Professional Documents
Culture Documents
sev
Hayat Seni Sevecektir...
Catherine Bensaid
Türkçesi
Gülşah Ercenk
©PEGASUS AJANS
TÜ R KC E SI
Gülşah Ercenk
YAYIN YÖNETMENİ
Nil Gün
YAYINA HAZIRLAYAN
Gülşen Sayın
BASKI
Kitap Matbaacılık
Tel: 0212. 567 48 84
KURALDIŞI YAYINCILIK
Caferağa Mah. Sakız Sok. No: 617 34710 Kadıköy-İstanbul
Tel: 0216.449 98 05 Faks: 0216.348 00 69
email: yayin@kuraldisi.com
www.kuraldisi.com
İÇİNDEKİLER
3. ACINIZI ANLAYIN
‘Kafamın içinde bulantılar var...’............................................ 46
‘Geçmişim, izin ver de geçeyim’ ............................................ 53
Harekete geçmek...................................................................... 62
5. HAYALLER VE HİSSETTİKLERİMİZ
Hayal dünyası .......................................................................... 91
Şimdi ve buradaki düşünce .................................................... 99
6. HASTA BEN
‘Kendimi unuttum’.................................................................. 109
Var olduğumuzu hissetmek ................................................... 114
‘Yalnızlığız biz’.......................................................................124
7. DENGELİ DÜŞÜNCE
Fazla aklı başında... ya da fazla çılgın bir düşünce.............. 131
Denetim altındaki düşünce..................................................... 136
Yaratıcı düşünce ..................... 143
7
İnsan kurallara sığmaz!
^Bedenîniz ebelen üSoylüyot
ARZULAYAN DÜŞÜNCE
‘İnsan arzulandır
Pasça
Her zaman somut bir gerçeğe dayanmasa da arzu her an vaı
olan bir şeydir. Duruma göre çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilir
bazen belli belirsizken, bazen de tutkulu ve şiddetlidir. Bu öyk
bir kaynaktır ki, kurulduğu anda kendini dışa vurmaya başlar
her türlü tahriğin altında yatan bu arzudur.
Arzu bir düşünce ya da bir duygu şeklinde belirdiğinde, bu
nun nereden kaynaklandığını anlamak çoğu zaman kolay değil
dir. Bizim şimdiye kadar farkında olmadığımız, sonunda karan
lıklardan kurtulup ortaya çıkmaya karar veren bir parçamız mı
dır bu? Ya da bunun kaynağı etrafımızdaki insanların sürekl
14
olarak bizden talep ettikleri şeylerde midir aslında? Gerçek bir
heyecan ve tutkuyla mı hareket ediyor, yoksa bir başkasının ar
zusunun soluk bir kopyası mı sadece?
‘Aslında, canım hiçbir şey yapmak istemiyor ama istiyormuş
gibi yapıyorum...’ İçinde yaşadığımız toplum, eğitim ve medya
yoluyla bize sürekli izlememiz gereken modeller sunar. O kadar
ki, bizim adımıza arzular yaratıp sonra da bunların kendi arzula
rımız olduğuna inanmamızı sağlar. Daha bilincimize bile ulaş
madan önce -sanki biz kendi düşlerimizi yaratmaktan acizmişiz
gibi- düşlerimiz bize kullanılmaya hazır bir şekilde sunulur.
Böylece bize dayatılan bu düşlerin kendimize ait olduğuna ina
nacak duruma geliriz. Gerçek düşlerimiz inkar edilerek görün
mez hale gelir. Kendi hayal gücümüze tekrar kavuşmak ve ger
çek arzumuzu anlamak için son derece dikkatli olmamız gerekir.
17
i»
zevk arayışındayızdır. Bu neredeyse büyülü buluşma anında, sa
dece karşımızdaki insanın arzularıyla bütünleşmekle kalmaz ay
nı zamanda bildiğimiz ya da o ana kadar hiç bilmediğimiz, şim
diki zamanda ortaya çıkmış veya uzak bir geçmişe ait olan arzu
larımız arasındaki benzerlikleri de keşfedebiliriz.
Öyle yoğun bir arzudur ki bu, bazen korkuya kapılabiliriz.
‘Çok güçlü bir arzuya kapılmaktan korkuyorum. Onunla bütün
leşme arzum öyle büyük ki çok ileri gitmekten, hiçbir şeyi kont
rol edemeyip bağımlı hale gelmekten korkuyorum.’ Her ne ka
dar baş döndürücü olsa da çok güçlü bir heyecan bazen bizi ra
hatsız edebilir. Karşı koyamadığımız ve şiddetle sarsıldığımız
bir kasırgaya kapıldığımız duygusu verebilir.
‘Her şey öyle puslu ve bulanık ki hiçbir şey göremiyorum.
Böyle anlarda düğmeye basıp yok olmayı ne kadar isterdim.’
Buna tepki olarak, kendimizi onca korkutan bu heyecanı bir da
ha yaşamamak için arzularımıza sürekli olarak set çekeriz. An
cak bu boşuna bir çabadır zira özgürce dile getirmediklerimizi
heyecanımız başka türlü ortaya koyar.
îşte arzu bu yüzden vardır. Tanımadığımız iç dünyamızı keş
fetmemiz, kendimizi aşarak özgürleşmemiz için. Arzu, tuhaf bir
şekilde, günlük hayatımızda çoğu zaman dikkat bile etmediği
miz ince ayrıntılara duyarlı olduğumuz hissini yaratarak çok
güncel bir gerçeği unutturur bize.
En gizli ve en özel duygularımızı ortaya çıkartmak üzere sah
telikten kurtulmamızı sağlar. Artık hareketlerimizi serbest bıra
kabilir, dile getiremediğimiz düşüncelerimizi yüksek sesle söy
leyebilir, akmasına asla izin vermediğimiz gözyaşlarımızı ser
best bırakabiliriz. Kendimizi böylesine özgür bıraktığımızda her
zamanki kaygılarımızın dar alanından çıkarak karşımızdaki in
sanın bize verebileceklerini almaya, onunla konuşmaya, dinle
meye, sevmeye ve paylaşmaya hazır hale geliriz.
18
Bu sınırsız sevgi isteği ve bu kendini tamamen verişte kendi
mizle tam bir uyum içindeyizdir. Karşımızdaki insanı çok iyi ta
nımanın yanı sıra, kendimizi tanımayı, dahası kendimizi kabul
ettirmeyi öğreniriz. Bu kabullenilmişlik duygusu var olduğumu
zu hissedebilmemiz için önemlidir, sonunda kendimizi olduğu
muz gibi kabul edebilmemiz için karşımızdaki insanın bakışında
bizi olduğumuz gibi kabullendiğini görmeye ihtiyacımız vardır.
20
rift
27a\laü/:lt Q)üşörıcc/ez
DÜŞÜNCENİN EMEKLEMELERİ
Çocuk dünyaya geldiğinde annesiyle arasındaki o düşsel ba
ğa şimdi gerçek bir ilişki eklenmiştir. Anne, her ne kadar onca
düşlediği bebeği -tabii ki- seviyorsa da şimdi onu olduğu gibi
sevmeyi ve düşü gerçeğe dönüştürmeyi öğrenmesi gerekecektir.
Anne bebeği henüz karnındayken onu tanımaya başlar, bebe
ğin hareketlerini, bazı şeyleri onayladığı veya onaylamadığı
şeklinde yorumlayarak bebeğinin ileride nelerden hoşlanacağı
veya karakterinin ne olacağı hakkında bir fikir edinir. Doğum
dan sonra çocuğun gerçek davranışlarıyla karşılaştığında da
kendine has yorum sistemiyle bu davranışlara bir anlam yükle
meye devam eder.
“Annenin gıdı-gıdılarınm önemine ne demeli? Bu son dere
ce alık olay çocuğun ilk ilişki örneğidir ve bu örnek ileriki yaşa
mında kuracağı ilişkileri etkileyecektir. Çocuğun sosyal, ente
lektüel ve ruhsal dünyası bu gıdı-gıdıya bağlıdır... Çok şaşırtıcı
bir biçimde, henüz hayatta hiçbir deneyim yaşamamış birkaç
haftalık bir bebeğin bedeninin ve yüzünün bir dili ve söyledik
leri vardır ve bu şimdiden gelecekteki ilişki kurma tarzı hakkın
da bir fikir verir.
*
Doğumu izleyen ilk aylarda anne-baba bebekleri hakkında
nasıl yavaş yavaş bir fikir ediniyorsa bebek de aynı şekilde on-
*Boris Cyrulnik, Maynıtınun Hafızası, İnsanın Sözü, Collection ‘Pluriel’,
Hachette, 1984
30
ların davranışlarını kendince yorumlar. Sevgiyi veya itilmişliği
görür: Tensel temas var mı yok mu, ses yumuşak mı yoksa sert
mi, ihtiyaçları çabucak gideriliyor mu yoksa çok uzun süre bek
liyor mu? Ve isteklerini, tatminsizliklerini, mutluluğunu veya
mutsuzluğunu son derece anlamlı hareketlerle belli eder: Başını
çevirir, ağzını açmayı reddeder, yiyecekleri ağzında tutar veya
kusar, uykusunda huzursuzdur, ağlar, bağırır, sürekli hareket ha
lindedir ya da tersine, tamamen uyuşuk bir haldedir.
Bu ilk iletişimle kendi isteklerini dile getirirken diğer yandan
da anne-babasının isteklerini keşfeder. Onların gülmek, korku,
kızgınlık veya kaygı biçiminde dile getirdikleri duygularına
bağlı olarak anne-babasında şu veya bu tepkiyi yaratmayı öğre
nir. Böylece yavaş yavaş gücünü en iyi kullanabileceği durum
ları keşfeder.
Tuvaletini yapmasının anne-babası için önemli olduğunu ne
kadar çok hissederse onlara bu “hediyeyi” vermekten veya ver
memekten de o kadar çok zevk alır, böylece memnuniyetini ya
da mutsuzluğunu dile getirir. Aynı şekilde, annesinin bibero-
nundakinin hepsini bitirmesine ne kadar önem verdiğini bildiği
oranda, kızgınlığını dile getirmek için yemek yemeyecektir;
hem annesinin hem de ona hazırladığı yiyeceğin ne kadar iyi ol
duğunu göstermek istediğinde de büyük bir mutlulukla yemeyi
kabul edecektir.
Büyüyüp yetişkin bir kişi olduğumuzda da kendimizi ifade
etmek için bu hareketleri kullanmaya devam etmiyor muyuz?
Sanki vücut dilimiz olmaksızın karşımızdakiler bizi duyamaz
larmış gibi... Etrafımızdaki insanların bazı hastalık belirtilerimiz
karşısında endişelendiklerini hissettiğimiz anda, eğer ihtiyacı
mız olan sevgi ve ilgiyi başka türlü elde etmemizin mümkün ol
madığına inanıyorsak, hiç çekinmeden kendimizi hasta ederiz.
Böylece kendimizi acı çeken bir vücut dışında ifade edemez
hale gelebiliriz de. Karşımızdakinin bizi dinlemesini istediği-
31
mizde veya ilgisini biraz kaybettiğini hissettiğimizde umursan
mamanın acısını yaşamak yerine hastalık daha tercih edilir bir
çözüm olarak ortaya çıkar: Bu. korkumuzu belli bir noktaya
yönlendirmemizi sağladığı gibi mecburen etrafımızdakilerin il
gisini de çekeriz ki bu hiç de yabana atılır bir şey değildir. Za
ten acı çektiğimize göre hasta olmuşuz ne fark eder!
Bir kardeşleri olduğunda çocuklar, anne-babanın sevgisinde
bir azalma olduğunu veya bu davetsiz misafire gereğinden fazla
sevgi gösterdiklerini hissettiklerinde hemen huzursuz ve acı çe
ken bir bebeğe dönüşü verirler. Yeni doğan kardeşe gösterilen
her sevgi belirtisi onun için kelimelerle cevap veremediği bir
saldırıdır; bu zayıf ve sorumsuz yaratığa duyduğu kıskançlığı di
le dökmeye hakkı olduğundan pek emin değildir. İtiraf edeme
diği bu duyguları yüzünden daha şimdiden acı çekmeye başlar
ve ileriki yaşamında bu acıyla tekrar karşılaştığında bunun kö
künde yatan duyguları hatırlamayacaktır bile.
45
‘KAFAMIN İÇİNDE BULANTILAR VAR...’
'Kafamın içinde bulantılar var... hem de gerçek bulantılar.
Ne zaman kendimi kötü hissetsem bedenim de kötüleşiyor...
Mutsuz olduğum zamanlarda neden bedenimin de bozulması
gerekiyor sanki?’ Biz acımızı görmezden gelmeyi tercih ediyor
ken bedenimiz bu duygusal acıyı ağrıya dönüştürür. Gönül acı
sı, gerçekten kalbimizi ağrıtır.
Kendimize yalan söylemek imkansızdır, hayal kırıklığını,
üzüntüyü, korkuyu veya öfkeyi görmezden gelmeye çalışmak
boşunadır, zira bedenimiz, bunları fiziksel acı olarak dışa vur
maktan büyük bir zevk alır. Ve bedenimiz asla yalan söylemez;
rüyalarımız veya başarısız eylemlerimiz gibi, kontrol edemedi
ğimiz bu belirtiler de, bizim bir parçamızı, o ana kadar bilmedi
ğimiz arzularımızı ve korkularımızı tanımamızı sağlar.
Günlük hayatımızda -daha biz nedenini bile anlayamamış
ken- bedenimiz, kendisine saldıran ve inciten şeyleri hiç durma
dan söyler bize: yaralayıcı sözler, kırıcı tavırlar, sert davranış
lar... bedenimiz sürekli şiddete, darbeye maruz kalır, yara alır,
arzularımıza karşı çıkan ve huzurumuzu bozan bu dış etkenler
den kaçınılmaz olarak etkilenir.
46
Bu duruma uygun ne çok deyim vardır dilimizde: “mideme
yumruk yemiş gibi oldum”, “başımdan aşağı kaynar sular dö
küldü”, “bacaklarım beni taşımıyordu”, “boğazıma bir yumru tı
kandı”... en gizli heyecanlarımızın tiyatrosu olan bedenimiz dış
dünyaya karşı olan hassasiyetimizi anında yansıtır.
Bazen bu ani heyecanların nedenini kolayca anlayabiliriz:
‘Ne zaman bir Land Rover görsem kalbim çarpmaya başlıyor ve
kendimi kötü hissediyorum. Bana onu hatırlatıyor, yaptığı bütün
kötülükleri.’ ‘Eyfel Kulesi’nin tam karşısındaki bir apartmanda
yaşıyordu ve şimdi Eyfel Kulesi’ni her gördüğümde yüreğim sı
kışıyor, onunla geçirdiğimiz o mutlu anları hatırlıyorum.’ ‘Ne
zaman o adı duysam veya birinde aynı parfümü koklasam başım
dönüyor; beni bırakıp gittiğinde olduğu gibi altüst olmuş hisse
diyorum kendimi.’
Diğeriyle ilişkimizde aracı olan ve anılarla yüklü bu nesne
ler, bazen o kişinin varlığının hatırlattığından daha yoğun bir bi
çimde hatırlatır bize yaşanmış bir gerçeği. ‘Onunla karşılaştı
ğımda artık ona karşı öfke duymuyorum ama bana onu hatırla
tan bir şey gördüğümde içim daralıyor. Sanki nesnelere kinim
geçmemiş gibi.’
Burada nesneyle, uyandırdığı anılar arasındaki bağ açıkça or
tadadır; ancak çoğu zaman bunun farkında olmayabiliriz.
Önemsiz gibi görünen bir düşünce, son derece sıradan bir hare
ket veya öyle pek de üzücü olmayan bir ortam, aniden kendimi
zi açıklanamaz bir şekilde kötü hissetmemize neden olur. ‘Dün
her zamanki gibi alışveriş yapıyordum. Birden kendimi çok kö
tü hissettim; evet öyle aniden ve ortada hiçbir neden yokken.
Korkuyla donup kalmıştım, soğuk terler döküyordum ve bacak
larım beni taşıyamaz haldeydi, aynı zamanda da oradan bir an
önce uzaklaşmak istiyordum.’
Hepimiz hayatımızın bir parçası olan bu duyguları tanırız.
Ancak bunların neden kaynaklandığını bilemiyor oluşumuz, sü-
47
rekli olarak tekrar ortaya çıkacakları korkusuyla yaşamamıza
neden olur. Bu krizler belli bir mantığa uygun hareket etmedik
lerine göre her an her yerde yakalayacaklardır bizi. Tıpkı önü
müze konmuş bir tuzak gibi, sürekli tehlikede olduğumuzu his
settirirler.
Onca tanıdık yerleri bile birden yabancılayıp, başkalarının
bakış ve davranışlarını düşmanca görmemize neden olan kafa
mızın içindeki o sinsi düşünceler neler? Bulunduğumuz yerden
bir an önce kaçıp kendimizi güvende hissedeceğimiz bir yere
ulaşma ihtiyacı nereden kaynaklanıyor?
Bazen bir müzik parçası, bir koku veya bir manzara anında
eski anıları canlandırıverir ve duruma göre ya yüreğimiz sızlar
ve engel olamadığımız bir sıkıntı yaşarız ya da anıyı tam olarak
hatırlamasak da kendimizi birden huzurlu hissederiz. “Geçmiş
teki olayları hatırladığımızda birden anılar da hafızamızda tıpkı
o olaylar gibi hareket ederler.”*
Her yıl tekrarlanan bir rahatsızlığın aslında bir olayın yıldö
nümüne denk geldiğini ve bilinç düzeyinde unutmuş olsak da
vücudumuzun bunu hatırladığını görürüz bazen. ‘Her yıl şubat
ayı geldi mi bunalıma giriyorum. Yıllar sonra ancak şimdi nede
nini anladım, annem bir şubat ayında intihar etmişti.’ Aynı şe
kilde, elimizde olmaksızın geçmişimize ait duyguları ve acıları
canlandıran yerler de vardır: ‘Ne zaman ailemi ziyaret etmek
üzere doğduğum kente gidecek olsam, daha yolda karnım ağrı
maya başlıyor. Normal zamanlarda unutmaya çalıştığım her şey
aklıma geliyor ve tıpkı çocukluğumda olduğu gibi beni yıpratı
yor.’
Geçmiş deneyimler yüzünden iyice hassaslaşmış bir halde ve
-her ne kadar unutmuş olduğumuzu zannetsek de- hafızamıza
kazınmış o yaralanmaların etkisiyle günlük hayatımızdaki olay-
*Proust, Yitik Zamanın Peşinde
48
lan da geçmişin bir devamı gibi yaşarız. Acılarımız, üzüntüler
le dolu çocukluğumuzu hatırlattıkları oranda yoğundurlar, kor
kularımız çok iyi bildiğimiz bir saldırı türünden kaynaklandık
ları oranda büyüktürler ve kızgınlıklarımız daha önce de yaşadı
ğımız zayıflık veya öfke halleriyle karşılaştıkları oranda şiddet
lidirler.
‘Annemin davranışlarını hatırlatan her şey beni müthiş öfke
lendiriyor. O aldığı ve zevkime hiç uymayan hediyeler, sevdi
ğim ve beğendiğim şeyler hakkındaki sevimsiz sözleri, davra
nışlarımı durmadan eleştirmesi...’ ‘İşim nedeniyle ne zaman
önemli, tanınmış ve toplumda değer verilen bir kişiyle birlikte
olsam kendimi tıpkı babamın önünde duran o beceriksiz, utan
gaç, aptal, doğru düzgün davranmayı bilmeyen rahatsız çocuk
gibi hissediyorum.’ ‘Bana gideceğini, başka yerlerde yapacağı
başka şeyler olduğunu hissettirdiğinde kendimi dipsiz bir kuyu
ya düşmüş gibi hissediyorum. Ölmek, yok olmak istiyorum ve
beni sevmediğini, zaten beni kimsenin asla sevmemiş olduğunu
düşünüyorum. Çocukluğumda hissettiğim o terk edilmişlik duy
gusunu tekrar yaşıyorum.’
Bu duyguları ve tepkileri asla görmezden gelmemeli, dahası
bunlara özellikle dikkat etmeliyiz. Çünkü bunlar geçmişte bize
neyin acı vermiş olduğunu anlamamızı sağladıkları gibi, gele
cekte bizi yıpratacak durumları mümkün olduğunca engelleme
mize de yardımcı olurlar.
Her türlü alarmı ciddiye almak özellikle çok önemlidir, çün
kü bu bize tahammül sınırımızın nerede olduğunu gösterir. Tıp
kı örtünmemiz gerektiğini belirten üşüme veya soyunmamız ge
rektiğini belirten terleme hissi gibi ya da pozisyonumuzun rahat
olmadığını belirten bir kramp gibi, bazı koşullarda ortaya çıkan
huzursuzluklar da gitgide bizi hasta edebilecek bir durumu de
vam ettirmekle ne büyük bir risk aldığımızı fark etmemizi sağ
larlar.
49
‘Sakın dokunmayın, her an ağlayabilirim.’ Bizi yıpratan şeyin
sürekli tekrarlanması halinde bu tip olaylara daha duyarlı hale
geliriz ve öyle kırılganlaşırız ki daha önce pek de önemsemedi
ğimiz şeyleri bile bir saldırı olarak algılamaya başlarız. Taham
mül sınırımız o kadar düşmüştür ki en ufak bir anlaşmazlıkta bi
le aşırı bir korku yaşarız. Ve gitgide öyle çok geriliriz ki vücudu
muz rahat işleyemez hale gelir ve ‘işlevsel bozukluklar’ ortaya
çıkmaya başlar. Söz konusu olan sadece işleyiştir, organik bir ha
sar değil. Ancak bu geçici bozukluklar zamanla kalıcı hastalıkla
ra yol açabilirler. Jean Delay’a göre, sinir sistemindeki bir düzen
sizlik işlevsel bozukluklara ve bu bozuklukların yoğunluğu veya
sık sık tekrarlanır olması da organik bozukluklara neden olur.
50
rekete geçer. ‘Fark ettim de asla aynı anda iki yerim birden ağrı
mıyor; ya başım ağrıyordur ya da anjin olmuşumdur ya safra ke
sem ağrıyordur ya da sırtım... bazen birinin arkasından öteki baş
lıyor, öyle görünüyor ki, tek bir bölge çok daha derin olduğunu
bildiğim bir huzursuzluğu dile getirmeye yetiyor. Bu farklı sin
yallerin bir anlamı var mı bilmiyorum; belki de kamım daha çok
korktuğum zamanlar ağrıyordur, boğazım duygularımı söyleye
mediğimde, sırtım ise hayat ağır geldiğinde, öyle karmaşık ki,
vazgeçiyorum! Sonra fark ettim ki, huzursuzlukla bedensel ağrı
aynı anda ortaya çıkmıyor; bazen çok huzursuzken bir yerim ağ
rımaya başlar başlamaz huzursuzluğum birden kayboluveriyor.’
‘Nedenini Anlayamıyorum../
İşlevsel bozukluklar çok çeşitli olabilir ancak önemli olan bu
bedensel ifadenin şekli değil içeriğidir. Kullanılan yollar parkur
hatasından başka bir şey değildir. Bu bozuklukların ötesinde,
yaşanan gerçeğin dayanılmaz olduğunu söylememize hatta dü
şünmemize engel olan bu yasakların ötesinde, kendisini doyur
mak isteyen şeyi duymak zorundayız. ‘Geceleri uyuyamıyorum,
karanlık ve sessizlikte korkuya kapılıyorum. Kocam beni terk
ettiğinden beri bu böyle... oysa böylesi benim için daha iyi, ona
çok fazla bağımlıydım, nihayet özgürüm.’ ‘Sabahları yataktan
kalp çarpıntısı ve huzursuzlukla kalkıyorum. Nedenini anlamı
yorum, zira işimi seviyorum; ortam eskisi gibi değil tabii ki, iyi
anlaştığım insanların hepsi gitti ve şimdiki patronuma ve iş ar
kadaşlarıma tahammül edemiyorum... Ama işim hayatım benim
ve orada kendimi iyi hissetmek zorundayım.’ ‘Üç aydır kapma
dığım virüs kalmadı, anjin, nezle, grip ve şimdi de bronşit. Bir
de, geçen hafta korkunç huzursuzdum nedenini anlayamıyorum,
üstelik mutluyum ve yakında evleniyorum...’ ‘Nedenini anlaya
mıyorum...’
Sıkıcı bir iş, değişikliklere uyum sağlama, bilinmeyenden
51
korkma gibi durumlarda bedenimiz yaşadığımız güçlükleri dile
getirir. Oysa bazı insanlar bunları irade göstererek engellemeyi
veya düşünce gücüyle kontrol altında tutmayı tercih ederler:
Madem ki bu durum onlar için iyi olacaktır, o halde kendilerini
iyi hissetmeleri “gerekmektedir”. Güçlüklere gelince, madem ki
bunların farkındalar ve kabullenmek zorundalar, o halde bu güç
lükler kafalarını meşgul edip hayatlarında problem “olmamalı
dır”. Bir ayrılık yaşadıklarında -bu bütün ayrılıklar gibi acı da
olsa- madem ki kendileri için böylesi daha olumludur, o halde
kendilerini daha iyi hissetmeleri gerekir. Çalışma şartları değiş
miştir ancak işlerini sevdiklerine göre bunun bir önemi olmama
lıdır. Evlenmeye karar vermişlerdir, o halde mutlu olmaları ge
rekir -doğru karar verdiklerinden pek emin olmasalar da...
Aşacak güce sahip olduğumuza inanmadığımız bu güçlükle
ri yok sayıp hafife almaya çalışmamalıyız? Mantığımızı ve ira
demizi kullanarak hem kendimizi doğru yolda olduğumuza
inandırıp hem de yaptığımız bu seçimi huzur ve mutluluk için
de yaşayabilseydik her şey ne kadar kolay olurdu. Ama maale
sef, bedenimizde hissettiğimiz ağrı ve sıkıntılar bunun böyle ol
madığının bir kanıtıymış gibi yaşamaya devam edemeyiz. Acı
gerçekle karşılaşmamız gerekir. Sorunu nasıl görmemeli? Bir
ayrılığın, sevdiğimiz bir şeyi kaybetmenin veya korku veren bir
değişikliğin acı verdiğini kabullenmeyip de ne yapmalı? Bu
güçlükleri çözmek için onlarla karşılaşmaktan başka veya sade
ce zamanın dindirebileceği bir acıyla yüz yüze gelmekten başka
çözüm var mı?
“Bir acıdan kurtulmak için onu dolu dolu yaşamak gerekir”
(Proust). Bir acıyı kafamızın uzak bir köşesine itmek, varlığını
inatla reddederek ağrı kesicilerle ve sakinleştiricilerle susturma
ya çalışmak, onun sinsi bir şekilde varlığını sürdürmesine ve
sağlığımıza zarar vermesine engel olmayacaktır. Acıyı görmez
den gelmek onu yaratan nedenleri ortadan kaldırmayacaktır ve
52
SCw» $■?
bu nedenler var oldukları sürece mutsuz bir kafa ve hasta bir be
denle yaşamaya devam edeceğiz.
