You are on page 1of 172

kendini

sev
Hayat Seni Sevecektir...

Catherine Bensaid

Türkçesi
Gülşah Ercenk
©PEGASUS AJANS

Kendini Sev, H o yo t Seni Sevecektir


Catherine Bensaid

KİTABIN ÖZGÜN ADI


Aime-toi la vie I' a i m e r a

(S.A. Editions Robert Laffont)

TÜ R KC E SI
Gülşah Ercenk

YAYIN YÖNETMENİ
Nil Gün

YAYINA HAZIRLAYAN
Gülşen Sayın

KAPAK VE SAYFA DÜZENİ


Uğur Alkapar

İstanbul, Mayıs 2003


ISBN 975-6744-91-X

BASKI
Kitap Matbaacılık
Tel: 0212. 567 48 84

KURALDIŞI YAYINCILIK
Caferağa Mah. Sakız Sok. No: 617 34710 Kadıköy-İstanbul
Tel: 0216.449 98 05 Faks: 0216.348 00 69
email: yayin@kuraldisi.com
www.kuraldisi.com
İÇİNDEKİLER

1. BEDENİNİZ NELER SÖYLÜYOR


Acı veren düşünceler............................................................... 9
Arzulayan düşünce..................................................................... 14

2. GEÇMİŞİNİZE AİT HASTALIKLI DÜŞÜNCELER


‘Öyle çok anım var ki, sanki bin yaşındayım...’..................... 21
Düşüncenin emeklemeleri ....................................................... 30
Bir yapı oluşturmak.................................................................. 38

3. ACINIZI ANLAYIN
‘Kafamın içinde bulantılar var...’............................................ 46
‘Geçmişim, izin ver de geçeyim’ ............................................ 53
Harekete geçmek...................................................................... 62

4. GERÇEK ARZUNUZA KULAK VERİN


Etki altındaki düşünce............................................................. 70
Zevk kavramı.............................................................. 75
Başkalarının bakış açısından kurtulmak................................. 85

5. HAYALLER VE HİSSETTİKLERİMİZ
Hayal dünyası .......................................................................... 91
Şimdi ve buradaki düşünce .................................................... 99
6. HASTA BEN
‘Kendimi unuttum’.................................................................. 109
Var olduğumuzu hissetmek ................................................... 114
‘Yalnızlığız biz’.......................................................................124

7. DENGELİ DÜŞÜNCE
Fazla aklı başında... ya da fazla çılgın bir düşünce.............. 131
Denetim altındaki düşünce..................................................... 136
Yaratıcı düşünce ..................... 143

8. ÖZGÜR BIRAKILAN DÜŞÜNCE


‘Gitmek ölmektir bir anlamda’.............................................. 148
Yeniden yaratma .................................................................... 152
Kendin ol................................................................................. 160
Gerçek arzunuzu keşfetmek için
Acınızı anlayın

‘Aklım karmakarışık.’ Her zaman düşüncelerimizi kontrol


altında tutabiliyor muyuz? Bizi zaman zaman üzgün/neşeli, hırs-
Ii/'korkak ya da sakin/stresli kılan düşüncelerimiz bizden bağım­
sız değiller mi? Sürekli iki ben arasında geçen içsel bir diyalog
şeklindeki o çatışmalarla yaşamak zorunda mıyız?
Mutlu olmayı arzulayan ben ile hayatımızı sürekli olarak
zorlaştıran ben, her şeyi bilen ben ile hiçbir şey anlamayan ben,
harekete geçmek isteyen ben ile hiçbir şey yapamayan ben.
İç dünyamız bize empoze edilen ve genellikle dünyayı oldu­
ğundan daha dramatik olarak görmemize neden olan düşünce­
lerle sürekli bulanır. Başkalarının davranışlarını yanlış algılar ve
hiç değmeyeceğini bildiğimiz halde bazı olaylar karşısında ken­
dimizi hasta edecek duruma getirebiliriz. Başka birisi bize dur­
madan kötü şeyler anlatmaktan zevk alıyor, ikinci bir ben bizi
acımasızca yargılayarak davranışlarımızı dizginliyor; adeta ken­
di düşmanımızı içimizde taşır gibiyiz.
‘îki ayrı kişiymişim gibi, yaptığım her şeyi yorumluyor,
onaylıyor veya eleştiriyorum. Yaptığım her şey bir başkası tara­
fından gözetleniyor; yaptıklarımdan zevk alacak olsam diğeri
hemen bu duygumu küçümsemeye hazır bekliyor.’ Bütün bu dü­
şüncelerin kaynağı ne? Neden sürekli kendimizi eleştiriyoruz?
Çocukluğumuzdaki eleştirilerin bir devamı, bizi hasta eden bir
geçmişin izleri mi tüm bunlar?
5
Kafamızın içi sürekli olarak bize hala acı veren bir geçmişle
ve anlamsız bir gelecek kaygısıyla ilgili düşüncelerle dolu. Bu
hastalıklı düşüncelerle sonsuza dek yaşamak zorunda mıyız?
Hiçbir şey yapmadan sabit bir düşünce sisteminin esiri olarak
yaşamaya devam mı etmeliyiz?
‘Geçmişim, izin ver de geçeyim.’ Bu düşüncelerden kurtul­
mak için, geçmişimize bağlı olarak şu veya bu yolu seçsek de,
işin içinde çok karmaşık bir takım mekanizmaların olduğunun
farkına varmak bu yolda atılacak önemli bir adımdır. Unutma­
yın ki, acıdan kurtulmanın tek yolu bize neyin acı verdiğini an­
lamaktır.
Sürekli, ne olduğunu bile bilmediğimiz bir takım karanlık
güçler tarafından yönlendiriliyoruz. Kendi arzularımızın sahibi
olduğumuzu düşündüğümüz anlarda bile aslında sadece başka­
larının bizim için arzuladıklarına boyun eğiyor, hatta bazen mut­
lu olmak istediğimizi zannederken mutluluğun bizden uzaklaş­
masına neden oluyoruz. Kendi kısıtlanmışlığımızı sık sık başka­
larına veya hayat şartlarına bağlıyoruz.
Ancak, ne kadar yabancı ve rahatsız edici olsalar da, aklımız­
dan geçen düşüncelerin her zaman farkındayız. Bu düşünceleri
duyabiliriz -hatta anlamlarını kavramak ve bizi yöneten bu gö­
rünmez dünyaya ulaşabilmek için- duymak zorundayız. Böyle­
ce, kolayca izlemeye meyilli olduğumuz dolambaçlı yollardan
yavaş yavaş uzaklaşarak, düşüncelerimizi doğru yola yönlendir­
meyi öğrenebiliriz.
Kendimizle ilgili bu etkili ve sabırlı çalışma sayesinde, varo­
luşumuzda ve günlük hayatımızda bazı değişimler elde etmemiz
mümkündür. Bilinçaltımızla ilgili çalışmalardan sonra ortaya çı­
kacak olan değişimler zaman alsa da, bu değişimlere olan inan­
cımızı yitirmememiz gerekir. Bir kelime, bir cümle, bazen baş­
kalarının konuşmaları ve davranışları genellikle bizim düşünce­
lerimizi yansıtır ve bu konuda düşünmemizi sağlar. Bir sonuç
6
elde etmeden önce bu düşüncelerin kafamızın içinde çok uzun
süre dolaşmaları doğaldır.
O halde, acılarımıza çözüm ve hayatımıza en uygun cevabı
bulmak bizim elimizdedir. Aslında cevap her zaman içimizdedir
ancak bunu bilmeyiz ve sürekli dışarıdan yardım bekleriz. Bi­
zim için neyin en iyisi olduğunu sadece kendimiz bilebiliriz.
Herkes için geçerli mucize çözümler yoktur. Bazıları için doğru
olan bir şey diğerleri için doğru olmayabilir. Geçmişin acıların­
dan kurtulup yeni davranış biçimleri geliştirmek üzere hayatımı­
zı yeniden ele alabiliriz; böylece eskiden bize zor görünen şey­
lerin ne kadar da kolay olduğunu ve bazı şeylere katlanmak ye­
rine harekete geçmenin hoşluğunu keşfedebiliriz. Gerçekten ya­
şamamızı sağlayacak arzularımıza yer açmak üzere, bizi yaşa­
maktan alıkoyan acılarımızı iç sesimizin kıvrımları arasından
bulup çıkartmak yine bize düşüyor.

7
İnsan kurallara sığmaz!
^Bedenîniz ebelen üSoylüyot

ACI VEREN DÜŞÜNCELER


‘Düşüncesi bile beni hasta ediyor.’ Bizi hasta edebilecek gü­
ce sahip bu düşüncelerle nasıl başa çıkmalı? Bu düşüncelerin
sağlığımız üzerindeki olumsuz etkilerine sürekli katlanmak zo­
runda mıyız? O kadar alçak sesle düşündüğümüz şeyleri bedeni­
miz ne hakla böyle yüksek sesle haykırıyor?
Gizli kalmasını tercih edeceğimiz bir iç huzursuzluğun yan­
sıması olan dış belirtiler, hiç utanmadan iç dünyamızı gözler
önüne seriyor. Kendi heyecanımız sürekli bize ihanet etmiyor
mu? Utangaçlığımızı saklamayı en çok istediğimiz bir anda ne­
den kıpkırmızı olup titremeye başlıyoruz? Niçin sesimizin tonu
veya bakışlarımızdaki yoğunluk duygularımızı açığa vuruyor?
‘Ne zaman heyecanlansam ellerim terliyor ve bazen de kal­
bim hızla çarpmaya başlıyor. Bu tepkiler nasıl böyle birdenbire
ortaya çıkıp sonra nasıl yine birdenbire kayboluyorlar hiç anla­
mıyorum! Üstelik tamamen benim kontrolüm dışında olup biti­
yor her şey!’ Bu durum önceden kestirilememesi ve tamamen
mantık dışı olması nedeniyle bizi iyice öfkelendirir. ‘Karın ağrı­
larımın nedeninin psikolojik olabileceğini biliyorum ancak şu
anda kendimi çok iyi hissediyor olmama rağmen yine de karnım
9
ağrıyor!’ ‘Dinlenebileceğim tek gün olan pazar günleri neden
hep migrenim tutuyor?' ‘Doktorların mikrobik bir neden bula­
mamasına rağmen neden arka arkaya sistit oluyorum?’ ‘Neden,
sanki başımın içinde kurulu bir saat varmış gibi her gece saat üç­
le uyanıyorum?’ ‘Kapalı bir yerde kaldığımda neden böyle kor­
kuya kapılıyorum? Bunun saçma olduğunu biliyorum ancak
korkuma engel olamıyorum.' ‘Anlamıyorum, sürekli kendime
ve hayatıma bakıp -bu benim diyorum... ve hayır ben değilim.’
Bazen kendi yansımamıza bakıp da duyguları ve davranışlarıy­
la bize tamamen yabancı bir kişiyi keşfediyormuşuz duygusuna
kapıldığımız olmuyor mu? ‘Davranışlarıma hiçbir anlam vere­
mez oldum. Sanki bu ben değilim. Yaptıklarımı düşününce ağ­
lamak istiyorum. Kendime bile açıklayamayacağım davranışla­
rımla her şeyi berbat ediyorum ve sonra da pişman oluyorum.’
Bir cenaze töreni sırasında gülme krizine tutulabilirken, ken­
di düğünümüzde ağlayabiliriz; küçücük bir şey bizi birdenbire
mutlu edebilirken “mutlu olmak için her şeye sahip olduğumuz”
bir anda da mutsuz hissedebiliriz kendimizi. Olmayacak bir şe­
yi ister, ancak onu elde edeceğimiz an dönüp de bakmayız bile
ve bazen hep hayal ettiğimiz şeylerden kaçabiliriz de... ‘Mutlu
olmam gereken bir anda aklım zevk almamı söylese de göğsü­
mün üzerinde bir ağırlık duyuyorum ve kendimi iyi hissedemi­
yorum. Sanki bedenim bana bu zevki yasaklıyor.’
Kendimiz hakkındaki her şeyi bildiğimizi iddia ederken duy­
gularımız ortaya çıkıp da bunun tam tersini söylüyorlar. ‘Tam
kendi kendime korkmadığımı söylediğim bir anda kalbim ne ka­
dar yanıldığımı ispatlamaktan büyük bir zevk alıyor.’ Ah şu
unutmayı tercih edeceğimiz şeyleri bize hatırlatan bu işaretleri
yok saymayı bir başarabilseydik! Böylece duygu ve düşüncele­
rimizi kontrol edebildiğimiz yanılsamasını sürdürebilirdik...
Ancak gerçek güç bunun doğru olmadığını görmektir. Bazen
bize çok acı veren düşüncelerimizin yönünü değiştirmeye karar
10
verip, bazı “kötü” düşünceleri aklımızdan uzaklaştırıp yerlerine
çok daha mantıklı ve sağlıklı olanları koymaya çalışsak da bu
düşüncelerin günün birinde hem biz hem de başkaları tarafından
son derece rahatsız edici bir biçimde gözle görülebilecek hale
gelmelerine engel olamayız.
Düşüncelerimiz bizden bağımsız hareket ediyor gibiler, o ka­
dar değişken olabilirler ki, bazen kendi hayatımızı bir oyun izler
gibi izlediğimiz hissine kapılabiliriz. ‘Düşüncem iyi ve kötü ara­
sında sürekli gidip geliyor. Bana kalsa ibreyi hep iyide tutardım
ancak nasıl oluyor da ibre bana rağmen yön değiştiriyor, bir tür­
lü anlamıyorum.’ Sabah uyanışlarımız bu çalkantıları yansıtmı­
yor mu? Yaşamaktan mutluysak eğer, gün ışığını huzur ve heye­
canla karşılarız. Eğer umutsuzsak, yabancı ve düşman bir dün­
yayla karşılaşırız...
‘Neden bilmiyorum, bir sabah uyandığımda her şey siyaha
büründü.’ ‘ Sabah gözümü açar açmaz içimi bir sıkıntı kaplıyor,
sanki ölüme mahkum birinin uyanışı.’
Bazen aşmamız gereken zorluklar bellidir ve yorgunluk, bu
zorlukları aşmak için ihtiyacımız olan gücün toplanmasıyla
açıklanabilir. Ancak, kendimizi iyi ya da kötü hissetmemizi sağ­
layan nedenler çoğu zaman belirsizdir. ‘Sürekli inişli çıkışlı ya­
şıyorum. Bir gün kendimi son derece hafif ve neşeli hissederken
nasıl oluyor da ertesi gün dünyayı sırtımda taşıdığım hissine ka-
pılabiliyorum?’ Bu ruh halimizi ve kendimizi iyi hissetmemiz
için vazgeçilmez olan yaşam itkisini kontrol edememe ve anla­
yamama durumu yavaş yavaş kendimize olan güvenimizi yitir­
memize neden olabilir. ‘Kendimi iyi hissettiğim zamanlar bu­
nun çok da sağlam olmadığını biliyor ve geçici olmasından kor­
kuyorum...’
Gizli ve belirsiz kaygılarımız zamanla sürekli hale dönüşebi­
lir. Bu durumda kendi düşüncelerimizin oyuncağı haline geliriz.
‘Kafamın içinde hiç durmadan dolaşan düşüncelerden yorul-
11
dum... bazen düşünmeyi durdurabilmeyi isterdim...’ Bizi dinlen­
mekten alıkoyan hatta uykularımızı kaçıran bu düşüncelerden
nasıl kurtulabiliriz? Geçici bir sakinlik anı sonunda uyumamıza
izin verseler de, uyku halinde bile devam eden bu düşünceler
aniden uyanmamıza ve kaçmayı o kadar istediğimiz sıkıntılarla
karşı karşıya gelmemize neden olurlar.
Daha da kötüsü, yakamızı bir türlü bırakmayan bu inatçı dü­
şünceler, gecenin sessizliğinde daha da büyük ve gürültülü bir
hal alırlar: sıkıntımız giderek büyür ve onca beklediğimiz uyku
bizden iyice uzaklaşır. ‘Geceleri düşüncelerim yüzünden uyuya­
mıyorum. Kafamda korkunç senaryolar yaratıyorum ve bütün
vücudumda kramplar oluşuyor.’
Uykusuz geceler sürüp gittikçe unutmayı tercih ettiğimiz ka­
ra düşünceler de giderek büyür. Ve bu olumsuzluktan kurtulma­
mız gittikçe daha zor bir hal alır. Varlığımızın bu dramatik ve
pek de gerçek olmayan yansıması sonunda gerçeğe dönüşür. Ür­
pertiler, nedensiz titremeler... kendimizi öyle kötü hissederiz ki
bize her yaklaşanı düşman gibi görürüz ve hiçbir şey biraz da ol­
sa rahatlamamızı sağlayamaz.
Bu manevi acı, kızgınlıklar ve gözyaşı perdesiyle bizi dış
dünyadan soyutlar; tam olarak tanımlanamaması, sorumlu tuta­
bileceğimiz somut bir dış unsurun -herhangi bir virüs gibi- ol­
mayışı bu acıyı daha da katlanılmaz kılar. ‘Depresyona girece­
ğimi hisseder hissetmez doktora gittim. Depresyon korkunç bir
şey, kimse neyiniz olduğunu anlamıyor!’ Bu, yaşamla ölüm ara­
sında oluş hali, yaşadıklarımızla yaşayabileceğimiz daha iyi
şeyler arasındaki onarılamaz “farklılık” hayatımızın her anında
buruk bir tat bırakır. Böylece hayat “yaşanmaya değmez” bir ha­
le gelir. “Kendimizi iyi hissetmediğimiz sürece gerçekten yaşı­
yor sayılmayız, sadece yaşıyor gibi yapıyoruzdur.”
Böyle bir acıyla yaşarken dünyanın durduğu hissine kapıla­
biliriz, oysa etrafımızdaki her şey ve dünya işleyişine devam et-
12
mektedir. Etrafımızdaki “diğer” insanlar anlaşılamaz bir yaşam
itkisiyle koşuşturup dururlar. Nereye giderler? Her şeyin ne ka­
dar saçma olduğunun farkında değil midirler? Bu savaşma gü­
cünü bulmak için nasıl bu kadar inançlı olabiliyorlar? Sanki ani­
den, daha düne kadar çok iyi bildiğimiz bir dili konuşamaz ol­
muşuzdur.

İstem Dışı Bir İflasla Hastalığı Davet Ederiz


‘Ne yaptığımı bilmez bir haldeyim, hayatımı kontrol edemez
oldum en ufak bir karar almak bile içinden çıkılmaz bir sorun
haline dönüşüyor ve zaman bana çok uzun geliyor. Böylesine
acı veren bütün bu sorulardan ne zaman kurtulabileceğimi hiç
bilmiyorum!’ Depresif durumumuz öylesine katlanılmaz hale
gelir ki bize işkence çektiren bu düşünceleri alkol, uyuşturucu
ve ilaçlarla bir an önce durdurmaya çalışırız.
Böylece, istem dışı bir iflasla hastalığı davet ederiz. ‘Grip
olacağımı hissediyordum ve buna engel olmak için hiçbir şey
yapmadım. Zaten grip olmadan önce tam da kendime iflas et­
mek üzere olduğumu söylüyordum...’ Oysa kimsenin kaybede­
cek zamanı olmadığı, her an sağlıklı ve formda olmamız gere­
ken bu rekabet toplumunda hasta olma lüksümüz yoktur. ‘Fark
ettim ki, sürekli tatil dönemlerinde hasta oluyorum. Sanki sade­
ce o zamanlar hasta olma fırsatı buluyorum.’
Böyle bir acıyı ve buna bağlı olarak çekilmez bir yaşamı sür­
dürmek gittikçe güçleşir. ‘Kendimi kötü hissettiğim zamanlar
bütün hayatımı ve benliğimi kusmak istiyorum.’ Yaşama zorlu­
ğumuzun ağırlığından kurtulmak, tamamen savunmasız kaldığı­
mız bu savaşı başkalarına -ailemiz, arkadaşlarımız, doktorumuz
vs. -devretmek isteriz.
‘Canım hiçbir şey yapmak istemiyor, tek istediğim yataktan
hiç çıkmamak.’ İsteksizlik depresyon belirtisidir; katlanılması
en zor olan semptom budur. Sıkıntı, acılı da olsa, bir arzunun
13
varlığını gösterir: Başka türlü yaşama arzusunun. Mutsuzluk
verse de var olan bir arzu çünkü. Tatmin olmayan arzumuz kar­
şısında mutsuz olup isyan etsek de, bu, yaşam gücümüzün bir
göstergesidir.
Öte yandan, bir türlü gerçekleşmeyen arzularımız karşısında
hayal kırıklığı ve yoksunluk duygusuyla bunların gerçekleşebi­
leceğine olan inancımızı yavaş yavaş yitirmeye başlarız; o kadar
ki, gitgide neyi arzuladığımızı bile unutabiliriz. ‘Ne istediğimi
bile bilmiyorum. Kendime çeşitli arzular yaratabilirim tabii ki.
ama artık inancımı da kaybettim; hiçbir şey için savaşmak iste­
miyorum artık’.
Sonuçta olumsuz düşünceler öyle geniş bir yer tutmaya baş­
lar ki arzularımızın ortaya çıkması imkansız hale gelir. Kendimi­
zi sancılı bir beden aracılığıyla ifade etmekten başka çaremiz kal­
madan ve hayatımız hastalıklarla akıp geçmeden önce bu acıla­
rın gerçek nedenini anlamak zorundayız. Ancak bu yolla iyileş­
me yönünde adım atabilir, arzuları serbest bırakabiliriz: Bizinr
için en iyi olanı seçecek olan özgür düşüncemizin arzularını.

ARZULAYAN DÜŞÜNCE
‘İnsan arzulandır
Pasça
Her zaman somut bir gerçeğe dayanmasa da arzu her an vaı
olan bir şeydir. Duruma göre çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir
bazen belli belirsizken, bazen de tutkulu ve şiddetlidir. Bu öyk
bir kaynaktır ki, kurulduğu anda kendini dışa vurmaya başlar
her türlü tahriğin altında yatan bu arzudur.
Arzu bir düşünce ya da bir duygu şeklinde belirdiğinde, bu
nun nereden kaynaklandığını anlamak çoğu zaman kolay değil
dir. Bizim şimdiye kadar farkında olmadığımız, sonunda karan
lıklardan kurtulup ortaya çıkmaya karar veren bir parçamız mı
dır bu? Ya da bunun kaynağı etrafımızdaki insanların sürekl
14
olarak bizden talep ettikleri şeylerde midir aslında? Gerçek bir
heyecan ve tutkuyla mı hareket ediyor, yoksa bir başkasının ar­
zusunun soluk bir kopyası mı sadece?
‘Aslında, canım hiçbir şey yapmak istemiyor ama istiyormuş
gibi yapıyorum...’ İçinde yaşadığımız toplum, eğitim ve medya
yoluyla bize sürekli izlememiz gereken modeller sunar. O kadar
ki, bizim adımıza arzular yaratıp sonra da bunların kendi arzula­
rımız olduğuna inanmamızı sağlar. Daha bilincimize bile ulaş­
madan önce -sanki biz kendi düşlerimizi yaratmaktan acizmişiz
gibi- düşlerimiz bize kullanılmaya hazır bir şekilde sunulur.
Böylece bize dayatılan bu düşlerin kendimize ait olduğuna ina­
nacak duruma geliriz. Gerçek düşlerimiz inkar edilerek görün­
mez hale gelir. Kendi hayal gücümüze tekrar kavuşmak ve ger­
çek arzumuzu anlamak için son derece dikkatli olmamız gerekir.

Arzu, Varolduğumuzu Hissetmek İçin Gereklidir


Arzunun gerçekleşmesi, yaşamımız üzerine sahip olduğu­
muz düşünceyle yaşamın gerçekte bize verebilecekleri, müm­
kün olanla bunun gerçekleştirilmesi ve yaratma arzusu ile yara­
tış arasındaki uyumu sağlar. Böylece tatmin edilmiş arzular,
sağladıkları mutluluk anları sayesinde bize hayatla barışık oldu­
ğumuz hissini yaşatırlar.
Arzu aynı zamanda kaprislidir de. Bazen çok şiddetli olup en
ufak bir engele bile tahammül edemezken bazen de öyle zayıftır
ki gerçekte neye benzediğini anlayabilmek için çaba harcamak
gerekebilir. ‘Gerçekten ne istediğimi, neden zevk aldığımı bile­
miyorum.’ Yaşam coşkumuz yerini boşluğa bırakarak kaybolur,
sıkıntı ve bazen de ölüm düşüncesiyle baş başa kalırız. ‘Bir par­
ça çikolata yemeyi veya bir kahvede oturup gazete okumayı is­
teyen bu insanlar ne kadar mutlu olduklarının farkında bile de­
ğiller! ’
Arzu karanlık ve çok karmaşık güçlerin etkisi altına girebilir.
15
‘Sevgililerimi hiçbir zaman düşünerek seçmedim. Beni çekme­
leri veya çekmemeleri önemli oldu hep.’ Bizi kontrol edilemez
bir biçimde o ana kadar tanımadığımız kişilere yönlendiren bu
çekimler nedenini bilmediğimiz faktörlere bağlıdır; hiçbir ob­
jektif çekicilik tanımına uymasa da, hatta idealimizdeki tipe ta­
mamen zıt da olsa, karşımızdaki kişinin karakterindeki veya dış
görümündeki ufacık bir detay anında bizi baştan çıkarmaya ye­
tebilir. Proust, Swanin Aşkı adlı kitabında şöyle der: “Yıllarımı
boşa harcadım, ölmeyi istedim, en büyük aşkımı aslında çok da
hoşlanmadığım ve asla tipim olmayan bir kadınla yaşadım!”
Ani bir sarsıntısıyla kendimizi hiç düşünmeden bıraktığımız
bu görünmez ve esrarengiz işaretlerin neler olduğunu merak et­
memek elde mi? Karşımızdaki insan bizdeki “ne”yi uyandırıyor
da onu böylesine arzulayabiliyoruz? Nasıl bir mesaj gönderiyor
ki orada potansiyel bir zevk olduğunu seziyoruz? Bilmediğimiz
hangi boşluğu dolduruyor içimizde? Bizim de keşfedip, sahip
olmayı istediğimiz sırrı ne? Karşımızdaki insanla aramızdaki bu
ani uyum tam olarak nerede yer alıyor?

İlk Görüşte Aşk


Bu duyguya kapılanlar yaşadıkları heyecan ve tahrik karşı­
sında şaşırırlar. Kendi istemleri dışında, hakkında hiçbir şey bil­
medikleri, ancak bir türlü engel de olamadıkları bir maceraya
kapılmışlardır. Ayrıca bu kişiler durumu kontrol etmeye çalış­
tıklarında tamamen diğerinin “etkisi altında” baştan çıkmış bir
halde kendi yollarından uzaklaşmış olduklarını fark ederler. Bu
durumda alışkın oldukları dayanaklardan, düşünme yetisinden
ve tarafsız tutumlarından yoksundurlar. Ne kadar çabalarlarsa
çabalasınlar, takıntılı bir hal alan düşüncelerine belli bir yön
vermeleri mümkün değildir artık.
Bazen arzularımız öyle uygunsuz zamanlarda ortaya çıkabi­
lirler ki bunları aklımızdan ve hayatımızdan çıkartmayı isteyebi-
16
liriz ya dış etkenler bu arzumuzun gerçekleşmesine olanak ver-
miyordur ya da bu arzu hayatımızı içinden çıkılamaz şekilde
karmaşıklaştıracaktır.
Bazen de aksine, şartlar tam da her zaman hayal ettiğimiz gi­
biyken, bu kez de artık arzu duymuyor olabiliriz. Düşlerimize
uygun yaşayabilmek için her şeyi yapıyorken bir de bakmışız ki
düşlerimiz nedenini anlayamadığımız bir biçimde değişmiş.
‘Keşke hep tek başlangıç olsa. Elimde değil, karşımdaki insanı
tanıyıp ona iyice alıştığım an arzu yok oluveriyor.’
Yine bazı durumlarda fikir olarak arzu vardır ancak coşku
adeta görünmez bir zincirle bağlanmıştır.

Bir Sürü Fantezim Var Ama Bedenim Bir Türlü Uyanmıyor


Henüz hazır olmadığımız bir bağlanma, bizi rahatsız edecek
kadar büyük bir heyecan veya arzunun çok da anlaşılamaz olu­
şu kişide tutukluk yaratabilir. ‘Ona bir türlü hayır diyemiyor-
dum, öte yandan bedenim onunla sevişmeyi reddediyordu. Be­
nim adıma bedenim söylüyordu ona bu ilişkiyi daha fazla devam
ettirmek istemediğimi.’
Oysa istediğimiz kadar arzulu olabilseydik, aklımız sürekli
birbirine zıt itkilerle meşgul olmayıp bu çatışmalar çoğu zaman
bize zevkten çok acı vermeselerdi her şey ne kadar da kolay
olurdu. ‘Karmakarışık bir haldeyim. Arzunun bu gidiş gelişleri,
birden uyanıp sonra birden iğreniveren cinsel organımın bu kap­
risleri anlaşılır gibi değil ve nasıl bir hayvan olduğum hakkında,
hele seviştiğim hayvanlar hakkında hiçbir şey bilmiyor oluşum
beni çıldırtıyor!’*
Öte yandan kendimizi tamamen coşku ve tutkuyla verdiği­
miz, bütün düşüncemizi kaplayan arzular da vardır. Aklımız ve
bedenimiz sadece sevdiğimize yönelmiş bir biçimde, mutlak bir
♦Guillaume Fubert, Ereksiyon Halindeki Portre, Regine Desforges, 1989

17

zevk arayışındayızdır. Bu neredeyse büyülü buluşma anında, sa­
dece karşımızdaki insanın arzularıyla bütünleşmekle kalmaz ay­
nı zamanda bildiğimiz ya da o ana kadar hiç bilmediğimiz, şim­
diki zamanda ortaya çıkmış veya uzak bir geçmişe ait olan arzu­
larımız arasındaki benzerlikleri de keşfedebiliriz.
Öyle yoğun bir arzudur ki bu, bazen korkuya kapılabiliriz.
‘Çok güçlü bir arzuya kapılmaktan korkuyorum. Onunla bütün­
leşme arzum öyle büyük ki çok ileri gitmekten, hiçbir şeyi kont­
rol edemeyip bağımlı hale gelmekten korkuyorum.’ Her ne ka­
dar baş döndürücü olsa da çok güçlü bir heyecan bazen bizi ra­
hatsız edebilir. Karşı koyamadığımız ve şiddetle sarsıldığımız
bir kasırgaya kapıldığımız duygusu verebilir.
‘Her şey öyle puslu ve bulanık ki hiçbir şey göremiyorum.
Böyle anlarda düğmeye basıp yok olmayı ne kadar isterdim.’
Buna tepki olarak, kendimizi onca korkutan bu heyecanı bir da­
ha yaşamamak için arzularımıza sürekli olarak set çekeriz. An­
cak bu boşuna bir çabadır zira özgürce dile getirmediklerimizi
heyecanımız başka türlü ortaya koyar.
îşte arzu bu yüzden vardır. Tanımadığımız iç dünyamızı keş­
fetmemiz, kendimizi aşarak özgürleşmemiz için. Arzu, tuhaf bir
şekilde, günlük hayatımızda çoğu zaman dikkat bile etmediği­
miz ince ayrıntılara duyarlı olduğumuz hissini yaratarak çok
güncel bir gerçeği unutturur bize.
En gizli ve en özel duygularımızı ortaya çıkartmak üzere sah­
telikten kurtulmamızı sağlar. Artık hareketlerimizi serbest bıra­
kabilir, dile getiremediğimiz düşüncelerimizi yüksek sesle söy­
leyebilir, akmasına asla izin vermediğimiz gözyaşlarımızı ser­
best bırakabiliriz. Kendimizi böylesine özgür bıraktığımızda her
zamanki kaygılarımızın dar alanından çıkarak karşımızdaki in­
sanın bize verebileceklerini almaya, onunla konuşmaya, dinle­
meye, sevmeye ve paylaşmaya hazır hale geliriz.
18
Bu sınırsız sevgi isteği ve bu kendini tamamen verişte kendi­
mizle tam bir uyum içindeyizdir. Karşımızdaki insanı çok iyi ta­
nımanın yanı sıra, kendimizi tanımayı, dahası kendimizi kabul
ettirmeyi öğreniriz. Bu kabullenilmişlik duygusu var olduğumu­
zu hissedebilmemiz için önemlidir, sonunda kendimizi olduğu­
muz gibi kabul edebilmemiz için karşımızdaki insanın bakışında
bizi olduğumuz gibi kabullendiğini görmeye ihtiyacımız vardır.

Başkaları Tarafından Arzulanma Arzusundan Kaçamayız


İçinde yaşadığımız ve arzunun özellikle değerli kılındığı bu
“ben” toplumunda zevk (ama öyle herhangi bir zevk değil, top­
lumun değer verdiği zevkler söz konusu burada) yaşamayı bil­
menin bir kanıtı olarak sunulur. Sadece “orada bulunmuş olmak
için” bir yerde bulunabilir, kriterleri medya tarafından belirle­
nen ve aslında gerçek olmayan bir yaşam tarzı benimseyebiliriz.
Kendi görüntümüz bile arzudan^ gittikçe artan bu başkaları
tarafından arzulanma arzusundan kaçamaz. Hoşa gitmenin ver­
diği güven ve diğerlerinin bakışı aracılığıyla aslında hiç değiş­
mesini istemediğimiz daima çekici olma arzusu... Diğerini arzu­
lama, diğeri tarafından arzulanma, arzulama arzusu, arzulanma
arzusu... tüm hayatımızı ve seçimlerimizi kaplayan arzu... Giy­
silerimiz, yaşam tarzımız, zevklerimiz ve eğlence biçimimiz di­
ğeri için her zaman arzulanır olacağımızdan emin olmamızı sağ­
lamalıdır. Sonuçta arzularımız sevilme ve kabul edilme arzusu­
na dönüşmüştür.
Yaşamımızın her anında yeniden keşfedip yaratmamız gere­
ken arzu sonuçta bizi özgürleştirmekten çok esirleştiren bir ihti­
yaca ve mecburiyete dönüşür. Arzu ihtiyaca, bunun sağlayacağı
zevk ise mecburiyete dönüşmüştür artık. Bundan böyle bu arzu­
nun gerçekleşmesi hayati bir önem kazanır, gerçekleşmemesi
ise düşünmeye bile tahammül edemeyeceğimiz bir başarısızlık­
tır. Arzuya bir de elimizi ayağımızı bağlayan bir heyecana kapıl-
19
mamıza neden olan korku da eklenir ki, bu heyecan da arzunun
kendini özgürce ifade etmesini tamamen engelleyen bir şeydir.
Tropikal plajlar “rüyalarımızı süslemelidir”, her ne kadar çok
çekici olsalar da bazıları için engellenemez bir korkunun nedeni
olabilirler, sadece uçağa binme ve kendilerine tamamen yaban­
cı bir yere gitme fikri bile olası bir zevki engelleyebilir. Yüz­
mek, dağcılık, seyahat... gerçek arzumuz dışında empoze edilen
bu zevkler bizi rahatsız eder ve bu duyguya bir de zevk alama­
manın suçluluğu ve diğerlerinin o kadar kolaylıkla yaşadığı bu
duyguyu yaşayamamanın utancı eklenir.
Toplum tarafından sunulan zevklerin zorlayıcı olmaması için
çok dikkatli olmak gerekir. Arzu kişisel olmalıdır, toplumsal de­
ğil. Herkes için aşağı yukarı aynı prensiplere dayanan ve sadece
yaşamamızı sağlayan gereksinimlerin aksine arzu az çok irade
işidir; yaşamın içinde yer aldığımızın bir kanıtıdır.

20
rift

27a\laü/:lt Q)üşörıcc/ez

Hafızalarını yitirmiş bazı acılar vardır,


bir türlü neden acı olduklarını hatırlayamazlar
Porchia

‘ÖYLE ÇOK ANIM VAR Kİ, SANKİ BİN YAŞINDAYIM...’


Kuşaktan kuşağa aktarılan pek çok mutluluk ve acı vardır.
Daha dünyaya gelmeden önce zengin bir geçmişe sahibizdir....
Bizim her davranışımızı etkileyecek olan kuşaklar arası bir ha­
fızadır burada söz konusu olan. Böylece atalarımızın bazı dav­
ranışlarını tekrar etmeye, onların düşünce tarzlarını benimseme­
ye şartlanmışızdır.
Ailemizin bize aktardıkları zaten kendi geçmişlerine ait olan
şeylerdir. Kendi yaşadıklarını bize de yaşatırlar. Ve deneyler ba­
zı davranışların kuşaklar boyu tekrarlandığını göstermektedir.
Örneğin bakımevinde yetişmiş ve hiç anne modeli görmemiş bir
kadın, aynı şekilde kendi çocuğunu başkalarına verebilir. Baba­
sı tarafından kabul edilmeyen bir kadının çocukları da aynı şe­
kilde babaları tarafından kabul edilmez veya küçükken anne-ba­
basının ayrılmaları yüzünden acı çeken bir kişi kendi çocuğu ol­
duktan sonra eşinden ayrılabilir...
21
Son derece karmaşık olan bu tekrarlama olaylarına daha pek
çok örnek verilebilir. Çektikleri acı yüzünden hassaslaşan bu an­
ne-babalar kendi çocuklarının da aynı acıları yaşamalarına engel
olmayı istemezler mi?
‘Babamın neden bu kadar sevgisiz ve uzak olduğunu çok
sonraları keşfettim. Roman kahramanı aracılığıyla kendi çocuk­
luğunu anlattığı hikaye sayesinde ne kadar yalnız ve mutsuz bir
çocukluk yaşamış olduğunu gördüm.’
Ancak anne-babaların öğrenmedikleri bir şeyi çocuklarına
vermeleri mümkün mü? Kendilerini özdeşleştirebilecekleri hiç­
bir modele dayanmadan hareket etmeleri mümkün mü? Hala et­
kisi altında oldukları o çocukluklarındaki ilişki tarzını kendileri­
ne rağmen tekrar etmiyorlar mı? ‘Annem o kadar sinirliydi ki,
saplantı halinde gelecekte kendi kızımla çok daha farklı bir iliş­
kim olacağını hayal ediyordum ama hiç farkında bile olmadan
aynı annem gibi davranıyordum ve kızımdan hiçbir sıcaklık gö­
rememekten yakınıyordum, oysa o sadece benim saldırganlığı­
ma böyle tepki veriyordu.’ Örneğin güç ilişkisinden korkan in­
sanlar hiç istemeden hayatlarında onu yaratırlar.
Gelecekte ne olacağımız hem anne-babamızın kendi geç­
mişlerinin hem de ikisi arasındaki ilişkinin hikayesine bağlıdır.
Onları birbirlerine bağlayan bağlara da çatışmalarına da tanık
oluruz. İyi ve kötü günde ilişkilerinin sonuçlarından etkilenen
bizizdir.
‘Beni yaparlarken ne düşünüyorlardı ki?’ diye söyleniyordu
sürekli her tarafının ağrıdığından şikayet eden bir kadın. Acaba
hayata geliş şartlarımız ilerideki yaşamımızı etkiliyor muydu?
Tutkuyla veya gizemli bir coşkuyla, “günah” içinde veya evlili­
ğin gereği olarak... dünyaya geliş nedenlerimizin izlerini ömür
boyu taşımak zorunda mıyız? ‘Günah çocuğuyum ben, kendimi
bir hata olarak görüyorum, yaşamamı yasaklayan bir hata. Şimdi
de hasta olduğuma göre zaten ölmem gerektiğini düşünüyorum.’
22
Babası sandığı kişinin gerçek babası olmadığını, annesinin
tutkuyla sevmiş olduğu başka birisinden olduğunu öğrenen ye­
tişkin bir kişi aşk çocuğu olduğunu öğrenmekten dolayı mutluy­
du, zira hayatı boyunca anne-babası arasındaki o sığ ilişkiden
doğmuş olduğunu düşünmekten dolayı acı çekmişti. Çocuğun
her zaman anne-babasının birbirlerini sevdiğini düşünmeye ihti­
yacı vardır, bu sevginin yadsınması kendi varlığının yadsınması
anlamına gelir.

Anne-babamız bizim içimizde her zaman birliktedirler


Zaten var oluşumuzun temelinde birlikteydiler. Birbirlerine
karşı hissettikleri aşk, şefkat, nefret ve kin gibi duygular içimi­
ze işler ve bizi sürekli etkiler; bu duyguları biz taşımak zorunda
kalırız. Hele bir de küsme durumunda iletişim artık tamamen bi­
zim aracılığımızla kurulur.
Sevdiğimiz ve bizi seven bu iki insanın birbirlerine kötü dav­
randıkları düşüncesine nasıl tahammül etmeli? Kavgalarına ta­
nık olmasak, anlaşmazlıkları bize sadece dolaylı eleştiriler veya
anlaşmazlık kokan söylenmeyen sözler aracılığıyla ulaşsa da bu
çatışmadan kaçamayız. Hayal kırıklıklarını, acılarını, kınama
dolu sessizliklerini, birinin terk edilme acısını, diğerinin terk
eden olma suçluluğunu bize yönelen bakışlarında nasıl hisset-
memeli? Üstelik bize yönelttikleri bu bakışta bir de varlığımızın
onlara hatırlattıkları vardır... ‘Korkunç bir şey ama kızıma bak­
maya tahammül edemiyordum, bana sürekli babasını hatırlatı­
yordu!’
Anne-baba için çocuğun doğumu her zaman bir anlam taşır.
Bu bazen aralarındaki aşkın somutlaştınlmasıyken bazen kop­
muş bir ilişkiyi yeniden başlatmak veya ilişkilerindeki bir boş­
luğu doldurmak olabilir. ‘Karımın kendisine vermemi reddettiği
şefkati ona verebilmek için bir kızımın olmasmı çok istiyor­
dum.’ ‘Oğlumdan ço.k şey beklediğimi biliyorum ama beni her
23
zaman hayal kırıklığına uğratmış olan babasının aksine, bir er­
kek gibi davranmayı öğrensin istiyordum.’
Bir ayrılık, yas veya düş kırıklığı sonrası doğan çocuklar ba­
zen bir boşluğu doldurmak, bir yokluğu gidermek üzere dünya­
ya gelirler. Françoise Dolto’nun söylediği gibi, bu çocuklar ye­
deklik görevini yerine getirirler. Böylece, yaşayabilmek için hiç
tanımadıkları, ancak peşlerini bir an olsun bırakmayan bu göl­
geyle savaşmak zorundadırlar. Kendisiyle aynı adı taşıyan ağa­
beyinin ölümünden sonra doğan Salvador Dali, çocukluğunda
sürekli kendi adım bir mezarın üzerinde görüyordu: “Bütün ço­
cukluğum ve gençlik yıllarım boyunca ölen ağabeyimin anısını
ruhumda ve vücudumda asılı olarak taşıdım...Ve sonunda bu
mucizeyi gerçekleştirdim: Biri ölü, diğeri ölümsüz iki kardeş!”
Var olduğunu kanıtlamak için diğerlerinden daha çok çabala­
mak zorunda değil miydi? Yaşayabilmek için sürekli ilginçlik­
ler yapması gerekmiyor muydu?

Kendi Doğumuyla İlgili Olarak Duyduğu


Her Şey Çocuğu Derinden Etkiler
Bazı sözler asla bilincinde olmasa da, çocukta yaşam boyu
izler bırakır. Annesi doğacak olmasından mutlu muydu yoksa
mutsuz mu? Hamileliğinden mutlu ve doyumlu bir dönem ola­
rak mı bahsediyor yoksa daha çok yaşadığı sıkıntıları ve haya­
tında ortaya çıkan karmaşaları mı anlatıyor? ‘İkizlerim olabile­
ceğini hiç tahmin etmemiştim, sen fazladan geldin, üstelik senin
için bir isim bile düşünmemiştim.’ ‘Kaza sonucu doğdun, benim
için tam bir sürprizdi, gençken bu konular hakkında pek bir şey
bilmiyor insan!’
Anne babalar bazen farkında olmadan çok tehlikeli sözler
sarf ederler, bu sözler çocuğa ulaşmakla kalmayıp aynı zaman­
da kendi varlık nedenleri hakkında şüpheye düşmelerine neden
olabilir. ‘Annem bana hamile olduğunu anladığında benden kur-
24
tulmaya çalıştığını ima etti; çünkü onun hayatını zorlaştırıyor­
dum ve ayrılmayı düşündüğü bir erkeğe daha fazla bağlanması­
na neden oluyordum.’
Her çocuğun doğmadan önce istendiğini ve beklendiğini bil­
meye ihtiyacı vardır. İstenmemiş varlığı üzerine kendisini inşa
etmesi mümkün müdür? Daha doğduğu anda yaşama isteğinin
yerini ölüm isteği alır ve ister gerçek olsun ister düş, gelecekte­
ki yaşamında zorluklarla karşılaştığında veya aynı dışlanmışlık
duygusunu yeniden yaşadığı durumlarda, bu ölmek fikri hep
olası bir randevu olarak kalır. Aynı şekilde, doğduğunda babası
tarafından kabullenilmeyen bir çocuk hayatı boyunca doymak
bilmez bir şekilde başkaları tarafından kabul edilme ihtiyacıyla
yaşayacaktır. ‘On altı yaşındayken ölmek istedim. Bu ailede faz­
la olduğumdan o kadar emindim ki, istedikleri gibi bir çocuk ol­
madığımı, beceriksizliklerimle onların hayatlarını berbat ettiği­
mi ve burada yerim olmadığını düşünüyordum.’
Sonradan çıkma veya fazlalık çocuk kendisine çok az yer ay­
rıldığını düşünerek acı çeker, bir de çeşitli sözler ve davranışlar
bu gerçeğin altını iyice çizerse, bu, çocuğun en ufak bir dışlan­
maya karşı hala çok hassas olan yaralarını yeniden canlandırır.
Çocuk, kendi varlığının öngörülmediği yerleşik bir düzeni
bozduğu veya rahatsız ettiği izlenimi veren sözlere özellikle ku­
lak kabartır ve anne-babasının başkalarına veya başka şeylere
göstermeyi tercih edecekleri ilgiyi kendisine göstermek zorunda
olduklarını hissetmeye tahammül edemez. Böylece sürekli ola­
rak bir bıkkınlık işareti kollar ve kendi varlığının yaratabileceği
rahatsızlıklardan kaynaklanan sorunlara özellikle dikkat eder
hale gelir.

Gerçekte Ailemizde Bize Ayrılan Yer Neydi?


‘Ailenin ilk çocuğu olmak dışında üstelik her iki tarafın aile­
sinde de ilk torundum. Sonuçta örnek bir kız çocuğu olmaktan
başka bir seçeneğim yoktu!’
25
Ailede, içindeki yerimize bağlı olarak çoğu zaman belli bir
rol yüklenmiştir bize. İlk veya tek çocuksak, bir yandan annemiz
bize yaşamayı öğretirken diğer yandan da biz ona anneliği öğre-
tiyoruzdur. Aynı şekilde, babası olmayan bir erkek çocuğuna da
hem kocalık hem de kardeşleri için babalık rolü biçilmiş olabi­
lir. Bu durumda çocuk, küçük kardeşine oranla mecburen daha
sorumlu davranmayı öğrenir. Küçük kardeşler genellikle kendi­
lerinden önce doğanlara oyun arkadaşı olarak hediye edilir, her­
kes üzerlerine titrer, kendilerinden önce gelenlerin bin bir güç­
lükle elde ettikleri ayrıcalıklardan kolaylıkla yararlanırlar ve di­
ğerleri artık büyümüşken ona hala bebek gibi davranılır. ‘Ben
ortanca çocuğum, o her zaman arada kaynayan çocuklardan...’
‘Çocukluğumda çok fazla problem yaşadığımı sanmıyorum, ne
ilk çocuktum ne de son, ortadaydım. Ama bu belki de en kötü-
süydü, onların sahip oldukları avantajlara sahip de değildim!’
Bu yer nankördür, çünkü nihayet varlığını kendinden önce
doğana kabul ettirmiş ve anne-babanın o çok değerli ilgisini
kendi tekeline almışken, yeni bir kardeşin gelmesiyle bu ayrıca­
lığını yitiriverir. Ancak diğer taraftan, diğerleri arasında kendi­
ne bir yer açmayı ve onlarla birlikte yaşamayı da öğrenir.
‘Kendimi kız kardeşlerimden ayrı düşünemiyorum, sanki
birlikte oluşturduğumuz bir bütünün sadece bir parçasıyım ben.’
Kalabalık aileyi oluşturan unsurlardan biri de çocuklardır ve
bu grup anne babadan ayrı bir şekilde bir bütün olarak var olur.
Bu durumda tek çocuk olmak avantaj gibi görülebilir, anla­
mı kişiden kişiye değişse de, en azından yerimizi başkalarıyla
paylaşmak zorunda olmaktan dolayı acı çekmeyiz. Ancak tek
çocuk olmanın da başka türlü zorlukları vardır. Her ne kadar an­
ne babanın bütün sevgisini yalnız o alıyorsa da onların bütün is­
teklerine cevap vermek, eksikliklerini duyabilecekleri şeylerin
yerini doldurmak ve acılarını üstlenmekte de yalnızdır. Anne-
babasıyla arasına başka hiçbir şeyin girmediği -oysa bazen biraz
26
mesafe koymak yararlı olabilir- bu üçlü ilişkinin ayrılmaz bir
parçasıdır.
Bu nedenle çocuk kaçış olarak kafasında hayali arkadaşlar,
başka aileler veya ufkunu genişletecek başka yerler yaratır. An­
cak, kardeşler arasında sürekli tekrarlanan çatışmaları hiç yaşa­
madığı için, belki kalabalık ailede yetişen bir çocuktan daha faz­
la, ideal bir ilişkinin yasını tutar; onca hayalini kurduğu, yalnız­
lığını paylaşacak o kişi tabii ki mükemmel olacaktır.
Aile içindeki yerimiz, görevimiz veya rolümüz ne olursa ol­
sun, yaşadığımız acılar ve ayrıcalıklar ne olursa olsun, önemli
olan tek şey hepimizin bunların içinden bizim için yararlı olan
unsurları alma kapasitesine sahip oluşumuzdur. Bazı durumlar
diğerlerine oranla bize daha fazla zarar vermiş gibi görünseler
de -şu da bir gerçek ki- bazı zenginliklere de başka türlü ulaşma­
mız asla mümkün olamazdı; gücümüz ve anlayışımız bu tür zor­
luklara uyum sağlayabilmek için ortaya koyduğumuz ustalık
oranında artar.
Gerçekten de bazı çocuklar varlıklarını kabul ettirmek için
çok erken savaşmak zorunda kalırlarken bazıları da çok fazla
beklendikleri ve anne-babanın yaşamında çok önemli bir unsur
oldukları için ileride bir türlü kurtulamadıkları duygusal bir yük
yüzünden acı çekerler. Böyle bir beklentiyi taşımak da çok ağır
değil midir? Hangi ideal imajla karşı karşıyalar? Gerçekte ol­
duklarından çok farklı, önceden belirlenmiş ve gerçek kişilikle­
rini tamamen yadsıyan bir imaj olmasın bu?

