫ﻧَﮫ َدْر َﻣﺎ‬
“ Ne der- mâzî mecâl-i hulûl, ne der-müstakbel medâr-ı nüfûz-est”

ْ َ‫ﺳﯿﱠﺎﻟ‬
‫ﺴْﺖ‬ َ ‫َﻣْﯿَﺪاِن اُو اِﯾْﻦ َزَﻣﺎِن َﺣﺎْل و ﯾَْﻚ آِن‬
“ Meydân-ı ô, în zamân-ı hâl û yek ân-ı seyyâl-est”

‫ﺷَﻜﺎَره‬
ِ ‫ت ﺗُﻮ آ‬ َ ‫ﺑَﺎ اِﯾْﻦ َھَﻤﮫ ﻓَْﻘْﺮَھﺎ َو‬
ِ ‫ﺿْﻌْﻔَﮭﺎ ﻗَﻠَِﻢ ﻗُْﺪَر‬
“Bâ în heme fakr-hâ ve za’f-hâ kâlem-i kudret-i tû, âşikâre”

ِ ‫ﺳْﺖ َدْر ﻓِْﻄَﺮ‬


َ ‫ت َﻣﺎ َﻣْﯿِﻞ اَﺑَْﺪ َو اََﻣِﻞ‬
‫ﺳْﺮَﻣْﺪ‬ ْ ‫ﻧُِﻮ‬
ْ َ ‫ﺷ ﺘ َﮫ ا‬
“ Nuvişte-est der fıtrat-ı mâ, meyl-i ebed ve emel-i sermed”

‫ﺴْﺖ‬
ْ ‫ َھ‬، ‫ﺴْﺖ‬ ِ ‫ﺑَْﻠِﻜﮫ َھْﺮ‬
ْ ‫ﭼﮫ َھ‬
“Belki her çi hest, hest”

ْ ‫َداﺋَِﺮهِء اِْﺣﺘِﯿَﺎْج َﻣﺎﻧَْﻨِﺪ َداﺋَِﺮهِء َﻣﱢﺪ ﻧَﻈَْﺮ ﺑُُﺰْرِﮔﻰ َداَر‬


‫ﺳْﺖ‬
“ Dâire-i ihtiyâc mânend-i dâire-i medd-i nazar, bozorgî-dâr-est”

َ ‫َﺧﯿَﺎْل ُﻛَﺪاْم َر‬


َ ‫ﺳْﺪ اِْﺣﺘِﯿَﺎْج ﻧِﯿْﺰ َر‬
‫ﺳْﺪ‬
‫ﺴْﺖ‬
ْ ‫ﺴْﺖ َدْر اِْﺣﺘِﯿَﺎْج َھ‬ ْ ‫ﭼ ﮫ ﻧِ ﯿ‬
ِ ‫ﺳْﺖ َھْﺮ‬ ْ ‫َدْر َد‬
“Hayâl kudâm resed, ihtiyâc-nîz resed
Der dest her çi nîst, der ihtiyâc hest”
ْ ‫ﺖ ُﻛﻮﺗَﺎْه ُﻛﻮﺗَﺎَھ‬
‫ﺴْﺖ‬ ْ ‫َداﺋَِﺮهِء اِْﻗﺘَِﺪاْر َھْﻤُﭽﻮ َداﺋَِﺮهِء َد‬
ِ ‫ﺳ‬
“Dâire-i iktidâr hemçû dâire-i dest-i kutâh, kutâh-est”

‫ﺴْﺖ‬ ِ ‫ﺲ ﻓَْﻘﺮ و َﺣﺎَﺟﺎ‬


ْ َ‫ت َﻣﺎ ﺑَﻘَْﺪِر ِﺟَﮭﺎﻧ‬ ْ َ‫ﭘ‬
“Pes fakr û hâcâti mâ, be-kadr-i cihân-est”

ْ َ‫ﺳْﺮَﻣﺎﯾَﮫِء َﻣﺎ َھْﻢ ُﭼﻮ ُﺟْﺰِء ﻻَﯾَﺘََﺠﱠﺰا ا‬


‫ﺳْﺖ‬ َ ‫َو‬
“ Ve sermâye-i mâ, hemçû cüz-i lâ yetecezzâ- est”

ِ ‫اِﯾْﻦ ُﺟْﺰْء ُﻛَﺪاْم َو اِﯾْﻦ َﻛﺎﺋِﻨَﺎ‬


ْ ‫ت َﺣﺎَﺟﺎْت ُﻛَﺪاَﻣ‬
‫ﺴْﺖ‬
“ În cüz’ kudâm ve în kâinât-ı hâcât küdâm-est”

‫ﺳْﺖ‬ ْ ‫ﺲ َدْر َراِه ﺗُﻮ اْز اِﯾْﻦ ُﺟْﺰْء ﻧِﯿْﺰ ﺑَﺎْز ِﻣﻰ ُﮔَﺬ‬
ْ َ‫ﺷﺘَْﻦ َﭼﺎَرهِء َﻣْﻦ ا‬ ْ َ‫ﭘ‬
َ
“ Pes der- râh-ı tû, ez în cüz’ nîz bâz-mî güzeşten, çâre-i men-est”

ْ َ‫ﺖ ﺗُﻮ ﭘَﻨَﺎِه َﻣْﻦ ا‬


‫ﺳْﺖ‬ ِ َ‫ﺖ ﺑِﻰ ﻧَِﮭﺎﯾ‬
ِ ‫ﺷَﻮْد َرْﺣَﻤ‬ ِ ‫ﺳْﺘ‬
َ ‫ﮕﯿِﺮ َﻣْﻦ‬ ِ َ‫ﺗَﺎ ِﻋﻨَﺎﯾ‬
ْ ‫ﺖ ﺗُﻮ َد‬
“ Tâ inâyet-i tû destgîr-i men şeved, rahmet-i bî nihâyet-i tû penâh-ı men-est”

ْ َ‫ﺖ َرْﺣَﻤْﺖ ﯾَﺎْﻓْﺖ ا‬


‫ﺳْﺖ ﺗَْﻜﯿَﮫ ﻧَﮫ ُﻛﻨَْﺪ ﺑَْﺮ اِﯾْﻦ ُﺟْﺰِء اِْﺧﺘِﯿَﺎِرى ِﻛﮫ ﯾَْﻚ‬ ْ ‫آْن َﻛ‬
ِ َ‫ﺲ ِﻛﮫ ﺑَْﺤِﺮ ﺑِﻰ ﻧَِﮭﺎﯾ‬
‫ﺴْﺖ‬ َ ‫ﻗَْﻄَﺮه‬
ْ َ‫ﺳَﺮاﺑ‬
“ Ân-kes ki bahr-i bî nihâyet-i rahmet yâft-est, tekye ne koned ber în cüz-i ihtiyârî ki, yek katre
serâb-est”

‫ﺴْﺖ‬ْ َ‫اَْﯾَﻮاْه اِﯾْﻦ ِزْﻧِﺪَﮔﺎﻧِﻰ َھْﻢ ُﭼﻮ َﺧﺎﺑ‬


ْ ‫ِوﯾْﻦ ُﻋْﻤِﺮ ﺑِﻰ ﺑُْﻨﯿَﺎْد َھْﻢ ُﭼﻮ ﺑَﺎَد‬
‫ﺳْﺖ‬
“Eyvâh în zindigânî, hem-çû hâb-est
Ve în ömr-i bî bünyâd, hem-çû bâd-est”

ْ َ‫ﺴﺎْن ﺑََﺰَواْل ُدْﻧﯿَﺎ ﺑَﻔَﻨَﺎ ا‬


ْ َ‫ﺳْﺖ آَﻣﺎْل ﺑِﻰ ﺑَﻘَﺎ آﻻَْم ﺑَﺒَﻘَﺎ ا‬
‫ﺳْﺖ‬ َ ‫اِْﻧ‬
“ İnsân be-zevâl, dünyâ be- fenâ-est. Âmâl bî-bekâ âlâm be-bekâ-est”
‫ى ُﺧﻮْدَرا ﻓََﺪا ُﻛْﻦ‬ ِ ‫ﺲ ﻧَﺎﻓَْﺮَﺟﺎْم ُوُﺟﻮِد ﻓَﺎﻧِﻰ‬
ِ ‫ى ﻧَْﻔ‬
ْ َ ‫ﺑِ ﯿ َﺎ ا‬
‫ﺴْﺖ‬
ْ ‫ﺴﺘِﻰ َوِدﯾَﻌﮫ َھ‬ ْ ‫ﻖ ُﺧﻮْدَرا ِﻛﮫ اِﯾْﻦ َھ‬
ِ ِ‫َﺧﺎﻟ‬
“Bi-yâ ey nefs-i nâ-fercâm, vücûd-ı fânî-yi hôd-râ fedâ kon
Hâlık-ı hôd-râ ki, în-hestî vedî’a hest”

‫َو ُﻣْﻠِﻚ اُو َو اُو َداَده ﻓَﻨَﺎ ُﻛْﻦ ﺗَﺎ ﺑَﻘَﺎ ﯾَﺎﺑَْﺪ‬
ْ َ‫ ﻧَْﻔِﻰ ﻧَْﻔْﻰ اِْﺛﺒَﺎْت ا‬، ‫ﺳﱢﺮى ِﻛﮫ‬
‫ﺳْﺖ‬ ِ ‫اَْز آْن‬
“Ve mülk-i ô ve ô dâde, fenâ kon tâ bekâ-yâbed
Ez ân sırrî ki, nefy-i nefy isbât-est”

‫ى ﭘُْﺮَﻛَﺮْم ُﺧﻮْد ُﻣْﻠِﻚ ُﺧﻮْدَرا ِﻣﻰ َﺧَﺮْد اَْز ﺗُﻮ‬ِ ‫ُﺧَﺪا‬


ْ ‫ى ﺗُﻮ ﻧَِﮕﺎْه َداَر‬
‫ﺳْﺖ‬ ِ ‫ى ﺑِﻰ ِﮔَﺮاْن َداَده ﺑََﺮا‬
ِ ‫ﺑََﮭﺎ‬
“ Hudâ-yı pür kerem hôd mülk-i hôd-râ, mî-hared ez-tû
Behâ-yı bî girân dâde be-râ-yı tû nigâh dâr-est”

On Yedinci Söz'ün İkinci Makamındaki, "Kalbe Farisî Olarak


Tahattur Eden Bir Münacat" diye başlayan yerin, kalbe Farisî
olarak gelmesinin ve Farisî olarak yazılmasının hikmeti ne
olabilir? Ayrıca, Hubab Risalesi'nde derci ne demektir?
Bu beyitler, öncelikle, Üstad Hazretlerinin Arapça gibi Farsçaya da derin bir vukufiyeti olduğunu
gösteriyor.

“Mekke’de de olsam buraya gelmek lazımdı.” ifadesiyle de açıkça ortaya koyduğu gibi, kendisi
iman hizmetine bu memlekette başladığı için, eserlerini de bu milletin diliyle yazmıştır.
Öte yandan, Farsça, şiire ve kalbi duyguları ifadeye daha uygun bir dil olarak biliniyor. Hz.
Mevlana’nın, Mesnevî’sini bu dille yazması da bu noktada oldukça manidardır.

Hubab Risalesi Üstad'ın Mesnevî-i Nuriye adlı eserinin bir bölümüdür. Bu Farsça Münacat daha
önce, aslı Arapça olan, söz konusu risalede yer almış, daha sonra On Yedinci Söz'ün sonuna
alınmıştır.

On Yedinci Söz'ün İkinci Makamının dipnotunda; bu makamla


ilgili ifadelerin şiir olmadığı ve kasten nazmedilmediği, belki
hakikatlerin kemal-i intizamı cihetinde manzum suretini aldığı
ifade edilmektedir. Bu konuyu nasıl anlamalıyız?
“Biz, ona (Peygambere) şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak
bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır.” (Yasin, 36/69)

ayet-i kerimesinden hareketle, bir çok âlim şiire fazla taraftar çıkmamışlar, tümünde olmasa bile
çoğu şiirde hayalin ön plana çıktığını ve hakikati perdelediğini savunmuşlardır. Bunun yanında başta
Hazret-i Mevlâna olmak üzere birçok âlim de hikmet derslerini şiirle vermişlerdir. Bununla birlikte
Hz. Mevlâna da ulemanın şiire iyi bakmadığını çok iyi bildiğinden Mesnevî’sini şiir şeklinde kaleme
almasının sebebini “Fihi Ma Fihi” de şöyle dile getirmiştir:

“Adamın evine misafir gelir. Misafirin iştihası işkembeyedir. Ev sahibi onu memnun
etmek için hemen işkembe temizlemeye koyulur. Bana da şiir söylemek gerek.”

Üstat Hazretleri de bu dersini şiir şeklinde kaleme almamış, ancak kendi ifadesiyle “hakikatların
kemal-i intizamı cihetinde bir derece manzum suretini almıştır.”

“Şiir ise çendan kıymetdar, şirin bir vasıta-yı ifadedir. Fakat şiirde hayal hükmettiği için
hakikata karışır, hakikatların suretini değiştirir.” (Barla Lahikası)

Şehnaz-ı Çelkezi adındaki meşhur bir dünya güzelinin


hatırlatılmasından maksat nedir?
Burada ağaçlar ve onların zikirleri anlatılırken bir benzetme yapılmıştır. Ağacın dalları ve
yaprakları adeta bir insan gibi, hususen bir kadın gibidir. Zira kadının saçları ile ağacın yaprakları ve
dallar arasında bir benzerlik vardır. Bunun için de güzelliği ile dünyaca meşhur bir kadın
hatırlatılarak; "Dikkatinizi sadece onlar çekmesin, her tarafta dünya güzeli sanatlar vardır, siz
onları görmüyor, sadece belli başlı varlıklara bakıyorsunuz." şeklinde bir mesaj olduğu anlaşılıyor.

Güzellik görmek istiyorsanız her ağaç ve çiçek bu hissinizi tatmin eder denmektedir. Burada
dikkatler "Şehnaz"a değil, tam aksine, ağaçlara çekilmiştir.

Siyah Dutun Bir Meyvesi'nin İzahını Yapar mısınız?


O mübarek dut başında Eski Said, Yeni Said lisanıyla söylemiştir.

"Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır. / Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i
Kur'ân namına kalbimdir."
Osmanlının son dönemlerinde ortaya çıkan Batılılaşma akımı kast ediliyor. Bu akım Avrupa’nın
müspet terakkilerinden çok, Batı'nın yaşam tarzını taklide çalışmışlar. Tarihte de Jön Türkler olarak
biliniyorlar. Ziya Paşa müspet anlamda Avrupa’yı örnek aldığı için Üstad Hazretleri onu diğerleri
içinde değerlendirmiyor. Onları kendi nefsi adına değil, Kur’an adına eleştireceğini de baştan ifade
ediyor.

"Geçen Sözler hakikattir, sakın şaşma, hududundan hazer aşma. / Ecânip fikrine
sapma, dalâlettir kulak asma, eder elbet seni nâdim."

Bu konudan önce zikredilen imana ve Kur’an’a dair sözler, yani Risale-i Nurlar hakikattir. Taklit
adına Kur’an'dan şaşma, onun sınırlarını zorlama. Ecnebi olan Batı medeniyetini kendine rehber
yaparsan, sonunda hem dünya hem ahirette pişman olursun.

"Görürsün en ziyâdârın, zekâvette alemdârın, / O hayretten der daim: "Eyvah, kimden


kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım!"

İş işten geçtikten hem dünyada hem ahirette rezil ve rüsva olduktan sonra, o zaman görürsün Batı
medeniyeti ziya mı veriyor, zulmet mi, anlarsın!.. Burada o dönem aydınlarının kafa karışıklığına
işaret ediliyor.

"Kur'ân dedirtir, ben de derim, hiç de çekinmem./ Ondan Ona şekvâ ederim, sen gibi
şaşmam."

Bu mısrada, "şikayet merciine yapılmalı" deniliyor. Yani İslam aleminin sorunlarının ve


şikayetlerinin çözüleceği merci Batı medeniyeti değil, Kur’an'dır. Ben derdimi ancak Kur’an
hekimine anlatırım diyor.

"Haktan Hakka feryad ederim, sen gibi aşmam./ Yerden göğe dâvâ ederim, sen gibi
kaçmam."

Feryadımı ve çaresizliğimi ancak Hakka, yani Kur’an’a bildiririm ve çareyi orada ararım. Sizin
gibi yanlış yerlerde gezinmem, hakikate gözümü kapamam.

"Ki, Kur'ân'da hep dâvâ nurdan nuradır, sen gibi caymam./ Kur'ân'dadır hak hikmet,
ispat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam."

Her şeyin çözümü ve reçetesi Kur’an'dır ve Kur’an'dadır. Davamı ona götürürüm, onda çözerim.
Yoksa kısa ve karanlıklı aklın mahsulü olan felsefe benim kurtuluş yerim ve yönüm değildir. Hakkın
ve reçetenin Kur’an'da olduğunu da ispata hazırım, diyor Üstad Hazretleri.

"Furkandadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam./ Halktan Hakka seyran
ederim, sen gibi sapmam."

Kainatın hakikatlerini ve sırlarını çözen Kur’an'dır. Senin gibi beş para etmeyen Batı
medeniyetinin fantezilerine Kur’an’ın sarsılmaz hakikatlerini değişmem. Bu hususta sizin gibi
sapmam.
"Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam./ Ferşten Arşa şükran ederim, sen gibi
asmam."

Şu dikenlerle, yani risk ve tehlikelerle dolu hayat yolunda Kur’an’ı rehber ittihaz ettiğim için,
onlardan korunurum. Ama siz Kur’an’a yüz çevirip Batı'ya yöneldiğiniz için o risk ve tehlikelerin
merkezine düşüyorsunuz. Hem de şu hayat yolundaki kulluk vazifesini de ihmal ederek sapkınlığa
yuvarlanıyorsunuz.

"Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam./ Kabre gülerekten girerim, sen gibi
ürkmem."

Ölüm mümin için yokluk ve hiçlik değil ki, ölümden korkalım ürkelim. Ölüm, ebedi hayatın
başlangıcı ve bir girizgahıdır. Biz imanın bereketi ile kabre gülerek gideriz, siz ise karanlık ve dipsiz
bir kuyuya düşmek olarak bakarsınız.

"Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı-sen gibi görmem./ Ahbaba kavuşturur beni,
kabirden darılmam, sen gibi kızmam."

Kabir, yılanın ağzına düşmek veya yokluğa atılan bir adım değil, dostlara kavuşmak kapısıdır.

"Rahmet kapısı, nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem./ Bismillâh
diyerek çalıyorum, (HAŞİYE 1) arkama bakmam, dehşet de almam."
HAŞİYE 1: Eyvah diyerek kaçmıyorum.

Kabir Allah’ın rahmetinin ve nurunun görkemle görüneceği bir mekandır. Bu sebeple kabirden
korkmaya ve ondan çekinmeye gerek yoktur. Ama Batı medeniyetinin aklı ve dehası kabrin bu
tarafında kalıyor, ötesini göremiyor.

"Elhamdülillâh diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam./


Allahu ekber diyerek ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, (HAŞİYE 2) Mahşer-i Ekberden
çekinmem, Mescid-i Âzamdan çekilmem."
HAŞİYE 2: İsrâfil'in ezanınıfecr-i haşirde işitip Allahu ekber diyerek kalkacağım. Salat-ı
Kübradan çekilmemMecma-ıEkberden çekinmem...

Kabre, dünya vazifesinden bir paydos şeklinde şükrederek yatacağım. İsrafil (as)’in sura
üflemesi ile yeniden dirilip hesap ve ebede yürüyeceğim. Sizin zannettiğiniz gibi yokluğa düşmedim,
helak olmadım.

"Lütf-u Yezdan, nur-u Kur'ân, feyz-i iman sayesinde hiç üzülmem./ Durmayıp
koşacağım, Arş-ı Rahmân zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşaallah."(1)

Allah’ın lütfu ve Kur’an’nın nuru ve imanın feyzi sayesinde Rahman'ın arşına, yani cennetin ve
ebedi alemlerin güzelliklerine koşacağım; sizin gibi Kur’an yolundan şaşmam inşallah, diyerek o Batı
düşüncesi ve taraftarlarına ders veriyor.

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı.


Üstad'ın "Muhatabım Ziya Paşa değil Avrupa meftunlarıdır."
diye başlayan manzumesinde Ziya Paşa'nın adının geçmesinin
hikmeti nedir?
Ziya Paşa merhum; Avrupa’ya giden, orada hürriyet hareketini başlatan, Meşrutiyetin ilanında
büyük payları olan, istibdadın aleyhinde neşriyat yapan, zemininde her tip insanı maalesef barındıran
Jön Türkler diye tesmiye edilen grubun efradındandır.

Ancak bu Jön Türkler içinde mason, uşak ve Avrupa meftunları olduğu gibi; Ziya Paşa gibi samimi,
hürriyet taraftarı, Avrupa’nın fennine aşık ancak, sefahatine muhalif, mason olmayan, hatta ulema
makamında zevat da mevcuttur.

Üstadımız, meşrep itibariyle toptancı değildir. Her şeyin iyisini ve güzelliğini almak onun
şiarıdır.

Bu sebeple “Avrupa ikidir. Tabiatçıların münkir olmayan kısmı...” gibi tabirlerle iyileri kötülerden
ayıran ve herkese hak ettiğini takdir eden Üstad; Jön Türkleri de değerlendirirken toptan karşısına
almıyor; içindeki Ziya Paşa gibi insaflıları ayırıyor. Onları tenkit değil, takdir ediyor.

Üstad’ımızın kalbine ibret manaları olarak gelen ifadelerin; hem


okunuşlarını ve hem de günümüz Türkçesi ile birer cümle halinde
izahlarını yazar mısınız?
Barla Yaylası Tepelicede çam, katran, ardıç, karakavak meyvesi hakkında yazılan Farisî
beyitlerin okunuşları ve manaları:
Hatırıma geldi. Kalbim dahi ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:

‫ﺸﺒِﯿِﮫ ﻧَِﮕﺎَراْن ﺑَِﺠَﻤﺎﻻَﺗَﮫ ِدﻧَﺎِزْن‬


ْ َ‫ى ﺗ‬ ْ ‫ﺷﺎَﮔِﮫ ُﺣ‬
ْ ‫ﺴﻨَﺎﺗَﮫ ِزَھْﺮ َﺟﺎ‬ ْ ‫َھْﺮَﻛ‬
َ ‫ﺲ ﺑِﺘََﻤﺎ‬
“her kes bi temaşâgeh-i husnâteh zi-her cây teşbîh-i nigârân be cemâlâteh di nâzin”
Yani: Senin temaşageh-i hüsnüne, herkes her yerden koşup gelmiş. Senin cemalinle
nazdarlık ediyorlar.

Her yerden koşup gelmek mecazî bir ifadedir, ilim dairesinden kudret dairesine geçmeyi, başka
bir ifade ile gayb âleminden şehadet âlemine gelmeyi temsil eder. Bu geçme ve gelme Allah’ın
yaratmasıyla gerçekleşir. Yaratılan varlıkların İlâhî güzelliklere ayna olmaları, onların sanki büyük
bir şevke ile bu görevi yapmak için gayb âleminden bu âleme koşarak geldikleri şeklinde ifade
edilmiştir.
‫ى ﺑَﺘَﺎِزى‬ ُ ‫ﺷﺎَﮔِﮫ‬
ْ ‫ﺻْﻨِﻊ ﺗُﻮ ِزَھْﺮَﺟﺎ‬ َ ‫ﯾَﺎ َرْب َھْﺮ َﺣْﻰ ﺑِﺘََﻤﺎ‬
“Yâ Rab her hay bi temâşâgeh-i sun’ı tu zi her cây be tâzî”
Her zîhayat senin temaşageh-i san'atın olan zemin yüzüne her yerden çıkıp bakıyorlar.

Senin sanatının temaşa mahalli olan yer yüzüne bütün canlılar her yerden çıkıp bakıyorlar.

‫ﺐ اَْز ﻓَِﺮاِزى َﻣﺎﻧَْﻨِﺪ َدﻻﱠﻻَْن ﺑِﻨَِﺪاِء ﺑِﺂَواِزى‬


ُ ِ‫ِزﻧِﺸﯿ‬
“ zi nişîbu ez firâzî mânend-i dellâlân be nidâi bi âvâzî
Aşağıdan, yukarıdan dellâllar gibi çıkıp bağırıyorlar.

‫ق ﺗُﻮ( َدْر َرْﻗﺺ ﺑَﺎِزى‬


ِ ‫ﺷْﻮ‬ ِ ‫ ِزَھَﻮا‬:‫ﺴَﺨﮫ‬
َ ‫ى‬ ِ ‫َدْم َدْم ِزَﺟَﻤﺎِل ﻧَْﻘ‬
ْ ُ‫ﺶ ﺗُﻮ )ﻧ‬
“dem dem zi cemâl-i nakş-i tû der raks-bâzî”
Senin cemal-i nakşından keyiflenip, o dellâl-misâl ağaçlar oynuyorlar.

‫ش ﺑَِﮕﺎِزى‬ ْ ‫ﺻْﻨِﻊ ﺗُﻮ ُﺧﻮ‬


ْ ‫ش ُﺧﻮ‬ ُ ‫ِزَﻛَﻤﺎِل‬
“ zi kemâl-i sun’-ı tû hôş hôş bi gâzî”
Senin kemal-i san'atından neş'elenip, güzel güzel sadâ veriyorlar.

‫ﺷﯿِﺮﯾﻨِﻰ آَواِز ُﺧﻮْد َھْﻰ َھْﻰ ِدﻧَﺎِزى‬


ِ ‫ِز‬
“zi şîrînî âvâz-i hôd hey hey di-nâzî”
Güya sadâlarının tatlılığı, onları da neş'elendirip nazeninane bir naz ettiriyor.

‫ﺼﮫ آَﻣْﺪ َﺟْﺬﺑَﮫ َﺧﺎِزى‬


َ ‫ى َرْﻗ‬
ْ ‫اَْزَو‬
“ez-vey raks âmed cezbe hâzî”
İşte ondandır ki; şu ağaçlar raksa gelmiş, cezbe istiyorlar.

‫ﺴﺒِﯿُﺢ ﻧََﻤﺎِزى‬ ِ ‫اَِزﯾْﻦ آﺛَﺎِر َرْﺣَﻤْﺖ ﯾَﺎْﻓْﺖ َھْﺮ َﺣْﻰ َدْر‬


ْ َ‫س ﺗ‬
“Ezîn âsâr-ı rahmet yâft her hay ders-i tesbîh nemâzî”
Şu rahmet-i İlâhîyenin âsârıyladır ki; her zîhayat, kendine mahsus tesbih ve namazın
dersini alıyorlar.

İlâhî rahmetin birer eseri (birer tecellisi ) olarak, her bir canlı kendine mahsus tesbihini ve
ibadetini (Rabbinden ilham yoluyla) öğreniyor (ve icra ediyor.)

‫ﺳْﺮﻓَِﺮاِزى‬ ِ ‫ﺳْﻨ‬
َ َ‫ﮓ ﺑَﺎﻻ‬ ْ ‫ﺴﺘَﺎَد‬
َ ‫ﺳْﺖ َھْﺮ ﯾَِﻜﻰ ﺑَْﺮ‬ ْ ‫اِﯾ‬
“îstâdest her yekî ber- seng-i bâlâ serfirâzî”
Ders aldıktan sonra, herbir ağaç yüksek bir taş üstünde arşa başını kaldırıp durmuşlar.

Her bir ağaç aldığı bu ibadet dersini yüksek bir taş üstünde durup başını arşa kaldırarak (kıyam
halinde) yerine getiriyor.

َ ‫ﺳْﺘَﮭﺎَرا ﺑََﺪْرَﮔﺎِه اِﻟِﮭﻰ َھْﻢ ُﭼﻮ‬


‫ﺷْﮭﺒَﺎِزى‬ ْ ‫ِدَراْز َﻛْﺮَد‬
ْ ‫ﺳْﺖ َد‬
Herbirisi, yüzler ellerini Şehbaz-ı Kalender gibi dergâh-ı İlahîye uzatıp muhteşem bir
ibadet vaziyetini almışlar.

{(Haşiye-1): Şehbaz-ı Kalender, meşhur bir kahramandır ki, Şeyh-i Geylanî'nin irşadıyla
dergâh-ı İlahîye iltica edip mertebe-i velayete çıkmıştır.}

‫ﺷْﮭﻨَﺎِزى‬ ِ ‫ق اَْﻧ‬
َ ‫ﮕﯿِﺰ‬ َ َ‫ﺳْﺖ ُزْﻟْﻔَﮭﺎَرا ﺑ‬
ْ ‫ﺸْﻮ‬ ْ ‫ﺑُِﺠْﻨﺒِﯿَﺪ‬
“Bi cünbîdest zülfhâ-râ be şevk engîz-i Şehnâzî”
Oynattırıyorlar zülüfvari küçük dallarını ve onunla, temaşa edenlere de latif şevklerini
ve ulvî zevklerini ihtar ediyorlar.

{(Haşiye-2): Şehnaz-ı Çelkezî, kırk örme saç ile meşhur bir dünya güzelidir.}

Burada, her bir ağacın bir dünya güzeli olduğu, seyredenlere ulvi zevkler ve latif şevkler verdiği
ifade edilerek bu kudret mucizelerini ibret ve tefekkürle seyretme gereği ders verilmektedir.

‫ﻖ ﺑَﺎِزى‬
ْ ‫ﺸ‬
ْ ‫ى ِﻋ‬
ِ ‫ى ُھﻮ‬ ِ ‫ﺑَﺒَﺎﻻَ ِﻣﯿَﺰﻧَْﻨْﺪ اَْز ﭘَْﺮَده َھﺎ‬
ِ ‫ى َھﺎ‬
“be bâlâ mîzenend ez-perde hâyi hâyi hûyi ‘ışk bâzî”
Aşkın "Hây Hûy" perdelerinden en hassas tellere, damarlara dokunuyor gibi sadâ
veriyorlar. {(Nüsha): Şu nüsha, mezaristandaki ardıç ağacına bakar:

‫ﮕﯿِﺰ ﻧََﻮاِزى‬ ِ ‫خ ﺑَﺎِزى ٭ ُﻣْﺮَدَھﺎَرا ﻧَْﻐَﻤَﮭﺎ‬


ِ ‫ى اََزﻟِﻰ اَْز ُﺣْﺰْن اَْﻧ‬ ِ ‫ى َﭼْﺮ‬
ِ ‫ى ُھﻮ‬ ِ ‫ﺑَﺒَﺎﻻَ ِﻣﯿَﺰﻧَْﻨْﺪ اَْز ﭘَْﺮَده َھﺎ‬
ِ ‫ى َھﺎ‬
“Be bâlâ mîzenend ez-perdehâ-yi hâ-yi hûyi çerh bâzî * Mürdehâ-râ nağmehâ-yi ezelî
ez hüzn-engîz nevâzî”

ِ ‫ى َدِرﯾْﻨَﮭﺎ‬
‫ى َزَواﻟِﻰ اَْز ُﺣ ﱢ‬
‫ﺐ َﻣَﺠﺎِزى‬ ِ ‫ﺷﮫ ِﮔِﺮﯾْﻨَﮭﺎ‬
َ ‫ِﻣﯿِﺪَھْﺪ ُھﻮ‬
“mîdihed hûşe girinhây-i derînhây-i zevâlî ez hubb-i mecâzî”
Fikre şu vaziyetten şöyle bir mana geliyor: Mecazî muhabbetlerin zeval elemiyle gelen
ağlayış, hem derinden derine hazîn bir enîni ihtar ediyorlar.

‫ﮕﯿِﺰ اَﯾَﺎِزى‬ ِ ‫ﺳِﺮ َﻣْﺤُﻤﻮْدَھﺎ ﻧَْﻐَﻤَﮭﺎ‬


ِ ‫ى ُﺣْﺰْن اَْﻧ‬ َ ‫ﺑَْﺮ‬
“ber-ser-i mahmûd-hâ nağmehâ-yi hüznengîz-i eyâzî”
Mahmudların, yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün âşıkların
başlarında, hüzün-âlûd mahbublarının nağmesinin tarzını işittiriyorlar.

ِ ‫ُﻣْﺮَدَھﺎَرا ﻧَْﻐَﻤَﮭﺎ‬
ِ ‫ى اََزﻟِﻰ اَْز ُﺣْﺰْن اَْﻧ‬
‫ﮕﯿِﺰ ﻧََﻮاِزى‬
“mürdehârâ nağmehâ-yi ezelî ez hüzn-engîz-i nevâzî”
Dünyevî sadâların ve sözlerin dinlemesinden kesilmiş olan ölmüşlere; ezelî nağmeleri,
hüzün-engiz sadâları işittiriyor gibi bir vazifesi var görünüyorlar.

O mezaristandaki ölüler her ne kadar dünya seslerini,( dolayısıyla da ağaçların rügarın


esmesiyle çıkardıkları o sesleri) işitmeseler de, onların tesbihatlarının ezeli nağmelerini hüzün verir
bir sada ile işittiriyorlar gibi bir vaziyet görünüyor.

‫ُروَﺣﮫ ِﻣﻰ آﯾَْﺪ اَُزو َزْﻣَﺰَﻣﮫِء ﻧَﺎُز ﻧِﯿَﺎِزى‬

“rûha mî âyed ezû zemzeme-i nâz u niyâzî”


Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbihat ile Sâni'-i Zülcelal'in tecelliyat-ı
esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.

Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Her varlık kendisinde İlâhî isimlerin tecelli etmesine bir
mukabele olarak Rabbini naz ve niyaz nağmeleriyle tesbih etmektedir.

‫ﺳﱢﺮ ﺗَْﻮِﺣﯿْﺪ ِزُﻋﻠُﱢﻮ ﻧَْﻈِﻢ اِْﻋَﺠﺎِزى‬


ِ ‫ﻗَْﻠْﺐ ِﻣﯿَﺨﻮاﻧَْﺪ اَِزﯾْﻦ آﯾَﺎْﺗَﮭﺎ‬
“kalb mî-hâned ezîn âyâthâ sırr-i tevhîd zi uluvv-i nazm-i i’câzî”
Kalb ise, şu herbiri birer âyet-i mücesseme hükmünde olan şu ağaçlardan sırr-ı tevhidi,
bu i'cazın ulüvv-ü nazmından okuyor.

Yani, hilkatlerinde o derece hârika bir intizam, bir san'at, bir hikmet vardır ki: Bütün esbab-ı
kâinat birer fâil-i muhtar farzedilse ve toplansalar taklid edemezler.
“Kur’an ayetleri Allah’ın varlığını ve birliğini bildirdikleri gibi, şu ağaçlar da cisimleşmiş
birer ayet (kelimat-ı kudret) olarak tevhidi ilan ediyorlar ve muntazam ve mükemmel
yazılmalarıyla (ulüvv-ü nazm) kudretin birer mucizesi olarak boy gösteriyorlar. Yani,
yaratılışlarında o derece hârika bir intizam, bir san'at, bir hikmet vardır ki: Kâinattaki bütün
sebepler irade sahibi birer fail de farzedilseler ve bir araya gelseler onları taklid edemezler.”

‫ى ُدْﻧﯿَﺎ ﺑَﺎِزى‬ ِ ‫ﺲ ِﻣﯿَﺨﻮاَھْﺪ َدْر اِﯾْﻦ َوْﻟَﻮﻟََﮭﺎ َزْﻟَﺰﻟََﮭﺎ َذْو‬


ِ ‫ق ﺑَﺎﻗِﻰ َدْر ﻓَﻨَﺎ‬ ْ ‫ﻧَْﻔ‬
“nefs mîhâhed der în velvelehâ zelzelehâ zevk-ı bâkî der fenâ-yi dünyâ bâzî”
Nefis ise, şu vaziyeti gördükçe; bütün rûy-i zemin, velvele-âlûd bir zelzele-i firakta
yuvarlanıyor gibi gördü, bir zevk-i bâki aradı. "Dünya-perestliğin terkinde bulacaksın"
manasını aldı.

(Kalb ve ruhun bu hikmetli bakışları yanında) nefis ise yeryüzündeki varlıkların (görevlerinden
terhis edilerek) dünyayı terk etmelerini, velveleli bir ayrılık zelzelesi olarak gördü ve ebedî bir zevk
aradı. Ebedî zevkin, ancak dünyaya aşırı muhabbetin terk edilmesiyle bulunacağı manasını aldı.

ِ ‫َﻋْﻘْﻞ ِﻣﯿﺒِﯿﻨَْﺪ اَِزﯾْﻦ َزْﻣَﺰَﻣَﮭﺎ َدْﻣَﺪَﻣَﮭﺎ ﻧَْﻈِﻢ ِﺧْﻠﻘَْﺖ ﻧَْﻘ‬


‫ﺶ ِﺣْﻜَﻤْﺖ َﻛْﻨِﺰ َراِزى‬
“ akl mîbîned ezîn zemzemehâ demdemehâ nazm-ı hilkat nakş-ı hikmet kenz-i râzî”
Akıl ise, şu zemzeme-i hayvan ve eşcardan ve demdeme-i nebat ve havadan gayet
manidar bir intizam-ı hilkat, bir nakş-ı hikmet, bir hazine-i esrar buluyor. Her şey, çok
cihetlerle Sâni'-i Zülcelal'i tesbih ettiğini anlıyor.

Akıl ise, hayvanların, ağaçların ve bitkilerin hoş nağmelerinden, havanın tatlı esmesinden
kâinattaki hikmetli ve manalı intizamı okuyor ve bir hazine-i esrar ( ilim ve hikmet sırları) buluyor.
Her şeyin, çok cihetlerle Sâni'-i Zülcelal'i tesbih ettiğini anlıyor.

ِ ‫گ ُﺧﻮْد َدْر ﺗَْﺮِك اَْذَوا‬


‫ق َﻣَﺠﺎِزى‬ ِ ‫آْرُزو ِﻣﯿَﺪاَرْد َھَﻮا اَِزﯾْﻦ َھْﻤَﮭَﻤَﮭﺎ َھْﻮَھَﻮَھﺎ َﻣْﺮ‬
“arzû mîdâred hevâ ezîn hemhemehâ hevhevehâ merg-i hôd der terk-i ezvâk-ı mecâzî”
Heva-yı nefs ise şu hemheme-i hava ve hevheve-i yapraktan öyle bir lezzet alıyor ki,
bütün ezvak-ı mecazîyi ona unutturup, o heva-yı nefsin hayatı olan zevk-i mecazîyi
terketmekle, bu zevk-i hakikatte ölmek istiyor.

Geçici zevklere müptela olan heva-i nefis ise rüzgârın esmesinden ve yaprakların seslerinden
öyle bir lezet alıyor ki, diğer mecazi zevkleri ona unutturuyor. Mecazi zevki terk etmekle hakiki zevke
ermek ve o yolda ölmek istiyor.

‫ﺳَﻤﺎِوى ﺑَﺎَھَﺰاَراْن ﻧَْﻰ‬ ْ َ‫َﺧﯿَﺎْل ﺑِﯿﻨَْﺪ اَِزﯾْﻦ ا‬


َ ‫ﺷَﺠﺎْر َﻣﻼَﺋِْﻚ َرا َﺟ‬
َ ‫ﺴْﺪ آَﻣْﺪ‬
“hayâl bîned ezîn eşcâr melâik-râ cesed âmed semâvî bâ hezârân ney”
Hayal ise, görüyor; güya şu ağaçların müekkel melaikeleri içlerine girip herbir dalında
çok neyler takılan ağaçları cesed olarak giymişler.

Güya Sultan-ı Sermedî, binler ney sadâsıyla muhteşem bir resm-i küşadda onlara onları giydirmiş
ki; o ağaçlar camid, şuursuz cisim gibi değil.. belki gayet şuurkârane manidar vaziyetleri
gösteriyorlar.

ِ ‫ى َذا‬
‫ت َﺣْﻰ‬ ْ ِ‫ﺳﺘَﺎﯾ‬
ِ ‫ﺸَﮭﺎ‬ ِ ‫ش‬ ُ ‫اَِزﯾْﻦ ﻧَْﯿَﮭﺎ‬
ْ ‫ﺷﻨِﯿَﺪْت ُھﻮ‬
“ezîn neyhâ şunîdet hûş sitâyişhâ-yi zât-i Hay”
İşte o neyler; semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi safi ve müessirdirler.

Fikir o neylerden, başta Mevlâna Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârane
teşekkiyat-ı firakı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-u Kayyum'a karşı takdim edilen teşekkürat-ı
Rahmaniyeyi ve tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor.

(Bir önceki paragraftan hareketle) hayal, “o neylerin; semavî, ulvî bir musikîden geliyor gibi safi ve
müessir” olduğunu görüyor.

Fikir (ise) o neylerden, başta Mevlâna Celaleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri ayrılık
şikayetlerini değil, “Belki, Zât-ı Hayy-u Kayyum'a karşı takdim edilen teşekkürat-ı Rahmaniyeyi ve
tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor.”

Bir Hak aşığı olan Hz. Mevlana aynı zamanda, Üstat hazretlerinin Mesnevî-i Nuriyenin girişinde
ifade buyurduğu üzere (İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Gazalî gibi) ‘kalb, ruh, akıl gözleri” açık büyük
bir mütefekkirdir.

Burada Hz. Mevlanâ’nın neyle ilgili şiirinin ilk mısralarına atıf yapılarak onun ayrılıklardan şikayet
ciheti nazara verilmiştir.
"Dinle ney'den kim hikâyet etmede.
Ayrılıklardan şikâyet etmede..."

ِ ‫َوَرْﻗَﮭﺎَرا َزﺑَﺎْن َداَرْﻧْﺪ َھَﻤﮫ ُھﻮ ُھﻮ ِذْﻛْﺮ آَرْﻧْﺪ ﺑََﺪْر َﻣْﻌﻨَﺎ‬
‫ى َﺣﱡﻰ َﺣْﻰ‬
“varakhâ-râ zebân dârend heme hû hû zikr ârend be-der ma’nâ-yı Hayyu Hay”
Madem ağaçlar, birer cesed oldu. Bütün yapraklar dahi diller oldu. Demek herbiri,
binler dilleri ile havanın dokunmasıyla "Hu Hu" zikrini tekrar ediyorlar. Hayatlarının
tahiyyatıyla Sâni'inin Hayy-u Kayyum olduğunu ilân ediyorlar.

َ ‫ُﭼﻮ ﻻَ اِﻟﮫَ اِﻻﱠ ُھﻮ ﺑََﺮاﺑَْﺮ ِﻣﯿَﺰﻧَْﺪ َھْﺮ‬


‫ﺷْﻰ‬
“çû lâ ilâhe illâ hû berâber mîzened her şey “
Çünki bütün eşya "Lâ ilahe illa Hu" deyip, kâinatın azîm halka-i zikrinde beraber
zikrederek çalışıyorlar.

‫ﺳْﺮ ُﮔﻮﯾََﺪْﻧْﺪ ﯾَﺎ َﺣْﻰ ﺑََﺮاﺑَْﺮ ِﻣﯿَﺰﻧَْﻨْﺪ َّْﷲ‬


َ ‫ﺳَﺮا‬ ْ ‫َدَﻣﺎَدْم ُﺟﻮﯾََﺪْﻧْﺪ ﯾَﺎ َﺣ‬
َ ‫ﻖ‬
“demâdem cûyedend yâ Hak serâser gûyedend yâ Hay berâber mîzenend Allâh”
Vakit-bevakit lisan-ı istidad ile Cenâb-ı Hak'tan hukuk-u hayatını "Ya Hak" deyip
hazine-i rahmetten istiyorlar. Baştan başa da hayata mazhariyetleri lisanıyla "Ya Hayy"
ismini zikrediyorlar.

Adaletin bir şubesi ihkak-ı hak, diğeri ise zalimleri cezalandırmaktır. Ya Hak! deyip hukuk-u
hayatı istemek, ihkak-ı hakkın gerçekleşmesini istemek demektir. Vakit-bevakit; ‘yer yer ve ihtiyaç
hasıl olduğunda’ manasını ifade eder. Gözün hakkı ışık, midenin hakkı gıda maddeleri, kulağın hakkı
sestir. Bunun gibi bütün canlılara hayatları ve o hayatın devamı için gerekli her şey eksiksiz
verilmektedir.

Hayy, hayat sahibi demektir. Ve bütün canlılar hayata mazhar olmalarıyla Ya Hayy! diyerek Hayy
ismini zikrederler.
‫ﺳِﻢ َﺣﱢﻰ ﻗَﱡﯿﻮِم‬ ‫ﻓَﯿَﺎ َﺣﱡﻰ ﯾَﺎ ﻗَﱡﯿﻮُم ﺑَِﺤ ﱢ‬
ْ ِ‫ﻖ ا‬
“feyâ Hayyu yâ Kayyûm bi-hakk-ı ism-i Hayy-i Kayyûm”

‫ش َرا آِﻣﯿْﻦ‬ َ ‫ﺳﺘِﻘَﺎَﻣْﺖ ِدْه ﺑَﺎِﯾْﻦ َﻋْﻘِﻞ ُﻣ‬


ْ ‫ﺸﱠﻮ‬ ْ ِ‫ﺸﺎْن َرا ا‬ ِ ‫َﺣﯿَﺎﺗِﻰ ِدْه ﺑَﺎِﯾْﻦ ﻗَْﻠ‬
َ ‫ﺐ ﭘَِﺮﯾ‬
“ hayâtî dih be-in kalb-i perîşân-râ istikâmet dih be-in akl-i müşevveş-râ âmîn.”

"Alem bütün mevcûdâtıyla muhtelif dilleriyle, ayrı ayrı


nağamatıyla zikr-i İlâhinin halka-i kübrâsında beraber "Lâ ilahe
illa Hu" der, vahdâniyete şehadet eder..." Fanilerin ve uful
edenlerin açtığı yaraya kelime-i tevhidin çare ve deva olmasını izah
eder misiniz?
"Lâ ilahe illa Hu" (O’ndan başka ilah yoktur) cümlesi vahdâniyete, yani Allah’ın birliğine
şehadet etmektedir. Bu cümle, bütün İlâhî isimler için ayrı ayrı düşünülebilir; “O’ndan başka
Ma’bud yoktur, O’ndan başka Hâlık yoktur, O’ndan başka Mâlik yoktur, O’ndan başka Rahmân,
Rahîm, Rezzak, Muhyi, Mümit,.., yoktur" gibi.
Bu isimlerin her birinin tecelli ettiği varlıklar görevlerini bitirdikten sonra, ölümü tadarak bu
dünya meydanından çekildiklerinde, onların görevlerini yeni mahluklar icra ederler. Giden varlıklar
ise hiçliğe gitmezler, Allah’ın ilminde bâki kaldıkları gibi, yaptıkları tespihler Levh-i Mahfuz'da,
âlem-i misâlde kaydedilir, bir nevi bekaya mazhar olurlar. Zaten, ruh ölüm ile yokluğa gitmemekte,
sadece beden kaydından kurtulmakta, berzah âleminde varlığını sürdürmektedir.
Öte yandan, bu fâni dünya hayatına sona verilmesinden sonra, onun yerini ebedî bir âlem alacak,
insanlar o âleme uygun cesetler giyerek yeniden ruh-beden beraberliğine kavuşacaklar ve İnşallah
cennette her türlü elem ve kederden uzak olarak selametli bir hayat geçireceklerdir.
Rezzak ismi ahirette daha mükemmel meyvelerle yine tecelliye devam edecek, Müzeyyin ismi
bu dünyadan daha güzel ve süslü bağ ve bahçelerle tecellisini sürdürecek, Hakîm ismi bu
dünyadakilerden çok daha ileri hikmet levhalarını seyircilerinin ibret ve hayret nazarlarına
sunacaktır.
İşte "Lâ ilahe illa Hu" cümlesi böyle nice tecellileri mümine hatırlatmakla, dünyanın fani
yolcularından ayrılmaktan duyduğu elemi hafifletecek, ortadan kaldıracak, ondaki sonsuz muhabbet
kabiliyetinin yönünü bu mecazî mahbuplardan, ezelî ve ebedî olup zeval bulmaktan münezzeh
olan “Mahbûb-u Lâyezalî”ye çevirecektir.

"Allahu ekber diyerek ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, Mahşer-i


Ekberden çekinmem, Mescid-i Âzamdan çekilmem..." Burayı
yorumlar mısınız?
"Siyah dutun bir meyvesi" olan şiire benzer bu nesirde Üstat, ölüme ve kabre iman nazarı ile
bakıyor. Yani iman bakışı ile bakıldığında ölüm yokluk ve hiçlik değil, kabir ise karanlık bir çukur ve
vahşet yatağı değildir diyor.Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.

"Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem."

Bu ifadelerle mümin ile kafir arasındaki farkı gösteriyor.

"Allahu Ekber diyerek Ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, mahşer-i ekberden çekinmem,
Mescid-i A'zamdan çekilmem."(1)

Burada ise öldükten sonra, benim çürümüş ve dağılmış bedenimi yeniden ihya ve inşa edecek
büyük ve kudreti her şeye kadir olan Allah vardır, deyip acaba benim şu dağılmış cesedimi nasıl ve
kim tekrar iade edebilir endişesine mahal yoktur, demek istiyor. Allahu ekber kelimesinde bu nükte
var.

Ezan-ı haşri ise, İsrafil (as) sura üflemesi ile dağılmış ve çürümüş bütün cesetlerin yeniden
dirilmesine kinayedir. İsrafil (as)’in sura üflemesi ile bütün cesetler ikinci dirilişle hayat bulup
mahşer meydanında hesap için toplanacaklardır. Ben iman nazarı ile bu hadiselerden çekinmem,
bilakis büyük bir lezzet alırım, diyor Üstat.

Mescid-i Azamdan çekilmem derken, iman ve ibadet vazifemi asla bırakmam, diyor. Zira diriliş
hesap içindir. Hesap da iman ve amale bakar. Bu yüzden aralarında kati gereklilikler var. Bu
gerekleri yapmak her insanın temel görevidir.
(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.

"Allahu ekber diyerek ezan-ı Haşri işitip kalkacağım, Mahşer-i


Ekberden çekinmem, Mescid-i Âzamdan çekilmem." cümlesini izah
eder misiniz?
Mahşerde ikinci diriliş öyle azametli ve büyük bir meseledir ki, onu ancak sonsuz ilim, irade ve
kudret sahibi bir Zat-ı Akdes yapabilir ve yaratabilir. Bu manayı da Allahü Ekber manası karşılar.

Nasıl ki, ezan sesi, bütün inanmış gönülleri coşturup, namaza koşturuyorsa, haşrin ezanı
hükmünde olan İsrafilin sura üflemesi ile de bütün ölmüş cesetler coşku ile ayağa kalkacaklar ve yeni
bir hayata başlayacaklardır.

Büyük diriliş gününden çekinmem, zira o gün ebedi bir hayatın başlangıcı ve dostlarla buluşma
günüdür iman ehli için. Mahşerin o dehşetli ve büyük gününü kendi lehime çevirmek için mescid-i
azam olan kainattaki kulluk vazifemden çekilmem.

Bütün kainat, büyük bir namaza durmuşken, itaat ve vazifesi ile Allah'a arzı ubudiyet yaparken, ben
bu namazdan, bu arzı ubudiyetten geri durup, ahengi ve insicamı bozamam. Bütün insanların ve
cinlerin toplanıp hesap çekme yeri olan mahşerden çekinmem. İnkar ile ibadetten kaçınanlar çekinsin.

"Aşağıda ayak altında kemiklerimin toprağı ile mebde-i


hilkatimin toprağı birbirine karışmış gördüm. Derman değil,
derdime dert kattı... İman, o toprağı rahmet kapısı ve Cennet
salonunun perdesi olduğunu gösterir." İzah?
İnsan topraktan yaratılmıştır. Adem babamız topraktan yaratılan bir balçığın terbiye
görmesiyle tekâmül etmiş ve bu yolculuğun bir safhasında o bedene ruh ilka edilmiştir. Şu ayet-i
kerime bunu haber vermektedir:

“Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa’nın durumu, Âdem’in durumu


gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona “ol” dedi. O da hemen oluverdi.” (Âl-i İmrân,
3/59)

Ayette geçen “Ol!..” emrini, tefsir âlimleri “canlı bir mahluk ol” şeklinde yorumlamışlardır.
İnsan da ana rahminde, yine topraktan gelen gıdalarla beslenmekte ve dört ay kadar bir zaman sonra o
bedene ruh ilka edilmektedir. O âlemdeki terakkisini tamamlayan insan, dünyaya gönderilmekte, bir
ömür boyu imtihan edildikten sonra ölümü tatmakta ve bedeni yine aslına, yani toprağa, rücu
etmektedir.
Bu İlâhî bir kanundur. İnsan bu kanunu ibretle seyredip hadiselere iman gözüyle baktığında
yakinen inanır ki, onu toprak halinden insan haline getiren bir rahmet, o çürümüş bedeni de
yeniden diriltecek ve ebedî hayata kavuşturacaktır. Bu nazarla bakıldığında, o toprak bir “rahmet
kapısı ve cennet salonunun perdesi” olur. O kapıdan rahmete ulaşılacak ve o perdenin arkasındaki
cennet salonlarına geçilecektir.

"Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile


sevilmez ve sevilmemeli..." cümlesini nasıl anlamalıyız?
Samed: Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç
olmayan Allah demektir. Allah’ın güzel isimlerindendir.

İnsan kalbinin bu isme nispet edilip ayna olmasında iki ince nükte vardır:

Birinci Nükte: Samed isminin durumudur. Hiçbir şeye muhtaç olmamak manasında, kusursuzluk ve
mutlak kemal manası vardır. Yani hiçbir şeye ve hiçbir kimseye muhtaç olmayan, ancak mükemmel ve
kusursuz bir Zat olabilir. Elbette bu ismin tecelli edeceği ve kendisini göstereceği aynanın mahiyeti
de bundan nasibini alacaktır. Yani Samed isminin aynası, ancak kusursuz ve mükemmel bir Zatı kabul
edip, onunla itminan bulacak bir mahiyete sahip olacaktır.
Nasıl mide, bünyesine uygun olmayan maddeleri istifra suretinde dışarı atıyor ise; insanın kalbi de
Allah’tan başka hiçbir mahlukun muhabbetini kabul etmiyor, istiskal suretinde dairesinin dışına atmak
istiyor.

İkinci Nükte: Kalbin durumudur. Kalbin program ve planı; Allah’ın kusursuz sıfat ve zatına göre
çizilip tasarlanmıştır. Yani onu sevmek ve onu kabul etmek üzerine programlanmıştır. Allah’ın
dışında hiçbir şey ve hiçbir mahluk, kalbi doldurup tatmin edemez.
Kalp ile Samed arasında vacip derece bir gereklilik vardır. Bu gerekliliği bozmaya çalışmak,
acının ve azabın içine düşmektir. Ekser insanların mecazi aşklardan şikayetleri buna şahittir.

Kalbin programı içinde nihayetsiz acizlik ve fakirlik yazılımı da vardır. İnsan bu nihayetsiz acizlik ve
fakirlik damarı ile Allah’a muhtaç ve müştak olduğunu hissediyor. Kalbin şiddetle Allah’a
yönelmesinin sebeplerinden birisi de;kalbin içindeki acizlik ve fakirlik damarlarıdır.

"Ayine-i samed olan kalp ile ..." benzer ifadeler sık sık geçiyor.
Neden Rahman, ya da başka esma değil de Samed? Anlatılmak
istenen incelik nedir?
Samed, her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan
(Allah).
Kalp sonsuz ihtiyaç içindedir; onun bu sonsuz ihtiyaçlarını ise ancak ve ancak Samed olan
Allah verebilir.
Aslında bütün alem Allah'a ayna mesabesindedir. Ama en parlak ayna, insan kalbidir. Kalbin bu
ayna oluşu, çok yönlü ihtiyaçları sebebiyledir.
Kalbin vücuttaki işlevine dikkat ettiğimizde de en önemli azaların başında geldiğini görürüz.
Dolayısıyla kalbin bu önemli fonksiyonlarındandır ki vücudumuzun yaşaması adeta ona endekslenmiş.
Bir de kalbin manevi boyutu var ki bunu da anacak Samed ismiyle daha net ve şeffaf bir şekilde
anlayabiliriz.
Cenab-ı Hakk'ın diğer isimleri kalp ile dolaylı alakalı iken, SAMED ismi doğrudan alakadardır.

"BARLA YAYLASI; ÇAM, KATRAN, ARDIÇ,


KARAKAVAĞIN BİR MEYVESİDİR..." Nurların telifine vesile
olan ve meyvesi olarak nazara verilen; Barla hayatı (çam, katran,
ardıç, kara kavak) hakkında malumat alabilir miyiz?
Devrin yöneticileri, kendi dünya görüşlerine uymayan önemli şahsiyetleri, bulundukları
mekânlardan uzak beldelere göndererek, kendi vehimlerince, onlardan gelecek zararlara karşı bir
tedbir alıyorlardı. Bu cümleden olarak, Bediüzaman hazretlerini de Barla’ya nefyetmişlerdi. Üstat
hazretleri Barlaya nefyedildiği zaman Barla, yolu olmayan, ancak sandalla ulaşılabilen kuytu bir
yerdi. Hayatına doğrudan kastetmeyi tedbire muhalif bulan idareciler, onu böyle ıssız bir yere
sürmekle bir yandan hemşerileriyle irtibatını kesmek istemişler, öte yandan onun ruhunda hükmeden
iman ve Kur’an davasını söndüreceklerini sanmışlardı.
Üstad Hazretleri Barla'da SEKİZ BUÇUK sene kaldı. Kaldığı ev Nur'un ilk medresesi oldu. Bu
evin önünde muhteşem bir çınar ağacı vardı. Onun dalları arasında tefekkür ve ibadet için bir menzili
bulunuyordu. Bu menzilin benzeri iki menzili de Çam Dağı'nda, Çam ve Katran ağaçlarının dalları
arasında bulunmaktadır. Çam dağı, Barla'ya yaklaşık dört saat mesafededir. Bediüzaman Hazretleri,
burada aylarca yalnız kalır, ibadet ve tefekkürle meşgul olurdu.
Çam dağındayken Nur talebelerine yazdığı bir mektubu şöyle başlıyordu:

“Ben şimdi Çam Dağı'nda, yüksek bir tepede, büyük bir çam ağacının tepesinde bir
menzilde bulunuyorum. İnsten tevahhuş ve vuhuşa ünsiyet ettim.”(Tarihçe-i Hayat, Barla
Hayatı)

Tarihçe-i Hayatı'nda Barla Hayatı diye müstakil bir bölüm bulunmaktadır. Oradan sadece iki
paragraf nakledelim:

“Rusya'da esarette iken niyet ettim ve niyaz ettim ki, ahir ömrümde bir mağaraya
çekileyim. Erhamürrahimîn, bana Barla'yı o mağara yaptı, mağara faidesini verdi. Fakat
sıkıntılı mağara zahmetini, zaif vücuduma yüklemedi...”
“Said Nursî Hazretleri Barla'da iken, yaz aylarında bazan Çam Dağı'na çıkar, bir
müddet yalnız olarak orada kalırdı. Bulundukları dağ hayli yüksekti. Barla Dershane-i
Nuriyesinin önündeki çınar ağacının tepesindeki kulübeciği gibi, Çam Dağı'nın en yüksek
tepesinde olan iki büyük ağaç üzerinde Dershane-i Nuriye manasında birer menzili vardı.
Bu çam ve katran ağaçlarının tepelerinde, Risale-i Nur'la meşgul oluyordu. Hem ekser
zamanlar, Barla'dan, bu ormanlık havaliye gelip giderdi. Ve derdi ki: 'Ben bu menzilleri,
Yıldız Sarayına değişmem.' ”

"Barla'da Çam Dağı'nda yüksek bir mevkide, gecede semanın


yüzüne baktım. Gelecek fıkralar, birden hutur etti. Yıldızların
lisan-ı hal ile konuşmalarını hayalen işittim gibi bu yazıldı..."
Yıldıznameyi izah eder misiniz?
(Yıldızları Konuşturan Bir Yıldızname)

"Dinle de yıldızları şu hutbe-i şirinine


Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş."

Yıldızların okudukları şu tatlı ve güzel hutbeyi bir dinle,


Bak ki, Allah’ın hikmetinin nurlu mektubunu ne güzel bildiriyor.

"Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler:


"Bir Kadîr-i Zülcelal'in haşmet-i Sultanına"

"Birer bürhan-ı nur-efşanız vücud-u Sâni'a


Hem vahdete, hem kudrete şahidleriz biz."

Hep beraber nutka gelmiş, hak lisanıyla derler: Her birimiz bir Kadîr-i Zülcelal'in varlığına,
saltanatının haşmetine, O’nun birliğine ve kudretine nur saçan birer deliliz.

"Şu zeminin yüzünü yaldızlayan


Nazenin mu'cizatı çün melek seyranına."

Şu zeminin yüzünü yaldızlayan ve birer kudret mucizesi olan nazenin varlıkları, meleklerin seyran
etmeleri için (onlara birer mesken olmuşuzdur.)

"Bu semanın arza bakan, cennete dikkat eden


Binler müdakkik gözleriz biz (Haşiye):"

(Haşiye: Yani Cennet çiçeklerinin fidanlık ve mezraacığı olan zeminin yüzünde hadsiz
mu'cizat-ı kudret teşhir edildiğinden; semavat âlemindeki melaikeler o mu'cizatı, o hârikaları
temaşa ettikleri gibi, ecram-ı semaviyenin gözleri hükmünde olan yıldızlar dahi, güya
melaikeler gibi zemin yüzündeki nazenin masnuatı gördükçe Cennet âlemine bakıyorlar. O
muvakkat hârikaları bâki bir surette Cennet'te dahi müşahede ediyorlar gibi bir zemine, bir
Cennet'e bakıyorlar. Yani o iki âleme nezaretleri var demektir.)

Çoğu tefsir aliminin görüşüne göre, kıyamette bütün yıldızlar mahvolmayacaklar, bu büyük celal
tecellisi, daha çok, yer küresinde ve arz semasında görülecektir. Işığı halâ bize ulaşmamış yıldızlar
olduğu söyleniyor. Bu akıl almaz büyük sahanın tamamen yok edileceğine fazla ihtimal verilmiyor.
Onlar varlıklarını sürdürecekler deniliyor. Dünya ahiretin tarlası olduğundan, onlar (onlardaki
melekler) arz tarlasına ve onda cennete layık kıymet almaya çalışan insanlara baktıkları gibi, o
tarlanın mahsullerinin toplanacağı ve ebedî saadete mazhar olacakları cennete de bakmaktadırlar.

"Tûbâ-i hilkatten semavat şıkkına, hep kehkeşan ağsanına


Bir Cemil-i Zülcelal'in, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz."

Biz, yaratılış ağacının bir bölümü olan semada, Samanyolunun dallarına, bir Cemil-i Zülcelal'in,
hikmet eliyle asılmış pek güzel meyveleriz.

"Şu semavat ehline birer mescid-i seyyar, birer hane-i devvar, birer ulvî âşiyane,
Birer misbah-ı nevvar, birer gemi-i cebbar, birer tayyareleriz biz."

Şu semavat ehli olan meleklere birer gezici mescid, dönen birer hane, ulvi birer yuva,
Birer nurlu kandil, Cebbar olan Allah’ın birer gemisi, birer tayyareyiz biz.

"Bir Kadîr-i Zülkemal'in, bir Hakîm-i Zülcelal'in birer mu'cize-i kudret, birer hârika-i
san'at-ı hâlıkane,
Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.
Böyle yüzbin dil ile yüzbin bürhan gösteririz, işittiririz insan olan insana.

Kör olası dinsiz gözü, görmez oldu yüzümüzü, hem işitmez sözümüzü, hak söyleyen
âyetleriz biz.

Sikkemiz bir, turramız bir, Rabbimize müsahharız. Müsebbihiz, zikrederiz abîdane.


Kehkeşanın halka-i kübrasına mensub birer meczublarız biz."

Aynı sikkeyi ve turrayı taşımakla Rabbimizin bir olduğunu gösteririz. Hepimiz O’nun
hizmetindeyiz. Abidler (ibadet eden kullar) gibi biz de kendi tesbihimizi yapar, Samanyolunun
büyük halkasında cezbeye kapılmış bir vaziyette Rabbimizi zikrederiz.

dediklerini hayalen dinledim."

"Bekàya giden yol, fenâdan gidiyor." cümlesini izah eder


misiniz?
Konuya iki farklı açıdan bakmak mümkün:

1. Mevcudatın fani olup karşılığını ahirette gerek müsbet gerekse de menfi tarzda alması...

“Cennet ve cehennem şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın
iki meyvesidir.”

Bu ifadede kâinat bir ağaca benzetiliyor. Bir ağaç zamanla dal budak salar, büyür ve meyveleri
olur. Yaratılış ağacının dahi başlıca iki dalı vardır. Bunlardan biri cennete diğeri de cehenneme
doğru eğilerek gitmektedir. Malum olduğu üzere, ağacın meyveleri olduğunda dalları aşağıya eğilir.
İşte kâinat ağacı dahi devamlı meyvelerini vermektedir.

Bu dünyadaki fanileri iki kısma ayırmak gerek:

a. Mükellef olanlar.

b. Mükellef olmayanlar.

Mükellef olanlar insanlar ve cinlerdir. Mükellef olmayanlar ise melaike ve ruhaniyet başta olmak
üzere sair mahlukattır.

İşte ins ve cinnin önünde iki yol açılmış durumda; hangisini seçecekleri hususundada cüzi ihtiyari
onların ellerine verilmiş.
2. Her mevcudun Cenab-ı Hakk'ın varlığını, bakiliğini, ebediliğini göstermesi hususunu da anlamak
mümkün. Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri Yirmi Altıncı Pencere'de şu şekilde izah etmektedir:

"Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin


gidenler gibi parlamaları, dâimî bir şemsin şuâlarının aynaları olduklarını gösterdikleri gibi;
seyyâl zaman ırmağında seyyar mevcudâtın üstünde parlayan lemeât-ı cemâliye dahi bir
Cemâl-i Sermedîye işaret ederler ve Onun bir nevi emâreleridirler."

"Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil. Bırak


feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül
mül." Buradaki "mül" ifadesini nasıl anlayabiliriz?
"Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil.
Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül."(1)

Bu paragrafın genel manası; insan bela vereni tahkiki bir iman ve marifet ile bulsa, o zaman o
bela ve musibetler, manevi sevap ve hayır kaynağına dönüşür, neticeleri bakımından sefa ve saadet
olur. Feryat ve bağırmaları bırakıp şükür ve senalara başlar. O zaman hayatı acı ve azaptan kurtulup,
her şey yüzüne gülen dost kıvamına gelir.

"Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül."

Meali: Bırak feryadı iman ile şükre gir, manend-i belabil yani bülbüller gibi ol, o zaman her şey,
her nesne, her an ve her zaman keyifli ve keyif veren bir nesneye dönüşür. Bülbülün nazarında gül
keyif verici bir nesnedir, hatta ona aşk ile bağlıdır.
"Mül" burada insanın içini serinleten ve rahatlatan bir şerbet manasında kullanılıyor. İman ve
onun bakış açısı, insanın kalp ve ruhunu serinletip rahatlatan, tatlı ve leziz bir şerbet ya da cennet
şarabı gibidir.
(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı

"Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil." Bela


vereni buldunsa nasıl bela oluyur; izah eder misiniz?
"Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl.
Zira feryat belâ-ender, hatâ-ender belâdır, bil."

Ey bela ve musibetlerden dolayı feryat edip bağıran çağıran, çaresiz adam, Allah’a tevekkül et.
Zira bağırıp çağırmak bir isyan, bir itiraz olmasından dolayı beladan daha büyük bir bela ve
musibettir bil.
"Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil.
Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül."

İnsan bela vereni tahkiki bir iman ve marifet ile bulsa, o zaman o bela ve musibetler manevi
sevap ve hayır kaynağına dönüşür, neticeleri bakımından sefa ve saadet olur. Böylece feryat ve
bağırmaları bırakıp şükür ve senalara başlar. O zaman hayatı acı ve azaptan kurtulup her şey, yüzüne
gülen dost kıvamına gelir.

"Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ ender hebâdır, bil.


Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl."

Belayı ve musibeti vereni şayet bulamazsan, o zaman bütün dünyan cefa ve fenaya gider, hem de
günah ve isyanlarını boynuna takarak. Musibetten şikayet eden asinin hali kırık eli ile dövüşen
adamın hali gibidir. Elini vurdukça canı acır. Asi adam da şikayet ettikçe, cehenneme ve azaba
yuvarlanır. Asıl bela olan isyan, musibetten daha büyük bir beladır. Zira insanı sonsuz ateşe
yuvarlıyor.

"Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün.


O güldükçe küçülür, eder tebeddül."(1)

Şayet tevekkül ve teslimiyet ile belanın yüzüne gülsen, yani sabretsen, o zaman o belanın şiddeti
azalır, çok cüzi bir seviyeye iner. Bir çeşit, o bela yok olur.
"Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil." Bu cümlenin sonundaki “beladır
bil” ifadesi baştaki şart oluşmaz ise, yani belayı kimin verdiğini bulamaz isen, asıl belayı o zaman
bulursun anlamında kullanılıyor. Cümle devrik olduğu için ifade sanki olumlu kısma kaymış gibi
görünüyor.
Diğer yandan, şöyle de anlaşılabilir: Bela vereni bulduysan, o bela Allah’ın ihsanı olarak
algılanır ve bu ise insana sıkıntı değil, safa ve huzur verir. Yani lütfu da hoş, kahrı da hoş makamı
yakalanmış olur.
(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.

"Belki dünyada ne varsa, nümûneleri fıtratımda vardır. Umum


onlara karşı alâkadarım. Onlar için çalıştırılıyorum, çalışıyorum."
ifadesini örnekle izah eder misiniz?
Nur Külliyatı'nda insanın “bu kâinatın bir misâl-i musağğarı” yani küçültülmüş bir misâli
olduğu nazara verilir. Ruhunun âlem-i ervahtan, hafızasının levh-i mahfuzdan, hayalinin âlem-i
misâlden, kemiklerinin taşlardan, etlerinin topraktan haber verdiğine dikkat çekilir.
Öte yandan, kâinatta görev yapan birçok element küçük mikyasta insan bedeninde de
bulunmaktadır.
İnsanla bu dünya arasındaki çok önemli bir ilgi de, insanın ihtiyaçlarının bu âlemle
karşılanmasıdır. Bu yönüyle, insanın midesi gıdalar âlemiyle, gözü güneşle, ciğerleri hava ile çok
yakından ilgilidir.
İnsan hem kendindeki cihazları kâinattan istifade için çalıştırır, hem de âleme serpilmiş
bulunan ihtiyaçlarını elde etmek için çalışır, gayret gösterir.

"Beni dünyaya çağırma, … Ona geldim fena gördüm." Ehl-i


gaflet dünyasının hakikatini tasvir eden aşağıdaki Birinci
Levha'nın, her bir cümlesini özetle açabilir misiniz?
Birinci Levha

[Ehl-i gaflet dünyasının hakikatını tasvir eder levhadır.]


"Beni dünyaya çağırma, … Ona geldim fena gördüm."

Beni ahiretten gaflet ederek sadece dünyaya teveccüh etmeye çağırma.


Ben bu dünyaya geldim ve ondaki her şeyin fani olduğunu gördüm.

"Dema gaflet hicab oldu, … Ve nur-u Hak nihân gördüm."

Gaflet, dünya hayatında her zaman bir perde oldu, Ve Hakk'ın nurunu, (o dünya mevcudatında
tecelli eden İlâhî isimleri ve sıfatları) gizlenmiş gördüm.

"Bütün eşya-yı mevcudat,… Birer fâni muzır gördüm."

(O gaflet sebebiyle) dünyada olan her şeyi hem fani, hem de zararlı (elem ve keder verici)
gördüm.

"Vücud desen onu giydim,… Ah ademdi çok bela gördüm."

Varlık desen ona kavuştum; ama sonu adem (yokluk) olduğundan her varlıktan ayrılmayı bir bela
olarak gördüm.

"Hayat desen onu tattım, … Azab ender azab gördüm."

Hayatı tatmakla binler (çeşit emellere ve elemlere muhatap oldum) azap içinde azaba düştüm.

"Akıl ayn-ı ikab oldu, … Bekayı bir bela gördüm."

(Geçmiş zamanın elemlerini ve gelecek zamanın korkularını hatırlatmasıyla) akıl benim için
aynen bir azap oldu. Bekayı (yani dünyada uzun süre yaşamayı) bir bela görmeye başladım.

"Ömür ayn-ı heva oldu,… Kemal ayn-ı heba gördüm."

Yaşamak boş bir heves gibi oldu. (Sonu zeval bulup yokluk olduğu için) kemale ermeyi, üstünlük
kazanmayı boş ve faydasız gördüm.
"Amel ayn-ı riya oldu, … Emel ayn-ı elem gördüm."

Yaptığım işlerde gösteriş hakim oldu. Bir şeye kavuşma isteğim, elemlere dönüştü.

"Visal, nefs-i zeval oldu, … Devayı ayn-ı dâ' gördüm."

(Bir arzuma kavuşmam ondan ayrılığın da başlangıcı olduğundan) o kavuşma aynen ayrılma gibi
oldu. Böylece, dermanlar da benim için aynen hastalık oldular.

"Bu envâr, zulümat oldu, … Bu ahbabı yetim gördüm."

Bu nurlar karanlık oldular. Bu sevdiklerimi yetimler gibi gördüm.

"Bu savtlar, na'y-ı mevt oldu, … Bu ahyayı mevat gördüm."

Bu sesler benim için ölüm haberleri oldular. Bu yaşayan kişileri yarının ölüleri olarak gördüm.

"Ulûm, evhama kalboldu, … Hikemde bin sekam gördüm."

(Sonu hiçliğe varan bir hayat hayal gibi olunca) ilimler de vehimlere dönüştüler. Hikmet diye
ortaya konulan beşerî fikirlerde bin hastalık gördüm.

"Lezzet, ayn-ı elem oldu, … Vücudda bin adem gördüm."

Aldığım lezzetlerin elemden farkı olmadığı gibi, bir şeye sahip olmaktan aldığım lezzetin bin katı
kadar elemi onun yok olmasıyla çektiğimi gördüm.

"Habib desen onu buldum, … Ah! Firakta çok elem gördüm."

Habibi bulmakla sevindimse de ondan ayrılmakta çok elemler gördüm.

"Bil ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada. Hudabîn


isen, o kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde." Bu beyti biraz
açabilir misiniz?
Mesnevî-i Nuriye'de “Dört şey için dünyayı kesben değil kalben terk etmek
lazımdır.” Buyrulur ve o dört madde sıralanır. Buna göre, bu beyitteki terk-i dünya ifadesini
de “dünyayı kalben terk etmek, ona gönül bağlamamak, bütün muhabbetini Allah’a hasretmek,
eşyayı da O’nun namına sevmek” şeklinde anlamamız gerekir.
Öte yandan, Risalelerde dünyanın üç yüzü olduğu, esma-i İlâhîyeye ayna ve ahirete tarla olan
yüzlerinin muhabbete layık oldukları, ehl-i hevesatın mel’abegâhı yani oyun ve eğlence yeri olan
yüzünün ise tahkire layık olduğu beyan edilir. O halde, “dünyayı terk” denilince, bu üçüncü yüzün
terkini anlamak gerekir. Zira, nazarını sadece bu yüze çevirerek ömrünü sefahatte, gaflette, günah ve
isyanda geçiren bir kişinin akıbeti ebedî azap olacaktır.
Hüdabin insan, her eserde Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerini görür, her nimette O’nun
rahmetinin iltifatını hisseder, her celal tecellisinde O’nun azametine karşı kendi aczini hisseder, her
cemal tecellisinde kalbi şükür ve hamd ile dolar. Her kemal tecellisi onu İlâhi sanatlar karşısında
hayran bırakır. İşte böyle bir insan, kendisine hizmet eden bütün eşyayı da bu güzel amellerine ortak
ettiğinden onları manen memnun eder ve kendi lehinde şehadet ettirir. Onun dünyayı kalben
bırakmasına rağmen bütün eşya onun lehinde olur. Yani, bütün eşyanın yaratıcısı onları bu sevgili
kuluna hizmet ettirir ve bu varlık âlemi ahirette onun lehinde şahit olurlar.
Bir hadis-i kutsî naklederek bu şıkkın cevabını tamamlayalım:

"Cenâb-ı Hak dünyaya şöyle emrediyor:"


“Ey dünya! Bana hizmet edene sen de hizmet et. Sana hizmet edeni de istihdam et
(hizmetinde çalıştır).”

"Bir Mâbud ki, zevalde defnoluyor; onu çağırmam, ona iltica


etmem. Çünki nihayetsiz muhtacım ve âcizim... Ebedî yaralarıma
merhem süremez. Zevalden kendini kurtaramayan nasıl mâbud
olur?" Mabud ve ebedi yaralardan kasıt nedir, cümyi izah eder
misiniz?
Bu metinde geçen "Mabud" kelimesinden Allah’a ortak koşulan şeyler anlaşılacağı gibi,
mecazî manada, “Allah rızası düşünülmeden hedef alınan bütün menfaatler, makamlar, servetler,
kısacası, insanı Rabbine ibadetten uzaklaştıran her şey” olarak da yorumlanabilir.
Bu ikinci mana “şirk-i hafiye” girer. Nur Külliyatı'nda riyakârlığın gizli şirk olduğu nazara
verilmiştir. Yani, Allah için amel etmek yerine başkaları görsün, takdir etsin veya ona bir menfaat
kazandırsın diye yapılan bütün ameller gizli şirke girer. Dolayısıyla, bunların her biri batıl bir mabud
olarak insanı Allah’a ihlas ile ibadet etmekten alıkoyarlar.

“O’nun (Allah’ın) vechinden (zatından ve O’nun rızası için yapılanlardan) başka her
şey helak olucudur.” (Kasas, 28/88)

Bu ayet-i kerimeden hareketle, “Zevalden kendini kurtaramayan” her şeyin helak olmaya
mahkûm olduğunu ve bunların mabud olamayacaklarını yakinen biliriz. Bu ister batan Güneş olsun,
ister ölen bir insan olsun, isterse dünyanın geçici mevki ve makamları olsun fark etmez. Hepsi helak
olmakta eşittirler ve bunların hiçbirine ibadet edercesine bağlanılamaz, bunların hiçbirinden yardım
beklenemez, medet umulamaz.

“İşte şu vaziyette bir insana hakikî Mabud olacak; yalnız, her şeyin dizgini elinde, her
şeyin hazinesi yanında, her şeyin yanında nâzır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh,
acizden müberra, kusurdan mukaddes, nakıstan muallâ bir Kadîr-i Zülcelal, bir Rahîm-i
Zülcemal, bir Hakîm-i Zülkemal olabilir.“(Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)
"Bir matlub ki, gurubda gaybûbet etmeye mahkûmdur; kalbin
alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor.
Arkasında gam ve kederle teessüf etmeye lâyık değildir. Nerede
kaldı ki kalb ona perestiş etsin ve ona bağlansın kalsın." İzah?
“Evet, fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halk olunan ve ezelî ve ebedî bir Zât'ın aynası olan
ve nihayetsiz derecede nâzik ve letâfetli bulunan,..”(Sözler, Yirmi Birinci Söz) insan ruhu ve kalbi,
fani mahluklarla tatmin olmaz. Batan güneşten geriye ışık namına bir şey kalmaması gibi, bazı
matluplar, yani talip olunan şeyler de insanı bir süre oyaladıktan sonra batar ve ortadan kaybolurlar.
O hayal edilen makamlara sonunda başkaları geçer, o can atılan teveccühlere artık başkaları
mazhar olur. Uğrunda bir ömür tüketilen servetler sonunda varisler arasında bölünür, parçalanır. İşte
bu fani gayeler “kalbin alâkasına, fikrin merakına değmiyor. Âmâle merci olamıyor.”
İnsan bu fani hedeflere kavuşmakla emellerine ulaşmış sayılmadığı gibi, bunları elde edememek
yahut kaybetmek de “gam ve kederle teessüf etmeye” değmiyor. Üzülmeye değmeyen bu fanilerin,
perestişe yani tapacakmış gibi aşırı bağlanmaya layık olmadıkları açıktır.

"Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl. Zira feryat belâ-
ender, hatâ-ender belâdır, bil. Belâ vereni buldunsa, atâ-ender,
safâ-ender belâdır, bil..." ifadelerini devamıyla izah eder misiniz?
"Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl.
Zira feryat belâ-ender, hatâ-ender belâdır, bil."

(Ey) biçare, beladan feryat etmeyi bırak da Allah’a tevekkül et.(Veya, belaya bir çare olmayan
feryat etmeyi bırak da Allah’a tevekkül et)

Zira, feryat bela içinde ayrı bir beladır, hata içinde hatadır ve kendisi de bir beladır.

"Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil.


Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül."

Belâyı verenin kim olduğunu bilsen, o belâ (sabretmek şartıyla) senin için bir atâ (lütuf), bir
safadır bil.

Feryadı bırak da, o keyfinden gülen güllere karşı bülbüller gibi (ol), şükür yoluna gir.

"Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ-ender hebâdır, bil.


Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl."
Eğer bela vereni bulmazsan bütün dünya senin için cefa içinde cefadır, her şeyin faniliği seni
rahatsız eder ve beladan alman beklenen fayda da heba olup gider.

Başında cihan dolusu belalar varken küçük bir beladan bağırıp çağırmayı bırak da tevekkül yoluna
gir.

"Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün.


O güldükçe küçülür, eder tebeddül."

Tevekkül ile bela yüzüne gülersen (onu bir imtihan vesilesi kabul edip, ondan elde edeceğin
faydayı nazara alırsan) o da güler.

O bela küçülür ve sonunda değişerek yerini afiyete bırakır.

"Bil, ey hodgâm! Bu dünyada saadet, terk-i dünyada.


Hüdâbin isen, O kâfidir, bıraksan da bütün eşya lehinde."

Ey kendini düşünen kişi! Bu dünyada saadet dünyayı (kalben) terk etmektedir.

Allah’ı biliyorsan, O sana kâfidir. Sen bütün eşyayı bıraksan da onlar senin lehinde (şahit) olurlar.

"Ger hodbin isen helâkettir, ne yaparsan bütün eşya aleyhinde.


Demek terki gerektir her iki halde bu dünyada.

Eğer kendini beğenir ve kibirlenirsen, ne yaparsan yap bütün eşya senin aleyhinde olurlar.

Demek, her iki halde de (yani hodbin de olsan, Hüdabin de olsan) dünyanın terki gerekir.

"Terki demek: Hüdâ mülkü, Onun izni, Onun namıyla bakmakta.


Ticaret istiyorsan ger, şu fâni ömrünü bâkiye tebdilde."

Dünyanın terki demek, onu Allah’ın mülkü olarak bilmek, ona Allah’ın izni ve rızası ile
bakmaktır.

Eğer bu dünya hayatında (ahiret namına) iyi bir ticaret yapmak istiyorsan, şu fani ömrünü bakiye
tebdil et (onu baki meyveler verecek şekilde kullan.)

"Eğer nefsine talipsen, çürüktür, hem temelsiz de.


Eğer âfâkı istersen, fenâ damgası üstünde."

Eğer nefsini tatmine talipsen, senin varlığın çürük ve temelsizdir (demirden değil, taştan değil
ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir.)

Eğer âfakı (dış âlemdeki servet, makam gibi şeyleri) istersen, onların hepsinin üzerinde fanilik
damgası vardır.
"Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda.
Öyle ise geç, iyi mallar dizilmiş arkasında."

Demek ki bu dünya çarşısındaki mallar hep çürüktür.

Öyle ise, o fani malların arkasında dizilmiş olan ebedî mallara teveccüh et.

"Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül! / Zira feryat belâ


ender hatâ ender belâdır bil! / Belâ vereni buldunsa, atâ ender safâ
ender belâdır bil. / Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ
keyfinden güler hep gül mül." Açıklar mısınız?
On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı

"Bırak biçare feryadı, belâdan gel, tevekkül kıl!


Zira feryat belâ-ender, hatâ-ender belâdır, bil!"

Ey bela ve musibetlerden dolayı feryat edip bağıran, çağıran çaresiz adam; Allah’a tevekkül et,
zira bağırıp çağırmak bir isyan, bir itiraz olmasından dolayı, beladan daha büyük bir bela ve
musibettir bil.

"Belâ vereni buldunsa, atâ-ender, safâ-ender belâdır, bil!


Bırak feryadı, şükür kıl manend-i belâbil, demâ keyfinden güler hep gül mül."

İnsan bela vereni tahkiki bir iman ve marifet ile bulsa, o zaman o bela ve musibetler, manevi
sevap ve hayır kaynağına dönüşür, neticeleri bakımından sefa ve saadet olur. Feryat ve bağırmaları
bırakıp şükür ve senalara başlar. O zaman hayatı acı ve azaptan kurtulup, her şey yüzüne gülen dost
kıvamına gelir.

"Ger bulmazsan, bütün dünya cefâ-ender, fenâ ender hebâdır, bil!


Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan, gel, tevekkül kıl."

Yok şayet bulamazsan belayı ve musibeti vereni, o zaman bütün dünyan cefa ve fenaya gider, hem
de günah ve isyanlarını boynuna takarak. Musibetten şikayet eden asinin hali; kırık eli ile dövüşen
adamın hali gibidir, elini vurdukça canı acır; asi adam da bunun gibi şikayet ettikçe cehenneme ve
azaba yuvarlanır. Asıl bela olan isyan musibetten daha büyük bir beladır. Zira insanı sonsuz ateşe
yuvarlıyor.

"Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün.


O güldükçe küçülür, eder tebeddül."

Şayet tevekkül ve teslimiyet ile belanın yüzüne gülsen, yani sabretsen, o zaman o belanın şiddeti
azalır, çok cüzi bir seviyeye iner. Bir çeşit yok olur.
"Birden Ahmed-i Cezerî'nin Kürdçe … fıkrası hatırıma geldi.
Kalbim, ibret manalarını ifade için … ağladı." Ahmed-i Cezeri
kimdir?
Ahmed Cezerî (CÜZEYRÎ) Hazretleri Kürdistan'da yetişen, büyük bir velidir. 1570 yılında
Cizre’de doğdu. İlim tahsiline, âlim ve fâzıl bir zât olan babası Muhammed Efendiden ders alarak
başladı. Arabî ve Fârisîyi mükemmel bir şekilde öğrendi.
Tasavvuf ve hikmet ihtiva eden şiirleri bir divanda toplanmıştır. Eserlerini Kürtçe olarak
yazmıştır. Kabri, Şırnak'a bağlı Cizre'de Kırmızı Medresededir. Lakabı Nişânî'dir.

"Bu semânın arza bakan, Cennete dikkat eden, Binler


müdakkik gözleriz biz..." cümlesinin izahını yapar mısınız, yani
yıldızlar her iki aleme de nazar ediyorlar mı?
Maddi alem, gaybi alemlerin üzerinde nakışlı bir perdedir. Bu yüzden şahit olduğumuz kainat,
ahiret aleminde bulunan alemlerden kopuk değildir. Aralarında bir irtibat, bir bağlantı vardır. Mekan
olarak bir uzaklık söz konusu değildir. Zira ahiret alemi yanında, maddi alem bir nokta gibidir ve
onun kapsamı içindedir. Ahiret alemi binanın temeli, dünya ve kainat ise; bu temel üstünde duran bir
menzil gibidir. Bu yüzden aralarında sıkı bir irtibat, sıkı bir alışveriş vardır.

Bizi yanıltan husus ise; iki alemin hayat şartlarıdır. Nasıl deniz içindeki hayat şartı ile, karadaki
hayat şartı farklı ise; aynı şekilde ahiret aleminin yaşam şartları ile maddi alemdeki yaşam şartları,
imtihan gereği birbirinden farklıdır. Uzaklık bu noktadadır, yoksa zaman, boyut ve derinlik açısından
iç içedirler. Üstat bu manaya şu ibareler ile işaret ediyor:

"Elcevap: Cehennemin yeri, ِ‫ﻗُْﻞ اِﻧﱠﻤﺎ َ اْﻟِﻌْﻠُﻢ ِﻋْﻨَﺪ ﷲ‬


َ ‫ ﻻَ ﯾَْﻌﻠَُﻢ اْﻟَﻐْﯿ‬bazı rivâyatla, “tahte’l-arz” denilmiştir. Başka yerlerde beyan ettiğimiz
‫ﺐ ا ِﻻ ﱠ ﷲ‬
gibi, küre-i arz, hareket-i seneviyesiyle, ileride mecma-ı haşir olacak bir meydanın
etrafında bir daire çiziyor. Cehennem ise, arzın o medar-ı senevîsi altındadır demektir.
Görünmemeleri ve hissedilmemeleri, perdeli ve nursuz ateş olduğu içindir. Küre-i arzın
seyahat ettiği mesafe-i azîmede pek çok mahlûkat var ki, nursuz oldukları için
görünmezler. Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler,
mahlûklar, gözümüzün önünde olup göremiyoruz."

"Hem perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve
göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilâyet derecesine getirmeli, veyahut gözümüzü
büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki, yerlerini görüp tayin edelim. ِ‫ َواْﻟِﻌْﻠُﻢ ِﻋْﻨَﺪ ﷲ‬Âhiret
âlemine ait menziller bu dünyevî gözümüzle görülmez. Fakat, bazı rivâyâtın işârâtıyla,
âhiretteki Cehennem bu dünyamızla münasebettardır. Yazın şiddet-i hararetine ‫ﺢ َﺟَﮭﻨﱠَﻢ‬ ِ ‫ِﻣْﻦ ﻓَْﯿ‬
denilmiştir."

"Elhasıl: Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir
dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehâsındadır."

"Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır.
Süflîsi, sakîli aşağı tarafında; nuranîsi, ulvîsi yukarı tarafındadır".

"Hem şu seyl-i şuûnâtın ve mahsulât-ı mâneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin


mekânı ise, mahsulâtın nev'ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir."

"Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyâlenin iki havuzudur.
Havuzun yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani, habîsâtı ve müzahrefâtı
esfelde, tayyibâtı ve sâfiyâtı âlâdadır."

"Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecellîgâhıdır. Tecellîgâhın yeri ise her yerde
olabilir. Rahmân-ı Zülcemal ve Kahhâr-ı Zülcelâl nerede isterse tecellîgâhını açar."(1)

Maddi alemin bu gaybi alemler üzerinde nakışlı bir perde olması, insanın imtihanı içindir. Şayet
insan, iman ve tefekkür nazarı ile bu nakışlı perdeye, yani maddi alemlere bakarsa, arkasında o gaybi
alemleri derecesine göre görür. Ama insan küfür ve fısk nazarı ile bu nakışlı perdeye bakarsa, bu
perde karanlık ve kesif hale gelir, arkasını göstermez. Şayet gaybi alemler, bütün insanlara zahir olsa
idi, mesela hepimiz cennet ve cehennemi görse idik, imtihanın sırrı bozulur, Ebu Cehil ile Ebu Bekir
(r.a) aynı kalırdı. Mücadele ve mücahede manası gider, her şey yeknesak ve müsavi olurdu. Bu da,
Allah’ın hikmet ve isimlerine zıt bir durumdur. Bu sebepten dolayı maddi alem, manevi alemler
üzerinde nakışlı bir perde olarak düzenlenmiştir.

Ahiret alemi daha geniş olmasından dolayı kainata bol gelir. Yoksa kainat alemi daha geniş olup,
ahiret alemleri dar olduğu için, nasıl ona mukabil gelebilir demek, pek makul değildir. En avam
adama, beş yüz sene genişliğinde bir cennet vaat edilmiş. Böyle azametli bir cennet menzilinin
yanında, şu kainat küçük bir gökyüzü gibi kalır.
(1) bk. Mektubat, Birinci Mektup

"Cihan dolusu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir


belâdan? Gel, tevekkül kıl..." Cihan dolu bela başında varken,
ifadesini nasıl anlamalıyız? Ayrıca "Küçük bir beladan" maksat
ne olabilir?
Nur Külliyatı'ndan dört mesaj:

“Nev-i beşerin en büyük meselesi Cehennemden kurtulmaktır.” (Şualar, On Birinci Şua)


“Günahlar, hayat-ı ebedîyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb,
vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır.” (Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem’a)

“Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâmın zâhirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve


ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır.”(Lem’alar, İkinci Lem’a)

“Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar
katılaştırıyor.”(age.)

Belâ, kelimesi imtihan manasına da gelmektedir. Her düşüncemiz, her bakışımız, her konuşmamız
bizim için bir imtihan sorusudur. Yanlış cevaplar ebedî hayatımızı tehlikeye atabilir. Dünyanın bütün
hastalıkları ve musibetleri, bu imtihanı kaybetmenin yanında çok küçük kalırlar. Öyle ise, insan
bu “cihan dolu belâları” fazla dikkate almayıp sadece dünyevî servet ve makamına yahut sıhhatine
gelen küçük zararlarla ilgilenirse çok zarar eder.

"Çünkü, nefy-i nefy ispattır. Yani, yok yok ise, o vardır; yok,
yok olsa, var olur." Bu sözün manası nedir ve burada bahsedilen
"O" kim için kullanılmıştır?
Nefy-i nefy, olumsuzu olumsuzlaştırmak demektir. Mesela “evde kimse yok” dediğimizde
olumsuz bir cümledir. “Evde kimse yok değil” dediğimizde, olumsuzluğu olumsuzlamış oluyoruz ki,
cümle olumlu hale geçer ve evde birilerinin olduğunu bildirir.

Cümledeki “o” ise varlığı - yokluğu tartışılan “şey”i gösteriyor.

Ene bahsinde geçtiği gibi, insana zahirî bir malikiyet verilmiş tâ ki, Allah’ın malikiyetini
anlasın: “Ben bu beden ülkesinin sahibi ve malikiyim, onu ben sevk ve idare ediyorum. Allah da
kâinatın sahibi ve malikidir, onu sevk ve idare ediyor. Kâinat benim bedenimden ne kadar büyükse
Allah’ın sevk ve idaresi, yani rububiyeti de benimkinden o kadar büyüktür.” şeklinde bir muhakeme
yürütür.

Fakat bu sahiplik ve malikiyet sadece “sanal”dır ve geçici bir “varsayım” olmalıdır. İnsan Allah’ın
kâinattaki malikiyetini anladıktan sonra, döner kendindeki malikiyetin sadece sanal olduğunu keşfeder
onu da Allah’ın mülküne dahil eder. Böylece tüm mülkü asıl sahibine teslim etmiş olur. Aksi
durumda insan kendini kendine malik farzederse, her şey kendi nefsine maliktir demek zorunda
kalacaktır. Her şey kendine maliktir dediğinde de Allah’ın mülkünü sebeplere taksim etmiş olacaktır.
Asıl olan bizim hiçbir şeyimizin olmadığıdır. İşte insan kendi malikiyetinden vaz geçtiğinde ancak
Allah’ın malikiyetini tam olarak anlayabilir.

İnsan kâinatın en akıllı ve şuuru külli varlığı iken kendi varlığında ne kadar söz sahibidir. Bu
bedeninde olup bitenlerde ne kadar pay sahidir. Bırakın pay sahibi olmayı ne kadar haberdardır.

Mesela karaciğerimizde olup bitenleri biz mi idare ediyoruz? Bırakın idareyi binlerce çeşit üretim
yapan akıllara durgunluk veren bir fabrika hükmünde olan bu organımızın işlerinden ne kadar
haberimiz var? Bu fabrika yalnız muntazam çalışmıyor; aynı zamanda durmadan sıkı bir bakımla
yenileniyor da.

Diğer organların da muhteşem fonksiyonlarını düşünün, tabii düşünebilirseniz! Şimdi bizim bu


mülkte nasıl bir hissemiz vardır dersiniz? İşte insan burada malikiyetinin bir “hiç” olduğunu fark
ettiğinde herhâlde bir ineğin ya da sineğin kendi vücuduna hakimiyetinde veya sevk ve idaresinde pay
sahibi olduğundan bahsedemez. Akıldan bütün bütün mahrum bitkilerde bu daha belirgindir. Hayattan
da mahrum cansızlarda görülen muntazam bir kanun altındaki işleyişi mevzu bahsetmeye bilmem
gerek var mı?

Yani zaten “yok” olan malikiyetimizden vazgeçtiğimizde, yani “yok” bildiğimizde, Allah’ın
malikiyetini anlarız. Bizim ve ilgi duyduğumuz her şeyin O’nun var etmesi ile var olduğunu ve
varlığını devam ettirdiğini biliriz.

Hiçbir şeyin kendiliğinden bir varlığı yoktur. Varlığımız Allah’ın var etmesiyle var olmuştur ve
varlımızın devamlılığı da onun sayesindedir.

Varlığımız kendimize bağlı değil ve varlığımızın devamında da söz sahibi değiliz. Öyle olsaydı
gençliğimiz bize “eyvallah” demeden gidemezdi. Neredeyse seyirci durumundayız. Kısacık bir
ömürden sonra varlığını yitirecekken, bizi var eden ve varlığının sonu olmayan Alemlerin Rabbine
mülkü teslim ettiğimizde, sonsuz bir varlığa kavuşuruz...

"Dehşet ve vahşet aldığım onlara mukabil benim elimde bir cüz'-


i ihtiyârîden…" Cüz-i ihtiyarî ne demektir? Cüz-i ihtiyarînin
insanın silahı olması, hem kısa, hem de ayarının noksan olması,
kisbden başka elinden bir şeyin gelmemesi ne demektir?
Aralarında az bir fark olmakla birlikte, cüz’i ihtiyarî ve cüz’i irade kavramları aynı manada
kullanılmaktadır. İrade insanın sıfatlarından birisidir. İnsan, görme sıfatıyla gördüğü, işitme sıfatıyla
işittiği gibi irade sıfatıyla da ihtiyar eder, seçim yapar.
Bilindiği gibi insanın iradesi cüz’idir. Yani, bir anda ancak bir tek şeye taalluk edebilir. İnsan
bir anda iki şey irade edemez, iki yöne bakamaz, iki şey düşünemez, iki kelime konuşamaz.
İnsanın altı cihetten gelen problemlerini çözmek için Üstad'ın ifadesiyle “cüz'-i lâyetecezza”
(atom) kadar bir cüz’i irade kâfi gelmemektedir.
İman nazarıyla bakıldığında, insan o cüz’i iradesiyle, “bütün sıfatları sonsuz ve iradesi
küllî” olan Rabbine iltica etmekte ve çok iyi bilmektedir ki, bütün işler O’nun kudretiyle yapılmakta,
her şey O’nun iradesiyle yaratılmaktadır. Üstat hazretleri bu hakikati “bir askerin cüz'î kuvvetini
devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler kuvvetinden fazla işler görmesi” örneğiyle nazara
vermektedir.
“Silah” kelimesi insanın bu dünyada bir yönüyle asker olduğu, emir altında hareket ettiği, bütün
organlarının ve duygularının askere verilen silahlar gibi emanet olduğu, onları dilediği gibi değil
Rabbinin emrettiği gibi kullanmakla mükellef olduğu manalarına işaret eder.

“ … Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet


sahibidir..” (Fetih, 48/4)

ayet-i kerimesi semavat ve arzdaki mahlukların Allah’ın askerleri olduğunu ders vermektedir. Bu
askerlerden birisi de insandır ve onun silahlarından birisi de cüz’i iradedir. Hedefini bununla
vurmaya, yani maksatlarını bununla gerçekleştirmeğe çalışır.
Cüz’i iradenin kısa olması, bir anda iki şey irade edemeyişini ifade eder. Ayarının noksan
olması da bu manayı çağrıştırmakla birlikte, bu iradenin yanlış kullanılması halinde, ayarı noksan
silahın yanlış hedefleri vurması gibi, insanın da yanlış işler yapacağına işaret etmektedir.
Kader Risalesi'nde izah edildiği gibi, insanın elinde sadece kisb (yani iradesini bir hedefe
yönlendirmesi, bir gayeye meyletmesi) vardır. Bundan ötesi hep İlâhî kudretle yaratılmaktadır.
Meselâ, insan bir şeyi söylemeyi sadece kesb eder, ister. Beynin çalışmasından, dilin, dişlerin,
tükrük bezlerinin görevlerine kadar bütün işler Allah’ın kudretiyle yaratılmaktadır.

"Dema gaflet zeval buldu,… Ve nur-u Hak ayân gördüm." Ehl-i


hidayet ve huzurun dünyalarının hakikatini tasvir eden aşağıdaki
İkinci Levha'nın, her bir cümlesini özetle açabilir misiniz?
İkinci Levha

[Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-ı dünyalarına işaret eder levhadır.]


"Dema gaflet zeval buldu,… Ve nur-u Hak ayân gördüm."

Ne zaman ki gaflet zeval buldu, kayboldu, o zaman Hak nurunu açıkça gördüm.

"Vücud, bürhan-ı Zât oldu,… Hayat, mir'at-ı Hakk'tır gör."

Kâinat ve içindekilerin varlığı, Allah’ın zatının varlığına bir delil oldu, Hayat Hakk’ın
görünmesine (ve bilinmesine) bir aynadır; bunu böyle gör.

"Akıl, miftah-ı kenz oldu, … Fena, bab-ı bekadır gör."

Akıl hazineler anahtarı oldu. (Eşyada tecelli eden esma-i hüsnayı okumaya bir anahtar oldu. Her
varlıkta tecelli eden İlâhî isimleri okutturdu.) Eşyanın fena bulmaları, bekaya ermelerinin bir
kapısıdır; bunu böyle gör.

"Kemalin lem'ası söndü, ... Fakat, şems-i Cemal var gör."

Kemalin parıltısı söndü, fakat cemalin güneşi parıldıyor. Bir şeyin kemal bulduktan sonra ondaki
bu kemal parıltısı söner, ama bu sönmekle o şeyin cemali (ayrı bir âlemde) bir güneş gibi parlar.
"Zeval, ayn-ı visal oldu, … Elem, ayn-ı lezzettir gör."

Bu dünyada zeval bulup gitmek, aslında (öte âlemdeki binlerce dostuna) kavuşmanın tâ
kendisidir. Bu dünyada çekilen elemler (bâki lezzetleri netice vereceğinden) gerçekte lezzetin tâ
kendisidir,

"Ömür nefs-i amel oldu, … Ebed ayn-ı ömürdür gör."

Amelle geçen bir ömür sanki bütünüyle amel(in kendisi) oldu. (Ebedî saadet bu ömürle
kazanılacağından), ebed sanki bu ömrün kendisidir; bunu böyle gör.

"Zalâm zarf-ı ziya oldu, … Bu mevtte hak hayat var gör."

Karanlık gördüğümüz (zahirde/görünüşte hoşumuza gitmeyen) şeyler, içlerinde ziya taşıdılar;


(hastalıkların günahlara kefaret olması gibi). Bu ölümde gerçek hayata kavuşma olduğunu gör.

"Bütün eşya enis oldu, … Bütün asvat zikirdir gör."

Bütün eşya ünsiyetli birer arkadaş oldular. İşitilen bütün seslerin zikir olduğunu, Allah’ı
hatırlattıklarını gör.

"Bütün zerrat-ı mevcudat, … Birer zâkir, müsebbih gör."

Varlıkların bütün atomlarının (Allah’ı zikir ve tesbih eden) birer zâkir ve müsebbih olduklarını
gör.

"Fakrı kenz-i gına buldum, … Aczde tam kuvvet var gör."

Allah’a karşı fakr ve ihtiyacını bilmeyi, bir zenginlik hazinesi olarak buldum. O’na karşı
acizliğini bilmeyi, tam bir kuvvet olarak gör.

"Eğer Allah'ı buldunsa, … Bütün eşya senindir gör."

Allah’a iman ettinse, senin hizmetine verilen bütün eşyaya bir bakıma sahip olabilirsin. Bunu
böyle gör.

"Eğer Mâlik-i Mülk'e memluk isen, … Onun mülkü senindir gör."

Eğer bütün mülkün maliki olan Allah’a kul ve köle olursan, bütün eşyayı seninmiş gibi
görebilirsin.

"Eğer hodbin ve kendi nefsine mâlik isen: Bilâ-addin beladır gör."

Eğer bencil isen ve (kendini Allah’ın mülkü olarak bilmek yerine) kendini nefsine malik
sanıyorsan, (Onun idaresi ve belalardan korunması gibi kaldırmaktan aciz olduğun ağır yükler) senin
için sayısız belalara yol açar.
"Bilâ-haddin azabdır tad, … Bilâ-gayet ağırdır gör."

Bunun hadsiz ağırlığını gör ve azaplarını tat.

"Eğer hakikî abd-i hudabin isen, … Hududsuz bir safadır gör."

Eğer kendini Allah’ın kulu olarak görür (ve mülkü Malikine teslim edersen,) bunda hudutsuz
sefalar olduğunu görürsün.

"Hesabsız bir sevab var tad, … Nihayetsiz saadet gör..."

Bunun hesapsız sevabını tadar, sonsuz saadetini görürsün.

"Demek değmez ki alınsa, çürük maldır hep bu çarşıda. Öyle ise


geç, iyi mallar dizilmiş arkasında..." Bu beyitte genel manada
dünya tahkir ediliyor. Halbuki, başka yerlerde “dünyanın ahiretin
tarlası olduğu” beyan ediliyor. Bu hususu biraz açar mısınız?
“Çürük mal” denilince, uzun süre dayanmayan, kısa bir kullanımdan sonra elden çıkan mallar
hatırımıza gelir. Burada dünyanın ve onda ömür süren insanın faniliğine vurgu yapılmıştır.

“Evet, bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil; ancak et ve kemikten ibaret
bir şeydir. Âni olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun.”(Mesnevî-i Nuriye, Katre)

Bu dünya cennete göre ve buradaki insanlar da cennetteki hallerine göre “gölge” kadar zayıf
kalırlar. “İyi mallar” ifadesi, cennet nimetlerine bakmaktadır. Şu var ki, o iyi mallar da yine bu
dünyada kazanılacaktır. Dünyadaki gölge varlıkları İlâhî isimlerin aynaları ve ahiretin kazanılmasına
bir vesile olarak gören, onlara bu manada değer veren kişi, cennetteki iyi mallara müşteri olmuş
demektir.

Nur Küliyatı'nda dünya hakkında şöyle bir sınıflandırma yapılır:

"Dünyanın üç yüzü var:


Birinci yüzü: Cenab-ı Hakk'ın esmasına bakar. Onların nukuşunu gösterir. …
İkinci yüzü: Âhirete bakar. Âhiretin tarlasıdır, Cennet'in mezraasıdır, rahmetin
mezheresidir. …
Üçüncü yüzü: İnsanın hevesatına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın
mel'abe-i hevesatı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünki fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır.
…"(Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf)

Dünyanın sadece üçüncü yüzüne yani “ehl-i hevesatın melabegahı” olan yüzüne nazar eden ve
bütün bir ömrünü heva ve hevesin, nefis ve şeytanın istekleri doğrultusunda harcayan insan, sadece
çürük mallara talip olmuş olur ve “iyi malları” kaybeder.
"Der-akab zeval ile acılanan mülâkatlar, keder ve meraka
değmez. İştiyaka hiç lâyık değildir... Bütün mecâzî âşıkların
divanları, yâni aşknameleri olan manzum kitabları, şu tasavvur-u
zevalden gelen elemden birer feryaddır..." İzahı?
Kavuşmaları ayrılıkların takip ettiği bu dünya hayatında ne ayrılıklar meraka değer, ne de
kavuşmalar iştiyaka layıktır. Çünkü, kavuşulan bir lezzetin elden çıkması elem getirdiği gibi, henüz
elde iken bile bir gün kaybolacağının düşünülmesi, tasavvur edilmesi de insana elem vermektedir.
Nitekim, mahbuplarından ayrılığın elemini şiirleriyle dile getiren bütün mecazî aşıkların bu şiir
kitaplarının ruhu sıkılsa “elemkârane birer feryad damlar.”
Bu elemlerden kurtulmanın tek çaresi, gönlünü fani dünyaya ve ondaki fani ve aciz mahbuplara
kaptırmamak, dünyayı ahiretin tarlası ve İlâhî sanat eserlerinin bir sergisi olarak görüp o nazarla
temaşa ve tefekkür etmek, yaratılan her şeyi Allah namına, meşru dairede ve ebedî saadeti netice
verecek şekilde sevmektir. Böyle yapmayıp da, fanî varlıkları ebedî vehmederek seven kişi, onlardan
ayrılığın elemini ancak feryatla dile getirecek; bu feryat ise ruha hiçbir teselli vermeyecek, kalbi
kanatmaktan öte bir işe yaramayacaktır.

"Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni


ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakikî
yolunda feda et. Mevcudatın ademnümâ akıbetlerini gör. Çünkü şu
dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor." Açıklar mısınız?
Peygamber Efendimiz (asv)'in ifadesi ile "bütün kötülüklerin madeni ve kaynağı dünya
sevgisidir." Demek kötü ahlaktan sıyrılmanın yegane yolu kalbimizden dünya sevgisini atmaktır.
İnsanın ebedi hayatını teminat altına alması, yani bekaya mazhar olabilmesi ancak bu dünyanın
fani süfliyat ve haramlarını terk edip, kalbine sadece Allah’ı ve ahireti yerleştirilmesi ile
mümkündür. Bunun haricinde bekaya mazhar olma yolu yoktur.
İnsanın dünyayı terk edip ahirete yönelebilmesi de ancak dünyanın üzerine vurulmuş fanilik
damgasını okuması ile mümkündür. Yani ebedi alemden başka bir şey ile tatmin olmayan insanın
fıtratı, fani olan bu dünya ile iktifa edip onun ile tatmin olmaz ve olamaz. Öyle ise insan her şeyi,
üzerindeki fanilik damgası ile kalbinden silebilir. Ya da sevdiği ve perestiş ettiği şeylerin gerçek
kaynağı olan Allah’ı bulursa onlardan vazgeçer. Evet, insanın sevdiği ve perestiş ettiği bütün
güzelliklerin, ihsanların ve mükemmelliklerin asıl kaynağı ve asıl membaı Allah’tır.
Nasıl ki, tevhid ve tefekkürde, aşağıdan yukarıya, yani eserden müessire gitmek, şüphelerden
daha salim ve eminse, muhabbet noktasından da tersi, yani yukarıdan aşağıya, müessirden esere
gitmek makbul ve sağlam olanıdır.
Masivaya, yani Allah’ın mahlukatına yapılan muhabbetin iki tarzı ve şekli vardır. Biri yukarıdan
aşağıya, yani önce Allah’ı sever, sonra onun sevgisi ile mahlukatı sever. Burada mahlukata dağıttığı
sevgi, eksiklik değil, bilakis kemalat getirir. Zira onun adına, onun sanatı noktasından sevdiği için,
sevgisi dağılıp azalmaz. Tam aksine, çoğalarak mükemmele gider.
Diğeri ise aşağıdan yukarı, yani önce masivayı ve mahlukatı sever, sonra Allah’a doğru gitmeye
çalışır. Giderken, çok zorlu ve kuvvetli bir masivayı aşamama ve geçememe riski ile karşı karşıya
kalabilir. Ya da onda takılıp kalma, boğulma durumu da olabilir.
Mahlukat çok ve geniş olunca, kesrette kaybolma ve boğulma kaçınılmaz olabilir. Kalbin kuvvet
ve enerjisi, kesrette dağılıp, bir daha toplanması çok zorlaşır ve vahdete, yani Allah’a yönelmesine
takat ve gücü kalmayabilir. Bu yüzden aşağıdan yukarı muhabbet tarzı güvenli ve sağlam bir tarz
değildir.
Herkesin kavi ve aşılamaz sebebi farklı olabilir. Kimisi için bir evlat, kimisi için mal mülk,
kimisi için gençlik ve şehvet, kimsisi için mecazi bir aşk, kimisi için şan ve şöhret, kimisi için kibir
ve enaniyet ve kimisi için de dünyanın suri tatlılığı birer engel ve perde olabilir. İşte bunlar ve daha
bunlara benzer çok kuvvetli perdeler ve barikatlar, kalbin muhabbet seyahatinde Allah’a ulaşmasına
mani ve engel olabilirler. Bunları geçse de, yara ve izleri kaldığından, safi bir Allah sevgisi olamaz.
Olsa da eksik ve nakıs olur.
Önce tahkiki imanı elde edip, tefekkür ve marifet ile kalben Allah’a aşk ve muhabbetini tesis
ettikten sonra masivaya kalben yönelmek lazımdır. Yoksa, kalbi kesrette dağıtıp, kuvvetli sebeplere
yapışıp, sonra tevhide ve vahdete yönelmek ve muhabbetullahı bulmak çok zordur.
Allah insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak genişlikte
ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedi ve solmayan bir güzellik ile
tatmin olabilir.
Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır. Sevdiğimiz
o güzellik, ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun olduğumuz o güzellik
çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler için değil, ebedi ve solmayan bir
güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek, bunun tokadını
hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise iman ve tefekkür
üzerinde yoğunlaşıp, o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak sevgi ve aşkımızı gerçek
sahibine tevdi etmektir.
Kainatta aşka sebep olan üç faktör vardır. Bunlar cemal, kemal ve ihsandır. İnsan bu
sebeplerden dolayı aşık olur, ya da birisini sever. Halbuki kainattaki bütün güzellikler,
mükemmellikler, ikram ve ihsanların membaı ve esası Allah’ın isim ve sıfatlarıdır.
Kainattaki bütün güzellikleri toplasak, Allah’ın cemali yanında okyanustan bir damla
mesabesinde kalır ve üstelik bu güzellik ebedidir. Öyle ise neden damla ile oyalanıp acı ve elem
çekelim, asıl güzellik kaynağına kalbimizi tevcih edip tatmin olmak varken...
Mesela, çok susamış bir adam düşünelim, ağzı susuzluktan kavrulur bir vaziyette iken bir baraja
rast gelir. Barajın bendinin bu tarafında toprak üzerinde az bir yaşlık var, ama arkasında ise nezih ve
leziz büyük bir gölet vardır. Şu şaşkın adam kavrulmuş ağzını toprak üzerindeki yaşlığa dayamış
kanmaya çalışıyor. Halbuki arkasında büyük bir gölet var.
İşte biz de sonsuz güzellik sahibi Allah varken, gidip ıslaklık mesabesinde fani ve adi
güzelliklere kalp dudağımızı yapıştırıp kanmaya çalışıyoruz. Bütün güzellikler Allah’ın cemalinden
zaif ve çok perdelerden geçmiş birer sızıntısı hükmündedir. Biz nazarımızı ve kalbimizi o mecazi
sevgiliden hakiki sevgiliye, yani Allah’a çevirirsek, hem o beladan kurtuluruz hem de gerçek
güzelliği bulmuş oluruz.
Özet olarak, Allah insana ancak kendi ile meşgul olup onun ile tatmin olabilecek mahiyette bir
kalp vermiştir. Bu sebeple kalbin Allah’tan başka şeyler ile meşgul olup onlara aşık olması zaten
doğru olan bir şey değildir. Kalbin fani olan mahluklara aşık olması kalbin manevi bir hastalığıdır,
hatta kalbi bir şirktir. Zira Allah kalbi insana sadece kendisini sevmemiz için tahsis etmiştir. Biz bu
tahsise ihanet ederek, farklı şeylere aşık olursak, elbette bu Allah katında makbul ve caiz olmaz.

"Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur." (Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk tek mahbub
Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip Allah aşkına yanmamız gerekir.
Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok fazla olur.
Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevemeye değmez) deyip mecazi
aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.

"Dünyaperestlik esasatı olan ahlâk-ı seyyieden tecerrüd et, fâni


ol. Daire-i mülkünde ve malındaki eşyayı Mahbub-u Hakikî
yolunda feda et. Mevcudatın ademnümâ akıbetlerini gör. Çünkü şu
dünyadan bekàya giden yol, fenâdan gidiyor." diyor. Bu
ifadelerden, bütün malımızı mülkümüzü ihtiyacı olanlara
dağıtmamız gerektiğini mi anlamalıyız?
Hem imanın hem ibadetin hem zühdün hem de takvanın çekirdekten ağaca kadar makam ve
mertebeleri vardır. Kimisi bu saydıklarımızı ağaç mesabesinde yaşarken, kimisi de çekirdek
mesabesinde yaşar. Makamı çekirdek seviyesinde olan birisinin, makamı ağaç seviyesinde olan
birisini taklit edip kendini zor ve meşakkatli sıkıntılara atması uygun değildir.
Nasıl istiap hacmi iki ton olan araca on ton yük atılamaz ise, aynı şekilde iman istiap hacmi bir
kilo olan bir müminin, yirmi otuz kiloluk ibadet ve züht yükünü sırtına alıp, sonra yarı yolda firar
etmesi uygun ve gerçekçi olmaz. Bu sebeple herkes seviyesi ve kıvamına göre hareket etmelidir.
Lakin istikametli ve mutedil bir şekilde peyderpey seviye yükseltilebilir.
Farzlar sınırlar olup, kim bu sınırları güzelce muhafaza ederse, salihler sınıfından sayılırlar.
Lakin yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, salihler sınıfının da çekirdekten ağaca kadar çok mertebeleri
vardır. Sadece farzları ifa etmek ile, salih olup, malını ve ömrünü imanda heba etmiş birisinin
salihliği arasında çok farklar vardır.
Farzların dışındaki ibadetler mutlak bırakılmıştır. Yani her şahıs kendi kabiliyet ve kuvvetine
göre bir ibadet dünyası kurabilir. Bunun belli bir standardı ve çerçevesi yoktur. Öyle ki, eski
dönemlerde, bir gecede iki bin rekat namaz kılıp, kırk yıl aralıksız yatsı namazının abdesti ile sabah
namazı kılanlar olmuştur.(1)
Üstad Hazretleri bu asrın insanları için bir formül ve özetlemeyi şöyle yapıyor:

“ Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın


mühim, hakikatli bir âlimi olabilir.”(2)

diyor. Öyle ise iman ve ilimde inkişaf etmek isteyen, bu eserlere dört el ile sarılmalı.
Üstad Hazretlerinin şu tespiti de meseleyi izah etmektedir:

"İ'lemeyyühe'l-aziz! Tevfik-i İlâhî refiki olan adam, tarikat berzahına girmeden,


zahirden hakikate geçebilir. Evet, Kur'ân'dan, hakikat-i tarikati, tarikatsiz feyiz suretiyle
gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi
okumaksızın isâl edici bir yol buldum. Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve
selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır."(3)

Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, On Dokuzuncu Mektup.
(2) bk. Lem'alar, Yirmi Birinci Lem'a.
(3) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.

"Eğer şu dünyada beka istiyorsan. Beka fenadan çıkıyor. Nefs-i


emmare cihetinde fena bul ki aşk-ı bekayı bulabilesin." ifadesini
açıklar mısınız?
"Eğer şu fânî dünyada bekâ istiyorsan, bekâ fenâdan çıkıyor, nefs-i emmâre cihetiyle
fenâ bul ki, bâkî olasın."

Tamamını aldığımız yukarıdaki cümlenin izâh ve açıklaması Altıncı Söz, On Beşinci Mektub'un
Altıncı Sualinde ve Kader Risâlesinin ahirindeki "Zeyl" de yer almaktadır.

Şimdilik, Kader Risalesi'nde geçen izâhı buraya alıp üzerinde durmak isteriz.

"DÖRDÜNCÜ HATVEDE:

ُ‫ﺷـ ْﻰٍء َھﺎِﻟٌﻚ اِﻻﱠ َوْﺟَﮭﮫ‬


َ ‫ ُﻛﱡﻞ‬dersini verdiği gibi, nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcud
bilir. Ondan bir nevi rubûbiyet dâvâ eder. Ma'buduna karşı adâvetkârâne bir isyânı taşır.
İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki:

"Her şey nefsinde mânâ-yı ismiyle fânîdir, mefkuddur, hâdistir, mâdumdur. Fakat mânâ-i
harfiyle ve Sâni-i Zülcelâl'in esmâsına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibâriyle
şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki:
Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kâinat kadar bir
zulümât-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsîsine güvenip, Mûcid-i Hakiki'den gaflet etse,
yıldız böceği gibi bir şahsî ziyâ-i vücudu nihâyetsiz zulümât-ı adem ve firâklar içinde
bulunur, boğulur. Fakat enâniyeti bırakıp, bizzat nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakiki'nin
bir âyine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudâtı ve nihâyetsiz bir vücudu
kazanır. Zîrâ bütün mevcudât, esmâsının cilvelerine mazhâr olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu
bulan, her şeyi bulur."(1)

Evet, mevcudata mana-yı harfi ve mana-yı ismi olmak üzer iki nazarla bakılır. Mana-yı ismi,
varlığa kendi hesabına bakmaktır. Mana-yı harfi ise, kendisine değil başkasını varlığına delâlet
etmektedir.

Mesela, "Ahmed" bir isimdir. Ve bir şahsa delâlet etmektedir. "Ahmed" dediğimizde mâlum şahıs
akla gelmektedir. Ancak, Ahmed isminde geçen "H" harfi kendi başına bir anlam ifâde
edememektedir. Olsa olsa başka bir ismin varlığına hizmet edebilir. Bu durumda kendisi kaybolur,
yok olur. Aslında bu yokluk gerçek varlığa ulaşmaktır. Şayet "H" harfi tek başına kalmakta ısrar
ederse, bu durumda anlamsız ve dar bir hayat sürdürecektir.

Bir insan da kendi başına kalsa anlamsız ve kısa bir hayat geçirecektir.

Ancak Allah'ın, ahirete talip bir kulu olarak yaşasa, bu durumda, ismin içine giren bir harf gibi daha
geniş bir anlam kazanır. Allah'a dayandığı için, gerçek varlığı kazanmış olur. Bu bağlantıyı sağlayan
en önemli vasıta ise iman ve ubudiyettir.

Zira iman bir intisâptır. Bir harf hükmünde olan insanı Allah'a nisbet ediyor.

Ubudiyet ise, bu bağı sürekli kuvvetlendiren ve canlı tutan bir enerji kaynağı gibidir. Zaten ibadetin
aslı, aczini ve fakrını bilmekten ibarettir. Yani bir hiç olduğunu bilmektir.

Hiçlikte, varlığı bulan Mevlana ve Bediüzzaman, kendilerine has üslupları ile konuyu
özetlemişlerdir.

(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Zeyl

"Eğer şu fâni dünyada beka istiyorsan; beka, fenadan çıkıyor.


Nefs-i emmâre cihetiyle fena bul ki, bâki olasın." Bekanın fenadan
çıkması ne anlama gelmektedir? Nefs-i emmare cihetiyle fani
olmayı nasıl anlamalıyız?
“Beka”, devamlı olmak, daimî kalmak, “fena”, ise fani olmak, geçici olmak demektir. Bekanın
fenadan çıkmasının en güzel örneği, Nurlarda geçtiği gibi, çekirdeğin toprak altında fena bulmasıyla
bir sümbül hayatını netice vermesidir.

“Çekirdeğin mevti sümbülün mebde-i hayatıdır.”

Para da harcandığı zaman kasadan kaybolur, fena bulur, ama bu para yatırıma harcanmışsa o
fenadan bir nevi beka çıkar, servet daha da artar.
Beka kelimesi, “devam” manasına da kullanılmaktadır. Dünyada bekanın olmadığı açıktır, ama
belli bir süreye kadar da olsa devam söz konusudur. Nur Külliyatı'nın birçok yerinde de bekanın
devam manasına kullanıldığını görüyoruz.
Bir öğrenci dört yılını bir fakültede fani etmekle, yani nefsin istekleri yerine okuduğu fakültenin
yönetmeliğine uygun bir mesai sarf etmekle bir meslek sahibi olur. Dünyada yaşadığı sürece o
fenadan istifade eder, bir nevi beka bulur.
Ömür bir sermaye ve bu dünya bir imtihan salonu olduğuna göre, insan “nefs-i emmâre
cihetiyle fena” bularak, yani onun sözünü dinlemeyerek bu fani ömrünü ahirette baki meyveler
verecek şekilde kullanırsa, bu fenadan ebedî saadet çıkmış olur.

"Elhamdülillah diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti


çekmem, vahşette kalmam. Allahü Ekber diyerek Ezan-ı Haşri
işitip kalkacağım, mahşer-i ekberden çekinmem, Mescid-i Âzamdan
çekilmem." Bu beytin izahını yapar mısınız?
Bu Söz'ün’ ilk bölümünde, “insanın kabir âlemine kalb rahatlığıyla gitmesini netice veren beş
nokta” nazara verilirken şöyle bir ifade geçer:

“İnsandaki nihayetsiz zaiflik ve acizliği, bazı şeylerle ihsas ettirip,…, istirahata ciddî
bir arzu ve bir diyâr-ı âhere gitmeye samimî bir şevk veriyor.”

İmanı kemale ermiş bir mümin, kabri “bu dünyadan daha güzel bir âlemin
kapısı” gördüğünden, ölüm hadisesiyle dünyanın sıkıntılarından kurtulup istirahat edeceği için
dünyadan ayrılığın zahmetini çekmez. Ölümle gireceği o yeni beldeyi de Allah’ın mülkü ve ahirete
bir geçiş âlemi olarak gördüğünden vahşete düşmez. Bu dünyada olduğu gibi o âlemde de Rabbinin,
rahmet ve inayetiyle, yine onunla beraber olduğunu düşünerek kimsesizlik dehşetinden kurtulur. Güzel
amelleri tecessüm ederek ona arkadaş olurlar. Ayrıca, derecesine göre o yeni âlemin sakinleri olan
enbiya ile, evliya ile sair ehl-i iman dostlarıyla görüşür, ünsiyet eder.

İkinci beyitte Üstad Hazretleri sanki şöyle demektedir:

Seher vaktinde Allahu ekber sadalarıyla uyanıp camiye koşan bir mümin gibi, ben de “Ezan-ı
Haşri işitip kalkacağım.” Sûr-u İsrafil ile kabirlerden kalkılıp o büyük haşir meydanında
toplanıldığı gün, ben de o meydana çekinerek değil, severek gideceğim. Zira, namazda Rabbimin
huzuruna çıkmaktan ulvî bir zevk duyduğum gibi, haşirde de bu hazzın bir başka türlüsünü tadacağım.
Bütün insanların ve cinlerin, İlâhî huzurda, Allah’ın emrini ve hükmünü beklemeleri ile o büyük
meydan sanki bir azim mescid gibi olacak, herkes İlâhî hükümlere itaat secdesi yapacaktır. Dünyada
Allah’a secde ve itaat üzere bir ömür geçirdiğimden, Rabbimin inayetine sığınarak o“Mescid-i
Âzamdan çekilmem”, yani korkarak geri durmam. Çünkü yakinen inanmışımdır ki, bu toplanmanın
bir sonraki safhası “mizan”, ondan sonraki safhası ise, İnşallah, sıratı geçerek “cennete varmaktır.”

"Esassız, fâni bir dünya, hiçlik derelerinde ve adem


zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem değil, belki
vahşet ve dehşet zehirini ilâve etti. İman o zulümatta yuvarlanan
dünyayı, vazifesi bitmiş, manâsını ifade etmiş,.." İzahı?
“Arkama baktım” ifadesini, “Geçmiş zamana nazar ettim.” şeklinde anlamamız gerekiyor.
Buna göre, geçmiş zamana gaflet nazarıyla bakıldığında, dünyanın her geçen gün kıyamete ve
mahvolmaya doğru bir adım daha attığı hatıra gelmekle birlikte, konuyu insana bakan yönüyle
değerlendirdiğimizde, dünyaya gelen insanların da bu temelsiz ve fani dünyadan bir süre sonra
kopup, “hiçlik derelerinde ve yokluk karanlığında” yuvarlanıp gittikleri zannedilir.
İman nazarıyla bakıldığında ise şöyle bir tablo müşahede edilir: Bu dünyadaki
varlıklar “mektûbat-ı Samedâniyye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye”dirler.
Mektub, “yazılan” demektir. Samed ismi ise, “her şeyin O’na muhtaç olduğu, O’nun ise
hiçbir şeye muhtaç olmadığı” manasına gelir. Buna göre varlıklar Allah’ın kudret kalemiyle
yazılmışlardır ve onların bütün ihtiyaçlarını da Allah görmektedir.
Sahaif, sayfalar demektir. Her varlık, dünya sayfasında Sübhan olan Allah’ı tespih eden bir
nakış gibidir.
İşte bu mektuplar ve bu nakışlar kendilerine verilen görevi yerine getirdikten sonra, yerlerini
başka mektuplara ve sayfalara bırakırlar. Onların varlıkları, tohumlarında, çekirdeklerinde ve
nesillerinde bir bakıma devam eder
Varlıkların neticelerini, sadece, bu dünyada bıraktıkları tohumlar ve nesiller olarak anlamak
eksik olur. Eşyanın yaratılış gayesi Nur Külliyatı'nda üç ana maddede işlenir. Birisi, Cenâb-ı
Hakk’ın kendi sanatını kendisinin bizzat müşahede etmesi. Bu netice için bir an yaşamak bile
yeterlidir. Öte yandan, o varlıklar Allah’ın ilminde vücutlarını devam ettirirler.
İkinci gayeleri, ahirete bakar. Cennet ve cehennem bu varlıkların doğru yahut yanlış
değerlendirilmelerinin neticeleridir. Ayrıca, bu kâinat ve onda sergilenen manzaralar ahirette
seyredilirler.

“Zemin Sâni-i Kadîrin bütün mu'cizât-ı kudretini, umum havârik-ı san'atını teşhir edip
gösterdi, şu âlem-i fenâ sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine
taktı.” (Sözler, Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat)

Üçüncü gaye ise, canlı varlıkların bu dünya hayatında aldıkları lezzetler, duydukları hazlardır.

"Esbab içine dalan fikr-i insanî, şu zelzele-i zeval-i dünyadan


hayrette kalıp, me'yûsâne fîzar ediyor. Vücud-u hakikî isteyen
vicdan,.." Fikr-i insanînin esbab içerisine dalmasını nasıl
anlamalıyız? Vicdanın hakiki vücut istemesi ne demektir?
İnsan sonsuz aciz ve fakir olarak yaratılmıştır. Organlarından, havaya, suya, güneşe kadar
sonsuz şeylere muhtaç olması yönüyle sonsuz fakir, bunların hiçbirini yapmaya gücünün yetmemesi
cihetiyle de sonsuz acizdir.

“Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdâd cihetinde iki küçük
pencere Kadîr-i Rahîmin bârigâh-ı Rahmetine açılır; her vakit onunla bakabilir.”(Sözler,
Otuz Üçüncü Söz)

Bu gerçekten gaflet eden insan, esbab içerisine dalar. Acz ve fakrına merhameten yapılan İlâhî
ihsanları sebeplerden bilmeye, onlara gereğinden çok fazla önem vermeye başlar. Anne-baba insan
için, toprak ağaç için, ağaç da meyve için birer sebeptirler. Ancak, bunların hiçbiri gerçek tesir
gücüne sahip değillerdir. Onlar da yaratılmalarına vesile oldukları varlıklar gibi, sonradan yaratılmış
ve belli bir işle görevlendirilmiş memurlardır. Bunları kuvvet sahibi, irade sahibi, ilim ve hikmet
sahibi, merhamet ve ihsan sahibi bilmek en büyük bir gaflettir ve “esbab içerisine dalmak”tır.
Yine, her vicdan yakinen bilir ki, insan kendi vücudunu kendisi yapmış değildir. Bu vücud
fanidir ve emanettir. Bu vicdanî bilgi onu “Vücud-u hakikî” istemeye, “Batıp kaybolanları
sevmem.” diyerek “mahbûbat-ı mecaziyyeden ve mevcûdât-ı zâileden kat-ı alâka edip, Mevcûd-u
Hakikî'ye ve Mahbub-u Sermedi'ye” bağlanmaya götürür.

"Evet şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rü´ya gibi geçti. Şu


temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider..." Burada ömür
niçin temelsiz olarak vasıflandırılmış, temelsiz ömür ne demektir?
"Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün
zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi
bir rüzgâr gibi uçar, gider."(1)

"Temelsiz" tabiri, dünyanın kararlı ve sabit olmayıp, fani ve gelip geçici bir yer olduğuna
kinayedir. Kim dünyayı sabit zannedip, kalp ve ruhunu buna kaptırır ise, mukabilinde azap ve acıdan
başka bir şey görmez.
İnsanın kalp ve ruhu, temeli sağlam, yani ebedi ve sabit bir şey ile ancak mutmain olur. Böyle
gelip geçici şeyler kalp ve ruhun ilgisine değmez ve değmiyor. Bu yüzden Hazreti İbrahim (as)
gibi "Uful edip batan şeyler alakaya değmez." deyip, yüzümüzü ebedi ve sönmeyen güzellik olan
Allah’a çevirmeliyiz.
(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam.

"Evet zâhire mübtelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş


ettiği şeylerin zevalini görmek ile me'yûsâne feryad eder ve bâki bir
mahbubu arayan ruh,.." "Zahire mübtela olan akıl" ve "Baki bir
mahbubu arayan ruh" ifadelerini izah eder misiniz?
“Zâhire mübtelâ olan akıl”, hakikatten uzak kalmış, sebepleri tesir sahibi sanan “aldanmış bir
akıldır.”
Eşyanın hakikatinin Allah’ın isimlerine dayandığını, sebeplerin zahirî olduğunu, icatta bir
tesirleri olmadığını bilen bir mü’minin ruhu, kâinatı ve içindeki eşyayı bir misafirhane kadar sever ve
bu fanilere aldanmak yerine “bâki bir mahbubu” arama yolunu tutar.

"Evet, nimet içinde in'am görünür; Rahman'ın iltifatı hissedilir.


Nimetten in'ama geçsen, Mün'im'i bulursun. Hem her eser-i
Samedânî, bir mektub gibi, bir Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsını
bildirir..." izah?
İn’am; nimetin verilmesi, ikram ve ihsan edilmesi demektir. Bir nimeti bu manada değerlendiren
insan, bu ikram ve ihsan manalarını ne ağaca, ne toprağa veremeyeceğinden o nimette Rahmân olan
Rabbinin iltifatını hisseder. Böylece nimetten in’ama geçer ve o nimetin gerçek sahibi ve yaratıcısı
olan Mün’imi bulur.
Aynı şekilde, yer yüzüne serilen yahut gökyüzünü süsleyen ve her biri bir sanat mucizesi olan
İlâhî eserleri tefekkür eden insan, onların taşıdığı derin manaları, sanat inceliklerini ne ölü
elementlere, ne de şuursuz sebeplere vermeyip hepsini Allah’tan bilir; onları O’nun mahlukları ve
eserleri olarak değerlendirir. Böylece nakıştan manaya geçerek esma tecellilerini okur
ve Müsemmayı, yani o isimlere sahip olan Allah’ı bilir ve tanır.
O nakışlarda öncelikle güzellik ve süslendirme nazara çarpıyorsa, nakıştan manaya
geçince Müzeyyin ismiyle Allah’ı bulur.
O nakışlarda kudret ve azamet hakim görünüyorsa, Kâdir ve Azîm isimleriyle Allah’ı bulur.
Nakışlarda nuraniyet ve temizlik hakim ise Münevvir ve Kuddüs isimleriyle Allah’ı bulur.
Büyüklük ve yükseklik öncelikle dikkati çekiyorsa Kebir ve Meteâl isimleriyle Allah’ı bulur.

"Evet, zahire müptelâ olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş


ettiği şeylerin zevâlini görmekle meyusâne feryad eder..." diye
devam eden paragrafı izah eder misiniz?
İnsan mahiyet olarak iki yönlüdür. Bir yönü zahiridir, kesiftir, maddidir; bu yüzü dünyaya ve
içindekilere bakıyor. Diğer yönü ise batinidir, nuranidir, manevidir; bu yüzü ukba ve ebed
alemlerine bakıyor.

İnsanın bu iki vechesi hesabına çalışan hissiyat ve latifeleri de vardır. Bu his ve latifelerden bazıları
belirgin olarak bir yöne münhasırdır. Mesela ruh lafızdan çok manaya, maddeden çok maneviyata,
dünyadan çok ahirete, kesafetten çok nuraniyet gibi şeylere müpteladır. Nefis ve onun gibi kesif
hissiyatlar ise daha çok madde, zahir, dünya gibi kesif olan şeylere müpteladır.

Şayet biz nurani olan akıl ve ruh gibi latifeleri yanlış yönlere sevk edersek, onları eşyanın
hakikatinden çok zahirine müptela haline sokarsak, o zaman o latifeler feryat etmeye başlarlar ve
sıkılırlar.
Aklın zahire müptela olması demek, iman ve Kur'an nazarı ile eşyanın hakikatine intikal edememe
durumudur. Mesela ölümün zahiri çok acı ve elemlidir, ama hakikatte ise ölüm ebedi saadetin
başlangıcıdır. Şayet iman nazarı ile ölümün iç yüzünü görmeyip sadece dünyadan ve dostlardan
ayıran bir araç olarak görürsek, feryat ve figan etmeye mahkum oluruz. İmansız ve vahiysiz akıl,
eşyanın içyüzünü göremediği için zahire müptela oluyor, arkasına geçemiyor.

"Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem.


Ruhumu Rahman'a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir
yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç
ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim." İzahı?
İnsan fani ve aciz olduğundan, fanilerle ve acizlerle tatmin olmaz ve olanları istemez,
ancak “bir yâr-ı bâki” ister. Kendisini rahmetiyle yaratan, besleyip büyüten, “mevcudatı
umumen” onun ihtiyacına uygun şekilde terbiye edip ona hizmet ettiren Rahmân’a ruhunu feda eder,
yani O’na karşı sonsuz bir şükür ve muhabbet besler, O’nun uğrunda her şeyini feda etmeye hazır hale
gelir.
Artık böyle bir insan, şu sonsuz âlemde cismiyle bir zerre gibi küçük de kalsa, istekleriyle,
ihtiyaçlarıyla, iman ve teslimiyetiyle bir şems-i Sermed ister. Yani, onun varlığı bir ışık huzmesi ise,
onu terbiye eden Rabbinin varlığı ezelî ve ebedî bir güneş gibidir. Sönmeye mahkum olan bu ışık
huzmesi ancak daimi bir güneş ister. O’nun, kendisini ölümünden sonraki ebedî hayat yolculuğunda
da rahmetiyle korumasını, daha büyük ihsanlara mazhar kılmasını talep eder; ruhu ancak böylece
tatmin olur.
Demek oluyor ki, insan maddeten küçüklüğü ile birlikte, bütün kâinatla münasebeti bulunması ve
bu münasebeti bilecek, tartacak ve ona karşı şükür ve hayret edebilecek yüksek bir mahiyet taşıması
cihetiyle büyük bir âlem gibidir. Bu önemli noktayı Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle nazara
vermektedir:

"Hem deme ki: ‘Ben hiçim; ne ehemmiyetim var ki, bu kâinat, bir Hakîm-i Mutlak
tarafından kasdî olarak bana teshîr edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin?’ Çünkü
sen, çendan nefsin ve sûretin itibâriyle hiç hükmündesin, fakat vazife ve mertebe
noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudâtın belâgatlı
bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitâb-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın
hayretli bir nâzırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı
hükmündesin.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

"Fikir, o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak


bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor.
Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürat-ı
Rahmâniyeyi ve tahmidat-ı Rabbâniyeyi işitiyor." İzahı nasıl?
Üstat On Yedinci Söz'de, insanın her bir azasının ve cihazının kainata ve mahlukata nasıl bakması
gerektiğine işaret ediyor. İnsandaki hayal ile mahlukata bakışın nasıl olması gerektiğine rehberlik
yapıyor. Hayalen bütün ağaçlar ve nebatat, adeta bir resmi geçit vaziyetinde gibi yapmış olduğu
şuurlu ve hikmetli hareketlerle tesbih ve ubudiyetlerini ilan ediyorlar.
Çıkarmış oldukları dokunaklı sesler ise, firaktan gelen elemli şikayetler değil, teşekkür ve
tahmidat sesleridir. İşte Hakim ismine mazhar olan hikmetli bir mütefekkir bu manayı anlıyor,
ağaçların çıkarmış olduğu seslerden.
Ama Vedud ismine mazhar olmuş bir aşık ise, meseleye aşk penceresinden baktığı için, o ağaç ve
nebatattan çıkan dokunaklı sesleri, neyin hüzünlü ağlayışına benzetir. Aşkın bela ve hüznü firaktır,
yani ayrılıklardır. Mahlukata aşk ile yapışan aşık efendi, mahlukatın ölüme ve firaka mazhar olmasını
kaldıramıyor. Vaveyla ediyor, şikayete başlıyor. Sair hikmet ve manaları aklına
getiremiyor. Meseleye sadece aşk penceresinden bakıyor. O zaman acı veren ayrılık şikayetleri
hayatına işliyor, eserlerine dillerine ve etvarına yansıyor.
Bir ismin galebesi ve o isimde hapis olmak, başka isimlerin mana ve tecelliyatını örtebiliyor. Ya
da fark ettiremiyor. Vedud ismine mazhar olmuş ve o isimde hapis olan bir aşık evliya, Allah’ın
mahlukatta işleyen diğer isimlerin mana ve tecellilerini fark edemediği için, meseleye sadece aşk
penceresinden bakıyor. Bazen bu hal çok büyük zatlarda da geçici olarak olmuştur.
Onun için Hazreti Mevlana da geçici olarak bu gibi hallere girdiği anlaşılıyor. Bazı eserlerinde
firaktan şikayetleri olmuş, aşkın coşkusu o mahlukatın ayrılığa ve ölüme düşmesine dayanamayıp
şikayet etmiştir. Ama bu haller geçici olarak bulunmuştur. Onun dışında istikamet ve hidayet üzere
gitmiştir.
Özetle, Vedud isminin galebesinde olan aşıklar, nasıl neyin sesi hüzünlü ve dokunaklı çalar,
mahlukattan çıkan sesleri de ayrılık acısından çıkan hüzünlü ve dokunaklı sesler olarak
anlamışlar. Hazreti Mevlana da geçici olarak bu halin içine girip çıkmıştır. Ama mahlukattan
çıkan o sesler ayrılık acısının inlemesi değil, tahmid ve teşekkür sesleridir.

"Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i cam-ı aşk olan Mevlâna


Cami" ifadesinin ışığında, Mevlana Cami Hazretlerinin meşrebi ve
mesleği hakkında bilgi verir misiniz?
Bu ifade, Mevlâna Câmi’nin, “yaratılışı aşkla yoğrulan ve Allah aşkıyla kendinden geçen bir
tasavvuf büyüğü” olduğunu göstermektedir.
Mevlânâ Câmi’nin asıl adı Abdurrahman bin Nizamüddin Ahmed’dir. 1414’te İran’ın Cam
kasabasında doğdu. İlk tahsilini Herat ve Semerkant’ta yapan Mevlânâ Câmi, medrese ilimlerini
tamamladıktan sonra tasavvufa yöneldi. Bu sahadaki şöhreti İstanbul’a kadar dayandı...
Arap dili ve edebiyatına son derece vâkıf olan Câmi, doksanı aşkın eser vermiştir. Ülkemizde en
çok tanınan eseri, Şark klasiklerinde önemli bir yeri olan "Bahâristân"dır.

"Geçen Sözler hakikattir, sakın şaşma, hududundan hazer


aşma. Ecânip fikrine sapma, dalâlettir kulak asma, eder elbet seni
nâdim." cümlelerini izah eder misiniz?
Risale-i Nur'da bahsi geçen şeylerin ve Kur’an ve felsefe ile yapılan mukayeselerin ve
tespitlerin hepsi hakikattir, hayal ve taklit değildir. Sakın şaşırma. Risale-i Nur'un mesleği ispat ve
hakikate dayanır; taklit ve hayale kıymet vermez. Onun için seni de şaşırtmaz, sen de şaşma.
“Hududundan hazer aşma”. Yani İslam’ın ve Kur’an'ın sınırlarını aşma. Hayatına ölçü olarak
İslam’ın prensipleri yeterlidir. Başka kurallar aramana gerek yoktur, denilmek isteniyor.
“Ecanib fikrine sapma, dalalettir kulak asma; eder elbet seni nadim.” Burada ise ecnebilerin,
yani felsefenin fikirlerine aldanma, zira o hidayet değil dalalettir, sapkınlıktır; sana saadet değil
şekavet verir, hem dünyanı hem ahretini karartır. Onun için kulak asma. Yani felsefi safsataları alıp
da akıl ve kalp cebine koyma. Sonra sana çok pişmanlık verir; sonra iş işten geçer, çaresiz ortada
kalırsın.
Özetle, Müslüman için, dünya ve ahretinde Kur'an kafidir; harice bakmaya gerekte yoktur. Lüzum
da yoktur. Şayet harice bakarsan, her iki dünyanı da karıştırır ve karartırsın.

"Güzel değil batmakla gaib olan bir mahbub. Çünki: Zevale


mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı Ebedî için yaratılan ve âyine-i
Sâmed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli." Hakiki güzel, aşk-ı
ebedî, âyine-i Sâmed olan kalb, tabirleri ile birlikte izah eder
misiniz?
İnsan sevdiği şeylerin ebedîyen devam etmesini arzu eder.

“İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedit bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde,
kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevâlini
düşünse veya görse, derinden derine feryat eder.”(Lem’alar, Üçüncü Lem’a)

Dünya fani olduğu gibi, onda konup göçenler ve sergilenen güzellikler de fanidir. Hakikî güzel
olanın zail olmaması gerekir. Güneşin batmakla gaip olması gibi sevilen bir şeyin de zeval bulması,
ondaki güzelliğin hakikî olmadığını gösterir. Güneşin aynalardaki parıltılarının akşam olunca yerini
karanlığa bırakması gibi, bu sevilen şeyler de yerlerini “esefli bir hayal ve hasretli bir rüya”ya terk
ederler.
Üstad Hazretleri Yirmi Dördüncü Söz’deki muhabbet bahsinde, insanda nihayetsiz bir muhabbet
kabiliyeti olduğunu belirttikten sonra, her şeyin faniliğine dikkati çekerek,

“İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete layık olacak, nihayetsiz bir kemal sahibi
olabilir.” (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz)

gerçeğini önemle vurgular.


Üstad Hazretleri, midedeki açlığın nimetlerin varlığına delil olması gibi, insan ruhuna konulan
ebedîyet duygusunun da ahiretin varlığına ayrı bir delil olduğunu çok güzel nazara verir ve şöyle
buyurur:

“Vermek istemeseydi, istemek vermezdi.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup)

İşte insanoğlu, yaratılışına konulan bu ebedîyet arzusuyladır ki, bu fani dünya hayatında bile eline
geçen bir nimetin, bir zevkin, bir makam yahut servetin sürekli olmasını arzu eder.
Kalbin ayine-i Samed olmasına gelince, bu mana şu ayet-i kerime ile sabittir.

“İyi bilin ki, kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur (huzur bulur).” (Ra’d, 13/28)

Bilindiği gibi, Samed ismi “Her şey O’na muhtaç, O ise hiçbir şeye muhtaç değil.” demektir.
Buna göre bütün ihtiyaç sahipleri bu ihtiyaçlarının görülmesiyle Samed ismine ayna olurlar.
Burada ayinedarlığın insan kalbine tahsisi, bu ismin insan kalbinde kemaliyle tecelli etmesi
cihetiyledir. Bir mantık kaidesi vardır: Bir şey mutlak zikredilirse kemaline masruftur. Yani, bir şeyi
bir kayıt koymaksızın zikrettiğimizde ona en mükemmel manada sahip olan şeyi, yahut kişiyi kasd
etmiş oluruz.
Göz ışıkla, mide rızıkla tatmin olduğu gibi kalb de ancak Allah’a iman ile, marifet ile ve O’nu
anmakla tatmin olmaktadır.
Bir çiçekte de Samed ismi tecelli eder, bir hayvanda da, bir insanda da. Çiçek sadece toprağa,
suya, güneşe, bahara muhtaç olmakla Samediyete ayna olurken, bir hayvan bütün bunların yanında
görmeye, işitmeye, yürümeye de muhtaç olmakla Samed ismine daha mükemmel bir ayna olur. İnsan
kalbi ise mahlukatla tatmin olmaz, onların yaratıcısına iman ve marifetle tatmin olur. Bu
yönüyle Samediyete en geniş ve en mükemmel ayna insan kalbidir.

"Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevâle


mahkûm, hakikî güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i
Samed olan kalb ile sevilmez ve sevilmemeli." vecizelerini nasıl
anlamalıyız?
Bir şeyi sevmek iki türlü olur. Birisi caiz değil iken, diğeri caizdir.

Birisi; bir şeyi kendi hesabına ve zatı için sevmektir. Yani sanatı sanatkarına olan yönünden ve
işaretinden dolayı değil de, sanatı sırf sanat için, kendi hesabına sevmektir. Bu sevgiye mecazi
sevgi deniliyor. Bu sevgi Allah’ın razı olduğu bir sevgi değildir. Her şeyin fani ve geçici olması bu
yüzü iledir.

Allah namına olmayan her şey fena ve yokluğa mahkumdur. Fena ve yoklukla yoğrulmuş bir sevgi
ise, insana lezzetten çok azap veriyor. Bu sebeple Allah namına olmayan mecazi sevmekler, yanlış ve
yasaktır. Üstelik bu sevgi insana Allah’ı hatırlatmıyor, tam aksine unutturuyor. Halbuki insana verilen
kalp; ancak Allah sevgisi ile tatmin olabilir; fani ve geçici mahlukat ile tatmin olmaz.
Diğeri ise; Allah namına ve Allah hesabına sevmektir. Yani mahlukatı, O'nun isim ve sıfatlarına ayna
ve vasıta olduğu için sevmek. O'nun sevgisine vesile olduğu için muhabbet etmektir. Bu sevgiye
de hakiki sevgi deniliyor. Bu sevgi Allah’ın razı olduğu bir sevgidir.

Mesela; bir çiçeğe bakıldığı zaman, o çiçekte sevilmeye layık ne varsa, hepsi Allah’ın sonsuz
güzelliğinden gelen zayıf bir tecellidir. Güzelliğin asıl kaynağı ve menbaı, Allah’ın sonsuz cemalidir.
Demek çiçek sadece bir mazhar ve aynadır. Bir aynaya bakıp da, aynanın kaynağına intikal etmemek
abes olur.

İşte kainatta sevgiye sebep olan bütün güzellikler, mükemmellikler ve iyilikler, hepsi Allah’tan
geliyor. Mahlukattaki bütün güzellikler, O'nun sonsuz isim ve sıfatlarının çok perdelerden geçmiş
zayıf ve basit birer tecellileridir. Biz bu tecellileri Allah için ve onun ismi ve namı ile sevebiliriz.
Anne ve babamızı Allah’ın birer mahluku ve sanatı noktasından sevebiliriz. Allah namına
olmadan ve O'ndan bağlantısız, sırf kendi hesaplarına sevmek doğru değildir. Yoksa Allah için ve
O'nun hesabına ne kadar sevip hürmet etsek azdır. Burada sevmenin bir sınırı ve yasağı yoktur.

"Hakk'tan Hakk'a feryad ederim, sen gibi aşmam,/ Yerden göğe


dâva ederim, sen gibi kaçmam." Beytini izah eder misiniz?
Birinci mısra, “Hakk’tan gelen imtihan yollu musibetler ve çileler karşısında yine Hakk’a
iltica eder, O’nun hikmetine itimat ederek rahmet ve keremini beklerim; bu feryatlarımda haddimi
aşmam, takdir-i İlâhîye karşı rıza ile mukabele ederim.” demektir.

İkinci mısrada ise, “Yerden göğe kadar, yani kâinat çapında problemlerle karşılaşsam, Semavat ve
arzın Rabbi olan Allah’a teslim ve tevekkül ederek bu ağır yükleri kaldırmaya, bu büyük davaları
halletmeye talip olurum. Senin gibi cüzi bir sıkıntıda hemen meydanı terk edip, kaçıp bir köşeye
çekilmem.” mesajı verilmektedir.

Yirmi Üçüncü Söz’de geçen,

“İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam kâinata meydan
okuyabilir.”

cümlesi de aynı dersi vermektedir.

"Hayata çok müştak ve ömre çok talib ve dünyaya çok âşık ve


hadsiz emeller ile ve elemler ile mübtelâ bedbaht nefsim!.. Eğer sen,
fâni vücudunu, o vücudu sana veren Hâlık'ın yolunda fedâ etsen,
bal arısı gibi olursun." ifadesinin geçtiği yerin izahı?
Burada insan nefsinin hayata çok aşık olduğu, uzun yaşamayı ve dünyanın her türlü nimetlerinden
faydalanmayı çok arzu ettiği, bu yüzden de “nice emellerinin tahakkuku ve nice elemlerinin
izalesi” için bütün gücüyle çalıştığı ifade edildikten sonra, insanın bu hayatı nasıl
değerlendireceğinin reçetesi veriliyor.
İnsan hayata ne kadar aşık olursa olsun, ömür dakikaları sayılıdır ve dünyanın dönmesini
durduramadığına göre her gün ömründen bir parça daha azalmakta Niyazi-i Mısrî'nin dediği
gibi “ömür binasının her gün bir taşı daha yere düşmektedir.” İnsan, sevdiği şeyi korumak ister,
onun devamını arzu eder. Bu hayatı korumanın ve ebedî kılmanın yolu ise onu Allah’ın rızası
dairesinde geçirmektir. Bu yola girildiğinde de ömür yine geçer, ama bu geçiş, Nur Külliyatı'nda,
ömür dakikalarının tohumlar gibi toprağa ekilmesine benzetilir...

“O vakit, ömür dakikaları, âdetâ tohumlar, çekirdekler hükmünde, zâhiren fenâ bulur,
çürür. Fakat, âlem-i bekâda saadet çiçekleri açarlar ve sünbüllenirler. Ve âlem-i berzahta
ziyâdar, mûnis birer manzara olurlar.” (Sözler, Altıncı Söz)

İnsan bu dünya imtihanının bir gereği olarak kendi ömrünü dilediği gibi geçirebilmekte, ömür
dakikalarını istediği toprağa ekebilmektedir. Sadece kendi menfaatini düşünen ve bu dünyaya kendini
besleyip büyütmek, dünya zevklerinden faydalanmak için geldiğini sanan kimseler,
ömürlerini “menfaat ve sefahat toprağında” ekmiş olurlar. Bunlar yıldız böceği gibi, kendi
ziyalarıyla, yani kendi iradeleri, bilgileri, imkânlarıyla sadece kendi yollarını görür, başkalarına bir
fayda sağlamazlar. Böylece gecenin karanlığında kalmaya mahkûm olmuş olurlar.
Bu kâinatı Allah’ın mucize eserlerinin sergilendiği bir fuar gibi temaşa eden ve başkalarına da
faydalı olan kimseler ise bal arısına benzetilmiş oluyor.
Öte yandan, hadsiz emeller ve elemlerle dolu bu dünya hayatını sadece kendi nefsine, ilmine ve
gücüne güvenerek geçirmeye çalışan kimseler de yıldız böceğine benzetiliyor. Onlar, yarını
göremedikleri gibi, kabir ötesini, mahşeri ve ahireti de göremezler. Halbuki herkes bu yolun
yolcusudur.
Gecenin zulmetinde kalmak, sevk edildikleri menziller hakkında hiçbir bilgileri olmayışı
manasınadır. İmanlı bir kimse ise kendisini Allah’ın kulu, her türlü gücünün ve imkânının da yine
Allah’ın ihsanı olduğunu bilmekle birlikte, kabir hayatından cennete kadar uzanan ebed yolculuğunun
bütün safhaları hakkında bilgi sahibidir. Bu hal ise gündüzün güneşine kavuşup çevresinde olanları
görmeye ve bilmeye benzetilmiştir.
Mümin olan insan, “fâni vücudunu, o vücudu … veren Hâlıkın yolunda fedâ” eder. Aslında
burada feda edilen, nefsin arzularıdır. Dünya hayatı, her halde, geçecektir. İnsan kendi varlığını, yani
hem göz kulak gibi duygularını, hem de akıl, kalp gibi latifelerini nefsinin arzuları yönünde değil de,
toprağını bulmuş çekirdekler misâli, Rabbinin razı olduğu sahalarda geçirirse, onları hak yolda feda
etmiş olur. Bu feda edişin meyvesi ise “hadsiz bir nur-u vücud “ bulmaktır. Yani, kendini Allah’ın
kulu, etrafındaki bütün eşyayı da O’nun eserleri ve isimlerinin tecellileri olarak gören kimse, bu
varlık âlemindeki her şeye bir bakıma sahip olur. Bunların hepsi Rabbimin eserleri, O’nun ihsanları,
O’nun sanatları diyerek tümüne sahip çıkar.
Böylece bu dünyada “hadsiz bir nur-u vücud” bulduğu gibi, ebedîyet âleminde de çok daha
ileri derecesiyle bu vücut nurlarına sahip olacaktır.
"Hem Onun mülküdür. Hem O vermiştir. Öyle ise, minnet
etmeyerek ve çekinmeyerek fena et, fedâ et; tâ beka bulsun. Çünki:
Nefy-i nefy, isbattır. Yâni: Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa;
var olur." İzah eder misiniz?
Nefiy, sürgün etmek demektir. Bir şeyin yokluğunu iddia etmeye de nefy denilir. Sürgündeki bir
adamı geldiği yere sürgün ederseniz asıl vatanına kavuşmuş olur. İnkâr edilen bir davayı kabul
etmeyerek aksini ispat ettiğinizde de o davanın doğruluğu ortaya çıkmış olur.
Meselâ, “bir evde buzdolabı olmadığı” iddia edilmiş olsun. Bu davayı çürüttüğümüzde buz
dolabının varlığını ispatlanmış oluruz. İman hakikatlerinden birini, meselâ ahireti inkâr eden kişinin
bu inkârı nefyedildiğinde, yani aksi ispat edilerek bu iddia kendisine iade edildiğinde ahiretin varlığı
ispat edilmiş olur.
“Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.” ifadeleri de yakın mana taşırlar. Adamın
cebinde hiç para yoksa, daha sonra ona para vermek suretiyle bu yokluğa son verdiğinizde “yok yok
olmuş” olur ve adamın cebinde para mevcut olur.
Bu kaidelerin konuya uygulanması ise şöyle olmaktadır:
Üstadımızın sıkça vermiş olduğu o harika “güneş ve ayna” örneğini bu konuya da
uygulayabiliriz.
Aynanın kendi ışığına sahip çıkması onunla övünmesi “vücuduna ve enaniyetine dayan”masıdır.
Ona “bu ışığın kendi malı olmadığı, güneş ışığının bir tecellisi olduğu” ispat edildiğinde, ayna
kendinde görünen o ışığın kendi malı olduğu davasından vazgeçer ve ona ışık veren güneşi bulur.
İnsan da kendi vücudunu, yani varlığını kendi malı değil, Hâlık’ının bir ihsanı ve emaneti
bildiğinde O’na iman ve intisap etmekle hadsiz bir vücut kazanır. Yani kendi malikiyetini
nefyetmekle, Malik-i Hakiki olan Allah’a vasıl olur.

"Hem O'nun mülküdür. Hem O vermiştir; öyle ise minnet


etmiyerek ve çekinmeyerek feda et ta beka bulsun. Çünki Nefy-i
nefy isbattır. Yani yok yok ise o vardır. Yok yok olsa var olur."
İzah eder misiniz?
İçimizde; “ene” veya “benlik” dediğimiz, kendi haline bıraktığımızda hakîkati perdeleyen ve
hakkı gölgeleyen bir korkunç duvar ve bir müthiş canavar vardır. Allah’tan bize gelen her ne nîmet
varsa ters yüz edip kendisine alan ve kendisini kaynak gösteren, binde bin Allah’a ait olan her güzel
şeyde binde bin kendisine hisse çıkaran bu dehşetli benlik duvarını aşmak ve Allah’ı bulmak bizim en
büyük vazifemizdir, varlık sebebimizdir. Kulluk budur. İbâdet, bundan sonra lezzetli olmaya başlar.

Yalın ve ilkel haldeki benlik, her zaman bir potansiyel tehlike demektir. Ben merkezlidir, her şeyde
hak sahibi olan, her zaman en üstün olan, her zaman en iyisini yapan, bütün güzellikler kendisinin
ezelî hakkı olan, hatâsız ve kusursuz bulunan olduğunu zanneder... Ve tabiî ki Allah’a kulluğa da pek
yanaşmaz. -Hâşâ- Allah’ın büyüklüğünün, kendi büyüklüğünü gölgeleyeceğinden korkar. (Nemrutları
ve Firavunları hatırlayalım)

Nefsin başını döndürdüğü böyle bir eneden peygamberler de Allah’a sığınmışlardır. Hazret-i Yusuf
(a.s.)

“Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis Rabbimin merhameti olmazsa dâimâ
kötülükleri emredicidir”1

derken, Peygamber Efendimiz (asv)

“Allah’ım, beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsime bırakma!..”

diye duâ buyurur. Buna karşılık Firavun, nefsin başını çektiği ene ile rablik iddiâ etmiş, şımarmış
ve yoldan çıkmıştır.
Büyük servet sahibi Kârun aynı damarla şımarıp, “Bu serveti ben ilmimle elde ettim.”2
diyebilmiştir.
Ene’nin hakîkî bir varlığı olmadığını, farazî bir hattan ibâret olduğunu beyan eden Üstad
Bedîüzzaman Hazretleri,3 bu farazî hattın Allah’ın sıfatlarına bire bir ölçü teşkil etmek sûretiyle
Allah’ı tanımak ve Allah’ın isimlerini keşfetmek için verildiğini,4 fakat enenin bu makâma
ulaşabilmek için peygamberlerin irşâdına ve terbiyesine muhtaç olduğunu kaydeder.
Başta Hazret-i Âdem (a.s.) olmak üzere yüz binlerce Peygamber bunun için gelmiştir.5
Ene, peygamber terbiyesiyle elde ettiği mârifetle bilir ki: Kendisi Allah’ın kuludur, vazifesi
Allah’a kulluk yapmaktır, müstakil bir varlığı yoktur, varlık nedeni Allah’ın sıfatlarını bildirmektir,
vücudu Allah’ın var kılmasıyla sâbit olmuştur, mülk sahibi oluşu hayalîdir, hakîkati bir gölgeden
ibârettir. Gerçek mülk sahibi Allah’tır. Allah ne mülkünde, ne terbiye ediciliğinde, ne
yöneticiliğinde, ne ilâhlığında ortaklı değildir, benzersizdir, eşsizdir, yardımcıya muhtaç değildir.
Herşeyin anahtarı Allah’ın elindedir. Allah her şeye mutlak derecede kâdirdir. Sebepler yalnızca
geçici birer perdedirler.
Tabîât denilen şey, Allah’ın oluşturma kanunlarından ibarettir. Allah tektir. Allah’tan başka ilâh
yoktur.6 Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre ene, bu bilgilerle kendisine verilen hayalî sıfatları
kullanarak Allah’ı sonsuz ve hakîkî sıfatlarıyla tanır: (Allah’ın sıfatlarına bir sınır olmadığından,
enenin çizdiği sınır sırf vehmî ve hayâlî olacaktır.)
Ene bu bilgiyle der ki:

“Bu eve sahip olduğum gibi, Allah da şu kâinâta sahiptir. Ben evimi nasıl ölçtüm, biçtim,
düzenledim, yaptım ve idâre ediyor isem, şu dünya evini ve kâinât hânesini de Allah yaptı,
yarattı, tanzim etti, güzelleştirdi, düzeltti ve idâre ediyor.”7

Ene, bu yüksek inanca sahip olması ve Allah’ı sonsuz ve sınırsız sıfatlarıyla tanıyabilmesi için,
kendisine müstakil bir varlık vermemeli, kendisini yok bilmeli, kendisini Allah’ın önünde bir hiç
bilmeli, Allah’a tam teslim olmalıdır. Bu tam teslimiyet eneye bütün kâinâtı birden, bütün varlıkları
birden kazandırabilecektir.
Çünkü bütün varlıklar Allah’ındır. Aksi takdirde, ene “benim” demeye ve kendisine müstakil bir
varlık vermeye başladığı anda, tam aksine hiçbir şeye sahip olmayacak, varlığı da sönük bir yıldız
böceğinden farksız kalacaktır. Peygamber Efendimiz (asv),
“Şayet siz, Allah’a hakkıyla tevekkül etmiş olsaydınız, Allah kuşlara rızık verdiği gibi,
size de rızık verirdi. Kuşlar sabahleyin açlıktan karınları çekilmiş olarak çıkarlar da,
dolmuş olarak geri dönerler”8

hadisiyle enenin tam teslimiyet ve tevekkül içinde olması gerektiğine işâret buyurmuştur.
İşte Bedîüzzaman Hazretleri “Nefy-i nefiy ispattır.” sözüyle, yani, “Yok, yok ise, o vardır; yok,
yok olsa, var olur.” cümlesiyle, aynı zamanda matematik ilminin bir pozitif kuralını da kullanarak,
eneyi, Allah için, gerçek varlığa ulaşmak için yok olmaya çağırmıştır.9 Bilindiği gibi matematikte iki
negatif değerin çarpımı bir pozitif değerdir. Yani eksi bir değerin yine eksi bir değerle çarpılması
halinde, çıkan sonuç bir artı değerdir. Bu matematik ilkesini konumuza uyarlarsak; bir negatif değer
olan “ene”, kendisiyle birlikte, yine kendi başlarına sayısız negatif değerler külçesi olan varlıkları
Allah’a ulaşmak için fedâ ederse, yok bilirse, (Ene, kendinden de, varlıklardan da kalben
geçerse) karşısına sayısız pozitif değerler kombinezonu olan Allah’ın varlığı, birliği, tekliği,
büyüklüğü, merhameti, muhabbeti, bağışlaması, cemâli, rızâsı, azameti, mârifeti ve Allah’ın izniyle
tüm varlıklar, tüm kâinât ve tüm Cennet çıkmaktadır. Böylece, Allah için yokluğu tercih eden insan,
Allah’ın izni ve rızâsıyla gerçek varlığa ulaşmış olmaktadır.
(Ene ; ezelî, ebedî ve hakîkî varlık olan Allah’a, kendisinin hiç oluşunu ve âdetâ yok oluşunu
gösteren fiilî “secde” ile bizzat bağlanmaktadır.)
Dipnotlar:
1. Yûsuf Sûresi, 12/53;
2- Nâziât Sûresi, 79/24;
3. Kasas Sûresi, 2878;
4. Sözler, s. 495;
5. Sözler, s. 497; 6- Sözler, s. 498;
7. Sözler, s. 118, 495;
8. Riyâzu’s-Sâlihîn, 79;
9. Sözler, s. 194.
(Bu yazı fikih.info adlı siteden alınmıştır.)

"Her fani şeyde bakiye isal eden iki yol bulabilirsin..."


cümlesindeki iki yol nedir? Bir de devam eden cümledeki "ve can
ve canan olan mahbub-u layezalin tecelli-i cemalinden iki lem'ayı,
iki sırrı görebilirsin" iki lema ve iki sırrı nasıl anlamalıyız?
Bu cümlede izah edilmesi gereken iki ayrı konu vardır. Bunlar; her fani şeyden bakiye ulaştıran
iki yol ve zevali olmayan ve hakiki sevgili olan Allah'ın güzelliğinden iki sır ve lem'adır.

Birincisi:

"Ey nadan nefsim! Bilki: çendan dünya ve mevcudat fanidir. Fakat her fani şeyde bakiye
isal eden iki yol bulabilirsin."(1)
Evet mevcudat fanidir ve fenaya gider. Allah yarattığı hiçbir varlığı bu dünya cihetiyle ebedi
kılmamıştır. Her varlığın üzerinde fanilik mührü vardır. Fakat varlıkların bu fani yüzünde bile, baki
olan Allah'ı gösterecek iki yol bırakılmıştır. Yollardan birisi, varlıkların faniliği, diğeri ise Allah'ın
bakiliğidir. Bu da elbette Allah'ın rahmetiyle olmaktadır. Bu iki yolun izahını yapmaya çalışalım:

a. Varlıkların fani olmasından onlardan alakayı kesip yaratılmamış, fani olmayan ve baki olan
birisine kalbi yönlendirir. Bu noktadan kalb, daima fıtri olarak böyle bir zatı arama meyline girer.
Şayet varlıklarda ebedilik olsaydı insan kalbinin Allah'a yönelmesi ve Ona bağlanması zorlaşacaktı.
Ama Allah varlıklara fanilik damgasını vurmakla, kalbi onlardan ayırır, Baki olan birisini aramaya
sevk eder. Böylece kendi mahiyetini ve varlıkların özelliklerini anlayıp kendinden geçenler, bu fıtri
meyli yaparlar.

b. Bütün varlıkların fenaya gitmesinden sonra elbette insan, bütün bu fanilere vücuT veren ve ebedi
olduğundan daima varlıkları yaratıp sonra fenaya gönderen ve bu kanununu devam ettirip başka
varlıkları yine yaratan birisinin var olduğunu anlar. Böylece O Zat'a yanaşır ve Ona dost olma
ihtiyacını hisseder. Dolayısıyla Allah fani olarak yarattığı mahlukatın arkasında daima kendisini ve
bekasını uyanık kalbli olanlara gösterir. (2)

İkincisi:

"...ve can ve canan olan mahbubu layezalin tecellii Cemalinden iki lemayı, iki sırrı
görebilirsin..."

Yukarıdaki cümlenin devamı olan bu ifadede de yine iki lem'a ve iki sırrı izah etme ihtiyacı
vardır. Şöyleki;

1. Lem'a ve sır: Burada kullanılan Mahbub-u Layezal tabiri, ebedi olduğundan


kesintisiz muhabbete layık olan demektir. Buradan da anlıyoruz ki, faniye mahkum olan varlıklar ve
eşya, elbette hakiki ve daimi muhabbete layık değildir. Çünkü insan kalbi fani olanı istemez, zevale
gidenleri hakiki sevemez. Kalb bütün kainatı ihata edecek bir muhabbeti gösterecek bir istidatta
yaratılmıştır.

Bu nedenle insan kalbi muhabbet itibariyle tüm varlıklardan yüzünü çevirir. Baki bir zatı aramaya
başlar. Bulduğu zatın ebedi olmadığını veya ebediyeti kendisine vermeyeceğini itikat ettiği zaman
kalbi derinden yaralanır. Hatta kafirlerin Allah'ın düşmanı olmasının bir sırrı da budur. Çünkü aklen
ve vicdanen Allah'ın varlığı görünmektedir. Fakat Allah'ın baki olmadığı veya bize beka vermeyeceği
zannedildiğinden Allah'a verilecek aşk ve muhabbet düşmanlığa döner. (3)

2. Lem'a ve sır: Madem insan kalbi sonsuz bir muhabbet istidadını taşıyor. Ve madem varlıkların
hiçbirisinde beka ve sonsuzluk olmadığı için hiçbirisi hakiki muhabbete layık değildir. Elbette tüm bu
varlıkları yaratan ve kalplere sonsuz muhabbet kabiliyeti veren birisi var. Hiç şüphe yok ki tüm
muhabbetlerin hakiki sahibi bu zat olmalıdır. Dolayısıyla varlıkların mahiyetinde olan fanilik, hakiki
sevgiye layık olmadıklarını gösterirken, tüm bu varlıkları yaratan ve ebedi olan ve sonsuzluğun sahibi
olan Allah'ın sevilmesi gerektiği ve tüm muhabbetlerin sahibi O olması gerektiğini kalbi sönmemiş
olanlar idrak eder. Üstadımız bu hakikati şöyle izah etmektedir:
"Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî güzel
olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve
sevilmemeli."(4)

Dipnotlar:

(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, İkinci Makam.


(2) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Yirmi Altıncı Pencere.
(3) bk. Lem'alar, Otuzuncu Lem'a, Altıncı Nükte.
(4) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, İkinci Makam.

"Her fâni şeyde, bâkiye îsal eden iki yol bulabilirsin ve can ve
canan olan Mahbub-u Lâyezal'in tecelli-i Cemâlinden iki lem'ayı,
iki sırrı görebilirsin..." Her fani şeyde bakiye isal eden iki yol
nedir? Can ve canan olan mahbub-u layezal ne demektir?
“Bâkiye îsal eden iki yol” denilince bir önceki sorunun cevabında geçtiği gibi, vicdanın
insana “acz ve fakrını” bildirmesi anlaşılır. Bununla birlikte, bir sonraki cümlenin “Evet,..” diye
başlamasından hareketle, devamında verilen iki örneğin bu konuyu izah ettiğini de düşünebilir.
Birinci örnek, “Nimet içinde in'am görünür; Rahman'ın iltifatı hissedilir. Nimetten in'ama
geçsen, Mün'im'i bulursun.”
İkinci örnek ise, “Hem her eser-i Samedânî, bir mektub gibi, bir Sâni'-i Zülcelâl'in esmâsını
bildirir. Nakıştan mânâya geçsen, Esmâ yoluyla Müsemmayı bulursun.”
“Can ve canan olan mahbub-u layezal” ifadesi İlâhî aşk için kullanılmıştır. Canımızı veren O
olduğu gibi canımıza can katan da O’na olan imanımızdır. İmansız bir canda manevî hayat yok
demektir. Kalbimizin ve ruhumuzun gerçek cananı, ancak “zevalden, batmaktan, kaybolmaktan
münezzeh” olan “mahbub-u layezal”dir.

"Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudatı umumen isterim."


cümlesini izah eder misiniz?
İnsanın arzu ve istekleri, emel ve dilekleri, kabiliyet ve duyguları kainatı istila etmiş iken,
bunların en küçüğünü bile elde etmekten aciz ve fakirdir. Hal böyle olunca insan iktidar ve zenginlik
açısından hiç ender hiç iken; yani sonsuz aciz ve fakir iken, arzu ve emeller noktasından kainat kadar
geniş, eşya adedince talepkardır. İnsanın bu zıtlığının ilacı ise; ancak ve ancak Allah’a istinat etmek
ve O'ndan istimdat etmektir.
Dünya hayatı insan mahiyetine dar gelen bir elbise hükmündedir. Bu da insanın bu dünyaya ait
olmadığının en büyük ispatıdır. İnsanın talep ve arzularının bitmemesi ahirete işaret eden küçük bir
levhadır. Ama insanoğlu peygamberleri dinlemeyip, kendi akıl ve hevasının peşinde gittiği için,
ahirete bakan duygularını, dünyanın gelip geçici işlerine sarf ediyor.
Özetle bu dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kafi gelmeyecek kadar dar ve fanidir.

"İbrahim Aleyhisselâm'dan sudûr ile, kâinatın zeval ve ölümünü


ilân eden na'y-i lâ uhibbu’l âfilîn beni ağlattırdı..." burada geçen
farisî beyitlerin Türkçe okunuş tarzlarını yazılı hale getirebilir
misiniz?

ُ ‫ﺳْﺖ اُﻓُﻮْﻟَﺪه ُﮔْﻢ‬


‫ﺷَﺪْن َﻣْﺤﺒُﻮْب‬ ْ ‫ﻧَِﻤﻰ ِزﯾﺒَﺎ‬
“ Ne-mî zîbâ’st ufûlde güm-şoden, mahbûb”

‫ﺷَﺪْن َﻣْﻄﻠُﻮْب‬
ُ ‫ﻧَِﻤﻰ اَْرَزْد ُﻏُﺮوْﺑَﺪه َﻏْﯿْﺐ‬
“ Ne-mî erzed ğurubda ğayb-şoden, matlûb”

ُ ‫ﻧَِﻤﻰ َﺧﻮاَھْﻢ ﻓَﻨَﺎَده َﻣْﺤْﻮ‬


ُ ‫ﺷَﺪْن َﻣْﻘ‬
‫ﺼﻮْد‬
“ Ne-mî hâhem fenâda mahv şoden, maksûd”

ُ ‫ﻧَِﻤﻰ َﺧﻮاﻧَْﻢ َزَواْﻟَﺪه َدْﻓْﻦ‬


‫ﺷَﺪْن َﻣْﻌﺒُﻮْد‬
“ Ne-mî hânem zevâlde defn-şoden, ma’bûd”

‫َﻋْﻘْﻞ ﻓَْﺮﯾَﺎْد ِﻣﻰ َداَرْد ﻧَِﺪاِء ) ﻻَ اُِﺣﱡﺐ ْاﻵﻓِﻠِﯿَﻦ (ِﻣﻰ َزﻧَْﺪ ُروَﺣْﻢ‬
“ Akl feryâd mî dâred, nidâ-i “lâ uhibbu’l âfilîn” mî zened rûhem”

‫ﻧَِﻤﻰ َﺧﻮاَھْﻢ ﻧَِﻤﻰ َﺧﻮاﻧَْﻢ ﻧَِﻤﻰ ﺗَﺎﺑَْﻢ ﻓَِﺮاﻗِﻰ‬


“ Ne-mî hâhem, nemî hânem, nemî tâbem firâkî”

ْ َ‫ﻧَِﻤﻰ اَْرَزْد َﻣَﺮاﻗَﮫ اِﯾْﻦ َزَواْل َدْر ﭘ‬


‫ﺲ ﺗَﻼَﻗِﻰ‬
“ Ne-mî erzed merâka în zevâl der-pes telâkî”

‫اَْز آْن َدْرِدى ِﮔِﺮﯾِﻦ ) ﻻَ اُِﺣﱡﺐ ْاﻵﻓِﻠِﯿَﻦ ( ِﻣﻰ َزﻧَْﺪ ﻗَْﻠﺒَْﻢ‬


“ Ez-ân derdî girîn-i “lâ uhibbu’l âfilîn” mî-zened kalbem”
‫َدْر اِﯾْﻦ ﻓَﺎﻧِﻰ ﺑَﻘَﺎ َﺧﺎِزى ﺑَﻘَﺎ ِﺧﯿَﺰْد ﻓَﻨَﺎَدْن‬
“ Der în fânî bekâ hâzî, bekâ hîzed fenâdan”

‫ﺷْﺪ َھْﻢ ﻓََﺪا ُﻛْﻦ َھْﻢ َﻋَﺪْم ﺑِﯿْﻦ ِﻛﮫ اَْز ُدْﻧﯿَﺎ ﺑَﻘَﺎﯾَﮫ َراْه ﻓَﻨَﺎَدْن‬
ُ ‫ﻓ َﻨ َﺎ‬
“ Fenâ şod hem fedâ kon, hem ‘adem-bîn ki, ez-dünyâ bekâya râh fenâdan”

‫ﻓِِﻜْﺮ ﻓِﯿَﺰاْر ِﻣﻰ َداَرْد اَﻧِﯿِﻦ )ﻻَاُِﺣﱡﺐ ْاﻵﻓِﻠِﯿَﻦ ( ِﻣﻰ َزﻧَْﺪ ِوْﺟَﺪاْن‬
“ Fikir, fîzâr mî dâred enîn-i “lâ uhibbu’l âfilîn” mî zened vicdân”

‫ﺴْﺖ‬ ْ ‫ﺲ ﻧَﺎَداﻧَْﻢ ِﻛﮫ َدْر َھْﺮ ﻓَْﺮْد اَْز ﻓَﺎﻧِﻰ ُدو َراْه َھ‬
ِ ‫ى ﻧَْﻔ‬
ْ َ‫ﺑَِﺪاْن ا‬
‫ﺳﱢﺮ َﺟﺎِن َﺟﺎﻧَﺎﻧِﻰ‬ ِ ‫ﺑَﺎ ﺑَﺎﻗِﻰ ُدو‬
“ Bi-dân ey nefs-i nâ-dânem ki, der her ferd ez fânî dû râh hest bâ Bâkî dû sirr-i cân-ı cânânî”

ْ ِ‫ﮕﯿْﺮ َﻣْﻐِﺰى َو ِﻣﯿَﺰْن َدْر ﻓَﻨَﺎ آْن ﻗ‬


‫ﺸِﺮ ﺑِﻰ‬ ْ َ‫ﺲ آﺛَﺎْرَھﺎ ا‬
ِ ِ‫ﺳَﻤﺎ ﺑ‬ ْ ‫ِﻛﮫ َدْر ﻧِْﻌَﻤْﺘَﮭﺎ اِْﻧَﻌﺎْم َھ‬
ْ َ‫ﺴْﺖ َو ﭘ‬
‫َﻣْﻌﻨَﺎ‬
“ Ki der-ni’met-hâ in’âm hest ve pes âsâr-hâ esmâ bi-gîr mağzî ve mî-zen der-fenâ ân kışr-i bî
ma’nâ”

ْ َ‫ﺑَﻠِﻰ آﺛَﺎْرَھﺎ ُﮔﻮﯾَْﻨْﺪ ِزا‬


َ ‫ﺳَﻤﺎ ﻟَْﻔِﻆ ﭘُْﺮ َﻣْﻌﻨَﺎ ﺑَِﺨﺎْن َﻣْﻌﻨَﺎ َو ِﻣﯿَﺰْن َدْر َھَﻮا آْن ﻟَْﻔِﻆ ﺑِﻰ‬
‫ﺳْﻮَدا‬
“ Belî âsar-hâ gûyend zi- esmâ lâfz-ı pür ma’nâ bi-hân ma’nâ ve mî-zen der- hevâ ân lâfz-ı bî-
sevdâ”

َ ‫ى ﻧَْﻔ‬
‫ﺴْﻢ‬ ِ ‫َﻋْﻘْﻞ ﻓَْﺮﯾَﺎْد ِﻣﻰ َداَرْد ِﻏﯿَﺎ‬
ْ َ‫ث ) ﻻَ اُِﺣﱡﺐ ْاﻵﻓِﻠِﯿَﻦ ( ِﻣﯿَﺰْن ا‬
“ Akl feryâd mî-dâred ğıyâs-ı “lâ uhibbu’l âfilîn” mî-zen ey nefsem”

ْ ‫ﻖ ُﺧﻮ‬
‫ى‬ ْ ‫ﺸ‬ َ ‫ش ُﮔﻮﯾَْﺪ اُو‬
ْ ‫ﺷْﯿَﺪا َﺟﺎِﻣﻰ ِﻋ‬ ْ ‫ﭼﮫ ُﺧﻮ‬
ِ
“ Çi hôş gûyed ô Şeydâ Câmî ‘ışk-hûy”

ْ ‫ى ﯾَِﻜﻰ ﺑِﯿْﻦ ﯾَِﻜﻰ َداْن ﯾَِﻜﻰ ُﮔﻮ‬


‫ى‬ ْ ‫ﯾَِﻜﻰ َﺧﻮاْه ﯾَِﻜﻰ َﺧﻮاْن ﯾَِﻜﻰ ُﺟﻮ‬
“ Yekî hâh, yekî hân, yekî cûy, yekî bîn, yekî dân, yekî gûy”
‫ﺼﻮُد ٭ ُھَﻮ اْﻟَﻤْﻌﺒُﻮُد‬ ُ ‫ب ٭ ُھَﻮ اْﻟَﻤْﻘ‬ ُ ‫ى َﺟﺎِﻣﻰ ٭ ُھَﻮ اْﻟَﻤْﻄﻠُﻮ‬
ُ ‫ب ٭ ُھَﻮ اْﻟَﻤْﺤﺒُﻮ‬ َ ‫ﺻَﺪْﻗ‬
ْ َ‫ﺖ ا‬ َ ‫ﻧََﻌْﻢ‬
‫ِﻛﮫ ﻻَ اِﻟﮫَ اِﻻﱠ ُھﻮ ﺑََﺮاﺑَْﺮ ِﻣﯿَﺰﻧَْﺪ َﻋﺎﻟَْﻢ‬
“ Ki lâ ilâhe illâ hû berâber mî-zened âlem”

"İbrahim Aleyhisselâm'dan sudûr ile, kâinatın zeval ve ölümünü


ilân eden na'y-i 'lâ uhibbu’l âfilîn' beni ağlattırdı..." Mezkur ayet-i
kerimenin tefsiri ile, İbrahim (a.s.)’ın kıssası hakkında bilgi verir
misiniz?
İbrahim aleyhisselâmın babası Azer, put yapmakla iştigal ederdi. Kavmi güneşe, aya, yıldızlara
ve bunları sembolize eden putlara tapardı...
İbrahim aleyhisselâmın yıldıza, aya, güneşe "Rabbim" demesi, “Bu mu benim Rabbim?!.”,
yahut “Benim Rabbim bu ha?!.” manasındadır.
İbrahim aleyhisselamın bu sözü yanındakilere ta’riz yollu söylediği, bir yıldızın Rab
olamayacağını kendisinin kesinlikle bildiği şu ayet-i kerimeden açıkça anlaşılmaktadır:

“Ve İbrahim'e şöylece göklerin ve yerin melekutunu (hükümranlığını) gösteriyorduk ki,


yakinen bilip inananlardan oluversin.” (En’am, 6/75)

Ve bazı tefsir âlimleri, sûrenin 78. ayetinden hareketle bu müşahedelerde Hz. İbrahimin (a.s.)
yanında bir grup insanın da bulunduğunu ve maksadının onlara “batıp gidenlerin Rab olamayacağını
anlatmak” olduğunu söylemişlerdir.

“Güneşi doğarken görünce de, 'İşte benim Rabbim! Bu daha büyük.' dedi. O da batınca
(kavmine dönüp), 'Ey kavmim! Ben sizin Allah’a ortak koştuğunuz şeylerden
uzağım.' dedi.” (En’am, 6/78)

Söz konusu sûrenin yetmiş altıncı ve yetmiş yedinci ayetlerinde şöyle buyrulur:

“Üzerine gece karanlığı basınca, bir yıldız gördü. 'İşte Rabbim!..' dedi. Yıldız batınca
da, 'Ben öyle batanları sevmem.' dedi.” (En’am, 6/76)
“Ay’ı doğarken görünce de, 'İşte Rabbim!' dedi. Ay da batınca, 'Andolsun ki, Rabbim
bana doğru yolu göstermezse, mutlaka ben de sapıklardan olurum.' dedi.” (En’am, 6/77)

Ayı doğarken gören İbrahim aleyhisselâmın “Rabbim bana doğru yolu göstermezse, mutlaka
ben de sapıklardan olurum.” dedikten sonra, güneşin doğduğunu gördüğünde “İşte benim Rabbim!
Bu daha büyük.”demesi gösteriyor ki, bütün bu sözler kavmini ikaz içindir, ikna yahut ilzam içindir.
Kendisine “göklerin ve yerin melekutu gösterilen” bir zatın, yıldızı, ayı, güneşi yanlış
değerlendirmesi elbette düşünülemez.
Bu ayetlerin sonunda şu hüküm cümleleri geliyor:
“Ben, (hanîf olarak) tertemiz bir muvahhid olarak yüzümü, gökleri ve yeri yaratana
döndürdüm. Ben, Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (En’am, 6/79)

Böyle söylemekle İbrahim aleyhisselâm kendisini dinleyen kavmine şu mesajı vermiş oluyordu:
Gökleri ve yeri kim yaratmışsa yıldızın da, ayın da, güneşin de Rabbi O olduğu gibi, yer
küresinin ve onda hayat süren insanların ve diğer canlıların Rabbi de O’dur. Öyleyse, batıp
gidenlere değil, O’na muhabbet ve ibadet edilmelidir.

"İhtiyaç dairesi, nazar dairesi kadar büyüktür, geniştir. Hattâ


hayal nereye gitse, ihtiyaç dairesi dahi oraya gider. Orada da hâcet
vardır. Belki her ne ki elde yok, ihtiyaçta vardır. Elde olmayan,
ihtiyaçta vardır. Elde bulunmayan ise hadsiz." İzah?
Çoğu zaman olduğu gibi, burada da “nazar” kelimesi “akıl” manasında kullanılmıştır. İkinci
cümlede hayalden söz edilmesi de bunu göstermektedir.
Midesinin ihtiyacı yeryüzündeki bütün gıdalar olduğu gibi gözün ihtiyacı, başta güneş olmak
üzere, bütün ışık kaynaklarıdır. Aynı şekilde, insan aklının ihtiyacı da bu âlemde gizli olan hikmetleri
araştırmak ve bu varlık aleminden nasıl faydalanacağını düşünmek, bunun yollarını arayıp bulmaktır.
İnsan neyi hayal ediyorsa onu elde etmek istiyor demektir, bu ise bir ihtiyacın ifadesidir. İnsan,
elinde olmayan şeye kavuşmak için fikir yorar, yahut onu hayal eder. Elde bulunmayan şeyler sonsuz
olduğu için, ihtiyaç da sonsuz demektir.

"İşbu cihetten dahi deva bulamadım. Sonra başımı kaldırıp,


şecere-i ömrümün başına baktım... İman, o ağacın meyvesini cenaze
değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan
ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için..." İzah?
Nur Külliyatı'nın birçok yerinde, insanın şu kâinat ağacının en mükemmel meyvesi olduğu
nazara verilir. Kâinat ağacı insan için, ömür ağacı da cenaze için olursa o zaman bu âlemdeki sonsuz
faaliyetlerin, hikmet ve rahmet tecellilerinin sadece bir cenazeyi netice verdiğini kabul etmek gerekir.
Bunun akıl ve hikmetten uzak olduğu gayet açıktır. Hakikat şudur ki, insan bir ömür boyu ahiret
namına güzel ameller işleyerek “cennete layık bir kıymet almak” için bu dünyaya
gönderilmiştir. İnsan ruhu, bu görevini yerine getirdikten sonra, eskimiş yuva hükmünde olan
yaşlanmış bedeninden çıkacak ve cennete gidinceye kadar da ulvî âlemlerde dolaşacaktır.

"İsrafil'in ezanını fecr-i haşirde işitip Allahü Ekber diyerek


kalkacağım. Salât-ı kübradan çekilmem, mecma-ı ekberden
çekinmem." ifadelerini izah eder misiniz, "salat-ı kübra" ne
anlama gelmektedir?
"İsrâfil'in ezanını fecr-i Haşirde işitip Allahu ekber diyerek kalkacağım. Salât-ı
Kübrâdan çekilmem, Mecma-ı Ekberden çekinmem."(1)

"Salat" dua ve namaz anlamına geliyor. Dua ve namaz ise, Allah’ın izzet ve azametine karşı bir
hürmet ve tazim, ihsan ve ikramına karşı bir şükür ve teşekkür, münezzeh ve mukaddes oluşuna karşı
bir tenzih ve takdiste bulunmaktır. Bu vazifeyi insan irade ve şuur ile yaparken mevcudat ve eşya
lisan-ı hal ile yapmaktadır. Bu yönü ile bütün mevcudat ve eşya, ister şuur ile olsun ister hal dili ile
olsun büyük bir salat-ı kübra yani büyük bir dua ve namaz içindedirler.
Şayet insan, genel anlamda iman ve ibadeti hususi anlamda da namaz ve duayı terk ederse, o
büyük namaz ve duanın halkasından çıkmış olur ve kainatın ibadet ve dua korosuna ihanet etmiş
sayılır. Üstad Hazretleri “Salât-ı Kübrâdan çekilmem,” ifadeleri ile bu inceliğe işaret etmektedir
diyebiliriz.
(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz'ün İkinci Makamı, Haşiye-2,

"İşte o damlalar ise, Nebiyy-i Peygamber olan bir Hakîm-i


İlâhî'nin Kelâmullah içinde bulunan bir kelâmının bir nevi
tefsiridir." cümlesinin izahını yapabilir misiniz?
İbrahim aleyhisselâm bir Hakîm-i İlâhîdir; hikmet derslerini bizzat Cenâb-ı Hakk’tan talim
etmiştir.
Onun “Batanları sevmem.” manasındaki kelamı Kelamullah içinde, yani Kur’an-ı Kerim'de yer
almıştır. Her peygamber kıssasından alacağımız dersler olduğu gibi, bu kıssadan da alacağımız en
büyük ders, kalbimizi batan fanilere bağlamamak, bütün muhabbetimizi Bâki ve Kadîm olan Allah’a
hasretmek, mahlukatı da yine O’nun namına sevmektir.

"İşte şu bütün ihtiyaçlarımla ve zaîfliğimle ve fakr ve aczimle


beraber altı cihetten gelen dehşetler ve vahşetlerle perişan bir
halde iken; kalem-i Kudretle sahife-i fıtratımda ebede uzanan
arzular ve sermede yayılan emeller aşikâre,.." İzahı?
İnsanın bütün organları, bedeninde kudret kalemiyle yazıldığı gibi, aklı, hafızası, duyguları ve
hissiyatı da yine kudret kalemiyle ruhunda yazılmış, fıtratında derc edilmiştir. İşe bu manevî
sermayelerden, bu latifelerden biri de insan ruhuna konulan “ebedî arzular, sermedî
emellerdir.” Bunlar saymakla bitmez. Bunların temeli, insandaki ebedî yaşama arzusuna dayanır. Bu
arzunun ahirette gerçekleşmesiyle, insanın bütün emelleri de gerçekleşecektir. Bunların başında,
“Doğrudan doğruya, herkes, kendi Hâlıkı ve Mâbudu ve Rabbi ve Seyyidi ve Mâliki
kim olduğunu bilecek ve bulacaklar.”(Mektubat, Yirminci Mektup)

diye müjde verildiği gibi, insanın rüyetullah şerefine nail olması gelir.
Başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere, Hakk’ın bütün elçileriyle görüşmek, bütün
ashabı, bütün evliya ve asfiyayı görmek, sohbetlerinde bulunmak, vefat etmiş bütün ahbabımıza
kavuşmak, cennetin akıl almaz ve tariflere sığmaz güzelliklerini seyretmek ve nimetlerinden
faydalanmak hep ruhun ebedî arzuları ve sermedî emelleri cümlesindendir.

“Bize gösterdiğin numunelerin ve gölgelerin asıllarını, membalarını göster; ve bizi


makarr-ı saltanatına celb et...”(Sözler, Onuncu Söz, Beşinci Suret)

cümlesinde nazara verildiği gibi, her şeyin aslı o ebedî âlemdedir. O âlemin her şeyi bu
âlemdekilerden, asılla gölge arasındaki fark kadar ileri bir seviyededir. Bağın ve bahçenin, sütün ve
balın, köşklerin ve nehirlerin asılları orada olduğu gibi, insan da o asıllar âlemine göçtüğünde o
âlemden istifade etmek üzere çok terakki edecektir. Öyle ki, müminin buradaki haliyle oradaki hali
arasında da gölge ile asıl arasındaki fark kadar bir yükselme, bir ilerleme olacaktır. İşte terakki
etmeyi fıtraten isteyen insanın, bu kadar büyük bir dereceye yükselmesi de onun “ebedî arzuları ve
sermedî emelleri” arasında çok önemli bir yer tutar.

“İşte bu istidaddandır ki, insanın ebede uzanmış emelleri ve kâinatı ihata etmiş
efkârları ve ebedî saadetlerinin enva'ına yayılmış arzuları gösterir ki; bu insan ebed için
halkedilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar
salonudur.”(Sözler, Onuncu Söz, On Birinci Hakikat)

"Kur’ân’da hep dâvâ nurdan nuradır, sen gibi caymam."


ifadesini izah eder misiniz?
Bahsi geçen şiir, batı medeniyetini, Kur'an medeniyetine tercih eden Avrupa meftunlarına bir ikaz,
bir eleştiri mahiyetindedir. Bu cümlede ise, Müslüman’ın her davasının çözümü ve cevabı nurdadır,
yani Kur’an’dadır, denilmek isteniyor.

Sıkıntını ve davanı Kur'an'ın terbiyesi ile, yine Kur'an sahibi olan Allah'a dava et. Zira ondan başka
çözecek, ondan başka sığınak yoktur. Senin, böyle bir sığınağın varken, gidip karanlık ellerden ve
sebeplerden medet umuyorsun; nurdan ve Kur'an'dan cayıyorsun, diyor.

"Latif bir rüzgar esmesi ile o ağaçların hallerinin tesbihat-ı


cezbe-eda suretine çevrilmesi ile, o eğlence temaşasının ibret
nazarına ve hikmet kulağına dönmesi..." ne anlama gelmektedir?
Latif bir rüzgar esmesiyle ağaçların cezbeli bir tesbihat ettiklerini, kalben zevk ederek, bundan
ulvi bir lezzet almasını müteakip, bu hal aklına da bir takım ibret ve hikmet dersleri veriyor. Şairin,

“Dili yok kalbimin ondan ne kadar bîzarım.”

dediği gibi, kalbî zevkler lisana zor dökülür. Dile getirilenler ancak aklın dairesine girenlerdir.
Şu var ki, aklın bu ibret ve hikmet derslerinin anlatılmasındaki üslup çok önemlidir. Aklın
yanında hisleri de harekete geçiren şairane bir üslupla, bu hikmelerden kısmen de olsa kalbî zevklere
ulaşılabilmektedir.

“Kalbim, ibret manalarını ifade için şöyle ağladı:..”

cümlesi bu manayı ifade etmektedir. Zira, sevinmek gibi üzülmek ve ağlamak da aklın değil
kalbin işidir. O halde bundan sonra gelecek Farisî ifadelerde aklın hikmet ve ibret nazarıyla, ondan
çıkan kalbi dersler birlikte verilmektedir.

"Madem uful edenlerden ve zevâl bulanlardan ruh elini çekti.


Kalb dahi mecazî mahbuplardan vaz geçti. Vicdan dahi fânilerden
yüzünü çevirdi. Sen dahi, biçare nefsim..." Ruh, kalp ve nefis
sıralamasının bir hikmeti var mıdır?
Burada hiyerarşik bir sıralama değil, her bir aza ve manevi cihazın istikamete girmesi söz
konusudur. İnsan fıtratında sayısız duygu ve cihazlar vardır. Bu her bir duygu ve cihazın hikmet ve
gayesi de birbirinden farklıdır. Bu duygu ve cihazların kendine özgü bir ibadet ve hidayet şekli de
vardır.
Mesela, insandaki akıl bir cihazdır. Bu cihaz sayesinde insan bütün kainat kitabında yazılmış
manaları okuyor. Yine insandaki göz, dünyadaki bütün renk tonlarını görebilecek bir
kapasitededir. Kulak, bütün sesleri işitir. Dil,dünyadaki bütün yiyecek ve içecekleri tartıp
ölçebiliyor. Kalp, bütün kainatı kuşatacak kadar geniş bir mahiyettedir. Daha buna benzer çok cihaz
ve duygular insan mahiyetinde vardır.
Bu cihaz ve duyguların hepsinin kendine mahsus bir ibadet ve hidayet şekli de vardır. Aklın
ibadeti tefekkür iken, kalbin ibadeti muhabbettullahtır; gözün, kulağın ve dilin de kendine has
ibadetleri ve hidayetleri vardır...
İşte, her şey üzerinde fena ve fanilik damgasını okumak; her bir cihaz ve duyguda ayrı bir ıslah ve
ayrı bir istikamet oluşturuyor. Akılda tefekkür, kalpte İlahi aşk, ruhta manevi coşkunluk, vicdanda
huzur, nefiste tatmin ve terakkilik vs.
Nefis, kesif ve maddi olduğu için ıslahı ve istikameti en zor ve meşakkatli olanıdır; terbiye
edilmesi uzun bir süreç istiyor.
Ruh, duygular içinde en latif ve nuranisi olduğu için, en önce o ıslah oluyor denilebilir. Nuranilik
ve letafet noktasından ruh, kalp, vicdan ve nefis arasında elbette bir derece ve makam farkı
vardır.
"Mahbub-u Lâyezal'in tecelli-i cemalinden iki lem'ayı, iki sırrı
görebilirsin. An şart ki: Suret-i fâniyeden ve kendinden
geçebilirsen..." Bu cümlede cemal tecellisini görmek için kendinden
geçme şartı ne demektir?
Aynada yansıyan ışık, aynanın kendi malı değil güneşin malıdır. İnsanın benliği de bir ayna
gibidir, bu benlikte görünen cüzi ilim, irade, kudret, sahiplik gibi hissiyatlar Allah’ın isimlerinden
yansıyan tecellilerdir. İşte nefis de bir ayna hükmünde iken kendini fail ve muktedir biliyor, zillet ve
alçaklığına bakmadan Allah’a meydan okuyor. İnsan bu mana-yı ismi ciheti ile fanidir, yok
hükmündedir ve yok olmaya da mahkumdur.
İnsan kul ve ayna olduğunun bilincine vardığı zaman Allah katında vardır ve rızasına
kavuşmuştur, kulluğu ve aynalığı bırakıp Allah karşısında varlık ve serbestlik iddia ederse yokluk ve
fena içindedir. "Yani varlıkta yokluk yoklukta varlık vardır." İnsan benliği ile "ben varım" derse
yoktur, "ben yokum" derse, yani üzerindeki nimet ve ikramların kendinden değil Allah’tan olduğunu
bilirse vardır, demektir. Böyle olunca Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını arkasına ve yardımına almış
oluyor.
Bu mahlukat Allah’ın sanatı ve eseri olması noktasından ve sırf Onun isim ve sıfatlarına işaret ve
beşaret etmek noktasından vardırlar. Yoksa kendi başlarına ve kendi hesaplarına bir hiç ve yok
hükmündeler. Üstad Hazretlerinin"Vücutta adem, ademde vücut var." demesi bu mananın bir özeti
ve formülü gibidir. İnsan benlik cihetinde yok, kulluk cihetinde vardır.
İnsan suret-i fâniyeden ve kendinden geçebilirse, yani benlik ve enaniyeti bırakabilirse, Allah’ın
sadece cemaline değil bütün isim ve sıfatlarına tam ve parlak bir ayna olabilir. İnsanın kendi üstünde
tezahür eden nimetleri kendinden bilmesi, o nimeti vereni örtüyor göstermiyor. Nimeti vereni
görebilmek için kendinden geçmesi yani benlikten sıyrılması gerekiyor.

"Manen bana denildi ki; yetmez mi dert, derman sana."


ifadesinden ne anlamalıyız?
Üstad'ın sözünü ettiği hayatî meseleleri dert edinmek başlı başına bir fazilettir, bir İlâhî
ihsandır. “Dert benimdir, deva Kur’an'ındır.” cümlesiyle de açıkça ortaya koyduğu gibi, Üstat
Hazretleri insanlığın küfür ve dalalet girdabına düşme telhlikesini dert edinmiş, bu derdin devasını
bütün ruhu canıyla Allah’tan niyaz etmiştir. Her derdin dermanını yaratan Cenab-ı Hak, Üstat
Hazretlerinin bu ulvi derdinin ve bu derin ıstırabının ilacını, onu Nur Risalelerinin telifine muvaffak
kılmakla ihsan etmiştir. Onun derdi böylece dermana inkılab etmiş ve bu dert sonunda, haşiyelerde
yazılan dermanlar kalbine ilham edilmiştir.
Dert kavramı çok geniştir. İhlaslı ibadet yapmayı, İlâhî kurbiyete ermeyi, marifet ve muhabbet
sahasında ilerlemeyi, cehennem azabından kurtulmayı dert edinmek gibi ulvî dertler, gerçekte birer
derman gibidir. Dünya menfaati, nefsin tatmini, insanlara reis olmak, onların kendisine alkış tutmasını
istemek gibi dertlere yakalanmak ise gerçek derttir. Bunların şu kısa dünya hayatında tam olarak
gerçekleşmesi mümkün olmadığı gibi, gerçekleşen kısmı da insanın ebedî saadetini tehlikeye
atmaktadır.
"Masnuatta hiçbir eser yok ki, çok mânâlı bir lafz-ı mücessem
olmasın, Sani'-i Zülcelâl'in çok esmâsını okutturmasın. Masnuat,
elfâzdır, kelimât-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy. Manasız
kalan elfâzı, bilâperva zevalin havasına at..." İzah?
Bazan, bir şahsın taşıdığı bir özelliğin, sahip olduğu bir sıfatın büyüklüğü anlatılırken, o sıfat, zat
yerine kullanılır. Meselâ, bir kimsenin çok büyük bir alim olduğunu ifade ederken, “adam sırf
ilim” derler. Yani, sanki ilim cisimleşmiş de o âlim kişi olmuş.
Allah’ın birer sanat eseri olan her varlık “çok mânâlı bir lafz-ı mücessem”dir. Yani, o kadar çok
manalar ve hikmetler taşır ki, sanki bu manalar cisimleşmiş de o varlık meydana gelmiş. Cümlenin
devamında da geçtiği gibi, Nur Külliyatı'nda kelimât-ı kudret ifadesi çokça kullanılır. Kâinatın
bir kitab-ı kebir ve ondaki her varlığın da Allah’tan haber veren birer ayet olduğu kaydedilerek,
Kur’an-ı Kerim’le kâinat arasında harika münasebetler kurulur.
Meselâ, İnsan Sûresi gibi, insanın kendisi de Allah’ı tanıttıran ayetlerle, yani delillerle doludur.
Güneşin taklidini yapmak, ona bir nazire getirmek mümkün olmadığı gibi, Şems Sûresinin de
benzeri getirilemez.
Kâinattaki bu “çok mânâlı lafz-ı mücessem”lerin “Sâni'-i Zülcelâl'in çok esmâsını
okuttur”duğu ifade edilirken, bir bakıma "İkra" (Oku) emrinin de mahiyetine işaret edilmiş
olunuyor.
Allah Resulü (asm.) "İkra" emrine uyarak, kâinat kitabını Rabbinin ismiyle okudu.
İnsanlar, “Allah namına okumayı” öğreninceye kadar, ne kendilerini okuyabiliyorlardı, ne de
çevrelerindeki varlıkları. Öyle olmasaydı, kendilerini ve bütün bir varlık âlemini putlara isnat
etmezlerdi.
“Mâdem şu masnuat, elfâzdır, kelimât-ı kudrettir; mânâlarını oku, kalbine koy.” cümlesinde,
bütün varlıkların kelimat-ı kudret oldukları, hikmet, rahmet, ilim, ikram, ihsan gibi nice manalar
taşıdıkları, bunların okunmasıyla Kâinatın Hâlık’ına iman, marifet, muhabbet vadisinde mesafe
alınacağı, bu ulvî neticeye ulaştıktan sonra o varlıkların göçüp gitmelerine üzülmemek, arkalarından
esefle, hasretle bakmamak gerektiği ders verilmektedir.

“Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden


ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi
gölgeleridir.”(Şuâlar, Dördüncü Şuâ)

"Ma'nen bana denildi ki yetmez mi dert, derman sana."


cümlesinde ne anlatılmak istenmiştir?
Her bir dert, aslında bir dermandır. Bize dert gibi görünen hastalıklar, musibetler, hakikat
noktasında birer devadır, ilaçtır. Biz ise onları birer dert olarak görüyor ve derman arıyoruz.
"Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş."

ifadesi de bu manayı teyit etmektedir.


Dertlerin her biri birer fırsattır; olumlu değerlelndirilmesi halinde büyük kazançlar nerice
verecektir. Kısacası dertler hakikat noktasında dert değiller, birer nevi dermandırlar.

"Muhatâbım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır./


Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur'an namına kalbimdir." Bu
beyti açıklar mısınız?
Üstat Hazretleri Tanzimat ile başlayan garplılaşma hareketinin yanlış bir seyir takip ettiğini
görmüş ve kendisi gibi düşünen bir grup ilim adamıyla birlikte bir fikir mücadelesine girmişti. Bu
mücadelenin temelini, kendisi, “Japon modeli” olarak özetliyor. Japonlar gibi Batı'nın ilim ve
tekniğinden azamî derecede faydalanmakla birlikte, kendi kültürümüzü de korumamız ve onların
yanlış hayat telakkilerini taklit etmememiz gerektiğini savunuyordu. Dava arkadaşlarından Mehmet
Akif ise bu ideali şu beytiyle dile getiriyordu:

"Alınız ilmini garbın alınız sanatını,


Veriniz hem de mesainize son sür’atını."

Bediüzaman Hazretleri “bu zamanın cemaat zamanı” olduğunu çok öncelerden tespit etmiş ve
şahıslarla uğraşmak yerine, fikir mücadelesini fesat odaklarına ve gizli dinsizlik komitelerine karşı
sürdürmüştür. Aynı prensipten hareketle, burada da Ziya Paşa'nın şahsını değil, yanlış batılılaşma
anlayışını muhatap olarak görmüş ve bu manzum hakikatleri o şahs-ı manevîye karşı kaleme almıştır.

"Ne geçmiş zamânâ hulûl edebilir, ne de gelecek zamana nüfuz


edebilir. Mâzi ve müstakbele ait emellerime ve elemlerime faidesi
yoktur... İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha
teslim ettiği için; mâziye nüfuz,.." İzah eder misiniz?
İnsan, cüz’i iradesiyle ancak hazır zamanda bir şey yapabilir; ne geçmiş zamanda, ne de gelecek
zamanda bir iş göremez. Ama, insanın aklı maziyi de düşünebilir, istikbali de. Geçmişten ders alıp,
yahut geçmiş bilgilerini kullanıp gelecek için planlar kurabilir, hedefler belirleyebilir.
İnsan bu noktada hayvanlara hiç benzemez. Hayvan sadece hazır zamanla ilgilenirken, insan iman
nuruyla ebedî âlemleri görür, oralar için de hazırlıklar yapabilir.

"Nimet içinde in’am görünür; Rahman’ın iltifatı hissedilir.


Nimetten in’ama geçsen, Mün’im’i bulursun." cümlesini açıklar
mısınız?
“İn’am” nimetin insana ikram edilmesi, istifadesine sunulması demektir. “Mün’im” ise o ihsanın
sahibi olan gerçek nimet verici Allah.
Aldığı gıdaların ilâhî bir ikram, bir ihsan olduğunu düşünmeyen insan, düşünce yolundaki en
büyük köprüyü yıkmış olur. Böyle birisinin, “Mün’im”i yani o nimeti ihsan eden Allah’ı bilmesi, ona
şükretmesi ve minnettar olması, adeta, imkânsız hâle gelir.

Üstad Hazretleri “nimet” kavramını, sadece midenin ihtiyaçlarına hasretmez. Mide doymak istediği
gibi, akıl, kalp ve bütün duygular da tatmin olmak isterler. Bunların tüm ihtiyaçları “nimet”, onların
verilmesi “in’am” , bunları ihsan eden ise “Mün’im”dir.

Nur Külliyatı'nda bu konuda geniş bir tefekkür dersi vardır. Sadece bir cümlesini nakledelim:

“Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i
nimeti, o ellerin önüne koymuştur.” (Sözler, Yirmi Dördüncü Söz)

Görme büyük bir nimettir. Gözleri kör bir insanın sadece karnını doyurmanız, onu mutlu etmenize
yetmeyecektir. O hâlde, gün boyunca seyrettiğimiz bütün eşya gözümüzün rızkı gibidir. Bir dağa
baktığımızda dağın görüntüsü gözümüzde teşekkül eder ve göz o görüntüden istifade eder, görme
nimetini tadar.

Bütün mesele, nimette boğulmayıp, in’ama geçebilmektedir. Aksi hâlde bu kıymetli nimetleri
şuursuzca tüketmenin hesabı çok ağır olur.

"O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyarîden dahi vaz geçip, irade-i
İlâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip,
Cenâb-ı Hakk'ın havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-i tevekküle
yapışmaktır." Açıklar mısınız?
Bu ifade aslında insanın amelleri üzerinde yok denecek kadar az bir hissesinin olduğuna işaret
eden bir tespittir. Bir fiilin ve amelin oluşmasında yüzde doksan dokuz hisse Allah’ın, yüzde bir hisse
ise insanındır. İnsanın yüzde bir hissesi de icat ve yaratma noktasında değil, ameli isteyip seçmesi
noktasındadır. Seçmek ve istemek ise amel ve fiil içinde yok denecek kadar az bir mevkii tutar. Bu
yüzden insan kendi aleminde mazhar olduğu amel ve iyiliklere sahip çıkıp, kibir ve gurura düşmemek
için bu hakikati kendine rehber yapmalıdır. Yani mazhar olduğu iyilik ve güzellikler üzerindeki zayıf
hissesini terk ederek, tamamı ile Allah’tan bilmesi insanlığın ve imanın kemaline kavuşmaktır.
İnsanın elindeki tek sermayesi istemek ve seçmek anlamında olan iradesidir. Bu irade de mevcut
ve madum arasında olan nispi emirler sınıfındandır. Bu yüzden mevcut denilemez ki, insan amel
üzerinde hak iddia etsin. Madumda değil ki, mesuliyeti kadere atıp kaçsın. İnsan, iradenin bu
mahiyetini anladıktan sonra, iyilik ve kemal noktasında hiç ve yok olduğunu anlar ve zayıf ve basit
olan yüzde bir hissesini kulluğun gereği olarak yüzde doksan dokuza feda edip devreder. İşte kulluğun
özü budur.
İnsan varlık davasından vazgeçip, bütün işlerinde ve fiillerinde Allah’a tam manası ile tevekkül
etmelidir. Tek sermayesi olan cüzi ve basit iradesine dayanıp kulluk tavrı olan acizliği ve fakirliği
terk ederek, yalancıktan Allah’a meydan okuması hakikatli bir nadanlıktır.
Tabi burada iradeyi terk etmek, sebepleri terk etmek, çalışmayı terk etmek, tedbiri terk etmek
anlamında değildir. Kalben ve imanen her şeyin arkasında Allah’ın kudret ve rahmet elinin işlediğini
bilmek anlamındadır. Bütün işleri Allah’a veriyorum deyip tembellik etmesi, tevekkül etmek
anlamına gelmez.
Ama şer ve günahlarda ise durum tersinedir. Burada yüzde doksan dokuz hisse insana aittir. Zira
şer ve günahlar vücut gibi çok şartların bir araya gelmesi ile olan bir şey değildir. Bir tek vazifesizlik
ve dokunmak ile şerler oluşur ve müteselsil olarak yıkıp gider. Bir binanın altına konulan dinamitin
ateşlenmesi gibi, bir kibrit yakmak ile koca bina çöker gider. O zaman insanın elindeki zayıf ve nispi
olan irade, şerde tam bir fail gibi tahribat yapabilir. Zira şer ademi, hayır ise vücudidir. Bu yüzden
insan şerde ve günahta etken, hayır ve iyilikte ise edilgendir. Öyle ise hayırda iradeyi tamamen
Allah’a havale etmek gerekir. İşte cüz'i ihtiyarinin nihayette Cenâb-ı Hakk'a verilmesi de bu
manayadır. "Vücutta adem, edemde vücut vardır." tabiri de bu hakikatin bir formülü gibidir.

"O çare ise şudur ki: O cüz-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, irâde-i
İlâhiyeye işini bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberrî edip,
Cenâb-ı Hakkın havl ve kuvvetine ilticâ ederek, hakikat-ı tevekküle
yapışmaktır." Cüz-i ihtiyariden vazgeçmek, ne demektir?
İnsana mesuliyet ve sorumluluk veren; insandaki cüzi iradedir. İnsan; iman ve tevekkülün
zirvesine çıkmak için, mesuliyete kaynaklık eden iradesinden de vazgeçmesi iktiza eder. İşte o zaman
kendisine verilmiş olan bu itibari cüzi iradesini de Allah’a vererek, tevekkülün tam ve kemal
manasına ulaşmış olur.
Tabi burada iradeyi Allah’a vermek bir niyet ve dua işidir. Yoksa iradesizlik ve cebir
anlamında değildir. İnsan iradesi bir şeyi icat etmek ve yapmak manasında değil, sadece mesuliyet ve
sorumluluk noktasında faal olan bir cihazdır. Bu yüzden burada iradeyi Allah’a vermek hayır ve
ibadet noktasındandır, yoksa günah ve isyan noktasından değildir.

İnsan kamil bir mertebeye çıktığı zaman, zaten sorumluluğu Allah’a atıp, günah ve tembelliğe gidecek
değildir. Burada iradeyi Allah’a havale etmek, iman ve ahlakın doruk noktasını ifade etmek içindir.
Yoksa sapkın Cebriye mezhebinin, günahları kaderin üstüne atması gibi değildir.

İnsanın tek sermayesi ve insanı İlahlık davasına dahi götürecek yegane varlığı iradesidir. Bu irade
öyle bir cihaz ki; İslam terbiyesi ile terbiye olunursa fazilet ve kullukta zirveye çıkar, küfür ve inkar
ile terbiye olunursa da İlahlık davasına kadar gider.
Küfürde irade kalınlaşır, imanda ise incelip latifleşir, hatta kamil müminde buharlaşır,
sadece Allah’ın iradesi kalır. Bu sebeple kamil müminler, hiçbir zaman benlik ve gurur davası
gütmemişlerdir. Toprak gibi mahviyet içinde olmuşlar, yegane sermayesi olan iradelerini Allah’ın
iradesi içinde eritip yok etmişler ve kulluğun en zirvesine çıkmışlar. İşte iradeden vazgeçmek bu
anlamdadır.

"Ben varsam O yok alemimde; O varsa ben yokum alemimde."

"O cüz-i ihtiyariden dahi vazgeçip, İrade-i İlahiyeye işini


bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip,.." Burada ifade
edilen konularda hadis veya ayet var mıdır?
Konuyla ilgili gördüğümüz bazı ayetleri aşağıya alıyoruz:

"Siz savaşta onları kendi kuvvetinizle öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü (Ey Resulüm).
Attığın vakit sen atmadın, lâkin Allah attı. Ve bunu, Allah müminleri güzel bir imtihana tâbi
tutmak için yaptı. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitir ve bilir."(Enfal, 6/17)

"Ama Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz. Çünkü her şeyi bilen, tam hüküm ve
hikmet sahibi olan, Allah’tır. Her şeyi bildiği gibi, rahmet ve hidâyete lâyık olanları da pek
iyi bilir." (İnsan, 76/30)

"... Allah dileseydi bunu yapamazlardı." (Enam, 6/137)

"Allah dilediği fiilleri ortaya koyan fa'alün lima yüriddir." (Buruc, 85/16)

"(Resulüm!) De ki: 'Ey mülkün sahibi Allah'ım! Dilediğne mülkü verirsin, dilediğinden
mülkü çeker alırsın. dilediğini aziz eder, dilediğini zelil kılarsın. Hayır yalnız senin
elindedir, dilediğine hesapsız rızık verirsin.' "(Al-i İmran, 3/26)

“ De ki: Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka bir menfaate de malik değilim, bir
zarar vermeye de..." (Araf, 7/188)

Buna benzer yüzlerce ayet, kainat ve mahlukat üstünde mutlak tasarruf ve tedbirin Allah’ın elinde
olduğunu ilan ediyor. Bize düşen bu ayetlerin mucibince, cüzi irademize bakan az bir hisseyi de
kulluğun gereği olarak Allah’ın havl ve kuvvetine, yani gösterdiği istikamete doğru kullanmak üzere
feda etmektir.
Bu feda etmek manasında cebir ve iradesizlik manası yoktur. Tam tersine mesuliyet ve kulluk
bilinci vardır.

"O cüz'-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, İrade-i İlâhîyeye işini


bırakıp, kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakk'ın
havl ve kuvvetine iltica ederek hakikat-ı tevekküle yapışmaktır..."
ifadesinin geçtiği yerin tafsilatlı olarak izahı?
“Cüz'-i ihtiyârîden dahi vazgeçip, İrade-i İlâhîyeye işini bırak”mak iki türlü
değerlendirilmelidir. Birisi bizlere göre, diğeri Allah’ın seçkin kulları olan büyük mürşitlere göre.
Biz irademizden şöyle vazgeçebiliriz: Nefsimizin istekleri Allah’ın rıza çizgisine ters
düştüğünde, irademizi nefis hesabına değil Allah namına kullandığımız taktirde irademizden
vazgeçmiş oluruz.
“Kendi havl ve kuvvetinden teberri edip, Cenâb-ı Hakk'ın havl ve kuvvetine iltica” etmeyi
de benzer şekilde değerlendirebiliriz. “Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” hükmünce havl ve kuvvet
ancak Allah’ındır. Her mahlukuna hayatını devam ettirmesi, rızkını bulup düşmanlarından korunması
için gerekli kuvveti, hikmet ve rahmetiyle, ihsan etmiştir. Biz de kuvvetimizi bu manada
değerlendirmeli ve İlâhî bir ihsan olan kuvvetimizi nefsimizin gayrimeşru heveslerinde değil,
Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanmalıyız. O zaman, bu kuvvetin bizim olmadığını bilmemiz ve
yerinde kullanmamız cihetiyle ondan teberri etmiş oluruz.
Öte yandan, cüz’i iradesini rıza istikametinde kullandıktan sonra, “Bende emanet olan güç ve
kuvvetim ancak bu noktaya kadar gelebilir. Ötesi ancak 'Cenâb-ı Hakk'ın havl ve kuvveti'yle
gerçekleşebilir.” diyerek Allah’a iltica eden insan tevekkülün hakikatine ermiş demektir.
Üstat Hazretlerinin Yirmi Üçüncü Söz’deki şu ifadeleri konumuza açıklık getirmekte ve cüzi
iradeden vazgeçmenin “onu enaniyet namına kullanmayıp vahy-i semavi istikametinde istimal
etmek” olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

“O cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güyâ onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük
bir elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümât boşandı. Her taraf o
lâmbanın nuru ile doldu; her şeyin hakikatini gösterdi.” (...)
“O cep feneri ise, hodbîn ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen
enâniyet-i insaniyedir.”(Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

Bizler de Allah’ın inayetiyle cüzi irademizden bu manada vazgeçebilir, onu Kur’an'ın emrettiği
gibi kullanabiliriz. Bir işe teşebbüs ederken irademizi meşru çizgide tutup neticeyi Allah’ın havl ve
kuvvetinden bekleyerek O’na tevekkül edebiliriz.
Üstat gibi büyük zatların iradeden vazgeçmeleri biraz daha farklıdır. Kader
Risalesi'nde “manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cay-ı istimali var...” denilerek, bunun
nasıl olacağı anlatılmış, ancak manen terakki edenlerin kader anlayışlarına temas edilmemiştir. İşte o
bahsedilmeyen kısım konumuzla yakından ilgilidir.
Cenâb-ı Hakk’ın bizzat irade edip yarattığı hangi varlığa baksak İmam Gazzali
Hazretlerinin “Daire-i imkânda olandan daha ahsen yoktur.” hükmünü bütün kalbimizle tasdik
ederiz.
Güneşi böylece yaratmayı irade etmiş ve yaratmış. Bundan daha mükemmel bir güneş
tasavvur edebilir miyiz?

Onun ışığıyla yolumuzu görmemize yardım eden gözümüzü düşünelim, bundan daha harika bir göz
hayal edebilir miyiz?
İnsanın ana rahminde geçirdiği safhaları düşünelim: O dokuz aylık dönemde her şey İlâhî irade
ile tanzim ediliyor ve sonunda her organı mükemmel bir bebek dünyaya geliyor.
Her neye baksak “Bu dünya hayatında en mükemmeli bu olabilir.” hükmünü veriyoruz.
İşte o büyük zatlar bu hakikati kemaliyle bildikleri ve kalplerine olanca berraklığıyla
yerleştirdikleri için, bütün ihtiyarî fiillerinin de İlâhî irade ile tanzim edilmesi için Allah’a
yalvarmışlar ve bütün işlerinde

“Bizim uğurumuzda mücahede edenlere gelince elbette biz onlara yollarımızı


gösteririz...” (Ankebût, 29/69)

ayet-i kerimesine mazhar olmak istemişlerdir.


Bütün organlarını ve duygularını “tecelliler manzumesi” olarak gören kimse, kendinde varlık
namına bir şey bulamaz ki enaniyete kapılsın; “benim kuvvetim, benim ilmim, yahut benim malım,
benim servetim”diyebilsin…
Böyle bir insan bir iş yapmayı arzu ettiğinde, İlâhî ilhamı ve ikazı bekler. Yaptığından hasıl
olan neticeleri kendi nefsine vermez. İlâhî ilhamla yaptığı işleri yine birer İlâhî ihsan bilir.
Hz. Mevlana bu bahtiyar kişilerin hallerini şöyle bir misâl ile açıklar:

“Denizde iki varlık düşününüz. Birisi bir insan; kulaç atıyor, yüzerek bir yerlere ulaşmak
istiyor. Diğeri ise bir tahta parçası. Bu ikincinin bütün hareketi denizdendir, kendinden
değil.”

Fenafillah makamına ermekle kendi iradesini Hakk’ın iradesinde fani eden ve İlâhî ilhamla
hareket eden zatların da bütün işleri Hakk’tandır, kendi nefislerinden değil.
Yine bu Hak dostlarından İbrahim Hakkı Hazretleri "Tefvizname" isimli meşhur manzumesine,

"Hak şerleri hayr eyler,


Zannetme ki gayr eyler,
Arif anı seyreyler."

diye başlar ve her kıtayı,

“Mevlâ görelim neyler,


Neylerse güzel eyler.”

diyerek tamamlar. Tefviz, tevekkülün daha ileri derecesidir. İşi, bir bakıma, tamamen Allah’ın
hikmet ve rahmetine havale etmek demektir. Elbette ki, bu havale kâinatta cereyan eden İlâhî
kanunlara muhalefet ederek,“ekmeden biçme” manasında olmayıp, insanın “kalbinin inkişafı,
ruhunun terakkisi ve hissiyatının ulvileşmesi” konusundaki aczini idrak ederek, “Ben bunları
başarmaktan acizim, benim sahibim ve Rabbim olan Allah ne dilerse en iyisi odur.” manasına İlâhî
rahmet ve hikmete tam bir teslimiyet göstermesini ifade eder.
Böyle bir ruh, kendi iradesi dışında başına gelen bela ve musibetleri de rıza ile karşılar. Gece
ve gündüzün ayrı ayrı faydaları olduğunu düşünerek, celal tecellilerinin de cemal tecellileri gibi
güzel olduğuna bütün kalbiyle inanır ve “Kahrın da hoş, lütfunda hoş.” diyebilme makamına erer.
İşte Üstat Hazretlerinin “Ben kaderin mahkumuyum.” ve “Kaderin her şeyi güzeldir.” gibi
ifadelerini, sebepleri terk etme olarak değil, onun yüksek makamının bir göstergesi olarak
değerlendirmek durumundayız.
Üstat Hazretleri, “Kırk sene hayatımda otuz sene tahsilimde yanlız dört kelime ile dört
kelam öğrendim...” buyuruyor ve bu dört kelamdan birincisini “Ben nefsime malik
değilim.” şeklinde belirliyor. Ve devam ediyor: “Malikim kâinatın malikidir.”
Burada verilen temel mesaj şudur: Kâinat kimin ise ben de onunum. Ne gözüm benim, ne
kulağım. Ne ruhumu ben elde etmişim, ne hafıza mı. O halde bunların tamamını emanet bilip
bütününü kâinat malikinin rızası dairesinde kullanmakla mükellefim.
Göz benim şahsi malım değil, Allah’ın mülkü. Öyleye bu gözle dilediğim şeylere bakamam,
bakışlarım helal dairesinde ve hikmet üzere olmalıdır.
Biz de bütün organlarımızı ve sıfatlarımızı böyle değerlendirmek durumundayız.
Üstat Hazretleri insanın cüzi iradesini de bu şekilde değerlendiriyor ve şöyle buyuruyor:

“Senin yolunda o cüz'-i ihtiyârîden vazgeçiyorum ve enaniyyetimden teberri diyorum.”

Bu cümlede geçen “enaniyetten teberi” ifadesi çok önemlidir. Demek ki, cüz’i ihtiyariden
vazgeçmek, hiçbir işe teşebbüs etmeden “Olacak neyse olur.” deyip beklemek değil, olmasını
istediklerimizi nefis ve enaniyete kapılmadan sadece Allah namına ve O’nun hesabına istemektir.
Öte yandan, kendi irademize hiç iş düşmeyen sayısız icraatlar da var. Başımıza imtihan yollu
gelen belalardan, çevremizde ve tabiatta vuku bulan İlâhî icraatlara kadar bütün işler Allah’ın
iradesiyle tayin edilmekte ve yine O’nun kudretiyle yaratılmaktadırlar. Bunlar hakkında bize düşen
görev Üstat Hazretleri gibi “Kaderin her şeyi güzeldir.” diyerek bilemediğimiz gizli hikmetler
üzerinde ileri geri konuşmayıp İbrahim Hakkı Hazretleri gibi,

"Deme şu niçin şöyle,


Yerincedir ol öyle,
Bak sonunu sabreyle."

"Mevla görelim neyler,


Neylerse güzel eyler."

diyerek Üstadımızın “Pencerelerden seyret, içlerine girme.” tavsiyesine aynen uymaktır.


Kaldı ki, kaderin her şeyinin güzel olduğunun sayısız örnekleriyle iç içe yaşıyoruz ve bu
tecellilerle çepeçevre sarılmış durumdayız.
Sadece iki örnek vermekle yetinelim: Gözlerimizin şeklini, yerini, sayısını, büyüklüğünü ve
görevlerini Allah takdir etmiştir. Bunların hepsi güzeldir.
Yer küremizin de büyüklüğünü, deniz ve kara olarak taksimini, eğimini, kendi etrafında ve
güneş etrafındaki dönüş hızlarını da yine Allah takdir etmiştir, bunların da hepsi güzeldir.
Böyle sayısız güzellikleri gördükten sonra, aklımızın ermediği, hissimize ters düşen olayların
da mutlaka bilemediğimiz nice güzellikler taşıdığına inanmamız, Allah’ın “Alîm, Hakîm, Rahîm ve
Âdil” olduğuna imanımızın bir gereğidir.
Böyle bir bakış hakkında Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyururlar:

“ Allah’a hüsnüzan ibadettir.”

Tevekkül konusunda yanlış bir değerlendirmeye girmemek için Yirmi Üçüncü Söz’deki şu
tarifi yeniden hatırlayalım:
“Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin
perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek;
müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar
olmaktan ibârettir.” (Sözler, Yirmi Üçüncü Söz)

"Öyle ise, ey nefsim! Hiç durma. Birbiri içinde beş kârlı bu


ticareti yap. Tâ beş hasâretten kurtulup, beş rıbhi birden
kazanasın." Burada nazara verilen beş kârlı ticaretten ve beş
hasaretten maksat nedir?
Bu konu Altıncı Söz’de çok daha geniş olarak izah edilmiş bulunuyor. Orada hem beş kâr, hem
de beş zarar detaylı olarak açıklanmıştır. Burada sözü edilen beş kâr ve beş zararı o Söz’deki kârlar
ve zararlar olarak anlamamız daha isabetli olacaktır.
Bununla birlikte, bu metne sadık kalarak şunu söyleyebiliriz: Bu metinde sadece kârlar nazara
verilmiştir. Zararları ise bu kârların zıtları olarak düşünmek durumundayız.

Beş kâr:
1. Cennet gibi büyük bir fiyat vermesi.
2. Bizde emaneten bulunan mülkünü bizim için güzelce muhafaza etmesi.
3. Satmamız halinde bizdeki bu mülkün kıymetini yükselttirmesi.
4. Bizdeki mülkünü ahirette bâki bir surette tekrar vermesi.
5. Bizdeki mülkünü ahirette daha mükemmel olarak tekrar vermesi...

"Sabahleyin kalbime bu iki levha hutur etti. Şiire benzer, fakat


şiir değiller. O mübarek hatıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği
gibi muhafaza edildi..." Mukaddeme hakkında bilgi verebilir
misiniz?
Üstat Hazretleri, Kosturma'da sürgünde olduğu dönemde dünyayı terke karar vermişken, Cihan
harbinden sonra İstanbul’a döndüğünde, kendisine Darü’l-Hikmet-i İslâmiye azalığı teklif edilmişti.
Bu iki levha o dönemde kaleme alınmıştır. Bu konuda Şuâlar’da (On Dördüncü Şuâ) şu bilgi yer
almaktadır:

“Aziz, sıddık kardeşlerim,


"İki üç defadır ehemmiyetli bir hâlet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel
İstanbul'da beni Yûşâ Dağına çıkarıp İstanbul'un, Dârü'l-Hikmetin cazibedar hayat-ı
içtimaiyesini bıraktırıp, hattâ İstanbul'da bulunan Nurun birinci şakirdi ve kahramanı olan
merhum Abdurrahman'ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade
etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acîp inkılâbât-ı ruhînin bir misli, şimdi
mukaddematı bende başlamış. Üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak
zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum.”

"Sermayesi âfâkî mâlûmattan ibaret olan akl-ı dünyevî,.. Kalb


dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti. Vicdan dahi fânilerden
yüzünü çevirdi. Sen dahi bîçare nefsim,.." Akıl, ruh, kalp, vicdan
ve nefis sıralaması ve münasebeti açısından izah eder misiniz?
Sadece dünya işleriyle ilgilenen, kendini kimin yarattığını, görevinin ne olduğunu, nereden gelip
nereye gittiğini hiç düşünmeden yalnız “afakî malumat” ile, yani kendi haricindeki olaylarla
ilgilenen, onlardan nefsi namına ne gibi faydalar sağlayabileceğini düşünen, hakikate nüfuz edemediği
için de “zahirperest” olan bir insanın aklı, “akl-ı dünyevî”dir.
Böyle bir aklın ürettiği fikirler, sonunda hiçliğe incirar eder, bu ise ruhu hayrete ve ümitsizliğe
düşürür.
Sadece bir örnek verelim: Akl-ı dünyevî, portakalı inceler, onun C vitamini taşıdığını keşfeder.
Onu yiyen kişilerin bünyelerinin mikroplara karşı daha dayanıklı olup, özellikle grip hastalığına karşı
korunmuş olacaklarını ortaya koyar. Ancak, düşüncesini biraz daha ileri götürdüğünde portakal
yediği için grip olmasa bile sonunda öleceğini, kabirde çürüyüp gideceğini, hem kendisinin hem de
yediği portakalın hiçliğe incirar edeceğini düşündüğünde müthiş bir hayrete ve yeise düşer.
“Ufûl edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti.” ifadesi, özellikle, ölüm olayına
bakmaktadır. Ölümle ruh bedenden elini çekince, bedeni kuşatan ve besleyen kâinattan ve ondaki
hadisattan da elini çekmiş oluyor. Yani, artık o ruh için, beyinle ayağın, geceyle gündüzün, baharla
kışın bir farkı kalmamıştır. Hiçbiriyle ilgisi yoktur, onlardan ne fayda görür, ne de zarar. “Ölmeden
önce ölme” bahtiyarlığına erenler, aynı manayı hayatta iken de kalben yaşarlar ve mahlukata gönül
bağlamazlar.

“Kalb dahi mecâzî mahbublardan vazgeçti.”

Mecaz; “yerini tecavüz etmiş, farklı yerde kullanılan” demektir. Kalbin yaratılışında Allah’a
muhabbet vardır. Çünkü, “sebeb-i muhabbet olan cemal, kemal ve ihsanın” tamamı O’na aittir.

“Beşer, fıtraten, şu kâinatın Hâlıkına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır.
Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve
ihsana karşı sevmek vardır.”(Lem’alar, On Birinci Lem’a)

Mahlukat âlemi her yönüyle sınırlı, Allah’ın cemal, kemal ve ihsanı ise sonsuz olduğundan
muhabbet kabiliyetinin fanilere verilmesi “mecazî” bir muhabbettir ve kalbi tatmin etmez.

“Vicdan dahi fânilerden yüzünü çevirdi.”


Sonsuz aciz ve fakir olduğunu, bütün ihtiyaçlarının ancak kâinatın tümüne hükmü
geçen Rabbi tarafından görüldüğünü vicdanen bilen insan, kendisi gibi aciz, fakir ve fani olan
mahlukların onun derdine deva olamayacağını bilir ve onlardan yüz çevirir.
Yani, faydayı da, zararı da onlardan bilmez. Onlara müracaat etmek, yahut onlardan korkup
sakınmak yerine, bütün mahlukatın Hâlık’ına sığınır, “iyya ke na’büdü…”nün sırrına
ererek, “ancak O’na ibadet edip yalnız O’ndan yardım diler.”
Bütün bunları müşahede eden nefis de, kendine güvenmeyi ve fanilere gönül bağlamayı terk
edip “Lâ uhibbü’l-âfilîn” deyip kurtuluş yoluna girer.

"Şeyh-i Geylanî'nin (K.S.) Esma-i Hüsna manzumesini okudum.


Bana bir arzu geldi ki, esma-i hüsna ile bir münacat yazayım.
Münacat-ı Esmaiyesine bir nazire yapmak istedim." Mezkûr bu
nazirenin tercümesini yapar mısınız?
‫ُھَﻮ اْﻟﺒَﺎﻗِﻰ‬
Bâki-i hakîkî ancak O’dur

ِ ‫ﻀﺎﯾَﺎ ﻧَْﺤُﻦ ﻓِﻰ ﻗَْﺒ‬


‫ﺾ ُﺣْﻜِﻤِﮫ‬ َ َ‫َﺣِﻜﯿُﻢ اْﻟﻘ‬
Hükümlerinde hakîm olandır. Bizler O’nun kabza-i hükmündeyiz.

‫ﺴَﻤﺎُء‬ ُ ‫ُھَﻮ اْﻟَﺤَﻜُﻢ اْﻟَﻌْﺪُل ﻟَﮫُ ْاﻻَْر‬


‫ض َو اﻟ ﱠ‬
Hakem olan, Adl olan O’dur. Arz ve sema O’nundur.

‫ب ﻓِﻰ ُﻣْﻠِﻜِﮫ‬
ِ ‫َﻋﻠِﯿُﻢ اْﻟَﺨﻔَﺎﯾَﺎ َو اْﻟُﻐﯿُﻮ‬
O, mülkündeki bütün gaybları ve gizlilikleri bilendir.

‫ش َو اﻟﺜﱠَﺮاُء‬
ُ ‫ُھَﻮ اْﻟﻘَﺎِدُر اْﻟﻘَﱡﯿﻮُم ﻟَﮫُ اْﻟَﻌْﺮ‬
O, Kâdir ve Kayyûmdur. O’nundur arş ve sera (yer).

‫ﺻْﻨِﻌِﮫ‬ ِ ‫ﻒ اْﻟَﻤَﺰاﯾَﺎ َو اﻟﻨﱡﻘُﻮ‬


ُ ‫ش ﻓِ ﻰ‬ ُ ‫ﻟَِﻄﯿ‬
Sanatında latif güzellikler ve nakışlar sahibidir.

‫ﺴُﻦ َو اْﻟﺒََﮭﺎُء‬
ْ ‫ُھَﻮ اْﻟﻔَﺎِطُﺮ اْﻟَﻮُدوُد ﻟَﮫُ اْﻟُﺤ‬
O, Fâtır ve Vedûd'tur. Bütün kıymet ve güzellikler O’nundur.
‫ﺸُﺆِن ﻓِﻰ َﺧْﻠﻘِِﮫ‬
‫َﺟﻠِﯿُﻞ اْﻟَﻤَﺮاﯾَﺎ َو اﻟ ﱡ‬
Mahlûkat ayinelerinde mahlukatın şuunatında tecelli eden, O’nun celalidir.

‫س ﻟَﮫُ اْﻟِﻌﱡﺰ َو اْﻟِﻜْﺒِﺮﯾَﺎُء‬


ُ ‫ُھَﻮ اْﻟَﻤﻠُِﻚ اْﻟﻘُﱡﺪو‬
O’ Melik’tir ve Kuddüs’tür. İzzet ve azamet O’na aittir.

‫ﺻْﻨِﻌِﮫ‬ ِ ‫ﺑَِﺪﯾُﻊ اْﻟﺒََﺮاﯾَﺎ ﻧَْﺤُﻦ ِﻣْﻦ ﻧَْﻘ‬


ُ ‫ﺶ‬
Yarattıklarını modelsiz ve emsalsiz olarak yaratan O’dur. Biz de O’nun sanatının nakşıyız.

‫ُھَﻮ اﻟﱠﺪاﺋُِﻢ اْﻟﺒَﺎﻗِﻰ ﻟَﮫُ اْﻟُﻤْﻠُﻚ َو اْﻟﺒَﻘَﺎُء‬


O, Dâim-i Bâki'dir. Mülk ve beka O’nundur.

‫ﺿْﯿﻔِِﮫ‬ ِ ‫َﻛِﺮﯾُﻢ اْﻟَﻌﻄَﺎﯾَﺎ ﻧَْﺤُﻦ ِﻣْﻦ َرْﻛ‬


َ ‫ﺐ‬
O hediye ve ihsanları sınırsız olandır. Biz de O Kerîm’in misafirleriyiz.

‫ق اْﻟَﻜﺎﻓِﻰ ﻟَﮫُ اْﻟَﺤْﻤُﺪ َو اﻟﺜﱠﻨَﺎُء‬


ُ ‫ُھَﻮ اﻟﱠﺮﱠزا‬
Her hacete Kâfî’ olan Rezzak O’dur. Bütün hamd ve senalar yalnız O’na mahsustur.

‫ﺞ ِﻋْﻠِﻤِﮫ‬ ْ َ‫َﺟِﻤﯿُﻞ اْﻟَﮭَﺪاﯾَﺎ ﻧَْﺤُﻦ ِﻣْﻦ ﻧ‬


ِ ‫ﺴ‬
O, en güzel hediyeler sahibidir. Bizler O’nun ilminin nesciyiz (dokumalarıyız)

‫ﻖ اْﻟَﻮاﻓِﻰ ﻟَﮫُ اْﻟُﺠﻮُد َو اْﻟَﻌﻄَﺎُء‬


ُ ِ‫ُھَﻮ اْﻟَﺨﺎﻟ‬
Hâlık O’dur. Vâfî’ O’dur. Cömerdlik ve ihsan O’ndandır.

‫ﺸَﻜﺎﯾَﺎ َو اﻟﱡﺪَﻋﺎِء ﻟَِﺨْﻠﻘِِﮫ‬


‫ﺳِﻤﯿُﻊ اﻟ ﱠ‬
َ
Mahlûkatının şikâyetlerini ve dualarını işiten O’dur.

‫ﺸْﻜُﺮ َو اﻟﺜﱠﻨَﺎُء‬
‫ﺸﺎﻓِﻰ ﻟَﮫُ اﻟ ﱡ‬
‫ُھَﻮ اﻟﱠﺮاِﺣُﻢ اﻟ ﱠ‬
Rahîmdir, şifa verendir. Bütün şükür ve senalar yalnız O’na mahsustur.

ِ ‫َﻏﻔُﻮُر اْﻟَﺨﻄَﺎﯾَﺎ َو اﻟﱡﺬﻧُﻮ‬


‫ب ﻟَِﻌْﺒِﺪِه‬
Kullarının hata ve günahlarını bağışlayacak ancak O’dur.
‫ﺿۤﺎُء‬
َ ‫ُھَﻮ اْﻟَﻐﻔﱠﺎُر اﻟﱠﺮِﺣﯿُﻢ ﻟَﮫُ اْﻟَﻌْﻔُﻮ َواﻟﱢﺮ‬
O Gaffar'dır, Rahîm'dir. Af ve rıza O’ndandır.

"Siyah Dutun Bir Meyvesi... O mübarek dut başında Eski Said,


Yeni Said lisanıyla söylemiştir. Muhatabım Ziya Paşa değil,
Avrupa meftunlarıdır. Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur’ân
namına kalbimdir..." buraları izah eder misiniz?
"Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır.
Mütekellim nefsim değil, tilmiz-i Kur’ân namına kalbimdir."

Muhatabım Ziya Paşa değil, Avrupa meftunlarıdır( tutkunlarıdır). Konuşan nefsim değil, Kur’ânın
bir talebesi olması cihetiyle kalbimdir.

"Geçen Sözler hakikattir, sakın şaşma, hududundan hazer aşma.


Ecânip fikrine sapma, dalâlettir kulak asma, eder elbet seni nâdim."

Geçen Sözler gerçeğin tâ kendisidir, sakın şaşma, sakın hududundan aşma (yanlış yola sapma).
Ecnebilerin (yabancı kültürlere sahip kişilerin) fikrine sapma, dalâlettir kulak asma, seni (sonunda)
elbette pişman eder.

"Görürsün en ziyâdârın, zekâvette âlemdârın,


O hayretten der daim: “Eyvah, kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım!”

(Dikkat etsen) görürsün ki, o yolda sana ışık tutan, zekâsıyla önderlik eden kişi, (Doğru yolu
bulamamanın) hayretiyle daima der : “Eyvah, kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım!”

"Kur’ân dedirtir, ben de derim, hiç de çekinmem.


Ondan Ona şekvâ ederim, sen gibi şaşmam."

Kur’ân dedirtir, ben de derim, hiç de çekinmem. (Hayır ve şerri Allah’ın yarattığını bilerek,
ölüm, hastalık ve sair musibetleri) Ona şikâyet ederim, senin gibi şaşmam.

"Haktan Hakka feryad ederim, sen gibi aşmam.


Yerden göğe dâvâ ederim, sen gibi kaçmam."

Haktan (imtihan yollu gelen belalar için yine)Hakka sığınır, O’na yalvarırım, senin gibi
(haddimi) aşmam (şikayet yoluna girmem). Yerden göğe dâvâ ederim, sen gibi kaçmam.

Ki, Kur’ân’da hep dâvâ nurdan nuradır, sen gibi caymam.


Kur’an’dadır hak hikmet, ispat ederim, muhalif felsefeyi beş para saymam.
İlahi bir nur (ve hidayet kaynağı) olan Kur’an’ın davası, insanları (küfür ve dalalet
karanlığından) nura çıkarmaktır,(ona tabi olurum,) senin gibi caymam. (Faydalı ilim ve doğru hüküm)
Kur’ân’dadır, ispat ederim, (İnsanın ve kâinatın yaratılış gayesini Kur’ana zıt şekilde açıklamaya
çalışan) muhalif felsefeye beş para önem vermem.

"Furkandadır elmas hakikat, dercan ederim, sen gibi satmam.


Halktan Hakka seyran ederim, sen gibi sapmam."

Kur’andadır elmas hakikat, ona canımı feda ederim, sen gibi satmam (ilim ve hikmeti menfaatime
alet yapmam). (Mahlukat âlemini Allah namına tefekkür ederek) Halktan Hakka seyran ederim, sen
gibi sapmam.

"Dikenli yolda tayran ederim, sen gibi basmam.


Ferşten Arşa şükran ederim, sen gibi asmam."

Tehlikeli yolda (Kur’anın feyziyle) uçarak giderim, senin gibi yere basıp yaralanmam. Yerden
Arşa (kadar bütün ihsanları için Rabbime) şükran ederim, (bu vazifeyi) senin gibi asmam.

"Mevte, ecele dost bakarım, sen gibi korkmam.


Kabre gülerekten girerim, sen gibi ürkmem."

Ölüme, ecele (hakikatini bildiğim için) dost bakarım, (onlardan) senin gibi korkmam. (Ahbapların
toplandığı yer olan) kabre gülerek girerim, senin gibi ürkmem.

"Ejder ağzı, vahşet yatağı, hiçlik boğazı sen gibi görmem.


Ahbaba kavuşturur beni, kabirden darılmam, sen gibi kızmam."

Kabri senin (sandığın) gibi ejderha ağzı, vahşet yatağı, hiçliğe giden bir boğaz gibi görmem. Beni
dostlarıma kavuşturduğu için (beni dünyadan ayıran, bedenimi ortadan kaldıran) kabirden darılmam,
ona senin gibi kızmam.

"Rahmet kapısı, nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.
Bismillâh diyerek çalıyorum,(HAŞİYE-1) arkama bakmam, dehşet de almam."
HAŞİYE-1: Eyvah diyerek kaçmıyorum.

(Kabri) rahmet kapısı, nur kapısı, Hak kapısı (olarak gördüğümden), ondan sıkılmam, geri
çekilmem. (Kabre girmekle o rahmet kapısını) Bismillâh diyerek çalıyorum, arkama bakmam, dehşet
de almam.

"Elhamdülillâh diyerek rahat bulup yatacağım, zahmeti çekmem, vahşette kalmam.


Allahu ekber diyerek ezan-ı Haşri işitip kalkacağım,(HAŞİYE-2) Mahşer-i Ekberden
çekinmem, Mescid-i Âzamdan çekilmem."
HAŞİYE-2: İsrâfil'in ezanını fecr-i Haşirde işitip Allahu ekber diyerek kalkacağım.
Salât-ı Kübrâdan çekilmem, Mecma-ı Ekberden çekinmem.

Fecir zamanında sabah namazı için ezan okunduğunda, Müslümanların camiye koşmaları gibi,
İsrâfil’in sûra üflemesini de Rabbimin huzurunda toplanmak için bir nevi ezan telakki edecek,
“Allahu Ekber” diyerek kalkacağım ve huzura koşacağım. Ne bu namazdan çekilirim, ne de bu
toplanmadan çekinirim.

"Lütf-u Yezdan, nur-u Kur’ân, feyz-i iman sayesinde hiç üzülmem.


Durmayıp koşacağım, Arş-ı Rahmân zılline uçacağım, sen gibi şaşmam inşaallah."

Allah’ın lütfu, Kur’an'ın nuru ve imanın feyzi sayesinde hiç üzülmem. (Rabbimin ihsanlarına
ulaşmak için) durmayıp koşacağım, mahşerde Arş-ı Rahmân’ın gölgesine (selamete ermek için)
uçacağım, (o dehşetli günde) senin gibi şaşmam inşaallah.

"Siyah dutun bir meyvesi" cümlesinde siyah dutla ne


kastedilmektedir? Bu siyah dutla manzum meyve arasındaki
münasebet nedir? Eski Said’in, yeni Said lisanı ile söylemesi ne
anlama gelmektedir?
Bu manzum hakikatler, Anadolu’da “kara dut” olarak da ifade edilen, siyah dutlar veren bir
dut ağacınının gölgesi altında yazıldığı için, sanki o ağacın çok tatlı bir meyvesi gibi düşünülmüş.
Konu bir derece içtimaîdir ve Üstadımızın Eski Said dediği “İslâmın hayat-ı
içtimayesiyle” ilgilendiği dönemin bir yarasını, bir derdini konu almaktadır. Bu yara, garplılaşmanın
yanlış anlaşılması ve sadece onların kültürünü, toplum yapısını, sefahatini körü körüne taklit etme
yarasıdır. Bu mesele, bu yazının kaleme alındığı dönemde de önemini muhafaza ettiği ve o yanlış
telakki halâ hükmünü sürdürdüğü için, Üstat Hazretleri Yeni Said lisanıyla da aynı kanaatini dile
getirmiş oluyor.

"Soldan dahi hayır görünmediği için, hazır güne baktım.


Gördüm ki: Şu gün, güya bir tabuttur. Hareket-i mezbuhanede
olan cismimin cenazesini taşıyor. İman, o tabutu, bir ticaretgâh ve
şaşaalı bir misafirhane gösterir." İzahını yapar mısınız?
Bu münâcâtta insanın, Allah’a tevekkül etmeden, problemlerini kendi gücüne güvenerek
çözmeye çalışması halinde nasıl bir tablo ile karşılaşacağı, kalbi tatmin etmeyen ve ruhu doyurmayan
bu yanlış nazar yerine, iman gözüyle bakıldığında nelerle karşılaşılacağı, harika bir üslupla
anlatılmakta, ders verilmektedir.

İçinde bulunduğumuz güne gafletle bakıldığında, o gün sanki bir tabut gibi, insanı adım adım
ölüme götürmektedir. Mezbuh; kesilen, kurban edilen demektir. Sanki insan, kurban edilmek için
sırasını bekleyen bir kurbanlık gibi, günün her saatinde, her dakikasında kesilmeye, yok olmaya,
çürümeye doğru bir adım daha atmaktadır.

İman gözüyle bakıldığında ebedî saadetin bu dünyada kazanılacağı, her günün de o ulvî ticaretin
bir kesiti olduğu görülecek, zamanın geçmesi insanın bu dünya misafirhanesinden cennetteki ebedî
saraylarına doğru biraz daha yol alması şeklinde telakki edilecektir.

"Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış bütün aşıkların


başlarında, hüznalud mahbubların nağmesinin tarzını
işittiriyorlar." cümlesi hakkında bilgi verir misiniz?
Sultan Mahmud Gaznevî (970-1030)*

Gazneli Mahmud adıyla meşhurdur. Gazneliler Devletinin en büyük hükümdarıdır. Küçük yaşlarından
itibaren cesareti ve zekasıyla dikkat çekmiştir. Savaşlar dışında adam öldürmemeye azami gayret
göstermiş, esir aldığı bir çok hükümdara karşı merhametli davranıp, adil olmaya çalışarak saltanat
sürmüştür. Hindistan'a on yedi sefer düzenlemiş ve bu bölgede İslamiyet'in yayılmasında büyük etkisi
olmuştur. Şiire ve şairlere olan merakından ötürü sarayında çok sayıda şairi konuk etmiştir. Dünyevi
hazlara da düşkün olduğu söylenen sultanın eğlence meclisleri de teşkil ettiği nakledilmektedir.
Risale-i Nur'da geçen Farsça dizelerinden birinde ismi zikredilmektedir.
Mahmud, 970 yılında Gazne'de doğdu. Gazneliler Devletinin hükümdarı olan Sebüktegin'in oğlu
olması itibariyle küçük yaşından itibaren iyi bir eğitim almaya başladı. Cesareti ve zekasıyla
dikkatleri üzerine çekti. Babası henüz hayatta iken kendisinden küçük olan Mahmud'un kardeşi
İsmail'i tahta çıkarmaya karar verdi. Ancak, güçlü bir irade ve kudrete sahip olan büyük oğul
Mahmud bunu kabul etmedi. Babasının kararına karşı çıkan Mahmud, kardeşiyle giriştiği mücadeleyi
kazanarak Gazneli tahtını ele geçirdi (998)

Sultan Mahmud, iktidarı eline geçirdikten sonra zayıflamaya başlayan Samanî'lerin içişlerine
müdahale etmeye başladı. Onların tanımadığı Bağdat'taki Abbasi halifeliği adına hutbe okuttu. Bunun
üzerine halife tarafından kendisine, "Yeminü'd-devle ve eminü'l-mille" lakapları verildi.
Karahanlıların müdahalesi sonucu Samanîlerin ortadan kalkmasıyla toprakları Karahanlılar ve
Gazneliler tarafından paylaşıldı. Bu arada Sultan Mahmud, Horasan'da iktidarını
sağlamlaştırdı (Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, TTK., 2. Baskı, Ankara 1993, s.
36-37)

Sultan Mahmud, putperest olan Gûr bölgesi üzerine yönelerek buraları kontrol altına almaya çalıştı.
Buraya iki sefer düzenledi. Ayrıca, İslam dinini öğretecek hocaları bölgeye gönderdi. Ancak, Gûr
bölgesinde tamamen hakimiyet sağlanamadı. Daha sonra Hindistan'a yönelindi. Gazne'nin coğrafi
konumu ve Kuzey Hindistan ovalarına hakimiyeti bölgeye yapılan seferleri kolaylaştırdı. Hindistan'a
toplam on yedi sefer düzenlendi. Sultan'ın gayesi, bazı Şarkiyatçıların iddia ettikleri gibi zengin
kaynakları ele geçirmek değildi. Asıl amacı İslamiyet'i Hindistan'a yaymaktı. Nitekim devlet, burada
İslam dinini yaymaya çalıştı. Buradaki başarılar, Sultan Mahmud'un İslam dünyasında büyük bir
sempati ve şöhret kazanmasına vesile oldu. Abbasi halifesi, sultan hem kendisine hem de ailesine
şeref lakapları gönderdi.
Sultan Mahmud, Karahanlılara karşı üstünlük sağladı. Batı yönünde de ilerleme sağlayarak sınırlarını
Irak'a doğru genişletti. Burada bulunan Büveyhîleri mağlup etti ve Irak'ın önemli bir bölümünü
topraklarına kattı. Ancak, iktidarının sonuna doğru, Türkmenlerin Amu-Derya'yı geçmeleri ve
Horasan'a yerleşmelerine izin vermesi, sonraki dönemde devleti için büyük sıkıntılara vesile oldu.
Çok büyük başarılara imza atıp devletine parlak dönem yaşatan Sultan 1030 tarihinde Gazne'de vefat
etti. Öldüğü zaman devletinin sınırları batıda Azerbeycan'a, doğuda Hindistan'ın Ganj vadisine,
Harezm'den Hint Okyanusu sahillerine kadar uzanıyordu. Kalabalık ordusunu binlerce kilometrelik
sahada, her hangi bir sızıltıya meydan vermeden sevk ve idare etme başarısını gösteren Sultan
Mahmud, coğrafi konumu ve iklim şartlarına uygun muharebe tekniklerini tatbik etti. Askeri sınıflar
yetiştirmede büyük bir maharet gösterdi.

Hayatının önemli bir kısmını savaş meydanlarında ve seferlerde geçiren Sultan, özellikle Hindistan
seferleri sonrasında yorgun düştü. Doktorların ısrarlarına rağmen dinlenmeyerek saltanatın
gereklerini yerine getirdi. Dolayısıyla sağlığı giderek bozuldu. Yaygın olan kanaate göre verem
hastalığından ölmüştür. İdari teşkilata büyük önem veren Sultan'ın döneminde her şehre kadı tayin
edildi. Kadılara özel önem vererek devlet katında önemli bir itibar sağladı. Ayrıca, dürüst bir
şekilde görevlerini ifa etmelerini sağlamak için, yüksek ücret bağladı. Kadı tayin etme işinde; bilgi
ve dürüstlükleriyle ün kazanmış müftü ve İslam fakihlerine öncelik verdi.

Sultan Mahmud, ilim adamlarına büyük değer verdi ve bir çoğunu himayesine aldı. Harezm'i ele
geçirdikten sonra meşhur Ebu Reyhan el-Birunî'yi Gazne'ye getirtti. Birunî, Sultanın Hindistan'a
yaptığı seferlere katılma şansını elde etti. Birunî, bu seferler neticesinde Hindistan hakkında edinmiş
olduğu muhtelif konulara ait bilgileri kaleme aldı ve Tahkik Mali'l-Hind adlı büyük eserini vücuda
getirdi. Hindistan'ın dini, ilmi yapısı ve coğrafyası hakkındaki çok önemli bilgilere bu eserinde geniş
yer ayırdı. Ayrıca Birunî'nin hocalarıyla beraber, ünlü hekim ve filozof olan Ebü'l-Hayr İbnü'l-
Hammar'ı da başkentine getirdi. Diğer taraftan tarih yazıcılığı açısından da parlak bir dönem yaşandı.

Mimari faaliyetlere de büyük önem veren Sultan Mahmud, halkın istifadesine sunulan çarşı, köprü, su
yolu kemerleri gibi eserlerin inşa edilmesini sağladı. Çok sayıda cami yaptırdı. Allah'tan korkan,
zeki, cesur, ileri görüşlü, ihtiyatlı ve adil bir hükümdar olarak tanındı. Adaleti sağlamada gösterdiği
titizliğe, Nizamülmülk'ün Siyasetname adlı eserinde kayıtlı bir hadisede oğlunu yargılamaktan
çekinmemesi örnek olarak gösterilmektedir (Doğuştan Günümüze İslam Tarihi, Çağ Yay., 6. C.,
İstanbul 1987, s. 256)

Sultan Mahmud, adam öldürmeme konusunda titizlik gösteren hükümdarlardan oldu. Esir aldığı çok
sayıdaki hükümdarı hapse atmakla yetindi. Güzel görünüme meraklı olan Sultan, vezirine, "Yüzümün
güzel olmamasından dolayı halkın beni sevmemesinden korkuyorum" deyince, veziri Ahmed bin
Hasan da, "altın ve ziynetten uzak durarak halkın sevgisini kazanabilirsiniz" karşılığını verdi.

Sultan Mahmud'un sık sık ava gittiği ve eğlence meclisleri düzenlediği rivayet edilmektedir.
Gösterişe meraklı olmasından ötürü ihtişamlı saraylar yaptırdı, debdebeli bir tarzda saltanat sürdü,
yabancı devlet elçilerinin kabulü sırasında da bu durumu sergilemekten çekinmedi. Kabuller
sırasında resmi geçitler düzenledi ve ziyafetlerle birlikte misafirlerine ve elçilere zengin hediyeler
verdi. Halkına iyi davranan, şefkatle muamele eden bir hükümdar olmasına rağmen, arasıra halkın
mallarını müsadere ederek ellerinden aldığı da nakledilmektedir.

İlmi alandaki saygın kişileri başkentine toplayan Sultan Mahmud, şair ve şiire de özel önem verip bu
konuda büyük bir merak sahibi idi. Komşu ülkelerde bulunan şairleri kendi ülkesine davet etti.
Devletin resmi dilinin Farsça olmasının da etkisiyle çok sayıda şair sarayda toplandı. Dört yüz
civarında şairin sarayda toplandığının rivayet edilmesi şiire verilen önemi ortaya koymaktadır. Bu
çalışmalara ve faaliyetlerle İran Edebiyatının gelişmesine de önemli katkılar sağlandı. Meşhur
şairlerin güzel dizelerine yer veren Bediüzzaman, Sultan Mahmud'un adının geçtiği ve mahbubundan
ayrılmasının verdiği hüznün konu edildiği mısraları da nakledilmektedir:

"‫ﮕﯿِﺰ اَﯾَـﺎِزى‬ ِ ‫ﺳــ ِﺮ َﻣْﺤُﻤﻮْدَھــ ﺎ ﻧَْﻐَﻤَﮭـ ﺎ‬


ِ ‫ى ُﺣْﺰن اَْﻧ‬ َ ‫ ﺑَْﺮ‬yani Sultan Mahmud gibi mahbubundan ayrılmış
bütün aşıkların başlarında, hüznalud mahbubların nağmesinin tarzını işittiriyorlar" (1)

(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz.


* Bu yazı Rislae-i Nur Enstitüsünün Web Sitesinden alınmıştır.

"Tevekkülle belâ yüzünde gül, ta o da gülsün. O güldükçe


küçülür, eder tebeddül." Tevekkül ile bela yüzünde gülmek ne
demektir? Bela, güldükçe nasıl tebeddül eder?
Nur Külliyatı'ndan Lem’alar’da şöyle buyrulur:
“Nasıl ki, mübârezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, düşmanlık dostluğa, husûmet
şakaya döner, düşmanlık küçülür, mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak da öyledir.”
Bilindiği gibi, tevekkül sebeplere riayet ettikten sonra netice konusunda Allah’ın hikmet ve
rahmetine güvenerek rahat etmektir. Belâlar konusunda alacağımız bir tedbir varsa onu almakla
görevliyiz. Zira, hem bu vücut, hem de faydalandığımız haricî nimetler bize emanettir. Onlara zarar
vermemeye çalışmak durumundayız. Ancak, bize düşen görevi yerine getirdikten sonra nefsimizin
hoşuna gitmeyen sonuçlarla karşılaşırsak, bunları rıza ile karşılamamız gerekir. Böyle bir sonucu da
bir imtihan sorusu olarak görüp, o musibetten azami derecede istifade etmek için Rabbimizin “bize
bizden daha yakın olduğunu” düşünmeli, bela ve musibeti sabırla ve rızayla karşılamalıyız.

“Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gazabından fazla gazab


edilmez.”(Sözler, Lemeat)

Bazı musibetler insanın derecesini artırmak ve fani malını sadakaya çevirmek için verilmişlerdir
ve insanın bunlara karşı alacağı herhangi bir tedbir de olmayabilir; zelzele, kaza, sel felaketi gibi. Bu
gibi durumlarda, “belâların en büyüğünün enbiyaya, sonra evliyaya,..., geldiğini” haber veren
hadis-i şerifi hatırlayıp, her konuda olduğu gibi sabır konusunda da Allah’ın o sevgili kullarına ittiba
ederek o musibetlerden azamî derecede istifade etmeye çalışmamız gerekir.

"Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime


derman aramak için cihât-ı sitte denilen altı cihette nazar
gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım." Üstad'ın
dermanını arayıp da bulamadığı dert neydi?
İnsan, nihayetsiz aciz, fakir ve zaif bir varlıktır. Ancak ihtiyaçları ve arzuları ise sonsuzdur;
kabir, ecel, musibetler, hastalıklar, belalar, dertler ve elemler gibi tehlikeler ile karşı karşı olan bir
varlıktır. İşte bütün bunlar insan için birer derttir.

Üstad bunları tedavi edecek bir derman arıyor. İlk önce, tevekkülsüz, Allah'tan gafil ve kendine
güvenerek bir derman aramaya başlıyor, ancak yarası daha da derinleşiyor. Ne zaman ki Allah'a
tevekkül etti, Allah'ın kudretine dayandı, o zaman sıkıntılar da bitmiş ve yaralar tedavi edilmiştir
gördü.

Bu hayali tablo, insanın hayata olan iki ayrı bakışını temsil etmektedir. Bir grup insan birinci
gözlükle, diğerleri ise ikinci gözlükle varlığa bakıyorlar.

"Yirmi beş sene evvel Ramazanda, ikindiden sonra Şeyh


Geylânînin (k.s.) Esmâ-i Hüsnâ manzumesini okudum." Üstad'ın
okuduğu bu manzume hangisidir?
"Yirmi beş sene evvel Ramazan’da, ikindiden sonra Şeyh Geylânî’nin (k.s.) Esmâ-i
Hüsnâ manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki, Esmâ-i Hüsnâ ile bir münacat
yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek Münâcât-ı
Esmâiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat! Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan
kaldı. Bu münacat, Otuz Üçüncü Sözün Otuz Üçüncü Mektubu olan Pencereler Risalesine
ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı."(1)

‫ض‬ُ ‫ُھَﻮ اْﻟَﺤَﻜُﻢ اْﻟَﻌْﺪُل ﻟَﮫُ ْاﻻَْر‬ ‫ﻀﺎﯾَﺎ ﻧَْﺤُﻦ ﻓِﻰ‬ َ َ‫َﺣِﻜﯿُﻢ ْاﻟﻘ‬
‫ﺴَﻤۤﺎُء‬ ‫َواﻟ ﱠ‬ ‫ﺾ ُﺣْﻜِﻤِﮫ‬ ِ ‫ﻗَْﺒ‬
‫ش‬ُ ‫ُھَﻮ اْﻟﻘَﺎِدُر اْﻟﻘَﱡﯿﻮُم ﻟَﮫُ اْﻟَﻌْﺮ‬ ‫ب ﻓِﻰ‬ُ ‫َﻋﻠِﯿُﻢ اْﻟَﺨﻔَﺎﯾَﺎ َواْﻟُﻐﯿُﻮ‬
‫َواﻟﺜﱠَﺮۤاُء‬ ‫ُﻣْﻠِﻜِﮫ‬
‫ﺴُﻦ‬ ْ ‫ُھَﻮ اْﻟﻔﺎ َِطُﺮ اْﻟَﻮُدوُد ﻟَﮫُ اْﻟُﺤ‬ ‫ش ﻓِﻰ‬ ِ ‫ﻒ اْﻟَﻤَﺰاﯾﺎ َ َواﻟﱡﻨﻘُﻮ‬ ُ ‫ﻟَِﻄﯿ‬
‫َواْﻟﺒََﮭۤﺎُء‬ ‫ﺻْﻨِﻌِﮫ‬ ُ
‫س ﻟَﮫُ اْﻟِﻌﱡﺰ‬ ُ ‫ُھَﻮ اْﻟَﻤﻠُِﻚ اْﻟﻘُﱡﺪو‬ ‫ﺸُﺆوُن ﻓِﻰ‬ ‫َﺟﻠِﯿُﻞ اْﻟَﻤَﺮاﯾَﺎ َواﻟ ﱡ‬
‫َواْﻟِﻜْﺒِﺮﯾَۤﺎُء‬ ‫َﺧْﻠﻘِِﮫ‬
‫ُھَﻮ اﻟﱠﺪۤاﺋُِﻢ اْﻟﺒﺎ َﻗِﻰ ﻟَﮫُ اْﻟُﻤْﻠُﻚ‬ ِ ‫ﺑَِﺪﯾُﻊ اْﻟﺒََﺮاﯾَﺎ ﻧَْﺤُﻦ ِﻣْﻦ ﻧَْﻘ‬
‫ﺶ‬
‫َواْﻟﺒَﻘَۤﺎُء‬ ‫ﺻْﻨِﻌِﮫ‬ ُ
‫ق اْﻟَﻜﺎﻓِﻰ ﻟَﮫُ اْﻟَﺤْﻤُﺪ‬ ُ ‫ُھَﻮ اﻟﱠﺮﱠزا‬ ِ ‫ﻄﺎﯾَﺎ ﻧَْﺤُﻦ ِﻣْﻦ َرْﻛ‬
‫ﺐ‬ َ ‫َﻛِﺮﯾُﻢ اْﻟَﻌ‬
‫َواﻟﺜﱠﻨَۤﺎُء‬ ‫ﺿْﯿﻔِِﮫ‬ َ
‫ﻖ اْﻟَﻮاﻓِﻰ ﻟَﮫُ اْﻟُﺠﻮُد‬
ُ ِ‫ُھَﻮ اْﻟَﺨﺎﻟ‬ ‫ﺞ‬ ْ َ‫َﺟِﻤﯿُﻞ اْﻟَﮭَﺪاﯾَﺎ ﻧَْﺤُﻦ ِﻣْﻦ ﻧ‬
ِ ‫ﺴ‬
‫َواْﻟَﻌﻄَۤﺎُء‬ ‫ِﻋْﻠِﻤِﮫ‬

"ODUR BÂKÎ. O, hükmünü hikmetle icrâ eden Hakîmdir; biz de Onun hükmünün
elindeyiz. Hakem olan O, Adl olan O; arz ve semâ Onundur. Mülkünde gizli olanı, gaip
olanı O hakkıyla bilir. Kàdir olan O, Kayyûm olan O; Arş da, yer de Onundur. San’atının
nakışlarında ve vasıflarında görünen Onun lûtfudur. Fâtır Odur, Vedûd O; mahlûkattaki
bütün hüsün ve güzellikler Onundur. Mevcudat aynalarında ve mahlûkatının keyfiyâtında
tezahür eden Onun celâlidir. Melik Odur, Kuddûs O; izzet ve kibriyâ da Ona aittir.
Mahlûkatını acaib-i san’at içinde icad eden Odur; biz de Onun san’atının nakışlarıyız. Dâim
Odur, Bâkî O; mülk ve bekà Onundur. O atâsında pek kerîmdir; biz de Onun misafir
kàfilelerindeniz. Rezzâk Odur, her hâcete Kâfi O; hamd ve senâ Ona mahsustur. Rahmet
hediyelerinde görünen Onun cemâlidir. Biz de Onun ilminin mensucatındanız. Hâlık Odur,
Vâfî O; cûd ve atâ Onundur."

Şeyh Geylânî’nin (k.s.) Esmâ-i Hüsnâ manzumesi hakkında elimizde bir malumat yok, lakin şu
eserinin içinde olabilir, o eserde şudur; "El-Fuyûzâtu'r-Rabbâniyye fî Evrâd-il-Kâdiriyye." Bu
eser duâ ve virdlerden meydana gelir. Üstad Hazretleri o manzumenin benzerini zaten bu şekilde
yazmış.
(1) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam

"Yok, yok ise; o vardır." cümlesini nasıl anlamalıyız?


Aynada yansıyan ışık, aynanın kendi malı değil güneşin malıdır. İnsanın benliği de bir ayna
gibidir, bu benlikte görünen cüzi ilim, irade, kudret, sahiplik gibi hissiyatlar, Allah’ın isimlerinden
yansıyan tecellilerdir. İşte nefis de bir ayna hükmünde iken, kendini fail ve muktedir biliyor; zillet ve
alçaklığına bakmadan Allah’a meydan okuyor. İnsan bu mana-yı ismi ciheti ile fanidir, yok
hükmündedir ve yok olmaya da mahkumdur.
İnsan, kul ve ayna olduğunun bilincine vardığı zaman, Allah katında vardır ve rızasına
kavuşmuştur, kulluğu ve aynalığı bırakıp Allah karşısında varlık ve serbestlik iddia ederse, yokluk ve
fena içindedir. Yani varlıkta yokluk, yoklukta varlık vardır. İnsan benliği ile "ben varım" derse
yoktur; "ben yokum" derse, yani üzerindeki nimet ve ikramların kendinden değil Allah’tan olduğunu
bilirse, vardır demektir. Böyle olunca Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını arkasına ve yardımına almış
oluyor.
Mutlak adem, ebedi ve ezeli olarak olmamak, bulunmamak anlamındadır ki, böyle bir yokluk
mümkün değildir. Zira ezeli ve ebedi Vacibü'l-Vücud olan Allah mutlak yokluk kavramına müsaade
etmez. Nasıl ışık ile karanlık aynı anda aynı mekanda bulunması imkansız bir şey ise, mutlak yokluk
ile mutlak varlık da beraber bulunamazlar. Allah varsa yokluk yoktur; Allah da ezeli ve ebedi olarak
var olduğuna göre, mutlak anlamda yokluk diye bir şey söz konusu olamaz.
Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:

"Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin
harici yok ki, birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve
vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye, bazı ehl-i
tahkik "a'yân-ı sâbite" tabir etmişler. Öyleyse, fenâya gitmek, muvakkaten haricî libasını
çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar, vücud-u haricîyi
bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp daire-i ilme girer."(1)

Özet olarak, insanın kendi nispi ve itibari benliğini yok sayması ve vücut kazanması ile mutlak
anlamdaki yokluk arasında bir münasebet yoktur. Bu sebeple sizin önermeniz ve vardığınız hüküm
fasit ve geçersiz bir hüküm ve önermedir. Hem yokluk yok iken nasıl var olur, bu akıl ve mantığa
uygun düşmüyor. Bir şey hem var hem yok olamaz, ya vardır ya yoktur; yokluk yok olduğuna göre
varlığı söz konusu değildir.
(1) bk. Mektubat, On Beşinci Mektup.

"Zira feryat belâ-ender, hata-ender belâdır bil." ifadelerini


açıklar mısınız?
Bela ender, bela içinde bela; feryat ender ise, feryat içinde feryat demektir. Bu tanımlarla
birlikte söz konusu cümleye bakacak olursak, şöyle bir açıklama yapmamız mümkündür:

Başımıza gelen bir musibetten, bir beladan dolayı, "neden bu bela başıma geldi" diye feryad edip,
ağlayıp sızlamak bir çare olmadığı gibi, yaramızı daha da derinleştirir, adeta ikinci bir belaya
davetiye çıkarmış oluruz. Halbuki, sabır ve tevekkül ile karşılasak, musibet hafifleşir ve zamanla yok
olur. İkinci Lem'a'da geçen şu ifadelerde daha güzel bir açıklama vardır, ona bakalım:

"Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ,


gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet
verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt
kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça
büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî
musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve
tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe
hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider."(1)

(1) bk. Lem'alar, İkinci Lem'a, Beşinci Nükte.

“Masnuatta hiçbir eser yok ki çok mânalı bir lâfz-ı mücessem


olmasın, Sâni-i Zülcelâl’in çok esmâsını okutturmasın.” cümlesine
geçen “lafz-ı mücessem” ne demektir. Örnek verebilir misiniz?
Şu varlık aleminin ilim ve hikmetle adeta kaynaştığını hepimiz biliyor ve görüyoruz. Göz
hakkında kütüphaneler dolusu kitap yazılmış olması, gözdeki mânâ zenginliğinin en güzel bir ifadesi
olduğu gibi, o kitaplar da sanki gözde kendini okutan ilmin kitaplaşmış hali gibidir.

Göz, kâinat kitabından sadece bir kelime yahut bir harftir. Onun penceresinden âleme baktığımızda
her şeyin bir lafz-ı mücessem, yani cisim giymiş bir söz, mânâ dolu bir kelime olduğunu daha rahat
görebilir ve okuyabiliriz.

Cisim denilince aklımıza hemen onun efendisi olan ruh gelir. Her bir sanat eserinin ifade ettiği
mânâlar onun ruhu gibidir. “Çok mânâlı” ifadesi, bizi böyle bir yaklaşıma götürür. Öte yandan, bu
mânâların ne olduğu sorusunun cevabı ise cümlenin devamında şöylece belirlenir: Sâni-i Zülcelâl’in
esmâsı; yani, o eserde tecelli eden İlâhî isimler.

Bu noktada bir başka hakikat dersini hatırlıyoruz:

“Her eser-i Samedanî, bir mektub gibi, bir Sâni’-i Zülcelal’in esmasını bildirir. Nakıştan
mânâya geçsen, esma yoluyla Müsemmayı bulursun.”(Sözler, On Yedinci Söz)

Bir meyveyi düşünelim. Onda Hâlık, Musavvir, Müzeyyin, Rezzak, Kerîm gibi nice isimleri
okuyabiliriz. Bu isimler onda okunduğuna göre, o meyve bir surettir, bu isimler ise onun mânâları
gibidir. Sanki bu isimlerin tecellileri cisimleşmiş de o meyve vücut bulmuştur. Günümüzde,
mânâların cisim giymelerinin bazı küçük misallerini insanoğlu da, Allah’ın izniyle yakalamış
bulunuyor.

Bir teyp bandı, bir disket yahut bir CD ne kadar mânâ taşıyorlar! Bir ömrün mahsulü olan binlerce
sayfalık eserleri ince bir levhaya yerleştirebiliyorsunuz. O küçük levhayı, bilgisayardan habersiz
birisine verseniz hiçbir şey anlamaz. Buna yirmi kitap kaydedilmiş deseniz aklına sığıştıramaz. Ama
bir başkası, CD’yi bilgisayarına yerleştirir ve ondaki bütün mânâları ekranda, bir bakıma, seyreder.

Bu kâinat ve içindeki her varlık da kitaplar dolusu ilim ve hikmet yüklüdür.


BİRİNCİ LEVHA
Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.

"Beni dünyaya çağırma,


Ona geldim fenâ gördüm."

Dünya fani olmasından dolayı, gönül açısından uğraşmaya ve kalbî ilgiye değmez.

"Demâ gaflet hicab oldu,


Ve nur-u Hak nihan gördüm."

Gaflet, yani; Allah’tan habersiz olmak, daima hakkın gizli ve saklı kalmasına sebep oldu.

"Bütün eşya-yı mevcudat,


Birer fâni muzır gördüm."

Gaflet yüzünden bütün eşyayı kendime zararlı ve geçici birer düşman olarak gördüm.

"Vücut desen, onu giydim,


Ah, ademdi, çok belâ gördüm."

Allah’a karşı varlık dava ettim, yokluk içinde kalıp çok bela ve sıkıntı çektim.

"Hayat desen onu tattım,


Azap-ender azap gördüm."

Allah’tan gafil olan bir hayat, insana saadet değil; azap verir.

"Akıl ayn-ı ikab oldu,


Bekayı bir belâ gördüm."

Hayat gibi akıl da azap ve sıkıntı veren bir alet durumuna girdi, yaşamak bir bela hükmüne geçti.

"Ömür ayn-ı heva oldu,


Kemal ayn-ı heba gördüm."

Ömür gaflet yüzünden boşa gitti, bana takılan mükemmel kabiliyetler ise ziyan oldu, yani hevanın
basit bir oyuncağı olup gitti.

"Amel ayn-ı riya oldu,


Emel ayn-ı elem gördüm."

Amel ve işlerim hep başkaları için oldu, Allah için olmadı. Emel ve arzularım tahakkuk etmediği
için, hep acı veren boş hayaller oldular.
"Visal nefs-i zeval oldu,
Devâyı ayn-ı dâ gördüm."

Kavuşmak aynı ayrılmak oldu. Zira dünyanın içindekiler o kadar süratle yokluğa akıyorlar ki,
âdeta kavuşmak ile ayrılmak cem olmuş. Deva ile hastalık aynı olmuş.

"Bu envar, zulümat oldu;


Bu ahbabı yetim gördüm."

Nur ve ışık denilen şeyler karanlık oldu, yani vahyi terk eden akıl aydınlatmak yerine, her şeyi
karanlığa mahkum etti. Dost ve ahbapların yokluğa giden halleri, yetimin hali gibi acıklı oldu.

"Bu savtlar, nây-ı mevt oldu;


Bu ahyâyı emvat gördüm."

İşitilen sesler, ölüm sonrası hasıl olan ağıtlar ve çığlıklar şekline büründü. Hayatı ölüm şeklinde
gördüm. Yani doğanlar ölmek için doğuyorlar.

"Ulûm, evhâma kalb oldu;


Hikemde bin sekam gördüm."

İlimler insana güven vermek yerine, telaş ve kuruntu veren aletler hükmüne geçti. Hikmet ve
fenler ise; insana deva yerine dert hükmüne geçti. Mesela; ilim dürbünü ile gördüğü mikroplar ona
zarar verecek küçük düşmanlar şekline girdi. Yıldızlar ise dünyaya çarpması muhtemel geniş ve
büyük kütleler şekline girdi vs...

"Lezzet, ayn-ı elem oldu;


Vücutta bin adem gördüm."

Lezzet, gaflet sayesinde aynı acı oldu. Zira lezzetin yok olması acıdır. Varlık denilen şey kısa bir
andır, yani yokluğun başka bir şeklidir.

"Habib desen onu buldum,


Ah, firakta çok elem gördüm."(1)

Dost ve sevgili dersen onu buldum; ama bana ayrılık acısı çektirmekten başka bir işe yaramadı.

İKİNCİ LEVHA
Ehl-i hidayet ve huzurun hakikat-i dünyalarına işaret eder bir levhadır.
"Demâ gaflet zeval buldu,
Ve nur-u Hak ayan gördüm."

İman ve hidayet sayesinde; sürekli olan gaflet, son buldu. Gafletin gitmesi ile Hak ve marifet açık
bir şekilde hayatımda parladı.

"Vücut, burhan-ı Zât oldu;


Hayat, mir'ât-ı Haktır, gör."

Varlık ve vücut, bizzat kendisi Allah’a delil oldu. Sanat nasıl sanatkara delil ise, vücudum da
Vacibü'l-Vücud'a delildir. Hayatım ise; hakka ve hakikate güzel bir ayna oldu. Hayat üstünde
Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisine işaret ediyor.

"Akıl, miftah-ı kenz oldu;


Fenâ, bâb-ı bekadır, gör."

Akıl azap veren alet olmaktan çıktı, hidayet sayesinde Allah’ın isim ve sıfat hazinelerini açan bir
anahtar hükmüne geçti. Ayrıca fena ve ölümün ebedi hayatın kapısı ve başlangıcı olduğunu keşfetti.

"Kemâlin lem'ası söndü,


Fakat şems-i cemal var, gör."