57
diğini anlamak ve buna neden olan şeyi hemen durdurmak için
çok dikkatli olmamız gerekir. Çünkü düşüncemiz bizi kolaylık
la geçmişimize bağlı varsayımlara itmeye hazırdır. Gelecek hak
kında fikir yürütürüz, hiçbir şeyin değişmeyeceğini, geçmişte
yaşadıklarımızın aynen tekrarlanacağını düşünürüz. ‘Artık ne
zaman saçmalamaya başladığımın farkına varabiliyorum.’
Oysa böyle kaygılı bir şekilde kötü bir şey olacağını veya bi
risinden olumsuz bir tepki alacağımızı bekleyerek korktuğumu
zun başımıza gelmesine neden oluruz, korku, korkulanı sonun
da gerçeğe dönüştürür. Ve garip bir şekilde, sanki bu beklentiyi
beceriksizce sona erdirmek ve haklılığını kanıtlamak istermişiz
gibi, korkulanın başımıza gelmesi korkudan daha tahammül edi
lir bir şeydir bizim için. Bu davranışı, terk edilmek korkusuyla
karşısındakini kendisini dışlamaya itecek şekilde davranan in
sanlarda, başarısız olmak korkusuyla kendilerini başarıya hazır
lamayan veya asla yeterince iyi olamayacaklarından emin olup
karşısındaki insanda kendisiyle ilgili negatif duygular yaratan
kişilerde görürüz.
Dramatik bir olay yaşamaktan duyulan korku, bazen olayın
kendisini yaşamaktan daha fazla acı verebilir çünkü bu korku
geçmişin hayaletleriyle ve gelecekle ilgili karanlık varsayımlar
la beslenmektedir. Bu işkenceye bir son vermek için bekleme
süresini kısaltıp, kaçınılmaz olanın bir an önce gerçekleşmesini
sağlamayı tercih ederiz ki böylece acı gerçeğe dönüşür ve korku
ortadan kalkar. Bu her ne kadar kendi yarattığımız bir kuruntu
nun sonu olsa da, özgürlüğümüzün de başlangıcıdır. ‘Her zaman
kız arkadaşımın beni terk edeceği korkusuyla yaşıyordum. Bu
korku sonradan daha başka korkuları da getirdi; sürekli bir gü
vensizlik hissediyordum. Ve kız arkadaşım beni terk ettiğinde,
son derece üzgün olmakla birlikte, kendimi tuhaf bir şekilde ra
hatlamış hissediyordum.’
Geçmişteki bazı durumların sürekli tekrarlanıp durmasına
58
engel olmak için geçmişte ve şimdide yaşadıklarımız üzerine
düşünmemiz ve olayları analiz etmemiz, hayatımız boyunca
durmadan tekrarlanan hangi ilişki yapısına sahip olduğumuzu
anlamaya çalışarak, hiç farkında olmadan bizi hapsetmiş olan o
görünmez ağları kopartmamız gerekir.
Eğer geçmişle ilgili olarak hatırladıklarımız sadece pişman
lıklarsa, yapmadıklarımıza, bize verilmeyenlere veya elde etme
yi beceremediklerimize takılı kalmışsak kafamızın içi yavaş ya
vaş “....yapmamalıydım” veya “nasıl da bilemedim...’’lerle ve
geçmişteki seçimlerimizi sorguladığımız o acılı “eğer...’’lerle
dolmuştur. Geçmişte yaşadığımız başarısızlıklar ve hayal kırık
lıkları derin acılar bırakmıştır.
Bize acı veren bir olay, nereden kaynaklandığını anlamadığı
mız sürece, hafızamızda sonsuza kadar kalır; hiç durmadan ge
viş getirtir ancak asla hazmedilemez. Tıpkı askıda kalmış bir so
run gibi, gelişimimizde bir engel oluşturmaktadır. Bunun neden
kaynaklandığını bilmezsek doğal olarak yeniden benzeri şeyler
yaşamaktan korkarız ve kendimizi geçmişten soyutlayamadığı-
mız sürece yeni deneyimler yaşamayı yasaklarız kendimize.
Mutsuzluğa Koşullanmak
Bazıları, geçmişe duydukları hınçla, kendilerini yaşamaktan
alıkoyarlar; böylece mutsuzluklarından sorumlu tuttukları in
sanları cezalandırmaya çalışırlar. Ve onlara suçlu olduklarını
kanıtlamak için kendilerini başarısızlığa iterler. ‘Sınavları vere
meyeceğim; zaten onların istedikleri de bu. Koca bir yılı boşa
geçirmemden memnun olacaklar! ’
Her yeni yoksunluk sevgisizliğin bir başka kanıtıdır ve buna
tahammül edemezler, sadece kendilerine ihanet ettiklerine inan
dıkları kişilere kızmakla kalmayıp geçmişte de kendilerine iha
net etmiş herkese kızgındırlar. Bir kez daha istediği şeyi verme
mişlerdir ona ve tıpkı kendisine ön sıraya geçmemesi söylendi-
59
ği için inadına en arka sıraya giden bir ilkokul öğrencisi gibi
davranırlar.
Bu kendi mutsuzlukları, diğer insanlara ne kadar acı çektik
lerini göstermek ve mümkünse onların da yaptıkları bu kötülük
nedeniyle acı çekmelerini sağlamak için gereklidir onlara. ‘As
lında daha iyi olabilirim. Ama o zaman kendim olamayacağımı
düşünüyorum. Ve başkası olursam da kendimi ölmüş gibi hisse
diyorum. Sonuçta yaşayabilmek için bu acıya ihtiyacım var, ba
na sevildiğimi ve korunduğumu hissettiriyor. Sadece mutsuzken
başkalarının gözünde var olabiliyorum.’ ‘Gerçekten çaresiz bir
vakayım. Ne zaman kendimi iyi hissetsem, kendimi mahvetmek
için her şeyi yapıyorum. İşsiz, parasız, beceriksiz... hiçbir şey
vermediğim halde seviliyorsam. en azından beni ben olduğum
için sevdiklerinden emin oluyorum. Böylece geçmişte sevilmek
için her şeyi yaptığım halde beni sevmeyi bilememiş olanlardan
intikam alıyorum. İyi olduğumda bir şeyleri kaybettiğim hissine
kapılıyorum.’ ‘Kabullendikleri tek zayıflık hastalık. Onlar için
gerisi önemli değil, örneğin psikolojik sorunlar hayatı kendileri
ne zorlaştıranların sorunu onlara göre. Oysa hastalık korkutu
yor, çünkü her an herkesin başına gelebilir; hasta olduğumda en
azından benimle ilgileneceklerinden ve nihayet var olduğumu
fark edeceklerinden eminim.’
Bu insanlar, her ne kadar bilincinde olmasalar da, sürekli tat
minsizlik ve memnuniyetsizlik içinde yaşamayı seçmişlerdir
sanki. Mutlu ve doyumlu olduklarında hayatlarındaki en önem
li unsur haline gelen o diğerlerinden bazı şeyleri tamir etmeleri
ni bekleme hakları kalmayacaktır. Diğerlerine bağımlı oldukları
için onların da kendilerine bağımlı olmalarını isterler. ‘Bağım
sız olmaktan, o olmadan da bazı şeylerden zevk alabileceğimi
görmekten korkuyorum. Çünkü böylece onun da bensiz aynı şe
yi yapabileceğini görüyorum.’
Ve giderek bu nefret ve saldırganlık olmadan var oldukları-
60
nı hissedemez hale gelirler. ‘Her sabah uyandığımda, sanki
gevşeme egzersizleri yapar gibi, birine saldırmam gerekiyor.
Bu herhangi biri olabilir zira kızgın olduğum insanların sayısı
çok fazla. Bu, gece boyunca aşırı birikmiş olan öfkeden kurtul
mamı ve güne daha sakin başlamamı sağlıyor.’ Adeta sadece,
asla elde edemedikleri o şeyi istemeye devam ederken ve onla
ra istediklerini vermeyenlere karşı savaşırken yaşama gücü bu
luyorlar sanırsınız.
Eğer aniden artık başkalarına kızmaları için bir neden kalma-
saydı kendilerini boşlukta hissetmezler miydi?
Başkalarına sürekli olarak mutsuz yüzlerini göstermeyi ter
cih ederler, hatta ne kadar mutsuz olduklarını kanıtlamak için
bütün sorunlarını ortaya dökmekten de çekinmezler... Bütün
saldırılardan korunmuş olarak -acı çeken birine saldırmayaca
ğımıza göre- kendi saldırganlıklarını dolaylı yoldan ortaya ko
yarlar; eğer yaşama zorluğu çekiyorlarsa bu, diğerlerinin kendi
lerini mutlu etmeyi becerememelerinden kaynaklanıyordur. Ve
kendilerini asla suçlu hissetmemek adına kendilerine yapılan
kötülüğü herkesin görebileceği bir şekilde ön plana çıkartırlar;
cellat yerine kurban olmayı, kıskançlık uyandırmak yerine acı
ma uyandırmayı seçerler. Hoşnutsuzlukları, kendi saldırganlık
ları ve bunun sonucunda duydukları pişmanlık arasındaki bir
uzlaşmadır.
Ancak dile getirilen bu şikayet daha derin bir acıyı gizlese de
sonuçta bu bulanıklık çoğu zaman başka tür bir davranışın yara
tacağı sıkıntıdan daha az zararlıdır. Bazen içimizdeki imkansız
lıklara başka adlar vererek bunları arzularımızın gerçekleşmesi
ne engel olan şeyler olarak sunmak daha kolaydır. Örneğin has
talık hiçbir şey yaşamamak için ya da -hayatı parantez içine al
ması nedeniyle- yapmak istediklerimizi iyileştiğimizde yapmak
üzere ertelemek için iyi bir bahanedir. Mutlu olma riskini almak
aynı zamanda acı çekiyor olmanın ortaya çıkardığı yaralardan
vazgeçmek değil midir?
61
“... yapamıyorum” hastalık, yorgunluk, iş, çeşitli mecburi
yetler gibi nedenler gerçek midir? Kendimiz hakkında sanki
başkasıymışız gibi konuşmak ve kendi zayıflığımızdan yakın
mak mümkün mü? ‘Çaba göstermeyi istiyorum ama bunun so
nuçsuz olmasından korkuyorum. Sanki kolumu ya da bacağımı
oynatamıyorum, bütün hareketlerim benim iradem dışında olu
yor. Benim için iyi olacak bir şey yaptığımda da, kötü olacak bir
şey yaptığımda da bu, bana rağmen oluyor. Aslında kendimle
savaşabilirim ama çoğu zaman tembelliğe yenik düşüyorum,
tıpkı bozuk bir motor gibi.’
Sonsuza dek saldırganlığımızı mutsuzlukla ifade edip, diğer
lerine kendimizi sadece acı aracılığıyla duyurmaya devam mı et
meli? Mutsuzluğumuzu sergileyerek başkalarına zarar vermek
isterken aslında önce kendimize zarar vermekteyiz. Üstelik, az
çok bilinçli bir şekilde karşımızdakinde yaratmayı umduğumuz
suçluluk duygusu, umduğumuz gibi onun bize sevgiyle yaklaş
masını sağlamak yerine bizden daha fazla uzaklaşmasına neden
olur. Sonuçta, kendisine sürekli olumsuz bir imaj yansıtılmasın
dan kim hoşlanır? Bütün çabalarına rağmen karşısındakinin sü
rekli mutsuz, sürekli tatminsiz olduğunu görmeyi kim kabul
eder?
Ve vücudumuz kötü alışkanlıklar edinir, tekrarlanan bu acı
ve kasılmalardan, bütün iç gerginlikleri bir an için ortadan kal
dıran bu geçici patlamalardan derin ve içsel bir zevk alırız -bü
tün iç organlarımızı kaplayan bir zevk. Sonunda bunu duygula
rımızı özgür bırakma biçimimiz olarak benimseyip, bunun baş
ka bir yolu olabileceğini düşünmeyiz bile. Bu koşullanmışlıktan
yavaş yavaş kurtulup, kendimizi ifade etmenin daha basit ve da
ha az yıkıcı yollarını öğrenmemiz gerekir.
HAREKETE GEÇMEK
‘Acıyı aşmamın, onu dışıma atmamın ve artık bitmesi gerek-
62
tiğine emin olmamın tek yolu sanki onu sonuna kadar, bedenim
artık dayanamaz hale gelene kadar yaşamakmış gibi kendimi sü
rekli beklentiler ve istekler içine sokuyordum ve ışığa koşan ke
lebeğin kanatlarının yandığını fark edememesi gibi, sürekli bir
yoksunluk ve cevapsızlık duvarına çarpıyordum. Kendi sınırla
rıma ve başkaları tarafından konan sınırlara elimle dokunmam
gerekiyordu onları tanımam ve kabullenmem için. Aslında ken
disiyle hiç ilgisi olmayan başka bir acıyı aşabilmek amacıyla
karşımdaki insanı acı çekme nedenim halinde dönüştürdüğümü
fark etmiyordum.’
Çoğu zaman sonunda artık kendimizi korumaya karar ver
meden önce, sınırlarımızın ötesine geçmeye ve acının ileri bir
safhasına varmaya ihtiyacımız vardır. ‘Fark ettim ki, artık ken
dimi koruyabiliyorum ve bunu farkında olmadan yapıyorum.
Buna kendi isteğimle karar vermedim, kendiliğinden oluyor, ar
tık acı çekmek istemiyorum ve içgüdüsel olarak acı çekmemi
engelliyorum.’
Gençken her şeyin mümkün olduğuna inanırız. Yaşayacak
öyle çok şey vardır ki, acı kavramı bütün bunların yanında ikin
ci plandadır. Mantıklı olmak, davranışlarına dikkat etmek ne ka
dar da saçmadır. Kendini sakınmak yaşamamakla, kendini koru
mak ise engelle eşanlamlıdır. ‘Gelecek bana o kadar açık görü
nüyordu ki, gücümün ve yapabileceklerimin sınırsız olduğuna
inanıyordum. Sonra boşluğu, şüpheyi ve korkuyu keşfettim...
hayata gerçek gözlerle bakmak, o ana kadar kendime asla sor
madığım soruları sormak zorunda kaldım ve o ana kadar gör
mezden gelmeyi tercih etmiş olduğum bir kırılganlığın farkına
vardım. Bununla yaşamayı öğreniyorum şimdi.’
Deneyimlerimiz sonucu dayanılmaz olduğunu gördüğümüz
bir şeye katlanmanın veya kendimizi altından kalkamayacağı
mızı bildiğimiz bir şeye zorlamanın gereksiz olduğunu zamanla
öğreniriz. Bize bir şey veremeyecek olanlardan hiçbir şey bek-
63
lemememiz gerektiğini anlarız, aynı şekilde, hiçbir şey duymak
istemeyenler karşısında avazımız çıktığı kadar bağırmanın, hiç
bir şey görmek istemeyenler karşısında sürekli el-kol işaretleri
yapmanın veya her türlü yaklaşımı reddedenlere ulaşmaya çalış
manın gereksiz olduğunu anlarız. ‘Acıya hayır demeye karar
verdim. Artık iş hayatımda olsun duygusal hayatımda olsun, kı
rılganlığımın nerede olduğunu ve bana neyin acı verdiğini bili
yorum. Mutsuzluğu kader olarak görmüyorum artık. Bazı du
rumlara düşmekten kaçınıyorum veya sorunlar karşısında ben
tutumumu değiştiriyorum.’
O halde gerçek güç, kırılganlığımızı ısrarla inkar ettiğimiz ve
bize güçlü olduğumuz yanılsamasını veren bazı davranışlarda
değil, onu koruyabilmek amacıyla kabul etmektedir. Ayrıca bu
davranışlar tehlikelidirler de, hayal kırıklığına uğradığımızda
tuttuğumuz yas, görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz zayıflıkla
rımızı keşfettiğimizde çektiğimiz sancıdan daha uzun ve açılı
dır. Ve kendimizi hiçbir şekilde buna hazırlamadığımız için acı
mız iyice yoğundur.
Tehlikeyi öngörebiliyorsak, bazı durumlar karşısındaki has
sasiyetimizi ve bu durumların kaçınılmaz olarak yaratacağı sı
kıntıları da göz önüne alarak ya bunun içine girmeyecek şekilde
davranırız ya da aldığımız risklerin farkında olarak gireriz. An
cak. risklerin zararsız ve başarmanın mümkün olduğu konusun
da bahse girmeyi seçeriz. ‘Yaşadığım bütün maceralara gözüm
kapalı atıldım hep. Çoğu zaman sonu olmayacağını biliyordum
ama yine de bunu yaşamak istiyordum, görürüz diyordum ken
dime. Sonra da karşımdakine öyle bir bağlanıyordum ki ayrılık
fikrine dayanamıyordum, kendimi bu ilişkinin yürüyebileceğine
inandırıp acı çekmeye başlıyordum. Şimdi artık gerçekte oldu
ğumdan daha güçlü olduğuma inanmaya çalışmaktan vazgeçtim
ve hangi erkeğe güvenmemem gerektiğini hemen anlıyor ve on
dan uzak duruyorum.’
64
Bununla birlikte, bazen kendimizi mutsuz hissettiğimiz hal
de “gitmek”, bize üzüntü veren durumdan uzaklaşmak da zor
dur: bize daha fazla acı çektirecek bir konuşmaya son vermek,
daha fazla saldırıya maruz kalmamak için araya mesafe koy
mak, yıkıcı bir ilişkide karşımızdakinin baskılarına dur de
mek...Tuhaf bir şekilde, acı çekmek bazılarını uzaklaştırmak ye
rine daha çok bağlar karşıdaki insana ya da kendilerine sürekli
belli bir biçimde davranılmasına öyle alışmışlardır ki başka tür
lü davranılmasını düşünemezler bile. Ve ne yapacaklarını bile
medikleri o acıyla baş başa kalamadıklarından, bunu tamir ede
cek bir hareket beklentisiyle kendilerine Kötü davranan kişilere
daha çok bağlanırlar. Kendi gözlerinde saygınlık kazanabilmek
için bu ilişkinin şeklini değiştirmek isterler. ‘Ancak karşımdaki
insan beni kabullendiğinde kendimi kabullenebileceğim.’
İkilemlerden Kurtulmak
Her türlü rahatsızlık ve tedirginlik duygusunu dikkate alma
mız ve ilk işaretleri hisseder hissetmez harekete geçmemiz gere
kir zira kaygı öyle güçlüdür ki, bir kere yerleşti mi artık müca
dele etmek imkansız hale gelir, en ufak bir karar alma durumun
da bile karmaşa yaşarız ve karar vermek için korkunç bir çaba
harcamamız gerekir. Öyle tutuklaşmışızdır ki, bir şeye anında
tepki vermek imkansızlaşmıştı ve sürekli bastırdığımız için ha
reketlerimiz artık sadece kafamızda var olurlar. ‘Ne yapmam
gerektiğini çok iyi biliyorum... ama yapamıyorum işte! Böyle
anlarda ikiye bölünüyorum sanki; mutsuz ve aptal bir şekilde
donup kalıyorum... oysa başka bir ben, kahretsin diyerek, boğa
zımda takılı kalan ve asla haykıramadığım bütün küfürleri savu
rarak kapıyı çarpıp gidiyor! ’
Daha önce de bize benzeri sıkıntıları yaşatmış durumlarla tek
rar karşılaştığımızda bu tutukluk hali daha da güçlüdür. Bu ne
denle, bu defa aynı davranış tarzını tekrar etmemek için, tutukluk
65
hali ortaya çıkar çıkmaz bunun hem o an ne anlama geldiğini
hem de bize geçmişteki neyi hatırlattığını anlamamız gerekir.
Çoğu zaman sıkıntı, harekete geçmemiz, hayat tarzımızı göz
den geçirmemiz ve şu anda bize acı çektiren bir durumu değiş
tirmemiz için vardır. Bu “alarm zili” farkına varamayacak oldu
ğumuz bir yaşama güçlüğünün bilincine varmamızı sağlar. Ger
çek arzumuza uymayan koşullardan bunalıp ufkumuzu genişlet
meye ve zamanla artık nefes alınamaz hale gelen bir alanı geniş
letmeye veya değiştirmeye ihtiyaç duyarız.
Alışkanlık sıkıntı yaratır ve bu zamanla bize doğal görünme
ye başlar. Ayrıca, sosyal çevremizin ve yakınlarımızın duygusal
beklentileri sürekli baskı altında olduğumuz duygusunu yaratır
ve bu baskı yüzünden hayatımızda bir değişiklik yapmayı dü
şünmek bile olanaksızdır. Bir çarka kapılmış gibiyizdir, hatala
rını ve tehlikelerini bildiğimiz halde acı, güçsüzlük veya hiçbir
şey yapamayacak kadar yorgun olma gibi arazlar oluşmadıkça
da bu çarktan çıkamayız. Usanmadan sürdürdüğümüz o hırslı
tempoyu devam ettirmemize engel olan bu fiziki imkansızlık ve
tahammül sınırımızı aştığımızın bu açık kanıtı olmaksızın yap
mak zorunda olduğumuzu düşündüğümüz pek çok şeye bir son
vermemiz imkansızdır.
Umalım ki bir gün acılı deneyimlerden almış olduğumuz
dersi doğal savunma refleksleri geliştirecek kadar hazmetmiş
olalım. ‘Artık gerçeklere karşı harekete geçmeye karar verdim.
Ve boş yere içimi kemirmiyorum. Bu kendiliğinden oluyor, an
cak bu defa benim arzum doğrultusunda.’ ‘Şimdi artık bir saldı
rıya maruz kaldığımda farkında bile olmadan harekete geçiyo
rum. Eskiden böyle bir davranışı veya sözü bir saldırı olarak ni
telendirmemin doğru olup olmayacağını sorardım kendime ve
günlerce ne cevap vermem veya nasıl davranmam gerektiğini
evirip çevirirdim kafamda.’ ‘Geçen gün, yine her zamanki gibi,
yaptıkları eleştirileri dinlemek yerine, kalkıp gittim.’
66
Tepkilerimiz açık bir şekilde ortaya çıkar ve artık ne hisset
tiğimiz hakkında veya nasıl davranmamız gerektiği konusunda
hiçbir şüphe yaşamayız. Hiç düşünmeden “kalıyorum çünkü
kendimi iyi hissediyorum veya gidiyorum çünkü kendimi kötü
hissediyorum” diyecek kadar bizim için neyin iyi veya neyin kö
tü olduğunu biliriz.
Yaşadığımız deneyimler sonucu aşamadığımızı veya cevap
veremediğimizi gördüğümüz bir tehlike ya da saldırıdan kaç
mak daha doğrudur. Laborit’in çalışmaları pek çok hastalığın
nedeninin kaçmamak olduğunu gösteriyor. Ayrıca Uzakdoğu
sporlarında olduğu gibi “savma” ya da “geçmesine izin verme”
yoluyla da cevap vermek mümkündür, böylece karşımızdakini
kendi saldırgan duygularının gücüyle dengesi bozulmuş bir hal
de, kendisine yönelmiş saldırganlığıyla baş başa bırakırız.
69
‘İçinize dönün, hayalınızın kaynağı olan derinlikleri yoklayın...
Dışarıya bakarak, en gerçek duygunuzun o en sessiz anda size belki vere
bileceği cevaplan dışarıdan bekleyerek, gelişiminize bundan daha iyi engel
olamazsınız... Sonuçla, hayatınızın yollan burada.’
Genç Şaire Mektuplar. Rainer Maria Rilke
Kendimizi Dinlemek
Bizim için neyin iyi ve neyin kötü olduğunu anlamak için
“en gerçek duygumuzu” dinleme hakkına sahip olduğumuzu
unutmamamız gerekir. Ailemiz tarafından seçilmiş olan yolu iz
lediğimizde hiçbir kişisel yaratıcılık şansımız yoktur. Arzudan,
coşkudan ve ruhtan yoksun, neye benzediği belli olmayan bir
yaşamı sürdürür ve gitgide kendi doğamızdan uzaklaşırız ki bu,
ölümcül sonuçlar doğurabilir. Sadece kendimizi korumak adına
verdiğimiz tepkiler dışında, kendi arzularımızı ve kendi düşün
celerimizi gerçekleştirmek imkansızdır. Ve başkalarının isteme-
72
yerek de olsa düşüncelerimiz üzerinde estirdikleri bu terör bede
nimizin hareketlerini engellemeye kadar gider zira kendi coşku
larım yaşayamayan bedenimiz sonunda yaşamayı reddeder.
Kansere yakalanan Fritz Zorn, Mars
* adlı kitabında “ölüme
nasıl eğitildiğinden” bahseder: “Çocukluğumu anlatmam gere
kirse, öncelikle belirteyim ki olabilecek en mükemmel bir dün
yada büyüdüm... Sanırım kötü olan da buydu, her şeyin her za
man çok iyi olması. Eğer çocukluğumun dünyası öyle iddia et
tiği gibi sadece mutlu ve uyumlu bir dünya idiyse, ta temelinden
sahte ve yalancı olması gerekir. Ve bir şey gerçekten yalancıysa
felaket çok bekletmeden geliveriyor... Her şeye evet demek sı
kıcı bir mecburiyet veya baskı olarak algılanmadığı gibi bu, te
ninize ve kanınıza işlemiş bir ihtiyaçtı. O zamanlar kendime ait
bir düşüncem, kişisel tercihlerim ve zevklerim yoktu, aksine, o
tek kurtarıcı fikrin peşinden gidiyordum, o, düşüncelerini kabul
lendiğim ve neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilen insanların
fikrinin peşinden.”
Ve ölmeden önce şöyle yazar: “Artık yaşamayı istemediği
mizde bedenimiz hayatı kendiliğinden yok ediyor... Kanser as
lında ruhun hastalığı, tümörler ise akıtılmamış olan gözyaşları.”
Bu farkındalık, ailenin ve toplumun isteklerine çok fazla uyma
nın tehlikelerini görmek açısından önemlidir. Kendi arzumuzun
yadsınması ve nasıl davranmamız veya düşünmemiz gerektiği
nin bize başkaları tarafından empoze edilmesi sağlığımız üzerin
de yıkıcı etkiler yaratır.
İnsanın ruh halinin habis tümörlerin oluşumundaki rolü üze
rinde araştırmalar yapan kanser uzmanı profesör Simon Schra-
ub, habis tümörlerin büyük çoğunluğunun organik nedenli oldu
ğunu, ancak bu tümörlerin ortaya çıkmasını sağlayan biyolojik
süreç boyunca psikolojik faktörlerin etkili olduğunu açıklıyor.
♦Gallimard, 1982
73
Kanserin ortaya çıkmasından hemen önce hastaların özel du
rumlarla karşılaştıklarını saplıyor. Alman psikiyatr Baltrush’un
araştırmalarına göre ise, ölüm, iş kaybı veya büyük bir hayal kı
rıklığı gibi nedenlerden doğan psikolojik şoklar, çevreleriyle iyi
ilişkiler kurmakta zorlanan ve her şeye boğun eğen kişilerde ola
yın kendisinden daha ağır sonuçlar doğurur. Art arda tekrarla
nan duygusal şokların neden olduğu psikolojik bozukluklar ba
ğışıklık sisteminde değişikliklere neden olur. Ve doğal savunma
sistemimiz zayıfladığında hastalıkların patlak vermesine elve
rişli bir zemin ortaya çıkar.