Anne-babalar Daha Çocukları Dünyaya Gelmeden Önce


Onlar Hakkında Basmakalıp Düşüncelere Sahiptir
Ona semboller yüklü, geçmişlerine ait veya gelecekle ilgili
hayallerine uygun anlamlar yüklü bir isim seçerler... Anne onu,
kız veya erkek, büyük bir oyuncak bebek veya bir oyun arkada­
şı olarak hayal edip kendi zevk aldığı şeyleri ona da yaşatmayı
27
veya kendisinin gerçekleştiremediği her şeyi onun gerçekleştir­
mesine yardımcı olmayı düşlemiştir... daha şimdiden çocuğuyla
gurur duyan baba ise. onun mesleğinin ve yaşam tarzının ne ola­
cağını düşünmüş ve çocuğunun başarılarının umutlarını boşa çı­
kartmayacak düzeyde olacağını hayal etmektedir.
Ve er ya da geç, bütün anlaşma ve anlaşmazlıklar, anlama ve
yanlış anlamalar, birliktelik ve uzaklıklar bu beklentiler yüzün­
den ortaya çıkacaktır. Çocuk kendi haberi olmadan imzalanmış
olan bu anlaşmaya bir süre uysa da, anne-babasının arzuları dı­
şında kendisi olarak var olmayı isteyeceği bir an gelecektir. An­
cak kopuş çoğu zaman sancılı olacaktır. Anne-babasının beklen­
tilerine cevap vermediği için kendisini suçlu hissedecektir. Ör­
nek bir çocuk olmayı ve o kendisi hakkında oluşturdukları ideal
imaja uygun olarak yaşamayı nasıl reddetmeli?
Anne-babalar, çocukları için iyi olacağını düşündükleri şey­
leri sadece onu çok sevdikleri için yaptıklarından emindirler.
Onun iyiliğini ve mutluluğunu istedikleri elbette doğrudur. An­
cak, kendileri de ideal bir imaja uyma ihtiyacı duyduklarından,
sadece bu nedenle bile olsa, çocuklarında kendi başarılarının bir
yansımasını görmüyorlar mı? Kendi imajlarının narsistik bir
uzantısı olan çocukları ileride istedikleri gibi oljnadıklarında na­
sıl hayal kırıklığına uğramazlar?
Öte yandan bazı fiziki özellikler de işin içine girer. Çocuk, an­
nesinin bütün hamileliği boyunca kumral ve yeşil gözlü bir çocu­
ğun fotoğrafına konsantre olduğu halde kendi çocuğunun sarışın
ve mavi gözlü doğduğunu görünce nasıl da “üzüldüğünü” duy­
muş olabilir. Ya da “babası bir erkek çocuğu olmasını istediği
halde” annesinin kız doğurmuş olmaktan nasıl da üzüntü duydu­
ğunu dinlemiştir. Ve bazı şeyler yeterince açık bir şekilde dile
getirilmemişse, çocuk anne-babasının beklediği şekilde doğma­
dığı için kendisini sürekli affettirmek zorunda hissedecektir.
Bu suçluluk duygusu zamanla bizi olduğumuz gibi kabul
28
edemeyen, daha da kötüsü, sadece ne olmadığımızı kafamıza
kakmaktan başka bir şey bilmeyen bu insanlara karşı nefret ve
saldırganlığa dönüşür. Bu saldırganlık da suçluluk duygumuzu
iyice artırır: Sevdiğimiz ve bizim iyiliğimizden başka hiçbir şey
istemediklerini söyleyen bu insanlara karşı nasıl böyle kötü duy­
gular besleyebiliriz? Suçluluk duygusu ve saldırganlık karşılıklı
olarak birbirlerini daha da güçlendirirler, çünkü bizi böyle suç­
lu kılanlara kızgınlığımız her zaman devam eder...
Bu suçluluk duygusunu sürekli olarak daha iyi ve onların
beklentilerine uygun davranışlarla tamir etmeye çalışırız. Onlar­
dan geçmişteki hatalarımızın affedildiğine dair bir işaret bekler­
ken bir yandan da acılarımızın ve mutsuzluklarımızın kendile­
rinde yaratmış olduğu hayal kırıklıklarını ödemeye çalışırız.
Öte yandan unutmamalı ki, bu beklentiler her ne kadar suç­
layıcı olsalar da bizim gelişimimiz, bir şeyi daha iyi yapma ar­
zumuz ve özellikle -anne ve babamızın bizi daha fazla sevebil-
meleri için- giriştiğimiz her şeyi başarmamız için son derece
önemli itici güçlerdir. ‘Onlardan her zaman beni yüreklendirip
desteklemelerini, yanımda olmalarını bekledim. Oysa onlar be­
nim geleceğimi umursar gibi görünmüyorlardı. Benden hiçbir
beklentileri, dile getirdikleri bir arzuları yoktu. Ben de başkala­
rının ilgisini çekecek şekilde davranmaya çalışmadım hiç. Çaba
göstermeme değecek hiçbir şey yoktu ki; sanırım bu yüzden bir
şeyi elde etmek için çok fazla çabalayamıyorum, en ufak bir en­
gelle karşılaşır karşılaşmaz her şeyden vazgeçiveriyorum.’
Anne-babadan herhangi bir tepki almadan -ki bu tepkiler il­
gi ve sevginin göstergesi olan bir aynadır- kendimizi tanımlama­
mız imkansızdır. Bu ayna kendi yapımızı, gelecekte sahip olaca­
ğımız kişiliğin temellerini ve ayrıca bize dayanak olacak bir çer­
çeve bulabilmemiz için gereklidir. Bir takım ilkelere, yasalara
ve kabul edilebilir sınırlamalara uyabilmemizi sağlayacak un­
surları yansıtır bize.
29
Bu, “iyi eğitim” yapmamız veya yapmamamız gereken şey­
leri öğrenmemizi sağlar, bir engelleme ve bezginliğe neden ola­
cak şekilde katı olmayan beklentiler de bize yapabileceğimiz
şeyleri ispat etme gücünün yanı sıra hoşa gitme ve varlığımızı
kabul ettirme arzusuyla karşımızdakinde olumlu bir izlenim bı­
rakmamızı sağlar.

DÜŞÜNCENİN EMEKLEMELERİ
Çocuk dünyaya geldiğinde annesiyle arasındaki o düşsel ba­
ğa şimdi gerçek bir ilişki eklenmiştir. Anne, her ne kadar onca
düşlediği bebeği -tabii ki- seviyorsa da şimdi onu olduğu gibi
sevmeyi ve düşü gerçeğe dönüştürmeyi öğrenmesi gerekecektir.
Anne bebeği henüz karnındayken onu tanımaya başlar, bebe­
ğin hareketlerini, bazı şeyleri onayladığı veya onaylamadığı
şeklinde yorumlayarak bebeğinin ileride nelerden hoşlanacağı
veya karakterinin ne olacağı hakkında bir fikir edinir. Doğum­
dan sonra çocuğun gerçek davranışlarıyla karşılaştığında da
kendine has yorum sistemiyle bu davranışlara bir anlam yükle­
meye devam eder.
“Annenin gıdı-gıdılarınm önemine ne demeli? Bu son dere­
ce alık olay çocuğun ilk ilişki örneğidir ve bu örnek ileriki yaşa­
mında kuracağı ilişkileri etkileyecektir. Çocuğun sosyal, ente­
lektüel ve ruhsal dünyası bu gıdı-gıdıya bağlıdır... Çok şaşırtıcı
bir biçimde, henüz hayatta hiçbir deneyim yaşamamış birkaç
haftalık bir bebeğin bedeninin ve yüzünün bir dili ve söyledik­
leri vardır ve bu şimdiden gelecekteki ilişki kurma tarzı hakkın­
da bir fikir verir.
*
Doğumu izleyen ilk aylarda anne-baba bebekleri hakkında
nasıl yavaş yavaş bir fikir ediniyorsa bebek de aynı şekilde on-
*Boris Cyrulnik, Maynıtınun Hafızası, İnsanın Sözü, Collection ‘Pluriel’,
Hachette, 1984

30
ların davranışlarını kendince yorumlar. Sevgiyi veya itilmişliği
görür: Tensel temas var mı yok mu, ses yumuşak mı yoksa sert
mi, ihtiyaçları çabucak gideriliyor mu yoksa çok uzun süre bek­
liyor mu? Ve isteklerini, tatminsizliklerini, mutluluğunu veya
mutsuzluğunu son derece anlamlı hareketlerle belli eder: Başını
çevirir, ağzını açmayı reddeder, yiyecekleri ağzında tutar veya
kusar, uykusunda huzursuzdur, ağlar, bağırır, sürekli hareket ha­
lindedir ya da tersine, tamamen uyuşuk bir haldedir.
Bu ilk iletişimle kendi isteklerini dile getirirken diğer yandan
da anne-babasının isteklerini keşfeder. Onların gülmek, korku,
kızgınlık veya kaygı biçiminde dile getirdikleri duygularına
bağlı olarak anne-babasında şu veya bu tepkiyi yaratmayı öğre­
nir. Böylece yavaş yavaş gücünü en iyi kullanabileceği durum­
ları keşfeder.
Tuvaletini yapmasının anne-babası için önemli olduğunu ne
kadar çok hissederse onlara bu “hediyeyi” vermekten veya ver­
memekten de o kadar çok zevk alır, böylece memnuniyetini ya
da mutsuzluğunu dile getirir. Aynı şekilde, annesinin bibero-
nundakinin hepsini bitirmesine ne kadar önem verdiğini bildiği
oranda, kızgınlığını dile getirmek için yemek yemeyecektir;
hem annesinin hem de ona hazırladığı yiyeceğin ne kadar iyi ol­
duğunu göstermek istediğinde de büyük bir mutlulukla yemeyi
kabul edecektir.
Büyüyüp yetişkin bir kişi olduğumuzda da kendimizi ifade
etmek için bu hareketleri kullanmaya devam etmiyor muyuz?
Sanki vücut dilimiz olmaksızın karşımızdakiler bizi duyamaz­
larmış gibi... Etrafımızdaki insanların bazı hastalık belirtilerimiz
karşısında endişelendiklerini hissettiğimiz anda, eğer ihtiyacı­
mız olan sevgi ve ilgiyi başka türlü elde etmemizin mümkün ol­
madığına inanıyorsak, hiç çekinmeden kendimizi hasta ederiz.
Böylece kendimizi acı çeken bir vücut dışında ifade edemez
hale gelebiliriz de. Karşımızdakinin bizi dinlemesini istediği-
31
mizde veya ilgisini biraz kaybettiğini hissettiğimizde umursan­
mamanın acısını yaşamak yerine hastalık daha tercih edilir bir
çözüm olarak ortaya çıkar: Bu. korkumuzu belli bir noktaya
yönlendirmemizi sağladığı gibi mecburen etrafımızdakilerin il­
gisini de çekeriz ki bu hiç de yabana atılır bir şey değildir. Za­
ten acı çektiğimize göre hasta olmuşuz ne fark eder!
Bir kardeşleri olduğunda çocuklar, anne-babanın sevgisinde
bir azalma olduğunu veya bu davetsiz misafire gereğinden fazla
sevgi gösterdiklerini hissettiklerinde hemen huzursuz ve acı çe­
ken bir bebeğe dönüşü verirler. Yeni doğan kardeşe gösterilen
her sevgi belirtisi onun için kelimelerle cevap veremediği bir
saldırıdır; bu zayıf ve sorumsuz yaratığa duyduğu kıskançlığı di­
le dökmeye hakkı olduğundan pek emin değildir. İtiraf edeme­
diği bu duyguları yüzünden daha şimdiden acı çekmeye başlar
ve ileriki yaşamında bu acıyla tekrar karşılaştığında bunun kö­
künde yatan duyguları hatırlamayacaktır bile.

Çocuk Duyduğu Bu Acının Yoğunluğunu


Bedeni Aracılığıyla Aktarır
Fiziki belirtiler, dışlandığını hissettiğinde ve anne-babasının
ilgisini çekemediğinde attığı çığlıklardır. ‘Beni duymaları için
sürekli bağırmak zorunda olduğumu sanıyorum. Küçükken kim­
se beni umursamıyordu, şimdi de aynı şey geçerli.’
Uzak ve ilgisiz bir anne karşısında, onun sevdiği tek varlık
olmamanın o çıldırtıcı paniğiyle çocuk annesinin ilgisini çeke­
bilmek için bütün gücünü kullanır, annesinden herhangi bir tep­
ki alabilmek için her türlü yaramazlığı ve aptallığı yapmaktan
çekinmez. Ve bazen o kadar ileri gider ki onca beklediği sevgi
ve okşanma yerine şiddetle karşılaşıverir.
Maalesef bu sevgi isteği genellikle yanlış şekilde ifade edil­
diği için, çocuğun arzu ettiği şekilde algılanmadığı gibi bazen
tamamen ters bir etki bile yaratabilir, anne-baba bu tepkisel dav-
32
ranışın çocuğun karakterinin bir özelliği olduğuna, dolayısıyla
kalıcı olduğuna inanır. Hemen yaftalanır çocuk: Her zaman si­
nirli, tahammül edilemez, beceriksiz, aklı bir karış havada, ağır
ya da yavaş, fazla hayalci veya yeterince uslu değil ve hiç hoş­
lanmasa da bu imajı ister istemez sürekli taşıyacaktır.
Bir şeyi iyi yapamama korkusuyla, beceriksiz olmadığını ka­
nıtlamayı onca istediği kişiler karşısında hiç olmadığı kadar be-
ceriksizleşir, cahil olduğu konusunda ısrar eden kişiler karşısın­
da tüm bildiklerini birden unutuverir, yüzünün kızardığını söy­
ledikleri anda daha da kızarır ve utangaç olarak tanındığını bil­
mek özellikle utanmasına neden olur... onu nasıl tanımlarlarsa
öyle olur, bu niteliklerden çok korksa da kurtulmayı bir türlü be­
ceremez. Kendi hakkındaki bu tanım olumsuz da olsa çocuk so­
nunda anne-babası tarafından bir şekilde kabul edildiğinden
emindir.
İlgi çekmeye çalışıyor olmakla suçlansa da, kesinlikle yasak
olduğunu bildiği halde yapmaya devam ettiği şeyler yüzünden
şimşekleri üzerine çekse de, hatta ağır bir ceza alacak şekilde
davransa da çocuk bütün bunları anne-babasının gözünde var ol­
madığı duygusunu yaşamaya tercih eder. Aynı şekilde sinirlen­
dirip çileden çıkartması gerektiği zamanlar “tahammül edilmez”
olmaktan hiç çekinmez; karşısındaki insanın sınırlarını aşmak­
tan korkmaz çünkü şimdiye kadar kendi tahammül sınırı da çok­
tan aşılmıştır.
Bazı yetişkinler de bu davranışı devam ettirirler. Sevilmek ve
kabul görmek için sürekli çaba harcarlar ve hiçbir gevşekliğe
izin vermeyen o hoşa gitme hırsıyla, daha fazla almak için, her
şeyi yapmaya hazırdırlar. ‘Çocukken annemin elini bırakırsam
beni terk edip gideceği duygusuyla yaşıyordum.’ Diğerinin fizi­
ki varlığı olmadan aralarındaki bağın süreceğine inanmazlar; sü­
rekli emin olmak isterler, hiç durmadan sevgi işaretleri almalı­
dırlar yoksa kendilerini boşlukta hissederler. Her ilişkilerinde
33
terk edilme fikri sürekli olarak kafalarını meşgul eder ve kendi­
lerine bunu hissettirecek en ufak bir işarette hemen korktukları­
nın başlarına geldiğini düşünürler.
Araştırmalar gösteriyor ki, “kaygılı-kaygıcı” annelerin ço­
cukları sınırlı ve dar bir dünyada sürekli güvende olmayı ararlar,
kendilerini güvende hisseden çocuklarsa yaptıkları resimlerde
annelerinin bedenini büyük bir yıldızın içinde çizerler.
Anne-babanın acısı, bunun ne olduğunu anlamayan ancak
hisseden çocuk tarafından dayanılmaz bir acı olarak algılanır.
Onca sevdiği bu insanın duygularından o da kendince etkilenir,
üstelik çocuk bakışıyla iyice saptırarak ve anlayamadığı ölçüde
büyüterek. Ve bunlar kendisine hiçbir zaman açıkça anlatama­
dığı için anlaması iyice güçleşir. Böylece tüm bunlara bir cevap
bulması, öfke, isyan veya gözyaşı yoluyla bunlardan kurtulması
imkansız hale gelir ve dile getiremediği bir korkunun ve sıkıntı­
nın kurbanı olarak kahr.
Mutsuz veya sürekli başka şeylerle meşgul bir anne, çocuğa
-daha küçücükken bile- sevilmediği duygusunu verir ve özellik­
le de sevilmeyi hak etmek için gerekli şeyleri yapmadığı duygu­
sunu. Bir çocuk için annesinin kendisi dışında başka bazı dış et­
kenler yüzünden mutsuz olabileceğini düşünmek imkansızdır.
Ayrıca bu, annesi için ifade ettiklerinden ve onun üzerindeki ha­
kimiyetinden vazgeçmek olurdu. Çocuk kendisini annesinin ruh
halinden sorumlu hisseder ve onu mutlu edebilecek kişinin sa­
dece kendisi olduğunu düşünür. Ancak ona ihtiyacı olan şeyi ve­
remediğini gördükçe kendisini suçlu hisseder ve tuhaf bir biçim­
de ondan uzaklaşamadığı gibi, sonunda içini rahatlatacak bir gü­
lümseme veya kendini daha iyi hissettiğine dair bir işaret bekle­
yerek ona daha çok takılı kalır. Tatminsizlik, oburca her an an­
nesinin varlığını istemesine neden olur ve bazen bu dayanılmaz
duygusal boşluğu doldurmak umuduyla yiyeceklere saldırdığı
da olur.
34
Bunun aksine, ilgili ve güven verici bir anne çocuğa kendisi­
ni çevreleyen dünyayı özgürce keşfetme imkanı verir; yoklu­
ğunda bile, onu kendisine bağlayan çok güçlü ve sağlam bir ip­
le bağlıymışçasına, annesinden uzaklaşmaktan korkmaz. Aynı
şekilde, aile içinde kendisine önemli bir yer verildiğini hisseden
çocuk, ileride dünyayı baştan kendisine düşman olarak görme­
yecek ve toplumda kolaylıkla bir yer edinecektir. Koruyucu ve
sarıp sarmalayıcı anne-babalar çocuklarına hayatları boyunca
onlara eşlik edecek olan o sevildiklerinden emin olma duygusu­
nu verirler. Sevgi olmadan çocuğun kendisini inşa etmesi im­
kansızdır. Kendisine sürekli olarak sorduğu tek soru anne-baba­
sı ve etrafındakiler tarafından sevilip sevilmediğidir: Nasıl se­
vildiği, niçin sevildiği; cevabın olumsuz olması halinde de, ne­
den sevilmediği; yaptığı her şeyde bu soruya bir cevap arar ve
karşısındakinin her hareketini bu anlamda yorumlar. Her sevgi
kanıtı var olduğunun da bir kanıtıdır aynı zamanda.

Hoşa Gitme İhtiyacı Çocuğun Gelişiminde


Çok Güçlü Bir Etkendir
Çocuk varlığını anne-babasının veya yakın çevresinin gözle­
rinden görür, diğerleri onu nasıl görüyorsa, o da kendisini öyle
görür ve bu değişik aynalar aracılığıyla kendisini tanımayı öğre­
nir. Bu bakışlar hayatı boyunca, hem hareketleri, hem de düşün­
celeri üzerinde etkili olmaya devam edecektir.
Ancak bu aynanın yansıttıkları çocuğa cesaret verecek şekil­
de değer verici olmalıdır, böylece kendisine yansıtılan olumlu
imajla özdeşleşecek ve bunu korumak arzusuyla elinden geleni
yapacaktır. Hangimiz bizimle ilgilendiğini ve entelektüel yön­
den takdir ettiğini hissettiğimiz bir öğretmenin dersine daha faz­
la ilgi duyup en iyi notları almamışızdır?
Yakınlarımızın sevgi dolu bakışları ve bize verdikleri güç sa­
yesinde ilerleyebiliriz; güvenle yeni girişimlerde bulunur, yeni
35
ilişkilere girebiliriz ve karşımızdaki insanlar üzerinde de bu gü­
venin olumlu etkilerini görürüz. Sevgi, sevildiğini hisseden kişi­
lerin gözlerine yansır ve bu onları daha da “sevilmeye değer” kı­
lar. ‘Şu anda aşık ve mutluyum ya herkes benimle olmak istiyor.
Oysa mutsuz olduğum dönemde benden kaçıyorlardı.’
Öte yandan, bu sevginin çok fazla esiri de olmamak gerekir
çünkü bu sevgi bazı şartlara bağlıdır. Her zaman açıkça dile ge­
tirilmese de bir takım yasaklara uymak zorundayızdır çünkü uy­
mamamız durumunda bizim için o kadar önemli olan bu sevgi­
yi ve takdiri kaybederiz. Böylece kendimiz olmak yerine, bizden
beklenen imaja uygun olarak, olmamızı istedikleri kişi oluruz ve
zamanla bu ödünç kişiliğe öyle bir bürünürüz ki kendi gerçek ki­
şiliğimizi bile unutabiliriz.

Koşulsuz Sevilmenin Bizim İçin Gerçek Bir


Hediye Olup Olmayacağını Merak Edebiliriz
Eğer davranışlarımız -her ne yapıyorsak- eleştirilmeden ve
yargılanmadan kabul edilselerdi, gerçekten iyilik mi edilmiş
olurdu bize? Bir çatışma ortamının olmayışı, bir anlaşmazlık,
reddedilme veya kendimizinkinden farklı bir düşünce karşısında
kimliğimizi savunamaz oluşumuz, ileride bize diğerlerinden
farklı olma ve kendi arzularımızı empoze etme hakkını verme­
yecektir.
Bazıları da bakışların değişkenliğinden şikayetçidir. Bu deği­
şiklikler kabullenebilecekleri ahlaki bir kurala uymaktan çok
mizaç değişikliklerine bağlı gibidirler. Böyle durumlarda ceza­
nın ve ödüllendirmenin neye göre olduğunu asla anlayamazlar,
hangi yetenekleri ve çabaları için bu ani sevgi gösterisiyle kar­
şılaşmışlar veya hangi hataları ve beceriksizlikleri için bu yersiz
öfkeyi hak etmişlerdir asla bilemezler. Sürekli diken üstündedir­
ler ve hiçbir şeyden emin olmadıkları için dayanaklarını oluştu­
racak iç değerlerini kurmayı başaramazlar.
36
Bazı durumlarda da bu bakış yoktur ya da boştur. îlkinde, an­
ne veya babanın ölümü, boşanma, hastalık veya savaş gibi ne­
denlerle birbirinden ayrı kalma durumunda, anne veya babaları­
nın onlara hangi gözle bakabileceklerini bilemeseler de bunu ka­
falarında yüceltirler. Sadece kendi imajlarını yüceltmekle kal­
mazlar, aralarında olabilecek ilişkiyi de yüceltirler: sevecen,
yardımcı, saygılı ve özenli...
Anne veya babanın var olduğu ancak ilgisini çocuktan başka
her şeye yönelttiği durumlarda ise yaralayıcı, yıkıcı, saldırgan
ve son derece acı verici bir gerçeği kabullenmek zorunda kalı­
rız. Ve varlığımızın gerçek olduğunu kanıtlayacak bir ilgi ve ka­
bullenilme arayışımız hiç bitmez.
Eğer anne-babamız bize sürekli bir şekilde olmamız gerekti­
ği gibi bir çocuk olmadığımızı hissettirmişse, bu olumsuz bakı­
şa rağmen kendimizi sevilmeye değer bulmamız mümkün mü?
Davranışlarımızın veya yaptıklarımızın sadece olumsuz yönleri­
ni göstermek için çıkarttıkları “off’lar sayesinde hiçbir şeyi doğ­
ru düzgün yapamadığımızdan emin olur ve hemen her şeyden
vazgeçeriz. Sonuçta karşımızdakiler hiçbir zaman hoşnut olma­
dıklarına göre çaba göstermeye değer mi? Hayal kırıklığı yüklü
bakışlar, memnuniyetsizlik imaları bize değersiz olduğumuz
duygusunu verir ve bu duygudan kurtulmak kolay kolay müm­
kün değildir.
Bu arada, her ne kadar sert eleştirilere maruz kalıp üzücü
şeyler yaşıyor olsak da hala ve ısrarla anne-babamızdan gelecek
bir sevgi işareti bekleriz; o yaralayıcı sözlerin ardından nihayet
yumuşak ve sevgi dolu sözler duyacağımızı ümit ederiz. Bir gün
geçmişteki hatalarımızın affedileceğine ve bize yapılan bu kötü­
lüklerin tamir edileceğine inanmaya ihtiyacımız vardır, evet bir
gün... yaralarımızın acısını dindirecek şekilde davranmayı öğ­
rendikleri gün. Anne-babamız tarafından kabul edilip bizim de
nihayet kendimizi olduğumuz gibi kabulleneceğimiz o içsel hu­
zura kavuşmak için can atarız.
37
BİR YAPI OLUŞTURMAK
Çocukluğumuzdaki bu bağlar ileride yaşayacağımız ilişkile­
ri de şekillendirir. Bazı acılar, tıpkı anadilimiz gibi, o kadar ta­
nıdıktır ki onları yaşamak bize “doğal” gelir, üstelik kendimizi
bu acıları tekrar tekrar yaşayacak durumlara sokmamız da gayet
doğaldır. Aynı şekilde, eskiden bizi mutlu etmiş olayları da ha­
yatımız boyunca yeniden yaşamak için çabalarız.
Bize tanıdık gelen bazı bakışlara, sözlere veya davranışlara
karşı son derece hassasken yine bize yabancı davranış veya yak­
laşımlar anında uzaklaşmamıza neden olurlar. İlk bakışta kendi
dünyamıza yabancı görünen veya alışık olmadığımız her şey bi­
zi rahatsız eder ve ürkütür. Çok özel tipte bir mesaja şartlanmı-
şızdır ve çocukluğumuzda bize öğretilenlerden başka verecek
bir cevabımız veya örnek olarak gördüğümüzden başka bir dav­
ranış tarzımız yoktur.
Yaşayabilmek için doğal bir biçimde ortaya çıkan tepkilerin
ileride bazı durumlar karşısında da refleks olarak ortaya çıktık­
larını görürüz. Gitgide her zaman aynı biçimde davranmaya
şartlanırız ve kendimizin bile nasıl ve niçin geliştirdiğimizi an­
layamadığımız bu davranış tarzını sorgulamamız çok güçtür.
Örneğin, çocukken sevgi ve ilgi görmeyen insanlar ileride
kendilerine sevgiyle yaklaşılmasını çok zor kabul ederler çünkü
bir daha acı çekmemek için buna inanmayı yasaklamışlardır
kendilerine; susuz kalmış bir bitkinin suyu azar azar emmesi gi­
bi, onlar da sevgi işaretlerini azar azar kabullenirler. Her türlü
sevgi davranışını abartılı bulurlar çünkü bu onlara tahammül sı­
nırlarını aşacak şekilde dokunmaktadır, sevginin bu varlığı, ken­
dilerine onca acı çektirmiş olan sevgisizliği iyice depreştirir.
Ve sonuçta -o kadar uzun süredir bekledikleri sevgiden- ken­
di dünyalarına yabancı olan ve içlerinde korku ve endişe yaratan
aşırı sevgi gösterilerinden kaçmayı tercih ederler. 'İnsanlar bana
iltifat ettiklerinde ve hele ısrarla hoş ve sempatik olduğumu söy-
38
lediklerinde sanki aksini ispat etmek istercesine korkunç kötü
davranıyorum. Ve bana bir teklifte bulunulduğunda, bunun be­
nim için olumlu olacağını bilsem de, mutlu olmak yerine kendi­
mi son derece rahatsız hissediyorum.’
Asla dışa vuramadıkları o öfkeyle yumruklarını sıkmış, tü­
kenmez bir hınçla kendilerini bir türlü serbest bırakamayan o
küçük çocuk olarak kalmışlardır sanki. Bize onca acı çektiren
insanları nasıl affetmeli? Bir anlamda artık var olma biçimimiz
olan bu tepkisel saldırganlığın yerine ne koymalı? Geçmişimiz­
le barışmak mümkün değilken kendimizle ve diğerleriyle nasıl
barış içinde yaşamalı?

Çocukluğumuzda Yaşadığımız Sevgi


Eksikliğini Unutmak Çok Zordur
Anne-babamızın duygularını gösteremediklerini düşünüp
onları bağışlasak bile, bu sevgiyi hak edecek kadar “iyi” olma­
dığımızı düşünüp kendimizi suçladığımız anlar da vardır. Onla­
rın davranışlarından kendimizi sorumlu tutarız ve kendimize her
zaman itiraf etmesek de, için için, başka türlü davranmış olsay­
dık bizi severlerdi, diye düşünürüz.
Her başarısız ilişkide, sevilmeye layık olmadığımızdan bir
kez daha emin olmuş bir şekilde, karşımızdaki insanın hala bi­
zimle olmayı seçmek yerine tüm ilgisini keserek bizden uzaklaş­
masını doğal karşılarız. Sürekli olarak, bizden beklenilen şekil­
de davranmadığımız için cezalandırılmayı hak ettiğimize inanı­
rız ve sevgi ve takdir görmeyi hayal bile edemeyiz.
Ve “doğal” bir ceza olarak gördüğümüz için de maruz kaldı­
ğımız her saldırı bize daha çok acı verir -geçmişteki bütün kötü
davranışlarımızın ertelenmiş cevabını vermektedir karşımızdaki
bize. Çocukluğumuzdan beri yakamızı bırakmayan bu suçluluk
duygusu, karşılaştığımız bu saldırıları hak ettiğimize inanmamı­
za neden olur. ‘Her zaman baştan suçluyum; böyle olunca da
39
karşımdakinin davranışlarını yaptığım hataya tepki gösterdiği
veya kınadığı şeklinde yorumluyorum.’
Çocukken başarabileceğimize asla inanmadığımız bir şeyi
bugün başarabileceğimize nasıl inanmalı? Ve bize, tıpkı geçmiş­
te olduğu gibi bugün de. sürekli ne kadar güçsüz olduğumuzu
gösterenlere nasıl kızmamalı? ‘İlişkilerim yolunda gitmediğinde
çok üzülüyorum ve sürekli kendime bu noktaya gelmek için ne
yapmış olabileceğimi soruyorum ve beni bu duruma düşürdüğü
için, bu ilişkinin yürümesi için elinden geleni yapmadığı için,
karşımdakine öfke duyuyorum.’
Bazen tamamen bizim dışımızdaki olaylarda bile kendimizi
sevilmek için gerekli şeyleri yapmamış olmakla suçlarız. Dep­
resyon ve hatta anne veya babanın zamansız ölümü gibi olaylar­
da, onları gerektiği gibi sevip kendimizi yeterince sevdirebilsey-
dik iyileşirlerdi veya yaşamaya devam ederlerdi diye düşünürüz.
Ve için için kızarız da onlara. Bizi çok erken terk edip gittikleri
için, bizi birlikte yaşayabileceğimiz şeylerin özlemiyle yalnız
bıraktıkları için, bize birlikte geçirdiğimiz anlardan yeterince
faydalanmamış olmanın pişmanlığını bıraktıkları için ve hayatı­
mız boyunca bize eşlik edecek olan o ideal ilişki hayaliyle orta­
da kaldığımız için...
Çocukluklarında yaşadıkları acıları tekrar yaşamaktan kor­
kan insanlar, garip bir şekilde ve hiç farkında olmadan, kendile­
rine benzer şeyleri yaşatacak olan insanları seçerler. Örneğin an­
nesinin fazla cilveli olduğunu düşünen bir erkek kendisine rağ­
men tehlikeli kadınları seçecektir hatta onların tehlikeli olması
için her şeyi yapacaktır, zira kadınların böyle olması gerektiği­
ne inanmaktadır. Daha sonra da onlardan görebileceği zararlara
karşı kendisini korumak saplantısıyla ve yeni bir darbe daha ya­
şamamak adına araya mesafe koyacak ve kadının bu mesafeye
başka bir mesafeyle karşılık vermesi durumunda da -bunun ken­
di davranışına verilen bir tepki olduğunu asla anlamadan- başı-
40
na gelmesinden korktuğu o terk edilmişlik duygusunu yaşaya­
caktır nihayet.
Hepimiz gerçekleri kafamızın içindeki önyargılı düşüncelere
uydurup korktuklarımızın başımıza gelmesine neden oluruz ba­
zen. Ve bu yüzden çektiğimiz acıda unuttuğumuz bir şey vardır,
karşımızdakinin bizi onca korkutan gücü, bizim ona atfettiğimiz
güçten başka bir şey değildir.
Sevgililerimizi seçerken, sezgilerimiz acı çekebileceğimizi
söylese de, bize çocukluğumuzdaki bazı duyguları yaşatan ba­
kışların büyüsüne kapılabiliriz, aynı hoşa gitme ve sevilmeye
değer olduğumuzu kanıtlama arzusunu tekrar yaşarız ama yete­
rince iyi olamama korkusunu ve endişeyle beklenen ve umutsuz
gibi görünen o onaylanma işaretlerini de...
Çocukluğumuzun, bir çatışmanın düğümlenip kaldığı, o aynı
sahnesini tekrar tekrar oynar, başkalarına karşıymış gibi görün­
se de aslında kendimize karşı olan bu savaşı yeniden yaşarız.
Karşımızdaki insanı denediğimizi sanırken aslında kendimizi
deniyoruzdur. Uzak bir bakışı ilgili bir bakışa, olumsuz bir ba­
kışı olumlu bir bakışa dönüştürebileceğimizi kanıtlamaktan baş­
ka amacımız yoktur kendimize.
İşte tutku da bu hayallerden doğar. Bekleyişin nihayet sona
ereceği hayali, geçmişimizdeki cehennemi cennete dönüştürerek
acı veren bu boşluğu doldurma hayali... bize ihtiyacımız olan
sevgi ve onaylanmayı nihayet verebilecek güce sahip olan bu
yeni sevgili hayatımızda çok önemli bir yer tutar. Bize yaşattığı
duygular yüzünden seçtiğimiz ve daha fazla sevilmek için ken­
dimizi tamamen verdiğimiz bu kişinin bakışlarında kendimizi
nihayet dikkat çekici, sevecen, eşsiz ve vazgeçilmez hissederiz.
Ancak, bizi onca değerli gösteren bu ayna yok olduğunda biz
de tamamen yok olup gitmeyelim sakın! Her şey mükemmelken
bir süre sonra çatlaklar baş gösteriverir, farklılıklar, imkansızlık­
lar ve uzaklaşmalar yaşanır. Bu durumda, eğer kafamızda yarat-
41
tığımız ve görmeyi istediğimiz ideal tipten vazgeçip karşımızda-
kini gerçekte olduğu gibi kabul etmezsek daha önce yaşadığımız
ve acısını çektiğimiz o farklılıkları, imkansızlıkları ve uzaklıkla­
rı tekrar yaşamamız kaçınılmazdır. Karşımızdaki insanın yoklu­
ğunda bizim de var olmamız mümkün değildir, bizden uzaklaş­
ması, tahammül edilmez bir boşluk yaratır ve bize karşı bakışı­
nın değişmesi, bizim kendi gözümüzdeki imajımızı da tamamen
yıkar.
Ve o insanı hayatımızda ne kadar uzun süre beklemişsek, ona
olan bağımlılığımız ve yokluğunun yarattığı boşluk da o oranda
büyüktür. Tutkunun esiri olmuş bir halde, tıpkı kendisinin yarat­
mış olduğu demir parmaklıklara odaklandığı için arkasındaki
kapının açık olduğunu göremeyen bir tutuklu gibiyizdir.
Bu durumda tutku işkenceye dönüşür ve acı verir. En derin
acılarımızı canlandırarak en zayıf noktalarımızı gözler önüne
serer.
Bu anlamdaki tutku bir hastalıktır. Hayatında hiç olmadığı
kadar kendisi olduğunu hisseden kişi aslında çok kırılgan bir du­
rumdadır ve kendisini aştığı yanılsamasına inanırken aslında
hiçbir şeyi kontrol edememektedir, kendisini duygularının akışı­
na bırakmış bir haldedir ve bu duygular kurtulmayı istemediği o
coşkulu durumun bir tekrarı olduğu için de oldukça kuvvetlidir.
Bazılarımız bu acıyı yaşarken, hayatımızı ellerine teslim et­
tiğimiz kişinin aslında belki bizimkinden daha büyük bir yaşa­
ma güçlüğü çektiğini unuturuz. O da çocukluğunda çeşitli acılar
yaşamıştır. Sevmeyi beceremiyor oluşu kendini sevememesin-
dendir, olumsuz bakışı veya bizi itişi aslında kendisine karşı
olan olumsuz bakışının bir yansımasıdır. Hatta kendisine çok
fazla değer veren bu insanı küçümseyebilir de, Groucho
Marx’m kendisini üye olarak kabul eden bir kulübün kayda de­
ğer olamayacağını söylemesi gibi...
Diğerinin, tutkun olduğumuz o kişinin “ne” olduğu bizim
42
için önemli değildir ve onun yaşama güçlüğünü kolay kolay göz
önünde bulundurmayız. Kendisine verdiğimiz görevi yerine ge­
tirmekten başka bir fonksiyonu yoktur ve her ne kadar onun en
ufak hareketine bile bağımlı olduğumuzu zannetsek de, aslında
bizim arzularımızın ve umutsuzluklarımızın oyuncağı olan odur.
Bize dışlanmışlığı tekrar yaşatarak, onu yenme fırsatı verir,
onun hayal kırıklığı bizim kendi umutsuzluklarımızı canlandırır
ya da kendi yarattığımız bu varlığa tapma imkanı verir. Ve ba­
zen kurban bazen de cellat olmamızı sağlayarak en çelişkili is­
teklerimizi doyurur.
Bazen karşımızdakine atfettiğimiz gücün aslında kendi haya­
limizin bir ürünü olduğunu anlamak için geçmişimizi salıverme­
miz yeterlidir, sürekli roller dağıtmaktayızdır ve ne kadar tehli­
keli olsa da, bu bize var olduğumuzu hissettiren tek şeydir.
Her ne kadar kurtulmak için elimizden geleni yaptığımıza
inansak da aslında aradığımız her zaman kendi hikayemizin de­
vamıdır. Örneğin hiçbir zaman sevildiğinden emin olamamış bi­
risi, karşısındakinin her an bu sevgi eksikliğini uyandıracağın­
dan şüphelenir; sevgi işaretlerini kolladığı kadar sevgisizlik işa­
retlerini de kollar, ortada hiçbir neden yokken endişelenir ve her
şey yolunda gittiği halde asla mutlu olamaz. Karşısındaki insan­
dan beklentileri bitmek bilmez, hep daha fazlasını ister ve en
azından bir süre içini rahatlatacak imtiyazlar bekler. Takıntılı bir
şekilde, önündeki sınırları aşmaya çalışır, böylece hayatı boyun­
ca önüne konmuş sınırları aşacağını ümit eder...
Arzuladığını elde etmek sadece geçici bir dinginlik sağlar ve
yeniden korkuya kapılmamak için kendisinde olmayan başka bir
şeyi arzular. Bütün gücünü ortaya koyduğu, sonu olmayan ve
sürekli tekrarlanan bu arzularla biraz heyecan bulur ancak.
Hayatımızda kaygı ve çatışma yaratan bütün bu davranış bi­
çimleri bize aktarılan, öğretilen ve bıkmadan sürekli tekrarlanan
davranış biçimleridir... Ancak, bunları değiştirmemiz mümkün-
43
dür ve değiştirmeliyiz de. Bu davranışlar bizi sınırlandırıp, baş­
kalarıyla sürekli sorunlu ilişkiler yaşamamıza neden oldukların­
dan, hem başkalarıyla ilişkilerimizde hem de kendimiz ve haya­
tımızla ilgili oluşturduğumuz imajda değişiklik yaparak geliş­
memiz gerektiğini anlarız.
Yavaş yavaş, sadece bizden gelebilecek bir şeyi dışarıdan
beklemememiz gerektiğini görürüz. Artık başkalarının hoşuna
gidecek bir imaj yaratmaya çalışmaktan vazgeçip, kendimizi ol­
duğumuz gibi kabul ederiz. Kendimizi daha fazla severek diğer­
lerinin de bizi sevmesine yol açarız. Bundan böyle bizi olduğu­
muz gibi kabul eden ve davranış biçimimizle uyumlu insanlarla
birlikte oluruz.
Varlığımız artık diğerlerinden gelecek bir onaylanma veya
kabullenmeye bağlı değildir; artık yaşamak için dışarıdan gele­
cek güvencelere ihtiyacımız yoktur. Tabii ki hoşa gitmek, dışa­
rıdan cesaretlendirici sözler duymak yararlı ve gereklidir, ancak
biz eskisi gibi onlara hastalıklı bir biçimde bağımlı değilizdir.
Bir insan, hayatında başkalarından gelecek güzel bir söz, de­
ğer verir bir bakış veya onaylanma olmadan var olduğunu hisse-
demediği sürece yetişkin bir insan olmuş sayılamaz. Tıpkı kanı
çekilmiş bir vücut veya iliği olmayan bir omurga kemiği gibidir
-içinde hiçbir sıcaklık olmayan ve dışarıdan desteklenmedikçe
ayakta duramayan bir beden gibi.
Hayatımızı umutsuzca beklentiler içinde geçirmemeye çok
dikkat etmeliyiz, çünkü her hayal kırıklığında, o dış desteğin
uzaklaştığım her hissettiğimizde, yıkılıp depresyona girebilir
hatta bizi böyle “yüzüstü bırakanlara” verecek başka cevabımız
yokmuşçasına “hasta” bile düşebiliriz.
Başkalarının bakışı, bizim kendimize bakışımızı engeller.
Bize gönderdikleri o değişik imajlarla -bir bütünlük arayarak-
topaç gibi kendi etrafımızda dönüp dururuz. Oysa hakkımızda
edindikleri izlenimleri korumak adına başkalarının istedikleri
gibi davranmak, kendi gerçek kimliğimizi bulmamıza engel
olur.
Başkalarının bakışı gelişimimiz için önemlidir, manevi des­
tek, sosyal ve duygusal çevre ilerlememiz için tabii ki kaçınıl­
mazdır, ancak bunlar, hiçbir zaman bizi kendi yolumuzdan sap-
tırmamalıdır. Gelişebilmek için bir gülün bakıma ve sıcaklığa
ihtiyacı vardır, ancak, az ya da çok açmış olsa da, o hep bir gül
olarak kalacaktır. Hepimizin kendine ait bir kişiliği vardır ve
onu en iyi tanıyan yine kendimizdir. Çocukluğumuzun o sıkı
bağlarından kurtulamamamız yüzünden, diğerlerinin bizden
beklentileri veya bizim hakkımızdaki o hasta edici fikirleri ne­
deniyle, kişiliğimizi iyi tanımamak veya onu inkar etmek kendi­
mizi kötü hissetmemize ve bazen de hasta düşmemize neden
olur.