Kendi kendime sahiplendiğim kemal, belki iman ve hidayet sayesinde söndü; ama ona bedel
sonsuz cemal ve kemali buldum ve ona güzel bir ayna oldum. Bir lem'a kemale karşı, sonsuz kemali
buldum.

"Zeval, ayn-ı visal oldu;


Elem, ayn-ı lezzettir, gör."

Yokluk ve ayrılık, aynı varlık ve kavuşmak oldu. Acı ve sıkıntı bildiğim şeyler, meğerse lezzet ve
saadetmiş, bunu iman ve hidayet ile gördüm.

"Ömür nefs-i amel oldu,


Ebed ayn-ı ömürdür, gör."

Ömür; iman ve hidayet sayesinde, bütünü ile amel ve ibadet şekline dönüştü. Ebedi alem ise,
bana ömür oldu. Yani amellerim ebediyete dönüştü.

"Zalâm, zarf-ı ziya oldu;


Bu mevtte, hak hayat var gör."

Karanlıklar ışığa ve nura bir zarf oldu, zarfı çıkardığın zaman nur ve ışık parlar. Ölümün zahiri ve
karanlık yüzü, hakikatine ve tatlılığına bir zarftır. Bu zarf çıkarsa/açılırsa, içindekinin karanlık ve acı
olmadığı anlaşılır.

"Bütün eşya enis oldu,


Bütün asvat, zikirdir gör."

İman ve hidayet sayesinde her şey dost oldu; kainattaki bütün seslerin birer zikir olduğu anlaşıldı.

"Bütün zerrat-ı mevcudat


Birer zâkir, müsebbih gör."

Kainattaki bütün zerreler ve küreler, Allah’ı tesbih ve tezkir eden birer kuldurlar.

"Fakrı, kenz-i gınâ buldum;


Aczde tam kuvvet var, gör."

Mahiyetimdeki nihayetsiz acizliği ve fakirliği, Allah’ın sonsuz zenginlik ve kudretini çekmekte bir
vasıta ve araç gördüm. Nasıl bebek acizliği ile anne ve babasını kendine hizmetçi yapıyorsa, insanın
acizlik ve fakirliği de, Allah’ın sonsuz kudret ve zenginliğini kendine celp ediyor.

"Eğer Allah'ı buldunsa,


Bütün eşya senindir, gör."

Allah’ı iman ve hidayet ile bulan her şeyi bulur, zira her şey Allah’ın mülküdür.

"Eğer Mâlik-i Mülke memlûk isen,


Onun mülkü senindir, gör."

Şayet Allah’a tam kul olursan, Allah’ın mülkü de sana kul olur.

"Eğer hodbin ve kendi nefsine mâlik isen


Bilâ-addin belâdır, gör."

Yok kendi cüzi kudret ve iradene dayanıp Allah’a kul olmaz isen, o zaman her şey sana yabancı
ve düşman olur, bir zerreye bile hükmedemezsin.

"Bilâ-haddin azaptır, tad;


Belâ gayet ağırdır, gör."

Küfür ve inkarın cezası ebedi azabı tatmaktır. Belası çok ağırdır bil.

"Eğer hakikî abd-i hüdâbin isen,


Hudutsuz bir safâdır, gör.
Hesapsız bir sevap var, tad;
Nihayetsiz saadet gör."(2)

İman ve hidayet ile Allah’a kul olursan, o zaman her iki dünya da safa ve saadet yeridir, gör
vesselam.
|
Yirmi Üçüncü Söz
Birinci Mebhas
"Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin
şükrünü eda etsin." cümlesini özellikle de teshirin şükrünü
eda etmeyi nasıl anlamalıyız?
"Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar,
ya ister. Yani, ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur.
Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nazenin, nazdar bir çocuk
hükmündedir. Rahmânü'r-Rahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr
ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir. Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin
şükrünü eda etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi,
"Ben kuvvetimle, bu kabil-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip
şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum" deyip küfran-ı
nimete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini
müstehak eder."(1)

İnsanın fıtratındaki nihayetsiz acizlik ve fakirlik kainatı kendine teshir ediyor, yani itaatkar
edip etrafında dolandırıyor. Güneşi insana mum ve lamba yapan sır, insandaki acizlik ve
fakirlik damarıdır. Hava, su, toprak ve sair şeyler insandan ürktüğü ve korktuğu için değil,
insan nihayetsiz aciz ve fakir olduğu için Allah tarafından istihdam ediliyor. İşte kainatın
insan etrafında hizmet ve istihdam olması, teshir olmak manasına geliyor.

Öyle ise insan bu acizlik ve fakirliği birer dua ve şefaat vesilesi yapıp Allah’a iltica etmesi
gerekir. Ve bu acizlik ve fakirlik sayesinde bütün kainatın insana teshir, yani itaat
ettirilmesine çokça teşekkür ve şükretmesi gerekir. İnsan maksadını elde etmek istiyor ise,
bu iki damarı çokça işletmek ve istihdam etmek ile elde edebilir. Nasıl çocuk ağlamak ile
anne ve babasının şefkatini celp ediyor ise insan da acizlik ve fakirlik dili ile ağlayıp
Allah’ın sonsuz rahmet ve şefkatini kendine celp etmelidir; maksada giden en sağlam ve
kestirme yol budur.

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas.

"... Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru


ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı
billâhtır." Bu paragrafı izah eder misiniz?
"Demek, hayvanın vazife-i asliyesi, taallümle tekemmül etmek değildir; ve marifet
kesbetmekle terakki etmek değildir; ve aczini göstermekle medet istemek, dua etmek
değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.
(...)"

"Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve
istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru
ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı billâhtır."(1)

Allah, insanın fıtratına, tarlaya tohumun ekilmesi gibi bir çok kabiliyet ve istidatları ekmiş.
Ta ki bu kabiliyetler ilim ve ibadet vasıtası ile inkişaf ederek gelişip büyüsün ve Allah’ın
isim ve sıfatlarına güzel bir takvim ve parlak bir ayna olsun. Allah, insanın fıtratına ekilen
bu kabiliyetlerin inkişaf etmesini de ilme bağlamış. İnsan ilimde terakki ettikçe, mahiyetinde
gizli ve açılmayı bekleyen şeylerde beraberinde terakki edip izhar ve ilan oluyor.

Mesela, maddi ilimler noktasından tıp ilminin inkişaf etmesi ile insanın bedenindeki o harika
sanatlar ve incelikler açığa çıkıp, sanatkarı olan Allah’ı takdis ve tazim ediyor. İnsan bu tıp
ilminin çıkardığı harika sanatları iman ve marifet iksiri ile gözlemlerse, o zaman tıp ilmi bir
cihetle hakiki ve maksut bir ilme dönüşüyor ve Allah’ın şafi ismi başta olmak üzere, bir çok
ismine güzel bir takvim ve ayna oluyor. Tıp ilminin esası ve hakikati Allah’ın isimleridir,
lakin bu hakikat ve esas ancak iman ve marifet gözlüğü ile görülebilir.

Bütün maddi ve manevi ilimlerin hepsi Allah’ın bir ismine veya bir çok isimlerine açılan
pencereler hükmündedir. Bu ilimlerin iksiri ve motoru da iman ve marifettir, yani
Kur’an’ın ders verdiği şekilde o ilimlere bakıp o ilimleri doğru ve hidayet süzgeci ile
süzebilmektir. Yoksa felsefi bir bakışla o maddi ve manevi ilimlerin altında duran Allah’ın
isimleri görülmez, gizlenir. Böylece ilimlerin esası ve hakikati olan iman ve marifet insan
mahiyetinde ne görünür ne de inkişaf eder.

Özet olarak, kainatın bütün maksat ve vasıtaları hep iman ve marifete yönelmiş, ona bakıyor
her şey imanın ve marifetin anlaşılması ve yaşanması için tasarlanmış. Öyle ise ilimlerin
ilimi ve bu ilimlerin gerçek gayesi iman ve marifettir. İman ve marifeti bilmeyen birisi bütün
kevni ilimleri bilse de esassız ve hakikatsizdir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

"...Hattâ çift sürmek, hazîne-i rahmet kapısını çalmaktır.


Bu nevi duâ-i fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve unvânına
müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i
mutlakadır." İsim ve unvana müteveccih ifadesinden ne
anlamalıyız?
Sebeplerin vaziyeti ve netice için araya girmesi, Allah’ın isim ve sıfatlarını izhar ve ilan
etmek içindir. Yani kainatta sebeplerin bir tertip ile neticeye vesile ve vasıta olmasının en
önemli sebebi, isimlere perde ve sahne olmak içindir. Bu yüzden sebepler olmadan netice
olmuyor.
Bu hakikati akla yaklaştırmak için şöyle bir temsil verebiliriz:
Mesela, bir bina ustası kendi ustalık sanatını insanlara göstermek için bir bina inşa
etmeye başlıyor. Bu binayı iki farklı tarzda inşa etme yeteneğine sahip.
Birinci tarz harika bir şekilde binayı defi ve ani olarak sebepsiz ve müddetsiz yapması.
Bu tarz inşa şeklinde her şey ani olduğu için, seyirciler ustanın ustalığı ve mahareti hakkında
bir şey anlayamaz. Tertip ve sıra gözetilmediği için ince sanat ve kabiliyetler tam idrak
edilemiyor, her şey anlık cereyan ediyor.
İkinci tarz ise inşa ile yapmaktır. Yani binayı bir tertip ve sebep ile yapmak tarzıdır.
Usta, binayı yaparken, binanın her aşamasını belli bir müddet ve zaman ile seyircilerin
nazarına izhar ederek yapıyor. Başka bir tabirle sindire sindir ve göstere göstere binanın
üzerinde bütün maharet ve ustalığını seyircilere sergiliyor. Burada elbette bir süreç ve
merhaleler zinciri olmak gerekiyor. Tertip ve müddet içinde seyirciler ancak bir şey
anlayabilirler.
Aynen bu misaldeki gibi Allah’ın da iki farklı yaratma tarzı vardır; birisi ibda diğeri
inşadır.
İbda tarzı yaratması, defi ve ani bir şekilde her şeyin sebepsiz ve müddetsiz yoktan var
edilmesidir. Bu tarz yaratma daha çok eşyanın ilk olarak yoktan var edilmesidir. Ya da
eşyaya kaynaklık eden temel maddelerin yoktan ihdasıdır. Bu tarz yaratmada insanların
nazarı talim açısından pek bir şey anlayamaz.
İnşa tarzı yaratmakta ise, eşya zaman ve müddet içinde sebeplerin eli ile yaratılıyor.
Bu tarz yaratmada talim ve terbiye esastır. Allah bu inşa tarzı yaratmasında kendi maharet ve
hünerlerini unvan ve isimlerini insanlara göstermek ve izhar etmek istiyor. Bu yüzden ani ve
defi değil, tedrici ve göstere göstere, iş ve icraat yapıyor.
Demek sebeplerin bir araya gelmesinde hem o isim ve unvanların manasını gösterip ilan
etmek manası var, hem de neticeyi fıtri bir lisan ile istemek manası vardır. Sebeplerin isim
ve unvanlara yönelmesi ve neticeyi istemesi bu anlamdadır. Açlık hem Rezzak ismini ilan
ediyor, hem de o isme fıtri bir şekilde yalvarıp ona yöneliyor demektir.
"Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî esbaba ve
tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer
parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar..." cümlesini ve
baki kalmayı nasıl anlamalıyız?
"Eğer kat-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o
mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni unutulsa,
Sânie müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar
âli san'atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen
bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder.
Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız
madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi,
kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir
halde, yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte, küfür
böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder."(1)

Bir elmanın Allah’a işaret eden yönü, maddi ve manevi, latif ve kesif olmak üzere iki
şekildedir. Manevi ve latif yönü ancak iman ve hidayet gözlüğü ve dürbünü ile görülebilir.
Mesela, elmanın nimet olma ciheti Münim ve Kerim olan Allah’a bakar; bu iki isim de
ancak Allah kabul edilip de hidayet ile nurlanıldığı zamana hissedilir, Allah’ı tanımayan
birisi bu iki manevi ismi göremez. Demek bu gibi manevi ve latif isimler ve manalar, ancak
iman ve hidayet ile görülebiliyor.
Bir de elmanın maddi şekil ve tasviri var; bu da Allah’ın Musavvir ve Munazzım
isimlerine bakıyor. Lakin bu şekil ve tasvir maddi ve kesif olduğu için kafir bunu görüyor
inkar edemiyor, diğer manevi cihetleri hiç göremiyordu. Ama bu şekil ve tasviri o isimlere
değil sebeplere havale ediyor. Yani elmanın o harika estetik şekli şu maddenin açılımıdır,
diyerek orada ki harika sanatı sebebe veriyor ve isim ve müsemmayı inkar ediyor. İşte Üstad
Hazretlerinin "baki kalan ve gözle görülen kısım" dediği bu maddi ve kesif sanatlardır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz

"Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için,


abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini,
huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir." Allah'ın
dualarımıza cevap verdiğini nasıl anlayabiliriz?
Allah’ın dualarımıza cevap verdiğini anlamamızın iki yolu vardır:
Birisi, Allah sonsuz ilim ve merhamet sahibi olduğu için, insanlara ihtiyacı verip sonra
onları görmezlikten gelmesi ilim ve merhametle bağdaşmaz. Öyle ise onun sonsuz ilim ve
merhameti, bizim dualarımızla ilgilendiğini ve cevap verdiğinin en büyük ispatıdır.
Ayrıca Allah, her duaya cevap vereceğini kelamı olan Kur’an'da ilan etmiştir. Biz şunu
iyi bileceğiz ki, onun vaadi ve merhameti bizim dualarımızın cevabına bir sigorta ve
teminattır.
İkincisi, hayatımızı dikkat ile dinlemek ve takip etmektir. Yani ne dua etmişiz, nasıl bir
cevap verilmiş bunun izlerini ve emarelerini hayatımızda görebiliriz. Bazen biz erkek evlat
isteriz, o bize daha hayırlı ve güzel olan Hz. Meryem gibi bir kız verir.
Öyle ise "duam kabul olmadı" denilmez, belki daha güzel ve ehven bir şekilde kabul
olundu denilir. Yani duamızın cevabı sadece aynı ile verilmesi demek değildir. Bazen
dünyada zenginlik için dua ederiz, Allah bize daha hayırlısı olan ahirette bir zenginlik
bahşeder. Belki bu duanın ne suretle cevaplandığını tam manası ile bilemeyiz, ama mutlaka
cevaplandığını bilmeliyiz ve bilebiliriz.

"Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül


etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme
bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve
nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı
billâhtır." Allah'ın varlığını bilse de iman etmeyebilir mi bir
insan? Bilmek akılla, iman kalple mi olur?
İman, Hazreti Peygamber Efendimizin (asv) getirmiş olduğu dini, kalp ile tasdik, dil ile
ikrar, aza ile amel etmekten ibarettir. Yalnız, aza ile amel imanın asli bir rüknü değil, kemali
bir rüknüdür. Amelsiz iman da makbuldür, ama bu iman kamil bir iman değildir. Kamil iman
ise ancak tahkiki olan imandır.
Tahkiki İman, Allah’ın isim ve sıfatlarının kainattaki tecellilerini okuyarak, her şey
üzerinde Allah’ın rablık ve ilahlık unvanını görerek, Allah’ın varlığına ve birliğine iman
etmek demektir. Kainatta her şeyin Allah’a açılan bir pencere olduğunu ve bu pencerelerden
Allah’ın isim ve sıfatlarını seyrederek, sağlam ve kuvvetli bir iman getirmek anlamındadır.
Yani tahkiki iman, sarsılmaz ve şüphelere mağlup olmaz derecede ispat ve deliller ile
Allah’a ve onun bildirdiklerine iman etmek anlamına geliyor. Tahkiki imanın da kendi
arasında çok derece ve mertebeleri vardır.
Allah insanın fıtratına, tarlaya tohumun ekilmesi gibi, bir çok kabiliyet ve istidatları
ekmiş. Ta ki, bu kabiliyetler ilim ve ibadet vasıtası ile inkişaf ederek gelişip büyüsün ve
Allah’ın isim ve sıfatlarına güzel bir takvim ve parlak bir ayna olsun. Allah, insanın fıtratına
ekilen bu kabiliyetlerin inkişaf etmesini de ilme bağlamış. İnsan ilimde terakki ettikçe,
mahiyetinde gizli ve açılmayı bekleyen şeyler de beraberinde terakki edip izhar ve ilan
oluyor.
Mesela maddi ilimler noktasından tıp ilminin inkişaf etmesi ile insanın bedenindeki o
harika sanatlar ve incelikler açığa çıkıp, sanatkarı olan Allah’ı takdis ve tazim ediyor. İnsan
bu tıp ilminin çıkardığı harika sanatları iman ve marifet iksiri ile gözlemlerse, o zaman tıp
ilmi bir cihetle hakiki ve maksut bir ilme dönüşüyor ve Allah’ın şafi ismi başta olmak üzere
bir çok ismine güzel bir takvim ve ayna oluyor. Tıp ilminin esası ve hakikati Allah’ın
isimleridir, lakin bu hakikat ve esas ancak iman ve marifet gözlüğü ile görülebilir.
Bütün maddi ve manevi ilimlerin hepsi Allah’ın bir ismine veya bir çok isimlerine
açılan pencereler hükmündedir. Bu ilimlerin iksiri ve motoru da iman ve marifettir. Yani,
Kur’an’ın ders verdiği şekilde o ilimlere bakıp, o ilimleri doğru ve hidayet süzgeci ile
süzebilmektir. Yoksa felsefi bir bakışla, o maddi ve manevi ilimlerin altında duran Allah’ın
isimleri görülmez, gizlenir. Böylece ilimlerin esası ve hakikati olan iman ve marifet insan
mahiyetinde ne görünür ne de inkişaf eder.
Yani kainatın bütün maksat ve vasıtaları hep iman ve marifete yönelmiş, ona bakıyor.
Her şey imanın ve marifetin anlaşılması ve yaşanması için tasarlanmış. Öyle ise ilimlerin
ilimi, ilimlerin şahı ve bu ilimlerin gerçek gayesi iman ve marifettir. İman ve marifeti
bilmeyen birisi, bütün kevni ilimleri bilse de esassız ve hakikatsizdir.
Okumuş ve eğitimli insanlarda, ben bilirim havası ve enaniyet ziyadesi ile inkişaf ettiği
için, çok zahir hakikatleri bile göremeyebiliyorlar. Enaniyet ve kibir ilmin şeklini değiştirip,
küfre vesile yapabiliyor. Hatta bu asrın en büyük kafirleri, bunların içinden çıkmış.
İnsanın düşünce yapısını ve fikir alemini şekillendiren ve besleyen iki ana unsur vardır.
Birisi fikir nurudur. Yani akıl ile dış alemden aktarılan verilerdir. Diğeri ise kalbin
aydınlığından, iç alemden toplanıp gelen nurlardır. Allah insanı iki boyutlu bir fıtrat ile
yaratmıştır. Birisi dış alem, diğeri ise iç alem. Dış alemin kapısı akıl, iç alemin kapısı ise
kalptir.
İşte insanın dış kapısı açık olsa, oradan tonlarca veri ve bilgi aksa, ama iç kapı kapalı,
yani kalp zulmet içinde olsa, o dışarıdan gelen ilim ve veriler fayda vermez. Nasıl görmek
için gözün hem beyaz tabakası hem de siyah tabakası olması gerekir, yoksa görme
gerçekleşmez. Aynı şekilde fikrin aydınlığı ve ilmi yanında, kalbin idrak ve basiret noktası
da beraber olması gerekir. Yoksa, basiret ve sezgi gerçekleşmez. Kalbin süveydası olan
enaniyet ve kibir kafirler için kalpteki karanlık ve günahlı noktadır ki, gelen bütün ilimleri
manasız ve boşa çıkaran bu noktadır.
Müminin kalbindeki hidayet ve iman, kalbin ortasındaki idrak ve basiret noktasıdır. Bu
da kafirin aksine, gelen bütün ilim ve manaları imana ve sevaba kalbeden bir makine gibi
çalışıyor.
Göze her taraf ışık olsa ama gözün içindeki siyah tabaka olmadı mı, görme olmaz. Onun
için bir adam kainatın bütün ilimlerini bilse ve anlasa, kalbindeki o basiret ve idrak nuru
yoksa, hepsi boşa çıkıyor, imana dönüşmüyor. Bu sebeple kimse filanca ilim adamı inkar
etmiş onca ilmine rağmen, diye şüpheye düşmesin.
Basiret ise, kalbin anlama ve kavrama yeteneğidir. Akıl için, nasıl mantık kaideleri
varsa, basiretin de anlama mekanizması ince ve latif bir donanım ile çalışır. İnsanda iki
akıl vardır; biri baş aklı, diğeri kalp aklı. İkisi uyum içinde olursa netice alınır, yoksa biri
çalışır, diğeri çalışmaz ise netice tek taraflı gider.
Basar maddeyi görür, basiret ise röntgen şuaı gibi maddenin maverasını seyreder ve
oradaki marifet şualarını toplar. İşte bilim adamlarının maddi gözü maddi ilimleri görüyor,
ama kalbi gözleri o ilimlerin maverasını göremediği için, imana gelmiyorlar.

"Ehl-i dikkat nazarında, za´fı gösteren tekebbürün ile,


aczi gösteren gururun ile, riyayı ve zilleti gösteren tasannuun
ile kendini halka mudhike yaptın." cümlesini nasıl
anlamalıyız?
"Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha
kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber
denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız
başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu
halde görse, ya divanedir diye seni tard edecek; ya "Haindir, gemimizi itham
ediyor, bizimle istihzâ ediyor. Hapsedilsin" diye emredecektir. Hem herkese
maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi
gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla kendini halka müdhike
yaptın. Herkes sana gülüyor" denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi.
Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. "Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten,
hapisten, maskaralıktan kurtuldum" dedi."(1)

İnsan nihayetsiz acizlik ve fakirlik ile donatılmışken, kibirlenmesi, zıtların birbirini daha
parlak göstermesi sırrınca, zaaf ve aczine işaret ediyor. Nasıl beyaz yazı en net şekilde siyah
tahta da görünür ya da yemek lekesi aşikar olarak beyaz ve açık renkli elbiselerde dikkat
çeker; aynı şekilde acizlik ve fakirlik ile sarmalanmış bir insanın kuvvetliymiş gibi sahte bir
kibir ve gurur vaziyeti alması, onun ne kadar aciz ve zayıf olduğunu biraz daha parlattırır
demektir.
İnsan kendi cüzi ve emanet olan kudretçiğine güvenip Allah’ın sonsuz kudret limanına
acizlik ve fakirlik parolası ile iltica etmez ise, dünyanın dağdağalı ve fırtınalı hayatında
boğulur ve perişan olur. Böylece insanlar arasında zayıf ve zavallı, Allah katında ise hain
ve alçak olarak addedilir. Öyle ise insan acizlik ve fakirlik halini kibir ve gurur vasıtası ile
örtmeye değil, itiraf ve dua vasıtası ile ilticaya sevk etmelidir. Dev gibi bir acizlik, cüzi
kibir perdesi ile örtülemez. Örtmeye yeltenmek komiklik ve zavallılıktır.
Yapmacık ve suni davranışlar, zaten kişinin riyakar ve zelil olduğunu çok çabuk gösterir,
dikkat bile istemez. Bu yüzdendir ki, halk arasında riyakar ve zelil insanlar pek sevilmezler,
mert ve özü sözü bir olanlar daha ziyade sevilirler.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz

"Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne


tahakkümüyle değil,.." cümlesini izah eder misiniz?
Buradaki "hevâperestâne" ifadesine, gayrimeşru istekler
misal verilebilir mi?
"Heva" kelime olarak nefsin isteği, nefse düşkünlük, nefsin gelip geçici olan heves ve
arzuları anlamına geliyor. Bu arzular içinde meşru ve helal olan arzular da vardır. Bu yüzden
heva eşittir haram istekler demek yanlış olur.
Hevanın diğer bir anlamı da nefsin zararlı ve günah olan arzularıdır. Bu tanıma göre
hevaperestane duaları gayrimeşru ve haram olan istekler şeklinde anlayabiliriz. Ama bu çok
uzak ve tekellüflü bir mana olur. Çünkü en cahil adam bile haram bir isteğin duaya konu
edilemeyeceğini bilir ve genellikle de duaya dahil etmez.
Hevaperestane duayı insanın bencil bir şekilde kendine zararlı mı olur faydalı mı olur
mülahazasını yapmadan, ama meşru olan bir menfaati ısrar ile istemesi şeklinde anlamak
gerekir.
Mesela Salebe'nin ısrarla Peygamber Efendimiz (asv)'den zengin olması için dua
istemesi buna bir örnek olarak verilebilir. Nitekim zenginlik verilince de yoldan sapıp zekatı
reddedecek bir duruma gelmiş ve ebedi hayatını da büyük bir riske sokmuştur. Bu yüzden
dua ederken hakkımızda hayırlısını istemeli ve tercihi Rabbimize bırakmalıyız, zira O
hakkımızda en hayırlısını bilir ve ona göre verir.
İnsan hodkâm ve bencil olduğu için, her şeyi kendi nefsinin ölçüleri ile ölçüp tartıyor.
Bir şey nefsin hoşuna gitti mi iyi gitmedi mi kötü oluyor. Halbuki iyilik ve kötülüğün miyarı
nefsin hevası değil İlahi adalet ve mizandır. Bu yüzden insan nefsini ve hevasını kainata
mühendis tayin etmemelidir.
Üstad Hazretleri bu ince hakikate şu şekilde işaret ediyor:

"Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı
fesada gider.
"Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz'î hevesini
külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin
derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet
nikmet olmasın? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzi olmayan
hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?"(1)

Mesela sel, deprem, kıtlık gibi zahiren şer gibi duran şeylerin ince ve bilinmeyen çok
hikmet ve maslahatları vardır ki, insan bunları göremediği ve sadece nefsine gelen bazı
zararları nazara alarak meseleye baktığı için, külliyen şer olarak algılıyor. Yağmurun külli
hayır ve neticelerini unutup sel ve afat gibi birkaç zararına bakarak yağmura külliyen şer
demek gibidir. İnsan yağmura sadece nefsine temas eden noktadan bakıyor, umumi ve külli
noktadan baksa yağmurun şer değil hayır olduğunu görebilecektir.
Mesela hastalık insan nefsinin hoşuna gitmediği için nefis onu şer olarak görür halbuki
hastalığın çok ince ve latif manaları ve maslahatları vardır. İnsana nimetin kıymet ve
derecesini ihsas ettirir, dalalete ve günahlara gitmeye bir perde teşkil eder vesaire bizim
göremediğimiz sayısız hikmet ve maslahatları vardır. Biz bunları nazara almayarak sadece
nefsimize sıkıntı veren bir iki vechesine bakıp bu şerdir deriz ki hakikat bu değildir. Tersi
sıhhat nefsimizin hoşuna gider, ama bilmiyoruz ki bize çok zararları var. Çokların ebedi
saadeti kaybetmesinde önemli bir faktördür sıhhat. Ama nefse ve zahire göre maslahat ve
menfaat gibi durur.
İşte insanın bu dar ve kısıtlı bakışı ve bu bakıştan çıkan duası kainatın umumi sistemini
ve kanunlarını askıya alıp geri çeviremez. Mesela ben dua şeklinde desem ki: "Allah’ım, kar
ve yağmur benim asabımdaki hastalıkları tahrik ediyor, bundan böyle sürekli güneşli
hava olsun kar ve yağmuru kaldır!..” Elbette dar ve hevamdan gelen bu dua, Allah’ın külli
bir kanunu olan yağmur ve karı ıskat ve iptal edemez. Kainatı çeviren büyük kanunları,
insanın adi ve hevaya dayanan duaları değiştirip askıya alamaz. Böyle bir dua hevaperestane
bir dua olur.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.

"Gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil


bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve
hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim."
izah eder misiniz, bu meclisler dünyada mı, berzah aleminde
mi?
"Baktım ki, o gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir
caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil
bahçelerle nuranî insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir
meclisleri olduğunu fark ettim."(1)

Bu ibarelerde, dünya ve içindeki hadiselere iman nazarı ile nasıl bakılır o öğretiliyor.
Mazi küfrün nazarında meyyit ve ölü iken, imanın nazarında hay ve diridir. Geçmiş zamanda
yaşamış alim ve evliyaların cesetleri ve cisimleri her ne kadar ölmüş olsa da ruhları ve
hizmetleri ebedi ve bakidir. Onlar yokluğu ve fenaya değil varlığa ve bekaya geçtiler.
Bu ifadeleri birkaç manada anlayabiliriz:
Birisi, mazide yaşanmış hadiseler, aynı ile kayıt altına alınıp alem-i bekada müze gibi
teşhir edildiğinden, mazi yok olmuş sayılmaz.
İkincisi, sadaka-i cariye ve hayırlı evlat gibi bazı amellerin devam edip, ölen kimselerin
alem-i berzahta amellerini ve makamlarını geliştirmesi ve işletmesi, alem-i berzahta da o
mübarek evliya ve alimlerin her cihetle terakki edebileceklerine işaret ediyor. Evet onlar
günah ciheti ile ölüyorlar, hayır ciheti ile hay ve diridirler.
Üçüncüsü, insan kalp ve ruhun derece-i hayatına çıktığı zaman, nuraniyet sırrı ile
zamanın kayıtlarından kurtularak mazi ve müstakbel hazır zaman gibi olabilir. Bu cihetle
mazi aynı hazır zaman gibi diridir denilebilir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

"İman hem nurdur, hem kuvvettir." cümlesinde, iman


neden nurdur, açıklayabilir misiniz?
Nur, eşyanın görünmesine vesiledir. Karanlıkta ne olduğunu farkedemediğimiz veya
başka şeylere benzettiğimiz varlıkları, ışık ve nur sayesinde gerçek mahiyetlerini anlarız.
Aynen öyle de, kainatın yaratılmasından, insanın yaratılış gayesine kadar yüzlerce sorunun
cevabını bulup, bu bilinmezleri su yüzüne çıkarmanın tek yolu ancak ve ancak imandır.

Mesela, karanlıklı, dehşetli, vahşetli ve korkunç görünen ölüm olayına, imani bir nazar ile
bakıldığında, manzara tamamen değişiyor. Bir terhis tezkeresi, ve hadsiz dostlarımıza
kavuşmak için bir kapı olduğunu görmüş oluyoruz. Kısacası; güneş ışığının, madde
dünyasındaki görevini; iman nur, mana aleminde yapmaktadır.

"İnsan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek


için gelmiştir." ifadesini nasıl anlamalıyız, ilimden ve duadan
maksat nedir, aralarındaki ilişkiyi izah eder misiniz?
"Yevmi mahşerde alimlerin mürekkebiyle şehidlerin kanı müvazene edilir. Alimlerin
mürekkebi ağır basar."(Gazali, İhya, 1/6) hadisi şerif muktezasınca, alim olmanın kolay bir
şey olmadığı ifade edilmiştir. Ancak bu dünyaya gelmekteki asıl maksat, ilimle tekamüldür.
Yani maksud mana budur. İlimle bu dünyada Allah'ın dinine hizmet etmenin ayrı kudsi bir
manası olduğu kanaatindeyiz. Tabi bu ilimden maksat tüm ilimlerdir.

Çünkü tüm ilimlerin yaratıcısı Cenab-ı Hak olduğuna göre, tüm ilimleri öğrenmeye gayret
göstermek lazım.
Ancak adetullah kanunları muktezasınca, tüm ilimleri öğrenmek mümkün olmadığından,
ancak iki üç ilimde ihtisas sahibi olmak mümkün, diğerleri ise buna yardımcı olarak
öğrenebiliriz. Tabi tüm insanların ilimle uğraşmasını bekleyemeyiz.

Bazı insanların tüm ilimleri öğrenmesi, diğerlerinin üzerinden bu yükümlülüğü kaldırır.


İmamı Rabbani'nin Mektubat'ında da, "İbadet, tezellül ve inkısardan ibarettir." buyrulur.
İşte insanın kendi aczini, zilletini en kamil manada hissettiği ve kalbi buruk olarak kalbine
müteveccih olduğu güzel anlarından birisi de dua vaktidir. İnsan dua ederken, A'raf
suresinde geçen, "Rabbinize yalvara yalvara, için için dua edin..." (A'raf, 7/55) emrine
uyar, ona sığınır. Ondan ister, onun mağfiretini talep eder. İşte bu hal bir ibadettir ve
meyvesini ahirette verecektir.

Bir de istenen şeylerin dünyada tahahakkuk etmesi meselesi var; ibadet onlar için edilmez.
Onlar ancak ibadet için birer vesile. Ve o ihtiyaç anları birer dua vakti. İnanan o vakitlerde
fakrını aczini daha iyi anlar. Ve bunları yerine getirmeye ancak Rabbü'l-Âlemin'in kadir
olduğunun idraki içinde ellerini onun dergahına açar, ona yalvarır. İstemenin en ileri en ulvi
derecesi, ondan yine onu istemek... Rızasını dilemek. Yakınlığına talip olmak. Ona imanda
onu sevmede ve ondan korkmada kemale ermeyi istemek. "Kalpler ancak onun zikriyle
mutmain olur."(Ra'd, 13/28) mealindeki ayetin verdiği derin mesaja kulak vererek, ondan
onu anmayı, dilemek. Bize bizden daha yakın olduğunun şuuru içinde onun yakınlığını
kalbimizde duymayı ve böylece onunla olmayı istemek.

Nefis duada bile araya girer. Ve onun huzurunda ona yalvaran kulu, bir bakıma ondan gaflete
düşürür. Ve onu istemek yerine, dünya nimetleriyle oyalanmayı kalbe telkin eder.
"İnsan bu aleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek
için gelmiştir." İnsan Ruhu Nasıl Tekemmül Ediyor ve
Öğreniyor?
İnsan, doğduğunda temiz ve beyaz bir kağıt gibidir. Zamanla ve tecrübe ile bu temiz kağıt
dolar ve tekemmül eder. Dolayısı ile insan doğarken, hakka ve doğruya yöneltecek bir şeyi
beraberinde getirmez. Tamamen dış etkiler ve tecrübeler sayesinde doğruyu ve hakkı bulur,
görüşünü savunan felsefi ve psikolojik ekoller ifrata gitmişlerdir.
Bu fikrin aksini savunanlar ise, insan hak ve doğrunun kıstaslarını fıtratı ile beraberinde
getirir. Vicdan, mizaç ve insan doğası denilen şeyler dış etkenlere ve tecrübeye ihtiyaç
bırakmadan doğru ve hakkı bulur; tezini savunanlar da tefrite gitmişlerdir.
Bu hususta vasat ve doğru olan ise, insanın doğuştan getirdiği şeyler olduğu gibi,
vicdan ve fıtrat gibi sonradan tecrübe ve dış terbiye ile kazandığı şeyler de vardır. Yani
insan, bütün bütün doğuşta boş ve cahil olarak dünyaya gelmiyor. Ama tam tekemmül etmiş
ve öyle gelmiş de değil.
İnsan, yaşamı boyunca edindiği tecrübe ve dış etkileşim sayesinde itiyad-ı sani denilen
ikinci bir fıtrat oluşturur. Yaradılıştan gelen fıtrat ile insan eli ile oluşturulan ikinci fıtrat bir
birine zıt olursa, insan çatışma içine düşer. Bu yüzden fıtri olan İslam dini ile beşeri diğer
sistemlerin oluşturduğu ikinci fıtratlar arasında çok farklar vardır.
Mesela Marksist felsefe, yaradılıştan gelen fıtrata zıt olduğu için, insanlık içinde
tutunamayıp kaybolmuştur. Diğer gayri fıtri sistem ve felsefi ekoller de çökmeye muntazırdır.
Ayakta ve daimi kalan sadece fıtri olan şeylerdir. Bu da hakkın miyarı, sadece ve sadece
tecrübe ve dış etkileşimdir, diyenlerin tezini çürütüyor.
İnsan ruhunun esas ve daimi olması, tekemmül etmesine mani bir durum değildir.
İnsan ruhu başlangıçta müptedi olup, sonra tekemmül edebilir. Allah insan ruhuna nihayetsiz
terakki ve tedenni kabiliyetini vermiştir. İnsana düşen, İslam terbiyesi ile terakki kabiliyetini
inkişaf ettirmektir. Ruhun asli unsurlarında bir değişim ve dönüşüm olmaz, ama aslını
muhafaza ile beraber tekamül edebilir. Yani ruhta sabit ve değişmeyen bir yön olduğu gibi,
değişen ve gelişen bir yön de vardır. İşte dış etkileşim ve terbiyeler ile ruh gelişip terakki de
edebilir, yanlış terbiye sistemleri ile düşüp tedenni de edebilir.
Talim-i esma mucizesi Hazreti Adem (as)’a has bir mucizedir. Diğer insanların ruhu
değil, fiziki ve cismani yapısı irsiyet olarak Adem babamızda vardı. Yani insanlığın fiziki
genetik kodları Adem babamızda nüve olarak vardı. Yoksa ruhlar, ruhlar aleminden şehadet
alemine intikal ediyorlar. Eşyanın isimlerinin ve faydalarının talimi, Adem babamıza mucize
vasıtası ile talim ediliyor. Sonra insanlığın kolektif aklı ile sonraki nesillere talim yolu ile
aktarılıyor. Yoksa her insanın ruhu Adem babamızla beraber o mucizeye tanık oldu da sonra
unuttu anlamında değildir.

"İnsan, nur-u iman ile âlâ-yı illiyyîne çıkar,.." İnsandan


üreyen dışkı, idrar, ter vs kötü koku ve mahiyetli şeyler var,
diyenlere nasıl cevap vermemiz gerekir? Kainattaki
zıtlıkların insanda da bulunmasını nasıl izah ederiz?
Evvela; bu hususta insanların estetik ve güzelden ne anladığı çok önemlidir. Bazı
insanların fikri ve örfi faktörlerden dolayı fıtri ayarı ve estetik mihengi bozulduğu için,
hakiki kemal ve güzelliği tam anlamıyla takdir edemeyebilir. Mesela; Afrikada bir kabilede
kulakların çok çirkin ve tepsi şeklinde uzatılması estetik sayılıyor. Demek estetik ve kemal
nedir konusunda insanın bozuk ve hevai arzuları ölçü ve mihenk olamaz.
İkincisi; insanın maddi yapısı ve bu yapının işleyişi, büyük ve geniş bir maksada hizmet
ediyor. Bu maksat Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ve tezahür etmesidir. Evet Allah’ın bir
çok ismini insan maddiyat ve cesedi ile tartabiliyor. Mesela; küçücük dili ile yer yüzünde ne
kadar tat ve ikram varsa tartabiliyor. Küçücük gözü ile kainatın bütün renk tonlarını görüp
zevk edebiliyor vs. İnsanın maddi cesedine takılan her bir azanın ayrıca binlerce hikmet ve
güzellikleri bulunuyor. Bütün bu hikmet ve güzellikler bir araya geldiği zaman, insanın
hilkaten ne kadar kemalde olduğu anlaşılıyor.
Üçüncüsü; kemal ve güzellik bazen resmin bütününden anlaşılır, resmin içindeki küçük
bir noktaya hasrı nazar ederek resmin bütünündeki güzelliği takdir etmek kabil değildir. Bu
yüzden insanın kanına, kazuratına müstakilen bakarsak, elbette insanın hakiki kemalini
görmeyiz. Cüzde küllün kemalatı aranmaz, arayan safsata yapmış olur.
Dördüncüsü; böyle evhamlı ve sathi nazar sahibi adamların, yersiz ve bozuk bakışlarını,
meseleye hakem tayin edemeyiz. Bugün tıp ilmi insanın her azasında binlerce hikmet ve
kemal gösterirken, oradaki nizam ve sisteme hayranlığını ifade ederken, bizim ayarsız estetik
nazarımızı kemale ölçü tayin etmemiz mahz-ı hata olur.
Beşincisi; insan kainatın küçültülmüş bir modeli olduğu için, kainatta ne varsa insanda
da aynı mana vardır. İnsan mikro alem iken, kainat makro alemdir. Zaten insanın kemali
de bundan dolayıdır. İnsan mahiyeti, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına tam ve güzel bir
aynadır.

"İnsanların san'atları içinde nasılki maddenin kıymeti ile


san'atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bâzan müsavi, bâzan madde
daha kıymettar, bâzan oluyor ki; beş kuruşluk demir gibi bir
maddede beş liralık bir san'at bulunuyor. Belki bâzan,
antika olan bir san'at, bir milyon kıymeti aldığı halde,
maddesi beş kuruşa da değmiyor..." Ne anlatılmak isteniyor?
Mesela bir resim tablosunda, resim tablosunu oluşturan tahta ve tuval, tablonun nefsi ve
kendisi hükmündedir. Bu resim tablosunun boş tuvali ve önemsiz tahtasına bakıp da kimse
sergiye gelmez. İnsanları resim sergisine çeken şey; tablonun tuval ve tahtası değildir,
üzerindeki resim sanatıdır. Resim sanatındaki bütün incelik ve çizimler de ressama işaret
eden levhalar hükmündedir. Demek bir resim tablosu nefsini yani tuval ve tahtasını bir
gösterirken, üzerindeki resim sanatı ile ressamını binler vasfı ile tanıtır ve gösterir.
Aynı şekilde bir çiçeğin maddesi ve dünyaya bakan faydası birkaç iken, sanatkarı olan
Allah’a bakan yüz binlerce yönü ve işareti vardır. Yani, çiçek üstündeki her bir nakış ve
işleme, sanatkarını bize tanıtıyor. Mesela, çiçeğin o güzel ve tatlı tebessümünde Allah’ın
Muhsin, Cemil, Müzeyyin gibi çok isimleri tecelli ile kendini ilan ediyor. Çiçeğin maddesi
değil, üstündeki nakış ve sanatları daha çoktur. Bu da nakış ve sanatlar adedince isimleri
akla gösteriyor, zira her nakış ve sanat arkasında bir isim tecelli ediyor.
Picasso’nun milyon dolarlık bir resmini sadece maddesi noktasından değerlendirirsek,
on lira etmez. İnsanın maddesi beş para etmez, ama o madde üzerine işlenmiş İlahi sanat ve
ölçüler öyle kıymetli ve değerli ki, paha bakımından kainattan geri kalmaz.
Mesela insanın elli altmış gramlık dili kasap açısından bir değer ifade etmez, çünkü
insan dili yenmez içilmez; ama aynı dil yer yüzünde bütün lezzetleri tadacak muazzam bir
kabiliyet ve hassasiyete sahiptir. Ve bu dil o nimetleri tadarak şükretmek için insana
takılmıştır.
Yine insanın gözü madde itibari ile beş para etmez, ama görme kabiliyeti açısından
dünyanın en değerli ve pahalı bir sanatıdır ve insana İlahi sanatları görmesi için takılmıştır
ve hâkeza...
İnsan, aynı bir resim tablosu gibi maddesi itibari ile beş para etmez, ama bu madde
üzerine işlenmiş İlahi sanatlar açısından ve bu sanatların İlahi maksatlara sevk edilmesi
noktasından kainat kadar kıymetli ve pahalıdır.
İnsan, kahvehanede bir çay parası kadar, bir meyhanede bir şarap şişesi kadar, bir
kumarhanede pişti kadar, bir futbol stadyumunda bir bilet parası kadar değerlidir. Ama
camide ve Allah’ın huzurunda kainatın halifesi, hacda veli makamında, kabir ve cennette beş
yüz senelik genişlikte bir mülkün efendisidir. Yani insanın sanatsal yönü ile ibadeti
birleştiğinde, paha biçilmez bir değere ulaşır.

"İşte enaniyetine îtimad eden, zulümat-ı gaflete düşen,


dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam; o vâkıada evvelki
halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkıs ve dalalet-
âlûd mâlûmât ile zaman-ı mâziyi, bir mezar-ı ekber Sûretinde
ve adem-âlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gâyet
fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem
herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm'in birer memur-u müsahharı
olan hâdisat ve mevcûdatı, muzır birer canavar hükmünde
bildirir...'' İzah eder misiniz?
Olaylara ve hadiselere vahyi bir kenara itip sadece ve sadece akıl mizanı ile bakanlar,
olayların künhünü yani içyüzünü göremiyorlar. Halbuki insan benlik davasından vazgeçip
aklı vahyin terbiyesine verse, o zaman her şeyin ve her hadisenin içyüzünü çözer ve ondan
hakikate intikal ederek her iki cihanda da mutluluğa ulaşır. Temsildeki cep fenerinin ışığı
aklı temsil ederken, güneşin ışığı da vahyi temsil ediyor.
Ateş böceğinin, cüzi ışığına güvenip güneşe meydan okuduktan sonra zifiri karanlığa
mahkum olması gibi, insan da cüzi aklına ve vehmi ilmine güvenip vahiy güneşinin terbiye
ve rehberliğine girmez ise, küfür ve şirk karanlığına mahkum olur. Hem dünya saadetini hem
de ahiret saadetini kaybeder. Hem dünyada hem de ukba da çok bela ve sıkıntılara maruz
kalır.
"Ben doğruları aklım ile bulurum." diyenler için mazi, her şeyi ve herkesi yutup
yokluğa atmış büyük bir mezarlık hükmündedir. Gelecek ise, başımıza neyin geleceği belli
olmayan bir tesadüf fırtınasıdır. Hadise ve varlıklar ise, insanı taciz eden zararlı birer
düşman suretinde görünüyor. Mesela, hastalıklar kafir için insanın rahatını bozan bir
düşman gibidir. Halbuki hastalıklar mümini gafletten uyandırmak için bir ikaz bir ihtar-ı
İlahi hükmündedir.

"İstidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı


fıtri lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ızdırar
ile bütün muzdarlar tarafından edilen duaların
makbuliyyetidir." Açıklar mısınız?
"Ya istidat lisanıyladır bütün nebâtat ve hayvânâtın duaları gibi ki, herbiri
lisan-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir
mazhariyet-i münkeşife istiyorlar."

Kabiliyet dili ile yapılan duadır. Mesela kayısı çekirdeği kayısı olmak için kabiliyet dili
ile Allah’tan istiyor. Bir kartal yumurtası kartal olmak için kabiliyet lisanı ile Allah’tan
talepte bulunuyor. İnsan da aynı şekilde fıtrattan gelen birçok kabiliyetlerle, kabiliyet dili ile
Allah’tan talep ederse, Allah bu talebi ekseriya geri çevirmez. Yalnız kabiliyet
doğrultusunda istemek gerekir. Kabiliyetimiz olmadığı bir sahada talep edersek Allah bunu
vermez. Nasıl kayısı erik olamaz ise, çiftçi kabiliyeti olan birisi de marangoz olamaz.

"Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır-bütün zîhayatların, iktidarları dahilinde


olmayan hâcât-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla
Cevâd-ı Mutlaktan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi
istiyorlar."

Allah kainatta var olan bütün mahlukatı ihtiyaç ve fakirlik içinde yaratmıştır. Özellikle
hayat ve şuur sahibi varlıklar kainatta her şeye muhtaç olarak yaratılmışlardır. İşte bu
ihtiyaçların hepsine birden fıtrat denilebilir. Yani bütün mahlukatın mahiyet ve fıtratı
ihtiyaçlar ile kaplanmıştır. İşte bu ihtiyaçlar da bir nevi Allah’tan talep ve istekte
bulunuyorlar.
Mesela bir mide, acıkması ile Allah’tan rızık talep ediyor. Bir göz görme ihtiyacı ile
renkleri ve görüntü alemini talep ediyor ve hakeza. Allah da bu ihtiyaçlara mutlak bir
ekseriyet ile cevap veriyor. Zira mahlukatın bu ihtiyaçları tedarik etmesi imkansızdır.
Mesela, bir elmanın icadı için bütün kainatın çarklarını işletmek ve döndürmek gerekiyor.
Bunu ancak Allah yapabilir.
"Veya lisan-ı ıztırariyle bir duadır ki, muztar kalan her bir zîruh, kat'î bir iltica
ile dua eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh
eder."

Iztırar dili ile yapılan duadır. Iztırar bir şahsın zor bir durumda kalıp çaresiz bir hale
düşmesi demektir. Mesela, okyanusa düşen bir adamın kırık bir tahta üstünde yaptığı dua
gibidir. Çok zor bir durumda olmasından dolayı, o hali Allah’ın şefkatini daha kuvvetlice
kendisine çekiyor. Bütün sebeplerin sukut edip sadece İlahi kudretinin göründüğü bir haldir.
Bu tarz dua da ekseri olarak makbuldür.

"Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa, daima makbuldür."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz

"Kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve


en kederlisi olduğu bir halde,.." Bizden (insanlardan) daha
aciz hayvanlar yok mu?
Aczilik, kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar zayıf ve iktidardan yoksun
anlamında kullanılmıştır. Yani ihtiyaçları hem kainatı kuşatmış hem de ebede uzanmış
olmasına rağmen, bunlardan en basitini dahi tedarik edemeyecek kadar acizdir insan.
Burada daha çok insanın iktidarsızlığına vurgu vardır. Bu acizlik penceresi de aciz
olmayan Allah’a açılıyor. İnsan acizlik damarı ile aciz olmayan Allah’ı idrak ediyor. Her
şeyin acizlik damarı ile Allah’a muhtaç olduğunu görüp tam tevazu ile kulluğa yöneliyor.
İnsanın en aciz olması, acizliğinin çok ve kuşatıcı olmasından dolayıdır. Yani hayvan
beş on şeye muhtaç iken, insan sayısız şeylere muhtaç olarak yaratılmıştır. Bu cihetle insana
acizlik ve fakirlik konusunda kimse yetişemez.

"Mahiyet ve istidad itibariyle her şey ilme bağlıdır."


cümlesindeki mahiyet nasıl ilme bağlı olur?
Mahiyet; bir şeyin bütün ahvalini ifade eden çatı bir kavramdır. Mesela; insanın
mahiyeti denildiğinde, insanın fıtratında ne var ne yok hepsini içine alır. Ruh, kalp, ceset,
duygular hep bu kavramın çatısı içindedir.
Hal böyle olunca mahiyetin ilme bağlanması demek; insanın fıtrat ve mahiyetinde ne var
ne yok her şeyin tekemmül ve terakkisi; ancak ilim ile olur, demektir.
Kalbin inbisat edip muhabbetullah ile yanması; ancak marifet kömürü ile mümkündür.
İlim olmadan marifet olmuyor, marifet olmadan da muhabbet olmuyor, muhabbet olmadı mı
insan mahiyetinin en mühim parçası olan kalp inkişaf etmiyor. İşte insanın mahiyeti ile ilim
arasında böyle sıkı bir bağ var.
Allah, insanın fıtratına tarlaya tohumun ekilmesi gibi bir çok kabiliyet ve istidatları
ekmiş. Ta ki bu kabiliyetler ilim ve ibadet vasıtası ile inkişaf ederek gelişip büyüsün ve
Allah’ın isim ve sıfatlarına güzel bir takvim ve parlak bir ayna olsun. Allah, insanın fıtratına
ekilen bu kabiliyetlerin inkişaf etmesini de ilme bağlamış. İnsan ilimde terakki ettikçe
mahiyetinde gizli ve açılmayı bekleyen şeyler de beraberinde terakki edip izhar ve ilan
oluyor.
Mesela; maddi ilimler noktasından tıp ilminin inkişaf etmesi ile insanın bedenindeki o
harika sanatlar ve incelikler açığa çıkıp, sanatkarı olan Allah’ı takdis ve tazim ediyor. İnsan
bu tıp ilminin çıkardığı harika sanatları iman ve marifet iksiri ile gözlemlerse, o zaman tıp
ilmi bir cihetle hakiki ve maksut bir ilme dönüşüyor ve Allah’ın şafi ismi başta olmak üzere
bir çok ismine güzel bir takvim ve ayna oluyor. Tıp ilminin esası ve hakikati Allah’ın
isimleridir; lakin bu hakikat ve esas; ancak iman ve marifet gözlüğü ile görülebilir.
Bütün maddi ve manevi ilimlerin hepsi, Allah’ın bir ismine veya bir çok isimlerine
açılan pencereler hükmündedir. Bu ilimlerin iksiri ve motoru da iman ve marifettir, yani
Kur’an’ın ders verdiği şekilde o ilimlere bakıp, o ilimleri doğru ve hidayet süzgeci ile
süzebilmektir. Yoksa felsefi bir bakışla o maddi ve manevi ilimlerin altında duran, Allah’ın
isimleri görülmez, gizlenir. Böylece ilimlerin esası ve hakikati olan iman ve marifet, insan
mahiyetinde ne görünür, ne de inkişaf eder.
Özet olarak, kainatın bütün maksat ve vasıtaları hep iman ve marifete yönelmiş ona
bakıyor; her şey imanın ve marifetin anlaşılması ve yaşanması için tasarlanmış. Öyle ise
ilimlerin ilimi ve bu ilimlerin gerçek gayesi; iman ve marifettir. İman ve marifeti bilmeyen
birisi, bütün kevni ilimleri bilse de esassız ve hakikatsizdir.

"Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır."


cümlesini izah eder misiniz?
Yirminci Lem'anın başında geçen hadis-i şerif (meal olarak) şöyledir:

"İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel
edenler müstesna. Amel edenler de helâk oldu, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs
sahiplerine gelince, onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar."(1)

Yukardaki hadisten de anlaşılacağı üzere, insanın mahiyet ve istidadının inkişaf ve


terakkisi için ilk şart ve basamak ilimdir. Nasıl bir binanın yapılmasına ilk olarak temelden
başlanır, sonra diğer aşamalar onun üzerine çıkılır. Aynı bina gibi insanın da fıtrat ve
mahiyetine derçedilmiş olan istidat ve kabiliyetlerin gelişip inkişaf etmesinin birinci ve en
temel aşaması, ilimdir.
Hadiste ilim, amel, ihlas ve muhafaza olmak üzere dörtlü bir eleme sistemi vardır. En
yüksek mertebe olan muhafaza makamına çıkmak için, tertibe yani eleme sistemine uymak
iktiza ediyor. Bütün insanların ilk elendiği birinci aşama, yani birinci elek ilim eleğidir. Bu
ilim eleğinden geçemeyen birisi ikinci elek olan amel eleğine ulaşamaz. Yani en mükemmel
makam olan ihlas ve ihlası muhafaza makamlarına ulaşmanın yolu, ilim ve amel
eleklerinden salimen geçmek ile mümkündür. Üstad Hazretlerinin ifade ettiği "Mahiyet ve
istidat itibarıyla her şeyin ilme bağlıdır." sözünün manasını bu şekilde anlayabiliriz.
Diğer bir mana olarak, Allah insanın fıtratına, tarlaya tohumun ekilmesi gibi bir çok
kabiliyet ve istidatları ekmiş. Ta ki bu kabiliyetler ilim ve ibadet vasıtası ile inkişaf ederek
gelişip büyüsün ve Allah’ın isim ve sıfatlarına güzel bir takvim ve parlak bir ayna olsun.
Allah insanın fıtratına ekilen bu kabiliyetlerin inkişaf etmesini de ilme bağlamış. İnsan
ilimde terakki ettikçe, mahiyetinde gizli ve açılmayı bekleyen şeyler de beraberinde terakki
edip izhar ve ilan oluyor.
Mesela, maddi ilimler noktasından tıp ilminin inkişaf etmesi ile insanın bedenindeki o
harika sanatlar ve incelikler açığa çıkıp, sanatkarı olan Allah’ı takdis ve tazim ediyor. İnsan
bu tıp ilminin çıkardığı harika sanatları iman ve marifet iksiri ile gözlemlerse, o zaman tıp
ilmi bir cihetle hakiki ve maksut bir ilme dönüşüyor ve Allah’ın şafi ismi başta olmak üzere
bir çok ismine güzel bir takvim ve ayna oluyor. Tıp ilminin esası ve hakikati Allah’ın
isimleridir, lakin bu hakikat ve esas ancak iman ve marifet gözlüğü ile görülebilir.
Bütün maddi ve manevi ilimlerin hepsi Allah’ın bir ismine veya bir çok isimlerine
açılan pencereler hükmündedir. Bu ilimlerin iksiri ve motoru da iman ve marifettir, yani
Kur’an’ın ders verdiği şekilde o ilimlere bakıp o ilimleri doğru ve hidayet süzgeci ile
süzebilmektir. Yoksa felsefi bir bakışla o maddi ve manevi ilimlerin altında duran Allah’ın
isimleri görülmez, gizlenir. Böylece ilimlerin esası ve hakikati olan iman ve marifet insan
mahiyetinde ne görünür ne de inkişaf eder.
Özet olarak, kainatın bütün maksat ve vasıtaları hep iman ve marifete yönelmiş, ona
bakıyor her şey imanın ve marifetin anlaşılması ve yaşanması için tasarlanmış. Öyle ise
ilimlerin ilimi ve bu ilimlerin gerçek gayesi iman ve marifettir. İman ve marifeti bilmeyen
birisi bütün kevni (varlıkla alakalı) ilimleri bilse de esassız ve hakikatsizdir.
(1) bk. Lem'alar, Yirminci Lem'a

"Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır."


cümlesini örneklerle izah eder misiniz?
"Her şeyin ilme tabi olması" her şeyin öncelik olarak ilimle başlamasına kinayedir.
Mesela bir bina önce ilmi olarak zihinde tasarlanır sonra tatbik sahasına intikal eder. Zihni
ve ilmi safha olmadan tatbik sahası olmaz. Bir cihetle her şeyin kadere yani takdir ve tespite
tabi olması gibidir. Yani kader takdir eder, eşya bu takdire göre şekillenir. Kaderin özü ve
esası ise ilimdir zaten ilmin bir unvanıdır.
Bir çiçek ,manevi bir vücut ve plan olarak Allah’ın ilminde tasarlanmadan ya da ilmi
bir vücut kazanmadan maddi sahaya intikal edemez. Öyle ise her şeyin mukaddemesi ve ilk
şartı ilmi vücududur. Bu ilmi giriş ve vücut olmadan diğer safha ve süreçler olmaz ve
oluşamaz. İlim adeta bir pergel ya da cetvel gibi bütün eşyanın haddini ve sınırlarını tayin
eder, eşya da bu had ve sınırlara göre hareket eder. Demek adalet ve nizam ve nizam ve
adalet içindeki her şey ilmin çizdiği paradigma üzerine bina oluyor. Her şey açık ya da gizli
ilme tabi ve onun hattı ile teşhis ve tayin ediliyor demektir.
Diğer bir mana olarak da insanların üstünlük ve gücü ilme bakar ve ona tabidir. Yani bir
insan ya da toplum ilmi olarak ne kadar mütekamil ise gücü ve üstünlüğü de o kadar
mütekamildir. Zafer, üstünlük, başarı, refah, rahat, kolaylık hep ilme tabidir, onunla temin
edilir. Mağlubiyet, ezilmek, başarısızlık, sefalet ve zorlukta ilmin zıddı olan cehaletin
neticeleridir.

"Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki


esbabı dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba
teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek,.." Tevekkülü
nasıl anlamalıyız?
Tevekkülün kelime manası, “vekil edinmek”tir. Kavram olarak, “başarı için gerekli
sebeplere teşebbüs ettikten sonra Allah’a güvenmek, onun takdirine razı olmak”
manasına gelir.

Nur Külliyatında, tevekkül hakkında şu öz ve doyucu bilgilere yer verilir:

“Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı dest-i kudretin perdesi
bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek,
müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk’dan bilmek, neticeleri O’ndan istemek ve O’na
minnettar olmaktan ibarettir.”

Tevekkül yüksek bir haslet, ulvî bir seciyedir. İnsan ruhu için ayrı bir terakki vesilesidir.
Kul ile Rabbi arasında manevî bir rabıtadır. Allah’a tevekkül eden insan, kalben O’na
teveccüh etmiş demektir. Bu teveccüh, başlı başına bir neticedir. Dünyevî gaye gerçekleşsin
veya gerçekleşmesin, uhrevî mahsûl alınmış; ruh, huzurun zevkine ermiş, Allah’ı anmanın
safâsını sürmüştür. Allah’ı zikretme, yâni O’nu hatırlama, yâd etme sadece bildiğimiz
ibadetlere mahsus değildir. Sabır, teslim, rıza, havf, reca her biri ayrı bir zikirdir.
Tevekkülü de böyle ulvî bir zikir olarak kabul etmek gerek.

Müslüman, dünya hayatını daha rahat, faydalı ve huzurlu geçirmek için sebeplere tam olarak
teşebbüs eder, ama şunun da çok iyi farkındadır: Bu dünya zevk ve lezzet yeri değil, ancak
imtihan meydanıdır ve âhiretin tarlasıdır. İmtihanda, tarlada, sıkıntı vardır. Ferah, imtihan
ötesi ve hasat sonrasıdır. Bunun için dünyanın musibet ve sıkıntılarına karşı psikolojik
olarak bir ön hazırlığa sahiptir. O, herkesi misafir ve her şeyi geçici bilir. Hiçbir hâdiseye
olduğundan fazla kıymet vermez. Ve ömrünü huzur içinde geçirir.

Gerçekten de tevekkül en büyük bir huzur vesilesidir. İnsanın önünde çok menziller var.
Kabre girmeden önce çoğu zaman, hastalıklara, musibetlere, çaresizliklere, ihtiyarlığa da
uğrar. Bütün bu safhalarda insan tevekkülsüz yaşayabilir mi? Bir hasta, muayene olma ve
ilâç alma safhalarından sonra şifa bekleme dönemine girer. Doktoru da yanı başında onun
iyileşmesini beklemektedir.

Bu ikili bekleyiş Allah’a tevekkülden başka bir şey değildir. Tevekkül, hastalığa olduğu
gibi, ihtiyarlık mevsimi ile insanın yüzüne daha fazla vuran, ölüm habercisi soğuk rüzgârlara
karşı da en sağlam zırhtır.
Peygamberimiz (asm) bizi ikaz sadedinde, “Senin en büyük düşmanın nefsindir”
buyuruyor. Bu ikazın ışığında şunu hemen söyleyebiliriz: Biz bu en büyük düşmanımıza
karşı, Rabbimize en azim bir tevekkülle sığınmak mecburiyetindeyiz.

Tevekkül, bütün canlıların hatta cansızlar âleminin de yaratılışlarında var. Toprağın altında
bekleşen tohumlar, yumurtalarını uzak denizlere bırakıp geri dönen balıklar, rızık kaygısına
düşmeden ve doğum kontrolü hesabına girmeden yavru yapan hayvanlar ve nihayet yollarını
bilmeden süratle dönen gezegenler birer tevekkül sahnesi sergiliyorlar.

"Yağmursuzluk yağmur namazının sadece vaktidir.


Yağmur duası ve namazı sadece Allah’ın rızasını kazanmak
için eda edilir. Yağmur yağması için değil." Peki biz bela ve
musibetlerin gitmesi icin çok kere dua ediyoruz. Bunlar
ibadet olmuyor mu?
İstemek, ihtiyaç sahibi olmak, musibet ve sıkıntıların hepsi insanı duaya ve ibadete
teşvik ve ihzar eden İlahi taktir ve planlamalardır. İnsanın muhtelif ihtiyaç ve taleplerinin
hepsi Allah’ın bir ismine götüren yollar ve gerekçelerdir. Her bir ihtiyaç ve sıkıntı insanı
Allah’a götürüyor. Mesela, açlık ihtiyacı insanı Rezzak ismine götürür, hastalık hali Şafi
ismine götürür ve hakeza.
Her sıkıntı ve ihtiyaç bir marifet yoludur.
İnsanın bu istemek ve ihtiyaçlar ile donatılmasında asıl maksat Allah’ı tanımak ve
bilmektir. Yoksa maddi ve manevi fayda ve menfaat temin etmek değildir. İbadetin ruhu ve
özü bu anlamdadır. Çağımızın insanları maddeci felsefe ile boyandığı için, katıksız ve
ivazsız ibadetin manasını anlamakta zorluk çekiyorlar. Dua ve ibadetleri sadece maddi ve
manevi ihtiyaçları temin etmek ya da sıradan bir alışveriş hesabı olarak görüyor.
Halbuki iman ve ibadet sırf Allah için olmalıdır. İbadetin illeti, yani yapılış gerekçesi
Allah’ın emridir, neticesi ve menfaati ise Allah’ın rızasını kazanmaktır. İhtiyaç ve sıkıntılar
ise, bu ibadetlerin vaktinin bir alameti, bir işaretidir. Meseleye böyle bakmak gerekiyor. Bu
bakış açısı ise ancak tahkiki iman ile mümkün oluyor.
Mesela yağmursuzluk, yağmur duasının bir vaktidir. Yağmur duası, yağmuru
yağdırmak için yapılmaz. Yağmurun ne zaman yağacağını Allah en güzel şekli ile bilir, bizim
onu düşünmemiz ve onun ile tasalanmamız abestir.
Allah bizim talep ve isteklerimizle kainatı tedbir ve tasarruf etmiyor. Allah yağmuru
nasıl olsa bir şekilde verir. Biz işin bu tarafında değil, o yağmursuzluk vaktinin yağmur
duası ile geçirilmesi gerektiği üstünde durmamız icap ediyor. İşte ihlas ve ibadetin püf
noktası burasıdır. Kainatın mühendisi bizim istek ve taleplerimiz değil, Allah’ın hikmet ve
iradesidir. Bizim istek ve taleplerimiz sadece Allah’a vasıl olmamızda bir bahane, bir
sebeptir.
Kavli duada insan, acizliğini ve fakirliğini idrak edip, aciz ve fakir olmayan bir
yaratıcının olduğunu fark ederek ona dayanır ve ondan yardım ister.

"Cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyât,


51/56)

ayetine tam mazhar olur. Kavli duanın esası ve temeli budur.


Duadaki asıl mana ibadet ve izharı acziyet olunca, netice ve cevap kısmı fazla bir önem
arz etmez. Bu yüzden insan, "Nasıl olsa Allah duamı farklı mülahazalar çerçevesinde kabul
ediyor, benim dua etmem abestir." diyemez. Dua neticeyi elde etmek için değil, ibadet
etmek içindir. Hem bizim için başka hikmetler gaybidir. Biz gaybi bir şeye göre hareket
edemeyiz. Bu yüzden genel anlamda böyle bir değerlendirme ile duayı, havanda su dövmek
şeklinde anlamak şeytanın garip bir aldatmacasıdır.

"Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için


cevap vermek var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu
vermek, Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir." cümlesini izah
edebilir misiniz?
Duaya cevap vermek genel bir kavramdır ki, Allah her duaya mutlaka cevap verir.
Ayette de ifade edilen husus bu noktadır. Üstad'ın doktor örneğinde ifade ettiği gibi,
Allah'ın, kulu duyması ve -tabir yerindeyse- buyur demesi, bir cevaptır. Kabul etmek ise,
kulun isteğinin verilmesidir. Bu ise iki şekildedir. Biri kul açısından, diğeri ise Allah
açısındandır. İstenen şeyin aynen verilmemesi kul açısından duasının kabul olmadığı
anlamına geliyor, ama Allah canibinden daha makbul bir şekilde kabul edilmiştir.

Allah’ın her dua edenin duada istediği şeyi aynı ile vermesi hikmetine uygun düşmeyebilir.
Bu sebeple Allah, dua eden kişinin duada istediği şeyi hikmetine uygun ise aynı ile verir ki,
bu da bir cevap vermedir; ya da hikmetine uygun olmadığı için başka bir şekilde duasına
cevap verir. Duaları kesinlikle cevapsız ve karşılıksız bırakmaz.

Mesela birisi bir erkek evlat ister. Allah’da ona hikmeti gereği Meryem (as) gibi bir kız
evladı verir. Bu durumda dua cevap bulmuş oluyor. Yani Allah duaya cevap ve karşılık
vermiş oluyor, ama aynı zamanda kabul olmamış da oluyor. Zira kişi açısından kabul
olmak, duada istenilen şeyin aynı ile verilmesidir. Üstad Hazretlerinin kabul olunmadı
denilmez, belki daha güzel bir surette kabul etmiş demesi ise Allah açısındandır.

Risale-i Nurlarda Üstad Hazretleri bu hususu şu şekilde izah ediyor:

"Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir
kız evlâdını veriyor. "Duası kabul olunmadı" denilmez. "Daha evlâ bir surette kabul
edildi" denilir. Hem bazan kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için
kabul olunur. "Duası reddedildi" denilmez. Belki, "Daha enfâ bir surette kabul edildi"
denilir, ve hâkezâ..."

"Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat
hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli. Hasta
bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. "Tabip beni dinlemedi" denilmez."(1)

(1) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Zeyl.

"İman hem nurdur, hem kuvvettir; iman insanı insan


eder..." Yirmi Üçüncü Söz'ün, Birinci Makam'ındaki,
Üçüncü ve Dördüncü noktaları açıklar mısınız?
"ÜÇÜNCÜ NOKTA"

"İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan
okuyabilir ve, imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir. "Tevekkeltü
alâllah" der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle, hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde
seyran eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emanet eder, rahatla
dünyadan geçer, berzahta istirahat eder. Sonra, saadet-i ebediyeye girmek için
Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları, uçmasına değil, belki
esfel-i sâfilîne çeker."

Bu noktada; İman ve tevekkülün verdiği kuvvet ve tevekkülün tanımı yapılıyor.

İman hem nurdur hem kuvvettir. İmanın nur olması her şeye Allah tarafından bakabilmek ve
onun isim ve sıfatlarının kainattaki tecellilerini okuyabilmek ve bu bakışla kainatta insanın
mücerret aklına görünmesi mümkün olmayan sırların açılması anlamındadır.

Yani iman ve hidayet gözlüğü ile kainata bakarsak, kainatın bütün incelik ve sırları açığa
çıkar. Küfür ve inkar gözlüğü ile bakıldığında ise, kainat çözülmesi imkansız bir muamma
olarak kalır. İman ve hidayet vesilesi ile her şeyin sırrını ve iç yüzünü çözmüş bir Mümin
için, dünyanın hadise ve sıkıntıları hafifler, insana azap ve sıkıntı veremez. Küfür ve
inkardan gelen muamma ve cehalet, insanı her hadise ve musibet karşısında korkak ve zelil
yapar.

İşte imanın insana verdiği emniyet ve sükunet ne denli büyük bir hazine ve ne tükenmek
bilmez bir kuvvet olduğu anlaşılır. Dünya bomba olup patlasa imanı tahkiki olan bir Mümine
korku ve endişe vermez. Ama kafir en küçük bir musibet karşısında titrer ve korkar her
şeyden endişe duyar ve hayatı daha cehenneme gitmeden cehenneme döner.

"DÖRDÜNCÜ NOKTA"
"İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyleyse, insanın vazife-i asliyesi,
iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder."

"Şu meselenin binler delillerinden, yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki


farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir burhan-ı kàtıdır. Evet, insaniyet, iman ile
insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü,
hayvan, dünyaya geldiği vakit, adeta başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına
göre mükemmel olarak gelir, yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda
bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münasebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir,
meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i
ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yani ona ilham olunur."

Bu noktada ise; insanın yaratılışındaki tekâmül amacı; âcizlik ve güçsüzlüğünden aldığı


kuvvet tarif ediliyor.

İnsanın mahiyetine ve duygularındaki genişliğe dikkat ile bakıldığında, insanın bu dünyaya


gelişmek ve manen terakki etmek için gönderildiği anlaşılıyor. Yoksa hayvan gibi çabalamak
ve yutmak için insan bu dünyaya gönderilmiş değildir.

Nasıl beş yüz milyar değerinde lüks bir yolcu otobüsü, tavuk kümesi yapılamaz ve altın tepsi
ile ahır dışkısı temizlenemez ise, insanın yüksek ve üstün fıtrat ve mahiyeti de şu dünyanın
adi ve basit süfli işlerinde heba edilemez. İnsan ile hayvan arasındaki farkı, insan iman ve
ibadet ile göstermez ise, o zaman insan yüksek mahiyetini alçak işlerde meccanen heba etmiş
olur ki, bunun bedeli çok ağır olan cehennemdir.

İnsana takılan acizlik ve fakirlik damarları, dünyanın adi ve basit işleri için yaratılmadığının
en büyük delilidir. Zira insanın tasarımı dünyanın adi şeylerini kabul edecek bir mahiyette
değildir.

Demek insan acizliği ile aciz olmayanı, fakirliği ile de fakir olmayan Zatı tanımak ve ona
dayanmak ve ondan yardım almak için tasarlanmıştır. Biz bu amacı hayvanları taklit ederek
unutur ya da atıl bırakırsak cezasını da çekeriz. Öyle ise acizliğimizi, Allah’ın sonsuz
kudretini çekmekte, fakirliğimizi de Allah’ın sonsuz zenginliğine yaslanmakta kullanmalıyız,
bizim asıl vazifemiz budur.

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

"İman tevekkülü, tevekkül teslimi, teslim saadet-i dareyni


iktiza eder." cümlesini, özellikle tevekkül kavramını izah eder
misiniz?
Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden
endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki Allah bir musibeti alnına yazmış ise bundan kurtuluş
yok der teslim olur; aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise hiçbir güç o musibeti başına
bela edemez. Bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir
nevi psikolojik yükün, yani hadiseler karşısında endişe ve telaş etmenin, tevekkül vasıtası
ile kadere atılması demektir.

Ama kafir, Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için her şeyi tesadüfe
veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde
bir endişe, bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana
dokunur mu?" der hayatı zehir olur.

Üstad Hazretleri bu manaya örnek için Amerika da olmuş bir olayı söylüyor. Kuyruklu yıldız
dünyanın yakınından geçince, "Acaba dünyaya çarpar mı?" endişesi ile imanı ve tevekkülü
olmayan veya zayıf olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden çıkmışlar.

Halbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin bu olayda şöyle düşünür; "Şayet bu yıldız
dünyaya çarpma emrini Allah’tan almış ise tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur."
der, hayret içinde çarpmasını bekler. Yok emir almamış ise "Bu yıldız haddini aşıp vazifesi
olmadığı halde dünyamıza çarpamaz." der endişe ve telaştan kurtulur.

Allah’a tahkiki bir şekilde iman ile tevekkül eden adam hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hadise
karşısında titremez. Cesaretin kaynağı hakiki ve sağlam iman olduğu gibi korkaklığın kaynağı
ise imansızlık ve tevekkülsüzlüktür. Kalbinde iman olmayan birisi, bu yüzden her hadise
karşısında titrer, her musibetten azap duyar. Bir nevi dünyanın bütün yükünü beline yükler
ve altında ezilip gider.

Tevekkül imanın bir meyvesi ve neticesi olduğu için, iman ne kadar sağlam ve kuvvetli
olursa tevekkülde o nispette kuvvetli ve sağlam olur. İmanı tahkiki olan birisinin tevekkülü
de tahkiki olacağı için, hayat kalitesi yüksek olur, olaylar ona azap değil sadece ibret olur.
Mümin birisinde ruhi hastalıklar olmaz, zira manevi hastalıkların temelinde iman ve
tevekkül zafiyeti vardır.

Öyle ise bize düşen iman ve tevekkül kalitemizi yükseltmek ve sağlam bir şekle kavuşturmak
olmalıdır ki, bu zamanda bunun en kestirme ve garanti yolu Risale-i Nurlardır.

Özet olarak; kadere iman eden kederden emin olur, tevekküle yaslanan ruhi
marazlardan şifa bulup her iki cihanda da mesut ve bahtiyar olur inşallah.

"İman, insanı Sani-i Zülcelaline nisbet ediyor; iman bir


intisabdır." cümlesini ve kavramları açıklar mısınız?
“İman, insanı Sani-i Zülcelaline nisbet ediyor; iman bir intisabdır.” (1)
Nisbet: Nesebe kökünden; ilişkisini kurmak, atfetmek, isnad etmek, yamamak manalarını
ifade ediyor.

Nisbet: Mensubiyet, bağlılık, münasebet, yakınlık, aidiyet manalarını ifade ediyor.

İntisab: Bir yere, bir kimseye mensub olmak, maiyetine girmek, bağlanmak manalarını
ifade ediyor. Bununla beraber bir yere bir kimseye mensup olduğunu bilmek ve o şuurda
bulunmak.

Buna binaen Üstad şuurlu bir mü’min için “ayine-i zişuur” tabirini kullanıyor. Güneşin
bütün ayinelerde ışığı, ısısı, yedi rengi ile tecellisi bulunduğundan o bütün ayineler güneşe
bir cihetle mensub, bağlı, münasebetdar, nisbetlidir. Fakat o ayinelerden birisi faraza şuur
sahibi olsa şöyle der: Ben güneşe aidim yani bende görünen ısı, ışık, yedi renk, feyz
güneşten geliyor. İşte bu ayine güneşe olan nisbetini biliyor, yani intisablıdır.

Bu misal gibi hidayet güneşi, iman nuru mü’minin kalbine girdiği zaman “Sani-i Zülcelal’in
masnu’uyum, mahlukuyum, rahmet ve keremine mazharım.” der ayinedarlığını ve
mensubiyetini ilan eder, intisabını gösterir.

“Küfür o nisbeti kat’ eder”

Bütün mahlukat Cenab-ı Hakk’a aittir, mensubdur, nisbetlidir, Esmasına ayinedir hatta
kafir de. Fakat kafir küfrü ile kendisindeki (ayinesindeki) güzelliği kendinden biliyor,
kendine nisbet ediyor. Adeta Şems-i Ezeli ile olan bağını, nisbetini kesiyor nefsine isnad
ediyor. ”Küfür ise; haksız temellük, ayinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak
bilmekten vücud rengini almış bir ademdir.”

Üstad, kafiri saata benzetiyor. Saat sana vakitleri bildiriyor, ömrün geçici olduğunu
öğretiyor fakat kendisi o işin farkında değil. Kafir de Cenab-ı Hakk'ın esmasına ayine,
Allah’ın kendisine verdiği kabiliyeti bilkuvveden bilfiile çıkarmak gibi hallere mazhar,
Cenab-ı Hakk'ın insanlara yapmış olduğu ihsanatı bila-şuur tanzim ve tezahürüne mazhar
olmakla beraber ne yazık ki, bunların merci’inden gafil, yaptığı amelden haberi yok ve
nefsine isnad ederek esfel-i safiline düşüyor. “küfür mahiyet-i insaniyeyi yıkar elmastan
kömüre kalbeder.”

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçncü Söz.

"İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer!.." Risalelerde insan


için aciz, beşer için fakir ifadelerinin kullanılmasının hikmeti
ne olabilir?
Burada insan ile beşer eş anlamlı olarak kullanılmıştır. İnsanlığın en mühim iki
yarasından birisi olan acizlik vasfı insan kelimesine, fakirlik vasfı ise beşer kelimesine
atfediliyor. Bu Risale-i Nur'un genel üslubunun bir tecellisi, bir tezahürüdür.

Genel olarak Risale-i Nurlarda, bir manaya kaç isim düşüyorsa bunlar takdim ediliyor. Bu
kaideye hem lügat noktasından hem de kelime haznesi açısından bir zenginlik ve bir talim
ameliyesi nazarı ile bakabiliriz. Yani Risale-i Nurlar manaları iyi ihsas ettirmek için,
kelimeleri mana etrafında istihdam ediyor.

''Bir vakıa-i hayâliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var


birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş.
Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün
üstünde bulunuyorum...'' Devamıyla izah eder misiniz?
İnsan şahsi kuvvet ve aklına güvenip "Ben doğruları kendim bulurum, Peygambere ve
onun rehberliğine muhtaç değilim." derse, şeytana oyuncak, vehim ve şüphelere eşek, korku
ve endişelere müptela bir hasta, dağlar kadar yükleri taşımaya mecbur bir binek durumuna
düşer. Halbuki insanın böyle ağır yükleri yüklenmeye ne takati ve ne de gücü yoktur. İnsan
ancak ve ancak iman ve tevekkül ile mükelleftir.
Allah insanı peygamber ve vahye muhtaç bir şekilde yaratmıştır. Bu yüzden insan iman
ve tevekkül ile Allah’ın gönderdiği peygamberlere teslim olmak zorundadır. Yok olmaz ise
ağır bir yükün altına girmiş olur. Tıpkı ateş böceğinin cüzi ışığına güvenip güneşe meydan
okuduktan sonra zifiri karanlığa mahkum olması gibi, insan da cüzi aklına ve vehmi ilmine
güvenip vahiy güneşinin terbiye ve rehberliğine girmez ise, küfür ve şirk karanlığına
mahkum olur. Hem dünya saadetini hem de ahiret saadetini kaybeder. Hem dünyada hem de
ukbada çok bela ve sıkıntılara maruz kalır.
Mesela, insan şahsi kuvvet ve fikri ile ölüme baksa, ölümü bir yokluk, kabri ise dipsiz
bir karanlık kuyu tevehhüm eder. Bu tevehhüm ile bela ve sıkıntılar çeker. Ölümdeki ayrılık
ve hiçlik acısı hayatını bütünü ile zehir eder.
Ama iman ve Kur’an nazarı ile baksa, ölüm ebedi bir saadetin başlangıcı, sonsuz bir
kavuşmanın girizgahıdır. Demek kuru akıl ölümün sırrını çözemiyor, vahyin dersine ve
terbiyesine muhtaçtır. Daha bunun gibi binlerce hadise karşısında insan vahyi inkar edip
aklına itimat ederse, bela ve sıkıntılara maruz kalır...
İnsan, kafa feneri hükmünde olan soyut aklı ile kainata ve hadislere bakacak olursa,
temsilde olduğu gibi eşyaların hakikatlerini ve içyüzlerini çözemez hatta insana dehşet veren
başka şekillere dönüşür. Yukarıda vermiş olduğumuz ölüm örneğinde olduğu gibi, ölümün
içyüzü nurani ve güzel iken dış yüzü soğuk ve iticidir. Ölümün içyüzünü ise ancak iman ve
hidayet nuru açar.
İnsanın soyut aklı ölümün dış suretinden ötesine geçemez. Bu yüzden vahye tabi olmayan
hidayet ile nurlanmayan soyut akıl sürekli sıkıntı ve azap veren bir vasıta haline döner.
Üstad Hazretlerinin "kızdım ve cep fenerini yere çarptım" demesi, aklı vahyin terbiyesine
verdim ve her şeyin içyüzüne o zaman nüfuz edebildim demektir.
Özet olarak, bu temsilde vahiy ile akıl mukayese ediliyor. Vahiy alemi ışıklandıran bir
güneş iken akıl fenere benzetiliyor. Güneşin yanında fener nasıl bir şey ifade etmez onunla
kıyasa bile gelmez ise, "vahyin yanında akıl bir şey ifade etmez, onunla kıyasa bile
gelmez" denilmek isteniyor.

Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül


etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme
bağlıdır... Cümlesini açar mısınız?
"Mahiyet istidat itibariyle her şey ilme bağlıdır." İstidat ve mahiyet Allah’ın
insanların fıtratına koymuş olduğu; gelişme, inkişaf, ve terakkilerin tohumları ve
çekirdekleridir.

Nasılki bir incir ağacının istidadında ve mahiyetinde ( yani tohumunda ve çekirdeğinde) bir
incir ağacı, hatta onun kıyamete kadar nesli var ve mevcuttur. Bunun inkişafı ve gelişmesi;
havaya, suya, toprağa ve güneşe bakar. Ancak bu külli unsurlarla o çekirdek ve tohumun içi
açılır, istidatı inkişaf eder ve gelişir.

Aynen öyle de, Allah (c.c.); ilk insan Adem (a.s) ve sonra da onun neslinden gelen insanların
yapılarına ve fıtratlarına; bu medeniyet çağında şahit olduğumuz ve ileride daha nicelerini
görebileceğimiz medeniyetin, teknolojinin, fennin ve bütün maddi ve manevi gelişmelerin
tamamını, tohum ve çekirdekler gibi açılmaya müsait, yüzlerce mahiyetler ve istidatlar
koymuştur.

İşte bu mahiyet ve istidatların gelişmesi, büyümesi ve inkişaf etmesi sadece ve sadece ilme
bağlıdır ve ilimle olabilir.

Hayvanlarda ilim ve öğrenme olmadığından, fıtratlarının icabından başka bir şey


yapamadıkları gibi, maddi ve manevi terakkileri de mümkün değildir.

Mesela; insanların fıtratlarına; bugünkü bilgisayarlar, uzay gemileri, lisanlar,


medeniyetler, teknolojiler ve en mükemmel din olarak İslamiyetin tezahürü ve inkişafı,
Allah tarafından tohumlar olarak konulmuş ve yerleştirilmiştir.

İşte bu tohumlar; şimdiye kadar açılmış, ileride de açılacak ve gelişecek olan, mezkur
meselelerin mahiyetleri ve istidatlarıdır.

Cenab-ı Hak, zamanın ve şartların ihtiyacına binaen; insanlara öğrenme ve ilmi emredip,
onları asırlarca meşgul ettirerek, bu tohumları açmış ve geliştirmiştir.

İstidat ve mahiyet diyebileceğimiz, tohumun içindeki öz ve nüve olan bu özellikler; ilim,


bilgi ve taallümle bu gün fiile çıkmış ve bütün insanlığın maddi ve manevi istifade edeceği
şekilde müessese ve kurumsal hale gelmiştir.
Mesela yirmi farklı yumurtada yirmi adet farklı istidat ve mahiyetler vardır. Bunlar bir
muameleye tabi tutulmazsa, birbirine benzeyen, hatta birbirinden hemen hemen büyüklükten
başka hiçbir farkı olmayan yumurtalar olarak kalırlar.

Fakat kuluçkaya yatırılırsa ve bir muameleden geçirilirse; onlardan tavus kuşları, kartallar,
bülbüller, timsahlar, yılanlar ve kablumbağalar gibi birbirinden çok farklı ve harika
hayvanlar çıkar ve meydana gelir.

İşte ilim olmazsa, bütün insanlar istidatlarını geliştiremezler ve birbirlerine benzeyen


yumurtalar gibi özellikler arz ederek, kıyamete kadar bir çeşit sürü olarak yaşarlardı.

Fakat insanlar, asırlarca ilimle ve bilimle meşgul oldukları için, bu noktada hayvanlardan
ayrılmıştır. O insanlardan; her sanatta, maddi ve manevi mesleklerde mükemmel fertler,
maharetler ve medeniyetler meydana gelmiştir.

Demek ki; bütün mahiyetlerin ve istidatların gelişimi, açılımı ve inkişafı ilme bağlıdır ve
ilimle alakalıdır.

İlk insan ve ilk babamız olan Adem (a.s)’ın ilimle öne çıkarılması, meleklere
rüçhaniyetinin ilme dayanması ve Cenab-ı Hakk'ın ona mucize olarak eşyayla alakalı
ilmi vermesi, ayrıca Kur'an’ın ilk emrinin “oku” olması, Cenab-ı Hakk'ın kitab-ı
Akdeste bir çok yerlerde aklı, tefekkürü, düşünmeyi ve muhakemeyi öne çıkarması da,
ilmin ehemmiyeti açısından önem arz etmektedir.

Duada Bir Şeyi Şiddetli İstemek, Duayı Ubudiyet


Manasından Çıkarır mı?
İhtiyacımızı hissetmek ve muhtaç olmak bir duanın vaktidir. Allah'a iltica vakti demektir;
biz de Allah'tan isteriz. Ama neticesine razı oluruz. O razı olmak hali, bir teslimiyetin ve
imanın neticesidir.
Doktora müracaat eder ve doktorun tavsiyelerine uyarız. Bu teslimiyet, doktora olan bir
güvenin neticesidir. Duamız isteğimiz doğrultusunda kabul edilmez ise de bir vazifemizi
yapmışız demektir. Hasta olmak, aczimizi hissedip Allah'a yalvarma zamanı gelmiş
demektir. Biz de vazifemizi yapmakla mükellefiz.
Dua ile ilgili ilave bilgi için tıklayınız:
Sözler, Yirmi Üçüncü Söz Birinci Mebhas Beşinci Nokta.

Eğer bir şeyi gönülden istiyorsak, o isteğimiz de bir türlü


gerçekleşmiyorsa, ne yapmamız lazım? Risalelerden örnek
verebilir misiniz?
İstediğimiz şeyin imkanı, yani mümkün olup olmadığı ve Allah’ın hikmetine
uygunluğu önemlidir. Şayet istediğimiz şey mümkün sınıfından değilse, bu gerçekleşmez.
Mesela; vasıta olmadan uzaya çıkmayı ve oralarda dolaşmayı istemek, evlenmeden çocuk
sahibi olmayı istemek gibi mümkün olmayan şeyleri talep edip istemek, mümkün sınıfından
olmadığı için, Adetullah gereği gerçekleşmesi kabil değildir. O zaman istediğimiz şeyin
mümkün ve kabil olmasına dikkat edeceğiz.

İkinci olarak; istediğimiz şey mümkün ve kabil olsa bile, Allah’ın hikmet ve kader
programına da muvafık olması lazımdır ki, bunun takdirini ancak Allah yapar. Öyle ise bizim
istediğimiz şey gerçekleşmiyor ise, demek Allah’ın hikmet ve programına uygun değil ki
gerçekleşmiyor. Ya da daha güzel bir şekilde kabul ediliyor o talebimiz.
Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:

"Eğer desen: "Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet
umumidir; her duâya cevap var," ifade ediyor."

"Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek
var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine
tâbidir."

"Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: "Yâ hekim, bana bak."

"Hekim "Lebbeyk," der. "Ne istersin?" Cevap verir."

"Çocuk "Şu ilâcı ver bana" der."

"Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha
iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez."

"İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap
verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir.
Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i
Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez."

"Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar
ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gâyeleri değil. Meselâ,
yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o
ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o
ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz, Beşinci Nokta.


Hal Dili ile İstemek, Ne Demektir?
Bir dilencinin iki türlü istemesi vardır; biri sesli, diğeri de hal dili iledir.

Hal dili ile istemeyi tasvir etmek gerekir ise, bir duvarın dibinde boynunu bükmüş ve
avuçlarını açmış bir vaziyette gördüğümüz bir insanın bir şeyler istediğini anlamamak
mümkün olmadığı gibi; kal dili ile istemekten de daha müessir bir dil olur.

Namaz ibadeti de hem hal dili ve hem de kal dili ile yapılan bir duadır. Kafamızı yere
koyarak zilletimizi ve aczimizi ortaya koyarız. Ayrıca fiili duaların tümü hal diline girer.
Tarlasını eken bir çiftçi hal dili ile Allah'tan ürün istemektedir. Dersini çalışan bir öğrenci
hal dili ile Allah'tan ilim istemektedir.

Her duaya cevap var. Fakat kabulu, Cenab-ı Hakk'ın


hikmetine tabi. Allah'ın hikmeti zamanla değişmeyeceğine
göre; neden bazı vakitlerde dua makbul deniyor?
"Duaya cevap vermek" genel bir kavramdır ki, "Allah her duaya mutlaka cevap
verir." ayette de ifade edilen husus bu noktadır. Kabul etmek ise, insanın duada istediği
şeyin aynısını vermek anlamındadır. Bu noktada Allah’ın her dua edenin duada istediği şeyi
aynı ile vermesi hikmetine uygun düşmez. Bu sebeple Allah dua eden kişinin duada istediği
şeyi hikmetine uygun ise aynı ile verir ki bu da bir cevap vermedir ya da hikmetine uygun
değildir, başka bir şekilde duasına cevap verir; duaları kesinlikle cevapsız ve karşılıksız
bırakmaz.

Mesela, birisi bir erkek evlat ister, Allah ona hikmeti gereği Hz. Meryem gibi bir kız evladı
verir. Bu durumda dua cevap bulmuş oluyor, yani Allah duaya cevap ve karşılık vermiş
oluyor; ama aynı zamanda kabul olmamış da oluyor. Zira kabul olmak, duada istenilen şeyin
aynı ile verilmesidir. Üstad Hazretleri bu manayı "daha güzel bir surette kabul etmiş"
diyerek ifade ediyor. Risale-i Nurlarda Üstad Hazretleri bu hususu şu şekilde izah ediyor:

"Meselâ, birisi kendine bir erkek evlât ister. Cenâb-ı Hak, Hazret-i Meryem
gibi bir kız evlâdını veriyor. 'Duası kabul olunmadı.' denilmez. 'Daha evlâ bir
surette kabul edildi.' denilir. Hem bazan kendi dünyasının saadeti için dua eder.
Duası âhiret için kabul olunur. 'Duası reddedildi.' denilmez. Belki, 'Daha enfâ bir
surette kabul edildi.' denilir, ve hâkezâ..."

"Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat
hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli.
Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. 'Tabip beni dinlemedi.'
denilmez..."(1)

Duanın şartları kabul için değil cevap içindir. Yani şu mevkide şu zamanda dua edersen
cevap verilir demektir. Yoksa aynı ile kabul edilir demek değildir.
Mesela, validen bir şey almak için şu günde ve şu saatte randevu alsak, ama o gün ve o
saatte gitmeyip daha erken veya daha geç gitsek, bırak o şeyi almayı bize cevap bile
vermezler. Hem cevap hem de o şeyi almak için randevu saatine riayet etmek gerekiyor.
Yalnız randevu gün ve saatine riayet etmek cevap almak içindir, o istediğimiz şeyi almak
için değildir. Vali, kanunlara uygunsa o şeyi verir, yoksa vermez.
(1) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Zeyl.

Her duaya cevap varsa, duanın bazı zamanlarda "kabule


karin" olduğu diye ifade edilmesi ne anlama gelir?
Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Bunu Üstadımız bir hasta ve doktor örneği
ile Yirmi Üçüncü Söz'de şu şekilde ifade etmektedir:
"Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var. Fakat
kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek, Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.
"Meselâ, hasta bir çocuk çağırır:
- “Ya hekim, bana bak.” hekim:
- “Lebbeyk,” der. “Ne istersin?” cevap verir. Çocuk:
- “Şu ilâcı ver bana.” der. Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına
binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez."
"İşte, Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap
verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat
insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i
Rabbâniyenin iktizasıyla, ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez."

Hidayeti veren Zat, hidayet nimetini kulunun üzerinde


devam ettirmez mi; hidayetin de gaflette olduğu gibi
mertebeleri var mıdır, konu hakkında bilgi verir misiniz?
Hidayet, insanın cüzi iradesini sarfından sonra, kalpte hasıl olan bir nurdur, bir ışıktır.
Sonuçta hidayeti talep eden; insanın cüzi iradesidir. Elbette bu hidayet talebinin, nihayetsiz
makam ve mertebeleri bulunacaktır. Kimisi şiddetli bir şekilde talep eder, ona hidayet
şiddetli olarak tecelli eder, kimisi zayıf talep eder, ona da zayıf tecelli eder. Ne kadar talep
o kadar hidayet denilebilir. İfade ettiğiniz gibi, gafletin nasıl mertebeleri varsa, hidayetin de
o derece mertebe ve makamları vardır. Elbette bir ami ve avam Müminin hidayeti ile
Hazreti Ömer (r.a)’in hidayeti eşit olmaz, aralarında dağlar kadar fark vardır.
Hidayetin devamında ve sürekli oluşunda, yine insanın irade ve talebi esastır. İnsan bir
kere talep eder, hidayet gelir artık, bir daha istemeye gerek yoktur, denilemez. Hidayet nasıl
irade ve talep ile geliyor ise, devamı da talep ve irade ile olur. İnsan hidayeti ister Allah
yaratır, yine insan hidayetin devamını talep eder Allah devam ettirir.
Hidayetin ziyadeleşmesi için iman, ibadet, takva ve tefekkürde terakki ve tekemmüle
çabalamak gerekir. Yani imanı tahkikiye çevirecek sebeplere yapışmak ve ibadetlerde
ciddiyet ile devam etmek ve takvaya önem vermek, insanın kalp ve ruh dünyasını
berraklaştırır ve hidayet nurlarının artmasına sebebiyet verir.

İman hem nurdur hem kuvvettir, ne demektir, bu cümle


hakkında daha geniş bir açıklama yapar mısınız?
İbadet bir yük, iman ise bu yükü kaldıracak bir güç ve kuvvettir. İman ne kadar
güçlü ve kuvvetli olur ise, ibadet ve takva da o kadar sağlam ve güçlü olur. Bu yüzden
kalbin feyizlenmesi, ruhun gıdalanması, sağlam ve güçlü bir imana bakar. İmanın kuvvet
olmasını bu noktada anlayabiliriz.

İmanın nur ve ışık olması ise; her şeyin ve her hadisenin arkasında Allah’ın isim ve
sıfatlarını görüp, her olayın gerçek ve İlahi cephesini okuyabilmek anlamındadır. Mesela;
insan için, ölüm en büyük bir olaydır. Ölüme imanın nuru ve ışığı ile bakarsak, ölüm bir
yokluk ve hiçlik değil, ebedi bir alemin başlangıcı ve bir geçiş noktasıdır. Küfrün karanlıklı
bakışı ile bakarsak, ölüm insanı sevdiklerinden ebedi olarak ayırıp hiçlik ve yokluk
kuyusuna atan dehşetli ve azaplı bir hadisedir. İşte imanın bu nurlu bakışı, her olayın gerçek
ve aydınlık yüzünü gösteriyor. İmanın nur olması bu manayadır.

İman İnsanın Mazi ve İstikbalini Nasıl Aydınlatıyor?


Üstad bu konuları değişik yerlerde işlemektedir. Özetle: İmandan mahrum bir şekilde
maziye bakıldığında “pederinin ve ecdadının ve nev'inin bir mezar-ı ekberi suretinde”
göründüğünü beyan eder. Yani Bir insan bu gün toprağa verdiği bir yakını - mesela babasını
- nasıl tasavvur edecektir? Bir daha ebediyen görüşemeyeceği bir kayıp değil mi? Onu ne
kadar seviyorsak o sevgimiz derecesinde bir boşluk ve yürek acısı duyarız. Sonra bu kayıbın
hatırlattığı diğer kayıplarımız aklımıza gelir. Sonra tarih boyunca yaşamış gitmiş tüm
insanlık akla gelir. İçimizdeki boşluk ve yürek acısı daha da büyür, dehşetli bir karanlık bizi
boğar.

Fakat imanla bakıldığında mazi, “ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-ı
ahbap”tır. Yani mazi mezaristanına gidenler bütün bütün çürüyüp yok olmadılar; çürüyen
yalnız onların elbiseleri hükmünde olan cesetleridir. Onlar başka bir alemde varlar. Biz de
onların gittiği aleme gideceğiz, onlarla hem berzahta ruhani olarak, hem de haşirden sonra
cennette “yüz yüze” görüşeceğiz. Dolayısıyla bizimkisi ebedî bir kayıp değil; geçici bir
ayrılıktır; hüzün verse de bu ayrılıktan kaynaklanıyor ve bir gün bitecek bir ayrılıktır.
Dolayısıyla geçmiş dostlarımızı, ecdadımızı veya saygıdeğer insanları düşündüğümüzde
sıcak, bir dostlar meclisi aklımıza gelir ve içimizi aydınlığa garkeder.

İmandan mahrum bir şekilde istikbale bakıldığında “...benim ve emsalimin ve nesl-i


âtinin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde” görülür, ünsiyet yerine dehşet verir.
Geçmiş nasıl baba, ecdat ve geçmiş tüm insanların, insanın içini karanlığa boğan bir kabri
ise, gelecek de bizim, hatta çocuklarımız ve torunlarımızın, ve gelecek tüm insanlık neslinin
kemiklerini çürütecek başka bir kabristan olarak görünür ve insanın istikbalini dehşetli bir
karanlık kaplar. “Kabir… Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî
kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır”.

Fakat imanla bakıldığında istikbal “sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i


Rahmâniye” olarak görünür. Yani biz ölümle yokluğa veya çürüyüp dağılmaya gitmiyoruz,
bilakis bu dünyadan çok daha şirin olan ve bu dünyayı “gölge”de bırakacak başka muhteşem
bir aleme göçüyoruz. Orada bu dünyada numünelerini “tat”tığımız lezzetlerin asıllarından
oluşan Rahmana yakışır bir başka ziyafete davet ediliyoruz. Dostlarımızla, tüm saygıdeğer
insanlarla, akla gelen - gelmeyen tüm lezzetlerin iç içe olduğu gerçek bir saadet diyarına
göçtür ölüm. “Onun içindir ki, ölümün hakikatini gören kâmil insanlar, ölümü sevmişler,
daha ölüm gelmeden ölmek istemişler”.

İmandan mahrum bir şekilde bakıldığında hazır gün “yarım ölmekte ve hareket-i
mezbûhânedeki ıztırap çeken cismimizin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde”
görünür. Yani saatimizin her tiktakları, doğan veya batan güneş, gelip giden mevsimler hep
bizim ve tüm sevdiklerimizin ölüm denen yokluğa biraz daha yaklaşmamız anlamına
gelmektedir. Kesimhanelerdeki bandda ilerleyen kesimlik bir koyundan farkımız yoktur
aslında. Her saniye hayatımızın sona ereceği noktaya yaklaşıyoruz. Böyle bir tasavvur
içindeki birisi için dünyanın zevklerinin bir anlamı kalır mı? “Ölüm ve idam intizarında
bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi?”
Fakat imanla bakıldığında hazır zaman “bir ticaretgâh dükkânı ve şaşaalı bir misafirhane-
i Rahmânî” olarak görünür. Yani sonsuz saadet saraylarını elde etmek için sonsuz fırsatların
bulunduğu bir ticaret yeridir. Her ömür dakikası ayrı bir sermaye, ayrı bir fırsat ve o saadet
diyarı için ayrı bir yatırımdır.

Bu dünyada da O rahmeti sonsuzun misafiriyiz, sayısız nimetleriyle muhatabız. Fakat ebedî


saadeti kazanmak için bazı imtihanlarla karşı karşıya olduğumuz için bir çeşit meşakkati de
var. Fakat böyle kerem, rahmet ve hikmeti sonsuz bir misafirhane sahibimiz olduğuna
itikadımız bu dünyamızı da güzelleştiriyor. Sonuçta kendimizi onun katıksız saadetler
diyarına götüren bir trende bildiğimiz ve her dakika oraya yaklaştığımızın şuurunda
olduğumuzdan yolculuk sıkıntısı sıkıntı olmaktan çıkmaktadır.

Fakat ehl-i dalalet, gafletle eğlencelerle ve düşünmeyerek bu korkunç karanlıkları tam


olarak hissetmiyorlar. Aynı şekilde ehl-i hidayette yine gafletle imandan gelen şirin
nurları tam hissedemiyor.
İman Tevhidi, Tevhid Teslimi, Teslim Tevekkülü, Tevekkül
ise Saadet-i Dareyni İktiza Eder.. Cümlesini izah eder
misiniz?
Bu vecize üzerine, bir arkadaşımızın yazdığı yazıyı istifadenize sunuyoruz;

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül ise saadet-i dareyni iktizâ
eder” der Bediüzzaman Hazretleri. Bu ifadesiyle; hasretini çektiğimizin adını koymuş ve
hayalini kurduğumuz, vasıl olmak için perişan olduğumuz o mutluluklar ülkesinin adresini
göstermiştir bize.

Saadet-i Dareyn; iki dünya saadeti. Dünyada başlayıp ahirette devam eden ve mutluluğun
bitmediği âsûde bahar.. Sadet-i dareyndir kalplerimizin, ruhlarımızın maksudu. Lâkin,
elbette bedelsiz ve usulsüz kavuşulamaz hiçbir güzele.

Sadet-i dareynin adresinde imandır ilk basamak..

İman eden; “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf
kâtipsiz olamaz. Öyleyse nihâyet derecede muntazam olan şu memleket de hâkimsiz
olamaz”der. Ve devam eder, “Allah vardır. Yer, gök ve içinde ne varsa O’nundur. Ben
de O’nunum” Bu ifadelerle artık, kul ile Rabbi arasında bir bağlılık oluşmuştur.

Allah ile insan arasındaki irtibat demek olan imandan sonra adresin ikinci basamağı
tevhidtir. “Lailaheillallah”. Kainatta hiç bir zerre yoktur ki bu cümleyi söylemesin.

Tevhid’e dair akla gelen ilk şey, tevhid’in öncelikle inkâr oluşu. Yani O’dan başka olan
sahte ilâhları inkar… “La ilahe..” ilah yoktur. “..İllallah” O’dan başka. İşte bu cümle
sebeplerin sukutudur. Ve bu cümle amennâ dedikten sonra, sebeplere ilahlık makamını
verecek şekilde bir fâil nazarıyla bakılamayacağının ifadesidir.

Tevhid; kuvvetli bir iman akabinde, sebepler perdesinin şeffaflaşması ve Allah’ın isim
ve sıfatlarıyla buluşmaktır.

Kâinatta elbette her şey sebeplerle ortaya çıkar. Allah’ın kâinattaki kanunudur bu. Hayat için
rızk gerekir. Neslin devamı için dişi-erkek. Çiçeklerin açması için bahar gelir. Hastalıklar
için virüsler, felaket ve musibet için kazalar, depremler ve afetler gelir. Mazlumların zulme
uğramasına zalimler sebeptir.

İşte bu sebeplere hikmetle bakmayı bilmek ve hâdiseler satırlarında ilahî mesajları


okuyabilmektir tevhid.

Yani, yaşamımızda karşımıza çıkan maddî-manevî her şeyde Allah’ı görebilmek ve


sebeplere takılmayıp her şeyde Allah’ı müşâhede edebilmektir. Manevi durumumuzu ortaya
koyması için gelen bu bela ve musibetlerin her biri bir sebeple gönderilir adresimize.
Gönderen ise Allah’tır!

Sebeplere takılmak değil midir yaşamımızı buhrana çeviren ve bizi perişan eden!?
Hikmetsiz, basiretsiz bakış ve yorumlarla bu sebeplerin her biri bir çıkmaz sokağa döner.
Öyle miydi, böyle miydi derken başımız döner bir türlü çıkamayız işin içinden. Falancaya
kızarken filancaya söylenirken perişan olur, hasta oluruz. Ve böylece her birimizin hayatı
dahi bir çıkmaz sokağa dönerken intikamlarla, intiharlarla bunalım çağı oluvermiştir işte şu
asrımız..

Oysa tevhidin mânâsını idrak eden hastalığın mânâsını da bilir, musibetin de. Ve der;
“Kâinatta maksatsız, çirkin ve abes olanı yaratmamışsa Allah, adresime gönderdiği
musibeti de maksatsız değildir. Çirkin hiç değildir.”

Gıdası verilmeyen, hücreleri yenilenmeyen her azanın hasta olması gibi yaratılanda yaratanı
göremeyen her bir ruh da, hastadır. Asrımızda kanser günden güne hızla yayılıyor. Herkes
telaşa düşmüş “ya bende de varsa!”diye. Oysa bu kadar telaş niye, zaten ölmek için
gelmedik mi dünya misafirhanesine!? Telaş edilmesi gereken hakiki hastalığa gelince;
sebeplere ilahlık derecesinde kıymet vermekle kanser olmuş ruhlarımız!

Tevhid ehli sebeplere ne tapacak ve hayranlık duyacak kadar kıymet verir ne de kin ve nefret
edecek kadar ciddiye alır. Sebepler tevhid ehli için, Allah’ın isimlerini okutturan aynalar
hükmündedir.

Baharda, çiçekte Cemîl ve Latîf isimlerini lezzetle okurken, fırtınalı denizlerde ve çakan
şimşeklerde, ibretle Kahhar ve Celîl isimlerini müşahede edebilmektir tevhid. Sağlık-
sıhhatte rahmeti, hastalıkta, musibette terbiye edicilik ma’nasındaki Rab ismini okuyabilmek
imanı kamil olanların tevhid basamağındaki başarısına işarettir. Evet iman eden, yaratılan
her şeyde mutlaka O’nu görür.

Ve saadet-i dareynin üçüncü basamağı; teslim olmak. Kendini Allah’a bırakmak, O’na
boyun eğmek.

Teslimiyet; kaderin tecellisi demek olan kazaya rızadır. Ve Allah’ın kaderden bize
ayırdığını -bu bir bela ve musibet bile olsa- gönül rızasıyla kabul edebilmektir.

Âlimler, teslimiyet için “belâ geldiğinde içte ve dışta değişme olmaksızın sabit olmaktır”
demişler. İnsan dil ile “ne yapalım Allah’tan bu da!” der. Der demesine fakat, esefle, ye’s
ile çıkar bu cümleler ağızdan! Bu teslimiyet değildir. Diliyle söylediği bu güzel cümleyi
kalbiyle gösterdiği hoşnutsuzluk ile yalanlar insan. Farkında olarak ya da farkında olmadan.

Ey insanoğlu! Ağla sızla feryat et, istersen vur başını duvardan duvara. Mukadder programı
değiştirmeye muktedir olamazsın!

Âcizliğini unutan insan, kulluğunu hatırlatmak için kaderin kendisine sunduğu şerbeti acı da
olsa yüzünü buruşturmadan yudumlamalıdır. Semavat ve arzın dışına çıkmaya güç
yetiremeyen insana, acaba rızadan başka ne yakışır?!

“Onların Rableri katındaki mükafatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir.


Orada ebedi olarak devamlı kalıcıdırlar. Allah onlarda razı olmuştur ve (onlar da)
O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu (karşılık),Rabbisinden korkan kimseler içindir.”
(Beyyine, 98/8)

V e Tevekkül; âsûde bahar ülkesinin adresindeki son basamak. Yani işini Allah’a
ısmarlamak. O’na sığınmaktır tevekkül. Gerekeni yapmak demek olan, sebeplere
teşebbüsten sonra ağırlıklarını O’nun kudret eline bırakmak.

Abdülkadir Geylani Hazretleri (ks); “Tevekkül eden kimse, Rabbin va’di ile sukûnet
bulur.” demiştir.

İnsanoğlu kaderine rıza göstermeyip tevekküle yanaşmadığı sürece ıstıraplardan,


evhamlardan, sabırsızlıklardan asla ve asla kurtulamayacaktır. Ve böylece insan olma
asaletine yakışmayan bir hal ile, yani yaratana değil, yaratılmış olana tenezzül edecektir. Her
sıkıntı karşısında çaresizlik sancıları çekecek, kainata da zavallı bir dilenci olacaktır.

Hz. Ömer (ra) şöyle buyurmuştur: “İster hoşuma giden olsun, isterse de gitmeyen; hangi
hal üzere sabahlarsam sabahlayayım benim için fark etmez. Çünkü ben, hayrın hoşuma
gidende mi, yoksa gitmeyende mi olduğunu bilmiyorum.” (İbn-i Kesîr)

Beşeri bütün matlûbuna vâsıl eden kelimedir tevhid..

Hastayken hastalığı, sağlıklı iken sağlığı, musibetzede iken musibeti, yalnızken yalnızlığı,
gençken gençliği, ihtiyarken ihtiyarlığı sevmeyi becerebiliyorsak ve falan bize hakaret
ettiğinde filan da bahçemize çöp döktüğünde kızmamayı başarabiliyorsak, işte hasretini
çektiğimiz âsûde bahar ülkesi burada, içimizde hem de her yanımızdadır. Hatta o kadar ki
gittiğimiz her kışı bahara döndürecek kadar yanımızdadır bu bahar. Saadet-i dareyndir bu.

Lâkin nefsin gözü gaflet ile sebeplerden açılan maneviyat alemine kapanırsa, her şeyi
kapkara görür. Ve kör olan elbette güneşin gösterdiği güzelliklerden habersizdir.

Gözleriyle sayfamda gezinen İrfan Mektebi’nin sevgili misafiri! Şimdi istersen biraz düşün!
Mutlu musun yoksa mutsuz mu? Kaderin adresine postaladığı hadiselere
memnuniyetsizlikler, vehimler ve esefler ile bakarak zindan yapıyorsan yaşamını, başa
dönmelisin. Yani adresin başına. İman! Çünkü Bediüzzaman Hazretleri “ iman, saadet darını
netice verir” demiyor, “Sadet-i dareyn’i netice verir” diyor. Yani, “iman; sadece âhiret
mutluluğu olan cenneti netice vermez. Hem dünya hem ahiret mutluluğunu netice verir.” Evet
Allah’a inanıyorsan bu dünyada da mutlu olursun, olmalısın (!) Çünkü dünyada kadere rıza
ile elde edilen manevi huzur ahiretteki cennet saadetinin habercisidir. Kadere rızasızlık ile
gelen dünyadaki mutsuzluklar ise ahiretteki cehennem azabının alametidir.
Mutlu musunuz, halinizden memnun musunuz? Öyleyse problem yok. Çünkü siz tevekkül
ehlisiniz. Elinizden geleni yapıyor sonra gelen neticeye rıza gösteriyorsunuz. Demek ki;
yerlerin ve göklerin ilâhına teslimsiniz. Öyleyse her şeyde O’nu görüyorsunuz, O’nu
okuyorsunuz ki falancaya filancaya kızmakla kendinizi, hayatınızı ve başkalarının
hayatını zindan etmiyorsunuz. Ve gittiğiniz her yere mutluluk taşıyorsunuz. Huzursuzluk
karanlıklarını iman nuruyla ortadan kaldırıyorsunuz. Öyleyse siz imanı kâmil
olanlardansınız. Evet Sırat-ı müstakim üzere olanların dünyası da cennettir ahreti de.

Aah Saadet-i Dareyn.. Nerdesin?.. İnsaniyet seni ararken perişan oldu.. Evet biliyoruz ki
aslında sen “Lâilâheillallah” demek kadar yanımızdasın..

Lâkin Aaah âhir zaman! Sen nasıl bir zamansın ki biz insanlar aradığımız Saadet-i Dareyn
çok yakınımızdayken onu bulamayacak kadar kör olduk seninle.. Çek artık üzerimizdeki ve
kalplerimizdeki kara bulutlarını. Çek ki; âsûde bir bahar ülkesi gelsin ve hiç gitmesin
bizden..

İman, tevhid, teslim ve tevekkül yağmurlarıyla baharlar gelsin kalplerimize, ebedi


mutluluk çiçekleri açsın. Bırakalım ıztırapları, yeis ve elemleri.. iman nimetinden mahrum
ya da nasibi az olanlara..Ve huzuru bulalım, yaşatalım doya doya. Evet İman ehli bir takım
sebeplerle kıymetlisini kaybettiğinde hüsrana uğramaz.. Çünkü iman eden bilir: Madem O
var her şey var! Velhasıl: âmenna diyorsa dillerimiz her şeyde O’nu görmeli gözlerimiz.
O’nu okuyunca gözlerimiz, teslimiyete bürünecektir kalplerimiz. Teslimiyetimiz varsa O’na,
dünya yükümüz hafiftir artık. Ve tevekkül varsa O mutlaka bizimledir. Yerlerin ve göklerin
ilahı olan Allah’ın (c.c) yanında olduğu kişi ise dünyadan ebede kadar âsûde bahar
ülkesindedir.

İnsan bu aleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmeye


gelmiştir. Cümlesini nasıl anlamalıyız?
"Yevmi mahşerde alimlerin mürekkebiyle şehidlerin kanı müvazene edilir. Alimlerin
mürekkebi ağır basar" hadis-i şerifi muktezasınca, alim olmanın kolay bir şey olmadığı ifade
edilmiştir. Ancak bu dünyaya gelmekte ki asıl maksad, ilimle tekamüldür. Yani maksud mana
budur. İlimle bu dünyada Allah’ın dinine hizmet etmenin ayrı, kudsi bir manası olduğu
kanaatindeyiz. Tabi bu ilimden maksad tüm ilimlerdir.

Çünkü tüm ilimlerin yaratıcısı Cenab-ı Hak olduğuna göre tüm ilimleri öğrenmeye gayret
göstermek lazım.

Ancak adetullah kanunları muktezasınca tüm ilimleri öğrenmek mümkün olmadığından,iki-üç


ilimde ihtisas sahibi olmak mümkün, diğerlerini ise buna yardımcı olarak öğrenebiliriz. Tabi
tüm insanların ilimle uğraşmasını bekleyemeyiz.
Bazı insanların tüm ilimleri öğrenmesi diğerlerinin üzerinden bu yükümlülüğü kaldırır.
İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ında da, "İbadet, tezellül ve inkısardan ibadettir" buyrulur.
İşte insanın kendi aczini, zilletini en kamil manada hissettiği ve kalbi buruk olarak kalbine
müteveccih olduğu güzel anlarından birisi de dua vaktidir. İnsan dua ederken, A'raf
suresinde geçen, "Rabbinize yalvara yalvara, için için dua edin"emrine uyar ona sığınır.
Ondan ister, onun mağfiretini talep eder. İşte bu hal bir ibadettir ve meyvesini ahirette
verecektir. Bir de istenen şeylerin dünyada tahahakkuk etmesi meselesi var. İbadet onlar için
edilmez. Onlar ancak ibadet için birer vesile. Ve o ihtiyaç anları birer dua vakti. İnan o
vakitlerde fakrını aczini daha iyi anlar. Ve bunları yerine getirmeye ancak Rabb’ül
Alemin’in kadir olduğunun idraki içinde ellerini onun dergahına açar, ona yalvarır.
İstemenin en ileri en ulvi derecesi, ondan yine onu istemek... Rızasını dilemek. Yakınlığına
talip olmak. Ona imanda onu sevmede ve ondan korkmada kemale ermeyi istemek. "Kalpler
ancak onun zikriyle mutmain olur"mealindeki ayetin verdiği derin mesaja kulak vererek.,
ondan onu anmayı, dilemek. Bize bizden daha yakın olduğunun şuuru içinde onun yakınlığını
kalbimizde duymayı ve böylece onunla olmayı istemek. Nefis duada bile araya girer. Ve
onun huzurunda ona yalvaran kulu, bir bakıma ondan gaflete düşürür. Ve onu istemek yerine,
dünya nimetleriyle oyalanmayı kalbe telkin eder.

İnsan tek başına gitse bir hiç oluyor. Ama imanla Rabbine
intisap etse, ahseni takvimde oluyor. Bu nasıl böyle
olabiliyor?
Kur’an Allah’ın kelamı olduğu için, bütün kainatı aydınlatan bir güneş gibidir. İman ile
intisap etmek ise bu güneşin aydınlığından istifade etmek için abone olmak gibidir. İnkar ve
enaniyet ise küçük kafa feneri hükmünde olan akıl ile eşyayı aydınlatma çabasıdır.
Evet, güneş ile fener nasıl kıyasa gelmez ise, Kur’an ile akıl da aynı şekilde kıyasa
gelmez. Akıl ve enaniyeti bırakıp her şeyi aydınlatan güneşin ışığına intisap etmek gerekir.
Yeryüzünde herkes ile konuşmak için devlet tarafından döşenmiş telefon şebekesine
ihtiyaç vardır. Bu şebekeden istifade edip, herkes ile görüşmek için cüzi bir ücret ile abone
olunur ve ondan sonra herkes ile görüşülebilir. Şayet devletin bu şebekesine meydan
okuyarak, "Ben kendi hattım ve şebekem ile görüşürüm, abone olmam." dersek, yeryüzünü
kuşatacak çok pahalı bir ağ kurmamız icap eder. Bunu bir insanın yapması da mümkün
değildir.
Aynı şekilde, insan Allah’ın, kainatı manevi olarak aydınlatması olan Kur’an’ı bırakıp,
ufacık ve sönük aklına güvenerek, iman aboneliğinden kaçarsa, zifiri bir karanlık ve dalalet
içinde kalıverir ve hiçbir şeyin hakikatini idrak edemez. Halbuki iman aboneliği Kur’an
şebekesine bir intisap bir ilinti kurmaktır ve çok basit ve zahmetsizdir. İnsanın mahiyetindeki
sayısız cihazları inkişaf ettirip, ahsen-i tavkime çıkarabilmesi bu intisaba ve aboneliğe
bağlanmıştır. Kim bu intisap ve aboneliği inkar ederse, büyük bir zarara girer, helakete
düşer.
İstidat lisanıyla yapılan duayı okumuştum. Tarlaya
attığımız her tohuma Allah (c.c.) filizlenmek istidadı vermiş
midir? Eğer filizlenmek istidadi varsa, neden hepsi
filizlenemiyor ve bazıları çürüyor? Bu durum insan istidadı
için de geçerli midir?
"Ya istidat lisanıyladır, bütün nebâtat ve hayvânâtın duaları gibi ki, herbiri
lisan-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir
mazhariyet-i münkeşife istiyorlar."(1)

Kabiliyet dili ile yapılan duadır. Mesela kayısı çekirdeği kayısı olmak için, kabiliyet dili
ile Allah’tan istiyor. Bir kartal yumurtası kartal olmak için kabiliyet lisanı ile Allah’tan
talepte bulunuyor. İnsan da aynı şekilde fıtrattan gelen bir çok kabiliyetlerle kabiliyet dili ile
Allah’tan talep ederse, Allah bu talebi ekseriya geri çevirmez. Yalnız kabiliyet
doğrultusunda istemek gerekir. Kabiliyetimiz olmadığı bir sahada talep edersek, Allah bunu
vermez. Nasıl kayısı erik olamaz ise, çiftçi kabiliyeti olan birisi de marangoz olamaz.
Yalnız bazen tohum ve yumurtalar çoklukla icat edilir, ama bir kısmı maksada ulaşmadan
arada başka hikmete binaen telef olur. Bir tohum ya da yumurtanın kabiliyet dili ile dua
etmesi ve bunun kabul edilmesi İlahi irade ve hikmete bakar. Şayet İlahi irade ve hikmet
uygun görürse maksada ulaşır, uygun görmez ise ulaşamaz. Bu insanda dahil bütün türler için
geçerlidir.
Mesela bir balık bir her seferinde milyonlarca balık yumurtluyor. Şayet hepsi balık olsa,
denizdeki ekolojik denge bozulur. Bu yüzden Allah hikmeti gereği o yumurtaların bir kısmını
başka türlere besin ve rızık olarak ayırıyor.
İnsanlar içinde de durum aynıdır. Herkes doktor olamayacağı gibi herkes pilot da
olamaz. Lakin doktor ve pilot olamayan, başka bir hususta inkişaf edebilir. Hatta bazen insan
suiiradesi ile hiçbir şey olamaz. Yani vasıfsız ve niteliksiz de kalabilir.
İnsan bir çekirdek ya da yumurta gibi de değildir. İnsanda irade de olduğu için üç
denklem ortaya çıkar. Birisi İlahi irade ve hikmet, ikincisi fıtri kabiliyet, üçüncüsü de
insanın iradesidir. Üçünden birisi olmadı mı denklem bozulur ve maksat hasıl olmaz. Allah
ekseriyetle istidat lisanı ile yapılan duaları geri çevirmez.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

Kader ve Tevekkül Arasındaki İlişkiyi veya Farkı Anlatır


mısınız?
Kader, büyük ve küçük olmak üzere iki daireden oluşur. Büyük daire insan iradesinin
geçerli olmadığı ve tesirsiz kaldığı bir dairedir. Bu büyük dairede insanın iradesi değil,
Allah’ın takdiri hükmeder, insan bu dairede mutlak cebir içindedir. Bu daire, insanın başına
gelecek her dert musibet, hastalık, sıkıntı, sevinç, nimet ve vesaireyi içine alan bir dairedir.
İnsanın hangi ana babadan doğacağı, cinsiyeti, hangi memlekette ve hangi şartlar içinde
yaşacağına kadar her şeyi bu daire belirler.
Diğer küçük daire ise insanın cüzi iradesine bırakılmıştır. Bu daire iman veya küfür,
günah veya sevap, iyilik veya kötülük gibi şeylerin tercih edildiği bir dairedir. Bunların
icadı ve yaratılması yine Allah’a aittir, lakin özgürce seçilmesini Allah sonsuz adaleti gereği
olarak insana bırakmıştır. Yani insan, iyiliği veya kötülüğü seçer, Allah da bu seçileni
yaratır. Öyle ise yaratan değil, seçen mesuldür denilmiştir.
Kader, Allah’ın ezeli ilim ve iradesi ile her şeyi takdir etmesi ve bu takdiri levh-i
mahfuza yazmasıdır. Yukarıda izah edilen küçük kader, insanın iradesine baktığı için,
zorunlu takdir olan büyük kaderin kapsamına girmiyor. Dolayısı ile tevekkül, kaderin küçük
dairesi ile ilgili değil, büyük dairesi ile ilgilidir.
Tevekkülün çerçevesi ve sınırları şu şekildedir: "Tertibi mukaddematta tefviz,
tembelliktir." hükmünün manası; bir şeye ulaşmakta vasıta olan sebeplerin terk edilip,
Allah’a havale edilmesine denilir ki, bu da tembellikten başka bir şey değildir.
Mesela, buğdayı elde etmek için Allah sebepleri tertip ile sıraya koymuş, önce tarlayı
süreceksin sonra tohumlayacaksın sonra sulayacaksın sonra ilaçlayacaksın vs. Bu
tertiplerden birini atlasan ya da sana bakan bu işlerden birini tembellik maskesi altında,
güya Allah’a havale ediyorum deyip ilgilenmezsen, buğdayı alamadığın gibi tembellik
damgasını da yersin. Zira Allah sana meşgale olsun diye sebeplerin hazırlanmasını ve
uyulmasını mecbur kılmış, sen sebepler noktasında tevekkül edip sebeplerin hazırlanmasını
Allah'a havale etsen, hem neticeyi alamazsın hem de tembel olursun.
Terettüb-ü neticede tevekkülün manası ise insan kendine düşen kısmını tamamıyla
yaptıktan sonra yani yukarda denildiği gibi buğdayı almak için gerekli tüm sebepleri yerine
getirdikten sonra artık neticeyi Allah'tan beklemek gerekir; işte buna tevekkül denir. Neticeyi
Allah'a havale etmek gerekir, zira insanın bu hususta yapacak bir şeyi kalmıyor, bulutları
toplamak, yağmur vermek, buğdayın kızarıp olgulaşmasını sağlamak için güneşi istihdam
etmek, bunlar insanın elinin ulaşacağı şeyler olmadığı için bunlara tevekkül gerekiyor. Onun
için sebeplerde değil, neticede tevekkül etmek gerekiyor. Sebeplere tam uymak
çalışkanlık; neticeyi Allah’a havale etmek ise tevekkül oluyor. İkisi de güzel ahlaktan
sayılmışlardır.
Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden
endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki Allah bir musibeti hakkımızda takdir etmiş ise bundan
kurtuluş yoktur. Yazılmayan bir musibeti de hiçbir güç başımıza getiremez. Bu tevekkül ve
düşünce mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir nevi psikolojik yükün, yani
hadisler karşısında endişe ve telaş etmenin tevekkül vasıtası ile kadere atılması ve Allah’ın
ismini almakla o belalardan kurtulmaya işaret ediyor.
Ama kafir, Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve idaresine inanmadığı için, her şeyi
tesadüfe veriyor. O zaman başına her an bir iş bir musibet gelmesi muhtemeldir. Zira onun
inancına göre kainattaki her şey plansız ve programsızdır. Öyle ise her an her şey başına
gelebilir. Bu yüzden her şeyde bir endişe bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve
titrer. Acaba bu musibet bana dokunur mu der, hayatı zehir olur. Üstad Hazretleri bu manaya
örnek için Amerika da olmuş bir olayı söylüyor. Kuyruklu yıldız dünyanın yakınından
geçince, acaba dünyaya çarpar mı endişesi ile imanı ve tevekkülü olmayan veya zayıf
olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden çıkmışlar.
Halbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin bu olayda şöyle düşünür; "Şayet bu yıldız
dünyaya çarpma emrini Allah’tan almış ise tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur."
der, hayret içinde çarpmasını izler. "Eğer emir almamış ise bu yıldız haddini aşıp vazifesi
olmadığı halde dünyamıza çarpamaz." der, endişe ve telaştan kurtulur. İşte Mümin Allah’ın
ismi ile hareket ettiği için her şeyde rahat yüzü görür.

"Evet, bu kelime öyle mübarek bir definedir ki, senin nihayetsiz aczin ve
fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîmin dergâhında aczi,
fakrı en makbul bir şefaatçi yapar. Evet, bu kelime ile hareket eden, o adama
benzer ki, askere kaydolur, devlet namına hareket eder, hiçbir kimseden pervâsı
kalmaz. Kanun namına, devlet namına der, her işi yapar, her şeye karşı
dayanır."(1)

İnsanın arkasındaki kuvvet ne kadar ise, emniyet ve gücü de o kadardır. Mesela valiyi
arkasına alan bir adam sadece valinin gücü kadar kuvvet kazanır, padişahı arkasına alan
adam ise padişahın kuvveti kadar bir kuvveti arkasında zahir bulur.
Öyle ise Allah’ın kudret ve zenginliğine iman ve tevekkül ile yaslanan adam, Allah’ın
sonsuz kudret ve zenginliğini arkasında zahir bir kuvvet olarak bulur. Allah’a teslim ve
tevekkül eden adam kimseden korkmaz, kimseye eyvallahı olmaz demektir. Burada askere
kaydolmaktan maksat, insanın iman ve tevekkül ile müminler sınıfına kaydolmasıdır.
(1) bk. Sözler, Birinci Söz

Kişi dua ederken, aczini ve fakrını anlayacak, deniyor


Risalelerde. Aczini fakrını anlaması ne demektir? Bu kısımı
anlatır mısınız?
Fakr: İhtiyaç sahibi anlamında kullanılmıştır. Risale-i Nur'daki manası ile, insanın
zerreden güneşe kadar herşeye muhtaç olması demektir. Yani insan fıtrat olarak kainatta her
şeye muhtaç olarak yaratılmıştır. İnsan, hayatının devamı bütün kainat çarklarının işlemesine
bakar. Böyle olunca, insan kainattaki her şeye muhtaç olarak yaratılmış olduğu sabit olur.
İşte insan bu sonsuz ihtiyacından dolayı fakirdir. Allah bu fakirlik halini insana her
ihtiyacında, ihtiyacı olmayan Allah’ı bulması için vermiştir. Yani insan bu hali ile
nereye bakarsa, hangi şeye ihtiyaç duyarsa, orada fakirlik penceresi ile fakir olmayan
Allah’ı bulabilir.
Acz: Kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar zayıf ve iktidardan yoksun anlamında
kullanılmıştır. Yani ihtiyaçları hem kainatı kuşatmış, hem de ebede uzanmış olmasına
rağmen, bunlardan en basitini dahi tedarik edemeyecek kadar acizdir insan. Burada daha çok
insanın iktidarsızlığına vurgu vardır. Bu acizlik penceresi de aciz olmayan Allah’a açılıyor.
Yani insan acizlik damarı ile aciz olmayan, her şeye gücü yeten Allah’ı idrak ediyor.
Her şeyin acizlik damarı ile Allah’a muhtaç olduğunu görüp tam tevazu ile kulluğa yöneliyor.
İşte Risale-i Nur mesleğinin Allah’a giden iki temel esası ve iki temel marifet noktası bu acz
ve fakr yoludur.
Acz ve fakr yolu, insanın her anında ve her halinde lazım olan bir kulluk gerçeğidir.
Acz ve fakr, namaz ve oruç gibi, vakitlere tahsis edilecek bir olgu değildir. İnsan hayatının
her anında bu yolları görebilir. Zira acz ve fakr insanı bütünü ile sarmalayıp yutan iki
hakikattir. Acz ve fakre siyam ikizleri nazarı ile bakabiliriz. İkisi de birbirlerini tamamlayan
iki kulluk biçimdir, abdest ile namaz gibi.
"Neden dua ederiz?" sorusuna kısa kısa maddeler halinde cevap vermeye çalışalım.
Evvela, “Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir.”
Yani dua ibadettir, insan ise ibadet etmek için yaratılmıştır.
İkincisi, bir çok ayet ve hadis duayı emrettiği için dua ediyoruz.
"Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?" (Furkan, 25/77) ayetinde olduğu gibi.
Üçüncüsü,

“ ‫ ﻗُْﻞ َﻣﺎ ﯾَْﻌﺒَُﺆا ﺑُِﻜْﻢ َرﺑﱢﻰ ﻟَْﻮﻻَ ُدَﻋۤﺎُؤُﻛْﻢ‬Yani, "Eğer duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?"
Âyetin sırrıyla, insanın hikmet-i hilkati ve sebeb-i kıymeti olan samimî dua ve
niyaz.”(1)

Yani insan Allah katında kıymet ve fazileti dua ile kazanır.


Dördüncüsü, dua insanın Allah karşısında acizliğini ve fakirliğini anlayıp, ona müracaat
ederek, ihtiyaçlarını ondan talep etmesidir ki, bu, Allah’ın hoşnutluğu ve rızasına giden bir
şuunattır. Bu yüzden Allah duada çok ileri giden kullarını çok sevmiş ve taltif etmiştir. Biz
de Allah tarafından sevilip taltif edilmek istiyorsak, dua ile ona halimizi arz etmeliyiz.
Beşincisi,

“Dua eden adam anlar ki, Birisi var, onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli
yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına medet
eder. İşte, ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve
tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesileyi elden bırakma. Ona yapış, âlâ-yı
illiyyîn-i insaniyete çık, bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al,
ْ َ‫ اِﯾﱠﺎَك ﻧ‬de, kâinatın güzel bir takvimi
bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi ‫ﺴﺘَِﻌﯿُﻦ‬
ol..." (2)

Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Beşinci Lem'a.
(2) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

Kulum beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim


diye buyruluyor. Bu hakikatı sonradan öğrenen insanlar,
olaylar ve musibetlerdeki görüşlerini nasıl düzeltecekler?
İman ve hidayet, zaten bakışın değişmesi demektir. Küfür, kainatı karanlıklı gösterirken,
iman ise her şey aydınlık ve güzel gösterir. İmanın terakkisi nisbetinde bakışımız da güzellik
kazanacaktır. Bunun için hemen tavsiye edeceğimiz bir risalenin ismin vermek istiyoruz. Bu
risale Yirmi Üçüncü Söz risalesidir.
İşin doğrusu Risalei Nur Külliyatı baştan sona bu manayı ele almaktadır. Risaleleri
düzenli okuyan bir insanın bu bakışını çok rahat değiştirebileceğine inanıyoruz.
İlgili risaleyi okumak için tıklayınız:
Sözler, Yirmi Üçüncü Söz

Madde ve Sanatın Kıymeti Nedir?


Uzun izah isteyen kısımlar için, sesli ve görüntülü sohbetler kategorisine havale
ediyoruz. Birinci Nokta'yı da bu kapsama alacağız.

Ancak temsil hakkında kısa bir bilgi verelim: İnsanlar arasında maddenin kıymeti ile
sanatın kıymet ayrı ayrıdır. Mesela bir resim kağıdı düşünelim. Bu kağıt ücret olarak yüz
kuruş eder. Ancak aynı kağı üzerine Hazreti Ömer Efendimiz (ra) bir elma resmi yapsa veya
Resulullah (sav) bir besmele yazsa, artık bu kağıda değer biçilmez. Fakat, verilen değer,
kağıda değildir, kağıdın üzerindeki sanatadır.

Sanat, maddeden daha kıymetlidir. İnsan maddi olarak; et, kemik ve kandan ibarettir. Bu
açıdan baktığımızda, insan en kıymetsiz varlık olur. Zira eti yenmez, derisi işe yaramaz; bir
koyun kadar kıymet alamaz.

Ama üstündeki nakışlar, sanatlar itibarıyla bakılsa, değeri birden bire artar ve bütün
mahlukatı geride bırakır. Adeta Allah'ın yazmış olduğu bir imza gibi olur. Halife-i arz
ünvanı alarak bütün mahlukatın efendisi konumuna geçer. Kainatın kendisine hizmet ettiği bir
aziz misafir-i Rabbani olur.

Mahiyet ve İstidat İtibarıyla Her Şey İlme mi Bağlıdır?


"İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu, ilmiyle amel edenler
müstesna. Amel edenler de helâk oldu, ihlâs sahipleri müstesna. İhlâs sahiplerine
gelince; onlar da pek büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar."

Yukardaki hadisten de anlaşılacağı üzere, insanın mahiyet ve istidadının inkişaf ve terakkisi


için ilk şart ve basamak, ilimdir. Nasıl bir binanın yapılmasına ilk olarak temelden başlanır,
sonra diğer aşamalar onun üzerine çıkılır. Aynen bina gibi insanında fıtrat ve mahiyetine
derç edilmiş olan istidat ve kabiliyetlerin gelişip inkişaf etmesinin birinci ve en temel
aşaması ilimdir. Hadiste; ilim, amel, ihlas ve muhafaza olmak üzere dörtlü bir eleme sistemi
vardır.

En yüksek mertebe olan muhafaza makamına çıkmak için tertibe, yani, eleme sistemine
uymak iktiza ediyor. Bütün insanların ilk elendiği birinci aşama, yani birinci elek, ilim
eleğidir. Bu ilim eleğinden geçemeyen birisi, ikinci elek olan amel eleğine ulaşamaz. Yani
en mükemmel makam olan ihlas ve ihlası muhafaza makamlarına ulaşmanın yolu ilim ve
amel eleklerinden salimen geçmek ile mümkündür. Üstad'ın, mahiyet ve istidat itibarıyla her
şeyin ilme bağlı olma ifadesinin manasını bu şekilde anlayabiliriz.

Nasıl dua etmeliyiz, bu konuda Risalelerde öneriler var


mı? (Allah'ım şu şey hayırlı ise ver, diye dua etmemiz daha
iyi deniliyor.)
Allah, kainatta fiil ve icraatlarını yaparken, insanın heva ve arzusuna göre değil,
kendi hikmet ve ilmine göre yapıyor. İnsanın istediği şey; şayet Allah’ın hikmet ve ilmine
uygun ise, bunu aynısı ile verebilir, bu Allah’ın takdiridir, yok uygun değilse, başka bir
surette ya da sevap ve ibadet olarak karşılığını verir, hiç cevap vermemek onun şanından
değildir.

Dua bir talepler listesi değil, bir ibadettir. İnsan dua sayesinde aczini ve fakrını hissedip,
aciz ve fakir olmayan Zata intikal eder, duanın gerçek yüzü ve özü budur. Talepler ve
istekler, duanın suret ve kalıbıdır. Bizim de dua ederken bu hususlara dikkat etmemiz
gerekir. Üstad bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:

"BEŞİNCİ NOKTA"

"İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle
istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi, “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”
meâlinde, ‫ ﻗُْﻞ َﻣﺎ ﯾَْﻌﺒَُﺆا ﺑُِﻜْﻢ َرﺑﱢﻰ ﻟَْﻮﻻَ ُدَﻋۤﺎُؤُﻛْﻢ‬ferman ediyor. Hem ‫ﺳﺘَِﺠْﺐ ﻟَُﻜﻢ‬
ْ َ‫اُْدُﻋﻮﻧِۤﻰ ا‬
ْ
emrediyor. "Eğer desen: Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet
umumîdir; ‘Her duaya cevap var’ ifade ediyor.”

"Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek
var. Fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek, Cenâb-ı Hakkın hikmetine
tâbidir.

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: "Yâ hekim, bana bak."

Hekim "Lebbeyk," der. "Ne istersin?" Cevap verir.

Çocuk "Şu ilâcı ver bana" der.

"Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha
iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez."

"İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap
verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir.
Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i
Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez."
"Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar
ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gâyeleri değil. Meselâ,
yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o
ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o
ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz."

"Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın
tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir.
Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi
ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet
eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle
muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı
onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı
ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkât-ı mahsusalarıdır ki, insan o
vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder.
Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def' olunmazsa, denilmeyecek ki, "Duâ
kabul olmadı." Belki denilecek ki, "Duânın vakti, kazâ olmadı." Eğer Cenâb-ı
Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref' etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter,
kazâ olur."

"Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı. Yalnız
aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri Ona
bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

Nuru iman ile, insanın üstündeki bütün manidar


nakışların ortaya çıkması, nasıl oluyor ve bu nakışlar
nelerdir, nasıl okunur?
İnsan kainat içinde Allah’ın isimlerine tecelli ve ayna olma noktasında; en kapsamlı bir
eser ve en mükemmel bir sanattır. Bu noktada insan mazhar-ı azamdır. Yani Allah’ın isim ve
sıfatlarına tecelli olmak noktasından insan, kainatın en büyük mazharı ve parlak mahallidir.
Bu hususta; kainatı küçültsek insan olur, insanı büyültsek kainat olur. Allah’ın bütün isim ve
sıfatları, insanın mahiyetinde nakışlar suretinde tecelli etmiştir.

Mesela; insanın simasındaki göz; Allah’ın Basar sıfatının bir tecellisidir, kulak Sem
sıfatının bir yansımasıdır, konuşma mahalli olan dil Kelam sıfatının bir cilvesidir, yüzdeki
tasvir ve çizim Musavvir isminin, hayata lazım olan rızkın gönderilmesi ve bedenin ve
bedende çalışan hücrelerin beslenmesi; Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir. Bu
isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde tecelli edip cilvesini
göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi, kaynakları hükmünde olan isimlere açılan
birer pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarına
intikal ederler.

İnsan hem nakışlar vasıtası ile Allah’ın isimlerini okumak ve anlamak ile mükellef, hem de
bu isimlerin hüküm ve gereklerini hayatına aksettirmek yolu ile izhar ve ilan etmekle
mükelleftir.

Mesela; Allah kainatta Adl isminin hükmü ve gereği olan adalet ile iş görüyor ve bu hükmü,
kainatın her noktasında tatbik ve tecelli ettiriyor. Biz de aynı tecelli ve hükmü, yani adilane
hareket etmeyi hayatımıza ve işlerimize tatbik edip ilan etmekle sorumluyuz. İşte bu hükmü
hayatıma tatbik edince, bir çeşit Şahid-i Ezeli'nin nazar-ı şuhud ve işhadına o isim ve
sıfatları sunmuş oluyorum. Diğer isimleri de buna kıyas edebiliriz.

İnsan bu isimleri hayatında ve mahiyetinde ne kadar görüp gösteriyor ise, Allah katında
derece ve kıymeti ona göre oluyor.

Özet olarak; Allah’ın ahlakı ile ahlaklanıp, Allah’ın isim ve sıfatlarını hayatımıza ne kadar
tatbik edebilirsek, bu bir çeşit, Allah’ın ezeli nazarına kendimizi arzı endam ve ilan etmek
oluyor ve Allah katında kıymet ve değerimiz de bu nispette oluyor.

Nursuz iman olmaz; ama imana göre nur olur. Yani imanın derece ve mertebesi ne ise,
insanın akıl ve kalp aydınlığı da ona göre şekillenir. İkisi arasında doğru orantı vardır, iman
artıkça imanın nuru da ona göre artar, eksildikçe ona göre de eksilir.

O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve


acip mahlûkatıdır. Burada geçen, "acip mahlûkatı" ifadesini
nasıl anlamalıyız?
Acip mahlukat, burada, insanı hayrette bırakan Allah’ın sanatlarını ifade ediyor.
Kainattaki her bir mahluk ve yaratılmış her unsur, Allah’ın hayret verici acaip bir
mahlukudur.
Acip kelimesi; insanı büyüleyen ve hayrette bırakan olağanüstü sanat ve icranın, insan
üzerinde bıraktığı tesiri ifade etmek için kullanılmıştır.
Mahlukata iman gözü ile bakıldığında insanı etkileyen acaip bir mahlukattır, küfür nazarı
ile bakıldığında insana dehşet ve korku veren canavarlar suretinde görünüyor.

Psikolojik yapı ile insanın aklı, ruhu ve kalbi arasında


nasıl bir fark vardır? Mesela, insanın ibadete olan ihtiyacı
psikolojik yönelmeyle açıklanabilir mi? Ruhla psikolojik yapı
arasındaki ilişkiyi, sitenizin bakış açısı ile açıklar mısınız?
Psikoloji, davranışları ve zihinsel süreçleri inceleyen bir bilim dalıdır. Hem insanlar
hem de hayvanlar üzerindeki çalışmaları kapsar. Psikoloji, diğer bilimlere kıyasla kısa bir
geçmişe sahiptir. Bu kısa süre içinde psikoloji değişik biçimlerde tanımlanmıştır. İlk tanım
insan zihninin yapısının incelenmesi biçimindeydi. İnsan zihnini gözleyebilmenin
imkansızlığı karşısında psikologlar, psikolojiyi "gözlenebilen davranışların bilimsel
incelemesi" biçiminde tanımlamışlardır.
İnsanın davranışlarını oluşturan temel unsurlar, insandaki ruh, akıl ve kalptir. Yani
insanın ruh, akıl ve kalp dünyası nasıl şekillenmiş ise, davranışlar da ona göre şekilleniyor.
Ruh dünyası simsiyah renkte olan birisinin davranışları bembeyaz bir renkte olamaz.
Psikoloji insanların davranışlarından hareketle insan hakkında bir kanaate ulaşıyor.
Halbuki İslam, insanın temel unsurları olan akıl, kalp ve ruhun mahiyetine uygun bir terbiye
sistemi ile işe başlar. Bunun sebebi, insan Allah’ın bir eseri ve sanatı olduğu için, onu en
güzel bilen ve ona en güzel terbiye sistemini önerebilecek olan yegane mürebbi O’dur.
Halbuki insan ve onun geniş mahiyeti, insanlığın düşünce ve tecrübesi karşısında bir
muamma ve gizemli bir şehir gibidir.
Allah insan şehrini inşa ederken, ibadete meyilli ve duaya muhtaç bir karakter ile
yaratmıştır. Mide nasıl yiyeceklere göre dizayn edilmiş ise, akıl tefekkür, kalp iman ve
muhabbet, ruh da ibadet ve zikir için dizayn edilmiştir. Bütün insanların bir şeye iman etme
ve tapınma geleneği, bu dizaynın bir neticesi bir alametidir diyebiliriz. İnsanlığın bu külli
ibadet ihtiyacı ibadet edilmeye layık olan bir Zatın, yani Mabudu Ezeli’nin varlığına işaret
eden bir levha gibidir.
Özetle, ruh incelenen bir obje, psikoloji ise insanın gözlem ve incelemesine dayanan
bir ilim dalıdır.

Risalalerde tevekkül konusu nasıl izah edilmektedir?


Tevekkül, Allah’ın taksimatına ve kazasına razı olup teslim olmaktır. Lakin bu halinde
çekirdekten ağaca kadar çok mertebe ve makamları vardır. Şartları yerine getirdikten sonra
neticesine razı olmak ve takdiri Allah’tan bilmek tevekkülün asgari ve çekirdek bir
tanımıdır. Bundan sonrası kişilerin marifet ve imanına göre tecelli eder.
Tevekkül, imanın bir meyvesi ve neticesi olduğu için, iman ne kadar sağlam ve kuvvetli
olursa, tevekkül de o nispette kuvvetli ve sağlam olur. İmanı tahkiki olan birisinin tevekkülü
de tahkiki olacağı için, hayat kalitesi de ona göre yüksek olur, olaylar ona azap değil,
sadece ibret verir. Bu sebepledir ki, mümin birisi ruhi rahatsızlıkları daha rahat atlatır. Zira
bir çok manevi hastalıkların temelinde iman ve tevekkül zafiyeti vardır.
Tevekkül ile tembellik görünüşte bir birine yakın durur. Tevekkül, sebeplere müracaat
ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemektir. Tembellik ise sebeplere müracaat etmeden
neticeyi beklemek demektir.
Allah, kainattaki sebeplere de bir görev ve değer vermiştir. İş ve icraatlarını da sebepler
vasıtası ile icra ediyor. Bu yüzden insanları da sebeplere riayet etmeye davet ediyor. Bu
sebeplere riayet etmek, Allah’ın rububiyet ve uluhiyetine zıt bir şey değildir. Zira sebepler
sadece bir şart ve perdedir, yoksa hakiki icraatçı değildirler. Yani sebeplere başvurmak
tevekküle zıt bir şey değil, bilakis Allah’ın emrine uymak olduğu için tevekkülü teyit ve
takviye niteliğindedir.

"Meselâ, tertib-i mukaddematta tefviz, tembelliktir. Terettüb-ü neticede


tevekküldür. Semere-i sa'yine, kısmetine rıza kanaattir; meyl-i sa'yi
kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûnhimmetliktir."(1)

Tevekkülün çerçevesi ve sınırları şu şekildedir: "Tertibi mukaddematta tefviz,


tembelliktir." hükmünün manası, bir şeye ulaşmakta vasıta olan sebeplerin terk edilip
Allah’a havale edilmesine denilir ki, bu da tembellikten başka bir şey değildir. Mesela
buğdayı elde etmek için Allah sebepleri tertip ile sıraya koymuş. Önce tarlayı süreceksin,
sonra tohumlayacaksın, sonra sulayacaksın, sonra ilaçlayacaksın vs… Bu tertiplerden birini
atlasan ya da sana bakan bu işlerden birini Allah’a havale edip, "Ben tevekkül ehliyim."
desen, buğdayı alamadığın gibi, tembellik damgasını da yersin.
Zira Allah sana meşgale olsun diye sebeplerin hazırlanmasını ve uyulmasını mecbur
kılmış. Sen sebepler noktasında tevekkül edip, sebeplerin hazırlanmasını Allah’a havale
etsen, hem neticeyi alamazsın, hem de tembel olursun denilmiştir.
Terettüb-ü neticede tevekkülün manası ise, insan kendine düşen kısmını tamamıyla
yaptıktan sonra, yani yukarıda denildiği gibi, buğdayı almak için gerekli tüm sebepleri yerine
getirdikten sonra, artık neticeyi Allah’tan beklemek gerekir. İşte buna tevekkül denir.
Neticeyi Allah’a havale etmek gerekir. Zira insanın bu hususta yapacak bir şeyi kalmıyor.
Bulutları toplamak, yağmuru vermek, buğdayın kızarıp olgulaşmasını sağlamak için güneşi
istihdam etmek… Bunlar insanın elinin ulaşacağı şeyler olmadığı için tevekkül gerekiyor.
Onun için sebeplerde değil, neticede tevekkül etmek gerekiyor. Sebeplere müracaat
çalışkanlık, neticeyi Allah’a havale etmek ise tevekkül oluyor. İkisi de güzel ahlaktan
sayılmışlardır.
Yirmi Üçüncü Söz'de Tevekkül bahsi güzel bir örnek ile şöyle izah edilmektedir:

"Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbabı, dest-i


kudretin perdesi bilip riayet ederek; esbaba teşebbüs ise, bir nevi dua-yı fiilî
telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hakk'tan istemek ve neticeleri Ondan
bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibarettir."

"Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam,


hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir sefineye birer bilet
alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde oturup nezaret
eder. Diğeri, hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor. Ona
denildi:"

“Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.”

"O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim; malımı
belimde ve başımda muhafaza edeceğim.”
"Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha
kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükünle beraber
denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız
başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere takat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni bu
halde görse, ya divanedir diye seni tard edecek; ya “Haindir, gemimizi itham
ediyor, bizimle istihzâ ediyor. Hapsedilsin.” diye emredecektir. Hem herkese
maskara olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında zaafı gösteren tekebbürünle, aczi
gösteren gururunla, riyayı ve zilleti gösteren tasannuunla kendini halka müdhike
yaptın. Herkes sana gülüyor” denildikten sonra o biçarenin aklı başına geldi.
Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh, Allah senden razı olsun. Zahmetten,
hapisten, maskaralıktan kurtuldum.” dedi."

"İşte, ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ
bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisenin karşısında titremekten ve
hodfuruşluktan ve maskaralıktan ve şekavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı
dünyeviye hapsinden kurtulasın."

(1) bk. Sünuhat, Unsuriyetin Hikmeti.

Risalelerde geçen geçmiş zamanın sağ cihet ile, gelecek


zamanın da sol cihet ile ifade edilmesinin hikmeti nedir?
Burada yapılan sadece bir teşbih ve benzetmedir. Sağ ve sol kavramları geçmiş ve
gelecek şeklinde tasvir ediliyor.

Mecaz ve teşbih soyut, uzak ve dağınık hakikatleri somutlaştıran, yakınlaştıran ve toplayan


bir araçtır. İnsanların ekserisi avam olmasından dolayı soyut, uzak ve dağınık hakikatleri
aklı ile göremiyor. Bu sebeple teşbih ve mecaz gibi vasıtalar ile avam insanlara soyut, uzak
ve dağınık hakikatler somut, yakın ve toplu bir şekle getiriliyor; ta ki insanların aklı bu
hakikatleri rahatla görüp okuyabilsin.

Bundan dolayı Kur’an ve sünnette mecaz ve teşbih metodu çokça kullanılmaktadır. Mecaz ve
teşbihi amacının dışına çıkarıp zahiri üzerine tatbik etmek doğru değildir. Bilinmeyen bir şey
bilinen bir şey ile akla yaklaştırılır. Bu yaklaştırma işinde bilinen sadece bir vasıta ve
araçtır, yoksa maksat ve esas değildir.

Mesela "Osmanlı devletini ayakta tutan iki unsur askeriye ve ilmiye sınıfıdır." sözü ve
manası en güzel "Osmanlı kılıç ve kalem üstünde durur" sözü ile ifade edilir.

Böyle teşbih ve mecazlarda üstün ve keskin bir ifade etme gücü ve sanatı vardır. Bunları
yerinde kullanmak ve yerinde anlamak çok güzel bir anlama ve anlatma metodudur.
Risalelerde vurgu yapılan, marifatullah, muhabbetullah
bize ne kazandırıyor?
"Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."(Zariyat,
51/56)

Allah’a olan marifet ve muhabbet ise ibadetin en merkezi ve en özüdür. Yani insanın
kainata gönderilme gerekçesi ve amacı, Allah’ı isim ve sıfatları ile tanımak ve sevmektir.
İbadet bu iki vazifenin kalıbı ve formüldür.
İbn-i Abbas (ra) bu ayetteki ibadet tabirini marifet olarak tefsir ettiği gibi, bir çok büyük
evliya da muhabbet olarak tefsir etmişler. Hal böyle olunca, marifet ve muhabbet insanın
en temel iki vazifesi olup, kazancı rızay-ı İlahi ve neticesi de saadet-i ebediyedir. Kim
Allah’ın rızanı kazanıp saadet-i ebediyeye mazhar olmak istiyor ise; marifete ve onun
neticesindeki muhabbete sarılmalıdır.
Üstad Hazretleri bu hususları şu veciz ifadeleri ile özetliyor:

"Demek, insan bu âleme ilim ve dua vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.
Mahiyet ve istidat itibarıyla herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin
esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü'l-esası da iman-ı
billâhtır."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz

Samimi Dualar Cevapsız, Sonuçsuz Kalır mı?


"Allah hakkında hüsnü zan edin."

diyor, Efendimiz (asv).


Elbette ki verecektir, deriz. Ama vermeyecekse de, mutlaka benim için en iyi bu olduğu
için vermemiştir, deriz.

Üstad'ın ifadesi ile, çocuk hekime seslenir: "Ya hekim, bana şu ilacı ver." Hekim ise, ya
aynen istediğini verir, veya zararı vardır diye onu vermez, veyahut da daha faydalı bir ilacı
verir. Her üç ihtimalden hangisini tercih eder ise, o tercih en iyi olanıdır.
Biz isteriz, ama Allah hakkımızda en iyi olanı verecektir. Bundan şüphe etmemek
lazımdır.
Kaldı ki, Allah, vereceği en değerli şeyleri zaten vermiş. Her bir uzvumuz dünyaya
bedeldir. İnsanlığımızı bize veren Allah, daha basit şeyleri neden vermesin.
Tevekkülü, sadece bir işi şartlarına riayet ederek yaptıktan
sonra takdiri Allah'a bırakmak, şeklinde açıklamak,
tevekkülün anlam genişliğini daraltmıyor mu? Risale-i Nur
perspektifinde hayatımızın her anında nasıl tevekkül
etmemiz gerekir?
Tevekkül, Allah’ın taksimatına ve kazasına razı olup teslim olmaktır. Lakin bu halinde
çekirdekten ağaca kadar çok mertebe ve makamları vardır. Şartları yaptıktan sonra
neticesine razı olmak ve takdiri Allah’tan bilmek, tevekkülün asgari ve çekirdek bir
tanımıdır. Bundan sonrası kişilerin marifet ve imanına göre tecelli eder.
Tevekkül, imanın bir meyvesi ve neticesi olduğu için iman ne kadar sağlam ve kuvvetli
olursa tevekkül de o nispette kuvvetli ve sağlam olur. İmanı tahkiki olan birisinin tevekkülü
de tahkiki olacağı için hayat kalitesi de ona göre yüksek olur; olaylar ona azap değil sadece
ibret verir. Bu sebepledir ki Mümin birisinde ruhi hastalıklar olmaz, zira manevi
hastalıkların temelinde iman ve tevekkül zafiyeti vardır.
Tevekkül ile tembellik görünüşte bir birine yakın durur. Tevekkül, sebeplere
müracaat ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemektir. Tembellik ise sebeplere
müracaat etmeden neticeyi beklemek demektir. Yani buğday başağını elde etmenin yolu
tarlayı sürmek, tohumlamak, sulamak vs... en sonunda da neticeyi Allah’tan bilmek ve
beklemektir. Şayet tevekkül ediyorum zannı ile tarlayı sürme ve tohumlama işini yapmadan
neticeyi beklersek, neticeye hiçbir zaman ulaşamayız.
Allah, kainatta sebeplere de bir görev ve değer vermiştir. İş ve icraatlarını da sebepler
vasıtası ile icra ediyor. Bu yüzden insanları da sebeplere riayet etmeye davet ediyor.
Bu sebeplere riayet etmek Allah’ın rububiyet ve uluhiyetine zıt bir şey değildir. Zira
sebepler sadece bir şart ve perdedir, yoksa hakiki icraatçı değildirler. Yani sebeplere
başvurmak tevekküle zıt bir şey değil, bilakis Allah’ın emrine uymak olduğu için tevekkülü
teyit ve takviye niteliğindedir.

Üstad Bediüzzaman Said Nursî bir sözünde "İman hem


nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam,
kâinata meydan okuyabilir." diyor. Burada ifade edilen
hakiki imanı nasıl elde edebiliriz?
Tahkiki iman, Allah’ın isim ve sıfatlarının kainattaki tecellilerini okuyarak her şey
üzerinde Allah’ın rablık ve ilahlık unvanını görerek, Allah’ın varlığına ve birliğine iman
etmek demektir. Kainatta her şeyin Allah’a açılan bir pencere olduğunu ve bu pencerelerden
Allah’ın isim ve sıfatlarını seyrederek sağlam ve kuvvetli bir iman getirmek anlamındadır.
Yani tahkiki iman, sarsılmaz ve şüphelere mağlup olmaz derecede ispat ve deliller ile
Allah’a ve onun bildirdiklerine iman etmek anlamına geliyor.
Tahkiki imanın da kendi arasında çok derece ve mertebeleri vardır.
Risale-i Nurların bu zamanda sağlam ve tahkiki imanı verdiğine milyonlarca talebesi
şahitlik ediyor. Üstad Hazretleri de eserlerinde bunu açık bir şekilde ifade ediyor. Biz
bunlardan numune olarak bazılarını takdim ediyoruz:

"Tevhid iki kısımdır. Meselâ, nasıl ki bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zâtın
mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir:"
"Biri, icmâlî, âmiyânedir ki, "Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi
değil ki sahip olabilsin." Fakat böyle âmî bir adamın nezaretinde çok hırsızlık
olabilir. Parçalarına çok adamlar sahip çıkabilir."
"İkinci çeşit odur ki, her denk üzerinde yazıyı okur, herbir top üstünde turrayı
tanır, herbir ilân üstünde mührünü bilir bir surette "Her şey o zâtındır." der. İşte,
şu halde herbir şey o zâtı mânen gösterir."
"Aynen öyle de, tevhid dahi iki çeşittir."
"Biri tevhid-i âmî ve zahirîdir ki, "Cenâb-ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu
kâinat onundur."
"İkincisi tevhid-i hakikîdir ki, her şey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i
rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya her şeyden Onun
nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve her şey Onun dest-i kudretinden
çıktığına ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vecihle hiçbir şeriki
ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir
nevi huzur-u daimî elde etmektir. Biz dahi, şu Söz'de, o halis ve âli tevhid-i
hakikîyi gösterecek şuaları zikredeceğiz."(1)

Üstad Hazretlerinin yukarıda ifade ettiği gibi, kainat bir maldır veya mallardır. Bu malın
kime ait olduğu iki şekilde anlaşılır.
Birisi, araştırmadan tahkik ve tetkik etmeden, herbir şey üstünde sonsuz kudretin imza ve
mühürleri hükmünde olan sanatlarını okumadan, bu kainat Allah’ındır demektir ki, bu taklidi
ve zahiri bir imandır. Bu iman, felsefe ve inkarcı fikir karşısında tutunamaz, imanını
muhafaza edemez. Çabuk şüphe ve inkara düşebilir. İmanın o harika kuvveti ve meziyetleri
bu taklidi imanda görünmez.
Bu taklidi imanda, insanın önemli esasları ve azaları olan kalp, ruh, vicdan, duygular
imandan nasiplenip beslenemez, iman bu aza ve esaslarda perçinlenip kökleşmez. Bu yüzden
çıkıp gitmesi kolaydır. Küçük bir şüphe ve inkar karşısında dayanamaz çabuk söner.
İkincisi, “tevhid-i hakikîdir ki, her şey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini
ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya her şeyden Onun nuruna karşı bir pencere
açıp, Onun birliğine ve her şey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve
rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vecihle hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın
bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir.”diye tarif
ediyor Üstadımız.
Otuz Üçüncü Söz'ün ahirinde ise şu cümleler yer almaktadır:

"Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı, inşaallah
imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın
imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana,
bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir,
daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, "Bir pencere bana kâfi
geldi, yeter." diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin
de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini
isteyecek. Binaenaleyh, herbir Pencerenin ayrı ayrı faydaları vardır."(2)

Üstad Hazretleri burada da imanın taklitten başlayıp nihayetsiz imanın terakki ve


mertebelerinin olduğuna işaret ediyor. İmanın çekirdekten ağaca kadar çok mertebe ve
dereceleri vardır. İmanın en ilkel ve basit olanı taklidi imandır. Risale-i Nurlar bu ilkel ve
çekirdek mesabesinde olan imanı ağaç ve mükemmel hale getirebilir. Risale-i Nur'da iman
ve marifetin hadsiz mertebeleri mevcuttur.
İmanın tahkik ve derecesi ilim ve marifet ile inkişaf eder. Tahkiki iman ilim ve marifetin
bir neticesidir. Ami ve avam olan bir insanın imanı kavi ve kuvvetli olabilir, lakin tahkiki
olmaz. Tahkik, tamamen marifet ve ilim ile alakalı bir durumdur. Üstad Hazretleri bu
manaya şu ibareler ile işaret ediyor: "İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî
yapar..." Demek insanın imanın kavi olması tahkiki olmasını gerektirmiyor. Taklit ile
kavilik iç içe olabiliyor. Ama tahkiki iman bambaşka bir şeydir. İmanı kavi ama taklidi
olanın imanı tahkiki olmayabilir. Bu yüzden benim imanın kavi demek kafi değildir, bu imanı
tahkikiye çevirmek gerekir.
Tahkiki imanın da kendi içinde derece ve mertebesi çoktur. Üstad Hazretleri bu manaya
yukarıda şöyle işaret ediyor: "İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş
olana, bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat
verir, daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, "Bir pencere bana
kâfi geldi, yeter" diyemezsin."

"İ'lem eyyühe'l-aziz! Zâhir ile bâtın arasında müşabehet varsa da, hakikate
bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır."
"Meselâ, âmiyâne olan tevhid-i zâhirî, hiçbir şeyi Allah'ın gayrısına isnad
etmemekten ibarettir. Böyle bir nefiy sehil ve basittir. Ehl-i hakikatin hakikî
tevhidleri ise, her şeyi Cenab-ı Hakka isnad etmekle beraber, her şeyin üstünde
bulunan mührünü, sikkesini görüp okumaktan ibarettir. Bu huzuru ispat, gafleti
nefyeder."(3)

Burada ami ve taklidi iman bir eylemsizlik ve bir fikir yürütmemek olarak izah ediliyor.
Yani ami ve taklit ehli olan adam kainatı Allah’ın dışında bir şeye dayandırmıyor. Her bir
sanatı fikren Allah’a dayandırmak bir eylem bir hareket-i fikriyedir. Ama kainatı Allah’tan
başkasına isnat etmemek bir hareket bir düşünsel eylem değildir. Bu yüzden tahkiki iman ile
taklidi iman arasında çok azim fark vardır.
Tahkiki iman her şey üzerinde Allah’ın tasarruf ve Rububiyetini görüp tasdik etmek ve
fikir yürütmek olduğu için, burada bir terakki ve tekemmül vardır. Ama taklidi imanda bir
fikr-i sabitlik ve durağanlık olduğu için, bu iman ile ne huzur kazanılır ne de gaflet izale
edilir.
Risale-i Nur, Kur'an'ın hakikatli ve manevi bir tefsiri olmasından halis nurdur. Onunla
meşgul olan kişilerin aklını, kalbini ve ruhunu Kur’an'dan aldığı nurla aydınlatır, hakka
ulaştırır.
Aklın nurlanması ise kainata ve kainattaki hadiselere Kur’an'ın nazarı ve veçhesi ile
bakmaktır. Mesela akıl ölümü düşünürken ölümün bir hiçlik ve yokluk olmadığını, ebedi
hayatın bir başlangıcı olduğunu kati delillerle Kur'an'dan aldığı feyiz ile Risale-i Nur akla
gösteriyor. Bunu bir akıl nurlanması olarak anlayabiliriz.
Kalbin nurlanması ise, baştan sona Risale-i Nurun verdiği tahkiki ve tefekküri derslerin
neticesinde kalbin tahkiki iman ile dolup marifetullah ve muhabbetullah da terakki etmesidir.
Kalbin içindeki hastalıkların şifa bulup Allah’ın aşkı ile cilalanması ve parlaması hep o
hakikatli ve nurani derslerin bir sonucudur.
Ruhun nurlanması ise aynı akıl ve kalp gibi o imani derslerle ruhun kuvvet bulup incelip
nuraniyet kazanması ve eserlerinin davranışlara yansımasıdır. Mesela ruhu geniş ve nurani
olan bir mümin, hayattan tam lezzet alır, dünyanın hadisatı onu sıkmaz, insanlara karşı
müşfik ve adaletli olur.
Özet olarak, Risale-i Nurlar baştan sona kadar tahkiki ve hakiki iman dersini veriyor.
Tahkiki iman ise insanı kabre imanla sokar ve Cennette çok mertebeleri kazandırır.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi İkinci Söz, İkinci Makam, Birinci Lem'a.
(2) bk. a.g.e., Otuz Üçüncü Söz, İhtar
(3) bk. Mesnevî-i Nuriye, Onuncu Risale

Yirmi Üçüncü Söz'de geçen; "beş kuruş" ifadesi ile ne


kastedilmektedir?
Burada beş kuruştan maksat; insanın iman ve güzel ahlak ile meşru ve helal daireye
kifayet etme azmi ve kararıdır. Yani "meşru ve helal dairesi keyfe kafidir, harama
girmeye lüzum yoktur" denilmek isteniyor. Hakikaten helal dairesi, insanın dünya
nimetlerini tatması açısından gayet geniş ve kafi bir dairedir, haram alanlara ve dairelere
girmeye gerek yoktur.

Mesela; Allah binlerce içeceklerden sadece birkaç tanesini haram kılmış, geri kalanı
tamamen helaldir; etlerden birkaçını haram kılmış, geri kalanlardan tamamı meşrudur;
giyeceklerden birkaç tanesini haram kılmış, geri kalanı tamamı ile helal ve meşrudur. Böyle
iken insanın az ve sınırlı olan harama saldırması anlaşılır değildir.

Beş kuruş ifadesinde şöyle ince bir nükte de var: Yani helal dairesi hem geniş hem de
ucuzdur, fazla para ve kaynak sarfiyatı istemiyor. Ama haramlar hem az hem de pahalıdır,
para ve kaynak sarfiyatı istiyor. Meyhaneye gidip servetini ve sağlını bitiren çoktur; ama
meyve sularından ya da meşru içeceklerden servetini ve sağlığını kaybedeni hiç duymadık.
Zinadan ölen ve öldürülenleri işitiyoruz; ama meşru nikahtan ölenleri ve öldürenleri
duymuyoruz vs, örnekleri çoğaltmak mümkündür.

Üstad'ın şu ifadeleri de bu manaya işaret ediyor:


"NAMAZ ne kadar kıymettar ve mühim, hem ne kadar ucuz ve az bir masrafla
kazanılır; hem namazsız adam ne kadar divane ve zararlı olduğunu iki kere iki dört
eder derecesinde kat'î anlamak istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, gör:.."

(1) bk. Sözler, Dördüncü Söz

Yirmi Üçüncü Söz'de ifade edilen, "Mahiyet ve istidat"


arasındaki fark nedir?
Mahiyet: İnsanın bütün vasıf ve özelliklerini içine alan ve çatı görevi gören bir tabirdir.
Tabiri diğerle mahiyet, insanı bütün gerekleri ile kapsayan geniş bir kavramdır.
Mesela bir insana, hüviyetini ver deseniz, size nüfüz cüzdanını veya bir vesikalık
resmini çıkarıp verir. Faraza, mahiyetini ver deseniz, kendini vermesi iktiza eder. Zira
"mahiyet" dediğimiz zaman, insanın hem sureti hem cismi hem ruhu hem sair vasıfları işin
içine girer.
İstidat: Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil ve kabiliyet demektir. Allah
Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet
kuvvelerinin tamamına istidat denir.
Mahiyet, bütün istidatları içine alan genel bir kavram iken; istidat, mahiyet kavramının
içinde yer alan özel bir kavramdır. Her kabiliyet mahiyet-i insandandır, ama mahiyet eşittir
istidat demek değildir.

Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas: "Bir vakıa-i


hayaliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var, birbirine mukabil.
Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek
derin bir dere..." Bu örneği açıklar mısınız?
"Bir vakıa-i hayaliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde
dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o köprünün
üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı, karanlık, kesif bir zulümat istilâ etmişti."

"Ben sağ tarafıma baktım, nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber gördüm, yani
tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde azîm fırtınalar,
dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet
derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep
fenerim vardı, onu istimal ettim. Yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet
bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar,
arslanlar, canavarlar göründü ki, "Keşke bu cep fenerim olmasaydı, bu dehşetleri
görmeseydim!" dedim. O feneri hangi tarafa çevirdimse, öyle dehşetler aldım. "Eyvah,
şu fener başıma belâdır" dedim."

"Ondan kızdım, o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması, dünyayı
ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümat
boşandı. Her taraf o lâmbanın nuruyla doldu, herşeyin hakikatini gösterdi. Baktım ki, o
gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda
gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî insanların taht-ı
riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol
tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şahikalar ise, süslü, sevimli,
cazibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek
bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar
zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvânât-ı ehliye
olduğunu gördüm. "Elhamdü lillâhi alâ nûri'l-îmân" diyerek, âyet-i kerimesini okudum,
o vakıadan ayıldım."(1)

İnsan şahsi kuvvet ve aklına güvenip, "ben doğruları kendim bulurum, peygambere ve onun
rehberliğine muhtaç değilim" derse, şeytana oyuncak, vehim ve şüphelere eşek, korku ve
endişelere müptela bir hasta, dağlar kadar yükleri taşımaya mecbur bir binek durumuna
düşer. Halbuki insanın böyle ağır yükleri yüklenmeye ne takati ve ne de gücü yoktur. İnsan
ancak ve ancak iman ve tevekkül ile mükelleftir.

Allah, insanı peygamber ve vahye muhtaç bir şekilde yaratmıştır. Bu yüzden insan iman
ve tevekkül ile Allah’ın gönderdiği peygamberlere teslim olmak zorundadır. Yok olmaz ise,
ağır bir yükün altına girmiş olur. Tıpkı ateş böceğinin cüzi ışığına güvenip, güneşe meydan
okuduktan sonra zifiri karanlığa mahkum olması gibi, insan da cüzi aklına ve vehmi ilmine
güvenip vahiy güneşinin terbiye ve rehberliğine girmez ise, küfür ve şirk karanlığına
mahkum olur. Hem dünya saadetini hem de ahiret saadetini kaybeder. Hem dünyada hem de
ukbada çok bela ve sıkıntılara maruz kalır.

Mesela; insan şahsi kuvvet ve fikri ile ölüme baksa, ölümü bir yokluk, kabri ise dipsiz bir
karanlık kuyu tevehhüm eder. Bu tevehhüm ile bela ve sıkıntılar çeker. Ölümdeki ayrılık ve
hiçlik acısı, hayatını bütünü ile zehir eder.

Ama İman ve Kur’an nazarı ile baksa, ölüm ebedi bir saadetin başlangıcı, sonsuz bir
kavuşmanın girizgahıdır. Demek kuru akıl, ölümün sırrını çözemiyor, vahyin dersine ve
terbiyesine muhtaçtır. Daha bunun gibi binlerce hadise karşısında, insan vahyi inkar edip
aklına itimat ederse, bela ve sıkıntılara maruz kalır vs.

Bu manalar ayetlerde şu şekilde tasvir ediliyor:

"And olsun ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı seviyeye
indirdik-ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna." (Tîn Sûresi, 95/4-6).

"Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından kurtarıp


hidayet nuruna kavuşturur." (Bakara Sûresi, 2/257)

"İnkâr edenlerin dostu ise tâğutlarıdır; onları iman nurundan mahrum bırakıp inkâr
karanlıklarına sürüklerler." (Bakara Sûresi, 2:257).

"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur Sûresi, 24:35).

İnsan, kafa feneri hükmünde olan soyut aklı ile kainata ve hadislere bakacak olursa, temsilde
olduğu gibi eşyaların hakikatlerini ve iç yüzlerini çözemez, hatta insana dehşet veren başka
şekillere dönüşür. Yukarıda vermiş olduğumuz ölüm örneğinde olduğu gibi, ölümün iç yüzü
nurani ve güzelken, dış yüzü soğuk ve iticidir. Ölümün iç yüzünü ise; ancak iman ve hidayet
nuru açar. İnsanın soyut aklı, ölümün dış suretinden ötesine geçemez. Bu yüzden vahye tabi
olmayan hidayet ile nurlanmayan soyut akıl, sürekli sıkıntı ve azap veren bir vasıta haline
döner. Üstad'ın "kızdım ve cep fenerini yere çarptım" demesi, aklı vahyin terbiyesine
verdim ve her şeyin iç yüzüne o zaman nüfuz edebildim demektir.

Özet olarak; bu temsilde, vahiy ile akıl mukayese ediliyor. Vahiy alemi ışıklandıran bir
güneş iken, akıl fenere benzetiliyor. Güneşin yanında fener nasıl bir şey ifade etmez, onunla
kıyasa bile gelmez ise, vahyin yanında akıl bir şey ifade etmez, onunla kıyasa bile gelmez
denilmek isteniyor.

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

Yirmi Üçüncü Söz'ün, Beşinci Noktası'nda geçen dua


çeşitlerini tafsilatıyla izah eder misiniz?
"Ya istidat lisanıyladır-bütün nebâtat ve hayvânâtın duaları gibi ki, herbiri lisan-ı
istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir suret talep ediyorlar ve esmâsına bir mazhariyet-i
münkeşife istiyorlar."

İzah: Kabiliyet dili ile yapılan duadır. Mesela; kaysı çekirdeği kaysı olmak için kabiliyet
dili ile Allah’tan istiyor. Bir kartal yumurtası kartal olmak için kabiliyet lisanı ile Allah’tan
talepte bulunuyor. İnsan da aynı şekilde fıtrattan gelen bir çok kabiliyetlerle, kabiliyet dili
Allah’tan talep ederse, Allah bu talebi ekseriya geri çevirmez. Yalnız kabiliyet
doğrultusunda istemek gerekir. Kabiliyetimiz olmadığı bir sahada talep edersek, Allah bunu
vermez. Nasıl kaysı, erik olamaz ise; çiftçi kabiliyeti olan birisi de marangoz olamaz.

"Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır-bütün zîhayatların, iktidarları dahilinde olmayan hâcât-


ı zaruriyeleri için dualarıdır ki, herbirisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevâd-ı Mutlaktan
idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metâlibi istiyorlar."

İzah: Allah, kainatta var olan bütün mahlukatı ihtiyaç ve fakirlik içinde yaratmıştır.
Özellikle hayat ve şuur sahibi varlıklar, kainatta her şeye muhtaç olarak yaratılmışlardır. İşte
bu ihtiyaçların hepsine birden fıtrat denilebilir. Yani; bütün mahlukatın mahiyet ve fıtratı,
ihtiyaçlar ile kaplanmıştır. İşte bu ihtiyaçlar da, bir nevi Allah’tan talep ve istekte
bulunuyorlar.

Mesela; bir mide acıkması ile Allah’tan rızık talep ediyor. Bir göz, görme ihtiyacı ile
renkleri ve görüntü alemini talep ediyor ve hakeza. Allah da bu ihtiyaçlara mutlak bir
ekseriyet ile cevap veriyor. Zira mahlukatın bu ihtiyaçları tedarik etmesi imkansızdır.
Mesela; bir elmanın icadı için, bütün kainatın çarklarını işletmek ve döndürmek gerekiyor.

"Veya lisan-ı ıztırariyle bir duadır ki, muztar kalan herbir zîruh, kat'î bir iltica ile dua
eder, bir hâmî-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder."

İzah: Iztırar dili ile yapılan duadır. Iztırar; bir şahsın zor bir durumda kalıp, çaresiz bir
hale düşmesi demektir. Mesela; okyanusa düşen bir adamın, kırık bir tahta üstünde yaptığı
dua gibidir. Çok zor bir durumda olmasından dolayı, o hali Allah’ın şefkatini daha
kuvvetlice kendisine çekiyor. Bu tarz dua da ekseri olarak makbuldür.

"Bu üç nevi dua, bir mâni olmazsa, daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî ve hâlî,
diğeri kalbî ve kàlîdir."(1)

İzah: Fiili ve kavli duadır. Kavli dua zaten ibadetlerin akabinde yapmış olduğumuz
dualardır. Fiili dua ise; Allah’ın kainatta koymuş olduğu sebeplere müracaat etmektir.
Mesela; çocuk sahibi olmak için evlenmek, fiili bir duadır. Zengin olmak için çalışmak fiili
bir duadır. Topraktan mahsul almak için tarlayı sürmek, sulamak, tohumlamak, ekip biçmek
fiili bir duadır vs. Şartları ve sebepleri yerine getirilir ise; fiili dua da ekseri olarak
makbuldür.

Güneşin batışı akşam namazının vaktidir. Güneşin ve ayın tutulmaları da "küsuf ve husuf
namazları" denilen iki özel namazın vakitleridir. Ramazanın hilalinin görülmesi ramazan
orucunun vaktidir. Vakitleri girince bu ibadetler ifa edilir. Bu ibadetler niye yapılır?
Allah’ın rızasını hoşnutluğunu kazanmak için. Başka bir amacı yoktur o ibadetlerin.
Başka bir amacı varsa o ibadet ibadet olmaz.

Aynı şekilde, yağmursuzluk yağmur namazının sadece vaktidir. Bu ibadet niye yapılır?
Sadece Allah’ın rızasını kazanmak için. Yağmur yağması için değil. Böyle bir niyetle o
namaz kılınırsa o namaz namaz olmaz. Burada yağmur talebi ve duası var, ama bu zahirî
bir maksattır. Hakikî faide rıza-ı ilahîdir. Bu rıza ahirette nasıl bir şekilde tezahür edecek
onu Allah bilir.

Bazı belalar musibetler belli duaların vakitleridir. O dualar samimi olarak yapıldığında,
hakikî faide olan rıza ilahîye erişiriz ve onun karşılığını da Ahirette bakî bir surette
görürüz. Zahirî maksat olan bela ve musibetlerin def’i ise Cenab-Hakk’ın hikmetine
tabidir. Allah bizim heveslerimizi kâinata mühendis yapmamıştır. Her şeyi bizim arzu ve
heveslerimize göre tanzim etmesini beklemek kulluk edebine aykırıdır.

Üstad bunu şöyle bir misalle anlatır:

“Madem Cenâb-ı Hak Hakîmdir. Biz Ondan isteriz, O da bize cevap verir. Fakat
hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini itham etmemeli. Hasta
bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. "Tabip beni dinlemedi" denilmez.
Belki âh ü fizârını dinledi, işitti, cevap da verdi, maksudun iyisini yerine getirdi.”(2)

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz Birinci Mebhas.

(2) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup Birinci Zeyl.

Yükümüzü sırtımıza yüklemeyip gemiye yüklememizden


bahsediliyor, peki biz nasıl bir tevekkül içinde bulunmalıyız,
tamamen yükümüzü atmalı mıyız?
Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden
endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki; Allah bir musibeti alnına yazmış ise, bundan kurtuluş
yok der, teslim olur, aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise, hiçbir güç o musibeti başına
bela edemez. Bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir
nevi psikolojik yükün, yani hadisler karşısında endişe ve telaş etmenin, tevekkül vasıtası ile
kadere atılması demektir.

Ama kafir, Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her şeyi tesadüfe
veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde
bir endişe, bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. Acaba bu musibet bana
dokunur mu der, hayatı zehir olur. Üstad bu manaya örnek için, Amerikada olmuş bir olayı
söylüyor. Kuyruklu yıldız dünyanın yakınından geçince, "acaba dünyaya çarpar mı" endişesi
ile imanı ve tevekkülü olmayan veya zayıf olanlar çok korkmuşlar, hatta evlerinden
çıkmışlar.

Halbuki iman ve tevekkülü olan bir mümin, bu olayda şöyle düşünür; şayet bu yıldız
dünyaya çarpma emrini Allah’tan almış ise, tevekkülden başka yapacak bir şey yoktur der,
hayret içinde çarpmasını bekler; yok emir almamış ise, bu yıldız haddini aşıp vazifesi
olmadığı halde dünyamıza çarpamaz der, endişe ve telaştan kurtulur.

Allah’a tahkiki bir şekilde iman ile tevekkül eden adam hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir hadise
karşısında titremez.

Cesaretin kaynağı hakiki ve sağlam iman olduğu gibi, korkaklığın kaynağı ise imansızlık ve
tevekkülsüzlüktür. Kalbinde iman olmayan birisi, bu yüzden her hadise karşısında titrer, her
musibetten azap duyar. Bir nevi dünyanın bütün yükünü beline yükler ve altında ezilip gider.

Tevekkülün çerçevesi ve sınırları şu şekildedir: "Tertibi mukaddematta tefviz,


tembelliktir." hükmünün manası; bir şeye ulaşmakta vasıta olan sebeplerin terk edilip,
Allah'a havale edilmesine denilir ki, bu da tembellikten başka bir şey değildir.

Misal; buğdayı elde etmek için, Allah sebepleri tertip ile sıraya koymuş; önce tarlayı
süreceksin, sonra tohumlayacaksın, sonra sulayacaksın, sonra ilaçlayacaksın vs. Bu
tertiplerden birini atlasan ya da sana bakan bu işlerden birini Allah'a havale edip, "ben
tevekkül ehliyim" desen, buğdayı alamadığın gibi, tembellik damgasını da yersin. Zira Allah,
sana meşgale olsun diye sebeplerin hazırlanmasını ve uyulmasını mecbur kılmış, sen
sebepler noktasında tevekkül edip sebeplerin hazırlanmasını Allah'a havale etsen, hem
neticeyi alamazsın, hem de tembel olursun.

Terettüb-ü neticede tevekkülün manası ise; insan kendine düşen kısmını tamamıyla
yaptıktan sonra, yani yukarıda denildiği gibi buğdayı almak için gerekli tüm sebepleri yerine
getirdikten sonra, artık neticeyi Allah'tan beklemek gerekir; işte buna tevekkül denir.
Neticeyi Allah'a havale etmek gerekir, zira insanın bu hususta yapacak bir şeyi kalmıyor,
bulutları toplayıp yağmur vermek, buğdayın kızarıp olgulaşmasını sağlamak için güneşi
istihdam etmek, bunlar insanın elinin ulaşacağı şeyler olmadığı için tevekkül gerekiyor.

Sebeplerde değil, neticede tevekkül etmek gerekiyor. Sebepleri yapmak çalışkanlık,


neticeyi Allaha havale etmek ise tevekkül oluyor, ikisi de güzel ahlaktan sayılmışlardır.

"Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine


al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi İYYAKE
NESTAİN de, kâinatın güzel bir takvimi ol..." Burayı izah
eder misiniz?
İnsan duygu, cihaz, fıtrat olarak çok cami ve külli bir donanıma sahip olduğu için, bütün
kainat ile alakadar bir vaziyette yaratılmıştır. İnsan, kainatın umumunu ihata edecek his ve
duygulara sahiptir. Bu yüzden, kainattaki bütün mana ve esasları tartıp, ölçecek bir
mahiyettedir. Sair mahlukat ise, insana nispeten cüz’i ve hususi kalıyor. İnsan gibi, kainatın
umumunu ihata edemiyor.

Mesela, insandaki göz, bütün renklerin tonlarını algılar. Ama bir hayvan, siyah ve beyaz
görür. İnsandaki tat alma cihazı bütün lezzetleri tartıp, ölçer. Ama hayvanat ve diğer
mahlukat, bundan mahrumdur.

Bütün bunlar gösteriyor ki insan, şu kainatın bir sultanı, bir halifesi hükmündedir. Zaten
bütün kainat’ta insana hizmet ve itaat ediyor. Bu da onun halife ve sultan olduğunun
delilidir. Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını anlayacak ve üzerinde gösterecek yegane varlık
insan olduğundan, Allah’a külli kulluk yapacak olan da insandır. İnsan, sahip olduğu bu cihaz
ve istidatları ile Allah’a bir abd-ı külli, bir vekil-i umumi oluyor. Bir nevi niyet ve istidadı
ile bütün mahlukatın fıtri ibadetlerini üstüne alıp, onlara vekil olup, onların adına arz-ı
ubudiyet edecek tek varlıktır. İnsan, külli bir şuur ve niyet ile bütün mahlukatın yaptığı
ubudiyete sahip olabilir ve onu kendi yapmış gibi arz-ı takdim edebilir. Allah, insana böyle
bir külliyet vermiş, bunu iyi değerlendirmek lazımdır.

"Fakat insanın hevâperestâne ve heveskârâne


tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizasıyla,
ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez."
cümlesini ve "heva ve hevesi" nasıl anlamalıyız?
"İşte, Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak, hazır, nazır olduğu için, abdin duasına cevap
verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat
insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i
Rabbâniyenin iktizasıyla, ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez."(1)

Kainat ve dünya, insan için tanzim edilmiştir. Kainat ve dünyadaki bütün sanat ve hareketler,
hepsi insana bakıyor ve onun ihtiyaç ve arzularına göre tanzim edilmiştir. Kainatın
merkezinde insan var ve kainat bu merkez etrafında dönüyor ve ona bakıyor ve ona hizmet
ediyor. Bu sebeple insan, mahiyet ve duyguları itibari ile şu kainatın halifesi, neticesi ve
amacıdır. Kainatta bütün nazarlar ve teveccühler insana odaklanmıştır. Allah’ın insana böyle
bir değer atfetmesi ve bu mahiyette yaratması elbette insanın o muazzam mahiyet ve
duyguları ile Allah’ı tanıması ve ona tam bir kul olması içindir.

Koca güneşin dünyaya ve dolayısı ile insana lamba ve soba olması, bütün hayvanların ve
bitkilerin insana itaatkar ve onun ihtiyaçları doğrultusunda istihdam edilmesi, hep insanın
iman ve ibadet noktasından verimli olması içindir. Yoksa insanın adi ve süfli hevasına ve
arzularına hizmet etmiyorlar. İnsan heveslerini kainata hendese yapamaz.

Duanın muhteva ve inceliğinde ibadet manası vardır, yoksa bir şeyler almak ve vermek
manası hükmetmiyor. İnsanın ihtiyaçları duanın bir vakti ve alametidir, insan duanın
yapılmasını bu ihtiyaç işaretleri ile anlar ve duaya durur. Burada insanın, hevesinin
tahakkümü ile "ben istedim, -haşa- sen de benim istediğimi aynı ile vereceksin" haleti
ibadetin özüne ve ruhuna aykırı bir halettir. İbadet ve duada esas olan, istenilen şeyin elde
edilmesi değil, Allah’a acizlik ve fakirlik haleti ile müracaat edip, onu merci bilmek ve onun
rızasını kazanmaktır.

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz


"Hem dua bir ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, semerâtı
uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise, o nevi dua ve ibadetin
vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil." ihtiyacım olduğu
için istemiyecek miyim, bu istemek yanlış mıdır?
İstemek, ihtiyaç sahibi olmak, musibet ve sıkıntıların hepsi insanı duaya ve ibadete
teşvik ve ihzar eden ilahi tasarımlar ve planlamalardır. İnsanın muhtelif ihtiyaç ve
taleplerinin hepsi Allah’ın bir ismine götüren yollar ve gerekçelerdir.

Mesela açlık ihtiyacı insanı Rezzak ismine götürür, hastalık hali Şafi ismine götürür ve
hakeza; her bir ihtiyaç ve sıkıntı insanı Allah’a götürüyor.

İnsanın bu istemek ve ihtiyaçlar ile donatılmasında asıl maksat Allah’ı tanımak ve


bilmektir. Yoksa maddi ve manevi fayda ve menfaat temin etmek değildir. İbadetin ruhu ve
özü bu anlamdadır.

Çağımızın insanları maddeci felsefe ile boyandığı için, katıksız ve ivazsız ibadetin manasını
anlamakta zorluk çekiyor. Dua ve ibadetleri sadece maddi ve manevi ihtiyaçları temin etmek
ya da sıradan bir alış veriş hesabı olarak görüyor.

Halbuki iman ve ibadet sırf Allah için olmalıdır. İbadetin illeti yani yapılış gerekçesi,
Allah’ın emridir; neticesi ve menfaati ise Allah’ın rızasını kazanmaktır. İhtiyaç ve sıkıntılar
ise bu ibadetlerin vaktinin bir alameti, bir işaretidir. Meseleye böyle bakmak gerekiyor. Bu
bakış açısı ise ancak tahkiki iman ile mümkün oluyor.

Mesela yağmursuzluk yağmur duasının bir vaktidir. Yağmur duası yağmuru yağdırmak için
yapılmaz. Yağmurun ne zaman yağacağını Allah en güzel şekli ile bilir; bizim onu
düşünmemiz ve onun ile tasalanmamız abestir. Allah bizim talep ve isteklerimizle kainatı
tedbir ve tasarruf etmiyor. Allah yağmuru nasıl olsa bir şekilde verir, biz işin bu tarafında
değil, o yağmursuzluk vaktinin yağmur duası ile geçirilmesi gerektiğini düşünmemiz ve ona
göre hareket etmemiz icap ediyor. İşte ihlas ve ibadetin püf noktası burasıdır.

Kainatın mühendisi bizim istek ve taleplerimiz değil, Allah’ın hikmet ve iradesidir. Bizim
istek ve taleplerimiz sadece Allah’a vasıl olmamızda bir bahanedir bir sebeptir.

İlgili yeri okumak için tıklayınız: Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

"Hem güneşin ve ayın tutulmaları, 'küsuf ve husuf


namazları' denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani,
gece ve gündüzün nuranî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir
azamet-i İlâhiyeyi ilâna medar olduğundan, Cenâb-ı Hak,
ibâdını o vakitte bir nevi ibadete davet eder." Burada nasıl
bir azamet var?
Güneş ve ay tutulması İlâhi azameti gösteren ayetlerdir. Bir defterin sayfalarını çevirir
gibi; gündüz geceye, gece gündüze dönüyor; Allah güneşi ve ayı emrine itaat ettirendir.
Dünyadan binlerce, milyonlarca büyük kütleler dahi, O'nun azameti karşısında boyun
bükerler.
Ne var ki sair zamanlarda bu azamet-i İlâhiye alışkanlık perdesi sebebiyle insanların
nazarında gizlendiğinden, Cenab-ı Rabbi'l-Âlemin; güneş ve ay üzerindeki tasarrufunda
harikulade bir icraatı gösteriyor, ta ki gaflet nazarı dağılsın ve o şaşaalı azamet tam
görünsün.
İşte bunu idrak edenler de Rablerinin bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu,
azamet ve kibriya sahibi olduğunu, hadsiz nimetleriyle terbiye olunduklarını ilana vasıta
olan; küsuf ve hüsuf namazını kılıyorlar, diyebiliriz...

"İman bir intisaptır. Öyle ise, insan, iman ile insanda


tezahür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye
itibarıyla bir kıymet alır. Küfür o nisbeti kat’ eder."
cümlelerini açıklar mısınız?
Cenab-ı Hak insanı kainatın küçültülmüş bir haritası ve misali olarak yaratmıştır.
Kainatın umumunda yazdığı azametli meseleleri insanın cephesinde aynı ile küçük ve
okunaklı olarak yazmıştır. Bu yüzden insan ile kainat, keyfiyet noktasından aynı ve
müsavidir, denilebilir. Allah’ın bütün isim ve sıfatları insan mahiyetinde tecelli ile cevelan
ediyorlar. Her bir isim ve sıfatın nakışları insanın mahiyetinde vardır.
İşte bu geniş ve cami olan mahiyet-i insanı okumanın tek yolu iman nurudur. Yani o isim
ve sıfatların tecelli ve nakışları ancak iman nuru ile okunabilir. İman nuru ile okuduktan
sonra, insan ile Allah arasında bir marifet ve muhabbet bağlantısı kurulur. Yani iman insanı
Allah’a intisap ettirir.

Güzel bir sergi salonunda maharetli bir ressam, resimlerini sergiliyor ve bütün hüner ve
inceliklerini o resimler üstünde gösteriyor. Bu sergi salonunun aydınlatma düzeneği,
resimlerin üzerindeki ince maharet ve nakışları gösterecek şekildedir. Bu aydınlatma sistemi
olmasa, resimlerin ne kendi ne de üzerindeki nakışları görünmez. Görünmeyince de,
ressamın maharet ve hünerleri anlaşılmaz, anlaşılamayınca da, ressam ile seyirci arasında
bir marifet ve muhabbet oluşmaz.

İşte o sergi salonu, insanın fıtrat ve mahiyetidir. O ressam ise Allah’tır. Resimler ve resim
üzerindeki nakış ve ince sanatlar ise, insanın mahiyetinde tecelli eden Allah’ın isim ve
sıfatlarının tecelli ve nakışlarıdır. O nakış ve ince sanatları gösteren aydınlatma sistemi ise
iman nurudur. Sanat üzerindeki nakışlardan ve tecellilerden sanat sahibine olan marifet ve
muhabbet ise, insanın kendi mahiyetindeki isim ve sıfatların tecellilerini iman nuru ile
okuyup ve görüp, Allah’a marifet ve muhabbet kesbetmesidir. Yani bir nevi, insanın Allah
ile intisap kurmasıdır.

İnsan iman nuru ile Allah’a intisap edip marifet ve muhabbet kesp ederse, alay-ı İlliyene
yani, en yüksek makama çıkar, maddesi kıymetsiz iken, sanat noktasında antika kıymetini
alır. İnsan küfür ile esfel-i safiline düşer, yani kıymeti sadece maddesinde kalır ki, oda beş
para etmez.

"İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imânı elde


eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imânın kuvvetine
göre, hâdisâtın tazyikâtından kurtulabilir..." Cümlesini nasıl
anlamalıyız?
İnsan iman sayesinde, eşya ve hadiselere bakışı farklılaşır. Eşya ve hadiselerin kendi
kendine meydana gelmediğini, bir tesadüf eseri olmadığını, ancak ve ancak nihayetsiz ilmi,
iradesi ve kudreti olan bir Zat'ın emri altında hareket ettiğini anlar. İşte bu bakış, kâinatta ne
olursa olsun; sel olsun, deprem olsun, yıldızlar uçuşsun, kıyametler kopsun, bunların hiçbiri
kamil mümini korkutmaz. Âdeta, hepsine meydan okur gibi korkmaz. Bu konumuzu daha iyi
izah eden ve Üçüncü Söz'de geçen aşağıdaki ifadelere kulak verelim:

"Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimâldir ki, onu
korkutmaz. Belki hârika bir kudret-i Samedâniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek.
Fakat, meşhur bir münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık feylesof ise, gökte bir
kuyruklu yıldızı görse, yerde titrer. "Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?"
der, evhâma düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti
hânelerini terk ettiler.)"(1)

(1) bk. Sözler, Üçüncü Söz

"İman, duayı bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiği ve


fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi,
"Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?" ferman ediyor..."
Bu ifadeleri izah eder misiniz?
"İman, duayı bir vesile-i kat'iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle
istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi, "Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?" meâlinde,
‫ ﻗُْﻞ َﻣﺎ ﯾَْﻌﺒَُﺆا ﺑُِﻜْﻢ َرﺑﱢﻰ ﻟَْﻮﻻَ ُدَﻋۤﺎُؤُﻛْﻢ‬ferman ediyor.

Hem ‫ﺐ ﻟَُﻜﻢ‬ ْ َ‫ ْ اُْدُﻋﻮﻧِۤﻰ ا‬emrediyor.."(1)


ْ ‫ﺳﺘَِﺠ‬
İman, dua etmeyi kati bir vesile olarak gerektiriyor. Yani bir Mümin için dua etmek ve dua
vesilesini kullanarak Allah’tan bir şeyler talep etmek kesin ve gerekli bir kulluk vazifesidir.
Mümin bu noktadan dolayı duayı terk edemez. Üstad bu manayı teyid edip kuvvetlendirmek
için ayetleri gösteriyor.

Dua etmeyi sadece iman değil, insanın fıtrat ve mizacı da şiddetli bir şekilde talep ediyor.
İnsan fıtraten zayıf ve aciz yaratıldığı ve aynı zamanda her şeye muhtaç bir şekilde
donatıldığı için, dua insanın en önemli bir silahı ve en mühim bir talep aracıdır. Bütün
insanlar vicdanen duaya muhtaç olduğunu itiraf ederler. Bu sebeple insan sıkıştığında ya da
bir musibete maruz kaldığı zaman çaresizliğin verdiği sevkle, sığınacak ve yardım talep
edecek bir noktayı arar. Bazen bu noktayı yanlışlıkla batıl ilahlarda arar. İnsanlığın inanmak
ve belli vasıtalar ile ibadet etmek ihtiyacı buradan kaynaklanıyor. Tarihteki tapınma
ritüelleri buna en somut bir delildir. Pagan kültüründe putlara kesilen kurbanlar ve bir takım
vesileler ile putlardan istenen şeyler insanın fıtraten duaya şiddetli bir ihtiyaç duyduğunu
gösterir. İnanma ve inandığı değere sığınmak insan fıtratının bir gereğidir. Zira insan
yaratılış itibarı ile böyle programlanmıştır.

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

"İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder..."


cümlelerini izah eder misiniz?
"İman, insanı insan eder. Belki insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i
asliyesi, iman ve duadır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder."(1)

Allah, insanı kulluk ve ibadet etmek için dünyaya göndermiştir. Bu yüzden insanın fıtrat
ve mahiyetini de ibadet ve kulluğa göre donatmıştır. Yoksa hayvan gibi yutmak ve çabalamak
için insanı dünyaya göndermiş değildir. İnsan iman ve ibadeti terk edip, hayvan gibi,
dünyanın adi ve süfli zevk ve lezzetlerin peşine takılır ise; mahlukatın en alçağı, en rezili
olur. Yok iman ve kulluğa riayet ederse, o zaman mahlukatın en üstünü ve en şereflisi
konumuna çıkar. Zira insanı, Allah bu kıvamda yaratmıştır.
İnsanın önünde iki seçenek var, ya kul olup kainata sultan olur, ya da iman ve ibadeti terk
edip mahlukatın en aşağı ve en rezili olur.

İnsanın bu dünyaya zevk ve lezzet peşinde koşmak için gönderilmediğine en güzel şahit;
insan ile hayvan arasındaki farktır. İnsanın donanımına ve mahiyetine bakıldığında,
dünyanın zevk ve lezzetlerine hapis olarak tasarlanmadığı anlaşılır. Ama hayvanın tasarımı,
sadece dünyaya bakıyor. Hayvanda akıl olmadığı için, geçmiş ve gelecek onun nazarında
yoktur, ama insanda akıl, hem geçmiş ile hem de gelecek ile ilişkilidir. Bu yüzden insan
Allah’ı inkar edip, tamamen zevk ve lezzete odaklansa, ölüm ve zeval ona huzur vermez, onu
taciz eder. Ama hayvanda taciz edecek bir akıl olmadığı için tam lezzet alır.
İşte insanın hakiki lezzeti alıp, hayvandan daha yüksek bir makama çıkması, ancak iman
ve ibadet ile mümkündür. O zaman ölüm ve zeval, insana ızdırap veren bir hiçlik ve yokluk
değil, ebedi saadetin bir başlangıcı, bir girizgahı hükmüne gelir. Şu insan, iman sayesinde
lezzetlerin ve makamların en üstüne çıkar. İman, insan üzerinde baskı kuran bütün hadisatın
tazyikatını kaldırır. İman, her şeyin içyüzünü ve hakikatini izah ve beyan ettiği için, insan
karanlık ve sıkıntılardan da kurtulmuş olur.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz

"İnsan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta maruz ve


hadsiz âdânın hücumuna müptelâ; ve nihayetsiz fakrıyla
beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe
muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imandan sonra,
duadır." İzahı?
Fakr: Fakirlik; insanın zerreden güneşe kadar nihayetsiz ihtiyaçlara müptela ve kainatta
her şeye muhtaç olması demektir. Yani insan fıtrat olarak kainatta her şeye muhtaç olarak
yaratılmıştır. İnsan hayatının devamı bütün kainat çarklarının işlemesine bakar; böyle olunca
insan kainattaki her şeye muhtaç olarak yaratılmış olduğu sabit olur.

İşte insan bu sonsuz ihtiyacından dolayı fakirdir. Allah bu fakirlik durumunu insana her
ihtiyacında, ihtiyacı olmayan Allah’ı bulması için vermiştir. Yani nereye bakarsa, hangi şeye
ihtiyaç duyarsa, orada fakirlik penceresi ile fakir olmayan Allah’ı bulabilir.

İşte insan fakirlik penceresinden Allah’ı görüp bulamaz ise, fakirlik insanın başına tam bir
bela ve acı kaynağı olur. İnsan her ihtiyacı için sebeplere dilencilik eder ve onların
merhametsiz yüzünde azap bulur. Acaba güneş bugün doğacak mı dese yeridir, zira tesadüf
ve sebeplere tapan birisi için durum böyledir.

Acz: Kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar zayıf ve iktidardan yoksun anlamında


kullanılmıştır. Yani ihtiyaçları hem kainatı kuşatmış, hem de ebede uzanmış olmasına rağmen
bunlardan en basitini dahi tedarik edemeyecek kadar acizdir insan. Burada daha çok insanın
iktidarsızlığına vurgu vardır. Bu acizlik penceresi de, aciz olmayan Allah’a açılıyor. İnsan
acizlik damarı ile aciz olmayan Allah’ı idrak ediyor.

İşte bu acizlik ve fakirlik damarı, insan fıtratını ve mahiyetini kulluk yönünde işleten ve sevk
eden önemli iki kaynaktır. Bu kaynak güzelce işletilip istihdam edilir ise, insan kamil bir kul,
ahsen-i takvim bir halef-i zemin olur.

Özet olarak dua bir talepler listesi değil, bir ibadettir. İnsan dua sayesinde aczini ve fakrını
hissedip, aciz ve fakir olmayan Zata intikal eder; duanın gerçek yüzü ve özü budur. Talepler
ve istekler duanın suret ve kalıplarıdır; duanın esası ve özü Allah’a acz ve fakr damarı ile
iltica etmektir.

"İnsanların san’atları içinde, nasıl ki maddenin kıymetiyle


san’atın kıymeti ayrı ayrıdır. Bazan müsavi, bazan madde
daha kıymettar; bazan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir
maddede beş liralık bir san’at bulunuyor..." izah eder
misiniz?
Yirmi Üçüncü Söz'de geçen soru konusu ifadelerin izahı için şöyle bir örneklendirme
yapalım:

Bir A4 kağıdı düşünelim, fiyatı elli kuruş olsun. Yani maddesi itibarıyla elli kuruşluk bir
mal. Bu kağıdın üzerine Peygamber Efendimizin (asm) bir besmele yazdığını düşünelim. Bu
durumda kağıdın fiyatı elli kuruştan elli milyon TL veya daha fazla bir rakama çıkar. Burada
fiyatı yükselten sanattır. Besmele yazısını silmek mümkün olursa, kağıdın fiyatı tekrar elli
kuruşa düşecektir.

Sanatın değeri ise ustasının konumuna göre farklılık arzeder. Efendimizin (sas) yazacağı bir
besmelenin fiyatı ile bir sahabenin veya sıradan bir insanın yazacağı besmele elbette farklı
olacaktır. Müsavi için de şu örneği verebiliriz. Elli kuruşluk olan kağıt, fotokopi
makinesinden geçtikten sonra üzerine yazı yazılmış olarak çıkıyor. Kırtasiyeci bizden bir lira
alabilir. Elli kuruş kağıdın fiyatı, diğer elli kuruş ise üzerindeki yazının, yani sanatın fıyatı
oluyor.

Aynen öyle de insanın maddesi itibarı ile çok fazla değeri olmayabilir. Fakat alemlerin
yaratıcısı olan Allah'ın yazmış, yaratmış olduğu bir sanat eseri olarak baktığımızda elbette
ki, değeri de yükselecektir.

"Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık


bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi
olduğu bir halde, yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra
tefessüh eder, gider. İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi
yıkar, elmastan kömüre kalb eder." izah?
"Eğer kat-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o
mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni unutulsa,
Sânie müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta baş aşağı düşer. O mânidar
âli san'atların ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen
bir kısmı ise, süflî esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder.
Herbiri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız
madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi,
kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir
halde, yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte, küfür
böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre kalb eder."(1)

İman ve hidayet, insanın, iradesi ile kabul ettikten sonra, Allah tarafından kalbe
indirilen bir nur bir ışıktır. İnsan bu ışık ve nur sayesinde bütün alemler üzerinde tecelli
eden Allah’ın isim ve sıfatlarının nakışlarını okur. Bu ışık sayesinde kainatın sırlarını
keşfeder. Tıpkı karanlık bir mahzende ışıkların yanması ile eşyanın görülmesi ve karanlığın
gitmesi ile eşyanın gözden kaybolması gibi. İnsan küfür ve dalalet karanlığında iken,
iradesinin sarfından sonra gelen iman ve hidayet nuru ile bütün alemi ve kainatı
aydınlanıyor. İşte o alemleri aydınlatan ve kainatı ışıklandıran ve her şeyin sırrını çözdüren
şey iman ve hidayettir.
Bu hidayet ve iman insanda olmaz ise, yani küfür insanın alemini kaplar ise, kainat ve
içindeki eşya manasız ve abes bir meta haline dönüşür. Allah’ın varlığına ve isimlerine
işaret eden milyonlarca delil, insanın aleminde söner gider.
Mesela, bir elmanın kendi nefsine olan işareti bir ise, sanatkarı olan Allah’a işareti yüz
bindir. Küfür, elmanın Allah’a olan bu yüz bin işaret ve delaletini yok edip, sadece nefsine
bakan bir iki yüzünü gösteriyor. Bütün eşyayı aynı şekilde kıyas edecek olursak, koca kainat
insan nefsine hitap eden adi ve basit bir meta haline dönüşür, diğer hikmet ve gayeleri söner
gider.
Abesçi felsefenin çıkış noktası burasıdır. Yani küfür, kainat ile Allah arasındaki bağı
koparttığı için, kainat boşluğa ve gayesizliğe mahkum oluyor. Mesela gözü, sadece görmeye
yarayan basit bir et parçası şeklinde tarif edersen, gözdeki o nihayetsiz ilim ve hikmetler
anlaşılmaz olur. Zira gözün üstündeki o nihayetsiz nakışlar ve ilimlerin hepsi, Allah’ın isim
ve sıfatlarına bakıyor, onlara işaret ediyor.
Keza, bir elmanın Allah’a işaret eden yönü, maddi ve manevi ve latif ve kesif olmak
üzere iki şekildedir. Manevi ve latif yönü ancak iman ve hidayet gözlüğü ve dürbünü ile
görülebilir. Mesela elmanın nimet olma ciheti Münim ve Kerim olan Allah’a bakar. Bu iki
isim de ancak Allah kabul edilip de, hidayet ile nurlanıldığı zaman hissedilir. Allah’ı
tanımayan birisi, bu iki manevi ismi göremez. Demek bu gibi manevi ve latif isimler ve
manalar ancak iman ve hidayet ile görülebiliyor.
Bir de elmanın maddi şekil ve tasviri vardır. Bu da Allah’ın Musavvir ve Munazzım
isimlerine bakıyor. Lakin bu şekil ve tasvir maddi ve kesif olduğu için, kafir bunu görüyor
ve inkar edemiyor, diğer manevi cihetleri ise hiç göremiyordu. Ama bu şekil ve tasviri o
isimlere değil, sebeplere havale ediyor. Yani elmanın o harika estetik şekli, şu maddenin
açılımıdır diyerek, oradaki harika sanatı sebebe veriyor ve isim ve müsemmayı inkar ediyor.
İşte Üstad Hazretlerinin "baki kalan ve gözle görülen kısım" dediği bu maddi ve kesif
sanatlardır.
Kafirin maddi dünyası asılsız ve dayanaksızdır. Zira kafir ya da gafilin bütün
sermayesi ve dünyası bulunduğu an-ı seyyaledir. Sahip olduğu her şey bu dar ve ince zaman
diliminin içine hapsolmuştur. Bu zaman dilimi ise çok hızlı bir şekilde fena ve zeval
denizine dökülüyor.
An-ı vahid, An-ı seyyale: Kelime olarak gelip geçici, az bir an ve az bir zaman
anlamına geliyor. Seyyale, bir şeyin süratle geçmesine kinayedir. Yani zaman denilen şey
öyle bir süratle gelip geçiyor ki, suyun süratle akması gibi akıp gidiyor demektir. İşte
kafirin bütün sermayesi bulunduğu bu an-ı seyyaledir.
Bu tabirlerin hepsi zaman kavramının şimdiki boyutunun darlığına ve kısalığına
işaret içindir. İnsanlık, zamanın şimdiki boyutunun en alt birimi olarak saliseyi kullanıyor.
Salisenin de elbette alt birimleri vardır. Onları da görebilse idik, zaman ve varlık dediğimiz
şeyin ne kadar az ve dar bir alanda haps olduğunu görecektik. Zamanın bu hakikatinden ve
azlığından yola çıkarak İbn-i Arabi gibi makbul zatlar, zaman ve varlık kavramını inkar
sadedinde, "La mevcuda illa Hu" demişler. Yani Allah’tan başka varlık yoktur,
demişlerdir.
Dünyanın süfli ve adi şeyleri peşinde koşanlar bu hakikati idrak etselerdi, gelip geçici
olan bu süfli şeylere ehemmiyet vermezler ve bel bağlamazlardı.
İnsan şayet nefis ve heva cihetinden yaşayıp, ömrünü haramlarda geçirir ise, bir cihetle
yokluk hesabına ve hiçlik dünyasında yaşamış demektir. Allah için olmayan bütün anlar ve
saatler bir hiç ve yok hükmündedir. Sadece günahlarını ve sorumluluklarını insanın beline
sararlar, bunun dışında küfür ve haram dairesi tamamen bir an-ı seyyale olup, yokluğa
akıyorlar. Öyle ise bu fani ve gelip geçici maddi hayatımızı ebedi ve nurani bir şekle
çevirmemiz gerekiyor ki, bunun yolu da Allah’ın hesabına ve onun razı olduğu şekilde
yaşamaktır. Yani kim hayatında Allah’ın isim ve sıfatlarını yaşar ve o nurani iplere yapışır
ise, o zaman bekaya ve saadet-i ebediyeye mazhar olur demektir. Allah için bir an, ebedi bir
saadet vesilesidir.
Yokluk denizinden ancak nurani ipler hükmünde olan Allah’ın nurani isimlerine
yapışmak sureti ile kurtulabilinir. Yoksa küfür hesabıma yaşanılan maddi bir hayat tefessüh
eder, gider.
İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre çevirir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

"Sâni unutulsa, Sânie müteveccih mânevî cihetler de


anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar âli san'atların
ve mânevî âli nakışların çoğu gizlenir." cümlesini izah eder
misiniz?
"Eğer kat-ı intisaptan ibaret olan küfür, insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar
nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira, Sâni unutulsa, Sânie müteveccih
mânevî cihetler de anlaşılmaz, adeta başaşağı düşer. O mânidar âli san'atların ve
mânevî âli nakışların çoğu gizlenir. Bâki kalan ve gözle görülen bir kısmı ise, süflî
esbaba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Herbiri birer parlak elmas
iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin
gayesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvânâtın en âcizi ve en
muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz'î bir hayat geçirmektir. Sonra
tefessüh eder, gider. İşte, küfür böyle mahiyet-i insaniyeyi yıkar, elmastan kömüre
kalb eder."(1)

İman ve hidayet, insanın iradesi ile kabul ettikten sonra Allah tarafından kalbe indirilen bir
nur bir ışıktır. İnsan bu ışık ve nur sayesinde bütün alemler üzerinde tecelli eden Allah’ın
isim ve sıfatlarının nakışlarını okur, bu ışık sayesinde kainatın sırlarını keşfeder. Tıpkı
karanlık bir mahzende ışıkların yanması ile eşyanın görülmesi ve karanlığın gitmesi gibi.
İnsan küfür ve dalalet karanlığında iken, iradesinin sarfından sonra gelen iman ve hidayet
nuru ile bütün alemi ve kainatı aydınlanıyor. İşte o alemleri aydınlatan ve kainatı
ışıklandıran ve her şeyin sırrını çözdüren şey iman ve hidayettir.

Bu hidayet ve iman insanda olmaz ise yani küfür insanın alemini kaplar ise kainat ve
içindeki eşya manasız ve abes bir meta haline dönüşür; Allah’ın varlığına ve isimlerine
işaret eden milyonlar deliller insanın aleminde söner gider.

Mesela bir elmanın kendi nefsine olan işareti bir ise sanatkarı olan Allah’a işareti yüz
bindir. Küfür, elmanın Allah’a olan bu yüz bin işaret ve delaletini yok edip, sadece nefsine
bakan bir iki yüzünü gösteriyor. Bütün eşyayı aynı şekilde kıyas edecek olursak, koca kainat
insan nefsine hitap eden adi ve basit bir meta haline dönüşür, diğer hikmet ve gayeleri söner
gider. Felsefenin çıkış noktası burasıdır. Yani küfür kainat ile Allah arasındaki bağı
koparttığı için kainat boşluğa ve gayesizliğe mahkum oluyor.

Mesela gözü sadece görmeye yarayan basit bir et parçası şeklinde tarif edersen, gözdeki o
nihayetsiz ilim ve hikmetler anlaşılmaz olur. Zira gözün üstünde ki o nihayetsiz nakışlar ve
ilimlerin, hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarına bakıyor onlara işaret ediyor.

(1) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.


Yirmi Dördüncü Söz'ün Beşinci Dal'ı
"...marifet ve muhabbeti vermekle muhit bir nura seni
çıkarmış..." Cenab-ı Allah'ın Nur ismine marifet, kişiyi
nurlandırıyor mu?
Nur; kelime olarak ışık, aydınlık, parıltı, parlaklık, her çeşit zulmetin zıddı ve karşıtı
anlamlarına geliyor. Ayrıca manevi aydınlık ve hidayet anlamında, Kur'ân-ı Kerim, iman,
İslâmiyet, peygamber gibi manalara da geliyor.
Nur ismi en kapsamlı olarak şu ayette zikrediliyor:

"Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, tıpkı içinde lamba
bulunan bir kandillik gibidir. Lamba bir sırça (cam) içinde, o sırça da sanki parlayan
incimsi bir yıldız! Bu lamba, doğuya veya batıya mensup olmayan kutlu, pek
bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulur. Bu öyle bereketli bir ağaç ki, nerdeyse
ateş değmeden de yağ ışık verir. Işığı pırıl pırıldır. Allah dilediği kimseyi nûruna
iletir. Gerçeği anlamaları için insanlara böyle temsiller getirir. Allah her şeyi bilir."
(Nur, 24/35)

Nur: “Görmeye vesile olan ışık” veya “Işık kaynağı” anlamına gelir. Bu anlamı ile nur,
yaratılmış olduğundan, âyetin ilk cümlesi: “Allah, güneş vb. ışık saçan cisimleri yaratmak
sûretiyle gökleri ve yeri aydınlatan” veya “Göklerde ve yerde olanları sapıklıktan
kurtaran, hidâyete erdiren, aydınlığa çıkaran” diye tefsir edilir. Hülasa Nûr ismi, Allah
Teâla hakkında bazı alimlerce mecazî, bazılarınca da hakikî mânada değerlendirilir. Birçok
çağdaş müfessir, bu âyetin devamında, başka bazı gerçekler arasında, bir de elektrik
ampülüne işaret edildiği kanaatindedirler.
Nur isminin tecellisini sadece maddi ışık olarak anlamak dar bir bakış açısı olur. Nasıl
Allah’ın Rezzak isminin küçük bir karıncadan tut ta bütün canlıların beslenmesine kadar
geniş ve külliyetli bir tecelli sahası varsa, Nur isminin de aynı şekilde güneşten tut ta alem-i
ahiret ve insanın kalbindeki hidayete varana kadar geniş ve külliyetli tecellileri vardır.
Evet insanın hidayet nuru ile aydınlanması ve bu aydınlık ile kendi alemini ışıklandırması
bir cihetle Nur isminin insan mahiyetindeki bir tecellisidir. Yani Nur isminin kesif ve latif
böyle çok külli ve muhtelif tecellileri vardır.
Allah’ın Nur ismi maddi ve manevi nur ve ziyanın memba ve kaynağı olup, latif ve kesif
ne kadar nur ve ziya varsa, hepsi Nur isminden kaynayıp geliyor. Güneş ziyasını, Hazreti
Muhammed (sav) hidayet nurunu Nur isminden alıyorlar.
Tecelli, ismi gösteren ve ispat eden bir levhadır, lakin mahiyet ve keyfiyetin mikyası
değildir. Biz güneşin ziyasından Nur ismini ispat edebiliriz, ama Nur isminin mahiyet ve
keyfiyetini güneşin ziyası ile ölçemeyiz.
İnsanın kalbindeki marifet, muhabbet, hidayet, idrak, tasdik, iman hepsi Nur isminin
birer yansıması ve tecellileridir. İnsan bu tecelliler sayesinde genişlik kazanıyor. Mesela
Nur ismi insanın kalbinde hidayet olarak tecelli ettiği zaman, insan bu hidayet ile bütün
hadisatın şifrelerini çözüp arkasında tecelli eden İlahi maksatları çözümlüyor. Bu da insanın
istifade sofrasını alabildiğine genişletiyor.

"Demek şu muhabbet doğrudan doğruya kainata sarf


edilmemek gerekir. Yoksa muhabbet en leziz bir nimet iken,
en elim bir nikmet olur." ifadelerini izah eder misiniz?
Varlığı doğrudan sevmek demek, manayi ismi ile sevmektir. Halbuki varlık manayı
harfi ile sevilmelidir. Yani "ne kadar güzeldir" demek yerine, "ne kadar güzel
yaratılmışlardır" denilmelidir. Zira varlık fanidir, geçicidir.
Ebediyete müştak olan sevgi duygumuzu tatmin etmez. Hazreti İbrahim (as)'in -ayetin
ifadesiyle- dediği gibi, "Batanlar, yok olanlar sevilmeye layık değilllerdir."
Ebed için yaratılan ve ebedi bir zatın ayinesi olan insan, fani şeylere bağlanmakla tatmin
olmadığı gibi, inkisara uğrar ve muhabbetinin aksi ile ceza çeker. Fani mahbuplara bağlanan
ve sevgisini onlarla tatmin etmeye çalışanların feryatları buna delildir. Zaten Beşinci Dal'da
da bunun detaylı izahı vardır.

"Halık-ı zülcelalinden havf etmek, O'nun rahmetinin


şefkatine yol bulup iltica etmek demektir; havf bir kamçıdır,
O'nun rahmetinin kucağına atar." Allah'tan korkmak,
O'nun rahmetinin şefkatine yol açıp, iltica etmek midir, izah
eder misiniz?
Nasıl bir çocuk elini kızgın sobaya götürürken, anne, şefkatinden çocuğun eline bir tokat
atar, çocuk hatasını anlar ve annesinin kucağına atılır. Aynı şekilde; insan da bu çocuk gibi
günah ve haramlara giderken, Allah; Celal ve Kahhar isimlerinin tecellisi ile insana tokat
mesabesinde olan musibet ve sıkıntılar verir ki, insan bu İlahi korku ile harama gitmekten
vazgeçer.
Yani; Allah’ın insanları korkutması ve şiddetle tehdit etmesinin altında, şefkat ve
merhamet manası hükmediyor. İnsanın kalbindeki Allah korkusu, insanın yanlışlara gitmesine
bir perde, şefkatine sığınmasına bir vasıta oluyor.
Çocuğun tokat vasıtası ile annenin şefkatli sinesine kaçması gibi, insan da Allah korkusu
sayesinde, Allah’ın eşsiz rahmet ve merhametine sığınma ihtiyacı hissediyor.

"Hususî âleminde kendini herkese vekil telâkki eden


ْ َ‫ اِﯾﱠﺎَك ﻧَْﻌﺒُُﺪ َواِﯾﱠﺎَك ﻧ‬der, bütün halkın ibadetlerini ve
insan, ‫ﺴﺘَِﻌﯿُﻦ‬
istiânelerini kendi namına Mâbûd-u Zülcelâle takdim eder."
cümlesini açıklar mısınız?
İnsan Kur'an-ı Kerim’in ifadesi ile, ahsen-i takvim (en güzel kıvam) suretinde
yaratılmış, kainatın halifesidir. Fıtratındaki genişlik ve donanım sayesinde Allah’a muhatap
bir varlıktır. Yani insan her bir maddi ve manevi aza ve duyguları ile Allah’ın bütün isim ve
sıfatlarını tanıyıp bilecek bir mahiyete sahiptir. Bu noktadan bakıldığında insan, kainat kadar
geniş ve donanımlıdır. Her bir azası ve latifesi bir aleme açılan bir pencere hükmündedir.
İnsan sahip olmuş olduğu külli istidat ve cihaz sayesinde bütün kainatı kucaklayacak bir
mahiyettedir. Aynı zamanda insan Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının manasını idrak ile
tartıp ve ölçecek yegane varlıktır. Bu yüzden kainat ve mevcudatın halifesi ve kumandanı
hükmündedir.
İnsan bütün mahlukata vekalet edip, bütün kainatın hali ve kali ibadet ve tesbihlerini
Rabbine takdim edecek tek halife, tek kumandandır. İnsanın fıtratındaki külli kabiliyet, külli
şuur ve külli tefekkür, insanın kainatın en mükemmel bir kumandanı ve vekili olduğunu akla
gösterir.
Nasıl ki bir subay, emri altındaki askerlerin vekili ve kumandanı olması hasebi ile,
onların istek ve şikayetlerini yetkili mercie bildirir, onlar adına kumandan-ı azam ile
görüşür. Aynı şekilde insan da şu kainat kışlasının subayı ve komutanıdır. Kainat kışlasında
vazifeli olan mevcudat askerinin hali ve kali tesbihlerini ve teşekkürlerini Allah’a takdim
eden varlık insandır.

"İnsan, eğer kesrete dalıp, kâinat içinde boğulup,


dünyanın muhabbetiyle sersem olarak fânilerin
tebessümlerine aldansa, onların kucaklarına atılsa, elbette
nihayetsiz bir hasârete düşer..." Açıklar mısınız?
Kesret, Allah'ın Zat ve sıfatlarının dışındaki bütün mahlukata denir. İnsanın kesrette
boğulması ise, fikir ve kalbinin mahlukata sarf edilmesidir. Allah’tan gafil bırakan en tesirli
engel kesret dediğimiz mahlukata olan hasrı nazar ve muhabbettir. Bu dünyada sebeplerle iş
görmek hükmettiği için, insanların fikirleri ve muhabbetleri bu sebeplere takılıp kalıyor,
kimini boğuyor, kimini tamamen yutuyor, kimini oyalıyor, kimini de taciz ediyor. Onun için
büyük velilerden İbn-i Arabi gibi zatlar kesretin, yani mahlukatın Allah’a olan huzuru
bozmasından dolayı kesretin vücudunu inkar etmişler. Ta ki nazarı boğulmasın, kalbi
oyalamasın, huzuru kazansın.
Kısacası, bu dünyanın meşgale ve fena yönleri, ebed için yaratılan insanı sürekli sıkar ve
tatmin etmez. Bu da insanın ulvi his ve cihazlarını bir nevi boğar ve teneffüse ihtiyaç
hissettirir. İnsan ise vahdet penceresinden teneffüs etmek ister.
Vahdette teneffüs etmek ise, ahiret aleminde sebepler tamamen sukut edecek, her şeyin
ardında Allah’ın kudreti açıkça görünecek, hiçbir şey onu düşünmeye ve sevmeye engel
olamayacak, bilakis her şey onu tanıtmaya ve sevdirmeye vasıta olacak. Kısacası dünyanın
fena ve fani yönü orada olmayacak, sıkıntı ve meşakkat tamamen kalkacak olmasından bir
nevi ebed için yaratılan insan orada teneffüs edecek.
İnsanın kesretten vahdete yüzünü çevirmesi ya da kesret içinde vahdeti bulması, kuvvetli
bir tefekkür ve iman ile mümkün olur. Her şeyin üzerinde Allah’ın rububiyet ve tasarrufunu
görebilir isek, o zaman kesret alemi vahdeti, yani Allah’ı gösteren birer levha hükmüne
dönüşür. Bu da kalpteki, kesrete dağılmış olan muhabbeti vahdete toplar. İnsan önce marifet
olarak vahdeti elde eder, sonra da bunun neticesi olarak muhabbeti elde eder. Öyle ise
bütün hissiyat ve azalarımız ile beraber kesretten vahdete dönmemiz ancak tahkiki iman ile
mümkünüdür.
Bu zamanda tahkiki iman dersini Risale-i Nurlar veriyor. Risale-i Nurlarla meşguliyet
kesretten vahdete insanı çevirebilir. Her şeyde vahdete ve Allah’a açılan bir pencere vardır.
Bize düşen, bu pencerelerden seyredebilmektir.
İman ve ibadet insanın kesrete olan bu düşkünlüğüne ve irtibatına bir ayar çeker. Yani
iman ve ibadet insanı kesret içinde fena içinde boğulup gitmekten kurtarıp, vahdete ve birlik
olan tevhide yönlendiriyor. Kainat denilen şu mahlukat ve mevcudatın, Allah’ın bir sanatı ve
Ona işaret eden bir marifet levhası olduğunu iman ve ibadet ile insan idrak ediyor. Şayet
iman ve ibadet olmasa, insan mahlukat ve kesret içinde boğulup gider. Meccanen
kabiliyetleri adi ihtiyaçlar içinde kokuşur. Bir yumurtanın derdine düşerek kainata halife
olma şansını kaybeder. İşte iman ve ibadet insanın bu dağınık ve kuşatıcı mahiyetini toplayıp
bir cihet olan vahdete tevcih ediyor ve mevcudatın zilletli ve acıklı köleliğinden kurtarıp,
Allah’ın izzetli ve şerefli kulluğuna çıkarıyor.

"Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu


kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem
hayatıdır." İzah eder misiniz? Batın-ı kalp ve kalbin zahiri
ne demektir?
Kalp, fiziki bedenimizdeki çam kozalağını andıran bir et parçasından ibaret değildir.
Kalp, Allah’ın bir ihsan ve ikram eseri olarak bize verdiği vicdandan gelen hissiyat ile
dimağdan, yani akıldan gelen fikirlerin depolandığı ve şekillendiği bir latife, bir duygudur.
Kalbi besleyecek ve onu çalıştıracak iki kanal, iki kutup vardır. Biri, yaradılışta insana
takılan hakkın ve doğrunun kıstaslarını taşıyan, hislerin toplamını temsil eden vicdandır. Bu
vicdandaki hakka ve doğruya pusula olan hisler, kalbe uzanan ve onu besleyen ana damardır.
İkincisi ise dimağdır. Yani hakkı, batılı, doğruyu, yanlışı, zararı ve menfaati temyiz ve
tefrik eden ve bunu fikir olarak kalbe ulaştıran ikinci ana damardır.
Vicdan ve akıl bir çeşit kalbi besleyen ve şekillendiren iç ve dış etkenlerdir; kalp,
doğuşta boş bir sayfa iken, bu sayfayı dolduran iki kalem gibi çalışırlar.
İnsanın kalbinde bulunan ilahi aşk ya da muhabbet, Allah ile insan arasındaki en sağlam
ve sarsılmaz bir rabıta, yani bağdır. Ben Allah’ı seviyorum, o da benden razı oluyor, bu
insan ile Allah arasında bir rabıta, bir diyalogdur.
Kalbe giren ilahi aşk ve muhabbet; kalbi nurlandırıyor, yani ilahi hidayet ve feyiz ile
kalbin önünü arkasını, sağını solunu, altını üstünü hep aydınlatıyor. Her hadisenin içyüzünü
yani kaderi hikmetlerini gösteriyor.
Yine kalbe giren ilahi muhabbet, kalbin manevi bir besini manevi bir gıdası olup, o
kalbin hayatlı olmasına vesile oluyor. Nasıl su toprak ile buluştuğunda tohum yeşilleniyor
ise, aynı şekilde ilahi aşk ve muhabbet kalbin içine girince, oradaki bilkuvve bulunan bütün
duygu ve hassasiyetleri harekete geçiriyor ve işlevsel hale sokuyor.
Kalp tek olabilir ama kalbin anatomisi ve genişliği çok büyük ve azametlidir. Bu manaya
şu hadis işaret etmektedir:

"İnsan vücudunda bir et parçası vardır, o düzelirse bütün vücut düzelir, o


bozulduğunda bütün vücut bozulur. İyi bilin ki, o et parçası kalptir.”(1)

Kalbin zahiri ve batıni yönlerinin olması, kalbin birliğine zıtlık teşkil etmez.
Yukarıda da ifade edildiği gibi kalp; vicdan ve dimağ kanallarından gelen bilgi ve
feyizlerin teraküm ettiği bir latife, bir duygudur. Kalp öyle bir latifedir ki, bütün gaybi
alemler ile irtibatlıdır. Kelime-i şehadet öyle bir hakikat ki; ancak câmi ve manevi harita
hükmünde olan kalpte tecelli ile istikrar bulabilir. Câmi bir hakikatin tahassungahı; ancak
câmi bir latife olabilir ki, bu da insanın kalbidir.

"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur."(Râd, 13/28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk, tek
mahbub; Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip, Allah aşkına
yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok
fazla olur. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevmeye değmez)
deyip mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.
(1) bk. Buhârî, İmân, 39; Müslim, Musâkât, 107.

"Mükerreren söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin


meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi ve
umuma bakar ve umumun cihetü'l-vahdetini içinde saklar
bir kalb çekirdeğini taşıyan,.." ifadelerini açıklar mısınız?
"BEŞİNCİ MEYVE: Ey nefis! Mükerreren söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin
meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi ve umuma bakar ve umumun
cihetü'l-vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenâya,
dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubudiyet ise, onun yüzünü fenâdan bekaya, halktan
Hakka,kesretten vahdete, müntehâdan mebde'e çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde
ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisaldir."(1)

Nasıl bir meyve ağacın en uzağında ve en üstünde bulunur, ama ağacın bütün özelliklerini ve
irsiyetini içinde program ve plan şeklinde bulundurur. Bir şekilde meyve ağacın bir özeti,
bir modeli hükmündedir. Aynı şekilde insanda şu kainat ağacının bir meyvesi bir neticesi
gibidir. Kainatın bütün hususiyetleri ve incelikleri insanın mahiyetine ince ve latif bir hat ile
yazılmıştır. Adeta kainat küçültülüp ve preslenip insanın mahiyetinde ve özellikle de
kalbinde dürülmüş bir top kumaş gibidir. İnsan mahiyeti açılsa kainat olur, kainat dürülse
insan olur...

Bu nedenledir ki, insan bütün kainat ile alakadar ve bütün mevcudatla ilgilidir. Yüzü ve
yönü mevcudat ve kainat olan kesret ile meşguldür. Zira insanın mahiyetindeki sonsuz acizlik
ve fakirlik damarı ve bütün mevcudata muhtaç bir şekilde yaratılması, insanı kainat ve
mevcudatla ilgili ve irtibatlı hale getiriyor. Evet insan bir tavuğa muhtaç ve ilgili olduğu
gibi, koca kainata ve gezegenlere de aynı derecede ve şiddette muhtaç ve ilgilidir. Bu da
ister istemez insanı, kainat demek olan kesret ile irtibatlandırıyor.

İman ve ibadet ise, insanın kesrete olan bu düşkünlüğüne ve irtibatına bir ayar çekiyor.
Yani iman ve ibadet insanı kesret içinde fena içinde boğulup gitmekten kurtarıp, vahdete ve
birlik olan tevhide yönlendiriyor. Kainat denilen şu mahlukat ve mevcudatın Allah’ın bir
sanatı ve Ona işaret eden bir marifet levhası olduğunu iman ve ibadet ile insan idrak ediyor.
Şayet iman ve ibadet olmasa insan mahlukat ve kesret içinde boğulup gider. Meccanen
kabiliyetleri adi ihtiyaçlar içinde kokuşur. Bir yumurtanın derdine düşüp kainata halife olma
şansını kaybeder.
İşte iman ve ibadet, insanın bu dağınık ve kuşatıcı mahiyetini toplayıp, bir cihet olan
vahdete tevcih ediyor ve mevcudatın zilletli ve acıklı köleliğinden kurtarıp Allah’ın izzetli
ve şerefli kulluğuna çıkarıyor.
(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.

"Mükerreren söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin


meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi ve
umuma bakar..." İnsanın kainatın son meyvesi olduğu
ifadelerini nasıl anlamalıyız?
"BEŞİNCİ MEYVE: Ey nefis! Mükerreren söylediğimiz gibi, insan, şecere-i
hilkatin meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi ve umuma bakar ve
umumun cihetü'l-vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü
kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubudiyet ise, onun yüzünü fenâdan
bekaya, halktan Hakka, kesretten vahdete, müntehâdan mebde'e çeviren bir hayt-
ı vuslat, yahut mebde ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisaldir."(1)

Nasıl bir meyve, ağacın en uzağında ve en üstünde bulunur; ama ağacın bütün
özelliklerini ve irsiyetini içinde program ve plan şeklinde bulundurur. Bir şekilde meyve,
ağacın bir özeti, bir modeli hükmündedir. Aynı şekilde insan da şu kainat ağacının bir
meyvesi, bir neticesi gibidir. Kainatın bütün hususiyetleri ve incelikleri, insanın mahiyetine
ince ve latif bir hat ile yazılmıştır. Adeta kainat küçültülüp ve preslenip, insanın mahiyetinde
ve özellikle de kalbinde dürülmüş bir top kumaş gibidir. "İnsan mahiyeti açılsa kainat
olur, kainat dürülse insan olur." bir genişlikte mahiyete sahiptir insan.
Bu nedenledir ki; insan bütün kainat ile alakadar ve bütün mevcudatla ilgilidir. Yüzü ve
yönü mevcudat ve kainat olan kesret ile meşguldür. Zira insanın mahiyetindeki sonsuz acizlik
ve fakirlik damarı ve bütün mevcudata muhtaç bir şekilde yaratılması, insanı kainat ve
mevcudatla ilgili ve irtibatlı hale getiriyor. Evet insan bir tavuğa muhtaç ve ilgili olduğu
gibi, koca kainata ve gezegenlere de aynı derecede ve şiddette muhtaç ve ilgilidir. Bu da
ister istemez insanı, kainat demek olan kesret ile irtibatlandırıyor.
İman ve ibadet ise; insanın kesrete olan bu düşkünlüğüne ve irtibatına bir ayar çekiyor.
Yani iman ve ibadet, insanı kesret içinde fena içinde boğulup gitmekten kurtarıp, vahdete ve
birlik olan tevhide yönlendiriyor. Kainat denilen şu mahlukat ve mevcudatın, Allah’ın bir
sanatı ve Ona işaret eden bir marifet levhası olduğunu, iman ve ibadet ile insan idrak ediyor.
Şayet iman ve ibadet olmasa, insan mahlukat ve kesret içinde boğulup gider. Meccanen
kabiliyetleri adi ihtiyaçlar içinde kokuşur. Bir yumurtanın derdine düşüp, kainata halife olma
şansını kaybeder. İşte iman ve ibadet, insanın bu dağınık ve kuşatıcı mahiyetini toplayıp,
bir cihet olan vahdete tevcih ediyor ve mevcudatın zilletli ve acıklı köleliğinden kurtarıp,
Allah’ın izzetli ve şerefli kulluğuna çıkarıyor.
İnsanı kainat kadar geniş yapan şey ise; insanın fıtratına konulan istidat ve
duygulardır. İnsanda her alem ile irtibat kuracak cihaz ve duygular vardır. İnsanın her bir
cihazı ve duygusu, bir aleme açılan bir penceredir, insan bu duygu penceresi ile o alemi
seyreder ve o alemle iletişim kurar. Mesela; göz bir penceredir, görüntüler alemine açılır;
kulak bir penceredir, sesler alemini işitir; dokunma duyusu bir penceredir, cismani alemlere
açılır; hayal kuvveti bir penceredir, misal alemi ile irtibat kurar; ruh bir menfezdir, ruhlar
alemine açılır; kalp aşk ve muhabbet dünyasının kapısıdır; akıl hikmetli mevcudat aleminin
mütefekkir bir mütalacısıdır,.. Buna benzer binlerce his ve duygular, insanın geniş
mahiyetinde mevcuttur ve her birisi bir alem ile merbuttur.
İnsanın bir çok duygu ve kuvvelerine sınır konulmadığı için, insanda terakki ve tedenni
nihayetsiz oluyor. Bir insan Allah ile muhatap olup, onun huzuruna çıkacak kadar inbisat da
eder; aynı insan hayvandan yüz derece aşağı adi bir mahluk da olabilir.
İnsan ayrıca mahlukat içinde; Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp ölçecek geniş
mahiyete sahip tek mahluktur. İnsan sahip olmuş olduğu his ve cihazlar sayesinde, Allah’ın
bütün isimlerini tartıp ölçebilir. Mesela; midenin açlık hissi ile Rezzak ismini, tat alma
duyusu ile Allah’ın Kerem ve Muhsin ismini, cüzi iradesi ile Allah’ın külli irade sıfatını,
cüzi ilmi ile Allah’ın sonsuz ilim sıfatını bilebilir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.

"Nimeti nimet, rahmeti rahmet eden bekadır." diyor


Üstad. O halde geçmişte verilen nimetlerin nimet olması da
ancak ahiretin verilmesiyle olur. Ahiret verilmese bile,
geçmişte verilen nimetler yine nimet sayılır mı?
Beka, nimetin tamamlayıcı bir unsurudur. Yoksa nimeti anlamlı kılan tek unsur değildir.
Ahiret ve beka verilmese bile, mazideki nimetler yine nimettir, ama nakıs bir nimettir.
Nimeti tamamı ile beka görmek yanlış ve hatalı olur.
Üstad Hazretlerinin "Nimeti nimet, rahmeti rahmet eden bekadır." sözü, bekanın,
nimetin önemli bir unsuru olduğuna işaret ediyor. Nimet bekadan ibadettir, demiyor. Şayet
öyle olsa idi, birisine bir defaya mahsus yapılan iyilik, iyilikler sınıfından olmaması iktiza
ederdi. Zira iyiliğin devamı yok.
Hem bekanın nimete tamamlayıcı bir unsur olması, nimet ile çelişen bir durum değil ki,
telife muhtaç olsun. Zaten bekasızlık diye bir sorun da ortada yok. Öyle ise mazideki
nimetlerle bekasızlık arasında bir ilişki kurup vehmi bir soru üretmenin ve buna cevap
aramanın anlamı olmaz. Allah bu anlamsızlığı kaldırmak için beka sözü vermiş.

"Şeriat ve Sünnet-i Seniyyenin ahkâmları içinde cilveleri


intişar eden Esmâ-i Hüsnânın herbir isminin feyz-i tecellîsine
bir mazhar-ı câmi’ olmaya çalış." cümlesini izah eder
misiniz?
Allah’ın şeriatı ve Peygamber Efendimiz (asv)'in sünneti, insanlar için doğru ve hakkın
bir ölçüsü ve bir modelidir. Yani Allah kendi isim ve sıfatlarının nasıl anlaşılmasını ve
nasıl yaşanması gerektiğini şeriat ve sünnet-i seniye ile bize tarif ediyor ve bize model
olarak onu öneriyor. Yani bir Müslüman şeriata ve sünnet-i seniyeye tam manası ile teslim
olup ittiba ederse, bir cihetle Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının mana ve hükümlerini
hayatına taşımış ve aktarmış oluyor. Şeriatın her bir hükmü ve sünnet-i seniyenin her bir
prensibi içinde Allah’ın isim ve sıfatlarının işaretleri ve izleri vardır. İnsan bunlara ittiba
ederek ve izlerini ve işaretlerini takip ederek o isim ve sıfatların manasını hem yaşar hem de
tefekkür edebilir.

Bir de sünnet-i seniyye vahiy ile tespit edildiği için, Allah’ın isimlerinin manası ve hükmü
ile uyum içinde olan tek muaşerettir, tek hayat modelidir. Bu yüzden sünnet-i seniyeye ittiba
emredilmiştir. Bunun dışında bir model aramak veya acaba hangi hareket doğru ya da
Allah’ın isimlerine uygun diye düşünmek yersizdir. Her bir sünnet, bir isme işaret eden
levhalar gibidir. İnsan bu levhaları takip ederek o isimlerin manasına ulaşabilir demektir.

"Sevdiğin şeyler ya seni tanımıyor, ya seni tahkir ediyor,


ya sana refakat etmiyor. Senin rağmına müfarakat ediyor.
Madem öyledir, bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcih et
ki, senin havfın lezzetli bir tezellül olsun..." Açıklar mısınız?
Aşk ve muhabbet insanın en köklü ve en esaslı bir duygusudur. Bu duygunun da diğerleri
gibi tamamen fıtrattan sökülüp atılması kabil değildir. Ama bu duyguyu ilahi veya mecazi
aşka çevirmek insanın iradesine bakar. İnsan kalbini ilahi aşka yönlendirme fırsatı ve imkanı
varken, bunu mecazi aşkların dalgasına terk ediyor ise bu, mesuliyeti gerektiren bir
durumdur. Muhabbet etme kabiliyetini Allah kendi Zatı ve isimlerini sevmemiz için bize
takmıştır. İnsan suistimal ile bu kabiliyeti mecazi aşklara çeviriyor ve mesul oluyor.
Allah insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak
genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedi ve solmayan
bir güzellik ile tatmin olabilir.
Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır.
Sevdiğimiz o güzellik, ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun
olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler
için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek, bunun
tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise
iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp, o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak,
sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir.
Kainatta aşka sebep olan üç faktör vardır. Bunlar cemal, kemal ve ihsandır. İnsan bu
sebeplerden dolayı aşık olur, ya da birisini sever. Halbuki kainattaki bütün güzellikler,
mükemmellikler, ikram ve ihsanların membaı ve esası Allah’ın isim ve sıfatlarıdır.
Kainattaki bütün güzellikleri toplasak Allah’ın cemali yanında okyanustan bir damla
mesabesinde kalır. Üstelik bu güzellik ebedidir. Öyle ise neden damla ile oyalanıp acı ve
elem çekelim, asıl güzellik kaynağına kalbimizi tevcih edip, tatmin olmak varken.
Mesela çok susamış bir adam düşünelim. Ağzı susuzluktan kavrulur bir vaziyette iken,
bir baraja rast gelir, barajın bendinin bu tarafında toprak üzerinde az bir yaşlık var, ama
arkasında ise nezih ve leziz büyük bir gölet var. Şu şaşkın adam, kavrulmuş ağzını toprak
üzerindeki yaşlığa dayamış kanmaya çalışıyor. Halbuki arkasında büyük bir gölet var.
İşte biz de sonsuz güzellik sahibi olan Allah varken, gidip ıslaklık mesabesinde fani ve
adi güzelliklere kalp dudağımızı yapıştırıp kanmaya çalışıyoruz. Üstelik o güzellikler
Allah’ın güzelliğinden zaif ve çok perdelerden geçmiş bir sızıntısı konumundalar. Biz
nazarımızı ve kalbimizi o mecazi sevgiliden hakiki sevgiliye, yani Allah’a çevirirsek, hem o
beladan kurtuluruz, hem de gerçek güzelliği bulmuş oluruz.
Allah insana ancak kendi ile meşgul olup onun ile tatmin olabilecek mahiyette bir kalp
vermiştir. Bu sebeple kalbin Allah’tan başka şeyler ile meşgul olup onlara aşık olması doğru
bir şey değildir. Kalbin fani olan mahluklara aşık olması kalbin manevi bir hastalığıdır, hatta
kalbi bir şirktir. Zira Allah, kalbi, insana sadece kendisini sevmek için tahsis etmiştir. Biz
bu tahsise ihanet ederek farklı şeylere aşık olursak, elbette bu Allah katında makbul ve caiz
olmaz.

"Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur. (Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk tek
mahbub Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip, Allah aşkına
yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok
fazla olur. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevmeye değmez)
deyip, mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.

"Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis
hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur;
safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet
olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden
zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya
faydasızdır veya azaptır (eğer harama girmişse)."
"Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet nasıl faydasız kalır?
"Elcevap: Ehl-i teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali
Radıyallahu Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler,
Kur'ân'ın irşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın hesabına ve muhabbet-i Rahmân
namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var."
"Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir
nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir.
"Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men
etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine
binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin."(1)

Özet olarak, mevcudatı Allah hesabına ve onun sanat ve eserleri olduğu için sevmeliyiz
ve Allah’a olan muhabbetimize bir vesile ve araç yapmalıyız.
Celal ismi, Allah’ın kahhar, intikam, ceza, azamet, haysiyet, gibi sıfatlarını temsil eder.
Bu sıfatların tecellileri insanın akıl ve duygularını dehşet ve vahşet içerisinde bırakır.
İnsanlar da bu sıfatların dehşetli tecellisinden dolayı korkup kaçma ve bir yere sığınma
meyli oluşur. Tabi burada dehşet ifadesi azamet ve kibriya anlamındadır.
İşte korku da sevgi gibi Allah’a bir ulaşma ve yakınlaşma vasıtasıdır. İnsan Allah’tan ne
kadar korkarsa, o kadar lezzetli bir zillet içine girer ki, bu zillet insan için bir izzet ve
şereftir. Allah’tan hakkı ile korkan ve onu hakkı ile seven, bütün acılardan salim olduğu gibi
bütün saadetlere de nail olmuş demektir.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf

"Sonra imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle,


gayri mütenahi bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana
ihsan etmiştir..." İnsanın sahip olduğu nimetler ve nimetlerin
mahiyetleri hakkında bilgi verir misiniz?
"Sonra, imanın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle, gayr-ı mütenâhi bir
sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana ihsan etmiştir."

"Yani, cismâniyetin itibarıyla küçük, zayıf, âciz, zelil, mukayyet, mahdut bir
cüzsün. Onun ihsanıyla, cüz’î bir cüzden, küllî bir küll-ü nuranî hükmüne geçtin.
Zira, hayatı sana vermekle, cüz’iyetten bir nevi külliyete; ve insaniyeti vermekle
hakikî külliyete; ve İslâmiyeti vermekle ulvî ve nuranî bir külliyete; ve marifet ve
muhabbeti vermekle muhit bir nura seni çıkarmış."

"İşte, ey nefis, sen bu ücreti almışsın. Ubûdiyet gibi lezzetli, nimetli, rahatlı, hafif
bir hizmetle mükellefsin. Halbuki buna da tembellik ediyorsun. Eğer yarım
yamalak yapsan da, güya eski ücretleri kâfi gelmiyormuş gibi, çok büyük şeyleri
mütehakkimâne istiyorsun. Ve hem “Niçin duam kabul olmadı?” diye
nazlanıyorsun."(1)

Burada insanın iç içe genişleyerek giden nimetler silsilesi izah ediliyor. İnsanın mazhar
olduğu bu geniş nimet safhaları ise; ancak insana takılan cihazlar sayesinde istifade ediliyor.
İnsanın mazhar olduğu bu nimet safhalarını başlık şeklinde teker teker izah edelim.
Varlık Nimeti: İnsanın mazhar olduğu en önemli ve temel nimeti varlıktır. Zaten diğer
bütün nimetler de, bu nimet temeli üzere bina oluyor. İnsan varlık sahasına çıkmasa idi,
hiçbir nimetten istifade edemeyecekti. Bu yüzden nimetlerin en büyüğü ve esaslısı; yoklukta
bırakılmayıp, varlık sahasına çıkarılmamızdır.
Hayat Nimeti: Varlık nimetinden sonra, insanın mazhar olduğu en büyük nimet hayat
nimetidir. İnsan camit bir taş, toprak, ateş de olabilirdi. Ama insan hayatın ihsan edilmesi
sayesinde, bu camitlikten kurtulup, bütün kainat ile irtibatlı hale geldi. Zira hayat öyle bir
nimettir ki; bütün kainatın muhassalası ve bütün mevcudatın özeti gibidir. Hayatın teşekkülü,
bütün kainat çarklarının işlemesi ve hareketi ile oluyor. Ve insana takılan bütün cihaz ve
kabiliyetler, hayat sayesinde işleyip çalışabiliyor. Bu yüzden hayat varlıktan sonra ikinci bir
temel nimettir, diğer bütün nimetler, bu nimet ile hissedilir ve işlettirilir.
Ruh Nimeti: Varlık ve hayattan sonra üçüncü önemli nimet ruhtur. İnsan bitki gibi bir
hayata da mazhar olabilirdi ama; ruh sayesinde varlık ve hayatı külliyet kesp ediyor, nimet
ve istifade dairesi iyice genişliyor. Bitkiler de rızka mazhar ama; insan gibi bir rızka mazhar
olamazlar. Zira insan, ruhu sayesinde nimetlerin bütün incelik ve letafetlerine mazhar
olabiliyor.
İnsaniyet ve Şuur Nimeti: İnsan, şuur ve insani vasıflar sayesinde, diğer bütün varlık
sınıflarının üstünde bir mevkiye çıkıyor. Ve insaniyet ve şuur vasıtası ile bütün kainat ve
kevniyat, insan önünde bir sofra şekline bürünüyor. Hayvanda da ruh vardır ama; insaniyet
ve şuur olmadığı için kainat sofrasından istifadesi sınırlıdır. İnsaniyet ve şuur; insana müthiş
bir külliyet ve kapsamlılık veriyor.
İslamiyet ve İman Nimeti: İslam ve iman nimeti, insanın külliyetini farklı varlık
boyutlarına taşıyor. Bir kafirin insaniyet ve şuur noktasından dairesi maddi alemle münhasır
iken, müminin dairesi bütün gaybi alemleri de içine alıyor. Ezel ve ebed alemleri kadar
sofrası ve bakışı genişlik kazanıyor. İman ve İslam nimeti, insaniyet ve şuura bir rehberlik
yapıp, müteal (âli, yüksek) alemlerde dolaştırıyor. Cennet ve cehennem yurtlarının varlığını
ve lezzetini iman sayesinde tadabiliyor.
Nasıl hayvan, insanın mazhar olduğu nimetlere ulaşamıyor ise, kafir de insanın iman ile
elde ettiği külliyet ve genişliğe ulaşamıyor. Kafirin sofrası maddi ve kevni alemler ve hazır
anı iken; müminin sofrası bütün maddi ve manevi alemler ve zamanın hepsidir.
Marifetullah ve Muhabbetullah Nimeti: Mümin bir insanın kalbi ve ruhunda, Allah’ın
marifet ve muhabbeti tahkiki bir surette kökleşip yerleşir ise; insanın nimet ve istifade
dairesi öyle bir külliyet ve genişlik kazanır ki, değil maddi ve manevi alemler; Vücup
alemine yani, Allah’ın ezeli ve ebedi Zat-ı Akdesine ve sıfatlarına uzanır. Bütün nimetlerin
asıl membaı ve tecelli suretinde kaynayıp geldiği noktayı içine alır bu marifet ve muhabbet
nimeti.
Bu nimetin de kendi içinde çok derece ve mevkileri vardır. İnsan bu marifet ve muhabbet
nimetinde, ne kadar keskinleşip derinleşirse; daire ve külliyeti de o derece keskin ve derin
olur.

"Ey insan-ı müştekî! Sen mâdum kalmadın, vücut nimetini giydin, hayatı tattın,
câmid kalmadın, hayvan olmadın, İslâmiyet nimetini buldun, dalâlette kalmadın,
sıhhat ve selâmet nimetini gördün, ve hâkezâ..."(2)

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal


(2) bk. Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, Birinci Makam.

"Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti


sana verdiğinden, âlem-i mülk ve melekût gibi geniş bir
sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın eli yetişecek
nisbette sana açmıştır." Alemi melekut akıldan ziyade kalben
bilinmiyor mu? Nasıl anlamamız gerekir?
"Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık
ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rû-yi zemin kadar geniş bir
sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur."
"Sonra, mânevî çok rızık ve nimetler isteyen insaniyeti sana verdiğinden, âlem-
i mülk ve melekût gibi geniş bir sofra-i nimet, o mide-i insaniyetin önüne ve aklın
eli yetişecek nisbette sana açmıştır."(1)

Alem-i mülekut sadece gaybi alemler anlamına gelmez. Eşyanın içyüzü manasına da
gelir. Eşyanın latif ve manevi menfaat ve faydalarına alem-i melekut nazarı ile bakabiliriz.
Mesela elmanın dış görünüşü, tadı, vücuda olan faydası mülk ciheti iken, elmanın bir ikram
bir nimet, bir inam olması melekut cihetidir. Elmadaki ikram manası en az elma kadar leziz
ve güzeldir. İnsanlık, İslam olmasa bile bu genel tadı tadabilir.
Bir kedinin önüne yemek konulduğunda, kedi yemeğin sadece mülk cihetini anlar ve
tadar; ama insan yemekle birlikte yemeği ikram eden zatın ihsan ve cömertlik gibi sıfatlarını
da anlar ve tadar ki, yemeğin bu cihetleri melekutidir ve sadece insana mahsustur.
İnsandaki insani donanım alem-i mülk ve melukutu ihata edecek bir genişlikte ve
çaptadır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz.

"Ubudiyet ise onun yüzünü (insanın)... müntehadan


mebde'e çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde' ve münteha
ortasında bir nokta-i ittisaldir." bu cümleyi biraz açar
mısınız? Mebde ne, münteha ne demek?
Kainat ve mahlukatı bir ağaca benzetirsek, insan, bu ağacın neticesi olan meyvesidir.
Nasıl ki, meyvenin içindeki çekirdek, bütün ağacın bir nevi özetidir. Bütün ağacın her şeyi
ile alakadardır. Hatta, denebilir ki, ağaç çekirdeğin içinde dürülüdür. İnsandaki kalp de
aynen o çekirdek gibi, bütün kainat ve mahlukat ile alakadardır. Ve onların bir çeşit özeti
hükmündedir. Onun için kalp ile mahlukat arasında sıkı bir bağ ve alaka vardır. Meyve ile
ağacın alakası gibi.

İnsan, fikren kesrete müpteladır. Ancak insanın kalbi, ibadet sayesinde yüzümüzü, mebde
olan Yaratıcıya çevirmektedir. Zira her şeyin kaynağı odur. Kalp, ancak onu hatırlamakla
huzur bulur.

İbadet, müntehadan, yani mahlukattan ve masivadan, mebde’e, yani Halıka ve


Rabbimimize kavuşturan kalın bir ip, bir bağ olarak tarif ediliyor.

Bir ağacın müntehasına ve sonuna dal budak ve meyve açısından bakılırsa, çokluğu ve
kesreti andırır. Ama mebdeye doğru, yani gövde ve köke doğru indikçe, vahdet ve birliğe
doğru yaklaşır. En sonunda tek bir köke varır. Aynen öyle de, mahlukat, münteha dediğimiz
kesret ve çokluğu ifade eder. Allah ise, mebde gibi, vahdet ve birliği gösterir. İşte ibadet
olmasa idi, insanın kalbi, bu kesret ve münteha olan mahlukatın içinde boğulup gidecekti.

İbadet, Allah ile kul arasında, sağlam ve kalın bir ip, nurani bir bağ oluyor. Ya da mebde
ve münteha ortasında bir nokta-i ittisal, yani Allah ile mahlukat ortasında bir birleşme
noktasıdır.

"Ubûdiyet ise, onun yüzünü fenâdan bekàya, halktan


Hakka, kesretten vahdete, müntehâdan mebdee çeviren bir
hayt-ı vuslat, yahut mebde’ ve müntehâ ortasında bir nokta-i
ittisaldir." Açıklar mısınız? Münteha ve mebde derken ne
kast ediliyor?
Nasıl bir meyve, ağacın en uzağında ve en üstünde bulunur, ama ağacın bütün
özelliklerini ve irsiyetini içinde program ve plan şeklinde bulundurur. Bir şekilde meyve,
ağacın bir özeti bir modeli hükmündedir.
Aynı şekilde insan da şu kainat ağacının bir meyvesi bir neticesi gibidir; kainatın bütün
hususiyetleri ve incelikleri insanın mahiyetine ince ve latif bir hat ile yazılmıştır. Adeta
kainat küçültülüp ve preslenip insanın mahiyetinde ve özellikle de kalbinde dürülmüş bir
top kumaş gibidir. İnsan mahiyeti açılsa kainat olur, kainat dürülse insan olur bir genişlikte
mahiyete sahip insan.
Bu nedenledir ki insan bütün kainat ile alakadar ve bütün mevcudatla ilgilidir. Yüzü ve
yönü mevcudat ve kainat olan kesret ile meşguldür. Zira insanın mahiyetinde kisonsuz acizlik
ve fakirlik damarı ve bütün mevcudata muhtaç bir şekilde yaratılması, insanı kainat ve
mevcudatla ilgili ve irtibatlı hale getiriyor. Evet insan bir tavuğa muhtaç ve ilgili olduğu gibi
koca kainata ve gezegenlere de aynı derecede ve şiddette muhtaç ve ilgilidir. Bu da ister
istemez insanı kainat demek olan kesret ile irtibatlandırıyor.
İman ve ibadet ise insanın kesrete olan bu düşkünlüğüne ve irtibatına bir ayar çekiyor.
Yani iman ve ibadet insanı kesret içinde, fena içinde boğulup gitmekten kurtarıp vahdete ve
birlik olan tevhide yönlendiriyor. Kainat denilen şu mahlukat ve mevcudatın Allah’ın bir
sanatı ve Ona işaret eden bir marifet levhası olduğunu iman ve ibadet ile insan idrak ediyor.
Şayet iman ve ibadet olmasa, insan mahlukat ve kesret içinde boğulup gider. Meccanen
kabiliyetleri adi ihtiyaçlar içinde kokuşur. Bir yumurtanın derdine düşüp kainata halife olma
şansını kaybeder. İşte iman ve ibadet insanın bu dağınık ve kuşatıcı mahiyetini toplayıp bir
cihet olan vahdete tevcih ediyor ve mevcudatın zilletli ve acıklı köleliğinden kurtarıp,
Allah’ın izzetli ve şerefli kulluğuna çıkarıyor.
Münteha kainatın dağınık hali, mebde ise kainatın tevhit ve vahdette birleşmiş her şeyin
Allah’a işaret eden yönü ve cihetidir. Ağacın kökü ile dal budakları arasındaki durum
gibidir. Ağacın kökü bir ve yekta iken yukarıya çıktıkça dağınık ve kesret şekline dönüşüyor.
Kainatta bir ağaç gibidir, mebdei yani kökü iman ve ibadet iken müntehası yani eşyanın
çokluğu insanın nazarını dağıtan bir objedir.
İşte kainatın ve eşyanın çokluğu içinde tevhidi ve vahdeti görmek ancak ibadetle
mümkündür. İbadeti terk eden kainatın çokluğunda kaybolur gider. İbadete sarılan ise kainatı
bir ve yekta şekline çevirir.

"Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, Onun esmâ ve


sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sûiistimal
etmişsin, cezasını da çekiyorsun..." Mecazi aşk, Allah´a karşı
duyulan aşkı suistimal ettğinden dolayı, Allah o insanı
lanetliyor mu?
Allah, gayrimeşru olan mecazi aşkı lanetlemiyor, lakin o gayrimeşru mecazi aşkın
cezasını peşinen o aşkın içine koymuştur. O duruma düşen birisi, zaten cezasını ve azabını
o mecazi aşkın içinde buluyor.
İnsanın, fıtratına konulmuş olan duyguları kökünden söküp atması imkansızdır. Bu
sebeple duyguları kökünden söküp atmak yerine, yönünü çevirmek esas olmalıdır. Mesela,
düşmanlık hissi insanın fıtri bir duygusudur. Bu hissin fıtrattan sökülüp atılması kabil
değildir. Öyle ise bu duygunun yönünü ve yüzünü mümin kardeşlerimize değil, başka
taraflara çevirmek gerekir.
Aşk ve muhabbet insanın en köklü ve en esaslı bir duygusudur. Bunun da diğerleri gibi
tamamen fıtrattan sökülüp atılması kabil değildir. Ama bu duyguyu İlahi veya mecazi aşka
çevirmek insanın iradesine bakar. İnsan, kalbini İlahi aşka yönlendirme fırsatı ve imkanı
varken, bunu mecazi aşkların dalgasına terk ediyor ise bu, mesuliyeti gerektiren bir
durumdur. Muhabbet etme kabiliyetini Allah kendi Zatı ve isimlerini sevmemiz için bize
takmıştır, insan suistimal ile bu kabiliyeti mecazi aşklara çeviriyor ise, mesuldür.
Allah, insana, kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak
genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi, ancak ebedi ve solmayan
bir güzellik ile tatmin olabilir.
Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır.
Sevdiğimiz o güzellik, ya eskir, ya pörsür ya da bize karşılık vermez. Verse de bizim meftun
olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler
için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek, bunun
tokadını hem burada, hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise
iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp, o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak,
sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir.
Kainatta aşka sebep olan üç faktör vardır. Bunlar cemal, kemal ve ihsandır. İnsan bu
sebeplerden dolayı aşık olur ya da birisini sever. Halbuki kainattaki bütün güzellikler,
mükemmellikler, ikram ve ihsanların membaı ve esası Allah’ın isim ve sıfatlarıdır.
Kainattaki bütün güzellikleri toplasak, Allah’ın cemali yanında, okyanustan bir damla
mesabesinde kalır. Üstelik bu güzellik ebedidir. Öyle ise neden damla ile oyalanıp acı ve
elem çekelim, asıl güzellik kaynağına kalbimizi tevcih edip tatmin olmak varken.
Mesela, çok susamış bir adam düşünelim, ağzı susuzluktan kavrulur bir vaziyette iken,
bir baraja rast gelir, barajın bendinin bu tarafında toprak üzerinde az bir yaşlık var, ama
arkasında ise nezih ve leziz büyük bir gölet var. Şu şaşkın adam, kavrulmuş ağzını toprak
üzerindeki yaşlığa dayamış kanmaya çalışıyor. Halbuki arkasında büyük bir gölet var. İşte
biz de, sonsuz güzellik sahibi Allah varken, gidip, ıslaklık mesabesinde fani ve adi
güzelliklere kalp dudağımızı yapıştırıp kanmaya çalışıyoruz, üstelik o güzellikler Allah’ın
güzelliğinden zaif ve çok perdelerden geçmiş bir sızıntısı konumundalar. Biz nazarımızı ve
kalbimizi o mecazi sevgiliden hakiki sevgiliye, yani Allah’a çevirirsek, hem o beladan
kurtuluruz, hem de gerçek güzelliği bulmuş oluruz.
Özet olarak, Allah insana ancak kendi ile meşgul olup, onun ile tatmin olabilecek
mahiyette bir kalp vermiştir. Bu sebeple kalbin Allah’tan başka şeyler ile meşgul olup,
onlara aşık olması zaten doğru olan bir şey değildir. Kalbin fani olan mahluklara aşık
olması, kalbin manevi bir hastalığıdır, hatta kalbi bir şirktir. Zira Allah, kalbi insana sadece
kendisini sevmemiz için tahsis etmiştir. Biz bu tahsise ihanet ederek, farklı şeylere aşık
olursak, elbette bu, Allah katında makbul ve caiz olmaz.

"Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur." (Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk, tek
mahbub Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip, Allah aşkına
yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup, imtihanı kaybetme riski çok
fazla olur. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevemeye değmez)
deyip, mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.

"Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis
hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur;
safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet
olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden
zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya
faydasızdır veya azaptır (eğer harama girmişse)."
"Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet nasıl faydasız kalır?"
"Elcevap: Ehl-i teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali
Radıyallahu Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler,
Kur'ân'ın irşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın hesabına ve muhabbet-i Rahmân
namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var."
"Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir
nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir."
"Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men
etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine
binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin."(1)

Özet olarak, mevcudatı Allah hesabına, onun sanat ve eserleri olduğu için sevmeliyiz,
Allah’a olan muhabbetimize bir vesile ve araç yapmalıyız.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

"Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o bütün ahbabını ve


sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir
lem'acıkla iktifa eder." ifadesinin geçtiği yeri izah eder
misiniz?
"Eğer nefsini seversen -çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de
lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun- o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i
nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü
o bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir
lem'acıkla iktifa eder. Zira, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber, bütün alâkadar
olduğun ve bütün menfaatleriyle intifa ettiğin ve saadetleriyle mes'ut olduğun bütün
kâinatın menfaatleri, nimetleri, iltifatına tâbi bir Mahbûb-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır
tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın, hem kemâl-i
mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın."(1)

Üstad Hazretleri bu hakikati akla yaklaştırmak için yıldız böceğini misal veriyor. Yıldız
böceği kendi küçücük ışıkçığına güvenerek güneşe meydan okumuş, güneşte ona haddini
bildirmek için azametli ve külli ışığını çekivermiş. Yıldız böceği de bir anda müthiş bir
karanlık ve zulümat içinde kalıvermiş ve bütün sevdiği çiçek ve böcekleri bir daha
görememiş, çok pişman olmuş, ama nafile. İşte benlik ve nefis davasına sapan müşrik ve
kafirlerin durumu da aynı bu yıldız böceğinin durumu gibidir.

İnsan, şayet kendi nefis ve benliğine güvenerek Allah’a acizliğini ve fakirliğini ilan etmek
olan iman ve ibadeti terk ederse, o zaman bütün lezzetlerin ve güzelliklerin hakiki kaynağı
olan Allah’ın rızasını kaybedip, gadabını celp ediyor ve ebedi cehennem çukuruna
yuvarlanıyor. Lezzetler diyarı olan cenneti kaybedip, azaplar ve acılar diyarı olan
cehenneme düşüyor.

Yani her şey Allah’ın rızasına bakıyor ve her nimetin kaynağı onun iradesini iman ve ibadet
ile memnun etmektedir. Bizim vazifemiz acizlik ve fakirliğimiz ile Allah’a iltica edip Onun
rahmet ve rızasına sığınmaktır. İnsan cüzi ve itibari varlığını Allah’ın sonsuz varlığına feda
etmez ise, sonsuz bir yokluk ve boşluk içinde kalıverir. Cehennem sonsuz bir boşluk,
imdatsız ve rahmetsiz kalmak da sonsuz bir yokluktur.

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal.

“Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur.” cümlesini


açıklar mısınız?
Bu hadîs-i kutsî Türkçeye tercüme edildiğinde, “bilinmeye muhabbet ettim,” yerine
çoğu zaman, “bilinmek istedim,” denildiğini görüyoruz. Belki böylesi Türkçeye daha uygun
düşebilir, ama bu ikinci tercümede Üstadın dikkat çektiği ince hakikat biraz gizli kalıyor.
“Bilinmek istedim,” ifadesinde, “muhabbet”ten çok, “irade” mânâsı hâkim görünüyor. Yine
Nur Külliyatında, “her cemâl ve kemâl sahibi kendi cemâl ve kemâlini görmek ve
göstermek ister,” buyruluyor. Bu iki cümle birlikte düşünüldüğünde hadîs-i kutsînin mânâsı
daha iyi anlaşılıyor.

Bazen, “Cenâb-ı Hakk, cemâl ve kemâlini göstermeye muhtaç olmadığı hâlde bu âlemi
niçin yarattı?” şeklinde bir soruya muhatap olabiliyoruz. Bu soruya kısaca şöyle cevap
verilebilir: Allah’ın bu âlemi yaratmaya ihtiyacı olmadığı gibi, yaratmamaya da ihtiyacı yok.
Bu iki şıktan birinciyi tercih etmiş olması O’nun rahmetine daha uygun düşmüyor mu?

Allah, zâtı itibariyle hiçbir şeye muhtaç değildir. Mahlukatı yaratması yahut yaratmaması,
insanların iman etmeleri veya küfürde kalmaları O’nun zâtı için hiç fark etmez. Nitekim
Allah’ın bir ismi de Ğaniyy’dir ve bu ismin mânâsı da bu şekilde verilmektedir. Ancak,
Allah’ın kutsî isimleri ve sıfatları için durum biraz farklıdır. Meselâ, Rezzâk ismi için
“tecelli etmekle etmemenin eşit olduğunu” söyleyemiyoruz.

Allah, zâtı itibariyle Rezzak ismini tecelli ettirmeye muhtaç değildir, ama bu ilâhî isim de
tecelli etmek ister. Bu ise ancak rızkların ve onlara muhtaç canlıların yaratılmasıyla
gerçekleşir.

Konuyu “zât” yerine “isim ve sıfatlar” itibariyle ele aldığımızda gerçeğin kavranması daha
kolay oluyor. .

İnsan, kendi nefsine olan muhabbetinin yüzünü Mabud'a


nasıl çevirmelidir?
Kader Risalesinn Zeyl'inde geçen şu ifadeler, insanın nefsine olan bakışını ortaya
koymaktadır:

"...Zira, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve


bizzat yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir
tarzda nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve
tebrie eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez.
Nefsine perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. Hattâ, fıtratında tevdi
edilen ve Mâbud-u Hakikînin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı
kendi nefsine sarf ederek, ُ‫ َﻣِﻦ اﺗﱠَﺨَﺬ اِٰﻟَﮭﮫُ َھٰﻮﯾﮫ‬sırrına mazhar olur. Kendini görür,
kendine güvenir, kendini beğenir."(1)

Ancak insan kendi mahiyetine dikkatle baksa, tamamen acz, fakr ve kusurdan
yoğrulduğunu görecektir. Halbuki, sevginin en önemli nedenlerinden biri kemaldir. Zira
kemal zatında zevilir.
Kemal ise her açıdan ancak ve ancak Allah'a mahsustur. Öyle ise bu muhabbet duygusu
doğrudan doğruya Allah'a vermek gerekir. Kendi aczinde Allah'ın kudretini, fakrında ise
Allah'ın gınasını görmelidir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz'ün Zeyli

Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu


kâinatın rabıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem
hayatıdır. Bu cümlede, muhabbet kavramı abartılı kullanmış
değil mi?
"BİRİNCİ MEYVE: Ey nefisperest nefsim, ey dünyaperest arkadaşım!
Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır, hem şu
kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en câmi bir meyvesi olduğu için,
kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc
edilmiştir. İşte, şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemal
sahibi olabilir."(1)

Buradaki muhabbete dair herbir cümle ve hükmün manası ve inceliği çok derin olduğu
için, kaba ve derin olmayan düşüncelere abartı gibi geliyor. Halbuki buradaki ifadelerin
manası; ya bir hadis, ya da bir ayet ile teyit ediliyor.

Mesela; “Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur.” sözü ve hükmü "Ey habibim sen
olmasaydın bu kainatı halketmezdim."( El-Leali-l Masnua Suyutî 1/272) kudsi hadisinin
güzel bir tefsiri, fasih bir beyanıdır. Yani; kainatın varedilme gerekçesi; Allah’ın, Hazreti
Muhammed’e (sav) olan kudsi muhabbeti ve Hazreti Peygamberin de bu muhabbete kulluk ve
ilahi aşk ile mukabele etmesidir.

Yani Hazreti Peygamber (sav) muhabbeti ile Allah’a o azametli kulluğu gösteremeseydi,
belki şu an biz olamayacaktık. Demek kainat; muhabbet temeline kurulmuş bir bina gibidir,
temel olmasa idi bina da olmazdı. Risale-i Nur'un bir çok yerinde bu mesele gayet kati ispat
edilmiş. Biz Üstad'ın bir ibaresini alıp, diğer yerler ile irtibat kurmadan hükme varırsak,
yanlış bir hükme varmış oluruz. Bu yüzden konu bütünlüğüne dikkat etmek gerekir.

Diğer bir husus; muhabbet, ilim ve marifetin bir neticesi hükmündedir. İlim ve marifet
ziyadeleştikçe, muhabbet de ona oranla ziyadeleşir. Demek asıl ve öz olan muhabbettir.
Nasıl meyve ağacı, meyvesi için dikilir ve bakılır ise; aynı şekilde kainat ağacının meyvesi
ve neticesi de muhabbettir, kainatın yaratılması da ona bakar. Bu yüzden Allah, insana
nihayetsiz ve her şeyi kuşatacak bir muhabbet hissi vermiştir. Yani kendisini sevecek ve ona
kalben bağlanacak bir muhabbet hissini insanın özü ve esası olan kalbine yerleştirmiştir.

Eski zamanlarda cüzi ve mecazi aşklar için çok büyük eserler yapılmıştır. Mesela; dünyanın
en büyük harikası olan Tac Mahal mimarisi, cüzi ve basit bir aşkın meyvesidir. Tac Mahal -
dünyada aşk için dikilmiş en büyük ve en güzel anıt olarak kabul edilen bu türbe-, Şah
Cihan'ın büyük bir aşkla sevdiği eşi Arcümend Banu'nun, (Mümtaz Banu Begüm) doğum
sırasında ölümü üzerine, onun hatırasına yaptırılmıştır. Tac Mahali göstererek bu eserin
sebebi ve yapılma gerekçesi muhabbet ve aşktır denildiğinde, abartı diyebilecek miyiz
acaba?

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz Beşinci Dal.

Sözlerde geçen: "Seni muhit nura çıkarmış,.." ifadesini


izah eder misiniz?
Muhit, ihata eden demektir. Burada kullanılan nur ise, basiret ve marifet anlamında
kullanılmıştır.

Mesela gökyüzüne sıradan bir insan ile bir astronotun bakışı arasında fark fardır. Astronotun
bakışı muhittir. Sıradan bir insanın gökyüzüne bakışı ise kısıtlıdır.

İman ve marifetle kainata bakan bir insan daha ihatalı ve kapsamlı olarak olaylara ve eşyaya
bakar. Yani filmin tümünü görür. Acnak marifetsiz veya marifeti eksik insanlar ise filmin
bazı karelerini görür, tümünü göremez.

Yirmi Dördüncü Söz İkinci Meyve'de anlatılan, tesbihat ve


salavatların, hadsiz adet olarak zikredilmesinin hikmeti
nedir?
Allah insana aşağıdan yukarı genişleyerek giden nimetler zinciri ihsan etmiştir. Bu
nimetlerle insanın ufku ve istifade dairesi sürekli genişleyerek ve katlanarak ilerliyor.
Birinci ve en temel nimet vücut ve varlık nimetidir ki, bu nimet diğer bütün nimetlerin
aslı ve esası mesabesindedir. Nasıl bina temel üstünde duruyor ise, bütün nimetler de varlık
temeli üstünde duruyor.
Varlık nimetini büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Hayat nimeti ile insanı
alem-i şehadet denilen bütün kainatla irtibat ve alaka peyda ettirdi, nimet sahası bütün kainat
oldu. Hayat, varlık nimetinden sonra en büyük ve önemli ikinci nimet perdesidir.
Bu hayat nimetine insaniyet nimetini ekledi ve insanın istifade alanı maddi ve manevi
bütün alemleri kuşattı. İnsani vasıfları ile nimet sofrası alabildiğine genişledi. İnsaniyet
içindeki şuur ve idrak bu nimetlere ayrı bir değer kattı.
Bu vücut, hayat, insaniyet nimetlerine İslamiyet nimetini de vererek, dairesi ve
istifade alanını alemi şehadet ve gaybı içine alarak daha da büyüdü. Adeta bütün mahlukat
ve yaratılmışlar, insanın büyük ve geniş bir sofrası haline dönüşmüştür. Sadece mahlukat
değil, mahlukat ardında asıl tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatları, insanın istifade sahasına
İslamiyet ile dahil olmuştur.
İman-ı tahkiki nimeti, dünya ve ahreti içine aldığı gibi, imandaki marifet ve muhabbet
nimeti ile imkan ve vücub dairelerini de içine aldı ve nimetin en yüksek ve geniş manasına
ulaşmış oldu. Vücub burada, Allah’ın isim ve sıfatlarına işarettir. Hakiki nimet Allah’ın Zatı
ve sıfatlarına mazhar olmaktır. Zaten bütün nimetlerin kaynağı ve hakikati oradan kaynayıp
geliyor. Cennetin en mühim nimeti Allah’ın zatını görmektir.
İşte insanın kendi ömür sermayesi ve kuvveti ile, bu sayılıp gelen Allah’ın sayısız ihsan
ve ikramlarına karşılık vermesi ve şükürde bulunması imkansızdır. Değil bütün nimetleri, iki
gözün şükrünü bile binlerce sene ibadet etse karşılığını veremez. Ama Allah kereminden
insana diyor ki, "Siz benim emrettiğim namazı kılın, size Habibim ile öğrettiğim tesbih ve
salavatları çekin, ben sizi bütün nimetlerime ve ihsanlarıma şükür etmiş gibi sizden kabul
edeyim; namaz ve bu tesbihler sayesinde sizi şakirler sınıfından yazayım." diyor. İnsanın
böyle cazip bir teklife ilgisiz kalması akıl karı olamaz.
Evet, namaz ve tesbihler Allah’ın sayısız nimetlerine teşekkür etmek için bir fırsattır,
bunu kaçırmak ise büyük bir hasaret ve ziyandır.
Bütün bu nimetler düşünüldüğün de, insanın hakiki manada tam bir mukabele ile
şükretmesi Peygamber Efendimiz (asv) de dahil kabil değildir. Hiçbir insanın takati bu
sayısız nimetlere tam manası ile şükretmeye yetmez. Ama niyet, iman, tasavvur ve dua
noktasından insan külli bir şükürde bulunabilir. Bunun yolu da başta namaz olmak üzere
ibadetler ve tesbihlerdir.
Kur’an ve sünnet ile bize talim edilen tesbih ve salavatların formatındaki sayısız ve
sınırsız ifadeler, bu azim nimetlerin azametine bir işarettir. "Denizlerin damlaları
adedince sana tesbih olsun!.." derken, bu sayısız nimetlere bir gönderme bir arzı
acziyettir. Yani ben senin sayısız nimetlerine karşı sayısız şükür ile mukabele edemem ama
sayısız ifadeler ve niyet ile arz-ı hürmet ederim demektir.
Yirmi Dördüncü Söz'de geçen iki saray misalini daha açık
bir şekilde izah eder misiniz? Ayrıca ikinci saray misalinde
geçen; hırsızlar istifade edemezler, ifadesi ne demektir?
Hırsızlardan kasıt nedir?
"Meselâ, nasıl ki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik
lâmbası bulunur. O elektrikten teşa'ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük
elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi, birisi o büyük elektrik
lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık
içine ve bir vahşete düşer."
"Ve başka sarayda, büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik
lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının
düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir, onunla işini
görebilir; hırsızlar istifade edemezler."
"İşte, ey nefsim! Birinci saray, bir Müslümandır. Hazret-i Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu
unutsa, el'iyâzü billâh, kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul
edemez. Belki hiçbir kemâlâtın yeri ruhunda kalamaz. Hattâ Rabbini de tanımaz.
Mahiyetindeki bütün menziller ve lâtifeler karanlığa düşer. Ve kalbinde müthiş bir
tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi
kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup, o tahribat zararını onunla tamir
edersin?"
"Halbuki, ecnebiler o ikinci saraya benzerler ki, Hazret-i Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâmın nurunu kalblerinden çıkarsalar da, kendilerince bazı
nurlar kalabilir-veya kalabilir zannederler. Onların mânevî kemâlât-ı
ahlâkiyelerine medar olacak, Hazret-i Mûsâ ve İsâ Aleyhimesselâma bir nevi
imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikatları kalabilir."(1)

Bu saray Müslüman birisinin mahiyetine kinayedir. Her Müslüman iman ve hidayet


ışığını kaynak ve merkez olan Hazreti Peygamberimiz (asv)'in hidayet ve nurundan alıyor.
Şayet bir Müslüman Hazreti Peygamberi (asv) inkar edip onun hidayet ve nurundan alakasını
kesse, o zaman bütün mahiyeti karanlığa ve zulmette boğulur, daha hiçbir ışık ve nuru
bulamaz. Zira Müslümanın bütün ışığı ve nuru Hazreti Peygamber (asv)'den geliyordu ve
onunla canlıdır. Merkezi elektrik şalteri indirildiğinde, ona bağlı ve bağımlı olan koca şehir
nasıl karanlığa düşüyorsa, aynı vaziyet manevi ve imana dair şeylerde de aynıdır. Hazreti
Peygamber Efendimiz (asv) ve onun getirdiği İslam nuru bir Müslümanın ve mahiyetindeki
bütün duygu ve düşüncelerin merkezi bir elektrik şalteri gibidir. O şalter indiği vakit, bütün
duygu ve düşünceler karanlığa mahkum olur.
Kafirlerin durumu farklıdır. Onlar ikinci saraya benziyorlar. Bu sarayda ve odalarında
merkezi bir elektrik şalteri bulunmuyor. Her odanın aydınlanma sistemi farklı ve kendine
özgüdür. Bir odanın elektrik aksamı bozulsa, diğeri çalışabilir. Yani bir kafir
Peygamberimizi (asv) tanımayıp inkar etse bile, şu dünya hayatında kendini oyalayıp bazı
lezzetleri tadacak küçük dünyevi ışıkları bulabilir. Ya da tahrif olup hükmü kalkmış olan
semavi dinlerin içindeki bazı hak ve hakikat kırıntıları ile kendini oyalayıp avutabilir. İnkar
eden bir Müslüman gibi bütünü ile ışıksız ve lezzetsiz kalmaz.
"Hırsızlar istifade edemez," ifadesinde ise küfür ve inkar hırsıza benzetiliyor. Evet
küfür ve inkar öyle bir hırsız ki, insanın maddi ve manevi bütün saadetini ve mutluluğunu
eleme ve azaba çeviriyor. Küfrü mutlakın azabı, mutlak olup saadete hiçbir iz ve delik
bırakmıyor ki, kafir o izi takip etsin, veyahut o delikten girip saadeti yakalasın. Mutlak küfür
mutlak bir elem ve azaptır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz

"Halktan havf ise elîm bir beliyyedir; halka muhabbet


dahi belâlı bir musibettir." Cümlesini izah eder misiniz?
Bizler adetullah kanunları gereği vazifelerimizi yapmakla ve tedbirimizi almakla
görevliyiz. Bundan sonra artık neticelerini Cenab-ı hakk’a bırakırız. Buradaki “halktan havf
elim bir beladır”dan maksad; asıl korkulması gereken Cenab-ı Haktır. Aciz mahlukattan
korkulmaması gerektiği ifade edilmiştir. Her şeyin dizgini Cenab-ı Hakk’ın elindedir. Ama
bazılarına vermiş olduğu kabiliyet gereği dizginlerini biraz serbest bırakmış.