Doktor Schraub ayrıca Amerikalı doktor Le Shan’nın pek
çok kanser hastası üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu, bütün
hastalardaki ortak noktanın aynı umutsuzluk ve aynı yetersizlik
duygusu olduğunu ve hepsinin duygularını içine atan kişiler ol
duklarını saptadığından bahseder. Bu insanların hepsi de tek ve
çok önemli bir ilişkiye yatırım yapmışlardı ve sevdikleri kişinin
sevgisini kaybettiklerinde, çocukları evden gittiğinde veya işle
rini yitirdiklerinde hayatlarındaki her şeyi kaybetmişlerdi. Bir
den yaşamanın hiçbir anlamı kalmamıştı.
Le Shan, ruh halinin hastalığın gelişimindeki rolü üzerine ör
nekler de veriyor. Müzisyen olmayı hayal eden John, ailesiyle
ters düşmemek adına bu isteğini gerçekleştiremediği gibi bun
dan bahsetmeye bile asla cesaret edememişti. Ve bir gün bey
ninde bir tümör olduğunu ve ameliyat olmasının mümkün olma
dığını ve sadece birkaç ay daha yaşayabileceğini öğrenir. Ve
ölümün bu yakınlığı garip bir biçimde ona güç verir. Hem, son
safhadaki kanser hastaları için özel bir metot geliştirmiş olan
doktor Le Shan’la bir terapiye, hem de ciddi bir şekilde müzik
çalışmalarına başlar. Bugün sağlığı çok iyi ve bir senfoni orkest
rasında profesyonel müzisyen olarak çalışıyor.
Kanserin son safhasındaki, rahmi ve bir göğsü alınmış ve
doktorların sadece birkaç ay ömür biçtikleri bir hasta ise nihayet
74
ailesine karşı çıkarak ve eşinden ayrılarak kendi isteklerini ger
çekleştirmeye başladıktan sonra yıllarca sağlıklı bir şekilde ya
şamaya devam ediyordu. Yarım bırakmış olduğu eğitimini ta
mamlayarak bağımsız olmasını sağlayacak bir iş bulmuştu ve
kendisini hiç olmadığı kadar iyi hissediyordu. Bir başka hasta
ise, psikoterapi sayesinde iş hayatında büyük doyumlar yaşama
ya başladıktan sonra hastalığının seyrinin yavaşladığını görme
ye başladı. Doktor Le Shan’ın söylediğine göre “Yeni yaşamını
sevdiğinden onu kaybetmemek için savaşacak gücü bulmuştu
kendisinde.”*
Bu örnekler gösteriyor ki, kaçınılmaz olan ve maalesef sağ
lığımız üzerinde olumsuz etkiler yaratan dramlar dışında, haya
tımızda bizi hasta edebilecek bazı durumları ortadan kaldırma
mız ya da en azından değiştirmemiz gerekir. Seçenekler dahilin
de -ilk bakışta pek belli olmasa da seçme özgürlüğü en önemli
şeydir- neye ihtiyacımız varsa ona göre davranmalı, mümkün
olduğunca gerçekten yapmayı istediğimiz şeyleri yapmalı ve ha
yatımızda bizim için yararlı olacağına inandığımız ilişkileri ve
bağlantıları ön planda tutmalıyız.
ZEVK KAVRAMI
“Zevkin belirtisi: yok. Zevk konusunda boş kağıt veriyo
rum.” Bazen, kendi arzumuz doğrultusunda alacağımız kararla
rın doğruluğundan emin olsak da bunları uygulamaya koymak
pek de kolay değildir. Çocukluğumuzda sıkça duyduğumuz o
‘Bu dünyaya eğlenmeye gelmedik herhalde!’ sözüne uygun bir
şekilde zevk almamaya ahştırmışızdır kendimizi.
Aldığımız eğitim çoğu zaman zevk almayı öğretmek yerine
bize sadece görevlerimizi ve buna bağlı olarak da yasakları öğ
*Hayatınız İçin Savaşabilirsiniz, ‘Reponses/Sante’ koleksiyonu, Robert
Laffont, 1982
75
retir. “...mek gerekir, ....memek gerekir.'...yapmalısın, ...yapma
malısın.” Doğruyu söylemek gerekirse, anne-babanın varlığını
ortaya koyduğu ve sosyal hayatı öğrenmede yararlı olan bu sı
nırlamalar kesinlikle gereklidir. Ancak bazen kullanılan ton çok
kabadır veya bir olaya verilen tepki olayın kendi boyutundan
çok daha büyüktür ve bu sert ses veya kırıcı tutum çocukta hak
sızlık duygusu yaratır. Çocuk, bu abartılı tepkilerin belli bir eği
tim mantığına dayanmadığını ve sadece o anki ruhsal durumla
rından kaynaklandığım belli belirsiz hisseder ve bu sürekli ezi
yet yüzünden acı çeker. “Yapma! Rahat dursana! Sus! Gürültü
yapma!” ‘Annem hayatta hiçbir şeyden zevk almadı; hayatta sa
dece görevler vardı ve onu ilgilendiren tek şey bizim görevleri
mizde şimdi ben de hiçbir şeyden zevk alamıyorum, dahası ne
istediğimi bile bilmiyorum.’
Çocukta çok erken ortaya çıkan cinsellik anne-baba için ko
lay kabul edilir bir şey değildir. Bu bazen aşırı hareketlilik ve
çığlıklarla ya da çocuğun doğallıkla ve bazen uygunsuzca sergi
lediği uyarılmalarla ortaya çıkar. Anne-babanın çeşitli bahaneler
adı altında çocuğa uyguladıkları ve çoğu zaman kendi cinsellik
lerini yaşamaktaki güçlüklerini yansıtan sansür, çocuğun ileri
deki davranışları üzerinde etkili olur. Daha neden kaynaklandı
ğından önce yasak, tehlikeli ve ahlaksızca olduğunu öğrendiği
arzuyu göstermemesi gerektiğini kaydedecektir aklına. Ve o ana
kadar doğal ve “normal” kabul ettiği bu şeye birden yasak kon
masına tahammül edemediğinden, içgüdüsel olarak anne-baba
sının tepkisini çekecek her türlü davranışı bastırmaya başlar ve
böylece, ileride bir gün neye benzediklerini bile unutacak kadar,
doğal davranışlarını ve coşkularını tutmaya alışır.
Bu kendini tutuş önce dışarıyla ilişkilerdeki canlılık üzerinde
etkiliyken daha sonra yasak kavramıyla özdeşleşmiş duygu ve
düşüncelerin canlılığı üzerinde de etkili olmaya başlar. Ancak
bir şekilde zevk alması da gerektiğinden, yasağı çiğneyerek zev-
76
ke ulaşmaya başladığını keşfedecektir ve ileride başka türlü zev
ke ulaşamaz hale gelecektir. Ve bazı konularda anne-babasının
onayını alamayacağını anlayarak, sırf sorun çıkmasın diye, bir
yandan bu gizli yasak arzuları ve rüyaları devam ettirirken öte
yandan gerçek düşüncelerini gizlemeye, onların isteklerine
“evet” demeye alışacaktır.
Artık yetişkin bir insan olduğumuzda da kendimize zevk ver
menin ahlaksızca olduğuna inanırız, özellikle de bunu bilinçli
bir şekilde önceden tasarlamışsak. Zevk almak tamamen onay
lanan bir kavramken “kendine zevk vermek” daha ikircikli an
lamlar alır, “zevk içinde yaşamak” ahlaksız bir hayat sürmekle
eşanlamlı hale gelir. Maruz kalınan, fazla sigara içmiş olmak,
fazla yemek, fazla içmek veya yeterince çalışmamak, yeterince
spor yapmamak gibi sürekli bir suçluluk duygusuyla yaşanan
zevkler hoş görülür çünkü bundan tamamen sorumlu olan biz
değilizdir ve bunlara engel olmak elimizde değildir. Bu utanç
verici aşırılıkların nedeni çoğu zaman içki, sigara, bir kutlama
ortamı veya arkadaş grubudur... üstelik ertesi sabah kendimizi
kötü hissetmemiz de kontrolü elden bırakmış olduğumuz için
pişman olmamıza neden olur. Zevkin ardından kendimizi kötü
hissettiğimizden ve bedenimiz yasak meyveleri tatmanın cezası
nı ödedikten sonra, böylece ahlak kurtulmuştur artık. Ve aslın
da, kendisini istediği gibi özgürce ifade edebilmesi için gerekli
olduğuna inandığımız bu aşırılıklar kuşkusuz ki ona sunduğu
muz zevkleri baştan suçlu kılmaktadır.
Bu aşırılıklar gerçekten gerekli midir? Tamamen bilinçli ola
rak ve açık bir şekilde zevk almamız mümkün değil midir? Ne
den bunun sağlığımıza zarar vermek bir yana onu korumak için
gerekli bir davranış olduğunu kabullenmekte güçlük çekiyoruz.
Bedenimizin ihtiyaçlarına ve arzularına uygun olarak yaptığı
mız her şey ve aldığımız her karar onun dengesini bozacak aşı
rılıklardan çok daha yararlıdır.
77
Geçici bir keyif, dış etkenlerden kaynaklanması nedeniyle,
bir anlamda “maruz kaldığımız” bir şeydir. Bizim isteğimiz dı
şında gelişmiş olduğundan ve bilinçli ve özgür bir şekilde zevki
aramadığımızdan bunun bizim kendi deneyimimiz olduğunu
söylemek mümkün değildir. Bir an için kendimizi iyi hissetsek
de hiçbir derinliği ve dinginliği yoktur bunun.
Hastalık, Sanat ve Sembol
* adlı kitabında Groddeck hasta
lıkların önlenmesinde “kendimize özen”in hayati öneminden
bahsediyor: “Bir doktor olarak, insanların kendileriyle ne kadar
az ilgilendiklerini görmek korkunç bir şey; buna, sözümona
egoist kişiler de dahil, hatta kendileriyle en az ilgili olanlar bu
kişiler. Hayatları genellikle bitmez bir kaçıştır. Kendi benlerinin
hizmetinde olduklarını düşünmekte haklı olabiliriz, ancak ger
çekte benlerine gösterdikleri bu özen aslında ‘kendilerinden’,
gerçek ruhlarından korktukları içindir. İnsanların kendilerine,
sesini duyurmak ve nihayet dikkate alınmak için rüyalar, hatta
çeşitli fiziki semptomlar gibi bin bir yol deneyen gerçek ruhla
rının o sessiz ve ısrarlı yakarmalarına daha fazla ilgi gösterme
lerini umardım.”
78
zulayacağım düşünerek sadece onun “için” yaptıkları şeyler hiç
de o insanın gerçekten istediği şeyler değildir. Üstelik, onca fe
dakarlıklarla yapılan bu iyiliğe karar veren kişi kendisi değildir
ve ölçüsüz çabaların er ya da geç yaratacağı rahatsızlıklara ve
tatsızlıklara maruz kalmayı istememektedir.
Sevdiğimiz kişilere kendimizi feda etmek onlar için gerçek
ten bir armağan mıdır? Onların iyiliğini düşündüğümüz bahane
siyle, çoğu zaman taşıyamayacakları bir suçluluk duygusu yük
lemiyor muyuz omuzlarına? Beklentilerimizin sınırsız ve bor
cun sonsuz olduğu duygusunu vererek kendilerini sürekli rahat
sız hissetmelerine neden olmuyor muyuz?
Katılmayı kabul ettiğimiz bir davette, biraz da olsa sıkıldığı
mızı hissettiğimizde, bunu davet sahibine yansıtıp bize karşı
borçlu olduğunu hissettiriyorsak zamanımızı ve enerjimizi ar
mağan ederek o davete katılmış olmamızın ne anlamı kalır? Ta
bii ki gerçekten görev icabı katılmamız gereken veya pek hoş ol
masa da hazır bulunmamız icap eden bazı acılı olaylar dışında,
sevdiğimiz kişi “için” yaptığımız her şeyi, sadece kendimiz için
değil, özellikle onun için zevkle yapmamız gerekir. Mutsuz ve
isteksizce yaptığımız her şeyde kaçınılmaz olarak bir karşılık
bekleriz ve yaptığımız şeyden ne kadar zevk almıyorsak beklen
timiz de o kadar büyüktür. İstediğimiz zaman bir şeyler verdiği
mizde bu hareket özgürlüğü karşımızdaki insanın da daha özgür
hareket etmesini sağlar ki gerçek cömertlik de budur.
Bazen aileden birini, eşimizi veya iş ortağımızı mutlu olma
yı beceremememizin nedeni olarak görürüz. Kendi kendimize
koyduğumuz sınırları görmektense başkaları tarafından konulan
sınırlara inanmak daha katlanılır bir şeydir. ‘Eğer bana yardım
etmiş olsalardı...’ Böyle durumlarda isteklerimizi gerçekleştir
miş olabileceğimize inanmaya devam etmek hala mümkündür,
tabii ki eğer şartlar başka türlü gelişmiş olsaydı veya etrafımız-
dakiler başka türlü davranmış olsalardı... Aptalca olduğunu bil-
79
eliğimiz ancak değiştiremediğimiz kendi imkansızlıklarımızı
gizlemek adına, çoğu zaman kendi kendimize meydan verdiği
miz bu engellemeleri kabulleniriz. Her ne kadar bize zevk vere
cek olsa da. hayatımızı zorlaştıracak olan, o kararlılığı ve deği
şimi yaşayamamanın doğuracağı sıkıntıdansa dış engellerden
kaynaklanan o bir şey yapamamanın konforunu yaşamayı tercih
ederiz.
Zevk Almak
Çok daha derin nedenlerle zevk alamadığımız, kendi arzu
muza kulak veremediğimiz durumlar da vardır. Örneğin yasak
bir arzunun unutulmuş anısı, ensest arzu, korkunç bir şiddet uy
gulama arzusu, ölüm arzusu veya sevdiğimiz ve kendimizi so
rumlu hissettiğimiz insanların mutsuzluğu göz önüne alınarak
yaşanamayan arzu gibi. ‘Annemi her gün onca mutsuz görüyor-
ken ve mutsuzluğundan sorumluyken nasıl zevk almayı düşüne
bilirdim!'
Zevk almak bizi o kadar mutsuz kılan kişilerden hak iddia et
mekten vazgeçmek anlamına gelir aynı zamanda. Mutlu olmak
sa sonuçta onlara hak vermektir; hayatımız boyunca bize yapmış
oldukları korkunçlukların izlerini taşımıyorsak, hiç de düşündü
ğümüz türde canavarlar değillermiş demek ki. Uğradığımız bü
tün haksızlıkların, maruz kaldığımız bütün acımasızlıkların tek
kanıtı yaşama acımızdır. Çocukluğumuzda bizi sevmemiş olan,
bugün artık görmek için hayatta olmasalar da, bizi nasıl da mut
lu etmeyi bilemediklerini kanıtlamaya uğraştığımız “onlar”.
Hem sevgi hem de öfke duyarız onlara: O acılı şefkat beklenti
lerini haklı çıkartacak bir sevgi ve hayal kırıklığıyla sonuçlanan
beklentilere verilebilecek tek cevap olan öfke.
Kendine zevk verme arzusu da tıpkı duygular gibi ikircikli
olabilir bazen. ‘Kalmak istediğim halde gidiyorum ve gitmem
gerekirken de kalıyorum. Kamım aç olmadığı halde yemek yi
yip açken de kendimi yemekten mahrum bırakıyorum. Asla zev-
80
kime göre davranmıyorum dahası tam tersini yapıyorum. Kar
şımdakilerin benden olmadığım gibi olmamı beklediklerini his
sediyorum ve onların beklediklerinin tam tersini yapıyorum.’
Bazıları, çocukken kendilerine asla değer verilmediği veya
başkalarının hoşuna gidecek şeyler yapmaya çabaladıklarında
asla ödüllendirilmedikleri duygusunu taşırlar ya -mutlak bir mü-
kemmeliyetçilik kaygısıyla- yaptıkları asla yeterince iyi değildir
ya da “her zaman’’ onlardan daha iyi yapan bir ablaları ve ağa
beyleri vardır. Bu kişilerin ileride kendilerine değer verip, hoş
şeyler yaşamaları, olumlu ve değer verici ilişkiler kurmaları çok
güçtür.
Hoş bir ilgi, bir iltifat veya şefkatli bir hareket gibi zevkler,
çok uzun süre beklenmiş olmaları nedeniyle, kaçıp uzaklaşma
larına neden olabilir, zira bu, geçmişte kendilerine bu sevgiyi
göstermeyi becerememiş olanlara karşı duydukları o bastırılmış
nefreti canlandırır. Artık bu davranışları beklemediklerinden is
temeyi düşünmek akıllarına bile gelmez, hatta bu tür davranışla
rı kabullenmekte zorlanırlar da. ‘Şefkat ya da minnet gösterisi
gibi beni duygulandıracak bir hareket yapıldığında bundan mut
lu olmak yerine ağlamak istiyorum. Bu çok fazla, hem çok faz
la, hem de çok fazla bekledim ; artık taşıyor ve hıçkırıklarla ağ
lamak istiyorum.’
Hiç şımartılmadıkları için, bir gün ne başkaları ne de kendi
leri tarafından şımartılmayı normal karşılayabilirler... Çünkü as
la içsel özgürlüğü tanımamışlar ve kendilerinde, sadece kendile
ri için iyi bir şey yapma hakkını görmemişlerdir. ‘Kendime ne
zaman biraz pahalı bir şey alsam suçluluk duygusuna kapılıyo
rum.’ ‘Fark ettim ki, hoşuma gidecek bir şey yapmak için hep
başkaları için yapıyormuş bahanesi yaratıyorum. Sadece kendim
için bir şey yapacak kadar önemli görmüyorum ve yeterince
sevmiyorum kendimi.’ ‘Eğer tam da hayal ettiğim şekilde kendi
hoşuma giden bir şey yapıyorsam bundan zevk almak yerine
81
kaçmak istiyorum. Sanki bu mutluluğa hakkım yok gibi, sanki
hayal, hayal olarak kalmalıymış gibi ve sanki bu hayali gerçek
te yaşamak büyümekmiş gibi.’
Kendimize mutlu olma izni vermediğimizde kendi zamanı
mızı ve alanımızı başkalarının sürekli müdahalelerinden koru
mayı düşünmeden, onların kendi arzularıyla bizi istila etmeleri
ne kolaylıkla izin veririz. Bizden istediklerine bir türlü “hayır”
diyemeyip bunları bir zorunluluk olarak görürüz, hem de ayrım
yapmaksızın ve iyi ya da kötü mü olduğunu hiç düşünmeden.
Kendimizi karşımızdakinin yerine koyarak, kendimize yapılma
sına tahammül edemeyeceğimiz bir şeyi ona da yaşatmamak
amacıyla, vereceğini tahmin ettiğimiz tepkiye uygun şekilde
davranırız. ‘Arkadaşımı birlikte bir akşam geçirmeye davet edip
de olumsuz cevap aldığımda kendimi terk edilmiş hissediyorum.
Ben asla hayır demiyorum, çünkü kendimi karşımdakinin yeri
ne koyup, hayır dersem ona ne kadar kötülük etmiş olacağımı
görüyorum.’
Çatışmayı önlemek adına sürekli her koşulda ‘evet, elbette’
veya ‘her şey yolunda, hiç sorun değil’ dediğimizde bu evet’in
bir değeri yoktur, bu yolla sadece karşımızdaki kişiden gelebile
cek saldırılardan korunmak amacıyla kendi öfkemizi yumuşak
bir maskeyle gizleriz. ‘Asla evet veya hayır demiyorum... benim
yerime karşımdaki karar verecek şekilde davranıyorum; asla bir
konuşmayı ilk kesen veya ilk giden olmak istemiyorum. Diğeri
nin mutsuzluğundan sorumlu olmak fikrine katlanamıyorum.
Ama sözüm ona başkaları için yaptığım şeyi aslında kendim için
yaptığımı biliyorum ve bu kendimi rahat hissetmeme engel olu
yor, doğal davransam kendimi daha iyi hissederdim eminim.’
Davranışlarımız maalesef tamamen sahte olan bu memnuni
yet duygusunun tersini söylemektedir ve bu davranış ne kadar
sahteyse çevremizde oluşan huzursuzluk da o oranda büyüktür.
Saldırgan hislerimizi tamamen bastırmamız imkansızdır, olsa
82
olsa yollarını değiştiririz. ‘Kendimi tutmamın anlamsız olduğu
nu biliyorum, çünkü eninde sonunda patlıyorum.’ Ne kadar şid
detli olduğunu çok iyi bildiğimizden ve bu şiddeti kendimize da
ima yasaklamış olduğumuzdan, saldırganlığımızı sürekli frenle
meye çalışırız. Çevremizdekilere ne kadar çok zarar vereceğini
bile bile nasıl izin veririz bazı sözlerin ağzımızdan çıkmasına
veya bazı davranışlarda bulunmaya? Üstelik de bunlar ilk anda
en çok sevdiğimiz kişilere yöneldiğinden nasıl suçlu hissetmez
insan kendini?
Saldırganlığımızı bastırmaktan, hatta yadsımaktan başka ya
pacak bir şeyin olmadığı durumlar da vardır bazen. Hasta olan
ve çektikleri acı nedeniyle zaten biraz sükunete ihtiyaçları olan
bir anne-babaya bile bile nasıl öfke duyar insan? Anne-baba dra
matik bir şekilde erken ölmüşlerse, terk edilmişlikten veya iha
nete uğramışlıktan nasıl bahsetmeli? Ve nihayet, son derece bo
ğucu bir sevgiye maruz kalıp kendi arzularımızı asla dile getir
me şansımız olmamışsa, böyle kusursuz bir anne-babadan dav
ranışlarını değiştirmelerini nasıl beklemeli? Onca “fedakarlıkta
bulunmuş” bir anne-babaya karşı nasıl kendini sürekli borçlu
hissetmez insan?
Bu koşullarda insanın kendinde, kendisi için iyi olacağına
inandığı şeyleri isteme hakkını görmesi, bunu dile getirmesi ve
hatta diğerlerinden bunu istemesi çok güçtür. Bazen karşımızda
ki insana dolaylı bir şekilde ne istediğimizi belli etmeyi başar-
sak da, açıkça söylemediğimiz için mesajımızın içeriğini doğru
algıladığından emin olamayız, tıpkı onun da bizim ne istediği
mizden emin olamadığı gibi.
Diğerlerinin de duymasını istiyorsak kendi arzumuza önce
kendimiz kulak vermeliyiz. Böylece kendimize onu tatmin etme
olanağı verirken diğerlerinin de bizi tatminsiz bırakmış olmak
tan dolayı huzursuz olmalarını engellemiş oluruz. ‘İsteklerimi
kabul ettiremediğimde kendime çok kızıyorum. Ancak bunun
83
bir faydası olmadığını bildiğimden iyice kızıyorum. Karşımda-
kinin isteklerine razı geliyorum ancak bunu o kadar kötü niyet
le yapıyorum ki, ona pahalıya ödetmekte gecikmiyorum.’
Kendi yolunu bulmak ve bunu başkalarına kabul ettirmek
egoistlik olarak değerlendirilir ve diğerlerini hiç hesaba katma
dan sadece kendi keyfini düşünmek olarak algılanır. Oysa “ha
yır” demeyi bilmek, bütün varlığımızı ortaya koyarak, en yarar
lı bir şekilde ve sadece karşımızdakini seçtiğimiz için “evet” de
me hakkını elimizde tuttuğumuz anlamına gelir ve bu gönüllü,
sorumlu ve olgun bir “evet” olacaktır, vaktimizi onunla geçir
mekten memnun olacağımızı ve bu iletişimin kalitesine inandı
ğımızı kanıtlayan bir “evet”.
Tersine, karşımızdakinin bizden beklediğini sandığımız şey
ler doğrultusunda hareket etmek siste yol almak gibidir; yapabi
leceğimiz sadece onun duygularını tahmin etmektir, kendi duy
gularımızı ise asla keşfetme şansımız yoktur. Kendi seçim kri
terlerimizin ne olduğunu bile bilmeden, seçmediğimiz kararlar
veririz. ‘Karşımdakinin beni sonsuza kadar seveceğini söyleme
si onu koşulsuz sevmeme yetip de artıyor bile. Ona olan sevgim,
kendisinden ziyade başka faktörlere bağlı. Gerçekten ne hisset
tiğimi hiçbir zaman bilemiyorum, duygularım çoğunlukla ona
değil, ruh halime veya gündelik olaylara bağlı.’
Yöneldiğimiz kişi aslında kendi yarattığımız bir kişidir. O
anda orada bulunduğu ve almaya müsait olduğu.için taşan sev
gimizi ona verip şefkate boğarız. ‘Yalnız olmaya tahammül ede
miyorum. O sadece boşluk doldurmak için burada.’ Almayı is
teyip istemeyeceği şeyler ilgilendirmez bizi, onu olduğu haliyle
değil, olmasını istediğimiz haliyle görürüz.
Onu sadece kendi arzumuzu tatmin etmek üzere yaratmışız-
dır ve isteklerimize verdiği cevaptan başka hiçbir şey ilgilendir
mez bizi. Bize karşı sürekli “nazik olmasını’’, her zaman her şe
yi onaylamasını ve elbette bizi daima sevmesini bekleriz. İyi bir
84
ayna, koruyucu bir destek ve yaralarımıza etkili bir merhem ola-
biliyorsa eğer, rolünü mükemmel yerine getiriyor demektir.
Kendisine biçtiğimiz rolün arkasındaki insanı görebilmek
için, ona zaman ayırıp gerçekten onunla ilgilenmeyi öğrenme
miz gerekir. Ancak başkasını düşünebilmek için, kendimizden
başkasını düşünmemize olanak vermeyen, kendimizle ilgili o
aşırı kaygılardan kurtulmamız gerekir; kendi imajımızı düşü
nüp, şüphelerimizle boğulmuşken diğerinin neler hissettiğini
duymamız mümkün değildir.
Oysa diğeri bir ihtiyacı gidermek için değil, onu seçmiş ol
duğumuz için vardır. Onu dinlemek, görmek ve daha yakından
tanımak için seçmişizdir, o kadar ilgiliyizdir ki, ona vakit ayır
maktan mutlu olur, sevgi ve dostluğumuzu veririz, gerçek arzu
larını öğrenmeye çalışıp bunlara saygı gösteririz ve varlığı bize
o kadar zevk verir ki bunu dışa vurup onunla paylaşırız.
Bu seçimi kabul ettirmek, suçluluk duygusu yaratmamalıdır,
zira karşımızdaki insana olmasını istediğimiz gibi değil, ancak
gerçekte olduğu haliyle ulaşmanın tek yolu budur. Nietzsche der
ki: ‘Bazıları yakınına yönelir çünkü kendini arıyordur, bazılarıy
sa uzağa çünkü kendini unutmak istiyordur. Kendinizi sevmiyor
oluşunuz yalnızlığınızı zindana dönüştürür.’
86
Cesur, cömert hatta fedakar bir anne ya da baba karşısında bu
örnek davranışlardan en ufak bir sapma fikri bile suç teşkil eder.
Sonuçta ya bunlara boyun eğeriz ya da zaten o seviyede olmadı
ğımızdan emin bir şekilde “şiddetle karşı çıkarız”. Eğer anne-
babamız örnek bir çift oluşturuyorsa kendi evliliğimizi onların
kiyle kıyaslarız ve ilişkimizin hiç de hayal ettiğimiz gibi olma
dığını acıyla fark edip, ideal eşe rastlamamış olduğumuza inanı
rız. Eğer anne-baba kendi alanlarında özellikle “başarılı” olmuş
larsa, onların beklentilerine cevap veremediğimizden kendimizi
özellikle bir “hiç” gibi hissederiz ve bu ya aşırı bir çabaya ya da
tam bir başarısızlığa iter bizi.