45
‘KAFAMIN İÇİNDE BULANTILAR VAR...’
'Kafamın içinde bulantılar var... hem de gerçek bulantılar.
Ne zaman kendimi kötü hissetsem bedenim de kötüleşiyor...
Mutsuz olduğum zamanlarda neden bedenimin de bozulması
gerekiyor sanki?’ Biz acımızı görmezden gelmeyi tercih ediyor­
ken bedenimiz bu duygusal acıyı ağrıya dönüştürür. Gönül acı­
sı, gerçekten kalbimizi ağrıtır.
Kendimize yalan söylemek imkansızdır, hayal kırıklığını,
üzüntüyü, korkuyu veya öfkeyi görmezden gelmeye çalışmak
boşunadır, zira bedenimiz, bunları fiziksel acı olarak dışa vur­
maktan büyük bir zevk alır. Ve bedenimiz asla yalan söylemez;
rüyalarımız veya başarısız eylemlerimiz gibi, kontrol edemedi­
ğimiz bu belirtiler de, bizim bir parçamızı, o ana kadar bilmedi­
ğimiz arzularımızı ve korkularımızı tanımamızı sağlar.
Günlük hayatımızda -daha biz nedenini bile anlayamamış­
ken- bedenimiz, kendisine saldıran ve inciten şeyleri hiç durma­
dan söyler bize: yaralayıcı sözler, kırıcı tavırlar, sert davranış­
lar... bedenimiz sürekli şiddete, darbeye maruz kalır, yara alır,
arzularımıza karşı çıkan ve huzurumuzu bozan bu dış etkenler­
den kaçınılmaz olarak etkilenir.
46
Bu duruma uygun ne çok deyim vardır dilimizde: “mideme
yumruk yemiş gibi oldum”, “başımdan aşağı kaynar sular dö­
küldü”, “bacaklarım beni taşımıyordu”, “boğazıma bir yumru tı­
kandı”... en gizli heyecanlarımızın tiyatrosu olan bedenimiz dış
dünyaya karşı olan hassasiyetimizi anında yansıtır.
Bazen bu ani heyecanların nedenini kolayca anlayabiliriz:
‘Ne zaman bir Land Rover görsem kalbim çarpmaya başlıyor ve
kendimi kötü hissediyorum. Bana onu hatırlatıyor, yaptığı bütün
kötülükleri.’ ‘Eyfel Kulesi’nin tam karşısındaki bir apartmanda
yaşıyordu ve şimdi Eyfel Kulesi’ni her gördüğümde yüreğim sı­
kışıyor, onunla geçirdiğimiz o mutlu anları hatırlıyorum.’ ‘Ne
zaman o adı duysam veya birinde aynı parfümü koklasam başım
dönüyor; beni bırakıp gittiğinde olduğu gibi altüst olmuş hisse­
diyorum kendimi.’
Diğeriyle ilişkimizde aracı olan ve anılarla yüklü bu nesne­
ler, bazen o kişinin varlığının hatırlattığından daha yoğun bir bi­
çimde hatırlatır bize yaşanmış bir gerçeği. ‘Onunla karşılaştı­
ğımda artık ona karşı öfke duymuyorum ama bana onu hatırla­
tan bir şey gördüğümde içim daralıyor. Sanki nesnelere kinim
geçmemiş gibi.’
Burada nesneyle, uyandırdığı anılar arasındaki bağ açıkça or­
tadadır; ancak çoğu zaman bunun farkında olmayabiliriz.
Önemsiz gibi görünen bir düşünce, son derece sıradan bir hare­
ket veya öyle pek de üzücü olmayan bir ortam, aniden kendimi­
zi açıklanamaz bir şekilde kötü hissetmemize neden olur. ‘Dün
her zamanki gibi alışveriş yapıyordum. Birden kendimi çok kö­
tü hissettim; evet öyle aniden ve ortada hiçbir neden yokken.
Korkuyla donup kalmıştım, soğuk terler döküyordum ve bacak­
larım beni taşıyamaz haldeydi, aynı zamanda da oradan bir an
önce uzaklaşmak istiyordum.’
Hepimiz hayatımızın bir parçası olan bu duyguları tanırız.
Ancak bunların neden kaynaklandığını bilemiyor oluşumuz, sü-
47
rekli olarak tekrar ortaya çıkacakları korkusuyla yaşamamıza
neden olur. Bu krizler belli bir mantığa uygun hareket etmedik­
lerine göre her an her yerde yakalayacaklardır bizi. Tıpkı önü­
müze konmuş bir tuzak gibi, sürekli tehlikede olduğumuzu his­
settirirler.
Onca tanıdık yerleri bile birden yabancılayıp, başkalarının
bakış ve davranışlarını düşmanca görmemize neden olan kafa­
mızın içindeki o sinsi düşünceler neler? Bulunduğumuz yerden
bir an önce kaçıp kendimizi güvende hissedeceğimiz bir yere
ulaşma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor?
Bazen bir müzik parçası, bir koku veya bir manzara anında
eski anıları canlandırıverir ve duruma göre ya yüreğimiz sızlar
ve engel olamadığımız bir sıkıntı yaşarız ya da anıyı tam olarak
hatırlamasak da kendimizi birden huzurlu hissederiz. “Geçmiş­
teki olayları hatırladığımızda birden anılar da hafızamızda tıpkı
o olaylar gibi hareket ederler.”*
Her yıl tekrarlanan bir rahatsızlığın aslında bir olayın yıldö­
nümüne denk geldiğini ve bilinç düzeyinde unutmuş olsak da
vücudumuzun bunu hatırladığını görürüz bazen. ‘Her yıl şubat
ayı geldi mi bunalıma giriyorum. Yıllar sonra ancak şimdi nede­
nini anladım, annem bir şubat ayında intihar etmişti.’ Aynı şe­
kilde, elimizde olmaksızın geçmişimize ait duyguları ve acıları
canlandıran yerler de vardır: ‘Ne zaman ailemi ziyaret etmek
üzere doğduğum kente gidecek olsam, daha yolda karnım ağrı­
maya başlıyor. Normal zamanlarda unutmaya çalıştığım her şey
aklıma geliyor ve tıpkı çocukluğumda olduğu gibi beni yıpratı­
yor.’
Geçmiş deneyimler yüzünden iyice hassaslaşmış bir halde ve
-her ne kadar unutmuş olduğumuzu zannetsek de- hafızamıza
kazınmış o yaralanmaların etkisiyle günlük hayatımızdaki olay-
*Proust, Yitik Zamanın Peşinde

48
lan da geçmişin bir devamı gibi yaşarız. Acılarımız, üzüntüler­
le dolu çocukluğumuzu hatırlattıkları oranda yoğundurlar, kor­
kularımız çok iyi bildiğimiz bir saldırı türünden kaynaklandık­
ları oranda büyüktürler ve kızgınlıklarımız daha önce de yaşadı­
ğımız zayıflık veya öfke halleriyle karşılaştıkları oranda şiddet­
lidirler.
‘Annemin davranışlarını hatırlatan her şey beni müthiş öfke­
lendiriyor. O aldığı ve zevkime hiç uymayan hediyeler, sevdi­
ğim ve beğendiğim şeyler hakkındaki sevimsiz sözleri, davra­
nışlarımı durmadan eleştirmesi...’ ‘İşim nedeniyle ne zaman
önemli, tanınmış ve toplumda değer verilen bir kişiyle birlikte
olsam kendimi tıpkı babamın önünde duran o beceriksiz, utan­
gaç, aptal, doğru düzgün davranmayı bilmeyen rahatsız çocuk
gibi hissediyorum.’ ‘Bana gideceğini, başka yerlerde yapacağı
başka şeyler olduğunu hissettirdiğinde kendimi dipsiz bir kuyu­
ya düşmüş gibi hissediyorum. Ölmek, yok olmak istiyorum ve
beni sevmediğini, zaten beni kimsenin asla sevmemiş olduğunu
düşünüyorum. Çocukluğumda hissettiğim o terk edilmişlik duy­
gusunu tekrar yaşıyorum.’
Bu duyguları ve tepkileri asla görmezden gelmemeli, dahası
bunlara özellikle dikkat etmeliyiz. Çünkü bunlar geçmişte bize
neyin acı vermiş olduğunu anlamamızı sağladıkları gibi, gele­
cekte bizi yıpratacak durumları mümkün olduğunca engelleme­
mize de yardımcı olurlar.
Her türlü alarmı ciddiye almak özellikle çok önemlidir, çün­
kü bu bize tahammül sınırımızın nerede olduğunu gösterir. Tıp­
kı örtünmemiz gerektiğini belirten üşüme veya soyunmamız ge­
rektiğini belirten terleme hissi gibi ya da pozisyonumuzun rahat
olmadığını belirten bir kramp gibi, bazı koşullarda ortaya çıkan
huzursuzluklar da gitgide bizi hasta edebilecek bir durumu de­
vam ettirmekle ne büyük bir risk aldığımızı fark etmemizi sağ­
larlar.
49
‘Sakın dokunmayın, her an ağlayabilirim.’ Bizi yıpratan şeyin
sürekli tekrarlanması halinde bu tip olaylara daha duyarlı hale
geliriz ve öyle kırılganlaşırız ki daha önce pek de önemsemedi­
ğimiz şeyleri bile bir saldırı olarak algılamaya başlarız. Taham­
mül sınırımız o kadar düşmüştür ki en ufak bir anlaşmazlıkta bi­
le aşırı bir korku yaşarız. Ve gitgide öyle çok geriliriz ki vücudu­
muz rahat işleyemez hale gelir ve ‘işlevsel bozukluklar’ ortaya
çıkmaya başlar. Söz konusu olan sadece işleyiştir, organik bir ha­
sar değil. Ancak bu geçici bozukluklar zamanla kalıcı hastalıkla­
ra yol açabilirler. Jean Delay’a göre, sinir sistemindeki bir düzen­
sizlik işlevsel bozukluklara ve bu bozuklukların yoğunluğu veya
sık sık tekrarlanır olması da organik bozukluklara neden olur.

Herkesin Yaşadığı Acıyı Dile Getirme Tarzı Farklıdır:


‘Alıştım artık, ne zaman bir sorun yaşasam mideme vuru­
yor.’ ‘Çocukken sürekli kusardım. Sanırım dayanamadığını şey­
leri böyle dile getiriyordum.’ ‘Öksürük krizim tutunca Kamel-
yalı Kadın diyerek benimle alay ediyorlar. Gerçek şu ki bu kriz­
ler mutsuz ve kırılgan olduğum ve diğerlerinin bunu bilmesini
istediğim anlarda tutuyor.’ ‘Benden istenen şeyleri yapamayaca­
ğımı anladığım an başımın ağrısı tutuyor ve böylece yaptığım
şeyi bırakmak zorunda kalıyorum.’ ‘Ne zaman yaptığımın iyi
olmadığı ve beceriksiz bir hiç olduğum söylense kolitim azıyor,
çocukken de sürekli bu tür eleştiriler duymuştum.’ ‘Sık sık bo­
ğazım ağrıyor. Bu genellikle çok yoğun bir duyguyu söze döke-
mediğimde oluyor - tıpkı bastırılmış bir hıçkırık gibi.’
Selye’nin
* de söylediği gibi, vücudumuz aşırı gerildiğinde,
zincirin en zayıf halkasında ‘kopma’ meydana gelir; vücudun,
yapısı gereği zayıf ve temsil ettiği şey bakımından anlamlı bir
bölgesi söyleyemediklerimizi dile getirmek üzere -irade dışı- ha­
*Hans Selye. Yaşam Stresi, Gallimard, 1975

50
rekete geçer. ‘Fark ettim de asla aynı anda iki yerim birden ağrı­
mıyor; ya başım ağrıyordur ya da anjin olmuşumdur ya safra ke­
sem ağrıyordur ya da sırtım... bazen birinin arkasından öteki baş­
lıyor, öyle görünüyor ki, tek bir bölge çok daha derin olduğunu
bildiğim bir huzursuzluğu dile getirmeye yetiyor. Bu farklı sin­
yallerin bir anlamı var mı bilmiyorum; belki de kamım daha çok
korktuğum zamanlar ağrıyordur, boğazım duygularımı söyleye­
mediğimde, sırtım ise hayat ağır geldiğinde, öyle karmaşık ki,
vazgeçiyorum! Sonra fark ettim ki, huzursuzlukla bedensel ağrı
aynı anda ortaya çıkmıyor; bazen çok huzursuzken bir yerim ağ­
rımaya başlar başlamaz huzursuzluğum birden kayboluveriyor.’

‘Nedenini Anlayamıyorum../
İşlevsel bozukluklar çok çeşitli olabilir ancak önemli olan bu
bedensel ifadenin şekli değil içeriğidir. Kullanılan yollar parkur
hatasından başka bir şey değildir. Bu bozuklukların ötesinde,
yaşanan gerçeğin dayanılmaz olduğunu söylememize hatta dü­
şünmemize engel olan bu yasakların ötesinde, kendisini doyur­
mak isteyen şeyi duymak zorundayız. ‘Geceleri uyuyamıyorum,
karanlık ve sessizlikte korkuya kapılıyorum. Kocam beni terk
ettiğinden beri bu böyle... oysa böylesi benim için daha iyi, ona
çok fazla bağımlıydım, nihayet özgürüm.’ ‘Sabahları yataktan
kalp çarpıntısı ve huzursuzlukla kalkıyorum. Nedenini anlamı­
yorum, zira işimi seviyorum; ortam eskisi gibi değil tabii ki, iyi
anlaştığım insanların hepsi gitti ve şimdiki patronuma ve iş ar­
kadaşlarıma tahammül edemiyorum... Ama işim hayatım benim
ve orada kendimi iyi hissetmek zorundayım.’ ‘Üç aydır kapma­
dığım virüs kalmadı, anjin, nezle, grip ve şimdi de bronşit. Bir
de, geçen hafta korkunç huzursuzdum nedenini anlayamıyorum,
üstelik mutluyum ve yakında evleniyorum...’ ‘Nedenini anlaya­
mıyorum...’
Sıkıcı bir iş, değişikliklere uyum sağlama, bilinmeyenden
51
korkma gibi durumlarda bedenimiz yaşadığımız güçlükleri dile
getirir. Oysa bazı insanlar bunları irade göstererek engellemeyi
veya düşünce gücüyle kontrol altında tutmayı tercih ederler:
Madem ki bu durum onlar için iyi olacaktır, o halde kendilerini
iyi hissetmeleri “gerekmektedir”. Güçlüklere gelince, madem ki
bunların farkındalar ve kabullenmek zorundalar, o halde bu güç­
lükler kafalarını meşgul edip hayatlarında problem “olmamalı­
dır”. Bir ayrılık yaşadıklarında -bu bütün ayrılıklar gibi acı da
olsa- madem ki kendileri için böylesi daha olumludur, o halde
kendilerini daha iyi hissetmeleri gerekir. Çalışma şartları değiş­
miştir ancak işlerini sevdiklerine göre bunun bir önemi olmama­
lıdır. Evlenmeye karar vermişlerdir, o halde mutlu olmaları ge­
rekir -doğru karar verdiklerinden pek emin olmasalar da...
Aşacak güce sahip olduğumuza inanmadığımız bu güçlükle­
ri yok sayıp hafife almaya çalışmamalıyız? Mantığımızı ve ira­
demizi kullanarak hem kendimizi doğru yolda olduğumuza
inandırıp hem de yaptığımız bu seçimi huzur ve mutluluk için­
de yaşayabilseydik her şey ne kadar kolay olurdu. Ama maale­
sef, bedenimizde hissettiğimiz ağrı ve sıkıntılar bunun böyle ol­
madığının bir kanıtıymış gibi yaşamaya devam edemeyiz. Acı
gerçekle karşılaşmamız gerekir. Sorunu nasıl görmemeli? Bir
ayrılığın, sevdiğimiz bir şeyi kaybetmenin veya korku veren bir
değişikliğin acı verdiğini kabullenmeyip de ne yapmalı? Bu
güçlükleri çözmek için onlarla karşılaşmaktan başka veya sade­
ce zamanın dindirebileceği bir acıyla yüz yüze gelmekten başka
çözüm var mı?
“Bir acıdan kurtulmak için onu dolu dolu yaşamak gerekir”
(Proust). Bir acıyı kafamızın uzak bir köşesine itmek, varlığını
inatla reddederek ağrı kesicilerle ve sakinleştiricilerle susturma­
ya çalışmak, onun sinsi bir şekilde varlığını sürdürmesine ve
sağlığımıza zarar vermesine engel olmayacaktır. Acıyı görmez­
den gelmek onu yaratan nedenleri ortadan kaldırmayacaktır ve
52
SCw» $■?
bu nedenler var oldukları sürece mutsuz bir kafa ve hasta bir be­
denle yaşamaya devam edeceğiz.

‘GEÇMİŞİM, İZİN VER DE GEÇEYİM’


Yaşadığımız her huzursuzluğun, sıkıntının, üzüntünün veya
öfkenin bir nedeni vardır, bunu anlamamıza yardımcı olacak
işaret ve detayları bulup ortaya çıkartmamız gerekir. Önemsiz
gibi görünen sözlerin ve artık bize zarar veremeyeceğini düşün­
düğümüz sataşmaların altında kırılganlık noktamızın nerede ol­
duğunu keşfetmek için hepimizin kendimizi yeterince tanımayı
öğrenmesi şarttır.
Bazı olaylarla, üzerimizde yarattıkları olumsuz etkiler ara­
sındaki bağı kurmak ve maruz kaldığımız bütün kötü olayların
ortak noktasını bulmak zamanla mümkün hale gelir. Bazı du­
rumlarda çocukluğumuzun hangi acılarının yeniden canlandığı­
nı keşfetmeyi ve geçmişte onca acısını çektiğimiz o tutulmayan
sözlerin, hakkımızdaki olumsuz düşüncelerin ve dışlayan davra­
nışların yine tekrarlanmakta olduğunu görmeyi öğreniriz.
‘Beni artık aramıyor diye korkunç bir kriz yaşadım. Ölmeyi
istedim, çok iyi tanıdığım bir acıyı tekrar yaşadığımı hissettim.
Aslında ona olan sevgimin de ötesinde bütün eski hayal kırıklık­
larım ve terk edilmişliklerimdi yaşadıklarım; öyle saçma ve en­
gel olunamaz bir şey ki bu, o kadar derine yerleşmiş ki, kurtul­
mam imkansızdı, çok uzaklara dayanıyordu, daha annemin kar­
nında olduğum zamanlara...’ ‘Onun ne kadar boş, tutarsız ve er­
kek avcısı bir kadın olduğunu biliyordum... tıpkı annem gibi.
Çocukluğumda yaşadığım sevgisizliği tamir etmek için onu el­
de etmeyi istiyordum. Ancak ona olan ihtiyacım o kadar büyük­
tü ve o kadar sahipleniciydim ki, onun benden uzaklaşmasına
neden oluyordum; dışlanmışlık duygumu tamir etmeye çalışır­
ken yine dışlanmış ve yok sayılmıştım.’
Bir kelime, bir eleştiri, bir yoksunluk veya bir hayal kırıklığı
53
hangi terk edilmişlik ve dışlanmışlık duygusunu uyandırıyor
bizde? Saçma olduğunu bildiğimiz halde elimizde olmaksızın
bizi böyle gerileten bu tutum ne anlama geliyor? Diğerleriyle ne
tip bir bağ sürüyor çocukluğumuzdan beri? Bu, çözülmediği sü­
rece hayata ve gerçeklere bakışımızı bulandıracak olan acıh dü­
ğüm ne?
‘Bana sürekli insan içine çıkamayacağım söylendi; ne zaman
şık giyimli veya toplumda önemli bir yere sahip kişilerle karşı-
laşsam giysilerimi beğenmiyor ve kendimi rahatsız hissediyo­
rum.’ ‘Sürekli bekleyişteyim ve sadece bana verilmeyenleri gö­
rüyorum. Annemden her zaman gerçek bir sevgi işareti bekledim
durdum; ancak o kendisinden başka kimseyi sevemeyen yapma­
cık bir kadındı. Ve hala ondan ve diğer insanlardan sevgi sözleri
beklemeye devam ediyorum. Bana çok kötü davranmış bile olsa­
lar gelip de neden oldukları o acıyı tamir etmelerini bekliyorum.’
‘Çocukken babamı bırakıp annemi görmeye veya bir süre sonra
bu sefer annemi bırakıp babamı görmeye her gidişim korkunç bir
acıydı. Şimdi hiçbir ayrılığa tahammül edemiyorum, her seferin­
de baş ağrılarım tutuyor ve ilişkimin yürümediğini görsem bile
ayrılık için ilk adımı atan asla ben olmuyorum.’
Tıpkı vücudumuzun ağrıyan bir bölgesine parmağımızla do­
kunduğumuz gibi, bu acı veren noktaya dokunmak ve zamanla
tepkisel olarak başka acılı noktalar da yaratmış olduğunu anla­
mak onu ortadan kaldırmak üzere çember içine aldığımız anla­
mına gelir. Vücudumuzda aniden şiddetli bir ağrı hissettiğimiz­
de hemen kaygılanıp en kötü şeyi düşünürüz. Ancak bize bunun
öyle korktuğumuz gibi kötü bir şey olmadığı söylendiğinde ağ­
rının azaldığını görürüz çünkü ona dramatik bir yoğunluk veren
kaygı ortadan kalkmıştır.
Ne zaman bir yerimiz ağrısa doktorların hastalığımızın ne ol­
duğunu söylemesini ve adı konmuş bu hastalığı ortadan kaldıra­
cak etkili ilaçları vermesini bekleriz. Bize kullanım şekli ve sü-
54
resi belirtilerek bir tedavi yöntemi verilir böylece tüm dikkati­
miz bir takım detaylara yönlenmiştir. Artık bu acı karşısında
yalnız ve anlaşılmamış olduğumuz duygusundan kurtulup muci­
ze bir iyileşme beklemekten vazgeçeriz.
Hayatımızı olumsuz etkileyen kaygılar, yoğun heyecanlar
veya bazı küçük işlevsel bozukluklar için de aynı şey geçerli-
dir, nereden kaynaklandıklarını bilirsek, bunları kabullenmek
ve bir daha ortaya çıkmamaları için gerekenleri yapmak çok da­
ha kolaydır.
Öyle görünüyor ki, sonunda biz onu bulup ortaya çıkartabi-
linceye kadar veya içgüdüsel olarak onu tekrar yaratacak du­
rumlardan kaçınmayı öğrenene kadar hayatımız boyunca o aynı
eski acı bıkmadan tekrarlanıp duruyor. Bu acının ilk ortaya çıkı­
şına neden olan koşulları bulmak imkansızdır çünkü bu hafıza­
mızın ulaşamayacağı kadar uzağa dayanmaktadır. Hatırlayabil­
diğimiz ilk deneyimler bile o eski acının bir tekrarıdır sadece.
Ancak, bu acının hangi durumlarda uyandığını ve bedeni­
mizde ne gibi tepkiler yarattığını anlamamız gerekmektedir. Sü­
rekli tekrarlanan bu etki-tepkı olayına çoğu zaman elimizden bir
şey gelmeksizin seyirci kalırız. Bu itilme, terk edilme, haksızlı­
ğa uğrama ve aşağılanma durumlarında var olamama duygusu
ağır bastığından elimizden gerçekten bir şey gelmez -birden di­
ğerinin gözünde varlığımız inkar edilmiştir.
‘Bekletilmekten nefret ediyorum. Zamanımın böyle hiçe sa­
yılması benim hiçe sayıldığımı gösterir. Böyle durumlarda unu­
tulduğumu, saygı duyulmadığımı ve terk edildiğimi hissediyo­
rum.’ ‘Daima kendimi başkalarına beğendirmeye çalışıyorum.
Eğer bütün şirinliğime rağmen bir şeyi elde edemezsem veya
karşımdaki beni reddederse kendimi kaybediyorum. Karşımda­
ki insanın kim olduğu fark etmiyor, büfede sigara satan kadın
olabilir veya bankada gişede oturan kadın, bana sevimsiz dav­
randıklarında birden sanki bütün dünyanın beni dışladığı duygu-
55
suna kapılıyorum.’ ‘Bana en çok acı veren, nedenini anlayama­
dığım bir şekilde, insanların bana sevgilerini istedikleri gibi bir
verip bir geri almaları. Bu tavır değişikliklerini korkunç bir hak­
sızlık olarak görüyorum ve hemen gözlerim doluyor. Önce va­
rım, sonra birden yok oluyorum. Karşımdaki sevgisini benden
alarak sanki öldürüyor beni.'

Var Olma İhtiyacı


Umutsuz bir sevgi isteğine dönüşmüş halde var olma ihtiya­
cımızı haykırırız. Diğerinin gözünde var olduğumuzu, onun ta­
rafından sevildiğimizi hissetmiyorsak olduğumuz gibi görülüp
kabul edildiğimizden, eşsiz ve vazgeçilmez olduğumuzdan emin
değilsek kendimizi iyi hissetmemiz mümkün mü? Varlığımızı
inkar eden her söz. davranış veya durum anında geçmişte de bi­
ze benzeri duyguları yaşatmış olan durumları canlandırıverir.
Ve bedenimiz buna alışkın olduğu üzere, otomatik olarak bir
tepkiyle cevap verir, yani aşırı duyarlılık veya işlevsel bozuk­
luklarla alarm zilini çalar.
‘Her zaman son derece özenli ve titiz oldum, çünkü işim her
şeyimdi. Çok çalışıyordum ama bunu sorun etmiyordum, zira
kendimi vazgeçilmez hissediyordum. Ama şimdi şartlar değişti
ve yaptıklarıma artık değer verilmiyor. Artık sabahları sıkıntı ve
mide bulantısıyla kalkıyorum, gerçekten hiç istemeyerek gidi­
yorum artık işe.’
Ancak bazen, gerçekte hiç de öyle olmadığı halde dışlanıp
aşağılandığımızı sandığımız durumlar da vardır! Tehlike olarak
gördüğümüz şey geçmiş deneyimlerimizin ve hayal gücümüzün
ürününden başka bir şey değildir gerçekte. Geçmişteki sarsıntı­
lar nedeniyle çok fazla hassaslaşmış olduğumuzdan, içinde bu­
lunduğumuz durumla hiç ilgisi olmadığı halde geçmişimize ait
bir saldırı şeklini canlandıracak işaretleri kollarız. Karşımızda-
kine aslında sahip olmadığı düşünceler yükleyerek, onu kafa-
56
mızda biçtiğimiz bir role sokarak veya bir davranışını bizimle
olan ilişkisine hiç uymayacak şekilde yanlış yorumlayarak onu
reddederiz.
Geçmişe takılı kalmışızdır ve kafamızın içindeki, o her ko­
şulda yansıttığımız ve senaryosunu ezbere bildiğimiz filmin ger­
çekle hiçbir ilgisi yoktur. îlk anda uyanan heyecanlarımız son­
radan bir sürü üzüntü ve pişmanlığa iter bizi. Başarısızlığı veya
hayal kırıklığını kader olarak gören birinden otomatik olarak şu
sözleri duyarız: ‘Beni kimse sevmiyor’, ‘Herkes bana düşman’,
‘Asla beceremeyeceğim’. Kurbanı olduğu kötü kaderini anlat­
mak için çok iyi bildiği ve sürekli tekrarladığı sözler... ‘Her ran­
devu öncesi kafamda korkunç senaryolar üretiyorum, yeterince
iyi olamayacağımı düşünüyorum ve kendimi maruz kalacağım
saldırılara hazırlıyorum, iyice paranoyak oldum, karşımdakilere
sürekli kafalarında olmayan düşünceler yüklüyorum.’
Kendi düşüncelerimiz bozguncu bir dış unsur etkisine sahip­
tir: ‘Bir gün beni terk edebileceği düşüncesi bile içimi daraltı­
yor.’ ‘Her şeyden kaygı duyuyorum, kaygılanabileceğim! dü­
şünmek bile kaygı duymama neden oluyor. Sonra da bu kaygıyı
hep aynı karanlık düşüncelerle iyice besliyorum. Belki de kendi
kendime böyle acı çektirmekten vazgeçsem iyi olur!’ Bazıları
kendilerine dramatik hikayeler anlatmak konusunda özellikle
yeteneklidir. Olağanüstü hayal güçleriyle hazırladıkları sahne­
lerde geçmiş veya şimdiki yaşamlarındaki insanları oynatmakta
üstlerine yoktur. Ve bir son uydururlar, çok iyi tanıdıkları o kay­
gı duygusunu yaratan ve sürekli tekrarlandıkça artık gitgide -bu­
nu yaratanın kendileri olduğunu bilseler de- tahammül edemez
oldukları o aynı son...
“Unutma, sen kendi kendine bulaşıcısın, kendine yakalanma­
na izin verme!”* İçimizdeki bu sinemayı neyin harekete geçir­
*Henri Michaux, Köşe Direği, Gallimard, 1981

57
diğini anlamak ve buna neden olan şeyi hemen durdurmak için
çok dikkatli olmamız gerekir. Çünkü düşüncemiz bizi kolaylık­
la geçmişimize bağlı varsayımlara itmeye hazırdır. Gelecek hak­
kında fikir yürütürüz, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, geçmişte
yaşadıklarımızın aynen tekrarlanacağını düşünürüz. ‘Artık ne
zaman saçmalamaya başladığımın farkına varabiliyorum.’
Oysa böyle kaygılı bir şekilde kötü bir şey olacağını veya bi­
risinden olumsuz bir tepki alacağımızı bekleyerek korktuğumu­
zun başımıza gelmesine neden oluruz, korku, korkulanı sonun­
da gerçeğe dönüştürür. Ve garip bir şekilde, sanki bu beklentiyi
beceriksizce sona erdirmek ve haklılığını kanıtlamak istermişiz
gibi, korkulanın başımıza gelmesi korkudan daha tahammül edi­
lir bir şeydir bizim için. Bu davranışı, terk edilmek korkusuyla
karşısındakini kendisini dışlamaya itecek şekilde davranan in­
sanlarda, başarısız olmak korkusuyla kendilerini başarıya hazır­
lamayan veya asla yeterince iyi olamayacaklarından emin olup
karşısındaki insanda kendisiyle ilgili negatif duygular yaratan
kişilerde görürüz.
Dramatik bir olay yaşamaktan duyulan korku, bazen olayın
kendisini yaşamaktan daha fazla acı verebilir çünkü bu korku
geçmişin hayaletleriyle ve gelecekle ilgili karanlık varsayımlar­
la beslenmektedir. Bu işkenceye bir son vermek için bekleme
süresini kısaltıp, kaçınılmaz olanın bir an önce gerçekleşmesini
sağlamayı tercih ederiz ki böylece acı gerçeğe dönüşür ve korku
ortadan kalkar. Bu her ne kadar kendi yarattığımız bir kuruntu­
nun sonu olsa da, özgürlüğümüzün de başlangıcıdır. ‘Her zaman
kız arkadaşımın beni terk edeceği korkusuyla yaşıyordum. Bu
korku sonradan daha başka korkuları da getirdi; sürekli bir gü­
vensizlik hissediyordum. Ve kız arkadaşım beni terk ettiğinde,
son derece üzgün olmakla birlikte, kendimi tuhaf bir şekilde ra­
hatlamış hissediyordum.’
Geçmişteki bazı durumların sürekli tekrarlanıp durmasına
58
engel olmak için geçmişte ve şimdide yaşadıklarımız üzerine
düşünmemiz ve olayları analiz etmemiz, hayatımız boyunca
durmadan tekrarlanan hangi ilişki yapısına sahip olduğumuzu
anlamaya çalışarak, hiç farkında olmadan bizi hapsetmiş olan o
görünmez ağları kopartmamız gerekir.
Eğer geçmişle ilgili olarak hatırladıklarımız sadece pişman­
lıklarsa, yapmadıklarımıza, bize verilmeyenlere veya elde etme­
yi beceremediklerimize takılı kalmışsak kafamızın içi yavaş ya­
vaş “....yapmamalıydım” veya “nasıl da bilemedim...’’lerle ve
geçmişteki seçimlerimizi sorguladığımız o acılı “eğer...’’lerle
dolmuştur. Geçmişte yaşadığımız başarısızlıklar ve hayal kırık­
lıkları derin acılar bırakmıştır.
Bize acı veren bir olay, nereden kaynaklandığını anlamadığı­
mız sürece, hafızamızda sonsuza kadar kalır; hiç durmadan ge­
viş getirtir ancak asla hazmedilemez. Tıpkı askıda kalmış bir so­
run gibi, gelişimimizde bir engel oluşturmaktadır. Bunun neden
kaynaklandığını bilmezsek doğal olarak yeniden benzeri şeyler
yaşamaktan korkarız ve kendimizi geçmişten soyutlayamadığı-
mız sürece yeni deneyimler yaşamayı yasaklarız kendimize.

Mutsuzluğa Koşullanmak
Bazıları, geçmişe duydukları hınçla, kendilerini yaşamaktan
alıkoyarlar; böylece mutsuzluklarından sorumlu tuttukları in­
sanları cezalandırmaya çalışırlar. Ve onlara suçlu olduklarını
kanıtlamak için kendilerini başarısızlığa iterler. ‘Sınavları vere­
meyeceğim; zaten onların istedikleri de bu. Koca bir yılı boşa
geçirmemden memnun olacaklar! ’
Her yeni yoksunluk sevgisizliğin bir başka kanıtıdır ve buna
tahammül edemezler, sadece kendilerine ihanet ettiklerine inan­
dıkları kişilere kızmakla kalmayıp geçmişte de kendilerine iha­
net etmiş herkese kızgındırlar. Bir kez daha istediği şeyi verme­
mişlerdir ona ve tıpkı kendisine ön sıraya geçmemesi söylendi-
59
ği için inadına en arka sıraya giden bir ilkokul öğrencisi gibi
davranırlar.
Bu kendi mutsuzlukları, diğer insanlara ne kadar acı çektik­
lerini göstermek ve mümkünse onların da yaptıkları bu kötülük
nedeniyle acı çekmelerini sağlamak için gereklidir onlara. ‘As­
lında daha iyi olabilirim. Ama o zaman kendim olamayacağımı
düşünüyorum. Ve başkası olursam da kendimi ölmüş gibi hisse­
diyorum. Sonuçta yaşayabilmek için bu acıya ihtiyacım var, ba­
na sevildiğimi ve korunduğumu hissettiriyor. Sadece mutsuzken
başkalarının gözünde var olabiliyorum.’ ‘Gerçekten çaresiz bir
vakayım. Ne zaman kendimi iyi hissetsem, kendimi mahvetmek
için her şeyi yapıyorum. İşsiz, parasız, beceriksiz... hiçbir şey
vermediğim halde seviliyorsam. en azından beni ben olduğum
için sevdiklerinden emin oluyorum. Böylece geçmişte sevilmek
için her şeyi yaptığım halde beni sevmeyi bilememiş olanlardan
intikam alıyorum. İyi olduğumda bir şeyleri kaybettiğim hissine
kapılıyorum.’ ‘Kabullendikleri tek zayıflık hastalık. Onlar için
gerisi önemli değil, örneğin psikolojik sorunlar hayatı kendileri­
ne zorlaştıranların sorunu onlara göre. Oysa hastalık korkutu­
yor, çünkü her an herkesin başına gelebilir; hasta olduğumda en
azından benimle ilgileneceklerinden ve nihayet var olduğumu
fark edeceklerinden eminim.’
Bu insanlar, her ne kadar bilincinde olmasalar da, sürekli tat­
minsizlik ve memnuniyetsizlik içinde yaşamayı seçmişlerdir
sanki. Mutlu ve doyumlu olduklarında hayatlarındaki en önem­
li unsur haline gelen o diğerlerinden bazı şeyleri tamir etmeleri­
ni bekleme hakları kalmayacaktır. Diğerlerine bağımlı oldukları
için onların da kendilerine bağımlı olmalarını isterler. ‘Bağım­
sız olmaktan, o olmadan da bazı şeylerden zevk alabileceğimi
görmekten korkuyorum. Çünkü böylece onun da bensiz aynı şe­
yi yapabileceğini görüyorum.’
Ve giderek bu nefret ve saldırganlık olmadan var oldukları-
60
nı hissedemez hale gelirler. ‘Her sabah uyandığımda, sanki
gevşeme egzersizleri yapar gibi, birine saldırmam gerekiyor.
Bu herhangi biri olabilir zira kızgın olduğum insanların sayısı
çok fazla. Bu, gece boyunca aşırı birikmiş olan öfkeden kurtul­
mamı ve güne daha sakin başlamamı sağlıyor.’ Adeta sadece,
asla elde edemedikleri o şeyi istemeye devam ederken ve onla­
ra istediklerini vermeyenlere karşı savaşırken yaşama gücü bu­
luyorlar sanırsınız.
Eğer aniden artık başkalarına kızmaları için bir neden kalma-
saydı kendilerini boşlukta hissetmezler miydi?
Başkalarına sürekli olarak mutsuz yüzlerini göstermeyi ter­
cih ederler, hatta ne kadar mutsuz olduklarını kanıtlamak için
bütün sorunlarını ortaya dökmekten de çekinmezler... Bütün
saldırılardan korunmuş olarak -acı çeken birine saldırmayaca­
ğımıza göre- kendi saldırganlıklarını dolaylı yoldan ortaya ko­
yarlar; eğer yaşama zorluğu çekiyorlarsa bu, diğerlerinin kendi­
lerini mutlu etmeyi becerememelerinden kaynaklanıyordur. Ve
kendilerini asla suçlu hissetmemek adına kendilerine yapılan
kötülüğü herkesin görebileceği bir şekilde ön plana çıkartırlar;
cellat yerine kurban olmayı, kıskançlık uyandırmak yerine acı­
ma uyandırmayı seçerler. Hoşnutsuzlukları, kendi saldırganlık­
ları ve bunun sonucunda duydukları pişmanlık arasındaki bir
uzlaşmadır.
Ancak dile getirilen bu şikayet daha derin bir acıyı gizlese de
sonuçta bu bulanıklık çoğu zaman başka tür bir davranışın yara­
tacağı sıkıntıdan daha az zararlıdır. Bazen içimizdeki imkansız­
lıklara başka adlar vererek bunları arzularımızın gerçekleşmesi­
ne engel olan şeyler olarak sunmak daha kolaydır. Örneğin has­
talık hiçbir şey yaşamamak için ya da -hayatı parantez içine al­
ması nedeniyle- yapmak istediklerimizi iyileştiğimizde yapmak
üzere ertelemek için iyi bir bahanedir. Mutlu olma riskini almak
aynı zamanda acı çekiyor olmanın ortaya çıkardığı yaralardan
vazgeçmek değil midir?
61
“... yapamıyorum” hastalık, yorgunluk, iş, çeşitli mecburi­
yetler gibi nedenler gerçek midir? Kendimiz hakkında sanki
başkasıymışız gibi konuşmak ve kendi zayıflığımızdan yakın­
mak mümkün mü? ‘Çaba göstermeyi istiyorum ama bunun so­
nuçsuz olmasından korkuyorum. Sanki kolumu ya da bacağımı
oynatamıyorum, bütün hareketlerim benim iradem dışında olu­
yor. Benim için iyi olacak bir şey yaptığımda da, kötü olacak bir
şey yaptığımda da bu, bana rağmen oluyor. Aslında kendimle
savaşabilirim ama çoğu zaman tembelliğe yenik düşüyorum,
tıpkı bozuk bir motor gibi.’
Sonsuza dek saldırganlığımızı mutsuzlukla ifade edip, diğer­
lerine kendimizi sadece acı aracılığıyla duyurmaya devam mı et­
meli? Mutsuzluğumuzu sergileyerek başkalarına zarar vermek
isterken aslında önce kendimize zarar vermekteyiz. Üstelik, az
çok bilinçli bir şekilde karşımızdakinde yaratmayı umduğumuz
suçluluk duygusu, umduğumuz gibi onun bize sevgiyle yaklaş­
masını sağlamak yerine bizden daha fazla uzaklaşmasına neden
olur. Sonuçta, kendisine sürekli olumsuz bir imaj yansıtılmasın­
dan kim hoşlanır? Bütün çabalarına rağmen karşısındakinin sü­
rekli mutsuz, sürekli tatminsiz olduğunu görmeyi kim kabul
eder?
Ve vücudumuz kötü alışkanlıklar edinir, tekrarlanan bu acı
ve kasılmalardan, bütün iç gerginlikleri bir an için ortadan kal­
dıran bu geçici patlamalardan derin ve içsel bir zevk alırız -bü­
tün iç organlarımızı kaplayan bir zevk. Sonunda bunu duygula­
rımızı özgür bırakma biçimimiz olarak benimseyip, bunun baş­
ka bir yolu olabileceğini düşünmeyiz bile. Bu koşullanmışlıktan
yavaş yavaş kurtulup, kendimizi ifade etmenin daha basit ve da­
ha az yıkıcı yollarını öğrenmemiz gerekir.

HAREKETE GEÇMEK
‘Acıyı aşmamın, onu dışıma atmamın ve artık bitmesi gerek-
62
tiğine emin olmamın tek yolu sanki onu sonuna kadar, bedenim
artık dayanamaz hale gelene kadar yaşamakmış gibi kendimi sü­
rekli beklentiler ve istekler içine sokuyordum ve ışığa koşan ke­
lebeğin kanatlarının yandığını fark edememesi gibi, sürekli bir
yoksunluk ve cevapsızlık duvarına çarpıyordum. Kendi sınırla­
rıma ve başkaları tarafından konan sınırlara elimle dokunmam
gerekiyordu onları tanımam ve kabullenmem için. Aslında ken­
disiyle hiç ilgisi olmayan başka bir acıyı aşabilmek amacıyla
karşımdaki insanı acı çekme nedenim halinde dönüştürdüğümü
fark etmiyordum.’
Çoğu zaman sonunda artık kendimizi korumaya karar ver­
meden önce, sınırlarımızın ötesine geçmeye ve acının ileri bir
safhasına varmaya ihtiyacımız vardır. ‘Fark ettim ki, artık ken­
dimi koruyabiliyorum ve bunu farkında olmadan yapıyorum.
Buna kendi isteğimle karar vermedim, kendiliğinden oluyor, ar­
tık acı çekmek istemiyorum ve içgüdüsel olarak acı çekmemi
engelliyorum.’
Gençken her şeyin mümkün olduğuna inanırız. Yaşayacak
öyle çok şey vardır ki, acı kavramı bütün bunların yanında ikin­
ci plandadır. Mantıklı olmak, davranışlarına dikkat etmek ne ka­
dar da saçmadır. Kendini sakınmak yaşamamakla, kendini koru­
mak ise engelle eşanlamlıdır. ‘Gelecek bana o kadar açık görü­
nüyordu ki, gücümün ve yapabileceklerimin sınırsız olduğuna
inanıyordum. Sonra boşluğu, şüpheyi ve korkuyu keşfettim...
hayata gerçek gözlerle bakmak, o ana kadar kendime asla sor­
madığım soruları sormak zorunda kaldım ve o ana kadar gör­
mezden gelmeyi tercih etmiş olduğum bir kırılganlığın farkına
vardım. Bununla yaşamayı öğreniyorum şimdi.’
Deneyimlerimiz sonucu dayanılmaz olduğunu gördüğümüz
bir şeye katlanmanın veya kendimizi altından kalkamayacağı­
mızı bildiğimiz bir şeye zorlamanın gereksiz olduğunu zamanla
öğreniriz. Bize bir şey veremeyecek olanlardan hiçbir şey bek-
63
lemememiz gerektiğini anlarız, aynı şekilde, hiçbir şey duymak
istemeyenler karşısında avazımız çıktığı kadar bağırmanın, hiç­
bir şey görmek istemeyenler karşısında sürekli el-kol işaretleri
yapmanın veya her türlü yaklaşımı reddedenlere ulaşmaya çalış­
manın gereksiz olduğunu anlarız. ‘Acıya hayır demeye karar
verdim. Artık iş hayatımda olsun duygusal hayatımda olsun, kı­
rılganlığımın nerede olduğunu ve bana neyin acı verdiğini bili­
yorum. Mutsuzluğu kader olarak görmüyorum artık. Bazı du­
rumlara düşmekten kaçınıyorum veya sorunlar karşısında ben
tutumumu değiştiriyorum.’
O halde gerçek güç, kırılganlığımızı ısrarla inkar ettiğimiz ve
bize güçlü olduğumuz yanılsamasını veren bazı davranışlarda
değil, onu koruyabilmek amacıyla kabul etmektedir. Ayrıca bu
davranışlar tehlikelidirler de, hayal kırıklığına uğradığımızda
tuttuğumuz yas, görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz zayıflıkla­
rımızı keşfettiğimizde çektiğimiz sancıdan daha uzun ve açılı­
dır. Ve kendimizi hiçbir şekilde buna hazırlamadığımız için acı­
mız iyice yoğundur.
Tehlikeyi öngörebiliyorsak, bazı durumlar karşısındaki has­
sasiyetimizi ve bu durumların kaçınılmaz olarak yaratacağı sı­
kıntıları da göz önüne alarak ya bunun içine girmeyecek şekilde
davranırız ya da aldığımız risklerin farkında olarak gireriz. An­
cak. risklerin zararsız ve başarmanın mümkün olduğu konusun­
da bahse girmeyi seçeriz. ‘Yaşadığım bütün maceralara gözüm
kapalı atıldım hep. Çoğu zaman sonu olmayacağını biliyordum
ama yine de bunu yaşamak istiyordum, görürüz diyordum ken­
dime. Sonra da karşımdakine öyle bir bağlanıyordum ki ayrılık
fikrine dayanamıyordum, kendimi bu ilişkinin yürüyebileceğine
inandırıp acı çekmeye başlıyordum. Şimdi artık gerçekte oldu­
ğumdan daha güçlü olduğuma inanmaya çalışmaktan vazgeçtim
ve hangi erkeğe güvenmemem gerektiğini hemen anlıyor ve on­
dan uzak duruyorum.’
64
Bununla birlikte, bazen kendimizi mutsuz hissettiğimiz hal­
de “gitmek”, bize üzüntü veren durumdan uzaklaşmak da zor­
dur: bize daha fazla acı çektirecek bir konuşmaya son vermek,
daha fazla saldırıya maruz kalmamak için araya mesafe koy­
mak, yıkıcı bir ilişkide karşımızdakinin baskılarına dur de­
mek...Tuhaf bir şekilde, acı çekmek bazılarını uzaklaştırmak ye­
rine daha çok bağlar karşıdaki insana ya da kendilerine sürekli
belli bir biçimde davranılmasına öyle alışmışlardır ki başka tür­
lü davranılmasını düşünemezler bile. Ve ne yapacaklarını bile­
medikleri o acıyla baş başa kalamadıklarından, bunu tamir ede­
cek bir hareket beklentisiyle kendilerine Kötü davranan kişilere
daha çok bağlanırlar. Kendi gözlerinde saygınlık kazanabilmek
için bu ilişkinin şeklini değiştirmek isterler. ‘Ancak karşımdaki
insan beni kabullendiğinde kendimi kabullenebileceğim.’

İkilemlerden Kurtulmak
Her türlü rahatsızlık ve tedirginlik duygusunu dikkate alma­
mız ve ilk işaretleri hisseder hissetmez harekete geçmemiz gere­
kir zira kaygı öyle güçlüdür ki, bir kere yerleşti mi artık müca­
dele etmek imkansız hale gelir, en ufak bir karar alma durumun­
da bile karmaşa yaşarız ve karar vermek için korkunç bir çaba
harcamamız gerekir. Öyle tutuklaşmışızdır ki, bir şeye anında
tepki vermek imkansızlaşmıştı ve sürekli bastırdığımız için ha­
reketlerimiz artık sadece kafamızda var olurlar. ‘Ne yapmam
gerektiğini çok iyi biliyorum... ama yapamıyorum işte! Böyle
anlarda ikiye bölünüyorum sanki; mutsuz ve aptal bir şekilde
donup kalıyorum... oysa başka bir ben, kahretsin diyerek, boğa­
zımda takılı kalan ve asla haykıramadığım bütün küfürleri savu­
rarak kapıyı çarpıp gidiyor! ’
Daha önce de bize benzeri sıkıntıları yaşatmış durumlarla tek­
rar karşılaştığımızda bu tutukluk hali daha da güçlüdür. Bu ne­
denle, bu defa aynı davranış tarzını tekrar etmemek için, tutukluk
65
hali ortaya çıkar çıkmaz bunun hem o an ne anlama geldiğini
hem de bize geçmişteki neyi hatırlattığını anlamamız gerekir.
Çoğu zaman sıkıntı, harekete geçmemiz, hayat tarzımızı göz­
den geçirmemiz ve şu anda bize acı çektiren bir durumu değiş­
tirmemiz için vardır. Bu “alarm zili” farkına varamayacak oldu­
ğumuz bir yaşama güçlüğünün bilincine varmamızı sağlar. Ger­
çek arzumuza uymayan koşullardan bunalıp ufkumuzu genişlet­
meye ve zamanla artık nefes alınamaz hale gelen bir alanı geniş­
letmeye veya değiştirmeye ihtiyaç duyarız.
Alışkanlık sıkıntı yaratır ve bu zamanla bize doğal görünme­
ye başlar. Ayrıca, sosyal çevremizin ve yakınlarımızın duygusal
beklentileri sürekli baskı altında olduğumuz duygusunu yaratır
ve bu baskı yüzünden hayatımızda bir değişiklik yapmayı dü­
şünmek bile olanaksızdır. Bir çarka kapılmış gibiyizdir, hatala­
rını ve tehlikelerini bildiğimiz halde acı, güçsüzlük veya hiçbir
şey yapamayacak kadar yorgun olma gibi arazlar oluşmadıkça
da bu çarktan çıkamayız. Usanmadan sürdürdüğümüz o hırslı
tempoyu devam ettirmemize engel olan bu fiziki imkansızlık ve
tahammül sınırımızı aştığımızın bu açık kanıtı olmaksızın yap­
mak zorunda olduğumuzu düşündüğümüz pek çok şeye bir son
vermemiz imkansızdır.
Umalım ki bir gün acılı deneyimlerden almış olduğumuz
dersi doğal savunma refleksleri geliştirecek kadar hazmetmiş
olalım. ‘Artık gerçeklere karşı harekete geçmeye karar verdim.
Ve boş yere içimi kemirmiyorum. Bu kendiliğinden oluyor, an­
cak bu defa benim arzum doğrultusunda.’ ‘Şimdi artık bir saldı­
rıya maruz kaldığımda farkında bile olmadan harekete geçiyo­
rum. Eskiden böyle bir davranışı veya sözü bir saldırı olarak ni­
telendirmemin doğru olup olmayacağını sorardım kendime ve
günlerce ne cevap vermem veya nasıl davranmam gerektiğini
evirip çevirirdim kafamda.’ ‘Geçen gün, yine her zamanki gibi,
yaptıkları eleştirileri dinlemek yerine, kalkıp gittim.’
66
Tepkilerimiz açık bir şekilde ortaya çıkar ve artık ne hisset­
tiğimiz hakkında veya nasıl davranmamız gerektiği konusunda
hiçbir şüphe yaşamayız. Hiç düşünmeden “kalıyorum çünkü
kendimi iyi hissediyorum veya gidiyorum çünkü kendimi kötü
hissediyorum” diyecek kadar bizim için neyin iyi veya neyin kö­
tü olduğunu biliriz.
Yaşadığımız deneyimler sonucu aşamadığımızı veya cevap
veremediğimizi gördüğümüz bir tehlike ya da saldırıdan kaç­
mak daha doğrudur. Laborit’in çalışmaları pek çok hastalığın
nedeninin kaçmamak olduğunu gösteriyor. Ayrıca Uzakdoğu
sporlarında olduğu gibi “savma” ya da “geçmesine izin verme”
yoluyla da cevap vermek mümkündür, böylece karşımızdakini
kendi saldırgan duygularının gücüyle dengesi bozulmuş bir hal­
de, kendisine yönelmiş saldırganlığıyla baş başa bırakırız.