Mesela; arslan, yılan, akrep gibi. Şimdi bunlara karşı Cenab-ı Hakk’ın bize ihsan ettiği akıl
nimetiyle bazı tedbirler almamız gerekir. Yoksa bunlar yapıları itibariyle insanlar nazarında
zararlı mahluklardır. Ancak bunun yanında bu hayvanların insanlık alemi için veya ekolojik
denge için bir çokta faydaları var.

Toplum olarak insanları iyi eğitmediğimiz sürece bazı insanlar zararlı bir hal alabilir. Bir
bahçe misali, bahçeye bakılmadığı zaman otların yeşermesi gibi, hiç bakılmazsa bahçenin
her tarafının zararlı otlar ve dikenlerle kaplanması gibi.

İşte bu tedbir bize bırakılmış. Aynen öylede insanoğluna gerekli terbiye verilmediği sürece
ondaki kötü duygular harekete geçecek ve insanlığın başına bir bela kesilecektir.

İşte iş bu noktaya vasıl olduğunda artık yapacağımız iş yine yerine göre vaazu nasihatta
bulunmak ve bu gibi kişilere karşıda tedbiri elden bırakmamak esas olmalıdır.

"Hayvan dahi olamazsın. Çünkü senin başındaki akıl,


meş’um bir âlet olur; senin başını daima dövecektir..." gibi
ifadeleri izah eder misiniz?
Üstadımız hayvanı anlatırken, "Ne mazideki sıkıntılar ne de gelecekteki endişeler onu
rahatsız etmez." der. Hayvan sadece bulunduğu anı bilir. Ama insanın aklı ve duyguları
olduğu ve çok geliştiği için, hem mazi ve hem de gelecek, onu çok meşgul eder. Hayvan gibi
duyarsız olmak istese de başarılı olamaz. Duyarsız olmak için tek çare sarhoşluk ve
eğlencelerdir. Bu ise geçici bir unutkanlığı sağlar. Uyandıktan sonra, daha şiddetli bir
şekilde ızdırap çeker. Ağzını sonuna kadar açmış olan kabri unutmak istese de unutamaz.
Zira insan istikbalini düşünen bir varlıktır. Gerçek ve daimi istikbal ise kabir sonrasıdır.
Fakat hazırlığı olmayan insanlar için kabir bir ejderha ağzı olarak ona dehşet veriyor.
Dolayısı ile insan istese de hayvan gibi rahat ve duyarsız olamaz. Zira geçmiş ve geleceğe
gidip gelen bir aklı ve etkilenen duyguları vardır.

"Hem nasıl bir zabit bütün neferâtının yekûn hizmetlerini


kendi namına padişaha takdim eder. Öyle de, mahlûkata
zabitlik eden ve hayvânat ve nebâtâta kumandanlık yapan ve
mevcudat-ı arziyeye halifelik etmeye,.." cümlelerinin izahını
yapar mısınız?
İnsan, sahip olmuş olduğu külli istidat ve cihaz sayesinde, bütün kainatı kucaklayacak bir
mahiyettedir. Aynı zamanda insan, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının manasını idrak ile
tartıp ve ölçecek yegane varlıktır. Bu yüzden kainat ve mevcudatın halifesi ve kumandanı
hükmündedir.

İnsan, bütün mahlukata vekalet edip, bütün kainatın hali ve kali ibadet ve tesbihlerini
Rabbine takdim edecek tek halife, tek kumandandır. İnsanın fıtratındaki külli kabiliyet, külli
şuur ve külli tefekkür, insanın kainatın en mükemmel bir kumandanı ve vekili olduğunu akla
gösterir.

Orduda nasıl bir subay, emri altındaki askerlerin vekili ve kumandanı olması hasebi ile,
onların istek ve şikayetlerini yetkili mercie o bildirir, onlar adına kumandan-ı azam ile
görüşür. Aynı şekilde, insan da şu kainat kışlasının subayı ve komutanıdır. Kainat kışlasında
vazifeli olan mevcudat askerinin hali ve kali tesbihlerini ve teşekkürlerini Allah’a takdim
eden insandır.

"İnsaniyet-i kübrâ olan İslâmiyeti ve imanı sana


verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber Esmâ-i Hüsnâ ve
sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve
saadet ve lezzet sana fethetmiştir." izah eder misiniz?
Allah, insana aşağıdan yukarı genişleyerek giden nimetler zinciri ihsan etmiştir. Bu
nimetlerle insanın ufku ve istifade dairesi sürekli genişleyerek ve katlanarak ilerliyor.

Birinci ve en temel nimet, vücut ve varlık nimetidir ki, bu nimet diğer bütün nimetlerin aslı
ve esası mesabesindedir. Nasıl ki, bina bir temel üstünde duruyor ise, bütün nimetler de
varlık temeli üstünde duruyor.

Varlık nimetini büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Hayat nimeti ile insanı alem-i
şehadet denilen bütün kainatla irtibat ve alaka peyda ettirdi. Nimet sahası bütün kainat oldu.
Hayat, varlık nimetinden sonra en büyük ve önemli ikinci nimet perdesidir.

Bu hayat nimetine insaniyet nimetini ekledi ve insanın istifade alanı maddi ve manevi bütün
alemleri kuşattı. İnsani vasıfları ile nimet sofrası alabildiğine genişledi. İnsaniyet içindeki
şuur ve idrak bu nimetlere ayrı bir değer kattı.

Bu vücut, hayat, insaniyet nimetlerine İslamiyet nimetini de vererek dairesi ve istifade


alanını alemi şehadet ve gaybı içine alarak daha da büyüdü. Adeta bütün mahlukat ve
yaratılmışlar insanın büyük ve geniş bir sofrası haline dönüşmüştür. Sadece mahlukat değil,
mahlukat ardında asıl tecelli eden Allah’ın isim ve sıfatları insanın istifade sahasına
İslamiyet ile dahil olmuştur.

İman-ı tahkiki nimeti dünya ve ahreti içine aldığı gibi, imandaki marifet ve muhabbet nimeti
ile imkan ve vücub dairelerini de içine aldı ve nimetin en yüksek ve geniş manasına ulaşmış
oldu. Vücub, burada Allah’ın isim ve sıfatlarına işarettir. Hakiki nimet Allah’ın Zatı ve
sıfatlarına mazhar olmaktır. Zaten bütün nimetlerin kaynağı ve hakikati oradan kaynayıp
geliyor. Cennetin en mühim nimeti Allah’ın Zatını görmektir.

İlgili kısmı okumak için tıklayınız: Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Beşinci Dal İkinci
Meyve.

"Madem havfullahın böyle lezzeti bulunsa,


muhabbetullahta ne kadar nihayetsiz lezzet bulunduğu
malûm olur. Hem Allah’tan havf eden, başkaların kasavetli,
belâlı havfından kurtulur..." cümlelerini izah eder misiniz?
Nasıl bir çocuk elini kızgın sobaya götürürken, anne, şefkatinden çocuğun eline bir tokat
atar, çocuk hatasını anlar ve annesinin kucağına atılır. Aynı şekilde; insan da bu çocuk gibi
günah ve haramlara giderken, Allah; Celal ve Kahhar isimlerinin tecellisi ile insana tokat
mesabesinde olan musibet ve sıkıntılar verir ki, insan bu İlahi korku ile harama gitmekten
vazgeçer.

Yani; Allah’ın insanları korkutması ve şiddetle tehdit etmesinin altında, şefkat ve merhamet
manası hükmediyor. İnsanın kalbindeki Allah korkusu, insanın yanlışlara gitmesine bir
perde, şefkatine sığınmasına bir vasıta oluyor. Çocuğun tokat vasıtası ile annenin şefkatli
sinesine kaçması gibi, insan da Allah korkusu sayesinde, Allah’ın eşsiz rahmet ve
merhametine sığınma ihtiyacı hissediyor.
İşte, insanın kalbindeki Allah korkusu, şefkate ve Hakk'a çeviren bir vasıta olmasından
dolayı sevimli ve lezzetli bir korkudur. Yani insan bir zalimden korkar gibi dehşetli ve
ümitsiz bir korku içinde değil; tam aksine ümitli ve lezzetli bir ürperti ve korku içinde
bulunuyor. İnsanın kalbindeki Allah korkusu, böyle ümitli ve lezzetli olursa, muhabbet ne
denli ümitli ve lezzetli olur, kıyas edilsin diyor.
Allah korkusu ne kadar da lezzetli ve ümitli de olsa; Allah sevgisi ile kıyasa gelmez.

"Nasıl ki, tohum olacak kıymettar bir meyve-i zîşuur,


ağacın altındaki zîruhlara baksa, güzelliğine güvense,
kendini onların ellerine atsa veya gaflet edip düşse, onların
ellerine düşecek, parçalanacak, âdi birtek meyve gibi zayi
olacak..." izahı?
Tohum olacak bir meyve demek, neslini devam ettirmek için, devamlı olabilmek için
hazırlanan bir meyve, asıl vazifesini unutup, kendini yemek için hazırlanan bir meyve gibi
iştahlı ağızlara atsa, asıl vazifesi ile beraber zayi olup gider. Halbuki bu meyve tohumluk
için ihzar edilmişti. Amaç, neslin devamlılığını temin etmekti. Ama o tohumluk meyve,
ağaçtan kendini koparmayıp, ağacın devamlılığını ifade eden köküne dayansa idi daha güzel
vazifeleri izhar edecekti ve devamlı bir hayata mazhar olacaktı.

İnsan şu kainat ağacının şuurlu bir meyvesidir. Şayet insan, kainat ağacının dal ve
budaklarındaki süslü püslü şeylerine dalıp, hakiki vaziyet ve vazifesini unutur ise, misaldeki
tohumluk meyve gibi zayi olup gider. Yani insan, Allah için verilen akıl, kalp ve latifeler
gibi cihazlarını şu dünyanın fena ve fani yüzüne sarf etse, kulluğunu ifa etmese, kesret ve
dünya tarlasında hebaen çürüyüp gidecektir. Dünyanın devamsız ve bekasız adi lezzetlerine
mukabil, ebedi saadet ve güzellikleri feda etmiş olur.

Soruda geçen kısım için tıklayınız: Sözler, Yirmi Dördüncü Söz.

"Samed âyinesi olan bâtın-ı kalble sanem-misal dünyevî


mahbuplara perestiş etmek, o mahbupların nazarında
sakildir ve istiskal eder, reddeder. Zira, fıtrat, fıtrî ve lâyık
olmayan şeyi reddeder, atar. Şehvânî sevmekler bahsimizden
hariçtir." izah?
Mecazi aşk sahibi, iradesi ile, yüzü hakka ve hakiki aşka dönüştürülebilir. Ama şehvani
sevmek ise ancak matlubunu elde edince harareti söner.
Burada, iradenin yapacağı tek bir şey vardır. O, da şehvani sevmesini haramda değil de,
helalde gidermesidir. Şehvani sevmekten kasıt, insanın karşı cinse olan fıtri ihtiyacı ve
şehvetidir. Yani cinsi latife olan fıtri meylidir. Tıpkı yemek ve suya olan meylimiz gibi.
Bunların aşkı değil, helal ve haramı olur.

Bir elma ve bir cinsi latif düşünelim. Bunlara iki türlü sevgi olabilir. Biri mecazi sevgi, yani
irade ile, yüzü hakikiye çevrilebilen sevgidir. Diğeri ise şehvani sevgidir. Bunun çevrilecek
yüzü ve yanı yoktur. Ancak ihtiyaç giderilirse sükun bulur. Elmayı yemedikçe, cinsi latife
nikah yapmadıkça sükun bulamaz. Ama bu sevgiyi haram ve helal yollarla gidermekte
iradenin rolü vardır ve mesuldür.

Allah, mecazi sevmenin hesabını sorar. Zira sen ayiney-i samed olan kalbini fena ve fani
mahbuplara açtın ve kirlettin. Ama şehvani sevmenin ve bunu helal yoldan gidermenin
hesabını sormaz. Şayet şehvani sevgi, mecazi sevgi sınıfından olsa idi, peygamberler, ne
yemek yer, ne de evlenebilirlerdi. Zira onların kalbine Allah aşkından başka bir aşk
yerleşemez. Öyle ise, şehvani sevgi, mecazi aşk sınıfına girmez.

Peygamberimizin (sav) şu hadisi buna işaret eder: "Sizin dünyanızdan bana üç şey
sevdirildi; biri güzel koku, biri kadın, biri de namazdır."

"Sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi


mide gibi rızık ister." cümlesinin izahını yapar mısınız?
İnsandaki mide, nasıl bütün dünyayı bir sofra hükmüne getiriyor ise, aynı şekilde
insandaki hayat da insanı bütün kainat ile alakadar ve münasebettar durumuna getiriyor.
İnsanı mükemmel kılan ilk nimet perdesi hayattır. Zira hayat olmasa, insanın mahiyetine
konulan sayısız duygu ve cihazlar çalışmaz ve bütün varlığı; bulunduğu küçük cismi olur.
Ama hayat insanın bütün duygu ve cihazlarını çalıştırmak ile kalmıyor, aynı zamanda kainatı
büyük bir sofra konumuna getiriyor.

İnsanın mahiyet olarak bütün alemlere harita olmasını temin eden hayattır. İnsanın bütün
duygu ve cihazları hayattan kaynayıp çıkıyor. Yani hayat temeli üzerine bina oluyor. Böyle
olunca, insanın farklı alemlere intikal edip o alemler ile irtibat kurması hayattan kaynayan
cihazlar sayesinde oluyor. Bu yüzden insandaki her bir hasiyet ve duygu, hayatın bir özelliği
ve parçası hükmündedir. O zaman hayat, duygu ve cihazlar adedince hasiyet ve hassasiyet
kazanıyor.
Hayatın rızkı ise, hayattan kaynayan duyguların kendine mahsus vazife ve ibadetlerini
ifa etmesidir. Nasıl mide, yemeği elimiz vasıtası ile yer, aynı şekilde hayat da rızkını insan
mahiyetindeki duygu ve cihazlar vasıtası ile yer. Akıl bir eldir, manalar yemeğini hayata
yedirir. Göz bir eldir, görüntü rızkını hayata ikram eder vs...
"Sonra, imânın bir nuru olan muhabbeti sana vermekle,
gayr-i mütenâhî bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana
ihsan etmiştir." ile "Onun ihsanıyla, cüzî bir cüzden, küllî
bir küll-ü nurânî hükmüne geçtin." cümlesini açar mısınız?
Burada insanın mazhar olduğu, iç içe genişleyerek giden nimetler silsilesi izah ediliyor.
İnsanın mazhar olduğu bu geniş nimet safhaları ve sofralarından, insan ancak kendisine
takılan cihazlar sayesinde istifade edebiliyor. İnsanın mazhar olduğu bu nimet safhalarından
ve sofralarından, en geniş ve nurani olanı ise; iman ve muhabbet kabiliyeti ve nimetidir.

İslamiyet ve İman Nimeti: İslam ve iman nimeti, insanın külliyetini farklı varlık boyutlarına
taşıyor. Bir kafirin insaniyet ve şuur noktasından dairesi maddi aleme münhasır ve sınırlı
iken, müminin dairesi iman ve İslamiyet ile bütün gaybi alemleri de içine alıyor. Ezel ve
ebet alemleri kadar sofrası ve bakışı genişlik kazanıyor. İman ve İslam nimeti insaniyet ve
şuura bir rehberlik yapıp, müteal alemlerde dolaştırıyor.

İnsan cennet ve cehennem yurtlarının varlığını ve lezzetini iman sayesinde tadabiliyor. Nasıl
hayvan, insanın mazhar olduğu nimetlere ulaşamıyor ise, kafir de insanın iman ile elde ettiği
külliyet ve genişliğe ulaşamıyor. Kafirin sofrası maddi ve kevni alemler ve hazır anı iken,
Müminin sofrası bütün maddi ve manevi alemler ve zamanın bütünü şekline dönüşüyor.

Marifetullah ve Muhabbetullah Nimeti: Mümin bir insanın kalp ve ruhunda, Allah’ın


marifet ve muhabbeti tahkiki bir surette kökleşip yerleşir ise, insanın nimet ve istifade
dairesi öyle bir külliyet ve genişlik kazanır ki; değil maddi ve manevi alemler, Vücup
alemine yani Allah’ın ezeli ve ebedi Zat-ı Akdesine ve sıfatlarına uzanır. Bütün nimetlerin
asıl membaı ve tecelli suretinde kaynayıp geldiği noktayı içine alır; bu marifet ve muhabbet
nimeti. Bu nimetin de kendi içinde çok derece ve mevkileri vardır. İnsan bu marifet ve
muhabbet nimetinde ne kadar keskinleşip derinleşirse, daire ve külliyeti de o derece keskin
ve derin olur.

"Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki


netice-i nimet-i sabıkadır." cümlesini açıklar mısınız?
Allah, insana sayısız nimet ve ihsanlarda bulunmuştur. İnsan bu sayısız nimet ve
ihsanların şükrünü eda etmekten aciz olduğu için, başka bir nimeti hak etmesi mümkün
değildir. Yani insan hâlihazırda verilen nimetlerin şükrünü eda etmekten aciz kalırken,
gelecekte verilecek cennet gibi külli nimetleri hak edip, bu cennet amelimin bir neticesi
demesi tam bir safsatadır.

İnsan birbiri içinde külli nimet dairelerine hak etmediği halde kavuşmuştur. Mesela Allah
insanı yoklukta bırakmayıp, varlık nimetine kavuşturmuştur, bu nimetlerin en büyüğüdür.
Yine varlık içinde cansız ve camit bırakmayıp, hayat nimetini vermiştir. Hayatlılar içinde
ruhsuz bırakmayıp ruh nimetini vermiştir. Ruhlular içinde şuursuz ve akılsız bırakmayıp, akıl
ve şuur nimetini ihsan etmiştir. Akıl ve şuurlular içinde insaniyet nimetini bahşetmiştir.
İnsaniyet içinde hidayet ve iman nimetini vermiştir.

Bu sayılan bütün nimetler verilmiş ve sabık nimetlerdir, hepsi şükür ve ibadet isterler. İnsan
bu verilen külli nimetlerden kaçının şükrünü eda etti de, cennete gözünü diksin, amelimin
neticesi diyebilsin. Bu yüzden hiçbir insan peygamberler de dahil, cenneti hak edip amelinin
neticesi olarak göremez. Cennet hiçbir insanın alın terinin karşılığı değildir; ancak ve
ancak Allah’ın kerem ve fazlının bir ikramı, bir ihsanıdır.

Özet olarak; Allah’a yapılan kulluk, mükafatın bir sebebi ve başlangıcı değil, insana
önceden verilen nimetlerin bir sonucu, bir neticesidir. Bu sebeple insanlar ibadet ederken
cennet ve gelecekte verilecek nimetleri hak etmek için değil, daha önceden insana hakkı
olmadığı halde ihsan edilen nimetlere bir teşekkür niyeti ile ibadet etmesi gerekir.

"Yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı


meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir." cümlesinin
izahı nasıldır?
"Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin, Onun zâtına karşı
muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sûiistimal edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyleyse,
nefsindeki ene'yi yırt, Hüve'yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin,
Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sûiistimal etmişsin,
cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-ı
meşruanın cezası, merhametsiz bir musibettir."(1)

Cezada veya cezalandırmada merhamet hükmetmez. Cezanın tabiatında zaten merhamet


etmek yoktur. Yoksa ceza diye bir şey olmazdı. Faraza; Allah’ın merhamet sıfatı, Celal ve
Müntakim gibi isimleri tardedip mutlak anlamda tecelli etmiş olsa idi, o zaman cehennem
ve ceza gibi fiiller vuku bulamazdı. Sadece cennet ve mükafat manaları hüküm sürerdi. Ama
Allah’ın bütün isim ve sıfatları, dengeli ve muvazene içinde birbirinin hükmüne ve manasına
tecavüz etmeden tecelli ettiği için, her bir isim muktezasını ve eserini ortaya koyuyor.
Merhamet tecelli ediyor ama; bir yere kadar, ondan sonra Celal ve Kahhar isimleri devriye
girer ki; merhametin istilasına set çeker. Yani Celal ve Kahhar isimleri, mana ve hükmünü
merhamet sıfatına çiğnetmez, hükmünü icra eder. Biz bu hükmün icrasına, merhametsiz bir
musibet desek yanlış olmaz, çükü cezadır.

İşte gayri meşru muhabbetin karşılığı, şefkatsiz ve merhametsiz bir musibet ve cezadır. Nasıl
zina eden birisine kırbaç cezası veriliyor ise; haram sevmenin cezası da merhametsiz bir
musibettir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz
"Zaten sana, sende senin nefsine olan şedit muhabbetin,
Onun zatına karşı muhabbeti zatiyedir ki, sen suîistimal edip
kendi zatına sarf ediyorsun,.." cümlesini izah eder misiniz?
Allah insana, kendi Zat-ı Akdesini ve sıfatlarını sevecek cami ve keskin bir kalp
vermiştir. İnsana verilen bu kalp, ancak Allah ile tatmin olabilir. Ya da insanın bu geniş ve
keskin kalbî muhabbetini, ancak Allah sevgisi doyurabilir.

Hatta Allah, insanlar yanılıp, bu kalbi muhabbeti başka yerlere ve masivaya sarf etmesinler
diye, bir takım dünyevi cezaları da içlerine koymuştur. İnsan bu kalbi muhabbetini meşru
olmayan yerlerde kullandığı zaman, ızdırap ve acıdan başka bir şey göremez. Bu ızdırap ve
acıların başında, sevdiği şeyden karşılık görmeme, karşılık görse bile fani olduğu için
elinden çabuk çıkması gibi durumlar o muhabbete, lezzetten çok, elem ve azap katıyor.

İnsan bu şiddetli ve cami muhabbet kabiliyetini, ilk olarak kendi benliğine ve nefsine sarf
ediyor. Sonra benliğine ve nefsine faydası dokunan şeylere sarf ediyor. Yani kendini seven,
başkasını bizzat sevemez. Sevse de ancak nefsine ve benliğine yarar ve faydası nispetinde
sever. Bu yüzden bencil ve nefisperest insanlar, kendinden başka ya da benliğine ve nefsine
yakın duran şeylerden başka hiçbir şeyi sevmez ve sevemezler. Şayet benliğine ve nefsine
karşı bir şey görse, onu düşman sınıfından sayar. Böyle bir adamın hakiki anlamda Allah’ı
sevmesi ancak benlik ve nefis sevdasından vazgeçip, muhabbet kabiliyetini sadece Allah’a
tahsis etmesi ile mümkündür.

İnsana verilen cami ve keskin kalp, iki muhabbeti bir anda beraber kabul etmez. Kalpte hangi
muhabbet hakim ise, diğer muhabbetler mecazi olarak bulunur. Yani suni ve yapmacık olarak
başka şeyleri seviyor gibi görünür. Bu da kalbin bir şirki ve marazıdır.

Kalpteki masiva sevgisi, kalbin bir nevi şirkidir. Zira bu kalbi Allah bize, kendi zat ve
sıfatlarını sevmemiz için vermiştir. Ama biz suistimal edip masivaya sarf ettik. Ceza olarak
da sevdiğimiz şeyler, sevgimize karşılık vermedi. Ya da fanilik yüzü ile bize ayrılık ve
gurbet acısını çektirdi.

Sebebi muhabbet üçtür. Birisi kemal, birisi cemal, birisi de ihsandır. İnsan bu üç şeyden
dolayı muhabbet eder.

Kainattaki bütün mükemmellikler, bütün güzellikler ve bütün ihsanlar, Allah’ın


mükemmelliğinden, güzelliğinden ve ihsanından bir lema, bir damla mesabesindedir. Öyle
ise muhabbetin sarf ve tahsis edileceği tek şey Allah’dır. Asıl menba ve masdar olan Allah
varken, ondan lemean eden zayıf gölgelerine muhabbet edip meftun olmak akıl karı değildir.

Fani mahlukata muhabbet besleyen adamın hali, tıpkı barajın bendinin arkasındaki büyük su
kitlesi dururken, bendin bu tarafındaki ıslaklık ve sızıntılarla kanmaya çalışan adamın
durumu gibidir.

Değil kainattaki kemal, cemal ve ihsan, belki cennetteki bütün kemal, cemal ve ihsan dahi
Allah’ın sonsuz kemal, cemal ve ihsanından süzülüp gelen ve çok perdelerden geçmiş zayıf
bir gölgesidir.

Öyle ise insana verilen bu sonsuz muhabbeti mahlukata verip dağıtmak ve buralarda
heba etmek, veriliş gayesine ihanettir. Bu ihanetin cezası da merhametsiz bir musibettir.
Allah bu musibeti haram muhabbetlerin içine dercedip, hem bu dünyada hem de ahirette
sakar belası ile cezalandırıyor. Allah bizleri bu hallere düşmekten korusun. (amin)
Yirmibeşinci Söz'den İkinci Cilve
" Kütüb-ü Sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat
etmiştir. İhtilaf ettikleri bahislerde, musahhihane hakikat-ı
vakıayı faslediyor. " (Sözler) Kur'an'ın, Tevrat ve İncil gibi
kitaplarla ittifak halinde olması gerekmez mi?
İncil ve Tevrat’ın tahrif edildikleri ayetle sabittir.

"Ey Resul! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla “inandık” diyen


kimselerden ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar(in hali) seni üzmesin. Onlar
durmadan yalana kulak verirler ve sana gelmeyen (bazı) kimselere kulak verirler;
kelimeleri yerlerinden kaydırıp değiştirirler." (Maide, 5/41)

“Onlardan bir grup var ki, Kitâpda olmayan bir şeyi, siz Kitâpdan sanasınız
diye dillerini Kitab’a eğip büker (uydurdukları sözleri, vahiymiş gibi göstermek için
kelimeleri dillerinde bükerek okur, onları, kitâbın sözlerine benzetmeğe çalışır)lar
ve: ‘O Allah katındandır.’ derler. Oysa o, Allah katından değildir. Bile bile Allah’a
karşı yalan söylerler.” (Al-i İmrân 3/78)

Kur’an’ın ittifak ettiği noktalar tahrife uğramamış noktalar iken, tashih ettiği noktalar ise
tahrife uğramış noktalardır. Kur’an’ın iniş gerekçelerinden birisi de bu tahrif meselesidir.
İncil ve Tevrat bozulduğu ve İlahi niteliğini yitirdiği için, Allah Kur’an’ı inzal etmiştir.
Üstad Hazretlerinin bu ifadesi Kur’an’ın meseleye olan vukufiyet ve hakimiyetini
gösteriyor. Yani Kur’an Allah’ın kelamıdır ki, eski kitapları hem onaylıyor hem düzeltiyor.
Hakim ve vakıf olmayan bir kitap bunu yapamaz. Demek Kur’an Allah kelamıdır.
Diğer bir husus ise, şeriatlar zamanın gereklerine ve ilcaatlarına göre tanzim edilmiştir.
Hazreti İsa'nın (as) dönemindeki sosyal yapı ve bu yapıyı tanzim eden şeriat ile Hazreti
Peygamber Efendimizin (asv) dönemindeki sosyal yapı ile bu yapıyı tanzim eden şeriat
arasında çok farklar vardır. İnsanlık basitten mükemmele doğru tedrici bir şekilde terakki
ve tekemmül ettiği için, her dönemin kendine özgü şartları ve şeriatları vardır. Bu sebeple
Allah binlerce peygamberler ve onlara mahsus şeriatlar göndermiştir. Tashihi bu manada da
anlayabiliriz. Tabi bu şeriatlar arasındaki farklılıklar esasta değil, teferruattadır. Yani iman
ve ibadette değil, içtimai ve siyasi konulardadır.

"... daire-i mümkinâtın hakikî hikmetini ve daire-i


vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i âhiretin maarif-i
gamızasını, o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor."
Buraları izah eder misiniz?
"ÜÇÜNCÜ LEM'A: İlmindeki câmiiyet-i harikadır. Evet, Kur'ân, şeriatin
müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarikatin
muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i
mümkinâtın hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i
âhiretin maarif-i gamızasını, o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor."(1)

Daire-i mümkinat şu içinde yaşadığımız dünya da dahil bütün kainat ve kevniyatı içine
alan geniş ve ihatalı bir kavramdır. Kur’an, bu kainat ve kevniyatın hikmetini yani ne için
yaratıldıklarını ve hangi maksada hizmet ettiklerini çözen ve insanlığa ders veren en sadık en
kesin ve en kapsamlı bir kitaptır. İnsan cüzi ve salt aklı ile bu dairenin sırlarını hikmetlerini
çözemiyor. Bu yüzden insan aklı İlahi vahye muhtaç ve onun rehberliğine ihtiyaç duyuyor.
Daire-i Vücup, Allah’ın Zat-ı Akdes ve sıfatlarını ifade eden bir tabirdir ki, Allah’ın
Zatı ve sıfatları hakkında en kesin ve yanıltmaz bilgi Kur’an’dır. Zira Kur’an Allah’ın ezeli
ilminden süzülüp gelen bir vahiydir. Allah hakkında insan aklı tek başına yetersizdir, bunun
en büyük şahidi felsefenin Allah’ı ve sıfatlarını hakkı ile bilememesidir. Felsefenin en
büyük dahilerinden olan Aristo Allah’ın varlığını anlamakta güçlük çekmiş, onu sadece ilk
sebep olarak görebilmiştir. Halbuki Kur’an Allah hakkında tam bir tatmin tam bir irfan
kaynağıdır.
Daire-i ahiret, cennet ve cehennemi de içine alan ve insanın aklı ile keşfedemeyeceği
gaybi alemlerdir ki, bu alemler insan için gamızdır, yani derin ve gizlidirler. İnsan salt ve
soyut aklı ile bu alemler hakkında fikir edinemez, yorumda bulunamaz. İnsan aklı kabrin beri
tarafında kalır, ama arkasında nelerin olup bittiğini göremez. Kabrin arkası ancak vahyin
ışığı ile görebilir ki, vahyin ışığı ile bakıldığında kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya
da cehennem çukurlarından bir çukurdur.
Özet olarak Kur’an Allah’ın ezeli ilminden süzülüp gelen ve her şeyin hakikatine ve
özüne nüfuz edebilen yegane kitap olup, insanlığın en sadık ve en müstakim rehberidir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.

"...bir mazlumun şahs-ı mânevîsini insafsızca


dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi âzânızı kendi
dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz." Neden şahsı manevi
diyor ve kendi azamız ne demektir? Kafir, kardeşimiz
olmadığı için gıybeti caiz mi?
Müslümanlar manevi bir şahsın azaları gibidirler. İman ve kardeşlik bağları adeta
Müslümanları bir vücut şekline sokmuştur veya sokmak gerekir. Böyle olduğu zaman,
Müslüman birisinin başka bir Müslümanın gıybetini yapması, adete kendi azasını ısırıp
dişlemesi gibi oluyor.
Şahs-ı manevi tabiri, Müslümanların ortak noktası ve merkez ruhu hükmündedir.
Kafir, gerçi din kardeşimiz olmaz ve olamaz, yalnız komşumuz, müşterimiz, bazı
noktalarda mesai arkadaşımız, hatta dostumuz olabilir. Bu yüzden kafirin gıybeti de caiz
olmaz.
Fısk ve küfrü ile övünen bir kişinin gıybeti caiz olur. Zaten gıybet, duyduğumuzda
üzülüp kırıldığımız şeylere deniliyor. Kırılmadığımız ve üzülmediğimiz bir şey gıybet
sayılmaz.

"...elli senede ye´se düşen bir kadın...bir erkeğe kafi


gelmediğinden, medeniyet pek çok fahişehaneleri kabul
etmeye mecburdur." Buradan sanki bir kadın bir erkeğe
yetmeyeceğini ve bir kaç evlilik yapması gerktiğini
anlıyorum. Bu konuyu izah eder misiniz?
Evvela, çok evlilik bir ruhsat olup, katiyetle bir emir ya da fazilet değildir. Yani bazı
arızalı durumlarda neslin devamı ve korunması için verilmiş bir izin olup, bir emir ya da
zorunluluk söz konusu değildir.
İkincisi, dini kaynaklarda çok evlilik değil, tek evlilik teşvik ediliyor. Hatta çok evliliğin
zorluğunu şu ayet çok net bir şekilde ifade ediyor:

"Ey kocalar! Bütün benliğinizle isteseniz dahi eşleriniz arasında tam adaleti
sağlayamazsınız. Öyleyse bir tarafa büsbütün gönlünüzü kaptırıp da öbürünü
kocasızmış gibi bir vaziyette bırakmayın. Eğer arayı düzeltir, işlerinizi iyileştirir
ve haksızlıktan sakınırsanız, unutmayın ki Allah gafurdur, rahîmdir." (Nisa, 4/129)

Tolerans ve mağfiret, mevcut hanımların hukukunu muhafaza etmek içindir. Tek eşli
olanları ikinci bir eşe davet etmiyor.
Üçüncüsü, Üstad Hazretleri burada çok evliliğe ruhsat veren İslam’ı tenkit eden Batı
medeniyetine cevap veriyor. Yani onlara göre katiyetle çok evlilik olmaz tek evlilik gerekli
ve esastır. Hal böyle iken, zaruret durumunda fuhşiyat ve zinayı normal addediyorlar.
Halbuki İslam fuhşiyat ve zinaya geçit vermemek için ikinci veya üçüncü bir evliliğe ruhsat
veriyor.
Dördüncüsü, zaruret ya neslin devam etmeme tehlikesidir, ya da günah ve harama
düşme riskidir. Yani bir kimse birinci eşinden neslini devam ettiremiyor ise, neslinin devam
etmesi için ikinci bir evlilik yapabilir. Ya da kendini fuhşiyat ve haramlardan
koruyamıyorsa, o zaman da çok evliliğe müsaade ediliyor ki, bu tarz insanlar toplumun çok
az bir kesimini oluşturur. Toplumun geneli tek eşliliğe müsait ve eğilimlidir.
Beşincisi, evliliğin temeli neslin devamı ve haramlardan korunmaktır, hem huzurlu bir
aile kurmaktır. Yoksa sırf cinsellik ve kazay-ı şehvet için evlilik olmaz. Kadınları sadece
şehvet metaı olarak görmek çok çirkin bir bakış açısıdır.
Soruda geçen kısım için tıklayınız:
Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule
"...Evet tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irşad,
ifham ve ifham gibi bütün aksam-ı kelâmiyede ve tabakat-ı
hitabiyede beyanat-ı Kur'aniye en yüksek mertebededir..."
cümlesini izah eder misiniz?
Kur’an, bir çok yönden mucizedir. Bu yönleri ile insanları aciz bırakıp taklidinin
imkansız olduğunu gösteriyor, ta ki Allah kelamı olduğu bilinsin ve anlaşılsın. Üstad
Hazretleri burada Kur’an’ın bu mucize yönlerini sayıyor.
Kur’an’ın belagatı: Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı
güzel söz söyleme san'atıdır. Muktezâ-yı hâle mutâbık, yani muhatabın haline uygun söz
söylemek. Kur’an bu noktadan eşsizdir ve mucizedir, insanları bu noktada aciz bırakıyor.
Nazmın cezaleti: Nazım, cümle ve kelimelerin dizilişi ve sıralanışıdır. Cezalet ise
rekâketsiz ifade etmek, yani kekeleme, dil tutukluğu, sözün kusurlu oluşu, belagattan mahrum
olmak gibi kusurlardan münezzeh olmasıdır. Allah Kur’an’ın lafız ve cümlelerini öyle bir
cezalet ile düzenlemiş ki, insanlar bunu taklit etmekten acizdir demektir.
Üslûplarının bedâati: Kur’an ne nesirdir ne de şiirdir, öyle bir üslup ile meydana
atılmış ki daha önce benzeri yoktur. Yani edebiyat tarihinde bilinmeyen bir üslup ile ortaya
atılmış ve bu üslubu edebiyatın baş tacı yapmıştır. Bu noktadan da mucizedir, insanların
üslubunu taklit etmemiştir.
Beyanının beraati: Beyan noktasından haşmet ve metanetli olmak demektir. Yani Kur’an
beyan noktasından emsâlinden üstündür. Beyanın hüsn ve cemâlinde tam olmak, emsâlinden
üstün olmak manalarına geliyor.
Lâfzının fesahat ve selâseti: Fesahat, doğru ve düzgün söyleyiş, açık ve güzel ifadeli
konuşma manalarına geliyor. Fasâhat ayrıca sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz
olmasıdır. Diğer tâbirle, lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne
girmesidir. Kur’an bu nokta itibari ile de mucizedir.
Kur’an’nın bu muhtelif mucizevi yönleri birleştiği zaman Allah kelamı olduğu kati olarak
belirir, inkara mecal kalmaz. Üstad Hazretleri Yirmi Beşinci Söz'de bu mucizevi yönleri
tafsili bir şekilde izah ediyor.
"Evet tergib ve terhib, medh ve zemm, isbat ve irşad, ifham ve ifham gibi bütün
aksam-ı kelâmiyede ve tabakat-ı hitabiyede beyanat-ı Kur'aniye en yüksek
mertebededir."
Kur’an, ayrıca bir hususa teşvik etmekte ya da bir husustan sakındırmakta, bir şeyi
övmekte ve yermekte, bir şeyi ispat etmekte ve insanları irşat edip aydınlatmakta, soru
sormakta ve o soruya cevap vermekte ya da insanın zihninde belirecek bütün soruların
aksamına daha sormadan cevap vermek noktalarında, en üst düzeyde ve en kamil
makamdadır.

"...Ve beraber gelen herbir taifesi, müstakil olarak uzak


bir yerden ve gayet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek
tek, kısa kısa bir surette geldiğinin nişanı var..." cümlelerini
izah eder misiniz?
"Evet, Kur'ân'ın âyetlerine insafla dikkat edilse görünüyor ki, sair kitaplar gibi bir
iki maksadı takip eden tedricî bir fikrin silsilesine benzemiyor. Belki, def'î ve âni bir
tavrı var. Ve ilka olunuyor bir gidişatı var. Ve beraber gelen herbir taifesi, müstakil
olarak uzak bir yerden ve gayet ciddî ve ehemmiyetli bir muhaberenin tek tek, kısa
kısa bir surette geldiğinin nişanı var. Evet, kâinatın Hâlıkından başka kim var ki, bu
derece kâinat ve Hâlık-ı Kâinatla ciddî alâkadar bir muhabereyi yapabilsin? Hadsiz
derece haddinden çıkıp Hâlık-ı Zülcelâli kendi keyfiyle söyleştirsin, kâinatı doğru
olarak konuştursun?"(1)
Yani ayetlerin geliş biçimleri ve konuya hakim ve vakıf tavırları, insan mahsulü
olmadığına, aksine insanların aleminden uzak ve münezzeh bir yerden geldiğine işaret
ediyor. Her bir ayet alelacele hazırlanıp suni bir ısmarlama şeklinde değil, özel ve kuşatıcı
mana derinliği ve vukufiyeti ile nerden ve hangi kaynaktan geldiğine işaret ediyor. Bu
manalara dikkatle bakanlar ayetlerin çıktığı ve geldiği yeri rahatlıkla görüp teslim eder.
İnsanlar ancak kendi gibi insanları taklit edebilir, hatta çok zaman bu da mümkün
değildir. Zira basit bir çoban harika bir komutanın tavrını insanları yüzde yüz aldatmak
sureti ile taklit edemez; hemen kendini ele verir. Hal böyle iken, nasıl olur da bir insan
kainatın Rabbini kendi keyfine ve hevasına göre konuşturup ve dahi derecede insanları
Rabbimin kelamı diye yüzde yüz aldatabilir; bu pek mümkün değildir. Ayetlerin üstünde ve
mana derinliğinde, bir insanın değil bir İlahın harika izleri ve işaretleri görünüyor demektir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Adalet-i Kur'aniye âlem kapısında durup ribaya:


"Yasaktır, girmeğe hakkın yoktur." der. Zira gâvur harbî ve
mütecaviz ise, hürmetsiz ve ismetsizdir." Almanyada yaşayan
müslümanlar için de geçerli mi, Avrupada faizle işlem olur
mu?
Müslüman olmayan ülkelerde çalışan Müslümanlar, önce paralarını buralara yatırmayıp
kendi ülkelerine gönderme şıkkını tercih etmelidirler. Zira paralarının kazancını
gayrimüslimlere kaptırmaları doğru değildir.

Bununla beraber muhafaza için bıraktıkları paralarına verilen faizi ise almaları, faiz
haramdır diyerek onlara bırakmamaları gerekir. Zira fıkıh kitaplarında zikri geçen bir
hadîste, gayrimüslim ülkelerinde Müslümanların, gayrimüslimden faiz alabileceği hükmü
açıkça ifade edilmektedir. Hal böyle olunca, gayrimüslimden hem paranın aslı, hem de faizi
alınmalıdır. Bizim paramızla onların güçlenmesi, bizim zayıflamamız demektir. Bizim millî
ve İslâmî şuurumuz ise böyle bir yanlışlığa müsaade etmemelidir.
Şurası bilinen bir hakikattir ki, Müslüman Müslümandan (gayrimüslim ülkesinde de olsa)
faiz alamaz.

Bu gibi sorularınıza daha ayrıntılı cevap almak isterseniz, www.sorularlaislamiyet.com


sitemize sorularınızı sorabilirsiniz.

"Alim olsun, ami olsun her kim..." ifadesinden sadece


Arapların kastedilmediği anlaşılabilir. Ama Arap olmayan
birçok insan dinleyip de "en üstün veya -haşa- en aşağı"
fikrine gelmez. Açıklar mısınız?
"Hem Kur'ân'ı tanzir etmek, taklidini yapmak için gayet şiddetli iki sebep var.
Birisi düşmanın hırs-ı muârazası, diğeri dostlarının şevk-i taklididir ki, şu iki sâik-i
şedid altında milyonlar Arabî kitaplar yazılmış ki, hiçbirisi ona benzemez. Âlim
olsun, âmi olsun, her kim ona ve onlara baksa, kat'iyen diyecek ki, "Kur'ân
bunlara benzemez; hiçbirisi onu tanzir edemez." Şu halde, ya Kur'ân bütününün
altındadır -bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir- veya
Kur'ân, yazılan umum kitapların fevkindedir."(1)

Evvela, Kur’an’ın diğer kelamlardan üstünlüğünü ve farkını anlamak için ille de Arap
olmak gerekmiyor. Başka kavim ve dillerden olan insanlar da onun kıraat ve edasından
etkilenebiliyorlar. Ezan sesinden etkilenip İslam’ı seçenlerin sayısı bile azımsanacak bir
rakamda değildir.
İkincisi, Kur’an’ın tefsir ve meali ne kadar Kur’an’ın orijinalinin yerini tutmamış olsa
da, onun diğer kelamlardan farkına ve üstünlüğüne işaret edecek bir vasfa sahiptir. Bu metot
ile her kavimden insan Kur’an’ın üstün yapısını kavrayabilir.
Üçüncüsü, Kur’an öyle bir camiiyettedir ki, insanın sadece aklına hitap etmiyor. Kur’an
kalp, ruh, vicdan, göz, kulak gibi azalara ayrı ayrı mucizeler bahşetmiş. Tevafuklu Kur’an
göze hitap eden bir mucize iken, kıraatindeki haşmet ve mehabet, selaset, akıcılık, kulağa ve
kalbe işler, bunu hissetmek için ille de Arap olmak gerekmiyor.
Dördüncüsü, İslam potasında erimiş olan Müslüman kavimler artık Kur’an’ dilinin
Arapça’dan öte evrensel bir ibadet ve iman dili olduğunu kanıksamıştır. Hatta öyle ki, hacca
giden ami Türkler ezanı işitince "Araplar da Türkçe ezan okuyorlar!.." diye hayret
etmişler. Yani ezan öyle bir içselleştirilmiş ki, Araplarınki kadar bizden olmuş.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.

"Altı mertebe-i tevhidi ispat etmekle beraber, şirkin altı


envâını reddeder. Herbir cümlesi, öteki cümlelere hem delil
olur, hem netice olur..." Şirkin kaç çeşidi vardır? Kainattaki
fiiller sayısınca şirk olabiliyor mu? İhlas suresinde altı şirk
var diyor Üstad...
"Altı mertebe-i tevhidi ispat etmekle beraber, şirkin altı envâını reddeder.
Herbir cümlesi, öteki cümlelere hem delil olur, hem netice olur. Çünkü herbir
cümlenin iki mânâsı var. Bir mânâ ile netice olur, bir mânâ ile de delil olur. Demek,
Sûre-i İhlâsta otuz Sûre-i İhlâs kadar, muntazam, birbirini ispat eder delillerden
mürekkep sûreler vardır."(1)

Yeryüzünde imanın esasına zıt ve mugayir ne kadar fikir ve ideoloji varsa, o kadar da
şirk var demektir. Şirkin çeşidi binlercedir ve hepsinin gerekçeleri de birbirinden farklıdır.
Mesela Hristiyanlar Hazreti İsa (as)'da şirke girerlerken, Yahudiler Hazreti Üzeyir
(as)'de şirke girmişler; Mecusiler ateşte, yıldıza tapanlar da yıldızla şirke girmişler vs... Bu
anlamda bakarsak şirkin çeşidi çoktur.
Lakin İhlas suresinde bu şirk türlerinin özeti yapılıyor. Adeta bütün şirklerin çıkış
noktaları tutulup hepsine topluca cevap veriliyor. Bahsin devamındaki Arabi ifadeler ya da
İhlas suresinin meali buna güzel bir örnektir:

"De ki: O Allah birdir." (İhlâs, 112/1)

"De ki: O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve
herşey Ona muhtaçtır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü
Ona denk olacak hiçbir şey yoktur."
"Hiçbir şey Onun dengi değildir. Çünkü O doğurulmamıştır. Çünkü o
doğurmaktan münezzehtir. Çünkü O hiçbir şeye muhtaç değildir ve herşey Ona
muhtaçtır. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah'tır."
"O Allah'tır. Öyleyse O birdir. Öyleyse O Sameddir. Öyleyse O
doğurmamıştır. Öyleyse O doğurulmamıştır. Öyleyse Onun hiçbir dengi yoktur."

Mealden de anlaşılacağı üzere, şirkin bütün çıkış noktaları tutulmuş ve kapatılmış, kısa
bir sure ile bütün şirk çeşitleri imha edilmiştir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Azâbı dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini


göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek;
cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet
verecek..." cümlesini izah eder misiniz?
ِ ‫ﺴْﺘُﮭْﻢ ﻧَْﻔَﺤﺔٌ ِﻣْﻦ َﻋَﺬا‬
"Meselâ ‫ب َرﺑﱢَﻚ‬ ‫“( َوﻟَﺌِْﻦ َﻣ ﱠ‬And olsun, Rabbinin azâbından en küçük bir
esinti onlara hafifçe dokunacak olsa...” Enbiyâ Sûresi, 21/46). Bu cümlede, azâbı
dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister.
Demek taklîli ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona
kuvvet verecek. İşte, ‫ ﻟَﺌِْﻦ‬lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. ‫ﺲ‬ ‫ َﻣ ﱠ‬lâfzı, azıcık
ٌ ْ
dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. ‫ ﻧَﻔَﺤﺔ‬lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti
ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde
“biricik” demektir, kılleti ifade eder. ٌ‫ ﻧَْﻔَﺤﺔ‬deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, “O
kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir. ‫ ِﻣْﻦ‬lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça”
demektir; kılleti ifade eder. ‫ب‬ ِ ‫ َﻋَﺬا‬lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır
ki, kıllete işaret eder. ‫ َرﺑﱢَﻚ‬lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati
ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle
tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder.
İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi,
herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lâfız ve maksada
bakar."(1)

Bu ayette Kur'ân'ın kelime ve cümlelerindeki düzen ve birbiriyle ilişkileri yönünde


mucize oluşuna dair bir misal gösteriliyor. Yani ayetin her bir kelimesi ve kelimelerden
oluşan cümlenin geneli, aynı maksat ve gayeyi gösteriyor ki, bu cümlenin mucize
derecesinde olduğunu gösteriyor. İnsan takatinin altından kalkabileceği bir cümle kelime
ilişkisi değil.
Bir lafızda iç içe bir çok manalar vardır. Bu manalardan bir tanesi, o lafzın efendisi ve
ruhu hükmündedir. Yani lafzın hakiki manasıdır. Diğer manalar ise o asıl mana etrafında ona
yardım ve kuvvet veren yan ve işari manalardır. İşte, lafzı kullanan zat yan manalar ile asıl
mana arasında bir ayırıcı vasfı koyması gerekir. Yani lafzı kullanan kişinin asıl anlatmak
istediği mana ile lafız arasında kuvvetli bir bağ ve temas olması gerekir.
Diğer yan ve işari manaların asıl manayı gölgelememesi gerekir. Hatta diğer manalar
asıl manaya hizmet edip onun anlaşılmasını daha kuvvetli ve daha parlak bir hale
sokabiliyor ise ifade haşmetli ve zinetli olur. Üstad'ın “Bâkileri ona teşyi' edici yaptır”
ifadesi buna işaret ediyor.
Mesela, İşârâtü'l-İ'câz da Üstad'ın vermiş olduğu şu misal bu manaya işaret eder:

"Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan


belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından
süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların,
heyetlerin tamamen o kelâmın takip ettiği esas maksada nâzır olmakla onun
takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.”

Üstad Hazretleri bu ayeti İşarat’ül İ’caz da ayrıca şu şekilde izah ediyor:

ِ ‫ﺴْﺘُﮭْﻢ ﻧَْﻔَﺤﺔٌ ِﻣْﻦ َﻋَﺬا‬


"‫ب َرﺑﱢَﻚ‬ ‫ َوﻟَﺌِْﻦ َﻣ ﱠ‬olan ayet-i kerime nazar-ı dikkate alınırsa görülür
ki, bu kelamdaki maksat ve esas, pek az bir azapla fazla korkutmaktır. Ve bu
kelamda olan mezkur kelimeler ve kayıtlar, tamamen o maksadı takviye için
çalışıyorlar."
"Ezcümle, şek ve ihtimali ifade eden ‫ اِْن‬şartiye olup, azabın azlığına ve
ehemmiyetsizliğine işarettir."
"Ve keza ٌ‫ ﻧَْﻔَﺤﺔ‬sîgasiyle ve tenviniyle azabın ehemmiyetsizliğine îmadır."
"Ve keza ‫ﺲ‬ ‫ َﻣ ﱠ‬kelimesi, azabın şedit olmadığına işarettir."

"Ve keza, teb’îzi ifade eden ‫ ِﻣْﻦ‬ve şiddeti gösteren ‫ ﻧََﻜﺎْل‬kelimesine bedel, hiffeti
îma eden ‫ب‬ ٌ ‫ َﻋَﺬا‬kelimesi ve ‫ب‬ ‫ َر ﱢ‬kelimesinden îma edilen şefkat, hepsi de azabın
kıllet ve ehemmiyetsizliğine işaret etmekle şu şiiri, lisan-ı hâlleriyle temessül
ediyorlar."
ِ ُ‫ َوُﻛﱞﻞ اِٰﻟﻰ َذاَك اْﻟَﺠَﻤﺎِل ﯾ‬- ‫ﺴﻨَُﻚ َواِﺣٌﺪ‬
‫ﺸﯿُﺮ‬ َ ‫ ِﻋﺒَﺎَراﺗُﻨَﺎ‬Yani, “İbarelerimiz ayrı ayrı ise
ْ ‫ﺷﺘﱠﻰ َوُﺣ‬
de, hüsnün birdir. Hepsi de o hüsne işaret ediyorlar.”(2)

İkinci misal: ‫ َوِﻣﱠﻤﺎ َرَزْﻗﻨَﺎُھْﻢ ﯾُْﻨﻔِﻘُﻮَن‬Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i


kabulünün beşine işaret eder.
Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, ‫َوِﻣﱠﻤﺎ‬
lâfzındaki ‫ ِﻣْﻦ‬i teb’îz ile o şartı ifade eder.
İkinci şart: Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir.
Şu şartı ‫ َرَزْﻗﻨَﺎُھْﻢ‬lâfzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz” demektir.

Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta ‫ َرَزْﻗﻨَﺎ‬daki ‫ ﻧَﺎ‬lâfzı işaret eder. Yani, “Ben
size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz yoktur.”

Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefâhete sarf
edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta ‫ ﯾُْﻨﻔِﻘُﻮَن‬lâfzı işaret ediyor.

Beşinci şart: Allah namına vermektir ki, ‫ َرَزْﻗﻨَﺎُھْﻢ‬ifade ediyor. Yani, “Mal Benimdir;
Benim namımla vermelisiniz.”(3)

Bu ayette de bir cümle içinde beş ayrı şart ve hükmün dürülü olduğu gösteriliyor ki,
Kur’an’ın bütün ayet ve cümlelerinde bu ince ve latif hüküm ve şartlar bulunuyor. İslam
medeniyetinin altı yüz sayfalık Kur’an üzerine bina olması bu sırdan dolayıdır. Yani Allah
zahirde altı yüz sayfa bir kitap göndermiş, ama hakikatte altı yüz bin sayfa kadar kitabı
içinde barındırıyor demektir. Nasıl küçük bir incir çekirdeğinin içinde koca incir ağacı
bütün teşkilatı ile yazılmış ise aynı şekilde Kur’an’nın kalıp ve lafzı da bir tohum ve
çekirdek gibi yüz binlerce kitap ve manayı havidir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.
(2) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara suresi, 2. Ayetin Tefsiri.
(3) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

ْ ‫ ﻓَﺎ‬kelâmını işittiği anda secdeye


"Bir bedevî ‫ﺻَﺪْع ﺑَِﻤﺎ ﺗُْﺆَﻣُﺮ‬
gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben
şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.” Bu ayetin Taftazani
tarafından on sayfada anlatıldığını duymuştum. Bizim bunu
anlamamız çok mu zordur? Arapça bilmek, gramer
kurallarını belağat kurallarını mı bilmek gerekir? Üstad'ın
söylediğini bilmek yeter mi? Konuyu çok deşmemek mi
lazım?
"İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak
olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman
ْ ‫ ﻓَﺎ‬kelâmını işittiği anda secdeye
olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî ‫ﺻَﺪْع ﺑَِﻤﺎ ﺗُْﺆَﻣُﺮ‬
gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın
belâğatine secde ediyorum.” (1)

Açıkçası o bedevî Arap’ın bu kelamdan hissettiği belagat ve inceliğe, bizim tevafuk edip
idrak etmemiz mümkün değildir. Ayetin mealinde de o harika belagat görünemeyeceği için, o
belagati bizim idrak edip tarif etmemiz kabil değildir. Üstad Hazretleri o belagate değinse
idi, biz de hissedebilirdik. Lakin Üstad Hazretleri tarif ve tafsil etmemiştir.
Zaten belagat imamlarından bazıları belagat tarif edilmez, zevk edilir demişler. Üstad
Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:

"Fakat Abdülkahir-i Cürcânî, Zemahşerî, Sekkâkî gibi belâgat imamlarınca,


beşerin kuvveti Kur’ân’ın yüksek üslûp ve nazmına yetişemediğinden, aczi
tezahür etmiştir. Bir de, Sekkâkî demiştir ki: “İ’câz, zevkîdir; târif ve tâbir
ْ ‫ َﻣْﻦ ﻟَْﻢ ﯾَُﺬ‬Yani, fikriyle i’câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz;
edilemez.” ‫ق ﻟَْﻢ ﯾَْﺪِر‬
bal gibidir."(2)

Bizim gibi avam insanların böyle yüksek belagatleri hissedip tevafuk etmesi adeta muhal
gibidir. Nasıl Türkçedeki bir atasözünü bütün güzellik ve manası ile başka bir dile çevirmek
kabil değilse, Kur’an gibi yüksek bir üslubu ve belagatı sair dillere tercüme etmek kabil
değildir. Bu üslup bizim ayağımıza gelmez, bizim oraya çıkmamız icap eder ki, bu çok
zordur lakin herekse de kapalı değil. Üstad Hazretlerinin ifadeleri bizim gibi avam insanlar
için yeterli olmalıdır diye düşünüyoruz.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.
(2) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Suresi, 23-24. Ayetlerin Tefsiri.

"Bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i


efkârları olan medeniyet-i hazıra,.." Günümüz medeniyetine
cinlerin katkısı var mı, bilgi verir misiniz?
"Meselâ, şahıslar, cemaatler muârazasından âciz kaldıkları Kur'ân'a karşı,
bütün nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i
hazıra, Kur'ân'a karşı muâraza vaziyetini almıştır; i'câz-ı Kur'ân'a karşı,
sihirleriyle muâraza ediyor."(1)

Cinni şeytanlar insana nasıl şerri ve kötülüğü vehim ve vesvese şeklinde telkin ediyorlar
ve insanı istikametten çıkarmak istiyorlar ise, cinlerin hayırlıları da insanlığa hayırlı ve
güzel şeyleri telkin edip medeniyete katkı sağlıyor olabilirler, bu imkan dışında değildir.
İleride bu daha da geliştirilip ilmi bir kaide haline getirilebilir. Nitekim eski zamanlarda
kahinlik ve müneccimlik şimdilerde ise ispirtizma ve medyumluk bu yolda kurulmuş nakıs ve
riskli birer fenlerdir. Bu fenlerin kötü ve şerli yönleri ayıklanıp tamamen hayra hizmet
etmesi ileri de temin edilebilir.
Yirminci Söz'de bu hususa şu şekilde işaret ediliyor:

"Hem meselâ, yine Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, cin ve şeytanları ve


ervâh-ı habiseyi teshir edip şerlerini men ve umur-u nâfiada istihdam etmeyi ifade
eden şu âyetler, ‫ﺻﻔَﺎِد‬ ْ َ‫ُﻣﻘَﱠﺮﻧِﯿَﻦ ﻓِﻰ ْاﻻ‬
‫ﺻﻮَن ﻟَﮫُ َوﯾَْﻌَﻤﻠُﻮَن َﻋَﻤﻼً ُدوَن ٰذﻟَِﻚ‬
ُ ‫ﺸﯿَﺎِطﯿِﻦ َﻣْﻦ ﯾَُﻐﻮ‬
‫ َوِﻣَﻦ اﻟ ﱠ‬ilh. âyetiyle diyor ki: Yerin,
insandan sonra zîşuur olarak en mühim sekenesi olan cin, insana hizmetkâr
olabilir. Onlarla temas edilebilir. Şeytanlar da düşmanlığı bırakmaya mecbur olup
ister istemez hizmet edebilirler ki, Cenâb-ı Hakkın evâmirine musahhar olan bir
abdine onları musahhar etmiştir."

"Cenâb-ı Hak, mânen şu âyetin lisan-ı remziyle der ki: "Ey insan! Bana itaat
eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de Benim
emrime musahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana musahhar
olabilirler."

"İşte, beşerin, san'at ve fennin imtizacından süzülen, maddî ve mânevî


fevkalâde hassasiyetinden tezahür eden ispritizma gibi celb-i ervah ve cinlerle
muhabereyi, şu âyet en nihayet hududunu çiziyor ve en faydalı suretlerini tayin
ediyor ve ona yolu dahi açıyor. Fakat şimdiki gibi, bazan kendine emvat namını
veren cinlere ve şeytanlara ve ervâh-ı habiseye musahhar ve maskara olup
oyuncak olmak değil, belki tılsımât-ı Kur'âniye ile onları teshir etmektir,
şerlerinden kurtulmaktır."(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.
(2) bk. age., Yirminci Söz, İkinci Makam.

"Bütün semâvâtı bir kabzasında tutmasına kadar,.."


ifadesine binaen; "Allah dilemedikçe siz hiçbir şey
dileyemezsiniz." ayeti ile cüzi ihtiyari nasıl örtüşüyor?
Yukarıdaki ifadeler doğrudur. O dilemedikten sonra, insan hiç bir şey dileyemez ve
yapamaz. Ancak O, bizim kendi irademizle kendi tercihimizi yapmamızı dilemiştir. Ey
kulum, tercih yapmada seni serbest bıraktım diyerek, tercihleri bize bırakmıştır. Gerisini
yine Allah yaratmaktadır.
Temsilde hata olmasın, bir asansörün başına geçtiğimizde, yukarı veya aşağı inme
konusunda tercih bizimdir. Tercih yaptıktan sonra, yukarı veya aşağı inmeyi biz yapmıyoruz,
asansör yapıyor. Aynen öyle de, Allah tercih hakkını bize vermiş, ancak gerisini kendisi
yaratmaktadır. İsterse tercih hakkını da vermeyebilirdi.

"Çünkü onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine


zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakiyetleri
muvakkattir ve istidraçtır, bir mekr-i İlâhîdir." cümlesini
izah eder misiniz, Allah'ın oyunu nasıl oluyor?
"Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desiselerinden, inkârlarından müteessir
olarak fütur getirme. Belki daha ziyade gayret et. Çünkü onlar kendi nefislerine hile
ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakiyetleri muvakkattir
ve istidraçtır, bir mekr-i İlâhîdir."(1)
İstidraç: İstidraç, gaflet içinde iken yani Kur’an ve sünnet çerçevesinin haricinde iken
eşya-yı gaybiyenin inkişafından ve garip fiilleri izhar etmekten ibarettir. Bu haller Allah’ın
razı olmadığı kişilerde görünür. Kişi bu harikulade işleri kendinden bilir ve nefsine verir.
Nitekim Nemrut, Firavun, Şeddad, Deccal gibi azılı kafirlerde de olağanüstü haller
görülmüştür; ama bunlar gafil ve münkir oldukları için bu olağanüstü halleri nefsine
vermişler, küfür ve gafletlerini daha da ziyadeleştirmişlerdir. Karun’un harika bir tarzda
ikram edilen serveti için "Bu servet, bilgim sayesinde bana verilmiştir." (Kasas Sûresi,
28/78) demesi ve oradaki ikramı inkar etmesi bir istidraçtır.
Yani istidraç, Allah katında makbul olmayan insanların küfür ve gafletini
ziyadeleştirmek için, Allah tarafından verilen bir takım nimet ve harika hallerdir ki, buna
Kur’an mekr-i İlahi yani Allah’ın kafirlere bir tuzağı bir oyunu diyor. Nemrut’un ömründe
hiç hastalanmaması, Karun’un harika bir şekilde servete sahip olması, Deccal’ın bir
gözündeki ispritizma ile insanları tesiri altına alması bunların hepsi birer İlahi mekir ve
tuzaktır.
İmanı ve ameli eksik olanların, harika ikramlara mazhar olmalarından korkmaları iktiza
eder, zira bu bir mekir olabilir. Her insanın mekri farklı olabilir; alimin mekri ilmi
olabilir, zenginin mekri malı olabilir, idarecinin mekri harika saltanatı olabilir, babanın
mekri evladı olabilir, gencin mekri şehvet ve kadın olabilir vesaire. Böyle mekirleri hayra
ve keramete çevirmenin yolu, iman ve salih ameldir. Yani Allah kimseye durup dururken
mekir yapmaz, insanların kendi irade ve tercihlerinden dolayı bu mekir ve tuzak kurulur.
Öyle ise kendi kendimize tuzak kuranlardan olmamalıyız.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule
"Demek beş cümleyi bir cümlede icmal edip îcaz ettiği
halde vuzuhu ihlâl etmemiş, fehmi işkâl etmemiş." cümlesini
izah eder misiniz?
"Demek beş cümleyi bir cümlede icmal edip îcaz ettiği halde vuzuhu ihlâl
etmemiş, fehmi işkâl etmemiş."(1)

Burada Kur’an-ı Kerim, Yusuf (as)’in kıssasını belli bir akış içinde takdim ederken, bir
atlama yaptığı halde bu akışın bozulmadığı ifade ediliyor. Bu atlama, ifade edilmesi gereken
beş cümlenin ifade edilmeyip, bir cümle ile özetlenmesi şeklinde yapılıyor.
İnsanların yazmış olduğu romanda bir cümle atlansa romanın akışı bozulup vuzuh yani
konunun anlaşılırlığı gider. Kur’an bu tarz i'cazları, yani kısaltmaları çok yapmasına rağmen,
akışında ve fesahetinde bir eksilme ya da bozulma olmuyor; bu da edebi açıdan harika bir
özelliktir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Demek Kur’ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki,


binler muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve
ervah, o sofradan gıdalarını buluyorlar, müştehiyâtını
alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları kapalı
kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır." Üstad'ın bu
risaleyi neşrinden sonra açılan kapılar var mıdır?
"Elhasıl: Nasıl Elhamdü lillâh gibi bir lâfz-ı Kur'ânî okunduğu zaman, dağın
kulağı olan mağarasını doldurduğu gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına da
tamamen yerleşir. Aynen öyle de, Kur'ân'ın mânâları, dağ gibi akılları işbâ ettiği
gibi, sinek gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle talim eder, tatmin eder.
Zira Kur'ân bütün ins ve cinnin bütün tabakalarını imana davet eder. Hem
umumuna imanın ulûmunu talim eder, ispat eder. Öyleyse, avâmın en ümmîsi,
havassın en ehassına omuz omuza, diz dize verip beraber ders-i Kur'ânîyi dinleyip
istifade edecekler. Demek Kur'ân-ı Kerîm öyle bir mâide-i semâviyedir ki, binler
muhtelif tabakada olan efkâr ve ukul ve kulûb ve ervah, o sofradan gıdalarını
buluyorlar, müştehiyâtını alıyorlar, arzuları yerine gelir. Hattâ pek çok kapıları
kapalı kalıp istikbalde geleceklere bırakılmıştır."(1)

Evvela, Kur’an’ın manasındaki bu genişlik ve ihata, Allah’ın kelamı olmasından dolayı


ebedidir, bu sebeple hiç bir alim ve müçtehit bu genişlik ve ihatanın sonunu getiremez. Yani
Kur’an bütün akılların hocası bütün kabiliyetlerin terbiye edicisi ve bütün zamanların mutlak
rehberidir.
İkincisi, Üstad Hazretlerinden sonra her meslek sahibi kendi sahasında o kapalı kapıları
aralayabilir, bu imkan dahilindedir. Bu hususu imkan dışı görmek yanlış ve hata olur. Lakin
bilinen bir kapı aralama da henüz yok.
Üçüncüsü, her sahada uzmanlardan müteşekkil bir heyetin ileride Kur’an’ın külli bir
tefsirini yazacağını Üstad Hazretleri müjdeliyor. Bu da gösteriyor ki ileriki dönemlerde
zemin müsait hale geldiğinde bu tarzda çalışmaların olabileceğidir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Ekser âyât-ı Kur’âniyenin herbirisi, ekser âyâtın


herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir yüzü vardır ki, onlara
münasebâtın hutut-u mâneviyesini uzatıyor, birer nakş-ı
i’câzî nescediyor." Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetlerin
çıkarıldığını iddia edenler var. Nakş-ı i'caz nescedildiğine
göre; büyük asfiyalar ve evliyalar bu safsatayı tespit
ederlerdi değil mi? Kur'an'dan -haşa- ayet çıkarılsa bu
saklanabilir miydi?
Nesih ve mensuh ilmi, Kur’an içinde hükmü kalktığı halde, lafzı devam eden ayetler
olduğu gibi, lafzı kalkıp, hükmü devam eden ayetleri konu edinen bir ilim dalıdır.

Tabi ayetleri kaldıran ve yerine yenisini koyan yine Allah olduğu için bahsedilen i’caz aynı
ile devam ediyor. Kur’an içinde oynamayı ancak Allah yapabilir, insanların buna gücü
yetmez denilmek isteniyor. Allah Kur’an üzerinde değişiklik yapamaz denilemeyeceğine
göre, nesih ve mensuhu makul karşılamak gerekir.
Nesih ve mensuh ilminin meşruluğuna işaret eden ayetler şunlardır:

“Eğer biz bir ayetin hükmünü kaldırır veya onu unutturursak, ondan daha
hayırlısını veya dengini getiririz...” (Bakara, 2/106)

“Bir ayeti başka bir ayetin yerine getirdiğimizde, onlar (Muhammed’e) “Sen
sadece uyduruyorsun.” derler. Hayır öyle değildir, ama onların çoğu bilmezler. “
(Nahl, 16/101)

“Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ümmül Kitab O’nun katındadır.” (Rad,
13/ 39)

Tembih: Nesihler, temel ve itikadî hükümlerde değil, ibadet ve muamelata dair fer'î
hükümlerde gerçekleşmiştir. Dinin esas ve rükünlerinde nesih ve mensuh olmaz.
Şayet Kur’an ayetleri insanlar tarafından çıkarıldı deniliyor ise, bu Allah’a atılmış
iftiradan başka bir şey değildir. Zira Risale-i Nur'da da ifade edildiği gibi, Kur’an ayetleri
arasında öyle sağlam ve muhkem bir i’caz bağı var ki, değil bir ayeti bir harfini bile kimse
değiştiremez. Bu husus ayetlerde de ifade edilmiştir. Şöyle ki:
"Hiç şüphe yok ki o zikri, Kur’ân’ı Biz indirdik, onu koruyacak olan da Biz’iz."
(Hicr, 15/9)

Kur’ân mesajı öyle dikkatli, titiz bir şekilde korunmuştur ki, bugün dünyanın her
tarafında en yaygın kitap olan bu eser, bir harf farkı olmaksızın binlerce yıldan beri
okunmaktadır. Matbaa, kaydetme, ulaşım imkânlarına rağmen yirminci asırda yaşamış ünlü
şahısların eserlerinde bile farklılıklar bulunması, bu işin başlı başına mûcize olduğunu
gösterir.

"Emrolunduğun şeyi açıkla" kelamını işiten adamın, bu


ayetin belağatine secde ettiğini söylemesini nasıl anlamalıyız?
O ayetteki icaz nedir, başka ayetlerde belağat yok mu ki?
Kur'an Allah'ın kelamı olduğundan, her ayet ve kelimesinde çok mucizelik ve
harikalıklar vardır. Elbette her ayetinde mevcut olan i'cazı ve harikuladeliği, o zamanlarda
yaşayan her insan müşahede etmiştir. Bahsettiğiniz hadise ise, belki de binde bir
mesabesinde bir hadisedir. O zamanın müşrikleri, Kur'anın güzel sadasını dinlemek için
gelipte gizliden ve saklanarak Peygamberimizi ( a.s.m) dinledikleri meşhurdur.

Konu ile ilgili bir çalışmayı aşağıya alıyoruz:

İ'CÂZU'L-KUR'ÂN

Kur'an-ı Kerîm'in muciz olması. Benzerini getirmek isteyenleri aciz bırakması


Peygamberliğin ilanı ile birlikte muhataplara meydana okunarak ortaya konan ve
insanları acze düşüren olağanüstü şeye mucize denir. Kur'an'ın icazıyla, Kur'an'ın bu yönü
kastedilmektedir. Allah her peygambere, peygamberliğim isbat etmek için bu tür mucizeler
vermiştir.

Kur'an, peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'in mucizesidir ve mucize yönü kıyamete kadar
kalıcıdır. Diğer peygamberlere verilen mucizelerin kalıcılık yönü yoktur. Onların
mucizeleri, dönemlerinin tamamlanmasıyla son bulmaktadır. Aslında son peygamberin
mucizesinin kalıcı ve sürekli olması, tabii, hatta gereklidir. Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle
buyurmaktadır:

"Hiç bir peygamber yoktur ki, zamanındaki insanların inandıkları mucize(ler) kendisine
verilmiş olmasın. Mucize olarak bana verilen ise, bana vahyettiği Kur'an'dır. Dilerim ki
kıyamet günü peşinden gideni en çok olan, ben olunum" (Buhârî, İ'tisam, l).

Kur'an, akla hitap eden bir mucizedir ve kıyamete kadar kalıcılık vasfını buradan almaktadır.
O, müteaddit ayetlerde meydan okumuş. Allah tarafından gönderilmediğini iddia edenleri, bu
iddialarını ispatlamağa çağırmıştır. Kur'an'ın bu meydan okuyuşunu içeren ayetler, Mekke
döneminde inmeğe başlamış ve Medine döneminde de inmeğe devam etmişlerdir. Bu
konudaki açık ayetlerden üçü şöyledir:

"De ki:'Andolsun, eğer insan(lar) ve cin(ler) şu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere
toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olup yardım etseler de
(bunu yapamazlar) " (el-İsrâ, 17/88).

"Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş
sure getirin; eğer doğru iseniz Allah'tan başka, çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın
(da bunu yapın)!" (Hûd, l l/13).

"Yoksa 'onu uydurdu' mu diyorlar? Deki: "Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir
sure getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!" (Yûnuş 10/38).

Kur'an'ın meydan okuyuşunu sarahaten ya da kapalı olarak içeren daha pek çok ayet vardır.
Bu üç ayette görüldüğü gibi Kur'an, bir defasında tamamı, bir defasında on sûresi, birinde
de bir sûresi ile meydan okumaktadır. Ama ne indiği dönemde, nede o dönemden günümüze
bu meydan okumaya karşı koyacak biri çıkmış değildir.

Her Peygamber döneminde toplumun eğilimi ne ise, toplumda ne revaçta ise, o peygambere
o konuyla ilgili mucize verilmiştir. Kur'an'ın indiği dönemde, Araplar arasında en revaçta
oları husus, ifade güzelliğidir. Öyle ki, şiir ve hitabet için panayırlar düzenleniyor, şiirin
zirvesine erişen eserler kutsal Kâbe'nin duvarlarına asılıyordu. Ne var ki Kur'an, sadece o
dönem için indirilmiş bir kitap değildir. O, kıyamete kadar insanlığa hak yolu gösterecek ve
bu yola davet edecek bir kitaptır. Ayrıca O, belli bir kavme değil, bütün insanlığa
gönderilmiş bir kitaptır. Bunun için Kur'ân'ın icâz yönü, bir açıdan değil, birçok açıdan ele
alınabilir şöyle ki:

a - İfade güzelliği açısından Kur'an'ın icâzı:

Kur'an'ın indiği toplumda ifade güzelliğinin revaçta olduğu ifade edildi. Kur'an'ın bu açıdan
o dönem insanlarını ne kadar etkilediği tarihî bilgilerle sabittir. Kur'an'dan birkaç âyeti
dinledikten sonra, bu sözün insan sözü olamayacağı itiraf edenlerin sayısı pek çoktur. İşte
Hz. Ömer, Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürmek üzere kılıcını kuşanmış, O'nu aramaktadır. O
arada kızkardeşi ile kocasının da İslâm'ı kabul ettiklerini duyar ve yolunu değiştirerek her
şeyden önce onlara bir ders vermeyi kararlaştırır. Büyük bir hiddet ve öfkeyle kızkardeşinin
evine girer. Hatta karşılaşır karşılaşmaz kızkardeşini tokatlar. Ancak orada Kur'an'dan
birkaç ayeti dinledikten sonra bu sözün insan sözü olamayacağını itiraf eder ve İslâm dinini
kabul eder.

İfade güzelliği konusunda âdeta mütehassıslaşmış oları o toplum, Kur'an'ın ifade güzelliği
karşısında şaşakalmış, inatlarından bazen Kur'an için bu bir şiirdir, demiş, sonra kendileri
bu yakıştırmanın tutmayacağını anlayarak, bu bir sihirdir, insanları büyülüyor demişlerdir
(el-Enbiyâ, 21/5). Bazen şöyle, bazen böyle diyorlardı; bazen de, iftira mahsulü düzmece
sözlerdir, diyorlardı. Kur'an, bu konuda da onlara meydan okudu

b - Öngördüğü ahlâkî ve sosyal ilkeler açısından Kur'ân'ın icâzı:

İslâm'a girmeden önce müşrik Arap toplumunun ahlâkî yapısı ve seviyesi tarihen sabittir.
Her türlü ahlâksızlık ve çapulculuğun hüküm sürdüğü o toplum, İslâm'a girdikten sonra
insanlık için örnek bir toplum oldu. Birlik ve beraberliği sağlayan, güçsüzün hakkını
koruyan, insanlık tarihinde eşine rastlanmayan bir toplum oldu. Geriliğiyle alay eden
toplumlara fazilet ve medeniyet taşıyan bir toplum O toplum, kısa bir müddet içerisinde
çevresine hâkim olmuş, sadece inananları değil, İslâm'ı kabul etmeyen diğer din
mensuplarını da huzur ve güvenliğe kavuşturmuştur.

İşte Kur'an'ın getirdiği ilkelerin ilâhîliğini isbat hususunda bu tarihî vakıa güzel bir delildir.

c - Gaybî haberler açısından Kur'ân'ın icazı:

Kur'an'ın verdiği bu gaybî haberlerin bir kısmı geçmişe, bir kısmı da geleceğe aittir.
Geleceğe dair verdiği haberlerin de bir kısmı indiği dönemde, bir kısmı daha sonra
gerçekleşmiş ve hala zaman zaman gerçekleşmektedir. Müslümanların müşriklere gâlip
geleceği, Mekke'nin fethi, Bizans'ın İran'a galip geleceği gibi haberler, henüz Kur'an inmeğe
devam ediyorken gerçekleşmiştir.

Mekke döneminde henüz Müslümanlar zayıf bir durumdayken, müşriklerin "toplulukları


dağıtılacak, gerisin geriye döneceklerdir" (el-Kamer, 54/45) ayetiyle Müslümanlar
tarafından bozguna uğratılacağı haber verilmiştir. Hatta bu ayet indiğinde Hz. Ömer: "Biz
sayımız bu kadar az, onlar ise çok güçlü, onları nasıl yenebiliriz! şeklinde hayretini ifade
etmiş, Bedir savaşında müşrikler dağılıp kaçışmaya başlarken, bu âyetin gerçek anlamını
kavradığını belirtmiştir (İbn Kesir, Tefsîru'l-Kur'ani'l-Azîm, Mısır, ty. VII, 457).

Mekke'nin fethinden birkaç sene önce inen Fetih sûresi, Mekke'nin fethedileceği müjdesini
vermiştir.

Geleceğe dair bu tür haberler, Arap toplumunu aşarak diğer toplumları da kapsamına
almıştır. "Rumlar en yakın bir yerde yenildiler, onlar bu yenilgiden sonra birkaç (üç ile
dokuz) yıl içerisinde galip geleceklerdir" (er-Rum, 30/2-4) âyetleriyle yenilen Bizans'ın
yakında İran'a galip geleceği haber verilmiş ve gerçekten de bu müddet içerisinde
Bizanslılar, İranlıları Heraklios devrinde mağlup etmişlerdir.

Bütün bunları, ancak, ilmi geçmiş ve geleceği kapsayan biri doğru olarak haber verebilir.
Geleceğe dair haberler arasında Ebû Leheb'i konu alan "Leheb" sûresi gerçekten dikkat
çekicidir. Söz konusu sûre, henüz Ebû Leheb hayattayken inmiştir ve Ebû Leheb'in küfür
üzere ölüp Cehennemi hak edeceğini haber vermektedir. Eğer Ebû Leheb sûre indikten sonra
diliyle de olsa Peygamber'e inandığını söylemiş olsaydı, Hz. Muhammed'in diyecek bir şeyi
kalmazdı. Kur'an, Hz. Muhammed'in kendisi tarafından olsaydı, can düşmanına böyle bir koz
vermeyecekti. Ama Kur'an, geçmişi ve geleceği bilen, ilmi, insanların kalblerine kadar
uzanan Allah tarafından indirilmiştir ve Allah, Ebû Leheb'in böyle bir şey söylemeyeceğini
kesin olarak bilmektedir.

Kur'an'ın müsbet ilmin çok daha sonra keşfedeceği nice meseleyi önceden haber vermiş
olması, geleceğe dair gaybî haberlerdendir.

Güneşin hem kendi etrafında dönen ve hem de onun etrafında dönen birçok gezegenle birlikte
sabit bir noktaya doğru yol aldığı son asırlara ait keşiflerdendir. Oysa Kur'an bu ve benzeri
birçok gerçeği çok önceden haber vermiştir.

Bugün için Kur'an öğretisinin, diğer din ve ideolojilerin sahip oldukları maddî imkânlardan
uzak olduğu bir gerçektir. Hatta İslâm âleminde bile Kur'an öğretisinin baskı altında
bulunduğu, birçok ülkede mensuplarının takibat altında tutulduğu, inkârı mümkün olmayan
bir vakıadır. Bununla birlikte diğer din ya da ideolojilere mensup nice ilim, devlet ve sanat
adamı İslâm dinine girmekte, onun üstünlüğünü itiraf etmektedir. Bu hususu da Kur'an
icâzının ayrı bir yönüdür.
M. Sait ŞİMŞEK

"Emrolunduğun şeyi açıkla." ayetini duyan bir adamın


secde etmesi mevzuunda, "Müslüman mı oldun?" sorusuna
"Yok, Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum." demesini
nasıl anlamalıyız, buradaki belagati açıklar mısınız?
"Daha sair kelimât-ı Kur'âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf birer
kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor."
"İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak olduğundandır
ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman olmadan secdeye
giderdi. Bir bedevî 1 ‫ﺻَﺪْع ﺑَِﻤﺎ ﺗُْﺆَﻣُﺮ‬
ْ ‫"( ﻓَﺎ‬Emrolunduğun şeyi açıkla.” Hicr, 15/94). kelâmını
işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu
kelâmın belâğatine secde ediyorum.”(1)
Açıkçası o Arap’ın bu kelamdan hissettiği belagat ve inceliğe bizim tevafuk edip idrak
etmemiz mümkün değildir. Ayetin mealinde de o harika belagat görünemeyeceği için, o
belagati bizim idrak edip tarif etmemiz kabil değildir. Üstad Hazretleri o belagate değinse
idi bizde hissedebilirdik. Lakin Üstad Hazretleri tarif ve tafsil etmemiştir.
Zaten belagat imamlarından bazıları, "Belagat tarif edilmez, zevk edilir." demişler.
Üstad Hazretleri bu hususa şu şekilde işaret ediyor:
"Fakat Abdülkahir-i Cürcânî, Zemahşerî, Sekkâkî gibi belâgat imamlarınca, beşerin
kuvveti Kur’ân’ın yüksek üslûp ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir.
Bir de, Sekkâkî demiştir ki: “İ’câz, zevkîdir; târif ve tâbir edilemez.” ‫ق ﻟَْﻢ ﯾَْﺪِر‬ ْ ‫َﻣْﻦ ﻟَْﻢ ﯾَُﺬ‬
Yani, fikriyle i’câzı zevketmeyen, târifle vakıf olamaz; bal gibidir."(2)
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.
(2) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, Âyet: 23,24
"Evet, eğer izdivaçtaki hikmet, yalnız kazâ-yı şehvet olsa,
taaddüt bilâkis, olmalı. Halbuki, hattâ bütün hayvânâtın
şehadetiyle ve izdivac eden nebâtâtın tasdikiyle sabittir ki,
izdivacın hikmeti ve gayesi, tenasüldür..." İzah eder misiniz?
Evlenmenin tek gayesi şehvetin tatmin edilmesi olsa idi, çok evlenmeye gerek olmaz bir
eş de yeterli olurdu. Erkek ile kadının evlenmekteki tek amacı şehvet olsa, kadının menopoz
döneminden sonra da bu gaye devam ettirilebilir, erkeğin bu gaye için ikinci bir eşe ihtiyacı
olmaz. Ama evlenmenin asıl amacı neslin devamı ve çoğalması ise, o zaman bir kadın çabuk
menopoza girmesinden dolayı yetersiz kalabiliyor, bu yüzden İslam çok evliliğe ruhsat
veriyor. Çünkü erkek için çoğalma açısından bir kısıtlama bulunmuyor.
Kadınlar senede bir kez doğum yapar ve ömrünün belli bir döneminden sonra
doğurganlıktan kesilirler (Menopoz dönemine işaret); erkeklerde ise çoğalma açısından bir
kısıtlama bulunmuyor. Bu yüzden erkek bazı durumlarda birden fazla kadına ihtiyaç
duyabiliyor.
Şehvet lezzeti neslin çoğalmasına yardım eden bir dinamiktir. Şehveti evliliğin
merkezine koymak ve bütün gayeyi ona hasretmek hayvanlıktan başka bir şey değildir. Habis
olan Batı medeniyeti şehveti merkeze aldığı ve onu tahrik ettiği için, erkeklerin doyumsuz
şehvani dürtülerini tatmin etmek için fuhuşhaneleri açmaya mecbur kalmıştır.

"Gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-


nüma, birer nur-i hakikat-eda ve arz bir kafa; ber ve bahr
birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih
feşan suretinde arz-ı didar eder." cümlesiniz açıklar mısınız?
Sema dairesi bir kafa, yıldızlar, güneşler, aylar ve gezegenler ise birer ağız, bunlara
takılan hikmet ve faydalar ise bu ağızdan dökülen kelimeler ve cümleler hükmündedir. Evet
bugün astronomi ilmi sema dairesinin sayısız hikmet ve gizemlerini çözüp, insanlığın
nazarına takdim ediyor.
Güneşin içindeki bileşimlerden tutun, dünyanın milim eğikliğinden, mevsimlerin
oluşmasına karşı semanın binlerce sırlarını bilimsel metotlarla ifşa ediyorlar. Sema
dairesindeki bütün bu sırlar ve hikmetler Hakim ve Azim olan bir Müdebbiri bize gösterip,
ispat ediyor. Nasıl yeryüzündeki her bir bitki ve hayvan sayısız hikmet ve maslahat dilleri
ile Allah’ı bize isimleri ile tanıtıyor ise, aynı şekilde sema dairesi de yıldızlar ve
gezegenlerin o harika sistemleri ve kusursuz manevralar dili ile Allah’ı bize farklı isimlerle
tanıtıyorlar.
Evet, konuşmak hal ve kal olmak üzere iki türlüdür. Kal dili, normal kafa ve ağız ile
yapılan konuşmadır. İnsanların konuşması gibi. Bir de hal dili ile konuşmak vardır. Mesela
dilencinin elini açıp tevekkülane durması, bir talep ve istemektir, yani konuşmaktır. İşte
insan nasıl kal dili ile yani kafa ve ağız ile Allah’ı zikir ve tesbih ediyor ise, bütün kainat ve
mahlukat da hal dili Allah’ı zikir ve tesbih ediyorlar. Yani onun isim ve sıfatlarının manasını
ve haşmetini kainata hikmet ve hal dili ile ilan ediyorlar.
Bu noktadan sema ve içindeki yıldız ve sair unsurlar aynen insanın, kafa ve ağzı ile
konuşması gibi, hal dilleri ile Allah’ın azamet ve haşmetini bizlere fasih bir lisan ile
bildirip ilan ediyorlar.
Sema bir kafa ise, yıldız ve galaksiler bu kafadan çıkan kelimeler ve cümleler gibidir.
Bu kelime ve cümlenin konusu ise Sanatkarının azamet ve haşmetini ilan etmektir. Hayatı ve
şuuru olmayan bu mahlukat, bir nevi hayatlı ve şuurlu gibi konuşturuluyor.
Nasıl ki, sema kafa olunca, yıldız ve galaksiler onun kelimesi oluyor ise, dünya ve
zemin kafa farz edilirse, bu kez zemindeki bitki ve hayvanlar kelime ve cümle oluyorlar.
Semada Celal ismi galipken, zeminde Cemal ismi galip tecelli ediyor.
Özet olarak, ister semada olsun, ister zeminde olsun, her şey ve her mahluk Allah’a
şuurlu bir insan gibi ibadet ve tesbihte bulunuyor. Allah’ın isim ve sıfatlarını kainatta ilan ve
izhar vazifelerini görüyorlar.

"Hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu


bulunuyor." cümlesini açıklar mısınız?
Bir kelime düşünelim. Bu kelimenin on tane muhtemel manası bulunsun. Kelimeyi ifade
eden hatip, kelimenin muhtemel bu on tane manasından birisini tahsis ederse, yani kelimeyi
bir manaya münhasır kılacak şekilde ifade ederse, diğer dokuz muhtemel mana saf dışı olur.
Lakin tahsis etmeden sükut etse, yani o kelimeyi mutlak ve özgür bıraksa, o kelimenin her
muhtemel manası anlam imkanı içinde kalır.
Kur’an’ın kelimelerinde bu kabilden binlerce muhtemel manalar bulunuyor; Allah bu
kelimeleri bir manaya tahsis etmiyor, sükut ile özgür ve mutlak bırakıyor ki, her mütehassıs
ve alim, bu manalardan istifade etsin.

"Ey iman edenler! Namaza kalkmak istediğinizde yüzlerinizi ve dirseklere


kadar ellerinizi yıkayın! Başlarınızı meshedip, topuklarınızla birlikte ayaklarınızı
da yıkayın!" (Maide, 5/6)

Ayette ki “Başlarınızı meshedip,..” ifadesi mücmel ve sükuti bir ifadedir. Bu yüzden her
müçtehit başın nasıl mesh edilmesi gerektiği konusunda farklı içtihatlarda bulunmuş ve farklı
coğrafyada yaşayanlara zengin ve rahmetli birer yol göstermişlerdir. Maliki mezhebi bu
ayetten başın tamamı yıkanacak diye anlamış ve Afrika kıtasını serinletmiş. Şafi mezhebi bir
parmak kadar ıslatmak kafi deyip kutuplarda yaşayanları rahatlatmıştır vs...
Şayet ayet, başı mesh etmeyi bir miktarla tahsis etmiş olsa idi, yani sükut olmasa idi,
farklı iklimde yaşayan insanlar sıkıntıya maruz kalacaklardı. Daha bunun gibi çok örnek
verilebilir.
"İkinci kelime avâmı kine, hasede, mübarezeye sevk edip
rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selb ettiği gibi, şu asırda
sa’y, sermaye ile mübareze neticesi, herkesçe malûm olan
Avrupa hâdisât-ı azîmesi meydana geldi." İzah eder misiniz,
bu hadise nedir?
Avrupa hadisesi emek sermaye çatışmasına işarettir. Evet,1789 Fransız İhtilali ile
başlayıp bolşevik hareketi ile devam edip en nihayetinde İkinci Dünya Savaşını netice veren
ve ondan sonra soğuk savaşa yerini bırakan emek sermaye çatışması, insanlık tarihinin en
karanlık dönemlerinden bir dönemdir ki, bu karanlığın en önemli alt faktörü iki kelimedir:

"İşârâtü’l-İ’câz’da ispat edildiği gibi, bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin madeni bir


kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir."

"Birinci kelime: “Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!”

İkinci kelime: “Sen çalış, ben yiyeyim...”(1)

Birinci kelime zekat ve yardımlaşma ruhunun terk edilmesi anlamına geliyor. İkinci
kelime ise, bencilliğin en alçakçası olan faizciliğe işaret ediyor.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Kavga kapısını kapamak için banka (ribâ) kapısını


kapayınız." cümlesini izah eder misiniz?
Banka faizi, faiz haksız kazancı, haksız kazanç da haksızlığa uğrayan bir zümrenin
varlığına işaret ediyor. Bu zümre fakirlerdir. Bu zümrenin düşmanı ise; faiz ve türevleri ile
zengin olan gaddar kapitalist sınıftır. Kavga ise bu iki zümre arasında cereyan ediyor. Yani
kavga; emek ile sermaye arasında vuku buluyor. Yüz yıla yakın süren komünizm, kapitalizm
çatışması bunun en somut örneğidir.
Evet, 1789 Fransız İhtilali ile başlayıp, komünizm hareketi ile devam edip, en
nihayetinde İkinci Dünya Savaşını netice veren ve ondan sonra soğuk savaşa yerini bırakan
emek-sermaye çatışması, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden bir dönemdir ki, bu
karanlığın en önemli nedeni iki kelimedir.

"Birinci kelime: 'Ben tok olayım; başkası açlıktan ölse bana ne!..'
İkinci kelime: 'Sen çalış, ben yiyeyim.' "(1)

Birinci kelime zekat ve yardımlaşma ruhunun terk edilmesi anlamına geliyor. İkinci
kelime ise bencilliğin en alçakçası olan faizciliğe, yani bankacılığa işaret ediyor.
İslam faizi yasak edip, zekatı emrederek, bu iki sınıf arasında sağlam ve sağlıklı bir
köprü kuruyor ve bu kavgayı bitiriyor. Şayet insanlık İslam’ın bu nafi reçetesini tatbik etmiş
olsa idi, bu kavga ve savaşlar yaşanmayacaktı.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Kendini nur-u Kur’ân’dan evvel asr-ı cahiliyette, sahrâ-


yı bedeviyette farz et ki, her şey zulmet-i cehil ve gaflet
altında,.." Cahiliye döneminde putperestliğin yanı sıra bir
yaratıcı olduğuna inanılmıyor muydu?
"Müşriklerin Allah inancı, putperestlik perdesi arkasında zayıf ve köksüz bir inançtı;
tıpkı Aristo’nun Allah’ı ilk sebep olarak kabul edip sonra kainatın tedbir ve terbiyesini on
akla ya da sebeplere vermesi gibi bir şey. Yani felsefenin ya da pagan kültürlerinin etkisiz
ve yetkisiz bir İlah tasavvuru bulunuyor. Haliyle bu tarz inançların, ayetlerin ifade ettiği
tahkiki imanın yanında esamesi bile okunmaz.
Hem şirk, Allah’a olan teveccühün önünde kesif ve kara bir perde gibidir. Müşriklerin
bu şirk perdesi arkasında duran Allah’a safi ve gönülden inanması ve ona göre yaşaması pek
mümkün değildir. Yani müşrikler, Allah’ın adına iman ediyorlardı, kendine değil.
Kur’an, bu kesif ve kara perdeleri ayetler şahapları ile delik deşik edip, insanlara hakiki
Allah inancını tanıtmış ve tattırmıştır.
Taklidi iman sahipleri bile Allah’tan ve Onun rububiyetinden gafil iken, müşriklerin
Allah’ı ve Onun uluhiyetini şirk karanlığı içinde hissetmeleri ya da görmeleri pek
mümkün ve sahici gözükmüyor.

"Kur'an'ın kelimeleri bir nakış gibidir." diyor Üstad.


Buradaki nakış kelimesi nakşın evveliyle ahirinin bağlantılı
olmasından mı?
Kur’an’ın kelimeleri öyle bir incelik ve letafet ile yerleştirilmiş ki, her bir ayetin diğer
ayetlere bakan bir gözü, işiten bir kulağı vardır. Ayetler arasındaki bu sıkı bağ ve irtibat
âdeta ayetleri bir ayet hükmüne getirmiş, her bir sure küçük birer Kur’an olmuştur. Kubbeli
taşların birbirine dayanarak binayı oluşturması gibi, ayetler arasında da öyle bir dayanışma,
öyle bir kucaklaşma, öyle bir yardımlaşma var ki, âdete parçalanmaz bir bütün haline
gelmişler.
İşte Kur’an ayetleri arasındaki bu şiddetli irtibat ve bağları Üstad Hazretleri nakışlara
benzetiyor. Nakışlar da bir bütün olduğu zaman anlam ifade eder. Mesela, bir çiçek nakşının
bir noktasını alsak, tek başına bir güzellik ve estetik ifade etmez, ancak bütünü ile bir şey
ifade eder. İşte Kur’an kelime ve ayetleri de aynı manayı içeriyor.

ِ ‫ﺴْﺘُﮭْﻢ ﻧَْﻔَﺤﺔٌ ِﻣْﻦ َﻋَﺬا‬


"Meselâ ‫ب َرﺑﱢَﻚ‬ ‫ َوﻟَﺌِْﻦ َﻣ ﱠ‬Bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için,
en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade
edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet verecek. İşte, ‫ﻟَﺌِْﻦ‬
lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. ‫ﺲ‬ ‫ َﻣ ﱠ‬lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade
ٌ
eder. ‫ ﻧَْﻔَﺤﺔ‬lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet
eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde “biricik” demektir, kılleti ifade eder. ٌ‫ﻧَْﻔَﺤﺔ‬
deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor.” demektir.
‫ ِﻣْﻦ‬lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça” demektir; kılleti ifade eder. ‫ب‬ِ ‫ َﻋَﺬا‬lâfzı, nekâl,
ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır ki, kıllete işaret eder. ‫ َرﺑﱢَﻚ‬lâfzı, Kahhâr,
Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte, bu
kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur,
kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine
bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal
bir derece lâfız ve maksada bakar."(1)

Bu ayette Kur'ân'ın kelime ve cümlelerindeki düzen ve birbiriyle ilişkileri yönünde


mucize oluşuna dair bir misal gösteriliyor. Yani ayetin her bir kelimesi ve kelimelerden
oluşan cümlenin geneli aynı maksat ve gayeyi gösteriyor ki, bu cümlenin mucize derecesinde
olduğunu gösteriyor. İnsan takatinin altından kalkabileceği bir cümle kelime ilişkisi değildir
bu.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule

"Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha dahi Besmelede münderiç


olduğuna ehl-i keşif müttefiktirler." izah eder misiniz?
Bu gibi tefsirlere işari veya tasavvufi tefsirler denilir ki, bu sadece bir lafız ve
cümleden ibaret değildir. Maneviyatı ve kalbi inkişaf etmiş velayet sahibi alimler, Kur’an
harflerinden böyle derin ve sırlı keşifler yapmışlardır. Özellikle İbn-i Arabi bu alanda
şöhretlidir. Nitekim Risale-i Nurlarda da bu mana kısmen tezahür etmektedir “Na’budü”deki
nun harfinden üç sahifelik tefsirin yapılması buna güzel bir sermeşktir.
Fatiha suresi Kur'an-ı Kerim tarafından "Seb'û'l-mesani" olarak vasıflandırılmıştır.
Ayette bu husus şu şekilde tarif edilmiştir;

”Şu kesin ki biz sana Seb-i mesânî ile şu yüce Kur’ân’ı verdik.”(Hicr, 15/87)

Müfessirler "Seb'û'l-mesani" ile kast edilenin "Fatiha suresi" olduğunda ittifak


etmişlerdir. Bu ifadeden şu da anlaşılıyor ki, Fatiha suresi Kur'an-ı Kerim’in bir özeti ve
çekirdeği mesabesindedir. Bir çeşit, Kur'an-ı Kerim’in umumu Fatiha suresinin bir açılımı
ve tefsiri gibidir. Böyle kıymetli bir surenin çokça okunması da bu sırdan dolayıdır.
Fatiha suresi nasıl ki, Kur'an-ı Kerim’in bir fihristi bir özetidir; aynı şekilde "besmele"
de Fatiha suresinin, dolayısı ile de Kur’an’ın bir fihristi ve özeti gibidir. Besmele içindeki
Allah, Rahman ve Rahim isimleri, Allah’ın bütün cemal, kemal isim ve sıfatlarını cem eden
geniş bir sadef gibi olmasından dolayı, bir cihetle bütün Kur’an’ın açılmamış bir çekirdeği
mesabesindedir.
Tasavvuf ehli, Allah’ın kelamdaki kudretine işaret etmek için "besmele de “Be”
harfinde saklıdır" diye güzel bir nüktede bulunmuşlar. Allah nasıl koca incir ağacını
küçücük bir incir çekirdeğinin içinde saklamış ise, aynı şekilde Kur’an’ı da “Be” harfinde,
veyahut bir noktada cem edebilir demektir.
İmam Ali (ra)’a atfedilen şu söz meseleye güzel bir levhadır: “İlim bir nokta idi, onu
cahiller çoğalttı.” Tabi bu gibi ince ve latif hakikatleri tam anlamak için kalp ve gönül
dünyasının alabildiğine engin ve açık olması iktiza eder.

"Kur’ân, (1) kulûbe kut ve gıda ve (2) ukûle kuvvet ve


gınâ ve (3) ruha mâ ve ziya ve (4) nüfusa devâ ve şifa
olduğundan usandırmaz. Fakat en güzel bir meyveyi hergün
yesek, usandıracak..." Açıklar mısınız?
Kur’an kalplerin manevi gıdasıdır. Nasıl bedenimiz gıdasız yaşayamaz ise, insanın
manevi kalbi de Kur’an hakikatleri olmadan yaşayamaz.
Kur’an, insanın aklına kuvvet ve zenginlik katar ve onu tamamlar. Kur’an’sız akıl
nakıstır, hakikatleri kendi başına idrak edip hazmedemez. Nasıl elektronik bir eşya, elektrik
olmadan çalışamaz ise, Kur’an’sız bir akıl da manevi şeyleri anlama noktasında çalışmaz ve
noksan kalır. Akıl elektronik bir eşya, Kur’an ise onu çalıştıran manevi bir elektrik akımı
gibidir.
Kur’an ruha su ve ışık gibidir. Nasıl insanın cesedi su ve ışık olmadan yaşayamaz ise,
insanın ruhu da su ve ışık öneminde olan Kur’an olmadan yaşayamaz, tekamülünü tamam
edemez.
Kur’an aynı zamanda nefsin hastalık ve afetlerine karşı şifa ve devadır. İnsan ancak
Kur’an’ın terbiyesi ile nefsini ıslah edip temizleyebilir.
Kur’an hakikatleri ekmek ve su gibi olup, insanı usandırmaz. Daima tekrar edilse de,
insan bundan lezzet alır. Açlığın devamlı olması, ekmek ve suyun devamlı olmasını nasıl
iktiza ediyor ise, insanın kalp, ruh ve vicdanın açlığı da Kur’an gıdasının devamlı olmasını
iktiza ediyor. Kur'ân hakikatleri meyve gibi bir defa tadılacak gıdalardan değil, ekmek ve su
gibi sürekli gerekli olan zaruri gıdalardandır.

"Kur’ân’ın nazmında bir cezalet-i harika var. O


nazımdaki cezalet ve metaneti, İşârâtü’l-İ’câz baştan aşağıya
kadar bu cezalet-i nazmiyeyi beyan eder." Biz bazı sureleri
çok akıcı okuyabiliyoruz (Yasin vs.) bazılarını
okuyamıyoruz. (Kehf suresi) gibi. Bazı bölümlerin zor
ezberlenir ve okunur olması, Arapçayı bilmediğimizden mi
kaynaklanıyor?
Bu hususu birkaç madde halinde izah etmek mümkün.
Birisi, bazı ayetleri daha akıcı okumamızın nedeni, çokça okunmasından kaynaklanıyor.
Mesela Yasin suresi en çok okunan surelerden olduğu için, zamanla insanın kulak ve dilinde
daha kolay ve akıcı bir hale geliyor. Diğer sureler de aynı sıklıkla okunsa, o da aynı şekilde
akıcı ve kolay hale gelecek aslında.
İkincisi, bizim noksanlığımızdan kaynaklanıyor. Sure ve ayetler ne kadar akıcı ve kolay
da olsa bizim okuma gücümüz zayıf olursa o akıcılığı ve kolaylığı kendimize karşı sabote
etmiş oluruz.
Üçüncüsü, Kur’an surelerinin Mekkî ve Medenî olmak üzere iki kısma ayrılması ve
buna göre belagat aksamlarının ortaya çıkmasıdır. Mekkî ayetler ekseriyetle Medenî ayetlere
göre daha beliğ, daha fasih, daha akıcıdır.
Bu hususu Üstad Hazretleri geniş bir şekilde şöyle izah ediyor:

"Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyânın Mekke sûreleriyle, Medine sûreleri belâgat


noktasında ve i'caz cihetinde ve tafsil ve icmal veçhinde birbirinden ayrı olmasının
sırrı ve hikmeti şudur ki:"
"Mekke'de, birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve
ümmîleri olduğundan, belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve i'cazlı, muknî, kanaat
verici bir icmal; ve tespit için tekrar lâzım geldiğinden, ekseriyetle Mekkiye
sûreleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve
i'cazlı bir îcaz ile tekrar edip ifade ederek, mebde' ve meâdı, Allah'ı ve âhireti,
değil yalnız bir sayfada, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede, belki bazan bir
harfte ve takdim, tehir ve târif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi heyetlerde öyle
kuvvetli ispat eder ki, ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar. Risale-i
Nur ve bilhassa Kur'ân'ın kırk vech-i i'câzını icmalen ispat eden Yirmi Beşinci Söz
zeyilleriyle beraber ve Kur'ân'ın nazmındaki vech-i i'câzı hârika bir tarzda ispat
eden Arabî Risale-i Nur'dan İşârâtü'l-İ'câz tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiye
olan sûre ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâğat ve en yüksek bir i'câz-ı îcâzî
vardır."
"Amma, Medeniye sûre ve âyetlerde, birinci safta muhatap ve muarızları ise,
Allah'ı tasdik eden Yahudi ve Nasârâ gibi ehl-i kitap olduğundan, mukteza-yı
belâğat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vâzıh ve tafsilli
ve üslûpla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usulünü ve imanın rükünlerini değil, belki
medar-ı ihtilaf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların
menşeleri ve sebepleri olan cüz'iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o Medeniye sûre
ve âyetlerde, ekseriyetle tafsil ve izah ve sade üslûpla beyanat içinde, Kur'ân'a
mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz'î teferruat hâdisesi içinde yüksek,
kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz'î hâdise-i şer'iyeyi küllîleştiren
ve imtisâlini iman-ı billâh ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve imaniyeyi ve
uhreviyeyi zikreder, o makamı nurlandırır, ulvîleştirir."(1)

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Onuncu Mesele


"Kütüb-ü sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat
etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne, hakikat-i
vakıayı faslediyor." Bu ifadelere Kur'an'dan örnek var
mıdır?
İmanın altı rüknü ve temel bazı ibadetler konusunda Kur’an, Tevrat ve İncil ile ittifak
içindedir ve onlara muvafakat etmiştir. Tevrat ve İncil de aynı Kur’an gibi Allah’ın
varlığını, ahireti, melekleri, kaderi, kitaplara imanı, nübüvveti ibadetlerden orucu, duayı,
sadakayı kabul etmektedirler.
Mesela oruç hakkında ayet şu ifadeleri kullanmaktadır:

"Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz
kılındı. Umulur ki korunursunuz."(Bakara, 2/183)

Tevrat ve İncil’in içine sonradan karışmış olan şirk ve hurafeler ise, Kur’an tarafından
temizlenip düzeltilmektedir. Teslis inancı, meleklere erkek ve dişiliğin isnat edilmesi,
ruhban sınıflarına rububiyet verilmesi, insanın günahkar doğmasına inanılması gibi bir çok
hurafe ve şirk unsurları Kur’an tarafından reddedilip tashih edilmiştir.

"Kütüb-ü sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat


etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne, hakikat-i
vakıayı faslediyor." izah eder misiniz?
Kur'an-ı Hakim, geçmiş semavi kitapların bozulmamış, tahrife uğramamış esas ve hak
olan kısımlarını onaylıyor, onları doğruluyor ve ispat ediyor. Tahrif edilmiş, bozulmuş olan
kısımlarını ise doğrusunu göstererek düzeltiyor.

Mesela, İncil’de ve Tevrat’ta var olan, Allah’a iman, cennet ve cehenneme iman,
meleklere iman gibi iman esaslarını daha ikna edici ve açık olarak teyit ve tespit ederken.
Aynı zamanda, papazlar tarafından İncil’e sokuşturulmuş: “Mesih İsa Allah’ın oğludur”,
"rahiplerin günah çıkarması", "melekler Allah'ın kızlarıdır," gibi sapık fikirleri de reddedip
düzeltiyor.

Yine hazreti İsa'nın (a.s.) Yahudiler tarafından katledilmeyip, göğe yükseltildiğini ifade
ederek, olayın gerçek boyutunu göstererek, insanlığı talim ediyor.

Tevrat’ta peygamberlere olan iftira ve asılsız yakıştırmaları reddedip, onları temize çıkarıp,
gerçek liyakatini veriyor.

Daha buna benzer bir çok, yanlış ve dinin aslına yakışmayan iftiraları Kur’an düzeltip,
temizliyor. İncil ve Tevrat'ta da kabul edilen imanın esasını ve rükünlerini de daha ikna
edici ve keskin bir üslup ve ispat ile onları teyit edip insanlığa ders veriyor.

"Meclis-i Nebevîde, küçük bir cemaatin, cüz’î bir hadise


ünvanıyla, milel-i insaniye içinde hırs-ı hayat ve havf-ı
mematla en meşhur olan millet-i Yehudun,.." Buradaki cüzi
hadise nedir?
"De ki: Eğer Allah katında âhiret yurdu (cennet) bütün insanlar içinde yalnız
size ait ise ve bu iddianızda samimi iseniz haydi ölümü istesenize!" (Bakara , 2/94)

İbnu Cerîr, Ebu Âliye’den (r.a.) bildirdi. Ebu Âliye (r. a.):

"Yahudiler, 'Cennete ancak Yahudi olanlar girer.' dediler. Bunun üzerine Allah
Teâlâ, Bakara: 2/94 ayetini indirdi." dedi.

Hazreti Peygamber (asv) ile Yahudiler arasındaki bu küçük tartışmanın neticesinde, bu


ayet nazil olarak Yahudilerin ne kadar dünya hayatına perestiş ettiklerini, ne kadar
sözlerinde yalancı ve nifak içinde oldukları ve bunun kıyamete kadar da devam eden külli
bir kaide olduğu ilan edilmiş oldu...
Bu ayet Yahudi milletinin hırs ve dünya sevgisine işaret ediyor. Ve ayrıca bu hırs ve
dünya sevgisinden dolayı Yahudi milleti zillet ve meskenet cezasına çarptırılmışlardır.

"Nakil ise, kıraat ve kitâbet ehline mahsustur. Dost ve


düşmanın ittifakıyla, kıraatsiz, kitâbetsiz, emânetle mâruf,
ümmî lâkabıyla mevsuf bir zâta..." cümlesini devamıyla
açıklar mısınız?
BİRİNCİ ŞAVK: Maziye ait ihbârât-ı gaybiyesidir. Evet, Kur'ân-ı Hakîm,
bil'ittifak, ümmî ve emin bir zâtın lisanıyla, zaman-ı Âdem'den tâ Asr-ı Saadete
kadar, enbiyaların mühim hâlâtını ve ehemmiyetli vukuatını öyle bir tarzda
zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet kuvvet ve
ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvafakat
etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne, hakikat-i vakıayı faslediyor.
Demek, Kur'ân'ın nazar-ı gayb-bînîsi, o kütüb-ü sâlifenin umumunun fevkinde
ahvâl-i maziyeyi görüyor ki, ittifakî meselelerde musaddıkane onları tezkiye
ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne onlara faysal oluyor. Halbuki, Kur'ân'ın
vukuat ve ahvâl-i maziyeye dair ihbârâtı aklî bir iş değil ki akılla ihbar edilsin.
Belki semâa mütevakkıf nakildir. Nakil ise, kıraat ve kitabet ehline mahsustur.
Dost ve düşmanın ittifakıyla kıraatsiz, kitabetsiz, emanetle maruf, ümmî lâkabıyla
mevsuf bir zâta nüzul ediyor."(1)

Kur’an’ın geçmiş hakkında verdiği malumatlar tamamen Allah’ın bütün zamanları


kuşatan ezeli ve ebedi ilminden süzülüp geliyor. Peygamber Efendimiz (asm) -haşa- geçmiş
kitapları inceleyip oralardan kopya çekerek bu malumatları bildirmiyor. Zira hem
Peygamber Efendimiz (asm) hem de onun mensubu olduğu Arap toplumu ümmi ve kapalı bir
toplum olduğu için, sair dinler ile aralarında herhangi bir kültürel etkileşim olmuyor.
Bu sebeple, ümmi ve kültürel etkileşime kapalı olan bir zatın elinde böyle harika ve her
detayı sadık bir malumatın bulunması, mucizeden başka bir şey ile ifade edilemez.
Kur’an şayia ve söylentiden münezzeh bir şekilde nazil olmuştur. Maziye ait ifadeleri
kati ve tutarlıdır. Yani kitabi bir üslup ile gelmiştir. Kur’an filanca dedi ki, filanca şöyle
nakletti ki, gibi şüphe ve zafiyet bildiren üsluplardan mualla ve mukaddestir. Böyle kati ve
kitabi ifadeleri de ümmi birisi bildiremez.
Nakil, bir şeyi aktarmaktır. Burada önemli olan nakil değil, nasıl nakil olunduğudur.
Nakil, şayia şeklinde de olur, kitabi bir şekilde de olur. Kitabi nakli ancak ehl-i kıraat ve
kitabet yapabilir. Kıraat ve kitabi olmayan birisinin kitabi nakil yapması mümkün değildir.
Mısır piramitleri hakkında bir halkın şayia şeklindeki malumatları var, bir de bilimsel
araştırmaya dayanan kitabi veriler var. Halkın esatiri ile bilimsel, kitabi malumatı aynı
kefeye koymak tenakuz olur. Kur’an kitabi bir malumat iken, onun nazil olmasına vesile olan
Zat-ı Mübarek ümmi ve kıraatsız birisidir. Bu da Kur’an’ın mucize olduğuna kanıttır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule

"Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi,


kimse kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın, birbirinin
yardımı da mı fayda etmedi?" Kur'an-ı Kerim'e karşı,
muarazaya teşebbüs edilememesinin ispatı nasıldır, yoksa
edilmiş de, biz mi duymamışız?
"Eğer desen: "Nasıl biliyoruz ki, kimse muârazaya teşebbüs etmedi? Kimse
kendine güvenemedi mi ki meydana çıksın? Birbirinin yardımı da mı fayda
etmedi?"
"Elcevap: Eğer muâraza mümkün olsaydı, alâküllihal kat'î teşebbüs edilecekti.
Çünkü izzet ve namus meselesi, can ve mal tehlikesi vardı. Eğer teşebbüs
edilseydi, alâküllihal, kat'î taraftar pek çok bulunacaktı. Çünkü hakka muarız ve
muannit daima kesretli idi. Eğer taraftar bulsaydı, alâküllihal iştihar bulacaktı.
Çünkü, küçük bir mücadele, beşerin nazar-ı istiğrabını celb edip destanlarda
iştihar eder. Şöyle acip bir mücadele ve vukuat ise gizli kalamaz. İslâmiyet
aleyhinde tâ en çirkin ve en şenî şeylere kadar nakledilir, meşhur olur. Halbuki,
muârazaya dair, Müseylime-i Kezzâb'ın bir iki fıkrasından başka nakledilmemiş. O
Müseylime'de çendan belâgat varmış. Fakat hadsiz bir hüsn-ü cemâle mâlik olan
beyan-ı Kur'ân'a nisbet edildiği için, onun sözleri hezeyan suretinde tarihlere
geçmiştir. İşte, Kur'ân'ın belâgatindeki i'câz, kat'iyen, iki kere iki dört eder gibi
mevcuttur ki, iş böyle oluyor."(1)

Kur'an-ı Kerim’in beyan ve nazmı mucizedir. Bu yüzden insanlar, Kur'an-ı Kerim’in bir
benzerini getirmekten ve yapmaktan acizdirler. Kur'an bu manayı şu ayeti ile ilan ediyor:

"De ki: And olsun, eğer bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için insanlar ve cinler
bir araya toplanıp da hepsi birbirine yardımcı olsalar, yine de onun bir benzerini
getiremezler."(İsrâ, 17/88).

Bu ayet açık bir şekilde insanlara ve inkar edenlere meydan okuduğu için, her asırda
hükmü caridir yani; meydan okuması halihazırda da geçerlidir. Ama Kur'an nazil olduktan bu
yana hiç kimse ve hiçbir gurup onun bir benzerini getirmeye teşebbüs etmemiş ve
edememiştir. Bu da insanların, Kur'an karşısında ne denli aciz kaldığının bir vesikasıdır.
Üstat bu paragrafta tarihte; Kur'an’a meydan okuyanın çıkmadığını izah ve ispat ediyor.
Şayet, Kur'an’a meydan okumak imkan dahilinde olsa idi; Kur'an düşmanları mutlaka
onun bir benzerini yapmaya çalışırlardı. Çünkü Kur'an, ayetleri ile kafirleri ve düşmanlarını
çok şiddetli olarak aşağılayıp, onların izzet ve şereflerini yerle bir ediyor. Onların ebedi
ateşle can ve mallarının tehlikede olduğunu söylüyor. Kur'an’ın böyle şiddetli meydan
okuması karşısında şayet kafir ve düşmanlarının karşı koyacak gücü olsa idi mutlaka karşı
koyma girişimleri olacaktı. Şayet böyle bir girişim ve teşebbüs olsa idi, bu girişim ve
teşebbüsün taraftarı ve yandaşı çok olurdu. Zira hakkın ve doğrunun, düşmanı ve muhalifi
tarihin her döneminde çoklukla bulunmuştur. Bu yüzden Kur'an’a meydan okuma
teşebbüsüne, şiddetle destek olurlardı. Eğer böyle bir meydan okuma tarihte vuku bulup,
buna da çoklukla taraftar olsa idi, kesinlikle meşhur olurdu. Böyle ciddi bir meydan okuma
girişiminin tarihte gizli kalması düşünülemez.
Hatta böyle bir şey olsa idi; Kur'an düşmanları, bunu dillere destan yaparlardı. Tarihte
İslam aleyhinde en basit ve adi olaylar bile büyük bir hadise gibi nakledilirken, böyle ciddi
bir meydan okuma girişimi nasıl olur da gizli kalır. Demek tarihte kimse Kur'an’a ciddi
anlamda meydan okuyamamıştır. Sadece Müseylime-i Kezzâb adında bir şair meydan
okumaya çalışmış, o da maskara olmuştur. Bu da, Kur'an’ın mucize olduğunun bir ispatıdır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule

"Peygamberin (a.s.m.) evlâd-ı zükûru rical derecesinde


kalmayıp, rical olarak nesli, bir hikmete binaen
kalmayacaktır." İzah eder misiniz, bunun hikmeti ne
olabilir?
"Dördüncü nükte: Bir kısım, şu âyetten şöyle bir işaret-i gaybiye fehmeder ki:
Peygamberin (a.s.m.) evlâd-ı zükûru rical derecesinde kalmayıp, rical olarak nesli,
bir hikmete binaen kalmayacaktır. Yalnız, 'rical' tabirinin ifadesiyle, nisânın
pederi olduğunu işaret ettiğinden, nisâ olarak nesli devam
edecektir. Felillâhilhamd, Hazret-i Fâtıma’nın nesl-i mübareki, Hasan ve Hüseyin
gibi iki nuranî silsilenin bedr-i münevveri, şems-i nübüvvetin mânevî ve maddî
neslini idame ediyorlar."(1)

Hazreti Peygamber (asv)'in neslinin erkek evladından değil de kız evladından devam
etmesinin birçok hikmetleri olabilir. Biz bir kaçına işaret edelim:
Birincisi, erkek egemen bir toplumda, kız çocuğunun insandan bile sayılmayıp diri diri
gömüldüğü bir zeminde, kızın ve onun soyunun ne kadar değerli olduğunu göstermek için
kader böyle hükmetmiş olabilir.
İkincisi, Peygamber Efendimizin (asv) erkek evladına karşı aşırı bir saygı ve hürmet
gösterilmesi, hatta çok ileriye gidilip saygının şirk boyutuna götürülme riskine karşı, kader
onları yaşatmamış denilebilir.
Gerçekten Hazreti Peygamber (asv)'in erkek evladını tahayyül edince insanın tüyleri
diken diken oluyor... Hazreti Hasan ve Hüseyin (r.anhuma)’nın harika kemalatına olan
teveccüh bu inceliğe işaret ediyor.
Üçüncüsü, nesep ve kavmiyetçiliğin çok yaygın olduğu o dönemde, Allah bu sosyal
gerçekliği çürütmek ve o batıl damarı tadil etmek için, Hazreti Peygamber (asv)'in şahsında,
nesebi dolayısı ile de nesepçiliği inkıta uğratmış denilebilir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi,


sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men
eder." Suretperestliği men eden ayetler hangileridir?
"Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi
taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi
mehâsininden sayıp Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz
suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i
mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik
eder."(1)

Sanemperestlik, putperestlik demektir ki bazı eski ilkel toplumların inanış şeklidir.


Suretperestlik ise bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, ruhuna ve mânasına
kıymet vermemek demektir . Resimlere ve dış görünümlere meftun ve müptela olmak
manasına gelir.
İlkel toplumların putperest inanış geleneği, suret ve şekil değiştirerek suretperestlik
şekline girmiştir. Bugün çıplak kadın suretlerinin tapılacak derecede neşredilmesi bu
hastalığın bir tezahürüdür. Fotomodellik, mankenlik, magazin sektörü hep bu hastalığın yan
kuruluşlarıdır. Yani resim perestlik, modern putperestlik dense abartı sayılmaz.
Gölgeli resimler, heykel ve putlardır ki bunlar dinimizce yasaktır. Gölgesiz resimler ise
matbuat ve sinema sektöründe kullanılan ahlak dışı resim ya da fotoğraflardır. Öğretici ve
güvenlik açısından kullanılan resimler caizdir. Lakin şehvet ve haramlara teşvik eden resim
ve neşriyatlar haramdır.
Üstad Hazretleri resim sektörünü ya da kadın suretini pazarlayan sahayı, bu zamanda
cesetleşmiş bir gösteriş, cisimleşmiş bir zulüm ve somutlaşmış bir heves olarak
nitelendiriyor.
Hakikaten dergi ya da televizyonlarda bayağı insanların samimiyetsiz ve gösteriş
budalası halleri Üstad'ın ta o zamandan bu zamanı nasıl tasvir ettiğini gösteriyor. Bu sektör,
insanları riya ve ahlaksızlığa teşvik ediyor. Sanat adı altında insanların şeref ve haysiyeti iki
paralık yapılıyor. İnsanları yüksek ve aşkın duyguları değil, hayvani ve şehvani duyguları
kamçılanıyor. Bugünkü televizyon ve matbuat aleminin hali buna en güzel delildir.
İslam hükümlerinin hepsini zahir ve sarih bir şekilde ayetlere dayandırmak mümkün
değildir. Bir çok hüküm hadis, icma ve kıyas ile sabittir. Bu yüzden ille de suretperestliği
men eden zahir ve sarih bir ayet göstermek gerekmez. Nitekim bu hususta bir çok hadis
variddir.
O hadislerden bazıları şu şekildedir:

(2171)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu


vesselâm) buyurdular ki:
"Bana Cibrîl (aleyhisselâm) geldi ve: "Dün sana gelmiştim (ama yanına
girmedim)." Girmeyişimin sebebi de üzerinde timsaller bulunan perde bezi idi.
Orada bir de köpek vardı, kapının üzerinde de insan resimleri bulunuyordu.
Timsallerin başlarının koparılmasını emret ki ağaç şekline dönsün. Örtüden ayak
altına atılacak iki minder yapılmasını, köpeğin de dışarı çıkarılmasını söyle!" Bu
söylenenler yapıldı."

(2172)- Hz Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)


buyurdular ki:
"İçerisinde resim, cünüb ve köpek bulunan eve (rahmet) melekleri girmez."

(2173)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor:


"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Mekke'nin Fethi günü), Beytullah'ta
tasvirler görünce, içeri girmedi. Önce onların imhasını emretti ve imha edildiler.
İçeride Hz. İbrâhim ve Hz. İsmâil (aleyhimesselâm)'in ellerinde kumar okları
bulunur vaziyetteki suretlerini görmüştü. Şöyle buyurdu: "Allah canlarını alsın.
Vallahi onlar asla oklarla kısmet aramadılar."

AÇIKLAMA (YASAK OLAN SURET):


Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), sûret bulunan eve meleklerin
girmeyeceğini belirterek, kendisi de girmemiştir. Ayrıca, bunları yapanları da
lanetlemiştir.
Öyle ise yasaklanan sûretlerin mahiyeti nedir? Her ne olursa olsun bütün
sûretler mi yasaktır?
Bu hususta, geçen hadislerin açıkmalarından yeterli bilgiler geçti ise de, burada
mesele üzerine, Ebû Bekr İbnu'l-Arabî'nin bir özetlemesini, Zürkânî'nin Muvatta
Şerhi'nden aynen iktibas ediyoruz. Der ki: "Suver edinme meselesinin özeti şudur:
I- Sûret (timsal, resim...) eğer (gölge verecek şekilde, heykel nev'inden bir)
cisimse, âlimlerin icmâı ile haramdır.
II- Cisim değil de (resim gibi gölge düşürmeyecek) nakış ise dört farklı görüş
ileri sürülmüştür:
1) Mutlak sûrette câizdir.
2) Mutlak sûrette haramdır.
3) Mutlak olarak caizdir, değildir denemez, duruma göre hükmedilir, şöyle ki:
a) Bakılır, eğer resim, tasvir ettiği ruh sâhibini (insan veya havyan) yaşamasına
imkân verecek tamlıkta ise haramdır.
b) Eğer başı koparılmışsa (yaşamasına imkan tanımayacak şekilde), yarım
olarak tasvir edilmişse câizdir.
Bu mevzuda en doğru görüş budur.
4) Resim hürmet ifâde etmeyen bir vaziyette ise yine câizdir, yere atılıp
üzerine basılan halı, kilim, minder üzerindeki resimler gibi.(34) Aksi takdirde
hürmet ifâde edecek bir vaziyette konmuş ise, meselâ duvara asılmış ise câiz
değildir, haramdır."
Zürkânî şu ilave açıklamayı yapar: "Burada zikri geçen icma, çocukların
oyuncaklarını istisna eder." İbnu Abdilber de üçüncü görüşü benimsemiş ve bunu:
"Görüşlerin en doğru olanı" diye değerlendirmiş, âlimlerin ekseriyetle bu görüşü
benimsediğini belirtmiştir."
Tîbî de şöyle der: "Belki de ata merkebi bindirmek câiz değildir de, katıra
binmek ve ona sahip olmak câizdir. Nitekim resim de böyle; onu yapmak haramdır,
ama minder ve halı üzerine işlenmiş olanları kullanmak mübahtır."(2)

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.


(2) bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c.VII, s.553.

"Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi,


sanemperestliğin bir nevi taklidi olan suretperestliği de men
eder..." Kur'an'da sanemperestliği men eden ayetler
hangileridir?
Kur’an-ı Kerim'de putperestliği men edip yasaklayan o kadar çok ayetler var ki,
bunların hepsini burada takdim etmemiz mümkün değildir. Biz temsilen birkaç tanesini
takdim edelim.

"19. Siz de gördünüz değil mi o Lât ve Uzza'yı?


20. Ve üçüncü olarak da öteki (put) Menat'ı?
21. Size erkek O'na dişi öyle mi?
22. Öyle ise bu çok insafsızca bir taksim.
23. Onlar hiçbir şey değil, sırf sizin ve babalarınızın taktığınız (boş) isimlerdir.
Allah onlar hakkında hiçbir delil indirmedi. Onlar yalnız zanna ve nefislerin
sevdasına uyuyorlar. Halbuki onlara Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir.
24. Yoksa her arzu ettiği şey, insanın kendisinin mi (olacak) dir?
25. Son da ilk de (ahiret de dünya da) Allah'ındır."(Necm Suresi, 53/19-25)

"(İbrahim) Hani, babasına ve kavmine: "Siz neye kulluk ediyorsunuz?"


demişti. Demişlerdi ki: "Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel
büküp eğiliyoruz." Dedi ki: "Peki, dua ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı?"
Ya da size bir yararları veya zararları dokunuyor mu? "Hayır" dediler. "Biz
atalarımızı böyle yaparlarken bulduk."(Şuara Suresi, 26/70-74)

"De ki: "Öyleyse, O'nu bırakıp kendilerine bile yarar da, zarar da sağlamaya
güç yetiremeyen birtakım veliler mi (ilahlar) edindiniz?" De ki: "Hiç görmeyen
(a'ma) ile gören (basiret sahibi) eşit olabilir mi? Veya karanlıklarla nur eşit olabilir
mi?" Yoksa Allah'a, O'nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu
yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: "Allah, herşeyin yaratıcısıdır
ve O, tektir, kahredici olandır."(Rad Suresi, 13/6)

"Onların yürüyecek ayakları var mı? Ya da tutacakları elleri mi var? Veya


görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı var?.."(A'raf Suresi, 7/195)

"Gerçekten, Allah, kendisi'ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında


kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla
iftira etmiş olur."(Nisa Suresi, 4/48)

"Siz yalnızca Allah'tan başka birtakım putlara tapıyor ve birtakım yalanlar


uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka taptıklarınız, size rızık
vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın Katında arayın, O'na kulluk edin
ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz."(Ankebut Suresi, 29/17)

"De ki: " Allah'ın dışında (İlah diye) öne sürdüklerinizi çağırın. Onların
göklerde ve yerde bir zerre ağırlığınca bile (hiçbir şeye) güçleri yetmez; onların bu
ikisinde hiçbir ortaklığı olmadığı gibi, O'nun bunlardan hiçbir destekçi olanı da
yoktur."(Sebe Suresi, 34/22)

"Allah; sizi yarattı, sonra size rızık verdi, sonra sizi öldürmekte, daha sonra
sizi diriltmektedir. Ortaklarınızdan bunlardan herhangi birini yapacak var mı? O,
şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir." (Rum Suresi, 30/40)

"Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak


koşuyorlar? Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma güç
yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeye." (Araf Suresi, 7/191-192)

"Şüphesiz, buzağıyı (İlah) edinenlere Rablerinden bir gazab ve dünya


hayatında bir zillet yetişecektir. İşte Biz, 'yalan düzüp-uyduranları' böyle
cezalandırırız." (Araf Suresi, 7/152)

"Andolsun, Musa size apaçık belgelerle geldi. Sonra siz onun arkasından
buzağıyı (İlah) edindiniz. İşte siz (böyle) zalimlersiniz. Hani sizden misak almış ve
Tur'u üstünüze yükseltmiştik (ve): "Size verdiğimize (Kitaba) sımsıkı sarılın ve
dinleyin" (demiştik). Demişlerdi ki: "Dinledik ve baş kaldırdık." İnkârları
yüzünden buzağı (tutkusu) kalplerine sindirilmişti. De ki: "İnanıyorsanız, inancınız
size ne kötü şey emrediyor?"(Bakara Suresi, 2/92-93)

"Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da Güneş'e secde etmektelerken buldum,


şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur;
bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar. Ki onlar, göklerde ve yerde saklı olanı
ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilen Allah'a secde
etmesinler diye."(Neml Suresi, 27/24-25)

"Gece, gündüz, Güneş ve Ay O'nun ayetlerindendir. Siz Güneş'e de, Ay'a da


secde etmeyin. Allah'a secde edin, ki bunları Kendisi yaratmıştır. Eğer O'na ibadet
edecekseniz."(Fussilet Suresi, 41/37)

"(İbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda
bir sevgi bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, kiminiz
kiminizi inkar edip tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin
barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur."(Ankebut Suresi, 29/25)

"Her kim ki, Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmadan, tam bir ihlas ile O'nun
birliğine inanmak, O'na ibadet etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekatı (gereği
gibi) vermek hali üzerinde dünyadan ayrılırsa, Allah (Teala) kendisinden razı iken
ölmüş olur."(1)

(1) bk. İbni Mace, 1. cilt, s. 119, no: 70

"Sema berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsız, tevellüde


gayr-ı kabil bir halde iken, semayı yağmurla, zemini
hazrevatla fethedip bir nevi izdivac ve telkîh suretinde bütün
zîhayatları o sudan halketmek,.." devamıyla açıklar mısınız?
"Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık."(Enbiyâ,
21/30)

Burada Kur’an’ın her bir kelamında çok ince sır ve manaların dürülü olduğu izah
ediliyor. Ayetin öyle geniş ve kuşatıcı bir belagati vardır ki, her tabakadan insan bu belagat
kıvrımından kendine uygun bir manayı ahzedebilir.
Manalar inceldikçe, ayetin zahiri ile batını arasındaki irtibat ve münasebet de o nispette
inceliyor ve letafet kazanıyor.
“Retkan” kelimesinde sema bulutsuz ve berrak, zemin ise kuru ve hayatsız iken, Allah
bu elverişsiz ve ayrı duran unsurları birleştirip, onlardan mükemmel ve cıvıl cıvıl hayatlar
yeşertiyor.
Ayırmak manası da iki farklı şeyden ortak bir neticenin, yani hayatın çıkmasına bir
gönderme yapıyor. Mizacı zıt iki şeyden, ortak ve aynı zamanda harika bir sanatın icat
edilmesi takdire şayan bir mucizedir. Yani sema ve zeminin ayrılması da birleşmesi de
mucizevidir denilmek isteniyor.

"Şu şartlarla beraber, tevsî de var. Yani, sadaka nasıl mal


ile olur; ilim ile dahi olur, kavl ile, fiil ile, nasihat ile de
oluyor..." İlim, kavl, fiil, nasihat ile olan sadakalara misaller
verebilir misiniz? İçki içme diyorsun sana ne diyor sarhoş,
kavga edeni ayırıyorsun zarar görüyorsun vs...
İlmin sadakası, etrafımızdaki insanları ilmimiz ile hikmete uygun bir şekilde
aydınlatmamız şeklindedir. Ticarette sermayenin olması yeterli değildir, bir de o sermayeyi
nasıl ve ne şekilde kullanacağımızı bilmemiz gerekir. İlim sermayesi tek başına yeterli
değildir, bir de onu iyi kullanabilmek gerekir. Kavl-i leyin ve halin gereğine uygun
konuşmak ilmin en önemli satış kaidelerdendir. Sarhoşun yüzüne "Sen neden içiyorsun
ayyaş ve serseri adam!.." denilirse elbette ters teper.
Kavil, insanın güzel konuşma ve insanları hitabeti ile etkiliyebilme kabiliyetidir ki,
bunun sadakası insanları güzel ve etkili bir hitabet ile irşat etmektir. Nasıl dessaslar bu
kabiliyetleri ile çok insanları yoldan çıkarıyorlar ise, biz de böyle bir kabiliyetimiz varsa,
insanları hakka ve doğruya çağırmalıyız.
Fiil, insanın inandığı şeyleri hayata geçirmesi ve yaşamasıdır. Bunun sadakası ise
etrafa güzel yaşamı ile örnek olmasıdır. Yani kavlen anlattığımız hakikatleri aynı zamanda
halimiz ve fiilimiz ile de izhar ve ilan etmektir.
Nasihat, zaten başlı başına bir sadakadır. İnsanları iyiliğe davet etmek kötülükten
sakındırmak en güzel sadakadır.
Nasihat herkese yapılır ve yapılmalıdır, lakin bunu yaparken yerini, zamanını ve
yaklaşım tarzını iyi kalibre etmek iktiza eder. İnsanları ürküten, nasihatin kendisi değil,
nasıl ve ne şekilde yapıldığıdır. Buna dikkat edersek nasihat yerini bulur.

"Umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere çıkanları


irşad ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere
bakıp tenvir ederek, fehim ve zekâca muhtelif binler tabaka
muhataplara feyzini dağıtıp ve nurunu neşrederek,
kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu
kadar mebzuliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu
halde..." Umum mertebeler üstüne gelmesi ne demektir? O
mertebelere çıkmak derken, iman mertebeleri mi
kastediliyor?
"Evet, Kur'ân, bu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin kelâmı olarak rububiyetinin
mertebe-i âzamından çıkarak, umum mertebeler üstüne gelerek, o mertebelere
çıkanları irşad ederek, yetmiş bin perdelerden geçerek, o perdelere bakıp tenvir
ederek, fehim ve zekâca muhtelif binler tabaka muhataplara feyzini dağıtıp ve
nurunu neşrederek, kabiliyetçe ayrı ayrı asırlar, karnlar üzerinde yaşamış ve bu
kadar mebzuliyetle mânâlarını ortaya saçmış olduğu halde, kemâl-i şebâbetinden,
gençliğinden zerre kadar zayi etmeyerek, gayet taravette, nihayet letafette
kalarak, gayet suhuletli bir tarzda, sehl-i mümteni bir surette, her âmiye anlayışlı
ders verdiği gibi, aynı derste, aynı sözlerle, fehimleri muhtelif ve dereceleri
mütebayin pek çok tabakalara dahi ders verip ikna eden, işbâ eden bir kitab-ı
muciznümânın hangi tarafına dikkat edilse, elbette bir lem'a-i i'câz görülebilir."(1)

Buradaki umum mertebeler, insanların, cinlerin ve meleklerin çıkabileceği en yüksek


makam ve mevki olup, Kur’an hepsinin üstünde ve onların mürşidi konumundadır. Hiçbir
mahluk Kur’an’ı mertebe olarak geçemez. Her mertebe Kur’an mertebesinin altında ve onun
tilmizidir.
Buradaki mertebeyi iman mertebesi olarak değil, irşat ve ilim mertebesi olarak anlamak
daha yerinde olur. Çünkü Kur’an iman eden değil, iman edilendir. Hiç kimse Kur’an gibi,
imana dair meseleleri izah ve irşat edemez demektir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.

"Ve Âdem’e melâikenin secde etmesi ve şeytanın etmemesi


hadisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser
mevcudat musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar
muzır mahlûkatın dahi ona itaat etmeyip düşmanlık ettiğini
ifade ediyor." Burayı açıklar mısınız? Ayrıca bu düşünceden
yola çıkarak zararlı hayvanları öldürmek caiz midir?
"Birinci misal: Yirminci Söz'ün Birinci Makamında tafsilen beyan olunan üç
âyettir ki, şahs-ı Âdem'e talim-i esmâ ünvanıyla, nev-i benî Âdeme ilham olunan
bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder. Ve Âdem'e melâikenin secde etmesi ve
şeytanın etmemesi hadisesiyle, nev-i insana semekten meleğe kadar ekser
mevcudat musahhar olduğu gibi, yılandan şeytana kadar muzır mahlûkatın dahi ona
itaat etmeyip düşmanlık ettiğini ifade ediyor."(1)

Bu paragrafta şeytanın, Hazreti Adem (as)'e secde etmemesinin külli bir kanun ve
realitenin ucu ve sembolü olduğu vurgulanıyor. Yani kainatta iyilik ile kötülük, şer ile hayır,
itaat ile isyan külli birer kanundurlar. Bu kanun en küçük daireden tut, en büyük daireye
kadar uzanan bir kanundur. Bu kanunun hayvanat içinde de uzantısı vardır. Yabani ve muzır
hayvanların insana itaat etmemesi, hatta zaman zaman zarar vermesi bu kanunun menfi
cihetine işaret ediyor. Evcil hayvanların itaat edip, insana çok büyük faydalar vermesi de bu
kanunun müspet cihetini anımsatıyor demektir.
Hazreti Adem (as) iyilik, hayır ve itaati sembolize ederken, şeytan onun zıddı olan
kötülük, şer ve isyanı sembolize ediyor. Şeytanın secde etmemesi hadisesi ise, bu iki
zıddın kainatta birbirleri ile olan rekabet ve çarpışmalarını sembolize ediyor. Bu
sembolizeye bakarak muzır ve yabani hayvanları, zararları dokunmadığı müddetçe
öldürmek ya da itlaf etmek caiz olmaz. Ancak insana mutlak bir zararı söz konusu
olduğunda onları öldürmek caiz olur.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."


cümlesini nasıl anlamalıyız, buradan bir zorlama ve cihada
sevketme manası çıkar mı?
"Hem der ki: "İman getirmezseniz mel'unsunuz, Cehenneme gireceksiniz."
Damarlarına şiddetle vuruyor. Gururlarını dehşetli surette kırıyor. O kibirli
akıllarını istihfaf ediyor. Onları bidayeten idam-ı ebedî ile ve sonra da
Cehennemde idam-ı ebedî ile beraber dünyevî idamla da mahkûm ediyor. Der: "Ya
muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."(1)

“Der: "Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir." Bu cümlede


Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna itirazınız varsa, ya bir benzerini getirip onun hükmünü iptal
edip kurutulunuz ya da can ve mallarınız hem bu dünyada hem de ahiret yurdunda tehlike ve
helaket içindedir. Ahiret yurdundaki helaket ve tehlike ise öncelik olarak ebedi yok olma
korkusu sonra da ebedi cehennem ateşidir.
Kafirler Allah ve ahirete iman etmedikleri için, ölüm onların nazarında ebedi bir yok
oluş ve sonsuz bir hiçliktir ki bu düşünce ve inanç en az cehennem kadar dehşetli bir azap ve
cezadır onlar için. Bunun ardından öldükten sonra bakıyorlar ki ölüm yokluk ve hiçlik değil
ebedi bir ateşmiş deyip ikinci bir helaket kapısı açılıyor.
Dünyadaki azapları ise eski günahlı ve zulümlü zenginlikleri ve sahip oldukları mal ve
evlatlar bir bir Kur’an hakikatleri ile ellerinden alınıyor. Yani onların otorite ve düzenleri
Hazreti Peygamber (sav) Efendimiz ve ashabı tarafından yerle bir ediliyor.
Nitekim Mekke müşriklerinin en ileri gelenleri ve Kur’an’a kılıçla muaraza edenlerin
büyük bir kısmı dünya noktasından da harp meydanlarında imha ve idam edilmişleridir.
Zorlama önce imana sonra da kutsal topraklardan ihraca yöneliktir. Zira bu ayette muhatap
Ehl-i kitap değil hakkı hayatı olmayan müşrikler ve dinsizlerdir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir."


ile "Kur’ân bütününün altındadır bu ise bütün dost ve
düşmanın ittifakıyla battaldır, muhaldir veya Kur’ân, o
yazılan umum kitapların fevkindedir." cümlesini izah eder
misiniz?
1. Madem Cenab-ı Hak insana akıl nimetini vermiş. İnsan olmanın gereği olarak, verilen
nimetleri yerli yerine sarfetmek gerektir.
İşte bu akıl nimetini kafirler yerli yerinde kullanmamaları neticesinde Cenab-ı Hak bunları
helak edebilir.

Ama bunu yapmıyor ve onlara âdeta yeni bir alternatif sunuyor. Artık bu alternatife rağmen
de eğer bunu yapmazlarsa, o zaman Cenab-ı Hak bu tehdidi onların yüzlerine savuruyor. Ve
meydan okuyor.

2. "Alim olsun, ami olsun her kim ona ve onlara baksa kat'iyyen diyecek ki: 'Kur'an
bunlara benzemez. Hiçbirisi onu tanzir edemez. Şu halde ya Kur'an, bütününün
altındadır. Bu ise bütün dost ve düşmanın ittifakiyle battaldır, muhaldir. Veya Kur'an, o
yazılan umum kitapların fevkindedir." (1)

Kur'an'ın mucizeviliği o kadar parlaktır ki kör olanlar bile onun insan kelamı olmadığını
bilmeleri gerekir. Çünkü Alemi -o zamanlar- zekalarıyla idare eden Arap beliğleri ve
edipleri adeta Kur'an ayetleri nazil oldukça, lal olmuşlar. Artık kendi hünerlerini ortaya
koyup, yazmış oldukları şiirleri Kâbe'nin duvarına asmaktan içtinap etmişler, kaçınmışlar.
Ayata karşı bu şiirlerin herhangi bir değeri ve kıymeti kalmadı demişler.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.

"Ya muâraza ediniz, yahut can ve malınız helâkettedir..."


Bu ifadeler bana -hâşâ- İslam'ın ve Efendimizin
savaşçılığının vesvesesini verdiriyor. Bu hususta yardımcı
olur musunuz?
Eski tabirle asıl olan musalahadır, yani insanlık arasında temel prensip barıştır, harp
sadece barışın imkansız olduğu arızalı durumlarda kullanılan geçici bir araçtır. Bu yüzden
barış esas, harp ise buna mebni tali bir kaidedir.
Açmak anlamına gelen “fetih” kapatmanın zıddıdır. İslam, cihadı ve fethi İslam’ın
neşredilmesinin önündeki engellerin ve zorlukların kaldırılmasında kullanılan bir araç
olarak değerlendirir, yoksa insanların canlarını, mallarını, kaynaklarını sömürmede ve gasp
etmede bir işgal vesilesi olarak görmez. İşgal ile fetih, ak ile kara gibi birbirine zıttırlar.
Cihat ve fetih barışın iki hizmetkarıdır. Halbuki işgal barışın can düşmanıdır. Batı
medeniyetinin Afrika ve Amerika’yı işgal ve zorbalıkla nasıl sömürdüğünü tarih çok iyi
bilmektedir.
İslam dininin en önemli esaslarından birisi de; ''La ikrahe fiddin'' yani “Dinde zorlama
yoktur'' (Bakara, 1/256) esasıdır. Dini, kişinin kendi tercihi ile seçmesi gerekir. Dinin
özelliği zorlamak değil, bilakis zorlamadan korumaktır. Bu yüzden İslam kaba kuvvetle
insanları dine zorla sokmayı men etmiştir. Ama birileri de İslam’ın gönüllere girmesine kaba
kuvvetle engel oluyor ise, İslam o zaman ona haddini anlayacağı dilden bildirir.
Ayrıca Ehl-i kitap olanlar, İslam'da zimni hukuku ile, İslam diyarında Müslümanlar ile
beraber emniyet içinde yaşabilirler. Bu yüzyıllarca uygulana gelen ve İslam'da hukuki
kaynağı olan bir şeydir. Bu yaşama şeklinde Müslümanlar galip ve reis, Ehl-i kitap ise zimni
ve memurdur. Nitekim Osmanlıda bir çok Ermeni kökenli teba; bakan, paşa ve zabit olarak
görev almıştır.
Cihat ve fetih ruhunu bütünü ile hümanizm ayağına inkar etmek ifrat bir tavırdır. Bu
zamanda şefkati kötüye kullanan en önemli fikr-i cereyan; hümanizmdir. Hümanizm güya
insan sevgisini esas alan bir insanlık dini diye tanımlanır. Eski tabirle rikkat-i cinsiyenin
ifratıdır hümanizm. Hümanist ekol; insan sevgisi ve insana şefkat adı altında dinin çok
hakikatlerini inkar ediyor. İnsanları sevgi ve şefkat ismi ile dalalet ve inkara sevk ediyor.
Hümanizm "insan; Allah, ahiret ve peygamber gibi kavramlara muhtaç olmadan, kendi
başına doğruları ve mutluluğu bulabilir." tezini savunan batıl bir felsefi akımdır.
Hümanizme göre cehennem, cihat ve ceza asla olamaz, şeriatın caydırıcı ve gerçekçi
kanunları, katı ve acımasız olarak tanımlanır. Halbuki cehennem ve ceza kavramları; hayatın
ve gerçeğin bir parçası ve kati değerleridir. Hümanizm insanları en can alıcı kavramlar ile
aldatıyor, bu kavramlar ise sevgi ve şefkat kavramlarıdır. Güya sevgi ile ceza, şefkat ile
cehennem birbirine zıt kavramlardır, ikisinin beraber bulunması mümkün değildir diyerek,
insanlara şüphe atıyorlar. Halbuki bu iki kavram birbirini iktiza eder, cehennem olmadan
cennet lezzet vermez; ceza olmadan da adalet tahakkuk etmez. Bu yüzden insanlık tarihinde
ceza ve cezaevleri, hayatın bir gerçeği ve adaletin güzelliğinin bir tamamlayıcıları
olmuşlardır.
Mesela; masum on kişiyi katleden bir caninin idam edilmesine, insan sevgisi namına
karşı çıkarlar; ama o on masumun hakkını hiç nazara almazlar. Bir köpeğe acırlar; ama
düşkün ve fakir insana el uzatmazlar, böyle çarpık ve samimiyetsiz tavırları çoktur.
Hakiki insan sevgisi ve şefkati; ancak iman ve ibadet ile elde edilebilir. Yoksa şefkatin
kaynağı olan Allah’ı tanımayan birisinin, şefkati ve insan sevgisi mecazi ve suridir. Gerçek
şefkat abidesi; Peygamber Efendimiz (asm) ve onun mübarek yoludur...

"Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur'anî, o milletin


hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu
iki müdhiş düstur-u umumîyi tazammun eder..." Burada
"dolap hilesi" ile anlatılmak istenen nedir?
"Dolab"ın kelime manalarından birisi de; "hile yapmak" ve "hile ile iş görmek"
demektir.
Türkçede “Yine ne dolap çevirdin?” diyerek hile ile iş görmeye işaret edilir.
Yahudilerin gayrimeşru yollar ile servet kazanıp insanlığa kurduğu tuzak ve hilelere kinaye
olsun diye, Üstad Hazretleri "dolap hilesi" tabirini kullanıyor.
Mesela servet ve emeği birbiri ile çatıştırmak için, bu asrın vebası olan komünizme
destek vermeleri ve el altından onlara yardım etmeleri, insanlığa yapılmış bir dolap
hilesidir. Yahudilerin genlerinde bu hile ve aldatma müstakar bir şeydir...

"Hemze, melfuze ve gayr-ı melfuze yirmi beştir ve


hemze’nin sakin kardeşi elif’ten üç derece yukarıdır. Zira
hareke üçtür." izah eder misiniz?
Hemze: Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve "e"
diye okutan işaret.

Melfuz: Okunmuş ve telaffuz edilmiş harf demektir.

Gayr-ı Melfuz: Okunmamış telaffuz edilmemiş harf demektir.

Sakin: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf demektir.

Hemzenin sâkin kardeşi elif tabirinden maksat, harekesi olmayan elif demektir. Zira
hareke üçtür tabirinde ise esre, ötre ve üstün harekelerine işaret ediyor.

"İşte şu âyette bütün huruf-u hecâ mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı huruf
beraber olduğu halde selâsetini bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden
mütenasip, mütesanit bir nağme-i fesahat katmış."(1)

Üstad Hazretleri burada ayetin harfleri nasıl bir ustalık ve benzersizlikle kullandığını
göstererek Kur’an’nın selaset ve fesahat noktalarına işaret ediyor.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

"Lafzındaki fesahat-ı hârikasıdır. Evet Kur'an manen


üslûb-u beyan cihetiyle fevkalâde belig olduğu gibi, lafzında
gayet selis bir fesahati vardır." cümlesini açıklar mısınız?
Fesahat: Sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle,
lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu
keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime
hazinesi ve seçme kudreti ile alâkalıdır. Kur’an selaset ve fesahet açısından mucizedir. Yani
selaset ve fesahetin zirvesinde bir üslup ve beyan kullanmıştır.

Kur’an’ın belagatı: Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı,
güzel söz söyleme san'atıdır. Muktezâ-yı hâle mutâbık, yani muhatabın haline uygun söz
söylemek. Kur’an bu noktadan eşsizdir ve mucizedir insanları bu noktada aciz bırakıyor.

Beyan ve ifadenin en tatlısı ve güzeli icazdır, yani az sözle çok şey anlatmaktır. Kur’an, çok
büyük aşamaları ve merhaleleri bir iki ayet ve cümle ile icaz edip yani özetleyip diğer
aşamalara intikal ediyor; bu intikal aralarında bir boşluk bir ahenksizlik değil tam tersi bir
tefekkür, bir yorum alanı oluşturuyor. Bu yüzdendir ki üzerine binlerce tefsir kitapları
yazılmıştır.

Üstad Hazretleri Kur’an’ın bu harika icazını, yani özetleme sanatını şu ayetleri örnek
vererek izah ediyor:

"Ve denildi ki: 'Ey yer, suyunu yut. Ey gök, suyunu tut.' Su çekildi, iş bitirildi ve gemi
Cûdî Dağına oturdu. Ve 'Zalimler güruhu Allah'ın rahmetinden uzak olsun' denildi."
(Hûd Sûresi, 11/44.) Çok büyük bir hadise bu kadar veciz ve öz bir ifade ile icmal
edilebilir.(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, İkinci Suret.

"O gamdan sonra Allah size bir emniyet, bir uyku verdi
ki, içinizden bir kısmını bu uyku basıyor, sarıyordu." (Âl-i
İmrân, 3/154) ayetinin tefsirini açıklar mısınız?
“O gamdan sonra Allah size bir emniyet, bir uyku verdi ki, içinizden bir kısmını bu
uyku basıyor, sarıyordu." (Âl-i İmrân Sûresi, 3/154)

Üstad Hazretleri daha ziyade ayetin lafzındaki mucize yönünü beyan ettiği için, iniş sebebini
ve olayın ne olduğu hususunu klasik tefsirlere havale ediyor. Sizin sorunuzdan da ayetin iniş
sebebi ve olayın ne olduğu hususunu anlıyoruz. Bu ayetin iniş sebebi ve olayın ne olduğu
hususunda müfessirler şunu beyan ediyor:
"Malumdur ki, insanı şiddetli korku içinde uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de
perişanlık artar. Buna göre, böyle bir hâl içinde uyuyabilen, korkuyu unutmuş, bir
emniyet duymuş, kalbinde bir sükûnet (sakinlik) bulmuş demektir."

"Rivayet ediliyor ki, müşrikler olayın cereyanından sonra Uhud'dan açılırken, "yine
geleceğiz" diye tehdid savurarak açılmışlardı. Müslümanlar da duruma bakarak emin
olamıyorlardı. Düşmanın sahte bir dönüşle, aldatarak tekrar hücum etmesinden veya
giderken Medine'ye bir baskın yapmasından çok fazla endişe ediyorlardı. Ve hatta
düşman dönüp şiddetle bir hücum daha yapacak olursa, bütün bütün yok olmak
tehlikesinin bile baş göstereceğinden korkanlar bulunuyordu. Bunun için kalkanlarının
altında çarpışmaya hazır bir halde duruyorlardı."

"İşte bu korku ve keder içinde bulundukları bir sırada idi ki, Allah bir emniyet verdi.
Uyuklamaya başladılar. Hazreti Zübeyr demiştir ki: "Korkunun şiddetlendiği sırada ben
Peygamber'le beraberdim. Allah bize bir uyku verdi ki, beni uyku basıyordu ve uykum
arasında rüya gibi Muattib b. Kureyş'in, "Bize bu işten bir şey olsaydı burada
öldürülmezdik." dediğini vallahi işitiyordum".

"Ebu Talha hazretleri de demiştir ki: "Uhud günü başımı kaldırdım, kimi gördümse
kalkanının altında uykudan eğilmiş idi. O gün ben de uyku basanlardan idim, elimden
kılıcım düşerdi alırdım. Sonra kamçım düşerdi alırdım". Böyle bir emniyet duygusu
Bedir'de de vâki olmuştur. "O zaman sizi, Allah'dan bir güven olmak üzere hafif bir
uyku bürüyordu." (Enfal, 8/11) ki bunlar, Allah'dan gelen feyz ve ilhamlar ve ilâhî
sükünet cümlesindendir. Bu uyku, normal bir uyku olmayıp, fevkalade ilâhî bir yardım
olmuş ve müslümanlar bundan çeşitli şekillerde istifade etmişler." sözünden anlaşılıyor
ki, orada bütün müminlere inen bu uyku, hepsini birden bastırmamıştır."

"Sözün kısası bu askerde iki zümre vardı. Müminler, münafıklar. Müminler,


Muhammed aleyhissalatü vesselamın Allah tarafından hak peygamber olduğuna ve
sözleri kendi arzusundan olmayıp hak vahiy bulunduğuna kesin şekilde inanmış ve
Allah'ın bu dine yardım edeceğini ve bütün dinlere üstün getireceğini de
Peygamber'den dinlemiş bulunduğundan, bu kötü olayın, köklerini kesecek bir yok
etmeye kadar varamayacağına imanları gereğine kesin ümitleri vardı. Bu sayede o
korkulara rağmen emniyetleri yok edilmemiş "Ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlüklere,
ne de uğradığınız musîbetlere üzülmeyesiniz." sırrı da tecelli etmiş bulunduğundan,
kendilerini uyku tutabilmiş ve bununla bütün bütün sükunet bularak korkuları tamamen
kalkmış ve kendilerini toplamışlardı." (Elmalı Hamdi Yazır)

Al-i İmran Sûresi 154. ayet için geçen; "Ayette bütün


huruf-u hecâ mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı
huruf beraber olduğu halde selâsetini bozmamış." ifadesini
izah eder misiniz?
ً ‫ ﺛُﱠﻢ اَْﻧَﺰَل َﻋﻠَْﯿُﻜْﻢ ِﻣْﻦ ﺑَْﻌِﺪ اْﻟَﻐﱢﻢ اََﻣﻨَﺔً ﻧَُﻌﺎ‬İşte şu âyette bütün huruf-u hecâ
‫ﺳﺎ ﯾَْﻐٰﺸﻰ طَﺎﺋِﻔَﺔً ِﻣْﻨُﻜْﻢ‬
mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde selâsetini
bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasip, mütesanit bir nağme-i
fesahat katmış. Hem şu lem’a-i i’câza dikkat et ki, huruf-u hecâdan ‫ ى‬ile ‫ ا‬en hafif
ve birbirine kalb olduğu için, iki kardeş gibi, herbirisi yirmi bir kere tekrarı
var."(1)

Fesahat: Sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz olmasıdır. Diğer tâbirle,
lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu
keyfiyetlerin birincisi, kelime ve cümle âhengi ile, ikincisi de kullanan kimsenin kelime
hazinesi ve seçme kudreti ile alâkalıdır.
Kur’an selaset ve fesahet açısından mucizedir. Yani selaset ve fesahetin zirvesinde bir
üslup ve beyan kullanmıştır.
Bu ayetteki fesaheti yani lafzi akıcılığı harflerin yapısı bozamamıştır. Malum zıtlardan
harikalar çıkarmak daha parlak bir mucizedir. Bu ayette tabiat olarak birbirine zıt bütün
heceler yan yana içi içe olmasına rağmen fesahetine zarar verememiştir ki bu bir mucizedir.
Tıpkı ses tabiatı birbirine zıt enstrümanların yan yana gelip çok güzel ve harika bir melodi
çıkarması gibi sakil, ağır, hafif olan bir çok harflerin, bir cümle içinde müthiş bir fesahat
teşekkül ettirmesi Kur’an’ın bir mucizesidir deniliyor. Bu fesaheti zevk etmek biraz da
gramer ilmine bakıyor.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

Allah bir ism-i câmi’ olduğundan, Esmâ-i Hüsnâ adedince


tevhidler, içinde bulunur. Cümlesini açıklar mısınız?
Allah ismi, zati isimdir. Diğer bütün isimler bu ismin içinde yer almaktadır. Temsilde
hata olmasın adı Ahmet olan bir adam düşünelim. Bu adam aynı zamanda cömert olsun,
berber olsun, doktor olsun, hakim olsun vs. yüzlerce sıfatı olsun. Ahmet dediğimiz zaman
bütün bu sıfatlar ve isimler de onun içine girmiş olur. Yani Allah dediğimizde, kudreti de
kastetmiş oluruz. Adaleti de kastetmiş oluruz. Hikmeti de kastetmiş oluruz. Dolayısı ile La
ilahe illalah dediğimiz zaman, La adle illalah de demiş oluyoruz. Yani Allah'tan başka adil
yoktur vehakeza. Mesnevii Nuriyede geçen şu ifadelerin her biri tevhid örneklerini
içermektedir:

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu âlem, görünen ve görünmeyen bütün tabakat ve envâiyle Lâ


ilâhe illâ Hû diye tevhidi ilân ediyor. Çünkü aralarındaki tesanüt böyle iktizâ ediyor.

Ve o tabakat ile envâ, bütün erkânıyla Lâ rabbe illâ Hû diye ilân-ı şehadet ediyor.
Çünkü aralarındaki müşabehet böyle istiyor.
Ve o erkân bütün âzâsıyla Lâ mâlike illâ Hû diye şehadetlerini ilân ediyorlar. Çünkü
aralarındaki temâsül böyle iktizâ eder.

Ve o âzâ, bütün eczâsıyla Lâ müdebbire illâ Hû diye şehadet eder. Çünkü aralarında
teâvün ve tedahül vardır.

Ve o eczâ, bütün cüz’iyatıyla Lâ mürebbiye illâ Hû diye olan şehadetini ilân eder.
Çünkü, aralarındaki tevâfuk, kalemin bir olduğuna delâlet ediyor. Şemme

Ehl-i kitap ne demektir, günümüzdeki Yahudi ve


Hristiyanlar Ehl-i kitap mı, onlara kafir demek doğru mu?
Ehl-i kitap yani Hristiyan ve Yahudiler İslam’ı kabul edip iman etmedikçe kesinlikle
ebedi olarak cennete giremezler. Bu hüküm hem Kur'an, hem hadis hem de icma ile sabittir.
Ehl-i kitap ancak batıl inançlarını bırakıp sahih bir şekilde Hazreti Muhammed (sav) ‘a iman
ederlerse cennete girebilirler. Yoksa kesinlikle ebedi olarak cennete giremezler. Ehl-i
kitabın kafir ve küfür içinde olduğunu beyan eden çok ayet ve hadisler vardır.
Bunlardan bazıları şöyledir:
"Yahudiler: "Üzeyir, Allah'ın oğludur." dediler; Hıristiyanlar da: "Mesih, Allah'ın
oğludur." dediler. Kendi ağızlarının sözüdür bu. Kendilerinden önce inkâr edenlerine
sözlerine benzetme yapıyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da yüz geri çevriliyorlar!"
(Tevbe, 9/30)
"Allah'ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i
de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah'tan başkasına ibadet/kulluk etmemeleri
emredilmişti. İlah yok o tek Allah'tan başka. Onların ortak koştuklarından arınmıştır
O." (Tevbe, 9/31)
"İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hristiyandı: ancak, O hanif (muvahhid) bir Müslümandı,
müşriklerden de değildi." (Al-i İmran, 3/67)
Andolsun "Şüphesiz Allah Meryem oğlu Mesih'tir." diyenler küfre düşmüştür De ki:
"O eğer Meryem oğlu Mesih'i onun annesini ve yeryüzündekilerin tümünü helak (yok)
etmek isterse Allah'tan (bunu önlemeye) kim bir şeye malik olabilir? Göklerin yerin ve
bunlar arasındakilerin tümünün mülkü Allah'ındır; dilediğini yaratır Allah her şeye güç
yetirendir." (Maide, 5/17)
"Andolsun "Şüphesiz Allah Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler küfre düşmüştür Oysa
Mesih'in dediği (şudur "Ey İsrailoğulları benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan
Allah'a ibadet edin Çünkü O kendisine ortak koşana şüphesiz cenneti haram kılmıştır
onun barınma yeri ateştir. Zulmedenlere yardımcı yoktur." (Maide, 5/72)

Güneşteki kuvvet, güneşin kendi etrafında dönmesi mi,


kütle çekimi Cenab-ı Allah'ın kudreti mi? Risaleler gözlüğü
ile bakar mısınız?
Kanun, Allah’ın ilim ve irade sıfatı ile bir şeyi tayin ve tespit etmesidir. Yani binanın
kalıbından önce plan ve projesini tanzim etmek misullu, kainat içinde sayısız işlerin tanzim
ve planlarının hazırlanması ve bunların sürekli bir şekilde istimrarı olayına kanun denir.
Tıpkı mevzuat ile mevzuatı tatbik eden memur gibi. Mevzuat kanundur, -La teşbih- onu tatbik
eden ise Allah’ın kudretidir.
Kuvvetlerden kast edilen mana ise, Allah’ın kudretinin plan ve proje olarak tanzim
edilen kanunların icra ve tatbik edilmesinden aldığı isim ve unvandır. Yani Allah’ın kudreti
suyun kaldırma kanununda tecelli edince, o ismi alıp, onunla biliniyor. Güneşin çekme ve
itme kanununda tecelli edince de, o isim ve unvan ile anılıyor...
Kanunların isimleri ve unvanlarını veren insanlardır. Kanunların itibari ve vehmi olması
bu manayadır. Hakiki anlamda iş gören ve tesir eden ise Allah’ın kudretidir. Sebepler
sadece bir kural ve kanun olarak vardırlar, fail ve iş görücü değildirler. Çekme ve itme
kuvveti eylem ve kanun olma noktasından inkar edilmiyor, sadece o kanun ve eylemin
failinin Allah olduğu vurgulanıyor. Güneş ile gezegenleri birbirine bağlayan güç ve kuvvet
Allah’ın kudretidir. İnsanlar bu kudretten gaflet ederek, sanki o bağlama işini, kanun diye bir
mefhum varmış da, o yapıyor zannediyorlar. İşte inkar edilen, o çekme prensibi değil,
mefhum kanun heyulasıdır.
Mesela elma ağacının, elmanın oluşum sürecinde hakiki anlamda hiçbir müdahale ve
tesiri yoktur. Ağacın bütün süreçlerini kontrol edip yaratan Allah’tır. Ağaç ve elma arasında
yaratma açısından hiçbir münasebet yoktur. Kayyumiyet sırrı ile Allah’ın kudreti elmanın
oluşum sürecinin her noktasında ve her merhalesinde mutlak galiptir.
Allah kudretini şu kainattan çektiği an, her şey helak olup yok olur. Ortada ne kanun ne
sebep ne de başka bir şey kalır, her şey mahva gider. Zerreden yıldızlara kadar her şey
Allah’ın kudreti ile ayakta durur, vazifesini onunla ifa eder. Onun kudreti olmadan hiçbir şey
hareket edemez.
Kuvvet sadece kudretin bir ismi ve unvanıdır. Kainatta hakiki fail, yani iş gören
Allah’ın kudretidir. Nasıl bizim kendi fiilimize "bizim" dememiz mecazi ise, kanunlara
atfedilen işler de mecazidir. Kainatta zerre miktar başka bir fail ve yaratıcıya ihtimal vermek
küfür ve şirk olur. Her şeyin faili, yaratıcısı Allah ve onun kudret sıfatıdır.

Halbuki, gölgeli, gölgesiz suretler, ya bir zulm-ü


mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i
mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi
kamçılayıp teşvik eder, cümlesini izah eder misiniz?
"Dördüncü esas: Sanemperestliği şiddetle Kur'ân men ettiği gibi, sanemperestliğin
bir nevi taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi
mehâsininden sayıp Kur'ân'a muâraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli, gölgesiz
suretler, ya bir zulm-ü mütehaccir veya bir riyâ-yı mütecessid veya bir heves-i
mütecessimdir ki, beşeri zulme ve riyâya ve hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder."(1)

Sanemperestlik; putperestlik demektir ki, eski ilkel toplumların inanış şeklidir.


Suretperestlik ise; bir şeyin dış görünüşüne ve tertibine önem verip, ruhuna ve mânasına
kıymet vermemek demektir. Resimlere ve dış görünümlere meftun ve müptela olmak
manasına gelir.

İlkel toplumların putperest inanış geleneği, suret ve şekil değiştirerek, suretperestlik şekline
girmiştir. Bugün çıplak kadın suretlerinin tapılacak derecede neşredilmesi, bu hastalığın bir
tezahürüdür. Fotomodellik, mankenlik, magazin sektörü hep bu hastalığın yan kuruluşlarıdır.
Yani resimperestlik, modern putperestlik dense abartı sayılmaz.

Gölgeli resimler heykel ve putlardır ki bunlar dinimizce yasaktır. Gölgesiz resimler ise
matbuat ve sinema sektöründe kullanılan ahlak dışı resim ya da fotoğraflardır. Öğretici ve
güvenlik açısından kullanılan resimler caizdir. Lakin şehvet ve haramlara teşvik eden resim
ve neşriyatlar haramdır.

Üstad Hazretleri resim sektörünü ya da kadın suretini pazarlayan sahayı bu zamanda


cesetleşmiş bir gösteriş, cisimleşmiş bir zulüm ve somutlaşmış bir heves olarak
nitelendiriyor. Hakikaten dergi ya da televizyonlarda bayağı insanların samimiyetsiz ve
gösterişli halleri, Üstad'ın ta o zamandan bu zamanı nasıl tasvir ettiğini gösteriyor. Bu sektör
insanları riya ve ahlaksızlığa teşvik ediyor. Sanat adı altında insanların şeref ve haysiyeti iki
paralık yapılıyor. İnsanları yüksek ve aşkın duyguları değil, hayvani ve şehvani duyguları
kamçılanıyor. Bugünkü televizyon ve matbuat aleminin hali buna en güzel örnektir.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz Birinci Şule.

Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren


tevlit eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir kanun-u Rabbânîdir...
Cümlesini açıklar mısınız?
Üstad Hazretleri burada, sebepler noktasında itme ve çekme kuvvetinin nasıl oluştuğunu
izah ediyor. Yani itme ve çekme kuvvetinin zahiri ve maddi sebebini beyan ediyor.
Maddenin hareketinden hararet hasıl oluyor, hararetten de güç ve enerji açığa çıkıyor. Bu
güç ve enerji konumuna göre çekiyor ya da itiyor. Bu süreç işin maddi ve sebepler
boyutudur.

İşin manevi ve gaybi cephesinde ise; melekler vazifelidir. Allah kainatta her bir mahluk ya
da kanuna bir meleği vekil ve nazir tayin etmiştir. Yani melekler bu işlerin ve kanunların
manevi mümessil ve vekilleridir. Yoksa icat ve yaratma noktasında melekler de mahlukat
gibi aciz ve güçsüzdürler. Asıl fail ve iş gören Allah’ın kudret ve kuvvetidir. Diğerleri işin
sebep ve bahaneleridir.

Her şeyin zahir, batın ve bir de hakiki boyutu vardır. Madde ve sebepler işin zahir boyutu,
onun arkasında duran ve ona vekalet eden şeyler, işin batın boyutu, gerçek anlamda tedbir ve
tasarrufta bulunan ise; Allah’ın kudret ve kuvvetidir.

İhbarat-ı Gaybiyeden, Rumların Mağlubiyetini Bildiren


Ayet Hakkında Bilgi Verir Misiniz?
Bismillahirrahmanirrahim. 1 – Elif, Lâm, Mîm 2-3 – Rumlar yakın bir yerde mağlub
oldular. Ama bu yenilgilerinden sonra galip gelecekler.
Edna’l-ard: “Arap diyarının Rumlara en yakın yerinde” demektir. Zira Araplar arasında
malum olan “arz” bundan ibarettir. Bu en yakın yer ise, Şam bölgesidir. Yahut “Rum
ülkesinin Araplara en yakın yeri” demektir.
Bi’setin 5. yılında Mekke müşriklerinin, müminlere tazyikleri artmıştı. Müslümanlar
Habeşistan’a hicrete yönelmişlerdi. Sasaniler de Bizansı çok müthiş bir şekilde mağlup
etmiş; Ürdün, Filistin, Mısır, hatta Anadolu’yu onlardan alarak, İstanbul Boğazı'na,
Kadıköy’e dayanmışlardı.
Gerek Müslümanların, gerekse Rumların, üç-beş sene gibi bir zamanda düşmanlarını
yenecekleri, hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir şeydi.
Hal böyle iken, 2-5. âyetler iki gaybî müjde verdi: Rumların galip geleceği sırada
Müslümanların da zafer kazanacakları müjdelendi. Herakliyus 624’de Azerbaycana kadar
ilerlediğinde, Müslümanlar da Bedir zaferini kazandılar. 627’de en büyük darbeyi vurup
nihaî zaferi kazanırken, Müslümanlar Hudeybiye zaferini gerçekleştirdiler.
Rumlar, Sasanilere önce feci bir şekilde mağlup oluyorlar, bundan müşrikler, Müslümanlara
gelip "sizin gibi kitabı olan Hristiyanlar, bizim gibi putperest olan Sasanilere yenildi" diye
alay ediyorlar. Bu olay üzerine Rum Suresi'nin başındaki müjdeli ayetler geliyor ve üç-
dokuz yıl içinde tekrar Rumların Sasanilere galebe çalacağını haber veriyor. O şartlar içinde
bakıldığında, çok fena halde yıpranmış Rumların, Sasanilere galebe çalması çok zor
görünüyordu. Ama ayetin haber verdiği gibi Rumlar, Sasanilare galabe çalıyor ve ayetin
mucizevi ihbarı tahakkuk ediyor.

İ'cazın en yüksek ve en ince derecesine misal verebilir


misiniz?
İ’caz; insanları aciz bırakan, mucize demek olup, bunun türleri ve vecihleri muhteliftir.
Bu sebeple "İ’caz’ın en yüksek ve en ince derecesi şudur" demek doğru olmaz. Her i’caz
kendi sınıfında üstün ve incedir. Üstad Hazretleri Risale-i Nurlarda bu yüksek ve ince i’caz
sınıflarını ayrı ayrı beyan etmiştir.

Bu muhtelif i’cazları, Yirmi Beşinci Söz'de Üstad Hazretleri misal ve izahları ile tafsili
olarak izah ve ispat etmiştir. Biz bunları özet olarak şu şekilde takdim edelim ve bunlardan
bir tanesine de bir örnek verelim:

Kur'ân'ın mucizeliğine dair.

BİRİNCİ ŞULE:

Birinci Şua: Kur'ân'ın mucize derecesindeki ifade üstünlüğü.

a. Birinci Suret: Kur'ân'ın meydan okuyuşuna karşılık, onun benzerini kimsenin


getirememesi.

b. İkinci Suret: Belâgatındaki i'câz-ı Kur'aninin hikmeti.

1. Nokta: Kur'ân'ın kelime ve cümlelerindeki düzen ve birbiriyle ilişkileri.

2. Nokta: Kur'ân'ın mânâsındaki üstünlük.

3. Nokta: Kur'ân'ın üslûbundaki benzersizlik ve olağanüstülük.

4. Nokta: Kur'ân'ın lâfzındaki olağanüstülük; tekrar tekrar okunmasına rağmen


usandırmaması.

5. Nokta: Kur'ân'ın, konuları açıklamasındaki olağanüstülük.

İkinci Şua: Kur'ân'ın kapsamlılığındaki olağanüstülük.

Birinci Lem'a: Kur'ân'ın lâfzındaki kapsamlılık; bir sözün pek çok anlamı içine alışı.

İkinci Lem'a: Kur'ân'ın mânâsındaki kapsamlılıkla birbirinden farklı pek çok topluluklara
rehber oluşu.

Üçüncü Lem'a: Kur'ân'ın içerdiği bilimlerin kapsamlılığı.

Dördüncü Lem'a: Kur'ân'ın konuları ele alışındaki kapsamlılık.

Beşinci Lem'a: Kur'ân'ın üslûp ve özlü ifadesindeki kapsamlılık.

1. Işık: Bir âyette bir sûreyi, bir sûrede Kur'ân'ı ve kâinatı toplayan kapsamlılık.

2. Işık: Herkesin her ihtiyacına cevap veren kapsamlılık.

3. Işık: Kur'ân'ın mucize derecesindeki özlülüğü.


4. Işık: Kur'ân'ın, cüz'î olaylarda kapsamlı kanunları dile getiren özlülüğü.

5. Işık: Kur'ân'ın gerek içerik, gerekse üslûp itibarıyla bütün üstünlükleri, hiçbir
karışıklığa yol açmadan kendisinde toplayan kapsamlılığı.

Üçüncü Şua: Kur'ân'ın gaybdan verdiği haberler; her zaman gençliğini koruması ve
herkese birden hitap etmesi.

Birinci Cilve: Kur'ân'ın gayba dair haberleri.

1. Şavk: Kur'ân'ın geçmişe dair haberleri.

2. Şavk: Kur'ân'ın geleceğe dair haberleri.

3. Şavk: Kur'ân'ın İlâhî hakikatlere, yaratılışa ve âhiret âlemine dair haberleri.

İkinci Cilve: Kur'ân'ın her çağda süregelen gençliği; hakikatlerinin ve kanunlarının


eskimeyişi; Kur'ân medeniyeti ile beşer medeniyeti arasında bir karşılaştırma.

Üçüncü Cilve: Kur'ân'ın, her çağdaki insan tabakalarından herbirine aynı dersi ayrı ayrı
vermesindeki olağanüstülük.

İKİNCİ ŞULE:

Birinci Nur: Kur'ân'ın bütünlüğü.

İkinci Nur: Kur'ân'ın, âyetleri özetlerken ve İlâhî isimlere dikkat çekerken ortaya
koyduğu olağanüstülük.

1. Meziyet-i Cezalet: Kur'ân'ın, dünya üzerindeki eser ve fiillerde İlâhî hakikatleri


gösterişi.

2. Nükte-i Belâgat: Kur’ân’ın İlâhî san’at eserlerini tasvir ederek İlâhî isimlerle
özetlemesi.

3. Meziyet-i Cezalet: Kur’ân’ın İlâhî fiilleri ayrıntılandırması ve özetlemesi.

4. Nükte-i Belâgat: Kur’ân’ın, yaratılmışlardaki düzeni, ardında İlâhî isimleri gösterecek


bir şeffaflıkla ortaya koyması.

5. Meziyet-i Cezalet: Kur’ân’ın, cüz’î veya sıradan olaylardaki İlâhî hakikatleri


göstermesi ve tefekküre ufuk açması.

6. Nükte-i Belâgat: Kur’ân’ın, varlık âleminde, çok geniş bir alanda cereyan eden
olayları birlik içinde yahut kapsamlı bir kanun altında göstermesi.

7. Sırr-ı Belâgat: Kur’ân’ın, sebeplerin arkasında İlâhî tasarrufları ve İlâhî isimlerin


tecellîlerini göstermesi.

8. Meziyet-i Cezalet: Kur’ân’ın, âhirete ait İlâhî fiilleri anlatırken, dünyada gözlenen
fiillerle kalb ve zihinleri ikna etmesi.

9. Nükte-i Belâgat: Kur’ân’ın, cüz’î olaylarda, İlâhî isimler vasıtasıyla, kapsamlı


hakikatleri göstermesi.

10. Nükte-i Belâgat: Kur’ân’ın, ümit ve korku arasındaki dengeyi korumasındaki


olağanüstülük.

Üçüncü Nur: Kelâmın sahibi, muhatabı, amacı ve muhtevası yönünde Kur’ân’ın


üstünlüğü.

ÜÇÜNCÜ ŞULE:

Birinci Ziya: Kur’ân’ın, varlık âleminin hakikatlerine ve İlâhî fiil, isim ve sıfatlara dair
ifadelerindeki düzen, âhenk ve olağanüstülük.

İkinci Ziya: Kur’ân ile felsefenin dünyaya bakış açısı.

Üçüncü Ziya: Kur’ân’dan ders alan ilim ve kalem sahiplerinin eserleriyle Kur’ân’ın
karşılaştırması.

Kur'ân'ın kelime ve cümlelerindeki düzen ve birbiriyle ilişkileri yönünden mucize oluşuna


dair bir misali, Üstad Hazretleri şu şekilde veriyor:

ِ ‫ﺴْﺘُﮭْﻢ ﻧَْﻔَﺤﺔٌ ِﻣْﻦ َﻋَﺬا‬


"Meselâ ‫ب َرﺑﱢَﻚ‬ ‫ َوﻟَﺌِْﻦ َﻣ ﱠ‬Bu cümlede, azâbı dehşetli göstermek için, en azının
şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister. Demek taklîli ifade edecek; cümlenin
bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona kuvvet verecek. İşte, ‫ ﻟَﺌِْﻦ‬lâfzı, teşkiktir. Şek
kıllete bakar. ‫ﺲ‬ ‫ َﻣ ﱠ‬lâfzı, azıcık dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. ٌ‫ ﻧَْﻔَﺤﺔ‬lâfzı, maddesi
bir kokucuk olup kılleti ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i
sarfiyesinde “biricik” demektir, kılleti ifade eder. ٌ‫ ﻧَْﻔَﺤﺔ‬deki tenvin-i tenkirî, taklîli
içindir ki, “O kadar küçük ki, bilinemiyor” demektir. ‫ ِﻣْﻦ‬lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça”
demektir; kılleti ifade eder. ‫ب‬ ِ ‫ َﻋَﺬا‬lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır ki,
kıllete işaret eder. ‫ َرﺑﱢَﻚ‬lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati ihsas
etmekle kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle tesirli ise,
ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder. İşte şu cümlede
küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi, herbiri kendi
lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lâfız ve maksada bakar."(1)
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz Birinci Şule.

Keops Piramidi ile İlgili Risalelerde Bilgi Var mı?


"İkinci misâl: Kur'ân'da çok tekrar edilen kıssa-i Mûsâ Aleyhisselâmın cümleleri ve
cüz'leridir ki, herbir cümlesi, hattâ herbir cüz'ü bir düstur-u küllînin ucu olarak
gösterilmiş ve o düsturu ifade ediyor."

"Meselâ, Firavun vezirine emreder ki, "Bana yüksek bir kule yap;
semâvâtın halini rasat edip bakacağım: Semânın gidişâtından, acaba Mûsâ'nın (a.s.)
dâvâ ettiği gibi semâda tasarruf eden bir İlâh var mıdır?" İşte, kelimesiyle ve şu
cüz'î hâdiseyle, dağsız bir çölde olduğundan dağları arzulayan ve Hâlıkı tanımadığından
tabiatperest olup rubûbiyet dâvâ eden ve âsâr-ı ceberûtlarını göstermekle ibkâ-i nâm
eden, şöhretperest olup dağ-misâl meşhur ehramları binâ eden ve sihir ve tenâsuha kâil
olup cenazelerini mumya edip dağ misillü mezarlarda muhâfaza eden Mısır
Firavunlarının ananesinde hükümfermâ bir düstur-u acîbi ifade eder."

"Meselâ, gark olan Firavun'a der: "Bugün senin gark olan cesedine
necât vereceğim" ünvânıyla, umum Firavunların tenâsuh fikrine binâen cenazelerini
mumyalamakla mâziden alıp müstakbeldeki ensâl-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek
olan mevtâlûd, ibretnümâ bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı
âhirde o gark olan Firavunun aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark
denizinden sâhile atıldığı gibi, zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır
sâhiline atılacağını, mu'cizâne bir işaret-i gaybiye ifade eder."(1)

Firavunların geleneği olan anıt mezar anlayışı, tenasuhe yani bugünkü tabirle; reenkarnasyon
fikrine dayanır. Bu tenasuh fikri, maddeci felsefenin farklı bir anlayışıdır. Ölümden sonraki
hayatı inkar edip, tamamen dünya hayatına tapan bu tenasuh fikrine göre; insanlar öldükten
sonra tekrar beden değiştirerek dünyaya gelirler ve eski hayatlarına farklı beden formu ile
devam ederler.

Bu sebeple dünyada kıymetli eşyalarını anıt mezarlarına koyduruyorlar, ta ki ikinci ruh


göçünde o kıymetli eşyaları kullansınlar. Bu fikirden dolayı Firavun hanedanlığı hem sapkın
egolarını tatmin etmek, hem gelecek nesillere şöhretlerini duyurmak, hem çölden dağlık
alanlarına özlemlerini göstermek için piramitleri inşa ettirmişler. Elbette bu inşaatta çok
mazlumların ve masumların kanı ve emeği vardır. Nitekim taşın olmadığı çölde o dev
yapıtların yapılması, harikulade bir çaba ve güç ister, bu da zulmün boyutlarına işaret
ediyor.

Piramitlerin teknik boyutu hakkında farklı teoriler vardır. O zaman teknolojisince yapılması
imkansız olan durumların, Peygamberler eli ile mucize şeklinde yapılması muhtemeldir. Zira
piramitlerin yapılmasında masum İsrail oğulları istihdam edilmiştir. İsrail oğulları içinde ise
nebiler çok bulunmuştur. Tabi bu fikir bir ihtimaldir, katiyet ifade etmez.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz

Kur'an'ın düsturları, kanunları, ezelden geldiğinden


ebede gidecektir, cümlesini izah eder misiniz?
Kur’an, Allah’ın ezeli ilminden süzülüp gelen bir kitap olmasından dolayı eskimesi, -
haşa- işe yaramaz bir hale gelmesi mümkün değildir. Allah’ın ilmi ezeli ve ebedidir. Bu
ilimden gelen prensip ve kanunlar da elbette ezeli ve ebedi bir değer ve kıymet taşıması
gerekir. İnsanların kanunları deneme yanılma metodu ile hasıl oldukları için, ömürleri en
fazla elli, yüz yıldır.
Burada ezeli ve ebedi kavramları dünyadaki zaman dilimi için geçerlidir. Yoksa,
Kur’an’nın emir ve yasaklarını oluşturan kanun ve prensipler ahirette de devam edecek
manasında değildir. Yani insanların yapmış olduğu kanunlar en fazla elli yüz yıl idare
ederken, Kur’an’nın kanunları kıyamete kadar devam edip tazeliğini ve kuvvetini muhafaza
ediyor. İnsanların kanunları gibi eskiyip pörsümüyor demektir.
Hatta Kur’an’nın dünyaya taalluk etmeyen genel prensipleri hakikati üzere ezeli ve
ebedidirler, asla değişmez ve iptal olmazlar.
Mesela tesbih, tahmid, tekbir gibi ibadetin özünü teşkil eden kanunlar, ezelden gelir
ebede giderler. Bu ibadete taalluk eden kanunun sadece elbisesi ve formatı değişir, özü ve
ruhu ahirette devam edip gidecektir. Burada bu manayı namaz ile ifa ederken ahirette aynı
mana başka şekillerde ve formatlarda devam edecektir.

Kur'an'ın kelimeleri arasında bir sonraki ile bir evvelki


arasında nakış gibi bir ilişki var. Peki aynı şey Kur'an'ın her
ayeti için geçerli midir?
Kur’an’ın kelimeleri öyle bir incelik ve letafet ile yerleştirilmiş ki, her bir ayetin diğer
ayetlere bakan bir gözü, işiten bir kulağı vardır denebilir. Ayetler arasındaki, bu sıkı bağ ve
irtibat âdeta ayetleri tek bir ayet hükmüne getirmiş, her bir sure küçük birer Kur’an olmuştur.
Kubbeli taşların birbirine dayanarak binayı oluşturması gibi, ayetler arasında da öyle bir
dayanışma, öyle bir kucaklaşma, öyle bir yardımlaşma var ki, âdete parçalanmaz bir bütün
haline gelmişler.
Şayet her ayet ve kelimede bu mana esası ile bulunmasa idi, bu bütünlük ve ahenk
oluşmazdı. Kubbeli taşlarla yapılan binanın her bir taşı diğer taşlar gibidir, biri eksik olsa
bina çöker. İşte aynı mana Kur’an ayetleri ve kelimeleri için de geçerlidir. Allah Kur’an
denklemini kurarken, bütün ayetleri ve kelimeleri bu denklemin zaruri bir parçası halinde
kurmuştur. Şayet birisi çekilse denklem bozulur.
Örnek verelim:
"İkinci misal: ‫ َوِﻣﱠﻤﺎ َرَزْﻗﻨَﺎُھْﻢ ﯾُْﻨﻔِﻘُﻮَن‬Şu cümlenin hey’âtı, sadakanın şerâit-i
kabulünün beşine işaret eder."
"Birinci şart: Sadakaya muhtaç olmamak derecede sadaka vermek ki, ‫َوِﻣﱠﻤﺎ‬
lâfzındaki ‫ ِﻣْﻦ‬i teb’îz ile o şartı ifade eder."
"İkinci şart: Ali’den alıp Veli’ye vermek değil, belki kendi malından vermektir.
Şu şartı ‫ َرَزْﻗﻨَﺎُھْﻢ‬lâfzı ifade ediyor. “Size rızık olandan veriniz.” demektir."

"Üçüncü şart: Minnet etmemektir. Şu şarta ‫ َرَزْﻗﻨَﺎ‬daki ‫ ﻧَﺎ‬lâfzı işaret eder. Yani,
“Ben size rızkı veriyorum. Benim malımdan Benim abdime vermekte minnetiniz
yoktur.”

"Dördüncü şart: Öyle adama veresin ki, nafakasına sarf etsin. Yoksa sefâhete sarf
edenlere sadaka makbul olmaz. Şu şarta ‫ ﯾُْﻨﻔِﻘُﻮَن‬lâfzı işaret ediyor."

"Beşinci şart: Allah namına vermektir ki, ‫ َرَزْﻗﻨَﺎُھْﻢ‬ifade ediyor. Yani, “Mal
Benimdir; Benim namımla vermelisiniz.”(1)

Bu ayette bir cümle içinde beş ayrı şart ve hükmün dürülü olduğu gösteriliyor ki,
Kur’an’ın bütün ayet ve cümlelerinde bu ince ve latif hüküm ve şartlar bulunuyor. İslam
medeniyetinin altı yüz sayfalık Kur’an üzerine bina olması bu sırdan dolayıdır. Yani Allah
zahirde altı yüz sayfa bir kitap göndermiş ama, hakikatte altı yüz bin ve daha fazla sayfa
kadar kitabı içinde barındırıyor demektir. Nasıl küçük bir incir çekirdeğinin içinde koca
incir ağacı bütün teşkilatı ile yazılmış ise, aynı şekilde Kur’an’ın kalıp ve lafzı da bir tohum
ve çekirdek gibi yüz binlerce kitap ve manayı havidir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

Kur'an mı Sünnet'e muhtaç, Sünnet mi Kur'an'a


Muhtaçtır?
Alimler arasında sık sık kullanılan bir ifadedir. Kur'an'ın tam anlaşılması, sünnete
bağlıdır. Sünnet olmayınca, Kur'an'daki çok şey muğlak kalır. Bu ifade, "Kur'an İslamlığı"
diyenlere de bir cevaptır. Sadece Kur'an'a bakarak İslamı yaşarız, diyenlere karşı da ifade
edilmektedir.
İşte bu manaları ifade etmek için, söz konusu cümle kullanılmaktadır.

Kur'an-ı Kerim'in içinden dört yüz bine yakın tefsir


çıkmasının hikmeti nedir; neden bu kadar tefsir yazıldı?
Kur'an-ı Kerim dipsiz bir deryaya benzer. "...Ağaçlar kalem, denizler de mürekkep
olsa, Rabbimizin kelimatı yine tükenmez..." (Kehf Suresi, 18:109) ayetinden yola çıkarak
bu Kur'an ne kardar da tefsir edilse, ancak bu deryadan, bu bahirden bir damla mesabesinde
tercüme ve tefsir yapılabilir. Kur'an-ı Azimüşşanın ayetleri iki kısma ayrılır: Muhkem ve
müteşabih olmak üzere. Muhkem ayetlerin manası nettir, açıktır. Ancak müteşabih
ayetler de bir nebze kapalılık söz konusudur. İşin ehli tarafından yapılacak izahlarla daha
iyi anlaşılabilmektedir. İşte bu dört yüz bin tefsir, Kur'an'ın müteşabih ayetlerinin bir
yorumudur. Her bir müfessir bu ayetlerin farklı bir yönüne temas etmiş.

Kur'an-ı Kerim, Cenab-ı Hakk'ın bütün beşeriyete gönderdiği en son semavi Kitab'tır. Bu
ilahi hitapta, insanlığa lüzumu bulunan herşey ana hatlarıyla ele alınmıştır.

"Biz Kitab'ı (Kur'an'ı) sana herşeyin apaçık bir beyanı olarak indirdik."

"Biz o kitab'ta hiçbir şeyi noksan bırakmadık" gibi ayetler, Kur'an'ın herşeyden
bahsettiğini, her meseleden söz açtığını anlatır.

Büyük bir ağacın küçük bir çekirdekte dercedilmesi misali ilahî ve kevnî gerçekler bir öz
olarak Kur'an'da dercedilmiştir. Kur'an, hem ezelden bahseder, hem ebedden. Hem dünyadan
söz açar, hem ahiretten. Hem yaratılışı anlatır, hem kıyameti; hem ferdi ele alır, hem
cemiyeti...

Fakat bu bahisler, bu ele alışlar genelde çok veciz ve âli bir üslupla olduğundan, Kur'an'a
muhatap olan herkes, birden en yüksek manalara yükselemez, ayetten matlup manayı
hemen anlayamaz.

İşte bu noktada "tefsir ilmi" devreye girer. Yorum anlamındaki tefsir kelimesi, "Allah'ın
kelamını açıklamak" manasında kullanılır. Bu ilim vasıtasıyla insanlar Kur'an ayetlerine
daha iyi muhatap olabilirler, onun engin ve zengin manalarını daha iyi anlayabilirler.
Kur'an'ın ilk müfessiri, yine kendisidir. Çünkü, Kur'an'ın bir kısmı, bir kısmını tefsir eder.
Bir yerde mücmel olarak bildirilen bir husus bir başka yerde açıklanmış olarak karşımıza
çıkabilir. Mesela, Fatiha suresinde Cenab-ı Hakk'ın bir ünvanı olarak geçen "Maliki
yevmiddin" (din gününün sahibi) ifadesi mücmeldir. Bu ifade, İnfitar suresinde "Bildin mi
nedir din günü? Evet, bildin mi nedir din günü? O gün kimse kimseye sahip olamaz. O
gün bütün emir, Allah'ındır" şeklinde açıklanmıştır.

Keza, yine Fatiha suresinde "Bizi nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet" ayetinde bu nimet
verilenlerin kimler olduğu belli değildir. Nisa suresindeki, "İşte onlar Allah'ın
nimetlendirdiği nebiler, sıddıklar, şehitler salihlerle beraberdirler. Bunlar ne güzel
arkadaştırlar" ayetinden, ilahi nimete mazhar kılınan bu seçkin kimselerin kimler olduğunu
anlamaktayız.

Hz. Peygamber (a.s.m.), Kur'an'ın ilk şarihidir. Kur'an'da mücmel veya mübhem olarak
geçen nice meseleye, O vuzuh kazandırmıştır. Mesela, Cenab-ı Hak, "namazı kılın, zekatı
verin!" buyurmuş. Fakat "namaz nasıl kılınır, kaç vakit ve kaçar rek'at kılınır? Hangi maldan
ne kadar zekat verilir? şeklinde ayrıntılara girmemiştir. Hz. Peygamber, bu gibi noktalara
açıklık getirmiştir. "Sana Zikri (bir öğüt olan Kur'an'ı) indirdik. Ta ki onlara indirileni
insanlara beyan edesin... " ayeti, Hz. Peygamberin bu yönüne dikkat çeker.

Evzaî, bu konuda şu yorumda bulunur. "Sünnetin Allah'ın Kitabına muhtaç olmasından


çok daha fazla, Kitab (Kur'an) sünnete muhtaçtır."

Keza, Hz. Peygamber, yaptığı yorumlarla ashabına ve ümmetine ufuk açmış, onların Kur'anı
yanlış anlamalarına engel olmuştur. Mesela, şu ayete bakalım:

"İman edip te, imanlarına bir zulüm bulaştırmayanlar (var ya), işte onlar için emniyet
vardır ve hidayete erenler de onlardır."

Bazı sahabiler, bu ayeti duyunca endişeye kapılırlar, "Ya Rasulallah, hangimiz


zulmetmiyor ki" diye Rasulullah'a sorarlar. Hz. Peygamber, ayette geçen zulmün "şirk"
olduğunu nazara verir ve "Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür" ayetiyle istidlalde bulunur.

Hz. Peygamber, Fatiha'daki "Bizi nimet verdiğin kimselerin yoluna ilet. Gadab edilenlerin
ve sapanların yoluna değil." ayetinde geçen "gadab edilenlerin" Yahudiler, sapanların
Hristiyanlar olduğunu bildirir. Şüphesiz, gadap edilenler sadece Yahudiler, sapanlar da
sadece Hristiyanlar değildir. Hz. Peygamberin bu şekildeki beyanı, gadap edilen ve
sapanların en belirgin tipleriyle bir açıklama olarak kendini göstermektedir.

Hz. Peygamber kendisine Kur'an'la beraber, onun bir mislinin de verildiğini bildirir. Kur'an'ı
şerheden O'nun sözleri, bu ifadesinin bir isbatıdır. Durum böyleyken, bir kısım insanların
"Allah'ın kitabı bize kafidir. Onda olanla iktifa ederiz" demeleri, Allah'ın Kitabını da
bilmemenin bir alametidir. "Erike hadisi" olarak şöhret bulan bir hadiste, Hz. Peygamber
bazılarının koltuğuna oturup, vurdum duymaz bir şekilde böyle bir tavır sergileyeceklerini
mucizane haber vermiştir.

Kur'an'ın tefsirinde Hz. Peygamberin tefsirinden sonra sahabe tefsiri gelir. Hz. Peygamberin
sohbetiyle yetişen bu insanlar şüphesiz tefsir noktasında seçkin bir konuma sahiptirler. Zira,
başka malumattan azade safi ruhlarıyla Kur'an'a yönelmişler, onun ilk muhatabı ve en büyük
müfessiri olan Hz. Peygamberden ders almışlardır.

Şüphesiz sahabenin hepsi Kur'an'ı aynı derecede anlamıyordu. Çünkü, akılları, ilim
seviyeleri farklı idi. Ayrıca, dile hakimiyetleri de hepsinde aynı derecede değildi. İbni
Abbas'ın "Fatır" kelimesini, Hz. Ömer'in "tehavvuf, ebben" kelimelerini başlangıçta
bilmemeleri, bunu açıkça göstermektedir.

Sahabeden Adiy b. Hatem oruçla ilgili olarak gelen "fecir vakti beyaz iplik siyah iplikten
sizce seçilinceye kadar yiyin için" ayetinden hareketle yanında siyah ve beyaz iplik
bulundurmakta, bunların rengi birbirinden ayrılıncaya kadar oruca başlamamaktadır. Durumu
Rasulullaha bildirdiğinde Hz. Peygamber tebessüm eder, işin onun anladığı gibi olmadığını,
ayette kastedilenin gündüzün beyazlığı, gecenin siyahlığı olduğunu anlatır.
"Allahım, onu dinde anlayışlı kıl ve ona te'vili öğret." duasına mazhar olan İbn-i Abbas, Hz.
Ali, İbn-i Mes'ud, gibi seçkin sahabiler, Kur'an'ın yorumunda ufuk açıcı ifadeleriyle sonraki
devirlerde gelenlere yol göstermişlerdir. Hz. Peygamberin "En hayırlı asır benim asrımdır.
Sonra, onu takip eden iki asır." ifadesi, sahabeye ve sahabeden sonra gelen tabiin ve
tebeü't-tabiin devirlerinin faziletine işaret eder. Bu üç nesil, Kur'an'ın tefsirinde sonraki
devir insanlarının müstağni kalamıyacakları yorumlarda bulunmuşlardır.

Lâm'ın, fî ve ilâ manasına gelmesinde farklı tabakalardaki


insanların istifadelerini izah edebilir misiniz?
"Meselâ, ‫ﺴﺘَﻘَﱟﺮ ﻟََﮭﺎ‬
ْ ‫ﺲ ﺗَْﺠِﺮى ﻟُِﻤ‬
ُ ‫ﺸْﻤ‬
‫ َواﻟ ﱠ‬daki lâm, hem kendi mânâsını, hem fî mânâsını, hem
ilâ mânâsını ifade eder. İşte, ‫ﺴﺘَﻘَﱟﺮ‬ ْ ‫ ﻟُِﻤ‬in lâm’ı, avâm o lâm’ı ilâ mânâsında görüp fehmeder
ki, size nisbeten ışık verici, ısındırıcı, müteharrik bir lâmba olan güneş, elbette birgün
seyri bitecek, mahall-i kararına yetişecek, size faidesi dokunmayacak bir suret
alacaktır, anlar. O da, Hâlık-ı Zülcelâlin güneşe bağladığı büyük nimetleri düşünerek,
“Sübhânallah, Elhamdü lillâh” der."(1)

İzah: Ayetin en anlaşılır ve zahir manası; güneşin zahiri faydalarıdır. Bunların en önemlisi
ve en belirgini; güneşin ışık ve ısı vermesidir ki, avam tabaka bu manayı anlar.

"Ve âlime dahi, o lâm’ı ilâ mânâsında gösterir. Fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, belki
bahar ve yaz destgâhında dokunan mensucat-ı Rabbâniyenin bir me-kiği, gece gündüz
sahifelerinde yazılan mektubat-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası suretinde
tasavvur ederek, güneşin cereyan-ı surîsi, alâmet olduğu ve işaret ettiği intizâmât-ı
âlemi düşündürerek Sâni-i Hakîmin san’atına “Mâşaallah” ve hikmetine “Bârekâllah”
diyerek secdeye kapanır."

İzah: İkinci bir üst tabaka ki; bu tabakaya göre güneş sadece ısı ve ışık saçan bir kütle değil,
aynı zamanda Allah'ın dünya meydanında, nakışlarını gösterdiği sanatlarının oluşumunda
önemli bir çark, önemli bir mekiktir. Dünyayı kusursuz bir kitap görürsek, güneş bu kitabın
nurlu bir hokkasıdır. Evet dünya üzerinde sergilenen sayısız sanat ve nimetler, güneşin
dönmesi ve hareketi ile oluşuyor ve aydınlanıyor.

"Ve kozmoğrafyacı bir feylesofa, lâm’ı fî mânâsında şöyle ifham eder ki: Güneş, kendi
merkezinde ve mihveri üzerinde zemberekvâri bir cereyanla manzumesini emr-i İlâhî
ile tanzim edip tahrik eder. Şöyle bir saat-i kübrâyı halk edip tanzim eden Sâni-i
Zülcelâline karşı kemâl-i hayret ve istihsanla “El-azametü lillâh ve’l-kudretü lillâh”
der, felsefeyi atar, hikmet-i Kur’âniyeye girer."

İzah: Uzay bilimciler bu ayetten, güneşi hem kendi merkezinde, hem de bir yörünge üstünde
intizam ve sistem ile hareket eden büyük bir yıldız olarak görür. Böyle büyük bir yıldızın,
sistem içinde dönmesi ve itaatli olması, onu döndüren ve sevk eden Allah’ın, ne denli
azamet ve haşmet sahibi olduğunu akla gösteriyor.

"Ve dikkatli bir hakîme, şu lâm’ı, hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında tutturup
şöyle ifham eder ki: Sâni-i Hakîm, işlerine esbab-ı zahiriyeyi perde ettiğinden, cazibe-i
umumiye namında bir kanun-u İlâhîsiyle, sapan taşları gibi, seyyareleri güneşle
bağlamış; ve o cazibeyle muhtelif, fakat muntazam hareketle o seyyareleri daire-i
hikmetinde döndürüyor; ve o cazibeyi tevlit için, güneşin kendi merkezinde hareketini
ْ ‫ ﻟُِﻤ‬mânâsı, ‫ﺳﺘِْﻘَﺮاِر َﻣْﻨﻈُﻮَﻣﺘَِﮭﺎ‬
zahirî bir sebep etmiş. Demek, ‫ﺴﺘَﻘَﱟﺮ‬ ْ ‫ﺴﺘَﻘَﱟﺮ ﻟََﮭﺎ ِِﻻ‬
ْ ‫ ﻓِﻰ ُﻣ‬yani, kendi
müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı ve nizamı için hareket ediyor. Çünkü, hareket
harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi zahiren tevlit eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir
kanun-u Rabbânîdir. İşte, şu hakîm, böyle bir hikmeti Kur’ân’ın bir harfinden
fehmettiği zaman, “Elhamdü lillâh, Kur’ân’dadır hak, hikmet; felsefeyi beş paraya
saymam” der."

İzah: Hikmet sahibi bir fizikçi, bu ayetten şöyle bir mana anlıyor: Allah kainatta sebepler eli
ile iş gördüğü için, her netice ve sistemi bir sebeple tedbir ediyor. Güneşin hem kendi
etrafında hem de çevresindeki yıldız ve gezegenleri çekip çevirmesi bir kanun ile bağlanmış,
bu kanun da çekme ve itme kanunudur. Bu kanunun ortaya çıkması da, güneşin kendi etrafında
ve belli bir yörünge etrafında hızla dönmesi ile mümkündür. Bu kanunları açığa çıkarmak
için, Allah güneşi hareket ettiriyor. Hareketten hararet, hararetten kuvvet, kuvvetten de çekim
kuvveti oluşuyor. Ve bu kuvvetle güneş sistemi ayakta duruyor. İşte herbir sebep arkasında,
Allah’ın o sonsuz ve güzel isimleri güneş gibi parlıyor. Demek fizik nazarı, isimlerin net
okunmasında on numaralı bir gözlük gibidir.

"Ve şairâne bir fikir ve kalb sahibine, şu lâm’dan ve istikrar’dan şöyle bir mânâ
fehmine gelir ki: Güneş nuranî bir ağaçtır, seyyareler onun müteharrik meyveleri.
Ağaçların hilâfına olarak, güneş silkinir, tâ o meyveler düşmesin. Eğer silkinmezse
düşüp dağılacaklar. Hem tahayyül edebilir ki, şems meczup bir serzâkirdir. Halka-i
zikrin merkezinde cezbeli bir zikreder ve ettirir. Bir risalede şu mânâya dair şöyle
demiştim..."

İzah: Bir şair ve edebiyatçının bu ayetten anladığı nükte şudur: Güneş nurlu bir ağaç,
gezegenler ise bu ağacın hareketli meyveleridir. Ağacın tersine güneş silkinir ki, ta o
gezegenler sistemden çıkıp dağılmasınlar. Yani güneş hareketinden dursa, meyveleri
hükmünde olan gezegenler fezaya dağılacaklardır.

Hem hayal dünyası geniş olan bir şaire göre; güneş zikir halkasının meczup bir başıdır. Zikir
halkasının ortasında durarak zikir tanelerini tanzim ve tedbir ediyor. Güneş merkezde
gezegenleri de onun etrafında dönerek zikir ve tesbihte bulunuyorlar.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz Birinci Şule.


Latif Nüktelerde Geçen, Kur'an'ın Yedi Nurundan Kasıt
Nedir?
Kur'an-ı Kerim'i manevi bir güneşe benzetirsek, Mesnevi-i Şerif, Kur'an'dan süzülen
nurları massederek Kur'an'a ayine olmuş. Buna rağmen bu eser Kur'an'ın yedi nurundan
ancak bir nurunu alabilmiş. Risale-i Nur Külliyatı Kur'an'a tam bir ayine olmuş. Yedi rengin
yedisini de Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle üzerinde gösterebilmeye muvaffak olmuştur. Nasıl ki
ay, ışığını güneşten alıyorsa, Risale-i Nur'lar da ışığını tamamen Kur'an-ı Azimşşandan
almıştır. Kur'an'da bulunan manaları ve mana tabakalarını, bulandırmadan üzerinde
gösterebilmiş bir şaheserdir. Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nur'ları yazarken kendi
ifadesiyle, "Yanımda Kur'an-ı Kerim'den başka kitap yok" demektedir. Bu da gösteriyor
ki Kuran-ı Kerim hem Bediüzzamana hem de Risale-i Nur'a tam ve hakikattar bir üstad
olmuştur.
Bediüzzamanın telif ettiği Mesnevi, Mevlana'nın Mesnevesi nevinden olmayıp, Kur'an'ın
elvanı sebasına (fesahat, belağat, cezalet...) ayine olmuş olan Risale-i Nur'a ayine olmuş.
Mesnevi-i Şerif'teki beyitler yerine, i'lemlerle Risale-i Nur'un hülasası hükmüne geçmiştir.
Bu husus Mesnevi-i Nuriyenin baş tarafında şu şekilde ifade edilmektedir:
"BEŞİNCİ NOKTA: Eski Said'in Yeni Said'e inkılâp etmesi zamanında, yüzer ilimlerle
alâkadar binler hakikatler, ayrı ayrı birer risaleye mevzu olacak kıymette iken, o Said telif
ederken, meselelerin başında "i'lem, i'lem, i'lem"lerle, herbir hakikatı-ki, bir risale olacak
derecede ehemmiyetli iken-birkaç satırda, bazan bir sayfada, bazan bir iki satırda
zikrediyorlar. Adeta herbir "i'lem" bir risalenin şifresidir.
Hem "i'lem"ler, birbirine bakmayarak muhtelif ilimlerin ve hakikatlerin fihristleri hükmünde
yazılmıştır." (1)
(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Mukaddime.

Otuz altı adet İhlas çeşitlerini Türkçe olarak gönderebilir


misiniz?
Konu ile ilgili olarak Yrd.Doç.Dr. Niyazi BEKİ hocamızın, Kuran İlimleri ve Tefsir
Açısından Bediüzzaman Said Nusi'nin Eserleri isimli makalesinin bir bölümünü aşağıya
alıyoruz:

25. Söz'de konu ile ilgili nazara verilen diğer misal ise Ihlâs süresidir. Bu sûrenin altı
cümlesi vardır, herbir cümle diğer cümlelere hem delil, hem de netice olabiliyor. Sanki
îhlâs sûresi altı cümlesiyle otuz adet ihlâs sûresini içinde barındırmış gibidir. "Tevhid"
etrafında otuz delilden meydana gelen, altı tevhid mertebesini isbat eden, altı şirk çeşidini
reddeden bir istidlal zincirini oluşturmuştur.213

Hadis-i şerifte "Kur'an'ın üçte biri kadar sevapdar olduğu" ifade edilen İhlâs sûresi, bu
konuda en çarpıcı bir misal teşkil etmektedir.
25. Söz'de İhlâs sûresinin, üçü müsbet, üçü menfi altı cümlesinin bulunduğu, bunların altı
çeşit tevhîd mertebesini isbat edip, altı çeşit şirki reddettiği ifade edilmiştir.214 Lerneât'ta
ise yedi çeşit tevhîd zikredilmiş ve üçüncü cümlede iki çeşit tevhide işaret edilmiştir. Yine
Lemeât'ta belli bir sayı verilmeden, "Bütün envâ-ı şirki reddeder" cümlesiyle genel bir
ifade kullanılmış, şirkin her türlüsünün reddedildiği ifade edilmiştir. Şirkin çeşitleri ise
şöyle belirtilmiştir; İsa (a.s), Üzeyr, Melekler gibi insanlar tarafından uydurulan şirkleri
"Lem yelid" cümlesi ile reddedilmiştir. Esbapperestiik, nücumperestlik (yıldıza tapmak),
sanemperestlik (puta tapmak) ve tabiatperestlik gibi şirk çeşitleri de "Lem Yûled"
cümlesiyle bertaraf edilmiştir. Son âyette geçen "Lem yekûn" ifadesiyle Allah'ın ne
zâtında, ne fiillerinde ve ne de sıfatlarında şerikinin olmadığı vurgulanmıştır.215 Her bir
cümlesi öteki cümlelere hem delil hem de netice olur. Çünkü, her bir cümlenin iki mânâsı
vardır. Bir mâna ile netice olur. Bir mâna ile delil olur. Böylece îhlâs sûresinde otuz ihlâs
sûresi kadar muntazam, birbirini isbat eden delillerden mürekkep sûreler vardır.216

Ihlas sûresinin altı cümlesinin mealleri şöyledir: "1-De ki: O, (Allah)'dır. 2- Allah birdir.
3- Allah Sameddir. 4- O doğurmamıştır. 5- Ve doğmamıştır. 6- O'nun hiçbir dengi
yoktur."

Rİsale-i Nur'da Ihlâs sûresinin tevhid açısından yapılan kısa bir tefsiri özetle şöyledir:

"Sûrenin birinci cümlesinde yer alan "hüve" deki karinesiz işaretin gösterdiği itlak, bir
ta'yini, o da teayyünü gösterir. Bu ise tevhidin şühûd mertebesine işarettir."217

Yani: Ihlâs sûresinin ilk cümlesi "kul huve" nin anlamı: "De ki: O'dur." şeklindedir. Her
zamirin mutlaka bir mercii vardır. Buradaki merci, açık olarak ifade edilmeyip, mutlak
bırakılmıştır. Bu makamda mutlak bırakılan zamirin mercii ancak bir mutlak varlık olabilir.
Mutlak bir varlık Allah'tan başkası olmadığına göre, buradaki mutlak zamirin mercii de
ancak O'na ait olup, O'nu gösterebilir. Itlakta ta'yin ve tayinde de taayyün"ün mânâsı budur.

"İkinci cümle, Tevhid-i Ülûhiyeti gösteriyor. Üçüncü cümle, Tevhid-i Rubûbiyyet ve


Tevhid-i Kayyûmiyyete işaret ediyor. Dördüncü cümle, Tevhid-i Celâli ihtiva etmektedir.
Beşinci cümle, Tevhid-i Sermedîye işarettir. Altıncı cümle, Tevhîd-i Câmi'i, ihtiva
etmektedir. Ne zâtında nazîri, ne ef'âlinde şeriki ve ne de sıfatında şebîhi vardır."218

Bediüzzaman'nm diğer bir değerlendirmesiyle Altı cümleden ibaret olan îhlâs sûresi, 7 çeşit
şirki (Üzeyirperestlik, İsaprestlik, melekperestlik, akılperestlik, esbabperestlik,
yıldızperestlik, sanemperestlik gibi putperestlikleri) reddeden ve tevhid-i şuhud, tevhid-i
ulûhiyet, tevhid-i rubûbiyyet, tevhid-i kayyûmiyet, tevhidi celâl, tevhid-i sermediyyet ve
tevhid-i cami gibi tevhidin 7 mertebesini gösterir.219

Buna göre Ihlâs sûresinde 36 Ihlâs sûresi sözkonusudur. Sûrenin herbir cümlesi altı defa
delil, altı defa netice olur. Herbir tabloda altı cümlenin altı defa sıralarının değiştirilmesiyle
toplam 36 ihlâs sûresi elde edilir.
Bediüzzaman'ın, 36 sûreyi ihtiva ettiğini belirttiği Ihlâs sûresinin bu harika durumu, bilimsel
olarak onu ortaya koyacak matematik formülü "Permitasyon prensibi" çerçevesinde
değerlendirilmiştir. Bu prensibe göre:

a. Bu sûrede yer alan menfî ve müsbet üçer cümlenin oluşturduğu iki farklı kategorinin
normal permitasyonlarmın sayısı: 720'şerden toplam 1440 dır. Buna göre İhlâs sûresinde,
tam 1440 İhlâs sûresi vardır. Şüphesiz bu husus tek başına bir mucizedir.

b. Aşağıda görüldüğü üzere A, B, C = müsbet; D, E, F menfi cümle şekilleriyle "saymanın


temel ilkesi"ne göre bu sûreden 36 tane sûre elde edilebilir:

Aşağıda bu formül ile birlikte İhlâs sûresinin ihtiva ettiği 36 îhlâs sûresi gösterilmiştir:

A- O Allah'tır. B- O birdir. C- O samed'tir. D- O doğurmamıştır. E- O doğmamıştır. F-


O'nun hiçbir dengi yoktur.

İhlâs sûresinde yer alan 36 İhlâs sûresi:

1. De ki O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O


doğmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

2. De ki O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O


doğmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

3. De ki O Allah'tır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O birdir. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü


O Samed'tir. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

4. De ki O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü


O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğurmamıştır.

5. De ki O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O doğurmamıştır.

6. De ki O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğmamıştır.

7. De ki O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O


doğmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

8. De ki O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü


O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğmamıştır.

9. De ki G Allah'tır: Çünkü O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O


doğurmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
10. De ki O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü
O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğurmamıştır.

11. De ki O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O doğurmamıştır.

12. De ki O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğmamıştır.

13. De ki O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O


doğurmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

14. De ki O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü


O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğmamıştır.

15. De ki O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O


doğurmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

16. De ki O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir Çünkü O doğmamıştır. Çünkü


O'nun hiçbir dengi yoktur Çünkü O doğurmamıştır.

17. De ki O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğmamıştır.

18. De ki O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O doğurmamıştır.

19. De ki O birdir. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O


doğmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

20. De ki O birdir. Çünkü O samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü


O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğmamıştır.

21. De ki O birdir. Çünkü O samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O


doğurmamışlır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

22. De ki O birdir. Çünkü O samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü


O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğurmamıştır.

23. De ki O'birdir. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O doğurmamışım

24. De ki O'birdir. Çünkü O Samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğurmamışım Çünkü O doğmamıştır.
25. De ki: O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O doğurmamışım Çünkü
O doğmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

26. De ki: O samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü
O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğmamıştır.

27. De ki: O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O
doğurmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

28. De ki: O Samed'tir. Çünkü O'birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü
O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğurmamıştır.

29. De ki: O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O doğurmamıştır.

30. De ki: O Samed'tir. Çünkü O birdir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğmamıştır.

31. De ki: O Samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü
O doğmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

32. De ki: O Samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü
O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğmamıştır.

33. De ki: O Samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O
doğurmamıştır. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.

34. De ki: O Samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O doğmamıştır. Çünkü
O'nun hiçbir dengi yoktur. Çünkü O doğurmamıştır.

35. De ki: O Samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğmamıştır. Çünkü O doğurmamıştır.

36. De ki: O Samed'tir. Çünkü O Allah'tır. Çünkü O birdir. Çünkü O'nun hiçbir dengi yoktur.
Çünkü O doğurmamıştır. Çünkü O doğmamıştır.

Yukarıdaki 36 ihlas sûresi cümlelerin birbirine delil olmasından meydana gelmiştir.

Aynı şey cümlelerin birbirine netice olması durumunda da sözkonusudur. lhlâs sûresinin bu
şekildeki 36 sûreden bir tanesi aşağıda bir misal olarak verilmiştir. Diğerleri buna
kıyaslanabilir.

De ki: O Allah'tır. Öyleyse O birdir. Öyleyse O samed'tir. Öyleyse O doğurmamıştır.


Öyleyse O doğmamıştır. Öyleyse O'nun hiçbir dengi yoktur.
Bakara sûresinin üçüncü âyetinde geçen "Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar."
âyetlerinde geçen bu iki cümlenin bir araya gelmesinin hikmeti, iman ile amel arasındaki
münasebetin açık olmasına işareten :"Bu (namazla ilgili) cümlenin evvelki (iman ile
ilgili) cümle ile bağlılığı ve münasebeti gün gibi aşikardır." denilmiş ve arkasından
"lakin bedeni ibadet ve taatlardan namazın tahsisi, namazın bütün hasenata (güzel
amellere) fihrist ve örnek olduğuna işarettir."220 şeklinde bir ifadeyle namazın önemine
işaret edilmiştir. Yukarıdaki aynı âyette yer alan "Namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz
mallardan harcarlar." cümlelerinin arasındaki münasebet te müellif tarafından şöyle
açıklanmıştır: "Namaz dinin direği olduğu gibi, zekât ta İslâm'ın köprüsüdür. Demek ki
birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden ilâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle
bağlanmışlardır." 221

211 İşârât, 38.


212 a.g.e., 40; İşârât (Ar.), 48.
213 a.g.e., 388-389.
214 Sözler, 388.
215 Lemeâl, 739-741
216 Sözler, 388.
217 Lemeât, 739.
218 Lemeât, 739-741
219 a.g.e., a.g.y.
220 işârât 42
Kuran İlimleri ve Tefsir Açısından Bediüzzaman Said Nusi'nin Eserleri:
Yrd.Doç.Dr.Niyazi BEKİ

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) dörtten fazla eşi olduğu


halde, ümmetine dörtten fazlası uygun olmamasını nasıl
anlamalıyız?
Peygamber'imize has bazı özellikler vardır. Bu özelliklerin bir kısmı ümmetine
haramdır. Dörtten fazla evli olmakta Peygamber'imize ait hususi hükümlerdendir. Bu sebeple
bir başkası bu noktadan Peygamber'imizi örnek alamaz.

Peygamber'imiz aynı anda dörtten fazla kadınla evlenmiştir. Bir erkeğin dörtten fazla kadını
nikâhı altında bulundurması caiz değildir. Ancak Peygamberimiz bu hususta müstesnadır.
Nitekim başka hususlar vardır ki Hz. Peygambere haram olduğu halde ümmetine helal
kılınmıştır. Mesela Peygamber'imize ve O'nun ailesine zekat verilemez. Ayrıca
Peygamberimiz miras bırakmamıştır. Teheccüd namazı Peygamber'imize farz olmasına
rağmen ümmetine sünnettir.

Daha geniş bilgi almak için aşağıdaki konuları tıklayınız.


Peygamber Efendimiz (s.a.v) in çok kadınla evlenme sebepleri.

Hz. Peygamber (s.a.v.) aynı anda, dörtten fazla kadınla evli bulunmuş mudur?

Şahs-ı Âdem’e talim-i esmâ ünvanıyla nev-i benî-Âdeme


ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder.
Talim-i esmâ, “isimlerin öğretilmesi”, “Cenâb-ı Hakk’ın, Hz. Âdem’e isimleri
öğretmesi” demektir. Cenâb-ı Hakk, yerde bir halife yaratacağını meleklere bildirdiğinde,
onlar bunu hayretle karşılarlar ve bu ilâhî iradenin hikmetini, kendilerine mahsus bir lisanla
sorarlar. Bunun üzerine, Allah Âdem peygambere bütün isimleri öğretir ve melekleri onunla
bir imtihana tâbi tutar.

Bu hadise ilâhî Fermanda şöyle haber verilir: “Ve Âdem’e bütün esmâyı talim eyledi. Sonra
(varlık âlemlerini) melaikeye gösterip, ‘haydi davanızda sadık iseniz, bana şunları,
isimleriyle haber verin’ dedi” (Bakara Sûresi, 31)

Âyet-i kerimede geçen “biesmâi” ifadesini çoğu âlimlerimiz “isimlerini” şeklinde


açıklamışlar, ancak Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde bu ibare “isimleriyle” şeklinde tercüme
edilmiştir. Her iki tercüme de doğru olmakla birlikte, bu ikincisinde daha geniş bir mânâ söz
konusudur. “İsimleriyle” denilince, o varlıkların sadece isimlerinin değil, daha başka
şeylerinin de sorulduğu anlaşılmaktadır.

Nitekim Nur Külliyatında bu ifade, “kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini,
sıfatlarını, hassalarını beyan” (İşarât-ül İ’caz) şeklinde yorumlanmış ve bir başka risalede
de, şöyle buyrulmuştur:

“Şahs-ı Âdem’e talim-i esmâ ünvanıyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve
fünunun talimini ifade eder.” (Sözler)

Yine Nur Külliyatında, Hz. Âdem’e öğretilen isimlerin icmalî olduğu, yani çekirdek
mânâsında öz bilgilerden meydana geldiği, bu isimlerin ahirzaman Peygamberinde ise
tafsilatlı ve mükemmel şekilde tahakkuk ettiği şöylece ifade edilir:

“Hazret-i Âdem’e (aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmânın bütün


meratibiyle tafsilen mazharı (aleyhissalâtü Vesselâm)...” (Sözler)

Eşyanın isimlerini yahut fizikî özelliklerini bilmekten daha önemli olan bir ilim vardır: O da
o eşyada tecelli eden ilâhî isimleri bilmek, eserde sanatı okumak, nimette ihsan ve ikramı
görmek ve onlardan ilâhî isimlere intikal etmektir.

Âhirzaman Peygamberi bütün isimlere en kâmil mânâda mazhar olmuş, “Yaratan Rabbinin
ismiyle oku!”(Alâk Sûresi, 1) emriyle bütün eşyayı, Allah’ın isimlerinin tecelligâhı olarak
en kâmil mânâda okumuş ve iman, marifet, muhabbet, takva ve salih amelde en yüksek
mertebelere çıktığı gibi, tefekkür, hayret, tesbih ve hamd gibi ulvî vazifeleri de en ileri
seviyesiyle icraya muvaffak olmuştur.

Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı


malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka,
kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından nısfını
almıştır.. Cümlesinin izahını yapar mısınız?
Hece harflerinin adedi -(elif-i sakine) hariç kalmak şartıyla- 28 harftir. Kur'an-ı Hakim,
bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını terketmiştir.

Kur’an’ın zikrettiği harfler, insanlar tarafından terkettiği harflerden daha fazla


kullanılmaktadır. Meselâ: En fazla tekrar ettiği harfler arasında, dile en hafif gelen "elif lam"
harfleridir.

Kur'an, kullandığı harfleri hece harflerinin adedince sûrelere taksim etmiştir.

Kur'an, mehmuse, mechure, şedide, rahve, müsta'liye, münhafida, müntabika, münfetiha gibi
hece harflerinin herbir çeşidinden yine yarısını kullanmıştır.

Kalkala, zelleka gibi, sayısı tek olan guruptan dile ağır gelen harflerden az, hafif gelenden
çok alınmıştır.

Kur'an'ın bu taksimatı 504 ihtimalden (1) biri olarak seçilmiştir. Adı geçen taksimatın
dışında hiç bir surette böyle dengeli ve yarı yarıya bloke edilmiş şekliyle bir bölüşüm söz
konusu olamaz. Bu gibi i'caz parıltılarından zevk alamayan, kendi zevkini kınamalıdır. (2)

Hece Harflerinin Kur'an'daki Taksimatı

Zelleka harfleri: 6 tanedir: Bunların üçte ikisi alınmıştır. Alınanlar: "Rı-Lam-Mim-Nun",


alınmayanlar ise: "Be-Fe"

Boğaz harfleri: 6 harf olup üçte ikisi kullanılmıştır. Alınanlar: "Ha-Ayın-He-Hemze",


alınmayanlar: "Gayın -Hı"

Kadı Beydavî'nin de ifade ettiği gibi bu harfler çok kullanıldığından bunların üçte ikisi
alınmıştır.

Kanaatimce burdaki taksimat noktalı ile noktasız olanlar arasında da yapılmıştır. Boğaz
harflerinden noktalı olan iki harf alınmayıp, noktasız olan 4 harf alınmıştır. Çünkü noktasız
olanlar daha hafiftir.

Boğaz harfi olmayanlar: 22 adettir. Bunlardan da 10 adet alınıp, yine karşıt iki gruptan 14
tane harf kullanılmıştır. Alınanlar " Rı-Sin-Sad-Tı-Kaf-Kef-Lam-Mim-Nun-Ye".

Mehmuseler: 10 harf olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Sin-Ha-Kef-Sad-He" alınmayanlar:


"Fe-Se-Şm-Hı-Te". Bu harflerin 5 tanesi noktalı, beş tanesi noktasızdır. Kur'an bunu da
yarılamış ve sadece beş noktasız olanları almıştır.

Mechureler: 18 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Hemze-Mim-Lam-Ayın-Rı-Tı-Kaf-Ye-


Nun", alınmayanlar: "Be-Cim-Dal-Zel-Ze-Dad-Zı-Gayın-Vav". Görüldüğü gibi, birbirinin
zıddı olan mehmus ve mechur harflerden toplam 14 tane alınmıştır ki, bu da hece harflerinin
yarısıdır..

Şefehiler: İki tanedir. Alınan: "Mim", alınmayan:"Be".

Şedidler: (Sert harfler) 8 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Hemze-Tı-Kaf-Kef",


alınmayanlar: " Be- Te- Cim-Dal".

Rahveler: (Yumuşaklar) 20 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: " Ha-Rı-Sin-Sad-Ayın-Lam-


Mim-Nun-He-Ye", alınmayanlar: " Se-Hı-Zel-Ze-Şın-Dad-Zı-Ğayın-Fe-Vav" Yumuşak ve
sert harflerden de 14 adet alınmıştır.

Muntabikler: (Kapalı harfler) 4 tane olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Tı-Sad",


alınmayanlar: "Dad -zı".

Münfetihler: (Açık harfler) 24 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: " Elif-Ha-Rı-Sin-Ayın-Kaf-


Kef-Lam-Mim-Nun-He-Ye", alınmayanlar harfler ise: "Be-Te-Se-Cim-Hı-Dal-Zel-Ze-Şın-
Ğayın-Fe-Vav". İki karşıt guruptan olan bu harflerden de toplam olarak 14 harf alınmıştır.

Müsta'liyeler: 7 harftir. Alınanlar: "Kaf-Sad-Tı", alınmayanlar: "Hı-Dad-Zı-Ğayın,"

Münhafideler: 21 harf olup kullanılanların sayısı 11'dir.

Alınanlar: "Hemze-Lam-Mim-Rı-Kef-He-Ye-Ayın-Sin-Ha-Nun", alınmayanlar: "Be-Te-Se-


Cim-Dal-Zel-Ze-Şın-Fe-Vav". Karşıt bu iki gurup harflerden de toplam 14 tane
kullanılmıştır.

Kalkalaler: 5 tanedir. Alınanlar: "Kaf-Tı", alınmayanlar: " Be-Cim-Dal". (3)

Bediüzzaman'a göre -daha önce de ifade edildiği gibi- 78 harften meydana gelen 14 şeklin
bu tarzda taksimatı ancak 504 ihtimalden biri olarak seçilmiştir. Bu sayı da 7'nin katıdır. 504
=72x7.= 36x14
Suretperestlik Ne Demektir?
Yirmi Beşinci Söz'de geçen şu ifadelere bakalım; "Sanemperestliği şiddetle, Kur'ân
menettiği gibi; sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de meneder. Nasıl
ki, merhûme ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle
bakmak, ne kadar ahlâkı tahrip eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ
kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak,
derinden derine, hissiyât-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrip eder." (1)

Sanemperestlik; puta tapmak, suretperestlik ise suretlere tapmak demektir. Yukarıdaki


ifadelerden de anlaşıldığı üzere, gazetelerde, kitaplarda, televizyonlarda görüntülenen
müstehcen kadın resimleri, mücessem olmayan gölgesiz putlar gibidir. Nazar-ı şehvetle ve
hevesle bakmak ulvi hisleri tahrip eder. Bu çeşit resim ve fotoğraflara bakmaktan kendini
muhafaza edemeyen insanlar, zamanla duygu ve larifeleri âdeta erozyona uğrar ve rotası
değişir.

Suretlere bakmakla ancak hayalini oyalayan kişi, zamanla kendisini bekleyen tuzaklara
doğru adım adım kayar. Hayalin ağzına vurulmuş bir parmak zehirli bal, nefsi
azgınlaştırır. Dizgini eline alan nefis ve heva artık sahibini dinlemez. Suretlerle kendini
tatmin demeyen nefis, bu suretlerin gösterdiği istikamete doğru adeta sürüklenerek gider.
Suretlere bakma neticesinde zıvanadan çıkan nefis; artık kalbi, aklı dinlemez. Suretlerin
kulu kölesi haline gelir.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.

Suret ile ilgili tıklayınız.

Tabaka-i ûlânın şundan hisse-i fehmi şudur ki:


"Peygamber size evlâdım dese, risalet cihetiyle söyler.
Şahsiyet itibarıyla pederiniz değil ki, aldığı kadınlar ona
münasip düşmesin." ifadesini açıklar mısınız?
Birinci tabakanın anlayışında "sadece peygamberlik hususundan dolayı o sizin
babanız gibidir, yoksa nesil noktasından babanız değil ki, sizden kız alması uygun
olmasın" deniliyor.
İkinci tabakada, büyük bir amir kendi emrindekilere bir baba gibi şefkatli olur. Eğer o
amir sadece maddi bir amir olmayıp, manevi açıdan da amir ise, bu şefkatin oranı yüz katı
artar. Bu durumda o amirin emrindekileri, adete onun öz evladı gibi telakki edilir. Bu
telakkiye göre baba gibi addedilen birisinin kızı gibi addedilen birisi ile evlenmesi mümkün
değildir. İşte Kur’an bu telakkiyi yıkmak için der; "O Peygamber İlahi bir merhametin
penceresinden size şefkat ediyor. Bir baba gibi, hatta babadan daha fazla bir şefkatle size
şefkat ediyor. Yoksa nesep noktasından sizin babanız değil ki, sizden kız alması uygun
olmasın."
İkinci tabakanın fikri hem daha geniş hem daha mesaj yüklü hem de daha değişik
noktaları ikaz ediyor. Mesela, amir birisinin rayetine karşı baba gibi şefkatli olması
gerektiğine işaret ediliyor.
İkincisi, Peygamber Efendimizin (asm) üstün meziyetine ve inceliğine işaret ediliyor.
Üçüncüsü ise onun şefkat noktasından Allah’ın Rahman ve Rahim isimlerine ne güzel bir
levha ve mahal olduğuna vurgu yapılıyor...

Üstad, Elif, lam, mim gibi şifreli harflerin ilmine mazhar


miydi?
"İKİNCİ ŞAVK: İstikbale ait ihbârât-ı gaybiyesidir. Şu kısım ihbârâtın çok
envâı var. Birinci kısım hususîdir. Bir kısım, ehl-i keşif ve velâyete mahsustur.
ِ َ‫ ُﻏﻠِﺒ‬- ‫ اۤﻟ ۤﻢ‬Sûresinde pek çok ihbârât-ı gaybiyeyi
Meselâ, Muhyiddin-i Arabî ‫ﺖ اﻟﱡﺮوُم‬
bulmuştur. İmam-ı Rabbânî, sûrelerin başındaki mukattaât-ı hurufla çok
muamelât-ı gaybiyenin işaretlerini ve ihbârâtını görmüştür ve hâkezâ... Ulema-yı
bâtın için, Kur’ân baştan başa ihbârât-ı gaybiye nev’indendir."(1)

Üstad'ın yukarıdaki ifadelerinden anlaşıldığı kadarı ile Efendimiz (asv)'den sonra bazı
zatlar da Kur'an şifrelerinden yola çıkarak gelecekten haber vermişlerdir. Muhyiddin Arabi
gibi zatlar bu kapsama girmektedir. Üstad'ın da bazı risalelerde ayet ve hadislerin şifrelerine
(Cifir, Ebcet) istinaden bir takım haberler verdiğini biliyoruz. Fakat Üstad'ın yukarıda
dediği gibi bunun da çok envaı, çeşitleri vardır. Bir kısmı hususidir. Bu hususilik daha
ziyade Efendimize (asv) bakıyor. Özellikle de mukataa hafleri için geçerlidir. Zira Üstad
mukataa harfleri için şunları söylüyor:

"Surelerin başlarındaki huruf-u mukattaa, İlahi bir şifredir. Beşer fikri ona
yetişemiyor. Anahtarı, ancak Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselamdadır."
"Şifrevari şu huruf-u mukattaanın zikri, Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü
Vesselamın fevkalade bir zekaya malik olduğuna işarettir ki, Muhammed
Aleyhissalatü Vesselam, remizleri, imaları ve en gizli şeyleri sarih gibi telakki
eder, anlar."(2)

Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki, surelerin başındaki kesik harfler dediğimiz mukataa


harfleri, Allah ile Resulü (asv) arasında bir şifre, bir özel iletişim şeklidir. Bu yüzden bütün
içeriğini bilmek ancak Allah ve Resulü'ne hastır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule
(2) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara suresi, 1. Ayetin Tefsiri.

Üstad, Risalelerde, Bulunan Firavun Cesedinden


Bahsediyor mu?
Üstad Hazretleri bu konu hakkında şunları söylüyor:
"Meselâ, ‫“( ﻓَﺎْﻟﯿَْﻮَم ﻧُﻨَﱢﺠﯿَﻚ ﺑِﺒََﺪﻧَِﻚ‬Bugün senin cesedini kurtaracağız.” Yûnus Sûresi, 10:92) gark
olan Firavuna der: “Bugün senin gark olan cesedine necat vereceğim” ünvanıyla, umum
Firavunların, tenasuh fikrine binaen, cenazelerini mumyalamakla maziden alıp
müstakbeldeki ensâl-i âtiyenin temâşâgâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibretnümâ bir
düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde, o gark olan Firavunun
aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi,
zamanın denizinden asırların mevceleri üstünde şu asır sahiline atılacağını, mu’cizâne
bir işaret i gaybiyyeyi bir lem’a-i İ’cazı ve bu tek kelime bir mu’cize olduğunu ifade
eder."(1)
Londra´daki British Museum´da korunan cesedin, Firavun'a ait olduğu genel bir kanaattir.
Elbette bu genel kanaate katılmayan farklı düşünceler de olabilir. Böyle düşüncelerin
bulunması genel kanaate zarar vermez. Devrin her döneminde böyle ihtilaflar bulunabilir.
Nitekim ayette asıl verilen mesaj; materyalist olan Firavun'un ahiret hayatını inkar manasına
gelen mumyalama adetine işarettir.
Yani eski Mısır inancında ölenler tenasuh, yani ruh göçü ile tekrar hayata döneceklerini
zannettikleri için, değerli eşyalarını ve cesetlerini mumyalatıyorlar. Mumyalama işi de
sonraki nesillere bir intikal vasıtasıdır. Yani o dönem ve inançları hakkında mumyalama
adeti, gelecek nesle önemli bir ibret levhası hükmündedir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule İkinci Şua, Beşinci Lem'a.

Üstadımız; "Sanemperestliği şiddetle, Kur'ân men ettiği


gibi; sanemperestliğin bir nevi taklidi olan sûretperestliği de
men eder." dediği halde, kendi suretinin Tarihçe'ye
konmasına niye müsade etti?
Bu sorunuza çeşitli yönlerden cevap verilebilir:

Birincisi: Üstadımız'ın "Halbuki gölgeli, gölgesiz sûretler, ya bir zulm-ü mütehaccir


veya bir riyâ-i mütecessid veya bir heves-i mütecessimdir ki; beşeri zulme ve riyâya ve
hevâya, hevesi kamçılayıp teşvik eder."(1) ifadesinde belirttiği gibi suretlerden makat,
insanları zulme ve hevaya sevk eden suret kısımları kastedilmektedir. Yani, tapmak için ve
ta'zim etmek için hazırlanan resimlerle, müstehcen sayılanları kesinlikle haramdır. Demek ki,
bu cümlede geçen tüm suretler, aynı kategoride değerlendirilmez.

İkincisi : Bu resimlerin duvarlarda asılması ile kitaplara konmasının hükümleri de bir


değildir. Çünkü, alimlerimize göre suretlerin duvar üzerine asılmaları, elbisede veya
sarıkta yer almaları halinde gölgeli, gölgesiz olması arasında fark gözetilmeden haram
denmiştir. Çünkü bu hâllerde o tasvirlere (resimlere) hürmet manası hakimdir. Ancak tarif
ve tanıttırmak gayesiyle kitaplara ve sair neşriyatlara girmesinin hükmü aynı değildir.

Üçüncüsü: Bu açıklamaya göre ahlaki ve dini yönüyle İslamiyete aykırı olmayan çizimlerin
de yasak kapsamına girmediği söylenebilir. Bunun gibi bilgisayar veya başka teknik
metodlarla çizilenlerin de aynı şekilde değerlendirilebileceğini düşünüyoruz.

Netice: Resimle ilgili yasağın üç boyutlu, kabartmalı veya İslam'a aykırı olanlarla ilgili
olduğunu söylemek mümkündür.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.

Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua, İkinci Suret,


Üçüncü Nokta'yı Açıklar mısınız?
"ÜÇÜNCÜ NOKTA: Üslûbundaki bedâat-i harikadır. Evet, Kur’ân’ın üslûpları hem
gariptir, hem bedîdir, hem aciptir, hem muknidir. Hiçbir şeyi, hiçbir kimseyi taklit
etmemiş; hiç kimse de onu taklit edemiyor. Nasıl gelmiş, öyle o üslûplar tarâvetini,
gençliğini, garâbetini daima muhafaza etmiş ve ediyor.

ۤ ‫ ٰﯾ‬,‫ ٰطٰﮫ‬,‫ اۤﻟٰﺮ‬,‫ اۤﻟ ۤﻢ‬gibi


"Ezcümle, bir kısım sûrelerin başlarında şifre-misal ‫ ٰﺣ ۤﻢ ۤﻋۤﺴۤﻖ‬,‫ﺲ‬
mukattaat hurufundaki üslûb-u bedîîsi, beş altı lem’a-i i’câzı tazammun ettiğini,
İşârâtü’l-İ’câz’da yazmışız. Ezcümle:"

"Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı malûmesi olan mechûre,
mehmûse, şedîde, rahve, zelâka, kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından
nısfını almıştır. Kabil-i taksim olmayan hafifinden nısf-ı ekser, sakîlinden nısf-ı ekall
olarak, bütün aksâmını tansif etmiştir. Şu mütedahil ve birbiri içindeki kısımları ve iki
yüz ihtimal içinde mütereddit, yalnız gizli ve fikren bilinmeyecek birtek yolla umumunu
tansif etmek kabil olduğu halde, o yolda, o geniş mesafede sevk-i kelâm etmek, fikr-i
beşerin işi olamaz. Tesadüf hiç karışamaz."

"İşte, bir şifre-i İlâhiye olan sûrelerin başlarındaki huruf, bunun gibi daha beş altı
lem’a-i i’câziyeyi gösterdikleriyle beraber, ilm-i esrar-ı huruf ulemasıyla evliyanın
muhakkikleri şu mukattaattan çok esrar istihraç etmişler ve öyle hakaik bulmuşlar ki,
onlarca şu mukattaat kendi başıyla gayet parlak bir mu’cizedir. Onların esrarına ehil
olmadığımız, hem umum göz görecek derecede ispat edemediğimiz için, o kapıyı
açamayız. Yalnız, İşârâtü’l-İ’câz’da şunlara dair beyan olunan beş altı lem’a-i i’câza
havale etmekle iktifa ediyoruz."

"Şimdi, esâlib-i Kur’âniyeye, sûre itibarıyla, maksat itibarıyla, âyât ve kelâm ve kelime
itibarıyla birer işaret edeceğiz."(1)
Bu Üçüncü Nokta'da, Kur’an üslubunun daha önce insanların bildiği ve tanıdığı bir üslup ile
meydana atılmadığını ve benzersiz ve eşsiz bir üslup ile meydana çıktığı beyan ediliyor.
Öyle bir üslup ki kimseyi taklit etmemiş, ayrıca gayet derecede ikna edici ve etkileyici bir
üslup ile beyan ediyor.

Üstelik öyle bir beyan tarzı var ki, tazeliğini ve zindeliğini hiç kaybetmiyor. İnsanların
eserleri ve kanunları en fazla kırk elli yıl giderken, Kur’an’ın üslup ve tarzı üzerinden bin
dört yüz yıl geçmesine rağmen hâlâ taze ve zinde, hâlâ çok etkili ve büyüleyici. Bu da onun
hangi kaynaktan süzülüp geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Zira zayıf kaynaktan kuvvetli sular
akmaz.

Üstad Hazretleri devamla, bu hakikatleri ayetlerden vermiş olduğu örnekler ile delillendirip
ispat ediyor. Mesela surelerin başındaki kesik harflerin/huruf-u mukattaların dizilişleri öyle
alelade değil, hikmetli ve mucizeli bir diziliştir, diyerek o hakikatlere kati örneklendirmeler
yapıyor. Bu kesik harfler, hem dizilişleri itibari ile hem de bir şifre olmaları itibari ile çok
sırlara ve ince manalara işaret eden birer sırlı anahtar olup ehil olanlara rehber oluyor. Ehli
tahkik olan evliyalar bu kesik harflerden çok sırlar ve gizli manalar çıkarmışlardır.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Birinci Şua, İkinci Suret...

Yirmi Beşinci Söz'de geçen, "Hz. Musa (as)'nın şecere-i


meşhuresi,.." ifadesi ne anlama gelmektedir, hangi ağaçtan
bahsediliyor?
"Sonra, Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın şecere-i meşhuresini hatıra getirmekle,
“Şu dâvâ-yı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, Mûsâ Aleyhisselâmın dahi
dâvâsıdır,” enbiyanın ittifakına hafî bir ima edip şu kelimenin îcâzına bir letafet
daha katar."(1)

"Oraya varınca kutlu mekândaki vâdinin sağ tarafında bulunan ağaçtan şöyle
nida edildi: 'Ey Mûsa! Rabbülâlemin olan Allah Ben’im.' ” (Kasas, 28/30)

Allah’ın ağaç canibinden Hazreti Musa (as)’a nida etmesi, ağaca sembolik bir kutsiyet
veriyor.
Ehl-i sünnetin imamlarından İmam Maturidi’ye göre, Allah’ın ezelî kelamı bizzat
işitilemez. İşitilen şey ancak ses ile harflerdir. Buna göre, Hz. Musa (as)’ın ağaçtan işittiği
ses ile harfler idi ve bunlar Allah tarafından ağaçta yaratılmıştı.

Eşari’ye göre, ses ve harflerden oluşmayan kelamın da işitilmesi mümkündür. Buna göre,
Hz. Musa (as)’ın ses ve harfleri ağaçtan, kelamı ise Allah’tan işitmesi mümkündür. Ayrıca
Ehl-i sünnet alimlerine göre, ağaçtan seslendirilen “Muhakkak ki, Ben Rabbülalemin olan
Allah’ım.” mealindeki ifadenin ağacın kendisine ait olamayacağını belirtmişlerdir. Bazı
rivayetlere göre Hz. Musa (as), bu kelamı kulaklarıyla değil, özüyle, bütün varlığıyla
duyduğunu söylemiştir. (Razî, Kasas, 28/30. ayetin tefsiri).
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz

Yirmi Beşinci Söz'de geçen; "fesda' bima tu'mer"


ayetindeki belagat nedir, nasıl bir şeydir?
Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu devirde, Araplar arasında güzel ve etkili söz söyleme,
şiir yazma çok revaçtaydı. İyi bir şair, onların milli kahramanıydı. Bir şairin şiiriyle iki
kavim birbirine girer, savaşır; bir başka şiiriyle de sulh ederdi.
Kabe'nin duvarına "Muallakât-i Seb'a" namında en iyi yedi şiiri altın harflerle yazarak
asmışlardı. Bir gün Lebid'in kızı gidip babasının Kabe duvarına asılmış şiirini aşağıya
indirdi. "Niye yaptın bunu?" diye sorulunca: "Âyetlere karşı bunların kıymeti
kalmadı!.." dedi.

Bir bedevi: "fesda' bima tü'mer" âyetini işitince secdeye kapandı. "Müslüman mı
oldun?" dediler. "Hayır, ben bu âyetin belagatına secde ediyorum." dedi.
Tercümelerde belagatın bu incelikleri gösterilemez. Ayetlerin tefsir veya tercümesi,
onlardaki hüsün (güzellik) ve belagatı gösteremiyor. Bu yüzden bu ayetteki belagatı zevk
edip göstermek bizim harcımız değildir.

"Evet, Kur’ân ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenâb-ı


Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut
ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcânî, Zemahşerî, Sekkâkî gibi belâgat
imamlarınca, beşerin kuvveti Kur’ân’ın yüksek üslûp ve nazmına
yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de, Sekkâkî demiştir ki: “İ’câz,
ْ ‫ َﻣْﻦ ﻟَْﻢ ﯾَُﺬ‬Yani, fikriyle i’câzı zevketmeyen,
zevkîdir; târif ve tâbir edilemez.” ‫ق ﻟَْﻢ ﯾَْﺪِر‬
târifle vakıf olamaz; bal gibidir."

"Lâkin Abdülkahir’in iltizam ettiği veçhe göre, i’câzı tarif ve tâbir etmek
mümkündür. Biz de bu veçhi kabul ediyoruz." (1)

İmam Sekkâkî Kur’an’nın İ’cazı ancak belli bir ilmi mertebeye ve dereceye ulaşıp onu
bizzat zevk ederek anlaşılır diyor. Hiç bal yememiş birisine balın tadını tarif etmek nasıl zor
ve meşakkatli ise, i’cazı ilmi ile idrak edemeyen birisine de i’cazı tarif ve tabir etmek aynı
derecede zor ve meşakkatli bir iştir diyor. Belagat noktasından bu fikir bir ekoldür.
Abdülkahir-i Cürcânî bu fikrin aksine olarak i’cazın hiç ilmi olmayan birisine dahi
tarif ve tabir edilmesinin mümkün olduğunu söyleyerek farklı bir ekol oluşturmuştur. Üstad
Hazretleri de bu ekolü destekliyor ve eserlerinde bunun mümkün olduğunu ispat ediyor.
Yirmi Beşinci Söz ve İşârâtü'l-İ'câz bunun misalleri ile doludur. Üstad Hazretleri belagatin
çok ince ve latif nüktelerini eserlerinde beyan ve ispat ederek ikinci ekolün daha isabetli bir
ekol olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim hiçbir alt yapısı ve ilmi kariyeri olmayan birisi de
Üstad Hazretlerinin eserlerinde i’cazı zevk edebilir ve ediyor.
ِ ‫ﺴْﺘُﮭْﻢ ﻧَْﻔَﺤﺔٌ ِﻣْﻦ َﻋَﺬا‬
Meselâ, ‫ب َرﺑﱢَﻚ‬ ‫“( َوﻟَﺌِْﻦ َﻣ ﱠ‬And olsun, Rabbinin azâbından en küçük bir
esinti onlara hafifçe dokunacak olsa...” Enbiyâ Sûresi, 21/46) Bu cümlede, azâbı
dehşetli göstermek için, en azının şiddetle tesirini göstermekle göstermek ister.
Demek taklîli ifade edecek; cümlenin bütün heyetleri de bu taklîle bakıp ona
kuvvet verecek. İşte, ‫ ﻟَﺌِْﻦ‬lâfzı, teşkiktir. Şek kıllete bakar. ‫ﺲ‬ ‫ َﻣ ﱠ‬lâfzı, azıcık
dokunmaktır; yine kılleti ifade eder. ٌ‫ ﻧَْﻔَﺤﺔ‬lâfzı, maddesi bir kokucuk olup kılleti
ifade ettiği gibi, sîgası bire delâlet eder. Masdar-ı merre tabir-i sarfiyesinde
“biricik” demektir, kılleti ifade eder. ٌ‫ ﻧَْﻔَﺤﺔ‬deki tenvin-i tenkirî, taklîli içindir ki, “O
kadar küçük ki, bilinemiyor.” demektir. ‫ ِﻣْﻦ‬lâfzı, teb’îz içindir, “bir parça”
demektir; kılleti ifade eder. ‫ب‬ ِ ‫ َﻋَﺬا‬lâfzı, nekâl, ikab’a nisbeten hafif bir nevi cezadır
ki, kıllete işaret eder. ‫ َرﺑﱢَﻚ‬lâfzı, Kahhâr, Cebbar, Müntakîm’e bedel yine şefkati
ihsas etmekle kılleti işaret ediyor. İşte, bu kadar kılletteki bir parça azap böyle
tesirli ise, ikab-ı İlâhî ne kadar dehşetli olur, kıyas edebilirsiniz diye ifade eder.
İşte şu cümlede küçük heyetler nasıl birbirine bakıp yardım eder. Maksad-ı küllîyi,
herbiri kendi lisanıyla takviye eder. Şu misal bir derece lâfız ve maksada
bakar."(2)

Bu ayette Kur'ân'ın kelime ve cümlelerindeki düzen ve birbiriyle ilişkileri yönünde


mucize oluşuna dair bir misal gösteriliyor. Yani ayetin her bir kelimesi ve kelimelerden
oluşan cümlenin geneli aynı maksat ve gayeyi gösteriyor ki, bu cümlenin mucize derecesinde
olduğunu gösteriyor. İnsan takatinin altından kalkabileceği bir cümle, kelime ilişkisi değil.
Bir lafızda iç içe bir çok manalar vardır. Bu manalardan bir tanesi o lafzın efendisi ve
ruhu hükmündedir; yani lafzın hakiki manasıdır. Diğer manalar ise o asıl mana etrafında ona
yardım ve kuvvet veren yan ve işari manalardır. İşte lafzı kullanan zat, yan manalar ile asıl
mana arasında bir ayırıcı vasfı koyması gerekir. Yani lafzı kullanan kişinin asıl anlatmak
istediği mana ile lafız arasında kuvvetli bir bağ ve temas olması gerekir. Bu ayette bu husus
i’caz derecesindedir.

"Daha sair kelimât-ı Kur'âniyeyi bunlara kıyas edebilirsin. Adeta basit, melûf
birer kelime iken, lâtif mânâların definelerine birer anahtar vazifesini görüyor."
"İşte, ekseriyetle üslûb-u Kur’ân’ın geçen tarzlarda ulvî ve parlak
olduğundandır ki, bazan bir bedevî Arap, birtek kelâma meftun olur, Müslüman
olmadan secdeye giderdi. Bir bedevî ‫ﺻَﺪْع ﺑَِﻤﺎ ﺗُْﺆَﻣُﺮ‬
ْ ‫"( ﻓَﺎ‬Emrolunduğun şeyi açıkla.”
Hicr, 15/94) kelâmını işittiği anda secdeye gitti. Ona dediler: “Müslüman mı
oldun?” “Yok,” dedi. “Ben şu kelâmın belâğatine secde ediyorum.”(3)

Açıkçası o Arap’ın bu kelamdan hissettiği belagat ve inceliğe bizim tevafuk edip idrak
etmemiz mümkün değildir. Ayetin mealinde de o harika belagat görünemeyeceği için o
belagati bizim idrak edip tarif etmemiz kabil değildir. Üstad Hazretleri o belagate değinse
idi, biz de hissedebilirdik. Lakin Üstad Hazretleri tarif ve tafsil etmemiştir.
Dipnotlar:
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, Âyet: 23, 24.
(2) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz
(3) bk. a.g.e.,
Yirmi Beşinci Söz'de geçen; Ali İmran suresinin 154.
ayetinde Üstadımızın söylediği harf sayısı ile ayetteki harf
sayısı birbirini tutmuyor gibi görünüyor, bu konuda bilgi
verir misiniz?
ً ‫ ﺛُﱠﻢ اَْﻧَﺰَل َﻋﻠَْﯿُﻜْﻢ ِﻣْﻦ ﺑَْﻌِﺪ اْﻟَﻐﱢﻢ اََﻣﻨَﺔً ﻧَُﻌﺎ‬ilâ âhir. İşte şu âyette bütün huruf-u
‫ﺳﺎ ﯾَْﻐٰﺸﻰ طَﺎﺋِﻔَﺔً ِﻣْﻨُﻜْﻢ‬
hecâ mevcuttur. Bak ki, sakil, ağır bütün aksâm-ı huruf beraber olduğu halde
selâsetini bozmamış. Belki bir revnak ve muhtelif tellerden mütenasip, mütesanit
bir nağme-i fesahat katmış. Hem şu lem’a-i i’câza dikkat et ki, huruf-u hecâdan ‫ى‬
ile ‫ ا‬en hafif ve birbirine kalb olduğu için, iki kardeş gibi, herbirisi yirmi bir kere
tekrarı var. ‫ م‬ile ‫( ن‬HAŞİYE 1) birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için,
herbirisi otuz üçer defa zikredilmiştir. ‫ ش‬,‫ س‬,‫ ص‬mahreççe, sıfatça, savtça kardeş
oldukları için her biri üç def’a ‫ غ‬,‫ ع‬kardeş oldukları halde, ‫ ع‬daha hafif altı defa, ‫غ‬
sıkleti için yarısı olarak üç defa zikredilmiştir. ‫ ز‬,‫ ذ‬,‫ ظ‬,‫ ط‬mahreççe, sıfatça, sesçe
kardeş oldukları için herbirisi ikişer defa, ‫ ل‬ve ‫ ا‬ile beraber ikisi ‫ ﻻ‬suretinde ittihad
ettikleri ve ‫ا ﻻ‬, suretinde hissesi ‫’ل‬ın yarısıdır; onun için ‫ ل‬kırk iki defa, ‫ ا‬onun yarısı
olarak yirmi bir defa zikredilmiştir. ‫ء‬, ‫ ھ‬ile mahreççe kardeş oldukları için ‫ء‬
(HAŞİYE 2) on üç, ‫ ھ‬bir derece daha hafif olduğu için on dört defa ‫ ك‬,‫ ف‬,‫ ق‬kardeş
oldukları için, ‫’ق‬ın bir noktası fazla olduğu için ‫ ق‬on, ‫ ف‬dokuz, ‫ ك‬dokuz, ‫ ب‬dokuz, ‫ت‬
on iki ‫’ ت‬nin derecesi üç olduğu için on iki defa zikredilmiştir.‫ ر‬,‫’ ل‬ın kardeşidir;
fakat ebced hesabıyla ‫ ر‬iki yüz, ‫ ل‬otuzdur. Altı derece yukarı çıktığı için altı
derece aşağı düşmüştür. Hem ‫ ر‬telâffuzca tekerrür ettiğinden sakil olup yalnız altı
defa zikredilmiştir. ‫ ض‬,‫ ث‬,‫ ح‬,‫ خ‬sıkletleri ve bazı cihât-ı münasebat için birer defa
zikredilmiştir. ‫ و‬,‫’ ح‬dan ve‫’ ء‬den daha hafif ve ‫’ى‬den ve ‫’ا‬ten daha sakil olduğu için
on yedi defa, sakil ‫’ء‬den dört derece yukarı, hafif ‫’ا‬ten dört derece aşağı
zikredilmiştir."

" HAŞİYE 1: Tenvin dahi nun’dur.


HAŞİYE 2: Hemze, melfuze ve gayr-ı melfuze yirmi beştir ve hemze’nin sakin
kardeşi elif’ten üç derece yukarıdır. Zira hareke üçtür."(1)

Evvela burada ayetin bir kısmı nakledilirken, hesaplanırken ayetin tamamı hesaplanıyor,
şayet siz ayetin nakledilen kısmını saydı iseniz eksik görünmesi ondandır.
İkinci olarak, Üstad Hazretlerinin haşiyede ifade ettiği gibi bir çok tenvin ve harekeler
harf kabilinden rakama dahil ediliyor. Şayet sadece harfleri sayacak olursak elbette
aralarında bazı cüzi farkların olması mukadderdir. Bu sebeple sadece harfler üstünden
gitmek ve öylece mukayese etmek yanlış olur.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.
Yirmi Beşinci Söz'de Sure-i bakara’nın başında geçen ilk
üç ayet ele alınmış. “on altı münasebet hatlarından bir nakş-ı
nazmi-i i’cazi teşkil eder.” deniliyor. Fakat bu on altı
münasebet ile alakalı bir bilgi vermemiş. Bu on altı
münasebet nedir?
‫ﺐ ﻓِﯿِﮫ ُھًﺪى ﻟِْﻠُﻤﺘﱠﻘِﯿَﻦ‬ ُ ‫ ٰذﻟَِﻚ اْﻟِﻜﺘَﺎ‬- ‫"( اۤﻟ ۤﻢ‬Elif lâm mim. Şu kitap ki, onda asla şüphe
َ ‫ب ﻻَ َرْﯾ‬
yoktur. O, takvâ sahipleri için bir yol göstericidir." Bakara Sûresi, 2/1, 2).
"Şu dört cümlenin herbirisinin iki mânâsı var. Bir mânâ ile öteki cümlelere
delildir; diğer mânâ ile onlara neticedir. On altı münasebet hatlarından bir nakş-ı
nazmî-i i'câzî hasıl olur. İşârâtü'l-İ'câz'da öyle bir tarzda beyan edilmiş ki, bir
nakş-ı nazmî-i i'câzî teşkil eder. On Üçüncü Söz'de beyan edildiği gibi, güya ekser
âyât-ı Kur'âniyenin herbirisi, ekser âyâtın herbirisine bakar bir gözü ve nâzır bir
yüzü vardır ki, onlara münasebâtın hutut-u mâneviyesini uzatıyor, birer nakş-ı
i'câzî nescediyor. İşte, İşârâtü'l-İ'câz baştan aşağıya kadar bu cezalet-i nazmiyeyi
şerh etmiştir."(1)

Bu ayette dört cümle var ve her cümle birbirleri ile hem mana olarak hem de nazım
olarak irtibatlıdırlar. Her cümlenin birbirine hem delil hem netice olması ikili bir irtibat
kurar ki, rakam sekiz olur. Hem mana bakımından hem de nazım bakımından ikili bir irtibat
kurulur ise irtibat sekizken on altıya çıkar.
Mesela “Elif” Allah, Lam Cibril, Mim Hazreti Peygamber (asv), devamındaki cümlede
bahsedilen kitap ise Kur’an’dır. Allah Kur’an’a hem delil hem neticedir. Delildir, çünkü
Allah konuşur, konuşmak İlah olmanın gereğidir. Neticedir, zira Allah’ı bize anlatan
Kur’an’dır. Elif ile uzun cümle arasında ikili bir irtibat ortaya çıktı ki, bu hem nazım
açısından hem de mananın gerekliliği açısından bir irtibattır. Dört cümle arasındaki
irtibatları aynı mantıkla zikrettiğimiz zaman on altı irtibat çıkar.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule

Yirmi Beşinci Söz'ün ikinci ve üçüncü lemasında, birinde


manasındaki camiiyet-i harika, diğerinde ise ilmindeki
harika nazara veriliyor. Mana ile ilim aynı değil midir, arada
ne fark olabilir?
"İKİNCİ LEM'A: Mânâsındaki câmiiyet-i harikadır. Evet, Kur'ân, bütün
müçtehidlerin me'hazlarını, bütün âriflerin mezaklarını, bütün vâsılların
meşreplerini, bütün kâmillerin mesleklerini, bütün muhakkiklerin mezheplerini,
mânâsının hazinesinden ihsan etmekle beraber, daima onlara rehber ve
terakkiyatlarında her vakit onlara mürşid olup, o tükenmez hazinesinden onların
yollarına neşr-i envar ettiği bütün onlarca musaddaktır ve müttefekun aleyhtir."
"ÜÇÜNCÜ LEM'A: İlmindeki câmiiyet-i harikadır. Evet, Kur'ân, şeriatin
müteaddit ve çok ilimlerini, hakikatin mütenevvi ve kesretli ilimlerini, tarikatin
muhtelif ve hadsiz ilimlerini, kendi ilminin denizinden akıttığı gibi, daire-i
mümkinâtın hakikî hikmetini ve daire-i vücubun ulûm-u hakikiyesini ve daire-i
âhiretin maarif-i gamızasını, o denizinden muntazaman ve kesretle akıtıyor. Şu
Lem'aya misal getirilse bir cilt yazmak lâzım gelir. Öyleyse, yalnız nümune olarak
şu yirmi beş adet Sözleri gösteriyoruz. Evet, bütün yirmi beş adet Sözlerin doğru
hakikatleri, Kur'ân'ın bahr-i ilminden ancak yirmi beş katredir. O Sözlerde kusur
varsa, benim fehm-i kàsırıma aittir."(1)

İkinci Lem'a, Kur'ân'ın mânâsındaki kapsamlılıkla, birbirinden farklı pek çok


topluluklara ve meslek sahiplerine rehber oluşu ve onlara her açıdan kaynaklık teşkil
etmesine işaret ediyor. Bir edebiyatçı, bir felsefeci, bir hukukçu rahatlıkla Kur’an’ı kendine,
kendi sahasında rehber ittihaz edebilir. Kur’an’ın mana zenginliği bütün farklı meslek ve
meşrep sahiplerini kendine celp edebilir.
Üçüncü Lem'a ise, Kur'ân'ın içerdiği ilimlerin kapsamlılığına bakıyor. Burada ilim
dallarının öz ve mahiyet olarak Kur’an da çok geniş ve kapsamlı bir şekilde işlendiği
vurgulanıyor.
İlim bir daldır, mana ise geneldir. Mesela, Kur’an’ın bir kelamındaki manada hem
edebiyat hem kelam hem şeriat bulanabilir. Bu durum mananın geniş ve zengin oluşuna
bakar. İlim o mananın bir veçhesi iken, mana bütün anlamları kuşatan geniş bir yelpazedir.
"Kur’an bütün ilimleri havidir." demekle, "Kur’an’ın manası çok kapsamlıdır."
demek arasında ciddi bir fark vardır. Mana genel, ilim özeldir. İlimler manadan süzülen
damlalar mesabesindedir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz

Yirmi Beşinci Söz'ün Birinci Şulesi'nde; "Hem madem


sekiz mertebede aczinizi anladınız..." derken hangi sekiz
mertebeden bahsediyor?
"Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan diyor:

"Ey ins ve cin! Eğer Kur'ân kelâm-ı İlâhî olduğunda şüpheniz varsa, bir beşer kelâmı
olduğunu tevehhüm ediyorsanız, haydi, işte meydan, geliniz! Siz dahi ona Muhammedü'l-
Emin dediğiniz zat gibi okumak yazmak bilmez, kıraat ve kitabet görmemiş bir ümmîden bu
Kur'ân gibi bir kitap getiriniz, yaptırınız." Acizliğin birinci mertebesi.

"Bunu yapamazsanız, haydi, ümmî olmasın, en meşhur bir edip, bir âlim olsun." Acizliğin
ikinci mertebesi.

"Bunu da yapamazsanız, haydi, birtek olmasın, bütün büleganız, hutebânız, belki bütün
geçmiş beliğlerin güzel eserlerini ve bütün gelecek ediplerin yardımlarını ve ilâhlarınızın
himmetlerini beraber alınız, bütün kuvvetinizle çalışınız, şu Kur'ân'a bir nazire yapınız."
Acizliğin üçüncü mertbesi.

"Bunu da yapamazsanız, haydi, kabil-i taklit olmayan hakaik-i Kur'âniyeden ve mânevî çok
mucizâtından kat-ı nazar, yalnız nazmındaki belâgatine nazire olarak bir eser yapınız. ‫ﻓَﺎْﺗُﻮا‬
ٍ َ ‫ﺳَﻮٍر ِﻣْﺜﻠِِﮫ ُﻣْﻔﺘََﺮﯾﺎ‬
‫ت‬ ُ ‫ﺸِﺮ‬
ْ ‫ ﺑَِﻌ‬ilzamıyla der: Haydi, sizden mânânın doğruluğunu istemiyorum.
Müftereyat ve yalanlar ve bâtıl hikâyeler olsun." Acizliğin dördüncü mertebesi.

"Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, bütün Kur'ân kadar olmasın, yalnız ‫ﺳَﻮٍر‬


ُ ‫ﺸِﺮ‬
ْ ‫ ﺑَِﻌ‬on sûresine
nazire getiriniz." Acizliğin beşinci mertebesi.

"Bunu da yapamıyorsunuz. Haydi, birtek sûresine nazire getiriniz." Acizliğin altıncı


mertebesi.

"Bu da çoktur. Haydi, kısa bir sûresine bir nazire ibraz ediniz." Acizliğin yedinci
mertebesi.

"Hattâ, madem bunu da yapmazsanız ve yapamazsınız. Hem bu kadar muhtaç olduğunuz


halde-çünkü haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız,
dünya ve âhiretiniz buna nazire getirmekle kurtulabilir. Yoksa dünyada haysiyetsiz,
namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde, can ve malınız helâkette mahvolup ve âhirette ‫ﻓَﺎﺗﱠﻘُﻮا‬
ُ ‫ اﻟﻨﱠﺎَر اﻟﱠﺘِﻰ َوﻗُﻮُدَھﺎ اﻟﻨﱠﺎ‬işaretiyle, Cehennemde haps-i ebedî ile mahkûm ve
ُ‫س َواْﻟِﺤَﺠﺎَرة‬
sanemlerinizle beraber ateşe odunluk edeceksiniz."(1) Acizliğin sekizinci ve son
mertebesi.

Yukarıda verdiğimiz herbir paragraf ve cümle, bir mertebeyi beyan eder ki; toplamı sekiz
oluyor. Yani insanların, Kur’an-ı Kerim'i taklit etmesinin önündeki engellerin herbirisi bir
acizlik alameti ve bir çaresizlik vesikasıdır. İnsanlar bu sekiz sebepten dolayı, Kur’an’ı
taklit edemiyorlar, bir benzerini yapamıyorlar.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz.

"...Öyle de ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ


kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine
hevesperverane bakmak,.." ifadelerini açıklar mısınız?
Ölmüş bir kadının cenazesine şehvetle bakmak ve ondan haz duymak, nefsin ne kadar
dehşetli bir alçaklığa düştüğünün göstergesi ise, aynı şekilde ölmüş veya ölü mahiyetinde
olan resimlere yansıyan bir kadının suretine bakmak, insandaki yüksek hissiyatları yaralar ve
söndürür.
Evet, fotoğraftaki kadın resimleri bir cihetle meyyite, yani ölüdür. Zira resim, kadının
hayatlı ve hakiki şekli değildir, hayatsız ve ölü bir görüntüsü o fotoğrafın içine yerleşmiştir.
Demek fotoğraftaki kadın sureti ile ölmüş bir kadının cenazesi arasında fazla bir fark yoktur.
Cenazeye şehvetle bakmak nasıl insanı tiksindirip çirkin bir duruma düşürüyorsa, aynı şey
fotoğraf ve resimlerdeki çıplak kadın suretleri için de geçerlidir.
Günümüzde magazin ve moda adı altında müstehcenlik ve cinsellik ön plana çıkarılarak
ahlaksızlık ve fuhuş teşvik edilmektedir. Bunun en büyük vasıtası olarak da kadınların
müstehcen resim ve fotoğraflarını kullanıyorlar. Çağın en büyük vebalarından birisi de bu
müstehcen resim ve fotoğraflardır, denilebilir.

"Derece-i icazda belâğat-i Kur'âniyedir. O belâğat ise,


nazmın cezaletinden ve hüsn-ü metanetinden ve üslûplarının
bedâatinden, garip ve müstahsenliğinden ve beyanının
beraatinden, fâik ve safvetinden ve maânîsinin kuvvet..."
izah eder misiniz?
Kur’an bir çok yönden mucizedir. Bu yönleri ile insanları aciz bırakıp, taklidinin
imkansız olduğunu gösteriyor, ta ki Allah kelamı olduğu bilinsin ve anlaşılsın. Üstad
Hazretleri burada Kur’an’ın bu mucize yönlerini sayıyor.

Kur’an’ın belagatı: Hitâb ettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı
güzel söz söyleme san'atıdır. Muktezâ-yı hâle mutâbık; yani muhatabın haline uygun söz
söylemek. Kur’an bu noktadan eşsizdir ve mucizedir, insanları bu noktada aciz bırakıyor.

Nazmın cezaleti: Nazım, cümle ve kelimelerin dizilişi ve sıralanışıdır. Cezalet ise;


rekâketsiz ifade etmek, yani kekeleme, dil tutukluğu, sözün kusurlu oluşu, belagattan mahrum
olmak gibi kusurlardan münezzeh olmasıdır. Allah Kur’an’ın lafız ve cümlelerini öyle bir
cezalet ile düzenlemiş ki, insanlar bunu taklit etmekten acizdir demektir.

Üslûplarının bedâati: Kur’an ne nesirdir, ne de şiirdir, öyle bir üslup ile meydana atılmış
ki, daha önce benzeri yoktur. Yani edebiyat tarihinde bilinmeyen bir üslup ile ortaya atılmış
ve bu üslubu edebiyatın baş tacı yapmıştır. Bu noktadan da mucizedir, insanların üslubunu
taklit etmemiştir.

Beyanının beraati: Beyan noktasından haşmet ve metanetli olmak demektir. Yani Kur’an
beyan noktasından emsâlinden üstündür. Beyanın hüsn ve cemâlinde tam olmak, emsâlinden
üstün olmak manalarına geliyor.

Lâfzının fesahat ve selâseti: Fesahat, doğru ve düzgün söyleyiş, açık ve güzel ifadeli
konuşma manalarına geliyor. Fesâhat ayrıca sözün; lâfız, mâna ve âhenk itibariyle kusursuz
olmasıdır. Diğer tâbirle, lâfızların söylenişinin tatlı, mânasının da söylenirken hemen zihne
girmesidir. Kur’an bu nokta itibari ile de mucizedir.
Kur’an’nın bu muhtelif mucizevi yönleri birleştiği zaman, Allah kelamı olduğu kati olarak
belirir, inkara mecal kalmaz. Üstad Hazretleri Yirmi Beşinci Söz'de; bu mucizevi yönleri
tafsili bir şekilde izah ediyor, tafsilatı için oraya bakılabilir.

"Eğer desen: “Geçmiş misallerdeki bütün mânâları, nasıl


bileceğiz ki Kur’ân onları irade etmiş ve işaret ediyor?”
Elcevap: Madem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyedir..." Bu soruyu
ve cevabını açıklar mısınız? Ne demek isteniyor?
"Eğer desen: "Geçmiş misallerdeki bütün mânâları, nasıl bileceğiz ki Kur'ân
onları irade etmiş ve işaret ediyor?"
"Elcevap: Madem Kur'ân bir hutbe-i ezeliyedir. Hem muhtelif, tabaka tabaka
olarak, asırlar üzerinde ve arkasında oturup dizilmiş bütün benî Âdeme hitap
ediyor, ders veriyor. Elbette o muhtelif ifhâma göre müteaddit mânâları derc edip
irade edecektir ve iradesine emareleri vaz edecektir."
"Evet, İşârâtü'l-İ'câz'da, şuradaki mânâlar misilli kelimât-ı Kur'âniyenin
müteaddit mânâlarını ilm-i sarf ve nahvin kaideleriyle ve ilm-i beyan ve fenn-i
maânînin düsturlarıyla, fenn-i belâgatin kanunlarıyla ispat edilmiştir. Bununla
beraber, ulûm-u Arabiyece sahih ve usul-ü diniyece hak olmak şartıyla ve fenn-i
maânîce makbul ve ilm-i beyanca münasip ve belâgatçe müstahsen olan bütün
vücuh ve maânî, ehl-i içtihad ve ehl-i tefsir ve ehl-i usulü'd-din ve ehl-i usulü'l-
fıkhın icmâıyla ve ihtilâflarının şehadetiyle, Kur'ân'ın mânâlarındandırlar. O
mânâlara, derecelerine göre birer emare vaz etmiştir: ya lâfziyedir, ya
mâneviyedir. O mâneviye ise, ya siyak veya sibak-ı kelâmdan veya başka âyetten
birer emare, o mânâya işaret eder. Bir kısmı yirmi ve otuz ve kırk ve altmış, hattâ
seksen cilt olarak muhakkikler tarafından yazılan yüz binler tefsirler, Kur'ân'ın
câmiiyet ve harikiyet-i lâfziyesine kat'î bir burhan-ı bâhirdir. Her ne ise, biz şu
Sözde herbir mânâya delâlet eden emareyi kanunuyla, kaidesiyle göstersek söz
çok uzanır. Onun için kısa kesip kısmen İşârâtü'l-İ'câz'a havale ederiz."(1)

Sorunun manası şu şekildedir; "Sen Kur’an’ın herbir kelime ve cümlesinde sayısız


manalar ve hikmetler olduğunu söylüyor ve bunu eserlerinde örneklendiriyorsun. Biz
nereden bilelim senin verdiğin o mana ve hikmetler ile o ayet arasında fiziki ve edebi bir
bağ olduğunu. Ya bunları sen kendin iddia ediyor isen?.." diye bir istifham söz konusudur.
"O sayılan mana ve hikmetler ile ayetler arasında bir irtibat, bir emare, bir işaret var mı,
varsa nasıl anlarız?" diye bir soru soruluyor.
Üstad Hazretleri de cevaben, ayetler ile o manalar arasında fiziki ve edebi bağların
olduğunu ispat edip, İşaratü'l-İ’cazı referans olarak gösteriyor.
Ayrıca lafız-mana ilişkisini inceleyen başta sarf ve nahiv, belagat, tefsir gibi birçok ilim
dalı bu hususun ispat edicileridirler. Bu alanda binlerce alim ve mütehassıs yetişmiştir. Altı
yüz küsur sayfa olan Kur’an’ın üzerine üç yüz elli bine yakın tefsir ve kitaplar yazılmıştır.
Üstad Hazretleri Risale-i Nur'da na’budü ifadesindeki bir “nun” harfini üç sayfa tefsir
ederek, Kur’an’ın o zengin manalar ile ifadeleri arasındaki kuvvetli münasebeti ve bağı kör
gözlere de ispat etmiştir...
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule

"Fakat, ne yapayım, makam kaldırmıyor. Başka vakte


talik edip o kapıyı şimdi açmıyorum." Makam kaldırmıyor
ifadesini nasıl anlamalıyız?
Risale-i Nurlar Vehbi ve İlhami bir tarzda Allah’ın inayeti ile yazdırıldığı için, Üstat da
zuhurata tabi idi. Yani kalbe nasıl geliyorsa öyle yazdırılıyor. Böyle olunca, Üstat kendi
halinde serbest olarak istediği zaman yazdırmaya muktedir değildi.

Üstat, makam kaldırmıyor derken, "kalbe gönderilmiyor, gönderilse de, ihtiyaca göre
gönderiliyor," demek istiyor. Zaten bu nevi zuhuratlar ikram-ı İlahiye’ye bakar. İkram ise
zorla istenilmez, belki verilir. İşte Üstat Nurların yazdırılmasında keyfe mâyeşa olmadığını,
bu gibi ifadeler ile beyan ediyor.

Bir diğer boyutu ise muhataba bakar. Üstad'ın ifade ettiği konular muhatabın seviyesini
aştığı için, Üstat bazı konuları perdeli ve dolaylı ifade etmek ihtiyacı hissetmiş veya hiç
değinmemiştir. Zira muktezayı hale mutabık olmayan ifadeler bazen ters tepki yapabiliyor.
İlkokul çocucuğuna geometri ve yüksek matematik dersi verilemediği gibi, bebeğe de faydalı
olur diye kavurma yemeği verilmez...

"Hareket harareti, hararet kuvveti, kuvvet cazibeyi


zahiren tevlit eder gibi bir âdet-i İlâhiye, bir kanun-u
Rabbânîdir." cümlesini açıklar mısınız?
İnsan ile sanatı arasında, sebepler, perdeler, hikmetler, başka sıfat ve isimlerin manası
gibi faktörler olmadığı için, insanın sanatı ile olan mübaşereti yani teması tam görünür. İnsan
ile sanatı arasında en fazla bir iki perde vardır, oradan da kolayca sanatkara intikal
edilebilir. Yani insanın sanatı basit ve kolay okunabilen bir sanattır.

Lakin; Allah’ın sanatı çok yönlü ve hikmetli, bin bir vasfını tanıtır bir mahiyettedir. Allah,
sanatının üstünde çok hikmetlerini, çok isim ve sıfatlarının manasını göstermek murad
ediyor.

Bazı iş ve emirlerin, cemal ve kemaline zahiren muvafık düşmemesi gibi arızalardan dolayı
da, mübaşeretinin yani sebepler ile olan sanat-sanatkar ilişkisinin görünmesini istememesi
gibi durumlardan dolayı, sanatının arkasında tam manası ile tezahür etmiyor. Yani Allah ile
sanatı arasına giren bu perdeler, onun marifetine bir derece set çekebiliyor. Hatta bazen bu
sebepler kalın perdeler olup, tamamen marifete mani olabiliyor. Bu da sebeplerin hakiki fail
olduğu noktasında, insanları ciddi anlamda yanıltıyor. Halbuki kainatta hiçbir sebep hakiki
olarak fail değil münfaildir, yani etken değil edilgendir.

Allah, kainatta isim ve sıfatları ile tecelli ederken, mübaşeret ve temastan münezzeh
olarak tecelli ediyor. Yani Allah’ın isim ve sıfatları tecelli ve taalluk ederken, mahlukattan
münezzeh ve mukaddes olarak tecelli ve taalluk ediyorlar. Böyle olunca sıcaklığa kudret
demek caiz olmaz. Sıcaklığı tedbir ve icat eden kudrettir; lakin sıcaklık kudret değildir.
Unvandan maksat aynilik değil; maksada işaret eden bir levhadır.

Mesela; İstanbul’u gösteren levha, İstanbul’un kendisi değil, ona işaret eden bir semboldür.
Sıcaklık ve kuvvetler de Kudret değil, ona işaret eden birer semboldürler. Üstad'ın ifadeleri,
sebeplerin maddi alemde nasıl bir tertip üstünde cereyan ettiğini göstermeye matuftur. Yoksa
Allah’ın kudreti ilk sebep oluyor, sonra sebepler birbirlerini icat ederek gidiyor anlamında
değildir. Bir önceki cevabımızda da ifade ettiğimiz gibi; kayyumiyet sırrı ile her sebebin
arka cephesinde iş gören ve icat eden; Kudret sıfatıdır. Kudret sıfatı, her şeyin gerçek faili
ve yaratıcısıdır, sebepler ise sadece bir sanat ve tertiptir.

"Hayat-ı içtimaiyede ekser ahkâm ekseriyet itibarıyla


olduğundan, ekseriyet itibarıyla bir kadın, kendini himaye
edecek birisini bulur. Erkek ise, ona yük olacak ve nafakasını
ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesai etmeye mecbur olur."
İzahı nasıldır?
Toplumsal hayatta hükümler ve kanunlar, çoğunluğun haline göre şekillenir ve ona
münasip bir biçimde tasarlanır. Toplumun genelinin bünyesine uygun olmayan kanun ve
kurallar fıtri olmadığı için, toplum içinde tutunamaz, köksüz ve esassız kalır. Bu sebeple
kanunlar ve kurallar, toplum hayatının bünyesine uygun olmalıdır.

İslam’ın getirmiş olduğu kurallar, toplumun bünyesine ve fıtrata uygun kurallardır. Bu


sebeple beşeri hukuklar gibi eskimez ve pörsümez. Her dönem taze ve zinde kalır. Beşer
terakki ettikçe, İslam kanunları kökleşir ve tazelik kazanır.

Bunlardan bir tanesi de; miras hukukudur. İslam'da kadın babasının mirasından üçte bir
alırken, erkek üçte iki alır. Zahiren adil durmayan bu hüküm, aslında fıtrata ve adalete daha
uygundur. Zira kadın fıtraten zayıf ve narin olmasından dolayı, bir erkeğin himayesine ve
nikahına muhtaçtır. Erkek ise; fıtraten sağlam ve kuvvetli olmasından dolayı, kadının
nafakasını temin etmekle mükelleftir. Böyle olunca erkek babasından aldığı üçte iki mirasın,
üçte birisini kadın ve ailesi için kullanmak zorundadır. Kadının babasından aldığı üçte bir
miras ise; kendine aittir. Böyle olunca aritmetik olarak erkek ile kadın arasında bir eşitlik
sağlanmış olur. Demek kadın babasından üçte bir almak ile eksik almış olmuyor.