Bazı eğitimlerde hataya yer yoktur. Anne-baba asla hata yap
madıklarına inandırmışlardır çocuklarını veya çocuklar buna
inanmak istemiş de olabilirler. “Tek yapman gereken...” “...yap
malıydın” gibi sözlerle cesaretlendirmeye çalıştıklarını zanne
derken aslında çocukta komplekse ve içe kapanmaya neden ol
muşlardır.
‘Anne-babamın her zaman mükemmel olduklarına inanıyor
dum. Daima iyi niyetle en iyiyi yaptıklarına inandırdılar beni,
öyleydiler de zaten. Ve bu mükemmeliyetçi yoldan her uzaklaş
mayı kendi ideal imajımdaki bir çatlak olarak yaşadım, onların
sevgisine ihanet ediyor, beklentilerine cevap vermiyordum.’
‘Anne-babamın arzuları o kadar benim arzularım haline dö
nüştü ki, bir kadınla karşılaştığımda kendimden önce ailemin
hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünüyorum! Ben de ailem gibi
aşırı mükemmeliyetçiyim ve ona şöyle diyorum: Seni seviyo
rum, ancak...’ Anne-baba mükemmelliği temsil ettiklerinden, bu
mükemmelliğe uymamak elbette düşünülemez bile. Ancak bek
lentiler o kadar büyük ve yasaklar o kadar ağırdır ki en ufak bir
kendini düşünüş bile affedilmez bir hatadır ve bunu hatırlatan
her şey dayanılmaz acı verir. Bu ideal kişi olma çabası öyle yo
ğundur ki sonunda bitkin düşeriz.
87
‘Kendimi hem dış görünüş hem de karakter yönünden mü
kemmel göstermeye çalışıyorum. Başkalarının beni makyajsız
görmelerine tahammül edemiyorum, duygularımı da mükemmel
bir yüzün ardına gizliyorum. Bu o kadar büyük bir adaptasyon
gerektiriyor ki, bazen kendimi tamamen unuttuğum hissine ka
pılıyorum ve daha sonra kendimi bulmak ihtiyacı duyuyorum.
Aslında en doğrusu hem kendi isteklerimi hem de diğerlerinin
isteklerini uyum içinde yaşatabilmek olurdu, böylece kendimi
toparlamak için yalnız kalmaya ihtiyaç duymuyor olurdum. As
lında beni rahat bırakmaları değil istediğim, kendi kendimi rahat
bırakmam.’
Eğer her şeyden önce ailemiz ne “olmamız” gerektiği hak
kında kesin bir fikre sahipse, bizim kişiliğimizi hiç göz önünde
bulundurmadan kendi isteklerini kabul ettirmeye çalışacaklar
dır. Onların tutkuyla sevdikleri bir alana hiç eğilim göstermiyor
olabiliriz. Hatta bu istek öyle geniş yer tutar ki uyguladıkları
baskı yüzünden coşkumuz doğallığını ve içtenliğini yitirir. Ör
neğin, çok erken yaşta sürekli müzelere taşınmışsak buna tepki
olarak resim sevmememiz mümkündür ya da müzik dersleri bi
ze öyle empoze edilmiştir ki bunu istemiş olup olmadığımızı as
la anlayamamışızdır.
Ancak çok sonra, yetişkin bir insan olup seçimlerimizde öz
gür hale geldiğimizde, geçmişteki eğitimimizden faydalanmayı
öğreniriz; bunu bir zenginlik olarak kabul edip bu yolla resim ya
da müzik gibi bazı zevklerin tadına varmanın ayrıcalığını yaşa
mış olmaktan memnuniyet duyarız. Çocukken ihtiyacımız olan
şey, ailemizin istekleri dışında tek başımıza var olmak, kendi is
teklerimizi keşfedip, hatalar yaparak da olsa, kendi deneyimle
rimizi yaşamaktı. ‘Babam için önemli olan tek şey sınavlardı.
Sonuç mu? Lise bitirme sınavını veremedim. Başkalarının sizin
için istediği şeylere boyun eğmek ölüm demek.’
Ancak, anne-baba, kendileri için önemli olduklarına inandık
ları şeyleri çocukları için de istemesinler mi? Geçmişte kendi
88
yaptıkları hatalardan veya gelecekte olabilecek olanlardan onla
rı korumayı neden istemesinler? Çocuklarının başına gelmesin
den korktukları ve onun aracılığıyla bir kez daha yaşamayı iste
medikleri mutsuzluklar yüzünden önceden acı çekerler. Çocuk
larının kırılganlığını bahane ederek -ki aslında bu kendi kırıl
ganlıklarıdır- ve dramatik senaryolar üreterek onları aşırı koru
ma altına alırlar, ancak böyle yaparak korumak yerine kaygıla
rını aktarırlar onlara. ‘Babam, en ufak bir ağrıda neredeyse va
siyetnamesini hazırlayacak. Fark ettim ki, -bunu anlamak için
bayağı zaman harcadım- ben de aynı onun gibiyim, en ufak bir
şeyden kaygılanıyorum.’
Çocuk adına duyulan kaygılar genellikle açıkça söylenmez.
Oysa çocuk tepki de gösterse açıklık, onun kaygılarla başa çıka
bilmesini sağlar. Bunlar söylenmediklerinde çocuk tarafından
görünmez bir tehlike olarak algılanıp sezgisel olarak hissettiği
bir endişe yaratırlar. Bu, çocuğun davranışlarında tutukluğa yol
açar ve hem soyut olup hem de her an var oluşu nedeniyle aşıl
ması oldukça güç bir engeldir bu.
Kendisinden beklenen şeyler için de aynı durum geçerlidir,
reddetse bile bunları bilmesi kendisi için daha yararlıdır; böyle
ce, anne-babasını tatmin etmek isterse bunu yapacaktır. ‘Benim
mutluluğumu istiyorlardı ve nasıl mutlu olmam gerektiğini bili
yor gibiydiler; tabii ki bu benim mutluluk anlayışımdan tama
men farklıydı. Ancak, olaylar hakkında kendi görüşlerini söyle
mek yerine sadece memnuniyetsizliklerini dile getiriyorlardı.
Ayrıca bunu da asla doğrudan dile getirmeyip üstü kapalı eleşti
rilerde bulunuyorlardı: Çok güzel, ancak... bu ancak’ın altında:
Başka türlü olsaydın, başkası olsaydın... sevgime layık olabilir
din demek yatıyordu.’
İnsan kendisini bir hiçle veya yalan kokan bir “her şey yolun
da” ile nasıl bulabilir? Hiçbir şey anlamadığımız bir isteği tat
min etmeyi nasıl düşünürüz? Var olmayan temeller üzerine ken-
89
di yaşamımızı kurmak mümkün mü? Hiçbir şeyin başarı olarak
kabul edilmediği bir yerde başarmak için çabalamanın ne anla
mı vardır ve hiçbir zaman tamamen onaylandığımızı hissetme
diğimize göre zaten ne yaparsak yapalım başarısız sayılmıyor
muyuz?
Anne-babalar yeterince belirgin değer ölçüleri edinmemiş-
lerse eğer, çocuklarına bunları nasıl aktarsınlar? Kendileri olay
lar karşısında korkak veya içe kapanık davranıyorlarsa bunu ço
cuklarına aktarmamaları mümkün mü? Beklentileri kendilerinin
sunduğu örnekten farklı olabilir bazen: ‘Annemin, hayatında
hiçbir şeye cesaret edememiş biri olarak, bana sürekli atılgan ol
mamı söylemesine inanamıyorum.' Tıpkı anne-babamızın ken
dileri için istediklerinin gerçekdışı olduğu gibi, bazen arzu ger
çekdışı, kararsız, değişken ve temelsizdir. Bazen de, verilen eği
tim toplum tarafından dikte edilen her şeyi mümkün olduğunca
en iyi şekilde uygulamayı gerektiren bir burjuva bilinciyle öyle
işlenmiştir ki, çocuk için arzu, duygudan yoksun bir arzu olarak
kalır. Yine bazen, kalabalık ailelerde anne-babanın çocukları
için arzuladıkları, çocuklar arasında o kadar bölünmüştür ki, ço
cuk diğerleri arasında gerçekten var olmadığını hissedebilir,
varlığı belli belirsizdir.
Ailemizin bizim üzerimizdeki etkisinden kurtulmak için za
mana, analize ve dışarıdan destek almaya ihtiyacımız vardır. Ve
bazen de, kurtulmak için bulup ortaya çıkartmamız gereken şey
o tuhaf beklentilerinin gerçekte ne olduğudur; kendilerinin başa
ramadıklarını bizim başaracağımızı umduklarından, bizde ken
dilerinin bir devamını görmeyi beklerler. Ancak, bütün bunlar
dan kurtulup, ne olursa olsun kendi gerçek arzumuzu keşfetme-
li ve girişimlerimizde başarılı olabilmek için sadece bu arzu
doğrultusunda hareket etmeyi öğrenmeliyiz.
90
HAYAL DÜNYASI
Önce aile, daha sonra da toplum bize kullanım kılavuzuyla
birlikte, tamamen hazır arzular sunar ve biz de bunlara uyum
sağlayarak mutluluğu bulacağımız yanılgısını yaşarız. Gerçek
likten yoksun hayallerin büyüsüne kapılıp, mutluluk görüntüsü
ne aldanmamak için son derece dikkatli olmak gerekir. Mutlu
luk gibi görünen, oysa gerçekte hiç de mutluluk hissi yaratma
yan imajlardan sakınmalıyız.
Hayatımızı tamamen bayağılaştıran bu kolay aynalar, bütün
bu hazır imajlar kendimizi asla mutlu hissetmeden mutlu oldu
ğumuz görüntüsü verirler. ‘Bir kutlamaydı bu ve insanın kendi
ni keyifli ve neşeli hissetmesi için gerekli her şey vardı. Bir sü
rü insan eğlenmek için gelmişti, havai fişekler ve müzik insanı
rüyalara sürüklüyordu ama ben gittikçe büyüyen bir üzüntü his
sediyordum içimde, dahası üzüntüm arttıkça yaşadığım şeyle
yaşamam gereken şey arasındaki tezat da artıyordu!’
Hem eğitim, hem de gittikçe daha önemli bir rol oynamaya
başlayan medya ve reklamlar aracılığıyla sunulan imajlar düşün
celerimize kadar istila ederler bizi. Sürekli tekrarlanan bunaltıcı
kalıplarla başımız döndürülür ve eğer dikkatli olmazsak bütün
bu “görünüşteki” başarı örnekleri kendimizi kötü hissetmemize
91
neden olabilir. Ortaya serilen bu mutluluk ve lüksün, şıklığın,
güzelliğin, neşenin onca uyumlu bu birlikteliği karşısında kendi
hayatımız bir haksızlık gibi görünür gözümüze. ‘Bir dergide
genç, mutlu ve güzel sayılabilecek, sözüm ona bir yıldız görmek
bile kendimi çirkin bir hiçmişim gibi hissedip hayatımı tama
men boşa harcamış olduğumu düşünmeme neden oluyor. O her
şeye sahipken benim hiçbir şeyim olmadığını düşünüp kim ol
duğumu unutarak onun yerinde olmayı istiyorum.’
Sunulan bütün bu imajlar, kendimizi geçici de olsa bunlarla
özdeşleştirme olanağı sunar, artık imajlara sadece bakmıyoruz-
dur, ta içindeyizdir. Düşüncelerimiz, uyanıkken görülen bir rü
yayı andıran bu imajların peşinden sürüklenir. Neredeyse kimlik
kaybı olarak niteleyebileceğimiz ve bedenimizin sanki bizden
başka birine ait olduğu bu büyülenme anında, bizi rüyalara sü
rükleyen hiç tanımadığımız bir insanın hayatını yaşamak üzere
kendi hayatımızdan uzaklaşırız. Sınırlarımızı unutuveririz ve
mutluluk birden ulaşabileceğimiz bir mesafededir artık.
Bizim adımıza mutluluk tanımlanmış, yaratılmış ve sahneye
konmuştur, dekor ve kostümler hazırdır, yapmamız gereken tek
şey provalara başlamaktır. Toplumla tamamen uyumlu, ancak
biraz da marjinal, dinamik ancak aynı zamanda rahat ve tabii ki
genç, güzel, zengin ve olağanüstü bir aşk hikayesi yaşamaya ha
zır bu kadın veya erkek rolünü oynamayı başarabilecek miyiz?
Güzel bir manzara karşısına park etmiş bir araba, hareketli ve
son'derece eğlenceli bir arkadaş toplantısı, muhteşem güzel yer
lerde sevgiliyle yapılan gezintiler... tüm bu yaşananlar bir rek
lam filminde oynadığımız hissini yaratır.
Hatta günümüzde mutluluk, bir tüketim maddesi haline dö
nüşmüştür, gazeteler, filmler ve reklamlar bize asla yeterince
“mutlu” olmadığımız duygusunu verirler. Son model bir çama
şır makinesi veya rüyalarımızın arabasını almış olmak bile tat
min olmamız için yeterli değildir, zira bu konuda yapılan reklam
92
sorana tOi
anında daha başka istekler uyandırır. Araba ya da çamaşır maki
nesinin yanında telkin edilen, bunların kalitesinin sağlayacağı
eşsiz anların yoğunluğunu, özgünlüğünü, egzotikliğini ya da en
basitinden o huzurlu dinginliğini de elde etmek zorunludur artık.
Ait olmadığımız bir dünyanın bize ait olmayan zenginlikleri
ni gösteren bu imajlar son derece tehlikelidir, kendi dünyamızla
kıyaslandığında, bu eğlencede “kibritçi kız” rolündeyizdir. Oy
sa doğru olan sahip olduğumuz zenginliği değerlendirmektir
çünkü hepimizin keşfedilmeyi ve değer verilmeyi hak eden bir
zenginliği mutlaka vardır. Eğer sürekli olarak tatminsizliğimize
nedenler buluyorsak hayatımız bize çekilmez ve yoksunluklarla
dolu görünür ki bu imajlar tamamen basmakalıp olduğundan bu
yoksunluk iyice saçmadır.
Çoğu zaman, bunu bilinçli bir şekilde fark etmesek de, gaze
teler her gün, küçük dozlarda, düşlerimizi süsleyecek imajları in
ce ince işlerler. Bir kadın dergisinde yayınlanan şu makale gibi:
“Çalışmaya ve başarı hırsına son. Kadın artık yaşamaya ka
rar verdi. Daha dün, uçaktan inip şirketin arabasına atlayan,
marketten çıkıp seminere koşan, okul aile birliği toplantısından
sonra şirketin yönetim kurulu toplantısına katılan kadın, bugün
artık koşmak ve kimseye bir şeyler kanıtlamak istemiyor. O hal
de işini terk edip eve mi kapanacak? Ah! Tabii ki hayır! Elbette
ki onca güçlüklerle elde edilmiş bir bağımsızlıktan vazgeçmek
söz konusu değil. Sadece, çocuklarının büyüdüğünü görmek
için, çalışma ritmini değiştirerek para kazanmaya devam etmek
söz konusu olan.”
Kimden bahsediliyor burada? Kendilerine parlak bir sosyal
hayatı başarabileceklerini kanıtladıktan sonra bundan böyle
kendilerini aile yaşamlarına adamaya karar veren kaç tane kadın
vardır bu tabloya uyan? Yukarıdaki makalede, “yüzyılın fırsa
tı ”nı (altına araba verilip, Paris-New York arasında haftada bir
Concorde’la uçmayı) reddedip kendisine ve ailesine zaman ayır-
93
mayı seçen bir kadın örnek gösteriliyor. “Bütün dünyayla anlaş
malar imzalamaktan ve milyonlarla oynamaktan” bıkmış ve “ça
lışmayı bırakıp, ipek sabahlıklar içinde evde kocasını bekleme
yi” hayal eden bekar bir kadın ise bir diğer örnek. Eşleriyle dö
nüşümlü olarak bir yıl çalışmama kararı alan sanatçılar, “özgür
takılan” ve çalışma saatlerini istedikleri şekilde ayarlayan ser
best meslek sahipleri veya eşlerinin geliri sayesinde, “çocukları
nın büyüdüğünü görebilmek için” (birkaç yıl) çalışmaya ara ve
ren kadınlar...
Neden olmasın? Ancak bu seçim üstü kapah bir şekilde za
ten “her şeyi” başarmış olduklarını hissettiriyor, en azından dı
şarıdan bakıldığında başarmış görünüyorlar, göz önüne serilen
ler “sahip oldukları” şeyler, heyecan verici bir meslekleri, hari
ka bir evleri, mükemmel bir kocaları ve olağanüstü çocukları
var! Ve böylece bugün (gelecek yıllarda kuralların ne olacağını
bilemeyiz), hatırlayınız, daha düne kadar şikayetçi oldukları o
organizasyon problemleri yüzünden (işleri başından aşkın süper
kadınlar) bunalmama lüksünü sunabilirler kendilerine.
Bu, bütün kadınları başarısızlığa şartlandırmıyor mu? Özel
likle de hala kariyer yapmak ve bağımsız olabileceğini kanıtla
mak arzusu taşıyan kadınları. Artık onlar için çok geç gibi görü
nüyor! Ne kocası, ne de çocuğu olanlara gelince: İmajlarında ai
le fotoğrafı eksik! Ve iyice belirlenmiş bu çerçeve dışında mut
lu qlmayi becerebilen cesur kadınlar varsa eğer, en azından bil
melidirler ki yaşadıkları çağın tamamen dışındalar!
Hareket özgürlüğü nerede? Bu, daha az değer verilen işlerde,
özellikle de çocuklarıyla yakından ilgilenebilmek için daha faz
la boş zamana ihtiyaçları olduğunu anlamayan otoriter bir pat
ronla çalışan kadınların veya çok erken yaşta çocuk sahibi olup
arzuladıkları mesleki kariyeri yapamamış ya da tam tersi seçtik
leri meslek uğruna bir süre için de olsa duygusal hayatlarını fe
da etmiş kadınların kendilerini suçlu hissetmelerine neden ol
maya yeter de artar bile.
94
Kendilerine yardımcı olmak yerine, hayatlarının değersiz ol
duğu izlenimini veren bu tür makalelere karşı bilinçli tepkiler
gösteren okuyucular da var: ‘Artık bu kadın dergilerini okuma
maya karar verdim. Son moda kıyafetler, yeni çıkan kremler,
mucize ürünler, bir sürü yeni ıvır-zıvır, modanın yeni adresleri...
Bütün bunlar insanlara bir takım kompleksler vermekten başka
bir şeye yaramıyor! Okuduklarım yüzünden tamamen şartlan
mış bir haldeydim ve ne yaparsam yapayım asla yeterli olmadı
ğını düşündüğümden kendimi sürekli kötü hissediyordum.’
Tuhaf bir şekilde, onu pek uygunsuz bir biçimde gözler önü
ne seren bu idealleştirmeden vücudumuz da payını alır. Vücu
dun ön planda olduğu bir dönemde herkes sportif olmak, diri ve
kaslı bir vücuda sahip olmak zorundadır. Dergilerde, televizyon
ekranlarında ve duvar afişlerinde örnekleri sürekli gözümüzün
önüne serilir. Peki bu imaj tanrı ve tanrıçaları karşısında bizim
zavallı vücudumuz ne durumdadır? Fazla kilolarımızla, koca
karnımızla, iri kalçalarımızla, çok küçük ya da fazla büyük gö
ğüslerimizle... herkes kendini ya fazla kısa ya da fazla uzun; ya
fazla zayıf ya da fazla şişman hisseder... Taşıması çok güç bir
“fazla”!
“Rüyalarınızın vücuduna kavuşun! Her yaz gelişinde hep ay
nı soruyu sorarız kendimize, plajda başkalarının bakışlarını na
sıl soğukkanlılıkla karşılayacağım? Paniğe son! X enstitüsü sizi
bekliyor, sorununuzun ne olduğunu ve nasıl çözümleneceğini
biliyoruz. înce, pürüzsüz ve şekilli bir vücuda kavuşacaksınız.
Ve havanız hep yerinde olacak!” (Yaz tatili öncesi bir kadın der
gisinde çıkan bir güzellik enstitüsü reklamı).
Seyahate çıkıp dinleneceğimizi, güneşe ve denize kavuşacağı
mızı düşünüp zevk almak yerine, tatil öncesi dönemini başkaları
nın bakışına nasıl katlanacağımızı düşünerek stres içinde geçiririz.
Ve cildimizi yenileyip, burnumuzu değiştiren, ısmarlama gö
ğüslere, sütun gibi bacaklara ve incecik bir bele kavuşmamızı
95
sağlayan estetik cerrahi, gittikçe mucize bir çözüm olarak sunu
lur. O kadar çok seçenek vardır ki artık mükemmel olmayan bir
vücutla yaşamak düşünülemez bile, tabii bu da hoşlanmadığımız
bir vücutla yaşamaktan devamlı hoşnutsuz olmamıza neden
olur.
Yine bir kadın dergisinde, bir kadın, estetik cerrahi sayesin
de yakaladığı mutluluğu anlatıyor: “On sekiz yaşındayken gö
ğüslerim 95 bedendi. Sırtım iki büklüm ve başım hep önde yü
rüyordum sokakta. İslıklar, arzulu bakışlar kanımı donduruyor
du. O zamanlar küçük göğüs modası vardı ve her sene yaz yak
laşırken aynı işkence başlıyordu. Yirmi dört yaşındayken, kızı
mın doğumundan sonra, göğüslerim gözle görülür şekilde kü
çülmüştü. O andan itibaren tek istediğim on sekiz yaşımdaki gö
ğüslerime kavuşmaktı. Uzun tereddütlerden sonra estetik cerra
hi sayesinde eski göğüslerime kavuştum, bu bana bir servete
mal oldu ama doğruyu söylemem gerekirse, mutluyum.”
Mutluluğun bedeli yoktur derler. Eğer mutluluk getirecekse,
parayı, -bu çok büyük bir miktar bile olsa- bir saniye bile düşün
meden harcayın! Ancak ısmarlama göğüslere sahip olmakla
mutlu olunur mu? Hangi mutluluktur bu? Çünkü tanrı vergisi,
çünkü çocuklar, çünkü birlikte oldukları erkek tarafından sevil
diklerinden emin olduklarından, çünkü -tamam, bu önemli olsa
da- hayatta daha önemli şeyler olduğunu düşündüklerinden, gü
nün modasına aykırı bir şekilde çok küçük veya çok büyük gö
ğüslerle yaşamaya razı olmuş bütün kadınlar kendilerini birden
suçlu hissetmeyecekler mi? Üstelik, hem pahalı hem de kaygı
verici olan estetik cerrahiyle kendilerini oldukları gibi kabul et
mek arasındaki kararsızlık da cabası. Her iki seçenek de yeterin
ce hoşnut olmalarını sağlamayacaktır.
Dış görünüş ve sürekli çekici olmak gitgide temel değerler
haline dönüştüğünden yaşadığımız huzursuzluk da giderek bü
yür. Yaşlanmayı kabullenmek, yaşımız ilerledikçe bazı şeyler-
96
den vazgeçmeye ve yüzümüzde kırışıklıklar görmeye alışmak
zor gelir, hele artık başkalarına çekici gelmemek tahammül edil
mesi en zor şeydir. Sadece dış görünüşün önemli olduğu bir
dünyada güzellik ve dirilik var olmanın olmazsa olmaz koşulu
dur. Denebilir ki, bu çok özel kalitelere sahip değilsek “bir hiç
bile” değilizdir.
Formumuzu nasıl elde ederiz, nasıl koruruz, ona tüm engel
lere karşın yanılmaz ve yıkılmaz bir güç olarak sahip olduğu
muzdan nasıl emin oluruz... Gazeteler hiçbir zaman formdan bu
denli bahsetmemişlerdi. Rejimler, vitaminler, kaplıcalar her tür
lü soruna ve “hoşnutsuzluğa” karşı çözüm olarak sunulur.
Sağlıklı bir yaşam sürmek hiç tartışmasız sağlıklı bir beden
demektir. Yiyeceklerimize dikkat etmek, yeterince uyumak, dü
zenli olarak egzersiz yapmak, işten sonra dinlenmeye vakit ayır
mak dengemizi korumak için gerekli şeylerdir. Ancak vücudu
muza verdiğimiz önem, eğer bir rejimi bozduğumuzda suçluluk
duymamıza, uyku saatlerine dikkat etmeyi saplantı haline getir
memize ve de egzersiz yapmadığımızda kendimizi kötü hisset
memize neden oluyorsa, bunun ancak zararı olur bize. ‘Bu ha
limle kendimden nefret ediyorum! Şişmanladım, üstelik spor da
yapmıyorum... Sigarayı bırakmıştım ve tekrar başladım. Gecele
ri uyuyamadığım için sakinleştirici alıyorum, gündüzleri de ser
sem gibi dolaşmamak için kahve üstüne kahve içiyorum! Ken
dimi gitgide daha kötü hissediyorum ancak bunu değiştirmek
için de hiçbir şey yapamıyorum.’
Bedenimizi kafamızdan ayrı düşünmek imkansızdır. Arzu
uyandıran ve aynı zamanda arzu da duyan bedenimizi nasıl dü
şünüyorsak öyle yaşarız; bütün hoşnutsuzluklarımız, sevilme-
menin, dışlanmanın ve bir gruba ait olamamanın verdiği acılar
onun aracılığıyla bugüne taşınır. “Hepsi çok güzel, ben hariç”i,
“Hepsi mutlu, ben hariç”e dönüştürerek şu sonuca varırız: “Gü
zel olursam mutlu olacağım”.
97
Estetik ameliyatı olan kadınlar -bir müdahalenin kaçınılmaz
olmadığı durumlarda- çoğu zaman hayatlarının önemli bir nok
tasında almışlardır bu kararı. İş yaşamlarındaki veya özel hayat
larındaki bir tatminsizlikte hemen bir değişiklik ihtiyacı duyar
lar ve küçük ancak kurtarıcı bu dış müdahale beklentilerine ce
vap verir görünür.
Arzulanılır olma ihtiyacıyla, bu. gerçekten de kendimize gü
venmemizi sağlayacaksa, vücudumuzda değişiklik yapmak
olumlu bir şey olabilir. Tabii ki, beklentimiz dışarıdan gelecek
bir iyileştirmenin sağlayacaklarını fazla aşmıyorsa ve aradığımı
za tamamen cevap veriyorsa.
Eğer beklentimiz dümdüz bir karma kavuşup gözümüzün al
tındaki morluklardan kurtulmanın zevkini aşıyorsa ve bu yolla
yaşama zorluğumuzu kısa vadede gizleyeceğimizi veya kendi
mizle barışık yaşayabileceğimizi umuyorsak, kurtulmaya çalış
tığımız o hoşnutsuzluklar er ya da geç tekrar ortaya çıkacaktır.
Ve "artık her türlü imkan var” yanılsaması, farkına varır varmaz
başka geçici önlemlerle ortadan kaldırmaya çalışacağımız hayal
kırıklıkları yaşamamıza neden olabilir.