Bitkinliğe Son Vermek


Ancak gücümüzün sonsuz olduğu yanılgısına kapılmamalı.
Kendimizi, kaçınılmaz olmayan gereksiz acılardan korumalı ve
bizi yavaş yavaş bitkinleştiren her tür saldırıya karşı son derece
dikkatli olmalıyız zira bitkinlik saldırılara olan hassasiyetimizi
artırır. Dinlenmiş bir beden üzerinde hiçbir etki yaratmayan bir
şey, yorgun bir bedende önemli bozukluklar yaratabilir. Bu du­
rumda hassasiyetimiz doruk noktasındadır ve unutmayı tercih
ettiğimiz o yalnızlık, itilmişlik ve terk edilmişlik duygularını
tekrar ortaya çıkartır. Olayların bu sembolik yansımasının so­
nuçları olaylardan daha ağırdır çünkü onlara aslında var olma­
yan anlamlar yükleyerek hayatımızı boş yere zorlaştırırız. ‘Mut­
suz olduğumda tamamen paranoyaklaşıyorum. Her şey bana ba­
tıyor ve hiç kimseye güvenmiyorum, kendimi ihanete uğramış
hissediyorum, hem de en çok sevdiklerim tarafından.’
Bu fiziki ve ruhsal bitkinliğe varmadan önce bize neyin acı
verdiğini dile getirmemiz, sözlerle veya davranışlarla bir cevap
67
vermemiz gerekir. Acının sadece adını koymak bile, onu tama­
men ortadan kaldırmasa da, şiddetini azaltmanın bir yoludur.
“Anlata anlata acımızı dindiririz” der Corneille. Düşünmek, ar­
kadaşlarla konuşmak, psikoterapi veya psikanaliz gibi bize “ne­
yin acı verdiğini” anlamamızı sağlayacak her şey, o ana kadar
yerini yanlış saptamış olduğumuz yaralarımızı sarmamıza yar­
dımcı olur. Bize acı veren şeyin sadece adını telaffuz etmek bi­
le acıyı dışarı vurmanın bir yoludur. ‘Fark ettim ki artık duygu­
larımı her dile getirişimde, konuştukça, acı, üzüntü veya öfke
duyguları hatta bazı acılar yavaş yavaş yok oluyor.’
Ayrıca davranışlarımızla da bu dışavurumu devam ettirmeli,
maruz kaldığımız saldırılara cevap vermeli, isteklerimizi söze
dökmeli. içimizde birikmiş olan yaralanmaları mümkünse tekrar
tekrar söyleyip acılarını hafifletmeli ve “kanımızı zehirleyen”
bütün fikirleri, düşünceleri ve anıları tıpkı içi boşalan bir apse
gibi dışarı atmalıyız.
Olumsuz düşünceleri içimize atmaktansa öfkeyle hareket et­
mek daha iyidir, ancak bunu başarmamız her zaman mümkün
değildir. ‘Babama olan kızgınlığımı asla söyleyemiyordum. Be­
nim için dokunulmazdı. Ve baskı altında tuttuğum için öfkem
iyice büyüyordu. Açık bir tartışmanın olmaması kadar kötü bir
şey olamaz; tamamen kendi başınasınız. İnsan var olmadığı, gö­
rünmez olduğu duygusuna kapılıyor.’

Duyguları Serbest Bırakmalı


Bütün bu acılar birikerek artık basit zevklere ve dış dünyay­
la ilgilenmeye yer bırakmaz hale gelirler. Acı dışlayıcıdır; ken­
disini çeken kişide, kendi varlığından başka hiçbir şeyin varlığı­
na tahammülü yoktur. Ancak sözler ya da davranışlar olsun, onu
dışarı atmamızı sağlayabilecek her yolu denemek gerekir çünkü
bu zehirli sırları içimizde saklamanın hiçbir yararı yoktur. Ağla­
ma krizleri, kahkahalar, sözler ve hareketler, sanatsal yaratıcılık
68
veya bazı bedensel ifade yolları... bütün bunlar duygularımızı
serbest bırakmamızı ve bizi yaşamaktan alıkoyan o eski acıların
yavaş yavaş kaybolmasmı sağlayacak şeylerdir.
Bu olumsuz hatıraların, haksızlık veya güçsüzlük duygusu­
nun içimizi kaplamasını önlemek için her deneyim üzerine dü­
şünüp bundan nasıl bir ders alabileceğimizi anlamamız gerekir.
Daha sonra, artık aynı hataları tekrarlamama umuduyla ve ken­
dimizle uyum içinde yaşayabilmemizi sağlayacak o özgürleşti­
rici hareketleri -küçücük de olsalar- yaparak yolumuzda ilerle­
yebiliriz.

69
‘İçinize dönün, hayalınızın kaynağı olan derinlikleri yoklayın...
Dışarıya bakarak, en gerçek duygunuzun o en sessiz anda size belki vere­
bileceği cevaplan dışarıdan bekleyerek, gelişiminize bundan daha iyi engel
olamazsınız... Sonuçla, hayatınızın yollan burada.’
Genç Şaire Mektuplar. Rainer Maria Rilke

‘Öğrenirken ihtiyatlı olmaya bak.


Sonuçlarını hiç düşünmeden, saf. uysal, -masum!- kafana
doldurduklarını bir ömür yetmez unutmaya.
Köşe Direkleri, Michaux

ETKİ ALTINDAKİ DÜŞÜNCE


‘Başkalarının bakışı benim için çok önemli. Tek istediğim
beni yakışıklı ve akıllı bulmaları. İnsanlardan sürekli sevgi ve
takdir bekliyorum. Bu yolla kendimi tanımaktan iyice uzaklaştı­
ğımın farkındayım ama...’ Bu şekilde başkalarının yargılarına,
eleştirilerine hatta tavsiyelerine çok fazla kulak verdiğimizde ar­
tık ne kim olduğumuzu ne de gerçekten ne istediğimizi bilebili­
riz. Bize ait olmayan bir düşünceye bağımlıyızdır ve ona hiç de
hak etmediği bir önem vermekteyizdir.
‘Sanki ne yapmam gerektiğini başkaları benden daha iyi bi­
lirmiş gibi hissediyor ve sürekli onların fikrini alıyorum. Ve so-
70
nuçta insanlar bana tepeden bakarak, kendi deneyimlerinden,
sözüm ona başarılarından bahsedip sanki küçük bir çocukmu­
şum gibi benim davranışlarımı eleştirmeye başlıyorlar. Ama bu
benim hatam, sanki kendi başıma düşünmekten acizmişim gibi
davranıyorum.’ Bazıları bilgi ve sorumluluk dünyası olan yetiş­
kinler dünyasına geçmemek için kendi sorumluluklarını ele al­
ma ve hayatlarında tek başına önemli seçimler yapma kararını
hep sonraya ertelerler. Onlar için diğerleriyle eşit olduklarını ka­
bul etmek küçüklerin faydalandıkları ayrıcalıklardan ve kollanı­
yor olmanın o tatlı yararlarından vazgeçmek anlamına gelir.
Oysa kendi kararlarının doğruluğundan şüphe eden biri için
bu dış destek kuşkularını daha da artırmaktan başka bir işe yara­
maz -kuşkusuz, başarısızlıklarından kendisi sorumlu değildir...
ancak başarılarından da. Ve bu durumda kendi kişisel kararları­
nın olumlu etkilerini gözlemleyecek durumda değildir. Objektif
başarı ölçüleri sayesinde, eksik olan güven duygusunu yavaş ya­
vaş kazanma imkanı vermemektedir kendisine.
Oysa “diğerleri”, hayran olup, söylediklerinin doğruluğun­
dan şüphe bile etmeden saygı duyduğumuz istisnasız herkes, as­
lında başkaları tarafından aktarılmış olan ve çoğu zaman kendi­
lerinin bile hazmetmemiş oldukları düşünceleri tekrar etmekte­
dir. Her konuda söyleyecek bir sözleri vardır, ancak bu fikirleri
uzun düşünceler ve deneyimler sonucu mu elde etmişlerdir,
yoksa farkında olmadan gençliklerinde duydukları konuşmalar­
dan ödünç mü almışlardır? Çok iyi bildiklerini sandıkları o ger­
çekleri hiç sorgulamışlar mıdır? Yoksa zamanla kendilerini ola­
sı bir değişiklik yapmaya itebilecek her şeye karşı gerçek bir du­
var mı örmüşlerdir? En ufak bir kuşkuda yıkılacağını çok iyi bil­
dikleri için değil mi görüşlerini bu kadar kuvvetle savunmaları?
Yapmak isteyip de yapamadıklarını ya da iyi yaptıklarını zan­
nettikleri şeyleri yansıtmıyorlar mı karşılarındaki insana?
Gerek kendilerinden önceki kuşaklar, gerekse içinde yaşa-
71
dıkları toplum tarafından konulan kurallara uymadıkları an ken­
dilerini suçlu hissetmeye hazırdırlar. Körü körüne inandıkları
bütün bu hazır fikirler sadece görünüşte sağlamdır; kişisel dü­
şünce ve deneyim yoluyla kazanılan fikirlerin oturmuşluğu ve
derinliği yoktur bunlarda. Derin fikirleri olan kişilerin aksine,
“hazır görüşlere” sahip kişiler, karşılarındakini ikna etmeye ça­
lışırlar. İnançlarını böyle dile getirme ihtiyacı aslında kendileri­
nin buna inanmaya ne kadar ihtiyaçları olduğunu gösterir ve ıs­
rarları gizlemeye çalıştıkları zayıflıkları oranındadır. “Bilen
söylemez” der Lao Tseu.
Bizim için anlamının önemini hiç dikkate almadan, yalnızca
bizi ilgilendiren konularda başkalarının tavsiyelerini mi dinleye­
ceğiz? Bize kendi duygularımızı ve düşüncelerimizi söyleme­
menin öğretildiği eğitimimiz, kendimize güvenmeyişimiz, di­
ğerlerinden farklı olup dışlanmaktan korkmamız, kim olduğu­
muzu bilememe ve dolayısıyla kendimizde kişisel bir fikre sahip
olma hakkını görememe duygusu... bu ve benzeri faktörler ger­
çek düşüncemize kulak vermemize engel oldukları gibi, gerçeği
sadece başkalarının bildiğine inanmamıza da neden olurlar. ‘Ki­
minle konuşursam ona hak veriyorum, bukalemun gibiyim. O
kadar ki, gerçekten ne düşündüğümü bile bilmiyorum.’

Kendimizi Dinlemek
Bizim için neyin iyi ve neyin kötü olduğunu anlamak için
“en gerçek duygumuzu” dinleme hakkına sahip olduğumuzu
unutmamamız gerekir. Ailemiz tarafından seçilmiş olan yolu iz­
lediğimizde hiçbir kişisel yaratıcılık şansımız yoktur. Arzudan,
coşkudan ve ruhtan yoksun, neye benzediği belli olmayan bir
yaşamı sürdürür ve gitgide kendi doğamızdan uzaklaşırız ki bu,
ölümcül sonuçlar doğurabilir. Sadece kendimizi korumak adına
verdiğimiz tepkiler dışında, kendi arzularımızı ve kendi düşün­
celerimizi gerçekleştirmek imkansızdır. Ve başkalarının isteme-
72
yerek de olsa düşüncelerimiz üzerinde estirdikleri bu terör bede­
nimizin hareketlerini engellemeye kadar gider zira kendi coşku­
larım yaşayamayan bedenimiz sonunda yaşamayı reddeder.
Kansere yakalanan Fritz Zorn, Mars
* adlı kitabında “ölüme
nasıl eğitildiğinden” bahseder: “Çocukluğumu anlatmam gere­
kirse, öncelikle belirteyim ki olabilecek en mükemmel bir dün­
yada büyüdüm... Sanırım kötü olan da buydu, her şeyin her za­
man çok iyi olması. Eğer çocukluğumun dünyası öyle iddia et­
tiği gibi sadece mutlu ve uyumlu bir dünya idiyse, ta temelinden
sahte ve yalancı olması gerekir. Ve bir şey gerçekten yalancıysa
felaket çok bekletmeden geliveriyor... Her şeye evet demek sı­
kıcı bir mecburiyet veya baskı olarak algılanmadığı gibi bu, te­
ninize ve kanınıza işlemiş bir ihtiyaçtı. O zamanlar kendime ait
bir düşüncem, kişisel tercihlerim ve zevklerim yoktu, aksine, o
tek kurtarıcı fikrin peşinden gidiyordum, o, düşüncelerini kabul­
lendiğim ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen insanların
fikrinin peşinden.”
Ve ölmeden önce şöyle yazar: “Artık yaşamayı istemediği­
mizde bedenimiz hayatı kendiliğinden yok ediyor... Kanser as­
lında ruhun hastalığı, tümörler ise akıtılmamış olan gözyaşları.”
Bu farkındalık, ailenin ve toplumun isteklerine çok fazla uyma­
nın tehlikelerini görmek açısından önemlidir. Kendi arzumuzun
yadsınması ve nasıl davranmamız veya düşünmemiz gerektiği­
nin bize başkaları tarafından empoze edilmesi sağlığımız üzerin­
de yıkıcı etkiler yaratır.
İnsanın ruh halinin habis tümörlerin oluşumundaki rolü üze­
rinde araştırmalar yapan kanser uzmanı profesör Simon Schra-
ub, habis tümörlerin büyük çoğunluğunun organik nedenli oldu­
ğunu, ancak bu tümörlerin ortaya çıkmasını sağlayan biyolojik
süreç boyunca psikolojik faktörlerin etkili olduğunu açıklıyor.

♦Gallimard, 1982

73
Kanserin ortaya çıkmasından hemen önce hastaların özel du­
rumlarla karşılaştıklarını saplıyor. Alman psikiyatr Baltrush’un
araştırmalarına göre ise, ölüm, iş kaybı veya büyük bir hayal kı­
rıklığı gibi nedenlerden doğan psikolojik şoklar, çevreleriyle iyi
ilişkiler kurmakta zorlanan ve her şeye boğun eğen kişilerde ola­
yın kendisinden daha ağır sonuçlar doğurur. Art arda tekrarla­
nan duygusal şokların neden olduğu psikolojik bozukluklar ba­
ğışıklık sisteminde değişikliklere neden olur. Ve doğal savunma
sistemimiz zayıfladığında hastalıkların patlak vermesine elve­
rişli bir zemin ortaya çıkar.
Doktor Schraub ayrıca Amerikalı doktor Le Shan’nın pek
çok kanser hastası üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu, bütün
hastalardaki ortak noktanın aynı umutsuzluk ve aynı yetersizlik
duygusu olduğunu ve hepsinin duygularını içine atan kişiler ol­
duklarını saptadığından bahseder. Bu insanların hepsi de tek ve
çok önemli bir ilişkiye yatırım yapmışlardı ve sevdikleri kişinin
sevgisini kaybettiklerinde, çocukları evden gittiğinde veya işle­
rini yitirdiklerinde hayatlarındaki her şeyi kaybetmişlerdi. Bir­
den yaşamanın hiçbir anlamı kalmamıştı.
Le Shan, ruh halinin hastalığın gelişimindeki rolü üzerine ör­
nekler de veriyor. Müzisyen olmayı hayal eden John, ailesiyle
ters düşmemek adına bu isteğini gerçekleştiremediği gibi bun­
dan bahsetmeye bile asla cesaret edememişti. Ve bir gün bey­
ninde bir tümör olduğunu ve ameliyat olmasının mümkün olma­
dığını ve sadece birkaç ay daha yaşayabileceğini öğrenir. Ve
ölümün bu yakınlığı garip bir biçimde ona güç verir. Hem, son
safhadaki kanser hastaları için özel bir metot geliştirmiş olan
doktor Le Shan’la bir terapiye, hem de ciddi bir şekilde müzik
çalışmalarına başlar. Bugün sağlığı çok iyi ve bir senfoni orkest­
rasında profesyonel müzisyen olarak çalışıyor.
Kanserin son safhasındaki, rahmi ve bir göğsü alınmış ve
doktorların sadece birkaç ay ömür biçtikleri bir hasta ise nihayet
74
ailesine karşı çıkarak ve eşinden ayrılarak kendi isteklerini ger­
çekleştirmeye başladıktan sonra yıllarca sağlıklı bir şekilde ya­
şamaya devam ediyordu. Yarım bırakmış olduğu eğitimini ta­
mamlayarak bağımsız olmasını sağlayacak bir iş bulmuştu ve
kendisini hiç olmadığı kadar iyi hissediyordu. Bir başka hasta
ise, psikoterapi sayesinde iş hayatında büyük doyumlar yaşama­
ya başladıktan sonra hastalığının seyrinin yavaşladığını görme­
ye başladı. Doktor Le Shan’ın söylediğine göre “Yeni yaşamını
sevdiğinden onu kaybetmemek için savaşacak gücü bulmuştu
kendisinde.”*
Bu örnekler gösteriyor ki, kaçınılmaz olan ve maalesef sağ­
lığımız üzerinde olumsuz etkiler yaratan dramlar dışında, haya­
tımızda bizi hasta edebilecek bazı durumları ortadan kaldırma­
mız ya da en azından değiştirmemiz gerekir. Seçenekler dahilin­
de -ilk bakışta pek belli olmasa da seçme özgürlüğü en önemli
şeydir- neye ihtiyacımız varsa ona göre davranmalı, mümkün
olduğunca gerçekten yapmayı istediğimiz şeyleri yapmalı ve ha­
yatımızda bizim için yararlı olacağına inandığımız ilişkileri ve
bağlantıları ön planda tutmalıyız.

ZEVK KAVRAMI
“Zevkin belirtisi: yok. Zevk konusunda boş kağıt veriyo­
rum.” Bazen, kendi arzumuz doğrultusunda alacağımız kararla­
rın doğruluğundan emin olsak da bunları uygulamaya koymak
pek de kolay değildir. Çocukluğumuzda sıkça duyduğumuz o
‘Bu dünyaya eğlenmeye gelmedik herhalde!’ sözüne uygun bir
şekilde zevk almamaya ahştırmışızdır kendimizi.
Aldığımız eğitim çoğu zaman zevk almayı öğretmek yerine
bize sadece görevlerimizi ve buna bağlı olarak da yasakları öğ­
*Hayatınız İçin Savaşabilirsiniz, ‘Reponses/Sante’ koleksiyonu, Robert
Laffont, 1982

75
retir. “...mek gerekir, ....memek gerekir.'...yapmalısın, ...yapma­
malısın.” Doğruyu söylemek gerekirse, anne-babanın varlığını
ortaya koyduğu ve sosyal hayatı öğrenmede yararlı olan bu sı­
nırlamalar kesinlikle gereklidir. Ancak bazen kullanılan ton çok
kabadır veya bir olaya verilen tepki olayın kendi boyutundan
çok daha büyüktür ve bu sert ses veya kırıcı tutum çocukta hak­
sızlık duygusu yaratır. Çocuk, bu abartılı tepkilerin belli bir eği­
tim mantığına dayanmadığını ve sadece o anki ruhsal durumla­
rından kaynaklandığım belli belirsiz hisseder ve bu sürekli ezi­
yet yüzünden acı çeker. “Yapma! Rahat dursana! Sus! Gürültü
yapma!” ‘Annem hayatta hiçbir şeyden zevk almadı; hayatta sa­
dece görevler vardı ve onu ilgilendiren tek şey bizim görevleri­
mizde şimdi ben de hiçbir şeyden zevk alamıyorum, dahası ne
istediğimi bile bilmiyorum.’
Çocukta çok erken ortaya çıkan cinsellik anne-baba için ko­
lay kabul edilir bir şey değildir. Bu bazen aşırı hareketlilik ve
çığlıklarla ya da çocuğun doğallıkla ve bazen uygunsuzca sergi­
lediği uyarılmalarla ortaya çıkar. Anne-babanın çeşitli bahaneler
adı altında çocuğa uyguladıkları ve çoğu zaman kendi cinsellik­
lerini yaşamaktaki güçlüklerini yansıtan sansür, çocuğun ileri­
deki davranışları üzerinde etkili olur. Daha neden kaynaklandı­
ğından önce yasak, tehlikeli ve ahlaksızca olduğunu öğrendiği
arzuyu göstermemesi gerektiğini kaydedecektir aklına. Ve o ana
kadar doğal ve “normal” kabul ettiği bu şeye birden yasak kon­
masına tahammül edemediğinden, içgüdüsel olarak anne-baba­
sının tepkisini çekecek her türlü davranışı bastırmaya başlar ve
böylece, ileride bir gün neye benzediklerini bile unutacak kadar,
doğal davranışlarını ve coşkularını tutmaya alışır.
Bu kendini tutuş önce dışarıyla ilişkilerdeki canlılık üzerinde
etkiliyken daha sonra yasak kavramıyla özdeşleşmiş duygu ve
düşüncelerin canlılığı üzerinde de etkili olmaya başlar. Ancak
bir şekilde zevk alması da gerektiğinden, yasağı çiğneyerek zev-
76
ke ulaşmaya başladığını keşfedecektir ve ileride başka türlü zev­
ke ulaşamaz hale gelecektir. Ve bazı konularda anne-babasının
onayını alamayacağını anlayarak, sırf sorun çıkmasın diye, bir
yandan bu gizli yasak arzuları ve rüyaları devam ettirirken öte
yandan gerçek düşüncelerini gizlemeye, onların isteklerine
“evet” demeye alışacaktır.
Artık yetişkin bir insan olduğumuzda da kendimize zevk ver­
menin ahlaksızca olduğuna inanırız, özellikle de bunu bilinçli
bir şekilde önceden tasarlamışsak. Zevk almak tamamen onay­
lanan bir kavramken “kendine zevk vermek” daha ikircikli an­
lamlar alır, “zevk içinde yaşamak” ahlaksız bir hayat sürmekle
eşanlamlı hale gelir. Maruz kalınan, fazla sigara içmiş olmak,
fazla yemek, fazla içmek veya yeterince çalışmamak, yeterince
spor yapmamak gibi sürekli bir suçluluk duygusuyla yaşanan
zevkler hoş görülür çünkü bundan tamamen sorumlu olan biz
değilizdir ve bunlara engel olmak elimizde değildir. Bu utanç
verici aşırılıkların nedeni çoğu zaman içki, sigara, bir kutlama
ortamı veya arkadaş grubudur... üstelik ertesi sabah kendimizi
kötü hissetmemiz de kontrolü elden bırakmış olduğumuz için
pişman olmamıza neden olur. Zevkin ardından kendimizi kötü
hissettiğimizden ve bedenimiz yasak meyveleri tatmanın cezası­
nı ödedikten sonra, böylece ahlak kurtulmuştur artık. Ve aslın­
da, kendisini istediği gibi özgürce ifade edebilmesi için gerekli
olduğuna inandığımız bu aşırılıklar kuşkusuz ki ona sunduğu­
muz zevkleri baştan suçlu kılmaktadır.
Bu aşırılıklar gerçekten gerekli midir? Tamamen bilinçli ola­
rak ve açık bir şekilde zevk almamız mümkün değil midir? Ne­
den bunun sağlığımıza zarar vermek bir yana onu korumak için
gerekli bir davranış olduğunu kabullenmekte güçlük çekiyoruz.
Bedenimizin ihtiyaçlarına ve arzularına uygun olarak yaptığı­
mız her şey ve aldığımız her karar onun dengesini bozacak aşı­
rılıklardan çok daha yararlıdır.
77
Geçici bir keyif, dış etkenlerden kaynaklanması nedeniyle,
bir anlamda “maruz kaldığımız” bir şeydir. Bizim isteğimiz dı­
şında gelişmiş olduğundan ve bilinçli ve özgür bir şekilde zevki
aramadığımızdan bunun bizim kendi deneyimimiz olduğunu
söylemek mümkün değildir. Bir an için kendimizi iyi hissetsek
de hiçbir derinliği ve dinginliği yoktur bunun.
Hastalık, Sanat ve Sembol
* adlı kitabında Groddeck hasta­
lıkların önlenmesinde “kendimize özen”in hayati öneminden
bahsediyor: “Bir doktor olarak, insanların kendileriyle ne kadar
az ilgilendiklerini görmek korkunç bir şey; buna, sözümona
egoist kişiler de dahil, hatta kendileriyle en az ilgili olanlar bu
kişiler. Hayatları genellikle bitmez bir kaçıştır. Kendi benlerinin
hizmetinde olduklarını düşünmekte haklı olabiliriz, ancak ger­
çekte benlerine gösterdikleri bu özen aslında ‘kendilerinden’,
gerçek ruhlarından korktukları içindir. İnsanların kendilerine,
sesini duyurmak ve nihayet dikkate alınmak için rüyalar, hatta
çeşitli fiziki semptomlar gibi bin bir yol deneyen gerçek ruhla­
rının o sessiz ve ısrarlı yakarmalarına daha fazla ilgi gösterme­
lerini umardım.”

Sadece Kendini Düşünmek Kötü müdür?


Nasıl hiç utanmadan, sıkılmadan ve açıkça kendimizle ilgi­
lenmeli? ‘Sadece kendini düşünmek kötüdür, egoistliktir bu.’
‘Küçükken babam bana sürekli hak yoktur, ödev vardır derdi ve
düşünüyorum veya isterdim dediğim zamanlar bana kral bile ...
isteriz ki diye konuşuyordu şeklinde cevap verirdi.’
Kendine zevk verme düşüncesi çoğu kişi tarafından bu zev­
kin başkasının zararına alındığı şeklinde algılanır; sanki kendi­
leri asla başkalarının rahatından başka bir şey düşünmüyorlar-
mış gibi! Bu doğru mu? Çoğu zaman karşıdaki kişinin öyle ar-
*‘Connaissance de i’inconscient’ Kolleksiyonu, Gallimard, 1969

78
zulayacağım düşünerek sadece onun “için” yaptıkları şeyler hiç
de o insanın gerçekten istediği şeyler değildir. Üstelik, onca fe­
dakarlıklarla yapılan bu iyiliğe karar veren kişi kendisi değildir
ve ölçüsüz çabaların er ya da geç yaratacağı rahatsızlıklara ve
tatsızlıklara maruz kalmayı istememektedir.
Sevdiğimiz kişilere kendimizi feda etmek onlar için gerçek­
ten bir armağan mıdır? Onların iyiliğini düşündüğümüz bahane­
siyle, çoğu zaman taşıyamayacakları bir suçluluk duygusu yük­
lemiyor muyuz omuzlarına? Beklentilerimizin sınırsız ve bor­
cun sonsuz olduğu duygusunu vererek kendilerini sürekli rahat­
sız hissetmelerine neden olmuyor muyuz?
Katılmayı kabul ettiğimiz bir davette, biraz da olsa sıkıldığı­
mızı hissettiğimizde, bunu davet sahibine yansıtıp bize karşı
borçlu olduğunu hissettiriyorsak zamanımızı ve enerjimizi ar­
mağan ederek o davete katılmış olmamızın ne anlamı kalır? Ta­
bii ki gerçekten görev icabı katılmamız gereken veya pek hoş ol­
masa da hazır bulunmamız icap eden bazı acılı olaylar dışında,
sevdiğimiz kişi “için” yaptığımız her şeyi, sadece kendimiz için
değil, özellikle onun için zevkle yapmamız gerekir. Mutsuz ve
isteksizce yaptığımız her şeyde kaçınılmaz olarak bir karşılık
bekleriz ve yaptığımız şeyden ne kadar zevk almıyorsak beklen­
timiz de o kadar büyüktür. İstediğimiz zaman bir şeyler verdiği­
mizde bu hareket özgürlüğü karşımızdaki insanın da daha özgür
hareket etmesini sağlar ki gerçek cömertlik de budur.
Bazen aileden birini, eşimizi veya iş ortağımızı mutlu olma­
yı beceremememizin nedeni olarak görürüz. Kendi kendimize
koyduğumuz sınırları görmektense başkaları tarafından konulan
sınırlara inanmak daha katlanılır bir şeydir. ‘Eğer bana yardım
etmiş olsalardı...’ Böyle durumlarda isteklerimizi gerçekleştir­
miş olabileceğimize inanmaya devam etmek hala mümkündür,
tabii ki eğer şartlar başka türlü gelişmiş olsaydı veya etrafımız-
dakiler başka türlü davranmış olsalardı... Aptalca olduğunu bil-
79
eliğimiz ancak değiştiremediğimiz kendi imkansızlıklarımızı
gizlemek adına, çoğu zaman kendi kendimize meydan verdiği­
miz bu engellemeleri kabulleniriz. Her ne kadar bize zevk vere­
cek olsa da. hayatımızı zorlaştıracak olan, o kararlılığı ve deği­
şimi yaşayamamanın doğuracağı sıkıntıdansa dış engellerden
kaynaklanan o bir şey yapamamanın konforunu yaşamayı tercih
ederiz.

Zevk Almak
Çok daha derin nedenlerle zevk alamadığımız, kendi arzu­
muza kulak veremediğimiz durumlar da vardır. Örneğin yasak
bir arzunun unutulmuş anısı, ensest arzu, korkunç bir şiddet uy­
gulama arzusu, ölüm arzusu veya sevdiğimiz ve kendimizi so­
rumlu hissettiğimiz insanların mutsuzluğu göz önüne alınarak
yaşanamayan arzu gibi. ‘Annemi her gün onca mutsuz görüyor-
ken ve mutsuzluğundan sorumluyken nasıl zevk almayı düşüne­
bilirdim!'
Zevk almak bizi o kadar mutsuz kılan kişilerden hak iddia et­
mekten vazgeçmek anlamına gelir aynı zamanda. Mutlu olmak­
sa sonuçta onlara hak vermektir; hayatımız boyunca bize yapmış
oldukları korkunçlukların izlerini taşımıyorsak, hiç de düşündü­
ğümüz türde canavarlar değillermiş demek ki. Uğradığımız bü­
tün haksızlıkların, maruz kaldığımız bütün acımasızlıkların tek
kanıtı yaşama acımızdır. Çocukluğumuzda bizi sevmemiş olan,
bugün artık görmek için hayatta olmasalar da, bizi nasıl da mut­
lu etmeyi bilemediklerini kanıtlamaya uğraştığımız “onlar”.
Hem sevgi hem de öfke duyarız onlara: O acılı şefkat beklenti­
lerini haklı çıkartacak bir sevgi ve hayal kırıklığıyla sonuçlanan
beklentilere verilebilecek tek cevap olan öfke.
Kendine zevk verme arzusu da tıpkı duygular gibi ikircikli
olabilir bazen. ‘Kalmak istediğim halde gidiyorum ve gitmem
gerekirken de kalıyorum. Kamım aç olmadığı halde yemek yi­
yip açken de kendimi yemekten mahrum bırakıyorum. Asla zev-
80
kime göre davranmıyorum dahası tam tersini yapıyorum. Kar­
şımdakilerin benden olmadığım gibi olmamı beklediklerini his­
sediyorum ve onların beklediklerinin tam tersini yapıyorum.’
Bazıları, çocukken kendilerine asla değer verilmediği veya
başkalarının hoşuna gidecek şeyler yapmaya çabaladıklarında
asla ödüllendirilmedikleri duygusunu taşırlar ya -mutlak bir mü-
kemmeliyetçilik kaygısıyla- yaptıkları asla yeterince iyi değildir
ya da “her zaman’’ onlardan daha iyi yapan bir ablaları ve ağa­
beyleri vardır. Bu kişilerin ileride kendilerine değer verip, hoş
şeyler yaşamaları, olumlu ve değer verici ilişkiler kurmaları çok
güçtür.
Hoş bir ilgi, bir iltifat veya şefkatli bir hareket gibi zevkler,
çok uzun süre beklenmiş olmaları nedeniyle, kaçıp uzaklaşma­
larına neden olabilir, zira bu, geçmişte kendilerine bu sevgiyi
göstermeyi becerememiş olanlara karşı duydukları o bastırılmış
nefreti canlandırır. Artık bu davranışları beklemediklerinden is­
temeyi düşünmek akıllarına bile gelmez, hatta bu tür davranışla­
rı kabullenmekte zorlanırlar da. ‘Şefkat ya da minnet gösterisi
gibi beni duygulandıracak bir hareket yapıldığında bundan mut­
lu olmak yerine ağlamak istiyorum. Bu çok fazla, hem çok faz­
la, hem de çok fazla bekledim ; artık taşıyor ve hıçkırıklarla ağ­
lamak istiyorum.’
Hiç şımartılmadıkları için, bir gün ne başkaları ne de kendi­
leri tarafından şımartılmayı normal karşılayabilirler... Çünkü as­
la içsel özgürlüğü tanımamışlar ve kendilerinde, sadece kendile­
ri için iyi bir şey yapma hakkını görmemişlerdir. ‘Kendime ne
zaman biraz pahalı bir şey alsam suçluluk duygusuna kapılıyo­
rum.’ ‘Fark ettim ki, hoşuma gidecek bir şey yapmak için hep
başkaları için yapıyormuş bahanesi yaratıyorum. Sadece kendim
için bir şey yapacak kadar önemli görmüyorum ve yeterince
sevmiyorum kendimi.’ ‘Eğer tam da hayal ettiğim şekilde kendi
hoşuma giden bir şey yapıyorsam bundan zevk almak yerine
81
kaçmak istiyorum. Sanki bu mutluluğa hakkım yok gibi, sanki
hayal, hayal olarak kalmalıymış gibi ve sanki bu hayali gerçek­
te yaşamak büyümekmiş gibi.’
Kendimize mutlu olma izni vermediğimizde kendi zamanı­
mızı ve alanımızı başkalarının sürekli müdahalelerinden koru­
mayı düşünmeden, onların kendi arzularıyla bizi istila etmeleri­
ne kolaylıkla izin veririz. Bizden istediklerine bir türlü “hayır”
diyemeyip bunları bir zorunluluk olarak görürüz, hem de ayrım
yapmaksızın ve iyi ya da kötü mü olduğunu hiç düşünmeden.
Kendimizi karşımızdakinin yerine koyarak, kendimize yapılma­
sına tahammül edemeyeceğimiz bir şeyi ona da yaşatmamak
amacıyla, vereceğini tahmin ettiğimiz tepkiye uygun şekilde
davranırız. ‘Arkadaşımı birlikte bir akşam geçirmeye davet edip
de olumsuz cevap aldığımda kendimi terk edilmiş hissediyorum.
Ben asla hayır demiyorum, çünkü kendimi karşımdakinin yeri­
ne koyup, hayır dersem ona ne kadar kötülük etmiş olacağımı
görüyorum.’
Çatışmayı önlemek adına sürekli her koşulda ‘evet, elbette’
veya ‘her şey yolunda, hiç sorun değil’ dediğimizde bu evet’in
bir değeri yoktur, bu yolla sadece karşımızdaki kişiden gelebile­
cek saldırılardan korunmak amacıyla kendi öfkemizi yumuşak
bir maskeyle gizleriz. ‘Asla evet veya hayır demiyorum... benim
yerime karşımdaki karar verecek şekilde davranıyorum; asla bir
konuşmayı ilk kesen veya ilk giden olmak istemiyorum. Diğeri­
nin mutsuzluğundan sorumlu olmak fikrine katlanamıyorum.
Ama sözüm ona başkaları için yaptığım şeyi aslında kendim için
yaptığımı biliyorum ve bu kendimi rahat hissetmeme engel olu­
yor, doğal davransam kendimi daha iyi hissederdim eminim.’
Davranışlarımız maalesef tamamen sahte olan bu memnuni­
yet duygusunun tersini söylemektedir ve bu davranış ne kadar
sahteyse çevremizde oluşan huzursuzluk da o oranda büyüktür.
Saldırgan hislerimizi tamamen bastırmamız imkansızdır, olsa
82
olsa yollarını değiştiririz. ‘Kendimi tutmamın anlamsız olduğu­
nu biliyorum, çünkü eninde sonunda patlıyorum.’ Ne kadar şid­
detli olduğunu çok iyi bildiğimizden ve bu şiddeti kendimize da­
ima yasaklamış olduğumuzdan, saldırganlığımızı sürekli frenle­
meye çalışırız. Çevremizdekilere ne kadar çok zarar vereceğini
bile bile nasıl izin veririz bazı sözlerin ağzımızdan çıkmasına
veya bazı davranışlarda bulunmaya? Üstelik de bunlar ilk anda
en çok sevdiğimiz kişilere yöneldiğinden nasıl suçlu hissetmez
insan kendini?
Saldırganlığımızı bastırmaktan, hatta yadsımaktan başka ya­
pacak bir şeyin olmadığı durumlar da vardır bazen. Hasta olan
ve çektikleri acı nedeniyle zaten biraz sükunete ihtiyaçları olan
bir anne-babaya bile bile nasıl öfke duyar insan? Anne-baba dra­
matik bir şekilde erken ölmüşlerse, terk edilmişlikten veya iha­
nete uğramışlıktan nasıl bahsetmeli? Ve nihayet, son derece bo­
ğucu bir sevgiye maruz kalıp kendi arzularımızı asla dile getir­
me şansımız olmamışsa, böyle kusursuz bir anne-babadan dav­
ranışlarını değiştirmelerini nasıl beklemeli? Onca “fedakarlıkta
bulunmuş” bir anne-babaya karşı nasıl kendini sürekli borçlu
hissetmez insan?
Bu koşullarda insanın kendinde, kendisi için iyi olacağına
inandığı şeyleri isteme hakkını görmesi, bunu dile getirmesi ve
hatta diğerlerinden bunu istemesi çok güçtür. Bazen karşımızda­
ki insana dolaylı bir şekilde ne istediğimizi belli etmeyi başar-
sak da, açıkça söylemediğimiz için mesajımızın içeriğini doğru
algıladığından emin olamayız, tıpkı onun da bizim ne istediği­
mizden emin olamadığı gibi.
Diğerlerinin de duymasını istiyorsak kendi arzumuza önce
kendimiz kulak vermeliyiz. Böylece kendimize onu tatmin etme
olanağı verirken diğerlerinin de bizi tatminsiz bırakmış olmak­
tan dolayı huzursuz olmalarını engellemiş oluruz. ‘İsteklerimi
kabul ettiremediğimde kendime çok kızıyorum. Ancak bunun
83
bir faydası olmadığını bildiğimden iyice kızıyorum. Karşımda-
kinin isteklerine razı geliyorum ancak bunu o kadar kötü niyet­
le yapıyorum ki, ona pahalıya ödetmekte gecikmiyorum.’
Kendi yolunu bulmak ve bunu başkalarına kabul ettirmek
egoistlik olarak değerlendirilir ve diğerlerini hiç hesaba katma­
dan sadece kendi keyfini düşünmek olarak algılanır. Oysa “ha­
yır” demeyi bilmek, bütün varlığımızı ortaya koyarak, en yarar­
lı bir şekilde ve sadece karşımızdakini seçtiğimiz için “evet” de­
me hakkını elimizde tuttuğumuz anlamına gelir ve bu gönüllü,
sorumlu ve olgun bir “evet” olacaktır, vaktimizi onunla geçir­
mekten memnun olacağımızı ve bu iletişimin kalitesine inandı­
ğımızı kanıtlayan bir “evet”.
Tersine, karşımızdakinin bizden beklediğini sandığımız şey­
ler doğrultusunda hareket etmek siste yol almak gibidir; yapabi­
leceğimiz sadece onun duygularını tahmin etmektir, kendi duy­
gularımızı ise asla keşfetme şansımız yoktur. Kendi seçim kri­
terlerimizin ne olduğunu bile bilmeden, seçmediğimiz kararlar
veririz. ‘Karşımdakinin beni sonsuza kadar seveceğini söyleme­
si onu koşulsuz sevmeme yetip de artıyor bile. Ona olan sevgim,
kendisinden ziyade başka faktörlere bağlı. Gerçekten ne hisset­
tiğimi hiçbir zaman bilemiyorum, duygularım çoğunlukla ona
değil, ruh halime veya gündelik olaylara bağlı.’
Yöneldiğimiz kişi aslında kendi yarattığımız bir kişidir. O
anda orada bulunduğu ve almaya müsait olduğu.için taşan sev­
gimizi ona verip şefkate boğarız. ‘Yalnız olmaya tahammül ede­
miyorum. O sadece boşluk doldurmak için burada.’ Almayı is­
teyip istemeyeceği şeyler ilgilendirmez bizi, onu olduğu haliyle
değil, olmasını istediğimiz haliyle görürüz.
Onu sadece kendi arzumuzu tatmin etmek üzere yaratmışız-
dır ve isteklerimize verdiği cevaptan başka hiçbir şey ilgilendir­
mez bizi. Bize karşı sürekli “nazik olmasını’’, her zaman her şe­
yi onaylamasını ve elbette bizi daima sevmesini bekleriz. İyi bir
84
ayna, koruyucu bir destek ve yaralarımıza etkili bir merhem ola-
biliyorsa eğer, rolünü mükemmel yerine getiriyor demektir.
Kendisine biçtiğimiz rolün arkasındaki insanı görebilmek
için, ona zaman ayırıp gerçekten onunla ilgilenmeyi öğrenme­
miz gerekir. Ancak başkasını düşünebilmek için, kendimizden
başkasını düşünmemize olanak vermeyen, kendimizle ilgili o
aşırı kaygılardan kurtulmamız gerekir; kendi imajımızı düşü­
nüp, şüphelerimizle boğulmuşken diğerinin neler hissettiğini
duymamız mümkün değildir.
Oysa diğeri bir ihtiyacı gidermek için değil, onu seçmiş ol­
duğumuz için vardır. Onu dinlemek, görmek ve daha yakından
tanımak için seçmişizdir, o kadar ilgiliyizdir ki, ona vakit ayır­
maktan mutlu olur, sevgi ve dostluğumuzu veririz, gerçek arzu­
larını öğrenmeye çalışıp bunlara saygı gösteririz ve varlığı bize
o kadar zevk verir ki bunu dışa vurup onunla paylaşırız.
Bu seçimi kabul ettirmek, suçluluk duygusu yaratmamalıdır,
zira karşımızdaki insana olmasını istediğimiz gibi değil, ancak
gerçekte olduğu haliyle ulaşmanın tek yolu budur. Nietzsche der
ki: ‘Bazıları yakınına yönelir çünkü kendini arıyordur, bazılarıy­
sa uzağa çünkü kendini unutmak istiyordur. Kendinizi sevmiyor
oluşunuz yalnızlığınızı zindana dönüştürür.’

BAŞKALARININ BAKIŞ AÇISINDÂN KURTULMAK


‘Sen hala dadının, öğretmeninin ve annenin senin için dile­
diklerinde misin? Senin için ne kötülükler dilediklerinin farkın­
da değil misin? Ah! Yakınlarımızın dilekleri nasıl da bize ters
olabiliyor! Çocukluğumuzdan beri arkamızda taşıdığımız o za­
vallılıklar şaşırtmıyor artık beni, ailelerimizin dileklerinin lane­
ti içinde büyüdük çünkü!’ (Seneque, Lucilius’a Mektuplar.)
‘Bir gün artık kendime zevk vermeye ve mutluluğu becere­
meyen o insanlardan olmamaya karara verdim.’ Zevk kavramı­
nı bir kere öğrendiğimizde artık huzurumuza engel olabilecek
bütün davranışlar içgüdüsel olarak bizden uzaklaşırlar. Ancak
85
önce bunu nasıl arayacağımızı bilmek gerekir. Zevkin tek ve ke­
sin bir tanımı yoktur; kişiden kişiye değiştiği gibi hayatın her
anında da farklıdır.
Gerçekten ne istediğimize kulak verip, böylece kendimizi iyi
hissetmek için, önce başkalarının hakkımızdaki düşüncelerinden
tamamen kurtulmamız gerekir. “Bukalemun” gibi davranmak ya
da başkalarının isteklerine fazla uyum sağlamak gerçekten yaşa­
mayı istediğimiz şeyle yaşadıklarımız arasında sürekli mesafe ya­
ratır. ‘Karşımdaki insanın isteklerine razı gelmezsem ya da duy­
maktan hoşlanmayacağı şeyler söylersem, sevgisini kaybederim
diye korkuyorum; reddedilme saplantısıyla yaşıyorum sürekli.’
Başkalarının hakkımızdaki yargılarından korkarak, özellikle
de her zaman “nazik” olmaya çabalayarak kendimizi bazı dav­
ranışlara zorluyorsak, kim olduğumuzu iyice gözden kaybede­
cek şekilde art arda değişik rollere bürünüyoruz demektir. ‘Ay­
nı anda o kadar çok role bürünmem gerekiyor ki, artık ne kim
olduğumu ne de ne istediğimi biliyorum. Kendimi hiç sevme­
memden kaynaklanıyor bu, istekleri ve dayattıklarıyla kral san­
ki karşımdaki. Sadece insanların benden istedikleriyle var oldu­
ğumu hissediyorum.’ Böylece, gerçekte olduğumuz kişinin mi
yoksa olduğumuzu iddia ettiğimiz kişinin mi beğenilip takdir
edildiğini bilemez hale geliriz ve dahası karşımızdakinde uyan­
dırmayı umduğumuz sevgiden de asla emin olamayız.
Çocukluğumuzdan beri nihayet kendimizi olduğumuz gibi
kabul etmemizi sağlayacak bir kabullenilme işareti bekleriz. Ai­
lemizin bizden bekledikleri bizim için ilk örnekleri oluşturur,
olumlu ya da olumsuz, onların beklentilerine göre tanımlarız
kendimizi. Daha sonra da başkalarının -tahmin ettiğimiz- bek­
lentilerine göre. ‘Yaptığım her şeyi ya birilerini memnun etmek
ya da etmemek için yapıyorum. İnsanları ya sürekli tavlıyorum
ya da kışkırtıyorum. Sonra da kendime soruyorum: Ben nerede­
yim? Benim özgürlüğüm nerede?’

86
Cesur, cömert hatta fedakar bir anne ya da baba karşısında bu
örnek davranışlardan en ufak bir sapma fikri bile suç teşkil eder.
Sonuçta ya bunlara boyun eğeriz ya da zaten o seviyede olmadı­
ğımızdan emin bir şekilde “şiddetle karşı çıkarız”. Eğer anne-
babamız örnek bir çift oluşturuyorsa kendi evliliğimizi onların­
kiyle kıyaslarız ve ilişkimizin hiç de hayal ettiğimiz gibi olma­
dığını acıyla fark edip, ideal eşe rastlamamış olduğumuza inanı­
rız. Eğer anne-baba kendi alanlarında özellikle “başarılı” olmuş­
larsa, onların beklentilerine cevap veremediğimizden kendimizi
özellikle bir “hiç” gibi hissederiz ve bu ya aşırı bir çabaya ya da
tam bir başarısızlığa iter bizi.
Bazı eğitimlerde hataya yer yoktur. Anne-baba asla hata yap­
madıklarına inandırmışlardır çocuklarını veya çocuklar buna
inanmak istemiş de olabilirler. “Tek yapman gereken...” “...yap­
malıydın” gibi sözlerle cesaretlendirmeye çalıştıklarını zanne­
derken aslında çocukta komplekse ve içe kapanmaya neden ol­
muşlardır.
‘Anne-babamın her zaman mükemmel olduklarına inanıyor­
dum. Daima iyi niyetle en iyiyi yaptıklarına inandırdılar beni,
öyleydiler de zaten. Ve bu mükemmeliyetçi yoldan her uzaklaş­
mayı kendi ideal imajımdaki bir çatlak olarak yaşadım, onların
sevgisine ihanet ediyor, beklentilerine cevap vermiyordum.’
‘Anne-babamın arzuları o kadar benim arzularım haline dö­
nüştü ki, bir kadınla karşılaştığımda kendimden önce ailemin
hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünüyorum! Ben de ailem gibi
aşırı mükemmeliyetçiyim ve ona şöyle diyorum: Seni seviyo­
rum, ancak...’ Anne-baba mükemmelliği temsil ettiklerinden, bu
mükemmelliğe uymamak elbette düşünülemez bile. Ancak bek­
lentiler o kadar büyük ve yasaklar o kadar ağırdır ki en ufak bir
kendini düşünüş bile affedilmez bir hatadır ve bunu hatırlatan
her şey dayanılmaz acı verir. Bu ideal kişi olma çabası öyle yo­
ğundur ki sonunda bitkin düşeriz.
87
‘Kendimi hem dış görünüş hem de karakter yönünden mü­
kemmel göstermeye çalışıyorum. Başkalarının beni makyajsız
görmelerine tahammül edemiyorum, duygularımı da mükemmel
bir yüzün ardına gizliyorum. Bu o kadar büyük bir adaptasyon
gerektiriyor ki, bazen kendimi tamamen unuttuğum hissine ka­
pılıyorum ve daha sonra kendimi bulmak ihtiyacı duyuyorum.
Aslında en doğrusu hem kendi isteklerimi hem de diğerlerinin
isteklerini uyum içinde yaşatabilmek olurdu, böylece kendimi
toparlamak için yalnız kalmaya ihtiyaç duymuyor olurdum. As­
lında beni rahat bırakmaları değil istediğim, kendi kendimi rahat
bırakmam.’
Eğer her şeyden önce ailemiz ne “olmamız” gerektiği hak­
kında kesin bir fikre sahipse, bizim kişiliğimizi hiç göz önünde
bulundurmadan kendi isteklerini kabul ettirmeye çalışacaklar­
dır. Onların tutkuyla sevdikleri bir alana hiç eğilim göstermiyor
olabiliriz. Hatta bu istek öyle geniş yer tutar ki uyguladıkları
baskı yüzünden coşkumuz doğallığını ve içtenliğini yitirir. Ör­
neğin, çok erken yaşta sürekli müzelere taşınmışsak buna tepki
olarak resim sevmememiz mümkündür ya da müzik dersleri bi­
ze öyle empoze edilmiştir ki bunu istemiş olup olmadığımızı as­
la anlayamamışızdır.
Ancak çok sonra, yetişkin bir insan olup seçimlerimizde öz­
gür hale geldiğimizde, geçmişteki eğitimimizden faydalanmayı
öğreniriz; bunu bir zenginlik olarak kabul edip bu yolla resim ya
da müzik gibi bazı zevklerin tadına varmanın ayrıcalığını yaşa­
mış olmaktan memnuniyet duyarız. Çocukken ihtiyacımız olan
şey, ailemizin istekleri dışında tek başımıza var olmak, kendi is­
teklerimizi keşfedip, hatalar yaparak da olsa, kendi deneyimle­
rimizi yaşamaktı. ‘Babam için önemli olan tek şey sınavlardı.
Sonuç mu? Lise bitirme sınavını veremedim. Başkalarının sizin
için istediği şeylere boyun eğmek ölüm demek.’
Ancak, anne-baba, kendileri için önemli olduklarına inandık­
ları şeyleri çocukları için de istemesinler mi? Geçmişte kendi
88
yaptıkları hatalardan veya gelecekte olabilecek olanlardan onla­
rı korumayı neden istemesinler? Çocuklarının başına gelmesin­
den korktukları ve onun aracılığıyla bir kez daha yaşamayı iste­
medikleri mutsuzluklar yüzünden önceden acı çekerler. Çocuk­
larının kırılganlığını bahane ederek -ki aslında bu kendi kırıl­
ganlıklarıdır- ve dramatik senaryolar üreterek onları aşırı koru­
ma altına alırlar, ancak böyle yaparak korumak yerine kaygıla­
rını aktarırlar onlara. ‘Babam, en ufak bir ağrıda neredeyse va­
siyetnamesini hazırlayacak. Fark ettim ki, -bunu anlamak için
bayağı zaman harcadım- ben de aynı onun gibiyim, en ufak bir
şeyden kaygılanıyorum.’
Çocuk adına duyulan kaygılar genellikle açıkça söylenmez.
Oysa çocuk tepki de gösterse açıklık, onun kaygılarla başa çıka­
bilmesini sağlar. Bunlar söylenmediklerinde çocuk tarafından
görünmez bir tehlike olarak algılanıp sezgisel olarak hissettiği
bir endişe yaratırlar. Bu, çocuğun davranışlarında tutukluğa yol
açar ve hem soyut olup hem de her an var oluşu nedeniyle aşıl­
ması oldukça güç bir engeldir bu.
Kendisinden beklenen şeyler için de aynı durum geçerlidir,
reddetse bile bunları bilmesi kendisi için daha yararlıdır; böyle­
ce, anne-babasını tatmin etmek isterse bunu yapacaktır. ‘Benim
mutluluğumu istiyorlardı ve nasıl mutlu olmam gerektiğini bili­
yor gibiydiler; tabii ki bu benim mutluluk anlayışımdan tama­
men farklıydı. Ancak, olaylar hakkında kendi görüşlerini söyle­
mek yerine sadece memnuniyetsizliklerini dile getiriyorlardı.
Ayrıca bunu da asla doğrudan dile getirmeyip üstü kapalı eleşti­
rilerde bulunuyorlardı: Çok güzel, ancak... bu ancak’ın altında:
Başka türlü olsaydın, başkası olsaydın... sevgime layık olabilir­
din demek yatıyordu.’
İnsan kendisini bir hiçle veya yalan kokan bir “her şey yolun­
da” ile nasıl bulabilir? Hiçbir şey anlamadığımız bir isteği tat­
min etmeyi nasıl düşünürüz? Var olmayan temeller üzerine ken-
89
di yaşamımızı kurmak mümkün mü? Hiçbir şeyin başarı olarak
kabul edilmediği bir yerde başarmak için çabalamanın ne anla­
mı vardır ve hiçbir zaman tamamen onaylandığımızı hissetme­
diğimize göre zaten ne yaparsak yapalım başarısız sayılmıyor
muyuz?
Anne-babalar yeterince belirgin değer ölçüleri edinmemiş-
lerse eğer, çocuklarına bunları nasıl aktarsınlar? Kendileri olay­
lar karşısında korkak veya içe kapanık davranıyorlarsa bunu ço­
cuklarına aktarmamaları mümkün mü? Beklentileri kendilerinin
sunduğu örnekten farklı olabilir bazen: ‘Annemin, hayatında
hiçbir şeye cesaret edememiş biri olarak, bana sürekli atılgan ol­
mamı söylemesine inanamıyorum.' Tıpkı anne-babamızın ken­
dileri için istediklerinin gerçekdışı olduğu gibi, bazen arzu ger­
çekdışı, kararsız, değişken ve temelsizdir. Bazen de, verilen eği­
tim toplum tarafından dikte edilen her şeyi mümkün olduğunca
en iyi şekilde uygulamayı gerektiren bir burjuva bilinciyle öyle
işlenmiştir ki, çocuk için arzu, duygudan yoksun bir arzu olarak
kalır. Yine bazen, kalabalık ailelerde anne-babanın çocukları
için arzuladıkları, çocuklar arasında o kadar bölünmüştür ki, ço­
cuk diğerleri arasında gerçekten var olmadığını hissedebilir,
varlığı belli belirsizdir.
Ailemizin bizim üzerimizdeki etkisinden kurtulmak için za­
mana, analize ve dışarıdan destek almaya ihtiyacımız vardır. Ve
bazen de, kurtulmak için bulup ortaya çıkartmamız gereken şey
o tuhaf beklentilerinin gerçekte ne olduğudur; kendilerinin başa­
ramadıklarını bizim başaracağımızı umduklarından, bizde ken­
dilerinin bir devamını görmeyi beklerler. Ancak, bütün bunlar­
dan kurtulup, ne olursa olsun kendi gerçek arzumuzu keşfetme-
li ve girişimlerimizde başarılı olabilmek için sadece bu arzu
doğrultusunda hareket etmeyi öğrenmeliyiz.

