You are on page 1of 4

“BİR KADOŞ ŞÖVALYESİNE “KELAM’IN SIRRI” NE İFADE EDER?

KORKUT ÖZKORKUT
06 Nisan 2010
Pek Ali Büyük Üstat,
Pek Münevver, Münevver Üstatlarım ve Şövalye Kardeşlerim,
İnceleme konum itibariyle belki beklendiğinin aksine felsefi derecelerin sonuncusu olan
“Kadoş Şövalyesi” derecesinin salt felsefi yorumlarına doğrudan girecek değilim. Zira hem
Albert Pike “Morals and Dogma” kitabında hem de Sahir Erman üstadımız, dereceye ilişkin
açıklamalar kitapçığında paralel açıklamalara yer vermişler; Allah sevgisine yedi faziletle
ulaşan şövalyenin yedi ilimle dönüşünde “insan sevgisi” ile dolmuş olacağını; hakikati
kavrama yönünde sona doğru yaklaşılmakta olduğunu, Templiyer Şövalyelerinin tarihinden
hareketle Kadoş Şövalyesi olma tekamülünü veciz bir şekilde ifade etmişlerdir.
Aslında dereceye ilişkin çarpıcı açıklamalar 30. derece ritüelinin iykaaf törenine ilişkin
birinci kısmında yer almaktadır. Kelamın sırrını anlayabilmek ve bir Kadoş Şövalyesine ne
ifade edeceğini yorumlayabilmek için törenin bu birinci kısmının, özellikle Pek Ali Büyük
Üstadın (B.Ü.) konuşmasının iyi anlaşılması gerekmektedir (s. 16 vd.). Bu konuşmayı
yorumlamaya çalışırken benim yapmak istediğim, tarihte yerine getirmeye çalıştığı tapınağı
koruma, hatta emanetleri muhafaza altına alma görevini; zihinsel yapısını ezoterik öğretilerin
ışığında geliştirme çabasını; üçüncü mabedi inşa ederek iykaaf töreninin ikinci kısmında ele
alınan siyasi ve dini zulüm ile istibdadın her şekliyle her fırsatta mücadele etme arzusunu
irdelemek değil; doğrudan kendilerine bu derece tevcih edilmiş biz “Kadoş Şövalyelerine”
derecenin ve kelamın, ilahi sözün diğer ifadesi ile kutsal kitapların sırrının ne ifade ettiğini
ortaya çıkarabilmektir. Derecenin ritüeline uygun olarak söylemesi kolay ama yapması
neredeyse imkansız bir iş.
Şimdi B.Ü.’ın ritüeldeki ifadelerini yorumlamaya çalışalım:
B.Ü. Törende, “Şimdi sizi inceleme ve gözlem ile elde edilen bütün bilgi derecelerinden
geçirdik. Namuslu bir insan ve mükemmel bir Mason olabilmek için uygulanması istenen
faziletleri öğrettik” demesine rağmen adaya evrenin son sözünü elde edemediğini
hatırlatmaktadır. Bu hatırlatmada müsbet bilim ile de kainatın özüne ulaşılamayacağı dile
getirilmektedir. Derece gnostiklerin yılanını ele alırken aslında yin ile yang’daki her şeyin iki
kutuplu olması ve birbirinin karşıtı niteliğini taşıması ve bu iki zıt kutbun yarattığı hareket ve
bu hareketin sürekliliğini ve sonuç olarak, evrenin tekamülünü çekim gücü, kristalleşme,
hayat, şuur ve vicdan ve vazife devrelerine ayırarak ele alsa da, müsbet bilimin enerji dediği
ilahi kudretin, kendi vicdanımızda bulduğumuz ve ne olduğunu bilmediğimiz bir sembolden
öteye gidemediğini söylemektedir. Bu ifade tarzı acaba metafizik bir yolda Kadoş Şövalyesini
müspet bilimden uzaklaştıracak mıdır? B.Ü. bu sembolün arkasında gizli kalan bir gerçeği
ima etmekte ve izafi olmayan bir “mutlak” vurgusu yaparak onu idrak etmenin imkansızlığının
varlığı kadar muhakkak olduğunu söylemektedir.
Müdrik olunamayanın mutlak varlığı!