Bazı çok sıkı rejimlerin başarısızlıkla sonuçlanması bu yüz
dendir. İstediğimiz kiloya ulaştığımızda hayal ettiğimiz gibi gö
rünmüyorsak, bu gerçeği kabullenmeyi bilmek gerekir. Her şey
o kadar da uygun olduğu halde hiçbir şeyin tatmin etmediği bir
arzuyla ne yapmalı? O halde hem kilolarımızı hem de hayalleri
mizi geri alarak rejimi unutmak daha kolaydır. Ya da bazen, ar
zulu bir bakışı rahatsız edici ve ezici olarak değerlendirip, bunu
kurtulmamız gereken bir saldırı olarak yaşadığımız ve bundan
kaçmak için kilo alarak kendimizi uzaklaştırmayı seçtiğimiz de
olabilir.
Vücudumuzu değiştirmek istemek çoğu zaman korkularımı
zı, memnuniyetsizliklerimizi, şikayetlerimizi ve isteklerimizi di
le getirmektir ve yine onun aracılığıyla, sadece vücudumuzu de-
98
ğil yaşamımızı da ilgilendiren hoşnutsuzluklarımızı gidermektir.
Bu, kuşkusuz basit bir cerrahi mücadelenin veremeyeceği, arzu,
yaşama sevinci, sevme ve sevilme gibi elde edilmesi zor soyut
bazı kavramları bu yolla elde etmek istemektir. Bu, sevilmek
için sevilmeye layık olacak bir görünüşe sahip olmamız gerekti
ğine inanmaktır. Ve yine bu, bir kadın veya erkeğin, dış görünü
şünün ötesinde kendisini olduğu gibi kabullenmesine engel olan
şeyi, garip bir biçimde yine dış görüntüsüyle inkar etmesidir.
Mutlu olmak için her şeye sahip olsak da, toplumun bize his
settirdiği, o, diğerlerinin yaşadığı mutluluğa bizim de sahip ol
madığımız yanılgısıyla, düşüncelerimizi istila eden yıkıcı imaj
ların sürekli uyandırdığı mutsuzlukla ve dış görünüşümüz yeri
ne duygularımıza güven duyamıyor olmakla, mutluluğumuza
engel olmamız mümkündür.
♦Balland, 1988
102
mizin söz hakkı yoktur ve hiçbir şekilde, gerek sportif, gerekse
zihinsel ve seksüel alandaki performansımızı olumsuz etkileme-
melidir. Bedenimizin, kafamızdaki o ideal bedene uyması için
canla başla uğraşırız.
Böylece, bedenimiz üzerindeki hakimiyetimizi koruduğu
muz yanılsamasını sürdürürüz: hiçbir şey bize ulaşamamalıdır,
ne zamanın yıpratmaları ne de huzursuzluklar ve bunların sağlı
ğımız üzerindeki olumsuz yansımaları. Sorumluluklarımızın üs
tesinden gelmek ve ne olursa olsun “hoşnut” görünmek zorun-
dayızdır ve “iyi” görünmek arzusuyla -en azından başkalarına
öyle olduğumuzu kanıtlamak için- iyiymiş gibi yaparız. Ne isle
diğimizi gerçekten bilmediğimiz durumlarda ise “-mış gibi” ya
parak, sonuçta böyle yaşamak gerektiği inancıyla, koşuşturma
ya devam ederiz. ‘Öyle meşgulüm ki, terapiyle kaybedecek za
manım yok benim. Zaten, uyumaya bile vakit bulamıyorum, bir
de belirli saatlerde -üstelik zorunluluklardan nefret ederim- so-
ı unlarımdan bahsetmek için vakit mi ayıracağım... hiç gerek
yok. Tabii ki korkunç bitkinim ve sürekli sinir içindeyim ama
doktorum dayanmama yardımcı olacak bir şeyler verdi... Hem
sonra, her şey yolunda gitmek zorunda, başka seçeneğim yok.’
Bazıları daima bir koşturmaca içinde yaşarlar, yüzeysel de
olsa, böyle bir itkiyi “hiçbir şey”e tercih eder görünürler -süku
net, durgunluk ve hareketsizlik ölümle eşanlamlıdır onlar için.
‘Dergilerde insanların geceleri nasıl dışarı çıktıklarını, nasıl ya
şadıklarını gördükçe, yaşamadığım hissine kapılıyorum.’ ‘Eğer
haftada bir gece bile dışarı çıkmayacak olsam çılgına dönüyo
rum. Sonra, daha hafta başında ajandamın bir sürü randevuyla
dolu olduğunu görünce de, birden hepsini iptal etmek ve evim
de oturup ya televizyon seyretmek ya da kitap okumak istiyo
rum.’ ‘Yatırımlarım gitgide büyüyor, bundan şikayetçi değilim
tabii ki, sonuçta böyle olması için çok uğraştım, ancak şimdi de
zamanın peşinden koşuyorum, kendime ayıracak bir dakikam
bile yok...’
103
“Vaktim yok...” o anki amaçlarına ulaşmak takıntısıyla, bazı
insanlar hayatları hakkında düşünmeden, hatta hayatlarını hiç
sorgulamadan koşturmaya devam ederler. Tatminsiz, yorgun ve
mutsuz olmaları önemli değildir, önemli olan tek şey en acil işi
halledip hedefe varmaktır, hiç durmamak gerekir, yoksa bu acı
masız dünya asla affetmez!
Kendilerine bunca önemli görünen şeylerin belki o kadar da
önemli olmadığını... hayatta en önemli şeyin bedenimizi sağlık
lı tutmak olduğunu unutarak, kendilerini öldüresiye çalışırlar.
Hayatımı kazanacağım diye uğraşırken onu kaybedebiliriz ve
zamanımı asla boşa harcamamalıyım derken artık kendimiz için
ayıracak vaktimiz kalmaz.
Bu hızlı yarışta, istedikleri ritme uyması için bedenlerinden
olmayacak bir güç beklerler. Hatta dinlenmeye ayırdıkları za
manlarda da bu ritmi devam ettirirler. Belki de bu hızlı yarış on
lara zevk veriyordur ancak zevk söz konusu değilse, böyle güç
lerinin son noktasına kadar gitmek gerçekten gerekli mi onlar
için? Acil ve zorunlu gördükleri işleri bir an önce yapmak adına
ileride kendilerine lazım olacak güçlerini sonuna kadar harcaya
rak bitkin düşerler ve artık hiçbir şey yapamayacak hale gelirler.
Bunca zorlamayla hasta düşen bedenleri, siyatik, kas iltihabı ve
diğer bir takım tıkanmalarla bu korkunç tempoyu sürdürmeleri
ne engel olur.
Neden yaşamımızı elimizden geldiğince kendi doğal tempo
muza uydurmaya çalışmayız? Neden, tecrübelerimiz sonucu ar
tık tanımaya başladığımız sınırlarımıza saygı gösterip, gerçek
arzularımıza kulak vermeyiz? Üstelik işlerin yoğunluğu belli bir
sükunetle bağdaşmaz da değildir. Tersine, sakin olduğumuzda,
dinlenmiş bir kafayla ve açık bir zihinle, her şeyi tam konsantre
olarak en iyi şekilde yapmak, peş peşe kararlar almak mümkün
dür. Böyle durumlarda, sakin olmanın getirdiği mesafe emin ol
ma duygumuza yer açtığı için kararlar da kendiliğinden gelir.
104
Ancak, eğer düşüncemiz de durmadan hareket halindeki, bir
işten diğerine koşmaktan yorulmuş bedenimizi izliyorsa, eğer
düşüncemiz -belli bir konuya, belli bir süre için bile olsa- yöne-
lemeyecek kadar kaygılarla doluysa, konsantre olabilmek için
korkunç bir güç sarf etmemiz gerekir. ‘İşime asla konsantre ola
mıyorum. Aklım sürekli başka şeylere gidiyor, düşüncelerimi
belli bir noktada tutabilmek için sürekli uğraşmam gerekiyor.
Kısıtlı sürede yapmam gereken bir iş veya okumam gereken bir
şeyler olduğunda ise zamanında yetiştiremeyeceğimi düşünerek
paniğe kapılıyorum.’
Sırt ağrısı, baş ağrısı, mide yanması, kolit ya da safra kesesi
spazmları... bütün bu ağrıların nedeni bu tür gerilimlerdir. Bu
ağrıları, bir anlamda, aklımızla bedenimizin aynı yerde bulun
maması olarak da açıklamak mümkündür. Aslında başka bir
yerde olmayı isterken buradayızdır, bedenimiz burada olduğu
muz izlenimi verirken aslında aklımız çok uzaklardadır. Ve bu
umutsuzca içinde bulunduğumuz yere ve ana uyma çabası duru
mun gerektirdiği şekilde dikkatli ve hazır bulunmamızı iyice en
gellediğinden artık elimizden geldiğince kendimizi durumdan
soyutlarız. Başımızı saran ağrı doğal olarak her türlü iletişimi
imkansız kılar, hatta bazı rahatsızlıklar ortamdan tamamen ay
rılmamıza yardımcı olurlar...
Eğer bir yerde bütün varlığımızla bulunamıyorsak, sürekli
kaçışlarda veya doğamıza aykırı davranış ve düşüncelerdeysek
sonuçta artık ne nerede olduğumuzu ne de niçin burada olduğu
muzu bilemeyecek kadar kendimizi kaybedebiliriz. Ve ya haya
tımızı son derece dramatik olarak gördüğümüz ya da tersine çok
mutlu ve coşkulu olduğumuz bu kendi dışımıza yaptığımız yol
culuklar tehlikeli olabilir, zira, gerçeklik duygusunu kaybettire
rek bizi o kadar uzağa sürüklerler ki artık kendimizi nasıl bula
cağımızı bilemeyiz.
‘Kocamın fazla keyifli olmasına dayanamıyorum. Çünkü o
105
an kendisi olmadığını çok iyi biliyorum. O aşırı coşkusunun ve
gürültülü kahkahalarının ardındaki gerginliği hissedebiliyo
rum.’ Keyifli olmak o an için kendimizi “bulutların üstünde”
hissetmemizi sağlar, bedenimizin normal zamanlardaki ağırlı
ğından ve sınırlarından kurtulduğunu hissederiz. Nefes alışımız
daha derindir, bu mutluluğu derin derin içimize çekeriz, kalbi
miz coşkuyla atarken aklımız günlük hayatımızı unutturacak gü
zellikteki “başka yerlerdedir”.
Ancak, gerçeğe dönmek gerektiğinde düşüş genellikle açılı
dır. Bedenimiz artık olmayan bir heyecandan yoksun bir şekilde
geri gelir. Ve hayat anlamsız görünmeye başlar. ‘Sürekli yurt dı
şına çıkıyorum, bütün aşklarımı ya hep yabancılarla ya da rüya
larda yaşıyorum. Sanki sevmekten ve sevilmekten başka bir
kimliğim yokmuş gibi, aşık olduğumda her şeyi unutuyorum,
sürekli birileriyle olup fazlaca alkol alıyorum... hayatımda sü
rekli parantezler isliyorum ve sonuçta görüyorum ki sadece bu
parantezlerde yaşıyorum ve uyanmaya, yani kendi hayatıma, be
nim gerçeğime gitgide daha zor katlanıyorum.’
Gerçekdışı tadı veren ve bizi “kendi dışımıza” sürükleyen
şeylerden sakınmamız gerekir. Kendi zavallı kabuğumuza tekrar
dönmek korkusuyla, acı veren o geri dönüşü engellemek için her
türlü şeyi tüketiriz. Hepimizin çok iyi bildiği gibi, her türlü
uyuşturucu bağımlılık yaratır ve ilk seferde hissettiklerimizi tek
rar hissedebilmek için sürekli dozu artırmamız gerekir. Eroin
kullananlar, hep o ilk seferdeki hissi aradıklarını, ancak dozu ar-
tırsalar da bu hissi asla tekrar bulamadıklarını söylerler.
Yapay bir zevkin arayışındayken kaçınılmaz olarak kendimi
zi boşlukta hissederiz. Bağımlısı olduğumuz uyuşturucu, içki ve
tutku gibj şeylerin yokluğunda veya artık aynı etkiyi gösterme
meleri nedeniyle, acı verici bir boşluk ve tatminsizlik duygusuy
la kendimizi kaybederiz. Bir kere o mükemmeli yakaladığımız
yanılgısını yaşadıktan sonra artık bunun dışındaki her şey bizi
106
haya] kırıklığına uğratır. Ve hayatımıza çekicilik kazandırmak
için sürekli başka şeyler arayarak, o acı verici yoksunluk duygu
suna karşı savaşmak için her yolu deneriz.
Oysa, bu her an ortaya çıkmaya hazır yoksunluk hissi insa
nın özünde vardır belki, bunu bilip kabul etmek daha doğru ola
caktır. Üstelik bu his, bizi aramaya, harekete geçmeye ve ilerle
meye ittiği için, gereklidir de. İçimizdeki yoksunluğu tamamen
giderebileceğimiz yanılgısından kurtulup böylece her anın bize
sunduklarından, daha fazlasını beklemeden, faydalanmayı öğre
nebilirsek kendimizi çok daha iyi hissedeceğimiz doğrudur.
Daha yemek yer yemez atıştırmaya başlamak ya da bir siga
rayı söndürüp hemen bir diğerini yakmak gibi obur davranışlar
yerine, her lokmayı tadına vararak yemek ve böylece doygunluk
hissine varmak daha iyi değil midir? Eğer asla bize sundukları
nın tadına varamıyorsak durmadan bir takım şeyleri tekrar etme
nin ne anlamı vardır? Eğer zevk arayışımız da böyle oburcaysa,
o zevk daha elde ettiğimiz an eskimiş bir zevktir. Ve hiç değiş
tirmeden, sürekli aynı tür zevkleri yaşamayı istemek zamanın ve
buna bağlı olarak ihtiyaçların değiştiğini inkar etmektir.
Günlük hayatımızda mümkün olduğunca küçük mutluluklar
yaşayabilmek için isteklerimize kulak vermeliyiz. Böylece her
yaptığımızdan, burada ve şimdi, hayatımızın her anında var ol
dukları için keyif alırız -sadece o ana uygun istekler verir yürü
yüşümüzdeki hafifliği ve kararlarımızdaki gücü.
Ve mutluluğu uyuşturucularda aramamak, gerçekle, bir his
ten başka bir şey olmayanı karıştırmamak için, özellikle mutlu
luğun “başka yerde” olduğunu düşünmek yanılgısına kapılmak
tan kaçınmalıyız. Bazen bizi mutlu edeceğini düşündüğümüz şe
yi bile gerçek bir mutluluk duygusuyla yaşamayı beceremeyiz,
gitmeyi onca hayal ettiğimiz bir yer, uzun süredir beklediğimiz
bir iş, beklenmedik bir başarı... bütün bunların bizi mutlu etme
si gerekirken, bedenimiz sıkıntı, baskı ve rahatsızlık hissetmek-
107
tedir. Bazen de tersine, son derece sıradan görünen ve hiç de bi
zi mutlu edebileceğini düşünmediğimiz bir şeyden bedenimizin
haz aldığını hissederiz. Bu tür mutluluk anları aslında içimizde
var olan basit sevinçlerin -öyle özel durumları beklemeden- dı
şarı çıkmasına izin vermemiz gerektiğini gösterir. ‘Sanki aşık
mışım gibi dolaşmaktan mutluydum. Aynı coşkuyu tattım, an
cak bu kez tamamen bana bağlı bir duyguydu bu.’
Dolu dolu yaşanan böyle anların tekrar ortaya çıkmaması
için hiçbir neden olmadığından ve bunu istediğimiz zaman tek
rar yapacak kapasitede olduğumuzu bildiğimizden, bu anları
kaybetmek korkutmaz bizi. Oburca davranışlar, ya sahip olama
ma ya da sahip olduğumuz bir şeyi yitirme korkusundan kay
naklanır. Beklentimiz ne kadar az belli bir şeye yönelmişse, son
derece basit şartlardan zevk almamız da o kadar kolaylaşır. Böy
lece geleceğe güvenle bakabilir ve istediklerimizi vermeyecek
lerinden ya da elimizden alacaklarından korkmaktan vazgeçeriz.
Hepimiz bütün hücrelerimizde hissedeceğimiz bu coşku an
larını yaşatabiliriz kendimize. Günümüzün mutlu geçmesi için
ihtiyacımız olan şey, bu “uyanış”, bu “kendine yöneliş” ve basit
şeylerden zevk almanın bu yoğunluğudur.
108
6
‘KENDİMİ UNUTTUM’
‘Kendimden bahsetmeyi sevmiyorum. Zaten anlatacak hiçbir
şey de yok.’ ‘İçimin bomboş olduğunu düşünüyorum. Dıştan
görünenler gerçek değil aslında. Sadece yanılgı yani.’ Bazıları
bu “iç”ten sanki kimlikleriymiş gibi bahsederler. Bu boşluk his
sini kendi iç dünyalarının bir gerçeği olarak algıladıklarından,
değersiz olduğunu düşündükleri kişiliklerini saklamak zorunda
hissederler.
‘Nefret ettiğim iç dünyamdan, yani bu boşluktan hiçbir şey
dışarı sızmasın diye sürekli kendimi kontrol altında tutmaya ça
lışıyorum.’ Ancak, hissettikleri bu boşluk zaten sürekli kendile
rini kontrol ettiği için ortaya çıkmamış mıdır aslında? Hiçbir şey
belli etmemek adına duygularını ve kişisel düşüncelerini sımsı
kı saklarken insan nasıl keşfedebilir onları? Ve bu boşluğun as
lında hem başkalarından hem de kendilerinden neler gizlediğini
sormaları gerekmez mi kendilerine?
Duygularını göstermeyi yasaklamışlardır kendilerine ve ya
şadıkları bazı deneyimler de bu kararlarında ne kadar haklı ol
duklarını göstermiştir zaten. Dinlenmediklerini görerek yaşadık
ları hayal kırıklığı sonucu, ilgisizlik ya da anlaşılmamış olmanın
yarasıyla “kendinden bahsetmenin iyi bir şey olmadığına” ve
109
“içini dökmenin” başkalarını “esir almak” olduğuna inanarak
düşüncelerini asla dile getirmezler. Ayrıca, “diğerlerinin benim
hikayemi dinlemekle kaybedecek vakitleri yok” diye düşündük
lerinden dinlenen olmak yerine dinleyen olmayı seçerler.
Bu kişilerin geçmişine baktığımızda -bu açıkça dile getiril
memiş olsa da- aileden binlerinin sorumluluğunu üstlenmek zo
runda kalmış olduklarını görmek mümkündür. Bunalımlı, çok
genç, olgunlaşmamış ya da henüz kendi kişisel sorunlarını hal-
ledememiş anne-babaları onlara gerekli ilgi ve yakınlığı göste
rememiştir.
Muhatap bulamadığımızda, duygularımızı ve kişisel düşün
celerimizi söylememeye çok çabuk alışırız. ‘Sadece, yalnız ba
şıma bir kitap okurken ya da bir film seyrederken çocuklar gibi
ağlayabiliyorum sanki, hem bana uzak, hem de kişisel hikayeme
yabancı bu gerçekdışı kişiler aracılığıyla duygularımın akması
na izin verebiliyorum, İnsanlar beni öyle çok hayal kırıklığına
uğrattılar ki, artık yaralanmak istemiyorum. Belki bu yüzden
duygularımı böyle saklamaya alıştım. Artık kendimi asla koyve-
remiyorum, o kadar ki, bazen bir şey hissedip hissetmediğimi
bile bilemiyorum.’ ‘Yalnızlığa o kadar alıştım ki, insanlar onla
ra düşman olduğumu sanıyorlar oysa ki bu bir çeşit gurur sade
ce. Beni görmek istiyorlarsa yolu biliyorlar diye düşünüyorum.
Eğer istediğim gibi davranmıyorlarsa bunun için çaba göster
mek istemediklerindendir; isteklerime cevap alamamaktan bık
tığım için artık sesimi çıkartmıyorum.’
Sevdiğimiz şeyleri böyle kıskançlıkla saklamak zorunda mı
yız? Sevgimizi gözler önüne sermek bizi güçsüz bir pozisyona
sokmaz mı? İnsanlar bunu zayıflık olarak görüp faydalanmaya
kalkışmazlar mı? Bazen insanların bakışları hayallerimizi,
umutlarımızı, coşkumuzu ve heyecanımızı yıkmasın diye mutlu
luğumuzu gizlemeyi seçeriz. Belki etrafımızdakilerden sürekli
“fazla hayale kapılmamak” gerektiğini duyduğumuzdan ve da-
110
ima olumsuzluklara şartlandığımızdan, iyimser duygularımızı
açığa vurmaya cesaret edemeyiz. ‘Ne zaman mutlu olsam, an
nem ya da kız kardeşlerim mutlaka bir olumsuzluk bulup çıkar
tıyorlardı. Ben de doğal olarak artık iyi bir şey yaşadığımda su
sup bunu kendime saklamayı öğrendim.’ ‘Sevdiğim şeylerden
başkalarına asla bahsedemiyorum. Onların bakışlarının bendeki
olumlu ve değerli her şeyi yok edeceğini düşünüyorum.’
Ancak, belki de en doğrusu duygu ve düşüncelerimizi dile ge
tirmektir çünkü böylece hem biz onları daha iyi tanırken insanla
ra da bizi olduğumuz gibi tanıyıp kabullenme şansı veririz. Ay
rıca bu, kontrolümüzden kaçıp her an her yerde ortaya çıkmasın
dan korktuğumuz o bilinmeyen ve kaygı uyandıran iç dünyamız
dan artık korkmamamızı da sağlayacaktır. Eğer kendimizi iç
dünyamızdan koruyacağız diye bilmemeyi tercih ettiğimiz şeyle
ri saklayıp, duygularımızı görmezden geliyorsak, bu duygusal
çalkantılarla bunalmamızdan başka bir şeye yaramayacaktır.
Onca zamandır görmemeye ve başkalarına göstermemeye
çalıştıklarımızın ortaya çıkacağından korkarak içimize bakmı
yorsak, devekuşu gibi davranıp kendimize yalan söylüyoruz de
mektir. Olumsuz fikirler yıkıcı bir güç. İntihar eğilimleri ya da
itiraf edilemeyecek bazı saldırganlıklar gibi “olumsuz düşünce
leri” inkar edip gizlemeyi tercih ederiz. ‘Saldırganlığıma ken
dim bile tahammül edemiyorum ve bunu gizlemeye çalışıyo
rum. Ancak gerçek isteklerimi dile getirip bunları gerçekleştire
mediğimden, bu sözüm ona kibarlığımın altında gittikçe büyü
yen bir saldırganlık yatıyor. İnsanları kandırıyorum aslında. Ço
ğu zaman onlara şunu söylemek istiyorum: İçimde ne olduğunu
bilseydiniz beni asla sevmezdiniz.’
‘En kötü yanım bu saldırganlığım. Elimden geldiğince gös
termemeye çalışıyorum. Sadece aşırı öfkeliyken var olduğumu
hissediyorum, ancak bunu çok fazla açığa vurduğumda da suç
luluk duygusuna kapılıyorum.’ Bu tehlikeli ve suçluluk uyandı
rıcı güçleri uyandırmaktansa onları yok saymak daha kolaydır
bazıları için. ‘Canavarlarımı uyandırmak istemiyorum, biliyo
rum bundan öğrenilecek şeyler de vardır ama bu neye yarar ki,
neyi değiştirir?’
Yine gerçek düşüncelerini keşfetmekten ya da bunların keş
fedilmesinden korkanların takındığı bir diğer tavır da, başkaları
na artık söyleyecek hiçbir şey bırakmamak üzere sürekli kim ol
duklarının altını çizmektir: her türlü yargıya engel olmak ama
cıyla, gelebilecek her türlü eleştiriyi öngörerek durmadan açık
lamalarda bulunup davranışlarını doğrulamaya çalışırlar.
“Ben... birisiyim.” İnsanların kendilerini yanlış değerlendire
ceğinden -özellikle de kendilerinden şüpheye düşmekten- kor
kan insanlar sürekli kendilerini tanımlamaya uğraşırlar. Bu de
rin güven eksikliği, kimseye güvenmemelerine ve sürekli savun
ma halinde olmalarına neden olur. Sürekli olarak kötü bir şey
söylemek veya yapmak korkusuyla yaşarlar. ‘Huzursuzluğumun
o sürekli yaşadığım bir şeyleri iyi yapamama veya yeteri kadar
iyi olamama saplantısından kaynaklandığını biliyorum.’
Bu his sevdikleri bir insanın ölümünde daha da artabilir. Bu
ölümden hiçbir şekilde sorumlu olmadıklarını bilseler de,
“onunla daha fazla konuşup daha iyi davranabilirdim, daha iyi
veya başka türlü sevebilirdim” diye düşünürler. ‘Annemin ölü
müyle müthiş bir suçluluk duygusuna kapıldım. Onu sevmeyi
bilememiş olduğumu ve bu yüzden öldüğünü düşünüyordum.
Ve şimdi artık kendime sürekli olarak başkalarına iyilik yapabi
leceğimi, kötülük yapacak birisi olmadığımı kanıtlamaya ihtiyaç
duyuyorum.’ Ve daima affedildiklerine dair bir işaret, içlerini
rahatlatacak bir bakış veya söz bekleyerek mutsuz olmaya de
vam ederler.
îç dünyamıza karşı savaşmak için ne kadar büyük bir güç
harcarsak harcayalım, onun er ya da geç, hem de çok şiddetli bir
biçimde ortaya çıkmasına engel olmamız mümkün değildir.
112
Hiçbir konuda sorunları reddetmek onları çözmek anlamına gel
mez, duygular için de aynı şey geçerlidir. Borçlarımızı ödeme
diğimizde nasıl bunlar büyüyüp altından kalkamayacağımız bir
boyuta ulaşıyorsa, duygularımızı dile getirmediğimizde de ken
dimize karşı borçluyuzdur. Üstelik de, o an kolayca söyleyebi
lecekken dile getirmediğimiz şeyler zamanla taşıması zor ve
söylemesi imkansız bir hal alırlar.
Yok saymayı istediğimiz şeyleri öyle bir anda ortadan kaldır
mamız ve kendi hakkımızda bilmek istediğimizden çok daha faz
lasını söyleyen bu can sıkıcı olayları kontrol etmemiz mümkün
değildir. O kadar ki, bazen insanların bizim hakkımızda tahmin
ettiğimizden daha çok şey bildiklerini görüp şaşırırız. ‘Nasıl ol
duğunu bilmiyorum ama benim hakkımda öyle çok şey biliyor
ki, bunu asla düşünemezdim. Oysa sürekli kaçıyordum, hiçbir
şey söylememeye çalışıyor hatta bazen yalan söylüyordum.’
İç dünyamızı asla belli etmemek adına verdiğimiz bu savaş,
sonunda var olmadığımız duygusunu yaratabilir. ‘İnsanların be
ni asla eleştirmemesi için sürekli iyi bir görüntü sergilemeye ça
lışıyorum. Bir eksiğimi yakalamalarından, yeterince akıllı, güç
lü, kültürlü... olamamaktan korkuyorum, bunu düşünmeye bile
tahammül edemiyorum. Başkalarının kabul edebileceği bir gö
rüntüye kavuşmaya çalışmaktan artık kim olduğumu bilmiyo
rum. Başkalarının bana yansıttığı bu bene fazla güvenmiyorum
çünkü bu tamamen benim yarattığım bir şey.’ Bazıları görün
mez, dolayısıyla da kusursuz olmayı başarırlar, ancak bunun so
nucunda kimsenin kendilerine bakmamasından acı çekmeye
başlarlar, eleştirecek hiçbir şeyleri yoktur, bu “hiçbir şey” aynı
zamanda “haklarında” söylenecek hiçbir şey yok anlamına gel
diğinden en ağır hakaretten daha fazla acı vericidir.