Bu kanunun hikmeti; kadın babasının mirasını yarı yarıya bölse idi, diğer erkek kardeşleri
ve babası nazarında mirası bölüp, yabancı adama götüren birisi olarak görülüp, ruhen bir
düşmanlık hissi başlayacaktı. Faraza kadının başına boşanmak gibi bir iş gelse, erkek
kardeşleri bu intikam ve düşmanlık hissi ile kadını hiç sahiplenmeyecekler ya da iyi
bakmayacaklar; bu da zarif ve narin olan kadının ruh dünyasında derin yaralar açacak. Ama
kadın mirasın üçte birisini aldığı zaman, diğer üçte biri kadının bir emaneti gibi erkek
kardeşlerinde kalacağı için, bir minnet ve şefkat oluşturacak ve bu da akrabalık bağlarını
zinde ve kuvvette tutacaktır. Erkek, kız kardeşine bakmaya ve sahiplenmeye kendini mecbur
hissedecek. Günümüzde miras yüzünden husumet ve kavgaların çok olması, hatta ölümler ile
neticelenmesi meselemizi teyit eder.

"Hem size yeşil ağaçtan ateş çıkaran bir Zat, çürümüş


kemiğe hayat verebilir." İzah eder misiniz, yeşil ağaç
hakkında bilgi var mı?
"O’dur ki sizin için yeşil ağaçtan bir ateş yaratır, siz de onu tutuşturup
durursunuz." (Yasin, 36/80)

Yeşil ağaçtan ateşin çıkarılması, tefsirlerin geneline göre, Hicaz topraklarında bulunan
merh ve afar adında iki ağaca işarettir. Bilindiği gibi, merh ve afar ağaçları çakmak
gibidirler. Afar ağacından koparılan bir dal çakmak demiri gibi üstte tutulur; merh ağacından
koparılan bir dal da çakmak taşı gibi altta tutulur. Birbirine sürtülür ve böylece ateş elde
edilir. Üstad Hazretleri bu manayı şöyle açıklıyor:

“Bedeviler için kibrit yerine ateş çıkaran meşhur ağacın, yeşil iken iki dalı
birbirine sürüldüğü vakit ateşi yaratan ve rutubetiyle yeşil ve hararetiyle kuru gibi
iki zıd tabiatı cem’edip, onu buna menşe etmekle herbir şey hattâ anasır-ı asliye ve
tabâyi-i esasiye, onun emrine bakar, onun kuvvetiyle hareket eder, hiçbirisi
başıboş olup tabiatıyla hareket etmediğini gösteren bir zâttan, topraktan yapılan
ve sonra toprağa dönen insanı, topraktan yeniden çıkarması istib’âd edilmez. İsyan
ile O'na meydan okunmaz.”(1)

Özetle tefsirlerin çoğu bundan, yaş iken birbirine sürtülmekle ateş çıkaran çöl ağacı
merh ve afârın kastedildiğini bildirirler. Çağdaş müelliflerden, petrolü oluşturan ağaçları
düşünenler de vardır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule.
İlave bilgi için tıklayınız:
Yemyeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O'dur; işte ondan yakıp durmaktasınız. (Yasin,
36/80) Bu ayete göre "yemyeşil ağaçtan ateş çıkması" meselesini nasıl anlamalıyız?
"Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp,
perdelerini yırtıp, beşeri de baştan çıkarmıştır." cümlesini
nasıl anlamalıyız, hastanede çalışanlar için de geçerli mi bu
durum, erkeklere erkek doktor, bayanlara bayan doktor
bulmak çok zor?
Elbette kadınlara kadın doktorun, erkeklere de erkek doktorun bakması güzel olur. Lakin
zaruret durumlarda; kadınlara erkek doktorun bakması, İslam açısından caizdir ve buna
ruhsat verilmiştir.

Üstad Hazretleri bu ruhsatı şu şekilde izah ediyor:

"Saniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında, bir nâmahremin en nâmahrem


uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, hilâf-ı edep denilmez. Belki, edeb-i
tıp öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabip, recüliyet ünvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut
hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz, ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o
cihette ona göstermek hayâsızlıktır..."

"Öyle de, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsı var; herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ,
Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtın bulunmasını iktiza ettikleri
gibi, Cemîl ismi de çirkinliği görmek istemez. Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi esmâ-i
cemâliye ve kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde
bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melâike ve ruhanî
ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü
edepleriyle göstermek isterler. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvî âdâbın
işaretidir ve düsturlarıdır ve nümuneleridir."(1)

"Medeniyet ise, kadınları yuvalarından çıkarıp, perdelerini yırtıp, beşeri de baştan


çıkarmıştır."(2)

Üstad Hazretlerinin bu hükmü erkek ve kadının beraber çalıştığı ve tesettüre riayet


edilmeyen işyerleri ve kadınlar için geçerlidir. Yoksa sadece kadınların çalıştığı bir
ortamda ve tesettüre riayet edildiği müddetçe kadının çalışmasında bir sakınca yoktur.
Önemli olan tesettüre ve haremlik selamlığa dikkat edilmesidir.

(1) bk. Lem'alar, On Birinci Lem'a.

(2) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Haşiye-2.

"Nakkaş-ı Ezelî'nin gece gündüz ipleriyle dokuduğu


eşyadaki san'at-ı Rabbaniyenin insicamına bir mekik
vazifesini yapıyor." cümlesini açıklar mısınız?
Burada Güneşten bahsediliyor. Cümlenin içinde geçtiği pasajın hepsini buraya alalım ve
değerlendirelim.

"Evet, Kur’ân güneşten güneş için bahsetmiyor. Belki, onu ışıklandıran Zât için
bahsediyor. Hem güneşin insana lüzumsuz olan mahiyetinden bahsetmiyor. Belki
güneşin vazifesinden bahsediyor ki, san’at-ı Rabbâniyenin intizamına bir zemberek ve
hilkat-i Rabbâniyenin nizamına bir merkez, hem Nakkâş-ı Ezelînin gece-gündüz
ipleriyle dokuduğu eşyadaki san’at-ı Rabbâniyenin insicamına bir mekik vazifesini
yapıyor."(1)

Üstad'ın yine Onuncu Söz'de ifade ettiği şu cümlesine bakalım: "Zaman bir ip, bir şerittir
ki, o Sâni-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor."(2)

Bu ifadede zamanı, üzerine bir şeyler takılan bir ip veya üzerine bir şeyler yazılan bir defter
sayfasına benzetilmiştir. Zaman olmasa her şey donuk kalacaktı, hareket etmeyecekti. Bizler
varlığı ve masnuatı zaman sayfasında izlemekteyiz. Gece gündüzün olması ile birlikte kudret
tecelli ediyor ve sanatı rabbaniyenin teşhirgahı oluyor.

(1) bk. Sözler, Yirmi Beşinci Söz Birinci Şule.

(2) bk. a.g.e., Onuncu Söz, Mukaddime.

"Sûrelerin başında mezkûr olan huruf, hurufâtın aksâm-ı


malûmesi olan mechûre, mehmûse, şedîde, rahve, zelâka,
kalkale gibi aksâm-ı kesiresinden, herbir kısmından..."
Cümlesini izah eder misiniz?
Hece harflerinin adedi -(elif-i sakine) hariç kalmak şartıyla- 28 harftir. Kur'an-ı Hakim,
bu harflerin yarısını zikretmiş, yarısını terketmiştir.

Kur’an’ın zikrettiği harfler, insanlar tarafından terkettiği harflerden daha fazla


kullanılmaktadır. Meselâ: En fazla tekrar ettiği harfler arasında, dile en hafif gelen "elif lam"
harfleridir.

Kur'an, kullandığı harfleri hece harflerinin adedince sûrelere taksim etmiştir.

Kur'an, mehmuse, mechure, şedide, rahve, müsta'liye, münhafida, müntabika, münfetiha gibi
hece harflerinin herbir çeşidinden yine yarısını kullanmıştır.
Kalkala, zelleka gibi, sayısı tek olan guruptan dile ağır gelen harflerden az, hafif gelenden
çok alınmıştır.

Kur'an'ın bu taksimatı 504 ihtimalden biri olarak seçilmiştir. Adı geçen taksimatın dışında
hiç bir surette böyle dengeli ve yarı yarıya bloke edilmiş şekliyle bir bölüşüm söz konusu
olamaz. Bu gibi i'caz parıltılarından zevk alamayan, kendi zevkini kınamalıdır.

Hece Harflerinin Kur'an'daki Taksimatı

Zelleka harfleri: 6 tanedir: Bunların üçte ikisi alınmıştır. Alınanlar: "Rı-Lam-Mim-Nun",


alınmayanlar ise: "Be-Fe"

Boğaz harfleri: 6 harf olup üçte ikisi kullanılmıştır. Alınanlar: "Ha-Ayın-He-Hemze",


alınmayanlar: "Gayın -Hı"

Kadı Beydavî'nin de ifade ettiği gibi bu harfler çok kullanıldığından bunların üçte ikisi
alınmıştır.

Kanaatimce burdaki taksimat noktalı ile noktasız olanlar arasında da yapılmıştır. Boğaz
harflerinden noktalı olan iki harf alınmayıp, noktasız olan 4 harf alınmıştır. Çünkü noktasız
olanlar daha hafiftir.

Boğaz harfi olmayanlar: 22 adettir. Bunlardan da 10 adet alınıp, yine karşıt iki gruptan 14
tane harf kullanılmıştır. Alınanlar " Rı-Sin-Sad-Tı-Kaf-Kef-Lam-Mim-Nun-Ye".

Mehmuseler: 10 harf olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Sin-Ha-Kef-Sad-He" alınmayanlar:


"Fe-Se-Şm-Hı-Te". Bu harflerin 5 tanesi noktalı, beş tanesi noktasızdır. Kur'an bunu da
yarılamış ve sadece beş noktasız olanları almıştır.

Mechureler: 18 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Hemze-Mim-Lam-Ayın-Rı-Tı-Kaf-Ye-


Nun", alınmayanlar: "Be-Cim-Dal-Zel-Ze-Dad-Zı-Gayın-Vav". Görüldüğü gibi, birbirinin
zıddı olan mehmus ve mechur harflerden toplam 14 tane alınmıştır ki, bu da hece harflerinin
yarısıdır..

Şefehiler: İki tanedir. Alınan: "Mim", alınmayan:"Be".

Şedidler: (Sert harfler) 8 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Hemze-Tı-Kaf-Kef",


alınmayanlar: " Be- Te- Cim-Dal".

Rahveler: (Yumuşaklar) 20 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: " Ha-Rı-Sin-Sad-Ayın-Lam-


Mim-Nun-He-Ye", alınmayanlar: " Se-Hı-Zel-Ze-Şın-Dad-Zı-Ğayın-Fe-Vav" Yumuşak ve
sert harflerden de 14 adet alınmıştır.

Muntabikler: (Kapalı harfler) 4 tane olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: "Tı-Sad",


alınmayanlar: "Dad -zı".

Münfetihler: (Açık harfler) 24 olup yarısı alınmıştır. Alınanlar: " Elif-Ha-Rı-Sin-Ayın-


Kaf-Kef-Lam-Mim-Nun-He-Ye", alınmayanlar harfler ise: "Be-Te-Se-Cim-Hı-Dal-Zel-Ze-
Şın-Ğayın-Fe-Vav". İki karşıt guruptan olan bu harflerden de toplam olarak 14 harf
alınmıştır.

Müsta'liyeler: 7 harftir. Alınanlar: "Kaf-Sad-Tı", alınmayanlar: "Hı-Dad-Zı-Ğayın,"

Münhafideler: 21 harf olup kullanılanların sayısı 11'dir.

Alınanlar: "Hemze-Lam-Mim-Rı-Kef-He-Ye-Ayın-Sin-Ha-Nun", alınmayanlar: "Be-Te-Se-


Cim-Dal-Zel-Ze-Şın-Fe-Vav". Karşıt bu iki gurup harflerden de toplam 14 tane
kullanılmıştır.

Kalkalaler: 5 tanedir. Alınanlar: "Kaf-Tı", alınmayanlar: " Be-Cim-Dal". (3)

Bediüzzaman'a göre -daha önce de ifade edildiği gibi- 78 harften meydana gelen 14 şeklin
bu tarzda taksimatı ancak 504 ihtimalden biri olarak seçilmiştir. Bu sayı da 7'nin katıdır. 504
=72x7.= 36x14

"Üslub-u Kur'ân'ın o kadar acîb bir cemiyeti var ki,


birtek sûre, kâinatı içine alan bahr-i muhît-i Kur'ânîyi içine
alır; birtek âyet, o sûrenin hazînesini içine alır." Bu cümleyi
açıklar mısınız?
Üstad, Kur’an-ı Kerim’in ana temasının ve ana konusunun; tevhit, nübüvvet, haşir
ve adalet olduğunu belirtiyor. Diğer konuları ise, bu unsurlar üstüne bina ediyor ve bunu da
çeşitli ayetlerle örneklendirip ispatını yapıyor.

Kur’an'ın en temel ve en önemli konusu tevhittir. İslam’da bütün sistem tevhit üstüne
kurulmuştur. Allah’ın varlığını ve birliğini temsil eden tevhit hususunda, Kur’an çok tahşidat
yapmıştır. İnsanların en çok sapma gösterdiği alan tevhittir. Onun için Kur'an insanlığı
terbiye ve irşat açısından üzerinde çok durmuştur. Tevhidi ve Allah’ın emir ve yasaklarını
insanlığa getiren ve talimini yaptıran da peygamberler olduğu için, ikinci ana konu nübüvvet
müessesesi olarak tespit edilmiştir.

İnsanların hem geleceği, hem de terbiye olması açısından ahret inancı en önemli
konulardandır. Cennet ve cehennem inancı olmazsa, insanların hem terbiye edilmesi, hem de
gelecekten ümitleri olmayacağı için, Kur’an insanlığa ahret inancını çokça zikretmiştir.

Adalette ise; insanlar kendi aralarında nasıl bir hukuk ve muamele ile hareket edecekler.
Anlaşmazlığa düştüklerinde, tarafsız bir adaletin nasıl tesis edileceğini Kur’an'dan ders
alıyorlar ve bu düzenleme ayetlerle yapılmıştır.

Nasıl ki, bir öğretmen, öğrencisine okuduğu kitabın özetini ve ana temasını çıkarması için
ödev verir. Aynen bunun gibi, Üstad da, Kur’an'ın ana tema ve hülasasını bu şekilde tespit
etmiştir.

Elhamdülillahta, “hamd sadece O'na'dır.” manası tevhidi gösterir. Gizlideki emir hitabı,
Nübüvveti gösterir. Zira Allah, ancak nebilerle konuşur. Allah’a hamd etme ibadetinin
mükafatı, tam manası ile ahirette olmasından, haşre delalet eder. Hamdin manasında, hukuk
manası da zımni olarak vardır. Zira hamda layık bir zat’a, şükür ile mukabele etmek
hakkıdır. Adalet ise, her hak sahibine hakkını vermek demek olunca, hamd edilmek de
Allah’ın bir hakkıdır.

"Ve keza ‫ اِﻧّﺎ َ اَْﻋﻄَْﯿﻨَﺎَك اْﻟَﻜْﻮﺛََﺮ‬sadefi de, o makasıd-ı erbaa cevherlerini tazammun etmiştir."

"Saniyen: Kur'an'daki anasır-ı esasiye ve Kur'an'ın takip ettiği maksatlar tevhid,


nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet olmak üzere dörttür."(1)

Bu ayetin ifadesinde; bir konuşan ve kevseri veren vardır ki; vermek ve hitap makamı ancak
Allah’a mahsustur ki, burada tevhid açıkça görünüyor. Allah emir ve hitabını ancak
Peygambere yapar, öyle ise muhatap ve kevserin verildiği kişinin peygamber olduğu çok
açık ve nettir. Kevserin ahirete olan işareti zahirdir, zira Kevser ahirete ait bir mükafat
olarak takdim ediliyor. Mükafat da ancak ibadetin karşılığıdır. Bu ayetin Kur’an’ın dört
temel konusu olan tevhid, nübüvvet, haşir ve ibadeti tazammum ettiği sabit olmuştur.

Özet olarak; Allah, Kur’an’ın bu dört temel konusunu bütün ayetlerin içine serpiştirmiştir.
Kimi ayetlerde bu dört mesele zahir olarak görünürken, kimi ayetlerde de zımni ve işari
olarak görünür. Yukarıda verdiğimiz iki örneği kalıp olarak diğer ayetlere de tatbik
edebiliriz. Tabi bütün ayetlerin içinde bu dört meseleyi göstermek; ancak rasih ve sağlam bir
ilimle mümkündür. Biz burada sadece Üstad'ın işaret ettiği yönle göstermeye çalıştık.

(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Fatiha Suresi.

“İnsan, Allah’ın sikkesidir. Padişah ve kralların


sikkelerinin taklidine mesağ-ı kanunî [kanunî müsaade]
olmadığı gibi Allah’ın da sikkesini taklide cevâz-ı şer’i
yoktur.” Buna göre heykeller yapmak, insan veya hayvan
resmi yapmak şirk mi oluyor?
İslam dininde heykel yapmak şirk değil, haramdır. Lakin yapmış olduğu heykele
tapınma derecesinde hürmet gösterirse, o zaman şirk ve küfür olur.
Tahâvî, konumuzla ilgili olarak şunları söyler:

"Peygamberimiz (s.a.v)'in İslâmiyet'in ilk yıllarında her türlü put, sûret ve


resimleri menetmesinin sebebi; putperestlik üzerinden uzun bir süre geçmemiş
olmasıdır. Put ve benzeri şeylere bir daha dönülüp ibadet edilmesin diye put ve ona
yol açan her türlü sûret ve resim yasaklanmıştı. Sonra İslâmiyet yayılıp, esasları
iyice yerleşip sağlamlaştıktan sonra, putlar ve benzeri şeyler hakkındaki yasak
devam etti. Ancak bez ve kağıt ya da benzeri şeyler üzerine yapılan resimlere
dokunulmadı, bir bakıma serbest bırakıldı. Çünkü artık bu gibi resimlere saygı
gösterenler olmazdı."

İnsanlığın önemli bir bölümünün heykel ve putlara tapındığını dikkate alacak olursak, dinimizde
heykelin haram kılınmasının hikmeti daha iyi anlaşılır. Yani heykelin haram kılınması aslında bir
sedd-i zeraidir. Yani küfür ve şirke gidilmesini önlemek için bir tedbir ve önlemdir.
Meyve Risalesinden Bu Onuncu Meseleye bir
hâtime olarak iki haşiyedir.
YAZDIR

"Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle,


yirmi sene zarfında pek çok mükerrer suallere cevap olarak
ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve koca kâinatı parça
parça edip kıyamette şeklini değiştirerek,.." Devamıyla izah
eder misiniz?
"Evet, ihtiyacın tekerrürüyle tekrarın lüzumu haysiyetiyle, yirmi sene zarfında
pek çok mükerrer suallere cevap olarak ayrı ayrı çok tabakalara ders veren ve
koca kâinatı parça parça edip kıyamette şeklini değiştirerek, dünyayı kaldırıp onun
yerine azametli âhireti kuracak ve zerrattan yıldızlara kadar bütün cüz'iyat ve
külliyatın tek bir Zâtın elinde ve tasarrufunda bulunduğunu ispat edecek ve kâinatı
ve arzı ve semavatı ve anâsırı kızdıran ve hiddete getiren nev-i beşerin
zulümlerine, kâinatın netice-i hilkati hesabına gazab-ı İlâhîyi ve hiddet-i
Rabbâniyeyi gösterecek hadsiz ve nihayetsiz ve dehşetli ve geniş bir inkılâbın
tesisinde, binler netice kuvvetinde bazı cümleleri ve hadsiz delillerin neticesi olan
bir kısım âyetleri tekrar etmek, değil bir kusur, belki gayet kuvvetli bir i'caz ve
gayet yüksek bir belâgat ve mukteza-yı hâle gayet mutabık bir cezâlettir, bir
fesâhattir."(1)

Allah’a isim ve sıfatları ile iman etmek, öldükten sonra dirilmek, kıyamet, hesap günü,
insanın sorumlulukları gibi hayati ve önemli konuları, insanların kalp ve kafasına nakşetmek
ve anlatmak için, bu konulara dair delil ve ifadeleri tekrar tekrar ifade etmek -haşa- boş ve
lüzumsuz bir tekrar değildir. Evet Kur’an’ın, böyle hayati ve önemli konuları insanlara ders
vermek için ısrarla ve titizlikle vurgulaması yerinde ve ihtiyaca binaendir.
Nasıl açlık tekrar ettiği için, yemek de onunla beraber tekrar ediyor ve bu insana bir
usanç ve bıkkınlık vermiyor ise; Kur’an’ın imana dair temel konuları da insan için ekmek ve
su gibidir, ne kadar tekrar edilse insana usanç vermediği gibi fayda temin ediyor.
Çok büyük ve hayati olan bir meseleyi, birkaç cümle ve kelime ile ifade edip üzerinde
durmadan ve vurgu yapmadan geçmek, edebi açından da bir kusurdur. Kur’an böyle hayati
konular üzerinde çok tekrar ve vurgu yapmasına rağmen, halen anlamakta ve iman etmekte
zorluk çekenlerin bulunması meseleye işaret ediyor.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Onuncu Mesele.
Arz ve semavatın hiddetlenmesini açıklar mısınız? Allah
(cc) arz ve semavata böyle bir özellik mi vermiş?
Cansız olan mevcudatın, ehli küfür ve şirke kızmaları ve hiddet etmeleri iki manaya
gelebilir;

Birisi: Allah, kâinatta her bir mevcudata bir vekil ve nazır melek tayin etmiştir. O mevcudun
üstünde tecelli eden isim ve sıfatları okumak ve onun hal dili ile ettiği tesbih ve zikri
Allah’a takdim etmek görevi, vekil meleğe aittir. Aynı şekilde bu melek, bu mevcuda vekil
olarak onun namına ehli küfre ve şirke hiddet edip kızabilir.

Diğeri: Cansız varlıkların, insan gibi kızmak tarzında değil de, kendilerine mahsus bir
şekilde kızması olabilir, bu hikmet-i İlahiden uzak değildir. Cansız mevcudat nasıl hal dili
ile Allah’ı tesbih edip zikrediyor ise; aynı şekilde ehli küfre ve şirke de, buna benzer bir
şekilde hiddet edip kızabilir; mahiyetini bilememiz, olmadığı anlamına gelmez.

Ehadiyyet İçinde Vahidiyyet Nasıl Oluyor?


Allah’ın isim ve sıfatlarının iki tecelli mahalli vardır. Birisi: Kainatın umumu üzerinde
büyük ve azametli tecelliyatıdır. Diğeri ise: Kainatın bir cüz’ünde ve cüz’isindeki küçük
tecelliyatıdır.

Kainatın umumunda tecelli eden o isim ve sıfatlar, çok azametli ve kibriyalı olmasından,
okunması ve ihata edilmesi herkese müyesser olmuyor. Onun için Allah, o kainatın
umumundaki azametli ve kibriyalı olan tecelli yazısını herkesin rahat ve kolaylıkla
okuyabileceği boyutlara indiriyor.

İşte, kainatın umumunda azamet ve kibriya ile tecelli eden isim ve sıfatlarına vahidiyet
denir. Onun küçük bir modeli hükmünde olan cüz’ündeki tecelliyatına da ehadiyet denir.

Vahidiyet; külli ve umumi tecelliyattır. Ehadiyet ise, cüzi ve hususi bir tecelliyattır.

Bu hakikate, şöyle bir temsil ile bakabiliriz.

Mesela; büyük bir denizin üstüne, denizi ihata edecek kadar büyük harflerle kelime-i tevhit
yazılsa, bu yazıyı okuyabilmek için, denizi kuşbakışı ihata edecek bir mevkie çıkmak
lazımdır. Ama buna herkes tam güç yetiremeyeceği için, o yazıyı yazan zat, aynı manayı ve
şekli ifade eden o yazıyı, denizin damlalarına da yazıyor. Böylece her nazar sahibi, o
denizin umumu üstündeki yazıyı damlalar vasıtası ile okuyor. Sonra o denizin üstündeki
haşmetli yazıya intikal ediyor. Yoksa, damla olmasa, o yazıyı okuması mümkün değildir.

İşte, deniz kainattır. O yazı ise; Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisidir. Damla ve üstündeki
aynı yazı ise, kainatın umumundaki o tecellilerin cüzündeki tecellisidir. Deniz vahidiyeti,
damla ise ehadiyeti temsil ediyor. Bütün nebatat veya umum çiçekler, vahidiyeti gösterir.
Küçük ve tek bir çiçek ise, ehadiyeti gösterir. Vahidiyet, azamet ve kibriyayı temsil eder;
ehadiyet ise, cemal ve şefkati temsil eder.

Vahidiyetin ehadiyet içinde görünmesi bu manadadır. Yani kainatın umumundaki azametli ve


büyük yazının mütevazi ve okunaklı bir şekilde küçük bir parçasında ve cüzünde
yerleşmesidir. Dolayısı ile vahidiyet ehadiyet içine yerleşmiş oluyor.

İnsanın sadece Rabb'ine ibadet etmekle tatmin olabileceği


azalara ve duygulara örnek verebilir misiniz.? Biz ayetin
beyanıyla kalbi biliyoruz. Bunun dışında hangi cihazlar ve
duygular örnek gösterilebilir? Risalelerden bir örnek verir
misiniz?
İnsan, bedenine gerekli olan vitamin ve gıdaları muhtelif meyve ve sebzelerden temin
eder. Mesela bedene gerekli olan c vitamini turunçgillerden temin edilir, d vitamini başka
gıdalardan temin edilir, demir vitamini ıspanaktan temin edilir vs... İşte bu farklı gıdalardaki
farklı vitaminleri tek bir bileşimde ve tek bir gıdada toplamaya hülasa deniyor. Bunun
yapılış gayesi ise bazen insan uzun ve meşakkatli bir seyahate ya da göreve çıktığında,
yanında bedeni için gerekli bütün vitaminleri taşıyamayacağı için, böyle hülasa gıdalar ile
ihtiyacını görsün. Asker, uzun bir intikale çıktığında yanında bu hülasalardan alıyor, hem
gıda ihtiyacı görülüyor hem de taşıma sıkıntısından kurtuluyor.
İnsan bedeni için gerekli olan yağ, protein, karbonhidrat gibi temel maddeleri bir
gıdada toplamak nasıl mümkünse; aynı şekilde insanın manevi bedenini teşkil eden akıl,
kalp, ruh ve latifelerin gıdası hükmünde olan manaları da bir kelam ve cümlede toplamak
mümkündür. İnsan o muhtelif vitaminleri cemeden hülasaları yediği zaman, beden nasıl
ihtiyaçlarından kurtuluyor ise, aynı şekilde manevi bedenin bütün ihtiyaçlarına cevap
verecek Kur'an-ı Kerim’in hülasa kelam ve cümleleri de vardır.
Mesela "sübhanallah", "bismillâh", "Lâ ilâhe illâllah", "Allahu ekber",
"elhamdulillah" gibi külli ve hülasa kelimeler denildiği zaman, insanın manevi bedeninin
bütün ihtiyaçları karşılanmış oluyor. Zira bu mübarek kelimeler içinde insanın bütün manevi
cihazlarını ve bedenini tatmin ve tekmil edecek manalar depolanmıştır. Tıpkı hülasa olan et
ve şeker gibi şeylerde maddi vitaminlerin depolanması gibi.
İnsanın manevi azalarının ihtiyaçlarını maddi vitaminler gibi tasavvur edelim. Mesela,
aklın mana vitamini a vitamini olsun, kalbin aşka olan ihtiyacı b vitamini olsun, ruhun bekaya
olan ihtiyacı c vitamini olsun, latifelerin nurlara olan ihtiyacı e vitamini olsun ve hakeza.
İşte Kur'an-ı Kerim’in her bir kelamında ve cümlelerinde bütün bu manevi azaların ihtiyaç
duyduğu manevi vitaminler mevcuttur. Bir insan "sübhanallah", "bismillâh", "Lâ ilâhe
illâllah", "Allahu ekber", "elhamdulillah" gibi hülasa kelamları zikrettiği zaman, bütün
manevi vitamin ihtiyaçlarını karşılamış oluyor. Namaz, oruç ve zekat gibi zikir ve ibadetler
de aynı şekilde bir hülasa olup bütün manevi cihazlara bir gıda ve tatmin vasıtalarıdır.
İnsanların kelamında ve eserlerinde bu hasiyet yoktur. İnsanlar ancak birkaç manevi
azaya hitap edebiliyorlar. Mesela kelam ve felsefe akla vitamin vermeye çalışırken, sair
azaları vitaminsiz bırakır. Tasavvuf ve tarikat erbabı kalbe vitamin verirken, akıl ve sair
azaları gıdasız bırakıyor ve hakeza. Ama Kur'an ve hadisler öyle hülasa gıdadırlar ki,
yenildiği ya da istimal edildiği vakit, bütün manevi azaları işbak ve tatmin ederler.
Özellikle "sübhanallah", "bismillâh", "Lâ ilâhe illâllah", "Allahu ekber",
"elhamdulillah" gibi hülasa ve külli kelamlar, bu noktada daha belirgindirler. Nasıl Kur'an
lüb ve hülasa ise, bu mübarek kelimeler de Kur'an’ın lüb ve hülasaları mesabesindedirler.
Bu yüzden hem Kur'an’da hem sair ibadetlerde en çok kullanılan ve zikredilen kelamlar
bunlardırlar. Zira avam insanların kendi gücüyle Kur'an içinden sair manevi gıdaları
massetmesi çok zordur. Bu yüzden Allah keremi ile bize özün özü konumunda olan
"sübhanallah", "bismillâh", "Lâ ilâhe illâllah", "Allahu ekber", "elhamdulillah" gibi
kelamları bahşetmiş.
Ayetin kalbi ve zikri örnek vermesi bir misal ve kalıp olması noktasındandır, yoksa
bütün ibadetler aynı manayı görüyorlar. Hatta zikir bütün ibadetleri de içine alan geniş bir
kavramdır. Her bir zikir her bir cihaza hülasa bir gıdadır zaten. Bu yüzden şu ibadet şu
cihaza iyi gelir diye bir tasnif yapmak gerekmiyor. Bir “Allahu ekber” kelamı bütün azalara
vitamin ve gıda olabilir.
Risalelerde geçen şu örneği verelim:

"Meselâ, birtek âyet iken yüz on dört defa tekrar edilen


Bismillâhirrahmânirrahîm cümlesi, Risale-i Nur’un On Dördüncü Lem’asında
beyan edildiği gibi, Arşı ferş ile bağlayan ve kâinatı ışıklandıran ve her dakika
herkes ona muhtaç olan öyle bir hakikattir ki, milyonlar defa tekrar edilse yine
ihtiyaç var. Değil yalnız ekmek gibi hergün, belki hava ve ziya gibi her dakika ona
ihtiyaç ve iştiyak vardır."(1)

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Onuncu Mesele

Onuncu Mesele'nin, Birinci ve İkinci Kısım Hikmetlerinde


Anlatılanları Açıklar mısınız?
"Birinci kısım: Sâni-i Zülcelâlin esmâsına bakar. Meselâ, nasılki bir usta,
harika bir makineyi yapsa, onu takdir eden herkes o zâta “Mâşâallah, bârekâllah”
deyip alkışlar. Öyle de, o makine dahi, ondan maksut neticeleri tam tamına
göstermesiyle, lisan-ı haliyle ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat ve herşey
böyle bir makinedir; ustasını tebriklerle alkışlar."

Birinci kısımda kainatın hal ve sanat dili, sanatkarı olan Allah’ı övmesi ve takdiri
vurgulanıyor. Evet, kainattaki her bir şey hal ve sanat dili ile, sanatkarı olan Allah’ı takdir
ve tahsin edip, Onu isim ve sıfatları ile manen alkışlıyorlar. Yeryüzündeki rızka muhtaç
bütün canlılar, rızıklanmalarından gelen memnuniyet ve sevinç ile Allah’ı Rezzak ismi ile
alkışlayıp, ona şükranlarını ifade ediyorlar. Mevcudat bu takdir ve teşekkürlerle Allah’ın
ezeli nazarına hitap ediyorlar ve Onu şanına layık bir tarz ve şekilde memnun ve mesrur
ediyorlar.

"İkinci kısım hikmetleri ise, zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar. Onlara


şirin bir mütalâagâh, birer kitab-ı marifet olur. Mânâlarını zîşuurun zihinlerinde ve
suretlerini kuvve-i hafızalarında ve elvâh-ı misâliyede ve âlem-i gaybın
defterlerinde daire-i vücutta bırakıp, sonra âlem-i şehadeti terk eder, âlem-i gayba
çekilir. Demek, surî bir vücudu bırakır, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücutları
kazanır."(1)

İkinci kısımda ise, mevcudat harika sanat ve güzellikleri ile İlahi nazardan çok, sair
nazarlara hitap ediyorlar. Bu nazarlar; insanlar, cinler, melekler ve ruhanilerin
nazarlarıdır. Evet kainat Allah’ın isim ve sıfatlarının şuur sahibi varlıklara sergilendiği bir
sergi salonu gibidir. Bu şuur sahibi varlıklar iman ve hidayet ile bu sanatları seyredip
mütalaa ediyorlar ve sonra sanatkarı olan Allah’ı ibadet ve zikirler ile takdir ve tahsin
ediyorlar.
(1) bk. bk. Şualar, On Birinci Şua, Onuncu Mesele.

"Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü


ve yerleştirdiği gibi, güneşi dahi aynı âyetle, aynı çekiçle
göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir göz yapar."
cümlesini izah eder misiniz?
"Evet, Kur’ân, o teferruat-ı şer’iye ve kavânin-i içtimaiyenin beyanı içinde
birden muhatabın nazarını en yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslûbu bir
ulvî üslûba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek, Kur’ân’ı, hem bir kitab-ı
şeriat ve ahkâm ve hikmet, hem bir kitab-ı akîde ve iman ve zikir ve fikir ve dua
ve dâvet olduğunu gösterip, her makamda çok makàsıd-ı irşadiye-i Kur’âniyeyi
ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâğatlarından ayrı ve parlak mu’cizâne
bir cezâlet izhar eder. Bazan iki kelimede, meselâ, ‫ َرﱡب اْﻟَﻌﺎﻟَِﻤﯿَﻦ‬ve ‫ َرﱡﺑَﻚ‬de, ‫َرﱡﺑَﻚ‬
tabiriyle ehadiyeti ve ‫ َرﱡب اْﻟَﻌﺎﻟَِﻤﯿَﻦ‬ile vâhidiyeti bildirir, ehadiyet içinde vâhidiyeti
ifade eder."

"Hattâ bir cümlede, bir zerreyi bir gözbebeğinde gördüğü ve yerleştirdiği gibi,
güneşi dahi aynı âyetle, aynı çekiçle göğün gözbebeğinde yerleştirir ve göğe bir
göz yapar."(1)

Ayetin ulvi ve yüksekliğindendir ki; güneş ile zerre aynı cümle içinde müsavi bir
mevkide zikrediliyor. Nasıl, Allah’ın sonsuz kudreti karşısında; atom ile gezegen eşit ise,
aynı şekilde Allah’ın ulvi kelamında; bir zerre ile güneş müsavidir. Her kelam sahibi, kudret
ve ilminin derecesine göre kelam eder, Allah’ın ilmi ve kudreti sonsuz olmasından, elbette
kelamı da bu ilim ve kudretin şevketine göre olur.

Ayetlerin üslubunda göze çarpan diğer bir husus; vahidiyet ile ehadiyetin cem olmasıdır.
Allah, kainatın geniş sahifelerinden bahis açtığı zaman, zihinler yorulmasın veya boğulmasın
diye, hemen aynı mananın yazılı olduğu cüzi bir örneğe intikal eder.
Vahidiyet; kainatın umumu üzerinde görünen tevhit ve birlik mührüdür. Ehadiyet ise;
aynı mührün cüzi ve küçük bir mahluk üstünde görünmesidir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Onuncu Mesele (Emirdağ Çiçeği)

"Hususuyla bu asrımıza bakan tehdidatı içinde


zâlimlerine misli görülmemiş bir hâlette, sanki feza-i
ekberden bir nümuneyi andıran semâvî bir cehennem,.."
cümlesini devamıyla açar mısınız?
"Sâliklerinin her asırda fevkalâde bir metanetle sarılmalarıyla ve emir ve
nehyine tamamen inkıyad etmeleriyle, güya yeni nazil olmuş gibi tazeliği ispat
edilmiş olan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyanın, bütün asırlarda, zâlimlerine karşı şiddetli
ve dehşetli ve tekrarlı tehditleri ve mazlumlarına karşı şefkatli ve rahmetli
mükerrer taltifleri, hususuyla bu asrımıza bakan tehdidatı içinde zâlimlerine misli
görülmemiş bir hâlette, sanki feza-i ekberden bir nümuneyi andıran semâvî bir
cehennemle altı-yedi seneden beri mütemadiyen feryad ü figan ettirmesi ve kezâ
mazlumlarının bu asırdaki küllî fertleri başında Risale-i Nur talebelerinin
bulunması ve hakikaten bu talebeleri de ümem-i sâlifenin enbiyalarına verilen
necatlar gibi pek büyük umumî ve hususî necatlara mazhar etmesi ve muarızları
olan dinsizlerin cehennemî azapla tokatlanmalarını göstermesi, hem iki güzel ve
lâtif hâşiyelerle hâtime verilmek suretiyle çiçeğin tamam edilmesi, bu fakir
talebeniz Hüsrev'i o kadar büyük bir sürurla sonsuz bir şükre sevk etti ki, bu
güzel çiçeğin verdiği sevinç ve süruru müddet-i ömrümde hissetmediğimi sevgili
Üstadıma arz ettiğim gibi, kardeşlerime de kerratla söylemişim." (1)

Kur’an her dönemde bulunan zalimleri tehdit ediyor ve o dönemin mazlumlarını da taltif
edip ümitlendiriyor. Bu, Kur’an’ın değişmez bir tarzı ve üslubudur.
Aynı şekilde Kur’an, günümüzdeki zalim ve kafirleri nasıl tehdit edip onları cehennem
ile tehdit ediyor ise; yine mazlum ehli imanı da özellikle Nur talebelerini de taltif edip
umutlandırıyor. "Sanki feza-i ekberden bir nümuneyi andıran semâvî bir cehennemle,
altı-yedi seneden beri mütemadiyen feryad ü figan ettirmesi,.." ifadesi muhtemelen
İkinci Dünya Savaşı ve kıtlık belası yüzünden zalim kafirlerin zor durumda kalmalarına
işaret ediyor.

(1) bk. Asa-yı Musa, Onuncu Mesele (Hüsrevin Üstad'ına Yazdığı Mektup)
"İkinci kısım hikmetleri ise, zîhayatın ve zîşuurun
nazarlarına bakar. Onlara şirin bir mütalâagâh, birer kitab-ı
marifet olur..." diye başlayan kısmın izahını yapar mısınız?
"İkinci kısım hikmetleri ise, zîhayatın ve zîşuurun nazarlarına bakar. Onlara
şirin bir mütalâagâh, birer kitab-ı marifet olur. Mânâlarını zîşuurun zihinlerinde ve
suretlerini kuvve-i hafızalarında ve elvâh-ı misâliyede ve âlem-i gaybın
defterlerinde daire-i vücutta bırakıp, sonra âlem-i şehadeti terk eder, âlem-i gayba
çekilir. Demek, surî bir vücudu bırakır, mânevî ve gaybî ve ilmî çok vücutları
kazanır."

"Evet madem Allah var ve ilmi ihâta eder. Elbette adem, idam, hiçlik, mahv, fena,
hakikat noktasında, ehl-i imanın dünyasında yoktur. Ve kâfirlerin dünyaları
ademle, firakla, hiçlikle, fânilikle doludur. İşte bu hakikati, umumun lisanında
gezen bu gelen darb-ı mesel ders verip, der:"

"Kimin için Allah var, ona herşey var. Ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur,
hiçtir."

"Elhasıl, nasıl ki, iman, ölüm vaktinde insanı idam-ı ebedîden kurtarıyor; öyle de,
herkesin hususî dünyasını dahi idamdan ve hiçlik karanlıklarından kurtarıyor. Ve
küfür ise, hususan küfr-ü mutlak olsa, hem o insanı, hem hususî dünyasını ölümle
idam edip mânevî cehennem zulmetlerine atar, hayatının lezzetlerini acı zehirlere
çevirir. Hayat-ı dünyeviyeyi âhiretine tercih edenlerin kulakları çınlasın! Gelsinler,
buna ya bir çare bulsunlar veya imana girsinler, bu dehşetli hasârattan
kurtulsunlar."(1)

Mevcudatın ve mahlukatın ölümle yok olmaları ve çok kısa ve aniden vefat etmeleri,
insandaki şefkat ve ebedi yaşama arzusu ile bağdaşmıyor. Bu da insanı hüzünlendirip acıya
boğuyor.
Mesela; çok sevdiğimiz bir çiçeğin veya canlıların hayat sürelerinin çok az ve kısa
olması, insanda bir yara açıyor, ruhi bir sıkıntı oluşturuyor. İşte Üstat da sıkıntılı ve elemli
bir anında, bu yaralara ve bu düşünceden gelen acılara cevap ve çözüm olsun diye bu
hakikati beyan ediyor.

Evet, mahlukat ve canlılar vefat etmek ile yokluğa ve hiçliğe gitmiyorlar. Belki daimi ve
ebedi bir aleme intikal ediyorlar. Bütün mahlukat ve sanatlı şeylerin varlık sahnesine çıkıp
tekrar gitmelerinin hikmet ve sırlardan birisi: Şuur sahibi insan, melek ve cinlere bir mütalaa
konusu olmak, onlara sanatkarlarından haber vermek ve Allah’ın isim ve sıfatlarını tarif ve
tanıtmaktır. Mevcudat ve mahlukat, bu vazifeyi ifa ettikten sonra, şuur sahibi varlıkların zihin
ve hafızalarında bir levha olarak ebediyen varlıklarını devam ettirecekler. Aynı zamanda
mahlukat her şeyin resminin alınıp saklandığı misal aleminde de resim olarak hayatlarını
devam ettireceklerdir. Yine mevcudat şuur sahibi varlıkların hafızasından ve misal
alemindeki resimden başka olarak, kader levhalarında varlıklarını ilmi bir surette devam
ettirecekler.
Yani mahlukat ve mevcudat, maddi vücudunu kaybetmiş olsa bile, bir varlık boyutunda
hayatını ve varlığını devam ettirecekler. Bu yüzden onların ölümle gitmesini, ebedi bir
yokluk ve hiçlik görmemek gerekir.

Özet olarak, iman gözlüğü ile bakılırsa, hiçbir şey yokluğa ve hiçliğe gitmiyor, her
mevcut ve mahluk muhtelif alemlerde varlığını farklı boyutlarda devam ettiriyorlar.
Lakin küfür nazarında bütün mevcudat ve mahlukat, mutlak bir yokluğa ve hiçliğe gidiyor, bu
da insana büyük ve sıkıntılı bir azap kaynağı oluyor.

(1) bk. Asa-yı Musa, Bu Onuncu Meseleye Bir Hâtime Olarak İki haşiye.

"Kur'ânda Zât-ı Ahmediyeye en büyük makam vermek ve


dört erkân-ı îmaniyeyi içine almakla..." Dört Erkan-ı
İmaniye Ne Demektir?
Risalet-i Muhammediye'nin içine aldığı dört erkân-ı imaniye şunlardır;

1 - Meleklere iman.
2 - Kitaplara iman.
3 - Ahirete iman.
4 - Kadere imandır.
Yirmi Altıncı Sözden Üçüncü Mebhasın Sonu
ve Dörüncü Mebhas
YAZDIR

"... meyveler, nutfeler, tohumlar, çekirdekler, suretler,


şekiller bilbedâhe, Kitab-ı Mübîn denilen irade ve evâmir-i
tekvîniyenin defterini ve İmam-ı Mübîn denilen ilm-i İlâhînin
bir divanı olan Levh-i Mahfuzu gösterir." cümlesini nasıl
anlamalıyız? İmam-ı Mübin ve Levh-i Mahfuz aynı manada
mıdır?
Bir bina düşünelim. Bu binanın ilk merhalesi plan ve proje kısmıdır. Binanın bütün
ayrıntıları ve keyfiyeti öncelikle bu plan ve programda tayin ve tespit edilir. Bu kısımda
işleyen, sıfat ilim, akıldır ve bundan hasıl olan tasarımdır. Binanın kalıbı ve gövdesinden
çok, onun ilmi temeli esastır. İşte binanın bu kısım ve merhalesine İmam-ı Mübin diyoruz.
Kainat, -la teşbih- bu bina gibi, önce Allah’ın ilm-i ezelisinde plan ve proje olarak yer
almış, sonra vücuda çıkacak olan bu kainat, bu plan ve program üzere hareket eder ve
etmektedir. Onun çizdiği hattın dışına çıkamaz. İmam-ı Mübin, daha çok, kainatın mazi ve
müstakbelini temsil eder, alemi şehadetten çok alemi gayba bakar. Bir ağacın çekirdeği ve
kökleri İmam-ı Mübini andırır. Bunlara somut kader nazarı ile bakabiliriz.
Kitab-ı Mübin ise, o bina ve kainatın plan ve program kısmının, yani İmam-ı Mübin
kısmının hayata geçirilmesi, harici bir vücut verilmesinin adıdır. Burada Allah’ın kudret
sıfatı hükmeder, iş görür. Kitab-ı Mübin ise, mazi ve müstakbelden ziyade, şimdiki hale
bakar, alemi gaybdan çok alemi şehadeti temsil eder. Binanın İmam-ı Mübin kısmını
mühendis tayin eder, yani plan olarak çizer. Binanın hayata geçirilmesi işini ise, işçi ve
ustalar yapar. Burada mühendis ilim sıfatı, usta ise kudret sıfatıdır.
Özet olarak, İmam-ı Mübin kaderin bir ismi ve unvanıdır, eşyanın yol haritasını çizer.
Kitab-ı Mübin ise, kaderde tayin ve tespit edilmiş mukadderatların eşyada infaz edilmesi ve
hayata geçirilme işlemidir.
Levh-i Mahfuz, yani kader, Allah’ın ilminin bir unvanı, bir ifadesidir. Levh-i Mahfuz'da
her şey istisnasız ve son hali ile yazılıdır. Burada bir değişiklik ve bozulma söz konusu
değildir. Bu veçhesi ile Levh-i Mahfuz'a daire-i uluhiyet diyebiliriz. Yani mevcudatın ve
mahlukatın Allah’ın ilmindeki manevi vücutlarıdır. Üstad'ın diğer ifadesi ile, vücud-u
ilmileridir. Bu cihetle İmam-ı Mübin ile Levh-i Mahfuz aynı ve müteradiftir diyebiliriz.
Meyve ve çekirdekler kaderin somut birer örnekleridirler. Mesela bir incir ağacının
bütün plan ve programı küçücük incir çekirdeğinin içinde yazılıdır. O çekirdek bir cihetle
incir ağacının kaderi ve levh-i mahfuzudur. Çekirdeğin içinde ne varsa, o olur. Kainat da
büyük bir ağaç gibidir, kader onun bir cihetle çekirdeği gibidir.
"Eğer desen: Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb
etmiştir. İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için
kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?" İnbisat ve
cevelana müştak kalp ne demektir?
"Eğer dese: Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat ve
cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor
mu?"
"Elcevap: Kat'a ve asla! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir
rahatlık ve ravh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur
veriyor. Çünkü, insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz'î bir
serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde dünya kadar ağır bir yükü, biçare ruhun
omuzunda taşımaya mecburdur. Çünkü insan bütün kâinatla alâkadardır.
Nihayetsiz makasıd ve metâlibi var. Kudreti, iradesi, hürriyeti milyondan birisine
kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı ne kadar müthiş ve muvahhiş
olduğu anlaşılır. İşte, kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemâl-i
rahatla, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest cevelânına meydan
veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüz'î hürriyetini selb eder ve firavuniyetini ve
rububiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar."(1)

İnsanın ihtiyaçları ve talepleri bütün kainatı sarmalamışken, bunların


tamamının tedarikini sağlamak ve temin etmek insanın elinden gelmiyor. Yani insan şu kainat
içinde nihayetsiz bir acizlik ve fakirlik içindedir. Arzu ve ihtiyaçları sınırsız, ama bunları
temin edecek gücü ve kudreti hiç derecesinde. Bu da insana manevi bir sıkıntı ve kainata
karşı bir dilencilik vaziyetini veriyor. İnsan bu sıkıntı ve dilencilikten kurtulmak için ya
sonsuz bir kudrete ve zenginliğe sahip olacak, ta ki sonsuz arzu ve ihtiyaçlarını karşılasın, ya
da sonsuz kudret ve zenginlik sahibi olan Allah’a teslim ve tevekkül edecek. İşte teslim ve
tevekkül, insanın bu ağır yükünü kaderin üstüne atması ve rahatlamasıdır.

Şayet insan iman ile yükünü kader gemisinin üstüne atmaz ise, belki nefis, haramları serbest
işlemek noktasında cüzi bir özgürlük kazanır, lakin kalp ve ruh gibi cevherler müthiş bir
meşakkat ve sıkıntıya maruz kalır. Her şey karşısında ve her hadisede insan titrer ve dehşetli
sıkıntılar çeker. Bir yıldızı görse, "Acaba dünyamıza çarpar mı?" diye endişeye düşer;
halbuki o yıldız kaderin plan ve programı dışına çıkamaz.

Mümin, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir şeyden
endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki, Allah bir musibeti alnına yazmış ise, bundan kurtuluş
yok der, teslim olur. Aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise, hiçbir güç o musibeti başına
bela edemez. Bu tevekkül ve düşünce, mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir
nevi psikolojik yükün, yani hadiseler karşısında endişe ve telaş etmenin tevekkül vasıtası
ile kadere atılması demektir.
Ama kafir, Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için, her şeyi tesadüfe
veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde
bir endişe bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana
dokunur mu?" der, hayatı zehir olur. İnkardan gelen cüzi özgürlüğe bedel, hadsiz bela ve
sıkıntıları çekmeye mahkum olur. Kalp ve vicdan sürekli inler ve bağırır.

Özet olarak, Allah’a iman ve tevekkül etmek, bir insanda ne kadar inkişaf ederse, dünyanın
sıkıntı ve elemlerinden de o kadar emin ve selametli olur. Zira imanda tevekkül manası
hükmediyor. Yani her şeyin tedbir ve dizgini Allah’ın elinde olduğuna göre, zarar ve menfaat
de onun elindedir. Allah bir insana zararı takdir etti ise, buna kimse engel olamaz; yok
menfaati takdir etti ise, buna da kimse mani olamaz.

İşte bu inanç ve teslimiyet, insanı kainat ve içindekilerin karambolundan ve zararlı


evhamından emin kılıyor ve kalp ve ruha geniş ve ferahlı bir hürriyet bahşediyor. Nefse
hürriyet verip, kalp ve ruha pranga vurmak akıl karı değildir.
(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.

"Men Amene Bil Kaderi, Emine Minel Kederi (Kadere


iman eden, kederden emin olur.)" Ne Demektir?
Kader risalesinde, Şualar'da ve Kastamonu Lahikası'nda geçen temsiller aşağıya
alınmıştır. Bu temsillerden de anlaşıldığı üzere vazifemizi yaptıktan sonra kadere teslim
olmak, insanı bütün kederlerden ve sıkıntılardan kurtarır.

Mesela;

"Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev'i ve Hâfız Ali (r.h.), Tahirî'yi
sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda
ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. "Acaba neden?" derdim. Şimdi
anladım ki, onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyani şeylerle iştigal
etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve
enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkit ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve
metanet ve itmi'nan-ı kalbleriyle Risale-i Nur şakirtlerinin yüzlerini ak ettiler." (1)

"İki adam bir padişahın pâyitahtına giderler, o padişahın mahalli garâip olan
has sarayına girerler. Biri padişahı bilmez, o yerde gâsıbâne, sârıkâne tavattun
etmek ister. Fakat, o bahçe, o sarayın iktizâ ettikleri idare ve tedbîr ve vâridât ve
makinelerini işlettirmek ve garip hayvanâtın erzakını vermek gibi zahmetli
külfetleri görür, mütemâdiyen ızdırap çeker. O cennet gibi bahçe, başına bir
cehennem gibi oluyor. Her şeye acıyor. İdare edemiyor. Teessüfle vaktini geçirir.
Sonra da, o hırsız edepsiz adam, te'dib sûretiyle hapse atılır.
İkinci adam padişahı tanır; padişaha kendini misafir bilir. Bütün o bahçede, o
sarayda olan işler, bir nizâm-ı kanunla cereyan ettiğini, Her şey bir programla,
kemâl-i suhûletle işlediğini itikat eder. Zahmet ve külfetleri, padişahın kanununa
bırakıp, kemâl-i safâ ile o cennet-misâl bahçenin bütün lezzetlerinden istifade edip,
padişahın merhametine ve idare kanunlarının güzelliğine istinâden her şeyi hoş
görür, kemâl-i lezzet ve saadetle hayatını geçirir. İşte sırrını anla." (2)

"Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen


gelen musibetten hissedardır, azap çekiyor, perişandır. Bilhassa ehl-i dalâlet ve
ehl-i gaflet, rahmet-i umumiye-i İlahiyeden ve hikmet-i tamme-i Sübhâniyeden
habersiz olduğundan, nev-i beşere rikkat-i cinsiye, alâkadarlık cihetiyle, kendi
eleminden başka nev-i beşerin şimdiki elîm ve dehşetli elemleriyle dahi müteellim
olup azap çekiyor. Çünkü, lüzumsuz ve mâlâyâni bir surette vazife-i hakikiyelerini
ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hadisatına
merakla dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler ve
bilerek kendi zararına fiilen rıza göstermek cihetinde, "Zarara razı olana şefkat
edilmez" manasındaki kaide-i esasiyesiyle şefkat hakkını ve merhamet liyakatını
kendilerinden selb etmişler. Onlara acınmayacak ve şefkat edilmez. Ve lüzumsuz
başlarına bela getirirler.

"Ben tahmin ediyorum ki, bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında


selamet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran yalnız hakikî
ehl-i İmân ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde de en ziyade kendini
kurtaranlar, Risale-i Nur'un dairesine sadakatle girenlerdir.

"Çünkü bunlar, Risale-i Nur'dan aldıkları iman-ı tahkiki derslerinin nuruyla ve


gözüyle, herşeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp herşeyde kemal-
i hikmetini, cemâl-i adaletini müşahede ettiklerinden, kemal-i teslimiyet ve rızayla,
rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek
karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini
sürmüyorlar ki, elem ve azap çeksinler." (3)

(1) bk. Şualar, On Üçüncü Şua.


(2) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.
(3) bk. Kastamonu Lahikası, (84. Mektup)

"Nazari ise çekirdekte, ondan halk olunacak ağacın


müddet-i hayatındaki geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller,
hareketler, tesbihatlardır ki, tarihçe-i hayat namıyla tabir
edilen vakit-bevakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller,
fiiller; o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî
miktarı vardır." deniliyor. O çekirdekte, ağacın genetik
şifresinin dışında olan haller, mesela dalının kırılması,
ağacın kesilmesi yazılı mıdır?
"Madem maddî ve görünecek eşyada bu derece kaderin tecelliyâtı var.
Elbette, eşyanın mürur-u zamanla giydikleri suretler ve ettikleri harekâtla hasıl
olan vaziyetler dahi bir intizam-ı kadere tâbidir. Evet, bir çekirdekte, hem bedihî
olarak, irade ve evâmir-i tekviniyenin ünvanı olan Kitab-ı Mübînden haber veren
ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlâhînin bir ünvanı olan İmam-ı
Mübînden haber veren ve remzeden iki kader tecellîsi var:"
"Bedihî kader ise, o çekirdeğin tazammun ettiği ağacın maddî keyfiyat ve
vaziyetleri ve heyetleridir ki, sonra gözle görünecek."
"Nazarî ise, o çekirdekte, ondan halk olunacak ağacın müddet-i hayatındaki
geçireceği tavırlar, vaziyetler, şekiller, hareketler, tesbihatlardır ki, "tarihçe-i
hayat" namıyla tabir edilen, vakit be vakit değişen tavırlar, vaziyetler, şekiller,
fiiller, o ağacın dalları, yaprakları gibi intizamlı birer kaderî miktarı vardır."(1)

Bizim kanaatimize göre Üstad Hazretleri "nazari kader" tabiri ile, yine çekirdeğin
içindeki fenni programı kast ediyor. Yoksa dalın kırılması, kesilmesi gibi büyük kadere
taalluk eden konuları kast etmiyor. Bir ormancının gelip ağacı kesmesi ağacın çekirdeği
içinde program olarak yazılıdır demek yanlış olur. Lakin ağacın kaç yapraklı olacağı, kaç
meyve vereceği, kaç metre olacağı gibi tavır ve vaziyetler çekirdek içinde nazari ve matvi
olarak bulunabilir. Kast edilen de budur. Birinin yaprağı kesmesi, dışarından müdahalesi
gibi konular, Levh-i Mahfuz'da, Allah’ın ilminde mevcuttur.
Bedihi ve maddi kader ise, çekirdeğin cins ve türüne işaret ediyor. Kayısı çekirdeğinin
kayısı türüne ve özelliklerine gebe olması bedihi kaderi oluyor. İşte çekirdeğin bu genetik ve
fenni programı kaderin müşahhas bir örneği ve ispatı gibidir. Çekirdek bu yönü ile maddi bir
kader hükmündedir.
Tembih: Ağacın harici hadiseler ve tavırlara maruz kalmasının, ağacın çekirdeğinde
kader olarak yazılması mümkün ve imkan dahilindedir. Allah dilerse ormancının gelip ağacı
kesmesini çekirdeğin içinde nazari olarak yazabilir. Lakin bu imkan dahilindedir diye, vaki
olarak telakki etmek hata olur kanaatindeyiz.
(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.

Aynı burç grubuna giren insanların, ortak bazı his ve


kabiliyetlerinin olması neyle izah edilebilir, Risalelerde bu
konuda bilgi var mıdır?
İbn-i Haldun Mukaddeme adlı eserinde; iklim ve coğrafi şartlarının insan karakteri
üstünde önemli bir tesirinin olduğunu genişçe beyan eder. Yani insanın mizacının
oluşmasında, bunlar da önemli bir faktördür, bunları inkar etmek mümkün değildir. Nitekim
benzer teşhisleri Üstad Hazretleri de yapmaktadır.
Mesela; arazisi geniş ve verimli olan yerdeki insanlar, ekseri müferreh bir hayata alıştıkları
için, ahlaki değerleri ve mizaçları buna göre şekillenir. Genelde tembel ve araştırmadan
yoksun ve miskinliğe yatkın olurlar. Arazisi kısıtlı ve verimsiz olan yerlerdeki insanlar,
ekseri cevval, araştırmacı ve çalışkan olurlar.
Üstad Hazretleri, Avrupa kıtasının Asya kıtasına nispetle medeniyette ileri olmasını şu
şekilde izah ediyor:
"Ey Müslüman! Biri maddî, biri mânevî, Avrupa rüçhanının iki sebebinin şu netice-i
müthişiyle, o neticenin tesir-i muharribanesine karşı, mevcudiyetimizin hâmisi olan
İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun!"
"Evet, biz aşağıya iniyoruz, onlar yukarıya çıkıyor. Bunun iki sebebi vardır. Biri maddî,
biri mânevîdir."
"BİRİNCİ SEBEP: Umum Hıristiyanın kilisesi ve mâden-i hayatı olan Avrupa'nın
vaziyet-i fıtriyesidir. Zira dardır, güzeldir, demir madenidir, girintili çıkıntılıdır. Deniz
ve enharı bağırsaklarıdır, bâriddir."
"Evet, Avrupa küre-i zeminin hums-u öşrü iken, nev-i beşerin bir rub'unu letafet-i
fıtriyesiyle kendine çekmiş. Hikmeten sabittir ki, efrad-ı kesirenin içtimâı, ihtiyacatı
intaç eder. Görenek gibi çok esbabla tekessür eden hâcât, zeminin kuvve-i nâbitesine
sığışmaz. İşte şu noktadan ihtiyaç, san'ata ve merak ilme ve sıkıntı vesait-i sefahete
hocalık edip tâlime başlarlar."
"Evet, fikr-i san'at, meyl-i mârifet, kesretten çıkar. Avrupa'nın darlığı ve deniz ve
enharı olan vesait-i tabiiye-i münakale içinde dolaşması sebebiyle, tearüf ticareti,
teavün iştirak-i mesaiyi intaç ettikleri gibi, temas dahi telâhuk-u efkârı, rekabet de
müsâbakatı tevlit ederler. Ve bütün sanayiinin mâderi olan demir madeni, kesretle
içinde bulunduğundan, o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki,
dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasp ve garat edip gayet ağır bastı, mizan-ı
zeminin muvazenetini bozdu."
"Hem de herşeyi geç almak, geç bırakmak şanından olan burudet-i mutedilâne,
sa'ylerine sebat ve metanet verip, medeniyetlerini idame etmiştir. Hem de ilme istinatla
devletlerinin teşekkülü, mütekabil kuvvetlerinin tesadümü, gaddarane istibdatlarının
iz'âcâtı, engizisyonane taassuplarının aksülâmel yapan tazyikatı, mütevazi unsurlarının
rekabetle müsabakatı, Avrupalıların istidatlarını inkişaf ettirip, mezâyâ ve fikr-i
milliyeti uyandırdı."(1)
Üstad Hazretleri bu ifadeleri ile medeniyetlerin ve insanların ahlaki değerlerinin
oluşmasında, fiziki şartların önemli bir yer tuttuğunu kabul etmiş oluyor.
Ayrıca Peygamber Efendimiz (asv)'in ayın belli dönemlerinde özellikle ayın gel git olayının
yaşandığı günlerde, orucu tavsiye etmesi doğa olaylarının insan üstünde ciddi etkisinin
olduğunu gösterir. Burçların da insan karakteri üstünde mahiyetini ve münasebetini
bilmediğimiz fiziki tesirleri bulunabilir. Bunun dini açısından herhangi bir sakıncası yoktur.
Lakin burçları tapınma ve gaybı bilme aracı gören şarlatanlar bahsimizin dışındadır. Burç
falları, şirk unsurları taşımaktadır, bu sebeple burç fallarından medet ummak insanın imanını
zedeler.
(1) bk. Sünuhat, Devaü'l-Ye's.
Bir çekirdeğin programı planı " Kader Kalemiyle"
yazılıyor, daha sonra kudret kalemiyle dağ gibi bir ağaç
oluyor. Peki genetiği değiştirilen tohumların, örneğin,
kabağa karpuz aşılayıp karpuz yetiştirmek onun kaderine
müdahale sayılmıyor mu?
Evvela, insanın yapabildiği ve yapabileceği her şey kaderin müsaadesi ve takdiri iledir.
Kaderin kesinlikle men ettiği bir şeyi insan kesinlikle yapamaz. İnsan bir şeyi yapabiliyor
ise, o şeyi kader kesinlikle men etmemiş demektir.
İkincisi, bir çekirdeğin programı ile oynama yetki ve gücü de kader planının bir
parçasıdır. Ya da Allah’ın insanlara bir hediye ve nimetidir. Tıpkı gemiler ile suyun üstünde
yüzmemiz ve uçaklar ile yerin çekiminden kurtulup gök yüzünde uçmamız gibi. Geminin
suyun yüzünde yüzmesi, uçağın gökte uçması nasıl kadere müdahale olarak algılanmıyor ise,
bir tohuma aşı yapmak da öyle algılanmalıdır. Bütün bunlar kaderin insanlığa bir hediyesi
bir lütfudur.
Üçüncüsü, kaderin plan ve programının dışında hiçbir şey vücut bulamaz. Kainattaki
bütün kanun ve kurallar kaderin birer prensibi, birer ruhsatıdırlar.

Cenab-ı Hak insanlara istidatı neye göre veriyor? Mesela


bir kimsenin istidadı peygamberlerin istidatından çok
farklıdır. O halde istidatlar neye göre veriliyor; herkesin
istidatı farklı?
Bu meseleye birkaç noktadan bakılabilir.
Birinci Nokta: Bu mesele kadere taalluk eden bir meseledir. Allah’ın ilmi ezeli olduğu
için her insanın gelecekte nasıl bir iman ve ibadet performansı göstereceğini biliyor, ikram
ve izzeti de ona göre şekilleniyor.
Mesela Peygamber Efendimiz (asv) iradesini iman ve ibadete kullanma noktasında en
zirvede olduğu için, ikram ve izzet de ona göredir. Yani insanlara verilen kabiliyet ve
istidatlar, biraz da insanın kendi iradesine bakıyor. Allah kabiliyetleri verirken, iradenin
performansını da dikkate alıyor denilebilir.
İkinci Nokta: Allah mülkünde dilediği gibi tasarrufta bulunur, kimse neden böyle değil
de öyle tasarrufta bulundu diyemez. Hesapsızlık ve adaletsizlik ancak başkasının mülkünde
tasarrufta bulunulursa gerçekleşir. Halbuki her şey onun mülküdür, mülkünde ise dilediği
gibi tasarruf eder. Öyle ise "Bana neden az kabiliyet verdi de öbürüne çok verdi." demek
yersiz olur.
Üçüncü Nokta: Kabiliyetlerin muhtelif verilmesinin sebeplerinden birisi de, Allah’ın
isimlerinin kendi mana ve hükümlerini izhar ve ilan etmek istemesidir. Şayet her insan her
hususta eşit bir şekilde yaratılmış olsa idi, bir çok isim kendi mana ve hükmünü
gösteremeyecekti.
Mesela Rezzak ismi açlığı ister, Şafi ismi hastalığı ister, Kerim ismi muhtaçlığı ve
fakirliği ister vs... Bunların olması için de kimi insanların çaresiz ve zavallı olmasını iktiza
eder; bu da kabiliyetlere bakar. Yani herkes Newton zekasında ve kabiliyetinde olsa insanlık
arasında belki suri bir eşitlik olur, ama dünyanın kuruluş maksadı ve misyonu heba olur. Düz
bir çizgi ile insanın resmini çizemeyiz, ama eğri büğrü çizgi ile insanı kemali ile
resmedebiliriz. Kabiliyetlerin eğri büğrü gibi durmasında bu azim sır vardır.

Cenab-ı Hakk bir şeyi dilediği zaman o şeyi yaratmaktan -


haşa- vazgeçemez mi? İnsan fiilinin halıkı olmadığı için onun
irade hürriyetinden bahsedebiliyoruz; peki Cenab-ı Hakk'ın
dilemesini nasıl anlamalıyız?
Öncelikle, Allah ile insanın kıyas edilmesi yanlış bir kıyastır. Zira Allah Vacibü-l
Vücuttur, insan ise Mümkünü-l Vücuttur. Yani insan Allah’ın var etmesi ile varlık sahasına
çıkmış ve her yönü ile Allah’a muhtaç bir varlıktır. Bu yüzden Allah ile insan vasıfları
kıyasa gelemez.
İkinci olarak; Allah’ın irade sıfatı mutlak ve ezelidir, hiçbir şey ve hiçbir hal Allah’ın
mutlak ve ezeli olan irade sıfatını kayıtlandıramaz ve kısıtlayamaz. O ezeli iradesi ile
dilediği şeyi yapmak veya yapmamak hürriyetine sahiptir. İnsan ise hadis olduğu, için cüzi
iradesi de kendi gibi hadistir; yani cüzi ve sonradan yaratılmıştır. Allah’ın tanzim etmiş
olduğu mekanizmanın dışına çıkamaz. Allah bu mekanizmada insanın cüzi iradesini kendi
ezeli kudreti ile ilişkilendirip, insana dilemek; kendi kudretine de yaratmak takdirini
vermiştir.
İnsan, iradesi dışında bir makine gibi işler, Allah’ın takdiratı dışına çıkamaz. Allah
insan iradesinin işler olabilmesi için de insana kudreti depolama kabiliyetini vermemiştir.
Şayet insanın Allah’ın kudretinden bağımsız, kendi kudreti olmuş olsa idi, pili içinde olan
bir oyuncaktan farkı kalmazdı. Bu yüzden Allah’ın kudreti insan iradesini selp değil; teyit ve
takviye ediyor.
Allah’ın üstünde, onun iradesini düzene sokacak başka bir güç ve ilah olmadığı için,
Allah’ın iradesi ezeli ve mutlak oluyor. Ve dilediğini seçip seçmeme hakkı oluyor. İnsan ise
bu gibi vasıflardan azade olamadığı için, bir takım kısıtlama ve kurallara uymak zorundadır.
Bu yüzden Allah ile insan iradesini kıyas etmek fasit ve yanlış bir kıyastır.

Evet bir çekirdekte, hem bedihi olarak irade ve evamir-i


tekviniyenin unvanı olan "Kitab-ı Mübin"den haber veren
ve işaret eden, hem nazarî olarak emir ve ilm-i İlahinin bir
ünvanı olan "İmâm-ı Mübîn"den... diye devam eden cümleyi
açıklar mısınız?
Bir bina düşünelim. Bu binanın ilk merhalesi plan ve proje kısmıdır. Binanın bütün
ayrıntıları ve keyfiyeti öncelikli olarak bu plan ve programda tayin ve tespit edilir. Bu
kısımda işleyen sıfat, ilim ve akıldır ve bundan hasıl olan ise tasarımdır. Binanın kalıbı ve
gövdesinden çok, onun ilmi temeli ve tasarımı esastır. İşte binanın bu kısım ve merhalesine
"İmam-ı Mübîn" nazarı ile bakabiliriz.
Kainat da aynı bu bina gibi, önce Allah’ın ilmi ezelisinde plan ve proje olarak vardı.
Daha sonra kudret ve irade ile vücuda çıkacak olan kainat, bu plan ve program üzere
hareket eder, onun çizdiği hattın dışına çıkamaz. Daha çok kainatın mazi ve müstakbelini
temsil eder, alemi şehadetten çok alemi gayba bakar. Bir ağacın çekirdeği ve kökleri,
insandaki hafıza kuvveti vs İmam-ı Mübîni andırır. Bunlara somut kader nazarı ile
bakabiliriz. Ya da kaderin ve İmam-ı Mübîn denilen mananın müşahhas ve maddi
timsalleridirler.
Kitab-ı Mübin ise o bina ve kainatın plan ve program kısmının, yani İmam-ı Mübin
kısmının hayata geçirilmesi, harici bir vücut verilmesinin adıdır. Burada Allah’ın kudret
sıfatı hükmeder ve iş görür. Mazi ve müstakbelden ziyade şimdiki hale bakar. Alemi
gaybdan çok, alemi şehadeti, yani maddi ve görünen alemi temsil eder. Binanın İmam-ı
Mübin kısmını mühendis tayin eder, yani plan olarak çizer. Binanın hayata geçirilmesi işini
ise işçi ve ustalar yapar. Burada mühendis ilim sıfatı, usta ise kudret sıfatını temsil eder.
Özet olarak, İmam-ı Mübin, kaderin bir ismi ve unvanıdır, eşyanın yol haritasını çizer.
Kitab-ı Mübin ise kaderde tayin ve tespit edilmiş mukadderatların eşyada infaz edilmesi ve
hayata geçirilme işlemidir.
Allah bizim için anlaşılması zor olan soyut manaları aklımıza yaklaştırmak için,
benzerlerini mahlukat içinde bolca yaratmış ki, insanlar ona kıyas ederek meseleyi
kavrasınlar. Bu noktadan bakacak olursak, incir çekirdeği İmam-ı Mübine, bu çekirdekten
çıkan incir ağacı ise Kitab-ı Mübine işaret eden bir levhadır. İnsan ve kainat, kalıp ve
cesetleri itibari ile Kitab-ı Mübinin bir cüzü ve parçasıdır.
Kitab-ı Mübin bedihidir. Yani göz önünde ve maddi olarak duygularımızın hemen yanı
başındadır. Onu kolaylıkla ve açık bir şekilde görebiliriz. İmam-ı Mübin ise nazaridir, yani
ilmi ve manevi olduğu için, ancak muhakeme ve tefekkür ile anlaşılır demektir.
Nazari ve bedihi ifadeleri insanın konumuna göredir. İnsan şu maddi alemin içinde bir
çok kayıt ile kayıtlı bir yaşam formunun içinde mahkum olduğu için, manevi alemler ona uzak
ve nazari düşüyor. O alemleri ancak akli ve mantıki deliller ile kavrayabiliyor. İmam-ı
Mübin manevi olan kadere bir unvan olmasından dolayı insanın maddi konumuna nispetle
nazari kalıyor. Kitab-ı mübin ise şu maddi alemden ibaret olduğu için insanın sürekli
gözünün önündedir. Bu yüzden de bedihi denilmiştir.

Kader Risalesi'nde; "İki adam bir padişahın payitahtına


gidiyorlar... Birisi gasıbane, sarıkane tavattun ediyor..."
şeklinde geçen örneği açıklar mısınız?
Burada kadere iman etmenin, insanın maneviyatı üzerindeki rahatlık ve huzuru nazara
veriliyor. Dolayısı ile iki şahıstan birisi kadere iman eden, diğeri ise iman etmeyendir. İman
etmeyen kişi, her şeyin tesadüfe bağlı olarak hareket ettiğini düşünür. Bu iki adamın dünyaya
bakışını inceliyoruz.

Kadere iman etmeyen kişi, gelen bir sel felaketini nasıl önleyecek ve anlayacak? Şu anda
(Ocak 2010) Haiti'de yaşanan depremi nasıl izah edip de rahatlayacaktır? Her an kendisi de
böyle bir tehlike ile karşı karşıya olduğu için, hayat onun için zehir olacaktır. Bu örnekleri
artırmak mümkündür.

Kadere iman eden şahıs aynı şeylerle karşılaşır, ancak diğeri gibi dehşete kapılmaz. Çünkü
biliyor ki, bütün bunlar bir bilenin ve hakimin ilmi dairesinde hareket ediyor. Neticesini
görmese de, bu işlerin göründüğü gibi anlamsız olmadığını farkediyor ve dehşet almıyor.
Olayın her an kendisini de etkileyeceğini düşünüp hayatını zehir etmiyor. Çünkü biliyor ki,
Kainatın Hâkimi'nin bilgisi haricinde bir yaprak bile kıpırdayamaz. Şayet ömrü dolmuşsa,
zaten bir saniye bile bekletilmez, yok hayatı devam edecekse, bin tane de deprem olsa
kendisine bir zarar vermeyeceğini bilir ve rahat eder.

İlgili kısmı okumak için tıklayınız: Sözler, Yirmi Altıncı Söz.

Kaf nun tezgahı ne demektir, bilgi verir misiniz?


Kaf, nun tezgahı: Cenab-ı Hak kâinatı yaratırken ve idare ederken insanlar gibi meşgul
olmaz. Meşguliyet Allah için muhaldir. Cenab-ı Hakk'ın kâinatla ve mahlûkatla münasebeti,
alakası ve müessiriyeti; emir, irade ve ilmi beraber ihtiva eden “kün” emrine bakar.

“Kün” emri ise; Arapça “ol” demektir. Yani Allah bir şeyi murat ederse, o şeyin yokluktan
varlığa çıkması için “kün” emri kâfidir. “Kün” ise; Arapça olup kaf ve nun harflerinden
meydana gelir.

İşte Üstadımız mahlûkatın yaratılışında (dokunuşunda) esas olan “kün” emrini nazara
verirken, iki harf olan kaf ile nun’u mekik kabul ediyor.

Bu iki harften oluşan “kün” emrine de kaf, nun’dan müteşekkil tezgâh diyor. Bu
tezgâhlarla mahlûkat dokunuyor.

"Hem tâ mutmain olsun ki; bu fena ve zeval herc ü


mercinde beka için pek çok âyineler var ki, Kadîr-i Hakîm
zâillerin hüviyetlerini onlarda tersim edip ibka ediyor. Hem
beka için pek çok levhalar var ki, Hafîz-i Alîm fânilerin
manalarını onlarda yazıyor." İzah eder misiniz?
Kainat sahnesinde sergilenen eşya, fenaya akıp yok olmuyor. Sergilenen mevcudat
bir çok açıdan kayıt altına alınıp, bekaya yani sonsuzluğa mazhar ediliyor. Yani eşya kainat
sahnesinde çizilip gösterildikten sonra, farklı varlık formatlarına intikal ettirilip, orada
ebedi bir varlığa dönüştürülüyorlar.
Mevcudatın, olayların beş hıfzedilme şekli bulunuyor:
Birisi; ilahi ilimdeki ayan-ı sabit, yani Üstad'ın ifadesi ile vücud-u ilmi ve manevidir ki
her şeyin kaydı burada bulunmaktadır.
İkincisi; ezeli ilmin bir tecellisi olan levh-i mahfuzdur ki, her şey burada da kayıtlıdır.
Lakin maddi ve harici bir cisim şeklinde değil, ilmi ve manevi bir şekildedir.
Üçüncüsü; meleklerin kamerası ile her şey kaydediliyor. Kiramen katibin gibi...
Dördüncüsü; insanların kendi hafızasında kayıtlı olmasıdır.
Beşincisi; cennette eşyanın aynı ile iade edilip, orada bir müze şeklinde bulunmasıdır.
Evet kainatta ve dünyadaki her şey ahirette bir menzil olup, hatıra türünden aynı ile muhafaza
edilecektir. Bu anlamda eşya maddi varlıkları ile bulunacaklar.
İnsan cennette dünya ve dünyadaki hadiseleri bir müze tadında seyretmek isteyecektir.
Bu yüzden kainatın her ahvali kayıt altına alınıyor, ta ki seyredilebilsin...

"Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir.


İnbisat ve cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere iman
bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?" sorusunun cevabını
izah eder misiniz?
"Eğer desen: Kader bizi böyle bağlamış, hürriyetimizi selb etmiştir. İnbisat ve
cevelâna müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?"

"Elcevap: Kat'a ve asla! Sıkıntı vermediği gibi, nihayetsiz bir hiffet, bir rahatlık ve
ravh ve reyhânı veren ve emn ü emânı temin eden bir sürur, bir nur veriyor. Çünkü,
insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz'î bir serbestiyet, muvakkat bir
hürriyet içinde dünya kadar ağır bir yükü, biçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur.
Çünkü insan bütün kâinatla alâkadardır. Nihayetsiz makasıd ve metâlibi var. Kudreti,
iradesi, hürriyeti milyondan birisine kâfi gelmediği için, çektiği mânevî sıkıntı ağırlığı ne
kadar müthiş ve muvahhiş olduğu anlaşılır. İşte, kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin
sefinesine atar, kemâl-i rahatla, ruh ve kalbin kemâl-i hürriyetiyle kemâlâtında serbest
cevelânına meydan veriyor. Yalnız nefs-i emmârenin cüz'î hürriyetini selb eder ve
firavuniyetini ve rububiyetini ve keyfemâyeşâ hareketini kırar."(1)

İnsanın ihtiyaçları ve talepleri bütün kainatı sarmalamışken, bunların tamamının tedarikini


sağlamak ve temin etmek insanın elinden gelmiyor. Yani insan şu kainat içinde nihayetsiz bir
acizlik ve fakirlik içindedir. Arzu ve ihtiyaçları sınırsız ama bunları temin edecek gücü ve
kudreti hiç derecesinde. Bu da insana manevi bir sıkıntı ve kainata karşı bir dilencilik
vaziyetini veriyor. İnsan bu sıkıntı ve dilencilikten kurtulmak için ya sonsuz bir kudrete ve
zenginliğe sahip olacak, ta ki sonsuz arzu ve ihtiyaçlarını karşılasın ya da sonsuz kudret ve
zenginlik sahibi olan Allah’a teslim ve tevekkül edecek. İşte teslim ve tevekkü, insanın bu
ağır yükünü kaderin üstüne atması ve rahatlamasıdır.

Şayet insan iman ile yükünü kader gemisinin üstüne atmaz ise, belki nefis haramları serbest
işlemek noktasında cüzi bir özgürlük kazanır, lakin kalp ve ruh gibi cevherler müthiş bir
meşakkat ve sıkıntıya maruz kalır. Her şey karşısında ve her hadisede insan titrer ve dehşetli
sıkıntılar çeker. Bir yıldızı görse "acaba dünyamıza çarpar mı" diye endişeye düşer; halbuki
o yıldız kaderin plan ve programı dışına çıkamaz.

Mümin her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için hiçbir şeyden endişe
ve telaş etmez. Mümin bilir ki Allah bir musibeti alnına yazmış ise bundan kurtuluş yok der
teslim olur. Aynı şekilde musibeti alnına yazmamış ise hiçbir güç o musibeti başına bela
edemez, bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve cesur kılar. İşte bu düşünce bir nevi
psikolojik yükün yani hadiseler karşısında endişe ve telaş etmenin tevekkül vasıtası ile
kadere atılması demektir.

Ama kafir Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı için her şeyi tesadüfe
veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde
bir endişe bir telaş duyar. Her hadise karşısında korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana
dokunur mu" der, hayatı zehir olur. İnkardan gelen cüzi özgürlüğe bedel, hadsiz bela ve
sıkıntıları çekmeye mahkum olur. Kalp ve vicdan sürekli inler ve bağırır.

Özet olarak Allah’a iman ve tevekkül etmek bir insanda ne kadar inkişaf ederse dünyanın
sıkıntı ve elemlerinden de o kadar emin ve selametli olur. Zira imanda tevekkül manası
hükmediyor. Yani her şeyin tedbir ve dizgini Allah’ın elinde olduğuna, göre zarar ve menfaat
de onun elindedir. Allah bir insana zararı takdir etti ise buna kimse engel olamaz; yok
menfaati takdir etti ise buna da kimse mani olamaz.

İşte bu inanç ve teslimiyet insanı kainat ve içindekilerin karambolundan ve zararlı


evhamından emin kılıyor ve kalp ve ruha geniş ve ferahlı bir hürriyet bahşediyor. Nefse
hürriyet verirken, kalp ve ruhu pranga vurmak akıl karı değildir.

(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.

"Kader kalemiyle çizilmiş muntazam meyvedar


hudutları,.." Kader ve cüz’î iradenin imanın hudutlarını
çizmesi nasıl oluyor?
İnsan, nefs-i emmaresi cihetiyle, kemâl ve cemâliyle iftihar etmek, kusurlarına ve
cinayetlerine ise bahaneler aramak yahut bunları başkasına yüklemek ister. İnsanın
kendisindeki güzellikleri ve üstün vasıfları O Cemil-i Zülkemâl’in bir ihsanı olarak
bilmemesi ve bunlarla iftihar etmesi gurura yol açar. Gururun ise çok dereceleri vardır.
Kendi emsâline karşı gururlanmakla bir âlime karşı gururlanmak bir olmadığı gibi, bir
müçtehide karşı gururlanmakla bir sahâbeye karşı gururlanmak da bir değildir. İşte bu gurur
damarı, Ebû Cehil’de Peygamber Efendimize (s.a.v.) karşı gurura saparak imandan mahrum
olma noktasına varmış, Firavun’da ise daha ileri giderek onu Sultan-ı Ezel ve Ebed’e karşı
gururlanmaya, ilâhlık iddiasında bulunmaya kadar götürmüştür.

İşte gurur, sonunda insanı küfre, inançsızlığa kadar götürebileceği için kader insanın
karşısına çıkmakta, bütün meziyet ve güzelliklerin ancak Allah’ın lütuf ve ihsanları olduğunu
bildirmekle O’nu gurur âfetinden kurtarmaktadır. Akl-ı selim sahibi her mü’min bu noktada
şöyle düşünmektedir:

Arıyı bal yapabilecek, ipek böceğini de ipek dokuyabilecek istidatda yaratan Hâlık-ı Hakîm,
insanı da hayırlı işler yapabilecek fıtratta halketmiştir.

Dolayısıyla, insanda görülen bütün iyilik ve güzellikler Cenâb-ı Hakk’ın insana o istidadı
lütfetmesinin neticesidir. O halde, arı balıyla, ipek böceği de ipeği ile iftihar edemeyeceği
gibi, insan da kendi kemâliyle gururlanamaz.
Böyle düşünen bir mü’min hem gururdan kurtulur, hem de güzelliklerine bir güzellik daha
katmış olur.

Evet, insan işlediği güzel amellerle iftihar edemez ve gururlanamaz. Zira:


“Hasenatı isteyen, iktiza eden Rahmet-i İlâhiyye ve icad eden Kudret-i Rabbaniyye’dir.
Sual ve cevap, dâi ve sebep ikisi de Hak’tandır.”

Bu hakikati bir misâl ile açıklayalım: Cenâb-ı Hak, nar elde etmemizin yolunu nar ağacı
yetiştirmek şeklinde takdir etmiştir. Burada nar ağacı sual, nar ise cevap makamındadır;
ikisini de yaratan Allah’tır. Aynı şekilde, O Hakîm-i Ezelî bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir
takım ibâdetleri yapmamızı emretmiş ve o ibâdetlere de çeşitli sevap meyveleri takmıştır.
Burada ibâdet sual, sevabı ise cevap makamında olup, ikisi de Hak’tandır.

Kendi kemâliyle gururlanan insan, yaptığı fenalıklara sahip çıkmak istemez. Hata ve
kusurlara sahip çıkmamak, çocuklarda dahi görülen bir haldir. Bir çocuk, işlediği suçtan
sıkılır, onu inkâr etmek yahut başkasına yüklemek ister.

Halbuki, aklı başında olan bir insan, kusurunu kabul edecek, ondan kurtulmak için gayret
göstererek tövbe ile Rabb-ı Rahîm’inin dergâhına iltica edecektir. Kusurunu kabul etmeme
hastalığı ilerledikçe sonunda insanı, işlediği günahların mesuliyetini kadere yükleme
sapıklığına düşürür.

İşte insanı bu uçuruma düşmekten kurtarmak için, cüz’î ihtiyârî karşısına çıkar. İnsan bu
cüz’î ihtiyârî ile, günahlarını kendi arzusuyla işlediğini, kaderin onu zorlamadığını kabul
eder; gafletten uyandığında tövbe kapısına yönelir.

İşte, kader ve cüz’î ihtiyârî birer hudut olup, sonunda insanı küfre kadar götüren iki yolu
kapamış oluyorlar.

"Madem böyle umum zîhayatta kalem-i kader


hükümrandır..." cümlesine göre; "ilim maluma tabidir"
diyoruz; fakat burada kaderin bize çizmiş olduğu programa
göre hareket ediyoruz, gibi anlaşılıyor, meseleyi izah eder
misiniz?
Kaderin biri büyük, diğeri küçük olmak üzere iki dairesi vardır.

Büyük (ıztırarî) daire; tamamen Allah’ın kudret ve iradesi ile takdir edilir, burada insan
tıpkı bir cansız varlık gibi iradesiz ve muzdardır. İnsanın şu anne ve babadan olması ve şu
memlekette doğması, şu boyda şu vasıfta olması, hep bu kaderin büyük dairesinin içindedir.
İnsan bu daireden sorumlu olmadığı için mesul değildir. Burada malum ilme tabidir. Yani
her şey; Allah’ın ilim, irade ve kudreti dahilinde vuku buluyor.

Diğer küçük (iradî) dairede ise; tedbir ve tasarruf tamamen şaibesiz olarak insanın
elindedir. Bu dairede sorumlu; insan ve iradesidir. İman küfür, iyi kötü, güzel çirkin, hayır
şer, gibi şeylerin tercih edilmesi bu dairededir; tercih ise tamamen insana bırakılmıştır.
Allah cebir ve baskı olmasın diye, bu daireye müdahale etmiyor, insanı bu dairede tam
serbest bırakıyor.

Allah’ın kudret ve irade sıfatı bu dairede sadece insanın tercihlerini yaratmak noktasında
müdahildir, bunun dışında insanın tercihi üstünde asla bir tecelli ve taalluku yoktur.

İnsan hayatında gerçekleşen fiilleri yüzdeye vurduğumuz zaman, bu fiilerin yüzde doksan
dokuzunun insan iradesi ile gerçekleşen fiiller olmadığını görüyoruz. Geri kalan yüzde birlik
fiiller ise; insanın itibari olan iradesi ile yapmış olduğu tercih ve seçimlerdir. Böyle olunca
insan da kaderin muzdar ve mukadder dairesinin bir parçasıdır. İnsan nasıl olsa yüzde bir
hürriyetim var diyerek, kaderin muzdar dairesinden kendini hariç addedemez. Aynı şekilde
yüzde doksan dokuz amellerim nasıl olsa benim iradem dışında gerçekleşiyor, öyle ise ben
iradesiz ve sorumsuzum da diyemez. Zira sorumluluk amellerin yaratılmasında değil,
tercih edilmesindedir. Amellerin tercih edilmesinde ise; insan tam hür ve özgürdür.

"Ey şiddet-i şefkatten şedit bir elemi hisseden nefsim ve


arkadaşım! Vücut hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna,
bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücuu ve bütün maâsî ve
mesâib ve nekaisin esası adem olduğu delildir." Açıklar
mısınız?
"Üçüncü nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmâıyla, vücut hayr-ı mahzdır, nurdur.
Adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler,
tahlil neticesinde vücuttan neş'et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler,
elemler, hattâ mâsiyetler ademe râci olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri
ittifak etmişler."(1)

Bütün güzelliklerin, hayırların, iyiliklerin, lezzetlerin var olması ancak vücuda bağlıdır.
Vücut olmasa, bütün hepsi yok olur. Vücuttan kasıt, var olmak demektir. Yani Allah’ın
ilminden, kudret ve irade vasıtası ile varlık sahasına intikal etmektir. Yukarıda sayılan bütün
hayır ve güzellikler vücudun içinde ve ona bağlı varlıklardır. Onun için vücut, yani varlık
nimetinin her tarafı ve her köşesi hayırdır ve güzeldir.
On katlı bir bina düşünelim, bu binanın temeli vücut olsun, onun üzerine yapılmış birinci
kat hayır katı olsun, ikinci katı iyilik katı, üçüncü katı güzellik katı, dördüncü katı lezzet katı
ve hakeza… Aklımıza gelen diğer şeyler de, diğer katlar olsun.
Burada, binanın temeli ve esası vücuttur. Yani binanın var olma ve ayakta durma
sebebi vücut temelidir. Temel olmasa hepsi yok olur. Nimetler için de en büyük ve birinci
nimet, yokluktan varlığa çıkmaktır. Yani, varlık nimetidir. Ondan sonra hayat, ruh, şuur,
iman, gibi nimetler gelir ki, onların da oluş sebebi yine vücuda, yani varlık nimetine
bağlıdır.
Burada tahlil ve tahkik neticesinde bütün akıllar bu sonuca ulaşıyor. İnsanlık içinde de
en temel hak ve özgürlük yaşama hakkı olarak kabul edilmiştir. Bunun temelinde de,
yukarıda var olma nimetinin önemi yatar. Yaşama özgürlüğü olmadan, diğer özgürlüklerin
bir anlamı olamaz.
Nimetin yok olması elemdir, lezzetin gitmesi azaptır, sıhhatin kaybolması
musibettir. Dikkat edilirse, bütün acı ve azaplar hep bir şeyin yok olması ve kaybı ile
ortaya çıkıyor. Demek bütün şer ve fenalıkların temeli ve esası ademe, yani yokluğa
dayanıyor. Nimetlerin vücuda dayanması ne ise, musibet ve elemlerin de yokluğa dayanması
aynıdır.
Varlığın zıttı olan adem, yani yokluk ise, her hayrı ve güzelliği yok eden ve hiçliğe atan
bir şey olmasından, her tarafı şerdir, hiçbir olumlu yönü yoktur. Şefkat hissi de bundan
müthiş bir ıstırap duyuyor.
Özet olarak, Allah kainattaki bütün nimetlerini vücut nimeti üzerine inşa etmiştir. O
olmasa, diğer nimetler de olamaz. O zaman, vücudun neresinde, hangi yerinde şer ve çirkin
bir şey olabilir. Adem ise, Allah’ın bütün nimetlerini uçuran ve yok eden bir mana
olmasından dolayı, neresinde bir hayır, hangi şeyinde bir güzellik olabilir. Onun için
varlığın her tarafı hayır; yokluğun her tarafı şerdir denilmiştir.
(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.

Amentü duasında, "hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna


inanıyorum" diyoruz. Peki; adem şerr-i mahzdır diyoruz;
burayı nasıl anlamamız gerekir?
"Hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna" inanmak, hayrın da şerrin de yaratıcısının Allah
olduğunu bilmek ve öyle inanmak anlamındadır. Yoksa şerri isteyen ve irade edenin Allah
olduğunu düşünmek şeklinde değildir.
Evet, tesiri hakiki noktasından hayır da şer de Allah’tandır, yani yaratmak Allah’a
mahsustur. Hayrın yaratılmasını Allah’a verirken şerrin yaratılmasını sebeplere vermek
aynen şirk ve küfürdür. Hatta Mecusiler şerrin yaratılmasını Allah’a vermemek için
Ehriman namında bir ilah tasavvur etmişlerdir. Böyle bir dalalete gitmelerinin sebebi şerrin
yaratılmasını şer telakki etmeleridir. Halbuki Üstad Hazretlerinin veciz ifadesi ile “Halk-ı
şer, şer değil kesb-i şer, şerdir.” yani şerri yaratmak şer değil, şerri tercih edip ona
tevessül etmek şerdir.
Aslında yaratma noktasından şer ve çirkin diye bir şey yoktur. Her şey ya bizzat güzel
ve hayırdır, ya da neticeleri itibarı ile güzel ve hayırdır. Lakin insanlar bu manayı tam
göremedikleri için Allah zahirde şer ve çirkin gibi duran şeylerle arasına sebepleri perde
olarak koymuştur. Yoksa sebepleri mucid ve yaratıcı olarak tayin etmemiştir. Yani şerlerin
yaratılması tamamen Allah’ın kudreti iledir, sebepler sadece bir bahane bir perdedir.
Perde olması da haksız şikayet ve tenkitlerin önlenmesi içindir. Üstad Hazretlerinin şu
ifadeleri meseleyi gayet güzel bir şekilde izah edip özetliyor:

"Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın
nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden."(1)

Dalalet ve şerrin yüz cüzü varsa bunun doksan dokuzu adem ve menfidir. Bir cüzü ise
yaratılma noktasıdır ki yaratan Allah olduğu için, bu cüze menfi ve adem demek doğru
olmaz. Zira "Halk-ı Şer, şer değil kesbi şer, şerdir." Yani şerri yaratmak şer ve menfi değil,
onu irade ile sahiplenip işlemek şer ve menfidir. Üstad Hazretleri küçük bir istisna ile bunu
hariç tutuyor. Yani şerrin ve dalaletin yüz payından bir payı Allah’a aittir ki bu pay şerrin
yaratılmasıdır ve adem değildir. Şerrin en gerçek yüzü bu yaratılma cihetidir.
Hayır ve hidayetin de yüz cüzü varsa bunun doksan dokuzunu yaratan Allah’tır. Geri
kalan talep ve istemek cüzü ki bu kula ait bir cüzdür. Yani insanın ibadet ve hidayeti
yaratma noktasında hiçbir müdahalesi yoktur, sadece bunları isteme ve talep etme payı
vardır ki bu da cüz-i iradesi ile oluyor. Ekseriyet tabiri ile hayır ve hidayet üstünde insanın
bu küçük payı ayrı tutuluyor.

"Üçüncü nükte: Bütün ehl-i tahkikin icmâıyla, vücut hayr-ı mahzdır, nurdur.
Adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler,
tahlil neticesinde vücuttan neş'et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler,
elemler, hattâ mâsiyetler ademe râci olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri
ittifak etmişler."(2)

Bütün güzelliklerin, hayırların, iyiliklerin, lezzetlerin var olması ancak vücuda bağlıdır.
Vücut olmasa, bütün hepsi yok olur. Vücuttan kasıt var olmak demektir. Yani Allah’ın
ilminden, kudret ve irade vasıtası ile varlık sahasına intikal etmektir. Yukarıda sayılan bütün
hayır ve güzellikler vücudun içinde ve ona bağlı varlıklardır.
On katlı bir bina düşünelim, bu binanın temeli vücut olsun, onun üzerine yapılmış birinci
kat hayır katı olsun, ikinci katı iyilik katı, üçüncü katı güzellik katı, dördüncü katı lezzet katı
ve hakeza… Aklımıza gelen diğer şeyler de, diğer katlar olsun.
Burada binanın temeli ve esası vücuttur. Yani binanın var olma ve ayakta durma sebebi
vücut temelidir. Temel olmasa hepsi yok olur. Nimetler içinde en büyük ve birinci nimet
yokluktan varlığa çıkmaktır. Yani, varlık nimetidir; ondan sonra hayat, ruh, şuur, iman, gibi
nimetler gelir ki, onlarında oluş sebebi yine vücuda yani varlık nimetine bağlıdır.
Burada tahlil, araştırma ve tahkik neticesinde bütün akıllar bu sonuca ulaşıyor,
anlamındadır. İnsanlık içinde de en temel hak ve özgürlük yaşama hakkı olarak kabul
edilmiştir. Bunun temelinde de, yukarıda var olma nimetinin önemi yatar. Yaşama
özgürlüğü olmadan, diğer özgürlüklerin bir anlamı olamaz.
Nimetin yok olması elemdir, lezzetin gitmesi azaptır, sıhhatin kaybolması musibettir...
Dikkat edilirse bütün acı ve azaplar hep bir şeyin yok olması ve kaybı ile ortaya çıkıyor.
Demek bütün şer ve fenalıkların temeli ve esası ademe, yani yokluğa dayanıyor. Nimetlerin
vücuda dayanması ne ise musibet ve elemlerin de yokluğa dayanması aynıdır.
Bu yüzden Allah mutlak ademi kabul etmeyip, mevcudatı ve mahlukatı mutlak varlık olan
ebedi ahirette bırakıyor. İnsanlara sonsuz bir hayat bahşediyor. Yani şerr-i mahz olan mutlak
yokluk yok ki -haşa- Allah bununla suçlansın. Şerr-i mahz olan adem-i mutlak sadece
teoride vardır, pratikte ve imkan dairesinde yoktur.
Dipnotlar:
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Lem'alar.
(2) bk. Şualar, Dördüncü Şua.

Nefsin Mertebeleri Nelerdir?


Nüfus-u seb’a, nefis terbiyesindeki yedi kademe, yedi safha demektir.
Bir öğrenci, on beş yıllık tahsil hayatının sonunda, belli bir alanda uzman olarak üniversiteyi
bitirir. Bir ustanın yanında işe başlayan bir çırak, yıllar sonra o alanda usta olur. İşte, bütün
bunlarda bir seyr u sülûk olduğu gibi, nefis için de bir seyr u sülûk lazımdır.
Ham petrol, başlangıçta siyahtır ve pis kokuludur. Fakat arıtma neticesinde, bu ham
petrolden yüzlerce faydalı şey üretilir. Benzin bunlardan sadece bir tanesidir. Onun gibi,
nefis, işin başlangıcında o ham hali ile -tabir yerinde ise- pistir. Fakat belli bir seyr ü sülûk
sonucu, arınmış bir hale gelir, kötü özelliklerinden birer birer kurtulur.
Nefsin Yedi Mertebesine gelice, Tasavvuf kitaplarında nefsin yedi mertebesinden söz
edilir:
1. Nefs-i emmare
2. Nefs-i levvame
3. Nefs-i mülhime
4. Nefs-i mutmainne
5. Nefs-i râdiyye
6. Nefs-i mardıyye
7. Nefs-i kâmile
Nefs-i emmare, nefsin terbiyeden geçmemiş ham halidir. Böyle bir nefis, şiddetle ve ısrarla
kötülüğü emreder, günahlara dalmak ister. Ulvi şeylerden gafil, süfli şeylere ise müştak olur.
Yusuf Suresi 53. ayeti, nefsin bu yönünü nazara vermektedir.
"Ben nefsimi temize çıkarmam; çünkü nefis, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü
emreder. Doğrusu Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir."
Nefs-i levvame, yaptığı hatalardan, işlediği günahlardan pişmanlık duyan nefistir. Kıyame
Suresi 2. ayet nefsin bu mertebesine işaret eder. Bu mertebedeki nefis hata ve günahlarını
görerek bunlardan rahatsız olur, nedamet duyar, tevbe ve istiğfarla kurtulmaya çalışır. Bu
makamda acı ve yakıcı gözyaşı vardır. Kişi kabz ve bast hallerini yaşar. Yani zaman zaman
daralır, sıkılır, zaman zaman ise manen müferrah olur.
Nefs-i mülhime, iyiliği ilham edici nefistir. Nefis iyi bir terbiye ile kötülük ve günah yerine
iyilik ve sevabı ilham edici bir seviyeye gelebilir. Şems Suresi 8. ayet nefsin bu mertebesine
işaret eder.
Nefs-i mutmainne, itminana kavuşmuş sükunete ermiş nefistir. Böyle bir nefis Allah’a
muhabbet ile huzur hali yaşar. Dalgaları yatışmış deniz misali şehveti, gadabı sükunet
halindedir. Bu makama gelen birinin ahlakı istikrar bulur, şahsiyeti oturur.
Nefs-i râdiyye, Allah’tan gelen her şeye rıza gösteren nefistir. Böyle bir nefis sahibi
“Allah’tan gelen her şey güzeldir” hükmünce bela ve musibetleri de güzel görür, gülerek
karşılar. Bu insan, Allah katında aziz ve mükerrem, insanlar arasında makbul ve
muhteremdir.
Nefs-i mardiyye, Allah’ın kendisinden razı olduğu nefistir. Şüphesiz Allah’ın kulundan razı
olması en büyük bir mazhariyettir ve mertebelerin en yücesidir. Fecr Suresi 27 ve 28.
ayetler nefsin bu üç mertebesine işaret etmektedir.
Nefs-i kâmile, nefsin kemaliyle terbiye olmuş halidir. Bazıları bunu “nefs-i zekiyye” yani
“arınmış nefis” şeklinde ifade ederler. Şems Suresi 9. ayeti “Şüphesiz nefsini arıtan
kurtulmuştur” ifadesi ile nefsin bu mertebesine işaret eder. Nefsin ilk hali dikenli bir
tarlaya benzer. Son mertebesi ise, aynı tarlanın dikenlerden ayıklanıp bir gül bahçesine
çevrilmesi gibidir.
Bir başka açıdan baktığımızda, nefsi, deli dolu akan bir nehre benzetebiliriz. Böyle bir nehir,
bu taşkın hali ile çevresine zarar verir. Fakat önüne bir baraj yapılması ile hem zararlarına
engel olunur, hem de çevrenin aydınlatılması ve sulanması gerçekleştirilir.
İşte, terbiye olmamış bir nefis, zarar verirken; terbiyeden geçen bir nefis, insanı yüksek
makamlara çıkarabilmektedir. Böyle birisi, diğer insanlara mürşid olur, onları manevi
susuzluktan kurtarır, karanlıklardan aydınlığa çıkarır.
Allah, imana derece olarak belli bir sınır, belli bir hat koymamış. Bu yüzden, imanda terakki
sınırsızdır. Ama genel olarak bir tasnif yapılmıştır. Bunlar, derecesine göre taklidi iman,
ilmel yakin, aynel yakin ve hakkel yakindir. Bu mertebeler içinde, en sağlam ve yüksek
mertebe, hakkal yakin mertebesidir.

On beş yaşındaki bir kız çocuğunun tecavüze uğramasında


"Kaderin herşeyi güzeldir, hayırdır." mantığını nasıl
göreceğiz?
Kainatta çirkin ve şer hiç yok denilmiyor; sadece külli hayrın yanında önemsiz ve azdır
deniliyor. Hem az da olsa var olan şer ve çirkinlikler insanın iradesinden meydana çıkıyor.
Malum şerri yaratmak şer değil şerri kesp etmek şerdir. Allah adeti gereği şerri yaratır,
ama ondan asla razı ve hoşnut olmaz.
Tecavüz çok adice ve şeni bir fiildir ki, bu fiili kesp eden insandır. Mesela küfür bütün
günahlardan daha büyük bir günahtır, tecavüz fiilinden de büyük bir günahtır; lakin imanın
kıymet ve mertebelerinin anlaşılmasında bir misyonu vardır. Tecavüz ve zina çok çirkin
günahlardır, lakin iffet ve namusluluğun kıymetini anlatmak gibi bir misyona sahiptir.
Namussuz ve şerefsiz bir mütecavize bakınca, namus ve şerefin kıymeti çok berrak bir
şekilde anlaşılır. İlle de bu meselede bir kaderi güzellik arayacaksak bu cihetle meseleye
bakabiliriz.
Hem böyle çirkin ve adi şeyleri misal getirmek İslam ahlakı ile bağdaşmaz. Mesela,
Allah her şeyin Rabbidir ifadesine örnek verirken, hasis ve çirkin şeylerin de Rabbi diye
bizzat örnek verilmez. Allah hakikatte her şeyin Rabbidir, ama saygı ve hürmet açısından
hasis şeyler örnek olarak verilmez. Biz bu tiksinti verici tecavüz örneği üzerinden gitmeyi
kerih görüyoruz. Bu yüzden külli hakikatler bellidir ve bu hakikatleri hasis şeyler değil nezih
şeyler üstünden düşünmek gerekir, diye düşünüyoruz.

Ruh ve Kalp Dairelerinde Yaşamak, Ne Demektir?


Ruh ile ceset, tabiat olarak biribirine zıt varlıklardır. Ruh, nurani ve latif bir varlıktır,
ceset ise maddi ve kesif bir varlıktır. Ruh, zaman ve mekan kaydından mücerrettir. Ceset ise
zaman ve mekan ile mukayyettir. Ruh, bir anda binlerce işi tedbir ve tedvin edecek bir
haysiyettedir. Ceset ise aynı anda iki işi yapamaz. Ruh, hafif ve kayıtsızdır, ceset ise hantal
ve sakildir.
Ruh, inbisat ve tekemmül ettikçe ceset incelir, ruha karşı direncini yitirir, onun gibi
latif ve nurani olmaya başlar. O zaman insan bitkisel ve hayvani hayat sürecinin kıskacından
bir derece kurtulur, ruhani ve kalbi bir hayat sürecine girer. Ruhani ve kalbi hayat süreci,
daha ziyade meleklerin hayat şekline benziyor. Onlar gibi itaat ve nuraniyet içinde yaşamak
demektir.
Tersi olursa, yani ceset kalınlaşır ve hükmünü icra ederse, madde ve maddi kayıtlar
inkişaf edip, kesafet galip olursa, o zaman da ruh asliyetini kaybeder ve sakil bir hale
dönüşür. Onun için ruh ile ceset iki mübayin rakiptir. Bir insanın hayatında bu rekabeti ruh
kazanırsa, yani ruh inkişaf edip hükmünü icra ederse, cesette nuranileşir ve hatta ruh gibi
hiffet bulur, ruhun hayat derecesine çıkar. Evliyaların hayatında görünen nuraniyet ve
keramet türü harikulade hadiseler, bu hayat derecesinin alametleri hükmündedir.
Ruhun cesede galip olması ve hükmünü icra etmesi, ancak kuvvetli ve tahkiki bir iman
ve marifet ve riyazet neticesinde mümkündür. Buradaki riyazet tarikattaki riyazet anlamında
değildir. İnsan maddi hayatını Kur'an ve sünnet çerçevesine yerleştirirse ve sünnetin
prensipleri ile cesedi terbiye ederse, o zaman ruh inbisat ve tekemmül eder, maddi ceset de
incelip nuranileşir.
Mesela, sünnet ölçülerinde yiyip içmek, konuşmak, uyumak, malayani iş ve
davranışlardan uzak durmak, güzel ahlaklı olmak, insanlara karşı mürüvvet sahibi olmak gibi
haller, insanı olgunlaştırır ve tekemmül ettirir. Tabi bütün bunların temeli ve esası tahkiki
imanı elde etmektir. Zira bütün bunlar tahkiki iman üzerine bina olunacak şeylerdir.

Yirmi Altıncı Söz Dördüncü Mebhası, Elhasıl kısmına


kadar açar mısınız?
Dördüncü Mebhas'ın özeti "Elhasıl" ile başlayan pasajda öz olarak ifade edilmiştir.
Şöyle ki:

"Elhasıl: Madem hayat, Esmâ-i Hüsnânın nukuşunu gösterir. Hayatın başına


gelen herşey hasendir. Meselâ, gayet zengin, nihayet derecede san'atkâr ve çok
san'atlarda mahir bir zat, âsâr-ı san'atını, hem kıymettar servetini göstermek için,
âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil, bir
saatte murassâ, musannâ yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler
verir, tebdil eder. Hem her nevi san'atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır,
kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese, "Bana zahmet veriyorsun.
Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip
kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun." demeye hak kazanabilir mi?
"Merhametsizlik, insafsızlık ettin." diyebilir mi?

İnsanının vücudu, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli ettiği bir model ve mahaldir.
Allah’ın isim ve sıfatlarının manaları ve hükümleri birbirlerinden başka ve farklı oldukları
için, tecellileri de başka ve farklı olarak insan vücudunda tezahür edecektir. Mesela,
Allah’ın şafi ismi kendini insan vücudunda göstermek için hastalığı gerekli kılar ve insan
hastalanır, şifayı da Şafi isminden dilenir. Mümit ismi de vücudun vakti gelince ölmesini
ister ve öldürür. Musavvir ismi insan vücudunda tasvir hakikati ile tebarüz etmek ister ve
her aza ve organa bir şekil bahşeder.
Bütün bu isimler tecelli ederken insan vücudu sürekli hareket ve değişimlere maruz
kalır; yani zahmet ve sıkıntıya girer. Ama Allah bu sıkıntı ve zahmetin karşılığını insana
varlık, hayat, ruh, insaniyet, İslamiyet, iman gibi nimetleri vererek zaten ödemiştir. Yani
insan bir çeşit modellik ve mankenlik ücretini peşinen aldığı için bu hareket ve sıkıntılardan
şikayet etmeye hakkı yoktur. Tıpkı terzinin ücret karşılığında tuttuğu model üzerinde elbise
provası yaparken, modellik yapanı kaldırıp oturtarak verdiği zahmet gibidir. Modellik yapan
kişinin terziye; "Neden beni oturtup kaldırmak ile zahmet veriyorsun." demeye hakkı
yoktur. Zira onun görevi terzinin ustalığına prova olmaktır.
(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Dördüncü Mebhas.

"Ey şiddet-i şefkatten şedit bir elemi hisseden nefsim ve


arkadaşım! Vücut hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna,
bütün mehâsin ve kemâlâtın vücuda rücuu ve bütün maâsî ve
mesâib ve nekaisin esası adem olduğu delildir." cümlesini
izah eder misiniz?
"Elcevap: Ey şiddet-i şefkatten şedit bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım!
Vücut hayr-ı mahz, adem şerr-i mahz olduğuna, bütün mehâsin ve kemâlâtın
vücuda rücuu ve bütün maâsî ve mesâib ve nekaisin esası adem olduğu delildir."(1)

Bir binanın bütün tavan, odaları ve içindekileri temelin üstünde olması gibi, kainatta,
iyilik ve hayır adına ne varsa hepsinin temeli ve esası vücut üzerine bina edilmiştir. Şayet
vücut, yani varlık olmasa, ona bağlı olan her şey yokluğa düşecek ve hiçliğe gidecektir.
Onun için vücut, yani varlık nimetinin her tarafı ve her köşesi hayırdır ve güzeldir.
Bunun zıttı olan adem, yani yokluk ise, her hayrı ve güzelliği yok eden ve hiçliğe atan bir
şey olmasından, her tarafı şerdir, hiçbir olumlu yönü yoktur.
Allah kainattaki bütün nimetlerini vücut nimeti üzerine inşa etmiştir. O olmasa, nimetler
de olamaz. O zaman, vücudun neresinde, hangi yerinde şer ve çirkin bir şey olabilir. Adem
ise, Allah’ın bütün nimetlerini uçuran ve yok eden bir mana olmasından, neresinde bir hayır,
hangi şeyinde bir güzellik olabilir. Onun için vücudun, yani, varlığın her tarafı hayır;
ademin, yani yokluğun her tarafı ise şerdir, denilmiştir.
Bir hayrın meydana gelip vücut bulması, bütün şart ve sebeplerin bir araya gelmesine
bakar. İnsanın hayra olan niyet ve arzusu ise, bu şart ve sebeplerden sadece bir tanesidir.
Mesela, namaz kılmakta yüz tane fiil olduğunu varsayalım, bu yüz fiilden, doksan
dokuzunu Allah yaratır. Geri kalan niyet işini ise kul yapar. O zaman insan, bu namaz kılma
eylemini kendi üstüne alamaz. Zira, namazın yaratma kısmının tamamı Allah’a aittir. Kul’a
düşen, sadece istemek ve irade etmektir. İşte, namaz bir iş, bir fiil olmasından, vücudi ve
hayırdır; kula verilmez. Kul, ancak dua ve talep ile onun sevabını alabilir. İrade ve talep
noktasından bu yüz eylemden sadece birisi insana aittir. Bu noktada küçük de olsa insanın
hayırda bir hissesi vardır
Ama namaz kılmamak ise, bir fiil, bir iş olmadığından, bir vazifesizlik ve terk etme
manasını taşıdığı için, ademdir. Yani, yokluk hükmündedir; kula verilir. Burada bu
namazsızlık şerrini farazi olarak yüz parça düşünecek olursak, insana ait doksan dokuz,
Allah’a ait birdir. O da sadece yaratmak noktasıdır. Demek şer insana aittir.
Bir binanın yüz günde, yüz usta tarafından yapılması hayrı ve vücudu temsil eder. O
binanın, bir dinamit ile yerle bir edilmesi ademi ve şerri temsil eder.
Yapmak vücuda rücu ederken, yıkmak da ademe rücu ediyor, demektir. Namaz kılmak
vücuda rücu ederken, kılmamak ademe rücu ediyor.
(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz.

"Kadere İman" insana nasıl huzur verir?


Kadere iman, insan için, en büyük huzur kaynağıdır. Mümin olan insan, gerek kendi
nefsinde gerek dış âlemde gördüğü bütün tanzim ve takdirlerin nice hikmetlerle dolup
taştığını ve hepsinin de rahmeti netice verdiğini düşünür. "Kaderin her şeyi güzeldir"
diyerek, başına gelen her türlü hâdisenin altında rahmet ve hikmeti arar.

Dünya ve âhiret saadeti için gerekli her teşebbüsü yapar ve sonunda Allah’ın rahmet ve
keremine itimat eder, huzur bulur!.Kaybettiğine gam çekmez. Geçmişte kaçırdığı fırsatlara
‘ah!’ etmez. ‘Şöyle olsaydı böyle olmazdı!’ yahut, ‘böyle olmasaydı şöyle olurdu!’ gibi
lâfların ruha sıkıntı vermekten öte bir fayda sağlamadığını bilir. Mazinin yükünü sırtından
atar. Allah’a güvenerek istikbale doğru yol almaya koyulur, huzur bulur!

Allah’ın kendisine lütfettiği nimetlerle, servetlerle, kabiliyetlerle övünmez, gururlanmaz.


Her hayrı Ondan bilir, huzur bulur!.

Kadere inanmayanlar insanlığa neyi takdim ediyorlar?


Çalışmayıp, tembelce oturmayı mı? Yoksa, sebeplere teşebbüs etmekle birlikte neticeyi rıza
ile karşılamayıp üzülmeyi, dövünmeyi mi?..

Bunda insanlığı ıstıraba sürüklemenin ötesinde ne fayda umuyorlar?!.Hassas ruhu ve


tahammülsüz bedeni ile, şu aciz insanı nasıl bu ağır yükün altına sokuyorlar!?Yoksa
huzursuz, asabi ve isyankâr ruhlardan, kendi yıkıcı emelleri hesabına bekledikleri bir şeyler
mi var?
Otuzuncu Söz'ün Birinci Maksadı
" Ene; hayât, ilim, sem’, basar, irâde, kudret, kelâm
denilen yedi sıfâtın âyinesidir." Peki insandaki diğer tözler
(cevherler) hangi sıfatlardan oluşuyor?
İnsanın Allah’ın isimlerine mazhariyeti üç şekildedir.

Birisi ene gibi mevhum ve itibari duyguların mukayesesi şeklindedir. İnsana verilen cüzi
ilim, irade, kudret, mülk gibi şeylere enaniyet farazi ve mevhum bir şekilde sahiplenir. Bu
sahiplenme sayesinde ilim, irade, kudret, mülk gibi şeylerin farkına varır ve mahiyetini
hisseder. Hiç ilmi ve mülkü olmayan birisi, ilim ve mülk sahibi olmanın ne demek olduğunu
idrak edemez. Bu yüzden Allah insana ene denilen bir sahiplenme duygusu vererek ilim,
irade, kudret, mülk gibi şeylerin mahiyetini kavrattırıyor, onların bir pırıltısını farazi
olarak insanın uhdesine koyarak insanın alemine bir pencere açıyor.
Mesela insan sahip olduğu cüzi ilim ile der; ben şu kadar ilmim ile şu kadar şeyi
bilebiliyorum, Allah ise külli ilmi ile her şeyi bilir. Ben cüzi kudretim ile şu evi yaptım;
Allah sonsuz kudreti ile kainatı inşa ediyor. Bunu sadece yedi sıfata müncer yapmak doğru
olmaz Allah her sıfatı için mevhum ve itibari bir hissiyatçığı insanın mahiyetine yerleştirmiş.
Bu hissiyatçılar aynı zamanda Allah’ın şuunatını da rasat ediyor. Mesela insanın keyif
duygusu Allah’ın münezzeh keyif almasına bir rasattır.

Diğeri insan fıtratına yerleştirilen zıtların aynedarlığı şeklindedir. Mesela insanın


fıtratındaki nihayetsiz acizlik, nihayetsiz kudrete dayanmak ihtiyacı ile sonsuz kudreti idrak
eder, nihayetsiz fakirlik ile nihayetsiz zengin olan Allah’a ulaşır, aciz, zayıf ve kusurlu nefsi
ile aciz, zayıf ve kusurlu olmayan Allah’a intikal eder...

Üçüncü olarak da Allah’ın her bir isim ve sıfatının nakış ve tecelli suretinde insanın fıtrat
ve mahiyetinde tezahür etmesidir. Mesela göz basar sıfatının maddi bir nakşıdır; kulak semi
isminin cismani bir nakşıdır, akıl ilim sıfatının kevni bir nakşıdır, kalp Vedud isminin maddi
bir yansımasıdır. Buna benzer mahiyetini tam ihata edemediğimiz binlerle hissiyat ve
duyguların hepsi isim ve sıfatların hayat üstünde kaynamasından ve tecellisinden tezahür
ediyor.

" Evet nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam,
bütün hazır arkadaşlarına birer dirhem almasını kabul ile
hazmedebilir. Öyle de 'Kendime mâlikim' diyen adam,
'Herşey kendine mâliktir' demeye ve itikad etmeye
mecburdur." İzah eder misiniz?
İnsan kötü bir şey yaptığı zaman vicdanen rahatsız olur, sonra bakar etrafında aynı işi
yapanları görürse "ne var canım herkes yapıyor" diyerek, vicdanının feryadına kulak tıkar
ve yaptığı o kötü şeyi normal kabul eder. Hatta belli bir zamandan sonra o kötü şeyi herkesin
yapmasını arzulamaya başlar; böylece o kötü şey onun nazarında normal ve iyi bir şey
oluverir. Başkalarının da o kötü şeyi yapması ona kuvvet verir.

Hırsız bir amir, memurunun hırsız olmasını ya da en azından hırsızlığına ses çıkarmamasını
ister. Şayet memur da hırsız ise ona göz yumar, çünkü kendi de hırsız. Kendi hırsızlığına
onun hırsızlığını rüşvet veriyor.

"Ben kendi benliğime sahibim" diyen bir adam, psikolojik olarak güya Allah’ın mülkünden
hırsızlık yapmış oluyor. Kendini yalnız hissetmemek veya kendi durumunu meşrulaştırmak
için "herkes kendi benliğine sahip" diyerek Allah’a ait bütün mülkü sebepler arasında pay
ediyor. Veya böyle davranmaya kendini mecbur hissediyor. Tabi bunların hepsi birer
kuruntudan ibaret, bu hastalıklı bakışların böyle bakması, mülkü hakiki anlamda sebeplere
vermiyor.

"...Eski Mısır ve Babil'in ya sihir derecesine çıkmış


veyahut hususi olduğu için etrafında sihir telakki edilmiş,.."
Ya sihir derecesine çıkmş veyahut hususi olduğu için
etrafında sihir telakki edilmiş, ifadelerini ayrı ayrı izah edip,
aralarındaki farkı belirtebilir misiniz?
"HAŞİYE: Evet, Nemrutları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren,
eski Mısır ve Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için
etrafında sihir telâkki edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan
kafasında yerleştiren ve asnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet,
tabiatın perdesiyle Allah'ın nurunu görmeyen insan, her şeye bir ulûhiyet verip
kendi başına musallat eder."(1)

Sihrin tesirinin olup olmadığı konusu İslam alimleri arasında ihtilaflı bir konudur. Bazı
alimler sihrin hakiki anlamda tesirinin olmadığını, bir göz boyaması ve bir el çabukluğu
olduğunu ifade derken, bazı alimler de sihrin hakiki anlamda insan ve eşya üzerinde tesir
edebileceğini kabul etmişlerdir.
“Sihir derecesine çıkmış” tabiri, sihrin tesirini kabul eden alimlerin görüşüne bir atıf
iken, “Hususî olduğu için etrafında sihir telâkki edilen” tabiri de sihrin hakiki tesiri
olmadığını savunan alimlerin görüşüne bir atıftır, diye telakki edebiliriz. “Hususi” ifadesi
de, sihir ilminin herkes tarafından idrak edilemeyen incelikleri ve hilelerine bir
göndermedir.
Risale-i Nur sihrin hakiki anlamda tesirini kabul ediyor kanaatindeyiz.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Haşiye.
"Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır.
Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten
kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana 'ene'
namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını
açar." cümlesindeki "alem" den kasıt nedir?
Alemden maksat şu içinde yaşadığımız kainattır. Evet, kainat Allah’ın isim ve
sıfatlarının tecelli mahalli ve bütün isim ve sıfatların talim edildiği bir mektep gibidir.
Yalnız bu mektep kapısının anahtarı insandadır. İnsan bu anahtarı kullanıp kapıyı açmadıkça
bu mektepte tedris göremez ve bu mektepten istifade edemez.
İnsanın bütün duygu ve hisleri birer aleme açılan pencere hükmündedirler. İnsan bu
duygu ve hisler sayesinde o alemler ile irtibat kurar, o alemleri bu duygular penceresi ile
seyreder. Bu duygu ve hisler de o alemlerden merkez hükmünde olan nefse bilgi ve veri
akışını sağlarlar. Mesela akıl mana aleminden manaları getirir, göz görüntü aleminden
görüntüleri gösterir, kulak ses aleminden sesleri aktarır...
Gelen bu bilgi ve verileri işleyip değerlendirmek insanın zatındaki duruma bakar. Şayet
insanın nefsi ve kalbinde bu gelen bilgi ve verileri anlamlandıracak bir ışık bir nur yok ise,
bu bilgi ve veriler hiçbir işe yaramaz. En güzel bilgiler en kaliteli veriler de gelse nefis ve
kalpte onu değerlendirecek ve yorumlayıp hakka götürecek bir madde ve nokta olmadığı için
hepsi boş yere sönüp giderler.
Bu bilgileri söndüren madde ise insanın iradesi ile benlik hissine temellük ederek, yani
haksız yere sahiplenerek şerde işlettirmesinin neticesi olarak kalp ve nefsin ifsat ile
bozulmasına kinayedir. Halbuki Allah insana benlik hissini bir kıyaslama yaparak isim ve
sıfatlarını talim için vermiştir. Yani "ben şu hanenin sahibiyim, Allah ise kainatın
sahibidir" kıyaslaması ile Allah’ın mutlak sıfatı olan malikiyetlik manasını anladıktan sonra,
bütün mülkün ona ait olduğunu teslim etmesi gerekirken, insan vehmi ve farazi olan cüzi
benliğine sahip çıktı ve dalalete saplandı. Bu bakış açısı insanın merkezi hükmünde olan
nefsi ve kalbine karanlık bir nokta oluşturdu. Bundan sonra duygu ve fikir vasıtası ile gelen
bütün marifet nurları bu karanlık noktada kaybolup söndü.
Bu manayı bir temsil ile akla yaklaştıralım. İç işleri bakanlığı merkez olsun, buna bağlı
olan istihbarat birimleri ve karakollar ise bu bakanlığın kolları ve uzantıları olsun.
Merkezde olan bakanlık binasına bütün bilgi ve veri akışı bu istihbarat ve karakollar
aracılığı ile oluyor. Merkez binasında sorumlu olan bürokratların vazifesi ise gelen bu bilgi
ve verileri değerlendirip devletin bekası ve güvenliğinde önlem almaktır.
İstihbarat birimleri ve karakollar vazifesini tam ve eksiksiz yapmalarına rağmen, merkez
binasında vazifeli olan bürokratlar devleti tanımayıp isyan ettikleri için, gelen bilgileri
tamamen karartıp devletin güvenliğini tehlikeye atıyorlar. Bir nevi merkez görevlileri
kendilerini devlet içinde devletçik olarak görüyorlar ve kanunsuz işlere bulaşıyorlar.
İstihbarat birimleri ve karakollardan gelen bilgilerin karartılmasındaki tek neden, merkezin
kendini ayrı bir devlet görmesinden kaynaklanıyor.
Temsildeki devlet tabiri caiz ise, Allah’ın şu kainat üzerindeki rububiyet ve
uluhiyetinin saltanatına kinayedir. İç işleri bakanlığının merkez binası, insanın mahiyetidir.
Merkez binada çalışan bürokratlar ise, insanın iradi işlerinde karar verme
mekanizması olan irade, benlik ve nefse kinayedir.
İstihbarat birimleri ve karakollar ise, irade ve benliğe hizmet eden insandaki duygu ve
latifelerdir.
Bilgi ve veri ise, bu duygu ve latifelerin kainat alemlerinden topladığı marifet nurlarıdır.
Merkez binada çalışan bürokratların isyan ve inkarları, yani devlet içinde devlet
olmaya kalkmaları ise, insanın nefsine ve benliğine takılan cüzi sahiplik manasını
sahiplenerek, Allah’ın rububiyet ve uluhiyetine inkar ile baş kaldırmasıdır.
Bilgilerin karartılması ise, duygu ve fikir yolu ile gelen marifet nurlarının benlik ve
nefsin anarşik tutumu yüzünden, yani heva ve enesini ilah edinmesinden, insanda tesir
etmemesine kinayedir.
Kanunsuz işlere bulaşmaları ise, Allah’ın emir ve yasaklarına uymamaktır.
Bilgiyi getirme ve depolama mekanizması kafirde de, müminde de eksiksiz işler, ama o
bilgileri değerlendirip nurlandırma ve hidayet yapma mekanizması kişinin iradesine ve
enaniyetine bakar. İşte enenin miftah olması da bu manayadır. Malum, anahtar olmadan
kapılar açılmıyor.

"Aristo, Eflatun, İbni Sina, Farabi... Tabiata saplanıp


şirkten tamamen kurtulamayıp, şükrün geniş kapısını
bulamadılar." ifadesini nasıl anlamalıyız?
"Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun
ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar, "İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-ü
bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir." deyip firavunâne bir hüküm
vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest,
sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan
açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur
kapılarını kapayıp ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen
çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar."(1)
Teşebbüh-ü bi'l-Vâcib yani Vacibü’l –Vücut olan Allah’a benzemek terkibinde, sarih
ve açık bir şirk unsuru yoktur. Lakin şirke ve küfre yol açacak insanı benlik ve kibre sevk
edecek unsurları havidir bu terkip.
Üstad'ın ibarelerinde İbn-i Sina, Farabî ve Eflatun gibi zatların açık bir şekilde şirke
girdikleri manası anlaşılmıyor. Sadece esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest
gibi şirk ve küfür fırkalarına fikri bir zemin ve onlara bir kapı araladığını vurguluyor. Yoksa
her ikisini aynı kefeye koymuyor. Ama bu zatların açmış olduğu bu fikri kapıyı kullanıp,
şirke ve küfre düşen çok fırkalar ortaya çıkmıştır.
Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak ile hiçbir yönle mahlukata kıyasa gelmeyen Allah’a
benzemek arasında çok azim fark var. İşte bu filozoflar bu noktada yanılmışlardır.
Burada “Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını
bulamamışlar.” ibaresi esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi ehli küfür
ve şirke hitap ediyor. İbn-i Sina, Farabî ve Eflatun gibi zatları ise bunlara kapı açmak ve
fikri zemin ihzar etmek noktasından tekdir ve ta’zir ediyor yoksa tekfir etmiyor.
“Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını
bulamamışlar.” ibaresinde şükrün yolunu kapamak manası ise şirk ve küfrün bir gereğidir.
Zira kainattaki nimet, ikram, ihsan, tezyinat, gibi çok fiil ve icraatları sebeplere verirsek,
Allah’tan bilmediğimiz için teşekkürü Allah’a değil, sebeplere tapmak sureti ile yapmış
oluruz. Bu da şükür ve teşekkür yolunu kapamak anlamına gelir. Elmayı ağaçtan, sütü
inekten, balı arıdan geldiğini zu’m eden birisi Allah’a değil, ağaca, ineğe ve arıya perestiş
eder. Böylece şükür ve teşekkürün yönü değişir. Allah’a değil, sebeplere olur. İbn-i Sina,
Farabî ve Eflatun gibi zatlar bu yola giren değil, sebep olan adamlardır. Bu yüzden adi ve
ami bir müminden öteye geçememişlerdir.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat, İkinci Vecih

"Binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede


münderiçtir." Buradaki ahval, sıfât ve hissiyatı izah eder
misiniz?
"Meselâ, daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta
Hâlıkının rububiyetini anlar. Ve zâhirî mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini
fehmeder ve 'Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir.' der.
Ve cüz'î ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî san'atçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin
ibdâ-i san'atını anlar. Meselâ, 'Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu
dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş.' der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve
şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve
hissiyat, enede münderiçtir."(1)

Allah’ın ne kadar şuunat, sıfat ve ismi varsa, insanın ene duygusunda da bu şuunat, sıfat
ve isimleri kıyas ile idrak edecek o kadar hal, duygu ve sıfatçıklar mündemiçtir. Mesela,
insanın cüzi kudreti Allah’ın külli kudretine, cüzi ilmi Allah’ın külli ilmine, cüzi iradesi
Allah’ın külli iradesine bir rasat, bir pencere, bir köprüdür. İnsan bu cüzi duygu ve haller ile
Allah’ın sonsuz sıfat ve isimlerini anlar. “Binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede
münderiçtir.” cümlesinde bu gerçeğe işaret ediliyor.
Allah, insanın fıtrat tarlasına her bir isim ve sıfatını gösterecek ve bildirecek hal, duygu
ve sıfatları yerleştirmiş ve insanı bu cihetle varlıklar içinde en mümtaz ve en azam bir
mertebeye çıkarmıştır. İnsanın eşref-i mahlukat ve kainata halife olması bu sırdan dolayıdır.
İnsanın fıtratına takılmış olan her bir hal ve duygu Allah’a açılan ve Onu bize tanıtan bir
işaret levhası, bir işaret fişeği gibidir.
Ahvale bir örnek: Sevmek, lezzet almak, hoşlanmak insan için birer şe’n birer haldir.
Allah da mahlûkatını sever ama, bizim bir eserimizi sevmemiz gibi değil. Onun sevmesi
münezzeh ve mukaddestir.
Allah da kulunun ibadetinden memnun olur. Ama, bu memnuniyet bir padişahın kendisine
itaat eden bir askerinden memnuniyeti cinsinden değildir. Risale-i Nurlar bu manayı
zihinlere yerleştirmek için “memnuniyet-i mukaddese” tabirini kullanılıyor. Bunlar
da şuunat-ı İlahiyedendirler. Allah’ın bütün mahlûkatının ihtiyaçlarını görmekte bir lezzet-i
mukaddesesi vardır. Ama bu lezzet, bizim bir fakiri giydirmekten yahut doyurmaktan
aldığımız lezzet gibi değildir.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

"Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o


fâildir, fiil sahibidir." cümlesini izah eder misiniz?
Ene, farazi ve vehmi bir sahiplik duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde var gibi
düşünülen bir sahiplenme bir kabullenme duygusudur. Mesela insanın, kendi ailesine benim
ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve azlarına benim vücudum ve benim
azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki "benim" ifadesi enedir.
Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar insanın değildir.
Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.
Allah insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas
yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela ben şu küçük hanemin idarecisiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin Rabbidir;
ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp yarattı; ben
cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir her şeye
muttalidir ve hakeza... İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak, Allah’ın
sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu
kıyası yapmayacağı için Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.
Yukarıda izah ve tarif edilen benlik hissi insana terakki veren, insana marifet kapılarını
açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür.
Ene ve benlik hissinin bir de menfi ve şer yüzü vardır. Şayet insana verilen ene ve
benlik hissi küfür ve inkar tarlasında yeşerip beslenir ise, bu kez durum aksine işler. Yani
ene ve benlik hissi Allah’ı tanımak ve bilmek aracı iken, tam tersi, inkar ve meydan okuma
aracı haline dönüşür. Ene ve benlik hissi farazi ve hayali bir hat iken, inkar ve küfür
penceresi sayesinde hakiki ve somut bir duruma geçer. İnsan cüzi ilim, irade ve kudretin
Allah tarafından verilmeyip, kendisinin mülkü olduğuna inanmaya başlar. İnkar ve
felsefenin derinleşmesi ile bu duygular cüzilikten çıkar, külli haline gelir. İnsan o zaman -
haşa- "Ben de İlahım." demeye kadar işi götürür.
Yani ene ve benlik öyle bir histir ki, hayırda istihdam edersen aziz ve yüksek bir kul
yapar, şerde ve küfürde istihdam edersen, uluhiyet davasına kadar gider. Enenin bu şerli
yüzünde insanın fail olması, bu kötü bakış açısına işaret etmek içindir; yoksa hakiki anlamda
fail demek değildir.
Kafir küfür gözlüğü ile baktığı zaman, kainatta Allah’ın rububiyet ve uluhiyetini
göremiyor ve inkar ediyor. Ya tabiat yaptı diyor, ya da her bir sebebe uluhiyet vasfı veriyor.
Aynı şekilde kafir mikro kainat olan ene ve benlik hissine baktığı zaman, ene ve benlik
hissinin farazi ve hayali olduğunu ve insana Allah’ın mutlak sıfatlarını tanımak ve tartmak
için verilen cüzi bir emanet olduğunu göremiyor ve bu duygulara hakikat ve külliyet
payesini veriyor. Bu da insanı bir nevi ilahlaştırmak ve rableştirmek anlamına geliyor. Bu
cihetle insan ademe gidiyor. Yani Allah’ın rızasından uzaklaşıp cehenneme yuvarlanıyor.
Bir insanın aleminde Allah’a iman esası yok ise, her şey yok demektir.

"Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse,


kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır." ifadesine binaen; ene
mahluk mu değil mi?
"Sırr-ı hilkat" ile işaret edilen sahiplenme duygusudur ve bu duygu mahluktur; mahluk
olmayan farazilerdir.
Mesela, "benim evim" dediğimde evin benim olması farazidir ve mahluk değildir, ama
eve sahiplenmem bir duygudur ve bu duygu mahluktur. Yani enenin iki menzili var, birisi
duygu boyutu ki sahiplenme duygusudur ve bu duygu mahluktur. Bir de bu duygu ile farazi
bir şekilde evin kendime ait olduğunu zannetmemdir; bu ise tamamen kurmaca ve farazi bir
durumdur. İkisi arasındaki farka dikkat etmek gerekir.
Bizdeki ene yani benlik hissi hakiki değil nispi ve itibaridir. Bu sebeple Allah ile
mukayese edilmesi hakikat noktasında değil itibari ve nispi bir noktadadır. "Bizim" diye
sahiplendiğimiz cüzi kudret, ilim, mülk gibi şeyler haddizatında Allah’ındır. Biz sadece
kıyas yapabilmek için mecazi bir şekilde "bizim" diye hissediyoruz. Bu his gerçek ve
mahluk, hissedilen ise farazi ve mahluk değildir.
İnsandaki görme, işitme, hissetme, kuvvet gibi şeyler hakikidir, ama Allah’ın isim ve
sıfatlarının birer işleri birer tecellileridir. Bizim bunları farazi ve hayali bir surette
sahiplenmemiz ise, Allah’ın sonsuz sıfatlarını kıyas ile idrak etmek içindir. Yoksa insan bu
cüzi hakiki fiiller noktasından da tam bir teslimiyet ve cebir içindedir. Yani bunlara hakiki
anlamda sahip ve malik değildir. İnsanın buradaki tek sorumluluğu, Allah’ın sonsuz
sıfatlarını kavramak için farazi bir temellük yapmasıdır. Şayet bu temellük yani sahiplenme
felsefenin tesiri ile hakiki bir surete dönerse, yani kul kendini gerçek malik sayarsa işte
mesuliyet orada başlar.
İnsan ince bir çizginin üstündedir, sağa kayarsa hakka gider sola kayarsa batıla
sapar.

"El-hükmü li'l-galib, bir düsturudur." (Galebe edende bir


kuvvet var; kuvvette hak vardır, der.) izah eder misiniz?
El-hükmü li'l-galip hükmünün manası "kuvvetli olan haklıdır, kuvvet kimin elinde ise
hüküm ve hak onundur" demektir. Bu kural inkarcı felsefenin savunduğu temel bir
prensiptir. Bu felsefe hakkı değil kuvveti alkışlar. Ayrıca hakkı değil kuvveti teşvik eder.

İslam bunun aksini savunur; "hüküm hakkındır" yani "haklı olan kuvvetlidir, kuvvet
haktadır." Hazreti Ömer (r.a) bu manaya işaret ederek şöyle söylemiştir:
"Sizin kuvvetlileriniz benim hilafetim nazarında zayıf, zayıflarınız da kuvvetlidir."

Yani adaletin ve hukukun önünde maddi gücü olan kuvvetliler zayıf, maddi gücü olmayan
zayıflarda kuvvetlidir. İslam hukukunun adalet anlayışı bu şekildedir.

Üstad Hazretleri bu hususu şu şekilde izah ediyor:

"İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin enzârına verdiği


meyveler ise, asnamlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin esasında kuvvet müstahsendir.
Hattâ "El-hükmü li'l-galib" bir düsturudur. "Galebe edende bir kuvvet var; kuvvette
hak vardır" der. (HAŞİYE 2) Zulmü mânen alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve
cebbarları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir."

"HAŞİYE 2: Düstur-u nübüvvet "Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir" der, zulmü
keser, adaleti temin eder."(1)

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

"Emanetin bir vechi enedir." deniliyor. Cinlerde ene var


mı? Varsa ayette neden sadece insan emaneti yüklenmiş
buyuruluyor?
Ene; iman ve marifet için önemli bir mizan, gerekli bir vesiledir. İman ve marifet
insanlarla birlikte, cinlere de teklif edildiğine göre, enenin cinlerde de olması iktiza ediyor.
Bu yüzden "cinlerde ene yoktur" demek mümkün değildir.
İman ve marifet noktasından en azam ve en kapsamlı fıtrat insanda olduğu için, insan asıl,
cinler bu asla mebni bir cüz, bir şube niteliğindedir. Kainatın yaratılmasında asıl muhatap
insandır, hükmünde taglib vardır. Yani bir hükümde iki şeyi kast ederken, kast edilen iki
şeyden kuvvetli olanın adı ile bahsedilmesidir.
Kur'an-ı Kerim’in insanı hedef ve muhatap alan ifadelerinde, cinlerin de hissesi vardır.
Daha çok insanın adı ile hitap edilmesinin sebebi ise; yukarıda da ifade ettiğimiz gibi
insanların asıl, cinlerin ise tabi olmasından dolayıdır. Yoksa cinlerin hiç hissesi yok diye
düşünmek yanlış olur.
Özet olarak insanlara hitap eden her bir ayette, cinlerin de kendine mahsus bir hisse ve
payları vardır. Ama ağırlık ve yüksek hisse insana aittir.
Emanetin hamlinde insan asıl, cinler ise tabi konumundadır.

"Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı


olduğu gibi, kainatın tılsımı muğlakının dahi anahtarı olarak
muammayı müşkülküşadır." cümlesini açıklar mısınız?
"Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın
tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı
hayretfezâdır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan
ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar..."(1)

Ene, farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde var
gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur. Mesela insanın, ailesine, benim
ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve azalarına benim vücudum ve benim
azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki "benim" ifadesi enedir.
Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar insanın değildir;
hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.
Allah insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas
yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela der; "Ben şu küçük hanemin idarecisiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin
Rabbidir; ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini
yapıp yarattı; ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi
bilir, her şeye muttalidir vs,.."
İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak, Allah’ın sonsuz isim ve
sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı
için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.
İşte enenin anahtar olup, kainatın sırlarını çözmesi bu anlamdadır. Yani kainatı ve
sırlarını çözmekten maksat, eşyaya mana-yı harfi ile bakmak ve her hadisenin arkasında
Allah’ın kudret elini müşahede etmek demektir. Bu da ancak enenin, yukarıda izah edildiği
şekilde kullanılması ile mümkündür.
Burada izah ve tarif edilen ene ve benlik hissinin yüzü, insana terakki veren, insana
marifet kapılarını açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür.
İnsan bu farazi ene duygusunu bu cihetle kullandığı zaman, kulluğun temelini ve özünü
yakalamış oluyor. İnsanın manevi cephesi Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak üzere
tasarlanmıştır. İnsana düşen ise bu tasarımı bu yönde sarf etmesidir.
Ene ve benlik hissinin bir de menfi ve şer yüzü vardır. Şayet insana verilen ene ve
benlik hissi küfür ve inkar tarlasında yeşerip beslenir ise, bu kez durum aksine işler. Yani
ene ve benlik hissi Allah’ı tanımak ve bilmek aracı iken, tam tersi inkar ve meydan okuma
aracı haline dönüşür. Ene ve benlik hissi farazi ve hayali bir hat iken inkar ve küfür
penceresi sayesinde hakiki ve külli durumuna geçer. İnsan cüzi ilim, irade ve kudretin Allah
tarafından verilmeyip, kendisinin mülkü olduğuna inanmaya başlar. İnkar ve felsefenin
derinleşmesi ile bu duygular cüzilikten çıkar, külli haline gelir. İnsan o zaman -haşa- "Ben
de İlahım." demeye kadar işi götürür. Yani ene ve benlik öyle bir histir ki, hayırda istihdam
edersen aziz ve yüksek bir kul yapar, şerde ve küfürde istihdam edersen, uluhiyet davasına
kadar gider.
Nasıl kafir, küfür gözlüğü ile baktığı zaman, kainatta Allah’ın rububiyet ve uluhiyetini
göremiyor ve inkar ediyor, ya tabiat yaptı diyor, ya da her bir sebebe uluhiyetlik veriyor ise
-aynı şekilde kafir mikro kainat olan ene ve benlik hissine baktığı zaman, ene ve benlik
hissinin farazi ve hayali olduğunu ve insana Allah’ın mutlak sıfatlarını tanımak ve tartmak
için verilen cüzi bir emanet olduğunu göremiyor ve bu duygulara hakikat ve külliyet payesini
veriyor. Bu da insanı bir nevi İlahlaştırmak ve Rableştirmek anlamına geliyor ki, bir çok
küfür ve dalalet enenin bu şerli yüzünden türemiştir.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.

"Ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin


etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş
bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir." Burada iki çekirdekten
mi bahsediliyor, bilgi verir misiniz?
İnsanın mahiyetine takılan ene duygusunun iki yüzü var; birisi hayır, diğeri şer. Ene hayır
noktasından gelişirse insanı cennete, şer noktasından gelişirse cehenneme götürür. Yani
enenin hayır yüzü Tuba ağacına, şer yüzü de Zakkum ağacına benzetiliyor. Bu bir teşbihtir.
Ya da ene nihayetsiz hayır ve şerri içinde barındıran bir çekirdek gibidir. İslam suyu
ile sulanırsa hayır yönü, küfür suyu ile sulanır ise şer yönü inkişaf eder. Bu inkişafın
neticesi ise ya cennet ya da cehenneme gider.
Burada Tuba ağacı cenneti, Zakkum ağacı da cehennemi simgeliyor. Yani iki ayrı
çekirdek değil, bir çekirdeğin iki yüzü denilmek isteniyor.

"Evet şeytanlar, güya ene'nin gaga ve pençesiyle dinsiz


feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine
atıp dağıtmıştır." Burayı nasıl anlamalıyız? Temsildeki gaga
ve pençeden maksat nedir?
İnsanı uluhiyet davasına götüren temel şey, enenin şerli yüzünün inkişaf ve inbisat
etmesidir.
Ene hastalığını kabaca dört dereceye ayırabiliriz.
Enenin birinci derecesi, kişilerin emsallerine olan enaniyet ki, bu kalbi bir marazdır.
Ve ene ağacının tohum halidir. Bu halde iken başı tevhit ve zikir ile ezilmez ise, terakki ve
tekamül ile gelişir, en sonunda insanı yutacak bir şekle dönüşür. Tasavvuf ehli bu merhalede
enenin başını ezmek için çok uğraşırlar.
Enenin ikinci derecesi, alim ve evliyalara olan enaniyet ki, bu manevi bir sapkınlık ve
dalalettir, ama küfür değildir. Bu ene ağacının fidanlaşma sürecidir. Bundan sonraki
süreçler küfür hattına yaklaşmaktır. Ekser hodgam ve nefsi ile mağrur dalalet imamları bu
sürecin mahsulleridir. Mutezile imamları gibi.
Enenin üçüncü derecesi, peygamberlere karşı olan enaniyettir ki, bu küfür olan bir
enaniyettir. Çekirdek olan enenin ağaç kıvamına yaklaşmış şeklidir.
Enenin dördüncü derecesi ve en son ve en dehşetli derecesi ise, -haşa- Allah’a karşı
olan enaniyettir. Firavunun enaniyeti buna örnek teşkil eder. Bu merhalede artık ene ağaç
şekline gelip, insanı bel etmiş ve bütün aza ve cihazları ene şekline dönüşmüştür. İnsan bu
merhalede kendini İlah olarak görüyor. Kendince her şeye rububiyet veriyor.
İşte enenin bu menfi tekamül seyrini Üstad Hazretleri ilmi ve edebi bir şekilde,

“Evet şeytanlar, güya ene´nin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının


akıllarını havaya kaldırıp dalalet derelerine atıp dağıtmıştır.”(1)

şeklinde beyan ediyor.


Gaga ve pençe tabiri menfi anlamda olarak gurur, kibir ve yükselmek manasını ifade
ediyor.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

"Felsefe ise, eneye mânâ-yı ismiyle bakmış. Yani, kendi


kendine delâlet eder, der; mânâsı kendindedir, kendi
hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu
telâkki eder. Yani, zâtında bizzat bir vücudu vardır,.." Bu
paragrafı izah eder misiniz?
Mana-i harfi: Mahlukata ve bütün kainata Allah hesabına ve Allah’ın sanatı ve eseri
nazarı ile bakmaktır. Yani kendi başına bir mana ifade etmez. Ancak başkasına işaret ederse,
anlam kazanır manasınadır. Bir elmada kendi nefsine bakan bir yön varsa, mucidi ve
sanatkarı olan Allah’a bakan yüzlerce yönü vardır. İşte burada sanatkara ve mucide bakan
yüzlerce yöne manay-ı harfi denilmiştir. Aynı şekilde eneye de manay-ı harfi ile bakmak,
Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamak, kıyas etmek anlamındadır.

Mana-ismi: Mahlukata ve kainata Allah namına ve Allah’ın sanat ve eseri olarak bakmamak
demektir. Yani mahlukat ve kainata kendi namına bakıp, sanatkar ile olan ilişkisini koparmak
manasınadır. Elmayı Allah’ın sanatı olarak değil, sadece nefsine bakan yönü ile
değerlendirip, Allah’a bakan binlerce nispeti ve işareti kesmektir.

Mesela benlik duygusunu mevcut görmek, Allah ile nispetini kesmek demektir. İnsanın cüzi
kudretçiğini Allah’ın sonsuz kudretine kıyas ederek anlamakta değil, firavunlukta
kullanmasıdır.

Aynada yansıyan ışık, aynanın kendi malı değil, güneşin malıdır. İnsanın benliği de bir ayna
gibidir. Bu benlikte görünen cüzi ilim, irade, kudret, sahiplik gibi hissiyatlar Allah’ın
isimlerinden yansıyan tecellilerdir. Felsefe eneye, yani benlik duygusuna manay-ı ismi
olarak bakıyor. Yani ene haddi zatında bir şeyin aynası ve levhası değil kendisi ve özüdür,
demek istiyor ki bu felsefenin bir hezeyanıdır.

Bu manaya ve farka işaret etmek için bir temsil verelim: Çok zengin ve muktedir bir zat
emrinde çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini, tasarrufunun büyüklüğünü,
zenginliğin bir takım lezzetlerini kendi haşmet ve ihtişamını anlatmak için, çok tesis ve
fabrikalarından ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Şart olarak da
fabrikanın mülkiyeti, içindeki makinelerin eksiksiz geri verilmesi, kendi namına
işlettirilmesi ve kendi ahlaki prensiplerine göre idare edilmesi gibi şeyleri o iki işçiye
tembih eder.

İki işçiden birincisi fabrikanın idaresini alır ve aynen O zatın direktifine göre hareket eder
ve onun çok vasıflarını kıyas yolu ile anlar. Mesela der, “Ben şu küçük tesisi idare
ediyorum, şu zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, O
binlercesi İle alakadardır. Şu tesisin gelirindeki zenginlik şu Onun mülkünün zenginliği ise
baş döndürür.” der. O Zat’a olan sevgi ve saygısı artar ve her zaman da orada geçici ve
emaneten bulunduğunu unutmaz. Bu davranışı ile onun teveccühünü kazanır. O Zatta, onu çok
büyük bir mükafatla ödüllendirir.

Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez, vaziyetini ve vazifesini unutur. Hemen fabrikanın isim
tabelasını indirir, kendi ismini takar. İdarede O zatın ahlakına uymaz. Demirbaş olan
makineleri haraç merac satar. Emanetçi ve geçici olduğunu hiç hatırlamaz. Asıl fabrika
sahibini inkar eder ve ona meydan okur. Haddini aşarak temellük davasına sapar. Ayna
olduğunu inkar eder. Mevhum olan, yani farazi olan hallerini gerçek telakki eder. Asıl
fabrika sahibi olan Zatta ona layık bir ceza ile onu cezalandırır.

İşte bu misalde olduğu gibi, insanın vücudu bir fabrika azaları gibidir. O zat ise, Cenab-ı
Hakk'tır. O iki işçi ise, biri mümin ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan benlik ve
hislerini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise temellük
davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, firavun meşrep
kafirleri temsil eder. O Zat’ın tembihleri ise İslam ve şeriattır ve hakeza.

"Hem meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene,


kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde,
felsefenin meş’um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı
için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet..."
Açıklar mısınız?
"Hem meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene, kendi zâtında hava
gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş'um nazarıyla mânâ-yı ismî
cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve
maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o
enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder.
Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair
insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve
teberrî ettikleri halde- birer firavunluk verir."(1)
Enaniyet ve Benlik: Ene, farazi ve vehmi bir sahiplik ve sahiplenme duygusudur. Yani
hakikatte olmadığı halde var gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur.
Mesela insanın, ailesine benim ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve azalarına
benim vücudum ve benim azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki
“benim” ifadesi enedir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar
insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır. Allah insana bu sahiplenme duygusunu
mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi
ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına
açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar
ve seyreder.
Mesela insan der; ben şu küçük hanemin malikiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin
Rabbidir, ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yarattı;
ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir, her şeye
muttalidir vs... İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak, Allah’ın sonsuz
isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası
yapamayacağı için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını da idrak edemeyecekti.
Burada izah ve tarif edilen ene ve benlik hissinin yüzü, insana terakki veren, insana
marifet kapılarını açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür.
İnsan bu farazi ene duygusunu bu cihetle kullandığı zaman, kulluğun temelini ve özünü
yakalamış olur. İnsanın manevi cephesi Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak üzere
tasarlanmıştır. İnsana düşen ise bu tasarımı bu yönde sarf etmesidir.
Ene ve benlik hissinin bir de menfi ve şer yüzü vardır. Şayet insana verilen ene ve
benlik hissi küfür ve inkar tarlasında yeşerip beslenir ise, bu kez durum aksine işler. Yani
ene ve benlik hissi Allah’ı tanımak ve bilmek aracı iken, tam tersine inkar ve meydan okuma
aracı haline dönüşür. Ene ve benlik hissi farazi ve hayali bir hat iken, inkar ve küfür
penceresi sayesinde hakiki ve külli durumuna geçer. İnsan cüzi ilim, irade ve kudretin Allah
tarafından verilmeyip, kendisinin mülkü olduğuna inanmaya başlar. İnkar ve felsefenin
derinleşmesi ile bu duygular cüzilikten çıkar, külli haline gelir. İnsan o zaman -haşa- “Ben
de İlahım” demeye kadar işi götürür.
Yani ene ve benlik öyle bir histir ki, hayırda istihdam edilirse aziz ve yüksek bir kul
yapar, şerde ve küfürde istihdam edilirse Uluhiyet davasına kadar gider.
Üstad Hazretleri yukarıdaki ifadesinde enenin ilk halinin buhar olduğunu, daha sonra
felsefenin batıl bakış açısı ile önce su, sonra buz, sonra da cismaniyet şekline bürünerek
insanı küfür bataklığına sürüklediğini çok veciz bir şekilde beyan ediyor. Yani ene
duygusunun şerli yüzünü ve küfür yolundaki aşamalarını ifade ediyor.
Evet, kafir küfür gözlüğü ile baktığı zaman, kainatta Allah’ın rububiyet ve uluhiyetini
göremiyor ve inkar ediyor. Ya tabiat yaptı diyor ya da her bir sebebe uluhiyet veriyor. Aynı
şekilde kafir mikro kainat olan ene ve benlik hissine baktığı zaman, ene ve benlik hissinin
farazi ve hayali olduğunu ve insana Allah’ın mutlak sıfatlarını tanımak ve tartmak için
verilen cüzi bir emanet olduğunu göremiyor ve bu duygulara hakikat ve külliyet payesini
veriyor. Bu da insanı bir nevi İlahlaştırmak ve Rableştirmek anlamına geliyor.
Ene hastalığını genel hatları ile dört dereceye ayırabiliriz.
Enenin birinci derecesi, kişilerin emsallerine olan enaniyeti ki, bu kalbi bir marazdır.
Ve ene ağacının tohum halidir. Bu halde iken başı tevhit ve zikir ile ezilmez ise, terakki ve
tekamül ile gelişir, en sonunda insanı yutacak bir şekle dönüşür. Tasavvuf ehli bu merhalede
enenin başını ezmek için çok uğraşırlar.
Enenin ikinci derecesi, alim ve evliyalara olan enaniyet ki, bu manevi bir sapkınlık ve
dalalettir; ama küfür değildir. Bu ene ağacının fidanlaşma sürecidir. Bundan sonraki
süreçler küfür hattına yaklaşmaktır. Ekser hodgam ve nefsi ile mağrur, dalalet imamları ve
kanaat önderleri bu sürecin mahsulleridir.
Enenin üçüncü derecesi ve aşaması, peygamberlere karşı olan enaniyettir ki, bu küfür
olan bir enaniyettir. Çekirdek olan enenin ağaç kıvamına yaklaşmış şeklidir. Ebucehil’in
Peygamber Efendimize (asv) olan enaniyeti buna örnek olarak verilebilir.
Enenin dördüncü, en son ve en dehşetli derecesi ise, Allah’a karşı olan enaniyettir.
Firavunun enaniyeti buna örnek teşkil eder. Bu merhalede artık ene ağaç şekline gelip, insanı
yutmuş ve bütün aza ve cihazları ene şekline dönüşmüştür. İnsan bu merhalede kendini İlah
olarak görüyor. Kendince her şeye Rububiyet veriyor.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

"Hem, üdebâ-i İslâmiyenin meşhurlarından bedbînlikle


mâruf Ebû'l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışla mevsuf Ömer
Hayyam gibilerin..." Buradaki "yetimane ağlayış" ne
anlamdadır?
Bedbinlik (Pesimizm): Kelime olarak kötü görüşlü, ümitsiz bakış açısı demektir. Her
şeyin fena cihetini görmek anlamındadır. Yani her şeyi ve her olayı kötü ciheti ile
yorumlayıp, kendisini karamsarlığa atmak demektir.
Üstad bu terimi şu şekilde izah ediyor:

"... İşte, bir bahçeye rast geldi. İçinde hem güzel çiçek ve meyveler var; hem
bakılmadığı için murdar şeyler de bulunuyor. Kardeşi dahi böyle birisine girmişti.

Fakat murdar şeylere dikkat edip meşgul olmuş, midesini bulandırmış, hiç istirahat
etmeden çıkıp gitmişti. Bu zât ise, “Herşeyin iyisine bak” kaidesiyle amel edip,
murdar şeylere hiç bakmadı. İyi şeylerden iyi istifade etti. Güzelce istirahat
ederek çıkıp gidiyor."(1)

Özet olarak; kafir, kainatta olan biten bütün olaylara küfür gözlüğü ile baktığı için, her
hadise karşısında kalbi ve aklı titreyip azap çekiyor. Her şey bu kafiri yetim gibi hüzünlü bir
hale sokup ağlattırıyor. İslam tarihinde bu ekolün en önemli temsilcisi Ebû'l-Alâ-i Maarrî
ve Ömer Hayyam gibi şair ve filozoflardır.
(1) bk. Sözler, Sekizinci Söz

"İbni Sina ve Farabi gibi dahiler, şaşai surisine meftun


olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden adi bir
mümin derecesini ancak kazanabilmişler..." İbni Sina'yı ve
Farabi'yi çok büyük zatlar bilirdik, öyle değil mi?
Şahsın mükemmelliği ile, gidilen yol ve metodun mükemmelliği farklı şeylerdir. Bazen
mükemmel bir şahıs, mükemmel olmayan bir yol ve metot ile neticeye varmaya çalışır ve
sonuca ulaşamaz..Bazen de şahsi olarak o kadar da mükemmel olmayan birisi, mükemmel bir
yola girer ve metodu takip eder, mükemmel bir neticeyi elde eder.
Şimdi İbn-i Sina ve Farabi gibi zatlar, kabiliyet ve şahsi kemalat açısından mükemmel
ve dahi insanlardır. Lakin takip ettiği metot ve gittiği yol açısından, mükemmel olmayan
eksik ve nakıs bir yolu ve metodu izlemişlerdir. Bu da onları neticeye ulaştırmamıştır.
Bu zatlar bu kabiliyet ve kamil fıtrat ile vahiy ve sünnete tabi olsalardı, çok parlak ve
yüksek mevki ve makamlara erişebilirlerdi. Ama maalesef bu zatlar, şahsi
mükemmelliklerine güvenerek vahiy ve sünnetin terbiyesine girmeyip, felsefeye girdiler.
Felsefe yolu aklı esas aldığı için çok meselelerin içinden çıkamamıştır. Yani tabiat ve
sebepler perdesini akılları ile tam manası ile delip yırtamadıkları için, Allah’ın kainatta ve
sebepler arkasındaki kudret elini göremediler. İmanları taklitten öteye geçemedi.
Halbuki vahiy ve sünnet dairesine girmiş, kabiliyet noktasında bu zatlardan çok geri olan
zatlar, imanın kamil ve yüksek mevkilerini kazanmışlardır. Demek burada büyüklük ve
küçüklük şahsiyette değil gidilen yola göre şekilleniyor. Bu zatlar şahsi kabiliyet
noktasından büyük; gittiği yol açısından küçük insanlar önermesi doğru bir önermedir. Üstat
bu zatlara ami ve avam derken, şahsi kabiliyetler noktasından değil, gittikleri felsefi meslek
açısındandır.
Bu zatlar, belki iman ve itikat noktasından ami ve avam konumunda kalabilirler, ama
diğer ilim dallarından harika ve büyük zatlardır. Mesela İbn-i Sina tıbbın babasıdır, bu
hususta kimse eline su dökemez. Ancak manevi ve imani sahada basit bir mümin kadar
sağlam imana sahip değildirler.
İlave bilgi için tıklayınız: İbni Sina ve Farabi ile ilgili; "Teşebbüh-ü bil-vacip deyip
şirk derelerine düşmüş olabilecekleri.." ile "Adi bir mü'min derecesini ancak
kazanabildikleri.." ifadelerini nasıl anlamalıyız?

"İşte o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behimiyye dalında


beşerin enzarına verdiği meyveler ise esnamlar ve alihelerdir.
Çünkü felsefenin esasında kuvvet müstahsendir." ifadesinde,
kuvve-i şeheviye ile kuvvet arasında ne gibi alaka vardır?
Kuvve-i Şeheviye: Şehvetin de akıl ve öfkede olduğu gibi ifrat ve tefrit mertebeleri
vardır. Şehvetin ifrat mertebesi menfaat uğruna namus ve ırzlara tecavüz etmektir. Yani
haram helal demeden her menfaatin peşinde koşmak ve adeta menfaati ilah yerine koymaktır.
Kuvve-i şeheviye İşaratü’l İ’caz da şu şekilde tarif ediliyor:

"Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de


harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları
pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var,
harama yoktur."(1)

Menfaatleri elde etmek noktasında kuvvet çok önemli bir vasıta ve araçtır. Yani menfaati
elde etmek manasına gelen şehvetin en önemli esası ve en gerekli rüknü kuvvettir. Bu yüzden
şehvete tapınan sapkın insanlar kuvvete de tapar ve onu elde etmek için her yolu dener.
Şehvet ile kuvvet arasında zaruri bir bağ vardır. Kuvvet burada sadece fiziki güç
anlamında değil, insana gerekli bütün menfaatleri elde etme manasına gelen imkan ve varlık
manasındadır.
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Fâtiha Sûresi

"İşte, ene şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır.


Binler fünunu bilse de cehl-i mürekkeple bir eçheldir. Çünkü
duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği
vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak..." Açıklar
mısınız?
İnsanın bütün duygu ve hisleri, birer aleme açılan pencere hükmündedirler. İnsan bu
duygu ve hisler sayesinde o alemler ile irtibat kurar ve o alemleri bu duygular penceresi ile
seyreder. Bu duygu ve hisler o alemlerden merkez hükmünde olan nefis ve kalbe bilgi ve
veri akışını sağlarlar. Mesela, akıl mana aleminden manaları getirir, göz görüntü aleminden
görüntüleri gösterir, kulak ses aleminden sesleri aktarır hakeza.
Gelen bu bilgi ve verileri işleyip değerlendirmek insanın zatındaki duruma bakar. Şayet
insanın nefsi ve kalbinde bu gelen bilgi ve verileri anlamlandıracak bir ışık bir nur yok ise,
bu bilgi ve veriler hiçbir işe yaramaz. En güzel bilgiler en kaliteli veriler de gelse, nefis ve
kalpte onu değerlendirecek ve yorumlayıp hakka götürecek bir madde ve nokta olmadığı için
hepsi boş yere sönüp giderler.
Bu bilgileri söndüren madde ise, insanın iradesi ile benlik hissine temellük ederek, yani
haksız yere sahiplenerek şerde işlettirmesinin neticesi olarak kalp ve nefsin ifsat ile
bozulmasına kinayedir. Halbuki Allah insana benlik hissini bir kıyaslama yaparak, isim ve
sıfatlarını talim için vermiştir. Yani "Ben şu hanenin sahibiyim, Allah ise kainatın
sahibidir." kıyaslaması ile Allah’ın mutlak sıfatı olan malikiyetlik manasını anladıktan
sonra, bütün mülkün ona ait olduğunu teslim etmesi gerekirken, insan vehmi ve farazi olan
cüzi benliğe sahip çıktı ve dalalete saplandı. Bu bakış açısı insanın merkezi hükmünde olan
nefsi ve kalbine karanlık bir nokta oluşturdu. Bundan sonra duygu ve fikir vasıtası ile gelen
bütün marifet nurları bu karanlık noktada kaybolup söndü.
Bu manayı bir temsil ile akla yaklaştıralım. İç işleri bakanlığı merkez olsun. Buna bağlı
olan istihbarat birimleri ve karakollar ise bu bakanlığın kolları ve uzantıları olsun.
Merkezde olan bakanlık binasına bütün bilgi ve veri akışı bu istihbarat ve karakollar
aracılığı ile sağlanıyor. Merkez binasında sorumlu olan bürokratların vazifesi ise, gelen bu
bilgi ve verileri değerlendirip, devletin bekası ve güvenliği ile ilgili tedbirler almaktır.
İstihbarat birimleri ve karakollar vazifesini tam ve eksiksiz yapmalarına rağmen, merkez
binasında vazifeli olan bürokratlar devleti tanımayıp, isyan ettikleri için, gelen bilgileri
tamamen karartıp devletin güvenliğini tehlikeye atıyorlar. Bir nevi merkez görevlileri
kendilerini devlet içinde devletçik olarak görüyorlar ve kanunsuz işlere bulaşıyorlar.
İstihbarat birimleri ve karakollardan gelen bilgilerin karartılmasındaki tek neden, merkezin
kendini ayrı bir devlet görmesinden kaynaklanıyor.
Temsildeki devlet, tabiri caiz ise Allah’ın şu kainat üzerindeki rububiyet ve uluhiyetinin
saltanatına kinayedir. İç işleri bakanlığının merkez binası ise insanın mahiyetidir. Merkez
binada çalışan bürokratlar ise insanın iradi işlerinde karar verme mekanizması olan irade,
benlik ve nefse kinayedir. İstihbarat birimleri ve karakollar ise, irade ve benliğe hizmet eden
insandaki duygu ve latifelerdir. Bilgi ve veri ise bu duygu ve latifelerin kainat alemlerinden
topladığı marifet nurlarıdır. Merkez binada çalışan bürokratların isyan ve inkarları, yani
devlet içinde devlet olmaya kalkmaları ise, insanın nefsine ve benliğine takılan cüzi sahiplik
manasını hakiki kabul edip sahiplenerek, Allah’ın rububiyet ve uluhiyetine inkar ile baş
kaldırmasıdır. Bilgilerin karartılması ise, duygu ve fikir yolu ile gelen marifet nurlarının
benlik ve nefsin anarşik tutumu yüzünden, yani heva ve enesini ilah edinmesinden, insanda
tesir etmemesine kinayedir. Kanunsuz işlere bulaşmaları ise Allah’ın emir ve yasaklarına
uymamaktır.
Bilgiyi getirme ve depolama mekanizması kafirde de mümin de de eksiksiz işler, ama o
bilgileri değerlendirip nurlandırma ve hidayete vesile yapma mekanizması, kişinin iradesine
ve enaniyetine bakar.

"Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir malikiyet, bir


kudret, bir ilim, tasavvur eder, bir had çizer." Hüsün olan
şeyler Rabb'imden bana lütuf, fakat kötülüklerim ve
günahlarım benim malikiyet sınırlarımdır, diyip Üstad'ın
bahsetttiği bu çizgiyi, malikiyet çizgisinin içindekileri, böyle
yorumlamak uygun mudur?
Günah ve kusuratı nefse vermek güzeldir, hatta ayetle de teşvik edilmiştir. Lakin günah
ve kusurların yaratılma kısmını değil iradeye bakan kısmını kendimize almalıyız. Zira hayrı
da şerri de yaratan Allah’tır. Yaratma açısından bakarsak insanın malik olduğu hiçbir şey
yoktur. Bu noktada malikiyetlik dava etmek şirk olur.
İnsana verilmiş olan ene farazi ve mevhum bir hattır. İnsana verilme amacı da Allah’ın
mutlak sıfatlarını kıyas ile anlayabilmek içindir. Bu amaç tahakkuk ettikten sonra, yani
Allah’ın o mutlak ve külli sıfatları anlaşıldıktan sonra o cüzi benlikten de vazgeçilip
tamamen Allah’a irca edilmeli ve emaneti sahibine tevdi etmek gerekir.
İnsan malikiyetlik noktasında ne kadar çok hiçliğini görürse o nispette yükselir ve
yücelir. Nefis ve benlikte acz ve fakrdan başka bir şey görmemek Risale-i Nur mesleğinin
de iki mühim esasıdır. "Nefis ve benliğinde yok ol ki varlık bulasın." denilmiştir. Ademde
vücut, vücutta adem vardır. Yani benlik noktasından yoksan Allah katında varsın, varsan
Allah katında yoksun demektir.

"Küçük alemde ene, büyük alemde tabiat gibi


tağutlardandır." ifadesi ne demektir, açıklar mısınız?
Büyük alemde tabiat ne ise, insanın iç alemindeki nefis ve enaniyet de odur. Yani
tabiat fikri ve kiri, nasıl eşya üzerinde tezahür edip parlayan tevhit hakikatlerini saklayıp
gizliyor ise, insanın iç alemindeki nefis ve benlik de aynı şekilde iman hakikatlerinin önünde
duran bir bent gibidir. Bu bentler tahkiki iman dersleri ile yıkılmadan, nurlar kalbe akmaz ve
insan gaflet perdesinden kurtulamaz.
Nefis ve enaniyetin, neticeyi sebepten telakki etmesi sari ve köklü bir hastalık olduğu
için, Üstad Hazretleri ilk olarak bu hastalıktan başlıyor. İnsandaki nefis ve enenin hocası ve
rehberi menfi felsefedir. Kalbin hocası ve rehberi ise vahiydir.
Üstad Hazretleri burada küfür ve şirkin temelini oluşturan en önemli fikirlerden olan,
"Her şeyin icad edicisi ve yaratıcısı sebeplerdir." diyenleri susturmakla işe başlıyor.
Felsefede bu fikre determinizm felsefesi deniyor. Yani her şey sebep sonuç ilişkisi ile izah
ediliyor. Üstad Hazretleri bu fikrin esasız ve bozuk olduğunu nefis ve eneniyetini susturacak
bir şekilde kati olarak ispat ediyor.
Kainatta her netice bir sebep vasıtası ile yaratılıyor. Sebepsiz bir netice yoktur. Allah
kainatta sebeplerle iş görmeyi kendine adet edinmiştir. Yani kainatta sebep sonuç ilişkisi
hakimdir. Lakin Allah sebepleri gayet derecede zayıf ve kuvvetsiz, neticeyi ise gayet
derecede kuvvetli ve sanatlı yaratmıştır. Bunun hikmeti, insanlar neticeyi sebepten
bilmesinler diyedir. Yani neticeyi tanzim edip yaratan sebepler değil, Allah’tır. İşte bunu
insanlara ilan ve izhar etmek için sebepleri gayet adi ve basit, ondan hasıl olan neticeleri ise
gayet sanatlı ve güzel yaratmış.
Sebeplerin zayıf, sebepten hasıl olan neticenin kuvvetli olduğuna milyonlarca örnek
verilebilir. Mesela, yüz bin kişilik bir şehri bir asker zorla bir yere sevk edebilir. Burada
sevk kuvveti askerin şahsından değil, askerlik münasebeti ile dayandığı ordu kuvvetinden
geliyor. Bu yüzden asker kendi namına değil, ordu namına bu işi yapıyor denilir. Yoksa
aksini iddia etmek hamakat olur. Zira bir askerin şahsi kuvveti yüz bin insanı zorla sevk
etmeye yetmez.

Yine tohum ve çekirdek Allah’ın kudretine bir perde, bir sebeptir. Yoksa mucit ve yaratıcı
değildir. Çekirdek ve tohumun mahiyeti gayet basit ve zayıf iken, çekirdek ve tohumdan hasıl
olan ağacın mahiyeti ise gayet mükemmel ve ağırdır. Böyle bir sebebin, böyle bir neticeyi
yaratıp, bütün işlerini tedbir ve idare etmesi mümkün değildir. Öyle ise çekirdek ve tohum
her şeye kudreti yeten bir Zat'ın memuru ve hizmetkarıdır; tıpkı asker örneğindeki gibi.
Mercimek tanesi büyüklüğünde olan hafızanın milyonlarca levhayı ve resimleri muhafaza
etmesi küçük bir et parçasının işi değil, Allah’ın kudretinin bir harikası ve işidir. Şayet
insanın, yaşamı boyunca bütün görüp duyduğu şeyleri şu tırnak kadar et ve ondaki hücreler
arşivliyor dersek ve oradaki Allah’ın harika kudret ve tasarrufunu o adi et parçasına ve
şuursuz hücrelere havale edersek, tam bir akılsızlık etmiş oluruz.
Her bir sebebin netice karşısında aciz ve zayıf durması Allah’ın kudret ve tasarrufuna
işaret eden bir levha, bir işarettir. Ya da sebep ile sebepten hasıl olan netice arasındaki
büyük boşlukta Allah’ın isim ve sıfatları güneş gibi doğar ve kendini ilan eder. Bu boşlukta
parlayan sıfatları görmemek ve Allah hakkında marifete ulaşamamak tam bir hamakat ve
cehalettir.
Elma gibi harika bir netice ile elmaya sebep olan ağaç arasındaki boşluğa bin bir tane
güneş, yani bin bir ism-i İlahi sığar, bunları okumak gerekir.
İşte sebeplerin netice üzerindeki acziyeti ve cehaleti ispat edildikten sonra, nefis ve ene
tam bir teslimiyet ile iman hakikatlerine boyun eğiyor. Felsefenin o bozuk ve karmaşık fikri
gidiyor, yerine iman ve tevhidin parlak nurları geliyor.
Özet olarak, tabiat fikri ile insandaki ene duygusu ıslah edilmez ise, insanı küfür ve
inkar bataklığına sürükler. Bu da tabiat fikrinin ve ene duygusunun insana bir tağut olmasına
vesile olur. Çünkü çok insanlar bu iki tağut yüzünden imanlarını kaybetmişler. Küçük alem
olan insandaki ene duygusu büyütülse, tabiat olur; kainattaki sebeplerin toplamı olan tabiat
küçültülse, insandaki ene olur. İnsan bu ikisini ıslah etmez ise, inkar ve küfür batıklığında
kaybolur.

"Kuvveyi akliye dalında enbiya mürselin, evliya ve


sıddıkın meyvelerini yetiştirdiği, gibi kuvveyi dafia dalında
adil hakimleri melek gibi melikler meyvesini ve kuvveyi
cazibe dalında..." devamıyla izah eder misiniz?
Şehvet, öfke ve akıl kuvveleri insanın nebati, hayvani ve insani yönünün temeli gibidir.
Yani insanın mahiyet ve fıtratı bu üç duygu üzerinde şekilleniyor. Allah bu üç duyguya fıtri
bir sınır koymadığı için, bu üç duygu bir terbiye ve ıslah görmez ise, önündeki her şeyi yıkıp
yok etme kabiliyetindedir.
Dünyadaki bütün kavga ve zulümlerin temelinde bu üç duygunun ifrat ve tefrit
mertebeleri vardır. Bütün güzelliklerin ve adaletlerin temelinde de bu üç duygunun vasat
şekilde işlemesi vardır. Bu vasat şekilde işlemesi ya İslam terbiyesi ile ya da başka kanun
ve nizamların baskısı ile oluyor.
Kuvve-i Akliye İşaratü’l İ’caz'da şu şekilde tarif ediliyor:

"Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabâvettir ki, hiçbir şeyden haberi
olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek
kadar aldatıcı bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak
bilir, imtisal eder; bâtılı bâtıl bilir, içtinap eder."(1)

Aklın üç mertebesinden ikisi batıl, birisi haktır. Batıl olanlar aklın ifrat ve tefrit
makamları, hak olan ise vasat makamıdır. İfrat makamı cerbeze, tefrit makamı gabavettir.
Vasat makamı ise hikmettir. Aklın bu hikmet kısmından enbiya-mürselin, evliya ve sıddıkin
meyveleri yetişmiştir.
Kuvve-i Gadabiye İşaratü’l İ’caz'da şu şekilde tarif ediliyor:
"Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan
şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne mânevî
hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin
mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için
canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz."(2)

Öfkenin üç mertebesinden ikisi batıl, birisi haktır. Batıl olanlar öfkenin ifrat ve tefrit
makamları, hak olan ise vasat makamıdır. İfrat makamı tehevvür, tefrit makamı cebanettir.
Vasat makamı ise şecaattir. Şecaat makamından melek ahlaklı idareciler yetişmiştir. En
güzel örneği Hazret-i Ömer (ra)’dır.
Kuvve-i şeheviye İşaratü’l İ’caz'da şu şekilde tarif ediliyor:

"Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de


harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları
pâyimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var,
harama yoktur."(3)

Şehvetin üç mertebesinden ikisi batıl, birisi haktır. Batıl olanlar şehvetin ifrat ve tefrit
makamları, hak olan ise vasat makamıdır. İfrat makamı fücurdur, tefrit makamı humuddur.
Vasat makamı ise iffettir. İffet makamında ise içi dışı bir güzellikte, cömert ve kerim
insanlar yetişmiştir.
Dipnotlar:
(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Fâtiha Sûresi Tefsiri.
(2) bk. a.g.e.
(3) bk. a.g.e.

"Nemrutları, Firavunları yetiştiren ve onlara dayelik edip


emziren eski Mısır ve Babilin sihir derecesine çıkmış veyahut
hususi olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski
felsefeleri olduğu gibi aliheleri Yunan kafasında
yerleştiren,.." diyor. Ayrıntılı izah eder misiniz? Özellikle
felsefenin sihir derecesine çıkması ne demektir?
"Evet, Nemrutları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren, eski Mısır ve
Babil'in, ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir
telâkki edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında
yerleştiren ve asnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın
perdesiyle Allah'ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir ulûhiyet verip kendi başına
musallat eder."(1)

Sihrin tesirinin olup olmadığı konusu İslam alimleri arasında ihtilaflı bir konudur. Bazı
alimler sihrin hakiki anlamda tesirinin olmadığını, bir göz boyaması ve bir el çabukluğu
olduğunu ifade derken, bazı alimler de sihrin hakiki anlamda insan ve eşya üzerinde tesir
edebileceğini kabul etmişlerdir.
“Sihir derecesine çıkmış” tabiri sihrin tesirini kabul eden alimlerin görüşüne bir atıf
iken, “Hususî olduğu için etrafında sihir telâkki edilen” tabiri de sihrin hakiki tesiri
olmadığını savunan alimlerin görüşüne bir atıftır diye telakki edebiliriz. “Hususi” ifadesi de
sihir ilminin herkes tarafından idrak edilemeyen incelikleri ve hilelerine bir göndermedir.
Risale-i Nur sihrin hakiki anlamda tesirini kabul ediyor.
Diğer bir mana olarak felsefenin zahiren mutantan, batınen kof mesleğine bir işarettir.
Evet felsefe, zahiri tantanası ve cazibesi ile çok insanları kendine çekip sönmelerine ve
helak olmalarına sebebiyet vermiştir. Bu cihetle felsefe sihir gibi, insanların aklını teshir
edip büyülüyor, sonra da ebedi hayatları karartıyor. Bütün şirk ve putlar felsefenin bu
büyüleyici yönünden tevellüt etmiştir denilse, mübalağa olmaz.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz (Haşiye)

"Sanem misalleri kendi abidlerine abide yapmıştır."


cümlesini izah eder misiniz?
"Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan
ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide (Haşiye)
yapmıştır."
"Haşiye: Yani; o sanem-misâller, perestişkârlarının hevesatlarına hoş
görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir
vaziyet gösteriyorlar."(1)

Bu cümle zaten haşiyede izah edilmiş. Felsefe, insandaki şehvet kuvvesini öyle bir
işliyor ki, âdeta her bir menfaati ve o menfaati elde edeceği sebebi bir İlah gibi telakki edip
o sebebe karşı ibadet tavrına giriyor. Mesela, bir şarkıcı, halkın teveccühünü her şeyin
üstünde görüp, adeta halkın teveccühünü ilahlaştırarak, halka ve onların teveccühüne
tapınma vaziyetine giriyor. Her hareketini halk için yapıyor; her tavrı gösteriş üzerine
gidiyor. Bir elbise beğenmek istese, acaba halk bunu nasıl karşılar dürtüsü ile hareket
ediyor. Yani doğal ve samimi olamıyor. Bir cihetle halkı kendi aleminde putlaştırıp gizli bir
şekilde ona tapınıyor.
Hatta halk bu şarkıcıya karşı biraz ilgisiz kalsa, hemen ilgilerini çekmek için garip
tavırlara giriyor. Mesela, işlek bir caddede soyunuyor. Ya da suni ve yapmacık hareketlerle
kendini satmaya çalışıyor. Milyonlarca kişinin gözü önünde yaşayan ve felsefe ile alude
eblehlerin hakiki anlamda insan olması, doğal ve samimi bir hayat sürmesi kabil ve mümkün
değildir.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

"Sonra, kıyası binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi


kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakk'ın mülkünü onlara ve
esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer." cümlesini
açıklar mısınız?
İnsanın nefsinde insanı dalalete ve küfre sevk edecek çok cihaz ve hissiyatlar vardır. Bu
manaya Üstad Hazretleri şu şekilde işaret ediyor:

"Zira, insan, cibilliyeti ve fıtratı hasebiyle nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat
yalnız zâtını sever; başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda
nefsini metheder; mâbuda lâyık bir tenzihle nefsini meâyipten tenzih ve tebrie
eder. Elden geldiği kadar kusurları kendine lâyık görmez ve kabul etmez. Nefsine
perestiş eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. Hattâ, fıtratında tevdi edilen ve
Mâbud-u Hakikînin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı kendi
nefsine sarf ederek, ُ‫ َﻣِﻦ اﺗﱠَﺨَﺬ اِٰﻟَﮭﮫُ َھٰﻮﯾﮫ‬sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine
güvenir, kendini beğenir."(1)

Enenin, yani insandaki benlik duygusunun menfi bir şekilde inkişaf ve işlemesi ile, insan
firavun gibi artık Allah’a karşı dava ve meydan okumaya başlar. Cenab-ı Hakk'ın mülkünden
kendini ayrı tutar. Kendini Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli dairesinin dışında sayar.
Allah’ın ilmi beni kuşatmaz, Allah’ın kudreti bana tesir etmez diye davalara ve sapmalara
başlar.
Bu halet, karakterine tam yerleşip oturunca, etrafındaki başka mahluklara nazar ettiği
zaman, onları da kendi gibi görüp şirkini ihraç etmeye başlar. Tecelliyata mazhar olan
başka mahluklarda fena olması ise, onların yerine kendini koyar ve kendindeki hastalığı
onlara tatbik eder ve bazı safsata felsefi tevil ve fikirler ile onları Allah’ın tasarruf ve
mülkünden çıkartır. Kendi şirk haletini o masum mahluklara da yansıtıyor. Yani "Onlar da
benim gibi müstakildir." diyerek, Allah’ın tedbir ve tasarrufunu tamamen sebeplere taksim
ediyor. Kendi hususi şirkini bütün aleme dağıtır. Nefsin arızalı ve hastalıklı gözü ile her şeyi
tabiata ve sebeplere taksim eder ve en sonunda Allah’ı tamamen inkar ederek ateist olur.
(1) bk. Sözler, Yirmi Altıncı Söz, Zeyl

"Sonra, nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve


milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i
nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin
evâmirine karşı mübareze eder." Açıklar mısınız?
Bir ferdin egosu olduğu gibi, bir toplumun ya da kavmin de egosu olabilir. Hatta
toplumun ya da kavmin egosu, ferdin egosunun yeşerip büyümesinde verimli bir tarla gibidir.
Toplumun egosu, ferdin bencilliğine kuvvet verip geliştirir.
Mesela edepsiz bir adamın etrafı edep çemberi ile çevrelenirse, o adamın edepli olması
üzerinde güzel ve büyük bir baskı oluşur. Tersi olursa, yani edepli bir adamın etrafı edepsiz
bir çember ile çevrelenirse, bu kez de o adam edepsiz olma yolunda büyük bir baskı ile
karşı karşıya kalır. Bireyler, çoğu zaman etrafa göre şekillenir. Bu yüzden nevdeki bir maraz
ferde de akseder.
Toplum bencil ve egolu ise, o toplumun bir cüzü ve parçası olan birey de bundan
nasibini alır; birbirlerine kuvvet verirler. Maalesef toplumun şimdiki bünyesi enaniyet
hastalığı ile müptela olduğu için, bu hastalık ferdi de hastalandırıp ibadet ve kulluğun
önünde bir engel bir set oluyor. Toplumun, bireyi ibadete kanalize etmesi gerekirken, isyana
iteliyor. Tabir yerinde ise, toplumun enesi bireyin enesine yardım ve yataklık ediyor.

"Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir. Hem onun mahiyyeti,


harfiyyedir; başkasının mânasını gösterir. Rubûbiyyeti
hayâliyyedir." Kendini fail gibi görüyorsa, başkasının
manasını nasıl gösteriyor?
"Demek ene, ayna-misal ve vahid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-yı harfî gibi,
mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin
kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve
şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif'tir ki, o elif'in iki yüzü var:"
"Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder;
kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır."
"Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir."
"Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rububiyeti
hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye
tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren
mizanülhararet ve mizanülhava gibi mizanlar nev'inden bir mizandır ki, Vâcibü'l-
Vücudun mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır."(1)

Yukarda orijinal metnini verdiğimiz yere dikkat ile bakıldığında, konuların farklı
olduğunu görürüz. Üstat enenin hayır yüzünü tarif ediyor, sonra şer yüzüne geçiyor, sonra
tekrar enenin hakikat-i halini beyana başlıyor. “Hem onun mahiyeti harfiyedir” cümlesi .
“Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.” Cümlesinin devamı değildir. Farklı bir konuya geçiyor.
İki cümle de farklı tariflerin cümlesidir, aralarında bir münasebet yoktur.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.

"Tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, her


şeye bir ulûhiyet verip, kendi başına musallat eder."
cümlesini açıklar mısınız?
Kainatta her netice bir sebep vasıtası ile yaratılıyor. Sebepsiz bir netice yoktur. Allah
kainatta sebeplerle iş görmeyi kendine adet edinmiştir. Yani kainatta sebep sonuç ilişkisi
hakimdir. Lakin Allah sebepleri gayet derecede zayıf ve kuvvetsiz, neticeyi ise gayet
derecede kuvvetli ve sanatlı yaratmıştır. Bunun hikmeti, insanlar neticeyi sebepten
bilmesinler diyedir. Yani neticeyi tanzim edip yaratan sebepler değil, Allah’tır. Bunu
insanlara ilan ve izhar etmek için sebepleri gayet adi ve basit, ondan hasıl olan neticeleri ise
gayet sanatlı ve güzel yaratmış.
Sebeplerin zayıf, sebepten hasıl olan neticenin kuvvetli olduğuna milyonlarca örnek
verilebilir. Mesela bir köy ahalisini bir tek asker zorla bir yere sevk edebilir. Burada sevk
kuvveti askerin şahsından değil, askerlik münasebeti ile dayandığı ordu kuvvetinden geliyor.
Bu yüzden asker kendi namına değil, ordu namına bu işi yapıyor denilir. Yoksa aksini iddia
etmek hamakat olur. Zira bir askerin şahsi kuvveti yüzlerce insanı zorla sevk etmeye yetmez.

Yine tohum ve çekirdek Allah’ın kudretine bir perde, bir sebeptir; yoksa mucit ve yaratıcı
değildir. Çekirdek ve tohumun mahiyeti gayet basit ve zayıf iken, çekirdek ve tohumdan hasıl
olan ağacın mahiyeti ise gayet mükemmel ve ağırdır. Böyle bir sebebin, böyle bir neticeyi
yaratıp, bütün işlerini tedbir ve idare etmesi mümkün değildir. Öyle ise çekirdek ve tohum
her şeye kudreti yeten bir Zatın memuru ve hizmetkarıdır. Tıpkı asker örneğindeki gibi.
Mercimek tanesi büyüklüğünde olan hafızanın milyonlarca levhayı ve resimleri muhafaza
etmesi küçük bir et parçasının işi olmayıp, Allah’ın kudretinin bir harikası ve işidir. Şayet
insanın yaşamı boyunca bütün görüp duyduğu şeyleri şu tırnak kadar et ve ondaki hücreler
arşivliyor dersek ve oradaki Allah’ın harika kudret ve tasarrufunu o adi et parçasına ve
şuursuz hücrelere havale edersek, tam bir akılsızlık etmiş oluruz.
Her bir sebebin netice karşısında aciz ve zayıf durması Allah’ın kudret ve tasarrufuna
işaret eden bir levha bir işarettir. Ya da sebep ile sebepten hasıl olan netice arasındaki
büyük boşlukta, Allah’ın isim ve sıfatları güneş gibi doğar ve kendini ilan eder. Bu boşlukta
parlayan sıfatları görmemek ve Allah hakkında marifete ulaşamamak tam bir hamakat ve
cehalettir.
Elma gibi harika bir netice ile elmaya sebep olan ağaç arasındaki boşluğa bin bir tane
güneş, yani bin bir ism-i İlahi sığar. Bu esma ancak iman dürbünü ile görünebilir.
Tabiat dedikleri şey, bu sebeplerin toplamından hasıl olan zihni bir galattır. İnsan bir
Allah’ı inkar edip, tabiat yapıyor dediği zaman, sebepler adedince İlahları kabul etmeye
mecbur kalacaktır. Yani "elmanın yaratıcısı elma ağacı, balın mucidi arı, sütün ustası
inek" demek zorunda kalacak ki, bu tam bir safsata ve tam bir cehalettir. Hal böyle olunca,
insan nihayetsiz ihtiyacı ile bir Allah’a değil, bütün sebeplere kulluk etmek zorunda kalacak
ki, bu tam bir bela ve musibettir. Halbuki sonsuz ilim ve merhamet sahibi bir İlaha iman
edip, ona kul olsa her şey onun emrinde ve ona hizmetkar olacak ve tam bir huzur ile hayat
sürecek. Evet hakiki lezzet ve saadet imanda ve Allah’a kul olmakta, bütün elem ve belalar
küfür ve şirktedir.

"Tünel ise ehl-i felsefenin efkârı ile hakikate yol açmak


için açtıkları meslektir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farâbî
gibi dâhîlerindir... Esbabperestlerin ve vesaite îcad ve tesir
verenlerin, Meşâiyyûn hükemâsının mesleğidir." nasıl
anlamalıyız?
Vakayı hayaliyedeki tasnif, iki sınıf olarak değerlendirilmiştir. Konunun sonunda ki
tasnif ise, üç sınıf olarak değerlendirilmiş.

Vakayı hayaliyede Kur’an ile aklı esas alan Meşaiyyun felsefesi arasında bir mukayese
yapılıyor. Konunun sonunda ise bütünü ile tabiat bataklığına saplanmış Materyalist
felsefeyi de birinci sırada değerlendirmiştir. Son sınıflandırmada Materyalist felsefe birinci
sıraya geçince, Meşâiyyûn felsefe ikinci sırayı almıştır.

İlave bilgi için tıklayınız:


Meşaiyyun ve İşrakiyyun Arasındaki Fark Nedir?

"Kuvve-i akliye dalında dehriyyun... Ve kuvve-i gadabiye


dalında Nemrutları... Ve kuvve-i şeheviye dalında aliheleri,
sanemleri..." Bu cümleleri açıklar mısınız?
Kuvve-i akliye dalında dehriyyun: Akılcılıkta aşırı gidip maddeye ezeliyet vererek
Allah’ı inkar eden materyalist felsefedir. Bugünkü tabirle komünizm ve pozitivizm
felsefesidir. Bunları inkara ve küfre sürükleyen şey, enenin şerli yüzünün inkişaf edip
yeşermesidir. Her şeyin içyüzü ve hakikati maddenin kendisi olup, bunlar da ancak akıl ve
duyumlarla anlaşılabilir, diyerek metafizik alemini tamamı ile inkar ediyorlar.

Kuvve-i Akliye, İşaratü’l İ’caz'da şu şekilde tarif ediliyor:

"Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabâvettir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz.
İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı
bir zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder;
bâtılı bâtıl bilir, içtinap eder."

Ve kuvve-i gadabiye dalinda Nemrutları: İnsandaki öfke ve gadap duygusunun ölçü ve


vasattan çıkıp zulüm ve haksızlıklara varmasıdır. Bunun temelinde yine enenin şerli yüzünün
inkişaf ve yeşermesi yatıyor.

"Zulüm ve haksızlıkların kaynağı şu duygunun ifrata gitmesidir. Gadap ve öfkenin


vasat ve meşru olanı ise şecaattir. Yani hak için canını verir, haksızlıktan ise çekinir.
Gadap duygusunun ifrat haline tehevvür denilir ki maddi ve manevi hiçbir şeyden
çekinmeyen zalim ve haksız kimselerdir. Nemrut, Firavun ve Şeddad gibi zındıklar buna
misaldir."
Kuvve-i Gadabiye İşaratü’l İ’caz'da şu şekilde tarif ediliyor:

"Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir ki korkulmayan şeylerden


bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne maddî ve ne mânevî hiçbir şeyden
korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat
mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru
olmayan şeylere karışmaz."

Ve kuvve-i şeheviye dalında aliheleri, sanemleri: Şehvetin de akıl ve öfkede olduğu gibi
ifrat mertebesi vardır. Şehvetin ifrat mertebesi menfaat uğruna namus ve ırzları tecavüz
etmektir. Yani haram helal demeden her menfaatin peşinde koşmak ve adeta menfaati ilah
yerine koymaktır.

Kuvve-i şeheviye İşaratü’l İ’caz'da şu şekilde tarif ediliyor:

"Meselâ, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helâle ve ne de harama


şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek
iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki, helâline şehveti var, harama yoktur."(1)

(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Fâtiha Sûresi.

Ahlak-ı İlahiye risalelerde nasıl anlatılıyor?


Risale-i Nurların özünü ve esasını Allah’ın isim ve sıfatları teşkil etmektedir. Yani
Risale-i Nurlar bütün temelini ve esasını Allah’ın isim ve sıfatlarına bina etmiştir ki,
Allah’ın ahlakına en somut ve en bariz örnek onun isim ve sıfatlarıdır. Öyle ise Risale-i
Nurlarda isim ve sıfatlar hakkında telif edilmiş ne kadar risaleler varsa, bir cihetle Allah’ın
ahlakını izah ediyor, demektir.
Mesela, Otuzuncu Lem'a'daki "İsm-i Kuddûs'ün bir nüktesi" diye başlayan bahis,
Allah’ın nezih ve kudsi halleri, eserleri ile ispat ediliyor. Onun devamındaki diğer beş isim
de diğer beş İlahi ahlaka işaret eder... Meseleye böyle bakacak olursak Risale-i Nurlar
sadece Allah’ın varlığını ve birliğini ispat etmekle kalmıyor Onun bütün hal ve
keyfiyetlerine karine şeklinde işaret ediyor.
Bu konuda bakış açımızı ifade eden en somut yer ise ene bahsinde (Otuzuncu Söz) izah
edilmektedir, şöyle ki:

"Nübüvvet ise, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve


secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlâhiyeye
iltica, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye
itimad, ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyeden istimdad, kusurunu görüp aff-ı İlâhîye
istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhân olmaktır diye, ubûdiyetkârâne
hükmetmişler.(..)"
"Meselâ, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden ِ‫ق ﷲ‬ ِ َ‫ﺗََﺨﻠﱠﻘُﻮا ﺑِﺎ َْﺧﻼ‬
kaidesiyle, “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne
teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz.” düsturu nerede?
Felsefenin “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir” kaidesiyle,
“Vâcibü’l-Vücuda benzemeye çalışınız” hodfuruşâne düsturu nerede? Evet,
nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede?
Nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü’l-Vücudun mahiyeti
nerede?"(1)

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.

Ahlak-ı İlahiye ile ahlaklanmak ne demektir?


Ahlâk-i ilâhiye denilince, İlahi Ferman olan Kur’an’ın tarif ettiği ve insanlara öğüt
verdiği ahlâkı anlamak gerekiyor.

Ahlâk, “hulk” kelimesinin çoğuludur; huy, tabiat, mizaç, seciye gibi mânâlara gelir. İnsanın
fıtratıyla, yaratılışıyla yakın ilgisi vardır.

Şems Suresinde bazı mahlûkata kasem edilir, bunlardan birisi de nefistir. Yedinci ve
sekizince âyetlerde, “nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini
ilham edene” kasem edilmektedir.

Bu âyet-i kerime, “her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğunu” haber veren peygamber
kelâmıyla birlikte düşünüldüğünde şöyle bir hakikat ortaya çıkar: Demek ki, insanın fıtratı
iyice dikkate alınabilse güzel ahlâkın kaynağına da inilmiş olacaktır.

İnsanın bedeni İlâhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da Hakk’ın tanzim ve
takdiriyledir; o da İlâhîdir.

Buna göre, lügat mânâsından hareketle, İlâhî ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut
olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir. Ahlâksızlıkların tümünde fıtratın
bozulması ve yanlış kullanılması söz konusudur.

Meselenin mühim bir yönü de “Allah`ın isimlerine mazhar olmaya” çalışmaktır. Allah
Hakîm`dir, insan da hikmetli hareket etmeli, abes şeylerden uzak kalmalıdır. Allah
Muhsinleri sever; insan da Muhsin olmaya çalışmalıdır. Allah affedicidir; insan da kendisine
karşı işlenen hatalarda öncelikle af yolunu tutmalıdır.

Alem-i vücub neresidir, mahiyeti hakkında ne diyebiliriz?


Alem-i Vücub: Varlığı ezeli ve ebedi olup, var olmak için hiç bir şeye muhtaç olmayan
alem demektir ki, bu sadece Allah’ın Zatı ve sıfatlarına mahsustur. Yani buradaki alem tabiri
Allah’ın Zat ve sıfatlarına işaret eden bir temsil ve bir teşbihtir. Allah’ın Zatı ve sıfatlarının
mahiyeti asla bilinemez ve ihata edilemez. Ancak onun varlığını ve hangi isimlerle
müsemma olduğunu bilebiliriz. "Allah’ın Zatı ve sıfatları nerededir?" sorusu yanlış ve
tutarsız bir sorudur. Zira Allah mekan ve zamandan münezzeh ve mukaddestir. Allah’a zaman
ve mekan vermek küfür ve şirk olur. Kısacası alem-i vücub Allah’ın kendisi ve ezeli
sıfatlarından ibaret bir tabirdir. Alem ifadesi bir teşbih ve temsildir.
Ayrıca Allah’ın Zatı ve sıfatları mümkün alemin içindedir, demek de şirk ve küfürdür.
Allah’ın ne Zatı ne de sıfatları imkan aleminin içinde ve onun cinsinden değildir. Allah’ın
ezeli ve ebedi olan yedi sıfatı mümkinat içinde tecelli noktasından vardır, yoksa bizzat
olarak var değildir.
Alem-i imkan: Varlığı ve yokluğu eşit olan alem demektir. Yani var olması da yokta
kalması da eşit olan varlıklara mümkinat denilir. Allah’ın Zat-ı Akdesi ve sıfatlarından
başka her şey bu imkan alemindedir; yani mümkinattandır. Allah’ın Zatına ve sıfatlarına
imkan dahilinde ya da mümkinat cinsindendir demek, küfürdür, insanı imandan eder.
Allah kainatta isim ve sıfatları ile tecelli ederken, mübaşeret ve temastan münezzeh
olarak tecelli ediyor. Yani Allah’ın isim ve sıfatları tecelli ve taalluk ederken, mahlukattan
münezzeh ve mukaddes olarak tecelli ve taalluk ediyorlar. Böyle olunca, mesela sıcaklığa
kudret demek caiz olmaz. Sıcaklığı tedbir ve icat eden kudrettir, lakin sıcaklık kudret
değildir.
Özet olarak, Allah kainatta isim ve sıfatları ile tecelli ederken, mübaşeret ve temastan
münezzeh ve mukaddes olarak tecelli ediyor. Allah’ın isim ve sıfatları tecelli ve taalluk
ederken, mahlukattan münezzeh ve mukaddes olarak tecelli ve taalluk ederlerken, "Allah
Zatı ile şurada mı veya burada mı, neye benziyor?" gibi uygun olmayan sorular sormak
yanlış ve hatadır.

"İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi o kadar sıkleti


çekmez."(1)

Yani insanın aklı ve duyguları Allah’ın Zatını ve mahiyetini anlayacak ve tartacak bir
mizan ve hassasiyete sahip değildir. Bu yüzden Allah’ın Zatı hakkında aklımıza ne geliyor
ise, Allah o şeyden beri ve paktır demeliyiz ve Allah’a bir mekan ve mahiyet biçmemeliyiz.
(1) bk. Sözler, Yirmi Sekzinci Söz.

Allah'ı nasıl bileceğiz, zatını düşünmek haramsa, peki biz


Allah'ı nasıl düşüneceğiz?
İnsanın fıtratındaki hiçbir duygu Allah’ın Zat-ı Akdesini anlayacak kapasite ve ayarda
yaratılmamıştır. Bu sebeple İslam Allah’ın Zat-ı Akdesi hakkında düşünmeyi yasaklayıp men
etmiştir. Aklımıza Allah’ın Zat-ı Akdesi hakkında ne geliyorsa, Allah ondan beri ve
mukaddestir. Yani Allah o düşündüğümüz ya da tasvir ettiğimiz şey değildir. Bu bakış açısı
mümin insanların önemli bir iman prensibidir.
Allah’ı tanımak, ancak isim ve sıfatları ile mümkündür. Yani Allah’ın Zat-ı Akdesinden
gelen isim ve sıfatlar kainat sahnesinde mükemmel bir tecelli ve nakış ile kendilerini mana
ve hükümlerine göre ilan ve izhar ediyorlar. Biz bu tecelli ve nakışları okuyarak Zat-ı
Akdesin varlığı ve birliği hakkında marifet elde etmek ile mükellefiz. Yani bizim sorumlu ve
mükellef olduğumuz alan ve saha, bu isim ve sıfatların tecelli ve nakışlarını okuyarak
Allah’ı isim ve sıfatları ile tanımak ve marifet kesp etmektir. Bunun dışında Allah’ın Zat-ı
Akdesinin keyfiyeti hakkında herhangi bir mükellefiyet ve sorumluluğumuz yoktur. Zaten
bilmemiz de mümkün değildir.
Nu Risaleleri, Allah'ı isim ve sıfatları ile bize tanıtan harika bir eser külliyatıdır. Bu
eserleri okudukça, sizin için konu daha da netleşmiş olacaktır.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah'ın zatını aklımızla anlayabilir miyiz?

Allah'ın büyüklüğünü ve O'nun kudretini gördüğümüz


halde, Kainatın gizemli olmasının hikmeti nedir?
Allah, yalnız kudretini göstermek için kainatı yaratmış olsaydı bu ifade doğru olabilirdi.
Ancak yaratılışın hem yaratıcıya ve hem de yaratılan varlıklara bakan boyutları vardır.
Bütün varlıklar kendilerine mahsus dillerle yüce yaratıcıyı tesbih ve takdis ederler.
Kendilerine tevdi edilen görevleri büyük bir zevk ve şevkle yerine getirirler.

Mesela güneş bir saniye bile geri kalmadan kendine çizilen yörüngede yoluna devam eder.
Irmaklar bir cuş u huruşla denizlere doğru akar. İnsanın emrine verilen hayvanlar tam bir
itaatle ona hizmet eder.

Ayrıca, kâinat yaratılmasaydı Allah'ın sıfatlarının ve isimlerin o sonsuz kemali ve güzelliği


bilinmeyecekti.

Bu bilgi sadece Allah'a mahsus kalacaktı. Cenab-ı Hak isim ve sıfatlarının manevi
güzelliklerini tecelli ettirmekle, kendi cemal ve kemalini bu eserlerinde kendisi bizzat
müşahede buyurduğu gibi, melekleri, insanları ve cinleri de bu şereften, bu lütuftan hissedar
etmek diledi.

Mahlukatı yaratıp yaratmama hususunda Allah, İlahi tercihini yaratma şeklinde yapmış ve bu
tercih mahlukat için sonsuz bir rahmet olmuştur. Yokluk karanlıklarından varlık nuruna
çıkmak büyük bir rahmettir. Her varlık bu nimeti tatmaktadır.

Allah'ın isimlerini, bizde varolan ölçülerle anlıyoruz; ene


diyoruz. Ayrıca; "Allah'ın benzeri yoktur" diyoruz.
Birbirine zıt olmuyor mu?
Bizdeki ene, yani benlik hissi hakiki değil, nispi ve itibaridir. Bu sebeple, Allah ile
mukayese edilmesi hakikat noktasında değil, itibari ve nispi bir noktadadır. Bizim diye
sahiplendiğimiz cüzi kudret, ilim, mülk gibi şeyler, haddizatında Allah’ındır. Biz sadece
kıyas yapabilmek için, mecazi bir şekilde "bizim" diye hissediyoruz. Bu noktadan Allah’ın
ne hakikat noktasında ne de itibari noktada bir benzeri ve zıddı yoktur.

Allah, kendi sonsuz sıfatlarını kavramamız için, bize bu mecazi ve itibari hissiyatı
bahşediyor. Bahşedilmiş bir şeyin Allah’a benzemesi ya da rekabet edilmesi mümkün
değildir. İnsan benliği ile beraber, Allah’ın mülkündendir. Hal böyle olunca, Allah’ın
mülkünün Allah’a zıt olması ve ona rekabet etmesi mümkün değildir.

Kafirlerin alemindeki rekabet ve meydan okuma cehillerinden gelen bir haldir. Yoksa hakiki
anlamda bir meydan okuma ve rekabet etmek değildir. Bir şeyin zıt olması; ancak Allah’tan
bağımsız ve O'nun mülkünden hariç olmayı iktiza eder. Her şey O'nun mülkü içinde olduğuna
göre, Allah’ın zıddı ve benzeri de yok demektir.

Bu hakikatleri şöyle bir temsil ile akla yaklaştıralım:

Çok zengin ve muktedir bir zat, emrinde çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini,
tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin birtakım lezzetlerini, kendi haşmet ve ihtişamını
anlatmak için çok tesis ve fabrikalarından ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten
onlara verir. Şart olarak da fabrikanın mülkiyeti, içindeki makinaların eksiksiz geri
verilmesi, kendi namına işlettirilmesi ve kendi ahlaki prensiplerine göre idare edilmesi gibi
şeyleri o iki işçiye tembih eder.

İki işçiden birincisi, fabrikanın idaresini alır ve aynen O zatın direktifine göre hareket eder
ve O'nun çok vasıflarını kıyas yolu ile anlar. Mesela der, “ben şu küçük tesisi idare
ediyorum, şu zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, O
binlercesi ile alakadardır. Şu tesisin gelirindeki zenginlik, Onun mülkünün zenginliği, baş
döndürür” der. O Zat’a olan sevgi ve saygısı artar ve her zaman da orda geçici ve emaneten
bulunduğunu unutmaz. Bu davranışı ile onun teveccühünü kazanır. O zat da, onu çok büyük
bir mükafatla ödüllendirir.

Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez, vaziyetini ve vazifesini unutur. Hemen fabrikanın isim
tabelasını indirir, kendi ismini takar. İdarede O zatın ahlakına uymaz. Demirbaş olan
makineleri haraç mezat satar. Emanetçi ve geçici olduğunu hiç hatırlamaz. Asıl fabrika
sahibini inkar eder ve ona meydan okur. Haddini aşarak temellük davasına sapar. Ayna
olduğunu inkar eder. Mevhum olan, yani farazi olan hallerini gerçek telakki eder. Asıl
fabrika sahibi olan zat da ona layık bir ceza ile onu cezalandırır.

İşte bu misalde olduğu gibi, insanın vücudu bir fabrika azaları gibidir. O zat ise, Cenab-ı
Hak'tır. O iki işçi ise, biri mümin ve haddini bilen, temellük davasına sapmayan benlik ve
hislerini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder. Diğeri ise temellük
davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal eden, firavun meşrep
kafirleri temsil eder.

O Zat’ın tembihleri ise; İslam ve şeriattır ve hakeza.


Benliği vahidi kıyasi aracı olarak kullanmak, devamlı olan
bir şey mi? Sanki, benlik, bunu yapa yapa zayıflayarak
sıfırlanmaya başlıyor gibi. Yani vahidi kıyasi yapacak bir
benlik kalmıyor sanki bir müddet sonra?
İnsanın kalbi nasıl mekanik olarak sürekli çarpıyor; beyin, faaliyetinden bir an geri
kalamıyor ise, insanın manevi cesedini teşkil eden kalp, akıl, vicdan ve benlik gibi araç ve
azalar da sürekli faaliyet ve aksiyon içindedirler. Ama hayra işlerler ama şerre işlerler, fark
etmez.
İnsan, son nefesine kadar benlik mizanı ile Allah’ın mutlak isim ve sıfatlarını ölçüp
tartmaya devam eder. Bunda manevi işleyiş ve sistem bakımından bir artma ve eksilme söz
konusu değildir. Lakin itikat ve imanda inkişaf bakımından insan, benliğini, hayır ve İlahi
varlık hesabına eritebilir. Hatta en son kıvamda vücudunu mucidine feda eder bir şekle gelir;
benlik ve varlık namına bir şey kalmayacak bir dereceye ulaşır.
Vahid-i kıyas müspet ve mekanik bakımdan asla eriyip yok olmaz. Ama menfi ve felsefi
cihet olarak yok edilebilir. Peygamberler ve evliyalarda da vahid-i kıyas vardır, lakin yüzü
daima hakka ve hayra yöneliktir.

BEN'den O'na, ENE'den HU'ya nasıl varılır?


“Nefy-i nefy ispattır” buyrulur. Yâni, inkârı inkâr etmek ispata götürür. Kötüyü
kötüleyen güzele varır. Yanlışın yanlışlığını ortaya koymak doğruya erdirir. Ters yönün
tersine gitmek insanı düze çıkarır.

Nefis kendini övmekten ve övülmekten zevk duyar, o halde onun kötülenmesi lâzım geliyor.
Nefis ibadetten hoşlanmaz; buna karşı onun ellerini bağlamak, belini bükmek, yüzünü
sürtmek gerek. Ve nefis, bıkmadan usanmadan “ben” der durur. Öyleyse insan Hakk’ı çok
zikretmeli, kalbiyle, ruhuyla bütün duygularıyla hep O’na teveccüh etmelidir. Belki de bunun
için olsa gerek, tarikat ehli “Hu” (O) zamirini vird edinirler. Nefis ben dedikçe, onlar "O"
derler.

"O" (hu) demek için, mutlaka zikir halkasına girmek şart değil. Her hâdisenin nefse ve
dünyaya bakan yönünden yüz çeviren insan O’nu bulur, O’na varır ve O’nu zikretmiş olur.
Meselâ, yemekten sonra, Allah’a şükreden bir mü’min, nefsine şu mesajı vermiştir: "Bu
nimet senin kudretinle vücut bulmadı. Bunu bana ihsan eden sen değilsin, ancak O!.."

Bir başka misal: İnsanın önünde iki yol var:Ya, “ben kuvvetliyim” diyecek, yahut “Kudret
sahibi ancak Allah’tır, bendeki bu kuvvet de O’nun lütfu, O’nun ihsanıdır.” diyerek
nefsine haddini bildirecektir.
Bu yollardan birincisi insana “ben” dedirtir, ikincisi "O".

Bilim ve Teknoloji çok ilerlediği ve kainatta tevhid delilleri


açık-seçik görülmeye başlandığı halde, pek çok ilim adamı
niçin hala Allah'a inanmıyorlar?
İslam dininde ilim öğrenmek farzdır. Kur'ânın bir çok âyeti, ilmi elde etmeyi (Zümer
Sûresi, 39/9), okuma, düşünme, akıl erdirme, tefekkür etme ve bildiklerimizi yaşamayı
(Fâtır Sûresi, 35/28), öğrendiklerimizi başkalarıyla paylaşıp öğretmeyi (Bakara Sûresi,
2/283) teşvik eder, tavsiye eder ve emreder. Hiç şüphesiz ilmin başı, esası ve temeli Allah'ı
bilmektir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m): “Allah'ı bilerek yapılan az amel fayda verir. Fakat
Allah'ı bilmeden yapılan çok amel fayda sağlamaz.” Buyurdu. (Gazâlî, İhyâ, 1/23;)

Sorduğunuz soruya cevap verebilmek için, en evvel bazı tariflere açıklık getirmek gerekir.
Çünkü; İlim ile Bilim, Hikmet ile Felsefe tabirleri çoğu kez birbirine karıştırılmaktadır. Bu
gibi tabirlere getirilecek gerçek ve yerinde tanımlar, meseleyi aydınlatmakta önemli rol
oynayacaktır.

Bilim, kainattaki fenlere nüfuz etmeye ve anlamaya çalışmak, mevcudatın kendilerinde


görünen şeyleri bilmeye yoğunlaşmaktır. Böyle bir biliş, insana kemalat veremez. Çünkü,
Allah'ı bildiremeyen bir bilgi, odun gibidir. Ne ısıtır ne de aydınlatır. İlim ise, bu bilgileri
basamak olarak kullanıp, Allah'a ulaşmaya çalışmaktır. Kısaca ilim, bilimi nurlandırmak ve
hakikatine ulaştırmaktır.

Hikmet: “İşleri en doğru ve en uygun biçimde yapmak.”, “Eşyanın hakikatinden bahseden


ilim.”, “Eşyada gizli İlâhî sırlar ve gayeler.”,

“Hikmet: İlim ve onunla ameldir. Her ikisini cem edemeyene hakim denmez.” (Elmalılı
Hamdi Yazır)
“Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona pek çok hayır verilmiştir.
Bunu ancak akıl sahipleri anlar.” (Bakara Sûresi, 269)

Felsefe'ye de eşyanın hakikatinden ve gayesinden söz ettiği için “İlm-i hikmet”


denilmektedir. Ama bir felsefeci bu çalışmaları sonunda ortaya insanların tatbik edecekleri
bir hayat anlayışı, bir ahlâk düzeni koymuyorsa, sadece lâf ile oyalanıyorsa bu hakiki
mânâsıyla hikmet değildir. Felsefe, mevcudatın kabuğuyla oyalanırken, Hikmet, kabuğun
içindeki öze ulaştırır. Ne temaşaya şayan bir ibret ve hikmet manzarası! Aynı bakış ve biliş
birini şükre götürüyor, diğerini şirke. Birisinin cennetteki makamını ve lezzetini artırıyor,
diğerinin cehennemdeki azabını. Demek ki, o mevcudun yaratılış hikmeti içinde cennet de
saklı, cehennem de. İmam-ı Gazali'den farklı bir hikmet tarifi: “Hikmet, varlıkların en
yücesini, ilimlerin en faziletlisi ile bilmektir.”

Bediüzzaman Said Nursi; “Bütün ulûm-u hakikiyyenin esası ve nuru ve ruhu marifetullahdır.”
(Sözler, s: 317), derken, hakiki ilmin Allah'a ulaştıran ilim olduğunu veciz bir şekilde ortaya
koymaktadır.

“Yaratan Rabbinin ismiyle oku!” emriyle Allah Resulüne (a.s.m.) ve onun şahsında da
bütün ümmetine marifet sahasında mesafeler kat etme emri verilmiş. Bu tarzda kainat
bakmayan insanların marifetten ve Allah'ı bilmekten mahrum olacağı da, belirtilmektedir.
Netice: Allah namına kainatı okumayan ve Allah'ı tasdik etmeyen bilim adamlarının elde
ettikleri bilgiler, ne kadar derin olursa olsun yine de marifete ulaştırmaz. Çünkü tesadüfe ve
tabiata verilen fiiller, netice itibariyle çirkin ve abes olur. Bu anlamda kainata bakan
insanlar, ister istemez aşağıdaki ifadeleri de hak ediyorlar:
Ey insan! İnsan isen, şu güzel işlere, tabiatı, tesadüfü, abesiyeti, dalaleti karıştırma; çirkin
etme, çirkin yapma, çirkin olma. ( Bediüzzaman, sözler, s: 358)

Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de


onu yüklenmekten kaçındı ve ondan korktu. İnsan ise onu
yüklendi. Eneyi neden yüklendik, isteyerek mi yüklendik?
Öncelikle Allah, insana kaldıramayacağı yükü yüklemez; bu O'nun adalet ve
şefkatinin bir gereğidir. Bu manayı teyit eden birçok ayetler de vardır, bunlardan bazıları
şunlardır:

“Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez.” (Bakara, 2/286)

"Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (Bakara, 2/185)

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındı
ve ondan korktu. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.”
(Ahzâb Sûresi, 33/72)

Bu ayet ise insana gücü dahilinde olan sorumluluklarını mübalağa sigası ile ifade ediyor.
İnsanların çoğunluğunun kendi hür iradeleri ile bu sorumluluklarını yerine getirmeyeceğini
Allah ezelde bildiği için Allah insanları şiddetli bir şekilde ihtar ve ikaz ediyor. Yoksa
insana kaldıramayacağı bir yükü teklif etmiyor. Bu ayetin şiddeti insanın gafletinin şiddetine
binaendir. İnsanların ekserisi gafletinden dolayı bu sorumluluğu idrak edemiyor, bu sebeple
Allah, insanlarını dikkatini çekmek için böyle ağır ve mübalağalı bir üslup kullanıyor.

Allah’ın emaneti bize teklif etmesi icbaridir, yani insan ile istişare edip de alınan bir karar
değildir. Bu teklif işi; Allah’ın mülkündeki keyfi bir tasarrufudur. Bu sebeple insanın, Allah
neden böyle bir tasarrufta bulundu diye itiraza hakkı yoktur. Zira mülk Allah’ındır, dilediği
gibi tasarruf eder, kimseye de hesap verecek değildir. Lakin bu tasarrufunda yani; emanetin
verilmesinde emanetin ağırlığı, adalet ve şefkatin terazisinde tartılıp, öyle insana teklif
edilmiştir.

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındı ve
ondan korktu. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb
Sûresi, 33/72)

Ayetteki emanet: Farzlar, yükümlülükler, Allah’a itaat, akıl ve düşünme kabiliyeti


tarzlarında tefsir edilmiştir. Kader sırrı yani; Allah’ın takdirine razı olmaktır, diyenler de
vardır. İnsana verilen benlik de emanetin bir unsurunu teşkil eder. Benlik bütün mahlûklar
içinde yalnız insana verilmiştir. Eğer insandaki ene (ben) gerçek mahiyetini anlayıp Rabbine
yönelmezse; dünyayı zulüm, inkâr ve şirkin dehşeti ile dolduran bir mahiyete dönüşür.
Vallahü a’lem (Suat Yıldırım Meal)

Bizi biz yapan en büyük değer, benliktir. Ben her şeyden


önce, özgürce düşünüp, özgürce karar vermeyi, çok daha
yerinde buluyorum. Benliği bize veren Yaratıcı olduğuna
göre, verilen benliğin dışına çıkmamız olanaksız. Özgür
değilmişiz gibi oluyor...
Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatlarının, -mutlak ve ezeli olmasından- tam manası ile idrak
ve ihata edilmesi imkansızdır. Bu yüzden insana birtakım nisbi ve farazi hisler takılmıştır.
Bu hislerin veriliş gayesi ise, Allah’ın, mutlak ve mücerred olan isim ve sıfatlarının bir
derece anlaşılması ve kıyaslanarak bilinmesi içindir. Yoksa bu nisbi ve cüz’i olan duygular
sahiplenilip, Yaratıcıya karşı meydan okuma aracı haline getirmek için verilmemiştir.
Bu manayı bir temsil ile izah edecek olursak: Çok zengin ve muktedir bir zat, emrinde
çalışan iki işçiye, servet idare etmenin meşakkatini, tasarrufunun büyüklüğünü, zenginliğin
birtakım lezzetlerini, kendi haşmet ve ihtişamını anlatmak için, çok tesis ve fabrikalarından
ikisinin idare ve gelirini, bir yıllığına emaneten onlara verir. Şart olarak da fabrikanın
mülkiyeti, içindeki makinaların eksiksiz geri verilmesi, kendi namına işlettirilmesi ve kendi
ahlaki prensiplerine göre idare edilmesi gibi şeyleri o iki işçiye tembih eder.
İki işçiden birincisi fabrikanın idaresini alır ve aynen O zatın direktifine göre hareket
eder ve onun çok vasıflarını kıyas yolu ile anlar. Mesela der, “Ben şu küçük tesisi idare
ediyorum, şu zat ise binlercesini idare ediyor. Ben, şu kadar insanla uğraşıyorum, O
binlercesi ile alakadardır. Şu tesisin gelirindeki zenginlik, şu O'nun mülkünün zenginliği, baş
döndürür.” O Zat’a olan sevgi ve saygısı artar ve her zaman da orda geçici ve emaneten
bulunduğunu unutmaz. Bu davranışı ile onun teveccühünü kazanır. O zat da, onu çok büyük
bir mükafatla ödüllendirir.
Diğer işçi ise, fabrikaya girer girmez, vaziyetini ve vazifesini unutur. Hemen fabrikanın
isim tabelasını indirir, kendi ismini takar. İdarede, O zatın ahlakına uymaz. Demirbaş olan
makineleri haraç merac satar. Emanetçi ve geçici olduğunu hiç hatırlamaz. Asıl fabrika
sahibini inkar eder ve ona meydan okur. Haddini aşarak temellük davasına sapar. Ayna
olduğunu inkar eder. Mevhum olan, yani farazi olan hallerini gerçek telakki eder. Asıl
fabrika sahibi olan zat da ona layık bir ceza ile onu cezalandırır.
İşte bu misalde olduğu gibi, insanın vücudu bir fabrika azaları gibidir. O zat ise, Cenab-ı
Haktır. O iki işçi ise, biri mümin ve haddini bilen, temellük (kendine mal etme) davasına
sapmayan, benlik ve hislerini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta kullananları temsil eder.
Diğeri ise temellük davasına sapan, haddini aşan, kendine ait olmayan şeyleri kendine mal
eden, firavun meşrep kafirleri temsil eder. O Zat’ın tembihleri ise İslam ve şeriattır ve
hakeza.
Allah, insana bir özgürlük vermemiş olsa idi, insan kendi namına hareket edemezdi.
Hatta insanın özgür olduğunun en kati ispatı; Allah’ı inkar edip ona meydan okumasıdır.
Şayet cebir ve baskı olmuş olsa idi, insan, Allah’a karşı saygısızlık edemezdi. İslam benlik
duygusunu inkar et demiyor, sadece onu hayır ve güzel yolda kullanmamızı istiyor.
Zaten insanı, Allah katında değerli ve sevimli yapan, benlik vasıtası ile elde ettiği
marifet ve muhabbettir. İnsana benlik duygusunu takan bizzat Allah iken, neden benlik
duygusunu tamamen inkar et desin. Allah’ın bizden istediği, benlik duygusunu inkar ve küfür
yolunda değil, iman ve marifet yolunda kullanmamızdır.
Bu benlik duygusunun nasıl kullanılması gerektiğini yukarıdaki temsilde bir parça izah
etmeye çalıştık. Risale-i Nur'un Otuzuncu Söz'ünde, yani Ene Bahsinde, Üstad mükemmel
ve ispati bir şekilde konuyu izah etmiştir; orası güzelce mütalaa edilirse, mesele vuzuha
kavuşur kanaatindeyiz.

Cüzi akıl nedir, külli akıl nedir? Bilgi verip en iyi şekilde
nasıl kullanabileceğimizi söyler misiniz?
Cüzi akıl, insanların bireysel aklı ve şuurudur. Külli akıl ise, bütün insanlığın ortak ve
kolektif aklına işaret ediyor. Bir insanın cüzi aklı ne kadar dahi ve zeki de olsa, insanlığın
ortak ve kolektif aklı olan külli aklına yetişemez. Bugünkü fen ve teknoloji, bu külli aklın bir
mahsulüdür. Tabi bu maddi ve fenni ilimler açısından böyledir.
Üstad Hazretleri bu maddi ilimleri ve kolektif aklı, bir taşın kaldırılmasına(1)
benzetiyor ki, taşa ne kadar el gelse kaldırmakta o kadar fayda temin eder.
İnsanlığın maddi sahada ortaya koyduğu külli aklın manevi ilimlerde katkısı ve etkisi,
çok az ve sınırlıdır. Yani bir insanın iman ve hidayetinde yardımcı olmak noktasında bir ile
bin eşittir. Burada şahıs kendi manevi aleminde iradesi ile düğümü çözmedikçe, harici
insanların ona yardımı mümkün değildir.
Üstad bu gibi manevi ilimleri ve akılları ise dar bir delikten geçmeye veya bir
hendekten atlamaya (2) benzetiyor ki dar delikten veya hendekten atlamaya çalışan adama
yardım etmek mümkün değildir. Öyle ise maddi ilimlerdeki külli akıl, manevi ilimlerde pek
tesirli değildir.
Bu yüzden bir insanın manevi sahada ve manevi ilimlerde terakki ve tekemmül etmesi
için, kendi iradesi ve motivesi lazımdır. Ancak ondan sonra başka eller ona yardım edebilir.
Yoksa kendi talebi olmadan külli aklın yardım ve tesiri olmaz.
Öyle ise biz kendi manevi sahamızı inkişaf ettirmek için tahkiki imanı elde etmeliyiz ve o
sahada mücadele edecek unsurlara sarılmalıyız.
İnsan, cüzi iradesini insanlıkta külli iradesini hayır yolunda sarf edip işlettirirse, bu
bütün insanlar için daha salim ve daha etkileyici olur. Akıl Allah’ın kelamı olan Kur’an’a
ram olup onun terbiye ve idaresinde hareket ederse, nurani ve bereketli bir cihaz olup insanı
her iki alemde mesut ve bahtiyar eder. Yok aksine nefis ve felsefenin sureten cazip yoluna
ram olursa, bu seferde her iki cihanda zelil ve rezil olur.
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, Altıncı Nota.
(2) bk. a.g.e.

Dallin grubunun yolunda, Üstad'a Kur'an'dan verilen


elektrik ve kayaları parçalayan alet neye işarettir?
Esbabperestlerin yolundaki fırtınalar neyi ifade ediyor? Bu
yollarda Üstad'ın ihtiyarsız gittiği söyleniyor, neden?

"İşte ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyûn


fikrini taşıyanların mesleğidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar müşkilât
olduğunu hissettiniz."

Yani maddeci felsefenin Allah’a dair hakikatleri bulması imkansızdır. Bu sebeple madde
hesabına Allah’ı inkar ediyorlar, her şeyi tabiata ve sebeplere havale ediyorlar. Kainatta
olan biten bütün hadiseleri tesadüfe verdikleri için, olayların hikmet ve hayır yüzünü
göremiyorlar. Onlar için bütün hadiseler tesadüfün oyuncağı üzüntünün kaynağıdır. Bunlar
için alem mutlak zülumat ve karanlıktadır, her şey abes ve yokluğa mahkumdur.

ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite îcad ve tesir


verenlerin, Meşâiyyûn hükemâsı gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve
Vâcib-ül Vücûd'un mârifetine yol açanların mesleğidir."

Bu yolda gidenler vahyin o eşsiz iklimine girmeyip, aklına itimat eden ve kainatta olan biten
işleri sebeplerin tasarrufuna havale eden akılcı felsefecilerdir. Bunlar hakikati soyut aklımız
ile bilip bulabiliriz, diyerek vahye teslim olmayan Aristoculardır. Belki Allah’ın varlığını
inkar etmiyorlar; lakin Allah’ı sadece ilk sebep olarak görüp, Allah’ın kainat üstündeki
Uluhiyet ve Rububiyet sıfatlarını tamamen inkar edip sebeplere havale ediyorlar. Güya
Allah ilk olarak aklı yaratmış, akıl da başka bir aklı, o da öbürünü en sonunda onuncu akılda
kesret alemi olan kainatı yaratmış diyerek büyük bir safsata yoluna sapmışlar. Vasıta ve
sebeplere İlahlık vermişler.

Akıl ve fikir ile hakikati bulmaya çalışanların bulabildiği Allah iradesiz, ilimsiz sadece bir
ilk sebeptir. Böyle bir Allah telakkisi elbette nursuz ve hakikatsiz olduğu için, bunlar
kainatın hikmet ve sırlarını çözememişlerdir. Bu sebeple tıpkı maddeciler gibi akılcı
filozoflar da kainat ve içindekileri karanlık ve fırtınalı bir tesadüf şeklinde tasvir etmişler.

ile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i
Kur'anın cadde-i nurâniyyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık,
semâvî ve rahmânî ve nuranî bir meslektir."(1)

Bu yol vahiy ve Kur’an’ın yoludur. Bu yolda benlik, gurur, kendine itimat etmekle vahye sırt
çevirme yoktur. Benlik ve gurur vahiy ateşinde eridiği için, her şeyin iç yüzü ve hakikati
Allah tarafından Vehbi bir şekilde insana ihsan ediliyor. Üstad'ın ihtiyarsız gitmesi,
insanların zorunlu hayat yolculuğuna işarettir.

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.

Dar-ı imtihan olan dünyada esmanın tecelliyatının ve


ubudiyet-uluhiyet muvazenesinin ifhamı için enaniyet
gerekiyor. Peki ahirette de enaniyete ihtiyaç olacak mı?
Ahiret hayatında, Allah’ın isim ve sıfatları perdesiz ve sebepsiz tecelli edeceği için, onu
anlamak ve idrak etmekte insanlar zorlanmayacak ve bir kıyasa muhtaç olmayacaklardır.
Lakin bu dünyada esas olan bir çok, şey ahiret hayatında daha kamil ve mükemmel bir
şekilde verilecek ve yine esas olacaklardır.
Ene orada insana lezzet kabilinden veya o isimleri ve sıfatları takdir ve tahsin
noktasından hizmet edecektir. Enenin çirkin ve şerli yüzü orada olmayacağı için, sadece
hayrın ve güzelliklerin derece ve mertebelerini keşifte bir alet-i hayır, ahsen olabilirler ve
olacaklardır.

Göz, kulak, burun, dil nasıl aynı ve daha kemal bir şekilde insana verilecek ise, ene de
şerden arıtılmış ve kemal bir şekilde insana verilebilir. Üstad Hazretlerinin şu ifadeleri çok
açık bir şekilde konuya ışık tutar mahiyettedir:

"Hem ekser esmâ-i İlâhiyenin tecelliyâtını hissedip bilmek, zevk edip tanımak cihâzâtı
yine cismaniyettedir. Hem gayet mütenevvi ve nihayet derecede ayrı ayrı lezzetleri
hissedecek istidatlar yine cismaniyettedir."

"Madem şu kâinatın Sânii, şu kâinatla bütün hazâin-i rahmetini tanıttırmak ve bütün


tecelliyât-ı esmâsını bildirmek ve bütün envâ-ı ihsânâtını tattırmak istediğini, kâinatın
gidişatından ve insanın câmiiyetinden, On Birinci Sözde ispat edildiği gibi, kat'î
anlaşılıyor. Elbette, şu seyl-i kâinatın bir havz-ı ekberi ve bu kâinat tezgâhının işlediği
mahsulâtın bir meşher-i âzamı ve şu mezraa-i dünyanın bir mahzen-i ebedîsi olan dâr-ı
saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir. Hem cismanî, hem ruhanî bütün esâsâtını
muhafaza edecektir. Ve o Sâni-i Hakîm ve o Âdil-i Rahîm, elbette cismanî âletlerin
vezâifine ücret olarak ve hidemâtına mükâfat olarak ve ibâdât-ı mahsusalarına sevap
olarak, onlara lâyık lezâizi verecektir. Yoksa hikmet ve adalet ve rahmetine zıt bir
hâlet olur ki, hiçbir cihetle Onun cemâl-i rahmetine ve kemâl-i adaletine uygun değildir,
kabil-i tevfik olamaz."(1)
(1) bk. Sözler, Yirmi Sekizinci Söz

Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar,


“İnsaniyetin gayetü’l-gayâtı teşebbüh-ü bi’l-Vâcib'dir, yani
Vâcibü’l-Vücud'a benzemektir.” deyip, firavunâne bir
hüküm vermişler. Burada, "Allah'a benzemek" derken ne
kasdediliyor?
İnsandaki ene, yani benlik, farazi ve vehmi bir sahiplik duygusudur. Yani hakikatte
olmadığı halde var gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur. Mesela
insanın ailesine "benim ailem" demesi, evine "benim evim" demesi, vücut ve azlarına
"benim vücudum ve benim azalarım" demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki
"benim" ifadesi enedir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar
insanın değildir; hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.
Allah, insana bu sahiplenme duygusunu, mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas
yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela, insan der: "Ben şu küçük hanemin sahibiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin
Rabbidir, ben cüzi kudretimle şu evi yaptım ve idare ediyorum. Allah ise sonsuz kudreti
ile kainat evini yapmış ve idare ediyor, ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah
ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir, her şeye muttalidir, vs..." İnsan sahip olduğu bu cüzi ve
farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu
sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o sonsuz
sıfatlarını idrak edemeyecekti.
Yukarıda izah ve tarif edilen benlik hissi, insana terakki veren, insana marifet kapılarını
açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür.
Ene ve benlik hissinin bir de menfi ve şer yüzü vardır. Şayet insana verilen ene ve
benlik hissi küfür ve inkar tarlasında yeşerip beslenir ise, bu kez durum aksine işler. Yani
ene ve benlik hissi Allah’ı tanımak ve bilmek aracı iken, tam tersi inkar ve meydan okuma
aracı haline dönüşür. Ene ve benlik hissi farazi ve hayali bir hat iken, inkar ve küfür
penceresi sayesinde hakiki ve somut bir duruma geçer.
İnsan cüzi ilim, irade ve kudretin Allah tarafından verilmeyip, kendisinin mülkü
olduğuna inanmaya başlar. İnkar ve felsefenin derinleşmesi ile bu duygular cüzilikten çıkar,
külli haline gelir. İnsan o zaman, -haşa- ben de İlahım demeye kadar işi götürür. Yani ene ve
benlik öyle bir histir ki, hayırda istihdam edilirse aziz ve yüksek bir kul yapar, şerde ve
küfürde istihdam edilirse uluhiyet davasına kadar gider. Enenin bu şerli yüzünde insanın fail
olması bu kötü bakış açısına işaret etmek içindir; yoksa hakiki anlamda fail demek değildir.
Kafir küfür gözlüğü ile baktığı zaman, kainatta Allah’ın rububiyet ve uluhiyetini
göremiyor ve inkar ediyor. Ya tabiat yaptı diyor, ya da her bir sebebe uluhiyet veriyor. Aynı
şekilde kafir mikro kainat olan ene ve benlik hissine baktığı zaman, ene ve benlik hissinin
farazi ve hayali olduğunu ve insana Allah’ın mutlak sıfatlarını tanımak ve tartmak için
verilen cüzi bir emanet olduğunu göremiyor ve bu duygulara hakikat ve külliyet payesini
veriyor. Bu da insanı bir nevi ilahlaştırmak ve rableştirmek anlamına geliyor. Bu cihetle
insan ademe gidiyor, yani Allah’ın rızasından uzaklaşıp cehenneme yuvarlanıyor.
İşte “Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, “İnsaniyetin gayetü’l-
gayâtı teşebbüh-ü bi’l-Vâcibdir, yani Vâcibü’l-Vücuda benzemektir” deyip firavunâne
bir hüküm vermişler.”(1) ifadesi bu tarzda bir benzemekten bahsediyor.
"Ben cüzi ilmimle şu kadar şeyi bilirim, Allah ise külli ilmi ile her şeyi bilir." demek,
hakikatli bir kıyas iken; "Ben de Allah gibi bilirim." demek, firavunane bir kıyas ve
hükümdür.
Felsefe konu bakımından din ile müşterektir; konuları çözümlemek ve meseleleri ele
alma metotları noktasından dinden ayrılır. Yani her ikisinin de alanı fizik değil metafiziktir;
ama metafiziği çözümleme ve doğruyu yakalama araçları birbirinden farklıdır. Din vahye
dayanır, felsefe ise akla dayanır. Bu yüzden konu ve konuya yaklaşım metotlarının zahiren
bir cazibesi vardır.
İnsanı felsefeye çeken ikinci faktör ise felsefenin insan egosunu ve süfli arzularını
tatmin etmesindendir. Felsefe insanı haddinden fazla makamlara uçurduğu için, nefis bu
halden büyük keyif alıyor ve felsefeye karşı bir ilgi oluşuyor. Ekseri filozofların inkarcı ve
hazcı olması bu yüzdendir.
Felsefe zahiren mutantan batınen kof bir yoldur. Yani görünüşte ve surette tantanası ve
süslü ifadeleri çoktur, ama özde ve içyüzünde ise koca bir hiçtir. Felsefenin koca bir hiç
olduğu insanlığa sunmuş olduğu fikirlerin ve sistemlerin çökmesinden anlaşılıyor.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sînâ ve Farâbî gibi adamlar;


İnsaniyetin gâyetü'l-gâyâtı, teşebbüh-ü bilvâcibdir, yani
Vâcibül-Vücuda benzemektir deyip, Firavunâne bir hüküm
vermişler,.. Bu cümlede felsefeciler ne demiş, nasıl yanılmış,
doğrusu nasıl olmalı?
İlgili cümlenin geçtiği pasajı aşağıya alıp, açıklamaya çalışalım:

"Aristo, İbn-i Sînâ ve Farâbî gibi adamlar, "İnsaniyetin gâyetü'l-gâyâtı, 'teşebbüh-ü


bilvâcib'dir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir" deyip, Firavunâne bir hüküm
vermişler ve enâniyeti kamçılayıp, şirk derelerinde serbest koşturarak, esbâbperest,
sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva-ı şirk tâifelerine meydan
açmışlar. İnsaniyetin esâsında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur
kapılarını kapayıp, ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen
çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar." (1)

Yani, felsefeciler; "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" hakikatını yanlış anlamışlar, yanlış


yorumlamışlar. Demişler ki; insanın yaratılış gayesi, Allah'a benzemektir.

Allah'ın sıfatlarıyla sıfatlanmaktır. Nasılki Allah; kusurdan, aczden, noksanlardan


münezzehtir, insan da böyle olmalıdır. Bu bakış ise, insanı ibadete sevkeden aczini ve
fakrını ona unutturup gururlanıp firavunlaşmasına neden olur.

Ancak, Otuzuncu Söz'de, ene bahsinde de izah edildiği üzere; Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak
gerçeği şu şekilde anlaşılmaktadır:

"Gâye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile
tahallûk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i
İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i
İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye
tesbihhan olmaktır." (2)

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.


(2) bk. a.g.e. aynı sayfa.

Ehl-i Dalalet ve Ehl-i İmanın Bakış Açıları Neden


Farklıdır?
Ehli iman, mevcudata ve hadiselere vahyin terbiyesi ve talimi ile bakıyor. Ehli dalalet
olan ehli felsefe ise, kendi dar ve ihatasız aklı esas alarak bakıyor. Vahiy Allah’ın ilminden
süzülüp gelen bir bakış açısı. Felsefe ise, insanın aciz ve zayıf aklından çıkan bir fikir ile
elde edilen bir bakış açısıdır.

Ehli imanın hocası Allah'ın talim ve terbiyesinden geçmiş olan Hazreti Muhammed
(sav)'dir.

Ehl-i dalaletin hocası ise, cüz’i ve sönük kafa feneri ile hareket eden Aristo, Sokrat gibi
filozoflardır.

Mesela, vahyin nazarı ile ölüme bakıldığı zaman, ölüm ebedi bir hayatın başlangıcı, bir
mekan değişikliğidir. Ama ehl-i dalaletin felsefi nazarı ile bakılırsa, ölüm, yokluk ve hiçlik
olarak karşımıza çıkacaktır.

Yine vahyin nazarı ile kainata baksan, kainat mükemmel ve hikmetli yazılmış nurani bir kitap
iken, felsefi nazarla baksan, manasız, başı bozuk, karmaşık bir muamma olduğu
anlaşılacaktır.

Vahiy, öyle bir iksirki, onu içtiğin zaman, her şeyin sırrı ve hakikati açılıyor. Her hadisenin
altındaki gizli manalar gün yüzüne çıkıyor, her mevcudun mutasarrıfı ayan beyan oluyor.

Felsefe ise sönük bir fener gibi eşya ve varlıkları tam aydınlatamıyor. Buna şahit, felsefe
içindeki ihtilaf ve nizadır. Hepsi bir hakikatin ucunu görür gibi oluyor.

Ama tamamıyla ihata edemediği için, tam keşif yapamıyor. Ama vahiy, Allah’ın ilminden
süzülen bir mana olmasından, her şeyi tamamı ile ihata ediyor ve insanlığa tam ders veriyor.
Hem de tabaka ve mevki gözetmeden.

Özetle; Allah ile insan, nasıl kıyasa gelmez ise, onların sanatları da kıyasa gelmez. Vahiy,
Allah’ın sanatı ve bakışı, felsefe ise, insan aklının ürünü ve bakışıdır. Onun için
mukayeseye gelmeyecek kadar aralarında fark vardır.

Emanet Ne Demektir ve Hangi Risalede İzahı Vardır?


Emanetin ne olduğu ve ne anlam ifade ettiği konusu, Otuzuncu Söz'ün Birinci
Maksat'ında detaylı bir şekilde izah edilmektedir. Dağ, sema ve arz bu emaneti kabul
etmediler, parçalandılar, şeklinde geçen mesajdan şunları anlıyoruz:
1. Bizim cansız ve şuursuzdur dediğimiz varlıkların da kendilerine göre bir hayatları ve
şuurları olduğunu anlamak mümkündür. Buna delil, "Her şey Allah'ı tesbih eder." ayetidir.
2. Bir soruya iki şekilde cevap verilir. Buna lisan-ı hal ve lisan-ı kal dili denir. Cansız
mevcudatın hal dilinin cevabı ifade edilmiş olabilir. Edebiyatta buna intak sanatı
denmektedir.
İsmi verilen risaleyi okumanız halinde hem emanetin ne olduğu ve ne mesaj verilmek
istendiği konusu daha da netleşecektir.
Dağ, sema ve arz ifadelerinin kullanılması ve onların da bu emaneti almaması, emanetin
büyüklüğünün nazara verilmesi içindir.

İlave bilgi için tıklayınız:


Biz emaneti gökler, yere ve dağlara teklif ettik,..

Emanet-i kübra sadece ene midir? Üstad binler vechinden


biri olarak kabul ediyor. Diğer bin vecih de mi insana
yüklenmiş? Binler vecih neler olabilir?
Emanet, insanın cami mahiyeti ve Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp tadacak
kabiliyet ve duygular ile mücehhez olmasına kinayedir. Evet insandaki ene, zahiri ve batini
duygular, kalp, vicdan, ruh, akıl ve latifeler öyle bir emanettir ki, bütün kainatı kuşatıyor ve
Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını tartıp tadıyor.
İnsan, kainat içinde Allah’ın isimlerine tecelli ve ayna olma noktasında en kapsamlı bir
eser ve en mükemmel bir sanattır. Bu noktada insan mazhar-ı azamdır. Yani Allah’ın isim
ve sıfatlarına tecelli olmak noktasından insan, kainatın en büyük mazharı ve parlak
mahallidir. Bu hususta kainatı küçültsek insan olur, insanı büyütsek kainat olur. Allah’ın
bütün isim ve sıfatları insanın mahiyetinde nakışlar suretinde tecelli etmiştir.
Mesela, insanın simasındaki göz Allah’ın basar sıfatının bir tecellisidir, kulak sem
sıfatının bir yansımasıdır, konuşma mahalli olan dil kelam sıfatının bir cilvesidir, yüzdeki
tasvir ve çizim Musavvir isminin, hayata lazım olan rızkın gönderilmesi, bedenin ve
bedende çalışan hücrelerin beslenmesi Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir. Bu
isimler gibi Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde tecelli edip cilvesini
göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi, kaynakları hükmünde olan isimlere açılan
birer pencere hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarına
intikal ederler.
İnsan hem nakışlar vasıtası ile Allah’ın isimlerini okumak ve anlamak ile mükellef, hem
de bu isimlerin hüküm ve gereklerini hayatına aksettirmek yolu ile izhar ve ilan etmekle
mükelleftir.
Mesela, Allah kainatta Adl isminin hükmü ve gereği olan adalet ile iş görüyor ve bu
hükmü kainatın her noktasında tatbik ve tecelli ettiriyor. Biz de aynı tecelli ve hükmü, yani
adilane hareket etmeyi hayatımıza ve işlerimize tatbik edip ilan etmekle sorumluyuz. İşte bu
hükmü hayatıma tatbik edince, bir çeşit Şahid-i Ezeli'nin nazar-ı şuhud ve işhadına o isim ve
sıfatları sunmuş oluyorum. Diğer isimleri de buna kıyas edebiliriz.

"EMANET, aslında mimin ötresiyle fiilinden masdar olup eminlik, yani


başkasının hakları güvenilip inanılabilir, inanç olmak, inançlık huyu demektir.
Sonra güvenilip inanılan şeye de isim olmuştur ki, "Şüphesiz ki Allah size
emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisâ, 4/58) âyetinde bu mânâya idi.
"Emanet" "vedîa"dan daha geniştir, denilir. Burada her iki mânâ da olabilirse de
önceki daha uygundur. Çoğunlukla tefsirciler bunu "yükümlülükler" ve "farzlar"
diye tefsir etmişlerdir."
"Bunu şöyle anlamak gerekir. Allah'ın gerek kendi hakları ve gerek insanların
hakları ile ilgili emirlerinin ve yasaklarının, hükümlerinin yerine getirilmesine
Allah'ın emîn'i, inanç memuru olmak demek olan emanetini, yani Allah'ın diğer
eşyada olduğu gibi zorlama ile cebren değil, hoşnutluk ve gönülden tercihle
yaptırmak istediği serbest fiillerden emrine itaatla halifeliği demek olan görev ve
yükümlülüğü o göklere ve yere ve dağlara, yukarıda ve aşağıda o ağır ve büyük
varlıkların ve gök cisimlerinin hepsine teklif eyledik de onlar onu yüklenmekten
kaçındılar ve çekindiler, gerçi gökler ve yeryüzü, Allah Teâlâ'nın "İsteyerek veya
istemeyerek buyruğuma gelin." (Fussilet, 41/11) gibi kainata yönelttiği emirlerini
"İsteyerek geldik." (Fussilet, 41/11) diye isteyerek kabul ettiler. Öyle iken
başkalarının haklarının yüklenmek mânâsını ifade eden "emanet" kendilerine
teklif olunduğu zaman çekindiler ve ondan korktular. Emanet, böyle göklerin ve
yeryüzünün ve dağların dayanamayacakları derecede ağır, yerine getirilmesi zor,
sorumluluk getiren büyük ve korkunç bir yüktür."
"Burada "teklif" etmeyi ve "yüz çevirme"yi gerçek mânâsı üzere anlayan
tefsir bilginleri varsa da, çokları emanetin büyüklüğünü beyan için "temsili
istiare" biçiminde bir ifade olduğu kanaatine varmışlardır. Emanet ifa edildiği
takdirde sonuçları çok büyük bir keramet olduğu gibi, yerine getirilmediği takdirde
de hıyanet ve tazmin etmek cezası ile büyük bir rüsvaylıktır, rezalettir. İnsan ise
onu yüklendi, (belâ) dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti. O insan çok zalim ve çok
cahil bulunuyor. Her ferdi değil, insan cinsi."(1)

Özet olarak, Cenab-ı Hak insana, kendi isim, sıfat ve şuunatını tanıtmak ve kavratmak
için, insanı çok değişik ve geniş hissiyat, cihaz, ölçü ve kıyaslarla donatmıştır. Buna
Kur’an’da "emanet-i kübra" denilmiştir. Ene, emanet-i kübra olan insan mahiyetindeki
binlerce cihaz ve duygulardan sadece bir tanesidir.
(1) BK. Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Ahzab suresi, 72. ayet tefsiri.

Emanetin Bir Vechinin Ene Olduğu Belirtiliyor. Acaba


Başka Hangi Vecihleri Var?
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten
çekindiler, ondan korktular. İnsan ise, onu yüklendi. Şüphesiz o, çok zalim ve çok
cahildir." (Ahzab, 72)

Bu ayette geçen "emanet" kavramı farklı yorumlara müsaittir. Mesela, Gazali bu emaneti
"marifet ve tevhid" olarak açıklar. (Gazali, İhya, III, 14 ) Bu meyanda, "ne yer, ne gökler
beni içine almadı. Fakat mü'min kulumun kalbine yerleştim" (age. III, 15. Hadis, ehl-i
tasavvuf mabeyninde meşhur olup, müminin kalbinin Allaha muhatap olmasını ifade eder.
Hadis için bkz. Aclûnî, Muhammed, Keşfu'l-Hafa, Daru İhyai't-Türasi'l-Arabi, Beyrut, 1351
h., II, 195) hadisini nazara verir.

Muhyiddin b. Arabi, benzeri bir yaklaşımla "marifetullah'a güç, vüs'at" şeklinde


yorumlar. Çünkü insan âlemin meyvesidir. Nefsini alemde görür. Alemin tamamını içine
alan nefsiyle Rabbini görür. Bundan dolayı, alemin güç yetiremediğine güç yetirir, kalbiyle
Allah'a muhatap olur. (Alûsî, Ebu'l-Fadl, Ruhu'l-Meani, Daru İhyai't-Türasi'l-Arabi, Beyrut,
1985, XXII, 102)
Bursevi ise, emaneti üç mertebede ele alır.

1. Dinin mükellef kıldığı şeyler. Emanetin edası gerektiği gibi, bunların da gözetilmesi
gerekir. Mesela, akıl bir emanettir, azalar birer emanettirler. Ruhlar aleminde insandan
alınan misak ve ahitler, hep birer emanet durumundadır.

2. Muhabbet, aşk, incizab-ı İlahi. Bu birinci mertebenin neticesidir. İnsan, bu gibi


özellikleriyle meleklere üstün gelir. Gerçi, meleklerde de muhabbet vardır. Fakat onların
muhabbeti, terakkiye sebep olan mihnet, bela ve zor tekliflere bina edilmemiştir. Gerçek
terakki, sadece insan içindir.
3. Vasıtasız feyz-i İlahi. Bu feyz, ayette "zalumiyet ve cehuliyet" ile işaret olunan vücudî
perdelerden çıkmakla elde edilir.

Bu üç mertebeden birinci mertebe avam, ikinci mertebe havas, üçüncü mertebe ehass-ı
havas içindir. (Bursevi, VII, 249-250)

Nur Külliyatında emanetin çok cihetlerinden bir cihetinin de "ene" olduğu ifade edilir. Yani,
insan Allah'ın verdiği benlik ile Allah'ı tanır. Mesela, Kendi cüz'i ilmiyle Allah'ın külli
ilmini, cüz'i kudretiyle O'nun sonsuz kudretini tanır. (Nursi, Sözler, Sözler Yay. İst. 1987, s.
502-504)

Gök, yer ve dağa doğrudan Allah'a muhatap olabilecek kabiliyetler verilmediğinden, onlar
emaneti kabul etmemişler, çekinmişlerdir. İnsan ise, emaneti taşıyabilecek kabiliyette
yaratılmakla beraber, zulüm ve cehalet perdelerini aşmadan o ağır emaneti taşıyamaz,
kaldıramaz.

Emanetin insana arz edilmesi olayı nerede, ne zaman, nasıl


olmuş, izah eder misiniz?
"Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten
kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi. İnsan (bu
emanetin hakkını gözetmediğinden) cidden çok zalim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72)

Ayette ifade edilen emanet kavramı, müfessirler tarafından farzlar, yükümlülükler yani
dini tekliflerin tamamı, Allah’a itaat, akıl ve düşünme kabiliyeti, kaderin takdirine tevekkül
etmek, yer yüzüne halife olma kabiliyeti, tarzlarında tefsir edilmiştir.

"Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren


açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana
“ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle
tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla
keşfeder..."(1)

İnsana verilen benlik de emanetin bir unsurunu teşkil eder. Benlik bütün mahluklar içinde
yalnız insana verilmiştir. Eğer insandaki ene (ben) gerçek mahiyetini anlayıp Rabbine
yönelmezse dünyayı zulüm, inkâr ve şirkin dehşeti ile dolduran bir mahiyete dönüşür.
Emanetin insana verilmesinin ayette bu tarzda ifade edilmesine edebiyatta intak sanatı
deniyor. İntak söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek, onun namına konuşmak, nutka
getirmek, söyletilmek ve dile getirmek gibi manalara geliyor.
Kısacası ayette intak-ı bilhak yapılıyor. İntak-ı bilhak ise, Hakk'ın söyletmesi,
Cenab-ı Hakk'ın konuşturması, inayet-i Hak ile hakikati olduğu gibi dile getirmek gibi
manalara geliyor. Dolayısı ile ayette ifade edilen emanetin teklif veya arz edilişi bir zaman
ve mekanla ilgili değildir. Zaten nerede ve ne zaman olduğu ile ilgili sahih kaynaklarda bir
izah ve açıklama da bulunmuyor.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.

Emanetin şuursuz olan gök, yer ve dağlara teklif edilmesi


ne manaya geliyor? Teklif ancak akıl ve şuur sahiplerine
yapılmaz mı?
Kur'an-ı Kerim'de soyut ve ince hakikatleri teşbih ve temsil dürbünü ile akla
yaklaştırmak, önemli bir anlatım metodudur. Kur'an-ı Kerim, muhatap kitlesinin ekserisi
avam olmasından dolayı teşbih, temsil araçlarını sık sık kullanıyor. Teşbih ve temsiller,
mercek gibi ince ve dağınık hakikatleri derleyip topluyor ve okunaklı hale sokuyor.
Ayetin burada "emaneti göklere ve dağlara teklif etmesi," emanetin ağırlığına ve
önemine atıfta bulunmak içindir. Yani insana der; "Öyle önemli ve kıymetli bir emanet
sana tevdi ediliyor ki, faraza bu emanet mücessem bir hale girse, ağırlığını yerler,
gökler ve dağlar taşıyamazdı." Bu ifade tarzı sade ve soyut ifade tarzından daha beliğ ve
keskin bir ifadedir. Yoksa, burada gök, yer ve dağ, hakiki anlamda muhatap alınmıyor.
Mecazi anlamda muhatap alınıyor.

Enaniyetin kullukla ilişkisi nedir, kulluğu bu noktada


biraz açar mısınız?
Ene farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde var
gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur.
Mesela insanın ailesine, benim ailem demesi, evine, benim evim demesi, vücut ve azlarına
benim vücudum ve benim azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki
benim ifadesi enedir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar
insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.
Allah insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak
için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi, Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela der, ben şu küçük hanemin sahiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin sahibi ve
Rabbidir. Ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp
yarattı; ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir her
şeye muttalidir vs. İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah’ın
sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu
kıyası yapmayacağı için Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.
Burada izah ve tarif edilen ene ve benlik hissinin yüzü, insana terakki veren, insana marifet
kapılarını açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür. İnsan bu
farazi ene duygusunu bu cihetle kullandığı zaman, kulluğun temelini ve özünü yakalamış
oluyor. İnsanın manevi cephesi, Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak üzere tasarlanmıştır;
insana düşen ise bu tasarımı bu yönde sarf etmesidir.
Üstad Hazretleri ene duygusunun mahiyetini ve kulluk ile olan ilişkisini en güzel ve kapsamlı
olarak Ene ve Zerre risalesi olan Otuzuncu Söz'de izah ediyor; tafsilat için bu risale
incelenebilir.

Enbiya, mürselin, evliya, sıddıklar, neden kuvveyi akliye


sınıfına konulmuş? Onlar sadece akılla mı terakki etmişler
veyahut diğer gadap ve şehvani hislerin müspet inkişaf
etmesi onlar da yok mu ki sadece kuvveyi akliye ile
değerlendirilmişler?
Hazreti Ali (ra) cesurdur vurgusu yapılırken -hâşâ- diğer üç halife korkak manası
anlaşılmaz. Hazreti Osman (ra) haya abidesi denildiğinde haşa diğer üç halife bu hasletten
yoksun manası çıkmaz.
Peygamberler ve evliyalar akıl kuvvesinin mahsulüdür derken -hâşâ- diğer iki duyguda
varlık gösterememişler denilemez.
Akıl, öfke ve şehvete nispetle daha ulvi, daha nurani bir kuvve olduğu için,
peygamberlerin ve sıddıkların akla nispeti daha makul ve daha makbuldür. Yoksa
peygamberler ve sıddıklar hikmet, şecaat ve iffetin zirvesindedirler, kimse bu hususta
onlara yetişemez.
Bir hasletin ön plana çıkması, diğer hasletlerin onda olmadığı anlamına gelmez.

Ene = nefsi emmare mi? Nefs terakkisi aslında nefsi


emmarenin terakkisi mi? Eğer öyle ise ve ene nefsi emmare
ise, terakkisi de aynıdır denilebilir mi? Risalelerden yola
çıkarak cevaplar mısınız?
Evvela, nefis ile eneyi tamamen bağımsız düşünmek yanlış olacağı gibi, ikisini aynı
kabul etmek de aynı şekilde yanlış olur. Nefis, ene duygusunu besleyen bir temel madendir.
Nefis ne kadar kavi olursa ene de ona nispetle kavi olur.
İkincisi, nefis ve ene gibi duygular insanın manevi mücadelesinde ana unsurlardır.
İnsanın manen terakki ve tekemmül etmesi bu gibi düşmanlarla mümkündür. Bu sebeple
Allah her insana kapasitesi nispetinde ene ve nefis düşmanı veriyor ve bunu ömrünün son
dakikasına kadar devam ettiriyor. Hatta çok büyük evliyalar nefislerini tam öldürdükleri
halde nefsin manasını ve vazifesini gören ikinci bir mecazi nefisten söz edip şikayet
etmişler. Allah insanı dünya hayatında rakipsiz ve düşmansız bırakmıyor.
Üçüncüsü, nefsin terakki etmesi demek, onun kötü ve harama sevk eden hissiyatlardan
arındırılması ve Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğen bir yapıya girmesi anlamındadır
ki, tasavvuf ehli bu süreci muhtelif kategorilere ayırmışlar. Nefis bu terakki sürecinde nasıl
safileşiyor ise, aynı şekilde benlik duygusu da asıl mecrasına giriyor demektir.
Dördüncüsü, ene farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani hakikatte
olmadığı halde var gibi düşünülen bir sahiplenme bir kabullenme duygusudur. Mesela
insanın, ailesine benim ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve azlarına benim
vücudum ve benim azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki “benim”
ifadesi enedir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar insanın
değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.
Allah, insana bu sahiplenme duygusunu, mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas
yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan birer pencere gibidir. İnsan bu pencereler
ile Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela der, ben şu küçük hanemin terbiye edicisiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin
Rabbidir; ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp
yarattı, ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir,
her şeye muttalidir vs. İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah’ın
sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi insan bu kıyası
yapmayacağı için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.
Burada izah ve tarif edilen, ene ve benlik hissinin yüzü, insana terakki veren, insana
marifet kapılarını açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür.
İnsan bu farazi ene duygusunu bu cihetle kullandığı zaman, kulluğun temelini ve özünü
yakalamış oluyor. İnsanın manevi cephesi Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak üzere
tasarlanmıştır. İnsana düşen ise bu tasarımı bu yönde sarf etmesidir.
Yani ene biraz fikri ve felsefi bir olgu iken, nefis cismi ve maddi bir olgudur. İkisinin de
terakki ve temizlenme süreçleri hem biribirleri ile irtibatlı, hem de tarz ve usulleri biraz
farklıdır. İlk başta ifade ettiğimiz gibi ikisi ne aynıdır ne de bir birinden tamamen kopuktur.

Ene bahsinde "adem"deki elif'in, enaniyeti temsil ettiği


söyleniyor; acaba "dal ve mim" harfleri neyi temsil
ediyorlar?
ELİF: Dik duruşuyla, enâniyet ve gururu.

DAL: Eğik duruşuyla, rüku hâlini.

MİM: Secde hâlini temsil ediyor denilebilir.

Bu üç hal, birbirini tamamlamakla, adamı gerçek ADaM yapar.

Ene bahsinde geçen "emanet" tam anlamıyla nedir?


"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten
kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim,
çok cahildir." (Ahzâb, 33/72)

"Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit


vücuhundan bir ferdi, bir veçhi ene'dir. Evet, ene, zaman-ı Âdem’den şimdiye
kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile
müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir."(1)

Emanet-i Kübra; insanın bütün mahiyeti olup, ene bu büyük emanetin sadece bir cüzü,
bir vechesidir.
İnsanın iradesi, duyguları, kabiliyetleri yani maddi ve manevi bütün cihazları, bu
emanetin yönleri ve ayrıntıları şeklinde değerlendirilebilir. Zira insana takılan herbir duygu
ve cihaz, Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamak ve kıyas yapabilmek için programlanmışlar.
İnsan bu emanetleri İlahi maksatlar doğrultusunda kullanır ise emanete sahip çıkmış olur, yok
nefis ve heva cihetine sarf ederse emanete hıyanet etmiş olur.
(1) Sözler, Otuzuncu Söz

Ene bahsindeki "elektirik, alet, öteki taraf, bahar mevsimi,


şenlik, sahra-yı azim, boğucu bulut, saik, tahtezzemin,
denizin hiddeti, fırtınanın tehditi, seyyahlar, asansörler,.."
ifadeleri ne anlamlara geliyorlar?
Alet ve Elektrik: Vahyin hidayet nurunu temsil ediyor. Evet vahyin hidayet nuru ile
hadiselere bakılırsa her şeyin içyüzü ve sırrı anlaşılır. Ama vahyin hidayetini bir kenara atıp
akıl ile hareket edilirse, her şey karanlık, her hadise anlaşılmaz olur.
Öteki taraf: Kainata bakış iki türlüdür. Birisi iman ve hidayetin bakışı, diğeri ise
felsefe ve küfrün bakışıdır. Felsefe ve küfrün bakış açısında kainat koca bir hiçlik ve
karanlık iken, iman ve hidayetin bakış açısında kainat bahar mevsimi gibi şenlik ve güzeldir.
Yani insan iman nuru ile kainata bakarsa her şey güzel ve şenlikli, küfür karanlığı ile
bakarsa her şey yaslı ve karanlıklı oluyor. Burada geçen öteki taraf iman nuru ve bakışıdır.
Şenlik ve Bahar Mevsimi: İmanın bakışından doğan güzellikleri simgeleyen bir
teşbihtir. Mesela, küfrün bakışına göre kabir bir hiçlik kuyusu iken, imanın bakışında ebedi
bahara açılan, yani cennete açılan bir girizgahtır.
Sahra-yı azim: Kainat ve içinde yaşadığımız dünyadır. Boğucu bulut ise küfrün
bakışından kaynaklanan hadiselerin insanı ruhen ve kalben sıkması demektir. Evet kafirin
nazarında deniz, bulut, fırtına, sel, deprem düşman gibi algılanırken; imanın nazarında dost
ve vazifesini yapan bir memur gibi algılanır. Bu da insanın ruhunda müspet veya menfi bir
etki doğurur.
Seyyahlardan maksat; insanlar ve insanların havas tabakasını teşkil eden filozoflarıdır.
Evet, her insan şu kainat ve dünya içinde bir misafir ve seyyahtır. Hedefi ise ahirettir. Lakin
bu seyyahların bir çoğu aklına itimat edip vahyin terbiyesine girmediği için, dünya yolunda
telef oluyorlar.
Asansör, zembil, uçak, otomobil gibi şeyler, insan fikrini istikamet ve hakka götüren ayet
ve hadislere işaret ediyor. Evet, her bir ayet ve hadis insanın fikrini alıp ötelere götürür,
mücerret akıl ile ulaşılamayacak noktalara ulaştırır. Kah sema tabakalarını gezdirir, kah
kabrin arkasına götürür, kah cennet bahçelerinde gezdirir, kah cehennemin dehşetli alevleri
ile ısındırır...

"Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki
seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi
anlıyorum ki, şunlar Kur'ân'-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir."(1)

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

Ene Duygusunun Tezahürleri Hakkında,.. İnsanoğlu


neden; aklı, şuuru, görmesi gibi her şeyi kendinin yaptığını
zannediyor?
Tafsilâtı, Otuzuncu Söz olan Ene Risalesi'nde anlatıldığı üzere, insanın vesile olduğu
eşya ve hâdiseleri kendine mal etme zânnı, insanda ki benlik duygusundan
kaynaklanmaktadır. Bu benlik duygusu "Ene" olarak isimlendirilir. Tâbir-i diğerle,
mâlikiyet duygusu da diyebiliriz. Bu duygu, en kâmil anlamda insanda ve sonra cinlerde
bulunmaktadır.

Bu duygunun varlığı, büyük bir nimet ve mazhâriyettir. Kâinattaki nice hakikatler ancak bu
duygu sayesinde anlaşılmaktadır. Kur'ân'ın terbiyesinden geçen "Ene" insana bir mürşit gibi
istikâmeti tarif eder ve yanlışlardan kurtarır. Ancak, terbiye görmemiş bir ene duygusu,
sahibini firavunluk ve nemrutluğa giden yolda sürükler götürür.

İşte bu duygudur ki, âciz ve bir mikroba mağlup olan insandan, Firavun ve Firavun gibi
haddini aşan insanları tarih sahnesine çıkartmıştır. Kendisinde bu "Ene" duygusunun
olmayışı sayesindedir ki, koskoca güneş bir emirber nefer gibi, bir saniye dâhi şaşırmadan
kulluğunu yapar ve gururlanmaz.

Ayrıntıları, Ene Risalesine havale ederek, ene duygusunun veriliş hikmeti ile ilgili bir kaç
misal vermek istiyoruz.

Benlik duygusu sayesinde, içinde kaldığımz evi sahipleniyoruz. Benim evim diyoruz ve
buradan yola çıkarak; "Ben nasıl ki, bu evin sahibiyim, öyle de, şu kâinat denen evin de,
bir sahibi vardır." demek suretiyle, Allah'ın varlığına giden önemli ve kesin bir delili
bulmuş oluyoruz.

Bir baba olarak sahip olduğumuz ev de, bir düzenin olmasını isteriz. Bu düzene ve kurallara
dikkat etmeyen çocuklarımızı cezalandırmayı ve dikkat gösterenleri de mükâfatlandırmayı
isteriz ve yaparız. Bu yaklaşım, bir dâire amirinden, bir ülkedeki lidere kadar herkesin
mürâcaat ettiği bir durumdur.

İşte bu duygudan yola çıkarak, şu kâinat ülkesinin de bir idârecisi vardır. İtâat edenleri
mükâfatlandıracaktır. İsyan edenleri ise, cezalandıracaktır hükmüne varırız. Bu ise, kâinatın
sahibi ve maliki olan Allah'a itâate sevkedecektir insanları. Böyle bakmayan bir insan ise
"Ene" duygusu sâyesinde her şeyi sahiplenmeye çalışacak ve şımararak kendini
kaybedecektir.

Diğer taraftan kendisindeki organlar ve duygular için de, aynı bakışı kullanacaktır. Şöyle ki;
Düzenli bir iş yapmak için görmeye ihtiyacımız vardır. "Şu kâinatta ki düzen ve fâaliyet,
her şeyi gören bir Zât'ın varlığını ispat eder." der, Bâsîr ismini anlar. Böylece kendisinde
ki cüz'î ölçücükler ile Allah'ın sonsuz isimlerini kavrar.

Hâsılı; "Ene" duygusu insanı hakikata götürdüğü gibi, hakikattan uzaklaştırması da


mümkündür. Yeter ki, Kur'ân terbiyesinden ve tezgâhından mahrum kalmasın.

İlave biligi için tıklayınız:


Cenab-ı Hak insana "ene" namında bir miftah vermiş...

Ene için ifade edilen "...vücud-u insaniyetin kalın ipinden


şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip
ve şahsiyet-i ademiyetin kitabından bir eliftir." cümlesini
nasıl anlamalıyız?
Ene farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde var
gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur.

Mesela insanın ailesine "benim ailem" demesi evine "benim evim" demesi, vücut ve
azlarına "benim vücudum ve benim azalarım" demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte
buradaki "benim" ifadesi enedir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne
de azalar insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.

Allah, insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak
için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.

Mesela der "Ben şu küçük hanemin malikiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin Maliki ve
Rabbidir; ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp
yarattı; ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir,
her şeye muttalidir." vs.

İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah’ın sonsuz isim ve
sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı
için Allah’ın o sonsuz sıfatlarını da idrak edemeyecekti.

Enenin şuurlu bir tel, ince bir ip, kitaptan bir elif ile tarif edilmesi cüziliğine ve icat ve
yaratma noktasından bir hiç olduğuna işaret etmek içindir. Enenin bu noktalarını düşünmeyip
felsefe ile eneyi besleyenler ene duygusunu şer noktadan inkişaf ettirip, en sonunda her şeyin
sahibi ve yaratıcısı olduğu zannına kapılmışlar. Firavunların, nemrutların, şeddatların ilahlık
davalarının temelinde bu sakat ve safsata bakış açısı vardır. Ene, yani benlik ve sahiplenme
duygusu insana verilen bir kıyas aleti, bir mukayese ölçücüğüdür; yoksa sapkın felsefenin
iddia ettiği gibi, bir varoluş ve başkaldırıma aracı ve vasıtası değildir. Tel, ip ve elif
tabirleri enenin kendi başına bırakıldığında ne kadar aciz ve cüzi kaldıklarına bir temsildir.

Özet olarak bizdeki ene yani benlik hissi, hakiki değil nispi ve itibaridir. Bu sebeple Allah
ile mukayese edilmesi hakikat noktasında değil itibari ve nispi bir noktadadır. Bizim diye
sahiplendiğimiz cüzi kudret, ilim, mülk gibi şeyler haddizatında Allah’ındır; biz sadece
kıyas yapabilmek için mecazi bir şekilde bizim diye hissediyoruz. Bu noktadan Allah’ın ne
hakikat noktasında ne de itibari noktada bir benzeri ve zıddı yoktur.

Ene için "şuurlu tel" ifadesi kullanılıyor. Acaba enedeki


şuur ile akıldaki şuur aynı mı?
Bir marangoz ne kadar zeki ve maharetli de olsa, alet ve edevatı olmadan çıplak eli ile
güzel bir panjur yapamaz. Aynı şekilde insanın aklı ne kadar keskin ve geniş de olsa ene,
kalp, vicdan gibi manevi alet ve edevatlar olmadan, Allah’a dair hakikatleri kavraması ve
hazmetmesi mümkün değildir.
Yani şuur denilen şey enenin hassas ölçüsü, aklın keskin kavrama yeteneği, vahyin
tarifnamesi olan hidayetinden çıkan bir sonuç bir neticedir. Bu duyguların ortak yansıması
olan şuuru sadece akla ya da eneye atfetmek yanlış olur. Enesiz akıl, akılsız ene şuura
ulaşamaz.
Öyle ise şuur denilen şey insan mahiyetinde bulunan bütün duygu ve aletlerin ve dahi
vahiy ve hidayetin kolektif bir muhassalası bir bileşkesidir denilebilir. Piyasada çok zeki ve
akıllı olup da şuur yoksunu insanlar çoktur.

Ene için neden "âlem-i insaniyetin etrafına dal budak


salan..." tabiri kullanılıyor? Cinler ve diğer zişuurlar buna
dahil değil midir?
İnsanın kainata halife olup bütün mahlukat üzerinde bir imtiyazının olmasında enenin
payı büyüktür. İnsana takılan ene ve nefis, insanın marifet noktasında çok geniş bir makama
sahip olmasına sebebiyet vermiştir. İnsan format olarak melek ve cinlerden üstün ise, bu
üstünlüğün sebeplerinden birisi de enedir.
Allah insana ene duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için
vermiştir.Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme duygularının
hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile Allah’ın isim
ve sıfatlarını kavrar ve tanır. Allah’ın bütün şuunat, sıfat ve isimlerini insan bu ene dürbünü
ile seyreder.
Cinler ve meleklerde enenin bu kapsam ve genişliği bulunmuyor. Bu husus ayette zımni
olarak şöyle ifade ediliyor:

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten
kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim,
çok cahildir." (Ahzâb, 33/72)

Üstad Hazretleri bu ayetin tefsiri sadedinde şunları ifade ediyor:

"Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit


vücuhundan bir ferdi, bir veçhi ene'dir. Evet, ene, zaman-ı Âdem'den şimdiye
kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile
müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir."(1)

Ene ve benlik öyle bir histir ki, hayırda istihdam edersen aziz ve yüksek bir kul yapar,
şerde ve küfürde istihdam edersen, uluhiyet davasına kadar gider. Bu sebeple ene insanlık
alemini kuşatan ve iki yüzü olan bir kanat gibidir. Bütün hayırlı insanlar enenin müspet
yüzünden çıktığı gibi, bütün şerli insanlar da enenin menfi yüzünden çıkmışlardır. İşte
enenin insanlık aleminde dal budak salması bu anlamdadır.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

Ene için neden “bir elif bir noktadan ibarettir” denilmiş?


"Ene" kelimesi elif harfiyle başlar, nokta ise küçüklüğe bir remizdir. Bilindiği üzere,
atom da son derece küçüktür.

Ayrıca, "Allah" lafza-i celali de elifle başlar. Elif harfi Allaha bir sembol olarak da
değerlendirilir. Böylece "eneden hüve" görülebilir. Yani, kişi "ben yaptım" dediği
şeylerin gerçekte ilahi kudret ile vücuda geldiğini görür ve "mülk Onundur, hamd de Ona
mahsustur" der.

Ene ile cüzi ihtiyari arasında nasıl bir münasebet vardır?


Cüzi ihtiyari enenin bir parçası mıdır? Eneyi
yönlendirebiliyorsa onun bir parçası olabilir mi?
İnsandaki enaniyet ve benlik; farazi ve vehmi bir sahiplik ve sahiplenme duygusudur.
Yani hakikatte olmadığı halde, var gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme
duygusudur. Mesela; insanın ailesine benim ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut
ve azalarına benim vücudum ve benim azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte
buradaki "benim" ifadesi enedir.
Halbuki hakikat noktasından; ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar insanın değildir.
Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır. Allah, insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve
sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret,
cüzi irade, cüzi sahiplenme duygularının hepsi, Allah’ın isim ve sıfatlarına açılan bir
pencere gibidir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar ve
seyreder.
Mesela; insan der, ben şu küçük hanemin müdebbiriyim, Allah ise bütün kainat hanesinin
Rabbidir; ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp
yarattı; ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir her
şeye muttalidir; vs... İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak, Allah’ın
sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu
kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını da idrak edemeyecekti.
İnsandaki cüzi irade de, bu enenin bir teli, bir cüzüdür. Lakin en önemli teli ve en etkili
cüzüdür. Tabiri yerinde ise; cüz'i irade benlik şehrinin reisidir. Allah, hikmeti gereği iradeyi
enenin reisi ve amiri yapmış diyebiliriz. Başbakan da insan; ama insanlara reislik
yapabiliyor.

Ene mahluk mudur?


Ene, izafi ve itibari bir şey olduğu için, mahlukat cinsinden denilemez. İnsanın varsayımı
ya da kendininmiş gibi sahiplenmek duygusudur.
Üstad Hazretleri ene için "mevhum" tabirini kullanıyor. Mevhum ise; aslı olmadığı halde,
zihinde var gibi kabul edilen şeyler demektir. Demek ene denilen şey, aslı olmadığı halde,
var kabul edilen bir zihni olgudur.
Mesela; göz, kulak, burun için, benim gözüm, benim kulağım, benim burnum diyoruz; halbuki
göz, kulak ve burun hakikatte insana ait değil, Allah’a aittir. Ama sahiplenme duygusu
sayesinde benim diyoruz.
Bu sahiplenme duygusu, Allah’ın mutlak sıfatlarını idrak etmek için mevhum bir şekilde
insana veriliyor. Yani insan bu varsayım ve itibari sahiplenmek duygusu ile, Allah’ın
sıfatlarını hissedip idrak edebiliyor. Bu noktadan bakacak olursak, ene denilen mevhum
sahiplenme halleri, hakikatte bir ağaç, bir yıldız gibi mahluk sayılmazlar.
Mahluk daha çok harici bir vücut ve maddi bir varlık anlamında kullanıldığı için, eneye bu
noktadan mahluk diyemeyiz. Zira ene denilen şeyin harici ve maddi bir vücudu yoktur.
Ene neden tehlikelidir ve neden ona itimat edilmez?
Bizdeki ene yani benlik hissi, hakiki değil nispi ve itibaridir. Bu sebeple Allah ile
mukayese edilmesi hakikat noktasında değil itibari ve nispi bir noktadadır. Bizim diye
sahiplendiğimiz cüzi kudret, ilim, mülk gibi şeyler haddizatında Allah’ındır. Biz sadece
kıyas yapabilmek için mecazi bir şekilde bizim diye hissediyoruz.
İnsandaki görme, işitme, hissetme, kuvvet gibi şeyler hakikidir, ama Allah’ın isim ve
sıfatlarının birer işleri birer tecellileridir. Bizim bunları farazi ve hayali bir surette
sahiplenmemiz ise Allah’ın sonsuz sıfatlarını kıyas ile idrak etmek içindir. Yoksa insan bu
cüzi hakiki fiiller noktasından da tam bir teslimiyet ve cebir içindedir. Yani bunlara hakiki
anlamda sahip ve malik değildir. İnsanın buradaki tek sorumluluğu Allah’ın sonsuz sıfatlarını
kavramak için farazi bir temellük yapmasıdır. Şayet bu temellük yani sahiplenme felsefenin
tesiri ile hakiki bir surete dönerse, yani kul kendini gerçek malik sayarsa, işte mesuliyet
orada başlar.
İnsan ene noktasında ince bir çizginin üstünde gidiyor. Sağa kayarsa hakka gider, sola
kayarsa batıla sapar.
İnsan felsefeden aldığı var olma dersi ile farazi ve hayali olan benlik hissine vücut rengi
verirse, Firavun olmaya kadar giderken; aynı farazi ve hayali benliğini Allah’ın isim ve
sıfatlarında kullanırsa bu kez de salih ve aziz bir kul olur. İnsandaki iman ve hidayet artıkça,
ene denilen sahiplenme duygusu incelir, altında Allah’ın isim ve sıfatları tebarüz etmeye
başlar.
Aynı ene küfür ya da gafletten gelen ülfet perdesi ile kalınlaşır, altında hakiki anlamda
iş gören ve işleyen isimler görünmemeye başlar ve insan kendi kendinin sahibi olduğunu
zannetmeye başlar ve en sonunda da müstakil bir İlah olduğu vehmine kapılır. Nasıl afaki
alem olan kainattaki tabiata materyalistler ilah diyorlarsa, aynı şekilde enfüsi alem olan
eneye de materyalistler aynı ilah diyorlar. Yani tabiat onların nazarında makro ilah iken,
benlik ve ene de mikro ilah oluyor. Tabiatı küçültsen ene olur, eneyi büyütsen tabiat
olur.
Ene ve tabiata felsefe gözlüğü ile bakılırsa ve öyle de kabul edilirse o ene ve tabiat
mevhum ve itibari bir şey iken, gerçek ve sabit bir şey telakki edilir demektir. Hakikatte ene
ve tabiat öyle olmasa bile, maddeci filozofun sübjektif aleminde öyle gibi algılanıyor
maalesef. Bu da enenin ne kadar tehlikeli ve güvensiz bir araç olduğunu gösteriyor. Bu
yüzden mümin asla benlik hissine itimat etmemelidir. Benliğine itimat edenlerin sonu
Firavunluk iken, ondan korkup hakka yönlenlerin sonu hidayet ve rahmettir. Bu yüzden eneye
itimat edilmez ve edilmemelidir.

Ene Nedir, Vahid-i Kıyasi Olmasını Nasıl Anlamalıyız?


Bizdeki ene, yani benlik hissi hakiki değil, nispi ve itibaridir. Bu sebeple Allah ile
mukayese edilmesi, hakikat noktasında değil, itibari ve nispi bir noktadadır.
Bizim diye sahiplendiğimiz cüzi kudret, ilim, mülk gibi şeyler, haddizatında Allah’ındır. Biz
sadece kıyas yapabilmek için mecazi bir şekilde bizim diye hissediyoruz. Bu noktadan
Allah’ın, ne hakikat noktasında ne de itibari noktada bir benzeri ve zıddı yoktur.
İnsandaki görme, işitme, hissetme, kuvvet gibi şeyler hakikidir; ama Allah’ın isim ve
sıfatlarının birer işleri, birer tecellileridir. Bizim bunları farazi ve hayali bir surette
sahiplenmemiz ise, Allah’ın sonsuz sıfatlarını kıyas ile idrak etmek içindir. Yoksa insan bu
cüzi, hakiki fiiller noktasından da tam bir teslimiyet ve cebir içindedir. Yani bunlara hakiki
anlamda sahip ve malik değildir. İnsanın buradaki tek sorumluluğu Allah’ın sonsuz sıfatlarını
kavramak için farazi bir temellük yapmasıdır. Şayet bu temellük, yani sahiplenme felsefenin
tesiri ile hakiki bir surete dönerse, yani kul kendini gerçek malik sayarsa; işte mesuliyet
orada başlar. İnsan ince bir çizginin üstünde, sağa kayarsa hakka gider, sola kayarsa batıla
sapar.
Özet olarak farazi ve hayali olan benlik hissine vücut rengi verirse firavun olmaya kadar
giderken, aynı farazi ve hayali benliğini Allah’ın isim ve sıfatlarında kullanırsa bu kez de
salih ve aziz bir kul olur.