90
HAYAL DÜNYASI
Önce aile, daha sonra da toplum bize kullanım kılavuzuyla
birlikte, tamamen hazır arzular sunar ve biz de bunlara uyum
sağlayarak mutluluğu bulacağımız yanılgısını yaşarız. Gerçek­
likten yoksun hayallerin büyüsüne kapılıp, mutluluk görüntüsü­
ne aldanmamak için son derece dikkatli olmak gerekir. Mutlu­
luk gibi görünen, oysa gerçekte hiç de mutluluk hissi yaratma­
yan imajlardan sakınmalıyız.
Hayatımızı tamamen bayağılaştıran bu kolay aynalar, bütün
bu hazır imajlar kendimizi asla mutlu hissetmeden mutlu oldu­
ğumuz görüntüsü verirler. ‘Bir kutlamaydı bu ve insanın kendi­
ni keyifli ve neşeli hissetmesi için gerekli her şey vardı. Bir sü­
rü insan eğlenmek için gelmişti, havai fişekler ve müzik insanı
rüyalara sürüklüyordu ama ben gittikçe büyüyen bir üzüntü his­
sediyordum içimde, dahası üzüntüm arttıkça yaşadığım şeyle
yaşamam gereken şey arasındaki tezat da artıyordu!’
Hem eğitim, hem de gittikçe daha önemli bir rol oynamaya
başlayan medya ve reklamlar aracılığıyla sunulan imajlar düşün­
celerimize kadar istila ederler bizi. Sürekli tekrarlanan bunaltıcı
kalıplarla başımız döndürülür ve eğer dikkatli olmazsak bütün
bu “görünüşteki” başarı örnekleri kendimizi kötü hissetmemize
91
neden olabilir. Ortaya serilen bu mutluluk ve lüksün, şıklığın,
güzelliğin, neşenin onca uyumlu bu birlikteliği karşısında kendi
hayatımız bir haksızlık gibi görünür gözümüze. ‘Bir dergide
genç, mutlu ve güzel sayılabilecek, sözüm ona bir yıldız görmek
bile kendimi çirkin bir hiçmişim gibi hissedip hayatımı tama­
men boşa harcamış olduğumu düşünmeme neden oluyor. O her
şeye sahipken benim hiçbir şeyim olmadığını düşünüp kim ol­
duğumu unutarak onun yerinde olmayı istiyorum.’
Sunulan bütün bu imajlar, kendimizi geçici de olsa bunlarla
özdeşleştirme olanağı sunar, artık imajlara sadece bakmıyoruz-
dur, ta içindeyizdir. Düşüncelerimiz, uyanıkken görülen bir rü­
yayı andıran bu imajların peşinden sürüklenir. Neredeyse kimlik
kaybı olarak niteleyebileceğimiz ve bedenimizin sanki bizden
başka birine ait olduğu bu büyülenme anında, bizi rüyalara sü­
rükleyen hiç tanımadığımız bir insanın hayatını yaşamak üzere
kendi hayatımızdan uzaklaşırız. Sınırlarımızı unutuveririz ve
mutluluk birden ulaşabileceğimiz bir mesafededir artık.
Bizim adımıza mutluluk tanımlanmış, yaratılmış ve sahneye
konmuştur, dekor ve kostümler hazırdır, yapmamız gereken tek
şey provalara başlamaktır. Toplumla tamamen uyumlu, ancak
biraz da marjinal, dinamik ancak aynı zamanda rahat ve tabii ki
genç, güzel, zengin ve olağanüstü bir aşk hikayesi yaşamaya ha­
zır bu kadın veya erkek rolünü oynamayı başarabilecek miyiz?
Güzel bir manzara karşısına park etmiş bir araba, hareketli ve
son'derece eğlenceli bir arkadaş toplantısı, muhteşem güzel yer­
lerde sevgiliyle yapılan gezintiler... tüm bu yaşananlar bir rek­
lam filminde oynadığımız hissini yaratır.
Hatta günümüzde mutluluk, bir tüketim maddesi haline dö­
nüşmüştür, gazeteler, filmler ve reklamlar bize asla yeterince
“mutlu” olmadığımız duygusunu verirler. Son model bir çama­
şır makinesi veya rüyalarımızın arabasını almış olmak bile tat­
min olmamız için yeterli değildir, zira bu konuda yapılan reklam
92
sorana tOi
anında daha başka istekler uyandırır. Araba ya da çamaşır maki­
nesinin yanında telkin edilen, bunların kalitesinin sağlayacağı
eşsiz anların yoğunluğunu, özgünlüğünü, egzotikliğini ya da en
basitinden o huzurlu dinginliğini de elde etmek zorunludur artık.
Ait olmadığımız bir dünyanın bize ait olmayan zenginlikleri­
ni gösteren bu imajlar son derece tehlikelidir, kendi dünyamızla
kıyaslandığında, bu eğlencede “kibritçi kız” rolündeyizdir. Oy­
sa doğru olan sahip olduğumuz zenginliği değerlendirmektir
çünkü hepimizin keşfedilmeyi ve değer verilmeyi hak eden bir
zenginliği mutlaka vardır. Eğer sürekli olarak tatminsizliğimize
nedenler buluyorsak hayatımız bize çekilmez ve yoksunluklarla
dolu görünür ki bu imajlar tamamen basmakalıp olduğundan bu
yoksunluk iyice saçmadır.
Çoğu zaman, bunu bilinçli bir şekilde fark etmesek de, gaze­
teler her gün, küçük dozlarda, düşlerimizi süsleyecek imajları in­
ce ince işlerler. Bir kadın dergisinde yayınlanan şu makale gibi:
“Çalışmaya ve başarı hırsına son. Kadın artık yaşamaya ka­
rar verdi. Daha dün, uçaktan inip şirketin arabasına atlayan,
marketten çıkıp seminere koşan, okul aile birliği toplantısından
sonra şirketin yönetim kurulu toplantısına katılan kadın, bugün
artık koşmak ve kimseye bir şeyler kanıtlamak istemiyor. O hal­
de işini terk edip eve mi kapanacak? Ah! Tabii ki hayır! Elbette
ki onca güçlüklerle elde edilmiş bir bağımsızlıktan vazgeçmek
söz konusu değil. Sadece, çocuklarının büyüdüğünü görmek
için, çalışma ritmini değiştirerek para kazanmaya devam etmek
söz konusu olan.”
Kimden bahsediliyor burada? Kendilerine parlak bir sosyal
hayatı başarabileceklerini kanıtladıktan sonra bundan böyle
kendilerini aile yaşamlarına adamaya karar veren kaç tane kadın
vardır bu tabloya uyan? Yukarıdaki makalede, “yüzyılın fırsa­
tı ”nı (altına araba verilip, Paris-New York arasında haftada bir
Concorde’la uçmayı) reddedip kendisine ve ailesine zaman ayır-
93
mayı seçen bir kadın örnek gösteriliyor. “Bütün dünyayla anlaş­
malar imzalamaktan ve milyonlarla oynamaktan” bıkmış ve “ça­
lışmayı bırakıp, ipek sabahlıklar içinde evde kocasını bekleme­
yi” hayal eden bekar bir kadın ise bir diğer örnek. Eşleriyle dö­
nüşümlü olarak bir yıl çalışmama kararı alan sanatçılar, “özgür
takılan” ve çalışma saatlerini istedikleri şekilde ayarlayan ser­
best meslek sahipleri veya eşlerinin geliri sayesinde, “çocukları­
nın büyüdüğünü görebilmek için” (birkaç yıl) çalışmaya ara ve­
ren kadınlar...
Neden olmasın? Ancak bu seçim üstü kapah bir şekilde za­
ten “her şeyi” başarmış olduklarını hissettiriyor, en azından dı­
şarıdan bakıldığında başarmış görünüyorlar, göz önüne serilen­
ler “sahip oldukları” şeyler, heyecan verici bir meslekleri, hari­
ka bir evleri, mükemmel bir kocaları ve olağanüstü çocukları
var! Ve böylece bugün (gelecek yıllarda kuralların ne olacağını
bilemeyiz), hatırlayınız, daha düne kadar şikayetçi oldukları o
organizasyon problemleri yüzünden (işleri başından aşkın süper
kadınlar) bunalmama lüksünü sunabilirler kendilerine.
Bu, bütün kadınları başarısızlığa şartlandırmıyor mu? Özel­
likle de hala kariyer yapmak ve bağımsız olabileceğini kanıtla­
mak arzusu taşıyan kadınları. Artık onlar için çok geç gibi görü­
nüyor! Ne kocası, ne de çocuğu olanlara gelince: İmajlarında ai­
le fotoğrafı eksik! Ve iyice belirlenmiş bu çerçeve dışında mut­
lu qlmayi becerebilen cesur kadınlar varsa eğer, en azından bil­
melidirler ki yaşadıkları çağın tamamen dışındalar!
Hareket özgürlüğü nerede? Bu, daha az değer verilen işlerde,
özellikle de çocuklarıyla yakından ilgilenebilmek için daha faz­
la boş zamana ihtiyaçları olduğunu anlamayan otoriter bir pat­
ronla çalışan kadınların veya çok erken yaşta çocuk sahibi olup
arzuladıkları mesleki kariyeri yapamamış ya da tam tersi seçtik­
leri meslek uğruna bir süre için de olsa duygusal hayatlarını fe­
da etmiş kadınların kendilerini suçlu hissetmelerine neden ol­
maya yeter de artar bile.
94
Kendilerine yardımcı olmak yerine, hayatlarının değersiz ol­
duğu izlenimini veren bu tür makalelere karşı bilinçli tepkiler
gösteren okuyucular da var: ‘Artık bu kadın dergilerini okuma­
maya karar verdim. Son moda kıyafetler, yeni çıkan kremler,
mucize ürünler, bir sürü yeni ıvır-zıvır, modanın yeni adresleri...
Bütün bunlar insanlara bir takım kompleksler vermekten başka
bir şeye yaramıyor! Okuduklarım yüzünden tamamen şartlan­
mış bir haldeydim ve ne yaparsam yapayım asla yeterli olmadı­
ğını düşündüğümden kendimi sürekli kötü hissediyordum.’
Tuhaf bir şekilde, onu pek uygunsuz bir biçimde gözler önü­
ne seren bu idealleştirmeden vücudumuz da payını alır. Vücu­
dun ön planda olduğu bir dönemde herkes sportif olmak, diri ve
kaslı bir vücuda sahip olmak zorundadır. Dergilerde, televizyon
ekranlarında ve duvar afişlerinde örnekleri sürekli gözümüzün
önüne serilir. Peki bu imaj tanrı ve tanrıçaları karşısında bizim
zavallı vücudumuz ne durumdadır? Fazla kilolarımızla, koca
karnımızla, iri kalçalarımızla, çok küçük ya da fazla büyük gö­
ğüslerimizle... herkes kendini ya fazla kısa ya da fazla uzun; ya
fazla zayıf ya da fazla şişman hisseder... Taşıması çok güç bir
“fazla”!
“Rüyalarınızın vücuduna kavuşun! Her yaz gelişinde hep ay­
nı soruyu sorarız kendimize, plajda başkalarının bakışlarını na­
sıl soğukkanlılıkla karşılayacağım? Paniğe son! X enstitüsü sizi
bekliyor, sorununuzun ne olduğunu ve nasıl çözümleneceğini
biliyoruz. înce, pürüzsüz ve şekilli bir vücuda kavuşacaksınız.
Ve havanız hep yerinde olacak!” (Yaz tatili öncesi bir kadın der­
gisinde çıkan bir güzellik enstitüsü reklamı).
Seyahate çıkıp dinleneceğimizi, güneşe ve denize kavuşacağı­
mızı düşünüp zevk almak yerine, tatil öncesi dönemini başkaları­
nın bakışına nasıl katlanacağımızı düşünerek stres içinde geçiririz.
Ve cildimizi yenileyip, burnumuzu değiştiren, ısmarlama gö­
ğüslere, sütun gibi bacaklara ve incecik bir bele kavuşmamızı
95
sağlayan estetik cerrahi, gittikçe mucize bir çözüm olarak sunu­
lur. O kadar çok seçenek vardır ki artık mükemmel olmayan bir
vücutla yaşamak düşünülemez bile, tabii bu da hoşlanmadığımız
bir vücutla yaşamaktan devamlı hoşnutsuz olmamıza neden
olur.
Yine bir kadın dergisinde, bir kadın, estetik cerrahi sayesin­
de yakaladığı mutluluğu anlatıyor: “On sekiz yaşındayken gö­
ğüslerim 95 bedendi. Sırtım iki büklüm ve başım hep önde yü­
rüyordum sokakta. İslıklar, arzulu bakışlar kanımı donduruyor­
du. O zamanlar küçük göğüs modası vardı ve her sene yaz yak­
laşırken aynı işkence başlıyordu. Yirmi dört yaşındayken, kızı­
mın doğumundan sonra, göğüslerim gözle görülür şekilde kü­
çülmüştü. O andan itibaren tek istediğim on sekiz yaşımdaki gö­
ğüslerime kavuşmaktı. Uzun tereddütlerden sonra estetik cerra­
hi sayesinde eski göğüslerime kavuştum, bu bana bir servete
mal oldu ama doğruyu söylemem gerekirse, mutluyum.”
Mutluluğun bedeli yoktur derler. Eğer mutluluk getirecekse,
parayı, -bu çok büyük bir miktar bile olsa- bir saniye bile düşün­
meden harcayın! Ancak ısmarlama göğüslere sahip olmakla
mutlu olunur mu? Hangi mutluluktur bu? Çünkü tanrı vergisi,
çünkü çocuklar, çünkü birlikte oldukları erkek tarafından sevil­
diklerinden emin olduklarından, çünkü -tamam, bu önemli olsa
da- hayatta daha önemli şeyler olduğunu düşündüklerinden, gü­
nün modasına aykırı bir şekilde çok küçük veya çok büyük gö­
ğüslerle yaşamaya razı olmuş bütün kadınlar kendilerini birden
suçlu hissetmeyecekler mi? Üstelik, hem pahalı hem de kaygı
verici olan estetik cerrahiyle kendilerini oldukları gibi kabul et­
mek arasındaki kararsızlık da cabası. Her iki seçenek de yeterin­
ce hoşnut olmalarını sağlamayacaktır.
Dış görünüş ve sürekli çekici olmak gitgide temel değerler
haline dönüştüğünden yaşadığımız huzursuzluk da giderek bü­
yür. Yaşlanmayı kabullenmek, yaşımız ilerledikçe bazı şeyler-
96
den vazgeçmeye ve yüzümüzde kırışıklıklar görmeye alışmak
zor gelir, hele artık başkalarına çekici gelmemek tahammül edil­
mesi en zor şeydir. Sadece dış görünüşün önemli olduğu bir
dünyada güzellik ve dirilik var olmanın olmazsa olmaz koşulu­
dur. Denebilir ki, bu çok özel kalitelere sahip değilsek “bir hiç
bile” değilizdir.
Formumuzu nasıl elde ederiz, nasıl koruruz, ona tüm engel­
lere karşın yanılmaz ve yıkılmaz bir güç olarak sahip olduğu­
muzdan nasıl emin oluruz... Gazeteler hiçbir zaman formdan bu
denli bahsetmemişlerdi. Rejimler, vitaminler, kaplıcalar her tür­
lü soruna ve “hoşnutsuzluğa” karşı çözüm olarak sunulur.
Sağlıklı bir yaşam sürmek hiç tartışmasız sağlıklı bir beden
demektir. Yiyeceklerimize dikkat etmek, yeterince uyumak, dü­
zenli olarak egzersiz yapmak, işten sonra dinlenmeye vakit ayır­
mak dengemizi korumak için gerekli şeylerdir. Ancak vücudu­
muza verdiğimiz önem, eğer bir rejimi bozduğumuzda suçluluk
duymamıza, uyku saatlerine dikkat etmeyi saplantı haline getir­
memize ve de egzersiz yapmadığımızda kendimizi kötü hisset­
memize neden oluyorsa, bunun ancak zararı olur bize. ‘Bu ha­
limle kendimden nefret ediyorum! Şişmanladım, üstelik spor da
yapmıyorum... Sigarayı bırakmıştım ve tekrar başladım. Gecele­
ri uyuyamadığım için sakinleştirici alıyorum, gündüzleri de ser­
sem gibi dolaşmamak için kahve üstüne kahve içiyorum! Ken­
dimi gitgide daha kötü hissediyorum ancak bunu değiştirmek
için de hiçbir şey yapamıyorum.’
Bedenimizi kafamızdan ayrı düşünmek imkansızdır. Arzu
uyandıran ve aynı zamanda arzu da duyan bedenimizi nasıl dü­
şünüyorsak öyle yaşarız; bütün hoşnutsuzluklarımız, sevilme-
menin, dışlanmanın ve bir gruba ait olamamanın verdiği acılar
onun aracılığıyla bugüne taşınır. “Hepsi çok güzel, ben hariç”i,
“Hepsi mutlu, ben hariç”e dönüştürerek şu sonuca varırız: “Gü­
zel olursam mutlu olacağım”.
97
Estetik ameliyatı olan kadınlar -bir müdahalenin kaçınılmaz
olmadığı durumlarda- çoğu zaman hayatlarının önemli bir nok­
tasında almışlardır bu kararı. İş yaşamlarındaki veya özel hayat­
larındaki bir tatminsizlikte hemen bir değişiklik ihtiyacı duyar­
lar ve küçük ancak kurtarıcı bu dış müdahale beklentilerine ce­
vap verir görünür.
Arzulanılır olma ihtiyacıyla, bu. gerçekten de kendimize gü­
venmemizi sağlayacaksa, vücudumuzda değişiklik yapmak
olumlu bir şey olabilir. Tabii ki, beklentimiz dışarıdan gelecek
bir iyileştirmenin sağlayacaklarını fazla aşmıyorsa ve aradığımı­
za tamamen cevap veriyorsa.
Eğer beklentimiz dümdüz bir karma kavuşup gözümüzün al­
tındaki morluklardan kurtulmanın zevkini aşıyorsa ve bu yolla
yaşama zorluğumuzu kısa vadede gizleyeceğimizi veya kendi­
mizle barışık yaşayabileceğimizi umuyorsak, kurtulmaya çalış­
tığımız o hoşnutsuzluklar er ya da geç tekrar ortaya çıkacaktır.
Ve "artık her türlü imkan var” yanılsaması, farkına varır varmaz
başka geçici önlemlerle ortadan kaldırmaya çalışacağımız hayal
kırıklıkları yaşamamıza neden olabilir.
Bazı çok sıkı rejimlerin başarısızlıkla sonuçlanması bu yüz­
dendir. İstediğimiz kiloya ulaştığımızda hayal ettiğimiz gibi gö­
rünmüyorsak, bu gerçeği kabullenmeyi bilmek gerekir. Her şey
o kadar da uygun olduğu halde hiçbir şeyin tatmin etmediği bir
arzuyla ne yapmalı? O halde hem kilolarımızı hem de hayalleri­
mizi geri alarak rejimi unutmak daha kolaydır. Ya da bazen, ar­
zulu bir bakışı rahatsız edici ve ezici olarak değerlendirip, bunu
kurtulmamız gereken bir saldırı olarak yaşadığımız ve bundan
kaçmak için kilo alarak kendimizi uzaklaştırmayı seçtiğimiz de
olabilir.
Vücudumuzu değiştirmek istemek çoğu zaman korkularımı­
zı, memnuniyetsizliklerimizi, şikayetlerimizi ve isteklerimizi di­
le getirmektir ve yine onun aracılığıyla, sadece vücudumuzu de-
98
ğil yaşamımızı da ilgilendiren hoşnutsuzluklarımızı gidermektir.
Bu, kuşkusuz basit bir cerrahi mücadelenin veremeyeceği, arzu,
yaşama sevinci, sevme ve sevilme gibi elde edilmesi zor soyut
bazı kavramları bu yolla elde etmek istemektir. Bu, sevilmek
için sevilmeye layık olacak bir görünüşe sahip olmamız gerekti­
ğine inanmaktır. Ve yine bu, bir kadın veya erkeğin, dış görünü­
şünün ötesinde kendisini olduğu gibi kabullenmesine engel olan
şeyi, garip bir biçimde yine dış görüntüsüyle inkar etmesidir.
Mutlu olmak için her şeye sahip olsak da, toplumun bize his­
settirdiği, o, diğerlerinin yaşadığı mutluluğa bizim de sahip ol­
madığımız yanılgısıyla, düşüncelerimizi istila eden yıkıcı imaj­
ların sürekli uyandırdığı mutsuzlukla ve dış görünüşümüz yeri­
ne duygularımıza güven duyamıyor olmakla, mutluluğumuza
engel olmamız mümkündür.

ŞİMDİ VE BURADAKİ DÜŞÜNCE


Eğer gününüz sıkıcı geçiyorsa onu suçlamayınız. Bütün zenginliklerini
kendinize çekecek kadar şair ruhlu olmadığınız için kendinizi suçlayınız.
Genç Şaire Mektuplar, Rilke

“Bir gün... ileride...” Bazen yaşamımızı hayal etmek, onu


şimdi ve burada yaşamaktan daha kolaydır. Bilmediğimiz bazı
nedenler ve aşamadığımız gerçek ya da hayal ürünü engeller yü­
zünden şimdide yaşadığımız gerçek bize beklediğimiz gibi zevk
vermekten çok uzaktır. Ve bu hayal kırıklığı ve beklentilerimi­
ze cevap veremeyen bu yaşam karşısında, katlanılmaz olan bu
şeyi katlanılır kılmanın yollarını ararız; doyurulmamış arzuları­
mızı varsayımsal bir geleceğe erteleyerek, yuttuğumuz küçük
haplar veya düşünmeye fırsat vermeyecek bir yaşam tarzı gibi
her türlü “uyuşturucuyla” bunları unutmaya çalışırız.
Ancak, her ne kadar yaşamamıza yardımcı olsa da, bu gele­
ceğe ertelemenin bazı tehlikeleri de yok değildir. Kaybettiğimiz
99
ve yeniden elde etmeye çalıştığımız bir cennet hayali şimdimizi
işgal eder ve ideal yaşam sadece hayallerdedir artık bizim için.
Gelecekle ilgili bu senaryoda her türlü hayale yer vardır, tek
yapmamız gereken inanmak ve beklemektir. Güven duyup bek­
lemek gerekli, hatta yararlı bir şey olsa da aynı zamanda son de­
rece sınırlayıcıdır, zira “yarın daha güzel olacağına göre bugü­
nün ne önemi var!” düşüncesini getirir.
İşte tehlike de buradadır, insan bütün yaşamını en güzel şey­
lerin gelecekte olduğu inancıyla geçirir. Daha ilkokuldayken,
ileride üniversiteye gitmeyi ya da hayatımıza belli bir yön ver­
meyi sabırla bekleyerek büyük bir özenle derslerimize çalışırız.
Üniversitedeyken, okulu bitirip, bize daha fazla bağımsızlık ve
saygınlık kazandıracak bir işe girmeyi bekleriz. Ve çalışmaya
başladığımızda da artık tek amacımız daha çok şeye sahip olmak
için daha fazla harcamak üzere yaşam seviyemizi yükseltmektir.
Ve bu, bitkin düşmüş bir halde, artık dinlenmeye can atacağımız
bir ana kadar sürer, ne var ki artık emeklilik vakti gelmiştir. Ar­
tık elimizde tek kalan, yaşamak için vakit ayırmadığımız her şe­
ye acı ve özlemle bakmaktır.
İnsanın “tasarılarının” olması gerekli ve vazgeçilmez bir şey­
dir. Ancak bazıları sırf bir tasarıları olsun diye yaratırlar bunla­
rı ve gerçekleşip gerçekleşmemeleri önemli değildir onlar için.
O anki durumlarına göre, bir gün, ileride yaşayabileceklerini ha­
yal etmenin zevkini yaşarlar. Daha sonra ortaya çıkan yeni bir
tasarı eskisini unutturur ve böylece, bir tasarıdan diğerine gün­
lük yaşamlarını ilginç kılarak kendilerini bununla beslerler.
Bazıları da -adeta bu başarı olmadan var olmaları mümkün
değilmiş gibi- tasarılarını gerçekleştirmek için bütün varlıkları­
nı ortaya koyarak hiç düşünmeden zamanlarını ve de sağlıkları­
nı bu uğurda harcarlar. İş, aşk, çocuklar, seyahat, taşınma, sanat­
sal yaratım... söz konusu olan ne olursa olsun, bunu yaparken
bütün varlıklarını ortaya koyarlar, bütün yaşam itkileri bu tek
100
amaca yönelir. Ancak burada da, tasarının gerçekleşmesinden
sonra artık hiçbir coşkunun kalmaması ve tıpkı doğum sonrası
depresyonları gibi, taşınma sonrası, seyahat sonrası, kitap yaz­
ma sonrası... türü depresyonların ortaya çıkması riski vardır.
Yine bazıları da, sadece anı olsun diye plan kurar gibidirler.
Örneğin herhangi bir yemeğe ya da gösteriye katılmak kendile­
rine hiç zevk vermese de, sırf sonrası için katılmak zorunda ol­
duklarını düşünürler. Belli bir takım toplum kurallarına uymak
adına görülmesi ve duyulması gerekli şeyleri duyduklarını ve
gördüklerini söyleyebileceklerdir böylece. Gelecek, daha yaşan­
madan geçmişe dönüşmüştür bu kişilerde.
Bugünlerini, kafalarında idealleştirdikleri ve hayalini kur­
dukları geleceğe bağlı olarak, sürekli “ileride” her şey daha iyi
olacak yanılsamasıyla yaşayan insanlar zamanın geçip gittiğini
göremezler. Yaşadıkları her anın ve her günün kendilerine suna­
bileceği -belki daha basit ancak hiç de önemsiz olmayan- öneri­
lere sağır kalırlar.
Hayatımızdan, şimdiden ve bedenimizden bu kaçış çoğu za­
man bilinçli yaptığımız bir şey değildir. Aslında yaptığımız bir
seçim değildir bu, sadece, tatminsizliğimizle yüz yüze gelmeye
katlanmaktansa, o an tek çözüm olarak görünmüştür bize. Üste­
lik, günlük hayatın gerektirdikleri sürekli ayakta kalmaya zorlar
bizi, kendimizi görevlerimizi yerine getirmekten alıkoyacak bir
üzüntüye veya öfkeye kaptırma lüksümüz yoktur. Duygularımı­
zın kontrolünü elden bırakarak, artık kendisine verdiğimiz ko­
mutlara boyun eğmeyen bir bedenle karşı karşıya kalma riskini
göze alamayız. Gerçekten arzu ettiğimiz hayatı yaşamayı sonra­
ya erteleyerek, bu arada bütün gücümüzü “dayanmak” ve özel­
likle de “yıkılmamak” için harcarız.
‘Yapmam gereken öyle çok şey var ki, iş, ev, çocuklar... her­
kesle tek tek ilgilenmek zorundayım, müşterileri satın almaya
ikna etmek için her zaman enerjik olmak, akşamları eve döndü-
101
ğümde yemek hazırlayıp, çocukların ödevlerine yardım edecek
gücü bulmak ve sonra da kocamı memnun etmek için seksi ol­
mak zorundayım. Belki hata ediyorum, ancak böyle de yürüyor,
bütün gün kahve içip C vitamini alıyorum, akşamları kaygılar ve
gerginlikler yüzünden uyuyamadığımdan uyku hapı alıyorum.
Bir de, üzerimde sürekli aspirin bulunduruyorum, çünkü sık sık
başım ağrıyor.’
Adı açıklanmayan üç doktorun hazırladıkları Bedensel ve Zi­
hinsel Olarak Kendinizi Aşmak İçin 300 İlaç
* adlı kitap yüzyı­
lımıza ait düşünce yapısını özetliyor: “Başarmak ya da en azın­
dan dayanmak için, en güçlü, en açıkgöz, en kurnaz, en akıllı, en
hızlı ve en dayanıklı olmanın şart olduğu acımasız bir dünyada
yaşıyoruz.” Bu kitabın bir ayda yüz bin satarak sağladığı başarı
ve sakinleştirici satışlarının son on yılda üç kat artmış olması,
gitgide kendi doğamıza ne kadar az güvenir hale geldiğimizi
gözler önüne seriyor. Ne uyuma isteğimiz ne de yaşama isteği­
miz geceyle gündüz arasında bir denge kurmak için yeterlidir ar­
tık. Uykusuz bırakan gündelik kaygılar, yaşamaktan alıkoyan
uykusuzluk... İlaçlar yardımıyla bu cehennemi döngüyü kırma­
ya çalışırız.
“Kitabımızı alanlar özellikle kendilerini aşmak isteyen kişi­
ler” diyor Balland yayınevi yetkilileri. Kendimizi olduğumuz
gibi -özellikle de olmadığımız gibi- kabul edemediğimizden, bi­
ze bedenimiz tarafından empoze edildiğine inandığımız ve ka­
bullenmekte güçlük çektiğimiz sınırlardan kurtulmamızı sağla­
yacak maddeler ararız. Bizi, üzgünken neşeli kılacak, yorgun­
ken enerjik hissettirecek, korkuya kapılmışken cesaret verecek
ya da birilerini öldürmek isterken sakin olmamızı sağlayacak bu
mucizevi küçük hapların peşinde koşarız. İsteklerimizi gerçek­
leştiremeyen güçsüz bir bedene tahammülümüz yoktur. Bedeni-

♦Balland, 1988

102
mizin söz hakkı yoktur ve hiçbir şekilde, gerek sportif, gerekse
zihinsel ve seksüel alandaki performansımızı olumsuz etkileme-
melidir. Bedenimizin, kafamızdaki o ideal bedene uyması için
canla başla uğraşırız.
Böylece, bedenimiz üzerindeki hakimiyetimizi koruduğu­
muz yanılsamasını sürdürürüz: hiçbir şey bize ulaşamamalıdır,
ne zamanın yıpratmaları ne de huzursuzluklar ve bunların sağlı­
ğımız üzerindeki olumsuz yansımaları. Sorumluluklarımızın üs­
tesinden gelmek ve ne olursa olsun “hoşnut” görünmek zorun-
dayızdır ve “iyi” görünmek arzusuyla -en azından başkalarına
öyle olduğumuzu kanıtlamak için- iyiymiş gibi yaparız. Ne isle­
diğimizi gerçekten bilmediğimiz durumlarda ise “-mış gibi” ya­
parak, sonuçta böyle yaşamak gerektiği inancıyla, koşuşturma­
ya devam ederiz. ‘Öyle meşgulüm ki, terapiyle kaybedecek za­
manım yok benim. Zaten, uyumaya bile vakit bulamıyorum, bir
de belirli saatlerde -üstelik zorunluluklardan nefret ederim- so-
ı unlarımdan bahsetmek için vakit mi ayıracağım... hiç gerek
yok. Tabii ki korkunç bitkinim ve sürekli sinir içindeyim ama
doktorum dayanmama yardımcı olacak bir şeyler verdi... Hem
sonra, her şey yolunda gitmek zorunda, başka seçeneğim yok.’
Bazıları daima bir koşturmaca içinde yaşarlar, yüzeysel de
olsa, böyle bir itkiyi “hiçbir şey”e tercih eder görünürler -süku­
net, durgunluk ve hareketsizlik ölümle eşanlamlıdır onlar için.
‘Dergilerde insanların geceleri nasıl dışarı çıktıklarını, nasıl ya­
şadıklarını gördükçe, yaşamadığım hissine kapılıyorum.’ ‘Eğer
haftada bir gece bile dışarı çıkmayacak olsam çılgına dönüyo­
rum. Sonra, daha hafta başında ajandamın bir sürü randevuyla
dolu olduğunu görünce de, birden hepsini iptal etmek ve evim­
de oturup ya televizyon seyretmek ya da kitap okumak istiyo­
rum.’ ‘Yatırımlarım gitgide büyüyor, bundan şikayetçi değilim
tabii ki, sonuçta böyle olması için çok uğraştım, ancak şimdi de
zamanın peşinden koşuyorum, kendime ayıracak bir dakikam
bile yok...’
103
“Vaktim yok...” o anki amaçlarına ulaşmak takıntısıyla, bazı
insanlar hayatları hakkında düşünmeden, hatta hayatlarını hiç
sorgulamadan koşturmaya devam ederler. Tatminsiz, yorgun ve
mutsuz olmaları önemli değildir, önemli olan tek şey en acil işi
halledip hedefe varmaktır, hiç durmamak gerekir, yoksa bu acı­
masız dünya asla affetmez!
Kendilerine bunca önemli görünen şeylerin belki o kadar da
önemli olmadığını... hayatta en önemli şeyin bedenimizi sağlık­
lı tutmak olduğunu unutarak, kendilerini öldüresiye çalışırlar.
Hayatımı kazanacağım diye uğraşırken onu kaybedebiliriz ve
zamanımı asla boşa harcamamalıyım derken artık kendimiz için
ayıracak vaktimiz kalmaz.
Bu hızlı yarışta, istedikleri ritme uyması için bedenlerinden
olmayacak bir güç beklerler. Hatta dinlenmeye ayırdıkları za­
manlarda da bu ritmi devam ettirirler. Belki de bu hızlı yarış on­
lara zevk veriyordur ancak zevk söz konusu değilse, böyle güç­
lerinin son noktasına kadar gitmek gerçekten gerekli mi onlar
için? Acil ve zorunlu gördükleri işleri bir an önce yapmak adına
ileride kendilerine lazım olacak güçlerini sonuna kadar harcaya­
rak bitkin düşerler ve artık hiçbir şey yapamayacak hale gelirler.
Bunca zorlamayla hasta düşen bedenleri, siyatik, kas iltihabı ve
diğer bir takım tıkanmalarla bu korkunç tempoyu sürdürmeleri­
ne engel olur.
Neden yaşamımızı elimizden geldiğince kendi doğal tempo­
muza uydurmaya çalışmayız? Neden, tecrübelerimiz sonucu ar­
tık tanımaya başladığımız sınırlarımıza saygı gösterip, gerçek
arzularımıza kulak vermeyiz? Üstelik işlerin yoğunluğu belli bir
sükunetle bağdaşmaz da değildir. Tersine, sakin olduğumuzda,
dinlenmiş bir kafayla ve açık bir zihinle, her şeyi tam konsantre
olarak en iyi şekilde yapmak, peş peşe kararlar almak mümkün­
dür. Böyle durumlarda, sakin olmanın getirdiği mesafe emin ol­
ma duygumuza yer açtığı için kararlar da kendiliğinden gelir.
104
Ancak, eğer düşüncemiz de durmadan hareket halindeki, bir
işten diğerine koşmaktan yorulmuş bedenimizi izliyorsa, eğer
düşüncemiz -belli bir konuya, belli bir süre için bile olsa- yöne-
lemeyecek kadar kaygılarla doluysa, konsantre olabilmek için
korkunç bir güç sarf etmemiz gerekir. ‘İşime asla konsantre ola­
mıyorum. Aklım sürekli başka şeylere gidiyor, düşüncelerimi
belli bir noktada tutabilmek için sürekli uğraşmam gerekiyor.
Kısıtlı sürede yapmam gereken bir iş veya okumam gereken bir
şeyler olduğunda ise zamanında yetiştiremeyeceğimi düşünerek
paniğe kapılıyorum.’
Sırt ağrısı, baş ağrısı, mide yanması, kolit ya da safra kesesi
spazmları... bütün bu ağrıların nedeni bu tür gerilimlerdir. Bu
ağrıları, bir anlamda, aklımızla bedenimizin aynı yerde bulun­
maması olarak da açıklamak mümkündür. Aslında başka bir
yerde olmayı isterken buradayızdır, bedenimiz burada olduğu­
muz izlenimi verirken aslında aklımız çok uzaklardadır. Ve bu
umutsuzca içinde bulunduğumuz yere ve ana uyma çabası duru­
mun gerektirdiği şekilde dikkatli ve hazır bulunmamızı iyice en­
gellediğinden artık elimizden geldiğince kendimizi durumdan
soyutlarız. Başımızı saran ağrı doğal olarak her türlü iletişimi
imkansız kılar, hatta bazı rahatsızlıklar ortamdan tamamen ay­
rılmamıza yardımcı olurlar...
Eğer bir yerde bütün varlığımızla bulunamıyorsak, sürekli
kaçışlarda veya doğamıza aykırı davranış ve düşüncelerdeysek
sonuçta artık ne nerede olduğumuzu ne de niçin burada olduğu­
muzu bilemeyecek kadar kendimizi kaybedebiliriz. Ve ya haya­
tımızı son derece dramatik olarak gördüğümüz ya da tersine çok
mutlu ve coşkulu olduğumuz bu kendi dışımıza yaptığımız yol­
culuklar tehlikeli olabilir, zira, gerçeklik duygusunu kaybettire­
rek bizi o kadar uzağa sürüklerler ki artık kendimizi nasıl bula­
cağımızı bilemeyiz.
‘Kocamın fazla keyifli olmasına dayanamıyorum. Çünkü o
105
an kendisi olmadığını çok iyi biliyorum. O aşırı coşkusunun ve
gürültülü kahkahalarının ardındaki gerginliği hissedebiliyo­
rum.’ Keyifli olmak o an için kendimizi “bulutların üstünde”
hissetmemizi sağlar, bedenimizin normal zamanlardaki ağırlı­
ğından ve sınırlarından kurtulduğunu hissederiz. Nefes alışımız
daha derindir, bu mutluluğu derin derin içimize çekeriz, kalbi­
miz coşkuyla atarken aklımız günlük hayatımızı unutturacak gü­
zellikteki “başka yerlerdedir”.
Ancak, gerçeğe dönmek gerektiğinde düşüş genellikle açılı­
dır. Bedenimiz artık olmayan bir heyecandan yoksun bir şekilde
geri gelir. Ve hayat anlamsız görünmeye başlar. ‘Sürekli yurt dı­
şına çıkıyorum, bütün aşklarımı ya hep yabancılarla ya da rüya­
larda yaşıyorum. Sanki sevmekten ve sevilmekten başka bir
kimliğim yokmuş gibi, aşık olduğumda her şeyi unutuyorum,
sürekli birileriyle olup fazlaca alkol alıyorum... hayatımda sü­
rekli parantezler isliyorum ve sonuçta görüyorum ki sadece bu
parantezlerde yaşıyorum ve uyanmaya, yani kendi hayatıma, be­
nim gerçeğime gitgide daha zor katlanıyorum.’
Gerçekdışı tadı veren ve bizi “kendi dışımıza” sürükleyen
şeylerden sakınmamız gerekir. Kendi zavallı kabuğumuza tekrar
dönmek korkusuyla, acı veren o geri dönüşü engellemek için her
türlü şeyi tüketiriz. Hepimizin çok iyi bildiği gibi, her türlü
uyuşturucu bağımlılık yaratır ve ilk seferde hissettiklerimizi tek­
rar hissedebilmek için sürekli dozu artırmamız gerekir. Eroin
kullananlar, hep o ilk seferdeki hissi aradıklarını, ancak dozu ar-
tırsalar da bu hissi asla tekrar bulamadıklarını söylerler.
Yapay bir zevkin arayışındayken kaçınılmaz olarak kendimi­
zi boşlukta hissederiz. Bağımlısı olduğumuz uyuşturucu, içki ve
tutku gibj şeylerin yokluğunda veya artık aynı etkiyi gösterme­
meleri nedeniyle, acı verici bir boşluk ve tatminsizlik duygusuy­
la kendimizi kaybederiz. Bir kere o mükemmeli yakaladığımız
yanılgısını yaşadıktan sonra artık bunun dışındaki her şey bizi
106
haya] kırıklığına uğratır. Ve hayatımıza çekicilik kazandırmak
için sürekli başka şeyler arayarak, o acı verici yoksunluk duygu­
suna karşı savaşmak için her yolu deneriz.
Oysa, bu her an ortaya çıkmaya hazır yoksunluk hissi insa­
nın özünde vardır belki, bunu bilip kabul etmek daha doğru ola­
caktır. Üstelik bu his, bizi aramaya, harekete geçmeye ve ilerle­
meye ittiği için, gereklidir de. İçimizdeki yoksunluğu tamamen
giderebileceğimiz yanılgısından kurtulup böylece her anın bize
sunduklarından, daha fazlasını beklemeden, faydalanmayı öğre­
nebilirsek kendimizi çok daha iyi hissedeceğimiz doğrudur.
Daha yemek yer yemez atıştırmaya başlamak ya da bir siga­
rayı söndürüp hemen bir diğerini yakmak gibi obur davranışlar
yerine, her lokmayı tadına vararak yemek ve böylece doygunluk
hissine varmak daha iyi değil midir? Eğer asla bize sundukları­
nın tadına varamıyorsak durmadan bir takım şeyleri tekrar etme­
nin ne anlamı vardır? Eğer zevk arayışımız da böyle oburcaysa,
o zevk daha elde ettiğimiz an eskimiş bir zevktir. Ve hiç değiş­
tirmeden, sürekli aynı tür zevkleri yaşamayı istemek zamanın ve
buna bağlı olarak ihtiyaçların değiştiğini inkar etmektir.
Günlük hayatımızda mümkün olduğunca küçük mutluluklar
yaşayabilmek için isteklerimize kulak vermeliyiz. Böylece her
yaptığımızdan, burada ve şimdi, hayatımızın her anında var ol­
dukları için keyif alırız -sadece o ana uygun istekler verir yürü­
yüşümüzdeki hafifliği ve kararlarımızdaki gücü.
Ve mutluluğu uyuşturucularda aramamak, gerçekle, bir his­
ten başka bir şey olmayanı karıştırmamak için, özellikle mutlu­
luğun “başka yerde” olduğunu düşünmek yanılgısına kapılmak­
tan kaçınmalıyız. Bazen bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz şe­
yi bile gerçek bir mutluluk duygusuyla yaşamayı beceremeyiz,
gitmeyi onca hayal ettiğimiz bir yer, uzun süredir beklediğimiz
bir iş, beklenmedik bir başarı... bütün bunların bizi mutlu etme­
si gerekirken, bedenimiz sıkıntı, baskı ve rahatsızlık hissetmek-
107
tedir. Bazen de tersine, son derece sıradan görünen ve hiç de bi­
zi mutlu edebileceğini düşünmediğimiz bir şeyden bedenimizin
haz aldığını hissederiz. Bu tür mutluluk anları aslında içimizde
var olan basit sevinçlerin -öyle özel durumları beklemeden- dı­
şarı çıkmasına izin vermemiz gerektiğini gösterir. ‘Sanki aşık­
mışım gibi dolaşmaktan mutluydum. Aynı coşkuyu tattım, an­
cak bu kez tamamen bana bağlı bir duyguydu bu.’
Dolu dolu yaşanan böyle anların tekrar ortaya çıkmaması
için hiçbir neden olmadığından ve bunu istediğimiz zaman tek­
rar yapacak kapasitede olduğumuzu bildiğimizden, bu anları
kaybetmek korkutmaz bizi. Oburca davranışlar, ya sahip olama­
ma ya da sahip olduğumuz bir şeyi yitirme korkusundan kay­
naklanır. Beklentimiz ne kadar az belli bir şeye yönelmişse, son
derece basit şartlardan zevk almamız da o kadar kolaylaşır. Böy­
lece geleceğe güvenle bakabilir ve istediklerimizi vermeyecek­
lerinden ya da elimizden alacaklarından korkmaktan vazgeçeriz.
Hepimiz bütün hücrelerimizde hissedeceğimiz bu coşku an­
larını yaşatabiliriz kendimize. Günümüzün mutlu geçmesi için
ihtiyacımız olan şey, bu “uyanış”, bu “kendine yöneliş” ve basit
şeylerden zevk almanın bu yoğunluğudur.