Var olmadığı hissini yaşayan bir kimsenin kendisini iyi his
setmesi mümkün değildir; yaşadığı tek şey yalnızlık ve büyük
bir şaşkınlıktır. Bu kendini tanıyamama ve gerçekleştirememe
113
içinde başkalarına daha çok ihtiyaç duyar. Kendisine hayat ve
rebilecek tek şey olan, o başkalarının bakışında var olabilecek
tir yalnızca.
iyi hissedip bir sürü şey yapmak istediğimde, onsuz da mutlu ol
• •
söyleyebilirim. Üstelik bu onu kendi kendisiyle ve yaşama güç
olay çıkartıyor artık.’ ‘ilk başta beni çeken şey o çok neşeli, can
lı, hatta biraz çılgın tarafıydı. Bu, fazla sıradan bulduğum haya
115
Bazıları ısrarla olmadıkları gibi görünmeye çalışırlar, zira
kendilerini oldukları gibi kabul etmeden önce başkaları tarafın
dan kabul edilmek için bir takım şartları yerine getirmeleri gere
kir. Her zaman başkalarından övgü ve aferin alacak şekilde en
mükemmel ve en iyi olmalıdırlar. Ve her zaman daha fazlasına
sahip olduklarına, her zaman diğerlerinden önde olduklarına
inanmaya ihtiyaçları vardır: ‘İnsanların bana hep daha fazlasını
vermelerini bekliyorum. Eğer reddedilip sınırlarla karşılaşırsam
kendimi dışlanmış ve inkar edilmiş hissediyor ve o an ölmek is
tiyorum.’ ‘Bütün sınırlar dışında var olmaya ihtiyacım var. Sos
yal, mesleki, ekonomik ya da duygusal sınırların ötesinde var ol
ma duygusunu seviyorum... bütün sorumluluklardan ve zorunlu
luklardan kurtulmak ve tamamen özgür olmak isterdim.’
Çoğu zaman başkalarının gözünde var olmak için belli bir şe
yi gerçekleştirmemiz gerektiğine inanırız ve başka türlü var ola
mayacağımıza göre, bunu gerçekleştirmek bir ölüm kalım mese
lesi haline dönüşür. Ancak bu bize öyle büyük bir kaygı verir ki,
artık hem kendimize hem de başkalarına neler yapabileceğimizi
kanıtlamak için ihtiyacımız olan gücü bulamayız; başarıyı ya da
başarısızlığı o kadar gözümüzde büyütürüz ki, mücadele etmek
le, yenilgiyi kabullenip geri çekilmek arasındaki pay çok küçü
lür. Böylesine büyük bir anlam yüklemiş olduğumuzdan karar
verdiğimiz bu şeyi gerçekleştirmek çok önemli hale gelir. Ba
şarmak istemiyoruzdur, başarmayı “çok fazla” istiyoruzdur.
“Çok fazla” kavramı ölçülerin dışında olduğumuzu gösterir.
“Çok fazla” -dolayısıyla hak edilmemiş ve yasak- bir mutluluk
söz konusudur. Fazla mutluluk aynı zamanda fazla suçluluk de
mektir. Bu durumda üstesinden gelmemiz gereken engel kendi
miz hakkında sahip olduğumuz olumsuz izlenimlerle orantılıdır.
Eğer kendimize değer verir bir izlenim yaratmaya cesaretlendi-
rilmemişsek bunu sağlamak için daha da büyük bir güçle savaş
mamız gerekecektir. Ve burada imkansızlık korkutur bizi, tıpkı
116
ailemizin gözünde, kadın olarak, erkek olarak, akıllı ve becerik
li bir insan olarak, bağımsız bir kişi olarak, farklı bir kişilik ola
rak kabul edilmemizin imkansız olduğu gibi...
Doğal olarak, olması gereken şeylerin olamadığı hissine ka
pılırız. Gerçekte cesaret, irade ve dayanıklılığın etkisiz olduğu
yerde yalnızca doğaüstü ve büyülü bir gücün etkili olacağını dü
şünürüz. ‘Hamile kalmaya karar verdikten iki ay sonra hala bir
sonuç alamadığım için doktora gitmeye karar verdim. Sanki bu
arzumu gerçekleştirmeme sadece doğa engel olabilirmiş gibi,
tıbbi bir müdahale olmadan tek başıma başaramayacağımı düşü
nüyordum. Oysa ki benim için anne olamamak, herkesin o ka
dar doğal bir şekilde elde ettiği şeye sahip olamamak doğaldı.
Anneliğe ulaşmak yasak bir şeylere ulaşmaktı ve aynı zamanda
anne olmak kadın olmanın, olduğun gibi kabullenilmenin, tek
başına var olmanın tek yoluydu.’
Kendini gerçekleştirmenin başka bir yolu da yazmak ya da
her türlü sanatsal faaliyettir. Ancak bu da altından kalkılması
gereken başka bir iddiadır. ‘Kitabımı bitirmek üzereyim, mutlu
olmam gerekirdi ancak ben kendimi huzursuz, sinirli ve yorgun
hissediyorum. Bu yolla bir şeyler kanıtlamaya çalışmam gerek
tiği hissinden kurtulmadıkça bitiremeyeceğim bu kitabı. Bu ki
tap aracılığıyla geçmişimle hesaplaşıyorum. Daima her yaptığı
mı eleştirmiş olan anneme var olduğumu ve herhangi biri olma
dığımı söylemeye çalışıyorum.’
Başkalarının gözünde var olmanın vazgeçilmez şartlarından
biri de bazen öteki, -arkadaş, partner, kurmak istediğimiz ideal
çift- olabilir. ‘Benimle yaşamayı istemeyecek korkusuyla sürek
li kaygılıyım. Evet demesini öyle çok ama öyle çok istiyorum ki,
yetişkinlerin, normal insanların yani anne-babaların ve toplum
daki herkesin dünyasına geçmenin büyülü anahtarı bu evet san
ki. Bir kocam ve çocuklarım olmadan var olduğumu hissetmem
mümkün değilmiş gibi.’ Kabul edilmeme korkusuyla kaygı do-
117
Iıı bir şekilde “evet” beklediğimiz sürece istediğimizi elde etme
miz çok güçtür. Kaygı engelleyici olduğu gibi, “evet” demesi
gereken kişi tarafından da hissedileceğinden, onu bize çekmek
yerine, kaçıp uzaklaşmasına neden olur. Kendisinden istediği
miz şeyin bizimle olan ilişkisinin sınırlarını aştığını düşünerek,
kendisini hiçe saydığımızı hisseder. Sadece bizi ilgilendiren bir
sorunda kullanılmaya tahammül edemez.
İsteklerimizi gerçekleştirmek için çok fazla istemekten vaz
geçmeliyiz. Kendimiz hakkında yeterince olumlu fikirlere sa
hipsek eğer, her türlü girişimi bir oyun gibi yaşamamız müm
kündür. Kaybetme riskini göze aldığımızda hiçbir tehlike hissi
yaşamayız, oysa benliğimizi kaybedeceğimizden korkuyorsak
başarısızlıktan korkarız ki bu da kaçınılmaz olarak dramatik so
nuçlar doğuracaktır.
Kaybedeceğinden emin olarak oyuna başlayan kişi, kendisi
ne olan bu güvensizliğiyle, daha bir şeye başlamadan önce başa
rısız olur, diğeri kendisini terk etmiştir, oysa ki diğerinin hiç de
böyle bir niyeti yoktur ve sonunda kendisi bunun tersini ispat
edecek hiçbir girişimde bulunmadan korktuğu başına gelmiştir.
‘Beni tanıyan herkes sürekli neden kendim hakkında bu ka
dar olumsuz düşüncelere sahip olduğumu soruyor. Bu öyle yo
rucu ki. değişmesi lazım.' ‘Sürekli olarak etrafımdaki her şeyi
değersiz buluyorum, arkadaşımı, mesleğimi, günlük hayatımı,
fiziğimi, insanlarla ilişkilerimi... bunun bir biçimde kendimi de
ğersiz görmek olduğunun farkındayım. Üzerinde yoğunlaştığım
olumsuz düşüncelerim var. Hayatımı zehir edecek, takıntılı bir
halde beslediğim kara bir düşüncem mutlaka vardır.’
Kendimiz hakkında sahip olduğumuz bir fikri değiştirmemiz
genellikle kolay bir şey değildir. Kendimizi bildik bileli yavaş
yavaş kendimize olan güvenimizi yok eden ve en ufak bir şeyde
kendimizden kuşku duymamıza neden olan eleştirilere katlan
mak zorunda kalmışızdır. ‘Annem her zaman beni değersiz bul-
118
du. Onun yanındayken kendimi çirkin ve aptal hissediyordum.
Her zaman fiziğimi ve davranışlarımı eleştirir dururdu. Bana sü
rekli olarak, seni sevebilirim, eğer şöyle giyinirsen... söylediğim
şeyleri yaparsan... istediğim mesleği seçersen... dediğini hisse
diyordum. Şimdi de kocamla aynı şeyi yaşıyorum, o aynı değer
siz bakışları onda da hissediyorum.’
Çoğu zaman anne-babamızın sevgisini sorgulamayız, tabii ki
bizi sevmişlerdir ancak nasıl ve ne şartlarla? Kendimizi olduğu
muz gibi tanıyamayıp tanılamadığımız, sesimizi duyuramadığı
mız hissini yaşamadık mı çoğu zaman? ‘Beni de kendilerine ka
tarak biz denmesinden nefret ediyorum; ben benim, başkası de
ğilim.’ ‘Sesimi duyuramadığımı, ne düşündüğümü ve kim oldu
ğumu anlatamadığımı hissediyorum. Ve bana tamamen zıt biriy
le aynı kefeye konmaktan nefret ediyorum. Bu. kim olduğum
hakkında hiçbir şey anlamadıklarının bir kanıtı zaten. Hiç alaka
sız bir şekilde, tıpkı benim gibi sen de ... seviyorsun. ... tercih
ediyorsun, diyen insanlar annemi hatırlatıyorlar bana. O da asla
beni olduğum gibi görmedi ya hep hayali bir kişi olarak ya da
kendisinin devamı olarak gördü. O ideal imaj...’ ‘Gerçek değer
lerim asla tanınmadı, kimse ne zevklerimi ne de seçimlerimi bi
liyordu hatta tersine, asla bir konuda tebrik edilmedim, hep be
nim tam tersim olan şeylere değer verdiler, aldıkları hediyeler
bana asla uygun olmadı, üstelik de benim zamanımın onlar için
hiçbir önemi yoktu, sürekli bekletiliyordum.’
Bir diğer güçlük de, anne-babada, kendileri hakkındaki
olumlu görüşler aracılığıyla bir kimlik modeli bulmaktır. Önce
çocuk, sonra da yetişkin, kendi hakkında olumlu bir fikir sahibi
olmaya ihtiyaç duyar ve onların başarı örnekleri aracılığıyla o da
kendisine ait alanlarda başarılı olmayı arzular. Böylece kendisi
ni onlar gibi değil, ancak onlar aracılığıyla tanımlayabilir. An
ne-baba ona kapıları açmış, keşfedeceği bir dünya sunmuş, say
gı duyması gereken değerleri, araması gereken zevkleri ve önce
lik tanıyacağı bir yaşam tarzını göstermiştir.
119
Annesi nispeten mutlu bir kadın örneği olmuş bir kız çocu
ğunun ileride kadınlığını yaşaması daha kolay olacaktır. ‘An
nem kendisiyle barışık olmayan, mutsuz ve tatminsiz bir kadın
dı. Kendimi kadın olarak iyi hissedemememde bunun rolü oldu
ğundan eminim.’ Aynı şey erkek çocukları için de geçerlidir, ba
banın erkek cinsine ait özelliklere değer vermesi, ileride çocu
ğun da bunları tanıyıp kabul etmesini kolaylaştıracaktır. ‘Baba
mın ani ölümü ondan belli belirsiz bir imaj bıraktı bende. Büyük
bir boşluk. Kitaplarda, görünüşünden hoşlandığım ve kendile
riyle barışık görünen kişilerde, her yerde bana örnek olacak bir
baba modeli arıyorum, manevi babalar...’
Ancak, anne-babanın kişilikleri, çocuğa var olma hakkı ver
meyecek kadar katı ve baskın da olmamalıdır. Farklılığa taham
mül edemeyen ya da kendilerinin var olduklarını hissedebilme-
leri için gerek duydukları bir ayrıcalıktan, öncelikten veya üs
tünlükten vazgeçmek istemeyen bir model sunmamaları gerekir.
Kadın ve erkek olmanın ne olduğunu gösterdikten sonra, -çocu
ğun yetişkinliğe adım atabilmesi için- bir anlamda geri çekilme
lidirler artık. Bunun tersi durumlarda, çocuğun kendisine yetiş
kinliğe adım atma izni vermesi güçleşir, çocuk, hakkı olduğun
dan emin olmadığı roller üstlenerek bir yasağı çiğnediği hissini
yaşayacaktır.
Bu durumda kendisini kabul ettirmek için çabalaması, diğer
lerinin beklentilerine uymaya zorlayan bu iç güce karşı savaş
ması gerekecektir. Çocuklukta -kendi kimliğini oluşturmada
sosyal kimlik vazgeçilmez olduğundan- her şeyden önce başka
ları gibi olmak önemlidir. Bu yüzden, eğitimi boyunca belli bir
takım sözcükleri öğrenmiş, belli bir şekilde giyinmiş, belli bazı
aktiviteler, filmler, kitaplar gibi bir grup tarafından kabul edil
mesini sağlayacak ne kadar parola varsa onları seçmiştir.
Bu bir gruba ait olma ve başkaları tarafından biçilmiş rollere
uyma davranışı her türlü dışlanma tehlikesini ortadan kaldıran
120
bir şeydir, eğer o da diğerleri gibiyse, onu aralarına almamaları
için hiçbir neden kalmayacaktır. Bu güven verici, güçlü ve bir
kere içine alındıktan sonra korunduğunu hissettiği çoğunluğun
bir parçasıdır. Ve çocuk ancak bir gruba ait olabileceğine emin
olduktan ve bu grup tarafından kabul edildikten sonra birey ol
mak isteği duyacaktır.
Aynı şekilde, anne-babasının bakışı aracılığıyla bir kimlik
bulabilmek için de onların kendisi hakkında sahip oldukları ima
ja uyum sağlaması gerektiğine inanmıştır. Ancak, kaçınılmaz
bir şekilde, çocuğun gelişimi anne-babasının ona bakışının ge
lişmesinden daha hızlı olduğu için bir an gelecek çocuk kişiliği
nin inkar edildiği hissini yaşayacaktır ve burada artık farklılığı
nı onlara kabul ettirmeyi bilmesi gerekecektir.
Bir yandan kendi kimliğini kazanırken, diğer yandan onların
sevgisini kaybetmekten korkmaktadır. Ne korkunç bir ikilem!
Ve bedeninde kaygı, huzursuzluk, işlevsel bozukluklar ve hatta
psikosomatik hastalıklar şeklinde ortaya çıkan bir iç çatışmanın
kurbanı olacaktır. Birey olmanın, anne kucağını terk etmenin ve
sevgi bağlarını koparmanın bedelini çektiği acıyla ödeyecektir...
Davranışlarını değiştirdiğinde hala sevilmeye ve kabullenil-
meye devam edileceğinden asla emin olamadığından ya bunu
hiç denemez -yani hiçbir şekilde değişmeyi göze almaz- ya da
ikili oynamayı öğrenir dışarıya son derece uyumlu bir görüntü
çizerken, gizli dünyasında söylemeye asla cesaret edemediği dü
şünceleri veya gösteremediği yaratıcılıkları kendisine saklamak
tadır. Böylece çocuk, biri görünen, diğeri görünmeyen iki ayrı
“ben”e ve biri görünen biri de gizli iki ayn hayata sahip olmaya
alışır. ‘Sanki iki ayrı yaşama sahibim. Başkalarına mış gibi ya
pıyorum, hayatımdan memnunmuşum gibi' davranıyorum, yara
mazlık yapmayan, aşırılıklara kaçmayan o kusursuz küçük ço
cuğu oynuyorum. Aşırılıklarla, yasaklarla ve sırlarla dolu ikinci
yaşamımı bir bilselerdi ah!’
121
Bir süre için bu ikili yaşamı sürdürmek zor olmasa da, bir an
gelir ki gizli tuttuğumuz yönümüz saklanmaktan bıkar. Aslında
hepimizin aradığı şey bütünlüktür. Yansıtılan imajların çeşitlili
ğinin bizi zenginleştirmek yerine sorun yaratan bir bölünmeye
neden olmasına tahammülümüz yoktur. Özümüzü bozan bu ay
naların içinde kim olduğumuzu bulmamız gerekir ve artık kan
dırmalardan ve uzlaşmalardan uzak, gerçek kimliğimizi kabul
ettirmeye ihtiyaç duyarız. Kendimizi olduğumuz gibi gösterdi
ğimizde karşımızdaki insanı kaybetmekten korkmayız, tersine,
karşımızdakinin bize bakışında -en azından biraz da olsa- bizi
olduğumuz gibi gördüğünü hissettiğimiz anda ilgilendirmeye
başlar o kişi bizi.
Bu çeşitliliği olumlu bir şey olarak yaşamamız gerekir, zira
bu, duruma göre kişiliğimizin şu ya da bu yönünü gösterme se
çeneği sunar bize. Örneğin bazı durumlarda ya karşınızdakine
duyduğumuz saygıdan ya da kendi huzurumuz için, kızdıracak,
dışlanmamıza neden olacak ya da yaralayacak sözler söyleme
meyi seçeriz. Söylemek istediklerimizi sadece anlayabilecek ki
şilere söylemek amacıyla karşımızdakinin kim olduğunu göz
önüne alırız. Bütünlüğümüzün her an farkında olarak, muhatap
olduğumuz kişilere göre farklı davranırız; tıpkı birçok yüzü olan
bir prizma gibi, değişik durumlara uyum sağlayabilen ancak her
zaman dengeli, tek ve sağlam bir kişiliğimiz vardır.
Bu bütünlük duygusu, art arda yapmacık rollerle başımızı
döndürüp kaybetmeden, kendimizi bulmamızı sağlar. Bizi, baş
kalarının isteklerine uymak amacıyla, olduğumuzdan farklı kişi
liklere bürünmekten veya gücendirmek korkusuyla sürekli deği
şen mizaçlarına boyun eğmekten korur.
Eğer neyin iyi ve neyin kötü olduğunu, neyin hoşa gidip ne
yin gitmediğini, neyi yapmamıza izin verildiğini veya neyin ya
sak olduğunu bilemiyorsak, sürekli hiçbir şeyden emin olama-
yıp kendimize güven duymuyorsak bu, değerler hiyerarşisi hak-
122
kında hiçbir şey bilmediğimizi gösterir; davranışlarımızdan ve
bunların doğurduğu sonuçlardan asla emin değilizdir. Örneğin
başarı, onu kontrol etmediğimiz ölçüde bizden kaçar. Muhatap
olduğumuz kişilerin olumlu ya da olumsuz tepkilerine göre, bu
çekicilik göstergesi önünde nedenini anlayamadığımız ani bir
mizaç değişikliğiyle kendimizi iyi veya kötü hissederiz.
Kendi değerlerimize daima güvenmeli ve başkalarının bizim
için istediklerine ve maruz kaldığımız eleştirilere karşı onları sa
vunacak güçte olmalıyız. ‘Aslında sahip olduğum değerin bilin
cindeyim, ancak duygusal yönden o kadar hassas bir insanım ki,
davranışım hakkında en ufak bir eleştiride kendimi saldırıya uğ
ramış ve yaralanmış hissediyorum ve kendimi sorguluyorum.
Olumsuz eleştirilerin beni yaralamasına izin vermemeye karar
verdim artık, nasılsam öyleyim ve bu hoşlarına gitmiyorsa yapa
bileceğim hiçbir şey yok!’
Maruz kaldığımız bütün saldırılara karşı koyabilmek, olası
bütün düşmanlıklara rağmen hırpalanmadan bütünlüğümüzü
korumak ve başkalarının bize kendilerini kabul ettirmesi yerine
bizim onlara kendimizi kabul ettirecek dirence sahip olabilme
miz için çok güçlü bir “ben”e sahip olmamız gerekir. 'Kim ol
duğumu bilmediğimden güçlü bir kişiliğe sahip değilim. Kim
lik sorunu yaşıyorum. Ne ne yaptığımı ne de ne istediğimi bili
yorum. Güçlü kişi isteklerini karşısındakilere kabul ettiren kişi
dir ama bunun için insanın bir amacı olması gerekir, oysa be
nim hiçbir amacım yok. Üstelik başkalarının isteklerine de
uyum sağlayamıyorum.’
Eğer kendimizi sevmiyorsak başkalarının eleştirilerine karşı
hassas olmamız doğal değil midir? Başkalarının yargılarına ve
onlardan gelecek sevgi işaretlerine bağımhyızdır. ‘Asla yalnız
olamıyorum, hep birileri olmalı yanımda. Sürekli sevildiğimi
hissetmeye ihtiyacım var.’ ‘Kendimi sevmiyorum. Beni sevme
leri için nasıl olmamı istiyorlarsa öyle davranıyorum, yani da-
123
O
ima gerçekte olmadığım bir görüntü sunuyorum.’ ‘Kendime iyi
lik etmeyi hak etmediğime inanıyorum. Başkalarına değil, ken
dime kızıyorum. İsteklerimi kabul ettirecek kadar kendimi sev
mediğim için kızıyorum kendime.’
Kendimizi olduğumuz gibi kabul edebilmek için mükemmel
mi olmamız gerekir? Bu durumda kendisini yeterince sevip,
başkaları tarafından sevilmeyi hak ettiğine inanacak kaç kişi
vardır? Kendimize kötülük yerine iyilik etmeyi istemek, olum
suz bir imaj yerine olumlu bir imajı savunmak daha kolay değil
mi? Böylece, yapabilecek güçte olduğumuz veya olmadığımız
şeyler hakkında endişe ve korku duymadan, isteklerimizin sonu
na kadar gidebilir ve düşüncelerimizi sonuna kadar savunabili
riz. Güçlükleri bir bir aşmak için gerekli olan sükunete kavuşur
ken aynı zamanda bu dinginlikte kendimizle baş başa kalmanın
mutluluğunu yaşarız...
YALNIZLIĞIZ BİZ’
‘Kendimi yenilemek için kesinlikle yalnızlık anlarına ihtiyaç
duyuyorum. Etrafımdakilerin bitmeyen istekleri beni yoruyor,
adeta içimi boşaltıyor, hatta canımı sıkıyor. Böyle durumlarda
ihtiyaç duyduğum tek şey, gerçekten ne yapmak istediğimi bul
mak, kendi tempomu yakalamak ve içimi sevdiğim şeylerle dol
durmak için kendime yeterince zaman ayırmak oluyor.’ İç dün
yamız ne pahasına olursa olsun kaçmamız gereken bir dünya de
ğildir, aksine, orada kendimizi iyi hissettiğimizden ona yönel
mekten memnun oluruz. Tıpkı bir kaplumbağa gibi kendimize
ait bir alan yaratmışızdır ve onu korumaya ihtiyacımız vardır.
Diğer taraftan, karşımızdaki insanın da kendisine ait bir alanı ol
duğunu bilip onun sınırlarına da saygı gösteririz.
Eğer kim olduğumuz hakkında bir fikrimiz yoksa sınırlarımız
iyi belirlenmemiştir ve bu durumda ne kendi sınırlarımızı kabul
ettirmemiz ne de diğerlerininkilere saygı göstermemiz mümkün-
124
dür. Kendimize ait bu alan nerede yer alıyor? Diğerininki nere
de? Bazıları için bu “diğeri” kendilerinin bir uzantısıdır, onlara
da kendilerine davrandıkları şekilde davranırlar. Ondan kendile
rinden istedikleri şeyleri isterler ve kendilerinden hoşnut değil
lerse diğerinden de asla hoşnut olamazlar. Kendilerinde görmek
ten hoşlanmadıkları şeyler için ona saldırırlar veya kendilerinde
olmasını istedikleri şeylere yine onda sahip çıkarlar. Özellikle de
bir aşk ilişkisinde tekelci ve aşırı sahiplenicidirler, diğerinin ru
hu ve bedeniyle kendilerine ait olduğuna inandıkları gibi, kendi
lerini de ona tüm varlıklarıyla vermekten çekinmezler. Bundan
böyle kendileriyle diğeri arasında hiçbir fark yoktur, ait olma
duygusundan çok, birlikte tek bir kişi olmayı arzularlar.
Bu kişilerin “diğeri” hakkında “her şeyi” bilmek ve kendi
gizli bahçelerindeki “her şeyi” söylemek istemeleri de bu yüz
dendir. ‘Ona her şeyi söylemek isterdim, benimle birlikte onları
üstlensin diye, bütün korkularımı ve sıkıntılarımı paylaşmak is
terdim. Bütün sırlarımı bilsin istiyorum ancak onun içinde erime
arzusuyla bu sefer kendimi kaybediyorum. Önce hayatımı sonra
da düşüncelerimi istila ediyor. Her an, her yerde o, eğer ilişki
kötü gidiyorsa, kişiliğime saygı duymadığını hissediyorsam,
tam bir işkence yaşamaya başlıyorum. Sürekli eleştiren bakışlar
la bakıyor bana, olumsuz yargısı ve korku öyle bir hale geliyor
ki sonunda bunu hissediyor ve buna da tahammül edemediğin
den beni terk ediyor.’ ‘Hep yanımda olmasını istiyorum. Sanki
başımın çaresine bakmaktan acizmişim gibi hayatımı onun or
ganize etmesini istiyorum. Onunla ilişkimi kesmem, onun varlı
ğı ve bu güven duygusu olmadan yaşamam mümkün değil.’
Bu bütünleşme arzusunda, diğeri, hem her şeyi paylaşmak
hem de her ikisinin de bütün sorunlarını çözmek zorundadır.
‘Eskiden sorunlarımla o kadar çok boğuluyordum ki, bir kısmı
nı başkalarına taşıtıyordum. Bana yardım etmelerinin normal ol
duğunu düşünüyordum ve yardım etmediklerinde de onlara kı-
125
zıyordum. Şimdi artık sorunlarımı kendi başıma çözebiliyorum,
böylece diğerlerini rahat bırakıyorum.’
Bazen de bunun tam tersi söz konusudur, diğerinin bütün so
runlarını kendilerinin çözeceklerinden emindirler. Diğeriyle tıp
kı kendileriyle ilgilenmesini istedikleri şekilde ilgilenirler -yar
dım ederler, korurlar ve tıpkı kendilerine yapılmasını istedikleri
gibi onların sorumluluğunu üstlenirler. ‘Kendi yaşamadığım
şeyleri başkalarına vermek istiyorum. Onlara her türlü olanağı
vermeye çalışıyorum, kendimi hiç sevmediğim için benim ola
madığım şeyi onların olmasını istiyorum. Böylece onlar aracılı
ğıyla kendimle gurur duyabilirim.’