Ene Risalesi'nde nübüvvet ile felsefe kesin çizgilerle


ayrılmış. Şu var ki, felsefenin düşünce tarzını çok hafif de
olsa Müslümanlar olarak, bilmeyerek ya da nefse uyarak
benimsemişiz. Mesela rahata düşkünlük, ben merkezli
düşünme, farzlardan uzaklaşma ..
Bu asırda materyalist felsefe çok ileri gidip, kalp ve ruhlara sirayet ettiği için,
Müslümanın dünyası da bu sari hastalıktan nasibini almıştır. Maddecilik fikriyatı, dem ve
damarlarımıza sızan ince ve tehlikeli zehirli bir sıvı gibidir. Mahiyetimize girdiği zaman,
fıtratta potansiyel olarak bulunan bütün şer kabiliyetlerini tahrik edip inkişaf ettiriyor.
Malum, insanın fıtrat tarlasında hayır ve şer tohumları beraber bulunuyor. Bu fıtrat
tarlasına iman ve İslam suyu salınırsa, hayır tohumları yeşeriyor; küfür ve gaflet suyu
salınırsa, bu kez de şer tohumları yeşeriyor.
Manevi hastalıklar ve ahlaki erozyonlar iman zafiyetinin bir neticesidir. Üstad
Hazretlerinin bütün mesaisini iman üzerine teksif etmesinin en mühim sebeplerinden birisi
de bu noktadır.
Çözüm, imanımızı taklitten tahkikiye çevirmek ve İslam terbiyesi ile nefis ve ene gibi
tehlikeli duyguları terbiye etmektir. İnşallah Risale-i Nurları çok okuyup iman hizmeti ile
meşgul olursak, bu gibi manevi ve ahlaki marazlardan kendimizi kurtarabiliriz.

Ene Risalesindeki; ene'nin bir vechini nübüvvet tutmuş


gidiyor, diğer vechini felsefe tutmuş geliyor, ifadesini izah
eder misiniz?
Enenin hayırlı vechesini nübüvvet, şer vechesini ise felsefe tutmuştur. Zaten
risalenin kapsamı da bunun örnekleri ile doludur. Ancak birisi için geliyor, diğeri için ise
gidiyor tabiri kullanılmıştır. Bu iki farklı kelime bilerek kulanılmıştır. Gidiyor kelimesi
nübüvvet için, geliyor kelimesi ise felsefe için kullanılmıştır.

Hikmeti ise, Nübüvvet, gelip maksadına ulaşmış ve yoluna devam edip gidiyor; felsefe ise
hala maksadına ulaşmadığı için hala sorular sorarak geliyor. İşte bu mana iki kelime ile
ifade edilmiştir.

Ene Risalesi'ndeki Ayet-i Kerime'de "Emaneti dağlara


verdik aciz kaldılar." ifadesinde emre itaatsizlık var gibi
görünüyor. Mevcudatın seçme hakkı var mı ki
taşıyamıyorlar? Ya da Allah onların bu yükü
taşıyamayacaklarını bilmiyor mu ki?..
Cenab-ı Hak Hakimdir, abes iş yapmaz. Bütün kainat ise, bu İlahi hikmete şahittir.
Elbette dağların, arzın ve semavatın kaldıramayacakları bir işi onlara yüklemesi gibi bir
hikmetsizliği yapmaktan münezzehtir. Öyleyse Ayette geçen bu gibi ifadelere şöyle manalara
verilebilir:

1. Allah (c.c) onların bu emaneti taşıyamayacaklarını bildiği halde, doğrudan onlara emaneti
teklif etmiştir. Fakat burada onlara emaneti teklif etmesi, onların bu yükü taşımaları için bir
zorlama değildir; onların bu yükü taşıyamayacaklarını onlara ihsas etmektir. Çünkü, bütün
varlık alemi, Allah'ın insana neden bu kadar ehemmiyet verdiğini anlayamamıştır. Allah
(c.c) tüm varlığın kaldıramayacağı bir yükü, ancak insanların taşıyabileceğini onlara ihsas
etmiştir.

2. Allah (c.c), onların durumlarını ve kapasitelerini bildiği için onlara değil de, onların
fıtratlarına bu soruyu doğrudan sorup yine fıtratlarının verdiği cevabı bize yansıtmıştır. Yani
bu ayet ile, insan hariç tüm varlıkların bu emaneti kaldırabilecek gücü olmadığını, bize ders
veriyor. Dolayısıyla Allah (c.c) onların bu yükü yüklenecek özellikte olmadıklarını, böyle
bir ifade tarzıyla ortaya koyuyor.

3. Bu ayet ile Allah (c.c), doğrudan doğruya insanı muhatab tutup, ona bazı gerçekleri ihsas
ediyor. Yani insana, "Ey insan! Allah sana öyle bir şeref vermiş ki semavat, arz ve
dağlara bu şerefi vermemiştir. Bu şerefin verilmesinin sebebi ise, emaneti
taşıyabilmendir. Bütün varlık alemi, senin taşıdığın emaneti taşıyabilecek kapasiteye
sahip değildir. Bu nedenle bu yükü hakkıyla kaldırdığın vakit, tüm varlıklardan üstün ve
şerefli olacaksın. Şayet bu emaneti kaldırmak için gayret sarf etmezsen, o zaman çok
zalim ve çok cahil olursun." dersini, bu ifadelerle vermiş bulunmaktadır.

İlave bilgi için tıklayınız: Emanetin Bir Vechinin Ene Olduğu Belirtiliyor, Acaba Başka
Hangi Vecihleri Var?
Ene Risalesi'nin şerhini yapan bir zatın eserinde, amel-i
felsefe tabiri geçiyor, bu konuda bilgi verir misiniz?
Öncelikle bahsi geçen eser ve eserdeki düşünceler, bir şahsın Risale-i Nurlardan
anladığı yorum ve manalardır. Bu mana ve yorumlar isabetli de olabilir, isabetsiz de
olabilirler. Bu yüzden bu mana ve yorumları Risale-i Nurların orijinal metni gibi takdim
etmek yerine, Risale-i Nurların bizzat kendi metinlerinin izahını istemeniz daha uygun ve
doğru olur. Zaten bizim sitemizin gaye ve maksadı, Risale-i Nurların metni üzerinden gitmek
ve onların anlaşılması için bir katkıda bulunmaktır. Kesinlikle "Risale-i Nurlar böyle
anlaşılmalı ve böyle yorumlanmalıdır" diye bir iddiamız olmaz ve olamaz da. Esas olan
Risale-i Nurların orijanal metinleridir.
İkinci olarak, Mutezile ameli bir mezhep değil itikadi ve fikri bir mezheptir, müellif
bunu neye binaen söylemiş, anlamak zor. Kelam ilminde Ehl-i sünnetin en büyük rakibi
Mutezile Mezhebi'dir ki, Mutezile Mezhebi'nin daisi ve menbaı da Yunan felsefesidir; bunlar
kelam tarihinin zahir meseleleridir. Mutezilenin sistematik bir şekilde amele dair hiçbir fikir
ve görüşü tarihte nakledilmez, belki şeriata dair bazı konularda yorumlama teknikleri vardır,
lakin böyle cüzi birkaç meseleden hareketle Mutezile'ye ameli mezhep denilemez. Ameli
felsefe tabiri kulağı ve zihni tırmalıyor, tekellüflü yani zorlama bir tevil gibi duruyor.
Ebu'l Alâ-i Maarrî ve Ömer Hayyam pesimist (Karamsarlık Felsefesi) ve ayrıca
felsefi yönü olan edebiyat ve şair kimselerdir.

"Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu'l-Alâ-i


Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i
emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir
sille-i tahkir ve tekfir yiyip "Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz,
zındıkları yetiştiriyorsunuz" diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar."(1)

Üstad Hazretlerinin yukarıdaki ifadelerinden hareketle, bu isimlere böyle bir tasnif


yapmış olması olabilir. Yalnız "ilmi ve ameli felsefe" tanımlaması hatalı ve ilmi usul ile
bağdaşmıyor. Ibn Sina ve Farabî gibi zatlar İslam filozoflarıdır, lakin Ehl-i sünnetin tarif
ettiği vechesi ile vahye tam teslim olmayıp aklı esas aldıkları için iman ve itikat ciheti ile
adi birer Mümin derecesinde kalmışlar.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.

Ene ve Enaniyet Arasındaki Fark Nedir?


Ene: Arapçada ben demektir. Yani maddi ve manevi varllığımızın tümü için ene tabiri
kullanılmıştır. Fakat bu varlık bize ait değildir. Emanet olarak verilmiştir. İnsan kendisine
emanet olarak verilen bu duygular sayesinde Rabbini anlamaya çalışacaktır.
Enaniyet ise; insanın kendisine emanet olarak verilen bu cihazlara gerçek sahibi imiş gibi
algılayıp kendine mal etmesidir, onlarla gururlanmasıdır ki, enaniyetin anlamı da zaten gurur
ve kibirlenmek demektir.

Bu cihazları Allah'tan bilip, kendisinin de bir emanetçi olarak düşünmesi ise tevazüdür.

Ene ve nefis zayıflamada ve kuvvetlenmede birbiriyle aynı


yönde mi gider? Ramazanda açlıktan nefsim zayıflamştı ama
enem hala kuvvetlydi. Nefsi ve eneyi zayıflatmanın yolu
nedir? Üstadımızın yaklaşımı nasıldır?
Lafız ile mana, madde ile maneviyat, ruh ile ceset, kesafet ile letafet, nur ile zulmet,
bunlar hem birbirinin zıttı, hem de birbirinin manasının inceliklerini gösteren aynalar
gibidir. Madde, varlık mertebeleri içinde en hantal ve kayıtlara maruz varlıktır. Bu yüzden,
maddi kayıtlara mahkum olan bir şeyle, bu kayıtlardan azade olan şey arasında çok farklar
olabiliyor.

Mesela, ruh; latif, nurani ve maddi kayıtlardan azade olduğu için, bir anda milyonlarca işi
tedbir edip idare edebiliyor. Bedenin her bir hücre ve azası ile aynı anda münasebet
kurabiliyor.
Yine, mana çok ince ve latif olduğu için, kalbin çok derinliğinden kaynayıp gelirken,
maddeye, yani lafza yaklaştıkça, incelik ve letafetini kaybeder. Bunun için lisan, kalbe tam
tercüman olamıyor. Mana ince ve latif; lafız ise daha çok maddeye yakın, kesif bir şeydir.

Yine, latif olan bir ışık ya da röntgen şuaı, zahmetsiz ve engelsiz, cisimden geçer ve alta
nüfuz ederek, ne var, ne yok, keşf eder. Ama, katı bir madde ya da cisim, çarpar geçemez.
Ya kırar, ya dağıtır.
Bu iki zıtlardan biri kuvvet kazandıkça, diğeri zayıflar. Kuvvet kazanan şeyin kayıt ve
vasıfları hakim olur. Diğeri tamamen kaybolmasa bile, kaybolmuş gibi eserlerini
gösteremez. Madde, kuvvet kazandıkça, mana zayıflar. Ruh inceldikçe, ceset kalınlaşır.
Nuraniyet gittikçe, yerine zulmet gelir. Letafet azalınca, yerine kesafet gelir.
Mesela, Hz.Peygamber Efendimiz (asv)'de mana, nuraniyet, ruh, letafet, hayat, tamamen
hükmettiği için, adeta madde onda kaybolmuş; her bir aza ve cihazı letafet kazanmış ve her
bir azası ve hücresi maddi kayıt ve hantallıklarından arınarak tam nuraniyet kazanmıştır. Bu
yüzden, onun mübarek cesedi de aynen ruh ve mana gibi letafet ve nuraniyet kazandığından,
her bir azası ile görebilir, her bir azası ile işitebilirdi. Yani madde onda öyle incelmişti ki,
artık maddi hantallık ve kayıtlardan tamamen sıyrılmış ve ruh, hayat, şuur gibi şeyler çok
şiddetli tecelli eder hale gelmiştir. Bu kapı, derecesine göre herkese de açıktır.
İnsanın ruh cephesinin letafet ve nuraniyet kazanması tahkiki iman, sünnete uymak, bir
takım riyazi disiplinler (az yeme, az uyuma, az konuşma gibi) sayesinde mümkündür. İnsan
ne kadar kuvvetli bir imana ve amele sahipse o derece letafet ve nuraniyet kesbeder.
Nefis ile eneyi bağımsız düşünmek yanlış olur. Nefis, ene duygusunu besleyen bir
temel, bir madendir. Nefis ne kadar kavi olursa, ene de ona nispetle kavi olur. Nefis ve ene
duygusunu terbiye ve ıslah etmeyi sadece açlığa inhisar etmek yanlış olur. Açlık, riyazet
disiplininin sadece bir enstrümanıdır, yoksa yeterli tek unsuru değildir. Riyazet içinde
tefekkür, rabıta-i mevt, açlık, ibadet, inziva gibi çok unsurlar mevcuttur.
Bu sebeple "ben aç kaldım ama ene duygum zayıflamadı" demek eksik olur. Nitekim
nefsin zayıflamasını bedenin zayıflaması olarak görmek de yanlış bir bakış açısıdır. Nefsin
zayıflaması çok geniş ve kapsamlı bir ıstılah iken, bedenin zayıflaması sıradan bir diyet
işidir.
Nefis ve ene gibi duygular, insanın manevi mücadelesinde ana unsurlardır. İnsanın
manen terakki ve tekemmül etmesi bu gibi düşmanlarla mümkündür. Bu sebeple Allah her
insana kapasitesi nispetinde ene ve nefis düşmanı veriyor ve bunu ömrünün son dakikasına
kadar devam ettiriyor. Hatta çok büyük evliyalar nefislerini tam öldürdükleri halde, nefsin
manasını ve vazifesini gören ikinci bir mecazi nefisten söz edip şikayet etmişler. Allah
insanı dünya hayatında rakipsiz ve düşmansız bırakmıyor.

Ene ve zerre ile elif ve nokta arasında nasıl bir bağlantı


var?
Elif, insanı, yani enaniyeti sembolize eder. Tasavvuf'ta, Hz. Adem'e ruh üflenmeden önce
cansız bir cesed olarak, bir elif gibiydi. Elif ise "a" demektir. Daha sonra ruh üflenince, Hz.
Adem dirildi ve dem bu demdir dedi.

"Elif" ile "dem" birleşince "adem" oldu. Nokta ise, zerreyi sembolize eder. Ene birinci
makamın, zerre ise ikinci makamın konusunu teşkil eder.

Risale'deki yeri için tıklayınız: Sözler, Otuzuncu Söz.

Ene, Neden Elif Harfine Benzetilmiştir?


"Ene" kelimesi elif harfiyle başlar, nokta ise küçüklüğe bir remizdir. Bilindiği üzere,
atom da son derece küçüktür.
Ayrıca, "Allah" lafza-i celali de elifle başlar. Elif harfi Allah'a bir sembol olarak da
değerlendirilir. Böylece "eneden hüve" görülebilir. Yani, kişi "ben yaptım" dediği
şeylerin gerçekte ilahi kudret ile vücuda geldiğini görür ve "Mülk Onundur, hamd de Ona
mahsustur." der.
Başka bir yorum ise, şöyledir: Elif, insanı, yani, eneniyeti sembolize eder. Tasavvuf'ta, Hz.
Adem'e ruh üflenmeden önce, cansız bir cesed olarak, bir elif gibiydi. Elif ise "A" demektir.
Daha sonra ruh üflenince, Hz. Dem dirildi ve: "dem bu demdir" dedi. "elif" ile "dem"
birleşince "adem" oldu.
Ayrıca sizin yorumuz da, farklı ve güzel bir yaklaşım olarak değerlendirilmelidir. Yoruma
dayalı konularda farklılıkların olması gayet normaldir.
ENE, Risalelerde bir elife veya ince bir tele benzetiliyor.
Bu ifade ile ene zayıflasın, bir çizgi kadar kalsın mı, yoksa
sıfırlansın mı demek isteniyor?
El fenerinin kırılmasına iki yönle bakabiliriz.

Birincisi; ene ve benliğin en büyük misyon ve hedefi, Allah’ın sonsuz ve mutlak


sıfatlarını kavratmak, misali ve itibari de olsa o sıfatlara bir mikyas olmaktır. Bu hedef
ve misyonunu layık ile yerine getirdikten sonra, insanın manevi aleminden çekilip sahayı
tamamen Allah’ın Rububiyet ve Uluhiyetine tevdi etmesi gerekir. İşte mutlak acizlik ve
fakirlik makamı budur. Yani insan, Allah’ın isim ve sıfatlarını idrak ettikten sonra, o isim ve
sıfatların mutlak hakimiyetine intikal edip vehmi ve itibari benliğini de terk ederek, o isim
ve sıfatlarda tam fena bulması gerekir ki, manevi kemalata ulaşmış olsun.

İkinci olarak; kırmaktan maksat; enenin hayır ve iman hesabına çalıştırılmasıdır. Yani
ene, hayır ve iman hesabına çalışıp en nihayetinde de maksat hasıl olduktan sonra itibari
olan varlığını, hakiki olan Allah’ın varlığına feda ediyorsa, bu kırmak oluyor. Birincisinden
farkı; ene burada tam manası ile buharlaşmasa da yine hayra ve imana hizmet noktasından
kırılmış demektir. Kırmak tabiri ille de tam manası ile fena bulmak manasına gelmez.

Nefis eneden daha genel ve kuşatıcı bir kavram olduğu için, nefsi tam manası ile ıslah eden,
eneyi de ıslah etmiş demekte bir sakınca yoktur. Nefis ene değildir; ama ene nefistendir, bu
sebeple bütünde cari olan cüzde de cari olur. Nefsin tam ıslahı; bütün aksamının ıslahını
iktiza ediyor zaten.

İlgili yeri okumak için tıklayınız:

Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.

a.g.e. Yirmi Üçüncü Söz, Birinci Mebhas İknci Nokta.

Enedeki karanlık nokta nedir, izah eder misiniz?


İnsanın bütün duygu ve hisleri birer aleme açılan pencere hükmündedirler. İnsan bu
duygu ve hisler sayesinde o alemler ile irtibat kurar, o alemleri bu duygular penceresi ile
seyrederler. Bu duygu ve hisler, o alemlerden merkez hükmünde olan nefse bilgi ve veri
akışını sağlarlar. Mesela akıl, mana aleminden manaları getirir, göz görüntü aleminden
görüntüleri gösterir, kulak, ses aleminden sesleri aktarır ve hakeza.
Gelen bu bilgi ve verileri işleyip değerlendirmek, insanın zatındaki duruma bakar. Şayet
insanın nefsi ve kalbinde bu gelen bilgi ve verileri anlamlandıracak bir ışık, bir nur yok ise,
bu bilgi ve veriler hiçbir işe yaramaz. En güzel bilgiler en kaliteli veriler de gelse, nefis ve
kalpte onu değerlendirecek ve yorumlayıp hakka götürecek bir madde ve nokta olmadığı
için, hepsi boş yere sönüp giderler.
Bu bilgileri söndüren madde ise, insanın iradesi ile, benlik hissine temellük ederek,
yani haksız yere sahiplenerek şerde işlettirmesinin neticesi olarak kalp ve nefsin ifsat ile
bozulmasına kinayedir. Halbuki Allah insana benlik hissini bir kıyaslama yaparak, isim ve
sıfatlarını talim için vermiştir. Yani ben şu hanenin sahibiyim, Allah ise kainatın sahibidir.
Kıyaslaması ile Allah’ın mutlak sıfatı olan malikiyetlik manasını anladıktan sonra, bütün
mülkün ona ait olduğunu teslim etmesi gerekirken, insan vehmi ve farazi olan cüzi benliğe
sahip çıktı ve dalalete saplandı. Bu bakış açısı insanın merkezi hükmünde olan nefsi ve
kalbine karanlık bir nokta oluşturdu, bundan sonra duygu ve fikir vasıtası ile gelen bütün
marifet nurları bu karanlık noktada kaybolup söndü.
Bu manayı bir temsil ile akla yaklaştıralım. İç işleri bakanlığı merkez olsun, buna bağlı
olan istihbarat birimleri ve karakollar ise bu bakanlığın kolları ve uzantıları olsun.
Merkezde olan bakanlık binasına bütün bilgi ve veri akışı bu istihbarat ve karakollar
aracılığı ile oluyor. Merkez binasında sorumlu olan bürokratların vazifesi ise, gelen bu bilgi
ve verileri değerlendirip, devletin bekası ve güvenliğinde önlem almaktır.
İstihbarat birimleri ve karakollar, vazifesini tam ve eksiksiz yapmalarına rağmen merkez
binasında vazifeli olan bürokratlar, devleti tanımayıp isyan ettikleri için, gelen bilgileri
tamamen karartıp devletin güvenliğini tehlikeye atıyorlar. Bir nevi merkez görevlileri
kendilerini devlet içinde devletçik olarak görüyorlar ve kanunsuz işlere bulaşıyorlar.
İstihbarat birimleri ve karakollardan gelen bilgilerin karartılmasındaki tek neden, merkezin
kendini ayrı bir devlet görmesinden kaynaklanıyor.
Temsildeki devlet, tabiri caiz ise, Allah’ın şu kainat üzerindeki rububiyet ve uluhiyetinin
saltanatına kinayedir. İç işleri bakanlığının merkez binası ise, insanın mahiyetidir. Merkez
binada çalışan bürokratlar ise insanın iradi işlerinde karar verme mekanizması olan irade,
benlik ve nefse kinayedir. İstihbarat birimleri ve karakollar ise irade ve benliğe hizmet
eden insandaki duygu ve latifelerdir. Bilgi ve veri ise bu duygu ve latifelerin kainat
alemlerinden topladığı marifet nurlarıdır. Merkez binada çalışan bürokratların isyan ve
inkarları, yani devlet içinde devlet olmaya kalkmaları ise, insanın nefsine ve benliğine
takılan cüzi sahiplik manasını sahiplenerek, Allah’ın rububiyet ve uluhiyetine inkar ile baş
kaldırmasıdır. Bilgilerin karartılması ise, duygu ve fikir yolu ile gelen marifet nurlarının
benlik ve nefsin anarşik tutumu yüzünden, yani heva ve enesini İlah edinmesinden, insanda
tesir etmemesine kinayedir. Kanunsuz işlere bulaşmaları ise Allah’ın emir ve yasaklarına
uymamaktır.
Bilgiyi getirme ve depolama mekanizması kafirde de müminde de eksiksiz işler, ama o
bilgileri değerlendirip, nurlandırma ve hidayet yapma mekanizması kişinin iradesine ve
enaniyetine bakar. İşte enedeki karanlık noktayı bu şekilde değerlendirebiliriz.

Enenin "hayret-feza" olması hangi özelliğinden dolayıdır?


Enenin en hayrete mucip özelliği, Allah’ın bütün şuunat, sıfat ve isimlerine mikyas ve
mizan olabilmesidir.
Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatları mutlak ve ezeli olmasından dolayı tam manası ile idrak
ve ihata edilmesi imkansızdır. Bu yüzden Allah insana bir takım nisbi ve farazi hisler
takmıştır. Bu hislerin veriliş gayesi ise, Allah’ın, mutlak ve mücerred olan isim ve
sıfatlarının bir derece anlaşılması ve kıyaslanarak bilinmesi içindir. Yoksa, bu nisbi ve
cüz’i olan duygular, sahiplenilip, Yaratıcıya karşı meydan okuma aracı haline getirmek için
verilmemiştir. İnsana verilen bu nispi ve farazi hislere ene denir.
İnsana verilen cüzi ilim, irade, kudret, mülk gibi şeyleri enaniyet farazi olarak
sahiplenir. Bu sahiplenme sayesinde ilim, irade, kudret, mülk gibi şeylerin farkına varır ve
mahiyetini hisseder. Hiç ilmi ve mülkü olmayan birisi, ilim ve mülk sahibi olmanın ne
demek olduğunu idrak edemez. Bu yüzden Allah insana ene denilen bir sahiplenme duygusu
vererek ilim, irade, kudret, mülk gibi şeylerin mahiyetini kavrattırıyor, onların bir pırıltısını
farazi olarak insanın uhdesine koyarak, insanın alemine bir pencere açıyor.
Mesela insan sahip olduğu cüzi ilim ile der, "Ben şu kadar ilmim ile şu kadar şeyi
bilebiliyorum, Allah ise külli ilmi ile her şeyi bilir. Ben cüzi kudretim ile şu evi yaptım,
Allah sonsuz kudreti ile kainatı inşa ediyor. Ben şu kadar mülkün sahibiyim, Allah ise her
şeyin ve her mülkün sahibidir. Ben ailemin ve hanemin müdebbiriyim, Allah ise bütün
mahlukatın müdebbiri ve rabbidir. vs..." Daha buna benzer çok enaniyete ait hissiyat ile
insan Allah’ın sonsuz şuunat, isim ve sıfatlarını rasat eder. Enenin Allah’ın isimlerine ayna
olması da bu manayadır ve en hayret-feza (hayret veren, hayreti artıran) bir vasf-ı insanidir.

Enenin alet-i inkişaf olmasını misalle izah eder misiniz?


İnsandaki benlik duygusu, hem Allah’ın isim ve sıfatlarını anlama ve idrak etmede bir
alet bir araçtır, hem de insanın manen terakki edip yükselmesinde bir alet-i inkişaftır.
Alet-i inkişaf hem gelişip büyüten alet hem de keşfedip anlamaya yardımcı olan bir araç
anlamına geliyor. Bu tabiri bu iki boyutu ile değerlendirmek gerekiyor.
Benlik duygusu sayesinde, içinde yaşadığımız evi sahipleniyoruz. Benim evim diyoruz ve
buradan yola çıkarak; "Ben nasıl ki, bu evin sahibiyim, öyle de, şu kâinat denen evin de bir
sahibi vardır." demek suretiyle, Allah'ın varlığına giden önemli ve kesin bir delili bulmuş
oluyoruz. Ene duygusunun temin etmiş olduğu bu delil sayesinde hem Allah’a olan iman ve
marifetimiz inkişaf ediyor hem de bu inkişaf sayesinde manen terakki etmiş oluyoruz.
Mesela, benlik duygusunun bir şubesi olan cüzi ilim duygumuz ile Allah’ın külli ilmini
kıyas ederek idrak ediyoruz ki, bu idrak işi hem manevi terakki anlamında bir inkişaf hem de
bir inceliğin keşfedilmesi anlamına bir inkişaftır.

Enenin Ayna / Ayine Olması Ne Demektir?


Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatları mutlak ve ezeli olmasından dolayı, tam manası ile idrak
ve ihata edilmesi imkansızdır. Bu yüzden Allah insana bir takım nisbi ve farazi hisler
takmıştır. Bu hislerin veriliş gayesi ise, Allah’ın, mutlak ve mücerred olan isim ve
sıfatlarının bir derece anlaşılması ve kıyaslanarak bilinmesi içindir. Yoksa bu nisbi ve cüz’i
olan duygular, sahiplenilip, Yaratıcıya karşı meydan okuma aracı haline getirmek için
verilmemiştir. İnsana verilen bu nispi ve farazi hislere "ene" denir.
İnsana verilen cüzi ilim, irade, kudret, mülk gibi şeyleri ene duygusu farazi olarak
sahiplenir. Bu sahiplenme sayesinde ilim, irade, kudret, mülk gibi şeylerin farkına varır ve
mahiyetini hisseder.
Hiç ilmi ve mülkü olmayan birisi, ilim ve mülk sahibi olmanın ne demek olduğunu idrak
edemez. Bu yüzden Allah insana "ene" denilen bir sahiplenme duygusu vererek ilim, irade ,
kudret, mülk gibi şeylerin mahiyetini kavrattırıyor, onların bir pırıltısını farazi olarak insanın
uhdesine koyarak, insanın alemine bir pencere açıyor.
Mesela, insan sahip olduğu cüzi ilim ile der; ben şu kadar ilmim ile, şu kadar şeyi
bilebiliyorum. Allah ise külli ilmi ile her şeyi bilir. Ben cüzi kudretim ile şu evi yaptım,
Allah sonsuz kudreti ile kainatı inşa ediyor. Ben şu kadar mülkün sahibiyim, Allah ise her
şeyin ve her mülkün sahibidir. Ben ailemin ve hanemin müdebbiriyim, Allah ise bütün
mahlukatın müdebbiridir, vs... Daha buna benzer çok eneye ait hissiyat ile insan, Allah’ın
sonsuz isim ve sıfatlarını rasat eder. İşte enenin Allah’ın isimlerine ayna olması bu
manayadır.

Enenin bir tılsım ve müşkilküşa olmasını sadece Üstad


halletmiş ise, eski insanların hakikatı bulamamasının sebebi
bu tılsımı çözememiş olmaları mıdır?
Ene, farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde, var
gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur. Mesela insanın, ailesine, benim
ailem demesi; evine benim evim demesi, vücut ve azalarına, benim vücudum ve benim
azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki “benim” ifadesi enedir.
Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar insanın değildir.
Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.
Allah insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas
yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela der; ben şu küçük hanemin idarecisiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin
Rabbidir; ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp
yarattı; ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir,
her şeye muttalidir vesaire. İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak,
Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi,
insan bu kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.
İşte enenin anahtar olup, kainatın sırlarını çözmesi bu anlamdadır. Yani kainatı ve
sırlarını çözmekten maksat, eşyaya mana-yı harfi ile bakmak ve her hadisenin arkasında
Allah’ın kudret elini müşahede etmek demektir. Bu da ancak enenin, yukarıda izah edildiği
şekilde, kullanılması ile mümkündür.
Enenin tılsım ve müşkilküşa yönünü, sadece Üstad Hazretleri çözmüş demek yanlıştır.
Bu milyonlarca evliya, asfiya ve alimlere zımni bir hakarettir. Üstad Hazretlerinin ifadesi
ile, enenin hayır yüzünden milyonlarca evliya ve asfiya yetişmiştir. Bu da gösteriyor ki eneyi
bütün evliyalar ve asfiyalar çözmüş ve hakikatini idrak etmişler ve bu hususu talebelerine
kafi miktarda ders vermişler. Risale-i Nur'un bu konudaki vasfı ise eneyi en avama da ders
vermesi ve asrın idrakine uygun bir format ile izah etmesidir, diye anlayabiliriz. Yoksa
Üstad Hazretlerinden başkası anlamamış demek, hilaf-ı hakikattir diye düşünüyoruz.

Enenin bir yüzünün vücuda, bir yüzünün de ademe


bakması nasıl oluyor, ne demektir?
Şayet insana verilen ene ve benlik hissi küfür ve inkar tarlasında yeşerip beslenir ise,
ene vehmi, kesif ve farazi iken, hakiki telakki edilmeye başlanır. Yani ene ve benlik hissi
Allah’ı tanımak ve bilmek aracı iken, tam tersi, inkar ve meydan okuma aracı haline
dönüşür. Ene ve benlik hissi farazi ve hayali bir hat iken, inkar ve küfür penceresi sayesinde
hakiki ve somut bir duruma geçer.
İnsan cüzi ilim, irade ve kudretin Allah tarafından verilmeyip, kendisinin mülkü
olduğuna inanmaya başlar. İnkar ve felsefenin derinleşmesi ile bu duygular cüzilikten çıkar
külli haline gelir. İnsan o zaman -haşa- ben de İlahım, demeye kadar işi götürür. Yani ene ve
benlik öyle bir histir ki, hayırda istihdam edersen aziz ve yüksek bir kul yapar, şerde ve
küfürde istihdam edersen, uluhiyet davasına kadar gider. Enenin bu şerli yüzünde insanın fail
olması bu kötü bakış açısına işaret etmek içindir. Yoksa hakiki anlamda fail demek değildir.
Kafir, küfür gözlüğü ile baktığı zaman, kainatta Allah’ın rububiyet ve uluhiyetini
göremiyor ve inkar ediyor. Ya tabiat yaptı diyor ya da her bir sebebe uluhiyetlik veriyor.
Aynı şekilde, kafir mikro kainat olan ene ve benlik hissine baktığı zaman, ene ve benlik
hissinin farazi ve hayali olduğunu ve insana Allah’ın mutlak sıfatlarını tanımak ve tartmak
için verilen cüzi bir emanet olduğunu göremiyor ve bu duygulara hakikat ve külliyet payesini
veriyor. Bu da insanı bir nevi İlahlaştırmak ve Rableştirmek anlamına geliyor. Bu cihetle
insan ademe gidiyor. Yani Allah’ın rızasından uzaklaşıp cehenneme yuvarlanıyor. Bir
insanın aleminde Allah’a iman esası yok ise, her şey yok demektir.
Allah insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas
yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela, ben şu küçük hanemin müdebbiriyim, Allah ise bütün kainat hanesinin
Rabbidir; ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp
yarattı; ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir her
şeye muttalidir vs... İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak, Allah’ın
sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu
kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti. İşte enenin bu
yüzü vücuda ve hayra bakıyor.
Özet olarak, küfür ve inkar aslı itibarı ile yoktur ve bir yalandır. Enenin menfi yüzü bu
cihete açılıyor. İman ise vardır ve doğrudur, enenin müspet yüzü ise bu cihete açılıyor.
Enenin vücut ve ademi açıldığı cihete göre hüküm alıyor. Ene imana açıldığı zaman vücut
buluyor, küfre açıldığı zaman ademe gidiyor, demektir.
Enenin iki vechiden bahsediliyor Risalelerde. Bu vecihler
nelerdir, genişçe açıklar mısınız?
Ene, farazi ve vehmi olan benlik ve sahiplik duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde
var gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur. Mesela insanın kendi
ailesine, benim ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve azlarına benim vücudum
ve benim azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki “benim” ifadesi olan
aidiyet duygusu enedir. Halbuki hakikat noktasında ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar
insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.
Allah, insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas
yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela der: "Ben şu nasıl küçük hanemin idarecisiyim, Allah ise bütün kainat
hanesinin Rabbidir. Ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat
evini yapıp, yarattı. Ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile
her şeyi bilir, her şeye muttalidir vs..." İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas
yaparak, Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa
idi, insan bu kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.
Burada izah ve tarif edilen benlik hissinin yüzü, insana terakki veren, insana marifet
kapılarını açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür. İnsan bu
farazi ene duygusunu bu cihetle kullandığı zaman, kulluğun temelini ve özünü yakalamış
oluyor. İnsanın manevi cephesi Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak üzere tasarlanmıştır.
İnsana düşen ise bu tasarımı bu yönde sarf etmesidir. Benlik hissinin bu yüzünü nübüvvet
mesleği ve mesleği takip eden hayırlı insanlar tutmuştur.
Ene ve benlik hissinin bir de menfi ve şer yüzü vardır. Şayet insana verilen ene ve
benlik hissi küfür ve inkar tarlasında yeşerip beslenir ise, bu kez durum aksine işler. Yani
ene ve benlik hissi Allah’ı tanımak ve bilmek aracı iken, tam aksine inkılap ederek, inkar ve
meydan okuma aracı haline dönüşür. Ene ve benlik hissi farazi ve hayali bir hat iken, inkar
ve küfür penceresi sayesinde hakiki ve külli durumuna geçerek, kendisindeki cüzi ilim, irade
ve kudretin Allah tarafından verilmeyip, kendisinin mülkü olduğuna inanmaya başlar. İnkar
ve felsefenin derinleşmesi ile bu duygular cüzilikten çıkar külli haline gelir. İnsan o zaman,
-haşa- ben de İlahım demeye kadar işi götürür. Yani ene ve benlik öyle bir histir ki, hayırda
istihdam edersen aziz ve yüksek bir kul yapar, şerde ve küfürde istihdam edersen, uluhiyet
davasına kadar gider.
Nasıl kafir küfür gözlüğü ile baktığı zaman kainatta Allah’ın rububiyet ve uluhiyetini
göremeyip inkar ederek, ya "tabiat yaptı" diyor ya da her bir sebebe uluhiyet veriyor; aynı
şekilde kafir, mikro kainat olan ene ve benlik hissine baktığı zaman, ene ve benlik hissinin
farazi ve hayali olduğunu ve insana Allah’ın mutlak sıfatlarını tanımak ve tartmak için
verilen cüzi bir emanet olduğunu göremiyor ve bu duygulara hakikat ve külliyet payesini
veriyor. Bu da insanı bir nevi İlahlaştırmak ve Rableştirmek anlamına geliyor ki, bir çok
küfür ve dalalet, enenin bu şerli yüzünden türemiştir. Benlik hissinin bu yüzünü esas alıp
geliştirenler ise, menfi felsefe ve onun taifesidir.
Ene hastalığını genel hatları ile dört dereceye ayırabiliriz.
Enenin birinci derecesi, kişilerin emsallerine olan enaniyeti ki, bu kalbi bir marazdır
ve ene ağacının tohum halidir. Bu halde iken başı tevhit ve zikir ile ezilmez ise, terakki ve
tekamül ile gelişir, en sonunda insanı yutacak bir şekle dönüşür. Tasavvuf ehli bu merhalede
enenin başını ezmek için çok uğraşırlar.
Enenin ikinci derecesi, alim ve evliyalara olan enaniyet ki, bu manevi bir sapkınlık ve
dalalettir, ama küfür değildir. Bu, ene ağacının fidanlaşma sürecidir. Bundan sonraki
süreçler küfür hattına yaklaşmaktır. Ekser hodgam ve nefsi ile mağrur dalalet imamları ve
kanaat önderleri bu sürecin mahsulleridir. Mutezile imamlarının bir çoğu bu kapsamda
örnek verilebilir.
Enenin üçüncü derecesi ve aşaması ise, peygamberlere karşı olan enaniyettir ki, bu
küfür olan bir enaniyettir. Çekirdek olan enenin ağaç kıvamına yaklaşmış şeklidir.
Ebucehilin Peygamber Efendimize (asv) olan enaniyeti buna örnek olarak verilebilir.
Enenin dördüncü ve en son ve en dehşetli derecesi ise Allah’a karşı olan enaniyettir.
Firavun'un enaniyeti buna örnek teşkil eder. Bu merhalede artık ene ağaç şekline gelip,
insanı bel etmiş (yutmuş) ve bütün aza ve cihazları ene şekline dönüşmüştür. İnsan bu
merhalede -haşa-, kendini İlah olarak görmeye başlar. Kendince her şeye Rububiyet verir.
Allah bizi bu hastalık ve dalaletlerden muhafaza etsin.

Enenin ırkçılığa inkılap etmesi ne demektir? Risalelerde


bu anlamda bir cümle geçiyor mu?
Ene, benliğe inkılap ederse, kendisini üstün görmekle yetinmez, kendine ait her türlü
değer ve varlığa da sirayet eder. Benim milletim, benim takımım, benim oğlum veya kızım
gibi aitlik bildiren her nesneye ve değere yansır. Millete yansıması ırkçılığı doğurur.
Denebilirki, ilk ırkçılık dava eden, şeytandır. Zira o ben ateşten yaratıldım diyerek bir
üstünlük ve ayrıcalık istemişti. İşte ene şeytanın da telkini ile kolayca şahsi benlikten milli
benliğe inkılap eder. Tespitten gururlu ve kibirli insanlar ırkçılığa kaymaya daha müsait
olduğu anlaşılmaktadır.

Enenin mahiyeti bilinmeden, Allah'ı bilmenin mümkinatı


yok mudur?
Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatları mutlak ve ezeli olmasından dolayı, tam manası ile idrak
ve ihata edilmesi imkansızdır. Bu yüzden Allah insana bir takım nisbi ve farazi hisler
takmıştır. Bu hislerin veriliş gayesi ise, Allah’ın, mutlak ve mücerred olan isim ve
sıfatlarının bir derece anlaşılması ve kıyaslanarak bilinmesi içindir. Yoksa bu nisbi ve
cüz’i olan duygular, sahiplenilip, Yaratıcıya karşı meydan okuma aracı haline getirmek için
verilmemiştir. İnsana verilen bu nispi ve farazi hislere ene denir.
İnsana verilen cüzi ilim, irade, kudret, mülk gibi şeyleri enaniyet farazi olarak
sahiplenir. Bu sahiplenme sayesinde ilim, irade, kudret, mülk gibi şeylerin farkına varır ve
mahiyetini hisseder. Hiç ilmi ve mülkü olmayan birisi ilim ve mülk sahibi olmanın ne demek
olduğunu idrak edemez. Bu yüzden Allah insana ene denilen bir sahiplenme duygusu vererek
ilim, irade, kudret, mülk gibi şeylerin mahiyetini kavrattırıyor, onların bir pırıltısını farazi
olarak insanın uhdesine koyarak, insanın alemine bir pencere açıyor.
Mesela insan sahip olduğu cüzi ilim ile der, ben şu kadar ilmim ile şu kadar şeyi
bilebiliyorum, Allah ise külli ilmi ile her şeyi bilir. Ben cüzi kudretim ile şu evi yaptım,
Allah sonsuz kudreti ile kainatı inşa ediyor. Ben şu kadar mülkün sahibiyim, Allah ise her
şeyin ve her mülkün sahibidir. Ben ailemin ve hanemin müdebbiriyim, Allah ise bütün
mahlukatın müdebbiridir, vs... Daha buna benzer, enaniyete ait bir çok hissiyat ile insan
Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını rasat eder. İşte enenin Allah’ın isimlerine ayna olması bu
manayadır.
Ve ene olmadan ya da enenin bu vasıfları müspet ve hayra kanalize edilmeden, Allah’ı
ve sıfatlarını bilmek mümkün değildir. İnsan nasıl akıl olmadan, bir matematik problemini
çözemez ise, ene ve enenin hayır yüzü olmadan da Allah’ı ve onun mutlak sıfatlarını
çözemez ve anlayamaz.
İşte insanın mahiyetinden bir parça olan ene ve benlik duygusunun bir ayine, bir kıyas
aracı, bir inkişaf aleti, bir mana-yı harfi, yani Allah’ın isim ve sıfatlarını tarif ve tasvir eden
bir harf olması hep bu anlamdadır. İnsan ene ve benlik hissini bu yönde kullanabilir ise, ene
insana çok yüksek makamlar ve terakkiler kazandırır. Burada ene ve benlik hissinin insan
vücudunda şuurlu bir tel ve insan mahiyetinden ince bir ip olarak tasvir edilmesinin sebebi,
ene ve benlik hissinin insan kavramının bütünlüğü içinde bir parça, bir yön olmasındandır.
Yani insanın fıtrat ve mahiyeti o kadar geniş ve kapsamlıdır ki, ene ve benlik bu fıtrat ve
mahiyette sadece bir bölüm, bir cüz, bir kısım mesabesindedir. Ene ve benlik hissini
Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta ve kavramakta kullanamayanlar, insan mahiyetini ve
fıtratını iflas ettirmiş demektir.
Özet olarak, ene duygusunun hedef ve misyonu Allah’ın mutlak ve kayıtsız sıfatlarına
bir mikyas ve bir mizan olmaktır. Benlik duygusu itibari ve vehmi bir duygu olduğu için,
insanın nazar ve inancına göre şekilleniyor. İnsanın nazarı ve inancı küfür ve şirk ise, bu
duygu kalınlaşıp insanı yutuyor. Nazar iman ve tevhit ise, bu duygu incelip şeffaflaşarak,
Allah’ın o mutlak ve kayıtsız olan isim ve sıfatlarına tam bir mikyas ve ayna oluyor. Ve
böylece ene duygusu şerre kabiliyet noktasından sıfırlanmış ve tamamı ile hayra kabil bir
alet hükmüne geçmiş oluyor ki, insanın hayatta en önemli hedefi, gayesi ve duası bu
olmalıdır.

Enenin mahiyeti Nedir? Ruh ve akıl gibi bir cevher mi,


korku ve muhabbet gibi bir duygu mu?
Ene, farazi ve vehmi benlik ve sahiplenme duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde,
var gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur.

Mesela, insanın ailesine "benim ailem" demesi, evine "benim evim" demesi, vücut ve
azlarına "benim vücudum" ve "benim azalarım" demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte
buradaki "benim" ifadesi enedir.

Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar insanın değildir.


Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır. Allah insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve
sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret,
cüzi irade, cüzi sahiplenme duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarına açılan bir pencere
gibidir. İnsan bu pencereler ile Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.

Mesela der "Ben şu küçük hanemin Rabbiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin Rabbidir;
ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp yarattı; ben
cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir, her şeye
muttalidir vs. İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah sonsuz isim
ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası
yapmayacağı için Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.

İşte insanın mahiyetinden bir parça olan ene ve benlik duygusunun bir ayine, bir kıyas aracı,
bir inkişaf aleti, bir mana-yı harfi yani Allah’ın isim ve sıfatlarını tarif ve tasvir eden bir
harf olması hep bu anlamdadır.

İnsan ene ve benlik hissini bu yönde kullanabilir ise ene insana çok yüksek makamlar ve
terakkiler kazandırır. Burada ene ve benlik hissinin insan vücudunda şuurlu bir tel ve insan
mahiyetinden ince bir ip olarak tasvir edilmesinin sebebi, ene ve benlik hissinin insan
kavramının bütünlüğü içinde bir parça bir yön olmasındandır. Yani insanın fıtrat ve mahiyeti
o kadar geniş ve kapsamlıdır ki ene ve benlik bu fıtrat ve mahiyette sadece bir bölüm bir cüz
bir kısım mesabesindedir. Ene ve benlik hissini Allah’ın isim ve sıfatlarını anlamakta ve
kavramakta kullanamayanlar insan, mahiyetini ve fıtratını iflas ettirmiş demektir.

Özet olarak ene duygusunun hedef ve misyonu Allah’ın mutlak ve kayıtsız sıfatlarına bir
mikyas ve bir mizan olmaktır. Benlik duygusu itibari ve vehmi bir duygu olduğu için insanın
nazar ve inancına göre şekilleniyor. İnsanın nazarı ve inancı küfür ve şirk ise, bu duygu
kalınlaşıp insanı yutuyor, iman ve tevhit ise bu duygu incelip şeffaflaşarak Allah’ın o mutlak
ve kayıtsız olan isim ve sıfatlarına tam bir mikyas ve ayna oluyor.

Ve ene duygusu sizin ifadenizle şerre kabiliyet noktasından sıfırlanmış ve tamamı ile hayra
kabil bir alet hükmüne geçmiş oluyor ki, insanın hayatta en önemli hedefi, gayesi ve duası
bu olmalıdır.

Enenin vahid-i kıyasi olması ile insanın Allah'ın isim ve


sıfatlarına nümune olarak, zıddıyet olarak ve sanat itibariyle
ayna olması arasındaki ilgi nasıldır? Ayrıca kibirli insana
niçin enaniyetli deriz?
Enaniyet ve benlik: Ene, farazi ve vehmi bir sahiplik ve sahiplenme duygusudur. Yani
hakikatte olmadığı halde var gibi düşünülen bir sahiplenme bir kabullenme duygusudur.
Mesela, kişinin ailesine "benim ailem" demesi, evine "benim evim" demesi, vücut ve
azalarına benim vücudum ve benim azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte
buradaki "benim" ifadesi enedir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne
de azalar insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır. Allah insana bu sahiplenme
duygusunu, mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani
insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme duygularının hepsi, Allah’ın
isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve
sıfatlarını kavrar ve seyreder.
Mesela insan der; ben şu küçük hanemin idarecisiyim. Allah ise bütün kainat hanesinin
Rabbidir. Ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp
yarattı. Ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir
her şeye muttalidir vs... İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah’ın
sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu
kıyası yapmayacağı için Allah’ın o sonsuz sıfatlarını da idrak edemeyecekti.
Yukarıda izah ve tarif edilen ene ve benlik hissi, insana terakki veren, insana marifet
kapılarını açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür.
Ene ve benlik hissinin bir de menfi ve şer yüzü vardır. Şayet insana verilen ene ve
benlik hissi, küfür ve inkar tarlasında yeşerip beslenir ise, bu kez durum aksine işler. Yani
ene ve benlik hissi Allah’ı tanımak ve bilmek aracı iken, tam tersi inkar ve meydan okuma
aracı haline dönüşür. Ene ve benlik hissi farazi ve hayali bir hat iken, inkar ve küfür
penceresi sayesinde hakiki ve somut bir duruma geçer. İnsan cüzi ilim, irade ve kudretin
Allah tarafından verilmeyip, kendisinin mülkü olduğuna inanmaya başlar. İnkar ve
felsefenin derinleşmesi ile bu duygular cüzilikten çıkar külli haline gelir. İnsan o zaman ben
de İlahım demeye kadar işi götürür. Yani ene ve benlik öyle bir histir ki hayırda istihdam
edilirse aziz ve yüksek bir kul yapar, şerde ve küfürde istihdam edilirse, Uluhiyet davasına
kadar gider.
Kafir küfür gözlüğü ile baktığı zaman, kainatta Allah’ın rububiyet ve uluhiyetini
göremeyip, inkar ederek, ya tabiat yaptı diyor ya da her bir sebebe uluhiyet isnat ediyor.
Aynı şekilde kafir mikro kainat olan ene ve benlik hissine baktığı zaman, ene ve benlik
hissinin farazi ve hayali olduğunu ve insana Allah’ın mutlak sıfatlarını tanımak ve tartmak
için verilen cüzi bir emanet olduğunu göremiyor ve bu duygulara hakikat ve külliyet
payesini veriyor. Bu da insanı bir nevi ilahlaştırmak ve rableştirmek anlamına geliyor.
Ene hastalığını genel hatları ile dört dereceye ayırabiliriz.
Enenin birinci derecesi, kişilerin emsallerine olan enaniyeti ki bu kalbi bir marazdır. Ve
ene ağacının tohum halidir. Bu halde iken başı tevhit ve zikir ile ezilmez ise, terakki ve
tekamül ile gelişir, en sonunda insanı yutacak bir şekle dönüşür. Tasavvuf ehli bu merhalede
enenin başını ezmek için çok uğraşırlar.
Enenin ikinci derecesi, alim ve evliyalara karşı olan enaniyet ki, bu manevi bir
sapkınlık ve dalalettir; ama küfür değildir. Bu ene ağacının fidanlaşma sürecidir. Bundan
sonraki süreçler küfür hattına yaklaşmaktır. Ekser hodgam ve nefsi ile mağrur dalalet
imamları ve liderleri bu sürecin mahsulleridir. Mutezile imamları gibi.
Enenin üçüncü derecesi ve aşaması peygamberlere karşı olan enaniyettir ki bu küfür
olan bir enaniyettir. Çekirdek olan enenin ağaç kıvamına yaklaşmış şeklidir. Ebucehil'in
Peygamber Efendimiz (asm)'e olan enaniyeti buna örnek olarak verilebilir.
Enenin dördüncü ve en son ve en dehşetli derecesi ise Allah’a karşı olan enaniyettir.
Firavunun enaniyeti buna örnek teşkil eder. Bu merhalede artık ene ağaç şekline gelip insanı
yutmuş ve bütün aza ve cihazları ene şekline dönüşmüştür. İnsan bu merhalede kendini İlah
olarak görüyor. Kendince her şeye rububiyet veriyor.

Enenin, hassas bir mizan ve doğru bir mikyas, muhit bir


fihriste, mükemmel bir harita, cami bir ayna ve kainata güzel
bir ruzname olmasını açıklar mısınız?
Ene, yani benlik duygusu farazi ve vehmi bir sahiplik ve sahiplenme duygusudur. Yani
hakikatte olmadığı halde, var gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur.
Mesela insanın, ailesine, benim ailem demesi; evine benim evim demesi, vücut ve azalarına
benim vücudum ve benim azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki
“benim” ifadesi enedir.
Halbuki hakikat noktasında ne aile, ne ev, ne vücut ve ne de azalar insanın değildir.
Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır. Allah insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve
sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret,
cüzi irade, cüzi sahiplenme duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere
gibidir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar ve seyreder.
Mesela insan der; ben şu küçük hanemin müdebbiriyim, Allah ise bütün kainat hanesinin
Rabbidir; ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp
yarattı; ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir,
her şeye muttalidir, vs... İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak,
Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi,
insan bu kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o sonsuz sıfatlarını da idrak edemeyecekti.
İşte enenin hassas bir mizan ve doğru bir mikyas, muhit bir fihriste, mükemmel bir harita,
cami bir ayna ve kainata güzel bir ruzname olması bu manayıdır.
İnsanın cüzi sıfatları ile Allah’ın külli sıfatları arasında kıyas yapması ve sonra o külli
sıfatlara intikal etmesi mizan ve mikyas oluyor.
Enenin muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita olması ise, enenin Allah’ın bütün
isim ve sıfatlarına mikyas ve mizan olacak bir yapıya sahip olması anlamındadır. Allah
insana öyle bir ene vermiş ki, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarını, hatta şuunatını bilip,
tartabilecek bir özettedir.
Enenin cami bir ayna ve kainata güzel bir ruzname olması da benzer manaları
muhtevidir.

Esma-i ilahiyyenin muhit ve nihayetsiz bir tecelliyatı var.


Kainat ise sonsuz olmayan bir varlık. Bu iki durumun vech-i
tevfiki nedir?
Allah’ın isim ve sıfatları Zatı Akdesi gibi ezeli ve ebedidir. Allah’ın isim ve sıfatlarının
ezeli ve ebedi olması, ezeli ve ebedi tecelli etmesini gerektirmez. Zira Allah sonsuz irade
sahibidir. Allah ezeli iradesi ile diğer isim ve sıfatlarının tecelli ve taallukunu kontrol eder,
sınırlarını belirler. Tabiri caiz ise her bir isim ve sıfat Allah’ın ezeli iradesinden bağımsız
ve başına buyruk değildir. Hatta her bir isim bütün kainatı tecelli ile zapt etme kabiliyetinde
ve faaliyetinde iken, irade ve diğer isimler bu zaptı dengede tutarlar. Hepsi bir ölçü ve
ahenk içince tecelli ederler.

Allah, kainata ve mahlukatın yaratılmasına muhtaç değildir. Dilerse yaratır, dilerse


yaratmaz.

Kainat, belki Allah’ın isim ve sıfatlarına nazaran sınırlı ve dar gibi durabilir, ama o isim ve
sıfatlara daimi bir ayna olma noktasından o isimlere aynalık yapabilirler.

Bu ince hakikati bir temsil ile izah edelim. Bir ressam düşünelim, bu ressam yer yüzündeki
bütün çiçek ve güzel bitkileri resmetmek istiyor, ama elinde sadece bir tuval var. Bu tek
tuvalde o çiçek ve bitkileri çizmesi iki şekilde tecelli ediyor. Birisi, ustalığını kullanarak
bütün o çiçekleri tek tuvale sığdırmak şeklinde tecelli eder. Diğeri ise tuvaldeki resim
manasını ifade ettikten sonra silinir, diğeri yeniden yazılır tarzında tecelli eder. Yani o
ressam bu iki tarz ile bütün o çiçek ve bitkileri o tek tuvalde gösterir.

Aynen bunun gibi Allah, kainat tuvalinde kendi sonsuz isimlerinin manasını gösterir, zaman
silgisi ile siler, yeni zaman sayfası ile başkasını yazar tarzında tecelliyatına yer buldurur.
Üstad'ın zamana "yazar bozar tahtası" demesi gibi, Allah kainatı yazar bozar bir tahta
hükmüne getirip, bütün isimlerinin tecelliyatını o tahta da gösterir.

Diğer bir husus, kainat ne kadar hadis yani sonradan yaratılmış sınırlı bir varlıkta olsa da
Allah’ın dilemesi ile ebede mazhar daimi aynalar hükmüne getirilmiştir. Allah dilerse bir
çiçeğin küçük yüzünde bütün isimlerin manasını yazabilir. İnsanın mahiyetini bütün isimlerin
manasına ayna yapması gibi. Bu yüzden sonsuz isimlerin izharı için ezeli varlıklar iktiza
etmez.

Felsefeyle uğraşan Farabi gibi islam düşünürlerinin


zamanla itikadlarında zedelenme meydana geldiği doğru
mudur?
Felsefe, aklı esas alan bir düşünce metodudur. Filozoflar, kainatta olan biten bütün
hadiseleri salt akıl ile anlamaya çalışırlar. Felsefenin, olayları ele alıp vardığı neticeden
anlaşıldığı üzere salt akıl, olayları tam ihata ile kavramakta kifayetsiz kalıyor. Akıl, Vahyin,
yani Allah’ın yardımına muhtaç bir mahiyette yaratılmıştır. Bu yüzden imana dair
meselelerde akıl kendi başına hakikate vasıl olamıyor. Vahye tabi olmayan filozofların
fikirleri meydandadır. Hiç birisi kamil manada doğru ve sağlam itikada ulaşamamışlardır.
Bu yüzden felsefede gelişmiş filozoflar, itikatta gabileşmiş ve taklitten öteye
geçememişlerdir. Vahye tabi olan avam bir müminin inanç kuvveti, felsefe ve akla tabi
olmuş dev filozoflardan daha sağlam ve kavi olmuş. Bu yüzden Üstat, İbn-i Sina gibi
filozoflar meslek itibari ile adi bir mümin derecesine çıkamıyor diyor.

Yıldız böceği, küçük ışıkçığına itimat edip güneşin ışığına meydan okuduğu için, zifiri
karanlığa mahkum olmuş misillü filozoflar da vahiy güneşine teslim olmayıp, kendi kafa
fenerlerine itimat ettikleri için, kainat karanlığı içinde taklidi bir imanı zor elde etmişler.
İbn-i Sina’ın haşirde akıl ile gitmek imkansız ama iman ile teslim oluruz, sözü salt aklın,
olayları anlamakta ne kadar aciz ve ihatasız olduğunu gösterir. Ama aklı, vahyin
teslimiyetine ve terbiyesine verdiğin zaman, şu kainatın en ince ve en müşkil meselelerini
açan bir anahtar hükmüne gelir. Kainatın ali ve yüksek bir mütefekkir nazırı olur.

Felsefe ile şiddetli iştigal etmek, imanı zedeler hükmü, ehil olmayanlar için doğrudur. Ama
tahkiki imanı elde etmiş ve felsefenin fasit esaslarını talim edip imanı müdafaa edecek ehil
kişiler müstesnadır. Mesela, Üstat ve İmam Gazali gibi allameler en az bir Aristo kadar
felsefeye hakim zatlardır. Bu zatlar, felsefenin fasit esaslarını ve çelişkilerini göstermek için
felsefe ile de iştigal etmişlerdir.

İbn-i Sina İçin; Âdi Bir Mümin Derecesini Ancak


Kazanması, Nasıl Olur?
"Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı, kesrete, esbâba, tabiata bakar, ona göre görür.
Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i
usûlü'd-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın makâsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük
ve ehemmiyetsizdir. İşte onun içindir ki, mevcudâtın tafsîl-i mahiyetinde ve ince
ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i
İlâhiye ve uhreviyede o kadar geridirler ki, en basit bir müminden daha geridirler. Bu
sırrı fehmetmeyenler, muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nispeten geri
zannediyorlar. Halbuki, akılları gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi
var ki, verâset-i nübüvvet ile makâsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler."
(1)

Çok bilmek, doğru bilmek değildir. Doğru olan, bildiği kadar yaşamaktır. İzmir'den,
Ankara'ya giden birisi, Ankara'nın girişine kadar doğru gittiği halde, tam girişte yolu şaşırsa,
hedefine varamaz. Bilmek bir fazilettir. Doğru bilgiyi sonuna kadar temsil etmek daha büyük
bir fazilettir.

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz.

İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dahi olan bu alimler, nasıl oluyor


da vahyin nurlu yolundan ziyade akıl yolunu seçmişler?
İslam alimleri neden Yunan felsefesiyle uğraşmak zorunda
kalmış?
"İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm
hükemasından İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun olup, o
mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü’min derecesini ancak
kazanabilmişler."(1)

İslam hükemasını felsefeye çeken faktörlerden birisi, felsefenin insan egosunu ve süfli
arzularını tatmin etmesindendir. Felsefe insanı haddinden fazla makamlara uçurduğu için,
nefis bu halden büyük keyif alıyor ve felsefeye karşı bir ilgi oluşuyor. Ekseri filozofların
inkarcı ve hazcı olması bu yüzdendir.
Felsefe zahiren mutantan, batınen kof bir yoldur. Yani görünüşte ve surette tantanası
ve süslü ifadeleri çoktur, ama özde ve içyüzünde ise koca bir hiçtir. Felsefenin koca bir hiç
olduğu insanlığa sunmuş olduğu fikirlerin ve sistemlerin çökmesinden anlaşılıyor. Ama
felsefenin zahiri çekiciliği bir çok İslam hikmetçisini kendine çekmeyi başarmıştır.
Kur’an, sahabe ve tabiin döneminde çok iyi anlaşılıyor ve tam bir rehberdi. Araplar
kapalı bir toplum olduğu için zihinleri ve anlayışları bakirdi, gözlerini sadece Kur'an’da
açtılar ve bütün akıl ve hissiyatı ile ona yapıştılar. Kur’an onlar için her hususta tam bir
modeldi. Ama daha sonra İslam’ın fetihler ile genişleyip büyümesi sonucu farklı kavim ve
örflerin İslam’a girmesi ve Yunan felsefesinin Arapçaya tercüme edilmesi sonucu o eski
anlayış gitti ve zihinler müşevveş bir hal aldı.
Artık Kur’an sahabe ve tabiin dönemindeki gibi tam anlaşılamıyordu. Zihinler dağıldığı
için, Kur’an mana itibari ile kapanmış, müminlerin inancı tahkikten taklide dönüşmüştü. Bu
taklit ve gabileşme marazına İslam alimleri çok çare ve metotlar aramışlar, ama tam manası
ile başarılı olamadıkları için tasavvuf ve tarikat akımı başlamıştır.
Bu taklit sürecinde bir çok zihin ve beyin Yunan felsefesinden medet umarak o mesleğe
girmişlerdir. Bunun neticesinde Mutezile mezhebi ortaya çıkmıştır.
Mutezile, itikadi ve fikri bir mezhep olup, ilk olarak tabiin döneminde ortaya çıkmıştır.
Kelam ilminde Ehl-i sünnetin en büyük rakibi Mutezile mezhebidir ki, Mutezile mezhebinin
daisi ve membaı Yunan felsefesidir. Yani Mutezile köken ve metodoloji olarak felsefi bir
akımdır, denilebilir. Hatta günümüzün ifadesi ile rasyonalist bir ekoldür. Aklı vahyin önüne
geçirerek, vahyi akla tabi yapan bir akımdır. "Vahiy ile akıl tearuz ederse, vahiy akla göre
tevil ve tabir edilir." görüşünü savunurlar. Bu temelden hareket ettikleri için, bütün imana
ve İslam’a dair konuları felsefe eksenli akıl ile halletmeye çalışmışlar. İslam aleminde
sosyal, siyasi ve itikadi bir çok müspet ya da menfi izler bırakmışlardır.
Ehl-i sünnet ekolü, bu bidat fırkasının menfi tahribatlarını tamir etmek için kelam ilmini
tedvin etmiştir. Öyle ki, Ehl-i sünnetin en büyük imamlarından olan İmam Eşari bile kırk yıl
Mutezile mezhebine mensup olarak yaşamıştır. Daha sonra hocası Vasıl bin Ata ile girdiği
münazara neticesinde, bu mezhebin yanlış ve batıl olduğunu idrak edip Ehl-i sünnet tarafına
geçerek Eşari ekolünü kurmuştur. Bu olay bile Mutezilenin İslam aleminde bir dönem ne
kadar etkili ve tahripkar olduğunu gösterir.
Yine Emevi ve Abbasi halifelerinden bazıları bu mezhebe meylettiği için, bir dönem bu
mezhep siyasi otoriteyi de arkasına alıp Ehl-i sünnet büyüklerine büyük mihnet ve zulümler
de uygulamıştır. Ahmet İbn-i Hanbel bu mezhebin batıl fikirlerine direndiği için mihnet
denen meşhur olaya maruz kalmıştır.
Bidat fırkaları içinde Ehl-i sünnete karşı en sistematik ve en ilmi rakip Mutezile
mezhebidir. Bu sebeple kelam kitaplarında muhatap olarak bu mezhep nazara alınır. Gerçi
şu anda bu mezhebi sistematik bir şekilde savunan bir cemaat ya da ekol yoktur. Lakin
onların bazı yanlış ve batıl fikirleri, halen farklı elbiseler ve üsluplar ile toplum içinde
geziyorlar. Özellikle kader ve günah ile ilgili fikirler halen toplum içinde farkında olmadan
dillendirilebiliyor.
Yunan felsefesi ve onun mahdumu olan Mutezile mezhebi, İslam aleminde İbn-i Sina ve
Farabi gibi İslam filozoflarının çıkmasına hem sebep olmuşlar, hem de zemin ihzar
etmişlerdir. Bunların mukabilinde de İmam Gazali gibi İslam alimleri bulunmuştur. O
zamanda felsefe ile mücadelede en büyük pay İmam Gazali'nindir. İmam Gazali, İbn-i Sina
ve Farabi gibi İslam filozoflarını tekfir etmiştir.
Hasılı, İslam filozoflarının felsefeye olan ilgisini sadece şahsi ilgi ya da savunma
yapayım derken içine düşme şeklinde izah edemeyiz.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

İbni Sina ve Farabi ile ilgili; "Teşebbüh-ü bil-vacip deyip


şirk derelerine düşmüş olabilecekleri.." ile "Adi bir mü'min
derecesini ancak kazanabildikleri.." ifadelerini nasıl
anlamalıyız?
"Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun
ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar, "İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-ü
bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir" deyip firavunâne bir hüküm
vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest,
sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk taifelerine meydan
açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur
kapılarını kapayıp ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen
çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar."(1)
Teşebbüh-ü bi'l-Vâcib, yani Vacibü’l –Vücut olan Allah’a benzemek terkibinde sarih ve
açık bir şirk unsuru yoktur. Lakin şirke ve küfre yol açacak, insanı benlik ve kibre sevk
edecek unsurları havidir bu terkip. Üstad'ın ibarelerinde onların açık bir şekilde şirke
girdikleri manası anlaşılmıyor. Sadece esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest
gibi şirk ve küfür fırkalarına fikri bir zemin ve onlara bir kapı araladığını vurguluyor. Yoksa
her ikisini aynı kefeye koymuyor. Ama bu zatların açmış olduğu bu fikri kapıyı kullanıp şirke
ve küfre düşen çok fırkalar ortaya çıkmıştır. Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak ile hiçbir yönle
mahlukata kıyasa gelmeyen Allah’a benzemek arasında çok azim fark var. İşte bu filozoflar
bu noktada yanılmışlardır.
"İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm
hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun olup, o
mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü'min derecesini ancak
kazanabilmişler. Hattâ, İmam-i Gazalî gibi bir Hüccetü'l-İslâm, onlara o dereceyi de
vermemiş. Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mutezile imamları,
ziynet-i surîsine meftun olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz
ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi' bir mü'min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı
İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu'l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne
ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan
zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemalden bir sille-i tahkir ve tekfir
yiyip "Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz"
diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar."(2)
Burada ise Üstat; İbn-i Sina ve Farabî gibi İslam filozoflarının itikadi açıdan
hükümlerini veriyor. Üstat bu zatları İslam’ın dışında görmüyor. Ama iman ve itikat yönünde
de ami ve basit bir mertebelerinin olduğunu söylüyor. Bunun sebebi ise akıllarına itimat edip
vahiy ve sünnetin rehberliğine tam itaat etmemeleridir. Tıpkı ateş böceğinin kendi küçük
ışıkçığına güvenip, güneşin ışığına iltica etmeyerek, zifiri bir karanlığa mahkum olması gibi.
Üstat İmam Gazalinin içtihadına mukabil, karşı bir içtihat ortaya koymuştur. İmam Gazali
bu zatları iman açısından tekfir ediyor. Üstat ise ami bir mümin derecesinde diyor.
Aralarında bir içtihat farklılığı vardır. Bu da o zatların sarih ve açık olarak şirke düştükleri
tezini çürütür. Zira üzerinde ittifak sağlanamamış bir şey muhkem ve sarih olamaz. Bu da bu
zatların itikadının içtihada kabil bir konu olduğunu gösterir bir vesikadır. Dolayısı ile
Üstad'ın iki ibaresi arasında bir tenakuz ve çelişki söz konusu değildir.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat, İkinci Vecih
(2) bk. a.g.e.

İlave bilgi için tıklayınız: "İbni Sina ve Farabi gibi dahiler, şaşai surisine meftun olup, o
mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden adi bir mümin derecesini ancak
kazanabilmişler..." İbni Sina'yı ve Farabi'yi çok büyük zatlar bilirdik, öyle değil mi?

İmam Rabbani, Mektubat isimli eserinde Eflatun için


kurtulamadığına dair ifadeler kullanıyor ve Hz İsa ile aynı
zamanda yaşayıp iman etmediğini ifade ediyor. Bunu nasıl
değerlendirmeliyiz?
İmam Rabbani Hazretlerinin Eflatun hakkındaki ifadeleri şöyledir:

"Ahmak Eflâtun, nefsinin safâsına güvendi. Hayâline gelen görüntülere uydu.


Bunları değerli bir şey sanarak, kendini beğendi. Hazret-i Îsâ (a.s.) Eflâtun
zemânında peygamber olmuşdu. Rûhullah olan O yüce Peygambere inanmadı. 'Biz
gericilikden kurtulmuş kimseleriz. Bizi doğru yola götürecek öndere ihtiyâcımız
yokdur.' dedi."

"Eğer kalbini karartan safâsı olmasaydı, hayâlindeki sûretlere aldanmaz,


seâdete kavuşmakdan geri kalmazdı. Maksada ulaşmasına engel olmazlardı. Bu
karanlık safâyı görerek, kendini nûrlu sandı. Bu safânın, nefs-i emmârenin ince
kabuğundan içeri giremediğini, nefsinin eskisi gibi kirli, pis olduğunu anlıyamadı.
Nefsinin ancak, şeker kaplanmış necâsete döndüğünü göremedi."
"Kalb böyle değildir. O, yaradılışda temizdir. Nûr ile doludur. Yalnız, karanlık
nefse yakın olduğu için, üzeri kararmış, kirlenmişdir. Az bir tasfiye, temizlemek
ile, üzerindeki pas giderek, eski hâline döner. Nûr ile dolar. Nefs ise, yaradılışda
karanlıkdır, pisdir. Kalbin emri, idâresi altına girmedikce, dahâ doğrusu sünnete
uymadıkca, İslâmiyyete sarılmadıkca, hattâ ve hattâ, ancak Allah Teâlâ'nın
ihsânına kavuşmadıkca, tezkiye bulamaz, içerden temizlenemez. Yaradılışındaki
pislikden kurtulamaz. Seâdete, iyiliğe eremez. Eflâtun, hiç aklı ermediği için,
nefsinin safâsını, Îsâ (a.s.)'a inanan kalbin safâsı gibi sandı. O îmânlı kalbin sâhibi
gibi, kendini de, nûrlu ve temiz gördü. Bunun için de, O yüce Peygambere (a.s.)
uymak nimeti ile şereflenemedi. Sonsuz felâkete sürüklendi."(1)

Evvela, bu husus kati olarak ayet ve hadislerde ifade edilmediği için, alimlerin bütün
görüşleri bir yorumdan ve bir içtihattan ibarettir. İçtihadi bir meselede iki makbul alimin
farklı görüşler serdetmesi gayet normaldir. Bu sebeple İmam Rabbani Hazretleri ile Üstad
Hazretlerinin farklı görüşlerine bir içtihat farklılığı olarak bakmak gerekiyor.
İkincisi, malum olduğu üzere içtihat eden müçtehitlerden isabet eden iki, edemeyen bir
sevap alır. Artık işin özünde hangi alim isabet etti ise iki sevabı o alır, edemeyen de bir
sevap ile yetinir. Meseleye böyle bakıp iki makbul alimi karşı karşıya getirmemek daha
uygun olur.
Üçüncüsü, bu iki farklı içtihattan hangisi bize uygun ise onu kabul edebiliriz. İlle de
birisini birisine kati tercih etmek gerekmiyor. Biz, necat azaptan daha ehven olduğu için
necatı ifade eden Üstad Hazretlerinin görüşünü esas alıyoruz.
(1) bk. İmamı Rabbani, Mektubat, 313. Mektûb

İmam-ı Gazali Hazretleri, İbni Sina'nın imansız gittiğini


mi söylüyor? İbni Sina imansız gitmemişse İmam-ı Gazali -
haşa- onu tekfir ettiği için kendisi tekfire uğramış olmaz mı?
Üstad'ın ona verdiği Adi bir mü'min derecesini açıklar
mısınız?
İmam Gazali ile Üstat arasında bir içtihat farkı vardır. İbn-i Sina ve Farabi gibi İslam
filozofları, Yunan felsefesinin cazibesine kapılarak bir çok noktada Kur'an ve sünnetin
zahirini incitecek yorumlarda bulunmuşlardır. Ama bu yorumlarda hüküm bakımından
müşkilat vardır. Yani bu yorumlarda iman ve küfür noktasından tam bir netlik olmadığı için,
bu fikirlerin küfür olup olmadığı ihtilaflı hale gelmiştir. Muhtelifin fih olan bir meselede
içtihat caizdir. Bu yüzden İmam Gazali ve Üstat bu ihtilaflı konuda farklı içtihatlarda
bulunmuşlardır. Müçtehit ise içtihadından hesaba çekilmez. Bu kaideye binaen İmam Gazali
içtihadında hata etmiş olsa bile muaheze olunmaz.
Üstat ise içtihadını imandan yana kullanarak, bu gibi İslam filozoflarının basit ve avam
bir mümin makamında ve derecesinde olduğunu söylüyor. Adi bir mümin tabiri iman
noktasından taklidi ve basit bir iman mertebesine işaret ediyor.
İbn-i Sina’nın: “Öldükten sonra dirilme inancını aklen ispatı mümkün değil, ama biz
takliden iman ederiz.” demesi, meseleyi gayet güzel özetliyor. Yani İbn-i Sina gibi bir dahi
ve alim insan, iman hususunda avam bir mümin gibi mukallid kalmıştır.

İnsan Sadece Akılla Allah'a Ulaşabilir mi?


Allah’ı bilmenin ve tanımanın çok şubeleri, çok mertebeleri, çok dereceleri vardır.
Allah’ın sadece varlığını bilip kainatta tedbir ve tasarrufunu inkar etmek ve Rububiyet ve
Uluhiyetinin eserlerini ve ipuçlarını kainat üstünde okuyamamak da bir bilmektir, ama kafi
bir bilmek ve tanımak değildir.

Halbuki Kur'an öyle bir marifet dersi veriyor ki; Allah'ın varlığının ve birliğinin yanında
şuunatının, sıfatlarının ve isimlerinin kainattaki tecelli ve icraatlarını akla, kalbe ve
hissiyatlara tesis ettirerek, dem ve damarlarına işlettiriyor. Her hadisede Allah'ın Rububiyet
ve Uluhiyetini göstererek tam bir marifet dersi veriyor.

Ama aklı esas alan felsefe ise, Allah’ı sadece bir ilk sebep olarak görür, onun dışında
kainatı ve içindeki icraatları sebeplere taksim eder. Allah’ın kainattaki Rububiyetini,
Uluhiyetini isim ve sıfatların tecelliyatlarını göremez ve inkar eder. Bu şekil bilmek ise
Allah'ın istediği bir bilmek değildir. Yani akıl vahyin terbiye ve idaresi altına girmeden,
hakiki ve tahkiki marifeti elde edemez. Buna şahit ise akılda çok ileri giden felsefenin ve
filozofların Allah hakkındaki marifetlerinin varlık boyutundan öteye geçememesidir. Halbuki
Allah’ı bilmek, sadece varlığını ilk sebep olarak kabul edip, kainatı sebeplere taksim edip,
kainatta Rububiyet ve Uluhiyetini inkar etmek değildir. Mesela aklı esas alıp vahye yüz
çeviren felsefenin ukulu aşere düşüncesi ne denli tevhitten uzak şirke yakın ve Allah’ın
marifetinden uzak olduğu, misal olarak gösterilebilir.

Yıldız böceği, küçük ışıkçığına itimat edip güneşin ışığına meydan okuduğu için, zifiri
karanlığa mahkum olmuşlar. Bunun gibi filozoflarda vahiy güneşine teslim olmayıp kendi
kafa fenerlerine itimat ettikleri için, kainat karanlığı içinde taklidi bir imanı zor elde
etmişler. İbn-i Sina’nın, "Haşirde akıl ile gitmek imkansız, ama iman ile teslim oluruz."
sözü, salt akılın olayları anlamakta ne kadar aciz ve ihatasız olduğunu gösterir. Ama aklı
vahyin teslimiyetine ve terbiyesine verdiğin zaman, şu kainatın en ince ve en müşkül
meselelerini açan bir anahtar hükmüne gelir. Kainatın ali ve yüksek bir mütefekkir nazırı
olur.

Özet olarak vahiyden uzak ve vahyin terbiyesine girmeyen salt ve soyut akıl Allah’ı kamil
manada bilemez ve tahkiki bir marifete yetişemez. Bu sebeple akıl vahyin tedbir ve
terbiyesine girip onun dairesinde işlemesi gerekir, yoksa şirk ve küfür bataklığında kaybolur
gider. Tarihte sayısız dahi derecesinde filozoflar, salt akılları ile kainatta boğulup küfür ve
şirk çukurundan kurtulamamışlar.

İnsan yaratılışından var olan kapasitesiyle Allah'ı


bulabilir mi, bu kapasitenin varlığını nasıl anlayabiliriz?
Üstadımız bu konuda ne demiş veya sizin görüşünüzü
alabilir miyiz?
Evet, insan fıtrat ve mahiyet olarak Allah’ı bilmek ve tanımak üzerine tasarlanmıştır.
İnsanın mahiyetindeki her bir cihaz ve duygu, Allah’ı tanımak ve bilmek yolunda önemli bir
pencere ve keskin bir kapıdır. İnsanın bu pencere ve kapıları, Onu tanımak ve bilmek
yolunda sarf etmesi gerekiyor; yoksa sarf etme iradesini göstermez ise o pencere ve kapılar
kapalı kalır ve bir işe yaramaz.
Diğer bir husus, insan mahiyeti mizaç ve fıtrat olarak belki Allah’ı tanımak ve bilmek üzere
tasarlanmış olabilir; lakin Allah bu fıtrat ve mahiyeti de bir rehbere ve bir yol göstericiye
muhtaç kılmıştır. Yani insan kendi başına Allah’ı tam anlamı ile bilip bulamaz, bunun için
dinlere ve peygamberlere muhtaçtır. Şayet insan aklı ve sair cihazları ile Allah’ı ve neyin
hak neyin batıl olduğunu bulabilse idi din ve peygamberlere ihtiyaç kalmazdı, herkes hakkı
ve doğruyu kendisi bulabilirdi. Halbuki durum böyle değildir, insanlığın aklını simgeleyen
felsefeye bakıldığında, insanlığın hakkı ve doğruyu, bütünüyle ve ihata ile göremediğini
anlarız.
Özet olarak insan, fıtratındaki Allah’ı tanımak ve bilmek üzere tasarlanmış olan duygu ve
cihazlarını, vahyin terbiyesi ile birleştirip iradesini bu yönde kullanır ise, o zaman hakkı ile
Allah’ı bilebilir ve bulabilir. Bu sıralamadan birisi eksik olursa, bu bilme ve bulma
ameliyesi gerçekleşmez ve neticesiz kalır. Aklı vahye tercih edenlerin hali buna güzel bir
numunedir.
Farabi, İbn-i Sina gibi dahi filozoflar vahye tam teslim olmayıp soyut akılları ile hareket
ettikleri için, bir çok noktada hakkı bulamamışlar; hatta İmam Gazali (ra) göre üç noktada
şirke ve küfre düşmüşler. Dahi filozoflar böyle olursa avam insanlar ne yapmaz.

İnsanda bulunan kuvvet müstakil midir? Yani Cenab-ı


Allah'ın kuvvetinin sürekli tecelisi midir? Yoksa insanın
içinde mi yaratılıp insana verilmiştir?
Her şeyimiz, Allahı'n esmasının daima tecellisi ile var edilmiş, devamı ile devam
ediyor.
Mesela sağlığımız, Şafi isminin tecellisi ile devam etmektedir. Bir an bu tecellinin
kısmen kalkması ile hastalanıyoruz; bu isim tekrar tecelli edince, sağlığımıza kavuşuyoruz.
Cennette de sürekli Şafi ismi tecelli edecek ve hiç tecelli kalkmayacağı için, hastalık
olmayacaktır. Ayakta durmamız ve yürümemiz onun Kayyumiyeti ile mümkündür.
Kayyumiyet bir an çekilse, her şey darmadağın olacak ve bütün hücrelerimiz bir birinden
kopacaktır, yıldızlar birbirine girecektir.

İnsandaki sır hissi nedir, kainattaki esrar nedir; bu ikisi


birbiriyle alakalı mıdır?
İman ve hidayet, öyle bir nurani iksirdir ki; kainatın ya da maddi alemlerin altında duran
ince yazıları ve manaları açığa çıkarıp, sır olmaktan kurtarıyor. Yirminci Mektup'taki esrar,
Allah’ın isim ve sıfatlarının kainatta tecelli eden mana ve esaslarının, iman ve hidayet
sayesinde keşfolunup okunması anlamındadır. Allah’ın isim ve sıfatlarının, esrar yani
görünmez ve sır olarak kalması, küfür ve gafletten dolayıdır. İman ve marifet bu perdeyi
kaldırıp yırttığı için, hakikatler sır ve esrar olmaktan çıkıp, ayan beyan bir şekle dönüşüyor.

İnsandaki sır denilen şey ise; daha çok adı ve mahiyeti bilinmeyen duygular anlamında
kullanılmıştır. Birçok his ve duygular bilinirken, bir çoğunun da varlığı hissedildiği halde
mahiyet ve keyfiyeti bilinmiyor. İnsan, hayatın en cami ve mükemmeline mazhar olduğu için,
birçok hisler ve duygular ile donatılmıştır. Allah kendi isim ve sıfatlarını tanıtmak için,
insana bu isim ve sıfatları tartıp tanıyacak cihazlar vermiştir. Bu cihaz ve duyguların adedi,
bilineni ve bilinmeyeni çoktur.

İşin uzmanları bu duygu ve latifeleri ana hatları ile tespit ve tayin etmişlerdir. Burada
bunlardan herkesin rahatlıkla bilebildiği zahiri ve batini hislerin yanında, bir de bilinmeyen
hisler ve duygulara işaret ediliyor. Bu bilinmeyenlerden iki tanesini Üstad Hazretleri saika
ve şaika şeklinde tespit ettim diyor.

Saika: Şuuru olmaksızın bir şeye sevk olunmaktır. Buna sevk-i İlahi de denir. İnkarcı
filozoflar buna sevk-i tabii veya içgüdü adını veriyorlar. Üstad burada arının mükemmel ve
hikmetli vazifeleri görmesini, sevk-i İlahi anlamında saika duygusu ile izah ediyor. Yani
Allah arıya ne yapacağını saika duygusu ile talim ediyor. Onu bu duygu vasıtası ile
yönlendiriyor. Yoksa aklı ve şuuru olamayan arının, o hikmetli ve mükemmel vazifeleri
kendi başına görmesi ya da kör ve sağır tabiatın sevki ile yapması imkansıdır.

Şaika: Canlılardaki şevk ve motive duygusudur. Allah, mahlukatına yapacağı vazifeleri


saika ile bildirirken, o vazifelere karşı istek ve arzuyu da şaika duygusu ile takviye ve teyit
ediyor.

Tabi bu saika ve şaika duyguları, her canlıda aynı derece ve mertebede görünmez.
İnsanlarda daha cami ve daha mükemmeldir.

Arı saika ve şaika duyguları sayesinde gider, çiçeği bulur, onunla dostluk kurar, ona bir
şeyler verir, ondan bir şeyler alarak her bir nebatla münasebet kurar. İşte arıya bütün bu
davranışları yaptıran temel nimet; hayat nimetidir. Zira insandaki bütün duygu ve latifeleri
çalıştırıp anlamlandıran hayattır.
İnsanın dünyadaki varlığı akıl, kalp, vicdan, şuur, irade,
idrak, nefis, his, heves, ruh, hayat, letaif, dimağ, ene vb.
maddi manevi latifeler ile olduğunu söylüyor Bediüzzaman;
bunları sınıflandırmak mümkün müdür?
Ruh insanın manevi temeli iken ceset ve beden de maddi temelidir. Diğer bütün cihazlar
bu iki temel üstünde şekillenirler. İnsandaki latif, hissiyat ve duygular ruh temelinde
şekillenirken, kesif ve maddi cihazlar ise ceset temelinde şekillenirler.
Ruh: İnsan mahiyetinin aslı ve esası ruhtur. Ruh bütün hasse ve duyguların efendisi ve
yaşam kaynağıdır. Ceset ise ruh ile kaim olup ruha tabidir. Ruhsuz ceset olamaz, ama
cesetsiz ruh olabilir. Kabir aleminde de haşire kadar, yani cesetlerin tekrar iade edilme
anına kadar ruh esaslı bir hayat vardır. Ruh basittir, bölünmez, parçalanmaz, eskimez,
pörsümez, ölmez, dağılmaz, yaşlanmaz; ceset ise, sayılan vasıfların tam aksidir.
Hayat ve şuur (akıl) ruhun bir hassesi ve vasfıdır. Ceset olmasa da ruhun hayat ve şuuru
devam eder. Yani insan ruhu hem görür, hem işitir, hem konuşur, hem düşünür, hem hisseder
hem hatırlar, hem lezzet ve elemi hisseder. Hatta insan bedeni öldükten sonra ruha münasip,
ruh ayarında, bir latif kılıf giydirilir, ruh bütünü ile çıplak kalmaz. Bu latif kılıf ise cesedin
timsalindedir, yani her insanın sima kimliği bu misali bedene akseder. Esası itibari ile ruh
cesede değil ceset ruha muhtaçtır.
Kalp: İnsan mahiyetinin merkezinde yerleşmiş karar verme veya vermeme vazifesini
gören akıl ve vicdan gibi kanallar ile beslenen bir latifedir. Akıl dış alemden gelen verileri
kalbe gönderir.
Vicdan ise, insanın fıtratına derç edilmiş doğuştan gelen hakikat miyarıdır. Vicdan, bir
nevi insanın iç aleminin mizanlarını kalbe gönderen bir iç kanaldır. Bu iki kanaldan gelen
veriler ve malumatlar kalp denilen latifede depolanır ve kalp bu verilere göre gelişir ve
şekillenir. Kalp hayatta yolunu bu veriler ışığında seçer ve ona göre yaşar. Bu yüzden kalp
insan mahiyetinin en önemli merkezi en yön verici karar mekanizmasıdır. Üstat bu manayı
şöyle özetliyor:

"İhtar: Kalbden maksat, sanevberî (çam kozalağı) gibi bir et parçası değildir.
Ancak, bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı vicdan, mâkes-i efkârı
dimağdır. Binaenaleyh, o lâtife-i Rabbaniyeyi tazammun eden o et parçasına kalb
tabirinden şöyle bir letafet çıkıyor ki, o lâtife-i Rabbaniyenin insanın maneviyatına
yaptığı hizmet, cism-i sanevberînin cesede yaptığı hizmet gibidir."(1)

Akıl: Doğru ile yanlışı, hak ile batılı, güzel ile çirkini, tefrik ve temyiz edip aralarında
mukayese yaptıktan sonra da bilgileri kalbe pompalayan bir latifedir. Akıl insan mahiyetinin
en önemli ikinci cihazı ve mükellef olmanın zaruri bir aracıdır. Akıl tek başına doğruya ve
hakka ulaşma salahiyetine sahip değildir vahiy ve peygamber vasıtasına muhtaç olarak
yaratılmıştır. Bu yüzden Allah insanları vahiysiz ve nebisiz bırakmamıştır. Akıl, vahyin
terbiyesi ve nuru altında şu kainatın manalar alemine açılan mükemmel bir menfezi ve bir
latifesidir.
Nefis: İnsan mahiyetinde maddi, cismani ve hayvani yönü temsil eden ve nurani ve latif
duyguların terakki ve tekemmülünde rakip olan bir cihazdır. Nefis, insan bedeninin nebati ve
hayvani hislerinin genel adıdır. Kesif ve cismani olduğu için Allah’ın isim ve sıfatlarının
tamamının anlaşılmasında önemli bir miyardır.
İnsanın kesif olan nefsi, ıslah ve terbiye ile nurani ve latif bir surete çevrilebilir. Şehvet
ve öfke, nefis kapsamında en önemli iki hissiyattır. Ceset ile nefis birbirine çok yakın şeyler
olduğu için ayrıca izaha gerek yoktur. Şu kadar var ki, ruhta nurani ve latif olarak yaratılan
bütün hasse ve duyguların cesette de maddi ve cismani bir karşılığı ve azası vardır. Mesela
ruhta akıl ve şuurun cesetteki karşılığı beyindir. Ruhun işitme vasfı cesette kulak olarak
yaratılmıştır; ruhun görmesi cesette göz organı ile sağlanıyor. Tabiri caiz ise, cesetteki bütün
aza ve organlar ruhtaki hasse ve duyguların bir çıkıntısı ve yansımasıdır. Bu yüzden ruh ile
anlaşılmayan cismani hakikatler ruhun aracı olan beden ile anlaşılır. Yani ruh bizzat
hissedemediği cismani ve kesif şeyleri ceset ve beden aracılığı ile hissediyor. Bu yüzden
ceset ve azaları yaratılıp ruha giydirilmiştir.
Vicdan, insanın fıtratına derç edilmiş ve doğuştan gelen hakikatlerin bir miyarıdır.
Vicdan bir nevi, insanın iç aleminin mizanlarını kalbe gönderen bir iç kanaldır. Bu iki
kanaldan gelen veriler ve malumatlar kalp denilen latifede depolanır ve kalp bu verilere
göre gelişir ve şekillenir.
Vicdan, hak ve hakikatlerin hissedilmesini sağlayan ve insana ihtar eden bir
mekanizmadır. Vicdan, manevi alemlerin esası ve haritası konumundadır. Hakikatlerin
uçlarının temerküz ettiği cami bir aynadır. Hem ahlaki değerlerin hem de doğruluğun ana
üssü gibidir. İnsanın başka duyuları yanılsa bile vicdan yanılmaz.
Her insanın vicdanında bir inanma ihtiyacının olması insanı tevhide sevk eden en önemli
iç dinamiklerden birisidir. Yani insanın bir şeye inanma ihtiyacı vicdandan gelen bir
duygudur ki, çok insanlar bu duygunun rehberliğinde hakkı bulmuştur.
Afaki alemler nasıl tevhide birer levha, birer işaret ise, insanın enfüsi alemi, yani
vicdan, kalp, ruh, fıtrat gibi ahvaller de aynı şekilde tevhide enfüsi birer levha birer
işarettirler. Afakta yazılmış bütün hakikateler insanın enfüsisinde, yani fıtrat ve vicdanında
daha okunaklı ve daha beliğ bir şekilde yazılmıştır. İnsan bu yazıları iman penceresi ile
okusa, tevhide dair sayısız işaretleri bulur.
(1) bk. İşaratü'l-İ'caz, Bakara Suresi 7. Ayet Tefsiri.

İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden


enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal
tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.. Cümlesini
açar mısınız?
Enenin şerli yüzünü işletenler farazi bir şirkten kurtulamazlar. Nasıl ki, düşünerek ve
kabul ederek yağmuru tabiat ve sebepler yapıyor demek, Allah’ın Rububiyet ve Uluhiyetine
bir şirk ise; küçük bir kainat olan insanın mahiyetine emaneten konulmuş ve verilmiş şeylere,
benim diye dava etmek aynı derecede şirktir. Yani yağmuru bulut yapıyor demek ne ise; ben
de şu fiilimi kendim yapıyorum demek aynı şeydir.
Halbuki insandaki benlik hissi hakiki değil, hayali ve farazi bir mihenk ve mizandır. Bu
benlik mizanının ve mihenginin tek meşru yüzü kıyas yapmaktır. Başka meşru bir yüzü
yoktur. Ama düşünmeden ve kabul etmeyerek alışkanlık ve gafletten gelen bir ifade ile
ben yapıyorum, ben ediyorum sözleri şirke girmez. Bu noktada insanlar mazurdur. Lakin
bu ülfet ve gaflet zamanla kalınlaşıp tabiat ve enaniyet şirkine dönüşebilir. Bu sebeple
tahkiki iman ve marifet dersleri ile bu gaflet ve ülfet perdesini yırtmak gerekir.

Ülfetten Kurtulma Çareleri Hakkında Bilgi Almak İçin Tıklayınız

İnsanın mahiyetindeki bu benlik hissi aslı itibari ile mevhum ve farazi de olsa, nazar ve fikir
bunu ya buharlaştırıp tam tevhide dönüştürür ya da tersi olup kalınlaştırıp hakiki ve kalın bir
şirk ve tabiat bataklığına dönüştürür. İşte bu mevhum ve farazi olan benlik hissi durağan ve
statik bir şey değildir; değişken ve gelişime açık bir olgudur. Bu değişim ve gelişimin
yüzünü ise ancak insan tespit edip belirler.

Benlik hissi tevhit ve şirkin bir tohumudur; bu tohumu menfi yönde geliştirip büyütecek su ve
hava ise; küfür ve şirkten gelen fikir ve ideolojilerdir. Müspet yönde geliştirip büyütecek su
ve hava ise; İslam'dan gelen tahkiki iman ve marifet fikirleridir..

Kainatta düzenin kurulması için bazı canlılar bazılarına


yiyecek oluyor. İşte bu dengenin sağlanması için illa bir
varlıgın acı cekmesi mi lazım? Evet netice itibariyle hayırdır,
ancak ilk sebep zahiren şer gözüküyor. Maddecilerin cidal
dedikleri bu mu?
"Şeytanın vücudunda cüz'î şerlerle beraber birçok makasıd-ı hayriye-i külliye
ve kemâlât-ı insaniye vardır. Evet, bir çekirdekten koca bir ağaca kadar ne kadar
mertebeler var; mahiyet-i insaniyedeki istidatta dahi ondan daha ziyade merâtip
var. Belki zerreden şemse kadar dereceleri var. Bu istidâdâtın inkişâfâtı, elbette
bir hareket ister, bir muamele iktiza eder. Ve o muameledeki terakki
zembereğinin hareketi, mücahede ile olur. O mücahede ise, şeytanların ve muzır
şeylerin vücuduyla olur. Yoksa, melâikeler gibi, insanların da makamı sabit kalırdı.
O halde insan nev'inde binler envâ hükmünde sınıflar bulunmayacak... Bir şerr-i
cüz'î gelmemek için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete münafidir."(1)

Evvela, Allah külli hayırları netice veren cüzi şerlere müsaade ediyor, önermesi
meselemize ışık tutuyor. Yani Allah kainatı yaratırken külli hayırlar ile cüzi şerler arasında
bir tercih yaparak külli hayırları nazara alıp öyle yaratıyor. Küçük ve cüzi şerleri
yaratmamak için külli hayrı terk etse, külli bir şer olur. Yani küçük şer olmasın derken
büyük şer gelmiş olur. Bu da maksada zıt bir durum teşkil eder.
İkincisi, Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf etmesi zulüm olmuyor. Zulüm, bir
başkasının mülkünde haksız tasarrufta bulunmak şeklinde tarif edilmiştir. Öyle ise Allah’ın
kendi mülkündeki tasarruflarına haksız ve zulüm nazarı ile bakamayız. Nitekim bu
tasarruflarda bizim bilmediğimiz ve göremediğimiz sayısız şefkat ve hikmet noktaları
vardır. Öyle ise bütün hikmetler ihata edilmeden hükme gitmek yanlış ve hatalı olur.
Üçüncüsü, maddeciler işin sebep sonuç kısmına, yani işin madde cihetine yöneldikleri
için, o sebebin arkasında iman ve hidayet ile algılanabilecek sayısız mana ve maksatları
göremiyorlar. Doğal olarak cüzi şerler onların nazarında şişerek külli şer şekline dönüşüyor.
Tıpkı ruh hastası olan birisinin karanlıkta sanrı / halüsinasyon görmesi gibi. Bu maddeciler
de büyük bir hayra hizmet eden küçük ve basit şerleri adete kainatı sarmalamış bir örtü gibi
telakki ediyorlar. Bu onların ruhi marazlarından başka bir şey değildir.
Dördüncüsü, ölüm bir hiçlik, bir yokluk olsa idi, o zaman canlıların ölmelerine hakiki
bir acıma nazarı ile bakılabilirdi. Lakin ölüm ebedi ve daimi bir hayatın girişi ve tüneli
olduğu için o çekilen sıkıntıları hiçe indiriyor, o cüzi acıları gayet adi ve suri bir şekle
dönüştürüyor. Askerin terhis olup asıl vatanına dönmesi gibi, canlılar da ölüm vasıtası ile
asıl vatan olan ahiret yurduna intikal ediyorlar. Zahirde bakıldığı zaman, bir askerin
askerliğe ait elbiseleri ve teçhizatları teslim etmesi bir talan ve bir soymak gibidir, ama
hakikatte ise terhis olup ana babasına kavuşmaktır.
İşte maddeciler ölüme ve acılara bu nazarla baktıkları için, her şeyi bir talan ve soymak
şeklinde algılıyorlar.
(1) bk. Lem'alar, On Üçüncü Lem'a

Madem ki ene nefsin bir cüz'üdür ve ene berzahtır,


mahluk değildir, hatta müşahedetullah enede olur; o halde
nefsin, enenin bir cüz'ü olması gerekmiyor mu?
Ene mevhum ve itibari bir şey iken, nefis vücud-u haricisi (mevcut ve cismani) olan bir
şeydir. Mevhum ve itibari bir şey, cismani ve mevcut bir şeye tabi olup, onun bir rüknü ya
da cüzü olabilir, bunda bir tutarsızlık ve çelişkili taraf yoktur.

Bu hakikati şöyle bir temsil ile akla yaklaştıralım. Şöyle ki: Bir usta bir binayı fiilen
yapmaya başlasa, binanın kalıbı ortaya çıktıkça, bu kalıba müterettib yani ona bağlı olarak
mevhum ve itibari şeyler de kendiliğinden peyda olmaya başlar. Mesela; binanın önü ve
arkası, altı ve üstü, sağı ve solu, güneyi ve kuzeyi gibi esas itibari olmadığı halde, bina ile
ortaya çıkan nispi ve itibari kavramlar oluşur. Usta bu nispi ve itibari kavramları çekiç ve
çivisi ile binaya çakmış değildir, yani onlar cismani olmadıkları için, binanın kalıbı ile
açığa çıkmış şeylerdir. Bu yüzden bina onlara değil, onlar binaya tabidirler.

Aynen insan da bu bina gibi, Allah tarafından inşa olunurken, terettübi birtakım nispi ve
itibari şeyler, insanın mahiyetinde peyda olmuşlardır. Ene ve cüzi irade bu kabildendir.
Nefis, insanın kalıp ve cismaniyetinin adıdır, ene ise bu cisimde terettübi olarak çıkan
mevhum ve tabi bir kavramdır. Bu sebeple nefis eneye değil, ene nefse bağlı olarak varlık
sahasına çıkmıştır.
Makrokozmosdaki Nur-i Muhammedi (asm)'in
mikrokosmosdaki nümunesi ene midir acaba?
Nur-u Muhammedi (asv)’in insandaki mukabili ve numunesi, ene değil iman ve
hidayettir. Zira Peygamber Efendimiz (asv) iman ve hidayetin maddi ve müşahhas bir şekli
ve formudur. Hatta Hazreti Ayşe (r.anha) validemizin ifadesi ile "O yürüyen bir
Kur’an'dır." Onun mübarek cesedi nuraniyet sırrı ile tam bir nur ve hidayet olduğu için,
Miraçta mübarek cesedi mübarek ruhuna eşlik etmiştir. Öyle ise Hazreti Peygamber
Efendimizi (asv) insandaki eneye benzetmek uygun olmaz. Olsa, olsa O insandaki iman ve
hidayete mukabil gelir.
Diğer bir husus, kainat büyük alem iken insan ise küçük bir alemdir. Yani "insanı
büyültsek kainat olur, kainatı küçültsek insan olur" önermesinde en büyük pay
Peygamber Efendimiz (asv)'dir. İnsanlık manasını ve hakikatini en mükemmel bir şekilde
Hazreti Peygamber Efendimiz (asv)'de görmüş ve göstermiştir. Bu noktada kainatın numunesi
ve küçük bir modeli direkt olarak Peygamber Efendimiz (asv)'in mübarek şahsiyetidir.

Meleklerde Ene Olmadığı İçin, Marifetullahı İdrakleri


Nasıldır?
İnsanlar, ene aracılığı ile, Allah'ın isim ve sıfatlarının hadsiz mertebe ve derecelerini
kavrarlar. Sabit bir makam ve mertebede kalmayıp, çok mertebelerini idrak ederler. Mesela,
nasıl sıcaklık mertebelerini idrak etmek için, soğuk devreye girer. Ve soğuk ile sıcaklığın
hadsiz derece ve mertebelerini anlarız. Yoksa, soğuk olmasa, sıcaklığın sabit ve yeknesak,
tek mertebesini bilebilir ve anlayabilirdik.

Bu bilmek ve anlamak da eksik olurdu. Bize verilen, mevhum ene dürbünü ile Allah'ın
mutlak sıfatlarının ve isimlerinin nihayetsiz mertebelerine herkes gücü ve mertebesi
nispetinde bakabilir ve anlayabilir. Yeknesak ve sabit bir mertebe ile sınırlı kalmaz.
Meleklerde ise ene, nefis ve cisim gibi tartı ve ölçüler onlarda olmayınca, mutlak isim ve
sıfatların hadsiz mertebe ve derecelerini idrak edemezler. Onlar sadece Allah’ın isim ve
sıfatlarının yeknesak ve sabit bir mertebesini idrak edebilirler. Yoksa, hiç bilemez ve idrak
edemez demek yanlış olur.

Meleklerin makamlarının sabit olup, terakki ve tedenniden mahrum olmaları, bu


meselemize ışık tutar ve işaret eder. İnsanın meleklere olan rüçhaniyeti, yani,
üstünlüğü buradan ileri gelmektedir.

Meleklerde ene ve nefis var mıdır? Varsa nasıldır?


Meleklere Allah’ın isim ve sıfatlarını idrak edebilmeleri için nefis ve ene gibi cihazlar
verilmiş, ama bu nefis ve enenin şerre kabiliyeti bulunmuyor. Bu yüzden meleklerin makamı
sabit derecesi vehbidir. Yani insan gibi mücadeleye tabi olmadıkları için, onlarda manevi
tekemmül ve terakki bulunmuyor. Ama sadece hayra çalışan verilmiş bir nefis ve eneleri de
bulunuyor. Yoksa Allah’ı tanımaları mümkün olmazdı.
Meleklerin mahiyeti, Allah'ı bütün sıfatlarıyla tanıma noktasından insanlardan daha geri
yaratılmıştır. "İnsanların cami kabiliyetlerini kuşatacak derecede bir ene" melekler de
yoksa da, insana nispeten daha noksan melek mahiyetini kuşatan ve kibre sevk etmeyen,
"melek mahiyeti" anlamında kendilerine göre bir eneleri vardır denilebilir. Ve melekler
Rablerini bu mahdut eneleri ile tanırlar.

Mücerred yani kılıflı ene hakkında bilgi verir misiniz?


Vücud-u itibarisi vardır, vücud-u haricisi yokturdan maksat
nedir?
İnsandaki benlik hissi, somut ve maddi bir varlık değildir; ama tamamen yok da
denilemez. Varlık ile yokluk arasındaki şeylere; itibari veya nispi emirler deniliyor. İnsanın
benlik ve enaniyet hissi de, nispi ve itibari bir varlıktır.
Mesela; bir binanın temeli, çatısı, odaları vesairesi maddi ve somuttur ama; binanın altı,
üstü, sağı ve solu, önü ve arkası gibi kavramlar maddi ve somut değildir, yani harici bir
vücudu yoktur. Ama tamamen de inkar edilip, yok sayılmazlar. Hatta bu nispi kavramlar,
insanlık için önemli kavramlardır; insanların işlerini ve hayatlarını kolaylaştırıyorlar, şayet
hiç aslı ve esası olmasa, insanlara bir fayda temin edemezler.
Mesela; birisi ile buluşmak için desek "Beni falanca binanın önünde bekle." bu adam
dese ki "Bina tamam ama önü kavramı yok ki orda bekleyim." deyip; binanın arka tarafına
geçse o adam ile buluşamazlar.
İnsandaki benlik duygusu da bina örneğindeki sağ sol, alt üst, ön arka kavramları gibidir.
Allah, bu hissi bize kendi isim ve sıfatlarını tanıtmak ve hissettirmek için vermiştir. İnsan bu
benlik hissi ile kıyas yapıyor. Nasıl binanın ön veya arka tarafı iki insanı buluşturabiliyor
ise; insandaki benlik duygusu da, Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını bize hissettirip
tanıttırabiliyor.
İnsan kendindeki cüz'i sahiplik duygusu ile der; "Ben şu evin sahibiyim, Allah ise bütün
kainatın sahibidir; ben cüzi kudretim ile şu bardağı kaldırıyorum, Allah ise bütün gezegen
ve galaksileri kaldırıp çeviriyor." Daha bunun gibi, insan itibari çok duygucuklar ile,
Allah’ın isim ve sıfatlarını kıyas ederek anlamaya çalışır.
Enenin kılıfı insanın cismani vücududur; vücut ise mahluk ve somut bir varlıktır. Nasıl
bina olmaz ise, ona bağlı olan nispi sağ ve sol kavramları da olmaz, aynı şekilde insanın
cismi de insandaki benlik duygusuna bir esas, bir temel mesabesindedir, insanın cismi olmaz
ise, itibari olan benlik de kalkar.

Nefisteki şuur ile enedeki şuur aynı mıdır?


Şuur, insanda takılı olan cihazların ortak bir neticesi, kolektif bir ürünüdür. Şuur ile aklı
birbirine karıştırmamalıyız. Akıl, şuurun oluşmasında sadece bir nefer ve bir etkendir.
Yoksa şuur eşittir akıl demek mümkün değildir.
Akıl dışarıdan ilim, vicdan içeriden İlahi fısıltı, ene ise İlahi kıyaslamaları kalbe getirip
veriyor; kalp de bunu yoğurup bir karar veriyor. İşte kalbin bu kararından hasıl olan bilinç
ve nurlanmaya şuur deniyor.
Dolayısı ile şuur insanın mahiyetinin ortak bir sonucudur. Şuuru salt ene ve nefse
hamletmek mümkün değildir. İnsandaki her bir aza ve cihazın şuur inşaatında bir tuğlası ya
da bir taşı vardır.

Nefsi emmareden kurtulup nefsi mutmainneye nasıl


yükselebiliriz? Risaleler ışığında cevaplar mısınız? Mesela
tasavvuf kitaplarında az yemek, az konuşmak, az uyumak
bunlar hep tavsiye edilir nefsi eğitmede...
Nefis, insan mahiyetinde maddi, cismani ve hayvani yönü temsil eden ve nurani ve latif
duyguların terakki ve tekemmülünde rakip olan bir cihazdır. Nefis, insanın nebati ve hayvani
bütün istek ve arzularını cem eden bir terimdir diyebiliriz. Kesif ve cismani olduğu için
Allah’ın isim ve sıfatlarının tamamının anlaşılmasında önemli bir miyardır. İnsan bu kesif
nefsi ıslah ve terbiye ile nurani ve latif bir surete çevrilebilir. İşte nefsin mertebeleri bu
ıslah ve terbiye sürecinin aşamalarından ibarettir.
Allah nefis ve şeytan gibi şeyleri insanın terakki ve tekemmülü için insana musallat
etmiştir. Bu yüzden imtihan dünyasında ölene kadar nefis ve şeytan insan mahiyetinde
vazifesini yapacaktır. İnsanın vazifesi de bu düşmanlarla mücadele edip Allah yolunda
terakki etmektir.
Nüfus-u seb’a, nefis terbiyesindeki yedi kademe, yedi safha demektir. Bir öğrenci on
beş yıllık tahsil hayatının sonunda belli bir alanda uzman olarak üniversiteyi bitirir. Bir
ustanın yanında işe başlayan bir çırak yıllar sonra o alanda usta olur. İşte bütün bunlarda bir
seyrü sülûk olduğu gibi, nefis için de bir seyrusülûk lazımdır.
Ham petrol başlangıçta siyahtır ve pis kokuludur. Fakat arıtma neticesinde bu ham
petrolden yüzlerce faydalı şey üretilir. Benzin bunlardan sadece bir tanesidir. Onun gibi,
nefis işin başlangıcında o ham hali ile –tabir yerinde ise- pistir. Fakat belli bir seyrü sülûk
sonucu arınmış bir hale gelir, kötü özelliklerinden birer birer kurtulur. Tasavvuf kitaplarında
nefsin yedi mertebesinden söz edilir:
1. Nefs-i emmare
2. Nefs-i levvame
3. Nefs-i mülhime
4. Nefs-i mutmainne
5. Nefs-i râdiyye
6. Nefs-i mardıyye
7. Nefs-i kâmile
Nefs-i emmare, nefsin terbiyeden geçmemiş ham halidir. Böyle bir nefis şiddetle ve ısrarla
kötülüğü emreder, günahlara dalmak ister. Ulvi şeylerden gafil, süfli şeylere ise müştak olur.
Bu husus ayette şöyle ifade ediliyor:

"Doğrusu, ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü Rabbimin merhamet edip


korudukları hariç, nefis daima fenalığı ister, kötülüğe sevk eder. Doğrusu Rabbim
gafurdur, rahimdir (affı ve merhameti boldur).” (Yusuf, 12/53)

Yalnız her meslek ve meşrebin nefsi ıslah tarzı başka başka olabilir. Kimisi uzun ve
meşakkatli, kimisi kısa ve suhuletli olabilir. Tasavvuf mesleğindeki seyrü süluk ve riyazet
uzun ve meşakkatli iken, Risale-i Nur mesleğinin tahkiki iman dersi ile nefsi dizginleyip
itaat altına alması kısa ve suhuletlidir.
Evet nefsi yenmenin ve onunla mücadele etmenin her meslek ve meşrebe göre usulleri ve
tarzları farklıdır. Tezkiye etmek sahabe ve Nur mesleğine has iken, öldürmek tarikat
mesleğine özgü bir usuldür.
Tarikat, makam ve velayet olarak sahabe mesleğine nispetle velayet-i suğra
makamındadır. Hal böyle olunca, bu mesleğin nefsi yenme ve terbiye etme yöntemleri,
sahabe mesleğinin yöntemlerinden daha alt sırada yer almaktadır.
Nefsi öldürmek, hakikatlere ulaşma yolunda tarikat ehli için zaruri bir ihtiyaçtır. Çünkü
mesleklerinin müktezası ve icabı budur. Nefis baki iken, hakikatlere ulaşmaları çok zor. Bu
sebeple hakikatlere ulaşmak için ayak bağı olan nefsi yok etmeyi tercih ediyorlar.
Halbuki nefis, sadece kurtulması gereken bir düşman değil, nihayetsiz terakki etmenin de
bir şartı ve zembereğidir. Tarikat erbabı velayet makamına çıkmak için nefsi öldürüp
atıyorlar, ama sahabeler nefsi öldürmeyip, manevi terakkilerinde ve velayetin üst
perdelerine çıkmada bir araç ve binek olarak kullanıyorlar.
Ölmüş bir nefis, şükür ve ibadetin bir çok aksamını hissedemez. Bu yönü ile Allah’ın bir
çok ismine vasıl olmada nakıs kalır. Sahabeler ise nefsi terbiye ve ıslah ederek ibadet ve
şükrün bütün aksamlarını yaşıyorlar ve her isme bir yol buluyorlar.
Allah’ı her yönü ile tanımak ancak nefisle mümkündür. Zira nefis bir çok isme ulaşmada
anahtar bir cihazdır. İşte sahabeler bu anahtarı yok etmeyip, ıslah ve terbiye usulü ile Allah’ı
tanımada bir araç olarak kullanırken, tarikat evliyaları velayet makamının belli makamına
çıkmak için öldürüyorlar. Ya da öldürmekten başka çare bulamıyorlar. Zira nefis ile
mücadele etmekte büyük zorluk ve meşakkatler olduğu gibi, onu ibadette araç yapmak için
de büyük bir iman iktiza ediyor.
Bu zamanda nefsi terbiye etmenin en kati ve keskin yolu; tahkiki imanı elde
ederek, farzların ifa edilmesi ve günahlardan kaçınılmasıdır. Risale-i Nurlar bu zamanda
tahkiki iman dersini veren yegane tefsir ve eserlerdir. Yoksa eski zaman evliyalarının yaptığı
ağır terbiye metotlarını, bu zamana uyarlamaya kalkmak; imkansız derecesindedir. Zaten
günümüzdeki tarikatlar da hakikat noktasında cemaatleşmiş tarikatlardır. Yani cemaat
prensipleri ile hareket etmektedirler.
İlave bilgi için tıklayınız:
NEFS-İ MUTMAİNNE, NEFSİN MERTEBELERİ
Otuzuncu Söz Dördüncü Misal'de geçen üç yolu açıklar
mısınız?
Üstad Hazretleri zaten o rüyaya benzeyen hayali seyahati sonunda özet bir şekilde
yorumluyor, şöyle ki:

"İşte, ‫ﻀۤﺎﻟﱢﯿَﻦ‬
‫ َوﻻَ اﻟ ﱠ‬ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyûn
fikrini taşıyanların mesleğidir ki; onda, hakikata ve nura geçmek için ne kadar
müşkilât olduğunu hissettiniz."(1)

Yani maddeci felsefenin Allah’a dair hakikatleri bulması imkansızdır. Bu sebeple


madde hesabına Allah’ı inkar ediyorlar, her şeyi tabiata ve sebeplere havale ediyorlar.
Kainatta olan biten bütün hadiseleri tesadüfe verdikleri için, olayların hikmet ve hayır
yüzünü göremiyorlar. Onlar için bütün hadiseler tesadüfün oyuncağı, üzüntünün kaynağıdır.
Bunlar için alem mutlak zülumat ve karanlıktadır, her şey abes ve yokluğa mahkumdur.

‫ب‬ ُ ‫ َﻏْﯿِﺮ اْﻟَﻤْﻐ‬ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite îcad ve tesir
ِ ‫ﻀﻮ‬
verenlerin, Meşâiyyûn hükemâsı gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve
Vâcib-ül Vücûd'un mârifetine yol açanların mesleğidir."

Bu yolda gidenler, vahyin o eşsiz iklimine girmeyip, aklına itimat eden ve kainatta olan
biten işleri sebeplerin tasarrufuna havale eden akılcı felsefecilerdir. Bunlar, hakikati soyut
aklımız ile bilip bulabiliriz, diyerek vahye teslim olmayan Aristoculardır. Belki Allah’ın
varlığını inkar etmiyorlar, lakin Allah’ı sadece ilk sebep olarak görüp, Allah’ın kainat
üstündeki uluhiyet ve rububiyet sıfatlarını tamamen inkar edip, sebeplere havale ediyorlar.
Güya Allah ilk olarak aklı yaratmış, akıl da başka bir aklı, o da öbürünü, en sonunda
onuncu akıl da kesret alemi olan kainatı yaratmış diyerek, büyük bir safsata yoluna
sapmışlar. Vasıta ve sebeplere İlahlık vermişler. Akıl ve fikir ile hakikati bulmaya
çalışanların bulabildiği Allah, -haşa- iradesiz, ilimsiz sadece bir ilk sebeptir. Böyle bir
Allah telakkisi elbette nursuz ve hakikatsiz olduğu için, bunlar kainatın hikmet ve sırlarını
çözememişlerdir. Bu sebeple tıpkı maddeciler gibi akılcı filozoflar da kainat ve içindekileri
karanlık ve fırtınalı bir tesadüf şeklinde tasvir etmişler.

َ ‫ اَﻟﱠِﺬﯾَﻦ اَْﻧَﻌْﻤ‬ile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i
‫ﺖ َﻋﻠَْﯿِﮭْﻢ‬
Kur'anın cadde-i nurâniyyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık,
semâvî ve rahmânî ve nuranî bir meslektir."

Bu yol vahiy ve Kur’an’ın yoludur. Bu yolda benlik, gurur, kendine itimat etmekle
vahye sırt çevirme yoktur. Benlik ve gurur vahiy ateşinde eridiği için, her şeyin içyüzü ve
hakikati Allah tarafından vehbi bir şekilde insana ihsan ediliyor. Vahyin o azametli ışığı
kainatın en ücra köşelerini bile nurlandırıp ışıklandırıyor, her şeyin iç yüzünü ve hakikatini
insanların aklına indirgiyor.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.
Otuzuncu Söz, Birinci Maksat'ta Üstad'ın, Fatiha'nın
ahirindeki üç mesleği konu edinen rüyaya benzer hadiseleri
yorumlayabilir misiniz?
Üstad Hazretleri, zaten o rüyaya benzeyen hayali seyahati sonunda özet bir şekilde
yorumluyor şöyle ki:
"İşte, ‫ﻀۤﺎﻟﱢﯿَﻦ‬ ‫ َوﻻَ اﻟ ﱠ‬ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun
fikrini taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât
olduğunu hissettiniz."
Yani maddeci felsefenin Allah’a dair hakikatleri bulması imkansızdır. Bu sebeple madde
hesabına Allah’ı inkar ediyorlar, her şeyi tabiata ve sebeplere havale ediyorlar. Kainatta
olan biten bütün hadiseleri tesadüfe verdikleri için olayların hikmet ve hayır yüzünü
göremiyorlar. Onlar için bütün hadiseler tesadüfün oyuncağı üzüntünün kaynağıdır. Bunlar
için alem mutlak zülumat ve karanlıktadır, her şey abes ve yokluğa mahkumdur.
‫ب‬
ِ ‫ﻀﻮ‬ ُ ‫ َﻏْﯿِﺮ اْﻟَﻤْﻐ‬ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad ve tesir
verenlerin, Meşâiyyûn hükemâsı gibi; yalnız akıl ile, fikir ile hakikat-ül hakaika ve
Vâcib-ül Vücûd'un mârifetine yol açanların mesleğidir."
Bu yolda gidenler, vahyin o eşsiz iklimine girmeyip aklına itimat eden ve kainatta olan
biten işleri sebeplerin tasarrufuna havale eden akılcı felsefecilerdir. Bunlar hakikati soyut
aklımız ile bilip bulabiliriz diyerek vahye teslim olmayan Aristoculardır. Belki Allah’ın
varlığını inkar etmiyorlar, lakin Allah’ı sadece ilk sebep olarak görüp Allah’ın kainat
üstündeki uluhiyet ve rububiyet sıfatlarını tamamen inkar edip sebeplere havale ediyorlar.
Güya Allah ilk olarak aklı yaratmış, akıl da başka bir aklı oda öbürünü en sonunda onuncu
akılda kesret alemi olan kainatı yaratmış, diyerek büyük bir safsata yoluna sapmışlar. Vasıta
ve sebeplere İlahlık vermişler. Akıl ve fikir ile hakikati bulmaya çalışanların bulabildiği
Allah iradesiz, ilimsiz sadece bir ilk sebeptir. Böyle bir Allah telakkisi elbette nursuz ve
hakikatsiz olduğu için, bunlar kainatın hikmet ve sırlarını çözememişlerdir. Bu sebeple tıpkı
maddeciler gibi akılcı filozoflar da kainat ve içindekileri karanlık ve fırtınalı bir tesadüf
şeklinde tasvir etmişler.
‫ﺖ َﻋﻠَْﯿِﮭْﻢ‬ َ ‫ اَﻟﱠِﺬﯾَﻦ اَْﻧَﻌْﻤ‬ile işaret olunan üçüncü yol ise: Sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i
Kur'anın cadde-i nurâniyyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık,
semâvî ve rahmânî ve nuranî bir meslektir."(1)
Bu yol vahiy ve Kur’an’ın yoludur. Bu yolda benlik, gurur, kendine itimat etmekle vahye
sırt çevirme yoktur. Benlik ve gurur, vahiy ateşinde eridiği için, her şeyin içyüzü ve hakikati
Allah tarafından vehbi bir şekilde insana ihsan ediliyor. Vahyin o azametli ışığı kainatın en
ücra köşelerini bile nurlandırıp ışıklandırıyor, her şeyin içyüzünü ve hakikatini insanların
aklına indirgiyor.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.

Risale-i Nur Çerçevesinde Nübüvvet ve Felsefe Arasındaki


Fark Nedir?
Nübüvvet, vahye, yani Allah’ın sonsuz ilmine dayanıp gücünü ondan alırken, felsefe
ise, aklına dayanır ve ondan güç almaya çalışır. Nübüvvet, vehbi yani İlahi bir vergi ve
ikramken felsefe kesbi, yani insanın çaba ve gayretidir.

"Enenin bir veçhini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer veçhini felsefe tutmuş
geliyor."
"Nübüvvetin veçhi olan birinci vecih: Ubudiyet-i mahzânın menşeidir. Yani, ene
kendini abd bilir; başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir; yani
başkasının mânâsını taşıyor, fehmeder. Vücudu tebeîdir; yani başka birisinin
vücuduyla kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder. Mâlikiyeti vehmiyedir; yani kendi
mâlikinin izniyle surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir. Hakikati zılliyedir; yani
hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkün ve miskin bir zılldir. Vazifesi
ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuûnâtına mikyas ve mizan olarak, şuurkârâne bir
hizmettir."
"İşte, enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya, eneye şu vecihle
bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü Malikü'l-Mülke
teslim etmişler ve hükmetmişler ki, o Mâlik-i Zülcelâlin ne mülkünde, ne
rububiyetinde, ne ulûhiyetinde şerik ve naziri yoktur; muin ve vezire muhtaç değil;
herşeyin anahtarı Onun elindedir; herşeye Kadîr-i Mutlaktır; esbab bir perde-i
zâhiriyedir; tabiat bir şeriat-i fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve
kudretinin bir mistarıdır."
"İşte, şu parlak, nuranî, güzel yüz, hayattar ve mânidar bir çekirdek hükmüne
geçmiş ki, Hâlık-ı Zülcelâl, bir şecere-i tûbâ-i ubudiyeti ondan halk etmiştir ki,
onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nuranî meyvelerle tezyin
etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi,
felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale
ve saadet-i ebediyeye atlamak için ervâh-ı âfilîne bir medar-ı envar ve muhtelif
basamaklı bir mirac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve
dünyadan göçüp giden ruhların nuranî bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu
gösterir."
"İkinci vecih ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, eneye mânâ-yı ismiyle bakmış.
Yani, kendi kendine delâlet eder, der; mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır,
hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telâkki eder. Yani, zâtında bizzat bir vücudu
vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu'm eder.
Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş'et eden bir
tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir, ve hâkezâ... Çok esâsât-ı fâsideye mesleklerini
bina etmişler. O esâsat ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve
bilhassa Sözler'de, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde kat'î ispat etmişiz.
Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun
ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar, "İnsaniyetin gayetü'l-gayâtı teşebbüh-
ü bi'l-Vâcibdir, yani Vâcibü'l-Vücuda benzemektir." deyip firavunâne bir hüküm
vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak,
esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ı şirk
taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf, fakr
ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp ubudiyetin yolunu seddetmişler.
Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını
bulamamışlar."(1)

İnsan şahsi kuvvet ve aklına güvenip "Ben doğruları kendim bulurum, peygambere ve
onun rehberliğine muhtaç değilim." derse şeytana oyuncak, vehim ve şüphelere eşek, korku
ve endişelere müptela bir hasta, dağlar kadar yükleri taşımaya mecbur bir binek durumuna
düşer. Halbuki insanın böyle ağır yükleri yüklenmeye ne takati ve ne de gücü yoktur. İnsan
ancak ve ancak iman ve tevekkül ile mükelleftir.
Allah insanı peygamber ve vahye muhtaç bir şekilde yaratmıştır. Bu yüzden insan iman
ve tevekkül ile Allah’ın gönderdiği peygamberlere teslim olmak zorundadır. Yok olmaz ise,
ağır bir yükün altına girmiş olur. Tıpkı ateş böceğinin cüzi ışığına güvenip güneşe meydan
okuduktan sonra zifiri karanlığa mahkum olması gibi, insan da cüzi aklına ve vehmi ilmine
güvenip vahiy güneşinin terbiye ve rehberliğine girmez ise, küfür ve şirk karanlığına
mahkum olur. Hem dünya saadetini hem de ahiret saadetini kaybeder. Hem dünyada hem de
ukba da çok bela ve sıkıntılara maruz kalır.
Mesela, insan şahsi kuvvet ve fikri ile ölüme baksa, ölümü bir yokluk, kabri ise dipsiz
bir karanlık kuyu tevehhüm eder. Bu tevehhüm ile bela ve sıkıntılar çeker. Ölümdeki ayrılık
ve hiçlik acısı hayatını bütünü ile zehir eder.
Ama iman ve Kur’an nazarı ile baksa, ölüm ebedi bir saadetin başlangıcı, sonsuz bir
kavuşmanın girizgahıdır. Demek kuru akıl ölümün sırrını çözemiyor, vahyin dersine ve
terbiyesine muhtaçtır. Daha bunun gibi binlerce hadise karşısında insan vahyi inkar edip
aklına itimat ederse bela ve sıkıntılara maruz kalır...
Bu manalar ayetlerde şu şekilde tasvir ediliyor:

"And olsun ki, Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. Sonra da onu en aşağı
seviyeye indirdik-ancak iman eden ve güzel işler yapanlar müstesna." (Tîn, 95/4-6)

"Allah, iman edenlerin dostu ve yardımcısıdır; onları inkâr karanlıklarından


kurtarıp hidayet nuruna kavuşturur."
"İnkâr edenlerin dostu ise tâğutlarıdır; onları iman nurundan mahrum bırakıp
inkâr karanlıklarına sürüklerler." (Bakara, 2/257)

"Allah göklerin ve yerin nurudur." (Nur, 24/35)

İnsan, kafa feneri hükmünde olan soyut aklı ile kainata ve hadislere bakacak olursa,
temsilde olduğu gibi eşyaların hakikatlerini ve içyüzlerini çözemez, hatta insana dehşet
veren başka şekillere dönüşür. Yukarıda vermiş olduğumuz ölüm örneğinde olduğu gibi,
ölümün içyüzü nurani ve güzelken, dış yüzü soğuk ve iticidir. Ölümün içyüzünü ise ancak
iman ve hidayet nuru açar. İnsanın soyut aklı ölümün dış suretinden ötesine geçemez. Bu
yüzden vahye tabi olmayan, hidayet ile nurlanmayan soyut akıl, sürekli sıkıntı ve azap veren
bir vasıta haline döner. Üstad'ın "kızdım ve cep fenerini yere çarptım" demesi, aklı
vahyin terbiyesine verdim ve her şeyin içyüzüne o zaman nüfuz edebildim, demektir.
Özet olarak, bu temsilde vahiy ile akıl, nübüvvet ile felsefe mukayese ediliyor. Vahiy
ve nübüvvet alemi ışıklandıran bir güneş iken, akıl ve felsefe fenere benzetiliyor. Güneşin
yanında fener nasıl bir şey ifade etmez, onunla kıyasa bile gelmez ise, vahyin yanında da
akıl bir şey ifade etmez, onunla kıyasa bile gelmez.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.

Risalede, ene için neden "şuurlu" ifadesini kullanmış;


sadece şuur kelimesini merak ediyorum?..
İnsandaki enenin görevi, Allah’ın mutlak sıfatlarını anlamak ve kıyaslamaktır, yani
vahid-i kıyas yapmaktır. Anlamak ve kıyaslamak ise ancak şuur ile mümkündür. Haliyle
Allah insana ene duygusunu takarken, onun yanında akıl ve şuur nimetini de takmıştır. Ene
olup şuur olmasa o zaman insan bu kıyası yapamaz.
Enenin kendi şuurlu olduğu gibi, ene duygusunu anlayacak ikinci ve külli bir akıl şuuru
da insana verilmiştir. İkisi birleşince insan külliyet kazanıyor. İnsandaki akıl olmasa enenin
kendi şuuru yetersiz kalır. Saat şuurlu bir şekilde saati bildiriyor, ama aklı olmadığı için
kendi o şuuru anlamıyor. İnsanda akıl olmasa idi enenin kendi şuuru saatin şuuru gibi mahdut
ve kısıtlı kalacaktı. Hatta bu hayvanlarda da böyledir, hayvanın basit ve ilkel bir ene ve ona
mebni bir şuuru vardır, ama akıl olmadığı için o şuur hayvana ikinci ve külli bir şuuru
vermiyor, veremiyor.
Aslan kendi av sahasını ene duygusu ile tespit ve tayin ediyor, ama kıyas yaparak
"Burası benim ise şu kainat Allah’ındır." diyecek bir şuur ve akıldan yoksundur. İnsan "Bu
ev benim ise, şu kainat da Allah’ındır." kıyasını hem ene duygusu ile yapıyor hem de akıl
şuuru ile yapıyor. İşte insanın enesindeki şuurun külliyet kazanması ancak akıl ile
olabiliyor.

Risalelerde yüksek bir mertebe müşahitlik olarak


gösteriliyor, bu vazifeyi melekler ve ruhaniyat da yapıyor.
İnsan daha pasif gibi olmuyor mu? İnsanın Halife ünvanı
diğer mevcudatın tesbihatlarına müdahale gibi daha aktif bir
sorumluluk değil mi?
İnsan, şu kainat içinde Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının tecellilerini tartıp ölçecek
bir mahiyete sahiptir. İnsan her bir isim ve sıfata müşahit olacak, onu temaşa edecek bir
cihaz ile mücehhezdir. İnsanın her bir his ve cihazı bir isime açılan menfez gibidir. O
menfez ile Allah’ın isimlerini seyreder. Ama melek ve ruhaniyatlar bu hususta insan gibi bir
mahiyete sahip değillerdir. İnsan gibi bütün isim ve sıfatları müşahede edemezler. Zira o
isim ve sıfatlara açılan menfezler meleklerin mahiyet ve fıtratlarında yoktur.

Mesela mide, dil, nefis gibi kesif ve cismani cihazlar meleklerde olmadığı için, Allah’ın bir
çok ismini insan gibi cami ve mükemmel bir şekilde müşahede ve idrak edemezler. Yani
melek ve ruhların yaptığı müşahitlik insana nispeten mahdut ve cüzidir. İnsanın müşahitliği
ise cami ve küllidir. İnsanın mide ve açlık hissi ile Allah’ın çok ihsan ve ikramlarını
tartması ve dil ile bin bir lezzet eli ile sunulan kerem manasını anlaması ve bu temaşa ile
arz-ı ubudiyet etmesi elbette meleklerden üstündür. Bu yüzden kainatta sultan ve halife
insan olarak tayin edilmiştir.
İnsan yaratılmışlar içinde bütün mahlukatın muhtelif kulluk vazifelerini külli bir niyet ile
Allah’a takdim eden yegane varlıktır. Zira insan, kainatın küçük bir misali ve modeli
olmasından, her mahlukun hususiyetini üstünde cem etmiştir.

Mesela nurani latife ve hisler noktasından melek ve ruhları anlar, cismaniyet ve kesafet yönü
ile de maddi mahlukları anlar. Yani her nevi mahlukun üstün ve keskin vasıfları insanda
toplanmıştır. İşte insan, bu yönü ile bütün mahlukatın vekili kıvamında olduğunu ilan ediyor.
Ve mahlukatın fıtri ve şuuri kulluklarını hem mahlukat namına, hem de kendi namına külli bir
niyet ile Allah’a takdim ediyor. Bu takdim bir nevi mahlukata müdahale olup, onlar üzerinde
faal oluşunu ilan etmek oluyor.

Sihir derecesine çıkmış Mısır ve Babil felsefesi hakkında


bilgi verebilir misiniz?
Babil medeniyetinde sihir çok revaçta ve herkesin rağbet ettiği bir aldatma ve kandırma
vasıtası idi. Her dönemin ve toplumun şerli ve batıl vasıtaları vardır. Bir dönemde insanlar
sihir ile aldatılırken, başka zamanda ilim ve fen ile aldatılıyor. Bu sebepten dolayı sihir ile
felsefe arasında, aldatmak ve insanları yanlış yollara sevk etmek noktasında, müşterek
noktalar vardır. Babil halkı sihir ile aldatılırken, Yirminci asrın insanları; maddi ve inkarcı
felsefeler ile aldatılıyorlar. Üstad bu manaya işaret için bu tabiri kullanmıştır.
Konuyla ilgili Merhum Elmalılı Hamdi YAZIR'ın tefsirinden bir kısmı aşağıya alıyoruz:
"Sihir nedir? Esas lügat anlamıyla sihir, her ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey
demektir. Nitekim fecir vaktinin başlangıcına da ufuk çizgisinin inceliğinden dolayı "sîn"in
fethi ile "sehar" denilir. Bu anlamda, yani sebebi gizli olan ince şeyleri bilmek ve tanımak
anlamında sihrin küfür olmayacağı açıktır. Ancak dinî geleneklerdeki anlamıyla sihir sadece
bu demek değildir. Sebebi gizli olmakla beraber, gerçeğin aksine tahayyül olunan yıldızcılık,
şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir şey demektir. Halk dilinde de bu
anlamda kullanılır; yani sihir denildiği zaman bu anlaşılır ve bu da çirkin bir şeydir. Çünkü
bunda esrarengiz bir şekilde hakkı batıl, batılı hak; hakikati hayal, hayali hakikat diye
göstermek vardır. Nitekim (...) "İnsanların gözlerini sihirlediler." (A'râf, 7/116), (...)
"Sihirleri sayesinde ipleri ve sopaları onun hayalini büyüledi, çünkü onlar gerçekten
yürüyor gibiydiler." (Tâhâ, 20/66) buyurulmaktadır. Bununla beraber özel olarak bazı
övgüye değer şeyler ve gerçekler için iyi mânâda kullanıldığı da olur. Mesela; (...)
"Muhakkak ki, bazı güzel sözler sihirdir." hadis-i şerifinde dile geldiği gibi ki, buna
"helal sihir" de denilir, üstelik caiz sayılır."
"Demek ki, esrarengiz, gizli sebep ile incelik, dış görünüşü itibariyle çekicilik ve bir de
kötü maksat sihrin niteliğini belirler. Şu halde sihir, her şeyden önce kendi özünde bir harika
değildir. Yani değişik şart ve sebeplere bağlı olarak alışılmışın tersine bizzat ilâhî iradeyle
ortaya çıkan olaylardan değildir. Onun her halde teşebbüs olunacak bir özel sebebi vardır.
Şu kadar ki, o sebep herkes için bilinmediğinden, olay bir harika gibi tahayyül olunmaktadır.
Bunun içindir ki, sebebi herkes için bilinmeyen herhangi bir gerçek dahi, halkı aldatmak için
kullanıldığı zaman bir anlamda sihir olur. Bu sebebin nazarî olarak açıklanabilir bir halde
bulunması şart da değildir. Az çok taklit ile meydana getirilebilmesi de kafidir. Yaratılışta
sebebi bilimsel olarak açıklanamayan alışılmış veya alışılmamış olağanüstü olaylar ve garip
buluşlar ortaya koymak mutlak anlamıyla sihir olmaz. Fakat insanları aldatmak için
bunlardan istifade etmeye kalkışıldığı ve bu suretle duygu ve düşüncelere etki edip
dolandırıcılık yapılmaya çalışıldığı zaman bunlar da sihir özelliği kazanırlar. Bunun için
imansızlık, ahlâksızlık ve aldatmak sihrin köküdür. Sihirbazlar ilimlerden, edebiyattan,
felsefeden, teknolojiden, hatta tabiattaki garip ve acîp yaratılışlardan sû-i istimaller ve
istismarlar yaparak yararlanmasını bilirler. Bu suretle gerçekleri gizlemek için yazılmış nice
felsefeler, nice romanlar, nice tarih kılıklı hezeyanlar vardır. Vaktiyle hikmet ehli kimselerin
"Sakın domuzların boynuna inci gerdanlıklar takmayın!" şeklindeki nasihatları, ilmî
gerçekleri ve yüksek hakikatleri, bu gibilerin istismarından korumak içindi." (...)

"... Sihir, dönüp dolaşır iki esasta toplanır: Birincisi sırf yalan, dolan ve sadece saçmalama
ve iğfal olan söz veya fiil ile etki yapan sihir, diğeri de az çok bir gerçeğin sû-i istimal
edilmesiyle ortaya konan sihirdir. Sihrin bütün niteliği, hayali hakikat zannettirecek şekilde
insan ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir meydana getirmekten ibaret olduğu halde bunun bir
kısmı tamamiyle hayal, diğer bir kısmı da bazı gerçeklerle karışıktır. Bundan dolayı her
sihrin, gerçek tesirden büsbütün yoksun olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Bu âyet-i
kerimede her ikisine işaret için, öncekine, (...) ikinciye de (...) ve bu (...) cümlesine atıfla
(...) buyurulmuştur. Yani bu şeytanlar sırf kendi uydurmaları olan sihri ve bir de Babil'deki
Harut ve Marut adında iki meleğe indirileni, insanlara ve o zamanki İsrailoğulları'na ta'lim
ediyor, öğretiyorlardı. İşte böyle yapmakla kâfir olmuşlardı."

"Gerek mütekaddimînden, gerek müteahhirinden (eskilerden ve yenilerden) bazı tefsirciler


bu " ma "yı nâfiye telakki edip, mânâyı da "Babil'de Harut ve Marut adındaki o iki meleğe
sihirden bir şey indirilmedi, Harut ve Marut hikayesi de bu şeytanların uydurduğu bir
yalandır." meâlinde göstermişlerdir. Âyetin aşağısındaki siyakı buna müsait olsa idi biz de
bunu tercih ederdik, fakat siyak buna müsait görünmüyor, (...) aykırı düşüyor."

"Şu halde biz de çoğunluğun açıklaması vechile "mâ" harfini mevsûl olarak alıyoruz ki, bu
hem âyetin zahir (açık) ifadesine uygun düşmekte, hem de anladığımız kadarıyla derin
hakikatleri içermektedir. Bu âyet evvela Harut ve Marut kıssasının özünü ve içyüzünü
açıklıyor ve bunun hadd-i zatında bir sihir değil, ancak öğretim tarzı ve kötüye kullanılması
cihetiyle sihir ve küfür olacağını anlatıyor. Nitekim (...) "o iki meleğe indirilen şey"
hakkında açıkça sihir tabiri kullanılmamış, ancak sihre atfedilmiştir. Bununla beraber bunun
şeytanlar tarafından öğretim tarzının küfür olduğuna ve bundan özel bir sihir yapıldığına
işaret kılınmıştır. Demek ki, "o iki meleğe indirilen" hadd-i zatında bir sihir değil, fakat fesat
ehlinin elinde küfre vesile olabilecek bir şey iken, bu şeytanlar bunu yalnızca sihir için
öğretmişlerdir. Halbuki (...) Harut ile Marut bunu öğretecekleri zaman "Biz bir fitneyiz,
yani bu öğreteceğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması da küfürdür. Şu
halde sakın sen bunu belleyip de küfre girme!" demedikçe ve bu yolda nasihat
etmedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Gelişigüzel herkese belletmezler, sû-i
istimalden, küfürden, sihirden yasaklarlardı. Bu şeytanlar ise öyle yapmadılar, tam aksine
bunlarla herkese sihir öğretiyorlar."
"Babil, Fırat Nehri’nin doğu yakasında, 80 bin kişinin yaşadığı 850 hektarlık bir alana
kurulmuş, Eski Mezopotamya’nın en büyük kenti idi."

"Süleyman’ın hükümranlığı hakkında şeytanların (ve şeytan tıynetli insanların)


uydurdukları yalanların ardına düştüler. Oysa Süleyman (büyü yaparak) küfre
girmedi. Fakat şeytanlar, insanlara sihri ve (özellikle de) Babil’deki Hârût ve
Mârût adlı iki meleğe ilham edilen (sihr)i öğretmek suretiyle küfre girdiler.
Halbuki o iki melek, “Biz ancak imtihan için gönderilmiş birer meleğiz. (Sihri caiz
görüp de) sakın küfre girme” demedikçe, kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Böylece
(insanlar) onlardan kişi ile karısını birbirinden ayıracakları sihri öğreniyorlardı.
Halbuki onlar, Allah’ın izni olmadıkça o sihirle hiç kimseye zarar veremezlerdi.
(Onlar böyle yaparak) kendilerine zarar veren, fayda getirmeyen şeyleri
öğreniyorlardı. Andolsun, onu satın alanın ahirette bir nasibi olmadığını biliyorlardı.
Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilselerdi."(Bakara,
2/102)

"Bu iki melek ve bunların öğrettikleri hakkında birçok sözler söylenmiş, çeşitli görüşler
ve bahisler ortaya konmuştur. Bütün bunları görüp değerlendirdikten sonra bizim âyetten
anladığımız şudur: Bilindiği gibi, meleklerin insanlara öğretileri ya vahiy veya ilham
demektir. Harut ile Marut'un Cibrîl gibi vahiy meleklerinden olduklarına dair herhangi bir
delil yoktur. Bilakis âyet bunları her şeyden önce bilgi getiren melekler değil, bilgi
gönderilen melekler şeklinde gösterdiği için nüzulde aşağı derecedeki meleklerden oldukları
açıktır. Şu halde öğretilerinin de peygamberlere gelen vahiy derecesinde olmayıp ilham
cinsinden olduğu aşikardır. İlham ise herkese olabilir. Demek oluyor ki, eski bir medeniyet
merkezi olan Bâbil şehri ahalisinden birtakım kimseler, iki şekilde, böyle iki ilahî kuvvet ile
ilhama mazhar olmuşlar, bu sayede hilkatteki gizli sırlardan bazı harika ve acaip şeyler
öğrenmişler ve öğrenirken bunların şerre de müsait olduğunu, şu halde kötüye
kullanılmasının küfür olacağını da öğrenmişlerdir. O halde bu iki meleğe indirilen ve Bâbil
halkından bir çoğuna ilham yoluyla öğretilen bu şeyler hadd-i zatında sihir değil idi. Fakat
sihir olarak da kullanılabilir ve böyle kullanılınca da katıksız küfür olurdu. Bunun için âyette
bunun sihir olduğu ifade edilmiştir. Aslında her bilgi böyledir. Hadd-i zatında ilmin hepsi
hürmete şâyandır. Fakat büyüklüğü ölçüsünde ve ilim olması bakımından hayra ve şerre
müsaittir. İlim ne kadar derin ve ne kadar ince ve yüksek olursa, şer ve fitne ihtimali de o
nisbette büyük olur."

"Bundan dolayıdır ki, hakikatin kendisi olan hak dini ve doğru yolu isbat ve destek için
Allah tarafından lutfedilen mucizeler ve kerametler, diğer ilimler, hikmetler ve fenler bahane
edilerek âlemde ne kadar küfürler, ilhad ve melanetler yayılmıştır. Aslında bunların hepsi
küfür ve haram olan sihir cinsine dahil edilebilir. Bu ise ilmin, bizzat kendisindeki ilmî
niteliğinden dolayı değil, ortaya çıkardığı pratik sonuçları dolayısıyladır. İlimler iyiye
kullanılırsa zehirlerden ilaç yapılır, kötüye kullanıldığı takdirde de ilaçlardan zehir elde
edilir. Hatta bundan dolayı, birçok din âlimleri, gerek bu âyetten, gerek genel olarak ilim
hakkındaki diğer âyetlerden şu sonucu çıkarmışlardır: Özünde haram olan hiçbir ilim yoktur.
Hatta şerrinden korunmak için sihir bile öğrenmek haram değildir. Ancak yapmak haramdır
ve hatta küfürdür. Bunun öğretimi de bu şarta bağlı bulunmak gerekir. Nitekim âyette önce
sihir öğretimi mutlak olarak küfür gibi gösterilmiş iken cümlesiyle bu mutlaklık şarta
bağlanmıştır."

"Hasılı sihrin niteliği asıl pratik açıdan ve amelî bakımdandır ve sihir tatbikî bir ilimdir, bir
şer ve tezvir sanatıdır. Bu sanat pratikte ve tatbikatta bazı hakiki bilgilere dayalı olabilir ve
o bilgilerin kötüye kullanılması ile sihir yapılır. Mesela; bugün elektrik konusu önemli bir
bilim dalı, çok önemli bir tekniktir. Bunun kötüye kullanılmasından ve şerre alet
edilmesinden dolayı tatbikatta bundan birçok sihirler yapılabilir. Lakin bunun böyle
olmasından dolayı, elektrik ilminin hadd-i zatında bir sihir olması lazım gelmez. İşte
Babil'de Harut ile Marut'a ilham ile öğretilen şeyler de buna benzer şeyler olduğu
anlaşılıyor. Bunun için âyette bunlar esasında meleklere mahsus kıymetli şeyler olarak
gösterilmiş fakat öğretim ve öğrenim şekliyle ve uygulamasında fitneye de müsait
bulunmasından dolayı şeytanî olan sihre dahil edilmiştir. Demek ki, sihir sırf şeytanî bir
şeydir ve bu başlıca iki kısımdır: Birisi şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları
pisliklerdir. Diğeri ise Bâbil'deki gibi, esasında meleklere mahsus olan bazı yüce bilgilerle
acaip tekniklerin şeytanca kötüye kullanılmasıdır..."(1)
(1) bk. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Bakara suresi 102. ayet tefsiri

Silsile-i felsefenin silsile-i diyanete dehalet edip itaat etmesi


ne demektir ve ayrıldıklarında nasıl bir tablo ortaya çıkıyor?
Üstad Hazretleri felsefeyi müspet ve menfi olmak üzere iki kısma ayırmıştır. Menfi
kısmını şiddetli bir şekilde tenkit ederken, müspet kısmına da sıcak bakmıştır. Üstad
Hazretleri Risale-i Nur'un çok yerlerinde menfi felsefenin bozuk ve esassız temellerini kati
deliller ile çürütmüştür.
Menfi felsefe aklı esas alıp, vahye meydan okuyan, dine muarız bir yoldur. Müspet
felsefe ise vahye tabi, onun terbiye ve rehberliği ile hareket eden, din ile barışık bir yoldur.
Risale-i Nurlarda muzır ve dalalet olarak gösterilen, menfi felsefedir.
Menfi felsefe kainata ve mevcudata manay-ı ismi ile bakar. Yani felsefeye göre kainat
Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği bir mektep değil, kendi hesabına manasız ve
sanatkarsız bir tesadüf yumağıdır.
Menfi felsefe insana, kendine itimadı ve benlik duygusuna kuvvet vermesini telkin eder.
Kur’an ise insana, Allah’a itimat ve tevekkülü ve benlik davasından vazgeçmesini ders
verir. Bunların muvazene ve mukayesesi Risale-i Nur'un çok yerlerinde geçiyor.
Menfi felsefe insanı dünyanın adi ve süfli aruzlarına teşvik ederken, Kur’an insanı
müteal, yani aşkın alemlere teşvik eder.
Menfi felsefe insanın nefis ve hevasını serbest bırakırken, yani bunları tatmin için
çabalarken, insandaki kalp, ruh, vicdan gibi ulvi hissiyatları mahkum ve mahpus ediyor.
Kur’an ise tam tersi, nefis ve hevaya gem vurup, ulvi olan kalp, ruh ve vicdan gibi
hissiyatları tatmin eder.
Menfi felsefe kainattaki bütün olayları manasız ve tesadüfi olarak değerlendirirken,
Kur'an her şeyin dizgin ve terbiyesinin Allah’ın kudret elinde olduğunu ve hikmet ile hareket
ettiğini gösterir.
Menfi felsefe eşyanın dış yüzündeki sönük nakışlarını nazara verirken. Kur’an her şeyin
iç yüzünü ve Allah’ın isim ve sıfatlarına bakan noktasını nazara veriyor.
Menfi felsefe kafa feneri hükmünde olan akla dayandığı için temeli güdüktür, eşyanın
hakikatine nüfuz edemiyor. Kur’an ise Allah’ın sonsuz ilminden süzülüp geldiği için, her
şeyin özünü ve hakikatini kuşatmıştır ve muğlak bir nokta bırakmamıştır.
Felsefenin dine dahil olup itaat etmesi, aklın vahyin terbiye ve riyasetine girmesi
anlamındadır. Felsefe, yani akıl o zaman nurlu ve faydalı olur.
Menfi felsefe vahyin terbiye ve riyasetine girmez, bir nevi aklı ya da sair bilgi araçlarını
vahyin yerine ikame eder. Felsefeye göre insan, aklı ile her şeyi bilebilir ve bulabilir. Bu
yüzden vahiy ve peygamberlerin terbiyesine girmeye mecbur değildir, derler ve bu noktadan
felsefi ekollerin büyük bir kısmı dini ve vahyi inkar eder.
Üstad Hazretleri Risale-i Nur'un çok yerlerinde akıl ile vahyin mukayesesini yapar,
aklın tek başına hakikate ulaşamayacağını kati deliler ile ispat eder. Aklı yıldız böceğine,
vahyi ise güneşe benzetir. Şayet akıl kendine itimat edip vahiyden kendini soyutlar ise yıldız
böceği gibi karanlıklar içine gömülür, kendi azalarını bile göremez hale gelir. Bu hali ile
güneşe meydan okuması ise gayet derecede trajikomik bir durumdur.
İnsan cüzi aklı ile Allah’ın sonsuz ilminden gelen vahye meydan okuması ve aklı kendine
mutlak rehber görmesi zahir bir yanlıştır. Bunun en güzel delili, felsefe aleminin hakikatleri
bulmaktaki acziyet ve zafiyetidir. Felsefe aleminde her felsefi ekol diğer ekolleri tezyif ve
tenkir içindedir.
Felsefenin dahileri olan Aristo ve Sokrat gibi filozoflar, ilahiyat noktasında ne kadar
iptidai ve verimsiz oldukları eserleri ve fikirlerinde görünüyor. Aristo’nun ilk sebep tezi
Allah’ı anlamak noktasında ne kadar aciz ve kısır olduklarını gösterir. Kainatta Allah’ın
isim ve sıfatlarının tecellilerini bırak, Allah’ın varlığını bile görmekte zorlanmışlardır. Bu
da soyut aklın vahiy karşısında ne kadar aciz ve zayıf olduğunu gösteriyor. Halbuki vahiy her
şeyde ve bütün kainatta Allah’ın varlığını, birliğini, isim ve sıfatların tecellilerini en ami
adama da okutturup ders veriyor. Aristo’nun okuyamadığı ince meseleleri Kur'an’ın en basit
talebesi bile okuyabiliyor.

Sudur teorisinde; alemin zorunlu olarak meydana geldiği,


eğer alem sonradan yaratılmışsa, Allah'ın alemi yaratmadan
önceki iradesi ile sonraki iradesi arasında fark olacağı, irade
sıfatındaki değişiklilik zatında değişikliği akla
getireceğinden, Sudur teorisini bazı İslam filozofları da
söylemişler, bu konuda Risalelerde bilgi var mıdır?
Sudur; bir şeyin Allah’tan iradesiz ve zorunlu olarak meydana çıkmasıdır ki, burada hem
Allah’ın irade sıfatı inkar ediliyor, hem de Allah sebeplere muhtaç gibi gösteriliyor. Risale-
i Nurların yüzlerce parçası; Allah’ın varlığı ile beraber ezeli ve ebedi sıfatlarını da
beraberinde ispat ediyor. O risalelerin hepsi bu nazariyenin batıllığını kati bir şekilde ilan
ve izhar ediyor demektir. Üstad Hazretleri bu teori hakkında şu ifadeleri kullanıyor:

"Birden bir sudur eder."; yani "Bir zattan bizzat birtek sudur edebilir. Sair
şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur eder." diye, Ganiyy-i ale'l-Itlak ve Kadîr-i
Mutlakı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir
nevi şirket verip, Hâlık-ı Zülcelâle "akl-ı evvel" namında bir mahlûku verip adeta
sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan şirk-âlûd
ve dalâlet-pîşe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan
işrakıyyun böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar
halt edeceklerini kıyas edebilirsin."(1)

Ukul-u aşere: Kelime olarak on akıl, ilk akıl, hılkî ve cibilli olan akıl demektir. Bir
kısım eski ve sapık felsefecilere ve hususan İşrakıyyuna göre; teselsül tâbiri ile
müessiriyetini iddia ettikleri sebeblerden birincisidir. Bunun neticesi şirke gider.
Bunlara göre akl-ı evvel Allah'ın mahluku olup ve bundan ikinci akıl, ikincisinden
üçüncü akıl... ve böylece "Ukul-ü Aşere" dedikleri birbirinden türeyen on akıl varlığı
tevehhüm ederek dalâlete gitmişler. Bunların iddiasına göre ilk sebep olan Allah, kesret
alemi olan kainatı bizzat yaratıp idare etmiyor, bu yaratmış olduğu on akıl vesilesi ile idare
ediyormuş. İlk akıl yukarıda da izah ettiğimiz sudur teorisi ile Allah’tan çıkmış oluyor. Bu
gibi fikirlerin akıl ve mantık ile bağdaşan bir yönü bulunmuyor.
Aristo‘nun felsefi görüşlerini esas alan Farabi’nin iddialarına göre, Allah hiçbir şeyi
yoktan yaratmamıştır, hatta hiçbir şeyden haberi olmadığı gibi, herhangi bir şeyin meydana
gelmesinde veya gelmemesinde etken de değildir. Zira, bu görüşe göre yaratıklar, istese de
istemese de kendisinden “sudur” yani fışkırmak suretiyle varlığa gelmektedir. Allah aynı
zamanda kendi zatından başkasını bilmemekte, yani kainatın varlığı konusunda bir bilgisi
bulunmamaktadır.
Ayrıca, her şeyin Allah’tan çıkarak meydana geldiğini “sudur” ettiğini söylemekle, her
şeyi İlâh kabul etmektedirler. Bu bağlamda “Hululiye” müşriklerin iddia ettikleri şirkin
aynısını iddia etmektedirler. Bütün bu iddialar Kur'an’a aykırı ve dolayısıyla İslâm diniyle
bağdaşması mümkün olmayan iddialardır.
Allah’ın mutlak irade sahibi olduğuna; bütün kainat ve bu kainat içindeki sayısız tercih
ve imkanlar birer vesika ve ispattırlar. Tercih ve imkanlar ortada iken, tercihi yapan ezeli
iradeyi inkar etmek akıl karı değildir.
Hem Allah’ın ezeli iradesi ile kainatın arasındaki münasebetin nasıl ve hangi keyfiyet
üzerine olduğunu idrakten aciz kalmamız, ezeli iradenin varlığına işaret eden sayısız tercih
ve imkanları cerh etmiyor. Allah’ın ezelde irade etmesini zaman ve mekan kaydı ile
anlamamız mümkün değildir. Nasıl Allah’ın zat-ı akdesini insan aklı, ihata ile idrak etmekten
aciz ise; ezeli iradenin tecelli keyfiyetini de idrakten acizdir.
Bir şeyin varlığını bilmek ile keyfiyetini bilmek farklı şeylerdir. Ezeli iradenin varlığı
hakkında sayısız delil varken, nasıl tecelli ettiği keyfiyeti bizce meçhul olabilir. Bu meçhule
dayanarak varlığı inkar edilemez.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.
Şuurlu gibi hareket eden hücrelerin veya zerrelerin,
hakikaten şuurlu olup olmadığını nasıl anlarız?
Hücrelerin mahiyetleri ve hal dilleri, bize şuursuz olduklarını kati bir dille gösteriyor.
Bazı şeyler delil ve ispata lüzum olmayacak kadar açık ve nettir. Hücre gibi, kör sağır ve
akılsız şeylerin şuursuz olması, bedihi ve delile ihtiyaç olmayan meselelerdendir. Bugün
bilim ve fenler, bunların mahiyet ve yapılarını en ince ayrıntılarına kadar inceliyor, onlarda
bir şuur ve akıl alameti ortaya koyamıyor. Şuurun birçok alamet ve işaretleri onlarda
görünmüyor.

Şayet insan ve cinlerden başka her şey şuurlu ve irade sahibi olsa idi, bunun alamet ve
işareti olarak birçok vaka ve olaylar sabit olurdu.

Mesela; hücre insan bedeninde mahkum gibi durmaz, bağımsızlık ve itaat zincirinden çıkmak
isterdi. Ama bugün hücrelerin mutlak bir itaat içinde hareket ettiğini görüyoruz.

Diğer bir husus; hücrenin vücut içinde durduğu yer öyle bir yerdir ki, bu bütün vücudun
muvazene ve ekosuna uygun bir yerdir. Yani bir nevi hücrenin her adım ve hareketi, insan
vücudunun trilyonlarca ihtimali içinde en mükemmel ve en tutarlı adım ve hareketidir. Bu da
gösteriyor ki hücrenin adım ve hareketinde bütün ihtimalleri bilecek ve ona göre hareket
edecek bir ilim ve şuura ihtiyacı var, bu da sonsuz bir ilim ve şuur ile mümkündür.

Hatta hücre nasıl insan vücudunda bir hesap ve simetri ile hareket ediyorsa, insan da kainat
vücudunda bir hücre gibidir, ona göre uyumlu ve eko içinde hareket ettiriliyor. Demek
hücrenin kendi başına ya da kendi şuuru ile hareket etmesi, bütün insan vücudunu ve kainatı
ihata eden bir ilim ve şuur ile mümkündür. Yani bir cihetle İlah vasfı taşıması gerekir.
Üstad'ın hoş tabiri ile her bir şeffaf ve parlak yüzeyde yansıyan güneşin timsalini ya tek bir
güneşe vereceksin, ya da her bir şeffaf ve parlak şey içinde bir güneş var diyeceksin. Elbette
ikincisi muhal ve saçma bir görüştür. Bunun gibi ya her bir hücre İlahtır diyeceksin, ya da
bir tek İlahın memuru ve askeri diyeceksin.

Kainat komple ve birbiri ile sıkı bağlar içinde yaratıldığı için, bir zerre adım atarken, bütün
kainatın sistemine uygun bir adım atması gerekiyor. Zerre bu adımı şuuru ile yapıyor
denildiği zaman, zerre bütün kainatı hem biliyor, hem de kontrol ediyor manası çıkar ki; bunu
şeytan bile kabullenemez. Üstad'ın Ene ve Zerre risalesindeki Zerre bölümü bu meseleye
işaret eder.

Ene ve Zerre bahsi için tıklayınız: Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat

Teistler (yaratıcıyı kabul edip, hiç bir dine


bağlanmayanlar)hakkında bilgi almak istiyorum ve özelde
Risale-i Nurdaki cevaplarıyla... Teizm ile İlgili Bilgi Verir
misiniz?
Teizm sadece Allah’ın varlığına ve sebeplerden ilk sebep olduğuna inan bir düşünce
ekolüdür. Allah’ın kainat ve sebepler üstündeki tedbir ve tasarrufunu kabul etmeyip bu
tedbir ve tasarrufu sebeplere havale ederler. Allah’ın dinine ve elçisine dolayısı ile emir ve
yasaklarına da inanmazlar. Hatta dini, insanlar arasında nizaya bir sebep olarak görürler.

Deizmin din ile sorunu aslında Hristiyanlığın tutarsız ve çelişkili inanç sistemi ile ilgilidir.
Daha çok Hristiyanlığa bir tepkidir. Deizm günümüzde materyalist felsefenin de tesiri ile
daha çok panteizme kaymıştır. Yani bir çeşit modern maddecilik şekline girmiştir. Allah
kavramından gittikçe uzaklaşıp madde eşittir tanrı kavramına yönelmiştir.

Risale-i Nur'da bu düşünce ekolüne olan tepki, nerede ise bütün bahisleridir. Zira Risale-i
Nur imanın altı esası üzerine bina olmuş bir tefsirdir. Bütün mesaisini imanın rükünleri
üzerine sarf ediyor. Dolayısı ile her bahsinde deizmi de tenkit etmiş oluyor. Deizmin en tipik
fikri dini ve imanın diğer rükünlerini inkar etmektir.

Risale-i Nur'daki bazı bahisler şöyledir:

"İşte, diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolunu şaşırdığı içindir ki, ene
kendi dizginini ele almış, dalâletin herbir nev'ine koşmuş. İşte şu vecihteki enenin
başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünemâ bulup âlem-i insaniyetin yarısından
fazlasını kaplamış."

"İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin enzârına verdiği


meyveler ise, asnamlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin esasında kuvvet
müstahsendir. Hattâ "El-hükmü li'l-galib" bir düsturudur.

"Galebe edende bir kuvvet var; kuvvette hak vardır" der. Zulmü mânen
alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve cebbarları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir."

"Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni ve
Nakkaşın mücerred ve mukaddes cemâlinin cilvesine nisbet etmeyerek, "Ne güzel
yapılmış" yerine "Ne güzeldir" der, perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir."

"Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan
ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide yapmıştır."

"O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, biçare beşerin başında küçük büyük
Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında,
âlem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş,
beşerin beynini bin parça etmiştir."
"Şimdi şu hakikati tenvir için, felsefe mesleğinin esâsât-ı fâsidesinden neş'et eden
neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-ı sâdıkasından tevellüd eden neticelerinin
binler muvazenesinden, nümune olarak üç dört misal zikrediyoruz."

"Meselâ, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden ِ‫ق ﷲ‬ ِ َ‫ﺗََﺨﻠﱠﻘُـﻮا ﺑِﺎ َْﺧﻼـ‬
kaidesiyle, "Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne
teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz" düsturu nerede?
Felsefenin "Teşebbüh-ü bi'l-Vâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir" kaidesiyle,
"Vâcibü'l-Vücuda benzemeye çalışınız" hodfuruşâne düsturu nerede? Evet,
nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede?
Nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü'l-Vücudun mahiyeti
nerde?"

"İkinci misal: Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve


kamerden tut, tâ nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanın imdadına, hattâ
zerrât-ı taamiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u
teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki
düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların
fıtratlarını su-i istimallerinden neş'et eden düstur-u cidal nerede? Evet, düstur-u
cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, "Hayat bir cidaldir" diye eblehâne
hükmetmişler."

"Üçüncü misal: Nübüvvetin tevhid-i İlâhî hakkındaki netâic-i âliyesinden ve


düstur-u galiyesinden yani "Her birliği bulunan yalnız birden sudur edecektir;
madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek Zâtın icadıdır" diye
olan tevhidkârâne düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden
olan "Birden bir sudur eder"; yani "Bir zattan bizzat birtek sudur edebilir. Sair
şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur eder" diye, Ganiyy-i ale'l-Itlak ve Kadîr-i
Mutlakı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir
nevi şirket verip, Hâlık-ı Zülcelâle "akl-ı evvel" namında bir mahlûku verip adeta
sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan şirk-âlûd
ve dalâlet-pîşe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan
işrakıyyun böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar
halt edeceklerini kıyas edebilirsin."(1)

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.

Üstad niçin akla kuvve namını vermiştir? Akıl, kuvve-i


gadabiye ve kuvvey-i şeheviyeden mahiyet olarak farklı gibi
gözüküyor. Freud da bu diğer iki kuvveden bahsediyor.
Freud'un yanıldığı husus nedir, nerede dalalete gitmiştir?
Kuvve, kelime olarak güç ve kabiliyet anlamına geliyor ki, kuvve-i akliye, düşünme,
akıl etme, zarar ve menfaati seçme gücü ve kabiliyeti demektir. İnsan hayatının devamında
şehvet ve öfke nasıl zaruri bir gereksinim ise, aynı şekilde zarar ve menfaati temyiz eden
akıl da insan hayatı için zaruret derecesinde bir gereksinimdir. Yani üç kuvve hayatın
devam ve bekasında önemli birer dinamiktirler. Biri birisiz olamaz. Öfkesiz akıl, akılsız
öfke; şehvetsiz akıl, akılsız şehvet olmaz. Üçü de birbirbirlerini tekmil ediyorlar. Üçünün
mahiyetinin farklı olması ortak nokta ve çizgilerini bozmaz. Arabanın motor aksamı ile
lastikler mahiyet olarak birbirinden farklıdırlar, lakin arabanın hareket edip yürümesinde
müttefikler.
Materyalist ve maddeci felsefenin fikir bakımdan bazı temel şubeleri vardır. Biyolojik
alanda Darwin'in evrim teorisi , psikolojik alanda Sigmund Freud' psikanalizi, sosyolojik
alanda Ogüst Komt pozitivizmi, iktisat alanında Karl Marksın iktisadi kehanetleri bunlara
örnek olarak verilebilir.
Bu gibi felsefi ekollerin temeli ve esası maddeci ve inkarcı olmasıdır. Risale-i Nurlar
ise küfür ağacının dal budakları yerine, kökü ve esası olan maddeci ve inkarcı görüşlerini
muhatap alıp çürütüyor. Nasıl ağacın kökü kesildiğinde dal ve budak da kök ile kurur gider.
Aynı şekilde Risale-i Nur, küfür ağacının kökünü kuruttuğu için, ağacın şubeleri olan dal ve
budakları ile fazla iştigal etmiyor.
Mesela, evrim ve pozitivizm gibi fikri akımlar maddeci felsefenin dalları ve budakları
mesabesindedir. Üstad Hazretleri bunların isminden çok, temel felsefi alt yapıları ile
mücadele etmiştir.
Freud’un doğru ve bilimsel fikirlerine elbette sözümüz olmaz. Lakin onun ideolojik
bilimsel teorilerini ve ifrat fikirlerini de kabul etmek mümkün değildir. İnsanın bütün
davranışlarını şehvet kökenli ve menşeli görmek, ifrat bir fikirdir. Annenin erkek evladına
olan ulvi şefkatini süfli hisler ile izah etmek tam bir hezeyan ve safsatadır.

Üstad, İbni Sina'nın makamı, adi bir mümin derecesinde


olduğu halde, haşir meselesinin müşkülatlı olduğunun
anlaşılması için, neden İbni Sina'yı örnek göstermiştir? İbni
Sina'nın iman mertebesi zaten malum değil mi?
İbn-i Sina gibi dahi bir filozof, öldükten sonra dirilme hakikatinde aciz ve zayıflığını
itiraf ediyor ise; vasat olan diğer insanların kendi başlarına hakikatleri bulmasının imkansız
olduğu zahir bir şekil alır. Bu da insanlığın vahyin ışığına ne kadar muhtaç olduğunu açık bir
şekilde gösterir.
Burada mukayese edilen akıl ile vahyin mertebesidir. Akıl vahye muhtaçtır, bu akıl İbn-i
Sina’nın aklı da olsa fark etmez. Üstad'ın vurguladığı husus bu noktadır. Yani insan deha
derecesinde akıl sahibi de olsa, vahye tabi olmaz ise hakikatleri anlamak noktasında, ami ve
avam bir insan gibi kalır. Nasıl çok güzel bir adam, Hazreti Yusuf (a.s)’in güzelliği yanında
sönük kalıyor ise; İbn-i Sina gibi bir akıl da, vahyin yanında sönük ve ami kalır.
İbn-i Sina, haşir konusunda aklına itimat ettiği için, işin içinden çıkamayıp aczini itiraf
ediyor. Ama vahiy, haşir inancını en ami ve avam adamın da aklına tespit ettiriyor. Burada,
vahyin üstün ve keskin zekaveti ile, insanın cüzi ve sönük zekaveti kıyas edilmiş oluyor.
Üstat bu farka işaret ederek, vahyin akla olan üstünlüğünü ve keskinliğini ilan etmiş oluyor.
Yoksa İbn-i Sina’nın dehalığı, diğer insanlara karşıdır, Kur'an ayetlerine karşı değildir. İbn-i
Sina, insanlara kıyaslandığı zaman dahi ve harikadır; vahye kıyaslandığı zaman ami ve
avamdır.

Üstadımızın; "Zulmetsiz daimi bir ziya bilinmez ve


hissedilmez,.." ifadesini nasıl anlamalıyız?
Daimi ve sınırları olmayan bir şeyi, sınırlı ve geçici olan akıl, kuşatarak idrak edemez.
Ona bir hat, bir şekil vermek mümkün değildir. Zira sınırları olmayan bir şeye şekil ve suret
vermek için, şekil ve suretin de sınırsız olması gerekir. Aynı bunun gibi, şekli ve sureti
veren şeyin de sınırsız olması lazımdır ki, bu imkansız bir şeydir. Tıpkı yüz metrelik bir
kumaş ile güneşe elbise dikmek gibi bir muhal olur.

"O zaman daimi ve mutlak olan bir şeyi anlamanın ve hissetmenin başka bir yolu, başka bir
metodu yok mudur?" diye akla bir soru geliyor. İşte bu yolu Allah insanın mahiyetine takmış
olduğu ene dürbünü ile insanlığa sunuyor. Allah, ene denilen vehmi ve farazi olan hatta,
zıtları koyarak mutlak ve daimi olan sıfatlarını anlamamıza bir imkan veriyor. "Karanlık
olmadan daimi bir ışık anlaşılmaz." hükmü bu manaya işaret içindir.

Bu yüzden Allah, kainatta mutlak ve daimi isim ve sıfatlarının anlaşılması için onların
karşısına vehmi ve farazi zıtları koymuştur ki, insan aklı bunları kıyaslayıp Allah’ın isim ve
sıfatlarını anlamakta zorluk çekmesin.
Işığın kıymetini en güzel karanlık anlatır; karanlık olmasa ışık ve ışığın dereceleri
bilinmez. Soğuk olmasa sıcağın kıymet ve dereceleri anlaşılmaz, acizlik olmasa sonsuz
kudret bilinmez, cehil olmasa ilmin değeri açığa çıkmaz vesaire örnekler çoğaltılabilir.

Beyaz tebeşir en güzel şekilde, siyah tahtada görünür. Şayet tahta da beyaz olsa, yazıyı
okumak imkansız olur. Bu yüzden her şeyde zıtlar mukayese edilir ki, mesele iyi anlaşılsın.
İşte Allah’ın mutlak ve daimi olan isim ve sıfatları beyaz tebeşirin yazısı gibi insanın ene ve
mahiyeti de siyah bir tahta gibidir. Böyle olunca, mana ve kıyas daha okunaklı ve anlaşılır
hale geliyor.
İnsanın mahiyetine Allah’ın isim ve sıfatlarına ayna olması için vehmi ve farazi zıtlar
konulmuştur. Vehmi ve farazi olmasının sebebi ise, Allah’ın hakiki zıddının olmamasıdır.
Zira mutlak ve daimi bir şey zıddına meydan vermez, alan bırakmaz ki, zıddı olsun. Bu
yüzden Allah insana kolaylık olsun diye insanın mahiyetinde ve enesinde bir takım farazi ve
vehmi zıtları yaratmış. Bazı insanların sapkınlığı bu noktayı anlamayıp, kendini gerçek bir zıt
görmesinden ileri geliyor. Yani mahiyetine verilen vehmi ve farazi hatları temellük ile
hakiki görüp, -haşa- Allah’ın zıttı ve rakibi olduğunu zannediyor. Işık böceğinin güneşe
meydan okuması gibi komik bir duruma düşüyor. Ahmak Firavun ve Şeddad’ın hali buna
birer örnektir.
Üstat Hazretlerinin bir çok yerde, "Dinle ey nefsim!" diye
bahsettiği şey, bizim eneyi yanlış kullanarak sahiplendiğimiz
şey mi acaba?
Evvela, nefis ile eneyi tamamen bağımsız düşünmek yanlış olacağı gibi, ikisini aynı
kabul etmek de aynı şekilde yanlış olur. Nefis ene duygusunu besleyen bir temel madendir.
Nefis ne kadar kavi olursa ene de ona nispetle kavi olur.
İkincisi, nefis ve ene gibi duygular, insanın manevi mücadelesinde ana unsurlardır.
İnsanın manen terakki ve tekemmül etmesi bu gibi düşmanlarla mümkündür. Bu sebeple
Allah her insana kapasitesi nispetinde ene ve nefis düşmanı veriyor ve bunu ömrünün son
dakikasına kadar devam ettiriyor. Hatta çok büyük evliyalar nefislerini tam öldürdükleri
halde, nefsin manasını ve vazifesini gören ikinci bir mecazi nefisten söz edip şikayet
etmişler. Allah insanı dünya hayatında rakipsiz ve düşmansız bırakmıyor.
Üçüncüsü, nefsin terakki etmesi demek onun kötü ve harama sevk eden hissiyatlardan
arındırılması ve Allah’ın emir ve yasaklarına boyun eğen bir yapıya girmesi anlamındadır ki
tasavvuf ehli bu süreci muhtelif kategorilere ayırmışlar. Nefis bu terakki sürecinde nasıl
safileşiyor ise, aynı şekilde benlik duygusu da asıl mecrasına giriyor demektir.
Dördüncüsü, ene farazi ve vehmi bir benlik ve sahiplik duygusudur. Yani hakikatte
olmadığı halde var gibi düşünülen bir sahiplenme bir kabullenme duygusudur.
Mesela, insanın ailesine benim ailem demesi evine benim evim demesi, vücut ve
azlarına benim vücudum ve benim azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte
buradaki "benim" ifadesi enedir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne
de azalar insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.
Allah insana bu sahiplenme duygusunu, mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas
yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela, der "Ben şu küçük hanemin terbiye edicisiyim, Allah ise bütün kainat
hanesinin terbiye edicisi, yani Rabbidir; ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise
sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp yarattı; ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim,
Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir, her şeye muttalidir vs..." İnsan sahip olduğu bu cüzi
ve farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah’ın sonsuz isim ve sıfatlarını idrak eder. Şayet bu
sahiplenme duygusu olmasa idi insan bu kıyası yapmayacağı için Allah’ın o sonsuz
sıfatlarını idrak edemeyecekti.
Burada izah ve tarif edilen, ene ve benlik hissinin yüzü, insana terakki veren insana
marifet kapılarını açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür.
İnsan bu farazi ene duygusunu bu cihetle kullandığı zaman kulluğun temelini ve özünü
yakalamış oluyor. İnsanın manevi cephesi Allah’ın isim ve sıfatlarını tanımak üzere
tasarlanmıştır; insana düşen ise bu tasarımı bu yönde sarf etmesidir.
Yani ene biraz fikri ve felsefi bir olgu iken nefis cismi ve maddi bir olgudur. İkisinin de
terakki ve temizlenme süreçleri hem biribirleri ile irtibatlı hem de tarz ve usulleri biraz
farklıdır. İlk başta ifade ettiğimiz gibi ikisi ne aynıdır ne de biribirinden tamamen kopuktur.
Özet olarak ene, nefis kapsamında çalışan bir cüz bir parçadır; nefis ise daha büyük ve
daha geniş bir kavram olup eneyi de içine alan bir düşman bir rakiptir.

Üstat, enenin kainatın tılsımı muğlakını açan bir anahtar


ve bir sır olduğunu söylüyor. Fakat yıllardır biz Risale
okuyanlar, bir türlü kainatı ve sırlarını çözemedik. Burada
sorun nedir acaba?
Evvela, kainatı ve sırlarını çözmekten maksat, eşyaya manay-ı harfi ile bakmak ve her
hadisenin arkasında Allah’ın kudret elini müşahede etmek demektir ki, her Nur talebesinin,
kendi seviyesine göre bu sırları idrak ettiği ve çözdüğü söylenebilir. Yoksa sırları çözmek,
tarikatta olduğu gibi olağanüstü vaziyetlere ve kerametlere mazhar olup insanın havada
uçması, denizde yürümesi anlamına gelmiyor.
"Sırları çözemedik" tespitini, insan kendi nefsine ıslah ve terbiye noktasından
söyleyebilir, ama başkalarına teşmil etmek ihlas ve uhuvvet prensipleri ile bağdaşmaz.
İkincisi, Risale-i Nur insana tahkiki iman dersini verdiği için, insanın aleminde çok
köklü ve müspet değişimleri sağlar. Bunun örneklerini herkes hem kendi aleminde hem de
çevresinde görebilir.
İman-ı tahkiki öyle bir kuvvet öyle bir nurdur ki, girdiği kalpte ve alemde karanlığı tart
eder, nuru doldurur. Ama bunun tesiri ve değişim kıstasları insanların kabiliyet ve
derecelerine göre farklılık arz edebilir. Yani keskin ve parlak değişimler insanın kabiliyet
ve iman derecesine göre olur. Bu nokta bizi yanıltmasın.
Bazılarında bu köklü değişimin görünmemesi Risale-i Nur'un bir zaafı değil, insanın
kabiliyet farklılığındadır. İnsanların fıtratları ve anlayış seviyeleri bir olmadığı için,
Nurların tesiri de muhtelif düşüyor. Bazısı fıtraten müsait olduğu için, bir anda başka bir
insan olurken, bazısı da uzun zaman ve müddet içinde o değişimi gösteriyor.
Üçüncüsü, aslında Risale-i Nurlar ile meşgul olan birisi, farkında olmadan tahkiki imanı
kalp ve duygularına yerleştiriyor. Ama günahlı ve gafletli ortamlar bu harika imanı ibadet
noktasında göstertmiyor. Hali ile hayatına bakan ve o harika imana münasip bir ibadet ve
takvayı hayatında göremeyen, "Acaba ben bu imanı elde edemiyorum mu?" diyerek endişe
ve şüpheye düşüyor. Halbuki o imanı alıyor, ama çevrenin müsaitsizliği yüzünden o imanın
haşmet ve azametini hayatında tam gösteremiyor.
Faraza çevre müttaki ve ibadet ehli olsa idi, eski zamanlarda olduğu gibi o zaman
imanın harika haşmetini tam görürdü ve gösterirdi. Risale-i Nurlar iman şarjını tam yapıyor,
ama dışarıdaki toplumsal hayat o şarjı çabuk tüketiyor. Şayet toplumda o şarja kuvvet veren
bir toplum olsa idi, o zaman tahkiki iman tam tezahür edecekti.
Risale-i Nurların kalp ve ruhlarımıza yaptığı katkıyı ve kökleşmeyi sekaratta, yani ölüm
anında göreceğiz inşallah. Ama yine de imanımızı daha da tahkiki yapmak için mücadeleye
devam edeceğiz, zira imanın çekirdekten ağaca kadar sayısız mertebeleri var.
Dördüncüsü:

"Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem


hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem "Huz mâ safâ" derim. Muhataplarımı
da öyle arzu ederim." (1)

Üstad Hazretleri, yukarıda zikrettiğimiz aynı bakış açısını Risale-i Nurların tefhimi
meselesine tatbik ediyor. Yani Risale-i Nurlar ve özellikle Mesnev-i Nuriye Allah’ın bu
asırda insanlara lütfettiği Kur’anî bir bahçedir. Bu bahçeye iyimser ve müspet bir nazar ile
bakılırsa, çok istifade edileceğine işaret ediyor.
Bazı ibarelerin müşkül ve ağır olması, istifadeye engel değildir. Anladığımı alırım,
anlamadığımı terk ederim. Anlamadığım bazı ibareler yüzünden o bahçeyi bütünü ile terk
etmem yanlış olur diyerek, o menfi bakış açısının yanlışlığına dikkat çekiyor. Yani Risale-i
Nurların safasını sürerim cefasını ise terk ederim. Yani zor ve müşkül kısımlarına takılıp, bu
anlaşılmıyor diye tamamı ile terk etmem diyerek, bize önemli bir metot ve bakış açısı
veriyor.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Nokta

"Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka


mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip
dergâhına abd olunuz..." Ne yapmak lazım?
Ahlâk-i ilâhiye denilince, İlahi Ferman olan Kur’an’ın tarif ettiği ve insanlara öğüt
verdiği ahlâkı anlamak gerekiyor.

Ahlâk, “hulk” kelimesinin çoğuludur; huy, tabiat, mizaç, seciye gibi mânâlara gelir. İnsanın
fıtratıyla, yaratılışıyla yakın ilgisi vardır.

Şems Suresinde bazı mahlûkata kasem edilir, bunlardan birisi de nefistir. Yedinci ve
sekizince âyetlerde, “nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini
ilham edene” kasem edilmektedir.

Bu âyet-i kerime, “her çocuğun İslâm fıtratı üzere doğduğunu” haber veren peygamber
kelâmıyla birlikte düşünüldüğünde şöyle bir hakikat ortaya çıkar: Demek ki, insanın fıtratı
iyice dikkate alınabilse güzel ahlâkın kaynağına da inilmiş olacaktır.

İnsanın bedeni İlâhî bir sanat olduğu gibi, istidadı ve tabiatı da Hakk’ın tanzim ve
takdiriyledir; o da İlâhîdir.

Buna göre, lügat mânâsından hareketle, İlâhî ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut
olan bu kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir. Ahlâksızlıkların tümünde fıtratın
bozulması ve yanlış kullanılması söz konusudur.

Meselenin mühim bir yönü de “Allah'ın isimlerine mazhar olmaya” çalışmaktır. Allah
Hakîm'dir, insan da hikmetli hareket etmeli, abes şeylerden uzak kalmalıdır. Allah
Muhsinleri sever; insan da Muhsin olmaya çalışmalıdır. Allah affedicidir; insan da kendisine
karşı işlenen hatalarda öncelikle af yolunu tutmalıdır.
"Alemin Hâllakı, Kainatın Künuz-u Mahfiyesini
Keşfetmek" Ne demektir?
Ene, farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani; hakikatte olmadığı halde, var
gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur. Mesela; insanın ailesine benim
ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve azalarına benim vücudum ve benim
azalarım demesi, buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki benim ifadesi enedir. Halbuki
hakikat noktasından, ne aile, ne ev, ne vücut, ve ne de azalar insanın değildir. Hepsinin
gerçek sahibi Allah’tır. Allah, insana bu sahiplenme duygusunu mutlak olan isim ve
sıfatlarını kavratmak ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani; insan der, şu ev benim o zaman
şu kainat evi de Allah’ındır, diye kıyas yaparak, Allah'ın sonsuz malikiyetlik sıfatını idrak
eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o
sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.

İşte alemin sırrı ve Allah’ın gizli hazineleri, Allah’ın mutlak olan isim ve sıfatlarından
ibarettir. Bu sırların ve mutlak sıfatların idrak edilip anlaşılması da, ene denilen vehmi ve
farazi sahiplenme duygusuna bağlanmıştır. Alemin ve gizli hazineler olan Allah’ın, isim ve
sıfatlarının keşfedilip çözülmesi, benlik duygusu olan enenin elindedir.

"Bütün eşyada bir birlik var, demek bir tek Zatın


icadıdır." cümlesini izah eder misiniz?
Buradaki birliğin manası; eşyanın birbiri ile irtibatlı olması demektir. Bunun için şu
örneği verebiliriz:
Bir fabrikadaki bir çark, görünüşte tek başına hareket eden bir cisim gibidir, ama
gerçekte ise, bir bütünün parçası olarak hareket eder. Yani fabrikada bir birlik vardır. Bütün
parçalar tek bir gayeye hizmet ediyorlar. Bunun olabilmesi için de tek elden çıkması
lazımdır.
Aynen öyle de, bir elma zahiren tek başına gibi görünüyor. Gerçekte ise o elma, Güneşe,
suya, toprağa ve havaya bağlı olarak hareket ediyor. Yani kainat fabrikasının bir parçasıdır.
Öyle ise bütün fabrikayı yapamayan, bir elmayı da yapamaz. Öyle ise kim düyayı yapmışsa,
elmayı da o yapmıştır.

"Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana ene namında öyle


bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar." ve
"Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve
hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i
kıyasî,.." İzah?
Ene, “ben” demektir. Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması,
nefsini ve malını kendine nispet edebilmesidir. İnsan, güttüğü koyunlar için ‘benim
koyunlarım’ diyebildiği halde o koyunlar, meselâ, kendi ayakları için ‘benim ayaklarım’
diyemiyorlar. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor.

Halife, sultanın mülkünde, O’nun namına tasarruf eder. ‘Benim malım, benim mülküm’
derken, mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin ‘benim
tüfeğim’ yahut ‘benim koğuşum’ demesi gibidir.
Benlik yerinde kullanması şartıyla büyük bir nimet, büyük bir sermayedir.
Arzın halifesi olduğunu unutmayıp Kâinat Sultanı’nın namına hareket etmek, O’nun
emanetlerini, yine O’nun rızası yolunda kullanmak şartıyla... Hiçbir icraatına şahsî reyini,
hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla...

‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ sırrına ermek, ‘ben’ diyebilmeyi bir anahtar yapıp ‘O’
diyebilmek şartıyla...

Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını, keza bahçesini sularken
de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek, tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah’ın
mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmamak şartıyla...

Kendi varlığını düşünürken, ‘Bana bu varlığı kim lûtfetti ise, şu bütün âlemi de yoktan var
eden ancak O’dur.’ diyebilmek ve mutlak varlığın ancak O’na mahsus olduğunu bilmek
şartıyla...

İlmini ve kuvvetini düşünürken de, ‘Bana ilmi tattıran elbette Âlim, bana kuvvet bahşeden
elbette Kâdirdir.’ diyebilmek şartıyla... Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve
halleri de bu mânâda değerlendirebilmek şartıyla...

Kâinat, bir yönüyle, ‘benlikten’ uzak tutulanlar ordusu!.. Semâ yüksekliğine güvenmez,
toprak çiğnenir aldırmaz. Ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz, bülbül sesiyle övünmez,
arı balıyla gururlanmaz... Niçin?
Cevap tektir:
“Hiçbirinde benlik olmadığı için.”

Benlikten uzak tutulan her mahlûk, bir yönüyle mahrumdur, ama diğer yönüyle korunmuştur.
Meselâ, şu güneşimiz, “ben” diyebilseydi, belki Allah’ı bilme ve sevmede hayli yol kat
edebilirdi. Ama bilemiyoruz, belki de büyüklük iddiasında bulunur, kuvvetine güvenir,
gezegenleriyle gururlanır, ziyasıyla övünürdü... Bu ise onun için feci bir hâl olurdu... Şimdi
bu gafletten korunmuş ve bu sapıklıktan uzak, sürdürüyor vazifesini...

Bir de melekler âlemi var. Onlar benlik dâvâsı gütmekten çok çok uzaktırlar. Gurur nedir
bilmez, kıskançlıktan anlamaz, hasedi tanımazlar. Bu isyansız varlıklar, Rablerine kim daha
iyi ibadet ederse onu daha çok severler.

Üstad, benlik konusunda şu harika tespiti yapar:


Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek
üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve
istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

Vâhid-i kiyasî; mukayese unsuru, ölçek demektir.

İnsanoğlu çoğu zaman, sözlerine “ben” diye başlar ve “şunu yaptım, bunu ettim” diye
sürdürür konuşmasını. Yaptığı işlere sahip çıkmakla, onları kendi hür iradesiyle tercih
ettiğini ve öylece icra sahasına koyduğunu ifade etmiş olur. Hürriyet nimeti olmaksızın,
kendisine zorla yaptırılan işlere ise sahip çıkmaz. Onlar hakkında konuşurken, “ben yaptım”
demez ve o işlerde bir sorumluluğu olmadığını savunur.

Demek ki, bu ve benzeri işlerde, konuşmalarda iki unsur birlikte iş görürler: Benlik ve
hürriyet.

İnsan, benlik ve hürriyet sayesinde kendisine takılan İlâhî hediyeleri kendine nispet
edebiliyor; “benim gözüm, benim aklım, benim kalbim” diyebiliyor. Ve bunları dilediği gibi
kullanma serbestisine sahip. Ama gözden ırak tutmaması gereken bir gerçek var: Bütün
bunlar birer İlâhî emanet. Gerek organlarını ve ruh dünyasını, gerekse, malını, mülkünü ve
makamını sadece ve sadece Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanmak durumunda.

İnsanoğlu, benlik ve hürriyet sermayesini nasıl kullanacaktır? Bu sorunun cevabında iki şıkla
karşı karşıya bulunuruz: Biri doğru, diğeri yanlış.

İnsan kendi ruhuna takılan sıfatları, hisleri, duyguları hür olarak kullanmakla bir takım işler
görüyor ve kendisine verilen benlikle de bu işlere sahip çıkıyor. İşte, bu kabiliyetini İlâhî
marifet sahasında kullanabilirse, soruya doğru cevap vermiş olur. Bunu nasıl başaracağı Nur
Külliyatında çok güzel bir misâlle ortaya konuluyor. Bu misâl bir anahtardır ve bizi çok
gerçeklere kavuşturabilir.

“Meselâ: Bir adam Cenâb-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar:
“Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye
vehmî bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona
teslim eder.” (Mesnevî-i Nuriye)

İnsan, elli kilogramlık bir taşı havaya kaldırdığında, bu işi kendisine ihsan edilen kuvvet
sayesinde yaptığını bilir; ama yine de “ben bu taşı kaldırdım” diyerek o işe sahip çıkar. Zira
o işi irade eden ve yapan kendisidir; bir başkası değil.

İşte insan, bu kuvvetini vahid-i kıyasî yaparak der ki “Allah da şu üzerinde durduğum
dünyayı İlâhî kudretiyle döndürüyor.”
İnsan, kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde bu hükme varabiliyor. Sonra ‘mevhum hattı’
bozuyor. Yani, dünyayı döndüren kudretin, onu ve elindeki taşı da birlikte döndürdüğünü
düşündüğünde kendi kuvvetinin vehim kadar zayıf olduğunu anlayarak, bütün kuvvet ve
kudretin Allah’a ait olduğunu tasdik ediyor.

Bu konu üzerinde düşünürken, öncelikle, Allah’ın varlığının “vacip”, insan varlığının ise
“mümkin” olduğu dikkatten uzak tutulmamalı. İnsan mahlûk olduğu gibi, sıfatları da
mahlûktur. İnsan mümkin olduğu gibi, sıfatları da mümkindir. Ve nihayet bir mahlûk olan
insanın Hâlık’ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi, onun mahlûk sıfatlarının da, meselâ,
iradesinin, ilminin, kudretinin de Allah’ın ilim, kudret ve iradesine hiçbir cihetle
benzemeyeceği unutulmamalıdır.

Sözler’de benlik için, “rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak,


işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene” ifadesi kullanılır.

Önce işaretten başlayalım: Bir insan, parmağıyla güneşi işaret edebilir, ama parmakla güneş
arasında da hiçbir benzerlik yoktur. Keza, haritadaki bir nokta da bir şehre işaret eder. Ama
o noktada söz konusu şehrin ne yollarını, ne binalarını, ne de insanlarını bulabiliriz.

Bize takılan sıfatlar da İlâhî sıfatlara birer işaret... Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak
sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, İlâhî
kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer
işarettirler, o kadar.

Numuneye gelince:
İnsanoğlu, meselâ, bir ev yapacağı zaman önce onun planını zihninde kurar ve bunu bir
kâğıda döker. İkinci safhada ise irade ve kudretini sarf ederek o plana uygun bir ev koyar
ortaya. İşte bütün bunlar birer numunedirler.

Biz bu numuneye bakarak asıl hakkında bir derece fikir sahibi olur ve deriz ki:
Şu kâinat sarayı önce takdir edilmiş ve bu takdire uygun olarak inşa edilmiştir.

Ene, hem işaret hem de numuneleri cami olduğuna göre, ondaki numuneler de işaretler gibi
mahlûktur, kişinin kendine hastır ve bunların da İlâhî takdir, irade ve kudretle hiçbir
benzerlikleri düşünülemez.

Şimdi şöyle bir düşünelim: İnsanda bu numuneler yaratılmamış olsaydı insanın İlâhî sıfatları
tanıması, bilmesi nasıl mümkün olacaktı?

Meselâ, insana irade verilmeseydi ve insan bu iradeye benliğiyle sahip çıkıp onu hür olarak
kullanamasaydı Allah’ın irade sıfatını bilebilir miydi?
İnsanın o cüzi kuvveti ve kudreti olmasaydı, Allah’ın Kudret sıfatını ve Kadir ismini bilmesi
mümkün olabilir miydi?

Merhamet nedir, gazap nedir bilmeseydi, Allah’ın rahmet ve gazabı olduğunu hayal bile
edemezdi.

"Duyguları, efkârları; kâinatın envâr-ı mârifetini getirdiği


vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame
edecek bir madde bulmadığı için, sönerler." cümlesini açıklar
mısınız?
İnsanın bütün duygu ve hisleri birer aleme açılan pencere hükmündedirler. İnsan bu
duygu ve hisler sayesinde o alemler ile irtibat kurar ve o alemleri bu duygular penceresi ile
seyreder. Bu duygu ve hisler de o alemlerden merkez hükmünde olan nefse bilgi ve veri
akışını sağlarlar. Mesela akıl, mana aleminden manaları getirir; göz, görüntü aleminden
görüntüleri gösterir; kulak ise ses aleminden sesleri aktarır vehakeza.

Gelen bu bilgi ve verileri işleyip değerlendirmek, insanın zatındaki duruma bakar. Şayet
insanın nefsi ve kalbinde bu gelen bilgi ve verileri anlamlandıracak bir ışık, bir nur yok ise,
bu bilgi ve veriler hiçbir işe yaramaz. En güzel bilgiler, en kaliteli veriler de gelse, nefis ve
kalpte onu değerlendirecek ve yorumlayıp hakka götürecek bir madde ve nokta olmadığı
için, hepsi boş yere sönüp giderler.

Bu bilgileri söndüren madde ise, insanın iradesi ile benlik hissine temellük ederek, yani
haksız yere sahiplenerek, şerde işlettirmesinin neticesi olarak, kalp ve nefsin ifsat ile
bozulmasına kinayedir. Halbuki Allah insana benlik hissini bir kıyaslama yaparak, isim ve
sıfatlarını talim için vermiştir. Yani ben şu hanenin sahibiyim, Allah ise kainatın sahibidir,
kıyaslaması ile Allah’ın mutlak sıfatı olan malikiyetlik manasını anladıktan sonra, bütün
mülkün ona ait olduğunu teslim etmesi gerekirken; insan, vehmi ve farazi olan cüzi benliğe
sahip çıktı ve dalalete saplandı. Bu bakış açısı, insanın merkezi hükmünde olan nefsi ve
kalbine karanlık bir nokta oluşturdu, bundan sonra duygu ve fikir vasıtası ile gelen bütün
marifet nurları bu karanlık noktada kaybolup söndü.

Bu manayı bir temsil ile akla yaklaştıralım. İç işleri bakanlığı merkez olsun. Buna bağlı olan
istihbarat birimleri ve karakollar ise bu bakanlığın kolları ve uzantıları olsun. Merkezde
olan bakanlık binasına bütün bilgi ve veri akışı bu istihbarat ve karakollar aracılığı ile
oluyor. Merkez binasında sorumlu olan bürokratların vazifesi ise gelen bu bilgi ve verileri
değerlendirip, devletin bekası ve güvenliğinde önlem almaktır.
İstihbarat birimleri ve karakollar vazifesini tam ve eksiksiz yapmalarına rağmen, merkez
binasında vazifeli olan bürokratlar, devleti tanımayıp, isyan ettikleri için, gelen bilgileri
tamamen karartıp devletin güvenliğini tehlikeye atıyorlar. Bir nevi merkez görevlileri
kendilerini devlet içinde devletçik olarak görüyorlar ve kanunsuz işlere bulaşıyorlar.
İstihbarat birimleri ve karakollardan gelen bilgilerin karartılmasındaki tek neden, merkezin
kendini ayrı bir devlet görmesinden kaynaklanıyor.

Temsildeki devlet tabiri caiz ise Allah’ın şu kainat üzerindeki Rububiyet ve Uluhiyetinin
saltanatına kinayedir. İç işleri bakanlığının merkez binası ise insanın mahiyetidir. Merkez
binada çalışan bürokratlar ise insanın iradi işlerinde karar verme mekanizması olan irade,
benlik ve nefse kinayedir. İstihbarat birimleri ve karakollar ise, irade ve benliğe hizmet eden
insandaki duygu ve latifelerdir. Bilgi ve veri ise bu duygu ve latifelerin kainat alemlerinden
topladığı marifet nurlarıdır.
Merkez binada çalışan bürokratların isyan ve inkarları, yani devlet içinde devlet olmaya
kalkmaları ise insanın nefsine ve benliğine takılan cüzi sahiplik manasını sahiplenerek,
Allah’ın Rububiyet ve Uluhiyetine inkar ile baş kaldırmasıdır. Bilgilerin karartılması ise,
duygu ve fikir yolu ile gelen marifet nurlarının benlik ve nefsin anarşik tutumu yüzünden,
yani heva ve enesini ilah edinmesinden, insanda tesir etmemesine kinayedir. Kanunsuz
işlere bulaşmaları ise, Allah’ın emir ve yasaklarına uymamaktır.

"Elestü bi rabbiküm" sorusunun muhatabı ene midir,


teklif sadece eneye mi yapıldı?
Ene; insana verilen büyük emanetten sadece bir cüz, bir parçadır. Bu sebeple “Beli”
ifadesini sadece eneye hasretmek mutabık olmaz. “Beli” ifadesini insanın bütün mahiyeti
vermiş demek, daha isabetli olur.
Zira insanın fıtrat ve mahiyeti, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar olacak büyük
bir aynadır. Ene ise; bu büyük ayna içinde bir cüz, bir parça hükmündedir. Belki enenin
hususiyeti bu aynaya vekalet ve temsil olmaktır. Yani insan adına konuşmak ve onun namına
söylemek yetkisi enededir denilebilir.

"Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten
kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim,
çok cahildir."(Ahzâb Sûresi, 33/72)

Üstad Hazretleri bu ayetin tefsiri sadedinde şunları söylüyor:

"Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit


vücuhundan bir ferdi, bir veçhi ene'dir..."(1)

Bu ifadeye nazaran ene, emanetin bir ferdi ve bir cüzüdür. Öyle ise tek başına teklife
konu olması düşünülemez.
(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

"Ene, kànûndan ziyâde, esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeyi gösteren


bir âyinedir. Rûh ise, esmâ ve sıfât-ı İlâhiyyeye
âyinedârlıktan ziyâde, cesede âit bir kànûndur." deniyor, bu
ifade doğru mudur?
Ruh, insan mahiyetinin özü ve esası olmasından dolayı her sıfat ve vasıf onun temelinde
ve onun ekseninde teşekkül eder ve varlık sebebini ruha borçludur. Bu manaya işaret etmek
için hakiki sıfatlar ruha nispet ediliyor.
Mesela kalp, ruh ile kaim bir duygudur. Yani ruh cevherinin üstünde duran bir latifedir.
Böyle olunca kalbe ait sıfatlar dolayısı ile ruha bakar, kalbe nispet edilmesi mecazi ve
izafidir. Nasıl bir askere devlet kuvvetine işaret etmek için "ordu gibi kuvvetli" denilir,
zira arkasında ordu vardır. Aynı şekilde kalpte şu var, bu var demekte zımni olarak ruha atıf
vardır, zira kalbin gücü ve enerjisi ruhtan geliyor, izafi ve hakiki sıfatlar tabirine bu cihetle
bakabiliriz. Ene de aynı şekilde ruha nispet edilen ve onun bir işlevi olan vasfıdır,
diyebiliriz; ama asla ruh eşittir ene, diyemeyiz.
Ene farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani hakikatte olmadığı halde var
gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur.
Mesela insanın ailesine benim ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve
azlarına benim vücudum ve benim azalarım demesi, buna örnek olarak verilebilir. İşte
buradaki "benim" ifadesi enedir. Halbuki hakikat noktasından ne aile, ne ev, ne vücut ve ne
de azalar insanın değildir. Hepsinin gerçek sahibi Allah’tır.
Allah insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak ve kıyas
yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi sahiplenme
duygularının hepsi Allah’ın isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan bu pencere ile
Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar.
Mesela der; ben şu küçük hanemin Rabbiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin Rabbidir;
ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp yarattı; ben
cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir her şeye
muttalidir vs...
İnsan sahip olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak Allah’ın sonsuz isim ve
sıfatlarını idrak eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı
için Allah’ın o sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.
Ayrıca ruh farazi bir hat ya da itibari bir olgu değil, varlığın en sağlam ve en kuvvetli
şekli ve boyutudur. Bu sebeple ruha bedenin bir kanunu demek yerine, "ruh esas, beden
onunla kaimdir" demek daha isabetli olur. Ruh sadece kanundan ibaret değil, hayatı ve şuuru
olan ve cesetten başka bütün latife ve hissiyatlara sahip bir varlık formudur. Ene denen
farazi hat da ruh temelinde çalışan ve ona bağımlı olan bir olgudur.
Yukarıda verilen ifadeler zaten zahir ve bilinen meselelerdir. Özet olarak ene ve ruhu
aynı imiş gibi değerlendirmek ve ruhu cesede nispet etmek Risale-i Nurların genel felsefesi
ile bağdaşmaz.
"Kılıflı rûh ve kılıflı ene, yâni vücûd-i hâricî giydirilmiş rûh ve enenin her
ikisi“müttehidân-ı bizzât, muhtelifân-ı bi’l-i’tibârdır”. Bu ifadeler Üstad Hazretlerinin şu
ifadeleri ile açıktan çelişiyor:
"İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki, bütün âzâsını ve
eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekvîniyeye
ve o emirden vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve lâtife-i Rabbâniye olan ruh,
onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcatlarını görmesinde
birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak, yakın, bir hükmünde;
birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her
cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nuraniyet kesb etmişse, herbir
cüz'ü ile görebilir ve işitebilir."(1)
"Gayet kat'î bir hads ile, belki müşahede ile sabittir ki, ceset ruhla kaimdir.
Öyleyse, ruh onunla kaim değildir. Belki ruh binefsihî kaim ve hâkim olduğundan, ceset
istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez."(...)
"Demek, nasıl ki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavânin, daima
veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin
tecellîsi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'îdir,
lâyıktır. Çünkü zîvücuttur, hakikat-i hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir,
daha ulvîdir. Çünkü zîşuurdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymettardır. Çünkü
zîhayattır."(2)
Ene ile ruha müttehidân-ı bizzât demek, ikisi özdeş ve aynı demektir ki, burada ruha
zımni olarak izafi ve itibari demiş sayılıyor. Halbuki Üstad Hazretleri yukarıda ruhu
tanımlarken, varlığın en hakiki boyutu olarak tanımlıyor. Yani ruhun varlık boyutu
cesedinkinden daha salim ve rasih bir boyuttur. Halbuki ene denilen şey, farazi ve itibari bir
şeydir, ona vücut vermek şirke kadar gider.
Özet olarak nakletmiş olduğunuz ibareler yanlış ve hatalıdır. Doğru olanı ise ruh, ayrı
ene ayrıdır. Ruh hakiki bir varlık iken ene denilen farazi hat ise itibari bir varlıktır ve ene
denilen bu itibari kıyasçık ruh ile kaim bir halettir, dolayısı ile ruhun bir aletidir.
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere.
(2) bk. a.g.e., Yirmi Dokuzuncu Söz, İkinci Maksat.

"Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakiki olmak lâzım


değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve
tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve
tahakkukla hakiki vücudu lâzım değildir." İzahı nasıldır?
Bir bina yapılırken, usta, binanın sağ sol, aşağı yukarı, alt üst, doğu batı gibi izafi
yönlerini çekiç ve iş araçları ile çakmaz. Bina vücut buldukça bu izafi kavramlar da bununla
beraber terettübi olarak belirmeye ve tebeyyüne başlarlar. Ustanın çekici ile yapılmadıkları
için, bir fayans ve tuğla gibi mevcut sayılmazlar. Ama bir fayans veya tuğla gibi mevcut
olmamaları, tamamen yok ve hiç oldukları anlamına da gelmez.
Birisine "Binanın sağı neresidir?" diye sorulsa, adam hemen gösterir. Şayet yok ve hiç
olsa idi, adam nasıl gösterecekti. Zira aslı olmayan bir şey ne ispat edilebilir, ne de
gösterilebilir. Demek adamın, binanın sağını göstermesi, izafi de olsa bir varlığının
olduğunu gösterir.

İnsan mahiyeti de bir bina gibidir. İnsan binası inşa olunurken, bu binaya müterettib çok
nisbi ve izafi hatlar ve kıyas araçları mevcudiyetsiz ve cisimsiz olarak varlık sahasına
çıkarlar. Bunların Allah tarafından insan mahiyetine takılmasının sebebi ise bu farazi hatlar
ile Allah’ın mutlak ve idrak ve ihatası imkansız olan isim ve sıfatlarını bir nebze kıyas ile
anlamak içindir.
İnsana verilmiş olan benlik, yani sahiplenme duygusu ile insan cüzi ilim, irade, kudret
gibi şeyleri kıyas ederek, Allah’ın külli ilim, irade, kudret gibi mutlak sıfatlarını anlamaya
çalışır.
Mesela der; "Ben cüzi kudretimle şu evi yaptım, Allah ise külli kudreti ile bütün
kainatı yapmıştır." Keza, "Ben cüzi ilmim ile şunları biliyorum; Allah külli ilmi ile her
şeyi bilir." der.
İşte şu kıyası yapacak farazi olan benlik ve sahiplenme duygusu olmasa, insan Allah’ın
külli sıfatlarını hiçbir zaman hissedip bilemeyecekti. Hakikat noktasında insanın benlik hissi
ile sahiplendiği cüzi ilim, irade ve kudret gibi şeyler insana ait değildir. İnsan bu şeylere
farazi ve vehmi olarak sahipleniyor. Bu yüzden insanın yapıp ettiği şeyler ile övünüp
kibirlenmesi boş ve yersizdir.

Özetle ifade etmek gerekirse; vahidi kıyasi, insanın farazi benlik hissi ile sahiplendiği cüzi
ilim, irade ve kudret gibi vasıtalarla Allah’ın külli sıfatlarını bilmesi ve kıyaslamasıdır.

"Felâsifenin bir tâifesi, Cenâb-ı Hakk'a "mûcib-i bizzat"


demişler, ihtiyârını nefyetmişler,.." mucib-i bizzat kavramını
ve cümleyi izah eder misiniz?
MUCİB-İ BİZZAT: İradesiyle değil de, varlığı icabı her şeyi yapmaya mecbur olan
demektir. Yani (haşa) "Allah her şeyi yaratmak ve her şeye icabet etmek zorundadır"
gibi anlamlara gelmektedir. Bu ise doğru değildir. Zira Allah her şeyi kendi iradesine bağlı
olarak yapar. İsterse yapar, istemezse yapmaz. Allah'ı bir şey yapmaya zorlayan hiç bir
sebep yoktur. Rahmet ve merhametiyle bu alemi ve içindekileri varetmiştir.

Besmele bahsinde geçen ve konumuza ışık tutacak şu paragrafa bakalım:

"Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşâhede, rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudâtı


ışıklandıran, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacât içinde yuvarlanan
mahlûkatı terbiye eden, bilbedâhe, yine rahmettir. Ve bir ağacın bütün hey'etiyle
meyvesine müteveccih olduğu gibi, bütün kâinatı insana müteveccih eden ve her tarafta
ona baktıran ve muâvenetine koşturan, bilbedâhe, rahmettir. Ve bu hadsiz fezâyı ve
boş ve hâlî âlemi dolduran, nurlandıran ve şenlendiren, bilmüşâhede, rahmettir. Ve bu
fânî insanı ebede namzed eden ve ezelî ve ebedî bir zâta muhatap ve dost yapan,
bilbedâhe, rahmettir.

Ey insan! Mâdem rahmet böyle kuvvetli ve câzibedar ve sevimli ve mededkâr bir


hakikat-i mahbubedir; "Bismillahirrahmanirrahim" de, o hakikate yapış ve vahşet-i
mutlakadan ve hadsiz ihtiyacâtın elemlerinden kurtul. Ve o Sultân-ı Ezel ve Ebedin
tahtına yanaş ve o rahmetin şefkatiyle ve şuââtıyla o Sultana muhatap ve halîl ve dost
ol." (1)
(1) bk. Lem'alar, On Dördüncü Lem'a.

"Hak ve vacip bir hakikatın mümkin ve miskin bir zıllı


olduğuna göre "ene" ye mana-ı harfi ile bakarak ve aslını
görmek veya zıllı ortadan kaldırıp asla ulaşmak mümkündür,
yani enenin zevali ile hüve inkişaf ediyor." İzahı nasıldır?
"Enenin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor."

"Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: Ubudiyet-i mahzânın menşeidir. Yani, ene kendini
abd bilir; başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir; yani başkasının mânâsını
taşıyor, fehmeder. Vücudu tebeîdir; yani başka birisinin vücuduyla kaim ve icadıyla
sabittir, itikad eder. Mâlikiyeti vehmiyedir; yani kendi mâlikinin izniyle surî, muvakkat
bir mâlikiyeti vardır, bilir. Hakikati zılliyedir; yani hak ve vacip bir hakikatin cilvesini
taşıyan mümkün ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuûnâtına
mikyas ve mizan olarak, şuurkârâne bir hizmettir."(1)

İnsan varlık olarak mümkündür, yani varlığı ve yokluğu müsavi ve eşit olan bir varlıktır, bu
eşitliği bozup insanın varlık sahsına çıkması için; varlığı ezeli ve ebedi olan Vacip bir Zatın
varlığına muhtaçtır. Öyle ise insan mümkün olma noktasında, Allah’ın vacip hakikatinin bir
gölgesidir, yani onun "var ol" emrine muhtaçtır. Böyle iken yani varlığı verilmişken, nasıl
olur da veren Zata karşı insan, varlık dava edebilir ve varlığı kendine vererek karşı
koyabilir, bu çok ahmakçasına bir kalkışma olur.

Miskin; hiç gücü ve iktidarı olmayan mutlak aciz anlamındadır. İnsan da mümkün
olmasından dolayı Vacip ve sonsuz kudret sahibi Allah karşısında mutlak manada miskin ve
muhtaç bir varlıktır. Öyle ise benlik ve varlık dava etmek insanın neyine.

İşte insan bu hallerini görüp gerçek mahiyetini iyi okuyup benlik duygusunun sadece Allah’ın
isim ve sıfatlarını anlamak ve kıyaslamak için emaneten verildiğini çözümlerse, o zaman
enede hüveyi görür, her şey bir marifet penceresi hükmüne geçer. Enenin hayır ve müspet
yüzü inkişaf eder. Enenin menfi yüzü imha edilirse hayır yüzü açığa çıkar, müspet yüzü imha
olursa şer yüzü açığa çıkar.

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz

"Hayat bir cidaldir, diye eblehâne hükmetmişler." nasıl


anlamalıyız?
Gıdalar midemizin yardımına, güneş güzümüzün imdadına koşup dururken, ayrıca şu
hayatımız organlar ve duygular arasındaki çok hassas yardımlaşmanın bir sonucu olarak
devam ederken hayatı mücadele saymak ahmakane bir hüküm olur.

"Hem bir kısım felasife “Cüz’iyâta ilm-i İlâhî taallûk


etmiyor” diye ilm-i İlâhînin azametli ihatasını nefyedip,
bütün mevcudatın şehâdât-ı sâdıkalarını reddetmişler."
cümlesini izah eder misiniz?
Felsefede bazı düşünce gurupları, “Allah külli ve büyük unsurları bilir, ilmi ile kuşatır,
lakin basit ve cüzi şeyleri bilmez ve ihatası yoktur." diye iddiada bulunuyorlar. Hâlbuki
kainatta büyük cisimlerden tut, en küçük zerrelere kadar her şeyde, nihayetsiz ilimin eserleri
ve izleri görünüyor. Bugün fen ilimlerinin inkişafı ile en basit ve küçük bir şeyde bile, ne
kadar intizam ve hassas ölçüler olduğu zahir bir şekilde gösteriliyor. Bunların tesadüfe ve
sebeplere verilmesi kabil değildir.

Mesela; bir buğday tanesini incelediğimizde, en az güneş kadar değerli ölçü ve intizamların
bünyesinde işlediğini görüyoruz. Bu buğday tanesinin teşekkülü esnasında, kainatın bütün
külli unsurları hizmet ettiriliyor. Güneş; onu pişiriyor; hava, gerekli yağmur ve karı getiriyor;
rüzgar, ona başka maddeleri taşıyor; toprak, ona annelik yapıp bütün gerekli maddeleri
ulaştırıyor ve hakeza.
Demek bir buğday tanesinin oluşumu için bütün kainat çarkları işliyor ve hizmet ediyor.
Bütün bunları ilmi ile tasarlayıp kudreti ile sevk eden Allah’tır. Nasıl olur da Allah, küçük
ve basit diye buğday tanesinden habersiz olabilir. İlimsiz hiçbir şey vücuda çıkamaz ve
olamaz. Bu fikri ancak ihatasız ahmaklar savunabilir. İmam Gazali bu fikirlerinden dolayı
bazı İslam filozoflarını tekfir etmiştir.

Allah; külli unsurları bildiği gibi, cüzi ve basit maddeleri de bilir ve ihata eder. Buna delil
cüzi ve basit gibi duran şeylerdeki nihayetsiz ilim ve irade eserleri ve delilleri şahittir. Bu
cümlede anlatılmak istenen ana tema budur.

"Hem, üdeba-yı İslamiyyenin meşhurlarından bedbinlikle


maruf Ebu-l Ala-i Maarri ve yetimane ağlayışıyla mevsuf
Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmareyi okşıyan
zevkiyle zevklenmesi sebebiyle,.." cümlesini izah eder
misiniz?
Bedbinlik (Pesimizm): Kelime olarak kötü görüşlü, ümitsiz bakış açısı demektir. Her
şeyin fena cihetini görmek anlamındadır. Yani her şeyi ve her olayı kötü ciheti ile
yorumlayıp kendisini karamsarlığa atmak demektir. Karamsarlık felsefesi şeklinde de tarif
edebiliriz.
Üstad Hazretleri bu terimi ve zıddı olan hudabinliği şu şekilde izah ediyor:

"Sözleri dinleyip en güzeline tâbi olup fenasına bakmayanlar, hidâyet-i


İlâhiyeye mazhar akıl sahibi onlardır" meâlinde. Bizler için şimdi herşey'in iyi
tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki mânasız,
lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici hâller nazar-ı dikkatimizi celbedip
kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Söz'de, bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri
giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder.
Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği hâlde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar
eder, midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider. Şimdi hayat-ı
içtimaiye-i beşeriyenin safhaları hususan Yusufiye Medresesi bir bahçe
hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber
bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere
ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir."(1)

Kafir, kainatta olan biten bütün olaylara küfür gözlüğü ile baktığı için, her hadise
karşısında kalbi ve aklı titreyip azap çekiyor. Her şey bu kafiri yetim gibi hüzünlü bir hale
sokup ağlattırıyor.
İslam tarihinde bu ekolün en önemli temsilcileri Ebû'l-Alâ-i Maarrî ve Ömer Hayyam
gibi şair ve filozoflardır. Hadiselerin bu tazyikinden kurtulmak için içki ve haramlara
dalmışlar ve onları teşvik eden edepsiz şiirler telif etmişler. Ehl-i hakikat alimler de onların
bu edepsizliklerini ve küfre giden hallerini tahkir ve tekfir etmişlerdir.
Özet olarak bu iki şair ve filozof, İslam dininin yasakladığı karamsarlık ve sefahati
savunmuşlar ve şiirleri ile insanları bu menhiyatlara teşvik etmişler; İslam alimleri de bu
edepsizleri tekfir ve tahkir etmişler.
(1) bk. Şualar, On Dördüncü Şua, Muhtelif Mektuplar.

"Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani


silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek
hizmet etmişse..." Felsefe ve Nübüvvet mesleğinin ittihad
ettiği zamanlar hakkında bilgi verir misiniz?
Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı dönemleri ki, bu dönemler bin yılı aşkın bir
süredir, bu hakikate tam bir ser levhadırlar. Endülüs Emevileri Avrupa’nın ortasında her
anlamda muhteşem bir medeniyet kurmuşlar ve Avrupalıların Rönesans ve Reform
hareketlerinde öncü ve müşevvik olmuşlardır. Bugünkü bir çok modern bilimin temelleri ve
esasları hep bu dönemlerde tesis edilmişlerdir.
Mesela tıpta İbn-i Sina, sosyoloji dalında İbn-i Haldun, astronomi ve matematikte Ali Kuşçu
gibi çok filozof ve bilim adamları, bu dönemin mahsulleri hükmündedirler.
Bunun zıddı olan dönemlerde ise durum tam aksinedir. Mesela halihazırdaki durumumuz
buna güzel bir örnektir. Osmanlının yıkılmasından sonra yerine kurulan rejim, sadece
felsefeye, yani Avrupa’nın yanlış ve bozuk yönünü kendine rehber aldığı için, dünya
hayatında da pek başarı gösterememiş.
Ahlaksızlık, rüşvet ve yoksulluk gibi neticeler Üstad Hazretlerinin bu tezini teyit eder
mahiyettedir. Bir gecede elli bankanın içini boşaltanlar eğitimli ve bozuk felsefenin
talebeleridir. Türkiye'de dünya çapında bilim adamları ve üniversitelerin olmaması bu
hakikate işaret eder kanaatindeyiz.

"İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler,


şaşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe
girdiklerinden,.." cümlesindeki, şaşaa-i suri kavramından ne
anlamalıyız?
Felsefe, konu bakımından din ile müşterektir. Konuları çözümlemek ve meseleleri ele
alma metotları noktasından dinden ayrılır. Yani her ikisinin de alanı fizik değil metafiziktir.
Ama metafiziği çözümleme ve doğruyu yakalama araçları biribirinden farklıdır. Din vahye
dayanır, felsefe ise akla dayanır. Bu yüzden konu ve konuya yaklaşım metotlarının zahiren
bir cazibesi vardır.
İnsanı felsefeye çeken ikinci faktör ise, felsefenin insan egosunu ve süfli arzularını
tatmin etmesindendir. Felsefe insanı haddinden fazla makamlara uçurduğu için, nefis bu
halden büyük keyif alıyor ve felsefeye karşı bir ilgi oluşuyor. Ekseri filozofların inkarcı ve
hazcı olması bu yüzdendir.

Felsefe, zahiren mutantan batinen kof bir yoldur. Yani görünüşte ve surette tantanası ve süslü
ifadeleri çoktur, ama özde ve içyüzünde ise koca bir hiçtir. Felsefenin koca bir hiç olduğu
insanlığa sunmuş olduğu fikirlerin ve sistemlerin çökmesinden anlaşılıyor.

"İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden


enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal
tedehhüş etmişler..." Cümlesini devamıyla açıklar mısınız?
Ene, farazi ve vehmi benlik ve sahiplik duygusudur. Yani; hakikatte olmadığı halde, var
gibi düşünülen bir sahiplenme, bir kabullenme duygusudur. Mesela; insanın ailesine benim
ailem demesi, evine benim evim demesi, vücut ve azalarına benim vücudum ve benim
azalarım demesi buna örnek olarak verilebilir. İşte buradaki benim ifadesi enedir. Halbuki
hakikat noktasından; ne aile ne ev ne vücut ve ne de azalar, insanın değildir. Hepsinin gerçek
sahibi; Allah’tır. Allah, insana bu sahiplenme duygusunu mutlak isim ve sıfatlarını kavratmak
ve kıyas yapmak için vermiştir. Yani insandaki cüzi ilim, cüzi kudret, cüzi irade, cüzi
sahiplenme duygularının hepsi Allah’ın bir isim ve sıfatına açılan bir pencere gibidir. İnsan
bu pencere ile, Allah’ın isim ve sıfatlarını kavrar. Mesela; der ben şu küçük hanemin
Rabbiyim, Allah ise bütün kainat hanesinin Rabbidir, ben cüzi kudretimle şu evi yaptım,
Allah ise sonsuz kudreti ile kainat evini yapıp yarattı, ben cüzi ilmim ile şu kadar şeyleri
bilirim, Allah ise sonsuz ilmi ile her şeyi bilir, her şeye muttalidir vesaire. İnsan sahip
olduğu bu cüzi ve farazi hatlar ile kıyas yaparak, Allah'ın sonsuz isim ve sıfatlarını idrak
eder. Şayet bu sahiplenme duygusu olmasa idi, insan bu kıyası yapmayacağı için, Allah’ın o
sonsuz sıfatlarını idrak edemeyecekti.

Yukarıda izah ve tarif edilen ene ve benlik hissi, insana terakki veren, insana marifet
kapılarını açan ve insanı nihayetsiz makamlara çıkaran müspet ve hayır yüzüdür.

Ene ve benlik hissinin bir de menfi ve şer yönü ve yüzü vardır. Şayet insana verilen ene ve
benlik hissi, küfür ve inkar tarlasında yeşerip beslenir ise; bu kez durum aksine işler. Yani
ene ve benlik hissi, Allah’ı tanımak ve bilmek aracı iken, tam tersine inkar ve meydan okuma
aracı haline dönüşür. Ene ve benlik hissi farazi ve hayali bir hat iken, inkar ve küfür
penceresi sayesinde, hakiki ve külli durumuna geçer. İnsan cüzi ilim, irade ve kudretin,
Allah tarafından verilmeyip kendisinin bir malı ve mülkü olduğuna inanmaya başlar. İnkar
ve felsefenin derinleşmesi ile bu duygular cüzilikten çıkar, külli haline gelir. İnsan o zaman,
bende İlahım demeye kadar işi götürür. Yani ene ve benlik öyle bir histir ki, hayırda
istihdam edersen aziz ve yüksek bir kul yapar, şerde ve küfürde istihdam edersen, Uluhiyet
davasına kadar gider.

Kafir nasıl küfür gözlüğü ile baktığı zaman, kainatta Allah’ın Rububiyet ve Uluhiyetini
göremiyor ve inkar ediyor, ya tabiat yaptı diyor, ya da her bir sebebe Uluhiyetlik veriyor.
Aynı şekilde kafir, mikro kainat olan ene ve benlik hissine baktığı zaman, ene ve benlik
hissinin farazi ve hayali olduğunu ve insana Allah’ın mutlak sıfatlarını tanımak ve tartmak
için verilen cüzi bir emanet olduğunu göremiyor ve bu duygulara hakikat ve külliyet payesini
veriyor. Bu da insanı bir nevi İlahlaştırmak ve Rableştirmek anlamına geliyor. Üstad'ın
tesettür toprağı dediği; küfür ve felsefenin maddi ve inkarcı bakış açısıdır. İnsan bu bakış
açısı ile ene ve benlik hissine baktığı zaman, hayal ile hakikati ayırt edemiyor. Tıpkı tabiat
ve sebepler arkasındaki Allah’ın Rububiyet ve Uluhiyetini görememesi gibi.

"Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten


kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene”
namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını
açar." cümlesini izah eder misiniz?
"Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki,
âlemin bütün kapılarını açar.” (1)

Ene, “ben” demektir. Benlik, insanın kendi varlığından ve sıfatlarından haberdar olması,
nefsini ve malını kendine nispet edebilmesidir. İnsan, güttüğü koyunlar için ‘benim
koyunlarım’ diyebildiği halde o koyunlar, meselâ, kendi ayakları için ‘benim ayaklarım’
diyemiyorlar. Güneş de gezegenlerine sahip çıkamıyor.
İnsana bu imtiyaz niye tanınmış? ‘Benim aklım, benim elim, benim çocuğum, benim tarlam’
diyebilmesi niçin?

“Arzın halifesi olduğu için...”

Halife, sultanın mülkünde, O’nun namına tasarruf eder. ‘Benim malım, benim mülküm’
derken, mülkün gerçek sahibini hatırından çıkarmaz. Onun böyle deyişi, bir askerin ‘benim
tüfeğim’ yahut ‘benim koğuşum’ demesi gibidir.

Benlik gerçekte büyük bir nimet, büyük bir sermaye... Ama onu yerinde kullanmak şartıyla...

Arzın halifesi olduğunu unutmayıp Kâinat Sultanı’nın namına hareket etmek, O’nun
emanetlerini, yine O’nun rızası yolunda kullanmak şartıyla... Hiçbir icraatına şahsî reyini,
hevesini ve nefsini karıştırmamak şartıyla...

‘Nefsini bilen Rabbini bilir’ sırrına ermek, ‘ben’ diyebilmeyi bir anahtar yapıp ‘O’
diyebilmek şartıyla...

Tarlasına tohum serperken, rüzgârdan pek farklı bir iş yapmadığını, keza bahçesini sularken
de yağmurun vazifesini taklide çalıştığını bilmek, tıpkı onlar gibi kendisinin de Allah’ın
mülkünde bir hizmetçi olduğunu unutmamak şartıyla...

Kendi varlığını düşünürken, ‘Bana bu varlığı kim lûtfetti ise, şu bütün âlemi de yoktan
var eden ancak O’dur.’ diyebilmek ve mutlak varlığın ancak O’na mahsus olduğunu bilmek
şartıyla...

İlmini ve kuvvetini düşünürken de, ‘Bana ilmi tattıran elbette Âlim, bana kuvvet bahşeden
elbette Kâdirdir.’ diyebilmek şartıyla... Kendisine takılan diğer sıfatları, kabiliyetleri ve
halleri de bu mânâda değerlendirebilmek şartıyla...

Kâinat, bir yönüyle, ‘benlikten’ uzak tutulanlar ordusu!.. Semâ yüksekliğine güvenmez,
toprak çiğnenir aldırmaz. Ay, dünyaya bağlı olmayı mesele yapmaz, bülbül sesiyle övünmez,
arı balıyla gururlanmaz... Niçin?

Cevap tektir: “Hiçbirinde benlik olmadığı için.”

Benlikten uzak tutulan her mahlûk, bir yönüyle mahrumdur, ama diğer yönüyle korunmuştur.
Meselâ, şu güneşimiz, “ben” diyebilseydi, belki Allah’ı bilme ve sevmede hayli yol kat
edebilirdi. Ama bilemiyoruz, belki de büyüklük iddiasında bulunur, kuvvetine güvenir,
gezegenleriyle gururlanır, ziyasıyla övünürdü... Bu ise onun için feci bir hâl olurdu... Şimdi
bu gafletten korunmuş ve bu sapıklıktan uzak, sürdürüyor vazifesini...

Bir de melekler âlemi var. Onlar benlik dâvâsı gütmekten çok çok uzaktırlar. Gurur nedir
bilmez, kıskançlıktan anlamaz, hasedi tanımazlar. Bu isyansız varlıklar, Rablerine kim daha
iyi ibadet ederse onu daha çok severler.

Cenâb-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek
üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve
istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

Vâhid-i kiyasî; mukayese unsuru, ölçek demektir.

İnsanoğlu çoğu zaman, sözlerine “ben” diye başlar ve “şunu yaptım, bunu ettim” diye
sürdürür konuşmasını. Yaptığı işlere sahip çıkmakla, onları kendi hür iradesiyle tercih
ettiğini ve öylece icra sahasına koyduğunu ifade etmiş olur. Hürriyet nimeti olmaksızın,
kendisine zorla yaptırılan işlere ise sahip çıkmaz. Onlar hakkında konuşurken, “ben yaptım”
demez ve o işlerde bir sorumluluğu olmadığını savunur.

Demek ki, bu ve benzeri işlerde, konuşmalarda iki unsur birlikte iş görürler: Benlik ve
hürriyet.

İnsan, benlik ve hürriyet sayesinde kendisine takılan İlâhî hediyeleri kendine nispet
edebiliyor; “benim gözüm, benim aklım, benim kalbim” diyebiliyor. Ve bunları dilediği gibi
kullanma serbestisine sahip. Ama gözden ırak tutmaması gereken bir gerçek var: Bütün
bunlar birer İlâhî emanet. Gerek organlarını ve ruh dünyasını, gerekse, malını, mülkünü ve
makamını sadece ve sadece Allah’ın razı olduğu sahalarda kullanmak durumunda.

İnsanoğlu, benlik ve hürriyet sermayesini nasıl kullanacaktır? Bu sorunun cevabında iki


şıkla karşı karşıya bulunuruz: Biri doğru, diğeri yanlış.

İnsan kendi ruhuna takılan sıfatları, hisleri, duyguları hür olarak kullanmakla bir takım işler
görüyor ve kendisine verilen benlikle de bu işlere sahip çıkıyor. İşte, bu kabiliyetini İlâhî
marifet sahasında kullanabilirse, soruya doğru cevap vermiş olur. Bunu nasıl başaracağı Nur
Külliyatında çok güzel bir misâlle ortaya konuluyor. Bu misâl bir anahtardır ve bizi çok
gerçeklere kavuşturabilir.

“Meselâ: Bir adam Cenâb-ı Hakk’ın kudretini anlamak için bir taksimat yapar:
“Buradan buraya benim kudretimdedir, bundan o yanı da Onun kudretindedir” diye
vehmî bir çizgi çizmekle mes’eleyi anlar. Sonra mevhum hattı bozar, hepsini de ona
teslim eder.” (2)

İnsan, elli kilogramlık bir taşı havaya kaldırdığında, bu işi kendisine ihsan edilen kuvvet
sayesinde yaptığını bilir; ama yine de “ben bu taşı kaldırdım” diyerek o işe sahip çıkar. Zira
o işi irade eden ve yapan kendisidir; bir başkası değil.

İşte insan, bu kuvvetini vahid-i kıyasî yaparak der ki “Allah da şu üzerinde durduğum
dünyayı İlâhî kudretiyle döndürüyor.”
İnsan, kendisine ihsan edilen kuvvet sayesinde bu hükme varabiliyor. Sonra ‘mevhum hattı’
bozuyor. Yani, dünyayı döndüren kudretin, onu ve elindeki taşı da birlikte döndürdüğünü
düşündüğünde kendi kuvvetinin vehim kadar zayıf olduğunu anlayarak, bütün kuvvet ve
kudretin Allah’a ait olduğunu tasdik ediyor.

Bu konu üzerinde düşünürken, öncelikle, Allah’ın varlığının “vacip”, insan varlığının ise
“mümkin” olduğu dikkatten uzak tutulmamalı. İnsan mahlûk olduğu gibi, sıfatları da
mahlûktur. İnsan mümkin olduğu gibi, sıfatları da mümkindir. Ve nihayet bir mahlûk olan
insanın Hâlık’ına benzemesi düşünülemeyeceği gibi, onun mahlûk sıfatlarının da, meselâ,
iradesinin, ilminin, kudretinin de Allah’ın ilim, kudret ve iradesine hiçbir cihetle
benzemeyeceği unutulmamalıdır.

Sözler’de benlik için, “Rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek,


tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene” ifadesi kullanılır.

Önce işaretten başlayalım: Bir insan, parmağıyla güneşi işaret edebilir, ama parmakla güneş
arasında da hiçbir benzerlik yoktur. Keza, haritadaki bir nokta da bir şehre işaret eder. Ama
o noktada söz konusu şehrin ne yollarını, ne binalarını, ne de insanlarını bulabiliriz.

Bize takılan sıfatlar da İlâhî sıfatlara birer işaret... Bunlarla o vacip, sonsuz ve mutlak
sıfatların varlıklarını bilebiliriz. Ama haritadaki noktalara benzeyen bu sıfatlarımızla, İlâhî
kudret arasında hiçbir benzerlik olamayacağını da hatırdan çıkarmayız. Bunlar birer
işarettirler, o kadar.

Numuneye gelince:

İnsanoğlu, meselâ, bir ev yapacağı zaman önce onun planını zihninde kurar ve bunu bir
kâğıda döker. İkinci safhada ise irade ve kudretini sarf ederek o plana uygun bir ev koyar
ortaya. İşte bütün bunlar birer numunedirler.

Biz bu numuneye bakarak asıl hakkında bir derece fikir sahibi olur ve deriz ki:

Şu kâinat sarayı önce takdir edilmiş ve bu takdire uygun olarak inşa edilmiştir.

Ene, hem işaret hem de numuneleri cami olduğuna göre, ondaki numuneler de işaretler gibi
mahlûktur, kişinin kendine hastır ve bunların da İlâhî takdir, irade ve kudretle hiçbir
benzerlikleri düşünülemez.

Şimdi şöyle bir düşünelim: İnsanda bu numuneler yaratılmamış olsaydı insanın İlâhî sıfatları
tanıması, bilmesi nasıl mümkün olacaktı?

Meselâ, insana irade verilmeseydi ve insan bu iradeye benliğiyle sahip çıkıp onu hür olarak
kullanamasaydı Allah’ın irade sıfatını bilebilir miydi?

İnsanın o cüzi kuvveti ve kudreti olmasaydı, Allah’ın Kudret sıfatını ve Kadir ismini bilmesi
mümkün olabilir miydi?

Merhamet nedir, gazap nedir bilmeseydi, Allah’ın rahmet ve gazabı olduğunu hayal bile
edemezdi.

(1) bk. Sözler, Otuzuncu Söz.

(2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre.

"Şahsi enaniyet, cemaatle birleşince kuvvetlenir..."


cümlesinden ne anlayabiliriz?
Şahsın enaniyeti, kişinin "ben ben" diyerek kendini ön plana çıkarması, yaptıklarıyla
gururlanmasıdır. Cemaatin enaniyeti ise, belli bir grup veya milletin kendilerini ön plana
çıkarma halleridir.

İnsan olarak kendilerini kabul edip başkalarını kendilerine hizmetçi gören yahudiler buna
tipik bir örnektir. Ayrıca Alman ırkçılığını da örnek olarak verebiliriz. Hatta fanatik futbol
veya parti taraftarlarını da bu bağlamda değerlendirebiliriz.

İşte, ene ile öne çıkan bir insan bir de böyle taraftar bir ortamda olursa bütün bütün çekilmez
olur. "Ben" derken enaniyet kokar, "biz" derken yine enaniyet kokar.

"Ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık


görür." Cümlesini açar mısınız?
Afaki malumat; bizim dışımızdaki varlık ve hadiselerle ilgili bilgiler anlamındadır.
Ene kendisine manay-ı harfiyle baksa, kâinata da manay-ı harfiyle bakar, keza ene, manay-ı
ismiyle baksa, aleme de aynı gözle bakar.

Mesela; ben kendime malikim diyen, kâinatı da kendi kendine malik zanneder. Kendisine,
Allah'ın bir eseri olarak baksa, alemede Allah'ın eseri olarak bakar. Bu bakış açısı varlıklar
için kullanıldığı gibi, olay ve hadiseler için de kullanılır. Mesela; afakta bir deprem
meydana gelse, enenin durumuna göre şekil alır. Ya tesadüfi ve anlamsız bir olay olarak
görecek veya kendisine sunulan bir mesaj yumağı olarak algılayacak, çok dersler çıkaracak.
Bir çiçeğe bakarken, eğer manay-ı harfiyle baksa, bir çok dersler çıkaracak, onu bir eser
olarak görecek ve müessir'i bulacaktır. Şayet manay-ı ismiyle baksa, o çiçeği anlamsız ve
tesdüfen ortaya çıkmış basir bir eşya oalarak algılayacak. Zira kendi nefsinde, dışındaki
malumatı tasdik edecek bir tastik edici kalmamıştır. Âdeta kör bir adamın, muhteşem bir
resim tablosuna bakması ve hiç bir şey görmemesi, anlaması gibi ve burnun koku alma
özelliğini kaybeden bir insanın etrafında binlerce çeşit çiçeğin hiç bir anlam ifade etmediği
gibi...

Yirmi Dördüncü Söz'de geçen şu ifdeler de konumuzu aydınlatan ifadelerdir.

"Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i usûlü'd-din ve ulemâ-i ilm-i kelâmın
makâsıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir. İşte onun
içindir ki, mevcudâtın tafsîl-i mahiyetinde ve ince ahvallerinde ehl-i hikmet çok ileri
gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan ulûm-u âliye-i İlâhiye ve uhreviyede o kadar
geridirler ki, en basit bir müminden daha geridirler. Bu sırrı fehmetmeyenler,
muhakkikîn-i İslâmiyeyi, hükemâlara nispeten geri zannediyorlar. Halbuki, akılları
gözlerine inmiş, kesrette boğulmuş olanların ne haddi var ki, verâset-i nübüvvet ile
makâsıd-ı âliye-i kudsiyeye yetişenlere yetişebilsinler." (1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz.

"Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece


bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat,
enede münderiçtir." Bu cümledeki binler esrarlı ahval ve
sıfat ve hissiyattan kasıt nelerdir?
"ÜÇÜNCÜ NOKTA: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir
vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci
Kelimesinde tafsili geçtiğinden, ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:"

"Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar, pek çok esmâ ve şuûnât-ı
zâtiyeye işaret eder, gayet parlak bir surette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı
zâtiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah’ı tanımayanlara ve daha tam
tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından, kapıyı kapıyoruz." (1)

Hayatın üstündeki sayısız nakışlar ve ince işlemeler, hayattan kaynayan duygu ve


cihazlardır. Hayat sahibi birisi bu cihaz ve duygular sayesinde bütün kainat ile ilgi ve alaka
kurabiliyor. Bu cihaz ve duyguların herbirisi Allah’ın isimlerine açılan birer pencereler
hükmündedir. İnsan bu cihaz ve duygular pencereleri ile Allah’ın isim ve sıfatlarını
seyrediyor. Sair hayatsız mahluklarda bu cihaz ve duygular olmadığı için, insan gibi,
Allah’ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar ve ayna olamıyor.
Mesela; bir dağ hayatsız olduğu için, ilgi ve alakası sadece oturduğu bölge ve bulunduğu
mekandır. Ama dağdan küçük olan bir arı, hayat sayesinde bütün kainat ve onun içindeki
alemlerle ilgi ve alaka kurabiliyor. İşte arıyı dağdan azametli kılan şey; hayatın ince
işlemeleri ve nakışları hükmünde olan duygu ve cihazlardır. Bu mana insanda daha parlak ve
daha geniş bir şekilde tecelli ediyor. İnsanın hayatının yanında şuur ve akla da sahip olması,
hayatının nakış ve inceliklerini daha da genişlendiriyor, parlak hale getiriyor.
Mesela; göz görme işlemini hayat sayesinde yapıyor; Allah’ın basar sıfatına hem mazhar
hem de nakış oluyor. Kulak işitme fiilini hayat ile icra ediyor, Allah’ın semi sıfatına
nakıştır. Dil tatma eylemini hayat ile tadabiliyor, Allah’ın Kerim ve Rahim ismine
ayinedarlık ediyor. Akıl manalar alemini hayat ile seyrediyor, Hakim isminin manasına
insanı ulaştırıyor. Mide rızık alemini hayat temelinde tadıyor ve Rezzak ismine güzel bir
takvim oluyor vs.

İnsanın mahiyetine takılmış bütün cihaz ve duyguların hepsi, hayat enerjisi ile işleyen ve
ondan kaynayıp gelen birer nakışlar, birer işaretler hükmündedir. Yani nakıştan maksat,
insanın mahiyetine yerleştirilmiş nihayetsiz duygu, cihaz ve kabiliyetlerdir.
İnsandaki sıfatlar nasıl Allah’ın sıfatına işaret ediyor ise, aynı şekilde nakış suretinde
insanın mahiyetinde belirmiş olan duygular da Allah’ın şuunatına açılan birer pencereler
gibidir. Mesela insan fakir birisini doyurmaktan nasıl manevi bir keyif alıyor ise, bütün
canlıların rızkını verip onları doyuran Allah da bundan daha kudsi, daha ulvi bir keyif alıyor
denilebilir. Bizim cüzi keyif almamız -ki bu bir insani hassedir- O'nun kudsi ve külli keyif
almasına bir mikyas, bir levha oluyor. İşte buna benzer insanda sayısız sırlı ve hafi duygular
vardır ve hepsi Allah’a açılan pencereler hükmündedir.
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere

"Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri,


sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş,
yetiştirmiş." Cümlesini açar mısınız?
Enâniyet ve nefsin menfi manada kullanılması ve insanda serbest bırakılan üç kuvveden
biri olan kuvve-i şeheviyenin tahriki ile, özellikle bu zamanda en tehlikeli boyutları ve
neticeleri ortaya çıkmıştır. Medeniyetin ve teknolojinin tesiriyle de bu hal, bu zamanda
insanlığı külli anlamda yıkıma, fecâate götürmektedir. Buna binâen, bu zaman kurun-u
vustanın vahşet ve dehşetini kısa bir zamanda, bir defada kusmuştur.

Kuvve-i şeheviyye; insanların kendilerine faydalı ve menfâatli olan şeyleri celbetmesi ve


onlardan istifâde etmesini temin eden bir hassedir. Bu kuvvenin temeli yeme, içme,
hayvânî duyguları tatmin ve menfâatleri temindir.

İşte bu özellikleri taşıyan kuvve, İslamiyet'le terbiye edilmez, Allah korkusu olmaz ve
serbest bırakılırsa, menfi manada devamlı olarak menfâat merkezli işler.

Bu durum öyle bir noktaya gelir ki; insanlar, iştâh ve arzuları için diğer insanları âdeta köle
ve hayvan gibi kullanır. Hele buna bir de küfür müdâhale ederse, o zaman bu duygunun
sahipleri insanların kulluk, ibâdet ve inançlarına da musallat olurlar. İbâdetleri, kendilerine
celp ve cezp ederler. Artık o eşhâsın her biri birer firavun olur, ulûhiyet davasına başlarlar.
Ayrıca sefâhati yerleştiren ve devamını sağlayan bu kuvvenin tesirinden, hiç bir millet,
devlet ve medeniyet kurtulmamıştır. Dünyevi kanunlar ve nizâmlarla sefâhate engel olmak
mümkün olamaz ve olmamıştır. Koca Roma İmparatorluğu ve Endülüs, bu kuvvenin
tesiratından kurtulamamış ve yıkılmışlardır.

İşte insanlardaki bu kuvve-i şeheviyye-i behîmiyyenin mezkûr tehlikeli sonu, bu kuvvenin


dinen terbiye edilmemesi ve serbest kalması ile başlar, sonra sahibini sefâhat ve
menfâatinin zebunu yapmasıyla devam eder, neticede insanların her şeyini ve insanlığını
massedip yutar, onların fikir ve ibâdetlerini kendine hasredip kendisine taptırırlar ve
heykellerine rükû ve secde ettirirler.

Bu kuvvenin en dehşetli örnekleri, mâzide şahıslar bazında Firavunlar, Nemrutlar ve


Deccallar olup, zamanımızda ise kendilerine kudsiyet verilen rejimler olarak görünmektedir.

"Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde


hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez." cümlesini
nasıl anlamalıyız?
Allah, insanı nihayetsiz bir acizlik ve fakirlik ile donatmıştır. Ta ki, bu acizlik ve
fakirlik cephesi ile aciz ve fakir olmayan Zatı bulsun ve Onu, o hislerle tanısın.
Ama bunun yanında Allah, insana cüzi ve farazi bazı mizan ve duyguları da vermiştir.
Ta ki, kıyas ile kendi mutlak ve nihayetsiz sıfatlarını idrak etsin. İnsana cüzi ve farazi olarak
irade, ilim, kudret gibi şeyleri vermiş. İnsan bu farazi hatlarla kıyas yapıyor.
Mesela der; ben cüzi kudretimle şu küçük hanemi inşa ettim, Allah ise sonsuz kudreti ile şu
kainatı inşa ediyor. Yine, ben cüzi ilmim ile şu müspet ilimleri keşif ettim, O ise sonsuz ilmi
ile her şeyi bilir, ve hakeza. Aslında o cüzi ilim, irade ve kudretin hepsi, vehmi ve farazi
şeylerdir. Hakikatte insanın elinden hiçbir iş gelmez, hiçbir şeyi yapamaz.
Ama dalalet ve küfürden gelen bir fikir ile o farazi ve cüzi olan benlik duygusu, hakiki
ve külli şekline dönüşüp, insanı Allah’ın karşısına dikmiştir. Halbuki insanın sermeyesi hiç
hükmündedir, en küçük ihtiyacını temin etmekten aciz, en basit şeyi yaratmaktan yoksun bir
mahiyettedir. Yani vücut bakımından insan gayet zayıf ve incedir, hiçbir şeyi yapacak ve
yaratacak güce sahip değildir, aynı zaman da her şeye de muhtaç bir mahiyettedir.

Vücut bakımından ince ve zayıf olması ve hiçbir şeye tahammül edememesi, insanın
sermaye ve iktidar bakımından bir hiç olduğuna işarettir. Sahip olduğu tek şey, tartışmadan
kurtulamamış basit ve zayıf bir iradeden ibarettir. İnsanın hakiki mahiyeti bu iken, felsefe ve
küfürden gelen fikir ile insan, adeta Allah’a karşı meydan okuyan bir tavra giriyor, tıpkı ateş
böceğinin ışıkçığı ile güneşe meydan okuması gibi...
Otuzikinci Söz'den Üçüncü Mevkıf
"Hattâ dünyada yediğin meyve üstünde söylediğin
“Elhamdü lillâh” kelimesi, Cennet meyvesi olarak tecessüm
ettirilip sana takdim edilir. Burada meyve yersin, orada..."
Şükr-ü manevi nasıl taam olur?
Dünyada, Allah’ın nimetlerine yapılan şükürler ve teşekkürler, ahiret aleminde ücret ve
karşılık olarak insana verilecektir. Şükrü manevinin yiyecek ve içecek şekline dönüşmesi bu
manayadır.

İnsanın cennete girmesi ve oradaki mertebesi, bu dünyada yapmış olduğu ibadet ve sevaplar
sayesindedir. İbadet ve sevaplar bir çeşit şükür olmasından, cennetteki nimetler ise bu
şükrün bir karşılığı oluyor.

"...bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcudat, ne derece


ulvî ve küllî esmâyı okutuyor, kıyas edebilirsin..." Cenab-ı
Hakk'a karşı pencereler hükmünde çok vecihlerin olduğu
temsili izah eder misiniz, bir de arkasındaki yedi sahifeyi
açıklayabilir misiniz?
"İşte, yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî ve zâhir
suretinde bu kadar esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve
büyük ve küllî mevcudat, ne derece ulvî ve küllî esmâyı okutuyor, kıyas
edebilirsin."(1)

Buradaki güzel bir çiçek ve güzel bir kadın sureti temsilinde, Allah’ın isimlerinin ne
şekilde ve nasıl tecelli ettiği izah ediliyor. Her bir ismin numune ve model ittihaz edilen
çiçek ve kadın üstündeki tecellisini nasıl okuyabiliriz, bunun ilmi ve teknik yönleri talim
ettiriliyor.

"Birinci sayfa: Umumî şekil ve miktarını gösteren heyettir ki, yâ Musavvir, yâ


Mukaddir, yâ Munazzım isimlerini yad eder."

Mesela bir çiçek ya da güzel bir hasnanın yaratılması safhasında ilk göze çarpan sayfa
onların genel hatlarının belirlendiği ve çizildiği sayfadır ki bu sayfada Allah’ın Musavvir ve
Mukaddir isimleri tecelli edip kendini gösteriyor.
Musavvir bir şeyi genel hatları ve görünümü bakımından çizmek ve şekil vermek
demektir. Mukaddir ismi ise yapılacak sanat ve eserin en nihayetine kadar olan kısımları
takdir ve tayin etmesidir. Mesela çiçek şu boyda şu ende şu kalınlıkta şu renkte olacak diye
önceden genel hatlarının tespit ve tayin edilmesidir.

"İkinci sayfa: Suretlerinde ayrı ayrı âzâların inkişafıyla hasıl olan çiçek ve
insanın basit heyetidir ki, o sayfada Alîm, Hakîm isimleri gibi çok isimler
yazılıyor."

Çiçek ve kadının yaratılmasındaki ikinci sayfada ise o genel hatlara takılacak gaye ve
hikmetlerin tespit ve tayin edildiği, Alim ve hakim ismi galiptir. Mesela göz bir azadır, onun
hikmet ve gayesi ise görmektir; işte görme işini planlayıp tasarlayan Allah’ın Alim ve Hakim
ismidir. Alim ismi burada sonsuz ilmi ile her şeyi plan ve program dahilinde olmasını temin
eder; Hakim ismi ise o aza ve cihazlara bir hikmet ve gaye takar. Göze görmek hikmetini
kulağa işitmek hikmetini dile tatmak hikmetini takması gibi.

"Üçüncü sayfa: O iki mahlûkun ayrı ayrı âzâlarına ayrı ayrı hüsün ve ziynet
vermekle, o sayfada Sâni ve Bâri' isimleri gibi çok isimler yazılıyor."

Üçüncü sayfada ise, o genel hatların ve şekillerin ve sonra onlara takılan hikmet ve
gayelerin estetik ve sanatsal yöne çevrilmesi yapılıyor. Yani Allah’ın Sani ve Bari isimleri
o çiçek ve kadın suretine estetik ve sanatsal değerler takıyor. Her bir aza ve duyguya ayrı bir
hüsün ve güzellik veriliyor.

"Dördüncü sayfa: Öyle bir ziynet ve hüsün, o iki masnua veriliyor ki, güya
lütuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sayfa yâ Lâtif, yâ Kerîm gibi çok
isimleri yad eder, okur."

Dördüncü sayfada ise, o güzelleştirilen ve estetik değer katılan aza ve cihazlara özel
ikram ve ihsanlarda bulunuluyor ki burada devreye Allah’ın Latif ve Kerim isimleri giriyor.
Yani Allah’ın Latif ve Kerim isimleri her bir azaya ve duyguya ayrı bir ikram ve lütufta
bulunuyor. Bütün kainatı renklerle bezeyerek göze sofra yapıyor. Tatlı sesleri icat ederek
kulağa lütufta bulunuyor vesaire.

"Beşinci sayfa: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnâya sevimli evlâtlar, güzel


ahlâklar takmakla, o sayfa yâ Vedûd, yâ Rahîm, yâ Mün'im gibi isimleri
okutturuyor."

Beşinci sayfada ise, o çiçeğe lezzetli meyveler o güzel hanıma sevimli evlatları ihsan ve
ikram ederek Allah kendini Vedud, Rahim ve Mün’im isimleri ile sevdirmek istiyor. İnsanı
köle ve aşık yapan şey iyilikler ve ihsanlardır. Allah’ta bu isimlerin tecellileri ile kendini
bize sevdirmek aşık ettirmek istiyor.

"Altıncı sayfa: O in'am ve ihsan sayfasında yâ Rahmân, yâ Hannân gibi isimler


okunuyor."

Altıncı sayfada ise, sevdirmenin ve aşık ettirmenin de ötesi olan mahlukatına şefkatini ve
merhametini gösteriyor. Allah, Rahman ve Hannan isimleri ile mahlukatına ne kadar
şefkatli ve merhametli olduğunu ilan ediyor.

"Yedinci sayfa: O nimetlerde, o neticelerde öyle lemeât-ı hüsün ve cemal


görünüyor ki, hakikî bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş halis bir şükür ve sâfi bir
muhabbete lâyık olur. O sayfada yâ Cemîl-i Zülkemal, yâ Kâmil-i Zülcemal isimleri
yazılı okunuyor."(2)

Yedinci sayfada ise, artık izhar ve ilan âdeta somut ve müşahhas bir hal alıp, insanı halis
bir şükre hakiki bir şevke götürüyor. İnsanların Allah’a olan iştiyak ve aşkı mücessem bir
hale gelip kulluk kıvamına geliyor. Yani eser ve sanat üstünde artık Allah’ın isimleri
mücessem bir hale giriyor.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(2) bk. a.g.e.

"Ahbaplara muhabbetin ise, madem Allah içindir. O


ahbapların firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve
uhuvvetinize mâni olmadığı için, o mânevî muhabbet ve
ruhanî irtibattan istifade edersin. Ve mülâkat lezzeti daimî
olur..." izahı?
Allah için olan küçük bir muhabbet, ebedi bir hayatı ve o hayatta ebedi dostluğu
kazandırdığı için, dünyadaki küçük ve geçici ayrılığın acısını tedavi edip hiçe indiriyor.
Mesela Hazreti Peygamber (asv)'in bir dakika sohbetine ve dostluğuna mazhar olan bir köylü
Arap, ebedi alemde sahabe unvanı ile ebedi bir saadet ve rütbe kazanıyor. Belki dünya gözü
ile Peygamber Efendimizi (asv) bir daha görmüyor, lakin bu ayrılık ve firak gelip geçicidir,
ama dostluk ve o dostluktan hasıl olan sahabelik unvanı ebedi ve tükenmez bir kavuşmayı ve
saadeti kazandırıyor.
Hatta dünyada bile kalbi iman ve hidayet ile nurlanan mübarek zevat Peygamber
Efendimiz (asv) ile ister uyanık iken ister uyku aleminde onunla irtibat kurup onunla
muhabbet ve irtibatını devam ettirebiliyor. Evliyaların ekserisi manevi bir telefon ve
televizyon vasıtası ile Onunla görüşüp sohbet etmişler, bunun rivayetleri katiyet kesp
etmiştir.
Ama Allah için olmayan yüz yıllık kavuşmak ve dostluk, nihayetinde bitip tükendiği için
Allah için olan bir saniyeye karşılık gelemiyor. Zira küfür ve gaflet anındaki bütün lezzetler
ve saadetler, zamanın en alt birimi olan salise ile kayıtlıdır. Her şey o kadar hızlı bir şekilde
maziye yani hiçlik kuyusuna akıyor ki, ona hakiki anlamda kavuşmak ve saadet demek
mümkün değildir.
Üstelik bu anlar küfür ve gaflet sayesinde cehennemde zakkum ağacı şeklinde açacak ve
sahibine belalı bir azap olacaktır. Buna kavuşmak ve saadet demek ne mümkün. Bir tattırır,
peşinden bin tokat yedirir. Bir elmayı yer, ardından o elma yok olduğu için bin azap getirir;
tabi bu mana düşünen kafir içindir. Yoksa bazı fanteziler ile kendini uyutan ahmak kafir ve
gafil sınıfı bunu geçici olarak hissetmeyebilir; ama netice de oda hissedecek.
"Aynen onun gibi, bütün nimetlere ve meyvelere... eğer
Cenab-ı Hakk'ın iltafatatı, rahmeti ve ihsanatının
meyveleri.." cümlelerindeki meyvelerden maksat maddilere
münhasır mıdır?
Hiç şüphesiz sadece maddi nimetler için değildir. Hidayet gibi, huzur gibi, muhabbet
gibi hadsiz manevi nimetleri de ihtiva etmektedir. Konumuzla ilgili olarak Şualar'da geçen
aşağıdaki tespitleri nazarınıza arzediyoruz.

"Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış,
mucizâne yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme
öyle bir kalp, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalp ve dilde rahmetin
umum hazinelerinde iddihar edilen bütün Rahmânî hediyeleri, atiyeleri tartacak,
bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve Esmâ-i Hüsnânın nihayetsiz cilvelerinin
definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların,
tatların, renklerin adedince târifeleri o âletlere yardımcı vermiş.

Hem kemâl-i intizamla bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet


muntazam bu mânevî lâtifeleri ve Bâtınî hâsseleri bu cismimde derc etmekle
beraber, gayet sanatlı bu cihazatı ve cevârihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu
ve mükemmel bu kadar âzâ ve âletleri bu vücudumda kemâl-i hikmetle yaratmış.
Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin
ve hadsiz tecelliyat-ı esmâsının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve
hassasiyetle bana bildirsin, zevk ettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve
fakir vücûdumu, her müminin vücudu gibi kâinata bir güzel takvim ve rûznâme ve
âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musağğar ve
masnuatına bir mucize-i azhar ve nimetlerinin her nevine talip bir müşteri ve
medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve
hikmet ve rahmet atiyelerine ve çiçeklerine numune bahçesi gibi bir liste, bir
fihriste ve hitabât-ı Sübhâniyesine anlayışlı bir muhatap yaratmış olmakla beraber,
en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı
verdi. Ve o hayatla o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.

Hem insaniyeti verdi. O insaniyetle o nimet-i vücud mânevî ve maddî âlemlerde


inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı.

Hem İslâmiyeti bana ihsan etti. O İslâmiyetle o nimet-i vücud âlem-i gayb ve
şehadet kadar genişlendi.
Hem iman-ı tahkikîyi in'am etti. O imanla o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine
aldı.

Hem o imanda mârifet ve muhabbetini verdi. Ve mârifet ve muhabbetle o nimet-i


vücud içinde daire-i mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esmâ-i İlâhiyeye kadar
hamd-ü senâ ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti.

Hem hususî olarak bir ilm-i Kur'anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanıyla çok
mahlûkat üstüne bir tefevvuk verdi.

Ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve
samediyetine tam bir ayna ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir
ubûdiyetle mukabele edebilen bir istidat vermiş. Ve enbiyalarla insanlara
gönderdiği bütün mukaddes kitapların ve suhufların ve fermanların icmâıyla ve
bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla bu bendeki bulunan emaneti ve
hediyesi ve atiyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi -âyet-i Kur'aniyenin
nassıyla- benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faydasız zayi olmasın. Ve iade etmek
üzere muhafaza edip satmak pahasına saadet-i ebediyeyi ve Cenneti vereceğini
katî bir surette çok tekrarla vaad ve ahdettiğini ilmelyakîn ve tam İmân ile
anladım." (1)

(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua, Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye.

"Cilve-i esma-i ilâhiyeyi tazelendiren masnuatın, zamanın


geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini
adem ile idam tasavvur ederek; ve tesbihat sadalarını zeval
ve firak-ı ebedî vaveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden,.."
cümlesindeki "tesbihat sadaları" ne demektir?
"Evet, fıtratın şehadeti reddedilmez. Delâlet-i hal ise, hususan çok cihetlerle
gelse, şüphe getirmez. Bak, hadsiz fıtrî şehadeti tazammun eden ve nihayetsiz
tarzlarda lisan-ı hal ile delâlet eden ve mütedahil daireler gibi birtek merkeze
bakan şu mevcudatın muntazam suretleri, herbiri birer dildir; ve mevzun heyetleri,
herbiri birer lisan-ı şehadettir; ve mükemmel hayatları, herbiri birer lisan-ı
tesbihtir ki, Yirmi Dördüncü Sözde kat'î ispat edildiği gibi, o bütün dillerle pek
zâhir bir surette tesbihatları ve tahiyyatları ve birtek Mukaddes Zâta şehadetleri,
ziya güneşi gösterdiği gibi, bir Zât-ı Vâcibü'l-Vücudu gösterir ve kemâl-i
ulûhiyetine delâlet eder."(1)

Şu içinde yaşadığımız maddi aleme dikkat ile baktığımız zaman, her şeyde ve her mahluk
üstünde Allah’a işaret eden, hatta fasih bir dil ile onu zikredip insanlara ilan eden levhaları
görüyoruz. Malum olduğu üzere iki türlü dil vardır; birisi normal konuşma dilimiz, diğeri ise
hâl dilidir. Kainattaki her bir mahluk kendine özgü bir hâl dili ile Allah’ı tesbih ve tezkir
ediyor. Bir elma, üzerindeki harika nakış, sanat ve ikramlar ile sahibini tanıttırıp hali ile onu
övüp tenzih ediyor.
Mütedahil, yani iç içe olan mevcudat, hâl dili ile bir merkeze, yani bir yöne, bir noktaya
işaret ederler demektir. Mevcudatın üstündeki mükemmel işler ve sanatlar, hâl dili ile
sanatkarına ve faili olan Allah’a işaret ediyorlar ve ona dikkatleri çekiyorlar.
Mesela Türkiye’nin merkezi ve başkenti olan Ankara'ya her ilde bir levha döşense ve
levhaların hepsi onu gösterse ve ona işaret etse, herkes rahatlıkla onu bulabilir. Allah Celle
Celaluhu da kainattaki bütün mevcudat üzerine kendi zatını ve isimlerini gösteren levhalar
ve işaretler koymuştur. Bu levhaları ve işaretleri takip eden birisi kolayca Allah’ı bulabilir.
Tabiri caiz ise, kainatın merkezi ve ortak noktası Allah’ın marifeti ve tanıtımıdır.
Kainatta ne var ne yok, her şey Allah’ı tesbih edip, ona bir şekilde ibadet ediyor. Bu
tesbih ve ibadette irade ve şuur sahipleri bilerek ve irade ederek tesbih ve ibadette
bulunuyorlar. İrade ve şuur sahibi olmayan diğer mahlukat ise, vazife ve fıtrat itibari ile
tesbih ve ibadet yapıyorlar. İradesiz ve şuursuz olan bu mahlukat, hâl dili ve vazife
noktasından fıtri olarak tesbih ve ibadette bulunuyorlar. Onlar hal ve vazife noktasından ne
yaptıklarını bilmeseler de, Allah’ın sonsuz ilmi onlar adına biliyor. Allah’ın bu bilmesi
tesbih ve ibadet noktasından yeterlidir.
Nitekim Kur’an’ın çok ayetlerinde, şuurun alametleri hükmünde olan tesbih ve zikir,
cansız varlıklara izafe edilmiştir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:

"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ı tesbih etmektedir. O, Aziz'dir,


Hakîm'dir."(Hadîd, 57/1)

"Yedi gök, arz ve bunların içinde bulunanlar, O'nu tesbih ederler. O'nu övgü
ile tesbih etmeyen hiç bir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O,
Halîm'dir, çok bağışlayandır."(İsrâ, 17/44)

Özet olarak; bütün mahlukatın fıtri ve hali yapmış oldukları dua ve tesbihler, bir dua
edilen ve tesbih edilen Zat'a işaret ve delalet eder. Nasıl şeffaf şeyler üstünde yansıyan
ışıklar, güneşin varlığına işaret ve delalet ediyor ise, aynı şekilde bütün mahlukatın fıtri ve
hali tesbihleri de; ışık parmakları ile Allah’ın varlığına ve birliğine şehadet ve işaret
ediyorlar.
Tesbihat sedalarını bu cihetle anlayabiliriz. Seda sadece ağızdan çıkan ses demek
değildir.
Ayrıca her bir mahluka nezaret ve vekalet eden bir meleğin olduğu hadis ile sabittir.
Mesela bir ağaca vekalet eden melek, ağacın her bir yaprak ve dallarının fıtri bir dil ile
yaptığı tesbih ve takdisi kendi namına Allah’a takdim eder. Bu takdimi yapabilmesi için
Allah o meleği ağaç suretinde ve formatında yaratmıştır. Yani melek ağacın her bir yaprak
ve dalını temsil edecek fıtri bir ahvale sahiptir. Bu yüzden melekler vekil ve nazır olduğu
mahlukun şeklinde yaratılmışlardır.
Melekler vekalet ettiği mahlukların bizim anladığımız şekilde sesi olabilirler.
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, On Üçüncü Pencere.
"Ehl-i dalâlet ... Onlara karşı bir hakâret, bir adâvet
ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil,
belki onlara nefrîn eder." cümlesini nasıl anlamalı, dalalet
ehlinin hakaret ve adaveti nasıldır?
Her şey Allah’ı tanıtmak ve sevdirmek üzere programlanmıştır; bu programın dışına
çıkıp bazı şeyleri bazı sebeplere vermek ise şirk ve zulümdür, affı kabil değildir. Allah
kainattan matlup olan ilahi maksatlarını miskin ve aciz olan sebeplere yedirmez, onlara
bozdurmaz. Bu sebeple kainatın her şeyi üstünde müthiş bir cebir ve izzet ile kendini ihsas
edip ilan ediyor. Bu ilana göz kapamayı veya inkar etmeyi de sonsuz bir azap ile
cezalandırıyor.
Mesela, Rezzak ismi kainattaki bütün canlıların rızkını mükemmel bir ahenk ve titizlikle
temin ediyor. İnsan bu ismin tecellilerini okuyup önce Rezzak isminin manasını ve hükmünü
talim edip, sonra bu ismin sahibi ve kaynağı olan Allah’a intikal etmesi gerekirken, bütün
rızıkları sebeplere taksim ederek ne ismi ne de ismin arkasında duran Allah’ın Zat-ı
Akdesini tanımıyor. Bu tanımamak ve inkar etmek, hem Rezzak isminin hukukuna bir
tecavüzdür hem de o ismin sahibi olan Allah’a bir hakarettir. Bu sebeple inkar ve küfür
ebedi bir cehennemi iktiza ediyor. Bu örneği diğer isimlere de tatbik edebiliriz; mesela şifa
güzel ve tatlı bir nimet olup Şafi ismine işaret ediyor iken, insan bu şifa nimetini sebepler
olan ilaçlara verse, aynı zulüm ve çirkinliği irtikap etmiş olur.
Yine küfür kainattaki bütün mevcudatın haklarına bir tecavüz bir hakarettir. Kainatın
birinci maksadı Allah’ı insanlara tanıtmak ve sevdirmektir. Bütün mevcudat bu maksat
etrafında kümelenmiş hizmet ederken, insanın bu ana maksadı görmezden gelmesi ve inkar
etmesi, bir cihetle atomdan gezegenlere kadar her mevcudun hareket ve vazifesini hafife
almak ve onların haklarına bir tecavüzdür etmektir. Öyle ise basit gibi duran inkar, neticesi
itibari ile çok büyük ve zulümlü bir harekettir. "Şirkte büyük bir zulüm vardır" ayeti buna
işaret ediyor.
Diğer bir husus nasıl mahkemede suçun yanında bir de kamu davası açılır, zira mahkeme
insanların ortak bir alanıdır. Aynı şekilde küfür ve şirk sadece Allah’ın izzet ve azametine
dokunan bir suç değil, ayrıca bütün kamunun da hakkına bir tecavüz olmasından, Allah kafiri
cezalandırırken bütün bu hakları da nazara alıyor ve öyle yargılıyor.
Bin kişinin çalıştığı bir gemide dümenci vazifesini yapmasa ve gemiyi karaya oturtsa,
gemi sahibi o dümenciyi cezalandırırken diğer gemi çalışanlarının da hakkını o dümenciden
sorar. Dümencinin "Ben basit bir dümeni döndürdüm, neden bu kadar üstüme
geliyorsunuz." demeye hakkı yoktur. Belki dümeni sağa çevirmek basit bir eylem olabilir,
ama neticesinde koca gemi mürettebatı ile batıyor. Demek önem eylemin basitliğinde değil
ondan sudur eden neticenin büyüklüğündendir.
İşte kainat da koca bir gemi gibidir, içinde insanın dışında sayısız mahlukat tam
vazifesini ifa ediyor, insan ise mahiyeti noktasından şu kainat gemisinin dümencisi gibidir;
şayet iman ve ibadet vazifesini terk ederse bütün kainat gemisinin mürettebatını tahkir ve
tezyif etmiş olur. O zaman elbette kainat gemisinin sahibi olan Allah hem kendine hem de
gemi mürettebatına yapılan bu zulmü cezalandırır.
Yani mevcudatın asıl yaratılma gayesi ve varlıklarının devam etme gerekçesi, Allah’ın
bütün isim ve sıfatları ile insana kendini tanıtmak ve sevdirmek istemesidir. İnsanın en
büyük vazifesi de bu tanıtmak ve sevdirmek istemeye mukabil iman ile tanımak, ibadet ile
de sevmektir. Koca kainatın çarkları insanın iman ve ibadetine hizmet ederken, insanın küfür
ve dalalet ile bu vazifeyi terk etmesi hem kainatın hukukuna bir tecavüz hem de kainatın
arkasında asıl aktör olarak çalışan Allah’ın isimlerine bir tahkirdir, bir hakarettir.
Özet olarak insanın küfür ve inkar etmesi, bizatihi bir düşmanlık ve hakaret içeriyor; ille
de öfke nöbetleri geçirmesi gerekmiyor.

"Enbiya ve evliyaya muhabbetin ise: Ehl-i gaflete


karanlıklı bir vahşetgâh görünen âlem-i berzah, o
nuranîlerin vücutlarıyla tenevvür etmiş menzilgâhları
suretinde sana göründüğü için, o âleme gitmeye tevahhuş,
tedehhüş değil,.." izah?
İmanı tahkiki, tefekkürü kuvvetli bir mümin için alem-i berzah, yani kabir alemi
karanlıklı bir kuyu ve yalnızlılığın kol gezdiği acıklı bir çukur değil, geçmişte vefat etmiş
binlerce peygamberin ve milyonlarca evliyanın cevelan ettiği mübarek ve güzel bir cennet
bahçesidir. Öyle ise böyle nurani ve mübarek dost ve ahbapların toplandığı kabre girmek ve
gitmek, bize vahşet ve dehşet değil meyil ve iştiyak vermelidir.
Kabir, insanın etini çürüten ve insanı yokluğa atan bir karanlık kuyu değil, ebedi ve güzel
bir bahçeye açılan nurani ve latif bir kapı ve bir pencere hükmündedir. Kabre bu nazarla
bakan bir adam, kabirden hem korkmaz hem de kabir onun dünyadaki zevk ve lezzetini
açılaştırmaz.
Ama kabre küfür ve gaflet nazarı ile bakılsa, o zaman kabir bir azap kuyusu ve dünyanın
lezzetlerini acılaştıran bir acı aracı haline dönüşüyor. Bu bakışa göre o mübarek ve nurani
zatlar ölmüş gitmiş, sadece adı ve sanı kalmış ve kabir hepsini mahv edip çürütmüştür.
Kabre bu nazarla baktığı için oraya iştiyak ve meyil ile değil, vahşet ve azap ile bakıyor, bu
da hayatı azaba dönüştürüyor.
İman öyle bir manevi iksirdir ki, onu içen adam her şeyin güzel ve latif yüzünü görüyor
ve hayattan tam bir lezzet alıyor. Küfür ise öyle bir zehir ki, onu içen adam her şeyi
karanlıklı ve azaplı görüyor, hayatını tam manası ile kendine zehir ediyor. Bu paragrafın ana
teması bu iki bakış açısındaki fark ve neticeleridir.

"Evet, ‫ﺐ‬‫ اَْﻟَﻤْﺮُء َﻣَﻊ َﻣْﻦ اََﺣ ﱠ‬sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir
makama, muhabbet ettiği âlî-makam bir zâtın tebâiyetiyle
girebilir." Bu cümleden ne anlamalıyız, şefaat mı
kastediliyor?
"ALTINCI İŞARET: Enbiya ve evliyaya Kur’ân’ın tarif ettiği tarzda
muhabbetin neticesi, o enbiya ve evliyanın şefaatlerinden berzahda, haşirde
istifade etmekle beraber, gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o
muhabbet vasıtasıyla istifaza etmektir. Evet, ‫ﺐ‬‫“ اَْﻟَﻤْﺮُء َﻣَﻊ َﻣْﻦ اََﺣ ﱠ‬Kişi sevdiğiyle
beraberdir.” sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği âli-
makam bir zâtın tebaiyetiyle girebilir."(1)

Burada şefaat değil, tebaiyet kast ediliyor. Şefaat ayrı bir nimettir ve zaten bu
paragrafta ifade ediliyor. Tebaiyet burada iman ve muhabbettir. "Ben Hazreti Peygamber
(asv)'e iman ve muhabbet edersem, bu iman ve muhabbetin neticesinde ahiret aleminde
onunla beraber yüksek mevki ve makamlarda hoş vakit geçireceğim." diyebiliriz. Tabi
burada herkes kendi makamı ve derecesi nispetinde istifade edecektir. Yani ona iman ve
muhabbetle tabi olduğum için, onunla aynı yerde beraber bulunacağım, ama istifade ve
derecelerimiz farklı olacak.
Üstad Hazretleri bu tebaiyeti şöyle bir temsil ile akla yaklaştırıyor:

"Sual: ‫ﺐ‬ ‫ اَْﻟَﻤْﺮُء َﻣَﻊ َﻣْﻦ اََﺣ ﱠ‬sırrınca "Dost dostuyla beraber Cennette bulunacaktır."
Halbuki, basit bir bedevî, bir dakikada, sohbet-i Nebeviyede, lillâh için bir
muhabbet peydâ eder. O muhabbetle, Cennette Peygamber Aleyhissalâtü
Vesselâmın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-i mütenâhî feyze mazhar
Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl
birleşir?"
"Elcevap: Bir temsil ile, şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki: Meselâ,
gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zât, gayet büyük bir ziyâfet, gayet
müzeyyen bir seyrangâh öyle bir sûrette ihzâr etmiş ki, kuvve-i zâikanın
hissedecek bütün lezâiz-i mat'umâtı câmi', kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün
mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garâibi müştemil, ve
hâkezâ, bütün havâss-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi,
içine koymuştur."
"Şimdi, iki dost var; beraber o ziyâfete giderler; bir locada, bir sofrada
oturuyorlar. Fakat, birisinin kuvve-i zâikâsı pek az olduğundan, cüz'î zevk alır;
gözü de az görüyor, kuvve-i şâmmesi yok, sanâyî-i garîbeden anlamaz, hârika
şeyleri bilmez. O nüzhetgâhın binden ve belki milyondan birisini kabiliyeti
nisbetinde ancak zevk ederek istifade eder."
"Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve latîfeleri, o
derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o seyrangâhtaki bütün
incelikleri, güzellikleri ve letâifi ve garâibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek, ayrı ayrı
lezzet aldığı halde o dost ile omuz omuzadır."
"Mâdem, bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor; en
küçük ile en büyük beraber iken, serâdan Süreyyâya kadar fark oluyor. Elbette,
dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennette, bittarîkı'l-evlâ, dost dostu ile beraber
iken, herbirisi istidadına göre sofra-i Rahmânirrahîmden, istidadları derecesinde
hisselerini alırlar. Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına
mâni olmaz. Çünkü, Cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde,
umumun damı Arş-ı âzamdır. Nasıl ki mahrûtî bir dağın etrafında, birbiri içinde,
birbirinden yüksek, kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler
birbirinin üstündedir, fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden
geçebilir, birbirine bakar. Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarz ile olduğu,
ehâdisin mütenevvi' rivâyâtı işaret ediyor."(2)

Burada makamları birbirinden çok uzak olan iki kişinin aynı mekan ve ortamda nasıl
beraber bulanabileceği izah ediliyor. Peygamber Efendimiz (asv) ile basit bir bedevinin
arasındaki muhabbet ikisi arasında bir münasebet ve birlikteliği doğuruyor ve cennet
bahçelerinde birlikte bulunmayı iktiza ediyor. Halbuki Peygamber Efendimizin (asv) makamı
Süreyya iken, bedevinin makamı serada kalıyor. "Kişi sevdiğiyle beraberdir." hadisi ikisini
eşitliyor gibi bir izlenim bırakıyor. Üstad Hazretlerinin yukarıda vermiş olduğu bahçe ve
sofra örneği her iki farklı makamın nasıl bir mekan ve ortamda olacağını izah ediyor. Aynı
mekan ve ortamda olmak makamların farklılığına zıt değildir.
Cennet bahçesindeki bir sofrada bir milyon farklı makam sahibi zat kendi makamına
göre lezzet alabilir, aynı sofrada birlikte bulunmaları makamlarının ihtilafına zarar vermez.
Gayr-ı mütenâhi feyze mazhar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi ile bir basit
bedevînin feyzi aynı sofrada birleşebilir ki, buna tebaiyet nimeti denir.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(2) bk. a.g.e.,Yirmi Sekizinci Söz

"Güzel bir çiçekle ve insan cins-i lâtifinden gayet güzel bir


hasnânın suret ve heykelini yapmak istese..." Üstad'ın
burada haram bir durumu (güzel bir kadın heykeli yapma)
örnek vermesinin hikmeti ne olabilir?
"Nasıl ki, gayet mahir bir tasvirci ve heykeltraş bir zat, gayet güzel bir çiçekle
ve insan cins-i lâtifinden gayet güzel bir hasnânın suret ve heykelini yapmak istese,
evvelâ o iki şeyin umumî şekillerini bazı hatlarla tayin eder. Şu tayini bir tanzim
iledir, bir takdir ile yapıyor, hendeseye istinaden hudut tayin ediyor..."(1)

Heykel ve resim yasağının illeti putperestliktir. Mekke döneminde insanlar bir resim
bir heykel gördüğünde duramıyor, hemen ona tapınma ihtiyacı duyuyordu. Yani paganizm
onların dem ve damarlarına işlemişti. İslam o toplumu putperestlikten yeni çıkardığı için işi
sıkı tutarak heykel ve resim konusunda titiz davranmıştır. Yoksa, İslam yere serilen üzeri
resimli sergilere, üzerinde canlı figürleri olan perdelere yani hürmet ifade etmeyen
durumlara ruhsat da vermiştir.
Üstad Hazretlerinin hasna ve resim temsili müşahhas olmayıp mücerret bir örnek olduğu
için, kullanılmasında bir sakınca bulunmuyor. Üstelik temsil Allah’ın isim ve sıfatlarını izah
ve ispatta bir araç olarak kullanılıyor. Yani heykel ve resim tevhide vesile yapılıyor, pagan
kültüründe olduğu gibi şirke bir kapı aralamıyor.
Diğer bir nükte; çiçek ve hasna tasviri hüsün ve cemal, estetik ve sanat açısından gayet
yerinde ve latif bir teşbihtir. Temsilde diken ve erkek olsa konunun letafetine mutabık
olmazdı. Yani yerinde ve latif bir teşbih oluyor.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

"Hadisin nassıyla, o şuhud, bütün lezâiz-i Cennetin o


derece fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra
ehl-i şuhudun hüsn-ü cemâli o derece fazlalaşır ki,
döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkatle, zorla
onları tanıyabilirler." Buradaki şuhut ehli ve saraylarındaki
aileleri ifadesi, kimler için kullanılmış?
"DOKUZUNCU İŞARET: İman ve muhabbetullahın neticesi, ehl-i keşif ve
tahkikin ittifakıyla, dünyanın bin sene hayat-ı mes’udânesi bir saatine değmeyen
Cennet hayatı; ve Cennet hayatının dahi bin senesi bir saat müşahedesine
değmeyen bir kudsî, münezzeh cemâl ve kemâl sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin
müşahedesi, rüyetidir ki,HAŞİYE hadis-i kat’î ile ve Kur’ân’ın nassıyla sabittir."
"HAŞİYE: Hadisin nassıyla, o şuhud, bütün lezâiz-i Cennetin o derece
fevkindedir ki, onları unutturur. Ve şuhuddan sonra ehl-i şuhudun hüsn-ü cemâli o
derece fazlalaşır ki, döndükleri vakit, saraylarındaki aileleri çok dikkatle, zorla
onları tanıyabilirler, [el-Münzirî, et-Terğîb ve't-Terhîb, 4:556] hadiste vârid
olmuştur."(1)

Ehl-i Şuhut: Dünya imtihanından geçip cenneti kazanan kadın veya erkek bütün
müminlerdir. Rüyetullah, yani Allah’ın sonsuz cemalini müşahede etmek bütün müminlerin
cennette mazhar olacağı en büyük ve en azam nimettir.

Saraydaki ailelerden kast edilenler ise, huriler ve gılmanlardır. Ya da cennette müminlere


hizmet eden taifedir. Yoksa dünyadan gelme hanım ve çocuklarımız değildirler. Zira onlar
da rüyete mazhar olacaklardır.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

"Hakkelyakîn" ve "aynelyakîn" ne demektir? Bu


mertebeye ulaşan kişi, sadece tefekkürü ile Allah´ın isimlerini
mi okuyabilmektedir? Yoksa, bir şeyler mi görüyor ve
müşahade ediyor?
Yakin, bir şeyin katilik ve kesinlik kazanmış haline denir. Bir şeyin kati ve kesin
olabilmesi de, ancak kuvvetli delil ve ispatlar ile mümkündür. Bu kuvvetli delil ve
ispatların da kendi arasında makamları çoktur. İşte ilmelyakin, aynelyakin ve hakkelyakin
tabirleri, bu delil ve ispatların kuvvet ve makamına işaret eden özel birer terimdirler.
İmanın bu üç mertebesinin derece ve manasına işaret eden bir misal şöyle ifade
edilmiştir;
Bir tepenin arkasında bir ateş yanıyor; biz ise tepenin beri tarafındayız. Dumanından,
tepenin ardında bir ateş olduğuna intikalimiz ilmelyakini ifade eder.
Tepenin başına çıkıp ateşi gözümüzle görmemiz aynelyakini ifade eder. Bu yakin,
derece ve sağlamlık bakımından öncekinden daha sağlamdır.
Ateşin içine elimizi sokup, ateşi hissetmemiz ise hakkelyakini ifade eder ki, bu mertebe
evvel ikisinden daha sağlam ve katiyet ifade eder.
Allah’ın her bir isminin mana ve tecellisini kainat sayfasında görüp okumak, ayrı ve
ziyade bir iman mertebesidir.
Mesela birisi Allah’ı on ismi ile tanıyor ve ona göre bir marifet kesp ediyor, diğer
birisi ise yirmi ismi ile tanıyıp ona göre marifet kesp ediyor. Elbette ikisinin iman ve marifet
mertebesi aynı ve müsavı olmaz. Allah’ın her bir ismi ayrı bir marifet penceresi olup insana
ayrı bir iman değeri kazandırıyor. Her penceresinde ayrı bir manzara olan bir sarayın bir iki
penceresine hapis olanlar, sarayın sair pencerelerinden ve o pencerelerde tezahür eden
manzaralardan da mahrumdurlar.
Ayrıca, Allah’ın isimlerinin tecellilerini görmek ile gaybi alemleri görmek farklı
şeylerdir. Allah’ın isimleri maddi manevi her alemde ihata ile tecelli etmiştir. Bu isimleri
görmek için ille de gaybi ve manevi alemleri görmek gerekmiyor.

"Hattâ birtek zîhayat şeyde, yalnız zahir olarak yirmi


kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir."
cümlesindeki yirmi esma nelerdir?
"Demek, Sâni-i Zülcelâlin ve Hakîm-i Zülcemâlin ve Kadîr-i Zülkemâlin
zâtındaki cemâl-i zâtî ve kemâlât-ı zâtiyesi terahhum ve tahannün ister ve
Rahmân ve Hannân isimlerini tecellîye sevk eder."
"Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle Rahîm ve Mün'im
isimlerini cilveye sevk eder.
Rahmet ve nimet ise teveddüd, taarrüf şe'nlerini iktiza edip Vedûd ve Mâruf
isimlerini tecellîye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları gösterir.
Teveddüd ve taarrüf ise, lütuf ve kerem mânâlarını tahrik eder, Lâtif ve Kerîm
isimlerini, masnuun bazı perdelerinde okutturuyor.
Lütuf ve kerem şe'nleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder, Müzeyyin ve
Münevvir isimlerini, masnuun hüsün ve nuraniyeti lisanıyla okutturur.
Ve o tezyin ve tahsin şe'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarını iktiza eder ve Sâni
ve Muhsin isimlerini, o masnuun güzel simasıyla okutturur.
Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder ve ism-i Alîm ve
Hakîm'i, o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur.
O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza ediyor; Musavvir ve
Mukaddir isimlerini, masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir."
"İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi,
hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı
ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte,
her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış."(1)

Vermiş olduğumuz bu metinde; on altı tane isim zaten zikredilmektedir. İlk cümlede
geçen Cemal, Celal, Kadir ve Kemal sıfatlarını da işin içine dahil edersek, tam yirmi adet
olur. Burada esas olan belli bir rakam değil, her bir ismin nakşını yani tecellisini görüp
okuyabilmektir...
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

"Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine


teslim edip, kendine yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve
nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur." Nefse
binmenin tam olarak anlamı nedir, bilgi verir misiniz?
Nefse binmek; nefsin tedbir ve dizginini ele alıp, onu hayır ve ibadette sevk ve idare
etmek anlamında kullanılıyor. İnsan, İslam’ın emretmiş olduğu ibadetleri tam yapıp, güzel
ahlakı üzerinde gösterebiliyorsa, nefsine binmiş demektir. Nefse binmenin alamet ve
tezahürü bu şekildedir.
Nefis daima kötülüğü emreder. İnsanın en büyük düşmanı nefistir. Nefsin karşısında
mukavemet edecek yegane unsur ise; kalp ve imandır. İman ve kalbin nefse hakim olması
ise; ancak tahkiki imanla mümkündür. İman ne kadar kuvvetli ve sağlam olursa, nefis de o
kadar tesirsiz ve zararsız hale gelir, yani nefse binme imkanı bulmuş oluruz.

"Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir." cümlesini açıklar


mısınız?
İnsanın, Dünyaya ve içindekilere olan muhabbeti, manay-ı harfi ile olsa, yani Allah
hesabına olsa, o zaman her şeye olan muhabbet sevaplı, güzel, lezzetli, kaybolmayan, meşru
bir şükür ve fikir hükmüne geçer.

“Aynı muhabbetin fikir olması” ise; Dünya, Allah’ın isimlerinin okutulduğu ve ders
verildiği bir mekteptir. Bu mektepte bütün isimler talim ettirilir. İnsan dünya ve içindekileri,
bu mektep olma yönü ile, yani fikir ile okuması, muhabbete vasıta olur. Bu fikir, muhabbete
vasıta olmasından fikir, aynı muhabbet hükmünü alır. Çünkü teveddüd, tearüf nisbetindedir.
Yani sevgi, tanıma nisbetindedir.
Muhabbetullah, marifetullahın bir neticesidir. Marifet ise, fikir ile olur. O zaman fikre,
muhabbet nazarı ile bakabiliriz.

"İptal-i his nevinden, gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten


hissetmez. Fakat, hissedeceği zaman, yani kabre yakın
olduğu vakit birden hisseder." Kabre yakın olma hangi
zamandır; yaşlılık hali mi yoksa sekerat vakti midir?
"Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azâbı hissetmemek için, ehl-i dalâlet,
iptal-i his nev'inden gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez. Fakat hissedeceği
zaman, kabre yakın olduğu vakit, birden hisseder. Çünkü, Cenâb-ı Hakka hakikî
abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki, o cüz'î ihtiyar, o küçük
iktidarı ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır
mikroptan tut, tâ zelzeleye kadar binler taife düşmanları, hayatına karşı tehacüm
vaziyetinde görür. Elîm bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen
kabir kapısına bakıyor."(1)

“Fakat hissedeceği zaman, kabre yakın olduğu vakit, birden hisseder.” Bu ifadeyi iki
şekilde anlamak mümkün.
Birincisi; dünya içindeki musibet ve belaların, böyle gafillerin fantezi dünyasını yırtıp
gerçekle yüz yüze getirmesi şeklindedir. Mesela; anne ve babasının ölümü ya da bir
çocuğunun feci bir şekilde vefat etmesi, o gafletin ortasına düşmüş bir bomba gibidir. O
anda sahte dünyası yıkılır ve müthiş bir acı ve ıstırap içine düşer; ama zamanla yine unutur,
eski fantezi dünyasına yeniden döner ve öylece kendini oyalar. Etrafındaki ölümler ve
musibetler, onu kabre bir derece yaklaştırır; ama tam uyandırmaz.

İkincisi; artık mühletin bitip dünyanın sahte çekiciliğinin tükendiği ve kabrin o dehşetli ve
ekşi yüzünün kendini tam gösterdiği andır ki; bu durumda gaflet tuz buz olur. Ama artık
yapacak bir şey kalmamıştır, imtihan süresi dolmuştur. Artık sekarat vaktidir ve bu anda
ümitsizlikten gelen iman makbul addedilmiyor.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

"İşte, hakaik-i eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve


istinat ettiğini, belki hakikî hakaik, o esmânın cilveleri
olduğunu ve her şeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikir
ve tesbih ettiğini anla." cümlesini izah eder misiniz?
"Ve nihayetsiz cemâl ve kemâline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i
sadıktır. Ve o cemâl ve kemâlin ve rahmet ve muhabbetin birer âyâtıdır, birer
emârâtıdır. İşte, şu nihayetsiz envâ-ı kemâlât, daire-i vâhidiyette ve ehadiyette
hâsıldır. Demek, o daire haricinde tevehhüm olunan kemâlât, kemâlât değildir.
İşte, hakaik-i eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî
hakaik, o esmânın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini
zikir ve tesbih ettiğini anla..."(1)

Yaratılmış bütün eşyanın aslı ve hakikati Allah’ın isim ve sıfatlarından ibarettir. Bu isim
ve sıfatlar mahlukatın arka planından çekilse her şey helak ve harap olur.
Mesela, Rezzak ismi faaliyetini durdursa rızka muhtaç bütün canlılar ölür. Muhyi ismi
tecelli etmese bütün hayatlar söner. Müzeyyen ismi cilvesini çekse bütün mahlukat estetik
ve güzellikten mahrum kalır vs...
İşte her bir isim bir hakikatin müessisi ve membaıdır, bu isimler çekilse kainattaki bütün
hakikatler de onlarla beraber çekilir.
Allah’ın isimleri sonsuzdur. Kainat ve mahlukat bu sonsuz isimlere tam manası ile
mikyas ve mahal olamazlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını kainattaki tecellileri ile ölçüp
biçemeyiz sadece bir fikir edinebiliriz. Bu yüzden mahlukattaki bütün tecellilere damla,
isim ve sıfatlara ise okyanus tabiri kullanılmıştır. Yani bütün mahlukattaki tecelliler Allah’ın
sonsuz isimlerinin bir damlası, çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi mesabesindedir.
Mesela, yeryüzündeki bütün anne ve babaların şefkati toplansa, Allah’ın sonsuz şefkati
yanında bir damla bir pırıltı gibi kalır. Aynı şekilde cennetteki bütün güzellikler toplansa,
onun isim ve sıfatlarının bir cilvesi bir damlası kadar olamaz. Zaten sonsuz bir sıfat ile sonlu
bir mahluk kıyas edilemez. Ama sonsuzun anlaşılmasında sonlunun bir nebze faydası
dokunur.
İşte kainattaki bu dağınık ve cüzi şefkatlerin hakiki kaynağı ve esası, Allah’ın Rahman
ve Rahim isimleridir. Hal böyle olunca, eşyanın gerçekliği ve hakikati Allah’ın isimlerine
dayanıyor.
Her bir isim ve onun kainattaki tecellisi ya da diğer bir ifade ile eşya, ayrıca Allah’ı
bize çok yönler ile tarif edip hatırlatan bir zikir bir çağrı bir ilannamelerdir.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

"Lâtif, Kerîm isimlerinin arkalarında Vedûd ve Mâruf


isimlerini okutuyor ve masnuun lisan-ı hâlinden işitiliyor."
cümlesini izah eder misiniz? Özellikle isimlerin
bağlantılarını...
"Latif " ismi "lütfedici lütfu bol olan Allah" demektir. "Vedud" ismi ise,
"mahlukatına karşı çok şefkatli ve sevgi besleyen ve kendini de mahlukatına sevdirmek
isteyen Allah" demektir.
Allah’ın mahlukata kendini sevdirmesi ancak lütuf ve ikramda bulunması ile olur. Yani
Latif ismi Vedud ismine çalışıp onun hesabına hareket ediyor demektir.
"Kerim" ismi, "ikram ve ihsanı bol olan Allah" demektir. "Maruf" ismi ise, "Allah’ın
kendini mahlukata tanıttırmak istemesi" anlamına geliyor. En güzel tanıtmak ise ihsan ve
ikram ile olur ki, Allah sonsuz kerem ve ikramı ile mahlukata kendini ihsas ettirip kendini
tanıttırıyor. Yani Kerim isminin arka cephesinde Maruf ismi bulunuyor ve onu tetikliyor
diyebiliriz.

"Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır."


Teemmel! cümlesini açıklayarak aklımıza yaklaştırır mısınız?
"Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin, yani, "ne kadar güzel yapılmış"
nazar ile, o âsârın arkasındaki ef'âlin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef'al
arkasındaki güzel esmânın cilvelerini ve o güzel esmanın arkasında sıfâtın
tecelliyatını ve hâkezâ, sevmekliğin neticesi ise, dâr-ı bekada o güzel gördüğü
masnûattan bin def'a daha güzel bir tarzda esmânın cilvesini ve esmâ içindeki
cemâl ve sıfâtını, Cennette görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbânî Radıyallahü anh
demiş ki: "Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır." Teemmel!"(1)

İn’ikas ve temessül; bir şeyin aynı ile başka bir şeyde yansıması demektir. Mesela bir
mum etrafında halka şeklinde on adet ayna bulunsa, her bir aynada mum temessül eder. Yani
aynı vasıfları ile o aynaların içinde bulunur. Bir tek mum iken, on mum olur.
Nurani varlıklar ile onun zıddı olan kesif varlıkların yansımasında ve temessülünde
durumları farklılık arz eder, hükümleri başka başkadır. Biri hakiki yansır, diğeri sadece
görüntü olarak yansır.
Nurani bir varlık yansıdığı yere kendi aslındaki vasıfları da götürür. Bir nevi yansıyan
ile yansımaya mahal olan şey aynı gibi olur.
Mesela, aynada yansıyan Güneş kendine özgü vasıflarını aynaya da aksettirir ve bir nevi
küçük bir güneş o aynada oluşur. Tıpkı Güneş gibi o da ısı ve ışık verir, fark sadece azamet
ve kibriyadadır. Nuranin temessülü, temessül ettiği yeri, yani yansıdığı yeri kendi gibi
yapar.
Kesif şeylerde, yani madde ve cismin hükmettiği şeylerde ise yansıma, temessül sadece
görüntü olarak vardır, vasıflar oraya aksetmez. Onun için yansıyan şey ile yansımaya mahal
olan şey farklıdır; aralarındaki tek ilişki görüntü naklidir.
Mesala, maddi ve kesif olan bir taş, aynaya yansısa, sadece görüntüsü oraya gider, taşın
kendine ait vasıfları oraya geçmez.
İmam-ı Rabbânî Hazretlerinin: "Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır."
sözü ile cennetteki bütün güzellikler Allah’ın isimlerinin güzelliklerinin bir aktarımı, aynı
ile bir yansıması ve canlı bir levhasıdır, demek istiyor. Temessül ile yansımanın farkı
yukarıda izah edildiği gibidir.
Üstad Hazretlerinin "teemmel"(düşün, dikkat et) kelimesi ile dikkat çekmek istediği
husus; temessül kelimesinin derin ve muhtelif manalarıdır. Güzelliğin ana kaynağı Allah’ın
Zat-ı Akdesidir. Lakin bu güzellik, tecelli sahasına intikal ederken, hiyerarşik bir şekilde
temessül ediyor. Cennetin güzelliği nasıl dünyadaki güzelliklerden üstün ise, Allah’ın
esmasının güzellikleri de Cennetin güzellilerinden kıyasa gelmeyecek kadar üstündür.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıf
"Muhabbetin cemal, ihsan ve kemal olmak üzere üç sebebi
vardır." Deist denen sapık bir grup var. Bunlar, Allah
kainatı yarattı, sonrasına karışmıyor, diyorlar. Acaba ihsanı
reddetmek için mi, sorumluluktan kaçmak için mi bunu
yapıyorlar?
Deizm, Allah’ın varlığına ve sebeplerden ilk sebep olduğuna inan bir düşünce ekolüdür.
Allah’ın kainat ve sebepler üstündeki tedbir ve tasarrufunu kabul etmeyip, bu tedbir ve
tasarrufu sebeplere havale ederler. Allah’ın dinine ve elçisine, dolayısı ile emir ve
yasaklarına da inanmazlar, hatta dini insanlar arasında nizaya bir sebep olarak görürler.
Deizmin din ile sorunu, aslında Hristiyanlığın tutarsız ve çelişkili inanç sistemi ile
ilgilidir. Daha çok Hristiyanlığa bir tepkidir. Deizm günümüzde materyalist felsefenin de
tesiri ile daha çok panteizme kaymıştır. Yani bir çeşit modern maddecilik şekline girmiştir.
Allah kavramından gittikçe uzaklaşıp madde eşittir tanrı kavramına yönelmiştir.
Risale-i Nur'da bu düşünce ekolüne olan tepki nerede ise bütün bahisleridir. Zira
Risale-i Nur imanın altı esası üzerine bina olmuş bir tefsirdir. Bütün mesaisini imanın
rükünleri üzerine sarf ediyor. Dolaysısı ile her bahsinde deizmi de tenkit etmiş oluyor.
Deizmin en tipik fikri dini ve imanın diğer rükünlerini inkar etmektir. Bu felsefi ekolun
böyle bir fikre sapmasında asıl saik, aklın aczini anlayamamaları ve egolarını
İlahlaştırmalarıdır. Sorumluluktan kaçmak istemeleri tali bir saik ve faktördür diye
düşünüyoruz.
Üstad Hazretleri bütün eserlerinde insanın kendi başına aklı ve kalbi ile hakikatleri
bulamayacağını, doğru ve güzelliklerin soyut akıl ile keşfedilemeyeceğini, bu yüzden
peygamberlere ve onların sünnetlerine tabi olunması gerektiğini izah ve ispat ediyor. Bu
nüktenin ana konusu budur.
Üstad Hazretleri kendisini örnek göstererek, insanın tek başına ne kadar aciz ve zayıf
olduğunu, insanların ne kadar deha derecesinde zeki de olsa Allah’ın gönderdiği
peygamberlere ne denli muhtaç yaratıldığını vurguluyor. Üstad Hazretleri eserlerinde
felsefedeki teizm ekolüne yani nübüvveti ve dini gereksiz gören kibirli filozoflara haddini
bildiriyor.
Deizm hakikatlerin akıl ile bulunabileceğini, bu yüzden din ve peygambere gerek
olmadığını savunan sapkın bir felsefi ekoldür.
Filozofların bozuk ve hakikatsiz fikir ve meslekleri, bu fikrin ve ekolün ne kadar hatalı
ve yanlış olduğunu ispat eder. Hazreti Peygamber (asv)'in getirdiği iman ve inanç anlayışı
ile, filozofların aklı ile bulabildiği tanrı anlayışı arasındaki azim fark meselemizi gayet güzel
izah ediyor.

"Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı


hevesâttan men etmektir." nefsimizi nasıl terbiye edeceğiz,
nasıl terbiye tememiz lazım? Zararlı hevesattan nasıl
menedeceğiz?
"Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesâttan men
etmektir." (1)

Tıpkı bir çocuğu terbiye etmek gibi. Çocuk bilmediği veya ileriyi görmediği için yanlış
tercihler yapabilir. Biz o tercihlerine engel oluruz. Bu engel olmak nefretten değil şefkatten
geliyor. Söz gelimi zararlı olduğunu bilmediği için yılana elini uzatan çocuğumuza engel
oluruz. Serbest bırakmak mı şerkat olur, yoksa engel olmak mı? Elbette ki engel olmak.

Nefsimiz de ahiretimize (ki nefsimiz bizden farklı değil) zarar verecek günahlara girmek
istese, şefkat ve acımanın gereği onu men etmektir. Yoksa onu serbest bırakmak acımak
değil, merhametsizliktir.

Tesettür Risalesi'nde kadınların şefkatlerini yanlış kullanmakla ilgili tespiti bize örnek teşkil
edebilir.

"O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi,


istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder.
"Oğlum paşa olsun" diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa'ya
gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve
dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara
almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi
olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, "Niçin benim imanımı takviye
etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?" diye şekvâ edecek." (2)

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıf.


(2) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

"O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza


ediyor; Musavvir ve Mukaddir isimlerini, masnuun
heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir." Önce fiile sonra isme
dayanıyor öyle mi?
"Ve o sun’ ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder ve ism-i Alîm ve
Hakîm’i, o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur."
"O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza ediyor; Musavvir ve
Mukaddir isimlerini, masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir."(1)

Fiil isme, isim sıfata, sıfat şuunata, şuunatta Zat-ı Akdes’e dayanır ve ondan kaynayıp
gelir. Haliyle isimler fiilleri iktiza eder; fiiller de isimlerin hükmü ile oluşur. Mesela, bir
elma yaratılırken Mukaddir ismi elmanın genel hatlarını takdir eder, yani tabiri caiz ise
projesini hazırlar. Musavvir ismi de bu projeye şekil ve estetik bir değer katar.
Fiillerin isimlere uygun bir şekilde yaratılması, fiilin ismi gerektirmesi anlamına
gelmiyor. Kainattaki bütün fiil ve icraatlar, Allah’ın isimlerine uygun olarak var ediliyor.
Yani öncelik isme aittir fiile değil.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

"Onların makamları ayrı ayrı da olsa, yine o mes'ud âileye


sâfî olarak lezzet-i sohbeti Cennete lâyık bir hüsn-ü muâşeret
sûretinde dâr-ı bekâda ebedî mülâkât ile ihsan eder."
cümlesini izah eder misiniz?
"Dördüncü İşaret: Vâlideyn ve evlâda muhabbet-i meşrûanın neticesi, nass-ı
Kur'ân ile, Cenâb-ı Erhamü'r-Râhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa, yine o
mes'ud âileye sâfî olarak lezzet-i sohbeti Cennete lâyık bir hüsn-ü muâşeret
sûretinde dâr-ı bekâda ebedî mülâkât ile ihsan eder. Ve on beş yaşına girmeden,
yani, hadd-i bülûğa vâsıl olmadan vefât eden çocuklar, ‫ ِوْﻟَﺪاٌن ُﻣَﺨﻠﱠُﺪوَن‬ile tâbir edilen
Cennet çocukları şeklinde ve Cennete lâyık bir tarzda, gayet süslü, sevimli bir
sûrette onları Cennette dahi peder ve vâlidelerinin kucaklarına verir,
veledperverlik hislerini memnun eder, ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zîrâ
çocuklar sinn-i teklife girmediklerinden, ebedî sevimli, şirin çocuk olarak
kalacaklar. Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı Cennette bulunur. Yalnız çok
şirin olan veledperverlik, yani, çocuklarını sevip okşamak zevki, Cennet tenâsül
yeri olmadığından, Cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu sûrette, o dahi vardır.
Hem en zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte, kable'l-bülûğ evlâdı vefât
edenlere müjde!"(1)

Bir Mümin, Allah namına ve Allah hesabına anne ve babasını ya da çocuğunu severse,
Allah bu meşru ve güzel sevginin meyvesini ahirette ebedi bir aile şeklinde ihsan ve ikram
edecek. Yani dünyadaki bu güzel aile ortamı ahiret hayatında da, üstelik ebedi ve daha
mükemmel bir şekilde devam edeceğini ayet müjdeliyor.
İnsanın sorumluluk yaşı on beştir. On beş yaşından önce ölen çocukların hepsi ehli
cennettir. Anne ve babasının inanç ve dini ne olursa olsun fark etmez, bütün çocuklar
cennetliktir. Bu çocuklar cennette yine anne ve babalarının çocukları olacaklar, şayet anne
ve babası cennet ehli değilse, başka cennet ehlinin sevimli ve nazlı çocukları olacaklar.
Eski müfessirlerin ifadesi olan "cennette doğum olmayacağı için çocuk da olmayacak"
fikrini Üstad Hazretleri kabul etmeyip, cennette de çocuk sevgisi ve lezzetinin bulunacağını
ve bunun da bu suretle temin edileceğine işaret ediyor.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

"Sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvâlini


düşünüp merak etme." cümlesini izah eder misiniz?
"Hem der: Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir
Kadîr, rahmeti hadsiz bir Rahîm Zât-ı Zülcelâlin memlûküsün. Öyleyse, sen kendi
hayatını kendine yükleyip zahmet çekme. Çünkü hayatı veren Odur, idare eden de
Odur. Hem dünya sahipsiz değil ki! Sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek
ehvâlini düşünüp merak etme. Çünkü onun sahibi Hakîmdir, Alîmdir. Sen de
misafirsin; fuzulî olarak karışma, karıştırma."(1)

İnsanın kendi hayatını kendine yükleyip zahmet çekmesi, hakiki anlamda değil fikri ve
psikolojik anlamdadır. Çünkü kainatta en küçük bir fiilin dahi hakiki sahibi ve yaratıcısı
ancak ve ancak Allah’tır. İnsan icat ve yaratmadan yoksun ve acizdir. Değil insan kainattaki
en büyük sebepler bile icat ve yaratmadan aciz ve yoksundur. Kainattaki bütün fiil ve
icraatların tek yaratıcısı ve tek hakimi Allah’tır.
Lakin insan küfür ve gaflet sebebi ile haddini aşarak, bu İlahi yük ve sorumluluğu
üzerine almaya çalışarak, bu ağır yükün altında kalbi ve ruhuna çok sıkıntı ve meşakkat
çektiriyor. Halbuki iman ve tevekkül ile bütün işleri İlahi kudrete yükleyip havale etse, kalbi
ve ruhu büyük bir oh çekecek, hadisatın baskı ve tazyikinden kurtulacaktır.
Evet, kadere iman eden kederden emin olur, hadiselerin yük ve baskısından kendini
kurtarmış olur. Huzuru İlahide derinleşen ve meleke kesp eden birisi için, musibetler kendi
başına hareket edemezler, ancak Allah’ın emri ve sevki ile hareket ederler.
Öyle ise Allah’ın takdir ettiği musibeti kim geri çevirebilir ya da takdir etmediği
musibeti kim başına musallat edebilir, düşüncesi insan kalbine bir tatminlik ve genişlik
veriyor. Bu da insan kalbinde bir emniyet ve tevekkül manasını tesis ediyor. Üstad
Hazretleri bu manaya şu şekilde işaret ediyor:

" 'Zarar ve menfaat Onun elindedir. O hem Hakîmdir, abes iş yapmaz; hem
Rahîmdir, ihsanı, merhameti çoktur.' diye itikad ettiğinden, herşeyde bir hazine-i
rahmet kapısını bulur, dua ile çalar. Hem herşeyi kendi Rabbisinin emrine
musahhar görür. Rabbisine iltica eder, tevekkül ile istinad edip her musibete karşı
tahassun eder. Îmânı ona bir emniyet-i tamme verir."
"Evet, her hakikî hasenat gibi, cesaretin dahi menbaı imandır, ubûdiyettir. Her
seyyiat gibi cebânetin dahi menbaı dalâlettir. Evet, tam münevverü'l-kalb bir âbidi,
küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz. Belki, harika bir
kudret-i Samedâniyeyi lezzetli bir hayretle seyredecek. Fakat, meşhur bir
münevverü'l-akıl denilen kalbsiz bir fâsık filozof ise, gökte bir kuyrukluyıldızı
görse, yerde titrer, 'Acaba bu serseri yıldız arzımıza çarpmasın mı?' der, evhâma
düşer. (Bir vakit böyle bir yıldızdan Amerika titredi. Çokları gece vakti hanelerini
terk ettiler.)"(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf
(2) bk. age., Üçüncü Söz.
"Tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve
irade-i nimetten geliyor." cümlesini kendimize göre
düşününce; bizim kendimizi tanıttırmak ve sevdirmek
isteğimiz hep enaniyetimizden geliyor. Yani akla ve hisse ilk
gelen enaniyet. Cenab-ı Hakk'a bakan ciheti nasıl
anlamalıyız?
Evvela, insan zaafları olan ve kusur ile alude bir varlık olduğu için, Allah ile
kıyaslanması doğru değildir. İnsandaki cüzi ene duygusu sadece Allah’ın sonsuz sıfatlarını
bir parça idrak etmekte kullanılan bir kıyaslama aracıdır, yoksa Allah’ın sıfat ve şuunatını
birebir tutan bir mizan değildir.
İkincisi, Allah’ın kibir ve kibriyası yerinde ve hak iken, insanın kibir ve gurura girmesi
ise yerinde olmayan batıl bir tavırdır. Zira kibir kendinde olmayan bir şeyi haksız yere
kendinden bilmesidir. Allah kendinde olan sonsuz cemal, kemal ve ihsan ile övünüp
kibirlenebilir, bu merhamet ve şefkate aykırı bir husus değildir.
Nitekim bu husus hadislerde şu şekilde ifade edilmiştir:

"Azamet gömleğim, kibriyâ ise kaftanımdır."(1)

"Kibriya benim abâmdır. Azamet benim izarım... Bu bakımdan kim bu iki


vasıfta benimle cedelleşirse onun belini kırarım."(2)

"Kibriya benim ridâm (belden yukarı giyilen elbise, bir anlamda gömlek),
azamet ise benim ızârım (belden aşağı giyilen elbise) dir. Bunlardan biri konusunda
bana ters düşen kimseye azab ederim."(3)

Hadiste "azamet" izara, "kibriya" ise ridaya benzetilmiştir. Buradaki gömlek ve kaftan
benzetmeleri vücudun her tarafını istisnasız kaplamaya işaret ediyor ki, manası kibriya ve
azamet Allah’ın bütün Zat-ı Akdes ve sıfatlarını kuşatan genel bir kavramdır. Yani onun Zatı
da, sıfatları da, isimleri de mutlak kibriya ve azamet içindedir. Kimse Allah’ın Zatını
kuşatan bu sıfatlara ortak ve hissedar olamaz, demektir. Kim bu hususta kibirlenir ve
büyüklük taslarsa onu cezalandırırım, demek suretiyle kibir ve büyüklük taslama
hastalığından insanları zecr ve men ediyor. Allah’a ait bir elbiseyi yani kibriya ve azameti
insanın giymeye kalkışması çok komik ve çok büyük bir dalalettir.
Üçüncüsü, Allah kainattaki sonsuz hikmetleri ile bize kendini tanıttırmak istiyor, sonsuz
ikram ve nimetleri ile de sevdirmek istiyor. İnsana düşen görev ise, iman ile Onu tanımak,
ibadet ile Ona kendini sevdirmektir. Onun sonsuz şefkat ve keremi ikram ve ihsan etmek
isterken kibriya ve azameti de şükrü istiyor, diyebiliriz. Her ikisinin bir arada olması şefkat
ve keremin manasını bozup zedelemez.
Dipnotlar:
(1) bk. Müslim, Birr: 136; EbûDâvud,Libâs: 25; İbn-i Mâce, Zühd: 16; Müsned:2:248,
376, 414, 427, 442, 4:416; İbn-i Hibban, Sahih, 1:272, 7:473; Alâuddin el-Hindî, Kenzü'l-
Ummâl: 3:534.
(2) bk. Hakim.
(3) bk. Müslim, Sahih, el-Bir babı, III/2023, H. No 2620; EbûDâvud, Libas babı,
IV/350, H. No 4090; İbnMâce, Ez-Zühd, II/1397 H. No 4174; Ahmed, El-Müsned, II/376,
414,427-442.

"Valideyn ve evlâda muhabbet-i meşruanın neticesi, nass-ı


Kur’ân ile, Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, onların makamları
ayrı ayrı da olsa, yine o mes’ut aileye sâfi olarak lezzet-i
sohbeti,.." Devamıyla izah eder misiniz?

Anne ve babasını Allah için seven ve onları Allah’ın birer hediyesi ve nimeti nazarı ile
gören ve onlara hürmet eden bir evlat; beka yurdu olan cennette, anne ve babası ile yine bir
aile şeklinde ebedi olarak mesut ve bahtiyar bir şekilde yaşacağını, ayet ve hadisler ehli
imana bildiriyor.

Cennette makam ve derecelerin ayrı ve farklı olması, bu saadet ve mutluluğa engel değildir.
Üstad Hazretleri bu manayı akla yaklaştırmak için şöyle bir temsil veriyor:

"Sual: ‫ﺐ‬ ‫( اَْﻟَﻤْﺮُء َﻣَﻊ َﻣْﻦ اََﺣ ﱠ‬Kişi sevdiğiyle beraberdir.) sırrınca, dost dostuyla beraber
Cennette bulunacaktır. Halbuki, basit bir bedevî, bir dakikada sohbet-i nebeviyede
lillâh için bir muhabbet peydâ eder; o muhabbetle, Cennette Peygamber Aleyhissalâtü
Vesselâmın yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-ı mütenâhi feyze mazhar
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî feyziyle nasıl birleşir?"

"Elcevap: Bir temsille şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki:"

"Meselâ, gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zat, gayet büyük bir ziyafet,
gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir surette ihzar etmiş ki, kuvve-i zâikanın
hissedecek bütün lezâiz-i mat'umâtı câmi, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün
mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garaibi müştemil, ve hâkezâ,
bütün havass-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi içine
koymuştur. Şimdi iki dost var, beraber o ziyafete giderler; bir locada, bir sofrada
oturuyorlar. Fakat birisinin kuvve-i zâikası pek az olduğundan, cüz'î zevk alır. Gözü de
az görüyor. Kuvve-i şâmmesi yok. Sanayi-i garibeden anlamaz, harika şeyleri bilmez. O
nüzhetgâhın, binden ve belki milyondan birisini, kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek
istifade eder. Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve lâtifeleri
o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o seyrangâhtaki bütün incelikleri,
güzellikleri ve letâifi ve garaibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek ayrı ayrı lezzet aldığı
halde, o dostla omuz omuzadır."

"Madem bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor. En küçükle en


büyük beraberken, serâdan Süreyyaya kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı saadet ve
ebediyet olan Cennette, bittarîkı'l-evlâ, dost dostuyla beraberken, herbirisi istidadına
göre sofra-i Rahmânü'r-Rahîmden, istidatları derecesinde hisselerini alırlar.
Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü,
Cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı
Âzamdır. Nasıl ki, mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek,
kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir,
fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar.
Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarzla olduğu, ehâdisin mütenevvi rivâyâtı işaret
ediyor."(1)

(1) bk. Sözler, Yirmi Sekizinci Söz.

"Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder ve


ism-i Alîm ve Hakîm'i, o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla
okutturur." cümlesini izah eder misiniz?
"Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder ve ism-i Alîm ve
Hakîm'i, o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur."(1)

Sun, kelime olarak eser, yapılan iş, te'sir, güzel iş yapmak gibi manalara geliyor. Her
güzel iş ve sanatlı icraat ilim ve hikmet ile olur. Yani Alim ve Hakim isimlerinin
tecellilerine bakar ve ona işaret eder. Alim ve Hakim isimlerine sahip olmayan, bu fiillere
ve işlere sahip olamaz.
İnayet ise yardım, lütuf, meded etmek gibi manalara geliyor ki, bu fiil de yine sun'
fiilinde olduğu gibi, Alim ve Hakim isimlerine bakıyor. Yani birisine yardım ve iyilikte
bulunmak için onun ahvalini ve neye muhtaç olduğunu bilmek ve ona münasip şeyleri
gönderecek hikmete sahip olmak lazımdır. İlim ve hikmetten yoksun olan birisi inayette
bulunamaz demektir.
Sun ve inayet kanunu, bütün kainatı sarmalayıp istila etmiştir. Kainattaki her bir
mahluk, bu kanunun hükmü altında bir sun ve inayet şeklindedir.
Mesela, bir elma hem mükemmel bir sun, yani sanatlı eser, hem de mükemmel bir inayet,
yani ikram ve ihsandır.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf

"Yani, cemâl ve kemâl çünkü bizzat sevilirler herşeyden


ziyade kendi kendini severler. Hem hüsündür, hem aşktırlar.
Hüsün ve aşkın ittihadı bu noktadandır. Cemâl, madem
kendini sever, kendini âyinelerde görmek ister." ve "Çünkü
cemâl bizzat sevilir. Zîcemâl ve cemâl, kendi kendini sever.
Hem hüsündür, hem muhabbettir. Kemâl dahi bizzat
mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem
mahbubdur." izah?
Muhabbetin oluşmasında üç önemli faktör, üç önemli sebep vardır. Bunlar kemal, cemal
ve ihsandır.
Kemal, kelime olarak mükemmellik ve bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak
anlamındadır. Mükemmel ve kusursuz olan bir şey ise sevilmeye layıktır. Öyle ise kemal,
muhabbet ve sevmek için önemli bir vesile ve sebeptir. Bizzat kendini sevdirir, sevdirmeyi
kendine çeker.

Cemal, kelime olarak güzel ve hüsün anlamındadır. Güzellik ve cemal, muhabbetin en


önemli vesilesidir. İnsan fıtratında güzele karşı şiddetli bir meyil ve alaka vardır. Sevginin
en önemli ve güçlü sebebi güzelliktir ki güzelliğin gerçek memba ve kaynağı Allah’tır.

İhsan, kelime olarak ikram ve iyilikte bulunmak demektir. İnsanlar, iyilikte ve ikramda
bulunanlara karşı, fıtri olarak muhabbet ve sevgi beslerler. Bu yüzden insanlar içinde cömert
ve iyilik severler, ciddi anlamda sevilir ve sayılırlar. Yani iyilik ve ikramda bulunmak
muhabbete vesiledir.

Özet olarak mükemmel, güzel ve iyilik sever olmak, muhabbet sebepleri içinde en kuvvetli
olanlarıdır. Bunun zıddı ise kusurlu, çirkin ve cimri olmak da nefretin sebebidir.

Allah, mutlak olarak kemal, cemal ve muhsin olmasından, sevilmeye ve muhabbet


edilmeye en layık olanıdır. Zira kainattaki bütün ikram, kemal, ve güzellikler, Allah’ın
cemal, kemal ve ihsanı yanında bir pırıltı bile değildir. Kainattaki bütün güzellikler,
kemaller ve iyilikler Allah’ın sonsuz Cemal, Kemal ve Muhsin isimlerinin çok perdelerden
geçmiş zayıf bir gölgeleridirler. Öyle ise Allah hadsiz bir muhabbete layıktır. Üstelik onun
cemal, kemal ve ihsanı bitmez ve tükenmez, ona mazhar olup onu yansıtan aynalar kırılsa da
onlar daimi ve bakidir. Bu yüzden Allah’ın sonsuz cemal, kemal ve ihsanına işaret eden
levhalar kırılıp fena bulsalar da bizi incitmemesi gerekir, zira onların memba ve kaynağı
olan Allah’ın kemal ve cemali ebedi ve bakidir.

"Yani, cemâl ve kemâl çünkü bizzat sevilirler herşeyden


ziyade kendi kendini severler." Cenab-ı Allah'ın zatını
sevdiğini, hatta en çok kendi zatını sevdiğini mi anlamak
gerekir? Öyle ise bu sevgi mukaddes bir tabir ile mi
isimlendirilir?
Allah’ın kendi cemal ve kemalini sevmesi; Allah’ın şuunatındandır. Nasıl insan kendi
üzerinde tezahür eden cemal ve kemalden bir haz ve sevgi hissediyor ise, Allah’ın da kendi
sonsuz cemal ve kemalinden bir lezzet-i mukaddese ve aşk-ı münezzehe hissetmesi makul ve
caiz bir haldir. Lakin O'nun lezzet ve aşkı, insanınki gibi değil, münezzeh ve mukaddestir.
Allah’ın insanlardan razı olması, hatta "habibim" demesi, kendi cemal ve kemaline
güzel bir ayna, şeffaf bir vesile olmasından dolayıdır.
Allah mevcudat sergisinde sergilediği sanatını, önce kendi İlahi nazarı ile seyredecek,
sonra da diğer mahlukatın nazarına takdim edecek. Allah’ın sanatını sevmesi ve sanatları
içinde en büyük olan Hazreti Peygamber (asv)'e habibiyet payesini vermesinin ardında,
kendi cemal ve kemaline olan muhabbeti yatıyor. Yani Allah kendi cemal ve kemalini
sevdiği için alemleri yarattı...
Acib bir şuunat-ı İlahi, tavr-ı aklın haricinde, kudsi bir sevgi. Bunun bir leması insanda
tecelli ettiği için, insan kendini çok beğenir. Hatta felsefedeki istikametsiz Narsizm (kendini
tapacak kadar beğenmek) anlayışı, bu şuunat tecellisinin bir çarpıtılmasıdır denilebilir.

"Ben sende kendimi gördüğüm için seni sevdim; yoksa seni hiç sevmedim, ben
kendimi sende sevdim."

ibaresi Allah’ın Peygamber Efendimize (asv) bakışını biraz dar lafızlarla özetleyebilir.

"Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan


bozması bir canavardır." cümlesini nasıl anlamalıyız, çocuk
hiç mi babasına bir şey diyemez?
Evladın babasına karşı nasihat ve ikaz etmesi elbette olabilir, lakin bu usulü ve adabınca
olmalıdır. Yani evlat babasının o haramlardan kurtulması için elinden gelen gayreti ve
yolları denemesi gerekir. Lakin yine de baba ve evlat hukukunu muhafaza etmek şarttır.

Evlat babasına karşı ne el kaldırabilir, ne de kötü söz söyleyebilir, bu hiçbir şartta caiz
olmaz. Lakin evlat uygun ve münasip yollar ile babasının ıslah ve terbiyesi için mücadele
edebilir. Ona yaptığının ve gittiği yolun yanlışlığı kavli leyyin ile yani yumuşak bir üslup ve
metot ile ifade olunabilir; bunda bir sakınca olmadığı gibi, dini bir vecibedir, aynı zamanda.

Gerçekten böyle aile ortamlarında düzgün ve meşru hareket edebilmek; çocuk açısından çok
zor. Lakin bu dünya imtihan ve tecrübe dünyası, Allah herkesi değişik şeyler ile imtihan
ediyor. Bu gibi durumlarda bize düşen sabretmek ve İslam ipine sımsıkı sarılmak ve
halisane dua ve niyazda bulunmak olmalıdır. Bir yanlış, başka bir yanlış ile düzelmez;
yanlış, ancak doğru ve sabır ile düzelir.

"Huriler nev’i ve ruhanîler cemaati ve melek cinsi ve cin


taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve
tanzim ve icad edilmiştir." Huri, ruhani ve melekler aynı nev
kategorisinde midirler?
Melekler nurani ve latif mahlukturlar. İradeleri sadece hayır ve ibadet cihetine çalışır.
İsyan ve günah işleme kabiliyetleri yoktur.

Cinler de latif bir fıtrata sahiptirler. Yalnız meleklerden farklı olarak şerre de kabiliyetleri
vardır, bu noktadan meleklerden ayrılırlar. Yani cinler ile melekler fıtratlarının letafetleri
noktasından bir birlerine benzerler, lakin şerre kabiliyet noktasından ayrışırlar.

Ruhaniler kainattaki kanunlardan oluşan bir tür soyut varlıklardır. Bunlar ne cinlere ne de
meleklere benzerler. Kainatın her yanını kuşatan mücerret varlıklardır.

Huriler, ahiret hayatının insanlarıdır, denilse yanlış olmaz. Zira bunların hem ruhları hem de
ahirete münasip cesetleri vardır. Ruhaniyet noktasından meleklere benzerlerken, ceset
noktasından insanlara benzerler. Buradaki ayrım, tam bir ayırım değil, bir sıfat ya da
vasfından dolayı bir ayırımdır.

"Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden


daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil, veled dahi
pedere karşı hak dâvâ edemez." cümlesi hakkında birkaç
değerlendirme...
Nasıl evladın babasına karşı mesuliyeti varsa, babanın da evlada karşı mesuliyeti vardır.
Baba evladına, muhtaç olduğu zamanda bakmak ve onun ihtiyaçlarını temin etmekle
mükelleftir. Şayet baba evladına, muhtaç iken bakmaz ise o da günaha girmiş olur, bunun
hesabını Allah’a karşı verir. Evladın babasına; sen bana bakmadın, ben de seni tanımıyorum
demesi caiz olmaz.
Bir iki istisna Üstad Hazretlerinin genel hükmünü bozmaz. Baba ile evlat arasındaki şefkat
ilişkisi kainatın külli bir kanunudur. Bu hükmü inkar etmek için bütün babalar evlatlarına
karşı düşman ve şefkatsiz demek iktiza eder ki; bu safsatadan başka bir şey olmaz. Bazı
fıtratı kokuşmuş ve bozulmuş canavar bozmalarını misal gösterip, bu külli şefkat kanununu
inkar etmek kabil değildir. Bütün babalar evladı için canını vermekten sakınmazken ve bu
külli bir kanun iken bir iki şaz hükmü bahane edip, bu külli kaideyi görmezden gelmek ilim
ve insaf ile de bağdaşmaz.

Velet babasına karşı hiçbir surette hak dava edemez. Bu husus hadis-i şerifler ile de sabittir.
Veledin babadan hakkını; ancak Allah alır. Evlat haklı olmasına güvenip babasına karşı
hürmetsizlik edemez.

"Baba ne kadar haksız da olsa, oğul, onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne
kadar serkeş de olsa, baba, şefkat-ı fıtriyesini ona karşı esirgemez ve
esirgememeli."(1)

Günümüzde maalesef mal ve miras yüzünden babasına ve annesine karşı terbiyesizleşen çok
canavar bozmaları var. Peygamber Efendimiz (asv) velet, malı ile babasına aittir diye ifade
ediyor. Hadis-i Şerif şu şekilde geçiyor:

"İbn Mace’nin Hz. Cabir’den naklettiğine göre, adamın biri, “Ya Resulellah! Benim
malım ve çocuklarım vardır. Babam ise malımı elimden almak istemektedir.” deyince,
Peygamberimiz (s.a.m) “Sen ve malın babana aitsiniz.” buyurdu. Alimler, değişik
varyantları olan bu hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir."(2)

Alimler söz konusu hadise dayanarak, bir baba ihtiyaç duyduğu zaman- bir garaz damarı
olmadan ve israf etmeden ihtiyacı kadar evladının malından -onun iznini almadan- alabilir,
demişlerdir. Bu görüş alimlerin büyük çoğunluğunun görüşü olduğu belirtilmiştir.

(1) bk. Emirdağ Lahikası-I, (52. Mektup)

(2) bk. Fethu’l-Barî, 5/211-212; Tuhfetu’l-ahvezî-şamile- 3/482.

Allah insanları ayırmadan hepsini sever mi? Mesela; bir


annenin aradaki farka rağmen, tüm çocuklarını sevmesi
gibi...
Allah, insanı, sanat ve eser olarak sevebilir. Zira insan, Allah’ın sanatları içinde en
mükemmel ve ahsen-i takvim övgüsüne mazhar bir varlıktır. Bu hususta ayrım olmaz. Yani
nazar-ı İlahide bütün eşya, sanat noktasından müsavidir diyebiliriz.
Lakin insanın yanlış tercihlerini, sapkınlıklarını, isyanlarını asla ve kat'a sevmez ve
ondan razı olmaz; bilakis şiddetli bir şekilde tehdit edip ona gazap eder. Ebucehil insan
olma ve sanat noktasından kıymet ifade edebilir; ama isyan ve küfür noktasında değersizlerin
en değersizidir. Bu yüzden sanat nazarı ile gazap nazarını iltibas etmemek gerekir.
Bu hususa bir de Rahman ve Rahim isimlerinin tecelli farkı ile bakalım. Şöyle ki: Eski
tabir ile "Rahman; ism-i has tecell-i ammdır, Rahim ise ism-i amm tecell-i hasdır." Yani;
Rahman, isim olarak Allah’ın özel bir ismidir, bu yüzden başkalarına müstakilen verilmesi
caiz değildir; ama tecelli noktasından bütün mahlukatı içine alır.
Rahman, mümin-kafir, zalim-mazlum, müttaki-fasık, canlı-cansız ayırımı yapmaksızın,
bütün mahlukata şefkati ile tecelli eder. Ahiret hayatından çok dünya hayatına bakar. Yani;
Rahman ismi dünya hayatında galiben tecelli eder. Rahman isminin büyük nimetlere
bakması, ayırım yapmaksızın her şey üstünde tecelli etmesinden dolayıdır.
Rahim ismi ise; umumi bir isimdir, isim olarak herkese verilebilir; ama tecelli
noktasından hususidir, dünya hayatından çok ahiret hayatına bakar. Bu yüzden kafirler, zalim
ve dinsizler, dehşetli mahşer meydanında Rahim ismine mazhar olamayacakları için, azap
devamlı ve şiddetli olacaktır.

Allah'ın her şeyi gördüğünü, her şeyi işittiğini, her işe güç
yetirdiğine ve yetirebileceğini, her şeyin onun idaresinde
olduğunu delilleriyle ispatlar mısınız? Bu konuda hangi
risalelerde detaylı bilgi vardır?
Kainattaki muazzam görsel mucizeler ve estetik süslemeler sonsuz basar sahibi bir Zatın
varlığını kati bir şekilde ispat eder. Bir çiçeğin görsel harikalarını görmeyen bir Zatın icat
etmesi elbette kabil değildir. O Zat görüyor ve sonra görsel incelikleri ve harikaları icat
ediyor.
Yine aynı şekilde kainattaki muazzam sesler ve nağmeler güzel ve şirin sedalar her şeyi
işiten ve gören bir Zatın varlığına işaret ediyor. Suya o güzel şırıltıyı veren Zatın işitici
olmaması ve o şirin sesleri işitmemesi mümkün değildir. Kainattaki bütün sesler ve sedalar
Allah’ın Semi ismine birer levha gibidir; bu levhayı takip eden, en sonunda o Semi ismine
yanaşır.
Kainattaki hadsiz ve sayısız imkan ve ihtimaller içinden en güzeli ve en mükemmeli
seçmek hakikati, sonsuz bir irade sahibini ispat ediyor. İmkan, kelime olarak varlığı
mümkün olan şeylere denir. Yani, var olması ile yok olması eşit olan demektir. Bu eşitlikten
var olanlara, vaki; yok olanlara da mümkün denir. İşte bu eşitliği bozmak ancak ve ancak
mümkinat cinsinden olmayan vacip bir vücutla mümkündür. Zira mümkünün, mümküne illet,
yani sebep olması imkansızdır. Yoksa devir ve teselsül dediğimiz, mantıksız şeyleri kabul
etmemiz gerekir ki, bu da muhaldir.
Şimdi varlık sahasına çıkmamış bir mümkün, nasıl olur da başka bir mümkünün varlık
sahasına çıkmasına sebep olabilir. Önce kendisi varlığa kavuşsun, sonra başka mümküne
illet ve sebep olsun. Buradan açıkça anlaşılır ki: Mümkün, mümküne sebep olup
yaratıcılık yapamaz. Demek başlangıcı olmayan bir sebep olması gerekir ki bu mümkünlere
illet olsun; bu da ezeli ve ebedi olan Allah’tır.
Mesela, bir atom sayısız cisimlere veya vücutlara girme kabiliyetinde iken en uygun ve
mükemmele girmesi ve girdikten sonra her aşamada başka imkanlar ile karşılaşması ve
oralarda da bir tercih edici ve tahsis edicinin varlığına muhtaç olması, gayet mükemmel
derecede tevhide işaret eder. Atomun her adımı tevhide bir levha hükmündedir. Şuursuz
atomun o binlerce imkan ve tercihler içinde en mükemmelini ve kendine en uygun olanı
bilmesi ve tercih etmesi imkansız olduğu için, o adımların ve hareketlerin her safhasında ve
aşamasında Allah’ın tercih ve tahsisini görmek katiyetle zaruridir. Üstad Hazretleri böyle
bir tarz ve yol ile her şeyin üstünde imkan ciheti ile tevhide delil getiriyor.
Bir bina düşünelim. Bu binanın ilk merhalesi plan ve proje kısmıdır. Binanın bütün
ayrıntıları ve keyfiyeti öncelik olarak bu plan ve programda tayin ve tespit edilir. Bu
kısımda işleyen sıfat ilim ve akıldır ve bundan hasıl olan tasarımdır. Binanın kalıbı ve
gövdesinden çok, onun ilmi temeli esastır. İşte binanın bu kısım ve merhalesine İmam-ı
Mübin diyoruz.
Kainat aynı bu bina gibi önce Allah’ın ilmi ezelisinde plan ve proje olarak tasarlandı,
sonra vücuda çıkacak olan bu kainat, bu plan ve program üzere hareket eder ve onun çizdiği
hattın dışına çıkamaz. Bir ağacın çekirdeği ve kökleri İmam-ı Mübini andırır. Bunlara somut
kader nazarı ile bakabiliriz.
Kitab-ı Mübin ise, o bina ve kainatın plan ve program kısmının, yani İmam-ı Mübin
kısmının hayata geçirilmesi, harici bir vücut verilmesinin adıdır. Burada Allah’ın kudret
sıfatı hükmeder iş görür, mazi ve müstakbelden ziyade şimdiki hale bakar, alemi gaybdan
çok alemi şehadeti temsil eder. Binanın İmam-ı Mübin kısmını mühendis tayin eder, yani
plan olarak çizer. Binanın hayata geçirilmesi işini ise işçi ve ustalar yapar. Burada
mühendis Allah’ın ilim sıfatını, usta ise kudret sıfatını bizlere bildirir.
Özet olarak, İmam-ı Mübin kaderin bir ismi ve unvanıdır, eşyanın yol haritasını çizer.
Kitab-ı Mübin ise kaderde tayin ve tespit edilmiş mukadderatların eşyada infaz edilmesi
ve hayata geçirilme işlemidir.
Kainattaki sonsuz hikmet ve faydalar nasıl Allah’ın sonsuz ilmine işaret ediyor ise, aynı
şekilde bu hikmet ve faydaların vücutları ve fiilleri de Allah’ın sonsuz kudretine işaret
ediyor. Zira o hikmet ve fiilleri icat edip varlık sahasına çıkaran Allah’ın kudret sıfatıdır.
Bu konuda detaylı bilgi için, Otuz İkinci Söz'ün Üçüncü Mevkıf'ının başı, Yirmi Üçüncü
Lem'a, Otuzuncu Lem'a, Yedinci Şua, Onuncu Mektup gibi risaleleri tavsiye ediyoruz.

Allah´ı çok sevmek istiyorum. Risaleler bu konuda bana


yardımcı olabilir mi? Olursa hangi kitabın hangi bölümü
olur?
Muhabbet, marifet ile orantılıdır. Ne kadar marifet varsa o kadar muhabbet hasıl olur.
Bu sebeple Allah’a karşı muhabbetimizi artırmamız için Ona olan marifet ve imanımızı
artırmamız gerekir.
Üstad Hazretleri sebeb-i muhabbet üçtür diyor. Bunlar ihsan, cemal ve kemaldir. Yani
insan ihsan, cemal ve kemalden dolayı bir şeyi sever ve ona muhabbet besler.
İhsan, ikram ve lütuf anlamındadır. Nasıl bir insan bize karşı çok ikram ve lütuflarda
bulunsa, biz de ona karşı kalben ilgisiz kalamayıp ona muhabbet duyarız. Aynı şekilde bize
sayısız ve sonsuz ikram ve ihsanlarda bulunan Allah’a karşı ilgisiz ve alakasız kalmamız
mümkün değildir. Halbuki kainattaki bütün ihsan ve ikramlar ondan geliyor, insanların ihsan
ve ikramları da onun ihsan ve ikramının bir tecellisi, basit bir gölgesidir. Hal böyle iken,
insanın, Allah’a sonsuz bir muhabbet beslemesi gerekirken, insan bu ikram ve ihsanların
Allah’tan geldiğini iyi okuyamayıp, sebeplere vermesi, muhabbetin yüzünü sebeplere
çevirmek demektir. Mesela, anne ve babanın üzerinden Allah’ın şefkat elini görmeyen bir
yavru, muhabbetini anne ve babasına sarf ediyor, Allah’ı aklına getirmiyor, demektir.
İşte biz sağlam ve tahkiki bir iman ve marifet ile kainatta ki bütün ikram ve
ihsanların Allah’tan geldiğini görebilirsek, o zaman sebeplere dağılmış muhabbetimiz
Allah’ta toplanabilir.
Cemal, güzellik demektir. İnsan kalbi güzelliklere de ilgisiz kalamaz. Bir yerde
güzellik gördü mü ona muhabbet beslemeye başlar. Güzellik sadece bir suret ve şekil
güzelliği anlamında değildir. Ahlak güzelliği, iç güzellik, gibi her şeyin kendine mahsus bir
güzelliği vardır. Kainattaki bütün güzellikler, tıpkı ihsan ve ikramda olduğu gibi, Allah’ın
sonsuz güzelliğinden gelen basit ve çok perdelerden geçmiş birer gölge hükmündedirler. O
zaman güzelliğin gerçek kaynağı olan Allah dururken, onun basit ve çok perdelerden geçmiş
güzelliklerini sevmek ve ona ilgi duymak ve asıl kaynağı unutmak akıl karı değildir.
İşte biz yine sağlam ve tahkiki bir iman ve marifet ile kainatta ki bütün cemal ve
güzelliklerin Allah’tan geldiğini görebilirsek, o zaman sebeplere dağılmış olan
muhabbetimiz Allah’ta toplanabilir.
Kemal, kusursuzluk ve mükemmellik demektir. İnsanın kalbi kusursuz ve mükemmel
olan bir şeyi dolaysız olarak, direkt sever ve muhabbet besler. Kainattaki bütün
mükemmellikler Allah’ın mutlak ve sonsuz mükemmelliğinden süzülüp gelen basit bir
tecellidir. Basit bir kemal, kalbimizi coşturup sevgi seline çeviriyor ise, kemalin ve
mükemmelliğin kaynağı olan Allah, kalbimizi daha çok coşturmuyor ve sevgi çağlayanları
meydana etmesi gerekmez mi? Demek etmiyor ise, bakışımızda ve imanımızda bir
kuvvetsizlik ve arıza var demektir.
İşte yine sağlam ve tahkiki bir iman ve marifet ile kainattaki bütün kemal ve
mükemmelliklerin Allah’tan geldiğini görebilirsek, o zaman sebeplere dağılmış olan
muhabbetimiz ve coşkumuz Allah’ta toplanabilir.
Hülasa, muhabbet-i İlahi ancak sağlam bir marifet-i İlahi ile mümkündür. Bu zamanda
sağlam ve tahkiki marifet derslerini Risale-i Nurlar veriyor. Dört elimizle Risale-i Nurlara
sarılmamız gerekiyor vesselam...
İlgili konuyu Risalelerden okumak için tıklayınız:
Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf

Allah´ın var ve bir olduğuna iman ediyorum ve anlıyorum.


Ama onun esmasından, isimlerinden, sıfatlarından emin
olamıyorum. Mesela Rahim, Kerim isimleri; bu konuda
yardımcı olur musunuz?
Allah’ı tanımanın en sağlam ve güzel yollarından birisi, eserden müessire doğru
gitmektir. Yani eserlerinden hareket ederek, eser sahibini tanımaktır. Bu yüzden kainat ve
içindeki sanatlar hepsi birer penceredir, bu pencerelere iman gözü ile bakılırsa, marifet
şuaları parıldar. Her bir eser üstünde Allah’ın isim ve sıfatları tecelli eder. İnsan bu
tecellileri takip ederek kaynağı olan Allah’a ulaşır. Bu tecelliler içinde Allah’ın bin bir ismi
tecelli eder. Her meslek ve meşrep sahibi bu isimlerden birisini esas alır ve o ismin gözlüğü
ile kainata ve eserlere bakar, o isme yapışır ve o ismin tecelli ipi ile Allah’a ulaşır.

َ ُ‫ﺷْﻰٍء اِﻻﱠ ﯾ‬
‫ﺴﺒﱢُﺢ ﺑَِﺤْﻤِﺪِه‬ َ ‫ َواِْن ِﻣْﻦ‬sırrınca, her şeyden Cenâb-ı Hakka karşı pencereler
hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati,
esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya
istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ,
hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i
hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda nihayet
bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i
insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i
evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i
eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, birtek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak
yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”(1)

Üstad Hazretlerinin yukarıdaki enfes ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, her bir eşya ve
mahluk bir çok ismin mana ve hükümlerini gösteren bir ayna ve levha gibidir. Elmanın
Allah’a işaret eden yüzlerce yönü ve nispeti bu isimlerin mana ve hükümleridir. Mesela,
elmanın şekli Musavvir ismine, midemize rızık olması Rezzak ismine, azalarımıza şifa ve
vitamin olması Şafi ismine, ikram ve ihsan olması Kerim ve Mün’im isimlerine, içindeki
hikmet ve faydalar Alim ve Hakim isimlerine ve hakeza; her bir mana bir pencere olup
arkasındaki bir isme işaret ediyor ve o isimleri ispat ediyor. Ve Allah’ı bize bütün isim ve
sıfatları ile mükemmel bir şekilde tarif ediyor.

"İşte, hakaik-i eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki


hakikî hakaik, o esmânın cilveleri olduğunu ve her şeyin çok cihetlerle, çok dillerle
Sâniini zikir ve tesbih ettiğini anla."(2)

Bütün mahlukatın ve eşyanın aslı ve hakikati Allah’ın isim ve sıfatlarından ibarettir. Bu


isim ve sıfatlar mahlukatın arka planından çekilse her şey helak ve harap olur. Mesela
Rezzak ismi faaliyetini durdursa, rızka muhtaç bütün canlılar ölür. Muhyi ismi tecelli
etmese bütün hayatlar söner. Müzeyyen ismi cilvesini çekse, bütün mahlukat estetik ve
güzellikten mahrum kalır... İşte her bir isim bir hakikatin müessisi ve membaıdır, bu isimler
çekilse kainattaki bütün hakikatler de çekilir.
Allah’ın isim ve sıfatları sonsuzdur. Kainat ve mahlukat bu sonsuz isimlere tam manası
ile mikyas ve mahal olamazlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını kainattaki tecellileri ile
ölçüp biçemeyiz, sadece bir fikir edinebiliriz. Bu yüzden mahlukattaki bütün tecellilere
damla, isim ve sıfatlara ise okyanus tabiri kullanılmıştır. Yani bütün mahlukattaki tecelliler
Allah’ın sonsuz isimlerinin bir damlası, çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi
mesabesindedir.
Mesela yeryüzündeki bütün anne ve babaların şefkati toplansa, Allah’ın sonsuz şefkati
yanında bir damla, bir pırıltı gibi kalır. Aynı şekilde cennetteki bütün güzellikler toplansa,
onun isim ve sıfatlarının bir cilvesi bir damlası kadar olamaz. Zaten sonsuz bir sıfat ile sonlu
bir mahluk kıyas edilemez. Ama sonsuzun anlaşılmasında sonlunun bir nebze faydası
dokunur. İşte kainattaki bu dağınık ve cüzi şefkatlerin hakiki kaynağı ve esası Allah’ın
Rahman ve Rahim isimleridir. Hal böyle olunca, eşyanın gerçekliği ve hakikati Allah’ın
isimlerine dayanıyor. Bu da esmanın hem varlığına hem de önem ve mahiyetine bir nebze de
olsa işaret eder kanaatindeyiz.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(2) bk. a.g.e.

Aşık olmak iradi bir şey olmadığı halde, Said Nursi niçin
aşık olmayı iradi bir şeymiş gibi gösteriyor? Hem aşık olmak
günah olmadığı halde Said Nursi´nin "haram durumlar"
için kullandığı "zehirli bal" ifadesini kullanmasını nasıl izah
edersiniz?
İnsanın fıtratına konulmuş olan duyguları, insanın kökünden söküp atması imkansızdır. Bu
sebeple duyguları kökünden söküp atmak yerine, yönünü çevirmek esas olmalıdır.
Üstad'ın ifadesi:

"Muhabbet çendan ihtiyarî değil. Fakat, ihtiyar ile, muhabbetin yüzü bir
mahbuptan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini
göstermekle, veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya
âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazî mahbuptan hakikî mahbuba
çevrilebilir."(1)

Mesela, düşmanlık hissi insanın fıtri bir duygusudur; bu hissin fıtrattan sökülüp atılması
kabil değildir. Öyle ise bu duygunun yönünü ve yüzünü mümin kardeşlerimize değil, başka
taraflara çevirmek gerekir.
Mesela, düşmanlığımızı düşmanlık duygusunun kendisine çevirirsek, yani Üstad'ın
ifadesi ile adavete adavet etsek, o duygunun ateşi kendi üstünde söner gider.
İkinci alternatif yön ise büyük düşmanımız olan nefse ve hevaya çevirmektir. Evet
ebedi saadetimizin mahvına çalışan nefis ve heva en büyük düşmanımızdır. Öyle ise
öfkemizi ve düşmanlığımızı bu düşman üstüne tevcih etmeliyiz.
Üçüncüsü ise, kafirler ve zındıklar çoktur, düşmanlık ateşini onlara çevirip o hissi
orada söndürmek gerekir. Böyle üç tane meşru ve tatmin olacağımız yer varken, neden
mümin kardeşimize adavet edelim ve günaha girelim, diyerek aklı ve nefsi ikna etmeliyiz.
İnsanların karakterleri asla değişmez ama yüzü hakka ve hayra çevrilebilir. Mesela,
karakter olarak cimriliğe müsait olan birisinden bu haslet söküp atılamaz, ama bu hasletin
yüzü iktisat ve tutumluluğa çevrilebilir. Karakter olarak inadı huy edinmiş bir insandan inadı
tamamen kaldırmak imkansızdır, ama inadı hakta sebat ve devamlılık suretine çevirmek
imkan dahilindedir.
Risale-i Nur terbiye metodu olarak karakterini yok et, değiştir tarzını değil, yüzünü ve
yönünü değiştir tarzını tatbik ediyor. Bu da fıtri olduğu için tesirli ve gerçekçi bir yaklaşım
oluyor. Bu konunun detayı Dokuzuncu Söz'de izah edilmektedir.
Aşk ve muhabbet insanın en köklü ve en esaslı bir duygusudur; bunun da diğerleri gibi
tamamen fıtrattan sökülüp atılması kabil değildir. Ama bu duyguyu İlahi veya mecazi aşka
çevirmek insanın iradesine bakar. İnsan kalbini İlahi aşka yönlendirme fırsatı ve imkanı
varken, bunu mecazi aşkların dalgasına terk ediyor ise, bu mesuliyeti gerektiren bir
durumdur. Muhabbet etme kabiliyetini Allah kendi Zatı ve isimlerini sevmemiz için bize
takmıştır, insan suistimal ile bu kabiliyeti mecazi aşklara çeviriyor, öyle ise mesuldür.
Allah insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak
genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedi ve solmayan
bir güzellik ile tatmin olabilir.
Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır.
Sevdiğimiz o güzellik, ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun
olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler
için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suiistimal edip Allah'a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek, bunun
tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise
iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak
sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir.
Kainatta aşka sebep olan üç faktör vardır. Bunlar cemal, kemal ve ihsandır. insan bu
sebeplerden dolayı aşık olur ya da birisini sever. Halbuki kainattaki bütün güzellikler,
mükemmellikler, ikram ve ihsanların membaı ve esası Allah’ın isim ve sıfatlarıdır.
Kainattaki bütün güzellikleri toplasak, Allah’ın cemali yanında okyanustan bir damla
mesabesinde kalır. Üstelik bu güzellik ebedidir. Öyle ise neden damla ile oyalanıp acı ve
elem çekelim, asıl güzelliğe, kaynağına kalbimizi tevcih edip tatmin olmak varken.
Mesela, çok susamış bir adam düşünelim. Ağzı susuzluktan kavrulur bir vaziyette iken,
bir baraja rast gelir. Barajın bendinin bu tarafında toprak üzerinde az bir ıslaklık var, ama
arkasında ise nezih ve leziz büyük bir gölet var. Şu şaşkın adam kavrulmuş ağzını toprak
üzerindeki ıslaklığa dayamış kanmaya çalışıyor. İşte biz de sonsuz güzellik sahibi Allah
varken, gidip ıslaklık mesabesinde fani ve adi güzelliklere kalp dudağımızı yapıştırıp
kanmaya çalışıyoruz. Üstelik o güzellikler Allah’ın güzelliğinden zaif ve çok perdelerden
geçmiş bir sızıntısı konumundalar. Biz nazarımızı ve kalbimizi o mecazi sevgiliden hakiki
sevgiliye, yani Allah’a çevirirsek, hem o beladan kurtuluruz, hem de gerçek güzelliği
bulmuş oluruz.
Özet olarak, Allah insana ancak kendi ile meşgul olup onun ile tatmin olabilecek
mahiyette bir kalp vermiştir. Bu sebeple kalbin Allah’tan başka şeyler ile meşgul olup
onlara aşık olması, zaten doğru olan bir şey değildir. Kalbin fani olan mahluklara aşık
olması kalbin manevi bir hastalığıdır, hatta kalbi bir şirktir. Zira Allah, kalbi insana sadece
kendisini sevmemiz için tahsis etmiştir. Biz bu tahsise ihanet ederek farklı şeylere aşık
olursak, elbette bu Allah katında makbul ve caiz olmaz.

"Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur."(Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk tek
mahbub Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip, Allah aşkına
yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok
fazla olur. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevemeye değmez)
deyip, mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.

"Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis
hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur;
safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet
olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden
zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya
faydasızdır veya azaptır (eğer harama girmişse)."
"Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet nasıl faydasız kalır?"
"Elcevap: Ehl-i teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali
Radıyallahu Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler,
Kur'ân'ın irşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın hesabına ve muhabbet-i Rahmân
namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var."
"Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir
nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir."
"Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men
etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine
binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin."(2)

Özet olarak; mevcudatı Allah hesabına ve onun sanat ve eserleri olduğu için sevmeliyiz
ve Allah’a olan muhabbetimize bir vesile ve araç yapmalıyız.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf
(2) bk. a.g.e.,

Aşık olmak, kişinin Allah'a olan samimiyetini, ihlasını


bozar mı?
Allah, insana ancak kendi ile meşgul olup, onun ile tatmin olabilecek mahiyette bir kalp
vermiştir. Bu sebeple kalbin, Allah’tan başka şeyler ile meşgul olup, onlara aşık olması,
zaten doğru olan bir şey değildir. Kalbin fani olan mahluklara aşık olması, kalbin manevi bir
hastalığıdır, hatta kalbi bir şirktir. Zira Allah, kalbi insana sadece kendisini sevmemiz için
tahsis etmiştir. Biz bu tahsise ihanet ederek, farklı şeylere aşık olursak, elbette bu Allah
katında makbul ve caiz olmaz.

"Kalpler ancak Allahın zikriyle tatmin olur."(Rad,13/ 28) ayetinde de ihtar ve ikaz
edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk, tek mahbub; Allah’tır. Bu
sebeple kalbimize giren, bu kir ve pasları temizleyip, Allah aşkına yanmamız gerekir. Yoksa
insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok fazla olur. Hazreti İbrahim
(as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevmeye değmez) deyip, mecazi aşklardan
kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.

Kalbi mecazi aşklar ile meşgul olan bir insanın, iman ve samimiyeti kemallik noktasından,
elbette noksan ve zayıf olur. Belki amelleri ve ibadetleri iptal etmez; lakin suni ve noksan
olur. Aşk ve muhabbet, marifet ve imanın bir neticesi olmasından dolayı, bizim yapacağımız
öncelikli şey; iman ve marifet noktasından terakki etmektir. Bu zamanda sağlam imanı ve
hakiki marifeti Risale-i Nurlar kemali ile vermektedir. Risale-i Nurlar ile çokça meşgul
olursak, inşallah bu kalbi ve manevi hastalıklar şifa bulur.

Bediüzzaman'a Göre Beşeri Aşk Nasıl Olmalıdır?


"Mühim bir sual: Diyorsunuz ki: "Muhabbet ihtiyarî değil. Hem, ihtiyac-ı
fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve valide ve evlâtlarımı
severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbaplarımı severim. Enbiya ve
evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı
severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri Cenâb-ı
Hakkın zât ve sıfât ve esmâsına verebilirim? Bu ne demektir?"
"BİRİNCİ NÜKTE"
"Muhabbet çendan ihtiyarî değil. Fakat, ihtiyar ile, muhabbetin yüzü bir
mahbuptan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ, bir mahbubun çirkinliğini
göstermekle, veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya
ayna olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü mecazî mahbuptan hakikî mahbuba
çevrilebilir."
"İKİNCİ NÜKTE"
"Tâdât ettiğin sevdiklerini sevme demiyoruz. Belki onları Cenâb-ı Hakkın
hesabına ve Onun muhabbeti namına sev deriz.(...)"
"Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlâhiyenin mûnis, lâtif bir hediyesi olduğu
cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-ü suretine muhabbetini
bağlama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letâfet
ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemâli ise, ulvî,
ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemâl-i şefkat ve hüsn-ü sîret, âhir hayata
kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaife, lâtife mahlûkun hukuk-u hürmeti o
muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa, hüsn-ü suretin zevâliyle, en muhtaç olduğu bir
zamanda biçare hakkını kaybeder.(...)"
"Elhasıl: Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfiyle sev; mânâ-yı ismiyle
sevme. "Ne kadar güzel yapılmış" de. "Ne kadar güzeldir" deme. Ve kalbin
bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb
âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur."
‫ﺐ َﻣﺎ ﯾُﻘَﱢﺮﺑُﻨَۤﺎ اِﻟَْﯿَﻚ‬ ٰ
‫ اَﻟﻠُّﮭﱠﻢ اْرُزْﻗﻨَﺎ ُﺣﺒﱠَﻚ َوُﺣ ﱠ‬de.İşte, bütün tâdât ettiğimiz muhabbetler, eğer bu
suretle olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem bir cihette zevalsiz bir visaldir. Hem
muhabbet-i İlâhiyeyi ziyadeleştirir. Hem meşru bir muhabbettir. Hem ayn-ı lezzet
bir şükürdür. Hem ayn-ı muhabbet bir fikirdir."(1)

"Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o


aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o
şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı
mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder."
"İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri
mecazî, biri hakikî."(2)

"Güzel değil batmakla kaybolan bir mahbup. Çünkü zevâle mahkûm, hakikî
güzel olamaz. Aşk-ı ebedî için yaratılan ve âyine-i Samed olan kalb ile sevilmez ve
sevilmemeli."(3)

Üstat, yukarıda insanların nasıl bir muhabbet ve aşk içinde olması gerektiğine işaret
ediyor. Allah için ve Allah hesabına olmayan muhabbet ve aşkların, yanlış ve boş olduğuna,
hatta sahibine azap ve acı vermekten başka hiçbir faydası olmadığına işaret ediyor.
Allah, insana kalp ve muhabbet hissini, kendi isim ve sıfatlarını sevdirmek için
vermiştir. Hatta insandaki kalp ve muhabbete öyle bir genişlik ve keskinlik vermiş ki; ancak
ezeli ve ebedi olan Allah’ın cemal ve kemali ile tatmin olabilir bir vasıftadır. Öyle ise
insanın bu muhabbet ve kalbî kabiliyetlerini, mecazi ve fani mahlukatta kullanması meşru ve
helal değildir. Mahlukatı ise ancak Allah’ın bir san'atı, Allah’ın cemal ve kemaline bir ayna
olması noktasından ancak Allah namına sevebilir. Bunun nasıl olacağını Üstat yukarıda geniş
örnekler ile izah ediyor.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(2) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup
(3) bk. Sözler, On Yedinci Söz, İkinci Makam

Beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed


tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshil eder. Bin,
belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesaiti
gösterir..." cümlelerini devamıyla açar mısınız?
"Hem beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu
gayet derecede teshil eder ve kolaylaştırır. Bin, belki elli bin senelik mesafeyi bir
günde kestirecek vesaiti gösterir."

"Hem Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâli tanıttırmakla, insanı Ona bir
memur abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhanesinde,
hem berzahî ve uhrevî menzillerde kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasıl ki,
bir padişahın müstakim bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilâyetin
hudutlarından suhuletle ve tayyare, gemi, şimendifer gibi sür'atli vasıta-i seyahatle
gezer, geçer. Öyle de, Sultan-ı Ezelîye iman ile intisap eden ve amel-i salih ile
itaat eden bir insan, şu misafirhane-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve
âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş
hudutlarından berk ve burak sür'atinde geçer, tâ saadet-i ebediyeyi bulur. Ve şu
hakikati kat'î ispat eder ve asfiya ve evliyaya gösterir."(1)

Üstad, bu bahsin bütününde; iman ve küfür mesleğinin, insana ve insanın ebedi


yolculuğuna kazandırdıkları ve kaybettirdikleri şeyleri zikrediyor. İman; insana hem bu
dünyada hem de ebed yolculuğunda çok şeyler kazandırdığı ve onu rahatlattığı gibi; küfrün
de, insana hem bu dünya hayatında hem de ebed yolculuğunda çok şeyler kaybettirdiğini,
hem de çok büyük sıkıntı ve zahmetler verdiğini izah ediyor.

İnsan; ruhlar aleminden başlayıp anne karnına, oradan dünyaya, dünyada çocukluk, gençlik,
yaşlılık süreçlerini geçirip oradan kabre, kabirden haşire, haşirden hesaba, hesaptan sırat
köprüsüne ve en nihayetinde cennet ve cehennem gibi ebedi içinde kalacağı son durağa
varmak gibi, dehşetli ve uzun bir yolculuğun içindedir. İşte bu dehşetli yolculuğu, rahatla
geçirmek ve kısaltmak; ancak iman ve salih amel ile mümkündür. İman ve güzel amelin, bu
yolculuğun her aşamasında bir tecellisi, bir tesiri vardır.

İnsanın dünya hayatında, iman ve güzel amel hakim ise; insan dünyanın elem ve
sıkıntılarından kurtulur, kalbi ve ruhu, cennete gitmeden cennet hayatının numunesini yaşar.
Kabir cennet bahçelerinden bir bahçe olur, hesap günü kolay ve rahat geçer, sırat
köprüsünden şimşek hızı ile geçer, en nihayetinde cennete vasıl olur.

İnsanın dünya hayatında küfür ve isyan hakim olursa, insanın kalbi ve ruhu, daha
cehenneme gitmeden, bu dünyada cehennem hayatını hisseder. Kabir cehennem çukurlarından
bir çukur olur. Hesap çok dehşetli ve sıkıntılı geçer. Sırat köprüsü kıldan ince ve kılıçtan
keskin olup, cehenneme bir kapı hükmünde olur ve en nihayetinde ebedi kalmak için
cehennem içine yuvarlanır.
İşte iman ve küfrün ebedi yolculuktaki kısa bir hal tasviri.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf

Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor, sevse


de size bir fayda vermiyor; dâimâ hadsiz firâklardan ve
ümitsiz dönmemek üzere zevâllerden azab çekiyorsunuz..
İfadelerini açar mısınız?
Çünkü, o hadsiz mahbuplarınızın bir kısmı size Allahaısmarladık demeyip, size
arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa da sizi sevmiyor,
sevse de size bir faide vermiyor. Daima hadsiz firaklardan ve ümitsiz, dönmemek üzere
zevâllerden azap çekiyorsunuz. Otuz İkinci Söz

Kalp Allah’ı sevmek için verilmiş, dolayısıyla “Samed aynası olan bâtın-ı kalble sanem-
misal dünyevî mahbuplara perestiş etmek” cezayı gerektirir. Allah kendisinden başkasına
yöneltilen muhabbeti bir baş belası yapıyor. Böyle bir muhabbet saadete değil, eleme neden
oluyor. Bunun en aşikâr delili “mecazî aşklarda yüzde doksan dokuzu, mâşukundan
şikâyet” etmesidir.

Şu dünyadaki her türlü saadet geçicidir, “Bir zaman lezzet verse, firakıyla birçok zaman
elem verir. Sana tattırır, iştahını açar, fakat doyurmaz. Çünkü ya onun ömrü kısa, ya
senin ömrün kısadır; doymaya kâfi değil.”

Bazılarını seviyoruz. Ama onun bizim sevgimizden bile haberi olmuyor. Mesela dünya ve
bazı dünyevî sevgililer. “… madem dünya birgün bize "Haydi, dışarı" diyecek,
feryadımızdan kulağını kapayacak. O bizi dışarı kovmadan, biz bu hastalıklar ikazatıyla
şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke
çalışmalıyız.”

Bazılarının sevgimizden haberi olsa bile bize aynı sevgiyi duymuyor. Karşılıksız aşklar
insanı hem hor ve hakir ediyor, hem de kalpleri kin ve nefretle dolduruyor.

Bazıları bizi sevse bile bize bir fayda vermiyor. Mesela bazı sevenlerimiz var ama, hiç
birinin mesela elimizden kayıp giden gençliğimizin, sıhhatimizin ve hayatımızın devamına
dair bir yardımları dokunmuyor.

Baharı, gençliği, dostlarımızı seviyoruz; fakat hepsiyle bir ayrılık kaçınılmazdır. Geri
dönüşü olmayan bu ayrılıklardan dolayı, her sevdiğimiz bizim için ayrı birer yaradır.

Bizi tecrübe eden Cenab-ı Hakk'a karşı muhabbet nasıl


oluşur?
Üstad muhabbetin sebebi üçtür diyor. Bunlar; ihsan, cemal ve kemaldir. Yani insan;
ihsan, cemal ve kemalden dolayı bir şeyi sever ve ona muhabbet besler.

İhsan: Yani; ikram ve lütuf anlamındadır. Nasıl bir insan bize karşı çok ikram ve lütuflarda
bulunsa, biz ona karşı kalben ilgisiz kalamayıp, ona muhabbet duyarız. Aynı şekilde bize
sayısız ve sonsuz ikram ve ihsanlarda bulunan Allah’a karşı, ilgisiz ve alakasız kalmamız
mümkün değildir. Halbuki kainattaki bütün ihsan ve ikramlar ondan geliyor, insanların ihsan
ve ikramları da onun ihsan ve ikramının bir tecellisi, basit bir gölgesidir. Hal böyle iken,
insanın Allah’a sonsuz bir muhabbet beslemesi gerekirken, insan bu ikram ve ihsanların
Allah'tan geldiğini iyi okuyamayıp sebeplere vermesi, muhabbetin yüzünü sebeplere
çeviriyor. Mesela; anne ve babanın üstünde, Allah’ın şefkat elini görmeyen bir yavru,
muhabbetini anne ve babasına sarf ediyor, Allah’ı aklına getirmiyor.

İşte biz, sağlam ve tahkiki bir iman ile kainattaki bütün ikram ve ihsanların, Allah’tan
geldiğini görebilirsek, o zaman sebeplere dağılmış muhabbetimiz, Allah’ta toplanabilir.

Cemal: Güzellik demektir. İnsan kalbi güzelliklere de ilgisiz kalmaz. Bir yerde güzellik
gördü mü ona muhabbet beslemeye başlar. Güzellik sadece bir suret ve şekil güzelliği
anlamında değildir; ahlak güzelliği, iç güzellik gibi her şeyin kendine mahsus bir güzelliği
vardır. Kainattaki bütün güzellikler de aynı ihsan ve ikramda olduğu gibi, Allah’ın sonsuz
güzelliğinden gelen basit ve çok perdelerden geçmiş birer gölgeler hükmündedir. O zaman
güzelliğin gerçek kaynağı olan Allah'tır. O'nun basit ve çok perdelerden geçmiş
güzelliklerini sevmek ve ona ilgi duymak ve asıl kaynağı unutmak, akıl karı değildir.

İşte biz, yine sağlam ve tahkiki bir iman ile kainattaki bütün cemal ve güzelliklerin,
Allah’tan geldiğini görebilirsek, o zaman sebeplere dağılmış olan muhabbetimiz,
Allah’ta toplanabilir.

Kemal: Kusursuz ve mükemmel demektir. İnsanın kalbi kusursuz ve mükemmel olan bir şeyi
dolaysız olarak, direkt sever ve muhabbet eder. Kainattaki bütün mükemmellikler, Allah’ın
mutlak ve sonsuz mükemmelliğinden süzülüp gelen basit bir tecellidir. Basit bir kemal
kalbimizi coşturup sevgi seline çeviriyor ise; kemalin ve mükemmelliğin kaynağı olan Allah,
kalbimizi parça parça etmesi gerekmez mi? Demek etmiyor ise; bakışımızda ve imanımızda
bir kuvvetsizlik ve arıza var demektir.

İşte yine sağlam ve tahkiki bir iman ile kainattaki bütün kemal ve mükemmelliklerin
Allah’tan geldiğini görebilirsek o zaman sebeplere dağılmış olan muhabbetimiz ve
coşkumuz Allah’ta toplanabilir.

Hülasa olarak; muhabbet-i İlahi ancak sağlam bir Marifet-i İlahi ile mümkündür. Bu
zamanda sağlam ve tahkiki marifet derslerini, Risale-i Nur'lar veriyor. Dört elimizle
Risale-i Nur'lara sarılmamız gerekiyor vesselam...

Bu dünyada gördüğümüz her şey Esma-i İlahiyenin


yansımasıdır ya da bu dünyada gördüğümüz her şeyde
Esma-i İlahiye vardır. Bu sözler ne demektir; hangisinin
kullanılması doğrudur?
"Gördüğümüz her şey Allah’ın isimlerinin bir tecellisidir." demek ile, "Her şeyde
Allah’ın isimlerinin tecellisi vardır." demek arasında pek bir fark yoktur. Her iki cümle de
aynı hükme ve manaya işaret ediyor.

"İşte, hakaik-i eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki


hakikî hakaik, o esmânın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle
َ ُ‫ﺷْﻰٍء اِﻻﱠ ﯾ‬
Sâniini zikir ve tesbih ettiğini anla. ‫ﺴﺒﱢُﺢ ﺑَِﺤْﻤِﺪِه‬ َ ‫ َواِْن ِﻣْﻦ‬nin bir mânâsını bil ve
ِ ِ‫ﺳْﺒَﺤﺎَن َﻣِﻦ اْﺧﺘَٰﻔﻰ ﺑ‬
‫ﺸﱠﺪِة ظُُﮭﻮِرِه‬ ُ de. "(1)

Bütün mahlukatın ve eşyanın aslı ve hakikati Allah’ın isim ve sıfatlarından ibarettir. Bu


isim ve sıfatlar mahlukatın arka planından çekilse, her şey helak ve harap olur.
Mesela, Rezzak ismi faaliyetini durdursa, rızka muhtaç bütün canlılar ölür. Muhyi ismi
tecelli etmese, bütün hayatlar söner. Müzeyyen ismi cilvesini çekse, bütün mahlukat estetik
ve güzellikten mahrum kalır vs... İşte her bir isim bir hakikatin müessisi ve menbaıdır, bu
isimler çekilse kainattaki bütün hakikatler de çekilir.
Allah’ın isim ve sıfatları sonsuzdur. Kainat ve mahlukat bu sonsuz isimlere tam manası
ile mikyas ve mahal olamazlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını kainattaki tecellileri ile
ölçüp biçemeyiz, sadece bir fikir edinebiliriz. Bu yüzden mahlukattaki bütün tecellilere
damla, isim ve sıfatlara ise okyanus tabiri kullanılmıştır. Yani bütün mahlukattaki tecelliler
Allah’ın sonsuz isimlerinin bir damlası, çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi
mesabesindedir.
Mesela, yeryüzündeki bütün anne ve babaların şefkati toplansa Allah’ın sonsuz şefkati
yanında bir damla bir pırıltı gibi kalır. Aynı şekilde cennetteki bütün güzellikler toplansa,
onun isim ve sıfatlarının bir cilvesi bir damlası kadar olamaz. Zaten sonsuz bir sıfat ile sonlu
bir mahluk kıyas edilemez. Ama sonsuzun anlaşılmasında sonlunun bir nebze faydası
dokunur. İşte kainattaki bu dağınık ve cüzi şefkatlerin hakiki kaynağı ve esası Allah’ın
Rahman ve Rahim isimleridir. Hal böyle olunca, eşyanın gerçekliği ve hakikati Allah’ın
isimlerine dayanıyor.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf

Bütün esma her eşyada tecelli ediyor mu? Allah'ın tüm


isimleri bir eşyada tecelli eder mi?
Allah'ın tüm isimleri her varlıkta tecelli etmez; en fazla tecelli eden varlık insandır.
Zaten insanın üstünlüğü ve şerefi de buradan kaynaklanmaktadır.
En az tecelli cansız varlıklarda, en çok tecelli ise canlı varlıklarda olur. Hayat mertebesi
arttıkça esmadaki tecelli de artar. En kamil hayat mertebesi insanda olunca, en fazla tecelli
de insanda olmaktadır.

Cenab-ı Hakk'ın Bani isminin bizdeki ve kainattaki


tecellisi nasıldır?
Bani: Kelime olarak kurucu, yapan, yapıcı, yaptırıcı, bina eden manalarına geliyor.
Kainatı bir binaya benzetirsek, bunun Banisi yani bina edeni Allah’tır. İnsanın hem
maddi hem manevi cephesini bir binaya benzetirsek, yine bu binanın Banisi Allah’tır. Bu
ölçüyü bütün mahlukata tatbik etmek mümkündür. Her bir bitki hayvan ve cansız varlıklar
mükemmel bir bina edasında ve şeklinde inşa edilmişler.
Bani ismi aslında Allah’ın yedi sabit sıfatının tecellisine genel bir unvan gibidir. Mesela
bir çiçeği ilim sıfatı planlar, irade sıfatı seçer kudret sıfatı yaratır; bunların genel
manalarından mürekkep olan inşa ve var etme işlemine Bani deniliyor.
Nasıl bir usta binayı inşa ederken ilim, irade ve kudreti ile inşa ediyorsa, aynı şekilde
Allah da mahlukatı inşa ederken ilim, irade ve kudret sıfatı ile inşa eder; bu inşa işi üç
sıfattan farklı bir mana olduğu için Bani ismi ile tarif ediliyor.

Cenab-ı Hakk'ın isimleri 99 mu, 1001 mi yoksa sonsuz


mudur?
Bu konuda farklı rivayetler vardır. Doksa dokuz olarak geçen rivayetler olduğu gibi, "bin
bir esma" olarak geçen rivayetler de vardır.
Diğer yandan sonsuz isimler vardır, ifadesi de doğrudur. Her bir rivayet ayrı ayrı olarak
ele alınıp değerlendirilebilir. Üç ayrı görüşü de destekleyen deliller vardır. Konu ile ilgili
ayet ve hadis için "sorularlaislamiyet.com" sitemize başvurmanızı rica ederiz.

Cenab-ı Hakk'ın isimlerini, ağaçta, böcekte, çiçekte,


hayvanda, insanda vs. kolaylıkla genel hatlarıyla okuyoruz.
Ama hadiselerde biraz daha müşkil oluyor, belki de hiç
okuyamıyoruz. Hadiselerdeki esma tecellilerini Risalelerden
yola çıkarak açıklar mısınız?
Hadiselerde Allah’ın rububiyet ve uluhiyetini görmek biraz daha zor ve dikkat istiyor.
Risale-i Nurlarda bu konu hakkında dağınık olarak bir çok yer gösterilebilir, ama bu konu
hakkında direkt olarak geniş bir izahı biz bilmiyoruz.
Özellikle hadiseler karşısında Allah’a itimat edilmesi gerekirken, insan ya sebeplere ya
da nefsine itimat ediyor. Allah da ceza olarak bu kimseleri korku, endişe ve kaos içinde
bırakıyor. Evet, tevhit ve tevekkülde saadet ve emniyet, şirk ve sebeplere itimat etmekte ise
elem ve korku vardır.
İnsanlar saadet ve elemi Allah’tan bilmeyip, sebeplerden bilirlerse, sebeplerin kulu ve
kölesi olurlar. Bu yaklaşım içtimai ve siyasi olaylarda da böyledir. Çok insanların ağzında,
filanca olmasa idi ekonomi düzelmez, huzur kalmazdı gibi lakırdılar dolaşıyor. Filanca kişi
Allah’ın irade ve kudretine sadece bir perdedir, bir bahanedir. Her şeyde olduğu gibi, siyasi
ve sosyal olaylar da Allah’ın emir ve iradesi ile gerçekleşir.
Her olayın arkasında hangi isimler tecelli ediyor diye tam manası ile belki ihata
edemeyebiliriz, ama her hadisenin arkasında kaba hatları ile, Allah’ın rububiyet ve
uluhiyetini görebiliriz. Dikkat ve tahkiki iman nazarı ile hadiselerin arkasındaki isimler
okunabilir ama bu, kişilerin manevi donanım ve derecesine, nazarlarının keskinliğine bakar.
Cenab-ı Hakk'ın isimlerinin cilvelerinin her yerde
görünmesini nasıl anlamalıyız, birkaç misal verebilir
misiniz?
Allah’ın güzel isimlerinin cilveleri ve nakışları, kainat üstünde görünen eser ve
sanatlardır. Yani kainatta var olan eser ve sanatların hepsi, Allah’ın güzel isimlerinin bir
tecellisi bir yansımasıdır.
Mesela bir çiçek üstündeki tasvir ve çizim, Allah’ın Musavvir isminin bir tecelli ve
cilvesidir. Çiçeğin şirin ve tatlı süsleri Allah’ın Müzeyyin isminin bir yansıması ve
cilvesidir. Çiçeğin bünyesindeki intizam, Allah’ın Nazım isminin bir cilvesidir. Çiçeğin
hayatına lazım olan erzakların gelip bünyesine girmesi ve yerleşmesi, Allah’ın Rezzak
isminin bir cilvesidir...
Yine insan kainat içinde Allah’ın isimlerine tecelli ve ayna olma noktasında, en kapsamlı
bir eser ve en mükemmel bir sanattır. Yukarıda örnek olarak verdiğimiz çiçekte Allah’ın
bütün isimleri tecelli etmeyebilir, lakin insan mahiyetinde Allah’ın bütün isimleri tecelli
ediyor. Bu noktada insan mazhar-ı azamdır, yani Allah’ın isim ve sıfatlarına tecelli olmak
noktasından insan kainatın en büyük mazharı ve parlak mahallidir.
Mesela insanın simasındaki göz, Allah’ın Basar sıfatının bir tecellisidir; kulak Sem
sıfatının bir yansımasıdır; konuşma mahalli olan dil Kelam sıfatının bir cilvesidir; yüzdeki
tasvir ve çizim Musavvir isminin; hayata lazım olan rızkın gönderilmesi ve bedenin ve
bedende çalışan hücrelerin beslenmesi Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir.
Bu isimler gibi Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde tecelli edip
cilvesini göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi, kaynakları hükmünde olan isimlere
açılan birer pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve
sıfatlarına intikal ederler.
Bal arısı Allah’ın bir sanatıdır, bu sanat üstünde Allah’ın bir çok ismi kendi hüküm ve
manasını sergiler ve gösterir. Çiçek ve semada görünen tecelliler, aynı şekilde arının
mahiyetinde de tecelli edip görünür. Arının rızkı, hayatı, görmesi, renkleri vesaire hepsi bir
isme işaret ediyor.
Yine semavatta Allah'ın celal ve Kibriya ismi hükümrandır, galip odur; ama sair isimler
de orda onun gölgesi ve riyasetinde tecelli ederler, yani Latif ve Cemal manası semavatta
tamamen kaybolmaz. Sadece geri planda durur. Onun için bir şeye nazar ettiğimiz vakit, bir
isimi orada galiben görürüz, diğerlerini de ona tabi olmuş olarak görürüz.
Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıf’da Üstad Hazretleri bu tecelli ve nakışları, temsil
dürbünü ile çok kapsamlı bir şekilde izah ediyor.

Cenab-ı Hakk'ın, Koku ve Tatlardaki Esmaları


Hangileridir?
Kokuların burna rızık olması, tatların dile rızık olması cihetleriyle REZZAK ismine
mazhar olunmaktadır.
Güzel, yumuşak bir kokunun algılanması sonrası vücutta bir rahatlama, gözün memnuniyeti
ortaya çıkmaktadır, burda da LATİF, CEMİL, MÜLEVVİN, MUSAVVİR, MÜZEYYİN,
HÂLIK gibi isimlerin de tecellileri görülmektedir..

Bu güzellikleri ihsan eden Allah'ın merhameti, şefkati, sevmesi ve sevilmesi aşikârdır;


dolayısıyla RAHMAN, RAHİM, VEDUD gibi isimlerin de tecellileri görülmektedir,
denilebilir.

Cenab-ı Mevlamızın en güzel isimlere sahip olduğunu


biliyoruz, ama bu isimler sadece doksan dokuz tane mi? Nasıl
ilahi isimlere ayna olacağız, bütün ilahi isimlere ayna olabilir
miyiz?
Esma-i Hüsna ile ilgili hadis-i şerifte Allah’ın doksan dokuz ismi sayılmıştır. Hz. bu
Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bunları ezberlerse cennete girer. Allah tektir, teki
sever."Bir rivâyette: "Kim o isimleri sayarsa cennete girer" buyurmuştur. [Buhârî, Daavât
68; Müslim, Zikr 5, (2677); Tirmizî, Daavât 87, (3502).>
Tirmizî'nin rivâyetinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Allah'ın isimlerini şöyle saydı:
" O Allah ki O'nda başka ilâh yoktur.
Rahman'dır. Rahim'dir. El-Meliku'l-Kuddûsu, es-Selâmu, el-Mü'minu, el-Müheyminu, el-
Azîzu, el-Cebbâru, el-Mütekebbiru, el-Hâliku, el-Bâriu, el-Musavviru, el-Gaffâru, el-
Kahhâru, el-Vehhâbu, er-Rezzâku, el-Fettâhu, el-Alîmu, el-Kâbizu, el-Bâsitu, el-Hâfidu, er-
Râfiu, el-Muizzu, el-Müzillu, es-Semîu, el-Basîru, el-Hakemu, el-Adlu, el-Latîfu, el-Habîru,
e-Halîmu, el-Azîmu, el-Gafûru, eş-Şekûru, el-Aliyyu, el-Kebîru, el-Hafîzu, el-Mukîtu, el-
Hasîbu, el-Celîlu, el-Kerîmu, er-Rakîbu, el-Mucîbu, el-Vâsiu, el-Hakîmu, el-Vedûdu, el-
Mecîdu, el-Bâisu, eş-Şehîdu, el-Hakku, el-Vekîlu, el-Kaviyyu, el-Metînu, el-Veliyyu, el-
Hamîdu, el-Muhsî, el-Mubdiu, el-Muîdu, el-Muhyi, el-Mümîtu, el-Hayyu, el-Kayyûmu, el-
Vâcidu, el-Mâcidu, el-Vâhidu, el-Ahadu, es-Samedu, el-Kâdiru, el-Muktediru, el-Muahhiru,
el-Evvelu, el-Âhiru, ez-Zâhiru, el-Bâtinu, el-Vâli, el-Müte'âli, el-Berru, et-Tevvâbu, el-
Müntekimu, el-Afuvvu, er-Raûfu, Mâliku'l-Mülki, Zü'l-Celâli ve'l-İkrâm, el-Muksitu, el-
Câmiu, el-Ganiyyu, el-Muğnî, el-Mâni', ed-Dârru, en-Nâfiu, en-Nûru, el-Hâdî, el-Bedîu, el-
Bâki, el-Vârisu, er-Reşîdu, es-Sâbûru."
Yukarıda ki hadisi şeriften anladığımız mana ;sadece bu isimleri ezberlemekle cennete
girileceği şeklinde olursa, o zaman cennetin manasının tahfif edildiği anlamı çıkar. Ancak bu
isimlerde öyle bir sır var ki insan o manaları yakalayıp kendi hayatında yaşarsa, o zaman
cennete girmeye Cenab-ı Hakk’ın bir lutfu olarak hak kazanabilir.Yoksa zaten sırf o sevap
için ezberlenirse o amel iptal olur. Mühim olan Cenab-ı Hakk’ın rızası dahilinde hareket
etmektir.Yoksa zaten Cenab-ı Hakk’ın bizlere vermiş olduğu sınırsız nimetler noktasından
konuyu değerlendirdiğimizde, bizler ücretimizi zaten peşin almışız. Öte yandan, Kur`an-ı
Kerim’de, bu hadiste geçmeyen İlahi isimler de vardır.
Hz. Peygamber (a.s.m.) Cevşen’üll–Kebir isimli meşhur münacatında, bin bir isimle Allah’a
yalvarmıştır. Ayrıca, bazı dualarında “Ya Rabbi, bildiğim ve bilmediğim bütün isimlerinle
sana yalvarıyorum…” buyurmuştur. Bazı zatlar, Allah’ın isimlerinin sonsuz olduğu
kanaatindedirler.

Çok öfkeli bir insanın üzerinde tezahür eden isimler


nelerdir? Öfkeyi yerinde kullanıp kullanamaması isimlerin
tezahüründe farklılık gösterir mi? Şer ademdir, peki şerri
insan işlerken de Allah´ın isimleri tecelli eder mi?
Allah’ın fiili isimlerinin miktarı ve sınırı yoktur. Bu fiili sıfatların çokluğu ve sınırsızlığı
, Allah’ın kudret sıfatının muhtelif mevcudattaki muhtelif tecelliyatından ileri geliyor.
Mesela; Allah’ın kudret sıfatı bir çekirdeğin açılmasında tecelli ederken Fettâh nâmını
alıyor, bir canlının ölümünde Mûmit ismini alıyor, bir hayat bahşederken Muhyî ismini
alıyor, canlılara rızık verirken Rezzâk nâmını alıyor, hastaya şifa verdiği zaman Şafi ismini
alıyor ve hâkeza...

Bu sınırı ve haddi olmayan isimleri Allah’a izafe etmek yetkisi sadece ve sadece Allah ve
Resulü 'ndedir. (asm) Yani her insan her fiili ve icrayı göstererek Allah’a isim takamaz,
Allah’ın isimleri ancak şeriat ile tayin edilir. Bu sebeple bazı olaylara ve hadiselere bir
isim veremememiz, Allah’ın o hadise ve olayda tecelli etmediği anlamına gelmez.
"Ey beni oturtan ve kaldıran Allah’ım." dediğimiz zaman, mana olarak Allah’a bir isim
vermiş oluruz; ama bu ismi şeriat bize tayin etmediği için, kendimiz bir isim takıp
türetemeyiz. Bu cihetten bakılırsa fiil ve eşya adedince isimler ve esmalar ortaya çıkar. Bu
isim ve esmaların memba ve esası yedi sıfat olan hayât, ilim, irâde, kudret, sem, basar ve
kelâm sıfatlarıdır. Bu sıfatların kainattan inkıta etmesi yani kesilmesi kabil değildir.
Mesela, kudret sıfatı bir an kainattan çekilse isimlerde dahil her şey helak ve mahvolur.
Bütün isimlerin gerçek kaynağı ve patronu kudret sıfatıdır, o da her şeyde her daim tecelli
içindedir, kesintiye uğraması mümkün ve kabil değildir. Sıfat ile fiili isimleri karıştırmamak
gerekir. Sıfatlar her şeyi kuşatarak tecelli ediyorlar, ama her tecelli ve fiile bir isim
vermekte mümkün değildir.
Öfke ve gayz gibi fiillerin fiili isimlerine Celal, Müntakim, Kahhar gibi isimleri örnek
olarak verebiliriz. Şerrin yaratılmasında Allah’ın Halık ismi tecelli eder. Malum şerrin
yaratılması şer değil kesp edilmesi şerdir.

Emellerimiz ve elemlerimizin çarpışması ne demektir?


Üstad burada ne demek istiyor?
Allah insanı ahirete uygun olarak yaratıp, ona göre cihazlar ile donatmıştır. Bu sebeple
insana sayısız ve sınırsız arzu ve emeller verilmiştir. Bu sayısız arzu ve emellerin insana
veriliş nedeni, ahiretin ebedi ve büyük mükafat yeri olmasından dolayıdır. Yani insan hakiki
saadet ve tatmini ancak ahiret hayatında bulabilir, ancak ahiret hayatı ile mutmain olabilir.
İnsan hedefini şaşırıp, o sınırsız arzu ve emellerini kısacık ve tadımlık dünya hayatına
tevcih eder, ahireti unutur ise, müthiş bir elem ve azabın içine düşer. Emelleri adedince
elemleri meydana çıkar. Her bir arzu ve emelin karşılığı dünyada olmadığı için insana azap
kaynağı olur. İşte emel ve elemin çarpışması ve çatışması bundan dolayıdır.

İnsan eşine karşı nasıl bir aşk, nasıl bir sevgi beslemeli?
Ya da eşine beslediği aşk mecazi aşk mı?
Mecazi aşk sahibi, iradesi ile, yüzü Hakk'a ve hakiki aşka dönüştürülebilir. Ama şehvani
sevmek ise ancak matlubunu elde edince harareti söner.

Burada, iradenin yapacağı tek bir şey vardır. O da şehvani sevmesini haramda değil de,
helalde gidermesidir. Şehvani sevmekten kasıt, insanın karşı cinse olan fıtri ihtiyacı ve
şehvetidir. Yani cinsi latife olan fıtri meylidir. Tıpkı yemek ve suya olan meylimiz gibi.
Bunların aşkı değil, helal ve haramı olur.

Bir elma ve bir cinsi latif düşünelim. Bunlara iki türlü sevgi olabilir. Biri mecazi sevgi, yani
irade ile, yüzü hakikiye çevrilebilen sevgidir. Diğeri ise şehvani sevgidir. Bunun çevrilecek
yüzü ve yanı yoktur. Ancak ihtiyaç giderilirse sükun bulur. Elmayı yemedikçe, cinsi latife
nikah yapmadıkça sükun bulamaz. Ama bu sevgiyi haram ve helal yollarla gidermekte
iradenin rolü vardır ve mesuldür.

Allah, mecazi sevmenin hesabını sorar. Zira sen ayiney-i samed olan kalbini fena ve fani
mahbuplara açtın ve kirlettin. Ama şehvani sevmenin ve bunu helal yoldan gidermenin
hesabını sormaz. Şayet şehvani sevgi, mecazi sevgi sınıfından olsa idi, peygamberler, ne
yemek yer, ne de evlenebilirlerdi. Zira onların kalbine Allah aşkından başka bir aşk
yerleşemez. Öyle ise, şehvani sevgi, mecazi aşk sınıfına girmez.

Peygamberimiz (asv)'in şu hadisi buna işaret eder:

"Sizin dünyanızdan bana üç şey sevdirildi, biri güzel koku, biri kadın, biri de
namazdır."

Bunların hepsinde şehvani sevmek manası vardır. Buradan, namazın kudsi manasından
başka, şehvani bir yönü de var olduğunu anlıyoruz.

İnsan için hayatın her çeşit lezzetini ve keyiflerini tadarak


yaşayabilmenin ölçüsü nedir?
Dünya hayatında lezzet ve keyfi takip etmenin şartları vardır:
Birinci Şart: Lezzet ve keyif helal dairesinde olmalıdır. Haram yollardan lezzet ve
keyif takip etmek insanı cehenneme yuvarlar. Üstad'ın ifadesi ile "Helal dairesi keyfinize
kafidir, harama girmeye lüzum yoktur." Meşru dairede insan serbesttir.

İkinci Şart: Lezzet ve keyfin manevi ücreti olan şükrün eda edilmesi. Yani insan şükür
için helal her lezzeti takip edebilir. Zaten Allah insanının mahiyetine bin bir cihaz ve
latifeleri külli bir şükür yapabilmesi için takmıştır. Öyle ise Allah’a külli şükür
yapabilmenin yolu helal her lezzet ve keyfin tadılabilmesi ile mümkündür. Ancak o zaman
insan, Allah’ı bütün his ve cihazları ile tanıyıp ona göre şükür yapmış oluyor.

Üçüncü Şart: Helal dairesinde de olsa, israf ve aşırılığa kaçmamaktır. Zira bu alem
doyumluk değil, tadımlıktır. Tatmaya izin var ama hayvan gibi yutmaya izin yoktur. İsrafa
kaçmamak kaydı ile lezzet ve keyif takip edilebilir.

Dördüncü şart: Sevad-ı azam denilen insanların genel durumunu da göz önünde
bulundurmak. Yani bulunduğu toplumun çoğunluğu aç ve sefil iken, lezzet ve keyif takip
etmek hem insanlığa hem de Müslümanlığa yakışmaz. Ama toplumun genel durumu iyi ise,
ona göre lezzet ve keyif takip edilebilir.

Özet olarak, yukarıdaki şartlar dahilinde insan, dünya hayatının her çeşit lezzet ve keyfini
tadıp takip edebilir.

İnsan, çocuğuna bakarken hangi Esma-i Hüsnanın


tecellilerini görebilir?
Allah’ın her bir isminin kainat sahnesinde tecelli daireleri ve perdeleri vardır. Bu daire
ve perdelerde bir isim reis ve galiptir, diğer isimler ise bu ismin emrinde ve gölgesinde
hizmet ve tecelli ederler.

Mesela; sema bir daire ve perdedir, bu dairede ve perdede reis; Allah’ın, Celal ismidir.
Dev galaksilerin sapan taşı gibi çevrilmesi ve zerrece yörüngesinden sapmaması, Allah’ın
sonsuz azamet ve kibriyasını muhtevi olan Celal ismini, kör olana bile gösterir. Bu sema
dairesinde ve perdesinde, diğer isimler Celal isminin komutasında ve gölgesinde tecelli
eder. Lakin diğer isimler de bu tecellinin içinde görünür. Sema dairesi ve perdesinde; cemal
sıfatının da tecellisi vardır; ama celal manasının gölgesinde kalmıştır. Ama dikkat ile
bakıldığında sair isimler ile celal sıfatı iç içedir.

Yine bir çiçeğe nazar ettiğimiz zaman, oradaki ince sanatlar ve güzel kokular ve estetik
işlemeler, Allah’ın Cemal isminin manasını zahiren ve galiben gösterir. Bu çiçek dairesinde
de; Allah’ın Cemal ismi reistir, diğer isimler bu ismin komutasında ve gölgesinde işlerler.
Burada da celal sıfatı cemalin içinde gizlidir, dikkat ile okunduğu zaman anlaşılır.
İnsanın gözünde Basar ismi, kulağında Sem ismi, dilinde Kelam ismi, yüzünde Musavvir
ismi, midesinde Rezzak ismi, aklında Alim ismi, hafızasında Hafiz ismi, azaların düzenli
ve tertipli olmasında Nazım ismi gibi binlerce ismi insan mahiyetinde okumak mümkündür.

İnsanın ibadetlerinde tecelli eden isimleri, yani hangi


ismin hangi ibadetlerde tecelli ettiği konusunda bilgi verir
misiniz? Risalelerde bu konu nasıl işleniyor?
İbadet, Allah’ın emirlerini yapmak, yasaklarından kaçınmaktır. İbadetin asıl amacı
insanı güzel ahlaka ve tefekküre hazırlamaktır. İnsan ibadet ile nefsini terbiye edip duygu ve
istidatlarını inkişaf ettirir ise, o zaman Allah’ın isim ve sıfatlarını üzerinde görmeye başlar.
Yani ibadet bir disiplin, bir iksir gibidir. Bu disiplin ve iksiri istimal eden adam, Allah’ın
bütün isim ve sıfatlarını görüp müşahede etmeye başlar.
Yine ibadet bir gözlüktür, onu takmayanlar mevcudatın yapmış oldukları fıtri ibadetleri
göremezler ve okuyamazlar. Sağlam bir iman nasıl her şeyin ardında Allah’ın kudret elini
ve tasarrufunu zahir bir şekilde gösteriyor ise, sağlam bir ibadet de mevcudatın hal ve kal
dili ile yapmış oldukları ibadetleri zahir bir şekilde gösterip ilan eder. Bu, Allah’ın insanın
alemine koyduğu önemli bir kanun, mühim bir prensiptir. Bu kanun ve prensibin
konulmasının sebebi ise, her şeyde Allah’ı giden yolu görebilmek içindir.
"Namaz şu isme, oruç bu isme işaret ediyor ve onun tecellisidir." şeklindeki bir
benzetme yanlış olur. İbadetler Allah’ın isimlerini dolaylı gösteren bir terbiye metodudur.
Yani insan ibadetler ile nefsini terbiye ediyor. Bu terbiyenin neticesinde de kainatta tecelli
eden isimleri görüyor demek, daha makuldür. Risale-i Nur'da ibadetlerin hangi isme konu
olduğu hususunda bir bilgi geçmiyor.
Şu var ki, ibadetin genel anlamda Esma-i İlahiye ve Zatı İlahiyeye nasıl delalet ettiği
konusunda Risalelerde geniş bilgi vardır. Numune olarak Dokuzunu Pencereyi buraya
alıyoruz.

"Kâinattaki ibâdât-ı umumiye, bilbedâhe bir Mâbud-u Mutlakı gösteriyor."


"Evet, âlem-i ervaha ve bâtına giden ve ruhanî ve meleklerle görüşen zâtların
şehadetleriyle sabit olan umum ruhanî ve melâikelerin kemâl-i imtisal ile
ubûdiyetleri ve bilmüşahede bütün zîhayatların kemâl-i intizamla ubûdiyetkârâne
vazifeler görmeleri ve, bilmüşahede, anâsır gibi bütün cemâdâtın kemâl-i itaatle
ubûdiyetkârâne hizmetleri, bir Mâbud-u Bilhakkın vücub-u vücudunu ve vahdetini
gösterdiği gibi, herbir taifesi icmâ ve tevatür kuvvetini taşıyan bütün âriflerin
hakikatli marifetleri, bütün şâkirler taifesinin semeredar şükürleri ve bütün
zâkirlerin feyizli zikirleri ve bütün hâmidlerin nimet arttıran hamdleri ve bütün
muvahhidlerin burhanlı tevhidleri ve tavsifleri ve bütün muhiblerin hakikî
muhabbet ve aşkları ve bütün mürîdlerin sadık irade ve rağbetleri ve bütün
müniblerin ciddî talep ve inâbeleri, yine Mâruf, Mezkûr, Meşkûr, Mahmud, Vâhid,
Mahbub, Mergub, Maksud olan o Mâbud-u Ezelînin vücub-u vücudunu ve kemâl-i
rububiyetini ve vahdetini gösterdiği gibi, kâmil insanlardaki bütün makbul ibâdâtın
ve o makbul ibâdâtın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve
keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mâbud-u Lâyezâlin vücub-u vücudunu
ve vahdetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir."
"İşte, şu üç cihette ziyadar büyük bir pencere, vahdâniyete açılır."

İşte, hakaik-i eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve


istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o esmânın cilveleri
olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikir
ve tesbih ettiğini anla. Bu cümleyi açıklar mısınız?
"İşte, hakaik-i eşyanın esmâ-i İlâhiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki
hakikî hakaik, o esmânın cilveleri olduğunu ve herşeyin çok cihetlerle, çok dillerle
Sâniini zikir ve tesbih ettiğini anla."(1)

Cilve, görünmek ve tecelli etmek anlamındadır. Allah’ın isim ve sıfatları kendi manasını
göstermek ve ilan etmek için kainat aynasında icraat ve işler yapıyorlar. İşte bu fiil ve
icraatlara tecelli ve cilve deniyor.
Mesela, Allah’ın Rezzak ismi rızka muhtaç varlıklara rızık göndermekle kendini
göstermiş ve tecelli etmiş oluyor. Bu tecelli ve görünmek nazari ve hayali değil, gerçek ve
hakikidir. İnsanlar bu tecelliyi görmese ya da görmek istemese bile, yine o tecelli ve cilve
vardır ve icraatına yine devam ediyor.
Dolayısı ile isim ve sıfatların tecellisi, kişilerin bakış açısına göre değişiklik
göstermezler. Ama kişi kendi aleminde bu tecellileri Allah’ın isim ve sıfatlarına değil de,
sebeplere veya tesadüfe vererek, bu tecelli ve cilveleri söndürüp üzerine karanlık bir perde
çekebilir. Ancak hakikatte o cilve ve tecelliler asla sönmez. Kişi güneşe karşı gözünü
yummak ile ancak kendi alemini karartır, yoksa güneşe bir zarar veremez.
Bütün mahlukatın ve eşyanın aslı ve hakikati, Allah’ın isim ve sıfatlarından ibarettir. Bu
isim ve sıfatlar mahlukatın arka planından çekilse, her şey helak ve harap olur.
Mesela, Rezzak ismi faaliyetini durdursa, rızka muhtaç bütün canlılar ölür. Muhyi ismi
tecelli etmese, bütün hayatlar söner. Müzeyyin ismi cilvesini çekse, bütün mahlukat estetik
ve güzellikten mahrum kalır vs... İşte her bir isim bir hakikatin müessisi ve menbaıdır. Bu
isimler çekilse, kainattaki bütün hakikatler de çekilir.
Allah’ın isim ve sıfatları sonsuzdur. Kainat ve mahlukat bu sonsuz isimlere tam manası
ile mikyas ve mahal olamazlar. Yani Allah’ın isim ve sıfatlarını kainattaki tecellileri ile
ölçüp biçemeyiz, sadece bir fikir edinebiliriz. Bu yüzden mahlukattaki bütün tecellilere
damla, isim ve sıfatlara ise okyanus tabiri kullanılmıştır. Yani bütün mahlukattaki tecelliler
Allah’ın sonsuz isimlerinin bir damlası, çok perdelerden geçmiş zayıf bir gölgesi
mesabesindedir.
Mesela, yeryüzündeki bütün anne ve babaların şefkati toplansa, Allah’ın sonsuz şefkati
yanında bir damla, bir parıltı gibi kalır. Aynı şekilde, Cennetteki bütün güzellikler toplansa,
onun isim ve sıfatlarının bir cilvesi, bir damlası kadar olamaz. Zaten sonsuz bir sıfat ile
sonlu bir mahluk kıyas edilemez. Ama sonsuzun anlaşılmasında sonlunun bir nebze faydası
dokunur.
İşte kainattaki bu dağınık ve cüzi şefkatlerin hakiki kaynağı ve esası Allah’ın Rahman
ve Rahim isimleridir.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf

Kainat, Allah'ın isimlerinin gölgelerinin gölgeleridir,


deniyor. Neden isimlerin hakiki tecelli edeceği bir alem değil
de gölgeli bir alem yaratılmıştır?
Evvela, Cenab-ı Hakk'ın isim ve sıfatları mutlak ve ezeli olmasından dolayı tam manası
ile idrak ve ihata edilmesi imkansızdır. Bu yüzden insana bir takım nisbi ve farazi hisler
takılmıştır. Bu hislerin veriliş gayesi ise, Allah’ın, mutlak ve mücerred olan isim ve
sıfatlarının bir derece anlaşılması ve kıyaslanarak bilinmesi içindir. İşte "yetmiş bin
perde" tabiri bu inceliğe işaret ediyor. Yani sınırlı idrak ile sınırsız sıfatın ihata ile
anlaşılması mümkün değildir, hakikati bu şekilde tasvir edilmiş.
İkincisi, Allah ne kadar mükemmel ve zahir bir alem de yaratmış olsa, yine onun mutlak
ve sonsuz sıfatları yanında perdeli ve zayıf kalacak. Mutlak sıfatı mutlak bir şekilde kabul
edip üzerinde gösterecek bir ayna ya da mahlukun olması muhaldir. Bu bir cihetle yaratılan o
alemin İlahi nitelikte olması demektir ki, bu mümkün değildir. Öyle ise yaratılan alem ne
kadar kamil de olsa onun mutlak güzelliğinin yanında sönük ve perdeli kalacaktır.
Üçüncüsü, mertebe ve dereceler insanın iman ve idrak alemindedir; yoksa Allah’ın
sonsuz ve ezeli sıfatlarında herhangi bir derece ya da mertebe söz konusu değildir.
Sonsuz bir sıfat, sonlu bir alemde tecelli edince, sonlu alemin yapısından kaynaklanan bir
takım izafi ve nispi perdeler ortaya çıkar. İşte yetmiş bin perde tabiri bu izafi ve nispi
perdelere bakıyor. Sonlu alemin yapısı o isimlerin tecellilerini en üst düzeyden hissedecek
şekilde ayarlanırsa -ki bu ahiret aleminde olacak- o zaman perdelerin büyük bir kısmı izale
edilmiş olur. Ahiretin bu dünyadan üstün olması bu cihetledir.
Dördüncüsü, nasıl voltajı düşük bir cihaza yüksek gerilimli bir elektrik verilemez ise,
aynı şekilde bu maddi aleme de yüksek perdeden tecelli olmaz. Ancak alemin yapısı ve
kapasitesi arttırıldıktan sonra yüksek tecelli olacaktır. Dünyanın misyon ve gayesi imtihan ve
tecrübe üzerine kurulduğu için, bu dünyada sıfatlar bu misyona uygun tezahür ediyor. Şayet
isim ve sıfatlar bu tecrübe ve imtihana uygun tecelli etmez ise, dünyanın misyon ve gaye
bağlantılarını yakar atar.

Mevcudattaki her şey esmanın tecellisi olduğuna ve her


şeyin faili Allah olduğuna göre, mevcudat aslında Allah
mıdır? İnsan nedir? Mevcudat nedir? Risale-i Nurlardan
örneklerle cevap verir misiniz?
Mevcudat: Var olan her şey demek olup, Allah’ın vücut sıfatına matuf bir kelimedir.
Evet, bütün varlıklar varlığını Allah’ın Vacibü'l-Vücud olan varlığına borçlu olup, onun
varlığı ile kaimdirler. Yani mevcudatı yokluktan varlık alemine çıkaran Allah’ın sonsuz
kudret sıfatıdır.
Allah zatı ile değil, isim ve sıfatları ile her yerde hazır ve nazırdır. Allah’ın, Zatı ile her
yerde hazır ve nazır olması, Allah’a zaman ve mekan isnat etmek olur ki, bu da şirktir.
Allah’ın zatı zaman ve mekandan münezzehtir. Allah için, zamanın ve mekanın yanında,
içinde, dışında gibi kavramlar, Allah’a zaman ve mekan ittisal etme veya onlara benzetme
olacağı için caiz değildir.
On Altıncı Söz'deki güneş örneği bu hakikati akla yaklaştırmak için verilmiştir. Güneş
zatı itibarı ile bizden çok uzak olmasına rağmen, ısı ve ışığı ile göz bebeğimizin içine kadar
giriyor. Allah Zatı itibari ile mahlukattan nihayetsiz uzak ve münezzeh iken, isim ve sıfatları
ile bize şah damarımızdan daha yakındır. Bu mana itibari ile Allah kainatta zatı ile değil,
isim ve sıfatları ile iş görüyor denir. Ama isim ve sıfatların arkasında ve menbaı olarak yine
mübarek Zat-ı Akdesi vardır.
Sanatkar ile sanat arasındaki münasebet, sanat noktasındandır. Mahiyet ve vasıf
alışverişi şeklinde değildir. Sanatkar, sanatının üstünde bilgi, beceri ve hünerlerini sergiler.
Ama kendine ait bir vasfı o sanatına aktarması gerekmez. Ya da sanatında yapmış olduğu bir
hal ve vasıf ile muttasıf olması gerekmez.
Mesela, marangoz, maharet ve becerisi ile güzel bir masa yapsa, o masaya kendine ait
hayat ve konuşma gibi sıfatlarını vermesi gerekmediği gibi, o masaya has olan vasıf ile de
vasıflanması gerekmez. Herhangi bir vasıf alıp vermeden de o masayı yapabilir. Marangoz,
hüner ve becerisi ile masanın her tarafında her yerindedir, ama zatı itibari ile masanın içinde
değildir. Marangoz masanın failidir, öyle ise marangoz da masa cinsindendir demek, tam bir
safsatadır, tam bir komikliktir.
Allah ile mahlukat arasında da yaratma ve yaratılma ilişkisi vardır. Allah, kendinde
olması caiz olmayan bir vasfı sanatına verebilir. Mesela, Allah bize mide ve bağırsak
vermiştir. Bunları verdi diye, -haşa- kendinde de mide ve bağırsağın olmasını varsaymak
yanlış bir önerme olur. Allah, insana acizlik ve fakirlik gibi halleri vermiş ki, aciz ve fakir
olmayan Allah’a ulaşabilsin, idrak edebilsin. İnsana bu halleri vermesi, kendinde olmasını
gerektirmez.
Allah, ilm-i ezelisi ile her şeyin hakikatini ve içyüzünü bilir ve onun ilminde hiçbir şey
saklanamaz. Senin, içinde olduğun bir hali, Allah, içinde olmadan, ilmi ile bilebilir. Hatta,
Allah’ın ilmi bizim cüzi ve arızi ilmimiz gibi olmadığı için, senin, içinde bulunduğun hali
yaşamadan, senden daha iyi bilir. Onun, ilm-i ezeli ve her şeyin içine nüfuz eden bir ilimdir.
Ama Onun ezeli ilmine kainatta hiçbir mahluk sahip değildir. Yani onun ilmi hem her şeyin
içindedir hem de her şeyin fevkindedir. Yani her şeyden münezzeh ve mukaddestir.
Evet, Allah’ın dışındaki bütün varlıklar, vücutlarını Allah’ın var etmesine borçludurlar.
Kendi kendilerini icat edemedikleri gibi, birbirlerini de icat edemezler. Zira kendi vücut
bulmamış bir şeyin, başka bir şeye vücut vermesi mümkün değildir. Öyle ise her şeyi yoktan
var edip vücut veren yegane sebep Allah’tır. Bunun dışında hiçbir sebep ya da mahluk, vücut
kazanamazlar.
Kayyumiyet, her şeyin Allah’ın kudreti ile ayakta durması anlamındadır. Yani atomdan
ta galaksilere kadar her şey varlığında ve hareketlerinde, Allah’ın kudreti ile varlar ve onun
kuvveti ile hareket ediyorlar. Allah bir an kudretini bu kainattan ve varlıklardan çekse, her
şey yerle bir olup helak olur. İşte kudretin kainat ile olan bu münasebetine kayyumiyet
deniyor. Bütün mahlukatın, Allah’ın vücudundan feyiz alması bu anlamdadır. Yani bütün
vücutlar vücutlarının icadını ve devamını Allah’ın ezeli ve ebedi olan vücuduna
borçludurlar demektir.
Her mevcut ve mahluk hadistir; yani sonradan icat edilmiştir. Hiçbir mahluk ve
mevcut ezeli değildir. Her şeyin varlığını sonradan ve hiçten Allah yaratmıştır. Mahlukat ile
Allah arasında sadece ve sadece yaratma ve yaratılma ilişkisi vardır, bunun dışında herhangi
bir münasebet yoktur. Yani mahlukat yaratılan, Allah ise yaratandır. Bunun aksini ifade ve
iddia etmek küfür ve şirktir.

Muhabbet bahsinde, sevmeyi Allah hesabına yapmamız


gerektiği anlatılırken, İkinci Nükte'de, peder, veled hakkına
değinilmiş. Bu bir tezat değil midir?
Birincisinde Allah hesabına sevmek manası vurgulanırken, diğerinde anne ve babadaki
ulvi ve kudsi şefkate işaret ediliyor. Şefkat, muhabbet gibi arızalı ya da riskli bir ayna
değildir; şefkat aynasına bakıldığında risksiz ve pürüzsüz Allah'a intikal edilebilir. Ama
muhabbet aynasında fikir ve kalpte istikamet gereklidir. Yani kalpteki muhabbet, kuvvetli bir
iman dersi ile istikamet ayarını almaz ise, o muhabbet mecazi kalabilir. Ama şefkatte böyle
bir risk yok. Şefkat aynasında Allah'ın sonsuz merhameti, imanı olana açıkça görünüyor.

Bu sebepledir ki Nur mesleğinin bir rüknü de şefkat esasıdır. Şefkat Allah'a götürmede
aşktan daha keskin, daha parlak bir vasıtadır. Aşkın çok riskleri ve tehlikeleri var. Lakin
şefkat katıksız ve risksiz iman rehberi ile Allah'a götüren bir yoldur.

Evlat anne ve babadaki bu kudsi şefkate hürmet etmek zorundadır. Anne ve babanın evlat
üstündeki en büyük hakkı ve galibiyeti bu şefkatten ileri geliyor. Anne ve babanın perde
olduğu şefkat Allah'ın rahmet ve hikmetinin bir cilvesi ve bir tezahürüdür. Yani evlat anne
ve babasına bakarken onların üstünde Allah'ın rahmet ve hikmet elini görmeli ve onlara öyle
muhabbet etmelidir, denilmek isteniyor.

Otuz İkinci Söz'deki ibadette gençlik kuvvetini sarf edenin


neticesi dar-ı saadette ebedi bir gençliktir. Ehl-i cennetin
hepsi genç değil midir?
Ehl-i cennetin hepsi gençtir. Üstadın ifadesi, “ceza amel cinsindendir.” (Her amelin
karşılığı kendi cinsinden verilir.) kaidesine bir örnektir. Gençliğini isyan yolunda geçirdiği
halde ihtiyarlığında tövbe eden ve imanla ahirete göçenler de cennette yine genç
olacaklardır.
Ancak, gençliğini sefahatte ve dalalette geçiren kişilerin kalan ömürlerini de aynı hal üzere
geçirmeleri ihtimali daha yüksektir. Öyle olmasa bile ibadetsiz geçen gençlik yılları onun
için ebedi bir kayıptır.

Cennete gitse bile oradan edeceği istifade o nispette azalacaktır. Üstad, bu ifadeleriyle
gençlik sermayesinin çok iyi kullanılmasına dikkat çekmiş oluyor.

Otuz İkinci Söz'deki Muhabbet bahsini örneklerle açar


mısınız?
Nasıl ki, tevhid ve tefekkürde, aşağıdan yukarıya, yani eserden müessire gitmek,
şüphelerden daha salim ve eminse, muhabbet noktasından da tersi, yani yukarıdan aşağıya,
müessirden esere gitmek makbul ve sağlam olanıdır.
Masivaya, yani Allah’ın mahlukatına yapılan muhabbetin iki tarzı ve şekli vardır. Biri
yukarıdan aşağıya, yani önce Allah’ı sever, sonra onun sevgisi ile mahlukatı sever.
Burada mahlukata dağıttığı sevgi, eksiklik değil, bilakis kemalat getirir. Zira onun adına,
onun sanatı noktasından sevdiği için, sevgisi dağılıp azalmaz. Tam aksine, çoğalarak
mükemmele gider.
Diğeri ise aşağıdan yukarıya, yani önce masivayı ve mahlukatı sever, sonra Allah’a
doğru gitmeye çalışır. Giderken, çok zorlu ve kuvvetli bir masivayı aşamama ve geçememe
riski ile karşı karşıya kalabilir. Ya da onda takılıp kalma, boğulma durumu da olabilir.
Mahlukat çok ve geniş olunca, kesrette kaybolma ve boğulma kaçınılmaz olabilir. Kalbin
kuvvet ve enerjisi, kesrette dağılıp, bir daha toplanması çok zorlaşır. Ve vahdete, yani
Allah’a yönelmesine takat ve gücü kalmayabilir.
Bu yüzden aşağıdan yukarı (eserden müessire) muhabbet tarzı güvenli ve sağlam
bir tarz değildir. Herkesin kavi ve aşılamaz sebebi farklı olabilir. Kimisi için bir evlat,
kimisi için mal mülk, kimisi için gençlik ve şehvet, kimsisi için mecazi bir aşk, kimisi için
şan ve şöhret, kimisi için kibir ve enaniyet ve kimisi için de dünyanın suri tatlılığı birer
engel ve perde olabilir.
İşte bunlar ve daha bunlara benzer çok kuvvetli perdeler ve barikatlar, kalbin muhabbet
seyahatinde Allah’a ulaşmasına mani ve engel olabilirler. Bunları geçse de, yara ve izleri
kaldığından, safi bir Allah sevgisi olamaz; olsa da eksik ve nakıs olur.
Önce tahkiki imanı elde edip, tefekkür ve marifet ile kalben Allah’a aşk ve muhabbetini
tahsis ettikten sonra, masivaya kalben yönelmek lazımdır. Yoksa, kalbi kesrette dağıtıp,
kuvvetli sebeplere yapışıp, sonra tevhide ve vahdete yönelmek ve muhabbetullahı bulmak
çok zordur.
Allah, insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak
genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedi ve solmayan
bir güzellik ile tatmin olabilir.
Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır;
sevdiğimiz o güzellik, ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun
olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler
için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip, Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek,
bunun tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu
ise iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak
sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir.
Kainatta aşka sebep olan üç faktör vardır. Bunlar cemal, kemal ve ihsandır. İnsan bu
sebeplerden dolayı aşık olur, ya da birisini sever. Halbuki kainattaki bütün güzellikler,
mükemmellikler, ikram ve ihsanların membaı ve esası sonsuz kemalde olan Allah’ın isim ve
sıfatlarıdır.
Kainattaki bütün güzellikleri toplasak, Allah’ın cemal ve kemaline nispeten okyanustan
bir damla mesabesinde kalır. Üstelik bu güzellik ebedidir. Öyle ise neden damla ile
oyalanıp acı ve elem çekelim, asıl güzellik kaynağına kalbimizi tevcih edip tatmin olmak
varken.
Mesela, çok susamış bir adam düşünelim. Ağzı susuzluktan kavrulur bir vaziyette iken,
bir baraja rast gelir. Barajın bendinin bu tarafında toprak üzerinde az bir yaşlık var ama
arkasında ise nezih ve leziz büyük bir gölet var. Şu şaşkın adam kavrulmuş ağzını toprak
üzerindeki yaşlılığa dayamış kanmaya çalışıyor. Halbuki arkasında büyük bir gölet var. İşte
biz de sonsuz güzellik sahibi Allah varken, ıslaklık mesabesinde fani ve adi güzelliklere
kalp dudağımızı yapıştırıp kanmaya çalışıyoruz. O güzellikler Allah’ın güzelliğinden zaif ve
çok perdelerden geçmiş bir sızıntısı konumundalar. Biz nazarımızı ve kalbimizi o mecazi
sevgiliden hakiki sevgiliye, yani Allah’a çevirirsek, hem o beladan kurtuluruz hem de
gerçek güzelliği bulmuş oluruz.
Özet olarak; Allah insana ancak kendi ile meşgul olup onun ile tatmin olabilecek
mahiyette bir kalp vermiştir. Bu sebeple kalbin Allah’tan başka şeyler ile meşgul olup,
onlara aşık olması zaten doğru olan bir şey değildir. Kalbin fani olan mahluklara aşık
olması, kalbin manevi bir hastalığıdır. Hatta kalbi bir şirktir. Zira Allah kalbi insana sadece
kendisini sevmemiz için tahsis etmiştir. Biz bu tahsise ihanet ederek, farklı şeylere tevcih
edersek elbette bu Allah katında makbul ve caiz olmaz.

"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur." (Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi insan, kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk tek
mahbub Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip Allah aşkına
yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok
fazla olur. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevemeye değmez)
deyip mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.

"Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis
hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur;
safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet
olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden
zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya
faydasızdır veya azaptır (eğer harama girmişse)."
"Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet nasıl faydasız kalır?"
"Elcevap: Ehl-i teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali
Radıyallahu Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler,
Kur'ân'ın irşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın hesabına ve muhabbet-i Rahmân
namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var."
"Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir
nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir."
"Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men
etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine
binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin."(1)

Elhasıl, mevcudatı Allah hesabına ve onun sanat ve eserleri olduğu için sevmeliyiz ve
Allah’a olan muhabbetimize bir vesile ve araç yapmalıyız.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf

Risale-i nurun bir çok yerlerinde iman etmeyenlerin ne


kadar zulümatlı ve boğucu hayatları olduklarından
bahsediliyor. Ama onlar sanki hayatlarından memnun gibi
görünüyorlar. Açıklar mısınız?
Küfrün mahiyeti, insanın kendisini yaratıcısız, sahipsiz, hamisiz bilmesi ve ölümün
hiçlik olduğunu, ölüm ötesi bir hayatın bulunmadığını zannetmesidir. Bunların ise ruh için
büyük birer ıstırap kaynağı olduğunda şüphe yoktur. Ancak bazı sebeplerle dünya hayatı
onlar için bütün bütün çekilmez olmaktan çıkabiliyor.

1) ALLAH ve ahiret vardır ihtimaliyle islamiyetten gelen eseri rahmet olarak bir derece
nefes alıyorlar.

2) Yüzde sekseni lakayıtlık ve umursamazlık olan ademi kabul dairesinde bulunduklarından


düşünmeden yaşıyorlar ve küfr-ü mutlaktakiler gibi hayatları harap olmuyor.

3) Sefahetten gelen menhus lezzetle hislerine mağlup olup akıllarını uyutuyorlar.

4) His ve hevesin hakimiyeti aklın mizanlarını dinlemiyor. His ve heveslerine mağlup olarak
yaşıyorlar.

5) Aklı tatil ettiklerinden düşünce ufukları kısırlaşıyor. Geçmişi ve geleceği düşünmeden


anlık yaşıyorlar.

6) Gençlik, şöhret, imkan ve saltanat bir müddet onların zevk ve menfaatlerine kuvvet
veriyor.

7) İmandan gelen zevk ve lezzeti idrak edemediklerinden mukayese imkanı bulamıyorlar.


Mevcut hayatı ideal zannediyorlar.
8) Dünyanın ve hayatın zor ve ağır şartları başka şeyleri düşünmeye fırsat ve imkan
bırakmıyor.

9) Mazinin, çevrenin, ailenin, geleneklerin tahakküm ve baskısı altında kalıyorlar.

10) Müslümanlardaki yanlış hal ve tavırlar onları ürkütüyor ve korkutuyor.

11) İnanmanın icabı olan salih amel ve muamelat nefislerine zor ve ağır geliyor. Bunları
düşünmeden yaşamayı tercih ediyorlar.

12) Nefsin aldattığı hazır bir dirhem lezzet kalbin temin edeceği istikbaldeki batmanlarla
lezzete tercih ediliyor.

13) Menfaat üzerine kurulan ve dönen hayat çarklarını fazilet üzerine kurulmuş hakikate
çevirmek zor ve müşkül oluyor.

Buna mümasil sebeplerden dolayı ehli küfür için geçicide olsa dünya lezzetleri bütün bütün
harap olmayabiliyor.

İnsan böylece kısa bir süre hayattan lezzet aldığına sansa bile bir müddet sonra ihtiyarlık
mevsimiyle hastalıklar, musibetler onun üstüne çöker. Dostlarının çoğu bu alemden göçüp
giderler. Kendisini bir derece oyalayan dünya işlerinden de elini çekmiş olur.

Dünya düzenini menfaat ve zevk üzerine kurduğu için bu halinde kimse onunla ilgilenmez,
dertlerini tek başına çekmeye başlar. Artık her geçen gün kabir çukuruna bir adım daha
atmanın ıstırabı ruhunu sarar. İşte o zaman küfrün ağırlığını bütünüyle hisseder ama artık
dönüşü olmayan bir yola girmiş olur.

Ruh cesede göre soyut, ruha göre de Cenab-ı Hakk'ın


isimleri soyuttur. İnsan esmanın tecellisi olurken, o isimler
somutlaşıyor mu?
Bir mananın kalpteki soyut hali esma oluyor, dildeki lafız hali ruh oluyor, kağıda
dökülmüş yazı hali de cisim ve ceset oluyor. Mananın kalpteki hali en yalın ve soyut halidir,
dildeki hali yarı yalın ve soyut halidir, yazıdaki hali ise en somut ve cisim halidir.
Kalbin içindeki yalın mana yazıya varana kadar çok gölge ve aşınmalardan geçiyor. Bu
yüzden kalpteki mana ile yazıdaki mana aynı değildir. Lakin yazıdaki mana kalpten gelmiştir
denilir.
Dolayısı ile isimlerin hakiki manası mücerret ve münezzehtir. İsimlerin ruh gibi latif
şeylerdeki tecellileri cesetteki tecellilerine nispetle daha parlak ve daha mücerrettir.
İsimlerin cesetteki tecellileri ise nakış ve somut bir tezahürdür. Ruh ile ceset arasındaki fark
sadece letafet ciheti iledir, yoksa her ikisi de isimlerin tecellisi olup mahlukturlar.
Sevmek gayri ihtiyari bir duygu değil midir? Öyley ise
anne babamızı, Peygamberimizi ve Allah´ı neden sevmek
zorundayız? Neden din bunu bize şart koşmuş?
İnsanın, fıtratına konulmuş olan duyguları kökünden söküp atması imkansızdır. Bu
sebeple duyguları kökünden söküp atmak yerine, yönünü ve yüzünü çevirmek esas olmalıdır.
Mesela, düşmanlık hissi insanın fıtri bir duygusudur. Bu hissin fıtrattan sökülüp atılması
kabil değildir. Öyle ise bu duygunun yönünü ve yüzünü mümin kardeşlerimize değil, nefis ve
küfür gibi başka taraflara çevirmek gerekir.
Aşk ve muhabbet, insanın en köklü ve en esaslı bir duygusudur. Bunun da diğerleri gibi
tamamen fıtrattan sökülüp atılması kabil değildir. Ama bu duyguyu İlahi veya mecazi aşka
çevirmek, insanın iradesine bakar. İnsan, kalbini İlahi aşka yönlendirme fırsatı ve imkanı
varken, bunu mecazi aşkların dalgasına terk ediyor ise, bu mesuliyeti gerektiren bir
durumdur. Muhabbet etme kabiliyetini Allah kendi Zatı ve isimlerini sevmemiz için bize
takmıştır. İnsan suistimal ile bu kabiliyeti mecazi aşklara çeviriyor. Öyle ise mesuldür.
Allah insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak
genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedi ve solmayan
bir güzellik ile tatmin olabilir.
Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır.
Sevdiğimiz o güzellik, ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez. Verse de bizim meftun
olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler
için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip, Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek,
bunun tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu
ise iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp, o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını
okuyarak sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir.

"Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur." (Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan, kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk tek
mahbub Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip, Allah aşkına
yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok
fazla olur. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevmeye değmez)
deyip, mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.
Bu konu Otuz İkinci Söz'de detaylı olarak izah edilmiş olduğundan, oraya havale
ediyoruz. Numune olarak oradan bir iki pasajı buraya alalım:

“Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis
hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur;
safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet
olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden
zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya
faydasızdır veya azaptır (eğer harama girmişse)."
"Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet nasıl faydasız kalır?"
"Elcevap: Ehl-i teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali
Radıyallahu Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler,
Kur'ân'ın irşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın hesabına ve muhabbet-i Rahmân
namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var."
"Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir
nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir."
"Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men
etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine
binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin.”(1)

Özet olarak, mevcudatı Allah hesabına ve onun sanat ve eserleri olduğu için sevmeliyiz
ve Allah’a olan muhabbetimize bir vesile ve araç yapmalıyız.
Peygamberleri, anne ve babamızı İlahi bir sanat, İlahi bir ayna, İlahi bir sergi oldukları
için sevmeliyiz. Yoksa zatı ve maddesi noktasından sevmenin bir önemi ve ehemmiyeti
yoktur. Annemizin bize olan müthiş şefkatinde Allah’ın Rahman ve Rahim sırrını
okuyamıyor isek, bu sevgi fani ve mecazi kalır.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf

Tanıttırmak ve sevdirmek meselesi ile şefkat ve


nimetlendirmek meselesi arasındaki bağlantıyı anlatır
mısınız?
Allah’ı tanımak başlı başına bir nimettir; hatta bütün nimetlerin başıdır diyebiliriz. Öyle
ise Allah’ın eser ve sanatları ile kendisini bize tanıttırması bir nimettir. Nimet ise şefkatten
çıkar. Yani acır, sonra nimet verir. Nasıl bir yetime iyilik ve ihsanda bulunmak, şefkatten
ileri geliyor ise, aynı şekilde Allah’ın kendisini bize tanıttırıp sevdirmek istemesini de
tetikleyen ilahi sevk, yine sonsuz ilahi şefkattir.
Acımak ile nimet vermek arasındaki bağ zahir iken, tanıttırmak ve sevdirmek ile şefkat
arasındaki bağ biraz tefekkür ve istidlal istiyor.
Üstad Hazretleri bu hususu genel hatları ile şu şekilde izah ediyor:

"... Aynen öyle de, Sâni-i Hakîm, Cenneti ve dünyayı, semâvâtı ve zemini,
nebâtat ve hayvânâtı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz'î bütün eşyayı,
cilve-i esmâsıyla eşkâlini tahdit ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene
veriyor. Onun ile, bunlara Mukaddir, Munazzım, Musavvir isimlerini okutturuyor."
"Öyle bir tarzda şekl-i umumîsinin hududunu tayin eder ki, Alîm, Hakîm ismini
gösterir."
"Sonra, ilim ve hikmet cetveliyle, o hudut içinde, o şeyin tasvirine başlar. Öyle
bir tarzda ki, sun' ve inâyet mânâlarını ve Sâni ve Kerîm isimlerini gösteriyor."
"Sonra, san'atın yed-i beyzâsıyla, inâyetin fırçasıyla, o suretin -eğer birtek
insan ve birtek çiçek ise- göz, kulak, yaprak, püskül gibi âzâlarına bir hüsün, bir
ziynet renkleri veriyor. Eğer zemin ise, maâdin, nebâtat ve hayvânâtına bir hüsün
ve ziynet renkleri veriyor. Eğer Cennet ise, bağlarına, kasırlarına, hurilerine bir
hüsün ve ziynet renkleri veriyor, ve hâkezâ, başkalarını kıyas et."
"Hem öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki, lütuf ve kerem mânâları onda o
derece hükmediyor ki, adeta o mevcud-u müzeyyen, o masnu-u münevver bir lütf-
u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer, Lâtif ve Kerîm ismini
zikreder."
"Sonra, o lütuf ve keremi şu cilveye sevk eden, elbette teveddüd ve
taarrüftür, yani kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuura bildirmek şe'nleridir ki,
Lâtif, Kerîm isimlerinin arkalarında Vedûd ve Mâruf isimlerini okutuyor ve
masnuun lisan-ı halinden işitiliyor."
"Sonra, o müzeyyen mevcudu, o güzel mahlûku leziz meyveler, sevimli
neticelerle süslendirip, ziynetten nimete, lütuftan rahmete çevirir, Mün'im ve
Rahîm ismini okutturur ve zâhirî perdeler arkasında o iki ismin cilvesini gösterir."
"Sonra, bu Rahîm ve Kerîmi, Müstağnî-i ale'l-Itlak olan Zatta, bu cilveye sevk
eden, elbette bir terahhum, tahannün şe'nleridir ki, ism-i Hannân ve Rahmân'ı
okutturuyor ve gösteriyor."
"Şu terahhum, tahannün mânâlarını cilveye sevk eden, elbette bir cemal ve
kemâl-i zâtîdir ki, tezahür etmek ister. Cemîl ismini ve Cemîl isminde münderiç
olan Vedûd ve Rahîm isimlerini okutturuyor. Çünkü cemal bizzat sevilir. Zîcemal
ve cemal, kendi kendini sever. Hem hüsündür, hem muhabbettir. Kemal dahi
bizzat mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir. Hem muhibdir, hem mahbubdur. Madem
nihayetsiz derece-i kemalde bir cemal ve nihayetsiz derece-i cemalde bir kemal
nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette, aynalarda ve
aynaların kabiliyetlerine göre lemeâtını ve cilvelerini görmek ve göstermekle
tezahür etmek ister."
"Demek, Sâni-i Zülcelâlin ve Hakîm-i Zülcemâlin ve Kadîr-i Zülkemâlin
zâtındaki cemâl-i zâtî ve kemâlât-ı zâtiyesi terahhum ve tahannün ister ve
Rahmân ve Hannân isimlerini tecellîye sevk eder."
"Terahhum ve tahannün ise, rahmet ve nimeti göstermekle Rahîm ve Mün'im
isimlerini cilveye sevk eder."
"Rahmet ve nimet ise teveddüd, taarrüf şe'nlerini iktiza edip Vedûd ve Mâruf
isimlerini tecellîye sevk eder, masnuun bir perdesinde onları gösterir."
"Teveddüd ve taarrüf ise, lütuf ve kerem mânâlarını tahrik eder, Lâtif ve
Kerîm isimlerini, masnuun bazı perdelerinde okutturuyor."
"Lütuf ve kerem şe'nleri ise, tezyin ve tenvir fiillerini tahrik eder, Müzeyyin ve
Münevvir isimlerini, masnuun hüsün ve nuraniyeti lisanıyla okutturur."
"Ve o tezyin ve tahsin şe'nleri ise, sun' ve inâyet mânâlarını iktiza eder ve
Sâni ve Muhsin isimlerini, o masnuun güzel simasıyla okutturur."
"Ve o sun' ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktiza eder ve ism-i Alîm ve
Hakîm'i, o masnuun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur."
"O ilim ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fiillerini iktiza ediyor; Musavvir ve
Mukaddir isimlerini, masnuun heyetiyle, şekliyle okutturur, gösterir."
"İşte, Sâni-i Zülcelâl, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki, ekserisi,
hususan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiyeyi okutturur. Güya herbir masnuuna ayrı
ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış; her gömlekte,
her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış."
"Meselâ, temsilde gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı
sânisinden bir ferd-i hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde çok sayfalar vardır. Başka
büyük ve küllî masnuatı o iki cüz'î misale kıyas et." (1)

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

Tezyinden inayetin anlaşılması ne demektir? İnayet,


yardım etmek değil midir? İnayet, kerem, lütuf hep aynı
manada mıdır?
Otuz İkinci Söz'de geçen ilgili paragrafı olduğu gibi aşağı alalım:

" Sonra, ilim ve hikmet cetveliyle, o hudud içinde, o şeyin tasvirine başlar. Öyle bir
tarzda ki, sun' ve inâyet mânâlarını ve Sâni' ve Kerîm isimlerini gösteriyor. Hem öyle
bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki, lûtuf ve kerem mânâları onda o derece hükmediyor
ki, âdetâ o mevcud-u müzeyyen, o masnu-u münevver, bir lütf-u mücessem, bir kerem-i
mütecessid hükmüne geçer, Latîf ve Kerîm ismini zikreder." (1)

İlk paragrafın sonunda geçen şu cümleyi tahlil edelim; "sun' ve inâyet mânâlarını ve Sâni'
ve Kerîm isimlerini gösteriyor." Burada geçen, sun': sani' inayet ise: Kerim ismine tekabül
etmektedir.

Özetle ifade etmek gerekirse; Allah'ın bizim için yarattığı her şey bize bir yardımdır.
Bu yardım ve inayet, yaratmanın her boyutunda kendini göstermektedir. Elmanın kendisi bir
inayet olduğu gibi, rengi, kokusu, tadı ve şeklide bir yardım ve inayetdir. bu yardım ve inayet
ise Allah'ın lütfu ve keremidir. Yani karşılksız bir yardımıdır. İsteseydi varlıkları, estetikten
çok uzak, kaba ve tezyinsiz de yaratbilirdi. Ancak kerem ve inayetiyle yarattığı her şeyi,
bütün duygu ve latifelerimize hitap edecek şekilde güzel ve estetik halketmiştir.

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz

Üçüncü Mevkıf'ta geçen misaldeki heykelin, ellerini,


kucağını ve ceplerini kıymettar nimetlerle doldurdu,
şeklindeki ifadenin hakikatı nedir?Ayrıca o çiçeğin suretini
kırmızı bir mücevhere taktı, deniyor. Hakikatte çiçek ve
kırmızı mücevher nedir?
"Madem rahmet ve irade-i nimet arkada hükmediyor. Öyleyse, o heykeli,
nimetin envâıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin suretini de bir hediyeye
takacak."
"İşte, o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymettar nimetlerle doldurdu
ve o çiçek suretini de bir mücevherata taktı. Demek bu rahmet ve irade-i nimeti
çalıştıran, terahhum ve tahannündür. Yani, acımak ve şefkat etmek mânâsı,
rahmet ve nimeti tahrik ediyor."(1)

Allah’ın sonsuz rahmet ve merhameti insanı icat ederken, sınırsız nimet ve güzellikler ile
donatıyor. Mesela gözü insana verip, gözün seyredeceği nihayetsiz manzaraları da icat
ediyor, kulağı takıp, kulağın sofrası hükmünde olsan sesler alemini de icat ediyor, burnu
verip burnun istifade edeceği kokuları da yaratıyor, dili takıp dilin tadacağı sayısız lezzetleri
de bahşediyor vesaire. Bütün bu nimetlerin arka cephesinde Allah’ın irade-i rahmeti
hükmediyor. Yani insanı böyle sayısız nimetlere muhatap yapan hakikat Allah’ın rahmet ve
merhametidir.
Evet insan Allah’ın rahmeti ile sayısız cihaz ve duygular ile donatılıp kainat sofrasından
istifade ettiriliyor. Heykel ve çiçek ve onlardaki cevherler insan ve insandaki donanıma
işaret ediyor.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
On Dördüncü Lem'anın İkinci Makamında yer alan Üçüncü Sır, bu konumuzu detaylı
olarak izah etmektedir, bakılabilir.

Üstad'ın bahsettiği marifetullah, tecrübeyle, yaşayarak ve


düşünerek elde edilebilir mi? Marifetullah konusunu biraz
açar mısınız?
Marifetullah, Allah’ı bilmek ve tanımak anlamına geliyor ki, Allah’ı bilmenin ve
tanımanın çok şubeleri, çok mertebeleri, çok dereceleri vardır. Allah’ın sadece varlığını
bilip, kainatta tedbir ve tasarrufunu inkar etmek ve rububiyet ve uluhiyetinin eserlerini ve
ipuçlarını kainat üstünde okuyamamak da bir bilmektir, ama kafi bir bilmek ve tanımak
değildir.
Halbuki Kur'an öyle bir marifet dersi veriyor ki, Allah’ın varlığının ve birliğinin
yanında, şuunatının, sıfatlarının ve isimlerinin kainattaki tecelli ve icraatlarını akla, kalbe ve
hissiyatlara tesis ettirerek, dem ve damarlara işlettiriyor. Her hadisede Allah’ın rububiyet ve
uluhiyetini göstererek, tam bir marifet dersi veriyor.
Yıldız böceği küçük ışıkçığına itimat edip güneşin ışığına meydan okuduğu için, zifiri
karanlığa mahkum olmuş. Bunun gibi, filozoflar da vahiy güneşine teslim olmayıp, kendi
kafa fenerlerine itimat ettikleri için kainat karanlığı içinde taklidi bir imanı zor elde etmişler.
İbn-i Sinan’ın "Haşirde akıl ile gitmek imkansız, ama iman ile teslim oluruz." sözü, salt
aklın olayları anlamakta ne kadar aciz ve ihatasız olduğunu gösterir. Ama aklı vahyin
teslimiyetine ve terbiyesine verdiğin zaman, şu kainatın en ince ve en müşkül meselelerini
açan bir anahtar hükmüne gelir. Böylece akıl kainatın ali ve yüksek bir mütefekkir nazırı
olur.
Yani vahiyden uzak ve vahyin terbiyesine girmeyen salt ve soyut akıl, Allah’ı kamil
manada bilemez ve tahkiki bir marifete yetişemez. Bu sebeple akıl, vahyin tedbir ve
terbiyesine girip, onun dairesinde işlemesi gerekir, yoksa şirk ve küfür bataklığında
kaybolur gider. Tarihte sayısız dahi derecesinde filozoflar salt akılları ile kainatta boğulup
küfür ve şirk çukurundan kurtulamamışlar.
İnsanın Allah’ı hakkı ile tanımasında ve iman getirmesinde temel olarak iki tür delil
mevcuttur. İnsan bu iki delili güzel işletip hayatında derinleştirirse, hadsiz marifet
makamlarına ve derecelerine erişebilir. Bu iki delil şekli, ayet-i afaki ve ayat-ı enfüsi
şeklinde tarif edilmiştir.
Ayat-ı Afakiye: İnsan dışında bulunan bütün kainat ve kevniyattır. Güneş, ay,
yıldızlar gezegenler, bağlar bahçeler, sular, toprak, hava vesaire hepsi Allah’ın varlığına ve
birliğine işaret eden afaki delillerdir. Kainattaki bütün eşya hikmet ve inayet lisani ile bize
Allah’ı tarif eder, onun kudsi isim ve sıfatlarını bize tanıttırır. Kur’an’da tevhidin ispatı
sadedinde zikredilen ekser ayetler bu nevidendir. Risale-i Nurların ekser risaleleri hususen
Ayet-ül Kübra Risalesi bu kabilden delillerden bahseder.
Ayat-ı Enfüsiye: İnsanın iç alemindeki delillerdir. Nasıl koca kainat Allah’ın varlığına
ve birliğine şahitlik ediyor ise, aynı şekilde küçük bir alem ve kainat olan insanın mahiyeti
ve manevi cephesi de aynı şekilde Allah’ın varlığına ve birliğine şahittir. Allah’ın varlığına
ve birliğine kainat makro delil iken, insan mikro delildir. Tevhide kainat azametli ve
haşmetli bir levha iken, insanın iç alemi ise okunaklı ve kolay anlaşılır mütevazı bir
levhadır. Kainat vahdani bir delil iken, insan ehadi bir delildir.
İnsanın içindeki vicdan, ruh, kalp, duygular ve latifelerin hepsi Allah’a açılan birer
pencere hükmündedir. İnsan bu enfüsi pencereleri iman ve hidayetin nuru ile seyrederse,
Allah’ın marifet ve muhabbetine ulaşır. Ve marifetin hadsiz makamlarına yelken açar. Ayat-ı
enfüsiye Allah’ı sadece isimleri ile değil, sıfatları ve şuunatı ile de tanıtır. Bu konuda
Otuzuncu Söz olan "ene bahsi" tam bir kaynaktır.

Üstad, âyetin beş mertebe hürmet ve şefkate evlâdı davet


ettiğini söylüyor. Bu mertebeler nelerdir?
Otuz İkinci Söz ve Yirmi Birinci Mektub da aynı konu geçmektedir.

Hayatını çocuğuna feda eden anne - baba, elbette çocuğu üzerinde birtakım haklara
sahiptirler.(1)

Kur'an-ı Kerim' de, Allah'a ibadet emrinden hemen sonra, anne - babaya iyilik emredilir.
Onlardan biri veya her ikisi yaşlı hallerinde çocuklarının yanında bulunursa, çocukların şu
beş esasa riayet etmeleri bildirilir:
1- "Onlara "öf" bile deme.
2- Onları azarlama.
3- Onlara güzel söz söyle.
4- Onlara şefkat kanatlarını ger.
5- "Ya Rabbi, onlar küçükken beni terbiye ettikleri gibi, yaşlı hallerinde onlara
merhamet et" diye onlara dua et." (İsra, 23-24)

(1) bk. Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

"... âdi bir adam, en yüksek bir makama, muhabbet ettiği


âli-makam bir zâtın tebaiyetiyle girebilir." cümlesine göre; en
yüksek makama çıkmanın yolu tebaiyetten mi geçer?
"ALTINCI İŞARET: Enbiya ve evliyaya Kur’ân’ın tarif ettiği tarzda muhabbetin
neticesi, o enbiya ve evliyanın şefaatlerinden berzahda, haşirde istifade etmekle
beraber, gayet ulvî ve onlara lâyık makam ve füyuzattan o muhabbet vasıtasıyla
istifaza etmektir. Evet, ‫ﺐ‬‫ اَْﻟَﻤْﺮُء َﻣَﻊ َﻣْﻦ اََﺣ ﱠ‬sırrınca, âdi bir adam, en yüksek bir makama,
muhabbet ettiği âli-makam bir zâtın tebaiyetiyle girebilir."(1)

Tebaiyet burada; iman ve muhabbettir. Ben Hazreti Peygambere (asv) iman ve muhabbet
edersem, bu iman ve muhabbetin neticesinde ahiret aleminde onunla beraber yüksek mevki
ve makamlarda hoş vakit geçireceğim. Tabi burada herkes kendi makamı ve derecesi
nispetinde istifade edecektir. Yani ona iman ve muhabbetle tabi olduğum için, onunla aynı
yerde beraber bulunacağım; ama istifade ve derecelerimiz farklı olacak.

Üstad bu manayı şöyle bir temsil ile akla yaklaştırıyor:

"Sual: ‫ﺐ‬‫ اَْﻟَﻤْﺮُء َﻣَﻊ َﻣْﻦ اََﺣ ﱠ‬sırrınca, dost dostuyla beraber Cennette bulunacaktır. Halbuki,
basit bir bedevî, bir dakikada sohbet-i nebeviyede lillâh için bir muhabbet peydâ eder; o
muhabbetle, Cennette Peygamberin yanında bulunması lâzım gelir. Halbuki, gayr-ı
mütenâhi feyze mazhar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın feyzi, bir basit bedevî
feyziyle nasıl birleşir?"

"Elcevap: Bir temsille şu ulvî hakikate şöyle bir işaret ederiz ki:"

"Meselâ, gayet güzel ve şâşaalı bir bağda, muhteşem bir zat, gayet büyük bir ziyafet,
gayet müzeyyen bir seyrangâh öyle bir surette ihzar etmiş ki, kuvve-i zâikanın
hissedecek bütün lezâiz-i mat’umâtı câmi’, kuvve-i bâsıranın hoşuna gidecek bütün
mehâsini şâmil, kuvve-i hayaliyeyi keyiflendirecek bütün garaibi müştemil, ve hâkezâ,
bütün havass-ı zâhire ve bâtınayı okşayacak ve memnun edecek herşeyi içine
koymuştur. Şimdi iki dost var, beraber o ziyafete giderler; bir locada, bir sofrada
oturuyorlar. Fakat birisinin kuvve-i zâikası pek az olduğundan, cüz’î zevk alır. Gözü de
az görüyor. Kuvve-i şâmmesi yok. Sanayi-i garibeden anlamaz, harika şeyleri bilmez. O
nüzhetgâhın, binden ve belki milyondan birisini, kabiliyeti nisbetinde ancak zevk ederek
istifade eder. Diğeri ise, bütün zâhirî ve bâtınî duyguları, akıl ve kalb ve his ve lâtifeleri
o derece mükemmel ve o mertebe inkişaf etmiştir ki, o seyrangâhtaki bütün incelikleri,
güzellikleri ve letâifi ve garaibi ayrı ayrı hissedip zevk ederek ayrı ayrı lezzet aldığı
halde, o dostla omuz omuzadır."

"Madem bu karma karışık, elemli ve daracık şu dünyada böyle oluyor. En küçükle en


büyük beraberken, serâdan Süreyyaya kadar fark oluyor. Elbette, dâr-ı saadet ve
ebediyet olan Cennette, bittarîkı’l-evlâ, dost dostuyla beraberken, herbirisi istidadına
göre sofra-i Rahmânü’r-Rahîmden, istidatları derecesinde hisselerini alırlar.
Bulundukları Cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mâni olmaz. Çünkü,
Cennetin sekiz tabakası birbirinden yüksek oldukları halde, umumun damı Arş-ı
Âzamdır. Nasıl ki, mahrutî bir dağın etrafında, birbiri içinde, birbirinden yüksek,
kaidesinden zirvesine kadar surlu daireler bulunsa; o daireler birbirinin üstündedir,
fakat birbirinin güneşi görmelerine mâni olmaz, birbirinden geçebilir, birbirine bakar.
Öyle de, Cennetler de buna yakın bir tarzla olduğu, ehâdisin mütenevvi rivâyâtı işaret
ediyor."(2)

(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz Üçüncü Mevkıf.

(2) bk. a.g.e., Yirmi Sekizinci Söz.

"Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-yı harfiyle sev;


mânâ-yı ismiyle sevme. 'Ne kadar güzel yapılmış.' de. 'Ne
kadar güzeldir.' deme. Ve kalbin bâtınına, başka
muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünkü, bâtın-ı kalb
âyine-i Sameddir ve Ona mahsustur." Açıklar mısınız?
Üstad Hazretleri bu paragrafta, (1) insanların nasıl bir muhabbet ve aşk içinde olması
gerektiğine işaret ediyor. Allah için ve Allah hesabına olmayan muhabbet ve aşkların yanlış
ve boş olduğuna, hatta sahibine azap ve acı vermekten başka hiçbir faydası olmadığına işaret
ediyor.
Allah insana kalp ve muhabbet hissini, kendi isim ve sıfatlarını sevdirmek için vermiştir.
Hatta insandaki kalp ve muhabbete öyle bir genişlik ve keskinlik vermiş ki, ancak ezeli ve
ebedi olan Allah’ın cemal ve kemali ile tatmin olabilir bir vasıftadır. Öyle ise insanın bu
muhabbet ve kalbi kabiliyetlerini mecazi ve fani mahlukata sarfetmesi meşru ve helal
değildir.
Mahlukatı ise; ancak Allah’ın bir sanatı, Allah’ın cemal ve kemaline bir ayna olması
noktasından ve Onun namına ve hesabına sevebilir. Bunun nasıl olacağını Üstad Hazretleri
bahsi geçen risalede geniş örnekler ile izah ediyor.
“Ne kadar güzel” tabiri, güzellik ile güzelliğin geldiği kaynak arasındaki irtibatı ya
inkar ya da görmezden gelme manasını ifade edip, güzelliği sadece kendi namına ve kendi
hesabına sevmeyi ifade ediyor. Sanat ile sanatkar ilişkisi kesilip, sadece sanata odaklanmayı
ifade ediyor. Halbuki sanat, sanatkarına işaret için icra edilir.
“Ne kadar güzel yapılmış” ifadesinde ise, sanat ile sanatkar, güzellik ile onun geldiği
kaynak iç içedir ve güzellik ve sanat doğrudan hakiki kaynağına ve sahibine işaret ediyor.
Kainattaki her şey Allah’ın sonsuz cemaline işaret eden birer levha, birer işaretçidirler.
İnsan bu levha ve işaretler ile sonsuz cemale ulaşır.
Allah, insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak
genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi; ancak ebedi ve solmayan
bir güzellik ile tatmin olabilir.
Oysa, kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası
vardır. Sevdiğimiz o güzellik, ya eskir, ya pörsür, ya da bize karşılık vermez, verse de bizim
meftun olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp, o fena ve fani
güzellikler için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip, Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek, bunun
tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise;
iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp, o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak,
sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir.

"Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur (Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk, tek
mahbub; Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip, Allah aşkına
yanmamız gerekir. Yoksa, insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok
fazla olur. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevmeye değmez)
deyip, mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.
Özet olarak, mevcudatı Allah hesabına ve onun sanat ve eserleri olduğu için sevmeliyiz
ve Allah’a olan muhabbetimize bir vesile ve araç yapmalıyız. Yoksa, mecazi olarak
seversek, kalbimizi çürütüp kokuşturmuş oluruz ki, bunun cezası da ateştir.
(1) İlgili yeri okumak için tıklayınız

"Ehl-i dalâletin vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina


edecek hiçbir şey bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle
diyor ki:.." diye devam eden paragrafı açıklar mısınız?
"İkinci Noktanın İkinci Mebhası"

"Ehl-i dalâletin vekili, tutunacak ve dalâletini ona bina edecek hiçbir şey
bulamadığı ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki: "Ben, saadet-i dünyayı ve
lezzet-i hayatı ve terakkiyât-ı medeniyeti ve kemâl-i san'atı, kendimce, âhireti
düşünmemekte ve Allah'ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine
güvenmekte gördüğüm için, insanın ekserisini bu yola şeytanın himmetiyle sevk
ettim ve ediyorum."(1)

İzah: Üstad bu risalenin başından bu yana, Allah’ın varlığını ve birliğini kati bir surette
ispat edip geldiği için, farazi muhatabı olan kafir, teslimi silah edip küfür ve şirkin makul
olmadığını itiraf edip ilzam oluyor. Ama buna rağmen ısrarlı bir şekilde, dünyada saadetli
olmayı, dünyanın zevk ve lezzetini ve medeniyet ve sanatın gelişmesini, Allah ve ahireti
düşünmemekte, dünya sevgisinde, özgürlükteki kendine güvenmekte olarak görüyor ve bunun
gibi felsefi hezeyanlar ile imana ve hidayete yanaşmak istemiyor. Üstad da farazi muhatap
olan bu kafire cevap veriyor.

"Elcevap: Biz dahi Kur'ân namına diyoruz ki: Ey biçare insan! Aklını başına al,
ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eğer onu dinlersen hasâretin o kadar büyük olur ki,
tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir."

"Senin önünde iki yol var: Birisi, ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiği şekavetli
yoldur. Diğeri, Kur'ân-ı Hakîmin tarif ettiği saadetli yoldur."

"İşte, o iki yolun pek çok muvazenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde
gördün ve anladın. Şimdi, makam münasebetiyle, binde bir muvazenelerini yine
gör, anla. Şöyle ki:"

"Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut


ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü, zayıf ve âciz beline
yükletir. Çünkü, insan Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o
vakit, insan, gayet derecede âciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz
musibetlere maruz, elemli, kederli bir fâni hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği
ve alâka peydâ ettiği bütün eşyadan mütemadiyen firak elemini çeke çeke,
nihayette, bâki kalan bütün ahbabını bir firak-ı elîm içinde bırakıp, kabrin
zulümatına yalnız olarak gider. Hem müddet-i hayatında gayet cüz'î bir ihtiyar ve
küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az bir ömür ve sönük bir fikir ile,
nihayetsiz elemlerle ve emellerle faydasız çarpışır ve hadsiz arzuların ve
makasıdın tahsiline, semeresiz, boşu boşuna çalışır. Hem kendi vücudunu
yükleyemediği halde, koca dünya yükünü biçare beline ve kafasına yüklenir. Daha
Cehenneme gitmeden Cehennem azâbını çeker."(2)

İzah: İnsanın önündeki iki yoldan birisi olan küfür ve şirk yolu insanı yükseltmiyor, tam
aksine en alçak bir mertebeye düşürüyor. Küfür yolu insanın sırtına sınırsız acı ve kederleri
yüklüyor. Zira İnsan, Allah’ı iman ve ibadet ile tanımazsa, ona güvenip tevekkül etmezse,
nihayetsiz bir acizlik ve fakirlik ve nihayetsiz musibet ve belalara maruz kalır.

İnsandaki acizlik ve fakirlik kavramlarını şu şekil izah edebiliriz:


Fakr: İhtiyaç sahibi anlamında kullanılmıştır. Risale-i Nur'daki manası ile; insanın zerreden
güneşe kadar nihayetsiz ihtiyaçlara muhtaç olması demektir. Yani; insan fıtrat olarak
kainatta her şeye muhtaç şekilde yaratılmıştır.
İnsan hayatının devamı, bütün kainat çarklarının işlemesine bakar, böyle olunca, insanın
kainattaki her şeye muhtaç olarak yaratılmış olduğu sabit olur. İşte insan, bu sonsuz
ihtiyacından dolayı fakirdir. Allah, bu fakirlik durumunu insana; her ihtiyacında, İhtiyacı
Olmayanı bulması için vermiştir. Yani nereye bakarsa, hangi şeye ihtiyaç duyarsa, orada
fakirlik penceresi ile fakir olmayan Allah’ı, bulabilir.

Acz: Kendi ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar zayıf ve iktidardan yoksun anlamında


kullanılmıştır. Yani ihtiyaçları hem kainatı kuşatmış, hem de ebede uzanmış olmasına
rağmen, bunlardan en basitini dahi tedarik edemeyecek kadar acizdir insan. Burada daha
çok, insanın iktidarsızlığına vurgu vardır. Bu acizlik penceresi de, aciz olmayan Allah’a
açılıyor. İnsan acizlik damarı ile aciz olmayan Allah’ı idrak ediyor.

İşte insan, bu iki damarı yani acizlik ve fakirlik damarını, Allah’ı bulmakta kullanmaz ise; bu
iki damar insanın omzuna ağır bir bela ve musibet olur, insanın hayatını cehenneme çevirir.
Küfür; insan ile Allah arasındaki bağı ve nispeti kestiği için, insan kainatta acizliği ve
fakirliği ile acınacak bir hayvan hükmüne düşüyor. Her hadise karşısında titrer, her ihtiyacı
onu kainata ayrı bir dilenci yapar. Nerde kaldı hürriyet, nerde kaldı saadet, nerde kaldı
kendine güven. İşte küfür; insana saadet ve terakki değil, acı ve sukut getiriyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf
(2) bk. a.g.e.

"Fikrin sönük ise; Kur'anın güneşi altına gir, İmanın


nuriyle bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine her bir âyet-i
Kur'an, birer yıldız misillü sana ışık verir." Bu cümleyi
açıklar mısınız?
Bu manayı en güzel okumanın yolu, hakikate ulaşmayı salt akıl ile yeterli gören
filozofların eserlerine ve fikirlerine bakmaktır. Onlar, akıllarını vahyin ışığına teslim
etmedikleri için, kainat okyanusunda boğulmuşlardır. Sebepler ve tabiat bataklığında
debelenip durmuşlardır. Bu da vahiysiz soyut akıl ile hakikatlere ulaşmak mümkün değildir,
önermesini doğruluyor. İbn-i Sina ve Farabi gibi dahi filozoflar salt akıl ile "hakiki
tevhidi" ve "imanın diğer rükünlerini" tahkiki bir surette anlayamamışlar ve bu hususta
mukallit kalmışlardır.

Mesela; Kur’an, kainatta her şeyin ve her mevcudun, Allah’ın tedbir ve tasarrufunda oluğunu,
ayetleri ile izah ve ispat ederken, filozoflar salt aklı ile, kainatı sebepler ve tesadüfün
kucağına atarlar. O'nun kainattaki isim ve sıfatlarının tecelli ve cilvelerini sebepler
zincirine bağlarlar. İbn-i Sina’nın, öldükten sonra dirilme inancında "akıl bunda gitmez"
demesi, aklın vahiy karşısında ne kadar aciz olduğunun bir itirafıdır.

İnsan aklı, maddi kayıtlar ile kayıtlı olmasından, maddenin ötelerine geçip, oralarda ne var
ne yok, bilgi toplaması ve malumat alması imkansızdır. Ama Allah’ın ilmi olan vahiy, her
yere her tarafa tam nüfuz ettiği için, her şeyin hakiki ahvalinden de tam haber verir. İnsan
aklı da vahiy’in nüfuzlu nazarına iman ile râm olursa, onun ile her yeri ve her şeyi idrak
edebilir. Bunun delili ise; Kur’an’ın talebeleri olan İslam alimlerinin eserleridir. Risale-i
Nur'un çok yerleri vahiy ile aklın mukayesesini yapıyor.

"Gayrı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir


azap (tokat yemek) çekmektir." Cümlesini nasıl anlamalıyız?
İslamiyet'in helal kıldığı şeklin dışında her türlü sevmekler ve muhabbetler gayrı
meşrudur ve dinen yasaklanmıştır. Kafirlerin işledikleri günahlar o kadar dehşetlidir ki
ancak cehennem temizler. Müslümanlar ise, büyük günah işlememek şartıyla, bu dünyada
Cenab-ı Hakk'ın vermiş olduğu bazı sıkıntılara sabır ve tahammülle mukabele ederse
mükafatı büyük olur. Belki günahlarını affettirir inşaallah. İşte bir Müslüman Cenab-ı
Hakk'ın rızası haricinde bazı sevmeklere girerse, Cenab-ı Hakk bunu cehenneme bırakmak
istemediği için bu dünyadakilere de ibretlik olması için merhametsiz bir azaba düçar
kılmaktadır.

Çünkü o gaflette olan genç: "Cenab-ı Hakk gafururrahimdir, hem cehennem pek
uzaktır" deyip gaflete düşüp günahlarına devam edebilir. İşte Cenab-ı Hakk acil bir
musibet vermekle onu uyandırmak ister.

Bediüzzaman Hazretleri bunun neticesi olarak bu tür günahların halini ve vaziyetini bizim
nazarımıza Risalei Nurların muhtelif yerlerinde şu şekilde vermektedir:

"O gençliğin su'-i istimaliyle gelen hastalıkla hastanelere ve kalp ve ruhun gıdasızlık ve
vazifesizliğinden neşet eden sıkıntılarla meyhanelere , sefahethanelere veya
mezaristana düşeceklerini bilmek istersen; git, hastahanelerden ve hapishanelerden
meyhanelerden sor. Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin su'-i istimalinden ve
taşkınlıklarından ve gayrı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve
ağlamalar ve esefler işiteceksin." (1)

Bir insanın her türlü günahtan uzak kalması gerekir. Zamanımız günahların bir sel gibi her
tarafı istila ettiği dehşetli bir zamandır. Böyle bir devirde günahlardan uzak kalmak çok daha
zorlaşmış ve buna göre de daha da önem kazanmıştır.

Günahlar içinde en dehşetlilerinden biri harama nazardır. Maalesef çıplaklık yaygınlaşmış,


nazarlar kirlenmiştir. Haram nazar gözün zinası anlamına gelir ve zinaya da kapıyı aralar.
Gözüne dikkat etmeyen kimseler takva mertebesine varamazlar ve kendilerini günahlardan
koruyamazlar.
"Gözde arıza olduğunda, insana ehliyet vermezler."

"Harama bakmakla cünüb olan gözüne, gözyaşlarıyla gusül yaptır!"

Günah ve İsyanın Sonuçları:

- İlimden yoksun kalmak: Zira, ilim, günahkâra verilmez.

- Rızkın kesilmesi: Günâhkârın rızkı harama gider, Allah'ın bereket ve ihsanı kalkar.

- Kalp ve ruhun bozulması: Fıtrata uygun hal bozulur, hissizlik, vicdansızlık, korkusuzlukla
tövbeden uzaklaşır. İç dünya kararır, kalp paslanır, haya duygusu ve ahlâk kalkar.

- İnsanlardan uzaklaşma: Nefsi ve en yakınlarıyla, toplumla yabancılaşan günâhkâr yalnız


kalmaya mahkum olur.

- Her günâh iz bırakır: Günâhların sonucu vücud, akıl ve diğer organlarda bir kötülük
doğurur. Her günâh bir başka günâha yol açar.

- Her günâh, İslâm dışı gelmiş geçmiş bütün çirkin ulusların mirasıdır. Kibirlenmek
Firavun'un; eşcinsellik Lût kavminin mirasıdır.

- Günâh ve isyân, Allah'ın azabının hak olmasına yol açar. Bela ve musibet gelir. Günâhın
geçmişe, şimdiye ve gelecek kuşaklara zararı dokunur.

- Günâhkârlar, meleklerin tövbe ve istiğfarlarından, Hz. Peygamber'in (s.a.s) şefaatinden


mahrum kalırlar. Günâhlar insanların imanını zayıflatır.

(1) bk.Sözler, On Üçüncü Söz.; Kastamonu Lahikası.

"Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya


ise, o hakaikin gölgeleridir." cümlesini açıklar mısınız?
İnsan, zatının birliğiyle beraber pek çok ünvana sahip olabilir. Sözgelimi, elbise
dikmesiyle terzi, resim yapmasıyla ressam, hitabetiyle hatiptir.

Diktiği bütün elbiseler onun terziliğine, bütün resimleri ressamlığına, bütün konuşmaları
hatipliğine bakar, şehadet eder. Bu eserlerin kaynağı o zatın adı geçen ünvanları olduğu gibi,
kainattaki bütün eserler Allah’ın isim ve ünvanlarının tecellileridir.

Mimar Sinanın yüzlerce eseri onun mimarlığının bir yansımasıdır. Öyle de, her bir ilahi
sanat, onunla ilgili isimlerin gölgeleridir diyebiliriz.
Malumdur ki, gölge asıldan haber verir. Asıl olmadan gölge de olmaz. Şu kainat bir gölge
olunca, bu gölgelerin bir asla dayanması elbette gereklidir. O asıl ise, Cenab-ı Hakkın
isimleridir.

"Hem dünyayı ahiretin mezraası ve esma-i İlahiyenin


ayinesi ve Cenab-ı Hakk'ın mektubatı ve muvakkat bir
misafirhanesi cihetinde sevmek -nefsi emmare karışmamak
şartıyla- Cenab-ı Hakk'a ait olur." cümlesini ve nefs-i
emmareyi açıklar mısınız?
Nefsi emmarede hayır bulunmadığından daima kişiyi cehenneme sürüklemek ister. Eğer
bu nefis terbiye edilse ve kişi kâinata manayı harfiyle, Allah hesabına baksa o zaman her şey
onun nazarında hoş ve güzel görünür. Eğer manayı ismiyle ve nefis hesabına kâinattaki
varlıkları değerlendirse o zaman dünyayı, kendine zindana çevirmiş olur. Herşeyi mide ve
nefsi arzularda arar. İnsan bu dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu derkederse, o zaman
kalben bu dünyadaki fani şeylere bağlanmaz.

Çünkü, ahireti kazanmanın yolu burdan geçmektedir. "Hizmet-i Kur'aniyede bulunana; ya


dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli . Ta ihlas ile ciddiyet ile Hizmet-i
Kur'aniyede bulunsun." (1)

Nefis, Allah’ı bulmada en büyük perdedir. Rivayete göre, Allah’la insan arasında zulmanî
ve nuranî yetmiş bin perde vardır. Arapça’ da yedi, yetmiş, yedi yüz gibi ifadeler çokluktan
kinâye olduğundan, bu yetmiş bin ifadesini de aynı şekilde değerlendirmemiz mümkündür.

Yani, insan ile Allah arasında pek çok perdeler vardır.

Şair, bu perdeleri şöyle ifade eder: “Perdeler, hep perdeler./ Her yerde, her yerdeler.”
(Necib Fazıl)

Bir perde arkasından bakan kimse, eğer o perde şeffaf değilse arkasını göremez. Mesela,
tabiat Allah’ın tasarrufuna perdedir. Tabiat perdesini aşamayan “Her şeyi tabiat yapıyor”
der. Böyle birine göre, yağmuru bulut yağdırır, meyveleri ağaçlar yapar. Fakat tabiat
perdesini aşan ve açan birisi, “Allah bulutla yağmuru, ağaçla meyveyi gönderiyor” diye
itikat eder, tabiatı Allah’a perde olmaktan çıkarır. Benzeri bir durum nefis için geçerlidir.
Nefsini aşamayan birisi, ona bir rububiyet verir, nefsini putlaştırır. Kendini kendine yeter
görür, üzerinde bir Rabb’in tasarrufunu kabul etmek istemez.

Fakat; “Ben kendime mâlik olamam. Çünkü ben yaratıldım. Birisi bende tasarrufta
bulunuyor. Beni yaratan ve vücudumu idare eden zat, beni benden daha iyi biliyor. Ben,
kaç tane böbrek taşıdığımı bilmezken, O, hem böbreğimi, hem kalbimi, hem bütün
hücrelerimi çalıştırıyor...” diye düşünür, nefsini hakka şeffaf bir ayna haline getirir.
Böylece küfürden, şirkten kurtulur..

(1) bk. Lem'alar, Onuncu Lem'a

"Kur’ân’ın nazarında valideynin hukukları ne kadar


ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir."
cümlesini ve ukuk kavramını izah eder misiniz?
Kur’an’daki şu ayette anne baba hukuku çok mükemmel bir şekilde tasvir ediliyor:

"Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa,
sakın onlara 'Öf' bile deme."(İsrâ, 17/23).

Yani ayette; evladın, anne ve babasına "öf" demesi bile çirkin sayılırken, nasıl olur da
evlat anne ve babasına çirkin ve saygısız davranışta bulunabilir, demek sureti ile, evlatlara
şiddetli bir ikaz ve ihtar yapılıyor.
Buradaki "hukuk", anne ve babanın evladı üzerindeki haklarıdır, "ukuk" ise bu
hakların ve hukukun çiğnenmesidir. Yani evladın anne ve babasına karşı saygısız ve isyan
içinde olması haline "ukuk" denilmiştir.
Ukuk kelime olarak; ana babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek, zorbalık, tanımamak,
âsi olmak gibi manalara geliyor.

"Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir.


Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre,
merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya göre inkişaf eder."
cümlesini izah eder misiniz? Bütün esmaya muhabbet,
sıradan insanlar için mümkün mü
Nasıl marifette, yani Allah’ı tanımakta, en kuvvetli ve selametli yol, eserde; Allah’ın
isim ve sıfatlarının tecellilerini okuduktan sonra, tahkiki imana intikal şeklinde oluyor. Aynı
şekilde, eserler üzerinde görünen muhabbete sebep olan güzellik ve mükemmellikler, insanı
o güzellik ve mükemmelliklerin asıl kaynağı olan isim ve sıfatlara, isim ve sıfatlar da asıl ve
menba olan Allah’ın Zatı Akdesine intikal ettirir.
İnsanın, doğrudan Allah’ın Zatına intikal etmesi çok zordur, bu yüzden insanlar genel
olarak eserden müessire doğru giderler. Yani önce eserler üzerindeki tecelli okunur, sonra
isimler, sonra sıfatlar, en sonunda Zatı Akdese intikal edilir.
İman ve marifette, çekirdekten ağaca kadar, nasıl hadsiz mertebeler ve dereceler var ise;
aynı mertebe ve dereceler, muhabbette de vardır. Yani avam bir insanın imanı nasıl makbul
ise, bu imana göre şekillenen muhabbet de aynı şekilde makbuldur. Fark sadece muhabbetin
kuvvet ve zaafındadır, avamın iman ve muhabbeti zayıfken, havas tabakasınınki kuvvetlidir.
Bu yönden bakacak olursak, her insanın Allah’a ve isimlerine bir muhabbeti olabilir.

"O muhabbet ve hürmet, şefkat, Allah için olduğunun


alâmeti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir
faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkate attıkları
zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat
etmektir." açıklar mısınız?
Anne ve baba yaşlandıkları zaman, bir nevi çocuklaşırlar, evladına sıkıntı ve meşakkati
daha da çoğalır; işte evlat bu esnada onlara karşı daha dikkatli ve titiz olmalıdır.

Nasıl bebek ve çocukluk döneminde; anne ve baba evladının sıkıntı ve meşakkatini şefkat ile
omuzladılar ise, evlat da anne ve baba yaşlandıkları zaman onların sıkıntı ve meşakkatini
daha ziyade bir şefkat ve merhamet ile omuzlamaları gerekir. Onları incitmek ve üzmekten
şiddetle sakınmaları gerekir.

Zaten ana babaya isyanın büyük günah olması bu cihet iledir. Yani anne ve babanın
yaşlandığı ve bakıma muhtaç olduğu bir sırada onlara yüz çevirmek ve onlara bakmamak, en
büyük günahlar sınıfındandır. Evladın anne ve baba güçlü iken onlara yaptığı hatalar küçük
günahlar sınıfından iken, anne ve babanın bakıma muhtaç olduğu hengamda yapılan kusur ve
hatalar ciddi günahlar sınıfındandır. Bu yüzden yaşlandıkları zaman şefkat ve hürmette daha
bir titiz olmamız gerekiyor. Üstad Hazretleri burada buna işaret ediyor. Anne ve babanın
evladı zahmet ve meşakkate atması da; yaşlandıkları zaman hizmet ve hürmetin zorluğuna
kinayedir.

"Rahmet-i İlahiyeden daha ileri şefkatini sürme."


cümlesini nasıl anlamalıyız?
Üstad, bir başka risalesinde aynı manayı şöyle dile getirir: Rahmet-i İlahiyeden daha
ileri şefkatini sürme.”

Bütün gönüllerin iman hakikatleriyle buluşması hepimizin ortak gayesidir. Üstadımızın o


bereketli ömrü “acz, fakr, şefkat, tefekkür” tariki üzere geçmiştir. Onun o engin şefkati, güz
mevsiminde sararan yapraklara acıma noktasına kadar uzanır. Sararan yapraklara acıyan o
ulvi ruh, günahlarla yaralanan Müslümanları ve iman hakikatlerinden nasiplenememiş
zavallıları da şefkatinin içine almıştır ve onları kurtarmak için nice risaleler kaleme almıştır.
O halde yukarıdaki ifadeyi, gayr-ı Müslimlere yardım elini uzatmamak şeklinde anlamak
mümkün değildir. Kanaatimizce, Üstadımız burada şefkatini ölçüsüzce kullanmakla kadere
itiraz ve İlahi rahmeti ittiham tehlikesiyle karşı karşıya kalabilecek kişileri ikaz etmektedir.
İnsan, elinden gelen bütün gayreti gösterdiği halde muhtaçlara ulaşamıyor, onların dertlerine
derman olamıyorsa tevekkül ve teslim yoluna girmeli, Allah’ın rahmetine itimat ederek o
kişilerin kurtuluşları için dua etmelidir.

"Sanat eseri olan bir varlığın kendine bakan faydası binde


birdir." diyor Üstad. "Bir tek şey binler lisanlarla Allah
şehadet ediyor." derken, aynı şey mi anlatılıyor?
Evvela, her bir cüz, vücuda çıkmadan ve çıktıktan sonra, milyonlarca ihtimal ve
imkanlar içinde idiler. Mesela gözde çalışan bir atom zerresi göze girmeden önce bütün
azalara girip çalışma ihtimal ve imkanı içinde iken, Allah bu zerreyi göze sevk edince, diğer
imkanlar saf dışı kalmış oluyor. Yani bu atom zerresi buna benzer sayısız imkanlar arasında
tereddüt içinde iken, bir irade bu ihtimal ve imkanlar tereddüdünü kaldırıp, onu bir maksada
ve hedefe sevk ediyor. Bu da zerrenin en küçük adımının bile bir hesap ve irade ile tanzim
edildiğini gösteriyor.
Bu noktadan bakacak olursak, kainat içinde bulunan her bir cüz başka cüzlere imkan ve
ihtimal noktasından bir kıyas, bir örnek teşkil ediyor. Yani her bir cüz, diğer her bir cüzün
yerinde ve konumunda olma ihtimalinde iken, olmuyor ve belli bir nizam ve program
dahilinde hareket ediyorlar. Bu da her bir cüzde sonsuz bir ilim ve iradenin işlediğini
gösteriyor.
İkincisi,

َ ‫ َواِْﻧِﻤْﻨ‬sırrınca, her şeyden Cenâb-ı Hakka karşı pencereler


َ ُ‫ﺸْﻰٍءاِﻻﱠﯾ‬
‫ﺴﺒﱢُﺤﺒَِﺤْﻤِﺪِه‬
hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati,
esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmâya
istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, herbiri birer isme dayanıyor. Hattâ,
hakikî fenn-i hikmet Hakîm ismine ve hakikatli fenn-i tıp Şâfî ismine ve fenn-i
hendese Mukaddir ismine, ve hâkezâ, herbir fen bir isme dayandığı ve onda
nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemâlât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i
insaniyenin hakikatleri esmâ-i İlâhiyeye istinad eder. Hattâ, muhakkıkîn-i
evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i
eşya ise, o hakaikin gölgeleridir. Hattâ, bir tek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak
yirmi kadar esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”(1)

Üstad Hazretlerinin yukarıdaki enfes ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, her bir eşya ve
mahluk bir çok ismin mana ve hükümlerini gösteren bir ayna ve bir levha gibidir.
Eşyanın Allah’a işaret eden yüzlerce yönü ve nispeti bu isimlerin mana ve hükümleridir.
Mesela elmanın şekli Musavvir ismine, midemize rızık olması Rezzak ismine, azalarımıza
şifa ve vitamin olması Şafi ismine, ikram ve ihsan olması Kerim ve Münim isimlerine,
içindeki hikmet ve faydalar Alim ve Hakim isimlerine bakar ve hakeza... Yani her bir mana
bir pencere olup arkasındaki bir isme işaret ediyor. Netice olarak da Allah’ı bize bütün
isim ve sıfatları ile tarif ediyor.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
Birinci Lem'a
Birinci Lem'a'da, "gecemiz istikbaldir" cümlesinden kasıt
nedir? Nitekim, "Gündüzün şerri gecenin hayrından evladır."
cümlesiyle çelişmiyor mu?
İfade ettiğiniz bu cümlede değil bir çelişki, belki tasdik eder bir mana var. Zira iman
dürbünü ve gözlüğü ile istikbale bakılmazsa, istikbalimiz şerli ve dehşet saçan bir tablo arz
edecektir. Ancak iman sayesinde, karanlıkları ve geceleri aydınlatan ışıklar gibi, istikbal
karanlığının dehşeti, ünsiyete ve huzura kalbolur.
Zaten Birinci Lem'a'nın ana konusu da bu manaları haber vermektir.
Burda Yunus (as)'ın gecesinin bize bakan vechinden bahsediyor ve bizim istikbalimizi
tarif ediyor.
Yunus (a.s.)'ın gecesi hem zifiri hem fırtınalı hem dehşet verici bir surettedir ve bizim
istikbalimize işaret ediyor. Üstadımız, geleceğimiz için;

"Bizler uzun bir seferdeyiz, ruhlar aleminden ana rahmine, oradan dünya
hayatına, oradan kabre, kabirden haşre, haşirden ebed memleketine giden uzun
bir seferdeyiz. Evet dünya imtihanın da olan bizlerin uzun bir geleceğimiz
var. Eğer iman ve ubudiyet olmazsa geleceğimizin, Hz. Yunus (as)'ın gecesi kadar
dehşetli olacağını başta Kur'an ve 124.000 peygamberler ve daha milyonlarla
evliya haber verip doğruluğunu tasdik ediyorlar."(1)

mealinde ifade ediyor.


(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Onuncu Risale.

Her sıkıntı imtihan mıdır? Sebeplerin sükutuna rağmen,


Allah'tan imdad beklenen mevzularda geri adım atılır mı?
Dünyada hiçbir hal ve hiçbir musibet, hikmetsiz ve tesadüfi değildir. Bu yüzden
başımıza gelen en büyük şeyden en küçük şeye kadar, hepsi kaderin plan ve programı
dahilindedir. Kaderin plan ve programı ise; insanı manen terakki ve tekemmül ettirmek
üzerine kurgulanmıştır. Bu yüzden kaderden bize atılan sıkıntı ve musibet taşlarını bir ihtar,
bir ikaz olarak değerlendirip, ona göre hareket etmemiz, kulluğun bir gereğidir.
Sebepler, kainatta kendi başlarına hareket etmiyorlar. Her şeyin ve her sebebin tasarruf
ve dizgini, Allah’ın kudret elindedir. Bu yüzden sebepleri sukut ettiren de O'dur, mümkün
hale getiren de O'dur. Biz müracaatımızı sebeplere değil, Allah’a yapacağız.Yanlış olmasın,
sebepleri bütünü ile terk edip inkar etmek değil, netice ve tesiri sebepten bilmemek
anlamındadır. Zira Allah, sebepler vasıtası ile iş görmeyi, kainatta bir kanun ittihaz etmiştir.
Sebeplerin sukut etmesi, iki şekilde olur. Birisi muhal derecesinde bir sukut ki; artık o
noktada geri adım atılmalıdır. Mesela ölmüş bir akrabanın dirilmesi için imdat beklemek
gibi. Bu manasız bir imdattır. Diğeri ise; imkan dahilinde sukuttur. Yani sebepler açısından
bakıldığında, hiç olmayacakmış gibi duruyor ama; bir ihtimal de olsa, imkanın olduğu zor
anlardır. Mesela bitkisel hayata girmiş bir hasta için imdat istemek, iyileşmesi için umutlu
olmak buna örnek olarak gösterilebilir. Burada; Allah’tan ümit kesmek, geri adım atmak caiz
değildir.

Hz. Yunus (as) neden yüksek bir ağaç değil de yerde olan
şecere-i yaktîn altında o lûtf-u Rabbânîyi müşahede etti?
Hz. Yunus (as) denizden, dolayısı ile balığın karnından çıktıktan sonra, kendisini hem
örtmek ve hem de sarmak için bir kıyafete ihtiyacı olduğunu anlıyoruz. Kendisini âdeta
saracak ve koruyacak bir örtüye bürünmesi icab ediyordu. Bu ihtiyacı ise bir ağacın altında
oturmakla gidermek zordur. Büyük yaprakları olan bir bitkinin bu ihtiyacı daha iyi
karşılayacağı ihtimali daha isabetli görünüyor. Zira geniş bitki yapraklarını birer örtü
malzemesi olarak kullanması mümkündür. Bu nedenle yaprakların altına girdiği için, altında
kelimesi kullanılmıştır.

Hz. Yunus'un, (a.s) "Senden başka ilâh yoktur. Seni her


türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine
zulmedenlerden oldum." duasını ederken, neyi nasıl tefekkür
etmeliyiz?
"Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten
ben kendine zulmedenlerden oldum."(Enbiyâ, 21/87)

Bu ayetin hem tefsiri hem de nasıl bir tefekkürde bulunulması gerektiği Birinci Lem'a'da
gayet güzel bir şekilde izah edilmiştir. Birinci Lem'a’yı güzelce mütalaa edip özetini
çıkarırsak, bu ayetin güzel ve toplu bir manasını idrak etmiş oluruz.

"Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin hülâsası: Denize atılmış,


büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı ve karanlık ve her
taraftan ümit kesik bir vaziyette, münâcâtı, ona sür'aten vasıta-i necat
olmuştur..."(1)

Hz. Yunus (as) o dehşetli ve çaresiz halde bu duayı okuyor, sonra Allah’ın inayet ve
yardımına mazhar oluyor. Hz. Yunus (as)’in bu hadisede hayatına kast eden üç dehşetli
düşmanı var. Birisi fırtınalı gece, ikincisi dalgalı okyanus, üçüncüsü ise milyonlarca
balıktan bir balık.
Hz. Yunus (as), düştüğü durumdan kurtulmanın tek çaresi olarak tevhidi görüyor ve
duasında bunu belirtiyor. Yani koca okyanusta, milyonlarca balıktan bir tanesinin içinde,
üstelik hava karanlık ve fırtınalı, bu zor şartlardan beni ancak her türlü noksandan mukaddes
ve münezzeh bir İlah kurtarabilir mülahazasından, bu dua meydana geliyor.
Bizim bu kıssadan hissemizin özeti ise şu şekildedir:
Hz. Yunus (as)’a bedel bizim gecemiz istikbal, okyanusumuz dünya, balığımız da
nefsimizdir. Yani geleceğimiz garanti altında değildir, imansız da kabre girebiliriz ki bu
mutlak karanlık olur. Okyanusumuz olan dünya ise, bizi en derinine çekmiş ve yutmuş, üstelik
ahireti bize fena bir şekilde unutturmuş. Bu dünya okyanusunda milyarlarca insan ahiret
hayatı noktasından boğulmuş ve boğulmaktadır. Bizim balığımız olan nefis bizi yutup
mahvımıza, yani ebedi hayatımızın yok olmasına çabalıyor. Biz Hz. Yunus (as)’in
vaziyetinden daha kötü bir vaziyetteyiz, öyle ise o duaya daha çok muhtacız.
Özetle bu duanın açılımı şu şekildedir: Senin bahtına düştüm, beni bu çıkmazdan ancak
sen çıkarabilirsin. Çünkü sen mukaddes ve münezzeh bir İlahsın. Yani sen sonsuz ilim, irade
ve kudret sahibisin. Senin bir emrin ile balık denizaltı gemisine, fırtınalı deniz süt limana,
zifiri gece de mehtaplı bir şekle dönüşür...
(1) bk. Lem'alar, Birinci Lem'a.

Mağrib ve işâ ortasında otuz üçer defa okunması çok


faziletli bulunan ayetler hangileridir? Bunları akşam
namazını kılmadan okuyabilir miyiz? Bazen akşam namazı
gecikebiliyor, okumaya vakit kalmadan yatsının vakti
girebiliyor...
Burada yedi ayet-i kerime mevcuttur. Ve Birinci Lem'a'nın başında Üstadımızın,
ayetlerin bir kısmını aynen bir kısmını ise ayetten iktibas suretinde verdiği şekliyle
okunmalıdır. Bunlar:

1 : “Karanlıklar içinde niyaz etti: ‘Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü
noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.’”
(Enbiyâ, 21/87)
2 : “Rabbine şöyle niyaz etmişti: ‘Bana gerçekten zarar dokundu. Sen ise
merhametlilerin en merhametlisisin.’” (Enbiyâ, 21/83.

3 : “Eğer senden yüz çevirecek olurlarsa de ki: 'Allah bana yeter. Ondan başka
ibadete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Ben Ona tevekkül ettim. Yüce Arşın Rabbi Odur.'
” (Tevbe, 9/129)

4 : “Allah bana yeter; O ne güzel vekildir.” (Âl-i İmrân, 3/173)

5 : “Havl ve kuvvet, ancak her şeyden yüce ve nihayetsiz azamet sahibi olan
Allah’a aittir.” (bk. Buhârî, Meğâzî: 38; Müslim, Zikr: 44-46)
6 : "Bâkî kalan ancak sensin, ey Bâkî. Bâkî kalan ancak sensin, ey Bâkî."

7 : “(Kur’ân) iman edenler için bir hidayet rehberi ve bir şifadır.” (Fussilet, 41/44)

Üstadımız bu ifadeleriyle bu ayet-i kerimeleri kast etmektedir. Sadece Birinci


Lem'a'daki ayet-i kerime değildir. Dolayısıyla burada bulunan yedi ayet-i kerimenin beraber
okunması gerekmektedir.
Buna göre bu ayetler; Birinci Lem'a'dan Dördüncü Lem'a'ya kadar olan Lem'aların
menbaı ve üstadı hükmündedirler.
Bu nevi dualar için vakit farz değildir. Vaktin farz olması namaz için geçerlidir. Kaldı
ki, namaz dahi vakit çıktıktan sonra kaza edilebilir ve bütün ibadetlerde olduğu gibi Allah
isterse, kabul eder. Her dua, her yerde ve her zaman yapılabilir; ancak belli zaman ve belli
mekânlarda yapılması, duanın makbuliyetini ve faziletini artırır.
Nitekim malum risalede de bu mana nazara verilmektedir. Şöyle ki;
"Her zaman, hususan mağrib ve işâ ortasında otuzüçer defa okunması çok faziletli
bulunan mezkûr kelimât-ı mübarekenin,.."(1)
Burada geçen "her zaman" ifadesinin, sualinize cevap olacağı kanaatindeyiz.
(1) bk. Lem'alar, Birinci Lem'a.

Neden Hz. Yunus'un münacatı "Beni fırtınalı denizden


kurtar." şeklinde değil de, "Senden başka ilâh yoktur. Seni
her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine
zulmedenlerden oldum." şeklindedir?
"Karanlıklar içinde niyaz etti: 'Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü
noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.' "
(Enbiyâ, 21/87).

Bu dua ile Hazreti Yunus (as)'ın düştüğü durum arasındaki münasebet, aslında Birinci
Lem'a'da çok güzel bir şekilde izah edilmiştir. Şöyle ki:

"Hazret-i Yunus Aleyhisselâmın kıssa-i meşhuresinin hülâsası:"


"Denize atılmış, büyük bir balık onu yutmuş. Deniz fırtınalı ve gece dağdağalı
ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette, münâcâtı, ona sür'aten
vasıta-i necat olmuştur."
"Şu münâcâtın sırr-ı azîmi şudur ki: O vaziyette esbab bilkülliye sukut etti.
Çünkü o halde ona necat verecek öyle bir Zat lâzım ki, hükmü hem balığa, hem
denize, hem geceye, hem cevv-i semâya geçebilsin. Çünkü onun aleyhinde gece,
deniz ve hut ittifak etmişler. Bu üçünü birden emrine musahhar eden bir Zat onu
sahil-i selâmete çıkarabilir. Eğer bütün halk onun hizmetkârı ve yardımcısı
olsaydılar, yine beş para faydaları olmazdı. Demek esbabın tesiri yok.
Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı
ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcat birden bire geceyi,
denizi ve hûtu musahhar etmiştir."(1)

Hazreti Yunus (as), düştüğü durumdan kurtulmanın tek çaresi olarak tevhidi görüyor ve
duasında bunu belirtiyor. Yani koca okyanusta, milyonlarca balıktan bir tanesinin içinde,
üstelik hava karanlık ve fırtınalı, bu zor şartlardan beni ancak her türlü noksandan mukaddes
ve münezzeh bir İlah kurtarabilir mülahazasından, bu dua meydana geliyor. Dua ile düştüğü
durum arasında sıkı bir bağ bulunuyor...

"Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten
ben kendine zulmedenlerden oldum."

Bu duanın açılımı şu şekildedir: Senin bahtına düştüm, beni bu çıkmazdan ancak sen
çıkarabilirsin, çünkü sen mukaddes ve münezzeh bir İlahsın. Yani sen sonsuz ilim, irade ve
kudret sahibisin, bir emrin ile balık, denizaltı gemisine, fırtınalı deniz süt limana, zifiri gece
de mehtaplı bir şekle dönüşür.
(1) bk. Lem'alar, Birinci Lem'a.

Seçere-i Yaktin Ne Demektir?


ŞECERE- İ YAKTİN: Yaktin ağacı demektir. Yaktin ise kabak, kavun ve karpuz gibi
dalları yerde yayılan bir nebat adıdır.

Üstad Birinci Lem'a'da "zelzeleli dağ-vari emvac" cümlesi


dağ gibi dalgaların sebebinin depremler olduğunu, zaten
bilim bunu bu zamanda ispatlamıştır. Üstad bunu o
zamanda mı ifade etmiş acaba?
Risalelerde istikbaldeki gelişmelerden bahseden bir çok yer vardır. Bu da onlardan biri
olabilir. Ancak bunlar Allah'ın bildirmesi ile bilinebilen şeylerdir. Zira gaybı ancak Allah
bilir ve istediği kullarına bildirir. Bu nedenle bizim bu gibi konulara yaklaşımımız farklı
olmalıdır. Bu tür tevafuklar birer iltifati İlahi ve rızayı Barinin hizmete olan kudsi teveccühü
olarak kabul edilerek, daha bir ciddiyetle hizmete sarılmamıza sebep olmalıdır.

Üstad'ın genelde; en küçük ve en büyüğü (zerrat-seyyarat,


küçük hane-koca dünya, sıtma-arz, hurdebeni bir mikrop-
ecramı ulviye) örnek vermesinin hikmeti nedir?
"Elhasıl: Madem insan, mahiyetinin câmiiyeti itibarıyla, sıtmadan müteellim
olduğu gibi, arzın zelzele ve ihtizâzâtından ve kâinatın kıyamet hengâmında
zelzele-i kübrâsından müteellim oluyor. Ve nasıl ki hurdebinî bir mikroptan
korkar, ecrâm-ı ulviyeden zuhur eden kuyruklu yıldızdan dahi korkar. Hem nasıl ki
hanesini sever, koca dünyayı da öyle sever. Hem nasıl ki küçük bahçesini sever;
öyle de, hadsiz ebedî Cenneti dahi müştakane sever. Elbette, böyle bir insanın
Mâbudu, Rabbi, melcei, halâskârı, maksudu öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat
Onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı emrindedir."(1)

Burada iki temel husus var. Birisi; insanın fıtrat ve mahiyet olarak çok geniş ve her şeyi
kuşatacak kadar kapsamlı olması. Diğeri ise; en küçükten en büyüğe kadar her şeyde Allah’ı
sevecek ve ona sığınacak bir noktanın olmasıdır. Yani; insan kainatta her şeye karşı duyarlı
ve her şeyden marifet çıkaracak bir kıvamda yaratılmıştır. İnsan korktuğu ve sığınma ihtiyacı
hissettiği zaman en küçük şeyden de korkar, en büyük şeyden de korkar. O zaman insan her
şey karşısında, Allah’a iltica etme ihtiyacını hisseder. Bir çeşit insanın, Allah’a karşı
duyarlılığı her şeyde vardır.
Üstad bu manaya işaret bakımından; insan sıtma hastalığından acı duyduğu gibi, büyük
bir hadise olan depremden de acı duyar ve her iki olayda da Allah’a sığınmak ve iltica
etmek ihtiyacını hisseder. İşte insan her halinde ve her korkusunda Allah’a iltica etmek
durumundadır ve öyle olmak gerekir ve kulluğun özü de budur.
Sevmek noktasında da insan, en küçükten en büyüğe kadar her şeye karşı hassas ve
duyarlı bir şekilde yaratılmıştır. İnsan küçük hanesini sevdiği gibi koca dünyayı da aynı
hassasiyet ve duyarlılık ile sever ve oralarda verilen İlahi hediyelerle Allah’a karşı ilgi ve
muhabbeti ziyadeleşir. Yani; insan kainatta her şeyde; Allah’a karşı bir sevgi ve sığınma
yolunu bulur ve bulmalıdır.
(1) bk. Lem'alar, Birinci Lem'a

" 'Lailahe illa ente' cümlesiyle istikbalimize, 'Sübhaneke'


kelimesiyle dünyamıza, 'İnni küntu minezzalimin' fıkrasıyla
nefsimize nazar-ı merhametini celb etmeliyiz." cümlesini
açıklar mısınız?
a) Yani "La ilahe illa ente" derken, bizler hem şimdi, hem de gelecekte ondan başka bir
ilahın olmayacağını telakki ederiz.
Bu cümleden tevhide işaret vardır. Yani hem mazi ve hem de müstakbelin sahibi
Allah'tır. Bu günümü yaratan ve yaşatan Allah elbette ki, istikbalde de beni yalnız
bırakmayacaktır, mesajı verilmektedir.
b) "Sübhaneke" kelimesiyle; Cenab-ı Hakk’ı en yüce vasıflarla vasıflandırıp düşük
sıfatlardan tenzih ediyoruz. Eksikten ve kusurdan münezzeh olan bir Allah, dünyanın
eksik ve kusurundan da münezzehtir. Her ne kadar dünyada sıkıntılar ve insafsız esbab
varsa da, bütün bunlardan münezzeh olan Allah'ın varlığı bir teselli kaynağı oluyor ve
yüzümüzü oraya çevirmeye davet ediyor.
c) “İnni küntu minezzalimin” demekle; bizler nefsimizin bu kusurunu görürsek,
gerçekten nefsimizin zalim olduğunu, zulmetmekten, biz dalalete götürmekten zevk aldığını
anlarız.
Nefis daima kötülüğü ve yanlışı telkin ederek bizi zarara sokmaya çalışır. Dolayısı
ile onunun şerrinden de ancak Allah bizleri muhafaza edecektir.

"Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü'l-Esbabdan başka


bir melce olamadığını aynelyakin gördüğünden, sırr-ı
ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf ettiği için, şu münâcat
birden bire geceyi, denizi ve hût'u musahhar etmiştir."
cümlesini nasıl anlamalıyız?
Burayı anlamak için vahidiyet ve ehadiyet arasındaki farkları bilmek lazımdır.
Konumuzla ilgili farkı söylemek istiyoruz:
Vahidiyet, kanunlar perdesi altında yapılan umumi tecellilerdir. Ehadiyet ise kanunsuz,
doğrudan doğruya ve özel tecellilerdir.
Mesela herkese iki göz, iki kulak bir burun ve yüz verilmesi vahidiyetin tecellisidir. Bir
annenin doğumu ile dünyaya geliyoruz ve herkeste de bu organlar vardır. Ancak herkese özel
ve farklı bir simanın verilmesi ise ehadiyetin tecellisidir, perdesizdir ve kişiye özeldir. Yani
özel bir durumdur.
İşte Hz. İbrahim (as)'in ateşten ve Hz. Yunus (as)'ın denizden kurtulması da birer özel
durumdur, kanunlara bağlı değildir, kanun üstüdür ve perdesizdir.

"Dünya ve zeminimiz dahi Kur'an-ı Hakim'in tezgahında


yapılan bir sefine-i maneviye hükmüne geçsin hakikat-ı
İslamiyet içerisine girsin." cümlesini izah eder misiniz?
Kur’an’ın hidayet penceresinden baktığımız zaman; dünya ve üzerinde yaşadığımız
zemin, insanlığı sahil-i selamet olan cennetin kıyılarına ya da limanına götüren manevi bir
gemi gibidir. İslam hakikatleri ise bu geminin pusulası ve cennete götüren bir rehberi
hükmündedir.
Şayet küfür ve felsefenin penceresinden bakacak olursak, dünya ve üzerinde
yaşadığımız zemin, insanlığı sahil-i azap olan cehennemin kıyılarına götüren manevi bir
gemi gibidir. İslam hakikatlerine mugayir olan inanç ve ideolojiler ise, bu geminin pusulası
ve cehenneme götüren bir rehberi hükmündedir.

"Elbette, böyle bir insanın Mâbudu, Rabbi, melcei,


halâskârı, maksudu öyle bir Zat olabilir ki, umum kâinat
Onun kabza-i tasarrufunda, zerrat ve seyyârat dahi taht-ı
emrindedir." cümlesini "kabza-i tasarruf" kelimesi ile birlikte
izah eder misiniz?
Kabza-i tasarruf, bir şeyi avcunun içinde tutmak; bir şeye hakim, galip ve vakıf olmak
anlamlarına geliyor. Kabza yani avuç burada mecazi bir anlam taşıyor. Yoksa -haşa-
Allah’ın bir avuç içi var da, eşya bu avucun içinde anlamı kast edilmiyor.
Benzer teşbih ve mecazları ayet ve hadislerde de görmekteyiz. Bu sınıfa giren çok ayet
ve hadisler mevcuttur. Bunlardan bazılarını örnek olarak verelim.

"Allah'ın eli kulların ellerinin üstündedir." (Feth, 48/10)

"Sadece Rabbinin yüzü bakidir." (Rahman, 55/27)

"Benim nefsimdekini bilirsin; fakat ben senin nefsinde bulunanı bilmem."


(Maide, 5/116)

"Allah, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri altı günde yaratmış, sonra da
Arş'ın üzerine istivâ etmiştir." (Secde, 32/4)

Tasarruf, idare ve yönetmek anlamına geliyor. Allah’ın kainatı mutlak anlamda tedbir
ve tedvir etmesini Kur’an istiva teşbihi ile ifade ediyor. Evet, ayetlerde Allah'ın yeri ve
gökleri yarattıktan sonra arşı istiva ettiği bildirilmiştir.
İstivâ fiili "alâ" edatı ile kullanılmıştır. İstiva kavramı Allah'ın bir makama kurulup
oturmasını değil, mekân ve cihet olmaksızın; O'nun yücelik ve üstünlüğünü, âlemi
yönettiğini, her şeyi hâkimiyeti altına aldığını ifade eder. "İstevâ alâ arşihî" tabiri, Allah'ın
bütün yaratıkların Rabb'i, yöneticisi ve koruyucusu olmasından gücü, kudreti ve iradesinin
mutlak yerine gelmesinden kinayedir.
Bütün bu ayetlerde, Allah’a bir aza ya da organ isnat edilmektedir ki; bunların hepsi
müteşabihtir. Yani zahiri manalarından çok işaret ettiği manalar esastır ve öyle anlamak
gerekiyor.
Kısaca kabza-i tasarruf ibaresi; Allah’ın her şeyi tedbir ve idare etmesine bir kinaye,
bir teşbihtir diyebiliriz.

"Gece, deniz ve hût ittifak etmişler. Bu üçünü birden


emrine musahhar eden bir Zat onu sahil-i selâmete
çıkarabilir." Sadece hut musahhar olsa yetmez mi, dalgalı
denizin durulması, balığın karnındaki insana fayda eder mi?
Burada mevzubahis sadece Hazreti Yunus (as)'ın o halden kurtulması değil. Maksad-ı
İlahi sadece kurtarmak olsa balığa da ihtiyaç yoktur, Allah Hz. Yunus (as)’a "sahile çık"
dese, anında çıkar ve kurtulur. -Haşa- Allah sebeplere muhtaç değildir.
Buradaki asıl maksat, Allah’ın azamet ve kibriyasını gösterip ilan etmesidir. Sebeplerin,
onun kudret elinde bal mumum gibi şekil aldığına işaret ediyor olmasıdır. Sebeplerin araya
girmesi, onun kibriya ve azametine bir perde bir sahnedir.
Şöyle ki: Allah dünya hayatını imtihan ve tecrübe için hazırlamıştır. Aynı zamanda Allah
kendi isim ve sıfatlarını insanlara izhar edip sergilemek istemiştir. Yani insan bu dünyaya
hem fıtratına konulan kabiliyetlerin inkişaf etmesi hem de Allah’ın isim ve sıfatlarını talim
etmek için gönderilmiştir. Bu kabiliyetlerin inkişaf etmesi ve Allah’ın isim ve sıfatlarını
talim etmek ancak zaman ve müddet ile olur. Bu yüzden Allah dünya hayatını tedrici ve
sebepler vasıtası ile zaman ve müddet içinde işleyip yaratıyor. Her bir unsuru hikmetli bir
şekilde tertip ve sıra ile yaratıyor.
Bu hakikati akla yaklaştırmak için şöyle bir temsil verebiliriz: Mesela bir bina ustası
kendi ustalık sanatını insanlara göstermek için bir bina inşa etmeye başlıyor. Bu binayı iki
farklı tarzda inşa etme yeteneğine sahip.
Birinci tarz, harika bir şekilde binayı defi ve ani olarak zamansız ve müddetsiz yapması.
Bu tarz inşa şeklinde her şey ani olduğu için, seyirciler ustanın ustalığı ve mahareti hakkında
bir şey anlayamaz. Tertip ve sıra gözetilmediği için ince sanat ve kabiliyetler tam idrak
edilemiyor, her şey anlık cereyan ediyor.
İkinci tarz inşa ile yapmaktır, yani binayı bir tertip ve zaman ile yapmak tarzıdır. Usta
binayı yaparken binanın her aşamasını belli bir müddet ve zaman ile seyircilerin nazarına
izhar ederek yapıyor. Başka bir tabirle eze eze ve göstere göstere binanın üzerinde bütün
maharet ve ustalığını seyircilere sergiliyor. Burada elbette bir süreç ve merhaleler zinciri
olmak gerekiyor. Tertip ve müddet içinde seyirciler ancak bir şey anlayabilirler.
Burada araya sebepler girer ki, her bir sebep Allah’ın kudretini sergileyen ve ilan eden
bir sahne gibidir. Fırtınalı gecenin mehtaplı geceye dönüşmesi, İlahi kudretin sergilendiği
İlahi bir sahne ve perde gibidir. İnsanlar bu perdede onun sonsuz kudretini hayranlık ile
seyreder. Şayet ani bir şekilde Yunus (as) kurtulsa kimse bu sahneden bir mana ve ibret
çıkaramaz.

"Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz nazar-ı gafletle onun


gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir."
ifadelerini açıklar mısınız?
İnsanlar havf ve reca ortasında yaşarlar. Yani gerek bu dünyada uzun yaşamak
hususunda olsun gerekse de ahirette ebedi olarak cennette bulunmak noktasından olsun. Eğer
gaflet, yani nefis ve şeytan bizlere galebe ederse, adeta istikbalimizi zehirlemiş ve
bereketsiz kılmışız demektir. Tabi bunun sonucunda da pişmanlıklar ve ahu fizarlarla diğer
aleme gitmiş olacağız. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezsek, bütün dünyanın padişahı
da olsak kaç para eder.
Nefsin önemli zaaflarından birisi unutmaktır. İlk insan Hz. Adem (as)’a “yasak ağaca
yaklaşmaması” emredilmiş, fakat O, bu emri unutarak yaklaşmış ve ağacın meyvesinden
yemiştir.
Hz. Adem (as)’in bu tabiatı bütün evladında da aynen vardır. Yani insan unutkan bir
varlıktır. Faraza, dün ne yediğini unutur, arkadaşına verdiği sözü unutur, randevusunu
unutur…

Fakat bütün bu unutma türleri içerisinde en dehşetlisi insanın Allah’ı unutması, O’na
verdiği sözü unutması, Allah’ın emir ve yasaklarını unutmasıdır. Böyle bir unutkanlık tam
bir gaflet halidir. Böyle gafiller hakkında Allah şöyle buyurur:

“Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu


kimseler gibi olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr, 59/19)

Artık onlar nefislerine dönüp bakmazlar, hep afakla meşgul olurlar. Mesela kendi
ayıplarını hiç görmezler, ama başkalarının ayıpları gözlerinden hiç kaçmaz. Kendilerini
kusurdan pak ve münezzeh zannederler. Bir gün gelip öleceklerini hiç hatıra getirmezler.
Ebedi dünyada kalacakmış gibi uzun emellere, tatlı hülyalara dalarlar.

“Çoklukla gururlanmak sizleri oyalayıp durdu. Sonunda kabirleri ziyaret


ettiniz.”(Tekasür, 102/1 ve 2)

ayeti, bir yönüyle böyle insanların halini dile getirmektedir. “Benim malım, benim
servetim, benim makamım,..” derken birden hayat bitivermiş, bu gafil insanlar kendilerini
kabir çukurunda buluvermiştir.
Demek ki Allah’ı unutmanın cezası nefsi unutmaktır. Nefsini unutan kişi ise ona
yönelemez, terbiyesi ile meşgul olamaz.
Nefsi Terbiyede Duanın Rolü:
Dua, ruhun Allah’a yükselmesi, kalbin Allah ile konuşmasıdır. Dua, müminin silahıdır.
Duanın tesiri büyüktür. Dua, hayır kapılarının açılmasına, şer kapılarının kapanmasına
en büyük bir vesiledir. Çocuk, eli yetişmediği şeyleri büyüklerinden istediği gibi, insan da
sonsuz isteklerini büyükler büyüğü olan Allah’tan ister. Her hususta olduğu gibi, nefsi
dizginlemek, onu hevaya değil hüdaya sevk etmek hususunda da insan, Allah’ın yardımına
muhtaçtır. Çünkü, her şeyin dizgini Allah’ın elinde olduğu gibi, serkeş nefislerin dizgini de
Onun elindedir.
Konuşması esnasında sık sık “Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki,..” diyen
Hz. Peygamber (asv) konumuzu ilgilendiren bazı dualarında şöyle der:

“Ya Rabbi, göz açıp kapayıncaya kadar da olsa beni nefsime bırakma.”
“Allah’ım seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzel bir şekilde ibadet
etmekte bana yardım et.”
“Ey kalpleri çeviren Allah’ım. Kalbimi dinin üzere sabit kıl.”

Halis bir kalple Allah’a yönelmekte seher vakitleri ayrıcalıklı bir konuma sahiptir.
Gecenin karanlığında uykusundan kalkan, gözyaşlarıyla ruhunu temizleyen bir kimse, gaflet
uykusundan da uyanır, nefsine çok daha kolay bir şekilde hükmedebilir.
Aşağıda örnek olarak verilen dualar ve benzerleri, Allah'ın inayet elinin elimizden
tutmasına, nefsimizin bize itaat etmesine vesile olacaktır:

“Ya Rabbi, ey göklerin ve yerlerin Rabbi. Ey beni ve her şeyi yaratan. Gökleri
yıldızlarıyla, zemini müştemilatıyla ve bütün mahlukları bütün keyfiyetleriyle
teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin
hakkı için, nefsimi bana musahhar kıl.”
“Ya Rabbi, Hz. Musa aleyhisselama denizi, Hz. İbrahim aleyhisselama ateşi,
Hz. Davud aleyhisselama dağı ve demiri, Hz. Süleyman aleyhisselama cinni ve insi,
ve Hz. Muhammed aleyhissalatü vesselama ay ve güneşi teshir ettiğin gibi
nefislerimizi bize musahhar eyle.”(1)

İnsan, kendisine hücum eden bir canavar gördüğünde, sığınacak bir yer arar. Heva ve
hevesiyle, günahlara sürekli meyliyle insana saldıran nefis canavarına karşı melce ve
sığınak, Cenab-ı Hakk'ın engin rahmeti, sonsuz kudretidir.

“Allah’a firar edin...”(Zariyat, 51/50)

ayetinin hükmünce, insan nefsin taşkınlıklarından Allah’a kaçmalı, kendini Onun rahmet
kucağına bırakmalıdır.
(1) bk. Lem'alar, Münacat.

"Kur'ân-ı Hakîmin tezgâhında yapılan bir sefine-i


mâneviye hükmüne geçen hakikat-i İslâmiyet içine girip,
selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak
hayatımızın vazifesi bitsin." Hakikat-ı İslamiyet kavramını
izah eder misiniz?
"... Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvâcı
üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'ân-ı
Hakîmin tezgâhında yapılan bir sefine-i mâneviye hükmüne geçen hakikat-i
İslâmiyet içine girip, selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak
hayatımızın vazifesi bitsin."(1)

Buradaki hakikat-i İslam, şeriatın her bir emir ve yasaklarıdır. Bize doğru yolu ve hakkı
gösteren ve bizi sahil-i selamet olan cennette götürecek rehberimiz, İslam’ın hakikatleri olan
bu emir ve yasaklardır.
Özet olarak, şeriatın önümüze koymuş olduğu bütün emir ve yasakların hepsine birden
hakikat-i İslam denir. Bu da manevi bir gemi gibidir ki, bu gemiye binenler cennet
sahillerine varırlar, demektir. Mesela namaz, zekat, oruç gibi emirler faiz, zina ve kumar
gibi yasaklar, İslam hakikatlerinin birer meseleleridirler.
(1) bk. Lem'alar, Birinci Lem'a.
"Müsebbibü'l-Esbabdan başka bir melce olamadığını
aynelyakin gördüğünden" ve "aynelyakin anlamalıyız ki,
gaflet ve dalâletimiz sebebiyle aleyhimize ittifak eden istikbal,
dünya ve hevâ-yı nefsin..." cümlelerinde "aynelyakin" ifadesi
nedendir?
Burada "aynelyakin" ifadesi, ilimdeki delil mertebesi yönü ile değil, görmek, olaya
şahit olmak anlamında kullanılıyor. Bizim de Hz. Yunus (a.s.)'ın olayını Kur’an'ın
bildirmesinden dolayı olayı görmüş ve yaşamış gibi kabul etmemiz gerektiğini vurguluyor.
Yunus (a.s.)'ın bu duasına sebep olan hadise ise, uzun bir müddet kavmine tebliğ ettiği halde,
kavminin iman etmemelerinden dolayı Allah’dan izin almadan, vazifesini terk etmesidir. Bu
olay Yunus (a.s.)'ın bir zellesi olarak değerlendirilmiştir.
Büyükler, küçük bir hatayı dahi büyük bir günah olarak gördüklerinden, nefsine
zulmetmiş addediyorlar.
"Ebrarın hasenatı, mukarribinin seyyiatı gibidir." yani, avam olan salih insanların
yaptığı iyilik ve ibadetler, büyük zatların yanında gaflet ve günah gibidirler. Yunus (as) bu
hatasından dolayı, bu duayı samimane söylüyor ve afva müstahak oluyor.

"Nefsin zararlarını defedecek yalnız o zat olabilir ki,


istikbal taht-ı emrinde, dünya taht-ı hükmünde, nefsimiz
taht-ı idaresindedir." Özellikle "nefsimiz tahtı idaresindedir"
ibaresi ile cümleyi izah eder misiniz?
"Nefsimiz taht-ı emrindedir" ifadesini şöyle izah edebiliriz: Maddi ve manevi
varlığımız onun elinde olduğu gibi, yanlışları emreden nefsimiz de onun idaresindedir.
Biz yalnız tercih hakkına sahibiz. Tercihimizin sonucunu yaratan Allah'tır. O, neticeyi
isterse yaratır, istemezse yaratmaz.
Nefsimizin terbiyesi onun elindedir. Nefsimizin islahını, dua ederek ona bırakmalı.
Hilkatimizi terbiye edip güzelleştirdiği gibi, nefsimizi de isterse islah edip güzelleştirir.
Yeter ki biz ondan isteyelim. Nefsimizi ona şikayet ederiz. Nefsimizin şerrinden emin olmak
için ona sığınırız. Yoksa biz, tek başımıza nefsimizin şerrinden emin olamayız.
İşte bu sebepten, Efendimiz (asv):

"Allah'ım, bir an dahi nefsimle beni başbaşa bırakma."

diye dua etmiştir. Her an bizi yutan bir arslan veya balina gibi arkamızda beklemektedir.
Eğer bizde bir istikamet varsa, bu Allah'ın yardımıyladır.
Peygamberlere tuzak kuran ve insanlık tarihinden daha fazla tercübesi bulunan bir
şeytanın talebesi olan nefsimizden nasıl emin olabiliriz. Ancak Allah'ın inayetiyle olur.
"Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim."

diyen Efendimiz (asv),

"Nefsim bana kötülükleri emrediyor."

diyen Yusuf (as) gibi, bizler de nefsimizin şerrinden emin olmak için, onu sahibine
şikayet edelim.

"Nur-u Tevhid, Sırr-ı Ehadiyet İçinde İnkişaf Etmiş."


Sözünü Açıklar mısınız?
Cenab-ı Hakk'ın bütün isimlerinin mahlukat aleminde tecellisi vardır. Ve her isminin
galiben tecelli ettiği bir arşı, bir mahalli vardır. O isimler, mahlukatın umumda tecelli ettiği
gibi, bir cüzide de tecelli ediyor. Umumda tecelli etmesine "Vahidiyet", cüzide tecelli
etmesine ise "Ehadiyet" denir.
Mesela, bir serçe kuşunun rızkını, hangi isim tedarik ediyorsa, bütün rızka muhtaç olan
canlı mahlukatın rızkını da aynı isim tedarik ediyor. Rezzak isminin serçe kuşunun cüzi
rızkını tedarik etmesine ehadiyet, bütün mahlukatın ve canlıların rızkını tedarik etmesine de
vahidiyet diyoruz.
Ehadiyet, yani cüzi tecelli ise, Vahidiyetin, yani umumi tecellinin küçük bir modeli
olduğundan, umumundan süzülüp gelen basit bir nümunesi olmasından, vahidiyette şaşaalı
bir şekilde tecelli eden
isimlerin manaları, ehadiyette okunaklı ve basit olarak bulunur.En cüzi nazarlar dahi
ehadiyeti rahatlıkla ve ihata ile okuyabilirler. Ama vahidiyeti, cüzi ve avamın ihata ile
okuması ve huzuru kazanması zordur. Yani mahlukatın genelinde azamet ve haşmetle tecelli
eden tevhid nurunu herkes tam manası ile ihata ederek göremez, ama mahlukatın bir cüzünde
aynı tevhid nurunu herkes kolayca okuyup görebilir. Bütün hayvanatın rızkı üstünde tevhid
mührü geniş ve azametli yazılmış iken, serçe kuşunun rızkı üstünde aynı tevhid mührü daha
mütevazı ve okunaklı bir şekilde yazılmıştır.
Tevhidin ehadiyet içinde inkişaf etmesi, insan nazarının basitten mükemmele doğru,
tüme varım metodu ile her şey üstünde tevhidi okuması ve en sonunda külli bir tevhid
makamına ulaşması anlamındadır. Serçe kuşunun cüzi rızkının üstünde cüzi tecelli eden
tevhid nuru, aslında külli tevhidin bir ucu, bir uzantısıdır. İnsan bu uç ve uzantıdan tutarak
kök ve külli olan tevhide doğru gidip intikal ediyor. İşte nur-u tevhidin ehadiyetten
vahidiyete doğru inkişaf etmesi bu şekildedir.
Bir diğer yaklaşım ise, Otuz İkinci Söz'de ifade edildiği üzere, vahidiyet, perdeli tecelli
eder ve genel kanunları temsil eder. Ehadiyet ise perdesiz tecelli eder ama genel kanunların
dışında da tecelli eder.
Mesela herkeste beş parmağın olması genel bir kanundur ve vahidiyetin tecellisidir.
Hiçbir parmağın diğerine ve başkasının parmağına benzememesi ise genel kanunların
dışında perdesiz ve özel bir muameledir.
Yunus (as) kurtulması perdesiz ve özel bir muamele olduğu için, ehadiyetin tecellisi
olmuştur. Ama vahidiyet içinde ehadiyetin tezahürüdür. Aynı şey ateşe atılan İbrahim (as)
için de geçerlidir.
Okumak için tıklayınız:
Lem'alar, Birinci Lem'a.

"O denizin fırtınaları ve zelzeleleri, sinema perdeleri gibi


tenezzühün manzaralarını tazelendirmekle, vahşet ve dehşet
yerine, nazar-ı ibret ve tefekkürü keyiflendirerek okşayıp
ışıklandırsın." cümlesini açar mısınız?
Sinema filmini keyifli kılan şey; sinema şeritleri ve sahnelerinin hareketli olmasıdır.
Şayet bir sahne sürekli olarak sabit dursa idi, yani hareketsiz kalsa idi, o zaman sinema filmi
keyif değil, sıkıntı ve bıkkınlık verirdi. Bu sebeple sinema şeridi sürekli hareket ederek,
farklı sahneleri gösterime sunuyor, ta ki seyirci keyif alsın.
İşte kainat ve içindeki mahlukat da, insanların nazarına sunulmuş bir sinema filmi gibidir.
Bu kainat sinemasında, Allah’ın isimleri sahneleniyor. Şayet kainat içinde hareket ve
değişimler olmayıp, her şey sabit yerinde dursa idi, aynı sinema örneğindeki gibi, kainat
insana bir keyif ve şevk değil, sıkılmak ve bıkkınlık verecekti.
Demek insanın kainat sinemasında sahnelenen şeyleri keyif ile tefekkür etmesi; ancak
hareket, değişim ve tazelendirilmekle mümkündür.

"Senden başka ilah yoktur." ibaresinin istikbalimiz ile;


"Sen her şeyden münezzehsin." ibaresinin de dünyamız ile
olan bağlantısını açıklar mısınız?
"Senden başka ilâh yoktur."

Ayetin bu ibaresinde geleceğe ait şöyle bir nükte var: Yani senden başka, geleceğimizi
yaratacak ve hazırlayacak başka bir İlah yoktur; bizim gelecekteki hayatımızı ve rızkımızı
temin edecek ancak sensin, demektir.

İstikbal, burada sadece dünya hayatının kalan kısmı değildir, bütün gaybi alemleri de içine
alan geniş bir tabirdir. Dolayısı ile ebede uzanan hayat yolculuğumuzda önümüzü bize ihzar
edip nurlandıran, Allah’tan başkası değildir. Bu mana “Senden başka ilâh yoktur.” ibaresi
ile ifade ediliyor.

"Sen her noksandan münezzehsin."

Ayetinin dünyaya olan işareti ise; sonraki ifadelerde şu şekilde izah ediliyor:
"Ve mütemadiyen mevt ve hayatın değişmesiyle seneler ve karnlar emvâcı
üstünde hadsiz cenazeler binip ademe atılan dünyamız ve zeminimizde, Kur'ân-ı
Hakîmin tezgâhında yapılan bir sefine-i mâneviye hükmüne geçen hakikat-i
İslâmiyet içine girip, selâmetle o denizin üstünde gezip, tâ sahil-i selâmete çıkarak
hayatımızın vazifesi bitsin."(1)

İnsanların ekserisi, iman ve itikat açısından kir ve pas içerisindedirler. Yani insanların
ekseriyeti, Allah’ı hakkı ile tenzih ve takdis etmekten uzak bir hayat yaşıyorlar. Bunun sebebi
ise; insanların ekserisinin dünya tezgahında işlenmiş dünyevi fikir ve ideolojilerin gemisine
binmeleridir. Halbuki insanlar, Kur’an tezgahında işlenmiş İslam gemisine binseler, hakkı
ile Allah’ı tenzih ve takdis edebileceklerdi.
İşte “Sen her noksandan münezzehsin.” ayetinin dünyamıza işareti bu vecih iledir.
Kirli ve paslı itikatlar, ekseri dünya tezgahında işlenen gemilerin mürettebatında görünüyor.
Ayetin ibaresi ise; insanları temiz ve pak bir imana davet ediyor, denilebilir.
(1) bk. Lem'alar, Birinci Lem'a

"Tâ ki, nur-u iman ile ve Kur’ân’ın mehtabıyla


istikbalimiz tenevvür etsin ve o gecemizin dehşet ve vahşeti,
ünsiyet ve tenezzühe inkılâp etsin." cümlesini izah eder
misiniz?
İnsanın aklı ve tecrübeleri kabrin ötesine gidemiyor; yani ölümden sonra ne olacak,
insanın başına neler gelecek, bunları çözümleyemiyor. Ama Allah’ın ezeli ilim ve kelam
sıfatının bir tecellisi olan Kur’an, insan için bütün istikbali (ölümden sonraki hayatı)
aydınlatan bir projektör gibidir. İnsanın aklı ile göremediği şeyleri görüp insana ders
veriyor.
İnsanın salt aklı ile bakıldığında ölüm; insana dehşet ve vahşet veren bir yok oluş, bir
hiçlik, bir dipsiz kuyu gibidir. Çünkü insanın aklı ölümden sonrasını görüp ihata edemiyor.
Haliyle salt akıl açısından istikbal yani gelecek, zifiri bir karanlıktır. İnsan aklının mahsulü
olan felsefe, istikbalin bu zifiri karanlığını aydınlatamıyor ve vahye ve imana olan ihtiyacını
aczi ile itiraf ediyor.
Kafir kainatta olan biten bütün olaylara küfür gözlüğü ile baktığı için, her hadise
karşısında kalbi ve aklı titreyip azap çekiyor. Her şey bu kafiri yetim gibi hüzünlü bir hale
sokup ağlattırıyor. İslam tarihinde bu ekolün en önemli temsilcileri Ebû'l-Alâ-i Maarrî ve
Ömer Hayyam gibi şair ve filozoflardır. Hadiselerin bu tazyikinden kurtulmak için içki ve
haramlara dalmışlar ve bu tarz menhiyatı teşvik eden edepsiz şiirler telif etmişler. Ehl-i
hakikat alimler de, onların bu edepsizliklerini ve küfre giden hallerini tahkir ve tekfir
etmişlerdir.
Mümin ise; kainatta olan biten bütün olaylara iman ve hidayet gözlüğü ile baktığı için,
her hadisede kalbi ve aklı bir saadet ve huzur yolu bulup, her şeyin iç yüzünde yani
künhünde saklı olan güzellikleri görüp sezebiliyor. Her şey mümine dost ve enis olup, her
şeyden bir güzellik ve huzur yakalıyor. Hatta hastalık ve musibetler bile kamil bir mümin
nazarında ilahi bir iltifat ve ikram olarak değerlendiriliyor.
Peygamberler ve evliyalar çok büyük sıkıntı ve belalara maruz kaldıkları halde
hayatlarında en küçük bir şikayet, en ufak bir serzeniş, en basit bir bedbinlik alameti
görülmemiş. Çünkü onlar iman ve hidayet ile her şeyin güzel cihetine bakmışlar, her şeyi
lehlerine yorumlamışlar.

"Yunus ibni Mettâ Alâ Nebiyyinâ ve Aleyhissalâtü


Vesselâmın münâcâtı..." Neden sadece Resul-i Ekreme ait bir
şiar olan (asv) ifadesi, Hazreti Yunus (as) için de
kullanılmış?
Bir çelişki söz konusu değildir; bilakis teyid edilmiştir. Zira Birinci Lem'a'da geçen " ve
Aleyhissalatü Vesselamın münâcâtı..." ifadesinden maksad, Peygamber Efendimiz
(asv)'dir.
Yani bu münacaat; hem Hazreti Yunus (as), hem de Efendimiz (asv) tarafından
yapılmıştır, denmek isteniyor. Aradaki "ve" bağlacı da bunu teyid ediyor. Efendimiz (asv)
burada "Aleyhissalatü Vesselam" şiarı ile ifade edilmiştir.

“Sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf etti.” ne


demektir?
Tevhid, birleştirme, birlikte düşünme demektir. Meleklerden, hayvanlara, insanlara
kadar bütün canlılar hayat sahibi olmakta birleşirler. Bunlardan birisine hayat veren ancak
tümüne hayat veren zat olabilir. Bütün canlılar rızıklanmakta birleşirler. Denizdeki bir balığı
kim rızıklandırıyorsa, şehirlerde insanları, ormanlarda ceylanları da o rızıklandırmaktadır.
Her varlık Allah’ın mülküdür. Tevhid nuru şu âlemi tek elden idare edilen bir
memleket olarak gösterir. Bu memleket-i Rabbaniyenin her tarafında tevhid bayrakları
sallanmaktadır. Şu geniş âlemdeki her varlık bir tevhid bayrağıdır, Allah’ın mülkünde asla
şerike yer olmadığını ilan eder.
“Sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf etti.” ifadesi, “insanın tevhid nazarıyla
yaptığı tefekkürü müteakip kendi nefsine dönmesi ve o geniş dairelerdeki tecellilerin bir
misalinin de kendisinde bulunduğunu idrak etmesi” şeklinde anlaşılabilir.
Yukarıdaki örneklerden, mesela rızık için bunu şöyle tatbik edebiliriz: Bütün canlıların
rızıklanmasını tevhid nazarıyla düşünen insan, kendisinin de o sofrada bir misafir olduğunu
düşünmeli, Rabbinin bütün canlılarda olduğu gibi onda da Rezzak ismini tecelli ettirdiğini
nazara almalıdır.
Ülkenin sınırları genişledikçe hâkimiyet güçleşir, bazı şeyler gözden kaçabilir. Ama
Cenab-ı Hak ehadiyetiyle her varlıkla -tabir yerindeyse- birebir ilgilenir. Böyle olunca her
varlık her an O’na ihtiyacını arz edebilir.
İşte Hz. Yunus (as), balığın karnında bu manaları hakkalyakin hissedip dua etmiş ve Allah da onu
kurtarmıştır.
Onyedini Lem'a Beşinci Nota
Beşinci Nota'da geçen: "Senin bu ilacın senin başını yesin
ve yiyecek." deniyor. Buradaki "yiyecek" kelimesi neye
işarettir?
"Yiyecek" ifadesinin muhtemel üç manası olabilir:
Birincisi: Yiyecek ifadesinin en zahir manası ikinci dünya harbidir. İkinci dünya
harbinde Avrupa çok büyük bir darbe yemiştir, milyonlarca insan katledilmiş, övündükleri
medeniyetin vahşetli iç yüzü çok somut bir şekilde tezahür etmiştir.
İkincisi: Avrupa’nın maddeci ve dünyevi ideolojilerin elinde sonunda iflas edip hakka
teslim olacaktır. Yani dünya hayatında da bu rejimler ve ideolojiler bitecek ve yerine İslam
medeniyeti geçecek demektir. Nitekim bunun emareleri çok kuvvetli bir şekilde görülmeye
başlamıştır.
Üçüncüsü: Menfi Avrupa’nın dayattığı inkarcı ve dünyevi sistemler onların bir çoğunun
ebedi hayatını mahvedip, ahirette başını yemiştir. Yani ebedi cehenneme gitmelerine sebep
olmuştur.

Kainattaki mahlukatın teavün ve tesanüdü nasıl


olmaktadır? Zahiren bir cidal söz konusudur, yırtıcı
hayvanların diğer hayvanları yemesini de mi teavün olarak
değerlendireceğiz?
Yardımlaşma ve dayanışmanın, bir direkt olanı, bir de dolaylı olanı vardır. Direkt olanı
zaten çoklukla gözümüz önünde cereyan ediyor. Bu noktada kainat teavün (yardımlaşma),
tesanüd (dayanışma), teanuk (kucaklaşma), tecavüb (cevaplaşma), fiilleri ile adete bölünmez
bir bütün gibidir. Bunlar gözümüz önünde cereyan ettiği için ispata bile lüzum yoktur.
Dolaylı olanı ise; kainatın umumi denge ve ölçüsünü korumak noktasıdır. Bugünkü
ifadesi ile ekolojik düzen, yani türlerin birbiri ile olan ahenginin korumasıdır. Türler
arasında öyle hassas ve mükemmel bir denge zinciri kurulmuştur ki, bu zincirden bir halka
dengeden çıkarsa, zincirleme bütün ekolojik düzen dediğimiz dengeleri yok edip kainatın
umumi ahengini yerle bir edecektir. Bu sebeple, Allah, türleri birbirlerini dengede tutacak
şekilde besinler zinciri şeklinde yaratmıştır. Yani her tür, başka bir türün dengesini
sağlamak ile mükelleftir. Bu da bir çeşit dolaylı yardımlaşma ve dayanışmadır. Dolayısı ile
evrimcilerin iddia ettiği gibi, türlerin birbirleri arasındaki bu ilişki tesadüfi ve acımasız bir
vahşet ve katletme değildir.
Mesela; kemirgenler ile beslenen yırtıcı kedigiller olmasa, kemirgenler her tarafı istila
edip, dünya üzerinde kurulmuş ekolojik dengeyi bozacaklar. Arslan ve kaplan gibi yırtıcı
kediler olmasa, otobur hayvanlar hem kendi içinde hem de kısıtlı olan meralarda başka
türlere zarar verecekler. Daha bunun gibi, muazzam hassas dengeler için, türler birbirlerine
besin zinciri olmaktalar. Bu da dolaylı olarak hem kendi türleri açısından, hem de kainatın
ekolojik dengesi açısından, bir yardımlaşma ve dayanışma şeklidir.
Avustralyada aşırı avlanma yüzünden tilkilerin nesli tüketilince, tavşanlar aşırı üreyip
çoğalınca, her taraf tavşan ölüleri ile dolmuş. Hem tavşan neslinin sağlığı açısından, hem de
salgın hastalık riski açısından, yetkililer derhal başka kıtalardan tilkiler nakletmeye
başlamışlar. Bir müddet sonra tilkiler doğaya salınınca, denge yeniden temin edilmiş.
Demek tilkinin tavşanı yemesi vahşet değil, umumi denge ve yardımlaşmanın dolaylı bir
ifadesidir. Bunun gibi binlerce örnekler verilebilir.
Evrimciler kendi kokuşmuş vicdan ve akıl penceresinden olaylara baktıkları için, her
şeyi düşman ve kavgacı olarak algılıyorlar. Bu bir algı sorunudur.

Üstad "Kur'an hakiki bir şakirdine cennet-i ebediyeyi


dahi gâye-i maksad yaptırmadığı halde ...." "ve cenneti zikir
ve virdine gâye olmakta az gördüğü halde.." diyor. Kur’an
cennetin gaye yapılmamasını hangi ayeti ile ta’lim ediyor?
Bütün ibadetlerde asıl gaye Allah’ın rızasını kazanmaktır. Cennet Allah’ın, razı olduğu
kullar için hazırladığı, saadet yurdudur.
Kur’an-ı Kerim’de iman edip salih amel işleyenler için cennet va’d edilmekle birlikte
Allah’ın rızasının ondan daha üstün oluğunu bildiren ayet-i kerimeler vardır. Mesela şu
ayetlere bakalım:

"İman edip de hicret edip, mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad edenler,
Allah katında en büyük dereceye sahiptirler. İşte bunlar murada ermiş olan mutlu
kullardır."
"Rabb'leri, onları kendi katından bir rahmet, bir rıza ve bir cennetle müjdeler
ki o cennette onlar için bitmez tükenmez nimetler vardır." (Tevbe, 9/21-22)

Dikkat edilirse burada sırasıyla "Allah'ın rahmeti-rızası ve cennet" nazara


verilmektedir.
Yine aynı surede şöyle bildirilir:

"Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, altlarından ırmaklar akan


cennetler vaad buyurdu. Orada ebedi kalacaklardır. Hem de Adn cennetlerinde
hoş meskenler vaad etmiştir. Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte asıl
büyük kurtuluş da budur."(Tevbe, 9/72)

Burada açık bir şekilde Allahın rızasının daha büyük olduğu ifade edilmiştir.

Üstad, "Eski Said Avrupa şahsı manevisi ile


mücahedesinde, onların fünunu medeniye denilen esaslarını
bir derece kabul ettiği için muvaffak olamıyordu." diyor.
Nasıl anlamalı? Yani önce bilim felsefesini çürütmeli miyiz?
Üstad Hazretleri Eski Said döneminde, medeniyet fenninin usulünü bir derece kabul
edip, onlarla iman hakikatlerini müdafaa ediyordu. Yani felsefenin nursuz ve yetersiz usulü
ile, iman hakikatlerini izaha çalışıyordu. Halbuki Kur’an’ın imana dair getirdiği delil ve
usul; eşsiz ve çok yüksektir. Felsefenin ya da felsefe menşeli kelam ilminin tahkiki imanı
vermesi kabil değildir ve bu hususta Kur’an ile aşık atamaz. Kelam ilmi ile, Kur’an menşeli
Risale-i Nurların, belki gaye ve maksadı aynı olabilir; lakin gayeye giden yolları çok
farklıdır.
Kur’an ve Felsefe menşeli kelam ilminin farkına Üstad Hazretleri şu şekilde işaret
ediyor:

"Bazı Sözlerde ulema-i ilm-i kelâmın mesleğiyle, Kur’ân’dan alınan minhâc-ı


hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki:"
"Meselâ, bir su getirmek için, bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden,
dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısım da, her yerde kuyu kazar, su çıkarır.
Birinci kısım çok zahmetlidir, tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyuları kazıp su
çıkarmaya ehil olanlar, zahmetsiz herbir yerde suyu buldukları gibi, aynen öyle
de:"

"Ulema-i ilm-i kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyetiyle


kesip, sonra Vâcibü’l-Vücudun vücudunu onunla ispat ediyorlar. Uzun bir yolda
gidiliyor. Amma Kur’ân-ı Hakîmin minhâc-ı hakikîsi ise, her yerde suyu buluyor,
çıkarıyor. Herbir âyeti, birer asâ-yı Mûsâ gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor.
‫“ َوﻓِﻰ ُﻛﱢﻞ ﺷْﻰٍء ﻟَﮫُ ٰاﯾَﺔٌ ﺗَُﺪﱡل َﻋٰﻠﻰ اَﻧﱠﮫُ َواِﺣٌﺪ‬Herşeyde Allah’ın birliğini gösteren bir delil vardır.”
düsturunu her şeye okutturuyor."
"Hem iman yalnız ilim ile değil; imanda çok letâifin hisseleri var. Nasıl ki, bir
yemek mideye girse, o yemek muhtelif âsâba, muhtelif bir surette inkısam edip
tevzi olunuyor. İlimle gelen mesâil-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra,
derecâta göre ruh, kalb, sır, nefis, ve hâkezâ, letâif kendine göre birer hisse alır,
masseder. Eğer onların hissesi olmazsa noksandır. İşte, Muhyiddin-i Arabî,
Fahreddin Râzî’ye bu noktayı ihtar ediyor."(1)

Risale-i Nurlar, bu zamanda Kur’an mesleği üzerine gidiyor. Risale-i Nurların kökü
kelam ilmi olsa da, muhteva ve usul bakımından, Kur’an’ın tarzı olan sahabe mesleği üzerine
gidiyor ve bu tarzı bu zamanda hakkı ile temsil ediyor.
Medeniyet fenninin esasından, sadece bilim ve onun felsefesi anlaşılmamalıdır. Felsefe
ve kelam ilmi de bunun içine girer. Zaten hepsi de beşer menşelidir ve hiçbirisi Kur’an’a
yetişemez.
(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas
Üstad; "İsevilik din-i hakikisinden aldığı feyizle hayat-ı
içtimaiye-i beşeriyeye nafi sanatları ve adalet ve hakkaniyete
hizmet eden fünunları takip eden birinci Avrupa" diyor;
açıklar mısınız?
İsevilik ya da başka semavi dinlerin insanlığa teknik yönden katkılarını iki yönden ele
alabiliriz.
Birincisi, peygamberlerin mucize eseri olarak ortaya koyduğu sanatlar bir temel bir esas
olup, daha sonraki insanlar kolektif akıl ile bu esas ve temel üstüne bir tuğla koyarak o temel
ve esasları peyder pey geliştirmişlerdir.
Mesela, Edison’un ilk bulduğu ampul ile şimdiki ampul arasında dağlar kadar fark
vardır. Edison bir temel atmıştır, sonrakiler bu temel üstüne bina çıkmışlardır. Lakin ampulü
ilk bulan kişinin değer ve kıymeti şimdiki adi bir ustanınkinden çok daha üstündür. İlk ampul
sonrakilerinin piri ve bir modelidir.
Aynen öyle de peygamberlerin mucize eseri olarak ortaya koymuş oldukları sanatlar da
sonrakiler için bir model, bir sınır, bir numune hükmündedir.
Hazreti Yusuf (as) saati, Hazreti İdris (as) terziliği, Hazreti Nuh (as) gemiciliği, Hazreti
İsa (as) tıbbi gelişimi, Hazreti Adem (as) çiftçilik, eşyanın isimlerinin ve hikmetlerinin
temelini atarak, bir çok alanda dinler insanlığa ilham ve feyiz kaynağı olmuştur. Bu noktadan
insanlık semavi dinlere çok şey borçludur.
İkincisi; Bilindiği üzere ilmi gelişmeler ve teknik inkişaflar; bir intizam ve disiplin ile
vücut bulur. İntizam ve disiplin ise bir otorite ile temin edilir. İnsanların ruh ve kalp
aynasında bu otoriteyi tesis eden şey ise iman ve ahlaktır. İman ve ahlak ise dinlerin telkin
ve tesisi ile insanlar arasında yerleşmiştir.
Bu manalar zincirini ve ilişkisini takip ettiğimiz zaman, dinin bilimsel keşiflerde dolaylı
veya dolaysız bir çok tesirlerinin olduğunu anlarız. Şayet dinler insanlar arasında olmamış
olsa idi, belki insanlık biribirini parçalayan ilkel varlıklar olarak bir arpa boyu yol kat
edemeyecekti. Dinin sosyolojik olarak ve dolayısı ile bilimsel olarak insanlığa hediye ettiği
o kadar çok değerler ve kavramlar vardır ki saymakla bitmez.
Avrupa şu anki müspet medeni yapısını bir anda elde etmiş değildir. Bu, basitten
mükemmele bir gelişim sürecinin mahsulüdür. Bu gelişim sürecinde hem dinlerin hem
kolektif aklın büyük katkıları vardır. Bu neticeyi birkaç asırlık aydınlanma dönemine tahsis
etmek sosyolojik olarak izah edilebilir bir şey değildir. Şu anki hızlı treninin içinde Hazreti
Davud (as)’in demiri eli ile şekillendirmesinin katkısı vardır.
İlgli Risaleyi okumak için tıklayınız:
Sözler, Yirminci Söz, İkinci Makam.

"...Ben padişahın askeriyim, onun hizmetindeyim. Sonra


onun yanına gideceğim. Siz neci oluyorsunuz? Eğer onun
izin ve rızasıyla gelmişseniz, göz ve baş üstüne geldiniz.
Emrini gösteriniz. Yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz..."
Bu kısmı açıklar mısınız?
Bizim ruhumuzu almakla vazifeli melaikeler gelip ruhumuzu almak istediklerinde büyük
zatlar -peygamberler, sahabeler veliler gibi- kemali ferahla o emanetçi hükmündeki
memurlara, ruhlarını teslim etmişler.

"Hatta ölümün hakikatını anlayan birçok veli insan, daha ölüm gelmeden ölmek
istemişler."

Ancak bu manayı tam idrak etmeyen, ömrü boyunca Allaha kulluğunda birçok
noksanlıklar yapmış olan bir kul, sanki o mal yani ruh kendisininmiş gibi vazifedar
memurlara o emaneti vermek istemiyor, o memurlara karşı geliyor.

"Hattâ memleketimizde gayet cesur bir adam, sekerat vaktinde melekü'l-


mevti görmüş, demiş: 'Beni yatak içinde yakalıyorsun!' Kalkmış, atına binmiş,
kılıcını eline almış, ona meydan okumuş. Merdâne, at üstünde vefat etmiş."(1)

(1) bk. Mektubat, Yirmi Sekizinci Mektup, İkinci Mesele, Haşiye.

"Acemi Nefer" Tabirinden Ne Anlamalıyız?


Beşinci Nota'da terhisat memurlarının acemi bir nefere rast gelmesi meselesinde, acemi
nefer denmesinin hikmeti şu olabilir:
Ölümün hakikatini, ebedi hayatın mahiyetini, hayatın gayesini ve kulluğun sırrını bilen,
tanıyan ve yaşayan insanlar usta neferdir. Bunlar ise; başta peygamberler ve Allah’a yakın,
büyük ve muvazzaf insanlardır.
Bu zevat vakit geldiğinde, davetiye çıkarıldığında; vazifesini bitirmiş, ubudiyetini
hakkıyla ifa etmiş bir kul olarak rablerine doğru memnunane ve mesrurane yürürler.
Dünyada kalmak için çeşitli vesilelere sarılarak mücadele etmezler. Davete icabet
etmenin keyfini ve huzurunu yaşarlar.
Acemi neferler ise; bizleriz. Ölüm anı bize yaklaştığında ve terhisat memurlarının ayak
sesleri işitildiğinde bizler, acemi neferlerin yaptıkları gibi bize terettüp edenleri yerine
getiririz. Yani sebeplere riayet ederek, hayatta kalmanın, biraz daha yaşamanın gayretinde
oluruz. Öbür tarafa gitmekten ürkeriz ve korkarız. Ölüm ve kabir deyince iştahlarımız kaçar
ve ürpeririz. Aynen acemi neferler de; askerliğin şartlarına karşı böyle davranırlar. Yani
ürkerler, korkarlar ve huzurlu değillerdir. Usta neferler ise; bu sıkıntıları çekmezler.
Ustalığın verdiği rahatlıkla askerliği keyifle yaparlar.
Burada dikkat edilecek husus; makamların birbirine karıştırılmamasıdır. Usta nefer
kendine düşeni yapmakla mükelleftir. Acemi nefer ise, acemiliğin şartları muvacehesinde
vazife ifa etmelidir. Usta neferin acemi gibi davranması, acemi neferin de ustaları taklit
etmesi her iki tarafın da mizanını bozar.
İşte büyük insanların dünyada hâl, tavır ve davranışları usta neferlere yakışır bir
özelliktedir. Onlar o şekilde imtihana tabidirler. Hatta bazı halleri bizlere çok garip
gelebilir.
Bizler ise; acemi nefer olduğumuzdan dinimizi, şeriatımızı ve muamelatımızı şartlarımız
içerisinde yaşamalıyız. Zira biz böyle bir imtihana tabiyiz. Büyük insanları taklit etmek bize
yakışmadığı gibi; haddimizi de aşmak olur.
Mesela; Muazzez Üstadımız ilaç kullanmamış. Bu özellik usta nefer olduğundan onun
makamına has bir özelliktir.
Bizler de; haddimizi aşıp, acemi olduğumuzu düşünmeden ilaç hususunda Üstad'ı taklit
etsek; hem Azrail’e davetiye çıkarırız hem de manen mesuliyet altına gireriz.
O halde herkesin bir haddi, hukuku ve makamı vardır. Dinini ve dünyasını yaşamakta
bunlara riayet etmek mecburiyetindedirler.

"Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun


izin ve rızasıyla geldinse merhaba, safâ geldin..." ifadelerini
devamı ile birlikte izah eder misiniz?
"Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse, merhaba, safâ geldin.
Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz ve Ona
müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzâd edecektir.
Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim
emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade
etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim
yettikçe, emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem" der. "(1)

Allah, büyük kullarına musibeti, kulluk azametlerini parlatmak için ve vazife başındaki
ciddiyet ve samimiyetini test etmek için gönderiyor. Yani musibet ile vazife arasında sıkışan
kulun musibete karşı direnci ve direnişi tevekküle zıt bir direnç ve direniş değil, tam aksine
Allah’a olan bağlılığını ve sadakatini gösteren bir direniştir. Kul musibete meydan okurken
kendi farazi benliğine dayanarak değil, Allah’ın sonsuz kudretine dayanarak meydan okuyor.
Tabiri yerinde ise Allah, kul ile musibet arasında "tavşana kaç, tazıya tut" hesabı ile
muamele ediyor ki, kulun nispi ve mahfi kemalatları tezahür etsin. Allah hal dili ile musibete
diyor ki "haydi git falanca kulumu alabildiğine hırpala", kuluna da diyor ki, "görelim
sadakatini, benim hesabıma ne kadar metanet gösterebileceksin."
Üstad Hazretlerinin bu ifadelerinden bu manaları tahriç etmek mümkündür.
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a

"Doksan dokuz taneli tesbihe bedel doksan dokuz esma-i


İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz alemlerin
zerratını birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine
verir." cümlesini izah eder misiniz?
Burada, Kur’an, muhatabına kainat kitabını nazara verirken, bütün isim ve sıfatlarının
manasını işaret ederek veriyor. Öyle yüksek bir üslup ve muhteva ile ifade ediyor ki, bütün
isimler o üslup ve içerik de yerini buluyor. Bazen bir ayette, bin bir ismini ihtar ve ikaz
ediyor.
İşte külliyet kazanmış mütefekkir bir mümin, Kur’an’ın o külli üslup ve muhtevası ile
tefekkür edip, külli bir tarzda dua eder. Her bir gezegen ve atom parçacığı onun zihninde
doksan dokuzluk bir tesbih gibi dizilir ve onu tefekkürü ile çeker. Bir çiçeğe nazar edince,
orda Allah’ın doksan dokuz ismini okur ve ona göre dua eder.
Kulun kalbindeki ve dilindeki genişlik ve derinlik, muallimi olan Kur'an’ın genişlik ve
derinliğinden süzülüp geliyor.
Kur'an'ın terbiyesine giren müminin ruhunda öyle bir inbisat ve genişlik veriliyor ki,
tesbihini çekerken, doksak dokuz taneli bir tesbihe bakarak değil, doksan dokuz ismin
cilvesi olan mahlukata ve onların hareketlerine bakarak tesbihini yapar.
Zira onun nazarında her varlık, Allah'ın isimlerini nazara veren birer dellaldırlar.
Çiçekte Cemil, şimşekte Celil, nimetlerde de Rezzak ve Mün'im gibi isimleri okur.

"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız.


Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten
sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ
edip emniyet ediyorsunuz?" Nasıl anlamalıyız?
"Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size
ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl
efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler,
ittibâ değil, belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve
kardeşlerinizi idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe,
hamiyet dâvâsında yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize
karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır."(1)

Üstad Hazretleri bir meseleyi değerlendirmeye tabi tutarken toptancı yaklaşımla değil,
analitik bir yaklaşımla değerlendirir. Avrupa medeniyetine bakışı da bu şekildir. Avrupa
ikidir, der. Biri; hakiki İsevilikten ilham alarak insanlığın hizmetine çalışan müspet Avrupa,
diğeri de maddi felsefenin dalaletinde boğulmuş, insanlığı günah ve zulme teşvik eden menfi
Avrupa'dır. Onun için Avrupa’nın her şeyine karşı değildir. Avrupa müktesebatlarının
hayırlı ve müspet tarafını almakta bir sakınca yoktur.
Üstad Hazretlerinin burada bozuk ve menfi gösterdiği Avrupa’nın ikinci ve menfi
yüzüdür. Diğer müspet yüzüne karşı bir düşmanlık ve nefret göstermek doğru olmaz.
Türkiye’de maalesef aydın ve çağdaşım diyenler ekseri Avrupa’nın menfi ve bozuk
yönünü taklide çalışmışlar. Batılılaşma adı altında menfi Avrupa’nın ahlaksız ve İslam ile
bağdaşmayan şeylerini tatbike çalışmışlar. İşte Üstad Hazretlerinin tenkit edip sakındırdığı
nokta burasıdır.
Gençler olarak Avrupa’dan gelen günah ve sefahatlere karşı kendimizi iman ve takva
kalası ile muhafaza etmeliyiz. Avrupa’nın moda ve fantezi şeklinde İslam gençlerine model
gösterdikleri kötü ve sefih örnekleri körü körüne taklit etmemeliyiz. Bizim hayat modelimiz
Kur’an ve sünnettir, bunun bilinci ve şuuru ile hareket etmeliyiz. İman ve ahlak dersleri olan
Risale-i Nurlar ile çokça meşgul olup iman hizmetinde azami gayret ile çalışmalıyız.
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci lem'a, Beşinci Nota.

"Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her gün otuz


bin cenazeyi gösteren mevtin iktizasıyla o gaflet perdesi
parçalanıyor." cümlesini izah eder misiniz?
"İşte, binden bir nümune olarak, dehâ-yı felsefînin ve hüdâ-yı Kur'ânînin
verdikleri derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan
beyan edilen tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri
mütefavittir, gafletin mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu
hakikati tamamıyla hissedemez. Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda
öyle bir derecede iptal-i his etmiş ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet
hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdüyle ve her günde otuz bin
cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi parçalanıyor. Ecnebîlerin
tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere ve onları körü körüne
taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler!"(1)

“Fakat hassasiyet-i ilmiyenin tezayüdü” tabirinde fen ve teknik ilimlerin gelişerek


Allah’ın sanatlarını daha görünür ve daha parlak bir hale getirmesi ile tefekkür alanının
genişlemesine işaret ediyor. Evet her bir fen Allah’ın bir ismini talim eden bir okul gibidir.
Mesela, tıp ilminin inkişafı ile Şafi isminin okutulduğu tıp fenni lise seviyesinden
üniversite seviyesine intikal ederek, tefekkür alanı daha zahir ve daha parlak bir seviyeye
çıkmıştır. Bugünkü ilimlerin geldiği seviye ile marifetullah daha bir zahir ve parlak hale
bürünmüştür, tabi iman nazarı ile bakılabilirse.
Ölümün ve ölüm sebeplerinin artması da gaflete atılan ikinci bir neşter gibidir. Eski
zamanlarda ölümler hissedilmeyecek kadar dağınık ve az idi; ama şimdi bu dağınıklık, toplu
ölümler, musibet ve hastalıklar ile toplanıp insanlığa tokat vurur bir istatistiğe ulaşmıştır.
Bugün her bir günde üç yüz binden fazla adam ölüyor. İnsanlığın bu ölümleri görüp de
Allah’tan ve ahiretten gafil kalması, aslında kabil olmaması gerekir, yine de ekser insanlar
gafiller sınıfındandır.
Lakin imana girip ibret almak isteyenler ve gaflet perdesini yırtmak isteyenler için
argümanlar pek çoktur. İnkarcı ve maddeci felsefenin vaat ettiği uyutucu ve fantastik hayat
modeli bu olaylarla param parça ediliyor. Burada işaret edilen mana budur.
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a

"Gaflet, hissi iptal ediyor." cümlesini nasıl anlamalıyız?


İbtal-i his, insandaki duyguların devre dışı kalmaları olayıdır. Mesela dişi çekilecek kişi
normalde çok ızdırap çeker. Ama o bölge uyuşturulunca acıyı hissetmez.
İşte, küfür ve dalalet yolunda gidenler bir kısım oyun, eğlence ve uyuşturucularla ruh ve
kalplerindeki manevi ızdırabı ortadan kaldırırlar, mutlu gibi görünürler.

"Hayat bir cidaldir diye, ahmakane hükmetmişsin."


cümlesini nasıl anlamalıyız?
Gıdalar midemizin yardımına, güneş güzümüzün imdadına koşup dururken; ayrıca şu
hayatımız organlar ve duygular arasındaki çok hassas yardımlaşmanın bir sonucu olarak
devam ederken "hayatı mücadele saymak" ahmakane bir hüküm olur.

"Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden


başkasına, izni ve emri olmadan tezellüle tenezzül etmez bir
halîm-i âlihimmettir." cümlesinin izahını yapar mısınız?
"Amma Kur’ân’ın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata
karşı da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati
gaye-i ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir."
"Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına, izni ve emri
olmadan tezellüle tenezzül etmez bir halîm-i âlihimmettir."(1)

Bir şeyin iyi veya kötü, güzel veya çirkin, haram veya helal olmasının hakiki sebebi ve
gerekçesi; Allah’ın emir ve iznidir. Yani Allah’ın iyi dediği iyi olur; kötü dediği de kötü
olur. Yoksa bir şey hakikatte kötü veya iyi olduğu için, Allah da buna mecbur kalarak iyi
veya kötü demesi gerekir demek, batıl ve yanlış olur.
Faraza Allah hırsızlığa iyi dese ve emretse idi, hırsızlık iyi olur ve uygulamamız
gerekirdi. Yine Allah; hınzıra temiz ve helal dese idi, hınzır helal ve temiz olurdu, koyuna
necis ve haram dese idi, bu sefer koyun pis ve yasak olurdu.
Bu mana çerçevesinde faraza Allah; imtihan için insana zilleti emretse idi, mümin insan
bu emre itaat ederdi. Tenezzül edilmeyecek bir şeye tenezzül et emri gelse idi, mümin kul
tereddütsüz tenezzül edecekti.
Burada asıl vurgulanan husus; mümin sadece ve sadece Allah’a mutlak itaat içindedir,
bunun dışında kimseden emir almaz. Mümin insanın başı sadece ve sadece Allah’a karşı ve
onun emrettiği kişilere karşı yumuşaktır.
Mesela; meleklere, Allah; Adem'e (as) karşı secde etmelerini emretti; melekler de bu
emre kayıtsız itaat etti. Bir nevi tenezzül ve zillet ile, Adem (as) hürmet ettiler.
Meseleyi farazi olarak anlamak daha güzeldir. Yani Allah; farzı muhal kullarına başka
bir kul önünde zilleti ve tenezzülü emretse idi, müminler buna kayıtsız şartsız itaat ederlerdi
demektir.
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a
"Hidayet ve dalalette insanların dereceleri mutefavittir,
gafletin mertebeleri muhteliftir." cümlesini izah eder misiniz?
Hidayete gelmiş ve mümin olmuş olan herkesin derecesi sabit değildir. Sıradan bir
müminin imanından Efendimiz (asv)'in imanına kadar mertebeler vardır. Birisinin imanı
ona namaz kıldırmazken, bir diğerinin imanı onu günahlardan koruyamazken, bir
başkasının imanı ise onu değil beş vakit namaz, teheccüde dahi kaldırır ve hayatını dine
hizmette geçirir.
Aynen öyle de, dalalette giden herkesin mertebeleri de aynı değildir. Kendisinden
başkasına zararı olmayan kafir olduğu gibi, Ebu Cehil gibi, her tarafa kan kusanlar da vardır.
Kimisi dalalet çamurunu misküanber gibi kabul edip içinde bocalarken, kimisi de dalalet
ızdırabına dayanamaz ve intihar eder.

"O şakirdin gaye-i himmeti hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve


hamiyet ve fedakarlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini
arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir
dessastır." ifadesini açar mısınız?
Hamiyet, din ve millet gibi önemli değerleri koruma ve bunlara hizmet etme duygusuna
denir. Şimdilerde ise hain ve sapkın insanlar millete hizmet ediyorum, gayret ediyorum
diyerek ırkçılık ve ulusalcılık adı altında dine ve millete hıyanet ediyorlar. Vatanın ve
milletin birliğine ciddi zararlar veriyorlar. Bugün millet adına işlenen cinayet ve çirkinlikler
hamiyet değil hıyanettir.
Kavmiyet ve milliyetçilik, aslında insan ego ve benliğinin büyümüş ve şişmiş bir
şeklidir. Yani cahiliye vasfı olan ırkçılık fikri küçülse, egoist ve narsist (kendini tapacak
kadar sevmesi) çirkin bir adam olur. Ya da tersi olarak egoist ve narsist bir adam büyütülse
cahileye adeti olan milliyetçilik ve ırkçılık ortaya çıkar.
Batı medeniyeti bu ırkçılık ve milliyetçilik kanserini insanlığın başına musallat etmiştir.
Bugün uluslararası organizasyonlardan tutun spor müsabakalarına kadar her şeyde bu ırkçı
damar tetiklenmek isteniyor. Hatta bazen milletler arasında savaşa kadar gidebiliyor.
Bu ırkçı ve kavmiyetçilik kanseri için çok şahsi hayatlar -hem maddi hem manevi- feda
ve heba ediliyor. Bunun en somut örneği Birinci ve İkinci Dünya savaşlarıdır.
Milliyetçilik (menfi milliyetçilik / ırkçılık) uğruna çokları ebedi saadetlerini
kaybediyorlar. Bu hastalığı yaymakta ise medya ve tarihi argümanları kullanıyorlar. Türk
tarihi adı altında Cengiz ve Hulagü gibi zalim ve kafirlere sahip çıkılması ve onların Türk
gençliğine model olarak gösterilmeleri buna güzel bir misaldir.
Özet olarak bu gibi hamiyetfürüşların ruh dünyasında millet ve hamiyet perdesi altında
kendi egosunu ve menfaatini tatmin etme eğilimi hakimdir. Bir insan açıktan, "Ben şöyle
uluyum, ben böyle asar keserim" dese uygun düşmeyecek; ama "Türk milleti şöyle uludur,
böyle kahramandır." derse abes kaçmayacak.
İşte böyle şeni bir dinsiz milliyetçinin derdi, Türklük değil Türklük perdesi altında kendi
ego ve menfaatini tatmin etmektir. Böyle sahte hamiyetçiler yüzünden İslam alemi ihtilafa
düşmüş ve birlik ve beraberliğimiz ciddi anlamda zedelenmiştir.

"O sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için,


yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar
sürurla beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin
ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine, o ışıklar
müstehziyâne gülüp eğleniyor." izah eder misiniz?
"Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnız o
sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı, muvakkat lâmbalarla
tenvir ettin. O lâmbalar sürurla beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin
ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine, o ışıklar müstehziyâne gülüp
eğleniyor."(1)

Yalancı ve geçici lambalar, menfi felsefenin aklı öne sürerek akıl ile müşkülleri
halletme metodudur. Yani lambadan kast edilen şey, vahye teslim ve tevekkül etmeyen salt
akıldır. Evet, akıl, etrafı yarım yamalak ışıklandıran bir cep feneri gibidir.
Yıldız böceği küçük ışıkçığına itimat edip güneşin ışığına meydan okuduğu için, zifiri
karanlığa mahkum olmuş. Bunun gibi filozoflar da vahiy güneşine teslim olmayıp kendi kafa
fenerlerine itimat ettikleri için, kainat karanlığı içinde taklidi bir imanı zor elde etmişler.
İbn-i Sina’nın "Haşirde akıl ile gitmek imkansız, ama iman ile teslim oluruz." sözü, salt
akılın olayları anlamakta ne kadar aciz ve ihatasız olduğunu gösterir.
Ama akıl vahyin teslimiyetine ve terbiyesine verildiği zaman, şu kainatın en ince ve en
müşkül meselelerini açan bir anahtar hükmüne gelir. Kainatın ali ve yüksek bir mütefekkir
nazırı olur. Ve insana istikameti gösteren kamil bir rehbere dönüşür.
Üstad Hazretlerinin, vahyin karşısında aklın acizliğini anlattığı şu temsili hikaye
meseleyi gayet güzelce özetlemektedir:

"Bir vakıa-i hayaliyede gördüm ki: İki yüksek dağ var, birbirine mukabil.
Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere. Ben o
köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da, her tarafı, karanlık, kesif bir zulümat
istilâ etmişti."
"Ben sağ tarafıma baktım, nihayetsiz bir zulümat içinde bir mezar-ı ekber
gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümat dalgaları içinde
azîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün
altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta
karşı, sönük bir cep fenerim vardı, onu istimal ettim. Yarım yamalak ışığıyla
baktım; pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında
ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, 'Keşke bu
cep fenerim olmasaydı, bu dehşetleri görmeseydim!' dedim. O feneri hangi tarafa
çevirdimse, öyle dehşetler aldım. 'Eyvah, şu fener başıma belâdır.' dedim."
"Ondan kızdım, o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güya onun kırılması,
dünyayı ışıklandıran büyük elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o
zulümat boşandı. Her taraf o lâmbanın nuruyla doldu, her şeyin hakikatini gösterdi.
Baktım ki, o gördüğüm köprü, gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve
sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle nuranî
insanların taht-ı riyasetinde ibadet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu
fark ettim. Ve sol tarafımda, fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şahikalar
ise, süslü, sevimli, cazibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyafetgâh, güzel
bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o
müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun,
keçi gibi hayvânât-ı ehliye olduğunu gördüm. 'Elhamdü lillâhi alâ nûri'l-îmân.'
‫ َُﷲ َوﻟِﱡﻰ اﻟﱠِﺬﯾَﻦ ٰاَﻣﻨُﻮا ﯾُْﺨِﺮُﺟُﮭْﻢ ِﻣَﻦ اﻟ ﱡ‬âyet-i kerimesini okudum, o
ِ ‫ﻈﻠَُﻤﺎ‬
diyerek, ‫ت اِﻟَﻰ اﻟﻨﱡﻮِر‬
vakıadan ayıldım."(2)

Buradaki el feneri, felsefenin itimat ettiği akıl ve lamba oluyor. Aklın yarım yamalak
ışığı ise insana saadet değil az buçuk neşesini de kaçıran tuhaf ve alaycı bir azap aracıdır.
Bu yüzden bir çok insan akıldan kurtulmak için başını meyhaneye sokuyor ya da bir takım
fanteziler ile aklın tacizinden kendini kurtarmaya çalışıyor. Yani felsefinin nur ve saadet
olarak gördüğü aklın, aksi ile onlara azap kaynağı olması trajikomik bir durumdur.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a, Beşinci Nota.
(2) bk. Sözler, Yirmi Üçüncü Söz.

"Tek Gözlü Kör Deha" Ne Demektir?


Tek gözlü deha; yalnız dünyayı gören ve dünya hakkında çalışan bir deha demektir.
Ebedi hayatı dünyaya feda eden bir deha, elbetteki kör bir dehadır. Yani istikbali, geleceği
görmeyen bir deha demektir.
Hem tek gözlü, hem de kör olması bu anlamdadır. Zira tek göz, dünyayı gören, ancak
ahireti görmeyen demek olduğu gibi, kör ise, ahireti göremeyen ancak dünyaya tam çalışan
bir deha demektir.

"Ya insaniyetten tecerrüt edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam


ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki, kendi selametiyle beraber
umumun helaketi onu müteessir etmesin; veyahut kalp ve
aklın muktezasını iptal etsin..." Bu iki yolu izah eder
misiniz?
İnsanın kalp ve aklında ne hükmedip yerleşmiş ise, o hükme göre hadiseleri yorumlayıp
algılaması insan fıtratının değişmez bir prensibidir. Mesela pesimist (karamsar) bir filozof
her şeyi karamsar olarak okur ve anlar, hayatı da ona göre şekillenir.
Kırmızı gözlük nasıl eşyayı kırmızı gösteriyor ise, siyah gözlük te eşyayı siyah
gösterir, mülahazasınca Avrupa’nın dinsiz ve dünyevi fikri her şeyi karanlıklı ve manasız
gösteriyor. Böyle bir bakış içinde insanın mutlu ve saadetli yaşaması mümkün değildir.
Mesela münkir, kainatı anlamsız, işe yaramaz ve tesadüfün oyuncağı olarak gördüğü
için, her şey ona azaplı ve sıkıntılı olarak yansır. Mümin ise her şeyin anlamlı, faydalı ve
Allah’ın tedbir ve dizgini elinde olduğunu bildiği için her şey ona sevimli ve huzurlu olarak
yansır.
Ayrıca insan, fıtratı gereği diğerkâmdır. Yani insan başkalarının lezzeti ile mutlu olan, azabı
ile acı çeken sosyal bir varlıktır. Herkes azap içinde iken, insanın hayattan lezzet alması kabil
değildir. Halbuki kafir, yukarıda izah ettiğimiz gibi her şeyi anlamsız ve yokluğa mahkum zavallılar
şeklinde gördüğü için, kainat onun nazarında umumi bir yas evi gibidir. Herkesi ağlayan yetimler
şeklinde algılıyor. Böyle bir halet içinde mutlu olabilmek için ya akıl ve duyguları susturup hayvan
gibi olunacak ya da etrafında acı çekenleri umursamayacak kadar katı bir kalp sahibi olunacak. Her
iki hal de imkansız olduğu için, küfür içinde mutluluğu yakalamak imkansız bir şeydir denilmek
isteniyor.
Yirmidördüncü Lem'a Tesettür Risalesi
Tesettür Risalesi'nde bayanlardan ne nasıl giyinmeleri
isteniyor? Tesettürden kasıt nedir?
Tesettür Risalesinin gayesi ve hedefi; farz olan örtünmenin akli gerekçelerini ve
hikmetlerini beyan ve izah ederek, hanımları bu noktada ikna ve örtünmeye teşvik içindir.
Tesettür; bayanların ve erkeklerin mahrem yerlerini Allah’ın emrine uygun bir şekilde
örtmesidir. Fıkıh kaynaklarında bu örtünmenin şekli ve nasıl olacağı tafsilatı ile anlatıldığı
için, Üstad Hazretleri bu kısmı onlara havale ederek, tesettürün hikmet ve gerekçelerini aklı
tatmin edecek bir şekilde izah ve ispat ediyor.
Risale-i Nurlar bir iman ve ahlak tefsiridir, fıkıh kaynağı değildir. Bu sebeple fıkha
dair konulara girmemiş, bu konuları ehline havale etmiştir. Hal böyle iken, neden Risale-i
Nurlar tesettürün fıkhi kısmından bahsetmiyor demek çok yanlış olur.
Bayanlarda tesettürün farz olan iki rüknü vardır; birisi el ve yüz hariç vücudun her
yerini örtecek şekilde giyinmektir. Diğeri ise, vücut hatlarının belli olmayacak şekilde
elbisenin bol olmasıdır. Bu iki rükün kemali ile yerine getirilir ise farz yerine gelmiş
sayılır. Bundan sonrası kişilerin kendi tercihine kalmış bir meseledir. Dileyen çarşaf giyer,
dileyen pardösü giyer, dileyen burka takar.
Bu örtünme biçimleri coğrafi ve kültürel şartlara göre değişir. İslam bu alanı insanların
kültür ve örfüne havale etmiştir. Bazı insanların bir yerel örtünme biçimini bütün örf ve
coğrafyalara dayatması, böyle olacak bundan başkası olmaz demesi, doğru bir yaklaşım
değildir. Çarşaflı pardösülüye, pardösülü de çarşaflıya saygı duymak zorundadır. Örfi olan
bir şeyi, farz gibi lanse etmek caiz olmaz.

"Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini,


hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir." Buradaki
kahramanlığın inkişaf etmesi nasıl olabilir?
"Evet, bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden
ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlâs ile vazife-i fıtriyesi itibarıyla kendini
evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki, hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık
var. Bu kahramanlığın inkişafı ile hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı
ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve
kıymettar seciye inkişaf etmez. Veyahut sû-i istimal edilir."(1)

Burada kahramanlığın inkişaf etmesi, bu hissiyat ve duygunun yönünün dünyadan


ahiret ve ukbaya çevrilmesi anlamındadır. Yoksa o duygu zaten fıtri olarak mükemmel bir
şekilde her annede mevcuttur. Ama ekseri anneler o duyguyu ahirete tevcih edemeyip yanlış
ve yersiz yerlerde heba ediyor.
Mesela, dünyevi bir tehlike karşısında canını evladına siper eden bir anne, uhrevi tehlike
karşısında aynı kahramanlığı gösteremiyorsa, bu kahramanlık eksik ve yanlış oluyor. İşte
annelerin bu nazarlarını ve fedakar duygularını doğru kanalize edip yönünü ahirete
çevirebilirsek, o zaman kahramanlık duygusu tamam ve kemal olmuş olur. Kahramanlığın
inkişaf etmesi de bu manayadır.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

"Halbuki tesettürün ref’i, izdivacı teksir etmeyip çok


azaltıyor. Çünkü, en serseri ve asrî bir genç dahi refika-i
hayatını namuslu ister." Tesettürün ref'i, neden izdivacı
teksir etmeyip, çok azaltıyor?
Açıklık saçıklık, karı koca arasındaki sadakat ve güven duygusunu bozduğu için, koca,
karısının namuslu ve kapalı olmasını arzu ediyor. Hatta en serseri ve çağdaş bir genç bile
karısının güvenilir ve iffetli olmasını ister.

Açıklık saçıklık, ister istemez pis nazarları üzerine çekiyor. Böyle olunca, erkek karısını
gözetleyen yabani nazarlardan dolayı azap ve sıkıntıya giriyor ve psikolojik olarak karısına
karşı hürmet ve saygısı kırılıyor. Bu yüzden erkek evlenirken, yuvasını emanet edeceği
kadının mesture ve iffetli olmasını istiyor. Bu şartları bir kadında bulamayınca, bekar
kalmayı tercih ediyor. Böylece evlenip aile kurmak azalıyor, fuhuş ve zina gibi günahlar
artış gösteriyor. O bekar erkek, fıtri ihtiyacını meşru aile hayatından değil de, haram
yollardan temine çalışıyor.

Özet olarak; açıklık saçıklık, sadakat ve güven duygusunu törpüleyen ve zamanla yok eden
en önemli bir hastalıktır. Bu yüzden bekar erkekler evlenmekten çekiniyorlar. Ama kadın
tesettüre uymuş olsa ve iffetini muhafaza etse, o zaman meşru aile hayatı revaç bulur, erkek
de kendini emniyet ve sadakat içinde hisseder ve mutlu bir hayat geçirirler. Karşılıklı güven
ve sadakat temin edilmiş olur.

"Hicri ikinci asırdan sonra insanların en hayırlısı geçim


derdi az ve çoluk çocuğu olmayan kimsedir." (bk. İhya,
II/66.) Diğer yandan, "Ümmetimin çokluğuyla iftihar
ederim." hadis-i şerifi var. İlk hadisi nasıl anlamalıyız?
Evlenmek, insanlık için fıtri ve umumi bir yoldur. Bunun aksini savunup, bütün insanları
bekar kalmaya davet etmek hem fıtrata hem de İslam’a zıt bir yaklaşım olur. Onun için bu
hususta asıl ve doğru olan ve herkesin gidebileceği yol aile kurmaktır. Ama bu genel kural
bazı hususi durumlarda ve bazı hususi şahıslarda geçerli olmayabilir. İşte, evlenmeye teşvik
eden hadisler genel durum için, evlenmemeyi teşvik eden hadisler ise özel şahıs ve durumlar
içindir.
Mesela bu hadis hususi bir şekilde evlenmeyip iman hizmetinde bulunmaya teşvik ve
işaret eder:

Deylemî’den (R.A.) mervi bir hadis şöyledir: (...) Yani: “Allah bir kulunu
severse o kulu, Zât-ı Uluhiyetine (dinine) hizmet için seçer, (dünyevî iştihalardan)
imsak ettirir. O kulu, kadın ve evlad ile meşgul ettirmez.”

Bu durum, bilhassa hicretin 200. senesinden sonra içindir. Çünkü,

“200 senesinden sonra en hayırlınız, zevce ve veledi olmamakla yükü hafif


olanınızdır.”

Bu hadis genel olan evlenme kaidesini bazı şahıslarda takyit ve tahsis etmiş oluyor, ama
bazı özel şahıslar ve özel durumlar içindir, genelleme yoktur.
İmam-ı Gazalî’nin Huzeyfe’den ve Ebû Umame’den (ra) rivayet ettiği bir hadiste
Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyuruyor:

"Hicri ikinci asırdan sonra insanların en hayırlısı geçim derdi az ve çoluk


çocuğu olmayan kimsedir."