108
6

‘KENDİMİ UNUTTUM’
‘Kendimden bahsetmeyi sevmiyorum. Zaten anlatacak hiçbir
şey de yok.’ ‘İçimin bomboş olduğunu düşünüyorum. Dıştan
görünenler gerçek değil aslında. Sadece yanılgı yani.’ Bazıları
bu “iç”ten sanki kimlikleriymiş gibi bahsederler. Bu boşluk his­
sini kendi iç dünyalarının bir gerçeği olarak algıladıklarından,
değersiz olduğunu düşündükleri kişiliklerini saklamak zorunda
hissederler.
‘Nefret ettiğim iç dünyamdan, yani bu boşluktan hiçbir şey
dışarı sızmasın diye sürekli kendimi kontrol altında tutmaya ça­
lışıyorum.’ Ancak, hissettikleri bu boşluk zaten sürekli kendile­
rini kontrol ettiği için ortaya çıkmamış mıdır aslında? Hiçbir şey
belli etmemek adına duygularını ve kişisel düşüncelerini sımsı­
kı saklarken insan nasıl keşfedebilir onları? Ve bu boşluğun as­
lında hem başkalarından hem de kendilerinden neler gizlediğini
sormaları gerekmez mi kendilerine?
Duygularını göstermeyi yasaklamışlardır kendilerine ve ya­
şadıkları bazı deneyimler de bu kararlarında ne kadar haklı ol­
duklarını göstermiştir zaten. Dinlenmediklerini görerek yaşadık­
ları hayal kırıklığı sonucu, ilgisizlik ya da anlaşılmamış olmanın
yarasıyla “kendinden bahsetmenin iyi bir şey olmadığına” ve
109
“içini dökmenin” başkalarını “esir almak” olduğuna inanarak
düşüncelerini asla dile getirmezler. Ayrıca, “diğerlerinin benim
hikayemi dinlemekle kaybedecek vakitleri yok” diye düşündük­
lerinden dinlenen olmak yerine dinleyen olmayı seçerler.
Bu kişilerin geçmişine baktığımızda -bu açıkça dile getiril­
memiş olsa da- aileden binlerinin sorumluluğunu üstlenmek zo­
runda kalmış olduklarını görmek mümkündür. Bunalımlı, çok
genç, olgunlaşmamış ya da henüz kendi kişisel sorunlarını hal-
ledememiş anne-babaları onlara gerekli ilgi ve yakınlığı göste­
rememiştir.
Muhatap bulamadığımızda, duygularımızı ve kişisel düşün­
celerimizi söylememeye çok çabuk alışırız. ‘Sadece, yalnız ba­
şıma bir kitap okurken ya da bir film seyrederken çocuklar gibi
ağlayabiliyorum sanki, hem bana uzak, hem de kişisel hikayeme
yabancı bu gerçekdışı kişiler aracılığıyla duygularımın akması­
na izin verebiliyorum, İnsanlar beni öyle çok hayal kırıklığına
uğrattılar ki, artık yaralanmak istemiyorum. Belki bu yüzden
duygularımı böyle saklamaya alıştım. Artık kendimi asla koyve-
remiyorum, o kadar ki, bazen bir şey hissedip hissetmediğimi
bile bilemiyorum.’ ‘Yalnızlığa o kadar alıştım ki, insanlar onla­
ra düşman olduğumu sanıyorlar oysa ki bu bir çeşit gurur sade­
ce. Beni görmek istiyorlarsa yolu biliyorlar diye düşünüyorum.
Eğer istediğim gibi davranmıyorlarsa bunun için çaba göster­
mek istemediklerindendir; isteklerime cevap alamamaktan bık­
tığım için artık sesimi çıkartmıyorum.’
Sevdiğimiz şeyleri böyle kıskançlıkla saklamak zorunda mı­
yız? Sevgimizi gözler önüne sermek bizi güçsüz bir pozisyona
sokmaz mı? İnsanlar bunu zayıflık olarak görüp faydalanmaya
kalkışmazlar mı? Bazen insanların bakışları hayallerimizi,
umutlarımızı, coşkumuzu ve heyecanımızı yıkmasın diye mutlu­
luğumuzu gizlemeyi seçeriz. Belki etrafımızdakilerden sürekli
“fazla hayale kapılmamak” gerektiğini duyduğumuzdan ve da-
110
ima olumsuzluklara şartlandığımızdan, iyimser duygularımızı
açığa vurmaya cesaret edemeyiz. ‘Ne zaman mutlu olsam, an­
nem ya da kız kardeşlerim mutlaka bir olumsuzluk bulup çıkar­
tıyorlardı. Ben de doğal olarak artık iyi bir şey yaşadığımda su­
sup bunu kendime saklamayı öğrendim.’ ‘Sevdiğim şeylerden
başkalarına asla bahsedemiyorum. Onların bakışlarının bendeki
olumlu ve değerli her şeyi yok edeceğini düşünüyorum.’
Ancak, belki de en doğrusu duygu ve düşüncelerimizi dile ge­
tirmektir çünkü böylece hem biz onları daha iyi tanırken insanla­
ra da bizi olduğumuz gibi tanıyıp kabullenme şansı veririz. Ay­
rıca bu, kontrolümüzden kaçıp her an her yerde ortaya çıkmasın­
dan korktuğumuz o bilinmeyen ve kaygı uyandıran iç dünyamız­
dan artık korkmamamızı da sağlayacaktır. Eğer kendimizi iç
dünyamızdan koruyacağız diye bilmemeyi tercih ettiğimiz şeyle­
ri saklayıp, duygularımızı görmezden geliyorsak, bu duygusal
çalkantılarla bunalmamızdan başka bir şeye yaramayacaktır.
Onca zamandır görmemeye ve başkalarına göstermemeye
çalıştıklarımızın ortaya çıkacağından korkarak içimize bakmı­
yorsak, devekuşu gibi davranıp kendimize yalan söylüyoruz de­
mektir. Olumsuz fikirler yıkıcı bir güç. İntihar eğilimleri ya da
itiraf edilemeyecek bazı saldırganlıklar gibi “olumsuz düşünce­
leri” inkar edip gizlemeyi tercih ederiz. ‘Saldırganlığıma ken­
dim bile tahammül edemiyorum ve bunu gizlemeye çalışıyo­
rum. Ancak gerçek isteklerimi dile getirip bunları gerçekleştire­
mediğimden, bu sözüm ona kibarlığımın altında gittikçe büyü­
yen bir saldırganlık yatıyor. İnsanları kandırıyorum aslında. Ço­
ğu zaman onlara şunu söylemek istiyorum: İçimde ne olduğunu
bilseydiniz beni asla sevmezdiniz.’
‘En kötü yanım bu saldırganlığım. Elimden geldiğince gös­
termemeye çalışıyorum. Sadece aşırı öfkeliyken var olduğumu
hissediyorum, ancak bunu çok fazla açığa vurduğumda da suç­
luluk duygusuna kapılıyorum.’ Bu tehlikeli ve suçluluk uyandı­
rıcı güçleri uyandırmaktansa onları yok saymak daha kolaydır
bazıları için. ‘Canavarlarımı uyandırmak istemiyorum, biliyo­
rum bundan öğrenilecek şeyler de vardır ama bu neye yarar ki,
neyi değiştirir?’
Yine gerçek düşüncelerini keşfetmekten ya da bunların keş­
fedilmesinden korkanların takındığı bir diğer tavır da, başkaları­
na artık söyleyecek hiçbir şey bırakmamak üzere sürekli kim ol­
duklarının altını çizmektir: her türlü yargıya engel olmak ama­
cıyla, gelebilecek her türlü eleştiriyi öngörerek durmadan açık­
lamalarda bulunup davranışlarını doğrulamaya çalışırlar.
“Ben... birisiyim.” İnsanların kendilerini yanlış değerlendire­
ceğinden -özellikle de kendilerinden şüpheye düşmekten- kor­
kan insanlar sürekli kendilerini tanımlamaya uğraşırlar. Bu de­
rin güven eksikliği, kimseye güvenmemelerine ve sürekli savun­
ma halinde olmalarına neden olur. Sürekli olarak kötü bir şey
söylemek veya yapmak korkusuyla yaşarlar. ‘Huzursuzluğumun
o sürekli yaşadığım bir şeyleri iyi yapamama veya yeteri kadar
iyi olamama saplantısından kaynaklandığını biliyorum.’
Bu his sevdikleri bir insanın ölümünde daha da artabilir. Bu
ölümden hiçbir şekilde sorumlu olmadıklarını bilseler de,
“onunla daha fazla konuşup daha iyi davranabilirdim, daha iyi
veya başka türlü sevebilirdim” diye düşünürler. ‘Annemin ölü­
müyle müthiş bir suçluluk duygusuna kapıldım. Onu sevmeyi
bilememiş olduğumu ve bu yüzden öldüğünü düşünüyordum.
Ve şimdi artık kendime sürekli olarak başkalarına iyilik yapabi­
leceğimi, kötülük yapacak birisi olmadığımı kanıtlamaya ihtiyaç
duyuyorum.’ Ve daima affedildiklerine dair bir işaret, içlerini
rahatlatacak bir bakış veya söz bekleyerek mutsuz olmaya de­
vam ederler.
îç dünyamıza karşı savaşmak için ne kadar büyük bir güç
harcarsak harcayalım, onun er ya da geç, hem de çok şiddetli bir
biçimde ortaya çıkmasına engel olmamız mümkün değildir.
112
Hiçbir konuda sorunları reddetmek onları çözmek anlamına gel­
mez, duygular için de aynı şey geçerlidir. Borçlarımızı ödeme­
diğimizde nasıl bunlar büyüyüp altından kalkamayacağımız bir
boyuta ulaşıyorsa, duygularımızı dile getirmediğimizde de ken­
dimize karşı borçluyuzdur. Üstelik de, o an kolayca söyleyebi­
lecekken dile getirmediğimiz şeyler zamanla taşıması zor ve
söylemesi imkansız bir hal alırlar.
Yok saymayı istediğimiz şeyleri öyle bir anda ortadan kaldır­
mamız ve kendi hakkımızda bilmek istediğimizden çok daha faz­
lasını söyleyen bu can sıkıcı olayları kontrol etmemiz mümkün
değildir. O kadar ki, bazen insanların bizim hakkımızda tahmin
ettiğimizden daha çok şey bildiklerini görüp şaşırırız. ‘Nasıl ol­
duğunu bilmiyorum ama benim hakkımda öyle çok şey biliyor
ki, bunu asla düşünemezdim. Oysa sürekli kaçıyordum, hiçbir
şey söylememeye çalışıyor hatta bazen yalan söylüyordum.’
İç dünyamızı asla belli etmemek adına verdiğimiz bu savaş,
sonunda var olmadığımız duygusunu yaratabilir. ‘İnsanların be­
ni asla eleştirmemesi için sürekli iyi bir görüntü sergilemeye ça­
lışıyorum. Bir eksiğimi yakalamalarından, yeterince akıllı, güç­
lü, kültürlü... olamamaktan korkuyorum, bunu düşünmeye bile
tahammül edemiyorum. Başkalarının kabul edebileceği bir gö­
rüntüye kavuşmaya çalışmaktan artık kim olduğumu bilmiyo­
rum. Başkalarının bana yansıttığı bu bene fazla güvenmiyorum
çünkü bu tamamen benim yarattığım bir şey.’ Bazıları görün­
mez, dolayısıyla da kusursuz olmayı başarırlar, ancak bunun so­
nucunda kimsenin kendilerine bakmamasından acı çekmeye
başlarlar, eleştirecek hiçbir şeyleri yoktur, bu “hiçbir şey” aynı
zamanda “haklarında” söylenecek hiçbir şey yok anlamına gel­
diğinden en ağır hakaretten daha fazla acı vericidir.
Var olmadığı hissini yaşayan bir kimsenin kendisini iyi his­
setmesi mümkün değildir; yaşadığı tek şey yalnızlık ve büyük
bir şaşkınlıktır. Bu kendini tanıyamama ve gerçekleştirememe
113
içinde başkalarına daha çok ihtiyaç duyar. Kendisine hayat ve­
rebilecek tek şey olan, o başkalarının bakışında var olabilecek­
tir yalnızca.

VAR OLDUĞUMUZU HİSSETMEK


'Kendimi iyi ya da kötü hissetmem tamamen etrafımdakile-
rin beni onaylayıp onaylamadıklarına bağlı.' ‘Var olduğumu
hissetmek için başkalarının bakışına ihtiyaç duyduğumdan sü­
rekli dışarı çıkıp insanlarla birlikte oluyorum ama bazen onların
bakışında kendimi kaybettiğim de oluyor. Ve sonra kendimi na­
sıl bulacağımı bilemiyorum.’ ‘İnsanlar benimle aynı görüşte de­
ğillerse var olmadığım hissine kapılıyorum. Sürekli görüşlerimi
savunuyorum, görüşlerim aracılığıyla savunduğum benim aslın­
da.' ‘Oraya gitmesem de olurdu. Konuştukları konuların dışında
olduğumu, dahası orada gereksiz ve fazla olduğumu hissediyor­
dum. Gerçekle, benim yerime hep kocam verir kararlarımı, ço­
cuklarım ise kendi başlarının çaresine bakıyorlar. Artık hiçbir
işe yaramıyorum ve bu da beni hasta ediyor.'
Sosyal, mesleki veya ailevi... hep belli, biçilmiş bir rol aracı­
lığıyla var olmak ve başkaları tarafından kabullenilmek ihtiyacı
duyarız. Ancak diğer taraftan, bunun da sınırlayıcı olmaması ge­
rekmektedir, zira başkalarının bizim hakkımızdaki fikirlerine
hapsolup kalmaya da tahammülümüz yoktur. “Fazla özgür ruh­
lu ve egoistsin... sana güvenilmez.... çok yavaşsın... hiçbir şeyi
sonuna kadar götürmüyorsun...” var olduğumuzu hissedebilmek
için insanların bize yansıttıklarına ihtiyacımız vardır, ancak, yi­
ne bize yansıtılan bu hep aynı imaj yüzünden var olmadığımız
hissine kapıldığımız da doğrudur.
Aile, arkadaşlık ya da eşler arası ikili ilişkilerde herkese he­
men belli roller verildiğini ve sonra da bunu değiştirmenin ne
kadar zor olduğunu görürüz. Örneğin o an “iyi olma” avantajına
sahip olup “iyi olmayana” güç verme pozisyonundaki kişi, diğe-
114
l’ Isj^85T3KİlJ l^jjKiNS^r^J
ri iyileştiğinde bu rolden vazgeçmekte zorlanacaktır, zira diğeri­

nin -bu zayıf anında- kendisine sevgi ve minnet duyma pozisyo­

nunda olmasına alışmıştır. Adeta “... rağmen seni sevdiğime te­

şekkür etmelisin.” deme pozisyonundadır. ‘Ne zaman kendimi

iyi hissetsem karım kötüleşiyor. Sürekli bunalımlı olmamı arzu

ettiğini zannetmiyorum, ancak bunalımdayken ona beni rahat­

latma rolü verdiğim için hoşnut olduğunu biliyorum. Ben sorun­

lu olanım, o ise sorunsuz olan ya da en azından bu ona bir süre

için sorunlarını unutma olanağını veriyor. Ancak ben kendimi

iyi hissedip bir sürü şey yapmak istediğimde, onsuz da mutlu ol­

duğumu görerek korkuya kapılıyor, hatta bunu kıskaridığını bile

• •
söyleyebilirim. Üstelik bu onu kendi kendisiyle ve yaşama güç­

lüğüyle baş başa bırakıyor.’

Ve hepimiz biliriz ki, ilk başta karşımızdaki kişide bizi çeken

farklılık ya da tamamlayıcılık bir gün ayrılık sebebi olarak kar­

şımıza çıkabilir; ya diğerinin değiştiğini görmek zor gelir bize

ya da kendimiz değişmiş olduğumuzdan artık aradaki bu farka

tahammül edemez oluruz, ‘ilk başta bu çapkın tarafı hoşuma gi­

diyordu ama şimdi aynı numarayı başka kadınlara da yaptığını

görmeye dayanamıyorum.’ Benim bağımsızlığımı sevdiğini

söylüyordu. Oysa şimdi buna tahammül edemiyor, eve biraz geç

gelecek olsam, gün içinde yaptıklarımı bütün detaylarıyla anlat-

masam, o televizyon seyrederken kitap okumak istesem, hoşlan­

madığı arkadaşlarımla görüşsem... her şeyden ama her şeyden

olay çıkartıyor artık.’ ‘ilk başta beni çeken şey o çok neşeli, can­

lı, hatta biraz çılgın tarafıydı. Bu, fazla sıradan bulduğum haya­

tıma biraz canlılık katıyordu. Şimdiyse ortadan birden yok ol­

malarına, sürekli geç kalmalarına, dağınıklığına, ne yaptığını ve

nerede olduğunu bilememeye tahammül edemiyorum!’

Bir ilişkide birlikte gelişebilmek için, bireylerin her birinin

belli rollere bürünmek yerine kendilerini oldukları gibi göster­

meleri gerekir. Böylece ileride, aslında kendilerine çok uzak bir

imajı -kendilerine rağmen- taşımak zorunda kalmazlar.

115
Bazıları ısrarla olmadıkları gibi görünmeye çalışırlar, zira
kendilerini oldukları gibi kabul etmeden önce başkaları tarafın­
dan kabul edilmek için bir takım şartları yerine getirmeleri gere­
kir. Her zaman başkalarından övgü ve aferin alacak şekilde en
mükemmel ve en iyi olmalıdırlar. Ve her zaman daha fazlasına
sahip olduklarına, her zaman diğerlerinden önde olduklarına
inanmaya ihtiyaçları vardır: ‘İnsanların bana hep daha fazlasını
vermelerini bekliyorum. Eğer reddedilip sınırlarla karşılaşırsam
kendimi dışlanmış ve inkar edilmiş hissediyor ve o an ölmek is­
tiyorum.’ ‘Bütün sınırlar dışında var olmaya ihtiyacım var. Sos­
yal, mesleki, ekonomik ya da duygusal sınırların ötesinde var ol­
ma duygusunu seviyorum... bütün sorumluluklardan ve zorunlu­
luklardan kurtulmak ve tamamen özgür olmak isterdim.’
Çoğu zaman başkalarının gözünde var olmak için belli bir şe­
yi gerçekleştirmemiz gerektiğine inanırız ve başka türlü var ola­
mayacağımıza göre, bunu gerçekleştirmek bir ölüm kalım mese­
lesi haline dönüşür. Ancak bu bize öyle büyük bir kaygı verir ki,
artık hem kendimize hem de başkalarına neler yapabileceğimizi
kanıtlamak için ihtiyacımız olan gücü bulamayız; başarıyı ya da
başarısızlığı o kadar gözümüzde büyütürüz ki, mücadele etmek­
le, yenilgiyi kabullenip geri çekilmek arasındaki pay çok küçü­
lür. Böylesine büyük bir anlam yüklemiş olduğumuzdan karar
verdiğimiz bu şeyi gerçekleştirmek çok önemli hale gelir. Ba­
şarmak istemiyoruzdur, başarmayı “çok fazla” istiyoruzdur.
“Çok fazla” kavramı ölçülerin dışında olduğumuzu gösterir.
“Çok fazla” -dolayısıyla hak edilmemiş ve yasak- bir mutluluk
söz konusudur. Fazla mutluluk aynı zamanda fazla suçluluk de­
mektir. Bu durumda üstesinden gelmemiz gereken engel kendi­
miz hakkında sahip olduğumuz olumsuz izlenimlerle orantılıdır.
Eğer kendimize değer verir bir izlenim yaratmaya cesaretlendi-
rilmemişsek bunu sağlamak için daha da büyük bir güçle savaş­
mamız gerekecektir. Ve burada imkansızlık korkutur bizi, tıpkı
116
ailemizin gözünde, kadın olarak, erkek olarak, akıllı ve becerik­
li bir insan olarak, bağımsız bir kişi olarak, farklı bir kişilik ola­
rak kabul edilmemizin imkansız olduğu gibi...
Doğal olarak, olması gereken şeylerin olamadığı hissine ka­
pılırız. Gerçekte cesaret, irade ve dayanıklılığın etkisiz olduğu
yerde yalnızca doğaüstü ve büyülü bir gücün etkili olacağını dü­
şünürüz. ‘Hamile kalmaya karar verdikten iki ay sonra hala bir
sonuç alamadığım için doktora gitmeye karar verdim. Sanki bu
arzumu gerçekleştirmeme sadece doğa engel olabilirmiş gibi,
tıbbi bir müdahale olmadan tek başıma başaramayacağımı düşü­
nüyordum. Oysa ki benim için anne olamamak, herkesin o ka­
dar doğal bir şekilde elde ettiği şeye sahip olamamak doğaldı.
Anneliğe ulaşmak yasak bir şeylere ulaşmaktı ve aynı zamanda
anne olmak kadın olmanın, olduğun gibi kabullenilmenin, tek
başına var olmanın tek yoluydu.’
Kendini gerçekleştirmenin başka bir yolu da yazmak ya da
her türlü sanatsal faaliyettir. Ancak bu da altından kalkılması
gereken başka bir iddiadır. ‘Kitabımı bitirmek üzereyim, mutlu
olmam gerekirdi ancak ben kendimi huzursuz, sinirli ve yorgun
hissediyorum. Bu yolla bir şeyler kanıtlamaya çalışmam gerek­
tiği hissinden kurtulmadıkça bitiremeyeceğim bu kitabı. Bu ki­
tap aracılığıyla geçmişimle hesaplaşıyorum. Daima her yaptığı­
mı eleştirmiş olan anneme var olduğumu ve herhangi biri olma­
dığımı söylemeye çalışıyorum.’
Başkalarının gözünde var olmanın vazgeçilmez şartlarından
biri de bazen öteki, -arkadaş, partner, kurmak istediğimiz ideal
çift- olabilir. ‘Benimle yaşamayı istemeyecek korkusuyla sürek­
li kaygılıyım. Evet demesini öyle çok ama öyle çok istiyorum ki,
yetişkinlerin, normal insanların yani anne-babaların ve toplum­
daki herkesin dünyasına geçmenin büyülü anahtarı bu evet san­
ki. Bir kocam ve çocuklarım olmadan var olduğumu hissetmem
mümkün değilmiş gibi.’ Kabul edilmeme korkusuyla kaygı do-
117
Iıı bir şekilde “evet” beklediğimiz sürece istediğimizi elde etme­
miz çok güçtür. Kaygı engelleyici olduğu gibi, “evet” demesi
gereken kişi tarafından da hissedileceğinden, onu bize çekmek
yerine, kaçıp uzaklaşmasına neden olur. Kendisinden istediği­
miz şeyin bizimle olan ilişkisinin sınırlarını aştığını düşünerek,
kendisini hiçe saydığımızı hisseder. Sadece bizi ilgilendiren bir
sorunda kullanılmaya tahammül edemez.
İsteklerimizi gerçekleştirmek için çok fazla istemekten vaz­
geçmeliyiz. Kendimiz hakkında yeterince olumlu fikirlere sa­
hipsek eğer, her türlü girişimi bir oyun gibi yaşamamız müm­
kündür. Kaybetme riskini göze aldığımızda hiçbir tehlike hissi
yaşamayız, oysa benliğimizi kaybedeceğimizden korkuyorsak
başarısızlıktan korkarız ki bu da kaçınılmaz olarak dramatik so­
nuçlar doğuracaktır.
Kaybedeceğinden emin olarak oyuna başlayan kişi, kendisi­
ne olan bu güvensizliğiyle, daha bir şeye başlamadan önce başa­
rısız olur, diğeri kendisini terk etmiştir, oysa ki diğerinin hiç de
böyle bir niyeti yoktur ve sonunda kendisi bunun tersini ispat
edecek hiçbir girişimde bulunmadan korktuğu başına gelmiştir.
‘Beni tanıyan herkes sürekli neden kendim hakkında bu ka­
dar olumsuz düşüncelere sahip olduğumu soruyor. Bu öyle yo­
rucu ki. değişmesi lazım.' ‘Sürekli olarak etrafımdaki her şeyi
değersiz buluyorum, arkadaşımı, mesleğimi, günlük hayatımı,
fiziğimi, insanlarla ilişkilerimi... bunun bir biçimde kendimi de­
ğersiz görmek olduğunun farkındayım. Üzerinde yoğunlaştığım
olumsuz düşüncelerim var. Hayatımı zehir edecek, takıntılı bir
halde beslediğim kara bir düşüncem mutlaka vardır.’
Kendimiz hakkında sahip olduğumuz bir fikri değiştirmemiz
genellikle kolay bir şey değildir. Kendimizi bildik bileli yavaş
yavaş kendimize olan güvenimizi yok eden ve en ufak bir şeyde
kendimizden kuşku duymamıza neden olan eleştirilere katlan­
mak zorunda kalmışızdır. ‘Annem her zaman beni değersiz bul-
118
du. Onun yanındayken kendimi çirkin ve aptal hissediyordum.
Her zaman fiziğimi ve davranışlarımı eleştirir dururdu. Bana sü­
rekli olarak, seni sevebilirim, eğer şöyle giyinirsen... söylediğim
şeyleri yaparsan... istediğim mesleği seçersen... dediğini hisse­
diyordum. Şimdi de kocamla aynı şeyi yaşıyorum, o aynı değer­
siz bakışları onda da hissediyorum.’
Çoğu zaman anne-babamızın sevgisini sorgulamayız, tabii ki
bizi sevmişlerdir ancak nasıl ve ne şartlarla? Kendimizi olduğu­
muz gibi tanıyamayıp tanılamadığımız, sesimizi duyuramadığı­
mız hissini yaşamadık mı çoğu zaman? ‘Beni de kendilerine ka­
tarak biz denmesinden nefret ediyorum; ben benim, başkası de­
ğilim.’ ‘Sesimi duyuramadığımı, ne düşündüğümü ve kim oldu­
ğumu anlatamadığımı hissediyorum. Ve bana tamamen zıt biriy­
le aynı kefeye konmaktan nefret ediyorum. Bu. kim olduğum
hakkında hiçbir şey anlamadıklarının bir kanıtı zaten. Hiç alaka­
sız bir şekilde, tıpkı benim gibi sen de ... seviyorsun. ... tercih
ediyorsun, diyen insanlar annemi hatırlatıyorlar bana. O da asla
beni olduğum gibi görmedi ya hep hayali bir kişi olarak ya da
kendisinin devamı olarak gördü. O ideal imaj...’ ‘Gerçek değer­
lerim asla tanınmadı, kimse ne zevklerimi ne de seçimlerimi bi­
liyordu hatta tersine, asla bir konuda tebrik edilmedim, hep be­
nim tam tersim olan şeylere değer verdiler, aldıkları hediyeler
bana asla uygun olmadı, üstelik de benim zamanımın onlar için
hiçbir önemi yoktu, sürekli bekletiliyordum.’
Bir diğer güçlük de, anne-babada, kendileri hakkındaki
olumlu görüşler aracılığıyla bir kimlik modeli bulmaktır. Önce
çocuk, sonra da yetişkin, kendi hakkında olumlu bir fikir sahibi
olmaya ihtiyaç duyar ve onların başarı örnekleri aracılığıyla o da
kendisine ait alanlarda başarılı olmayı arzular. Böylece kendisi­
ni onlar gibi değil, ancak onlar aracılığıyla tanımlayabilir. An­
ne-baba ona kapıları açmış, keşfedeceği bir dünya sunmuş, say­
gı duyması gereken değerleri, araması gereken zevkleri ve önce­
lik tanıyacağı bir yaşam tarzını göstermiştir.
119
Annesi nispeten mutlu bir kadın örneği olmuş bir kız çocu­
ğunun ileride kadınlığını yaşaması daha kolay olacaktır. ‘An­
nem kendisiyle barışık olmayan, mutsuz ve tatminsiz bir kadın­
dı. Kendimi kadın olarak iyi hissedemememde bunun rolü oldu­
ğundan eminim.’ Aynı şey erkek çocukları için de geçerlidir, ba­
banın erkek cinsine ait özelliklere değer vermesi, ileride çocu­
ğun da bunları tanıyıp kabul etmesini kolaylaştıracaktır. ‘Baba­
mın ani ölümü ondan belli belirsiz bir imaj bıraktı bende. Büyük
bir boşluk. Kitaplarda, görünüşünden hoşlandığım ve kendile­
riyle barışık görünen kişilerde, her yerde bana örnek olacak bir
baba modeli arıyorum, manevi babalar...’
Ancak, anne-babanın kişilikleri, çocuğa var olma hakkı ver­
meyecek kadar katı ve baskın da olmamalıdır. Farklılığa taham­
mül edemeyen ya da kendilerinin var olduklarını hissedebilme-
leri için gerek duydukları bir ayrıcalıktan, öncelikten veya üs­
tünlükten vazgeçmek istemeyen bir model sunmamaları gerekir.
Kadın ve erkek olmanın ne olduğunu gösterdikten sonra, -çocu­
ğun yetişkinliğe adım atabilmesi için- bir anlamda geri çekilme­
lidirler artık. Bunun tersi durumlarda, çocuğun kendisine yetiş­
kinliğe adım atma izni vermesi güçleşir, çocuk, hakkı olduğun­
dan emin olmadığı roller üstlenerek bir yasağı çiğnediği hissini
yaşayacaktır.
Bu durumda kendisini kabul ettirmek için çabalaması, diğer­
lerinin beklentilerine uymaya zorlayan bu iç güce karşı savaş­
ması gerekecektir. Çocuklukta -kendi kimliğini oluşturmada
sosyal kimlik vazgeçilmez olduğundan- her şeyden önce başka­
ları gibi olmak önemlidir. Bu yüzden, eğitimi boyunca belli bir
takım sözcükleri öğrenmiş, belli bir şekilde giyinmiş, belli bazı
aktiviteler, filmler, kitaplar gibi bir grup tarafından kabul edil­
mesini sağlayacak ne kadar parola varsa onları seçmiştir.
Bu bir gruba ait olma ve başkaları tarafından biçilmiş rollere
uyma davranışı her türlü dışlanma tehlikesini ortadan kaldıran
120
bir şeydir, eğer o da diğerleri gibiyse, onu aralarına almamaları
için hiçbir neden kalmayacaktır. Bu güven verici, güçlü ve bir
kere içine alındıktan sonra korunduğunu hissettiği çoğunluğun
bir parçasıdır. Ve çocuk ancak bir gruba ait olabileceğine emin
olduktan ve bu grup tarafından kabul edildikten sonra birey ol­
mak isteği duyacaktır.
Aynı şekilde, anne-babasının bakışı aracılığıyla bir kimlik
bulabilmek için de onların kendisi hakkında sahip oldukları ima­
ja uyum sağlaması gerektiğine inanmıştır. Ancak, kaçınılmaz
bir şekilde, çocuğun gelişimi anne-babasının ona bakışının ge­
lişmesinden daha hızlı olduğu için bir an gelecek çocuk kişiliği­
nin inkar edildiği hissini yaşayacaktır ve burada artık farklılığı­
nı onlara kabul ettirmeyi bilmesi gerekecektir.
Bir yandan kendi kimliğini kazanırken, diğer yandan onların
sevgisini kaybetmekten korkmaktadır. Ne korkunç bir ikilem!
Ve bedeninde kaygı, huzursuzluk, işlevsel bozukluklar ve hatta
psikosomatik hastalıklar şeklinde ortaya çıkan bir iç çatışmanın
kurbanı olacaktır. Birey olmanın, anne kucağını terk etmenin ve
sevgi bağlarını koparmanın bedelini çektiği acıyla ödeyecektir...
Davranışlarını değiştirdiğinde hala sevilmeye ve kabullenil-
meye devam edileceğinden asla emin olamadığından ya bunu
hiç denemez -yani hiçbir şekilde değişmeyi göze almaz- ya da
ikili oynamayı öğrenir dışarıya son derece uyumlu bir görüntü
çizerken, gizli dünyasında söylemeye asla cesaret edemediği dü­
şünceleri veya gösteremediği yaratıcılıkları kendisine saklamak­
tadır. Böylece çocuk, biri görünen, diğeri görünmeyen iki ayrı
“ben”e ve biri görünen biri de gizli iki ayn hayata sahip olmaya
alışır. ‘Sanki iki ayrı yaşama sahibim. Başkalarına mış gibi ya­
pıyorum, hayatımdan memnunmuşum gibi' davranıyorum, yara­
mazlık yapmayan, aşırılıklara kaçmayan o kusursuz küçük ço­
cuğu oynuyorum. Aşırılıklarla, yasaklarla ve sırlarla dolu ikinci
yaşamımı bir bilselerdi ah!’
121
Bir süre için bu ikili yaşamı sürdürmek zor olmasa da, bir an
gelir ki gizli tuttuğumuz yönümüz saklanmaktan bıkar. Aslında
hepimizin aradığı şey bütünlüktür. Yansıtılan imajların çeşitlili­
ğinin bizi zenginleştirmek yerine sorun yaratan bir bölünmeye
neden olmasına tahammülümüz yoktur. Özümüzü bozan bu ay­
naların içinde kim olduğumuzu bulmamız gerekir ve artık kan­
dırmalardan ve uzlaşmalardan uzak, gerçek kimliğimizi kabul
ettirmeye ihtiyaç duyarız. Kendimizi olduğumuz gibi gösterdi­
ğimizde karşımızdaki insanı kaybetmekten korkmayız, tersine,
karşımızdakinin bize bakışında -en azından biraz da olsa- bizi
olduğumuz gibi gördüğünü hissettiğimiz anda ilgilendirmeye
başlar o kişi bizi.
Bu çeşitliliği olumlu bir şey olarak yaşamamız gerekir, zira
bu, duruma göre kişiliğimizin şu ya da bu yönünü gösterme se­
çeneği sunar bize. Örneğin bazı durumlarda ya karşınızdakine
duyduğumuz saygıdan ya da kendi huzurumuz için, kızdıracak,
dışlanmamıza neden olacak ya da yaralayacak sözler söyleme­
meyi seçeriz. Söylemek istediklerimizi sadece anlayabilecek ki­
şilere söylemek amacıyla karşımızdakinin kim olduğunu göz
önüne alırız. Bütünlüğümüzün her an farkında olarak, muhatap
olduğumuz kişilere göre farklı davranırız; tıpkı birçok yüzü olan
bir prizma gibi, değişik durumlara uyum sağlayabilen ancak her
zaman dengeli, tek ve sağlam bir kişiliğimiz vardır.
Bu bütünlük duygusu, art arda yapmacık rollerle başımızı
döndürüp kaybetmeden, kendimizi bulmamızı sağlar. Bizi, baş­
kalarının isteklerine uymak amacıyla, olduğumuzdan farklı kişi­
liklere bürünmekten veya gücendirmek korkusuyla sürekli deği­
şen mizaçlarına boyun eğmekten korur.
Eğer neyin iyi ve neyin kötü olduğunu, neyin hoşa gidip ne­
yin gitmediğini, neyi yapmamıza izin verildiğini veya neyin ya­
sak olduğunu bilemiyorsak, sürekli hiçbir şeyden emin olama-
yıp kendimize güven duymuyorsak bu, değerler hiyerarşisi hak-
122
kında hiçbir şey bilmediğimizi gösterir; davranışlarımızdan ve
bunların doğurduğu sonuçlardan asla emin değilizdir. Örneğin
başarı, onu kontrol etmediğimiz ölçüde bizden kaçar. Muhatap
olduğumuz kişilerin olumlu ya da olumsuz tepkilerine göre, bu
çekicilik göstergesi önünde nedenini anlayamadığımız ani bir
mizaç değişikliğiyle kendimizi iyi veya kötü hissederiz.
Kendi değerlerimize daima güvenmeli ve başkalarının bizim
için istediklerine ve maruz kaldığımız eleştirilere karşı onları sa­
vunacak güçte olmalıyız. ‘Aslında sahip olduğum değerin bilin­
cindeyim, ancak duygusal yönden o kadar hassas bir insanım ki,
davranışım hakkında en ufak bir eleştiride kendimi saldırıya uğ­
ramış ve yaralanmış hissediyorum ve kendimi sorguluyorum.
Olumsuz eleştirilerin beni yaralamasına izin vermemeye karar
verdim artık, nasılsam öyleyim ve bu hoşlarına gitmiyorsa yapa­
bileceğim hiçbir şey yok!’
Maruz kaldığımız bütün saldırılara karşı koyabilmek, olası
bütün düşmanlıklara rağmen hırpalanmadan bütünlüğümüzü
korumak ve başkalarının bize kendilerini kabul ettirmesi yerine
bizim onlara kendimizi kabul ettirecek dirence sahip olabilme­
miz için çok güçlü bir “ben”e sahip olmamız gerekir. 'Kim ol­
duğumu bilmediğimden güçlü bir kişiliğe sahip değilim. Kim­
lik sorunu yaşıyorum. Ne ne yaptığımı ne de ne istediğimi bili­
yorum. Güçlü kişi isteklerini karşısındakilere kabul ettiren kişi­
dir ama bunun için insanın bir amacı olması gerekir, oysa be­
nim hiçbir amacım yok. Üstelik başkalarının isteklerine de
uyum sağlayamıyorum.’
Eğer kendimizi sevmiyorsak başkalarının eleştirilerine karşı
hassas olmamız doğal değil midir? Başkalarının yargılarına ve
onlardan gelecek sevgi işaretlerine bağımhyızdır. ‘Asla yalnız
olamıyorum, hep birileri olmalı yanımda. Sürekli sevildiğimi
hissetmeye ihtiyacım var.’ ‘Kendimi sevmiyorum. Beni sevme­
leri için nasıl olmamı istiyorlarsa öyle davranıyorum, yani da-
123
O
ima gerçekte olmadığım bir görüntü sunuyorum.’ ‘Kendime iyi­
lik etmeyi hak etmediğime inanıyorum. Başkalarına değil, ken­
dime kızıyorum. İsteklerimi kabul ettirecek kadar kendimi sev­
mediğim için kızıyorum kendime.’
Kendimizi olduğumuz gibi kabul edebilmek için mükemmel
mi olmamız gerekir? Bu durumda kendisini yeterince sevip,
başkaları tarafından sevilmeyi hak ettiğine inanacak kaç kişi
vardır? Kendimize kötülük yerine iyilik etmeyi istemek, olum­
suz bir imaj yerine olumlu bir imajı savunmak daha kolay değil
mi? Böylece, yapabilecek güçte olduğumuz veya olmadığımız
şeyler hakkında endişe ve korku duymadan, isteklerimizin sonu­
na kadar gidebilir ve düşüncelerimizi sonuna kadar savunabili­
riz. Güçlükleri bir bir aşmak için gerekli olan sükunete kavuşur­
ken aynı zamanda bu dinginlikte kendimizle baş başa kalmanın
mutluluğunu yaşarız...

YALNIZLIĞIZ BİZ’
‘Kendimi yenilemek için kesinlikle yalnızlık anlarına ihtiyaç
duyuyorum. Etrafımdakilerin bitmeyen istekleri beni yoruyor,
adeta içimi boşaltıyor, hatta canımı sıkıyor. Böyle durumlarda
ihtiyaç duyduğum tek şey, gerçekten ne yapmak istediğimi bul­
mak, kendi tempomu yakalamak ve içimi sevdiğim şeylerle dol­
durmak için kendime yeterince zaman ayırmak oluyor.’ İç dün­
yamız ne pahasına olursa olsun kaçmamız gereken bir dünya de­
ğildir, aksine, orada kendimizi iyi hissettiğimizden ona yönel­
mekten memnun oluruz. Tıpkı bir kaplumbağa gibi kendimize
ait bir alan yaratmışızdır ve onu korumaya ihtiyacımız vardır.
Diğer taraftan, karşımızdaki insanın da kendisine ait bir alanı ol­
duğunu bilip onun sınırlarına da saygı gösteririz.
Eğer kim olduğumuz hakkında bir fikrimiz yoksa sınırlarımız
iyi belirlenmemiştir ve bu durumda ne kendi sınırlarımızı kabul
ettirmemiz ne de diğerlerininkilere saygı göstermemiz mümkün-
124
dür. Kendimize ait bu alan nerede yer alıyor? Diğerininki nere­
de? Bazıları için bu “diğeri” kendilerinin bir uzantısıdır, onlara
da kendilerine davrandıkları şekilde davranırlar. Ondan kendile­
rinden istedikleri şeyleri isterler ve kendilerinden hoşnut değil­
lerse diğerinden de asla hoşnut olamazlar. Kendilerinde görmek­
ten hoşlanmadıkları şeyler için ona saldırırlar veya kendilerinde
olmasını istedikleri şeylere yine onda sahip çıkarlar. Özellikle de
bir aşk ilişkisinde tekelci ve aşırı sahiplenicidirler, diğerinin ru­
hu ve bedeniyle kendilerine ait olduğuna inandıkları gibi, kendi­
lerini de ona tüm varlıklarıyla vermekten çekinmezler. Bundan
böyle kendileriyle diğeri arasında hiçbir fark yoktur, ait olma
duygusundan çok, birlikte tek bir kişi olmayı arzularlar.
Bu kişilerin “diğeri” hakkında “her şeyi” bilmek ve kendi
gizli bahçelerindeki “her şeyi” söylemek istemeleri de bu yüz­
dendir. ‘Ona her şeyi söylemek isterdim, benimle birlikte onları
üstlensin diye, bütün korkularımı ve sıkıntılarımı paylaşmak is­
terdim. Bütün sırlarımı bilsin istiyorum ancak onun içinde erime
arzusuyla bu sefer kendimi kaybediyorum. Önce hayatımı sonra
da düşüncelerimi istila ediyor. Her an, her yerde o, eğer ilişki
kötü gidiyorsa, kişiliğime saygı duymadığını hissediyorsam,
tam bir işkence yaşamaya başlıyorum. Sürekli eleştiren bakışlar­
la bakıyor bana, olumsuz yargısı ve korku öyle bir hale geliyor
ki sonunda bunu hissediyor ve buna da tahammül edemediğin­
den beni terk ediyor.’ ‘Hep yanımda olmasını istiyorum. Sanki
başımın çaresine bakmaktan acizmişim gibi hayatımı onun or­
ganize etmesini istiyorum. Onunla ilişkimi kesmem, onun varlı­
ğı ve bu güven duygusu olmadan yaşamam mümkün değil.’
Bu bütünleşme arzusunda, diğeri, hem her şeyi paylaşmak
hem de her ikisinin de bütün sorunlarını çözmek zorundadır.
‘Eskiden sorunlarımla o kadar çok boğuluyordum ki, bir kısmı­
nı başkalarına taşıtıyordum. Bana yardım etmelerinin normal ol­
duğunu düşünüyordum ve yardım etmediklerinde de onlara kı-
125
zıyordum. Şimdi artık sorunlarımı kendi başıma çözebiliyorum,
böylece diğerlerini rahat bırakıyorum.’
Bazen de bunun tam tersi söz konusudur, diğerinin bütün so­
runlarını kendilerinin çözeceklerinden emindirler. Diğeriyle tıp­
kı kendileriyle ilgilenmesini istedikleri şekilde ilgilenirler -yar­
dım ederler, korurlar ve tıpkı kendilerine yapılmasını istedikleri
gibi onların sorumluluğunu üstlenirler. ‘Kendi yaşamadığım
şeyleri başkalarına vermek istiyorum. Onlara her türlü olanağı
vermeye çalışıyorum, kendimi hiç sevmediğim için benim ola­
madığım şeyi onların olmasını istiyorum. Böylece onlar aracılı­
ğıyla kendimle gurur duyabilirim.’
Diğerinin kimliğine saygı gösterdikleri sürece, onun bu tür
bir ilgiden memnun olmaması için bir neden yoktur. Ancak,
onun için en iyisinin ne olduğunu kendisinden daha iyi bildikle­
rini zannediyorlar ve yine sözüm ona onun iyiliği için, kendisi­
ni hiç de ilgilendirmeyen şeyler söylüyor ve yapıyorlarsa, diğe­
rinin kendi varlığının inkar edildiğini düşünerek sinirlenmesi
normaldir. ‘Onun yaşama güçlüğünün neden kaynaklandığını
bildiğimi düşünüyordum ancak, onu inatla iyileştirmeye çalışır­
ken nasıl da boğduğumu görmüyordum.’ Diğerini böyle “iyi ni­
yetle” istila ederlerken iyilikten çok kötülük etmektedirler ve
karşılarındaki insan da çoğu zaman minnet duymaktan uzaktır
onlara. Bunu yaparken kendi sınırsız güçlerine inanma arzusuy­
la hareket ederler. Diğeri istedikleri şekle sokabilecekleri bir
nesnedir, üstelik de onun iyiliğini istemektedirler. Ve böylece,
vicdanlarım rahatlatıp bütün varlıklarıyla onlar için çabalarlar,
ancak buradaki asıl amaç kendilerini değerli kılmaktır, bu sınır­
sız nezaket ve cömertlikte bulurlar ancak kendilerini.
Başkalarının alanlarını istila etmeden de varlığımızı ortaya
koymak mümkün değil midir? Hayatımızı beslemek için başka­
larına yönelmemiz kendi alanımızın fazla yetersiz ve zenginleş­
tirici olmamasından kaynaklanmıyor mu? Başkalarının kendile-

126
ri için istemedikleri bir şeyi, sözüm ona onların iyiliği için iste­
diğimizi iddia etmek tam bir saygısızlık değilse nedir?
Kendimizi böyle başkaları aracılığıyla ararken hem kendimi­
zi hem de karşımızdaki insanı kaybedebiliriz. Diğerine bize ken­
diliğinden gelmek üzere yeterince boş alan bırakmadığımız du­
rumlarda, onca beklediğimiz sevgi ve şefkat işaretlerini alıyor
olsak da, bunlar asla içimizi rahatlatmaz. ‘Beni sevdiğini söyle­
mesi ve sevecen davranması için öyle çok ısrar ediyorum ki so­
nunda bunu yaptığında içim bir türlü rahat etmiyor. İsteyerek
değil, ben istediğim için söylüyor diye geçiriyorum aklımdan.'
Karşımızdaki ne kadar çok beklentimizin büyük olduğunu his­
sederse verdiği cevap da o kadar çok doğal coşkudan yoksun
olacaktır, bizim de korkularımızı beslemek için o kadar fazla ne­
denimiz...
Başkasıyla ilişkimizde ortak alan -ne bizim ne de diğerinin
alanını kapsayacak şekilde- üçüncü bir alan olmalıdır. Sevgili,
arkadaş, sevecen, yardımcıyızdır. Bir aile, bir çalışma grubu ve­
ya bir ekip oluşturuyoruzdur ancak ne olursa olsun varlığımızı
sadece bu ortak alana indirgememeye özen göstermemiz gere­
kir. Bir aşk ilişkisine ya da bir işe kendimizi unutacak kadar
kendimizi adıyor, bütün hayatımızı bir dava uğruna harcıyor,
“bütün” gücümüzü tek bir amaca yönlendiriyorsak, kendimizi,
bir daha bulamayacak şekilde kaybetmemiz mümkündür.
Bizim dışımızdaki bu hareketlilikten başka, bizi tanımlaya­
cak bir şey olmadığından yalnızlığımız artık tahammül edilmez
olmaya başlar. Var olmadığını düşündüğümüz -ki artık varlığını
gerçekten yitirmiştir de- iç dünyamızla baş başa kalmaktan kor­
karız. Sevmediğimiz ve sürekli kaçtığımız bu dünyayı sonunda
yok etmişizdir. ‘En ufak bir boş vaktim olduğunda, kendimle
baş başa kalmamak için, yapacak bir sürü şey buluyorum.’ Ge­
cenin derinliği ve sessizliği yerine gündüzün ışığı ve gürültüsün­
de kendimizi daha iyi hissederiz.
Geceyi yaşamak zor gelir, kendi kendimizle bu zorunlu baş
127
başa kalış, sükunet vermek yerine huzursuz eder bizi. Sonunda
dışarıdaki zorunluluklardan kurtulup, düşüncelere ve rüyalara
dalmak için karanlıktan faydalanmak yerine, korkuya kapılarak
bu karanlığı hayaletlerle doldururuz. ‘Geceleri uyuyamıyorum.
Gündüz yaşadığım sorunları tekrar kafamdan geçiriyorum ve ya­
rın nelerle karşılaşacağımı düşünüyorum. Üstelik uyuyamadığı-
mı ve ertesi gün yorgun olacağımı düşünerek iyice strese giriyo­
rum.’ ‘Geceleri uykudan uyandığımda kapkara düşüncelere dalı­
yorum, bütün tehlikeler o kadar büyüyor, kaygılarım o kadar ar­
tıyor ki, hemen düşünmeme engel olacak bir şeyler alıyorum.’
‘Yalnızken asla uyuyamıyorum. Eşim şehir dışına çıktığında
mutlaka bir arkadaşımı çağırıyorum eve. Bunun saçma olduğunu
biliyorum ancak yalnızken kendimi güvende hissedemiyorum.’
‘Yalnızken kendimle olmayı sevmiyorum.’ Sürekli içlerini
rahatlatacak bir sıcaklığa ihtiyaç duyan insanlar, yalnızlıkta so­
ğukluk ve terk edilmişlik duygusunu yaşarlar. Bu güvencenin
sadece dışarıdan geleceğine inanırlar ve bunun da sürekli tekrar­
lanması gerekmektedir. Çocukluklarında yeterince şefkat gör­
memiş olduklarından, bunu kendi içlerinde bulamazlar, yeterin­
ce sıcak bir sevgiyle kuşatılmamış olduklarından, yalnız kaldık­
larında, bunun anısıyla içlerini ısıtamazlar.
“Yalnızlığız biz’’ (Rilke). Toplum tarafından yoksunluk ve
zorunlu bir tek başına kalış şeklinde kendisine yüklenen o son
derece olumsuz anlamından kurtulduğunda, yalnızlığımızın as­
lında zengin ve dolu olduğunu görüp onu aramaya başlarız veya
yalnız kalmamız gerektiğinde bunun tadına varmayı öğreniriz.
Acıda olsun, arzuda olsun, tamamen yalnız olduğumuzu, bizi ne
kadar severse sevsin karşımızdaki insanın bizim sevinçlerimizi
ve üzüntülerimizi tamamen paylaşamayacağını ve tek oluşumuz
nedeniyle bizim için neyin iyi olduğunu kendimizden başka
kimsenin bilemeyeceğini bir kere kabul ettikten sonra, yalnızlı­
ğımızı daha kolay yaşamaya başlarız. Ve yalnızlığımızı ne kadar
128
iyi yaşarsak ondan kurtulmaya çalışarak kendimizi tehlikeye at­
maktan da o kadar vazgeçeriz.
Yalnızlığımızı yaşayamamak, bazen ruhumuzu el altından
satmak, küçültücü ilişkileri yürütmek, nefreti bile bir bağ olarak
görmek, yaşamdan çok ölüme yakın bir anlaşma imzalamak an­
lamına gelebilir. Onca beklediğimiz bu diğeri ne dosttur bize ne
de yardımcı; beklediğimiz sıcaklığı ve şefkati vermez bize. Ve
yaşamayı umduğumuz şeyle gerçekte yaşadıklarımız, hayalini
kurduğumuz aşkla gerçek hayatın bize sunduğu hayal kırıklıkla­
rı arasındaki fark ne ölçüde büyükse yalnızlığımız da o kadar acı
vericidir.
Oysa yalnızlığımızı sorunsuz yaşadığımızda, partnerimizi
seçerken ve onunla ne yaşamak istediğimize karar verirken son
derece özgürüzdür. Boşluk hissiyle önümüze geleni, geldiği an­
da kabul etmek zorunda hissetmeyiz kendimizi. Bir şeyleri kay­
betme korkusuyla yiyecekleri, içkileri, uyuşturucuları, değişik
aktiviteleri, yerleri, kişileri... kısacası bizi bir süre için “dolu”
olduğumuzu hissettirecek her şeyi oburca yutmaya iten bu içi­
mizdeki boşluk duygusudur. Bu doymak bilmeyen sınırsız bir
ihtiyaçtır ve bu durumda ne diğer kişi, ne de yaşadığımız zevk­
ler doygunluk hissetmemizi sağlamaya yeter.
Doluluk hissi dışarıdan elde edilebilecek bir şey değildir. Bu
her ne kadar dışarıya bağlı olsa da, hayal kırıklığına uğradığı­
mızda ya da diğerini kaybettiğimizde benliğimizi kaybetmemi­
ze neden olacak kadar önemli bir yer tutmamalıdır.
Daima, bizi biz yapan şeylerle doluyuzdur: kalitelerimiz ve
zayıflıklarımızla, arzularımız ve heyecanlarımızla, anılarımız ve
projelerimizle, fikirlerimiz ve coşkularımızla, meraklarımız ve
dış dünyaya karşı olan ilgimizle...Eğer kendimizi yeterince sev­
meyi öğrenirsek, kendimizle yaşamamız kolaylaşacak, bedeni­
mizin bize sağladığı bütün hisleri dolu dolu yaşayacak ve başka­
larına verecek şekilde sevinç ve sıcaklıkla dolacağızdır. “Varh-
129
ğımız” duygularımızın gerçekliği oranındadır ve ancak o zaman
sevgimizi ve canlılığımızı başkalarıyla da paylaşmamız müm­
kündür.