Diğerinin kimliğine saygı gösterdikleri sürece, onun bu tür
bir ilgiden memnun olmaması için bir neden yoktur. Ancak,
onun için en iyisinin ne olduğunu kendisinden daha iyi bildikle
rini zannediyorlar ve yine sözüm ona onun iyiliği için, kendisi
ni hiç de ilgilendirmeyen şeyler söylüyor ve yapıyorlarsa, diğe
rinin kendi varlığının inkar edildiğini düşünerek sinirlenmesi
normaldir. ‘Onun yaşama güçlüğünün neden kaynaklandığını
bildiğimi düşünüyordum ancak, onu inatla iyileştirmeye çalışır
ken nasıl da boğduğumu görmüyordum.’ Diğerini böyle “iyi ni
yetle” istila ederlerken iyilikten çok kötülük etmektedirler ve
karşılarındaki insan da çoğu zaman minnet duymaktan uzaktır
onlara. Bunu yaparken kendi sınırsız güçlerine inanma arzusuy
la hareket ederler. Diğeri istedikleri şekle sokabilecekleri bir
nesnedir, üstelik de onun iyiliğini istemektedirler. Ve böylece,
vicdanlarım rahatlatıp bütün varlıklarıyla onlar için çabalarlar,
ancak buradaki asıl amaç kendilerini değerli kılmaktır, bu sınır
sız nezaket ve cömertlikte bulurlar ancak kendilerini.
Başkalarının alanlarını istila etmeden de varlığımızı ortaya
koymak mümkün değil midir? Hayatımızı beslemek için başka
larına yönelmemiz kendi alanımızın fazla yetersiz ve zenginleş
tirici olmamasından kaynaklanmıyor mu? Başkalarının kendile-
126
ri için istemedikleri bir şeyi, sözüm ona onların iyiliği için iste
diğimizi iddia etmek tam bir saygısızlık değilse nedir?
Kendimizi böyle başkaları aracılığıyla ararken hem kendimi
zi hem de karşımızdaki insanı kaybedebiliriz. Diğerine bize ken
diliğinden gelmek üzere yeterince boş alan bırakmadığımız du
rumlarda, onca beklediğimiz sevgi ve şefkat işaretlerini alıyor
olsak da, bunlar asla içimizi rahatlatmaz. ‘Beni sevdiğini söyle
mesi ve sevecen davranması için öyle çok ısrar ediyorum ki so
nunda bunu yaptığında içim bir türlü rahat etmiyor. İsteyerek
değil, ben istediğim için söylüyor diye geçiriyorum aklımdan.'
Karşımızdaki ne kadar çok beklentimizin büyük olduğunu his
sederse verdiği cevap da o kadar çok doğal coşkudan yoksun
olacaktır, bizim de korkularımızı beslemek için o kadar fazla ne
denimiz...
Başkasıyla ilişkimizde ortak alan -ne bizim ne de diğerinin
alanını kapsayacak şekilde- üçüncü bir alan olmalıdır. Sevgili,
arkadaş, sevecen, yardımcıyızdır. Bir aile, bir çalışma grubu ve
ya bir ekip oluşturuyoruzdur ancak ne olursa olsun varlığımızı
sadece bu ortak alana indirgememeye özen göstermemiz gere
kir. Bir aşk ilişkisine ya da bir işe kendimizi unutacak kadar
kendimizi adıyor, bütün hayatımızı bir dava uğruna harcıyor,
“bütün” gücümüzü tek bir amaca yönlendiriyorsak, kendimizi,
bir daha bulamayacak şekilde kaybetmemiz mümkündür.
Bizim dışımızdaki bu hareketlilikten başka, bizi tanımlaya
cak bir şey olmadığından yalnızlığımız artık tahammül edilmez
olmaya başlar. Var olmadığını düşündüğümüz -ki artık varlığını
gerçekten yitirmiştir de- iç dünyamızla baş başa kalmaktan kor
karız. Sevmediğimiz ve sürekli kaçtığımız bu dünyayı sonunda
yok etmişizdir. ‘En ufak bir boş vaktim olduğunda, kendimle
baş başa kalmamak için, yapacak bir sürü şey buluyorum.’ Ge
cenin derinliği ve sessizliği yerine gündüzün ışığı ve gürültüsün
de kendimizi daha iyi hissederiz.
Geceyi yaşamak zor gelir, kendi kendimizle bu zorunlu baş
127
başa kalış, sükunet vermek yerine huzursuz eder bizi. Sonunda
dışarıdaki zorunluluklardan kurtulup, düşüncelere ve rüyalara
dalmak için karanlıktan faydalanmak yerine, korkuya kapılarak
bu karanlığı hayaletlerle doldururuz. ‘Geceleri uyuyamıyorum.
Gündüz yaşadığım sorunları tekrar kafamdan geçiriyorum ve ya
rın nelerle karşılaşacağımı düşünüyorum. Üstelik uyuyamadığı-
mı ve ertesi gün yorgun olacağımı düşünerek iyice strese giriyo
rum.’ ‘Geceleri uykudan uyandığımda kapkara düşüncelere dalı
yorum, bütün tehlikeler o kadar büyüyor, kaygılarım o kadar ar
tıyor ki, hemen düşünmeme engel olacak bir şeyler alıyorum.’
‘Yalnızken asla uyuyamıyorum. Eşim şehir dışına çıktığında
mutlaka bir arkadaşımı çağırıyorum eve. Bunun saçma olduğunu
biliyorum ancak yalnızken kendimi güvende hissedemiyorum.’
‘Yalnızken kendimle olmayı sevmiyorum.’ Sürekli içlerini
rahatlatacak bir sıcaklığa ihtiyaç duyan insanlar, yalnızlıkta so
ğukluk ve terk edilmişlik duygusunu yaşarlar. Bu güvencenin
sadece dışarıdan geleceğine inanırlar ve bunun da sürekli tekrar
lanması gerekmektedir. Çocukluklarında yeterince şefkat gör
memiş olduklarından, bunu kendi içlerinde bulamazlar, yeterin
ce sıcak bir sevgiyle kuşatılmamış olduklarından, yalnız kaldık
larında, bunun anısıyla içlerini ısıtamazlar.
“Yalnızlığız biz’’ (Rilke). Toplum tarafından yoksunluk ve
zorunlu bir tek başına kalış şeklinde kendisine yüklenen o son
derece olumsuz anlamından kurtulduğunda, yalnızlığımızın as
lında zengin ve dolu olduğunu görüp onu aramaya başlarız veya
yalnız kalmamız gerektiğinde bunun tadına varmayı öğreniriz.
Acıda olsun, arzuda olsun, tamamen yalnız olduğumuzu, bizi ne
kadar severse sevsin karşımızdaki insanın bizim sevinçlerimizi
ve üzüntülerimizi tamamen paylaşamayacağını ve tek oluşumuz
nedeniyle bizim için neyin iyi olduğunu kendimizden başka
kimsenin bilemeyeceğini bir kere kabul ettikten sonra, yalnızlı
ğımızı daha kolay yaşamaya başlarız. Ve yalnızlığımızı ne kadar
128
iyi yaşarsak ondan kurtulmaya çalışarak kendimizi tehlikeye at
maktan da o kadar vazgeçeriz.
Yalnızlığımızı yaşayamamak, bazen ruhumuzu el altından
satmak, küçültücü ilişkileri yürütmek, nefreti bile bir bağ olarak
görmek, yaşamdan çok ölüme yakın bir anlaşma imzalamak an
lamına gelebilir. Onca beklediğimiz bu diğeri ne dosttur bize ne
de yardımcı; beklediğimiz sıcaklığı ve şefkati vermez bize. Ve
yaşamayı umduğumuz şeyle gerçekte yaşadıklarımız, hayalini
kurduğumuz aşkla gerçek hayatın bize sunduğu hayal kırıklıkla
rı arasındaki fark ne ölçüde büyükse yalnızlığımız da o kadar acı
vericidir.
Oysa yalnızlığımızı sorunsuz yaşadığımızda, partnerimizi
seçerken ve onunla ne yaşamak istediğimize karar verirken son
derece özgürüzdür. Boşluk hissiyle önümüze geleni, geldiği an
da kabul etmek zorunda hissetmeyiz kendimizi. Bir şeyleri kay
betme korkusuyla yiyecekleri, içkileri, uyuşturucuları, değişik
aktiviteleri, yerleri, kişileri... kısacası bizi bir süre için “dolu”
olduğumuzu hissettirecek her şeyi oburca yutmaya iten bu içi
mizdeki boşluk duygusudur. Bu doymak bilmeyen sınırsız bir
ihtiyaçtır ve bu durumda ne diğer kişi, ne de yaşadığımız zevk
ler doygunluk hissetmemizi sağlamaya yeter.
Doluluk hissi dışarıdan elde edilebilecek bir şey değildir. Bu
her ne kadar dışarıya bağlı olsa da, hayal kırıklığına uğradığı
mızda ya da diğerini kaybettiğimizde benliğimizi kaybetmemi
ze neden olacak kadar önemli bir yer tutmamalıdır.
Daima, bizi biz yapan şeylerle doluyuzdur: kalitelerimiz ve
zayıflıklarımızla, arzularımız ve heyecanlarımızla, anılarımız ve
projelerimizle, fikirlerimiz ve coşkularımızla, meraklarımız ve
dış dünyaya karşı olan ilgimizle...Eğer kendimizi yeterince sev
meyi öğrenirsek, kendimizle yaşamamız kolaylaşacak, bedeni
mizin bize sağladığı bütün hisleri dolu dolu yaşayacak ve başka
larına verecek şekilde sevinç ve sıcaklıkla dolacağızdır. “Varh-
129
ğımız” duygularımızın gerçekliği oranındadır ve ancak o zaman
sevgimizi ve canlılığımızı başkalarıyla da paylaşmamız müm
kündür.
130
rift
147
•• â
(9zgaz ^aafalan S)ü4iûıc&
YENİDEN YARATMA
Artık ne kadar dayanıksız olduğunu gördüğümüz bu temelle
ri yıkmadan yeni ve daha sağlam temeller oluşturmamız müm
kün mü? Var oluş biçimimizi derinden sorgulamadan herhangi
bir değişim söz konusu olabilir mi?
İster yaşadığımız deneyimler ve olgunlaşma sonucu ortaya
çıksın, isterse bir analiz sonucu, bu değişimler çoğu zaman bu
nalım yaratır. Yeniden doğmanın mutluluğunu yaşamadan önce,
güven, alıştığımız zevkler ve hatta önem verdiğimiz bazı acılar
gibi kaybedeceğimiz şeylere takıntılı kalırız. Bedenimizin bir
parçası arkaya dönük bir halde, geçmişimizi bir türlü bırakama
yız ve bu durumda, bize sunabileceği zevkleri henüz tanımadı
ğımız bir geleceği güç ve cesaretle karşılamamız imkansızdır.
‘Kendimi ne iyi ne de kötü hissediyorum ama artık kendimi
tanıyamıyorum da, nereye gittiğimi bilmiyorum... kararsızlık
içindeyim...’ ‘Artık eski davranışlarıma devam edemeyeceğimi
biliyorum ancak, bundan sonra nasıl davranacağımı henüz bil
miyorum.’ Boşluk..., transit alanı..., sınırsız bir süre... Kim oldu
ğumuzu bilmez bir haldeyizdir. Artık kullanamayacağımızı bil
diğimiz eski giysilerimizi çıkartsak da onlara karşı sevgi besle
meye devam ederiz ve kendimize uygun bir şeyler bulana kadar
da kendimizi çırılçıplak hissederiz!
Eğer biz de artık kendimizi tanıyamıyorsak ne olacak? Bize
henüz yabancı bir kişinin kimliğine bürünmüşken kendimizi iyi
152
hissetmek mümkün mü? Ve bir başkasına dönüşürsek ilerideki
yaşamımızda bize ne olacaktır peki? ‘Kaygılarımdan kurtulur
sam daha sonra neyle besleneceğim bilemiyorum; elimde hiçbir
şey kalmayacak. Bu yüzden henüz düzelmeye karar vermedim.’
En azından sürekli duyduğumuz eleştiriler gibi bazı küçük
sorunlara alışmıştık. ‘Aşağılık duygumu uyandıracak durumlar
la her karşılaştığımda kendimi çok kötü hissediyorum. Öte yan
dan, kendimi böyle hissetmezsem kimliğimi yitireceğimi düşü
nüyorum. Hiç olmazsa bu bildiğim bir imaj, çok memnun olma
sam da kendimi böyle rahat hissediyorum.’ ‘Hiç hoşuma gitme
yen ancak bir türlü de değiştiremediğim bu yönümü kabullen
meyi öğrendim sonunda. Değişme arzum çok yüzeysel aslında,
hem istiyorum hem de istemiyorum. Ve bir gün değişirsem, bi
liyorum ki bu bana rağmen olacak.’
Başkalarıyla ilişki biçimimiz öyle karmaşıktır ve kökü öyle
uzaklara dayanır ki, bundan vazgeçmek kolay değildir. Farkın
da olmadan sürekli şartlanmışızdır. Sonuçta davranışlarımız,
geçmişte nedenini anlayamadığımız o acılara karşı kendimizi
korumak veya ne olduğunu bile bilmediğimiz çatışmalara çö
züm bulmak üzere verdiğimiz o zorlu savaşın bir sonucudur.
Tıpkı bir bitkinin bulabildiği tek ışık kaynağına yönelmesi gibi,
biz de gitgide davranışlarımızı hayatta kalmamızı sağlayacak
şeylere uyarlamışızdır.
Bu arada, sıkıntı yaratacak bazı durumları tanımayı öğrenip,
bunlardan kaçma yolunu seçmeye de alışmışızdır. Ancak, bir
daha acı çekmemek adına korkularımıza kulak vermek bir süre
için faydalı olmuşsa da, bir an gelir ki kendi savunma mekaniz
malarımızın olumsuz sonuçlarına katlanmak durumunda kalırız.
‘Ben güç ilişkisinden nefret ederim. İsteklerimi ve düşünce
lerimi zorla kabul ettirmek için savaşmam gerektiğinde bedenim
bunu pahalı ödüyor, bir yaprak gibi titremeye başlıyorum ve ba
yılacak gibi oluyorum. Bu yüzden çoğu zaman tartışmıyorum.
153
Ama başkalarının dayattığı şeylere hiç karşı çıkmadan katlan
mak da beni daha fazla hasta ediyor artık.’
Bir anlaşmazlık ya da kızgınlık durumunda tartışmaya, hatta
belki ilişkiyi bitirmeye cesaret edemeyen kişiler yavaş yavaş
kendilerim sessizliğe gömerler. Bu sessizlik imkansız bazı çatış
malardan korunmak için gerekli olsa da. heyecanlarını sürekli
bastırmaya zorlayacaktır onları. Böylece, fildişi kulelerinde gü
vende oldukları yanılgısıyla gerçek bir iletişim kurmayı becere
mez hale gelmişlerdir ve sonunda derin bir yalnızlık duygusuyla
baş başa kalmışlardır zira her türlü çatışmayı önlemek adına gö
ze çarpmamaya uğraştıkça dış dünyadan iyice soyutlanmışlardır.
Bunun tersi durumlarda da. yani her zaman kendi görüşleri
nin doğruluğunu savunma ihtiyacı duyan ya da kendilerinden
farklı bir düşünceyi savunma cesareti gösterenlere karşı sataş
maya hazır bir şekilde, sürekli bir meydan okuma olmadan var
olduklarını hissedemeyen kişiler de başkalarıyla olan ilişkilerini
gitgide imkansız kılarlar.
Daima güç ilişkisi içindedirler ve önemli olan tek şey diğer
lerinin kendi bilgilerini ve güçlerini kabul etmeleridir. Ve bu
hoşgörüsüzlükleri, insanlarda anlaşılmadıkları, hatta kendi var
lıklarının inkar edildiği duygusunu yarattığından onlardan uzak
laşmalarına neden olur. Burada da umdukları o sükuneti ve din
ginliği bulamazlar ve hatta engellemeye çalıştıkları sıkıntılardan
daha büyük sıkıntılarla karşı karşıya kalırlar.
Acı çekmemek adına yaptığımız her kaçış kaçınılmaz olarak
başka bir acı doğuracaktır. Ve her türlü kaçınma davranışı bir
gün yaşamaktan kaçınmaya varacaktır. Sonunda bedenimizin
empoze ettiği, sık sık tekrarlanan şiddetli ağrılar yaşamamıza
engel olur. ‘Daima maskelerle ve kaçamak sözlerle yaşadım,
açık davranmak nedir bilmiyorum bile. Bunun sonucunda doğan
tatminsizliği her gün bedenimde yaşıyorum, hayatımı imkansız
kılan her türlü rahatsızlıkla...'
154
Bir seçim olmaktan çok rahat olduğu için, zevk vermekten
çok alışkanlık olduğu için yürüttüğümüz ve ilk başlarda kusur
suz gibi görünen ilişki biçimi artık tahammül edilemez bir hal
almıştır. Kendimizi korumak adına benimsediğimiz davranışlar
artık görevlerini yerine getirmez olurlar. Her türlü tehlikeli he
yecandan uzak kendimize kurduğumuz o küçük dünya artık bek
lediğimiz korumayı sağlayamaz olur.
Tam tersine, kendimize yaşamayı engellediğimiz şeyler ne
deniyle iyice artan sıkıntımız sonunda bizi davranışlarımızı göz
den geçirmeye zorlar. Onca hararetle istediğimiz o kendini ger
çekleştirmenin bir kez daha başarısızlıkla sonuçlanmış olduğu
nu acıyla fark ederiz. Var olamadığımız, yaşayamadığımız his
sine kapılırız, sanki kader bize karşıdır ve bedenimiz isyanını di
le getirir.
Gerek istemeyerek kendi zararımıza yaptıklarımız, gerekse
yapmayı bilemediklerimiz nedeniyle, hayatımız beklediğimiz
şekilde olmaktan çok uzaktır. Bu şartlarda başkaları için bu ka
dar kolayken bize yaşamayı bu kadar zor kılan şeyin ne olduğu
nu nasıl sorgulamamak? Nasıl bu sırrı aralamaya ve kötü kade
re meydan okumaya çalışmamak?
İçimizde iki ayrı güç sürekli çatışma halindedir: Bir şeyleri
kurmaya çalışan bir güç ile onun kurduklarını yıkmak için çaba
layan ve bizi aslında hiç de memnun olmadığımız bir davranışı
devam ettirmeye iten bir başka güç. ‘Kendimi çözemiyorum, an
layamıyorum. Nasıl, bana zarar verdiğini bildiğim bir kişiyle
görüşmeye devam edecek kadar aptal olabiliyorum. Onda beni
çeken şeyin ne olduğunu bile bilmiyorum ama biliyorum ki bu
çekim, kendimde nefret ettiğim bir şeylerin karşılığı.’ ‘Konuşur
ken saçma sapan şeyler anlatıyorum. Kendi hakkımda çok
olumsuz bir imaj verdiğimin farkındayım ancak başka türlü de
davranamıyorum. Hatta, başkalarının gözünde özellikle mi ken
dimi küçük düşürdüğümü merak ediyorum.’
155
Kendimizi yıkıcı bazı davranışlardan neden bir türlü vazge
çemeyiz? Değişip bir başkası olduğumuzda kaybetmekten kork
tuğumuz bunca değerli şey nedir ki aynı saçma hareketleri sü
rekli tekrarlar dururuz? Kendimize gerçekten istediğimiz şeyle
ri yaşama hakkı verdiğimizde, o ana kadar tatmadığımız zevkle
ri tattığımızda hangi yasakları çiğnemiş olmaktan korkarız?
Mutluluk anlarının bedelini ileride ödememiz gerekeceğini mi
düşünüyoruz? ‘İyileşmiş olduğum için çok fazla sevinemiyo
rum. Sanki, ileride bir şekilde bunun acısının çıkacağından kor
kuyorum.’ ‘Mutlu olmaya hakkım olmadığına inanıyorum. Kö
tü bir şey yapmışım gibi, bütün hayatım boyunca bu yüzden ce
zalandırılacağımı düşünüyorum.’
Bizi böyle acı çeker durumda tutan bu uğursuz güç çoğu za
man en çok istediğimiz şeyi yaşamamızı imkansız kılan bir suç
luluk duygusunun sonucundan başka bir şey değildir. “Yapa
mam..., ... imkansız” Bu imkansız nerededir? İsteklerimizi ger
çekleştirmek konusunda kendi kendimize koyduğumuz bu engel
nedir? Zalim kader olarak adlandırdığımız bu yaşama imkansız
lığı nedir böyle?
Kendilerine koydukları engelleri açıklamak için çok geçerli
nedenleri olan kişiler bile aslında gerçek nedenleri koymuyor
lardı ortaya. Bilinçli bir şekilde farkında olmadıkları, ancak
günlük hayatlarında sürekli bir engel oluşturan çok daha derin
nedenleri vardır bu imkansızlığın.
‘Hem iş hem de duygusal hayatımda daha doyumlu olmak
için ne yapmam gerektiğini biliyorum aslında, ancak, onca za
mandır beklediğim şeyin gerçekleşmeye başladığını görür gör
mez bundan memnun olmak yerine kaçıp uzaklaşıyorum.’ Duy
dukları arzu o kadar şiddetli olduğu halde neden kendilerine ba
zı zevkleri yasakladıklarını bilmiyorlardır, ancak her zaman im
kansız olduğuna inandıkları bir şeyin gerçekleşebileceği fikri ta
rifsiz korkular uyandırır.
156
Tanımadıkları yeni duygularla dolu ve hayatlarındaki her
türlü değişikliğe karşı direnen bedenlerinden sıkılırlar. Tam da
hayatlarını ellerine almaları gerektiği bir anda, ya kalıcı bir duy
gusal ilişkiye girecekken ya da özellikle sevdikleri bir konuda
yatırım yapacakken, anlaşılamaz olduğu kadar kabul edilemez
de olan bir kaygıya kapılırlar.
Mutlu olmalarını sağlaması gereken şey, tam tersine sıkıntı
yaratır. ‘Artık okulu bitirdiğim ve erkek arkadaşımla yaşamaya
karar verdiğim halde sürekli ağlıyorum. Onunla çok iyi anlaşı
yorum, mesleğimi de seviyorum, her şeyin son derece olumlu
olduğunu biliyorum, ancak, sanki bunca mutluluğa hakkım ol
duğundan emin değilim. Durmadan anne babamın ayrılığını dü
şünüyorum, tek başına kalmış ve bunalımlı annemi, birbirlerin
den sadece olumsuz şekilde bahsetmeyi bilen o ikisini...’
Birden, bize karşı koydukları sınırlar ve engellerle gelişme
mize engel olan çocukluğumuzdaki o bağlar su yüzüne çıkar.
Her birliktelik anne-babamızın birlikteliğini hatırlatır bize, her
beklenen bebek anne-babamızın bizi beklerken hissettiklerini
çağrıştırır. ‘Hamileliğimle ilgili çelişkili duygular yaşıyorum.
Aslında bundan memnun olabilirdim ama babamın fazla kadın
sı hatlar hakkmdaki aşağılayıcı bakışını hatırladıkça... Annemin
anlattığına göre kendi hamileliği boyunca ona sürekli aşağılayı
cı sözler söylüyormuş.’
Bu anılar ya da en azından çocukluğumuzda hissettiklerimiz,
tekrar canlanarak bizi giriştiğimiz şeyleri başarmaktan ya da ba
şarılarımızı arzu ettiğimiz gibi dinginlik içinde yaşamaktan alı
koyan ‘Artık mutlu olmak istiyorum, mutlu olmak için elimden
geleni yapmak istiyorum fakat buna gücüm yok, hatta beni en
gelleyen başka bir güç var sanki. Gerekli atılımı yapmak için ne
yapmalıyım bilemiyorum. Dayanabileceğim bir şeylere ihtiya
cım var -güven duymaya. Bu konuda anne-babama güveneme-
yeceğimi biliyorum hatta neredeyse mutlu olabilmek için onlar
la savaşmam gerektiğini hissediyorum.’
157
Yeni hayatımızda yüreklendirilmeyi beklemişizdir ancak ço
ğu zaman onu kabul ettirmek için savaşmamız, etrafımızdaki in
sanlarda hissettiğimiz, arzularımızı gerçekleştirmemize engel
olmaya yönelik o gücü aşmamız gerekir. ‘Annemin evlenmemi
hiç istemediğini görebiliyorum. Aksini iddia etse de, yaptığım
seçim ve gelecekteki hayatım hakkında öyle olumsuz sözler sarf
ediyor ki, bunu hissetmemem mümkün değil. Ve benim mutlu
luğumu paylaşmadığı için ona öfke duyuyorum.’
Aslında hiç de düşündüğümüz kadar özgür olmadığımızı
fark ederiz. Görünüşte serbest olsak da, bizi anne-babamıza bağ
layan bağa benzer, istediğimiz şekilde ilerlemekten alıkoyan, ilk
başta göze çarpmayan, son derece engelleyici çok özel bir bağ
la bağlıyızdır karşınızdakine.
Çok fazla idealleştirildiği için ne kıyaslamaya ne de paylaş
maya tahammülü olan bir bağ ya da koptuğu anda suçluluk duy
gusuna neden olan bir bağ... ‘Annemin bana asla çocuk sahibi
olma hakkı vermediğini hissediyorum. Daima kendisine bağlı
kalmamı istiyor ve bu bağ başka hiçbir ilişkiye izin vermiyor.
Bu bağı kopartırsam onu terk etmiş olacağımı hissediyorum.’
Daha önce bu kadar önemli olacağından hiç şüphe bile etme
diğimiz üstü kapalı bir sözleşme başka şeylere yönelmemizi en
geller. Anne veya babanın yokluğunda, geride kalan için gide
nin yerini tutma görevini yerine getirmediğimiz ve ona destek
olma rolünden vazgeçtiğimiz için, bizden bekleme hakkına sa
hip olduklarına inandıkları gibi, sadece onlarla ilgilenmediğimiz
için ve yine bize verdiklerinden daha farklı ve daha değerli bir
statü elde etmeyi istediğimiz için kendimizi suçlu hissederiz.
Bazı kadınların kendilerinde, annelerinin yaşamadığı bir şe
yi yaşama hakkı görmemesi de bundandır işte. ‘Annemin yaşa
dığı hayattan mutlu olmadığını ve ben kendi hayatımı yaşamak
istiyorum diye onu umursamadığımı düşündüğünü biliyorum.
Onun başaramadığı bir şeyi başarırsam suçluluk duyacağımı
158
hissediyorum.’ ‘Hamile kalamadığım için, diğer kadınlar gibi
olma hakkım olmadığını düşünerek acı çekiyorum ve bu acının
bir suçluluğun bedeli olduğunu düşünüyorum -annemden farklı
olmayı istememin, onu gerektiği gibi sevemememin ve iyi bir
evlat olamamanın bedeli... Bu suçu bedenimle ve hayatımla
ödüyorum. Onun iyi bir anne olmadığına inanırken, ben nasıl iyi
bir anne olma hakkına sahip olurum ki? Anne olmaya hakkım
var mı benim? Bu acı, suçluluktan kurtulmamı ve özgürleşmemi
sağlıyor.’