Günümüzde birçok usta yazar aslında bilim ile din arasında ilahi varlığı bulma yolundaki
ilişkiyi, diğer ifadesi ile bilim ve dini uzlaştırma çabasını açık ya da örtülü olarak ortaya
koymaya çalışmaktadır. Eric Von Daniken’in “Tanrıların Arabaları” ile başlayan kitap dizileri
ya da Dan Brown’un kitapları. Genelde ortak nokta olarak, bilimin ilahi kudreti bulma
yönündeki çabalarını işlemeye çalışıyorlar. İlahi kudret, enerji, kayıp kelamın sahibi, farklı
boyutların hakimi ya da uzaylı. Müspet bilimin sonunda yüce kudreti bulmak gibi bir ereği
olabilir mi? Olamaz der isek din ve bilimin iki ayrı düşünüş biçimi olarak bir araya getirilme ve
ortak amaca yönlendirme çabaları acaba yerinde midir? Bugünün dünyasında din ile bilimi
uzlaşır göstermek hatta bilimin ulaşamadığı alanlarda metafiziği bahane ederek aslında dini
1
öne geçirmeye çalışmak Alaeddin Şenel Hocanın dediği gibi burjuva ideolojisinin hegemonik
bir silahı olarak yorumlanabilir mi? (bkz. Alaeddin Şenel, Tanrıların Arabaları’ndan Aydınların
Şeytanına! Dan Brown Yeni Daniken mi? Şifrelerden Sembollere Dan Brown, İsanbul 2010, s.
41)
Dean Hamer “Tanrı Geni” (The God Gene, New York 2004) kitabında “tinsellik” (spiritüalizm)
ile din arasındaki farklılığa dikkat çekiyor. Aslında Tanrısız sayılabilecek dinlerle de tinselliğin
gelişebileceğini ortaya koymaya gayret ediyor. Özünde insanın genlerine kodlanmış inancın
(faith) varlığından bahsediyor. Yazara göre tinsellik bilince, din ise kavramaya/idrake
dayanıyor. Kültürlerin kendi din şekillerinin olduğu bir ortamda tinsellik evrensel diyor. Yazar,
tinselliğin genetik olduğunu, oysa dinin, kültüre, geleneklere, inanç ve düşüncelere, diğer
ifadesi ile taklide dayandığını ileri sürüyor. Bireyin hayatı ve toplum üzerinde her ikisinin farklı
etkilere sahip olmasının bir nedeni olarak bunu gösteriyor. Yazar tinselliğin miras kalmakta
olduğu fikrinin yeni olmadığını, Joseph Campbell’in (The Masks of God /Tanrının Maskeleri)
kitabındaki “bir kimse akrabaları arasında bir şaman yoksa şaman olamaz” şeklindeki ifadeye
dayanarak söylüyor. Tanrı genlerinden olan VMAT2’nin, beynin kimyasal yapısı içinde duygu
ve şuur açısından temel rol oynağını ifade ediyor. Tinsellik insanın dünyayı ve onun içindeki
yerini anlaması ile yakından ilgili. İnsanın bilincini değiştirerek, kainatın merkezinde
olmadığını anlamasına yardımcı olabiliyor. Yazar, varlığını sürdürmek için insana ihtiyaç
duyan bu geni ironik olarak bencil bir gen diye nitelendiriyor. Ancak tinselliğin insanın fiziki ve
zihinsel sağlığına da faydalı olduğunu söylemeden geçemiyor. İnanç insanların kendilerini
sadece daha iyi hissetmelerine yol açmakla kalmıyor, onları gerçekten daha iyi insan da
yapabiliyor diyor (s. 213-214).
B.Ü. ritüelde “İlmin durakladığı yerde bilinmeyen bir alem başlar. Orada size dinler rehberlik
eder.” dedikten sonra, Masonluğun dereceler içinde bizleri yükseltirken hiçbir zaman yerine
getiremediği bir vaadde de bulunduğunu söylüyor: “Kelamın sırrını bizlere vermek!” Bu
suretle bizlerin sembolik olarak devirdiğimiz Mabedi inşa etmeye sevkedildiğimiz anlatılmak
istenmektedir. B.Ü., biraz önce devrilenin Din ya da Masonluk olmadığını belirtirken
zihnimizdeki sınırlara dikkat çekmekte ve Evrenin Ulu Mimarının, bir Mabedin sütunları
arasına hapsedilemeyeceğini bizlere hatırlatmaktadır.
O zaman kelamın sırrına vakıf olabilmek, demek ki, sınır tanımaz bir çabayı bünyesinde
barındırmaktadır.