130
rift

FAZLA AKLI BAŞINDA...


YA DA FAZLA ÇILGIN BİR DÜŞÜNCE
‘Bir türlü dengemi bulamıyorum. Yemekte, zevklerimde,
aşklarımda... hep aşırıya kaçıyorum.’ Düşüncemiz çılgına dön­
düğünde ya da dengemizi yitirdiğimizde aşırılıklara kaçarız ya
oburca yiyeceklere saldırır ya da en ufak bir şeyi yutamaz hale
geliriz; ya uykuda kaçış ararız ya da aşırı uyarılmış olduğumuz­
dan uyumak imkansızdır; ya aşırı bir seygi arayışındayızdır ya
da en ufak bir hayal kırıklığında kendimizi çok fazla geri çeke­
riz; ya deli gibi çalışırız ya da parmağımızı oynatacak gücümüz
yoktur...
Zamanla olan ilişkimiz de tamamen bozulur. İşlerimizi sonu­
nun neye varacağını düşünmeden geciktirir, sonra da sorumlu­
luklarımızın altından kalkamayız ve kısıtlı zamanlarda hangi işi
yapacağımızı bilemez hale geliriz. ‘Sanki hayatımın arkasından
koşuyorum. Kendimi arıyorum, nereye gittiğimi anlamaya çalı­
şıyorum... ancak nerede olduğumu asla bilemiyorum.’ Kendi­
mizle ilgili düşsel bir imajın arayışında, bilmediğimiz bir yöne
doğru koşmaktayızdır ya da yaşadığımız hayata üstün gelen bir
nostaljiyle kaybettiğimiz zamanı yakalamaya çalışmaktayizdir.
131
Ya çok geçtir ya da çok erken, yaşamamız gereken zaman di­
liminde değil, artık bize ait olmayan bir zamanda yaşarız, dola­
yısıyla da, asla bulunduğumuz yerde olmadığımızdan attığımız
adımları kontrol etmemiz mümkün değildir. Aceleyle ne yaptı­
ğımızın farkına bile varmadan, belli bir yöne doğru ilerlemek
yerine, hiçbir sonuç elde etmeden çabalar dururuz.
‘Aynı anda bin tane iş yapmaya kalkıştığımda hiçbir şeyi
doğru düzgün yapamıyorum. Zamanı kontrol edemiyorum, boş
yere dönen bir değirmen gibi dönüp duruyorum.’ Hareketlerimi­
zi iyice beceriksizleştiren düzensiz bir koşuşturma içerisinde-
yizdir, dahası bu koşuşturma kalp atışlarımızı hızlandırdığından
asla yorulmaz olduğumuza inanarak hiç durmadan daha fazla,
hep daha fazla şey yapma ihtiyacı duyarız.
“İlerle ya da öl”... Yorgunluktan bitkin düşmüş bir haldeyiz-
dir ve hangi açıklanabilir nedenlerin böyle soluğumuzu kestiği­
ni, bunca fedakarlığa deyip değmeyeceğini merak ederiz ancak
bu bitmek bilmez hareketliliğe bir türlü de son veremeyiz. Ve
bitkinliğimiz -ta ki bir gün bedenimiz ciddi bir sorun olduğunun
işaretlerini verinceye dek- giderek artar.
Gerçekten dengemizi kaybetmemize neden olan baş dönme­
leri, peş peşe ateş basmaları ve titremelere neden olan dengesiz­
likler, kan dolaşımının hızlanması ya da yavaşlaması, aşırı kana­
ma ya da regl olamama, iştahsızlık ya da oburluk, uykusuzluk ya
da aşırı uyuma gibi belirtilerle bedenimiz dengesini yitirdiğini
gösterir, iç saatimiz bir süre için çalışmaz duruma gelmiştir.
Fazla dolu ya da fazla boş, fazla sıcak ya da fazla soğuk... ar­
tık hiçbir şeyden memnun değilizdir ve her şey bize batmaya
başlar. Kendimizle de dış dünyayla da uyum içinde değilizdir
artık. Elimizden düşüp kırıhveren, orada burada unuttuğumuz
ya da kaybettiğimiz nesneler bile bize düşman bu dış dünyayla
işbirliği yapar gibidirler; hareketlerimizi de mesafe kavramını
da kontrol edemediğimiz hissini yaşarız.
132
Etrafımızı çevreleyen dünya iç dünyamızın bir yansıması ha­
line gelmiştir. Her türlü yıpranma işaretini ruhsal yaşamımızı
tehdit eden bir tehlike olarak algılarız. En ufak bir düzensizliğe
ve aksiliğe tahammülümüz yoktur ve bütün bunların iç dünya­
mızın düzenini tehdit ettiğine inandığımızdan, bu karıştırıcı un­
surlara karşı bütün gücümüzle savaşırız. ‘Planlarımı bozacak en
ufak bir şeye bile tahammülüm yok. Her zaman her şeyi kontrol
edebilmeliyim; kontrol edemediğim şeylere tahammülüm ede­
miyorum.’
Başkalarıyla olan ilişkilerimiz de doğal olarak bu dengesiz­
likten etkilenir. En sevdiğimiz insanlarla olan iletişimimiz bile
eskisi gibi değildir. Normal zamanlarda bizi hiç etkilemeyecek
şeylerden incinmiş, yaralanmış ve darılmış olduğumuzdan dü­
şünme yeteneğimizi kaybetmişizdir. Birden başkalarının davra­
nışlarını anlamsız bulmaya başlarız; kendi davranışlarımız da
pek anlaşılır değildir tabii ki.
‘Sanki bazen, gaza sonuna kadar basmam gerekirmiş gibi,
şiddetin son noktasına kadar gidiyorum. Aslında bunu yapan
ben değilim, beni aşan bir güç tarafından yönlendirildiğimi his­
sediyorum.’ Bazıları gösterdikleri tepkinin duruma hiç de uygun
olmadığını anlayarak bu şiddet karşısında şaşırırlar da. Ve o ana
kadar gücünün hiç farkına varmadıkları bu ani öfke patlaması­
nın ve saldırganlığın nereden kaynaklandığını anlayamazlar.
Kontrol edemedikleri aşırılıklar yaptıklarını fark ederler.
‘Kendimi kötü hissettiğim zamanlar iğreninceye kadar pasta yi­
yorum. Aşk söz konusu olduğunda da aynı şekilde davranıyo­
rum; ayrılık vakti geldiğinde, sanki acı çekmemenin tek yolu
buymuş gibi, karşımdakinin davranışlarından iğrenmeme yol
açacak şekilde hareket ediyorum.’
Ya hep ya hiç, küçük farklılıkları ve değişkenlikleri kabul et­
mezler. Ne doygunluk bilirler ne de sınır tanırlar. ‘Tıpkı çocuk­
lar gibi, bir şeyden zevk aldığımı gördüm mü artık onu bırak-
133
mam mümkün değil. Eğer çikolata yiyorsam bütün tableti bitir­
mek zorundayım; şarap içiyorsam şişeyi devirmeliyim... Duygu­
sal ilişkilerimde de aynı şeyi yapıyorum, doymak bilmez bir is­
teğim var, hiçbir şeyin gideremediği bir susuzluk gibi bu.’
Ve buna tepki olarak, kendilerine sınır koymayı bilemedikle­
rinden, her şeyden bir anda vazgeçiverirler. Bu her ne kadar alko­
liklere önerilen doğru bir tutum olsa da, hayatın bazı diğer zevk­
lerinden böyle bir anda vazgeçmeye pek de gerek yoktur. ‘Kendi­
mi kontrol edemeyeceğimi bildiğim her türlü şeyden uzak duru­
yorum. Bu yüzden kendime bu kadar katı kurallar koyuyorum.’
Bu yolla belki bir denge sağlamak mümkündür ancak ne pa­
hasına? Yasak meyvenin bir kere tadına baktıktan sonra bağım­
lı hale gelmekten korktuklarından, dışarıdan gelen her türlü çağ­
rıya ve -küçücük de olsa-kendilerine koydukları bu yasakların
haklılığından şüphe yaratacak her şeye kendilerini tamamen ka­
patırlar. Uzun süre baskı altında tuttukları bir heyecan dalgasını
serbest bıraktıklarında ipin ucunu kaçırmaktan korkarlar -bir va­
nayı açtıktan sonra bir daha kapatamamak gibi.
Hem sonra içinde bulundukları bu huzur ortamını sürdüre-
memenin getireceği acılar da vardır. Gelecekte ne olacağı belli
mi? Ya yine yara alırlarsa? Geçici bir mutluluktan sonra ellerin­
de kalan pişmanlık olmayacak mı? Onca sevdikleri-bir şeyden
bir kez daha vazgeçmek zorunda kaldıklarında yaşadıkları yok­
sunluk çok daha dayanılmaz olmayacak mı?
Acı çekmektense, bazı zevkleri hiç yaşamamayı tercih eder­
ler. Bir gün kaybetmektense cenneti hiç keşfetmemeyi seçerek
olası bir mutluluğu yaşamayı yasaklarlar kendilerine. ‘Bir gün
onu kaybedebileceğimi bildiğimden kendime mutlu olma imka­
nı vermiyorum.’ Her türlü zevkin arkasından kaçınılmaz olarak
bir yoksunluk duygusu ortaya çıkacaktır ve her türlü dolgunluk
hissi arkasından gelebilecek bir boşluğun düşüncesini bile ta­
hammül edilmez kılar.
134
Coşkularını o kadar baskı altında tutarlar ve varlıkları o ka­
dar tekdüzeleşmiştir ki bazen küçücük bir çılgınlık sayılabilecek
şeyleri yaşamamış olmaktan pişmanlık da duyarlar. ‘îniş çıkış­
lar yaşamayı isterdim, beklemenin ateşini tatmak, önemli bir
randevu öncesi korkuyu yaşamak, hayatımı değiştirecek, yenilik
katacak bir şeyler ummak isterdim!’
O, gözü kapalı maceraya atılanlardan, “hızlı yaşayanlardan”,
“hayatı romana benzeyenlerden” olmadıkları için acı çekerler,
üstelik sürekli kendilerini başkalarıyla kıyaslamaları da yaşama­
yı beceremedikleri hissini uyandırır. ‘Çok fazla dengeli ve dura­
ğan birisiyim. Her şeyden sakınmak istedim ve başardım sonun­
da. Artık hayatımda hiçbir şey olmuyor. Ve buna katlanmak çok
zor.’ ‘Kendimi hiçbir şeye bağlamıyorum, böyle olunca da hiç­
bir şey yaşamıyorum. Sonra da birbirlerini tutkuyla sevenlerin
acılarını hatta ayrılan sevgililerin gözyaşlarını bile kıskanıyo­
rum. Bu kadar acı çektiklerine göre çok mutlu olmuş olmalılar!’
Heyecanlarını dile getirmeyi ne kadar da çok isterlerdi ama
artık bu imkansızlaşmıştır onlar için. ‘İnsanın her şeyi kontrol
etmekten vazgeçip kendini duygularının akışına bırakması, ha­
yal kurmak yerine hayallerini yaşaması ne olağanüstü bir şey!’
‘Belli bir çizginin dışına çıkmam imkansız, kendime hiç hareket
özgürlüğü tanımıyorum. Böylece hiç kimsenin bende kınayacak
bir şeyler bulamayacağından emin olurken ben onlara tepeden
bakıp eleştirmeye ve yargılamaya devam edebilirim. Ama so­
nunda kendime, “Sen neyi yaşamayı becerebildin?” diye sor­
maktan da geri kalamıyorum.’
Sonunun hüsranla biteceği maceralara atılmamak için bazen
araya mesafe koymak gerekse de, kendini her şeyden abartılı bir
biçimde soyutlamak da çok çabuk sıkıcı ve monoton bir hayat
sürmeye başlamamıza neden olur, bu, her ne kadar bizi acı çek­
mekten korusa da, yaşamaktan da alıkoyan bir tutumdur. Gitgi­
de hiçbir risk alamamaya başlarız. ‘Neyi yaşamak isteyip iste-
135
mediğimi bile bilmiyorum artık, ne olduğunu bilmediğim bir
güç düşünmeme bile engel oluyor sanki.’

DENETİM ALTINDAKİ DÜŞÜNCE


İstediğimiz gibi davranmamıza engel olan bu aşırı denetim
nereden kaynaklanıyor? ‘Kendimi bir türlü duygularımın akışı­
na bırakamıyorum; bir türlü rahat olamıyorum. Çocukluğumda
sadece yasaklara yer vardı, bütün doğal coşkularım baltalandı.
Görev icabı yapmam gereken şeylerden başka bir şey yaptığım­
da mutlaka suçluluk duyuyordum. Yavaş yavaş kendimi denet­
lemeyi öğrendim... Acaba bu yüzden mi bir türlü uyuyamıyo­
rum ve kronik kabızlık çekiyorum?’ Ölçülülüğü ve ağırbaşlılığı
ön planda tutan, her türlü duygusal ve içgüdüsel taşkınlığı ya­
saklayan bazı katı ve otoriter eğitimler zamanla bedenimize ken­
disini salıvermeyi yasaklar. Yavaş yavaş yasaklanan bazı doğal
davranışlar sonunda tamamen ortadan kalkar. Ve böylece art ar­
da gelen yasaklarla bedenimiz de bazı işlevlerini engelleme alış­
kanlığı edinir.
Sürekli yasaklamalar yüzünden, kendimizi bırakmak istedi­
ğimizde bile, bedenimiz buna cevap veremez. Uykusuzluk, ka­
bızlık, iktidarsızlık, bir türlü hamile kalamamak... doğal işleyi­
şin engellenmesinden kaynaklanan ve denetleyemediğimiz so­
runlar...
‘Uyumak için ne yapmak gerektiğini bilmiyorum artık!’ Ta­
kıntılı bir şekilde uykuya odaklandıkça uyuyabilmek için ihtiya­
cımız olan o kendini bırakışa engel oluruz. Bir sonuç elde etme
kaygısı içindeyizdir ve istediğimizi elde etmemize engel olan
şey de zaten bu kaygının ta kendisidir. Bunun yarattığı gerginlik
uykuya geçmemiz için şart olan gevşemeyi engellemektedir.
Ve gitgide, hem sabrımızı hem de bize itaat etmeyi reddeden
bu bedene olan güvenimizi kaybetmeye başlarız. Oysa burada
ihtiyacımız olan, tam tersine sabır ve sükunetle, bedenimizin
tekrar doğal işleyişini bulmasını bekleyerek ona yeniden güven
136
kazandırmaktır. Çocukluğumuz boyunca bize aşılanandan fark­
lı yeni bir davranış tarzını öğrenmek üzere, şartlanmışhktan kur­
tulmamız gerekir.
Örneğin çocukken kabız olduğunda annesinin çılgına döndü­
ğünü gören birisi için bağırsaklarının işleyişindeki en ufak bir
gecikme endişelenmesine neden olacaktır.
Hastalık, Sanat ve Sembol adlı kitabında bu tür bir endişenin
yersizliğinden bahseden Groddeck, böyle durumlarda sabırla
bedenin normal işleyişine kavuşmasını beklemek için geçerli
birçok neden sıralar. Yeni doğan bir bebek üzerinde yaptığı de­
neyden bahseder Groddeck. Bebeğin kabızlığından kaygılanan
annenin tersine, kendisi hiçbir müdahalede bulunmadan bekler
ve çocuk yedinci gün nihayet tuvaletini yapar. “Eğer çocuk ka­
kasını tutmaktan zevk alıyorsa buna karşı yapılabilecek bir şey
yoktur. Sabırlı olmak gerekir, doktorların en büyük silahı sabır­
dır. Hem çocuklarda hem de yetişkinlerde sabırla çok olumlu
sonuçlar elde etmek mümkündür. Korkunun esiri olmazsak
eğer, bunu uygulamak çok kolaydır. Ne olursa olsun, dışkının
çıkabileceği tek bir delik olduğunu biliyorsak, kalınbağırsağın
ne kadar esnek olduğunu ve tamamen dolması için ne büyük bir
miktarda dışkı gerektiğini hatırlıyorsak, çok uzun süre bağırsak­
larda kalan dışkının sertleştiği hikayesini ciddi bir şekilde ince­
lemişsek ve dışkının tutulmasının zehirlenmelere yol açtığı şek­
lindeki kocakarı hikayelerinin doğruluğunu araştırmışsak ve
bunları bir an olsun aklımızdan çıkartmazsak ilaçlara veya yıka­
maya başvurmadan sabırla beklememiz mümkündür.”
Bazı eğitim sistemleri, günlük hijyenin titizlikle uyulması
gereken bir kural olduğunu, aksi halde bedenimize karşı borçlu
olacağımız düşüncesini yaratır. Her şeyin, özellikle de zevkin
bir bedeli olduğu fikriyle yetişen kişiler, bedenlerine her giren
ve çıkan şeyin sıkı sıkı hesabını tutmaya alışmışlardır ve sahip
oldukları bir şeyden de çok zor vazgeçerler.
137
Sindirim organları üzerindeki bu aşırı kontrole bağlı olarak
korkularını sürekli yeniler dururlar ve ancak düzenli olarak dü­
şüncelerini besleyen bazı saplantılı kaygılarla kendilerini bıra­
kabilirler. Hayatlarını zehir edene dek geçmişte uğramış olduk­
ları haksızlıkları evire çevire, tekrar tekrar düşünürler ve bundan
vazgeçmeleri kolay değildir.
Oysa en çok bağırsaklarının düzenli işlemesiyle ilgilenen ki­
şiler, arzu ettikleri sonucun tam tersini elde ederler. Doğal bir
şekilde işleyen bir şeyi kontrol etmek istediklerinden bu doğal­
lığı bozarak onca korktukları düzensizliğe yol açarlar. Bağırsak­
larını tamamen unutabilseler, o da büyük bir mutlulukla kendi­
lerini rahat bırakacaktır!
Bedenimiz fizyolojik dengemizi düzenleyen doğal bir özde­
netim sistemine sahiptir, hayat şartlarımız ve beslenme biçimi­
miz sürekli değişse de, bazı biyolojik değerler sabit kalır. Aynı
şekilde, hareketlerimizin mükemmel uyumu da belli bazı doğal
reflekslere bağlıdır ve kendimizi ne kadar bırakırsak bu o kadar
iyi işler. Örneğin herhangi bir şeyi alırken elimizin bütün hare­
ketlerini tek tek ayrıştıracak olsak, kaçınılmaz olarak elimizin
hareketinin yavaşladığını, hatta duruma uygun gerekli hareket­
leri yapamadığını görürüz.
Beynimiz sonsuz sayıdaki veriyi işleyecek kapasitededir, üs­
telik bunu şaşırtıcı bir hızla yapar; bütün bu zihinsel işlemler ta­
bii ki tamamen bizim kontrolümüz dışında gelişir. Ancak ne ka­
dar karmaşık ve anlaşılamaz olsa da bu sistemi kendi düşünce­
mizle yavaşlatmamız hatta tamamen durdurmamız mümkündür.
Örneğin unuttuğumuz bir kelimeyi bulmaya çalıştığımızda ve
de o kelimeyi artık aramaktan vazgeçtiğimiz bir anda bulduğu­
muzda deneyimlediğimiz şey işte budur. ‘Çoğu zaman doğru ce­
vapları biliyorum, beynimin içinde bir yerlerde gömülü oldukla­
rını biliyorum, bundan eminim ama ne yapmam ya da söylemem
gerektiğini bulmak için uğraştıkça kafamın içinin bomboş oldu-
138
ğunu hissediyorum. O zaman her şeyi bırakıp cevabın kendili­
ğinden ortaya çıkmasını bekliyorum.’
Bazen her şeyi o kadar iyi yapmak isteriz ki, işte bu çok faz­
la istemek, yardım etmek yerine engeller bizi. Aynı şekilde uyu­
mak ya da bir kelimeyi bulmak istemek de uykumuzun kaçması­
na veya o kelimeyi bulamamamıza neden olur. İstediğimiz bir şe­
ye çok fazla yönelmek de, onu elde etmemiz için gerekli çözümü
bulmak üzere zihnimizin yeterince müsait olmasını engeller.
Geleceğimiz ya da ciddi bir duygusal ilişki söz konusu olup
da özellikle yüksek performans göstermek istediğimizde, bütün
yeteneklerimizi yitirdiğimizi acıyla fark ederiz. ‘Bir randevum
olduğunda yeterince iyi olamamaktan öyle korkuyorum ki, kar-
şımdakinin bana sorabileceği bütün soruların cevaplarını ka­
famda önceden hazırlıyorum. Ve randevu anında çok fazla ger­
gin olduğumdan aklıma hiçbir şey gelmiyor. Ancak randevu bi­
tip de yalnız başıma kaldığımda hatırlıyorum ne söylemem ge­
rektiğini.’
Eğer zaten kendimizden pek emin değilsek kendimize olan
güvenimizi iyice kaybederiz. Yavaş yavaş “hiçbir şeye yarama­
dığımıza” emin olmaya başlarız. İyi yapamama korkusu ya da
bir şeyi iyi yapamadığımızdan emin olmak sahip olduğumuz po­
tansiyeli unutmamıza neden olur, ilk olumsuz düşüncemiz aklı­
mıza olumlu ve yapıcı fikirler getirmemize engel olur. ‘Sanki
yanımda daima hareketlerimi kısıtlayan başka birini taşıyorum.
Heyecanımı söndürüyor, beceremeyeceğim konusunda ısrar edi­
yor, hatta beni buna iyice inandırmak için eski başarısızlıklarımı
hatırlatıyor.’
Çocukluğumuzda duyduğumuz o olumsuz eleştirilerin, ma­
ruz kaldığımız sürekli yasaklamaların veya hoşnutsuzlukların
etkisindeyizdir bir kez daha. ‘İçimdeki bir ses bana sürekli böy­
le yapma... boşuna vaktini kaybediyorsun... bu yaptığın hiç iyi
değil... daha iyisini yapabilirdin... sana uygun bir adam değil
139
o... diyor. Annemin, yaptığım şeyleri onaylamadığını söyleyen o
ses her an benimle.’
Bizi tuzağa düşüren ve çoğu zaman hiçbir çıkış yolu bırak­
mayan o eleştiriler... Sürekli emirler yağdırılır ancak bunlar da
çoğu zaman birbirleri}'le çelişkilidir. Evet demek ki böyle dav­
ranmam gerekiyor diye düşünürken aslında galiba şöyle mi dav­
ranmalıyım diye de düşünürüz. ‘Çocukluğum boyunca hep aynı
şeyi dinledim: Sürekli dışarı çıkıp dıırma ama başka bir zaman
da burada hoş boş oturup durma! Şimdi dışarı da çıksam, evde
de otursam hep bir suçluluk duygusu yaşıyorum.’
Ve kendimize aynı eleştiren gözlerle bakmaya devam ederiz.
‘Bende neyi eleştirebileceklerini tahmin ediyorum, zaten bunla­
rı kendim de kınıyorum.’ ‘Sürekli kendimi eleştiriyorum. Yete­
rince çalışmıyorum, şu kişiye karşı yeterince nazik davranma­
dım ya da bunu söylememeliydim gibi.’
Kendimiz üzerindeki bu eleştirel bakış, hatalarımızı abarta­
rak en ufak kuşkularımızı bile dramatikleştiren bu iç sesler ve
etrafımızdaki potansiyel işkenceciler özgürce düşünüp hareket
etmemizi engellerler.
Bu her şeyi en iyi biçimde yapma isteğiyle, daha doğrusu kö­
tü bir şey yapmama saplantısıyla yaşarken, tek istediğimiz her
zaman aklı başında davranmaktır; yersiz heyecanlara kapılmak­
tan, anlamsız görünecek davranışlarda bulunup eleştiri oklarını
üzerimize çekmekten korkarız. ‘Her zaman aklı başında davra­
nıyorum, fazla aklı başında... kimsenin beni eleştirecek bir şey
bulmasını istemiyorum.’
Bazıları dışarıya karşı mükemmel görünmek isterler, özellik­
le de zayıflık olarak değerlendirdikleri yönlerini göstermemeye
çalışırlar. Bunun sonucunda da kontrollerini kaybederek heye­
cana kapılmalarına neden olacak durumlardan kaçınırlar.
‘Kabuğuma kapanmaktan başka seçeneğim yoktu, aksi halde
herkesle sürekli çatışacaktım ve sonuç felaket olacaktı. Böylece
140
her şeyi içime atmaya alıştım, o kadar ki, artık kendimi tama­
men silik, körelmiş ve tutuk hissediyorum, sanki bir kılıfın içi­
ne hapsolmuşum gibi.’ Dışarıdan gelebilecek her türlü isteğe
kendilerini kapatmışlardır ve hassas dengelerini tehdit eden bir
tehlike olarak gördükleri için, her türlü isteği hemen reddeder­
ler. Kim bilir ne isteyeceklerdir kendilerinden? Ya vermeye ha­
zır olmadıkları bir şeyi vermeye veya söylenemeyecek şeyleri
dile getirmeye zorlanırlarsa? Böylece yavaş yavaş, çoğu zaman
farkında bile olmadan, dayanamayacaklarını düşündükleri şey­
leri eleme yolunu seçerler, hatta bazen işi müzik veya resmin
duyguları üzerinde yaratabileceği etkiden korkmaya bile vardı­
rırlar; yeni ve beklenmedik duygularla, gözyaşlarına boğulmala-
ı ma veya çok fazla gülmelerine neden olacak heyecanlarla ya da
tatmin edemeyecekleri arzularla alt üst olmaktan korkarlar.
‘Kendimi kötü hissettiğim zamanlar asla müzik dinleyemiyo­
rum, her nota bir bıçak gibi içime saplanıyor, bütün acılarımı
uyandırıyor.’
Kabuklarını kırarak ne kadar hassas olduklarını açığa vura­
cak hiçbir şeyin içlerine girmesine izin vermezler. Sarsılmaz bir
mantığın arkasına sığınmayı, hatta gerekirse kötü niyetli bile ol­
mayı tercih ederler -kendilerine göre- doğru yoldan ayrılmak-
tansa her şeye razıdırlar. ‘Her zaman haklı olmak zorundayım.
Aslında haksız olduğumdan tamamen emin olsam da, karşımda­
ki insanı ikna etmek için akıl oyunlarına başvurmaya bayılıyo­
rum.’
Ancak bu sahte savunmanın arkasında, kendilerinin bile kan­
madığı, bu aldatıcı güçlü ve yara almaz görüntünün ötesinde, iç­
leri üst üste yığılan ve durmadan kaynaşan duygularla ve çok
fazla bastırıldıkları için boğulmakta olan heyecanlarla doludur.
Kontrol etmenin imkansız olduğuna inandıktan bir bilinme­
yeni temsil eden, kendilerinin bu akla aykırı parçasını sustur-
duklannda ondan tamamen kurtulacaklarını mı zannediyorlar?
Çılgınca olduğuna inandıklan düşüncelerin asla akıllarına gel-
141
memesi için daima mantıklarını devreye sokarak bu düşüncele­
rin daha da büyüyüp güçlenmelerine neden olmuyorlar mı?
Düşüncelerimizi veya duygularımızı sürekli yadsımak, bun­
ların er ya da geç, kontrol edemeyeceğimiz bir şiddetle ortaya
dökülmelerine neden olur. Duygularımızı bu kadar kontrol altın­
da tutup sonunda patlayıvermek daha tehlikeli değil mi? ‘Söyle­
meye cesaret edemediğim bazı gerçekleri uzun süre içimde tut­
tuğumda sonunda öyle şiddetli bir biçimde çıkıyorlar ki, kontrol
etmem mümkün değil.’
Beynimiz, gerek unutma yoluyla, gerekse dayanılmaz acıları
hafifletmeye yönelik savunma sistemleriyle, bizi bazı acılardan
etkilenmekten korur. Peki, ya yine onun sayesinde, itkilerimizi ve
öfkelerimizi kontrol etme gücüne sahip olmasaydık ne olurdu?
Öte yandan bu kontrolün de fazla abartılı olmaması gerekir,
aksi taktirde ruhsal hayatımızın heyecansal boyutunu kaybede­
rek üretken ve sosyalleşmiş robotlara dönüşürüz. Üstelik bize
ayıp veya gülünç gelen şeyler bir uygarlıktan diğerine, hatta bir
çağdan diğerine değişen şeylerdir. Ortaçağda duyguları gözyaşı,
haykırma ya da beden hareketleriyle göstermek son derece do­
ğal olduğu kadar üstelik tavsiye de edilen bir davranıştı. Belki
de bugün bazı Afrika ülkelerinde olduğu gibi, ortaçağda da,
bunların tedavi edici özelliklerini anlamışlardı.
Zamanımızın ve yaşadığımız ülkenin adetlerine uysa da,
duygularımızı dizginlemeyi sonunda gerçekten neler hissettiği­
mizi unutacak boyuta vardırmamamız gerekir; mantığımızın se­
sini dinlediğimiz bahanesiyle, gerçek duygularımıza hiç de uy­
mayan masallar anlatarak kendimizi kandırırız.
Böylece, baştan hoşumuza gitmesi gerektiğine karar verdiği­
miz bir durumdan aslında hoşlanmadığımızı görmeyi reddederiz
ya da bedenimiz tam tersini haykırırken bazı şeyleri hiç de arzu­
lamadığımıza inandırmaya çalışırız kendimizi. Sürekli kendi­
mizle çelişki batindeyizdir ve bu şekilde gerçek arzumuza aykı­
rı davranmaya devam ederek kendimizi daha da mutsuz ederiz.
142
YARATICI DÜŞÜNCE
Hislerimizin sesini dinlemek, ne mantığımızı devre dışı bı­
rakmak ne de saçma ve mantık dışı inançlara körü körüne bağ­
lanmak anlamına gelir. ‘Hislerime güvenmeyi öğrendim sonun­
da, artık sezgilerime göre davranıyorum.’ Bir yandan duyguları­
mızı ve sezgilerimizi göz önünde bulundurmak, diğer yandan da
mantıklı ve akılcı bir düşüncenin bütün nimetlerinden faydalan­
mak pekala mümkündür; üstelik arzularımızı gerçekleştirmek
için aklımızı kullanmak zorundayızdır ve zihinsel işleyişi duygu
dünyasından, mantıklı bir düşünceyi sezgisel bir bilgiden ayır­
mak mümkün değildir. Duyularımızı belleğe kaydeden, onları
sınıflandıran, analiz eden ve özellikle de bütün zenginliklerini
değerlendirebilen tek organımız beynimiz olduğuna göre, duyu­
larının kendisine verdiği bilgileri nasıl kullanmaz insan zihinsel
bir çalışmaya giriştiğinde? Her türlü zihinsel yaratıda, bir fikrin
oluşumunda ya da bir düşünce sisteminin özümsenmesinde duy­
gularımız hep devrededir, tıpkı doğum sancısına benzer sancılar
ve ortaya çıkan eserin sağladığı o müthiş tatmin duygusu gibi.
Her türlü yaratı zorlu bir çalışmanın ve -baş döndürücü bir
sezgiden başka bir şey olmayan- ilhamın bir ürünü değil midir
zaten? Yaratma isteğinin devamında ve bazen de bu isteğin dı­
şında, bizim yaşayan, düşünen ve yaratan diğer yönümüzü dene-
yimlememizi sağlamıyor mu bu? “İsteyerek değil, bana rağmen
bu... Elimi denetleyen gözüm değil, hayır, gözüm elimi takip
ediyor. Hiç düşünmeden gidiyorum, aynı zamanda nereye gitti­
ğimi de biliyorum...” (Giacometti, bir televizyon röportajından).
Bazen zahmetli, hatta sancılı olabilecek bir ön çalışma doğ­
ru kelimenin ya da doğru notanın ortaya çıkması için kesinlikle
gereklidir. Böylece ileride bu itkinin etkisiyle tek başına hareke­
te geçecek bir sistemi devreye sokarız. Sonuçta, artık düşünme­
yi bıraktığımızı sandığımız an ortaya çıkmıyor mu herhangi bir
tasvir, cümle, hareket ya da müzik? Her yaratı anından önce bir
143
düşünce süreci yaşanmayabilir de. ‘Bazı şarkı sözlerini neden
yazmış olduğumu sonradan anlıyorum o anda hiç düşünmeden
geliyor bu sözler zihnime.’
Adeta geçmişteki çabalarımız tanrısal bir esinle ödüllendiri-
liyormuş gibi, bizde ortaya çıkan bu yaratıcılığın ayrıcalıklı se­
yircileri değil miyiz? Başka yerlerden gelen bir mesajı ilettiği­
miz hissini yaşamıyor muyuz?
Kendi ilhamımıza neden güvenmeyelim? Bir sanat eseri ya-
ratmasak da, ilham, hayalımızdaki seçimlerde ve almamız gere­
ken önemli kararlarda bize yol göstermek üzere vardır. Ancak
bunun bilincimize ulaşması için bazen fazla akılcı ve istemli bir
düşüncenin engelleyici etkilerini azaltmak ve onu özgür bırak­
mak gerekir, eğer anlamsız ve aklımızı dağıtıcı işlerle boğuşu­
yorsak, eğer aklımız sürekli yapmamız veya yapmamamız gere­
ken şeylerle meşgulse, kendimize duygularımızı özgürce ifade
etme izni vermiyorsak ve sabırsızlıkla veya aceleyle, duruma
uygun doğru fikrin ya da kararın ortaya çıkması için gerekli za­
manı tanımıyorsak kendimize, içimizdeki yaratıcı güçlerle ileti­
şim kurmamız mümkün müdür? Düşüncemizi ifade etmek için
en uygun yolu nasıl bulabiliriz böyle?
Bazen alkol ya da uyuşturucunun yarattığı “anormal durum­
lar” yaratıcı fikirlerin ortaya çıkmasına yardımcı olabilir; aynı
şekilde öfke, üzüntü hatta umutsuzluk bile “normal” şartlarda
söyleyemeyeceğimiz şeyleri söylememizi sağlayabilir. Böyle
anlarda özdenetimimiz geçici olarak ortadan kalkar.
Fiziki bir dinginlik hissi de, dış dünyaya açık olmamızı sağ­
ladığından, o ana kadar düşüncemize yabancı yeni fikirlerin or­
taya çıkmasını mümkün kılar. Artık yenmek arzusuyla veya
kaybetme korkusuyla sürekli savunmada ve diken üstünde deği-
lizdir. Gitgide düşüncemizi saptıran ve gerçeği sadece kendi ba­
kış açımızdan görmemize neden olan önceliklerden kurtulmu-
şuzdur.
144
‘Kendimle bu kadar meşgul olmaktan vazgeçtiğimde her şey
daha iyi olacak eminim. Başkalarına karşı daha cömert davran­
mayı öğrenmem gerekiyor; şimdiye kadar kendime konsantre
olmuştum çünkü tehlikede olduğunu hissettiğim yerimi ve var­
lığımı korumaya çalışıyordum.’ Bazıları, hem kendilerine hem
de başkalarına bir şeyler kanıtlamak saplantısıyla diğerlerinin
arzularını ve sınırlarını inkar ederler. Kendi kişisel kaygıların­
dan sıyrılıp başkalarını düşünecek kadar cömert olmaları müm­
kün değildir.
Daima diğerinde kendilerine karşı sevgi uyandırıp uyandır­
madıkları sorusuyla ve karşılığında hak ettiklerine inandıkları
kabullenilme beklentisiyle dolu olduklarından, bu beklenti ne
karşılarındaki kişiyi ne de davranışlarını olduğu gibi görmeleri­
ne izin verir. ‘Bir gün artık her şeyi olduğu gibi görmeye başla­
mam gerekiyor, böylece, bazı şeylerin gerçekte hiç de benim dü­
şündüğüm gibi olmadığını anladığımda öfke krizleri yaşamak­
tan kurtulurum.’ Diğerinin yaptıklarını veya söylediklerini ken­
dimize göre yorumlamak, yanlış anlamlar yüklediğimiz davra­
nış ve sözlerden kendi kendimize acı çekmemize neden olur.
Diğeri daima potansiyel olarak tehlikelidir. Geçmişte bize
kötülük edenlerin bütün acımasızlıklarını hemen ona yükleriz ve
hiç yeri yokken, dışlanıp terk edildiğimize inanırız. ‘Benimle
görüşemeyecek olduğunda, tamam diyorum, başkasıyla olmayı
tercih ediyor, her şey benden daha önemli, beni yeterince sev-
seydi istediğimi yapardı... Sonra görüyorum ki yanılmışım ve
boşuna acı çekmişim.’
Farklılığı kabullenmek kolay değildir. Kendimizi karşımız-
dakine benzetiriz ve onunla kendimizi özdeşleştiririz, dahası
kendimizi onun yerine koyarak ne hissettiğini bildiğimizi zan­
nederiz, ki bu genellikle kendi duygularımızın yansımasından
başka bir şey değildir. ‘Onun acısını öyle benimsiyordum ki,
böyle bir acıyı yaşamaya asla dayanamayacağımı düşünüp kor-
145
ku ve sıkıntıyla onu görmekten kaçıyordum. Daha sonra da bu
davranışımdan dolayı suçluluk duyuyordum. Artık onunla ken­
dim arasındaki farkı kurabiliyorum, böylece bana söylediklerini
daha iyi dinleyebiliyor ve ona elimden geldiğince yardımcı ol­
maya çalışıyorum.’
Çelişki gibi görünse de, diğerine yaklaşabilmek için aslında
araya mesafe koymak gerekir. Fazla yakın olmak, onu olduğu
gibi görmek için ihtiyacımız olan mesafeyi ortadan kaldırır. Onu
olmasını istediğimiz şekilde görürüz, umutlarımızı yansıtan o
ayna... Karşımızdaki insanla öyle kaynaşmışızdır ki, bizim is­
teklerimiz hep ön planda olduğundan, ne kendi arzularının bilin­
cine varacak zamanı vardır ne de bize doğru adım atabilecek ge­
nişlikte bir alanı.
Bazıları diğerinin yokluğuna tahammül edemez, sevdikleri
kişiden bir süre için bile uzaklaştıklarında onu, dolayısıyla da
kendilerini yitirmekten korkarlar. Kendilerini tamamen onunla
özdeşleştirdiklerinden sadece onun varlığıyla ve onun tarafın­
dan kabullenilmekle var olabilirler. ‘Onunla ilişkimde başarılı
olursam eğer, hayatımı başarmış olacağım.’
Dışımızdaki alanı bazen içimizdeki alanın bir devamı olarak
algılarız ve onu ya birinin varlığıyla doldurmaya çalışırız ya da
kimsenin girmemesi için tüm gücümüzle savunuruz. Ve bu du­
rumda her türlü yaklaşımı bir saldırı olarak görür ve diğeriyle
aramıza bizi yaralayacak sözlere ve davranışlara karşı koruya­
cak bir mesafe koymaya çalışırız.
Bu mesafe her ne kadar güven verici olsa da sınırlayıcıdır, zi­
ra kendimizi aşırı geri çekmek, sonunda daha büyük bir sıkıntı
yaşamamıza neden olabilir. ‘Her zaman başkalarıyla arama me­
safe koyma ihtiyacı duyuyorum beni ne eleştirsinler ne de bir
şeyden dolayı tebrik etsinler istiyorum. Beni rahat bıraksınlar is­
tiyorum ama aynı zamanda kimsenin benimle ilgilenmemesine
de tahammül edemiyorum. Anlayacağınız ne öyle ne de böyle!’
146
Başkalarıyla olan ilişkilerimizde doğru tutum, kolayca aşırı­
ya kaçabilecek iki eğilim arasındaki o ince ayrımda yatmaktadır.
Her ne kadar kendimizi savunmayı bilmek gerekse de, sürekli
savunmada da olmamak gerekir. Kendimizi unutacak boyuta
vardırmadan da başkalarının neler hissettiğiyle ilgilenebilir, on­
ların emrine amade olmadan da yardımcı olmaya çalışabiliriz.
Aynı şekilde, vermemiz gerektiğinde çok fazla vermemeyi, is­
terken de çok fazla istememeyi bilmemiz gerekir.
Başkalarıyla aramızdaki bu kurulması çok zor denge, kendi
iç dengemizi oluşturan şeylerin sonucundan başka bir şey değil­
dir gerçekte. Aynı şekilde, sürekli kendi dışımızda dayanak ara­
mak da içimizdeki dayanakların yokluğundandır. Belki de, aşı­
rılıklara kaçmamak ve kendimizi hasta etmemek için, başkala­
rından beklediğimiz güveni kendimizde bulmalı ve dengeli iliş­
kiler ummadan önce kendi iç dengemizi kurmalıyız.

147
•• â
(9zgaz ^aafalan S)ü4iûıc&

‘GİTMEK ÖLMEKTİR BİR ANLAMDA’


‘Neden böyle davrandığımı gerçekten anlayamıyorum, an­
cak, buna engel de olamıyorum.’ ‘Kendimi bir alkolik gibi his­
sediyorum, alkolik olduğunu bilen, bunu onaylamayan, ancak
içmekten de bir türlü vazgeçemeyen biri.’ Ne zamana kadar di­
ğer benin bizi böyle, sonu sürekli acıyla biten ilişkilere sürükle­
mesine izin vereceğiz? Daha ne zamana kadar böyle, hayatımı­
zın elimizden kaçmasına seyirci kalacağız?
‘Başkalarına güvenmiyor değilim, kendime güvenmiyorum.
Kendi kendimin düşmanıyım.’ ‘Etrafımdakileri hayatımı zorlaş­
tırmakla suçlasam da, aslında biliyorum ki onu çekilmez kılan
benim.’ Hareket özgürlüğümüze ne oldu? Dışarıdakilerin bize
kurduğunu düşündüğümüz, oysa kendi kendimize koyduğumuz
engellerin sonucundan başka bir şey olmayan bu tuzak ne böyle?
Bazı davranışlar karakterimizin bir parçası olsa da -ki karak­
terin değişmeyeceği söylenir- aldığımız yanlış eğitimler sonucu
edindiğimiz, gereksiz yere acı çekmemize neden olan ve değiş­
tirmemiz gereken.bazı davranışlar da vardır. Sürekli bizden iste­
nen her şeye boyun eğerken kendimizi uyum göstermeye o ka­
dar zorlamışızdır ki bedenimizin bir gün sancılar içinde kıvran­
dığını görmek bizi şaşırtmamalıdır.
148
Eğer dayanabileceğimiz şeylerin bir sınırı olmasaydı ve eğer
bedenimiz bizi kendi sınırlarını görmeye zorlamasaydı, hiçbir
şekilde kendi başımıza karar vermediğimiz şeyleri yaşamaya
katlanır bir halde, gitgide kendimizden uzaklaşırdık. Gerçekten
yapmayı istediğimiz şeylerle yaptıklarımız, söylemeyi isteyip de
dile getirebildiklerimiz arasındaki fark öyle artardı ki artık ger­
çekten ne istediğimizi bilemez hale gelirdik.
Bedenimiz gönderdiği sinyallerle, çoğu zaman bilinçli bir şe­
kilde farkında olmadığımız, derin bir rahatsızlığı haber verir, an­
cak her türlü değişim fikrine karşı direnme refleksine sahip ol­
duğumuzdan bu sinyalleri duymak her zaman kolay değildir.
Bazen sorunu çözmektense -ki bu hayatımızda önemli bir karga­
şa yaratacaktır- onu görmezden gelmeyi tercih ederiz.
Her türlü değişim öncesi dönemi, hatta değişim fikri öyle bir
kaygı ve kararsızlık yaratır ki, ne kadar kötü olursa olsun içinde
bulunduğumuz düzeni korumayı tercih eder duruma gelebiliriz.
Yeni yüzlere, yeni yerlere ya da yeni durumlara alışmadan önce
yoğun bir “kendimizi güvende hissedememe” duygusuyla dolu-
yuzdur. Sonuçta bize yabancı bir dünyayla ve yabancı insanlar­
la karşılaşmak her zaman ürkütücüdür.
‘Alışkanlıklarımı değiştirmek istemiyorum; benim bir par­
çam onlar, kendimi güvende hissetmemi sağlıyorlar, kendimi ta­
nıdığımı hissettiriyorlar.’ Acı verdiğini, hatta dayanılmaz oldu­
ğunu kabul etsek de bizi çevreleyen bu dünyaya alışmışızdır ve
orada kendimizi buluruz. Bir dönem için de olsa bizim bir par­
çamız olmuş bir şeyi kaybettiğimizde acı çekeriz, bu, hayatımı­
zın bir bölümünün sona erdiği anlamına gelir. Değişmek, öl­
mektir bir anlamda.
Sevdiğimiz bir insandan ayrılmak, oturduğumuz evden taşın­
mak, evlilik, çocuklar, iş değiştirmek, hatta seyahate çıktığımız­
da alıştığımız yerlerden geçici olarak uzaklaşmak... bütün bu de­
ğişiklikleri acıyla yaşarız.
149
808
Nispeten “şöyle böyle” bir konfor içinde yaşarken, şimdi ye­
ni ufuklar keşfetmek, yeni yerler tanımak için her şeyden vaz­
geçmemiz gerekecektir. Ve tıpkı bir yere kendi izini bırakmadı­
ğı sürece kendisini bildik bir yerde hissedemeyen bir hayvan gi­
bi, biz de sonunda bu yeri sahiplenmek ve onu düşman ve ürkü­
tücü görmemek için zamana ihtiyaç duyarız.
Kendi küçük dünyamızın düzenini bozmaktan korktuğumuz
için, bazen gerekli olduğu halde değişimi reddederiz ve alışkan­
lığın verdiği güven duygusunun sağladığı rahatlık bir süre sonra
rahatsızlığa dönüşür, zira bu alışkanlıklar artık isteklerimizle
uyuşmamaktadır. ‘Eskiden değişikliklere tahammülüm yoktu.
Güven veren yerleri, sürprizsiz insanları seviyordum. Birkaç de­
ğişim tecrübesi yaşadıktan sonra artık bundan korkmuyorum,
hatta bu bir alışkanlık haline geldi. Bazen başka yerlere gitme ve
başka yaşam biçimleri tanıma ihtiyacı duyuyorum.’
Etrafımızda değişen şeylere bağlı olarak isteklerimiz de sü­
rekli olarak değişir ve bu değişimi kendi gelişimimizin bir par­
çası yapmamız gerekir. Artık bize uygun olmadığı halde bir du­
rumu değiştirmeden devam ettirmek gerilim ve rahatsızlık yara­
tır. İsteklerimizi bastırdığımız gibi üstelik bir de artık bize hiç
zevk vermeyen bir şeyden zevk almaya zorlarız kendimizi.
Yaşadığımız bu durum, daha önceden oturmuş olduğumuz
bir eve tekrar döndüğümüzde hissettiklerimizle karşılaştırılabi­
lir. Eskiden o evde mutlu günlerimiz olmuşsa da artık orada ya­
şamak istemiyoruzdur. Bir kere geri dönüp yerleştikten sonra,
artık hiçbir isteğimiz kalmadığı halde kendimizi orada yaşama­
ya zorlamak sonunda bizi tüketir, hatta hastalanmamıza bile ne­
den olabilir.
‘Benim için hasta olmak, hayatımı parantez içine alma biçi­
mi; böylece benim için çok zor olan bir kararı alma işini sonra­
ya erteliyorum.’ Bu içe kapanışın sonunda bedensel tepkiler baş
göstermeye başlar. Kalbimiz telaşla atarken, sabırsızlıktan titre-
150
meye başlar ve soluk soluğa -çok uzun süre tuttuğumuz- öfke­
mize bir çıkış kapısı ararız. ‘Boğuluyorum, beni hasta eden bu
durumdan nasıl kurtulacağımı bilmiyorum, sonunda bedenimin
patlayıvereceğini hissediyorum!’
Yavaş yavaş ortaya çıkan bu duygu içine kapalıdır ve bizde-
ki o doğal ilerleme, gelişme ve daha iyiye gitme ihtiyacıyla ters
düşmektedir. ‘Durmadan aynı noktada dönüp duruyorum.’ Ve
bedenimiz hareket özgürlüğünü kısıtlayan bu engele tahammül
edemez. Durgunluk ve köhnelik bedenimize iyi gelmeyen şey­
lerdir. Bu, sonunda tamamen tıkanmaya varabilecek durgunluk­
lara neden olur. Zamanında kurulmayan bir saat nasıl duruverir-
se bizi de gitgide bu tür bir durgunluk kaplar, ki bundan kurtu­
lup eski canlılığımıza kavuşmak için çok fazla çaba gösterme­
miz gerekir.
Ancak, bazı durumlarda yaşadıklarımıza daha fazla dayana­
mayacağımızı anlamak için bedenimizin bizi her seferinde böy­
le sancılarla uyarmasını ve harekete geçmeye zorlamasını bek­
lemek mi gerekir? ‘Bir sabah uyandığımda artık böyle yaşama­
ya devam edemeyeceğimi anladım. Tamamen değişmiştim. Şiş-
manlamıştım, kendimi sürekli yorgun hissediyordum, artık hiç­
bir şeye tepki vermez olmuştum ve bedenim tamamen cansızlaş­
mış ve dayanıksızlaşmıştı... tıpkı yaşamım gibi! Sonunda hare­
kete geçmeye ve hayatımda neyin yolunda gitmediğini görmeye
karar verdim.’
Bedenimizin attığı ve artık duymazdan gelemeyeceğimiz o
çığlıklar olmasa, bütün zorluklarını bildiğimiz bir yolda yürü­
meye devam etme eğilimindeyizdir. Acı içinde, bizi böyle ba­
ğımlı durumda tutan şeyin ne olduğunu görmekten başka seçe­
neğimizin kalmayacağı, dönüşü olmayan o son noktaya ulaşmak
zorundayızdır adeta.
‘Çektiğim acılar geçiş hakkımın bir bedeli sanki.’ Yaşadığı­
mız sıkıntılar, hatta hayatımızı çekilmez kılan bütün acılar, so-
151
nunda hayatımızı sorgulamaya başlamak için maalesef gerekli­
dir. Artık kaybedecek bir şeyimizin olmadığına inandığımız bir
anda, örneğin olaylar hayatımızı altüst etmişken veya hissettiği­
miz rahatsızlık, bizi, artık dayanılmaz hale gelmiş bir acıya bir
an önce bir çözüm bulmaya zorladığında, yaşamamızı imkansız
kılan bir durumdan kurtulmak için elimizden geleni yapmaktan
korkmayız.