Yine İmam-ı Gazalî’nin Ebû Hüreyre’den rivayet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz
(asm):

"Bir zaman gelecek; kişinin helâki karısının, anne ve babasının ve çocuklarının


elinde olacak. Çünkü bunlar onu fakirlikle ayıplarlar. Ve gücünün yetmediği
şeyleri kendisinden isterler. Adam da bu sebeple tehlikeli işlere girer. Böylece dini
gider, kendisi de helâk olur." buyuruyor. (İmam-ı Gazali, İhya, II/66).

Burada, Peygamber Efendimiz (asm) umumi olarak herkesi evlenmemeye teşvik etmiyor.
Bu dönemlerde insanların çoğu geçim belası yüzünden haramlara ve dünyaya dalacağını
haber veriyor. Bu hadisler hayatın bir takım realitelerine işaret ediyor ve belalara karşı bizi
tedbirli olmaya davet ediyor. Onun için biz de tedbir olarak evlenirken dindar, şuurlu ve
kanaatkar bir eşle evlenmeliyiz, yoksa çok sıkıntı ve haramlara girme riski vardır.
Sahabeler içinde de Ashab-ı Suffa denilen, sadece ilim ve hizmet ile meşgul olup,
içtimai hayata girmeyen sahabeler de vardır. Bu sahabeler evlenmez, ticaret ile meşgul
olmaz, geçimlerini ise ümmet temin ederdi. Bizdeki vakıflık müessesesi sahabelerdeki
Ashab-ı Suffa’ya benzer. Vakıf ağabeylerin de bu zamanda ciddi bir fedakarlık ile her
şeyden tecerrüt ile hizmet etmeleri suffa sahabelerinin bu zamandaki bir cilvesi ve modeli
hükmündedir. Yani vakıflık müessesesinin karşılığı ve dayanağı sünnette ve sahabelerde
vardır, meşru ve müstahsen bir kurumdur.
Özet olarak, evlenmek genel bir kaide ve sünnet iken, bazı özel şahıslara ve özel
durumlara sünnet ve kaide olmayabiliyor. Her iki hale işaret eden hadisler de mevcuttur. Bu
hadisler birbiri ile çelişmiyor, iki farklı realiteye işaret ediyor, denilmelidir.
Hizmet için bekar kalan bir Nur talebesi bu halini genelleyemez, yani herkesi bekar kalıp
hizmet etmeye teşvik edemez. Bu yanlış bir tutum olur. İnsanların mizaç ve fıtratları farklıdır.
Evlenmek birisi için vacip iken, bir diğeri için olmayabilir. Ama insanlığın geneli için
sünnet olduğu aşikardır.

"İnsan ihtiyarladıkça enesi kuvvetlenir..." şeklinde bir


ifade geçiyor Risalelerde. Bu ifade ile Tesettür risalesinde
geçen; "Ahir zamanda ihtiyar kadınların dinine tabi olun."
ifadesini nasıl anlamalıyız?
"Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektup, imanı olmayanı, inşaallah
imana getirir. İmanı zayıf olanın imanını kuvvetleştirir. İmanı kavî ve taklidî olanın
imanını tahkikî yapar. İmanı tahkikî olanın imanını genişlendirir. İmanı geniş olana,
bütün kemâlât-ı hakikiyenin medarı ve esası olan marifetullahta terakkiyat verir,
daha nuranî, daha parlak manzaraları açar. İşte bunun için, "Bir pencere bana kâfi
geldi, yeter." diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin
de hissesini ister, ruhun da hissesini ister. Hattâ hayal de o nurdan hissesini
isteyecek. Binaenaleyh, herbir Pencerenin ayrı ayrı faydaları vardır."(1)

Üstad Hazretleri burada imanın taklitten başlayıp, nihayetsiz imanın terakki ve


mertebelerinin olduğuna işaret ediyor. İmanın, çekirdekten ağaca kadar çok mertebe ve
dereceleri vardır.
İmanın en ilkel ve basit olanı taklidi imandır. Risale-i Nurlar bu ilkel ve çekirdek
mesabesinde olan imanı ağaç ve mükemmel hale getirebilir. Risale-i Nur'da iman ve
marifetin hadsiz mertebeleri mevcuttur.
İmanın tahkiki olması ancak marifet ile olur. Yani tahkiki iman ilim ve marifetin bir
neticesidir. Ami ve avam olan bir insanın imanı kavi ve kuvvetli olabilir, lakin tahkiki
olmaz. Tahkik tamamı ile marifet ve ilimle alakalı bir durumdur.
Üstad Hazretleri bu manaya şu ibareler ile işaret ediyor:

"(Risale-i Nurlar) İmanı kavî ve taklidî olanın imanını tahkikî yapar."

Demek insanın imanın kavi olması tahkiki olmasını gerektirmiyor. Taklit ile kavilik iç
içe olabiliyor. Ama tahkiki iman bambaşka bir şeydir. İmanı kavi ama taklidi olanın imanı
tahkiki olmayabilir. Bu yüzden benim imanın kavi demek kafi değildir, bu imanı tahkikiye
çevirmek gerekir.
İşte "Ahir zamanda yaşlı kadınların dinine tabi olun." hadisi, imanı kavi ama taklidi
olan mutaassıp ihtiyarların, imandaki salabet ve sağlamlığına hem bir işaret hem de oradaki
sağlamlığa bir teşviktir. Yoksa o ihtiyar kadınların taklidi ve taassubi haline bir özendirme
yoktur. İmanımız hem kavi hem tahkiki olursa, en sağlam ve en güzel yol budur.
"İnsan ihtiyarladıkça enesi de genişler." ibaresine tahkikatımız neticesinde
rastlayamadık şayet kaynağını biliyor iseniz göndermeniz durumunda cevap yazarız.
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz

"Mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi


için; serseri, ahlâksız, firenkmeşreb bir kocanın tahakkümü
altına girmektense, fıtratınızdaki iktisad ve kanaatla, köylü
masum kadınların nafakalarını kendileri çıkarmak için
çalışmaları nev'inden kendinizi idareye çalışınız, satmağa
çalışmayınız. Şayet size münasib olmayan bir erkek kısmet
olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz. İnşâallah
rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur." Açıklar mısınız?
"Hemşirelerim, mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için,
serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense,
fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri
çıkarmak için çalışmaları nev'inden kendinizi idareye çalışınız, satmaya
çalışmayınız."
"Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz
ve kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki
işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i
İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz."(1)

Üstad Hazretleri paragrafın baş kısmında, kadın evlenmeden önce yani bekar halde iken,
evde kalırım ya da rızık noktasından ortada kalırım endişesi ile serseri ve ahlaksız bir
kocaya gitmesin, diyor. Yani serseri ve ahlaksız bir adam ile evlenmektense iktisat ve kanaat
ile bekar kalmak daha ehvendir manası anlaşılıyor.
İkinci paragrafta ise, şayet siz böyle ahlaksız ve serseri bir adam ile hata eseri
evlenmiş iseniz bu adam ile boşanmak yerine onun nikahına razı olup sabrediniz diyor.
İnşallah sizin bu rıza ve kanaatinizle o serseri ve ahlaksız kocanız belki ıslah olup
düzelebilir, diyerek boşanma yolunu kerih gösteriyor. Burada "kısmetinize razı olunuz"dan
maksat, kadının o ahlaksız ve serseri adam ile evlenmesinde kaderin de bir hissesi var,
oraları da düşünüp boşanmak yerine sabretmesi gerektiği vurgulanıyor.
Maalesef günümüzde boşanmak çok kolay bir hale gelmiş ve İslam olmanın izzet ve
haysiyeti gücendirilmektedir. Boşanmak en son bir çaredir, aileyi kurtarma adına bütün
yollar tüketilmeden bu yola müracaat etmek, İslam açısından çok ayıp ve çirkin olarak
addedilmektedir.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

"Kadında cesaret ve sehavet, nuşuze ve vekahete


sebebtir." cümlesini açıklar mısınız?
Bu cümle, Kur'an'da ahlak ve salihat kavramlarının mutlak ve müphem, yani belirsiz
bırakılmasının sebep ve hikmetini izah ederken, misal olarak verilen bir cümledir.

Kur’an'da bazı kavramların tam belirtilmemiş olmasının sebebi, her kesim ve toplum,
kendine ait bir şeyler bulabilsin ve ona göre amel edebilsin diyedir.

Zira bazı şeyler toplumdan topluma farklılık arz eder. Bazen erkekte güzel duran bir
davranış, kadında çirkin durabilir. Cömertliğin zenginde, sabrın fakirde, durması gibi.

Yani ahlaki kavramlar nispidir, durduğu yere göre şekil alır. Onun için Kur'an, salihat ve
ahlaki kavramları belirsiz ve mutlak bırakmış ki, her fert, her toplum, her cins, her sınıf
kendine yakışanı oradan alabilsin.

Şayet Kur'an, mutlak bırakmayıp belirtse idi. Yani tek tip bir model çizse idi. Kimine
yakışan, kimine yakışmayacaktı. Elbise tek kalıp olduğu için kimine dar, kimine bol
gelecekti.

Şimdi bu açı ile yukarda ki cümleye bakacak olursak; cesaret güzel bir ahlaktır, ama erkekte
güzeldir. Zira erkek, fıtraten sağlam ve dayanıklı olmasından, cesaret ona yakışır. Gayrete
sebep olur. Ama kadında olsa nuşuze, yani dik başlı ve serkeşliğe, itaatsizliğe sebep
olacaktır. Evde iki cesur olunca, aile hayatının ahenk ve nizamı bozulur. Onun için cesaret
kadında iyi durmaz. Bazı kötü ahlaklara da sebebiyet verir. Kadında, çekingenlik ve her şeye
atılmama hali daha hoş durur. Onun için bizim kültürümüzde kadın, ulu orta her yerde
atılarak cesaret gösterse hoş görülmez.

Sehavet, yani, cömertlik ise, yine erkekte güzel durur, yardımlaşmaya sebebiyet verir. Ama
kadında ise vakahate yani arsızlığa ve açıklık saçıklığa sebebiyet verir. Bu yüzden,
"kadının cimrisi efdaldir"iştir. Yanlış anlaşılmasın, zekat ve sadaka açısından
değil, kocanın malından ve evde tasarruf açısından veya namus ve iffet noktasından
cimriliktir.

Ahzab suresi 59. Ayette geçen "cilbab" kelimesinin Risale-i


Nur'da tarifi var mıdır? Ayrıca Risale-i Nur çarşafa nasıl
bakıyor ve tesettür hakkında ne diyor?
Risale-i Nurlarda tesettür konusu en geniş ve kapsamlı olarak Tesettür Risalesi'nde
geçmektedir. Tesettür Risalesi'nin gayesi ve hedefi ise, farz olan örtünmenin akli
gerekçelerini ve hikmetlerini beyan ve izah ederek, hanımları bu noktada ikna ve örtünmeye
teşvik etmektir.
Tesettür, bayanların ve erkeklerin mahrem yerlerini Allah’ın emrine uygun bir şekilde
örtmesidir. Fıkıh kaynaklarında bu örtünmenin şekli ve nasıl olacağı tafsilatı ile anlatıldığı
için, Üstad Hazretleri bu kısmı onlara havale ederek tesettürün hikmet ve gerekçelerini, aklı
tatmin edecek bir şekilde izah ve ispat ediyor.
Risale-i Nurlar bir iman ve ahlak tefsiridir, fıkıh kaynağı değildir. Bu sebeple fıkha
dair konulara girmemiş, bu konuları ehline havale etmiştir.
Bayanlarda tesettürün farz olan iki rüknü vardır. Birisi el ve yüz hariç vücudun her yerini
örtecek şekilde giyinmektir. Diğeri ise vücut hatlarının belli olmayacak şekilde elbisenin bol
olmasıdır. Bu iki rükün kemali ile yerine getirilir ise, farz yerine gelmiş sayılır. Bundan
sonrası, kişilerin kendi tercihine kalmış bir meseledir. Dileyen çarşaf giyer, dileyen pardesü
giyer, dileyen burka takar.
Bu örtünme biçimleri coğrafi ve kültürel şartlara göre değişir. İslam bu alanı
insanların kültür ve örfüne havale etmiştir. Bazılarının bir yerel örtünme biçimini bütün örf
ve coğrafyalara dayatması, ille de böyle olacak, bundan başka örtünme şekli olmaz demesi
doğru bir yaklaşım değildir.
Çarşaflı pardösülüye, pardösülü de çarşaflıya saygı duymak zorundadır. Örfi olan bir
şeyi farz gibi lanse etmek caiz olmaz.

Aktivist olan bir arkadaş, kadınların daha şefkatli


olmasının tamamen kültürel bir dayatmadan
kaynaklandığını, fıtratla ilgisi olmadığını iddia etti.
İdarecilik yapabilmelerini gerekçe gösterdi. Risaleden örnek
vermeye çalıştım, kabul etmedi. Ne dersiniz?
İnsanın iki fıtratı vardır. Birisi doğuştan gelen özgün ve hakiki fıtratı, diğeri ise insanın
kesbi ve kazanımı ile elde ettiği ikinci sun’i fıtratıdır. Buna i’tiyad-i sani de denilmiştir.
Yani insanın niyet ve iradesi ile teşekkül ettirdiği ikinci fıtrat.
Birinci fıtrat için, yani vicdani esaslara dayanan hakiki fıtrat için, tabii ve doğal hal de
diyebiliriz, hakkın ve doğrunun bir miyarı ve mizanıdır. Bu bütün insanlarda ortak bir
anlayış ve ortak bir seziştir. Bu yüzden insanlığın ortak ve temel ahlaki normları ve kuralları
bu özgün fıtri halin bir neticesi, bir sonucudur.
İnsandaki ikinci suni fıtrat ise insanın kesbi ve niyeti ile şekillendiği için arızalı ve
sunidir. Bu yüzden her insanda bu ikinci fıtrat farklı tezahür eder.
Bazı insanlar bu ikinci fıtri oluşumu tabi ve doğal olan fıtrata yakın bir terbiye ve tedbir
ile oluşturduğu için, iki fıtrat arasında uyumluluk olur. Aralarında bir mutabakat tesis olur ve
bu da davranış ve ahlakta güzel neticeler verir. Yani orijinal ve samimi davranışlar sergiler.
İslam’ın ve onun terbiye sisteminin fıtri oluşu, Müslümanlar üzerinde olumlu ve güzel
ikinci fıtratların oluşmasına sebep olmuştur. Bu yüzden İslam alimleri ve evliyaları halis ve
fıtri bir güzelliğe sahip olmuşlardır.
Bir de su-i tedbirden dolayı bazı insanların, farklı inanç ve ideolojilerin de tesiri ile,
ikinci fıtratları gayet yamuk ve eğri büğrü oluşur. Birinci fıtrat ile ikinci fıtrat arasında bir
uyumsuzluk oluşur. Daima birbirleri ile çelişir ve çatışırlar. Genelde ikinci olan suni fıtrat,
tabi ve doğal olan birinci fıtratı ifsat edip bozar. Birinci fıtrat olarak güzel iken, bozuk
ikinci fıtratın müdahalesi ile o güzelliği bozar, yerine suni ve yapmacık halleri getirir.
Zamanla ikinci bozuk fıtrat, birinci tabi ve doğal fıtratı ifsadı ile tamamen dönüştürüp
kendi gibi bozuk hale getirir. Artık bu adamın hayra ve güzelliğe kabiliyeti kalmaz .Bütün
amelleri yapmacık ve suni olur. Üstad Hazretleri bu manaya, fıtratı tefessüh edenler diye
işaret ediyor. Artık böyle bozulmuş bir fıtratın doğal hali ifsat ve kötü hallerdir.
Üstad Hazretleri bu iki fıtrat tipine şu ibareler ile işaret ediyor:

"Hayrat ve hasenâtın hayatı niyet iledir. Fesadı da ucub, riyâ ve gösteriş iledir.
Ve fıtrî olarak vicdanda şuurla bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur
ve niyetle inkıtâ bulur."(1)

İnsan doğduğunda temiz bir kağıt gibidir. Zamanla ve tecrübe ile bu temiz kağıt dolar ve
tekemmül eder. Dolayısı ile insan doğarken hakka ve doğruya yöneltecek bir şeyi
beraberinde getirmez, tamamen dış etkiler ve tecrübeler sayesinde doğruyu ve hakkı bulur,
görüşünü savunan felsefi ve psikolojik ekoller ifrata gitmişlerdir.
Bu fikrin aksini savunanlar ise, insan hak ve doğrunun kıstaslarını fıtratı ile beraberinde
getirir, vicdan, mizaç ve insan doğası denilen şeyler dış etkenlere ve tecrübeye ihtiyaç
bırakmadan doğru ve hakkı bulur, tezini savunanlar da tefrite gitmişlerdir.
Bu hususta vasat ve doğru olan ise, insanın doğuştan getirdiği şeyler olduğu gibi,
vicdan ve fıtrat gibi, sonradan tecrübe ve dış terbiye ile kazandığı şeyler de vardır. Yani
insan bütün bütün doğuşta boş ve cahil olarak dünyaya gelmiyor. Ama tam tekemmül etmiş
de öyle gelmiş de değildir. İnsan yaşamı boyunca edindiği tecrübe ve dış etkileşim
sayesinde itiyad-ı sani denilen ikinci bir fıtrat oluşturur. Yaradılıştan gelen fıtrat ile insan
eli ile oluşturulan ikinci fıtrat birbirine zıt olursa, insan çatışma içine düşer. Bu yüzden fıtri
olan İslam dini ile beşeri diğer sistemlerin oluşturduğu ikinci fıtratlar arasında çok farklar
var.
Mesela Marksist felsefe, yaradılıştan gelen fıtrata zıt olduğu için, insanlık içinde
tutunamayıp kaybolmuştur. Diğer gayri fıtri sistem ve felsefi ekoller de çökmüştür veya
çökmeye mahkumdur. Ayakta ve daimi kalan sadece fıtri olan şeylerdir. Bu da "hakkın
miyarı sadece ve sadece tecrübe ve dış etkileşimdir", diyenlerin tezini çürütüyor.
İnsan ruhunun esas ve daimi olması tekemmül etmesine mani bir durum değildir. İnsan
ruhu başlangıçta müptedi olup, sonra tekemmül edebilir. Allah insan ruhuna nihayetsiz
terakki ve tedenni kabiliyetini vermiştir. İnsana düşen, İslam terbiyesi ile terakki kabiliyetini
inkişaf ettirmektir. Ruhun asli unsurlarında bir değişim ve dönüşüm olmaz, ama aslını
muhafaza ile beraber tekamül edebilir. Yani ruhta sabit ve değişmeyen bir yön olduğu gibi,
değişen ve gelişen bir yön de vardır. İşte dış etkileşim ve terbiyeler ile ruh gelişip terakki de
edebilir, yanlış terbiye sistemleri ile düşüp tedenni de edebilir.
Kadınların fıtratında da durum aynıdır. Mesela kadın doğurgandır, doğurgan olduğu için
bedeni de ona göre tasarlanmıştır. Sadece kadının değil, yer yüzünde yaşayan bütün
annelerin şefkati aynı çizgi üzeredir. Canavar bile yavrusuna karşı müşfiktir. Acaba
canavara yavrusuna karşı şefkatli olmayı mürteciler mi telkin etmişler.
Bu tip aktivistler boş ve ideolojik konuşuyorlar. Yukarıda uzunca izah ettiğimiz gibi,
insanın fıtri donanımları olduğu gibi sonradan kazanımları da olabilir. Kadının fıtri olarak
erkekten daha nahif ve şefkatli olduğu su götürmez bir hakikattir. Bunun delili yer yüzündeki
bütün annelerin yavrulana olan şefkat ve merhametidir.
Ayrıca kadından iyi bir tacir, iyi bir eğitmen, iyi bir idareci olabilir. Bunun aksini
savunan yok. İslam sadece belli birkaç noktada kadına görev vermiyor. Bunun dışında
kadına özgürlükler ve haklar tanıyor. İslam’ı cahilane ve ön yargılar ile tanıyanlara
tavsiyemiz tahkik ve tetkiktir.
Tesettür Risalesi olan Yirmi Dördüncü Lem'ayı okumanızı tavsiye ederiz.
(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme

Çocuklarımızla ilgilenmenin sevap boyutu konusunda


Risalelerden yazı gönderebilir misiniz?
"Birincisi: Risale-i Nur’un fıtraten ve zamanın vaziyetine göre talebesi olacak,
başta, mâsum çocuklardır. Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i
imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın
erkânlarını ruhuna alabilir. Âdetâ gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek
derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar
görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir.
O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk
ölmelerini arzu ile onlara bir nevi belâ olur. Âhirette de onlara şefaatçi değil, belki
dâvâcı olur: 'Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız?' ”

"İşte bu hakikate binaen, en bahtiyar çocuklar onlardır ki, Risale-i Nur dairesine
girip dünyada peder ve validesine hürmet ve hizmet ve hasenatı ile onların defter-i
a’mâline vefatlarından sonra hasenatı yazdırmakla ve âhirette onlara derecesine
göre şefaat etmekle bahtiyar evlât olurlar."(1)

"O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmemesi,


istifade ve fayda görmesi için her fedakârlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder.
'Oğlum paşa olsun!..' diye bütün malını verir, hafız mektebinden alır, Avrupa’ya
gönderir. Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor. Ve
dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor; Cehennem hapsine düşmemesini nazara
almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak, o mâsum çocuğunu, âhirette şefaatçi
olmak lâzım gelirken dâvâcı ediyor. O çocuk, 'Niçin benim imanımı takviye
etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?' diye şekvâ edecek. Dünyada da, terbiye-
i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı lâyıkıyla
mukabele edemez, belki de çok kusur eder."

"Eğer hakikî şefkat sû-i istimal edilmeyerek, biçare veledini haps-i ebedî olan
Cehennemden ve idam-ı ebedî olan dalâlet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat
sırrıyla çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenâtının bir misli, validesinin defter-i
a’mâline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla
ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de, değil dâvâcı olmak, bütün ruh u canıyla
şefaatçi olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlât olur."

"Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu


münasebetle, ben kendi şahsımda kat’î ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan
ediyorum:"

"Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem
ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum
validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta
maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler
üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve
ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki
gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede
ediyorum."(2)

"Ve evlâtlarını, o Zât-ı Rahîm-i Kerîmin hediyeleri olduğu için kemâl-i şefkat
ve merhametle onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakka aittir. Ve o
muhabbet ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olduğunu gösteren alâmet ise, vefatlarında
sabır ile şükürdür, meyusâne feryad etmemektir. 'Hâlıkımın, benim nezaretime
verdiği sevimli bir mahlûku idi, bir memlûkü idi. Şimdi hikmeti iktiza etti, benden
aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlûkte bir zâhirî hissem varsa, hakikî
bin hisse onun Hâlıkına aittir. ِ ِ ‫ ' اَْﻟُﺤْﻜُﻢ‬deyip teslim olmaktır."

"Evlâdına muhabbet ise, Cenâb-ı Hakkın senin nezaretine ve terbiyene emanet


ettiği sevimli, ünsiyetli o mahlûklara muhabbet ise, saadetli bir muhabbet, bir
nimettir. Ne musibetleriyle fazla elem çekersin, ne de ölümleriyle meyusâne
feryad edersin. Sabıkan geçtiği gibi, 'Onların Hâlıkları hem Hakîm, hem Rahîm
olduğundan, onlar hakkında o mevt bir saadettir.' dersin. Senin hakkında da,
valideyn ve evlâda muhabbet-i meşruanın neticesi, nass-ı Kur’ân ile, Cenâb-ı
Erhamürrâhimîn, onların makamları ayrı ayrı da olsa, yine o mes’ut aileye sâfi
olarak lezzet-i sohbeti, Cennete lâyık bir hüsn-ü muaşeret suretinde, dâr-ı bekàda
ebedî mülâkat ile ihsan eder. Ve on beş yaşına girmeden, yani hadd-i bülûğa vasıl
olmadan vefat eden çocuklar, ‫ ِوْﻟَﺪاٌن ُﻣَﺨﻠﱠُﺪوَن‬ile tabir edilen Cennet çocukları
şeklinde ve Cennete lâyık bir tarzda, gayet süslü, sevimli bir surette, onları
Cennette dahi peder ve validelerinin kucaklarına verir, veledperverlik hislerini
memnun eder, ebedî o zevki ve o lezzeti onlara verir. Zira çocuklar sinn-i teklife
girmediklerinden, ebedî, sevimli, şirin çocuk olarak kalacaklar."
"Dünyadaki her lezzetli şeyin en âlâsı Cennette bulunur. Yalnız, çok şirin olan
veledperverlik, yani çocuklarını sevip okşamak zevki, Cennet tenasül yeri
olmadığından, Cennette yoktur zannedilirdi. İşte bu surette o dahi vardır. Hem en
zevkli ve en şirin bir tarzda vardır. İşte, kablelbülûğ evlâdı vefat edenlere
müjde!"(3)

Dipnotlar:
(1) bk. Emirdağ Lahikası, Birinci kısım.
(2) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a
(3) bk. Otuz İkinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfı

Dinsiz Komitelerin Kadınlara Verdiği Zararlar Nelerdir?


Bu zamanda dinsiz komitelerin kadınlara verdiği zararları birkaç başlık altında
değerlendirebiliriz:

Ahlaki dejenerasyon: Kadınlara bazı ideolojik bakışları telkin ederek, İslam ahlakından
uzaklaştırma projeleridir. Amaç kadını İslam ahlakından uzaklaştırıp, seküler fikirler ile
günahlara ve haramlara teşvik etmektir.

Açılıp saçılma: Kadının en çok zarar gördüğü alan bu alandır.Yani tesettürü atıp, açılmak ve
saçılmak ile güven ve sadakati sarsmak. Bugün kadın bayağı bir meta gibi her sektörde
vücudu pazarlanıyor. Kadın hem açıklık ve saçıklık ile pis nazarlara hapis oluyor hem de
genel ahlakı bozuyor. Hem de aile hayatını zedeleyip gayrimeşru ilişkilere ivme
kazandırıyor. Dinsiz komiteler bir toplumu bu şekilde çökertiyorlar.

Moda altında israfa teşvik: Kadınlara kurulan bir tuzak da tüketim çılgınlığıdır. İslam
dininde esas olan iktisat ve israftan kaçınmaktır. Ama kapitalist ve dinsiz felsefe, insanları,
bilhassa kadınları israf ve gereksiz tüketime teşvik ile kulluğun önündeki en önemli engel
olan geçim derdini ziyadeleştirerek, insanları dünyada boğmak istiyorlar.

Moda illeti, bilhassa kadınları tesirine alıp dünya yükünü birden bine çıkarıp geçimsizliğe
ve haramlara teşvik ediyor. Bazen bir koca, karısının gereksiz harcamaları yüzünden rüşvet
ve hırsızlığa giriyor. Günümüzde bu tip insanlar mebzuldur.

Feminel duruş: Kadınları bir takım felsefi fikirler ile özgürleşme adı altında, kocasına
karşı gereksiz bir dik başlılığa teşvik etmektir. Halbuki İslam, aile hayatında belli rolleri
tespit ve tayin edip, erkek ve kadını uymaya davet ediyor. Kadın kendine biçilen rolü erkek
de kendine biçilen rolü yapmak durumundadır. Yoksa, ortada aile hayatı diye bir şey
kalmaz.

Peygamberimiz (asv) meşru işlerde kadına itaati emrederken, feminizm bunun tersini kadına
telkin ediyor. Gereksiz bir dik başlılığı ve geçimsizliği kadına rol olarak biçiyor. Bu fikri
hareketinin de arkasında dinsiz komiteler vardır.

Eşim basit şeylere önem vermekte ve huzursuzluğa sebeb


olmaktadır. Daha önemli şeyler olduğunu, bunların önemsiz
şeyler olduğunu nasıl anlatabilirim? Risaleler ışığında bir
cevap verir misiniz?
Aile konuları hassas konulardır. Taban tabana zıt ayrı iki fıtratın biribirini anlaması
kolay değildir. Eşinizi anlamadığınız, “basit şeyler” tanımınızdan anlaşılmaktadır. Kime
göre basit şeyler?.. Size göre. Ama eşinize göre basit değilse, artık ona basit şey diye
bakılmaz, bakılmamalı...
Sizin için çocuk oyunları ve oyuncakları bir anlam ifade etmez ve basit şeylerdir. Peki
bir de çocuklara sorun bakalım. Sizin için gerçek bir mersedes araba ne anlam ifade
ediyorsa, çocuk için oyuncak bir araba aynı şeyi ifade eder. Hatta gerçek arabanıza
değişmez. Ama siz bunu çocuğa anlatamazsınız; anlatmaya çalışırsanız her şey alt üst
edersiniz.
Meşru olduktan sonra, eşinizin (size göre) basit şeylerle ilgilenmesini engelleyemezsiniz.
Tavsiye edebilirsiniz, ama baskı kuramazsınız. Nasihatiniz tesir etmiyorsa niye
zorluyorsunuz, hakkınız var mıdır acaba? Tek doğru sizin midir? Aile huzuru birbirimizi
anlamaktan geçer. "Benim alanım gerekli, seninki gereksizdir" gibi yaklaşımlar tamamen
süpjektiftir. Sizin aleminiz çok ulvi şeylerle dolu olabilir. Ama herkesi kendiniz gibi
yapmaya zorlayamazsınız; zorlarsanız bu nasıl ulvilik olabilir.
Bir diğer husus ise şudur: İşin kendisine değil, neticesine bakmalısınız. Aile huzurunuzu
bozan bir şey basit değildir; önemsemek durumundasınız. Bazı şeyler bizzat güzel değildir,
ama netice itibarı ile güzeldir. Hayvan gübresi basit bir şeydir, ama çiçekler güzelliğini ona
borçlular.
Bediüzzamanın ağzından bir cevap verelim:

"... yüzer âyât ve ehâdis-i Nebeviyenin şiddetle emrettikleri uhuvvet,


muhabbet ve teavünü yapıp, bütün hissiyatınızla, ehl-i dünyadan daha şiddetli bir
surette meslektaşlarınızla ve dindaşlarınızla ittifak ediniz, yani, ihtilâfa
düşmeyiniz. 'Böyle küçük meseleler için kıymettar vaktimi sarf etmektense, o çok
kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim.' deyip çekilerek
ittifakı zayıflaştırmayınız."

"Madem liveçhillâhtır, o işin küçüğüne, büyüğüne, kıymetli ve kıymetsizliğine


bakılmaz. İhlâs ve rıza-yı İlâhî yolunda zerre, yıldız gibi olur. Vesilenin mahiyetine
bakılmaz, neticesine bakılır. Madem neticesi rıza-yı İlâhîdir ve mayası ihlâstır; o
küçük değildir, büyüktür."(1)

"Böyle küçük şeyler için..." ifadesi, eşler arası ilişkiler için de geçerlidir.
Eşinizin mutlu olması için onunla sohbet etmek veya basit dediğiniz bir şeyi onunla
paylaşmak, aile huzuruna ve Allah’ın rızasına neden olacaksa, bu basit değildir.
Hem sonra birinizin diğerini anlaması gerekiyorsa, sizin eşinizi anlamanız lazım. Çünkü
siz ulvi şeylerle meşgulsunuz, ulvi bir ruhunuz var...
Ebedi saadetler temennisiyle...
(1) bk. Lem'alar, Yirminci Lem'a.

Evlilik ile ilgili; evlenecek olan adayların, birbirlerine "ya


ben ya hizmet şeklinde bir şart koşmaları ne derece doğrudur,
konu hakkında bilgi verir misiniz?
Evlilikte fikir ve inanç uyumu çok önemli bir husustur. Eşler arasında fikir ve inançlar
uyumsuz ise bu hem hayata hem de hizmete menfi bir şekilde yansıyacaktır. Hal böyle
olunca, eş tercihinde fikir ve inanç uyumu ciddi anlamda tahkik edilmeli ve ona göre hareket
edilmelidir.
Tabi bu tespit evlenmiş olanlar için değil tercih aşamasında bulunanlar için geçerlidir.
Yoksa evlenmiş ve çoluk çocuğa karışmış birisi için sabır ve itidal tavsiye edilir. Ama
tercih aşamasında şiddetle bu uyum araştırılmalıdır. Mümkün mertebe fikri fikrine, mesleği
mesleğine uygun birisi ile evlenmek, hem hayat hem de hizmet açısından faydalı olacaktır.
Peygamber Efendimiz (asv)'in küfüv meselesinde bu mana zımni olarak vardır. Aynı
mana Üstad Hazretlerinin şu ibarelerinde de vurgulanıyor:

"Şer'an koca, karıya küfüv olmalı, yani, birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve
denk olmak, en mühimi, diyanet noktasındadır."
"Ne mutlu o kocaya ki, kadınının diyanetine bakıp taklit eder; refikasını hayat-
ı ebediyede kaybetmemek için mütedeyyin olur."
"Bahtiyardır o kadın ki, kocasının diyanetine bakıp 'Ebedî arkadaşımı
kaybetmeyeyim' diye takvâya girer."
"Veyl o erkeğe ki, saliha kadınını ebedî kaybettirecek olan sefahete girer."
"Ne bedbahttır o kadın ki, müttakî kocasını taklit etmez, o mübarek ebedî
arkadaşını kaybeder."
"Binler veyl o iki bedbaht zevc ve zevceye ki, birbirinin fıskını ve sefahetini
taklit ediyorlar, birbirine ateşe atılmasında yardım ediyorlar."(1)

Son ve özet olarak, eş seçmede en önemli husus küfüv, yani denkliktir. İnsan kendi
mevkiine ve anlayışına uygun veya yakın kişileri eş olarak seçmelidir. Bu ister meslek ve
meşrep olsun, ister iktisadi olsun, ister eğitim seviyesi olsun fark etmez.
Ama meslek ve meşrep denkliği eş seçmede olmazsa olmaz şartlardan da değildir. Şayet
denklik olursa daha hoş ve güzel olur. Risale-i Nur dairesinde farklı meşrepten olan kişileri
eş seçmekte bir sakınca yoktur, lakin aynı meşrep olursa daha ahsen olur.
Malum ahsen güzelin daha güzeli demektir. Hizmeti hiç bilmeyen, ama dindar birisi ile
evlenmekte de bir sakınca yoktur. Lakin yukarda ifade edildiği gibi, bilen birisi ile evlenmek
daha ahsen ve güzel olur.
Hizmet ile evlilik pekala uyum içinde gidebilir, ikisini iki zıt kutup gibi algılamak ve
çatışma alanına çevirmek ayrıca bir hastalıktır.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a
Füruatın Manasını Nasıl Anlamalıyız?
Füruat, İslamî literatürde bir terimdir. Her şeyin bir aslı ve bir de füruatı vardır.
Mesela; iman, inanç, fikir, itikat, dinimizde bir esas, asıl ve rükün ise; muamelat bunlara
göre füruattır.
Yani iman ve itikattaki, arıza insanı dinden çıkarır. Ve şekavete götürür, muamelattaki
eksiklikler günahkâr eder, cennetten uzaklaştırır; imansız etmez.
Ayrıca namaz, oruç, hac v.s. gibi dinin muameletı amelde; rükün, temel ve esas ise;
sünnet ve nafileler onlara göre amelde füruattır. Farzlar, helal ve haramlar dinin hudutları ve
esasları ise; diğer meseleler farz makamında ve değerinde değil; füruattır. Yani elmaslarla,
bakırlar ve gümüşlerin mukayesesi gibi…
Ancak füruatın toplumda anlaşılan manası; teferruat ve boş şeyler anlamına
geldiğinden; ıstılahtaki füruat da böyle telakki edilerek yanlış anlaşılabiliyor.
Dolayısıyla sorunuzda bahsettiğiniz o kişi; ıstılahtaki füruatın manasına göre
muamelatta bir tasnif yapmış ve doğru söylemiştir. Ancak dinleyenler, toplum arasında
teferruat manasını anlayarak itiraz ediyorlar.
Bu mesele; füruatı yanlış anlayanların tarz-ı telakkileridir. Dini meseleler toplum
arasındaki yanlış anlaşılan tabirlerle değil; İslamiyet'teki ıstılah ve literatüre göre izah
ve tarif edilir.

Hanımların üniversitede eğitim görmesi hususunda


imanlarını muhafaza noktasında gitmeleri uygun değil, diye
Risalelerde geçiyor. Bazıları "Risalelerde yazan neyse odur,
kızların okula belli bir yaştan sonra gitmemeleri gerek."
şeklindeki düşünceler doğru mu?
Malum olduğu üzere, halihazırdaki eğitim sisteminde hem tesettür yasak hem de kız erkek
beraber aynı sınıflarda ders görüyorlar. Bu iki husus da İslam açısından kabili tevil
olmayacak şekilde caiz değildir. Yani kız çocuğunun tesettürsüz ve erkeklerle aynı sınıfta
eğitim görmesi İslam açısından haramdır.
Bu mesele sadece Risale-i Nur'un meselesi değil İslam’ın da kati bir meselesidir. Öyle
ise samimi bir Müslüman ve samimi bir Nur talebesi bu hükmün gereğine uygun hareket
etmek ile mükelleftir. Şayet daha farklı imkanlarda kızının eğitim ve öğretimini temin
edebiliyorsa o şekilde hareket edebilir. Bugün bir çok mütedeyyin hanımlar, yasağın
olmadığı okullarda eğitimini tamamlayabiliyor.
İnşallah bu arızalı durum ileriki yıllarda demokrasi ve insan haklarının genişlemesi ile
hallolur ve herkes özgürce eğitim ve öğretim hakkını elde eder; inançları ile yaşam arasında
tercih yapmak zorunda kalmaz.
İslam dini, kadının eğitim ve öğretim hakkını men etmiyor, sadece usulüne ve şartlarına
uygun bir eğitim ve öğretimi şart kılıyor. Öyle ise burada Müslüman hanımların eğitim ve
öğretim hakkını elinden alan ve yasaklayan zihniyet İslam değil, laikliği öne sürerek
tesettürü ve ayrı derslikleri kabul etmeyen bağnazlardır ve eğitim düşmanlığı da budur işte.

Lem'alarda, "kadınların on adetinden altı yedisi


çirkindir", şeklinde bir ifade geçiyor. Halbuki çoğu kadın
güzel değil midir? Açıklar mısınız?
Üstad Hazretleri burada örtünmeyi gerekli kılacak sebeplerin bir analizini yapıyor.
Amaç örtünmenin suni ve zorlama bir emir değil, fıtri bir emir olduğunu ispat etmektir.
Cenab-ı Hak, hikmeti gereği, insanları hep aynı kalıp ve güzellikte yaratmamış. Farklı
boy, endam ve özelliklerde yaratmıştır. Bu günün güzellik ve moda anlayışına göre dört başı
mamur, kusursuz bir güzellik her bayanda mevcut olmadığından, mutlaka gizlemeye çalıştığı
fiziki bir durumu ve kusuru oluyor. Onun için başka nazarların nefretinden korunmak
amacıyla kendini örtünmeye mecbur hissediyor. Bu sebep, örtünmenin tek gerekçesi ve
sebebi değildir elbette. Çok gerekçelerden sadece biridir.
Onun için örtünmek, sadece fiziki kusurları örtmek içindir, önermesi yanlış olur. İhtiyar
kadınların örtünmesi bu meseleye ışık tutar. Gençliğinde örtünmeyen veya örtüyü sadece
iliştirenlerin, ihtiyarlıklarında sıkı örtünmeleri Üstad'ın bu tespitine önemli bir delildir.
Bir de, kadınlar, kendinden daha güzel bir bayanın yanında sönük kalma endişesinden
dolayı kendini ortaya atmaz ve saklamak ister. Her kadının üstünde daha güzel bir kadın
olduğuna göre, bu kural hepsi için geçerlidir. Bu da ayrı bir örtünme gerekçesidir.
Yani güzellik nispi ve izafi olduğu için, her kadın, bir üstüne göre çirkindir. Bütün
kadınlardan, güzel olup, nispet edilmesi mümkün olmayan kadın nadirdir. Üstad
Hazretlerinin “çirkin” ifadesini mutlak anlamda değil, nispi ve izafi anlamak daha yerinde
olur kanaatindeyiz.

Risale-i Nur ışığında çocuk terbiyesi nasıl olabilir?


Özellikle enaniyetli yetişmesine nasıl engel olabiliriz?
"Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu
münasebetle, ben kendi şahsımda kat'î ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan
ediyorum:"
"Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem
ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum
validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta
maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler
üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve
ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki
gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede
ediyorum."(1)
Çocuk, ilk tecrübe ve terbiyesini annesinden alır. Hayatın ilk adımlarını ve şartlarını
çocuğa annesi öğretir. Çocuk ile anne arasında hem şefkat hem de duygusal olarak
mükemmel bir bağ vardır. Çocuğun bakım ve terbiyesi çok zor ve müşkülatlı olmasına
karşın, annenin bunu lezzet ve keyif alarak yapması, annenin şefkatinin ne kadar esaslı ve
kahramanane olduğunu gösterir. Zira aynı anne başkasının çocuğuna aynı samimiyet ve esaslı
şefkati gösteremiyor. Nasıl çocuk doğar doğmaz, memeler musluğundan rızkı safi bir süt
şeklinde gönderiliyor ise, aynı şekilde şefkat de ihsanı İlahi eseri olarak annenin kalbine
gönderiliyor.
Çocuk yemesini, içmesini, oturmasını kalkmasını ilk olarak annesinden görür. Bu
sebeple çocuğun ilk öğretmeni ve eğitmeni annedir. Çocuğun belleği safi ve temiz olarak
geldiği için ilk işlemeyi anne yapar ve bu ilk işleme temel gibidir; sonrakiler tamamen bunun
üstüne bina olur. Öyle ise anne ve baba çocuğa güzel bir örnek ve ahlaklı bir terbiyeci
olmalıdır.
Anne ve baba mütevazı olursa, çocuk da onlar gibi mütevazı olma yolunda ilk adımı
atmış olur. Tabi daha sonraki eğitim süreçleri de önemlidir. Okul, çevre, komşuluk ilişkileri
gibi bir çok unsurlar çocuğun terbiyesine etki edip onun ruh dünyasını biçimlendirecektir.
Anne ve baba bunlara da çok dikkat etmelidir.
"Uzak denetim metodu" ile çocuğu sürekli murakabe etmelidir. Çocuğa karşı aşırı
müdahaleci olmak yanlış olduğu gibi aşırı bir şekilde kendi haline bırakmak da yanlış olur.
Bu yüzden çocuk ebeveyn tarafından sıkmadan uzaktan denetlenmelidir.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a
İlave bilgi için tıklayınız:
Çocuklarımızla ilgilenmenin sevap boyutu konusunda Risalelerden yazı gönderebilir
misiniz?

Risale-i Nur'da kadının sosyal hayattaki yeri nedir,


kadının çalışması uygun mudur?
Bediüzzaman Hazretlerinin; dinimizin kadınlara taalluk eden vazife, sorumluluk ve
hürriyet ile alakalı hükümlerinden farklı bir şey söylemesi mümkün değildir.
Dinimiz ise; kadınların kendilerine terettüp eden asli vazifelerini ihmal etmemek
kaydıyla, şartları uygun ve münasip olduktan sonra; onların eğitimlerine, öğrenimlerine,
meslek sahibi olmalarına, ticaret yapmalarına ve buna mümasil faaliyet ve çalışmalarına
bir kayıt koymamıştır.
Resul-ü Kibriya (asv)'dan başlamak üzere, dinimizin hakkıyla yaşandığı dönemlerde ve
zamanlarda, kadınlarla ilgili mezkur faaliyet ve çalışmaların olduğunu tarihçilerden
öğrenmekteyiz.
Üstad Hazretleri kadınları nazik, latif, ailenin dahili müdürü, terbiyede temel unsur, her
zaman hakkının ve hukukunun korunması icap eden, yüksek ruhlu, şefkat abidesi ve
kahramanları olarak görmektedir.
Bu vasıflarla takdir ettiği hanımların, bu asrın art niyetli insanları tarafından onları hak
etmedikleri ve layık olmadıkları şekillerde ve tarzda kullanarak, menfaatlerine alet
etmelerinden de ciddi manada üzülmüş ve çok ağır ifadeler kullanmıştır.
Hanımlara ise; kendilerini layık olmadığı tarzda kullanmak isteyen, onlara acımayan ve
üzerinden menfaatlenen insanlara ve cereyanlara karşı nasıl davranacaklarıyla ilgili şu
tavsiyelerde bulunmuştur:
Kendilerini muhafaza etmelerini, hak ve hukuklarını koruyarak alet olmamalarını,
icabında kendi hayatlarını kendileri kazanıp, naehil ve liyakatsiz erkeklerin tasarrufu
altına girmemelerini, sabır, metanet, feragat ve fedakarlıkta bulunarak, kendilerini ucuza
satmamalarını, izzetleri ve şerefleriyle yaşamalarını tavsiye etmektedir.
En güzel tahassüngahlarının evleri olduğunu, eğlencesinin ise çocukları ve evlatları
olduğunu, asrın tehlikelerine karşı sabır ve metanetle kararlılık göstermelerini ifade
etmektedir.
bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

Şefkat kahramanlığının, dünya ve ahiret hayatında nasıl


faidesi olabilir?
Şefkat, insanı Allah’a yakınlaştıran en önemli vesile ve vasıtadır. İnsan bu şefkat
madenini Allah yolunda iyi işleyebilirse, hem dünya hayatında hem de ahiret hayatında
önemli bir mevki ve makama erişebilir. Bir çok hadiste "şefkatli olmayana şefkat
edilmez" deniliyor; demek biz şefkatte ne kadar ilerlersek Allah’ın şefkatini de o derece
kendimize celp ederiz.
İnsan bu şefkat duygusu ile Allah’ın şefkatini kendine celp ederse, hem dünya hayatında
hem de ahiret hayatında mesut ve bahtiyar olur.
Mesela, insanlara karşı yumuşak ve şefkatli olan birisini her insan sever ve sayar. Ona
karşı kolaylaştırıcı olur, ona karşı kendinde fıtri bir saygı ve meyil hisseder. Bu dünya
açısından böyle olduğu gibi ahiret açısından da aynıdır. Yani, ömründe şefkat ve hilmi esas
almış birisine Allah ahirette şefkat ve hilmi ile muamele eder.
Şu ayet, bu manaya güzel bir takvimdir:

"İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı


yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse
onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşavere et. Bir
kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki kendisine
dayanıp güvenenleri sever." (Al’i İmran, 3/159)

Allah’ın rızası bütün fayda ve menfaatlerden üstündür. Şefkat ise, onun rızasına
götürecek en kestirme ve salim yoldur. Hem Risale-i Nurların bir rüknü ve esasıdır şefkat.

Tecavüze uğrayan kişi nasıl zevk duyabilir? Kişi bu iğrenç


muameleye uğrasa da çoçuğunu aldırtabilir, o veledin
terbiyesinden de kurtulmuş olur? Belki mahrem bir konu
ama kimseye soramıyordum, bu konuda yardımlarınızı rica
edecektim...
"Erkek, sekiz dakika zevk ve lezzet için sefâhete girse, ancak sekiz lira kadar
birşey zarar eder. Fakat kadın sekiz dakika sefâhetteki zevkin cezası olarak,
dünyada dâhi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz
çocuğun terbiyesinin meşâkkatine girdiği için, sefâhette erkeklere yetişemez, yüz
derece fazla cezasını çeker."(1)

Yukarıdaki ifâdeler mutlak anlamda kullanılmamıştır. Ehl-i iman ve ancak bir an nefis ve
şeytana uymuş olan kadın ve erkekten bahsetmektedir. Akılları başlarına gelince, yaptıkları
günahın farkına varacaklardır. Bu fiilin neticesi olarak Ahiret'e tâalluk eden cezalar bir
tarafa, yalnız dünyada çekecekleri cezâlar nazara verilmektedir.

Erkek için, dünyada büyük bir sıkıntı görünmüyor. Ancak kadın için, doğacak bir bebeğin
sıkıntısı söz konusudur. Soruda da ifâde edildiği üzere, bebeği aldırıp kurtulamaz mı? Bu
kez ikinci bir günâha girmiş olacaktır. Hissiyatına mağlup olup zinâ eden kadın, bu kez
hissiyattan ziyâde aklıyla hareket etme durumundadır. Zâni olan kadının bu kez câni olma
ihtimali vardır. İmân ehli olması sebebiyle çocuğu aldırmaması iktizâ eder. Nitekim, bu
şekilde doğan yüzlerce çocuk bunun ispatıdır.

"Bir kere kandım, zinâ işledim. Ancak cinâyet işleyemem." diyerek çocuğuna sahip
çıkması iktizâ eder. Vicdânı tefessüh etmiş ve her türlü günahı serbest irtkap edenler bu
bahisten hariçtir. Fiilin iğrenç olması ise, haram olmasındandır. Helal bir meyve yemek
güzeldir. Ancak aynı meyve, haram bir yoldan kazanılmış ise çirkindir. Helâl dairesindeki
muâmele iğrenç değildir. Şu var ki, şeytanlar, haram muâmeleri câzip göstermekte ve
zehiri, bal diye içirmektedir. Böylece şeytan ve nefis, insanı muvakkat ve menhus bir lezzete
boyun eğdirmektedir.

(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

Tesettür fıtri ise bazıları niçin tatbik etmiyor; hizmet adına


başını açmak caiz mi?
Kişilerin başlarını açması tesettür emrine aykırı bir hal ve durumdur.
Kadınlar için tesettür, yaratılışlarının gereğidir. Yeme içme ne derece fıtri ise, tesettür
de öyle fıtridir. Dikkat edilirse tüm meyveler fıtri bir elbise ile sarılıdır. Bu elbise
soyulduğunda, o meyve bozulmaya başlar. Kadın da dinin emrettiği kıyafet ölçülerini ihlal
ettiğinde çok şeyler kaybeder.
Açılan bayanların kendilerini gayet rahat hissetmeleri, fıtratın çok ciddi yara almasına
alamettir. Nasıl ki insan yalan söylese rengi kızarır, vicdanen rahatsızlık duyar. Rengi
kızarmıyor, vicdanı sızlamıyorsa ileri derecede bozulma göstergesidir. Öyle de, açık
saçıklıktan hoşlanmak, hatta bunu savunmak fıtrata bir isyan ve baş kaldırıdır.
Tereddütlerde haklılık payınız yerinde bir durumdur. Ancak 21. Asır pozitivist asır,
insan aklen, kalben tatmin olmadığı bir şeyi kabul etmiyor. Bu yüzden milletimiz artık
taklitçilikten ziyade aklen, kalben tatmin olma yönüne sevk olmuş durumda. Aklının inandığı
ve kalbinin de kabul ettiği şeyleri daha kolay kabul etmektedir. Bizim için su-i misal, misal
olamaz her ne kadar bu şekilde açık bayanlar olsa da yüzlerce, binlerce hayasını muhafaza
eden, tesettürüne dikkat eden hanımefendilerde yok değil. Umuyoruz ki bunlar örnek alınır.
İdarecilerimizin de işin vehametine bakıp, bu tür sıkıntıları bertaraf etmenin daha kısa
yollarını bulmalarını temenni ediyoruz.
"Başını örtmeyen bir bayan hayır kurumlarına yardım yapamaz. Yaptığı yardım
Cenab-ı Hakk'ın indinde kabul olmaz." gibi bir yargıya varamayız. Bir insanın işlediği
günahın cezası farklı; verdiği sadakanın veya yaptığı iyiliğin mükafatı yine farklıdır.

Tesettür, kadınlar için fıtri midir? O halde her güzel,


güzelliğini neden göstermek ister, tezatlık yok mu? "Kadının
bir siperi ve kalesi çarşafı olduğu..." diye geçiyor. Üstad
Hazretleri bunu bu şekilde mi tefsir etmiş, diye anlamalıyız?
Buna en güzel örneği şöyle verebiliriz. Mesela, Allah bizlere göz vermiş; niçin? Elbette
ki, görmek için. Madem görmek içindir, öyle ise ben de her şeye bakarım, diyebilir misiniz.?
Veya "Allah madem gözü görmek için yaratmış, öyle ise niye bazı şeylere bakmamızı
haram kılmıştır?" diyebilir miyiz? Elbette ki, diyemeyiz. Allah gözü yaratmış ve ancak başı
boş bırakmamıştır. Neye, nasıl bakacağımızı da tayın etmiştir.
Aynen öyle de, ALLAH kadına güzellik vermiş ve güzelliğini göstermek isteği
vermiştir; ama başıboş bırakmamıştır. Kime, nasıl göstereceğini de bize bildirmiştir. Eşine
gösterecektir.
Hiç üstüne başına dikkat etmeyen bir kadın düşünün, saçı başı dağınık bir kadın. Böyle
bir kadın, eşini ne kadar memnun edebilir. Evliliğin devamı için verilen bu duyguyu
maalesef yanlış yerlerde kullananlar varıdır.
Örtünmek ise, yasak olanlara karşı yapılması gereken bir iştir. Paramızı çantamızda
koruduğumuz gibi, güzelliğimizi de haramilere karşı korumalıyız.

Üstad Hazretlerinden, mutlu yuva için tavsiyeler nelerdir?


Bu konu için Yirmi Dördüncü Lem'a adlı eseri tavsiye ediyoruz. Geniş bilgiyi oradan
temin etmek mümkündür. Şimdilik özet olarak şunları ifadebiliriz:
Gelişim basamak basamaktır. Her basamağın kendine ait rolleri vardır. Hepimiz
rollerimizi yaşama şekliyle ve bu rollerin benliğimize kazandırdığı deneyimlerle ruhsal
tekâmül ve kendi bütünümüze ulaşmayı amaçlarız.
Evlilik, birden fazla rolün kazanıldığı kurumdur. Ailenin gelini, evinin kadını,
çocuklarının annesi gibi rolleri hep bu kutsal çatı altında kazanırız.
Kurulduğu günden bu yana, psikoloji biliminin neredeyse temel sorunu olan, arzu ve
yasak çatışmasının en meşru çözüm alanı yine evliliktir.
Bediüzzaman Hazretlerinin belirttiği gibi “Tenasülün devamı için, hikmet-i İlâhîye, o
fıtrî hizmete bir ücret olarak fıtrî bir meyil ve şevk vermiş.” Kişi bu fıtrî meyil ve şevki
evlenerek helâl dairede keyfe kâfi derecede yaşayabilmekte. Böylelikle Efendimizin (a.s.m.)
belirttiği gibi eşler birbirinin örtüsü olmakta.
Bu hâliyle evlilik günaha giden yolda önemli bir barikat, güvenlik şeridi rolünü
üstlenmektedir.
Ayrıca Risale-i Nur’un bir cüz’ünde denilmiş ki:

“Bahtiyardır o adam ki, refika-i ebediyesini kaybetmemek için, saliha zevcesini


taklit eder, o da salih olur. Hem, bahtiyardır o kadın ki kocasını mütedeyyin görür,
ebedî dostunu ve arkadaşını kaybetmemek için o da tam mütedeyyin olur; saadet-i
dünyeviyesi için de saadet-i uhreviyesini kazanır.”(1)

Dikkat edersek Üstadımız çatışmasız bir evliliğin nasıl olacağını, özellikle eşlerden
mütedeyyin olanının taklit edilmesini bahtiyarlık addetmekte.

“Bedbahttır o adam ki sefahate girmiş zevcesine ittiba eder, vazgeçirmeye


çalışmaz, kendisi de iştirak eder. Bedbahttır o kadın ki zevcinin fıskına bakar, onu
başka bir surette taklit eder. Veyl o zevç ve zevceye ki birbirini ateşe atmakta
yardım eder. Yani, medeniyet fantezilerine birbirini teşvik eder.”(2)

Burada dikkat edilmesi gereken ikinci husus, eşlerin zaman zaman ilişkilerine dışardan
bakıp, evliliklerinde hangi örneği resmettiklerine dikkat etmeleridir.
Yine Risale-i Nur’da eşler arasındaki muhabbetin dahi Hakka ait olduğu vurgulanır.

“Hem, refika-i hayatını, rahmet-i İlâhîyenin munis, lâtif bir hediyesi olduğu
cihetiyle sev ve muhabbet et. Fakat çabuk bozulan hüsn-i suretine muhabbetini
bağlama. Belki kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet
ve nezaket içindeki hüsn-i sîretidir. Ve en kıymettar ve en şirin cemali ise, ulvî,
ciddî, samimî, nuranî şefkatidir. Şu cemal-i şefkat ve hüsn-i sîret, ahir hayata
kadar devam eder, ziyadeleşir. Ve o zaife, lâtife mahlûkun hukuk-u hürmeti o
muhabbetle muhafaza edilir. Yoksa, hüsn-i suretin zevaliyle, en muhtaç olduğu bir
zamanda, bîçare, hakkını kaybeder.”(3)

Eşler arası muhabbet Kur’ân’ın emrettiği tarzda olursa faydaları nelerdir, onu da Risale-
i Nur’dan bakalım;

“Refika-i hayatına meşru dairesinde, yani, lâtif şefkatine, güzel hasletine,


hüsn-i sîretine binaen samimî muhabbet ile refika-i hayatını da naşizelikten, sair
günahlardan muhafaza etmenin netice-i uhreviyesi ise, Rahîm-i mutlak, o refika-i
hayatı hurilerden daha güzel bir surette ve daha ziynetli bir tarzda, daha
cazibedar bir şekilde, ona dâr-ı saadette ebedî bir refika-i hayatı ve dünyadaki
eski maceraları birbirine mütelezzizâne nakletmek ve eski hatıratı birbirine
tahattur ettirecek enis, lâtif, ebedî bir arkadaş, bir muhip ve mahbup olarak
verileceğini vaat etmiştir. Elbette vaat ettiği şeyi kat’î verecektir.”(4)

Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a
(2) bk. a.g.e.
(3) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.
(4) bk. a.g.e.

Üstad "Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan


ders aldığım halde…" diyor. Hangi zatlardan ders almış
acaba?
Tarihçe-i hayatın baş taraflarında da ifade ve izah edildiği gibi, Bediüzzaman hazretleri,
on iki, on üç yaşına kadar bazı alimlerin yanında bulunmuş, toplam tahsil hayatı da üç ay
olması münasebetiyle, bu konuyu şu şekilde izah etmek gerek.
Kanaatimizce bunların hepsini doğrudan kendisinin muallimi durumunda anlamak yanlış
olur. Ama bir insan her rastladığı şahıstan bir cihetle bir şeyler öğrenebilir. Hatta
hayvanlardan bile ders alabilir.
Bu anlamda Üstad sinekten de ders aldığını söylüyor:

"Mehâsiniyle mağrur olan nefsime dedim ki: 'Sen birşeye mâlik değilsin, nedir
bu gururun?' ”

"Dedi ki: 'Madem mâlik değilim, ben de hizmetini görmem.' ”

"Dedim ki: 'Yâhu, bu sineğe bak. Gayet küçücük zarif elleriyle kanatlarını,
gözlerini siler süpürür. Her işini görür. Sen de lâakal onun kadar vücuduna hizmet
etmelisin.' diye ikna ettim."

"Takdis ederiz o Zâtı ki, bu sineğe nezafeti ilhamen öğretir, bana da üstad yapar.
Ben de onunla nefsimi ikna ve ilzam ederim.”(1)

(1) bk. Mesnevi-i Nuriye, Katre'nin Zeyli.

Üstad, şimdiye kadar yazılmış, "üç yüz bin tefsir"den


bahsetmektedir. Halbuki, bin civarında tefsirin olduğu
bilinmektedir. "Üç yüz bin" ifadesini nasıl anlamalıyız?
Evvela, buradaki "üç yüz bin tefsir" tabirini nizami anlamda bir tefsir olarak değil,
Kur’an ve ayetleri üzerine yazılmış eser ve kitaplar şeklinde anlamak gerekir. Meseleye bu
cihetten bakacak olursak ve en büyük tefsirin de hadisler olduğunu düşünürsek, sadece
Ahmet bin Hanbel (ra)’in bir buçuk milyon hadisi ezberlediğini biliyoruz.
Bunun dışında Kur’an üzerine yazılmış milyonlarca kitap ve eserler mevcuttur. Öyle ise
ifade mübalağa değil, aynı hakikattir.
İkincisi, Risale-i Nur'da geçen "üç yüz bin tefsir" tabiri kesret ifade ediyor, yoksa
birebir rakam ifade etmiyor. Nitekim "on sekiz bin alem" tabiri, sayısız alemler üzerinde
bir kesret ifadesidir. Bu tabir alemlerin aritmetik değerine değil, alemlerin çokluğuna
bakıyor.

Üstad; kadınların erkeklere sefahette yetişmediğini ve


kadınların fıtratında bu olduğunu söylüyor. Başka yerlerde
de ahir zaman fitnesinin kadınların yüzsüz yüzünden
çıktığını söylüyor. Burda bir çelişki yok mu?
"Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere
benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de,
o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için,
fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf
altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü, erkek sekiz dakika zevk ve
lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birey zarar eder. Fakat kadın
sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü
karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği
için, sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker." (1)

Kadınların hayasız yüzü ve tesettüre riayet etmeyişi sefahetin başlayıp artmasına sebeb
ise, nefislerini dizginleyemeyip kendi heva ve hevesleri peşinde dolaşan erkeklerin büyük
günahlara girmesi de bunun sonucudur.
Bir fizik kuralı olarak; etki tepkiyi doğurur. Açık saçık bayanların o hali, erkeklerin
onlara kem gözlerle bakmasına sebebtir diyebiliriz.
Yirmi Dördüncü Lem'a'da, tesettür hakikatinin fıtri boyutuna dört hikmet çerçevesinde
dikkat çekilir:
- "Birinci Hikmet" kadınların zerafet ve nezaketinin korunabilmesinin tesettürü
gerektirdiği hususudur.
- "İkinci Hikmet" örtünmenin psikodinamik zemininde yer alan kıskanma duygusu ile
ilgilidir.
- "Üçüncü Hikmet" güven duygusu için örtünmenin gerekliliği konusu üzerine
kurulmuştur. "Dördüncü Hikmet"de ise, aile müessesesinin korunabilmesi için tesettürün
gerekliliğine dikkat çekilir.
Kadınlar için tesettür, yaratılışlarının gereğidir. Yeme içme ne derece fıtri ise, tesettür
de öyle fıtridir. Dikkat edilirse tüm meyveler fıtri bir elbise ile sarılıdır. Bu elbise
soyulduğunda, o meyve kokuşmaya başlar. Kadın da dinin emrettiği kıyafet ölçülerini ihlal
ettiğinde çok şeyler kaybeder.
Açılan bayanların kendilerini gayet rahat hissetmeleri fıtratın çok ciddi yara almasına
alamettir. Nasıl ki insan yalan söylese rengi kızarır, vicdanen rahatsızlık duyar. Rengi
kızarmıyor, vicdanı sızlamıyorsa ileri derecede bozulma göstergesidir. Öyle de, açık
saçıklıktan hoşlanmak, hatta bunu savunmak fıtrata bir isyan ve başkaldırıdır.
(1) bk.Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

Üstadımızın, annelere çocuklarının muallimi, üstadı ve


şefkat kahramanı demesinin sebebi nedir, hususen "muallim
ve üstad" demesinin hikmeti nedir?
Çocuk, ilk tecrübe ve terbiyesini annesinden alır. Hayatın ilk adımlarını ve şartlarını
çocuğa annesi öğretir. Çocuk ile anne arasında hem şefkat hem de duygusal olarak
mükemmel bir bağ vardır.
Çocuğun bakım ve terbiyesi çok zor ve müşkülatlı olmasına rağmen, annenin bunu lezzet
ve keyif alarak yapması, annenin şefkatinin ne kadar esaslı ve kahramanane olduğunu
gösterir. Zira aynı anne başkasının çocuğuna aynı samimiyet ve esaslı şefkati gösteremiyor.
Nasıl çocuk doğar doğmaz memeler musluğundan rızkı safi bir süt şeklinde gönderiliyor ise,
aynı şekilde şefkat de ihsanı İlahi eseri olarak annenin kalbine gönderiliyor.
Çocuk yemesini, içmesini, oturmasını kalkmasını ilk olarak annesinden görür, bu
sebeple çocuğun ilk öğretmeni ve eğitmeni annedir. Çocuğun belleği safi ve temiz olarak
geldiği için ilk işlemeyi anne yapar ve bu ilk işleme temel gibidir; sonrakiler tamamen bunun
üstüne bina olur. Üstad Hazretlerinin muallim ve kahraman ifadeleri bu manaya işaret
içindir.

Üstadın, hanımlara "evlenmeyin" şeklinde tavsiyesi var


mı?
Üstadımız, ne hanımlara ve ne de erkeklere evlenmeme gibi bir tavsiyesi
bulunmamaktadır. Hanımlara "evlenmeyin" şeklinde geçen ifadesi de hususi bir tavsiyedir.
Hanımlara "evlenmeyin" derken, "dindarlık noktasından size denk birini bulamadığınız
zaman, geçim derdinden korkup ahlaksız ve serserilere varmak yerine, bekar kalmak sizin
için daha hayırlıdır" diyor. Burada, mutlak olarak bekar kalın demiyor. "Sadece dünya
rahatını düşünerek serseri ve ahlaksız erkeklere varmayın." diyor. Ama kendine her
bakımdan denk olan uygun bir erkek bulduğunda neden evlenmesin, evlenmesi gayet doğal ve
gereklidir.
Evlenmek, insanlık için fıtri ve umumi bir yoldur. Bunun aksini savunup bütün insanları
bekar kalmaya davet etmek, hem fıtrata hem de İslam’a zıt bir yaklaşımdır. Onun için asıl ve
doğru olan aile kurmaktır. Ama bu genel kural bazı hususi durumlarda ve bazı hususi
şahıslarda geçerli olmayabilir. İşte evlenmeye teşvik eden hadisler genel durum için
evlenmemeyi teşvik eden hadisler ise özel şahıs ve durumlar içindir.
İmam-ı Gazalî’nin Huzeyfe’den ve Ebû Umame’den (ra) rivayet ettiği bir hadiste
Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyuruyor:

"Hicri ikinci asırdan sonra insanların en hayırlısı geçim derdi az ve çoluk


çocuğu olmayan kimsedir."

Yine İmam-ı Gazalî’nin Ebû Hüreyre’den rivayet ettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz
(asv):

"Bir zaman gelecek; kişinin helâki karısının, anne ve babasının ve çocuklarının


elinde olacak. Çünkü bunlar onu fakirlikle ayıplarlar. Ve gücünün yetmediği
şeyleri kendisinden isterler. Adam da bu sebeple tehlikeli işlere girer. Böylece dini
gider, kendisi de helâk olur buyuruyor." (İhya, II/66.)

Yukarıdaki İmam Gazali’nin İhya adlı eserinde geçen bu hadisler sahih hadislerdir.
Burada Peygamber Efendimiz (asv) umumi olarak herkesi evlenmemeye teşvik etmiyor.
Bu dönemlerde insanların çoğu geçim belası yüzünden haramlara ve dünyaya dalacağını
haber veriyor. Burada hadisler, hayatın bir takım realitelerine işaret ediyor. Ve belalara
karşı bizi tedbirli olmaya davet ediyor. Onun için evlenirken dindar, şuurlu ve kanaatkar
bir eşle evlenmeyi tercih etmeliyiz. Yoksa, çok sıkıntı ve haramlara girme riski vardır.
Risaledeki ilgili bölüm için tıklayınız:
Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a

Üstad'ın evlilik hakkında "tenakehu tabe lekum" hükmü


daimi değil diyor. Kur'an'ın hükmü daimi değil mi, açıklar
mısınız? Bir de "Benden iki yüz yıl sonra evlenmeyen zarar
etmez ya da evlenmeyebilirsiniz." diye hadis var mıdır?
"Delil kat'iyyü'l-metîn olduğu gibi, kat'iyyü'd-delâlet olmak gerektir."(1)

Bir meseleye Kur'an ve Sünnetten delil getirirken, o delilin metin ve ibare olarak
kesinlikle Kur'an ve Sünnet içerisinde bulunması gerekir. Delil olarak getirilen metin ve
ibare, şayet Kur'an ve sünnet içerisinde yeri gösterilemiyorsa, bu delil olmaktan düşer,
geçersiz olur, bunun üzerine hüküm bina olunamaz.
Getirilen metin ve ibarenin, Kur'an ve Sünnet içinde olması, yani Kur'an ve Sünnet
içinde kati bir şekilde bulunması hüküm açısından yeterli değildir. Zira o metin ve ibarenin
meseleye kati ve kesin bir şekilde işaret ve delalet etmesi de hükmün bir gereğidir. Ayet ve
hadisin metin ve ibare olarak gösterilmesi yanında işaret ve delaletin da kati ve kesin olması
gereklidir, yoksa delil olamaz.
Kur'an ve sünnetten getirilen bir metin ve ibarede açık ve muhkem bir hüküm ve mana
yoksa, başka manalara yormak ve tevil etmek mümkünse o ayet ve hadis kati ve muhkem
sınıfına girmez.O zaman o ayet ve hadisi işin uzmanları, usulüne uygun bir şekilde farklı
olarak yorumlayabilir. O ayet ve hadisin hükmü umumilikten çıkıp hususilik kazanır, genele
tatbik etmek yanlış olur.
İşte genel olmayan bir ayeti, genel gibi anlayıp öylece hayata tatbik edersek çelişki ve
hatalı durumlarla karşılaşırız. Kur'an ve hadis bazen mutlak ifadeler kullanılır ki herkes ve
her tabaka hissesini oradan alabilsin. Şayet ayetin ve hadislerin hatları belli olsa, hususi
olarak ifade edilse, bir tabaka istifade ederken diğer tabakalar o hükümden mahrum
kalacaklar. İşte bu mahrumiyeti ortadan kaldırmak için mutlak ibareler tercih ediliyor.
Mesela Kur'an da "birr" (Türkçe de "iyilik" demek) ile tabir edilen kelime mutlak
bırakıldığı için bütün iyilikleri içine alır ve herkes gücüne göre istifade eder. Ama
Kur'an "birr" kelimesini iyiliğin bir tabakası ile kayıtlasa idi diğer bütün iyilikler dışarıda
kalıp insanlar tahsis edilene teveccüh ederken diğer iyiliklere teveccüh etmeyecekti. Aynı
ifade genişliği yasaklar içinde geçerlidir.
Mutlak olan bazı ayetleri, hadisler ve ümmetin ortak aklı mesabesindeki icma otoritesi
sınırlandırıp takyit etmişlerdir.Bu yüzden mutlak olan ayetlere bakarken onun sınırlandırılıp
sınırlandırılmadığına bakmak gerekir, yoksa yanlış bir mana vermek kaçınılmaz olur. Bu
yüzden ayet ve hadislerin genel mi özel mi olduğunu inceleyen amm, has ilmi teşekkül
etmiştir. Bu ilimden habersiz yapılan yorumlar, sağlıksız bir yorum olmaya mahkumdur.
Üstad Hazretleri bu ilme işaret için ”Zira, nehy-i Kur'ânî âmm değildir, mutlaktır.
Mutlak ise, takyid olunabilir.” ifadesini kullanıyor. Bazen ayet ve hadislerin genişliğini ve
mutlak yapısını zamanın ilcaatlari ve zorunlulukları kısıtlar ve hükmünü daraltır ya da o
zamanın hükmüne adapte eder.
Mesela "düşmanlarınıza karşı at besleyin" ayetinin hükmünü zaman tefsir eder. O
zaman için at savaşın en iyi aracı idi, ama şimdi tank ve top var; öyle ise ayetin mutlak
kaydını zaman tefsir eder, yani ayet artık "düşmana karşı tank ve top yapın" hükmüne
dönüşür.
Nikah hususunda gelen ayet ve hadisler de bu usul ve kaideler içinde değerlendirebilir.
BEKÂR : Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. *Taşralı olup, büyük bir şehirde
ailesiz yaşayan adam. (bk. Ashab-ı Suffa, Vakf-ı Hayat)
Bekârlık, dinin gösterdiği şartlar ve dine uygun maksad için meşruiyet kazanabilir.
Yoksa bir aileye bağlanmaktansa, her türlü günahlar içinde serbestlik kazanmak için bekâr
kalmak düşüncesi bâtıldır.
Hadis kitaplarının Kitab-ün Nikâh kısmının evlenmeyi tergib eden bablarında, evlenme
şartlarına sahip olan kimselerin evlenmelerini ve evlenme şartlarına sahip olmayanların da
oruç tutmalarını tavsiye eden ve çoğu birbirinin aynı olan üç-beş kadar hadis vardır...
Nitekim nikâhın, yani evlenmek meselesinin hükmü hakkında imamlar ve büyük İslâm
âlimlerinin hayli izahları vardır.
Nikâhta, umumiyet itibariyle iki cihet, yani cemiyet ve ferdin durumu nazara alınmıştır ve
alınmalıdır. İslâmî hayatın yaşandığı, fitnelerin bulunmadığı ve kazançların helâl olduğu,
gizli ve âşikâr din düşmanlarının güçsüz bırakıldığı kuvvetli İslâm cemiyetlerinde nikâh
istihsan edilirken; fitneye düşmüş, helâl kazanç zorlaşmış, ahlâksızlık ve günahlar
umumileşmiş, dinin muhafazasına fedakârane çalışmak en büyük vazife haline gelmiş olan
cemiyetlerde ise, nikâh yani evliliğe teşvik görülmemektedir. Ezcümle:
411/1- Deylemî’den (ra) mervi bir hadis şöyledir:
“Allah bir kulunu severse o kulu, Zât-ı Uluhiyetine (dinine) hizmet için seçer,
(dünyevî iştihalardan) imsak ettirir. O kulu, kadın ve evlad ile meşgul ettirmez.”

Bu durum, bilhassa hicretin 200. senesinden sonra içindir. Çünkü,

“200 senesinden sonra en hayırlınız, zevce ve veledi olmamakla yükü hafif


olanınızdır.”

mealinde de hadis vardır. Bu hadis ile,

“İzdivaç ediniz, çoğalınız. Ben kıyamette sizin (sünnete bağlı ve keyfiyetli)


çokluğunuzla iftihar edeceğim.”

mealindeki hadis arasında zıddiyet yoktur.” (Levami-ul Ukul Şerhi, I/173)


Mezkûr hadis; Keşf-ül Hafa hadis: 185 ve R.E.I/25’de de geçer. Aynı eserin aynı
sahifedeki diğer iki hadis meâli de şöyledir:

“Allah bir kulu sevdiğinde, onu dünyadan korur.”


“Allah bir kulu sevdiğinde, ona dünya işlerini kapar, âhiret işlerini ise açar.”
(R.E.104)

Bediüzzaman Hazretleri de bu mânâyı te’yiden şöyle der:

“Hizmet-i Kur’aniyede bulunana, ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya


küsmeli. Tâ ihlâs ile, ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.”(2)
“Cenab-ı Hak bir abdini severse, dünyayı ona küstürür; çirkin gösterir.”(3)

Dipnotlar:
(1) bk. Münazarat, Sualler ve Cevaplar.
(2) bk. Lem'alar, Onuncu Lem'a.
(3) bk. Mektubat, Yirmi Üçüncü Mektup.

Yirmi Dördüncü Lem'a'daki medeniyet fantaziyeleri


nelerdir?
Fantezi, sözlük anlamı olarak; sonsuz, sınırsız hayal; değişik heves, değişik beğeni,
değişik düşünüş; süslü ve türü değişik olan anlamlarına gelmektedir. (TDK)

Burada, medeniyetin caziplikleri kasedilmiştir. Modayı takip etmek, eğlence yerlerine


gitmek, meşu, gayrimeşru demeden, her zevk ve lezzeti yaşamaya çalışmak şeklindeki nefse
hitap eden ve dünyayı esas alan her şey bu kapsama girer.
"... Bu küfüv ve denk olmak, en mühimi, diyanet
noktasındadır." Üstad evlilikte denkliği diyanet noktasında
arıyor; evlilikte denklik sadece diyanette mi olmalıdır?
Öncelikle Üstad'ın kullandığı cümleyi orijinal haliyle buraya alalım ve sonra
değerlendirmesini yapalım:

"Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani, birbirine münasip olmalı. Bu küfüv ve
denk olmak, en mühimi, diyanet noktasındadır."(1)

Üstad burada sadece diyanet noktasına dikkat çekmiyor. Önce genel bir denkliği nazara
veriyor. "Şer’an koca, karıya küfüv olmalı, yani, birbirine münasip olmalı." cümlesi bu
genel denkliğin ifadesidir. Daha sonra bu denklik içinde en önemli olan kısmına, yani din
diyanet noktasına dikkat çekiyor.

Diyanetteki denklik adeta bir temeldir. Hayatımızı şekillendiren inançlarımızdır. Burada


oluşacak denksizlik veya önemli farklar aile hayatını temelden etkiler. Hatta birakın farklı
inançları, aynı dine inandıkları halde, farklı cemaat veya tarikatlara mensup olan ciftler
arasında bile bazen sıkıntıların çıkması bunun delilidir. Diyanette denklik olmadıktan sonra,
diğer hususlarda denklik olsa bile çok anlam ifade etmez. Yirmi İkinci Mektup'ta geçen şu
ifade de dinin yaşam tarzımıza nasıl tesir ettiğini ifade eder:

"Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi,
vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder."(2)

İşte Üstad bu ehemmiyetli noktaya dikkat çekmek için diyanetteki denkliğe ayrıca dikkat
çekmiştir.
Bir başka değerlendirme de şöyledir:
Burada, İslam insanlara yol gösteriyor. Siz eşlerinizi seçerken kendinize uygun olan,
anlaşabileceğiniz ve size diyanet noktasında yakın olan birisini seçin diyor.
Çok insanlar eş seçiminde genel olarak maddi güzelliğe bakarlar, bu yüzden uyarılmaya
muhtaçtırlar. Denklik durumunun her açıdan düşünülmesi gerekir, hem maddi hem de manevi
olarak. O zaman karı koca arasında uyum iyi olur.
Ama her insan her yönü ile kendine denk bir eşi bulması zor olduğu için en azından
diyanet noktasından kendine denk birisini tercih edilmesi tavsiye ediliyor.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a
(2) bk. Mektubat, Yirmi İkinci Mektup

"Açık saçıklık, elbette çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta ve


neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebeptir." cümlesini
açıklar mısınız, özellikle "neslin zaafiyeti" ne demektir?
Açıklık saçıklık nedeni ile neslin zafiyetini iki türlü anlayabiliriz:
Birisi, açıklık saçıklığın erkek ile kadın arasında karşılıklı güven ve emniyeti
zedelemesinden dolayı, evliliğin azalmasının bir sonucu olarak neslin zaafa uğramasıdır.
Sağlıklı ve kuvvetli bir nesil, sağlıklı ve kuvvetli bir aile yapısından doğar. Sağlıklı ve
kuvvetli bir aile ise karşılıklı güven ve saygı ile mümkündür. Tesettürsüzlük ve açıklık bu
aile içindeki güven ve saygıyı zedelediği için, insanlar evlenmekten sakınıp, gayrimeşru
yollarla kendini tatmine çalışıyor. Bu da nesil açısından bir tehlike ve zaaftır. Avrupadaki
gayrimeşru hayat tarzı, genç nesli tüketip, nüfus olarak zaafa uğratmıştır.
İkincisi ise, tıbbi açıdan insanın israf derecesindeki sarfiyatından dolayı, bedenin hem
enerji, hem de sperm olarak zayıflamasıdır. Açıklık saçıklık, insanı cinsel açıdan tahrik
ettiği için, insan normalin üzerinde bir boşalma ile vücudunun yıpranmasından dolayı
üretkenliğin zayıflamasıdır. Her şeyde ifrat ve tefrit zararlı olduğu gibi, boşalmada da ifrat
ve israf çok zararları da beraberinde getiriyor. Neslin zafiyetinden kasıt üremedeki zaaftır.

"Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her


birkaç günde kendini bir israfa mecbur zanneder." Peki evli
insanlar için nasıl oluyor bu, israfattan kaynaklı unutkanlık
söz konusu olabilir diyebilir miyiz acaba?
İlgili yeri buraya aldıktan sonra, değerlendirmesini yapalım.

"O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesât-ı hayvâniyeyi tahrik etmek ve


iştahı açmak için açık saçıklık belki çok sû-i istimâlâta ve isrâfâta medar olmaz.
Fakat seriütteessür ve hassas olan memâlik-i harredeki insanların hevesât-ı
nefsâniyesini mütemadiyen tehyiç edecek açık saçıklık, elbette çok sû-i istimâlâta
ve isrâfâta ve neslin zaafiyetine ve sukut-u kuvvete sebeptir. Bir ayda veya yirmi
günde ihtiyac-ı fıtrîye mukabil, her birkaç günde kendini bir israfa mecbur
zanneder. O vakit, her ayda on beş gün kadar hayız gibi arızalar münasebetiyle
kadından tecennüp etmeye mecbur olduğundan, nefsine mağlûp ise fuhşiyata da
meyleder."(1)

Yukarıdaki pasajda yer alan: "Bir ayda veya yirmi günde ihtiyac-ı fıtriyeye mukabil"
ifadesinden, evli olanlar için de dikkat edilmezse ve ihtiyaç fazlası ilişki çok olursa aynı
tehlike onlar için de söz konusu olduğu anlaşılmaktadır.

Burada genel ve fıtri bir kaide nazara veriliyor. Bu genel kaidenin altında hususi
durumlar elbette ki vardır. Ancak şu var ki, insanlar, genel itibarıyla ve çok konuda olduğu
gibi, bu konuda da fitri hallerini muhafaza edemedikleri bilinen bir gerçektir.
Mesela, fıtri uyku beş saattir, fıtri yemek ihtiyacı günde bir öğündür ve hâkeza... Ancak
genel olarak bu fıtratın muhafaza edilmediğini görüyoruz. Hatta bir adım daha ileri giderek
ikinci bir fıtrat kazandırmışız bünyemize. Üç öğün yemeyince, sekiz saat uyumayınca,
rahatsız oluyoruz, dengemiz bozuluyor.

Açık saçıklık gibi sebepler ile söz konusu ihtiyacın daha da artacağı ve fıtrat sınırlarını
aşacağı bir gerçektir. Herkes, kendi durumunu bu çerçeve içerisinde değerlendirebilir.
Kainatın fıtratı olan sünnetullaha dikkat etmemiz gerektiği kadar, şeriatın prensiplerine de
dikkat etmek zorundayız.

Fakat, ilgili yerde asıl nazara verilen husus, gayr-ı meşru ilişkilerdir. Zira haram ve
günahlar, fıtratın mikroplarıdır. Bünyeyi tahrip eder. Günahlara giren insanların yaşadıkları
vicdan azabı ve korkunun, beyin üzerinde tahribat yaptığı bilinen bir gerçektir. Helal dairesi
ise fıtrata uygun olduğundan, aynı fiilden huzur ve sükunet hasıl olur. Dolayısıyla, buradaki
konu daha çok, gayr-ı meşru birliktelikler içindir, diyebiliriz.

(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

"Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlâsı ve mukabelesiz


bir fedakârlık mânâsını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda
pek çok ehemmiyeti var." Hakiki ihlas zaten mukabelesiz
fedakarlık değil mi?
"Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisâ taifesi şefkat
kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten
alâkadardırlar. Ve lillâhilhamd bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu
şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlâsı ve mukabelesiz bir fedakârlık mânâsını
ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var."(1)

İhlasın manasını tekit ve takviye etmek için mukabelesiz bir fedakarlık ifadesi
kullanılıyor. Bu Risale-i Nurların edebi bir özelliğidir. İhlası tam bilmeyenlere tarif,
bilenlere de tekit ve takviye için tekrar ediliyor.
Diğer bir mana da ihlas kalbî bir sıfattır, bu sıfatın dış alemde emareleri ve işaretleri
vardır; insanlar ancak bu sıfatlar ile hakiki ihlasa muttali olabilirler.
İşte Üstad Hazretleri burada mukabelesiz fedakarlığı kalbin içindeki samimiyete bir
emare tayin ediyor ki, hakiki ihlas tam anlaşılmış olsun.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a

"Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki


muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı
ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan,
ihtiyarlandıkça daha ziyade hürmet ve merhametle birbirine
muhabbet etmek lâzım geliyor." İzah eder misiniz?
Aşağıda yer alan, ilgili metinden de anlaşıldığı gibi; erkek, kadına karşı, sevgi ve
şefkatle davranmalıdır. Bu davranış ise kadından erkeğe karşı, sevgi ve saygıyı netice
verecektir.
Yoksa, bazılarının düşündüğü gibi, kadının itaat ve saygısı, şiddet ve baskıyla
sağlanamaz... Sevgi karşılıklı olacaktır. Erkek, şiddet ve korku ile değil, şefkat
ve yumuşaklıkla hareaket etmelidir.

"Dördüncü delil: Nev-i beşerin hayat-ı dünyeviyesinde en cemiyetli merkez ve


en esaslı zemberek ve dünyevî saadet için bir cennet, bir melce bir tahassungâh
ise, aile hayatıdır. Ve herkesin hanesi, küçük bir dünyasıdır. Ve o hane ve aile
hayatının hayatı ve saadeti ise; samimî ve ciddî ve vefadarâne hürmet ve hakiki ve
şefkatli ve fedakârâne merhamet ile olabilir. Ve bu hakikî hürmet ve samimî
merhamet ise, ebedî bir arkadaşlık ve daimî bir refakat ve sermedî bir beraberlik
ve hadsiz bir zamanda ve hudutsuz bir hayatta birbiriyle pederâne, ferzendâne,
kardeşâne, arkadaşâne münasebetlerin bulunmak fikriyle ve akîdesiyle olabilir."
"Meselâ der: 'Bu haremim, ebedî bir âlemde, ebedî bir hayatta daimî bir
refika-i hayatımdır. Şimdilik ihtiyar ve çirkin olmuş ise de zararı yok. Çünkü ebedî
bir güzelliği var, gelecek. Ve böyle daimî arkadaşlığın hatırı için herbir fedakârlığı
ve merhameti yaparım.' diyerek, o ihtiyare karısına, güzel bir hûri gibi muhabbetle,
şefkatle, merhametle mukabele edebilir. Yoksa, kısacık bir iki saat sûrî bir
refakatten sonra ebedî bir firak ve müfarakate uğrayan arkadaşlık, elbette gayet
sûrî ve muvakkat ve esassız, hayvan gibi bir rikkat-i cinsiye mânâsında ve bir
mecazî merhamet ve sun’î bir hürmet verebilir. Ve hayvanatta olduğu gibi, başka
menfaatler ve sair galip hisler, o hürmet ve merhameti mağlûp edip o dünya
cennetini cehenneme çevirir."(1)

(1) bk. Şualar, Dokuzuncu Şua.

"Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum


validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki
gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye
müşahede ediyorum." Bir yaşındaki çocuk için ders ve
telkinat nasıl oluyor, açıklar mısınız?
"Evet, insanın en birinci üstadı ve tesirli muallimi, onun validesidir. Bu
münasebetle, ben kendi şahsımda kat'î ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan
ediyorum: Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde,
kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi,
merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda,
adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o
çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek, bir yaşımdaki
fıtratıma ve ruhuma merhum validemin ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen
yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede
ediyorum." (1)

Çocuk ilk tecrübe ve terbiyesini annesinden alır. Hayatın ilk adımlarını ve şartlarını
çocuğa annesi öğretir. Çocuk ile anne arasında hem şefkat hem de duygusal olarak
mükemmel bir bağ vardır. Çocuğun bakım ve terbiyesi çok zor ve müşkülatlı olmasına
karşın, annenin bunu lezzet ve keyif alarak yapması, annenin şefkatinin ne kadar esaslı ve
kahramanane olduğunu gösterir. Zira aynı anne başkasının çocuğuna aynı samimiyet ve esaslı
şefkati gösteremiyor. Nasıl çocuk doğar doğmaz memeler musluğundan rızkı safi bir süt
şeklinde gönderiliyor ise, aynı şekilde şefkat de ihsan-ı İlahi eseri olarak annenin kalbine
gönderiliyor.
Çocuk, yemesini, içmesini, oturmasını, kalkmasını ilk olarak annesinden görür. Bu
sebeple çocuğun ilk öğretmeni ve eğitmeni annedir. Çocuğun belleği safi ve temiz olarak
geldiği için, ilk işlemeyi anne yapar ve bu ilk işleme temel gibidir. Sonrakiler tamamen
bunun üstüne bina olur. Öyle ise anne ve baba, çocuğa güzel bir örnek ve ahlaklı bir
terbiyeci olmalıdır.
Çocuğun terbiyesi, değil bir yaşında, anne karnında başlar. İslam büyüklerinin anne
ve babalarının helal ve harama dikkat etmesi, çocuklarını abdestsiz emzirmemesi, çok küçük
yaşta onlara güzel bir model olmaları, ayrıca küçük yaşlarda yapılan eğitim telkinleri,
çocuğun ruhunda ve kalbinde esaslı bir eğitim ve dayanak oluyor.
Üstad Hazretlerinin, “Demek, bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma merhum validemin
ders ve telkinâtını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer
çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum.” ifadeleri bu mana ve inceliğe işaret ediyor.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a

"Dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü karnında taşır,.."


Üstad hamilelik için neden sekiz ay demiştir?
"Elhasıl: Nasıl ki kadınlar kahramanlıkta, ihlâsta, şefkat itibarıyla erkeklere
benzemedikleri gibi, erkekler de o kahramanlıkta onlara yetişemiyorlar. Öyle de,
o mâsum hanımlar dahi, sefahette hiçbir vecihle erkeklere yetişemezler. Onun için,
fıtratlarıyla ve zayıf hilkatleriyle nâmahremlerden şiddetli korkarlar ve çarşaf
altında saklanmaya kendilerini mecbur bilirler. Çünkü, erkek sekiz dakika zevk ve
lezzet için sefahete girse, ancak sekiz lira kadar birşey zarar eder. Fakat kadın
sekiz dakika sefahetteki zevkin cezası olarak, dünyada dahi sekiz ay ağır bir yükü
karnında taşır ve sekiz sene de o hâmisiz çocuğun terbiyesinin meşakkatine girdiği
için, sefahette erkeklere yetişemez, yüz derece fazla cezasını çeker."(1)

Üstat burada rakamları ve bilimselliği değil, bir hakikati ifadeyi esas maksat yaptığı
için, cümlelerin akışını takip için sekiz ay diyor. Zira cümle sekiz rakamı ile başlayıp sekiz
rakamı ile bitiyor.
Bizim kanaatimizce, bu rakam edebi bir ifade şeklidir. Risale-i Nur, fen ve tıp kitabı
olmadığı için, bilimsel bir nazar ile bakmak sakil düşer.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a

"Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa,


daire-i İslâmiyede pek büyük bir saadete medar olur."
cümlesindeki iki nokta nedir?
"Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a'mâl-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu
esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor. Eğer bu
iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir
saadete medar olur."(1)

İki noktadan birisi şefkat diğeri ise ihlastır. Bu ikisi yani ihlas ve şefkat İslam terbiyesi
ve uhrevi ameller ile terbiye olunur ve bu dairede, yani kadınların arasında inkişaf ederse, o
zaman İslam aleminde büyük bir saadete medar ve kaynak olur.
Bu iki noktayı Üstad Hazretlerinin şu ifadelerinden anlamak mümkündür:

"Evet, bu hakikî ihlâs ile hakikî bir fedakârlık taşıyan validelik şefkati sû-i
istimal edilip, mâsum çocuğunun elmas hazinesi hükmünde olan âhiretini
düşünmeyerek, muvakkat fâni şişeler hükmünde olan dünyaya o çocuğun mâsum
yüzünü çevirmek ve bu şekilde ona şefkat göstermek, o şefkati sû-i istimal
etmektir."(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.
(2) bk. a.g.e.

"Fakat bazı fena cereyanlarla, o kuvvetli ve kıymettar


seciye inkişaf etmez. Veyahut sui istimal edilir." Şefkati
suistimal eden fena cerayanlar nelerdir?
Bu zamanda şefkati kötüye kullanan en önemli fikri cereyan, hümanizmdir. Hümanizm
güya insan sevgisini esas alan bir insanlık dini diye tanımlanır. Eski tabirle "rikkat-i
cinsiyenin ifratıdır" hümanizm. Hümanist ekol, insan sevgisi ve insana şefkat adı altında
dinin çok hakikatlerini inkar ediyor. İnsanları sevgi ve şefkat ismi ile dalalet ve inkara sevk
ediyor. "İnsan, Allah, ahiret ve peygamber gibi kavramlara muhtaç olmadan kendi
başına doğruları bulur" tezini savunan batıl bir felsefi akımdır.
Hümanizme göre cehennem ve ceza asla olamaz, şeriatın caydırıcı ve gerçekçi
kanunları katı ve acımasız olarak tanımlanır. Halbuki cehennem ve ceza kavramları, hayatın
ve gerçeğin bir parçası ve kati değerleridir. Hümanizm, insanları en can alıcı kavramlar ile
aldatıyor; bu kavramlar ise sevgi ve şefkat kavramlarıdır. Güya sevgi ile ceza, şefkat ile
cehennem bir birine zıt kavramlardır; ikisinin beraber bulunması mümkün değildir, diyerek
insanlara şüphe atıyorlar. Halbuki bu iki kavram birbirini iktiza eder, cehennem olmadan
cennet lezzet vermez, ceza olmadan adalet tahakkuk etmez. Bu yüzden insanlık tarihinde ceza
ve ceza evleri hayatın bir gerçeği ve güzelliğin tamamlayıcısı olmuşlardır.
Mesela, masum on kişiyi katleden bir caninin idam edilmesine insan sevgisi namına
karşı çıkarlar, ama on masumun hakkını hiç nazara almazlar. Bir köpeğe acırlar, ama düşkün
ve fakir insana el uzatmazlar, böyle çarpık ve samimiyetsiz tavırları çoktur. Hakiki insan
sevgisi ve şefkati ancak iman ve ibadet ile elde edilebilir. Yoksa şefkatin kaynağı olan
Allah’ı tanımayan birisinin şefkati ve insan sevgisi mecazi ve suridir. Gerçek şefkat abidesi
Peygamber Efendimiz (asv) ve onun mübarek yoludur.
Özet olarak, cehennem ve ceza kavramları bu felsefeye aykırıdır. Bu yüzden ahireti
inkar ederler. Aslında bunları bu fikre sürükleyen temel nokta, yersiz ve ifrat şefkat hissidir.
Yani şefkatin kötüye kullanılmasından türemiş bir akımdır hümanizm.
Risale-i Nur'da bu konu şu şekil tarif ediliyor:

"Şefkat yüzünden esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid'at ve dalâlet yollarına


sapanları çeviren bir hakikattır."

"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette


rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i
şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve
şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-
ı kalbîdir."

"Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi


hadiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur'ân'ın ve edyân-ı
semâviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve
gayet derecede bir merhametsizliktir."

"Çünkü mâsum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o


biçare hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler
Müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine
ve müthiş günahlara sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve
merhametkârâne cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana
dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir gadirdir."(1)

(1) bk. Kastamonu Lâhikası, (46. Mektup)


"Fakat kocasının vazifesi, ona hazinedarlık ve sadakat
değil, belki himâyet ve merhamet ve hürmettir..." Buradaki
"sadakat" kelimesini açar mısınız?
Sadakat; burada tek eşe karşı, namus ve ırzını muhafaza etmek anlamındadır. Kadın,
aynı anda iki nikaha giremeyeceği için, tek nikaha ve tek kocasına karşı sadık kalması ve ırz
ve namusunu muhafaza etmesi gerekir.
Erkek ise; tek nikah ve tek eş kaydına bağlı değildir. Aynı anda başka bir kadınla da
nikah kıyabilir. O zaman erkeğin ilk ve önceki eşine karşı sadık kalması diye bir şey söz
konusu olmaz. Erkeğin vazifesi, nikahı altında bulunan eşini ya da eşlerini himaye etmek
ve nafakalarını temin etmektir.
Erkeğin nikahlı eşine karşı sadık kalması; ancak nikah dışı ilişkilerden, yani zinadan
uzak kalması ile mümkündür. Yoksa başka bir kadınla ikinci bir evlilik yapması
sadakatsizlik sayılmaz.

"Fakat maattessüf biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim


erkeklerinin şerlerinden ve tahakkümlerinden kurtulmak
için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen başka bir
nevide riyâkârlığa giriyorlar..." İzah eder misiniz?
Bu riyakârlığın sebebi Emirdağ Lahikası'nda şöyle izah edilmektedir.

"Bu zaman, eski zamana benzemiyor. Terbiye-i İslâmiye yerine terbiye-i


medeniye, yarım asra yakın hayat-ı içtimaiyemize yerleştiği için, bir erkek bir
kadını ebedî bir refika-i hayat ve saadet-i hayat-ı dünyeviyeye medar ve sair
günahlardan kendini muhafaza etmek için almak lâzım gelirken; o biçare zaifeyi
daim tahakküm altında, yalnız dünyevi, muvakkat gençliğinde sever. Ona verdiği
rahatın bazı on misli onu zahmetlere sokar. Eğer şer'an 'küfüv' tâbir edilen
birbirine denk olmazsa, hukuk-u şer'iye nazara alınmadığından, hayatı daima azap
içinde geçer..." (1)

İşte bu sebepten dolayı kadın da kendini erkeğine sevdirmek için gösterişe ve riyakârlığa
girer. Ta ki kocasının nazarında müttehhem olmasın ve kocası onu terketmesin.

Bu kaide elbette ki bütün kadınlar için geçerli değildir. Yukarıda da geçtiği üzere,
hukuk-u şer'iyeyi nazara almayan erkeklere karşı daha ziyadedir.

Yoksa, bu riyakarlık, Allah hesabına refikasına bakan bir erkeğe karşı değildir. Zira
Otuz İkinci Söz'de ifade edildiği gibi, Refîka-i hayatına muhabbetin mâdem hüsn-ü sîret ve
mâden-i şefkat ve hediye-i rahmet olduğuna binâ edilmiş, o refîkaya samimi muhabbet ve
merhamet edersen, o da sana ciddi hürmet ve muhabbet eder. İkiniz ihtiyar oldukça, o hal
ziyâdeleşir, mesûdâne hayatını geçirirsin. Yoksa, hüsn-ü sûrete muhabbet, nefsânî olsa, o
muhabbet çabuk bozulur, hüsn-ü muâşereti de bozar.

Kadınlar fıtrat itibari ile erkeklere nispetle daha zayıf ve nahif bir mahiyettedir. Erkekler
ise daha mukavemetli ve dayanıklı bir fıtrata sahiptirler. Bu yüzden İslam, kadının himaye ve
nafakasını erkeğin üstüne vermiştir. Kadın fıtri olarak ister istemez erkeğine karşı bir
ürkeklik ve bağımlılık altında olur. Şayet erkek İslam terbiyesi ile terbiyelenmemiş zalim ve
şerli birisi ise, kadını bütünü ile tahakkümü altına alıp onu yapmacık ve suni hareketlere
zorluyor. Kadın fıtri zayıflık ve nahiflikten dolayı hayatın kanunları altında ezilmekten
korktuğu için zalim ve ahlaksız erkeğine karşı riyakar tavırlar sergilemek zorunda kalır.
Çocuğuna karşı ihlasta kahraman olan o kadın, zalim ve şerli erkeğe karşı riyakar bir duruma
düşüyor.

Kadınlar, evladına gösterdiği fedakarlıkta evladından karşılık beklemezler. Yani evladına


karşı katıksız ve safi bir ihlas içindedir. Ama erkekler bu hususta kadınlar gibi tam ve
katıksız bir samimiyet içinde olamıyor, evladından saygı ve hürmet isterler. Anne ise bu
masum beklenti içine bile girmeden evladına samimi sahip çıkar. Erkeklerin evladına olan
samimiyeti eksik ve noksan anlamında değil, anneye nispeten daha altta ve zayıf
anlamındadır.

(1) bk. Emirdağ Lahikası-II, (45. Mektup)

"Gençleri yoldan çıkarmak ve gençlik hevesatıyla sefahete


sevk etmek için bir iki komite çalışıyormuş." Bu komiteler
nelerdir ve faaliyetleri nedir?
"Evet, gençlik damarı akıldan ziyâde hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür,
âkıbeti görmez; bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder; bir
dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker ve bir
saat sefâhet keyfiyle, bir nâmus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın
endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur." (1)

Yukarıda ifade edilen zaafları çok iyi değerlendirerek gençliği tehlikelere sevkeden
yüzlerce gizli veya açık komite (yani dernek, parti, çeşitli kurum ve kuruluş olarak)
günümüzde var olduğu gibi, o zaman da var olduğunu anlıyoruz. İsim olarak bilemiyoruz.
(1) bk. Sözler, On Üçüncü Söz.

"Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz


olamıyor; belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa
şan ve şeref istiyorlar." cümlelerini izah eder misiniz?
"Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a'mâl-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu
esas, ihlâstır. Bu çeşit şefkatteki kahramanlıkta o hakikî ihlâs bulunuyor. Eğer bu
iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiyede pek büyük bir
saadete medar olur. Halbuki erkeklerin kahramanlıkları mukabelesiz olamıyor;
belki yüz cihette mukabele istiyorlar. Hiç olmazsa şan ve şeref istiyorlar. Fakat
maattessüf biçare mübarek taife-i nisâiye, zalim erkeklerinin şerlerinden ve
tahakkümlerinden kurtulmak için, başka bir tarzda, zaafiyetten ve aczden gelen
başka bir nevide riyâkârlığa giriyorlar."(1)

Burada Üstad Hazretleri erkek fıtratı ile kadın fıtratı arasında, şefkatten gelen ihlası
mukayese ediyor. Kadınların fıtratındaki şefkate ve ondan hasıl olan samimiyete erkekler
yetişemiyor. Bir anne yavrusuna katışıksız ve safi ve samimiyetle hizmet eder ve onun için
gerekse canını verir. Baba da yavrusuna şefkatlidir, lakin annenin o safi ve katışıksız
samimiyetinin derecesine çıkamıyor, yetişemiyor. Erkek, yavrusuna karşı fedakarlık
noktasında anne gibi tam samimi olamıyor, fedakarlığının karşısında beklenti içinde oluyor
ki, bu da ihlasın kemaline yakışmıyor.
Mesela, baba evladına mal biriktirir, ondan bir fiske işitse hemen "ben şöyle yaptım da
sen böyle yaptın" diyerek mukabele hissini sergiler. Ama anne yavrusuna bir şey yaptığı
zaman hiçbir mukabele gözetmez, gözetse de dilde gözetir, gönlünde yavrusuna karşı tam bir
samimiyet içindedir.
Bu sebeple bizim kültürümüzde şöyle bir laf vardır; annenin değil de babanın bedduası
tutar, zira anne beddua etse de dilde kalır, kalbi asla diline iştirak etmez, ama baba beddua
ettiği zaman kalbi diline iştirak edebilir.
Özet olarak, erkek şefkatte ve şefkatten gelen ihlasta asla kadına yetişemez, manası
izah ediliyor.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

"Hanımlar taifesi, gençlerden daha ziyade bu zamanda


öyle bir rehbere muhtaçdırlar." cümlesini izah eder misiniz?
Halbuki gençler daha çok muhtaç değiller mi?
Gençlik Rehberi'nde ekseri heva ve hevesten gelen şiddetli duygular yüzünden, harama
düşen ve gayrimeşru yollara sapan gençlere esaslı nasihat ve ikazlar yapılıyor. Gençlerin bu
zamanda en önemli düşmanı ve en zayıf kaldığı tehlike fuhuş, açıklık ve saçıklıktır. Bu
tehlikeye alet olanlar da bayanlar olduğu için, öncelik olarak onların ıslah ve terbiye olması
gerekiyor. Zira bir bayan gayrimeşru yaşadığı zaman, sadece kendini değil etrafındaki
nefsine hükmedemeyen gençleri de helakete sürüklüyor. Öyle ise bayanların Gençlik
Rehberi'ndeki imanî derslere ve ikazlara ihtiyacı, erkeklerinkinden daha fazladır, diyebiliriz.
Toplumun temel taşı aile hayatıdır, ailenin temel taşı da sadakat ve güvendir, sadakat ve
güveni de tesis eden namus ve iffettir. Kadın ve erkek bu güven ve sadakati ihlal edecek
durumlara girer ve bu da toplumda yaygınlık kazanır ise, o zaman toplum çöküntü içinde
demektir.
Müteselsil düşünüldüğü zaman, sağlam bir toplum sağlam bir bayan ile temin edilir.
Öyle ise iman hakikatlerine en ziyade muhtaç kadınlardır, denilebilir. Tabi bu erkekler için
hiç gerekmez anlamında değildir, nispet edildiği zaman kadınların ihtiyacı biraz daha fazla
görünüyor demektir.

"Hattâ erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet


kadınlarda bulunsa, bu emniyete ve sadakate zarar olduğu
için, ahlâk-ı seyyiedendir, kötü haslet sayılırlar..." Nasıl
anlamalıyız?
Yirmi Dördüncü Lem'ada geçen bu ifadelerde, sehavet ve cesaretin bizzatihi kendisi
değil, belki, bu iki sıfatın kadınlarda olmasının aile saadeti noktasındaki sakıncalarına
dikkat çekilmektedir.

Erkeğinden daha fazla cesaretli olan ve dolayısıyla kocasından korkmayıp, kocasının


kendisinden korktuğu bir aile ortamı düşünün. Böyle bir durum -yenilerin ifadesiyel- rol
çatışmalarına sebebiyet verecektir. Bu ise ailede huzursuzluğu douğuracaktır.

Keza sehavet de, kadınlarda fazla olması halinde, karı koca arasında sadakatsizliğe sebep
olabilir. Kadın, istediği şeyi istediğine vermeye başlar ise, kocası tarafaından suçlanabilir.
Böyle bir durum yine aile saadetini menfi etkileyeceği için neticeleri itibarıyla bu iki sıfat
kadınlar için ahlak-ı seyyieden sayılmıştır.

"Hem kadınların on adetten altı yedisi, ya ihtiyardır, ya


çirkindir ki, ihtiyarlığını ve çirkinliğini herkese göstermek
istemezler. Ya kıskançtır, kendinden daha güzellere nisbeten
çirkin düşmemek veya tecavüzden ve ittihamdan korkar;.."
İzahı?
Üstat, burada örtünmeyi gerekli kılacak sebeplerin bir analizini yapıyor. Amaç ise
örtünmenin suni ve zorlama bir emir değil, fıtri bir emir olduğunu ispat içindir.
Cenab-ı Hak, hikmeti gereği, insanları hep aynı kalıp ve güzellikte yaratmamış. Farklı
boy, endam ve özelliklerde yaratmıştır. Bu günün güzellik ve moda anlayışına göre dört başı
mamur, kusursuz bir güzellik her bayanda mevcut olmadığından, mutlaka gizlemeye çalıştığı
fiziki bir durumu ve kusuru oluyor.
Onun için başka nazarların nefretinden korunmak amacıyla kendini örtünmeye mecbur
hissediyor. Bu sebep, örtünmenin tek gerekçesi ve sebebi değildir. Elbette çok
gerekçelerden sadece biridir.
Onun için örtünmek, sadece fiziki kusurları örtmek içindir, önermesi yanlış olur.
İhtiyar kadınların örtünmesi bu meseleye ışık tutar.
Bir de, kadınlar, kendinden daha güzel bir bayanın yanında sönük kalma endişesinden
dolayı, kendini ortaya atmaz ve saklamak ister. Her kadının da üstünde bir güzel olduğuna
göre, bu kural hepsi için geçerlidir. Bu da ayrı bir örtünme gerekçesidir.
Kadınları örtünmeye sevk eden gerekçelerden birisi de, karşılıklı saygı ve sevgiye
dayalı aile hayatının emniyetidir. Yani, karı koca arasındaki karşılıklı güvendir. Bu ise,
başka vahşi ve yabani bakışlardan ve tacizlerden kendini örtünmek ile muhafaza etmekten
geçer. Bir kadın açık saçık bir şekilde sokakta tacize uğrasa, kocası ister istemez ya belaya
girecek ya da hanımına karşı saygı ve sevgisi kırılacak. Bu ise karşılıklı güveni törpüleyen
bir durumdur.
Sen ne kadar iyi olursan ol, başka yabaniler çoktur. Seni rahatsız eder, ya bakmak
ile ya taciz ile, ya da tecavüz ile…
Bu gün açıklık saçıklık sebebi ile dünyada bu gibi istismarlar artış göstermiştir.
İstatistiki değerler bunun en bariz göstergesidir. Kapalı bayanların rahatsız edilmemesi ve
açık bayanların ise, açıklık durumuna paralel olarak taciz edilmesi de bir diğer delilidir.
Onun için, örtünmek, o pis nazarlara karşı bir settir, bir zırhtır, fıtri bir kalkandır.
Bütün bunların yanında örtünmenin en önemli gerekçesi, Allah'ın emri olmasıdır.
Yukarıda sayılan sebepler ise, görebildiğimiz bir kaç hikmeti olabilir.

"Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik


ve seri-üt teessür olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen
belki semlendiren pis nazarlardan elbette sıkılır,.." Pis nazar
zehirler mi, konuyu açar mısınız?
"Göz değmesi, deveyi kazana, adamı mezara sokar."(1)

Nazar, yani halkın tabiri ile göz değmesi haktır. Bazı insanların bakışında isabetli tesir
olduğu için, yani bakışında zehirli ve zararlı bir takım mahiyetini bilmediğimiz ışınlar
olduğu için, nazar ettiği insana ciddi zararlar verebilir. Nazardaki bu zararlı ışınlar nazar
olunan şahsı hadisin tabiri ile kabre kadar götürebilir. Bazen de maddi ve manevi olarak
hastalık suretinde görünür.
Bazen kem gözlü birisi güzel bir bebeğe nazar eder o bebek birden hastalanır hatta ölüm
bile gerçekleşebilir. Bunun misali insanlar arasında çoktur ve meşhurdur.
Normal ve helal olan nazar yani bakış, insana böyle tesir ederse elbette haram ve kötü
bir niyet ile bakmaklarda daha ziyade zehir ve menfi tesir olabilir. Nasıl röntgen şuası
insanın et ve kemiğine nüfuz edebiliyor ise mahiyetini bilmediğimiz bakışlardaki şualar da
insana müspet ya da menfi tesirlerde bulunabilir.
Özet olarak, İslam inancında pis ve kem gözlerin menfi tesiri vardır, bundan sakınmak
gerekir. Kadınların böyle nazarlardan sakınmasının en güzel yolu tesettür ve haremlik
selamlığa dikkat etmektir.
(1) bk. el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ: II/76; el-Mağribî, Câmiu'ş-Şeml: II/49; el-Münâvî,
Feyzü'l-Kadîr: Hadis no: 5748.

"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten


şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü mahremlerin simaları,
karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i
meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar."
cümlesini yorumlar mısınız?
"İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor.
Çünkü mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve
muhabbet-i meşruayı ihsas ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat
bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi caiz olmayan yerlerini açık saçık
bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına sebebiyet
verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme
benzemez. Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti
haber verecek bir alâmet-i farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir
kısım süflî mahremlerde uyandırmak mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri
ürpertecek bir sukut-u insaniyettir!"(1)

Ebedi olarak nikahın haram olduğu kişileri, hemşire kapsamında değerlendirebiliriz.


Ebedi olarak nikahın haram olmasının temel rüknü ise; birinci derece hısım ve akrabalıktır.
İnsan fıtraten ebedi haram olan akrabalarına karşı şehvetle bakamaz. Bunun sebebi
simasındaki kimlik yakınlığıdır. Yani bir kişi hala ya da teyzesinin yüzüne baktığı zaman,
onda anne ve babalık manası akla gelir, onlara karşı ulvi bir muhabbet ve hürmet meydana
çıkar, bu ulvi muhabbet ve hürmet, asla süfli duygulara geçit vermez. Bu yüzden insan hala
ya da teyzesinin yüzünü ve kimliğini bildirecek bölgelerine bakabilir, bunun dini bir
sakıncası olmaz.
Lakin kimliği ve akrabalığı akla getirmeyen noktalara bakacak olursa, o ulvi muhabbet
ve hürmet hasıl olmayacağı için, insanda süfli duygular tahrik olup Allah korusun süfli
nazarlar yeşerebilir. Bu yüzden hala ve teyze de olsa, süfli duyguları tahrik edecek
bölgelerin (bacaklar gibi) örtülmesi gerekir. Bu bölgeler noktasında mahrem ile namahrem
arasında hiçbir fark yoktur. Yani adi ve süfli adamlar nazarında, şehveti uyandırıcı bölgeler
noktasında, yabancı ve akraba arasında fark yoktur, ikisi de eşittir.
Müttaki insanlar, faraza hısmın namahrem bölgesini de görse, şehvet noktasında kendini
muhafaza edebilir; ama fıtratı tefessüh etmiş ya da iman ve ahlakı tam kavi olmayan
insanlarda aynı garanti olmayabilir. Gerçi örtünmek müttaki için de fasık içinde aynıdır.
Yani bu müttaki bunun yanında tesettüre riayet etmesem de olur demek şeran haramdır.
Aile ve akraba içi faciaların olmaması için, tesettüre azami riayet edilmelidir.
Yeğen evlat yerindedir, şayet insan yeğenini öperken şehvet taşıyor ise, bu kişinin
fıtraten kokuştuğunu gösterir eliyazu billah. Böyle hasta tabiatlı kişiler derhal psikolojik
tedavi görmelidir.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

"Kadınlar yuvalarından çıkıp beşeri yoldan çıkarmış;


yuvalarına dönmeli." cümlesini nasıl anlamalıyız?
Müslüman kadının giyiminde esas mesele, tesettürü sağlamasıdır. Eli ve yüzü dışında
bütün vücudunu örtmesi, açık kalmamasıdır. Giyilen bir elbisenin tesettüre uygun olması için
de altını göstermeyecek şekilde kalın ve avret yerlerini örtecek kadar uzun olmalıdır. Bunun
için altını gösterecek şekilde ince ve şeffaf olan bir elbise ile örtünme gerçekleşmiş olmaz.
Tesettüre riayet eden bir bayan, ihtiyaç nisbetinde dışarda kendi ve evinin ihtiyaçlarını
görür. Tabi kocası müsait değilse... Bunu da yine yalnız değil, bir yakınıyla bu ihtiyaçları
görmesi daha münasip olur.
Beşeri yoldan çıkaranlar, evlerine dönmeli. Yoksa kadınlar dışarıya çıkmamalı
şeklinde bu cümleyi yorumlamak yanlış olur kanaatindeyiz. Bir kız okul da okuyacak, ilimde
öğrenecek; ancak İslamî esaslara dikkat etmek şartıyla. Yoksa bir hayır yapayım derken on
günah kazanmak akıl kârı değil.
Kız çocuklarının başı açık olarak okumaları caiz değildir. Ancak, kız çocuklarını baş
açık okula gönderen aileleri, kızlarını diri diri toprağa gömen cahiliyye müşrikleri gibi
görmek te doğru değildir.
Daha geniş bilgi almak için aşağıdaki linkleri tıklayabilirsiniz:
- Okumak için başımızı açalım mı?
- Kadının çalışması hususu...

"Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri


de ve fıtratlarındaki ulvî seciyeleri de,.. Rusyada o biçare
taifenin ne hale girdiğini işitiyorsunuz." Rusyada neler
olmuş, bilgi verir misiniz?
"Kadınların saadet-i uhreviyesi gibi saadet-i dünyeviyeleri de ve fıtratlarındaki
ulvî seciyeleri de, bozulmaktan kurtulmanın çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki
terbiye-i diniyeden başka yoktur. Rusya'da o biçare taifenin ne hale girdiğini
işitiyorsunuz."(1)

Rusya'da dinsiz olan komünist rejim aile hayatını ve iffeti bitirdiği için, kadınlar ucuz bir
cinsel meta derecesine düşmüş, ahlaksızlığın basit bir aracı haline gelmişler. Fuhşiyat öyle
bir dereceye gelmiş ki, kadın erkek beraber hamamlara gidiyorlar.
Üstad Hazretleri bu hakikati şu şekilde tasvir ediyor:

"ON BİRİNCİ MESELE"


"Rivayette var ki, 'Âhirzamanda bir erkek kırk kadına nezaret eder.' "
"Allahu a'lem bissavab, bunun iki tevili var:
"Birisi: O zamanda meşru nikâh azalır veya Rusya'daki gibi kalkar. Bir tek
kadına bağlanmaktan kaçıp başıboş kalan, kırk bedbaht kadınlara çoban olur."
"Allahu a'lem bissavab, bunun bir tevili şudur ki: O fitneler nefisleri
kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla, belki zevkle irtikâp
ederler. Meselâ, Rusya'da hamamlarda kadın-erkek beraber çıplak girerler. Ve
kadın, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmasından, seve seve o
fitneye atılır, baştan çıkar. Ve fıtraten cemalperest erkekler dahi, nefsine mağlûp
olup o ateşe sarhoşâne bir sürurla düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın
lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları, birer câzibedarlıkla pervane gibi
nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. Yoksa, cebr-i mutlakla olsa ihtiyar
kalmaz, günah dahi olmaz."(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a
(2) bk. Şualar, Beşinci Şua

"Kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek ve istiskale


mâruz kalmamak için tesettüre fıtrî bir meyli var." Bir
kadının kendini sevdirmesi, nefret ettirmemesi için kapalı mı
olması gerekir? Başı açık olan, yavrularını himaye edemez
mi?
Risalenin devamında ilgili cümlenin izah ve açıklaması vardır. Şöyle ki;

"Bir ailenin saadet-i hayatiyesi, koca ve karı mâbeyninde bir emniyet-i


mütekabile ve samimî bir hürmet ve muhabbetle devam eder. Tesettürsüzlük ve
açık saçıklık, o emniyeti bozar, o mütekabil hürmet ve muhabbeti de kırar. Çünkü,
açık saçıklık kılığına giren on kadından ancak bir tanesi bulunur ki, kocasından
daha güzeli görmediğinden, kendini ecnebîye sevdirmeye çalışmaz. Dokuzu,
kocasından daha iyisini görür. Ve yirmi adamdan ancak bir tanesi, karısından daha
güzelini görmüyor. O vakit o samimî muhabbet ve hürmet-i mütekabile gitmekle
beraber, gayet çirkin ve gayet alçakça bir his uyandırmaya sebebiyet verebilir."
"Halbuki tesettürün ref'i, izdivacı teksir etmeyip çok azaltıyor. Çünkü, en
serseri ve asrî bir genç dahi, refika-i hayatını namuslu ister. Kendi gibi asrî, yani
açık saçık olmasını istemediğinden bekâr kalır, belki de fuhşa sülûk eder." (1)
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

"Kur'an tesettürü emrediyor, medeniyet-i sefihe ise,


Kur'an'ın bu hükmüne karşı muhalif gidiyor, tesettürü fıtri
görmüyor, bir esarettir diyor." Nasıl anlamalıyız?
"(ilâ âhir) âyeti, tesettürü emrediyor. Medeniyet-i sefihe ise, Kur’ân’ın bu
hükmüne karşı muhalif gidiyor. Tesettürü fıtrî görmüyor, bir esarettir diyor..."(1)

"Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle,


evlerinden çıktıklarında dış örtülerini üzerlerine alsınlar."(Ahzâb, 33/59)

İslam, kadına örtünmeyi yukarıdaki ayet ile emrediyor, bugünkü Batı medeniyeti ise;
Kur’an’ın bu emrine muhalefet edip, kadınlara açılmayı tavsiye ediyor. Örtünmeyi kadınlar
için bir esaret, bir kölelik olarak görüyor, fıtrat bakımından da örtünmeye uygun değil diye,
Kur’an’ın örtünme emrine karşı çıkıyor.

Yani, Batı medeniyetine göre kadının açılıp saçılması, özgürlük ve fıtrata da daha uygun
olan bir halmiş, böyle iddia ediyor. Üstad da bu itiraza ve kabule cevap veriyor. Batı
medeniyetinin fikirlerinin yanlış ve esassız olduğunu, kati bir surette ispat ediyor.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a

"Maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren pis


nazarlar,.." ne demektir?
"Malûmdur ki, insan sevmediği ve istiskal ettiği adamların nazarından sıkılır,
müteessir olur. Elbette açık saçıklık kıyafetine giren güzel bir kadın, bakmasına
hoşlandığı nâmahrem erkeklerden onda iki üçü varsa, yedi sekizinden istiskal eder.
Hem tefahhuş ve tefessüh etmeyen bir güzel kadın, nazik ve serîü't-teessür
olduğundan, maddeten tesiri tecrübe edilen, belki semlendiren pis nazarlardan
elbette sıkılır. Hattâ işitiyoruz, açık saçıklık yeri olan Avrupa'da çok kadınlar, bu
dikkat-i nazardan sıkılarak, 'Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar.' diye
polislere şekvâ ediyorlar."
"Demek, medeniyetin ref-i tesettürü hilâf-ı fıtrattır. Kur'ân'ın tesettür emri
fıtrî olmakla beraber, o maden-i şefkat ve kıymettar birer refika-i ebediye olabilen
kadınları, tesettür ile sukuttan, zilletten ve mânevî esaretten ve sefaletten
kurtarıyor." (1)

Açık ve saçıklığın sonucu -eğer tedbir alınmazsa ve aşırıya gidilirse- herkesin


malumudur, kehanete gerek yoktur; bir bayan bu hayasız diye ifade edilen çirkin arızalardan
uzak durmazsa, gerek beden olarak, gerek ruh itibariyle, gerekse de aile ve çevre itibariyla
bir çok sıkıntılara vesile olacaktır. Karşı cinsin nazarını, iştahını (ahlaksızlık noktasından)
artırıcı, semlendirici (zehirleyici) bir görünümle ortaya saçılmamak lazım. Yoksa hem kendi
hayatlarını, hem de başkasının hayatını berbat edeceklerdir...
Fıtratı bozulmamış bir kadın veya genç bir kız başkasının nazarından, pis bakışlarından
sıkılması gerek. Eğer sıkılma olmuyorsa, demek oluyıor ki ahlak ve haya noktasından bir
takım güzelliklerini yitirmiş demektir.
(1) bk.Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a

"Malûmdur ki, muhitin, insanın ahlâkı üzerinde tesiri


vardır. O bârid memlekette, soğuk insanlarda hevesât-ı
hayvâniyeyi tahrik etmek ve iştahı açmak için..." cümlesini
açar mısınız?
Yaşanılan çevrenin, başta coğrafi şartları olmak üzere, insanın fıtratı üzerinde etkisi
olduğu ifade edilmektedir. Mesela; çok sıcak memleketlerde ergenlik seviyesine gelmek
daha erken yaşlarda olurken, soğuk memeleketlerde daha geç yaşlarda olmaktadır. Sıcaklık
şehevani duyguları tahrik eder, iştahı açar. Ayrıca bu duyguları tahrik etmek için açık,
saçıklığa teşvik etmeye gerek kalmaz. Hem sıcaklığın tahriki hem de açık, saçıklığın teşviki,
çok su-i istimalata, israfata, neslin zaafiyetine ve kuvvet'ten düşmeye sebep olur, deniyor.

"Kastamonu Lahikası'nda geçen şu ifadeler de mevzumuza ışık tutmaktadır;"


"Evet, ehl-i İslamda, nazar-ı haram ziyadeleştikçe, hevesat-ı nefsaniye
heyecana gelip, vücudunda su-i istimalâtla israfa girer. Haftada bir kaç defa gusle
mecbur olur. Ondan, tıbben kuvve-i hâfızasına zaaf gelir. Evet, bu asırda açık
saçıklık yüzünden, hususan bu memalik-i harrede o su-i nazardan su-i istimalât,
umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor."
"Ama soğuk memleketlerde ise durum böyle değildir. Zira soğukluk şehevani
istekeleri törpüler. Bu yüzden sıcak memleketlerdeki tahribatı yapmayabilir. Ve
yukarıdaki mahzurları netice vermeyebilir." (1)

(1) bk. Kastamonu Lahikası, (91. Mektup)

"Memleketimiz Avrupa'ya kıyas edilmez. Çünkü orada,


düello gibi çok şiddetli vasıtalarla, açık saçıklık içinde namus
bir derece muhafaza edilir. İzzet-i nefis sahibi birisinin
karısına pis nazarla bakan, boynuna kefenini takar, sonra
bakar." İzah eder misiniz?
Muazzez Üstadımız, Tesettür Risalesi'nde; Örtünmenin ehemmiyetini anlatırken
Avrupa’yla yaptığı kıyas, değerlendirmenin sadece bir cihetidir. Zamanla kayıtlı olan sadece
bu cihete bakıp, tesettürle alakalı genel değerlendirme yapmak doğru olmaz..
Üstadımız, Yirmi Dördüncü Lem'a’da, tesettürle ilgili dört tane çok önemli hikmet
nazara vermektedir. Bu hikmetlerden, Dördüncü Hikmet'te ise, nesil, vazife, iklim,
haysiyet, örf ve meşguliyet açısından, altı cihetle tesettürün ehemmiyetini anlatmaktadır.
Burada Avrupa’daki düello mes'elesi, sadece konunun bir cihetidir.
Eskiden Avrupa’da ve Rusya’da, nâmus ve haysiyet mes'elesi bu kadar dejenere
olmamış idi. Bu namus ve haysiyet mes'elesi, ekseriyetin üzerinde durduğu ve itibâr ettiği bir
konu idi. O zaman ki Avrupalılarda kadınlarla ilgili, onur, haysiyet ve namus kırıcı
mes'eleler zuhur ettiğinde, muhâtaplar karşılıklı mücâdele eder, bu mücâdeleler bazen
ölümle neticelenirdi. Bu hal onların örfünde bir kural olarak işlerdi. İşte bu olaya düello
tabir edilirdi.
Üstadımızın te’lifatı zamanında bu âdet, Rusya’da ve Avrupa’da az da olsa devam
etmekteydi. Bu hali ve örfü bilen insanlar, kadınlara yanlış muâmele etmekten çekinir ve
korkarlardı. Bu örf, kanunlardan ziyâde insanlar üzerinde daha tesirli idi. Bu zamanda ise,
bu örfün olmaması ve Avrupa’nın tamamen sefâhate girmesi ayrı bir konudur. Her şeyi
yerinde ve zamanında değerlendirmek icâp eder.
Üstadımızın Tesettür Risalesi'ni te'lif ettiği zamanlarda, Avrupalılarda düello
olduğundan, o zaman bu mevzu tesettüre kuvvet vermiş, Üstadımız ise bunu, tesettürün
faydalılığına bir delil olarak kullanmıştır.
Hatta bu gün itibariyle, Avrupa’da kalkmış olan düello, değişik bir şekilde bizde,
özellikle de Şarkta, namus cinayeti olarak devam etmektedir. İnsanlarımız; Avrupa’daki bu
düelloda olduğu gibi, kanunlardan ziyâde, bizdeki bu örften etkilenmektedirler. Bu da bir
vak'adır.

"Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz


kısmetinize razı olunuz ve kanaat ediniz." Bu cümleyi nasıl
anlamalıyız?
"Hemşirelerim, mahremce bu sözümü size söylüyorum: Maişet derdi için,
serseri, ahlâksız, frenkmeşrep bir kocanın tahakkümü altına girmektense,
fıtratınızdaki iktisat ve kanaatle, köylü mâsum kadınların nafakalarını kendileri
çıkarmak için çalışmaları nev'inden kendinizi idareye çalışınız, satmaya
çalışmayınız."

"Şayet size münasip olmayan bir erkek kısmet olsa, siz kısmetinize razı olunuz ve
kanaat ediniz. İnşaallah, rızanız ve kanaatinizle o da ıslah olur. Yoksa, şimdiki
işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i
İslâmiye ve şeref-i milliyemize yakışmaz."(1)

Üstad paragrafın baş kısmında, kadın evlenmeden önce yani bekar halde iken, evde
kalırım ya da rızık noktasından ortada kalırım endişesi ile, serseri ve ahlaksız bir kocaya
gitmesin diyor. Böyle serseri ve ahlaksız bir adam ile evlenmektense, iktisat ve kanaat ile
bekar kalmak daha ehvendir.
İkinci paragrafta ise; şayet siz böyle ahlaksız ve serseri bir adam ile hata eseri
evlenmiş iseniz, bu adam ile boşanmak yerine, onun nikahına razı olup sabrediniz diyor.
İnşallah sizin bu rıza ve kanaatinizle, o serseri ve ahlaksız kocanız, belki ıslah olup
düzelebilir diyerek, boşanma yolunu kerih gösteriyor. Burada kısmetinize razı olunuzdan
maksat; kadının o ahlaksız ve serseri adam ile evlenmesinde kaderin de bir hissesi var,
oraları da düşünüp boşanmak yerine sabretmesi gerektiği vurgulanıyor...
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.

"Şehirliler, köylülere, bedevîlere bakıp tesettürü


kaldıramaz. Çünkü köylerde, bedevîlerde, derd-i maişet
meşgalesiyle ve bedenen çalışmak ve yorulmak
münasebetiyle, hem şehirlilere nispeten nazar-ı dikkati,.."
İzah, tesettür kişiye göre değişir mi?
Ubudiyetin hikmeti ile illetinin ayrı şeyler olduğunu ve ibadetlerin yapılmasındaki esas
sebebin de hikmet değil illet olduğunu risalelerden öğreniyoruz. Tesettürün ortama göre
değişmesi demek, hikmetin esas alınması demektir ki, bu yanlış olur.
Fakat bu temel prensip, ibadetlerin hikmetlerini hiç araştırmayın demek değildir. elebtte
ki hikmetlerini de öğreneceğiz. bu bilgi, nefsin desiselerini izale eder.
Tesettür risalesinde ise, illet nazara verildikten, sonra hikmeleri sayılıyor. işte dördüncü
hikmette bu maslahatlar nazara veriliyor.
Üstad'ın tesettür konusunda, köylüler ile şehirlileri mukayase etmesinin sebebi, yanlış
bir düşünceyi ortadan kaldırmaktır.
Şöyle ki, köylerde çalışan kadınlar, gerek ev işleri ve gerek ise hayvancılık ve tarla
işlerinde çalıştıkları için, tesettüre sürekli dikkat etmeleri zorlaşabiliyor. Örtüleri
kayabiliyor, vücutlarının yasak olan bazı yerleri görünebiliyor. Buna rağmen ciddi bir
toplumsal tahribat yaşanmıyor. Yine insanlar temiz duygular ile bir arada yaşayabiliyorlar.
Öyle ise, şehirlerde de açık saçıklığın ciddi bir toplumsal zararı olmaz; duyguları tahrik edip
cinsel bir istismara sebebiyet vermez diyenlere bir cevaptır.
Zaten bir paragraf öncesinde de, memleketimizin Avrupa'ya da benzemeyeceğini, deliller
ile ifade ediyor. Ancak o zaman ki, Avrupa'yı örnek veriyor. Şimdi ki, Avrupa'da ise, zaten
zararları, tehlikeli boyutlara varmış şekliyle ortadadır.

"Seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem


ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini
tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve mânevî
derslerdir ki, fıtratımda, maddî vücudumda çekirdekler
hükmünde yerleşmiş." cümlesini izah eder misiniz?
İnsan doğduğunda beyaz bir kağıt gibidir. İlk olark neler yazılırsa, sonraki yazılar onun
üstüne bina olur. İnsana verilen ilk terbiye ve eğitim, sonradan verilecek olanlara bir temel
teşkil edecektir. Bu yüzden, insanın karakterinin oluşmasında ilk terbiye ve talim çok
önemlidir.
İnsana ilk terbiye ve talimi verecek olan da anne ve babadır. Annenin, evladına olan ilk
telkin ve terbiyesi, çocuğun hayatı boyunca bir rehberi olacaktır. Bu yüzden anne ve babaya
büyük sorumluluklar düşüyor. Minik bir yavrunun temiz zihnine, basit ve sade bir tarz ile
telkin edilen Allah ve ahret inancı ne kadar güzel ve tesirli bir temel olduğuna işaret
etmektedir Üstat.
Karalanmış ve silinmiş kağıt, nasıl orijinali gibi olamaz. Buruşuk ve arızalı durur. Aynı
bunun gibi; ilk terbiye ve talimi bozuk olan birisinin, sonraları alacağı iyi terbiye ve talimler
tam yerine oturamaz. Bu yüzden büyük zatlar, hep alt yapısı iyi ve güzel olan ailelerden
çıkmıştır. Üstad'ın babasının, ineklerini kendi mezrasına götürürken, başkaların bağından ve
otlağından yememesi için ağzını bağlaması, annesinin onu abdestsiz emzirmemesi gibi
davranışların, Said Nursi'nin, Bediüzzaman olmasında payı büyüktür.
Üstad'ın seksen bin zattan aldığı dersi annesinden aldığı derse mukabil tutması yukarda
ki izah edilen sırdan ileri geliyor. Yani ilk verilen ders temel, sonrakiler ise onun üstüne
bina olunan şeylerdir, denmek isteniyor.
"Seksen bin zat" ifadesi ise, Üstad'ın hayatı boyunca aldığı ve istifade ettiği derslere
bir teşbih ve kesretten kinayedir. Yoksa rakam ve adet mevzubahis değildir.

"Sizin hanenizdeki mâsum evlâtlarınızla mâsûmâne


sohbet, yüzer sinemadan daha ziyade zevklidir." cümlesini
izah eder misiniz; özellikle "mâsûmâne sohbet" nedir, nasıl
olmadır?
“Mâsûmâne sohbet” tabiri, babanın aile ile olan diyalogu, çocukları ile ilgilenmesi,
onlarla oynaması, onlarla sohbet etmesi, onlarla arkadaşlık kurması, onlarla ve onların
seviyesine göre imana dair dersler okuması, hepsi bu tabirin kapsamı içinde anlaşılabilirler.
Batı medeniyetinin eğlence anlayışı, daha ziyade tüketime dayalı ve bencilce bir
niteliktedir. Üstad Hazretlerinin sinemayı örnek vermesi bu manaya işaret ediyor. Batı
toplumunun gittikçe aile hayatından kopup kedi köpek beslemesi ve bir takım fantezilerin
peşinden koşması hep bu anlayışın ürünüdür. Oysa İslam aileye ve sosyal hayata önem
veriyor, tüketime dayalı ve bencil sayılacak eğlencelere kapıyı kapatıyor.
Üstelik bir anne ve baba için evladı ile meşgul olması yanında dünyanın hiçbir zevk ve
eğlencesi üstün olamaz. Bu, her anne ve baba için fıtri bir haldir, bu yüzden İslam’a fıtrat
dini denilmektedir.
"Ve bir siperi ve kalesi, çarşafı olduğunu gösteriyor."
Çarşaf hakkında bilgi verir misiniz?
Çarşaf; Farsça bir kelime olup her tarafı örten örtü anlamına gelmektedir. Bu kelimenin
aslı çharşaf' tır. Çhar; Dört demektir. Çharçaf ise; dört tarafı kapatan örtü anlamına
gelmektdir. Risalede geçen çharşaf, dış örtü anlamında kullanılmıştır.
Risalede geçen ifade özel anlamda değil, genel anlamda kullanılmıştır. En dış örtü
denince sadece siyah çarşaf anlaşılmadığı gibi, sadece bir başka giyim şekli de
anlaşılmamalıdır. Burada esas olan vücut hatlarını göstermeyen bir dış kıyafetin olmasıdır.

"Ve on adetten ancak iki üç tanesi bulunabilir ki, hem


genç olsun, hem güzel olsun, hem kendini göstermekten
sıkılmasın." Bu ifadeye göre geri kalan iki üç kadının
tesettüre girmemesi meşru mu olmuş oluyor?
Burada ileri sürülen bir iddianın delilleri toplanıyor. İddia şudur: Örtünmek, insan
fıtratının bir gereğidir; yani fıtridir. Bunun bir çok delilini sayıyor Üstad. Bunlardan bir
tanesi de sizin soru konusu ettiğiniz kısımdır. Şöyle ki;
On adetten altı yedisi örtünmek ihtiyacı hissediyorsa, demektir ki çoğunluk örtünmeden
yanadır ve dolayısı ile genel bir kural ortaya çıkmaktadır. Örtünmek madem çoğunluğun
tercihidir, öyle ise fıtridir. Açıklık ise istisnadır ve fıtrat dışıdır. Buna bir örnek verelim.
Müslüman yalan konuşmaz. Ama yüzde yirmi otuz da olsa yalan konuşan vardır. Bu oran
yalan konuşmaya cevaz değildir, istisnadır ve kural dışıdır. Kırmızı ışıkta durulur. Ancak
durmayanlar da vardır. Bu oran yüzde on, yüzde yirmi de olabilir. Ancak yine de bu durum,
kırmızı ışıkta geçmenin meşruluğuna delil olamaz.

"Veyl o zevc ve zevceye ki, birbirini ateşe atmakta yardım


eder. Yani, medeniyet fantaziyelerine birbirini teşvik eder."
Bu ifadeleri izah eder misiniz? Medeniyet fantaziyelerini
nasıl anlamalıyız?
Medeniyet fantaziyeleri; Batı medeniyetinin insanlık önüne sürmüş olduğu günah ve
haramların tamamına denir. Helal olmayan her şey fantezi kapsamına girer.
Günümüzde nefis ve hevayı coşturan ve Allah’ı unutturan bütün eğlence ve haram
zevkler medeniyet fantaziyeleri dahilindedir. Bunlara örnek; sinema, dans, tüketim çılgınlığı,
tiyatro, moda, magazin, bazı gaflete sebep olan sporlar, cinselliği öne çıkaran neşriyatlar,
içki ve kumarın türleri, nefis ve şehveti uyandıran müzikler, batının ahlaksız yaşam tarzları
vs...
Bunlardan bazıları mutlak haram değildirler, ama kullanıldığı amaca göre hüküm alırlar.
Mesela, neşriyatlar ve sinema haram işlerde haram helal işlerde helal hükmünü alırlar.
Karı koca bu haramlarda biribirine teşvikçi ve örnek oluyorlar ise, ikisine de yazık,
sonları ateştir.

"Yoksa, şimdiki işittiğim gibi, mahkemelere boşanmak için


müracaat edeceksiniz. Bu da, haysiyet-i İslâmiye ve şeref-i
milliyemize yakışmaz." İzah eder misiniz?
Dindar bir kadın ile fasık bir erkek evlenirse, doku ve fikir uyuşmazlığı baş gösterir ve
bu nihayetinde boşanmaya kadar gider. Halbuki boşanmak meşru ve helal olmasına rağmen,
şiddetle kınanan ve kerih görülen bir yoldur. Allah Resulü (s.a.v) bu hususta şöyle
buyurmuştur:

“Allah’ın helal kıldığı şeyler arasında boşanmaktan daha nefret ettiği bir şey
yoktur.”(1)

Öyle ise boşanmak öyle sıradan ve basit bir yol değil, nadir ve geçerli bir sebep ile
hasıl olacak son yoldur. Bu sebeple kadın veya erkek baştan seçeceği eşin kendine denk olup
olmadığına dikkat etmesi gerekir. Yoksa "nasıl olsa boşanmak meşru, seçilen eş iyi
çıkmaz ise boşarım" mantığı ile hareket edip mahkeme koridorlarını doldurmak, İslam
ahlakı ve izzeti ile bağdaşmaz. Boşanmak Müslüman için en son çare ve en zor bir karar
olmalıdır. Boşanmanın kolay ve çabuk bir yol haline getirilmesi hakikaten İslam’ın haysiyeti
ve Müslüman milletinin şerefi ile bağdaşmaz.
Milliyet burada kavim ve ırk anlamında değil, ümmet ve bütün İslam alemi anlamında
kullanılmıştır. İslam ise Kur’an ve sünnet anlamında kullanılmıştır. Boşanmanın kolay ve
basit bir yol haline dönüştürülmesi her ikisi ile de bağdaşmaz demektir. Yukardaki hadis
ışığında bu tabire bakacak olursak, ne kadar yerinde bir tabir olduğu anlaşılır.
(1) bk. Prof.Dr. İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı ve Şerhi.

Soruda geçen yer için tıklayınız:


Lem'alar, Yirmi Dördüncü Lem'a.
Birinci Mektubun Dördüncü Suali
Mahbuplara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâp ettiği
gibi, acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı
mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılâp edebilir mi?
Bu konu Birinci Mektup'ta izah edilmektedir. İlgili yer aşağıda verilmiştir.

"DÖRDÜNCÜ SUAL: Mahbuplara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâp


ettiği gibi, acaba ekser nasta bulunan, dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir
aşk-ı hakikîye inkılâp edebilir mi?"

"Elcevap: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o
yüzün üstündeki zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir
mahbup arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret
olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o
vakit aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve
hayatıyla bağlı kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i
dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası
zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak
bir dest-i inâyet onu kurtarsın. Şu hakikati tenvir için şu temsile bak:"

"Meselâ, şu güzel, ziynetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam
âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur: biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî.
Herbirimiz, kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini
değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak kırmızı, yeşil boyasak yeşil gösterir. Ve
hâkezâ, âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz. Çirkinleştirir, güzelleştirir,
çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve
tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatte birbirinin aynı iken, ahkâmda
ayrıdırlar. Sen bir parmakla odanı harap edebilirsin; ötekinin bir taşını bile
kımıldatamazsın."

"İşte, dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı bir endam âyinesidir. Şu
dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi,
kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz bir sahifedir, hayatımız
bir kalem onunla, sahife-i a’mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor."

"Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız üstünde bina
edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait
muhabbetimiz, o hususî dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u
esmâ-i İlâhiyeye döner, ondan cilve-i esmâya intikal eder."
"Hem o hususî dünyamız, âhiret ve Cennetin muvakkat bir fidanlığı olduğunu derk
edip, ona karşı şedit hırs ve talep ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve
semeresi ve sümbülü olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk hakikî
aşka inkılâp eder."
ۤ
"Yoksa ‫ﺳﻘُﻮَن‬ ِ َ ‫ﺴُﮭْﻢ اُوٰﻟﺌَِﻚ ُھُﻢ اْﻟﻔﺎ‬
َ ُ‫ﺴﻮا ﷲَ ﻓَﺎ َْﻧٰﺴﯿُﮭْﻢ اَْﻧﻔ‬
ُ َ‫ ﻧ‬sırrına mazhar olup, nefsini unutup,
hayatın zevâlini düşünmeyerek hususî, kararsız dünyasını aynı umumî dünya gibi
sabit bilip kendini lâyemut farz ederek dünyaya saplansa, şedit hissiyatla ona
sarılsa, onda boğulur, gider. O muhabbet onun için hadsiz belâ ve azaptır. Çünkü, o
muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüt eder. Bütün
zîhayatlara acır, hattâ güzel ve zevâle maruz bütün mahlûkata bir rikkat ve bir
firkat hisseder; elinden birşey gelmez, ye’s-i mutlak içinde elem çeker."

"Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvî bir
tiryak bulur ki, acıdığı bütün zîhayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâkînin bâki
esmâsının daimî cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkati bir
sürura inkılâp eder. Hem zeval ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın
arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin
ve san’at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-i daimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i
hüsün ve tecdid-i lezzet ve teşhir-i san’at için bir tazelendirmek şeklinde görüp,
lezzetini ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir."(1)

(1) bk. Mektubat, Birinci Mektup.

Mecazi aşktan kurtulmanın yolu nedir? Risalelerde bu


konu nasıl işlenmiştir?
İnsanın fıtratına konulmuş olan duyguları kökünden söküp atması imkansızdır. Bu sebeple
duyguları kökünden söküp atmak yerine yönünü çevirmek esas olmalıdır. Mesela, düşmanlık
hissi insanın fıtri bir duygusudur; bu hissin fıtrattan sökülüp atılması kabil değildir. Öyle ise
bu duygunun yönünü ve yüzünü Mümin kardeşlerimize değil, başka taraflara çevirmek
gerekir.
Aşk ve muhabbet insanın en köklü ve en esaslı bir duygusudur. Bunun da diğerleri gibi
tamamen fıtrattan sökülüp atılması kabil değildir. Ama bu duyguyu İlahi veya mecazi aşka
çevirmek insanın iradesine bakar. İnsan kalbini İlahi aşka yönlendirme fırsatı ve imkanı
varken bunu mecazi aşkların dalgasına terk ediyor ise bu mesuliyeti gerektiren bir durumdur.
Muhabbet etme kabiliyetini Allah kendi Zatı ve isimlerini sevmemiz için bize takmıştır;
insan suistimal ile bu kabiliyeti mecazi aşklara çeviriyor ise mesuldür.
Allah insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak
genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedi ve solmayan
bir güzellik ile tatmin olabilir.
Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır.
Sevdiğimiz o güzellik ya eskir pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun
olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler
için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek, bunun
tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise
iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak
sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir.
Kainatta aşka sebep olan üç faktör vardır. Bunlar cemal, kemal ve ihsandır. İnsan bu
sebeplerden dolayı aşık olur ya da birisini sever. Halbuki kainattaki bütün güzellikler,
mükemmellikler, ikram ve ihsanların membaı ve esası Allah’ın isim ve sıfatlarıdır.
Kainattaki bütün güzellikleri toplasak Allah’ın cemali yanında okyanustan bir damla
mesabesinde kalır. Üstelik bu güzellik ebedidir. Öyle ise neden damla ile oyalanıp acı ve
elem çekelim. Asıl güzellik kaynağına kalbimizi tevcih edip tatmin olmak varken.
Mesela, çok susamış bir adam düşünelim ağzı susuzluktan kavrulur bir vaziyette iken bir
baraja rast gelir, barajın bendinin bu tarafında toprak üzerinde az bir yaşlık var, ama
arkasında ise nezih ve leziz büyük bir gölet var. Şu şaşkın adam kavrulmuş ağzını toprak
üzerindeki ıslaklığa dayamış kanmaya çalışıyor. Halbuki arkasında büyük bir gölet var. İşte
biz de sonsuz güzellik sahibi Allah varken gidip ıslaklık mesabesinde fani ve adi
güzelliklere kalp dudağımızı yapıştırıp kanmaya çalışıyoruz. Üstelik o güzellikler Allah’ın
güzelliğinden zayıf ve çok perdelerden geçmiş bir sızıntısı konumundalar. Biz nazarımızı ve
kalbimizi o mecazi sevgiliden hakiki sevgiliye yani Allah’a çevirirsek hem o beladan
kurtuluruz hem de gerçek güzelliği bulmuş oluruz.
Özet olarak, Allah insana ancak kendi ile meşgul olup onun ile tatmin olabilecek
mahiyette bir kalp vermiştir. Bu sebeple kalbin Allah’tan başka şeyler ile meşgul olup
onlara aşık olması zaten doğru olan bir şey değildir. Zira Allah, kalbi insana sadece
kendisini sevmek için tahsis etmiştir. Biz bu tahsise ihanet ederek farklı şeylere aşık olursak
elbette bu Allah katında makbul ve caiz olmaz.

"Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur." (Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk tek
mahbub Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip Allah aşkına
yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup imtihanı kaybetme riski çok
fazla olur. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevemeye değmez)
deyip, mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.

"Sabıkan beyan edildiği gibi, ehl-i gaflet ve ehl-i dünya tarzında ve nefis
hesabına olan muhabbetlerin, dünyada belâları, elemleri, meşakkatleri çoktur;
safâları, lezzetleri, rahatları azdır. Meselâ şefkat, acz yüzünden elemli bir musibet
olur. Muhabbet, firak yüzünden belâlı bir hırkat olur. Lezzet, zeval yüzünden
zehirli bir şerbet olur. Âhirette ise, Cenâb-ı Hakkın hesabına olmadıkları için, ya
faydasızdır veya azaptır (eğer harama girmişse)."
"Sual: Enbiya ve evliyaya muhabbet nasıl faydasız kalır?"
"Elcevap: Ehl-i teslisin İsâ Aleyhisselâma ve Râfızîlerin Hazret-i Ali
Radıyallahu Anha muhabbetleri faydasız kaldığı gibi. Eğer o muhabbetler,
Kur'ân'ın irşad ettiği tarzda ve Cenâb-ı Hakkın hesabına ve muhabbet-i Rahmân
namına olsalar, o zaman hem dünyada, hem âhirette güzel neticeleri var."
"Amma dünyada ise, leziz taamlara, güzel meyvelere muhabbetin, elemsiz bir
nimet ve ayn-ı şükür bir lezzettir."
"Nefsine muhabbet ise, ona acımak, terbiye etmek, zararlı hevesattan men
etmektir. O vakit nefis sana binmez, seni hevâsına esir etmez. Belki sen nefsine
binersin. Onu hevâya değil, hüdâya sevk edersin."(1)

Hasılı, mevcudatı Allah hesabına ve onun sanat ve eserleri olduğu için sevmeliyiz ve
Allah’a olan muhabbetimize bir vesile ve araç yapmalıyız.
Bu konu risalelerde sıkça işlemiştir. Bunlardan iki yerin linki aşağıda yer almaktadır.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf
İlgili konu için tıklayınız:
Mektubat, Birinci Mektup Dördüncü Sual

Sevgilisinden ayrılan biri nasıl teselli bulabilir? Risalede


bununla ilgili ne tür reçeteler mevcuttur? Tatminkar, ikna
edici bir cevap verebilir misiniz?
Bu konu ile ilgili Risalelerde geçen manaları özetlemek gerekirse şunları söylemek
mümkündür:
Nasıl ki, tevhid ve tefekkürde, aşağıdan yukarıya, yani eserden müessire gitmek,
şüphelerden daha salim ve eminse, muhabbet noktasından da tersi, yani yukarıdan aşağıya,
müessirden esere gitmek makbul ve sağlam olanıdır.
Masivaya, yani Allah’ın mahlukatına yapılan muhabbetin iki tarzı ve şekli vardır. Biri
yukarıdan aşağıya, yani önce Allah’ı sever, sonra onun sevgisi ile mahlukatı sever.
Burada mahlukata dağıttığı sevgi, eksiklik değil, bilakis kemalat getirir. Zira onun adına,
onun sanatı noktasından sevdiği için, sevgisi dağılıp azalmaz. Tam aksine, çoğalarak
mükemmele gider.
Diğeri ise aşağıdan yukarı, yani önce masivayı ve mahlukatı sever, sonra Allah’a doğru
gitmeye çalışır. Giderken, çok zorlu ve kuvvetli bir masivayı aşamama ve geçememe riski
ile karşı karşıya kalabilir.Ya da onda takılıp kalma, boğulma durumu da olabilir. Mahlukat
çok ve geniş olunca, kesrette kaybolma ve boğulma kaçınılmaz olabilir. Kalbin kuvvet ve
enerjisi, kesrette dağılıp, bir daha toplanması çok zorlaşır ve vahdete, yani Allah’a
yönelmesine takatı, gücü kalmayabilir.
Bu yüzden aşağıdan yukarı muhabbet tarzı güvenli ve sağlam bir tarz değildir.
Herkesin kavi ve aşılamaz sebebi farklı olabilir. Kimisi için bir evlat, kimisi için mal mülk,
kimisi için gençlik ve şehvet, kimsisi için mecazi bir aşk, kimisi için şan ve şöhret, kimisi
için kibir ve enaniyet ve kimisi için de dünyanın suri tatlılığı birer engel ve perde olabilir.
İşte bunlar ve daha bunlara benzer çok kuvvetli perdeler ve barikatlar, kalbin muhabbet
seyahatinde Allah’a ulaşmasına mani ve engel olabilirler. Bunları geçse de, yara ve izleri
kaldığından, safi bir Allah sevgisi olamaz. Olsa da eksik ve nakıs olur.
Önce tahkiki imanı elde edip, tefekkür ve marifet ile kalben Allah’a aşk ve muhabbetini
tesis ettikten sonra masivaya kalben yönelmek lazımdır. Yoksa, kalbi kesrette dağıtıp,
kuvvetli sebeplere yapışıp, sonra tevhide ve vahdete yönelmek ve muhabbetullahı bulmak
çok zordur.
Allah, insana kendi cemal ve kemalini sevecek ve fani güzelliklerle tatmin olmayacak
genişlikte ve keskinlikte bir kalp vermiştir. İnsanın bu geniş kalbi ancak ebedi ve solmayan
bir güzellik ile tatmin olabilir.
Oysa kainatın ve içindeki bütün güzelliklerin üzerinde fena ve fanilik damgası vardır.
Sevdiğimiz o güzellik, ya eskir ya pörsür ya da bize karşılık vermez, verse de bizim meftun
olduğumuz o güzellik çabuk söner. Demek bize verilen bu kalp o fena ve fani güzellikler
için değil, ebedi ve solmayan bir güzelliği sevmek için tahsis edilmiştir.
Biz suistimal edip, Allah’a tahsis edilmiş kalbimizi fani mahlukata tevcih edersek, bunun
tokadını hem burada hem ahirette yeriz. Kalbimizdeki bu hastalığı tedavi etmenin yolu ise
iman ve tefekkür üzerinde yoğunlaşıp o güzellikler üzerinde fanilik damgalarını okuyarak
sevgi ve aşkımızı gerçek sahibine tevdi etmektir.
Kainatta aşka sebep olan üç faktör vardır. Bunlar cemal, kemal ve ihsandır. İnsan, bu
sebeplerden dolayı aşık olur, sever. Halbuki kainattaki bütün güzellikler, mükemmellikler,
ikram ve ihsanların membaı ve esası Allah’ın isim ve sıfatlarıdır.
Kainattaki bütün güzellikleri toplasak, Allah’ın cemali yanında okyanustan bir damla
mesabesinde kalır. Kaldı ki, bu güzellik ebedidir. Öyle ise neden damla ile oyalanıp acı ve
elem çekelim, asıl güzellik kaynağına kalbimizi tevcih edip tatmin olmak varken.
Mesela, çok susamış bir adam düşünelim. Ağzı susuzluktan kavrulur bir vaziyette iken,
bir baraja rast gelir. Barajın bendinin bu tarafında toprak üzerinde az bir yaşlık var, ama
arkasında ise nezih ve leziz büyük bir gölet var. Şu şaşkın adam kavrulmuş ağzını toprak
üzerindeki yaşlığa dayamış kanmaya çalışıyor. Halbuki arkasında büyük bir gölet var. İşte
biz de sonsuz güzellik sahibi Allah varken, ıslaklık mesabesinde fani ve adi güzelliklere
kalp dudağımızı yapıştırıp kanmaya çalışıyoruz. Kaldı ki, o güzellikler Allah’ın
güzelliğinden zaif ve çok perdelerden geçmiş bir sızıntısı konumundalar. Biz nazarımızı ve
kalbimizi o mecazi sevgiliden hakiki sevgiliye, yani Allah’a çevirirsek, hem o beladan
kurtuluruz, hem de gerçek güzelliği bulmuş oluruz.
Özet olarak; Allah, insana ancak kendi ile meşgul olup onun ile tatmin olabilecek
mahiyette bir kalp vermiştir. Bu sebeple kalbin Allah’tan başka şeyler ile meşgul olup
onlara müptela olması zaten doğru bir şey değildir. Kalbin fani olan mahluklara aşık olması,
kalbin manevi bir hastalığıdır, hatta kalbi bir şirktir. Zira Allah, kalbi, insana sadece
kendisini sevmemiz için tahsis etmiştir. Biz bu tahsise ihanet ederek farklı şeylere aşık
olursak, elbette bu Allah katında makbul ve caiz olmaz.

"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur."(Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi, insan kalbini tatmin edip doyuracak tek maşuk tek
mahbub Allah’tır. Bu sebeple kalbimize giren bu kir ve pasları temizleyip Allah aşkına
yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani aşklar içinde boğulup, imtihanı kaybetme riski çok
fazla olur. Hazreti İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevemeye değmez)
deyip mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.
Allah adına varlığı sevmek, hem ibadet hem de yerinde ve elemsiz bir muhabbet olur.
Detaylı bilgi için, Birinci Mektubun Dördücü Suali, On Yedinci Mektup ve Otuz
İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında geçen İkinci Noktanın İkinci Mebhasını okumanızı tavsiye
ederiz.

Umumi ve hususi dünyamızın karışmasında tabiat


bataklığına düşmek ihtimalini, hakikatte hususi dünyamızın
neleri ihtiva ettiğini, izah eder misiniz?
İlgili risalede de ifade edildiği gibi, umumi dünya bir derece sabittir. Hususi dünyamız
ise sürekli değişkendir. Kısa bir süre sonra ölüp gittiğimiz halde, umumi dünya hayatına
devam ediyor. Biz kendi dünyamıza bakarken, umumi dünya gibi sabit telakki edersek,
kendimizi de ebedi yaşayacak gibi görür, gaflete düşebiliriz. Allah'ı, ahiret'i unutur. Madde
peşinde koşan insanlar durumuna düşebiliriz.
"Hususî dünyamız, âhiret ve cennetin muvakkat bir fidanlığıdır." diye orda ifade
ediliyor. Altıncı Söz'de de ifade edildiği gibi; senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o
mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi
zâhirî ve bâtınî hasselerindir.
Ayrıca umumi ve hususi dünya ile ilgili olarak bk. Mektubat, Birinci Mektup. ve
Lem'alar, Yirmi Altıncı Lem'a.

"Aşk-ı mecazi, aşk-ı hakikiye inkilab eder..." cümlesini


hayatımıza nasıl uygulayabiliriz? Şiddetli aşk acısı çeken
arkadaşlarımıza ne gibi tavsiyelerde bulunabilirz?
"BİRİNCİ MERTEBE-İ NURİYE-İ HASBİYE: Bendeki aşk-ı beka, bendeki
bekaya değil, belki sebepsiz ve bizzat mahbub olan kemâl-i mutlak sahibi Zât-ı
Zülkemâlin ve Zülcelâlin bir isminin bir cilvesinin, mahiyetimde bir gölgesi
bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlakın varlığına ve kemâline ve bekasına
müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye
yapışmış, aynanın bekasına âşık olmuştu."(1)

Allah insana, ancak kendi ile meşgul olup onun ile tatmin olabilecek mahiyette ve
genişlikte bir kalp vermiştir. Bu sebeple kalbin fani olan mahluklara aşık olması ve onlar
ile meşgul olması kalbin manevi bir hastalığıdır, hatta kalbi bir şirktir. Zira Allah, kalp
denen mekanizmayı, insana sadece kendisini sevmek için tahsis etmiştir.

"Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur." (Rad, 13/ 28)

ayeti de bu manayı ihtar ve ikaz ediyor. Bu yüzden insan, kalbini tatmin edip doyuracak
tek maşuk, tek mahbub Allah’tır.
Diğer bir husus, muhabbet ilim ve marifetin bir neticesi hükmündedir. İlim ve marifet
ziyadeleştikçe muhabbet de ona oranla ziyadeleşir. Demek asıl ve öz olan, muhabbettir.
Nasıl meyve ağacı, meyvesi için dikilir ve bakılır ise, aynı şekilde kainat ağacının meyvesi
ve neticesi de muhabbettir, kainatın yaratılması da ona bakar. Bu yüzden Allah insana
nihayetsiz ve her şeyi kuşatacak bir muhabbet hissi vermiştir. Yani kendisini sevecek ve ona
kalben bağlanacak bir muhabbet hissini insanın özü ve esası olan kalbine yerleştirmiştir.
Demek insanın kalbinde her şeyi kuşatacak ve yutacak kabiliyette ve genişlikte bir
muhabbet istidadı vardır. Bu muhabbeti bu genişliğe ve bu kıvama ancak tevhid getirir. Zira
tevhid kalp ile Allah arasında bir adaptasyon, bir köprü gibidir. Tevhid, kalbin kullanma
kılavuzu hükmündedir. Kılavuza göre hareket edilmez ise, kalp adi ve basit şeyler içinde
boğulup gider. Kalbin o muazzam genişliği, tevhid olmaz ise, basit ve adi bir mahlukta
meccanen söner gider.
Tevhid, kalbi sahibine yöneltmesi noktasından kalbe yardım edip rehber oluyor. Nasıl
tevhid akla rehber olduğu zaman, her şeyde Allah’ı bulduruyor ise, aynı tevhid kalbe rehber
olduğu zaman da kalbi kainatın dağınıklığından ve mecazi aşklarından kurtarıp, hakiki aşk
olan Allah’a yöneltiyor. İnsanın mahiyetindeki aşk-ı beka, İlahi aşkın bir levhası bir cilvesi
bir numunesidir. Bunun sarf edileceği yer ise ancak ve ancak Allah’ın sonsuz cemal ve
kemalidir.
Bir şeyi sevmek iki türlü olur; birisi caiz değil iken, diğeri caizdir.
Birisi, bir şeyi kendi hesabına ve zatı için sevmektir. Yani sanatı, sanatkarına olan
yönünden ve işaretinden dolayı değil de, sanatı sırf sanat için, kendi hesabına sevmektir. Bu
sevgiye mecazi sevgi deniliyor. Bu sevgi Allah’ın razı olduğu bir sevgi değildir. Her şeyin
fani ve geçici olması bu yüzü iledir.
Allah namına olmayan her şey fena ve yokluğa mahkumdur. Fena ve yoklukla yoğrulmuş
bir sevgi ise insana lezzetten çok, azap veriyor. Bu sebeple Allah namına olmayan mecazi
sevmekler yanlış ve yasaktır. Üstelik bu sevgi insana Allah’ı hatırlatmıyor, tam aksine
unutturuyor. Halbuki insana verilen kalp, ancak Allah sevgisi ile tatmin olabilir. Fani ve
geçici mahlukat ile tatmin olmaz.
Diğeri ise, Allah namına ve Allah hesabına sevmektir. Yani mahlukatı Onun isim ve
sıfatlarına ayna ve vasıta olduğu için sevmek. Onun sevgisine vesile olduğu için muhabbet
etmektir. Bu sevgiye de hakiki sevgi deniliyor. Bu sevgi Allah’ın razı olduğu bir sevgidir.
Mesela bir çiçeğe bakıldığı zaman, o çiçekte sevilmeye layık ne varsa hepsi Allah’ın
sonsuz güzelliğinden gelen zayıf bir tecellidir. Güzelliğin asıl kaynağı ve membası Allah’ın
sonsuz cemalidir. Demek çiçek sadece bir mazhar ve aynadır. Aynaya bakıp da aynanın
kaynağına intikal etmemek abes olur.
İşte kainatta sevgiye sebep olan bütün güzellikler, mükemmellikler ve iyilikler hepsi
Allah’tan geliyor. Mahlukattaki bütün güzellikler onun sonsuz isim ve sıfatlarının çok
perdelerden geçmiş zayıf ve basit birer tecellileridir. Biz bu tecellileri Allah için ve onun
ismi ve namı ile sevebiliriz. Anne ve babamızı Allah’ın birer mahluku ve sanatı noktasından
sevebiliriz. Allah namına olmadan ve Ondan bağlantısız, sırf kendi hesaplarına sevmek
doğru değildir. Yoksa, Allah için ve onun hesabına ne kadar sevip hürmet etsek azdır.
Burada sevmenin bir sınırı ve yasağı yoktur.
Kainatta aşka sebep olan üç faktör vardır. Bunlar cemal, kemal ve ihsandır. İnsan bu
sebeplerden dolayı aşık olur, ya da birisini sever. Halbuki kainattaki bütün güzellikler,
mükemmellikler, ikram ve ihsanların membaı ve esası Allah’ın isim ve sıfatlarıdır.
Kainattaki bütün güzellikleri toplasak, Allah’ın cemali yanında okyanustan bir damla
mesabesinde kalır ve üstelik bu güzellik ebedidir. Öyle ise neden damla ile oyalanıp acı ve
elem çekelim, asıl güzellik kaynağına kalbimizi tevcih edip tatmin olmak varken.
Mesela çok susamış bir adam düşünelim. Ağzı susuzluktan kavrulur bir vaziyette iken,
bir baraja rast gelir, barajın bendinin bu tarafında toprak üzerinde az bir ıslaklık var, ama
arkasında ise nezih ve leziz büyük bir gölet var. Şu şaşkın adam, kavrulmuş ağzını toprak
üzerindeki ıslaklığa dayamış kanmaya çalışıyor. Halbuki arkasında büyük bir gölet var.
İşte biz de sonsuz güzellik sahibi olan Allah varken, gidip ıslaklık mesabesinde fani ve
adi güzelliklere kalp dudağımızı yapıştırıp kanmaya çalışıyoruz. Halbuki, o güzellikler
Allah’ın güzelliğinden zaif ve çok perdelerden geçmiş bir sızıntısı konumundalar. Biz
nazarımızı ve kalbimizi o mecazi sevgiliden hakiki sevgiliye, yani Allah’a çevirirsek, hem o
beladan kurtuluruz, hem de gerçek güzelliği bulmuş oluruz.
Üstad'ın şu ifadeleri konumuzu özetlemektedir, şöyle ki:

“İkincisi: Çok Sözlerde izah ettiğimiz gibi, herşey, mânâ-yı ismiyle ve kendine
bakan vecihte hiçtir; kendi zâtında müstakil ve bizatihî sabit bir vücudu yok. Ve
yalnız kendi başıyla kaim bir hakikati yok. Fakat Cenâb-ı Hakka bakan vecihte
ise, yani mânâ-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esmâ-i bâkiye
var. Mâdum değil; çünkü sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır,
sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi
gölgesidir.” (2)

Dipnotlar:
(1) bk. Şualar, Dördüncü Şua.
(2) bk. Mektubat, On Beşinci Mektup.

"Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı


kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir..." Bu
cümleyi açıklar mısınız?
"Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki
zeval ve fenâ çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbup arasa,
dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer
yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit aşk-ı
hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şartla ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı
kararsız dünyasını haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet
gibi kendini unutup, âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık
olsa, tabiat bataklığına düşer, boğulur. Meğer ki, harika olarak bir dest-i inâyet
onu kurtarsın."(1)

İnsanı gaflete düşüren en önemli sebeplerden birisi de insanın hissi yanılgısıdır. Bu


yanılgıların başında da insanın bu fani dünyayı ebedi olarak algılamasıdır. İnsanı bu noktada
yanıltan en önemli faktörlerden birisi, dünyanın demirbaşı hükmünde olan eşyanın bir derece
sabit ve devamlı olmasıdır. İnsan etrafına bakıyor; dağlar, ovalar, nehirler, güneş gibi
unsurlar milyonlarca yıldır aynı ve değişmiyorlar. Nefiste de muhakemeden çok hissiyat
galip olduğu için, bu etrafındaki sabitlik ve devamlılığı kendi üstüne alıp, kendinin de
devamlı ve sabit olduğu ahmaklığına hükmediyor. Yalnız bütün eşyanın ölümü olan
kıyametten korkuyor. Halbuki kendi kıyameti yanı başında onu gözlüyor. Güya kıyamet
vaktine erişecekmiş gibi kıyametten korkup ürküyor. Bu, nefsin önemli bir manevi
hastalığıdır. İnsanları dalalet ve gaflete iten en önemli faktör bu hissi yanılgıdır.
Öyle ise ey nefis, aklını başına al, bu hissi galat ve yanılgıdan sıyrıl ve hakikatleri gör.
Her gün ölen insanlara bak, vücudunda sürekli zeval bulan azalarını seyret ve ölümün ne
kadar yakın olduğunu hisset ve ona göre yaşa.
Sonra Üstad Hazretleri bu hakikati akla yaklaştırmak için bir temsil veriyor. İnsan
elindeki aynanın içindeki görüntülere tasarruf edebilir, ama aynaya yansıyan harici
alemlerde asla tasarruf edemez. Elimizdeki ayna kırıldığı zaman, içinde yansıyan bütün
görüntüler kaybolup gider, ama o görüntülerin gerçek boyutlarına, yani harici alemlere
hiçbir şey olmaz. Öyle ise harici alemlerin sabitliliği ve devamlılığı senin aynanın
kırılmamasına bir fayda temin etmiyor ki, sen o sabit şeylere bakıp kendi aynana beka
veriyorsun, diyerek yukarıda izah ettiğimiz hakikati temsil ile akla yakınlaştırıyor.
İnsanın şahsi alemi kırılmaya mahkum ayna gibidir. Harici alem ise aynamızda
yansıyan kainat ve dünyadır. Kainat ve dünya bir parça sabit ve daimdir, ama insanın ömür
aynası çabuk kırılır bir şişe gibidir. İnsan duygu ve düşüncelerini bir parça sabit ve daim
olan kainat ve dünyaya kaptırır ise, gaflet bataklığından çıkıp kurtulamaz.
(1) bk. Mektubat, Birinci Mektup

"Hem zeval ve fenâya maruz bütün güzel mahlûkatın


arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü mukaddes ihsas
eden bir nakış ve tahsin ve san’at ve tezyin ve ihsan ve tenvir-
i daimîyi görür." cümlesini izah eder misiniz?
Nehirin akıp gitmesine karşın nehir üzerinde parlayan ışık hüzmelerinin sabit kalması,
daimi bir güneşi akla gösterir. Aynı şekilde kainatta hükmeden zaman nehrinin sürekli olarak
zeval ve icada mahal olması, daimi ve ezeli bir sanatkarı akla gösterir.
Zaman nehri içinde olan kainat sahifesine dikkat ile bakıldığında, her şey tebdil ve tağyir
kanuna tabidir. Ama bu tebdil ve tağyir kanunu arkasında değişmeyen ve sabit olan bir Zat-ı
Akdes olması lazımdır ki, o kanun sübut ile devam edebilsin. Yoksa Zat değişirse kanun da
değişir, kainatta nizam ve istikrar kalmaz. Yani kainatta değişim ve dönüşüm nasıl
değişmeyen ve dönüşmeyen bir Zat'a işaret ediyorsa, aynı şekilde değişmeyen kanunlar da
ezeli ve ebedi olan bir Zat'a işaret eder.
Bu ölçüler ışığında meseleye bakacak olursak, kainat nehrinde akıp giden güzelliklerin
yerine yenilerinin gelmesi, baki ve fenadan münezzeh bir Cemal'e işaret eder ve onu bize
ispat eder.
Diğer bir nokta, güzel ve estetik olan bir sanat güzel ve Cemil bir sanatkara işaret eder.
Yani güzel güzel olandan gelir; çirkinden güzellik gelmez. Öyle ise kainatta dolaylı ya da
dolaysız bütün güzellikler, ebedi bir güzelliğin tecellisi, O'na işaret eden bir levhadır.

"Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız âyine olduğu


ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-i İlâhiyeye döner, ondan
cilve-i esmâya intikal eder." Açıklar mısınız?
"Eğer dünyamızı sevdikse, sonra gördük ki, dünyamız, hayatımız üstünde bina
edildiği için, hayatımız gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait
muhabbetimiz, o hususî dünyamız ayna olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-
i İlâhiyeye döner, ondan cilve-i esmâya intikal eder."(1)

İnsanı gaflete düşüren en önemli sebeplerden birisi de, insanın hissi yanılgısıdır. Bu
yanılgıların başında da insanın bu fani dünyayı ebedi olarak algılamasıdır. İnsanı bu noktada
yanıltan en önemli faktörlerden birisi, dünyanın demirbaşı hükmünde olan eşyanın bir derece
sabit ve devamlı olmasıdır. İnsan, etrafına bakıyor; dağlar, ovalar, nehirler, güneş gibi
unsurlar milyonlarca yıldır aynı ve değişmiyorlar. Nefiste de, muhakemeden çok, hissiyat
galip olduğu için, bu etrafındaki sabitlik ve devamlılığı kendi üstüne alıp, kendinin de
devamlı ve sabit olduğu hükmüne varıyor. Böyle anladığı için de, daha çok, bütün eşyanın
ölümü olan kıyametten korkuyor. Halbuki kendi kıyameti yanı başında onu gözlüyor. Güya
kıyamet vaktine erişecekmiş gibi kıyametten korkup ürküyor. Bu, nefsin önemli bir manevi
hastalığıdır. İnsanları dalalet ve gaflete iten en önemli faktör bu hissi yanılgıdır.
Öyle ise ey nefis, aklını başına al, bu hissi galat ve yanılgıdan sıyrıl ve hakikatleri gör.
Her gün ölen insanlara bak, vücudunda sürekli zeval bulan azalarını seyret ve ölümün ne
kadar yakın olduğunu hisset ve ona göre yaşa.
Sonra Üstad Hazretleri bu hakikati akla yaklaştırmak için bir temsil veriyor. İnsan,
elinde bulunan aynanın içindeki görüntülerde tasarruf edebilir, ama aynaya yansıyan harici
alemlerde asla tasarruf edemez. Elimizdeki ayna kırıldığı zaman, içinde yansıyan bütün
görüntüler kaybolup gider, ama o görüntülerin gerçek boyutlarına, yani harici alemlere
hiçbir şey olmaz. Öyle ise harici alemlerin sabitliliği ve devamlılığı senin aynanın
kırılmamasına bir fayda temin etmiyor ki, sen o sabit şeylere bakıp kendi aynana beka
veriyorsun, diyerek yukarıda izah ettiğimiz hakikati temsil ile akla yakınlaştırıyor.
İnsanın şahsi alemi kırılmaya mahkum bir ayna gibidir. Harici alem ise aynamızda
yansıyan kainat ve dünyadır. Kainat ve dünya bir parça sabit ve daimdir, ama insanın ömür
aynası çabuk kırılır bir şişe gibidir. İnsan, duygu ve düşüncelerini bir parça sabit ve daim
olan kainat ve dünyaya kaptırır ise, gaflet bataklığından çıkıp kurtulamaz.
İşte hususi dünyamıza olan sevgimiz, hususi dünyamızın kırılgan ve fani olmasını idrak
etmek ile zail oluyor. O sevgi, yönünü ve yüzünü bu sefer Hakk'a çeviriyor. Zira hususi
dünyamızda sevmeye değer gördüğümüz bütün güzellik ve kemallerin hepsi Allah’ın
isimlerinin nakış ve tecellileridirler. Allah’ın isimleri asıl ve memba iken, bizim
alemimizde tecelli eden cemal ve kemaller gölge ve arızi şeylerdir. Hasılı, mevcudatı ve
hususi dünyamızı Allah hesabına ve onun sanat ve eserleri olduğu için sevmeliyiz ve Allah’a
olan muhabbetimize bir vesile ve araç yapmalıyız.
(1) bk. Mektubat, Birinci Mektup

"Ona ait muhabbetimiz, o hususî dünyamız âyine olduğu


ve temsil ettiği güzel nukuş-u esmâ-i İlâhiyeye döner, ondan
cilve-i esmâya intikal eder." Cilve-i esmâ ve nukuş-u esmâ
manalarını açıklar mısınız? Cilve, nakış ve tecelli arasındaki
farklar nelerdir?
Tecelli: Kelime olarak görünmek ve bilinmek manasına geliyor. İlâhi kudretin meydana
çıkması, görünmesi. Hak nurunun tesiriyle, kulun kalbinde hakikatın bilinmesi şeklinde de
anlaşılır. Cilve ile tecelli müteradif, yani eşanlamlıdır.
Nakış: Kelime olarak resmetmek ve boyamak anlamına geliyor ki, Allah’ın güzel
isimleri bütün kainatı kendi mana ve hükümleri resmedip boyamışlar diyebiliriz. Nakış,
bizzat maddi olarak belirmek, orada tezahür etmek anlamına da geliyor. Mesela insanın
simasındaki göz Allah’ın basar sıfatının bir nakşıdır diyebiliriz.
Tecelli, mücerret bir yansıma iken, nakış müşahhas bir yansımadır.
Allah’ın güzel isimlerinin cilveleri ve nakışları, kainat üstünde görünen eser ve
sanatlardır. Yani kainatta var olan eser ve sanatların hepsi Allah’ın güzel isimlerinin bir
tecellisi, bir yansımasıdır.
Mesela, bir çiçek üstündeki tasvir ve çizim Allah’ın Musavvir isminin bir tecelli ve
cilvesidir. Çiçeğin şirin ve tatlı süsleri Allah’ın Müzeyyin isminin bir yansıması ve
cilvesidir. Çiçeğin bünyesindeki intizam Allah’ın Nazım isminin bir cilvesidir. Çiçeğin
hayatına lazım olan erzakların gelip bünyesine girmesi ve yerleşmesi Allah’ın Rezzak
isminin bir cilvesidir, vesaire.
Yine, insan kainat içinde Allah’ın isimlerine tecelli ve ayna olma noktasında en kapsamlı
bir eser ve en mükemmel bir sanattır. Yukarıda örnek olarak verdiğimiz çiçekte Allah’ın
bütün isimleri tecelli etmeyebilir, lakin insan mahiyetinde Allah’ın bütün isimleri tecelli
ediyor. Bu noktada insan mazhar-ı azamdır, yani Allah’ın isim ve sıfatlarına tecelli olmak
noktasından, insan kainatın en büyük mazharı ve en parlak mahallidir.
Mesela, insanın simasındaki göz Allah’ın basar sıfatının bir tecellisidir; kulak sem'
sıfatının bir yansımasıdır; konuşma mahalli olan dil kelam sıfatının bir cilvesidir; yüzdeki
tasvir ve çizim Musavvir isminin; hayata lazım olan rızkın gönderilmesi ve bedenin ve
bedende çalışan hücrelerin beslenmesi Rezzak isminin nakışları ve tecellileridir. Bu
isimler gibi, Allah’ın bütün isimleri insan mahiyetinde nakış suretinde tecelli edip cilvesini
göstermiştir. Bu nakışların ve tecellilerin hepsi, kaynakları hükmünde olan isimlere açılan
birer pencereler hükmündedir. İnsan bu pencereler vasıtası ile Allah’ın isim ve sıfatlarına
intikal ederler.
İnsanın şahsi alemi kırılmaya mahkum ayna gibidir. Harici alem ise aynamızda yansıyan
kainat ve dünyadır. Kainat ve dünya bir parça sabit ve daimdir, ama insanın ömür aynası
çabuk kırılır bir şişe gibidir. İnsan duygu ve düşüncelerini bir parça sabit ve daim olan
kainat ve dünyaya kaptırır ise, gaflet bataklığından çıkıp kurtulamaz.
İşte, hususi dünyamıza olan sevgimiz hususi dünyamızın kırılgan ve fani olmasını idrak
etmek ile zail oluyor. O sevgi, yönünü ve yüzünü bu sefer Hakka çeviriyor. Zira hususi
dünyamızda sevmeye değer gördüğümüz bütün güzellik ve kemallerin hepsi Allah’ın
isimlerinin nakış ve tecellileridirler. Allah’ın isimleri asıl ve memba iken, bizim
alemimizde tecelli eden cemal ve kemaller gölge ve arızi şeylerdir. Hasılı, mevcudatı ve
hususi dünyamızı Allah hesabına ve onun sanat ve eserleri olduğu için sevmeliyiz ve Allah’a
olan muhabbetimize bir vesile ve araç yapmalıyız.

"Umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa,


tabiat bataklığına düşer, boğulur..." Buradaki "umumi
dünya" ile "hususi dünya" kavramlarını ayrımı ile birlikte
izah eder misiniz?
İnsanı gaflete düşüren en önemli sebeplerden birisi, insanın hissi yanılgısıdır. Bu
yanılgıların başında da, insanın bu fani dünyayı ebedi olarak algılamasıdır. İnsanı bu
noktada yanıltan en önemli faktörlerden birisi, dünyanın demirbaşı hükmünde olan eşyanın,
bir derece sabit ve devamlı olmasıdır. İnsan etrafına bakıyor dağlar, ovalar, nehirler, güneş
gibi unsurlar milyonlarca yıldır aynı ve değişmiyorlar. Nefiste muhakemeden çok hissiyat
galip olduğu için, bu etrafındaki sabitlik ve devamlılığı kendi üstüne alıp, kendinin de
devamlı ve sabit olduğu ahmaklığına hükmediyor.
Yalnız bütün eşyanın ölümü olan kıyametten korkuyor, halbuki kendi kıyameti yanı
başında onu gözlüyor. Güya kıyamet vaktine erişecekmiş gibi, kıyametten korkup ürküyor.
Bu nefsin önemli bir manevi hastalığıdır. İnsanları dalalet ve gaflete iten en önemli faktör bu
hissi yanılgıdır.
Öyle ise ey nefis aklını başına al, bu hissi galat ve yanılgıdan sıyrıl ve hakikatleri gör.
Her gün ölen insanlara bak, vücudunda sürekli zeval bulan azalarını seyret ve ölümün ne
kadar yakın olduğunu hisset ve ona göre yaşa.
Sonra Üstad Hazretleri bu hakikati akla yaklaştırmak için bir temsil veriyor. İnsan
elindeki aynanın içindeki görüntülere tasarruf edebilir, ama aynaya yansıyan harici
alemlerde asla tasarruf edemez. Elimizdeki ayna kırıldığı zaman, içinde yansıyan bütün
görüntüler kaybolup gider; ama o görüntülerin gerçek boyutları yani harici alemlere hiçbir
şey olmaz. Öyle ise harici alemlerin sabitliliği ve devamlılığı senin aynanın kırılmamasına
bir fayda temin etmiyor ki sen o sabit şeylere bakıp kendi aynana beka veriyorsun, diyerek
yukarıda izah ettiğimiz hakikati temsil ile akla yakınlaştırıyor.
İnsanın şahsi alemi kırılmaya mahkum ayna gibidir, harici alem ise aynamızda
yansıyan kainat ve dünyadır. Kainat ve dünya bir parça sabit ve daimdir; ama insanın ömür
aynası çabuk kırılır bir şişe gibidir. İnsan duygu ve düşüncelerini bir parça sabit ve daim
olan kainat ve dünyaya kaptırır ise, gaflet bataklığından çıkıp kurtulamaz.
Kısacası; umumi dünya objektif olan eşya ve kainattır ve bir derece sabittir. Hususi dünya ise
sübjektif olan insanın şahsi ve maddi hayatıdır ve çok kısa ve anlıktır. Objektif alemin uzun
müddetine bakıp, sübjektif alemimize beka rengi vermek çok azim bir hatadır.
Dokuzuncu Mektub'tan Salisen ve Rabian
"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni
umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika
inada değmeyen birşeye bir sene inat ediyor..." Dokuzuncu
Mektup'un, "SALİSEN" ile başlayan kısmını açıklar
mısınız?
"SALİSEN: ... Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni
umurlara karşı hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye
bir sene inat ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki,
bu kuvvetli his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve
hakikate münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve
bâki olan hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf
eder. O haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada,
yani hakta şiddetli sebata inkılâp eder."
"İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir
sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet
etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani, 'Fıtratını değiştir.' gibi, zâhiren onlarca
mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, 'Bunların yüzlerini hayırlı
şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz.'; hem nasihat tesir eder, hem daire-i
ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur."(1)

İnsanın fıtratını değiştirmesi ve söküp atması imkan dahilinde değildir. Bu sebeple


mümkün olan; hissiyatların yüzünü/yönünü değiştirmek yoluna gidilmelidir.
Nefret ve kin, insanın fıtratında olan ve sökülüp atılması mümkün olmayan iki
hissiyattır. Madem bunları söküp atmak mümkün değil, öyle ise onların yüzünü ve mecrasını
değiştirmek gerekir. Zira bu gibi hissiyatların mecrasını ve yüzünü değiştirmek; mümkün ve
irade dahilindedir.
Nasihat edenlerin ekserisi; imkan dahilinde olmayan fıtratını değiştir, düşmanlık etme,
haset etme gibi nasihatleri yüzünden, toplum üstünde tesir edemiyorlar. Halbuki Risale-i Nur
tarzı, "hissiyatlarının yüzünü çevir, mecrasını hakka yönelt" gibi nasihatlerde bulunulsa,
hem tesir olur, hem de imkan dahilinde bir teklif olur.
Mesela; insan kin ve nefret duygusunu başta nefsi olmak üzere, kafir ve zalimlere
yönlendirerek, bu duygunun ateşini söndürüp teskin edebilir. Şayet mümin ve masum bir
insana kin ve nefret duyacak olsa, hemen onun masum ve muhabbete layık yönlerini
hatırlamak gerekir. Bu hususta Üstad'ın Uhuvvet prensiplerini kendimize rehber ittihaz
edebiliriz.
İnsanlara verilen bu şiddetli duygular, dünyanın adi ve basit işlerine sarf olunmak için
değil, ebedi olan ahiret hayatının kazanılması için verilmiştir.
İnsana düşen görev; bu hissiyatlarını mecrasını ve yüzünü ahirete çevirmektir. Yoksa
bu hissiyatları fıtrattan söküp atmak değildir.
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup.

Aşk, şiddetli bir muhabbettir, cümlesini nasıl anlamalıyız?


Muhabbet, sevgi demektir. Aşk ise normal sevgiden daha ötedir. Bunu ifade etmek için
şiddetli ifadesi kullanılmıştır. Üstadımız bu manayı Otuz İkinci Söz'de bir az daha açarak şu
şekilde ifade etmektedir:

"İşte, insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan, binler envâ-ı hâcât ile
binbir esmâ-i İlâhiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf
ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır.
Ruhun tekemmülâtına göre, merâtib-i muhabbet, merâtib-i esmâya göre inkişaf
eder. Bütün esmâya muhabbet dahi, çünkü o esmâ Zât-ı Zülcelâlin ünvanları ve
cilveleri olduğundan, muhabbet-i zâtiyeye döner."(1)

Burada dikkat edilirse, "şiddetli" kelimesi yerine "muzaaf" kelimesi tercih edilmiştir.
İkisi de aynı anlamda kullanılmıştır. Bu Üstadımızın aşk hakkında yapıtığı tanımlardan bir
tanesidir. Sevgi, aşırı derecede yoğunlaşırsa ve dozajı son derece artarsa, aşka inkılap eder.
Aşk için, karşı konulmaz sevgi de denebilir. Nitekim mecazi aşka giriftar olanlar için halk
arasında "meczup" diye tanımlanır. Akıl adeta devreden çıkar ve muhabbet duygusunun
arkasından gidilir.
(1) bk. Sözler, Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf.

Dokuzuncu Mektup'ta hased, hırs, adavet vs. gibi


duyguların hayırlı şeylere çevrilmesi gerektiğini söylüyor.
Peki hased duygusunu nasıl hayırlı yolda kullanabiliriz?
Ben bu duygunun hiçbir pozitif yönünü göremiyorum.
"İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir
sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, "Haset etme, hırs gösterme, adâvet
etme, inat etme, dünyayı sevme." Yani, "Fıtratını değiştir." gibi, zâhiren onlarca
mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, "Bunların yüzlerini hayırlı
şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz."; hem nasihat tesir eder, hem daire-i
ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur."(1)

İnsanın fıtratını değiştirmesi ve söküp atması imkan dahilinde değildir. Bu sebeple


mümkün olanı; yüzünü değiştirmek yoluna gidilmelidir.
Nefret ve kin insanın fıtratında olan ve ancak, sökülüp atılması mümkün olmayan iki
hissiyattır. Madem bunları söküp atmak mümkün değil, öyle ise onların yüzünü ve mecrasını
değiştirmek gerekir. Zira bu gibi hissiyatların mecrasını ve yüzünü değiştirmek mümkün ve
irade dahilindedir.
Nasihat edenlerin ekserisi, fıtratını değiştir, düşmanlık etme, haset etme gibi imkan
dahilinde olmayan nasihatleri yüzünden topluma tesir edemiyorlar. Halbuki Risale-i Nur
tarzı olan, hissiyatlarının yüzünü çevir, mecrasını hakka yönelt gibi nasihatlerde bulunulsa,
hem tesir olur hem de imkan dahilinde bir teklif olur.
İnsanlara verilen bu şiddetli duygular dünyanın adi ve basit işlerine sarf olunmak için
değil, ebedi olan ahiret hayatının kazanılması için verilmiştir. İnsana düşen görev, bu
hissiyatların mecrasını ve yüzünü ahirete çevirmektir. Yoksa bu hissiyatları fıtrattan söküp
atmak değildir.
Haset, Allah Teala’nın kullarına ihsan ettiği nimetleri çekememek, kıskançlık duymak,
Allah’ın taksimine razı olmamak manasına gelmektedir. Oysa;

(Resûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine
verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de
alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” (Âl-i
İmrân, 3/26).

Fudayl bin İyaz’ın, “Mü’min gıpta eder, münafık haset eder.” buyuruyor. Bu
mülahazaya göre hasetliğin doğru ve hak yüzü gıptadır. Yani hasid adama hasetliği bırak
denilmez, gıpta et denilir.
Gıpta; başkasında olan bir nimetin aynısının -o kişinin nimetine bir zarar ve eksilme
olmadan- kendisinde de olmasını istemesidir.
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup.

Nefret ve kin, adavet ve düşmanlık duygularından


kurtulmanın yolları nelerdir; Riesalelere göre nasıl bir yol
izlemeliyim?
"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı
hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen birşeye bir sene inat
ediyor. Hem zararlı, zehirli birşeye inat namına sebat eder. Bakar ki, bu kuvvetli
his böyle şeyler için verilmemiş; onu onlara sarf etmek, hikmet ve hakikate
münâfidir. O şiddetli inadı, o lüzumsuz umur-u zâileye vermeyip, âli ve bâki olan
hakaik-i imaniyeye ve esâsât-ı İslâmiyeye ve hidemât-ı uhreviyeye sarf eder. O
haslet-i rezile olan inad-ı mecazî, güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani
hakta şiddetli sebata inkılâp eder."

"İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir
sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, 'Haset etme, hırs gösterme, adâvet
etme, inat etme, dünyayı sevme.' Yani, 'Fıtratını değiştir.' gibi, zâhiren onlarca
mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, 'Bunların yüzlerini hayırlı
şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz.'; hem nasihat tesir eder, hem daire-i
ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur."(1)

Üstad'ın yukarıda vermiş olduğumuz temel anlayış ve prensibe göre; insanın fıtratını
değiştirmesi ve söküp atması mümkün değildir. Bu sebeple mümkün olan yüzünü
değiştirmek yoluna gidilmelidir. Nefret ve kin, insanın fıtratında olan ve sökülüp atılması
mümkün olmayan iki hissiyattır. Madem bunları söküp atmak mümkün değil, öyle ise onların
yüzünü ve mecrasını değiştirmek gerekir. Zira bu gibi hissiyatların mecrasını ve yüzünü
değiştirmek mümkün ve irade dahilindedir.
Mesela; insan kin ve nefret duygusunu başta nefsi olmak üzere kafir ve zalimlere
yönlendirerek, bu duygunun ateşini söndürüp teskin edebilir. Şayet mümin ve masum bir
insana kin ve nefret duyacak olsa, hemen onun masum ve muhabbete layık yönlerini
hatırlamak gerekir. Bu hususta Üstad'ın Uhuvvet prensiplerini kendimize rehber ittihaz
edebiliriz.
Şayet insan içindeki kin ve nefreti teskin edip yüzünü çeviremiyorsa, bu kin ve nefreti
eylem ve amele dökmediği müddetçe mesul sayılmaz. Üstad'ın şu ibareleri bu meseleye ışık
tutar kanaatindeyiz:

"Eğer dersen: 'İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem
damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.' "
"Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle
ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem
ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir
tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız
olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını
yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını
haksızlıkla teşhir etmesin."(2)

Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup
(2) bk. a.g.e, Yirmi İkinci Mektup.

"Dünyaya ait işler, kırılmaya mahkûm şişeler


hükmündedir." cümlesini açıklar mısınız?
Dünyaya ait işler demek, Allah ve ahiret adına yapılmayan her iş demektir. Allah adına
yapılmayan işler ise olsa olsa sadece dünyaya faydası var demektir. Kısacası fani ve geçici
işler demektir. Ama Allah adına yapılan işer ise, sonsuz ahiret hayatımıza yansır ve
ebedileşir. Bu mana On Beşinci Mektup'ta; "Her şey helak olacaktır, o vecihten başka"
mealindek ayetin ışığı altında şöyle izah edilmiştir:

"Çok Sözlerde izah ettiğimiz gibi, herşey, mânâ-yı ismiyle ve kendine bakan
vecihte hiçtir; kendi zâtında müstakil ve bizatihî sabit bir vücudu yok. Ve yalnız
kendi başıyla kaim bir hakikati yok. Fakat Cenâb-ı Hakka bakan vecihte ise, yani
mânâ-yı harfiyle olsa, hiç değil. Çünkü onda cilvesi görünen esmâ-i bâkiye var.
Mâdum değil; çünkü sermedî bir vücudun gölgesini taşıyor. Hakikati vardır,
sabittir, hem yüksektir. Çünkü mazhar olduğu bâki bir ismin sabit bir nevi
gölgesidir."
"Hem ُ‫ﺷْﻰٍء ھﺎ َﻟٌِﻚ اِﻻﱠ َوْﺟَﮭﮫ‬َ ‫ ُﻛﱡﻞ‬insanın elini mâsivâdan kesmek için bir kılıçtır ki, o da,
Cenâb-ı Hakkın hesabına olmayan fâni dünyada, fâni şeylere karşı alâkaları
kesmek için, hükmü, dünyadaki fâniyâta bakar. Demek, Allah hesabına olsa,
mânâ-yı harfiyle olsa, livechillâh olsa, mâsivâya girmez ki,
ُ‫ﺷْﻰٍء ھﺎ َﻟٌِﻚ اِﻻﱠ َوْﺟَﮭﮫ‬
َ ‫ ُﻛﱡﻞ‬kılıcıyla başı kesilsin."
"Elhasıl: Eğer Allah için olsa, Allah’ı bulsa, gayr kalmaz ki başı kesilsin. Eğer
Allah’ı bulmazsa ve hesabıyla bakmazsa, herşey gayrdır. ُ‫ﺷْﻰٍء ھﺎ َﻟٌِﻚ اِﻻﱠ َوْﺟَﮭﮫ‬ َ ‫ ُﻛﱡﻞ‬kılıcını
istimal etmeli, perdeyi yırtmalı, tâ Onu bulmalı."

"Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i


uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe,
hikmet ve hakikate muvafık olarak saadet-i dâreyne medar
olur." cümlesini nasıl anlamalıyız?
Konunun akışından ve seyrinden anlaşılan, cihazların hafif ve şiddetli derecesinden
çok, bazılarının şiddetli, bazılarının hafif olduğu manası anlaşılıyor. Zira insanda bazı his ve
duygular var ki bunlar ahiret için değil, sanki dünya için yaratıldığı anlaşılıyor.
Üstad her iki aleme layıkı derecesinde önem verilmesi gerektiğine işaret ediyor. Dünya
ahirete nispeten çok ehemmiyetsiz kaldığı için, ehemmiyetsiz ve hafif olan hissiyatları
dünyaya, ehemmiyetli ve şiddetli olan hissiyatları da ahirete vermek gerekir, şeklinde
anlamak daha isabetli olur kanaatindeyiz.

"Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder."


Misal verir misiniz? Sigara misal olabilir mi?
"Hem meselâ, şiddetli bir inatla, ehemmiyetsiz, zâil, fâni umurlara karşı
hissiyatını sarf eder. Bakar ki, bir dakika inada değmeyen bir şeye bir sene inat
ediyor. Hem zararlı, zehirli bir şeye inat namına sebat eder."(1)

İnat duygusunun meşru karşılığı sebattır. Sebat kelime olarak, yerinden oynamamak,
dayanmak, kararlı olmak manalarına geliyor. Ayrıca sözde durmak, ahde vefâ etmek iman ve
İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatte sâbit ve kararlı olmak manasına da geliyor. Bir
meslekte, meşru bir kanaatte veya bir fikirde kararlı bulunmak, sağlamlık göstermek de
sebattır.
Sebatın zıddına da inat denilir ki, haram veya malayani şeylerde ısrarcı olmak manasına
geliyor. Mesela basit bir şeyden dolayı akrabasına küser ve bir iki sene barışmamakta inat
ve ısrar eder.
Sigara, inattan ziyade, bağımlılıktan kaynaklanan bir durumdur. Yani kişi, onu bırakmak
istiyor, ama müptela olduğu için bırakamıyor. Halbuki inat, tam tersine, yapmak istemediği
bir şeyi yapma ısrarıdır.
Haram ve malayani olan her şey zararlı ve zehirli sayılır.
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup.

"İşte, insanda binlerle hissiyat var." cümlesini izah eder


misiniz, ben yirmiye kadar ancak bulabildim, binlerce
hissiyatı nasıl anlamalıyız?
İnsanın yaratılışına takılan maddi ve manevi her bir cihaz Allah’ın ulvi ve kudsi
isimlerinin manalarına açılan bir penceredir. İnsan bu cihaz penceresi ile Allah’ın
isimlerinin defineleri hükmünde olan manaları ve tecellileri anlar ve açar. Bu cihazlar
sayesinde Allah’ı isimleri ile beraber tanır. Mesela akıl bir cihazdır, insan bu cihaz ile
Allah’ın isimlerinin manasını çözümler ve anlar.
İnsanın mahiyetinde her bir alem ile irtibat kuracak cihaz ve duygular vardır. İnsanın her
bir cihazı ve duygusu bir aleme açılan bir penceredir, insan bu duygu penceresi ile o alemi
seyreder ve o alemle iletişim kurar.
Mesela göz bir penceredir, görüntüler alemine açılır; kulak bir penceredir sesler alemini
işitir; dokunma duyusu bir penceredir cismani alemlere açılır; hayal kuvveti bir penceredir
misal alemi ile irtibat kurar; ruh bir menfezdir ruhlar alemine açılır; kalp aşk ve muhabbet
dünyasının kapısıdır, akıl hikmetli mevcudat aleminin mütefekkir bir mütalaacısıdır,.. buna
benzer binlerce his ve duygular insanın geniş mahiyetinde mevcuttur ve her birisi bir alem ve
bir ism-i İlahi ile irtibatlıdır.
Bu duygulardan bazılarının adı ve tanımı yapılabiliyor, ama hepsinin bir tanım ve adı
bulunmuyor ve genel olarak bunlara duygu, hissiyat ya da latife deniliyor.
Bir şeyin tanımlanamaması ya da adının konulamaması o şeyin olmadığı anlamına
gelmiyor. Çok şeyler var ki varlığını ve mevcudiyetini hissederiz, ama mahiyetini
tanımlayamayız; bu duygular da bu türden şeylerdir.

"Şedit hissiyatlar, umur-u uhreviyeyi kazanmak için


verilmiştir. Eğer hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini
vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye sarf etse,.." Şiddetli
hissiyatları mı; yoksa her hissiyatın şiddetli mertebesini mi
ahirete sarfedeceğiz?
İkinci mana daha isabetli bir manadır. Zira insanın, hissiyatlarının hepsinde hem
ahirete hem de nefse bakma kabiliyeti vardır. İnsan bu kabiliyetlerin yönünü çevirmekle
mükelleftir. Aynı mükellefiyet her hissiyat için geçerlidir. Öyle ise insan her hissiyatının
yönünü ahirete çevirmek ile sorumludur.
Lakin ilk manayı da bütünü ile reddedemeyiz; zira bazı hissiyatlar var ki sanki sadece
dünyaya bakıyor, münasebeti sadece dünya ile görünüyor. Bu duyguların bu keyfiyeti tamamı
ile ahiretten kopuk ve alakasız değildir, lakin ağırlık dünya tarafınadır.
Mesela şehvet ve öfkenin ağırlığı bu dünyaya bakıyor; kalp, akıl, vicdan ve ruh gibi
şeylerin ağırlığı da ahirete bakıyor denilebilir. Ama kesinlikle iki tarafla da münasebetleri
vardır, fark sadece ağırlık noktasındadır.

“Mertebe-i rıza” ne demektir? Bu mertebeye ulaşmak için


ne yapılmalıdır?
Üstad Hazretleri şöyle buyurur:

“Şu dünya hayatında en bahtiyar odur ki: Dünyayı bir misafirhane-i askerî
telakki etsin ve öyle de iz’an etsin ve ona göre hareket etsin. Ve o telakki ile, en
büyük mertebe olan mertebe-i rızayı çabuk elde edebilir.”(1)

Her insan, kulluk vazifesini yerine getirmekle mükellef bir asker gibi. Ve bu asker, dünya
kışlasında misafir; terhis oluncaya kadar orada kalacak. Kendini asker ve misafir bilen
insan, ne diğer arkadaşlarının teveccühlerini kazanmaya çalışır, ne de bu dünya kışlasına
gönül bağlar. Askerin vazifesi, emir dairesinde hareket etmek ve ücretini ancak
Sultanından beklemektir.
Bu dünya kışlasında da insan için mertebe-i rızaya ermenin yolu, dünyaya kalbini
kaptırmamak ve kullara kendini beğendirme hevesine kapılmayıp, her işinde sadece ve
sadece Allah’ın rızasını esas almaktır.
Böyle bir insan, talim vazifesini aksatmadan yürütür ve terhis olacağı günü merakla
bekler. Ne asker arkadaşlarından ayrılmanın elemini çeker, ne de resmî elbisesinden
soyunacağına üzülür. İlâhî emirler dairesinde bir ömür geçirir. “İnna lillah” sırrına erer.
Allah için çalışır, Allah için sever ve Allah için düşmanlık eder. Böylece en büyük mertebe
olan rıza mertebesini kazanma yoluna girmiş olur.
Rıza mertebesine ermenin bir başka reçetesini de şu cümlede buluyoruz:

“Madem ki her şeyin Allah’tan olduğunu bilirsin ve ona iz’anın vardır. Zararlı
menfaatli her şeyi tahsin ve hüsn-ü rıza ile kabul etmek lâzımdır.”(2)

Kendisine ihsan edilen nimetlere şükür yanında, imtihan için karşısına çıkarılan belâ ve
musibetleri de rıza ile karşılayan, şikayette bulunmayıp, teslim ve tevekkül yoluna giren
insan, rıza mertebesine ermenin en büyük bir sebebini yakalamış demektir.
Dipnotlar:
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup.
(2) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şule

Müslüman olmayı kabul etmeyen adam, kendisine


Hristiyan deyip, İslam'ın kurallarıyla amel ederse, bu
yaptığı makbul olur mu? Risale gözlüğüyle
değerlendirir misiniz?
İslam olmadan iman makbul olmayacağı gibi, İman olmadan da İslam olmak
makbul değildir. Bu hususta bütün Ehl-i sünnet alimleri ittifak etmişlerdir. Ehl-i
sünnet alimlerinin ihtilaf ettiği husus; İman ve İslam arasındaki farktır. Yoksa
hükümde bir ihtilaf yoktur.

Üstad bu meseleyi açık bir dille şu şekilde izah ediyor:

"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye şiddetli


tarafgirlik gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla
İslâmiyete mazhardı; 'dinsiz bir Müslüman' denilirdi. Sonra bazı
mü'minleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur'âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar,
iltizam etmiyorlar; 'gayr-ı müslim bir mü'min' tabirine mazhar
oluyorlar."
"Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?"

"Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman


da medar-ı necat olamaz. Felillâhi'l-hamdü ve'l-minne Kur'ân'ın i'câz-ı
mânevîsinin feyziyle, Risale-i Nur mizanları, din-i İslâmın ve hakaik-i
Kur'âniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki,
dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kabil değil. Hem iman ve
İslâmın delil ve burhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-ı
müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir; gayr-ı müslim kaldığı halde
iman eder."(1)

Üstad'ın bu ifadelerinden, İslam olmuş ama mümin olmamış insanlar olabileceği


gibi, mümin olduğu halde İslam olmamış insanların da olabileceği, hatta olduğu
anlaşılıyor. Ama hüküm bakımdan her ikisi de ehli necat değildirler.
İşte iman noktasından mümin bir papaz olabilir lakin; İslam’ı kabul etmedikçe
ehli necat değildir. Yukarıdaki ifadelerde papazın İslam’ı kabul etmediği halde,
ehli necat olduğunu ifade eden bir ibare yoktur. Bu sebeple tenkide medar bir husus
yoktur. Hazreti Peygamber (asv)'i ve onun getirdiği İslam’ı kabul etmeyen, kati bir
suretle kurtulamaz, ebedi cehennemdedir. Risale-i Nur'un fikri de bu minval
üzeredir.
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup
Sorularlaislamiyet sitesinde, ibadeti inkar etmemek
şartıyla özürsüz olarak namaz kılmayanın kafir
olmayacağı yazılıyor. Fakat Risale-i Nur'da
"İslâmiyetsiz imân da medar-ı necat olamaz."
deniliyor. Burda birbirine zıt görüşler mi anlatılmış,
açıklayabilir misiniz?
"İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman da
medar-ı necat olamaz..."(1)

“İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz.” Bu cümle İslam’ın bir tek


hükmü de olsa insan kalben bu hükümleri tasdik etmedikçe imanı makbul ve sahih
olmaz anlamına geliyor. Yani birisi "Ben imanın altı şartını kalben tasdik
ediyorum, ama İslam’ın bazı hükümlerini kalben tasdik edemiyorum." dese, bu
kimsenin imanı sahih olmaz. Mesela imanın altı şartını kabul ettiği halde, bu asırda
faiz helal olmalıdır veya hac gereksizdir, dese, bu kişinin imanı sahih ve makbul
olmaz demektir.
Sorularla İslamiyet sitesinde ifade edilen “ibadeti inkar etmemek şartı ile”
tabiri, Üstad Hazretlerinin bu ifadesi ile aynı paralelliktedir. Zira bir kimse "ben
namazı inkar ettiğim için kılmıyorum" dese İslam ve imanın diğer rükün ve
hükümlere iman etmesi bir anlam taşımaz. Sitede vurgulanmak istenen husus
imanın da ibadetin de kalben tasdik edilmesi gerektiği hususudur.
Bir kimse imanı da ibadeti de kalben tasdik etse, ama uygulamaya gelince yan
çizse, yani ibadeti terk etse, bu kimse kafir olmaz, sadece fasık ve günahkar olur.
Diğer birisi ise, imanın altı rüknünü kabul ediyor, ama bunun yanında namazı da
inkar ediyor, inkar ettiği içinde namaz kılmıyor; bu kimsenin imanı sahih ve makbul
olmaz. Çünkü sahih ve makbul iman hem imanın altı şartına hem de İslam’ın bütün
hükümlerine eksiksiz iman etmek ile mümkündür.
Nefsin tembelliğinden veya gaflet perdesinden dolayı ibadeti terk etmek asla
küfür kapsamına girmiyor. Küfür ancak kalben inkar etmekle mümkündür.
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup.

Üstad'ın İsevilik Hakkındaki Görüşleri Hangi Ayet


ve Hadislere Dayanıyor?
İslam dini geçmişteki bütün dinleri semavi olsun, beşeri olsun, iptal ve nesh
etmiştir. İslam ve Kur'an’dan sonra hak ve kabul edilebilecek başka bir din, başka
bir kitap yoktur. Bu, yoruma ve tevile açık bir mesele değildir. Bu hususta sarih ve
kati ayet ve hadisler mevcuttur. Risale-i Nur'un hiçbir yerinde ve ibaresinde bunun
aksine işaret eden bir kelime ve cümle yoktur.
İslam ve iman tecezzi ve inkısam kabul etmez. Yani bir insan; “Ben şu
kadarına inanırım, ama şunlara inanmam.” derse, imanı sahih ve makbul olmaz.
Bu yüzden İslam muamelatını ayrı bir sınıfa koymak mümkün değildir. İmanın sahih
ve makbul olması İslam muamelatının kabulü ile mümkündür. Üstat bu manayı şu
cümle ile izah ediyor:

"Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?"


"Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz
iman da medar-ı necat olamaz..."(1)

Ehl-i sünnet mezhebine göre fetret dönemi ya da fetret döneminin şartlarını


barındıran toplumlar ve insanlar, dine muttali olmadıkları için mesul değildirler.

“Hem rabbin, memleketleri, ana noktasında (merkezinde), kendilerine


âyetlerimizi okur bir resul göndermedikçe helâk etmez. Ve biz, ahalisi
zalimler olan memleketlerden başkasını helâk edici değiliz.“(Kasas, 28/59)

Dinin ve peygamberin ulaşmadığı her insan ve her toplum mesul değildir.


Üstad'ın döneminde iki dünya harbi yaşanmış ve komünist rejimler halklarını
dünyadan izole etmiş, zorbalık ve baskı ile dini, milletin sinesinden söküp almıştır.
İşte bu baskı ve savaşlardan zarar gören masum insanların durumu da aynı fetret
döneminin durumu gibidir. Bu yüzden din ayrımı yapmaksızın zulme maruz kalmış
bütün masum sivil halklar ehli necattırlar. Zira bu insanlar hem zulme uğramışlar
hem de rejimlerin izolesi ile dinden habersiz kalmışlar. Bu yüzden bunlardan
mesuliyet kalkar.
İmam Gazali bu hususu şu şekilde özetliyor:

“Peygamberin gönderildiğini bilmeyenler; bunlar ehl-i necattır. Bilip de


inkâr edenler; bunlar ehl-i cehennemdir. Duyan fakat tahkik etmeyen, yanlış
işitenler; bunların da necat ehli olması ümit edilir.”

Risale-i Nur'da Hristiyanların kurtulması ile ilgili izah ve cümleler, bu


kapsamda olan izah ve cümlelerdir. Konu bütünlüğünü nazara almadan bir cümleyi
nazara vererek "Nurcular, Hristiyanları ehli cennet sayıyor, Hristiyanlarla yeni
karma bir din icat ediyor..." demek insaf ve ilimle bağdaşmaz. Bu fetret meselesi
Nurcular ile ortaya çıkmış bir mesele değildir, bu meseleyi kadim ulemada
tartışmıştır.
Kur'an-ı Kerim'de ise; Cenab-ı Hak onlara yani Hristiyanlara; bütün bütün
dinlerini bırakmalarını istemiyor. Onlara Hristiyanlığın hakikatiyle amel etmelerini
emrediyor. Zaten Hristiyanlığın hakikatiyle İslamiyet'in hakikatinin farkı yoktur. Ve
bu manadaki Hristiyanlar Müslümanların muamelatına tabi değillerdir.
Bu cümleler, fetret konusunun bir devamı olmasından dolayı konudan bağımsız
değil, konu ile irtibatlı muhakeme etmek gerekir. Burada kast edilen fetret şartlarına
haiz olan Hristiyanların İslam muamelatı ile mükellef olmayacağına işaret ediyor.
Yoksa bir Hristiyan için fetret şartları kalksa, İslam dinine tam muttali olsa,
muamelat ile mükelleftir. Yani muamelatı kabul ve tasdik etmedikçe, imanı makbul
olmaz. Konunun önünü arkasını muhakeme etmeden, birkaç paragrafı alıp insanları
aldatmak ya da yanlış izlenimler vermek veballi bir iştir.
Paragraf içinde geçen,

“Kur'an-ı Kerim'de ise; Cenab-ı Hak onlara, yani Hıristiyanlara; bütün


bütün dinlerini bırakmalarını istemiyor. Onlara Hıristiyanlığın hakikatiyle
amel etmelerini emrediyor. Zaten Hıristiyanlığın hakikatiyle İslamiyet'in
hakikatinin farkı yoktur.”

cümlelerinden maksat; semavi dinlerin kökü ve aslı birdir, hepsi aynı kaynaktan
nebean ediyorlar. Fark sadece toplumların farklı örf ve anlayışından kaynaklanan
teferruattadır. Yani dinler, özünde ve esasında birdir, sadece teferruatta farklı
hükümleri havidirler.
Bu yüzden Kur'an Ehl-i kitabı İslam’a davet ederken, "Siz İslam’a girince çok
şey kaybetmeyeceksiniz, tam tersine, eski dininizin aslını ve hurafelerden arınmış
halini bulacaksınız." diyor.
Bozulmamış İseviliğin esası ile İslam’ın esasının bir olduğunu ami adam dahi
bilir. Yukarıdaki paragrafta anlatılmak istenen ana tema bu iken, başka tarafa
çekmek ne kadar doğru olabilir?
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup

"Hem iman ve İslam'ın delil ve bürhanlarını o


derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-i müslim dahi
anlasa herhalde tasdik edecektir." Gayri müslim
kaldığı halde iman eder, cümlesini izah eder misiniz?
İman tabiri daha çok inanca dair, akaide bakan yönlere işaret ediyor. İslam ise
şeriat ve onun kanunlarına bakıyor. İmanın altı şartı imanı temsil eder, İslam’ın beş
şartı da İslam’ın kanun ve şeriat kısmını temsil eder. Mümin imana bakar, müslim
ise İslam’a, yani şeriata bakar.
İnsanların bazıları imanın altı şartını kabul edip iman ederken, toplumsal hayata
bakan İslam’ın kanun ve kurallarına taraf olmuyor. Onu beğenmiyor, hatta inkar
ediyor. Mesela Allah’a ve ahirete iman ettiği halde, şeriatın bir kuralı olan faiz ve
zekatı inkar ediyor, beğenmiyor. İşte Üstad Hazretleri bu tip adamlara "gayri
müslim olan bir mümin" ismini veriyor. Yani iman ettiği halde, İslam’ın şeriat ve
kurallarını reddedip inkar ediyor demektir.
İnsanların bazıları da İslam’ın şeriatına, yani kanun ve kurallarına iman edip
taraf olurken, iman kısmına inanmıyorlar. Mesela İslam’ın zekat, faiz, ceza hukuku
gibi kurallarını benimseyip taraf olurken, imanın altı rüknünü inkar ediyorlar. Üstad
Hazretleri bu tip adamlara da "gayri mümin olan bir müslim" adını veriyor.
Yani dinin kanun ve kurallarını kabul edip taraf olurken, iman kısmını tamamen
inkar ediyorlar anlamındadır. Tarihte bu tip inançta olan adamlar ve gruplar
olagelmiştir.
Üstad Hazretleri bu durumda olan adamların İslam’a göre durum ve
hükümlerini Ehl-i sünnete uygun bir şekilde belirtiyor. Bu iki tarz iman ve kabulde
gerçek ve sahih bir iman olmadığı için iki tarzda olanlar da ehli necat değildir.
Zira iman ve İslam tecezzi kabul etmez, bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek
Allah ve İslam katında makbul ve geçerli bir iman değildir. Neticesi ise ebedi
ateştir.
Sahih ve muteber iman; hem imanın şartlarını hem de İslam’ın kaide ve
kanunlarını kalben tasdik etmek ve dil ile ikrar etmekle mümkündür. İşte bu şekilde
iman edenlerin imanı Allah katında sahih ve geçerlidir. Günümüzde bir çok insanın
İslam kanunlarına ve şeriatın hukuk sistemine çöl kanunu veya geçmişte kalmış
kanunlar demeleri, imansızlık ve dalalettir. Böyle söyleyenler bu inanç üzere
ölürlerse ebedi ateşten kurtulamazlar. Biz mümin ve Müslim olarak İslam’ın imani
ve şeri kanunlarını bir bütün olarak kabul ve iman ederiz. Allah’ın hidayeti ve
selameti ancak mümin ve Müslimlerin üzerinedir.

"İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi,


İslâmiyetsiz iman da medar-ı necat olamaz..."
Dokuzuncu Mektub'un "RABİAN" ile başlayan
kısmını izah eder misiniz?
"RABİAN: Ulema-i İslâm ortasında “İslâm” ve “iman”ın farkları çok
medar-ı bahsolmuş. Bir kısmı “İkisi birdir,” diğer kısmı “İkisi bir değil,
fakat biri birisiz olmaz” demişler ve bunun gibi çok muhtelif fikirler beyan
etmişler. Ben şöyle bir fark anladım ki:"

"İslâmiyet iltizamdır; iman iz’andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka


tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir."

"Eskide bazı dinsizleri gördüm ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye şiddetli tarafgirlik


gösteriyorlardı. Demek o dinsiz, bir cihette Hakkın iltizamıyla İslâmiyete
mazhardı; “dinsiz bir Müslüman” denilirdi. Sonra bazı mü’minleri gördüm
ki, ahkâm-ı Kur’âniyeye tarafgirlik göstermiyorlar, iltizam etmiyorlar;
“gayr-ı müslim bir mü’min” tabirine mazhar oluyorlar."

"Acaba İslâmiyetsiz iman, medar-ı necat olabilir mi?"

"Elcevap: İmansız İslâmiyet sebeb-i necat olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman


da medar-ı necat olamaz."(1)
İman tabiri; daha çok inanca dair, akaide bakan yönlere işaret ediyor. İslam
ise; şeriat ve onun kanunlarına, amele bakıyor. İmanın altı şartı imanı temsil eder,
İslam’ın beş şartı da İslam’ın kanun ve şeriat kısmını temsil eder. Mümin imana
bakar, müslim ise İslam’a yani şeriata bakar.
İnsanların bazıları imanın altı şartını kabul edip iman ederken, şahsi ve
toplumsal hayata bakan İslam’ın kanun ve kurallarına taraf olmuyor. Onu
beğenmiyor, hatta inkar ediyor.
Mesela; Allah’a ve ahirete iman ettiği halde, şeriatın bir kuralı olan faiz ve
zekatı inkar ediyor, namazını aksatıyor, beğenmiyor. İşte Üstad bu tip adamlara
"gayri müslim mümin" ismini veriyor. Yani iman ettiği halde, İslam’ın şeriat ve
kurallarını reddedip inkar ediyor demektir.
İnsanların bazıları da İslam’ın şeriatına yani; kanun ve kurallarına iman edip
taraf olurken, iman kısmına inanmıyorlar.
Mesela; İslam’ın zekat, faiz, ceza hukuku gibi kurallarını benimseyip taraf
olurken, imanın altı rüknünü inkar ediyor. Üstad Hazretleri bu tip adamlara da
"gayri mümin müslim" adını veriyor. Yani dinin kanun ve kurallarını kabul edip
taraf olurken, iman kısmını tamamen inkar ediyor anlamındadır. Tarihte bu tip
inançta olan adamlar ve gruplar olagelmiştir.
Üstad Hazretleri bu durumda olan adamların, İslam’a göre durum ve
hükümlerini ehlisünnete uygun bir şekilde belirtiyor. Bu iki tarz iman ve kabulde
gerçek ve sahih bir iman olmadığı için, iki tarzda olanlar da ehl-i necat değildir.
Zira iman ve İslam tecezzi kabul etmez, bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek,
Allah ve İslam katında makbul ve geçerli bir iman değildir, sonucu ise ebedi ateştir.
Sahih ve muteber iman; hem imanın şartlarını hem de İslam’ın kaide ve
kanunlarını kalben tasdik etmek ve dil ile ikrar etmekle mümkündür. İşte bu şekilde
iman edenlerin imanı, Allah katında sahih ve geçerlidir. Günümüzde birçok insanın
İslam kanunlarına ve şeriatın hukuk sistemine çöl kanunu veya geçmişte kalmış
kanunlar demeleri -Allah bizleri böyle hallerden korusun- hepsi imansızlık ve
dalalettir. Böyle söyleyenler bu iman üzerine ölürlerse ebedi ateşten kurtulamazlar.
Biz mümin ve müslim olarak, İslam’ın imani ve şeri kanunlarını bir bütün
olarak kabul eder, öyle iman eder ve buna göre amel ederiz. Allah’ın hidayeti ve
selameti; ancak mümin ve müslimlerin üzerinedir.
(1) bk. Mektubat, Dokuzuncu Mektup.

"İslamiyet iltizamdır, iman iz'andır. Tabiri diğerle


İslamiyet hakka tarafgirlik ve teslim ve inkiyaddır,
İman ise hakkı kabul ve tasdiktir." cümlesini izah eder
misiniz?
İslam, şeriatın kanun ve kurallarının bütününe denir. Yani bir çeşit İslam dini
hukukunun genelini İslam temsil eder.
"İslamiyet hakka tarafgirlik ve teslim ve inkiyatdır." demekten kast edilen
mana; İslam hukukunu benimsemek, ona taraftar olmak, hatta onu faydalı
gördüğünden onu tatbik etmektir. Bazı inancı olmayan ateist insanlar İslam
hukukunun caydırıcı cezalarını faydalı bularak şiddetle tatbik edilmesini isteyip ona
taraftar olabiliyor. İslam hukukuna şiddetle bağlanabiliyor. Günümüzde İslam
dünyasındaki bazı diktatörlerin, şeriata sahip çıkıp onu şiddetle tatbik etmeleri buna
güzel bir örnektir.
Bu gibi zındıklar Allah’a iman etmediği halde İslam şeriatına tam olarak
tarafgir ve onun tatbikine şiddetle arzuludurlar. Ama İslam şeriatına bu
tarafgirlikleri onları kurtarmaz, necatlarına kafi değildir.
İman, İslam dininin inanç ve akait kısmını temsil eden bir kavramdır. İslam
hukukundan çok gaybi değerlere imanı içine alır. Allah’a iman eder, ama Allah’ın
kitabına ve onun içindeki hukuki metinlere iman etmez.Ya da "Ben İslam dininin
itikadi kısmını kabul ve tasdik ediyorum, ama İslam olan hukuki kısmını kabul
etmem mümkün değil." diyor. Bu gibi insanlar Üstad'ın tabiri ile "gayri müslim
müminler"dir. Allah’ın hükümlerini ve kanunlarını hayatında hakim kılmak
istemiyorlar. Allah’ın kanun ve kurallarını temsil eden İslam’a taraftar değildirler.
Aynı şekilde bu gibi insanların da inanç ve imanları Allah katında makbul değildir,
kurtulmalarına kafi gelmez.
Sahih, makbul iman ve İslam ise, her ikisini de kabul edip taraftar olmaktır.
İman ve İslam’ın tecezzi ve inkısamı kabil değildir.
Beşinci Risale olan Beşinci Kısım

Allah'ın NUR ismini nasıl değerlendirmeliyiz? Sadece ışık


veren anlamında mıdır, başka anlamları da var mıdır?
Nur: Kelime anlamı olarak ışık, aydınlık, parıltı, parlaklık, her çeşit zulmetin zıddı ve
karşıtı anlamlarına geliyor. Ayrıca manevi aydınlık ve hidayet anlamında, Kur'ân-ı Kerim,
iman, İslâmiyet, peygamber gibi manalara da geliyor.
Nur ismi en kapsamlı olarak şu ayette zikrediliyor:

"Allah göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, tıpkı içinde lamba
bulunan bir kandillik gibidir. Lamba bir sırça (cam) içinde, o sırça da sanki parlayan
incimsi bir yıldız! Bu lamba, doğuya veya batıya mensup olmayan kutlu, pek
bereketli bir zeytin ağacından tutuşturulur. Bu öyle bereketli bir ağaç ki, nerdeyse
ateş değmeden de yağ ışık verir. Işığı pırıl pırıldır. Allah dilediği kimseyi nûruna
iletir. Gerçeği anlamaları için insanlara böyle temsiller getirir. Allah her şeyi bilir."
(Nur, 24/35)

Nur: “Görmeye vesile olan ışık” veya “ışık kaynağı” anlamına gelir. Bu anlamı ile nur,
yaratılmış olduğundan, âyetin ilk cümlesi: “Allah, güneş vb. ışık saçan cisimleri yaratmak
sûretiyle gökleri ve yeri aydınlatan” veya “Göklerde ve yerde olanları sapıklıktan
kurtaran, hidâyete erdiren, aydınlığa çıkaran” diye tefsir edilir. Hülasa Nûr ismi, Allah
Teâla hakkında bazı alimlerce mecazî, bazılarınca da hakikî mânada değerlendirilir
Nur isminin tecellisini sadece maddi ışık olarak anlamak dar bir bakış açısı olur. Nasıl
Allah’ın Rezzak isminin küçük bir karıncadan tut ta bütün canlıların beslenmesine kadar
geniş ve külliyetli bir tecelli sahası varsa, Nur isminin de aynı şekilde, güneşten tut ta alem-i
ahiret ve insanın kalbindeki hidayete varana kadar geniş ve külliyetli tecellileri vardır.
Evet, insanın hidayet nuru ile aydınlanması ve bu aydınlık ile kendi alemini
ışıklandırması, bir cihetle Nur isminin insan mahiyetindeki bir tecellisidir. Yani Nur
isminin kesif ve latif böyle çok külli ve muhtelif tecellileri vardır.
Allah’ın Nur ismi maddi ve manevi nur ve ziyanın memba ve kaynağı olup, latif ve kesif
ne kadar nur ve ziya varsa hepsi Nur isminden kaynayıp geliyor. Güneş ziyasını, Hazreti
Muhammed (sav) hidayet nurunu Nur isminden alıyorlar. Tecelli, ismi gösteren ve ispat
eden bir levhadır. Lakin mahiyet ve keyfiyetin mikyası değildir. Biz güneşin ziyasından Nur
ismini ispat edebiliriz, ama Nur isminin mahiyet ve keyfiyetini güneşin ziyası ile ölçemeyiz.

Rahman ismi, neden daha çok Rezzak manasında /


burcunda kullanılmış?
Kainatta, her şeyin terbiye ve idaresine "rububiyet" denir. Terbiye ve idarede en çok
göze çarpan husus ise şefkattir. Yani Allah, terbiye ve idare ederken mahlukatını şefkat ile
terbiye ediyor. Bunun en somut ispatı ise rızıktır. Allah, canlı cansız, mümin kafir, her
mahlukun rızkını mükemmelen bir şekilde göndermesi ve beslemesi şefkatin en zahir
manasıdır.
Üstad'ın, "Rezzak manasında" demesindeki hikmet; rızıkta şefkatin çok parlak olarak
tecelli ve tezahür etmesidir. Rahman ismi somut olarak rızıkta görünüyor. Rızık, cisimleşmiş
bir şefkattir.
Yavrular dünyaya geldiklerinde, rızıklarının da beraberinde gelmesi, denizin dibindeki
küçük bir balığın en güzel şekilde beslenmesi, yüz binlerce canlının rızkının unutulmadan
muntazaman gönderilmesi, hepsi Rahman isminin, Rezzak manasında tecelli ve
tezahürüdür.
Rahman ismi; diğer bütün isimlerde göründüğü için, diğer isimler Rahman isminin
çatısı ve dairesi altındadır. Bu yüzden Rahman ile Rezzak arasında şiddetli bir münasebet
vardır. Üstad, "manasında ve burcunda" derken, bu şiddetli münasebete işaret ediyor.

"Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân


ismi Kerîm burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda (yani
mânâsında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin
burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler." İsim
aktarmalarını hikmeti ile birlikte izah eder misiniz?
"İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla
beraber bütün letâif-i insaniyem, belki bütün zerrât-ı vücudum feryatla ağlamaya
hazırken, birden Cenâb-ı Hakkın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahmân ismi Kerîm
burcunda, Rahîm ismi Gafûr burcunda (yani mânâsında), Bâis ismi Vâris burcunda,
Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû ettiler. O âlem-i insanî
içindeki çok âlemleri tenvir ettiler, ışıklandırdılar ve nuranî âhiret âleminden
pencereler açıp o karanlıklı insan dünyasına nurlar serptiler."(1)

Allah’ın herbir isminin kainat sahnesinde tecelli dairesi vardır. Bu dairede bir isim reis
ve galip iken, diğer isimler ise bu ismin emrinde ve gölgesinde hizmet ve tecelli ederler.
Mesela Rahman ismi yani şefkat manası, Kerim isminin tecelli dairesinde çok aşikarane
tecelli edip kendisini ilan ediyor. Ama bu dairede Kerim ismi yani ikram ve ihsan manası
galip, diğer isimler ise ona tabidir ya da onun zımnında tecelli ediyorlar.
Allah’ın isimlerinin birbirlerinin üstünde görünüp birbirlerinin burcunda tulu etmesi;
her bir ismin o fiilde gerekli aktör olmasındandır. Yani fiilin vuku bulması bütün isimlerin o
fiilde tecelli etmesi ile mümkündür. Lakin fiilin mahiyetine göre, bir isim o fiilde galip diğer
isimler ise ona tabidir. Bu sebeple bir fiilde bütün isimler zımni olarak tecelli ederler. Bu
da isimlerin birbirlerinin dairesinde görünmelerini ve tulu etmelerini temin ediyor.
Hakim burcu, Hakim isminin galip olduğu tecelli dairesi iken, Adil ismi bu dairede
kendini zımni olarak ilan ve ispat ediyor demektir. Mesela, burnun yüzdeki boyut oranında
da hem hikmet manasında Hakim ismi, hem de diğer azalar ile olan uyum noktasından Adil
ismi tecelli ve tezahür ediyor. Şayet burun yüz cm uzunluğunda olsa bu oran hem Hakim
ismine hem de Adil ismine uygun düşmez.
İnsanların varlıkları, Allah’a emanet edilen bir miras gibidir ki; bu mana Varis ismi ile
yad ediliyor. Ölüm ise insanın varlığını yok ediyor, şayet yeniden dirilten manasına gelen
Bais ismi insana ikinci bir diriliş vermez ise insanın mirası yok olacak. Bu yüzden Bais ismi
Varis isminin burcunda, yani dairesinde yıldız gibi parlıyor ve kendini ilan ediyor.
Muhyi ismi hayat veriyor, Muhsin ismi de bu hayata hediyeler ikramlar ve ihsanlar
yağdırıyor. İki isim iç içe ve birbiri içinde tecelli ve tezahür ediyor.
Malik ismi bütün mülkü kendi adına zapt ediyor, sonra Rab ismi devreye girip bütün o
mülklerde tedbir ve tasarrufunu gösteriyor. Malik olmayan Rab da olamaz. Zira rububiyet
ancak kendi mülkünde tezahür edebilir. Bütün isimlerin birbiri ile böyle ince ve latif
münasebetleri bulunuyor...
(1) bk. Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Beşinci Risale.

"Hayvanat alemini gördüğüm vakit hadsiz ihtiyacat ve


şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf ve aczleri o alemi bana cok
karanlıklı ve hazin gösterdi. Birden Rahman ismi Rezzak
burcunda şemsi taban gibi tulu etti..." Şu isim şu ismin
burcunda, ne demektir?
Allah’ın her bir isminin kainat sahnesinde tecelli dairesi vardır. Bu dairede bir isim
hakimdir ve galiptir, diğer isimler ise bu ismin emrinde ve gölgesinde hizmet ve tecelli
ederler.
Mesela; sema bir dairedir, bu dairede hakim isim, Allah’ın Celal ismidir. Dev
galaksilerin sapan taşı gibi çevrilmesi ve zerrece yörüngesinden sapmaması; Allah’ın sonsuz
azamet ve kibriyasını muhtevi olan Celal ismini kör olana bile gösterir. Bu sema dairesinde
diğer isimler Celal isminin komutasında ve gölgesinde tecelli ederler.

Yine bir çiçeğe nazar ettiğimizde oradaki ince sanatlar ve güzel kokular ve estetik işlemeler;
Allah’ın Cemil isminin manasını zahiren ve galiben gösterir. Bu çiçek dairesinde ise,
Allah’ın Cemal ismi hakim, diğer isimler bu ismin komutasında ve gölgesinde işlerler.
Bunun gibi kainatta ve mevcudatta her ismin kendisini izhar edip gösterdiği daireler vardır.
Rahman, yani şefkat manası, Kerim isminin tecelli dairesinde çok aşikarene tecelli edip
kendisini ilan ediyor. Ama bu dairede Kerim ismi, yani ikram ve ihsan manası galip, diğer
isimler ise ona tabidir.
Allah’ın isimlerinin biribirlerinin üstünde görünüp biribirlerinin burcunda tulu etmesi,
her bir ismin o fiilde gerekli aktör olmasındandır. Yani fiilin vuku bulması bütün isimlerin o
fiilde tecelli etmesi ile mümkündür. Lakin fiilin mahiyetine göre bir isim o fiilde galip, diğer
isimler ise ona tabidir. Bu sebeple bir fiilde bütün isimler zımni olarak tecelli ederler. Bu
da isimlerin biribirlerinin dairesinde görünmelerini ve tulu etmelerini temin ediyor.
Kainatta her şeyin terbiye ve idaresine rububiyet denir. Terbiye ve idarede en göze
çarpan husus ise şefkattir. Yani Allah terbiye ve idare ederken, şefkat ile terbiye ediyor.
Bunun en somut ispatı ise rızıktır. Allah canlı cansız, mümin kafir, her mahlukun rızkını
mükemmel bir şekilde göndermesi ve beslemesi şefkatin en zahir manasıdır. Üstad
Hazretlerinin Rezzak manasında demesindeki hikmet; rızıkta şefkatin çok parlak olarak
tecelli ve tezahür etmesidir. Rahman ismi somut olarak rızıkta görünüyor. Rızık adeta
cisimleşmiş bir şefkattir. Yavrular dünyaya geldiklerinde rızıklarının da beraberinde
gelmesi, denizin dibindeki küçük bir balığın en güzel şekilde beslenmesi, yüz binlerce
canlının rızkının unutulmadan muntazaman ve tam vaktinde gönderilmesi; Rahman isminin
Rezzak manasında tecelli ve tezahürüdür.
Rahman ismi diğer bütün isimlerde göründüğü için diğer isimler Rahman isminin çatısı
ve dairesi altındadır. Bu yüzden Rahman ile Rezzak arasında şiddetli bir münasebet vardır.
Üstad Hazretleri “manasında ve burcunda” derken, bu şiddetli münasebete işaret ediyor.
Özet olarak, kainat, Allah’ın isimlerinin sahnelendiği dev bir salondur. Bu salon içinde
saloncuklar vardır ki, hepsi bir ismin sahnelenmesine hizmet ediyor. Bu sahnecikler içinde
bir isim öne çıkarken, diğer isimler onun riyasetinde ve gölgesinde tecelli ediyor. Bir
sahnede bir çok ismin tezahür etmesi tulu ve burç manalarına işaret eden bir levha
hükmündedir.

"Rahmân ismi Rezzâk burcunda (yani mânâsında) bir


şems-i tâbân gibi tulû etti, o âlemi baştan başa rahmet
ziyasıyla yaldızladı..." cümlesini izah eder misiniz? Bu
esmaların öteki esmalarda tulu etmesini nasıl anlamalıyız?
Allah’ın herbir isminin, kainat sahnesinde tecelli dairesi vardır. Bu dairede bir isim
reistir ve galiptir, diğer isimler ise bu ismin emrinde ve gölgesinde hizmet ve tecelli ederler.

Mesela; sema bir dairedir, bu dairede reis; Allah’ın Celal ismidir. Dev galaksilerin sapan
taşı gibi çevrilmesi ve zerrece yörüngesinden sapmaması; Allah’ın sonsuz azamet ve
kibriyasını muhtevi olan Celal ismini, kör olana bile gösterir. Bu sema dairesinde diğer
isimler Celal isminin komutasında ve gölgesinde tecelli eder.

Yine bir çiçeğe nazar ettiğimiz zaman oradaki ince sanatlar ve güzel kokular ve estetik
işlemeler; Allah’ın Cemal isminin manasını zahiren ve galiben gösterir. Bu çiçek dairesinde
de, Allah’ın Cemal ismi reistir, diğer isimler bu ismin komutasında ve gölgesinde işlerler.

Bunun gibi kainatta ve mevcudatta her ismin kendisini izhar edip gösterdiği daireler vardır.

Rahman yani şefkat manası; Kerim isminin tecelli dairesinde çok aşikarene tecelli edip
kendisini ilan ediyor. Ama bu dairede; Kerim ismi yani, ikram ve ihsan manası galip diğer
isimler ise ona tabidir.
Özet olarak; Allah’ın isimlerinin birbirlerinin üstünde görünüp tulu etmesi, her bir ismin
fiilde gerekli aktör olmasındandır. Yani fiilin vuku bulması bütün isimlerin o fiilde tecelli
etmesi ile mümkündür. Lakin fiilin mahiyetine göre bir isim o fiilde galip, diğer isimler ise
ona tabidir. Bu sebeple bir fiilde bütün isimler zımni olarak tecelli ederler. Bu da isimlerin
birbirlerinin dairesinde görünmelerini ve tulu etmelerini temin ediyor.

"Rahman ismi Rezzak burcunda,.." şeklinde bazı ifadeler


geçiyor Risalelerde. Burada geçen "burç" ne anlam ifade
ediyor? Kalbin seyahatı, ne demektir?
Allah’ın her bir isminin, kainat sahnesinde bir tecelli dairesi vardır. Bu dairede bir
isim reistir ve galiptir, diğer isimler ise bu ismin emrinde ve gölgesinde hizmet ve tecelli
ederler.
Mesela; sema bir dairedir, bu dairede reis; Allah’ın Celal ismidir. Dev galaksilerin
sapan taşı gibi çevrilmesi ve zerrece yörüngesinden sapmaması; Allah’ın sonsuz azamet ve
kibriyasını muhtevi olan Celal ismini kör olana bile gösterir. Bu sema dairesinde diğer
isimler Celal isminin komutasında ve gölgesinde tecelli ederler.
Yine bir çiçeğe nazar ettiğimiz zaman oradaki ince sanatlar ve güzel kokular ve estetik
işlemeler; Allah’ın Cemal isminin manasını zahiren ve galiben gösterir. Bu çiçek dairesinde
de, Allah’ın Cemal ismi reistir diğer isimler bu ismin komutasında ve gölgesinde işlerler.
Bunun gibi kainatta ve mevcudatta her ismin kendisini izhar edip gösterdiği daireler vardır.
Rahman, yani şefkat manası Kerim isminin tecelli dairesinde çok aşikarene tecelli edip
kendisini ilan ediyor. Ama bu dairede Kerim ismi, yani ikram ve ihsan manası galip diğer
isimler ise ona tabidir.
Allah’ın isimlerinin birbirlerinin üstünde görünüp birbirlerinin burcunda tulu etmesi, her
bir ismin o fiilde gerekli aktör olmasındandır. Yani fiilin vuku bulması bütün isimlerin o
fiilde tecelli etmesi ile mümkündür. Lakin fiilin mahiyetine göre, bir isim o fiilde galip diğer
isimler ise ona tabidir. Bu sebeple bir fiilde bütün isimler zımni olarak tecelli ederler. Bu
da isimlerin birbirlerinin dairesinde görünmelerini ve tulu etmelerini temin ediyor.
İnsan mahiyetinde bulunan her bir duygu ve cihazların vazife ve daireleri farklıdır. Bir
duygunun yaptığını diğeri yapamaz. Kulak tadamaz, dil işitemez ama ortak bir şekilde
vücuda hizmet ediyorlar. Kulak dile, dil kulağa arkadaş ve yoldaştır. Aynı şekilde insanın
ruhu kalbine, kalbi ruhuna arkadaş ve yoldaştır. Kalp sevdiğini hayal kuvveti ile hayal etmek
ister. Akıl hayalin üstüne binip alemleri gezmek ister vs. Demek her bir aza ve cihaz bir
birleri ile irtibat içinde ve bir birlerinden faydalanıyorlar.
Alemler tabiri, zerreden gezegenlere kadar her şeyi kuşatan geniş bir kavramdır. Bu
sebeple atomlardan gezegenlere kadar her bir alem Allah’ın isimlerinin sergilendiği ve
perdelendiği bir sahne gibidir. Herkes az çok kabiliyetine ve tefekkür kuvvetine göre bu
sahneleri ve perdeleri okuyabilir. Kimileri bütün alemleri bir perde gibi okurken kimileri
küçük bir perdenin içinde hapsolur. Bu iş manevi kuvvet ve kabiliyete göre değişir.
Bir Zaman Eskişehir Hapishanesi'nin
Penceresinde Oturmuştum
"Gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek
beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede
ettim." Bazı yaşlılar gençliğini haramla geçirmelerine
rağmen, yaşına hürmeten saygı görebiliyorlar; izah eder
misiniz?
"... Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde
toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında
çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği
nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine
ağladım..."(1)

“Sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.” sözünü şu şekilde anlayabiliriz:


Her şeye dünya hesabına bakan adamlar, genç ve güzel birisini zatı için değil gençliği ve
güzelliği için severler. Ve bu gençlik ve güzellik yerini yaşlılığa ve çirkinliğe bırakınca,
doğal olarak dünya hesabına olan sevgi ve teveccühleri kaybolur ya da nefrete dönüşür.
Yalancı sevgi ve teveccühe alışan o adam, bu ilgisizlik ve nefret karşısında büyük bir
inkıraz-ı hayal ve buhrana düşer. Filim artistlerinin kendilerini uyuşturucu ve içkiye
vurmaları ve bir otel odasında ölmeleri hep bu gayrimeşru bakışın bir neticesidir.
Halbuki Allah için sevenler, onun suretinde bulunan geçici güzellik ve tazeliğe değil, bu
güzellik ve tazeliğin asıl kaynağı olan İlahi tecelliye perestiş ediyorlar. Onu dünya hesabına
değil ahiret hesabına seviyorlar. "Her ne kadar gençlik ve güzelliği gitse de Allah ahirette
ona ebedi bir gençlik ve güzellik verecek." deyip, sevgi ve hürmetini aynı ile devam
ettiriyor.
Gençliğini kötüye kullanmış, ama ihtiyarlığında hidayet ile kendine gelmiş birisine nefret
etmek gerekmiyor. Zaten nefret ehli dünyanın sapkın bakışının bir neticesidir. Ehli iman yüz
yaşına da gelinse yine hürmet ve sevgisini devam ettirir. Hatta ehli iman insan yaşlandıkça
ona daha çok hürmet edip şefkat gösterir. Lakin bu ehli dünyada olmayan bir haslettir.
Ehli dünyanın bu vefasız nefreti, haramların içindeki muaccel (peşin) bir ceza
niteliğindedir. Ehli imanın hürmet ve vefası ise, iman ve helal dairesinde gitmenin peşin bir
mükafatı niteliğindedir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Üçüncü Mesele.

"Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey


hissetmez." ifadesinin dayanağı nedir?
"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne
geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular
gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek
için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek
ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet,
bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir.
Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir."

"Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece


gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen
mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen
korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz
derece hayvandan aşağı düşürür."(1)

Hayvanlarda akıl ve şuur olmadığından lezzet ve elemin mazi ve istikbal cephesi yoktur.
Bütün sermayesi bulunduğu andır. İnsanda akıl ve şuur gibi araçlardan dolayı bu az anı
şimdiki zaman mefhumu bir parça genişliyor ve mazi ve istikbal cephelerine yayılıyor.
Halbuki hayvanlarda bu yayılma ve genişleme yoktur. Bu yüzden hayvanın lezzeti de acısı da
çok ani ve defi oluyor. Üstat bu manayı; “Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey
hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden
de kurtulur.” şeklinde ifade ediyor.

"İKİNCİ ASIL: Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri burhan-ı kat'î istese,
diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabul-u teslimi ve
reddetmemek ister. Öyleyse, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer'iye veya
vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz'ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat'î istenilmez.
Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir."(2)

Diğer bir husus, her meselede ayet ve hadisten zahir bir delil istenilmez. Zira çok
meseleler vardır ki ayet ve hadisin belagat kıvrımları içinde ince ve nurani olarak matvi
(dürülü) bulunur. Kalın ve kaba nazarlar bu ince manalara nüfuz edemeyeceği için, kaziye-i
makbul nevinden itiraz etmemek lazımdır. Yani mutemet alim ve evliyaların keşfiyatlarına
itimat ile kabul etmek gerekir. Her mana için zahir bir ayet ve hadis istemek doğru olmaz.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua (Meyve Risalesi), Üçüncü Mesele.
(2) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, İkinci Asıl.

"Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha


mükemmeldir." ifadesini nasıl anlamalıyız; masum
hayvanlardan kasıt nedir, daha mükemmel olan nedir?
"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne
geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular
gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek
için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek
ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet,
bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir.
Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir."
"Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece
gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen
mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen
korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz
derece hayvandan aşağı düşürür."(1)

Hayvanlar, insanlar gibi akıl ve şuur sahibi olmadıkları için, geçmişin acıları geleceğin
endişeleri onların hazır keyfini bozmaz. Şayet hayvanlar geçmiş ve gelecek hakkında tam bir
bilinç ve şuura sahip olsalardı, hayat onlar için gayet acı ve ıstıraplı olurdu. Mesela,
ahırdaki inek her an kesilme korkusunu hissetmiş olsa yani bu şuurda olmuş olsa idi, o zaman
yemeden içmeden kesilir, hayatı tam bir ıstırap halini alırdı.
Allah hayvanların geçmiş ve geleceğini hissettirmiyor, onlar da bu durumdan tam istifade
ediyor. Yoksa kurban bayramında gözü önünde arkadaşı kesilen bir inek, önüne konulan
samanı yemez, suyunu içemezdi.
Masum hayvanlar hakkında mükemmel olan husus geçmiş ve geleceğin bilinmemesidir.
İnsan bu konuda hayvanlar gibi değildir. İnsanın akıl ve şuuru geçmişi hatırlar, gelecek
konusunda ciddi endişeler taşır ki, bu da insanın hazır keyfini bozmaya yeterli bir durumdur.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Üçüncü Mesele.

"İman hakikati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse,


bir Cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i
Tubası olur." Bunu biraz açıklar mısınız?
Kainata ve içindekilere iman nazarı ile bakılırsa, her şey saadet ve huzur kaynağı; küfür
nazarı ile bakılırsa, her şey karanlık ve azap kaynağıdır. Mümin iman gözlüğü ile kainata ve
olaylara baktığından, her şeyde bir huzur ve saadet bulurken, kafir ise küfür gözlüğü ile
kainata ve olaylara baktığı için o da her şey de bir acı ve azap görüyor.
Denebilir ki, iman dünyada mümine küçük bir cennet hayatı, küfür ise kafire küçük bir
cehennem hayatı yaşatıyor. İman her şeyi dost yaparken, küfür her şeyi düşman yapıyor.
İman nurlu ve ışıklı bir gözlük olduğu için, bu gözlük ile kainata bakıldığında her şeyin
içyüzünü ve hakikatini gösteriyor. Küfür ise karanlıklı ve zulümatlı bir gözlük olup, her şeyi
çirkin ve kötü gösteriyor. İşte bu cümlenin esas noktası bu manaya işaret ediyor.
Mesela kafir, ölümü yokluk ve hiçlik görürken, mümin ebedi saadetin başlangıcı ve
girişi olarak görüyor. Müminin bu inancı ona manevi bir cennet hali ve lezzeti veriyor. Yani
cennet küçültülse iman olur, iman büyütülse cennete dönüşür, formülü ile bu meseleyi izah
edebiliriz. Aynısı küfür ile cehennem arasında da mevcuttur. Yani küfür küçük bir
cehennem iken, cehennem ise küfrün tecessüm etmiş büyütülmüş azaplı bir halidir
diyebiliriz.
Allah bu dünyada imanın içine cennete işaret eden manevi hazları ve huzuru derc etmiş
iken, küfrün içine de cehenneme işaret eden elem ve azapları derç etmiştir.
Diğer bir husus ise, cennetin beka aleminde imanın bir neticesi ve hediyesi olmasıdır.
Yani bu dünyada iman eden kişi, beka aleminde cenneti elde eder. Bu yönü ile iman bir
çekirdek, cennet ise bu çekirdekten çıkan bir ağaç gibidir. İman çekirdeğini eline alamayan
cenneti göremez. İman ile cennet arasında böyle zaruri bir bağ da vardır. Durum küfür ve
cehennem için de aynıdır.

"İman hakikati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse,


bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i
tubası olur." izah eder misiniz?
İman hakikatlerine iman etmenin sonucu manevi ve nurani bir hüviyete sahiptir. Mesela
matematik dersini okuyup öğrenen bir öğrencide biyolojik olarak bir değişim söz konusu
olmaz. Ancak onun duygularında çok büyük değişimler yaşanır. Dersteki başarı ve ilerleme
ona mutluluk verirken, dersteki başarısızlık da onu huzursuz eder.
İşte iman hakikatlerini kabul etmek de insanın kalp ve ruh dünyasında öyle bir huzur ve
mutluk meydana getirir ki, onu maddeye çevirmek icab eder ise, yani bir şekil giydirmek
gerekir ise, kendine has bir cennet ortaya çıkacak deniyor. Yani kendisi bir cennet çekirdeği
olur ve ondan da bir cennet çıkar denmektedir. Zaten iman, cenneti; küfür ise, cehennemi
netice vermektedir. Sanki iman bir cennet çekirdeği ve küfür ise bir cehennem çekirdeği
gibi oluyor.

"Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun


avlusunda gülerek raksediyorlardı." deniyor. Bu ulu orta bir
raks mıydı, yoksa başka türlü müydü ki, gelecek hayatlarını
bu kadar etkilemiştir?
Burada mesele kızların nasıl ve ne şekilde raks ettiği değil, iman ve Kur’an’dan gafil
olarak, sefahat üzerine yaşanan bir hayata işaret var. Yani insan, gençliğini helal dairede
muhafaza etmeyip, sefahat ve haramlarda sarf ederse, ebedi yolculuğunun ilk merhalesi olan
kabirden başlayıp, nihayeti cehennem olan bir azaba düşme riski ile karşı karşıyadır.
Dünya, vur patlasın çal oynasın yeri değil. İnsana takılan kabiliyet ve istidatların iman ve
ibadet ile tekamül ettirileceği bir imtihan yeridir. Ama maalesef çağımızdaki maddeci
felsefenin her şeyi madde ile izah edip, insanın tek gayesinin dünya ve zevkleri şeklinde
tasvir etmesi, insanlığı, özellikle de gençliği sefahate ve haramlara yuvarlıyor. Üstad
Hazretleri bu külli riski ve hakikati ifade etmek için o basit örneği kullanıyor.
Bizim asıl anlamamız gereken husus; bu küçük örneğin arkasındaki külli risk ve tehlike
olmalıdır. Örneğin, keyfiyet ve şekline takılmamalıyız. Zaten bu gibi şeylerin tasviri doğru
değildir; Üstad Hazretleri tasvir etmediğine göre biz de örnek ile yetinmeliyiz.
İlgili kısmı okumak için tıklayınız:
Şualar, On Birinci Şua (Meyve Risalesi) Üçüncü Mesele.

"Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip


dalalet ve sefahete atılıyorsun, katiyen bilki; senin dalaletin
hükmüyle bütün gecmiş zamanın mazi olmuş ve
madumdur..." paragrafını izah eder misiniz?
"Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz;
bize karışma."
"Ben de cevaben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip
dalâlet ve sefahete atılıyorsun. Kat'iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün
geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir
vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve
varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî
ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz'î
lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine
mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır."(1)

Evvela, burada muhatap inkarcı ve maddeci bir insandır. Yoksa imanı olduğu halde
günahta giden bir insan hedef edilmiyor. Risale-i Nurlar günahkar birisini itikatsız addetmez,
sadece kamil imandaki manevi lezzetleri tadamaz, diyerek günahlardan sakındırıyor.
Bu manaya, konunun evvelindeki şu ibareler işaret ediyor:

"Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve


dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:"
"Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz;
bize karışma."(2)

İkincisi, münkir, ölümü bir yokluk ve hiçlik olarak gördüğü için, mazi onun nazarında
yaşanmış ve bitmiş büyük bir kabristan hükmündedir. Mazide gördüğü ve yaşadığı ne varsa
hepsi yokluğa gitmiş ve kaybolmuşlar. Çok sevdiği anası babası, akrabaları toprak olup
hiçlik denizine karışmışlardır. İnsan bu düşünce ve bu gerçeklerle, hazır anında lezzet ve
zevk edemez. Böyle bir halet içinde ancak akıldan mahrum olan hayvanlar lezzet alıp zevk
edebilir.
İnsan insanlığın gereği olan akıl ve kalp ile bu yokluk ve hiçlik içinde maddi zevk ve
lezzetleri takip edemez. Nasıl yakını ölmüş bir adam iştahtan kesilip zevk ve lezzeti
acılaşıyor ise, aynı şekilde maziyi koca bir yokluk ve hiçlik gören bir adamın da hazır
zamanda zevk ve sefaya dalması mümkün ve kabil olmaması gerekir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Üçüncü Mesele
(2) bk. a.g.e.
"Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı
hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla
kesilip hiçliğe atıldığından,.." cümlesini devamıyla açıklar
mısınız?
Levh: Eşya ve mevcudatın zaman nehrine girmesi demektir. Yani Allah’ın ilminde plan
ve proje olarak ve ilmi bir vücut ile bekleyen mevcudatın, zaman ve mekan boyutuna intikal
edip görünmesi ve varlık kazanması demektir.
Mahv: Zaman sahnesine çıkan eşyanın ve mevcudatın ölüm ve zeval ile tekrar zaman
sahnesinden çekilip gitmesi demektir. Eşya hakiki anlamda yok olmuyor, sadece varlık
boyutunu değiştiriyor.
İspat: Zaman sahnesine çıkmak için sırada bekleyen eşyanın mahvdan sonra yeniden
zaman sahnesine çıkıp manasını göstermesi anlamındadır. Allah’ın ilminde varlık sahnesine
çıkmayı bekleyen diğer mevcudat plan ve projeleridir.
İşte zaman denilen şey, yani zamanın hakikati bu üç kavramadan müteşekkildir. Üstad
Hazretleri buna Kudret-i İlahi’nin yazar bozar tahtası ve defteri diyor. Zamanın içindeki
geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman kavramları da manasını Levh-i Mahv-İspattan
alıyorlar.
Mümin açısından istikbal, yani zamanın gelecek boyutu ilmi İlahide bekleyen eşyanın
varlık boyutuna girmek için beklediği bir alem, bir varlık boyutudur.
Kafir Allah’ı ve ahireti inkar ettiği için, onun nazarında istikbal yokluk ve karanlıktır.
Tesadüf eseri oradan varlık sahsına düşen bir şey, ecel celladı tarafından derhal imha
ediliyor. Yani mazi denilen yokluk kuyusuna atılıyor. Hal böyle olunca, kafir bu inkarı ve
inançsızlığı yüzünden geçmiş ve geleceği karanlık ve vahşet şeklinde algılıyor. Bu algısı da
hazır lezzetini acılaştırıp zehir ediyor. Geleceği ve geçmişi karanlık ve vahşet olan birisinin,
şimdiki zamanı elbette acılı ve azaplı olur. O an ki cüzi lezzetini bozup dağıtır. İnsanın mutlu
veya mutsuz olması, inancına göre şekillenir. İnançsızlık maddi ve cüzi lezzetleri
acılaştırıyor.

Üstadımızın, "Elli sene sonraki halleri göründü vs..."


ifadesine göre, bizim hayatımız gösterilseydi, hayatımızda ne
gibi değişiklikler olurdu?
Elli yıl sonraki hallerimiz bize sinema filmi gibi gösterilse idi, şimdi yaptığımız bir çok
şeyi yapmazdık. Hata ve kusurlarımızı görüp düzeltmeye çalışırdık.

Mesela kabirde azap çekiyor isek, azaba sebep olan fiillerden uzak kalırdık. İnsanların
kalbini kırıyor isek, bunu yapmaktan vazgeçerdik. Kalbimizde dünya sevgisi varsa bunun ne
kadar zararlı ve yanlış olduğunu derk edip, kalbimizi asıl sahibi olan Allah'a tevcih ederdik.
Azaba sebep olan günah ve sapkın fikirlerden yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçardık. Bunun
misallerini çoğaltmak mümkündür.

Burada önemli olan; “Her gelecek yakındır.” kaidesine binaen geleceği gelmiş gibi kabul
edip, tedbirimizi iş işten geçmeden almak olmalıdır. Yani, tıpkı elli yıl sonraki halimizi
seyrediyor ve bundan ibret alıyor olmamız gerekiyor. Yoksa Üstad'ın bu güzel misalini
farazi kabul edip bir anlık bir coşku sayıp, aynı hayatımıza devam etmek hakikatsizlik olur.
Mühim olan geleceği gelmiş gibi okumaktır.

Aklı olmayan ve özellikle Allah (c.c)'ın rızası için kesilen


bir hayvan, nasıl olur da ölüp yok olmaktan korkabilir,
Kurbanlık Hayvanın Korkusu Var mı?
Korku duygusu her insanda olduğu gibi her hayvanda da vardır. Bu duygunun
verilmesinin sebebi hayatını muhafaza etmek içindir. Kendisine yaklaştığımızda, kaçan
hayvan, bize şunu demek istiyor: Bana karışma, ben kendimi seviyorum, beni benden alma.

Her ne sebeple olursa olsun yere atılan hayvan, kendisine bir şey olur diye korkar, korkması
bir fıtrat kanunudur. Korkmaması anormal bir durum olur. Kurban olarak kesilmesi
korkmamasının gerektirmez.. Kurban olacağını bilip bilmediğini anlamak zordur. Varsayalım
ki kurban olacağını biliyor. Bu biliş, kokmamaya engel değildir. Şehit olacağını ve en yüce
makamların birine çıkacağını bilen her asker korktuğu gibi, bu derece şuurlu olmayan bir
hayvanın pervasız gibi davranması beklenemez. Kaldı ki korkmak bir eksiklik değildir.
Elimizdeki bir iki milyon paranın çalınması yüreklerimizi ağzımıza getiriyorsa, asıl
ruhumuzun alınması elbetteki bizi tedirgin edecektir.

Bediüzzaman hazretleri, hapishane penceresinden


bakarken kızların elli yıl sonraki ahvallerini müşahede
ediyor. Bu düşünce hayalden öte gerçek bir sinema mı;
hakikaten de ordaki kızların hepsi aynı akibete mi maruz
kalmışlar?
Bir manevi hazan mevsimi yaşandığını gösteriyor. Allah demenin suç olduğu bir
mevsimde, başka nasıl meyve yetişmesi beklenebilir ki...

Buzların eridiği ve kar çiçeklerinin ser çektiği bir mevsimde durup, o zamanı anlamak çok
kolay olmasa gerek.

O dönemi az da olsa anlamak adına asağıdaki ifadeleri okuyunca, iman ve itikad sahibi üç
beş insanın nasıl yetişebildiğine hayret ermek gerekiyor.

Bu tarihler, Türkiye'de yirmi beş sene devam edecek bir istibdad-ı mutlakın icra-i
faaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, "İslamî şeairleri birer birer
kaldırarak İslam rûhunu yok etmek, Kur'an'ı toplatıp imha etmek" planlarını
güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını iblisane düşünerek, "Otuz sene
sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur'an'ı imha etmesini intac edecek bir plan
yapalım" demişler ve bu planı tatbike koyulmuşlardı. İslamiyeti yok etmek için
tarihte görülmemiş bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüştür.

Evet, altı yüz sene, belki Abbasiler zamanından beri, yani bin seneden beri Kur'an-
ı Hakîmin bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk milletini,
bu vatan evlatlarını, İslamiyet'ten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için,
Müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve bilfiil de muvaffak
olunuyordu.

Bu vakıa cüz'î değil, küllî ve umûmi idi; milyonlarca insanın, husûsan gençlerin ve
milyonlar masumların, talebelerin îman ve îtikadlarına dünyevî ve uhrevî
felaketlerine taallûk eden çok geniş ve şümûllü bir hadise idi. Ve Kıyamete kadar
gelip geçecek Anadolu halkının ebedî hayatlarıyla alakadardı. O zaman ve o
senelerde, bin yıllık parlak mazinin delalet ve şehadetiyle, Kur'an'ın bayraktarı
olarak en yüksek bir mevki-i muallayı ihraz etmiş bulunan kahraman bir milletin
hayatında, İslamiyet ve Kur'an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahripler
yapılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı dîniye ile geçen
parlak mazisi ve o mazide medfûn muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektepli
talebelere unutturulmaya çalışılıyor; ve mazi ile irtibatları kesilerek birtakım
maskeli ve sûreta parlak kelamlarla iğfalatta bulunularak, komünizm rejimine
zemin hazırlanıyordu. (1)

İslamiyet'in hakîkatinde mevcud maddî-manevî en yüksek terakkî ve medeniyet umdeleri


yerine, dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edepsiz edip ve feylesofların fikir
ve ideolojileri gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok
geniş bir çapta tedrîs ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslam
düşmanlarının İslam alemini maddeten ve manen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında,
kahraman Türk milletinin dînî bağlardan uzaklaştırılması, örf, adet, an'ane ve ahlak
bakımından tamamen İslamiyete zıt bir duruma getirilmek planları vardı ve bu planlar
maalesef tatbik sahasına konmuştu.

Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve
tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş;
ötekiler kaybetmişler.
(1) bk. Tarihçe-i Hayat, Barla Hayatı.

Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez.


Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his (acı)
dahi gider, o elemden de kurtulur... Cümlesini açar mısınız?
"Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği
vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük
bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri
setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir." (1)

Hayvan yatırıldığı zaman kesileceğini bildiği için değil, kendisini yere attıklarından dolayı
çırpınıyor. Kesileceğinden habersizdir. Kesmeyeceğiniz bir hayvanı da yere atsanız yine
çıpınacaktır. Bu çırpınış kendini kurtarmak adına gösterdiği mücadeledir. Ancak son ana
kadar kesileleceğini bimediği gibi, yere yatırılırken bile ne yapılacağını bilmiyor,
denmektedir. Bıçak keseceği sırada, boğazlanacağını anlıyor. Ancak kesildiği için, bu
kesilmenin verdiği elem dahi gidiyor. Bu elem, bıçağın kesmesinden hasıl olan elem
değildir; ölmek ve yok olmaktan hasıl olan elemdir. Zaten Üstad'ın bahsettiği acı ve elem
bıçağın verdiği acı değil, kesilerek yok olmanın verdiği acıdan bahsetmektedir.

Ayrıca bıçağın da verdiği acı vardır. Fakat Üstad'ın bahsettiği acı bu değildir. İdam
edilecek bir adamın duyacağı acı, ipin boğazını sıkması değildir; ölmenin ve hayatının son
bulmasının vediği acıdır. İşte hayvanlar bu acıyı çekmez, demektedir.

Bıçağın kesileceğinin acısı da vardır, çırpınışı bunun delilidir.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua Üçüncü Mes'ele.

Üstad'ın, sefahet ve dalaleti tervic eden ve muannid


denilen şahs-ı manevi suretinde gördüğü ve konuştuğu şahsı,
nasıl anlamalıyız?
Burada konuşan, bir şahsın arzusu ve isteği değil, bir fikri temsil eden bir cemiyetin veya
bir ideolojinin ortak düşüncesi ve arzusudur. Dolayısı ile bir şahs-ı maddi değildir.
Mesela, kominizm bir şahs-ı manevidir, bir fikirdir. Üstad ile konuşan; sefahet, dalalet
ve rezaleti medeniyet zanneden bir şahsı manevidir, bir fikirdir veya fikir suretine girmiş bir
şeytandır.

Üstad'ın: "Kur'an'dan bildiğimiz sûreleri okumak ve


manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek…” ve “… şu
kelimat-ı mübarekenin meâl-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl
mazur olabilirler." ifadeleri, okuduğumuz surelerin mealini
bilmemizi mi gerektiriyor?
Evvela, namazda okunan ayetlerin mealini bilip bilmemek, namazın sıhhatine bir zarar
vermez.
İkincisi, sürekli istimal ettiğimiz Kur’an ayetlerinin veya elhamdulillah, sübhanallah,
Allahuekber, ezan, kamet gibi İslam şiarı olan mübarek kelimelerin mana ve meallerini
öğrenmek, her Müslüman için önemli ve gerekli bir vazifedir. Bu gibi kelimelerin meallerini
bilmenin fıkıh açısından belki bir zorunluluğu yok, lakin saadeti ebediyenin vesikaları olan
bu mübarek kelimelerin mücmel meal ve manalarını bilmemek, büyük bir kayıp ve zarardır.
Üçüncüsü, meale Kur’an’ın hakiki bir manası nazarı ile bakılmaz ve bakılmamalıdır.
Meal, Üstad Hazretlerinin ifadesi ile sadece muhtasar ve nâkıs bir tercümeden ibarettir.
Üstad Hazretleri bu hususu şu şekilde ifade ediyor:

"Elhasıl, lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur'âniyenin


i'câzı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir, belki "muhaldir" diyebilirim.
Kimin şüphesi varsa, i'câza dair Yirmi Beşinci Söze müracaat etsin. Tercüme
dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede;
hayattar, çok cihetlerle teşa'ub etmiş âyâtın hakikî mânâları nerede?"(1)

Dördüncüsü, Kur’an’ı anlamakta en güzel yol tefsir okumaktır. Meal genel kültür
açısından iyidir, ama asla tefsirin yerini tutamaz. Bu sebeple Kur’an’ı etraflıca anlamak için
tefsirlere müracaat etmeliyiz. Risale-i Nurlar bu sahada en güzel ve en mükemmel bir
sermeşktir.
(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas

"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve


müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne
de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam
alır..."Hayvanın hissetmediği bıçak acısı mı, geçmiş ve
gelecekten gelen elem mi?
Kesilmek, yok olmak, acı çekmek gibi hisler için bu ifade kullanılmıştır. Ne geçmiş ve
ne de gelecekten elem almadığı zaten yukarıda ifade edilmektedir.

"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve


müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne
de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır."
ifadelerini nasıl anlamalıyız; plan kuran, intihar eden
hayvanlar var?
Hayvanların akıl ve şuurları yoktur, bunun yerine sevk-i İlahileri vardır. Sevk-i İlahi;
tabiatçıların içgüdü dedikleri şey ise, hayvanın hayatına lazım şeylerin Allah tarafından
ilham sureti ile hayvanlara bildirilmesidir. Bizim akıl ve şuur zannettiğimiz şey, işte bu
sevk-i İlahidir. Demek plan kuran hayvan değil, kaderdir.

Kur’an’ı Kerim'de bu hadise şu şekilde resmediliyor:

“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları


çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin. Sonra da her türlü meyveden ye de
Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut!” Onların karınlarından renkleri çeşit
çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda
alacak ibret vardır. (Nahl, 16/68, 69)

"Bu âyette vahiy, ilham anlamındadır. Kuşun uçmayı, balığın yüzmeyi, yeni doğan bebeğin
emmeyi öğrenmesi gibi bütün canlıların hayat vesilelerini öğrenmeleri de ilham eseridir.
Bütün büyük keşifler, önemli edebiyat ve san’at eserleri de bu kabildendir. Bal arısının
harika kimyagerliğine âyet özellikle yer vermektedir." (Suat Yıldırım, Kur'an-ı
Kerim Meali)

“Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle


bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana
gelen istirahattan tamamen mahrumsun.” Bu bahsi,
hayvanlar için setr'i gayb ile izah eder misiniz?
İnsan, akıl vasıtasıyla hakikatleri bir derece aralar. Ancak Cenab-ı Hakk’ın hikmeti
gereği her şeyi akıl terazisiyle tartamaz. Bizler yaptığımız iyiliklerin karşılıksız,
kötülüklerinde cezasız kalmayacağını gayet iyi bilmekteyiz.

Bu noktadan hayvana nazaran istikbalimize bakabilmekte veya geçmiş hayatımızdan elemler


duymaktayız. İnsan iman nuruyla geleceğe baktığında her şeyin revnakdar, latif ve hoş
olduğunu görür. Ama imansızlık gözlüğü her şeyi karanlık ve çirkin gösterir. Akıl, madeni
kalb ve ruhta, şuaı dimağda bulunan manevi bir nurdur ki, insan bununla duyulara hitap
etmeyen şeyleri idrak eder. Nuranî bir cevher olan akıl, insanın en kıymetli cihazıdır.

İnsanı, ebedi saadete hazırlayan Rabbanî bir mürşid, ona İlahi, kudsi defineleri, hem kainatın
binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır. Ham petrolden uçak benzinine, mum
ışığından güneşe ışığına kadar mertebeler olması misali, insanların akıllarında da mertebeler
vardır. Uzaktan yakılan bir kibritle tutuşan uçak benzini gibi, bir kısım akıllara uzaktan bir
işaret verilmesi kafidir. Aklın bu üst mertebelerinde yer alan insanlar, başkalarının
anlamadığını anlarlar, hissetmediklerini sezerler; onların bağlantı kuramadıkları şeylerde
hayret verici bağlantılar kurarlar. Aklın bu kadar faziletlerinden bahisten sonra, biraz da
onun sınırından bahsetmek yerinde olacaktır.

Yoksa, biraz methedilince başı bulutlara değen insan misali, akıl da bu kadar övgüden sonra
kendini mutlak hakikatlerin, salt gerçeklerin yanılmaz sahibi, her şeyin miyarı, mizanı
zannedebilir. Bütün ihtilaflı konularda kendisinin hakemliğine müracaatı isteyebilir.

Nitekim, aklı gerçeğin tek ve yanılmaz ölçüsü kabul eden nice insan, kendi aklının veya
mutlak manada aklın ulaşmadığı gerçekleri inkar cihetine gitmiştir. "Onlar, ilmen
kuşatmadıkları ve henüz tevili kendilerine gelmeyen şeyleri yalanladılar." ayeti, bir yönüyle
meselemize de bakmaktadır. Hayvana baktığımızda ise onun akıl nimetinden
mahrumiyetinden ötürü gayb onun için setr edilmiş, perdelenmiştir. İnsanda bulunan gelecek
endişesi ve geçmiş korkusu akıl mahrumiyetinden ötürü hayvanda bulunmamaktadır.
Bediüzzaman hazretleri konuyu şu şekilde özetlemektedir.

"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten


elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini
tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir
hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi
gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı
bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar
hakkında daha mükemmeldir." (1)

(1) Şualar, Onbrinci Şua, Üçüncü Mes’ele


İkinci Mes'elenin Hülâsası
"Dünyada insana denilse, şu yol kısa ama tehlikeli, bu yol ise uzun
ama tehlikesizdir. İnsan kendini garantiye almak için, uzun ama
tehlikesiz yolu seçer. Lakin iş ahiret boyutuna geldiği zaman insan
aynı hassasiyeti gösteremiyor." Açıklar mısınız?
Dünyada insana denilse, şu yol kısa ama tehlikeli, bu yol ise uzun ama tehlikesizdir. İnsan
kendini garantiye almak için, uzun ama tehlikesiz yolu seçer. Lakin iş ahiret boyutuna geldiği zaman
insan aynı hassasiyeti gösteremiyor. Yani milyonlarca enbiya ve evliya; şu yol cehenneme, şu yol da
cennete çıkar demelerine rağmen, insanlar cehenneme giden yolu tercih ediyorlar.
Zararsız ama aynı zamanda menfaatsiz olan yol, temsildeki bir ifadedir. Yoksa, küfür ve günah
yolu için sarf edilen bir ifade değildir.
Yani insan dünyada zararsız, ama aynı zamanda menfaatsiz bir yolu, kısa ama zararlı yola tercih
etme akıllılığını gösterip de, milyonlarca enbiya ve evliyanın mutlak manada zararlı dediği küfür ve
günahlı yolu, mutlak manada menfaatli olan iman ve itaat yoluna tercih etmeleri, hakikaten bir
basiretsizlik ve divanelik değil de nedir acaba.

"Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm elbette


hayattan ziyade bir istediği var." Burada "ziyade" kelimesinden
maksat nedir?
Bu cümlede zikredilen ölüm ahireti, hayat ise dünya yaşamını temsil ediyor. "Ziyade" kelimesi
ise, ahiret hayatının dünya yaşamından çok şeyler istemesini temsil ediyor. Evet, ahiret hayatı dünya
yaşamında ihya ve inşa edilir. Yani dünya mezra, ahiret ise bu mezranın mahsulü hükmündedir.
Dünya hayatında ne kadar iman ve ibadette bulunursak, ahiret hayatımız o nispette güzel ve mamul
olur. Yani ahiretin dünyadan istek ve talepleri pek çoktur manası, bu cümle ile özetleniyor:

"... Her bir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm elbette hayattan ZİYADE bir
istediği var."(1)

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, İkinci Mesele.

"İkinci cemaat ve heyet, ellerinde terbiyenameler..." ifadesi


geçiyor. Terbiyename ne demektir?
Terbiyename: İnsanı eğiten, olgunlaştıran, doğruya sevkeden, yanlışlardan koruyan sistemli bir
eğitim kitabı, şeklinde anlamak daha doğru olur kanaatindeyiz.
Bu açıdan bakıldığında Kur'an bir terbiyenamedir. Sünnet ve hadisler birer terbiyenamedir. Hatta
büyük zatların telif ettikleri her bir eser, birer terbiyanamedir, denebilir.

İlgili yerde konu bir temsil ile izah edildiği için, terbiyename ifadesi de sembol olarak kullanılmış.

"Kuvvetli hüccetlerle, fikren ve mantıkan yakînî bir sûrette


ispat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen
muhakkikler, müçtehidler ve sıddîkînler,.." Buradaki muhakkik ve
sıddıkinler kimlerdir, sahabeler midir?
Burada bahsedilen muhakkikler, müçtehitler ve sıddıkinler sadece sahabeler değil Hz. Adem
(as)’dan başlayıp kıyamete kadar gelecek olan bütün muhakkikler, müçtehitler ve sıddıkinlerdir.
Sahabeler bu muhakkikler, müçtehitler ve sıddıkinler içinde en parlak ve en faziletli olanlarıdır, ama
sadece onlar kast ediliyor değildir.
Sahabenin dışında İmam Azam, İmam Şafi, İmam Maliki, İmam Hanbeli, müçtehitlere, Fahru
Razi, İmam Haremeyn, Sadı Taftazani ve Abdulkadir Kahir Cürcani gibi binlerce alimler
muhakkiklere, İmam Rabbani, İmam Gazali, Abdulkadir Geylani gibi milyonlarca veliler de
diğerlerine örnek olarak verilebilirler.
Yüz yirmi dört bin peygamber ve onun izinde giden milyonlarca alim ve evliya, İslam’ın hak ve
sadık olduğuna bir delil bir vesika niteliğindedir yani.

"Birtek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal-i


tehlike ve bir ay hapis imkânı bulunan..." cümlesini açar mısınız,
bir aydan kasıt nedir?
"İki yolun -hadsiz muhbirlerin kat'î ihbarları ile- en kısa ve kolayı ve yüzde yüz Cennet ve
saadet-i ebediyeyi kazandıranı bırakıp en dağdağalı ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksan dokuz
Cehennem hapsini ve şekavet-i daimeyi netice veren yolunu ihtiyar ettiği halde, dünyada iki
yolun, birtek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal-i tehlike ve bir ay hapis
imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz -yalnız zararsız olduğu için- uzun yolu ihtiyar eden
bedbaht, sarhoş divaneler gibi, dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara
ehemmiyet vermez, sineklerle uğraşıyor, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini,
ruhunu, insaniyetini kaybetmiş oluyor."(1)

İnsanın dünya hayatında en küçük bir zarardan korunmak için, bir kişinin bu zarar olabilir demesini
dikkate alması ve yolunu değiştirmesini akıl gerektirirken, yüzde yüz ebedi zarar diyen binlerce doğru
ve sadık insanların ihtar ve ikazını ciddiye almaması, hakikaten düşündürücü bir durumdur.
Buradaki bir ay hapisten maksat; dünyanın küçük ve basit zararlarına kinayedir. Yani dünya
işlerinde birisi bize dese şu işi yaparsan bir ay hapis verirler, biz hemen o işten uzaklaşırız; ama yüz
binlerce peygamberler küfür ve fısk yolunda bir ay değil, ebedi hapis riski ve tehlikesi var
demelerine rağmen, insanların ekserisi bunu dikkate almıyorlar.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, İkinci Mesele.

Darağacı temsilini açar mısınız? Yani ehliiman da darağacına


çıkıyor mu, darağacının kimine basamak olması, kimini asmasını
nasıl anlamalıyız?
Dar ağacı; burada ölümü temsil ediyor. Ölüm ise; Mümin kafir ayırt etmeksizin herkesi idam
ediyor. Bu ölümün görünen yüzü olup, zahirde herkesi asıp yok ediyor.

Yalnız bir de ölümün görünmeyen içyüzü var. Bu içyüzü ölümün hakikatidir, bu hakikat ancak iman
nuru ve Kur’an hidayeti ile anlaşılabilir. Yani darağacı hükmünde olan ölüme, iman nuru ile bakılır
ise ölüm ebedi bir saadetin başlangıcı ve sonsuz bir hayatın ilk aşamasıdır. Yani ölüm, insanları
ebedi olarak yokluğa ve hiçliğe atan bir idam sehpası ya da dar ağacı değildir.

Ama kafirin nazarında ölüm bir hiçlik, ölüm bir yokluk, ölüm bir idamı ebedidir. Bir daha
dirilmemek üzere yok olmaktır.

Aynı ölüm vakası, Mümin için ebedi bir diriliş iken, kafir için ebedi bir yok oluştur. İşte ölümün
Mümine başka güzel bir aleme geçmek için basamak, kafire ise dar ağacına atılan bir adım olması bu
sırdandır. Yani imanlı bakışla küfür bakışının arasındaki farka işaret ediyor.

"...ya idam-ı ebedî (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve


karanlık haps-i münferid (beka-i ruha inanan ve sefahette
gidenlere) ve şekavet-i ebediye ilâmını alacaklarını yüzde doksan
dokuz ihtimalle kat´î haber veren..." Bu konuyu izah eder misiniz?
"İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında, mukadderat-ı
nev-i beşer piyangosundan ehl-i iman ve tâat için-hüsn-ü hâtime şartıyla-ebedî ve
tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimalle; sefahet ve haram ve
itikatsızlık ve fıskta devam edenler-tevbe etmemek şartıyla-ya idam-ı ebedî (âhirete
inanmayanlara) veya daimî ve karanlık haps-i münferit (beka-i ruha inanan ve sefahette
gidenlere) ve şekavet-i ebediye ilâmını alacaklarını yüzde doksan dokuz…"(1)

Kabir hayatı ile ondan sonraki süreçler farklı yaşam formları olduğu için, kabirde ebediyet
ifadesi diğer yaşam formlarını içine almaz. Yani inandığı halde inandığı gibi yaşamayanlar,
hayatlarını haram ve sefahatte harcadıkları için ceza olarak kabir hayatında ebedi olarak, yani kabir
hayat sürecinin tamamını ceza ile geçirebilirler demektir. Yoksa cehennemde ebedi kalmazlar. Zira
kalbinde zerre kadar iman bulunanlar ebedi cehennem azabından kurtulacağı kati bir Ehl-i sünnet
inancıdır.
Üstad Hazretlerinin “şekaveti ebedi” ifadesini, kabir hayatı ile kayıtlamak gerekiyor. Nitekim
bazı ayet ve hadislerde genel kaidelerle çelişen ifadeler görüldüğü zaman genel kaidelere uygun bir
şekilde tevil ve tabir edilir. Üstad Hazretlerinin bu tabirini de böyle değerlendirmek mümkündür.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua (Meyve Risalesi), İkinci Meselenin Hülasası

''Sefahet ve haram ve itikatsızlık ve fıskta devam edenler, tevbe


etmemek şartıyla ya idam-ı ebedî veya daimî ve karanlık haps-i
münferit ve şekavet-i ebediye ilâmını alacaklarını yüzde doksan
dokuz ihtimalle katî haber veren..." izah?
İdamı ebediyeye gidenler için, ahirete inanmama şartı konurken, daimi ve karanlık hapsi
münferide gidenler için ise, bekayı ruh kaydı konmuştur.

Bu iki şahıs arasındaki ortak nokta, ikisinin de ebedi cehennemde kalacaklarıdır. Aralarındaki fark
ise, birisi idamı ebedide, diğeri ise münferit hapiste kalacağıdır.

İki şahsın itikadına gelince; ikisi de kafir ama aralarında bir fark var; biri ahiretin varlığına, yani
bekayı ruha inanıyor. Diğeri ise hiç inanmıyor.

Mesela; bir Hristiyan, Efendimizi (sas) kabul etmediği ve sağlam bir tevhid inancı olmadığı için
kafirdir. Ama bu Hristiyan kendi dininin itikadı icabı, ahiretin varlığına inanıyor. Başka bir aleme
gideceğini düşünüyor.

Fakat bir ateistin hiçbir itikadı yoktur. Tamamen yok olacağına inanıyor. Bu iki şahıs arasındaki
itikat farkı, onların çekeceği azaba da yansımıştır ve Üstadımız da bu azap farkına işaret ediyor. Biri
ebedi yok olacağına inandığı için, her an yok olacak gibi azap çekerken, diğeri ebedi hayatın
varlığına inandığı için, yok olma azabını çekmiyor, fakat kafir olduğu için de ebedi cehennemde
yalnız olarak kalacaktır. Bu konu On Üçüncü Söz'ün İkinci Makam'ının başında izah edilmektedir.
Üçüncü Mes'ele
"Gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek
beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede
ettim." Bazı yaşlılar gençliğini haramla geçirmelerine
rağmen, yaşına hürmeten saygı görebiliyorlar; izah eder
misiniz?
"... Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde
toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında
çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği
nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine
ağladım..."(1)

“Sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.” sözünü şu şekilde anlayabiliriz:


Her şeye dünya hesabına bakan adamlar, genç ve güzel birisini zatı için değil gençliği ve
güzelliği için severler. Ve bu gençlik ve güzellik yerini yaşlılığa ve çirkinliğe bırakınca,
doğal olarak dünya hesabına olan sevgi ve teveccühleri kaybolur ya da nefrete dönüşür.
Yalancı sevgi ve teveccühe alışan o adam, bu ilgisizlik ve nefret karşısında büyük bir
inkıraz-ı hayal ve buhrana düşer. Filim artistlerinin kendilerini uyuşturucu ve içkiye
vurmaları ve bir otel odasında ölmeleri hep bu gayrimeşru bakışın bir neticesidir.
Halbuki Allah için sevenler, onun suretinde bulunan geçici güzellik ve tazeliğe değil, bu
güzellik ve tazeliğin asıl kaynağı olan İlahi tecelliye perestiş ediyorlar. Onu dünya hesabına
değil ahiret hesabına seviyorlar. "Her ne kadar gençlik ve güzelliği gitse de Allah ahirette
ona ebedi bir gençlik ve güzellik verecek." deyip, sevgi ve hürmetini aynı ile devam
ettiriyor.
Gençliğini kötüye kullanmış, ama ihtiyarlığında hidayet ile kendine gelmiş birisine nefret
etmek gerekmiyor. Zaten nefret ehli dünyanın sapkın bakışının bir neticesidir. Ehli iman yüz
yaşına da gelinse yine hürmet ve sevgisini devam ettirir. Hatta ehli iman insan yaşlandıkça
ona daha çok hürmet edip şefkat gösterir. Lakin bu ehli dünyada olmayan bir haslettir.
Ehli dünyanın bu vefasız nefreti, haramların içindeki muaccel (peşin) bir ceza
niteliğindedir. Ehli imanın hürmet ve vefası ise, iman ve helal dairesinde gitmenin peşin bir
mükafatı niteliğindedir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Üçüncü Mesele.

"Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey


hissetmez." ifadesinin dayanağı nedir?
"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne
geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular
gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek
için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek
ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet,
bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir.
Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir."

"Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece


gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen
mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen
korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz
derece hayvandan aşağı düşürür."(1)

Hayvanlarda akıl ve şuur olmadığından lezzet ve elemin mazi ve istikbal cephesi yoktur.
Bütün sermayesi bulunduğu andır. İnsanda akıl ve şuur gibi araçlardan dolayı bu az anı
şimdiki zaman mefhumu bir parça genişliyor ve mazi ve istikbal cephelerine yayılıyor.
Halbuki hayvanlarda bu yayılma ve genişleme yoktur. Bu yüzden hayvanın lezzeti de acısı da
çok ani ve defi oluyor. Üstat bu manayı; “Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey
hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden
de kurtulur.” şeklinde ifade ediyor.

"İKİNCİ ASIL: Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı vardır. Biri burhan-ı kat'î istese,
diğeri bir zann-ı galibî ile iktifa eder, başkası yalnız bir kabul-u teslimi ve
reddetmemek ister. Öyleyse, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer'iye veya
vukuat-ı zamaniyenin herbirinde bir iz'ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat'î istenilmez.
Belki yalnız reddetmemek ve teslimiyetle ilişmemektir."(2)

Diğer bir husus, her meselede ayet ve hadisten zahir bir delil istenilmez. Zira çok
meseleler vardır ki ayet ve hadisin belagat kıvrımları içinde ince ve nurani olarak matvi
(dürülü) bulunur. Kalın ve kaba nazarlar bu ince manalara nüfuz edemeyeceği için, kaziye-i
makbul nevinden itiraz etmemek lazımdır. Yani mutemet alim ve evliyaların keşfiyatlarına
itimat ile kabul etmek gerekir. Her mana için zahir bir ayet ve hadis istemek doğru olmaz.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua (Meyve Risalesi), Üçüncü Mesele.
(2) bk. Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, İkinci Asıl.

"Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha


mükemmeldir." ifadesini nasıl anlamalıyız; masum
hayvanlardan kasıt nedir, daha mükemmel olan nedir?
"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne
geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular
gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek
için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek
ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet,
bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir.
Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir."
"Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece
gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen
mahrumsun. Geçmişten çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen
korkular ve endişeler, senin cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz
derece hayvandan aşağı düşürür."(1)

Hayvanlar, insanlar gibi akıl ve şuur sahibi olmadıkları için, geçmişin acıları geleceğin
endişeleri onların hazır keyfini bozmaz. Şayet hayvanlar geçmiş ve gelecek hakkında tam bir
bilinç ve şuura sahip olsalardı, hayat onlar için gayet acı ve ıstıraplı olurdu. Mesela,
ahırdaki inek her an kesilme korkusunu hissetmiş olsa yani bu şuurda olmuş olsa idi, o zaman
yemeden içmeden kesilir, hayatı tam bir ıstırap halini alırdı.
Allah hayvanların geçmiş ve geleceğini hissettirmiyor, onlar da bu durumdan tam istifade
ediyor. Yoksa kurban bayramında gözü önünde arkadaşı kesilen bir inek, önüne konulan
samanı yemez, suyunu içemezdi.
Masum hayvanlar hakkında mükemmel olan husus geçmiş ve geleceğin bilinmemesidir.
İnsan bu konuda hayvanlar gibi değildir. İnsanın akıl ve şuuru geçmişi hatırlar, gelecek
konusunda ciddi endişeler taşır ki, bu da insanın hazır keyfini bozmaya yeterli bir durumdur.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Üçüncü Mesele.

"İman hakikati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse,


bir Cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i
Tubası olur." Bunu biraz açıklar mısınız?
Kainata ve içindekilere iman nazarı ile bakılırsa, her şey saadet ve huzur kaynağı; küfür
nazarı ile bakılırsa, her şey karanlık ve azap kaynağıdır. Mümin iman gözlüğü ile kainata ve
olaylara baktığından, her şeyde bir huzur ve saadet bulurken, kafir ise küfür gözlüğü ile
kainata ve olaylara baktığı için o da her şey de bir acı ve azap görüyor.
Denebilir ki, iman dünyada mümine küçük bir cennet hayatı, küfür ise kafire küçük bir
cehennem hayatı yaşatıyor. İman her şeyi dost yaparken, küfür her şeyi düşman yapıyor.
İman nurlu ve ışıklı bir gözlük olduğu için, bu gözlük ile kainata bakıldığında her şeyin
içyüzünü ve hakikatini gösteriyor. Küfür ise karanlıklı ve zulümatlı bir gözlük olup, her şeyi
çirkin ve kötü gösteriyor. İşte bu cümlenin esas noktası bu manaya işaret ediyor.
Mesela kafir, ölümü yokluk ve hiçlik görürken, mümin ebedi saadetin başlangıcı ve
girişi olarak görüyor. Müminin bu inancı ona manevi bir cennet hali ve lezzeti veriyor. Yani
cennet küçültülse iman olur, iman büyütülse cennete dönüşür, formülü ile bu meseleyi izah
edebiliriz. Aynısı küfür ile cehennem arasında da mevcuttur. Yani küfür küçük bir
cehennem iken, cehennem ise küfrün tecessüm etmiş büyütülmüş azaplı bir halidir
diyebiliriz.
Allah bu dünyada imanın içine cennete işaret eden manevi hazları ve huzuru derc etmiş
iken, küfrün içine de cehenneme işaret eden elem ve azapları derç etmiştir.
Diğer bir husus ise, cennetin beka aleminde imanın bir neticesi ve hediyesi olmasıdır.
Yani bu dünyada iman eden kişi, beka aleminde cenneti elde eder. Bu yönü ile iman bir
çekirdek, cennet ise bu çekirdekten çıkan bir ağaç gibidir. İman çekirdeğini eline alamayan
cenneti göremez. İman ile cennet arasında böyle zaruri bir bağ da vardır. Durum küfür ve
cehennem için de aynıdır.

"İman hakikati öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse,


bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i
tubası olur." izah eder misiniz?
İman hakikatlerine iman etmenin sonucu manevi ve nurani bir hüviyete sahiptir. Mesela
matematik dersini okuyup öğrenen bir öğrencide biyolojik olarak bir değişim söz konusu
olmaz. Ancak onun duygularında çok büyük değişimler yaşanır. Dersteki başarı ve ilerleme
ona mutluluk verirken, dersteki başarısızlık da onu huzursuz eder.
İşte iman hakikatlerini kabul etmek de insanın kalp ve ruh dünyasında öyle bir huzur ve
mutluk meydana getirir ki, onu maddeye çevirmek icab eder ise, yani bir şekil giydirmek
gerekir ise, kendine has bir cennet ortaya çıkacak deniyor. Yani kendisi bir cennet çekirdeği
olur ve ondan da bir cennet çıkar denmektedir. Zaten iman, cenneti; küfür ise, cehennemi
netice vermektedir. Sanki iman bir cennet çekirdeği ve küfür ise bir cehennem çekirdeği
gibi oluyor.

"Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun


avlusunda gülerek raksediyorlardı." deniyor. Bu ulu orta bir
raks mıydı, yoksa başka türlü müydü ki, gelecek hayatlarını
bu kadar etkilemiştir?
Burada mesele kızların nasıl ve ne şekilde raks ettiği değil, iman ve Kur’an’dan gafil
olarak, sefahat üzerine yaşanan bir hayata işaret var. Yani insan, gençliğini helal dairede
muhafaza etmeyip, sefahat ve haramlarda sarf ederse, ebedi yolculuğunun ilk merhalesi olan
kabirden başlayıp, nihayeti cehennem olan bir azaba düşme riski ile karşı karşıyadır.
Dünya, vur patlasın çal oynasın yeri değil. İnsana takılan kabiliyet ve istidatların iman ve
ibadet ile tekamül ettirileceği bir imtihan yeridir. Ama maalesef çağımızdaki maddeci
felsefenin her şeyi madde ile izah edip, insanın tek gayesinin dünya ve zevkleri şeklinde
tasvir etmesi, insanlığı, özellikle de gençliği sefahate ve haramlara yuvarlıyor. Üstad
Hazretleri bu külli riski ve hakikati ifade etmek için o basit örneği kullanıyor.
Bizim asıl anlamamız gereken husus; bu küçük örneğin arkasındaki külli risk ve tehlike
olmalıdır. Örneğin, keyfiyet ve şekline takılmamalıyız. Zaten bu gibi şeylerin tasviri doğru
değildir; Üstad Hazretleri tasvir etmediğine göre biz de örnek ile yetinmeliyiz.
İlgili kısmı okumak için tıklayınız:
Şualar, On Birinci Şua (Meyve Risalesi) Üçüncü Mesele.

"Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip


dalalet ve sefahete atılıyorsun, katiyen bilki; senin dalaletin
hükmüyle bütün gecmiş zamanın mazi olmuş ve
madumdur..." paragrafını izah eder misiniz?
"Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz;
bize karışma."
"Ben de cevaben dedim: Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip
dalâlet ve sefahete atılıyorsun. Kat'iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün
geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir
vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve
varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî
ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz'î
lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine
mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır."(1)

Evvela, burada muhatap inkarcı ve maddeci bir insandır. Yoksa imanı olduğu halde
günahta giden bir insan hedef edilmiyor. Risale-i Nurlar günahkar birisini itikatsız addetmez,
sadece kamil imandaki manevi lezzetleri tadamaz, diyerek günahlardan sakındırıyor.
Bu manaya, konunun evvelindeki şu ibareler işaret ediyor:

"Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve


dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:"
"Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz;
bize karışma."(2)

İkincisi, münkir, ölümü bir yokluk ve hiçlik olarak gördüğü için, mazi onun nazarında
yaşanmış ve bitmiş büyük bir kabristan hükmündedir. Mazide gördüğü ve yaşadığı ne varsa
hepsi yokluğa gitmiş ve kaybolmuşlar. Çok sevdiği anası babası, akrabaları toprak olup
hiçlik denizine karışmışlardır. İnsan bu düşünce ve bu gerçeklerle, hazır anında lezzet ve
zevk edemez. Böyle bir halet içinde ancak akıldan mahrum olan hayvanlar lezzet alıp zevk
edebilir.
İnsan insanlığın gereği olan akıl ve kalp ile bu yokluk ve hiçlik içinde maddi zevk ve
lezzetleri takip edemez. Nasıl yakını ölmüş bir adam iştahtan kesilip zevk ve lezzeti
acılaşıyor ise, aynı şekilde maziyi koca bir yokluk ve hiçlik gören bir adamın da hazır
zamanda zevk ve sefaya dalması mümkün ve kabil olmaması gerekir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Üçüncü Mesele
(2) bk. a.g.e.
"Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı
hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla
kesilip hiçliğe atıldığından,.." cümlesini devamıyla açıklar
mısınız?
Levh: Eşya ve mevcudatın zaman nehrine girmesi demektir. Yani Allah’ın ilminde plan
ve proje olarak ve ilmi bir vücut ile bekleyen mevcudatın, zaman ve mekan boyutuna intikal
edip görünmesi ve varlık kazanması demektir.
Mahv: Zaman sahnesine çıkan eşyanın ve mevcudatın ölüm ve zeval ile tekrar zaman
sahnesinden çekilip gitmesi demektir. Eşya hakiki anlamda yok olmuyor, sadece varlık
boyutunu değiştiriyor.
İspat: Zaman sahnesine çıkmak için sırada bekleyen eşyanın mahvdan sonra yeniden
zaman sahnesine çıkıp manasını göstermesi anlamındadır. Allah’ın ilminde varlık sahnesine
çıkmayı bekleyen diğer mevcudat plan ve projeleridir.
İşte zaman denilen şey, yani zamanın hakikati bu üç kavramadan müteşekkildir. Üstad
Hazretleri buna Kudret-i İlahi’nin yazar bozar tahtası ve defteri diyor. Zamanın içindeki
geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman kavramları da manasını Levh-i Mahv-İspattan
alıyorlar.
Mümin açısından istikbal, yani zamanın gelecek boyutu ilmi İlahide bekleyen eşyanın
varlık boyutuna girmek için beklediği bir alem, bir varlık boyutudur.
Kafir Allah’ı ve ahireti inkar ettiği için, onun nazarında istikbal yokluk ve karanlıktır.
Tesadüf eseri oradan varlık sahsına düşen bir şey, ecel celladı tarafından derhal imha
ediliyor. Yani mazi denilen yokluk kuyusuna atılıyor. Hal böyle olunca, kafir bu inkarı ve
inançsızlığı yüzünden geçmiş ve geleceği karanlık ve vahşet şeklinde algılıyor. Bu algısı da
hazır lezzetini acılaştırıp zehir ediyor. Geleceği ve geçmişi karanlık ve vahşet olan birisinin,
şimdiki zamanı elbette acılı ve azaplı olur. O an ki cüzi lezzetini bozup dağıtır. İnsanın mutlu
veya mutsuz olması, inancına göre şekillenir. İnançsızlık maddi ve cüzi lezzetleri
acılaştırıyor.

Üstadımızın, "Elli sene sonraki halleri göründü vs..."


ifadesine göre, bizim hayatımız gösterilseydi, hayatımızda ne
gibi değişiklikler olurdu?
Elli yıl sonraki hallerimiz bize sinema filmi gibi gösterilse idi, şimdi yaptığımız bir çok
şeyi yapmazdık. Hata ve kusurlarımızı görüp düzeltmeye çalışırdık.

Mesela kabirde azap çekiyor isek, azaba sebep olan fiillerden uzak kalırdık. İnsanların
kalbini kırıyor isek, bunu yapmaktan vazgeçerdik. Kalbimizde dünya sevgisi varsa bunun ne
kadar zararlı ve yanlış olduğunu derk edip, kalbimizi asıl sahibi olan Allah'a tevcih ederdik.
Azaba sebep olan günah ve sapkın fikirlerden yılandan, çıyandan kaçar gibi kaçardık. Bunun
misallerini çoğaltmak mümkündür.
Burada önemli olan; “Her gelecek yakındır.” kaidesine binaen geleceği gelmiş gibi kabul
edip, tedbirimizi iş işten geçmeden almak olmalıdır. Yani, tıpkı elli yıl sonraki halimizi
seyrediyor ve bundan ibret alıyor olmamız gerekiyor. Yoksa Üstad'ın bu güzel misalini
farazi kabul edip bir anlık bir coşku sayıp, aynı hayatımıza devam etmek hakikatsizlik olur.
Mühim olan geleceği gelmiş gibi okumaktır.

Aklı olmayan ve özellikle Allah (c.c)'ın rızası için kesilen


bir hayvan, nasıl olur da ölüp yok olmaktan korkabilir,
Kurbanlık Hayvanın Korkusu Var mı?
Korku duygusu her insanda olduğu gibi her hayvanda da vardır. Bu duygunun
verilmesinin sebebi hayatını muhafaza etmek içindir. Kendisine yaklaştığımızda, kaçan
hayvan, bize şunu demek istiyor: Bana karışma, ben kendimi seviyorum, beni benden alma.

Her ne sebeple olursa olsun yere atılan hayvan, kendisine bir şey olur diye korkar, korkması
bir fıtrat kanunudur. Korkmaması anormal bir durum olur. Kurban olarak kesilmesi
korkmamasının gerektirmez.. Kurban olacağını bilip bilmediğini anlamak zordur. Varsayalım
ki kurban olacağını biliyor. Bu biliş, kokmamaya engel değildir. Şehit olacağını ve en yüce
makamların birine çıkacağını bilen her asker korktuğu gibi, bu derece şuurlu olmayan bir
hayvanın pervasız gibi davranması beklenemez. Kaldı ki korkmak bir eksiklik değildir.
Elimizdeki bir iki milyon paranın çalınması yüreklerimizi ağzımıza getiriyorsa, asıl
ruhumuzun alınması elbetteki bizi tedirgin edecektir.

Bediüzzaman hazretleri, hapishane penceresinden


bakarken kızların elli yıl sonraki ahvallerini müşahede
ediyor. Bu düşünce hayalden öte gerçek bir sinema mı;
hakikaten de ordaki kızların hepsi aynı akibete mi maruz
kalmışlar?
Bir manevi hazan mevsimi yaşandığını gösteriyor. Allah demenin suç olduğu bir
mevsimde, başka nasıl meyve yetişmesi beklenebilir ki...

Buzların eridiği ve kar çiçeklerinin ser çektiği bir mevsimde durup, o zamanı anlamak çok
kolay olmasa gerek.

O dönemi az da olsa anlamak adına asağıdaki ifadeleri okuyunca, iman ve itikad sahibi üç
beş insanın nasıl yetişebildiğine hayret ermek gerekiyor.
Bu tarihler, Türkiye'de yirmi beş sene devam edecek bir istibdad-ı mutlakın icra-i
faaliyetinin ilk seneleri idi. Gizli dinsiz komiteleri, "İslamî şeairleri birer birer
kaldırarak İslam rûhunu yok etmek, Kur'an'ı toplatıp imha etmek" planlarını
güdüyorlardı. Buna muvaffak olunamayacağını iblisane düşünerek, "Otuz sene
sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur'an'ı imha etmesini intac edecek bir plan
yapalım" demişler ve bu planı tatbike koyulmuşlardı. İslamiyeti yok etmek için
tarihte görülmemiş bir tahribat ve tecavüzat hüküm sürmüştür.

Evet, altı yüz sene, belki Abbasiler zamanından beri, yani bin seneden beri Kur'an-
ı Hakîmin bir bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyan Türk milletini,
bu vatan evlatlarını, İslamiyet'ten uzaklaştırmak ve mahrum bırakmak için,
Müslümanlığa ait her türlü bağların koparılmasına çalışılıyor ve bilfiil de muvaffak
olunuyordu.

Bu vakıa cüz'î değil, küllî ve umûmi idi; milyonlarca insanın, husûsan gençlerin ve
milyonlar masumların, talebelerin îman ve îtikadlarına dünyevî ve uhrevî
felaketlerine taallûk eden çok geniş ve şümûllü bir hadise idi. Ve Kıyamete kadar
gelip geçecek Anadolu halkının ebedî hayatlarıyla alakadardı. O zaman ve o
senelerde, bin yıllık parlak mazinin delalet ve şehadetiyle, Kur'an'ın bayraktarı
olarak en yüksek bir mevki-i muallayı ihraz etmiş bulunan kahraman bir milletin
hayatında, İslamiyet ve Kur'an aleyhinde dehşetli tahavvüller ve tahripler
yapılıyor ve cihanın en namdar ordusunun bin senelik cihad-ı dîniye ile geçen
parlak mazisi ve o mazide medfûn muhterem ecdadı, yeni nesillere ve mektepli
talebelere unutturulmaya çalışılıyor; ve mazi ile irtibatları kesilerek birtakım
maskeli ve sûreta parlak kelamlarla iğfalatta bulunularak, komünizm rejimine
zemin hazırlanıyordu. (1)

İslamiyet'in hakîkatinde mevcud maddî-manevî en yüksek terakkî ve medeniyet umdeleri


yerine, dinsiz felsefenin bataklığındaki nursuz prensipler, edepsiz edip ve feylesofların fikir
ve ideolojileri gizli komünistler, farmasonlar, dinsizler tarafından telkin ediliyor ve çok
geniş bir çapta tedrîs ve talime çalışılıyordu. Bilhassa İngiliz, Fransız gibi İslam
düşmanlarının İslam alemini maddeten ve manen yıpratmak, sömürmek emellerinin başında,
kahraman Türk milletinin dînî bağlardan uzaklaştırılması, örf, adet, an'ane ve ahlak
bakımından tamamen İslamiyete zıt bir duruma getirilmek planları vardı ve bu planlar
maalesef tatbik sahasına konmuştu.

Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve
tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş;
ötekiler kaybetmişler.

(1) bk. Tarihçe-i Hayat, Barla Hayatı.


Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez.
Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his (acı)
dahi gider, o elemden de kurtulur... Cümlesini açar mısınız?
"Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, bir şey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği
vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük
bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri
setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir." (1)

Hayvan yatırıldığı zaman kesileceğini bildiği için değil, kendisini yere attıklarından dolayı
çırpınıyor. Kesileceğinden habersizdir. Kesmeyeceğiniz bir hayvanı da yere atsanız yine
çıpınacaktır. Bu çırpınış kendini kurtarmak adına gösterdiği mücadeledir. Ancak son ana
kadar kesileleceğini bimediği gibi, yere yatırılırken bile ne yapılacağını bilmiyor,
denmektedir. Bıçak keseceği sırada, boğazlanacağını anlıyor. Ancak kesildiği için, bu
kesilmenin verdiği elem dahi gidiyor. Bu elem, bıçağın kesmesinden hasıl olan elem
değildir; ölmek ve yok olmaktan hasıl olan elemdir. Zaten Üstad'ın bahsettiği acı ve elem
bıçağın verdiği acı değil, kesilerek yok olmanın verdiği acıdan bahsetmektedir.

Ayrıca bıçağın da verdiği acı vardır. Fakat Üstad'ın bahsettiği acı bu değildir. İdam
edilecek bir adamın duyacağı acı, ipin boğazını sıkması değildir; ölmenin ve hayatının son
bulmasının vediği acıdır. İşte hayvanlar bu acıyı çekmez, demektedir.

Bıçağın kesileceğinin acısı da vardır, çırpınışı bunun delilidir.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua Üçüncü Mes'ele.

Üstad'ın, sefahet ve dalaleti tervic eden ve muannid


denilen şahs-ı manevi suretinde gördüğü ve konuştuğu şahsı,
nasıl anlamalıyız?
Burada konuşan, bir şahsın arzusu ve isteği değil, bir fikri temsil eden bir cemiyetin veya
bir ideolojinin ortak düşüncesi ve arzusudur. Dolayısı ile bir şahs-ı maddi değildir.
Mesela, kominizm bir şahs-ı manevidir, bir fikirdir. Üstad ile konuşan; sefahet, dalalet
ve rezaleti medeniyet zanneden bir şahsı manevidir, bir fikirdir veya fikir suretine girmiş bir
şeytandır.

Üstad'ın: "Kur'an'dan bildiğimiz sûreleri okumak ve


manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek…” ve “… şu
kelimat-ı mübarekenin meâl-i icmalîsini öğrenmemesine nasıl
mazur olabilirler." ifadeleri, okuduğumuz surelerin mealini
bilmemizi mi gerektiriyor?
Evvela, namazda okunan ayetlerin mealini bilip bilmemek, namazın sıhhatine bir zarar
vermez.
İkincisi, sürekli istimal ettiğimiz Kur’an ayetlerinin veya elhamdulillah, sübhanallah,
Allahuekber, ezan, kamet gibi İslam şiarı olan mübarek kelimelerin mana ve meallerini
öğrenmek, her Müslüman için önemli ve gerekli bir vazifedir. Bu gibi kelimelerin meallerini
bilmenin fıkıh açısından belki bir zorunluluğu yok, lakin saadeti ebediyenin vesikaları olan
bu mübarek kelimelerin mücmel meal ve manalarını bilmemek, büyük bir kayıp ve zarardır.
Üçüncüsü, meale Kur’an’ın hakiki bir manası nazarı ile bakılmaz ve bakılmamalıdır.
Meal, Üstad Hazretlerinin ifadesi ile sadece muhtasar ve nâkıs bir tercümeden ibarettir.
Üstad Hazretleri bu hususu şu şekilde ifade ediyor:

"Elhasıl, lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabînin câmiiyeti ve elfâz-ı Kur'âniyenin


i'câzı öyle bir tarzdadır ki, kabil-i tercüme değildir, belki "muhaldir" diyebilirim.
Kimin şüphesi varsa, i'câza dair Yirmi Beşinci Söze müracaat etsin. Tercüme
dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede;
hayattar, çok cihetlerle teşa'ub etmiş âyâtın hakikî mânâları nerede?"(1)

Dördüncüsü, Kur’an’ı anlamakta en güzel yol tefsir okumaktır. Meal genel kültür
açısından iyidir, ama asla tefsirin yerini tutamaz. Bu sebeple Kur’an’ı etraflıca anlamak için
tefsirlere müracaat etmeliyiz. Risale-i Nurlar bu sahada en güzel ve en mükemmel bir
sermeşktir.
(1) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup, Dördüncü Mebhas

"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve


müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne
de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam
alır..."Hayvanın hissetmediği bıçak acısı mı, geçmiş ve
gelecekten gelen elem mi?
Kesilmek, yok olmak, acı çekmek gibi hisler için bu ifade kullanılmıştır. Ne geçmiş ve
ne de gelecekten elem almadığı zaten yukarıda ifade edilmektedir.

"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve


müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne
de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır."
ifadelerini nasıl anlamalıyız; plan kuran, intihar eden
hayvanlar var?
Hayvanların akıl ve şuurları yoktur, bunun yerine sevk-i İlahileri vardır. Sevk-i İlahi;
tabiatçıların içgüdü dedikleri şey ise, hayvanın hayatına lazım şeylerin Allah tarafından
ilham sureti ile hayvanlara bildirilmesidir. Bizim akıl ve şuur zannettiğimiz şey, işte bu
sevk-i İlahidir. Demek plan kuran hayvan değil, kaderdir.

Kur’an’ı Kerim'de bu hadise şu şekilde resmediliyor:

“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları


çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin. Sonra da her türlü meyveden ye de
Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut!” Onların karınlarından renkleri çeşit
çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda
alacak ibret vardır. (Nahl, 16/68, 69)

"Bu âyette vahiy, ilham anlamındadır. Kuşun uçmayı, balığın yüzmeyi, yeni doğan bebeğin
emmeyi öğrenmesi gibi bütün canlıların hayat vesilelerini öğrenmeleri de ilham eseridir.
Bütün büyük keşifler, önemli edebiyat ve san’at eserleri de bu kabildendir. Bal arısının
harika kimyagerliğine âyet özellikle yer vermektedir." (Suat Yıldırım, Kur'an-ı
Kerim Meali)

“Fakat ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle


bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana
gelen istirahattan tamamen mahrumsun.” Bu bahsi,
hayvanlar için setr'i gayb ile izah eder misiniz?
İnsan, akıl vasıtasıyla hakikatleri bir derece aralar. Ancak Cenab-ı Hakk’ın hikmeti
gereği her şeyi akıl terazisiyle tartamaz. Bizler yaptığımız iyiliklerin karşılıksız,
kötülüklerinde cezasız kalmayacağını gayet iyi bilmekteyiz.

Bu noktadan hayvana nazaran istikbalimize bakabilmekte veya geçmiş hayatımızdan elemler


duymaktayız. İnsan iman nuruyla geleceğe baktığında her şeyin revnakdar, latif ve hoş
olduğunu görür. Ama imansızlık gözlüğü her şeyi karanlık ve çirkin gösterir. Akıl, madeni
kalb ve ruhta, şuaı dimağda bulunan manevi bir nurdur ki, insan bununla duyulara hitap
etmeyen şeyleri idrak eder. Nuranî bir cevher olan akıl, insanın en kıymetli cihazıdır.

İnsanı, ebedi saadete hazırlayan Rabbanî bir mürşid, ona İlahi, kudsi defineleri, hem kainatın
binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtardır. Ham petrolden uçak benzinine, mum
ışığından güneşe ışığına kadar mertebeler olması misali, insanların akıllarında da mertebeler
vardır. Uzaktan yakılan bir kibritle tutuşan uçak benzini gibi, bir kısım akıllara uzaktan bir
işaret verilmesi kafidir. Aklın bu üst mertebelerinde yer alan insanlar, başkalarının
anlamadığını anlarlar, hissetmediklerini sezerler; onların bağlantı kuramadıkları şeylerde
hayret verici bağlantılar kurarlar. Aklın bu kadar faziletlerinden bahisten sonra, biraz da
onun sınırından bahsetmek yerinde olacaktır.

Yoksa, biraz methedilince başı bulutlara değen insan misali, akıl da bu kadar övgüden sonra
kendini mutlak hakikatlerin, salt gerçeklerin yanılmaz sahibi, her şeyin miyarı, mizanı
zannedebilir. Bütün ihtilaflı konularda kendisinin hakemliğine müracaatı isteyebilir.

Nitekim, aklı gerçeğin tek ve yanılmaz ölçüsü kabul eden nice insan, kendi aklının veya
mutlak manada aklın ulaşmadığı gerçekleri inkar cihetine gitmiştir. "Onlar, ilmen
kuşatmadıkları ve henüz tevili kendilerine gelmeyen şeyleri yalanladılar." ayeti, bir yönüyle
meselemize de bakmaktadır. Hayvana baktığımızda ise onun akıl nimetinden
mahrumiyetinden ötürü gayb onun için setr edilmiş, perdelenmiştir. İnsanda bulunan gelecek
endişesi ve geçmiş korkusu akıl mahrumiyetinden ötürü hayvanda bulunmamaktadır.
Bediüzzaman hazretleri konuyu şu şekilde özetlemektedir.

"Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten


elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini
tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir
hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi
gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye, gaybı
bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar
hakkında daha mükemmeldir." (1)

(1) Şualar, Onbrinci Şua, Üçüncü Mes’ele


Dördüncü Mes'ele
YAZDIR

"İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli harb-i


umumîden,.." ifadesini nasıl anlayacağız; neden İkinci
Dünya Savaşı İslam mukadderatıyla alakadardır?
"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu
dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç
sormuyorsun ve merak etmiyorsun..."(1)

Bu sorunuza iki şekilde cevap verebiliriz: Birisi, İkinci Dünya Savaşı'nda belki
Müslüman bir ülke bulunmadı, lakin onun etkisi ve sıkıntısı bütün dünyayı sardı ve herkesi
etkiledi. Bu cihetle bu savaş Müslümanların da mukadderatı sayılır.
İkincisi, alem-i İslam özellikle de Türkiye bu savaşın içine her an çekilmek istendi, ama
kader muhafaza etti. Bu cihetle de İslam alemi diken üstünde oldu. Bu da bir cihetle İslam
mukadderatı sayılır.
Savaşa girilse idi İslam alemi bundan en büyük zararı görecek taraf olacaktı. Zira yeni
harpten çıkmış, bu yüzden yorgun ve bitkin, işgaller görmüş bir haldeydi.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dördüncü Mesele.

"İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde


doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini
o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp,.." Burada verilen yüzde,
Nur talebeleri içinden mi, yoksa Müslümanlar arasından mı?
Evvela burada yüzde doksan veya yüzde doksan dokuz gibi yüzdeliklerin hikmeti; bir
insanın ne kadar takva da olsa kendisini yüzde yüz emniyette görmemesi gerektiği içindir.
Yani korku ve ümit dengesini muhafaza için, bu gibi yüzdelik tabirler kullanılır.

İkincisi, burada kast edilen mana, bu eserlere bağlanan ve onları dava vekili olarak gören
kişilerin yüzde doksan ihtimalle o haps-i ebediden kurtulacağının müjdesi verilmektedir.
Dolayısıyla hangi adam olursa olsun, ebedi cehennem ve azaptan kurtulması için, dava vekili
olarak Risale-i Nur'ları elde etmesi yeter.

"Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını


kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk
vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta
müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler." kaynaklarla açıklar
mısınız?
"Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla
müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı
başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu
asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif
ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta
müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün
dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?"(1)

Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen ve
imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu
zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı
taklitten tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur
inşallah.
İmanı taklitte kalan bir insan cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadeti
ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal
eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın birinci vazifesidir.
Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor
dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu bu
davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.
Özet olarak, bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra ibadetlerin asgarisi
olan farzları yaparsa kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise cami cemaati de olsa bu
zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor. Üstad
Hazretlerinin "kırk vefiyattan otuz sekizi kaybediyor" dediği zevat, imanı sahih olmayan
kişilerdir. Yani zahiren Müslüman ve dindar ama kalbi açıdan öyle olmayanlar içindir.
Veli zatların kalp gözü açık olduğu için kabrin ahvalini görebilirler. Kabirdeki kişinin
azap üzerine mi yoksa mükafat üzerine mi olduğunu müşahede edebilirler. Üstad Hazretleri
böyle veli bir zatın kalbi müşahedesinin bu yönde olduğunu beyan ediyor. Dolayısı ile bu
kaynak isteyen bir hadise değil, manevi bir müşahededir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dördüncü Mesele.

Dindar insanlar, bilhassa Nur Talebeleri siyasete girip


hizmet etmemeli mi?
Bu konuda yeteri kadar malumat, eserlerde mevcuttur. Asıl mesele bu bilgileri doğru
anlamaktır. İslam mukadderatıyla çok ilgili en önemli siyasi meseleleri dahi; Üstad'ın takip
etmemesini nasıl izah edebiliriz?
Siyasetle ilgilenmek ile siyasetle oyalanıp avunmayı birbirine karıştırmak riskiyle karşı
karşıyayız. Durmadan medyayı takip etmek, sağa sola hiddetlenmek, kendimizi rahatlatmak
için, galiz tabirler kullanmak ve böylece asıl vazifemizi terk etmek, duyarlılık ise; bu
duyarlılığın, zarardan başka hiç bir faidesi yoktur.

Ülke sarayında bir görev dağılımı yapmışız. Siyaset yapmak isteyen varsa kurallar belli,
ama ben siyaset değil de, şu işi yapmak istiyorum diyorsak eğer, vazifemizi yapmak daha
doğru bir davranştır. Bilfiil siyasetin dışında olanların siyasetle ilgisi, seçimler geldikçe,
isabetli bir şekilde oyunu kullanmaktır.

Üstadın şu ifaelerine kulak verelim:

"Küre-i arzı herc-ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu


dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) Hâşiye
hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim
insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha
büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler."

"Cevaben dedim ki: Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri
içinde mütedâhil dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve
hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden
ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar,
birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi
bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var.
Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir."

"Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.


Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve
ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder.
Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde
öldürür."(1)

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua Dördüncü Mesele.

Konuyla ilgili bir mektup için tıklayınız:

Emirdağ Lahikası-I, (103. Mektup)

Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi


bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve
ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en
küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. İzah eder
misiniz?
İnsanın aleminde birbiri içine girmiş muhtelif alemleri vardır. Bu alemlerin büyüklük ve
küçüklük noktasından iki hali vardır. Bu hallerden birisi kemiyet; diğeri ise keyfiyettir.
Kemiyet keyfiyete nispetle daha önemsizdir. İnsanın alemindeki bu alemler ve dairelerden
kimisi keyfiyetlidir, kimisi kemiyetlidir.

İnsanın bu alemlerinde kemiyet noktasından küçük olan, keyfiyet noktasında büyüktür.


Keyfiyeti küçük olan alemin de kemiyeti büyüktür. İşte insanı aldatan ve yanıltan da bu
noktadır.

İnsanın kalp ve mide dairesi kemiyet noktasında en dar ve küçük dairedir. Ama keyfiyet
noktasında en büyük ve önemli bir dairedir. Bu dairenin vazifeleri çoktur ve hayatidir. Bu
dairenin bir vazifesi geri kalsa, maddi ve manevi hayat çöker.
Mesela mide doyurulmazsa ceset ölür. Mide günde üç defa yemek ister. Bu isteğe
muntazaman bakmak zorundayız. İnsan, sadece mide ve cesetten ibaret değildir. İnsanın bir
de manevi bir mide ve cesedi vardır ki, bu kalp, akıl, vicdan gibi nurani ve latif şeylerden
müteşekkildir. Nasıl maddi mide doyurulmak isteniyorsa, bu manevi cihaz ve duygular da
doyurulmak ister. Maddi mide günde üç öğün yemek ile doyar, kalp ve ruh ise günde beş
vakit namaz ile doyar. İşte bu vazifeleri terk etsek, hem maddi hem de manevi cesedimiz
ölür. Bu yüzden bu küçük daire diğer büyük dairelerden daha büyük ve önemlidir.

Önem sırasına göre bu, kalp ve mide dairesinden sonra ceset ve hane dairesi gelir. Yani
bizim midemizin nasıl ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar sık aralıklarla giderilmek zorunda.
Aynı şekilde aile ve ceset dairemizin de ihtiyaçları vardır. Eşimiz, çocuklarımız ve kendi
bedenimiz için bir mesken, bir iş, bir geçimlik temin etmek, kalp ve mideden sonra ikinci
önemli bir dairedir. Bu daireye karşı sorumluluk ve vazifelerimiz vardır. Bunları ihmal
etmek olmaz.

Üçüncü daire ise mahalle ve şehir dairesidir ki, daire kemmiyeten büyüdükçe; vazife ve
önem değeri azalıyor. Bizim kalp ve midemiz nasıl ceset ve hane dairesinin içinde ise ceset
ve hanemizde mahalle ve şehir dairesinin içindedir. Bu yüzden bizim mahalle ve şehrimize
karşı da sorumluluklarımız vardır. Mahallemizde yardıma muhtaç olanlara yardım etmek,
çevremizi temiz tutmak, mahalle ve şehrimizi idare edecek, olanları seçmek gibi az ve uzun
vadeli vazifelerimizdir.

Dördüncü daire ise vatan ve memleket dairesidir. Her insanın bu dairede belli başlı
vazifeleri vardır. Ama bu vazifeler çok az ve uzun bir zaman gerektirir. Mesela askerlik
yapmak ömürde bir defaya mahsus bir görevdir. Hükümeti seçmek beş yılda gelen bir
vazifedir. Savaş olsa cepheye koşmak belki insanın ömründe hiç göremeyeceği bir vazifedir.
Ama olduğu zaman bu vazifeye koşmak vatandaşlığın gereğidir. Bu daire az ve uzun vadeli
olmasına karşın, en cazip ve insanı meşgul eden bir dairedir. İşte insanın, diğer kalp ve mide
dairesini unutacak kadar bu daire ile meşgul olması, normal ve yararlı bir hal değildir.
Beşinci daire insanlık ve dünya dairesidir ki, en büyük ve insanları kendine çeken ve diğer
asli ve önemli vazifelerini unutturan bir dairedir. İnsanların ekserisi bu dairenin cazibesine
kapılıp, kendi küçük ama önemli dairede olan vazifelerini terk ediyorlar.

Halbuki bu dairede insanın belki ömrü boyunca bir vazifesi bile olmaz. Ama insan
boşboğazlık edip kendi şahsi vazifelerini yapmaz, gider üzerine vazife olmayacak işler ile
uğraşır. İnsanların ekserisinin dalalette olup kulluk vazifesini yapamamasının önemli
sebeplerinden birisi de budur.

İkinci dünya savaşı sırasında müminlerin radyodan savaşı


takib etmesi Üstad neden gereksiz görmüştür? Bunun gibi
şimdi de dünyadaki hadiselerle ilgilenmek yanlış mı?
Bu konuda yeteri kadar malumat, eserlerde mevcuttur. Asıl mesele bu bilgileri doğru
anlamaktır. islam mukadderatıyla çok ilgili en önemli meseleleri dahi; üstadın takip
etmemesini nasıl izah edebiliriz.

Siyasetle ilgilenmek ile siyasetle oyalanıp avunmayı bibirine karıştırmak riskiyle karşı
karşıyayız.

Durmadan medyayı takip etmek, sağa sola hiddetlenmek, kendimizi rahatlatmak için, galiz
tabirler kullanmak ve böylece asıl vazifemizi terk etmek, duyarlılık ise; bu duyarlılığın,
zarardan başka hiç bir faidesi yoktur. Ülke sarayında bir görev dağılımı yapmışız. siyaset
yapmak isteyen varsa kurallar belli, ama ben siyaset değil de, şu işi yapmak istiyorum
diyorsak eğer, vazifemizi yapmak daha doğru bir davranştır. Bilfiil siyasetin dışında
olanların siyasetle ilgisi, seçimler geldikçe, isabetli oy'unu kullanmaktır.

Üstadın şu ifaelerine kulak verelim;

"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar (üstadın davası da
islam değil mi? herkesten ziyade bakması lazım gelir.) olan bu dehşetli Harb-i
Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) Haşiye hiç sormuyorsun ve
merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii
bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya
onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler.

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil dâireler
gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir
dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut,
tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir
insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve
daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir.
Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli


hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder. Sermaye-i hayatını boş
yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür.

Kırk kişiden bir kaç kişinin kurtulduğu yazılıyor


Risalelerde. Ancak başka bir yerde de "Bu zamanda büyük
günahları terk eden ve farzları yapan kurtulur." deniyor;
tezat yok mu?
Bu hususu iki cihetten ele alabiliriz. Birisi, farzları yapıp, büyük günahları
işlemeyenlerin kurtulmasında imanla kabre girmek zımni bir şart olarak ifade edilmiş
olmasıdır. Yani "farzları yapan, büyük günahları terk" eden birisi imanla kabre girmişse,
inşallah kurtulmuş demektir. Bu ifadeyi bu varsayım ile değerlendirmek gerekir. Yoksa,
farzları yapıp büyük günahları terk eden bir adamın da imansız kabre girme riski her zaman
için vardır.
İkincisi, Risale-i Nur'un yeni telif edildiği dönemlerde dinsiz felsefe çok insanların
imansız kabre girmesine sebep oluyordu. Ama Risale-i Nurlar tahkiki iman dersleri ile bu
hükmü tersine çevirdi elhamdülillah. O zaman şu hükmü rahatlıkla ifade edebiliriz; Risale-i
Nur'dan tahkiki iman dersini alan birisi, bu zamanda farzları yapıp büyük günahları terk
etse inşallah kurtulur. Risale-i Nur'un imani fikirleri diğer cemaatlere de sirayet ettiği için,
aynı hüküm diğer cemaatler için de geçerlidir.

Kırk kişiden bir kişinin imanlı gitmesi şu zamanda da


geçerli midir? Hâlâ namaz kılan dindar insan dediğimiz
insanlarda öyle davranış ve konuşmalar duyuyoruz,
görüyoruz ki, dehşette kalıyoruz...
"Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla
müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı
başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu
asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif
ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta
müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün
dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?"(1)

Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen ve
imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu
zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmak, yani imanla kabre girmektir. İmanı
taklitten tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur
inşallah.
Yoksa imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadet-i
ebediyenin vesikası tahkiki imandır. İmanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal
eder, yapılan amellerin ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın
en birinci vazifesidir. Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar
hücumuna karşı duramıyor ve dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı
elde edemeyenlerin çoğu, bu davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler. Bu husus,
içinde bulunduğumuz zaman için de geçerlidir. Her zaman ve dönem için de geçerli
olacaktır.
Lakin hayatta olanlar için, şu imanla kabre girer, şu girmez demek yanlış olur. Zira
onların akıbeti bize meçhul ve gaybidir. O anda küfür üzerinde olan birisi daha sonra tövbe
edip tahkiki imanı kazanabilir. Bu yüzden, şu kimse kesinlikle kafir olarak ölür, denilmez.
Üstad Hazretlerinin kırk vefiyat meselesi, akıbeti kerametle görüp söylemesi ile sabittir.
Özet olarak, bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi
olan farzları yapar, kebairi de terk ederse kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami
cemaati de olsa bu zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret
ediliyor.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dördüncü Mesele.

Kırk Vefiyattan Bir İkisinin Kurtulması Ne Demektir?


"Kırk vefiyattan ancak bir ikisinin kurtulabildiğini, diğerlerinin kaybettiği..."
ifadeleri Risale-i Nur'da geçiyor. Şöyle ki;

"Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla


müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı
başına açılmış. Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu
asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif
ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta
müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün
dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?"(1)

Bazı hatıralardan duyduğumuz kadarıyla; bu ehl-i keşfel kuburun, bizzat Üstad olduğu ve
vefat edenlerin de cami cemaati olduğu anlaşılıyor.
Neden böyle olduğuyla ilgili, bir kısım pasajları alıp buraya ekleyelim;

"Bu asırda, din ve İslâmiyet düşmanları, evvela imânın esaslarını zayıflatmak


ve yıkmak plânını, programlarının birinci maddesine koymuşlardır. Husûsan bu
yirmi beş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münâfıkâne ve çeşit çeşit
maskeler altında imânın erkânına yapılan sû-i kastlar pek dehşetli olmuştur. Çok
yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir."
"Halbuki, imânın rükünlerinden birisinde hâsıl olacak bir şüphe veya inkâr,
dinin teferruâtında yapılan lâkaydlıktan pekçok defa daha felâketli ve zararlıdır.
Bunun içindir ki, şimdi en mühim iş, taklidî imânı tahkikî imâna çevirerek imânı
kuvvetlendirmektir, imânı takviye etmektir, imânı kurtarmaktır. Her şeyden
ziyâde imânın esâsâtıyla meşgul olmak, katî bir zarûret ve mübrem bir ihtiyaç,
hattâ mecburiyet hâline gelmiştir. Bu, Türkiye'de böyle olduğu gibi, umum İslâm
dünyasında da böyledir."
"Evet, temelleri yıpratılmış bir binânın odalarını tâmir ve tezyine çalışmak, o
binânın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin
çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için dal ve yapraklarını
ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?"
"İnsan, saray gibi bir binâdır. Temelleri erkân-ı imâniyedir. İnsan bir şeceredir.
Kökü esâsât-ı imâniyedir."
"İmânın rükünlerinden en mühimi, imân-ı billâhtır, Allah'a imândır; sonra
nübüvvet ve haşirdir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim,
İmân ilmidir. İlimlerin esâsı, ilimlerin şâhı ve padişahı İmân ilmidir."
"İmân, yalnız icmâlî bir tasdikten ibâret değildir. İmânın çok mertebeleri
vardır. Taklidî bir imân, husûsan bu zamandaki dalâlet, sapkınlık fırtınaları
karşısında çabuk söner. Tahkikî İmân ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî
imânı elde eden bir kimsenin İmân ve İslâmiyeti dehşetli dinsizlik kasırgalarına da
mâruz kalsa, o kasırgalar bu İmân kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya
mahkûmdur. Tahkikî imânı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi bir
vesvese veya şüpheye düşürtemez."
"İşte bu hakikatlere binâen, biz de tahkikî imânı ders vererek imânı
kuvvetlendirip, insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur'ân ve İmân
hakikatlerini câmi' bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı katiyetle lâzım
ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli
musîbetler içine düşmek, şüphe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için,
yegâne kurtuluş çaremiz Kur'ân-ı Hakîmin imânî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-
i kerîmelerini tefsir eden yüksek bir Kur'ân tefsirine sarılmaktır."(2)

" İkinci Cihet: İman, yalnız icmali ve taklidi bir tasdike münhasır değil; bir
çekirdekten, ta büyük hurma ağacına kadar ve eldeki aynada görünen misali
güneşten ta deniz yüzündeki aksine, ta güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları
olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esma-i İlahiye ve
sair erkan-ı imaniyenin kainat hakikatleriyle alakadar çok hakikatleri var ki,
"Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemalat-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve
iman-ı tahkikiden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir" diye ehl-i hakikat
ittifak etmişler."
"Evet, iman-ı taklidi, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok kuvvetli ve çok
geniş olan iman-ı tahkikide pek çok meratip var. O meratiplerden ilmelyakin
mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı dayanır. Halbuki
taklidi İmân bir şüpheye karşı bazan mağlup olur."
"Hem iman-ı tahkikinin bir mertebesi de aynelyakin derecesidir ki, pek çok
mertebeleri var. Belki esma-i İlahiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün
kainatı bir Kur'ân gibi okuyabilecek derecesine gelir."
"Hem bir mertebesi de hakkalyakindir. Onun da çok mertebeleri var. Böyle
imanlı zatlara şübehat orduları hücum da etse bir halt edemez. Ve ulema-i ilm-i
kelamın binler cild kitapları, akla ve mantığa istinaden telif edilip, yalnız o marifet-
i imaniyenin bürhanlı ve akli bir yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer
kitapları keşfe, zevke istinaden o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhar
etmişler. Fakat, Kur'ân ın mucizekar cadde-i kübrası, gösterdiği hakaik-i imaniye
ve marifet-i kudsiye, o ulema ve evliyanın pek çok fevkinde bir kuvvet ve
yüksekliktedir."
"Halbuki Allah ı bilmek, bütün kainata ihata eden rububiyetine ve zerrelerden
yıldızlara kadar cüz i ve külli herşey Onun kabza-i tasarrufunda ve kudret ve
iradesiyle olduğuna kat i İmân etmek; ve mülkünde hiçbir şeriki olmadığına ve
kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine İmân etmek, kalben tasdik etmekle olur.
Yoksa, "Bir Allah var" deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve
onlara isnat etmek (hâşâ) hadsiz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve
herşeyin yanında hazır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak
ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir
cihette Allah a İmân hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki manevi
Cehennemin dünyevi tazibinden kendini bir derece teselliye almak için o sözleri
söyler."
"Evet, inkar etmemek başkadır, İmân etmek bütün bütün başkadır."
"Evet, kainatta hiçbir zişuur, kainatın bütün eczası kadar şahidleri bulunan
Halik-ı Zülcelal i inkar edemez... Etse, bütün kainat onu tekzib edeceği için susar,
lakayd kalır."
"Fakat Ona İmân etmek, Kur'ân-ı Azimüşşanın ders verdiği gibi, O Halıkı,
sıfatlarıyla, isimleriyle, umum kainatın şehadetine istinaden kalben tasdik etmek;
ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak; ve günah ve emre muhalefet ettiği
vakit, kalben tevbe ve nedamet etmek iledir. Yoksa, büyük günahları serbest
işleyip istiğfar etmemek ve aldırmamak, o imandan hissesi olmadığına delildir. Her
neyse..."(3)

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dördüncü Mes'ele.

(2) bk. Sözler, Konferans.

(3) bk. Emirdağ Lahikası-I, (63. Mektup.)

Kırk Vefiyattan Birkaçı Kurtulmuş, İfadesini Nasıl


Anlamalıyız?
Müslüman, ümit ve korku arasında yaşar. Başta Efendimiz (s.a.v) olmak üzere bütün
Peygamberler ve mürşitler, tebliğlerinde bu ölçüyü temel almışlardır. Peygamber Efendimiz
(s.a.v.) Cennet ve Cehenneme gidenlerin sayısını, bazı rivayetlerde bir deve, bazı
rivayetlerde ise bir dananın sırtındaki bir benek ile dana veya devenin tüm diğer
tüyleri ile mukâyese eder. Cennete gidenler benek kadar, cehenneme gidenleri ise, tüm tüyler
kadardır anlamında ifâde eder. Bir keresinde ise şöyle der: "Benim bildiğimi
bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız..." Bunlar birer havf örneğidir. Ancak binlerce de
ümit örnekleri de vardır.

Risale-i Nur Külliyatı'na baktığımızda, karşımıza aynı tablo çıkmaktadır. Hep ümit bahşeden
ifâdeler ve araya serpiştirilen bir kaç havf örneği.

Kırk vefiyatın imansız mı yoksa günahkar mı gittiği konusuna gelince; ilk bakışta
imansız gittiği şeklinde anlaşılmaktadır. Fakat doğrudan cennete gidemeyip, cehenneme
gittikten sonra cennete gidenler şeklinde de anlamak mümkündür. Şunu unutmamak gerekir ki
bu tespit, belli bir zaman dilimi için ifâde edilmiştir. Tüm zamanları kapsayan ifâdeler
değildir. Allah demenin yasak olduğu, dini değerlerin tahrip ve tahrif edildiği ve dinsizliğe
prim verildiği bir zaman dilimini kapsayan bir dönem için kullanılan ifâdeler olduğunu
unutmamak gerekir.

Kaldı ki, yukarıda ki Hâdistende anlaşıldığı kadarıyla cennete gidenlerin sayısı az,
cehenneme gidenlerin sayısı daha fazla olacaktır. Fakat bu tablo bizi ümitsizliğe sevk
etmemelidir. On Yedinci Lem'a'da geçen şu ifâdeler bizim için bir ölçü olmalıdır;

"Ey kâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki


ittifaklarından telâşa düşen ve itikâdını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve
ehemmiyet, kemiyette ve âdet çokluğunda değil.

Hayvânâtın kemiyet ve âdet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nispeten insan
gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur." (1)

Evet, İnsan iman ile değer kazanır. Yoksa şeytanlaşmış bir hayvana inkılap eder. Hayvandan
yüz derece aşağı düşer.

Vefat edenlerin çoğunun namazlı olduğu konusu ise, bazı hatıralara dayanmaktadır.
Risalelerde böyle bir tespit yoktur. (1)

(1) bk. Lem'alar, On Yedinci Lem'a Altıncı Nota

On Birinci Şua'nın (Meyve Risalesi) Dördüncü Mesele'sini


anlayacağımız bir şekilde izah eder misiniz?
İnsanın aleminde birbiri içine girmiş muhtelif alemleri vardır. Bu alemlerin büyüklük ve
küçüklük noktasından iki hali vardır. Bu hallerden birisi kemiyet; diğeri ise keyfiyettir.
Kemiyet keyfiyete nispetle daha önemsizdir. İnsanın alemindeki bu alemler ve dairelerden
kimisi keyfiyetlidir, kimisi kemiyetlidir.

İnsanın bu alemlerinde kemiyet noktasından küçük olan, keyfiyet noktasında büyüktür.


Keyfiyeti küçük olan alemin de kemiyeti büyüktür. İşte insanı aldatan ve yanıltan da bu
noktadır.

İnsanın kalp ve mide dairesi kemiyet noktasında en dar ve küçük dairedir. Ama keyfiyet
noktasında en büyük ve en önemli bir dairedir. Bu dairenin vazifeleri çoktur ve hayatidir. Bu
dairenin bir vazifesi geri kalsa, maddi ve manevi hayat çöker.
Mesela, mide doyurulmazsa ceset ölür. Mide günde bir kaç defa yemek ister. Bu isteğe
muntazaman bakmak zorundayız. İnsan, sadece mide ve cesetten ibaret değildir. İnsanın bir
de manevi mide ve cesedi vardır ki, bu kalp, akıl, vicdan gibi nurani ve latif şeylerden
müteşekkildir.
Nasıl maddi mide doyurulmak isteniyorsa, bu manevi cihaz ve duygular da doyurulmak
ister. Maddi mide günde üç öğün yemek ile doyar, kalp ve ruh ise günde beş vakit namaz ile
doyar. İşte bu vazifeleri terk etsek, hem maddi hem de manevi cesedimiz ölür. Bu yüzden bu
küçük daire diğer büyük dairelerden daha büyük ve önemlidir.

Önem sırasına göre bu, kalp ve mide dairesinden sonra ceset ve hane dairesi gelir. Yani
bizim midemizin nasıl ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar sık aralıklarla giderilmek zorunda.
Aynı şekilde aile ve ceset dairemizin de ihtiyaçları vardır. Eşimiz, çocuklarımız ve kendi
bedenimiz için bir mesken, bir iş, bir geçimlik temin etmek, kalp ve mideden sonra ikinci
önemli bir dairedir. Bu daireye karşı sorumluluk ve vazifelerimiz vardır. Bunları ihmal
etmek olmaz.

Üçüncü daire ise mahalle ve şehir dairesidir ki, daire kemiyeten büyüdükçe; vazife ve
önem değeri azalıyor. Bizim kalp ve midemiz nasıl ceset ve hane dairesinin içinde ise, ceset
ve hanemiz de mahalle ve şehir dairesinin içindedir. Bu yüzden bizim mahalle ve şehrimize
karşı da sorumluluklarımız vardır. Mahallemizde yardıma muhtaç olanlara yardım etmek,
çevremizi temiz tutmak, mahalle ve şehrimizi idare edecek olanları seçmek gibi az ve uzun
vadeli vazifelerimizdir.

Dördüncü daire ise vatan ve memleket dairesidir. Her insanın bu dairede belli başlı
vazifeleri vardır. Ama bu vazifeler çok az ve uzun bir zaman gerektirir. Mesela askerlik
yapmak, ömürde bir defaya mahsus bir görevdir. Hükümeti seçmek beş yılda gelen bir
vazifedir. Savaş olsa cepheye koşmak belki insanın ömründe hiç göremeyeceği bir vazifedir.
Ama olduğu zaman bu vazifeye koşmak vatandaşlığın gereğidir. Bu daire az ve uzun vadeli
olmasına karşın, en cazip ve insanı meşgul eden bir dairedir. İşte insanın, diğer kalp ve mide
dairesini unutacak kadar bu daire ile meşgul olması, normal ve yararlı bir hal değildir.

Beşinci daire insanlık ve dünya dairesidir ki, en büyük ve insanları kendine en çok çeken
ve diğer asli ve önemli vazifelerini unutturan bir dairedir. İnsanların ekserisi bu dairenin
cazibesine kapılıp, kendi küçük ama önemli dairede olan vazifelerini terk ediyorlar.
Halbuki bu dairede insanın belki ömrü boyunca bir vazifesi bile olmaz. Ama insan
boşboğazlık edip kendi şahsi vazifelerini yapmaz, gider üzerine vazife olmayacak işler ile
uğraşır. İnsanların ekserisinin dalalette olup kulluk vazifesini yapamamasının önemli
sebeplerinden birisi de budur.
Şayet dünya ve siyaset meseleleri bizim şahsi ve kalbi vazifelerimizi unutturup
zedeliyorsa, o zaman ciddi bir risk ve günah içerisindeyiz demektir.
Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen,
imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu
zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı
taklidden tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur
inşallah.

Yoksa, imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadeti
ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal
eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın birinci vazifesidir.
Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor,
dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu, bu
davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak; bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan
farzları yaparsa kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa bu
zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor.
İman ve Kur’an’a hizmet etmek meselesi, dünyanın bütün meselelerinden daha üstün
ve daha önemli bir meseledir. Dünyanın değil basit ve sıradan hadiseleri, en büyük
hadiseleri bile bir Nur Talebesini iman ve Kur’an hizmetinden alıkoyamaz ve koymamalıdır.
Üstad Hazretleri Dördüncü Mesele'de bu hakikati izah ediyor.
Evet, bir insanın bu dünyada en büyük davası, imanla kabre girip girmemek davasıdır.
Şayet bir insan imansız kabre girse, dünyanın hangi meşguliyeti ya da hangi davası onu
kurtarabilir. Demek imanla kabre girmeye vasıta olan şeyler ile meşgul olmak, dünyanın
bütün büyük ve önemli hadiselerinden daha önemli ve daha gerekli bir meşguliyettir.
Üstad Hazretleri, iman hizmetini İkinci Dünya Savaşı ile meşgul olmaktan daha önemli
görerek bize önemli bir yol gösteriyor. Dünyanın en büyük hadisesi bile iman hizmetine set
çekemezken, nasıl olur da adi ve basit şeyler bu hizmete set çekebilir diye bir mukayese
yapmak da mümkündür.
İkinci olarak, dünyanın böyle zulümlü ve karmaşık şeyleri ile meşgul olmakda bir fayda
olmadığı gibi, ciddi ve önemli zarar ve tehlikeler mevcuttur.
Mesela İkinci Dünya Harbi'nde bir tarafa kalben destek vermek, onların günah ve
zulümlerine ortak olmak demektir. Zira "Küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza dahi
zulümdür." fehvasınca, zalime kalben taraftar olmak, onun zulmüne ortak olmak demektir.
Onların dünyevi hakimiyet kavgasında Müslümanların kalben onlara taraf olmasında hiçbir
fayda ve menfaat olmadığı halde, onların büyük zulüm ve günahlarına meccanen ortak olmak
akıl karı değildir.
Bu sebeple Üstad Hazretleri hem kendisi meşgul olmamış, hem de talebelerini meşgul
olmaktan men etmiştir. Kendisi daha elzem ve gerekli olan iman hizmetine yönelmiş ve
talebelerini de ısrarla teşvik etmiştir.

Risalelerde siyasi ve sosyal meselelerden uzak durmamız


tavsiye ediliyor. Bu geçmişe ait bir durum mudur, her zaman
mı geçerlidir? Arkadaşlarla siyasi meseleleri sık sık
konuşuyoruz, gündemi takip ediyorum, ama epey de kafam
karıştı, ne dersiniz?..
İnsanın aleminde birbiri içine girmiş muhtelif alemleri vardır. Bu alemlerin büyüklük ve
küçüklük noktasından iki hali vardır. Bu hallerden birisi kemiyet; diğeri ise keyfiyettir.
Kemiyet keyfiyete nispetle daha önemsizdir. İnsanın alemindeki bu alemler ve dairelerden
kimisi keyfiyetlidir, kimisi kemiyetlidir.
İnsanın bu alemlerinde kemiyet noktasından küçük olan, keyfiyet noktasında büyüktür.
Keyfiyeti küçük olan alemin de kemiyeti büyüktür. İşte insanı aldatan ve yanıltan da bu
noktadır.
İnsanın kalp ve mide dairesi kemiyet noktasında en dar ve küçük dairedir. Ama
keyfiyet noktasında en büyük ve en önemli bir dairedir. Bu dairenin vazifeleri çoktur ve
hayatidir. Bu dairenin bir vazifesi geri kalsa, maddi ve manevi hayat çöker.
Mesela mide doyurulmazsa ceset ölür. İnsan, sadece mide ve cesetten ibaret değildir.
İnsanın bir de manevi bir mide ve cesedi vardır ki, bu kalp, akıl, vicdan gibi nurani ve latif
şeylerden müteşekkildir. Nasıl maddi mide doyurulmak isteniyorsa, bu manevi cihaz ve
duygular da doyurulmak ister. Maddi mide için belli öğünlerde belli yiyecekler alması
gerekir. Kalp ve ruh ise günde beş vakit namaz ile doyar. İşte bu vazifeleri terk etsek, hem
maddi hem de manevi cesedimiz ölür. Bu yüzden bu küçük daire diğer büyük dairelerden
daha büyük ve önemlidir.

Önem sırasına göre, kalp ve mide dairesinden sonra ceset ve hane dairesi gelir. Yani
bizim midemizin nasıl ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar sık aralıklarla giderilmek zorunda.
Aynı şekilde aile ve ceset dairemizin de ihtiyaçları vardır. Eşimiz, çocuklarımız ve kendi
bedenimiz için bir mesken, bir iş, bir geçimlik temin etmek, kalp ve mideden sonra ikinci
önemli bir dairedir. Bu daireye karşı sorumluluk ve vazifelerimiz vardır. Bunları ihmal
etmek olmaz.

Üçüncü daire ise mahalle ve şehir dairesidir ki, daire kemiyeten büyüdükçe; vazife ve
önem değeri azalıyor. Bizim kalp ve midemiz nasıl ceset ve hane dairesinin içinde ise, ceset
ve hanemiz de mahalle ve şehir dairesinin içindedir. Bu yüzden bizim mahalle ve şehrimize
karşı da sorumluluklarımız vardır. Mahallemizde yardıma muhtaç olanlara yardım etmek,
çevremizi temiz tutmak, mahalle ve şehrimizi idare edecek olanları seçmek gibi az ve uzun
vadeli vazifelerimizdir.

Dördüncü daire ise vatan ve memleket dairesidir. Her insanın bu dairede belli başlı
vazifeleri vardır. Ama bu vazifeler çok az ve uzun bir zaman gerektirir. Mesela askerlik
yapmak ömürde bir defaya mahsus bir görevdir. Hükümeti seçmek beş yılda gelen bir
vazifedir. Savaş olsa cepheye koşmak belki insanın ömründe hiç göremeyeceği bir vazifedir.
Ama olduğu zaman bu vazifeye koşmak vatandaşlığın gereğidir. Bu daire az ve uzun vadeli
olmasına karşın, en cazip ve insanı meşgul eden bir dairedir. İşte insanın, diğer kalp ve mide
dairesini unutacak kadar bu daire ile meşgul olması, normal ve yararlı bir hal değildir.

Beşinci daire insanlık ve dünya dairesidir ki, en büyük ve insanları kendine en çok çeken
ve diğer asli ve önemli vazifelerini unutturan bir dairedir. İnsanların ekserisi bu dairenin
cazibesine kapılıp, küçük ama önemli dairede olan vazifelerini terk ediyorlar.
Halbuki bu dairede insanın, belki ömrü boyunca bir vazifesi bile olmaz. Ama insan
boşboğazlık edip kendi şahsi vazifelerini yapmaz, gider üzerine vazife olmayacak işler ile
uğraşır. İnsanların ekserisinin dalalette olup, kulluk vazifesini yapamamasının önemli
sebeplerinden birisi de budur.
Şayet dünya ve siyaset meseleleri bizim şahsi ve kalbi vazifelerimizi unutturup
zedeliyorsa, o zaman ciddi bir risk ve günah içerisindeyiz demektir.
Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen,
imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu
zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı
taklidden tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen inşallah
kurtulur.

Yoksa imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadeti
ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal
eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın birinci vazifesidir.
Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor,
dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu, bu
davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak; bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan
farzları yaparsa inşallalh kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa
bu zamanın inkar selinden kurtulmaları çok zor ve müşküldür.
İman ve Kur’an’a hizmet etmek meselesi, dünyanın bütün meselelerinden daha üstün
ve daha önemli bir meseledir. Dünyanın değil basit ve sıradan hadiseleri, en büyük
hadiseleri bile bir Nur Talebesini iman ve Kur’an hizmetinden alıkoyamaz ve koymamalıdır.
Üstad Hazretleri Dördüncü Mesele'de bu hakikati çok güzel izah ediyor.
Evet, bir insanın bu dünyada en büyük davası, imanla kabre girip girmemek davasıdır.
Şayet bir insan imansız kabre girse, dünyanın hangi meşguliyeti ya da hangi davası onu
kurtarabilir. Demek imanla kabre girmeye vasıta olan şeyler ile meşgul olmak, dünyanın
bütün büyük ve önemli hadiselerinden daha önemli ve daha gerekli bir meşguliyettir.
Üstad Hazretleri iman hizmetini İkinci Dünya Savaşı ile meşgul olmaktan daha önemli
görerek, bize önemli bir yol gösteriyor. Dünyanın en büyük hadisesi bile iman hizmetine set
çekemezken, nasıl olur da adi ve basit şeyler bu hizmete set çekebilir diye bir mukayese
yapmak da mümkündür.
İkinci olarak, dünyanın böyle zulümlü ve karmaşık şeyleri ile meşgul olmakta bir fayda
olmadığı gibi, ciddi ve önemli zarar ve tehlikeler mevcuttur.
Mesela İkinci Dünya Harbi'nde bir tarafa kalben destek vermek, onların günah ve
zulümlerine ortak olmak demektir. Zira "Küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza dahi
zulümdür." fehvasınca, zalime kalben taraftar olmak onun zulmüne ortak olmak demektir.
Onların dünyevi hakimiyet kavgasında Müslümanların kalben onlara taraf olmasında hiçbir
fayda ve menfaat olmadığı halde, onların büyük zulüm ve günahlarına meccanen ortak olmak
akıl karı değildir.
Bu sebeple Üstad Hazretleri böyle faydasız dünyevi ve içtimai şeylerle hem kendi
meşgul olmamış hem de talebelerini meşgul olmaktan men etmiştir. Ve daha elzem ve gerekli
olan iman hizmetine yönelmiş ve talebelerini de yöneltmiştir.
Risale-i Nur'u iyice okuyup hazmetmeden harici şeyler ile meşgul olmak çok tehlikeli ve
risklidir. Allah korusun, kafa ve kalbimizin zındık bir geveze olmasına kadar gidebilir. Bu
yüzden Risale-i Nurlarla meşgul olup, zihnimizi ve kalbimizi harici şeylerle dağıtmamalıyız.

Üstadımız; "Kırk vefiyattan birkaç tanesinin kazandığı,


diğerlerinin kaybettiğini" söylüyor, burayı nasıl
anlamalıyız?
Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi, tahkiki imanı elde edemeyen,
imanı taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu
zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı
taklidden tahkikiye çıkardıktan sonra, farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur
inşallah.

Yoksa imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadeti
ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe bütün amelleri iptal
eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek bu zamanın birinci vazifesidir.
Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı duramıyor,
dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin çoğu, bu
davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak; bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan
farzları yaparsa kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa bu
zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor.

"Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan


yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş;
ötekiler kaybetmişler." cümlesini nasıl anlamalıyız, bunlar
cami cemaati miydi?
"Herkesin, İmân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen
ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış.
Eğer İmân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk
tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk
vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler
kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama
verilse doldurabilir mi?"(1)

Kırk vefiyattan birkaç kişinin kurtulması meselesi; tahkiki imanı elde edemeyen ve imanı
taklitte kalan ve dünyanın afaki meselelerine dalmış insanların halini ifade ediyor. Bu
zamanda dünyada en önemli vazife imanı kurtarmaktır, yani imanla kabre girmektir. İmanı
taklitten tahkikiye çıkardıktan sonra farzları yapan ve büyük günahları işlemeyen kurtulur
inşallah.

Yoksa imanı taklitte kalan bir insan, cami cemaati de olsa tehlike içindedir. Saadeti
ebediyenin vesikası tahkiki imandır, imanda en küçük bir arıza ve şüphe, bütün amelleri
iptal eder, ehemmiyeti kalmaz. Onun için imanı kavi hale getirmek, bu zamanın birinci
vazifesidir. Çünkü taklidi iman bu zamanın fenden ve felsefeden gelen inkar hücumuna karşı
duramıyor, dayanamıyor. Sarsılmaz ve dayanıklı iman olan tahkiki imanı elde edemeyenlerin
çoğu, bu davayı kaybetmişler ve etmeye de namzettirler.

Özet olarak; bir kişi bu zamanda sağlam imanı elde ettikten sonra, ibadetlerin asgarisi olan
farzları yaparsa kurtulur. Tahkiki imanı elde edemeyenler ise, cami cemaati de olsa bu
zamanın inkar selinden kurtulmalarının çok zor ve müşkül olduğuna işaret ediliyor.

Üstad Hazretlerinin kırk vefiyattan otuz sekizi kaybediyor dediği zevat, imanı sahih
olmayan kişilerdir. Yani zahiren Müslüman ve dindar; ama kalbi açıdan öyle olmayanlar
içindir.

Tahkikatımıza neticesinde böyle bir hatıra ile karşılaşmadık.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua Dördüncü Mesele.

"Kalbinde zerre miktar imanı bulunan cennete


girecektir." mealindeki hadis ile "kırk vefiyattan birkaç
kişinin kurtulmasını" -hem de cami cemaatı olmasına
rağmen- nasıl tevfik edebiliriz?
Hadiste ifade edilen "Kalbinde zerre kadar iman bulunan eninde sonunda cennette
gider." hükmü, iman ile kabre gidenler için geçerlidir. Yani bir kişi ne kadar günah ve
zulüm işlemiş de olsa, imanla kabre girdi mi bu imanı zerre kadar az da olsa elinde sonunda
cennette gider demektir. Yoksa kabre imanını muhafaza edemeden giren birisi, ne kadar
ibadet ehli de olsa cennete ebedi olarak giremez ve ebedi cehennemlik olur.

Mesela; birisi namaz kılıyor, oruç tutuyor, zekat veriyor; ama faiz bu zamanda gerekli diye
faizi savunuyor. Bu kişi bu hali ile ölse ebedi cehennemliktir. Zira Allah’ın yasak kıldığı
faizi savunuyor. Günümüzde Müslüman’ım dediği halde, Allah’ın şeriatına hakaret eden
yığınla insan vardır. Hatta bunların bir çoğu cami cemaatidir. Bunlar bu hadisin kapsamına
girmezler. Tabi dünya hayatında hatasını anlayıp tövbe edip tekrar iman eder ve bu hali ile
ölürse, hadisin kapsamına girerler.

Öbür tarafta birisi ne namaz kılıyor, ne zekat veriyor, ne de oruç tutuyor; ama bunların
hiçbirisini de inkar etmiyor ve İslam’ın bütün hükümlerine sahih olarak iman etmiş. Bu kişi
şayet bu hali ile kabre girerse yapmadığı ibadetlerinin cezasını çeker, ama ebedi olarak
cehennemde kalmaz, eninde sonunda cezasını çektikten sonra cennete girer.

İşte Peygamber Efendimiz (asv)'in "zerre kadar iman" dediği, bu halde olan insanlardır.
Üstad'ın "kırk vefiyattan otuz sekizi kaybediyor" dediği zevat, imanı sahih olmayan
kişilerdir. Yani zahiren Müslüman ve dindar ama kalbi açıdan öyle olmayanlar içindir.

"Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla


alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden hiç
sormuyorsun ve merak etmiyorsun... Ömür sermayesi pek
azdır; lüzumlu işler pek çoktur..." On Birinci Şua Dördüncü
Mesele'yi izah eder misiniz?
"Yine Gençlik Rehberinde izahı var. Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim
tarafından sual edildi ki:"

“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu


dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl) hiç
sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar,
cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük
bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler."

"Cevaben dedim ki:"

"Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhil
dâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden,
mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve
nev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde
daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en
küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede
en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve
büyüklük makûsen mütenasip vazifeler bulunabilir..."(1)

İman ve Kur’an’a hizmet etmek meselesi, dünyanın bütün meselelerinden daha üstün ve
daha önemli bir meseledir. Dünyanın değil basit ve sıradan hadiseleri, en büyük hadiseleri
bile bir Nur Talebesini iman ve Kur’an hizmetinden alıkoyamaz ve koymamalıdır. Üstad
Hazretleri Dördüncü Mesele'de bu hakikati izah ediyor.
Evet, bir insanın bu dünyada en büyük davası, imanla kabre girip girmemek davasıdır.
Şayet bir insan imansız kabre girse, dünyanın hangi meşguliyeti ya da hangi davası onu
kurtarabilir. Demek imanla kabre girmeye vasıta olan şeyler ile meşgul olmak, dünyanın
bütün büyük ve önemli hadiselerinden daha önemli ve daha gerekli bir meşguliyettir.
Üstad Hazretleri iman hizmetini İkinci Dünya Savaşı ile meşgul olmaktan daha önemli
görerek bize önemli bir yol gösteriyor. Dünyanın en büyük hadisesi bile iman hizmetine set
çekemezken, nasıl olur da adi ve basit şeyler bu hizmete set çekebilir diye bir mukayese
yapmak da mümkündür.
İkinci olarak, dünyanın böyle zulümlü ve karmaşık şeyleri ile meşgul olmak da bir fayda
olmadığı gibi, ciddi ve önemli zarar ve tehlikeler mevcuttur.
Mesela İkinci Dünya Harbi'nde bir tarafa kalben destek vermek, onların günah ve
zulümlerine ortak olmak demektir. Zira "Küfre rıza küfür olduğu gibi, zulme rıza dahi
zulümdür." fehvasınca, zalime kalben taraftar olmak onun zulmüne ortak olmak demektir.
Onların dünyevi hakimiyet kavgasında Müslümanların kalben onlara taraf olmasında hiçbir
fayda ve menfaat olmadığı halde, onların büyük zulüm ve günahlarına meccanen ortak olmak
akıl karı değildir.
Bu sebeple Üstad Hazretleri hem kendi meşgul olmamış hem de talebelerini meşgul
olmaktan men etmiştir. Ve daha elzem ve gerekli olan iman hizmetine yönelmiş ve
talebelerini de yöneltmiştir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Dördüncü Mesele
Sekizinci Mes'elenin bir Hülâsası
YAZDIR

" Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet


mânâları hükmeder; o hayat-ı şehriye zehirlenir." cümlesini
izah eder misiniz?
"Hem herbir şehir kendi ahalisine geniş bir hanedir. Eğer iman-ı âhiret o büyük
aile efradında hükmetmezse, güzel ahlâkın esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet,
hamiyet, fedakârlık, rıza-yı İlâhî, sevab-ı uhrevî yerine garaz, menfaat,
sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riya, rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır.
Zâhirî âsâyiş ve insaniyet altında anarşistlik ve vahşet mânâları hükmeder; o
hayat-ı şehriye zehirlenir. Çocuklar haylâzlığa, gençler sarhoşluğa, kavîler zulme,
ihtiyarlar ağlamaya başlarlar."(1)

İnançsızlığı esas alan bir medeniyetin zahiri her ne kadar asayiş ve insaniyet gibi
görünse de gerçek yüzü anarşizm ve vahşet yani yalnızlıktır. Evet bu medeniyette kanuna
itaat yapmacık ve mecburiyetten dolayıdır. Kişi yalnızken ya da kanunun elinin yetişmediği
yerlerde gerçek yüzünü gösterir.
Ama iman medeniyetinde kanuna itaat gönül ve samimiyet ile olur. Çünkü İslam ve
iman kalbe bir yasakçı koyar. Kişi suça tevessül ettiğinde önce kalbinde ve vicdanında bir
yanma hisseder, sonra kanunun caydırıcı cezasını düşünür ve o işten vazgeçer. İslam hem
kalbe hem de bedene hükmeder. Avrupa medeniyeti gibi sadece bedene hükmetmez.
Vahşet, burada kişilerin yalnızlık duygusu içinde ıstırap duymasını ifade ediyor. Yani
zahiren kalabalıklar içinde, ama gönül ve kalp noktasında müthiş bir yalnızlık ıstırabı
çekiyor. Bu medeniyette insanların birbiri ile olan ilişkileri o kadar maddi ve resmidir ki,
belli bir yaştan sonra baba evladına evlat babasına yabancılaşıyor. Hatta öyle ki baba
evinde ölüyor, öldüğü iki hafta sonra fark edilebiliyor. Kalbinde Allah sevgisi olmayan
birisinin her anlamda vahşete yani yalnızlığa düşmesi kaçınılmazdır.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Meselenin Bir Hülasası.

"Başta bu kelâm olarak sâir bâkiyat, salihat ünvanını


taşıyan Sübhanallah, ve'l-hamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah
gibi şêairden çok kelâmlar cüz'î ve küllî, meselemizi ihtar ve
tahakkukuna işaret ederler." cümlesini izah eder misiniz?
"Sonra, acaba bu kelâm-ı kudsînin bizim meselemizle dahi münasebeti var mı
diye tahattur ettim. Birden hatıra geldi ki:"
"Başta bu kelâm olarak sâir bâkiyat, salihat ünvanını taşıyan Sübhanallah,
ve'l-hamdü lillâh ve Lâ ilâhe illâllah gibi şêairden çok kelâmlar cüz'î ve küllî,
meselemizi ihtar ve tahakkukuna işaret ederler."
"Meselâ; Allahu ekber'in bir vech-i mânâsı Cenâb-ı Hakkın kudreti ve ilmi
herşeyin fevkinde büyüktür; hiçbir şey daire-i ilminden çıkamaz, tasarruf-u
kudretinden kaçamaz ve kurtulamaz. Ve korktuğumuz en büyük şeylerden daha
büyüktür. Demek haşri getirmekten ve bizi ademden kurtarmaktan ve saadet-i
ebediyeyi vermekten daha büyüktür. Her acip ve tavr-ı aklın haricindeki
herşeyden daha büyüktür."(1)

Allah’ın her açıdan en büyük oluşu, ahiretin yaratılmasına ve dolayısı ile insanların
orada mükafat ve mücazat görmesine bir garantör bir ispat niteliği taşıyor. Yani Allah’ın
sonsuz azamet ve büyüklüğünü kavrayan bir insan, ahiretten dolayısı ile de hesaba
çekilmekten emin olur ve dünyevi hayatını da ona göre tanzim eder, denilmek isteniyor.
Böyle azametli bir Allah’a iman eden adamın, dünya hayatında serkeşlik gösterip fısk ve
zulümlere sapması çok zordur.
Bu ifadeler sadece bahsin sonundaki iki küçük nükteye bakmıyor. Sekizinci Mesele'nin
konusu olan ahiret inancının insan hayatındaki etkilerine de bakıyor. Dolayısı ile cüzi ve
küllli meseleden külli olanı Sekizinci Mesele'nin tamamı, cüzi olanı da son iki nüktedir.
"Allahü ekber" kelamı her iki konuya göre de yorumlanmıştır.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.

"Cehennemsiz, cennetin pek çok lezzetleri gizli kalır."


cümlesini açar mısınız?
"Evet, bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet,
güzellik-çirkinlik, hidayet-dalâlet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek
büyük bir hikmet içindir. Çünkü şer olmazsa hayır bilinmez. Elem olmazsa lezzet
anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri
tahakkuk eder. Çirkinlikle, hüsnün tek bir hakikati, bin hakikat ve binler çeşit
hüsün mertebeleri vücut bulur. Cehennemsiz, Cennetin pek çok lezzetleri gizli
kalır. Bunlara kıyasen, her şey, bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı,
sümbül verip çok hakikatler olur."(1)

"Her şey zıddı ile bilinir." esasına göre ışığın kıymeti nasıl karanlık ile anlaşılıyor ise,
cennetin derece ve kıymeti de zıddı olan cehennem ile anlaşılır, bir anlam kazanır. Bu
sebeple her cennet ehli cehennemi gördükten sonra cennete girecek ve o zaman cennetin
bütün ihtişam ve güzelliğini kıyas ile anlayacak. Soğuğu tatmayan ya da bilmeyen birisi
sıcağın kıymetini takdir edemez. Cehennem olmadan da cennetin kıymeti anlaşılmaz.
Cennet ve cehennem iki zıt olduğu için, her ikisi de kendi içindeki yeknesaklığı ve
monotonluğu ortadan kaldırıyor. Şayet ikisinden birisi olmasa orada yeknesaklık ve
monotonluk hakim olurdu. Cehennemlik birisi de cenneti gördüğünde ne kaybettiğini görünce
azabı aksiyon haline geçecek...
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele...

"Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan, yine


Cehennemin vücudu bin derece idam-ı ebedîden hayırlıdır ve
kâfirlere de bir nevi merhamettir." cümlesini izah eder
misiniz?
İnsanın fıtratında, iki kötü halden daha hafif olanını seçmek önemli bir karakterdir.
Mesela birisi dese ya öleceksin ya da bunun yerine kolun kesilecek, insan ölümden korkup
kolunu feda eder. Ya servetini tamamen kaybedeceksin ya da servetinin yarısını devlete
vereceksin denilse, insan yine hafif olanı ağır olana tercih eder.

Aynı şekilde idam-ı ebedi denilen mutlak yokluk ve hiçlik, cehennemden daha ağır ve daha
dehşetli bir hal olduğu için, insanın nefsi değil, latif olan kalp ve ruhu elbette cehennemi
yokluğa tercih edecektir.

İnsanın ebedi bir şekilde yok olması cehennem de olsa ebedi var olması ile eşit olamaz.
Varlık yokluğa daima galiptir ve varlık yokluktan üstündür. İnsan üstün ve galip olanı
bırakıp, aşağı ve yenik olanı tercih ve kabul etmez.

Bu insan açısından böyle iken, Allah’ın sonsuz merhameti açısından da böyledir. Yani
Allah’ın sonsuz şefkat ve merhameti, sonsuz yokluğa ve hiçliğe müsaade etmez. Bu sebeple
yokluk hem insan karakteri açısından, hem de Allah’ın şefkati açısından cehennemden daha
kötü bir haldir. Böyle olduğu için Allah kafirleri yokluk çukuruna atmıyor, onlara da
cehennem de olsa bir hayat ve bir varlık bahşediyor.

"Elhamdülillâh şer’an demesi ve mânâsı da, ezelden ebede


kadar bir hadsiz geniş hamd ve şükrü ifade etmesi, ancak ve
ancak saadet-i ebediyenin ve Cennetin peşin bir fiyatı ve
muaccel bir bahasıdır..." cümlesini açıklar mısınız?
"Evet, her mü'min, namazlardan sonra, her gün hiç olmazsa yüz elliden ziyade
Elhamdülillâh, elhamdülillâh şer'an demesi ve mânâsı da, ezelden ebede kadar bir
hadsiz geniş hamd ve şükrü ifade etmesi, ancak ve ancak saadet-i ebediyenin ve
Cennetin peşin bir fiyatı ve muaccel bir pahasıdır. Ve dünyanın kısa ve fâni
elemlerle âlûde olan nimetlerine münhasır olmaz ve mahsus değil; ve onlara da,
ebedî nimetlere vesile olmaları cihetiyle bakar, şükreder."(1)
“Elhamdulillah” kelimesinde niyet ve potansiyel olarak sonsuz bir teşekkür ve şükür
manası vardır. Sonsuz teşekkür ve şükür ise, şu dünyanın kısa ve fani nimetlerine göre çok
fazla bir fiyat ve değerdir. Öyle ise bu sonsuz şükür ve teşekkür manası ve bunun
emredilmesi, sadece dünyaya ve onun fani nimetlerine karşılık değil, cennet ve ahreti de
içine alan sonsuz bir nimet yelpazesine bakıyor ve ona matuf bir ameldir. Yoksa sadece
dünyaya münhasır olsa, sonsuz şükür bol gelir. İşte bu dengesizlik bize ahreti ispat edip
gösteriyor.
Cennete gitmeden, cennetin teşekkürünü peşinen namazlarımızda ifa etmiş oluyoruz ki, bu
cennetin peşin bir fiyatı olmuş oluyor. Peşinen teşekkür etmemiz de cennetin varlığına işaret
eden bir levha oluyor. Teşekkürün olup da teşekküre konu olan cennetin olmaması kabil
değildir. Öyle ise bizim namazlarımızdaki sonsuz şükür manası, cennete uzanan ya da
cennete götüren bir ip, bir yol gibidir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mes'elenin Bir Hülasası.

"Eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç


göremeyeceği babasını, kardeşini, karısını, milletini ve
vatanını sever, hizmet eder..." Kişi ruhlar aleminde babasını
tanımıyordu, bu bahsi nasıl anlayabiliriz?
"Meselâ, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği
babasını, kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ve tam
sadakate ve ihlâsa pek nâdir muvaffak olabilir; o nisbette kemâlâtı ve seciyeleri
küçülür. Değil hayvanların en ulvîsi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en biçaresi ve
aşağısı olmak vaziyetine düşeceği sırada, âhirete iman imdada yetişir. Mezar gibi
dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları içine alan pek geniş bir zamana çevirir
ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-i vücut gösterir."
"Babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve
kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi en
güzel bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder,
merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük ve geniş daire-i hayatta ve vücuttaki
münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri, dünyanın kıymetsiz işlerine ve
cüz'î garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakate ve samimi ihlâsa
muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri, o nisbette, derecesine göre yükselmeye
başlar, insaniyeti teâli eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan,
bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehap ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i
Kâinatın en mahbup ve makbul bir abdi olmasıdır. Bu netice dahi Risale-i Nur'da
hüccetlerle izahına iktifaen kısa kesildi."(1)

Burada küfür ve inkarın bakış açısı ve bunun insan ruhundaki oluşturduğu menfi tesirin
bir analizi yapılıyor. Yoksa insan anne ve babasını ne önce ne de sonra tanımayacak ve
görmeyecek denilmiyor.
İman nazarı ile bakılırsa; insanın anne ve babası ile olan ilişkisi, mazi noktasından
ruhlar alemine, istikbal noktasından ebede kadar uzanır. Çünkü mümin cennette anne ve
babası ile mutlu ve ebedi bir şekilde beraber olacaktır.
Zaten konunun devamında bu husus şu şekilde vurgulanıyor:

"Babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve


kardeşini tâ ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi en güzel
bir refika-i hayatı olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder,
yardım eder..."

Ama kafirin inanışına göre; anne ve babası ile olan ilişkisi, sadece kısacık şu dünya
hayatına münhasırdır. Zira kafir ruhlar alemi ile ahiret alemini kabul etmeyip inkar ediyor ve
bütün hayatını bu kısacık ve çabuk söner dünya hayatı olarak telakki ediyor. Bu mantığa göre
insanın anne ve babası ile olan münasebeti yirmi otuz yıllık bir dünya birlikteliğidir, bundan
öncesi ve ötesi yoktur.
Gerçekten hazin bir bakış açısı...
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele

"Et hülâsası ve şeker hülâsası gibi,.." Et ve şeker


hülasaları ne demektir?
Et ve şeker hülasası:

Etten elde edilen proteinleri bir hap içine yerleştirmek mümkün. Savaşlarda, askerler daha
ziyade bu hapları kullanırlar. Et suyu şekliinde, marketlerde satılan küçük parçalar da buna
örnek verilebilir. Keza, şekerin yerine geçen küçük küçük haplar da mevcuttur.

Bu iki ifade mana alemindeki bazı hususlar için kullanılabileceği gibi, maddi alandaki bazı
gelişmeler için de kullanılabilir.

Mesela, bir yazarın bir kitapta hallettiğini, bir başkası bir veciz cümleyle bu konuyu
özetlemesi. Buna belağat ilminde "cevami-ül kelim" denmektedir. Yani az sözle çok şey
ifade etme sanatı... Marketlerden aldığımız bazı hulasalarda buna örnek gösterilebilir.
Mesela tavuk veya et hulasaları gibi...

Bu konunun başka bir boyutuna nazarlarınızı çevirmek istiyoruz. Risale-i Nur eserlerinde
geçen, "insan kainatın misalı musağğarıdır." "İnsanı büyütseniz kainat, kainatı
küçültseniz insan olur." Bu veciz cümlelerden anlaşılıyor ki insan âdeta kâinatın hulasası
ve özeti hükmündedir. Yine bir ağacın bütün fihristesinin bir çekirdekte derc edilmesi ve
insanın bir hücresinden tüm vasıflarının ortaya çıkarılabilmesi mümkün olduğu gibi... Bir de
Bazı vitamin hapları hulasa nevinden kullanılabilmektedir.

Hamiyet noktasından, "kimin himmeti kendi nefsi ise o insan değil, kimin himmeti milleti
ise o tek başına bir millettir." sözünden de insandaki hamiyet âdeta öz konumuna geçmekte
ve bununla tüm dünya tenvir edilebilmektedir.

Örnek, Resulu Ekrem (a.s.m.) Çünkü o Kâinatın çekirdeğiydi. Kâinat ve içindekiler onun
nuru hürmetine yaratıldı...

"Hapishane vazifesini de görmekle beraber başka pek çok


vazifeleri var..." Cehennemin yakma dışındaki vazifeleri
nelerdir?
Cehennemin vazifelerini maddeler halinde sıralamaya çalışalım:
Birincisi; iman ve ibadeti terk edenler için hapishanedir.
İkincisi; cennetin nimetlerini keskinleştiren bir kıyas vesilesidir. Zira nispi güzellikler;
ancak zıtları ile kavranabilir. Sıcağın kıymet ve mertebeleri, nasıl zıddı olan soğuk ile
anlaşılıyor ise, cennetin kıymet ve güzelliği de, zıddı olan cehennem ile anlaşılır.
Üçüncüsü; cehennem, Allah’ın Celal, Müntakim, Kebir, Aziz gibi bir çok ismin
tecelligahı olup, bu isimlerin mana ve hükümlerine hizmet ediyor. Yani; Allah’ın Celal
silsilesinde ne kadar isim ve sıfatı varsa, hepsi kendi mana ve hükümlerini cehennemde
izhar ve ilan ediyorlar.
Dördüncüsü; cehennem mutlak yokluğun dehşetli acısını, varlık rengine çevirip kafirler
için bir rahmet kapısı oluyor. Evet, mutlak yokluk cehennemden daha ağır ve daha dehşetli
bir cezadır. Cehennem mutlak yokluğa nispetle rahmettir.

"İşte, madem mahiyet-i insaniyenin bir hizmetkârı olan


kuvve-i hayaliyeyi bu dünya lezzetleri tatmin etmiyor; elbette
gayet câmi’ mahiyet-i insaniye, ebediyetle fıtraten
alâkadardır." cümlesini izah eder misiniz?
Dünyanın bütün ağırlığı, lezzeti, görkemi ve cazibesi, insanın en basit ve hafif olan hayal
kuvvesini tatmin edemiyor ise; dünya hayatının insanın kalp, ruh, vicdan ve sair latifeler gibi
ağır ve oturaklı duygu ve kuvvelerini doyurup tatmin etmesi mümkün değildir.

"Kalpler ancak Allah'ın zikriyle tatmin olur." (Rad,13/ 28)

ayetinde de ihtar ve ikaz edildiği gibi; insanın kalbini ya da fıtratını tatmin edip
doyuracak tek maşuk, tek mahbub; Allah ve dolayısı ile ahirettir. Bu sebeple kalbimize giren
dünyanın kir ve paslarını temizleyip, Allah aşkına yanmamız gerekir. Yoksa insanın fani
aşklar içinde boğulup, imtihanı kaybetme riski çok fazla olur.
Hz. İbrahim (as) gibi “La uhubbül afilin” (Fani şeyleri sevemeye değmez) deyip,
mecazi aşklardan kalbimizi ve gönlümüzü arındırıp kurtarmalıyız.
Özet olarak insanın fıtratı; ebedi olan ahiret hayatı için dizayn edilmiştir; dünyanın bu
gelip geçici şeyleri ile tatmin olmaz ve olamaz denilmek isteniyor.

"Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o derece cismanî lezzetleri


sarih bir surette beyan eder ki, başka tevillerle mânâ-yı
zâhirîyi kabul etmemek imkân haricindedir." denilmektedir.
Üstad bu konudaki yaklaşımını, deccale ve mehdiye ilişkin
apaçık ayetlerde niçin kullanmamakta, tevile başvurarak
"şahs-ı manevi" oldukları sonucuna varmaktadır?
Evvela, Üstad Hazretleri mehdi ve deccalın şahıs olduğunu inkar etmiyor. Elbette mehdi
ve deccal şahıstır ve ahir zamanda gelecektir. Üstad Hazretlerinin ifade ve tevil ettiği husus,
mehdi ve deccalın bir akım ve şahs-ı manevinin mümessilleri olacağı hususudur. Zaten
adetullaha uygun olan da budur. Yoksa bir şahsın çıkıp dünyanın şeklini ve seyrini tek
başına değiştirmesi adetullah açısından mümkün ve kabil değildir. Lakin mehdi ve deccal o
akımların çekirdeği ve esası olması ciheti ile harikulade bir makama sahipler. Zaten
hadislerdeki tevil ve tabir isteyen incelikler de bu noktaya bakıyor.
İkincisi, Kur’an ayetlerinin yüzde doksanı muhkemdir. Yani manası zahiri ve sarihtir ki,
yoruma ve içtihada açık değildirler. Hiç kimse bu ayetleri tevil ve tabir edemez. İşte cennet
ve cennetteki cismani hayat böyle muhkem ayetlerle sabit olduğu için, bunlar tevil ve tabir
edilemezler, edilseler küfür olur.
Bir de Kur’an ayetlerinin yüzde on oranında müteşabih kısmı vardır ki, yani manası
kapalı ve yorum isteyen ayetleri vardır ki, bu ayetlerin rasih ve sağlam alimlerce tevil ve
tabir edilmesi bir zaruret, bir iktizadır.
Bu usul hadislerde de caridir. Yani hadislerin de muhkem ve müteşabih olanı vardır.
Özellikle mehdi ve deccal ile ilgili hadisler müteşabihtir, tevil ve tabir istiyorlar.
Üçüncüsü, Kur’an’da mehdi ve deccal ile ilgili muhkem ayetler yoktur. Kim var derse,
buyursun ispat etsin. Hatta müteşabih ayetler de bulunmuyor. Sadece ayetlerin işari ve remzi
manalarından tahriç yolu ile bir şeyler bulunabilir. Mehdi ve deccal kavramlarını biz
hadislerde müteşabih olarak görüyoruz. Bu da ehilleri tarafından yorum ve tevil istiyor.

"Ve beşerin ihtiyacat dilleriyle Hâlık´ına karşı dualarının


ve teşekküratının en kesretli tohumları yine cismaniyettedir.
Maneviyat ve ruhaniyat âlemlerinin en mütenevvi
çekirdekleri yine cismaniyettedir." cümlelerini açıklar
mısınız?
İnsanın cesedi ve cesede takılan her bir duygu ve cihazlar, Allah’ın isimlerine açılan
birer pencere niteliğinde dizayn edilmişler. İnsan bu pencereler ile Allah’ı tanır ve bilir.
Mesela mide acıkır, açlık penceresi ile Rezzak olan Allah’a yönelir. Dil tat alma duyusu ile
Kerim ve Rahim olan Allah’ı takdir eder.
İşte insanın bu maddi yönüne; Allah, sayısız ihtiyaç ve gereksinimler takmış ki, insan bu
ihtiyaç ve gereksinimler ile Allah’ı tanısın, bilsin ve o ihtiyaçlar ile ona arz-ı ihtiyaç etsin.
Yani Ondan istesin, Ona perestiş etsin. İnsana böyle kapsamlı ve kuşatıcı bir cesedin
verilmesinin ana gayesi bu noktadır.
Ceset bu maddi alemin nasıl bir özeti ve küçük bir modeli ise, insandaki ruh da gaybi ve
ahiret alemlerinin bir özeti, bir küçük modelidir. Ceset ve cesetteki hasseler nasıl, bu maddi
alemde ne var ne yok hepsini bir nevi kuşatıyor ise, ruh da aynı şekilde manevi alemleri
kuşatıyor. Maddi alemde tecelli eden isim ve sıfatları tartıp tanıyan bu ceset ve cesetteki
duygulardır. Manevi alemlerde yani alem-i ahirette tecelli eden isim ve sıfatları tartıp
tanıyan da insandaki ruh ve maneviyat cephesidir.
Özetle insanın maddi cephesi maddi alemin özeti iken, manevi cephesi de manevi
alemlerin özeti gibidir. Bu cihetle insan ahsen-i takvimdir.

"Yoksa, elîm endişeler içinde, kendini uyutturmak ve


unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylâz bir hayatla
yaşayacak." cümlesini izah eder misiniz; oyuncaklarla
oynamak çocuk için fıtri değil mi?
Üstad Hazretleri Sekizinci Mesele'de mealen şöyle diyor:

"Çocukluğumda hayalime sormuştum, 'Ebedi yok olmayı mı istersin, yoksa, hiç


ölmemek üzere olan ve ancak sıkıntılı bir hayatı mı istersin?' hayalim
birincisinden oh çekti ve 'Cehennem de olsa ebedi yaşamayı isterim!..' dedi."

Yediden yetmişe her insanın kalbi, kainattaki herbir şey ile münasebet içindedir ve
onlara karşı ciddi bir iştiyak ve alakası vardır. Üstad ahiret hayatının toplum üzerine
etkilerini incelerken şu şeklinde ifade ediyor:

“Nev-i insanın dörtten birini teşkil eden çocuklar, âhiret imanıyla insanca
yaşayabilirler ve insaniyetin istidatlarını taşıyabilirler. Yoksa, elîm endişeler içinde,
kendini uyutturmak ve unutturmak için çocukça oyuncaklarıyla, haylâz bir hayatla
yaşayacak. Çünkü, her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik
dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zayıf kalbinde ve mukavemetsiz
ruhunda öyle bir tesir yapar ki, hayatı ve aklı o biçareye âlet-i azap ve işkence
edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında
onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der:..”(1)

Yani buradan anlayacağımız; insanın, başka bir insanın bilhassa akrabasının veya bir
yaşıtının öldüğünü görmesi, yokluk karanlığında tahayyül ettiği zaman büyük azap verir, aklı
bir yılana çevirir, körpecik hissiyatları onu tahrik eder, sahip olduğu şefkat çokça rahatsız
eder.
Oyuncaklarla oynamasıyla kast edilen; elim acıları düşünmemek için hissi iptal
nevinden olan gaflete dalmak ve kendisini uyutturmak ve unutturmak için olanıdır. Yoksa
çocuklar için oyuncaklarıyla oynamak tabi ki fıtridir.
Üstad burda "oyuncaklarla oynamayı" farklı bir sıfatla nitelendiriyor; yani eğlenmek
için olan oyuncaklarla oynamayı değil, kendisini uyutturmak ve unutturmak amacıyla yapılan
işleri kastediyor, bunu da; oyuncaklarla oynayan haylaz çocuklar şeklinde tasvir ediyor.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.

Ahirete imanın, ahiretin saadetine dair kısmını Üstad


Kur'an'a havale etmiş. Geniş bir şekilde izah eder misiniz?
Sekizinci Meselenin başında, ahiret saadeti veya uhrevi saadet kısmının izahı konusunda
şu ifadeler yer almaktadır:

“Saadet-i uhreviyeye ait kısmı, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın izahatı daha hiç bir
beyana ihtiyaç bırakmamış. Onu ona havale ederek…”(1)

Öyle ise biz de bu konuda doğrudan Kur’an-ı Kerim’e müracaat edeceğiz. Ahirete
imanın ahiretin saadetine ait kısmı Kur’an-ı Kerim'de cennetle ilgili ayetlerde çok detaylı bir
şekilde izah ediliyor. Bu ayetleri tahkik edersek, ahirette nasıl bir saadeti kazanacağımızı
görürüz. Ayrıca Risale-i Nur'da cennet bahsi olarak geçen Yirmi Sekizinci Söz de bu
sorunuzun cevabı niteliğindedir.
Biz imanın karşılığı olan ahiretin saadetine, numune olarak bazı ayetleri takdim edelim:
"İman edip salih amellerde bulunanları müjdele. Gerçekten onlar için altlarından
ırmaklar akan cennetler vardır. Kendilerine rızık olarak bu ürünlerden her
yedirildiğinde: "Bu daha önce de rızıklandığımızdır." derler. Bu onlara (dünyadakine)
benzer olarak sunulmuştur. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada
süresiz kalacaklardır." (Bakar, 2/25)
"De ki: "Size bundan daha hayırlısını bildireyim mi? Korkup sakınanlar için
Rablerinin katında içinde temelli kalacakları altından ırmaklar akan cennetler tertemiz
eşler ve Allah'ın rızası vardır. Allah kulları hakkıyla görendir." (Al-i İmran, 3/15)
"İşte bunların karşılığı Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları altından
ırmaklar akan cennetlerdir. (Böyle) Yapıp-edenlere ne güzel bir karşılık (ecir var.)"
(Al-i İmran, 3/136)
"Ama Rablerinden korkup-sakınanlar; onlar için Allah katında -bir şölen olarak-
altlarından ırmaklar akan -içinde ebedi kalacakları- cennetler vardır. İyilik yapanlar
için Allah'ın katında olanlar daha hayırlıdır." (Al-i İmran, 3/198)
"İman edip salih amellerde bulunanları, altından ırmaklar akan içinde ebedi
kalacakları cennetlere sokacağız. Onda onlar için tertemiz kılınmış eşler vardır. Ve
onları ‘ne sıcak-ne soğuk tam kararında gölgeliğe' sokacağız." (Nisa, 4/57)
"İman edip salih amellerde bulunanlar biz onları altından ırmaklar akan içinde
ebedi kalacakları cennetlere sokacağız. Bu Allah'ın gerçek olan va'didir. Allah'tan
daha doğru sözlü kim vardır?" (Nisa, 4/122)
"Böylelikle Allah dediklerine karşılık olarak içinde ebedi kalacakları altından
ırmaklar akan cennetler verdi. Bu iyilik yapanların karşılığıdır." (Maide, 5/85)
"Allah dedi ki: "Bu doğrulara doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür. Onlar
için içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan
razı oldu, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk' budur."
(Maide, 5/119)
"İman edenler ve salih amellerde bulunanlar -ki biz hiç kimseye güç yetireceğinden
fazlasını yüklemeyiz- onlar da cennetin ashabı (halkı)dırlar. Onda sonsuz olarak
kalacaklardır." (A'raf, 7/42)
"Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar.
Derler ki: "Bizi buna ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi
biz doğruya ermeyecektik. Andolsun Rabbimizin elçileri hak ile geldiler." Onlara: "İşte
bu yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız cennettir." diye seslenilecek."
(A'raf, 7/43)
"Kendilerine Allah'ın bir rahmet eriştirmeyeceğine yemin ettiğiniz kimseler bunlar
mıydı? (Cennettekilere de) Girin cennete. Sizin için korku yoktur ve mahzun
olmayacaksınız." (A'raf, 7/49)
"İşte gerçek mü'minler bunlardır. Rableri katında onlar için dereceler, bağışlanma
ve üstün bir rızık vardır." (Enfal, 8/4)
"Rableri onlara katından bir rahmeti bir hoşnutluğu ve onlar için kendisine sürekli
bir nimet bulunan cennetleri müjdeler. Onda ebedi kalıcıdırlar. Şüphesiz Allah büyük
mükafaat katında olandır." (Tevbe, 9/21, 22)
"Allah mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi kalmak üzere altından
ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaadetmiştir. Allah'tan
olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur."(Tevbe, 9/72)
"Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan
hoşnut olmuştur onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara içinde ebedi
kalacakları altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük ‘kurtuluş ve
mutluluk' budur." (Tevbe, 9/100)
"İman edenler ve salih amellerde bulunanlar da Rableri onları imanları dolayısıyla
altından ırmaklar akan nimetlerle donatılmış cennetlere yöneltip-iletir (hidayet eder).
Oradaki duaları: "Allah'ım Sen ne yücesin."dir ve oradaki dirlik temennileri:
"Selam"dır; dualarının sonu da: "Gerçekten hamd alemlerin Rabbi olan Allah'ındır."
(Yunus, 10/9, 10)
"İman edip salih amellerde bulunanlar ve ‘Rablerine kalbleri tatmin bulmuş olarak
bağlananlar' işte bunlar da cennetin halkıdırlar. Onda süresiz kalacaklardır." (Hud,
11/23)
"Mutlu olanlar da, artık onlar cennettedirler. Rabbinin dilemesi dışında gökler ve
yer sürüp gittikçe orada süresiz kalacaklardır. (Bu) kesintisi olmayan bir ihsandır."
(Hud, 11/108)
"Onlar Adn cennetlerine girerler. Babalarından eşlerinden ve soylarından ‘salih
davranışlarda' bulunanlar da (Adn cennetlerine girer). Melekler onlara her bir kapıdan
girip (şöyle derler:) Sabrettiğinize karşılık selam size. (Dünya) Yurdun(un) sonu ne
güzel." (Ra'd, 13/23, 24)
"Takva sahiplerine vadedilen cennet; onun altından ırmaklar akar yemişleri ve
gölgelikleri süreklidir. Bu korkup-sakınanların (mutlu) sonudur, inkâr edenlerin sonu
ise ateştir." (Ra'd, 13/35)
"İman edip salih amellerde bulunanlar Rablerinin izniyle altından ırmaklar akan
içinde ebedi kalacakları cennetlere konulmuşlardır. Orada birbirlerine olan dirlik
temennileri: "Selam"dır." (İbrahim, 14/23)
"Gerçekten takva sahibi olanlar cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle
ve güvenlikle girin. Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik,
kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar. Orda onlara hiçbir yorgunluk
dokunmaz ve onlar ordan çıkarılacak değildirler." (Hicr, 15/45-48)
"Adn cennetleri; ona girerler onun altından ırmaklar akar içinde onların her
diledikleri şey vardır. İşte Allah takva sahiplerini böyle ödüllendirir. Ki melekler
güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak
üzere cennete girin." (Nahl, 16/31, 32)
"Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır, orada altın bileziklerle
süslenirler, hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar
üzerinde kurulup-dayanırlar. (Bu) Ne güzel sevap ve ne güzel destek." (Kehf, 18/31)
"İman edip salih amellerde bulunanlar... Firdevs cennetleri onlar için bir ‘konaklama
yeridir.' Onda ebedi olarak kalıcıdırlar ondan ayrılmak istemezler." (Kehf, 18/107, 108)
"Ancak tevbe eden iman eden ve salih amellerde bulunanlar (onların dışındadır);
işte bunlar cennete girecekler ve hiçbir şeyle zulme uğratılmayacaklar. Adn cennetleri
(onlarındır) ki Rahman (olan Allah onu) kendi kullarına gaybtan vadetmiştir. Şüphesiz
O'nun va'di yerine gelecektir. Onda ‘boş bir söz' işitmezler; sadece selam (ı işitirler).
Sabah akşam onların rızıkları orda (bulunmakta)dır. O cennet; biz kullarımızdan takva
sahibi olanları (ona) varisçi kılacağız." (Meryem, 19/60-63)
"Hiç şüphesiz Allah iman edenleri ve salih amellerde bulunanları altından ırmaklar
akan cennetlere sokar, orada altından bileziklerle ve incilerle süslenirler; ordaki
elbiseleri ipek(ten)dir. Onlar sözün en güzeline iletilmişlerdir ve övülen doğru yola
iletilmişlerdir." (Hac, 22/23-24)
"De ki: "Bu mu daha hayırlı yoksa takva sahiplerine va'dedilen ebedi cennet mi? Ki
onlar için bir mükafat ve son duraktır. İçinde ebedi kalıcılar olarak orada her
istedikleri onlarındır; bu Rabbinin üzerine aldığı istenen bir vaaddir." (Furkan, 25/15-
16)
"İşte onlar sabretmelerine karşılık (cennetin en gözde yerinde) odalarla
ödüllendirilirler ve orda esenlik dileği ve selamla karşılanırlar. Orda ebedi olarak
kalıcıdırlar; o ne güzel bir karargah ve ne güzel bir konaklama yeridir." (Furkan, 25/75,
76)
"İman edip salih amellerde bulunanlar; onları içinde ebedi kalıcılar olarak
altından ırmaklar akan cennetin yüksek köşklerine muhakkak yerleştireceğiz. (Salih)
Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir." (Ankebut, 29/58)
"Böylece iman edip salih amellerde bulunanlar; artık onlar ‘bir cennet bahçesinde'
‘sevinç içinde ağırlanırlar." (Rum, 30/15)
"İman eden ve salih amellerde bulunanlar ise, artık onlar için yaptıklarına karşılık
olmak üzere bir ağırlanma konağı olarak barınma cennetleri vardır." (Secde, 32/19)
"Adn cennetleri (onlarındır); oraya girerler orada altından bileziklerle ve incilerle
süslenirler. Ve orada onların elbiseleri ipek(ten)dir. Derler ki: "Bizden hüznü giderip
yok eden Allah'a hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz gerçekten bağışlayandır şükrü kabul
edendir. Ki O bizi kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada
bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz." (Fatır, 35/33-
35)
"Gerçek şu ki bugün cennet halkı ‘sevinç ve mutluluk dolu' bir meşguliyet
içindedirler. Kendileri ve eşleri gölgeliklerde tahtlar üzerinde yaslanmışlardır. Orada
taptaze-meyveler onların ve istek duydukları her şey onlarındır. Çok esirgeyen Rabb'dan
onlara bir de sözlü "Selam" (vardır)." (Yasin, 36/55-58)
"İşte onlar; onlar için bilinen bir rızık vardır. Çeşitli-meyveler. Onlar ikram
görenlerdir. Nimetlerle donatılmış (naim) cennetlerde. Birbirlerine karşı tahtlar
üzerinde (otururlar). Kaynaktan (doldurulmuş) kadehlerle çevrelerinde dolaşılır.
Bembeyaz; içenlere lezzet (veren bir içki). Onda ne bir gaile vardır ne de kendilerinden
geçip akılları çelinir. Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş iri gözlü
kadınlar vardır. Sanki onlar saklı bir yumurta gibi (çarpıcı ve pürüzsüz). Böyleyken
kimi kimine yönelmiş olarak birbirlerine soruyorlar: Bir sözcü der ki: "Benim bir
yakınım vardı." Derdi ki: Sen de gerçekten (dirilişi) doğrulayanlardan mısın? Bizler
öldüğümüz toprak ve kemikler olduğumuzda mı gerçekten biz mi (yeniden diriltilip
sonra da) sorguya çekilecekmişiz? (Konuşan yanındakilere) Der ki: "Sizler (onun şimdi
ne durumda olduğunu) biliyor musunuz?" Derken bakıverdi onu ‘çılgınca yanan ateşin'
tam ortasında gördü. Dedi ki: "Andolsun Allah'a neredeyse beni de (şu bulunduğun
yere) düşürecektin." Eğer Rabbimin nimeti olmasaydı muhakkak ben de (azab yerine
getirilip) hazır bulundurulanlardan olacaktım." (Saffat, 37/41-57)
"Adn cennetleri; kapılar onlara açılmıştır. İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda
birçok meyve ve şarap istemektedirler. Ve yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine
çevirmiş yaşıt kadınlar vardır. İşte hesap günü size va'dedilen budur. Şüphesiz bu, bizim
rızkımızdır, bitip tükenmesi de yok." (Sad, 38/50- 54)
"Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise; onlara yüksek köşkler vardır, onların
üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu)
Allah'ın va'didir. Allah va'dinden dönmez." (Zümer, 39/20)
"Rablerinden korkup-sakınanlar da cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda
oraya geldikleri zaman kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: "Selam
üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin." (Onlar da)
Dediler ki: "Bize olan va'dinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd
olsun ki cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların
ecri ne güzeldir." (Zümer, 39/73, 74)
"Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan
ırmaklar tadı değişmeyen sütten ırmaklar içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar ve
süzme baldan ırmaklar vardır ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve
Rablerinden bir mağfiret vardır. Hiç (böyle mükafaatlanan bir kişi) ateşin içinde ebedi
olarak kalan ve bağırsaklarını ‘parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi
olur mu?" (Muhammed, 47/15)
"O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları nurları önlerinde ve sağlarında
koşarken görürsün. Bugün sizin müjdeniz içinde ebedi kalıcılar (olduğunuz) altından
ırmaklar akan cennetlerdir. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk' budur." (Hadid, 57/12)
"Sizi, toplanma günü için bir arada toplayacağı gün; işte bu aldanma (teğabün)
günüdür. Kim Allah'a iman edip salih bir amelde bulunursa (Allah) onun kötülüklerini
örter ve içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokar.
İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş (fevz)' budur." (Teğabün, 64/9)
"İman edip salih amellerde bulunanları, karanlıklardan nura çıkarması için
Allah'ın apaçık ayetlerini size okuyan bir elçi de (gönderdik). Kim iman edip salih bir
amelde bulunursa (Allah) onu içinde süresiz kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar
akan cennetlere sokar. Allah gerçekten ona ne güzel bir rızık vermiştir." (Talak, 65/11)
"İman edip salih amellerde bulunanlar ise; işte onlar da yaratılmışların en
hayırlılarıdır. Rableri katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere
altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, kendileri de
O'ndan razı (hoşnut memnun) kalmışlardır. İşte bu Rabbinden ‘içi titreyerek korku
duyan kimse' içindir." (Beyyine, 98/7, 8)
(...)
Konuyla ilgili daha yüzlerce ayet vardır. Biz bu kadarıyla iktifa ediyoruz...
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua

Bediüzzaman “cehennem de olsa beka isterim” diyor.


Kur’an-ı Kerimde cehennem ehlinin toprak olmayı, ölmeyi,
yok olmayı isteyeceklerini anlatan ayetler var. (Nebe 40,
Zuhruf 77, Furkan 14) Bu sözü nasıl anlayacağız?
İlgili kısımda şöyle denilir:
“Bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya
saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki
fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp
birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.”

Kur’an-ı Kerimde toprak olmayı ve insanlıktan utanmayı ifade eden ayetler mahcubiyetin ve
insanlık görevlerini hakkıyla ifa edemeyenlerin ahiretteki hallerini nazara vermenin bir
ifadesidir. Yani “Ya Rab, biz huzuruna iyi bir şekilde gelemedik, vazifemizi yerine
getiremedik” manasında, perişaniyetin, zavallılığın ve mahcubiyetin bir terennümüdür.
İnsan cehennem de olsa beka ister. İdamlık bir insanın cezası müebbede çevrildiğinde nasıl
memnun oluyorsa veya insan nebati hayatta bile olsa yaşamayı, devamı arzu ediyorsa...
varlığın, vücudun velev cehennem bile olsa yokluktan hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür.

Vicdanidir. Çünkü his ve hevesle bakılsa hüküm farklı olur. Üstadımız vicdani ve
muhakemeli bakışı delil getirmiştir. Mesela sigara alkol vb. sağlığa zararlı olduğu, akli,
ilmi, tıbbi ve vicdani bir hükümdür. Fakat his ve heves işin içine girince mesele tersine
işler. His ve hevese göre fetva verilip bu gibi alışkanlıkların hayırlı olduğu söylenemez.

Bediüzzaman “cehennem de olsa beka isterim” diyor.


Kur’an-ı Kerimde cehennem ehlinin toprak olmayı, ölmeyi,
yok olmayı isteyeceklerini anlatan ayetler var. (Nebe 40,
Zuhruf 77, Furkan 14) Bu sözü nasıl anlayacağız?
İlgili kısımda şöyle denilir:
“Bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya
saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki
fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp
birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi.”

Kur’an-ı Kerimde toprak olmayı ve insanlıktan utanmayı ifade eden ayetler mahcubiyetin ve
insanlık görevlerini hakkıyla ifa edemeyenlerin ahiretteki hallerini nazara vermenin bir
ifadesidir. Yani “Ya Rab, biz huzuruna iyi bir şekilde gelemedik, vazifemizi yerine
getiremedik” manasında, perişaniyetin, zavallılığın ve mahcubiyetin bir terennümüdür.

İnsan cehennem de olsa beka ister. İdamlık bir insanın cezası müebbede çevrildiğinde nasıl
memnun oluyorsa veya insan nebati hayatta bile olsa yaşamayı, devamı arzu ediyorsa...
varlığın, vücudun velev cehennem bile olsa yokluktan hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür.

Vicdanidir. Çünkü his ve hevesle bakılsa hüküm farklı olur. Üstadımız vicdani ve
muhakemeli bakışı delil getirmiştir. Mesela sigara alkol vb. sağlığa zararlı olduğu, akli,
ilmi, tıbbi ve vicdani bir hükümdür. Fakat his ve heves işin içine girince mesele tersine
işler. His ve hevese göre fetva verilip bu gibi alışkanlıkların hayırlı olduğu söylenemez.

Cehennem azabını çekmektense yok olmayı tercih ederim


diyenlere, "cehennem de olsa beka isterim" diye cevap veren
Üstad'ın yanıldığını söyleyen birine nasıl cevap verebiliriz?
Varlık, vacip ve mümkün olmak üzere iki sınıftır.
Vacip olan varlık, ezeli ve ebedi olan Allah’ın varlığıdır ki, başı ve sonu yoktur, kendi nefsi
ile kaimdir. Yani bir başkasının yardımı ve bekası ile varlığını devam ettirmez. Onun varlığı
kendinden olup hiçbir varlığa muhtaç değildir. Yokluk bu varlığa yanaşamaz. İşte bu varlık
mertebesi mutlak yokluğu ebediyen imkansız kılıyor. Yani Allah ezeli ve ebedi olarak varsa,
yoklukta ezeli ve ebedi olarak yoktur. Zira iki zıddın aynı anda bulunması ve cem olması
mümkün değildir. Mutlak yokluk olursa Allah olmaz; Allah olursa mutlak yokluk olmaz. Şu
anda Allah ve mahlukatı var olduğuna göre, demek mutlak yokluk yoktur ve olması da
mümkün değildir.

Mümkin varlık ise, varlığının başı ve sonu olan, var olması da yok olması da imkan
dahilinde olan ve Vacip olan varlığın var etmesine muhtaç olan arizi bir varlıktır. Bütün
kainat ve mahlukatın varlığı bu sınıfa girer. Allah dilerse bu varlıkları yok eder, dilerse var
eder; burada yokluk izafi ve mukayyet yokluktur. Mümkün alemdeki varlıkların yoklukları,
boyutlar arası bir yokluktur hakiki ve gerçek bir yokluk değildir. Maddi alemde yok iken
İlm-i İlahide vardır, öyle ise bir şeyin mutlak anlamda yok olması diye bir şey söz konusu
olamaz.

Adem kelime olarak yokluk, olmama, bulunmama anlamlarına gelir. Varlığın zıddı
anlamında kullanılır. Adem ve yokluk mutlak ve mukayyet olmak üzere iki nevidir.

Mutlak Adem: Ebedi ve ezeli olarak olmamak, bulunmamak anlamındadır ki, böyle bir
yokluk mümkün değildir. Zira ezeli ve ebedi Vacibü'l-Vücud olan Allah mutlak yokluk
kavramına müsaade etmez. Nasıl ışık ile karanlık aynı anda, aynı mekanda bulunması
imkansız bir şey ise, mutlak yokluk ile mutlak varlık da beraber bulunamazlar. Allah varsa
yokluk yoktur; Allah da ezeli ve ebedi olarak var olduğuna göre, mutlak anlamda yokluk diye
bir şey söz konusu olamaz.

Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:


"Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var. Hem daire-i ilm-i
İlâhînin harici yok ki, birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i
haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye,
bazı ehl-i tahkik "a'yân-ı sâbite" tabir etmişler. Öyleyse, fenâya gitmek, muvakkaten
haricî libasını çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar,
vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp
daire-i ilme girer."(1)

Mukayyet Adem: Bir şeyin ayan-ı sabit noktasından, yani Allah’ın ezeli ilminde ilmi bir
vücut şeklinde var olduğu halde, henüz harici bir varlık kazanamamış haline denir. Bu
yokluk izafidir. Yani maddi ve kevni alemde olmayan bir şey başka bir boyut ve başka bir
varlık sahasında bulunabilir. Mesela Allah’ın ilminde ilmi bir vücut ile bulunduğu halde
harici ve maddi alemde olmayan bir şeye mutlak yok denilemez. Üstad Hazretleri bu manayı
yukarıdaki, paragrafta izah ediyor.

Yokluk ve cehennem arasında insanın tercihine kısa bir bakış.


Meselâ, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki, "Sana bir
milyon sene ömürle saltanat-ı dünya verilecek; fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın."
Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla, "Oh" yerine "Ah" diyecek ve teessüf
edecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor.
Onuncu Söz

İnsanın fıtratında, iki kötü halden daha hafif olanını seçmek önemli bir karakterdir. Mesela
birisi dese ya öleceksin ya da bunun yerine kolun kesilecek; insan ölümden korkup kolunu
feda eder. Ya servetini tamamen kaybedeceksin ya da servetinin yarısını devlete vereceksin
denilse, insan yine hafif olanı ağır olana tercih eder.

Aynı şekilde idam-ı ebedi denilen mutlak yokluk ve hiçlik, cehennemden daha ağır ve daha
dehşetli bir hal olduğu için, insanın nefsi değil latif olan kalp ve ruhu elbette cehennemi
yokluğa tercih edecektir. İnsanın ebedi bir şekilde yok olması cehennemde olsa ebedi var
olması ile eşit olamaz. Varlık yokluğa daima galiptir ve varlık yokluktan üstündür. İnsan
üstün ve galip olanı bırakıp aşağı ve yenik olanı tercih ve kabul etmez. Bu insanın mizaç ve
karakterine terstir.

Bu insan açısından böyle iken Allah’ın sonsuz merhameti açısından da böyledir. Yani
Allah’ın sonsuz şefkat ve merhameti sonsuz yokluğa ve hiçliğe müsaade etmez. Bu sebeple
yokluk hem insan karakteri açısından hem de Allah’ın şefkati açısından cehennemden daha
kötü bir haldir. Böyle olduğu için Allah kafirleri yokluk çukuruna atmıyor, onlara da
cehennemde olsa bir hayat ve bir varlık bahşediyor.

İnsanın mahiyetine bir çok hissiyat ve latifeler konulmuştur. Bu hissiyat ve latifelerin


hepsinin hüküm ve sezme biçimleri veya hissediş kuvvetleri bir birlerinden farklıdır.
Mesela vicdanın hissettiği ince bir meseleyi akıl tartıp şekillendiremez. Yada kalpte ince ve
latif bir şekilde beliren manayı kesif ve maddi olan dil ifade etmekte zorlanır... Bu hüküm ve
meseleleri hesaba katmadan değerlendirmeye gitmek yanlış olur.

Bu mesele tenle ve cesetle ilgili değil, vicdanla ilgili bir meseledir. Yani ebedi yokluğu
vicdan penceresinden değerlendirirsek vicdan cehennem de olsa ebedi yaşamayı
isteyecektir. Ama meseleye ceset ve tenden bakacak olursak, elbette insan cehennem ateşine
karşı toprak olmayı, hatta belki de yok olmayı arzu edecektir.

Bu meselede nefsin hükmü ile vicdanın hükmü karıştırıldığı için, insanlar meseleyi
mübalağa zannediyor ya da hissedemiyor. Halbuki nefis hazır andaki bir gram azaptan
kurtulmak için ilerideki bin ton mükafatı reddedecek mahiyettedir. Aynı şekilde bir gram
hazır menfaat için de ilerideki binler ton azabı kabul edecek bir ahmaklıktadır. Nefsin bu
karanlık ve ahmak penceresinden bakılırsa, elbette vicdanın bu ince ve latif meselesi idrak
olunamaz.

Özellikle maddeci felsefenin hisleri ve duyguları yaraladığı bu asırda, insanların böyle


vicdani hükümleri ve meseleleri idrak etmeleri pek mümkün görünmüyor. Zira materyalist
felsefe insanların ince, latif, hassas hissiyatlarını ve sezme kuvvelerini dumura uğratıp
köreltmiştir. Bu körelmiş hissiyatlar ancak tahkiki bir iman dersi ile yeniden hayat
bulabilirler.
Hassasiyeti gitmiş bir terazi, ancak kaba ve kesif şeyleri tartıp ölçebilir. Bizim vicdan
terazimiz şayet Üstad Hazretlerinin vicdan terazisi gibi latif ve hassas olsa idi, biz de
"Cehennem de olsa ebed isterim" vicdani hükmünü anlayıp tartabilirdik.

Azap içinde iken ebediyeti tatmayacak, tespiti nispi bir şeydir. Halbuki insan varlık ve
yokluk tercihini genel olarak yapar bir olayın tesiri ile yapmaz. Şayet bir olayın tesiri ile
hareket umumi bir yol olsa idi bugün insanlık hayatını devam ettiremez idi. Demek hususi
olayların tesiri ile umumi olaylardaki hüküm karıştırılmamak gerekir.

Şayet sadece insanın vicdanı cehenneme atılsa idi, yokluk ve hiçliğe karşı "ebed, ebed"
diye bağıracaktı. Sadece nefis ve ceset cehennemde olsa idi, belki o zaman hüküm
değişebilirdi. "Ayetin keşke toprak olsaydık." ifadesi, biraz da nefis açısından ya da ağır
mesuliyet korkusundan gelen bir ifadedir. Nitekim Hazreti Ömer (ra) imanın kemalinden
gelen mesuliyet duygusu ile "Keşke bir ağaç olsaydım." diyor.
Kafirler de perdenin açıldığı ve mesuliyetin feci bir şekilde insanın üzerine çöktüğü bir
hengamda, "keşke toprak olsaydık" demeleri bu kabilden olsa gerek.
(1) bk. Mektubat, On Beşinci Mektup

Cehennem azabını çekmektense yok olmayı tercih ederim


diyenlere, "cehennem de olsa beka isterim" diye cevap veren
Üstad'ın yanıldığını söyleyen birine nasıl cevap verebiliriz?
Varlık, vacip ve mümkün olmak üzere iki sınıftır.

Vacip olan varlık, ezeli ve ebedi olan Allah’ın varlığıdır ki, başı ve sonu yoktur, kendi nefsi
ile kaimdir. Yani bir başkasının yardımı ve bekası ile varlığını devam ettirmez. Onun varlığı
kendinden olup hiçbir varlığa muhtaç değildir. Yokluk bu varlığa yanaşamaz. İşte bu varlık
mertebesi mutlak yokluğu ebediyen imkansız kılıyor. Yani Allah ezeli ve ebedi olarak varsa,
yoklukta ezeli ve ebedi olarak yoktur. Zira iki zıddın aynı anda bulunması ve cem olması
mümkün değildir. Mutlak yokluk olursa Allah olmaz; Allah olursa mutlak yokluk olmaz. Şu
anda Allah ve mahlukatı var olduğuna göre, demek mutlak yokluk yoktur ve olması da
mümkün değildir.

Mümkin varlık ise, varlığının başı ve sonu olan, var olması da yok olması da imkan
dahilinde olan ve Vacip olan varlığın var etmesine muhtaç olan arizi bir varlıktır. Bütün
kainat ve mahlukatın varlığı bu sınıfa girer. Allah dilerse bu varlıkları yok eder, dilerse var
eder; burada yokluk izafi ve mukayyet yokluktur. Mümkün alemdeki varlıkların yoklukları,
boyutlar arası bir yokluktur hakiki ve gerçek bir yokluk değildir. Maddi alemde yok iken
İlm-i İlahide vardır, öyle ise bir şeyin mutlak anlamda yok olması diye bir şey söz konusu
olamaz.

Adem kelime olarak yokluk, olmama, bulunmama anlamlarına gelir. Varlığın zıddı
anlamında kullanılır. Adem ve yokluk mutlak ve mukayyet olmak üzere iki nevidir.

Mutlak Adem: Ebedi ve ezeli olarak olmamak, bulunmamak anlamındadır ki, böyle bir
yokluk mümkün değildir. Zira ezeli ve ebedi Vacibü'l-Vücud olan Allah mutlak yokluk
kavramına müsaade etmez. Nasıl ışık ile karanlık aynı anda, aynı mekanda bulunması
imkansız bir şey ise, mutlak yokluk ile mutlak varlık da beraber bulunamazlar. Allah varsa
yokluk yoktur; Allah da ezeli ve ebedi olarak var olduğuna göre, mutlak anlamda yokluk diye
bir şey söz konusu olamaz.

Üstad Hazretleri bu meseleyi şu şekilde izah ediyor:


"Hem adem-i mutlak zaten yoktur. Çünkü bir ilm-i muhît var. Hem daire-i ilm-i
İlâhînin harici yok ki, birşey ona atılsın. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i
haricîdir ve vücud-u ilmîye perde olmuş bir ünvandır. Hattâ, bu mevcudat-ı ilmiyeye,
bazı ehl-i tahkik "a'yân-ı sâbite" tabir etmişler. Öyleyse, fenâya gitmek, muvakkaten
haricî libasını çıkarıp, vücud-u mânevîye ve ilmîye girmektir. Yani, hâlik ve fâni olanlar,
vücud-u haricîyi bırakıp, mahiyetleri bir vücud-u mânevî giyer, daire-i kudretten çıkıp
daire-i ilme girer."(1)

Mukayyet Adem: Bir şeyin ayan-ı sabit noktasından, yani Allah’ın ezeli ilminde ilmi bir
vücut şeklinde var olduğu halde, henüz harici bir varlık kazanamamış haline denir. Bu
yokluk izafidir. Yani maddi ve kevni alemde olmayan bir şey başka bir boyut ve başka bir
varlık sahasında bulunabilir. Mesela Allah’ın ilminde ilmi bir vücut ile bulunduğu halde
harici ve maddi alemde olmayan bir şeye mutlak yok denilemez. Üstad Hazretleri bu manayı
yukarıdaki, paragrafta izah ediyor.

Yokluk ve cehennem arasında insanın tercihine kısa bir bakış.

Meselâ, aklın bir hizmetkârı ve tasvircisi olan kuvve-i hayaliyeye denilse ki, "Sana bir
milyon sene ömürle saltanat-ı dünya verilecek; fakat âhirde mutlaka hiç olacaksın."
Tevehhüm aldatmamak, nefis karışmamak şartıyla, "Oh" yerine "Ah" diyecek ve teessüf
edecek. Demek, en büyük fâni, en küçük bir alet ve cihazat-ı insaniyeyi doyuramıyor.
Onuncu Söz

İnsanın fıtratında, iki kötü halden daha hafif olanını seçmek önemli bir karakterdir. Mesela
birisi dese ya öleceksin ya da bunun yerine kolun kesilecek; insan ölümden korkup kolunu
feda eder. Ya servetini tamamen kaybedeceksin ya da servetinin yarısını devlete vereceksin
denilse, insan yine hafif olanı ağır olana tercih eder.

Aynı şekilde idam-ı ebedi denilen mutlak yokluk ve hiçlik, cehennemden daha ağır ve daha
dehşetli bir hal olduğu için, insanın nefsi değil latif olan kalp ve ruhu elbette cehennemi
yokluğa tercih edecektir. İnsanın ebedi bir şekilde yok olması cehennemde olsa ebedi var
olması ile eşit olamaz. Varlık yokluğa daima galiptir ve varlık yokluktan üstündür. İnsan
üstün ve galip olanı bırakıp aşağı ve yenik olanı tercih ve kabul etmez. Bu insanın mizaç ve
karakterine terstir.

Bu insan açısından böyle iken Allah’ın sonsuz merhameti açısından da böyledir. Yani
Allah’ın sonsuz şefkat ve merhameti sonsuz yokluğa ve hiçliğe müsaade etmez. Bu sebeple
yokluk hem insan karakteri açısından hem de Allah’ın şefkati açısından cehennemden daha
kötü bir haldir. Böyle olduğu için Allah kafirleri yokluk çukuruna atmıyor, onlara da
cehennemde olsa bir hayat ve bir varlık bahşediyor.

İnsanın mahiyetine bir çok hissiyat ve latifeler konulmuştur. Bu hissiyat ve latifelerin


hepsinin hüküm ve sezme biçimleri veya hissediş kuvvetleri bir birlerinden farklıdır.
Mesela vicdanın hissettiği ince bir meseleyi akıl tartıp şekillendiremez. Yada kalpte ince ve
latif bir şekilde beliren manayı kesif ve maddi olan dil ifade etmekte zorlanır... Bu hüküm ve
meseleleri hesaba katmadan değerlendirmeye gitmek yanlış olur.

Bu mesele tenle ve cesetle ilgili değil, vicdanla ilgili bir meseledir. Yani ebedi yokluğu
vicdan penceresinden değerlendirirsek vicdan cehennem de olsa ebedi yaşamayı
isteyecektir. Ama meseleye ceset ve tenden bakacak olursak, elbette insan cehennem ateşine
karşı toprak olmayı, hatta belki de yok olmayı arzu edecektir.

Bu meselede nefsin hükmü ile vicdanın hükmü karıştırıldığı için, insanlar meseleyi
mübalağa zannediyor ya da hissedemiyor. Halbuki nefis hazır andaki bir gram azaptan
kurtulmak için ilerideki bin ton mükafatı reddedecek mahiyettedir. Aynı şekilde bir gram
hazır menfaat için de ilerideki binler ton azabı kabul edecek bir ahmaklıktadır. Nefsin bu
karanlık ve ahmak penceresinden bakılırsa, elbette vicdanın bu ince ve latif meselesi idrak
olunamaz.

Özellikle maddeci felsefenin hisleri ve duyguları yaraladığı bu asırda, insanların böyle


vicdani hükümleri ve meseleleri idrak etmeleri pek mümkün görünmüyor. Zira materyalist
felsefe insanların ince, latif, hassas hissiyatlarını ve sezme kuvvelerini dumura uğratıp
köreltmiştir. Bu körelmiş hissiyatlar ancak tahkiki bir iman dersi ile yeniden hayat
bulabilirler.
Hassasiyeti gitmiş bir terazi, ancak kaba ve kesif şeyleri tartıp ölçebilir. Bizim vicdan
terazimiz şayet Üstad Hazretlerinin vicdan terazisi gibi latif ve hassas olsa idi, biz de
"Cehennem de olsa ebed isterim" vicdani hükmünü anlayıp tartabilirdik.

Azap içinde iken ebediyeti tatmayacak, tespiti nispi bir şeydir. Halbuki insan varlık ve
yokluk tercihini genel olarak yapar bir olayın tesiri ile yapmaz. Şayet bir olayın tesiri ile
hareket umumi bir yol olsa idi bugün insanlık hayatını devam ettiremez idi. Demek hususi
olayların tesiri ile umumi olaylardaki hüküm karıştırılmamak gerekir.

Şayet sadece insanın vicdanı cehenneme atılsa idi, yokluk ve hiçliğe karşı "ebed, ebed"
diye bağıracaktı. Sadece nefis ve ceset cehennemde olsa idi, belki o zaman hüküm
değişebilirdi. "Ayetin keşke toprak olsaydık." ifadesi, biraz da nefis açısından ya da ağır
mesuliyet korkusundan gelen bir ifadedir. Nitekim Hazreti Ömer (ra) imanın kemalinden
gelen mesuliyet duygusu ile "Keşke bir ağaç olsaydım." diyor.
Kafirler de perdenin açıldığı ve mesuliyetin feci bir şekilde insanın üzerine çöktüğü bir
hengamda, "keşke toprak olsaydık" demeleri bu kabilden olsa gerek.
(1) bk. Mektubat, On Beşinci Mektup

Cehennem de olsa beka isterim, cümlesine binaen; ebedi


azapta ebediyet kavramının tadı alınabilecek mi, bu konuyu
açıklar mısınız?
"S- Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Amma merhamet ve
şefkat-i İlâhiyeye ne diyorsun?"

"C- Azizim! O kâfir hakkında iki ihtimal var. O kâfir, ya ademe gidecektir veya
daimî bir azap içinde mevcut kalacaktır. Vücudun -velev Cehennemde olsun-
ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu
gibi, bütün musibet ve mâsiyetlerin de merciidir. Vücut ise, velev Cehennem de
olsa, hayr-ı mahzdır. Maahaza, kâfirin meskeni Cehennemdir ve ebedî olarak
orada kalacaktır."(1)

İnsanın mahiyetine birçok hissiyat ve latifeler konulmuştur. Bu hissiyat ve latifelerin


hepsinin hüküm ve sezme biçimleri veya hissediş kuvvetleri birbirlerinden farklıdır.
Mesela; vicdanın hissettiği ince bir meseleyi, akıl tartıp şekillendiremez. Ya da kalpte ince
ve latif bir şekilde beliren manayı, kesif ve maddi olan dil ifade etmekte zorlanır vesaire. Bu
hüküm ve meseleleri hesaba katmadan değerlendirmeye gitmek yanlış olur.

Üstad'ın yukarıda da ifade ettiği gibi; bu mesele tenle ve cesetle ilgili değil, vicdanla ilgili
bir meseledir. Yani; ebedi yokluğu vicdan penceresinden değerlendirirsek, vicdan,
cehennem de olsa ebedi yaşamayı isteyecektir. Ama meseleye ceset ve tenden bakacak
olursak, elbette insan, cehennem ateşine karşı toprak olmayı hatta belki de yok olmayı arzu
edecektir.

Bu meselede nefsin hükmü ile vicdanın hükmü karıştırıldığı için, insanlar meseleyi
mübalağa zannediyor ya da hissedemiyor. Halbuki nefis hazır andaki bir gram azaptan
kurtulmak için, ilerideki bin ton mükafatı reddedecek mahiyettedir. Aynı şekilde bir gram
hazır menfaat için de ilerideki binler ton azabı kabul edecek bir ahmaklıktadır. Nefsin bu
karanlık ve ahmak penceresinden bakılırsa, elbette vicdanın bu ince ve latif meselesi idrak
olunamaz.

Özellikle maddeci felsefenin hisleri ve duyguları yaraladığı bu asırda, insanların böyle


vicdani hükümleri ve meseleleri idrak etmeleri pek mümkün görünmüyor. Zira materyalist
felsefe; insanların ince, latif, hassas hissiyatlarını ve sezme kuvvelerini dumura uğratıp
köreltmiştir. Bu körelmiş hissiyatlar; ancak tahkiki bir iman dersi ile yeniden hayat
bulabilirler. Hassasiyeti gitmiş bir terazi; ancak kaba ve kesif şeyleri tartıp ölçebilir. Bizim
vicdan terazimiz, şayet Üstad'ın vicdan terazisi gibi latif ve hassas olsa idi, biz de,
"cehennem de olsa ebed isterim" vicdani hükmünü anlayıp tartabilirdik.

Azap içinde iken, ebediyeti tatmayacak, tespiti nispi bir şeydir. Halbuki insan varlık ve
yokluk tercihini genel olarak yapar, bir olayın tesiri ile yapmaz. Şayet bir olayın tesiri ile
hareket umumi bir yol olsa idi, bugün insanlık hayatını devam ettiremez idi. Demek hususi
olayların tesiri ile umumi olaylardaki hüküm karıştırılmamak gerekir.

Şayet sadece insanın vicdanı cehenneme atılsa idi, yokluk ve hiçliğe karşı, ebed ebed diye
bağıracaktı. Sadece nefis ve ceset cehennemde olsa idi, belki o zaman hüküm değişebilirdi.

(1) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Bakara Sûresi, Âyet: 8

Cehennem de olsa beka isterim, cümlesini nasıl


anlamalıyız?
Cehennemde kalmak, ebedi yok olmaya nisbeten bir nimettir, Allah'ın rahmetidir. Zira
Allah isteseydi, kafirleri tamamen yok edebilirdi. Ancak onlara yine varlık nimetini veriyor,
ama cehennemde veriyor.

Burada cennet ile cehennem karşılaştırılmıyor. Ebedi yok olma azabı ile cehennem azabı
karşılaştırılıyor. Ve cehennem azabının da bir rahmet olduğu nazara veriliyor.

İnsan, cehennem de olsa beka ister. İdamlık bir insanın cezası müebbede çevrildiğinde nasıl
memnun oluyorsa veya insan nebati hayatta bile olsa yaşamayı, devamı arzu ediyorsa...
varlığın, vücudun velev cehennem bile olsa yokluktan hayırlı olduğu vicdani bir hükümdür.

Vicdanidir; çünkü his ve hevesle bakılsa hüküm farklı olur. Üstadımız vicdani ve
muhakemeli bakışı delil getirmiştir. Mesela sigara alkol vb. sağlığa zararlı olduğu, akli,
ilmi, tıbbi ve vicdani bir hükümdür. Fakat his ve heves işin içine girince mesele tersine
işler. His ve hevese göre fetva verilip bu gibi alışkanlıkların hayırlı olduğu söylenemez.

Cehennem için söylenen "Hapishane vazifesini de


görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var. Ve çok
hikmetleri ve âlem-i bekàya ait hizmetleri var. Ve zebâni gibi
pek çok zîhayatın celâldarâne meskenleridir." ifadesini izah
eder misiniz?
Cehennem, sadece insanların ve cinlerin ceza mahalli değildir. Cehennem, aynı
zamanda beka aleminde baki olarak Allah’ın bir çok celalli isim ve sıfatlarının
tecelligahıdır. Nasıl cennette Allah’ın cemali isim ve sıfatları bizatihi kendini izhar ve ilan
edecek ise, aynı şekilde celali isim ve sıfatlarda kendilerini izhar ve ilan edeceklerdir.
Cennette vazifeli huri, gılman, melekler vs. nasıl orda bulunup hizmet etmekten lezzet
alıyor iseler, aynı şekilde cehennemde vazifeli zebani ve diğer varlıklar da kendilerine
mahsus bir lezzet alacaklardır. Hem de Allah’ın celali isim ve sıfatlarının oradaki dehşetli
tecellilerini seyredeceklerdir. Bundan da ayrıca lezzet alacaklardır.

Cehennemin vazifeleri nelerdir; sadece hapis ve yakmak


gibi şeylerden mi ibarettir?
Cehennemin ceza yeri olmaktan başka, en önemli iki hizmet ve vazifesi şudur:

Birisi; her şey zıddı ile bilinir esasına göre, cennetin yüksek kıymeti, ancak zıddı olan
cehennem ile bilinebilir. Cennet ehli dünyadaki zayi olan haklarının adalet bakımından
intikamının alınmasını bilmesi ile nimetin tam tadına varır.

Diğeri ise; cehennem tam hayır olan varlık mertebesinin bir boyutu olmasından, mutlak
hiçlik ve yokluktan daha iyi ve ehven bir mekandır. Yani; insan ebedi yokluk ve hiçliğe
düşmekten ise, cehennemde olsa varlık aleminde kalması onun için daha hayırlıdır.

Özet olarak; alem-i bekada en önemli vazifeleri, cennetin kıymetini parlatmak ve hiçlik ve
yokluğa alternatif bir mekan olmaktır.

Aynı zamanda cehennem, hem Allah’ın celal isimler zincirinin bir tecelli mahalli, hem de
zebani denilen pekçok meleklere de bir mekandır. Bu noktadan da vazifelidir.

Et ve şeker hülasalarını nasıl anlamalıyız, konu hakkında


bilgi verir misiniz?
İnsan bedenine gerekli olan vitamin ve gıdalar, muhtelif meyve ve sebzelerden temin
edilir. Mesela bedene gerekli olan C vitamini; turunçgillerden temin edilir. D vitamini başka
gıdalardan temin edilir. Demir vitamini, ıspanaktan temin edilir vs. İşte bu farklı gıdalardaki
farklı vitaminleri tek bir bileşimde ve tek bir gıdada toplamaya hülasa deniyor.
Bunun yapılış gayesi ise, bazen insan uzun ve meşakkatli bir seyahate ya da göreve
çıktığında, yanında bedeni için gerekli bütün vitaminleri taşıyamayacağı için, böyle hülasa
gıdalar ile ihtiyacını görsün. Askerler uzun bir intikale çıktığında, yanında bu hülasalardan
alıyorlar. Hem gıda ihtiyacı görülüyor hem de taşıma sıkıntısından kurtuluyor.
İnsan bedeni için gerekli olan yağ, protein, karbonhidrat gibi temel maddeleri bir gıdada
toplamak nasıl mümkünse; aynı şekilde insanın manevi bedenini teşkil eden akıl, kalp, ruh ve
latifelerin gıdası hükmünde olan manaları da bir kelam ve cümlede toplamak mümkündür.
İnsan o muhtelif vitaminleri cem eden hülasaları yediği zaman, beden nasıl ihtiyaçlarından
kurtuluyor ise, aynı şekilde, manevi bedenin bütün ihtiyaçlarına cevap veren Kur'an-ı
Kerim’in hülasa kelam ve cümleleri de vardır.
Mesela Sübhanallah, Bismillâh, Lâ ilâhe illâllah, Allahuekber, Elhamdulillah gibi
külli ve hülasa kelimeler denildiği zaman, insanın manevi bedeninin bütün ihtiyaçları
karşılanmış oluyor. Zira bu mübarek kelimeler içinde insanın bütün manevi cihazlarını ve
bedenini tatmin ve tekmil edecek manalar depolanmıştır. Tıpkı hülasa olan et ve şeker gibi
şeylerde maddi vitaminlerin depolanması gibi.
İnsanın manevi azalarının ihtiyaçlarını maddi vitaminler gibi tasavvur edelim. Mesela
aklın mana vitamini A vitamini olsun, kalbin aşka olan ihtiyacı B vitamini olsun, ruhun
bekaya olan ihtiyacı C vitamini olsun, latifelerin nurlara olan ihtiyacı E vitamini olsun ve
hakeza. İşte Kur'an-ı Kerim’in her bir kelamında ve cümlelerinde bütün bu manevi azaların
ihtiyaç duyduğu manevi vitaminler mevcuttur. Bir insan Sübhanallah, Bismillâh, Lâ ilâhe
illâllah, Allahuekber, Elhamdulillah gibi hülasa kelamları zikrettiği zaman, bütün manevi
vitamin ihtiyaçlarını karşılamış oluyor.
İnsanların kelamında ve eserlerinde bu hasiyet yoktur. İnsanlar ancak birkaç manevi
azaya hitap edebiliyorlar. Mesela kelam ve felsefe akla vitamin vermeye çalışırken, sair
azaları vitaminsiz bırakır. Tasavvuf ve tarikat erbabı kalbe vitamin verirken, akıl ve sair
azaları gıdasız bırakıyor ve hakeza. Ama Kur'an ve hadisler öyle hülasa gıdadırlar ki,
yenildiği ya da istimal edildiği vakit, bütün manevi azaları işbak ve tatmin ederler.
Özellikle Sübhanallah, Bismillâh, Lâ ilâhe illâllah, Allahuekber, Elhamdulillah gibi
hülasa ve külli kelamlar, bu noktada daha belirgindirler. Nasıl Kur’an lüb ve hülasa ise, bu
mübarek kelimeler de Kur'an’ın lüb ve hülasaları mesabesindedirler. Bu yüzden, hem
Kur'an'da hem sair ibadetlerde en çok kullanılan ve zikredilen kelamlar bunlardırlar. Zira
avam insanların kendi gücüyle Kur'an içinden sair manevi gıdaları massetmesi çok zordur.
Bu yüzden Allah, Keremi ile bize özün özü konumunda olan Sübhanallah, Bismillâh, Lâ
ilâhe illâllah, Allahüekber, Elhamdulillah gibi kelamları bahşetmiştir.

Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişememek ne demektir?


Niçin başka kuş değil de serçe?
Hayatın gayesi ve neticesi ebedi hayattır, uhrevi hayattır. Taşı, toprağı ve ağacıyla hayat
sahibi olan saadet yurdundaki hayattır. Yoksa bu hadsiz mühim cihazlarla teçhiz edilen hayat
şeceresi; şuur sahipleri hakkında özellikle insan hakkında meyvesiz, faydasız, hakikatsız
olmak lazım gelecek. İnsana verilen duygular ve cihazlar diğer varlıklara nazaran çok yüksek
olmakla birlikte, insan dünyevi yaşayış itibariyle bir serçe kuşuna yetişemiyor. Çünkü o
serçe kuşunda geçmişin elemi ve geleceğin endişesi yok.

Hâlbuki insanda en büyük bir nimet olan akıl dahi, geçmiş zamanın hüzünlerini ve gelecek
zamanın korkularını düşünmekle insan kalbini devamlı incitip, bir lezzete dokuz elem
karıştırdığından en musibetli bir bela olur. Bu ise yüz derece batıldır. Demek bu dünya
hayatı, ahiret hayatını ispat ediyor. Acaba gücü her şeye yeten ve hayatın her anında tasarruf
eden yüce Rabbimiz, insanın en küçük ihtiyacını karşılasın da insanın en büyük gayesi olan
ebedi yaşama arzusunu ihmal etsin. Haşa!… Madem dünyada hayat var, elbette insanlardan
hayatın sırrını anlayanlar ve hayatını suistimal etmeyenler dar-ı bekada cennet-i bakiyede,
hayatı bakiyeye mahzar olacaklardır.

Serçe kuşu son derece küçük bir kuştur. Yer içer keyfine bakar. Hayattan tam bir lezzet alır.

Gerçi kolibri kuşu ondan daha küçüktür ama "kolibri kuşuna yetişemezsin" denilseydi çoğu
insan bu kuşu bilmediğinden maksat net olarak anlaşılmazdı.

Kur'an-ı Kerim'de sinek nazara verilir,

"Ey insanlar! Bir misal verilmektedir, şimdi ona iyi kulak verin: Sizin Allah'ı bırakıp
taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır." (Hac Suresi,
22:73) denilir.

Aslında sinekten daha küçük varlıklar vardır ama, sinek umumun bildiği bir varlık olduğu
için örnek olarak o verilmiştir.

Hüsnün mertebeleri nelerdir, nasıl algılanır? Cenab-ı


Hakk’ın cemali nasıl ve neyle bilinir?
Allah’ın her bir isim ve sıfatının cüzi ve külli tecellileri bulunuyor. Mesela, bir hanede
yenen bir akşam yemeğinde Allah’ın Rezzak ismi cüzi bir tecelli ile tezahür eder iken,
yeryüzündeki bütün canlıların yemeği ve rızkı noktasından külli bir tecelli ile azamet ile
tezahür eder. İkisi arasında da mahalle, şehir, ülke, her bir tür gibi sayısız makam ve
mertebeler bulunuyor.
Aynı mana hüsün ve cemal içinde geçerlidir. Mesela, bir çiçekte görülen hüsün cüzi bir
tecelli iken, bütün çiçeklerde ya da bütün eşyada görülen hüsünler ve güzellikler ise, külli
bir tecelli ve şümullü bir tezahürdür. Tabi birde bunların ara tonları bulunuyor. Nasıl yedi
ana rengin kendi içinde sayısız ara tonları bulunuyorsa aynı şekilde hüsün ve cemalin de
kendi içinde sayısız ara tonları ve makamları bulunuyor.
Bir de hüsün ve cemali sadece suret güzelliği şeklinde anlamamak gerekir. Her türün
kendine ait bir cemal ve hüsnü bulunuyor. Mesela sıcağın soğuk karşısında bir güzelliği
bulunduğu gibi, sıcak ve sıkıcı bir havada serinlik ve soğuğun da kendine göre bir güzelliği
bulunuyor.

İnanıp da sefahate gidenlere şekavet-i ebedi ilamını


verileceği belirtilirken; imanla ölenlerin cehenemde ebedi
kalmıyacakları hakkındaki hadis-i şerifin anlamlarını nasıl
tefrik edeceğiz?
"İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında, mukadderat-
ı nev-i beşer piyangosundan ehl-i iman ve tâat için-hüsn-ü hâtime şartıyla-ebedî ve
tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimalle; sefahet ve haram ve
itikatsızlık ve fıskta devam edenler-tevbe etmemek şartıyla-ya idam-ı ebedî (âhirete
inanmayanlara) veya daimî ve karanlık haps-i münferit (beka-i ruha inanan ve
sefahette gidenlere) ve şekavet-i ebediye ilâmını alacaklarını yüzde doksan dokuz
…"(1)

Kabir hayatı ile ondan sonraki süreçler farklı yaşam formları olduğu için, kabirde ebediyet
ifadesi diğer yaşam formlarını içine almaz. Yani inandığı halde inandığı gibi yaşamayanlar,
hayatlarını haram ve sefahatte harcadıkları için ceza olarak kabir hayatında ebedi olarak,
yani kabir hayat sürecinin tamamını ceza ile geçirebilirler, demektir. Yoksa cehennemde
ebedi kalmazlar. Zira kalbinde zerre kadar iman bulunanlar ebedi cehennem azabından
kurtulacağı kati bir ehlisünnet inancıdır.

Üstad Hazretlerinin şekaveti ebedi ifadesini kabir hayatı ile kayıtlamak gerekiyor. Nitekim
bazı ayet ve hadislerde genel kaidelerle çelişen ifadeler görüldüğü zaman genel kaidelere
uygun bir şekilde tevil ve tabir edilir. Üstad Hazretlerinin bu tabirini de böyle
değerlendirmek mümkündür.

(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, İkinci Mesele.

İnsanın sair zîhayatlar üstündeki tefevvuku ve rütbesi ise,


yüksek seciyeleri ve cemiyetli istidatları ve küllî ubudiyetleri
ve geniş vücudî daireleri itibarıyladır... Cümlesini açar
mısınız?
Burada kullanılan vücut kavramı, yokluğun zıddıdır. Gerçekte var olan ve
kullanabildiğimiz zamandır. Zaman dilimleri üçe ayrılır;

1 - Geçmiş zaman.

2 - Gelecek zaman

3 - Hazır zamandır.

Bu üç zaman biriminden ilk ikisi madumdur, yoktur, ölüdür. Bu zaman dilimini ise
kullanmamız mümkün değildir. İmansız bir nazarla bakılınca hiç bir anlam ifade etmez.
Üçüncüsü olan hazır zaman ise var olan anlamına gelen vücudi zaman dilimidir. İnsanların
faydalanıp kullanabileceği zaman dilimidir. Ancak çok kısa bir zamandır. Bu kadar kısa bir
zaman dilimi için hiç bir hayır ve sevabı işlemek bir anlam ifade etmez. Böyle kısa bir
zaman birimi için, eskiden tanımadığı ve ayrıldıktan sonra da hiç göremeyeceği babasını,
kardeşini, karısını, milletini ve vatanını sever, hizmet eder. Ancak tam sadakate ve ihlâsa
pek nâdir muvaffak olabilir; o nisbette kemâlâtı ve seciyeleri küçülür. Değil hayvanların en
ulvîsi, belki baş aşağı, akıl cihetiyle en biçaresi ve aşağısı olmak vaziyetine düşeceği
sırada, âhirete İmân imdada yetişir. Mezar gibi dar zamanını, geçmiş ve gelecek zamanları
içine alan pek geniş bir zamana çevirir ve dünya kadar, belki ezelden ebede kadar bir daire-
i vücut gösterir.

Bu şekilde iman nazarıyla bakılınca geçmiş, gelecek zaman birimleri de nazarımızda


hayatlanmaya başlar, vücudi daireye inkılap eder. Uzun ve ebedi bir zamana döner. Bu nazar
ile, babasını dâr-ı saadette ve âlem-i ervahta dahi pederlik münasebetiyle ve kardeşini tâ
ebede kadar uhuvvetini düşünmesiyle ve karısını Cennette dahi en güzel bir refika-i hayatı
olduğunu bilmesi haysiyetiyle sever, hürmet eder, merhamet eder, yardım eder. Ve o büyük
ve geniş daire-i hayatta ve vücuttaki münasebetler için olan ehemmiyetli hizmetleri,
dünyanın kıymetsiz işlerine ve cüz'î garazlarına ve menfaatlerine âlet etmez. Ciddi sadakate
ve samimi ihlâsa muvaffak olarak, kemâlâtı ve hasletleri, o nisbette, derecesine göre
yükselmeye başlar, insaniyeti teâli eder. Hayat lezzetinde serçe kuşuna yetişmeyen o insan,
bütün hayvanat üstünde, kâinatın en müntehap ve bahtiyar bir misafiri ve Sahib-i Kâinatın en
mahbup ve makbul bir abdi olmasıdır.

İzzet ne demek? İzzet-i imaniye, izzet-i ilahiye nedir? İzzet


ile zillet zıt kelimeler midir? "Aynen öyle de; kafir-i mutlak,
küfrüyle izzet-i celaline dokunuyor," deniyor. İzzet-i celaline
dokunmak ne demektir?
İzzet: Kelime olarak ziyadelik, üstünlük, değer, kıymet, kuvvet, muhterem ve muteber
olmak manalarına geliyor.
İzzet-i İlahi: Allah’ın sonsuz azamet ve kibriyasını ifade eden bir kelimedir. Büyüklük
ve kibirde Allah tek ve yektadır. Kimse onun kibir ve büyüklüğü karşısında duramaz, onun
kibir ve büyüklüğü karşısında her şey zillettedir. Her şey onun sonsuz büyüklüğü karşısında
küçüktür, gibi manalara geliyor.
İzzet-i İman: İmanın değer ve kıymetine işaret eden bir terimdir. İman kıymetli, onun
muarızı olan küfür ise kıymetsiz demektir.
Zillet: Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık gibi manalara geliyor ki, izzet kelimesinin
zıddıdır.
Kafirin küfrü ile İzzet-i İlahiyeye dokunması, onu inkar edip onun doğru dediğine eğri
demesidir. Evet, küfrün mahiyetinde Allah’a bir meydan okuma ve onu tahkir etme manası
vardır ki, Allah’ın bu ağır suçu cezalandırmaması mümkün ve kabil değildir.
İzzet-i İlahi’nin küçük bir lemasını üzerinde tecelli suretinde taşıyan bir insan dahi
kendine yapılan tahkire karşı izzet-i nefis gösterirse, elbette izzet ve azameti sonsuz olan
Allah’ın sonsuz tahkir ve hakaret içeren küfrü ebedi cezalandırması onun izzet ve
şanındandır.

Mâneviyat ve ruhâniyat âlemlerinin en mütenevvi


çekirdekleri yine cismaniyettedir. Bu cümleyi açıklar
mısınız?
İnsan mahiyetinin iki yüzü vardır; bir yüzü ruhani ve manevi, diğer yüzü ise cismani ve
maddidir. İnsanın ruhani ve manevi yüzü, gaybi ve ulvi alemlere açılan bir pencere gibidir;
insan bu pencereler ile o alemleri seyreder. Ya da o alemler ile insan arasında bir köprü
vazifesini görürler.

İnsanın cismi ve bedeni ise; maddi alemin bir özeti, bir küçük modeli gibidir. Bu cisim ve
cisimdeki cihazlar sayesinde, bütün maddi alemleri kuşatır.
Mesela; göz sayesinde bütün renkler ve görüntüler alemini seyreder. Kulak sayesinde
bütün sesler alemini işitir, dokunma hissi ile cisimlerin sertlik ve yumuşaklık durumunu
hisseder ve hakeza...

Allah’ın, insan cismini bu denli geniş ve kuşatıcı yaratmasının hikmeti; bütün isim ve
sıfatlarını tanıtmak ve tarttırmak istemesidir. Bu yüzden, insanın cismine ve maddesine bütün
isim ve sıfatları idrak edebilecek cihaz ve duyguları yerleştirmiştir. İnsanın kalbi, aklı,
vicdanı, ruhu, zahir ve batın hissiyatları hep bu kabildendir. Bu hissiyatlar aynı zamanda ulvi
ve gaybi alemlerle de irtibatlıdır.
Mesela; insanın hafızası, Levh-i Mahfuz'un bir çekirdeği, bir küçük numunesidir.
İnsandaki hayal kuvveti, misal aleminin bir anahtarı, bir nüvesi şeklindedir. Yine insandaki
vicdan, ulvi alemlere işaret eden bir levha hükmündedir vs...

On Birinci Şua'nın Sekizinci Meselesi'nin Üçüncü


Faydasını açıklar mısınız?
Bu üçüncü faydada toplumsal hayatın rabıtalarının ve nisbetlerinin, yine ancak ahirete
iman ile tahakkuk edeceğinin izahı yapılmaktadır.
Mesela baba, anne, evlat, dayi, hala, müdür, amir, memur, yardımlaşma, dayanışmaz,
fedakarlık, sabır, iyi ahlak gibi nisbetler, şayet ahirete iman olmazsa tam anlamı ile yerlerini
bulmaları ve bir mana ifade etmeleri mümkün değildir.
Şayet ölümle birlikte her şey bitecekse, anneye sadakat göstermenin, babaya itaat
etmenin veya evladın her derdine katlanmın ne anlamı olabilir. Memur sadece menfaati için
amire itaat eder. Niye küçükler büyüklere saygı göstersin. Fedakarlığın ne anlamı olabilir.
Başkası keyfine bakarken, ben neden millet için çalışayım. "Ben tok olduktan sonra
başkası açlıkta ölse bana ne" demenin ne sakıncası olabilir. Yardımlaşma ve dayanışmanın
ne anlamı kalabilir ve hakeza...
İşte burada, bu manalar özetle ifade edilmiştir.
Soru konusu yere ulaşmak için tıklayınız: Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele.

Sahabelerin (Dört halife dahil) "ağaç olsaydım, koç


olsaydım” gibi pişmalıkları var. Bediüzzamanın "Cehennem
de olsa beka isterim." ifadesini izah eder misiniz? Şimdi bu
insanlarla Üstadınızı mukayese etme hatasına düşmeyeceğim
elbette...
Üzülerek ifade etmeliyiz ki siz tam bir ön yargının etkisi altında bir değerlendirme
yapmışsınız. Bir mümminden beklenen tavır; iyi bir araştırma yapmak ve yine de "acaba
yanlış mı anladım" demek olmalıydı. Müminlerin birbirlerine şiddetle muhtaç olduğu böyle
bir zamanda, neden bu kin ve nefret hala devam ediyor, anlamak gerçekten çok zor. Bunun
içindir ki, Allah müminleri muzaffer etmiyor. Aksi takdirde hepimiz birbirine girecektik.

Değerli kardeşim, bir kere konuyu yanlış anlamışsınız. Başını ve sonunu okuma zahmetinde
bulunsaydınız, bu yanlış anlama tehlikesinden kurtulurdunuz.

Konuda anlatımak istenen şudur: Cehennemde kalmak, ebedi yok olmaya nisbeten bir
nimettir, Allah'ın rahmetidir. Zira Allah isteseydi, kafirleri tamamen yok edebilirdi. Ancak
onlara yine varlık nimetini veriyor, ama cehennemde veriyor. Yani nasılki idam edilmek
üzere olan bir adama, son anda, "İdam edilmeyeceksin, ancak çok zor şartlar altında
olmak kaydı ile cezan ebedi hapse çevrildi." heberi onu mutlu ediyorsa, ebedi yok olmayı
düşünen bir kafir de, ahirette yok olmayıp ebedi cehennemde kalacağını öğrenince, o da
sevinecektir. İşte bu duruma itiraz edenlere Bediüzzaman bir cevap veriyor. Bu cevaba da
bir örnek veriyor.

Örnek ise şöyledir:

"Çocukluğumda hayalime sormuştum, ebedi yok olmayı mı istersin, yoksa, hiç


ölmemek üzere olan ve ancak sıkıntılı bir hayatı mı istersin, hayalim birincisinden oh
çekti ve 'cehennem de olsa ebedi yaşamayı isterim.' dedi." diyor.

Burada cennet ile cehennem karşılaştırılmıyor; ebedi yok olma azabı ile cehennem azabı
karşılaştırılıyor. Ve cehennem azabının da bir rahmet olduğu nazara veriliyor.

Kaldı ki, bütün sahabeleri örnek vererek delil getirmeye çalışıyorsunuz. Hz. Ebubekir
(ra)'in: "Ya Rab vücudumu o kadar büyüt ki, cehennemde müminlere yer kalmasın."
ifadesini de galiba unutmuşsunuz.
Kaldı ki, sahabelerin ifadeleri, kulluk vazifesinin ne kadar ağır olduğunu bildirmek için
söylenmiştir. Aksi takdirde, kafirlerin de; neden Allah beni yarattı, keşke yaratmasaydı gibi,
ifadeler ile karşılaştırma durumuna düşeriz.

Nitekim kafirler ahirette, yok olmaktansa, başka bir boyutta yaşamak üzerek toprak olmayı
istediklerini biliyoruz, zira yok olmak, daha büyük bir azaptır.

Yokluğu nasıl tasavvur edebiliriz ki, cehennem de olsa


bekayı tercih edelim? Yokluk, varlık sonrası nasıl bir
ıstıraptır ki, ebedi cehennemden daha ağır geliyor. Kaldı ki
kendi nefsimizde, bin sene mesudane bir dünya hayatından
sonra, yokluk insana nasıl bir ızdırap verir ki, eğer "hiç"
olursak bunu nasıl hissedebiliriz o anda?
İnsan yok olduktan sonra değil, yok olmadan önce bu duyguyu tadıyor. İnsana elem ve
ıstırap veren de bu düşüncedir.
İnsanı insan yapan varlık nimetidir. Bütün nimetler varlık temeli üstünde duruyor. Varlık
temeli çöktüğü zaman, her şey de onunla beraber çöküp gidiyor. Bu yüzden insanın en büyük
arzu ve hayali varlık ve onun devamıdır. Böyle bir öneme haiz olan varlık nimetini Allah’ın
vermemesi kabil ve mümkün değildir.
İnsanın mahiyetine bir çok hissiyat ve latifeler konulmuştur. Bu hissiyat ve latifelerin
hepsinin hüküm ve sezme biçimleri veya hissediş kuvvetleri birbirlerinden farklıdır. Mesela
vicdanın hissettiği ince bir meseleyi akıl tartıp şekillendiremez. Ya da kalpte ince ve latif
bir şekilde beliren manayı, kesif ve maddi olan dil ifade etmekte zorlanır...
Bu mesele tenle ve cesetle ilgili değil, vicdanla ilgili bir meseledir. Yani ebedi yokluğu
vicdan penceresinden değerlendirirsek, vicdan cehennem de olsa ebedi yaşamayı
isteyecektir. Ama meseleye ceset ve tenden bakacak olursak, elbette insan cehennem ateşine
karşı toprak olmayı, hatta belki de yok olmayı arzu edecektir.
Bu meselede nefsin hükmü ile vicdanın hükmü karıştırıldığı için, insanlar meseleyi
mübalağa zannediyor ya da hissedemiyor. Halbuki nefis hazır andaki bir gram azaptan
kurtulmak için ilerideki bin ton mükafatı reddedecek mahiyettedir. Aynı şekilde bir gram
hazır menfaat için de ilerideki binler ton azabı kabul edecek bir ahmaklıktadır. Nefsin bu
karanlık ve ahmak penceresinden bakılırsa, elbette vicdanın bu ince ve latif meselesi idrak
olunamaz. Bunun içindir ki, Üstad, “nefis karışmamak şartı ile…” kaydını koyuyor.
Özellikle maddeci felsefenin hisleri ve duyguları yaraladığı bu asırda, insanların böyle
vicdani hükümleri ve meseleleri idrak etmeleri pek mümkün görünmüyor. Zira materyalist
felsefe insanların ince, latif, hassas hissiyatlarını ve sezme kuvvelerini dumura uğratıp
köreltmiştir. Bu körelmiş hissiyatlar ancak tahkiki bir iman dersi ile yeniden hayat
bulabilirler. Hassasiyeti gitmiş bir terazi ancak kaba ve kesif şeyleri tartıp ölçebilir. Bizim
vicdan terazimiz şayet Üstad'ın vicdan terazisi gibi latif ve hassas olsa idi, biz de
"Cehennem de olsa ebed isterim." vicdani hükmünü anlayıp tartabilirdik.
Şayet sadece insanın vicdanı cehenneme atılsa idi, yokluk ve hiçliğe karşı "ebed ebed"
diye bağıracaktı. Sadece nefis ve ceset cehennemde olsa idi, belki o zaman hüküm
değişebilirdi.

"Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini


korkusuyla kaçırmıyor..." cümlesini izah eder misiniz?
Geçmiş iman lezzetleriyle kast edilen nedir?
"Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla
kaçırmıyor. Çünkü, hadsiz rahmet-i Rabbâniye, o korkan adama der: "Bana gel,
tevbe kapısıyla gir. Tâ Cehennemin vücudu, değil korkutmak, belki sana Cennetin
lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlûkatın
intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin."(1)

Her mümin insanın, geçmişte iman ve ibadetten aldığı bir takım lezzet ve güzellikler
vardır; lakin hayatının genelinde tam manası ile amele muvaffak olamamaktan gelen
cehennem korkusu ve endişesi, geçmişteki bu iman ve ibadet neşvesini bozuyor. İşte bu
neşve ve lezzetin bozulmaması için, Allah rahmet ve ümit kapısını göstererek, mümin
insanlara tövbe ve af kapısını göstererek, geçmişteki o iman ve ibadetlerden hasıl olan
lezzetleri kalplerinde sabit ve daimi tutuyor.

Diğer bir husus; geçmişte birtakım zulüm ve baskılara maruz kalan müminler, tevekkül ve
sabır ile dayandılar, hatta bu tevekkül ve sabır o zor şartlar içinde mümine birtakım manevi
haz ve lezzetler de vermiştir. İşte bu haz ve lezzetleri tamamlayan şey; cehennem fikridir.
Zira o zalim ve zorbaların cehenneme atılması hakikati ve fikri, o mazlum müminin
geçmişteki tevekkül ve sabır içindeki lezzetlerin bir devamı, bir uzantısı mesabesindedir.

Özet olarak; geçmişteki iman meyvelerinin lezzetlerinden kastedilen mana; iman ve


ibadetteki kemalat ve mehasinlerdir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua, Sekizinci Mesele, Birinci Nükte.

"Çünkü, her vakit etrafında onun gibi çocukların


ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzuları
taşıyan zayıf kalbinde..." Uzun arzuları taşıyan zayıf kalp ve
mukavemetsiz ruh kavramlarını açar mısınız?
Kalpte beka arzusu var, ama dünya ve içindekiler fani dünyanın bu hali insanın kalbini
büyük bir ikileme ve zayıflığa düşürüyor. Bu ikilem ve zayıflığın yegane çaresi Allah’a ve
ahiret hayatına inanmaktır.
İnsanın kalbi kainattaki her bir şey ile münasebet içindedir ve onlara karşı ciddi bir
iştiyak ve alakası var, ama her şey de bir o kadar kalbe düşman ve ilgisiz duruyor.
Yine kalp ile eşya arasındaki arızayı iman düzeltiyor. Kalp, iman marifeti ile o eşyanın
Allah’ın birer sanatı ve askeri olduğunu derk etmekle, onların ilgisiz ve düşman vaziyetini
lehine çevirerek onları kendine dost ve arkadaş kılıyor.
İşte kalbin buna benzer bir çok uzun arzu ve talepleri var, ama aynı zamanda kalp bunları
elde etmekte gayet zayıf ve nahiftir. Kalbin bu kırılgan ve zayıf yapısını ancak iman ve
marifet doldurabiliyor. Allah kalbe bu kırılgan ve zayıf yapıyı, kendine ihtiyaç hissedip dua
ve ibadet ile sığınması için vermiştir.
Kalpteki bu manalar ruh için de aynıdır. Yani insanın ruhu da aynen kalbi gibi kırılgan ve
dayanıksız dizayn edilmiş ki, insan her halinde Allah’a sığınıp iltica edebilsin.
Kalpteki bu kırılganlık ve nahiflik çocuklarda daha da belirgindir. Zira çocukların maddi
cesedi tam inkişaf etmediği için, sığınma ve korunma duygusu çocuklarda daha kuvvetlidir.
Bu sebeple çocuklar kalpteki bu arzuları ve kırılganlıkları daha güzel ve daha berrak
hisseder.

"Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden


samimî hürmet ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve
muavenet ve hilesiz hizmet ve muaşeret ve riyâsız ihsan ve
fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta inkişafa
başlarlar." izah?
"Buna kıyasen, memleket dahi bir hanedir ve vatan dahi bir millî ailenin
hanesidir. Eğer iman-ı âhiret bu geniş hanelerde hükmetse, birden samimî hürmet
ve ciddî merhamet ve rüşvetsiz muhabbet ve muavenet ve hilesiz hizmet ve
muaşeret ve riyâsız ihsan ve fazilet ve enaniyetsiz büyüklük ve meziyet o hayatta
inkişafa başlarlar."(1)

Rüşvetsiz muhabbet; katıksız ve karşılık beklemeden yapılan muhabbettir. Yani birisini


Allah ve ahiret için seviyorsak, bu sevgide bir beklenti bir menfaat bir karşılık beklenmez.
Bu sevgi safi ve katıksız bir sevgidir. Hatta sevdiği kişinin zararı ve kötülüğü dokunsa yine
ona karşı sevgisi devam eder. Karşılık ve menfaate dayanan sevgide bu fedakarlık ve feragat
olmaz. Sevgide az bir zarar ya da menfaat kaybı olsa sevgi tiner gibi uçar gider.
Yardımlaşma da aynı muhabbet gibidir. Yani kişi insanlara yardım ederken, sadece Allah’ın
rızasını düşünür ve yardımını ona bina eder. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez mantığı
bu yardımlaşma duygusunda yoktur. Her yardımı Allah için olmalıdır.
Hilesiz hizmet ve muaşeret; yani Allah ve ahireti esas alarak memleketine hizmet eden
bir adam, asla ve kata hile ve aldatmakla iş görmez. İnsani ilişkileri çok iyidir. Hatta
memlekete hizmet ederken bir karşılık ve menfaat gözetmez, hizmeti halis ve Allah içindir.
İnsanlarla güzel geçinmesinde Allah’ın hoşnutluğu esastır. Ben insanlara iyi davranayım da
maddi ve manevi bir menfaat elde edeyim, düşüncesi yoktur. İşte Allah ve ahiret inancı
insanın kalp ve kafasına girdi mi, her şey böyle halis ve safi olur demektir.
Riyâsız ihsan ve fazilet; yani insanlara iyilik ve hizmette bulunduğu zaman, asla
gösteriş yapmıyor. İhsan ve ikramı tamamen Allah’ın rızasını kazanmaya matuftur.
Faziletinde yani Allah’a olan kulluğunda asla bir gösteriş ve yapmacıklık bulunmuyor. Tam
bir ihlas ve samimiyet içerisinde oluyor.
Enaniyetsiz büyüklük ve meziyet; yani kendinde bulunan güzel ve gıpta edilecek
vasıfları Allah’tan biliyor ve asla nefsine vermiyor. Güzel bir meziyeti varsa bunu Allah’tan
bilip insanlar üstünde üstünlük ve büyüklük taslamıyor. Hatta meziyetinin çokluğu kadar
mahviyet içine giriyor.
Özet olarak Allah’a ve ahirete iman esası, nasıl bir insanın kalbini ve alemini
nurlandırıyor ise aynı iman aile, şehir, ülke ve hatta dünyaya da girip hükmettiği zaman,
oraları da nurlandırıyor ve aydınlatıyor, demektir.
(1) bk. Şualar, On Birinci Şua (Meyve Risalesi), Sekizinci Mesele...

"Esmâ-i İlâhiyenin en cemiyetli âyinesi cismâniyettedir...


Mâneviyat ve ruhâniyat âlemlerinin en mütenevvi
çekirdekleri yine cismaniyettedir..." Ama Allah cismani değil.
Burada çelişki yok mu? Manevi olan Allah, cennette cismani
gözle görülebilir mi?
Evvela, cesedimiz Allah’ın birçok isim ve sıfatlarını tartıp tadacak bir kıvam ve
mahiyette yaratılmıştır. Ruh bu kapsamlı ve geniş ceset vasıtası ile o lezzetleri tartıp
tadabilir. Yani ceset, bir nevi cismani lezzetleri ruha ulaştıran bir iletken gibidir. Ruhsuz
ceset nasıl olmaz ise, cesetsiz de ruh eksik ve noksan olur. Bu sebeple ceset ruha ebedi
olarak arkadaş tayin edilmiştir.
İkincisi, Allah insanın maddi ve kesif olan nefsini bütün isim ve sıfatlarını tadıp
tartacak, duygu ve cihazlar ile donatmıştır. İnsan nefse takılmış olan bu duygu ve cihazlar
sayesinde bütün alemler ile irtibat kurup onlar ile alışveriş içine girebiliyor.
Mesela, dil nefsin kesif bir azasıdır, dünya üzerinde bulunan bütün tatları tadar ve tartar
bir mahiyettedir. Kulak nefsin kesif bir azasıdır, bütün sesleri ve musiki niteliğinde olan
avazları işitir ve zevk alır bir kapsamdadır. Göz nefsin maddi bir azasıdır, kainattaki bütün
renkleri ve tonlarını hisseder ve görür bir genişliktedir. Bu sayılan üç aza ve diğerleri
kayıtlı ve sınırlı olmayıp kendi sahasındaki bütün sofrayı kuşatabilir bir genişliktedir.
Mesela, insanın gözündeki çözünürlük değeri mahlukat içinde en mükemmel ve kuşatıcı bir
değerdedir.
Nefse ait diğer maddi, kesif duygu ve cihazları da buna kıyas edebiliriz. Şayet bu duygu
ve cihazlar tezekki ederse, yani iman ve hidayetin emrine girip onun gözlüğü ve ışığı ile o
alemlere bakarsa, o zaman insanın bu kesif ve maddi ciheti aynı manevi ve latif duyguları
gibi keskinlik ve letafet kazanır. Hatta tam nuraniyet kazanmış bir ceset ve nefis, aynı ruh
gibi hiffet bulup nurani bir vaziyet alır. Peygamber Efendimiz (asv)'in Miraç'a mübarek
bedeni ile çıkması bu manaya işaret eder.
Üçüncüsü, Allah ile insan arasında sadece Sanatkar-sanat, Halık-mahluk ilişkisi
bulunuyor. İnsanın cismine konulmuş olan duygu ve cihazlar Allah’ın isim ve sıfatlarını
anlama konusunda sadece bir kıyas ve intikal içindir, yoksa -hâşâ- Allah’a ait bir sıfatı aynı
ile mikyas etmek için değildir. Mesela, ben cüzi ilmim ile onun külli ilmine kıyas yaparak
intikal ederim, ama onun ezeli ilmine bire bir mikyas olamam. Bu sebeple insanın cismine
takılan bu farazi kıyas araçlarını Allah ile birebir ilişkilendirmek mümkün değildir. Yani
cismani bir kıyas ile cisimden münezzeh olan bir mahiyet anlaşılabilir. Burada bir tenakuz
ve çelişki yok.
Dördüncüsü, Allah’a "manevi" demek dar ve kısır bir bakıştır. Allah’ın varlığı
varlıkların en sağlam ve en rasih olanıdır. Bizim dilimizde "manevi" tabiri genelde soyut,
anlaşılmaz ve varlığı zayıf şeyler için kullanılır.
Daha önce Rü’yet ile ilgili yazdığımız bir cevabı burada aynen takdim edelim:
Evvela, Peygamber Efendimizin (asv) Miraçta Allah’ı kafa gözü ile gördüğünü,
bütün Ehl-i sünnet alimleri ittifak ile kabul etmişlerdir. Dolayısı ile bu fikir sadece
Risale-i Nurların değil, bütün İslam alimlerinin ortak bir kabulüdür.

Ehl-i sünnet inancında rüyetüllah yani; Allah’ı görmek caizdir. Ve cennette her mümin insan,
Allah’ın rüyetine mazhar olacaktır. Bu fikir de ehlisünnet alimlerince ittifak ile kabul edilen
bir fikirdir.

Allah’ın görülmesi ise; kemiyetsiz ve keyfiyetsiz bir şekilde olacaktır. Yani; Allah, boy, en
ve yükseklik gibi mekana ve zamana ait özelliklerden münezzeh ve mukaddes olduğu için,
belli bir mahal ve belli bir zaman içinde görülmeyecektir. Allah, zamansız ve mekansız bir
şekilde, cennet ehline tecelli suretinde görünecektir. Bu şekilde yani kemiyetsiz ve
keyfiyetsiz olarak görünmesi, zaman ve mekan kaydı altına girdiği anlamına gelmez.

Batıl müşebbihe ve mücessime mezheplerinin iddia ettiği gibi (haşa) Allah bir kralın
halkının huzuruna çıkması gibi, belli bir mekan ve belli bir zamanın kayıtları altında kendini
bize göstermeyecektir. Zaten bu da mümkün değildir. Allah zaman ve mekan kaydı olmadan,
keyfiyetsiz olarak kendini gösterecektir. Miracı da aynı mantık içinde değerlendirmek
gerekiyor.

“Nice yüzler o gün (sürur içinde) ışıldar, parlar; Rabbine nâzır (onun cemâline
bakmaktadır)." (Kıyamet, 75/ 22)

Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyetin tefsirinde şöyle buyurur:

“Ehl-i sünnet, bu bakışı, rü’yet mânâsıyla anlayarak âhirette mü’minlerin


cemâlullahı rüyetini ispat etmişlerdir. ‘lenterani’ye sarılan mutezile bu bakışı
intizar mânâsına haml eylemişlerdir. Halbuki gayeye ermeyen intizarın neticesi
neşe değil, inkısar-ı hayal ve elem(dir).”

Hazret-i Musa (as)’in Allah’ı görme talebi, Allah’ı görmenin mümkün olduğuna işaret
eder. Zira muhal ve imkansız olan bir şeyin, Hazret-i Musa gibi büyük bir peygamber
tarafından talep edilmesi mümkün değildir. Demek O, Allah’tan talep ediyor ise, Allah’ı
görmek mümkün ve caridir. Hazret-i Musa (as)’in bu talebine, Allah “Lenterani“ buyurdu,
yani sen beni göremezsin, dedi. Ben katiyetle görülmem demedi. Siz beni kendi
imkanlarınızla göremezsiniz; ama ben size kendimi gösterebilirim anlamına geliyor ki,
burada da görmenin imkan dahilinde olduğuna işaret vardır.

İlm-i Kelamdaki şu önerme de meseleye işaret eder. Var olan her şey görülür, Allah en yüce
varlık olduğuna göre, o zaman O da görülebilir.

Rüyet bahsi ne kadar tafsili olarak zikredilse de, tamamı ile anlaşılacak ve ihata
edilecek bir mesele değildir; ama hak olduğu sabittir. Bir şeyin varlığı sabitken mahiyeti
idrak edilemeyebilir. Bu meselenin mahiyet ve keyfiyeti de hakkı ile idrak ve ihata edilecek
bir mesele değildir. Bu sebeple varlığına dair delilleri tahkik edebiliriz; lakin mahiyet ve
keyfiyetinin ne olduğu konusunda fikir yürütmek mümkün değildir. Bizim buradaki
bahislerimiz tamamen varlığı ve meşruluğu hakkındadır; yoksa keyfiyet ve mahiyeti hakkında
değildir...

"O ancak kendisine vahyolunanı söyler. Onu muazzam kuvvetlere, üstün bir
akıl ve dirayete sahip Cebrail öğretti ki, kendisine gerçek suretiyle görünmüştür.
O, ufkun en yukarısında idi. Sonra indi ve yaklaştı. Nihayet kendisine iki yay
kadar, hattâ daha da yakın oldu. Sonra da vahyolunacak şeyi Allah'ın kuluna
vahyetti. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi onun gördüğü hakkında onunla
mücadele mi edeceksiniz? And olsun ki, onu bir kere daha hakikî suretinde, Sidre-i
Müntehâda gördü ki, onun yanında Me'vâ Cenneti vardır. O zaman Sidre'yi
Allah'ın nuru kaplamıştı. Göz ne şaştı, ne de başka bir şeye baktı. And olsun ki
Rabbinin âyetlerinden en büyüklerini gördü." (Necm, 53/4-18).

"Esma-i İlahîyenin en cem’iyetli âyinesi cismaniyettedir."


cümlesini izah eder misiniz?
Bazı kesimler, ayetlerin açık haberlerine ve Allah Resulünün (a.s.m) açık beyanlarına
rağmen, ahiretin ruhanî olduğunu iddia ediyorlar.

Yazımıza konu olan cümle, bu yanlış düşünceye Nur Külliyatında verilen cevaplardan
sadece birisidir. Burada konu, bir başka açıdan, İlâhî isimlerin tecellisi yönüyle ele
alınmıştır.

Allah’ın bir çok isminin cisimler âleminde tecelli ettiğini açıkça görüyoruz. Kâinat
yaratılmamış olsaydı Allah’ın Hâlık ismi, sadece meleklerin ve ruhanilerin yaratılmasıyla
kendini göstermiş olacaktı. Semaları, yer küresini yaratmak, karaları denizleri yaratmak,
insanları hayvanları yaratmak, ovaları dağları yaratmak, yaprakları çiçekleri yaratmak gibi
cisim âleminde kendini gösteren nice yaratma fiilleri icra edilmeyecekti.

Öte yandan, rızka muhtaç bedenler olmayınca Rezzak ismi de tecelli etmeyecekti. Bedene
arız olan hastalıklar olmayınca Şâfi ismi de tecellisiz kalacaktı.
Bu ve benzeri gerçekler düşünüldüğünde, cismanî âlemlerin yaratılması ve onlardan
bedenlerin süzülmesindeki sonsuz rahmet ve hikmet açıkça anlaşılır.

Varlık mertebesi olarak, dünyanın âhirete göre ancak ‘gölge’ makamında kaldığı
düşünüldüğünde, cismanî varlıkların da en mükemmel şekliyle âhiret âleminde bulunacağı
anlaşılıyor. Nitekim, Kur’anda müminlere müjde verilen köşkler, ırmaklar, meyveler elbette
ki cisimdirler. Bunların ruhanî olduğunu düşünen insan, ‘asıl’ , ahireti ‘gölge’ kabul etmiş
olur.

Nehirlerin aslı burada ise, köşklerin, bahçelerin, meyvelerin aslı burada ise orada sadece
ruhanî bir hayat sürülecekse, ruh-beden beraberliğinin söz konusu olduğu bu dünya hayatına
göre, âhiret bir gölge gibi kalmış olmaz mı?

"Esmâ-i İlâhiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz... Hem o


esmâya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzip ile
hukuklarına tecavüz..." ifadelerini izah eder misiniz?
Mesela; Rezzak ismi kainattaki bütün canlıların rızkını mükemmel bir ahenk ve titizlikle
temin ediyor. İnsan bu ismin tecellilerini okuyup, önce Rezzak isminin manasını ve hükmünü
talim edip, sonra bu ismin sahibi ve kaynağı olan Allah’a intikal etmesi gerekirken, bütün
rızkları sebeplere taksim ederek, ne ismi ne de ismin arkasında duran Allah’ın Zat-ı
Akdesini tanımıyor. Bu tanımamak ve inkar, hem Rezzak isminin hukukuna bir tecavüzdür,
hem de o ismin sahibi olan Allah’a bir hakarettir. Bu sebeple inkar ve küfür ebedi bir
cehennemi iktiza ediyor. Bu örneği diğer isimlere de tatbik edebiliriz.
Mesela, şifa güzel ve tatlı bir nimet olup, Şafi ismine işaret ediyor iken, insan bu şifa
nimetini sebepler olan ilaçlara verse, aynı zulüm ve çirkinliği irtikap etmiş olur.
Allah’ın isim ve sıfatları sonsuz olduğu için, bir çiçeği yaratmak ile bütün baharı
yaratmak, O’nun kudreti karşısında eşittir. O’nun isim ve sıfatları, kainatı ve mahlukatı öyle
bir sarmalamış ve kuşatmış ki; mahlukat -büyük olsun küçük olsun fark etmez- O’nun tasarruf
ve idaresindedir. Küçük bir atom, küçüklüğüne güvenip O’nun ilim ve kudretinden
gizlenemeyeceği gibi, büyük bir yıldız olan güneş de; büyüklüğüne güvenip ben itaat etmem
diyemez; zira karşısındaki kudret nihayetsiz ve çok haşmetli bir kudrettir. Bu sebeple
kainatta ve mahlukatta bulunan her şey O’nun kudret avucunun içindedir, hiçbir şey bunun
haricine çıkamaz.
Allah’ın bu sonsuz isim ve sıfatlarının, her şeyi istila edip ceberut ile kuşatmasının
sebebi ise; Allah yaratmış olduğu sanatlar ve eserlerle, kendini şuur sahibi mahluklara
tanıtmak ve sevdirmek istiyor. Öyle ise ne için miskin ve elinden hiçbir iş gelmeyen
sebeplere icat kabiliyeti verip bu maksadını zedelesin ve şuur sahiplerini kendi marifeti ve
muhabbeti yerine başka şeylere sevk etsin. Bu, Allah’ın kainatı yaratma amacına aykırı olur.
Allah kainatı ve şuur sahibi varlıkları sadece ve sadece kendini tanıtmak ve sevdirmek
için icat ediyor; öyle ise bu amacı zedeleyen şirke asla tahammül etmez ve asla affetmez.
Zira şirk bu amacın en büyük düşmanıdır. Bu sebeple Allah, kainatta zerre kadar şirke mahal
vermemiştir. Biz de bu manayı iman ve itaat olan ibadet ile ilan etmeliyiz.
Her şey Allah’ı tanıtmak ve sevdirmek üzere programlanmıştır; bu programın dışına
çıkıp bazı şeyleri bazı sebeplere vermek ise, şirk ve zulümdür, affı kabil değildir. Allah,
kainattan matlup olan İlahi maksatlarını miskin ve aciz olan sebeplere yedirmez, onlara
bozdurmaz. Bu sebeple kainatın her şeyi üstünde müthiş bir cebir ve izzet ile kendini ihsas
edip ilan ediyor. Bu ilana göz kapamayı veya inkar etmeyi de sonsuz bir azap ile
cezalandırıyor.
Yine küfür; kainattaki bütün mevcudatın haklarına bir tecavüz, bir hakarettir. Kainatın
birinci maksadı; Allah’ı insanlara tanıtmak ve sevdirmektir. Bütün mevcudat bu maksat
etrafında kümelenmiş hizmet ederken, insanın bu ana maksadı görmezden gelmesi ve inkar
etmesi, bir cihetle atomdan gezegenlere kadar her mevcudun hareket ve vazifesini hafife
almak ve onların haklarına bir tecavüz etmektir. Öyle ise basit gibi duran inkar, neticesi
itibari ile çok büyük ve zulümlü bir harekettir. "Şirkte büyük bir zulüm vardır." ayeti,
buna işaret ediyor.
Diğer bir husus; nasıl mahkemede suçun yanında bir de kamu davası açılır, zira mahkeme
insanların ortak bir alanıdır, aynı şekilde küfür ve şirk sadece Allah’ın izzet ve azametine
dokunan bir suç değil, ayrıca bütün kamunun da hakkına bir tecavüz olmasından, Allah kafiri
cezalandırırken bütün bu hakları da nazara alıyor ve öyle yargılıyor.
Bin kişinin çalıştığı bir gemide dümenci vazifesini yapmasa ve gemiyi karaya oturtsa,
gemi sahibi o dümenciyi cezalandırırken, diğer gemi çalışanlarının da hakkını o dümenciden
sorar. Dümencinin, "Ben basit bir dümeni döndürdüm, neden bu kadar üstüme
geliyorsunuz." demeye hakkı yoktur, belki dümeni sağa çevirmek basit bir eylem olabilir
ama; neticesinde koca gemi mürettebatı ile batıyor. Demek ki önem, eylemin basitliğinde
değil, ondan sudur eden neticenin büyüklüğündendir.
İşte kainat da koca bir gemi gibidir, içinde insanın dışında sayısız mahlukat, tam
vazifesini ifa ediyor. İnsan ise mahiyeti noktasından şu kainat gemisinin dümencisi gibidir,
şayet iman ve ibadet vazifesini terk ederse; bütün kainat gemisinin mürettebatını tahkir ve
tezyif etmiş olur. O zaman elbette kainat gemisinin sahibi olan Allah, hem kendine hem de
gemi mürettebatına yapılan bu zulmü cezalandırır.

"Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekàya


akıp gidiyor. Elbette, nasıl ki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman
gibi şeyler Cennete akar; öyle de, şer, elem, karanlık,
çirkinlik, küfür gibi zararlı maddeler Cehenneme yağar..."
izahı?
Dünya hayatında imtihan ve tecrübe olmasının gereği olarak iyi ile kötü, hayır ile şer,
güzel ile çirkin, nur ile karanlık beraber ve iç içe bulunuyor. Elbette bu imtihan dünyası son
bulup ebedi aleme insanlar yerleşeceği zaman, bu zıtlar birbirinden ayıklanıp hepsi layık
olduğu yere giderler. Hayır, güzel, nur, iyilikler cennete; şer, çirkinlik, kötülük ve
karanlıklar da cehenneme dökülürler.

Cennet ile cehennem sabit ve daimi iki mahzen ve depo gibidirler. Her ikisi de kendi
bünyesine uygun olan şeyleri kabul ederler. Kötülük cennete, iyilik de cehenneme uğramaz.
Dünya hayatındaki şer ve çirkinliklere dikkat ile bakıldığı zaman cehenneme uygun ve ona
işaret ettiği anlaşılır; aynı şekilde hayır ve güzelliklerden de cennetin mahiyeti anlaşılır.

Kainatın şu çalkantılı ve kararsız halleri, bu dünyada hayır ile şerrin beraber bulunmasının
sürekli olmayacağına işaret eder. Zira iki zıt daimi beraber bulunamazlar, elbette bir zaman
sonra tefrik ve temyiz olunurlar.

Kainatın şu hali öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu ve cennet ve cehennemin ebedi
ve daimi iki mahzen olduğunu kati bir şekilde izah ve ispat eder.

"Şeytanların en ehemmiyetli desiselerini köküyle kesip


cevab-ı kat’î veren yine Allahu ekber olduğu gibi,.." bu
desiseler nelerdir? Ezan okununca şeytanın kaçması Allahu
Ekber ile mi ilgilidir?
Mesela; cesedi çürüyen bir insanın, yeniden inşa ve ihya edilmesi meselesinde, akıl ve
kalp hayret içinde kaldığında, Allah’ın sonsuz kudret ve ilmi tahayyül edildiği vakit, bu işin
böyle bir kudret ve ilim karşısında ne kadar adi ve basit bir mesele olduğu anlaşılır ve o
noktadan gelen vehim ve vesveseler uçup gider.
Yine “Suhufun nuşirat” yani; insanın bütün amellerini bir sayfada ilan ederiz, ayetinde,
şeytan insanları bu nasıl olur, aklen mümkün görünmüyor gibi vehim ve vesveseler ile
bocalattığı vakit, Allah hem Zatı hem de isim ve sıfatları ile o kadar büyüktür ki manasında
olan “Allahu ekber” manası, böyle gevrek ve esassız vehimleri yerle bir eder. Böylece
insan, kudreti sonsuz Allah'a zor ve kolay kavramlarını izafe etmenin doğru olmadığını
anlar, o vehim ve vesveseden kurtulur.
"Allahu ekber" tabiri; burada Allah’ın azamet ve kibriyasına işaret ediyor. Allah’ın
azamet ve kibriyasını ise biz kainattan anlıyoruz, yani eserleri ve icraatları O’nun kudret ve
ilminin sonsuzluğunu ispat ediyor. Allah’ı eserleri ve icraatları ile tanıyan birisine vehim ve
vesvese yanaşamaz demektir. Öyle ise tahkiki iman, şeytanın vehim ve vesveselerini
kökünden kurutan tesirli bir manevi ilaçtır.
Ezanın okunmasında, besmelenin çekilmesinde, şeytanın uzaklaştığına dair rivayetler
var; lakin şeytan zatı ile uzaklaşıp geri gelir; ama desise ve vehimleri devam eder, bu İlahi
bir kanundur. Öyle ise şeytanın hile ve vehimlerinden kurtulmanın köklü çözümü; Allah’ı
tahkiki bir surette tanıyıp iman etmektedir. Allah’ın büyüklüğünü tahkiki olarak kavrayan
birisi için, O’na taalluk eden meselelerde şüphe ve vehme düşmez.
El-Hüccetü'z-Zehra'nın İkinci Makamı

"Bu kudsi mükaleme-i mi'raciyeyi geniş manasıyla


okumak, teşehhüd de umum İslamın farz bir vazifesi olmuş."
ifadesinde "farz bir vazifesi olmuş" ibaresini nasıl
anlamalıyız?
"Yani, dört kelimeler ile umum zîhayatın dört taifesinin ezelî, ebedî ilmin
cilveleriyle Allâmü'l-Guyûba karşı tahiyyelerini, tebriklerini, ubudiyetlerini, güzel
marifetlerini gösterdiğinden, bu kudsî mükâleme-i Miraciyeyi geniş mânâsıyla
okumak, teşehhüdde umum İslâmın farz bir vazifesi olmuş. O kudsî mükâlemenin
izahatını Risale-i Nur'a havale edip, gayet kısa dört işaretle bir mânâsını beyan
edeceğiz..."(1)

Tahiyyât iki, üç ve dört rekat olarak kılınan bütün namazların sonunda okunduğu gibi,
iki rekattan fazla olan üç ve dört rekatlı namazlarda, ikinci rekatın sonunda da okunur. Son
oturuşlarda Tahiyyât'ı okuyacak kadar oturmak farzdır; ancak Tahiyyâtı okumak farz
değildir. Son oturuşta da, ikinci rekatın sonunda da Tahiyyât'ı okumak vaciptir. Okunmadığı
takdirde, namazı iâde etmek gerekmez; namazın sonunda sehiv secdesi yapılır .
Belki Üstad Hazretleri hem bu manayı hem de ümmetin değişmez ve sürekli uygulaya
geldiği bu adeti ifade etmek için farz ifadesini kullanmış. Bazı sünnetler vardır ki, hüküm
olarak farz olmasa bile farz kadar önem kazanmıştır. Tahiyyat da bu kabilden bir sünnettir.
Risale-i Nurlardaki ibarelere fıkhi bir nazarla bakmak yanlış olur. Üstad Hazretleri açık ve
sarih bir dil ile fetva vermiş ise o başka.
(1) bk. Şualar, On Beşinci Şua

"Hüsrev’in tercüme vazifesine yalnız bir me’haz ve


yardımdır." cümlesini nasıl anlamalıyız?
Burda Hüsrev abiye Risaleleri tercüme vazifesi verildiği anlaşılmaz. Sualde bahsedilen
mevzuyu şöyle anlamalıyız. Üstadımız Elhüccetü-z Zehra'da tahiyyat ile alakalı Arabi Hizb-i
Nuri'nin Allahu Ekber cümlesinin otuz üç mertebesinden üç mertebeyi ifade eden Arabi
fıkranın tercümesini yapıyor.

Elhüccetü-z Zehra ya hem o Arabi ibareyi alıyor. Hemen arkasından Üstadımız bizzat
tercümesini yapıyor. O sırada Üstadımız şiddetli bir hastalığa maruz kalmış idi. Hüsrev abi
herhalde Üstadımız'ın yazdıracağı Arabi fıkranın tercümesini o esnada kaleme alıyordu. İşte
Üstadımız'ın hastalığı münasebetiyle kendilerine yardımcı olan Hüsrev abinin yazısına;
Üstadımız Arabi fıkrayı izah ve tercüme ederek yardım ediyor.

Burada tercüme eden Üstadımızdır; yazan ise Hüsrev ağabeydir. Dolayısıyla Hüsrev abinin
yazacağı tercümeyi Üstadımız söylüyor, izah ediyor. Hüsrev abi de kaleme alıyor.

Mezkur meseleye binaen; Hüsrev ağabeye tercüme vazifesi verildiği çıkmıyor. Çünkü Arabi
ibare ve Üstadımız'ın yaptığı tercüme ciddi manada mütalaa edilirse; sualin cevabı, gayet
açık ve net olarak anlaşılacaktır.

"Rezzâk-ı Kerîmin dergâhına iltica, rica, yalvarmak,


hamd ve şükür şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın."
"Eğer o dünyaya âit fâide ve menfaatlar, o ubudiyete, o
virde, o zikre illet veya illetin bir cüzü olsa, o ubudiyeti
kısmen ibtal eder." İzah?
"... Rızık ise, hayattan sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve
hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cemiyetli bir
madeni olmasından, suret-i zâhirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş.Tâ
her vakit Rezzâk-ı Kerîmin dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve
şükür şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın. Yoksa, muayyen olsaydı,
mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirâne, minnettarâne ricalar, dualar, belki
mütezellilâne ubudiyet kapıları kapanırdı."(1)

Buradaki tesadüf, intizam ve rutinin zıddı şeklinde kullanılıyor, yoksa inkar ve küfür
anlamında kullanılmıyor. Yani herkesin eceli ve rızkı güneşin milimetrik intizam ve rutini
gibi belli ve belirgin olsa idi, o zaman insanlarda gaflet ve dehşet olurdu.
Mesela, herkesin rızkı belli olsa ve bir rutine bağlansa, kimse rızık noktasından
şükretmezdi. Çiftçi güneşin her gün belli saatte doğup batması gibi hasadını ve rızkını belli
bir ayda ve belli bir miktarda alsa idi, rızıktaki hikmet ve nimeti görüp şükür edemezdi, tıpkı
güneşin doğup batmasındaki nimeti göremediğimiz gibi.
Yine ecel tesadüfi olmayıp yani her an başımıza gelmesi muhtemel bir vaziyette değil de
belli bir rutin ve kanun dairesinde, belli bir yılda ve belli bir saatte belirgin olsa idi,
ömrümüzün ilk kısmı gaflette geçer son kısmı ise sona yaklaşmanın verdiği korku ve endişe
ile dehşette geçecekti. Allah bu hikmetten dolayı eceli belli ve belirgin değil tesadüfi yani
her an başa gelebilir bir halette tanzim etmiştir.
Özet olarak, ecel ve rızkın rutine değil de tesadüfe alınması her halimizde ve anımızda
Rabbimize iltica ve dua edebilmemiz içindir.

"Eğer o dünyaya âit fâideler ve menfaatlar, o ubudiyete, o virde veya o zikre


illet veya illetin bir cüz´ü olsa, o ubudiyeti kısmen ibtal eder."(2)

Dua ve virdler birer kulluk vazifesidir. İhtiyaç ve musibetler ise, bu dua ve virdlerin
vaktinin geldiğini gösteren alamet ve işaretlerdir. Yoksa hakiki anlamda okunma gerekçesi
ve sebepleri değildirler. Şayet bir kişi sadece maddi ve manevi menfaat umarak dua ve vird
okursa, bu Allah katında makbul olmaz. Ve o dua ve virdlerin çok özelliklerini de
göremezler ve görmeye de hakları yoktur.
Nasıl akşam vakti akşam namazının girdiğine bir alamet ve işaret ise, ihtiyaç ve
sıkıntılar da bu vird ve duaların okunma vaktinin geldiğine işaret eden levhalar ve alametler
hükmündedir. Yağmursuzluk yağmur duasının vakti ve alametidir. Bu niyet ile okunan dualar
neticesinde Allah sıkıntı ve musibeti başımızdan alırsa bu da onun fazl ve keremidir, şükre
bir kapıdır.
Böyle dua ve virdlerin maddi ve manevi menfaatleri olması haktır ve zayıfları teşvik ve
tervic etmek içindir. İnsanların ekserisi avam olmasından dolayı, bu gibi dua ve virdlere bir
teşvik ve bir tervic olmak için Allah bu dualara bazı maddi ve manevi hediyeler ve
menfaatler takmıştır. Lakin bu hediye ve menfaatler dua ve virdlerin okunmasında hakiki
gerekçe ve sebep yerine geçerse, yani Allah için değil de maddi ve manevi menfaat için
yapılırsa, o zaman o dua ve virdlerin makbuliyeti ve özelliği kaçar, neticesini göremez.
(1) bk. Şualar, On Beşinci Şua
(2) bk. Mesnevi-i Nuriye, Zühre, On Üçüncü Nota.

"Risale-i Nur'un çok hakikatleri namaz tesbihatında ihtar


edilmesi hikmetiyle, hem Fâtiha'nın, hem teşehhüdün
kelimelerinin hakikatlerini kısa işaretlerle beyan etmeye,
âdeta ihtiyarsız sevk edildim." Namaz tesbihatı ile tahiyyat
arasındaki bağı izah eder misiniz?
"Dördüncü kelime-i kudsiye: ِ ِ ‫ت‬ُ ‫’ اَﻟﻄﱠﯿﱢﺒَﺎ‬dir. Risale-i Nur'un çok hakikatleri
namaz tesbihatında ihtar edilmesi hikmetiyle, hem Fâtiha'nın, hem teşehhüdün
kelimelerinin hakikatlerini kısa işaretlerle beyan etmeye, âdeta ihtiyarsız sevk
edildim."(1)

Namaz tesbihatı aynı tahiyyat gibi hülasa ve özet zikir ve dualardandır. Bu yüzden ikisi
beraber zikrediliyor.
Et-Tahiyyat: Bütün hayat sahiplerinin hayatları ile Allah’a takdim ettikleri zikir ve
tespihleri, insan kendi namına Allah’a bu kelime ile takdim ediyor. Bu kelimede böyle bir
külliyet bulunuyor. Bu mana namaz tespihatında da bulunuyor.
"El-Mübarekat” kelimesi, yer yüzünde ne kadar berekete sebep ve vasıta varsa,
hepsine işaret eden özlü bir kelimedir. Mesela, tohum ve çekirdekler mübarektir; yani içinde
tonlarca nimeti barındıran ve berekete sebep olan küçük ama bereketli mahluklardır. Bir
torba buğday tohumunu tarlaya saçıyoruz bir ton buğday mahsul alıyoruz. Demek o bir torba
buğday tohumu mübarektir, bereketleniyor.
Peygamber Efendimiz (asv) Allah’a arz-ı ubudiyet ederken, bütün bu bereketleri nazara
alıp öyle teşekkür ediyor. Tahiyyattaki mübarek kelimesi böyle ihatalı ve geniş bir manaya
sahiptir. Aynı mana namaz tesbihatının özlü kelimelerinde de bulunmaktadır.
Risale-i Nur iman üzerinde duran bir tefsir olmasından dolayı, ekser olarak tekbir,
tehlil, tahmit ve tespih ağırlıklıdır ki bu dört kelam en güzel namaz tesbihatında ve
tahiyyatta ifade ediliyor.
(1) bk. Şualar, On Beşinci Şua.

"Taamların zevkindeki vazifesi,.. dimağa tam bir tercüman


ve santral olmak, elbette gayet parlak ve kat’î bir surette,
ihatalı ilme delâlet ve şehadet eder." Dilin Allah'ın ilmine
delalet etmesini izah eder misiniz?
Bir elmayı ısırdığımızda, dil onun tatlı ve hoş olduğunu beyne aktarıyor. Beyin de bu
tatlılığın ve hoşluğun bir ikram bir inayet bir ihsan olduğuna intikal ediyor. Oysa bu hoş ve
tatlı nimetler ilimsiz, kudret ve iradesiz olamazlar. Yani "bütün bu ikram ve ihsanları
sonsuz ilim, irade ve kudret sahibi Kerim bir Zat bana ikram ediyor" sonucuna ulaşıyor.
Kısacası dil nimete akıl da nimet içinde Münim'e intikal ediyor. Dil ile akıl arasında da
asablar bulunuyor. Elmanın ilahi bir ikram olduğunu anlamada insanda böyle bir sistem
işliyor. Dil elmayı tatmasa idi onun ikram olduğunu ve onu da Allah’ın ikram ettiğini
bilemeyecektik.
Bu ölçüyü diğer azalarımıza da tatbik edebiliriz. Göz görmese idi göze hitap eden ilahi
sanatları göremez, orada ki nimet ve ikramları kavrayamazdık; dolayısı ile de ilahi isimlere
intikal edemezdik.

Ecel ve rızkın tesadüfe bağlı gibi gösterilmesindeki hikmeti


tam anlayamadım. İzah eder misiniz?
"Demek, hakikatte hem ecel muayyen ve mukadderdir, hem rızık herkese göre
bir taayyun içinde mukadderat defterinde kayıt edilmiştir. Fakat, gayet mühim bir
hikmet için hem ecel, hem rızık perde-i gaybda ve müphem ve gayr-ı muayyen ve
zâhiren tesadüfe bağlı gibi görünüyor. Eğer ecel güneşin gurubu gibi muayyen
olsaydı, yarı ömür gaflet-i mutlakada ve âhirete çalışmamakla zâyi olup, yarı
ömürden sonra hergün ölüm darağacı tarafına bir ayak atmak gibi dehşetli bir
korku alıp, eceldeki musibet yüz derece ziyadeleşmesi sırrıyla, başa gelen
musibetler ve hattâ dünyanın eceli olan kıyamet perde-i gaybda merhameten
bırakılmış. Rızık ise, hayattan sonra nimetlerin en büyük bir hazinesi ve şükür ve
hamdin en zengin bir menbaı ve ubudiyet ve dua ve ricaların en cemiyetli bir
madeni olmasından, suret-i zâhirede müphem ve tesadüfe bağlı gibi gösterilmiş. Tâ
her vakit Rezzâk-ı Kerîmin dergâhına iltica ve rica ve yalvarmak ve hamd ve
şükür şefaatiyle rızık istemek kapısı kapanmasın. Yoksa, muayyen olsaydı,
mahiyeti bütün bütün değişecekti. Şâkirâne, minnettarâne ricalar, dualar, belki
mütezellilâne ubudiyet kapıları kapanırdı."(1)
Buradaki tesadüf ifadesi; intizam ve rutinin zıddı şeklinde kullanılmıştır, yoksa inkar ve
küfür anlamında kullanılmamıştır. Yani herkesin eceli ve rızkı güneşin milimetrik intizam ve
rutini gibi belli ve net olsa idi o zaman insanlarda gaflet ve dehşet olurdu.
Mesela, herkesin rızkı belli olsa ve bir rutine bağlansa, kimse rızık noktasından
şükredemezdi. Çiftçi güneşin her gün belli saatte doğup batması gibi, hasadını ve rızkını
belli bir ayda ve belli bir miktarda alsa idi, rızıktaki hikmet ve nimeti görüp şükür
edemezdi, tıpkı güneşin doğup batmasındaki nimeti göremediğimiz gibi.
Yine ecel tesadüfi olmayıp, yani her an başımıza gelmesi muhtemel bir vaziyette değil
de, belli bir rutin ve kanun dairesinde belli bir yılda ve belli bir saatte belirgin olsa idi,
ömrümüzün ilk kısmı gaflette geçer, son kısmı ise sona yaklaşmanın verdiği korku ve endişe
ile dehşette geçecekti. Allah bu hikmetten dolayı eceli belli ve belirgin değil, tesadüfi, yani
her an başa gelebilir bir halette tanzim etmiştir. Ecel ve rızkın rutine değil de tesadüfe
alınması her halimizde ve anımızda Rabbimize iltica edebilmemiz içindir.
(1) bk. Şualar, On Beşinci Şua

Hüsrev, münasip görmediği kısmı tâdil, tebdil, ıslah


edebilir. Cümlesini nasıl anlamalıyız?
Muazzez Üstadımız Risaleler'in telifi zamanında çok ağır, müşkil ve zor şartlarda hizmet
ifa ettiğinden; Hüsrev ağabey gibi muhterem talebelerine Külliyat'ta teferruata taalluk eden
bazı yerlerin tevilinde, tasvibinde, tebdilinde ve ıslahında selahiyet vermiştir.

Sualde geçen Hüsrev abi ile alakalı muşahede kayıtlıdır. Orada tesmim (zehirlenme) hastalık
ve buna mümasil telifata zarar verecek bazı hadisata maruz kalan Üstadımız; telifatta kusur
meydana gelmesin diye bu meselede ehil olan Hüsrev ağabeye o şartlar sebebiyle müsade
etmiştir. Ancak bu müsade ve selahiyet muazzez Üstadımız'ın telifat zamanı ve o ağır şartlara
mahsustur.

Muazzez Üstadımız ahir ömründe Külliyat'ın tamamını bizzat kendileri gözden geçirerek
tashih etmişler ve son şekli ile de bastırmışlardır. Bundan sonra tashih, tadil, tebdil ve ıslah
vazifesi bitmiştir.

Ancak basımdan sonra izah, haşiye, tefsir cihetinde faaliyet ve çalışmalar serbesttir.
Külliyat'ın ruhunu incitmeyecek, vuzuhuna kuvvet verecek şerh ve izahlar kıyamete kadar
devam edecektir.

On Beşinci Şua (El-Hüccetü’z-Zehra), İkinci Makam'daki,


Birinci ve İkinci Delil arasındaki farkı izah eder misiniz?
"On beş delilden birincisi: ُ‫ت اْﻟَﻤْﻮُزوﻧَﺔ‬
ُ ‫’ ﻓَﺎِْﻻْﻧﺘِﻈَﺎَﻣﺎ‬dir. Yani, bütün mahlûkatta müşahede
edilen ölçülü düzgünlük, mizanlı intizam, ihatalı bir ilme şehadet eder."
"Evet, muntazam bir saray gibi kâinattan ve manzume-i şemsiyeden ve kelimeler ve
seslerin neşrinde zerreleri medâr-ı hayret bir intizam gösteren hava sahifesinden ve üç
yüz bin ayrı ayrı nevileri her baharda bir intizam-ı ekmel içinde yetiştiren zemin
yüzünden tut, tâ herbir zîhayatın vücudundaki âzâ ve cihazat ve hüceyrat ve zerrelere
kadar derin, ihatalı, şaşırmaz bir ilmin eseri olan mizanî düzgünlük ve tam intizam
bulunması, gayet zâhir ve kat’î bir surette, ihatalı bir ilme delâlet ve şehadet eder
demektir."

İzah: Kainatın harika intizamında görünen mükemmel düzgünlük ve ölçülülük, Allah’ın


sonsuz ilmine şahit ve delildir. Atomlardan tut ta gezegenlere kadar her şeyde mucize
deresinde bir düzgünlük ve ölçülük hakimdir ki; bu da sonsuz ilim sahibi bir Zat tarafından
icra edilebilir diyerek, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmine işaret ediyor.

"İkinci delil: ُ‫ت اْﻟَﻤْﻨﻈُﻮَﻣﺔ‬


ُ ‫’ َوْاِﻻﺗﱢَﺰاﻧَﺎ‬dir. Yani, bütün kâinattaki masnuâtta, cüz’î-küllî,
seyyarattan tâ kandaki küreyvât-ı hamrâ ve beyzâya kadar herşeyde gayet düzgün bir
ölçü, mütenasip bir mizan bulunması, bedahetle muhît bir ilme delâlet ve kat’î şehadet
eder. Evet, görüyoruz ki, meselâ bir sineğin, bir insanın âzâları ve cihazatı, hattâ
cesedinin hüceyratı ve kanındaki kırmızı ve beyaz kürecikleri o derece hassas bir
mîzan ve ince bir ölçüyle yerleştirilmiş ve o derece birbirine münasip ve uygun ve
cesedin sair âzâlarında öyle muntazam bir tenasüp var ki, nihayetsiz bir ilme mâlik
olmayan, o vaziyeti onlara vermesi hiçbir cihette imkânı yok. İşte, aynen bütün zîhayat
ve envâ-ı mahlûkat, zerrattan tâ manzume-i şemsiyedeki seyyarata kadar, öyle tam bir
muvazene ve zerre kadar şaşırmaz bir düzgün ölçü hükmetmesi, ihatalı bir ilme kat’î
delâlet ve parlak şehadet eder. Demek ilmin her delili, Zât-ı Alîmin mevcudiyetine dahi
delildir. Sıfat mevsufsuz olması muhal ve imkânsız olmasından, bütün hüccetleri Alîm-i
Ezelînin vücub-u vücuduna kuvvetli ve gayet kat’î bir hüccet-i kübrâdır."(1)

İzah: Bu delilde birinci makam; Allah’ın sonsuz ilminin ispatı değil, ilim sıfatı ardında
duran Zat-ı Akdesin ispatına aittir. Halbuki Birinci Delil'de birinci makam ilmin ispatı,
ikinci makam Zat-ı Akdesin ispatı şeklindedir. İkinci delilin son kısmında bu mana şu
şekilde ifade ediliyor:

"Demek ilmin her delili, Zât-ı Alîmin mevcudiyetine dahi delildir. Sıfat mevsufsuz
olması muhal ve imkânsız olmasından, bütün hüccetleri Alîm-i Ezelînin vücub-u
vücuduna kuvvetli ve gayet kat’î bir hüccet-i kübrâdır." İki delil arasında böyle bir
incelik var.

Diğer bir mana ise; ölçülü düzgünlük ile düzgün ölçülülük ayrı delillerdir. Mizanlı intizam
ile intizamlı mizan da aynı şekilde farklıdır. Birinci delil ile ikinci delil arasında böyle bir
fark da vardır. Birinci delilde kainattaki intizamın ölçülü olması vurgulanırken, ikinci
delilde hassas ölçülerin ne denli bir intizam altında olduğu vurgulanıyor.

(1) bk.Şualar, On Beşinci Şua, Birinci Delil.


Sitenizde Allah'ın ilim sıfatının şumulüne mümteniatın da
girdiği ifade edilmiş. Vücudu ilmisi dahi olmayan
mümteniatın ademi mutlak olması nedeni ile ilim sıfatının
şumulünde olmadığını biliyordum. Açıklar mısınız?
Allah’ın ezeli ve ebedi olan sıfatları, taalluk noktasından farklı farklı tecelli
ederler.

İlim ve Kelam Sıfatı: Varlığın hem Vacip hem Mümkün hem de mümteni olan kısmına
tecelli eder. Yani Allah’ın ilmi hem kendini, hem mümkünü, hem de muhali ihata eder.
Kelam sıfatı da aynı ilim gibidir.

İrade ve Kudret Sıfatı: Varlığın sadece mümkün sınıfına taalluk ve tecelli eder. Vacip ve
mümteni sınıflara tecelli ve taallukları yoktur. Şayet olsa idi; Allah’ın kendi Zatı ve sıfatları
hakkında tebdil ve tagayyürü aynı zamanda mahlukutı ilah yapmak gibi şeyler caiz olurdu. Bu
sebeple bu iki sıfat sadece mümkün de tecelli ve taalluk ederler.

Sem ve Basar Sıfatı: Bu sıfatlar mümkün içinde sadece mevcut sınıfında tecelli eder. Yani
madum sınıfında tecelli ve taallukları yoktur. Zaten madum; olmayan demek olduğu için
görülmesi ve işitilmesi söz konusu değildir.
Evvela, yukarıda takdim etmiş olduğumuz tasnif, Ehl-i sünenet’in kelam kitaplarından
alıntıdır, şahsi bir kanaat ya da yorum değildir. Bu tasnifin teferruatı için Ömer Nasuhi
Bilmen Hocanın Muvazzah İlm-i Kelam kitabına bakabilirsiniz.
İkincisi, mümteninin bilinmesi ya da ilme taalluk etmesi ona varlık kazandırmaz..
Mümteninin bilinmesinden maksat onun imkansızlığını bilmektir. Yoksa mümteni var da
öylece biliniyor demek değildir. Olacakları bilmek nasıl mümkün ve makul ise, olmayacak
şeyleri bilmek de o nispette mümkün ve makuldür. Ezeli ilmin, bir şeyin imkansızlığını
bilmemesi düşünülemez.
Mesela bir insanın İlah olması mümtenidir, yani imkansızdır ve bunun imkansızlığını
gösteren çok incelik ve manalar vardır. İşte ezeli ilmin bu imkansızlığın incelik ve
manalarını bilmesine ilmin mümteni şeye taalluk etmesi deniyor.
Üçüncüsü, vücud-u ilmide sadece mümkünler değil, mümkün olmayan mücerret mana ve
incelikler de bulunuyor. Mesela benim kafamda Karadeniz’in pekmez ya da süt olması ilmi
ihtimal olarak bulunuyor. Bu ihtimalin zihinde olması Karadeniz’in pratikte pekmez ya da süt
olmasını iktiza etmiyor. Ya da benim kafamda sonsuz kudret sahibi olmak tasavvur olarak
bulunuyor, ama bu tasavvurun imkan sahasında bir karşılığı bulunmuyor. Sırf imkan
sahasında karşılığı bulunmuyor diye bu tasavvuru zihinde inkar etmek makul değildir. İnsan
mümteni bir şeyi de kafasında tasavvur edebilir ki, bu da bir ilim ve bilmektir. Hatta çokları
bu tasavvuru imkanat ile karıştırıp, İlahlık dava etmişler, Firavun gibi.
Dördüncüsü, inanç ve itikat gibi hassas ve ciddiyet isteyen konularda bilgi sahibi
olmadan fikir sahibi olmak çok riskli ve tehlikeli olabilir. Bu yüzden ben böyle anlıyorum,
ben böyle biliyorum demek yerine, mizanımız olan şeriata müracaat edip, meseleleri oradan
sağlamca öğrenmeli, ondan sonra fikir sahibi olmalıyız.
Evet, mihenk ve mizan şeriat ve şeriat kitaplarıdır. Fikir ve inançlar, bu mihenk ve
mizana uygun olmalıdır. Tahkik mesleği bunu iktiza ediyor.

"...sermedî Cemîl-i Mutlakın hadsiz cemâl ve güzelliklerini


kâinatı süslendiren isimlerinin daimî güzelliklerini..." Bu
ifadeyi açar mısınız?
Allah, mutlak ve sonsuz güzelliktedir. Kainatta güzellik adına ne varsa, hepsi bu
sonsuz ve mutlak güzelliğin bir tecellisi, bir tutam yansımasıdır. Bir damla denize nasıl
işaret ediyorsa, kainattaki bütün güzellikler de Allah’ın sonsuz cemaline işaret eden bir
damla gibidir.
Allah’ın cemil olması bizim anladığımız anlamda bir cemal değildir. Çünkü maddi
güzellikler genelde maddi ve aritmetik tenasüpten meydana gelirler. Mesela, gözün büyük,
kaşların ince, burnun şu kıvamda, ağzın şu uyumda, boyun şu şekilde gibi ölçüler mükemmel
bir uyum ve ahenk içinde ise; güzel bir beden ortaya çıkar. Bunların hepsi maddi ve
aritmetik ölçülerdir. Halbuki Allah bunların hepsinden mukaddes ve münezzehtir.
Özetle, maddi güzellikler Allah’ın ulvi cemalinden süzülüp gelen güzellikler
olabilirler; ama o aşkın ve müteal olan İlahi cemale asla mikyas ve mizan olamazlar.
Allah’ın güzelliği maddi ve cismani bir güzellik değil, manevi ve kutsi bir güzelliktir.
Zat-ı Akdes’in kendine ait keyfiyetsiz bir cemali de elbette bulunuyor. Mesela, güzel
bir insan yüzüne bakmak insana nasıl maddi ve kalbi bir keyif veriyor ise, cennetten Allah’ın
Zat-ı Akdes'ine bakıldığında, insanı deli edip divaneye çevirecek bir keyif, bir istiğrak, bir
haşyet olacaktır...

"Bütün mahlûkatta müşahede edilen ölçülü düzgünlük,


mizanlı intizam,.." Ölçülü düzgünlük ne demektir, ölçülü
olan düzgün değil midir?
Düzgün veya intizamlı olan her şey ölçülü olmayabilir, ölçülü olan her şeyin intizamlı
düzgün olamayacağı gibi... Örneğin kaba-saba taşlar ölçülü olabilir, düzgün olmayabilir,
çok nadide elmas gibi maddeler son derece düzgün olabilir, ama ölçüye gelmez; kemal ve
mahbup olanı hem ölçülü hem de düzgün olanıdır.
Hilkatte görülen en mükemmel ölçü ve mizanın, intizam ve düzgünlük içinde olması
Yaratıcının vücud ve kemaline şehadet eder.
Bir de göz mesela bakteri ve mikropları görseydi daha düzgün olmuş olacaktı, ama
ölçülü olmayacaktı. Kulak karıncanın ayak sesini veya dünyanın dönerken çıkardığı sesi
duymuş olsaydı, işini daha düzgün yapmış olacaktı ama ölçülü olmayacaktı... Örnekler
çoğaltılabilir...
"Hikmet-i Kur’âniyeye tâbi olmayan fen ve felsefe
gözlüğünü taktı." Bilimin en temel umdelerinden biri de
''tarafsızlık'' ilkesidir. Bilim eğer bir yere tabi olsa bilim değil
inanış olmaz mı?
Din ile bilim arasındaki tarafsızlık ilkesi, Hristiyanlık dogmasının bilim üzerindeki
menfi baskısını gidermek için üretilmiş arızi bir hükümdür. Yoksa mutlak doğruluğu olan bir
hüküm değildir. Evet Hristiyanlık dogması asırlardır bilimin gelişmesinin önünde kalın bir
duvardı ve bir çok bilim adamının ölümüne de sebep olmuştur.
Rönesans ve reform hareketleri, Avrupalı aydınlarının kiliseye yapmış oldukları bir
başkaldırıdır. Yani Hristiyanlık ile bilim daima çatışma içinde ve rakip olduklarından
dolayı; filozof ve bilim adamları saflarını daima Hristiyanlığa karşı bilimden ve hikmetten
yana koymuşlardır.
Avrupa tarihinde giyotinlerin kurulma gerekçesi, aydın ve filozofların Hristiyanlık
lehinde susturulması ve imha edilmesidir.
O dönemlerde İslam toplumu her yönü ile parlak ve medeni bir yaşantı üzerine idi.
İnsanlık adına terakki ve gelişmeler hep İslam aydınları tarafından gerçekleştiriliyordu.
İslam aydınlarının hepsi gücünü ve kuvvetini İslam dininden alıyorlardı. Hatta öyle ki her
İslam aydını ve filozofu eserlerini Kur’an ayetleri ile teyit ve tekit ediyordu. Bu da İslam
dininin ne denli bilime ve hikmete değer verdiğini gösterir.
Batı toplumu ise, gayet derecede geri kalmış ilkel bir toplum halinde idi. Kilisenin
bağnaz fikirleri ve dinin dogmatik düşünceleri topluma hakimdi. Papazların fikirlerine karşı
fikir beyan eden bilim adamları derhal idam edilirdi. Kilisenin bu bağnaz hükümranlığı Batı
toplumunu yüzlerce yıl karanlık çağlar içinde bırakmıştır. "Dünya yuvarlaktır" dediği için
giyotinde can veren Galileo buna en güzel örnektir.
Aynı dönemde İslam toplumu ise her konuda zirveye çıkmış bütün aydınlanmaların
doruğunda idi. Mesela Batı, dünya yuvarlak dediği için aydınını idam ederken, İslam
alimleri dünyanın yuvarlaklığını eserlerinde açık bir dil ile ilan ediyorlar ve sıradan bir
mesele nazarı ile bakıyorlardı. İbn-i Sina ve Farabi gibi İslam filozoflarının eserlerine
bakıldığında bu tespitlerin ne kadar isabetli olduğu anlaşılır.
Özetlemek gerekirse; tarafsızlık ilkesi Hristiyanlık dogması için doğru ve geçerli
olabilir, ama İslam için bu ilke geçersiz ve gereksizdir. Çünkü İslam bilimin deney ile tespit
ettiği doğru verileri, iman ile ibadete yani tefekküre dönüştürüyor. Kur’an’ın onlarca
ayetinin, tahkiki, tetebbuyu, taharri ve taakkulu emretmesi bunu doğrulamaktadır.
İslam zaten bilimin sahasına ve araştırma disiplinine müdahale etmiyor, sadece bilimin
elde ettiği doğru sonuçları ve verileri iman ile yoğuruyor ve buna da tefekkür diyor.
Yirmi Dokuzuncu Lem'a
YAZDIR

"Gafletle bakan adam, âlemin mevcudâtını düşman gibi


muzır telâkki ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebîler gibi
görür. Çünkü, dalâlet nazarında mâzi ve istikbâl
zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve
bağlanış yoktur..." İzah eder misiniz?
"Yani, gafletle bakan adam, âlemin mevcudâtını düşman gibi muzır telâkki
ederek tevahhuş eder. Ve eşyayı ecnebîler gibi görür. Çünkü, dalâlet nazarında
mâzi ve istikbâl zamanlarındaki eşya arasında uhuvvet, kardeşlik rabıtası ve
bağlanış yoktur. Ancak eşya arasında küçük, cüz'î bir alâka olur. Binaenaleyh,
ehl-i dalâletin yekdiğerine olan uhuvvetleri, binler senelik uzun bir zamanda bir
dakika kadardır."(1)

Kafir ya da gafil, Allah’a ve onun kainattaki tedbir ve iradesine inanmadığı ya da tam


göremediği için, her şeyi tesadüfe veriyor. O zaman başına her an bir iş, bir musibet
gelmesi muhtemeldir. Bu yüzden her şeyde bir endişe bir telaş duyar. Her hadise karşısında
korkar ve titrer. "Acaba bu musibet bana dokunur mu?" der, hayatı zehir olur. Ve böylece
her şeyi kendisini tehdit edebilecek bir düşman telakki etmeye başlar.
Allah’a, tahkiki bir şekilde iman ile tevekkül eden adam hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir
hadise karşısında titremez.
Cesaretin kaynağı hakiki ve sağlam imandır. Korkaklığın kaynağı ise imansızlık ve
tevekkülsüzlüktür. Kalbinde iman olmayan birisi, bu yüzden her hadise karşısında titrer, her
musibetten azap duyar ve her şeyi kendine düşman yapar.
Mümin ise, her şeyin tedbir ve dizgininin Allah’ın kudret elinde bildiği için, hiçbir
şeyden endişe ve telaş etmez. Mümin bilir ki, Allah bir musibeti alnına yazmış ise bundan
kurtuluş yoktur; böyle düşünür ve teslim olur. Aynı şekilde, musibeti alnına yazmamış ise,
hiçbir güç o musibeti başına bela edemez. Bu tevekkül ve düşüncesi mümini rahatlatır ve
cesur kılar.
Gafil için bütün eşya ve her şey, potansiyel bir düşman insanın huzurunu bozan bir
mütecavizdir. Ehli iman bütün zarar ve menfaati Allah’tan bildiği için, eşyayı düşman ve
mütecaviz olarak değil dost ve kardeş olarak değerlendiriyor.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi

"O'nun kudreti dahi kamildir, zaruridir, zatidir, zatından


neşet eder ve zatının lazımıdır." cümlesini izah eder misiniz?
Kudretinin kamil olması: Allah’ın kudretinin sonsuz bir mükemmellikte olması,
anlamına geliyor. Sonsuz bir mükemmellikte olan kudrete, zıddı olan acizlik ve zayıflık asla
yanaşamaz ve öyle eksik ve noksanlardan münezzeh ve mukaddes demektir. Öyle ki mutlak
kemalde olan bir şey için bir üst ve ötesi olmayacağı için, her türlü mertebe ve makamlardan
aridir ve üstündür.

Mutlak kemalde olan bir kudret için her şeyi yaratmak bir şeyi yaratmakla aynıdır ve eşittir.
Zira kudretinde bir makam ve mertebe yoktur, öyle ise böyle bir kudrete ağırlık ve hafiflik,
uzaklık ve yakınlık, genişlik ve darlık da yoktur demektir. Böyle bir kudretin nazarında ceviz
ile dağ müsavi ve eşittir.

Kudretin zaruri olması: Sonsuz kudret ilahlık için gerekli ve zaruri bir sıfattır. Allah’ın
hakiki anlamda ilah olması için sonsuz bir kudrete sahip olması gerekir. Nasıl insanın
yaşaması için beyin ve kalp gerekli ve zaruri ise, Allah’ın da ilah olması için sonsuz kudret
sahibi olması gerekli ve zaruri demektir.

Kudretinin zati olması: Allah’ın kudret sıfatı ezelde ve ebette onun ile vardı. Yani sonsuz
kudret ile Allah’ın Zatı ezeli ve ebedi olarak birbirleri ile beraber varlardı. Allah -haşa- bu
kudret sıfatını sonradan ve başka birisinden kazanmış ya da almış değildir. Allah’ın sonsuz
kudreti Allah’ın Zatı ile kaim olup ezeli ve ebedidir; başlangıcı ve sonu yoktur. Mesela
insanın cüz kudreti zati değil arizidir, yani bu cüzi kudret insana sonradan Allah tarafından
verilmiştir. Ama Allah’ın kudreti onun Zatı ile ezeli olarak kaim idi.

Zatından neşet eder ve zatinin lazımıdır: Bu cümlede diğer cümlelerin bir özeti, bir
tekrarıdır. Yani Allah’ın sonsuz kudreti Allah’ın Zatı ile kaim olup yani ondan neşet eden,
ona bağlı olan subuti bir sıfat olup Allah Zatı için ezeli ve ebedi olarak lazım ve gerekli olan
bir sıfattır.

Neşet eder ifadesi yedi sıfatın kaynağının ve çıkış noktasının Allah’ın Zatı olduğuna işaret
ediyor. Yani Allah’ın yedi sabit sıfatı olan Hayat, İlim, İrade, Kudret, Kelam, Sem ve
Basar Allah’ın zatı ile kaim ve zatına zait sıfatlardır, asla zatından ayrı düşünülemezler,
demektir.

"Ölçülü düzenlemeler ve düzenlenmiş ölçüler,.." Ölçü ve


Düzen Arasındaki Fark Nedir?
Ölçü: Daha çok, tartı, ince hesap, denge ve mizan gibi anlamlara gelmektedir.

Düzen ise: Daha çok, uygunluk, ahenk, intizam, uyum gibi anlamlara gelmektedir.

Aradaki farkı, bir örnek ile ifade etmek gerekirse, Güneş ve gezegenler arasındaki ilişkiye
bakılabilir. Güneş ile gezegenler arasında ince hesaplara dayalı bir mesafe vardır. Dünya,
hereket ederken, yine ince hesaplarla ortaya konabilecek bir hızla hareket etmektedir. Bu iki
durum, ölçüye delil iken, Dünyanın sarsılmadan ve Güneşin de dengesini kaybetmeden, belli
bir nizam ve intizam içinde hareket etmesi ise, düzene örnek vermek mümkündür.

Risalelerde bir çok yerde, "Cihât-ı sitte" bahsinde, sağ


cihet, geçmiş zaman; sol cihet, gelecek zaman olarak izah
ediliyor. "Ön cihet" ve "arka cihet" kısımlarında da benzer
ifadeler var. Bu cihetlerin tam olarak farkı nedir?
"Ön cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki, bütün canlı mahlûkat
-insan olsun, hayvan olsun- kafile-bekafile, büyük bir sür'atle o cihete gidip
kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar. Kendisinin de o yolun yolcusu
olduğunu bildiğinden, teessüründen çıldıracak bir hale gelir. Fakat iman nazarıyla
bakan bir mü'min, insanların o cihete gidişleri, seyahatleri adem âlemine değil,
göçebeler gibi bir yayladan bir yaylaya bir intikaldir. Ve fâni menzilden bâki
menzile, hizmet çiftliğinden ücret dairesine, zahmetler memleketinden rahmetler
memleketine göç etmek olup, adem âlemine gitmek değil diye bu ciheti
memnuniyetle karşılar. Fakat yol esnasında ölüm, kabir gibi görünen meşakkatler
netice itibarıyla saadetlerdir. Çünkü, nuranî âlemlere giden yol kabirden geçer ve
en büyük saadetler büyük ve acı felâketlerin neticesidir. Meselâ, Hazret-i Yusuf,
Mısır azizliği gibi bir saadete, ancak kardeşleri tarafından atıldığı kuyu ve
Zeliha'nın iftirası üzerine konulduğu hapis yoluyla nâil olmuştur."
"Ve kezâ, rahm-ı mâderden dünyaya gelen çocuk, mâhut tünelde çektiği sıkıcı,
ezici zahmet neticesinde dünya saadetine nâil oluyor."

Sağ cihet, daha geniş ve umumi bir şekilde canlı cansız her şeyin mahvolması iken, ön
cihet daha ziyade canlılara ve bilhassa insanlara bakıyor. Aralarında böyle bir nüans var.

"Arka cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarıyla bakılsa, 'Yâhu, bunlar
nereden nereye gidiyorlar ve niçin dünya memleketine gelmişlerdir?' diye edilen
suale bir cevap alınamadığından, tabiî, hayret ve tereddüt azabı içinde kalınır.
Fakat nur-u iman gözlüğüyle bakarsa, insanların kâinat sergisinde teşhir edilen
garip, acip kudretin mucizelerini görmek ve mütalâa etmek için Sultan-ı Ezelî
tarafından gönderilmiş mütalâacı olduklarını anlar. Ve bunlar o mucizenin derece-i
kıymet ve azametine ve Sultan-ı Ezelînin azametine derece-i delâletlerine kesb-i
vukuf ettikleri nisbetinde derece ve numara aldıktan sonra, yine Sultan-ı Ezelînin
memleketine dönüp gideceklerini anlar ve bu anlayış nimetini kendisine îras eden
iman nimetine 'Elhamdü lillâh' diyecektir."(1)

Arka cihette ise, insanlığın üç büyük ve müşkül sorusu nazara veriliyor. "İnsan nedir,
nereden gelip nereye gidiyor?" soruları külli ve umumi bir şekilde nazara veriliyor.
Sol cihet sadece istikbale atıfta bulunurken, arka cihet her üç sorunun cevabını nazara
veriyor. "İnsan nedir, nerden gelip nereye gidiyor?" sorusu mazi, hal ve istikbali içine alan
geniş bir bakış açısıdır. Sağ ve sol bir cihete baktırıyorlar. Ön ve arka cihetler ise cüziden
külliye intikal ediyorlar.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi

Yirmi Dokuzuncu Lem'a, Üçüncü Bab, Birinci Mertebe'yi


Açıklar mısınız?
"Birinci Mertebe"

“De ki: ‘Hamd olsun o Allah’a ki, evlât edinmekten münezzehtir, mülkünde
ortağı bulunmaz ve hiçbir şeyden de âciz değildir ki yardımcıya ihtiyacı olsun.’ Ve
hürmet ve tâzimle Onun yüceliğini an.” (İsrâ, 17/111).

"Emret Allah’ım, emrini yerine getirmeye hazırız. Celâli yüce olan Allah, ilmi
ve kudretiyle her şeyden sonsuz derecede büyüktür. Zira O her şeyi yaratan öyle
bir Hâlık ve yarattığı varlıklara birbirinden ayrı ve lâyık şekiller veren öyle bir
Bâri’ ve o varlıkları en güzel suretlere kavuşturan Musavvirdir ki, kudretiyle
insanı bir kâinat gibi san’atlı yaratmış; ve insanı nasıl kader kalemiyle yazmışsa,
kâinatı da aynen o kalemle yazmıştır. Çünkü şu büyük âlem olan kâinat, aynen bu
küçük âlem olan insan gibi, Onun kudretinin san’at eseri ve kaderinin mektubudur.
Her şeyi sonsuz san’at ve hikmetle yapan Sâni-i Hakîm şu büyük âlemi öyle bir
surette yoktan var etmiştir ki, onu bir mescid şekline döndürmüş; ve bu küçük
âlemi de öyle bir surette icad etmiştir ki, onu secde eden bir kul yapmıştır. Şu
büyük âlemi bir mülk şeklinde inşa etmiş, bu küçük âlemi de bütün mülke muhtaç
bir memlük olarak bina etmiştir. Onun büyük âlemdeki san’atı bir kitap şeklinde
kendini göstermiş, insandaki sıbğası ise hitap çiçekleri açmıştır. Onun kudreti,
büyük âlemde rubûbiyetinin haşmetini gösterirken, küçük âlem olan insanda da
nimetleri tanzim ediyor. Onun haşmeti büyük âlemde vahdâniyetine şehadet
ederken, rahmeti de küçük âlemde Onun ehadiyetini ilân ediyor. O celâl sahibi
San’atkâr, büyük âlemin tamamına ve nevilerin ve fertlerin hareket ve
sükûnetlerine birer sikke-i vahdet koyduğu gibi, şu insanın cisim ve organlarına ve
hücre ve zerrelerine dahi öylece birer hâtem-i vahdet basmıştır."(1)

Burada Allah’ın büyüklük ve azameti, Allah’ın isimleri ve isimlerin kainattaki tecellileri


ile izah ediliyor. Her bir ismin tecellisi onun büyüklük ve azametine açılan bir pencere, bir
kapı gibidir. Bir sanatkarın değer ve büyüklüğü sanatı nispetindedir. Aynı şekilde Allah’ın
büyüklük ve azameti de sanatı olan kainattan anlaşılıyor.
Mesela yedi milyar insanın yüzlerinin, parmak izlerinin, kokularının, göz retinalarının,
seslerinin birbirine benzememesi Allah’ın irade ve ilminin bir azameti bir büyüklüğü değil
de nedir acaba? Her şeyi ayrı bir şekil ile inşa eden Bari ismi nasıl onun azametini gösteren
bir levha ise, aynı zamanda her şeye mahsus bir tasvir veren Musavvir ismi de onun
azametine ve büyüklüğüne bir karine bir işaret bir levhadır. Diğer isimleri de bu şekilde
kıyaslayabiliriz.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a.

Yirmi Dokuzuncu Lem'anın İkinci Bab Birinci


Nokta'sında, özellikle haşiye bölümünde birtakım
mertebelerden bahsediyor. Hamd ve şükür kısımlarını
açıklar mısınız?
"Haşiye: Risale-i Nur'un fikirden sonra en mühim esası şükür olduğundan
şükür ve hamdin ekser meratip ve hakikatları Risale-i Nur'un eczalarında kemal-i
izah ile beyan edildiğinden burada onlara iktifaen gayet muhtasar bir surette iman
nimetine mukabil olan hamdin birkaç mertebeleri zikredilecektir. İman nimetinin
mertebelerine göre hamdin mertebeleri var."(1)

Üstad Hazretleri hamd ve şükrün en geniş manasını şu şekilde izah ediyor:

"Rabian: Hamdin en meşhur mânâsı, sıfât-ı kemâliyeyi izhar etmektir. Şöyle


ki:"
"Cenab-ı Hak, insanı, kâinata câmi bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu
büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnâdan
herbirisinin tecellîgâhı olan herbir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın
cevherinde vedîa bırakmıştır."
"Eğer insan, maddî ve manevî herbir uzvunu Allah'ın emrettiği yere sarf
etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfîyi îfa ve şeriate imtisal ederse,
insanın cevherinde vedîa bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere
olur. İnsan, o pencereden, o âleme bakar ve o âleme tecellî eden sıfatla o âlemden
tezahür eden isme bir mir'at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle
âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur ve her iki âleme tecellî eden, insana
da tecellî eder. İşte bu cihetle, insan, sıfât-ı kemâliye-i İlâhiyeye hem mazhar olur,
hem muzhir olur."(2)

Bir sanatkar bize en güzel bir çalışmasını hediye etse, biz de teşekkür niyeti ile o
hediyeyi üzerimizde gösterip ilan etsek, bu tavır, sanatkara yapılacak en güzel teşekkürdür.
Allah, kendi isim ve sıfatlarını ilan edip göstermek için insanın mahiyetine sayısız nimet ve
sanatlar takıyor. İnsan bu sanatları şayet Allah’ın istediği doğrultuda kullanır ise, o zaman
Allah’ın isim ve sıfatlarının ilan ve izhar edilmesi tahakkuk etmiş olur ki, Allah’a yapılacak
en mükemmel ve geniş hamd ve teşekkür budur. Bu sebeple her insan Kur’an ve sünnetin
rehberliğinde Allah’a kul olmak ve onun isim ve sıfatlarını hayatında ve mahiyetinde
yaşamak ve ilan etmekle mükelleftir.
Demek şükür sadece dil ile hamd etmekten ibaret değilmiş. İnsanın her bir cihaz ve
duygusunu Allah yolunda sarf edip, bir isim ve sıfata ayna olması hakiki şükrün bir ölçüsü
ve miyarıdır. Mesela, Rahman ismi insanda şefkat ve merhamet şeklinde tecelli ediyor.
İnsana düşen ise bu ismin gereği olarak insanlara ve mahlukata karşı şefkatli ve merhametli
olup, bu ismin mana ve gereğini ilan etmektir. Rahman isminin bize taktığı şefkat hediyesine
yapılacak en güzel teşekkür ve hamd, bunu hayatımızda ilan etmemizdir.
Kainat büyük ve geniş bir halka ve daire şeklindedir, merkezinde ise hayat
vardır. Yani her şey hayatın varlık bulması için tanzim ediliyor. Yıldızların dizilişinden tut
ta güneşin belli bir yörünge içinde dönmesine, havadan tut ta toprağa kadar her şey hayata
hizmet ettiriliyor.

Yine hayat büyük ve geniş bir daire şeklindedir, merkezinde ise rızık vardır. Bütün hayat
sahipleri olan bitkiler, hayvanlar ve insanlar hayatın merkezi olan rızkın peşinde ve etrafında
dolaşıyor. Bütün hayatlıların rızka olan ihtiyacı aşk derecesine çıkmış. Adeta hayat eşittir
rızık şekline girmiş. Allah, rızık merkezini o kadar geniş ve zengin bir şekilde tanzim etmiş
ki, Allah’ın bütün isim ve sıfatlarının mana ve tecellileri, âdeta rızkın içinde merkezileşip
toplamış. Rızkın bütün çeşitlerini tadıp tartacak kıvamda ve donanımda olan insan mahiyeti,
bir nevi bütün isim ve sıfatların da idrak ve şuurunda olabilir bir mahiyettedir.

Nasıl her şey rızkın etrafında daire ve halka olmuş ona hizmet ediyor ise, rızık dahi bir
daire ve halka olup, merkezine şükür konulmuş. Yani rızkın merkezi ve itici kuvveti
şükürdür. Rızka muhtaç olan bütün hayatlıların rızka olan aşkı ve ihtiyacı, şükrün en önemli
teşvikçisi ve itici kuvvetidir. Bu ifade etmeye çalıştığımız manalar Yirmi Sekizinci
Mektup'taki Şükür Risalesi'nde geçmektedir; orayı okumakta fayda vardır.

Demek ki, şu kainatı bir ağaç olarak düşünürsek, meyve ve neticesi şükürdür. Şükrün en
kapsamlı ve külli olanı ise namazdır. Evet namaz Üstad'ın ifadesi ile külli bir
şükürdür. Namaz olmaz ise şükür olmaz, şükür olmaz ise rızık olmaz, rızık olmaz
ise hayat olmaz, hayat olmaz ise kainat olmaz. Demek ibadetlerin özü olan namaz, şu
kainatın kaim bir sebebi, asıl bir direği hükmündedir. Kur’an’ın ısrarla namazı emretmesi ve
insanın en önemli bir kulluk vazifesi olması bundan dolayıdır.

İnsanın kendi ömür sermayesi ve kuvveti ile Allah’ın sayısız ihsan ve ikramlarına karşılık
vermesi ve şükürde bulunması imkansızdır. Değil bütün nimetleri, iki gözün şükrünü bile
binlerce sene ibadet etse karşılığını veremez. Ama Allah kereminden insana diyor ki, "siz
benim emrettiğim namazı kılın, ben sizi bütün nimetlerime ve ihsanlarıma şükür etmiş
gibi sizden kabul edeyim, namaz sayesinde sizi şakirler sınıfından yazayım" diyor.
İnsanın böyle cazip bir teklife ilgisiz kalması akıl karı olamaz.
Namaz Allah’ın sayısız nimetlerine teşekkür etmek için bir fırsattır, bunu kaçırmak
ise büyük bir hasarettir.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi.
(2) bk. İşârâtü'l-İ'câz, Fâtiha Sûrei Tefsiri.

"Azamet Allah'a şahit, heybet Allah'a delildir. Kuvvet


Allah'a şahit, kudret Allah'a delildir..." cümlelerinin izahını
yapar mısınız?
"Bismillâhirrahmânirrahîm"
"Biz sabaha girdik. (HAŞİYE) Mülk Allah'a şahit, kibriya Allah'a delildir.
Azamet Allah'a şahit, heybet Allah'a delildir.
Kuvvet Allah'a şahit, kudret Allah'a delildir.
Nimetler Allah'a şahit, daimî in'âmlar Allah'a delildir.
Güzellik Allah'a şahit, cemâl-i sermedî Allah'a delildir.
Celâl Allah'a şahit, kemal Allah'a delildir."
"(HAŞİYE): Asbahnâ: Biz sabaha girdik. Bu sabahın mülkü de Allah'a şahittir.
Bu babda iki nükte var. Birinci nükte şudur ki: Her şey, halihazır vücuduyla Cenâb-ı
Hakk'ın vücuduna ve vahdetine şehadet ettikleri gibi, muntazaman tebeddül edip
arkasında emsallerine yer vermek için gitmesiyle bir teceddüd sureti altında azîm bir
silsileyi göstermekle, Cenâb-ı Hakkın vücud ve vahdaniyetine delil demektir. Elhasıl,
şehîdün fıkrasıyla hal-i hazır vücudunu ve delîlün cümlesiyle de gelip geçen
emsallerinin terkibinden teşekkül eden silsilesini gösterir."(1)

Mevcudatın hazır vaziyetleri Allah’ın varlığına ve birliğine şahittirler. Zira her mevcut
nakışlı ve sanatlı halleri ile Nakkaşı ve Sanatkarı olan Allah’a tanıklık ediyorlar, ondan
haber veriyorlar; mevcudatın şu hazır vaziyetleri tevhide bir şahitlik ve tanıklıktır. Aynı
mevcudatın sabit ve hazır vaziyetlerinin bozulup yerine başka mevcutların gelmesi, ikinci bir
tevhidi ihsas ve ilandır ki, Üstad Hazretleri bu ihsas ve ilana delil adını veriyor.
Mesela, güneşin sabit ve hazır vaziyeti Allah’ın varlığına ve birliğine şahitlik ise, zira
güneş üstündeki nakış ve sanatlar Allah’a şahitlik ediyor, aynı güneşin hareket ederek akşam
batması, sabah tekrar doğması da ikinci bir tevhid haykırışı ve ikinci bir marifet ilanıdır. İşte
bu iki vaziyete Üstad Hazretleri şahit ve delil ismini veriyor.
Özetle mevcudatın hazır ve sabit halindeki tevhide olan işarete, şahit; hareket ve
değişim halindeki işarete de delil ismini veriyor. Ya da zamanın altına girip şimdiki zaman
kapsamında olan hazır mevcudata şahit, mazi ve istikbal kapsamında olan mevcudata da
delil ismi takılmıştır.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi.

"Çünkü, iman cihât-ı sittenin zulümatını izale etmekle def-


i belâ kabilinden büyük bir nimet sayıldığı gibi, tabiî o cihât-
ı sitteyi tenvir ettiği cihetle de celbü’l-menâfi kabilinden
ikinci bir nimet sayılır..." Bu cümleyi devamı ile izah eder
misiniz?
"Cihât-ı sitteyi tenvir eden iman nimetine de 'Elhamdü lillâh' demesi lazımdır.
Çünkü, iman cihât-ı sittenin zulümatını izale etmekle def-i belâ kabilinden büyük
bir nimet sayıldığı gibi, tabiî o cihât-ı sitteyi tenvir ettiği cihetle de celbü'l-menâfi
kabilinden ikinci bir nimet sayılır. Binaenaleyh insan fıtrî bir medeniyete sahip
olduğundan, cihât-ı sittede bulunan mahlûkatla alâkadar olur ve iman nimetiyle de
cihât-ı sitteden istifade edebilmesi imkânı vardır."
"Binaenaleyh, ["Her nerede kıbleye yönelirseniz Allah'ın rızâsı oradadır."
(Bakara, 2/115)] âyet-i kerîmesinin sırrıyla, cihât-ı sitteden herhangi bir cihette
olursa insan tenevvür eder. Hattâ mü'min olan bir insanın dünyanın kuruluşundan
sonuna kadar uzanan mânevî bir ömrü vardır. Ve insanın bu mânevî ömrü, ezelden
ebede uzanan bir hayat nurundan medet ve yardım alır."
"Ve kezâ cihât-ı sitteyi tenvir eden iman sayesinde, insanın şu dar zaman ve
mekânı geniş ve rahat bir âleme inkılâp eder. Bu büyük âlem bir insanın hanesi gibi
olur ve mâzi, müstakbel zamanları, insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hal
hükmünde olur. Aralarında uzaklık kalkıyor."(1)

İnsanın sahip olduğu cihaz ve duygulardan öyleleri var ki, sadece maddeye ve zamanın
kısa bir anı olan şimdiki haline hapis olmuyor. İnsanın kalıbı ve cesedi maddi olduğu için,
bütün alemi bulunduğu o andır. Yani zamanın en alt birimi olan saliseye mahpus bir ömrü
vardır. İnsanın maddi cephesi bir saniye geriye ya da ileri gidemez. Ama insanın ruhu ve
kalbi böyle değildir. Ruh ve kalp zaman ve maddenin kayıtlarından azade olduğu için, ruhun
ve kalbin dairesi nerede ise bütün zaman ve mekanı kuşatır. Bütün zaman ve mekanı kuşatan
bir şey için zamanın geçmiş ve gelecek mefhumu kalkar, adeta şimdiki zaman gibi olur. Yani
insan nasıl şimdiki zaman sahnesinde olan şeyleri görür ve hisseder, aynı şekilde kalp ve ruh
derecesine yükselmiş bir insan da zamanın bütün boyutlarını şimdiki zaman gibi algılar ve
öylece seyreder.
İşte insanın, dünyanın kuruluşundan bu yana devam eden ömrü ruh ve kalbin ömrüdür.
Bu ömrün ezelden ebede uzanan hayat nurundan medet alması ise ömrün devamı için gereken
Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerinden hasıl olan hayat nurudur. Tabiri caiz ise tünel ve
tünel içinde uzanan tren gibidir. Tünel, trenin gitmesinde hayat rehberi gibidir.
İşte zaman ve mekanın tamamı hayat nurudur, yani tüneldir. İnsanın kalp ve ruhu da bu
zaman ve mekan içinde hareket eden tren gibidir. İnsan cesedi bu tünel içinde sadece şimdiki
zaman boyutunda dolaşabilirken, insanın ruh ve kalbi bu tünelin her yerinde ve her
boyutunda dolaşır. Ve insan zaman ve mekanın bütününe işaret eden altı cihetin her
cihetinden istifade eder.

"Sağ cihet: Bu cihetten maksat, geçmiş zamandır. Binaenaleyh, felsefe


gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı zaman, mâzi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne
çevrilmiş, karanlıklı, korkunç, büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde
görünecektir. Ve bu görünüşte insan pek büyük bir dehşete, vahşete, meyusiyete
maruz kaldığında şüphe yoktur."
"Fakat iman gözlüğüyle o cihete bakıldığı zaman, hakikaten o ülkenin altı
üstüne çevrilmiş bir şekilde görünürse de, fakat can telefi yoktur. Mürettebatı,
sâkinleri daha güzel, nuranî bir âleme nakledilmiş oldukları anlaşılıyor. Ve o
kabirler, çukurlar da, nuranî bir âleme girmek için kazılan yeraltı tünelleri
şeklinde telâkki edilecektir. Demek imanın insanlara verdiği sürur, ferahlık,
itmi'nan, inşirah, binlerce 'Elhamdü lillâh' dedirten bir nimettir."(2)

Yukarıdaki paragraf; iman nazarı ile bakıldığında altı cihetten nasıl istifade edileceğine
dair bir izah niteliğindedir. Olaylara ve mahlukata iman nazarı ile bakılırsa, her şey saadet
ve ferahlık kaynağıdır. Aynı olaylara küfür ve inkar nazarı ile bakılırsa, her şey azap ve
sıkıntı şekline dönüşüyor, istifade veya azap bu bakış açısına göre oluyor.
Fıtri medeniyet tabiri ise insanın yaratılıştan sosyal ve toplumsal bir varlık olmasına
kinayedir. Yani insan diğerkâm ve sosyal bir varlıktır, hemcinsleri ile şiddetli bir alaka ve
ilişkisi vardır. Hayvanlar gibi vahşi ve hemcinslerine kayıtsız değildir. Bu yüzden insan
bütün kainat ve mahlukatla ilgilidir ve iman noktasından hepsinden istifade edebilir.
Dipnotlar:
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi
(2) bk. a.g.e.

"Hattâ mü´min olan bir insanın dünyanın kuruluşundan


sonuna kadar uzanan mânevî bir ömrü vardır. Ve insanın bu
mânevî ömrü, ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan
medet ve yardım alır." Bu cümleleri açıklar mısınız?
"Binaenaleyh, "Her nerede kıbleye yönelirseniz Allah'ın rızâsı oradadır."
(Bakara Sûresi, 2/115) âyet-i kerîmesinin sırrıyla, cihât-ı sitteden herhangi bir
cihette olursa insan tenevvür eder. Hattâ mü'min olan bir insanın dünyanın
kuruluşundan sonuna kadar uzanan mânevî bir ömrü vardır. Ve insanın bu mânevî
ömrü, ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan medet ve yardım alır."(1)

İnsanın sahip olduğu cihaz ve duygulardan öyleleri var ki, sadece maddeye ve zamanın
kısa bir anı olan şimdiki haline hapis olmuyor. İnsanın kalıbı ve cesedi maddi olduğu için,
bütün alemi bulunduğu o andır. Yani zamanın en alt birimi olan saliseye mahpus bir ömrü
vardır. İnsan maddi cephesi bir saniye geriye ya da ileri gidemez. Ama insanın ruhu ve kalbi
böyle değildir. Ruh ve kalp, zaman ve maddenin kayıtlarından azade olduğu için, ruhun ve
kalbin dairesi nerede ise bütün zaman ve mekanı kuşatır. Bütün zaman ve mekanı kuşatan bir
şey için zamanın geçmiş ve gelecek mefhumu kalkar, adeta şimdiki zaman gibi olur. Yani
insan nasıl şimdiki zaman sahnesinde olan şeyleri görür ve hisseder ise, aynı şekilde kalp ve
ruh derecesine yükselmiş bir insan da zamanın bütün boyutlarını şimdiki zaman gibi algılar
ve öylece seyreder.
İşte insanın dünyanın kuruluşundan bu yana devam eden ömrü, ruh ve kalbin ömrüdür. Bu
ömrün ezelden ebede uzanan hayat nurundan medet alması ise, ömrün devamı için gereken
Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellilerinden hasıl olan hayat nurudur. Tabiri caiz ise tünel ve
tünel içinde uzanan tren gibidir. Tünel trenin gitmesinde hayat rehberi gibidir. İşte zaman ve
mekanın tamamı hayat nurudur, yani tüneldir insanın kalp ve ruhu da bu zaman ve mekan
içinde hareket eden tren gibidir. İnsan cesedi bu tünel içinde sadece şimdiki zaman
boyutunda dolaşabilirken, insanın ruh ve kalbi bu tünelin her yerinde ve her boyutunda
dolaşır.
Yaratılışı sadece dünyaya münhasır görmek doğru olmaz. İnsanın maddesi belki ilk anne
karındaki yaratılışı ile başlar, ama ruhun varlık boyutu ilk yaratılış kadar eskidir.
(1) bk. Lem'lar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi

"Hem nasıl ki cevâhir-i ferd üzerine esir zerrâtıyla bir


kur'ân-ı hikmet yazmak, semâvat sayfaları üzerine yıldızlar
ve güneşler mürekkebiyle bir Kur'ân-ı azîm yazmaktan
cezalet itibarıyla daha aşağı değildir." İzah eder misiniz?
"Hem nasıl ki cevâhir-i ferd üzerine esir zerreleriyle bir hikmet Kur’ân’ı
yazmak, semâvat sayfaları üzerine yıldızlar ve güneşler mürekkebiyle bir Kur'ân-ı
azîm yazmaktan cezalet itibarıyla daha aşağı değildir. Öyle de, bir arı veya
karınca, hilkatçe ağaçtan veya filden aşağı olmadığı gibi, bir çiçek dahi san'atça bir
yıldızdan aşağı değildir. Ve hâkezâ, kıyas et."(1)

Gözle görünmeyen ve atomdan daha küçük olan esir denilen bir madde ile, atomun küçük
yüzeyine Kur’an’ı yazmak ile yıldızlar ve güneşler büyüklüğündeki harfler ile sema
sayfasına aynı Kur’an’ı yazmak arasında sanat ve haşmet noktasından hiç bir fark yoktur.
Birisi çok küçük ve ince olduğu için, diğeri ise çok büyük ve haşmetli olduğu için
kıymetlidir. Her iki yazmak sanatı da sanatkarını yüceltir ve onun azamet ve haşmetini ilan
eder.
Aynı bu misalde olduğu gibi arı, pire ve karınca gibi küçük mahlukatların ağaç, fil ve
yıldızlar gibi büyük ve haşmetli sanatlardan değer ve kıymet noktasından aralarında hiçbir
fark yoktur. Pirenin küçük ve ince midesini kim tanzim etmiş ise aynı şekilde güneş
sistemini de tanzim eden Odur. Pirenin midesindeki ince ve latif sanat ile güneş
sistemindeki büyük ve haşmetli sanat arasında sadece boyut farkı var; her iki sanat da
sanatkarını tarif etme ve büyüklüğünü ilan etme noktasından eşittirler.
Allah’ın sanatları içinde tarif ve tazim etme noktasından küçük büyük, zayıf kuvvetli
ayırımı yapılamaz, demektir. Allah bir tohumda ormanı gizlediği gibi ormanı bir tohumda
topluyor. Buda Onun her sanatının ne kadar haşmetli ve mükemmel olduğunu gösteriyor. Biz
de Allah’ın sanatlarına bakarken bu nazarla bakmalıyız.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a'nın Tercümesi.

"Mezkûr zulmetleri izale eden iman nimetine 'Elhamdü


lillâh' diye edilen hamd dahi bir nimet olduğundan, ona da
bir hamd lâzımdır." Bu cümleyi izah eder misiniz?
İnsanın etrafında ve mahiyetinde sayısız nimetler vardır ve hepsi ayrı bir şükür ve hamd
isterler. Varlık, hayat, ruh, inasniyet, şuur gibi şeyler, bütün insanların ortak ve geniş
nimet halkalarıdır.
Yani insan yoklukta kalmadı, varlık sahasına getirildi, bu en büyük bir nimettir. Varlıklar
içinde cansız kalmayıp hayata mazhar oldu, bu ikinci büyük nimet halkasıdır. Hayatlılar
içinde ruha mazhar olmakla üçüncü büyük nimet halkasına mazhar oldu insan. Ruhlular
içinde de hayvan olarak kalmayıp insaniyet nimetine mazhar olarak külli ve sayısız nimetlere
kavuştu. İşte sayılan bu külli nimetler şükür ve hamd isterler.
Lakin bu nimetlerin nimet olduğu ve hepsine şükür ve hamdin gerekli olduğu hakikatini
insan soyut aklı ile idrak edemiyor. Bütün bu nimetleri hissettirip, insanı şükre davet edecek
en büyük nimet, iman ve hidayet nimetidir ki, bu nimet de ayrı bir şükür, ayrı bir hamd ister.
Tıpkı hazineyi açan anahtarın önemi gibi; iman da bu külli nimetler hazinesinin bir anahtarı
hükmündedir. İman anahtarı olmadan bu külli nimet halkalarının farkına varmak ve şükre
gitmek adeta imkansızdır. Kafirlerin isyan ve şükürsüz hayatları bunun en somut bir delilidir.
Özet olarak, nimetleri nimet yapan ve bu nimetlerin sahibine minnet ve şükranı
uyandıran iman ve hidayet nimetidir ki, bu da ayrıca bir hamd ve şükür ister.

"Tezyin Allah’a şahit, tevzin Allah’a delildir. İtkan


Allah’a şahit, vücut Allah’a delildir. Halk Allah’a şahit,
daimî icad Allah’a delildir. Hüküm Allah’a şahit, emir
Allah’a delildir." Şahit ve delil kavramları arasında ne fark
vardır?
"İkinci Fasıl"
"Ekser aktâbın ve bilhassa Gavs-i Geylânî'nin her sabah virdlerinin fâtihası
hükmünde beş altı satır-ı temcid ve tâzim, benim için uzun bir silsile-i tefekkürün
çekirdeği hükmüne geçip, doksan dokuz mertebe-i marifet ve tevhide işaret
nev'inden bir sünbül-ü mânevî vermiş. O doksan dokuz mertebesinden yetmiş
dokuz mertebesi burada zikredildi. O işârâtın herbir fıkrasında iki cihetle Zât-ı
Akdese bakar:"
"Biri, hazır, meşhud vaziyetiyle şehadet eder mânâsıyla, lillâhi şehîd tabiriyle
ifade ediliyor. Ve emsallerinin birbiri arkasından gelip geçmesinden tezahür eden
silsilenin işaretine, alâllahi delîl diye delâlet eder, mânâsında ifade edilmiştir."(1)

Üstad Hazretleri neden şahit ve delil denildiğini yukarıdaki yazının ikinci paragrafında
izah ediyor. Şahit, daha çok nazara zahir ve hazır durumdaki delillerin haline işaret etmek
içindir. Yani birisi iç içe olan iki delilden birisine nazar ettiği zaman birisi zahir ve hazır
durur, diğeri biraz daha hafi ve gizli kalır. Şahit delilden daha aşikar bir ispat makamı
olduğu için şahit nazarda hükmederken, diğer ispatlar delil makamında kalırlar.
Mesela, tezyine odaklanmış bir mütefekkir için onunla iç içe duran tevzin delili daha
ikincil ve daha tebei durur. Şahit dikkatin önünde dururken, delil şahidin arkasında akliyat
ile anlaşılır, delil makamında kalır demektir. Tabi bu izafi bir kavram olup durum tersinden
de aynıdır. Yani tevzine odaklanılır ise bu kez de tezyin delil makamına düşer.
(1) bk. Lem'alar, Yirmi Dokuzuncu Lem'a Tercümesi
Bir meclis-i misalîde, şeriatle medeniyet-i
hazıra, dehâ-i fennî ile hüdâ-yı şer’î
muvazeneleri
Eski Roma, Yunan'ın iki dehâsı vardı; O iki ruh, şimdi de
cesedleri değişmiş. Alman, Fransız oldu.. Cümlesini açıklar
mısınız? Hangi millet hayalperest, hangisi maddeperest,
nasıl?
Eski Roma’nın dehâsı, hukuk, medeniyet, idâre ve cumhuriyetti. Yunan’ın dehâsı ise,
felsefe, düşünce, fikir ve sefahat idi. Her iki dehânın da ortak özelliği, çok tanrılı dinlere
inanıp, putlara tapmak idi.

Eski Roma devleti asırlarca, insanları adaletle, medeniyetle, ahlakla ve cumhuriyetle idâre
etmiştir. Her ne kadar putlara tapsalar da, kontrol mekanizması olarak günah kavramı yerine,
kusur, hata ve yanlış kavramlarını ikâme etmişler, kanunlarıyla asırlarca örnek bir hukuk
devleti olarak kalmışlardır.

Yunanlılar ise, felsefi dehâlarıyla, fikir ve düşünce bazında gelişmişler, fikir ve


düşüncelerini Romalılara yaymışlardır.

Roma idârecileri bidâyette bu felsefik akıma tedbirler almışlar ise de, neticede engel
olamayıp serbestiyet tanımışlardır.

Neticede; Yunan’ın ahlaksız olan nefsi ve felsefi fikirleri, Roma’nın insanlarını bozmaya
başlamış ve sonuçta o koca Roma devleti, sefâhate ve ahlaksızlığa dayanamayarak çöküp
gitmiştir.

Gerek Roma ve gerekse Yunan dehâsının tevem (ikiz) olan özelliği, her iki dehânın insan
fikrinin mahsulü olduğu ve çok tanrılı dinlere inanma özellikleridir.

Bidâyette bu iki ortak özellikle ortaya çıkan iki dehâ, daha sonra ayrılmıştır. Hatta
Hristiyanlık dahi bu iki dehâyı birleştirememiş, tarih boyu bazen inançlarda, bazen
medeniyetlerde, bazen kültürlerde, bazen idari sistemlerde bazen de mücâdelelerde
farklılıklar göstermiş, ihtilâf ederek zamanımıza kadar gelmiştir.

Üstadımızın, bu iki dehânın mücessem örneği olarak nazara verdiği Alman ve Fransız
tabirleri bir örnektir ve bir semboldür.

Çünkü dünyada bazı milletler kanunun, hukukun ve bilimin temsilcileri olmakla beraber,
bazıları da felsefenin, sefâhatin ve malâyaniyatın önderleri ve temsilcileridir.

İşte burada Almanlar disiplinde, bilimde ve hukukta, Roma dehâsını temsil ediyorlar.
Fransızlar ise, ahlaksızlığı, sefâhati ve malâyaniyatı kendilerinde gösterip, bu ruhun
yayılmasına hizmet ediyorlar.

Bu nokta-i nazardan Almanlara maddeperest, Fransız’lara ise hayalperest nazarıyla


bakılabilir.

Buradaki maddeperestlik, putperestlik anlamında değildir. Çünkü hayalperestliğin zıt anlamı


kastedilmektedir. O ise disiplin ve kurallara, itibar ve itâat demektir.

"Amel, cins-i cezadır. Ceza, cins-i ameldir." Ceza, Amelin


Cinsinden midir?
Amelin cinsine göre ceza demek, amelin türüne uygun bir ceza demektir. Mesela, mali
ibadetlerin cezası olarak mali belaların verilmesi gibi.

Kişi mal sevdasından dolayı zekatını vermez, Allah’da ona ceza olarak fakirlik ve iktisadi
darlık belasını verir. Günde beş vakit namazı kılmaz, Allah’da ona münasip bir ceza verir.
Oruç tutmaz, bela olarak kıtlık gelir. Hırs ile dünyaya saldırır, ceza olarak fakirlik ve
yoksulluk bela olarak verilir. Haksız cinayet işlersin, ceza olarak kısas tatbik edilir. Mesela,
birinin gözünü çıkarırsın, ceza olarak sana da aynısı tatbik edilir. Yani suç ile ceza bir
birine orantılıdır.

"Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı, Hıristiyanlık


da çalıştı... Ey birader misali! Zaman böyle gösterdi. O ikiz
iki dehâ öküz gibi reddetti..." İzah eder misiniz, neden öküze
benzetiliyor?
"Şimdi buna dikkat et: Eski Roma, Yunanın iki dehâsı vardı; bir asıldan
tev'emdi. Biri hayal-âlûddu, biri maddeperestti."
"Su içinde yağ gibi imtizaç olamadı. Mürur-u zaman istedi, medeniyet çabaladı,
Hıristiyanlık da çalıştı. Temzicine muvaffak hiçbiri de olmadı."
"Herbiri istiklâlini filcümle hıfzeyledi. Hattâ el'an âdetâ o iki ruh, şimdi de
cesetleri değişmiş. Alman, Fransız oldu."
"Güya bir nevi tenasuh başlarından geçmişti. Ey birader misali! Zaman böyle
gösterdi. O ikiz iki dehâ öküz gibi reddetti. Temzicin esbabını. Şimdi de barışmadı.
Madem onlar tev'emdi, kardeş ve arkadaştı, terakkide yoldaştı. Birbiriyle
döğüştü; hiç de barışmadılar."(1)
Eski Roma ve Yunan medeniyetinin birisi hayali esas alan mitolojik, diğeri aklı esas
alan tabiatçı olmak üzere iki ekolü, iki okulu vardır. İkisi bir karından çıkan ikizler gibidir.
Nasıl yağ su ile birleşemez ise, şu ekol de birbiri ile asla imtizaç edemez ve edememiş.
Hristiyanlık döneminde de bu iki ekol, kendini farklı bir kimlik ve elbise ile devam
ettirdiler. Her iki ekol de kendi esasını muhafaza etti, bu ta günümüze kadar gelmiştir.
Günümüze kadar olan bu gelişi Üstad Hazretleri tenasuha, yani ruh göçüne benzetiyor. Bu
medeniyetlerin ruhu aynı kalmış, sadece ceset ve elbiseler farklılaşmış yani.
Bu iki ekolün imtizaç edememesini ya da etmemekteki inadını; Üstad Hazretleri biraz da
müstehzi bir şekilde öküze ve onun darb-ı mesel olmuş inadına benzetiyor...
(1) bk. Sözler, Lemeat.
Hakikî bütün elem dalâlette, bütün lezzet
imandadır Hayal libasını giymiş muazzam bir
hakikat
Avazların ne olduğunu Üstad Lemeat'ta anlatıyor.
Şehirlerde işittiğimiz araba sesleri gibi, hatta kötü sesler de
var. Bunlar nasıl zikirdir veya tesbihattır?
İnsan hodkâm ve bencil olduğu için, her şeyi kendi nefsinin ölçüleri ile ölçüp tartıyor.
Bir şey nefsin hoşuna gitti mi, iyi; gitmedi mi, kötü oluyor. Halbuki iyilik ve kötülüğün
miyarı nefsin hevası değil, İlahi adalet ve mizandır. Bu yüzden insan, nefsini ve hevasını
kainata mühendis tayin etmemelidir.
Bu ölçü ışığında meseleye bakacak olursak, araba sesinin veya herhangi bir gürültünün
kötü mü iyi mi olduğu, sonucu değişecektir. Bir merkebin sesi insanın kulağına hoş gelmez,
ama bu durum o merkebin sesinin bir çeşit zikir olmasına da engel değildir. Öyle ise
kainattaki bütün avazları hoşumuza gitsin veya gitmesin, hepsini maksatlı bir zikir
seronomisi olarak görmeliyiz.
Üstad Hazretleri bu ince hakikate şu şekilde işaret ediyor:

"Eğer her ferdin keyfine göre hareket edilirse, dünyanın nizam ve intizamı
fesada gider."
"Ey müteşekkî! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz'î hevesini
külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin
derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet
nikmet olmasın? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvâzi olmayan
hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?"(1)

(1) bk. Mesnevî-i Nuriye, Şemme.

"Eşyada olan asvat birer savt-ı vücuttur; ben de varım


derler. O kâinat-ı sâkit birden söze başlıyor: “Bizi câmid
zannetme, ey insan-ı boşboğaz!.” Bu ifadeleri açıklar
mısınız?
َ ُ‫ﺷْﻰٍء اِﻻﱠ ﯾ‬
" ‫ﺴﺒﱢُﺢ ﺑَِﺤْﻤِﺪِه‬ ُ ‫ﺴْﺒُﻊ َوْاﻻَْر‬
َ ‫ض َوَﻣْﻦ ﻓِﯿِﮭﱠﻦ َواِْن ِﻣْﻦ‬ ‫ت اﻟ ﱠ‬ ‫ﺴﺒﱢُﺢ ﻟَﮫُ اﻟ ﱠ‬
ُ ‫ﺴٰﻤَﻮا‬ َ ُ‫"[ ﺗ‬Yedi gök ve yer ve
onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih
etmesin." (İsrâ, 17/44)] sırrınca, Sâni-i Zülcelâl, semâvâtın ecrâmına o kadar
hikmetler, mânâlar takmış ki, güya celâl ve cemâlini ifade etmek için, semâvâtı
güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle süslendirdiği gibi, cevv-i semâda dahi olan
mevcudata öyle hikmetler ve mânâlar ve maksatlar takmış ki, güya o cevv-i
semâyı berkler, şimşekler, ra'dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor ve kemâl-i
hikmet ve cemâl-i rahmetini ders veriyor. Ve nasıl zemin kafasını hayvânat ve
nebâtat denilen mânidar kelimeleriyle söyleştirip kemâlât-ı san'atını kâinata
gösteriyor."
"Öyle de, o kafanın birer kelimesi olan nebatları ve ağaçları dahi yapraklar,
çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip yine kemâl-i san'atını ve cemâl-i
rahmetini ilân ediyor. Ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi
tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup dekaik-i san'atını ve kemâl-i rububiyetini
ehl-i şuura talim ediyor."(1)

Konuşmak, hal ve kal olmak üzere iki türlüdür. Kal dili normal kafa ve ağızla yapılan
konuşmadır, insanların konuşması gibi. Bir de hal dili ile konuşmak vardır. Mesela,
dilencinin elini açıp tevekkülane durması bir talep ve istemektir, yani konuşmaktır. İşte insan
nasıl kal dili ile, yani kafa ve ağız ile Allah’ı zikir ve tesbih ediyor ise, aynen bütün kainat
ve mahlukat da hal dili Allah’ı zikir ve tesbih ediyor. Yani onun isim ve sıfatlarının
manasını ve haşmetini kainata ilan ve izhar ediyorlar.
Mesela, sema ve içindeki yıldız ve sair unsurlar aynen insanın kafa ve ağzı ile konuşması
gibi hal dilleri ile Allah’ın azamet ve haşmetini bizlere fasih bir lisan ile bildirip ilan
ediyorlar. Sema bir kafa ise, yıldız ve galaksiler bu kafadan çıkan kelimeler ve cümleler
gibidir. Bu kelime ve cümlenin konusu ise, sanatkarının azamet ve haşmetini ilan etmektir.
Hayatı ve şuuru olmayan bu mahlukat, bir nevi hayatlı ve şuurlu gibi konuşturuluyor. Nasıl
sema kafa olunca, yıldız ve galaksiler onun kelimesi oluyor ise, dünya ve zemin kafa farz
edilirse, bu kez zemindeki bitki ve hayvanlar kelime ve cümle oluyorlar. Semada Celal ismi
galipken, zeminde Cemal ismi galip tecelli ediyor ve Cemal manasını ders veriyorlar.
İbadet ille de insanların yaptığı formatta olacak diye bir kaide yok. Her mahlukun
kendine özgü bir ibadet tarzı ve formatı vardır. Ağacın o güzel ve hoş meyvelere annelik
yapması onun en somut ve güzel bir ibadetidir.
Özet olarak, ister semada olsun, ister zeminde olsun, her şey ve her mahluk Allah’a
şuurlu bir insan gibi ibadet ve tesbihte bulunuyorlar. Allah’ın isim ve sıfatlarını kainatta ilan
ve izhar vazifelerini görüyorlar. Kainattaki her türlü ses, bir cihetle zikr-i İlahidir. Kedilerin
mırmırları nasıl "Ya Rahim, Ya Rahim!.." demek ise, semanın şimşek ile gürlemesi "Ya
Celil, Ya Celil!.." demektir. Bunun gibi, kapının gıcırtısı, taşın taktatası, denizin gamgaması,
havanın demdemesi, kuşların civcivesi, yağmurun zemzemesi hep birer zikr-i İlahidir. Hiçbir
ses alelade ve tesadüfi olmayıp, yukarıda ayetin de ifade ettiği gibi, gök ve yer ve onların
içindekiler Onu tesbih eder, Onu zikreder.
(1) bk. Sözler, Otuz Üçüncü Söz, On Dokuzuncu Pencere

"Onunla bunu bildik ki mütefavit derecede, kuvvet-i iman


nisbetinde ruha bir hâlet verir. ceset ruhla mültezdir, ruh
vicdanla mütelezziz." Cümlesinin izahını yapar mısınız?
"Ey aziz arkadaşım! İkinci yolumuzda, o nuranî tarikte bir hâleti hissettik. O
hâletle oluyor hayat maden-i lezzet; âlâm olur lezâiz."
Onunla bunu bildik ki mütefavit derecede, kuvvet-i iman nisbetinde ruha bir
hâlet verir. ceset ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz."(1)

İnsan hayata ve olaylara iman penceresinden bakarsa; her şey lezzet ve saadet kaynağı
haline dönüşüyor. Mesela; ölüm kafirin nazarında yokluk ve hiçliğe gitmek iken, müminin
nazarında saadeti ebediyenin bir başlangıcı ve ebedi hayatın girişidir. Buna benzer binlerce
olayda iman nazarı lezzet verirken, küfür nazarı azap veriyor.

İman, insan hayatında ne kadar kuvvet kazanmış ise; lezzet ve saadeti de o nispette kuvvet
kazanır. Yani imanın kuvvetine göre hayattan lezzet alır insan.

İman, ekmek ve soğan gibi bir madde olmadığı için; maddi olmayan vicdan ve ruhta yerleşir
ve kökleşir. Dolayısı ile imanla gelen saadet ve lezzet önce vicdanda tecelli eder, sonra ruha
akseder, daha sonra ruhun vasıtası ile cesette tezahür eder.

İmandan gelen huzur, önce vicdanda yankı bulur; oradan ruha geçer, oradan da cesede
sirayet eder. Tıpkı suyu içtiğimizde önce ağız ve yemek borularına, oradan da mideye, mide
vasıtası ile sonra azalara vitamin olarak sirayet etmesi gibi.
Maddi lezzetlerde silsile kesiften nuraniye giderken; iman gibi manevi lezzetlerde durum
aksine olup; nuraniden kesife doğru gider. Mesela; ahiret aleminin varlığı önce vicdanı
lezzetlendirir, sonra ruha akseder, daha sonra da ince bir şekilde bedeni rahatlatır. Tahkiki
iman sahiplerinin, maddeten de sağlıklı olmaları buna şahittir.
(1) bk. Sözler, Lemeât

"Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse,


ruha ihsas verilse, lezzet ziyade olur. Hem de döner ateşi nur,
şitâsı yaz." İzah eder misiniz?
"Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse,
lezzet ziyade olur. Hem de döner ateşi nur, şitâsı yaz..."(1)Nasihat öyle olmalı ki,
insanın bütün duygu ve latifelerini beslemeli ve onları harekete geçirmelidir. Sadece
akla hitap eden bir kelam kalp, ruh ve vicdana bir nur bir hareket vermez. Ama Kur’an
ayetlerinde olduğu gibi kelam hem kalbe ikaz, hem vicdana hareket, hem ruha tesir
verirse, o kimsenin o nasihatten hissesi ziyade olur, lezzet alarak maksada yürür. O
zaman ateş ona nur, kış ise yaz olur. Felsefenin ruhsuz ve hissiz kitaplarının insanlığı
tatmin edememesi bu yüzdendir.

(1) bk. Sözler, Lemeât.

You might also like