Hatip de ritüelin ilk bölümünde, B.Ü.’dan sonra yaptığı konuşmasında bu dereceye kadar
çeşitli dinlerin hepsinin “görev kanununu” öğrettiklerini; bunu yaparken salt bir ilahi emre itaat
etmek için değil, kendi selametimiz için de bunu yapmasının gerekliliğini; iyilik yolunda
yürürken hem ölümden sonraki endişelerden hem de dünyevi emel ve menfaatlerden
sıyrılmak gerektiğini vurgulamaktadır. Bu aşamada ortaya konulan kural basit ve açıktır:
“Kati emir mutlaktır veya yoktur. Görevinizi yapacaksınız, çünkü görevinizdir.”
Bu aslında evrenin tekamülünün beşinci devresi olan vazife devresi ile de yakından ilgilidir.
Zira ritüel Masonluğun bu devrede faaliyete geçeceğini söylemektedir. Bu devrede insan,
hemcinsleri ve bütün evren ile olan zaruri ilişkilerinin bilincine varmakta ve bu ilişkilerin
gerçekleşmesini kendi kaderinin başlıca gayesi olarak kabul etmektedir.
Burada ritüelin dini bir yana bırakıp ahlaka yöneldiğini görüyoruz. Burada tinsellikle ahlak
arasındaki ilişki de ayrı bir tartışma yaratabilecek niteliktedir.
Esasen ahlak kaynağını mükellefiyetten almaktadır. Bu mükellefiyet, alışkanlıklar toplamı
olarak görülmekte ve bunların fertler tarafından duyulmasına da “vazife” denilmektedir.
Psikolog bir filozof olan Bergson’a göre; “şuurlu bir varlık için var olmak değişmekten,
değişmek olgunlaşmaktan, olgunlaşmak da sonsuz bir şekilde kendi kendini
yaratmaktan ibarettir.” O halde denebilir ki yaptığımız olduğumuza bağlı olduğu gibi,
2
olduğumuz da yaptığımıza bağlıdır. Böylece bizler hiç kesintisiz olarak kendimizi
yaratmaktayız. Fiillerimiz varlığımızdan çıktığı gibi, varlığımız da fiillerimizden meydana gelir.
Varlığın bu genel kanunu, şuurda, hayatta olduğu gibi, şuurlu varlığın kurduğu toplumda da
geçerlidir. Var olmak değişmektir, değişmek de olgunlaşmaktır. Böylece, mevcut düzenin
korunmasını hedef edinen bir alışkanlık, mükellefiyet ahlakının yanında, onu aşmayı,
değişme ve olgunlaşmanın tabii sonucu olarak, onu genişletmeyi hedef edinen bir sevgi
ahlakı doğurur ki bu da bir yaratmadır. Bütün devirlerde ahlakı kendilerinde taşıyan mümtaz
şahsiyetler ortaya çıkmıştır. İnsanlık Hristiyanlığın azizlerinden önce Yunanistan’ın bilgelerini
ve İsrail peygamberlerini tanımıştır. Bergson’a göre, bu büyük şahsiyetlerin kendileri bir ahlakı
taşımakta ve temsil etmektedir. Toplumun diğer fertleri ise onları model olarak seçmektedir
(Bergson, Ahlak ile Dinin İki Kaynağı, İstanbul 1986, s.VII, Mehmet Karasan’ın önsözünden).
Sevgili Kardeşlerim,
Masonlukta rol model teşkil eden, sembolik anlamlarına büyük ağırlık verilen şahsiyet kimdir
diye sorsam herhalde tüm kardeşlerim Hz. Süleyman’ı işaret eder. Peki kimdir Hz.
Süleyman? Chirstopher Knight ve Alan Butler’ın “Hz. Süleyman’ın Güç Simsarları, Masonluk,
Kilise ve İlluminati’nin Sırları (Çeviren; Zeynep Esin İstanbul 2010)” kitabından sizlere bir Hz.
Süleyman portresi;
“Süleyman, 40 yıllık saltanatı boyunca kendisini her türlü lüks ve tipik Kenan monarşisinin
dışsal ihtişamı ile çevreler, dediklerine göre 700 karısı ve 300 cariyesi olur. Haremi için
yaptırdığı yapı, zorunluluktan dolayı, son derece büyüktür – aslına bakarsanız Yehova ve
(Kutsal Ahit) Sandığı için planlanan tapınaktan katbekat büyüktür. Süleyman yüce bilgeliği ile
hatırlandı ve şüphesiz ilk yılları küçük İsrail krallığına büyük bir refah ve nüfuz sağladı.