Anne ya da babanın kendi yaşama güçlüklerine ait sinyaller
verdikleri ve bizim de -yanlış da olsa- bundan kendimizi sorum
lu hissettiğimiz durumlarda bu suçluluk duygusu iyice şiddetli
dir. Onlara kötülük edip hayal kırıklığına uğratmaktan başka bir
şeye yaramıyorsak ve davranışlarımız bizden bekledikleri o ide
al kadın veya erkek tipine uymuyorsa kendimizi iyi hissetmemiz
mümkün müdür? ‘İyi bir koca olabileceğime inanmıyorum. Ba
bamın gözünde gerçek bir erkek değildim. O spor yapmamı,
güçlü bir fiziğe sahip olmamı ve daha maddi şeylerle ilgilenme
mi isterken ben, edebiyatla, şiirle, müzikle ilgileniyordum.'
Bu layık olamama ve olduğumuz gibi sevilememe korkusu,
geçmişin bize hala acı vermeye devam eden bakışları, bizim için
en iyi olacak şeyi özgürce seçmemize engel olur. ‘Bir erkeğin fi
ziğim dışında başka bir yönümle ilgilenmeyeceğinden korkuyo
rum. Ailemde sürekli hafif ve yapmacık olarak tanındım. So
nunda böyle olduğuma kendim de inandım ve bir erkeğin beni
tanıyınca bunu fark etmesinden korkuyorum ve çok istediğim
halde bu korku yüzünden bir ilişkinin başlamaması için elimden
geleni de yapıyorum.’
Dışarıdan dayatılan sınırlardan daha fazla engelleyici olan
bazı komplekslerden kurtulmak oldukça güçtür. ‘Aldığım eği
tim yüzünden daima başkalarına ait olan ve benim ait olmadı
ğım bir dünya olduğuna inandım. Bunun aptalca olduğunu bil-
159
sem de, ait olmadığımı düşündüğüm bir çevreye girdiğimde iyi
ce içime kapanıyorum.’
Bundan böyle anne-babamızı memnun etmek adına şu veya
bu kişi olmaktan vazgeçip, özgürlük yolunda bir adım attığımız
da bizi o ana kadar onlara bağlayan şeyin de bilincine varmış
oluruz. Bazen onları sevdiğimiz için, bazen de karmaşık ve an
laşılamaz bir etkileşim nedeniyle, onların yaşamdaki mutsuzluk
larını bir anlamda biz taşımışızdır ve kendimizi bundan kopardı
ğımız anda bu mutsuzluğun da farkına varırız, ki bu kopuş ken
di mutluluğumuzu kurmak ve yetişkin bir kişi olmak için kaçı
nılmaz bir adımdır.
Bizi böylesine geçmişimize hapseden bu bağları değiştirme
yi istesek de, bu değişimi acı ve çatışma olmadan yaşamak im
kansızdır. Anne babamızın gözünde çocuk statüsünü kaybet
mek, bazı şeylerden de vazgeçmek anlamına gelir. Ayrıca kendi
yolumuzu çizmeye, izlememiz gerektiğini hissettirdikleri yön
den uzaklaşmaya ve bizden beklentilerinden kurtulmaya hakkı
mız olduğundan pek emin de değilizdir, karar verdiğimiz şekil
de mutlu olmaya hakkımız olduğundan emin değilizdir...
Geçmişin bütün hayaletlerini içimizden atmak zorundayız.
Aksi takdirde, kafamızın içi sürekli gürültü ve öfkeyle dolu ola
rak, başka acılar, başka arzular, bize ait olmayan başka fikirlere
boğulmuş bir halde eski acıları dindirmeye uğraşırken gerçekten
istediğimiz şeyleri özgürce seçecek durumda olmamız mümkün
değildir.
KENDİN OL
‘Sonuçta hiçbir şeyi kendim için yapmıyorum, hep başkası
na göre davranıyorum. Ve bir an olsun aklımdan çıkmayan o
başkası da asla memnun olmadığı için hep cesaretim kırılıyor ve
yaptığım şeye kendimi tamamen veremiyorum. Hep bir sene gö
re hareket ediyorum: sen..., ....değilsin... Bir türlü bene geçeme
dim. Kendi hayatımdan ben sorumluyum, yaptığım seçimlerden
160
ben sorumluyum, kendim için seçtiğim hayatın sorumluluğunu
almaya hazırım... gibi.’
Bazen hayatımızın en önemli kararlarının bize rağmen alın
dığı hissine kapıldığımız olmaz mı? Adeta başka birinin ve çar
kı bir o yana bir bu yana döndüren talihin oyuncağıymışçasına
bize ait olmayan seçimlere sürüklenmişizdir. Ve sadece başka
larının arzu ettiğini düşündüğümüz şeylere değer vermişizdir, ne
de olsa o başkaları bizden daha iyi düşünmeyi biliyorlardır.
Oysa, pek çok farklı yüze ve sonuçta farklı görüşlere sahip
bu diğerleri, bizi, başımızı döndüren çelişkili kararlara sürükle
yebilir... Bunca çelişik değerler arasından iyi olanla kötü olanı,
yapmak gerekenle yapmayı reddetmek gerekeni nasıl ayırt et
meli? ‘Sürekli şüphe halindeyim ve bu midemi bulandırıyor.’
Sanki bir körebe oyunundaymışız gibi, gözlerimiz bağlı, elden
ele dolaşırız ve bedenimiz bir sürü arzuyla sarsılır ancak bütün bu
arzular aynı anda ortaya çıktıklarından hiçbirine bir biçim ver
mek mümkün değildir. ‘Sanki birden fazla başı olan bir bedene
sahibim hiçbir zaman olmam gereken yerde olduğumdan emin
değilim, ayrıca hep olduğum yerden başka yerlerdeyim de...’
Ne yapmalı? Neyi seçmeli? Başkalarının bakışıyla biçim de
ğiştirmiş bir gerçekliğin buğulu evreninde ne yöne dönmeli?
‘Ne zaman bir karar almak durumunda kalsam hemen başkala
rından duyacağım çelişkili fikirleri düşünüyorum ve yapabilece
ğim hataları düşünerek bütün cesaretimi kaybediyorum.’ Bütün
bu parazit etkiler arasından en doğru kararı nasıl bulup çıkart
malı? Kendi iç sesimize nasıl kulak vermeli?
‘Kim olduğumu bilmiyorum ki ne istediğimi nasıl bileyim.’
Kendilerini tanımayan kişiler sürekli, “hemen hemen”, “...bek
lerken” ve “neden olmasın”dadırlar. Ve kendilerini memnun
edecek şeylere olan bu aşağı yukarı yaklaşım sürekli bir huzur
suzluk içinde olmalarına neden olur. ‘Gözümü karartıp macera
ya atılıyorum asla kesin bir seçim yapmıyorum, hep değişken
seçimler. Biliyorum, bunun sonucunda kalıcı bir şeyler çıkma-
161
yacak ortaya ama bu geçicilik kavramı da önümde bütün bir ha
yatın olduğu hissini veriyor bana.’
Kararlı seçimlerle çocuklukları boyunca rüyalarını süsleyen
şeyleri gerçekleştirmek yerine, olası bir mutluluğu hep sonraya
ertelerler. Kusursuzluk kavramı o kadar içlerine işlemiştir ki,
hiçbir orta yolu kabullenemezler. ‘Daima kusursuzluk arıyorum,
orta yolu kabul etmem mümkün değil.’
Her seçimin bir diğerini feda etmek olduğu, her kararın ola
sı bir pişmanlığa neden olabileceği doğrudur, idealimizdeki gibi
yaşamayı reddetmek rüyalarımızı olduğu gibi korumamızı sağ
lasa da, hayatımız boyunca onları gerçekleştirmemize de engel
olur. Böyle ya hep ya hiç diyerek, sürekli kendi kişisel gelişimi
miz yerine, dışarıdan gelecek bir mükemmeliyeti bekleyerek,
sanki sürdürdüğümüz hayatın sorumlusu biz değilmişiz gibi,
sanki bir gün gülmesini umduğumuz kaderin oyuncağıymışız
gibi davranırız.
En ufak bir hayal kırıklığını kaldıramayacaklarını düşünen
ler, hayatlarını sorgulama veya ileride bir başarıya ulaşacak şe
kilde iyileştirme fikrini baştan reddederler ve gitgide kendileri
ni başarısızlığa mahkum ederler. Bir şeyi gerçekleştirmek yeri
ne, sonsuza kadar açık kalacak olasılıklar yelpazesiyle bekleme
pozisyonunu tercih ederler, zira bu, mutluluk verici olsa da çok
kesin sınırlar da getirecektir hayatlarına.
Böylece, bundan böyle hiçbir şeyin dolduramayacağı bir tat
minsizlik içinde yaşamaya devam ederler. Hiçbir yiyecek onla
ra doygunluk hissi veremez, hiçbir aktivite içlerini rahatlık ve
keyifle dolduramaz, hiçbir ilişki asla beklentilerine cevap vere
mez. Ve karşılarındaki kişiden beklentileri öyle büyüktür ki git
gide daha fazla acı veren bir yoksunlukla karşı karşıya kalırlar.
Her şeye sahip olmak istediklerinden sonunda hiçbir şeye sa
hip olamazlar. Ve diğeriyle tamamen bütünleşecekleri bir ilişki
istediklerinden her türlü girişimi sonraya ertelerler ki bu fazla ti
tizlik de hayal kırıklıklarını artırmaktan başka bir işe yaramaz.
162
Çok eski çağlarda ikiye ayrılmış bu hermafrodiûn diğer ya
rısının, o mükemmel aynanın ya da tamamlayıcının bütün soru
larına cevap vermesini ve geçmişteki ve şimdideki tüm acılarını
dindirmesini beklerler; diğeri, kendilerine yansıtılan çeşitli ba
kışlarla parçalanmış bedenlerinin bütünlüğünü tekrar bulmaları
na yardımcı olsun, kadınlıkları veya erkeklikleri nihayet tanınan
bir kadın veya erkek olmalarını sağlasın isterler.
Bu şartlarda, bazı davranışları kendilerine yabancı gelen ve
kendilerine bakışında onlardan çok farklı olduğunu hissettiren
bu kişiden nasıl memnun olsunlar? Farklı olmasını hiç isteme
dikleri bu kişiden nasıl kaçmasınlar sonunda?
‘Seçtiğimi sandığım adamla kendimi neden bir türlü iyi his-
sedemediğimi biliyorum artık. Sevdiğim o değildi aslında, ol
ması gereken kişiyi seviyordum. Tıpkı hayallerimdeki gibi, be
ni koşulsuz sevsin istiyordum ve benden biraz uzaklaştığını his
settiğimde de ilişkiyi berbat edecek şekilde davranıyordum.’
Kendilerinin bu daima imkansızı isteyen yönlerine sadık kal
mışlardır...
Ve giderek, yaşamalarına izin verilmeyen şeylerden bu bit
mez tükenmez şikayetleri, gerçekleştiremedikleri şeylerin baha
nesi haline dönüşür. Başarısızlıklarının sorumlusu kendileri ol
madıklarına göre, bunlara çözüm bulacak kişinin de kendileri
olmaması gerekmez mi? ‘Eğer bana yardım etmiş olsalardı...’
Bekleme hakkına sahip oldukları şeyleri kendilerine vermeyi
beceremeyenlere ve kendilerini gerektiği gibi sevmeyi bileme
miş olanlara duydukları kinle, her şeyin baştan imkansız olduğu
fikriyle hareket edip, kendilerine mutluluğun yasak olduğu bir
dünyayı kader olarak yaşarlar. ‘Sanırım daima bunalımda olaca
ğım, tıpkı annem gibi.’
Ve bazı kişiler de başkalarının da kendilerinden daha talihli
olmadığını görerek kendi mutsuzluklarını hafifletirler! Daima
başkalarının zayıf noktalarını yakalamaya çalışarak böylece güç
163
bulduklarına inanırlar. ‘Kendimi başkalarının sorunlarına baka
rak savunuyorum. Bunun kötü bir avuntu olduğunu biliyorum
ama en azından bir süreliğine yapmadıklarım için kendimi suç
lamaktan vazgeçiyorum.
*
Öte yandan, kendilerini böyle yaşamaktan alıkoyan şeyin pe
kala farkındadırlar ve kendilerine yönelttikleri sürekli eleştiri
lerle, hiçbir işe yaramadıklarına emin olmuş bir halde sonunda
kendilerinden nefret etmeye başlarlar. Genellikle, yaptıkları her
şey için “Hiçbir işe yaramıyorum...” cümlesini kullanırlar ve
üstlerine yapışmış olan kendileri hakkındaki bu olumsuz imaj
kendilerini iyi hissetmelerine engel olur.
Bu erişilmesi imkansız mutluluğun ve gitgide daha da büyü
yen bu sıkıntıyı dindirecek şeylerin peşinde, hep farklı yönlere
doğru koşarken, kendileriyle yüzleşmekten kaçarlar veya kendi
lerini çeşitli aktivitelere fazlasıyla vererek onca aradıkları din
ginlikten iyice uzaklaşırlar.
Ancak, gönüllü bir sorumluluk almak yerine daha çok kaç
maya yönelik bir davranıştan doğan her türlü karar bizi kuşku
nun pençesinde bırakır. Bu kuşku, tıpkı sürekli tekrarlanan bir
nakarat gibi, yapmamız gereken şeyi bir kez daha yapmayı be
ceremediğimizi vurgulayarak suçluluk duymamıza neden olur.
‘Kendini bir ilişkiye tamamen vermemek kadar kötü bir şey ola
maz. Sabahlan uyandığımda yaşadıklarımdan iğreniyorum ve
kusmak istiyorum.’
Ne yapıyor olursak olalım, yaptığımız şeye kendimizi tama
men vermedikçe kendimizi rahat hissedemeyiz. ‘Sürekli ortada
yım, nerede olursam olayım kendimi iyi hissedemiyorum.’ Se
çimlerimizin doğruluğundan asla emin olamadığımızdan haya
tın dışında kalırız, nasıl olsa geçici diye hiçbir girişimde bulun
mayan transit bir yolcu gibi...
Oysa gitmeyi istemediğimiz bir yere sürüklenmiş olduğumuz
fikrine tahammülümüz yoktur, hele özellikle de hiçbiri bize uy-
164
gun gibi görünmeyen pek çok yön arasında durmadan bocalıyor
sak. Bedenimiz yorgun düşmüş bir halde, artık gerçekten neyi
istediğimizi bilemez durumdayızdır.
‘Kendimi iyi hissetmediğim anlarda benim için en zor şey bir
seçim yapmak. Ne olursa olsun kötü bir seçim yapacağımı hisse
diyorum.’ Bazıları, tatminsizlik duygularının her türlü karar al
mayı imkansız kıldığı bu sonu olmayan döngüye iyice kapılmış
lardır, karar alamamak ise yaşadıkları tatminsizliği iyice artırır.
Kendilerine yeni bir sıkıntı kaynağı yaratmamak adına bazı
sorumluluklarını yerine getirmekten kaçman kişiler bu gecikme
nin yaratacağı vicdan azabıyla daha büyük bir huzursuzluk ya
şarlar. ‘Kafamın içi sürekli yerine getirmediğim sorumluluklar
la dolu, aptalca hayatımı mahvettiğimi biliyorum; böyle asla
kendimi tam olarak iyi hissedemeyeceğim.’
Başarılı olacağımıza inanmayarak, gereksiz gördüğümüz ba
zı sorunlar veya güçlüklerin üstesinden gelmediğimizde, yaşadı
ğımız özgürlük geçici bir yanılgıdır sadece. ‘ îki seçim arasında
gidip gelmek daha kolay, böylece şu anki hayatımda hiçbir ka
rışıklık yaratmamış oluyorum. ’ Risk almak istemeyiz, “Hayatı
mı niye zorlaştırayım ki” diye düşünürüz ama seçimlerimiz, da
ha doğrusu seçimsizliklerimiz, hayatımızı çok çabuk çekilmez
kılmaya başlar.
Bize verdiği tatminler karşılığında bazı zorunluluklar da ge
tirmeyen hangi sorumluluk vardır? Ve bu zorunluluklara katlan
manın tek yolu, yaptığımız seçimleri tamamen üstlenmek ve bu
zorunlulukların olumsuzluklarını görmek yerine olumlu yanları
nı görmek değil midir?
Bağımlı olmanın sıkıntısını yaşamadan nasıl sevme ve sevil
me özgürlüğüne sahip olmalı? Nasıl, biraz da olsa emek isteyen
ve bu anlamda zorlayıcı olan bir hayata dalmadan ekonomik ra
hatlık içinde yaşamalı? Nasıl, uzun bir öğrenme döneminden
geçmeden ya da bazen bıktırıcı bir eğitim almadan seçtiğimiz
165
mesleği özgürce yapmalı? Nasıl, sorumluluklarını ve kaygıları
nı taşımadan çocuk sahibi olmalı? Acılı sorgulamalarla bunal
madan nasıl yaratıcı olmalı?
Bazıları hiç risk almadan macera yaşamak veya sınırlara kat
lanmak zorunda olmadan emniyette olmak isterler. ‘Kumar oy
namak bir ihtiyaç benim için yoksa sıkılırım. Ancak kaybetme
nin düşüncesine bile tahammül edemem, bu yüzden hayatıma
biraz değişiklik getirecek her şeyi engelliyorum.’ Bir arzu, ken
disine karşıt başka bir arzuyla yan yana bulunduğunda, bu bizi
hiçbir şey yapmamaya iter. Ve bu, hemen olmasa da, uzun va
dede çabalarımızın meyvesini almak yerine sürekli pişmanlık
içinde yaşamaya mahkum eder bizi.
Bir girişimin sonuçlarına katlanma gücünü verecek olan tek
şey, giriştiğimiz her işte kesin seçimler yapmaktır. ‘Bir karar al
dığımızda, bu kararı neden aldığımızı biliyorsak eğer, sonuçla
rına katlanmak çok daha kolay oluyor.’ Bir şeye tüm varlığımız
la girişmek için kararımız yeterince olgunlaşmıştır. Yaptığımız
şeye kendimizi tam olarak verir, böylece hayatımızın sorumlu
luğunu aldığımız duygusunu yaşarız.
“Yetişkin olmak, kendi hayatımız hakkında karar vermek ve
neden seçimler yaptığımızı bilmektir.” ‘Artık hayatı sürüklemi
yorum, kendi seçimlerimle yaşıyorum.’ O sıkıntılı seçim aşama
sı bir kez bittikten sonra kendimize sorduğumuz sorular artık ay
nı değildir. Günlük bir gerçeğe kazınmışlardır, kaygıları olduğu
kadar gerçek zevkleri de kapsarlar. Ve şaşırtıcı, hatta acı verici
bazı olaylar karşısında o ana kadar sahip olduğumuzu düşünme
diğimiz bir uyum gücüne sahip olduğumuzu deneyimden biliriz.
Artık çocukluğunu sonsuza kadar uzatan ve “büyüyünce....”
diye başlayan sözlerle hep gelecekteki bir dünyadan bahseden o
küçük erkek çocuğu olmak istemiyoruzdur. Artık küçük bir kız
çocuğu olmak da istemiyoruzdur -Tanrıya her gün yalvarıp, onca
hayalini kurduğu yakışıklı prensini göndermesini bekleyen Yüz
166
Yıl Uyuyan Güzel olmak. Ve kendi gölgemizde kalmış, geçmişi
miz nedeniyle hasta, daima terk edileceğimiz korkusuyla biraz
sevgi ve kabullenilme dilenen bir insan olmak istemiyoruzdur.
Kendimiz için iyi olduğunu düşündüğümüz şeyi isteme hak
kını veririz nihayet kendimize. “Ne yapabilirim? Neye hakkım
var? Yerim neresi? ...” ya da “Neden kimse beni anlamıyor?
Neden bana böyle kötü davranıyorlar?...” gibi bu bitmek bilmez
tekdüze ve verimsiz şikayetlerden vazgeçip, varlığımızı zehir
leyen kötü düşüncelerden kurtuluruz, gerçek arzumuza kulak
verip onu gerçekleştirmeye başlarız. ‘Zamanla artık ne is
tediğimi daha iyi biliyorum ve hedeflerimi gerçekleştirmek için
elimden geleni yapıyorum.’
Yavaş yavaş, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmeyi öğ
reniriz, tıpkı gerçekleri oldukları gibi kabullenmeyi öğren
diğimiz gibi. Bu kabulleniş ne boyun eğme anlamındadır ne de
başkalarının hatırı içindir. Bu kabulleniş, o ana kadar kısır kav
galara harcadığımız enerjimizi artırarak gitmemiz gereken yöne
doğru ilerlememizi sağlayacak gücü verir.
‘Artık yaşadıklarımı değiştirmek yerine onlara elimden gel
diğince uyum sağlamayı istiyorum. Hiç durmadan kim ol
duğumu sorgulamaktan vazgeçtim. Hem kendi sınırlarımı hem
de dışarıdan empoze edilenleri daha kolay kabulleniyorum şim
di. Artık tek ilgilendiğim daha iyi yaşamak ve mümkün ol
duğunca yaratılış amacıma yaklaşmak.’
Yolumuzu ararken, içimizdeki bütünlüğe ulaşmak için spiral
şeklinde bir hareketle ilerleriz. Tıpkı bir kelebeğe dönüşmek
üzere kabuğundan çıkan bir krizalit gibi, biz de hareket özgür
lüğümüzü kısıtlayan yapay katmanlardan bir bir kurtularak ger
çekte kim olduğumuzu keşfederiz.
Yıllar geçtikçe, daha derin bir bilince ulaşarak, artık niteliği
niceliğe tercih eder ve sadece öze önem verir hale geliriz. Bun
dan böyle, sorun olarak gördüğümüz için sorun haline gelen
167
şeylerle boğulmak yerine, sadece yaşadığımız anın sunduğu
zevk ve mutluluğun tadına varırız. ‘Pek çok şeyi gerçekleştir
mek üzere önümde uzun zaman var artık. Bunu hissetmek içime
dinginlik veriyor. Bu yeni düşünce tarzını tıpkı bir bahçe gibi iş
liyorum şimdi.’
Ve artık düşman-zamanla gereksiz bir kavgaya girişmiyoruz-
dur, zira onun sahip olduğu ve savaşamayacağımız üstünlüğünü
göz önünde bulundurarak, bedenimizden yaşı için artık uygun
olmayan performanslar beklemeyiz. Gerçekte görünüşe dayanan
çekicilik ya da bazı sportif rekorlar zamanla azalır ve bu gittik
çe artan acı bir tatla içinde bulunduğumuz yanılgıdan uyandırır
bizi. ‘Eski arzularımızdan vazgeçelim. Kendi adıma ben, bu
yaşta, çocukluğumda arzuladığım şeyler yerine yeni şeyler ar
zulamaya özen gösteriyorum.’
Artık ne sahip olabileceklerimizin beklentisi ve sahip ola
madıklarımızın pişmanlığı ne de bize sürekli “kendimi iyi his
setmem imkansız çünkü hiçbir şey olmasını istediğim gibi
değil” dedirten o yoksunluk hali içindeyizdir. Hayatın rüyalar
daki kadar güzel olması gerektiğine inanmamıza ve kendi
hayatımızı yıllarca reddetmemize neden olan o önyargılardan
kurtulmuşuzdur.
Hayallerimizi nihayet gerçekle uyumlu hale getirmeye karar
vermişizdir. Ancak isteklerimizi içinde bulunduğumuz gerçeğin
bize sunabileceklerine uydurmamız ve kaçınılmaz olarak
yaşayacağımız bazı hayal kırıklıklarında eski yaralarımızı
kaşımamayı öğrenmemiz gerekecektir. Aynı şekilde, Don Kişot
gibi ölçüsüzce bir meydan okumayla hem kendimizin hem de
başkalarının sınırlarına ille de elimizle dokunmak zorunda ol
madığımızı bilmek de gerekir.
Ve bu gerçeklik nihayet bizim en önemli dileklerimize cevap
verdiğinde bununla yetinmeyi öğrenmemiz gerekir. ‘Bu olayın
gerçekleşmesi benim için çok önemliydi ancak ne tuhaf, um-
168
duğum gibi sevinemiyorum şimdi.’ O kadar fazlasını bekliyor
duk ki eşsiz bir mutluluk yaşayacağımızı umuyorduk, duy
gularımızın coşup taşacağını ve aynı zamanda ruhumuzun huzu
ra ereceğini... ‘Şimdi istediğim gerçekleşti ya bir kere, bu muy
muş diyorum...’
Önceden bir yoksunluk duygusu içindeydik, ancak bu kabul
edilir bir şeydi zira olası bir mutluluk öncesindeydik, gerçekdışı
olması nedeniyle, her şeyin mükemmel olduğu bir durumday
dık, tıpkı gösteri başlamadan önce salondaki o heyecanlı bek
leyiş anı gibi. “En iyisi o merdivenleri çıkma anı”. Ancak son
ra, ne yapmalı bu sonrada? Yeniden savaşmamız ve yine bek
lememiz gerekmeyecek mi? Ne için ve kim için?
Yoksun kalma duygusu tahammül edilmez gelmeye başlar
yine... böyle bir yatırımın olumsuzlukla sonuçlanması... İçimiz
de bir boşluk hissederiz ve çocukluğumuzda o tutulmayan söz
ler karşısında hissettiğimize benzer bir hayal kırıklığı yaşarız.
Ailemiz, çevremiz ve reklamlar... mutluluğun elimizin altında
olduğuna, sonra her şeyin yolunda gideceğine inandırmamışlar
mıydı bizi?
Bir evlilik sonrası, bir çocuğun doğumunda, bir taşınma ya
da terfi söz konusu olduğunda, bazı çok önemli projeleri gerçek
leştirdiğimizde ya da değerli bazı şeylere sahip olduğumuzda...
tabii ki hayatımızda olumlu bir gelişme olduğunu hissederiz an
cak hayatımızın öyle pek de anlam kazandığını söyleyemeyiz.
Ve eğer kesinlikle rahata ereceğimiz yanılgısı içinde idiysek,
acıyla fark ederiz ki sadece nispi bir rahatlıktır söz konusu olan.
Bu mutlakıyet isteğimizin karşılığını neden alamadığımızı
derinlerde aramamız gerekmez mi? Bize sunulan yemekler ne
kadar lezzetli olursa olsun asla umduğumuz zevki bula
madığımıza göre, açlığımız çok büyük olmasın sakın?
Yaşamamız için bize sunulanlardan kolayca tatmin olmak için
beklentilerimizi azaltmamız gerekmez mi?
169
Yaptığımız her şeye kendimizi, tam bir bilinçle, konsantre
olarak, dikkatle, sabırla ve dirençle verdiğimizde, yaptığımız
şeyden daha yapma aşamasındayken bile zevk alırız ve adım
larımız bizi, hem kendimizi, hem de bizi çevreleyen dünyayı
daha iyi tanımaya ve hep daha iyi olup, daha iyiyi yapmaya
götürdüğünde, bizi o ana kadar yaşamaktan alıkoymuş olan has
talıklı düşüncelerden de iyileşiriz.
‘Artık gece gündüz tek bir amacım ve tek bir düşüncem var:
Geçmişin hatalarından kurtulmak! Tek bir günümü bile bir ömür
gibi yaşamaya çalışıyorum, tabii ki bunun son günüm olduğunu
düşünmüyorum, sadece son günüm olabilirmiş gibi bakıyorum
ona.’
170