YENİDEN YARATMA
Artık ne kadar dayanıksız olduğunu gördüğümüz bu temelle­
ri yıkmadan yeni ve daha sağlam temeller oluşturmamız müm­
kün mü? Var oluş biçimimizi derinden sorgulamadan herhangi
bir değişim söz konusu olabilir mi?
İster yaşadığımız deneyimler ve olgunlaşma sonucu ortaya
çıksın, isterse bir analiz sonucu, bu değişimler çoğu zaman bu­
nalım yaratır. Yeniden doğmanın mutluluğunu yaşamadan önce,
güven, alıştığımız zevkler ve hatta önem verdiğimiz bazı acılar
gibi kaybedeceğimiz şeylere takıntılı kalırız. Bedenimizin bir
parçası arkaya dönük bir halde, geçmişimizi bir türlü bırakama­
yız ve bu durumda, bize sunabileceği zevkleri henüz tanımadı­
ğımız bir geleceği güç ve cesaretle karşılamamız imkansızdır.
‘Kendimi ne iyi ne de kötü hissediyorum ama artık kendimi
tanıyamıyorum da, nereye gittiğimi bilmiyorum... kararsızlık
içindeyim...’ ‘Artık eski davranışlarıma devam edemeyeceğimi
biliyorum ancak, bundan sonra nasıl davranacağımı henüz bil­
miyorum.’ Boşluk..., transit alanı..., sınırsız bir süre... Kim oldu­
ğumuzu bilmez bir haldeyizdir. Artık kullanamayacağımızı bil­
diğimiz eski giysilerimizi çıkartsak da onlara karşı sevgi besle­
meye devam ederiz ve kendimize uygun bir şeyler bulana kadar
da kendimizi çırılçıplak hissederiz!
Eğer biz de artık kendimizi tanıyamıyorsak ne olacak? Bize
henüz yabancı bir kişinin kimliğine bürünmüşken kendimizi iyi
152
hissetmek mümkün mü? Ve bir başkasına dönüşürsek ilerideki
yaşamımızda bize ne olacaktır peki? ‘Kaygılarımdan kurtulur­
sam daha sonra neyle besleneceğim bilemiyorum; elimde hiçbir
şey kalmayacak. Bu yüzden henüz düzelmeye karar vermedim.’
En azından sürekli duyduğumuz eleştiriler gibi bazı küçük
sorunlara alışmıştık. ‘Aşağılık duygumu uyandıracak durumlar­
la her karşılaştığımda kendimi çok kötü hissediyorum. Öte yan­
dan, kendimi böyle hissetmezsem kimliğimi yitireceğimi düşü­
nüyorum. Hiç olmazsa bu bildiğim bir imaj, çok memnun olma­
sam da kendimi böyle rahat hissediyorum.’ ‘Hiç hoşuma gitme­
yen ancak bir türlü de değiştiremediğim bu yönümü kabullen­
meyi öğrendim sonunda. Değişme arzum çok yüzeysel aslında,
hem istiyorum hem de istemiyorum. Ve bir gün değişirsem, bi­
liyorum ki bu bana rağmen olacak.’
Başkalarıyla ilişki biçimimiz öyle karmaşıktır ve kökü öyle
uzaklara dayanır ki, bundan vazgeçmek kolay değildir. Farkın­
da olmadan sürekli şartlanmışızdır. Sonuçta davranışlarımız,
geçmişte nedenini anlayamadığımız o acılara karşı kendimizi
korumak veya ne olduğunu bile bilmediğimiz çatışmalara çö­
züm bulmak üzere verdiğimiz o zorlu savaşın bir sonucudur.
Tıpkı bir bitkinin bulabildiği tek ışık kaynağına yönelmesi gibi,
biz de gitgide davranışlarımızı hayatta kalmamızı sağlayacak
şeylere uyarlamışızdır.
Bu arada, sıkıntı yaratacak bazı durumları tanımayı öğrenip,
bunlardan kaçma yolunu seçmeye de alışmışızdır. Ancak, bir
daha acı çekmemek adına korkularımıza kulak vermek bir süre
için faydalı olmuşsa da, bir an gelir ki kendi savunma mekaniz­
malarımızın olumsuz sonuçlarına katlanmak durumunda kalırız.
‘Ben güç ilişkisinden nefret ederim. İsteklerimi ve düşünce­
lerimi zorla kabul ettirmek için savaşmam gerektiğinde bedenim
bunu pahalı ödüyor, bir yaprak gibi titremeye başlıyorum ve ba­
yılacak gibi oluyorum. Bu yüzden çoğu zaman tartışmıyorum.
153
Ama başkalarının dayattığı şeylere hiç karşı çıkmadan katlan­
mak da beni daha fazla hasta ediyor artık.’
Bir anlaşmazlık ya da kızgınlık durumunda tartışmaya, hatta
belki ilişkiyi bitirmeye cesaret edemeyen kişiler yavaş yavaş
kendilerim sessizliğe gömerler. Bu sessizlik imkansız bazı çatış­
malardan korunmak için gerekli olsa da. heyecanlarını sürekli
bastırmaya zorlayacaktır onları. Böylece, fildişi kulelerinde gü­
vende oldukları yanılgısıyla gerçek bir iletişim kurmayı becere­
mez hale gelmişlerdir ve sonunda derin bir yalnızlık duygusuyla
baş başa kalmışlardır zira her türlü çatışmayı önlemek adına gö­
ze çarpmamaya uğraştıkça dış dünyadan iyice soyutlanmışlardır.
Bunun tersi durumlarda da. yani her zaman kendi görüşleri­
nin doğruluğunu savunma ihtiyacı duyan ya da kendilerinden
farklı bir düşünceyi savunma cesareti gösterenlere karşı sataş­
maya hazır bir şekilde, sürekli bir meydan okuma olmadan var
olduklarını hissedemeyen kişiler de başkalarıyla olan ilişkilerini
gitgide imkansız kılarlar.
Daima güç ilişkisi içindedirler ve önemli olan tek şey diğer­
lerinin kendi bilgilerini ve güçlerini kabul etmeleridir. Ve bu
hoşgörüsüzlükleri, insanlarda anlaşılmadıkları, hatta kendi var­
lıklarının inkar edildiği duygusunu yarattığından onlardan uzak­
laşmalarına neden olur. Burada da umdukları o sükuneti ve din­
ginliği bulamazlar ve hatta engellemeye çalıştıkları sıkıntılardan
daha büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalırlar.
Acı çekmemek adına yaptığımız her kaçış kaçınılmaz olarak
başka bir acı doğuracaktır. Ve her türlü kaçınma davranışı bir
gün yaşamaktan kaçınmaya varacaktır. Sonunda bedenimizin
empoze ettiği, sık sık tekrarlanan şiddetli ağrılar yaşamamıza
engel olur. ‘Daima maskelerle ve kaçamak sözlerle yaşadım,
açık davranmak nedir bilmiyorum bile. Bunun sonucunda doğan
tatminsizliği her gün bedenimde yaşıyorum, hayatımı imkansız
kılan her türlü rahatsızlıkla...'
154
Bir seçim olmaktan çok rahat olduğu için, zevk vermekten
çok alışkanlık olduğu için yürüttüğümüz ve ilk başlarda kusur­
suz gibi görünen ilişki biçimi artık tahammül edilemez bir hal
almıştır. Kendimizi korumak adına benimsediğimiz davranışlar
artık görevlerini yerine getirmez olurlar. Her türlü tehlikeli he­
yecandan uzak kendimize kurduğumuz o küçük dünya artık bek­
lediğimiz korumayı sağlayamaz olur.
Tam tersine, kendimize yaşamayı engellediğimiz şeyler ne­
deniyle iyice artan sıkıntımız sonunda bizi davranışlarımızı göz­
den geçirmeye zorlar. Onca hararetle istediğimiz o kendini ger­
çekleştirmenin bir kez daha başarısızlıkla sonuçlanmış olduğu­
nu acıyla fark ederiz. Var olamadığımız, yaşayamadığımız his­
sine kapılırız, sanki kader bize karşıdır ve bedenimiz isyanını di­
le getirir.
Gerek istemeyerek kendi zararımıza yaptıklarımız, gerekse
yapmayı bilemediklerimiz nedeniyle, hayatımız beklediğimiz
şekilde olmaktan çok uzaktır. Bu şartlarda başkaları için bu ka­
dar kolayken bize yaşamayı bu kadar zor kılan şeyin ne olduğu­
nu nasıl sorgulamamak? Nasıl bu sırrı aralamaya ve kötü kade­
re meydan okumaya çalışmamak?
İçimizde iki ayrı güç sürekli çatışma halindedir: Bir şeyleri
kurmaya çalışan bir güç ile onun kurduklarını yıkmak için çaba­
layan ve bizi aslında hiç de memnun olmadığımız bir davranışı
devam ettirmeye iten bir başka güç. ‘Kendimi çözemiyorum, an­
layamıyorum. Nasıl, bana zarar verdiğini bildiğim bir kişiyle
görüşmeye devam edecek kadar aptal olabiliyorum. Onda beni
çeken şeyin ne olduğunu bile bilmiyorum ama biliyorum ki bu
çekim, kendimde nefret ettiğim bir şeylerin karşılığı.’ ‘Konuşur­
ken saçma sapan şeyler anlatıyorum. Kendi hakkımda çok
olumsuz bir imaj verdiğimin farkındayım ancak başka türlü de
davranamıyorum. Hatta, başkalarının gözünde özellikle mi ken­
dimi küçük düşürdüğümü merak ediyorum.’
155
Kendimizi yıkıcı bazı davranışlardan neden bir türlü vazge­
çemeyiz? Değişip bir başkası olduğumuzda kaybetmekten kork­
tuğumuz bunca değerli şey nedir ki aynı saçma hareketleri sü­
rekli tekrarlar dururuz? Kendimize gerçekten istediğimiz şeyle­
ri yaşama hakkı verdiğimizde, o ana kadar tatmadığımız zevkle­
ri tattığımızda hangi yasakları çiğnemiş olmaktan korkarız?
Mutluluk anlarının bedelini ileride ödememiz gerekeceğini mi
düşünüyoruz? ‘İyileşmiş olduğum için çok fazla sevinemiyo­
rum. Sanki, ileride bir şekilde bunun acısının çıkacağından kor­
kuyorum.’ ‘Mutlu olmaya hakkım olmadığına inanıyorum. Kö­
tü bir şey yapmışım gibi, bütün hayatım boyunca bu yüzden ce­
zalandırılacağımı düşünüyorum.’
Bizi böyle acı çeker durumda tutan bu uğursuz güç çoğu za­
man en çok istediğimiz şeyi yaşamamızı imkansız kılan bir suç­
luluk duygusunun sonucundan başka bir şey değildir. “Yapa­
mam..., ... imkansız” Bu imkansız nerededir? İsteklerimizi ger­
çekleştirmek konusunda kendi kendimize koyduğumuz bu engel
nedir? Zalim kader olarak adlandırdığımız bu yaşama imkansız­
lığı nedir böyle?
Kendilerine koydukları engelleri açıklamak için çok geçerli
nedenleri olan kişiler bile aslında gerçek nedenleri koymuyor­
lardı ortaya. Bilinçli bir şekilde farkında olmadıkları, ancak
günlük hayatlarında sürekli bir engel oluşturan çok daha derin
nedenleri vardır bu imkansızlığın.
‘Hem iş hem de duygusal hayatımda daha doyumlu olmak
için ne yapmam gerektiğini biliyorum aslında, ancak, onca za­
mandır beklediğim şeyin gerçekleşmeye başladığını görür gör­
mez bundan memnun olmak yerine kaçıp uzaklaşıyorum.’ Duy­
dukları arzu o kadar şiddetli olduğu halde neden kendilerine ba­
zı zevkleri yasakladıklarını bilmiyorlardır, ancak her zaman im­
kansız olduğuna inandıkları bir şeyin gerçekleşebileceği fikri ta­
rifsiz korkular uyandırır.
156
Tanımadıkları yeni duygularla dolu ve hayatlarındaki her
türlü değişikliğe karşı direnen bedenlerinden sıkılırlar. Tam da
hayatlarını ellerine almaları gerektiği bir anda, ya kalıcı bir duy­
gusal ilişkiye girecekken ya da özellikle sevdikleri bir konuda
yatırım yapacakken, anlaşılamaz olduğu kadar kabul edilemez
de olan bir kaygıya kapılırlar.
Mutlu olmalarını sağlaması gereken şey, tam tersine sıkıntı
yaratır. ‘Artık okulu bitirdiğim ve erkek arkadaşımla yaşamaya
karar verdiğim halde sürekli ağlıyorum. Onunla çok iyi anlaşı­
yorum, mesleğimi de seviyorum, her şeyin son derece olumlu
olduğunu biliyorum, ancak, sanki bunca mutluluğa hakkım ol­
duğundan emin değilim. Durmadan anne babamın ayrılığını dü­
şünüyorum, tek başına kalmış ve bunalımlı annemi, birbirlerin­
den sadece olumsuz şekilde bahsetmeyi bilen o ikisini...’
Birden, bize karşı koydukları sınırlar ve engellerle gelişme­
mize engel olan çocukluğumuzdaki o bağlar su yüzüne çıkar.
Her birliktelik anne-babamızın birlikteliğini hatırlatır bize, her
beklenen bebek anne-babamızın bizi beklerken hissettiklerini
çağrıştırır. ‘Hamileliğimle ilgili çelişkili duygular yaşıyorum.
Aslında bundan memnun olabilirdim ama babamın fazla kadın­
sı hatlar hakkmdaki aşağılayıcı bakışını hatırladıkça... Annemin
anlattığına göre kendi hamileliği boyunca ona sürekli aşağılayı­
cı sözler söylüyormuş.’
Bu anılar ya da en azından çocukluğumuzda hissettiklerimiz,
tekrar canlanarak bizi giriştiğimiz şeyleri başarmaktan ya da ba­
şarılarımızı arzu ettiğimiz gibi dinginlik içinde yaşamaktan alı­
koyan ‘Artık mutlu olmak istiyorum, mutlu olmak için elimden
geleni yapmak istiyorum fakat buna gücüm yok, hatta beni en­
gelleyen başka bir güç var sanki. Gerekli atılımı yapmak için ne
yapmalıyım bilemiyorum. Dayanabileceğim bir şeylere ihtiya­
cım var -güven duymaya. Bu konuda anne-babama güveneme-
yeceğimi biliyorum hatta neredeyse mutlu olabilmek için onlar­
la savaşmam gerektiğini hissediyorum.’
157
Yeni hayatımızda yüreklendirilmeyi beklemişizdir ancak ço­
ğu zaman onu kabul ettirmek için savaşmamız, etrafımızdaki in­
sanlarda hissettiğimiz, arzularımızı gerçekleştirmemize engel
olmaya yönelik o gücü aşmamız gerekir. ‘Annemin evlenmemi
hiç istemediğini görebiliyorum. Aksini iddia etse de, yaptığım
seçim ve gelecekteki hayatım hakkında öyle olumsuz sözler sarf
ediyor ki, bunu hissetmemem mümkün değil. Ve benim mutlu­
luğumu paylaşmadığı için ona öfke duyuyorum.’
Aslında hiç de düşündüğümüz kadar özgür olmadığımızı
fark ederiz. Görünüşte serbest olsak da, bizi anne-babamıza bağ­
layan bağa benzer, istediğimiz şekilde ilerlemekten alıkoyan, ilk
başta göze çarpmayan, son derece engelleyici çok özel bir bağ­
la bağlıyızdır karşınızdakine.
Çok fazla idealleştirildiği için ne kıyaslamaya ne de paylaş­
maya tahammülü olan bir bağ ya da koptuğu anda suçluluk duy­
gusuna neden olan bir bağ... ‘Annemin bana asla çocuk sahibi
olma hakkı vermediğini hissediyorum. Daima kendisine bağlı
kalmamı istiyor ve bu bağ başka hiçbir ilişkiye izin vermiyor.
Bu bağı kopartırsam onu terk etmiş olacağımı hissediyorum.’
Daha önce bu kadar önemli olacağından hiç şüphe bile etme­
diğimiz üstü kapalı bir sözleşme başka şeylere yönelmemizi en­
geller. Anne veya babanın yokluğunda, geride kalan için gide­
nin yerini tutma görevini yerine getirmediğimiz ve ona destek
olma rolünden vazgeçtiğimiz için, bizden bekleme hakkına sa­
hip olduklarına inandıkları gibi, sadece onlarla ilgilenmediğimiz
için ve yine bize verdiklerinden daha farklı ve daha değerli bir
statü elde etmeyi istediğimiz için kendimizi suçlu hissederiz.
Bazı kadınların kendilerinde, annelerinin yaşamadığı bir şe­
yi yaşama hakkı görmemesi de bundandır işte. ‘Annemin yaşa­
dığı hayattan mutlu olmadığını ve ben kendi hayatımı yaşamak
istiyorum diye onu umursamadığımı düşündüğünü biliyorum.
Onun başaramadığı bir şeyi başarırsam suçluluk duyacağımı
158
hissediyorum.’ ‘Hamile kalamadığım için, diğer kadınlar gibi
olma hakkım olmadığını düşünerek acı çekiyorum ve bu acının
bir suçluluğun bedeli olduğunu düşünüyorum -annemden farklı
olmayı istememin, onu gerektiği gibi sevemememin ve iyi bir
evlat olamamanın bedeli... Bu suçu bedenimle ve hayatımla
ödüyorum. Onun iyi bir anne olmadığına inanırken, ben nasıl iyi
bir anne olma hakkına sahip olurum ki? Anne olmaya hakkım
var mı benim? Bu acı, suçluluktan kurtulmamı ve özgürleşmemi
sağlıyor.’
Anne ya da babanın kendi yaşama güçlüklerine ait sinyaller
verdikleri ve bizim de -yanlış da olsa- bundan kendimizi sorum­
lu hissettiğimiz durumlarda bu suçluluk duygusu iyice şiddetli­
dir. Onlara kötülük edip hayal kırıklığına uğratmaktan başka bir
şeye yaramıyorsak ve davranışlarımız bizden bekledikleri o ide­
al kadın veya erkek tipine uymuyorsa kendimizi iyi hissetmemiz
mümkün müdür? ‘İyi bir koca olabileceğime inanmıyorum. Ba­
bamın gözünde gerçek bir erkek değildim. O spor yapmamı,
güçlü bir fiziğe sahip olmamı ve daha maddi şeylerle ilgilenme­
mi isterken ben, edebiyatla, şiirle, müzikle ilgileniyordum.'
Bu layık olamama ve olduğumuz gibi sevilememe korkusu,
geçmişin bize hala acı vermeye devam eden bakışları, bizim için
en iyi olacak şeyi özgürce seçmemize engel olur. ‘Bir erkeğin fi­
ziğim dışında başka bir yönümle ilgilenmeyeceğinden korkuyo­
rum. Ailemde sürekli hafif ve yapmacık olarak tanındım. So­
nunda böyle olduğuma kendim de inandım ve bir erkeğin beni
tanıyınca bunu fark etmesinden korkuyorum ve çok istediğim
halde bu korku yüzünden bir ilişkinin başlamaması için elimden
geleni de yapıyorum.’
Dışarıdan dayatılan sınırlardan daha fazla engelleyici olan
bazı komplekslerden kurtulmak oldukça güçtür. ‘Aldığım eği­
tim yüzünden daima başkalarına ait olan ve benim ait olmadı­
ğım bir dünya olduğuna inandım. Bunun aptalca olduğunu bil-
159
sem de, ait olmadığımı düşündüğüm bir çevreye girdiğimde iyi­
ce içime kapanıyorum.’
Bundan böyle anne-babamızı memnun etmek adına şu veya
bu kişi olmaktan vazgeçip, özgürlük yolunda bir adım attığımız­
da bizi o ana kadar onlara bağlayan şeyin de bilincine varmış
oluruz. Bazen onları sevdiğimiz için, bazen de karmaşık ve an­
laşılamaz bir etkileşim nedeniyle, onların yaşamdaki mutsuzluk­
larını bir anlamda biz taşımışızdır ve kendimizi bundan kopardı­
ğımız anda bu mutsuzluğun da farkına varırız, ki bu kopuş ken­
di mutluluğumuzu kurmak ve yetişkin bir kişi olmak için kaçı­
nılmaz bir adımdır.
Bizi böylesine geçmişimize hapseden bu bağları değiştirme­
yi istesek de, bu değişimi acı ve çatışma olmadan yaşamak im­
kansızdır. Anne babamızın gözünde çocuk statüsünü kaybet­
mek, bazı şeylerden de vazgeçmek anlamına gelir. Ayrıca kendi
yolumuzu çizmeye, izlememiz gerektiğini hissettirdikleri yön­
den uzaklaşmaya ve bizden beklentilerinden kurtulmaya hakkı­
mız olduğundan pek emin de değilizdir, karar verdiğimiz şekil­
de mutlu olmaya hakkımız olduğundan emin değilizdir...
Geçmişin bütün hayaletlerini içimizden atmak zorundayız.
Aksi takdirde, kafamızın içi sürekli gürültü ve öfkeyle dolu ola­
rak, başka acılar, başka arzular, bize ait olmayan başka fikirlere
boğulmuş bir halde eski acıları dindirmeye uğraşırken gerçekten
istediğimiz şeyleri özgürce seçecek durumda olmamız mümkün
değildir.

KENDİN OL
‘Sonuçta hiçbir şeyi kendim için yapmıyorum, hep başkası­
na göre davranıyorum. Ve bir an olsun aklımdan çıkmayan o
başkası da asla memnun olmadığı için hep cesaretim kırılıyor ve
yaptığım şeye kendimi tamamen veremiyorum. Hep bir sene gö­
re hareket ediyorum: sen..., ....değilsin... Bir türlü bene geçeme­
dim. Kendi hayatımdan ben sorumluyum, yaptığım seçimlerden
160
ben sorumluyum, kendim için seçtiğim hayatın sorumluluğunu
almaya hazırım... gibi.’
Bazen hayatımızın en önemli kararlarının bize rağmen alın­
dığı hissine kapıldığımız olmaz mı? Adeta başka birinin ve çar­
kı bir o yana bir bu yana döndüren talihin oyuncağıymışçasına
bize ait olmayan seçimlere sürüklenmişizdir. Ve sadece başka­
larının arzu ettiğini düşündüğümüz şeylere değer vermişizdir, ne
de olsa o başkaları bizden daha iyi düşünmeyi biliyorlardır.
Oysa, pek çok farklı yüze ve sonuçta farklı görüşlere sahip
bu diğerleri, bizi, başımızı döndüren çelişkili kararlara sürükle­
yebilir... Bunca çelişik değerler arasından iyi olanla kötü olanı,
yapmak gerekenle yapmayı reddetmek gerekeni nasıl ayırt et­
meli? ‘Sürekli şüphe halindeyim ve bu midemi bulandırıyor.’
Sanki bir körebe oyunundaymışız gibi, gözlerimiz bağlı, elden
ele dolaşırız ve bedenimiz bir sürü arzuyla sarsılır ancak bütün bu
arzular aynı anda ortaya çıktıklarından hiçbirine bir biçim ver­
mek mümkün değildir. ‘Sanki birden fazla başı olan bir bedene
sahibim hiçbir zaman olmam gereken yerde olduğumdan emin
değilim, ayrıca hep olduğum yerden başka yerlerdeyim de...’
Ne yapmalı? Neyi seçmeli? Başkalarının bakışıyla biçim de­
ğiştirmiş bir gerçekliğin buğulu evreninde ne yöne dönmeli?
‘Ne zaman bir karar almak durumunda kalsam hemen başkala­
rından duyacağım çelişkili fikirleri düşünüyorum ve yapabilece­
ğim hataları düşünerek bütün cesaretimi kaybediyorum.’ Bütün
bu parazit etkiler arasından en doğru kararı nasıl bulup çıkart­
malı? Kendi iç sesimize nasıl kulak vermeli?
‘Kim olduğumu bilmiyorum ki ne istediğimi nasıl bileyim.’
Kendilerini tanımayan kişiler sürekli, “hemen hemen”, “...bek­
lerken” ve “neden olmasın”dadırlar. Ve kendilerini memnun
edecek şeylere olan bu aşağı yukarı yaklaşım sürekli bir huzur­
suzluk içinde olmalarına neden olur. ‘Gözümü karartıp macera­
ya atılıyorum asla kesin bir seçim yapmıyorum, hep değişken
seçimler. Biliyorum, bunun sonucunda kalıcı bir şeyler çıkma-
161
yacak ortaya ama bu geçicilik kavramı da önümde bütün bir ha­
yatın olduğu hissini veriyor bana.’
Kararlı seçimlerle çocuklukları boyunca rüyalarını süsleyen
şeyleri gerçekleştirmek yerine, olası bir mutluluğu hep sonraya
ertelerler. Kusursuzluk kavramı o kadar içlerine işlemiştir ki,
hiçbir orta yolu kabullenemezler. ‘Daima kusursuzluk arıyorum,
orta yolu kabul etmem mümkün değil.’
Her seçimin bir diğerini feda etmek olduğu, her kararın ola­
sı bir pişmanlığa neden olabileceği doğrudur, idealimizdeki gibi
yaşamayı reddetmek rüyalarımızı olduğu gibi korumamızı sağ­
lasa da, hayatımız boyunca onları gerçekleştirmemize de engel
olur. Böyle ya hep ya hiç diyerek, sürekli kendi kişisel gelişimi­
miz yerine, dışarıdan gelecek bir mükemmeliyeti bekleyerek,
sanki sürdürdüğümüz hayatın sorumlusu biz değilmişiz gibi,
sanki bir gün gülmesini umduğumuz kaderin oyuncağıymışız
gibi davranırız.
En ufak bir hayal kırıklığını kaldıramayacaklarını düşünen­
ler, hayatlarını sorgulama veya ileride bir başarıya ulaşacak şe­
kilde iyileştirme fikrini baştan reddederler ve gitgide kendileri­
ni başarısızlığa mahkum ederler. Bir şeyi gerçekleştirmek yeri­
ne, sonsuza kadar açık kalacak olasılıklar yelpazesiyle bekleme
pozisyonunu tercih ederler, zira bu, mutluluk verici olsa da çok
kesin sınırlar da getirecektir hayatlarına.
Böylece, bundan böyle hiçbir şeyin dolduramayacağı bir tat­
minsizlik içinde yaşamaya devam ederler. Hiçbir yiyecek onla­
ra doygunluk hissi veremez, hiçbir aktivite içlerini rahatlık ve
keyifle dolduramaz, hiçbir ilişki asla beklentilerine cevap vere­
mez. Ve karşılarındaki kişiden beklentileri öyle büyüktür ki git­
gide daha fazla acı veren bir yoksunlukla karşı karşıya kalırlar.
Her şeye sahip olmak istediklerinden sonunda hiçbir şeye sa­
hip olamazlar. Ve diğeriyle tamamen bütünleşecekleri bir ilişki
istediklerinden her türlü girişimi sonraya ertelerler ki bu fazla ti­
tizlik de hayal kırıklıklarını artırmaktan başka bir işe yaramaz.
162
Çok eski çağlarda ikiye ayrılmış bu hermafrodiûn diğer ya­
rısının, o mükemmel aynanın ya da tamamlayıcının bütün soru­
larına cevap vermesini ve geçmişteki ve şimdideki tüm acılarını
dindirmesini beklerler; diğeri, kendilerine yansıtılan çeşitli ba­
kışlarla parçalanmış bedenlerinin bütünlüğünü tekrar bulmaları­
na yardımcı olsun, kadınlıkları veya erkeklikleri nihayet tanınan
bir kadın veya erkek olmalarını sağlasın isterler.
Bu şartlarda, bazı davranışları kendilerine yabancı gelen ve
kendilerine bakışında onlardan çok farklı olduğunu hissettiren
bu kişiden nasıl memnun olsunlar? Farklı olmasını hiç isteme­
dikleri bu kişiden nasıl kaçmasınlar sonunda?
‘Seçtiğimi sandığım adamla kendimi neden bir türlü iyi his-
sedemediğimi biliyorum artık. Sevdiğim o değildi aslında, ol­
ması gereken kişiyi seviyordum. Tıpkı hayallerimdeki gibi, be­
ni koşulsuz sevsin istiyordum ve benden biraz uzaklaştığını his­
settiğimde de ilişkiyi berbat edecek şekilde davranıyordum.’
Kendilerinin bu daima imkansızı isteyen yönlerine sadık kal­
mışlardır...
Ve giderek, yaşamalarına izin verilmeyen şeylerden bu bit­
mez tükenmez şikayetleri, gerçekleştiremedikleri şeylerin baha­
nesi haline dönüşür. Başarısızlıklarının sorumlusu kendileri ol­
madıklarına göre, bunlara çözüm bulacak kişinin de kendileri
olmaması gerekmez mi? ‘Eğer bana yardım etmiş olsalardı...’
Bekleme hakkına sahip oldukları şeyleri kendilerine vermeyi
beceremeyenlere ve kendilerini gerektiği gibi sevmeyi bileme­
miş olanlara duydukları kinle, her şeyin baştan imkansız olduğu
fikriyle hareket edip, kendilerine mutluluğun yasak olduğu bir
dünyayı kader olarak yaşarlar. ‘Sanırım daima bunalımda olaca­
ğım, tıpkı annem gibi.’
Ve bazı kişiler de başkalarının da kendilerinden daha talihli
olmadığını görerek kendi mutsuzluklarını hafifletirler! Daima
başkalarının zayıf noktalarını yakalamaya çalışarak böylece güç
163
bulduklarına inanırlar. ‘Kendimi başkalarının sorunlarına baka­
rak savunuyorum. Bunun kötü bir avuntu olduğunu biliyorum
ama en azından bir süreliğine yapmadıklarım için kendimi suç­
lamaktan vazgeçiyorum.
*
Öte yandan, kendilerini böyle yaşamaktan alıkoyan şeyin pe­
kala farkındadırlar ve kendilerine yönelttikleri sürekli eleştiri­
lerle, hiçbir işe yaramadıklarına emin olmuş bir halde sonunda
kendilerinden nefret etmeye başlarlar. Genellikle, yaptıkları her
şey için “Hiçbir işe yaramıyorum...” cümlesini kullanırlar ve
üstlerine yapışmış olan kendileri hakkındaki bu olumsuz imaj
kendilerini iyi hissetmelerine engel olur.
Bu erişilmesi imkansız mutluluğun ve gitgide daha da büyü­
yen bu sıkıntıyı dindirecek şeylerin peşinde, hep farklı yönlere
doğru koşarken, kendileriyle yüzleşmekten kaçarlar veya kendi­
lerini çeşitli aktivitelere fazlasıyla vererek onca aradıkları din­
ginlikten iyice uzaklaşırlar.
Ancak, gönüllü bir sorumluluk almak yerine daha çok kaç­
maya yönelik bir davranıştan doğan her türlü karar bizi kuşku­
nun pençesinde bırakır. Bu kuşku, tıpkı sürekli tekrarlanan bir
nakarat gibi, yapmamız gereken şeyi bir kez daha yapmayı be­
ceremediğimizi vurgulayarak suçluluk duymamıza neden olur.
‘Kendini bir ilişkiye tamamen vermemek kadar kötü bir şey ola­
maz. Sabahlan uyandığımda yaşadıklarımdan iğreniyorum ve
kusmak istiyorum.’
Ne yapıyor olursak olalım, yaptığımız şeye kendimizi tama­
men vermedikçe kendimizi rahat hissedemeyiz. ‘Sürekli ortada­
yım, nerede olursam olayım kendimi iyi hissedemiyorum.’ Se­
çimlerimizin doğruluğundan asla emin olamadığımızdan haya­
tın dışında kalırız, nasıl olsa geçici diye hiçbir girişimde bulun­
mayan transit bir yolcu gibi...
Oysa gitmeyi istemediğimiz bir yere sürüklenmiş olduğumuz
fikrine tahammülümüz yoktur, hele özellikle de hiçbiri bize uy-
164
gun gibi görünmeyen pek çok yön arasında durmadan bocalıyor­
sak. Bedenimiz yorgun düşmüş bir halde, artık gerçekten neyi
istediğimizi bilemez durumdayızdır.
‘Kendimi iyi hissetmediğim anlarda benim için en zor şey bir
seçim yapmak. Ne olursa olsun kötü bir seçim yapacağımı hisse­
diyorum.’ Bazıları, tatminsizlik duygularının her türlü karar al­
mayı imkansız kıldığı bu sonu olmayan döngüye iyice kapılmış­
lardır, karar alamamak ise yaşadıkları tatminsizliği iyice artırır.
Kendilerine yeni bir sıkıntı kaynağı yaratmamak adına bazı
sorumluluklarını yerine getirmekten kaçman kişiler bu gecikme­
nin yaratacağı vicdan azabıyla daha büyük bir huzursuzluk ya­
şarlar. ‘Kafamın içi sürekli yerine getirmediğim sorumluluklar­
la dolu, aptalca hayatımı mahvettiğimi biliyorum; böyle asla
kendimi tam olarak iyi hissedemeyeceğim.’
Başarılı olacağımıza inanmayarak, gereksiz gördüğümüz ba­
zı sorunlar veya güçlüklerin üstesinden gelmediğimizde, yaşadı­
ğımız özgürlük geçici bir yanılgıdır sadece. ‘ îki seçim arasında
gidip gelmek daha kolay, böylece şu anki hayatımda hiçbir ka­
rışıklık yaratmamış oluyorum. ’ Risk almak istemeyiz, “Hayatı­
mı niye zorlaştırayım ki” diye düşünürüz ama seçimlerimiz, da­
ha doğrusu seçimsizliklerimiz, hayatımızı çok çabuk çekilmez
kılmaya başlar.
Bize verdiği tatminler karşılığında bazı zorunluluklar da ge­
tirmeyen hangi sorumluluk vardır? Ve bu zorunluluklara katlan­
manın tek yolu, yaptığımız seçimleri tamamen üstlenmek ve bu
zorunlulukların olumsuzluklarını görmek yerine olumlu yanları­
nı görmek değil midir?
Bağımlı olmanın sıkıntısını yaşamadan nasıl sevme ve sevil­
me özgürlüğüne sahip olmalı? Nasıl, biraz da olsa emek isteyen
ve bu anlamda zorlayıcı olan bir hayata dalmadan ekonomik ra­
hatlık içinde yaşamalı? Nasıl, uzun bir öğrenme döneminden
geçmeden ya da bazen bıktırıcı bir eğitim almadan seçtiğimiz
165
mesleği özgürce yapmalı? Nasıl, sorumluluklarını ve kaygıları­
nı taşımadan çocuk sahibi olmalı? Acılı sorgulamalarla bunal­
madan nasıl yaratıcı olmalı?
Bazıları hiç risk almadan macera yaşamak veya sınırlara kat­
lanmak zorunda olmadan emniyette olmak isterler. ‘Kumar oy­
namak bir ihtiyaç benim için yoksa sıkılırım. Ancak kaybetme­
nin düşüncesine bile tahammül edemem, bu yüzden hayatıma
biraz değişiklik getirecek her şeyi engelliyorum.’ Bir arzu, ken­
disine karşıt başka bir arzuyla yan yana bulunduğunda, bu bizi
hiçbir şey yapmamaya iter. Ve bu, hemen olmasa da, uzun va­
dede çabalarımızın meyvesini almak yerine sürekli pişmanlık
içinde yaşamaya mahkum eder bizi.
Bir girişimin sonuçlarına katlanma gücünü verecek olan tek
şey, giriştiğimiz her işte kesin seçimler yapmaktır. ‘Bir karar al­
dığımızda, bu kararı neden aldığımızı biliyorsak eğer, sonuçla­
rına katlanmak çok daha kolay oluyor.’ Bir şeye tüm varlığımız­
la girişmek için kararımız yeterince olgunlaşmıştır. Yaptığımız
şeye kendimizi tam olarak verir, böylece hayatımızın sorumlu­
luğunu aldığımız duygusunu yaşarız.
“Yetişkin olmak, kendi hayatımız hakkında karar vermek ve
neden seçimler yaptığımızı bilmektir.” ‘Artık hayatı sürüklemi­
yorum, kendi seçimlerimle yaşıyorum.’ O sıkıntılı seçim aşama­
sı bir kez bittikten sonra kendimize sorduğumuz sorular artık ay­
nı değildir. Günlük bir gerçeğe kazınmışlardır, kaygıları olduğu
kadar gerçek zevkleri de kapsarlar. Ve şaşırtıcı, hatta acı verici
bazı olaylar karşısında o ana kadar sahip olduğumuzu düşünme­
diğimiz bir uyum gücüne sahip olduğumuzu deneyimden biliriz.
Artık çocukluğunu sonsuza kadar uzatan ve “büyüyünce....”
diye başlayan sözlerle hep gelecekteki bir dünyadan bahseden o
küçük erkek çocuğu olmak istemiyoruzdur. Artık küçük bir kız
çocuğu olmak da istemiyoruzdur -Tanrıya her gün yalvarıp, onca
hayalini kurduğu yakışıklı prensini göndermesini bekleyen Yüz

166
Yıl Uyuyan Güzel olmak. Ve kendi gölgemizde kalmış, geçmişi­
miz nedeniyle hasta, daima terk edileceğimiz korkusuyla biraz
sevgi ve kabullenilme dilenen bir insan olmak istemiyoruzdur.
Kendimiz için iyi olduğunu düşündüğümüz şeyi isteme hak­
kını veririz nihayet kendimize. “Ne yapabilirim? Neye hakkım
var? Yerim neresi? ...” ya da “Neden kimse beni anlamıyor?
Neden bana böyle kötü davranıyorlar?...” gibi bu bitmek bilmez
tekdüze ve verimsiz şikayetlerden vazgeçip, varlığımızı zehir­
leyen kötü düşüncelerden kurtuluruz, gerçek arzumuza kulak
verip onu gerçekleştirmeye başlarız. ‘Zamanla artık ne is­
tediğimi daha iyi biliyorum ve hedeflerimi gerçekleştirmek için
elimden geleni yapıyorum.’
Yavaş yavaş, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmeyi öğ­
reniriz, tıpkı gerçekleri oldukları gibi kabullenmeyi öğren­
diğimiz gibi. Bu kabulleniş ne boyun eğme anlamındadır ne de
başkalarının hatırı içindir. Bu kabulleniş, o ana kadar kısır kav­
galara harcadığımız enerjimizi artırarak gitmemiz gereken yöne
doğru ilerlememizi sağlayacak gücü verir.
‘Artık yaşadıklarımı değiştirmek yerine onlara elimden gel­
diğince uyum sağlamayı istiyorum. Hiç durmadan kim ol­
duğumu sorgulamaktan vazgeçtim. Hem kendi sınırlarımı hem
de dışarıdan empoze edilenleri daha kolay kabulleniyorum şim­
di. Artık tek ilgilendiğim daha iyi yaşamak ve mümkün ol­
duğunca yaratılış amacıma yaklaşmak.’
Yolumuzu ararken, içimizdeki bütünlüğe ulaşmak için spiral
şeklinde bir hareketle ilerleriz. Tıpkı bir kelebeğe dönüşmek
üzere kabuğundan çıkan bir krizalit gibi, biz de hareket özgür­
lüğümüzü kısıtlayan yapay katmanlardan bir bir kurtularak ger­
çekte kim olduğumuzu keşfederiz.
Yıllar geçtikçe, daha derin bir bilince ulaşarak, artık niteliği
niceliğe tercih eder ve sadece öze önem verir hale geliriz. Bun­
dan böyle, sorun olarak gördüğümüz için sorun haline gelen
167
şeylerle boğulmak yerine, sadece yaşadığımız anın sunduğu
zevk ve mutluluğun tadına varırız. ‘Pek çok şeyi gerçekleştir­
mek üzere önümde uzun zaman var artık. Bunu hissetmek içime
dinginlik veriyor. Bu yeni düşünce tarzını tıpkı bir bahçe gibi iş­
liyorum şimdi.’
Ve artık düşman-zamanla gereksiz bir kavgaya girişmiyoruz-
dur, zira onun sahip olduğu ve savaşamayacağımız üstünlüğünü
göz önünde bulundurarak, bedenimizden yaşı için artık uygun
olmayan performanslar beklemeyiz. Gerçekte görünüşe dayanan
çekicilik ya da bazı sportif rekorlar zamanla azalır ve bu gittik­
çe artan acı bir tatla içinde bulunduğumuz yanılgıdan uyandırır
bizi. ‘Eski arzularımızdan vazgeçelim. Kendi adıma ben, bu
yaşta, çocukluğumda arzuladığım şeyler yerine yeni şeyler ar­
zulamaya özen gösteriyorum.’
Artık ne sahip olabileceklerimizin beklentisi ve sahip ola­
madıklarımızın pişmanlığı ne de bize sürekli “kendimi iyi his­
setmem imkansız çünkü hiçbir şey olmasını istediğim gibi
değil” dedirten o yoksunluk hali içindeyizdir. Hayatın rüyalar­
daki kadar güzel olması gerektiğine inanmamıza ve kendi
hayatımızı yıllarca reddetmemize neden olan o önyargılardan
kurtulmuşuzdur.
Hayallerimizi nihayet gerçekle uyumlu hale getirmeye karar
vermişizdir. Ancak isteklerimizi içinde bulunduğumuz gerçeğin
bize sunabileceklerine uydurmamız ve kaçınılmaz olarak
yaşayacağımız bazı hayal kırıklıklarında eski yaralarımızı
kaşımamayı öğrenmemiz gerekecektir. Aynı şekilde, Don Kişot
gibi ölçüsüzce bir meydan okumayla hem kendimizin hem de
başkalarının sınırlarına ille de elimizle dokunmak zorunda ol­
madığımızı bilmek de gerekir.
Ve bu gerçeklik nihayet bizim en önemli dileklerimize cevap
verdiğinde bununla yetinmeyi öğrenmemiz gerekir. ‘Bu olayın
gerçekleşmesi benim için çok önemliydi ancak ne tuhaf, um-
168
duğum gibi sevinemiyorum şimdi.’ O kadar fazlasını bekliyor­
duk ki eşsiz bir mutluluk yaşayacağımızı umuyorduk, duy­
gularımızın coşup taşacağını ve aynı zamanda ruhumuzun huzu­
ra ereceğini... ‘Şimdi istediğim gerçekleşti ya bir kere, bu muy­
muş diyorum...’
Önceden bir yoksunluk duygusu içindeydik, ancak bu kabul
edilir bir şeydi zira olası bir mutluluk öncesindeydik, gerçekdışı
olması nedeniyle, her şeyin mükemmel olduğu bir durumday­
dık, tıpkı gösteri başlamadan önce salondaki o heyecanlı bek­
leyiş anı gibi. “En iyisi o merdivenleri çıkma anı”. Ancak son­
ra, ne yapmalı bu sonrada? Yeniden savaşmamız ve yine bek­
lememiz gerekmeyecek mi? Ne için ve kim için?
Yoksun kalma duygusu tahammül edilmez gelmeye başlar
yine... böyle bir yatırımın olumsuzlukla sonuçlanması... İçimiz­
de bir boşluk hissederiz ve çocukluğumuzda o tutulmayan söz­
ler karşısında hissettiğimize benzer bir hayal kırıklığı yaşarız.
Ailemiz, çevremiz ve reklamlar... mutluluğun elimizin altında
olduğuna, sonra her şeyin yolunda gideceğine inandırmamışlar
mıydı bizi?
Bir evlilik sonrası, bir çocuğun doğumunda, bir taşınma ya
da terfi söz konusu olduğunda, bazı çok önemli projeleri gerçek­
leştirdiğimizde ya da değerli bazı şeylere sahip olduğumuzda...
tabii ki hayatımızda olumlu bir gelişme olduğunu hissederiz an­
cak hayatımızın öyle pek de anlam kazandığını söyleyemeyiz.
Ve eğer kesinlikle rahata ereceğimiz yanılgısı içinde idiysek,
acıyla fark ederiz ki sadece nispi bir rahatlıktır söz konusu olan.
Bu mutlakıyet isteğimizin karşılığını neden alamadığımızı
derinlerde aramamız gerekmez mi? Bize sunulan yemekler ne
kadar lezzetli olursa olsun asla umduğumuz zevki bula­
madığımıza göre, açlığımız çok büyük olmasın sakın?
Yaşamamız için bize sunulanlardan kolayca tatmin olmak için
beklentilerimizi azaltmamız gerekmez mi?
169
Yaptığımız her şeye kendimizi, tam bir bilinçle, konsantre
olarak, dikkatle, sabırla ve dirençle verdiğimizde, yaptığımız
şeyden daha yapma aşamasındayken bile zevk alırız ve adım­
larımız bizi, hem kendimizi, hem de bizi çevreleyen dünyayı
daha iyi tanımaya ve hep daha iyi olup, daha iyiyi yapmaya
götürdüğünde, bizi o ana kadar yaşamaktan alıkoymuş olan has­
talıklı düşüncelerden de iyileşiriz.
‘Artık gece gündüz tek bir amacım ve tek bir düşüncem var:
Geçmişin hatalarından kurtulmak! Tek bir günümü bile bir ömür
gibi yaşamaya çalışıyorum, tabii ki bunun son günüm olduğunu
düşünmüyorum, sadece son günüm olabilirmiş gibi bakıyorum
ona.’

170

You might also like