Yehova’ya … gösterdiği geleneksel bağlılığın yanı sıra Süleyman, başka tanrılara da ibadet
etti. Birden çok tanrıyı kutsal saymak kozmopolit bir krallığın belirtisiydi ve o dönemde,
İsrail’in kabilesel olarak sadece tek tanrıya sahip olması fikri henüz benimsenmemişti.
Süleyman – Kutsal Kitabı şekillendiren daha sonraki Yahudi alimlerin aksine- bir dizi tanrıya
ibadet etmede herhangi bir tutarsızlık görmemişti.
Benimsediği çirkin ibadetlerden biri de kendi çocuklarını eski Kenanlı Güneş Tanrısı olan
Tanrı Moloch’a kurban etmesiydi. … Süleyman için, tanrı Moloch’a kurman etmek üzere
gardiyan gönderip yüzlerce çocuğunun arasından birkaçını seçtirmesi muhtemelen son
derece kolay oluyordu. Moloch’ın tam anlamı malak kelimesinden gelmektedir ve kral
demektir. Moloch’ın tam anlamı, tanrıların yetkisi altında hüküm süren monarch olma
eylemidir. Moloch’a kurban vermek, insan dünyasının ötesinde olan bir otoriteye dayanarak
mutlak güce sahip olmanın tek yoluydu. …” (s.21- 22)
İşte böyle bir rol model Üstad-ı Muhterem Kardeşlerimizin taşıdıkları çekicin sahibi !
Ritüelin devamında, mesleğimizin apaçık bir sonucu olarak; metafizik ve dini sistemlerin
mutlak gerçeğe ulaşma çabalarının eksik gayretlerden olacağı; insanın sahip olabileceği en
değerli şeyin vicdan hürriyeti olduğu söylenmektedir. Aslında Anayasalarda yanına din
kelimesinin de geldiği din ve vicdan hürriyeti şeklinde ayrılmaz bir biçimde ifade edilen vicdan
hürriyetinden, burada din kavramı kasten mi düşürülmüştür? İlgilendiğimiz yoksa din de mi
değildir. Aslında Albert Pike’ın da Morals annd Dogma da dile getirdiği gibi, Tanrıya ya da
enerjiye ulaşma yolunda bu kadar çaba sarfeden Masonluk bir din de değildir. O halde bizler
kelamın sırrını ararken bunca yıllık çabamızı nasıl ifadelendireceğiz? Felsefi derecelerin
sonuncusu demek bizlere yolun bittiğini mi gösteriyor? Esasen her son aynı zamanda bir
başlangıç sayılıyorsa, o zaman umutsuzluğa kapılmaya gerek yok. Gelinen noktada “Kadoş
şövalyesi” akıl ve inancın sınırlarına ulaşmış görünse de aslında yepyeni bir başlangıçla
karşılaşıyor ve din felsefesinin derinliklerine doğru dinleri aşarak dinin arkasındaki görebilmek

3
için yeni bir yola girerek bunca yıldır okuduğu ritüelleri, kitapları, mesleğimizi, kelamın sırrına
vakıf olma çabası içinde yeniden ele alma ve bir başka gözle kavrama ameliyesine girişiyor.
Gerçekten her son aslında yeni bir başlangıç!
Belki son olarak üzerinde durulması gereken konu, törende çarpıcı olarak öne çıkan Squin
de Florian’ın irade-i cüz’iyye hakkındaki çıkışıdır.
İrade-i cüz’iyye var mıdır? Varsa varlığı kabul edilen ama irade-i cüz’iyyeye göre ispatı çok
daha zor olan irade-i kül’iyye karşısındaki durumu nedir? Hatta varlığı tartışmasız ise B.Ü.’ın
dediği gibi irade-i cüz’iyye Kilisenin emrinin üstünde midir? Tabii ki burada Kilisenin ilahi
kudreti mi, dini istibdadı mı temsil ettiği de ayrı bir tartışma konusudur.
Dinler ve ilahi kudret karşısında irade-i cüz’iyye var mı yok mu tartışması yapıladursun,
aslında, belki de gerçekten yapmamız gereken, irade-i cüz’iyyenin yani birey olarak
iradelerimizin varlığını tartışmak, hatta, daha büyük güçler yaratarak altında ezilmesine izin
vermek değil, onu özgür kılmaya çalışmak olmalıdır.
Saygılarımla.

You might also like